EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Yalanlar cumhuriyeti

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Cmt Eyl 06, 2008 1:54 am    Mesaj konusu: Yalanlar cumhuriyeti Alıntıyla Cevap Gönder

Yalanlar cumhuriyeti
Engin Ardıç

Yaklaşıyor 9 Eylül, şimdi kalpakların tozu alınmakta, palaskaların tokaları parlatılmakta, tüfekler cilalanmaktadır. İzmir'e girdiğimizde henüz doğmamış olan dedeler, "malul gazi" kılığında törenlere katılacaklar, aralarında aşka gelip çakaralmazı kuru sıkı patlatanlar da çıkacak. Hükümete küfür eden de bulunur.

Gazi amcanın 1922 yılında en az 20 yaşında gencecik bir asker olması için en az 1902 doğumlu olması gerekir, yani şu anda 106 yaşında!

Basın bu görüntüleri "İstiklal Savaşı gazilerimiz gözlerimizi yaşarttı" falan diye dayayacak. Aydın Doğan'ın ve Zafer Mutlu'nun adamları da hamiyetli ve de hamasi yazılarıyla okur gözü yaşartacaklar elbette. Ey vatan, gözyaşlarını, sil yetiştik çünkü biz... Saçı bitmedik yetim, falan filan.

Bunların gazetelerini izliyorum, arada ilginç şeyler de çıkıyor.

"Resmi ağızla milletimize müjdelerim ki, bizim insan zayiatımız, dörtte üçü hafif yaralı olmak üzere on bin nüfusa baliğ olmaktadır."

Bunu kim söylemiş? Meclis reisi ve başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa söylemiş.

Böyle deyince kızıyorlar, peki, Atatürk söylemiş.

Ne zaman mı söylemiş? Kurtuluş savaşımızdan hemen sonra.

Kim mi açıkladı? Sapına kadar Atatürkçü Zülfü Livaneli.

Allah Allah... (Ramazan münasebetiyle duygu sömürüsü yapmak ve de hükümete yalakalık etmek için Allah adını andım, bakın ne kadar aşağılık bir herifim ben...)

On bin kişinin dörtte üçü yedi bin beş yüz eder... Bu kadar hafif yaralımız varmış.

On binden yedi bin beş yüz çıkınca iki bin beş yüz kalır... Toplam ölü ve ağır yaralı sayımız da bu kadarmış! Rakamla, 2500...

Atatürk söylemiş, Livaneli hatırlatmış.

Milli Savunma Bakanlığı'nın 1998 yılında yayınladığı resmi istatistiklere göre, kurtuluş savaşımızda "1 milyon şehit, 220 bin kayıp ve esir" vermemiş miydik yahu? Google'a sordum, böyle çıktı. Çoluk çocuk da bu rakamlar üzerine "blog" döktürüyor bilir bilmez... Sakın Birinci Dünya Savaşı'yla karıştırıyor olmayınız koçlar?

Bir başka kaynak da şehit sayısını 9 bin 167 olarak çok kesin, çok net veriyor ve bunda çok ısrarlı. Şehitlerimizin illere göre de dökümünü yapmış.

Kim yalan söylüyor? Haşa sümme haşa Atatürk söylemeyeceğine göre?

Döndüm baktım, birçok ahmak tarafından hala "kurtuluş savaşımızın muharebelerinden biri" sanılan Çanakkale çarpışmalarına...

Üç yüz bin, dört yüz bin falan derlerdi değil mi, şehitlerimizi? Resmi kaynaklarda hatta "253 bin" gibi kesin ve ciddi bir rakam da geçiyordu.

48 bin 148 çıktı.

Ne biçim bir memlekettir ulan bu?

sabah

Sarıkamış'ta Kaç Şehit Verdik?
30 Aralık 2008 12:10Sarıkamış'ta 90 bin şehit verdiğimiz söylenir durur. Peki gerçek böyle mi? Genelkurmay'a göre sayı kaç? Zayiat ne demek, şehit ne demek?

Milliyetçilerle liberallerin buluştuğu nokta
Emre Aköz / Sabah

Bu ülkede birçok kişi, yalnız bilmemekle kalmıyor, öğrenmek de istemiyor. Üstelik bilene ve anlatana da kızıyor. ' Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp ' özdeyişini ' Bilmemek makbul, öğrenmemek marifet ' şekline çevirmişler. Bununla da övünüyorlar. Papağan gibi ezberledikleri yalan yanlış dolduruşlar onları rahatlatıyor.

Yukarıdaki satırlar Engin Ardıç 'ın. Altına imzamı atarım. Babasından duyduğunu, arkadaşından öğrendiğini, ilk mektepte okuduğunu hayatı boyunca tekrarlayanlar çoğunlukta.
" Yeni ve farklı " bilgileri hem öğrenmiyorlar, hem de öğrenmek istemiyorlar.
Çünkü öğrenme yan yana gelen " öbekler " değil, birbirine eklenen " zincirler " şeklinde oluşuyor.
Büyük bilgi zinciri aynı zamanda kişinin kimliğini kuruyor. Ama halkaların birkaçı değişirse, diğerleri de etkileniyor. Yani " yeni ve farklı " bir bilgi, neticede kimliğe dokunuyor, onu değiştiriyor ki bu da " manevi bir kriz " demek.

Dün gazeteleri (bizimki dahil) açtık ki yine aynı klişe: 94 'üncü yıldönümünde, Sarıkamış harekâtında şehit düşen askerler törenlerle anılmış. Kaç şehit verilmiş Sarıkamış'ta? Yıllardır sallıyorlar: 90 bin!
Bu uydurma bilginin mesela siyasi kimliklerle nasıl eklemlendiğine kısaca bakalım:
* Kemalistler bayılıyor: Çünkü Enver Paşa 'nın nasıl da kötü bir komutan olduğuna işaret ediyor.
* Müslümanlar bayılıyor: Çünkü gâvura karşı savaşmaya giden müminlerin sarsılmaz imanını gösteriyor.
* Milliyetçiler bayılıyor: Çünkü bir mücadelede 'bizimkiler' ne kadar çok ölürse ve öldürürse savaş o kadar değer kazanıyor.
* Liberal demokrat aydınlar bile bayılıyor: Çünkü yenilgi sonrası kurulan ağır İttihatçı sansüründen hareketle şeffaf devletin önemine değinebiliyorlar.
Hatta " Ermenileri şimdilik bir kenara koyun, devlet asıl bilerek ölüme gönderdiği bu 90 bin asker dolayısıyla kendi halkından özür dilemelidir " diyorlar.

Sarıkamış'ta verilen " zayiat " için Genelkurmay 'ın internet sitesi geçen yıl " 60 bin " dedi. Bazı gazeteler üstüne atladı: " 90 değil 60 imiş şehit sayısı.
" Halbuki ne "90", ne de "60". Hâlâ öğrenemediler " zayiat " ile " şehit " kavramlarının farkını. (Zaten öğrenmek de istemiyorlar.)
Zayiata " yaralılar, kaçaklar, esirler, kayıplar, sıradan ölümler " de dahildir. Yani "zayiatımız 60 bin kişi" dedin mi bunun tamamı şehit değildir.
Sarıkamış için akla uygun, mantıklı sayı " 18 bin " şehittir. (Kimi buna hastalıktan ölenleri de dahil ederek 40 bine ulaşıyor ki tartışılır.)
Ama " 90'ıncı yılda 90 bin şehidi anıyoruz " diye kampanyalar düzenlerseniz, ağzınızı doldura doldura " Sarıkamış'ta 90 bin şehit verdik, bu vatan için yine ölürüz " derseniz, o zaman isteseniz dahi geri dönemezsiniz.

Zayiat sayısını gazlamak birçok kesimin işine geliyor. Çünkü zayiat daima şehitten daha fazladır; olayı övenin de, yerenin de iddiasına güç katar sayıların büyüklüğü.
Gerçeği bilenler de, genellikle o kesimlerden birine dahil oldukları için seslerini çıkarmaz. " Varsın vatandaş böyle bilsin, ne zararı var " derler. Hayat devam eder.

20 Eylül 2008 Cumartesi
Paşaya paşa demek
ENGİN ARDIÇ

Genelkurmay Başkanı gazete yöneticileriyle bir toplantı yaptı, bu toplantıda kendisine "paşam" diyenlere de kızdı.
"Bana paşa demeyin, Orgeneral Başbuğ şeklinde hitap edin" dedi.
Haklı gibi görünüyor. Çünkü, "paşa" demek suçtur.
Suç mudur?
26 Kasım 1934 tarihli devrim yasasına göre, "ağa, hacı, hafız, molla, hoca, efendi, bey, beyefendi, hanım, hanımefendi, paşa, hazret" gibi ünvan ve lakapların kullanılması yasaktır.
Ama, gene aynı yasaya göre, "kanun karşısında ve resmi belgelerde" ...
Yani, o günden beri, günlük hayatında birbirine "bey" ya da "hanım" diye seslenen her Türk vatandaşı suç işlemiyor. Herkes birbirine "bay" ya da "bayan" demek zorunda değil.
Benzer bir devrim yasasına göre, şapka giymek zorunludur. Hıncal ağabeyin arkadaşı Ertekin dışında hepimiz sürekli suç mu işlemekteyiz? Hayır.
Bu "lakap ve ünvan" konusunda bürokrasi o kadar hassastır ki, bazı paşalar, pardon generaller, 1934 öncesini anlatırken Atatürk'ten "Gazi Mustafa Kemal Paşa" şeklinde sözedilmesini bile hoş karşılamazlar ve kızarlar. Sanki Mustafa Kemal Atatürk, "Ali Rıza Atatürk" ile "Zübeyde Atatürk" ün oğludur ve generalliğe de 1881 yılında terfi etmiştir.
Yani, "kurtar bizi paşam" demek de yakışıksızdır. "Sarı saçlım, mavi gözlüm, neredesin" denilebilir, onda bir sakınca yoktur.
Fakat "paşa" ünvanından hoşlanmayanların, kendi aralarında sohbet ederken de birbirlerine "paşa" şeklinde seslenmemeleri gerekirdi... Bunu hangisi uygular, çok merak ederim.
Demek ki, kanun çıkarmak başka şey, sosyoloji bilimi başka şeydir ve de emirle toplum mühendisliği yapmak zor iştir.
Bilime karşı gelirseniz, ortaya otuzlu yılların "Bonjur Bay Lütfullah",
"Bonjur Bayan Melahat" gibi komedi unsurları çıkar. Bu gülünç kalıplar ancak "Lüküs Hayat" operetinde kalmışlardır.
Tıpkı, bilime karşı gelerek ortaya atılan "Güneş-Dil teorisinin" de alay konusu olduğu gibi.
Bu teoriye göre milattan önce bin iki yüzlü yıllarda yaşadığı varsayılan Mikenai kralı Agamemnon'un adı, Türkçe "ağa memnun" dan gelmektedir. Yengesi Eleni'nin adının nereden geldiği tesbit edilememiştir. Eşi kraliçe Klytemnestra'nın adının klitoristen geldiği tahmin edilebilir ama o da Türkçe değildir. Hani kadının adı "Bızırilla" falan olsa anlayacaktık...
Şaka yaptığımı sanıyorsunuz ama aynı teoriye göre İngilizce "O.K." deyimi de Türkçe "ok" ve "ay" dan gelmektedir. Bu ciddi ciddi ileri sürülmüştür.
İleri süren, on dokuzuncu yüzyılda, İngilizcesi zayıf bir Hintli görevlinin, tren vagonlarına tebeşirle "all controlled" ( "hepsi kontrol edilmiştir" ) ibaresinin kısaltması olan "A.C." yazacağına "O.K." yazdığını (yani bunu "oll kontrolled" sandığını), deyimin buradan kaynaklandığını bilmiyordu...
İşte toplum mühendisliğinin bizi getirip bıraktığı açmaz budur.
Paşaya paşa denilmesin... Tamam.
Fakat ben, merhum Zeki Müren'e yıllarca paşa demiş olanlar hakkında cezai bir işlem yapılacak mı, onu merak ederim...
Sabah

Mehmet BARLAS
Doğan medyasına Yılmaz'ı hatırlattı
21 09 2008
(..)
Hatırlayın Tek Parti CHP'nin organı Hakimiyeti Milliye'nin (sonra Ulus olacaktır) 1930 yılı 29 Teşrinisani (Kasım) günü yayınlanan Falih Rıfkı imzalı başyazısını...
Unutmayın ki bundan 12 gün önce Serbest Fırka kapatılmıştır.
Falih Rıfkı (Atay) CHP'nin görüşü olarak şunları yazar:
- Hiç şüphe etmeyiniz, bütün bu muhalif gazeteciler, hepsi bir kelime ile alçaktır. Balkanlar'dan Amerika'nın öbür ucuna kadar böyle mahluklar, casus ve baba katili gibi en iğrenç mücrimlerle bir sıraya konulur ve şahsi hürriyetleri bile kendi ellerine teslim edilemez. Biz ise gazete denilen müesseseyi teslim etmişiz.

Mehmet BARLAS / Sabah
mbarlas@sabah.com.tr

Yalçın Küçük'ün Dedesi Kim?
02 Şubat 2009
Herkesin soyunu sopunu kurcalayan Yalçın Küçük'ün Dedesi Vatan Haini çıktı.

Etme bulma dünyası, Yalçın Küçük onun bunun şeceresini kurcalayarak çok beddua topladı. Sonun da biri çıktı onun da şeceresini kurcaladı. Meğer Yalçın Küçük'ün dedesi Fransız işbirlikçisiymiş. Dede Abdullah Sabuni, Hatay'ın Türkiye'ye bağlanmaması için Çerkez Ethem'in kurup, yönettiği örgütün üyesiydi.

Yalçın Küçük, "Süleyman Demirel'in cumhurbaşkanı olduğu bir ülkede artık yaşayamam" diyerek çekip gittiği Fransa'dan döndü döneli (1989) kaleme aldığı kitaplarında (Aydınlık Zindan, Tekelistan, Tekeliyet, Sırlar, İsyan), dergilerde, basında, televizyonda, çeşitli söyleşi programlarında ve konferanslarda, kendi ifadesiyle "saklı bir Türk tarihi" üretiyor. Bunun için mezar taşlarını inceliyor, gazetelerde çıkan ölüm ilanlarını okuyor, insanları isimlerine, soyadlarına göre Yahudi ilan ediyor.

Ona göre, son 150 yıllık Türk tarihi, aslında Yahudilerle Hıristiyanların mücadelesidir ve Türkler bu sahnede figüran dahi olamamıştır. Türkiye'de ister İttihat Terakki'nin içinde, ister dışında, ister onlarla beraber, ister onlara karşı 1906 ile 1926 arasındaki 20 yıllık süreçteyse, en önemli kavga Siyonistlerle (Yahudilerle), Sabetaycılar (İbraniler) arasında yaşanmıştı. Çünkü Siyonistler ayrı bir devlet isterken, Sabetaycılar, Anadolu'yu 'vaat edilmiş toprak' olarak görüyorlardı da ondan! Zaten İttihat Terakki Partisi'ni ve onun gizli örgütü olan Teşkilatı Mahsusa'yı da Selanik'te Sabetaycılar kurmuştu. Bunlar Balkan Savaşlarında Selanik elden çıkınca, Anadolu'yu vatan yapmak için Ermeni ve Rum tehcirini organize ettiler. Ermenilerin ve Rumların boşalttığı yerlere de Sabetaycıları yerleştirdiler. Kurtuluş Savaşı, bu amaç doğrultusunda Sabetaycıların örgütlediği ve önderlik ettiği bir hareketti. Kurtuluş Savaşındaki direnişi Teşkilatı Mahsusa ateşlemişti. Bu mücadele içinde Sabetayist olmayan bir tek Enver Paşa ile Cemal Paşa vardı. Onlar da 1922'ye gelindiğinde tasfiye edilmiş ve Sabetayistlerin rezerv devleti (Türkiye Cumhuriyeti) kurulmuştu.

BÜLBÜLDERESİ'NDE YATAN ÇANAKKALE GAZİLERİ

Küçük'ün saklı tarihine göre, Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919'dan önce önemli bir subay ve kişilik değilmiş. Çanakkale Savaşı'nda Mustafa Kemal'in tayin edici bir rolü olmamış. Çanakkale'de kara savaşlarında kazanılan da o kadar büyük bir şey değilmiş ve bunun için çok zayiat verilmiş. Çanakkale Savaşının asıl kahramanları Vehip Paşa ve Esat Paşa'ydı. Bu iki paşa da Sabetayistti. Ama kahramandılar. Ölümlerinden sonra Üsküdar'da, Sabetayistlere ait Bülbülderesi mezarlığına gömüldüler.

1915 Ermeni katliamını Türkler yapmadı. Karar İttihatçı Hükümetindi. Karar, Talat Paşa'nın aldığı karardı. Talat Paşa da Sabetayist. Türklerin Ermenilere ve Kürtlere yaptıkları soykırım sayılamazdı. Çünkü bizde iyi Ermeniler de vardı. Eğer bir tek Ermeniye dahi iyi Ermeni diye dokunmadıysak, soykırım yoktur. Halbuki Hitler, babası olsa Yahudiyi fırına gönderdi. Erivan bunları biliyor, Erivan, kendilerine yapılanlardan dolayı Türkleri sorumlu tutmaz. Ayrıca Rusya'nın Türkiye'den toprak istediği de yalandır.

Bu saklı tarih, çok kılçıklı bir balık ziyafeti gibi, yutkunabilene aşkolsun! Bakın daha ne sürprizler var: Mesela Türk halk Kurtuluş Savaşı'na karşıydı. Kurtulmak falan istemiyordu. Bir tek Çerkez Ethem vardı Kurtuluş Savaşı'na inanan. Çerkez Ethem bir sosyalistti. Zenginden alır fakire verirdi. Sonradan Kemalistlerce "hain" ilan edildi. Halbuki Çerkez Ethem, Türk askerine değil bir mermi, sapanla taş bile atmamıştı. Ama onu tasfiye ettiler. O hain olduğu için, birilerinin kahraman olması gerekirdi. Onun için de İnönü zaferi icat edildi. İnönü zaferleri diye bir şey yoktur.

ENVER PAŞA'YI SABETAYİSTLER YARATTI

"Mübadeleyi hâlâ anlayamıyorum" diyor Küçük, Yunan ordusu Sakarya'ya kadar geldiği halde Rumlar, bize sapanla dahi taş atmadı. Yerli Rumlar onlara en ufak yardımda bulunmadı. Ama onları gönderdik. Zengindiler. Mübadele ile gönderilenlerin yerine gelenlerin tümü Sabetaycıydı. 1919-20 yıllarında nerede çok zengin Rum varsa, şimdi orada yoğun olarak Sabetaycılar vardır. İzmir'de, Antalya'da, Kayseri'de, Samsun'da, Zonguldak'ta, Adana'da, Trabzon'da. Anadolu'dan Rumları, Ermenileri Sabetaycılar çıkardı. Sonraları 6/7 Eylül'ü vesaireyi de onlar yaptı. Bu yüzden Kurtuluş Savaşlarını fazla önemsemeyin.

Küçük niçin Sabetayistlere taktığını şöyle açıklıyor: "Sabetayist İsmail Cem'in cumhurbaşkanı seçilmesini engellemek için!" Sonuca bakılınca engelledi de denebilir. Öyleyse amacına ulaştı. Fakat o bununla yetinmiyor. Onun nihai hedefi Atatürk. Bu takıntıyla kahve falı bakar gibi tarih yazıyor. Ve şimdi ondan bir bomba daha geliyor: Bu rezerv devlet (yani T.C.), günümüzde Büyük Ortadoğu Projesi'ne zemin hazırlamak ve orayı ileride kurulacak İsrail'e hediye etmek için Musul'u alabilecekken almamış! "Musul Orta Doğunun sıklet merkezidir. Yahudilerin bölgedeki en önemli müttefiki Kürtlerdir. Türkiye'deki anti-emperyalist mücadelenin merkezi -bugünlerde- Musul'a kaymıştır" diyor Küçük. İsrail'de 200 bin kadar Kürt Yahudisi, Irak'ın kuzeyinde de 200 bin kadar Kürt Yahudisi var. MOSSAD, Irak'ın kuzeyinde infaz timleri kurdu. Küçük, şu sıralar her fırsatta, her ortamda bunu söylüyor: "Musul'u alamazsanız Diyarbakır'ı verirsiniz! Atatürk'ten İnönü'ye, İnönü'den Ecevit'e, Ecevit'ten de Ahmet Necdet Sezer'e iletilmiş bir vasiyet var: Musul'u alın!" Yalçın Küçük'ün Musul meselesine bir çözüm önerisi de var, sıkı durun: "Öcalan pazarlıkla salıverilecek. PKK Barzani'nin üstüne salınacak, Musul bizim olacak!"

1789 Fransız Devrimi, tüm dünyada olduğu gibi Osmanlı'da da milliyetçiliği ateşledi. İmparatorluğun kurucu ve devam ettirici unsuru olan Türkler de bu milliyetçilik dalgasından etkilendiler. İttihat Terakki içinde Sabetaycıların bulunması doğrudur. Hatta Enver Paşa'yı ön plana Emanuel Karasu, Dr. Nazım, Maliye Nazırı Cavit Bey gibi Sabetayistler çıkarmışlardı. Keza aynı isimler, bu sırada Mustafa Kemal'in önünü tıkayarak Enver Paşa'ya avantaj sağladılar. Esasen İttihat Terakki içinde sadece Sabetayistler değil, Boşo gibi Rumlar, Abdullah Cevdet gibi Kürtler, Ermeniler ve Çerkezler ile daha başka etnik unsurlar da vardı ve doğal olarak Türkler de. Hal böyleyken İttihat ve Terakki'yi sadece Yahudilerin örgütüymüş gibi göstermek bilimsellikten ve gerçeklerden uzaktır.

Küçük'ün son dönem tezleri böyle. Acaba bunlar referans alınabilir mi? Acaba bunlar sağlıklı bir aklın ürünü sayılır mı? Bu dayanaksız atışları acaba ciddiye alan çıkacak mı derken, ortaya Ahmet Efe çıktı. 1963 Adana-Osmaniye doğumlu bir tarih öğretmeni. Nasıl Yalçın Küçük'ün uzmanlık alanı Yahudiler-Dönmelerse, onun da uzmanlık alanı Çerkezler ve Çerkez Ethem. Bu efsaneyi örten sis perdesini kaldırmak için kaleme aldığı "Çerkez Ethem" kitabının sonunda dayanamamış, bir kulp uydurup Yalçın Küçük'ü "Kemalistçe" bir güzel benzetmiş. Ama zaman zaman onunla hemfikir, mesela:

"İtiraf edelim ki Yalçın Küçük, hiç bilmediğimiz Yahudilik, Sabetaycılık ve Kabala konularında yazdıklarıyla bizleri aydınlattı. Düşünsel anlamda ufkumuz açıldı. Siyasal yaşama ve olaylara bakışımız farklılaştı. Bunun için Küçük'e toplum olarak teşekkür borçluyuz. Ancak..."

ADIVARLAR’I MUSA ANTER KORUDU

Ancak diyor ve ekliyor; "Küçük, Jön Türkizm: Doğu Birliği adlı yazısında Mustafa Kemal'i İngiliz ajanı, dolayısıyla Kurtuluş Savaşını da İngiliz operasyonu olarak itham etti ve bununla da yetinmeyip, Cemal Paşa'yı, İngilizlere Mustafa Kemal'in ihbar ederek öldürttüğünü ima etti." Yalçın Küçük anti-Kemalistlik yapmasa Ahmet Efe ile çok güzel anlaşacakları kesin.

"Biz sadece Nutuk'ta yazılanlara bakarsak tarih yazamayız" diyen Küçük, sıkı bir Enver Paşacı olup, dolayısıyla anti-Kemalisttir. Anti-Sabetaycılık ve Yahudi düşmanlığının asıl hedefi Mustafa Kemal'dir. Ancak bunu açıkça söylemiyor. Ahmet Efe'nin deyişiyle "Yalçın Küçük, âdeta bir libero gibi topu kendi kalesinden alıp orta sahaya getirmiştir. Bu santrfora gol pasıdır. Ancak Sabetayist Cavit Beyin torunu, Şiar Yalçın'ın oğlu, 'Efendi'nin yazarı olup santrforluğa soyunan Soner Yalçın da topu kaleye atamamıştır. 'Gol yapmak' elbette Mustafa Kemal'i de Sabetaycı ilan etmektir. Yalçın bunu kitabında yapamasa da Ertuğrul Özkök'ün muayyen günler yazarı Ayşe Arman'a verdiği röportajda, 'Peki Atatürk?' şeklindeki Mustafa Kemal'in Sabetaycı olup olmadığına ilişkin soruya 'Ben bilmem! Onu da tarihçiler araştırsın' gibi her tarafa çekilecek bir yanıt vermişti."

Sabetayistlere yer açmak için Ermeni ve Rumların kovulması (tehcir) olayına gelince, Ahmet Efe soruyor; O Ermeniler, tarlasında ekin biçerken, terzihanesinde elbise dikerken, dükkanında müşterisini tıraş ederken, durup dururken mi göç ettirilmiştir?Yoksa Türk ordusunun aynı anda hem Sarıkamış'ta, hem Irak, hem Çanakkale'de savaşırken, Ermenilerin de cephe gerilerinde bu orduları arkadan vurup masum halkımızı da katletmesini nasıl görmezden gelir ve bunu Sabetaycılar'a nasıl bağlayabilir? Bundaki amacı nedir?

Sabetaycı Adnan Adıvar ve Sabetaycı Halide Edip ikilisi, İttihat Terakki Hükümetinin son derece isabetli ve insani bir uygulaması olan Ermeni yer değiştirmesini "katliam" olarak nitelemiş ve sonra yurttan firar etmişti. 1939'da yurda dönen Adıvarlar'ı, Küçük'ün "Yahudi Kürt" diye tanımladığı Musa Anter ve adamları korumuştu!

Ermeni yer değiştirmesi, Türk ülkesinden başka bir ülkeye değil, yurt içinde bir yer değiştirmedir. Bu da Ermeni yer değiştirmesini hukuksal açıdan "tehcir" tanımına sokmaz. Tehcir, bir ülkeden başka bir ülkeye zorunlu göçe denir. Böyle olduğu halde vatan satıcısı Damat Ferit, İngilizlere yaranmak için 1915 olaylarını tehcir tanımına sokturarak İttihatçıları yargılatmıştır. Ayrıca Ermenilerin yoğun olarak göç ettirildiği Deyrizor, çok uzaklarda değil, Anadolu'nun hemen yanı başında ve öyle çöl ve kurak bir yer değil, Fırat kenarında, sulak ve verimli topraklara sahip, iklimi güzel bir bölgedir.

Ahmet Efe "Şunu da söyleyelim ki, Küçük nasıl bir Enverist ise biz de o derece Kemalistiz" diyor. Ancak her şeye karşın, Enver Paşa başta olmak üzere İttihatçıların hepsinin 1915 olaylarından dolayı "Türklüğün bekâsı" bağlamında çok yararlı ve hayırlı bir icraat yaptığını düşünüyor. "Ve salt bu icraat bile onların -eğer varsa- tüm hatalarını aklamaya yeter de artar! Eğer İttihatçılar Ermenilerle ilgili önlemleri almasaydı, Türk İstiklâl Harbi olmazdı. Anadolu da Mondros/Sevr sürecinde Türk'ten kazınarak Rum, Ermeni ve diğerleri tarafından paylaşılırdı diyor.

Sonra Mübadele ile gelenlerin tümünün Sabetaycı olduğunu iddia etmek de konuyu saptırmaktır. 1923'ten 1927'ye kadar 500 bin Türk'e karşılık 1 milyon 200 bin Rum göç ettirildi. Küçük, bu 500 binin tümünün Sabetayist olduğunu iddia ediyor. Ahmet Efe'ye göre bu "Türklüğe yapılmış bir iftiradır." Mübadele öncesi ve sonrası Sabetayistlerin nüfusu hiçbir zaman 100 bini aşmamıştır. "Yalçın Küçük merak etmesin!" diyor Ahmet Efe, Türk devleti kimin Sabetaycı olup kimin olmadığını gayet iyi bilmektedir. Bizzat Sabetaycıların açıkladığına göre, kendilerine aynı tip seri numaralı pasaport verilmesi onların -kendi ifadelerine göre- Türk devletince takip edildiklerini göstermektedir. Yine bu bağlamda, Rum, Ermeni ve Yahudiler dışında Sabetaycıların da kapsama alındığı 6/7 Eylül olaylarını nereye oturtmaktadır? Ahmet Efe keza Varlık Vergisini de savunuyor: "Onu da söyleyelim ki, son derece yerinde bir karar olan Varlık Vergisi, bu topraklarda bin yıldır kurucu ve taşıyıcı unsur olan Türklerin iktisadi anlamda milli bir intikamıdır!"

"PEKİ YA SİZ KİMSİNİZ YALÇIN KÜÇÜK BEY?"

Musul'a gelirsek; İngilizlerin kışkırttığı, Çerkez Ethem'in de içinde bulunduğu Kürt İsyanları, 1925'ten başlayarak 1937'ye kadar fırsat mı verdi de, Cumhuriyet ve onun kurucusu Atatürk Musul'u "Mutlaka alacağım!" dediği halde alamadı?

"Cumhuriyet ile Osmanlının değirmeninde öğütülen Türklük diriliyor ve bu görmezden geliniyor" diyor Ahmet Efe, "bunu görmemek Türk duyarsızlığıdır." Kurtuluş Savaşı yıllarında Avrupa'da yan gelip yatan Sabetaycı İttihatçıların Türk zaferine el koymak istemeleri görmezden geliniyor. Bunlardan Maliyeci Cavit'in Lozan pazarlığı sırasında karşı tarafa bilgi aktardığı unutuluyor. 1926 yargılamalarında Dr. Nazım ve Cavit'in, araya Rothschild gibi dünyayı yöneten 12 Yahudi ailenin girmesine rağmen asılmaktan kurtulamadıkları görmezden geliniyor.

Yurt çapında yürütülen 'derin' bir kampanya sonucu başlatılan Yahudi düşmanlığının kanlı ve utanç verici tezahürleri olan 1927 İstanbul Elza Niyago olayı (İzmir'e de sıçramıştı) ve 1934 Trakya olayları (Bursa'ya da sıçramıştı) ortada dururken Mustafa Kemal ve onun kurduğu Cumhuriyet nasıl Sabetayist oluyor!

"Atatürk'de mi Sabetayist" sorusuna "Efendi" Soner Yalçın ne demişti, hatırlayalım: "Ben bilmem! Onu da tarihçiler araştırsın." Bakalım aynı soruya Yalçın Küçük ne cevap verecek: "Ben Atatürk Sabetayisttir demiyorum. İsrail kaynaklı kitaplardan alınma internetteki bazı siteler öyle yazıyor. Biz onları reddediyoruz!" Böylece Küçük, golü atmak için zamanın henüz gelmediğini bildiğinden buraya kadar özetlediğimiz tüm tezlerini inkâr ediyor.

Yalçın Küçük, 1998'den önce Fransa'da bulunduğu yıllarda kendi anlatımlarına göre, "ABD ve Avrupa istihbarat servislerinin güdümündeki terör örgütü PKK'yı, Türk devleti adına Türkiye yanlısı bir çizgiye çekmekle görevliydi." Ama Ahmet Efe buna inanmıyor ve soruyor: "Yalçın Küçük PKK ile onları Türkiye yanlısı bir çizgiye çekmek için mi ilişkiye geçti, yoksa Kürt hareketini mayın merkebi olarak peydahlayıp kullanmak isteyen, Türkiye'nin milli üniter yapısını bozmayı amaçlayan güç odakları adına mı orada yer aldı?"

Tansu Çiller, 24 Aralık 1995 seçimlerinden hemen önce Abdullah Öcalan'a karşı Şam'da yaptıracağı suikast, Mesut Yılmaz tarafından bir şekilde haber alınıp, Paris'teki Küçük'e, Küçük tarafından da Öcalan'a bildirildi. Böylece Çiller'in oya dönüştürmeyi tasarladığı suikast, Küçük aracılığıyla önlenmiş oldu. Nitekim Çiller bu seçimlerde ancak üçüncü olabildi.

Sadece Sabetaycılar'ın değil, hemen herkesin etnik kökenini kurcalayan Küçük, kendi etnik kökeni konusunda ise açık sözlü olamıyor. Önceleri "Türk oğlu Türküm, hatta Türkmenim" demesine karşın, zamanla baba tarafında Türk, anne tarafından Kafkasya kökenliğini olduğunu ve ana tarafında İbrani kökenli kimselerin bulunduğunu itiraf etti. Yalçın Küçük'ün bir palavrası da şu: Her fırsatta Kıbrıs savaşında "Magosa'yı benim birliğim aldı" diyor. Sonra cüzdanından çıkardığı gazilik belgesini gösteriyor. Magosa gibi büyük ve önemli bir kenti alma görevi, birkaç aylık yanaşık düzen eğitimi almış, takım komutanı bir asteğmen olan birliğe verilemez. Gazilik belgesi bu savaşa katılmış herkese verilmişti.

Küçük'ün Sabetayist olmakla itham ettiklerinden biri de Çanakkale gazilerinden İzzettin Çalışlar Paşa'nın torunu Oral Çalışlar. Çalışlar, Cumhuriyet'te 14 Haziran 2004'te yayınlanan "Yalçın Küçük'ü referans kabul etmek" başlıklı yazısı şöyle bitirmişti:

"...Şimdi ben ne yapmalıyım, Sabetayist olmadığımı kanıtlamak için geçmişimi mi anlatmalıyım? Bu gülünç olmaz mı? Benim kökenimin ne olduğu kimseyi ilgilendirmez ki. Böyle kökenlere dayalı tahlil yapmak ırkçılıktır. Ama şunu yapabilirim, onun tarzıyla ortaya bir portre çıkarabilirim: Küçük, MİT'çi Cenk Duatepe'nin bacanağıdır. Askerlik görevini Genel Kurmayda yapmış, ve Kıbrıs müdahalesine Genelkurmayın özel emriyle katılmıştır. Kıbrıs gazi kimliğini ortalıkta göstererek dolaşmaktan hoşlanan bir kimsedir. Devlet Planlama Teşkilatı'ndan sonra eğitim için Amerika'nın ünlü Yale Üniversitesi'ne gitmiştir.

Öcalan'a 'Başkanım' diyerek uzun görüşmeler yapmıştır ve daha sonra bu görüşmeleri şöyle izah etmiştir: 'Türk devleti benim Öcalan üzerinde fazla nüfuzum olduğunu düşünüyordu.' Türkiye'yi bir daha dönmemek üzere terk etmiş, daha sonra Türkiye'ye gelmiş ve bir süre cezaevinde kaldıktan sonra 'Sabetaycılık' uzmanı kesilip büyük basının ilgisini çekmiş, tezleri çok satan kitaplara kaynaklık etmiştir. Babasının da Fransız işgali döneminde Antakya'da Fransız işbirlikçisi olduğunu kendisi söylemektedir.

Bunları birleştirip Küçük tarzıyla isterseniz bir sentez de siz yapın. Bakalım ortaya ne çıkacak? Sorun Yalçın Küçük değil, onu önemli bir referans haline getirenler."

Oral Çalışların sözünü ettiği Fransız İşbirlikçisi Ahmet Sabuni, Yalçın Küçük'ün dedesi ya da babasıdır. 1930'lu yılların ortasında, Hatay'ın Türkiye'ye katılmasını engellemek için Fransız istihbaratının Çerkez Ethem'e kurdurduğu Cenup Vilayetleri Yıldırım Komitesi'nin yöneticilerinden biriydi.
(Ada Bayazıt / Chronicle)

Atatürk'ün Sansürlü Kürt Sözleri
19 Nisan 2009 11:2

6Atatürk'ün çeşitli dönemlerde Kürtlerle ilgili sözleri ilgili sayfalar koparılarak sansüre uğradı. İşte o sansürlenen sayfalardaki notlar...

Mustafa Armağan/Zaman

Atatürk'ün 1919'da Kürtlerle ilgili sözleri nasıl sansürlendi?

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, dipnotlu, akademik atıflarla bezeli ama son derece siyasî bir konuşma yaptı; beklendiği gibi Türkiye'nin gündemini değiştirdi. Özal, Demirel ve Erdoğan gibi siyasetin zirvesindeki isimlerin de zaman zaman gündeme getirdikleri "Türkiye halkı" vurgusunu bu defa bir orgeneralin de içine sindirmiş olması, önemli bir değişimdi.

Üstelik bunun kişisel bir yorum değil, Atatürk'ün bir sözüne dayandırılmış olması, kabul edilebilirliğini artırma gayretinin de ötesinde anlamlıydı. Anlaşılan, 'Post-Kemalizm' (Kemalizm-Sonrası) denilen, esasen Tek Parti döneminde oluşturulan Kemalist anlayışın çözülme süreci bundan sonra giderek hızlanacak.

Hızlı bir bakışla 22 Ekim 1919 gününe gidelim ve İstanbul Hükümeti'nin Başbakanı Salih Paşa ile Heyet-i Temsiliye üyeleri (Mustafa Kemal, Hüseyin Rauf ve Bekir Sami beyler) arasında imzalanan Amasya Protokollerine bakalım. 2 No'lu protokolün ilk maddesi şu cümleyle başlıyor:

"Beyannamenin birinci maddesinde Devlet-i Osmaniye'nin tasavvur ve kabul edilen hududu Türk ve Kürtlerle meskûn olan araziyi ihtiva eylediği ve Kürtlerin camia-i Osmaniye'den ayrılması[nın] imkânsızlığı izah edildikten sonra bu hududun en asgari taleb olmak üzere temin-i istihsali lüzumu müştereken kabul edildi."

Özetleyelim: 1. Osmanlı Devleti'nin düşünülen ve kabul edilen sınırı Türkler ve Kürtlerin oturdukları araziyi kapsar. 2. Kürtlerin Osmanlı topluluğundan ayrılması imkânsızdır. 3. Türkler ve Kürtlerin yaşadıkları bölgenin kurtarılması ortak olarak en asgari talebimiz olarak kabul edilmiştir.

Cümlenin devamında ise İngilizler kastedilerek, yabancıların görünüşte Kürtleri bağımsızlıklarına kavuşturacakları vaadiyle yaptıkları tezvirlerin önüne geçmek maksadıyla bu hususun, yani Türk-Kürt ayrılmazlığının Kürtlere bildirilmesinin uygun görüldüğü belirtiliyor. (Orijinali: "Maahazâ ecanib tarafından Kürtlerin istiklali maksad-ı mahsusu altında yapılmakta olan tezviratın önüne geçmek için de bu hususun şimdiden Kürtlerce malum olması tensib edildi.")

Belgeler konusunda uyanık olmamız şart. Nitekim burada şüphemizi çeken bir nokta var. Bekir Sıtkı Baykal'ın yayınladığı "Heyet-i Temsiliye Kararları"na (Türk Tarih Kurumu Yay., 1989, s. 25) baktığımızda yukarıya aldığımız ilk cümlenin devamındaki tam 3 sayfanın 'kopuk' olduğu yazılıdır! Evet kopuk! İyi de bu kadar hayati bir kararın 3 sayfası neden kopuktur? Kim kopartmıştır? Arşivlerimizin birileri tarafından elden geçirildiğini mi anlamamız lazımdır bundan? Demek ki, belgeler üzerinde operasyonlar sadece Erzurum Kongresi tutanaklarına mahsus değilmiş.

Amasya Protokolü'nün ilk maddesinin ilk cümlesinden sonraki 3 sayfanın kopuk olduğunu söyleyen Prof. Bekir Sıtkı Baykal ne yapmış dersiniz? 'Neden kayboldu?' sorusunun ardından seğirteceğine, oraya bir dipnot koyarak Başbakanlık Arşivi'nden bu defa protokolün Sadrazam Salih Paşa'da kalan nüshasına bakmış ve orada tamamen farklı bir cümlenin yer aldığını görmüş. Yukarıda okuduğunuz ikinci cümle, Salih Paşa'nın nüshasında şaşırtıcı derecede farklı olup 1923 sonrasının ideolojik inşa ortamında "Türkiye vatandaşlığı"nın yerini "Türklük" alırken, Kürtlükle ilgili belgeler "baypas" edilmiş, sansürlenmiştir.

Şimdi Salih Paşa'ya verilen ve Mustafa Kemal, Rauf Orbay ve Bekir Sami beylerin imzalarının bulunduğu 2 numaralı protokoldeki o sansürlenen cümlenin baş tarafını orijinalinden okumayı deneyelim:

"Maahaza Kürtlerin serbesti-i inkişâflarını temin edecek vech ve surette hukuk-i örfiye ve ictimâiyece mazhar-ı müsâedat olmaları dahi tervîc ve ecânib tarafından Kürtlerin..." ("Atatürk'ün Bütün Eserleri", cilt 4, Kaynak Yay., 2003, s. 344'teki belgenin fotokopisinden okudum.)

Gerisi, yukarıdaki cümlenin aynısı. Ancak bu kısım, birileri tarafından müthiş bir beceriyle temizlenmiş ve belge düpedüz kesilip yeniden yapıştırılmıştır. Üstelik bu operasyonun yıllarca arşivlerde çalışmış olan Mithat Sertoğlu gibi bir 'üstad' tarafından yapılmış olması, insanda kime güveneceğine dair sağlam bir his bırakmıyor. Gerçekten de belgeler bile makaslanarak bu hale sokulduysa, yani hafızamıza şiddet uygulandıysa bizleri hangi polis koruyacaktır?

Çıkartılan cümlede ne var peki? Şu: "Bununla beraber, diyor belgemiz, Kürtlerin serbestçe gelişmelerini sağlayacak tarz ve biçimde kültürel ve toplumsal haklar bakımından müsaadelere mazhar olmaları dahi desteklenmiştir..." Bir başka deyişle Kürtlerin kendilerini geliştirmeleri için kültürel ve toplumsal haklarına erişmeleri konusunda mutabakat sağlanmıştır.

İşte size Milli Mücadele'nin en kritik belgelerinden birisinin hal-i pür-melâli. Artık siz karar verin bu ülkede gerçekten tarihçilik yapılıp yapılamayacağına.

Hoş, aynı ameliyat, Mustafa Kemal Paşa'nın İzmit konuşmasına da yapılmadı mı? Vaktiyle Doğu Perinçek sayesinde ("2000'e Doğru" dergisi, sayı 35, 30 Ağustos-5 Eylül 1987) Atatürk'ün "hangi livanın ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar (özerk) olarak idare edeceklerdir" sözünün yer aldığı kısmın, 1982 yılında Türk Tarih Kurumu tarafından basılan metinden çıkarıldığını öğrenmiştik.

Bu kısımların neden çıkartıldığını İsmet İnönü'nün 1925'te söylediği "Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları Türk yapmaktır" sözüyle veya 1980 darbesinden sonra Kürtçenin, hatta Kürt sözünün bile yasaklandığı bir inkâr fırtınası içine yerleştirdiğinizde anlayabilirsiniz ancak. Türk-Kürt kardeşliğini ve Kürtlerin ortak kurucu unsur olduklarını vurgulayan Mustafa Kemal'den "Cumhuriyetimizin dayanağı Türk camiasıdır" fikrindeki Atatürk'e; Türk vatanı içindekileri Türk yapmaktan söz eden bir asker başbakandan Türkler dışındaki etnik unsurları, daha açık söylersek Kürtlüğü "Türkiye halkı" olarak tanıyan bir başka askere.

Yoksa sessiz sedasız 90 yıl öncesine geri mi dönüyoruz? Bir de tarihte tekerrür yok derler. Sansürlenmeseydi hiç tekerrür mü ederdi?

06 Ekim 2009
8 ASKERİ KORUCULAR ÖLDÜRMÜŞ
Flaş! Kontrgerillanın ilk resmi belgesi ortaya çıktı. Hem de Danıştay onaylı....

Kontrgerillanın ilk resmî belgesi

Üç hâkimin yazdığı kitapta, PKK kıyafeti giyerek operasyona giden sekiz askerin korucularca öldürüldüğü dosya numarasıyla anlatıldı. Danıştay Hakimleri Yakup Bal, Yahya Şapin ve Mustafa Karabulut’un yazdığı kitap, 13 yıl önce Ağrı’da sekiz askerin şehit düşmesindeki gerçeği gün yüzüne çıkardı. Kitapta, PKK ile mücadele için karma timler kurulmasına dair Van Valiliği’nin 1993’teki yazısı da yer aldı. Kitaba göre 1996’da Van Jandarma Komutanlığı’na bağlı tim, istihbarat için örgüt üyelerinin giydiği elbiselerle Diyadin’e gitti. Ancak tim, korucular tarafından PKK’lı sanılarak öldürüldü. Bir şehit eşi, cenazede intihar etti. Ailesi tazminat istedi, dosya Danıştay’a gidince acı gerçekler ortaya çıktı

Danıştay Tetkik Hakimleri Yakup Bal, Yahya Şahin ve Mustafa Karabulut’un yazdığı Danıştay 10. Dairesinin Tazminat Davalarına İlişkin Seçilmiş Kararları adlı hukuk kitabı 13 yıl önce Ağrı’da yaşanan ilginç bir olayı ortaya çıkardı.
Kitaba göre 1996’da Van Jandarma Komutanlığı’na bağlı Jandarma Karma Timi, PKK ile daha iyi mücadele etmek ve istihbarat toplamak amacıyla örgüt militanlarının giydiği elbiseleri giyerek gittikleri Diyadin’de PKK’lı sanılarak korucular tarafından öldürüldü. Öldürülen askerlerden birinin eşi cenaze töreninde silahla intihar etti. Bunun üzerine ölen askerin kayınvalidesi, kayınpederi ve baldızı maddi ve manevi tazminat istemiyle İdare Mahkemesine başvurdu. Mahkemenin, maddi ve manevi tazminat talebinin reddedilmesi üzerine aile dosyayı Danıştay’a taşıdı.

Korucular askerleri kuşatıyor
“Devlet yasadışı yöntemlere başvuruyor”, “Jandarma PKK elbiselerini giyerek köylere giriyor” iddialarının doğruluğunu tescilleyen olay Danıştay 10. Dairesi’nin 2001/1342 No’lu kararında şöyle anlatılıyor:

Afgan göçmenlerden silah

“Temyiz dosyası ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi 2. Dairesi’nin kararının incelenmesinden, Van Valiliğinin Karma Timlerin Kuruluş ve Faaliyetlerini düzenleyen 26.02.1993 tarihli yazısına dayanılarak Karma Timlerin an İl Jandarma Komutanlığı bünyesinde faaliyete geçtikleri, Erciş İlçe Jandarma Komutanlığı bünyesinde davacıların yakını olan B’nin de aralarında bulunduğu Afgan göçmenlerinden temin edilen silah ve yine mahallinden sağlanan kıyafetlerle bir tim oluşturulduğu,

timin faaliyet amacının terör örgütünün faaliyetlerini tesbit etmek suretiyle örgütle daha iyi mücadele etmek ve istihbari bilgiler sağlamak olduğu, anılan timin yetkili makamın izni alınmaksızın ve karma timin teşkil esaslarına uygun olarak oluşturulmadığı diğer Jandarma birimleriyle timin operasyonları konusunda gerekli koordinasyonun sağlanmadığı, alınan istihbari bilgilerin ilgili kişilerce harita üzerinde gerekli kontroller yapılmadan değerlendirilmesi neticesinde bölgede bulunan vatandaşların Diyadin İlçe Jandarma Komutanlığı’na teröristler olduğu yönünde ihbarda bulunduğu,

23.06.1996 tarihinde davacıların yakınının da bulunduğu Karma Timin üs bölgesine dönmek üzere toplandıkları sırada geçici köy korucuları tarafından kuşatıldığı, iki saat kadar süren silahlı çatışmada davacıların yakınının da aralarında bulunduğu askerlerin vurularak öldürüldüğü, geçici köy korucularının kuşattıkları timin askeri birlik olduğunu anlamaları neticesinde çatışmanın sona erdiği, müteveffa B’nin cenaze töreninde eşi olan İ’nin belirtilen olaydan duymuş olduğu acı ve eleme dayanamayarak tabanca ile intihar etmek suretiyle öldüğü anlaşılmaktadır.

Yukarıda aktarılan olayın oluş şekli dikkate alındığında B’nin idarenin kusurlu yürüttüğü hizmet neticesinde öldüğü açık olup, eşi olan İ’nin de kişisel sebeplerle değil, idarenin kusurlu yürüttüğü hizmet neticesinde eşinin ölmesi nedeniyle duyduğu acı ve üzüntü sonucu yaşamına son verdiği kanaatine varılmıştır. Bu durumda mütevaffa B’nin eşi, davacıların kızı ve kardeşi olan İ’nin ölmesi üzerine davacıların duydukları acı ve üzüntünün giderilmesi amacıyla manevi tazminata hükmedilmesi gerekirken, davacıların çekirdek aile kapsamında olmadıklarından bahisle manevi tazminat isteminin reddine karar veren idare mahkemesi kararının bu kısmında hukuka uyarlık görülmemiştir.

Maddi tazminata hükmedildi

Açıklanan nedenlerle davacılar temyiz isteminin kısmen kabulüyle idare mahkemesinin kararının manevi tazminat isteminin reddine ilişkin kısmının bozulmasına, temyiz isteminin kısmen reddiyle maddi tazminata ilişkin kısmının onanmasına, bozulan kısım için yeniden karar verilmek üzere dosyanın anılan idare mahkemesine gönderilmesine 11.04.2001 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.”

Danıştay’ın verdiği kararı değerlendiren Avukat Cemal Demir şunları söyledi: “Diyadin’de 1993’de Van Valiliği’nin izniyle üstelik resmi olarak kurulan ve adına da ‘karma tim’ denilen bu yasadışı oluşumun oluşturulduğu döneme iyi bakmak gerekir. Bu tim suç işlemeye giderken, meslektaşları tarafından öldürülmüştür. Bu olay idari yargıya konu edilmezse belki de tarihin karanlıklarında kaybolup gidecektir. Çünkü bugüne kadar bu tür kontra faaliyetler resmi ağızlarca hep reddedildi.

Bu olay bölgede 25 yılı aşkın süredir devam eden savaşta ne tür yöntemlere başvurulduğunun açık işaretlerini ele vermektedir. Devlet kuruluş felsefesi ve esprisi, meşruiyetini hukuk kurallarından almaktadır. Devlet şayet hukuku bizzat kendisi ihlal ederse, artık yurttaşının da neden kural ihlali yaptığını sorgulayamaz hale gelir. Bu tür karanlık ve hukuk dışı olayların bölgede fazlasıyla yaşandığı her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır.”
Kaynak: Taraf

19 Kasım 2009
Emre Aköz
Bu şartlarda CHP'nin arka bahçesi olmaya devam edilebilir mi?

Dünkü yazının son cümlesinde "Bir şey sorabilir miyim" demiştim, "Dersim harekâtını Atatürk'ün bizzat yönettiği söyleniyor. Doğru mu bu?"
Bazı okurlarımız, sağ olsunlar, benim beceriksizce yapılmış 'tecahül-ü arifane'me cevap vermiş.
Yine de binlerce teşekkür. Burada birlikte bir şeyleri öğreniyor ve paylaşıyoruz. Çok mutlu oluyorum.
Önce sorunun cevabına değinelim. Daha sonra büyük resme bakarız...
***
Dersim (Tunceli) harekâtını o sırada Başbakan olan Celal Bayar şöyle anlatıyor:
"Mareşal, Erkân-ı Harbiye Reisi, ben başbakanım. Atatürk malum... Üçümüz Dersim'de yapılan büyük ordu manevralarındayız. Manevranın da sonuna gelmek üzereyiz.
Üçümüz bir arada 'Ordunun emniyeti bakımından strateji ne olmalıdır', onu görüşüyoruz. İkisi de Birinci Cihan Harbi'nde muharebe etmişler.
Ben daha çok izleyiciyim. Malumatları geniş... Oradaki her şeyi biliyorlar. Hatta şahsen casusları bile biliyorlar. Dersim'in o halde kalırsa her zaman ordunun emniyeti bakımından tehlikeli olacağını görüşüyorlardı...
O sırada biz konuşurken, Dersimlilerin jandarma karakollarımızdan üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk'le göz göze geldik.
Birbirimizi anlıyorduk. Atatürk benim yüzüme baktı. 'Ne olacak' dedi. Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Ne olursa olsun bana hitap edecekler. Hükümet reisi benim. 'Anlıyorum efendim, bana hitap edişinizin manasını' dedim. Atatürk: 'Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersim'i' dedi ve vurduk..."
Yani işin başında Cumhurbaşkanı Atatürk ve GK Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak var. Sivil kökenli Başbakan Bayar da "üstüne düşeni" yapıyor.
Haritayı da unutmayalım: Harekâtta yapılanları Atatürk'ün kendi eliyle işaretleyerek gösterdiği harita, Trabzon'daki müzede durmakta... 'Buradan girdik, şuradan vurduk' diye anlatmış.
***
Bayar ve Çağlayangil'in anılarını yan yana getirdiğinizde (daha niceleri var) manzara ortaya çıkıyor:
Operasyonu Atatürk ve Çakmak yürütüyor. En tepede onlar var. Diğerleri emirleri uyguluyor.
Ama emri verenin de, uygulayanın da vicdan azabı çektiğini, pişmanlık duyduğunu gösteren işaret pek yok:
Zehirli gaz da kullanarak, suçlu/suçsuz ayrımı yapmadan, kadın/çocuk demeden, toptan yok etmeyi, doğru ve meşru bir eylem olarak görüyorlar.
***
Bu ve benzeri olaylardan çıkan bazı sonuçlar şunlar:
* Şimdiye kadar okullarda okutulan cumhuriyet tarihi koca bir yalandır. Her şey çarpıtılmış ve sansürlenmiştir.
* "O vakit öyle düşünülmüş, öyle yapılmış" diyerek 'geçmişi' mazur gösterenler, o dönemi 'bugün' niye savunduklarını anlatsınlar da öğrenelim. İnsanlık suçuna niye sahip çıkıyorlar?
* Şimdi de aynı şeyi mi yapmak istiyorlar? Evet, istiyorlar. CHP'li Onur Öymen tam da bunu dedi.
* Gerçeklerin ortaya çıkması için 'Atatürk'ü Koruma Kanunu'nun da kaldırılması gerekir.
* "Bazı" Alevilere sormak gerek: Madem Dersim'de yapılanları biliyordunuz... Niye 2006'da bin köye, bin Atatürk büstü dağıttınız? Kemalist darbecilerin organize ettiği Cumhuriyet mitinglerini niye desteklediniz? Ve niye, Reha Çamuroğlu'nun ifadesiyle, CHP'nin arka bahçesi oldunuz? Peki, olmaya devam edecek misiniz?
Sabah

Can Dündar
Milliyet Gazetesi
“Halam intihar etmedi, sırtından vurdular”
28 Şubat 2010

Fikriye Hanım’ın yeğeninin iddiası:

“Halam intihar etmedi, sırtından vurdular”

Fikriye Hanım’ın ölümü, “Cumhuriyet tarihimizin ilk şüpheli ölüm”ü sayılabilir.
Çünkü 86 yıl sonra bile bu ölümün ardındaki sır perdesi tartışılmaya devam ediyor.
Zülfü Livaneli’nin “Veda”sından sonra tartışma yeniden gündeme geldi.
Filmde Fikriye Hanım’ın Çankaya’da Mustafa Kemal Paşa ile görüştürülmediği için intihar ettiği tezi işleniyor.
Biz de 1994’de yaptığımız “Fikriye” belgeselinde öyle işlemiştik. Ancak belgesel yayımlandıktan sonra ortaya çıkan bir tanık bildiğimiz her şeyi alt üst etti.

Bir telgraf ve bir haber
O tanığa geçmeden, “bildiğimiz her şey”i özetleyeyim. Tevatür çok ama elde ciddiye alınabilecek iki belge var:
Biri Mustafa Kemal Paşa’nın 1923 baharında, evlenip Ankara’ya döndükten hemen sonra Adnan Bey’e çektiği bir telgraf metni... Şemsi Belli’nin arşivindeki o metinde şu yazılı:
“Fikriye Hanım’ı tedavi için Almanya’ya göndermiştim. Benden izin almadan neden Dersaadet’e gelmiştir? Katiyen Ankara’ya hareketine müsaade edemem. Kendisine para vermiştim. Orada ikamet etsin ve bana izahat versin.”
İkinci belge ise, 1 Haziran 1924 günkü Vatan Gazetesi’nde “Fikriye Hanım’ın intiharı”nı duyuran haber:
“Fikriye Hanım Ankara’ya çıkınca istasyondan doğruca Reisicumhur dairesine gelerek Reisicumhur ve refikalarını görmek istediğini söylemiştir. Gazi ve hanımını görmek mümkün olmayacağı kendisine bildirilmiştir. Fikriye Hanım beklettiği kira arabasıyla geri dönmeye mecbur olmuş ve dönüş sırasında, üzerinde bulundurduğu anlaşılan tabancayla araba içinde intihar etmiştir.”

Çıkagelen tanık
Bu haber, muhtemelen bir “resmi açıklama”ya dayanıyordu ve yıllar boyu da “resmi tarih”in temel dayanağını oluşturdu.
Şimdi dönelim “gayriresmi tarih”e...
Belgesel yayımlandıktan sonra Türkan Şoray “Fikriye”nin öyküsünü sinemaya taşımayı
önerdi. Birkaç kez
buluşup konuştuk.
Bu hazırlık gazetelerde haber olarak çıktı.
İşte o haber üzerine Amerika’dan bir telefon geldi.
Arayan, Abbas Hayri Özdinçer’di.
Fikriye Hanım’ın öz yeğeniydi.
Kendisini tanıtınca, belgeselin hazırlığı sırasında Fikriye Hanım’ın ailesinden birilerine ulaşabilmek için çok çaba sarf ettiğimizi, kimseyi bulamadığımızı söyledim.
Ailenin olaydan sonra “bir nevi sürgün”e tabi tutulduğunu öğrendim.
Özdinçer belgeseli izlememiş ama film projesiyle ilgili haberleri okumuştu. Bizimle görüşmek istiyordu.
İstanbul’a geldi. Türkan Şoray’la birlikte buluştuk.
Son derece zarif bir beyefendiydi. Ancak kaygılı görünüyordu. Bildiklerini anlatmanın ne tür sonuçlara yol açabileceğini kestiremiyordu. O nedenle yıllarca susmuştu.
“Ama artık yaşlandım. Bu sırları size devretmek, bildiğim her şeyi anlatmak istiyorum” dedi.
Ve anlattı.
Bir defa Fikriye Hanım’ın hastalık
nedeniyle değil, Ankara’dan uzaklaştırılmak amacıyla -veya Ankara’da yapılmasında sakınca görülen bir tıbbi operasyon için- yurtdışına gönderildiği kanısındaydı.
Türkiye’ye dönüşte Ankara’ya gelip
bir süre Çankaya Köşkü’nde Mustafa
Kemal ve Latife Hanım’ın konuğu olarak kalmıştı. Ancak Latife Hanım’la yaşanan gerilimin ardından İstanbul’a dönmüştü.
Yeniden Ankara’ya geldiğinde Köşk’ün yaveri Rasuhi Bey tarafından içeri alınmamıştı.
Özdinçer halasının ikinci gelişinden ve içeri alınmayışından Mustafa Kemal Paşa’nın haberdar edilmediği inancındaydı.
Peki ölüm?
Yeğenine göre Fikriye Hanım intihar etmemiş, vurulmuştu.

“Alçaklar, vurdular beni...!”
Bilinenin aksine, Fikriye Hanım, olaydan sonra hemen ölmemiş, kanlar içinde Memleket Hastanesi’ne kaldırılmıştı.
Olaydan sonradan haberi olan Gazi, bizzat hastaneyi aramış, ilgilenmiş ama Fikriye Hanım kurtarılamamıştı.
Ölümden sonra Fikriye Hanım’ın İstanbul’daki ağabeyi Ali Enver Bey iki sivil polis eşliğinde Ankara’ya getirilmişti.
Enver Bey, cesedi görmek istediğinde, kendisine naşın defnedildiği söylenmişti.
Ama o, işin peşini bırakmamış, kardeşinin yattığı hastaneye giderek ölüm olayını araştırmıştı. Ve olay gecesi hastanede çalışan görevlilerden biri, kendisine “büyük sır”rı söylemişti:
“Kurşun, kardeşinizin sırtındaydı”.
O gün hastanede yatanlardan çoban
Hüseyin ise Ali Enver beye şöyle demişti:
“O gece bir avrat getirdiler. Sabaha kadar
avaz avaz ‘Alçaklar... katiller... vurdular
beni...’ diye bağırdı”.

“Boynu bükük sümbül”
Abbas Hayri Dinçer bunları anlattıktan sonra bir sigara yakmış ve “Üzerimden büyük yük aldınız, babam Enver Bey’e olan bir vefa borcumu ödedim” demişti. Sonradan olayı Atatürk’ün emir eri Ali Çavuş’un şimdi rahmetli olan kızından da dinlemiştim.
Bu olaydan sonra Atatürk’ün günlerce üzüntüsünü belli etmeden ıstırap çektiğini, Köşk’ün arka bahçesinde Fikriye Hanım’ın çok sevdiği “Boynu Bükük Sümbüle Döndüm” şarkısını mırıldanıp ağladığını söylemişti bana...
Hayri Bey 2006 yılında Fikriye Hanım’a ait bazı özel eşyaları Ulaştırma Bakanı’nın da katıldığı bir törenle TCDD’ye bağışladı.
Yatak örtüsü... Kırlent... Birkaç soluk fotoğraf... Atatürk’ün Şam’dan hediye getirdiği tepsi...
Bu eşyalar törenle teslim alındı ve Fikriye Hanım’ın Mustafa Kemal’le zor günlerde bir arada yaşadığı tarihi Gar Binası’na yerleştirildi.
Törende Hayri Bey’e gazeteciler ısrarla Fikriye Hanım’ı sordular. Şöyle dedi:
“Bizde Fikriye Hanım’a ait bazı hikayeler ve hatıralar var. Ancak, bunlar şu anda açıklanacak şeyler değil. Hakkında bilinmeyen şeylerden biri, halamın gömüldüğü yer, diğeri ise otopsidir. Bunlar hiç kimseye açıklanmamıştır. Halama ait eşyalar babama verilmemiştir. İntihar edip etmediği hususunda ise hiçbir şey söyleyemem.”

Yalanlı dolanlı demokrasi
Mehmet Şevket EYGİ

Çocukluğumda okulda "Yurt Bilgisi" kitaplarında şöyle yazardı:

Türkiye'de egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur. Halk vekillerini seçer Kamutay'a (Meclis'e) gönderir. Onlar da halkın iradesine göre âdil kanunlar yapar, hükümeti denetler, devletin ve memleketin, halkın istediği gibi iyi idare edilmesini sağlar.

Bu anlatılanlar doğru muydu?.. Heyhat kocaman bir yalandan ibaretti.

Bir kere memlekette katı bir diktatörlük vardı.

Başta, Millî Şef unvanıyla İsmet Paşa saltanat sürüyordu.

Tek parti rejimi vardı.

Sistem oligarşi idi.

İnkılap ideolojisi terör estiriyordu.

Seçimlerde oy verme işi açıkta yapılıyor, oyların sayımı gizli oluyordu.

İkinci dünya harbi boyunca sıkıyönetim vardı.

Muhalefet yapmak yasaktı.

Halkın dediği, istediği değil, diktatörün ve avanesinin istediği oluyordu.

Diktatörün İstanbul Teknik Üniversitesi'nde okuyan oğlu DolmabahçeSarayı'nın bir kısmını tek başına yurt olarak kullanıyor ve kışın burasını ısıtmak için astronomik bir masraf yapılıyordu. Bunu tenkit etmek, halk sürünürken böyle israf yapılmaz demek mümkün değildi.

Ekmek vesika ileydi. Yurdun bazı bölgelerinde zaman zaman kıtlık ve açlık oluyor, insanlar ölüyordu.

Köylerin büyük kısmının yolu, suyu, okulu, sağlık hizmetleri yoktu. Hiçbir köyde elektrik yoktu.

Fakir halk yığınları veremden, sıtmadan, frengiden kırılıyordu.

İşçilerin hiçbir sosyal hakkı, sigortası, emekliliği yoktu.

Zonguldak kömür ocaklarında, civar halkı mecburî çalışmaya tabiydi, işten kaçanlara asker kaçağı muamelesi yapılıyordu.

Din, inanç ve vicdan hürriyeti yoktu. Binlerce tarihî cami kapatılmış, yıkılmış, satılmış, kiraya verilmişti. 1943'te Sultan Ahmet Camii bile ibadete kapatılmış, asker deposu yapılmıştı. Din ilimleri, tarikat şeyhleri büyük baskı altındaydı.

O devrin kötülükleri saymakla anlatmakla bitmez. Böyle bir düzen, sistem, idare için "Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur" demek gülünç değil midir?

Lakin öyle diyorlardı, öyle öğretiyorlardı. Ankara Meclisi'nin başkanlık kürsüsü üzerinde böyle yazıyordu.

Aradan yetmiş yıl geçti, devir değişti, sistem ve düzen değişti ama yalanların saltanatı değişmedi.

Yine bazıları göğüslerini gererek "Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur" diye haykırıyor ama öyle midir?

Egemenlik gerçekten ulusun olsaydı:

Bugünkü başörtüsü zulmü ve terörü olur muydu?

Ayasofya hâlâ müze olarak durur muydu?

Hukukun, insan haklarının, millî kimlik ve kültürün üzerinde resmî ideoloji sultası olur muydu?

Tek parti sistemi yıkıldı, çoğulculuk geldi ama yalanlar gitmedi. Sadece renk ve kabuk değiştirdiler.

Türkiye'de egemenlik ulusun değildir, birtakım egemen azınlıklarındır.

Sabataycılar.

Kripto Ermeniler.

Kripto Yahudiler.

Birtakım güçlü lobiler ve baskı grupları.

Yüksek finans.

Demokrasi ve hürriyet geldi de gerçek tarih ortaya çıktı mı?

Hele bazı konuları açıkça yaz da başına neler geleceğini gör.

Demokrasinin, çoğulculuğun, hürriyetin büyük faydalarından biri, yolsuzlukları ve hırsızlıkları önlemesidir. Bizde böyle oldu mu?

Diktatörlük rejimi yıkıldı da nepotizm kalktı mı?

Egemenlik ulusunmuş... Pöh!.. Büyük havaalanlarına gidiniz ve egemenliğin, şan ve şerefin, itibarın kimlere ait olduğunu görünüz. Halk olarak VİP kapılarından geçebilir misiniz, VİP salonlarında oturabilir misiniz?

(..)

Adalet yoksa hürriyetin, demokrasinin ne kıymeti olur?

Adaletsiz bir hürriyet mi, yoksa hürriyetsiz bir adalet mi ehven ve yeğdir?

Gerçeklerin, anadili Türkçe olan bir halka Türkçe anlatılması yeterli midir? Yeterli bir birikim ve kültür olmadan gerçekleri anlamak mümkün müdür?

Demokrasi varmış... Yakın tarihi bütün çıplaklığıyla yazabiliyor musun?

Türkçe üzerindeki baskıları, zorlamaları, tabuları kaldırabiliyor musun? Bu ülkede Çince, Hintçe gazete ve kitap çıkartmak serbest ama Osmanlıca yayın yapamazsın.

Yahudinin kutsal günü olan cumartesi resmî tatil, Hıristiyanın kutsal günü olan Pazar yine resmî tatil. Peki Müslümanın kutsal günü olan Cuma niçin değil?

Egemenlik ulusunmuş, eşitlik prensibi varmış. Pöh pöh pöh...Başları açık olanlarla başları açık olmayanlar eşit midir?

Başörtülü Müslüman bir kız Fransa'da üniversitede okuyabiliyor da, Türkiye'de niçin okuyamıyor?

Bu ne biçim eşitliktir ki, Mason tarikatları serbest, İslâm tarikatları yasak.

Yalan yalan yalan... Her yer yalan dolu.

Bir yalan tufanı içinde yaşıyoruz.

Eskiden diktatörlüğün gölgesinde yalan vardı, şimdi kör topal demokrasinin gölgesinde.

Sen bu satırları diktatörlük devrinde yazamazdın!.. Doğrudur ama konuyu çarpıtmayın. Yalanların saltanatı yine devam ediyor.

Şair Eşref 1908'de hürriyetin ilanından sonra bir kıt'asında meâlen (Tam metni hatırımda değil) "Eskiden hürriyet yoktu, yazdırmazlardı, şimdi hürriyet geldi, önce yazdırırlar, sonra benzetirler aneni!" demiştir.
Millî Gazete

TBMM Arşivinden Çıkan Tarihi Belge
14 Nisan 2010
Bugün Türkiye’yi kaosa sürükleme planlarına malzeme yapılan Kutlu Doğum ile ilgili Atatürk’ün ne yaptığını gösteren bir vesika bu...

Peygamber Efendimizin yeryüzüne teşriflerinin yıldönümü olan Kutlu Doğum Haftası geldi.

İçinde bulunduğumuz günlerdi dünyanın dört bir yanında herkes O’nu en güzel şekilde anabilmek için adeta birbiriyle yarışacak.

Maalesef bazı kesimler çok yakın geçmişte Kutlu Doğum’u ülkeyi kaosa sürüklemek için yaptıkları planlara bile alet etme cüretini gösterdiler.

Bu ülkede milletin Peygamberinin doğum gününü kutlamasından rahatsız olanlar 27 Nisan’da muhtıra yayınladı.

Kutlu Doğum iktidar partisinin suç faaliyeti olarak kapatma davası iddianamesine girdi.

Bu ülkede bir zihniyet milletin Peygamberinin doğduğu günü kutlamasına bile tahammül edemedi.

Ne için ?

Güya Cumhuriyeti korumak için.

Cumhuriyeti kim kurdu bu ülkede ?

Mustafa Kemal Atatürk.

Bu ülkede bir zihniyet; yıllarca dini sanki Cumhuriyetin düşmanıymış gibi göstermek için hep yalan söyledi.

Peki bu nasıl bir zihniyet ?

27 Mayıs’ı hazırlarken ülkede irticanın alıp başını gittiği yalanını ortaya süren de, 28 Şubat’ı hazırlarken aynı irtica yalanına sarılan da, 27 Nisan’da yine o irtica safsatasının arkasına sığınan da, bugün elinden gelse yine aynı teraneyi okuyarak Türkiye’yi yeni bir kaosa sürükleyecek yolun bahanesini hazırlamayı düşünen de işte bu zihniyet.

Aslında Cumhuriyeti kuran Atatürk’ü kendilerine kalkan yaparak ona en büyük düşmanlığı yapan da bu zihniyet.

İşte size tarihi bir belge.

Bu belge TBMM’nin arşivlerinden çıktı.

Bugün Türkiye’yi kaosa sürükleme planlarına malzeme yapılan Kutlu Doğum ile ilgili Atatürk’ün ne yaptığını gösteren bir vesika bu.

Hem de resmi, kimsenin yalan dolan diyemeyeceği, tamamen Meclis zabıtlarına geçmiş bir kayıt.

Bir Kanun.

Altında Atatürk’ün imzası var.

Şunlar yazıyor:

“12 Rebiül evvel gecesiyle gününün (Mevlid Kandilinin) Milli Bayram olmasına dair teklif ve Kanun.”

Yanlış okumadınız.

Peygamber Efendimizin doğum gününün milli bayram olmasından bahsediliyor.

Acaba yukarıdaki cümleyi; 27 Nisan bildirisini hazırlayan Yaşar Büyükanıt ya da Ak Parti’yi kapatma iddianamesine Kutlu doğum faaliyetlerini koyan Başsavcı Yalçınkaya okusa ne yapardı ?

Bu teklif Büyük Millet Meclisi’nde 24 Ekim 1923’de kabul edilerek kanunlaşmış.

Üstelik Mustafa Kemal Atatürk’ün imzasıyla.

Ve Peygamber Efendimizin doğum gününe de “Hakimiyet Bayramı” denilmiş.
Atatürk’ün kurduğu ilk Meclis Efendimizin doğumu olan Mevlid Kandilinin Milli Bayram olarak kutlanmasını ilan etmiş.

İşte kanunun tam cümlesi:

“Leyle-i Viladet Hazreti Risaletpenahiye müsadif olup Türkiye’de saltanat-ı şahsiyenin ilgasıyla hukuk-ı saltanatın uhde-i millete istikrarını ve hakimiyet-i milliyenin teessüsünü sureti katiyede tespit eyleyen kararın Büyük Millet Meclisince kabul edildiği 12 Rebiü’l evvel gecesi ile günü Hakimiyet Bayramı addolunmuştur.”

İşte bu satırlarla Efendimizin doğum günü 12 yıl boyunca milli bayram olarak kutlanmış bu ülkede.

Peki sonra ne olmuş ?

1935’te son verilmiş.

27 Mayıs 1935’te “Milli Bayram ve genel tatiller” hakkında kanun yapılırken Peygamber Efendimizin doğum günü bu kapsamdan çıkarılmış.

Yedinci İnönü hükümeti tarafından hazırlanan kanun teklifiyle; Atatürk’ün milletin hassasiyetlerini ve Peygamberine olan hürmetini dikkate alarak imza attığı uygulamaya son verilmiş.

O tarihe kadar Cumhuriyet Halk Fırkası adıyla anılan İnönü iktidarının, adını Cumhuriyet Halk Partisi olarak değiştirdikten sonraki ilk icraatlarından biri 27 Mayıs 1935 tarihli kanunla kutlu doğumu bayram olmaktan çıkarmak olmuş.

Kutlu Doğum ile ilgili bu tahammülsüzlüğün ve rahatsızlığın nerelere dayandığını ve nasıl bir zihniyetin ürünü olduğunu arşivler ortaya koyuyor.

Bugünse CHP’nin Genel başkanı Deniz Baykal, Kutlu Doğum töreninde konuşma yapmaya, ılımlı mesajlar vermeye hazırlanıyor.

Acaba bugün hayatta olsaydı Kutlu Doğum’u milli bayram ilan ettiği için Atatürk hakkında da TSK muhtıra yayınlar mıydı?

Acaba Kutlu Doğum’u milli bayram ilan ettiği için Atatürk hakkında da irticai faaliyetlerin odağı olduğu gerekçesiyle siyasi yasak istenir miydi ?

Atatürk’e sığınarak ortaya sürülen Cumhuriyet’i koruma yalanlarına artık kim inanır ?

Şimdi siz söyleyin;

Cumhuriyet rejimine “sözde değil özde bağlı” olan Cumhuriyetin kurucusu Atatürk mü, yoksa Atatürkçülük oynayanlar mı
aktifhaber

Sevr'i tartışmaya açma zamanı geldi mi?
Mustafa ARMAĞAN

"Bandırma vapuru" denilince aklınıza ne gelir? Tabii ki, şu dümeni kırık, pusulası bozuk, Atatürk'ü Samsun'a çıkaran "gazi" gemi. İyi ama, aynı Bandırma'nın Samsun'dan dönünce işgal İstanbul'unda çeşitli hizmetlerde kullanıldığını, 9 ay sonra bu defa Milli Mücadele'nin öncülerinden Yahya Kaptan ve çetesini yakalayıp öldürecek olan birlikleri Hereke limanına çıkaran "hain" gemi olduğu neden eklenmez?

"Gazi" olunca iyi de, "hain" olunca kötü mü oldu Bandırma?

Tarih bizde olduğu gibi "seçmece" usulünde yazılınca, olgular da ister istemez iyi ve kötü diye ikiye ayrılır. "İyiler" çekmecesine girenler, öbürlerinden atılır, sonradan "ihanet" edenler de "kahramanlık" zirvesinden tepe takla yuvarlanırlar.

Bunları yaşadık yakın tarihte. Rauf Orbay gibi bir kahraman bile 10 yıl 'kürek' cezası almamış mıydı anlı şanlı İstiklal Mahkemesi'nden? Neyse, şimdilik bunları bırakalım da, şu günlerde 90. yıldönümü vesilesiyle yeniden gündeme getirilen, Sevr'i neden hâlâ tartışamadığımızı soralım.

Sevr Barış Projesi'nin tamamını okuyan var mıdır aramızda? (Bu arada Ankara Ticaret Odası Sevr'in tamamını Lozan'la beraber yayınladı, meraklılar kaçırmasın.)

'Barış projesi mi?' dediğinizi duyar gibi oluyorum. Evet, yanlış okumadınız, Sevr bir 'barış projesi'ydi? Nereden mi çıkartıyorum? Hani şu hepinizin elinin altında olan ama bir türlü sonuna kadar okuyamadığınız "Nutuk"tan (ya da şimdilerde kesilip biçilerek iyice sulandırılan 'Söylev'den). Üzerinde yazdığı adıyla Gazi Mustafa Kemal "Nutuk"un sonlarında hem de 4-5 yerde Sevr'den 'proje' ("Söylev"de 'tasarı') olarak söz eder. Neden acaba?

Bunun sebebini Prof. Sina Akşin, 1983'te "Yaba" dergisine şöyle açıklamış:

"ABD 1919 sonunda Avrupa siyasetinden elini eteğini çekmek kararını aldı. İngiltere, Müslüman sömürgelerine ibret olsun diye Yunanistan'ı kendi uydusu yapıp Türkiye'yi ezmek kararındaydı. Fransa ve İtalya, onun müttefiki olarak bu karara katılıyor görünüyorlardı. Nitekim Sevres Antlaşması'nı birlikte yaptılar. Fakat anlaşılan kimse Sevres'i ciddiye almıyordu ki hiçbir devlet bu antlaşmayı onaylamadı. Sevres'i, garip bir şekilde, bile bile ölü doğurdular."

Kafanız mı karıştı? Olabilir. "Türkiye'nin Önünde Üç Model" adıyla 1997'de çıkan kitabının 42. sayfasında aynen böyle yazıyor Kemalist tarihçi Akşin.

Demek Sevr'i kimse, yani ne İngiltere, ne Fransa, ne de İtalya ciddiye almamış ve "garip bir şekilde bile bile ölü doğur"muşlar, öyle mi?

'Öyleyse şimdiye kadar okuduklarımız masal mıydı?' diye sormayacak mıyız? Peki ya şu can sıkıcı gerçeklere ne diyeceksiniz?

1- Paris'e giden Osmanlı barış heyeti başkanı Tevfik Paşa bu 'antlaşma (muahede) projesi'nin 'bağımsızlık' ve hatta 'devlet' kavramlarıyla bağdaşmasının mümkün olmadığını söylemiştir.

2- Sevr şartlarının Türkiye'ye bildirilmesinin üzerinden sadece 10 gün geçmiştir ki, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Sultanahmet meydanında düzenlenen mitingde kürsüye çıkıp ateşli bir konuşma yapmış ve projedeki şartların asla kabul edilemeyeceğini haykırmıştır.

3- Sonradan adı haine çıkartılacak olan Ali Kemal "Peyam-ı Sabah"ta Sevr şartlarını lanetlemiş, Veliahd Abdülmecid, Sevr'in Türkiye'yi köleleştireceğini iddia ederek karşı çıkmış, Sultan Vahdettin ise ondan "mecelle-i mesâib", yani 'musibetler belgesi' diye söz etmiştir.

Gördüğünüz gibi içeride de Sevr'den memnun olan yok, dışarıda da.

Öyleyse neden zorla imzalatıldı Sevr? Demek ki, Sevr'i Sevr'in içinde kalarak anlayamayız. Sevr'in dışında bir "Arşimed noktası" yakalamak zorundayız onu hakkıyla değerlendirebilmek için.

Şimdi gelelim Vahdettin'in Sevr'i imzalayıp imzalamadığı meselesine.

İsterseniz bu konuyu ben değil, yukarıdaki bilgileri aktardığım Kemalist tarihçi Sina Akşin açıklasın ("İç Savaş ve Sevr'de Ölüm", T. İş Bankası Yayınları, 2010, s. 220 vd.):

"Vahdettin imzalattığı Sevr Antlaşması'nı hiçbir zaman onaylamadı (...) İlginç olan başka bir şey, sonbaharda Vahdettin'in kendisi de feragat "silahını" kullanmaya başladı. (...) De Robeck bu olasılık karşısında hayli heyecanlandı, çünkü [eğer Vahdettin tahttan çekilirse] Abdülmecit'e bu antlaşmayı onaylatmak çok zor olacaktı. (...) Vahdettin San Remo'da dikte ettiği anılarında Sevr'i zorunluluktan ve zaman kazanmak amacıyla imzalattığını, ama onaylamaya hiç niyeti olmadığını söylemiştir."

Gerçi Akşin hoca Vahdettin'in onaylamayışını son tahlilde Milli Mücadele'nin başarısına bağlamak istemişse de (ki bunda haklılık payı var), Sevr'in neden bir 'antlaşma' değil de, bir 'proje' olduğunu açıklamaktan kaçınmamıştır (s. 219). Akşin haklı olarak uluslararası antlaşmaların onay süreci tamamlanmadan yürürlüğe girmediğini, dolayısıyla Sevr projesinin Osmanlı heyetince imzalanmış bile olsa 'antlaşma' kimliğini kazanabilmesi için meclis ve padişahın onayından geçmesi gerektiğini yazıyor. Ne var ki, o sırada meclis kapalıydı ve üstelik padişah İngilizlere ayak diriyordu.

Nitekim İngiltere Parlamentosu tutanaklarında yapılan bir araştırmada üyelerden birinin Sevr'i "insanlık kibrinin ve ahmaklığının anıtı" saydığını görüyoruz. Bir şeyi daha: Lozan görüşmelerini kabul etmek suretiyle Sevr'i "yırtan taraf" olarak İngiliz hükümetini tebrik ettiğini görüyoruz. (M. Çufalı, "Lozan konferansı ve...", ATAM, Temmuz 2000, s. 564.) Biliyorsunuz, Sevr'i bizim yırttığımızı söyler dururuz. Öğreniyoruz ki, İngilizler de ondan şikayetçiymiş.

Atatürk, Sevr'e 'proje' (tasarı) diyor, uyanmıyorlar. Akşin 'kimse ciddiye almadı' diyor, fark etmiyorlar. Bizzat İngilizler 'Hangi ahmak yaptı bu antlaşmayı?' diyorlar, duymuyoruz. Şeyhülislamından padişahına kadar kimsenin kabul etmediğini yazıyorsunuz, yine tutturuyorlar: 'Sevr'de bizi parçalamak istediler'.

İnsanı söyletecekler: Sanki Lozan'da hareket noktası olarak Sevr'i almamışız, sanki Sevr'in bir çok maddesi Lozan'da güle oynaya kabul edilmemiş gibi...

Elbette Osmanlı Devleti'ni parçalamak istediler ama neden? Devletleri parçalama sadizmi mi kaplamıştı İngilizleri, yoksa bir gaye için miydi bu? "Yurtta sulh, cihanda sulh"un bu gayeyle bir ilgisi var mıydı? İşgal altındaki Müslümanlarla bütün ilişkinizi keseceksiniz emrini veren Sevr'in 139. maddesinin 90 yıl sonra yırtılmaya başladığını söylemek neden cesaret ister?

18 Temmuz 2010 ZAMAN

"Dersim'i vurun" emrini Atatürk mü verdi?
Mustafa ARMAĞAN

"Dersim'i vurun" emrini Atatürk mü verdi?

Hazin bir fotoğraf. Kimi oturmuş, kimi de ayakta poz vermiş objektiflere. İstiklal Madalyalılar bile var içlerinde. Kimler mi bu
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts May 18, 2009 8:52 pm    Mesaj konusu: 19 Mayıs 'gerçeği' Alıntıyla Cevap Gönder

İngilizlerin Bilmediğimiz Planları
GÜRKAN HACIR
24 Mayıs 2009

Türkiye Cumhuriyeti nasıl kuruldu? Atatürk'e Samsun'a gidiş vizesi kimden? Haritalar nasıl belirlendi? Kürt meselesi temelleri nasıl atıldı? Tarihle yüzleşme zamanı...

Özellikle Cumhuriyetçi ve laik çevrelerin en büyük korkusu, Türkiye'nin üniter yapısını koruyamayıp bölüneceği. Hem yurtiçinde hem yurtdışında giderek artan Kürt lobisinin etkinliği, hız kazanan Anayasa tartışmaları (ki en önemli ilk dört madde tartışılıyor) ve hemen yanı başımızda kurulan Kürdistan korkulu rüyamız oldu. Ama iş bununla sınırlı değil! Ermenistan ve Ermeni diasporasının taleplerinin, sırf soykırımın kabulüyle sınırlı olmadığı artık sır değil. Bir de giderek artan Pontus faaliyetlerini ve soykırım taleplerini de ekleyin, koca Anadolu coğrafyasını öyle düşünün.
Peki, nasıl oluyor da 85 yıl sonunda Türkiye bitmek tükenmek bilmeyen taleplere muhatap oluyor? Tam 85 yıldır büyük oranda barış içinde yaşamış, küçük sürtüşmeler hariç hiçbir ülkeyle savaşmamış bir ülke, bu kadar kolay bölünme hesaplarına dahil ediliyor.
Tamam mikro milliyetçilik çağındayız, tamam kimse bu önemli bölgede bu kadar büyük güçlü ve üniter bir yapıyı istemiyor ama bir ülkenin bölünmesi bu kadar rahat telaffuz edilebilir mi?

MECLİS BASKININA DİRENMEDİLER
Önce kuruluşumuzdan başlayalım. Türkiye Cumhuriyeti, İngilizlere rağmen kurulmadı. İngilizlerle uzlaşılarak kuruldu. İdris Küçükömer bunun işaretlerini kitabında verir. Dikkatli bir üslupla Doğan Avcıoğlu da bundan bahseder. İngilizlerin İstanbul'u işgalinde ve sonrasında, İstanbul'u terk etmelerinde tek kurşunun atılmaması hiç merak etmediğimiz bir konudur. Neden Rum ve Ermeni çetelerine karşı örgütlenen direniş, İngilizlere karşı yapılamadı?
Son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı basıldığında, İngilizlere hiçbir direniş sergilenmedi. Hatta, 16 Mart 1920'de, Fındıklıdaki Meclis baskınında milli mücadelenin önde gelen isimleri Kara Vasıf ve Rauf Bey kaçma imkanları varken kaçmadılar ve teslim oldular. Çünkü İngilizlerle uzlaşarak, varlıklarını koruyacaklarını biliyorlardı. Malta'ya sürüldüler.
İttihat ve Terakki'nin ve o yok olduktan sonra kurulan Karakol Cemiyeti'nin iki büyük temsilcisinin, bu tavrını anlamak için İngiliz faktörüne bakmak gerekir. Onlar, İngilizlere rağmen politika üretilemeyeceğini düşünüyorlardı. Bütün yazışmalar İngiliz istihbaratının eline geçiyordu. İttihatçı büyük şefler, Almanya'ya sığınmışlardı. Ve Osmanlı'nın büyük bir borcu vardı. Bu borçla, İngiltere'nin izni olmadan idare edilemeyeceğini hesaplıyorlardı.

ATATÜRK'E VİZE VEREN İNGİLİZ
Biraz öncesine gidelim ve asıl tarihsel yanılgımıza gelelim. İngilizlerle büyük mücadelemiz olan Çanakkale'ye... Çanakkale'de büyük bir direniş ve insanlık dramı yaşandı. Sayısı halen tartışmalı olsa da yüz binlerce şehit verildi. İngilizler, büyük askeri güçlerine rağmen Çanakkale Boğazı'nda sulara gömüldü. Ama bu savaşın Kurtuluş Savaşı'yla bir alakası yoktur. Arada 4 koca yıl vardır. Bu basit gibi gözüken ayrım aslında herkesin aklında karmakarışıktır. Kronolojik düşünme ne yazık ki eğitim sistemimizde bizlere verilmiyor. 1915 ile 1919 birbirine giriyor.
Ondan sonra Atatürk'e ve 36 arkadaşına Samsun'a gitmek üzere vize veren kişinin bir İngiliz İstihbarat subayı olduğunu öğrendiğimizde şaşırıyoruz. John Bennet bir İngiliz subayıydı. Atatürk ve yakın arkadaşlarının, İstanbul Boğazı'ndan ayrılması için gerekli vizeyi bizzat o hazırladı. Bu işlem için özellikle de İngiltere Dışişleri'nin baskı yaptığını anılarında anlattı. Anılarını 'Tanık' isimli kitapta topladı. Yakın bir zamanda yaşamını yitirdi.

MUSUL VE KERKÜK
Milli Mücadele yıllarında İngilizlerle hep masa başında karşı karşıya geldik. Cephede değil. İngilizler izin vermeselerdi Cumhuriyet kurulabilir miydi acaba? Emin değilim. Lozan'da hakem rolündeydiler. Ama asıl büyük oyunları hep Musul ve Kerkük üzerine oldu.
Musul Misak-ı Milli sınırları içerisindeydi ama Lozan'da çok kolaylıkla bıraktık. Asıl büyük zenginlik, haritamızın dışına bırakılmıştı. Referandumla da olsa güzel kent Hatay, yıllar sonra bünyemize katıldı. Ama petrol deposu ve hayati önemdeki Musul'da neden ısrar etmedik? Ve neden bu kadar kolay bıraktık? İngilizlerin kurduğu oyun tıkır tıkır işledi. İtiraz edemedik. Peki, o yıllar için yeni bir plan mıydı bu?... Hayır sanmıyorum.

SIRADA Mİ KÜRTLER VAR?
Bakın buraya dikkat. Sadece tesadüflerden hareket etmiyorum. Yunanlıların özgürlüklerini kazandıkları yıl 1829'dur. Onları Osmanlı'ya karşı başkaldırmaya teşvik eden ise elbette İngilizler'di. Tam 90 yıl sonra yani 1919'da Osmanlı parçalanırken, onları Anadolu'ya çıkmaları için tahrik eden yine İngilizler olmuştu. Tam 90 yıl sonra dayağı yiyen Yunanlılar hayal kırıklığıyla evlerine döndüler.
Aradan tam 90 yıl geçti. Şimdi Kürtlere aynı şey yapılıyor. Yani 1829'da Yunanistan'ın, 1919 da (başlayarak birkaç yıl içinde) Türkiye'nin ve aradan doksan yıl geçtikten sonra yani 2009'da da Kürdistan'ın kurulmasına izin veriyorlar. Eğer kurulmayı becerebilirlerse onlarında ömrü herhalde 90 yıllık olacak. Hesap ne kadar açık değil mi?

LOZAN'DAN YOUTUBE'A
Bu arada kurucu doktrinimizin yıpranma dönemi de geldi. Atatürk için yapılan seviyesiz ve ahlak dışı saldırılar, son bir iki yılda ne kadar arttı. YouTube'un yasaklanmasına kadar varan seviyesiz saldırıların, hemen tamamı Gazi'nin özel yaşamına ilişkin. Evet, internetin yaygınlaşması ve YouTube'un hayatımızı daha etkin bir şekilde girmesini kabul ediyorum ama her şey bu kadar kısa sürede nasıl bir saldırıya dönüştü. Bu yazının konusu değil ama Lozan görüşmeleri bir kez daha incelenmelidir. Musul'dan vazgeçip neyi kazandığımız net olarak sorgulanmalıdır.
Kürt meselesinin Osmanlı'dan bu yana dallanıp budaklanmasında İngilizlerin rolünü bilmeyen yok. Ama Ermeni olaylarından dolayı kurulan Divan-ı Harp'te İngilizler, kendilerine karşıt kim varsa darağacına veya hapse yollamaktan çekinmediler.
1918 sonrasında Berlin'de sıkışan İttihatçı şeflerin adresleri, Ermeni suikastçılara İngiliz istihbaratı tarafından verildi. İngilizlerin kurduğu plan hep tıkır tıkır işledi. Mustafa Kemal ve arkadaşlarını da Musul ve Kerkük'ü bırakmaya zorladılar.
Evet yazdıklarım determinist tarih çıkarsamaları... Ama bir düşünün lütfen! İngilizler her işin içinde olup da neden bu kadar az hedef oldular. Neden antiemperyalist eylemler hep Amerika'ya yöneldi? Neden Türkiye-İngiltere ilişkileri hiç ayrıntılarıyla incelenmedi ve belgeler süresi geldiği halde açılmadı?
Benden Selam Söyle Anadolu'ya
Yazar Dido Sotiriyu'nun kitabı her ne kadar bir insanlık dramını anlatsa da anlatım ve içerik olarak çokça tartışılan bir kitaptır. Kitabında anlattığı tüm Türk karakterler olumsuz, Rumlar ise daha görgülü seçkin ve iyi tiplerdir. Ama ben işin orasında değilim. Kitabın 80'inci sayfasında bir yerinde kitabın kahramanlardan biri 'Kemal 90 yıllığına anlaştı' diyor.

İSMET PAŞA BİLMEDİĞİMİZİ Mİ BİLİYORDU?
İki küçük soruyla bitirelim. Neden Güneydoğu'ya yatırım yapmıyorsunuz sorusuna, eski Başbakan Şükrü Saracoğlu 'İleride ne olacağı belli olmayan topraklara niye yatırım yapalım' cevabını verdi mi? İsmet Paşa Lozan çıkışında 'Bir doksan yıl daha kazandık' dedi mi? Acaba o dönemin devlet adamları, bizim bugün bilmediğimiz şeyleri mi biliyorlardı. Her ne olursa olsun kendi tarihimizle yüzleşmeliyiz. Sonucu her ne olursa olsun gerçeği öğrenmeliyiz. Ama bunu art niyetli araştırmacılara, fonlardan beslenen gazetecilere ve AB kuyrukçusu popülist aydın bozuntularına bırakmamalıyız... Gelin bu paranoid yazıyı komik bir tesadüfle bitirelim. Büyük bir gururla kutladığımız 23 Nisan 1920 bizim Meclisimiz'in açılış tarihidir. Ama 23 Nisan aynı zamanda İngilizlerin de Ulusal Günü'dür. William shakespeare'in de doğum günü olarak kabul edilir.

GÜRKAN HACIR/Akşam

12 Mayıs 2009 Salı
Türkler, Müslümanlar, Sünnîler Ve Sistem
M. Şevket Eygi

Türkler, Müslümanlar, Sünnîler Ve Sistem
Şöyle bir iddia var: Ülkemizdeki derin devlet Türklere, Müslümanlara, Sünnîlere dayanıyor, onları destekleyip kabul ediyormuş, öteki farklılıkları, çeşitliliği dışlıyormuş.

Bu iddia doğru değildir.

Son seksen yıl içinde bu ülkede en fazla Türklere, Müslümanlara, Sünnîlere zulm edilmiştir.

Müslümanlığa savaş açılmıştır.

Medreseler kapatılmıştır.

Sünnîlerin tekkeleri kapatılmıştır.

Tek parti devrinde camilerin yüzde sekseni kapatılmış, satılmış, kiraya verilmiş, harap edilmiştir.

İslâm kabristanları tahrip edilmiştir.

Dinî yayınlar yasaklanmıştır.

Bu anlattıklarım belgelerle sabittir. Hal böyle iken bu rejimin Müslümanları ve Sünnîleri tuttuğunu iddia etmek olacak bir şey değildir.

Türklere gelince Moiz Kohen Tekin Alp'in sahte Türkçülüğü paravana yapılarak Türkler ezilmiştir.

1944'te diktatör Millî Şef İsmet paşa devrinde Türkçü Nihal Atsız'a ve arkadaşlarına ne korkunç zulümler yapıldığını biliyoruz.

Dönmeler, şunlar bunlar bir yandan Türkleri eziyor, bir yandan yaşasın Türklük marşları okuyordu.

Bugün de ülkemizin en güçlü lobileri, baskı grupları Türklerin değildir. Sevgili Arnavut ve Çerkes kökenli vatandaşlarımı tenzih ederek söylüyorum, bugün Türkiye'nin en güçlü üç lobisi Arnavut, Çerkes ve Sabataycı lobileridir.

Yakın tarihimizdeki resmî Türkçülük samimî değildir.

1938 ile 1945 yılları arasında İsmet paşa rejimi, Sovyetler Birliği'ndeki Stalin rejimine paralel olarak Türklere, Müslümanlara, Sünnîlere zulm etmiştir.

Günümüzde Alevî vatandaşlarımız ve kardeşlerimizin durumu bazı temel ve güçlü kurumlarda Sünnîlerin durumundan daha iyidir. Konu çok nazik ve netameli olduğu için Alevîlerin hangi kurumları ele geçirmiş olduklarını açıkça yazmayacağım. Bu yaştan sonra sürünmeye takatim yoktur.

Bugün Türkiye'ye hakim olan derin İttihadçılık bir Yahudi ve Dönme hareketidir.

Rejim; Türklere, Müslümanlara, Sünnîlere dayanıyormuş... Çok rica ediyorum, böyle fantazi, uçuk, egzantrik faraziyeleri bırakalım, gerçekçi olalım, tutarlı olalım.

Türkiye'nin derin düzeni Türklere, Müslümanlara, Sünnîlere karşıdır.

milli Gazete

Hasan Bülent KAHRAMAN
Sabah
19 Mayıs 'gerçeği'
18 Mayıs 2009

Yarın 19 Mayıs. Her yıl bu tarihsel fenomenin ne olduğunu bir kere daha soruyoruz. Mesele "Bandırma gemisi neydi" sorusundan Mustafa Kemal'in yanındakilere, hatta İstanbul- Samsun arası yolun niye o kadar sürdüğüne kadar uzanıyor. Bu tartışma çok önemli. Sadece artık bıkkınlık vermiş ama bir o kadar da doğru olan "resmi tarih"in aşılmasına değil, daha önemlisi, onun sınırladığı toplumsal bilincin ve bilgi politikalarının değişmesine tekabül ediyor.

Gerçek dediğimiz olgunun tekil değil çoğul, basit değil karmaşık olduğunu bu suretle ve süratle öğreniyoruz. Bu arada bazı kabuller yerinden uğrayabilir, bu belli noktalarda bir toplumsal travma yaratabilir. İnternet çağında yani bilginin gündelik hayatta bu kadar özgür bir biçimde dolaştığı bir dönemde buna da yapacak bir şey yok. Yaşanacak yaşanacaktır.

Başladığım noktaya dönersem, benim için 19 Mayıs ile bütünleşmiş çok önemli bir soru/n var: o karar ortaya nasıl çıktı, Samsun'a gidiş Mustafa Kemal'in kendi tercihi miydi, daha önceki siyasal kadroların bu kararın oluşumunda rolü neydi? Bu sorular genişletilebilir ve çok önemli bir başka soruyla bütünleşir: Kurtuluş Savaşı kararı nasıl oluşturuldu?

6 ay içinde...

Alev Coşkun bu sorunun cevabını malzeme olarak (Samsun'dan Önce Bilinmeyen) 6 Ay isimli yapıtta topladı. Çok belli ki, direniş kararı Mustafa Kemal son görevinden istifa edip İstanbul'a gelmeden önce kafasında hazırlandı. Bunu açtığı ve yakından paylaştığı tek kişi hayatının sonuna kadar (bir dönem ters düşse de) yanında tuttuğu, öğrencilik dönemi arkadaşı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa oldu. Daha sonra İstanbul'a döndü.

İstanbul'da geçirdiği Kasım-Mayıs arasındaki devrede dağılmış İttihad ve Terakki kadrolarının askeri erkânıyla çok sıkı bir irtibat içinde oldu. Başka bir şey yapması mümkün değildi. Çünkü o kadronun Kazım (Karabekir) Paşa gibi önde gelen askeri erkânı henüz orduların başındaydı ve Mustafa Kemal onları yok sayarak bir yere varamayacağını bilecek kadar uzgörüşlüydü.

Burada başka bir soru var: İ-T'nin "triumvira" sı Mustafa Kemal'e destek verdi mi? Hüseyin Cahit anılarında son gördüğünde Enver Paşa'nın Padişah'la görüşecek Talat Paşa'ya "Ordunun başına Mustafa Kemal'i getirmesi için onu ikna et, orduyu ondan başkası toparlayamaz" dediğini belirtir.

Ben kişisel olarak buna inanmıyorum. Kaldı ki, o kadro Türkiye'yi terk etmiş, içeriyle irtibatı çok büyük ölçüde zayıflamıştı. Ortada ayrıca bir de itibar kaybı vardı. Fakat Rauf Orbay ve İsmet, Refet gibi paşaların Mustafa Kemal'e destek verdikleri bir gerçektir. Yani eski kadrolar yeni bir isim etrafında birleşiyordu.

İç savaş şartları

İkincisi, Kurtuluş Savaşı adı koyulmamış bir iç savaş olarak başlıyordu. Devlet yıkılmıştı. Yeni bir devlet kurma iradesi ortaya çıkmıştı. Şimdi iş yeni devlete kimin hâkim olacağıydı. Üç etnik grup bu konuda çarpışıyordu. Çerkezler, Rumelililer ve Kürtler. Ve tabii bu grupların oluşturduğu sosyo-ekonomik dinamikler. Büyük uzlaşma ihtiyaçları ve bilhassa Müslümanlarla İttihadçılar arasında gelişen taşra-merkez koalisyonları.

Hareketi başlangıçta Çerkezlerin organize ettiği söylenebilir. Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkarılması, sonra izlediği güzergâhın oluşturulması, güvenliğinin sağlanması kendiliğinden olamaz. Bu mutlaka yerel güçlerle yapılan bir ittifaktı. Günü geldiğinde gruplar birbiriyle hesaplaştı. (Bu konudaki görüşlerimi Tempo dergisinin Nisan sayısında yazdım.)

Ve lider olmak...

Üçüncü soru şu: niye Mustafa Kemal? Sanıyorum Türkiye'deki tartışmaların düğüm noktasını bu soru oluşturuyor: Mustafa Kemal kültünü benimsemiş olanlar böyle bir muhakemenin onun kişisel çaba ve gücünü görmezden gelmek olduğunu varsayıyor. Hiç ilgisi yok. Asıl değinmek istediğim de o.

Hareketi bir kadro hazırladı. Bu kuşkusuzdur. Fakat hiçbirisinin kafasında Mustafa Kemal'in zihninde olduğu gibi siyasal bir plan yoktu. İkincisi, Kurtuluş Savaşı sadece Samsun'a çıkmak değildir. Akıl almayacak kadar karmaşık bir olgudur Kurtuluş ve Mustafa Kemal'in gerek zekâsı gerekse iradesi bu mekanizmayı kendi siyasal planı doğrultusunda ve tarihi yeniden şekillendirecek bir biçimde işletmiştir. Ama hiçbir aşamada Mustafa Kemal hareketi bir kadro hareketi olarak görmekten vazgeçmemiştir.

İşte bu nedenle ben Cumhuriyet'i süreklilik içinde radikal bir kopuş diye nitelendiriyorum. 19 Mayıs bu kararın kristalizasyon noktasıdır. Bir meçhulün bir mümküne dönüştürülmesidir. Ama kendine özgü ve hiçbirisi ötekinden daha az önemli olmayan koşulların teker teker yan yana getirilmesiyle...

Hasan Bülent Kahraman - Sabah
hasan.kahraman@sabah.com.tr

Ergun Babahan
Resmi tarih ve ‘İlk kurşun’

Mesela, bizlere yıllarca Osmanlı’nın iyi padişahlar döneminde ilerlediği, basiretsiz padişahlar döneminde ise önce duraklayıp sonra çöktüğü anşatıldı. Ermeni kıyımını ise okullarda öğrenmek mümkün olmadı. Kürtler hain davranıp isyan ettikleri için bu muameleye maruz kaldı gibi. Her ülkenin tarihinde bu tip olaylar vardır ama sağlıklı gelişen toplumlar, belli bir süre sonra bunları sorgulayıp tartışmaya açar. Geçen hafta size bir kitaptan bahsetmiştim, Şenocak Yayınları’ndan çıkan ‘Kayıp Cennet, Smyrna 1922.’ 1914’ten itibaren İzmir ve çevresindeki gelişmeleri olabildiğince yansız kaleme almış Giles Milton. Bizlere Yunan igali başladığı gün ilk kurşunu atanın Hasan Tahsin olduğu öğretildi, hatta Konak Meydanı’na anısına bir heykel bile dikildi. Milton’un kitabında 15 Mayıs 1919 gününün farklı bir anlatımı var, gelin birlikte okuyalım: ‘Gelişen olayların tanıklarından biri de USS Manley’in komuta subayı olan Robert Berry idi. Askerlerin gemiden disiplinsiz şekilde inişleri onu dehşete düşürdü. Askerlerin gelişi Yunan sivil nüfusta çılgın bir mutluluk ve şiddetli sevgi gösterileri yaratmıştı, diye sonra hatırlıyordu. Birliklerin ellerindeki silahları rıhtım kenarında büyük bir yığın halinde üst üste koymaları ve etrafında Yunan dansı yapmaları Berry’i daha da rahatsız etmişti. Topraklarının Yunanlılar tarafından işgal edilmesi başlarına gelebilecek en kötü şey olan bir halka karşı davranışlarda hiç nezaket ve diplomasi gösterilmiyordu. Efzun Alayı Türk kışlasının önünden geçerken birisi tek bir el silah attı. Tetiği gerçekte kimin çektiği konusunda daha sonra çok tartışma olacaktı. Bazıları bunun bir Yunanlı olduğunu söylerken diğerleri de Türk olduğuna yemin ediyordu. Daha kötü bir olasılık, bunun bir Türk saldırısı için işaret veren bir İtalyan belki de Binbaşı Carrossini’nin kendisi olmasıydı. Türk tanıklar daha sonra İtalyan buharlı teknesinin tam silah ateşlendiği anda orada olduğunu söylerken İtalyan kaynaklar Carrossini’nin teknede olduğunu doğrulamıştır.’ Bu, bizim hiç bilmediğimiz bir tartışma. Bizim için tek doğru silahı Hasan Tahsin’in ateşlemiş olmasıdır. İzmir’i Yunanlılar’a kaptıracaklarını anlayınca bölgeye hem asker, hem de ajan yığan İtalyanlar’ın rolünü özenle tarih sahnesinden silmişiz, çünkü bu versiyon resmi tarih anlatımına uymamaktadır. İtalyanlar’ın amacı derhal bir çatışma ortamı yaratarak hayatı Yunanlılar için çok zor hale getirmektir elbette. Yunanlılar, bu tek kurşuna şiddetle cevap verir. Neler olduğunu Milton’un kaleminden okumaya devam edelim: ‘Güneş battığında şehirdeki hava normale dönmeye başlamıştı ve insanlar o günkü şiddetin hesabını yapmaya başladılar. Rıhtım boyu en fazla etkilenen bölge olmuştu. Yoğun yağan yağmur kanları temizlemiş olsa da yerlere saçılmış düzinelerce ceset vardı. Bir İngiliz tanık, katledilmiş Türklerin cesetleri her yerdeydi, diye anlatmıştı; bazı ağır yaralıların boğulmaları için atıldığı deniz, rıhtım boyu mavnaların içi, hatta İngiliz havagazı fabrikasının bahçesi bile cesetlerle doluydu. Bugüne kadar tam olarak ölenlerin sayısı hala bilinmemektedir, ama çoğu tanığa göre Türklerden 300-400 kişi ölmüş ve yaralanmışken Yunanlılar 100 kadar kayıp vermişlerdir. Bunlar sadece Smyrna içindeki çatışmaların kurbanı olmuştur. Şehrin etrafındaki köylerde çok daha fazla insane hayatını kaybetmiştir.’ Kim bilir bizim önümüze getirilmeyen, farklı versiyonu olan ne olaylar var. Oysa tarihi gerçek haliyle anlatmak demokratik bir ülkenin en temel ödevi olmalı.

Atatürk'ün babası olarak bize gösterilen, bazı tarih kitaplarında bile yer alan resmin aslında uydurma olduğu anlaşıldı.

Tarih araştırmacısı Mustafa Armağan'ın yazısı:



Atatürk'ün babası kimdi' Gazi Mustafa Kemal'in 1922 yılında 'Vakit' gazetesinden Ahmet Emin Yalman'a anlattığı hatıralarından beri bu sorunun içinden çıkılamamıştır.

Şimdi içinizden 'Peki Atatürk köşelerinde gördüğümüz o fesli, bıyıklı adam kim o zaman?', diye sorduğunuzu duyar gibiyim.

Hevesinizi kursağınızda bırakmak istemem ama o fotoğraftaki kişinin 'Atatürk'ün babası' olduğu tezi, doğrudan doğruya bir İnönü devri yutturmacasıdır. Biz İnönü'nün göstermek istediği Atatürk ile Atatürk'ün kendi zamanındaki Atatürk'ü fena halde birbirine karıştırmış durumdayız. Daha doğrusu biz Atatürk'ü İnönü devrinde ona giydirilen deli gömleğiyle tanımak zorunda kalmış bulunuyoruz. Şimdi o gömleği çıkartmaya uğraşıyoruz ki, işimiz hiç kolay değil...

Daha önce de yazmıştım: İsmet İnönü'nün 12 yıllık Cumhurbaşkanlığı döneminde 'Nutuk' bir tek defa bile basılmamıştır. Neredeyse yasaktır. Basılmıştır diyen varsa getirsin bir örneğini. 1938'de Atatürk'ü sağlığında yapılan son baskısından sonra ilk kez 1950 yılının ikinci yarısında basılabilmiştir 'Nutuk'un ilk cildi.

Mesela 1931'de basılan 'Tarih IV' adlı lise ders kitabında da, ölümünden hemen sonra Kanaat Kitabevi tarafından basılan M. Turhan Tan'ın 'Atatürk' kitabında da Atatürk'ün babasının fotoğrafını bulamazsınız. Neden acaba' Şimdi babası Ali Rıza Efendi'nin olduğunu sandığımız ünlü fotoğrafı, Atatürk'ün onayından geçmemiştir de ondan.

Peki nedir bu fotoğrafın hikâyesi' Neden o gün yokken bugün ders kitaplarımıza kadar sızabilmiştir' Tarih üzerinde bir oyun mu dönmektedir yoksa?

1935 yılında tesadüfen Ankara Cebeci'deki Şehnaz Hanım'ın aile albümünden çıkmış olan bu fotoğrafı büyük bir sevinçle hemen Atatürk'e ulaştırırlar. Sağdan bakar, soldan bakar, büyüttürür. Hayır, küçük yaşta kaybettiği babasının görüntüsü, fotoğraftakine hiç benzememektedir. Atatürk'ün içi 'resimdeki adam'a bir türlü ısınamamıştır. Nitekim Falih Rıfkı Atay'ın "Çankaya" adlı kitabında yazdığı üzere Atatürk, sonunda 'Bu bizim peder değildir' diye kestirip atmak zorunda kalmıştır.

Ne çare ki, onun inkâr ettiği "peder"in fotoğrafı kitaplara girmiştir bir kere, artık hangi babayiğit çıkartabilir.

Ali Rıza Efendi'ye ait olduğu söylenen bu fotoğraf, ilk kez 1939 yılında, yani artık atışın serbest hale geldiği İnönü devrinde 'Belleten'de İhsan Sungu tarafından yayınlanır. İşte bu tarihten sonra kitaplarda o zamana kadar Mustafa Kemal'in soyunu tek başına temsil eden Zübeyde Hanım'ın yanına yeni bir fotoğrafın yerleşmeye başladığı görülür. Bu tavırdan, Tek Parti dönemi muhafazakârlığına denk düşen 'iyi aile çocuğu' Atatürk imajının zihinlere kazınmak istendiğini çıkartmak zor olmasa gerek.

Peki gerçekten de Atatürk'ün babası kimdi' Ali Rıza Efendi'ydi elbette. Ne yazık ki, onun hayatı hakkındaki yayınların hiçbirisine tam olarak güvenemiyoruz. Biraz okuyunca kafanızın aşure kazanına dönmesi sebepsiz değil.

Mesela en muteber kaynaklardan sayılan Şevket Süreyya Aydemir, 'Kırmızı Hafız'ı Ali Rıza Bey'in amcası yaparken ('Tek Adam', I, 1969, s. 31), Prof. Şerafettin Turan babası yapmaktadır ('Kendine Özgü Bir Yaşam', 2004, s. 20). Yine Prof. Turan, Atatürk doğduğunda babasının Evkaf idaresinde çalıştığını yazarken (s. 20), Erol Mütercimler kereste tüccarlığı yaptığını iddia etmektedir ('Fikrimizin Rehberi', 2009, s. 39). Oysa Atatürk, 1922 Ocak'ında Ahmet Emin Yalman'a verdiği röportajda kendisi okula başlarken babasının 'rüsumat'ta, yani gümrük idaresinde memur olduğunu söylemiştir.

Bu durumda Ali Rıza Efendi'nin bütün hayatı alt üst oluyor. Önce Evkaf'ta kâtiplik yapıyor, sonra kereste tüccarlığı, 6 yıl sonra ise gümrük memurluğu. Oysa doğru sıralama, önce Evkaf, sonra Rüsumat idaresi ve en son memurluktan istifa ettikten veya emekli olduktan sonra kereste ticareti yaptığı şeklinde olacaktı (ölümünden önce bir ara tuz ticareti yaptığını Makbule Hanım anlatmıştır).

Üstelik Atatürk'ün babasının hangi yılda öldüğü de bilinmez. Rakamlar kitaptan kitaba, üstelik 5-6 yıla kadar oynuyor. Kimisi 1893'te öldü diyor, kimisi 1887 veya 1888'de. İnkılap tarihinin duayenlerinden Prof. Enver Ziya Karal, "babası genç yaşta öldü", diye yazıyor. Yahu üstad, eğer Ali Rıza Efendi 1839'da doğmuşsa ve ölüm tarihi 1893 ise öldüğünde 54 yaşındadır ve bu nasıl 'genç' ölmektir?

Biyografilerindeki ciddiyetsizliklere son bir örnek: Atatürk Şemsi Efendi mektebine başladıktan "az zaman sonra" babasının öldüğünü söylemiştir. Eğer okula 6-7 yaşlarında başlamışsa tarih, 1887 olmalıdır. Oysa bildiğimiz kadarıyla bundan sonra tam 6 yıl daha yaşamıştır Ali Rıza Efendi. Bu hesaba göre babası öldüğünde Atatürk 13-14 yaşında olmalıdır. Yani babasının ölüm tarihini esas aldığınızda Atatürk 14 yaşında, kendi demecindeki okula yazılmasından az sonra öldüğü bilgisi esas alınırsa da 7 yaşında çıkıyor. Hangisi doğrudur' Henüz bilmiyoruz.

Gördüğünüz gibi Atatürk'ün babasının kimliği konusunda karanlıklar içinde yol bulmaya çalışan ressam Brüghel'in körleri gibiyiz. Anlaşılan Atatürk de, 1930'ların sonlarına gelinirken, olgunluk dönemini idrak eden her erkek gibi babasını merak etmiş ve onun izlerini araştırmalarını istemiştir yetkililerden. Nitekim Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'ndeki belgeler bu araştırmanın Selanik'e kadar uzandığını gösteriyor (030-10-1 7 6 nolu dosya).

Maalesef bu araştırmadan da Atatürk'ün babası hakkında dişe dokunur bir sonuç çıkmamıştır. Atatürk'ün ölümünden bir yıl önce babasının kimliğini araştırma merakına kapılması bize yine de bir şey söylüyor olmalıdır. Gençliklerinde babalarını aştığını düşünen erkekler, olgunluk çağlarında 'baba'yı yeniden keşfe çıkmak ihtiyacını duyarlar.

Karlı bir gece yarısı baba yeniden evine dönecek midir? Bu ev, Çankaya Köşkü bile olsa'?
Zaman

Hasan Pulur
Mustafa Kemal ve Şehzade Abit Efendi
6 Eylül Pazar 2009

Haberi tek sayfada gösterArkadaşına gönderSitene ekleSayfayı yazdırhaberi paylaşFacebookGoogleYahooMixxDiggStumbleUponDel.icio.usredditTwitterMyspacefriend feed
HABERİN ETİKETLERİ
uyku ilaç Fransa Suriye Atatürk İstanbul İngiltere Çanakkale Murat Bardakçı II. Abdülhamit Çanakkale Zaferi Mustafa Kemal Atatürk
Sen de etiket ekle!

gönderTARİH son günlerde “popüler” oldu, özellikle Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın televizyon sohbetleri çok ilgi çekiyor. Murat Bardakçı ve Doç. Erhan Afyoncu ile “Bayan Saksı”nın birlikte yaptıkları, “Haber Türk” televizyonundaki program uyku sorunu olmayanlara ya da olanlara ilaç gibi geliyor.
Hele birileri dillerine “persenk” ettikleri “resmi tarih” muhabbetine bir başladılar mı!
* * *
PROF. Dr. Zeki Arıkan geçenlerde bir kitapta Sultan Abdülhamit’in tartışmalı anılarından bir bölümüne rastlamış, aslında kitaptaki anılar da başka bir kitaptan alıntı.
Tahtan indirildikten sonra önce Selanik’e gönderilen, sonra İstanbul’a getirilip Beylerbeyi Sarayı’nda göz hapsinde tutulan Abdülhamit, arkadaşı Salih Bozok’u ziyarete gelen Mustafa Kemal Paşa’yı anılarında övüyormuş, ona hayranmış, şöyle yazmış ya da yazdırmış:
“Düşman tasını tarağını toplamış askerlerinin yarısını denize, yarısını gemilerine dökerek çekip gitmişti. Bu büyük zaferi Mustafa Kemal adında bir miralay kazanmış, Allah devletine hizmet edenlerden razı olsun!”
* * *
MEĞER Çanakkale Zaferi’ni kazanan bu miralay, Abdülhamit’in oğlu Şehzade Abid Efendi’nin de yakın arkadaşıymış; 17 Nisan 1917 tarihli anısında şöyle yazar:
“Uzun bir müddet sonra oğlum Abit Efendi bu Mustafa Kemal Bey’le tanıştığını söyledi. Yüzbaşı Salih (Bozok) arkadaşı. Ara sıra arkadaşına yemeğe geliyormuş. Abit Efendi ile de bu münasebetle dost olmuşlar. Hatta Mustafa Kemal Paşa kendisine iki ceylan yavrusu hediye etmiş!
Gerçekten bir defa gelmiş, bana haber verdiler. Sırtında bir pelerin vardı. Ve arkadaşına veda ediyordu. Uzaktan yüzünü iyi seçemedim, sıradan askerlere benzemiyordu. Tehlikeli bir sükûneti vardı. Enver Paşa’nın niçin çekindiğini o zaman anladım. Bunu Talat Paşa tutuyormuş. Bunlar küçük şeyler... Çanakkale’de İngiltere, Fransa, iki büyük devletin ordusunu ve donanmasını durdurdu, yüz geri etti ya; bana lazım olan odur. Muvaffakıyeti için dua ettim!”
* * *
PROF. Arıkan bu satırları okuyunca içine bir şüphe düşmüş:
“Acaba bir şehzade ile Mustafa Kemal Paşa arkadaşlık yapmışlar mıydı? Şehzade Ahmet Nihat’ın Tevfik Fikret’le, Abdülmecit’in de Abdullah Cevdet’le yakın dost olduğunu biliyordu ama nedense Mustafa Kemal ile Abit Efendi’nin arkadaşlığından kuşku duymuştu...”
Yapılması gereken önce şehzadenin doğum tarihini, o tarihte kaç yaşında olduğunu bulmaktı. Bunu düşündü ama düşüncesini uygulayamadı...
* * *
TA ki Yüksel Özgen ile Mustafa Balcı’nın, Toplumsal Tarih dergisinin Mart 2009 yılında yayımlanan yazılarına kadar; Şehzade Abit Efendi 1905 doğumludur, o tarihte 12 yaşındadır, Mustafa Kemal Atatürk ise 35 yaşında... Bu çocuk ile Mustafa Paşa’nın arkadaşlığı mümkün mü?
* * *
ÜSTELİK Mustafa Kemal Paşa’ya Abdülhamit’in kaleminden övgüler düzenleyenler, küçük bir şehzadeyle arkadaş gösterenler çok önemli bir gerçeği de atlamışlar ve yanılmışlardı,
Bütün kaynaklar ve anılar, Abdülhamit’in 17 Nisan 1917 günkü anısını tekzip eder.
Çünkü Mustafa Kemal Paşa o tarihte Suriye cephesindedir, beş ay sonra, Ekim 1917’de İstanbul’a dönmüştür.
* * *
PEKİ, buna ne gerek vardır, 10 yaşındaki bir çocuk şehzade ile Mustafa Kemal’i arkadaş göstermeye ne gerek vardır?
Prof. Dr. Zeki Arıkan şöyle yorumlar:
“Anlaşılan, II. Abdülhamit ile Mustafa Kemal Paşa arasında köprü kurmaya çalışanlar, bu köprünün ayaklarını bir şehzade dostluğu ve arkadaşlığıyla pekiştirmeyi de unutmamışlardır.
Bunun başka açıklaması olamaz.” (x)
———————
(x) Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Dergisi, sayı 132, Eylül 2009

Milliyet

Mustafa Armağan/Zaman
İngilizler Abdülhamid'i neden sevmezdi?

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu geçenlerde çarpıcı bir açıklama yaptı: "Ortadoğu'nun, Kafkaslar'ın ve Balkanlar'ın en büyük ülkesiyiz, bu bölgede düzen kurucu ülke biz olmalıyız."
Bu sözler "birilerini" ürkütmüş olsa da Türkiye'nin kayıp misyonuna dönüşünü hatırlatan bir çıkıştı. Davutoğlu'nun komşularla iyi geçinme ve güç dengelerini kendi lehine kullanarak inisiyatif alma şeklinde basitleştirilebilecek 'ritmik diplomasisi', II. Abdülhamid'in denge oyunlarını hatırlattı.

Abdülhamid 1880'lerin başından itibaren dizginleri Babıali'nin elinden alarak Yıldız'da yeni bir merkez kuracak, tabii İngiltere'nin uyarısı hemen yetişecektir. İngiliz büyükelçisi bir gün huzura çıkarak Sultan'a bir mesaj getirir. Mesajda Abdülhamid'e, amcası Abdülaziz ve ağabeyi Murad'ın başına gelenlerden ders çıkarması öğütleniyor, eğer bu kafayla giderse sonunun iyi olmayacağı ima ediliyordu. Zaten en zayıf anımızı kollayarak Kıbrıs'ı istemekle dost olmadığını göstermiş olan İngiltere, Abdülhamid için artık güvenilmez ama cepheden karşısına alınması da tehlikeli bir rakipti.

Sunacağım belge, İngiltere hakkında ne düşündüğünü göstermesi bakımından ilginçtir. Sadeleştirip kısaltarak aktarıyorum:

"İngiltere'nin, Allah korusun, Devlet-i Aliyye'yi bölüp "tavâif-i mülûk" (küçük devletler) şekline koymaya çalışmakta olduğu açıktır. Onu Arnavutluk, Ermenistan, Arap hükümeti ve "Türkistan" tabirleriyle "otonomi" (özerklik) değil, "anatomi" yapmak, yani parçalarına ayırmak istemektedir. Hilafeti de İstanbul'dan kendi kontrolündeki Cidde veya Mısır'a götürecek ve bütün müminleri istediği gibi yönetecektir. Yalnız şurasına teessüf olunur ki, Jöntürk tabir olunan birtakım "çapkın" takımından herifler, kendi el ve ayaklarıyla İngilizlerin maksadı uğruna gece gündüz çalışıyorlar." (BOA, Yıldız Esas Evrakı, 9.2638.72.4)

Abdülhamid İngiltere'nin gerçek niyetlerini isabetle değerlendirmiştir. Peki ne yapacaktır? Bunu da şöyle açıklar:

"Bir hükümetin ve milletin ayakta kalması için birkaç şey lazımdır. 1) Din, 2) Eğitim, 3) Milliyet, 4) Sanayi ve zenginlik. Ne yazık ki, bilgisi tam olan adamlarımız pek azdır. Halbuki Hıristiyanlar bunların tamamına sahiptirler. Bunlar bizde yerleşinceye kadar Osmanlı Devleti'nin, İngiltere ve Rusya arasında bir yol ve politika izlemesi gereklidir."

Abdülhamid'in "İngiltere ve Rusya arasındaki politika"sı şudur: Kuzeyimizdeki "Rus kapanı"na düşmeden Ruslarla iyi geçinmek; öte yandan İngiltere'nin çıkarlarını Rusya ile birleştirmesine mani olmak. İkisinin çıkarları çatışırsa yaşama şansımız artacak, diğer ülkelerle ilişkilerimizde elimiz rahatlayacaktır.

Hatırlarsınız, Said Nursi'nin "Müstemlekât Nazırı" dediği fakat o sırada Başbakan olan Gladstone, 1882'de parlamentoda eline Kur'an'ı alarak yaptığı konuşmada Mısır Müslümanlarını kastederek, "Bu kitap bu Müslümanların elinde kaldıkça İngilizler hiçbir zaman onlara hakim olamayacaklardır. Yegâne çözüm, Müslümanları Kur'an'dan uzaklaştırmaktır." sözünü söylemiştir. Bu konuşmayı çok sonraları işitecek olan Bediüzzaman, "Ben de Kur'ân'ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu dünyaya ilan edeceğim." diye haykırmış ve bütün mesaisini, sinsi İngiliz siyasetine karşı manevî bir set oluşturmaya adamıştır.


İngiliz Büyükelçisi Sir Henry G. Eliot, Sultan II. Abdülhamid'in huzurunda (1877).

Bediüzzaman'ı harekete geçiren Gladstone, Abdülhamid'in de hasmıdır. Nitekim Büyükelçi Layard'da verilen bir muhtıraya, "Düşmanımız Gladstone'dur" diye yazdıran Abdülhamid'dir. "Türkler pılısını pırtısını toplayıp Asya'ya çekilmelidirler" sözünün sahibi Gladstone karşısında Abdülhamid, kozlarını Eyüp Peygamber sabrıyla kullanmıştı.

İngiltere bir şekilde Mısır'ı işgal etmişti ya, Sultan işgali tanımamakta kararlıydı. Ne yapıp edip Abdülhamid'in elinden, işgali resmen onayladığını bildiren bir belge almak gerekiyordu. Bir ara ikna eder gibi oldular da. İngiliz ordusunun 3 yıl içinde Mısır'dan çekileceğine dair sözleşmeye Kraliçe Victoria dahi imza koydu. Sıra Abdülhamid'in onayına gelmişti. Ne var ki o, hiç beklenmeyen bir hareketle anlaşmayı son dakikada reddetti. Zira bu imza, sadece İngiltere'nin Mısır üzerindeki hakimiyetini -geçici bile olsa- tanımayı getirmekle kalmayacak, Müslümanları emperyalizme teslim etmek anlamına gelecekti. (Mısır'ın hukuken elden çıkışı Lozan'dadır.)

"Hükümranlık haklarım ortadan kalkmadıkça" diyordu

Abdülhamid, "hukuken mülküm olan yerlerde yabancı hakimiyeti ve geçici işgale asla razı olmam." Sen misin razı olmayan! Al sana Ermeni sorunu! Ermeni ayaklanmalarını bastırması bile suç sayılmış, Gladstone Abdülhamid'e yepyeni bir ad bulmuştur: "Kızıl (Kanlı) Sultan." Sanki 1857'deki Hint ayaklanmasında yüzlerce insanı katleden kendisi değilmiş gibi, İngiltere, Ermenilerin hamisi kesilmiştir. Sevdiğinden değil elbette, Abdülhamid'in kestiği hortumları tekrar tesis edebilmek için piyon olarak kullanmak arzusundan.

Lord Ponsonby adlı insaf sahibi parlamenter, Mondros Mütarekesi'nin hemen ardından Abdülhamid'in hakkını parlamentoda şöyle teslim edecektir:

"Abdülhamid Avrupa'nın gördüğü en zarif ve en kurnaz diplomatlardan biriydi. O, Avrupa Birliği (Concert) makinesinin tekerleğine çomak sokacağı ve Düvel-i Muazzama'yı birbirine düşüreceği anı gayet iyi biliyordu."

İngiltere'nin kurt diplomatlarından Aubrey Herbert, 14 Aralık 1911'de Avam Kamarası'nda şunları demiş:

"İngiltere'de sabık Sultan Abdülhamid ve politikası sevilmezdi. Aynı şekilde Abdülhamid de, karakterinde çok nadir görülen bir samimiyetle İngiltere'den hoşlanmazdı. Aklımızda tutmamız gereken iki şey şudur: Abdülhamid yönetimi, fırsatını bulur bulmaz çıkarlarımızı baltalıyordu, yeni yönetim ise Liberal Güçlerin en büyüğü olan İngiltere'nin dostluğuna güvenmektedir."

Çıkarları baltalayanların er geç tasfiyesi, yakın tarihte örneğini defalarca yaşadığımız bir kuraldır

Hasan Cemal
Milliyet Gazetesi
Geçmişi temizlemek, Atatürk’ü bile sansürlemek!
17 Ocak 2010

Bizim ‘resmi tarih‘imiz öyledir ki, Atatürk’ü bile sansüre tabi tutabilmiştir.
Tarih, 24 Nisan 1920.
Atatürk, ilk Meclis konuşmasında sözü 1915’e getirir ve Osmanlı Ermenilerine yapılanları “Utanç verici işler, alçaklık” diye niteler.
Ama Atatürk’ün bu sözleri daha sonra Meclis zabıtlarından sansürlenir.
1923’ün Ocak ayı başları.
Ulusal Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlanmıştır. Mustafa Kemal İzmit’te bir grup gazeteciyle buluşarak basın toplantısı düzenler.
Sanıyorum, Ahmet Emin Yalman’a aittir soru:
“Kürt meselesini nasıl çözmek istiyorsunuz?”
Atatürk, ‘muhtariyet’ten, yani Kürtlerin yaşadığı vilayetlerin ‘özerkliği’nden söz ederek yanıtlar bu soruyu...
Bu da sansüre uğrar.
1960’lı yıllarda Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri toplanırken, 1923’ün gazetelerinde yer almış olan, Atatürk’ün Kürt sorunuyla ilgili bu sözleri kitaba alınmaz.
Atatürk camiden çıkar, gidip Meclis’i açar. Kurtuluş Savaşı döneminde böylesi dönemlerden de geçmiştir Atatürk. Ama bunlar da bilinmez bugün, sansürlenmiştir çünkü...
Kısacası:
Resmi tarih birçok gerçeği saklar.
Kendi insanına güvenmez bu resmi tarihi yazan devlet düzeni, kendi vatandaşlarını karanlıkta tutmak işine gelir.

1960’ların ilk yarısında Mülkiye’de siyaset bilimi okudum, siyasi tarih okudum, sosyoloji okudum.
Ama sıkı durun:
Kürt sözcüğünü duymadım.
Kürt meselesi yoktu.
1915 tek boyutluydu.
Ermeni meselesi yoktu.
Alevi sözcüğü kulağıma çalınmadı.
Cemevi diye bir şey öğrenmedim.
Dersim de yoktu, Sason da...
Bunların hiçbirini öğrenmeden mezun oldum 1965 yılında Mülkiye’den...
Ama ben öğrenmedim diye 1915 de, Ermeni meselesi de, Kürt sorunu da, Dersim de, Sason da, Alevi sorunu da yok olmadı tarihin sayfalarından...
Zamanla şu gerçeği öğrendim:
Tarihten kaçılmaz!
Tarih eninde sonunda insanı ensesinden yakalar.
Türkiye’de de bu yaşanıyor.
Devletin hizmetkârı olarak kendilerini Türkiye’ye tarihçi diye ilanihaye yutturabileceğini sananların foyası özellikle 1990’lı yılların başından itibaren çıkmaya başlamış durumda...
Bu gerçeği bu yakınlarda, Sabancı Üniversitesi öğretim üyeleri Cemil Koçak ile Y. Hakan Erdem’in son kitaplarını okurken bir kez daha anladım.
Koçak’ın kitabı Geçmişiniz İtinayla Temizlenir (İletişim Yayınları) adını taşıyor. Erdem’in kitabının adı da Tarih-Lenk (Doğan Kitap).
İki kitabı da okumakta yarar var.

Dün De Bugün De!!
Mesut Akgül
20 Mart 2010

Ermeniler Siyonistlerin kurbanı, Türkiye günah keçisi;

Görmemek, göstermemek için ısrarla özel çaba harcamayanlar için tüm gerçeklik olanca çıplaklığıyla boncuk gibi ortada, gözler önünde duruyor; hiçbir alet ve vasıtaya gerek olmadan çıplak gözle net görülüyor; yeter ki görülmek istensin…

Öyle ki; “basının amiral gemisi” Hürriyet’in Başyazarı Oktay Ekşi bile saklanamayan bu gerçekliği hiç yadsımadan -İsrail’e hizmet etmek amacıyla çarpıtarak da olsa- pat diye köşesine koyup kör, kör parmağım gözlerine pervasızlığı içerisinde şu sözlerle adeta herkesin gözüne soktu:

“Daha açık konuşalım: Dış İlişkiler Komitesi'nin Yahudi kökenli Başkanı Howard Berman'ın gayretlerine, aslında Türkiye hakkında olumlu değerlendirmeleriyle bilinen Komite Raportörü Yahudi kökenli Alan Makovsky'nin tutumuna, Komitedeki Yahudi kökenli 7 üyenin hepsinin de ‘Evet, Türkler soykırım yapmıştır.’ yönünde oy kullanmalarına... Ve ABD'deki güçlü Yahudi örgütlerinin bu defa ‘ne haliniz varsa görün’ dercesine Türk tezini sahipsiz bırakmasına bakınca gerçek ortaya çıkıyor:

Geçen yılki meşhur ‘Davos’ zaferimiz(!) vardı ya... Hani Başbakan Tayyip Erdoğan'ın İsrail Cumhurbaşkanı'na yedi cihanın gözü önünde, ‘Siz insan öldürmeyi iyi bilirsiniz!’ diyerek terk ettiği Dünya Ekonomik Forumu toplantısı... İşte o skandalın bedelini ödedik.”

“En son Haber. Com” İnternet Sitesinin alıntılayarak “Birileri Oktay Ekşi’ye İsrail Ha’aretz Gazetesi Başyazarı olmadığını söylemeli” şeklinde değerlendirdiği yazı, sözde Ermeni soykırım tasarısının ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komisyonunda 1 oy farkla kabul edilmesini işte böyle izah ediyor!

Evet, işte böyle; bu kadar! Demek ki, Millî Görüş’ü her taşın altında Yahudi aramakla suçlayıp dünyadaki her işe Siyonistlerin mutlaka karıştığına ilişkin söylemlerine komplo teorisi diyenler, şimdiye kadar bu gerçekliği bile bile göz ardı edip insanları yanıltmaya çalışıyorlarmış.

Olayı değerlendiren Başbakan Erdoğan kararın oylamasında yapılan katakulliler nedeniyle tam bir komedi oynandı derken; amacına ilişkin olarak da “Bu karar ABD’ye mi; Ermenistan’a mı yaradı” diye sordu.

Açıkça belirtilmese de bu sorunun zımnen göndermede bulunduğu tartışmasız cevabı “Bu karar ne ABD’ye, ne de Ermenistan’a yaradı; aksine her iki ülkeye zarar verdi. Eğer gözetilen bir yararı varsa sadece İsrail için söz konusudur” şeklindedir.

Keza Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da “Kararın oylanmasında sonucun Türkiye aleyhine çıkması için Yahudi Lobisinin oynadığı belirleyici role ilişkin ne düşünüyorsunuz” şeklindeki bir soruya cevap verirken “Olayı bir Yahudi meselesi haline getirmek istemiyoruz” deyip alakası yok demeyerek yine İsrail faktörünü zımnen kabul etti.

Başbakan’ın yaptığı gönderme ve Dışişleri Bakanının bu gerçekliği yadsımayan ifadeleri Türkiye’nin Yahudi Lobisinin bu tutumunu İsrail hesabına not ettiğini gösteriyor. Geri çekilen ABD büyükelçimiz olsa da faturanın İsrail’e yazıldığı belirgin şekilde hissettirilmiştir.

Ama asıl mesele şudur: Peki, Başbakan Erdoğan’ın Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez’i azarlayıp hakaret etmesinin karşılığı neden İsrail Parlamentosu Kneset tarafından değil de ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komisyonunda veriliyor?

Oysa İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez Davos Platformunda uğradığı o hakaretlerden 10 dakika kadar sonra Başbakan Erdoğan’dan özür dilemiş ve bu dünya kamuoyuna canlı yayın sırasında duyurulmuştu!

Daha sonra da misilleme niteliğinde bazı yetkililerce verilen karşılıklar nedeniyle İsrail her seferinde özür diledi. ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu ABD’nin çıkarlarını ihlal edip Türkiye-Ermenistan ilişkilerine zarar veren bu kararı sadece İsrail çıkarlarını gözeterek 22’ye karşı 23 oyla almıştır. Başkan Obama ve Dışişleri Bakanı Clinton’ın çabaları etkisiz kalmıştır. Ancak tabii, Türkiye resmen İsrail’i değil ABD yönetimini sorumlu tutmuştur.

Hep şunu deriz: YAHUDİ, SAVUNAMAYACAĞI KİRLİ İŞLERİ DAİMA BAŞKALARININ ARKASINA SAKLANARAK, ONLARIN KİMLİĞİ İLE YAPAR. DÜŞMANINA DOĞRUDAN DEĞİL BAŞKASI ÜZERİNDEN ZARAR VERİR. GELECEK TEPKİLERİ TEK BAŞINA GÖĞÜSLEMEK YERİNE BİRLİKTE KARŞILAYACAK PARAVAN ORTAKLAR BULUR.

İsrail, Başbakan Erdoğan’ın rahatsız olduğu açıklamalarına ve Türkiye’nin izlemeye başladığı bağımsız politikalarla çıkarlarına zarar veren yaklaşımlarına doğrudan kendisi karşılık vermek yerine ABD ve Avrupa Birliği üzerinden dolaylı cevap vermeyi yeğlemektedir. Böylece ABD ve Avrupa Birliği ile ilişkilerini bozarak Türkiye karşısında kendine zorunlu müttefikler haline getirmeye çalışmaktadır.

İsrail, ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri yönetimleri nezdinde büyük desteğe sahip olsa bile uzun vadede bu desteğini yitirmemek için kamuoylarını da etkileyecek şekilde Türkiye ile aralarını bozmak amacıyla her fırsatı sonuna kadar değerlendirmektedir.

Ayrıca bir de Türkiye’yi, ABD ve Avrupa Birliği yönetimlerini kullanarak vesayeti altına alıp hiçbir konuda İsrail’i aşarak bu ülkelerle doğrudan ilişkiler kurmasın diye kendine mahkûm etmeye, ipotek altına almaya çalışmaktadır.

Bugün Ermeni diasporası üzerinden soykırım iddiasını sürekli gündeme getirip kullanarak Türkiye’nin Ermenistan ile arasını bozmaya, Batı ile ilişkilerini vesayet altına almaya, böylece İsrail hesabına kazanımlar sağlamaya çalışan Dünya Siyonizm’inden başkası değildir. Bu bugün böyle olduğu gibi dün de böyleydi.

Haydi, soykırım demeyelim ama Tehcir olayı da ta başından beri tamamen Siyonistlerin tezgâhladığı, Ermenilerin kurban edilip Türkiye’nin günah keçisi yapıldığı, kitlesel katliamlara yol açan, her türlü kötülüğün örgütlendiği bir planlı, programlı tarihi operasyondur.

Ermeni Tehciri sadece, Selanik ve Balkanlardan Müslüman diye göç ettirilip Anadolu’ya getirilen Sabetayist Yahudilerin kurucu unsur olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni bir gizli Yahudi devleti olarak inşa etmeleri amacına hizmet etmiştir.

Buna karşın Tehcir nedeniyle ortaya çıkan kargaşa ve çatışmalardan, olumsuzluklardanmeniler ve Rumlar bütün bu toplumsal trajedileri, büyük dramları yaşarken; Dünya Siyonizm’inin sağladığı uluslar arası konjonktür ve baskı nedeniyle başta düveli muazzama olmak üzere diğer bütün Hıristiyan Avrupa ülkeleri seyirci kalıp hiçbir şekilde seslerini çıkartmamışlardır!

Osmanlı Devleti’nin en zayıf döneminde Anadolu’daki bu iki kadim Hıristiyan azınlığa karşı uygulanan sürgün ve arındırma operasyonlarına Hıristiyan Dünyasının bu şekilde göz yumup izin vermesi Dünya Siyonizm’i faktörü dışında başka türlü nasıl izah edilebilir?

Kim ne derse desin, ne yaparsa yapsın, hangi dezenformasyonlara başvurursa vursun, ne tür komplolarla yaşanan tarihi farklı mecralara sürükleyip başka türlü göstermeye çalışırsa çalışsın; Ermeni Tehciri ve Rum Mübadelesinin, Dünya Siyonizm’inin, Osmanlı Devleti’ni tasfiye edip Türkiye Cumhuriyeti’ni bir örtülü Yahudi Devleti olarak kurma amacına yönelik yaptığı planın bir parçası olarak programladığı ve gerçekleştirildiği realitesi asla değiştirilemez.

Bir kere Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran çekirdek kadronun, İngilizler İstanbul’u işgal ederken merkezi Ankara’da kurulacak devletin sınırlarını ve niteliklerini bildikleri bugün belgeleriyle ortaya çıkmış bulunan bir tarihi gerçekliktir.

Sabetayist Yahudi unsurların, Osmanlı yönetimindeki toplumlar içerisinde son derece etkin konumlara sahip bulunan Anadolu’daki en kadim iki Hıristiyan azınlık olan rakip konumundaki Rum ve Ermeni toplumlarından bir şekilde kurtulmadan kurucu irade olarak yeni devlete sahip olmaları asla mümkün olamazdı.

Çünkü ileride her sahada ortaya çıkması kaçınılmaz rekabet ve ihtilaflar nedeniyle Rum ve Ermeni topluluklarının, Sabetayist Yahudiler karşısında Hıristiyan unsurlar olarak Batılı Toplumlar tarafından sahiplenilip himaye görmeleri ihtimali büyüktü. Ayrıca Ortodoks olmaları nedeniyle Rusya’dan da himaye ve destek görmeleri söz konusuydu.

İşte Dünya Siyonizm’i bütün bu kaçınılmaz handikapları ortadan kaldırmak için Anadolu’yu bu iki etkin Hıristiyan azınlıktan arındırıp Sabetayist Yahudi toplumu için kılçıksız bir ülke, sorunsuz bir rejim oluşturmak durumundaydı. Üstelik devam eden 1.Dünya Savaşının sağladığı elverişli bir konjonktür, her türlü bahane ve gerekçe de söz konusu iken bu fırsat kaçırılır gibi değildi.

Sabetayist Yahudi unsurların, her zaman dış destek bulabilecek rakip Ermeni ve Rum azınlıklardan kurtulduktan sonra geriye kalan ezici Müslüman çoğunluğu kolay zapturapt altına alabilecekleri düşünülüyordu. Çünkü Osmanlı Devleti dağıtıldıktan sonra bütün İslam Âlemi işgal altına alınacak ve Anadolu Müslümanları sahipsiz ve yardımsız kalacaklardı. Nitekim öyle de oldu.

Başsız ve sahipsiz bırakılan Müslüman Anadolu halkını devlet yönetiminden, siyasetten, ekonomiden, sosyal, toplumsal ve kültürel hayattan soyutlayıp kırsal alana mahkûm etmek; fakir, cahil, köylü, kültürsüz bir toplum haline getirmek, dininden uzaklaştırarak asimile edip sindirmek ve paryalaştırmak zor olmadı. Bütün bunlar Lozan Konferansı sırasında İsmet İnönü’ye danışmanlık yapan Mısırlı Haham Haim Nahum doktrini uygulanarak gerçekleştirildi.

Müslüman Anadolu halkı üzerinde her türlü ayırım, dışlama, baskı, dayatma ile sistematik asimilasyon uygulamaların yürütüldüğünü, Millî Selamet Partisi’nin 1973 Genel Seçiminde 1milyon 200 bin oy alarak 52 parlamenter çıkarmasını değerlendiren 2.Cumhurbaşkanı İsmet İnönü “Bir bakıma iyi oldu; 50 yıl sonra kaç kişi kaldıklarını öğrenmiş olduk” sözleriyle itiraf ediyordu.

Cumhuriyet’in 23 Ekim 1923’te ilan edilmesinden itibaren Millî Görüş’ün ikinci partisinin ilk kez girdiği 14 Ekim 1973 Genel seçimine kadar geçen 50 yılda Müslümanlara uygulanmadık baskı, zulüm, sindirme ve yok edip kökünü kazıma yöntemi bırakılmadı. Buna rağmen halen ülkede kaç Müslüman’ın dini bilincini muhafaza edebildiğinin tüm siyasi hayatını buna adamış bulunan İsmet İnönü için merak konusu olması normaldi.

İsmet İnönü, merak ettiği sonucu öğrendikten sonra o yıl vefat etti. Artık gözleri açık mı gitti; yoksa muradına ermiş olarak mı hayata veda etti bilinmez.

Ermeni Tehciri ve Rum Mübadelesinin Sabetayist Yahudi unsurların kurucu unsur olarak Türkiye’yi bir Tekelistan haline getirdikleri gerçekliğini teyit eden gelişmeler daha sonra da devam etmiştir. Çünkü Anadolu’nun Tehcir ve Mübadele ile Rum ve Ermeni azınlıklardan arındırılmasına karşın İstanbul’da hala hatırı sayılır bir Ermeni ve Rum nüfus vardı.

İstanbul’daki Rum ve Ermeni nüfusu da göçe zorlayıp Sabetayist Yahudi Toplumu için tam bir Tekelistan oluşturmak için İsmet İnönü döneminde yalnızca azınlıklara yönelik Varlık Vergisi diye bir özel vergi getirildi. Düşünün, bir insanlık suçu olan bu ayırımcılığa da yine ABD ve Avrupa ülkeleri yönetimleri göz yumup görmezden geldiler!

Spesifik olarak azınlıklara getirilen Varlık Vergisi Yasası Rumları, Ermenileri, bir de açık kimlikli Yahudileri kapsıyordu. Sabetayist Yahudiler ise Müslüman sayıldıkları için kapsam alanına girmiyorlardı. Böylece Rumlar ve Ermeniler göçe zorlanıp Türkiye bu iki azınlıktan tamamen arındırılırken açık kimlikli Yahudiler de Dünya Siyonizm’inin öteden beri yürütmekte olduğu İsrail’e göç planı çerçevesinde Türkiye’yi terk etmeye zorlanıyorlardı.

Dünya Siyonizm’i Türkiye’deki bu bir insanlık suçu olan Varlık Vergisi Yasasına destek verdiği için medeni (!) Batı Dünyası göz yumup gıkını bile çıkaramıyordu!

Sabetayist Yahudi unsurların yönetimindeki Türkiye’yi Ermeni ve Rum iki azınlıktan arındırmak için yapılanlar bu kadarla da kalmadı. Dahası yapıldı. İnönü’den sonra Demokrat Parti iktidarında ise 6-7 Eylül olayları diye bilinen, Rum ve Ermeni halkına karşı resmen devlet eliyle başlatılan yağma, talan ve çapul hareketi de Tehcir, Mübadele ve Varlık Vergisi Yasası uygulamasına rağmen hala yerlerini yurtlarını terk etmeyen bu iki azınlık mensuplarını göçe zorlamaya yönelik tertiplenen operasyonlardı.

İlginçtir, daha 1955 yılında resmen devlet tarafından planlı ve organize şekilde yürütülen bu insanlık dışı operasyonlar da sözde medeni Batı Dünyasında en ufak bir tepkiye yol açmıyordu. Çünkü tüm bu insanlık dışı ahlaksız uygulamalar Siyonist plan çerçevesinde yürütülüyordu.

Aman Allah’ım; Siyonizm nelere kadirdi!

Evet, 1915 yılında Ermeniler Tehcire tabi tutularak Anadolu’dan sökülüp sürülürken uygar (!) Batı Dünyası gıkını çıkarmazken; şimdi bir asır sonra adına soykırım diyerek Türkiye’yi bir kaşık suda boğmak için fırtınalar koparıyor!

Bunu yaparken yine, İsmet İnönü’nün CHP iktidarında bir insanlık suçu işleyerek spesifik olarak azınlıklara yönelik çıkardığı Varlık Vergisi Yasasının hesabını soran yok. Keza Demokrat Parti iktidarında azınlıklara yönelik devlet eliyle planlı ve organize yürütülen çapul, yağma, talan için de herhangi bir hesap sorulmuyor…

…Ve çok önemli bir hususa daha dikkatleri çekmek istiyoruz: Sözde Ermeni soykırım iddiaları ne zaman dünya gündeminde yer almaya başladı; hiç düşündünüz mü?

ABD tarafından planlandığı ve yürürlüğe konduğu artık Mısır’daki sağır Sultana kadar herkesin bildiği 12 Eylül 1980 askeri darbe yönetiminin dış güçlerin güdümünden çıkıp millî çıkarlarımızı esas alan bağımsız politikalar izlemesi üzerine patlak veren ASALA terörü ile başladı!

Daha da somutlaştırırsak; Kenan Evren’in Sivas’ta tertiplenen mitingde “Kimse bizden bu tencereyi kirletenlere tekrar teslim etmemizi beklemesin, kolay temizledik!” sözleri ile Ecevit ve Demirel’in siyasete dönmesine izin vermeyeceğini ima etmesi üzerine patlak verdi ASALA terörü!

Ancak diplomatlara yönelik eylemler gerçekleştiren ASALA’nın iki nedenden ötürü Siyonizm’in amacına hizmet etmediği kısa sürede fark edildi. Birincisi, öldürülen diplomatların tamamına yakını Sabetayist Toplum unsurlarıydı; çünkü Dışişleri Bakanlığına Sabetayist olmayanların kapıdan içeri adım atmaları bile olası değildi. Bu yüzden diplomatlara yönelik bu katliamlar yanlıştı.

İkincisi ve asıl önemlisi, her diplomatımızın katledilmesi sonrasında gösterilen tepkiler ve oluşan Batı karşıtlığı nedeniyle ülkede milli birlik ve beraberlik ruhu canlanıyor, sağ-sol ayrılıkları külleniyor ve daha da önemlisi 12 Eylül yönetimi ASALA eylemleri nedeniyle güçlenip kamuoyu nezdinde itibar kazanıyordu. Bu yüzden ASALA organizasyonuna derhal son verilerek bu kez PKK için revize edilip vizyona konuldu.

Daha sonra Ecevit ve Demirel’in yasakları kaldırılıp siyasete dönmelerine imkân verildiği halde Türkiye 12 Eylül çizgisinden bir türlü çıkarılamadı. Bu yüzden de bir yandan PKK terörü desteklenirken öte yandan Ermeni soykırım iddiaları gündemdeki yerini koruyup arttırarak devam ettirildi.

Daha sonra Türkiye’yi 12 Eylül sürecindeki çizgiden koparıp yeniden 1980 öncesi şablona geri getirip oturtmak için bu kez 28 Şubat post modern darbe süreci başlatıldı. Çok kısa sürede bu süreç de tersyüz edilerek 12 Eylül çizgisi güçlendirilerek sürdürülürken; potansiyel karşı hamlelere fırsat verilmemek üzere her sahada büyük tasfiyeler gerçekleştirildi.

Sonuçta Sabetayist Toplum unsurlarının sermaye, medya ve siyasetteki tekelleri kırılıp ülkenin yönetimi hızla tamamen el değiştirmeye başladı. Nihayet Millî Görüş geleneğinden gelenler Başbakan, Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı olup ülke yönetimi tamamen Sabetayist unsurlardan kurtarıldı. Üstüne üstlük Ergenekon Davası ile de Sabetayist Unsurlar yargı önüne çıkartılıp Cumhuriyetin kurucu iradesini temsil eden unsurlar itibarsızlaştırılarak ülke yönetiminde söz sahibi olmaktan tamamen uzaklaştırılmaya başlandılar.

Cumhuriyet tarihi boyunca sadece İsrail ile dost olup bütün komşu ülkelerle kanlı bıçaklı ve düşman olan Türkiye, şimdi tam aksine bütün komşuları ile sıfır sorunlu hale gelerek yalnızca İsrail ile kanlı bıçaklı olacak noktaya geldi.

İşte şimdi bu kez İsrail, Yahudi Lobisini devreye sokarak ABD ve Avrupa Birliği ülkelerini soykırım iddiaları ile Türkiye aleyhine kışkırtıp Ermeni halkı üzerinden hedefine ulaşıp sonuca varmaya çalışmaktadır.

Dünya Siyonizm’i 1915’te İttihat ve Terakki yönetimi eliyle Ermeni Tehcirini gerçekleştirip bunca trajediye yol açarken gıkını çıkarmayıp seyirci kalan Hıristiyan Dünyası ise bu kez İsrail’in kışkırtmaları ile sözde Ermenileri savunmak adına soykırım iddialarına dört elle sarılmış bulunuyor.

Daha dün Ermenilere ve Rumlara yönelik Varlık Vergisi Yasası uygulamalarına ve 6-7 Eylül 1955 günleri İstanbul’un ortasında dünyanın gözleri önünde devlet tarafından gerçekleştirilen çapul ve yağma olaylarına seyirci kalıp sesini çıkartmayan Batı Dünyası şimdi kalkmış soykırım yaygaraları ile sözde mağdur edilen Ermeni halkının haklarını arıyor.

Oysa Ermenilerin başına gelen bütün felaketleri Dünya Siyonizm’i getirdi. Bir Ermeni aydını olarak gazeteci yazar Hrant Dink bütün bu gerçekleri bildiği ve anlattığı için suikasta hedef yapıldı. Bir televizyon programında müteveffa Hrant Dink canlı yayında bizzat şunları söylemişti: Bizim Ermeni büyükleri arasında “BAŞIMIZA NE GELDİYSE HEP YAHUDİLERİN PARMAĞI ALTINDAN ÇIKTI” sözü sürekli dile getirilirdi!

Yine, bütün her şeye rağmen yurdunu terk etmeyen yaşlı bir İstanbullu Ermeni de bir televizyonun canlı yayınında şunları söylüyordu: 6-7 Eylül 1955 olayları İttihatçı zihniyetin hep yapa geldiği bir geleneksel provokasyonu idi. Kesinlikle Müslüman Türk halkının yaptığı bir eylem değildi!

Nitekim Avrupa’da ve Ermenistan’da da birçok Ermeni aydını bu gerçekliğin farkındadır ve imkân buldukça da dile getirmeye çalışmaktadırlar. Ne yazık ki genel anlamda ne Rumlar, ne Ermeniler ve ne de Müslüman milletimiz bu gerçeklerden haberdardır.

Çünkü Türkiye’ye ve dünyaya egemen olan Siyonist güç odakları bu gerçeklerin ortaya çıkarılmasına ve bilinmesine fırsat vermemektedirler. Aksine tarihi acı olayları çarpıtıp Rumları, Ermenileri ve Türkiye’nin Müslüman halkını karşı karşıya getirip kendileri hep üste çıkmaktadırlar.

Ancak, gerçeklerin zeytinyağı gibi nihayet mutlaka bir şekilde su yüzüne çıkmak gibi bir özelliği vardır. Bu yüzden sözde soykırım iddialarının devam ettirilmesinde, konunun Türkiye ve dünya gündeminde yer alıp tartışılmasında kesinlikle yarar görüyoruz. Çünkü konu irdelenip mıncıklandıkça nihayet bir şekilde gerçek iç yüzü ortaya çıkacak ve komplocu Yahudi zihniyeti bir kez daha bu vesile ile insanlık tarafından lanetlenecektir.

Özellikle Türkiye İsrail ve Dünya Siyonizm’inin etki alanından süratle çıkıp kurtulurken; bu çarpıtılan tarihi hadisenin üstü örtülen içyüzünün bütün çıplaklığı ile ortaya çıkartılıp dosdoğru şekilde insanlık önüne konulması hiçbir şekilde engellenemez. Bu süreç hiç kuşkusuz ki Türkiye’nin lehine, İsrail ve Dünya Siyonizm’inin aleyhine olacaktır. İsrail, Türkiye için kazmakta olduğu kuyuya kendi düşecektir.

aktifhaber

Etiketler: ulu hakan abdulhamid han osmanlı ingiltere asya hilafet tasfiye Lord Ponsonby Rusya Yıldız Esas Evrakı lozan antlaşması inönü mustafa kemal atatürk meclis Devlet-i Aliyye İttihat ve Terakki tc

"Dersim'i vurun" emrini Atatürk mü verdi?
Mustafa ARMAĞAN


"Dersim'i vurun" emrini Atatürk mü verdi?

Hazin bir fotoğraf. Kimi oturmuş, kimi de ayakta poz vermiş objektiflere. İstiklal Madalyalılar bile var içlerinde. Kimler mi bu fotoğraftakiler? Şeyh Said isyanında devlete yardım eden Dersimli Kürt aşiret reisleri.

Farklı kimlikte iki kişi oturuyor ortada: Malatya Valisi Bozan Bey ile Elazığ Valisi Ali Cemal (Bardakçı). İsyanı bastırmakta gösterdikleri yararlılığa teşekkür edilmiş anlaşılan. Hepsi birer kahraman edasında. Ne var ki, 12 yıl sonra hemen hepsi bir zamanlar kendilerini ağırlayıp teşekkür eden, onurlandıran devlet tarafından ortadan kaldırılacaklardır. Kullanıldıklarını fark ettiklerinde ne yazık ki, geç olacaktı.

Velhasıl 1926'da ödüllendiren devlet, 1937-38'de on binlerce asker, kurşun, bomba, uçak, zehirli gaz, ne bulursa onları öldürmek için acımasızca seferber etmekten çekinmemiştir.

Peki Osman Pamukoğlu'nun deyişiyle, Dersim'in emrini Atatürk mü vermiştir?

Maalesef kitaplarımız genelde Dersim, özelde ise Atatürk'ün rolü konusunda ya suskun kalmayı yeğlerler (neme lazım?), ya da resmî tarih dışında tek bir kelime etmemeye özen gösterirler (susma hakkı).

Mesela 2008'de çıkan tam 1.230 sayfa tutarındaki bir "Gazi" kitabında Dersim'den tek kelimeyle olsun söz edilmez. Aynı tarihte piyasaya çıkan 600 sayfaya yakın bir "Atatürk" kitabında da katliamdan söz edilmesini boşuna beklersiniz. Toplamı 8-9 cilde ulaşan Devrim Tarihlerinden birinde "içte olumsuz gelişmeler" bağlamında söz edilir Dersim "ayaklanması"ndan. Yüzeysel, içi boş ve yanlı/yanlış bilgilerle dolu tam 12 sayfa...

Ama aynı günlere rastlayan Hatay'ın bağımsızlığı çabalarından sayfalarca söz edildiğini tahmin edersiniz. Tabii kazanç olunca iyidir; "olumsuz gelişmeler" ise unutturulur.

Aslı Trabzon'da bulunan haritanın üzerine harekât planları çizmiş olması gibi belgeleri şimdilik bir kenara bırakalım: İkinci Dersim harekâtında Başbakan olan Celal Bayar ile o tarihte Malatya Emniyet Müdürü olan İhsan Sabri Çağlayangil'in hatıralarında ortak olarak beliren bir noktayı vurgulayacağım. Her iki devletlû anlatıda da, Dersim'in sorumluluğunun sadece İnönü'nün üstüne yıkılamayacağını, başta Atatürk olmak üzere Fevzi Çakmak ve 1938 harekâtında Başbakan olan Celal Bayar'ın da sorumluluğu paylaştıklarını öğrenmekteyiz.

Şimdi bu iki hatırayı görelim. (İnternette Kılıçdaroğlu'nun yaptığı belirtilen Çağlayangil röportajında, 1990'da çıkan "Anılarım" adlı kitabından aşağıya aldığım Atatürk'le ilgili kısım atlanmıştır.)

İhsan Sabri Bey "Dersim isyanı"nın bir karakolun basılarak 33 erin şehit edilmesi üzerine başladığını söylüyor. Bunun üzerine Atatürk olayla ilgileniyor ve şu kesin talimatı veriyor: "Bu meseleyi kökünden hallediniz." Kılıçdaroğlu'nun yaptığı söylenen röportajda ise Çağlayangil Dersim'e askeri vali olarak atanan Abdullah Alpdoğan Paşa'ya, Atatürk'ün adı zikredilmeksizin "Bütün ordu iştirak etsin, bu Dersim'i temizleyin" emrinin verildiğini söylüyor.


Dersimli aşiret reisleri Çankaya'da ağırlandıktan sonra bir hatıra fotoğrafı çektirmişler. Yıl 1926. 1938'e geldiğimizde reislerin hemen tamamı öldürülmüş olacaktır.

Çağlayangil, Dersim operasyonu sürerken Elazığ'da görevlendirilir. Seyyid Rıza yakalanmıştır. İdam edilecektir. Tam bu hengâmede Atatürk Elazığ'a gelir (o sırada ağır hastaydı, ölümle pençeleşiyordu diyenlerin kulakları çınlasın). Görünüşte bir köprü hizmete açacaktır. Ancak köprünün açılışı tam da idamlara rastlatılır. Dersimliler de Atatürk'ün önüne çıkarak idamlıkların affını isteyeceklerdir ki, derin devlet bir daha harekete geçer. O Elazığ'a gelmeden idamlar gerçekleşmelidir! Tatil matil dinlemez Çağlayangil, idam kararını türlü oyunlarla çıkartır. O saatte elektrikler kesik olduğu için otomobil farlarının ışığında idam sehpasına çıkarılan Seyyid Rıza, ipi kendisi boynuna geçirir, sandalyeye kendisi tekme atar ve infazını celladına bırakmaz.

Atatürk Elazığ'a gelir. İdamların infaz edildiği geceyi trenini kör makasa aldırarak uyuyarak geçirir. Sabahleyin Çağlayangil kendisine Seyyid Rıza'nın sehpada sallanırken çekilmiş bir fotoğrafını gösterir. Atatürk idam fotoğraflarını imha etmesini söyler.

Zamanın Malatya Emniyet Müdürü Çağlayangil'in özetleyebildiğim anıları, Atatürk'ün Dersim meselesinin "kökten halledilmesi" emrini verdiğini, idamlar sırasında özellikle bölgede bulunduğunu ve konuyla yakından ilgilendiğini açıkça ortaya koymaktadır.

Celal Bayar'ın 12 Eylül 1987 tarihli "Tercüman" gazetesinde Kurtul Altuğ'a yaptığı açıklama da bu bilgileri destekler mahiyette. Bayar'ın sözleri epeyce ilginçtir:

"[Fevzi Çakmak, Atatürk ve ben] Dersim'de yapılan büyük ordu manevralarındayız. Dersim'in, o halde kalırsa, her zaman ordunun emniyeti bakımından tehlike olacağını görüşüyorlardı. O sırada biz konuşurken Dersimlilerin jandarma karakollarından üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk benim yüzüme baktı. 'Ne olacak?' dedi. Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Atatürk, 'Mesuliyetini üzerime alıyorum, vuracağız Dersim'i' dedi ve vurduk."

Bayar'ın sözlerinden, Çakmak ve Atatürk'ün Dersim'deki manevralara katıldıklarını, baş başa verip Dersim'in 'tehlikeli' durumunu görüştüklerini, baskın haberleri üzerine de Atatürk'ün sorumluluğu üstlenerek Dersim'in vurulması emrini verdiğini öğreniyoruz. Hatta 4 Mayıs 1937 tarihli Bakanlar Kurulu toplantısına katıldığını ve Dersim'i ıslah kararının altında imzası bulunduğunu da biliyoruz. Ancak anılarını aktardığımız bu iki tanık bize Atatürk'ün o tarihte Dersim'le yakından ilgilendiğini ve birisinde "Bu meseleyi kökünden hallediniz", öbüründe ise "Sorumluluğunu alıyorum, Dersim'i vurun veya temizleyin" emrini verdiğini net olarak göstermektedir.

Kitaplara ne kadar susturucu takarsanız takın, gerçeklerin tencerenin kenarından taşmak gibi kötü huyları vardır.

29 Ağustos 2010-Zaman

"Dedem hain değildi"
Sultan Vahideddin'in torunu Hanzade Özbaş, Tarihin Arka Odası'nda konuştu
05 Aralık 2010

Sultan Vahideddin'in torunu Hanzade Özbaş, Tarihin Arka Odası programında Murat Bardakçı, Erhan Afyoncu ve Pelin Batu'nun sorularını yanıtladı.

Sultan Vahideddin'in ailesinden bir kişinin ilk kez bir canlı yayına katıldığı programda Özbaş, "Dedeniz hain miydi?" sorusunu yanıtladı:

"Dedem hain değildi. Ben, ilkokulda dedemin hain olduğu yazıları okumak zorunda kaldım. Öğretmen, okuma sırası bana geldiğinde tam o satırları bana okutuyor. 'Benim dedem hain değildi' deyip sınıftan çıkıp gitmişim. Ortaokulda tekrar aynı hakarete maruz kaldım. Tarihten ikmale kaldım bu yüzden. Lise sonda tarih hocam beni çok hoş tuttu, o bana çok sevdirdi tarihi. Orada da tarihten kaldım. Çalışmadım. Dedemin 'hain' olduğunu okuyarak nasıl o derse çalışırım. Sultan Vahideddin'in hain olmadığını çok iyi biliyorum." Habertüek


En son Ekim tarafından Pzr Eyl 26, 2010 9:35 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Oca 25, 2010 12:38 am    Mesaj konusu: Tabutluktan işkence anıları Alıntıyla Cevap Gönder

MUSTAFA ARMAĞAN
m.armagan@zaman.com.tr
07 Şubat 2010, Pazar
"19 Nisan 1919'da Trabzon'a çıktım"



Ölümünün 62. yıldönümü vesilesiyle geçtiğimiz 25 Ocak günü Genelkurmay Başkanlığı tarafından düzenlenen Kâzım Karabekir'i Anma Töreni'nde konuşan Org. İlker Başbuğ, Paşa'nın bazı sözlerini Balyoz Harekâtı İddiası'nı boşa çıkarmak için kullanmıştı.
Yalnız Sayın Başbuğ'un konuşmasında andığı sözler ile Karabekir'in orijinal ifadesi arasında bir kelimenin farklı olduğu gözden kaçmadı.

İlker Başbuğ konuşmasında Karabekir'in sözlerini şöyle aktarıyordu:

"Vatandaş! Yanlış bilgi felaket kaynağıdır. Her işin evvela hakikatini ara ve öğren, sonra münakaşasını istediğin gibi yap. Birincisi, hakikatin aranması ve öğrenilmesi konusu senin vicdanına; ikincisi ise münakaşadaki durum kişilerin seviyesine ve irfanına, bilgi birikimine dayanıyor. (...) (H)erkes (...) önce vicdanına, sonra da seviyesine, bilgisine dayanarak hareket etmeli."

Eğer bir dil sürçmesi değilse Sayın Başbuğ'un önündeki metni hazırlayan uzman, Karabekir'in bir kelimesini yanlış yazmıştır. Diyeceksiniz ki, bu tür hataları hepimiz yapıyoruz, Genelkurmay Başkanı yapmış çok mu? İyi ama biz tarihimizi böyle mi 'doğru' anlayacağız? Emrinde binlerce uzman bulunan ülkemizin en seçkin kurumlarından birinin başkanı 5 cümlelik bir alıntıda bu hatayı yapabiliyorsa işin hakikatini nasıl araştıracağız?

Geçen hafta da sormuştum: Genelkur-may'ın Karabekir Paşa açılımı iyi güzel de, onun ciltlerce kitapta ortaya koyduğu ve resmi anlatıya taban tabana zıt mahiyetteki 'alternatif inkılap tarihi'ni nereye koyacağız?

Bu yazıda "yakın tarihin Pandora'nın kutusu" dediğim Karabekir'in tezlerini daha geniş olarak ele alacağım. Aşağıdaki radikal iddialarından açıkça görülecektir ki, eğer yakın tarihimiz Karabekir Paşa gözüyle yazılmış olsaydı, bugün bambaşka türden bir inkılap tarihi okuyor olacaktık.

Ben bu yazıda bu "Cıss" diyen birilerine aldırış etmeden Karabekir'in gözüyle İstiklal Savaşı ve Cumhuriyet'in kuruluş seyrini anlatacağım. (Özet bana ait ama bilgiler tamamen Karabekir Paşa'nın kitaplarından derlenmiştir; kaynaklarını merak edenler lütfen yeni kitabımı beklesinler.)

7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa Filistin'de yenilen ordusunu perişan bir şekilde geri çekerken, Yıldırım Orduları Grubu'nun başına atandı; toplayabildiği kuvvetleri Adana'ya kadar çekti. Orada Mondros Mütarekesi'nin imzalandığı haberi geldi. Benim başında bulunduğum 15. Kolordu (eski 9. Ordu) ise elde kalan en güçlü askeri birlikti. Morali düzgündü ve yenilmemişti.

Ancak Mütarekeyle birlikte ben de İstanbul'a dönünce bu kadar karargâhsız generalin İtilaf güçlerinin avucunun içinde durmasının tehlikeli olduğunu gördüm, hepimizi birden yakalayıp Malta'ya sürseler, Doğu'dan başlayacağına inandığım Milli Mücadele'yi kim yapacaktı?

İşte bu yüzden hem Padişah Vahdettin, hem de Fevzi Çakmak, İsmet ve Mustafa Kemal Paşalarla yaptığım görüşmelerde Anadolu'ya geçmekten başka çare olmadığı fikrini işledim. Padişah 'ümidim sizde' diyordu. En ümitsizi ise İsmet Paşa idi. Köye dönüp çiftçilik yapmayı bile düşünüyordu. Fevzi Paşa ondan beterdi. İstanbul'da kalıp siyasete atılmayı düşünen Mustafa Kemal Paşa ise Şişli'deki evinde yaptığımız baş başa görüşmede (o sırada ameliyatlıydı, hasta yatıyordu) benim Anadolu'ya geçme fikrime biraz soğuk baktı ve "Bu da bir fikirdir, sonra görüşürüz" dedi.

12 Nisan 1919'da İstanbul'dan hareket ederek Milli Mücadele'yi bizzat başlattım. "Siyasî ve askerî esas planlarını tespit ettim." Bir hafta sonra 19 Nisan'da Trabzon'a çıktım. İzmir'in işgali üzerine ilk mitingi Trabzon'da düzenlettim, daha o sırada Mustafa Kemal Paşa Samsun'a bile çıkmamıştı. 1918'de Rus işgalinden kurtardığım Erzurum ve Doğu illeri bana sadıktı. Kurtuluşun Doğu'da olduğundan adım gibi emindim. Trabzon'da Miralay (Albay) rütbesinde bir Osmanlı Şehzadesi ile karşılaşmam ilginçtir. Adı, Cemaleddin Efendi idi (Abdülaziz'in torunu).

17 Haziran günü "küçük Erzurum Kongresi" toplandı. Öte yandan Amasya Genelgesi az daha başımızı derde sokacaktı, zira askerî bir ihtilal havası vardı. Bunu dünyaya kabul ettiremezdik. Oysa Wilson prensiplerine göre bizim halkla beraber, millet olarak harekete geçmemiz gerekiyordu. Asker bu harekete sadece kol kanat gerecekti.

Bunun içindir ki, sivil bir olum olmasına önem verdiğimiz Erzurum Kongresi'ne katılmadım, İstanbul'dan tutuklama emri elimde bulunan Mustafa Kemal'i "Hepimiz emrinizdeyiz Paşam" diye selamlayarak karşıladım. Mustafa Kemal Paşa sendeleyerek üzerime atıldı, boynuma sarılarak yanaklarımdan tekrar tekrar öptü, teşekkür etti. Kendisine rahatça çalışabilmesi için askerlikten istifa etmesi gerektiğini söyledim. Lakin etmedi, bunun üzerine askerlikten uzaklaştırıldı, arkasından geç de olsa istifa etmek zorunda kaldı. Böylece sivil olduğu için Erzurum Kongresi'ne katılması imkân dahiline girdi.

Erzurumlular onu, milli hareketi önlemek için İstanbul hükümetinin gönderdiğinden şüpheleniyorlardı, ben bu şüpheyi teminat vererek giderdim. Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey benim etki ve baskımla üye seçildiler, M. Kemal'i başkan seçtiren de benim. Böylece Milli Mücadele, Erzurum Kongresi ile başlamış oldu. Hayret edilecek şey: Mustafa Kemal Paşa istifa etmesine rağmen askerî üniformayı ve yaverlik kordonunu üzerinden çıkarmamıştı. Bu yüzden Kongrenin başlangıcında tartışma çıktı, sonunda sivil giyinerek tekrar gelmek durumunda kaldı...

Görüldüğü gibi her cümlesi dinamit gibi olan iddialar bunlar. Resmi tarihe taban tabana zıt, her biri başlı başına bir tartışma konusu. Ancak madem inkılap tarihini Karabekir Paşa gözüyle (en azından Org. Başbuğ'un dediği gibi gerçeği arayış yöntemini göz önünde tutarak) yazacağız, o zaman iddialara biraz daha devam etmemiz gerekiyor.

Son olarak Karabekir, "Nutuk"un ilk cümleleri olan "19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktım. Genel durum ve manzara"nın kendisi açısından nasıl göründüğünü de yazmayı ihmal etmemişti. Bu radikal bir iddiaydı ve o cümleler çok şeyi anlatıyordu:

"19 Nisan 1919'da Trabzon'a çıktım. Şarktaki askeri vaziyet şöyleydi..."


Tabutluktan işkence anıları!

24 Ocak 2010, 18:49 Bahadır Serhad

Geçen hafta vefat eden Ordinaryüs Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan'ın tabutluktan işkence anıları: "Almanya'dan özel ampul getirip gözümü kuruttular"

Geçtiğimiz salı günü defnettiğimiz Ordinaryüs Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan, Sorbonne ve Columbia Üniversitelerinde akademik çalışmalar yapar ve bir kısmı yabancı dilde 39 kitaba imza atar.
Velüd bir kalemdir, çeşitli gazete ve dergilere makaleler yollar, film ve dizi senaryoları hazırlar. Kızılderililerin Türklüğü konusunda sunduğu belgeler hayli yankı bulur üniversite camiasında ama dönemin siyasileri tarafından pek sevilmez.

Türkiye gazetesinden İrfan Özfatura, Türkkan'ın tabutlukta uğradığı işkenceleri anlattı....

Tabutluktan gurbete bir dava adamı

Yıl: 1944...
Yer: Ankara
3 Mayıs günü Türkçü gençler Rusya'yı tel'in etmiş, İstiklal Marşı söylemiş, kahrolsun komünistler diye bağırmıştırlar.
Tam dağılıyorlardır ki atlı polisler gelir ve kalabalığı coplar. Gençler de mukabelede bulunurlar. Sıradan bir hadisedir ama İsmet Paşa pek kızar, devletin gücünü gösterecektir onlara!
Orda olsun ya da olmasın “kafası koparılacakların” listesi yapılır, Halid Ziya'nın oğlu Reha'yı da unutmazlar.
Genç hukukçuyu, gazeteci Ziyad Ebuzziya uyandırır “haberin olsun Reha” der, “seni de alacaklar!”
Babası tecrübeli bir bürokrattır. “İstanbul'da örfi idare var” der, “iyisi mi sen git Ankara'da teslim ol, askerin eline düşmemeye bak!”
Reha gecikmeden koşar Haydarpaşa'ya. Ankara'ya birkaç istasyon kala sivil memurlar tarafından tutuklanır. Sanki gerilla lideri gibi vilayetin arka kapısından sokar, bir odaya kapatırlar. “Yaz!”
- Neyi?
- Sorular kağıtta!

MAKALE GİBİ

Katılmadığı bir nümayişin hesabı sorulmaktadır, içi rahattır. Eline kalemi almışken döktürür, üstüne vazife gibi hükümetin Rusya'ya yaklaşmakla hata yaptığını açıklar. 23 yaşında bir çocuk işte, azıcık tecrübesi olsa “görmedim, duymadım” der, yırtmaya bakar.
Reha kağıdı memura uzatıp sorar “şimdi gidebilir miyim?” Adam elini sallar, “çok beklersin daha!”
Akşam olur, mesai biter, memurlar dağılırlar. Bakın şu toyluğa ki polislerden birine “ama gitmem gerek” diye sızlanır “annem merak eder sonra!”
Bakar tepki yok, “telefon edeyim o zaman...”
- Hayır! Men-i ihtilat var!
İki gün sonra sabrı taşar, “Ceza Usulü Muhakemesi kanununa göre beni ya salmalı, ya da hakime çıkarmalısınız. Ayrıca Anayasamızın...”
- Beyimiz kendini hukuk mektebinde sanıyor galiba!
Vilayet binasını iyi bilir, ani bir kararla yürür, doğru Valinin odasına... O sıra Vali Nevzat Tandoğan ile Hasan Ali Yücel ile konuşmaktadırlar. İkisi de aile dostudur, yakinen tanışırlar.
Vali yumuşakça sorar “seni aydınlık bir odada tutmalarını, yemek ısmarlamalarını tenbihlemiştim...”
- Beni burda tutmaya hakkınız yok ama!
Hasan Ali Yücel parlar “Vatanperverlik sana mı kalmış? Akıllanmadın mı hâlâ?”

KOMŞU HATIRINA

Milli şefimiz Sovyetlere şirin görünmekten yanadır. Maraz derecesinde ihtiyatlıdır zira. Hele Rus-İngiliz ittifakı kurulunca korkusu artar, öyle ki bize sığınan Azeri kardeşlerimizi geri verecek kadar. Moskova ile buzları eritmek için bir şeyler yapmalıdır, Turancıları toplamalıdır mesela.
Nitekim o yıl 19 Mayıs nutkunda “Türkçü elebaşlarına” verip veriştirir. Meğer neler yapmamışlar? Önce hükümeti devirecek, bilahare Almanya ile el ele verip Rusya'ya savaş açacaklarmış da filan...
Bir gece Reha'yı Etimesgut'tan trene atarlar, doğru İstanbul'a. Ama Haydarpaşa'ya götürmez, Pendik'te indirirler aşağıya. Meraklı insanları azarlar, halkı silahla hizaya sokarlar.
“Kaldırın ellerinizi, dönün duvara!”
Reha Oğuz'u Sirkeci'ye götürür bir deliği tıkarlar. Kör karanlık... El yordamı ile bir somya bulur, bavulunu dikine sığdırabilir ancak. Saçları arasında bir kımıldama hisseder pire herhalde deyip elini atar. Ama hayvan zıplamaz. Yoksa? Evet üstünü başını bit sarmıştır bir anda.
“Bu ne pislik? Doktor istiyorum, tifüs aşısı yapılsın bana!”
Kime anlatıyorsa!
Gece boyunca bit, pire, tahtakurusu ayıklar, sonraki günlerde direnci zayıflar koyverir yoluna...
Zaman mekan tasavvuru kalmamıştır, ben kimim, burası neresi, hangi aydayım sonra?
Lâkin hisleri gelişir komşu hücrede Muzaffer'in bir sonrakinde Savaş'ın yattığından emindir. Uzaktan uzağa Zeki Velidi Togan ve Prof. Namık Orkun'un sesini duyar. Ve tanıdık bir hıçkırık Ankara Musiki mektebi müdürü Orhan Şaik Gökyay'dan!
Her gece bir kapı açılır, içeridekinin canını çıkarırlar. Cellatlar adım adım yaklaşmaktadır. Hani ağzını burnunu kırsalar tamam da beklemek olmasa...
Bir sürü intihar vakası cam bulan bilek keser, zemin kıpkızıl kan.

YAZ OĞLUM

Bir sabah polisler onu alır huzura çıkarırlar. Bir yüzbaşı sandalye gösterir, otur!
- GGC'yi ne zaman kurdun?
- Anlayamadım?
- Yaz Muammer. Lise son sınıftayken üç arkadaşla birlikte Gizli Gürem Cemiyetini kurduk...
- Bu benim ifadem mi?
- Evet senin.
- Hiç heveslenmeyin, hayatta imzalamam.
- Anlaşıldı, seninle işimiz var. Atın şunu tabutluğa!
Aşağı indirir duvardan bir demir kapı açarlar. İte kaka deliğe sokar bileklerine halkalar geçirip tavana asarlar. Kapı kapanır paslı demir adeta dayanır burnuna. Tepesinde dört iri ampul ama böylesini görmemiştir daha...
Önce sadece bilekleri acır derken bütün eklemleri kopar. Sancı sancı sancı. Bir saat değil iki saat değil, 4 iri ampulün beyne verdiği eza diğerlerini bastırmaya başlar. Saçlar tutuştu tutuşacak. Şakaklarına şiş sokmaktalar. Göz kapakları ışığa mani olamaz, orbitaya kor korlar adeta. Ona da tamam da insanın dişleri niye gıcırdar?
Dayanılacak gibi değildir getirin imzalayacağım der, kapıyı açarlar. Ferah serin bir oda, ceviz masa, maroken koltuklar...
İçeri kısa esmer, çenesinin gücü yüzüne vurmuş bir adam girer. “Su verin şuna!”
İfade önüne gelir... Yok ırkçı Turancı bir teşkilat kurmuşlar da, babası destek olmuş onlara. Nihal Atsız'ın, Prof Zeki Velidi Togan'ın, Dr. Hasan Ferit Cansever'in adı geçer. Hatta Celal Bayar ve Ali İhsan Sabis Paşa... Silah üzerine yemin etmişlermiş, ihtilal yapacaklarmış. Sonra Almanya ile anlaşıp Rusya'ya...
Bir sürü zırva...

YAPANIN YANINA

İmza atsa alayı yanacak, atmasa tubutluğa tıkılacak.
Rica ederim der, daktiloya emretseniz de kendi ifademi yazdırsam.
O kadar vaktimiz yok, hem imzalayacağım demişsin memura.
- Bu şekilde imkanı yok ama...
Emniyet amiri doktoru çağırtır. “Bak bakalım dayanabilir mi?”
Doktor sadece kalbini dinler “arıza yok, ezaya müsait!”
Reha ifade kağıdını alır, parçalayıp doktorun yüzüne atar. “Tüh senin kalıbına!”
Polisler de ona girişir, tekmeler tokatlar... Yaka paça götürüp tabutluğa asarlar.
İstanbul Valisi Lütfi Kırdar'dır o sıralar... Düşünebiliyor musun böyle bir adamın adı sanatla kültürle anılıyor. Ne tuhaf!
Ve sil baştan askı. Demir halkalar bileklere gömülür, omzu çıktı çıkacak. Yere bir bassa! Hani boyu bir karış uzun olsa...
Sıcak, ışık, havasızlık... Çene kasıldıkça dişler zorlanır, azılar kırıldı kırılacak. Boğazı alev alev yanar.
Ya Rabbim sen büyüksün. Ah bir bayılsam. Ve bayılır da. Kendini yerde beton üzerinde bulur bir ara. Ne kadar da serindir. Ayıldığını belli etmez, azıcık daha yatsa...
Polislerden biri “yazık” diye acınır, öbürü, “geç” der, “bişey olmaz onlara!”
Ayılınca su verir, helaya götürür ve yeniden asarlar. Merhametli polis bir güzellik yapar ara sıra ampulü söndürür, çaktırmadan.
Ama sonraki günler full. Dört gün sonra bakarlar sol göz kurumuş, götürüp hücresine atarlar. Nasıl uyku... Bitmiş pireymiş kimin umurunda?

AÇ Bİ İLAÇ

Henüz dalmıştır ki sarsar kaldırırlar. Açlıktan midesi yapışmıştır sırtına..
Yine o Emniyet amiri ve yine o yüzbaşı. “Konyalı'ya yemek söyledik” derler, “ifadeni imzala da git otur sofraya!”
Akılları sıra tongaya bastıracaklar. Reha “mecmua çıkarmak için arkadaşlarımı çağırdım” diyor onlar, “kurduğum gizli cemiyetin mensupları ile o gece hafi bir toplantı yaptık” yazdırıyor.
- Eğer benim ifadem alınacaksa karışmayın, siz yazdıracaksanız kendi imzanızı atın altına!
- Mutena odayı unutma, bak tıktırırım bir daha!
- Ne duruyorsun? Korkutacağını mı sandın?
- Tabutluktan başka usullerimiz de var. Biz adamı öttürürüz icabında...
- Eğer laf alabileceğinizi bilseniz bunu yapardınız çoktan.
Emniyet müdürü yılışır. “Hadi ama çok uzattın, yemeğini soğutma!”
- Söyleyin çöpe atsınlar, zaten şu an itibariyle açlık grevine başlıyorum. Haberiniz ola!
MI ACABA?
Açlık grevi ilk günlerde zor gelir ama sonra alışır gider, ekmek su aramaz. Bir gün ona acıyan polis “yemeden olmaz ama” der “ölür gidersin burada!”
“Bana iyilik edeceksen olup biteni babama anlat!” Para uzatır. “Koy onu cebine insanlık ölmedi daha!”
İhtimal babasına ulaşmıştır. Bunu hisseder ve üste çıkar. Tutuklanması hukuksuzdur. Bir insan neyle suçlandığını bilmelidir en azından. Şimdi o sorar savcıya.
Ama adam kaşarlıdır, ifadeyi zapta geçirirken çaktırmadan tahrifat yapar. Reha bunları tek tek bulur ve sildirir, yeniden kapışırlar.
Savcının söylediklerine bakılırsa diğer tutuklulara dilediklerini imzalatmıştırlar. Arkadaşları onun kadar yürekli çıkmamıştır anlaşılan.
O gece uzun uzun düşünür, bir ses “dayan” derken öbürü “kendini kurtarmaya bak” diye fısıldar “şakası yok, darbenin cezası idam!”
Ne çirkef dünya... Kurtulmak istiyorsan salla arkadaşına! Hem böyle diren diren nereye kadar?
Pes etmeye niyetlenmiştir ama sorgu hakiminin karşısına çıkınca diklenesi tutar “asın beni” der, büyük bir kararlılıkla.
Bu defa savcı alttan alır, onun dediklerini yazdırır kağıda. Reha bu ifadeye de imza atmaz, değiştirilebilir kaygısı ile (ki değiştirilmiştir) uyduruk bir şeyler karalar.
(Mahkemede imzasının sahte olduğunu açıklayacak, bu kurnazlığı temyiz yolunda büyük puan kazandıracaktır ona.)
Bir ara hanımı ziyarete gelir. Reha direk Yüzbaşıyı gösterir “Güntekin” der “bu adam bana işkence ettiriyor!”
Hanımı öfke ile fırlar gözleri ateş saçmaktadır adeta. Yüzbaşı afallar “yalan” diye bağırır, “görüşme bitmiştir tamam.”
- Gel öyleyse, tabutluğun yerini göstereyim sana!
- Tamam dendi uzatma!
Ve Türkkan ailesi topyekun hücuma geçer. Dahiliye vekili yakınlarıdır zira. Annesi Savcı Alöç'ün odasına dalar, masasını yumruklar “bunu yanına koymam!”

HİÇ YOKTAN

Daha kuruyan göz meselesi vardır ki başlarına iş açacaktır anlaşılan. Reha'yı sinsice öldürmek için ne gerekiyorsa yapar, veremli bir mahkumun yatağına yatırırlar. Kah bodruma indirir akreplerin arasına atar (ki Müteferrika derler oraya), kah komünistlerle birlikte kapatırlar. Temmuz sıcağında suyu kesilir, garibim heladaki taharet musluğundan yudumlar.
Ama öldürmeyen Allah öldürmez. Reha işkence izlerini mahkemeye göstermekte kararlıdır bileğinde kabukları sürekli kanatır ve yaranın taze kalmasını sağlar.
Nihayet dava günü gelir.
Heyet-i hakime ve müddeiumumi (savcı) girer yerlerine otururlar. Savcı onunla uğraşan yüzbaşıdır bizzat, cübbe değiştirmiştir o kadar. Alayına idam istemektedir hem üstüne basa basa...
Hakimler arasında bir de general vardır Ziya Paşa!
Sıra Reha'nın ifadesine gelir, söylemediği cümleleri duyunca ayağa fırlar. Hakim tokmağı vurur, “atarım ha!”
Avukat tutmalarına izin verilmemiştir, hukuk kitaplarını da elinden alırlar. Sonraki celselerde avukat izni bağışlar ama onları da konuşturmazlar. İtiraz eden dışarıya!
Amir ve savcı direncini çözmek için sinir harbi başlatır. Mesela o gece Reha'nın yanında sarışın bir çocuğu falakaya yatırtırlar. Biri yorulur diğeri alır. Seyretmek daha yıpratıcıdır. Öyle ya dayak dediğin yiyinceye kadar!
Bir celsede savcı “bunlar nezarethanede ihtimamla ağırlandılar” deyince Reha dayanamaz “emniyette emniyette olmadık asla!”
Ve bir istida uzatır, dava dosyama koyun! Koymazlar.
- Askeri Usul Kanununun filan maddesine aykırı davrandınız. Madem öyle reddettiğinizi geçirin zapta!
İş inada binmiştir içlerinden biri kulağına fısıldar “bak kaçmaya kalktı der, sırtına sıkarız haberin ola!”

GECİKEN ADALET...

Heyet-i hakime yukarıdan emir almış olmalıdır ki o gün farklı davranırlar. İsmet Rasin'in avukatı Kenan Öner'in savunması belagat klasiğidir adeta.. “Eğer adalet işkenceden bahsedilirken burun kıvırıp başka tarafa bakmaksa....”
Reha “bu dava kanunsuz ve usulsüz başlamıştır” der, heyeti nazilere faşistlere benzetmekten korkmaz. Savcıya vatan haini ve müfteri diye hitap eder hatta!
Neticede Zeki Velidi Togan 10 yıl yer, Nihal Atsız 6, Reha ise 5 yıl beş ay...
Askeri cezaevi ayrı alemdir, daracık koğuş, hırsızı katili, sağcısı solcusu kucak kucağa...
Kış sert geçer, soba moba arama...

Reha temyize baş vurur, peşlerini bırakmaz.
O güne kadar CHP hep tek başına seçime girmiştir, bu defa (1946) DP vardır karşılarında. Paşa her ne kadar “açık oy gizli tasnif” gibi ucube bir usulle kendini garantiye aldıysa da adımını ölçülü atar. İçerideki Türkçüler Menderes'e yarar mı? Yarar valla...

Ve n'olursa olur, Askeri Yargıtay kararı bozar.

Bir anda kapılar açılır. İçerdekilerle vedalaşır, dışardakilerle kucaklaşırlar.
Hatıralarımı hislerime kapılmadan yazabilmek için on sene bekledim diyen Reha Oğuz (1955'te Tercüman Gazetesinde Tefrika edilmişti) CHP zulmünden uzaklaşmak için gurbete katlanır, ver elini Amerika...
Orası ayrı hikâye, bir başka yazıya...
ARSA MESELESİ Mİ?

Reha Oğuz'un babası Halid Ziya Türkkan bir İstiklal harbi gazisidir. Eski bir haritacıdır, Tapu Kadastro teşkilatını o kurar. Milli Şefimiz iktidar yıllarında Beşiktaş sırtlarındaki yarım kalmış Taşlık Camisinin arazisine göz koyar. Arsa önce Vakıflara aktarılır, sonra haraç mezat İnönü'lere satılır. Paşa bununla da kalmaz önünün park yapılmasını arzular. Gelgelim Tapu Kadostro Müdürü Halid Ziya istifası cebinde dolanan gözü kara bir adamdır, vazifede bulunduğu müddetçe yolsuzluğa alet olmaz.
anadoluhaber

02 Mart 2010
Laiklik Sabetaycıların Eseri!

Atatürk Hint müslümanlarından gelen 600 bin liranın 100 bin lirasını savaş için devlete ödünç verdi. Sonra bu parayı geri aldı....

Neşe Düzel
Taraf Gazetesi

“Ordunun ilericiliği, bahane. Niye daha ileride olsunlar ki toplumdan? Bütün bu laiklik, Atatürk devrimleri sözleri, halka emretmeyi sürdürmenin bahanesidir.”

“Yeraltı muhalefeti, “Abe diye konuşanlar bizi yönetiyor” diye kızıyor. Atatürk de dahil böyle konuşuyor ve Rumeliliğe karşı Anadoluculuk muhalefeti çıkıyor.”

“Yalçın Küçük, “Sabetaycılık, Selanik’te hâkim oldu. Cumhuriyet’i kuran sivillerin bu Sabetaycı kökeni, laikliği belirledi” deseydi, benimsenirdi.”

* * *

İKİNCİ BÖLÜM
Ünlü siyaset bilim ve tarih profesörü Mete Tunçay’la yaptığımız ve dün birinci bölümünü verdiğimiz konuşmayı, kaldığımız yerden yayımlamaya devam ediyoruz.

* * *

NEŞE DÜZEL: ‘Milli Mücadele’de, insanları Türk milliyetçiliği adına harekete geçirmek mümkün değildi... Milli Mücadele tamamen İslam dininin istismarına dayanan bir şekilde kuruldu...’ dediniz. Milli Mücadele dini nasıl istismar etti?

METE TUNÇAY: Mesela... Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, memleketteki bütün İslam yurttaşları ‘tabii aza’ sayıyordu. Gayrımüslimler ise Cemiyet’e üye olamıyorlardı. Mesela... Hiçbir Osmanlı Mebusanı’nda kürsüden Kur’an okunmamıştı. Büyük Millet Meclisi’nde ise kürsüden Kur’an okunuyor, Hacı Bayram’a Cuma namazına gidiliyordu. Meclis’in açılış günü bile Cuma’ya denk getirildi. Dolayısıyla İslam, Osmanlı’nın Meşrutiyet döneminde sahip olmadığı öneme, Milli Mücadele döneminde sahip oldu.

Dinin kullanılması ne kadar sürüyor?

Askerî zafere kadar sürüyor. 9 Eylül 1922’de İzmir’e girildikten sonra Atatürk Ankara’ya dönüyor. Kendisine “Hacı Bayram’a gidip şükran duası edelim” dendiğinde de, “Benim böyle bir borcum yok” diyor. Mesela... Milli Mücadele yıllarında, ‘İslam milleti’ anlamına gelen, “biz burada sadece Türk değil, Kürdü, Arabı, Lazı, ve Çerkesiyle tam bir birliğiz” denirken, Milli Mücadele’nin kazanılmasından sonra bu milli birlik, ‘Türk milli birliğine’ dönüştürülüyor.

İslamiyet birleştirici unsur olmaktan çıkıyor mu?

Birleştirici unsur Türklüğe çevriliyor. Ancak bu süreç adım adım ilerliyor. Çok kişi unuttu ama... 1922’nin kasımında Saltanat kaldırıldı ve Mecit Efendi halife oldu. Onun halifeliği bir buçuk sene sürdü. Bu bir buçuk senenin dört ayı Cumhuriyet dönemidir. Yani, bizim önce ‘halifeli bir cumhuriyetimiz’ vardı.

Bugün ciddi bir biçimde sorgulanan Cumhuriyet’in iki temel kurumuna dönersek... Neden bizim ordumuz ve yargımız Avrupalı ülkelerden farklı?

Bizim ordunun siyaseti dikte etme imkânı var. Ve, ordu da bunu yapıyor. Aslında ordunun ne kadar laiklik ve ilericilik yanlısı olduğu konusunda karar vermek güç. Ama şu kesin. İlerici ve laiklik yanlısı görünmek, orduya dominant güç olma imkânını sağlıyor. Zaten ordunun istediği de...

Ordunun asıl istediği nedir?

Ordunun istediği de, Türk toplumu üzerindeki egemen konumunu sürdürmek. Bütün bu laiklik ve Atatürk devrimleri vurgusu, topluma direktif vermeyi sürdürmenin bir bahanesi oluyor ordu için. Ordunun ilericiliği bana açıkçası bahane gibi geliyor. Toplumdan niye daha ileride olsunlar ki? Bunlar, öyle felsefe ve metafizik eğitimi görmüyorlar ki. Toplumdan daha ileride olabilmeleri için bir neden yok. Ama Abdülhamit’e Kanun-i Esasi’yi yeniden ilan ettirdikten bu yana, bu ülkede atılacak adımlara hep ordu karar verdi.

Cumhuriyet kurulduğunda toplumun yapısı nasıldı?

Bugün 72,5 milyonluk nüfus var. O gün 12 milyonluk bir kitleden bahsediyoruz. O kitlede muhacirlik, mübadillik, yerlilik, ayırımını da düşünmek lazım.

Niye?

Şunu unutmamak lazım. Teknoloji, medya, iletişim ve ilişkiler bugünkü gibi değildi. Ankara’da cumhuriyet vardı ama Atatürk, İstanbul’a küs idi. Yani İstanbul, Atatürk’ün küs olduğu bir şehirdi. 1927’ye dek Atatürk İstanbul’a gelmedi. Ancak 1 Temmuz 1927’de şehri affetti. O güne dek, İstanbul’a hep kötü gözle bakıldı.

Atatürk İstanbul’a niçin küstü?

İstanbul kendisine karşı muhalefetin, eleştirilerin, gazetelerin olduğu bir yerdi. İstanbul’da bir demokrasi talebi vardı. Mesela 1923’ün son günlerinde, Halife’nin istifa edeceği lafları çıkıyor. İstanbul Barosu Başkanı Avukat Lütfi Bey, Halife’ye “sakın ha istifa etmeyin” diye açık mektup yazıyor. Bunun üzerine İstiklal Mahkemesi Lütfi Fikri’yi yargılıyor ve beş sene hapse mahkûm ediyor. Lütfi Fikri hapishanede özel af için dilekçe veriyor.

Affediliyor mu?

Dilekçesi kabul ediliyor. Birkaç ay sonra hapisten çıkıyor ve İstanbul Barosu onu gene başkan seçiyor. Bu, Ankara’ya posta koymak değildir de nedir? Cumhuriyet’in kuruluşunda toplumun yapısını sormuştunuz... Ona dönersek... Rumelilik ve Anadoluluk hikâyesi de Cumhuriyet’in kuruluşu bakımından çok önemlidir. Rumeli’den Anadolu’ya bir buçuk milyon Müslüman geliyor o dönemde.

Rumelilik ve Anadoluluk ayırımı niye önemli? Rumelililerle Anadolulular arasında bir çatışma mı var?

Olmaz olur mu? Atatürk zamanındaki yeraltı muhalefetinde, “ulan, bizi, ‘abe’ diye konuşanlar idare ediyor” deniyor. Çünkü Atatürk’ün kendisi de dahil böyle konuşuyor ve ortaya bir Anadoluculuk muhalefeti çıkıyor. Unutmayın ki, Cumhuriyet’i kuran kadro, geniş ölçüde Rumeli’de görev almış olanlardan oluşuyor. Zaten Mustafa Kemal’in kurmay subaylığı döneminde iyi subaylar Asya’ya gitmez, Rumeli’ye giderlerdi ve o sırada önemli olan Makedonya’da görevlendirilmekti. Mustafa Kemal, Şam’a ceza olarak gönderilmişti.

Peki, çatışmayı kim kazanıyor? Anadolulular mı Rumelililer mi?

Rumelililer kazanıyor. Bugün AKP, bir açıdan Anadolu’nun intikamı olarak da yorumlanabilir. Yalçın Küçük bir ara, insanların tek tek isimlerine bakıp, ‘dönmelik’ hikâyesini ortaya attı. Eğer Yalçın, “Sabetaycılık, Selanik’te önemli bir gruba hâkim olmuştu. Bunlar, iyi eğitim aldılar ve başkalarını da yetiştirdiler. Bunlar, Cumhuriyet’i kuran sivil kadro içinde çok önemli oldular. Bunların Sabetaycı kökenleri, Cumhuriyet’in laikliğinin formüle edilmesinde etkili oldu” deseydi, bu sözler kabul edilebilirdi ve Yalçın, yararlı bir hipotez getirebilirdi.

Ama yapılan yayınlar ve daha sonra başkaları tarafından da öne sürülen tezler, Cumhuriyet’i Sabetaycıların kurduğuna kadar vardı. Cumhuriyeti Sabetaycılar mı kurdu?

Yok canım. Böyle bir şey söylemenin manası yok. Sabetay kökenli insanların laiklik anlayışımızın gelişmesinde bir etkisi oldu. Ki, bunlar Cumhuriyet’te sorumlu makamlara getirildiler.

Atatürk hukuk konusunda bilgili miydi?

Bir kurmay subay ne kadar hukuk biliyorsa, o da ancak o kadar biliyordu. Mesela Enver Paşa için, “yok kanun, yap kanun” denir. Her yaptığı işin bir kanuna göre yapılmasını istediği için Enver, eğer yapılan işin bir kanunu yoksa, hemen o iş için kanun yaptırırmış. Atatürk’te de böyle bir meşruiyet fikri vardı. Çeşitli konuları Meclis’in onayından geçirmek gibi bir tutumu vardı. Ama şu var! Atatürk’e icazet veren kurumlar, yani onayına başvurduğu kurumlar, aslında kendisinden kaynaklanan kurumlardı.

Anlamadım...

Mesela bir milletvekili, ancak Halk Partisi içindeki bir kurulun kendisini aday göstermesiyle milletvekili seçilebiliyordu. Ve o kurulu da, cumhurbaşkanı tayin ediyordu. Tabii şekilden ibaret bir meşruiyet sistemidir bu.

Böyle bir meşruiyet sistemini benimseyen bir cumhuriyeti nasıl tanımlamak gerekir?

Söyle anlatayım... Atatürk ve yakın çevresi, toplumun neye ihtiyacı olduğunu bildiklerine inanıyorlar. Bu yüzden topluma danışma ihtiyacında değiller. Bütün mesele, kafalarındaki modeli topluma kabul ettirmek. Tek parti dönemi, demokrasiye hazırlık dönemi olarak yorumlanıyor ya...

Demokrasiye hazırlanılmıyor muydu?

Bakın... Özgürlük, aykırı olabilmektir. Özgürlük, hayır diyebilmektir. İsmet Paşa, 1938’de cumhurbaşkanı oluncaya dek, ortada böyle bir özgürlük ve demokrasi niyeti yoktu. Ama 1937’de İsmet Paşa, Atatürk tarafından birden bire başbakanlıktan kenara atılınca, şoke oldu. Atatürk öldükten sonra Cumhurbaşkanı olduğunda, İsmet paşa’nın, Atatürk’ün el atamadığı bir şeyi başarmak, onu geçmek gibi bir derdi oluştu. “Atatürk her şeyi yaptı ama demokrasiyi getiremedi, onu da ben getireceğim” dedi adeta.

Peki ordu, ‘kuruluştaki’ görevini, Cumhuriyet kurulduktan sonra da sürdürdü mü?

Sürdürdü. Mustafa Kemal’e, Meclis namına yetki kullanma hakkı tanınmıştı. Yani, ‘diktatörlük hakları’ tanınmıştı. Böylece M. Kemal’in ağzından çıkan her emir kanun kuvvetindeydi ve Meclis namına yetki kullanma hakkı, üçer aylık sürelerle uzatılıyordu. M. Kemal, 1922’de “artık lüzum yok” dedi ve hak uzatıldı. Sadece, “Başkomutanlık, sonsuz olarak M. Kemal’de kalsın” diye bir karar verildi. Bunu söylerken, Kanun-i Esasi gereğince, başkumandanın padişah olduğunu da akılda tutmak lazım.

Padişahın yetkisi, M. Kemal’e mi geçti bu durumda?

M. Kemal’e geçti. Zaten Cumhurbaşkanı olunca, Atatürk’ün sivil olduğunu düşünmek yanlış. Cumhuriyet’in cumhurbaşkanı mareşaldi ve askerdi. Unutmayın ki, İsmet Paşa da Başbakan’ken orgeneralliğe terfi etti. Atatürk 1927 haziranında askerlikten emekli oldu ve emekli maaşı aldı. İnönü de öyle...

Ordu, Atatürk zamanında da kendisini ayrıcalıklı görüyor muydu?

Başta da dedim ya, Atatürk, Abdülhamit’in hatasını yapmadı. Orduyu güçlendirmedi.

Ordu Atatürk’e karşı darbe yapabilir miydi ki?

Gayet tabii yapabilirdi. Atatürk’ün ruhiyatını çok iyi bilemeyiz ama, muhtemelen böyle bir şeyden endişesi var. Mesela Hint Müslümanlarından gelen paralar meselesi... 1927’de Büyük Nutku söylerken, gazetecilere, “bu paraları millete vereceğim” diyor. Ancak on yıl sonra veriyor ve İş Bankası’na yatırıyor.

Daha önce ne yapıyor o paraları?

Kendi elinde tutuyor. Dışarıdan veya içeriden bir darbe olursa, bu parayı kullanarak kendisine bir başka hayat yaratabileceğini mi düşünüyordu, Atatürk’ün iç âlemini bilemeyiz ama böyle bir endişesi olabilir. Ya da Hintliler, “Hilafeti kaldırdın, bu parayı geri ver” derlerse diye de düşünüyor olabilir. Atatürk, 600 bin lira dolayındaki bu paranın yüz bin lirasını, Büyük Taarruz’dan önce Milli Müdafaa Vekâleti’ne ödünç veriyor ve sonra geri alıyor.

Milli Savunma Bakanlığı’na ödünç para mı vermiş Atatürk?

Savaş için ödünç vermiş sonra geri almış. Atatürk, İsmet Paşa başbakanken ona da para yardımı yapıyor. Bu, İsmet Paşa’nın anılarında var.

Başbakan, sadece devletten maaşını almakla kalmıyor, cumhurbaşkanından da mı para alıyor? Bir ülkenin başbakanını aşağıya çeken bir durum değil mi bu?

“Bu para yetmez, sen bu maaşla idare edemezsin” diye para veriyor herhalde. Tabii, demokratik bir şey değil. Padişahlık gibi bir şey bu. Atatürk’ün bir de bakanları var. Başbakan Celal Bayar da olsa, İsmet Paşa da olsa, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile İçişleri Bakanı Şükrü Kaya hiç değişmiyor. Atatürk ölüp de İsmet Paşa cumhurbaşkanı olunca, Celal Bayar’a, “Siz, başbakanlıkta devam ediniz efendim” derken, “bu iki adamı da bakanlıktan atın” diyor ve atılıyorlar. Bu arada, İsmet Paşa’nın Atatürk’ten sonra cumhurbaşkanı olması için ordunun parmak oynattığı tahmin ediliyor. Ordu, İsmet Paşa’yı destekliyor.

Orduya bu ayrıcalıklı konumunu kim verdi? Atatürk mü?

Aslında Atatürk, ordunun gücünü iktidara karşı kullanmamasının yolunu sağlıyor. Ve, Atatürk’ün döneminde ordu gücünü iktidara karşı kullanmıyor. Atatürk askere, “Ya üniformayı çıkarıp siyasete girin, ya da orduda kalın” diyor.

Üniformayı çıkarıyorlar mı?

Çoğu orduda kalıyor. Çünkü o sırada, üniformayı çıkarmanın manası, Atatürk’e karşı muhalefete katılmak. Nitekim, daha sonra Takrir-i Sükûn Kanunu geliyor ve muhalefetin kurduğu Terakki Perver Fırka’nın canına ot tıkanıyor. Üniformayı çıkaranlar tasfiye ediliyor.

Takrir-i Sükûn Kanunu neydi?

Bu, dinginliğin sağlanması adıyla getirilen bir kanundur. Şöyle anlatayım... Terakki Perver Fırka hareketi başlayınca, Halk Partisi’nden çözülmeler, istifalar oluyor. M. Kemal, İsmet İnönü’nün askerlikten gelme sertliğiyle insanları ürküttüğünü düşünüyor ve çok daha yumuşak bir asker olan Fethi Okyar’ı başbakan yapıyor. Yani İnönü, başbakanlıktan uzaklaştırılıyor.

O dönemde Atatürk’e karşı ciddi bir muhalefet mi vardı?

Tabii. En büyük problem, başta Yunanistan, kısmen de Bulgaristan ve Girit’ten gelen mübadiller konusunda çıkıyor. Çünkü Türkiye, mübadeleye hazırlıksız yakalanıyor. Yunanistan, Türkiye’den gelen mübadiller için dış krediler alırken, bizimkiler, ağızları yandığı için dış borç istemiyorlar. Bir de o dönemde yolsuzluklar olmuş. Güya giden 600 küsur bin kadar Rumun boşalttığı yerlere, gelen 450 bin Müslüman yerleştirecek ama ne mümkün?

Niye mümkün değil?

Rumların boşalttıkları yerlere, yerel mütegallibe çoktan el koymuş. Rumların malı mülkü güçlü adamlar tarafından kapışılmış. Hatta o sırada Mübadele, İmar ve İskân Vekaleti var. Onun işlemlerine ait Meclis’te sorulan bir soru, gensoruya dönüşüyor. Terakki Perver’in 1925’te Meclis’te ortaya çıkışı da bu yolsuzluk tartışmaları üzerinden oluyor. Kısa bir süre sonra da Genç Vilayeti’nde Şeyh Sait adında bir Nakşibendi şeyhi ayaklanıyor.

Şeyh Sait ayaklanması irtica ayaklanması mıdır, Kürt ayaklanması mıdır?

İkisi birarada bence. Başbakan Fethi Okyar, önlem olarak “yerel sıkıyönetim ilan edelim ve oraya bir miktar asker kaydırmak için bütçeye ek ödenek koyduralım” diyor. İsmet Paşa ise, “hayır bunlarla böyle mücadele edilemez. Zaten asıl mesele sadece o başkaldıran Kürtler değil. Asıl mesele, o havayı yaratan İstanbul’daki soysuz aydınlardır” diyor. İsmet Paşa’nın Şeyh Sait ayaklanmasına koyduğu teşhis bu.

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında yaşananlar bugün yaşadıklarımıza ne kadar çok benziyor. Öyle değil mi?

Çok benziyor. “İstanbul’daki aydınlar ‘demokrasi’ deyip duruyorlar. Demokrasi isterseniz, başınıza böyle ayaklanma çıkar işte” deniyor. Böylece Kürt ayaklanması, muhalefeti tasfiye etmek için bahane olarak kullanılıyor. İsmet Paşa’nın arzusu üzerine, 1925 mart başında, Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılıyor.

Ne kadar sürüyor?

Kanun iki seneliğine çıkarıldı ve iki kez uzatılarak 1929’da kaldırıldı. Bu kanun, hükümete, mahkeme kararı gerekmeksizin sonsuz yetkiler verdi. Hükümet her örgütü kapatabiliyor, her yayını yasaklayabiliyor ve her gazeteyi ortadan kaldırabiliyordu.

Takrir-i Sükûn döneminde neler yaşandı?

Meclis biri Diyarbakır’da, diğeri Ankara’da iki tane İstiklal Mahkemesi kurdu. Ankara’dakinin yetki alanı bütün Türkiye oldu.

Ayaklanma Doğu’da olmuyor mu? Niye Ankara’da da mahkeme kuruluyor?

Eee, başka yerlerde de alçaklar olabilir! Bu kanuna dayanarak, Ahmet Emin Yalman’a varıncaya kadar, İstanbul’un belli başlı bütün gazetecilerini toplayıp isyan bölgesine gönderiyorlar. “Demokrasi ve özgürlük isteyerek, Şeyh Sait ayaklanmasını dolaylı olarak desteklediler” diye gazetecileri yargılıyorlar. Bu kanun, sadece muhalefetin canına ot tıkamakla kalmıyor, ülkedeki her türlü özgürlüğün de canına okuyor. Takrir-i Sükûn, çok büyük bir dönüm noktasıdır. Takrir-i Sükûn, erken Cumhuriyet açısından gerçek bir kırılmadır. Cumhuriyet’in ilanı o kadar önemli bir şey değildir. Ama Takrir-i Sükûn öyle mi?

Okuyucu yorumları

İktidar gafildir.
metin kocakurt
"Tarihin asırlar zarfında meydana getirdiği şeyi emirnamelerle değiştirmek isteyen iktidar sahipleri gafildir." (Gustave Le Bon) "Bence en mühim şey, Cumhuriyetin iyi bir şey olduğunu ekseriyet anlatmak ve cumhuriyeti hakiki cumhuriyetperverlerle tutmaktır. Riyakarlarla değil. Riyakarlar kuvvetinin ismi ne olursa olsun alkışlayanlar bedbahtlardır. (Kazım Karbekir) "Müstebit zalimleri tard edenmillet değil de fertlerse yeni bir zulme o millet yine boyun eğecektir." K.K
02 Mart 2010 Salı 22:19
dini reform
metin kocakurt
M.Kemal,Ülkenin siyasi yapısını değiştirmek, halkı uyandırıp onun Fransız İhtilali ile doğan ve şimdi Batı Avrupa'nın bir çok ülkesinde gelişen milli egemenlik kavramıyla ilgilenmesini sağlamak istiyordu.Böyle bir değişikliğin pek çabuk olamıyacağını biliyordu.Nedeni İslam diniydi.Dini güçler demokrasinin yerleşmesine karşı koyacaklardı.Onun için, M.Kemal siyasi reformu her şeyden önce dini reform olarak görüyordu.(Lord Kınross-ATATÜRK-Sa:66
02 Mart 2010 Salı 21:59
http://www.aktifhaber.com/news_view_comment.php?id=274879

03 Mart 2010
Oğlunun Biri Asılacak Sen Seç
Prof. Mete Tunçay'dan İstiklal Mahkemesi gerçeğini anlatan çorpıcı örnek: Babayı perişan eden soru: "Biri asılacak biri askere gidecek. Hangisini asalım , sen seç"

Taraf Gazetesi'nden Neşe Düzel'in ünlü tarihçi Profesör Dr. Mete Tunçay'la yaptığı söyleşinin üçüncü bölümünde Cumhuriyet'in kuruluşunda yaşanan birbirinden ilgi çekici olaylara yer verildi.

Cumhuriyet dönemi İstiklal Mahkemeleri'nin dehşet saçtığını anlatan Prof. Tunçay, o dönemde "biri eski bakan,iki İtihatçı mahkum oldular. Halkın içine mahkum olarak çıkamayız deyip karara itiraz edince tekrar yargılanıp asıldılar" diye konuştu.

Tunçay'dan bir başka ürpertici örnek: İstiklal Mahkemesi iki asker kaçağı kardeşi yargılıyor. Babaya 'Biri asılacak, biri askere gidecek. Hangisini asalım, seç' diyor...

İşte Düzel'in Tunçay'la yaptığı röportajın üçüncü bölümünün tam metni:

Takrir-i Sükun Kanunu, Cumhuriyet’te neyin bitişidir ve neyin başlangıcıdır?

Cumhuriyet’in ilanı o kadar önemli bir şey değildir. 29 Ekim 1923 sembolik olarak tabii önemlidir ama… Cumhuriyetin ilanının bir hafta öncesiyle bir hafta sonrası arasında hiçbir fark yoktur. Ama Takrir-i Sükun’un üç gün öncesiyle üç gün sonrası arasında dehşet bir fark vardır.

Takrir-i Sükun’un öncesiyle sonrası arasında ne fark var?

Bu kanunun uygulanmasıyla her şey, bütün hayat değişiyor. Cumhuriyetin kimliği belirleniyor. Meclistekiler kuzu gibi oluyor, hükümet ne isterse yapıyor. Takrir-i Sükun öncesinde daha özgürlükçü olan cumhuriyet, Takrir-i Sükun Kanunu’ndan sonra diktatöryal bir cumhuriyet oluyor. Eleştiriler yapabilen bir basın varken, gazeteciler Diyarbakır’daki İstiklal Mahkemesi’ne gönderiliyor. Hatta o sırada genç bir politikacı olan Avni Doğan’a da savcılık görevi düşüyor. Avni Doğan, İçişleri Bakanı’na mektup yazıyor. Ben o mektubu Türk Tarih Kurumu’nun Atatürk Merkezi’nde buldum ve kitabımda kullandım.

İstiklal Mahkemesi Savcısı mektupta ne diyor?

İçişleri Bakanı’na özetle şunu diyor. ‘İsmet Paşa bu adamların asılmasını, cezalandırılmasını istiyordu. Ama Atatürk’ten başka bir haber geldi. . Bunların affedilip işlerine dönmeleri isteniyor. Maalesef aramızdan bazıları sanıklara bunu açıkladı. Size yalvarırım, yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal. Biri cumhurbaşkanı, diğeri başbakan. ‘Ne söylerseniz onu yapacağım ben’ diyor. Ve, Atatürk’ün istediği oluyor. Gazeteciler özür dileme telgrafı çekiyorlar ve affediliyorlar. Bizde cumhuriyet lafı, demokrasiyle birlikte düşünülür ya.... İşte bu doğru değildir. Cumhuriyet sadece devlet başkanlığının, saltanatın babadan oğula geçmediği bir sistemdir. İyi ki Atatürk’ün çocuğu yoktu...

Cumhuriyetin kuruluşundaki İstiklal Mahkemeleri tam olarak ne tür mahkemelerdi?

Milli Mücadele sırasında asker kaçaklığını önlemek için milletvekillerinden kurulan mahkemelerdi önce bunlar. Yakaladıklarına bazen sopa atar bazen de ibret-i alem olsun diye bir, ikisini asarlardı. Takrir-i Sükun’dan sonra kurulan İstiklal mahkemeleri ise tam bir felaket oldu. Cumhuriyet devrimlerini ilan etme cesareti zaten bu mahkemeler kurulunca gösterildi. İşe, şapkayla başlandı. Rakamlar, saat, alfabe değiştirildi.

Şapka nedeniyle çok kişi asıldı mı?

Türkiye’nin her yerinden 20-30 kişi asıldı. 1926 yılına gelindiğinde… İzmir’de Atatürk’e suikast teşebbüsü ortaya çıkarıldı. kazım Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy dahil olmak üzere muhalefet tutuklandı. Mahkeme Başkanı, Karabekir’i serbest bıraktıran Başbakan İsmet Paşa’nın bile tutuklanmasına karar verdi. Atatürk araya girdi de İnönü kurtuldu. İstiklal Mahkemeleri’nde korkunç şeyler yaşandı.

Atatürk’ün haberi olmadan İsmet Paşa tutuklanabilir mi?

Haberi olmadan olmaz tabii.

İstiklal Mahkemeleri’nde neler yaşanıyor peki?

Mesela biri bakanlık yapmış olan iki İttihatçı sanık on beş yıla mahkum oluyorlar. ‘Biz memleketin içine sanık ve mahkum olarak çıkamayız. Mahkumiyet kararına itiraz edelim’ diyorlar. İtiraz üzerine yargılama yenileniyor ve bunlar bu kez idama mahkum edilip asılıyorlar. Kısacası bu süreç, İttihat Terakki’nin hesabını görme sürecidir. O sırada yurt dışında olan Rauf Orbay da Atatürk’e suikast girişiminden on yıla mahkum oluyor. Ülkeye Atatürk’ün vefatından sonra dönüyor. İsmet Paşa bütün bu eski muhalifleri topluyor ve Rauf Bey Londra sefiri, Kazım Karabekir de tekrar milletvekili ve Meclis Başkanı oluyor.

Halk, İstiklal Mahkemeleri hakkında neler düşünüyordu?

Herhalde halk dehşet duyuyordu.

İstiklal Mahkemeleri hakkında fikirlerini söyleyebiliyorlar mıydı?

Hayır söyleyemiyorlardı. İstiklal Mahkemeleri’nin, İskilipli Atıf Hoca örneğinde olduğu gibi ‘zulüm’ denebilecek icraatları var. Hoca, ‘Frenk Taklitçiliği ve Şapka’ isimli bir kitap yazıyor ve bir sene sonra şapka devrimi yapılıyor. Adamı bir sene önceki kitabından ötürü asıyorlar. Mesela… Bir adamın iki çocuğu asker kaçaklığından yargılanıyor. İstiklal Mahkemesi, adama, ‘oğullarından birini idam edeceğiz, birini de askere göndereceğiz. Hangisini asalım, seç’ diyor.

Hangi evladın idam edileceği kararını babaya mı verdiriyorlar?

Evet. Adamın bayıldığı anlatılıyor.

Atatürk’ün en çok çekindiği kişi kim?

Karabekir’den de, Orbay’dan da çekineceğini sanmıyorum.

O zaman niye muhalefeti bu kadar sert bir biçimde tasfiye ediyor?

Onların arkasındaki halktan çekindi. Terakki Perver Fırka’nın tüzüğünde, ‘bizim partimiz efkar ve itikat-ı diniye saygılıdır’ diye bir laf vardı. Bu, irticaya destek olarak gösterildi ama Terakki Perver Fırka aslında liberal bir hareketti. Kazım Karabekir, bazen Cuma’ya gidiyor olsa da, M.Kemal kadar Batı’ya açık biriydi. Cebesoy, kendisiyle ilgili Nutuk’ta anlatılanları yalanlar.

Atatürk, Nutuk’ta Cebesoy için ne diyor?

‘Ankara istasyonuna omuzunda flintayla çeteci kılığıyla geldi. Koca cephe komutanı Çerkez Ethem’in maiyetine girmiş gibiydi’ diyor. Cebesoy, Atatürk’ün ölümünden sonra yayınladığı anılarında, ‘Bu tamamen yalan. Beni Moskova’ya niye sürdüler biliyor musunuz? Kazım Karabekir Paşa’yla ben, Milli Mücadele için İstanbul’a karşı Doğu’da mücadele etme azmindeydik. M. Kemal ise İstanbul’la ilişkileri yumuşak olan İsmet Paşa’yı ve Fevzi Çakmak’ı kullanmayı tercih etti. Biz olduğumuz sürece M. Kemal İstanbul’la uzlaşamazdı’ diyor.

Sizce bunlar gerçek mi?

Ben bu iddiayı inanılır buldum. Kazım Karabekir kendi anılarında, Cebesoy kadar ileri gitmedi. O, Atatürk için sadece, ‘Onu, Sakarya’da mareşal yaptılar. Aslında o, Sakarya’da ‘çekilme’ emri vermişti. Fevzi Paşa, çekilmeyi erteletti ve sabaha Yunanlılar çekildi. Bizimki mareşal oldu’ diyor.

Bazıları Nutuk’a, tartışılmaz, mutlak bir metin gibi bakıyor. Niye sizce?

Nutuk, ne yazık ki 1919-1938 dönemine bir temel çerçeve getirdi. Bu çok sakıncalı şey. Nutuk’a inanacak olursak, Karabekir nankör ve hain biri. Halbuki Karabekir, ‘Milli mücadelenin ilk zaferi, Doğu’da benim sağladığım zaferdir’ diye yırtınıyor. Ama Nutuk’ta Milli Mücadele sanki Birinci ve İkinci İnönü’yle başlıyor.

Ordu, Atatürkçü bir kurum ve herkesin de Atatürkçü olmasını istiyor. Atatürkçülük nedir?

Atatürkçülük, toplumun Batı’daki gibi bir toplum olması için, modernleşmesi için gerekirse toplumun zorlanmasını savunan bir anlayıştır. Çünkü doğrunun ve iyinin ne olduğunu onlar bilirler. Mesela başı örtmek geriliktir. Onun için başı örtmeyeceksin ve başı örtülü karısı olanı orduda tutmayacaksın. Atatürkçülüğe göre, dini gizli yaşayabilirsin ama ibadetini görünür hale getirmeyeceksin. Cumaya gitmeyeceksin. Namazını evinde kılacaksın. Düşünün… İsmet Paşa öldükten sonra, onun mütedeyyin bir tarafının olduğu anlaşıldı. İsmet paşa dini, hiç kullanmadı. Bir yere gittiğinde, ‘Biraz Allah’tan, Peygamber’den bahset denildiğinde, ‘Allahaısmarladık diyeceğiz ya’ dedi.

Atatürk, cumhuriyeti bir tek parti rejimi olarak kurdu. Tek parti rejimi ile Atatürkçülük arasında nasıl bir bağ var?

Aynı şey. Bulgaristan’da, ‘Dimitrov, Bulgaristan’ın yetiştirdiği en büyük adamlardan biridir’ diye yazıyordu. Tarihçi arkadaşıma, ‘Bizde olsa hemen ‘en’ kelimesi kullanılır. Siz neden en büyük demediniz?’ diye sordum. ‘Olmaz’ dedi. ‘Dimitrov’a en büyük demekle, bu Jivkov eşeğin biridir mi demek istiyorsun?’ dedi. Bu cevabı, bana müthiş bir aydınlanma oldu.

Nasıl bir aydınlanma?

Çünkü sonradan gördüm ki, Atatürk’ün büyüklüğü, İsmet Paşa’ya muhalefet olarak ortaya atılıyor ilk defa. İsmet Paşa, cumhurbaşkanı olunca, doğal olarak paraya pula kendi resmini koyduruyor. Muhalifler, ‘Atatürk büyüktü sana ne oluyor?’ demeye başlıyorlar. ‘Atatürk büyüktü’ demek, ‘sen büyük değilsin’ demek oluyor. Bir süre sonra İsmet Paşa ve Halk Partisi uyanıyor ve ‘tabii Atatürk büyük ve bizim partimizi o kurdu’ diyorlar. Böylece bir açık artırma ve Kemalizm ululaması başlıyor.

Atatürkçülük’de demokrasi, insan hakları yok. Bugün Atatürkçülük dediğimizde ‘demokrasisiz’ bir yapıdan mı söz ediyoruz?

Evet.

Atatürk’ün kurduğu ‘tek parti’ rejimini ordu bugün hala savunuyor mu?

Resmen savunmuyor ama… Orduda, ana muhalefette ve yüksek bürokraside paylaşılan bir anlayış bu. Kökeni ne olursa olsun, ister din eğitimi almış, İmam Hatip’i bitirmiş olsun, ister din eğitimi almamış olsun, üniversiteye hak edenin girmesi gerekir. Ama İmam Hatipliler daha çalışkan çocuklar diye korkuyorlar ve onları bastırmak istiyorlar. Ülkedeki hakimiyetlerini sürdürmek için de, ‘biz kontrol etmezsek, dinciler her şeyi değiştirir’ diyorlar.

Ordu, Atatürk’ün ölümünden sonra onun bazı konuşmalarını sansür etti mi?

Meclis’te yapılan konuşmalar örtülemezdi ama en azından bazıları öne çıkarılmadı. Mesela Milli Mücadele’nin İslam milletinin mücadelesi olduğu gibi sözlerini öne çıkarmadılar. Aslında çok ilginç bir şey var ve bunun üzerine hiç gidilmedi. 1940 yılına kadar Halk Partisi’nin Güneydoğu’da teşkilatı yoktu.

Bugün de milletvekili yok… CHP Doğu’da niye örgütlenmedi?

Başlangıçta Urfa teşkilatı varmış ve kapatılmış. Düşünün, ülkede tek parti var ülkenin bir bölümünde örgütlenmiyor. Milletvekilleri oralara tayin ediliyor. Mesela Selanikli olan Naci Yücekök Muş milletvekili yapılmış. Adam Muş’u görmemiş. Bütün bunlar, Kürtleri kontrol etmek için yapılıyordu. Orada parti teşkilatı olsa, partinin kongresine ve Meclis’e Kürtler gelecek.

Atatürk Kürtlere özerklik vermekten ne zaman vazgeçiyor?

Atatürk, Kürtlere, mahalli muhtariyet vermekten söz ediyor. Kendisinin yeteri kadar güçlü olduğunu anlayınca, bundan vazgeçiyor. Mesela Atatürk’e, ‘Doğu’ya okul mu yapalım, yol mu’ diye soruyorlar. ‘Yol yapın, ordu girebilsin’ diyor. Nitekim yol yapılıyor Doğu’ya. Atatürk, Doğu’da bir hayli bulunmuş. Diyarbakır’da evi var. Kürtleri yakından tanıyor. Mustafa Kemal’in özelliği ne diye hep düşünmüşümdür.

Özelliği nedir sizce?

1919’da Samsun’a indiğinde böbrek sancıları tutuyor ve Havza’da kaplıcalara gidip bir ay kalıyor. O sırada ‘memleketin sahiplerine’ mektup yazıyor. Mustafa Kemal, kimin, memleketin sahibi olduğunu biliyor. Doğu’daki Kürt beyleri, şeyhler de var mektup yazdıkları arasında. ‘Efendi hazretleri sizinle şurada teşerrüf etmiştik. Ben o hatırayı hep zihnimde taşıyorum’ türünden mektuplar yazıyor.

Yani…

Bu memleketi hareket ettirecek manivelalar kimlerin elinde Mustafa Kemal biliyor. Onun bu memlekete hakim olması şaşırtıcı değil. Hangi ipi çekeceğini biliyor o. M. Kemal, bir taraftan da dehşet küstah biri. Fikrinizi sorup, özgür cevap verdiğinizde hakaret ediyor. Ancak ona boyun eğenlere yaşam hakkı tanıyor.

İsmet paşa boyun eğdi mi?

Herhalde. Eğmediği zaman başbakanlıktan atıldı.

İsmet Paşa’nın orduyla ilişkileri neydi?

O da ilginç. Bir, iki yıl önce çıkan güncesini okurken biraz da irkildim. Büyük Taarruz’u yazıyor ve kendisinin neler yaptığını anlatıyor. Cephe komutanı adam. Biz, bunu o kadar Atatürk’e mal etmeye alışmışsız ki… Aslında Atatürk, Nutuk’ta 19 Mayıs öncesini hiç anlatmıyor. Atatürk’ün Sadrazam İzzet Paşa’nın kabinesinde bakan olmak istediği dönem bu.

Atatürk’ün iki yönü var. Bir siyasetçi, bir de asker yönü değil mi?

Evet ama, siyasette de asker gibi davranıyor, önce karşısındakini bölmeye çalışıyor. Karşısındaki cepheyi bölüp, bir kısmını esir alıyor, öbür kısmını da ortadan kaldırıyor. Mesela sol muhalefete karşı bunu yapıyor. Yeşil Ordu diye bir cemiyet kuruluyor. Atatürk Yeşil Ordu’yu bilmediğini söylüyor ama doğru değil. Bunu başından beri biliyor. Yeşil Ordu’cuların bazılarına, ‘bırakın bu Yeşil Ordu’yu, siz düpedüz komünist olun’ diyor. Türkiye’de Büyük Millet Meclisi döneminde 17 Ekim 1920’de ilk kurulan parti Türkiye Komünist Fırkası’dır. Yeşil Ordu’yu önce bölüyor, sonra yok ediyor.

Bu ülkede asla kaldırılmayan, memurların dokunulmazlığını sağlayan bir ‘geçici’ yasa vardır. Bu cumhuriyetin koyduğu bir yasa mıydı yoksa Osmanlı’dan kalma bir yasa mıydı?

Osmanlı’dan kalma bir yasadır bu.

Neden memurlar, hukukun dokunamayacağı bir konumda tutuldu?

Geleneksel yönetimin gereği olmalı bu. Bugün modernlikten bahsederken, çağdaş demokrasinin temel ihtiyacı olarak, ‘şeffaflığı ve hesap verebilirliği’ öne çıkarıyoruz. Ordu için bu çok zordu.

Devlet görevlilerin işlediği bilinen ama bu suçlardan yargılanmadığı olaylar oldu mu?

Atatürk’ün son zamanlarında yaverliğini yapan biri vardı. İstanbul’da metresini öldürdü. Deli raporuyla serbest bırakıldı. Birkaç ay sonra da milletvekili seçildi. Bundan daha iyi örnek olur mu?

Bugünkü devlet ve hukuk anlayışımızla cumhuriyetin kuruluşundaki anlayışlarımız arasında farklar var mı?

Cumhuriyet’in kuruluşunu, hep bitmiş tükenmiş, işgal altına girmiş bir ülkenin ayağa kalkması diye düşünmek lazım ama… Atatürk’ün zamanında da liberalizm olabilirdi. Tam tersi, Osmanlı Meşrutiyeti’nin ve Birinci Türkiye Millet Meclisi’nin havasından ve o kavramlardan geriye gidildi. Kürt isyanı falan bahane edildi. Şunu bilmek lazım. Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası’ndakiler mürteci değillerdi. O fırka sürdürülebilirdi. Ama çok kötü bir sistem olan terk parti sistemi tercih edildi. Zaman zaman bu sıkıntıyı Atatürk de hissetti.

Neyi Hissetti?

1930’da Fethi Okyar’a ‘benim gençliğim Abdülhamit istibdadına karşı mücadeleyle geçti. Şu hale bak. Bugün gözümü kapatacak olsam, arkamda bırakacağım şey bir diktatörlük manzarası’ dedi.

‘Başka türlü olamazdı’ deniliyor. Olamaz mıydı?

Biraz daha cesur davranabilseydi... Halktan korkmasaydı, olabilirdi. Ama halkın geri olduğunu düşünüyor.

Halktan korkuyor mu?

Karışık bir duygu içinde. Herhalde hem hakir görüyor, kızıyor, hem de endişe ediyor. Mayıs 1919’da Kaplıca’dayken tuttuğu defterde, ‘Ben bu kadar okumuş yazmış, yüksek fikirlere erişmiş bir adamım. Şimdi kendimi halkın derekesine mi indireceğim? Yok… Yapmam gereken şey, halkı benim seviyeme getirmek’ diyor. Halkı kendi seviyesine getirmek, o kadar kolay yapılacak bir şey değil. Bunu yaptığında, diktatörlük falan oluyor işte o zaman. Ama şunu da söylemek gerekir. M.Kemal’in hakikaten büyük bir prestiji var toplum üzerinde. Sürekli dayak yemiş bir toplum, ilk defa zafer kazanmış bir komutanı çok seviyor. Toplum ona tapıyor.
aktifhaber

Vatan gazetesi yazarı Selahattin Duman'dan deprem eleştirisi:
"Osmanlı'dan kalma yapılar dimdik ayakta; cumhuriyet yapıları yerle bir"

10 Mart 2010 Çarşamba 14:00

İSTANBUL - - Elazığ'ı vuran deprem sonrası yine büyük bir afete ne kadar hazırlıklı olduğumuz tartışılıyor. 51 kişinin hayatını kaybettiği depremde suçlu kerpiç evler oldu. Vatan gazetesi yazarı Selahattin Duman, bugünkü köşesinde bu konuya değindi ve Osmanlı dönemiyle Cumhuriyet sonrası inşa edilen yapıları karşılaştırdı. İşte o yazının ilgili bölümü...

Yazı yazmanın can sıktığı günlerdeyiz

Kabahat “kerpicin” oldu..

Anadolu'da dokuz yüz senedir meskûn yaşıyoruz.. Evlerin yüzde sekseni de kerpiçti..

Altımızda yer sallandı, üstümüze nice damlar çöktü, bugünlere geldik..

Osmanlı sefildi, perişandı hani.. Onca sarsıntıdan, yerin şiddetinden ayakta kalanlara bakıyoruz.. Tamamı Osmanlı'dan kalma yapı..

Adapazarı, Gölcük, Erzincan.. Tepemize çökenler hep cumhuriyet yapıları.. Bunun da bir hikmeti olmalı..

Elimin altında “Tarihi hastaneler” başlığı ile hazırlanmış bir albüm var.. Osmanlı döneminde yapılan ilk sivil hastaneleri anlatıyor..

NASIL OLUYOR?

Yirmi üç sivil hastane.. Birini Sultan Aziz yaptırmış, diğerlerini Sultan Hamid- i Sani..

Yirmi üçü de üzerinden yüz sene geçmesine rağmen taş gibi ayakta.. Üstelik estetik açıdan çok güzel yapılar..

Anadolu'dan balkanlara gidin.. Osmanlı'nın geçtiği yerdeki şehir merkezlerinin tamamında bir saat kulesi vardır..

Hepsini Sultan Abdülhamid yaptırmış.. Osmanlı'nın Avrupa ile sıkı fıkı olmasından sonra alaturka saat ile alafranga saat arasındaki farkı gidermek için..

İzmir'in Konak Meydanı'ndaki saat de onca depreme rağmen yerinde duruyor, Manastır'ın türküde söylendiği gibi ortasında duran havuza yakın saat kulesi de..

Onlar da yerli yerinde.. Koca Sinan'ın beş yüz yıl önce diktiği binalar, yaptığı camiler, köprüler de yerli yerinde..

Bunları da mı görmüyor gözlerimiz?

Konut meselesine hâlâ “tek parti propagandası” nın etkisiyle bakıyoruz ki cümlesinin temeli “Osmanlı perişandı, cumhuriyet olmasaydı..” tezine dayanır..

O kadar da değildi abiler.. Aha cumhuriyetin yapıları da ortada..

Bir cumhuriyetin diktiği “çay kutusundan esinlenme” devlet hastaneleri adı altındaki çirkin binalara bakın..

Bir de Abdülhamid devrinde yapılan birbirinden güzel, şık hastane binalarına..

***


Hele hele hükümet adamlarının idaresindeki kuruluşların “tek tip bina projeleri..”

Birbirinden iğrenç, birbirinden sefil binalar.. Adam hayır sahibi.. İlkokul yapacak.. Eline hazır proje veriliyor.. “Böyle yapılsın..” deniliyor..

Bir de garip badanaları var.. “Yeşil bağla ala karşı, yakışmazsa öldür beni..” tarzında..

Doğada mevcut olmayan renkleri bulup, sıva üzerine yaymak bizim marifetimiz.. Artık depremden korkmuyorum.. Belki hayırlara bile vesile olur..

İnsana zarar vermeyen türden bir belâ gelse, bütün bu çirkinlikleri silip süpürse oturduğum tek evi bile kaybetmeye razıyım..

Çadırda yaşarım.. Yeter ki bu çirkinliği görmesin gözüm.. Tövbe tövbe.. Dellettiler beni.

Cumhuriyet demokrasiye düşman mıdır?
Mustafa ARMAĞAN
31 Ekim 2010

87. yılında Cumhuriyet'i sokaklardaki resm-i geçitlerle değil, çığ gibi büyüyen asıl ve korsan 'resepsiyonlar'la hatırladığımız dikkatinizi çekti mi?

Artık yalnız Çankaya Köşkü'nün değil, gazetelerin, askerin, sivillerin ve tabii tatilcilerin ayrı ayrı Cumhuriyetleri var. Baksanıza, "Cumhuriyet" gazetesi bile resepsiyon düzenlemeye başlamış. Yeter ki başörtüsü olmasın, her şeye razılar.

"Cumhuriyet" gazetesi 27 Ekim'den itibaren Turgut Özakman'la yapılan bir söyleşiye yer verdi ki, hakikaten evlere şenlikti. Mesela Özakman'a göre Cumhuriyet döneminde "Sansür hiç olmamış"! Evet, hiç olmamış. 'Peki daha Cumhuriyet kurulur kurulmaz konulan sansür neydi?' diye sorası geliyor insanın. Ya da Takrir-i Sükûn döneminde süresiz kapatılan 10 gazeteye ne diyeceksiniz? İşin garibi, ilki yine bir Cumhuriyet Bayramı'na rastlayan 29 Ekim 1934'te olmak üzere, yani "Türk mucizesi" döneminde 3 kez kapatılan gazetenin adı da "Cumhuriyet"ti. (Bkz. Aysun Köktener, "Bir Gazetenin Tarihi: Cumhuriyet", Yapı Kredi Yayınları: 2004, s. 33.)

Lakin şimdi 28 Ekim tarihli "Cumhuriyet"ten aktaracaklarım yanında bunlar hiç kalır. Güya Türk askeri Hatay'a girince kadınlar, askerleri kışlanın önünde durduruyor ve onlara '20 yıl önce bu kışlayı saçlarımızla temizlemeden Türk askerini içeriye sokmayacağız' diye ant içtikten sonra saçlarını kesip süpürge yapıyor ve kışlayı öyle temizliyorlar (neyse ki, Türkçedeki "saçını süpürge etmek" deyiminin buradan geldiğini eklememiş). "Şu kadınlara bakın", diyor senarist-yazarımız, "Vatanından, bayrağından, devletinden uzağa düşmüş insanın çektiği acı ne müthiş bir acıdır."

Neresini düzeltmeli bilmiyorum. Demek ki, artık Cumhuriyet'i o çok tenkit ettikleri evliya menkıbeleri üzerinden anlatmaya koyulmuşlar. Aydınlanma dedikleri iş hurafeciliğe kadar düşmüş anlaşılan. İyi ki Türk askerinin Hatay'a girişiyle ilgili fotoğraflar ve orada valilik de yapmış olan eski İçişleri bakanlarından Şükrü Sökmensüer'in anlattıkları var elimizde. Onlara baktığımızda kadınların çarşaflı ve peçeli olduklarını görüyorsunuz ve soruyorsunuz: Bu kadınlar mı başlarını açmış, saçlarını kesmiş, sonra "süpürge gibi yapıp" kışlayı süpürmüşler?

Menkıbe anlatmak yerine Cumhuriyet'in anlamı üzerinde düşünsek daha iyi ederiz bence. Mesela Prof. Kemal Gözler "cumhuriyet"in Latince karşılığı olan "res publica"nın anlamını şöyle belirliyor: "Res", kamu ve halk anlamındadır. "Publica" ise kamu malı, halkın malı demektir. Dolayısıyla "res publica" demek, "halkın malı olan devlet" demektir. Keza "cumhuriyet" de Arapçada aynı anlama gelir. Yani "halka ait olan devlet".

Soralım o zaman: Bizde Cumhuriyet hiç "halkın malı" oldu mu? Yoksa halka rağmen gerçekleşen bir dayatma rejiminin mi adıdır? Cumhuriyet "aynı kararı kabul edenler anlamındaki "cumhur"la buluştu mu?

Buluşmadığının en keskin kanıtını İsmet İnönü'nün "Medeni Bilgiler" kitabına eklettiği şu cümlede bulabiliriz: "Bir millet birinci derece milletler sırasına her şeyden evvel askerleriyle ve askerliğiyle dahil olur."

Bununla her yıl caddelerimizde boy gösteren "Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye" afişleri arasında hiç fark yoktur. Org. İlker Başbuğ'un "Türk Silahlı Kuvvetleri Türk milletinin özüdür" vecizesi de aynı zihniyetin eseridir. Halbuki daha önce yazdığım gibi Atatürk bile millet ile ordu hakkında böylesine katı bir askerî ağırlıklı denklem kurmamıştı.

Peki belli bir kesimde uyanan 'Cumhuriyet elden gidiyor' paniğini nasıl anlamak gerekir? Bunun sebebi, cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının uyuşmazlığında aranmalıdır.

Dr. Cevat Okutan ilginç bir analiz yapmış doktora tezinde ("Cumhuriyetçi Paradigma-Paradigmatik Cumhuriyet", Paradigma Yay.: 2006).

Cumhuriyetin bir 'yönetim biçimi' olduğunu, devlet olgusuyla özdeş kabul edilmemesi gerektiğini belirten yazar, onun temel bireyselliği dışladığını ve milleti 'ortak bir fayda'ya göre yönetmeyi hedeflediğini iddia etmektedir. Millet fedakârlıkta bulunacak. Ne için? Diyelim ki, devletimizin muasır medeniyetler seviyesine çıkması için.

Demokrasi ise 'idari bir anlayışı' temsil eder ve Cumhuriyet'in tersine, bütünü, ortak faydayı değil, bireysel faydayı ve bireyi öne çıkartır. Batı'daki süreç, cumhuriyetten demokrasiye, milletten bireye, ortak faydadan bireysel faydaya doğru olmuştur. Şimdi de Türkiye'de yaşanmakta olan budur.

1923'te kurulan ulus-devlet, bireyleri değil, yurttaşları esas alır. Birey yoktur, millet vardır. Millet de resmi ideoloji doğrultusunda eğitimle yetiştirilmiş yurttaşlar ister.

Ancak sorun şuradadır:

Türkiye'de Cumhuriyet'in bir ulus-devlet formunda kurulduğu yıllarda dünya bu sistemden vazgeçmektedir. Yani biz Türkiye Cumhuriyeti'ni bir ulus-devlet temelinde kurarken, aslında geç kalmış bir ideolojiyi üstleniyorduk. Çünkü Batı dünyası, cumhuriyetin bütüncü, toptancı karakterinden demokrasinin bireyci karakterine doğru bir dönüşüm yaşıyordu. Bu dönüşüm, 1930'larda İtalya ve Almanya'da bozulup da yeniden bireyci olmayan Nazizm ve Faşizm gibi yapılara dönülünce bizi yeniden etkisi altına alacak ve 19 Mayıs gösterilerinden bildiğiniz tek komutla on binlere hükmeden bir Şef tablosu karşımıza çıkacaktır.

Dolayısıyla Cumhuriyet 87 yıl önce kurulurken tak bir bıçak sırtındadır. 1923-1925 döneminde 1,5 yıl kadar sansürlü de olsa bir demokrasiye dönüş umudu vardır. Ancak benim "sivil darbe" demeyi tercih ettiğim Takrir-i Sükûn (Susma Yasası) ile bu umut ertelenecek ve sonuçta dış konjonktürün zorlamasıyla İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden sonra çok partili demokrasiye geçilecektir. Ancak buna da yine bütüncü kafaların, yani "totaliterler"in ne kadar izin verdiğini darbelerin aynasında görebilirsiniz.

(..)

Zaman

Kaybeden idare fırkasıdır çocuk!
Ahmet Turan ALKAN
t.alkan@zaman.com.tr
10 Kasım 2010

Hürriyet refikimiz, üç gün boyunca Şehriban Oğhan'ın kaleminden çok dikkat çekici bir yazı dizisi yayınladı; bu dizi, Atatürk'ün özel kalem memurlarından Ali Rıza Erdim'in (Bebe) hâtıratından yapılan özettir.

Hâtıratın hikâyesi ilginç: "Bebe" Rıza, yaşlanınca (1973 yılında) bildiklerini anlatmak için güvenilir bir gazeteci aramış ve Seyfettin Turhan'la on kaset uzunluğunda iki celselik bir görüşme yapılmış ama röportaj, her nedense yayınlanmamış. Gazeteci Turhan kasetleri şahsi arşivine koymuş ve 1995 yılına kadar unutmuş! 95'te hatırlayınca kızı Belkıs Menemenlioğlu'ndan yardım istemiş ama o esnada vefat edince Belkıs Hanım, işi tamamlamak için babasının ikinci eşinden kasetleri rica ettiyse de on kasetten sadece 4'üne ulaşabilmiş. Şehriban Oğhan'ın üç günlük yazı dizisi, işbu dört kasetten yapılan özet. Hürriyet'i kutluyorum, güzel gazeteciliktir.

Tam şu kısmı okurken çok şaşırdım. "Atatürk'ü en son ne zaman gördünüz?" sorusuna Rıza Bey şöyle cevap veriyor: "Dolmabahçe'deyiz, yedek subaylar, özellikle öğretmenler maaşları verilmediği için Gülhane Parkı'nda toplanmışlardı. Polisler bir ayaklanma falan zannetmişler. Saraya aksettirilmiş mesele. Subaylar saraya yürüyeceklermiş. Ben de o gün nöbetçiyim. Bu askerî toplantılardan, yürüyüşlerden Atatürk kuşkulanmış. Orduya, 'Bana bağlılığınızı bildirin' diye tamim göndermiş. Her taraftan bağlılıklarını bildiren yazılar geliyor. Yazılar o kadar çok ki, yoruldum, bıktım... Saat; 2.00-3.00. Paşa karşıma oturdu. 'Erzurum'dan var mı?' diyordu. Erzurum'da Salih Omurtak kumandan. 'Var Paşam' dedim. Sayıları okumaya başladım. 22-23... Ben yazı okuyorum diye rakamları okuyorum. 'Bu çocuk yorgun, yatırın bunu' demiş. Sonra, Atatürk'ün emriyle maaşlar verildi."

Dönemle ilgili bulabildiğim her şeyi toplamaya, okumaya çalışırım fakat bu hadiseyi hatırlamıyorum. Elimin altında Andrew Mango'nun "Atatürk"ü var, o da zikretmemiş; belli ki gizli-kapaklı kalmış bir mesele. Öte yandan 29 Ekim 1938'deki son Cumhuriyet Bayramı gününde askerî okul öğrencilerinin bandoyla bir gemiye binerek Dolmabahçe Sarayı açıklarında Atatürk'e sevgi tezahüratı yaptığı ve Atatürk'ün hasta yatağından kaldırılarak pencereye taşınıp gençleri selamladığı çok yerde zikredilir.

Bu mesele zihnime takıldı. O günlerin gazetelerine yansımış mıydı acaba? Hatırladığım kadarıyla Hasan Rıza Soyak'ın Atatürk'ten Hatıralar adlı eserinde de yok. Hâsılı araştırılmaya değer bir konudur bu.

Yeri gelmişken Andrew Mango'nun fevkalade insaflı ve (bence) isabetli bir yorumunu da zikretmeden geçmeyeceğim. Atatürk zamanında demokrasinin niçin işletilemediğini izah ederken diyor ki, "Mustafa Kemal siyasal hoşnutsuzluğun yasal ve denetim altında bir yolla yansıtılması gerektiğine karar verdi ama bir sorun vardı. Kendi yönetimine muhalefetin, dürüst olmayan politikacıların oyuncağı olan dini tepkilerden kaynaklandığına inanıyordu. Eleştirilere izin verirken, dini tepkinin bundan yararlanmayacağından emin olmak istiyordu. Ne var ki, Türk halkının çoğunluğu her zaman hoşnutsuzluğunu dini terimlerle anlatmaya alışmıştı. Onlara göre yoksulluk dinsizliğin sonucuydu; zenginlik ise İslam yasalarına uyularak elde edilebilirdi (...) Laik bir muhalefet partisi bile, Kemalist rejimin gücendirdiği dindar Müslümanları kendi tarafına çekebilirdi." (s. 540)

Ve son anektot: Serbest Fırka'nın kısmî başarı sağladığı 1930'daki Belediye seçim sonuçlarını sekreteri Hasan Rıza'ya soran Atatürk, "Tabii, bizim fırka paşam" cevabını alınca gülmüş ve demişti ki, "Hayır efendim. Hiç de öyle değil. Hangi fırkanın kazandığını ben sana söyleyeyim: Kazanan idare fırkasıdır, çocuk! Yani jandarma, polis, nahiye müdürü, kaymakam ve valiler. Bunu bilesin." (Soyak, 1973, s. 436)

CHP'nin 46'dan bu yana niçin eli-yüzü düzgün bir seçim zaferi kazanamadığını derd edinenler bu nükteyi duymuşlar mıydı acaba?

Zaman

Allah’ın belası geçmiş ya da Wikileaks!
Hasan CEMAL
h.cemal@milliyet.com.tr

Bu yakınlarda öğrendim. Ankara’da bir zamanlar devletin güvendiği, yaşlı başlı emekli diplomatlarımız sabah vakti resmi arabalarla toplanır, Genelkurmay’da ya da bir başka yerde devlet arşivlerine yollanırmış.
Mesaileri, ‘özel görev’miş
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Nis 16, 2010 9:43 pm    Mesaj konusu: Atatürk’ün doğum kaydı bulundu ama yayınlanmadı Alıntıyla Cevap Gönder

Ahmet Altan / Taraf
Sahte Cumhuriyet

Burada “bir devlet kurmuş” gibi yapmışlar ama devlet kurulmamış aslında.

Geçimlerini, halktan toplanan paralardan sağlayanlar, hem bu paraları keyiflerince kullanmışlar, hem de bu paraların hesabı sorulamasın diye bir “baskı” düzeni oluşturmuşlar.

Ne ordu, ordu olabilmiş burada, ne de yargı, yargı olabilmiş.

İkisi de, “halktan geçinenlerin” sultasını savunacak birer mekanizmaya dönüşmüşler.

Ekonomi, siyaset ve din “devletin” denetimi altına alınmış.

Bu düzen içinde biz yıllarca kavruk, fakir, güçsüz bir şekilde yaşamışız.

Soğuk Savaş döneminde, Sovyetler’le çıkabilecek bir savaşta “nükleer çöplük” haline gelmeyi kabul etmemiz karşılığında, Batı dünyası bu “devletimsi” düzeni desteklemiş, ülke içindeki baskılara göz yummuş, arada sırada da para vermiş.

İlk büyük kırılma, Turgut Özal’ın “ekonomiyle devletin” bağlarını kesmesiyle ortaya çıktı.

Halkın bir kesimi, devletten bağımsız olarak iş yapıp zenginleşmeye başladı.

Devlet denetiminin dışında bir ekonomi oluştu.

Bu ekonomi, dış dünyayla ilişkiler kurmaya, ihracat ve ithalat yapmaya koyuldu.

Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte, devletten bağımsız bir şekilde zenginleşmiş olan kesimler siyaseten de “devletten” bağlarını koparmak için harekete geçtiler.

Ekonominin “devletten” kopması karşısında hazırlıksız yakalananlar, siyasetin devletten bağımsızlığını ilan etme girişimlerine “askerî” önlemlerle karşı koyabilmek için hareketlendiler.

Ordu içinde, bugün de hâlâ devam eden “darbe” arayışları hızlandı.

Ekonomiyi devletten koparıp, siyasette de bağımsızlık arayanların çoğunlukla “muhafazakâr” olması, darbe isteyenlere “laiklik” mazeretini kullanma şansını verdi.

O dönemde hız kazanan “kürselleşme”, bu darbe arzularını da engelledi.

Bugün yeniden şekillenen dünyada ve Türkiye’de, “devlet” kılığındaki baskı düzeninin nasıl “kof” bir yapı olduğu gittikçe daha çarpıcı ve kanlı bir biçimde ortaya çıkıyor.

Yargı sistemimizin yargıyla da hukukla da ilişkisi olmadığı, Anayasa Mahkemesi’nin anayasayı ihlal eden kararlarıyla, Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun Şemdinli savcısını görevden atmasıyla, “yargı içindeki” tuhaf ilişkilerin aydınlanmasıyla, saklanamayacak bir biçimde gün yüzüne çıktı.

Ordunun da ordu olmadığı, çeşitli olaylardaki ihmallerle, aldırmazlıklarla, korkunç uygulamalarla anlaşıldı.

Şu son İskenderun faciası, ordu sandığımız yapının aslında ordu olmadığını çok net biçimde bize gösteriyor.

Ordunun içinde “gerçek bir ordu” kurulmasını isteyenler var ama “ordulaşmamak” için direnenler hâlâ daha fazla.

2009 ocak ayında, bir askerî denetleme heyeti İskenderun’daki birlikleri dolaşıyor.

Oradaki kışlaların büyük bir korunma zaafı içinde olduğunu saptıyor.

Neler yapılması gerektiğini tek tek belirtiyor ve bunu bir raporla bildiriyor.

Kimse dinlemiyor.

Ardından, 2009 ağustosunda, İskenderun’daki birliklere bir PKK saldırısı olacağı tesbit ediliyor.

Bir PKK militanının üstünden çıkan belgeler ve fotoğraflar bu saldırının yapılacağını açıkça gösteriyor.

İskenderun uyarılıyor.

Gene bir önlem alınmıyor.

2009’un aralık ayında, bir askerî heyet PKK saldırısına hedef olacak birliklere gidiyor ve oranın komutanlarına bir saldırıyla karşılaşacaklarını haber veriyor.

Gene kimse aldırmıyor.

Ve, 2010 mayısında tam söylenen yerde bir PKK saldırısı gerçekleşiyor.

Altı asker ölüyor.

Böyle bir ordu olur mu?

Bir askerî birliğin korunmasız olduğu saptanıyor, bir saldırıya uğrayacağı belirleniyor, raporlar yazılıyor.

Buna rağmen askerler ölüyor.

Ordu, kendi içindeki darbe ve Ergenekon sanıklarını kurtarmaya harcadığı çabanın yüzde birini bile askerlerini korumak için harcamıyor.

Göz göre göre ölüme bırakılıyor çocuklar.

“Yeni dünyada” uluslararası bir aktör olmak isteyen Türkiye, bu isteğini, elindeki bu ordu ve yargıyla nasıl gerçekleştirecek?

Kendi iç çelişkilerini henüz çözemeyen “kürselleşmiş” dünya, bir yandan Türkiye’yi güçlü bir aktör olmaya iterken, bir yandan da onu engellemeye çalışıyor.

Henüz “devletleşemeyen” Türkiye’yi bu yeni dünyadaki “çekişmede” asıl zorlayacak olan dış güçlerden ziyade, içerde “devletleşmeye” karşı çıkan unsurlar.

Türkiye, gerçekten güçlenmek istiyorsa önce ordusunu ve yargısını düzeltmek zorunda.

Dünyada bir rol oynamak için önce devlet olmamız, devlet olmamız için de önce ordudan ve yargıdan hesap sormamız ve onları süratle düzeltmemiz gerekiyor.

Yoksa, bir “devletimsi” ucube olarak, dünyanın çekişmeleri arasında ezilir gideriz.

Murat Bardakçı
Atatürk’ün doğum kaydı bulundu ama yayınlanmadı
16 Nisan 2010 Cuma, 17:30:07
DÜN, bizim gazetede Atatürk’ün doğum günü ile ilgili bir haber vardı.

Rıfat Bali, Savarona yatını konu alan bir kitap yazmış, kitapta Amerikan arşivlerinde bulduğu ve Amerikan Dışişleri’nin bir yetkilisi ile Savarona’nın satış işlemlerini yapan avukat arasındaki bir yazışmaya da yer vermiş. Belgede, “Türk yetkililer, gemiyi Atatürk’e doğum günü olan 20 Nisan’da sunmak istiyorlar” şeklindeki bir ifade varmış.

Şimdi, büyük ihtimalle “Atatürk acaba 20 Nisan’da mı doğdu?” tartışması başlayacak.

Doğumunun üzerinden neredeyse 130, vefatından buyana da 72 sene geçmiş olmasına rağmen, Atatürk’ün doğum gününü, hattâ yılını bile bugün maalesef tam olarak bilmiyoruz. Şimdi “1881” olarak kabul edilen ve nüfus kâğıdına da bu şekilde yazılmış olan doğum yılı, 1930’lu ve 40’lı senelerdeki yayınlarda “1880”dir.

“BUZLU KIRKIN SOĞUK GÜNÜ”
Annesi Zübeyde Hanım ise yıldan bahsetmez ama doğumun “buzlu kırkın en soğuk günlerinden birinde” olduğunu hatırlar. Selânik taraflarında “buzlu kırk” denen günler, Anadolu’da “erbain” diye bilinir ve Aralık’ın son haftası ile Ocak ayının sonu arasındaki en dondurucu 40 gündür.

Dünyaya geldiği gün Atatürk’e de sorulmuş, hattâ konu İngiltere ile yapılan bir resmî yazışma münasebeti ile gündeme geldiğinde de bizzat Atatürk “19 Mayıs niçin olmasın?” demiş ve Ankara’dan Londra’ya gönderilen diplomatik yazıda “19 Mayıs 1881” olarak gösterilmiştir.

Dolayısı ile, Atatürk’ün doğum günü bilinmemektedir, hattâ kendisi bile bilmemektedir ve bu, doğum gününün değil, sadece yılın dikkate alındığı o devirlerde her zaman rastlanan bir bilinmezliktir.

Bu belirsizlik birkaç ay sonra nihayete erecek; zira Atatürk’ün doğum günü, daha doğrusu doğum kaydı bulundu ve yayınlanmak üzere...

Şimdi, okuyanları şaşırttığına emin olduğum bu son derece önemli tarihî buluş konusunda bazı ayrıntılar vereyim:

Doğum kaydını, Yunanistan’da Osmanlı döneminden kalma bir arşivde, bundan kısa bir müddet önce Yunanlı bir tarihçi buldu. Tarihçi, şimdiye kadar kimselerin görmediği, belki de dikkat etmedikleri belge üzerinde etraflı şekilde çalışmaya başladı ama o sırada meydana gelen bir görev değişikliği sebebiyle çalışmasına ara vermek zorunda kaldı.

BELGEYİ BULDU VE SAKLADI
Böylesine önemli bir belgeyi ilk yayınlanan kişi olmak istediği ve bu isteğinde de son derece haklı olduğu için, belgenin bulunduğu kurumlarda meydana gelen yönetim değişikliği sırasında doğum kaydının başkaları tarafından görülmemesi için bir tedbir aldı; kaydı hiç alâkasız, kimselerin bulamayacağı bir yere gizledi. Üstelik yaptığı bu işi hiç saklamadı, dostlarına ve meslekdaşlarına da söyledi ve herkesten “Çok haklısın, madem ki buldun, yayınlama şerefi de sana ait olmalı” cevabını aldı.

Ben, son dönem Türk tarihi bakımından son derece önem taşıyan bu belgenin bulunuşunu, vesikayı ortaya çıkartan Yunanlı bilim adamının da arkadaşı olan ve belgeyi gören tarih profesörü yabancı bir dostum sayesinde öğrendim.

Şimdilik şu kadarını söyleyeyim: Atatürk’ün doğum kaydı Yunanistan’da ve çok büyük bir ihtimalle de Habertürk Gazetesi’nde aynı anda yayınlanacak. Belgeyi ortaya çıkartan bilim adamının ismini, kaydın bulunduğu arşivin nerede olduğunu ve diğer ayrıntıları yazmamamın sebebi de, bu.

Atatürk’ün doğum günü ve yılı üzerindeki bilinmezlik bulutlarının ortadan kalkmasına şunun şurasında birkaç ay kaldı, meraklanmayın...DÜN, bizim gazetede Atatürk’ün doğum günü ile ilgili bir haber vardı.

mbardakci@htgazete.com.tr
habertürk

Vahdettin, İngilizlerle gizli anlaşma yaptı mı?
03 Mayıs 2010
Mustafa Armağan

Ateşli okurlarımdan birisi sormuş: "Vahdettin'in Milli Mücadele'ye destek verdiğini iddia ediyorsunuz da, neden İngilizlerle yaptığı gizli anlaşmadan bahsetmiyorsunuz?"

Bahsetmediğim doğru ama neden? Sebebi gayet basit: Sahte olduğu için...

Bakın, bunu ben söylemiyorum, Türk Tarih Kurumu'nun Atatürk zamanından beri çıkmakta olan bilimsel dergisi "Belleten"deki makalesinde araştırmacı Salâhi R. Sonyel söylüyor. ("İngiltere Dışişleri Bakanlığı arşivlerinin ışığı altında 1919 İngiliz-Osmanlı gizli anlaşması", sayı: 135, Temmuz 1970, s. 437-462)

Şimdi bazı sözde tarihçilerin Sultan Vahdettin'in "hainliği"nin kanıtı olduğunu iddia ettikleri 12 Eylül 1919 tarihli bu sözde gizli anlaşmaya biraz daha yakından bakalım.

Buna göre Sadrazam Damat Ferid Paşa ile büyük bir ihtimalle İngiliz gizli haber alma servisinin (Intelligence Service) elemanları oldukları anlaşılan 3 levantenin imzalarını taşıyan gizli bir anlaşma yapılmıştır. İşin garibi, anlaşmada İngiltere adına imzaları bulunan M.S. Francer, H. Morlan ve G. Churchill adlı üç 'eleman' da nedense kimse tarafından tanınmamaktadır!

Nihayet 1919 Aralık'ında Fransız kaynaklı bir söylenti çıkar: Vahdettin'in de onayladığı söylenen bu anlaşma hükümlerine göre İngiltere, Türkiye'nin bütünlük ve bağımsızlığını korumayı üstlenmekte, İstanbul başkent olarak Osmanlı'da kalmakta, Boğazlar'ın denetimi İngilizlere verilmekte ve Kürdistan'ın kurulması gerçekleşmektedir. Buna karşılık, Osmanlı Devleti, hilafetin gücünü izin verdikleri bölgelerde İngiltere lehine kullanacak, Kıbrıs ve Mısır üzerindeki haklarından vazgeçecektir vs. (Abdülhamid'in pamuk ipliğiyle dahi olsa bağlı tutmaya çalıştığı Libya, Kıbrıs, Mısır ve Sudan'ı Lozan'da İngilizlere verdiğimizi biliyor muyuz? Madde 17. ve devamına bakın derim.)

Sevgili okurum sözün burasında haklı olarak şunu soracaktır: Ortalıkta kulaktan kulağa sadece bir rivayet dolaşmamakta, aynı zamanda bir 'belge' de sunulmaktadır. Peki ona ne diyeceksiniz?

Doğru, bir 'belge' var da, bu ne kadar 'mevsuk', yani sağlıklıdır, çok tartışılır.

Belgeyi Fransızlar ele geçirip yayınlar ve kısa zamanda hedefine ulaşır. Zira anlaşmanın varlığı duyulur duyulmaz İstanbul'daki işgal kuvvetlerinin arasına bomba düşmüş gibi olur. Fransızlar, İtalyanlar ve hatta Amerikalılar İngiltere'ye bozulurlar.

Ne var ki, inkılap tarihçisi Y. Hikmet Bayur belgeyi arşivde aramış, bulamayınca da suçu Vahdettin'e atmış ve belgenin ya onun tarafından yok edildiği ya da yurtdışına kaçarken götürüldüğü tahmininde bulunmuştur. Ancak yanıldığı çok geçmeden anlaşılır.

Mesela "Nutuk"ta Damat Ferid Paşa aleyhine eline geçen bütün fırsatları değerlendiren Mustafa Kemal Paşa, nedense bu elini olağanüstü derecede güçlendirecek olan sözde 'gizli anlaşma'dan hiç söz etmez. Yani o gizli belge, yakın tarihin resmi metinlerinin başında gelen "Nutuk"ta dikkate dahi alınmamıştır. Bu durum size de çok garip gelmedi mi?

Hatta M. Kemal Paşa, 12 Aralık 1919'da Sivas'tan Kâzım Karabekir'e çektiği telgrafta tam da bu belgeden söz eder ama ona dair şüphelerini de dile getirmekten kaçınmaz. Belgenin doğrulanması ve aslının ele geçirilmesi için çalışılmakta olduğunu söyler. Nitekim yalnız bizimkinde değil, Londra'daki İngiliz Arşivi'nde de aslı bulunamamıştır. Hadi diyelim ki, bizdekini Vahdettin uçurdu, Lozan imzalandıktan sonra İngilizler hâlâ Vahdettin'i korumak için mi saklamışlardır onu?

Kaldı ki, İngiliz işgal yetkilileri anlaşma haberini aldıklarında Lord Curzon'a, belgede adları geçen kişileri tanımadıklarını, "uydurma olduğu şüphe götürmeyen" bu belgenin, İngilizler ile diğer İtilaf güçlerinin arasını açmak üzere düzenlendiğini yazmışlardır. Lord Curzon ise onun kesinlikle uydurma olduğu kanaatindedir. Üstelik bunu Sir George Buchanan'a gönderdiği kapalı telde yazmıştır. Yani düşüncesini saklaması için hiçbir sebebin olmadığı bir ortamda.

Dolayısıyla İngilizlerce dahi resmen yalanlanmış bir sahte belge karşısındayız. Sonuç:

1. Vahdettin böyle bir belgeyi imzalamamıştır.

2. Damat Ferid, Osmanlı Devleti'nin İtilaf kuvvetleri arasında parçalanmadan 'bir bütün olarak' İngiliz himayesine alınması için uğraşmıştır ama nafile. Zira İngilizler, böyle bir himayenin, işgal kuvvetlerini birbirine düşman edeceğini bilecek kadar akıllıdırlar.

Salâhi Sonyel şu hükme varır:

Damat Ferid ile İngiltere arasında böyle bir anlaşma imzalanmamıştır. Belge ya İngiltere'ye doğru kaymakta olan Osmanlı yönetiminin yüzünü kendilerine çevirmek isteyen Fransızlar tarafından uydurulmuştur (ki bu durumda epey işe yaramış ve kısa bir süre sonra Damat Ferid sadrazamlığı kaybetmiştir), ya da Damat Ferid, hem İngiliz, hem de Fransız gizli haber alma servislerinde "çifte ajan" olarak görev yapan üç levanten tarafından aldatılarak böyle bir belgeye imza atmıştır.

Ancak ilginç olan nokta, sahte de olsa belgede Vahdettin'in imza veya onayının bulunmamasıdır; hatta Damat Ferid'in imzası da taklittir! Nitekim Nisan 1920'de 4. kez sadrazam olduktan sonra anlaşmayı kendi ağzından yalanlayacaktır.

Burada şu sorulabilir: Bir sadrazamın İngilizlerin bile tanımadığı 3 istihbarat subayıyla yaptığı 'gizli' anlaşma bir devlet için ne kadar bağlayıcı olabilir, bir; ne kadar ciddiye alınabilir, iki?

Bitmedi daha. Siyaset bilimi eğitimini Sorbonne Üniversitesi'nde tamamlayan Hasan Yıldız'ın Fransız arşivlerinde yaptığı araştırma sonunda anlaşma metninin bir kere daha sahte, yani açıkça Fransız istihbaratı tarafından 'üretilmiş' olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Fransız devlet arşivlerinde yaklaşık 20-30 bin sayfalık bir taramayla sonuca ulaşılmış, önce sahte belge, sonra da onun sahte olduğuna dair belgeler çıkmıştır. (Bkz. Hasan Yıldız, 21. Yüzyılın Başlarında Kürt Siyasası ve Modernizm, İst. 2006, Doz Yay., s. 160).

Tarih sahte belgelerle değil, gerçek belgelerle beslendiği zaman boy atan bir bitkidir.
Zaman

Erhan Afyoncu
Bugün Gazetesi
Camileri parti binası bile yapmışlardı
09 Mayıs 2010

Camiler, tek parti döneminde kapatılmış, depo yapılmış, yıkılmış, kiraya verilmiş, parti binası ve spor kulübü lokali bile yapılmıştı

Başbakanımızın İnönü döneminde camilerle ilgili sözleri bana eski bir tartışmayı hatırlattı. 1966 yılında, İsmet Paşa muhalefet lideriyken, kendi döneminde camilerin kapatılmadığını iddia edince, dönemin önde gelen gazetecilerinden Mehmed Şevket Eygi, Yeni İstiklal Gazetesi'nde vatandaşlara bir çağrıda bulunarak "CHP döneminde yıkılan, satılan, kiraya verilen, depo ve müze yapılan camiler hakkında resim, yazı ve bilgi" göndermelerini istemişti. Gelen yazı ve resimlerin bir kısmı Yeni İstiklal Gazetesi'nde yayınlandı. 2003 yılında ise bu mesele Mehmed Şevket Eygi tarafından "Yakın Tarihimizde Câmi Kıyımı" adıyla kitaplaştırıldı. Kitabın başlığının altında ise "Kapatılan, satılan, yıkılan, kiraya verilen, depo yapılan, CHP ocağı, saz ve içki evi, spor kulübü lokali haline getirilen, müzeye dönüştürülen binlerce mâbedin hazin hikayesi" şeklinde bir ibare vardır. Bu kitap, Türk tarihinin bu en acı hadisesini teferruatlı olarak anlatır.

CAMİ KAPATMAK İÇİN KANUN

15 Kasım 1935'te "Cami ve mescitlerin tasnifine ve tasnif harici kalacak cami ve mescit hademesine verilecek muhasasat (maaş, ödenek) hakkında" bir kanun çıkarıldı. 2845 numaralı kanunda "Tasnif harici tutulan cami ve mescitler usul ve mevzuata göre kendilerinden başkaca istifade edilmek üzere kapatılır" hükmü vardı. Bu tarihten sonra yüzlerce cami kapatıldı, depo yapıldı, satıldı, yıktırıldı, parti binası bile yapıldı.

Anadolu'nun birçok yerinde yüreği parçalanan vatandaşlarımız birleşerek yapılış amacı dışında kullanılan cami ve mescitleri satın alıp, tekrar ibadethaneye dönüştürmeye çalıştılar. Tokat'ta Kâbe Mescit isimli ibadethane 1940'lı yıllarda kiraya verilerek, tuz deposuna dönüştürülmüştü. 1949'da satışa çıkarılınca dört Tokatlı burayı satın alıp, tekrar ibadethaneye dönüştürdü. 4 Ocak 1967 tarihinde Yeni İstiklal Gazetesi'ne gönderilen bir mektupta Tokat'ta 33 cami ve mescitin yıktırıldığı ve bir kısmının arsasının satıldığı ifade edilmişti.

MESCİT PARTİ BİNASI OLDU

Anadolu Hisarı Barutçular Sokak'ta bulunan Göksu Mesciti (Mihrişah Valide Mesciti) Mihri Şah Sultan tarafından yaptırılmış, İkinci Mahmud tarafından yenilenmişti. Göksu Mesciti ibadethanelikten çıkarılarak, CHP Ocağı yapıldığı gibi, üzerine de partinin simgesi altı ok konulmuştu. Çok partili dönemde Göksu Mesciti tekrar ibadethaneye dönüştürüldü.

KONYA'DA DEPO YAPILAN CAMİLER

Şevket Eygi'ye mektup gönderen Mevlüt Çınar, Konya'daki durumu şöyle ifade etmişti:

İnönü istibdadı zamanında Konya'daki ibadethanelerin durumu şöyledir:

1- Sultan Alaaaddin Camii: Depo oldu; 2- İplikçi Camii: Müze oldu; 3- Kışla Camii: Depo oldu; 4- Battallar Camii: Depo oldu; 5- Paşa Camii: Depo oldu; 6- Cıvıllıoğlu Camii: Depo oldu; 7- Kapu Camii: Depo oldu; 8- Sultan Selim Camii: Depo oldu; 9- Sahibata Camii: Depo oldu; 10- Sadreddin Konevi Camii: Depo oldu; 11- İnce Minareli Camii: Depo ve Müze oldu; 12- Havacı Camii: Depo oldu; 13- Karadayı Camii: Depo oldu.

Mehmed Şevket Eygi, Câmi Kıyımı, s. 38-39.

Murat Bardakçı
Kanuni'nin öyküsünü Atatürk'e mâlettiler
27 Aralık 2008

Yavuz Donat, önceki gün, Sabah’taki köşesinde azıklıklarla ilgili olarak Atatürk ile İsmet Paşa arasında geçtiği iddia edilen bir hadiseyi yazıyordu.

İsmet Paşa, Türkiye’yi bütün azınlıklardan temizlemek istemiş ama Atatürk bu girişimi son derece şık ve çiçekli bir cevapla engellemişti: Çankaya Köşkü’nün yani Köşk kompleksinde şimdi “Atatürk Müzesi” olarak kullanılan eski binanın bahçesinde lâleler dışında kalan bütün çiçekleri söktürmüş, ertesi gün azınlıklar meselesinin ayrıntılarını görüşmeye gelen İsmet Paşa’ya “Ben de bahçemdeki azınlıkları söküp attım ama bahçe berbad oldu” mesajını vermişti. Sonra, “Ben, ‘Ne Mutlu Türk’üm Diyene’ sözünü boş yere söylemedim. Kendini Türk hisseden herkes bu vatanın öz evlâdı. Ben hayatta olduğum sürece, bu böyle bilinsin ve sakın azınlıklarla ilgili bir kanun çıkarılmasın” demişti.

İsmet Paşa, Türkiye’yi “azınlıklardan temizleme” projesinden Atatürk’ün bu son derece ince mesajından sonra vazgeçmişti.

Yauz Ağabey, köşesinde işte böyle yazdı ama bu “çiçek” meselesinin aslı çok başkaydı. Sözünü ettiği hadise Atatürk ile İsmet Paşa’nın arasında değil, o tarihten dört asır önce Kanuni Sultan Süleyman ile meşhur sadrazamı Rüstem Paşa’nın arasında geçmiş, üstelik tâââ 1674’te yayınlanmıştı.

Azınlıklar konusunda çiçeklerle örnek verme meselesini dört asır önce detaylarıyla anlatan kişinin ismi, Stephan Gerlach’tı. 1573’te, Avusturya elçisi ile beraber elçilik heyetinin vâizi olarak İstanbul’a gelmiş, tuttuğu günlük 1674’te torunlarından Samuel Gerlach tarafından Frankfurt’ta yayınlanmış, seyahatnamenin Türkis Noyan’ın Türkçe’ye kazandırdığı tam metni de 300 küsur senelik bir gecikmeyle ve “Türkiye Günlüğü” adıyla 2007’de Kitap Yayınevi’nden çıkmıştı.

Olayın aslının bütün detayları, işte, Gerlach’ın sözünü ettiğim bu seyahatnamesinde yazılıydı. Stephan Gerlach, Türkiye’ye Kanuni’nin ölümünden birkaç sene sonra gelmişti. Yazdığına göre, hükümdarla sadrazamı arasında geçen bu hadise o yıllarda bütün İstanbul’da konuşulmaktaydı ve şu şekildeydi:

Kanuni Sultan Süleyman’ın veziri ve aynı zamanda damadı olan Rüstem Paşa, bir ara imparatorluktaki bütün gayrımüslimleri ortadan kaldırma hülyasına düşmüş, bu emelinden hükümdara da bahsetmişti. İşin tuhafı, Rüstem Paşa’nın da aslında devşirme ve büyük ihtimalle de Hırvat olmasıydı.

Hükümdar, Paşa’nın söylediklerini dinledikten sonra bahçeden bir çiçek koparmış, Paşa’ya “Bu çiçek güzel mi?” diye sormuş, “Çok güzel hünkârım” cevabını alınca çiçeğin bütün yapraklarını yolmuş ve “Şimdi nasıl?” diye sormuştu. Rüstem Paşa bu defa “Yapraklarıyla beraber çok daha hoştu hünkârım” cevabını vermiş, Kanuni “Devletimin Müslüman olmayan teb’asını ortadan kaldırırsan, memleket işte bu hâle gelir” demiş ve Paşa hayalinden vazgeçmek zorunda kalmıştı.

Gerlach’ın yazdıklarının tamamını tarihçi dostum Erhan Afyoncu’nun yarınki sayfasında okuyabilir ve çok eskilerde yaşanmış olaylarla konuşmaları başka zamanlara taşımanın nasıl bir hata olduğunu daha anlaşılır şekilde görebilirsiniz.

muratbardakci@haberturk.com

Kurtuluş savaşında mağlup olduk!

İsmail NERİMANOĞLU
nerimanoglu@gmail.com



“Kürt Devleti”, “Kürt abecesi”, “muhtarlık” vb gündem aldı başını gidiyor. Türkiye bu gündemle uğraşa dursun…

Osmanlı İmparatorluğu işgal altındayken mevcut toprakların dışında kalanlar elden çıktı. Peki, bazı toprakların tarihini okurken oranın halkının bağımsızlığından bahsediyoruz. Gerçekten bağımsız mıydılar da işgale uğradılar. Yoksa işgal altındaydılar da yeni bir işgale mi uğradılar?
Osmanlı mı yoksa öteki mi? Ötekiyse neden Türkiye insanına farkı bir devletin bağımsızlığından bahseder gibi… Meselâ; Tunus, Fas, Cezair, Libya… Osmanlı himayesinde bulunan toprakların bağımsızlığından bahsediyoruz.

Farkında mısınız? Bahsedilen toprakla Osmanlı toprakları ve halk da Osmanlı halkı. Neye alametse buraların halkı -Osmanlıdan bağımsız- İngiliz’e, Fransız’a İtalyan’a karşı bağımsızlık mücadelesi veriyor. Bir yerde ciddi ama çok ciddi bir mes’ele var. Bugünün tarihi bunu nasıl izah eder bilmiyorum.
Peki, Osmanlı toprakları işgal edilirken halkı neden bağımsızlık mücadelesini kendi adına veriyor, dersiniz? İtalyan’a, Fransız’a… karşı bağımsızlık mücadelesi… İlginç değil mi? Bu arada Osmanlının içinden çıkan söz konusu devletlerin bazıları neden Türkiye’ye bağlanmak istemediler? Yoksa istediler de…
Kurtuluş Savaşı’nda biz mevcut topraklar için mi mücadele ettik dersiniz? Hayır. Son kaleyi muhafaza ettiğimiz için galip çıktık! Yani mevcut toprakları muhafaza etmemiz bizi emperyalist devletler karşısında galip duruma getirdi. Aslında bana göre biz mağlup olduk. Üç kıtadan şu anki duruma… Sizce nasıl oluyor da Kurtuluş Savaşı’ndan galip çıkıyoruz, düşündünüz mü?
Bugün Kürtlerin Türkiye’den talepleri oluyorsa bunun cemaziyelevveli araştırılmalı. Misak-ı Millî sınırları içindeki Musul ve Kerkük nerede? 12 adalar ve kiralık verilen sonra elimizden kaçırdığımız Kıbrıs adası…
Asya’da, Afrika’da ve Avrupa’da oluşan devletlerden hepsi Osmanlıdan ayrılmak istemiyordu. Ama ayrıştırıldı. Bunu Türkiye kendi eğitim programına da koydu. Söz konusu ülkeler sanki başka bir ülkeydiler de bağımsızlıklarından bahsediliyor. Mustafa Kemal Atatürk Trablusgarp’a gönderilmeseydi tarih derslerinde Trablusgarp’tan haberimiz olur muydu dersiniz? Bence hayır.
Musul ve Kerkük ile alakalı tarih kitaplarında bir tane mermi sesi duyabilir misiniz? Yemen türkülerimizde kalmış. Yemen’e türkü yakan millet nasıl olur da Fas’ı Cezair’i Libya’yı unutur dersiniz? Unutturulmuş olmasın…

Bugün Kürtleri de bu sürece iten sebepleri iyi analiz etmemiz lazım. Komünizmin popüler olduğu ve batının emperyalist mantalitesi İslam dünyasını kendi içinde yalnız bulmuştur. Bu yalnızlık da bugünlere getirmiştir.
Dün Osmanlının toprak ruhundan uzaklaştıranlar bugün oğlunu askere göndermemekten bahseden annelere ne cevap verebilirler? Ya da Kürt ile Türk’ün kardeşliğini nasıl anlatabilir? Daha dün ders kitaplarında Çanakkale’de Türkler savaşmıştı, bugün Kürtlerin de savaştığını duyuyoruz.
Yedi düvele Osmanlı kimliğiyle bir ümmet meydan okumuştu. Türkiye sınırları dışında kalanlar için bağımsızlık mücadelesi verdi denildi. Fakat buraların Osmanlı toprakları olduğu anlatılmadı. Türkiye’de kalanlar için de bu anlatılmadı. Tarih kitaplarının anlattıklarına bakacak olursak kurtuluş mücadelesini Anadolu toprakları için vermişiz. Ve her şey Çanakkale’den ibaretti…

Ülke işgal altındaydı ve padişah memleketi satmıştı… Hayır, gerçek manada para karşılığında satsaydı kim karışabilirdi? Hiç kimse… Neye ve kime çamur atıyoruz? Kendimize…

Artık birileri kralın çıplak olduğunu görmeli ve giydirmeli. Yeter bu kadar eğlediğimiz.
Türkiye tarihini tam gerçekliğiyle siz anlatmayınca birileri size tarih yazar ve inanmaya başlarsınız.
Türkiye’nin âli menfaatleri için şimdi elele…
6 Temmuz 2010-habertaraf

Medreseler kanunla değil, genelgeyle kapatılmıştı!
10 Şubat 2009
Mustafa ARMAĞAN

“Medreseler açılmayacaktır. Millete mektep lazımdır.” Bu hiddetli sözler, Gazi Mustafa Kemal’e aittir ve 18 Eylül 1924 günü Rize Hükümet Konağı’nın merdivenlerinden inerken kendisine ‘medreselerin yeniden açılması’ için dilekçe veren iki müftünün yüzüne karşı söylenmiştir.

İyi de bu müftüler Tevhid-i Tedrisat Kanunu’ndan, hele onun bir ‘devrim kanunu’ olduğundan haberdar değil midirler ki, böylesine cüretkâr bir işe girişmiş ve bizzat Gazi’ye, kanunun geri alınması teklifinde bulunacak denli ileri gitmişlerdir?

İsmail Kara’nın bir araştırması sayesinde (bkz. “Din ile Modernleşme Arasında”, Dergâh Yay., 2003, s. 445 vd.) o yıllarda Trabzon’da çıkan “İstikbal” gazetesinde müftülerin dilekçesinin medreselerin tekrar açılması hakkında değil, “medreseler hakkında” olduğunu öğreniyoruz. Nihayet Kara, müftünün kardeşinden öğrendiğine göre onların Gazi’den yeni eğitim sisteminde medreselerin binalarından, kütüphanelerinden ve hocalarından da yararlanılmasını istedikleri sonucuna varmaktadır.

Fakat benim asıl projektörlerimi yöneltmek istediğim nokta, biraz farklı: Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabulünden yaklaşık 6,5 ay sonra iki müftünün doğrudan Cumhurbaşkanı’na böylesine cesurane bir dilekçeyle başvurmalarının altında hangi bilmediğimiz düğüm yatıyor?

“Hep önde, hep ileri!” Olur olmaz her vesileyle söylediğimiz Onuncu Yıl Marşı böyle diyordu. Peki bunu söylerken mevcut İnkılap Tarihi kitaplarımızın çağdaş tarihçilik düzeyini yakalamayı bir kenara bırakın, elimde duran 50 yıl önce liseler için yazılmış “Türkiye Cumhuriyeti Tarihi”nin seviyesinden dahi aşağıda seyretmesini neyle açıklayacağız?

Kitabın yazarı Prof. Enver Ziya Karal, eğitimi ilgilendiren Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun dinî-siyasî bir konu olan Hilafetin kaldırılması ile idarî bir karar olan Şer’iyye ve Evkâf Vekaleti’nin lağvının neden tam da aynı günde gerçekleştiğini “aynı fikirde, aynı zihniyette fertlerden mürekkep bir millet yapma” amacına bağlıyordu. (s. 156)

Amaç, imtiyazlı, ayrıcalıklı, dokunulmaz siyasal alanların ortadan kaldırılmasıyla oluşacak boşlukta yeni iktidarın, geleceğin güvencesi olan çocukları tek bir eğitim çarkında yetiştirebilmesiydi. Buna engel olabilecek güçlerden Halife yurtdışına gönderilirken, aynı gün başka garip şeyler de oluyor, daha önce kabineye dahil olan Genelkurmay Başkanı kışlasına, Şer’iyye ve Evkâf Vekili (Bakanı) evine yollanıyor, nihayet 430 sayılı kanunla öğretim birliği sağlanıyor, yani sivil veya askerî, yerli veya yabancı, özel veya resmî bütün okullar Eğitim Bakanlığı’na bağlanıyordu. (Gerçi daha 2 yıl sonra, 22 Nisan 1925’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu delinecek ve askerî okullar Savunma Bakanlığı’na bağlanacaktır.)

TBMM 3 Mart 1924 günü Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu kabul etmişti. Ne var ki, bu kanunla ilgili yaygın bir yanlış anlama söz konusu. Üstelik bu yanlış anlama öyle kes-yapıştırcı “internet alimleri”ne mahsus bir kusur da sayılmaz. Mesela Toktamış Ateş hocanın Bilgi Üniversitesi tarafından basılan “Türk Devrim Tarihi” adlı kitabında şöyle bir ifade geçiyor: “3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkartılarak medreseler kapatıldı ve geri kalan tüm okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı.” (s. 187)

‘İyi de, ne var burada yanlış olan?’ diyorsanız sabredin biraz, bir de İslamcı cephenin eski yazarlarından Hasan Hüseyin Ceylan’ın “Cumhuriyet Dönemi Din-Devlet İlişkileri” (Risale Yay., 1989) adlı kitabının 209. sayfasından yaptığım alıntıyı okuyun lütfen: “3 Mart 1924 tarih ve 430 sayılı kanunla Türkiye dahilinde dinî tedris veren bütün mektep ve medreselerin kapatılması… ile bir yerde dine dayalı hayat sona ermiş bulunuyordu.”

Ve daha yüzlerce, binlerce beyinlerimize bozbulanık akan metin… Bu alıntılardaki yanlış bilgileri şöyle belirtelim:

Bir kere 430 sayılı kanunun medreseler bakımından asıl önem taşıyan maddesi, “Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti veyahut hususi vakıflar tarafından idare olunan bilcümle medrese ve mektepler Maarif Vekâleti’ne devir ve raptedilmiştir” hükmünü getiren 2. maddesidir. Ancak görüldüğü gibi bu maddede medreselerin kapatıldığına veya kapatılacağına dair herhangi bir hüküm bulunmamakta, sadece söz konusu bakanlık ile özel vakıflara bağlı bütün medrese ve okulların Eğitim Bakanlığı’na devredilip bağlandığı ifade olunmaktadır.

Yani neymiş? Medreseler 3 Mart 1924’te kapanmamış, sadece mektepler gibi Eğitim Bakanlığı’na bağlanmış. (Zira o tarihte henüz “Millî” formayı giymemişti eğitim sistemimiz ve “millî” olabilmek için Demokrat Parti’nin kurulmasını, yani 1946’yı beklememiz gerekecektir.)

Peki medreseler ne zaman ve nasıl kapatılmıştı?

Medreselerin kapatılması için 8 gün daha beklememiz gerekecektir. 11 Mart günü, henüz birkaç gün önce bakanlık koltuğuna oturan Maarif Vekili Vasıf [Çınar] Bey, yayınladığı bir genelgeyle medreselerin kapanma emrini verecektir. Lakin kapatma işleminin bir süre daha, belki birkaç ay sürüncemede kaldığı tahmin ediliyor. Zira Vasıf Bey, 17 Nisan 1924 günü TBMM’de sert eleştirilere cevap verirken o sırada medreselerin en azından bir kısmının hâlâ açık bulunduğunu anlıyoruz; bakan, medrese talebelerinin diğer okullara nasıl kaydırılacağına ilişkin sorunlardan söz etmektedir.

Demek ki, medreselerin 3 Mart’ta kapatıldığı doğru olmadığı gibi, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile kapatıldığı da doğru değildir. Medreselerin bir kanunla değil, sadece bir bakanlık genelgesiyle kapatıldığını söylemek inkılap tarihçilerimize neden bu kadar zor geliyor dersiniz? Yeniden açılabileceklerinden duyulan korkudan olmasın?

Açılır veya açılmaz, o ayrı bir konu. Ancak medreselerin kapatılmasını bir “devrim kanunu” olarak kabul edip onu dokunulmaz kılmaya kalkanlar neyi savunduklarını bir kere daha düşünseler keşke. Eğer Tevhid-i Tedrisat, denildiği gibi “medreselerin kapatılması”nı amir bir “devrim kanunu” olsaydı, Rizeli iki müftü, bizzat Atatürk’ün önüne çıkıp kanunun rağmına bir talepte bulunmaya cesaret edebilirler miydi? Ve öyle olsaydı Atatürk bağırıp çağırmakla yetinir miydi?

Zaman gazetesi


İsmet İnönü Anadolu'ya bohçalanarak gönderilmiş!
Mustafa ARMAĞAN
26 Eylül 2010

"Tarihteki olaylar neden farklı anlatılır?" diye soranlara bundan böyle Atatürk'ün "Nutuk"ta söyledikleri ile İsmet İnönü ile Ali Fuat Cebesoy'un hatıraları arasındaki çelişkileri örnek olarak vereceğim.

Mesela Atatürk "Nutuk"ta diyor ki: İsmet Bey'i Genelkurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa'nın talebi üzerine ve özellikle önemli bir maksatla, 3 Mart 1920'den birkaç gün önce İstanbul'a göndermiştim.

"Nutuk" böyle diyor ama İnönü, kendisini Fevzi Paşa'nın çağırdığını, Mustafa Kemal'in ise uygun gördüğünü anlatıyor. Hatta hızını alamayıp Abdi İpekçi'ye Ankara'ya İstanbul'un işgalinden 6 ay önce gittiğini söylüyor. Bu durumda Ankara'ya Eylül 1919'da gitmiş ve Mart 1920'de dönmüş olması lazım ki, takvim olarak imkânsız. Halbuki Atatürk'e göre en geç şubat sonunda İstanbul'a dönecek ve mart ayında ikinci defa ve zorla gönderilecektir. Ankara'da kaldığını söylediği tarihlerde İnönü İstanbul'da Genelkurmay'da görevlidir ve Karabekir'e yazdığı mektuptan da görüleceği gibi açıkça Amerikan mandası taraftarıdır. Milli Mücadele'ye de uzun zaman inanmayacaktır. Öte yandan Cebesoy'un sözlerine bakarsak, İsmet Bey Ankara'da bir ya da iki gün ancak kalmıştır!

Şimdi siz Ankara'da 6 ay mı kaldı, 1-2 gün mü kaldı? Fevzi Paşa mı İstanbul'a çağırdı, yoksa Mustafa Kemal Paşa mı gönderdi? sorularının cevaplarını düşünedurun, bir tarihin nasıl çarpıtıldığını şu örnekle ortaya koyabileceğimizi düşünüyorum.

İnönü hatıralarında 16 Mart 1920'de İngilizlerin İstanbul'u işgallerinden sonra Saffet (Arıkan) Bey'in ansızın evine gelerek kendisini Mustafa Kemal'in çağırdığını söylediğini, bunun üzerine hazırlanıp derhal hareket ettiklerini anlatır ve Maltepe'de kendilerini Yenibahçeli Şükrü'nün karşıladığını, er elbisesi getirdiğini, eline bir vesika verdiğini ve er elbisesini giyerek bir kafile ile yola çıktıklarını ekler. (Bu arada ilk uğradıkları Pendik civarındaki köyün adını Turna olarak hatırlar. Halbuki bu köyün adı Turna değil, Kurna'dır. Koca İsmet Paşa'nın hatıraları ne perişanlıkta, düşünün.)

Şimdi bunları bir kenara yazın, zira az sonra bizzat Yenibahçeli Şükrü'nün ağzından aktaracaklarımızla karşılaştırmanız gerekebilir.

İnönü'nün hatıralarında adını verdiği Yenibahçeli Şükrü (Oğuz) Milli Mücadele'nin adsız kahramanlarından biridir. Ve uzun yıllar İnönü iktidarının nefes aldırmayan baskısıyla serbestçe konuşamazken 1950'den itibaren fikir ve hatıralarını gazete ve dergilerde açıklamaya başlar. 1952 Mayıs'ında "Milliyet" gazetesinde açtığı sert mücadelede İnönü hakkında hakarete varan iddialarda bulunur. Ancak biz konudan ayrılmadan şu Anadolu'ya geçiş olayını Yenibahçeli Şükrü'den dinleyelim.


İstanbul'dan Anadolu'ya silah ve adam kaçırmakla görevli Karakol Cemiyeti'nin üyeleri. Oturanlardan ortadaki Yüzbaşı Dayı Mesut, ayaktakilerden ortada olanı ise Yenibahçeli Şükrü Oğuz'dur.

Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinin, uzun yıllar baskı altında yaşayan Milli Mücadele kahramanlarının dillerinin çözülmesini de getirdiğini, tarih alanında da bir ferahlamayı, moda tabirle bir "açılım"ı başlattığını bilmek çok önemlidir. İşte "Tarih Hazinesi" dergisinin Temmuz 1951 tarihli 12. sayısında Yenibahçeli Şükrü ile yapılan söyleşiyi de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

Yenibahçeli Şükrü bu söyleşide şunları söylüyor özetle:

Milli Mücadele'nin zenci kahramanlarından Dayı Mesut, Mustafa Kemal'in ağzından Saffet (Arıkan) Bey'e bir mektup yazmış ve İstanbul'dan ayrılmak niyetinde olmayan İsmet Bey'i alıp Maltepe'deki Piyade Atış Okulu'nda yemek yiyeceğiz bahanesiyle kandırmasını söylemiş. Maksat, Mustafa Kemal'in "Meclisi açacağız, İstanbul'daki aydınlardan bulabildiklerinizi Ankara'ya yollayın" şeklindeki genel emrini yerine getirmek. Nitekim 19 Mart günü İsmet ve Saffet beyler trenle Maltepe'ye geldiler. Teğmen Hulusi Demir'in evinde konuk ettik. Biraz sonra İsmet Bey'e, "Mustafa Kemal Paşa'dan aldığımız emir üzerine -halbuki böyle bir emir yoktu- sizi Ankara'ya götüreceğiz." dedim. İsmet Bey Saffet Arıkan'a bakarak "Hani biz buraya yemeğe gelmiştik?" diye sordu. Ben de "Mustafa Kemal'in size ihtiyacı var, biz silaha sarıldık, siz de sarılın." dedim ve kendisini göndermeye kararlı olduğumu belirttim.

İsmet Bey "Şimdi ihtiyaç yok, icap ederse geçeriz. Şimdi gidip de ne yapacağız?" dedi. Ben dayanamayıp, "Buraya kadar geldikten sonra dönmek yok. Mutlaka Anadolu'ya geçeceksiniz. Hem de derhal!" dedikten sonra iki er elbisesi getirttim. Bunları giymelerini söyledim. Baktı ki olacak gibi değil. Lahavle çeker gibi dudaklarını oynatarak başını sağa sola salladıktan sonra aldı er elbisesini ve giyinmeye başladı. Saffet de kıs kıs gülmeye başlamıştı! Hemen o akşam üç öküz arabasıyla birlikte onları yola çıkardım. Yanlarına yaverim (halen CHP Müfettişi olan) Bekir ile Topçu Komutanı Teğmen Esad'ı verdim ve Kurna köyündeki İslam Bey müfrezesine sevk ettim.

Yenibahçeli Şükrü'nün anıları bildiğim kadarıyla henüz yayınlanmadı ama dergideki konuşmadan anlaşıldığına göre bu bilgileri bir defterden aktarmaktadır. Demek ki bir defter var ama biz ondan mahrumuz. Kim bilir daha neler var bu hatıra defterinde? Bulunursa öğreniriz.

Defteri bulmaya çalışalım ama Feridun Kandemir'in "İkinci Adam Masalı"nda CHP Müfettişlerinden Refik İsmail Bey'in ağzından aktardıkları da tıpatıp Yenibahçeli Şükrü'nün anlattıklarıdır. Hatta Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra bir gün Çankaya Köşkü'ne çağrılan Refik İsmail Bey'e Atatürk'ün, "Sahi anlat bakalım, İsmet nasıl bohçaya girmişti?" diye aynı olayı anlattırdığını ekler. Sofrada bulunan Karakol örgütü mensuplarından Edip Servet Bey'in de "Paşam, gerçi bohçaya girdi amma sokuncaya kadar neler çektiğimizi sormayın." diyerek herkesi güldürdüğünü okuyoruz kitaptan.

Bilmem size de öyle geliyor mu? Yakın tarihi yeniden yazma zamanı hızla yaklaşıyor.

Zaman

Demek 10. Yıl Marşı da yalanlarla örülü...
Nuh GÖNÜLTAŞ
nuhgonultas@gmail.com
23 Kasım 2010


1923-1938 arası...

Yani Cumhuriyet'in kurulmasından Atatürk'ün ölümüne kadar geçen süre.

Bu süreç içinde yeni Cumhuriyet neler yaptı?

10. Yıl Marşı'nda söylendiği gibi ülke "Demir ağlarla örüldü" mü, "10 yılda 15 milyon genç "yaratıldı" mı?

Değilse yakın tarihin yalanları arasına 10. Yıl Marşı'nın dizeleri de mi giriyor?

Zaman gelecek, elbette her şey açığa çıkacak.

Gerçeklerin ebediyen gizli kalmama gibi bir özelliği vardır.

Şimdi...

Asıl kaynak İsmail Cem'in Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi adlı kitabı ve Hürriyet Gazetesi'nin yıllar önce yayınladığı bazı haber ve yazılar...

Zaman yazarı Ali Ünal bu iki kaynaktan çok önemli bilgiler derlemiş. Bunlardan bizim okurların da haberinin olması gerekir. Görelim bakalım neymiş tek parti CHP Türkiyesi'nin verileri neymiş:

"1856-1922 yılları arasında 8619 km demiryolu inşa edilmiş.

1923-1950 döneminde ise mevcut 4086 km'lik demiryoluna sadece 3578 km ilave edilmiş.

Karayollarından söz etmiyoruz bile...

İlk cumhurbaşkanının maaşı 13 bin TL'dir. Bu rakamın bugünkü değeri altın üzerinden hesap edildiğinde 2006 yılı için 620 bin TL'dir.

2006'da cumhurbaşkanı maaşı Türkiye'de 14 bin liraydı.

İlk cumhurbaşkanının aldığı maaş bugünkü cumhurbaşkanının aldığı maaştan reel olarak 350 kat daha fazlaydı.

İsmail Cem'in Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi adlı kitabında ilk cumhurbaşkanının servetinin dökümü dört sayfa tutmakta. Bu servetin içinde bugünkü değeri 20 milyon dolar olan Hintli Müslümanlar'ın Kurtuluş Savaşı'na yardım olarak gönderdiği para da var.

Türkiye ekonomisi, 1927'de % 12,8

1932'de %10,6

1935'te %3

1940'ta %5

1941'de %10,3

1943'te %9,8

1944'te %5,1

1945'te %15,3

1949'da %5,5 küçülmüştür.

1895 yılında Türkiye sınırları içinde yaklaşık rakamlarla 25.800 ilkokul, 2 milyon ilkokul yaşında çocuk ve 1 milyon 200 bin öğrenci vardır, okuma oranı, %60'tır.

1938'de ise 6.700 ilkokul, 2.335.000 ilkokul çağında çocuk ve 765.000 öğrenci vardır, okuma oranı %33'tür. 1925-38 arasında Türkiye'de sadece 173 yeni ilkokul açılmıştır.

1895'te Türkiye toprakları içinde ortaokul ve lise sayısı 830, ortaöğretim çağındaki nüfus 2 milyon 550 bin, öğrenci sayısı 98.000, okuma oranı %3,8'dir.

1938'de ise 208 ortaokul ve lise, 3 milyon küsur ortaöğretim çağında nüfus, 95 bin küsur öğrenci vardır ve okuma oranı %3,2'dir.

Cumhuriyet, Abdülhamid döneminin eğitim seviyesine ancak 1950'lerde ulaşabilmiştir!

1914'e gelindiğinde tek üniversitemiz, 7 fakültesi ve 4.600 öğrencisi ile İstanbul Üniversitesi idi. 1938'de de yine tek üniversitemiz vardır, fakülte sayısı 8 olup, öğrenci sayısı 5.700 civarındadır.

1934'e gelindiğinde Türkiye'de din eğitimi bitirilmiştir!

Bir de yer yer halk açlıktan ölür.

Pek çoğu sehpalarda can verir.

Halk Jandarma dipçiği ve tahsildar baskısı altında inlerken, kaymak tabakasını kripto-ecnebilerin oluşturduğu asker-eşraf-tüccar-bürokrat koalisyonundan oluşan CHP ve Cumhuriyet 'seçkin'leri, arsa spekülasyonculuğu, ihtikâr, tefecilik, müteahhitlik, komisyonculuk ve savaş şartları istismarıyla zenginleşmekte, halk çullar-çuvallar içinde iken Kalgurisi'den, Fegara'dan Paris modellerini kapışmakta, kuyruklu ceket, silindir şapka, klak, makferlanlarla balolarda danstan dansa ve kutlamadan kutlamaya koşmaktadır."

Tam da Necip Fazıl Kısakürek'in dediğine tekabül eden bir durum söz konusu:

Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;

Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılâp.

Her şey çok açık, demek bu millet CHP'yi bu yüzden iktidara getirmiyor. Çünkü Türkiye ilerlemeye ve büyümeye ancak 1950'den sonra, CHP iktidarı bittikten sonra geçiyor!

Bugün

Allah’ın belası geçmiş ya da Wikileaks!
Hasan CEMAL
h.cemal@milliyet.com.tr

Bu yakınlarda öğrendim. Ankara’da bir zamanlar devletin güvendiği, yaşlı başlı emekli diplomatlarımız sabah vakti resmi arabalarla toplanır, Genelkurmay’da ya da bir başka yerde devlet arşivlerine yollanırmış.
Mesaileri, ‘özel görev’miş!
Resmi tarihimize aykırı düşebilecek ‘sakıncalı’ belgeleri arşivlerden ayıklamak diye tarif edilebilecek bu ‘özel görev’ halen devam ediyor mu, bilmiyorum.
Yine devleti bilen güvenilir bir kaynak anlatmıştı.
1950 yılı Mayıs ayı.
DP tek başına seçimleri kazanır ve Türkiye’de siyasal iktidar ilk kez halkın oyuyla el değiştirir. Onca yıl kendini devletle özdeş kılmış CHP’nin tepelerindeyse telaş rüzgârları esmektedir.
CHP’li İçişleri Bakanı görevini DP’li bakana devretmeden önce, zamanın önde gelen resmi tarihçilerinden bir ikisiyle birlikte İçişleri’nin arşivine girer, tarama yapar ve DP’nin eline geçmesini istemediği bazı belgelerden ‘temizler’ bakanlığının arşivini...
Devletimiz böyledir.
Geçmişten korkar!
Gerçek korkusu vardır. Çünkü kirleri de vardır, kendi ürettiği ‘katilleri’ de vardır o geçmişin. Bu nedenle devletimiz bizim geçmişimizi bize gerçeklere göre değil, kendi istediği gibi anlatır.
1960’ların başında ben siyaset bilimi okudum Ankara’da.
Dört yıl boyunca Mülkiye’de kimse bana örneğin Kürtleri, Kürt isyanlarının nedenlerini, Alevileri ve inançlarını, bu ülkenin toplumsal dokusuyla kimlik meselelerini öğretmedi.
İstiklâl Mahkemeleri’nin derinliklerine ışık tutan olmadı.
Otoriter laiklik anlayışının inançlar üstündeki baskısını öğrenmedim.
1915’in gerçek yüzünü, Ermenilerin acılarını kimselerden duymadım.
Dersim’e gelince isyandı, o kadar.
Oysa Dersim isyan değildi.
Ve Dersimliler, eski Dışişleri Bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil’in, tanık olarak, 1986’da Kemal Kılıçdaroğlu’na itiraf ettiği gibi, “Sığındıkları mağaralara zehirli gaz sıkılarak fareler gibi” öldürülmüştü.
6-7 Eylül de bizim tarih kitaplarının yazdığı gibi değildi. 1950’lerin başında Rumlara, Ermenilere, Yahudilere yönelik pogrom, kontrgerilla ya da güncel deyişle ‘derin devlet’ tarafından düzenlenmişti.
Bize bunlar öğretilmedi.
Resmi tarih bunları yazmadı.
Karanlıkta tutulduk.
Osmanlı tarihine ilişkin, İstiklal Savaşı’yla Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına ilişkin, Atatürk’e ve yakın tarihimize ilişkin arşivlerdeki gerçekler ya gizlendi, ya imha edildi.
İttihat Terakki’den başlayarak Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında bulaşan ‘kirler’den bugün bile hâlâ tam temizlenemedik.
“Söz konusu vatansa, gerisi teferruattır” zihniyetinin ürünü olan siyasi cinayetler bugünlere kadar sarktı ne yazık ki, demokrasi ve hukukun kolunu kanadını kırarak...
Uzun lafın kısası:
Yalanda yaşatıldık.
Yalanda yaşayan çoğu insan gibi, toplum olarak da kendi kişiliğimizi bulamadık, olgunlaşamadık. Bu yüzden de iç huzuruna eremedik, iç barışımızı yakalayamadık.
Kendilerini Cumhuriyet devletiyle özdeş kılmış olan asker-sivil elit, rejim üstündeki kendi egemenliğini, kendi imtiyazlı durumunu devam ettirmek için Kemalizm adı altında tarihi gerçekleri sürekli çarpıttı.
Böylesini uygun gördüler bize...
Hayatın gerçekleri zorladıkça da, arşivlerin üstüne kilit üstüne kilit vurdular, yetmedi, arşivleri tarayıp belgeleri yok ettiler.
Ama gerçekten kurtuluş yok.
Sonunda enseliyor insanı!
Nitekim, neyin ne olduğunu arşivler hâlâ açılmasa da öğrenmeye başladık.
Geçmişi öğreniyor ve sorguluyoruz. Geçmişle yüzleşmeye de başladık.
Bu süreç artık durdurulamaz. Geçmişi tüm boyutlarıyla öğrenip kavradıkça, geçmişin yükünden kurtuldukça, daha güzel bir geleceğin yollarında yürüyeceğiz.
Farkındayım, böylesine satırlar ilk kez yazılmıyor bu köşede.
Kim bilir kaç kez yazdım.
Ama bu seferkini Wikileaks’e, belki daha doğru deyişle Ankara’daki bir Amerikan diplomatına borçluyum.
Wikileaks’ten öğrendim.
Ankara’dan Washington’a gönderdiği bir yazıda, entelektüel derinliği olduğu anlaşılan o Amerikalı diplomat, Türkiye’de resmi tarihçiliği eleştiriyor.
Ve gerçekler karşısında kafasını devekuşu gibi kuma gömen bu anlayışı, 1991’de tarihe karışan Sovyetler Birliği’nin totaliter tarih anlayışına benzetiyor.
Demiş ki gizli telgrafında:
“Türkiye’nin resmi tarihi katı tabular, inkârlar, korkular ve mecburi kılınmış kaba tahrifatlarla dolu. Türkiye Cumhuriyeti’ndeki resmi tarihçiliğin bu halleri, eski Sovyetler’in akademik dünyasında anlatılan eğlenceli bir fıkrayı hatırlatıyor.
Sovyet Komünist Partisi’nin tarih fakültesindeki yetkilisi, parti kadrolarını ideolojik tehditler konusunda uyarırken, ‘Gelecekten kuşkumuz yok, o biliniyor. Ama geçmiş, o Allah’ın belası geçmiş yok mu, sürekli değişiyor’ diye yakınır.”
İyi pazarlar!

Milliyet

Kubilay sakızı daha kaç yıl çiğnenecek?
Ali İhsan KARAHASANOĞLU
24 Aralık 2010

Kubilay olayı, daha kaç yıl böyle çarpıtılarak anılacak bilemiyorum. 1930 yılında yaşanmış, topu topu 15-20 kişilik bir kavga. Hadi diyelim, çatışma.. 1930 Türkiyesi’nde, küçücük bir ilçede yaşanan olayın, tüm Türkiye’ye yansıyabilecek bir boyutu olabilir mi? Ne mümkün! Ama; 80 yıldır, aynı sakızı çiğnemeye devam edip duruyorlar. “Türk devrimleriniiin ...”

El insaf yani. Ne devrimi kardeşim!..

Devrimle ne ilgisi var 15 kişinin kavgasında..

3-5 kişiyle, devrime karşı mı çıkılır?

3-5 kişiyle, devrimler mi savunulur?

Lokal bir kavga işte..

Ucunda hiçbir şey yok.

Bu taraf da baskın çıksa, bir şey olacağı yok. Diğer taraf da başarılı olsa, önemli bir sonucu yok.

Subaya saldıranlar, diyelim başarılı oldular..

Ne yapacaklar, 3-5 kişi ile ‘Cumhuriyeti mi yıkacaklar?’

Güldürmeyin insanı..

Kubilay; kendisini yeterince savunsaydı, saldırganlara ilk anda baskın çıksaydı..

Ne olacaktı? Cumhuriyet, üç tane esrarkeşe hiç fire vermeden baskın çıktı diye, “Savaş kazanmış ordu” muamelesine mi tabi tutulacaktı?

Nedir bu, küçücük bir olaydan çıkartılan büyük tartışma!

Menemen olayını, Cumhuriyet’e karşı ciddi bir saldırı olarak yorumlayanlara bakın; Ergenekon sanıklarını nasıl da savunuyorlar!

1930’daki üç tane esrarkeşin, bir subaya saldırısından, ‘Cumhuriyeti yıkma’ sonucu çıkartanlar, şimdi onlarca generalin içinde bulunduğu plânlar için, “Ne var canım, harp oyunu yapmışlar. Üç tane general ile darbe mi olur?” diyorlar..

Devam ediyorlar: “Darbe yapmak için, darbeyi gerçekleştirmeye elverişli silahlar kullanmak gerekir. Ergenekon’dan yargılanan Mustafa Balbay’ın elinde ne var ki, darbe yapabilsin.Tuncay Özkan’ın elinde ne var ki, darbeden yargılanıyor.MehmetHaberal’ın ne gücü var ki, darbeden yargılanıyor?”

Ergenekon sanıklarının serbest kalması için, bu savunmayı yapıyorsunuz da, Menemen’deki üç tane esrarkeşin bir subaya saldırısını, niye “Cumhuriyet’i yıkmaya teşebbüs” olarak tanımlıyorsunuz?

O üç tane esrarkeş, ne yapacaklardı, Ankara’ya gelip, hükümeti mi yıkacaklardı?

Ne ile?

Hangi silah ile?

Hangi güç ile?

Tarihi gerçekleri çarpıtmasalar, “Onlar, kendi görüşlerini savunsunlar, biz de kendi görüşlerimizi savunalım.Herkes yoluna” diyeceğim.

Ama, gerçekleri bile bile tahrif ediyorlar.

Bakın; Cumhuriyet gazetesinin dünkü nüshasında,Menemen ile ilgili bir ilan: “Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın yaşama mutluluğu kazandırdığı dünyaya örnek Türk devrimine yönelik gerici saldırıların hedefi olan ...”

Bu ilanın altında, sıradan bir gencin ismi olsa, “Heyecanına ver” der, geçersiniz.

İlanın sahibi olan zat, bir de profesör olmuş!

Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın nasıl kazanıldığını bilmiyor bir defa..

Sanıyor ki; önce şapka devrimi yapılmış, sonra Şapka Devrimi’ni korumak için Ulusal Kurtuluş Savaşı kazanılmış.

Sanıyor ki; önce Harf Devrimi yapılmış, sonra Harf Devrimi’ni korumak için düşmanlar denize dökülmüş.

Sanıyor ki; önce halifelik kaldırılmış, sonra Anadolu’da işgalciler kovalanmaya başlanmış!

Hayır beyler, hayır!

Kurtuluş Savaşı’nın kahramanları, sizler değil; sizlerin “gerici olmakla” suçladığınız bu dindar halkın taa kendisidir.

Bu dindar halk, imanı için savaştı ve kazandı..

Dini için savaştı, namusu için savaştı..

Harflerini değiştirmek için savaşmadı..

Şapka takmanın zorunlu olması, takmayanın kellesinin uçurulması için savaşmadı..

Halifeliğin kaldırılması için savaşmadı..

Açın; savaş sırasındaki tüm komutanların sözlerini okuyun.

Tüm idarecilerin açıklamalarını, resmî belgeleri okuyun..

Bir tanesinde, “Bu ülkede, harfleri değiştirmemiz lazım.Bunun için Yunanlıları denize dökmemiz lazım” deniliyor mu?

Bir tanesinde, “Memurlara şapka takma zorunluluğu getirilmesi gerekir. Bu uğurda, İngilizleri topraklarımızdan çıkarmamız lazım” deniyor mu?

Gerçekleri çarpıtmayın..

Dürüst olun, devrim hokkabazları!

Yeni Akit

Cemil Koçak/ Star
'23 Nisan'ı Atatürk hediye etmedi'


25 Nisan 2011
Her yıl 23 Nisan'da çocuk bayramını hatırlıyoruz da; bayramın meclisin (yeniden) açılışını, yani hâkimiyeti millîyeyi simgelediğini unutuyor muyuz?

Çocukluk şarkımızı hatırlamayan var mıdır acaba:

Bugün 23 Nisan;

neşe doluyor insan

Kamutay bugün doğdu;

saltanatı boğdu...

Şarkıda meclis nerede derseniz, efendim o sırada meclise artık meclis değil, kamutay denildiğinden, şarkı da böyle kaldı. İlk iki satır için diyecek bir şey yok; fakat son iki satır bayağı sorunlu. Neden mi? Resmî eğitimden gelen bilgilerimizi bir an için unutmaya hazırsanız, anlatacağım.

İlk Meclis ne zaman açıldı

Meclis, 23 Nisan'da doğmadı ki, sadece yeniden açıldı. İlk meclis tâ Osmanlı zamanında açılmıştı bile. Hem de daha 1877 senesinde. Ama haklısınız, teokrasinin ve şeriatın geçerli(!), üstelik saltanat ve hilâfetin olduğu bir ülkede nasıl olur da meclis olabilir diye soruyorsunuz haliyle. Çünkü, size şarkıdaki gibi her şeyin 'o zaman' başladığı anlatıldı. Evet, ilk Osmanlı anayasası 1876 yılı sonunda kabul edildi ve hemen ardından seçim yapıldı. Ne? Osmanlı'da seçim mi? Şu geri ve ortaçağ karanlığındaki ülkede mi? Evet, iki dereceli seçimden söz ettiğimiz doğru, fakat bu sistem tâ 1946 yılına kadar sürdü. Anayasaya göre meclisin pek bir yetkisi yoktu; buna rağmen II. Abdülhamit'e kök söktürdü. Bu nedenle de ömrü kısa sürdü. Sultan, anayasanın kendisine verdiği yetkiye dayanarak meclisi feshetti; üstelik yeniden seçim de yaptırmadı. (..)

Yeni(den) Meclis

İkinci Jön Türk kuşağı, yani İttihatçılar, ordunun vurucu gücüyle, 23 Temmuz 1908'de sultana meclisin yeniden açılacağını ilân ettirdiğinde, aradan epey zaman geçmişti. II. Meşrutiyet'in on yılı boyunca meclis açık kaldı; iki kez de (1908 ve 1912) seçim yapıldı. Sonra meclisin ayakta kaldığı diktatörlüğe dönüştü rejim. Anayasal monarşinin ilk durağı demokratik gelişmeler açısından hayli zengin geçmişti; biraz da bu nedenle İttihatçılar muhalefete tahammül edemediler. Çünkü elleri kolları bağlanıyordu. Abdülhamit'i örnek almaya karar verdiler; zararın neresinden dönülürse kârdı. 1912 sopalı seçimleri bu sürecin başlangıcı oldu. Bâbı Âli baskını süreci tamamladı.

Son Osmanlı Meclisi Mebusanı

Ama savaşı kaybettiler. Hâkim oldukları meclis yeni sultan Vahdettin tarafından lağvedildi. O da yetkisini anayasadan alıyordu. (Anayasa yapımcılarına not: İttihatçılar meclise hâkim olunca, sultanın meclisi feshetmek konusundaki anayasal yetkisini kaldırdılar; sonra sultanın kendilerinden olduğunu varsayınca bu yetkiyi yeniden tanıdılar; olur da mecliste hâkimiyetlerini yitirirlerse bu yetki gerekebilirdi; ne var ki, son sultan artık onlardan değildi ve kendisine sunulmuş olan bu yetkiyle İttihatçıların hâkimiyetindeki meclisi kolayca ortadan kaldırdı-aman konjonktüre göre hazırlanmış anayasal yetkilerden kaçınmaya çalışın!) Hükûmet seçime gitmekte nazlandı. Oysa ülkenin barış anlaşması yapması ve barış anlaşmasının da tıpkı bugün olduğu gibi meclisten geçmesi gerekiyordu. Erzurum ve Sivas kongrelerinde yeni seçim talebi ağır bastı. Anadolu hareketi yeni bir seçimle meclisin toplanmasını istiyordu. Sonunda İstanbul hükûmeti değişti de, bu talep benimsendi ve yeniden seçim yapıldı. Son Osmanlı Meclisi Mebusanı bu şekilde toplandı. Fakat 1920 martında İstanbul'un bu kez hukukî işgale uğraması üzerine ve üyelerinden bazıları da İngilizlerce üstelik meclisten alınıp götürülünce, faaliyetlerine ara verme kararı aldı. Bu şartlarda özgürce çalışma imkânı kalmamıştı.

Birinci Meclis saltanatı boğdu mu?

Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa, heyeti temsiliye adına meclisi Ankara'da toplantıya çağırdı. Meclisler olağanüstü koşullarda başkentin dışında toplanabilirdi. Tarihte bunun örnekleri vardı. Son meclisten Ankara'ya gelmek isteyenler geldi, fakat çoğu İstanbul'da kalmayı ya da katılmamayı seçti. Bunun üzerine üye sayısını yükseltmek amacıyla seçime pek de benzemeyen yöntemlerle adeta atamalar yapıldı. Meclis üye sayısı zaman içinde yükseldi. İşte şarkıdaki kamutay, bu meclistir. 23 Nisan'da doğdu, fakat yeniden doğdu demek gerekir. Hatta İstanbul'daki son meclisin o kadar devamıydı ki, başkanının kim olacağı epey tartışma çıkardı. Atatürk Nutuk'ta eski meclis başkanının nasıl Ankara'da da yine başkan olmak istediğini ve hatta olamayınca meclis başkanlık maaşında direttiğini hayli kızgın anlatır. Ankara'daki meclis de, İstanbul'daki meclisin gündem maddesinin kaldığı yerden çalışmalarına başladı: Hayvan vergisini artırarak. Hayvanlardan da vergi mi alınır diye soran olursa; bu vergi dönemin önemli gelir kaynağıydı ve tâ 1962 yılına kadar geçerli kaldı. Eski maliyecilerin anılarında hala yer eder. Geçmiş gözlerden saklanırsa, ki resmî eğitim esas olarak bunu yapıyor, şarkılarla oyalanmak mümkün olabilir.

Peki, saltanatı boğdu mu? Evet, ama hemen değil. İki yıldan daha uzun bir zaman sonra. Aslında toplanma amacı, saltanatı ve hilâfeti düşman elinden kurtarmaktı. Bu bakımdan onu boğması o sırada düşünülemezdi bile. Hani Amerikan filmlerinin klişe lafı vardır ya: aklından bile geçirme. Bunu aklından geçirenler varsa da, asla ifade edemezlerdi. Tâ ki, 1922'nin sonbaharı gelinceye kadar. O zaman da saltanatı boğarken, onun ayrılmaz ikizi hilâfete dokunulmadı.

Evet, sanıldığının aksine, bizde meclis, yani tâ Nâmık Kemal kuşağından, Yeni Osmanlılar'dan bize çok önemli bir armağan olan hâkimiyeti millîye kavramı, Cumhuriyetten çok daha önce zaten vardı. Osmanlı'dan Cumhuriyete geçişte süreklilikler daima silinmiş; araya çin duvarı örülmüş gibi gösterildiğinden, hep bu önemli gerçeği gözden kaçırıyoruz. Elbette millî eğitim de zaten bunu yapmak üzere kurgulandığından, amacına gayet güzel ulaşıyor. Meclisi Atatürk'le doğmuş bir kurum sayma yanlışlığı, temel eğitimin cahilliği sürdürme politikası gereğince ayakta kalıyor.

23 Nisan Bayramı

Mehmet Ö. Alkan, 23 Nisan'ın Gayri Resmî Tarihi adlı makalesinde; 23 Nisan'ın ilk kez 1921 yılında millî bayram olarak kutlandığını, ardından bugünkü Çocuk Esirgeme Kurumu'nun aynı günü çocuk günü ilan etmesiyle örtüşmenin başladığını ve 1927'de aynı kurumca çocuk bayramına dönüştüğünü açıklıyor. Ancak sadece bir sonraki yıl yetim ve öksüz yavruların bayramı olarak kutlanmıştır. 23 Nisan, 1935 yılına kadar bir yandan millî hakimiyet bayramı, bir yandan da çocuk haftası olarak kutlanır; o yıl resmen ulusal egemenlik bayramı olarak benimsenir. Bu iki ismin fiilen birleşmesi ise orta okul ve liselerdeki kutlamalar dolayısıyla olacaktır. Fakat Atatürk'ün bayramı çocuklara armağan ettiği tamamen bir efsanedir. Armağan öyküsü ilk kez 1957 yılında duyulmaya başlamış olup, 27 Mayıs sonrasında yaygınlaşmıştır. 23 Nisan'ın resmi olarak ulusal egemenlik ve çocuk bayramı olarak kabul edilmesini ise 12 Eylül yönetimine borçluyuz! Bu arada; 23 Temmuz da 1935 yılına kadar hürriyet bayramı olarak kutlanmaya devam edildi desem, acaba bana inanır mısınız?

(..)

Birinci meclisin açılışı

ANKARA'DA meclisin Osmanlı'da rastlanmayan şekilde dinî törenlerle açıldığını hatırlamak gerekir. Açılış günü özellikle cumaya denk getirilmişti; önce Hacı Bayram Camii'nde Cuma namazı kılınmış, ardından ilahiler ve kurbanlar eşliğinde meclis binasına kadar gelinmişti. Meclis de dua ile açılmış ve kürsünün arkasına Kur'andan âyet asılmıştı. Her şeyin dini ritüellere uygun olmasına ve dini duygulara seslenilmesine özen gösterilmişti.

Birinci mecliste içki yasağı

GÜNÜMÜZDE alkolle mücadele pek bir tartışma konusu; ne var ki, birinci meclisin men'i müskirat kanunu ile içki yasağı koyduğunu biliyor muyuz? Meclisin açılmasından sadece beş gün sonra içki (müskirat) üretiminin, satışının ve içilmesinin yasaklanmasına ilişkin yasa tasarısı gündeme gelmişti bile. İthali de yasaklanacaktı. Yasağa uymayanlar için para cezası ve şer'i cezalar düşünülmüştü. Sonuncu ceza kamçılanmayı gerektiriyordu. Sonunda tasarı yasalaştı: İçki imal ya da ithal edenler, nakledenler ve satanlar her okka için elli lira ceza ödeyeceklerdi. Alenen içki içenler ya da gizlice içip de sarhoşluğu görülenler ise şer'i ceza ya da elli ila ikiyüz lira para cezası ödeyecekler ya da üç aydan bir yıla kadar hapis cezası ile karşılaşacaklardı. Memur olanların meslekten ihracı da kararlaştırılmıştı.
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Şub 22, 2011 3:20 am    Mesaj konusu: İşgal Fotoğraflarından Sansürlenen ABD Alıntıyla Cevap Gönder

İşgal Fotoğraflarından Sansürlenen ABD
Açık İstihbarat
21.02.2011

Çocuklarımıza okuttuğumuz tarih kitaplarında işgal dönemi ile ilgili özellikle sansürlenen bir ülke vardır : ABD. ABD o kadar dokunulmazdır ki, Harp Akademileri'nde okutulan kitaplarda bile ABD ile emperyalizm kavramları mümkün olduğu kadar uzak tutulur.

ABD'nin zamanında ülkesini işgal eden güçler arasında olduğunu bilmeyenler, o yüzden başlarına çuval geçirmeye gelen ABD askerleri karşısında şaşırıp kalırlar, "siz bizim müttefikimiz değil miydiniz?" şaşkınlığını üzerlerinden atamazlar.

Halbuki aşağıdaki fotoğraflar ABD'nin müttefik değil, tarihi bir düşman olduğu konusunda nettir. Bu devleti ve milleti ABD'nin boyunduruğu altına almak isteyenler tarafından sansürlenmiştir.

Yunanlılar, İngilizler, Fransızlar, Ermeniler , Ruslar ...ve işte işgal fotoğraflarından sansürlenen ABD...

Açık İstihbarat

[list=]http://www.acikistihbarat.com/resimler/haber/abd-tarih-dolmabahce-onunde-dort-abd-zirhlisi-acik%20istihbarat.jpg[/list]
Dolmabahçe önünde ABD zırhlıları


İstiklal savaşı günlerinde Boğaz'da ABD destroyeri


1922 yılında Kabataş açıklarında ABD askeri gemisi USS Bainbridge


Yunanlıların Bandırma işgaline ABD bayrakları eşlik ediyor...


Venizelos İzmir'de ABD ve İngiliz bayrakları eşliğinde konuşuyor...

Resmî tarihin Sultan Vahdettin saplantısı
MUSTAFA ARMAĞAN
27.11.2007



1918 şartlarında İngilizleri tutmayan var mıydı ki, Hürriyet gazetesinde yer alan bir köşe yazısında(1), Mondros Mütarekesi'ni ve İngiliz himayesini kabullendiği için Sultan Vahdettin'e hain yaftası yapıştırılabiliyor?
Açın bakın, Mondros'ta İngiltere ile aramızda rica minnet çöpçatanlık yapan General Townshend'in hatıralarını, İngiliz gemileri kasım ayında Çanakkale'den nasıl birer 'kurtarıcı prens' olarak girmişlerdir, hayretle görürsünüz. Hadi onu bulamadınız diyelim, bari tarihçi Orhan Koloğlu'nun 1918 yılı üzerine yazdığı kitabındaki(2) basın taramasını okuyun ve zamanın PTT'sinin Mondros Mütarekesi'ni kutlamak için tam 22 bin serilik bir posta pulu çıkardığını hayret ve ibretle görün.

O zaman Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'da kendi parasıyla çıkardığı Minber gazetesinde işgalci İngilizlerin tebrik edilip alkışlandığını da, 17 Kasım 1918'de aynı gazetede çıkan söyleşisinde "İngilizlerden daha hayırhah (iyiliksever) bir dost olmayacağı" mesajını verdiğini de, ertesi gün çıkan Vakit gazetesinde ise "Britanya hükümetinin Osmanlılara karşı olan iyi niyetlerinden şüphe etmediğini" söylediğini ve dahi "muhataplarımızla [yani İngilizler, Fransızlar vd.] anlaşmak lazımdır" dediğini de hatırlamamız gerekmez mi? Ya Mustafa Kemal Paşa'nın 11-13 Ekim 1918'de Halep'ten Vahdettin'e çektiği telgraftaki ilginç teklifleri... Şöyle diyordu padişahın yaveri Naci (Eldeniz) Bey adına gönderdiği telgrafta: Müttefiklerle olmadığı takdirde ayrı olarak ve mutlaka barışı sağlamak lazımdır ve bunun için kaybedilecek bir an bile kalmamıştır. (Orijinali: "Müttefiken olmadığı takdirde münferiden behemahal sulhü takarrur ettirmek lazımdır ve bunun için fevt olunacak bir an dahi kalmamıştır.")(3) Peki, bütün bu belgeler bilinip dururken birilerinin kalkıp da "Mütareke hükümlerine sonuna kadar riayetkâr davranmalıyız" şeklindeki tavrı nedeniyle Vahdettin'in hain ilan edilmesini anlamak gerçekten de mümkün değil.

Karabekir'in hatıratında Vahdettin

Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Kâzım Karabekir'in bile yakılan kitabı İstiklal Harbimizin Esasları'nın ilk baskısında (1933) Sultan Vahdettin'le son görüşmesine dair hatıraları, kitabın sonraki baskılarında açıkça sansüre tabi tutulmuş değil midir? Halbuki Vahdettin, 11 Nisan 1919 günkü görüşmesinde, birkaç gün sonra Trabzon'a giderek yeni görevine başlayacak olan General Kâzım Karabekir'e dönüp, "Paşa, ben ve millet sizlerden ümitliyiz... Hayır dualarım ve niyâzlarım sizinle beraberdir" demiş, Karabekir Paşa da kendisine şöyle cevap vermişti: "Kumandan ve asker evlatlarınızla bütün millet zât-ı şahaneleri etrafında bir kalp ve bir kafa gibi toplanabilir şevket-meâb." Üstelik Karabekir Paşa dışarı çıkınca onu heyecanla bekleyenler arasında bir tanıdık da vardır kapının önünde: Fahri Yaver-i Hazret-i Şehriyari Mustafa Kemal Paşa. Hemen Karabekir'e sorar: Neler konuştunuz? Karabekir, Padişah'ın kendisini hayır dualarla yolculadığını anlatınca Mustafa Kemal Paşa şu anlamlı tespiti yapar oracıkta: Sen Erzurum'a yerleşince vatanın üç uç noktasında üç temel dayanak noktası teşekkül ediyor. Ne yazık ki, İstiklal Harbimizin Esasları'nın 1951 ve sonraki yıllarda yapılan baskılarında bu ve benzeri türden Vahdettin'i 'beraat ettirici' nitelikteki ibarelerin itinayla temizlendiğini hayretle görürüz. Eh, Karabekir'in kitaplarında durum buysa gerisini varın, siz düşünün.

Mustafa Kemal'in yukarıdaki sözüne dönelim tekrar. Ne demek istiyor? Gayet açık bence: Vahdettin ve İstanbul hükümeti daha önce Cafer Tayyar Paşa'yı Edirne'ye, Ali Fuat Paşa'yı Ankara'ya gönderdikten sonra üçüncü büyük kozunu oynamış ve Karabekir Paşa'yı Erzurum'a tayin ettirmeyi başarmıştır. Böylece direnişin Edirne, Ankara ve Erzurum ayakları tamamlanmış, sıra bunları toparlayacak ve organize edecek bir genel müfettişliğe gelmiştir ki, bir ay sonra bu göreve olağanüstü yetkilerle padişahın yaveri olan Mustafa Kemal Paşa atanacak ve 15 Mayıs 1919 günü yine Vahdettin'le görüştükten sonra dördüncü ve merkezÎ ayağı oluşturmak üzere Samsun'a doğru yola çıkacaktır. Nitekim bu görüşmeyi sonraları Falih Rıfkı Atay'a anlatan Atatürk, Vahdettin'in kendisine, "Şimdiye kadarki başarılarınızı unutun, asıl şimdi yapacağınız hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin" dediğini nakletmemiş miydi? Öyleyse soralım: Bizzat Karabekir ve Atatürk'ün ağzından yaptıkları anlatılan Vahdettin nasıl hain olabiliyor?

İngiliz gizli belgeleri ne diyor?

Son olarak İngiliz gizli belgelerine bir göz atalım. Aslı Britanya arşivlerindeki gizli yazışmalara göre, işgalci İngilizler, şimdi de 'esir padişah'ı Samsun'a çıkmış bulunan Mustafa Kemal Paşa aleyhine konuşmaya zorlamaktadırlar. Ne var ki, Vahdettin kendilerine, Mustafa Kemal Paşa'nın ancak İtalya'nın birliğini sağlayan millî kahramanları Garibaldi kadar "haydut" kabul edilebileceğini, onun yurtseverliğinden kuşku duymadığını, dahası ona saygı ve hayranlık hissetmemenin güç olduğunu söylemiştir.(4) İngilizler de bu sözleri resmen kayıtlara geçirmişler. Vahdettin'in ifadelerinin İngilizce çevirisi şöyle: "It is absurd to label the Nationalist Movement as the tyranny of a set of non-Turkish brigand and patriot in much the same sense that Garibaldi was, and is difficult not to respect and admire him."

Bir başka belge ise gerçekten şaşırtıcı. 14 Kasım 1918 günü, bir gün önce İstanbul'a gelip Pera Palas'ta ikamete başlamış olan Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin Daily Mail Gazetesi'nin muhabiri G. Ward Price'ı aracı yaparak General Harrington'la görüşmek ister. Price, Pera Palas'ta yaptığı görüşmeyi hatıralarında şöyle aktarıyor: "Mustafa Kemal, yapmak istediği bir teklif için Britanya resmi makamlarıyla nasıl temas edeceğini" bildirmemi rica etti. "Bu harpte yanlış cephede savaştık, dedi, eski dostumuz Britanyalılarla asla kavga etmek istemezdik... Biliyoruz, partiyi kaybettik... Anadolu'nun Müttefik Devletler tarafından işgal edileceğini tamamen biliyordum... Bu topraklar üzerindeki bir Britanya idaresinden o kadar hoşnutsuzluk gösterilmemesi gerektir."

Kim kahraman, kim hain?

Anadolu'da İngiliz idaresinden o kadar da rahatsızlık duyulmaması gerektiğini söyledikten sonra Mustafa Kemal, bu topraklar üzerindeki İngiliz idaresinde bir vali olarak çalışmaya hazır olduğunu gazeteci aracılığıyla işgalci yetkililere şöyle iletecektir: "Eğer İngilizler Anadolu için sorumluluk kabul edecek olurlarsa Britanya idaresinde bulunan tecrübeli Türk valileri ile işbirliği halinde çalışmak ihtiyacını duyacaklardır. Böyle bir selahiyet dâhilinde hizmetlerimi arzedebileceğim münasip bir yerin mevcut olup olmayacağını bilmek isterim..."(5) Türk Tarih Kurumu'nun çevirtip bastığı bir kitaptan alındı bu çarpıcı sözler. Şimdi söyleyin bakalım, İngilizlerle ilişki kurmak vatan hainliği sayılabilir miymiş?

Kaldı ki, kimin hain, kimin kahraman olacağına gazete köşelerinden yahut meclis kürsüsünden karar verilemez; hatta mahkemeler bile buna karar veremez. Bunun kararını kamuoyunun vicdanı ve "tarih" denilen o acımasız yargıç verirse verir. Hem Fransızlar şu General Petain'in hain mi kahraman mı olduğuna 60 küsur yıldır karar verebildiler mi? Adam üstelik vatanını Almanya'ya gerçekten peşkeş çektiği ve işgalcilerle düpedüz işbirliği yaptığı için İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra herkesin gözü önünde yargılanıp idama mahkûm edildiği halde bugün dahi onun bu şekilde davranmakta haklı olduğunu düşünen Fransız vatandaşları azımsanmayacak sayıdadır. Dahası, bu bir rejim sorunu değildir Fransa'da; bir tarih sorunudur. Ne diyelim, darısı bizim Vahdettin'in başına.

En iyisi son sözü, bir ara bakanlık da yapmış olan Hüseyin Cahit Yalçın'a bırakmak. Bakın yakın tarihimizdeki hain-kahraman düellosu hakkında bu tecrübeli kalem ne ibret-âmiz laflar söylemiş: "İzzet Paşa kabinesinde mütarekeyi [Mondros'u] imza eden Rauf [Orbay] Bey, bugün âdeta vatan haini oluyor. Çünkü Halk Fırkası'ndan çıkmıştır. İzzet Paşa kabinesinde mütarekeyi kabul eden ve imza etmesi için emir verenler arasında bulunan Fethi [Okyar] Bey ise bugün Millet Meclisi Reisi bulunuyor. Çünkü, henüz Halk Fırkası'na mensuptur. Bu ne mantıktır, bu ne ölçüdür, bu ne mutaassıp fırkacılık [particilik] hissidir?"(6) Tarih yalan söylemez; ama ona yalan söyletilebilir. Tabii yatsıya kadar...

1) Bkz. Tufan Türenç, "Tarih yalan söylemez: Vahdettin haindir", Hürriyet, 14 Kasım 2007. 2) Orhan Koloğlu, 1918: Aydınlarımızın Bunalım Yılı, İstanbul 2000, Boyut Kitapları, s. 190. 3) Atatürk'ün Bütün Eserleri, cilt 2, İstanbul 2003, Kaynak Yayınları, s. 232. 4) Bkz. S. Ramsdan Sonyel, Turkish Diplomacy 1918-1923, Londra 1975, s. 154, dipnot 1'den aktaran: Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler 5, İstanbul 1992, Tekin Yayınevi, s. 249-250. 5) Price'ın Extra-Special Correspondent (Çok Özel Yazışmalar) adlı kitabından (1957, sayfa 104) aktaran Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, Çeviren: Cemal Köprülü, Ankara 1991, Türk Tarih Kurumu Yayınları, s. 98. 6) Aktaran: Rauf Orbay, Yakın Tarihimiz, cilt IV, İstanbul 1962, s. 180.

Zaman

İngilizler İstanbul'dan nasıl çıktı?
Mustafa Armağan
03 Temmuz 2011

Resmi tarih, İstiklal Savaşı'ndan sonra İngilizler başta olmak üzere işgal kuvvetlerini İstanbul'dan nasıl başları önlerinde çıkarttığımızı yazar.

Ne de olsa fena halde yenik ve eziktirler karşımızda. Nitekim muzaffer Türk ordusu 6 Ekim 1923 günü İstanbul'a girmiş ve şehri 5 yıla yakın süren düşman işgalinden kurtarmıştır.

Artık değişmesi şart olan tarih kitaplarımızda böyle yazar yazmasına ama gerçekler aynı kanaatte değildir. Aslında İtilaf devletlerinin silahlı kuvvetleri, resmi geçit törenleri ve centilmenlere yakışır "garden party"lerle veda etmişler, halkın alkışları arasında bayrağımızı selamlayarak Dolmabahçe rıhtımında kendilerini bekleyen "Arabic" adlı vapura binmişler ve sevinç içinde el sallayarak İstanbul'dan ayrılmışlardı.

Hangi tarihte peki? Herkes gibi '6 Ekim'de' diyorsanız yanılıyorsunuz. Doğru cevap için ise biraz sabrınızı istirham edeceğim. Çünkü daha önce hatırlatmam gereken bazı önemli noktalar bulunuyor.

Öncelikle şunu belirtelim ki, işgal kuvvetlerinin İstanbul'u terk edişi ile Lozan Antlaşması'nın imzalanması olayları arasında sandığımızdan da yakın bir bağ mevcuttur. Yani Lozan imzalanana kadar işgal devam etmişti, hatta sonrasında da 2,5 aya yakın bir süre işgalciler başkentimizden gitmemişlerdi.

Hemen araya girip söyleyeyim: Ankara'nın 13 Ekim'de başkent oluşu İtilaf kuvvetlerinin gidişinden bir hafta kadar sonraya rastlar, yani Lozan imzalandığında İstanbul hâlâ payitahttır ve bir maddesinde de Hilafet merkezinin İstanbul olduğu açıkça yazılıdır.

O zaman şunu sormak hakkımızdır diye düşünüyorum: Ankara'yı başkent yapmakla Lozan'ı ilk delen biz mi olduk yoksa? Hani Lozan ilk imzalandığı haliyle dimdik ayaktaydı? Aslında Lozan defalarca delinmiştir. Hatta Montrö bir yana, belki de Lozan'ın lehimize asıl delinişi, "Kanalistanbul" projesiyle gerçekleşecektir. Böylece Boğaziçi, 1918'den bu yana ilk defa tam olarak egemenliğimiz altına girecektir.



Selahaddin Adil Paşa İstanbul'da işgal devletleri temsilcileri ile vedalaşıyor.

Konumuza dönecek olursak, şehrin boşaltılması sırasında İstanbul Komutanı olarak görev yapan Selahaddin Adil Paşa'nın "Hayat Mücadelelerim" adlı hatıralarında (1982) o günler içeriden ve ayrıntılı bir şekilde anlatılır. (Maalesef bu hatıratın orijinali, Paşa'nın oğlu Semuh Adil Bey'in ifadesiyle Kemal Ilıcak'ın yalısında kaybolmuştur.)

Görevine Halife Abdülmecid'in biat töreniyle başlayan Selahaddin Adil Paşa, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'nın hükümlerine uygun olarak bir ay sonra (23 Ağustos) TBMM Lozan'ı onaylayacak ve ancak o zaman İtilaf kuvvetleri denklerini toplamaya başlayacaklardır. (İngiltere parlamentosunun onayı ise eylülde gelecektir.) 25 Ağustos'ta işgal kuvvetleri hazırlığa başlamış, binaları teslim etmektedirler birer ikişer. Boşaltma 1,5 ayda tamamlanacak ve son gün dostane bir tören düzenlenecektir. Bundan sonrasını S. Adil Paşa'nın hatıratından takip edelim (sayfa 424):

"General Harrington tarafından İtilaf devletleri orduları namına 29 Ağustos'ta Türk ordusu için Sumer Palas'ta bir çay ziyafeti verilerek İstanbul'daki askeri, sivil birçok kişi çağrılmış ve kumandanlıkça (yani Türk tarafınca) da 19 Eylül 1923'te Beykoz Parkı'nda bir garden parti ile buna karşılık verilmişti."

S. Adil Paşa bundan sonra ordumuzun İstanbul'a girişi için de hazırlık yaptıklarını ve eylül sonuna kadar işgal kuvvetlerinin binaları teslim işinin sürdüğünü, birliklerin de büyük ölçüde -karargâh heyetleri hariç- ülkelerine yollandığını anlatıyor.

Nihayet 2 Ekim günü İtilaf devletlerinin Mondros Mütarekesi hükümleri gereğince el koydukları bütün cephane ve savaş malzemesinin Türk hükümetine teslim edildiğine dair belge imzalandıktan sonra artık resmi işlemlerin tamamlandığını yazan Paşa, aynı gün, yani 2 Ekim 1923 günü işgal kuvvetlerinin İstanbul'u nasıl terk ettiklerini de şöyle anlatıyor (s. 425):

"Türk, İngiliz, Fransız ve İtalyan birliklerinden ayrılan birer birlik belirli saatte Dolmabahçe meydanında yerleşmiş ve yapılan geçit merasiminden sonra İtilaf devletleri kumandanları tarafından büyük bir seyirci topluluğu önünde alkışlar arasında şanlı bayrağımız selamlanarak yabancı kumandanlar cami rıhtımına kadar uğurlanmış ve burada rıhtıma yanaşan bir motorla Fındıklı açıklarında beklemekte olan Arabic vapuruna gitmişlerdi. Bu suretle de İstanbul işgaline kesinlikle son verilmişti."

Bizzat İstanbul'u teslim alan komutanın ağzından aktardığım yukarıdaki satırlar İtilaf kuvvetlerinin İstanbul'u nasıl terk ettiklerini belge değerinde bir anlatımla ortaya koyuyor. Yalnız o soruyu unutmadınız umarım: 'Hangi tarihte?' diye sormuştuk. Resmi tarih 6 Ekim diyor, S. Adil Paşa ise 2 Ekim.

Doğrusu, İtilaf güçleri 2 Ekim'de çekip gitmişlerdi ama onları göndermenin şerefi Selahaddin Adil Paşa gibi bir muhalife kalmasın diye resmi tarihte Türk ordusunun İstanbul'a giriş tarihi esas alındı ve adı yalnız İstiklal Savaşı'ndan değil, 18 Mart'ın gerçek kahramanı olduğu Çanakkale Zaferi tarihinden bile silindi.

İşte bizde buna tarih diyorlar.

Kaynak: http://www.mustafaarmagan.com.tr/ingilizler-istanbuldan-nasil-cikti.html

Atatürk’ün Bulunduğu Savaşları Birleştirmek

Cumhuriyet eğitimi bir “beyin yıkama ve tornadan çıkarma” işlemidir. Resmi tarih, birkaç kuşağa, Çanakkale muharebelerini (içinde Atatürk geçtiği için) sanki Kurtuluş Savaşı’nın “bir parçasıymış gibi” öğretmiştir. Oysa arada beş yıl vardır. Çanakkale dünya savaşından koparılıp alınmış, Sakarya ve Dumlupınar’a “monte edilmiştir”… Gene aynı resmi tarih, Atatürk’ü Çanakkale’de “tek ve en yüksek rütbeli komutan” gibi göstermek istemiş ve bunda başarılı da olmuştur. Beyinler yıkandığı için de, bu konularda en küçük bir düzeltme hemen tepki görmektedir. Bu ülkede, Çanakkale’de çarpışmaların başlangıcında Atatürk’ün “albay” rütbesinde olduğunu hatırlatana küfür edilir. Ve de hemen “Atatürk düşmanlığıyla” suçlanır. … [H]içbir öğretim düzeyinde, ne ilkokulda, ne lisede, ne de üniversitenin o en önemsiz ve zorunlu dersi “devrim tarihi” dersinde, ne Süveyş Kanalı seferleri öğretilir bu ülkenin gençliğine, ne Irak cephesi, ne Galiçya, ne de Kafkasya operasyonları… Çünkü oralarda Atatürk görevli değildi!

Engin Ardıç, Sabah Gazetesi, 23 Mart 2011
Kaynak: http://politikdipnot.blogspot.com
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com