EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

'Teşkilat-ı Mahsusa

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cmt Oca 02, 2010 11:12 pm    Mesaj konusu: 'Teşkilat-ı Mahsusa Alıntıyla Cevap Gönder

'Yeni Osmanlılık', aslında Teşkilat-ı Mahsusa'nın projesiydi
29/11/2009
AVNİ ÖZGÜREL


Talat Paşa (solda, önde) Teşkilat-ı Mahsusa’nın yurtdışı çalışmalarının lideriydi. Mustafa Kemal, Teşkilat-ı Mahsusa tarafından ‘halı tüccarı’ kimliğiyle direniş örgütlemek için Trablusgarp’a yani Libya’ya gönderilmişti


Türkiye’de ama daha ziyade yurtdışında yayımlanan kimi yorumlarda Ankara’nın izlediği yeni siyasetin ‘Osmanlı’yı ihya’ amacı taşıdığı ifade ediliyor... Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı’na gelmesini takiben bu istikamette değerlendirmeler çoğalmaya başladı. ABD’nin Irak’ta ve Afganistan’da adı konmamış yenilgilerinin ardından Türkiye’yi devreye sokma niyetinin açığa çıkışı, Filistin’de özellikle Gazze’de yaşanan insanlık trajedisine Tayyip Erdoğan’ın gösterdiği sert tepkiyle İslam dünyasında Erdoğan’ın şahsında Türkiye’ye duyulan sempatinin artması bu yorumlara giderek daha bir inandırıcılık kazandırmaya başladı.
Tabii buna Ahmet Davutoğlu’nun siyasi kimliği dışında entelektüel olarak İslam coğrafyasının dinamiklerine hâkimiyetini; yanı sıra Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Orta Asya Türk cumhuriyetlerini başlangıçta hayli gevşek olsa da tarihsel derinlik temelinde siyasi bir çatı altında örgütleme yolunda sarf ettiği çaba ve kat ettiği
mesafeyi de eklemek gerek.
Söz konusu tablonun Osmanlı’yı ihya arzusu olarak değerlendirilmesinin akli bir yanı olmadığını herkes biliyor. Ancak, gerek Ortadoğu’da gerekse Kafkaslarda ve Balkanlarda hissiyat olarak Osmanlılık duygusunun
canlanması söz konusu olduğunda böyle ifade etmese de bu fikrin Ankara’yı heyecanlandırmadığı da söylenemez.

Kurucusu bilinmiyor
Teşkilat-ı Mahsusa örgüt olarak 1913 senesinde sahneye çıktı. Yani 1. Dünya Savaşı öncesinde. Dolayısıyla imparatorluğun harpte uğradığı yenilgiler üzerine direniş örgütlemek, istihbarat toplamak amacıyla kurulmuş bir teşkilat olduğu söylenemez. Mücadele sürecinde direniş de örgütledi; istihbarat da topladı ama esas kuruluş gayesi imparatorluğun fiilen hâkimiyetini kaybettiği topraklarda kontrollu çözülmesini sağlamak, İngiliz Milletler Topluluğu’na benzer biraz daha güçlendirilmişi- bir siyasi çatı oluşturmaktı.
Teşkilatı Mahsusa’nın düşünce planında İttihat Terakki’nin parti programında yer alan Panislamizm’den, Ziya Gökalp’in Türkçülük idealinden etkilenildiği su götürmezse de kimi yorumcular bu istikamette faaliyet gösterecek gizli bir örgüt teşkili fikrinin hakiki sahibinin 2. Abdülhamid olduğu kanısında. Abdülhamid’in İslam coğrafyasını yakından tanıyan İngiliz İstihbaratı’yla da münasebeti bulunan Macar tarihçi Armin Vanbery’le yaptığı görüşmeler, Macaristan’da toplanan ilk Turan Kongresi’ne gözlemci göndermesi ve orada seçilen idare heyetini İstanbul’da kabulünde yaptığı cesaretlendirici konuşma bu tür bir tahlile delil olmasa da ilham vermiyor değil. İttihat Terakki’nin İslamcı ve Türkçü bir politika belirlemesi, Talat Paşa’nın 1910 yılında Selanik’te yapılan gizli bir toplantıda Müslümanlarla gayri müslimlerin eşit olmadığını söylemesi ve Balkan Harbi sonunda gayrı müslimlerin Osmanlı’dan ayrılmasıyla başladı.
İttihatçılar 2. Abdülhamid’i tahttan indirdikten sonra onun İslamcı- Türkçü hayallerini benimsediler. Abdülhamid döneminde İttihad-ı İslam hareketi, fikri ve şahsi gayretlerin ötesine geçebilmiş değildi. Oysa bir hareketin ‘Pan’ niteliğini kazanabilmesi için bir örgüt ve onun siyasi hedefinin olması gerekiyordu. Abdülhamid’in dünyanın dört bir yanına gönderdiği misyonerlerin Osmanlı Devleti çatısı altında bir teşkilatları yoktu. Bunlar padişaha bağlı görev yapan gönüllü kimselerdi. İttihatçılar ise, emperyalistlere karşı ciddi bir mücadele verebilmek,
bütün İslam dünyasını harekete geçirmenin ancak kurulacak ciddi bir örgütlenmeyle mümkün olduğunu kavramışlardı.
Ve İttihat Terakki kurmaylarına göre bu örgüt, gizli bir örgüt olmalıydı.

Enver Paşa’nın rolü
Teşkilat-ı Mahusa kurucusu kim, sorusunun bilinen klasik cevabı elbette Enver Paşa!.. Enver Paşa bu projenin devlet katında kabul görmesini sağlayan teşkilatı yetkilendiren ve finans kaynaklarını temin eden kişiydi şüphesiz. Eşref Sencer Kuşçubaşı ya da Süleyman Askeri Bey de varlıkları bilinen kişiler. Ancak Teşkilatı Mahsusa’nın gerçek liderinin kimliği hiçbir zaman tam olarak açıklığa kavuşmadı, hep gizli kaldı. Bir iddiaya göre Atatürk’ün emriyle koruma altına alınan bu kişinin aile ismi değiştirildi ve İstanbul dışına muhtemelen Sakarya/ Sapanca çevresine nakledildi. Sonraki yıllarda ailenin erkek çocuklarının bir kısmı MİT bünyesinde görevlendirilirken diğer bir kısmı teşkilatın koruması altında farklı alanlarda çalıştılar.
Araştırmalar Teşkilat-ı Mahsusa’nın Afganistan’dan Kuzey Afrika’ya uzanan geniş coğrafyada 50’ye yakın bağımsız devlet yapılanması planladığını gösteriyor. Örgütün lider kadrosunda görev almış kişilerden biri olan ve Teşkilat-ı Mahsusa konusunda şimdiye kadar yapılmış tek akademik çalışmanın sahibi Princeton Üniversitesi öğretim üyelerinden Dr. Philip Stoddard’la görüşmesinde örgütün amacını şöyle ifade ediyor:
‘Gaye, bir taraftan bütün İslamları bir bayrak altında toplamak, bu suretle Panislamizme, vasıl olmaktı. Diğer
taraftan da Türkleri siyasi bir birlik içinde bulundurmak, bu bakımdan da Pantürkizmi hakikat sahasına sokmaktı...’
Böylesi bir yapılanma Hindistan’da Hint Müslümanları’nı ayaklandırmaktan başlayarak batıya doğru İngiltere’yi Afganistan’da, Fransa’yı, Suriye’de ve Lübnan’da, İtalya’yı Trablus- Garb’ta köşeye sıkıştırmayı hedeflemişti.

30 bin kişilik kadro
Teşkilat-ı Mahsusa bir dönem Osmanlı hakimiyetinde olan toprakların İstanbul’la siyasi bağını sürdürmenin imkânsız denecek derecede zor olduğunun farkındaydı. Örneğin Kuzey Afrika’da Trablusgarb, Mısır, Çad, Habeşistan ve Sudan’da yeni devletler kurulması kaçınılmazdı. Örgüt bu devletlerin Batı’nın sömürgeci güçlerinin yönlendirmesinden kurtulup gerçek manada bağımsız devletler olması için çalışacaktı. Nitekim öyle de oldu. Son dönemde her meslekten sayıca 30 bini bulan kadrosuyla imparatorluğun en iri yapılarından biri olmuştu Teşkilat-ı Mahsusa.
Örgüt Şeyh Ahmed El Sunusi’yi Trablusgarp’tan bir denizaltıyla İstanbul’a kaçırmayı başarmış, Enver Paşa’nın yönetiminde Türkistan Seferi’ni planlamış, Afganistan’da hedeflenen siyasi yapının kurulması için Kabil’e Cemal Paşa’yı göndermişti. Bunlar örgütün hareket kabiliyetini göstermesi bakımından önemliydi. Anadolu-İran-Hindistan çizgisinde mezhep ayrılıklarına karşı politika oluşturmak üzere özel bir çalışma başlatan Teşkilat-ı Mahsusa, bir taraftan Rusça dahil beş yabancı dil bilen entelektüel birikimiyle İttihatçılar arasında temayüz etmiş olan Baha Said Bey’in sorumluluğunda sosyolojik araştırmalar yaptırırken diğer taraftan Hindistan’a Sünni imamlar gönderilmek suretiyle, Kara Vasıf’ın başkanlığında İslam İhtilal Komitesi oluşturulmuştu. Aynı şekilde Hicaz şeyhlerinin çocuklarının özel olarak eğitilmesi maksadıyla Galatasaray Lisesi’ne getirilmesini sağlayan örgüt yanı sıra Mısır’dan bir grup din adamının Muğla’da bir çiftlikte misafir edilmesini organize etmişti.
Terakki’nin bir yandan Teşkilat-ı Mahsusa gibi faaliyet alanı alabildiğine geniş bir istihbarat örgütü kurarken, öte yandan İslam dünyasında İttihat-ı İslam fikrinin oluşması için eğitim ve yayın faaliyetlerine yöneldiği de biliniyor. M. Ali Eren’in makalesinde yer verdiği bilgiye göre Doç. Dr. Zekeriya Kurşun’un arşivde bulunan belgelerde İttihatçılar’ın, Teşkilat-ı Mahsusa’ya paralel bir sivil örgüt kurduğu bilgisi mevcut. Cemiyeti Hayriye-i İslamiye adıyla oluşturulan bu sivil toplum örgütünün Medine’de bir İslam Üniversitesi kurduğu ifade ediliyor. Son olarak kaydedilmesi gereken bir husus da şu: Ankara’da Genelkurmay’ın Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Arşivi’nde Teşkilat-ı Mahsusa faaliyetine ilişkin onbinlerce belge var ve incelemeye açılacağı günü bekliyor.

Radikal

01 OCAK 2010, CUMA
Hasan Tahsin'e kurban olsun

AK Parti İstanbul Milletvekili Reha Çamuroğlu, Özel Kuvvetler Komutanlığı Seferberlik Bölge Başkanlığı için 'Teşkilat-ı Mahsusa'nın devamı' diyen ve buranın müzeye dönüştürülmesini isteyen Bakan Ertuğrul Günay'ı sert dille eleştirdi. Çamuroğlu, 'Allah insanı şaşırtmasın. Düşmana ilk kurşunu atan Hasan Tahsin de Teşkilat-ı Mahsusa üyesidir' diye tepki gösterdi

Kozmik oda araması AK Parti'de gerginliğe yol açtı. Kültür Bakanı ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın dün AKŞAM'da yer alan röportajındaki sözleri AK Parti İstanbul Milletvekili Reha Çamuroğlu'nu kızdırdı. Çamuroğlu, aramanın sürdüğü Özel Kuvvetler Komutanlığı Seferberlik Bölge Başkanlığı için 'Teşkilat-ı Mahsusa'nın devamı' diyen ve burasının 'kapatılarak Demokrasi Müzesi'ne dönüştürülmesini' isteyen Bakan Ertuğrul Günay'a ateş püskürdü.
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın AKŞAM'ın dünkü sayısında yayınlanan açıklamalarına tepki gösteren Çamuroğlu, şu eleştirileri yaptı:
GÜNAY 'DEVLET' KAVRAMINI DÜŞÜNMELİ: Sayın Günay, Özel Kuvvetler Komutanlığı'nın Teşkilat-ı Mahsusa'nın devamı olduğunu söylüyor. Bakın son zamanlarda pek çok siyasetçimiz sivil toplum kuruluşlarıyla (STK) devleti birbirine karıştırmaya başladılar. Dünyanın en demokratik ülkelerinde bile istihbarat örgütleri var. ABD'de CIA var, İngiltere'de IM-5, IM-6 var. Almanya'da Anayasa'yı Koruma Teşkilatı var. Elbette ki bizim devletimizin kuruluşları, istihbarat örgütleri olacaktır. Unutulmamalıdır ki devletsizliğin örneklerini çok yakın zamanda Irak'ta gördük ve görmeye devam ediyoruz. Dolayısıyla siyasetçilerin devlet kavramı ile ilgili çok iyi düşünmesi gerekir. Öyle görülüyor ki bu siyasetçilerden biri de Sayın Günay'dır.

HASAN TAHSİN DE TEŞKİLAT-I MAHSUSA ÜYESİ: Teşkilat-ı Mahsusa Türkiye'nin milli mücadele sürecinde çok önemli işlevler üstlenmiştir. Pek çok yararlı hizmette bulunmuştur. Sayın Günay'a Kuşçubaşı Eşref'in (Teşkilat-ı Mahsusa'nın kurucusu olarak bilinir) Medine Müdafası Serencamı'nı okumasını tavsiye ederim. Ya da bunu okuduğunu ümit etmek isterim. Bunu okumuş olsaydı, Teşkilat-ı Mahsusa'yı karalamazdı! Okumuş olmasına karşın Teşkilat-ı Mahsusa'yı karalıyorsa çok vahim bir durumdur. Düşmana ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsin de Teşkilat-ı Mahsusa üyesidir. Günay, kurban olsun Hasan Tahsin'e. Teşkilat-ı Mahsusa'nın değerli üyeleri tarihimizin isimsiz kahramanlarıdır, milli mücadelenin başta gelen aktörleridir. Teşkilat-ı Mahsusa'nın Mondros Mütarekesi öncesinde ve sonrasında sakladığı silahlar olmasa, milli mücadelemiz belki de imkansız olurdu.

MESAİMİZİ MÜZE KURMAKLA MI HARCAYACAĞIZ: Sayın Günay 12 Eylül döneminde hapis yattığı Kirazlıdere askeri tesislerinin Demokrasi Müzesi yapılmasını istiyor. Ben de aynı dönemde Toptaşı Cezaevi'nde hapis yattım. Şimdi, 'Burayı da müze yapalım mı diyeceğiz?' Mesaimizi, Türkiye'nin her yerindeki acı olayların yaşandığı yerleri müze yapmakla mı geçireceğiz? Ben Madımak'ın da müze yapılmasına karşı çıkmıştım. Her ulusun tarihi böyle acı olaylarla doludur. Türkiye tarihi de buna dahildir.

* MEDİNE MÜDAFASI SERENCAMI
MEDİNE'DE kuşatma altındaki Türk kuvvetlerinin parası bitmek üzeredir. Enver Paşa İstanbul'da bir sandık altını Kuşçubaşı Eşref komutasındaki küçük bir Teşkilat-ı Mahsusa kuvvetiyle Medine'ye gönderir. Ancak bu kuvvet yolda esir düşer.

Ebru TOKTAR ÇEKİÇ / ANKARA
www.aksam.com.tr

Teşkilat-ı Mahsusa'nın Son Kurşunu
Şükrü Alnıaçık
Haberiniz Olsun

Aşağıdaki resimler, bir Ermeni web sitesinden alınmıştır.(1) Sırasıyla ve “kozmik bir gözle” inceleyince akıl almaz olayların ipuçlarını bulacağımıza ve olanı biteni ANLAMAYA başlayacağımıza inanıyorum.

Web Sitesinde “KESİNTİSİZ SOYKIRIM 1894-2007” başlığı altında aşağıdaki resimlere yer veriliyor.

A- İlk önce Osmanlı dönemi: Aşağıdaki şahısların Ermenilere soykırım uyguladıkları, soykırımın ya fikir babası, ya da siyasi veya askeri sorumluları oldukları ilan ediliyor.



Listedekilerin Akibeti:

1- Sultan II. Abdülhamit, 40 kişinin öldüğü bombalı Ermeni Suikastinden kurtuldu; “Masonlarla” vuruldu.

2- Talat Paşa Ermeni kurşunuyla vuruldu.

3- Enver Paşa Ermeni davasından yargılanmamak için gittiği yurt dışında Basmacı hareketinin başında Rus kurşunuyla vuruldu.

4- Cemal Paşa Ermeni kurşunuyla vuruldu.

5- Ziya Gökalp 1924’te öldü, Türkçülük, 1944, 1980 ve 2008’de defalarca Vuruldu

6- Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey, Mütarekede Ermeni tehciri davasında yargılanarak idam edildi.

7- Sait Halim Paşa Ermeni kurşunuyla vuruldu.

8- Dr. Bahaeddin Şakir Ermeni kurşunuyla vuruldu.

9- Trabzon Valisi Cemal Azmi Bey Ermeni kurşunuyla vuruldu.

Ermeniler rövanş maçında 1-0 önde.

Bu kadar mazlum, “katliamdan çıkmış” bir halkın, kendi başına “hesap görmede” bu kadar atak ve başarılı olabileceğine inanıyor musunuz?

B- Cumhuriyet Döneminde 80’lerdeyiz: Aynı siteden alınan aşağıdaki resim grubundaki ilk üç resim, aynı sitede yan yana veriliyor; son ikisi ise Çatlı’nın cenazesine katılanlar arasında zikrediliyor. Asala’nın 1973’ten itibaren 10 yıl içinde 42 diplomatımızı şehit ettiğinden hiç bahsedilmiyor.

Bu gruptaki Kenan Evren, Hiram Abas ve Abdullah Çatlı’nın, Asala’yı bitiren eylemler sırasında masum Ermenilere de zarar veren 20 kadar eylemi planladığı ve yaptığı iddia ediliyor.



Listedekilerin Akibeti:

1- Kenan Evren’in yargılanması için Anayasa Referandumunda kampanya yürütülüyor.

2- Hiram Abas, bir suikast sonucunda öldürüldü. Eymür’e göree Abas’ı yerli

işbirlikçilerin peşinde olduğu için Amerikan istihbaratı öldürdü.

3- Abdullah Çatlı, şaibeli bir kazada öldü.

4- Muhsin Yazıcıoğlu, şaibeli bir kazada öldü.

5- Drej Ali Ergenekon sanıklarından.

Ermeniler maçta 2-0 öne geçiyor.

“Ermenilere dalaşanların uzun bir hayat yaşaması için Genelkurmay başkanı mı olması gerekiyor acaba?” diye insan sormadan edemiyor.

C- Cumhuriyet Döneminde 2000’lerdeyiz: Fotoğraflı listede bu kez 4 isim var. Listedekilerin 2007’deki Hrant Dink cinayetinin mimarları oldukları iddia ediliyor. Üç Türk generalinin bu kadar kolay hedef gösterilmesini hiç şüphesiz Ergenekon Davası sağlıyor. Bu resimlere yine Ergenekon sanıklarından Şehit Ailelerinin İmralı’daki müdahil avukatı, Ergenekon sanığı Fuat Turgut da eklenebilirdi.



Listedekilerin Akibeti:

1- Şener Eruygur, Ergenekon davasında tutuklandı yargılama devam ediyor.

2-Hurşit Tolon, Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklandı; yargılama devam ediyor.

3- Veli Küçük, Ergenekon davasının 2 nıumaralı sanığı olduğu iddia edildi. Susurluk davası ve faili meçhuller ile ilgili de suçlanıyor.

4- Kemal Kerinçsiz, Hrant Dink’e Türklüğe hakaret davası açmıştı. Dink 6 ay ceza aldı. Kerinçsiz, Ergenekon sanığı.

Ermeniler rövanş maçında 3-0 önde.

Daha doğrusu 100 yıldır bu ülkede Ermenilere dokunan yanıyor. Yaşatmıyorlar adamı. Yakında Ogün Samast’ın da diğer kısa ömürlü Ermeni karşıtlarına benzeyeceğinden hiç kuşkum yok.

Ergenekon sanıklarının Perinçek dahil son zamanlarını Ermeni meselesine odaklanarak geçirmiş olmaları, gündemin zorladığı bir tesadüf mü yoksa Ergenekon işinin içinde “Ermeni Sorunu” mu var?

Yazımızın temasını faili meçhul bir Ermeni web sitesindeki fotoğrafların ilginç kurgusu oluşturuyor. Ancak bu kurgunun dışına çıkıp ta Ermeni Sorunundaki taraflarla Ergenekon davasındaki tarafları alt alta koyduğumuzda basit toplama işlemlerine elverişli bir homojenleşmeyle karşılaşınca doğrusu şaşırıyoruz. Yani elmalar bir tarafta armutlar diğer tarafta toplanıyor.

Kimler açılımcı ve Ergenekon düşmanıysa aynı zamanda “Ermeni sempatizanlığı” korosunun bir üyesi olarak karşımıza çıkıyor. Dinler arası diyalog ütopyaları ve Etyen Mahçupyan’ın Zaman’da yazması da işin fantezi tarafı.

Teşkilat-ı Mahsusacı milis komutanı Said Nursi’nin öğrencileri, Antranik’in torununa köşe tahsis etmişse yüz yılın çok uzun bir zaman olduğuna artık inanmaya başlayabiliriz.



Türkiye’de olan bitene bir bütün olarak baktığımızda 1915’te Türk Ulusal Devletini kurmaya başlayan Teşkilat-ı Mahsusa’nın 2007’de son mermisini kullandığı ve tarih sahnesinden çekildiğini görebiliyoruz.

Tezgahın Önünde de Arkasında da ABD var.

Hedef Teşkilat-ı Mahsusa Cumhuriyetini Yıkılması Yerine Protestanlaşmış İslam Cumhuriyetinin kurulmasıdır. Bunun için gönüllü ve rövanşist Müslümanlar kullanılmaktadır.

Kendinizi bir an için 1,5 Milyon nüfuslu bir kitle üzerinde çalışan ve 100 yılda 150 bin Protestan üretmiş misyonerlerin yerine koyunuz. Yani bir an için ABD’nin Dış İlişkiler Konseyi olunuz.

1914 itibariyle Birden bire savaş-tehcir-ihtilal ve inkılâp oluyor; 100 yıllık misyoner pazarı birden kapanıyor, tüm yatırımınız heba oluyor. Siz o zaman Robert ve Boğaziçi gibi okullarla Türklerden intikam almayı düşünmez misiniz?

Türkler, Teşkilat-ı Mahsusa operasyonlarıyla 1915’te Protestan misyonerlerin Ermeni pazarını yani “hedef kitleyi” yerinden sürüp çıkarmışlar; onca ajan mektebi ve faaliyet boşa gitmiştir.

Osmanlı ülkesinde faaliyet gösteren Amerikan Protestan misyon örgütlerinden en büyüğü ve önemlisi American Board of Commissionars for Foreign Missions’dur. Bu örgüt 1810 yılında Boston’da Presbyterian ve Congregational kiliselerinin üyeleri tarafından kurulmuştur.

Başlangıçtaki hedefi Amerikan yerlilerini ve Amerika kıtasındaki Katolikleri Protestanlaştırmak iken, sonradan “bütün dünyayı Protestanlaştırmak” olan yeni bir hedef belirlemiştir. (2)

Bu hedefe ulaşmak için de iki önemli aracın bulunulduğu düşünülmekteydi: “İslam’ı yok etmenin bir yolu olarak Müslümanları ve ‘sözde’ Hıristiyanları (Gregoryen, Süryani, Keldani vb.) Protestanlaştırmak.”

20. yüzyılın pek çok misyoneri, toplantılarda sürekli, kilise ve okullar yoluyla ulusların Hıristiyanlaşmasını, bunun için de hükümet desteğini reddetmemek” gerektiğini söylüyordu. (3)

Bu arada Ermeniler Gregoryendi ve Fatih tarafından kendilerine tahsis edilen kiliselerinde Osmanlı millet sistemi içinde özerk ve özgür yaşıyorlardı. Yani “sözde” Hıristiyan sayılıyorlardı.

Operasyon 1820’de Başladı:

Yıl 1820: İlk Amerikan Protestan Misyonerleri Pliny Fiks ve Levi Parsons İzmir'e ayak bastılar. Levi Parsons, İzmir'e çıkar çıkmaz, "Bu günah İmparatorluğunu tamamen yıkmak ahdim olsun" diye yazdı. (4)

Yıl 1848: Amerikan Misyonerleri, Osmanlı Devletinde bir Protestan Cemaati yarattılar. Tamamı Ermenilerden oluşan bu yeni cemaati Osmanlı Hükümetine resmen tanıttılar.

Bu arada 2007’de İstanbul’da öldürülen Agos gazetesi yazarı (TKP/ML’li Fırat) Hrant Dink de Protestan Ermenilerdendi.

Yıl 1850: Amerikan Misyonerleri Osmanlı Ermenileri arasında eğitim çalışmalarını hızlandırdılar ve bundan sonraki 35 yıl içinde 80 Lise, 8 yüksek kolej ve 16 kız okulu açtılar.



Bu okullardan en önemlisi şüphesiz Robert Kolej ve onun üniversitesi olan Boğaziçi Üniversitesidir. Robert Kolej Müdürü DR. Gates'in Paris Barış Konferansı dolayısıyla Prof. Albert Lybyer’e gönderdiği mektupta adeta “geleceği okuduğunu” görüyoruz. (Robert College March 2, 1919)

“Ermeniler ve Rumları kurtarmak için Türkleri de kurtarmamız lazımdır….

….Türkiye de nasıl bir hükümet kuracağız? Türkiye’deki Hıristiyan milletler meselesi ancak bu mesele halledildikten sonra ele alınabilir.”(5)

Robert Kolej’deki bu Amerikan görüşü, Türkiye’nin 1919’dan sonra artık Türklere bırakılmayacak kadar önemsendiğinin bir göstergesidir. Bir Amerikalı Protestan misyoner okulu müdürünün elindeki en iyi reçetenin “Türkleri Protestan yapabilecek bir idare” olduğu açıktır.

Cumhuriyetle gelen Laiklik, Türklerin istenilen tarzda westernize olmalarına Protestan ahlakıyla ehlileştirilmelerine fırsat vermemiştir. Onlara göre yetersiz kalmıştır.

İmparatorluktan Cumhuriyete süzülen fikir akımları, cemaatler, tarikatlar ve yükselen Milliyetçiliğin Ülkücülük adı altında İslam’la senteze girmesi, halkın yaşamına tatbik edilen Amerikan tarzının ideolojik ve felsefi bir Protestanlıkla sonuçlandırılmasını engellemiştir.

Merkez bürokrasisi, Atatürk İlkeleri ile direncini sürdürürken Aleviler dahi Protestanlıktan çok Proleterya kültürüne yaklaşarak istenen “ehlileşmiş” düzeye gelmemişlerdir. Amerikan Protestan kültürü sadece Robert-Boğaziçi arasında, Şişli-Nişantaşı sosyetesinde ve büyük şehirlerin elitleri arasında etkisini gösterebilmiş ve marjinalleşerek toplumdan kopmuştur.

Sünni çoğunluk şifahi aile içi eğitimle sürekli “iman tazelemekte” olduğundan Sünnileri elde etmeden Türkiye’yi elde etmenin mümkün olmadığı anlaşılmıştır.

Türkiye’yi iyi analiz eden ABD ajanları, hedeflerine ulaşmak için Müslüman cemaatlerin ve İslamcı partilerin Protestanlık misyonunu üstlenmesi gerektiğini fark etmişlerdir.

Ilımlı İslam ve dinler arası diyalog söylemlerinin Ermeni diasporasının atakları ve Ergenekon davalarıyla aynı anda gündeme gelmesi tesadüf değildir.



Ergenekon’dan içeri alınanların en ilginç ortak paydası, yakın zamanda Ermeni sorunu konusunda milli bir çaba göstermiş olmalarıdır. Doğu Perinçek bile “toprak çekmiş gibi” son zamanlarında Yusuf Halaçoğlu’na destek için İsviçre’ye gidip soykırımı reddederek kendini İsviçrelilere tutuklattırmaya çalışmıştı. Ayrıca 6 CD’den oluşan “Büyük Yalan” Belgeselinde ADD ile birlikte çaba göstermiş, katkı sağlamıştır.

Çok çeşitli ve “kozmik katmanlı” senaryolar olabilir. Ancak hiç kimse bunların sıradan demokratikleşme çabaları olduğunu söyleyemez.

ABD, önce Saddam’ı Kuveyt’e yollayıp ardından Irak’a girdiği gibi, Önce Robert Kolejli Misyonerin evinde örgütlenen Maocuları kozmik katmanlarda yol aldırıp zayıf bir darbe örgütlenmesine ittikten sonra İslamcıların elini kuvvetlendirecek demokrasi ataklarıyla “Türkiye’ye girmeyi” planlamış olabilir. 1 Mart tezkeresinde ABD, Türkiye’nin sandığından daha bağımsız olduğunu fark edip buna epece içerlememiş miydi? Bırakın Sevr’i Lozan’ı bunun intikamı için bile ABD 1915 kod adlı bir operasyon başlatabilir ve bizim muhterem monşerler de çok kolay bu ilaçlı demokrasi yemeğine yumulabilirler.

Ancak Amerika’nın girebileceği bir Türkiye’de, Cumhuriyet muhafızlarının gürültüye papuç bırakmayacağı belli olduğundan Apo’yu yakalayan Özel Harpçi Komutanlar Apoyla el sıkışan Maocu Perinçek’le yan yana konulmuştur.

Devir her bakımdan uyanık olma devridir. Bizim kendi akıl oyunlarımızla tüm şifreleri çözmemiz tabii ki mümkün değildir; ancak Hrant Dink cinayetinin, Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurduğu I. Cumhuriyetin tasfiyesi ve Kurtuluş Savaşı öncesinin Türkiye’sine dönüş sürecinin başlatıcısı olduğuna dair pek çok belirti vardır.

Bundan Yasin Hayal’in bir menfaati olmayacağına göre; gerçek planlayıcının bulunması, milli bir görevdir.

Ben bu yüzden darbecilerin ve konunun uzağında kendi çizgisinde demokrasi yoluyla iktidar olmaya ve milli hedeflere odaklanmış olan MHP gemisine biniyorum; tufandan önceki son çıkış olan referandumda HAYIR diyorum.

Ve “beyler arkanızdan Atatürk mü kovalıyor? Bu kadar açılıp saçılmakta niye acele ediyorsunuz?

“TSK’ya sataşmada niye böyle ailecek birbirinizle yarışıyorsunuz?”

Diye soruyorum.

---------------------------------------------------------------------------

1- “http://wwwermenisoykiriminet/index.html”

2 -Çağrı Erhan, “Ottoman Official Attitudes Towards American

Missionaries”, Milletlerarası Münasebetler Türk Yıllığı- The Turkish

Yearbook of International Relation, 2000, XXX, Ankara, 2001, s.192.

3 -Joseph L. Grabill, Protestant Diplomacy and the Near East- Missionary

Influence on American Policy, 1810-1927, Mineapolis, 1971, s. 33-34.

4- Grabill, age, s. 42

5- Ömer TURAN, “Amerikan Misyonerlerinden E. Simith ve H.G.O.Dwigh’e Göre 1830-1831 Yıllarında Ermeniler”

Açıkistihbarat

Şanghay'da 5 Osmanlı ajanı
14 Nisan 2011

Osmanlının son döneminde İttihat ve Terakki lideri Enver Paşa'nın Orta Asya'ya gizli görev ile gönderilen 5 ajanının, bölgede köşeye sıkışınca soluğu aldıkları Şanghay'da yaşadıkları yer, bugün şehrin en güzel noktalarından birine dönüşmek üzere inşaat halinde.

Orta Asya'dan Çin topraklarına girdikten sonra Şanghay'a yerleşen ve Hollanda ile Almanya konsolosluklarına sığınan Osmanlı ajanlarının neredeyse bir asır evvel yaşadığı adresi AA muhabiri buldu.

Günümüzde çok uluslu beynelmilel şirketlerin üs olarak seçtikleri, küresel rekabetin nabzının attığı Çin'in Şanghay kenti, bundan bir asır evvel balıkçı köyüyken de zamanın devletlerinin rekabet alanlarından biriydi.


Asırlardır Osmanlı'nın hüküm sürdüğü coğrafyalara saldıran Batılı devletler, bir yandan da yeni sömürgeler arıyordu ve o dönem Asya'nın en kilit noktasındaki liman kenti Şanghay, Batılı devletlerin yeni gözdesi haline gelmişti. Şanghay için rekabet başlamıştı.

Çin'in bir asır evvel de önemli kentlerinden olan Şanghay Batı ülkeleri tarafından işgal edildiği dönemde bölge bölge parsellenmiş ve her ülke kendi imtiyazlı alanını oluşturarak, kendi kanunlarının işlediği semtler kurmuştu.

Aynı dönemde Orta Asya'da da Rusya ve İngiltere'nin arasında Orta Asya'ya ve bunun üzerinden de Avrasya hattına hakim olmak için oynanan büyük oyuna İttihat ve Terakki lideri Enver Paşa da dahil olmak istemişti.

Enver Paşa'nın "Orta Asya'da Türk Birliği projesi" adı altında "Büyük Oyun"a dahil olmak için gönderdiği 5 Teşkilatı Mahsusa üyesi, Afganistan üzerinden Orta Asya'ya ulaşmış, özellikle Ruslara karşı birçok faaliyette bulunmuş ancak İngilizlerin ve Rusların sıkı takip ve tarassudu sebebiyle bölgeden kaçarak Çin'in Şanghay kentine kadar gelmişlerdi.

Bu 5 Türk'ten Adil Hikmet Bey anılarında bütün yaşadıklarını tafsilatlı bir şekilde anlatmış, hatta Şanghay'da bulundukları dönemde kendilerine tahsis edilen evin o dönemdeki adresine de yer vermişti.

Adil Hikmet'in o dönem verdiği adreste, bugün bir bina yok. Ama bölgenin eski tarihi yapısını da gösterecek şekilde yeni renovasyon alanlarıyla köklü bir inşa çalışması sürüyor.

TÜRKLERİN YAŞADIĞI YER

Şanghay'ın Halk Meydanına yakın bir mesafede bulunan ve Sucou nehrine nazır bölgede, nehir hattı boyunca Adil Hikmet'in bahsettiği, Batı mimarisindeki birçok eski bina dikkati çekiyor.

Bölge, şu anda tam anlamıyla bir şantiye görüntüsünde olmasına rağmen, bölgenin geçmişinin ve gelecekteki halinin gösterildiği küçük bir sergi alanı bulunuyor.

Şanghay'da bir asır evvel birçok Batı ülkesi kendi bölgesini oluşturduğu için, o dönemdeki adres isimleri de bugün kullanılan modern Çince şekliyle değil, İngilizce ve Kantonca'nın karışımı bazı ifadelerle belirtiliyor. Adil Hikmet yıllarca Orta Asya'da yaşadığı sıkıntıların ve savaşların ardından Şanghay'da yerleştiği yeri ağdalı bir şekilde tasvir ettikten sonra evlerinin adresini kendi ifadeleriyle şöyle yazıyor:

"Evimizin adresini mi sordunuz? Buyurun efendim: Chung North, Thibet Road, Kung ye li Alabastar, No: 116"

Adil Hikmet'in anılarında bu adresten bahsetmesi ve dönem haritalarında da bu şekilde belirtilmesi neticesinde, bir asır evvelki haritalarda yol ve cadde isimleri başka olarak anılsa da, eski-yeni haritalar karşılaştırıldığında bu adresin şu anda "Şizang Yolu ve Çüfu yolunun kesiştiği nokta" olduğu anlaşılıyor.

Adil Hikmet'in anılarında o dönem bahsettiği şehir yapısı ve şehrin tarihinin de aynı yeri işaret etmesi, şu anda bahsedilen şekilde bir yapı bulunmamasına rağmen, bir dönem 5 Türk'ün yaşadığı cadde ve sokaklar halen duruyor.

Dönem haritaları incelendiğinde Şanghay'ın bölge bölge nasıl parsellendiği ve hangi ülkenin nereye yerleştiği renk farkları ve geleneksel Çince ifadelerle belirtiliyor.

Şanghay'ın günümüzdeki en merkezi noktasında Fransızların imtiyazlı bölgesi dikkat çekerken, Adil Hikmet ve arkadaşları Çinlilerin ve tüm yabancıların barındığı, şehrin kuzey kısmındaki alanda yaşıyorlar. Şehrin dış sahil kordonundaki (Vay Tan) nehir kıyısı İngiliz şirket ve bankalarının merkez binalarına ev sahipliği yaparken, kentin güney kesimi tamamen Çinlilere ait kısım olarak görülüyor.

Çin tarihini ve Şanghay'ı doğrudan etkileyen Afyon savaşlarını Çinlilerin kaybetmesinin ardından 19. yüzyılın sonuna doğru şehir uluslararası bir sömürge ve ticaret şehri haline geliyor.

Kentin kuzeybatı kesiminde Çin'i sömürmek isteyen Batılı güçlere 20. yüzyıl başında pastadan payını almak isteyen Japonya da katılınca şehir tam anlamıyla kozmopolit ve iç bölgelerden oluşan uluslararası bir dünya kenti haline geliyor.

Şehir genelinde halen bu izler dikkati çekerken, o dönemden kalan Batı mimarisindeki binaların çoğu ayakta duruyor ve kullanılıyor. Eski olanlar ise restorasyondan geçerek büyük Çin bankalarına ve şirketlerine ev sahipliği yapıyor.

Beş Türk'ün o dönem yaşadığı yer şehrin kuzey kesiminde bulunuyor ve bugünlerde bir bölümü yeniden düzenlenen, bir bölümünde de küçük dükkanların yer aldığı caddeler, yakında yerini yeni dinlenme alanlarına bırakacak.

radikal
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cum Nis 29, 2011 6:39 pm    Mesaj konusu: Portre; Süleyman Askeri Bey Alıntıyla Cevap Gönder

Portre; Süleyman Askeri Bey
Peren Birsaygılı Mut
29 Nisan 2011



Çıktığın yolda bugün yelken açık, yapayalnız,
Gözlerin arkaya çevrilmeyerek, pervasız
Yürü! hür maviliğin bittiği son hadde kadar!
İnsan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar…
Yahya Kemal Beyatlı


Süleyman Askeri, 1884 senesinde bir yangın yerinin ortasına gözlerini açar. Babası Vehbi Paşa’dır. Kendisiyle aynı sene doğan Yahya Kemal Beyatlı, seneler sonra Osmanlı’nın halini tasvir ederken; “Kalanlar ortada genç, ihtiyar, kadın, erkek harap olup yaşıyor tali’in azabıyla …Vatanda düşmanı seyretmek ızdırabıyla…“ diyecektir.

Süleyman Askeri’nin doğduğu sene, Osmanlı tarihinin en ağır günlerinden geçmektedir. 1854 senesinde kaybedilen Kırım Savaşı, ardından gelen Balta Limanı Antlaşması sonucunda tarihinde ilk kez dış borç almak zorunda kalır. İngilizlerden % 6 gibi yüksek bir faizle alınan 3 milyon 300 Osmanlı altını da ancak kısa süreli fayda gösterir. 1876 ‘da parasızlık yüzünden tüm ödemeler durdurulur, ardından durum iyice kötü hal alır ve önce 1879 senesinde İngilizlerden alınmış olan borcun faizine karşılık olarak damga /içki / balık avı / tuz ve tütün gelirlerine el konulan Osmanlı, 1881 senesine gelindiğinde devlet hazinesini tümüyle Alman, Avusturyalı, Fransız ve İtalyan alacaklılar ve Galata bankerlerinden oluşan Düyun-u Umumiye Osmanlı İdaresi meclisine bırakır.

Süleyman Askeri, bu sırada Askeri Harbiye’den kurmay yüzbaşı olarak mezun olmuştur. II.Meşrutiyetin 1908 senesinde ilan edilmesinde rol oynayan hürriyet yanlısı genç subaylar içinde o da vardır. Bu ayaklanma hareketi İmparatorluk tarihinin en önemli dönemeçlerinden birini oluşturmuştur.

(..)

Süleyman Askeri’nin, 1905 senesinde henüz 21 yaşında iken kurmay yüzbaşı olarak mezun olduğu Askeri Harbiye’den sonra ilk atandığı yer Manastır olur. Bilindiği üzere Manastır ve Selanik, Meşrutiyet öncesi mücadelenin en yoğun yaşandığı yerlerdir. Süleyman Askeri de Manastır’da bulunduğu üç sene boyunca aktif olarak bu mücadele içinde yer alır. Tüm hayatı boyunca sadık bir dost gibi ona eşlik edecek olan hürriyet düşüncesi, Manastır’da daha da güçlenir.

Manastır’da ruhunda isyan taşıyan bir kuşak vardır. Ve bunlardan birisi de Meşrutiyet hareketinin en aktif kahramanlarından birisi olan Mülazım Atıf ’dır. Süleyman Askeri ile Mülazım Atıf‘ın yolları da burada kesişir. Mülazım Atıf, 2.Meşrutiyet’in ilanı ile sonuçlanacak tetiği çeken, yani Şemsi Paşa’yı Manastır’da öldürerek, tabancasından çıkan kurşunla meşrutiyetin temelini atan kişi olurken, onun kaçmasını organize edecek kişi de Süleyman Askeri olacaktır. Süleyman Askeri’nin de içinde yer aldığı bu olayın Osmanlı için önemli dönemeçlerden biri olduğunu söylemek mümkün.

24 yaşındaki Osmanlı subayının Manastır’dan sonraki vazifesi sahası Bağdat olacaktır..Öncesinde Filibe eşrafından Fadime Hanım ile evlenir ve 1909 senesine, yani Bağdat jandarma birliklerinin düzenlenmesi vazifesi ile Bağdat’a gidene kadar Manastır’da kalır.

Bağdat; gerek barındırdığı ciddi kültürel ve tarihi miras, gerek sahip olduğu çevre havzalar ve Hint yarımadasına giden yol üzerinde olan fevkalade önemli jeopolitik konumu düşünüldüğünde, Osmanlı için de başlıca merkezlerden biri olagelmiştir. Öte yandan Bağdat demiryolu hattı projesi ihalesinin Almanya’ya verilmiş olmasının İngiltere ile Osmanlı arasında evvelden beri yarattığı gerilim de hesaba katılırsa, üzerine pek çok milliyetçi isyan planı yapılan bölgenin askeri bakımdan güçlendirilmesinin önemi çok büyüktür.

Bu nedenle, Manastır’daki görevi boyunca faal bir subay olarak dikkat çekmiş olan Süleyman Askeri, Meşrutiyet sonrasında kolağası (yüzbaşı) rütbesi ile Bağdat Jandarma Birlikleri’nin düzenlenmesi ve ıslahatı ile vazifelendirilir.

Bağdat’tan Trablusgarp’a…

Süleyman Askeri Bey’in Bağdat’tan sonraki vazife yeri Trablusgarp – Bingazi olacaktır. Binlerce Osmanlı askerini koyun koyuna sonsuz uykuya teslim alan Trablusgarp cephesi, tarih kitaplarının kuru anlatımının dışında anlatılması gereken olağanüstü hikayeler ile doludur.

Trablusgap cephesinin bir diğer özelliği ise, 1913 senesinde Enver Paşa’nın denetimde ve Süleyman Askeri’nin başkanlığında kurulacak olan Teşkilat-ı Mahsusa’nın Fedai Zabıtan ismi ile cephe iradesini ilk gösterdiği yer olmasıdır.

Zira İtalya’nın, Eylül 1911’de Osmanlı’nın Kuzey Afrika’daki topraklarını işgal etmesi karşısında, II.Abdülhamit karamsardır. Osmanlı tahtına oturduktan sonra sarayda geçirdiği otuz sene boyunca pek çok hadiseye tanıklık etmiş olan Sultan’ın en hüzünlü tanıklığı, emperyalist ulusların birer birer Osmanlı topraklarını işgale başlaması olacaktır.

İtalya , 27 Eylül 1911’de, II.Abdülhamit Selanik’te iken, bir ültimatom verir. Ültimatomun amacı Osmanlı’nın işgale razı olmasını sağlamaktır. Ültimatom, bir gün sonra Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa kabinesi tarafından reddedilir. Ancak, İtalya bildiğini okumaktan geri durmaz ve işgal bilfiil başlar. Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa kabinesi bu durum karşısında istifasını sunar ve yerine geçen yeni Sait Paşa kabinesi işgalin uluslar arası platformda çözüleceğini umarak, hareketsiz kalır. İşgale karşı bir protesto mesajı yayınlamakla yetinir ancak bu esnada İtalyanlar çoktan Derne’yi bombalamaya başlayarak, Trablusgarp’ı abluka altına almışlardır bile…

Bu olaylar cereyan ederken, Berlin’de askeri ateşe vazifesinde bulunan Enver Paşa ve yanındakilerin tek çabası hükümeti işgali protestodan daha fazla ikna etmektir. Osmanlı, tüm bu çabalar sonucunda işgale karşı eyleme geçilmesine razı olur. Ancak bir şart ile …

Osmanlı’nın resmi politikası işgale boyun etmektir bu nedenle Enver Paşa komutasındaki subayların Trablusgarp’a ulaşmaları için fevkalade tehlikeli, gizli yollara başvurmaları gerekmektedir. Ve bu genç subaylar yakalandıkları takdirde ise tek bir söz söyleyeceklerdir ; “Bizler , Osmanlı hükümetinin resmi politikalarına karşı duran bir avuç maceraperestiz.. Her ne yapıyor isek şahsi irademiz ile yapıyoruz, devletimizin herhangi bir sorumluluğu yoktur..“

“Çıplak ayaklı paçavralar içindeki yurtseverleriz biz.. Osmanlı bizi terk ederse, ülkemiz üzerindeki haklarından vazgeçtiğini bildireceğiz..Trablusgarp cumhuriyetini kuracağız..O zaman, bizlerin Trablusgarp’ı nasıl savunacağını göreceksiniz ….” Trablusgarp kumandanlarından Ferhad Bey

……

“ Artık bizim mukavemet hareketimiz, herhangi bir Osmanlı kabinesi adına değil , milli gurur ve haysiyetimiz adına, Afrika’daki son Osmanlı toprağının müdafaası adına yapılıyordu…” Trablusgarp kumandanlarından Eşref Kuşcubaşı

Enver Paşa, hemen gönüllü subaylardan oluşan birlikleri oluşturmaya başlar. Gönüllülerin en başında , Süleyman Askeri gelecektir. Süleyman Askeri’nin Trablusgarp’a geçişi hoca kılığında olur.. Mustafa Kemal Paşa ve Enver Paşa’nın yanı sıra, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa, Halil Paşa, Fuat Bulca, Nuri Conker, Ali Fethi Okyar, Nazmi Bey, Ömer Fevzi Mardin, Kara Kemal, Rauf Orbay, Kuşçubaşı Eşref, Yakup Cemil, Hacı Selim Sami, Abdurreşit İbrahim, Ali Çetinkaya, Sadık Bey, Çerkez Reşit Bey, Mim Kemal Öke’nin de aralarında olduğu yaklaşık 20 Osmanlı subayı, Libya’ya “Magrep’te Osmanlı’nın elindeki son İslâm toprağını” muhafaza etmek için gelirler.

Mısır ve Tunus üzerinden Trablusgarp’a sızan –bu seyahatlerin nasıl çetin koşullarda gerçekleştiği Eşref Kuşcubaşı’nın hatıralarında mevcut- genç Osmanlı subayları, bölgeye vardıklarında ilk iş olarak bölgedeki aşiret reislerinin desteğini sağlamaya çalışır. Sonraki hedef, İtalyanların iç bölgelere doğru ilerlemesini engellemek için bedevi gönüllüleri örgütlemek olacaktır.

Bu esnada Osmanlı birliklerine en büyük desteği verecek olan kişi Şeyh Ahmed Eş-Şerif Es Sunusi olur. Şeyh Sunusi, Trablusgarp işgali sırasında İtalyanlara karşı gösterdiği büyük direniş ile adeta bir efsane yaratacaktır .

Süleyman Askeri’nin vazifesi açıktır. O, Binbaşı Aziz Ali Bey’in kurmay başkanlığı ve Enver Paşa’nın Derne’deki karargahı ile Bingazi’deki direniş arasındaki irtibatı idare etmektedir. Ve o esnada Bingazi’de ile Trablusgarp’ta bulunan 50.000 kişilik İtalyan kuvveti karşısında örgütlediği bedeviler gerilla savaşında o denli başarılı olur ki, İtalyan orduları uzun süre sahil şeridine sıkışıp kalmaktan öteye gidemezler.

Ancak, bu sırada Osmanlı’da önemli gelişmeler meydana gelmektedir. Direnişi destekleyen kabinenin yerine harbiye Nezareti’ne Mahmut Şevket Paşa’nın geçmesi ile Fedai Zabıtan grubuna yapılan maddi destek iyice zayıflar ve başlayan Balkan ayaklanmaları karşısında Osmanlı İtalyanlar ile masaya oturarak Uşi Barış Antlaşmasını imzalar ve birliklerin geri gelmesini öngörür. Trablusgarp elden çıkmaya başlamıştır.

Bu durum Fedai Zabıtan subayları arasında büyük tartışmalara yol açar. Zira, tam da genç subayların direnişinin başarıya ulaşmak üzere olduğu dönemde yapılan bu anlaşma ile Osmanlı’nın geri çekilmesi öngörülmektedir.

Büyük başarıların elde edildiği Trablusgarp direnişinin sonrasında gelen haber ise düşünceye mahal bırakmayacak şekilde ivedidir. Fedai Zabıtan, Trablusgarp’ta direnişe devam etmeye yönelik tüm planlarını askıya alır ..Çünkü İstanbul’dan gelen telgrafa göre ; Trakya elden gitmektedir..

Süleyman Askeri’nin de Trablusgarp’tan sonraki vazife sahası Batı Trakya olacaktır.. Süleyman Askeri, bu esnada 27 yaşındadır. Ve Manastır’da görevli olduğu sırada evlendiği Filibe eşrafından Fadime Hanım’dan üç yaşlarında bir kız evladı bulunmaktadır.

Trablusgarp’tan Batı Trakya çete savaşlarına…

Süleyman Askeri, eşini ve kızını gözünü kırpmadan tekrar geride bırakarak bu kez de B.Trakya’ya koşar. Zira Trablusgarp’ ta süregelen savaştan da güç alan Karadağ, Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan, Rusya’nın da kışkırtmasıyla bu kez Osmanlı’nın en önemli toprakları olan Balkanlar üzerinde birleşip Osmanlı’yı vurmaya başlamıştır.

İlk haber 21 Ekim sabahı Kırcaali’den gelir. Kırcaali düşmüştür. Altı gün sonra Ferecik işgal edilir, iki gün sonra Karaağaç, Karaağaç’ın işgal edilmesinden tam 1 hafta sonra Drama ve Kavala, hemen ertesi gün Serez, onüç gün sonra Dedeağaç, Dedeağaç’ın düşmesinden bir gün sonra İskeçe, İskeçe’nin işgal haberinin henüz alındığı esnada da Gümülcine düşer. Akabinde yapılan Londra antlaşması ile de Edirne ve Kırklareli de Bulgaristan’a bırakılmak zorunda kalır.

B.Trakya’da Osmanlı’ya ait toprakların bir o yana bir bu yana kayıp durma zamanının geldiği günler başlamıştır. Dağların, ormanların, yerleşim yerlerinin talan edilerek Osmanlı İslam medeniyetinin hiçe sayılmak istendiği zamanlar.. Ve işte bu zamanlar öyle günlere gebedir ki; bizi kendi gerçekliğimizden kopartacak yeni harita, olanı biteni hiç itirazsız kabul etmenin bırakacağı ölümcül bir utanç duygusunu da yanında bırakacaktır . Ancak çağ başında yetişen nesil, kabul ettirilmek istenen yeni haritalara asla boyun eğmeyecek kadar bağlı çıkar Osmanlı’ya..

Bir tarafta işgal ettikleri toprakları paylaşma derdinde olanlar, öte yanda, artık tek düşünebildikleri namus bildikleri toprakları geri almak olanlar… Ve bu durumdaki genç subayların içinde şimşekler çaktıracak olan fırsat; Birinci Balkan Savaşı’nda kazandıkları toprakları paylaşma işini ellerine yüzlerine bulaştıran Balkan devletlerinin münakaşaları ile doğacaktır. Zira topraklardan aslan payını alan Bulgarlar, aldıkları ile yetinmeyip sınırlarını Ege'ye kadar uzatmak isteyince, diğer Balkan devletleri ile arası açılır ve bu durum da birliğin bozulmasına sebep olur. İkinci Balkan Savaşı'nın çıkmasını fırsat bilen Osmanlı, 19 Temmuz 1913'te verdiği bir notayla, özellikle İstanbul ve Boğazların güvenliği için Meriç'e kadar olan bölgenin ellerinde olması gerektiğini, ayrıca Bulgarların esaretleri altındaki Türklere eziyet ettiklerini öne sürerek ordularının ileri harekâta geçecek olduğunu ancak Meriç’in öte kıyısına ilerleyemeyeceklerini deklare eder.

"Siz bana imkan verin, ben seçkin kıtalarımla yine akınlar yapayım. düşmanı tepeyelim. Edirne'yi kurtarmak ümidi ciddi olarak bir belirirse, bütün memleket ayağa kalkar, mucizeler birbirini kovalar. eğer ben muvaffak olamazsam, gayri mesul bir adamım. çeteler umumi kumandanıyım. hükümet ilzam etmem. beni kovar, hapseder hatta asarsınız. zaten böyle aciz yaşamak yerine ." Eşref Kuşcubaşı

Edirne, Eşref Kuşcubaşı ve birliklerinin üstün çete taktikleri sayesinde doğru dürüst bir mukavemet ile bile karşılaşılmadan geri alınır. Osmanlı’da büyük bir zafer havası hakim olmuştur. Millet yitirdiği inancını, Osmanlı ayaklar altına alınan gururunu geri kazanmaya başlamış, Eşref Kuşcubaşı’nın söylediği gibi, memleket ayağa kalkmıştır.

Edirne geri alınmıştır ancak Osmanlı’nın en önemli topraklarından olan Batı Trakya hâlâ işgal altındadır. Ve Bulgarlar, Doğu Trakya'yı kaybetmiş olmanın verdiği hırsla batıda kalan Türklere çok büyük eziyetler yapmaya başlamışlardı. Buradaki Müslümanları din değiştirmeye zorlarlar, kabul etmeyenleri ise hemen oracıkta katlederler. İlk komitacılardan Fuat Balkan, bu zulmü ve sonrasında Süleyman Askeri’nin emri altına girmesini şöyle anlatır.

“Üç yüz bin Müslüman, vaftiz edilip adları değiştirilerek Hıristiyan edilmişti.. Bulgarlar bu alçakça hareketlerinde o kadar ileri gitmişlerdi ki, zorla Hıristiyan ettikleri bu Türklerin köylerinin meydanlarına bulup buluşturup çanlar bile koydurmuşlardı . O havalide artık ne Süleyman, ne Ahmet, ne Mehmet kalmış, bu sütbesüt Müslümanlar, Yuvan, İstepan filan diye anılır olmuşlardı. Oraları işgal eden komite bu halleri görüp, orduya duyurunca Fahri Paşa kolordusu erkan-ı harpleri Ali Fethi ve Mustafa Kemal Beyler bu mağdur arkadaşların kurtarılması için yapılan sevk ve idarenin başına Trabzon fırkası erkan-ı harp reisi SÜLEYMAN ASKERİ BEY’İ getirdiler. O da ordudan ayrılan gönüllüleri peşine takarak bir hamlede Garbi Trakya’ya akın etti. Ben de Süleyman Askeri Bey emrinde bir mülazım olarak bu harekata iştirak ettim .“ Fuat Balkan İlk Türk Komitacısı Fuat Balkan’ın Hatıraları, Arma Yayınları, İstanbul 1998

Teşkilat-ı Mahsusa’nın ilk çekirdek kadrosunu oluşturan Fedai Zabıtan subaylarının Trablusgarp’ta gösterdikleri yiğitlik öyküleri dillerde dolaşa dursun, Enver Paşa ve Eşref Kuşcubaşı arasında yapılan gizli görüşme neticesinde , Eşref Kuşcubaşı’nın Umum Çeteler Kumandanlığı adı altında kurulan gayri resmi bir birlik ile B.Trakya’ya geçmesine karar verilir.

Gönüllülerden oluşan bu 116 kişilik gayri resmi kurtuluş müfrezesi, sıradan ve toplama savaşçılardan oluşmuyordur . Süleyman Askeri’nin çok güçlü bir subay kadrosu vardır. Beylerbeyli Hayrı (Piyade Yüzbaşı), Filibeli Halim Cahid, Yüzbaşı Lütfü, Şehreminli Sadık, Harputlu Avni (Süvari Yüzbaşı), Eğinli Hasan Rıza (Doktor), Nihat Sezai (Topçu Mirlivası), Küçük Arslan Bey (sıhhiye) ve Fuat Balkan Bey , Süleyman Askeri’nin emri altında yaşanan zulme son vermek üzere B.Trakya’ya doğru yol olanlar arasındadır.

B.Trakya’ya giren Osmanlı askerlerinin ilk göreceği, Ortaköy’de Bulgar Domuzciyef çetesi tarafından katledilmiş 400 Müslüman’ın henüz orta yerde olan naaşları olacaktır. Bu katliamın hesabı iki gün içinde sorulur. Süren takip sonucunda çıkan çatışma ile Bulgar çetesi imha edilerek Ortaköy ve Koşukavak kurtarılır. Bir kurtuluş müjdesi de iki gün sonra Mestanlı’dan gelecektir.. Mestanlı’nın kurtarılmasının hemen ertesi günü Kırcaali Bulgar işgalinden kurtarılır. Aynı gün Enver Paşa’dan gelen telgrafta, askerlerin daha ileri gitmesinin sakıncalı olabileceği belirtilse de, Eşref Kuşcubaşı Enver Paşa’yı daha da ilerleme konusunda ikna eder ve Eşref Kuşcubaşı ile Süleyman Askeri’nin bölge halkından da topladığı birlikler ile iyice güçlenen kuvvetler, en büyük Bulgar çetelerinden olan Dimitrief çetesini de imha etmeyi başarır.

Süleyman Askeri’nin eşi ve kızı tüm bu esnada Selanik’te bulunmaktadır ve kısa süre sonra B.Trakya’dan gelen haber, tüm Osmanlı’yı olduğu gibi Selanik’i de sevince boğacaktır. Zira Süleyman Askeri ve Eşref Kuşcubaşı denetimdeki kuvvetler harekata devam ederek, iki gün içinde Bulgar zulmü altında bulunan en önemli iki merkezi, Gümülcine ve İskeçe’yi kurtarmayı başarmıştır…Bu haber B.Trakya Müslümanları arasında “çifte bayram– çifte düğün yapıyoruz“ şeklinde dillendirilir, hem Gümülcine hem İskeçe’nin aynı anda çetelerden temizlenmesi davullu-zurnalı kurtuluş kutlamaları eşliğinde kutlanır.

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti…

Ancak Batılı devletlerin yoğun baskıları karşısında daha fazla dirayet gösteremeyen Osmanlı hükümeti, başta hedefledikleri gibi zaten Edirne'nin alınmış olduğunu öne sürerek, bu yüzden artık Batı Trakya'da bulunan kuvvetlerin geri dönmesini ister. Oysa Süleyman Askeri, Eşref Kuşcubaşı ve diğer subaylar, Batı Trakya Türklerini tekrar Bulgar zulmü altına bırakmak istememektedirler. İşte bu nedenle 31 Agustos 1913'te Osmanlı ile tüm ilişkilerini kopardıklarını açıklayarak 'Garbi Trakya Hükümet-i Muvakkatesi'nin, yani Batı Trakya Geçici Hükümeti'nin kurulduğunu ilân ederler. Bakın Süleyman Askeri, Batı Trakya Hükümetinin kuruluş gerekçelerini nasıl anlatıyor ;

“Bulgarların, Türklerimize karşı göstermekte oldukları şeniani mezalim dolayısiyle sabırlarımız tükenerek bıçakta ve kucakta bulunan masum halkı kurtarmak azmiyle Garbi Trakya’yı işgale mecbur kaldık. Fakat ahval’i hazıra-i siyasiyyemiz icabı hükümet-i Osmaniye bizim bu harekatımızı muvafık bulmayarak bizi men’e kalkıştı. Naçar harekete geçtik ve Gümülcine livası Türklerini tahlise geldik. Maalesef bu kerre de hükümetimizce avdetimiz katiyetle emir olunmaktadır. Başta Rus olmak üzere bazı taraftarı hükümetler bizim bu hareketimizi mütareke ahkamına uygun bulmamaktadırlar. Halbuki burada bıçak altında can vermiş ve vermekte olan Türklerimizin hayat ve ismetleri hiçbir taraftan taht-ı emniyet ve kefalete bağlanmış değildir. Buna fikir yoran da bulunmamaktadır. Bu sebepten ve bundan böyle biz emirlerimizi vicdan ve ilhamlarımızı akıl ve mantık ve besalet-i şahsiyyelerimizden almak ve ona göre harekete geçmek mecburiyetinde kalmış olduk. İşte bu günden itibaren muvakkat olarak teşkil eylediğimiz hükümet-i muvakkatemizi Garbi Trakya hükümet-i müstakilesi namına tahvil ile ilanı istiklal eylediğimizi bilcümle hükümetlere ve alem-i insaniyyete i’lan eylemekle fahr-u şeref duyduğumuz ilan olunur. Tevfik ulu Allah’ımızdandır.”

Hükümetin reisliğine Müderris Salih Hoca, ikinci reisliğine de Çerkez Resid Bey getirilir. Süleyman Askeri Bey ise 'Erkân-i Harbiye Reisi', yani hükümetin 'Genelkurmay Başkanı ve İcra Reisi' olarak aslında tüm kuvvet ve yetkileri elinde bulundurmaktadır. Eşref Kuşcubaşı ve Süleyman Askeri Bey’ler hükümet ilanını İstanbul’a aşağıdaki şekilde duyuracaklardır..

“Bab-ı Ali’ye, Başkumandanlığa ve Onuncu Kolordu kumandan-ı sabıkımız Hurşid Paşa hazretleriyle erkan-ı harb kaymakamı Enver Beyefendiye bir suret gönderilecektir.

Ma’lum olduğu vechile… Bizim bu ric’atımızı gören Bulgar çeteleri istedikleri yerlerden tekrar çıkarak ve harekata geçerek Garbi Trakya Türklerine taarruzlarını ve intikam alma hislerini teşdid eylediler,…Sabr ise bizde kalmadı, onların çeteleri gayr-ı mesul iseler biz de gayr-ı mesul sıfatını alabiliriz denildi. Tarafımdan en tanınmış çeteci arkadaşlarım tefrik olunarak “BİSMİLLAH” deyip Garbi Trakya’da zulüm yapmakta olan Bulgar çetelerinin merkezi bulunan Koşukavak’a kadar 95 kilometrelik bir akın yürüyüşüyle ansızın hücumumuzu yaptık. Belediye reisi Vasil ile 1200 kişiden mürekkeb kaymakam Domuzciyef çetesinden bin küsur çeteci köprü başına sıkıştırılarak cümlesi tepelendiler…. Kumandanları Domuzciyef ile bir doktorları ve altı kadar çete kumandanı ile seksenüç esir elimize geçtiler…Kırca Ali’de bulunan süvari alay kumandanı bunun intikamını almak için resmi askerleriyle harekete geçti. Bu alay da Allahın inayetiyle tar u mar edilerek askerlik ve medeniyet kanunlarına muhalif hareketde bulunan düşman süvari alay kumandanı da Divan-ı Harbimiz karariyle kurşuna dizildi….Maksadları, bir avuç kalan Türkleri de imha etmek ve Pomakları’ı [Boğmakları’ı] da “SİZ EVVELCE BULGAR HIRİSTİYAN İDİNİZ, YİNE ESKİ DİNİNİZE DÖNMENİZ GEREK” diye Müderris Mustafa Efendi ve emsali Pomaklardan birkaçını parçalayarak ve diğer halkı tehdid ederek mezalime devamı arzu etmektelerken bu kerre hükümet-i metbuamızdan aldığımız kat’i emirle avdetimiz taleb olunmakda ise de elli bin ma’sum nüfusu bıçakda kucakda bırakarak kan içinde yüzen bu bedbaht millete karşı kancıkçasına sırt çevirerek avdetim kabil olamayacağından rabıta-i ma’neviyyemi arz ile beraber bu günden itibaren Garbi Trakya hükümet-i muvakkatesi altındaki çalışmamızı Hükümeti Müstakkliye tebdil ve i’lan ma’alesef rabıta-i maddiyemiz hükümet-i Osmaniyyemizden kesmiş olduğumuzu i’lana mecbur oluyoruz. Mestakarasu-dan Bahr-i Sefid sahilini ta’kiben Dede-ağaç’da içerde Enez hududuna ve diğer taraftan da Sofulu, Dimetoka civarından Ortaköy’ün köprüsüne ve Bulgar hududunun eski hududlarına ve oradan Kırca-Ali ile Aydoğmuş’dan eski hududları da ta’kiben Makas noğazı ve sabık hudud boyuncadır.

Bu günden itibaren bu hududlarımızdan içeri ve dışarı pasaportsuz girenler ve çıkanlar mesuldurler. Merkezimiz Gümülcine şehridir. Dedeağaç, İskeçe, Eğridere, Darıdere, Kırcaali, Koşukavak şehirleri ve diğer kaza ve nahiyeleri idare etmektedirler. Hükümetimiz tam teşkilatla kurulmuştur. Şimdilik muvakkat bir zaman için, can, ırz ve mal üstündeki hadiseleri cihet-i askeriyyemiz muhakeme etmiş olacaktır. Bundan gayrı ahvaldeki vukuatı Garbi Trakya adliyesi rü’yet etmektedir. Bulgarlarla vaki’ muhasamatımızın, bizzat Garbi Trakya Hükümetiyle Bulgar Hükümeti arasında sulh takarrürüne değin devam edeceğini de i’lana mecburuz.

Kuvvetlerimize iltihak ve hükümetimize iltica eden bazı efrad ve zabitanın iadeleri hükümet-i Osmaniyyece taleb edilmekde ise de hukuk-ı düvel kaidelerine istinaden arz olunur ki Garbi Trakya hükümetiyle Osmanlı devlet-i aliyyesinin yekdiğeriyle muahedelenmiş bu gibi iade-i mücrimin ve bahusus da siyasi mücrimler hakkında bir anlaşma bulunmadığından bu hususun da nazar-ı mütaleadan uzak bulundurulmaması istirham olunur.

Garbi Trakya Hükümet-i Müstakillesi

Reis namına Süleyman Askeri


Ancak B.Trakya’da geçici hükümet kurulmasına rağmen baskılar azalmayınca, geçici hükümet 25 Eylül'de bu kez tam bağımsızlığını ilân eder ve böylece 'Garb-i Trakya Hükümet-i Müstâkilesi, yani 'Batı Trakya Cumhuriyeti' kurulur. Devletin bayrağı için üç renk seçilecektir.. Siyah, beyaz ve yeşil. Siyah – Balkanlardaki zulmü, Beyaz – özgürlüğü, yeşil ise İslam dinini temsil etmektedir. Ayrıca bayrağın üzerinde yer alan ay yıldız ise bölge halkının Türklüğünü temsil etmektedir. Gümülcine’nin başkent olduğu cumhuriyetin yüzölçümü 8578 km2 dir ve çoğunluğu piyade olmak üzere 29.170 mensubu olan bir ordusu bulunmaktadır. Yeni bayrak, Osmanlı’nın bayrağı ile yanyana her yere asılır ve B.Trakya hükümeti, B.Trakya ajansı isminde resmi bir ajans kurarak bölgenin bağımsızlığını tüm dünyaya duyurmaya çalışır. Ayrıca daha önce kullanılan Bulgar ve Yunan pulları kaldırılarak yerine Batı Trakya Hükümeti’nin pulları kullanılmaya başlanır.Yeni kurulan hükümetin yönetim biçimi ise Cumhuriyet olacaktır.

Yeni kurulan hükümetin yöneticilerinden, bayrağından, ajansından ve ordusundan bahsettik. Ancak B.Trakya Cumhuriyeti’nin marşına henüz değinmedik. Marşı yazacak kişi Süleyman Askeri, bu anlamlı görevi ondan talep eden ise hükümet reisi Müderris Salih Hoca olacaktır. B.Trakyalı Müderris Salih Hoca bu talebini Bulgar zulmü ile zorla Hıristiyan yapılan 300.000 Müslüman’ı kurtaran kuvvetlerin başında bulunan Süleyman Askeri’ye şu sözlerle ifade etmiştir.

Muhterem kumandan, Milletimiz var olduğu sürece ve Cumhuriyetimiz de baki kaldıkça; sizler bu necip Milletin nezih kalbinde ve hafızalarda daima minnet ve şükranla anılacaksınız. Nihayet sizlerin azimli gayretleri ve elbette ki yüce Allah’ın lütfüyle devletimiz teşekkül etti. Milli bayrağımızda layık olduğu yerler de zirvelerde dalgalanmaktadır. Bütün bu pek hoş gelişmelere rağmen; milletimiz ciddi bir fikri boşluk içersinde olduklarını açık açık ifade etmektedirler. Sizlerden devletimizin bekası adına istirham ediyorum. Cumhuriyetimizin bütün özelliklerini ve elbette geleceğimizi ifade eden milli marştan devlet marşından yoksunuz. Lütfen himmet buyurunuz ve bu fikri boşluğu izale ediniz. Müderris Salih Hoca

1913 senesinde henüz 29 yaşında olan Süleyman Askeri, B.Trakya Türk Cumhuriyeti’nin milli marşını yazması yönünde kendisine yapılan teklife aşağıdaki şekilde cevap verir.

Maruf bir şair liyakatini haiz olmadığım halde; arzunuz vechiyle yazmaya gayret edeceğim. Bu mevzuda müsterih olabilirsiniz Süleyman Askeri

Süleyman Askeri, Batı Trakya milli marşının son kıtasını “ Bütün Batı Trakyalı’lar kıyamete kadar hür yaşayacak “ diyerek bitirmiştir. Oysa Bab-I Ali ve Bulgar yönetimi ile süren görüşmeler ve akabinde gelen İstanbul Antlaşması neticesinde, Batı Trakya Bulgaristan’a bırakılacak, büyük ümitler ile kurulan Batı Trakya Türk Cumhuriyeti de maalesef sadece 58 günlük bir siyasi ömür ile tarih sahnesinden çekilecektir. Bölgenin Bulgarlara bırakılması Batı Trakya Türk Halkı üzerinde hayal kırıklığı yaratmıştır.

Türk evlerinin şevk ve ümitle binlercesini dikerek, resmi , hususi bütün yapılara dikilmiş olan bayrağın indirilmesi çok hazin oldu ... Ağlamayan yoktu ! Ümit kısa sürmüştü… Fuat Balkan İlk Türk Komitacısı Fuat Balkan’ın Hatıraları Arma Yayınları, İstanbul 1998

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin fesh edilişinin temel nedenlerinden birisi, Bulgarlar ile sulh edilmediği takdirde, Çarlık Rusya’sının olanca kuvveti ile Osmanlı’nın doğusunu işgale başlayacağı korkusudur. Diğer etkenlerden birisi Osmanlı hazinesinin çektiği büyük para sıkıntısı karşısında Maliye Nazırı Cavit Bey’in süregelen baskıları, başka bir nedeni de, bir kısım tarihçinin söylediği üzere, Enver Paşa’nın tüm bu gelişmeler esnasında apandisten hasta olması yüzünden hükümetin kararlarına yeterince mukavemet edememiş olmasıdır. Hulasa, Fedai Zabıtan ile başlayarak Teşkilat-ı Mahsusa’ya giden yolda, bizzat teşkilat tarafından kurdurulan Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin fesh edilmesinin getirdiği üzüntü bir yana diğer koşullar düşünüldüğünde, bu kararın anlaşılır yanları olduğunu da söylemek mümkün olabilir. Bu arada Osmanlı için namus demek olan Edirne’nin geri alındığını ve teşkilatın tüm cephelerde olduğu gibi Balkan cephesini, ileriye dönük ilişkiler ağı ile güçlendirdiğini düşünmekte de fayda var..

Zira, yönetici kadro İstanbul’a geri döndüğü esnada, Enver Paşa imam, köylü veyahut iş adamı kılığındaki Teşkilat-ı Mahsusa ajanlarını bölgeye göndererek Batı Trakya’da Türk kimliğini ve varlığını korumaya çalışmıştır.

Kuğunun son dansı…

Süleyman Askeri, B.Trakya Türk Cumhuriyeti’nin yıkılmasından sonra yanındakiler ile beraber İstanbul’a döner. Ve Ekim 1913 itibari ile Dahiliye Nezareti Muhacirin Müdürlüğü ile vazifelendirilir. Kıdemli yüzbaşı rütbesi ile tüm B.Trakya ve Makedonyayı denetimi altında tutmaktadır. İstanbul’a döndükten bir süre sonra, bu vazife ile tekrar B.Trakya’ya gidecektir. Bu kez, bölgeye gitmesinin amaçlarından birisi, Enver Paşa tarafından planlanmış olan iskan planının uygulanışını koordine etmek olacaktır. İskan planının amacı, B.Trakya ve Makedonya’da kalmış olan Türklerin, Osmanlı hakimiyetinde olan Doğu Trakya’ya veyahut Anadolu’ya sevkini sağlamaktır. Süleyman Askeri’nin diğer amacı ise, yeni bir savaş çıkması halinde Sırplara ve Yunanlılara karşı kullanılacak gizli kuvvetlerin oluşturma görevidir. Bu amaçla Sofya’da bulunduğu sırada da, Bulgar-Makedon Komitesi’nden Dr. Nikolof ve Pavli Satef ile görüşerek Sırplar’a ve Yunanlılar’a karşı ortak mücadele biçimleri belirlenmesinde öncü rol üstlenir.

Süleyman Askeri, Basra Valisi ve Irak Cephesi Kumandanı olana kadar, Dahiliye Nezareti Muhacirin Müdürlüğü görevi yürütür. Süleyman Nazif ‘in “ vatanı için vatanından başka her şeyi gülerek feda etmiş olan bir Osmanlı ” olarak tarif ettiği büyük kumandan için sonun başlangıcı ise İngilizlerin Basra’yı işgal ettiği 22 Kasım 1914 tarihinde başlayacaktır.

Basra’nın işgali, İstanbul’da deprem etkisi yaratır. Ve bölgedeki Osmanlı askerlerinin sayısının düşman kuvvetlerine oranla çok az olması, Osmanlı’yı alarma geçirir. Aslına bakarsanız, gün yine tıpkı Trablusgarp’ta ve B.Trakya’da olduğu gibi yerel kuvvetlerin de desteğini arkasına alarak pervasızca düşmanın üzerine yürüyecek Osmanlı subaylarının günüdür.

Bunun üzerine Enver Paşa, Trablusgarp ve B.Trakya’da örgütçülüğünü ispat eden Teşkilat-ı Mahsusa kurucularından Süleyman Askeri Bey’i hemen göreve çağırır. 20 Aralık 1914’te Basra valiliği ve Irak cephesi kumandanlığına atanan Süleyman Askeri, B.Trakya’da kendisiyle beraber savaşmış olan genç subaylardan oluşan bir birliğin yanı sıra, gönüllülerden topladığı ve Osman Bey’e ithafen “ Osmancık taburu “ ismini verdikleri yerel kuvvetlerle, 12 Nisan 1915’te İngilizlere karşı harekata geçer.

Bakın bölgedeki Alman kuvvetlerin komutanlarından Hans Lührs , Süleyman Askeri’den şöyle bahseder.

“Bu sırada bölgedeki Türk birliklerinin başkumandanı olarak sahneye Süleyman Askeri Bey çıktı. Olağanüstü gözüpek, atılgan ve son derece sert bir askerdi. Bir çok cephede bulunmuş, Trablusgarp’ta Enver Paşa’nın yanında şiddetli çatışmalar içinde yer almış ve kanlı Balkan savaşları boyunca cesaretini gözler önüne sermişti.” Hans Lührs

Süleyman Askeri’nin komutasındaki kuvvetlerin ilk yapacağı, İran Ehvaz kasabasına yönelerek, İngiliz’ler için büyük önemi olan petrol boru hattını tahrip etmek olacaktır. Ancak Basra’nın geri alınması pahasına hiç sakınmadan canını ortaya koyan Süleyman Askeri, maalesef 20 Ocak 1915 tarihinde, Dicle kıyısında keşif yapan İngiliz birlikleriyle karşı karşıya kalır ve çıkan çatışma esnasında iki bacağından birden yaralanır. Genç Osmanlı subayının bundan sonra gösterdiği mukavemet ve cephe gerisinde dinlenmesi gerektiğine dair yapılan tüm telkinlere rağmen bir an olsun birliklerin başından ayrılmayacak olması ise, herkesi hayrete düşürecektir. Hans Lührs, seneler sonra kaleme aldığı hatıralarında, bu durum karşısında duydukları hayret ve hayranlıktan şöyle bahseder;

“Süleyman askeri, yarası sebebiyle çektiği büyük acıya rağmen, özel olarak hazırlanmış bir sedye ile birliğe eşlik ediyordu. Doğrusu, bu olağanüstü Türk kumandanın gayreti karşısında hayretler içerisinde idik. O, 160 km lik bir mesafeyi, kanlar içerisinde sedye üzerinde, yer yer düşmana çok yakın mesafeden yol alarak bu şekilde kat etti . Daha sonra da, yine sedye üzerinde üç gün boyunca bir an olsun yorulmadan mücadeleyi yönetti. Aldığımız haberlere göre Süleyman Askeri, bulunduğu yerden olağanüstü bir gayretle muharebe alanını ve Şatt-ül Arap’a yönelen akınları kontrol ediyordu. Düşman Basra civarında sol kanatta mevzilenmiş halde idi. Türkler; bir askeri harekat içinde düşünülebilecek en üst düzeyde bir cesaret ile donanmışlardı ve Süleyman Askeri Bey’in sedye üzerinde ettiği seyahat boyunca açlık ve susuzluğa rağmen, içlerinde en ufak bir şikayeti olan yoktu. Çöl yolu üzerinde gerçekleştirebilecek ikmal için yeterli düzeyde yük hayvanına sahip de değillerdi. İhtiyaç duyulan her şey; Cephane, malzeme ve gıda stoku, askerler ya da yük hayvanları için gereken su ..Tüm bunların taşınması gerekiyordu. Ve hücum eğer üç gün içerisinde başarıya ulaşmaz da Basra Türkler tarafından en azından harici olarak kuşatılmazsa, bu durum büyük bir mağlubiyetin ardından gelecek trajedinin başlangıcı olacaktı. Ancak Süleyman Askeri, büyük bir harekata cesaret etmişti ve bu Türk subay adeta herkese meydan okuyordu.” Hans Lührs

Süleyman Askeri, iki bacağından yaralı olmasına rağmen, sedye üzerinde 9000 kişilik bir kuvvetin başında Basra’ya doğru ilerlemeye başlar. Hans Lührs ‘ün hatıralarında kaleme aldığı gibi, Basra en azından harici olarak kuşatılmaz ve İngiliz kuvvetlerinin mümkün olduğunca çok kayıp verip geri çekilmesi sağlanmaz ise, telafisi olmayacak olan büyük bir mağlubiyet gerçekleşmiş olacaktır.

” Bazen tek bir adam koca bir orduya ruh olmak itibariyle başlı başına bir ordu olabilir. Bu nadir fakat vakidir. İşte Süleyman Askeri Bey o nadir olan vakalardan birini gerçekleştirdi. İngilizleri Korina kasabası önünde aylarca tutan kuvvet, Süleyman Askeri Bey'in şahsı pervasızlığı ve yine kendisinin seçmiş olduğu bir avuç kahramandı. Süleyman Askeri, Korina önünde ve gayet vahim surette iki bacağından yaralandı.. Fakat kahraman komutanlara yakışacak bir metanetle ta Basraya kadar gitti ve şehrin 15 kilometre yakınındaki Şuayyibe mevkii müstahkemine taarruz ettti. Süleyman Askeri beyce maksat hasıl olmuş, durdurulamayacağı ve yenilemeyeceği zan olunan düşmanın tevkifi, tehdit ve hatta mağlup olabileceği imkanı fiilen gösterilmiş idi. Süleyman Askeri vatanı için vatanından başka herşeyini isteyerek ve gülerek feda etmiş bir Osmanlı idi". Süleyman Nazif

Süleyman Askeri emrindeki kuvvetler ile durmaksızın ilerlemeye devam eder. Beklenen karşılaşma, 12 Nisan 1915’de Suaybe civarındaki Bercisiyye ormanı etrafında olacaktır.. Çatışma başlar. Süleyman Askeri, savaşı sedye üzerinde yönetmektedir. Ancak İngilizlerin takviye kuvvetler çıkarması sonucu Osmanlı birliği maalesef mevcudunun yarısını şehit vermek zorunda kalacaktır.

Otuz bir senelik kısa ömründe bir an olsun onurundan taviz vermemiş olan Süleyman Askeri bu kayıptan kendini sorumlu tutar ve İngilizlere sedye üzerinde esir düşeceğini anladığı an, onun için yapacak tek şey kalmıştır.

Süleyman Askeri, teslim olmaktansa silahında kalan mermiyi başına sıkarak intihar eder.

Arabistanlı Lawrence, Süleyman Askeri’nin intihar haberini aldığında, Şerif Hüseyin ile beraber başlatacakları isyanı görüşmektedir . Ve seneler sonra -Hikmetin Yedi Sütunu- adlı kitabında şu satırları kaleme alır..

“Osmanlı Türkleri içinde devletlerinin hayat ve varlığının kritik bir safhaya girdiğini hissedenler yok değildi. Ben çölde görev yaptığım sırada ve hiç ümit edilmeyen yer ve şartlarda bunlara rastladım. Onlar, devletlerinin mevcudiyetini devam ettirebilmek için fevkalade fedakarlıklara ihtiyaç olduğunu hissetmenin bilinciyle her şeyi yapmışlardır. İmparatorluğu oluşturan unsurlar ise her ne pahasına olursa olsun ayrılık davasındaydılar... İntihar ettiği haberi bize geldiği zaman Mekke’de Şerif Hüseyin’in sarayındaydım.Hüseyin Paşa, bana “Bunlar böyle ölmesini de bilirler” dedi.” Arabistanlı Lawrence

Süleyman Askeri Bey gibi büyük bir kumandanını kaybeden Osmanlı Birlikleri, İngiliz İmparatorluğuna tarihinin en büyük mağlubiyetini yaşatır. Halil Paşa komutasındaki birlikler 29 Nisan 1916’de Kut-ül Amare’de büyük bir zafer kazanırlar.

Ve Kut-ül Amare zaferi, sadece İngiliz birliklerine teslim olmaktansa, hayatına son vermeyi tercih etmiş olan Süleyman Askeri’nin değil, Hint’ten Arap’a İngiliz emperyalizminin kanlı dişleri arasında can vermiş tüm dünya uluslarının intikamını almıştır.
Kaynak: haber10


Teşkilat-ı Mahsusa’dan Karakol ve Hamza teşkilatlarına
Aziz ÜSTEL
austel@stargazete.com
16 Haziran 2012

Teşkilat-ı Mahsusa, Enver Paşa’nın yurt dışına kaçmasından sonra dağılırsa da Kara Kemal Bey ve Kara Vasıf Bey’in önderliğinde, Karakol Teşkilatı kurulur. Teşkilat’ın sağ kalan bütün adamları artık bu yeni oluşuma üyedir. Siyah Türk bayrağıyla Kuran-ı Kerim ve silah üzerine yemin ederler, devlet-i ali kurtuluncaya kadar savaşmaya. Miralay Arif bey, (Ayıcı Arif) anılarında sıkça söz eder Karakol Teşkilatı’ndan. Anadolu milli harekatına yardım görevinde, Harbiye Dairesi Reisi Yenibahçeli Miralay Ömer Lütfü, Piyade ve Makineli Şube Müdürü Binbaşı Narin Cevat Bey’lerin cansiperane çabaları, İttihatçıların Küçük Efendisi Kara Kemal Bey’in örgütlediği mavnacılar, arabacılar, hamallar, gümrük ve deniz yolları çalışanlarıyla kimi zaptiyelerin ölümüne uğraşları sonucunda, Damat Ferit ve İngilizlerin denetiminde bulunan çeşitli depo ve ambarlardan, değişik tarihlerde tonlarca askeri malzemenin Anadolu’ya kaçırılmasını sağlarlar.

Zonguldaklı tüccarların kiraladığı Fransız bandıralı Kornilof, Mecda ve Vovesta adlı vapurlar, İstanbul’dan İnebolu ve Samsun’a tonlarla silah ve malzeme kaçırırken bu vapurlarda komiserlik yapan Gelibolulu Mehmet Kaptan ve İsmail Hakkı Kaptan’ın hatıraları önünde saygıyla eğilmek gerekir. Karakol Teşkilatı salt silah ve cephane kaçırma işleriyle uğraşmamıştır. Kıran kırana savaşlarda da büyük yararlıklar gösterdiğini biliriz:

Kocaeli Kuvayı Milliye Kumandanlığını üstlenen Dayı Mesut Bey, Binbaşı Fehmi Bey’in “Yavuz” takma adıyla Adapazarı Milli Taburunu kurmasını emretmiş. İzmit çevresinde İngiliz ve Yunanlıların desteğini arkasına alarak lanet edilecek birçok rezilliğe sıvanan, Gönüllü Ermeni Alayı Kumandanı Kaptan Tanik Çetesi, Karakol Teşkilatı’nın günümüze uzanan raporlarına göre 200’ün üzerinde Müslüman’ı, kadın erkek, çoluk çocuk demeden kurşunlamıştı. “Yavuz” Bey bir gece, Aslan Bey köyünde, Tanik Çetesini kıstırır. Allah Allah naraları yeri göğü tutarken sayısı yüzleri aşan çete üyesi imha edilmiş, yöre halkı rahat bir nefes alabilmiştir.

İstanbul’da taşımacılık ve satın alma işlerini yapmak amacıyla önce Hamza ve Ferhad daha sonra da Mim Mim teşkilatları kurulmuş. Bu sırada Yunanlıların İstanbul’u işgal edeceği söylentisi yayılınca, Müdafaa-i Milliye adlı askeri bir teşkilat İstanbul ve çevresinden silahlı asker toplamış, halka silah dağıtmış, Yunan’ın yolunu gözlemeye başlamıştır.

Hamza Teşkilatı Ankara’nın emir ve desteğiyle kurulmuş ilk istihbarat teşkilatıdır. Açığa çıkması halinde yerine Ferhad Teşkilatı onun bertarafı halinde de Kerim Teşkilatı kolları sıvayacaktır. Teşkilatların adlarını Mustafa Kemal Paşa koyar. Bu yeni örgütlenme yapısının nedeni İngiliz casusların Karakol Teşkilatı’na sızmalarıdır. Bunu fark edince Karakol kendini o saat tasfiye eder. Oysa bu tasfiye bir yanılmaca, iz kaybettirmedir. Çünkü Karakol “tasfiye eder etmez kendini”, ertesi sabah 31 Ağustos 1918’de Ferhad Teşkilatı işbaşı yapar!

Hamza Teşkilatı’na gelince, bu kuruluş günü kurtarma yerine geleceğe yönelik çalışmalar yapmakla görevlendirilmiştir.” Kendi içinde hücrelere ayrılmıştır. Örneğin Yıldız kod adıyla anılan Kolağası Seyfettin Bey (Tümgeneral Seyfettin Düzgören) ve adamları bir numaralı hücreyi oluşturur; görevleri Yunan ordusunun teşkilat ve harekatıyla ilgili istihbarat toplayıp Ankara’ya yollamaktır. Diğer hücreler “Fuat”, “Ay” kod adlarıyla anılır. “Ay” hücresinin görevi casus avcılığıdır; İngilizler hesabına çalışan yerli ve yabancı nice casusu ortadan kaldırmayı başarır. Bu hücrede çalışan Efdal Bey adında Ermeni asıllı bir Osmanlı vatandaşı, İngiliz karargahına sızar, son derece önemli evrakı ele geçirerek Ankara’ya yollar. Hamza Teşkilatı’nın başarıları saymakla bitmez. Ama sonunda deşifre olur ve yerine Mim Mim Teşkilatı geçer hemen... Hepsine milletçe çok ama çok şey borçlu olduğumuzu unutmamız gerekir; mekanları cennet olsun.

stargazete.com
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com