EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Necip Fazıl “ırkçı” mıydı?

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> EDEBÎYAT
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Ekm 13, 2010 6:56 pm    Mesaj konusu: Necip Fazıl “ırkçı” mıydı? Alıntıyla Cevap Gönder

Necip Fazıl “ırkçı” mıydı? -1-
Murad Salih



Peşin söyleyelim: Tabiî ki değildi...

Merhum üsdad Necip Fazıl’a “ırkçı” diyen ya ırkçılığın ne olduğunu veya Necip Fazıl’ın kim olduğunu kesinlikle bilmiyordur...

Bunları bildiği halde bu ithamı yapıyorsa bilerek veya bilmeyerek AB-D’nin “Necip Fazıl’ı itibarsızlaştırma oprerasyonu"nun parçası olduğu için böyle davranıyordur...

***

Merhum Necip Fazıl’a çamur atma yarışı şöyle başladı:

Taraf isimli neoliberalizmin tetikçiliğini yapan bir gazetede yazdığı halde kendini hızlı solcu, yılmaz sosyalist, gözükara komünist olarak pazarlamayı beceren bir Yahudi yazar bastı önce düğmeye...

“Bas” emrini Tel Aviv mi, Brüksel mi, Vaşington mu verdi bilmiyoruz...

Hangisi olduğu önemli de değil...

Çünkü...

Hepsi aynı “melanet/lanetlenmiş kötü-kirli işler” yapan bir örgütün değişik tabelâları değil mi?

Hepsine birden “Deccaliyet komitesi” diyelim...

Bedüzzzaman Said Nursi Hazretleri gibi...

“Deccaliyet” deyince...

Nietsche’nin “Deccal” isimli eserine de bir mim koyalım... Çünkü konumuzla çok yakından ilgili...

Taraf’ın Yahudi yazarı düğmeye bastı ya gerisi çorap söküğü gibi geldi...

Merhum Necip Fazıl hakkında bugüne kadar karnında gizlediği sıkıntıları olanlar, ıkınıp sıkılmaktan vaz geçerek karnındaki kinlerini kusmaya başladılar...

Ne fena bir adammış şu Necip Fazıl, bir bilseniz bir daha eserlerinin yanına bile yaklaşmazsınız haberiniz olsun...

Lâf aramızda maksatları da tam olarak bu...

Sağlığında bırakın şu “mürteciyi, yobazı” derler ve cevabını alıp kuyruklarını arka ayaklarının arasına sıkıştırıp pısarlardı...

Şu muhteşem söz onun onlar için söylediklerinden yalnızca biri:

“Bize gerici diyenler dünyaya kıçlarındaki gözle bakanlardır...”

Bu da öyle:

“Gerinizde damgamız mı var ki, bize gerici diyorsunuz?”

“Onlar”a onların anlayacakları bir dille yalnızca o hitabetti...

Onlar?

“Onlar”a da geleceğiz...

Ama yeni başlayanlar için küçük bir edebiyat dersine ihtiyaç var:

Dersimiz “polemik”:

“Polemik, yunancadan geliyor: polemikosh; savaş demek." Diyor, Merhum Cemil Meriç “Bu Ülke” isimli eserinde... (1)

Polemik Türkçe’de de savaş demek...

Silahları kelimeler olan entellektüel savaş...

Bu aynı zamanda edebî bir yazı türü...

Bunun birde hertürden bayağı ağız dalaşını “polemik yapma ulen” diye karşılayan argo versiyonu var ama bu konumuz dışında...

***

Merhum üstad Necip Fazıl'ı eleştiri konusu yapılmaya çalışılan yazılarından bir kısmı doğrudan polemik türü yazılardır...

Üstad da polemiğin en büyük ustalarındandır...

Adı üstünde savaş...

Tek taraflı savaş olur mu?

Necip Fazıl bu yazıları kendisi için yazmadığına göre...

Bu yazıların bir veya birden fazla muhatabı olmalı...

O “muhatap” veya “muhataplar" ne dedi veya yaptı ki...

Bu tür cevaplara muhatap oldular diye soran yok...

Demek ki, maksat üzüm yemek değil bağcıyı dövmek...

***

Necip Fazıl yalnızca bir şair, edib, mütefekkir değil aynı zamanda bir aksiyon adamıydı...

Fikrini fikirde/teoride bırakmayan, onu hayata hakim kılmaya/kuvveden fiile çıkarmaya kararlı bir aksiyon adamı?

O yüzden de buradaki kavga/polemik, fildişi kulesinde oturup yazılar döktüren bir şair/edip/mütefekkirin yazı ve sözle sınırlı bir kavgası değil...

Hayata hakim olan “yanlış”ı ortadan kaldırarak; yerine “doğru”yu ikame etme savaşının bir parçası olarak yapılan bir polemikti...

Yani...

Ortada kıran kırana yapılan sahici bir savaş vardı ve merhum Necip Fazıl, Batı emperyalizmi tarafından Lozan’da pusuya düşürülerek tarihten silinmeye çalışılan bir milleti tek başına savunma durumunda kalmıştı...

Bir masal kahramanı gibi...

Yedi başlı, her başından kavurucu alevler fışkırtan dev bir ejderhaya karşı tek başına, yalınkılıç savaşmaktan korkmayan bir kahraman...

Adam, dünyayı yutma niyeti içinde öncelikle kendine engel olan Osmanlıyı lime lime ederek yutmuş bir ejderhaya tek başına saldırarak onun kelllelerini bir bir koparmak için vargücüyle savaşıyor..

Sen ise, bundaki masalımsı kahramanlığı hiç olmazsa estetik olarak kavrayıp hayran kalacağına...

“Tebiyesiz adam, pis ırkçı! Zavallı ejderhaya nasıl da küfür edip onu aşağılıyor” diye yazılar döktürüyorsun...

Vallahi helâl olsun...

Bir entellektüel idrak ancak bu kadar (küt) olabilir...

Dipnotlar:

1-) Bkz: itusozluk.com


(Devam edecek)


Necip Fazıl “ırkçı” mıydı? -2-
Murad Salih
14.10.2010



Savaş dedik ya...

Bu öyle edebî sanat olsun diye söylenmiş bir söz değil...

Bildiğin savaş...

Ateş, barut, top, tüfekle, kan revan içinde yapılanı...

Nasıl mı?

Bundan yüz sene önce üzerimize 7 düvelin yağmacı talancı emperyalistleri çullanmıştılar ya...

10 küsur cephede biz bunlarla göze göz dişe diş süngü süngüye yaman bir savaş vermiştik de altedememiştik onları...

Sonra onlar kendi aralarında bizi nasıl paylaşacaklarına dair uzun uzun müzakereler etmişlerdi...

De...

Çakallar gibi dörtbir yandan işgale başlamışlardı vatan topraklarımızı...

Uçsuz bucaksız vatan topraklarından bize kala kala, neredeyse Anadolu bozkırlarında bir avuç toprak ya kalacak ya kalmayacak hallarına kadar düştüydük ki...

Son anda...

Son Sultan 6. Mehmed Vahiddüddin Han ve kurmaylarının hazırladığı “millî mücadele” projesi...

Mustafa Kemal Paşa komutasında hayata geçirildi...

Emperyalistlerin piyon olarak Anadoluya sürdüğü Yunanlıların işgali İzmir’den denize dökülünceye kadar da başarıyla uygulandı...

Böylece Anadolu işgalden kurtarıldı...

Sıra Trakya’daki Yunan ve İstanbul’daki İngiliz işgaline gelmişti...

İzmir'in 9 Eylül 1922'de kurtuluşundan hemen sonra...

Fahrettin Altay komutasındaki süvari kolordusu, Çanakkale Boğazı üzerinden Trakya’ya yönelmek üzere durmaksızın harekete geçti...

Kolordu Çanakkale’ye doğru bir kaç İngiliz kontrol noktasını çatışmasız geçti...

Çanakkale önlerinde İngilizler tarafından durdurulunca...

Çanakkale'de bulunan İngiliz-Fransız işgal kuvvetlerine bir ültimatom vererek Trakya’daki Yunan işgalini defetemek için Gelibolu’ya geçit hakkı istedi...

Fransız birlikleri Fransa Başbakanı'nın emriyle derhal geri çekildiler...

Bunun üzerine bölgede bulunan. İngiltere Başbakanı Lloyd George ise ültimatomu reddederek İngiliz kuvvetlerine direnme emri verdi ve hükümetindeki bir grup bakanla birlikte bir bildiri yayınlayarak Türkiye'ye savaş ilan edileceğini duyurdu..

Ancak....

Bu savaşı istemeyen Kanada Başbakanı, savaşa İngiltere hükümetinin değil, Kanada parlamentosunun karar vereceğini belirterek, Kanada'nın siyasi bağımsızlığını tarihte ilk defa fiilen ilan etmiş oldu....

İngiliz kamuoyu ve Muhafazakâr Parti ileri gelenleri ile hükümetteki üyeleri de Türkiye ile savaşa karşı çıktılar....

Dışişleri bakanı Lord Curzon ve Çanakkale Savaşındaki yenilgisini unutmamış olan savaş bakanı Winston Churchill de başbakanın çatışmacı politikasına karşı çıkınca Muhafazakâr Parti, 12 Ekim 1922'de Carlton House deklarasyonuyla hem hükümetten çekildi, hem de bir sonraki seçimlere Liberal Parti'den ayrı olarak gireceğini beyan etti. Böylece hem Lloyd George, hem de lideri olduğu Liberal Parti İngiltere tarihinde bir daha tekrar iktidara gelmemek üzere siyaset sahnesinden kayboldular... (2)

Kısaca:

Ordulaşan “Millî Kuvvetler”in Anadolu’daki Yunan işgalini söküp atarak Trakya’daki Yunan işgalinin de defterini dürmeye yönelmeleri. Önce İşgalcilerin küçüklerini (Fransız ve İtalyan) çözerek yılanın asıl başı İngilizi yalnızlaştırmıştı...

Yunanlılardan sonra sıranın İngilizlere geleceği açıktı.

Bu yalnızlık İngiltere’nin içini de dışını da karıştırmıştı...

Bu karışıklıkta İngiltere savaşı göze alamazdı...

Kısaca hem Doğu ve Batı Trakya’daki Yunan işgali, hem de İstanbulda’ki İngiliz İşgali askerî ve siyasî açılardan kolaylıkla defedilebilir durumdaydı...

Olmadı...

Çanakkale’deki bir avuç İngiliz işgalciyi tepeleyerek rahatça Gelibolu’ya geçebilecek durumdaki Süvari Kolordusu orada durdu(ruldu)...

Bunun niye olmadığını bize bir gün cesaretle söyleyebilecek gerçek siyasî tarihçiler ortaya çıkıncaya kadar öğrenemeyeceğiz...

Onların yerine...

Sanki mağlûp tarafmışız gibi otur(tul)duğumuz Mudanya’daki ateşkes masasına...

Niçin oturmaya mecbur ve mahkûm olduğumuzu binbir dereden su getirerek bizi inandırmaya çalışan bugünkü martavalcı “tarihçi”lerin martavallarını dinlemeye devam edeceğiz...

Tarihe Çanakkale Krizi ("Chanak Affair") adıyla geçen bu tuhaf durum...

Aslında Millî Mücadele’nin İzmir’de zaferle noktaladığı ölüm kalım savaşında elde ettiği zaferin sağladığı askerî ve siyasî üstünlük avantajının elden çıkarıldığı ve inisiyatifin işgalci ingilizlere geçtiği andır...

Tarihî bir kırılma noktasıdır...

Sıfır noktasından başlayarak ince ince kurgulanan ve olağanüstü fedekârlıklarla yürütülerek yükseltilen, bir “işgalden kurtuluş projesi” doğusu ve batı’sıyle Trakya ve payitaht İstanbul’u da işgalden kurtarmaya bir iki adım kala niçin ve kim(ler) tarafından durdurulmuştur?

Bu sorunun gerçek cevabını da şimdilik bilmiyoruz...

Ancak hadiselerin akışına bakıldığında şu hususu net olarak görünüyor:

Mondros Ateşkesi’nin ağır şartlarına boyun eğmek zorunda kalan Osmanlı, İşgalcilerinin paylaşım kavgalarının doğurduğu zaman aralığında, İmparatorluk tecrübesiyle dönanmış devlet aklının ürünü olarak ortaya çıkan bu işgalden kurtuluş projesi; son bir iki adım daha atılarak Trakya ve İstanbul’un işgalden kurtuluşuyla taçlandırılabilseydi...

Ne Mudanya Antlaşması’na gerek kalacaktı, ne de Lozan Antlaşması’na...

12 Adalar, doğusuyla ve batısı ile birleşik bir Trakya, Boğazlar, Tüm Anadolu,Hatay, bugünkü Suriye Sınırının 30-40 Kilometre aşağısından geçen bir sınır çizgisiyle çoğunlukla Türk ve Kürtlerin yaşadığı topraklar... Erbil, Musul, Kerkük ve Süleymaniye dahil bugünkü Kuzey Irak ve Batum olmak üzere Vatan topraklarımız -Misak-ı Millî’de kararlaştırıldığı gibi-, kaybedilmiş diğer vatan toprakları halklarınınının hür iradeleriyle katılımına açık bir statüyü kapsayan sınırlar içinde, gerçekten bağımsız bir devletimiz olacaktı...

İsmi Osmanlı olsa da olmasa da; bir İmparatorluk nüvesini/çekirdeğini muhafaza etmiş olacaktık...

Bugün yaşadığımız iç ve dış problemlerin çoğu ortaya çıkmayacaktı...

İşte merhum üstad Necip Fazıl, doğru bir tarih muhasebesiyle başımıza gelenlerin ne olduğunu farkeden ve o güne kadar yalanlarla avutulan/uyutulan millete bunu anlatmak için, tek başına devlerle savaşmayı göze alabilen ilk mütefekkir-aksiyoncu idi...

O, bize zafer diye yutturulan “millî felâket”i yalnızca teşhis, tespit ve ilan etmekle kalmamış...

Aynı zamanda da...

Düştüğümüz bu tuzaktan nasıl kurtulabileceğimizi madde madde gösteren bir dünya görüşü/İdeolocya örgüleştirmiştir...

Bu yüzden de dün de emperyalizmin ve onun yerli uşaklarının hedefindeydi bugün de hedeftir/hedeftedir...

Lozan’dan bu yana bin bir türlü engellemelere rağmen dünyanın en büyük ordularından biri haline gelen TSK, AB-D emperyalizminin bu bölgedeki hesaplarının önünde potansiyel bir engel olarak görülüp ağır bir asimetrik psikolojik harekâtla yıpratılarak...

Eskiden olduğu gibi daha küçük, daha güçsüz ve “yurtta sulh cihanda sulh” zinciriyleyle sıkı sıkıya bağlanmış olarak...

AB-D’nin yalnızca tetikçiliğini yapmak üzere yeniden yapılandırılmaya çalışılırken...

O faaliyetlerin medyadaki tetikçiliğini kim(ler) yapıyordu?

Taraf ve ona koruma ve destek atışları yapan sair neoliberal paçavralar...

Peki...

Emperyalizmin bütün insanlığı köleleştirmek için “demokratikleştirme” adı altında dayattığı vahşî işgal hamlesinin adı ne?

Yeni Dünya Düzeni...

Var mı bunun fikirde bir alternatifi?

Var...

Bu kimin fikri?

Necip Fazıl Kısakürek’in...

Adı ne?

Büyük Doğu İdeolocyası...

BOP= Büyük Ortadoğu Projesi’nden 50 sene önce ortaya koymuş Merhum Üstad bu projeyi...

İsim benzerliğine bakar mısınız:

Büyük Doğu...

Büyük (Orta)doğu...

“Tesadüf canım” mı?

Pekiyi...

AB-D emperyalizmi’nin yürüttüğü bu alçakça projenin en sadık yayın organın ismini ve logosunu 20 yıl önce yayılanmış Büyük Doğu İdeali’ni hayata geçirme kavgası veren Taraf dergisinden aynen tırtıklanmış olması da mı “tesadüf”?

Merhum üstad Necip Fazıl’ı itibarsızlaştırma operasyonunda ilk kim bastı düğmeye?

Taraf’ta yazan “sosyalist” bir Yahudi yazar müsveddesi...

İmparatorluğun yıklmasının önündeki en büyük engel bir siyasî deha olan Abdülhamîd Han’a hâl fetvasını etekleri zil çala çala kim götürmüştü?

Emanuel Karasu... (3)

Bir Yahudi avukat...

Bu da mı “tesadüf”?

Pekiyi...

Taraf’ın derdi TSK değil miydi?

Ne derdi olur Necip Fazıl’la?

Çünkü projenin aksaksız yürümesi için bütün potansiyel tehlikelerin ortadan kaldırılması lâzım...

Dipnotlar:
2-) Bkz: Vikipedi-Özgür Ansiklopedi.
3-) Emanuel Karasu (ya da Emanuel Karaso, sonradan Emanuel Carasso); (d. 1862 Selanik) - (ö. 1934, Trieste), Yahudi asıllı Osmanlı avukat ve siyasetçi.
Jön Türkler'in tanınmış üyelerindendir. 1492 yılında İspanya'dan tehcir eden Sefarad Musevilerinin tanınmış ailelerinden birine mensuptur. Karasu, Selanik'teki Makedonya Risorta Masonik Locası'nın bir üyesi(bazılarına göre kurucusu) ve sonraki başkanı ve Osmanlı Devletinde masonik faaliyetlerin öncüsüdür.[1] Masonik localar ve bazı gizli cemiyetler, Selanik'te devrimci radikal görüşlere sahip ve aralarında Talat Paşa'nın da bulunduğu Jön Türkler'in duygudaşları arasında bir buluşma yeriydi. Karasu, Selanik'te avukatlık yaparken İttihat ve Terakki Cemiyetine üye oldu. Cemiyetin Müslüman olmayan ilk üyelerindendir.
Cemiyet, 1908 yılında II. Meşrutiyet ve sonrasında Osmanlı Devleti'nin idaresinde söz sahibi olunca Karasu da Selanik'ten Meclis-i Mebusan'a girdi.[2] Karasu, Sultan II. Abdülhamid'e Nisan 1909'da Hal'ini (tahttan indirilmesini) bildiren 3 kişiden biriydi. (Vikipedi)


(Devam edecek)


Necip Fazıl “ırkçı” mıydı? -3-
Murad Salih
17.1020.10



Bakın işkenceci geçmişi olan bir polis müdürünün tek bir kitabı ne hale getirdi, kâğıtan kaplan AB-D’nin iskâmbil kağıtlarından inşaa ettiği BOP’unu?..

Onca yıl cayır cayır işkence yapmış bir polis müdürü bu sebeple bırakın içeriye girmeyi, sorguya bile çekilmemişken...

Bir kitap yazdı diye ne haller geldi başına?..

İşi gücü bıraktı bütün neoliberal tetikçi çapulcular çöktüler Müdür’ün gırtlağına...

Vur Allah vur!

Adamı bitirinceye kadar da duracağa benzemiyorlar...

Her şey gözümüzün önünde cerayan ediyor...

Ayan Beyan...

Apaçık...

Göstere göstere...

Aleme ibret olsun diye linç etmiyorlar mı Müdürü?..

Bu da mı “tesadüf”?

Bu durum, birazcık entellektüel birikimi ve zekâsı olan herkesi uyandırmaya kâfi iken; bu kervana Peren Birsaygılı gibi bugüne kadar belli bir düzeyi tutturmuş ve bilerek böyle bir tezgâhın içinde olabileceğini düşünmediğimiz insanların bile dolmuşa kolayca binivermeleri...

CIA uzmanı Vamık Volkan yönetiminde uygulanan toplu zihin konrtol faaliyetlerinin tesirinin ne kadar yaygın ve -tabiî onlar açısından- ne kadar verimli olduğunun da göstergesi değil mi?

Birsaygılı; Necip Fazıl’ı, Sırp ırkçısı dönek sinemacı Kusturica ile karşılaştırarak “Madem Kusturica’ya ırkçılığı sebebiyle karşı çıkıyoruz öyle ise Necip Fazıl’a da aynı sebeple karşı çıkmamız gerekir”diyerek sözümona bizleri adil davranmaya davet ediyor...

Necip Fazıl’ın ne kadar vahim bir “Türk Irkçısı” olduğunu ispatlamak için, O’nun Ahmet Emin Yalman’a haddini bildirdiği bir polemik yazısından örnek veriyor...

Ve bunu çok çirkin bulduğunu söylüyor..

Ahmet Emin Yalman kimdir?

Ve ne yapmıştır?

Da...

Bu kadar ağır hakaretlere maruz kalmıştır diye merak bile etmiyor...

“Hırsızın hiç mi kabahati yok” diye yüz yıllar öncesinden böyle durumlar için uyarılmış bir irfana sahip bir milletin...

Yazar sınıfına mensup bir ferdine bu yarım bakış yakışıyor mu?

Ahmet Emin Yalman, Vatan isimli bir gazete çıkarıyor ve hergün bu milleti ve bu milletin hakkını hukunu savunan Necip Fazıl’a zehirli diliyle hakaretler yağdırıyor; “gericiler, yobazlar, cahiller, görgüsüzler falan filan” diye aşağılıyor...

İnsanımızı tıpkı bugünkü AB-D/AKP/FTÖ medyası gibi içten içe zehirleyip çürütüyor...

Onun yaptığı bu melanetin yanında Necip Fazıl’ın ona yazdıklarının lâfı bile edilmemesi gerekirken; - ve maksat adalet ise gerçekten, adil davranmak tam bu iken-işin o tarafını es geçerek hem kendini (nefsi müdafaa) ve hem de bütün bir Milleti savunan (ıztırar) bir kahramana “ırkçı” demek ne demektir?

Adaletin bu mu Peren?

Ne ırkçısı?

Bu Milletin yüzde 90’dan Fazlası Türk...

Yönetime ise yüzde 5’ten bile azı hakim olmuş...

Üstelik siyasî iktidarın gücünü eline geçiren bu şirret azınlık...

Muharref Tevrat’ın öğretisine uygun biçimde...

Elsiz dilsiz hale getirilmiş bu yüzde 95’i parya gibi kullanıyorken

Irkçı mırkçı olmuyor...

Ama...

Bir kahraman çıkıp da “N’oluyor ulan Allahsız çıfıtlar” deyince...

Soykırımı alkışlayan, tecavüzü hoş gören dönek,fanatik Sırp ırkçısı, zibidi bir sinemacıyla kıyaslanmaya kalkılıyor...

Bu nedir?

Bütün bir milletin hakkını hukukunu savunan Necip Fazıl “Irkçı”...

Ama...

Aslnıda Türk olmadığı halde kendini Türkmüş gibi gösteren...

Aslında Müslüman olmadığı halde kendini Müslümanmış gibi gösteren...

Bu sebeple Yahudiler tarafından da himaye ve kabul görmeyen...

Ahmet Emin Yalman ve mensubu olduğu gizli ve Irkçı tarikat/mezhep/örgüt masum öyle mi?...

Bir adamın yaşadığı ülkenin çoğunluğunun mensup olduğu ırka ve o ırkın inançlarına karşı gizli saklı bir hesabı/planı/niyeti olmasa, kendini niye gizlesin....

Bu ülkede “ben Yahudiyim” dediği için kimin başına ne iş gelmiş de sen kendini gizliyorsun?

Çıkardığın o paçavranın masraflarını örtülü ödenekten, resmî ilanlardan yani bu milletin kesesinden sağlayacaksın...

Sonra da...

O millete ve o milletin dinine, imanına, Kitabına, Resulune, örfüne, adetine etmediğin hakaret kalmayacak...

Ama...

Buna karşı çıkan adamın alnına “Irkçı” yaftasını yapıştırılmaya kalkılacak...

Niçin?

Sırf “kendisini ‘Ciğerine kadar Müslüman, sonra dibine kadar Türk ve sonra sapına kadar erkek!...’ diye tanımla”dığı için... (4)

Oldu mu?

Olmadı...

Adamın dinî kimliği Müslüman; bunu ifade etmek için ne güzel bir cümle kuruyor: Ciğerime kadar Müslümanım!...

Ne diyecekti?

Bugün, dünkü “Büyükdoğucu gömleği”ni çıkararak küresel yağmadan pay kapmaya çalışanlar gibi “dinsel milliyetçiliğe karşıyız” mı?

Adamın etnik kimliği Türk –bu milletin en az yüzde 93’ü gibi-; bunu ifade etmek için aynı güzellikte bir başka cümle kuruyor: Dibine kadar Türk’üm!

Ne diyecekti?

Bugün, “aziz milletimiz gömleği”ni çıkararak küresel yağmadan pay kapmaya çalışanlar gibi “etnik milliyetçiliğe karşıyız” mı?

Adam cinsiyet olarak erkek ve bunu ifade etmek için de erkeçe bir cümle kuruyor: sapına kadar erkeğim!.

Ne diyecekti?

Bugünün cinsiyetleri konusunda kafaları karışık kadın ve erkekleri gibi ikircikli/yuvarlak bir tanımlama mı bekliyordunuz?

Bu, rahmetli Üstad’ın en yap(a)mayacağı iştir...

Çünkü o “neyse o” olan; olduğu gibi görünme/göründüğü gibi olma ahlâkını benimseyen biriydi...

Şu ifadelerin hiçbirinde “acaba”ya zerre kadar yer var mı?

Ciğerine kadar müslüman!

Dibine kadar Türk!

Sapına kadar erkek!

Hiçbir şekilde tartışmaya açık olmayan net bir kimlik...

Ne güzel...

Keşke herkes her konuda bu kadar açık, bu kadar net, bu kadar dobra dobra olsaydı...

Bu takiyyeci...

Sinsi...

Puşt...

Karnından konuşan...

Muraî...

Münafık tıynetli...

Ahlâksız, karaktersiz, şerefsiz, fırıldak sürülerinden kurtulmuş olurduk...

Dipnotlar:

4-) Merhum Üstad'ın herhangi bir yerde böyle bir tanımlama yaptığını hatırlamıyorum. Ancak bu cümleler, onun kurduğu cümlelere çok benziyor. Bu konuda yazdıklarımı. Bu cümlenin ona ait olduğunu farzederek/varsayarak yazdım. (M.S.)

(devam edecek)


Necip Fazıl “ırkçı” mıydı? -4-
Murad Salih
21.10.2010



“Efendim, kurtarıcım, peygamberim/Sana uymayan ölçü hayat olsa teperim” (5) mısralarının şairi...

“ Türk ırkçısı” ha?

Bu nasıl Irkçı?

Resûlullah Efendimiz Arap...

Yukarıdaki mısralarda en ufak bir ırkçılık kokusu yok; ama olsaydı herhalde bu mısraları yazan şaire “Türk ırkçısı” değil "Arap ırkçısı" demek gerekmez miydi?...

[— “Biricik taktik ve diyalektik olarak, Allah ve Resûlü’ne hakikat dedikleri mevhumelerden değil, bizzat hakikati Allah ve Resûlü’nün emirleri terazisinde tartanlardan olacaksın! Mantık üstü mantığın şu olacak: Doğruyu mu istiyorsun?.. Allah ile Resûlü’nün bildirdiği!.. Güzeli mi istiyorsun? Allah ile Resûlü’nün gösterdiği!.. İyiyi mi istiyorsun?.. Allah ile Resûlü’nün öğrettiği!..” ] (6)

Diyerek dünya görüşünün temel referanslarını hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde açıklamış bir mütefekkire “ırkçı” demenin bu dünyada da ahirette de utanç ve pişmanlık dolu bir bedeli olacağı aşikâr değil midir?...

Devam edelim...

Bu “Türk ırkçısı” Necip Fazıl”ın yere göğe koyamadığı Mürşidi (Ki lâkabları “ancak keremli pirlerin nazarına görünen”dir) Seyyid Abdülhakim Arvasî hazretleri de; Seyyid/Evlâd-ı Resul; yani Arap...

Yine bu “Irkçı” Necip Fazıl, dünyada hiç Türk kızı kalmamış gibi; Baban Aşireti’nden bir Kürt kızı ile evlenmiş, üstelik onun da ayrıca Seyyid olma ihtimali var...

Aynı “Irkçı” Necip Fazıl, Dersim’deki Alevî-Zaza katliamını bütün ayrıntıları ve vahametiyle 50’li yıllarda çıkardığı Büyük Doğu’larda ilk defa anlatan adam...

Burada anlatmakla kalmamış...

Bir de “Son Devrin Din Mazlumları” isimli eserinde de bu katliam için bir bölüm ayırmış...

Sonra...

"Elime daha erken geçseydin... Benim daha dinç olduğum bir zamanda... Ama birşey farketmez; bu işler böyle oluyor! Elime bir genç geçti, PÎR geçti; kendi geldi! İnşallah seni ben yetiştireceğim!

Bu kadar zaman kimlerin elinden tuttum, kimlerin... Yazı yazdım, onları kabul ettirmeye çalıştım... Baştanbaşa yazıları elimden geçti... Ama motor yok... Mayada olmadı mı olmuyor! Allah kullarını da istediği gibi yarattı. Çok şükür özlediğim gencimi, dostumu gördüm... Eğer Abdülhakîm Arvasî Hazretlerini görse, daha da iyi olurdu ama, olsun!"
(7 ) diyerek, Mücadele bayrağını teslim ettiği Salih Mirzabeyoğlu da etnik olarak “Arap kökenli”...

Ama Necip Fazıl “Türk Irkçısı” öyle mi?

Pekiyi...

Hangi “Türk Irkçısı” çocuklarına kökenleri Arapça isim verir?

Merhum Necip Fazıl’ın çocuklarının isimlerine bir göz atalım:

Ömer, Mehmed, Osman, Ayşe, Zeynep...

Bu ithama bu isimler uydu mu şimdi?

***

Adam “İdeolocya Örgüsü” diye bir eser yazmış...

Bir devletin İslâm esasları dahilinde nasıl yeniden inşa edilebileceğinin mimarîsini kurmuş...

O eserine başlarken de:

[ * Büyük Doğu, İslâmiyetin emir subaylığı... Büyük Doğuu, İslâm içinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı... Sadece Sünnet ve Cemaat Ehli tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi; ve çoktanberi kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti Yirmibirinci Asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi... Galiba işlerin de en değerli ve pahalısı...] (8)

Demiş...

Ve sen böyle bir mütfekkire mi “ırkçı” diyorsun?...

***

"Ben Yahudiyim" diyene “Yahudi ırkçısı”

"Ben Almanım" diyene “Alman Irkçısı”

“Ben Fransızım” diyene “Fransız ırkçısı”

“Ben İngilizim” diyene “İngiliz Irkçısı”...

Ben “Persim/Farsım” diyene “Pers/Fars ırkçısı”...

"Ben Kürdüm" diyene, "Kürt ırkçısı"...

Demiyorsun -Haklısın çünkü adamlar ırkçılık yapmıyorlar etnik aidiyetlerini belirtiyorlar-...

Ama “Ben Türküm” diyen Necip Fazıl’a rahatça “Türk Irkçısı” diyebiliyorsun...

Peki, sendeki bu “Türk” antipatisinin “kökeni” nedir?

Hiç merak ettin mi?..

Bu şeye çok benziyor...

Batılıların yüreklerine sinmiş o “Türk korkusu”na...

Hani, çocuklarını terbiye etmek için bile “Seni Türklere veririm haaa!/Hiii Türkler geliyor!” filan dermişler ya...

Yoksa sen, Fransız/İngiliz/Alman dadıların/mürebbiyelerin terbiyesiyle mi büyütüldün de böyle bir "Türk alerjisi" yerleşti içine?..

***

Son bir not:

Merhum üstad “Türk müslüman olduktan sonra Türk’tür” diyerek Türk derken neyi kastettiğini çok net ifade ediyor...

Anlama özürlüler için bunu bir de şöyle izah ediyor:

[Turan

Sarı-siyah, siyah-sarı, bazen de yeşilimtrak steplerde bir akış… Burası birkaç mankafa puttan başka hiçbir ruh tasası çekmiyen, beş hasse plânında yaşayan ve mâbudunu bu plânda anlayan, atların cidago kemiklerine mıhlı, önlerine ne çıkarsa yakıp yıkıcı çiğ adamların vatanı… Turan…

Bu madde adamlar, birgün en büyük mânaya kavuşacağından, Allah’ın birliğine ve Resûlünün doğruluğuna inanır inanmaz atlarından inip büyük kubbeler altında toplanacağından, siteler ve imparatorluklar kuracağından, <<Allah>> kelimesini bayraklaştıracağından ve İslâm’ın kılıcını ışıldatacağından o anda nasıl haber sahibi olabilir?

İslâm onların madenini bir üfleyişte elmasa çevirecektir.]
(9).

Dipnotlar:
5-) Bkz: Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyük Doğu Yayınevi, İstanbul. Ayrıca O ve Ben isimli eserinde Abdülhakîm Arvasi Hazretleri için söylediklerinden bir bölüm:
6-) Bkz: SalihMirzabeyoğlu, Hakikat-i Ferdiyye, s.37, İbda yayınevi, İstanbul..
7-) Bkz: SalihMirzabeyoğlu, İstikbâl İslâmındır “Denenmemiş Tek Nizam”, İbda yayınevi, İstanbul

8-) Bkz: Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınevi, İstanbul.
9-) Bkz: Necip Fazıl Kısakürek, Çöle İnen Nur, sayfa:50, Büyük Doğu Yayınevi, İstanbul.



_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pzr May 06, 2012 11:35 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Ekm 27, 2010 7:34 pm    Mesaj konusu: Irk realitesi ve ırkçılık ideolojisi Alıntıyla Cevap Gönder

Ziya Gökalp
Necip Fazıl Kısakürek (*)


Ziya Gökalp… Mehmed Ziya… 1875’de, Diyarıbekir’de doğdu. Dinde lâûbali baba terbiyesi aldı. Diyarbekir’de Rüştî ve İdadî tahsilini bitirdi. Fransızcaya çalıştı.Ziya Gökalp kurtuluş getirecek büyük mütefekkirin yakınlarına kadar yaklaşmıştır. Fakat girememiştir içeriye; ve tam aksine, dönmüş, her şeyini feda etmiş. ( Feliks Kulpa ) mânasındaki mütefekkirin tâ kendisi olmuştur. Demin dokunduğumuz nefs muhasebesinden bir şey yaşar gibi oluyor onda… Genç çağında kendisini vuruyor. İçinde yaşadığı yeni ve sahte dünyaya inanamaz oluyor. Dayanamıyor bu sahte âleme ve hakikati arıyor. İntihar ediyor. Kurtarıyorlar onu…Bu bir nefs muhasebesi başlangıcıdır. Fakat kendisini saadete götüremedi. Aksine, tersine götürdü. İstanbul’da Baytar mektebine giriyor. Yarım tahsil… İttihat ve Terakki hareketi… Selanik… “Genç Kalemler” dergisi… Ve ittihadın “Merkez-i Umumî” âzası, ( İdeolog )u, fikriyatçısı oluyor. Sade Türkçe ve Türkçülük cereyanının sahibi… Bu sade Türkçede hizmeti vardır. Benim neslim, ana dilimizle yazanlar, o cereyana borçluyuz kendimizi… Yalnız burada bir incelik var. Sade Türkçe ile uydurma Türkçe arasındaki fark… Biri anamın babamın dili, öbürü kurbağaların dili…
Türkçülüğüne gelince…
( Feliks Kulpa )ların en büyüğü… Çünkü kendi ( orijinal ) bir filozof değildi. Bir sistemin sahibi değildi, bir esas getirmedi. E. Durkheim ( Emil Dürkaym ) isimli ( sosyolog ) ve filozof bir Fransızın kopyacısı oldu. Kopyayı da aslına sadık kalarak yapmadı. Çünkü – burası en ince nokta – ( Emil Dürkaym )ın kafasında, anlayışında, milliyetçilik, ruhî muhtevânın, yani inanılan şeyler mecmuunun, bilhassa dinin, o milletin hususiyetlerine serptiği renkler ve çizgilerden meydana gelme duygu… Milliyetçilik budur! O, bunu, İslâmiyeti kaldırıp yerine bir şey getirmek suretiyle telafi yoluna saptı. Yani Reşat Paşadan beri gelen İslam düşmanı hareketi, İslamın ruhunu anlayıp ona göre çürüğe çıkaracağı yerde, aksini yaptı. İslam düşmanlığında hepsinden ileri gitti. Fakat temelsizliğini de anladı, İslam yerine Türkçülüğü getirmeye kalktı. Binaenaleyh, bilinmesi lazımdır ki, – kimsenin taassubuna hitap etmiyorum; yalnız, hal ve vicdan duygusuna hitap ediyorum ! – İslamiyetin yaptığı o muazzam fütühatın, ruhî ve maddî o muazzam hamlenin yerine, manevî bir unsur olarak ırkçılığı getirdi. Evvelâ ustasına ( Dürkaym ) sadakatsizlik gösterdi. Çünkü ( Emil Durkaym )ı okuyan, milliyetçiliğin ruhî muhteva üzerinde tecelli ettiği ( doktrin )inden ötürü, onun kıymeti İslamiyete vermesi gerektiğini anlar. Hem onun çırağı oldu, hem de ustasına, ustasının ( doktrin )ine sadakatsizlik etti. Felsefe tahsili yapanlar bu hakikati bilir. Türkçülüğü de İslamiyeti bir şeyle değiştirmek için benimsedi. Buna vesika isteyenler benden derhal laboratuar tecrübesi kadar emin bir şekilde senet talep edebilirler. İki tane vesika: Birini şimdi okuyacağım. “Türkçülüğün Esasları”nı okuyanlar onun İslamiyete karşı tavrını anlar:
“Bir ülke ki, camilerinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar mânasını namazdaki duanın,
Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur’an okunur,
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüdanın
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!”
Bu şiiri yazan İslamiyeti feda ediyor demektir. Kuran’a Türkçe demek topyekûn İslam ölçülerini ve Allah’ı inkâr etmeye müsavidir. Çünkü Kuran ne şudur, ne budur – ne Türkistan, ne bilmem ne dediği gibi – ne de Arapçadır. Kuran Allah’ın Arapça üzere inzal ettiği öz kelamdır ve Arapça dâhil, hiçbir lisan ile kıyas ve iştirak kabul etmez bir keyfiyettir. Bu sırrı anlatabilmek ve anlayabilmek için, Yunus Emre’nin dediği gibi, bir ömür, toprakla kepeği birbirine karıştırıp yiyebilmek lazımdır.
Bu arada, Ziya Gökalp’in, Allah’a karşı tavrına ait bir müşahade… Tarihin ve kimsenin bilmediği bir hadise… Benim 40 yıllık bir hatıram!
Bundan 40 küsur yıl önce, Abdülhak Hamid’in evinde bir hanımefendiyle tanıştım. Bu hanımefendi, ömrü Avrupa’da geçmiş, ne Ziya Gökalp’i tanıyan, ne Türkiye’yi ve Türk Edebiyatını bilen, züppe, Avrupalılaşmış bir kimse… Kimsenin, kastla, ne lehine olabilir, ne aleyhine… Ben Abdülhak Hamid’e, Ziya Gökalp’in dinsizliğinden bahsederken birden doğruldu ve aynen şunları söyledi:
-İstanbul’a gelişlerimden birinde hastalandım ve Fransız hastanesinde yattım. Bitişiğimdeki odadan garip sesler geliyordu. Kim olduğunu, bu sesleri çıkaran hastanın kim ve ne olduğunu sordum. Meşhur Ziya Gökalp, dediler. Mebusmuş, profesörmüş… İsmini bile yeni duyuyordum. Öldüğü gece, başını duvarlara çarparak, sabaha kadar, Allah’a en galiz kelimelerle sövdü. O kadar fena oldum ki, bu hal karşısında, odamdan çıkıp başka bir yere sığındım. Öğrendiğime göre Allaha inanmazmış…
Hem Allaha inanma, hem ona söv! Duyulmamış, görülmemiş şey!
Ben bu konferansı ilk defa, Ankara’da, Dil-Tarih Fakültesi konferans salonunda verirken, tam bahis bu noktaya gelince biri ayağa kalktı ve bağırdı:
-Yalan! Olamaz!
Dinleyenlerin adam aleyhindeki sert tezahürlerini önledim ve adama hitap ettim:
-Yalan kelimesini nasıl ağzınıza alabiliyorsunuz?
Cevap verdi:
-Sizin için değil, o hanım için söylüyorum!
-Asıl o hanım yalancı olamaz! Zira şununla, bununla alakasız, şahsî âleminde ve dışarıyla irtibatsız bir kadın… Böyle şehadetler tarih ölçülerinde en makbulleridir. Onlara “istikrâî–kendiliğinden” vesika denilir ve hiçbir garaz ve ivaz kollamadığı için en emin şehadet göziyle bakılır. Bu ölçüyü muhafaza edecek olursanız, her türlü peşin kasttan âzade bu hanımı doğrularsınız!”
Kadın hakkında bu görüşüm tamamiyle yerindeyken, ille onun verdiği vesikayı istinat diye de bir şey yoktu ortada… Din ve İslam düşmanlığına Ziya Gökalp’in, bizzat eserleri şahitti. Fakat o hanımın şehadetinde de; kahraman sanılan zatın ruhundaki maraza ait korkunç bir delâlet tütüyordu.

* Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, Büyük Doğu Yayınevi, İstanbul.

Irk realitesi ve ırkçılık ideolojisi
Mehmet Şevket EYGİ
27 Ekim 2010

IRKÇILIK elbette çok kötü bir şeydir. Lakin ırkçılık başka şeydir, ırk başka şey. Irkçılık bir ideolojidir, ırk ise bir realite.

Bu memlekette:

(..)

Irkçılık yapmak ayıptır ama ülkemizde asıl kimliklerini saklayarak İslam düşmanlığı yapanları araştırmak, deşifre etmek ne suçtur, ne de ayıptır.

Vatandaş kendi halinde namusuyla yaşıyor, çalışıyor, zararlı bir iş yapmıyor... Onun Çerkesliğini, Gürcülüğünü, Boşnaklığını, Tatarlığını araştırmak elbette ayıptır ama İslam düşmanlığı yapan Gizli Yahudi'nin Yahudiliğini açığa çıkartmak asla suç değildir, ayıp değildir. Aksine, Türkiyeye hizmettir.

Müslüman görünüyorlar ama değiller, iki kimlikliler, asıl kimlikleriyle çıksınlar ortaya.O zaman onlara kimse bir şey demez.

Müslümansa İslam'a saldırmasın.

Değilse, eğreti İslam kimliğini bıraksın, Yahudiliğini bilsin. Yahudilik dininde, yaşadığı memleketin selametine dua etmek vardır. Tek kimlikli açık Yahudiler her cumartesi sinagoglarda Türkiye Cumhuriyetinin hayrına dua ederler.

Museviliğin bu kuralını Sabatay Sevi bozmuş, kendisine bağlı sinagoglarda Osmanlı devletine ve Padişah'a dua edilmesini kaldırmıştır.

Hem Kripto, hem İslam düşmanı... Biz Müslümanlar böyle iki kimliklilerin foyalarını, mahiyetlerini, içyüzlerini elbette araştırırız. Bu bizim en tabiî hakkımızdır. Haklarımızı, hürriyetlerimizi, kimliğimizi, kültürümüzü korumak için buna mecburuz.

Tek kimlikli Yahudiler ve Ermenilerle bir alıp vereceğimiz yoktur. Onlar müsterih olsunlar. Onlarla barış içinde yaşarız.

Evet, ırkçılık kötüdür, ırkçılık yapılmasın ama İslam'a, millî kimlik ve kültüre, çoğunluğun temel hak ve hürriyetlerine saldıran iki kimlikliler, Kriptolar da olmasın.Herkesin tek kimliği olsun.

Millî Gazere
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> EDEBÎYAT Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com