EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

'Necip FazIl'a p.ştluk yapmaya kalkan öküzlere!'

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> EDEBÎYAT
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Cum Ksm 09, 2007 5:23 am    Mesaj konusu: 'Necip FazIl'a p.ştluk yapmaya kalkan öküzlere!' Alıntıyla Cevap Gönder

“Necip Fazıl'a p.ştluk yapmaya kalkan öküzlere!”
Murad Salih

Epey zamandır sanal alemde merhum üstad Necip Fazıl aleyhinde sistematik bir tezvirat-karalama-kötüleme kampanyası yürütülüyor...

Hangi “Laik-kemalist-atatürkçü-kuvvacı” siteye girseniz bu kampanyanın ürünü olan üç beş saçmalığa rastlamanız mümkün....

Bunlardan en ünlüsü de merhum Üstad’ın nasıl iflah olmaz bir Amerikancı olduğunu belgeleyen(!) şu üç beş satır:

"Amerikan politikasını korumakla mükellefiz...
Amerikan siyasetini tutmak biricik yol...
Amerika'dan nazlı bir sevgili muamelesi görmek biricik dikkatimiz olmalı. Yoksa bir Amerikan bahriyelisinin iki yana açık bacakları arasında mütalaa ettiği kadından ileri geçemeyiz. Dış siyasetimizde Amerikan siyaseti ve iç bünyemizde Amerikanizm politikasını kendimize tecezzi etmez (birbirinden ayrılmaz) bir siyaset vahidine (tekliğine) göre ayarlamakta büyük ve her işe hâkim bir mânâ gizlidir.
“Necip Fazıl Kısakürek
“Büyük Doğu Dergisi
”17 Temmuz 1959”


Alıntı bu kadar...

***

Necip Fazıl hakkında Cumhuriyet gazetesi ve benzerlerinde yazılan zırvalar dışında tek satır okumamamış” olan ve kendilerine "laik-kemalist-atatürkçü-kuvvacı” gibi sıfatlar takan, her biri ayrı bir Güççük Uğur Mumcu taslağı olan, 'Araştırmacı Kuvvacılar Bölüğü' neferi hamşolar da mal bulmuş mağribi gibi bu satırları sanal alemde gezdirerek Üsdad aleyhinde kampanya sürdürüyor: “Bakın ne kadar fena adam, işte şeriatçıların gerçek yüzü bu... Bunların alayı amerikancı zaten... Falan, filan”
Bu arada Küfür ve hakaretin bini bir para... Bunlar aynı zamanda kendilerini nedese antiemperyalist filan da sayıyorlar ya: “Vurun Amerikan uşağı Necip Fazıl’a!”

Bir de her zamanki gibi, Üstad’ın reddettiği (1) yazı ve şiirleriyle mevzuyu beslemek üçkağıtçılığı da cabası...

En son bu mavraya İPsizlerin dergisi Aydınlık atlamış ve Baran’da Sn. Baki Aytemiz’den cevabını almıştı...

Bu karalama kampanyasının kaynağı da bu takımdan -ve bu takımın genel hususiyetlerinden biri olan “okuduğunu hiç anlamama veya kıçından anlama” özürlüsü- CÖ isimli bir hödükmüş... Bu hödük “irticanın ne kadar fena bir şey olduğunu ispatlamak” için bir kitap yazmış ve kitabına da yukarıdaki satırları irticacıların nasıl birer iflah olmaz Amerikancı olduklarını ispatlamak için belge niyetine koymuş...

Bu kampanyanın sanal alemde izini süreken,İintertürkforum’da o yazıyı oraya yapıştıran kuvvacı ile diğer forum katılımcıları arasındaki tartışmaya rastladım: bir katılımcı şöyle diyordu:

Necip Fazıl'a puştluk yapmaya kalkan öküzlere

“Necip Fazıl'ın 1959 yılının dünyasında, Türkiye'nin yerinin ve rolünün ne olması gerektşiğini irdeleyen çok mükemmel stratejik bir makalesinden üç beş cümle kırpıştırıp ardarda monte ederek onun nasıl iflah olmaz bir Amerikancı olduğunu ispatlamaya kalkışan kemalist camışlara bu yazı benden armağan olsun...
”Okuyup okuyup dünya meselelerine nasıl bakılması gerektiğini öğrensinler de biraz olsun öküzlükten kurtulsunlar... Okuyup da bir bok anlamazlarsa boyundan büyük işleri bırakıp, tren yolunun kenarında bir otlak bulup hem otlayıp hem de trenlere bakmaya devam etsinler... İşte O makale... Virgülüne dokunmadan:” (2)


Katılımcı, sözkonusu makalenin tamamını ve yayınlandığı büyük Doğu mecmuasının orijinalini foruma asmıştı...

Ben de onun yazısının başlığını, bu yazının başlığına taşıdım...

Önce merhum Üstad’ın 1959 yılında Amerika, Rusya, Türkiye ve diğer milletlerin o günkü dünyadaki yerleri, rolleri ve münasebetlerinin ne olduğu ve nasıl olması gerektiğini dörtbaşı mamur bir mükemmellikte tahll eden ve dünya durdukça konusu siyaset olan bütün fakültelerde ders konusu yapılması gereken bu makalesini okuyalım....

***

AMERİKA, DÜNYA VE BİZ

Bugün dünya, milletlerin oluş istikameti ve tekevvün hakkı bakımından iki vâhide ayrılmıştır. Sonunda kaba ve basit iki vâhid... Ya Amerikayı tutacaksınız, ya Sovyet Rusyayı; ya demokrasiyi, ya komünizmayı...

Bunlardan birine temayül derhal ve kat'i olarak öbürüne aykırılık mânasına gelir. Onun için, en küçük Amerikan aleyhtarlığı, hangi zaviyeden olursa olsun, Sovyetleri desteklemek diye anlaşılır. Bu yüzden komünizmaya zıt bir dünya görüşü kerhen de olsa, Amerikan politikasını korumakla mükelleftir.

İkinci Dünya Harbinden sonra Avrupa medeniyetinin büyük mümessilleri, bir nevi iktisadi ve teknik tabiiyet yüzünden dünya görüşlerindeki istiklâllerini kaybetmişler ve mecburî olarak Amerikan hegemonyası altına girmişlerdir.

İmparatorluğunu ve dünya siyasetindeki başbuğluğunu kaybeden şahsiyetli İngiltere, şimdi bütün aksiyonunu ve söz hakkını kaybetmiş mahzun bir ülke halindedir. Almanya, topyekûn varlığıyla ödemek mevkiinde bulunduğu harp felâketini telâfi için, hârika çapında bir kalkınmadan gayri hiçbir gaye sahibi değildir. Avrupa'nın diğer milletleri de, Garp medeniyetini meçhul bir yarına çeken sinsi şartlara karşı, bütün güçlerini, kendi kabukları içinde, ruhî ve iktisadî günü birlik bir ferahlığa yöneltmiş ve dünya politikası üzerinde müessir olmak politikasını unutmuş bulunuyorlar.

Yalnız Fransa (Dö Gol) tecrübesinden sonra bir şahsiyet hummasına düşebildi; ve (frenk) isminin eski temsil hakkı üzerinde yepyeni bir istikamet kolladığını belli etti. Dış politikada ilk defa olarak (Dö Gol)ün; Amerikan hava üslerini Fransadan tasfiyeye kalkması, işte bu istiklâl ve şahsiyet davranışının en bariz işaretidir. Bu işaret, Fransanın artık bir âlet mevkiinden çıkıp, Garp medeniyetini yuğuran şahsiyetli milletlerden biri olmak sıfatını her sahada göstermek ve bütün iç ve dış buhranlarını yenmek istemesinden başka bir maksada yorulamaz.

Hakikat şudur ki, Amerika sadece iktisadi ve teknik üstünlüğü yüzünden, ayrıca hiç bir payı bulunmıyan Garp medeniyetini bütün hakları ve imtiyazlariyle ve açıkgözce nefsine yamamış; ve cihanın komünizma dehşetine karşı kendisini biricik tutamak haline getirmeği bilmiştir. Bu tutamağa el atanlar da, onun iradesine boyun eğmeğe, dünya çapında hiçbir temsil tavrı takınmamaya, şahsiyetsiz yaşamaya ve Amerikalılara mahsus basit ve düpedüz dünyanın bekçiliğini etmeğe mecburdur.

Bu ne boğucu, sıkıcı dünya! Yukarıya tükürsem bıyığım, aşağıya tükürsem sakalım...

Nazariyede materyalist Rusyaya karşı Amerika, cihana öyle ablâk bir çehre vermiştir ki, ikisi arasında sıkışıp kalan Avrupa, evvelâ birincisine, sonra ikincisine karşı (spiritüalist) bünyesini koruyabilmek için ne yapacağını bilememektedir. Birinden korunmanın öbürüne sığınmak şeklinde tecelli eden çaresi, gerçek korunmayı ve şahsiyet müdafaasını büsbütün iflâs ettirici bir durum arzetmektedir.

Bize gelince:

Halk Partisi devrinden beri, mutlak ve mecburi Amerikan siyasetini tutmak, Türkiye hesabına biricik doğru yol... Buna şüphe yok... Cihanın ölüm ve dirim halinde iki yolundan dirim istikametini seçmek milli irade ibresi yalnız bu istikameti gösterdiğine göre, her halde Halk Partisi hesabına büyük bir keşif değil...

Evet, dirim yolu seçildi; fakat bu yolda diri bir anlayış ve şahsiyetli bir tavır gösterilmedi. Vaziyet o türlü idare edildi ki, Amerika bizi cebinde keklik bildi; ve mevzuumuzda, idrâksiz kekliklere mahsus fedakârlıklardan ileriye gitmedi.

Mesele, Amerikan yardımının azlığında çokluğunda değil; Amerika'nın karşısında, yalnız kendi milli tekevvün gayesine bağlı, şahsiyetli bir millet tavrını takınmakta ve ona göre hürmet ve itibar sahibi olmakta...

Coğrafya ve tarihimiz, bizi, kapitalizma ve komünizma sistemleri arasındaki nihaî muhasebenin ana rakamını temsil edecek kadar nazik bir makamda bulundurduğuna göre, Amerika'dan bu makamın dolgun hakkını istemek ve nazlı bir sevgili muamelesi görmek biricik dikkatimiz olmalıydı. Olmadı; sanki Amerika tarafından boş bir araziye sevkedilmiş ve hudut bekçiliği almış boğaz tokluğuna çalışır bir millet olduk.

Hele lisaniyle, üslûbiyle, tipiyle, ruh haletiyle ve kendine göre kültürü veya kültür iddiasiyle Amerikalının içimize nüfuzu korkunç bir şeydir. Dolar kuvvetine dayanan ve sade Türkiye'de değil, dünyanın her tarafında kendisini hissettiren bu maddî ve aynı zamanda mânevî nüfuz belki Avrupa'nın ruhî sahada baş derdidir.

Zira Amerikalı, eski bir kök ve şahsiyet damarına bağlı olmaktan uzaktır.Garbın milletler katışığından öyle bir melezdir ki, o milletlere ait ruh uktelerini dibinden tıraş etmiş; ve meselesiz, dâvasız, dertsiz, ıztırapsız, yalnız madde hesaplarına bağlı ve beş hasse plânında yaşar bir yeni insan tipi getirmiştir. Bu yeni insan, elektriğin ne demek olduğunu düşünmez veya düşünmekte bir fayda görmez; onu bir ampul içinde zaptetmeği kâfi bulur. Bu yeni insanın hürriyet fikrinden, daha doğrusu insiyakından başka hiçbir ruhi sistemi yoktur. Başı boştur, ilcalarına tâbidir, her kayıttan ve ölçüden âzadedir, manevî sulta ve disiplin boyunduruklarından hiç birinin hükmü altına giremez; hasılı tam mânasiyle tabiat ve madde insanıdır.

Tarih, şahsiyet, ruhî hayat ve mesele sahibi milletler için de böyle bir tip, ancak bozucu ve çürütücü olabilir. Hele yeni bir hayat ve tekevvün arayan ve henüz olamamış bulunan milletler Amerikalıyı örnek aldıkları gün, meydana, bütün lûgatçesi 10-15 kelimeden ibaret, her ân çiklet çiğneyen ve homurtu halinde konuşan ve anlaşan, hiçbir ruhî müeyyideye kıymet vermeyen başı boşlar topluluğundan başka birşey çıkamaz. Amerikalı tipi, kendi vatanında belki her türlü içtimaî emniyet ve murakabeye malik olabilir; fakat taklitçilerinin dünyasında sadece felâkettir. Amerikaya gidip Amerikalı olmak belki iyi; fakat milleti içinde Amerikalılaşmak mümkün olduğu kadar kötü...

Başınızı kaldırıp büyük şehirlerde şöyle bir halimize bakacak olursanız, Amerikanizm denilen âfetin, kılığımızda, meşrebimizde, üslûbumuzda, edamızda bizi kendimizden ne kadar uzaklara götürdüğünü, yahut götürmek istediğini sezersiniz.

Mekteplerimize, gençlerimize, züppelerimize, zevk-u safa hayatımıza; ve oradan müesseselerimize, evet bütün müesseselerimize dikkatle bakınız yeter!

Bir Amerikan gemisinin İstanbul'a geldiği gün, şehrin geçirdiği telâşın, (Noel) babanın çıkını etrafında çocuklar geçirmez.

Eğer arada bir kendilerinden şu veya bu tarzda, hattâ bayrağımıza kadar uzanan kabalıklar görüyorsak, bunu, Amerikalının mizacında değil, kendi ruhî zebunluğumuzun muhatabımıza verdiği gururda aramalıyız.

İktisat reçetelerine kadar her şeyi sonsuz cömertliğinden beklediğimiz bir millet fertlerinin bize karşı ulvî hareket etmesini beklemek ve böyle bir istidadı da Amerikalıdan ummak, yerinde sayılamaz.

Bize düşen, kendi kendimize sahip olarak, Amerika'nın ebedî müttefiki, Amerikalının da "Sen sensin, ben de ben" tarzında dostu olmaktır.

Amerikalıyı da böylece kendimiz için bir saadet unsuru kılmak... Yoksa belâ haline getirmek değil...

Bunu en küçük milletler yaparken biz yapamazsak hazin olur. Amerika da ancak böyle bir şahsiyete maddî ve manevî itibar biçebilir. Yoksa, gelip geçici menfaatleri bakımından alâkadar olduğu; ve bir Amerikan bahriyelisinin iki yana açık bacakları arasındaki perspektif içinde mutalea ettiği kadrodan ileriye geçemeyiz.

Dış siyasetimizde Amerikan ve iç bünyemizde Amerikanizm politikasını, kendimizde tecezzi kabul etmez bir şahsiyet vâhidine göre ayarlamakta, devlet ve millet çapında kalkınışımızı kuşatacak derecede büyük ve her işe hâkim bir mâna gizlidir.

Bu mâna ta merkezinden ele geçirildiği gün, Türk ve Amerikan bayrakları, biri şu kadar yıldızlı ve öbürü sadece ay ve yıldızlı, iki ayrı dünyanın iki ayrı ve fakat daima beraber mümessilleri halinde yanyana göndere çekilebilirler.

Necip Fazıl KISAKÜREK
Büyük Doğu Dergisi / Sayı 20 /17.7.1959

***

Muhteşem makale bu...

Şimdi bu muhteşem makaleden üç beş satırı cımbızlayarak rahmetli Üstad’ın Amerikancılığına “kanıt” diye kullanan hödüklere ne nedemeli?Veya bu makaleyi okuyup da bugünün dünyasında amerikancılıklarına mazeret diye kullanmaya kalkabilecek işbirlikçiği tek ve vazgeçilmez “yaşam biçimi” olarak benimsemiş uyanık takımına nasıl anlatmalı?..

Yıl 2007...

Amerika da, dünya da 1959’un Amerika’sı ve dünyası değiller...

1990’da Sovyetler Birliği çöktü... Bu çöküş Dünyanın siyasî, hal, vaziyet ve dengelerini kökünden değiştirdi: ABD dünyada tek güç olarak kaldı ve bunun farkına varır varmaz da dünyanın tamamını ele geçirmek için plan ve eylemler yapmaya başladı...

11 Eylül 2001’de bir avuç genç mücahid, olağünüstü bir eylemle 17 Ocak 1991 Irak saldırısına karşılık olarak, ABD’yi kendi ininde ve en canını acıtacak yerlerinden vurdu... Bu eylem dünyanın siyasî durumu, yapısı, gidişatı ve dengelerini çok köklü olarak bir daha değiştirdi: Artık komünizm ve kapitalizm arasında ölümlerden ölüm beğenmek durumunda kalan güçsüz milletler için “ehvenişer- kötülerden daha az kötüsü”nü tercih ederek yaşamaya çalışma dönemini kapandı.. Bu dünyadaki tek gerçek siyasî kutuplaşma olan "Hak-batıl kutuplaşması"nın ilk adımı böylece atılmış oldu.

Bumdan sonra yeni dengelerin ‘iyi güzel-doğrü’nun temsilcisi İslâm 'mücahidl/akıncı/direnişçi'ieri ile kötü-çirkin-yanlış’ın temsilcisi ABD (ve işbirlikçileri) arasındaki halen çok şiddetli bir şekilde sürmekte olan bu savaşın sonucuna göre oluşacağı açıkça görüldü...

Yani, artık antiamerikancılığın da, antiemperyalistliğin de tek bir kriteri/miyarı/ölçüsü/ölçütü var: Dünyanın her yerinde ABD ve işbirlikçileriyle ölüm kalım savaşı veren ‘İslâm mücahid/akıncı/direnişçi’lerine ne kadar dost ve yakınsan o kadar antiamerikancı ve antiremperyalistsin...

Gerisi hikâye...

Dipnotlar:
1- Merhum Üstad’ın Vasiyeti’nden:” İslama pazarlıksız ve sımsıkı bağlanmadan önceki şiirlerim ve yazılarım arasında hatta küfre kadar gidenler ise, çoktan beri eser çerçevem dışına çıkarıldığı, herbirinden ayrı ayrı istiğfar edildiği ve çöp tenekesine atıldığı için nereden nereye geldiğimi göstermekte bile kullanılmamalı ve onlarla müminleri benden çevirmek isteyeceklere -çok denenmiştir- şu cevap verilmelidir: "Koca Hz.Ömer bile Allahın Resulünü öldürmeye davranmış ve peşinden bütün sahabelerin, derecede ikincisi olmak gibi bir şerefe ermiştir. Hiç ona bu ilk davranışından ötürü sonradan dil uzatan olmuş mudur? Belki o noktadan bu noktaya gelmekte faziletlerin en büyüğü vardır."
Eserlerim mevzuunda vasiyetim kısaca şu: İlk yazılarımdan birkaçı asla benim değil; sonrakiler de en dakik şeriat mihengine vurulduktan, yani nasip olursa tarafımdan bütünleştirildikten sonra benim...”
2-İmlâ hatalarına dokunmadan iktibas ettiğim bu yazının internet adresi şu: http://f16.parsimony.net/forum28507/messages/214548.htm


Baran


En son admin tarafından Cum Ksm 09, 2007 6:29 am tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Nis 14, 2010 10:14 am    Mesaj konusu: ]Odatv’nin İslâm ve Müslümanlarla ilgili hazımsızlığı Alıntıyla Cevap Gönder

Odatv’nin İslâm ve Müslümanlarla ilgili hazımsızlığının gerçek sebebinedir-1-

Ertuğrul Horasanlı



Muhalif bir duruşu var...

Eyvallah...

Zaman zaman çok kaliteli analiz, yorum ve değerlendirmeler yayınlanıyor...

Faydalanıyoruz...

İlginç haberlere yer veriyor...

Okuyoruz...

Muhalif seslerin birbir susturulduğu...

Muhalif medya kuruluşlarının ya satın alınarak, ya içleri boşaltılarak yandaş hale getirildiği dehşetli bir kuşatma sürecinde...

“Muhalif olsun da çamurdan olsun”a fit olmuş vaziyette, Soner Yalçın’ın o şizofrenik/benbilirimci/kendine aşık hallerini bile sineye çekiyoruz... (*)

Ama kardeşim...

İki de bir, bu ülkenin iki büyük demografik unsuru olan Türkler ve Kürtleri saçma sapan kurgularla aslında Yahudi kökenli olduklarına inandırmak için çok özel/çılgınca bir gayretkeşlik gösterilmesini ne anlıyor ne de tahammül edilir buluyoruz...

Hastalık yeni değil...

Neredeyse 100 yıllık bayat bir hikâye: Dünyayı Yahudiler ve Masonlar yönetiyor...

On yılı aşkın bir zamandır da İnternette çeşitli ortamlarda sıcak tartışmalara konu oluyor...

Bu tartışmalarda kullanılan malzemeyi toplayarak üzerine birşeyler daha ilave edip kitaplaştıranlar da var...

İnnernetin o başıbozuk ortamında, her türlü hastalıklı fikre karşı duran, bu hastalığın yayılmasını engellemeye çalışan derviş ruhlu temiz yürekli insanlar olduğu gibi...

Her türlü sapık/sapkın/abuk subuk/ ipe sapagelmez hastalıklı fikirleri azdırarak hastalığı sirayet ettirmeye çalışan ve “bu iş” için özel olarak eğitilmiş oldukları anlaşılan psikolojik harp uzmanları da şeytanın avukatlığını canla başla yapıyorlardı...

Bir çok yerde bozguna uğratıldıkları, püskürtüldükleri halde bunlar hala görev başındalar...

Hastalığı yaygınlaştırmak için durmaksızın çalışıyorlar...

OdaTV de zaman zaman bu fikirlere hamilik/sponsorluk/yataklık yapıyor..

“Bunu niçin yapıyor?” ayrı bir bahis...

Bu bayat ve saçma hikâyenin halkı müslüman bir ülkede müşteri bulması ise başka bir garabet...

İslâm itikadının neredeyse ilk basamağı “mülkün/kainatın tek sahibinin Allah olduğu”na inanmaktır.

Mülkün tek gerçek sahibi olan Allah, aynı zamanda “tek hüküm sahibidir” de...

Yani?

O’nun mülkün de, O ne derse o olur...

Mülkü, mülkün sahibi yönetmeyecek de kim yönetecek?

Haaa..

Mülkün Sahibi, Mülkün’ün Dünya isimli bölümündeki bir kısım işlerin yönetimini “halife” sıfatıyla ve bazı kayıt ve şartlarla İNSAN’a emanet etmiştir ama...

“İNSAN nedir? Kime İNSAN derler?” bahislerine hiç girmeyelim(**) de mevzu dağılmasın...

Kısaca bir müslüman dünyayı Yahudiler ve/veya Masonların yönettiğine nasıl inanır?..

Böyle bir iman şirk/ortak koşmak olmaz mı?

Bugünün dünyasında böyleyle bir görüntü, algı, emare varsa bu Mülk ve Hüküm Sahibi’nin buna izin vermesi sonucudur...

İzni veren bu izni her zaman iptal de edebilir...

Dünyayı yönetmeye muktedir olmak için ne lâzım?

Güç ve kuvvet...

Dönelim yine İslâm itikadına: Yegâne güç ve kuvvet sahibi kimdir?

Allah’tır...

Kullar, ancak onun izni ve o işi yapacak güç ve kuvveti bahşetmesiyle iş görebilir...

O zaman da dünyayı kim yönetiyor görünürse görünsün...

Yaptığı şeyi ancak O’nun izni ve o işi yapacak güç ve kuvveti kendisine vermesiyle yapıyordur...

Ki...

Burada yapana değil yaptırana bakmak lâzım gelir...

Kendine izin, güç ve kuvvet verilenler bu işi doğru veya yanlış yapabilirler...

Emanet olarak verilen her izin ile bunu yapacak güç ve kuvvetin doğru kullanılmaması halinde bunu yapanların sorumlu olacağı, sonunda kendilerinden hesap sorulacağı da bu ilişkinin tabiî sonucudur...

Yahudilerin ve/veya Masonların dünyayı yönetmeye çalışmaları ayrı bir şey bunu fiilen yaptıklarına inanmak ayrı şey...

İşte İsrail’in durumu ortada...

Bırakın dünyayı yönetmeyi..

Yarın orada varolup olmayacağı bile şüpheli...

Bütün saldırganca gayreti sadece o toprak parçası üzerinde tutunmaya çalışmak için...

Orada kendi güvenliğini bile sağlayamamış İsrail mi Dünyayı yönetiyor?

Kelin merhemi olsa başına sürecek...

Haa...

Yönetmek istemiyor mu?

İstiyor...

Ve bunun Allah tarafından kendilerine bahşedilmiş bir hak olduğuna inanıyor mu?

İnanıyor...

Peki...

Bütün dünyadaki gizli, açık Yahudilerin toplam nüfusu kaç?

18 milyon...

Dünyanın toplam nüfusu kaç 6,5 milyar...

Bu 18 milyon, bu 6,5 milyarı nasıl yönetecek?

Bir akıllı adam çıksın önce bunu anlatsın...

Mevzuyu hurafelerden, şehir efsanelerinden, mavallardan, martavallardan ayırıp gerçeklere doğru sürdüğünüzde...

Hikâye başlıyor...

-Aslında Türkler de Kürtler de Yahudi asıllı...

Hadi ya?

-Bak hazara Türklerine... Barzan yöresindeki Yahudi Kürtlere...

Yahu ırken Yahudi olmakla, dinen Musevî olmayı birbirinden ayıramıyacak kadar ebleh misin?

Her peygamber bütün insanlığa gelmiştir...

İnsanlardan bazıları gelen peygamberlere tabi olmuş, bazıları olmamıştır...

Olanlara Müslüman, olmayanlara kâfir denilir...

Müslümamın da kâfirin de her ırktan olanı vardır...

Hazret-i Musa geldiğinde bütün ırklardan ona tabi olan müminler olduğu gibi bütün ırklardan ona tabi olmayan münkirler de olmuştur.

Bu arada Türklerden de Kürtlerden de Hazret-i Musa’ya tabi olan şanslı müminler elbette vardır.

Bunlar ırken Yahudi değil dinen Musevîdirler..

Nitekim Yahudi Hahamlar Hazret-i Musa’ın getirdiği kitab olan Tevrat’ı tahrif edince (İçinden bazı şeyleri çıkarıp, bazı şeyleri ekleyip bazı şeyleri de değiştirince) yoldan çıkmışlardır...

Bundan sonra Hz. İsa gelmiş sapkın Yahudilerin tahrif ettiği inanç sistemini aslına döndürmüş ve yeni bozulmamış bir kitap getirmiştir.

Hazret-i İsa’nın davetini her ırktan benimseyen müminler olduğu gibi her Irktan reddeden münkirler de olmuştur...

O yüzden Türkleri ve Kürtlerin geçmişlerinde İsevî olma bahtiyarlığına ermiş olanlar olduğu gibi tahrif edilmiş olan museviliğe inanmaya devam edenler de olmuş veya şamanlık, putperestlik, ateşperestlik veya ateistliği tercih edenler de olmuştur...

Neticede İsevîlik inanç sistematiği ve bu sistemin İlahî kitabı İncil de yine Yahudier tarafından tahrif edilmiştir...

Sonrası Malûm: Hz. Adem’le başlayan hak din İslâmiyet peygamberler boyunca kavimlerden “doğru yol”u isteyenlerce benimsene benimsene, istemeyenlerce reddedile edile Son Peygamber’e kadar gelmiş ve O’na vahyolunan Kur’an-ı Kerim’le “son ve mükemmel” şeklini alarak hükmü kıyamete kadar baki olmak üzere fert fert bütün insanlığa ve kavim kavim bütün kavimlere tebliğ olunmuştur...

Bu çerçevede Türkler ve Kürtlerin büyük çoğunluğu “tebliğ olunan”a eksiksiz ve fazlasız olarak iman ederek müslüman olma şerefine nail olmuştur...

Zaten aslolan bu seçimdir...

Kişi ırkını seçemez ama imanını kendi seçer...

İslâm öyle bir inanç sistemidir ki; kişinin mensup olduğu ırk her ne olursa olsun, müslüman olduğu andan itibaren, soyuna sopuna ve geçmişte neler yaptığına bakılmaksızın diğer müslümanlarla KARDEŞ olur...

Tabiî ki ırkında bir hakikati var ve bu hakikatin hakkı da İslâm tarafından teslim edilmiştir: “Kişi kavmini sevmekle kınanamaz”

Bu uzun girizgâhı niçin yaptık?

“Delinin biri kuyuya bir taş atarmış, kırk akıllı insan bunu çıkaramazmış” ya...

Odatv’nin kuyuya attığı son taş olan "BABANZADELER" başlıklı yazıyı kuyudan çıkarmaya çalışacak “kırk akıllı”ya belki bir katkımız olur ümidiyle, konu ile ilgili düşündüklerimizi aktarmaya çalışacağız...
Uzun bir yazı olacağa benziyor haberiniz olsun...

Dipnot:

*Fatma Sibel Yüksek’ten samimî bir odatv eleştirisi: “Oda Tv, gelişmelerin kamuoyuna tek yanlı aktarıldığı bir medya ortamında önemli bir islev görmekte ve bizlere madalyonun diğer yüzünü göstermeye çalışmaktadır Kuru muhalefet değil habercilik yapıyorlar, önemli özel haberlere imza atıyorlar. (..) Ancak son zamanlarda kendilerine yakışmayacak bir tarz tutturdular. Bir “Biz yazmıştıkçılık” basladı. Neredeyse her haberin üstüne “Oda Tv yazdı, böyle oldu” ibaresini konduruyorlar. Bunu yapınca gerçekten öyle bile olsa, inanın olayın hiçbir değeri, hiç bir saygınlığı kalmıyor. Oda Tv’nin bu etkisini bırakın okuyucu takdir etsin. Siz yazdınız diye mukadderat değişmişse hayat bunu eninde sonunda kabul edecektir. Iddialı başlıkların altına rutin haberler veya sıradan yorumlar yazarak “tıklatma” hilesine başvurmak da Oda Tv’ye yakışmıyor. Maalesef bunu sık yapmaya basladilar.” Kaynak: Açık İstihbarat

** İnsan nedir/kimdir? Sorusunu merak edenler Salih Mirzabeyoğlu’nun İbda Yayınevi tarafından yayınlanan şu eserlerine bakabilir:
Madde Nedir?
İman Ve Tefekkür
İnsan (Erkek Ve Kadın)
İnsan (Büyük Doğu-İBDA) I - II


İbda yayınevi için: http://www.ibdayayinlari.com/


Sıradışı

Odatv’nin İslâm ve Müslümanlarla ilgili hazımsızlığının gerçek sebebi nedir-2-

Ertuğrul Horasanlı



Evet...

“Odatv’nin kuyuya attığı son taş olan "BABANZADELER" başlıklı yazı”nın yazarı: “Araştırmacı Salim MERİÇ”...

Salim Meriç hakkında internette herhangi bir bilgi yok...

Büyük ihtimalle müstear bir isim...

Bu konuda iki olağan şüpheli var; biri Yalçın Küçük, diğeri Soner Yalçın...

Üslûba bakıldığında Yalçın Küçük’ü listeden çıkarabiliriz...

Zira Yalçın Küçük, eşşek yükünden fazla malûmatını taşıyamadığı için bir paragraftaki cümleleri arasında bile tam bir insicam sağlayamıyor... Konudan konuya hoplayıp zıplarken başladığı konuyla bitirdiği konu arasında ne bir bağ ne de bir bağlantı kalıyor ve ortaya “ne ararsan bulunur derde devadan gayri” misali karışık bir salata çıkıyor... Yiyebilene aşkolsun...

Bu yazıdaki üslûp , Soner Yalçın’ınkine daha uygun...

Sinsi, yalan söylerken, sahte bağ ve bağlantılar kurarken ve bütün bu yazdıklarının kocaman bir yalan olduğunu bile bile soğukkanlılığını asla yitirmiyor... Profesyonel bir tetikçi gibi çok rahat dezenformasyon yapıyor... Gerçeği çarpıtıyor, bozuyor, tanınmaz hale getiriyor ve bundan özel bir zevk alıyor.. Kendisine verilen görevi başarmış bir profesyonelin tatmin duygusu gibi bir haz...

Yalçın Küçük...

Soner Yalçın...

Veya onların rahle-i tedrisinden geçmiş bir çömez...

İsimler o kadar da önemli değil...

Önemli olan yapılan iş: Yazılan yazı...

Ve bunun hangi amaçla yapıldığı...

Neydi Yazının başlığı: "BABANZADELER"...

İyi...

Dezenformasyon amacıyla yazılmamış -içinde yanlışlar olsa bile bizi kandırmak amacı taşımadığı için rahatlıkla içimize sindirebileceğimiz- bir kaç kaynağa gözatalım:

[Baban Aşiretleri ve Beyleri
Baban adının çeşitli beylikler için kullanıldığına dikkat çeken Minorsky’nin açıklamasına göre Babanlar’ın esas yerleri Küçük Zap’ın güneyinde, Şar-i Bazer merkezli bölgeydi. 18’inci yüzyıl sonunda başkentlerini Süleymaniye’ye taşıdılar. “Baban vilayeti” ve beyliğinden sözeden Şerefname, bu adın doğrusunun “Babani” olduğunu yazar. Bir yerde “Baban aşireti” diyerek bu adı bir aşiret veya aşiret grubunun adı gibi kullanır. Rozkan ve Hakkari aşiretlerinin de aslen Baban soyundan olduklarını söyleyen bir rivayetten sözeder. Baban beylerinden “Pir Budak Babani”/“Pir Budak bin Mir Ebdal” döneminde Larcan (İran’daki Lahican?), Şehrbazar, Kerkük gibi bugün İran ve Irak hudutları içine düşen çok sayıda yerin çevre aşiret veya beyliklerden ilhak edilip Baban Beyliği’ne dahil edildiğini kayddeder. Buna, bir rivayete göre Şehrezol’da oturan Mekri aşiretinin beylerinin de “Baban soyundan” olduklarını ekler. Şerefname’ye göre Baban beylerinin veya evinin soyu Pir Budak Babai’ye kadar gelmiş, bu tarihten sonra soyları kesilmiştir.
Bazı kaynaklarda “Kurmanclar” ve “Baba Kürdiler” (“Kurt Baba”) tarzında bir ayrımla karşılaşıyoruz. Bu kaynaklarda Asıl Kürtler’e “Baba Kürdiler” olarak referans verildiği anlaşılmaktadır. “Baba Kürdi” olarak referans verilenlerin Şerefname’nin Baban/Babani dediği grup veya topluluk olduğunu sanıyorum.]
(*)

[BABAN AŞİRETLERİ
Şeref Han, “Baban aşireti”nden sözeder. “Baban” adının çeşitli beylikler için kullanıldığı uyarısında bulunan Minorsky, Babanlar’ın esas yerlerinin Küçük Zap’ın güneyindeki Şar-i Bazer başkentli bölge olduğuna işaret eder. Ama 1784’te Babanlar, yeni başkentleri olarak Süleymaniye’yi inşa etmişlerdir (Bkz. Minorsky, Kürtler, EI). Şerefname’ye göre Baban adının doğru şekli “Babani”dir. Şerefname’nin bu bölümündeki bilgilerden “Larcan vilayeti”nin daha önce Zerza aşiretine ait olup, sonraları Babanlar tarafından ele geçirildiğini öğreniyoruz. Arapça çevirmen Larcan’ın İran’da daha sonraları Lahican diye bilinen Eşnu ile Urmiye arasındaki bölge olduğunu tahmin eder. Babanlar, kendi beylerinden Pir Budak zamanında Mekri ve Bane aşiretlerine de boyun eğdirmiştir. Onların Erdelan, Sohran bölgesi ve Kerkük’te de ilhaklar yaptığı kayddediliyor.]
(**)

[BABANLAR veya BABANZADELER
BABANLAR veya BABANZADELER, XVII. yüzyıl ikinci yarısında Baba Süley man ile başlayan ünlü aile.Uzun yıllar ken di kurdukları ocağın mutasarrıflığını yaptı lar, ilk hükümet merkezleri Kala Çuvalan’dı. Baban ocağını ilk defa Fatih Ahmed adında birinin kurduğu, daha sonra zaptedilen civar kazaların idaresinin Süleyman Be ye verildiği söylenir (1669 ?). Daha sonra sırayle kardeşleri ve onların oğulları ocağın mutasarrıflığını yaptılar. Baban büyükleri arasındaki rekabet ve geçimsizlik, sonunda ocağın kaldırılmasına sebep oldu. Aile fert leri etrafa dağıldı.
XVIII. yüzyılda Abdurrahman Paşanın oğlu ibrahim Paşa Süleymaniye adiyle yeni bir şehir kurdu (1783). Fakat daha sonraları hanedanın başında bulunan Ahmed Paşa nın Koi yakınlarında Bağdatlı Necip Paşa ya yenilmesiyle bağımsızlıklarını kaybettiler (1830-1847). Süleymaniye’de eski Baban ha¬nedanından birçok torun bulunmaktaysa da sadece Süleyman Paşanın ve ibrahim Paşa nın torunlarına değerli topraklar miras kal dı.
Babanlardan birçoğu avukatlık mesleğinde ün yaptı, ayrıca yüksek mevkilerde bulu nan ve Irak hükümetinde bakanlık yapanlar da vardır, (M)]
(***)

Demek ki neymiş?

“Babanzadeler” denildiğinde anlaşılması gereken ilk doğru bir Sünnî Müslüman Kürt aşiretinden sözedildiğiymiş...

Osmanlı topraklarındaki Süleymaniye şehrini kuran, Osmanlı’nın TC’nin ve Irak’ın entellektüel ve bürokratik, siyasî ve askerî alanlarında temayüz etmiş bir çok kıymetli insanın kökeni olan bir Kürt aşiretinden...

Bir Türk veya Kürt aşiret hem Sünnî müslüman olacak hem İslâm dünyasına seçkin insanlar yetiştirmiş olacak da bu dezenformatör takımın elinden yakasını kurtaracak ha?

İşte bu mümkün değil...

Onu buna ekleyip, bunu şundan çıkarıp, eğriyi düzleştirip, düzü eğriltip iila ki bir kulp takacaklar: "Yahudi, gizli Yahudi, Ermeni, Mason..."

Maksat içimizdeki kan ve doku uyuşmazlığı içinde bulunduğumuz bizden görünen yabancıları teşhirse bu kalıba rahatlıkla oturtulabşlecek binlerce "yüce şahıs" ortada durur ve bunların hayranlık ve bağlılıklarına mazhar olurlarken...

Sıra Sünnî Müslüman seçkinlere gelince: “Kesin Yahudidir... Muhakkak dönmedir...İllâki masondur.” Bunlar uymazsa “besbelliki Ermenidir”...

Niçin?

Sünnî Müslümanlık seçkin insanlar üretmekten aciz, eblehlere, ayaktakımına, geri zekâlılara mahsus bir inanç sistemi midir?

Bunlara göre öyle olmalı ki; Emevîler, Abbas’iler, Selçuklular, Osmanlılar’la 4 büyük İmparatorluk kurmuş, bunun yanında sayısız devlet organizasyonunun altına imza atmış bu inaç sisteminin ileri gelenlerini karalamayı kendilerine iş edinmişler...

Şimdi Salim Meriç’in şu satırlarına bakalım:

[Kuzey Irak’ın Kürdistan bölgesinde 1160- ? yıllarında yaşayan Kabalist ve Talmudist, David Alroy, Selçuklu sultanına karşı isyan başlatarak, mesihliğini ilan etti. Alroy, İsrail mabedi (Süleyman Tapınağını) yeniden inşa edeceğini, Yahudileri sürgünden bir arada toplayacağını ve İsrail'i yeniden kuracağını ilan ediyordu.(Encyclopedia Judaica, David Alroy, Vol.2. Keter: Jerusalem 1972, p.5)]

Bugünkü kuzey Irak’ın Kürdistan bölgesinde David Alroy isimli bir haham Selçuklu sultanına karşı isyan başlatarak kendini Meşiyah ilan ediyor...

Tarih: 1160...

Peki Yahudiler bu bölgeye ne zaman geliyorlar?

[İnanışa göre, M.Ö. 8.yy'da Asurlular'ın İsrail Krallığı'nı fethetmesiyle Kürdistan bölgesine yerleşen İsrailoğulları bir süre sonra Asur'un başkentine yerleştirildiler.] Encyclopedia Judaica'da Roth C s. 1296-1299 (Keter: Jerusalem 1972)

Yani Kuzey Irak’taki Yahudi nüfus o bölgenin yerlisi değil...

Asurlulardan kaçan bir grup mülteci..

Yahudi kaynakları bunlardan “Kürdistanlı Yahudiler” (הדות כורדיסתאן‎; Yehudot Kurdistan) olarak bahsediyor. Kürtler de aynı anlamda “Kurdên cû” diyor...

Burada altını çizmemiz gereken şey ne?

Demek ki, bugün “Irak Kürdistanı”ın denilen coğrafyada, ogün baskın demografik unsur Kürtlermiş. İşte bu yüzden de Yahudi kaynaklar bile -bu dezenformatör takımının uydurduğu “Kürt Yahudisi” tabirini değil- “Kürtdistanlı Yahudi” tabiri kullanılıyor. Zaten onlardan bugüne gelenlerin tamamına yakını da İsrail kurulduktan sonra (250 bin kişi) oraya göç etmiş bulunuyor.

O bölgede Hazreti Musa’nın davetini benimsemiş Kürtrlerin bulunması ihtimalinden bahsetmiştik, ancak buna dair herhangibir bilgi veya belge ortaya konulmuş değil.

Kürt kaynakları ise Kürtlerin Musevîlikten değil, Yezidilikten İslâma geçtiklerinden bahsediyor.

Zaten “Kürt Yahudi” tabiri, Yahudilerin ırklarını dinlerinin ayrılmaz bir partçası olarak görmeleri, dinlerini “seçilmiş ırk”larına mahsus bir din telakki etmelerine de aykırıdır ama...

Bütün Kürtleri, kökenlerinin Yahudi olduğuna ikna etmekle “görevli” bu dezenformatörler -bunu da biliyor da söylemek “işleri”ne engel olduğu için- söylemiyorlar...

“Kripto Yahudi”lik mevzuuna gelince; Selanik Dönmelerini takiyye yaptıkları için Yahudi saymayan Hahambaşılıklar “Kürt görünümlü Yahudiler”e niçin ayrı bir prosedür uygulasınlar ki.?.

Ama dezenformtör takımı bütün bunları da bilmiyor değil...

Kuzey Irak’ın üç Büyük Kürt aşireti Barzaniler, Bedirhanlar ve Babanzadelerler Yahudi olunca ...

Geriye ne kalıyor?

Kuzey Irakta’ki "ikinci İsrail", vatana millete hayırlı olsun...

İşte onların asıl görevi buna yardımcı olmak...

Barzani aşiretinin başında bulunan Mesut Barzani ve saz arkadaşlarının ABD ve İsrail ile yakın işbirliğine kızdıkları için “meğerse Yahudiymiş P...ler” diye bu uydurma iddialardan kendilerine sahte teselli üreten müslüman-milliyetçi-muhafazakâr kesim bakalım bu tutumlarıyla ikinci İsrail’in temellerine harç döktüklerini ne zaman anlayacaklar?..

Barzaniler de , Bedirhanlar da, Babanzadeler de bin küsur yıldır Sünnî Müslümandırlar...

İçlerindeki hainlere rağmen öyle kalmaya da devam edecekler...

Mesut Barzani ve adamları ABD ve İsrail ile işbirliği yapıyor da Recep Tayyip Erdoğan ve adamları yapmıyor mu?

Bu sakat mantıkla onlara da “kripto Yahudi” demeleri gerek miyor mu?

Ama demiyorlar...

Niye ki?

Önce “Yahudi Kürdistan” sonra “Yahudi TC” mi?

Yoksa TC mevzuuna zaten halledilmiş gözüyle mi bakıyorlar?..

Aslında TC’de her şeyi “hallettiler” de...

Sünnî Müslümanlığı bir türlü halledemediler...

Daha doğrusu Sünnî Müslümanlık Büyük Doğu-İbda Fikriyatı ile dimdik ayakta durmaya devam ediyor...

Teslim alamadıkları son Sünnî kale bu...

Bu yüzden de “davadan dönenlere” devletin en üst makamlarını bonkörce ikram ediyorlar...

Aynı sebeple “BABANZADELER" başlıklı yazılarında resim olarak Müslüman ve Türk olduğunu düşmanlarının bile kabul ettiği Enver Paşa ve Necip Fazıl Kısakürek’i kullanıyorlar ve lâfı döndürüp dolaştırıp Neslihan Hanım yoluyla merhum Üstad’a getiriyorlar...

Dipnotlar:

* http://www.desmalasure.de/09/1229740808/index_html?dateiname=1229741532

** http://www.karakocan.info/tr/index.php?option=com_content&task=view&id=2123&Itemid=1

*** http://www.vik2.com/babanlar-veya-babanzadeler/


(Devam edecek)

Sıradışı


Odatv’nin İslâm ve Müslümanlarla ilgili hazımsızlığının gerçek sebebi nedir-3-

Ertuğrul Horasanlı



Şerefname’ye göre Baban adının doğru şeklinin “Babanî” olduğunu 2. bölümdeki iktibaslarda görmüştük...

Nedir “Babanî” ?

“Baban” lı...

Peki Baban neresidir?

İkinci bölümdeki iktibaslardan Baban’ın “Küçük Zap’ın güneyinde, Şar-i Bazer merkezli bölge”de olduğunu da görmüştük...

Yine aynı iktibaslarda Şerefname’nin, “Bir yerde ‘Baban aşireti’ diyerek bu adı bir aşiret veya aşiret grubunun adı gibi kullan”dığını, “Rozkan ve Hakkari aşiretlerinin de aslen Baban soyundan olduklarını söyleyen bir rivayetten söz”ettiğini, “Baban beylerinden ‘Pir Budak Babani’/’Pir Budak bin Mir Ebdal’ döneminde Larcan (İran’daki Lahican?), Şehrbazar, Kerkük gibi bugün İran ve Irak hudutları içine düşen çok sayıda yerin çevre aşiret veya beyliklerden ilhak edilip Baban Beyliği’ne dahil edildiğini kaydedererek. Buna, bir rivayete göre Şehrezol’da oturan Mekri aşiretinin beylerinin de ‘Baban soyundan’ olduklarını ekle”diğini de görmüştük.

Bütün bunlardan ilk anlamamız gereken şey nedir?

Babanlar basit bir Kürt aşireti değil, "ana aşiret" (aşiretler doğuran aşiret) olduğu gibi aynı zamanda "baba aşiret"tir. Yani kendinden olmayan kürt boylarını da himayesine alarak bünyesine katmıştır...

Yani?..

Babanlara atılacak bir çamur büyük bir Kürt kitlesini de kirletecektir...

Bu yüzden Babanların hedef seçilmesi amatör bir araştırmacının tesadüfî seçiminden ziyade Kürtler üzerinde hesabı olan profesyonel bir güç merkezinin uzun inceleme ve araştırmalar sonucu yaptığı bir seçime benziyor.

Yazının art niyetli, dezenformasyon amaçlı oluşu şuradan belli ki, konu bir Kürt aşireti olmasına rağmen ne Kürtçe lûgât, ne Şerefname, ne Minorsky (*), ne Kürt mezarlıkları var...

Ya ne var?

İbranice lûgat var!...

Neymiş ibranice’de “baba” diye bir kelime varmış...

Eee?

İşte Baban kelimesinin kökeni buymuş: Yuh yahu, yuh!..

Bir Kürt aşiretinin ismini araştırıyorsun ama Kürtçe, Türkçe, Farsça, Arapça lügatların yanından bile geçmeden, kafadan İbranice lûgata dalıyorsun...

Siz “böyle bir araştırmada iyiniyet vardır” diyebilir misiniz?

Halbuki Kürt kaynaklar üzerinde basit bir araştırma yapsan, benim bulduğumu sen de kolaylıkla bulabilirdin: [Bazı kaynaklarda “Kurmanclar” ve “Baba Kürdiler” (“Kurt Baba”) tarzında bir ayrımla karşılaşıyoruz. Bu kaynaklarda Asıl Kürtler’e “Baba Kürdiler” olarak referans verildiği anlaşılmaktadır. “Baba Kürdi” olarak referans verilenlerin Şerefname’nin Baban/Babani dediği grup veya topluluk olduğunu sanıyorum.] (**)

Ayrıca...

“Baba” kelimesinin en çok rastlanabilaceği lügat Türkçe değil mi? Bu lûgatta "senin baban" anlamında "BABAN" kelimesi de varken...

Babanları, Türk yapmaya kalkmıyorsun ama kolayca Yahudi yapıveriyorsun...

Aynı “baba” kelimesi Türkçedeki anlamıyla “papa” olarak hemen bütün Batı dillerinde de mevcutken, baba kelimesiyle İbraniceyle kurduğun bu ilişkiyi, o dillerle niçin kurmuyorsun?

İbranice lügatta “baba” kelimesini bulan “araştırmacı yazar”(!)ımız, bilimsel araştırmasını tek bir “delil”(!)e bağlamıyor tabiî...

Başka ne yapıyor?

Okyanusu aşarak New York’taki Yahudi mezarlığına dalıyor ve başlıyor araştırmaya...

Aman Allahım o da ne?

“SHARLEY BABA” ve “BABA LEVY” yazan iki mezar taşı uzaktan araştırmacı yazarımıza el sallayor mu?...

Tamam mı, gördünüz mü?

İbranice lügatta “Baba”, New York Yahudi mezarlığı’nda da iki adet mezartaşında yine “Baba”...

Daha n’olsun?

Çamur atmak bu kadar kolay yani...

“Babanzadeler görevi" başarıyla tamamlanmıştır sayın amirim, yüce MOSSADIM...

Araştırmacım yazarım benim...

Madem iddiana mezar taşlarından delil arıyorsun...

Niçin öncelikle, Kürdistan’daki mezar taşlarına, Türkiye’deki mezar taşlarına bakmıyorsun da...

Taaa, New York’lara gidip Yahudi mezarlıklarınında kendini helak ediyorsun?

Bu arada...

İbranicede “Baba” kelimesinin anlamının “gözbebeği” olduğundan neden sözetmiyorsun?

O mezartaşlarındaki “SHIRLEY BABA”“GÖZBEBEĞİM/İZ SHIRLY”, “BABA LEVY”İ de “GÖZBEBEĞİM/İZ LEVY” olarak da anlaşılabileceğini düşünmeyelim diye mi?

Aynı yazar aynı hileyi kullanarak, başka bir yazısında Barzan’lı demek olan “Barzanî” kelimesinin Barzan’lı Yahudilerin mezartaşlarında bulunmasından yola çıkarak büyük bir Kürt aşireti olan “Barzanî”lerin de Yahudi olduklarını öne sürüyor ki; Barzanîler dindarlıkları ile tanınan, Sünnî Müslüman ve Nakşîbendi oldukları bilinen bir Kürt aşiretidir. Aşiretin bugünkü yönetcilerinin ABD ve İsrail ile yakın ilişki içinde olmaları (hainlik)başka şey, ırken Yahudî veya gizli/dinen kripto Yahudi olmaları (münafıklık) başka şey dir.

Neyse bu bahsi kapatmadan içinde Kürtçe “ Baba” ve “Baban” kelimelerinin geçtiği, -Güney Kürdistan hükümetinde de bir dönem Kültür Bakanlığı yapmış olan- şair Şêrko Bêkes’ten küçük bir iktibas yapalım:

[Bizde tarihçiler yetişmedi. Yazılı tarihimizin geçmişi çok geriye gitmiyor. Ama biz şiirimizde Kürtlerin sosyal hayatına ve tarihine ait birçok şeyi öğrenebiliyoruz. Şiir en eski sanat dalıdır. Kürtlerde özellikle yazıya geçilmeden önce dengbêjler de dahil olmak üzere sözlü edebiyat çok gelişkindi. Biz bu sözlü edebiyattan, şiirlerden, şarkılardan Kürtlerin tarihleri ve sosyal yaşamları konusunda önemli bilgiler elde edebiliyoruz. Edebiyat tarihi yazılı tarih olarak kabul edilir. Eğer bahsedilecek olursa binli yıllarda yaşamış olan Baba Tahir Hamedanî ile başlayabiliriz. Baba Tahir bin yıl önce şiirler yazmıştır. Ömer Hayyam'dan önce rubailer yazmıştır. Bu Kürt şiirinin zenginliğinin bir ölçütüdür. Baba Tahir'in rubailerini Kürt şiirinin başlangıcı sayabiliriz. Kürt tasavvuf şiirinin başlangıç noktasını Baba Tahir oluşturuyor. 1900'lü yıllara geldiğinde Kürt edebiyatının önemli eserler yaratan Kürt edebiyatçıları artık vardı. Bunlardan biri Mela Cizîri'dir mesela. Önemli bir takım gelişmeler bu dönemde göze çarpıyor. Özellikle Botan yöresinde konuşulan lehçe Kurmancî idi. Etkin dilde Kurmancî'ydi ve Kürt şairleri bu lehçede önemli eserler yarattılar. Biz onların eserlerinden Kürt şiiri ve tarihi noktasında önemli bilgilere ulaşabiliyoruz. Daha sonraki dönemde İran'da etkili olan Erdelan Beyliği var. Burada hakim lehçe Goranî lehçesiydi. Burada da Havraman şairlerinin önemli eserler yaratmış olduğunu görüyoruz. Daha sonra Süleymaniye'de Baban Beyliği'nin kurulmasının ardından da onların şiir ve edebiyattaki etkisini görüyoruz. Bu dönemin en önemli şairleri Salim, Kurdî ve Nali'dir. Onların yarattıkları eser ve kullandıkları lehçe, hala benim de kullandığım ve Soranî dediğimiz lehçedir.] (***)

Dipnotlar:

* Vladimir Feodoroviç Minorsky (d. 5 Şubat 1877 - ö. 25 Mart 1966): Fars ve Kürt tarihi, edebiyatı, coğrafyası, kültürü hakkında araştırmalar yapan Rus kökenli oryantalist araştırmacı. 1900 yılında Moskova Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni 1903’te Lazarev Doğu Dilleri Enstitüsü’nü bitirdikten sonra, Rusya Dışişleri Bakanlığı’nda diplomasiye atıldı. İran ve Türkiye’de bazı görevlerde bulundu. Bu ona bu ülkelerde konuşulan dilleri öğrenme imkanı verdi. Ayrıca bu ülkelerdeki Kürtlerin hayatını yakından gözlemleme fırsatı buldu. Bu gözlemlerden bazılarını kitaplaştırdı. Ekim Devrimi’nden sonra 1919’da Fransaya göç etti ve 1930’da İngiltere’ye yerleşti. İngiltere Bilimler Akademisi ile Fransa Bilimler Akademisi’ne üye oldu. İslam Ansiklopedisi’nin birçok maddesini yazan Minorsky, tarih, coğrafya ve din konularında onlarca eser yazmıştır. Kürtler hakkında dilimize de çevrilmiş kitablarından bazıları şunlardır: vardır. Kürtler ve Kürdistan, Musul Sorunu, Hududü'l-Alem Mine'l-Meşrik İle'l-Magrib, Kürt Milliyetçiliği

* * Bkz: http://www.desmalasure.de/09/1229740808/index_html?dateiname=1229741532

*** Bkz: http://www.yilmazguney.eu/Yazdir.asp?id=481

(Devam edecek)

Sıradışı
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Prş Nis 29, 2010 10:55 pm    Mesaj konusu: Odatv’nin İslâm ve Müslümanlarla ilgili hazımsızlığı Alıntıyla Cevap Gönder

Odatv’nin İslâm ve Müslümanlarla ilgili hazımsızlığının gerçek sebebi nedir-4-

Ertuğrul Horasanlı

(Kurtuluş Savaşı sırasında Urfa'da ellerinde silahlarıyla Kürt Direnişçiler görülüyor. Bu fotoğrafı ilginç kılan ise arkada en sağdaki direnişçinin bir kadın olması.)

Geçen bölümlerdeki iktibaslarda BABANLARIN kendi “ocak”larını kurdukları, Osmanlı İmparatorluğu döneminde bu ocaklarda “mutasarrıflık” yaptıklarını ve Süleymaniye’yi kurarak burasını kendilerimne başkent yaptıklarını ve bu dönemde “Baban Beyliği”nden sözedildiğini görmüştük.

Şerefname’de “mîrlik,beylik, hükümet” gibi terimler de kullanılmaktadır

Şimdi O dönemdeki Osmanlı idarî sisteminde “ocak, mutasarrıflık, beylik (mirlik) ve hükümet” nedir onu görelim:

[ OSMANLI İDARİ TAKSİMATI: Osmanlı Devletinde idari taksimat eyalet ile başlar. Bu sistem içerisinden aşağıdan yukarıya doğru sıralama yapılırsa, köy, kaza, sancak ve Beylerbeylik şeklinde idari, askeri, bir taksimata tabi tutulmuştu. Beylerbeylik ilk dönemde bir tane idi ve bütün ordu işlerinden sorumlu olup hükümdardan sonra onun sözü geçerdi. Rumeli de fetihlerin genişlemesi üzerine, beylerbeylik Rumeli ve Anadolu olmak üzere ikiye ayrıldı. Osmanlı Devleti genişledikçe ve zamanın şartlarına göre bu eyaletlerin sayısı artmıştı. Tanzimat devrinde mülki taksimat Eyalet ve Livalara “sancak” taksim edilmişti. Avrupa’da, Asya’da ve Afrika’da toplam 35 eyalet bulunmakta idi. Avrupa topraklarında 15 eyalet 42 liva, Asya topraklarında 17 Eyalet 83 liva ve Afrika topraklarında da 3 eyalet 17 liva vardı. Eyaletlerin toplamı 35, Livaların 142, kazaların 1320 idi.
Devletin idari taksimatı III.Murad zamanında Kaza, Sancak ve Vilayet olarak belirlenmiştir. Nahiye’de “Nahiye Müdürü”, Kaza’da “Kaymakam”, Sancak’da “Mutasarrıf”, memurları bulunurdu. Mülkî taksimatında mutasarrıf idaresinde bulunan memleket parçasına sancak yerine Liva’da denilirdi.
Osmanlı İdari Taksimatı İle İlgili Bazı Terimler:

Beylik/Sancakbeyliği:
Osmanlı Devleti'nde eyalet teşkilatıyla tımar usulünün uygulandığı zamanlarda, beş-on ilçelik yerin mutasarrıfı ile sipahisinin idare amirine verilen addır
Sancak beyleri, işgal ettikleri sancakların önemine göre derecelere ayrılmışlardı Dirliği dört yüz bin akçaya varan sancak beyi, beylerbeyi olabiliyordu Sancak beyleri, beylerbeyleri gibi emeklilik hakkına sahiptiler Altmış bin akçe ile emekli olurlardı Ayrıca evlatlarına zeamet verilirdi Sancak beylerine "Ümera" da denilirdi Bunlar, sancaklarındaki davalara bakar, şeriat hükümlerine göre karar verirlerdi Mutasarrıflar çağrıldıkları zaman, emrindeki kapı halkı ile beraber savaşa gitmek zorunda idiler. Mukâtaaların denetimi ve iltizam işleriyle de doğrudan ilgileniyorlardı. Ayrıca şehirde bulunan bazı dînî ve sosyal yapıların, su yollarının tamiri ve bakımı, herhangi bir âfet anında halkın ihtiyaçlarının karşılanması, sancakta görev yapacak idareci ve vazifelilerin atanması için takrir yazılması, âyan-ı vilâyetle birlikte esnafın sattığı mallarla ilgili narh konulması gibi pek çok idarî, askerî, ekonomik ve sosyal içerikli görevler üstleniyorlardı.

Hükümet: Osmanlılarda sancakların yanında Hükümet olarak adlandırılan ve idarenin mahalli beylere bırakıldığı ocaklık suretiyle tevcih edilen sancaklar da vardı. Bunlar defterlere Livâ yerine hükümet olarak kaydedilmişti.“Hükümet sancaklar”ın, kanunla belirlenmiş statüleri, tabii olarak Osmanlı Devleti’ne bağlılıkların ölçüsünde geçerli idi. Diyarbekir, Van ve Bağdat eyaletlerinde rastlanan hükümetlerin ihdas sebebi buradaki mahalli beyleri devletin resmi görevlisi yaparak bir ölçüde merkezi otoriteye tabi kılmaktı.
“Hükümet sancaklar”ı, kanun hükmünde belirlenerek bu muhtariyet şeklinde de anlaşılmaktadır.Buraların idaresi kuru bir mülkiyet ile mahalli beylere bırakıldığı ve uygulamada diğer sancaklar gibi muamele gördükleri de tesbit edilmiştir.

Yurtluk– Ocaklık: Bu tabirler, Bir yerin gelirinin birine tevcihi için kullanılmaktaydı. Yurtluk yalnız kayd-ı hayat şartıyla tasarruf edildiği halde Yurtluk ve ocaklık İrs yoluyla da tasarruf edilirdi. Kendisine bu şekilde bir arazi geliri tevcih olunan resmen o yerin sahibi değildi. Araziyi satamaz, bağışlayamaz, vakfedemezdi. Yalnız o yerin şer’i ve örfi vergisi kendisine ait olurdu. Tımardan farkı, mutlaka bir hizmet karşılığında verilmesinin şart olmaması, tevcihin geri alınmaması sahibinin idari ve bazı şartlarda bir dereceye kadar bir kısım kazai hakları da haiz bulunması idi. Bu sistem müstakil beylerden zapt edilen yerlerde sadakat ve bağlılıkların görülen beylere hanedanların uhdelerinde bırakılmak ve daha ziyade imparatorluğun şark hudutlarında yerli Beylere ve beyzadelere bulundukları yerler o adlar tevcih alınmak suretiyle tatbik olunmuştur. Tanzimat sıralarında lağvedilerek buna mukabil kendilerine maaş bağlanmıştı

Mutasarrıf: XVIII. ve XIX. Yüzyılda Sancaklara “Mutasarrıf”lar tayin edilmeye başlanmıştır. “Mutasarrıf” böylece sancağın en yüksek âmiri manasını kazanmıştır. Mutasarrıfın idaresinde olan sancaklara, bazen “Mutasarrıflık” da denilirdi..]
*
Osmanlı idarî sisteminin unsurları olan mutasarrıf ve/veya beylerin hem mülkî (idarî) hem askerî hem de kazaî(adlî) görev ve yetkileri bulunduğundan bu ünvan, yetki ve görevlerin gayrımüslimlere verilemiyeceği açıktır.

Yani Yahudi dinine mensup hiç kimse (ve aşiret) Osmanlı sisteminde mirlik, beylik, mutasarrıflık, hükümet sıfatlarına haiz olamazdı.

Bu kısacık tarihî bilgi bile Bütün büyük Kürt aşiretlerini bir kalemde Yahudi ilan eden “araştırmacı yazar”(!)ı açıkça yalanlamakdır.

“Araştırmacı-yazar(!)” buna şöyle bir itirazda bulunabilir:

- “Ama ben bunların açık Yahudi olmayıp “krito-gizli Yahudi” olduklarını iddia ediyorum...”

Öyle mi?

O zaman önce şunu öğreneceksin...

Soyadı Kanunu çıkıncaya kadar bu ülkede yaşayan herkes soyunu, boyunu, aşiretini, sülalesini -bin yılı aşan zamanlara kadar geriden başlayan soyağaçlarına sahip oldukları için- ezbere biliyordu...

Böyle bir sosyo kültürel alt yapıya sahip olan insanların veya bu insanların devletinin insanların soyları sopları veya dinleri mezhepleri konusunda bu kadar büyük çapta bir kriptoluk/gizlilik/üçkağıdı farketmemeleri imkânsızdır....

İki insanın ilk karşılaştıklarında selâmdan sonra birbirlerine sordukları ilk sorunun “Nerelisin?” ve “Kimlerdensin?” olduğu bir kültürde bu çapta bir kriptoluk mümkün mü?

Ama kendi topraklarının kültüründen kopuk veya yabancı bir kültüre mensupsan...

Bunu nereden bileceksin?

Madem “Araştırmacı-yazar”sın ve madem içinde yaşadığın toplumun nasıl bir sosyo kültürel tarihi dayanakları olduğundan habersizsin...

Yakına gel...

Yakın tarihe...

Meselâ bu Soyadı Kanunu niçin çıkarıldı?

Soyadı Kanunu'ndan önce herkes kendi soyunu, sopunu, sülalesini, nereden geldiğini, etnik ve dini kökünü çok rahat biliyor iken...

Şimdi durum nedir?

Kimin kim olduğundan kimin haberi var?..

Soyadı Kanunu -bize ilkokullarda anlattıkları gibi- insanların soyunu sopunu karıştırmamaları için çıkarıldıysa bu konudaki bu kargaşa nasıl ve niçin doğdu?

Madem maksat soy sop bigilerine bir çeki düzen vermekti; ailelerin mensup oldukları sülale, boy veya soylarına aidiyetlerini belirten lâkap, ünvan ve sıfatları soyadı olarak seçmelerine izin vermek yerine; nüfus memurlarına dağıtılan üçyüz beşyüz saçma sapan kelimeden ibaret liste dışında soyadı alınmasına niçin engel olundu?

Ne demek?

Paşakay, Yalçın, Küçük, Topal, Çolak, Çıplak, Tüzmen, Tüzemen, Boyner, Bezmen, Barut, Ateş, Beyaz, Pembe vb...

Benzeri bir yığın uydurmasyon soy isimlerinin o ailelerin sülaleleriyle, aşiretleri, boyları ve soylarıyla...

Yani tarihî kökleri, etnik ve dinî aidiyetleriyle ne ilgisi var?

Bu kargaşadan kimler istifade ederek araziye uydu?

Kimlere etnik ve dinî aidiyetleri araştırmak gibi eskiden çok kolay olan bir "iş" imkânı doğdu?

Kimler bu durumdan kendilerine vazife çıkararak ve bu kargaşanın artarak sürmesini sağlayacak tarzda “onlar da bunlar da, şunlar da, sizler de, bizler de, kısacası hepimiz aslında kripto Yahudiyiz” sonucunu doğuracak “araştırmacı-yazarlık(!)”lara başladı...

Osmanlı coğrafyasındaki bütün Sünnî Müslüman (Türk, Kürt, Arnavut, Arap, Boşnak, Çerkez, Tatar, Özbek, Türkmen vb.) kavimlerin aslında Yahudi oldukları sonucunu doğuracak ısmarlama araştırma(!)lar kaleme alan bu tür “araştırmacı-yazar(!)ların, sözkonusu kavimlere ve bu kavimlerin ortak paydası ve İnancı olan Sünnî İslâmlığa hizmet ve katkı olsun diye bu işi yapmadıkları ayan beyan görünür bir hakikat olduğuna göre...

Bunların gerçek maksatları, kime ve neye hizmet ettiklerine dair bir fikri/kanaati olan kimse yok mudur bu ülkede?

Ki...

Bunlar bu kadar rahat atmasyonculuk yapabilmektedir?

Dipnot:
* Bu bilgiler aşağıdaki kaynaklardan kısaltılarak derlenmiştir:
Karal, E. Ziya, Osmanlı Tarihi, VI. Cilt TTK. Yayını 1983 Ankara s.128
http://www.forumacil.com/turk-islam-tarihi-kulturler/130099-sancakbeyi-nedir-tarihi-sozluk.html

http://www.turkcebilgi.com/

(Devam edecek.)

Sıradışı

Odatv’nin İslâm ve Müslümanlarla ilgili hazımsızlığının gerçek sebebi nedir-5-

Ertuğrul Horasanlı

Bir insanın soyu ve dini hakkında esas olan kendi beyanıdır...

Bir insanın kendinden önceki akrabalarının etnik veya dini aidiyetlerini merak ederek bunları araştırması da normaldir...

Bunun dışında bir insanın diğer insanların etnik veya dinî aidiyetlerine dair beyanlarına ianmayarak onun hakkında onun rızası dışında araştırma yapmak ahlâk dışıdır.

Bu yüzden de Osmanlı Sabatey Sevi’nin “müslüman oldum” beyanını esas kabul ederek onu kendi beyanına uygun değerlendirmiş ve müslüman muamelesi yapmıştır...

Yani Sabetay Sevi “ahmak Osmanlı”yı kadırmamış, aksine Osmanlı , ona normal ahlâkî ve hukukî prosedürünü uygulamıştır...

İslâm ahlâk ve hukunda hür iradesiyle “ben müslüman oldum” diyen bir insana “Yok olmadın”, “oldun mu olmadınmı bir araştıralım” deme hakkı hiçbir kişi, kurum ve makamda yoktur...

Zaten inanç, insanın “kalbi/vicdanı” ile doğrudan ilgili olduğundan dıştan/başkalarınca tesbit edilmesi mümkün olmayan hali/tercihi ifade etmektedir.: Nasıl araştıracaksın?

Bu konuda makul bir şüphe ortaya çıkarsa ve şüphenin giderilmesinde şahsî veya toplumsal/içtimaî bir zaraın önlenmesi veya fayda sözkonusu ise böyle bir araştırma belki mümkün olabilir...

Ama...

Burada sözkonusu ettiğimiz araştırmacı yazar(!) ve benzerlerinin yaptığı şeyler, kesin olarak böyle bir gereklilik/lüzumdan yola çıkılarak yapılan araştırmalar değildir...

Bu araştırmalar kişilerin beyanları haricinde ve ortada hiçbir makul şüphe yokken onları ait olmadıkları bir etnik ve dinî kökenlerle irtibatlamdırmak için yapılmaktadır...

Bunu yapanların bu “iş”ten nasıl bir menfaatleri vardır ki; canla başla bazı kişilere, ait olmadıklarını açıkça beyan ettikleri soy ve dinî inaçlar atfetmeye çalışıyorlar?

- Fakat efendim, bu “Selanik dönmeleri” bütün toplumu kandırmakta ve örgütlü ve illegal faaliyetleriyle toplumun çoğunluğuna zarar vermektedir.

Doğrudur...

Topluma hiçbir zarar verme faaliyet veya niyetleri olmasa bile, tek başına toplumu aldatıyor olmalarından dolayı onların deşifre edilmeleri gereği doğabilir...

Ama...

Toplumdaki tek kriptoluk Selanik dönmeliği midir?

Alman Ermeni Patriğinin ve bazı yerli kaynakların ifadesine göre tehcirden kurtulmak için 500.000 Hıristiyan Ermeni Müslüman ismini almıştır. (*)

Bunların büyük kısmımın Şark'taki özellikle Dersim’deki Alev’i topluluklar ile Bölgedeki Sünnî Kürtler içinde kendilerini gizledikleri de bilinmektedir...

Sünnî Bölgedeki Ermeniler zaman içinde gerçekten müslüman olarak Kürtleşirken, Alevî toplulukjlar içine gizlenenlerin çift kimliklilik halini büyük ölçüde sürdürdükleri de bilinmektedir...

Bu Hıristiyan Ermeni Kripto topluluk, Selanik dönmelerinin yaklaşık 10 katı bir kriptoluluğu ifade ederken, bu araştırmacı yazar taifesi bunlarla niçin hiç ilgilenmemektedir?..

Meselâ “Karabekir’in yetimleri/gürbüzleri” denilen 3.000 civarında Ermeni erkek çocuk yetimhanelere alınarak müslüman isimleri verildikten sonra Kâzım Karabekir’in yardımıyla askerî okullara kaydedilmiş midir?

Peki bunlar sonra ne olmuştur?

Ermeni örgütleri bunları tespit edip etnik ve dinî kökenleri konusunda “bilgilendirmiş”ler midir?

Bilgilendirdilerse kaçını “ikna” etmişlerdir?

“İkna edilenler”den hangi taleplerde bulunmuşlardır?

“Bu “talepler”, muhataplarınca yerine getirilmiş midir?

Bu ”ikna edilen” Hıristiyan Ermeni Kökenli ama isimleri Türk ve Müslüman olan askerler ordu içinde kimlerle ittifak yapmışlardır?

Bu ittifakın içinde Selanik dönmeleri, Masonlar ve Kripto Alevîler de var mıdır?

Alevî oldukları halde Alevîliklerini gizleyen bir başka kriptoluğun, asker ve sivil bürokraside (özellikle AYM, Yargıtay, Danıştay ve HSYK), siyaset ve medyada çok stratejik mevkileri elinde tutarak ve diğer kripto unsurlarla birlikte; bu ülkenin etnik ve dinî çoğunluğunu oluşturan Sünnî Türk, Kürt, Arnavut Çerkez, Abaza, Laz, Boşnak vb. etnik unsurlar için kamusal alanı adeta yasak bölge haline getirem kararlara önayak olduklarına şahitlik etmememizin dışında; buna dair deliller, Özel Yetkili savcıların Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinde açtıkları davaların delilleri arasında klasörler dolusu ortalığa saçılmışken... Bu Kripto Alevîlik bizim etnik köken ve dinî aidiyet meraklısı araştırmacı yazarların niçin hiç dikkatini çekmemekte ve meraklarını uyarmamaktadır?

27 Mayıs’la başlayan Askerî darbeler ve muhtıralar dönemlerinde ordu içinde hep tasfiye edilen kesim Sünnî Türk, Kürt, Arnavut Çerkez, Abaza, Laz, Boşnak vb.kökenliler olduğuna göre; bunları tasfiye eden “grup”un gerçek etnik ve dinî aidiyetleri nedir?

Ordu içimde Sünnî Türk, Kürt Arnavut Çerkez, Abaza, Laz, Boşnak vb. düşmanlığı ve tasfiyesi yapan “kripto ittifak”ın benzeri Yargı bürokrasisi , sivil bürokrasi ve Siyasî partiler (özellikle CHP ve kısmen de ondan türeyen DP-AKP çizgisindeki partiler) içinde de var mıdır?

Yoksa ...

Konu Bu ülkenin etnik ve dinî çoğunluğunu teşkil eden Sünnî Türk, Kürt Arnavut Çerkez, Abaza, Laz, Boşnak vb.lerin dinî ,ahlaki ve kültürel değerlerine düşmanlık veya onların temel hak ve özgürlüklerinin önündeki engellerin kaldırılması olunca; ordu içindeki kripto ittifak ile, özellikle Yargıtay, Danıştay, AYM ve HYSK’ya egemen olan benzer kripto ittifaklarlarla CHP, nasıl önceden sözleşmiş gibi anı anına ve harfi harfine bir araya gelebilmekte ve omuz omuza tıpatıp aynı tepkileri verebilmektedir?

Bu tür "araştırmacı yazar"(!)lar bu konuları hiç kurcalamamakla yetinmeyip çok garip bir şekilde aynı konularda, o ittifakın tabiî müttefiki gibi davranmaktadır?

Peki kardeşim nedir bunların zoru?

Mesele kriptoluksa Hristiyan Ermeni, Mason ve Alevî Kriptoluğunu neden ısrarla araştırmaları dışı tutmaktadırlar?

***

Soy araştırmasında iki temel metod vardır...

Birincisi soyu anadan anaya geriye doğru yürürütmek... Ki, Yahudilerin metodu budur...

İkincisi ise, Babadan babaya geriye doğru yürütmek... Bütün müslüman kavimlerin metodu budur... Bunun tek istisnası Seyyidliktir... Seyyidlik hem anadan hem babadan intikal edebilir...

Buna göre bir Yahudinin soyunu araştırıyorsan analardan yürüyeceksin: Bir yahudi Baba ile bir Yahudi anadan doğan çocuk Yahudidir. Bir Yahudi Ana ile Yahudi olmayan babadan doğan çocuk da Yahudidir ama Yahudi babanın Yahudi olmayan karısından doğan çocuk Yahudi değildir.

Bir müslümanın etnik kökenini araştırıyorsan ve araştırdığın kişi Seyyid değilse soyu babadan babaya geriye doğru yürüteceksin...

Meselâ Babası Türk olan bir müslümanın annesi hangi kavimden olursa olsun etnik kökeni Türktür...

Diğer Müslüman Kavimler içinde öyle: Baba hangi kavimdense çocuk o kavimden...

Merhum Fazıl Kısakürek İnanç olarak Müslüman ve Irk olarak Türk müdür?

Evet...

Niçin?

Çünkü Müslümanlığı kendi beyanı ile sabit ve Babası Fazıl Bey de Müslüman Türktür...

Mevzu bu kadar basitken ve onun müslümanlığıyıla ve Türklüğü ile ilgili herhangi bir şüphe veya delil olmadığını bile bile... Konusu “Baban Aşireti” olan bir araştırma(!) yazısında Sünnî Müslümanlığı ve Kürtlüğünden kimsenin en ufak bir şüphesi olmayan koca Baban aşiretini uyduruk bir takım delil(!)lerle ırken Yahudi ve dinen kripto Yahudi yaptıktan sonra, lâfı dolandırırak Necip Fazıl Kısakürek’in merhume eşi Nesliham Hanım'ın soyadının Baban olmasıyla irtibatlandırarak ve “Annesi giritli olan Necip Fazıl” gibi kirli bir cümle kurmanın iyiniyetle bağdaşır bir tarafı var mıdır?

N’olmuş Giritli ise?

Girit dediğiniz yer bir Osmanlı toprağı değil midir? Fethedildikten sonra oraya hiç mi Müslüman yerleştirilmemiştir. Girittte hiç mi “Evlâd-ı Fatihan" yoktur...

Girit’in bütün ahalisi Yahudi midir?

Osmanlı Girit’i Yahudilerden mi aldı?

İnsan’a bu soruları bile sordurabilen bir yazıya "araştıma", bunu yazana da “araştırmacı yazar” denilebilir mi?

Bu nedir?

Bu resmen çamur atmak, “iftira et tutmazsa izi kalır” Yahudi taktiğini kullanmaktır...

Merhume Neslihan Hanım Müslümandır. Bunun aksine bir beyanına şahitlik eden yoktur. Şu anda kendisi Merhum eşinin yanıbaşında bir Müslüman mezarlığında Allah’ın rahmetine teslim edilmiştir. Baban Aşiretin mensup olduğuna göre de Müslüman bir Kürt hanımefendisidir...

Madem Söz O'na geldi, kendisini Üstad’ın kaleminden tanıyalım ve Babanzade olarak Müslüman Kürt Hanımefendisi olmanın yannda Peygamber soyundan olma ihtimalinin de bulunduğunu merhum eşinden öğrenelim:

[Efendimin en güzel ve en çarpıcı takdirleri izdivacımda oldu.
«— Evlen, evlen, evlen!»
Namaz emrinden sonra daima ihtarları…
— Evime ne zaman şeref vereceksiniz?
«— Sen evlenmeden gelmem!»
Bir gün dayanamadım:
— Efendim, ben münasibimi bulamıyorum. Siz bana muhitinizden, yakınlarınızdan birini bulun ve emredin… İsterse o hizmetçiniz olsun, hemen evleneyim!
«— Yok, olmaz, dediler; sen bulacaksın ve kendi muhitinden bulacaksın!..»
Nihayet yoluma, otuzyedi yıldır çile ortağım, Neslihan çıktı. Bana nur topu gibi beş çocuk hediye eden sevgili zevcem… Sırasiyle, Mehmet, Ömer, Ayşe, Osman ve Zeynep…
Dış yüzün dış yüzünde başlayan münasebet en kısa zamanda köklere kadar indi. Kendisini aldım, Eyüb'e götürdüm, evin önünden geçirdim ve biraz ilerideki (Piyer Loti) kahvehanesinde oturttum:
— Bekle biraz dedim; kendilerine haber vereyim… Çağırırlarsa koşar, gelir seni götürürüm. İzinsiz çıkaramam huzurlarına…
Kızcağız derin bir tevekkül içinde, oturdu, nasibini bekledi.



Huzurlarındayım:

— Efendim; bir kızla tanıştım, ismi Neslihan… Bildiğiniz modern kızlardan; Bâban'lardan, Bâbanzadelerden… Buraya kadar da getirdim. Şu anda ilerideki kahvehanede oturuyor. Takdir buyurursunuz ki, zamane kızlarına güven zor… Şüpheliyim… Ne emredersiniz?

Bir ânda şimşek gibi bir hareketle sordular:

«— Üzerinde ne var?..»

— Yeşil bir manto, efendim!

Yine bir anda, şimşek gibi bir hız içinde, âni bir dalış ve uyanış:

«— Sen, ondan değil, kendinden şüphe et!»

Suratımda şaklayan takdir tokatının zevkiyle, Neslihan'ın bu kadar güzel kabul edilişindeki zevk, içimde birbirine karışmış, koştum; (Piyer Loti) kahvehanesinden zevcemi aldım ve evlerine getirdim.

Şadırvan başında yalnız Şakir ve yakınlarından bir delikanlı, Mehmet… Kendileri içeriye geçmişler, belki birdenbire görünmek istememişlerdi.

Neslihan, ben, Şakir ve o delikanlı, bir arada oturduk.

Akit temellendirildikten ve iş belediye dairesindeki tescile kaldıktan sonra, birdenbire Efendi Hazretleri, evden çıktılar ve yanımıza gelmeden bahçe kapısına doğru yürümeğe başladılar. Arkalarından ilerledik ve ellerinden öptük…

Ayni şimşek edasiyle, yivleri ebediyen kulaklarımdan silinmeyecek bir hitapta bulundular:

«— Allah zâmin (borçlu) ve kefil; unutma!..»

Ve durmadan çıkıp gittiler.

İleride, vasıtamla Neslihan'a gönderecekleri mektuplarda kendisine «kızım» diye hitap edecekler ve benden «damadım» diye bahis buyuracaklardır.Ki, zevcemle aramda, sadece Efendimin yümniyle, bereketiyle, benim yüzümden çektiği binbir musibete rağmen küçük çekişmeler dışı, hainliğe kaçan hiçbir hâdise ve bağ gevşemesi olmamıştır.

Neslihan'ın ailesini (Bâbanlar) çok takdir buyuruyorlar, «Hükûmet icra etmiş» bir familya olarak vasıflandırıyorlar; ve onun amca kollarından, merhum Bâbanzade Naim Beyi medihle anıyorlardı.

Eski Darülfünun Profesörlerinden Naim Bey ki, doktor kendisine:
— Kalb hastasısınız, namaz kılamazsınız, secdede ölürsünüz!

Demiş; o da «ne mutlu bana» diye devam ettiği namazlarından birinde ve secdede ruhunu teslim etmişti.

Efendimin Neslihan'a gönderdiği mektuplardan birindeki hitabın sırrını, ileride çözmeğe çalışacağım… Zaten o hitabın bir sır sakladığını, vefatlarından hayli sonra ve yakınlarından Muhib'in dikkatiyle keşfettik.

Çok sonra bir gün… Muhib evimize geldi. Kendisine, Efendi Hazretlerinin Neslihan'a gönderdiği mektupları gösterdim. Muhib, hayretle bir noktaya dikkat etti: Mektubun başındaki «Neslihan kerimeme» hitabı, (sin) yerine (sat) harfiyle «Naslı han» şeklinde yazılmıştı. Bizse bu noktaya yıllardır dikkat etmemiştik.

(Nas), Kur'ân hükmü… Ne demek olsa gerek?.. Nur sülâlesinin imtiyazı Kur'ânla sabit olduğuna göre, yoksa ebediyet sülâlesinden olan, zevcem miydi? Böyleyse, evlenme günümde bana söyledikleri:

«— Sen kendinden şüphe et!..»

Sözünün hikmeti, gün gibi açık…

Bu da bir sır olarak kaldı.

Cuma 12 Aralık 1952… Sabahın saat 10'u… Hapishanenin önündeyim… Yanımda zevcem… Çilekeş kadına sormak istiyorum:

— Söyle; acaba içinden «şu adamın zevcesi olacağıma, bir bakkalın, bir kunduracının karısı olsaydım!» gibi bir duygu geçiyor mu? Söyle, hiçbir günü öbürüne uymayan bu belâlı, bu netameli adam senden af dilemeğe muhtaç mı?
Fakat çilekeş kadının asaletini biliyorum. O, bütün hayatı dalgalı bir ummanda ve kaptan köprüsünde geçen kocasından, sahilde sessiz bir balıkçı kulübesine mahsus bir yaşayış istemez!..

Ayrılık… Zevcemden ayrıldım:

— Haydi güle güle! Dimdik durun ve neşenizden hiçbir şey kaybetmeyin! Beni iyi görmek istiyorsanız iyi olmaya bakın!
Mazlûm ve mütevekkil, kadıncağız çıkıp gitti. Onun arkasından o kadar gözyaşı zaptettim ki, onları Toptaşı kasvet ocağının, asırlık, şerha şerha, süngere dönmüş duvarlarına verseydim, içemezdi, yutamazdı, alamazdı bu duvarlar... ]
(**)

Dipnotlar:

* [Türkiye'de, adını değiştiren 500 bin Ermeni var

Almanya Ermeni Patriği Karekin Bekciyan da ilginç bir iddiada bulundu. Anne tarafından Ankara Keskinli, baba tarafından Kayserili olan Bekciyan, Türkiye'de ismini değiştiren yaklaşık 500 bin Ermeni olduğunu savundu.
Şeyh Said'in torunu Abdülilah Fırat'ın dedeleri döneminde binlerce Ermeni köyünün İslam'a geçerek Kürtleştiğini ileri sürmesinin ardındın Almanya Ermeni Patriği Karekin Bekciyan da ilginç bir iddiada bulundu.] Kaynak : AHMET ÖZAY'ın röportajı, 07 Ocak 2007, haber7 (Röportajın tamaı için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?p=3583#3583 )

** Kaynak: http://www.necipfazil.com/neslihan.htm


(Devam edecek)

Sıradışı
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cum Ekm 01, 2010 3:54 am    Mesaj konusu: “Adem/adam” var, bir de “adem/yokluk” var... Alıntıyla Cevap Gönder

Necip Fazıl “ırkçı” mıydı? -1-
Murad Salih



Peşin söyleyelim: Tabiî ki değildi...

Merhum üsdad Necip Fazıl’a “ırkçı” diyen ya ırkçılığın ne olduğunu veya Necip Fazıl’ın kim olduğunu kesinlikle bilmiyordur...

Bunları bildiği halde bu ithamı yapıyorsa bilerek veya bilmeyerek AB-D’nin “Necip Fazıl’ı itibarsızlaştırma oprerasyonu"nun parçası olduğu için böyle davranıyordur...

***

Merhum Necip Fazıl’a çamur atma yarışı şöyle başladı:

Taraf isimli neoliberalizmin tetikçiliğini yapan bir gazetede yazdığı halde kendini hızlı solcu, yılmaz sosyalist, gözükara komünist olarak pazarlamayı beceren bir Yahudi yazar bastı önce düğmeye...

“Bas” emrini Tel Aviv mi, Brüksel mi, Vaşington mu verdi bilmiyoruz...

Hangisi olduğu önemli de değil...

Çünkü...

Hepsi aynı “melanet/lanetlenmiş kötü-kirli işler” yapan bir örgütün değişik tabelâları değil mi?

Hepsine birden “Deccaliyet komitesi” diyelim...

Bedüzzzaman Said Nursi Hazretleri gibi...

“Deccaliyet” deyince...

Nietsche’nin “Deccal” isimli eserine de bir mim koyalım... Çünkü konumuzla çok yakından ilgili...

Taraf’ın Yahudi yazarı düğmeye bastı ya gerisi çorap söküğü gibi geldi...

Merhum Necip Fazıl hakkında bugüne kadar karnında gizlediği sıkıntıları olanlar, ıkınıp sıkılmaktan vaz geçerek karnındaki kinlerini kusmaya başladılar...

Ne fena bir adammış şu Necip Fazıl, bir bilseniz bir daha eserlerinin yanına bile yaklaşmazsınız haberiniz olsun...

Lâf aramızda maksatları da tam olarak bu...

Sağlığında bırakın şu “mürteciyi, yobazı” derler ve cevabını alıp kuyruklarını arka ayaklarının arasına sıkıştırıp pısarlardı...

Şu muhteşem söz onun onlar için söylediklerinden yalnızca biri:

“Bize gerici diyenler dünyaya kıçlarındaki gözle bakanlardır...”

Bu da öyle:

“Gerinizde damgamız mı var ki, bize gerici diyorsunuz?”

“Onlar”a onların anlayacakları bir dille yalnızca o hitabetti...

Onlar?

“Onlar”a da geleceğiz...

Ama yeni başlayanlar için küçük bir edebiyat dersine ihtiyaç var:

Dersimiz “polemik”:

“Polemik, yunancadan geliyor: polemikosh; savaş demek." Diyor, Merhum Cemil Meriç “Bu Ülke” isimli eserinde... (1)

Polemik Türkçe’de de savaş demek...

Silahları kelimeler olan entellektüel savaş...

Bu aynı zamanda edebî bir yazı türü...

Bunun birde hertürden bayağı ağız dalaşını “polemik yapma ulen” diye karşılayan argo versiyonu var ama bu konumuz dışında...

***

Merhum üstad Necip Fazıl'ı eleştiri konusu yapılmaya çalışılan yazılarından bir kısmı doğrudan polemik türü yazılardır...

Üstad da polemiğin en büyük ustalarındandır...

Adı üstünde savaş...

Tek taraflı savaş olur mu?

Necip Fazıl bu yazıları kendisi için yazmadığına göre...

Bu yazıların bir veya birden fazla muhatabı olmalı...

O “muhatap” veya “muhataplar" ne dedi veya yaptı ki...

Bu tür cevaplara muhatap oldular diye soran yok...

Demek ki, maksat üzüm yemek değil bağcıyı dövmek...

***

Necip Fazıl yalnızca bir şair, edib, mütefekkir değil aynı zamanda bir aksiyon adamıydı...

Fikrini fikirde/teoride bırakmayan, onu hayata hakim kılmaya/kuvveden fiile çıkarmaya kararlı bir aksiyon adamı?

O yüzden de buradaki kavga/polemik, fildişi kulesinde oturup yazılar döktüren bir şair/edip/mütefekkirin yazı ve sözle sınırlı bir kavgası değil...

Hayata hakim olan “yanlış”ı ortadan kaldırarak; yerine “doğru”yu ikame etme savaşının bir parçası olarak yapılan bir polemikti...

Yani...

Ortada kıran kırana yapılan sahici bir savaş vardı ve merhum Necip Fazıl, Batı emperyalizmi tarafından Lozan’da pusuya düşürülerek tarihten silinmeye çalışılan bir milleti tek başına savunma durumunda kalmıştı...

Bir masal kahramanı gibi...

Yedi başlı, her başından kavurucu alevler fışkırtan dev bir ejderhaya karşı tek başına, yalınkılıç savaşmaktan korkmayan bir kahraman...

Adam, dünyayı yutma niyeti içinde öncelikle kendine engel olan Osmanlıyı lime lime ederek yutmuş bir ejderhaya tek başına saldırarak onun kelllelerini bir bir koparmak için vargücüyle savaşıyor..

Sen ise, bundaki masalımsı kahramanlığı hiç olmazsa estetik olarak kavrayıp hayran kalacağına...

“Tebiyesiz adam, pis ırkçı! Zavallı ejderhaya nasıl da küfür edip onu aşağılıyor” diye yazılar döktürüyorsun...

Vallahi helâl olsun...

Bir entellektüel idrak ancak bu kadar (küt) olabilir...

Dipnotlar:

1-) Bkz: itusozluk.com


(Devam edecek)

Buyazı dizisinin devamı için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?p=4591#4591

“Adem/adam” var, bir de “adem/yokluk” var...
Ertuğrul Horasanlı
01.010.2010




[BEN

Ben, kimsesiz seyyahı, mechuller caddesinin;
Ben, yankısından kaçan çoçuk, kendi sesinin.

Ben, sırtında taşıyan işlenmedik günahı;
Allah'ın körebesi, cinlerin padişahı.

Ben, usanmaz bekçisi, yolcu inmez hanların;
Ben, tükenmez ormanı, ısınmaz külhanların.

Ben kutup yelkenlisi, buz tutmuş kayalarda;
Öksüzün altın bahtı, yıldızdan mahyalarda.

Ben başı ağır gelmiş, boşlukta düşen fikir;
Benliğin dolabında, kör ve çilekeş beygir.

Ben, Allah diyenlerin boyunlarında vebal;
Ben bugünküne mazi, yarınkine istikbal.

Ben, ben, ben; haritada deniz görmüş, boğulmuş;
Dokuz köyün sahibi, dokuz köyden kovulmuş.

Hep ben, ayna ve hayal; hep ben, pervane ve mum;
Ölü ve Münker-Nekir; baş dönmesi uçurum...]
(1)

***

“Kitap ayna gibidir, yüzüne bir maymun bakarsa bir havarinin görüntüsünü yansıtamaz." Diyor Lichtenberg...

Onun gibi...

Veya...

“Nice kimseler gördüm üstlerinde elbiseleri yoktu; nice elbiseler gördüm içlerinde kimse yoktu” diyor ya büyük velî Hazret-i Mevlâna...

Onun gibi...



Bir kimse Merhum Üstad Necip Fazıl Kısakürek’e bakar “ikinci sınıf şair”der ve ekler:

“Birinci sınıf olsaydı, mutlaka başka dillerde de okunurdu” (1) ...

Bakanın körlüğüne mi yanarsın...

Bu ülkesinin müstesna bir fikir/sanat/aksiyon adamını değerlendirirken dayandığı tek kriterin, onun “mutlaka başka dillerde de de okunuyor olması gibi”bir saçmalık olmasına mı?

Sen o “ikinci sınıf şair”in kaç şiirini okudun da hakkında ahkâm kesiyorsun?

Desek olmaz...

Adam Çin ü Maçin’den, Frengistan’ın en ücra memleketlerine kadar bilmediği bi b.k yok...

Sor anlatsın...

Capon sineması ne haldedir?

Fransız filozoflarının şu sıralar iştigal ettiği konular nelerdir?

Dünya ekonomisi ne yana devriliyor...

Neoliberalizm son nefesini ne zaman verecek?

Onun yerini ne alacak?

Bakın şimdi...

Bu kadar malûmat sahibi bir kimseye Evropalı bir kankası soruyor:

“Necip Fazıl hakkında ne düşünüyorsun?”

Bak...

Kankan, ta Frengistan’da namını duymuş Necip Fazıl’ın...

Ki...

Sana soruyor...

Herşeyi çok biliyorsun ya...

Bu kadar çok şeyi bilen bir adam, kendi ülkesinin bir mütfekkiri hakkında da herhalde bir fikir sahibidir diye düşünmüştür garip...

Aldığı cevap karşısında da “yuh” demiştir içinden...

Yuh!..

“Biz seni Adem/adam sandık meğer adem/yokluk-hiçlikmişsin”

Haksız mı?

Senin kriterine göre birinci sınıf şair nasıl olunurdu?

“Birinci sınıf olsaydı, mutlaka başka dillerde de okunurdu”

Öyle mi?

Bak işte, “başka dil konuşan” Frengistanlı kankan...

“Necip Fazıl hakkında ne düşünüyorsun” diye soruyor...

Demek ki; “başka dil” konuşan Frengistanlı kankan, Necip Fazıl diye birini okumuş/duymuş...

Necip Fazıl başka dilde okunmasa onu nasıl duyacak da sana soracak?

Eee n’oldu şimdi?

Frengistanlı kankan, frenk dilerinden en azından birinde Necip Fazıl’dan veya onun hakkında yazılanlardan bir şeyler okuyor ama...

Bu ülkenin irfanına yüzden fazla fikir ve sanat eseri, binlerce fıkra, makale, binlerce gazete ve dergi sayfası, yüzlerce konferansla katkıda bulunmuş bir adamdan, tek bir kitap, tek bir şiir, tek bir makale dahi okumamışken...

Bir de hakkında ucuz ahkâm kesiyorsun...

Bu durum...

Tam da nefret ettiğin/şikayet ettiğin “vasatlık” örneği değil midir?

“Zamanın kalitesi yükselirken” bu kaliteye bu “vasıtlık"la mı dahil olmayı düşünüyorsun?

***

Geçelim...

***

Öbürü daha feci...

Kendini “solcu, devrimci, marksist, sosyalist, komünist, örgütçü” olarak pazarlayan bir uyanık Yahudi...

Eh bunca etiket okunca “entellik” hayda hayda vardır canım diye düşünür –şayet varsa-okurları değil mi?

Bu uyanık “yaratık”, bu ülkenin enteli, solcusu, devrimcisi örgütçüsü sosyalisti, şusu busu...

Ama...

Gelmiş emeklilik çağına ve ilk defa bir Necip Fazıl yazısı okuyor...

O yazı da, Yahudiler ve Yahudilikle alâkalı değil miymiş...

Eh yani tesadüf(!)ün de bu kadarı olur...

Bu uyanık “yaratık” entelliği, solculuğu, sosyalistliği, komünistliği" bir kenara koyarak, birden bire oluyor “semitik/yahudi ırkçısı”...

Vaaay sen Yahudilere nasıl böyle dersin?

Bunu okuyan da sanacak ki...

Necip Fazıl isimli bir “faşist”, yeryüzünün bu en masum, en günahsız, en temiz, en saf, en zararsız halkı olan Yahudiler hakkında ilk defa kötü bir şey söylüyor, onlara iftiralar atıyor...

Yâhu...

Bu gök kubbe altında...

2 bin küsûr yıldır Yahudiler hakkında söylenmedik bir tek kötü söz kaldı mı ki..

De...

Necip Fazıl, onu söylemiş olsun?..

Bunu da sen, 40 yıl sonra anca duymuş ol da (eee normaldir, bu ülkede entelden sayılman birinci şartı bu ülkenin insanına irfanına, kültürüne, sanatına, tarihine, çoğrafyasına kinle, nefretle, iğrenerek, aşağılayarak bakmak olunca bu taifenin palazlanıp azgınlaşması normaldir...), bir kızmış..

Bir köpürmüş...

Bir kuyruğuna basılmış gibi yapıp...

Merhum Üstad’a sövme bahanesi yap...

Biz de bu ucuz numaranı yiyelim...

Yaa...

Sen bırak Üstad’a söverek meşhur olmaya çalışmayı da...

Senin gibi bir ” yiğit, solcu, sosyalit, örgütçü” ve “Seçilmiş Irk”a mensup ateist bir entelin, Taraf gibi neoliberal, AB-D mandacısı bir paçavrada ne işi var asıl onu anlat...

“Anlat da çözülsün dilin”...

Varsa bir “hikmeti” biz de bilelim...

***

Bunlar Adem/adam değil...

Adem/adam suretinde, adem/yokluk-hiçlik...

Gel gör ki yokluk-hiçlik de Allah’ın bir mahlûku/yaratığı...

***

Bakın aynı necip Fazıl hakkında bir sahici Adem/adam ne diyor:

''Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte, içinde bulunduğumuz çağın nabzını yakalayan ve ideali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam...'' (1)

Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte...

İçinde bulunduğumuz çağın nabzını yakalayan...

Ve...

İdeali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını...

Hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam...

Necip Fazıl işte budur...

Varsa bu dilden anlayan buyursun konuşsun...

Biz de edebimizle dinleyelim...

Yoksa...

Bu ülkenin irfanından süzülüp gelen şu sözler anlayana zaten anlatıyor her şeyi:

“Var ise ilmin irfanın söyle faydalansınlar./Yoksa; sus da bari adam sansınlar.”

Dipnot:
1-) Necip Fazıl Kısakürek

2-) Salih Mirzabeyoğlu

_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> EDEBÎYAT Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com