EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Fütürist yaklaşımlar

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FİKİR YAZILARI
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Ksm 09, 2008 6:32 pm    Mesaj konusu: Fütürist yaklaşımlar Alıntıyla Cevap Gönder

Türkiye'nin en zor zamanları (Temmuz 2016 - Haziran 2018)
Selçuk Salih Caydi
20.4.17

Yeni zaman anlayışına göre düşünmek hiç kolay değil. Türkiye de dünü-şimdisi-yarını ile bir bütünlük arzediyor, dünü ile yarını bir bütün. Bilincimiz esasen en fazla birkaç dakikalık bir zaman dilimini "Şimdi" sayıyor ve yaşıyor. Gerisi, bilincimiz için anı ve tahminden ibaret. Türkiye'nin yaşadığı bunaltan (hatta çıldırtan) gündem ve "gelişmeler" dizisinin ana fikri, Türklerin Dünyaya ve kendilerine yaklaşımlarında muazzam bir değişim yaşamalarıdır. Ben, (Türkiye toplumu özelinde) kendi içinde önemli benzerlikler taşıyan psikososyal algılar bütünününe, yani "Şimdiler" toplamına "Zaman kalitesi" diyorum. Ve 2016 Temmuz'u ile 2018 Haziran'ı arasındaki çok önemli dönem hakkında ileriye doğru bazı tahminlerde bulunmak istiyorum.

Türkiye'nin Değişim/Dönüşüm sürecinin en cıvcıvlı en kahreden, en sarsıcı döneminin 2017'de esas itibarıyla sona ereceğini ve ondan sonra daha düşük modda süreceğini düşünmüş ve bunu 2016 yılı başında yazmıştım. Artık bu berbat dönemin 2018'e doğru sarkacağını düşünüyorum.

Türkiye yapısal bir Değişim/Dönüşüm dönemi yaşıyor, ama bu, hiç ummadığımız ve istemediğimiz bir istikamete doğru ilerler görülüyor. Ben bu görüntüyü, ileriye atılmadan "önce geriye doğru salınım" olarak değerlendirmekte ısrar ediyorum. Tabii böyle kuru "fiziksel" tasfirler yapmak kolay. Anlatması kolay olmayan şey şu: Bu durum, sosyal karşılığı olan muazzam bir psikolojik gerilim anlamına geliyor. Türkiye'nin "artık sarsılmaz" denen bir çok kurumu sarsıldı, hatta büyük tahribata uğradı ve devletin üzerinden bir silindir geçti. Geçeceğini ve yeni/eski tüm muktedirleri çok fena sallayacağını da 2007'den beri bekliyordum. Günümüzde bu feci deprem, esas olarak hakim (islami) yapıyı sallıyor. Muktedirlerin hiç beklemediği bir şey oldu ve bir darbe girişimi yaşandı, islamcılık tam ortasından ikiye ayrılıp çöktü, bu olayı Yi Ching'in "Bo" işareti üzerinden anlatmıştım. Berbat sürecin başlangıcını ifade eden Temmuz 2016 (Darbe girişimi), bir sonuç üretti ve zorunlu değişimler yaşandı/yaşanıyor, çünkü Türkiye'nin muktedirleri kendilerini hiç güvende hissetmiyorlar ve başlarına yeni yeni neler geleceğini bilemiyorlar, tahmin de edemiyorlar. Bu zaman kalitesinin yarattığı baskı, ülkenin vatandaşları tarafından da fazlasıyla hissediliyor. Muktedirler bunun çok daha fazlasına maruz kaldıklarından, "sağları solları belli olmaz" vaziyetteler ve gerçekten "herşeyi" yapabilirler. Bu "herşey"in neler olabildiğini en son Referandum süreci ve seçiminde kısmen gördük. Çok daha kötüleri yaşanabilir, zira bu korkunç sürecin gerçekten en berbat dönemine -yani dibin en dibine- Nisan ayında girdik, Haziran/Temmuz ayında çıkacağız.

Bu çıldırtan dönemde (2018 ortasına kadar) kafayı yememenin en sağlıklı yolu, Türkiye'nin bu durumlara düşmesine neden olan sorunları tüm gerçekçiliğiyle tesbit edip çözmek hedefiyle cidden/samimiyetle çabalamaktır -daha fazla acıyı önlemenin tek yolu bu. İslamcı muktedirler ve müttefikleri Türkiye'ye, Dünyaya ve Geleceğe çok farklı bakıyorlar ve bu bakış, Türkiye'nin geleceğe uzanan gerçeğiyle bağdaşmıyor. Muhalefet dediğimiz kesim de benzer sorunlardan muzdarip, ama onlar yol alıyorlar, değişiyorlar, islamcı muktedirler gibi donup taşlaşmıyorlar, sorunları demokrasi temelinde yakınlaşarak aşmak yönünde önemli adımlar atıyorlar. Bu yılın Ağustos'una kadar hiç beklenmedik ve muktedirlerin ayağına dolaşıp fena halde bağ olan (onların da muhalefeti engellemeye çalıştıkları) etkiler sözkonusu. Bu etkiler karşılıklı engellemeler gibi görünse de, aynı zamanda iki tarafın tabanını daha yakın ortak bir noktaya doğru çekiyor. Huzursuzluk yoğunlaşarak süreceğe benzer. Şimdi sürecin en barbat "günümüz" aşamasında, muktedirlerin kendilerine fana halde gol attıkları durumlar yaşanacak, canları çok yanacak. Burada unutulmaması gereken, "çok sert" reaksiyon gösterme ihtimalleri -ki o reaksiyonlar da kendilerine attıkları yeni goller olacak. Yani dikkat!

Sürecin olumlu yanlarını artık herkes görebiliyor. Bir taraftan, muazzam bir demokrasi ve hoşgörü iklimi oluşmakta. Kürtlerle Türk Milliyetçilerinin, Refahçılarla Atatürkçülerin ve daha bir çok "yanyana bile gelmez" denen kesimin, kendi aralarında son derece medeni bir dil kullanmaya başlamaları, demokratik laik değerler temelini esas almaları, mütevazilikleri, centilmenlikleri çok güzel bir ilk kazanım. İstanbul ve Anadolu'da yepyeni bir şey doğuyor, ama "şimdilik" oldukça acıyacak ve acı, herkesi uyanık tutacak. Oluşan yeni ve uygar iklimin gelecekte kalıcı sağlam bir zaman kalitesine dönüşmesini sağlamak bir zorunluluk ve çok önemli, çünkü Türkiye olumlu yeni zaman kalitesinde uzunca bir süre yaşayacak. Doğumlar sancılıdır, ama sonrasında bu sancıya değdiğini herkes görür, görecektir.

Kaynak. Konstantiniye Notları

‘2020’de Amerika’da toplumsal çöküş yaşanacak’
Dincer Mutlu/Canberra
9 Oca, 2017



Elveda zalim dünya: ABD’li profesör Turchin, 2020 yılında ABD’de toplumsal çöküş yaşanacağını kaydetti.

Reuters’ın haberine göre, Connecticut Üniversitesi’nde görevli matematik ve ekoloji profesörü Peter Turchin, tarihi değişken ve eğimli verilere göre inceledi. İncelemenin sonucunda ABD’de 2020 yılında büyük toplumsal dengesizliklerin ortaya çıkacağı sonucuna ulaşıldı.

Bazıları için ABD’nin politik geleceği ürkütücü, başkaları ise bunu heyecan verici olarak nitelendirebilir. Profesör Turchin,ABD toplumunun siyasal hengameye hazırlıklı olması gerektiğini belirtti. Peter Turchin geliştirdiği ‘cliodynamics’ bilim dalı tarihsel verileri bilimsel temeller üzerine inceliyor., tarihi bir bilim olarak öngörüler ve modeller üzerinde değerlendiriyor. Turchin uzunca bir sürer çalışmalar yürütüyor ve son üç yıldır gelecek üzerinde tahminlerde bulunuyor.

‘BEKLENEN POLİTİK HENGAMELER 2020’DE HAD SAFHAYA ULAŞACAK, BUNA HAZIRLIKLI OLMALIYIZ!’

‘Olumsuz veriler hızla artıyor. Üç yıl içerisinde dengesizlikler yaşanması kaçınılmaz. Turchin, ‘Yeni ABD Başkanı Trump ise bu süreci ne hızlandıracak ne de durdurmayı başarabilecek. O sadece bu teorinin öngörülen bir parçasıdır’ değerlendirmesinde bulunuyor.

Profesör Turchin’in geliştirdiği kavramlar, ‘elit tabakanın hızla daha da zenginleşmesi’ni öngörüyor.

Zenginler daha da zenginleşecek, fakirler ise daha da fakirleşecek. Bu durum toplumsal tabakalar arasında kutuplaşmaları da beraberinde getirecek. Bunun en güzel örneğinin 2016 ABD Başkanlık Seçimleri olduğunu ifade eden Turchin, Cumhuriyetçiler’in nasıl parçalanıp gruplara ayrıldığını hatırlattı. Bunlar, ‘Geleneksel Cumhuriyetciler’, Çay Partisi Cumhuriyetçileri’ ve ‘Trump sevenler’ olarak nitelendiriliyor. Aynı şekilde Demokratlar’da da parçalanma görülüyor, ‘Sosyalist Demokrat’ ve ‘Kurumsal Demokratlar’.

Kaynakların azalması ve harcamaların artması ile zayıflayan eyalet sağlık kurumları, hayat kalitesinin düşmesi ABD’de dengesizliği oluşturacak etkenler arasında.

Trump’un önerdiği tedbirler de aynı doğrultuda öngörülen çöküşün habercisi olarak nitelendiriliyor. Yüksek gelirli ABD’lilere uygulanacak büyük vergi indiriminin sağlık sistemini de olumsuz etkileyeceğini dile getiren Turchin toplumsal çöküşün önlenmesi için ‘açık müzakerelerde bulunacak çözüm üretecek, politize olmayan partiler üstü kurumların oluşturulması’ gerektiğini belirtti.

Kaynak: İlk Kurşun

Batı'nın sonu" Doğu'nun başı mı, yoksa başka bir şey mi?
Selçuk Salih Caydi
14.12.16



Büyük umutlarla okumaya başladığım ve yarısına geldiğim dokuzyüz küsür sayfalık "Licht aus dem Osten" (Doğu'dan yükselen ışık) adlı kitabın yazarı star tarihçi Peter Frankopan'ın "aslında bütün dünya tarihi Ortadoğu tarafından yapılmıştır, şimdi de böyledir" iddiasına getirdiği gerekçeleri arıyorum. Kitap hakkında yazılan eleştiriler bu istikametteydi, kitabı bana Kızkardeşcim de bu yüzden hediye etti. Benim merak ettiğim, mesela bu bölgenin Çin'i nasıl etkilediğiydi (Çin'in tarihini belirlemek falan bir yana) ve tabii bir çıban başı olarak, Dünyayı rahatsız ederek tarihi bugün nasıl bir tür ve şekilde "belirlediği" idi. Açıkcası bu sorularıma yanıt veren tek bir satır okumadım henüz. Tarihi ayrıntılar herkesin dikkatini çeker, ama ayrıntı için ille de bu kitabı okumak gerekmiyor.

Son zamanda Avrupa'da pıtrak gibi, "Tarihi yeniden okumak" kitapları arz-ı endam ediyor. Sadece iPad'imde böyle 7-8 tane kitap var, ikisini okudum. İlginç olan, bunların hiçbiri de doyurucu değil, sadece bir arayışın ürünü oldukları anlaşılıyor. Modern zamanlarda "Avrupa merkezli tarih" anlayışının rahatlığı, daha 1990'lı yıllarda sona ermişti, şimdi yeni bir bakış zamanı ve herkes malum bilgileri kendince okumaya çalışıyor.

Türkiye'de "Batı batıyor yaşasın" ahmaklığının devamı olarak "Ah Osmanlı" gibi -cevap sayılamayacak- sayıklamalardan öte gidemeyen muktedir tarlasını saymazsak, "Batı'nın sonu" tartışmaları ve olayın Türkiye'deki olası devamı hakkında henüz tartışılmıyor -"Başkanlık sistemi" falan gibi saçmalıklardan ve günlük gündem yapıcıların oynattığı maymunlara bakmaktan vakit bulunamıyor. Köşe yazarlığı mefhumunun akıllara seza bir yanı var: Her gün yazacak bir şey bulacaksın. Evet bulunuyor elbette, ama bu kadar çok ve günlük şeyler yazanların sistemli okumaya ve sistemli düşünceler geliştirmeye zamanları yok, geliştirebilecek olan kişiler da bu işleri bırakıp ticarete falan atılmışler, zira bu tip konuların ve düşünen insanların önemini kavrayıp onlara yaşam alanı açan bir iktidar yok, muhalefet de yok, vakıf dernek arkadaş grubu vesairesi de yok. Almanya'da şimdilik sanat üretemeyen ünlü bir sanatçı tanıyorum, geçimini arkadaşları finanse ediyor hem de o arkadaşlarına iyi davranmadığı halde.

Türkiye, tarihin en önemli süreçlerinden birine, son derece vasat bir yönetimle yakalandı. 2007'de "acilen profesyonellerin bilgi ve deneyimine dayanan bir yönetim kurulması gerektiği"ni, bu iktidarın 2008-2024 döneminde sadece felaket getirebileceğini yazmış biri olarak, Türkiye'nin geleceğini temsil eden yeni bir aklın kurulması gerektiğine inanıyorum. Tutuk, otosansürcü, korkak, günlük hengameden başka bir şeyle derinlemesine ilgilenmeyen köşe yazarı esnafının kotaramayacağı bir süreç bu ve meydanda onlardan başkaları da yok şu anda. Bir önceki yazıda bahsettiğim yeni entellektüalizmi muazzam ağır bir görev bekliyor: Hergün iktidarı boyamakla yetinmeyip ciddi alternatifler kurgulamak. Önümüzde, tam bir altüstoluş tablosu var -ve elbette Türkiye'den çok, Dünya'dan bahsediyorum...

İki gün önce eski Alman Dışişleri Bakanı ve Yeşillerin efsane lideri Joschka Fischer'in kısa ama bir o kadar da önemli bir yazısı yayınlandı, yazının başlığı çok iddialı: "Batı'nın Sonu". Aydınlık gazetesi yazıyı hemen baş sayfaya çekmiş, İslamcılar böyle yazılara sevindirik oluyorlar ama Fischer'in bahsettiği, Türkiye'deki İslamcıların, "Batı çökünce Doğu yükselecek" hamhayaliyle alakalı değil, zaten tarih ve sosyoloji ilkel aritmetikle işlemez. Joschka Fischer, "Batı" denen şeyin net bir tarifini yaptıktan sonra onu "Garb"dan (Batı kültürü ve uygarlığından) ayrı tanımlıyor ama çok da ayrı değil, Garb zemininde oluşmuş bir şey "Batı". Garb kültür ve uygarlığı daha Akdenizli bir şey iken, "Batı", daha çok Atlantik odaklı siyasi bir yapılanmayı ifade ediyor yazısında ve özünde Avrupa ve Amerika'nın birlikteliği anlamına geliyor. Birinci Dünya Savaşı'nda 1917'de ABD'nin savaşa katılmasıyla başlayan ve 1941'de ABD ve İngiltere'nin "Atlantik Anlaşması" ile şekillenip NATO'nun kurulmasıyla son halini alan bir şey siyasi Batı. Joschka Fischer'in fikri böyle. Ben yazılarımda esasen iki farklı Batı'dan bahsederim: "Coğrafi Batı" ve "Sistemsel Batı". Coğrafi Batı, Fischer'in "Garp" dediği şeydir. Sistemsel Batı ise kapitalizmdir ve Dünyaya malolmuş, Dünyayı kapsayan bir sistemdir bugün.

Joschka Fischer yazısında, ABD'nin Avrupa'yı koruyucu güç olarak -Trump'un seçilmesi ertesinde- bu rolünden çekilmesi ile birlikte, siyasi bir yapı olarak "Batı"nın fiilen sona erdiğini söylüyor. ABD daha içine kapalı bir yer olacak, kendi sorunlarıyla uğraşacak ve Ortadoğu'yu Suriye'den başlayarak Rusya'ya ve İran'a bırakacak. Bunun siyasi ve sosyolojik sonuçlarının önce İslamcıları vurmaya başladığını biliyoruz. Suud, Katar ve Türk elitlerine Allah kolaylık verir mi göreceğiz ama şimdiden yaşanabilecekleri de tahmin edebiliriz.

Geçtiğimiz günlerde Yemen'den Kabe'ye doğrudan uzun menzilli bir roket atıldı ve Suud savunma sistemleri roketi havada vurarak Kabe'nin yok olmasını son anda önledi -Amerikan filmleri gibi bir olay. Ama bu kadar önemli olaylarda Amerikan filmlerinde bile Dünya'da yer yerinden oynuyor. Kabe'ye roket atılması, Müslüman ülkelerde basının konusu bile olmadı. Yıkılsaydı belki biriki gün baş sayfalarda görülecekti ve arkasından ibre hemen gene "Başkanlık tartışması"na dönecekti (neyini tartışıyorlarsa!) Aynı şey Hristiyanlığın, Hinduizmin, Budizmin merkezlerine olsa Dünya ayağa kalkar, mutlaka ortak askeri yaptırımlar falan uygulanırdı. Kısacası İslam şimdiden "Allah'a emanet" ve üzerine fena halde gidilmesine kimse bir şey demeyecek. Rusların (ve Çinlilerin) kendi ülkelerinin yapıları nedeniyle, İslamcılığa Batılılardan çok daha kötü davranacakları ve sistemli bir şekilde yok edecekleri şimdiden kesin. Yani "Batı yıkılıyomuş" diye sevinen İslamcıların ahmaklığı pek fazla şaşırtmıyor, ama kendi yokoluşuna sevinecek derecede ahmak çıkmalarına da üzülünemiyor. Şu anda Türk İslamcılığının bile çıkarları Batı'ya yakın olmakta, hem de tüm bu "Batı yıkılıyor" tartışmalarına rağmen. (..)

ABD'nin koruması zayıfladığı takdirde Avrupa'nın savunması cidden tehlike altına gireceğinden ya Rusya ile yakınlaşacak, veya pahalı bir ordu kurup Avrupa'daki refah seviyesini düşürecek ve bu ordunun bu bölgeye şimdikinden çok daha fazla karışacağını tahmin etmek de zor olmasa gerek. Yani yepyeni bir dönemde Türkiye'nin bu denklemde kendine yer bulması ve yer kurması, gerçekten de çok akıllı ve çok yönlü bir politikayla mümkün. "Başkan"ın günübirlik keyfi kararları ve "Allah yardım eder" hesabıyla gidilirse olay tam bir felakete dönüşebilir.

"Batı yıkılıyor" deniyor diye birşeyin yıkıldığı da yok, sadece zayıflamak ve dominant güçlerin değişmesi diye bir şey var. "Yıkıldı" denen Roma imparatorluğu bile İtalya'da nasıl yaşıyorsa, "Çöktü" denen Vatikan devleti bile bir evlek yerden Dünya'da etkili olabiliyorsa, elbette Türkiye de yaşayacaktır, ama nasıl? Evrensel normlar yerine kişisel normlarla keyfi yönetilirse, bu kadar karışık/karmaşık bir yerin bütün kalması imkansızdır. Rusların ve diğerlerinin, "Haritalar değişir" lafını ciddiye alın. Belki hemen bağımsız Kürdistan kurulmaz ama Hatay gidebilir, hem de savaş tazminatı olarak ve Güneydoğu'da federal bir Kürt bölgesi ortaya çıkabilir. Bunun, bir savaş sonucu yaşanma ihtimali var. Sırf iktidarda kalmak için saçma sapan "sistem değişikliği" denemelerinde bulunanların, artık klasikleşmeye başlayan "Popülist politika" icabı, savaş/seferberlik falan diyerek savaş gerekçesine ihtiyaç duydukları açık. Ama 2012'de belirttiğim gibi bu savaşın hiç de umdukları gibi gitmeyeceğini düşünemeyecek kadar bi-haberler savaştan. Bu ihtimali, harita değişimlerine aşırı hassas, ama açlığa dayanıklı "Türk aşağılık kompleksi" açısından önce yazdım. Asıl mesele asla harita olamaz, çünkü bir ülkeyi büyük yapan asla harita büyüklüğü olmamıştır, ayrıca Türkiye harita bakımından da küçük bir ülke sayılmaz. Asıl bedel, Türklerin alıştığı belli refah seviyesinin kısa bir sürede dip yapması olur. Ekonomi küçülüyor, turizm gelirleri yarı yarıya azalıyor, muktedirler yabancı yatırımcılara "paranızı alıp defolun" diyor -hem de kategorik sistem krizinin tam ortasında. "Bir alternatifleri mi var" diye bakıyorsunuz, yüksek egodan başka bir şeyleri yok. Bunun sonucu, sınır değişiminden çok daha önemli bir ekonomik buhran, Türk varlığının küme düşmesi, küçük lüks getoların ortaya çıkması ve Brezilya'dakine benzer bir sefaletin doğması olabilir. Orada ülkenin bölünme tehlikesi yok, çünkü Brazilya nisbeten homojen bir kültüre sahip, yerliler çok küçük bir azınlık, ama Türkiye'de her beş kişiden biri Kürt. Ayrıca yeni ayrımlar var: Laik-Müslüman, Alevi-Sünni, Suriyeli-Türkiyeli vs. Kapital ve eğitimli kesim hâlâ seküler/laik ve devletin bol keseden harcadığı vergileri onlar veriyor, "Milletim" denen AKP seçmeni vermiyor. Şimdi kulağa biraz uçuk gelecek belki ama, "size vergi vermiyoruz, biz vergilerimizi kendi yerel yapılarımıza vermek istiyoruz" gibi şeyler söyleyen siyasi bir hareket çıkıp partileşebilir, gidip Amerikasıyla Avrupasıyla, hatta Rusyasıyla ve Çiniyle anlaşabilir. Hele şimdi katmadeğer üreten kesimlere, her yerde daha çok değer veriliyor, daha fazla rağbet ediliyor. Ayrışmalar sadece etnik-dini kimlik üzerinden olmaz.

ABD'nin eski küresel yükümlülüklerinin bir kısmından çekilerek kendi ile daha fazla uğraşmasının sonucu, Joschka Fischer'in de değindiği gibi, Trump'un Çin'i "Dünya ticaretinin garantörü olmaya itmesi"dir. Bir Batı sistemi olan Kapitalizmin iyi işlemesi için garantörler gerekir ve Çin bu rolü mecburen devralabilir, çünkü ABD'deki yatırımlarından tutun da dünya plastik oyuncak deryasına kadar sistemin işlemesi için ulusdevlet kontrolleri en başta Çin için şarttır ve bunu birilerinin yerine getirmesi gerekir, neticede herkes aynı köhne kapitalizm gemisinde yol almaktadır. Bu ve benzeri gelişmeler, Doğunun yükseldiğini mi gösterir? Kısa vadede göreceli olarak belki, ama Batı sistemi kapitalizmin orijinali yerine taklidinin daha dayanıklı çıkacağı oldukça şüpheli. Yirmi küsür yıldır kapitalizmin kriz teorisi ile ilgilenen ve bu konuda Dünya'da otorite haline gelmiş post-marksist dostlarım, sistemin çöküş trendinin daha 1980'lerde başladığını söylerlerdi; sistemin motorunun reel ekonomiden fiktif finans ekonomisine dönmesiyle çöküşün başladığı tesbitini yapmışlardı, konuyu ben de yazdım. Ama Çin merkezli kapitalist bir Dünya ekonomisinin Batı'dan daha başarılı olma ihtimali hiç yok, hatta Batı'da "Kapitalizm sonrası Dünya" konusundaki fikrî-zikrî külliyatı Çin'in kısır basın-yayın hayatıyla kıyaslamak hiç mümkün değil. Yani alternatif gene Batı'da kurgulanıyor, orada düşünülüyor, orada yazılıyor.

Doğu ile Batı arasında özgün bir "Orta Bölge" ülkesi olan Türkiye, Peter Frankopan'ın kanıtlamak isteyip pek beceremediği "Tarihi belirlemek" işini belki üslenemez ama, asfalt/beton manyağı ufuksuz mahv ekonomisiyle uğraşmak yerine, bal gibi kapitalizm sonrasını konuşabilir ve bakarsınız belki sahiden de sistemsel "Batı"ya alternatif yapılar üretir -yeter ki günlük "siyaset" çılgınlığı ve bildik şablonları takmayan özgür fikirli insanları olsun ve bu insanlar birbirleriyle konuşmayı yardımlaşmayı düşünmeyi öğrensinler ve ortak Türkiye paydasından ödün vermesinler.

Coğrafi/kültürel Batı sonsuza dek yaşayacak, ama sistemsel Batı gerçekten çöküyor ve bu durum karşısında harıl harıl tartışanların ve birşeyler yapabilecek olanların büyük bir bölümü de Batılı. Ama geleceğin global sisteminin bugünkünden çok daha Uzakdoğulu olacağını söyleyebiliriz.

Sistemin kültürel öğeleri, eskisi gibi sadece Batılı olmayacak. Orta bölgede Türkiye'nin köklü devlet geleneğini bırakıp bakkal aklını tercih etmesinin de ağır sonuçları olabilir. Orta Bölge'nin üç temel ülkesi vardır: Rusya, İran (..)

Kaynak. Konstantiniye notları

Amerikan Çağı'nın son sürprizleri
Selçuk Salih Caydi
13.9.16



Tanrı en çok, plan-program yapanlara güler” diye eski bir söz vardır, tarihin akışı konusunda söylenmiş bir söz. Plan yapmak elbette iyidir, ama tarihin ana hatlarını hâlâ tesadüfler belirliyor. 1989’da Berlin Duvarı yıkıldığında, bunun koca Doğu Bloku’nun çökmesine yol açacağını kimse düşünmemişti. Gelişmeleri doğru tahmin eden bir iki ekonomistin bugün adını bilen yok. 2007’de başlayan finans krizinin 2008’de Lehman Brothers Bankasını çökertip kapitalizmin “kategorik sistem krizi”ne dönüşeceğini, mesela Marksist düşünür Robert Kurz ve bir iki kişi dışında kimse düşünemedi. Tarihi belirleyen olaylara sonradan kulp takmak, onları esas alan planlar yapmak kolay. Hepsi, bir sonraki “tesadüf”e, bir sonraki sürprize kadar. Ayrıca Albert Einstein’ın deyimiyle “Dünyayı yaratırken Tanrı’nın da her şeyi bizim anlayacağımız şekilde yaratmak diye bir derdi olmamış olsa gerek.”

Günümüzdeki “sürpriz gelişme” bolluğuna rağmen, önümüzü görmek için geleceği konuşmak zorundayız ve Dünya, her şeye rağmen anlaşılmaz bir yer değil. Ama belirleyici “tesadüfler” faktörünü hesaba katmayan tahminler genellikle yetersiz kalıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan Amerikan Çağı sona eriyor. Hint kökenli Amerikalı gazeteci Fareed Zakaria’nın deyimiyle “Postemperyal süper devlet ABD”, artık bir “Post-Amerikan Çağı”nda yaşıyor ve dünyanın en prestijli yapıları, en mükemmel cep telefonu yazılımları ve daha bir çok şey, Amerika’da üretilmiyor. ABD’nin Dünyadaki ağırlığı da sorunlu. Filipinler devlet başkanı Rodrigo Duterte, Laos’taki Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği toplantısında yaptığı konuşmada Barack Obama’ya kaba saba küfretti. Bu üsluba Obama, “Onlar bizim müttefikimiz” diye diplomatik bir yanıt verip başkanın küfürleri hakkında, “Renkli biri olduğu açık” gibi şık bir ifade kullandıysa da, on yıl önce böyle bir şeye hiç bir devlet başkanı cüret edemezdi. Ne ABD’nin gücü buna izin verirdi ne de Dünya’ya hakim olan etik kurallar. ABD, geçtiğimiz yüzyılın başında, süper güç olmadan önce, Filipinler’i askeri güçle ele geçirmeye kalktığında bile böyle sert tepki görmemişti. 1898’de Amerika’da kurulan “Anti-Imperialist League”, Filipinler’in işgaline karşı etkili bir mücadele vermişti ve grubun tanınmış önderleri arasında büyük yazar Mark Twain de vardı.

2008’in sadece Aralık ayı içinde ABD’de 680 bin kişi işini kaybetti. Bu ölçüde bir kayıp, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri yaşanmamıştı. ABD gözle görülür bir şekilde sürekli irtifa kaybediyor. Ekonomi istatistiklerini karşılaştırdığımızda, Çin’in ABD’yi yakaladığını görüyoruz. Bu gelişmenin sonucunda nasıl bir nitel sıçrama -veya Türkiye’deki tabiriyle “kırılma”- yaşanacağı belirsiz, ama bazı tahminlerde bulunabiliriz.

20’inci Yüzyılın neredeyse ortalarına kadar Büyük Britanya, Dünyanın bir numaralı belirleyici emperyalist süper ulus-devletiydi. Daha sonra ABD onun rolünü devraldı. İki Dünya Savaşı’nın ardından sadece iki hegemonyacı süper devlet kaldı: ABD ve Sovyetler Birliği. Türkiye için 1950’de Adnan Menderes’in iktidara gelmesi, Kore savaşı ve 1952’de NATO’ya üyelik ile başlayan Amerikan Çağı’nın son yıllarını yaşıyor olabiliriz. ABD’nin daha az belirleyici olacağı bir Dünyaya doğru evriliyoruz ve bunun sonuçlarını (mesela Suriye üzerinden) yaşamaya başladık.

“Süper Devlet” nedir? Eğer buna ekonomi açısından bir yanıt vereceksek, (ABD üzerinden belirlenmiş) “genel-geçer” kural, Dünya ekonomisinin yüzde 20’si ve üstünü tek başına temsil etmektir. ABD 1980’de, yüzde 25’lerle Dünya ekonomisinin dörtte birini temsil etmekteydi. IMF verilerine göre, satın alma gücü paritesi ve GSYH bazında ABD, son iki yıldır yüzde 19’larda seyrederken, Çin de yüzde 19’a ve üzerine doğru hareket ediyordu -üstelik kriterleri yeniden belirlenebileceği opsiyonlarla birlikte. 2016’da Çin 18.9’la birinci, ABD 18.8 ile ikinci (AB’nin Brexit öncesi Dünya ekonomisindeki payı yüzde 17, eski Sovyetler Birliği’nin payı yüzde 5 idi, Türkiye’nin payı yüzde 1.3). Ama “Süper Devlet”, sadece ekonomik güç demek değil. Dünyayı kültürel bakımdan etkileyen, ordusu ve diplomatlarıyla diğer devletlere (etki ötesi) karışabilme isteği ve yeteneğine sahip olmak da demek. Bu anlamda Sovyetler Birliği ekonomik bir güç değildi ama Sosyalist ideoloji ve Sol değerleri içselleştirmiş bir kültürel güçtü aynı zamanda, -üstelik Sosyalist Blok ülkelerine doğrudan karışabiliyordu. Tavrı, her konuda önemliydi. Çin bu özelliklere tek başına sahip değil, ama çağ da “Çok kutuplu dünya çağı”, kriterler farklı. Çin, Rusya ile ortak, hatta Hindistan, İran, Orta Asya Cumhuriyetleri, Brezilya ile birlikte koordineli hareket ediyor. Afrika’da yükselen etkisine rağmen Çin, Britanya’nın emperyalizmine veya ABD’nin hegemonyacılığına benzer bir yapı arz etmiyor. Çin, askeri harcamalarını artırmakla birlikte yayılmacı bir güç değil.

Dünyanın tartışmasız en büyük askeri gücü Amerikan Ordusu, ABD’nin sırtında büyük bir mali yük oluşturuyor. Ordu müfettişlerinin (SECARMY) 26 Temmuz’da açıkladıkları son raporda, Amerikan bütçesini yerinden oynatacak trilyon Dolarlar seviyesinde açıklardan bahsediliyor. Ayrıca Amerikan Ordusu, Dünya’da “savunma” giderleri için ayrılan paranın resmen yüzde 35’ini harcıyor, çok güçlü, ama buna rağmen mesela Suriye’de YPG’ye ve Türk Ordusu’na muhtaç. Artık tek başına sonuç alamıyor.

Amerikan Research Center’ın 2016 ortasında yaptığı bir araştırmaya göre Amerikan vatandaşlarının yüzde 52’si, ABD’nin on yıl öncesine göre daha güçsüz olduğunu düşünüyor ve ABD’nin Dünyanın başka yerlerindeki olaylara karışmak yerine, enerjisinin çoğunu kendi ülkesine vermesini istiyor. 2002’de bu yanıtı verenlerin oranı yüzde 30 idi. Sürpriz darbe girişimi sonrası Türkiye’sinde MAK tarafından yapılan son kamuoyu yoklamasına göre Türk vatandaşlarının yüzde doksanı ABD’ye güvenmiyor, güvenenlerin oranı sadece yüzde dört. ABD’ye sempati ve güven, Dünyanın her yanında düşüşte.

ABD, Avrupa ülkeleri üzerinde, “Suriye savaşında daha aktif yer almalısınız” diye baskı uyguluyor ve onlarla, yönetiminde söz sahibi olduğu NATO üzerinden konuşmayı tercih ediyor. ABD’nin en önemli müttefiki AB, Amerikalılar için artık hiç de “çantada keklik” değil. Avrupalılar, ABD’nin Ortadoğu’daki istikrarsızlaştırıcı politikalarını daha fazla sorguluyorlar, çünkü bu politikalar dönüp dolaşıp Avrupa ülkelerini vurmaya başladı, bir yararı da görünmüyor. Aynı etkiler nedeniyle kimsenin beklemediği şekilde Brexit kararı ile Büyük Britanya’nın AB’den ayrılması kimsenin işine gelmiyor. ABD, Avrupa içindeki en önemli manivelasını kaybetti, AB ve Büyük Britanya ekonomisinin bundan negatif etkilenmesi bekleniyor, ABD’nin bu vesileyle Britanya Ordusu’nu Ortadoğu’ya çekip çekemeyeceği de belli değil. Mesele Suriye’deki petrol ise, buna değip değmediği, bir başka bir soru. Avrupalılar, popülist milliyetçiliği yükselten mülteci akınlarından ve IŞİD saldırılarından yılmış durumdalar. Avrupalılar, ABD’yi kayıtsız-şartsız destekler görüntüsünü sürdürerek, yükselen güç Çin’in bir numaralı müttefiki Rusya ile papaz olmak istemiyorlar, ABD’nin Rusya’yı kışkırtıp onun dibine kadar sokulmakta ısrar eden politikalarından ürküyorlar.

Başarısızlıklarından derin memnuniyetsizlik, ekonomi yarışını kaybetmesi ve süper devletlikten küme düşme aşamasına rağmen ABD, dünyanın en önemli iki devletinden biri. Ve bir numaralı deniz gücü olmayı sürdürüyor. Avrupa’nın değişebilecek tavrıyla, bu avantajı da sallantıda olabilir. Brexit sonrası Avrupa, ABD’den daha bağımsız davranma eğiliminde.

Gelişmeleri alt alta toplayarak tesadüflerin nasıl işleyebileceği konusunda tahminlerde bulunacaksak, “Amerikan Çağı”nı Çin veya Rusya’nın değil, -sürpriz bir şekilde- Avrupa’nın sona erdirebileceğini söyleyebiliriz. Tıpkı Türkiye’nin mecburen Rusya’yla yakınlaşması gibi, Dünyanın asayişini daha kolay sağlayabilmek ve sistemin çökmesini önlemek/yavaşlatmak adına AB, Rusya’yla ve yükselen Çin’le ilişkilerinin boyutunu, ABD ile ilişkilerinin boyutuna yakın bir seviyeye doğru yükseltebilir. Üstelik bunu yaparken ABD ile ilişkilerinin seviyesini düşürmesine gerek kalmayabilir. Böyle bir gelişme yaşanabilir mi? Bunu Alman sosyal demokrat partisi SPD’nin eski dış politika yıldızlarından Andreas von Bülow konu edindiğine göre ihtimal dahilindedir. Kuşkusuz sürpriz olur. Kendi içinde uyumlu hareket eden, ekonomik üstünlüğü yüksek, jeopolitik açıdan ABD’den daha farklı ve daha güçlü etkiyen yeni bir siyasi kümelenme doğabilir. ABD, vatandaşlarının sözünü dinleyip kendi kıtasına doğru çekilip Amerikan Ordusu’nun devasa giderlerinden kurtulursa, refahı ve istikrarı adına süper devlet olmak iddiasından en azından bir süreliğine vazgeçmiş sayılacaktır, ama vazgeçer mi? Sanmıyorum. Amerikan ekonomisi, ancak global ekonominin merkezini teşkil ettiği takdirde yapay refahını ve savurganlığını sürdürebilir.

Avrupa’nın ABD’ye karşı daha dikkatli bir politika benimsemesi bile gelişmeleri Çin ve müttefikleri lehine hızlandırabilir. Bu ihtimali olumladığım sanılmasın. Bugünkü haliyle, Doğu’nun yükselişine uygun bu tür olası gelişmeler belki daha istikrarlı bir Dünyada yaşanılmasına bir süre hizmet edebilir, ama o Dünya, demokrasinin çok daha küçük harflerle yazıldığı bir Dünya olacaktır. Doğunun yükselişi, Türkiye’nin eski Kemalist ve yeni İslamcı kodlarıyla pek uyumlu değil. Bu da yakın gelecekte Türkiye’de büyük sürpriz değişimlere işaret ediyor. Türkiye farkında olmasa da, en İslamcısından en Solcusuna kadar Batı kültürüne Doğu kültüründen çok daha yatkın/yakın bir ülke. İslamcılığı sıfır toleransla bir kaşık suda boğmaya aday Doğu yükselirken, Türkiye’nin Doğu’ya hangi sürpriz gelişmeler ve tesadüflerle nasıl açılacağı, açılıp açılmayacağı, şimdilik bir muamma. Anatole France şöyle der: “Tesadüf, belki de olayların altına mutlaka imzasını atmak istemeyen Tanrı’nın takma adıdır.” Yakın geleceğin sürprizlerine hazırlık babında Türkiye’nin yüzde ellisine ve diğer yüzde ellisine yapılacak “izahat”, böyle bir cümleyle başlayabilir!
Kaynak: Konstantiniye Notları

Kapitalizmin "ulusal egemenlik" alanıyla ilişkisi ve İstanbul
Selçuk Salih Caydi
8.7.16



Türkiye'ye yeni geldiğim 1990'lı yılların başında ağzını açan her siyasi, "Türkiye'nin bölünmez bütünlüğü" diye başlayan veya biten uzun cümleler kurardı. O dönemde ülkenin bölünmesini isteyen Kürtler vardı elbette, ama bunlar bir çoğunluk oluşturmuyorlardı, şimdi de oluşturmuyorlar. Ülkenin bölünme ihtimalinin ihtimali, katmerli travmaları tetikledi, o travmalar da kurşun olup ülkenin üzerine yağdı.

Anlayamadığım konu, ülkenin bölünme ihtimalini -bırakın klasik neoliberal Türk "ökönomistlerini"- Sol'un bile ekonomi açısından neden cidden değerlendirmediğiydi. Bir ülke bölünecek, böl! Tamam. Peki bunun ekonomik mümkünatı nedir? Bundan bahseden bir tek bacak entelektüel görmedim. Kürtlerin o dönemde "Bölünürsek Kürdistan ekonomisi nasıl bir şey olur, biz sosyalist falan olma iddiasındayız, sosyalist Kürdistan ekonomisini nasıl işleteceğiz, nice olacak?" meyanında yazılmış bir tek kitap, hatta bir tek ciddi yazı görmedim. Kısacası bu konuda pek ciddiye alınabilecek gibi değillerdi, eh devlet tarafı da ciddi olamazdı. Nitekim Kürtlerin ezici çoğunluğu zaten Türkiye'den ayrılmayı düşünmüyordu, bugün de düşünmüyor. Ama olası bir bölünme durumunun bugün o güne nazaran daha sağlam ekonomik temellere sahip olduğunu da belirtelim. Buna rağmen, ekonomik dayanağı zayıf bir ihtimal. Neden? Bu yazının konusu, bu soruya -kapitalizmin bugünkü ahvali dairesinde- genel bir çerçeve çizip yorumu size bırakmak.

Ulus devlet denen kurumsallaşma, kapitalizmin en başından itibaren bir zorunluluk değildi. Kapitalizm ilk ortaya çıktığında bir şehir fenomeniydi. Venedik, Ceneviz, Amsterdam'daki ilk kapitalizm örnekleri, ulus devleti ve onun teritoryalliğini (egemenlik alanını/coğrafyasını) zorunlu kılmıyorlardı. Kapitalizmin teritoryal biçimini, Londra etrafında şekillenen ekonomiye "borçluyuz". Ardından Büyük Britanya kapitalizmi ve onun teritoryal ifadesi ortaya çıktı, bu model diğer ülkelerde de sahiplenildi. Buna rağmen Avrupa'nın önemli şehirleri, Birinci Dünya Savaşı öncesine kadar (19'uncu Yüzyıl sonunda) dünya kapitalizminin asli unsurlarını oluşturuyorlardı. Kapitalizmde -ülkeler arası- bariz teritoryal bütüncül farklılıkların ortaya çıkşı, ancak emperyalizm çağının sonuna doğru (yani esasen II. Dünya Savaşı'ndan sonra) görülmeye başlanmıştır. Ondan önce şehirler, endüstrilerileriyle, ülkelerden önde gidiyorlardı. Şehir-ülke ayrımını yeniden hatırlamamızın nedeni, şehirlerin global ekonomide giderek baş rol oynamaya başladığı bir döneme girmiş olmamızdır. 1950'lerde başlayan "iki süper devlet hegemonyacılığı" döneminde, ekonomide şehirlerin farkı değil, ulus devlet farklılıkları ön plana çıkmıştı ve kapitalizmin tarihi açısından önemli bir durumdu. Ama 1980'li yıllardan itibaren şimdi, neoliberalleşmiş bir globalleşme döneminde yaşıyoruz ve 2008'den buyana, postkapitalist paradigmanın gün geçtikçe güçlenmesi, sistemin trendleri açısından ayrı bir önem ve belirsizlik üretiyor.

Şehir ekonomisinden devlet ekonomisine geçiş Türkiye'de de oldukça net gözlenen bir gelişmeydi. İstanbul, Selanik ve İzmir illerinde başlayan ilk kapitalistleşmenin devlet ekonomisine ve homojen ulus üretimine dönüşmesinin asıl Cumhuriyet'in kurulmasından sonraki hızlı süreçte yaşandığını biliyoruz. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye'nin teritoryal bir milli ekonomi olarak ABD hegemonyasına göre hizalandığı da malum (bazı ülkeler de Sovyetler Birliği'ne göre hizalanmışlardı). Kapitalizmin globalleşmesinden ziyade enternasyonalleşmesi sözkonusuydu ve dünya ekonomisi, tek tek ulus devletlerin milli ekonomilerinin toplamı halideydi. 1980'lerde başlayan neoliberal globalleşme (özellikle Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra), Amerikan hegemonyasının artmayıp azalmasını sağladı ve neoliberal global döneme has, uluslarötesi kapitalin yeni global hegemonyasına vurgu yapan "Bütüncül Emperyalizm" ortaya çıktı (bu zorlama terim Robert Kurz'a aittir ve Sol konteks içinde geçmiş teori ile bir bağ kurmak amacıyla üretilmiştir).

Burada bizi ilgilendiren, kapitalin tek tek ulus devletlerden koparak uluslarötesi bir karakter arzettiği günümüzde, yerel teritoryal bağlantısının/dayanağının ne olduğu ve bunun önemi. Globalleşme genellikle fazla abartılıyor ve kapitalin yerellikten önemli ölçüde koparak bağımsızlaştığı söylenirken globalleşmenin yerel kökleri küçümseniyor. Şehir kapitalizminden teritoryal kapitalizme geçildiğinden beri devletin ekonomi üzerinde pozitif veya negatif etkisi arttı. Devlet, üretimin koordinesi ve hızlandırılması (ve ülkenin milli kapitalizminin egemenlik alanı dahilinde "iş"lerin daha kolay/hızlı grülebilmesi) için elzem. Halkı "iş toplumu"na entegre edebilmek için kültürel homojenleşmeye (ulus inşasına) girişen devlet, kapitalizmin iyi işleyebilmesi için başka önemli şartlar da yaratır. Mesela, kaliteyi yükseltmek amacıyla herkese sunulmaya çalışılan fırsat eşitliği, kurumsallaşmış hukuk sistemi, yeraltı/yerüstü/insan kaynaklarının hakkıyla kullanılabilmesi, para politikaları, ve benzeri konular, devletin sistemi geliştirmesini sağlayabilir, tersi de sistemi zayıflatır.

Globalleşme, yerel/teritoryal örgütlenmelerle oldu. Teritoryal yapılar, mal/hizmet/işgücü transferini -ülke içinde- yerel kalmaktan çıkarmış ve bu konuda belli tecrübeler biriktirmişti. Yerellik, önce ülkelerin kendi ulusal sınırları dahilinde bozuldu. Devletlerin bu süreçte çok katmanlı yeniden örgütlenmesi, neoliberalizmin kimlikçilik dönemine denk geldiğinden, Türkiye'de etnik/dînî kimlik üzerinden siyaset yapan parti ve örgütleri ön plana çıkardı. Fakat bu durum, 2008'de başlayan sistem kriziyle birlikte önce yavaş sonra hızlı tempoda bozulmaktadır. Kimlikçi politikalar hızla irtifa kaybederken, kapitalizmin yeni sürecine uygun siyasi hareketler ve Sol'a açık atmosfer belirginleşiyor. Henüz cılızlar, ama yaşanacak daha aküt krizlerle, kimlikçi siyasetlerin Türkiye'deki alternatifleri de güçlenecektir.

Globalleşmenin başında, yerel/teritoryal bağımlılığı (yani milli kapitalizmi) aşmak, gene teritoryal yapılar sayesinde oldu ve bu yapılar da gene teritoryal bir yapılanma olan ulus devlet tarafından kuruldular. Sistemin ihtiyacı olan "formatlanmış" -aynı dilde eğitilmiş ve ortak ulus bilinciyle teçhiz edilmiş- üreticileri/tüketicileri devlet üretmekteydi. Neoliberalizmin sınır ötesi karakter arzeden işleyişinin garantörü de gene bu yerel örgütlenmeler ve ulus devletler oldu. Yerel kurumların globalizme göre örgütlenmeleri prosesi için bugün 'Glokalleşme' terimini kullanıyoruz ve bu terim, globalleşme ile ulus devlet teritoryalliği arasındaki kilit terimlerden. Zira giderek global ekonominin yeni metropolleri diyebileceğimiz şehirlerde toplanan elit iş gücü, finans ve sofistike üretim teknolojileri, milli kapitalizm döneminden çok daha hızlı bir iletişim ve ulaşım gerektiriyor. İnternet üzerinden iletişim giderlerinin sıfıra yaklaştığı günümüzde global ekonominin metropolleri, egemenlik alanı dahilinde bulunduğu ülkeler tarafından tam kontrol edilemiyorlar ve bu anlamda giderek ulus devletlerden daha bağımsız oluşuklar haline geliyorlar. Bu şehirlerin içinde Türkiye'den sadece İstanbul ve periferisi bulunuyor. Daha küçük ölçekte, ülke içinde önemli şehirler malum, ama onlar arasında da geleceğe entegre şehirler sıralamasında galiba esasen İzmir, Ankara ve Eskişehir'i sayabiliriz.

Dar alanda hammadde işleyebilen, finans merkezi olan, kültür endüstrisinin yaşadığı, hukuk sisteminin iyi işlediği, banka ve sigortalrın üslendiği global metropollerin işlemesinin garantörü, gene teritoryal devletler. Gene teritoryal örgütlenmeler ve eğitim sistemi sayesinde bu metropollerdi taşıyan kalifiye iş gücü sağlanıyor. Kalitatif yüksek konsantrasyon sonucu elde edilen ekonomik avantaj, merkezî olmayan (desentral) ekonomiyi güçlendiriyor. Ve bu noktada, devletlerin ekonomi politikalarının yeni global mertopollerin güçlenmesine ve zayıflamasına ne kadar önemli etkiler yaptığı da net. Terör tehdidi altındaki İstanbul zayıflarken, Diyarbakır'ın global ekonomiye katılması engellenebiliyor. 1980'ler öncesi dünyasında ekonomik güç sıralaması yapılırken listeye ülke adları konuyordu, bugün de konuyor, ama artık devlet sıralamaları eskisi kadar gerçekçi değil. Sıralamaların giderek şehirler üzerinden yapılacağı, kapitalizmin ilk dönemine benzer bir sürece giriliyor. Ulusdevletlerin metropollere homojen dil ve kültürde kalifiye eleman yetiştirme tekeli de aşınıyor. Dil İngilizce, eğitim biçimi de global ve yerellik eskisinden daha önemsiz hale geliyor. Şehirler, uludevletlerden ve uluslararası ilişkilerden daha bağımsız hale geliyor. Şehirler, uluslarötesi kapitalin mal/iş/eleman dolaşımının merkezleri olarak ulusdevletlerin kontrolünden giderek çıkarlarken, üzerinde yaşadıkları ulus devletlere katkıları da çetrefilli bir rota izliyor. Bu şehirler ülkelere prestij sağlarken, maddi katkıları beklendiği kadar olmuyor. Mesela İstanbul, artık sadece Türkiye Cumhuriyeti'nin değil, global ekonominin ve global kültürün de malı ve ona uygun yeni bir İstanbul elitinin ortaya çıkmakta oluşuna bakarak, eskinin milliyetçi/ulusalcı mukaddesatçı Türkçü elitinin gelecekte sadece küçük bir azınlık teşkil edeceğini söyleyebiliriz. Bu fikir şimdi bazılarına absürd de gelse, dünyadaki genel trende uygun bir gelişme.

Kapitalizmin kategorik kriz sürecine tekabül eden Postkapitalist dönemde şehirlerin yeniden sistem merkezleri haline gelme eğilimi, teritoryalliğin (kapitalizmin ulusal egemenlik alanının) da zayıfladığına işaret ediyor. Sağ Popülizmin yeniden güçlenmesi, kapitalizmin bu yeni aşamasına hakkıyla uyum sağlanamaması ve yeni alternatiflerin henüz ortada görünmemesindendir. Malesef çok acıya ve ölüme neden olan yeni milliyetçiliklerin ömürleri de kısa olacak gibi görünüyor. Kapitalizmin en temel siyasi ifadesi olan milliyetçiliklerin zamanla marjinalleşip önemsizleşeceğini şimdiden söyleyebiliriz. Şehirlerin -Türkiye'de İstanbul'un- global anlamda çok daha önem kazanması ve ülkeye daha fazla prestij kazandırması, kapitalizmin en başında kapitalistleşmede motor rolü oynaması, şimdi de postkapitalist dönemde yeni bir rol oynayabileceğini gösteriyor. Ülkeyi de arkasından sürükleyebilecek önemdeki bu gelişmenin sistemsel garantörü, gene Türkiye Cumhuriyeti ve onun -gelişmelere takaza olmayacak- demokratik seküler hukuk devleti yapısı. Bu özelliklerin yaşatılıp geliştirilmesi, ülkenin bütünü için de tayin edici önemde. Yoksa günün birinde İstanbul ve havzasının ülkeden bağımsız bir yapı haline gelmesi hiç de bilim kurgu malzemesi değil, gerçek olabilir.

Kırılganlaşan global ekonominin işleyebilmesi, barışın yaygınlaşmasına ve kalıcılaşmasına bağlı. "Küçük olsun benim olsun" mantığı, üçüncü sınıf bir yer olmayı peşinen kabul etmek demektir. Gelişmenin bu aşamasında neoliberal islamcılığın ardından milliyetçiliğin bastığı zeminin de zayıflaması, Türkiye'nin müzminleşen Türk-Kürt meselesinin sosyo-ekonomi dili ve duruşu üzerinden çok daha yaratıcı ve barışçı bir evrim geçireceği aşikar. Kapitalizmin teritoryal bağımlılığının azalması, barışın sağlanması durumunda bir çok konunun düşünülenden daha kolay aşılabileceği ortamı da yaratabilir. Geleceğe akıllıca hazırlık, elbette kapitalizm ötesi alternatiflerin de denkleme dahil edilmesiyle mümkün. Kapitalizmin yeni aşamasını iyi anlamak, onu akıllıca kullanmak ve aşmak için büyük önem taşıyor.

Kaynak: Konstantiniye Notları

Servet AVCI'dan çok ilginç bir öngörü: O gün çok güzel olacak
03 Mayıs 2016



İnanıyorum... Bir gün sınır kapılarına talimat verilecek "Sakın kaçmasınlar" diye...

Birçoğuna kırmızı bülten çıkarılacak, görüldükleri yerde yakalanmaları için...

Biriktirdiklerini ve kaçırdıklarını yiyecek ne iştahları ne de vakitleri olacak...

Eşkal vermeye bile gerek yok, yüzlerine sinen korku ve ihanet çentikleri ele verecekler kendilerini...

Uhrevî hesap günü gibi olacak her şey, ne babanın oğula, ne yandaşın candaşa faydası görülecek...

Hepsi birbirini satmaya çalışacak ama hiç birisi beş para etmeyeceği için satışın anlamı olmayacak...

O gün mazlumların âhı kaplayacak arşı... Birisi "Bu babam için" diyecek, diğeri "Bu daha dili bile çözülmemiş yavrum için", bir diğeri "Biricik öğretmen kızım için"...

Yırtık çarığını fırlatacak bir baba, bir kınalı kuzu ise ayak protezini... Elleriyle ateşi tekrar bu topraklara çekenlerin, sonra da bir ülkenin gözlerini bağlayanların yüzüne yüzüne...

Artık isimlerinden ziyade sayılarıyla ifade edilen şehitlerin öfkesi yakalayacak enselerinden... Şehadet haberleri bir Yeşilçam aşüftesinin on beşinci sevgilisinden ayrılık haberi kadar sütun kaplamayan canlarımızın hesabı kavuracak, olmayan vicdanları...

"Ya muntakîm Allah, bizi intikamına memur et" diyenlerin hükümferma olduğu gün saklanacak emin yer arayacaklar ama bulamayacaklar...

***

Hep inandık ve yazdık... "Ben satıcı değil, içiciydim abi" dümeni hiçbirisini kurtaramayacak...

Kanunsuz emirleri uygulayan kim varsa, kim 'gözlerini kapa' talimatına uymuş ve bugünkü alevlere bir nevi yataklık ettiyse bunun bedelini ödeyecek...

Adı 'bu millet'e çevrilmiş milletinin ferdi olarak inanıyorum, kıymetini işportaya düşürdükleri bu aziz topraklarda yar-gı-la-na-cak-lar...

Bu öyle bir sarmala dönüşecek ki o yargılanması gerekenleri yargılamayanlar da yargılanacaklar...

Yüzlerine bakmaya kıyamadığımız evlâtlarımız için vatan toprakları yıllarca 'ölüm tarlaları'na dönüştürülürken, teröristlerle ortak bir şekilde yeni bir sistem inşa edenler, bunu da 'artık analar ağlamayacak' ambalajıyla sunanlar, bu hayattan o renkli plakalarıyla, hiçbir şey olmamış gibi çekip gidemeyecekler...

Kamyonet kasasındaki bir şehit tabutunun kenarına kıvrılmış bir eş... Sıralı tabutlara doğru "Hangisi benim babam" diye koşuşturan küçük bir kız... Titrek dudaklarla, yaşlı gözlerle babalarının tabutları önünde resimlerini taşıyan çocuklar... Acıdan topak olmuş analar... Ne bu kan yerde, ne de adalet arayan bu ah havada kalacak...

***

Bakalım 'taşan vicdanlar sûra üflediğinde' kim nereye kaçacak, hangi günah galerisine gizlenebilecek?

'Biriktirilen altın ve gümüşün fayda etmeyeceği o büyük gün'e imanla soralım: Bakalım dünyanın hangi başkentleri veya hangi kuytuları onları sarıp sarmalayacak?

İnanıyorum, bu hesap açık kalmayacak... Duble yollardan önce duble ihanetlerin celse celse konuşulacağı ve karara bağlanacağı günleri göreceğiz...

O çocukların âhı, babalarının plaka renkleri sayesinde servetlerine servet ekleyen çocukların ve babalarının haram imparatorluklarını yerle bir edecek...

Başkalarının çocukları 'bu topraklar kıyamete kadar bize vatan kalsın' diye can verirken, kumarhaneleri, batakhaneleri ve paraların parayla çarpıldığı korunaklı zulaları kendilerine vatan tayin edenler ile onların babaları rahat uyuyamayacaklar...

İnanıyorum ki taşlar yerinden oynuyor... O gün çok uzak değil... Mahkeme-i Kübra'ya kalmadan dünyada başlayacak bu hesaplaşma...

Sınır kapılarına haber edilecek "Tutun kaçmasınlar" diye... Kaçabilenler için tarihin en güzel kırmızı bülteni çıkarılacak... Biriktirdiklerini ve kaçırdıklarını yiyecek iştahlarının ve vakitlerinin olmadığı gün dünyanın en güzel günü olacak...
Kaynak: YENİÇAĞ

Abdullah Aymaz: "Salih zâtın dönemi"



Kerim Aydın'ın Tunus hatıralarından bir bölümü önceki yazımda aktarmıştım. Bugün de bu hatıralara devam edeceğiz:

Sbeitla'nın tarihi açıdan çok büyük bir önemi vardı. Sbeitla'nın bizim için ikinci önemi ise Necmeddin dayının şeyhinin orada ikamet etmesi ve kendisini ziyaret etme ümidini taşımamızdı. Kendisi bir Şazeli şeyhi olan Sidi (Seyyid) Hammadi, doğma büyüme Sbeitla'lıymış. Bir hayli yol yaptıktan sonra Sbeitla'ya vardık. Namazlarımızı kılmak ve biraz da dinlenmek için bir mescide vardık. Mescidin Sidi Hammadi'nin zaviyesi olduğunu bilmiyordum. Abdest ve namazdan sonra caminin içerisinde biraz istirahate koyulduk. Bu arada, birdenbire Sidi Hammadi belirdi. Tabiî, dayı yıldırım gibi yerinden fırladı ve hemen yanına varıp elini öptü, bizleri tanıştırdı ve kendisi çok memnun olup evine yemeğe davet etti.

Kendi elleriyle bizlere ikramda bulundu. Çok şaşkın ve aynı zamanda memnun görünüyordu. Bu arada, Necmeddin dayı kendisine sahabe efendilerimizin iştirak ettiği muharebe alanını görmek istediğimizi anlattı. Şeyh Efendi bizlere bol bol dua etti ve ilginç bir şekilde 2016 yılının çok zor geçeceğini, felaketlerin yakın olduğunu ve 2016 yılında göğsü yumruklandıkça genişleyen Sâlih Zât'a görevinin bildirileceğini söyledi. Kendisinin de bunu bilmediğini, bunun çok büyük bir sır olduğunu fakat artık sırrın dünya semalarına indiğini belirtti. Hepimiz büyük bir şaşkınlık içerisindeydik. Hele Necmeddin dayı, kendisinin kesinlikle bu konuları hiçbir zaman açmadığını, bu konular hakkında konuşmadığını daha sonra bize söyledi ve büyük bir şok yaşıyordu.
(..)

Kaynak: Özgür Düşünce

Hiçleşme sonrası 2016'nın bilinmezlikleri üzerine
Selçuk Salih Caydi
21.1.16



Çok acaip bir dönemden geçiyoruz. Bir taraftan umutsuzluğun dibine vurmuş kesimin dik durur görüntüsüne rağmen ufaktan teslimiyet belirtileri görülüyor... Mesela hiç ummayacağım "keskin" bir köşe yazarı Erdoğan'dan bahsederken adının önüne "Sayın" sözünü eklemeyi ihmal etmemeye başlıyor, ama Kılıçdaroğlu için bu sözcüğü kullanmıyor mesela, veya başka bir iş kadını ilk kez Hükümete yakın bir firma olmaya teşebbüs ediyor. Herkeste bir umursamazlık, bir bezginlik, bir karamsarlık, artık mucizelere bel bağlanmış durumda. (..)

(..) Bu arada CHP de kurultay yapıyor, yapsa ne olacak yapmasa ne olacak...
Aynı durum, celalli muktedirler için de geçerli. Millete ne kadar sövseler, kimse umursamıyor. Daha kötüsü, muhalefet artık iktidarla pek de uğraşmıyor, ona Pek öyle kızmıyor ama asla tasvib etmediği Ay ile Güneş kadar kesin. iktidarı Dünyada kaale alen zaten yok, sırf bu coğrafyada kocaman bir kütle olduğu için ve "var olduğu" için -o ölçüde- ilgi görüyor ve bu ilginin derecesi de "İzolasyon" şeklinde ifade ediliyor, ülkenin tarihinde hiç olmadığı ölçülerde bir yalnızlık...

Hiçleşme, kavga etmeden konuşamayan/varolamayan muktedirler için rahatsız edici boyutlar almış durumda. Tuplumsal kesimlerin tamamında, bir rölanti durumu söz konusu. Motor çalışıyor, ama yürümüyor, hiçbir şey olmuyor. Tam tersine bu durum, büyük bir anlamsızlaşma üretiyor...

Kendini bezginlik, bıkkınlık ve karamsarlık olarak ifade eden bu durum, son Kasım seçimlerinden beri devam ediyor. Ama hiçleşme, yerini yeni bir zaman kalitesine bırakmaya hazırlanıyor. Baharın tüm güzelliklerini sergilediği Nisan ayından itibaren Türkiye, 2018 Martına kadar sürebilecek iki yıllık karmaşık ve izahı zor bir etkiye maruz kalmak üzere. Türkiye'de her konu saf siyaset üzerinden anlaşılmaya çalışılır ama, etkisini muhtemelen yılın ikinci yarısından itibaren gösterecek bu ilginç dönemin özelliği, şimdiye kadarki ömür törpüleyen "fikirsel" alanın dönüşmesi gibi bir durum olabilir. Ben bunu, seviyesiz karalama kamp
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cum May 07, 2010 10:31 pm    Mesaj konusu: Bu kriz savaş çıkartır Alıntıyla Cevap Gönder

2011: Sahte Kavgalar ve sessiz dönüşüm
Ahmet Özcan
7 Ekim 2010

Türkiye, yeni çağın aktörü olma şuuruyla hareket etmeye kendini alıştırmalıdır

2007 yılının başında, 2006: Kaygı yılı başlıklı bir makaleyi sizlerle paylaşmışız.

Anahatlarıyla BOP ve Irak işgalinin yansıdığı bir Türkiye betimlemesi üzerinden gündemin düşük yoğunluklu ayrışmalar ve gerilimlerle geçeceği tespiti bu makaleye damga vurmuş.

Sanırım, fazla yanılmadık. O yıl boyunca ortalama her aya bir gerilimli gündem düşmüştü. Sonraki yıllarda farklı geçmedi.

Gündem dediğimize bakmayın; I. Soğuk Savaş çağının bitiminden hemen sonra, 1990’larda başlayan özel televizyonlar dönemiyle birlikte küresel güçlerin uzantısı sermaye çevrelerine kurdurulan yeni medya organları vasıtasıyla oluşturulan gürültüye gündem diyoruz. Adeta toplumun her bir köşesine yerleştirilmiş dev megafonlar hükmündeki bu organlar, her biri bir istihbarata ya da sermaye gücüne çalışan kripto ‘gasteciler’ üzerinden farklı güç odaklarının bir birleriyle dalaşması ya da pazarlığının yüksek sesle yapılmasını ifade ediyor. Aslında toplumun bu gündemlerle hiç işi olmuyor. Ama, yükselen gürültünün düzeyi ve ortamı kaplayan ses bombalarının dumanı, sanki tüm ülke bu gündemlerle yatıp kalkıyormuş havası veriyor.

Bir Toplumda çoğunluk ekmek kavgasının yanında cinsellik, dinsellik ve futbolla meşgulse, yaratılan suni gündemle ilgilenmiyor demektir. ‘Bana ilişmeyin, siz aranızda halledin’ diyordur. Ama, bu gürültüyü çıkaranlar için zaten maksat toplumu tartışmalarına ortak etmek değildir. Aksine çıkardıkları gürültünün şiddetiyle toplumun gerçek gündemlere; adalete, paylaşmaya, sistemi sorgulamaya, itiraz etmeye, başka bir dünya tasarlamaya yönelmesini engellemek ve kendi küçük dünyasında oyalanmasını sağlamak amaçlanıyor. Sonuçta, alan razı veren razı misali, çoğunluk boş işlerle meşgulken pazarlıkları sadece birileri yapıyor!

(Bu düzeneğin aynısı dünya çapında da geçerli. Sosyalizmin etkisini kaybetmesinden sonra sevindirik olan kapitalist hırsız şebekelerinin bütün güçleriyle abandıkları ilk şey, kesif bir propaganda faaliyetiyle kapitalizmi tek gerçek, rasyonel ve mümkün düzen olarak sunma çabasıydı. Şimdilik başarmış görünüyorlar. Ama, film bitmedi tabi.)

İşte bu ‘gerilimli’ gündemler, bu yılın sonuna kadarda sürecek gibi görünüyor. Malum, 2011'deki genel seçimler ve ardından Cumhurbaşkanlığı seçimi önümüzdeki sürece damgasını vuracak. Dolayısı ile AKP ile CHP arasındaki top çevirmeye indirgenmiş sahte kavgaların sıkıcı tiyatrosunu biraz daha izlemeye mecbur bırakılacağız. Türkiye ile AB arasında oynanan üyelik tiyatrosu gibi, iç siyasi gerilim de hiçbir yaratıcı özelliği olmayan bir oyundan ibaret.

‘Tiyatro’, ‘oyun’, ‘sahtelik’…Neden bu ifadeleri kullanıyoruz?

Önce bir zemin etüdü yapalım;

12 Mart 1971 darbecilerinden bir generalin meşhur bir sözü var; “sosyal gelişme siyasi gelişmeyi aştı”. 15-16 Haziran büyük işçi grevlerini ve sonrasındaki öğrenci olaylarını açıklamak için kullanılan bu cümlede ilginç bir entelektüel tespit gizli; Toplumsal süreçler, sosyolojik gelişmelerle siyasal gelişmeleri eşzamanlı olarak ayrıştırabilir. Bazen sosyoloji siyaseti aşar, bazen da siyaset sosyolojinin önündedir. Sosyolojiye kabaca toplum, siyasete de devlet dersek, toplumların gelişme süreçlerinde bu iki entitenin birbirlerinden bağımsız hatta zıt vektörlerde hareket edebildiklerini ileri sürebiliriz. III. Selimle başlayan yenileşme adımlarını ve Meşrutiyet ve Cumhuriyetin kuruluş dönemlerini devletin toplumun önüne geçmesine, 1950’lerde başlayan köyden kente göç ve sonuçlarını ise toplumun devleti aşmasına örnek olarak okuyabiliriz. Bu önemli dönüşüm evrelerinde düşük yoğunluklu şiddet tekniklerinin kullanıldığı iç savaşlar ve gerilimler yaşanır. Tabi sürecin sonu, önemli siyasi ve kültürel değişimlerle noktalanır.

Bu açıdan baktığımızda, bugün toplumun devleti aştığı, siyasetin sosyolojiyi kuşatamadığı önemli bir dönemden daha geçtiğimizi söyleyebiliriz; Türkiye iyi kötü kalkınmasını tamamlamıştır, kentleşme sürecini tamamlamak üzeredir, sosyal entegrasyonda önemli bir mesafe alınmıştır, kültürel düzeyde artık özgün kültür üretiminin eşiğine gelinmiştir, eğitim ve sağlık altyapısı önemli oranda çözülmüştür. Yani Türkiye 1930’ların, 1960’ların, 1990’ların Türkiyesi değildir artık. 20. Yüzyıl geride kalmıştır. Yaşanan bugünkü sorunlar, bahsi geçen konulardaki mesafe almışlığın, ilerlemişliğin, niteliksel bir düzey yakalamışlığın sonuçlarından ibarettir. Artık köye yol, su, elektrik,okula öğretmen, kasabaya sağlık ocağı, düzeyinde bir sorunumuz yoktur. Sosyal entegrasyon o düzeye ulaşmıştır ki, bütün aksi çabalara rağmen toplum her etnik köken, bölge, mezhep ve meşrepten insanıyla barış içinde bir arada yaşamakta, kız alıp vermekte, ortak mutfak lezzetlerinden oluşan lokantalar açılmakta, kültürel alışveriş giderek sahici bir kültür alaşımına doğru ilerlemektedir.

Dememiz odur ki, alınan bu mesafeyi görmeden Türkiye’yi geçen yüzyılda yaşıyormuş gibi tasavvur edip konuşan her dil, artık batıldır. Gelinen bu noktaya ayağını basmayan hiçbir fikir ve proje, sosyolojik aşamayı kavrayıp ilerletme vasfına haiz olamaz. İşte bu manada siyaset, yani en geniş anlamıyla devlet ve devlet dışı sol, İslamcı, ulusalcı tüm siyasal odaklar, toplumun gerisine düşmüş durumdadır. Belki de bu nedenle, bu siyasal toplamın kendi arasındaki şiddetli kavga konularının hemen hiç biri ile toplum çoğunluğu ilgilenmemektedir. Buna kürt meselesi ve başörtüsü sorunu da dahildir. Cumhuriyet, laiklik, rejim türü ‘Menemen’ci CHP’liliğinde manipülasyon değeri dışında bir anlamı kalmamıştır.

Bir İslamcı iseniz, Erdoğan’ı köşke çıkardıktan ve başörtüsü yasağını da kaldırdıktan sonra İslamcı olarak itiraz edebileceğiniz hiçbir şey kalmayacaktır. Bir Kürtçü iseniz, anadilinizi serbestçe öğrenme imkanlarının artması ve daha demokratik bir zeminde, içinde bol Kürt geçen cümle kurmanızın toplum tarafından yadırganmayacağı bir vasatın yakalanması durumunda başka bir sözünüz kalmayacaktır. Ulusalcı iseniz, Türkiye’nin iç bütünlüğünün ve ulusal kimliğini bölgesel bir etkinlikle tamamlama sürecini İslamcılar eliyle gerçekleşmesi durumunda, ofsayta düşmüş olacaksınız..Batıcı iseniz, Türkiye’nin modernleşme sürecinin muhafazakarlar tarafından tamamlanması karşısında ne söyleyebilirsiniz ki. Solcu iseniz, alt sınıfların sağ bir görünüm içinde mülkten kansız pay almasına itiraz etmemeniz gerekir. Milliyetçi iseniz, milli birlik ve beraberliğin Osmanlı döneminde olmadığı kadar sağlandığı başka bir dönem görmediğinizi idrak etmeniz için Kızılay’da ya da Taksim’de şöyle önyargısız bir dolaşmanız yeterli olmalı. Ez cümle, bugün sosyolojik düzeyde, yani toplum olarak bir şekilde çok önemli bir değişimi yaşamış, bitirmiş, niteliksel olarak daha üst bir düzeye sıçramış durumdayız. Çıktığımız bu yeni düzeyin yeni sorunları ve o sorunlara özgü yeni çözüm yolları olacak. Ama henüz bunlar kendi dilini yaratmış değil ve bu dili yaratacak olan siyasal çevreler ise, hala eski yüzyılda yaşıyor. İşte, yaşanan tüm gerilim ve çekişmelere tiyatro, sahtelik ve oyun dememizin nedeni budur.

Bunun için ölçümüz basittir; Kahvelerde, camilerde, çarşıda, pazarda ve okul sıralarında konuşulmayan hiçbir konu sahici değildir. Türkiye’nin hiçbir kahvehanesinde, camisinde, okulunda, pazarında, (bu sahte gündemlerin medya yoluyla insanların beynine tasallut ettiği günler hariç), tabii haliyle ve yoğunlukla konuşulup tartışıldığı vaki değildir. Siyasi kampların militanları ile bu işle görevli medya ajanları hariç, Türkiye gündemi diye sayılan hiçbir konu, toplum çoğunluğunun gerçek gündemi değildir. Kürt meselesi ve başörtüsü yasağı konusunda ise canı yananlar dışında sürekli gündem yapan yoktur. Ki bu sorunlar da artık çözülecek ve yakında gündemden kalkacaktır.

Şimdi, yüzde yetmişi kentlerde yaşayan, yakında 12 yıllık zorunlu eğitime geçmiş, anne-babaların hemen bütün önceliğinin çocuklarının daha iyi eğitim almasına odaklandığı, belediyelerin artık daha yaratıcı hizmetler üretmeye çabaladığı, esnafın, tüccarın enflasyonist olmayan koşullarda daha reel işlere yöneldiği, müziğin, sinemanın, tv’lerin daha yerli ve nitelikli ürünler çıkarmaya başladığı, Ortadoğu’nun, Balkanların, Kafkasların, Türk dünyasının, hatta Latin Amerikanın, ideolojik grupların meşreplerine uygun özel gündemleri olmaktan çıkıp tüm toplumun duyarlılık haritasına eklemlendiği, Amerikan siyasetine olan nefretin yüzde yüze yaklaştığı, Avrupa’nın sahte ve faşist yüzünün giderek daha açıkça görüldüğü, toplumsal benlik ve kendine güven duygusunun silikte olsa tarihselliğe yaslanarak giderek geliştiği, istikrar, dirlik, düzen, adalet ve erdem arayışının henüz kuşatıcı bir ortak dil üzerinden ifade edilmesede, ortak toplumsal talep haline geldiği bir Türkiye çağında yaşıyoruz. Herkes artık önce buradan durup düşünmeli ve konuşmalıdır.

Ama Siyaset, hala eski çağdan kalma kavramlar ve üslupla konuşmaya devam ediyor. Sanırım bu çap ve gerilikle konuşacağı son yıl olacak 2011.

Tüm bunları, “bardağın yarısının dolu” olduğunu vurgulamak için söylemiyoruz. Bardağın yarısının da hala boş olduğunun farkındayız. Lafı açsak, bir yığın eksik, gedik, sıkıntı, yanlıştan da bahsedeceğiz. Söylemeye çalıştığımız şey, Türkiye’nin artık ‘Türkiye’ olmaktan daha fazla bir şey haline geldiğinin bilincine varılması gereği. “Burası Türkiye” repliğindeki kendine güvensiz, küçümseyici, batıya aşağıdan bakan, bölgesine hiç bakmayan, “biz adam olmayız”cı o eski Türkiye, artık yok! Toplum, devleti de, kendisine öncülük etme iddiasındaki tüm ideolojileri de aşarak, büyük bir hamleyle ön aldı. Tüm sıkıntılara, iç savaşlara, kendi alışkanlık ve tutuculuklarına ve devlete rağmen, bambaşka bir hale dönüştü. Cumhuriyetin kurucu ideallerini fersah fersah geçti. Sağın ve solun 50 yıllık tezlerini seçerek, ayıklayarak hayata geçirdi. İslamcılığın tüm itiraz ve eleştirilerini sessizce kavrayıp kendini daha tabii ve yaşanabilir bir Müslümanlaşma vetiresine soktu. Kendisine yol gösterme iddiasında tüm aydınları yaya bıraktı. Bugün toplumun dikkat kesilip kulak kabarttığı tek bir aydının olmayışının nedeni, artık toplumun kendisinden daha ‘aydın’ insanların henüz çıkmamış oluşudur.

Bu perspektifle baktığmızda, 2007, 2008, 2009, 2010…yılları boyunca sahte gerilim gündemleriyle beraber yaşamaya mecbur bırakılsakta, önümüzdeki yıllarda derinden derine taşları yerine oturtacak ve sosyoloji ile siyaset arasındaki makası kapatarak 21. Yüzyılın yeni Türkiyesinin düzenini kuracak bir sürece doğru ilerliyoruz. Bu süreç, dünyada içine girilen II. Soğuk Savaş çağının başlamasına paralel olarak seyredecek gibi görünmektedir. Ama bu kez Rusya ve ABD iki kutuplu dengesi yerine Türkiye, İran, Rusya, AB, ABD, Çin ve Hindistan’ın da aktif oyuncu olduğu çok kutuplu bir dünya düzeninin soğuk savaşı yaşanacak gibidir.

Türkiye, yeni çağın aktörü olma şuuruyla hareket etmeye kendini alıştırmalıdır.

Musul, Bağdat, Şam, Filistin, Tiflis, Sofya, Kırım, Batum, Üsküp, Bosna… Hatta Erivan, Atina, Selanik, Tiran, Belgrad,…Sosyolojinin, sessiz sedasız bu vatan topraklarımızla aramızdaki mayınları temizleme çabasıyla, siyasetin bayağılık, hırsızlık ve sahte çatışmalarla dolu dünyası arasındaki boşluk, 2011'e rengini verecek.

Sosyoloji, bir gün ‘kendi siyasetinin’ yatağını bularak akacak. Sadece biraz daha sabır…

Haber10

Bu kriz savaş çıkartır!
İbrahim KARAGÜL
ibrahimkaragul@gmail.com

Yunanistan'daki krizinin Avrupa'yı yayılacağı, aslında bunun bir Avrupa krizi olduğu konusunda neredeyse herkes hemfikir. Birçok çevre, Atina'nın içinde bulunduğu durumun, buzdağının görünen kısmı olduğunu, çok yakında Akdeniz ülkelerinin benzer durumlara sürüklenebileceğini biliyor. Nitekim; bu çevreler Portekiz, İtalya, İspanya ve İngiltere gibi ülkeleri daha şimdiden sıraya koydu ve tehlikeyi açıkça ilan etti.

2010 Avrupa için belki siyasi tarihinin en büyük kırılmalarından birine tanıklık edecek. Birlik projesi ya da Euro'nun geleceğine ilişkin endişeler artarken, Güney Avrupa ülkelerinin AB'ye inancı tartışılır hale gelirken, sadece devletlerin değil, batık ülkelere kredi veren, alacağı olan büyük bankalar için de iflas beklentisi gizlenemez oldu. Ayrıca, bu ülkeye verecekleri kredilerin çözüm olamayacağına da kimsenin inandığı yok. Öyle ki, 2010, özellikle ikinci yarı Avrupa'da ülke ve şirket iflaslarıyla geçebilir.

Geçtiğimiz yıl ABD'de, bu yıl da Avrupa'da yaşanan krizin bundan sonrası artık "ekonomik" bir gelişme değil. Siyasal ve sosyal sonuçları, belki ekonomik krizden çok daha derin olacak bir süreç yaşıyoruz. Öteden beri jeopolitik çözülme, güç kayması olarak nitelendirilen sürecin bundan sonraki aşamalarına, özellikle Türkiye gibi ülkelerin çok daha ilgiyle yaklaşması gerekiyor.

Korkulan, böylesine büyük bir bunalımın ciddi bölgesel gerilimlere, çatışmalara yol açması. 1929'dan bu yana yaşanan en büyük ekonomik krizse bu, ki öyle, o tarihten bu yana yaşanan savaşları, çatışmaları yeniden düşünmek lazım. Avrupa 11 Eylül'den sonra çok kültürlülük, bir arada yaşama projesini çöpe attı. Krizle birlikte sosyal politikaları çöpe atmaya başladı.

Bu kadarla kalacak mı? Krizden kurtulmak için büyük gerilimler tezgahlanabilir mi? Veya kaynak savaşları, pazar savaşları yaşanabilir mi? Bir şekilde, bu süreci etkileyecek bölgesel krizlerin çıkma ihtimali var mı? ABD ve Avrupa, Soğuk Savaş'tan sonra, ideolojik kamplaşmayı kaynaklara yönelik büyük bir kampanyaya dönüştürdü. Kriz, bu kampanyayı yoğunlaştırır çok daha tehlikeli hale getirir mi? Bunların hepsine evet demek mümkün. Öyleyse, yeryüzünün birçok bölgesinde kaynaklara odaklanan çatışmaların çıkması muhtemel görünüyor.

Şu an için en yakın tehlike, İran ve İsrail'i merkeze alan, iki ülkenin nufüz alanlarında da hissedilebilecek bir çatışma beklentisi. Her ne kadar İran'a yönelik bütün caydırıcı yöntemler başarısız olsa, askeri seçenek devre dışı kalmış gibi görünse de İsrail için hiç de öyle değil. Bütün endişeler, ABD ve Avrupa'nın, İsrail'in İran'a yönelik bir provokasyonunu önleyememesi üzerinde yoğunlaşıyor. Hemen her gün, İsrail'den ABD ve Avrupa'ya yönelik "İran'ın durduralım" çağrılarını, Suriye ve Hizbullah'a yönelik yeni iddialarını izliyoruz. İsrail Savunma Bakanlığı, İran ve Suriye'nin Hizbullah'a Scud füzelerinden sonra Hizbullah'a M600 füzeleri verdiğini öne sürdü. Onlara göre Hizbullah 2006'daki gücüyle ölçülemeyecek bir ateş gücüne ulaştı ve füze menzili Tel Aviv'e kadar uzanıyor.

Elbette bu bir propaganda savaşı. Ve elbette ABD ve Avrupa, İsrail'i durdurma konusunda hiç de samimi değil. Bölge genelinde yoğun stres birikimi hissedilirken ABD'den İsrail'e askeri destek devam ediyor. Almanya ile İsrail arasında denizaltı ve silah trafiği giderek büyüyor. İsrail'in böyle bir provokasyonuna yapılan yatırım riyakarlıkla gizlenemez hale geldi.

Philip Giraldi, "A Timetable For War" başlıklı yazısında, karamsarlık suçlamasını da göze alarak, böyle bir savaşın muhtemel olduğuna dair gerekçeleri ciddiye alınacak türden.

ABD Savunma Bakanı Robert Gates ve Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'un sözleri, Barack Obama yönetiminin aslında savaş istemediği inancını ortadan kaldırıyor. İsrail savaşı "varoluşsal" bir zorunluluk görüyor ama opsiyonları sınırlı. Washington'ın savaşı durdurma konusunda İsrail üzerinde yeterli nüfuzu yok. Ayrıca, Beyaz Saray, böyle bir savaşta İsrail'e askeri desteği kesmeyeceğini açıkladı. Savaş başladığında Kongre ve medya, Washington'ın İsrail'in yanında savaşa grimesini isteyecektir. Sonuç olarak İsrail, ABD'yi savaşa ikna edemese de, kendisi savaşı başlatıp ABD'yi savaşa sürükleyecektir...

Bu senaryo tutar mı tutmaz mı bilinmez. Ama İsrail merkezli bir çatışma beklentisi bu sıralarda çok yüksek. İran'ı açıkça karşısına alamasa da Güney Lübnan ya da Filistin üzerinden bir tahrik uygulanabilir.

Burada sorulacak soru şu. Böyle bir savaş, ekonomik kriz içinde boğulan ABD ve Avrupa'yı nasıl etkiler? Yakın tarihin ekonomik buhranları hep savaşla devam etmiştir. Benzer bir durum kuvvetle muhtemel. Ancak, böyle bir savaş, Pakistan'dan Akdeniz kıyılarına kadar bütün bölgeyi ateşe verecek olsa bile, Batı için çözüm olmayacak, onu bugünkünden çok daha tehlikeli bir noktaya sürükleyecektir.

7 Mayıs 2010 Yeni şafak

Savaş sezonu...
SELÇUK SALIH CAYDI
19 MAYIS ÇARŞAMBA 2010

İran?!..
Azerbaycan-Ermenistan?!..

Yeni Azeri-Ermeni Savaşı kapıda...
(Bu yaz mı?!..)
Burada daha önce bir Ermeni generalinin sözlerini aktarmıştık. Azerbaycan'ın bu yaz saldırabileceğini söylüyordu...
Azeri lobisi, "Ermeni sınırı açılırsa savaş olur" başlıklı yoğun bir PR çalışması yürütüyor...
Çalışmayı, bire bir, adam adama markaj şeklinde -dünya çapında- yürütüyor...
Sadece siyasi değil, zengin Azeri çevrelerinin de sınırın kapalı olmasından önemli karlar elde ettikleri biliniyor. Ama olay çok daha karmaşık...
Adamları dinledikçe, bu "sınır açmak/kapamak" konusunun sadece bir bahane olduğunu anlıyorsunuz...
Gerekçeleri aslında çok haklı:
1. Azerbaycan'ın bir kısmı Ermenistan'ın işgal altında...
2. Bir milyon Azeri, Ermeni işgali altındaki topraklarını terketmek zorunda kaldı, göçmen olarak yaşıyor...
3. Bu haksız durum neredeyse yirmi yıla yakın zamandır devam ediyor, dünya bakıyor -hiçbir şey yapmıyor...
4. Bir tek Türkiye buna reaksiyon gösterip sınırı kapattı...
Asıl gerekçe şu:
"Azerbaycan o savaşı kaybettiğinde henüz yeni bağımsızlığını kazanmıştı. Şimdi bir petrol ülkesi, zengin. Halk, 'bizim zenginliğimiz artık bir işe yaramalı, işgal altındaki topraklarımızı geri almalıyız' diyor." Böyle diyorlar!..
(-Politikacılar da malum hep halkı dinler!.. Halk ne isterse yaparlar!.. Halk yirmi yıldır savaş istememiş, şimdi canı savaş çekmiş!..)
Bunlar sadece, küçük bir ülkenin arzularına, hedeflerine ve yoğun savaş hazırlıklarına işaret etmez.
Olayın bir yanı:
Azerbaycan Rusya ile İran arasında ne zamandır bir güç savaşına sahne oluyor. Daha önemlisi, Sovyetlerin çöküşünden sonra ABD de devreye girdi!.. Türk Hükümeti, Ermeni sınırını açmak mı açmamak mı arasında gidip gelerek ("Ermeni Açılımı" hikayesi!) hem Azerbaycan'ı hem de Avrupa/Amerika'yı kızdırmak gibi bir diplomatik "başarı!"ya imza atmış ve dışlanmış bulunuyor!..
(Halbuki sadece açsa veya sadece kapasa, her tarafı aynı anda kızdırmak gibi büyük başarılara "imza atmayacak" idi mesela!..)
Türkiye buradan dışlanmakla kalmıyor, bir taraftan da Azerbaycan'a bir savaş gerekçesi sunarak bilerek/bilmeyerek tehlikeli bir savaş oyununa dahil oluyor. (Son Rusya güzellikleri, Çin ile petrol aramalar, Türk hükümetinin taraf seçimine de benziyor!..)
Olayın diğer yanı ise galiba şu:
Azerbaycan saldırmaya bu kadar kararlı göründüğüne göre, uluslararası desteğini de sağlamış olmalı!.. Bu desteğin kim olduğu çok önemli. Rusya/Çin mi, İran mı?!.. Avrupa ve Amerika mı?!.. (Bu, küçük ihtimal...)
"İran'a yaptırımlar" meselesi de var!..
Bir ihtimal daha var!..
(O da "piyasalar" mı dersin?!..)
Petrol/spekülasyon piyasası!..
(Savaş iyi para getirir!..)
Ayrıca Ortadoğu'ya lök gibi oturmuş ABD'nin tuttuğu petrol dışındaki kaynaklara ulaşmak için "dünyanın üretim devi" Çin'in yapamayacağı şey yoktur!..)
Bu yaz savaş var gibi!..
...
Buraya kadarıyla,
"E Kafkasya'da gene savaş olacak işte!.."
lafıyla geçiştirilebilecek bir durum gibi görünüyor değil mi?!..
Hiç öyle değil...
Dünya ekonomik krizi, devlet borçlanmalarının had safhaya çıkması, devlet iflaslarının gündeme gelmesi, tam bir savaş atmosferi aynı zamanda...
("Dünya hiç bu kadar savaşa yakın olmamıştı" diye konuşan en az bir yarım düzine adam aklıma geliyor şimdi!..)
Bu kıvılcımdan büyük bir yangın başlayabilir...
Önce için için yanar...
Bir-iki yıla kadar, dünyanın gördüğü en büyük yangınlardan birine dönüşebilir...
Azeri lobisi, şimdiye kadar hiç bu kadar "yoğun" çalışmamıştı!..
Keşke böyle yoğun çalışmaya devam etse ama savaş opsiyonunu ağzına almasa!..
http://konstantiniye.blogspot.com/

03 Haziran 2010
Kore Savaşı Her An Çıkabilir!
Kuzey Kore'nin üst düzey diplomatlarından biri yarımadada Güney Kore'yle yaşanan gerginliğin her an bir savaşa yol açabileceğini söyledi.

Kuzey Kore’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi’nin yardımcısı Ri Jang-Gon, Perşembe günü yaptığı açıklamada, Kore Yarımadası’ndaki gerginliğin Güney Kore gemisinin batırılmasından sonra çok gergin bir düzeye geldiğini ve “her an savaş çıkabileceğini” söyledi.

Yaşanan kötü durumdan Güney Kore ve ABD’yi suçlayan Ri, “Kore Yarımadası’nda şu an yaşanmakta olan durum, o kadar kötü ki her an bir savaş çıkabilir” dedi. aktifhaber

Bu işin sonu üçüncü dünya savaşıdır
Mehmet Şevket EYGİ
5 Haziran 2010

İsrail'in barış ve yardım gemilerinde canavarca kan dökeceğini sanmayanlar gaflet etmiş oldular. Netice itibarıyla bu krizden Türkiye kârlı çıktı, İsrail çok ama çok zarar etti.

İnsanlığın büyük kısmı Yahudi devletini lanetliyor.

Siyonistler insanlık, adalet, insaf, merhamet, bilgelik, akıl, firaset, kiyaset, feraset dışı bir canavarlık yapmıştır.

Bu barış ve yardım gemileri işi burada son bulmamalıdır. İleride uygun bir zamanda ikinci filo yola çıkarılmalıdır.

İkinci filoya başta Türk harp gemileri olmak üzere en az üç devletin silahlı gemileri refakat etmelidir.

Yardım gemilerine Kızılay ve Kızılhaç bayrakları çekilmelidir.

İsraile bahane vermemek için gereken her tedbir titizlikle alınmalıdır.

Gemilere Naturei Karta cemaatinden ve hassidik Yahudilerden de gözlemciler alınmalıdır.

Siyonist devletin Gazze ablukası tamamen hukuk, insanlık ve adalet dışı bir zorbalıktır.

Uğursuz ve meymenetsiz Lausanne anlaşması ile Filistin üzerindeki haklarımızdan vaz geçmiş olsak bile o ülke üzerinde mânevî, kültürel, dinî vazifelerimiz baqidir.

Filistin'de ezilen Müslümanlara, din kardeşlerimiz olmaları hasebiyle, orada yaşayan Hıristiyanlara ise mazlum insanlar olmaları hasebiyle yardım etmemiz gerekir.

Siyonizm ve İsrail Tevrata ve Musevîliğe aykırı bir küfür ideolojisi ve devletidir.

Bunu ben söylemiyorum, başta Naturei Karta Yahudileri olmak üzere bütün antisiyonist Musevîler söylüyor.

Siyonizm ırkçı ve faşist bir ideolojidir.

İsrail zalim bir devlettir.

Yahudilere yapılmış olan zulümlerin faturasını Filistin halkına ödetmek çok büyük bir adaletsizlik ve haksızlıktır.

İkinci dünya savaşından sonra ille de bir Yahudi devleti kurulması gerekiyordu ise, bu devletin Polonya'ya verilen Doğu Almanya topraklarında kurulması uygun olabilirdi.

Üçüncü dünya savaşı İsrail yüzünden çıkacakır.

Bu savaşın 2012'ye kadar patlayacağını sanıyorum.

İsrail'in kuruluş tarihi 1948'dir, batış tarihi muhtemelen en geç 2014 olacaktır.

Haçlılar Kudüs'te 1099'dan 1187'ye kadar 88 sene hakim olmuşlardı.

Üçüncü dünya savaşında büyük miktarda insan zayiatı (kaybı) olacak, on milyonlarca insan ölecektir.

Aklı başında Yahudilerin güvenli yerlere göç etmelerinde büyük yarar vardır.

İsraili kayıtsız şartsız destekleyen ABD de Sovyetler Birliği gibi parçalanıp dağılacaktır.

İngiltere de parçalanacak, İskoçya bağımsızlığını ilan edecektir.

Üçüncü dünya savaşında nükleer silahlar kullanılacak ve yüz milyonlarca insan radyoaktif serpintilerden hasta olup ölecektir.

Âhir zamanda korkunç savaşlar olacağına dair üç kitapta (Kur'ân'da, Tevrat'ta, İncil'de) rümuzlu haberler vardır.

İsrail bilge bir devlet değildir.

Âdil bir devlet değildir.

İsrail halkının ancak yüzde 10'u (en fazla yüzde 15'i) dindardır.

İsrail'de korkunç boyutlarda kokuşma ve kirlilik vardır. İsrail'de azınlıkta olan Eşkenaz Yahudiler, çoğunlukta olan Sefarad Yahudilere ikinci sınıf Yahudi muamelesi yapmaktadır.

Türkiye'de 20 bin (hattâ bu rakamın altında) Yahudi vatandaş vardır. (..)

Kendilerini Müslüman Türk gibi gösteren Kripto Yahudiler vardır.

Kendini Alevî gibi gösteren Kripto Yahudiler vardır.

Sünnî veya Alevî Kürt gibi görünen Yahudiler vardır.

Her sene İsrail'den gelip Hacı Bektaşı Veli'yi ziyaret eden, semah yapan Alevî Yahudiler vardır.

Dönmeler ve Kripto Yahudiler damarlarımıza, iliklerimize kadar nüfuz etmişlerdir.

Sonu üçüncü dünya savaşına ulaşacak dehşetli bir krizin başlangıcındayız.

Millî Gazete

Demokrasi olmadan demokratik özerklik
Serdar AKİNAN
26 Haziran 2010

İstanbul'a iner inmez beni şehit haberleri karşıladı. İnsanlar biraz şaşkınlık biraz merakla ama mutlaka terdirginlikle tek bir soru soruyor: 'Ne olacak?'

Bu soruya maalesef tek bir yanıt veremi-yorum. Ama iyi olmayacağı ortada... Ortada birçok aktör ama tek oyun kurucu var. PKK...

Şiddeti tırmandıracaklar. Diyarbakır'da örgüte yakın kaynakların dillendirdiği senaryoları buraya yazamayacağım. Yoksa 'halkı korku ve paniğe sevk etmekten' hakkımda dava açılır.

Fakat şu kadarını görebiliyorum. Türkiye seçim atmosferine girdi ve seçimin öznesi bugün bellidir: Terör...

İktidar kadroları bu sorunu çözmekten çok uzak... Muhalefet daha da uzak... Örgüt yakında açıklayacağı 'demokratik özerklik' adımıyla gerilimi çok daha başka bir evreye taşıyacak.

Türkiye kısa zamanda etnik temelli dağınık çatışmaların yaşanacağı bir coğrafya haline gelebilir.

Fakat asıl sorun iletişim... Medyanın sorumsuz yaklaşımı bir yana son yıllarda başarıyla yaratılan kamplaşma çoklu bir dil ve algı yarattı.

Yaftalama sürecinin geldiği noktada aynı sorunlu dili kullanan takımlar oluştu. Bu dil üzerinden bir iletişim imkansız.

Ortak tavır almaya imkan sağlayacak bir dili yakalayamazsak ne Doğu'da ne Batı'da kime ne anlatacaksınız?

'Aaaa bunu Ergenekocular yazmış... Arkada İsrail var' diyen kafayla ne konuşabilirsiniz?

İnanın çok ama çok endişeliyim. Bu yaz bitmeden yaşanacaklar bizi seçime nasıl bir havada sokacak?

BM Barış Gücü'nün konuşlandığı bir Türkiye fotoğrafı kapıda... Bu fotoğrafı iptal etmek için gereken makul zemin ancak iletişimle mümkün.

O zemin var ve birileri ısrarla karartıyor.

Akşam Gazetesi

Kâhinden Türkiye'yi de üzecek kehanet
Kriz kâhini Roubini, Türkiye'nin en büyük pazarı olan Avrupa için "sıfır büyüme" tahmininde bulundu
05 Temmuz 2010

Krizleri önceden bilmesi ve kriz dönemlerindeki isabetli tahminleri nedeniyle kriz kâhini olarak tanınan ekonomist Nouriel Roubini, ikinci çeyrekte görülen dalgalı seyirden sonra euro bölgesinin 2010'da sıfıra yakın büyüyeceğini öngördü. Roubini, ABD için de yüzde 1.5'lik büyüme öngörüsünde bulundu. Roubini "Son birkaç ay içerisinde yaşanan şoklar göz önünde bulundurulduğunda, yıl sonunda euro bölgesindeki büyüme yüzde sıfıra yaklaşabilir" dedi.
habertürk

'İSRAİL, LÜBNAN’I İŞGALE HAZIRLANIYOR’

6 Temmuz 2010
İsrail askerleri Lübnan’a konuşlanmak için gerekli hazırlıkları yapıyor. İsrail kaynakları böyle bir harekatla Tel Aviv’in 'Hizbullah’ın roket saldırılarını engellemeyi' amaçladığını iddia etti.
Haaretz gazetesinin haberine göre İsrail Hayfa’nın yakınındaki Elyakim eğitim üssüne sevkiyat yaparak güney Lübnan’da Hizbullah hedeflerine saldırma planı yapıyor. İsrailli bir albay 2006’daki 33 gün savaşında Amerikalı yetkililerin İsrail’e askerlerini Lübnan’da konuşlandırması tavsiyesinde bulunduğunu söyleyerek ABD’nin, İsrail’in her türlü saldırıyı yapabileceğini ima ettiğini belirtti.

Elyakim üssü bir çok mayın tarlası ve kamufle edilmiş sığınak ve bariyerlerle dolu. Haberin belirttiğine göre İsrail askerleri bu noktaları geçerek “roket alanlarını” bulmak için talim yapıyorlar.

Plana göre, İsrail askerleri böylece helikopterlerle Golan Tepelerine geçerek diğer operasyonlarla ilgili eğitim görecek.

Tımeturk

Serdar Akinan
Yeni bir dünya düzeni

New York Times gazetesinde son zamanların en tutarlı fakat karamsar analizini okudum.
Yazı, küresel bir çöküşün arifesinde olduğumuzu anlatıyordu...
Krugman'ın çizdiği tablo milyonların işsiz kalacağı bir dünyayı muştularken bunun olası sosyal sonuçlarından pek bahsetmiyordu.
'Küresel Sistemin 3. Büyük Krizini'' bilemem ama bölgesel bir çatışmanın arifesinde olduğumuza inananlardanım. Kavramların içinin boşaldığı bu zaman diliminde ve bu coğrafyada bir başka sürece giriyoruz.
Sadece Türkiye'ye bakarak neyin eşiğinde olduğumuzu görenlerdenim.
Bu köşede günlerdir etraflıca yazıp çiziyorum. Açık açık dillendiremesem de gördüğüm ürkütücü...
İşin kötüsü bu kanlı oyunun hiçbir etkin aktöründe umut verecek bir çıkış stratejisi de göremiyorum. Umut mucizeye kaldı...
Bir adım geri çekilip bölgemize baktığımda da içinden çıkılamaz bir tablo görüyorum.
Batı'nın tasarımının gerçekleşmediği bu coğrafya, İran ve İsrail nedeniyle, zorla tanzim edilecek gibi duruyor.
Ve bu tanzim de bir tasarımla olmayacak.
'Ne halleri varsa görsünler... Düşen düşsün kalan sağlar bizimdir'' diyen bir kaotik akıl devreye giriyor.
Ya Pakistan ve Afganistan? Oralarda tutarlı hesaplanabilir gelecek senaryoları var mı? Yok...
Memleketimize tam olarak yansımayan Meksika Körfezi'ndeki ekolojik kriz bu küresel kaosun neresinde peki?
Ve asıl soru bu sessiz yığınları daha ne kadar bu haliyle (uyuşuk) tutmak mümkün?
Porto Allegre ruhuyla Davos ruhu nasıl çarpışacak?
Hangi zeminde?
Türkiye bu anlamıyla tarafların saflarının karıştırdığı, kardeşin gerçek anlamda kardeşi boğazladığı bir evreye neden koşarak gider?
Bu sorunun yanıtı bende saklı değil.
Ama geçen gün Diyarbakır'da bindiğim taksinin yaşlı şoförü çok şey anlatan birkaç cümle sarf etmişti.
'Yıllardır Diyarbakır'da taksi şoförlüğü yapıyorum... Bu sokaklarda araba yoktu. Şimdi her taraf son model arabadan geçilmiyor... Bu çatışmalar sürdükçe dağa benim gibi garibanların çocukları çıkıyor... Diyarbakır'ın bağlarından dağa çıkan ölüyor... Bir yandan da Dicle'nin kenarında lüks villalar yapılıyor. Diyarbakır'ın yanında yepyeni havuzlu lüks kasabalar yükseliyor. Kim bunlar? Kürt... O da Kürt ben de Kürt...''
Bu cümle size bir şey hatırlatıyor mu?
Siz hiç Teşvikiye Camii'nden kalkan şehit cenazesi gördünüz mü?
Tekel direnişinin önemi burada saklıydı aslında...
Bitlis'ten gelenle Diyarbakır'dan gelen, İstanbul'dan gelenle, Manisa'dan gelen, türbanlısı da Alevisi de aynı çarkın kurbanıydı.
Sadece bunu görsek yeter aslında...
Sadece bunu...
Ama ne görecek vakit kaldı... Ne dinleyecek ortam...

http://www.aksam.com.tr/2010/07/03/yazar/17950/serdar_akinan/yeni_bir_dunya_duzeni.html

Sistemin patronları için çıkış
Nihal Kemaloğlu

Geçen hafta yapılan G-20 Zirvesi'nde ne 'yeni bir dünya' kurulabildi ne de 'tarihi' bir zirve gerçekleşti.
Kafası karışık küresel kapitalizm, zirve sonunda uzlaşıya varamadı.
Krizin kendisini yeniden üreterek ilerlediği küresel zemin 'tekinsizliğe' terk edildi.
Kapitalist sistemin geçemediği bu eşikte yapılan zirve sonunda, asli kurucular ve destek üyeler farklı yönlere dağıldı.
Üç yıl önce patlak veren finans krizinin yıkıcılığını bu yıl faturalandıran AB ile 'ekonomik canlılık paketleri' peşindeki ABD'nin başını çektiği toplantılarda, kapitalizmin patronlarının yeni emperyalist stratejileri konuşulmadı.
G-20'nin BRIC ülkeleri Brezilya, Çin, Hindistan ve Rusya'nın yani 'yükselen ekonomiler' diye parlatılan bu ülkelerin zirve performansları, ev sahiplerinin yanında hayli düşüktü.
Dolayısıyla G-8'lerin yerini G-20'lerin yükselen yıldızlarının alacağı yorumları fazla heyecanlı kaldı.
Çünkü kompleks ve almaşık küresel ekonomiye köktenci entegrasyonlarla bağlı ve bağımlı 'yükselen güçler' geleceğin onlar için taşıdığı risklerin hayli farkındaydılar.
Bu yüzden de küresel piyasalara, yabancı sermayeye, sıcak paraya, doğal kaynaklara, ucuz emeğe, tedarikçi üretime, ihracata endeksli büyüyen ülkelere patronaj mevki düşmüyor.
Çünkü altyapının siyasi ve ekonomik kurulumu ve tarihsel 'know how''ı tamamen Batı kapitalizmi yapımı ve de mal sahibi onlardı.
Diğer yandan Batı kapitalizminin durgunluğunun önümüzdeki yılları da kapsayacağı ve Euro Bölgesi'ndeki enkazı anca kaldıracağı anlaşıldı.
Neoliberal dönemin bitişinin 'işaret fişekleri' finans krizinin borçlarını kamulaştıran Batılı devletlerin yüklendikleri borçları kamu sırtından nasıl ödeyeceğini izleyeceğiz.
Hazinesi boşalmış İngiltere, grevlerle sarsılan Fransa, euro kurtarıcılığına soyunmuş Almanya, aşırı kemer sıkma ve tasarruf tedbirlerine yüklenirken; ABD'nin ekonomiyi hareketlendirecek canlılık önerisine buz gibiydiler.
AB'nin bütçe açıklarını kapatmak için sıkı mali disiplin uygulaması ABD'yi endişelendirdi.
1929'dan beri görülen en uzun süren durgunluktan çıkamayan küresel ekonominin Avrupa ayağında yaprak kıpırdamayabilir.
Ama ABD ve AB, bütün sıkıntılı pozisyonlarına rağmen emperyalist sistemin kurucuları olarak yeni sermaye birikimleri yaratacak, kaynak transferleri sağlayacak stratejilere doğru kayacaklar.
Küresel kapitalizmin yaşamsallığını sağlamak için bir yandan kemer sıkma, mali disiplin ve bütçe açıklarının 2013'e kadar yarılanması kararlarına mutlaka yayılmacı, sömürgeci girişimler eşlik edecek.
Nitekim ABD'nin askeri ve ekonomik dünya patronajlığını kolay kolay bırakmayacağı, İran-İsrail odaklı militer ekonomileri devreye sokacağı çokça konuşuluyor.
Teskin edilemeyen spekülatif finans da mali disiplini ıskalayan ekonomiler de yeniden azıp piyasaları birbirine katabilir.

http://www.aksam.com.tr/2010/07/03/yazar/17988/nihal_kemaloglu/sistemin_patronlari_icin_cikis.html

Serdar Akinan
Yol ayrımı

PKK'nın yayın organı Fırat Haber Ajansı'nda dün yayınlanan bir ana-lizde önümüzdeki sürece dair son derece açık bir fotoğraf tarif ediliyordu:
'Bu çatışmalar devam ederse sivil halk çok ama çok büyük zararlar görecek. Son 30 yıllık süreçteki on binlerce kayıp daha da artabilir. Tartışmalarda sorunu sadece askeri-asayiş-'terör' meselesi olarak ele almak ve hükümet ağzı ile yorumlamak bu süreci daha fazla çıkmaza sürüklüyor. Çünkü bu savaşın bilançosu sadece yaşamını yitiren asker ve gerilla sayısı ile değil; giderek artan sivil kayıplardan da oluşacak? İnsanların ölümü artarken, sosyal ve kültürel alanda büyük bir yarılma meydana gelecek. Ekonomik çöküntü ve zarar tanzim edilemez bir hal alacak. Devlet ve askeri kurumlarda JİTEM ve SUSURLUK skandallarını aşacak bir çürüme, Ergenekon isimlendirmelerinde de önü alınamaz bir artış olacak. Siyaset Türkiye'de işlemez hale gelecek. Kürtler kendi geleceklerini kendileri belirleyecek. '
Açıkçası ve maalesef ben de önümüzdeki ayların tam da yukarıda tarifi yapıldığı şekilde gelişmelere gebe olabileceği endişesindeyim.
Bahçeşehir Üniversitesi'nden Yrd. Doç. Dr. Cengiz Aktar, Fransız Liberation gazetesine bir mülakat vermiş. Cengiz Aktar'ın yukarıdaki sürecin finaline dair bir öngörüde bulunuyor:
'Korkarım ki bu çatışmayı çözmek için Türkiye'nin kendisinin uluslararası bir arabuluculuğa ihtiyacı olacak.'
Cumhuriyet'ten Orhan Bursalı'nın 'Türk tarafının elinde tek koz var: Kürtlerin çoğunun ayrılmayı isteyip istemediği. Çünkü doğal veya anormal, tüm ayrılıkların, herkese bir faturası olacaktır. Bu nedenle, bu kozun güçlendirilmesi gerekir.' tespitinden yola çıkan Ertuğrul Özkök dün köşesinden bir kesimin artık usul usul söylediğini yüksek sesle dillendirdi:
'Birlikte yaşamak zorunda mıyız?'
Gerçekten şu soruyu soralım...
'Türklerle Kürtler birlikte yaşamak zorunda mıdır?'
Yukarıda çok farklı kesimlerin gidişata dair açık ve net tespitleri var...
Ne AKP'nin artık tescil olan beceriksizliğiyle, ne muhalefetin vizyonsuz basiretsizliğiyle ne de on binlerce insanımızın canına mal olan askeri 'çözümlerle' bir yere varılamayacağı ortada...
Yığınlar ise kendi kaderlerini yönetecek enstrümanları siyaset aygıtının yapısından ötürü 'devrettiğinden' görünen o ki Türkiye kanlı bir yol ayrımına gidiyor.
http://www.aksam.com.tr/2010/07/07/yazar/18033/serdar_akinan/yol_ayrimi.html

BP Felaketinde 5 Kıyamet Senaryosu

23 Temmuz 2010
Kıyametlerden kıyamet beğenin! fena halde ‘endişeli’ uzmanların teorilerine göre BP’nin petrol felaketi, kıyametvari olaylara sebep olacak. İşte 5 ayrı kıyamet senaryosu:
ABD’nin güneyinde Meksika Körfezinde bir petrol sızıntısı, bölgesel bir çevre felaketi olmaktan daha ne kadar ciddi olabilir ki? Ancak bazı fena halde ‘endişeli’ uzmanların teorilerine göre BP’nin petrol felaketi, kıyametvari olaylara sebep olacak.

Meksika Körfezindeki Bonnie Kasırgasının yaklaşması sebebiyle, çevre felaketiyle mücadele eden ana gemi de Perşembe akşamı bölgeden uzaklaştı. Bu durum son günlerde, sızıntının durmak üzere olduğu iyimserliğini bir parça kırdı. Peki ne zaman ve nasıl durabilir petrol akıntısı? Ne BP’nin ne de resmi yetkililerin kesin bir cevabı yok. Bu da meydanı, çok daha uçuk ve ürkütücü senaryolara bırakıyor.

Bu konuda art arda dile getirilen bazı tüyler ürpertici senaryolar, beterin beteri havasında. Adeta kıyametlerden kıyamet beğenin deniyor. Okyanusa durmaksızın petrol ve gaz fışkırtan kuyunun akıbeti ile ilgili senaryoların bazıları daha bilimsel bazıları ise çok daha fazla ‘’teorik’’. İşte eğer tek biri bile gerçekleşirse, şu anda zaten yeterince büyümüş felaketi, basit bir olaya dönüştürecek 5 kıyamet senaryosu:

1 – Bütün yaşamı yok edecek büyüklükte metan gazı patlaması

Teori, TIME dergisinde yazıldı. Onlarsa ‘’Helium’’ adlı bilim sitesinden almış. Teorinin en önde gelen savunucusu ise Northwestern Üniversitesi biyokimya mühendisi Gregory Ryskin. Teoriye göre, BP, deniz yatağının altında sıkışık haldeki dev metan gazı balonuna delik açtı. 250 milyon yıl önce patlayan metan gazı büyüklüğündeki bu metan gazı balonu, patladığında oluşturacağı dev okyanus dalgaları ve kimyasal fırtınalarla yerküredeki yaşamın yüzde 96’sını bitirebilecek potansiyelde.

2 – Petrol fışkırması 10 yıllarca sürecek ve tüm okyanuslarda hayatı bitirecek

Bu teori Mother Jones dergisinde yayınlandı. Onlar da petrol mühendislerinin ve diğer sektör uzmanlarının forumu olan ‘’The Oil Drum’’ adlı sitedeki Doug R adlı yorumcudan almış. Buna göre, akıntısı durduralamaz bu kuyu günde 150 bin varil petrolü okyanusa on yıllarca akıtacak. Bunun yıllar içinde okyanusları ne hale getireceğini düşünmek bile istemezsiniz. CBS’ten David Phillips de, kuyunun ağzının teorideki gibi daha genişlemesi halinde bunun okyanusa en az 2-3 milyar varil petrol karışması anlamına geleceğini söylüyor.

3 - Zehirli kimyasal yağmurlar geniş bir alanda her canlıyı öldürecek

Hızla felaket bölgesine yaklaşan Bonnie Kasırgası bu teorinin ilk testi olacak. ‘’Infowar.com’’ adlı web sitesi teoriyi gündeme getirdi. BP, denizdeki petrolü seyreltmek için bir tür seyreltici solvent maddesi olan ‘’Corexit 9500’’ adlı kimyasalı bol miktarda Meksika Körfezine serpiyor. Bu madde, kuyudan ve çevreden sızan metan gazıyla birleşerek oldukça zehirli bir forma dönüşmekte. Teoriye göre kasırga bu zehir bulutlarını, Meksika Körfezi çevresinde oldukça geniş bir alana yağmurlarla serperek sözkonusu alan içindeki insan, hayvan ve bitkilerin tamamını zehirleyip öldürecek. The European Union Times gazetesinde yayınlana habere göre Rusya Doğal Kaynaklar Bakanlığı da, zehirli yağmurların Kuzey Amerika’nın yarısında hayatı bitirebileceği uyarısında bulundu. Din adamı Lindsay Williams, araştırmacı gazeteci Wayne Madson, ve ünlü komplo teorisi radyosu Alex Jones, bu felaket senaryosunu Amerikan kamuoyunda en fazla gündeme getirenler…

4 – Bu felaket kelimenin gerçek anlamıyla Kıyametin işaretçisi

Haber Newsweek tarafından yayınlandı. ABD’deki bazı Hıristiyan çevreler, Meksika Körfezindeki felaketi yaklaşan Kıyametin habercisi olduğuna inanmaya başladılar. ABD’de 60 milyon civarında Evanjelik yaşıyor ve PEW Araştırma Merkezinin verilerine göre bunların üçte biri, kıyametin kendi ömürleri içinde kopacağına inanıyor. Milyonlarca Amerikalı BP’nin İncil’de bahsedilen şeytani ‘’Kıyamet ajanı’’ olduğuna inanıyor. Hıristiyan ilahiyatında kıyametin nasıl kopacağını ve insanlığın nasıl biteceğini araştıran yardımcı dal Eskatoloji’den ‘’delillerle’’, Obama’yı ve BP’yi dünyanın sonunu haber veren sinyaller olarak gösteren din adamları bugünlerde çok fazla dinleyici buluyor.

5 – BP’nin, yer kabuğunu gizlice delerek mağmaya ulaşma çabası, yer kabuğunun içe çökmesine neden olacak

Bu teoriye göre ise 4 millik petrol kuyusu delme görüntüsü altında BP aslında 1800 mil derine inerek yer çekirdeğindeki mağma tabakasına ulaşmaya çalışıyor. Böylece bu muazzam kaynaktan elde edeceği jeotermal enerji ile kuşaklar boyunca zenginleşmeyi amaçlıyor. Ancak, yer çekirdeğindeki mağmanın bu şekilde tüketilmesi, yer kabuğunun içe doğru çökmesine yol açacak ve hayatı bitirecek. Teorinin arkasında kendilerine, ‘’Uluslararası Enerji Uzmanları’’ adını veren gizemli bir grup var. aktifhaber

Değişim!..
SALIH SELÇUK

AA!.. Aynadaki kim?!..
Yaw bana benziyo' bu!..
...
Bakıp dururken, bu kez zaman yoğunlaşması ile ilgili çok ilginç şeyler buldum desem?!..
Bunları bir de yazacağımı söylesem?!..
(Had'i be!.. Yazamazsııın!..)
(ya da bunları bulmadım -da zaten biliyorum muyumdummudur?!..
E biliyoduysam neden unuttum. Unuttuysam ne zaman öğrendim?!.. diye -yeniden- rasyonallik triplerine girsem?!..
...
E çıkarsın birader!..
...
Yaw nerde okudumdu?!..
...
Eee!.. bırak bu ayakları...
Eskiden rasyonellik mi vardı!..

Yoktu dimi?!.. Daha kaçgünlük şey!..
...
E çık artık kardeşim -yeter bu kadar!..)
...
"Ben" bir varmış bir yokmuşum!..
...
Başka derdin?!..
...
(Bak bunu bilmek ferahlık veriyor işte!..)
...
Yaz tüm hızıyla devam ediyor...
Ve bu bir başlangıç!..
Yani "işimiz var"!.

http://konstantiniye.blogspot.com/

Hüsnü Mahalli
Ortadoğu karışıyor (mu)!..

ABD Başkanı Obama, söylemlerinin tersine ve Tel Aviv'in saldırgan politikalarına rağmen İsrail Başbakanı Netanyahu'ya tam destek verdi. Aynı Obama, Batı'daki müttefikleriyle birlikte ve Tahran'ın tüm tavizlerine karşın İran'ı sıkıştırmayı sürdürüyor.

İran Cumhurbaşkanı Ahmedi Necad yakın bir gelecekte bölgede iki savaş beklediğini söyledi.

Bunlardan biri Lübnan'da diğeri kendi ülkesinde olabilir.

Durumun vahametini gören Arap ülkelerinin dışişleri bakanları, kendi aralarındaki tüm sorunlara rağmen perşembe günü Kahire'de bir araya gelerek, her şeye rağmen ve Netanyahu'nun pek sıcak bakmadığı Filistinlilerle İsrail arasındaki barış sürecine destek verdiklerini açıkladılar. Suudi Arabistan Kralı Abdullah ise Mısır Cumhurbaşkanı Mübarek ile görüştükten sonra yine perşembe günü Şam'a gitti. Kral Abdullah Suriye Cumhurbaşkanı Esad'ı da yanına alarak dün Beyrut'ta Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman ile bir araya geldi. Amaç bu ülkedeki gerginliği gidermekti. Katar Emiri ise belki bugün Lübnan Başbakanı Saad Harari ile Hizbullah lideri Nasrallah'ı bir araya getirecek.

Peki Lübnan'da neler oluyor?

2005'te eski Başbakan Rafik Hariri'nin öldürülmesiyle bir taşla birden çok kuş vurmayı planlayan ABD, İsrail ve müttefiklerinin fırlattıkları taşlar havada dolaşıp kendi kafalarına düşünce bu kez farklı yöntemlere başvurmaya başladı. 4 yıl süreyle 'Hariri'yi Suriye öldürdü'' propagandası yapan bu ülkeler ve yandaşları BM Güvenlik Konseyi'nde Suriye aleyhinde kararlar çıkartarak Şam'ı sıkıştırmak istedi. 2009'un sonunda oğul Hariri aniden Suriye'ye gidince bu ülkeler ne yapacağını şaşırdı ve bu kez 'baba Hariri'yi Suriye değil Hizbullah öldürdü'' propagandası yapmaya başladı. 2005-2006'da uluslararası komisyon savcılarını harekete geçirerek Suriye'yi suçlatan Batılı ülkeler, 2006'da İsrail'i Lübnan'a saldırttı ve bu da işe yaramayınca Hizbullah'ı silahsızlandırmak için bu ülkeye uluslararası güç gönderdi.

Ama tüm bu planlar ne Suriye ne de Hizbullah'a geri adım attırmadı ve Batılı ülke ve güçler kendi yalanlarıyla hep yenildi.

Ama Batılı ülkeler kendi aralarındaki nüanslara rağmen hep yeni planlar peşindeydi. İsrail ise tüm bu planlara ek olarak kendi projelerini uyguluyordu. ABD ve Batılı ülkeleri İran'a karşı kışkırtmak bu projenin yalnızca bir parçasıdır. Ancak Lübnan'da Hizbullah'ın gücünü gören Batılı ülkeler, İran'a karşı herhangi bir eylemi göze alamayacağına göre bu ülkeler Hizbullah'a yönelik yeni bir planın uygulanmasına hazırlanıyor. Yeni plana göre ABD ve müttefiki ülke ve güçler, uluslararası Hariri mahkemesini baskı altında tutarak Hizbullah'a yönelik bir karar çıkartmasını sağlayacaktır. Batılı ülkeler ve dolayısıyla İsrail böyle bir kararla Lübnan'daki Hizbullah'ın sıkıştırılabileceğini hatta gerekirse Lübnan'daki taraflar arasında iç savaş çıkartılabileceğini, bununla da Suriye ve İran'ın zor duruma düşürülebileceğini hesaplıyor. Her gün İsrail ajanlarının yakalandığı Lübnan'da sıkıştırılan ve Batı tarafından sürekli ambargo tehditleri ile karşı karşıya bırakılan bir İran, ne Irak'ta ne Afganistan'da ABD ve Batılılar için bir problem yaratamayacaktır.

O zaman da sıra Hamas'a gelecektir...

Belki de bu nedenle ABD 4 ay geçmesine rağmen Irak'ta hükümetin kurulmamasını önemsemiyor ve Afganistan'da Taliban ile barışmanın yollarını arıyor.

Aynı ABD, bölgede Türkiye ve onunla birlikte bölgesel barışı amaçlayan ülkelerin önünü kesmeye çalışıyor. Yardım gemilerine yönelik saldırı konusunda İsrail'in sıkıştırılmasını istemeyen ve bunu BM Güvenlik Konseyi'nde engelleyen ABD bölgesel istikrarı sağlayacak tüm girişimlerin önüne geçmeyi hiç ihmal etmiyor.

ABD Dışişleri Bakanı Philip Crowley, Suudi Kral'ın Şam ziyaretini gölgelemek hatta başarısız kılmak amacıyla bakın ne dedi perşembe günü:

'Başkan Esad, Suudi Kral'ın İran ile ilgili endişelerini gidermelidir.''

Müthiş bir patronluk ve aynı zamanda küstahlık mantığı.

Anlaşılan ABD; İsrail'in Lübnan'da çıkartmaya çalıştığı iç savaşı önlemeye uğraşan iki Arap ülkesinin çabasını engellemek ve İsrail'in işini kolaylaştırmak istiyor.

Belki de Obama, tüm bunları son görüşmesinde Netanyahu ile kurgulamıştı.

Belki de Netanyahu tüm bunların hazırlıklarını yapabilmek için Gazze'ye yardım gemilerine saldırmıştı!

Belki de Türkiye'de yaşananlara bu gelişmeler çerçevesinden bakabiliriz.

Türkiye hiç kimsenin görmemezlikten gelebileceği ya da hesaba katmayacağı bir ülke değildir ve her zaman böyle olmuştur.

Akşam

İbrahim Karagül
Bu adam bizi niye korkutur?

"Nükleer savaş kaçınılmaz", "Böyle bir savaş dünyanın sonunu getirir", "ABD Başkanı Barack Obama'yı öldürecekler" gibi, gelecekle ilgili kehanetvari öngörülerde bulunan Küba'nın efsanevi lideri Fidel Castro'ya kulak vermek gerekir mi?

Ben; dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum. Son yirmi yılda yaşananlar, onu haklı çıkarabilecek veriler sunuyor çünkü. Dört yıldır tedavi gören Castro'nun, Küba Meclisi'ne ve dünyaya uyarıları gerçekten de insanı ürpertiyor.

"Başta, eli kulağında bir savaş tehlikesine karşı hiçbir olası çözüm olmadığını düşünüyordum. Gözlerimin önündeki durum o denli trajikti ki, yapılabilecek olanın ancak yarımkürenin bu doğrudan saldırının muhatabı olamayacak bölgesinde ya da dünyanın başka yalıtılmış bölgelerinde hayatta kalmaya çalışmak olduğunu düşünüyordum. Neyse ki, bir umut olduğunu fark etmem uzun sürmedi. Ancak, bu fırsat kaçarsa, felaket en kötü sonuçlara yol açacaktı. O zaman insanlık için hiçbir olası kurtuluş kalmayabilir.

Ona göre bu umut ABD Başkanı Barack Obama'nın böyle bir savaş için vereceği kararın nasıl bir küresel yıkıma yol açacağının farkında olması. Bu sebeple; "İsrail hariç, müttefik ya da rakip olsunlar, dünyadaki tüm güçlü ülkelerin liderleri, onu bunu yapmamaya teşvik etmesi gerektiğini" söylüyor.

Devam ediyor Küba lideri:

İran'ın, şimdiden çeşitli savaş araçlarını kullanıma sokmuş bulunan ABD ve İsrail'in taleplerine hiç yüz vermeyeceği düşünüldüğünde, bunlar Güvenlik Konseyi'nde 9 Haziran 2010'da belirlenen tarih sona ermeden saldırmak zorunda kalacaklardır.

Ancak, Obama bu emri verdiği anda, ki verebileceği son emir olacaktır, büyük güçler arasındaki saçma rekabetten dolayı biriktirilmiş nükleer füzelerin hız ve hesaplanamaz sayısı düşünüldüğünde, Obama aynı zamanda sadece aralarında çok sayıda kendi ülkesinin vatandaşının da bulunacağı yüzlerce milyon insanın değil, İran'ı çevreleyen denizlerdeki ABD filosunun tüm mürettebatının da ölüm emrini vermiş olacaktır. Aynı anda Yakın ve Ortadoğu'da ve tüm Avrasya'da savaş çıkacaktır...

Bu sözlerinden sonra bu kez televizyondan hitabeden Castro; Amerikalıların artık sınırlarını bile kontrol edemediklerini ve Obama'ya suikast düzenlenebileceğini söyledi.

Soğuk Savaş'ın en ürkütücü sahnelerine tanık olan, on yıllarca doğrudan saldırı tehdidi altında ülkesini yöneten, acımasız bir ambargoya direnen, Küba Krizi gibi dünyayı nükleer savaşla yüz yüze bırakan bir bunalımın merkezinde olan Castro, geçmişin korkularını mı paylaşıyor yoksa geleceğe yönelik öngörülerini, endişelerini mi?

Sürekli tehdit altında yaşayan dünyanın sayılı liderlerinden biri olan 83 yaşındaki Castro; geçmişin tecrübesiyle bizlere, dünyanın gidişatı hakkında fark edemediğimiz bakış açıları mı kazandırıyor? Ömrünün son döneminde, bir bilge adam olarak hepimizi kötülüklere karşı uyarırken gerçekten söyledikleri olabilir mi?

Son yirmi yılda yaşananlar düşünüldüğünde, varolan sorunların nasıl çözümsüz bırakıldığı ve çözüme yönelik umut verici atılımların yapılamadığı, yer küre üzerinde kontrolden çıkmış bir güçler mücadelesi yaşandığı, çatışmaya dönük planlamaların daha başında bulunduğumuz, küresel düsen inşasına yönelik girişimlerin henüz çok cılız halde olduğu göz önüne alındığında bu sözlerin ciddiyeti fark edilecektir.

Castro yanılabilir, umarız insanlığın ortak aklı böyle bir yıkıma giderken derlenip toparlanabilir. Ama son beş yıldır, sıklıkla nükleer savaş, bölgesel savaş öngörülerinden ve uyarılarından haberdar ediliyoruz. Sadece İran krizi bile nükleer savaşla tartışılıyor artık. Pasifik'te Kuzey ve Güney Kore krizi yine nükleer çatışmayla ele alınıyor.

İnsanoğlu, tarihinde büyük yıkımlar yaşadı. Bu yıkımların hepsi hırs ve kontrol edilemeyen aç gözlülük yüzünden yaşandı. Bugünkü talan, yağma, kaynaklar üzerindeki korkunç mücadele, derin güç kayması, yüzyıllık savaş planlamacılarının hayalperestlikleri, Castro gibi birçok kişide benzer korkuları besliyor.

İsrail merkezli nükleer tehdit, her geçen gün biraz daha kendini hissettiriyor. "Ben batarsam dünyayı da batırırım" diyen bir devletin acilen kontrol altına alınması gerekiyor.

Castro geçmişten konuşuyor olabilir. Ama geleceği planlayanların son yirmi yılda dünyanın yarısını savaş alanına dönüştürdükleri düşünüldüğünde, geçmişten konuşanların belki de daha insaflı olduklarına inanmak gerekiyordur.

(..)

Yeni Şafak

Zaman kalitesi ve ruh hali...
SELÇUK SALIH CAYDI
14.8.10

Türkiye son 60 yılın hakim anlayışlarının değiştiği önemli bir dönemin içinde...
2008'in son aylarında başlayan bu değişimin en önemli -görünür- ifadesinin, halkı aptal yerine koyan rantiyeci politikacılar devrinin ve Türkiye'nin kötü (sadece iktidar yanlıları lehine) yönetilmesi devrinin sona ermesi olacağını söylemiştik...
Değişim, Menderes-Erdoğan çizgisinin temsil ettiği alaturka vasat anlayışlar/hareketler bütününün Türkiye'den silinmesi istikametinde yürüyor...
Tabii değişimden sonra eski hamam eski tas, vesayetçi/askerci/kemalist içine kapanık bir Türkiye olmayacağı kesindir...
Tam tersine...
Şimdi bu değişim döneminin en olumlu trendlerine kısaca bakalım:
1. Tüm sinir harbine rağmen, bu yılın Nisan ayında etkimeye başlayan ve iyimserlik yayan bir dalga, bu yılın Aralık ayına kadar, Pozitif Düşünmek denen şeyi destekliyor...
(Tabii bu teslimiyet anlamına gelmemeli!)
2. Bu atmosferin beni bizzat ilgilendiren yanları şunlar:
a. Türkiye için uzun vadeli iyi/yapıcı planlar/idealler oluşturmaya olanak sağlıyor.
(Ve bu planların gerçekleşme ihtimali yüksek)
b. Bu ideallerin gerçekleştirilebilir olup olmadığını sınamak olanaklı.
c. Başka bir zaman diliminde böyle "deneyler", büyük düşmanlıkların ortaya çıkmasına neden olabilecekken, bu zaman diliminde düşmanlıkları önlemek mümkün görünüyor.
3. Konuların kısmen din anlayışı, bunun istismarı ve yaşam felsefesiyle alakalı olması yüksek ihtimal.
(Bu anlayışları doğru istikamette ele alan sağduyulu insan sayısı artıyor ve bu konuda çalışan dostlar var)
Ayrıca insanların, bazı şeylerin aslında nasıl döndüğünü bilmek isteyeceği ve anlamak için samimi çaba göstermeleri ihtimali yüksek.
4. Eski ideolojilerin (İslamcılık, Kürtçülük ve Demokrasicilik) samimi bir şekilde sorgulanması sözkonusu. Bunu yaparken, bilimsel bir yol izlemek ve emosyonel/duygusal/hamasi yollardan mümkün olduğunca kaçınmak ve insanların kendi fikirlerini kendilerinin oluşturmalarına yardım etmek özel önem taşıyor.
5. Ani emosyonel iniş-çıkışlar dönemi, 2012 başına kadar sürecek gibi görünüyor.
(-tabii "büyük sıklıkta birşeyler olması tehlikesi yok" deyip avuntu arayalım!..)
Ama bu durumlar sahiden can yakıcı olabilirler.
Bunun böyle olacağını bilmek, ona hazır olmayı kolaylaştıracak ve etkisini azaltacaktır.
6. Bu dönemde sosyal adalet ve birey hakları, eskisinden daha çok önem kazanabilir -ki iyi olur!
7. Bu dönemde dünyaya açık olmak ve evrensel değerlere göre hareket etmek çok önemli.
8. Sonbaharda yoğun bir "akla saldırı" dönemi yaşanabilir!.. Ama bu dönem, olumlu/iyi anlamda bir güç yoğunlaşmasına da olanak sağlıyor.
(Yani saldırı sağlam karşılık bulabilir!..)
9. Türkler, Eylül'ün ikinci yarısından Ekim'in ilk haftasına sarkan zaman aralığında büyük bir ferahlama, kurtuluş duygusu ve eskiden kopuş yaşayabilirler.
Bu, çok güzel bir döneme işaret ediyor.
Bir kısım halk için bir pişmanlık ve eziklik duygusu içerse de, bu dönemin iyimser güzel atmosferi onları da kapsayacak/kapsamalı -kimseyi dışlamamalı...
Bu dönem çok önemli.
10. Onun ardından önemli bir sıkıntı dönemi gelebilir. Bu sıkıntı ekonomiyle ilgili de olabilir veya ekonominin negatif etkisiyle daha sıkıntı verici hale gelebilir.
Beni bizzat ilgilendiren konular:
(Şu cümlelerin yavaş yavaş anlaşılacağını ve benimseneceğini sanıyorum :)
a. "Ne olursa olsun, bundan böyle moralimizin bozulmasına asla izin vermeyeceğiz!.."
(Bir önceki dönemde moral depolamaya bakmak laaazım!..)
b. "Biz bu güzel dünyanın güler yüzlü, iyimser, iyi ve adil Türkleri, örnek adamları/kadınları olacağız!.."
http://konstantiniye.blogspot.com/

Evet mi hayır mı?
Mehmet Şevket EYGİ
18 Ağustos 2010

(..)
Anayasa değişikliği kabul edilecek ve her şey düzelecek, ülke süt liman olacak...Böyle aptalca ve salakça ümitlere kapılacak kadar saf değilim.

Önümüzdeki aylarda, yıllarda Türkiye'de, Ortadoğu'da, İslâm dünyasında, bütün dünyada çok büyük, çok vahim, çok dehşetli hadiseler olacağına dair içimde bir sezgi var.

Türkiye beşerî yatay iradeyle kendini ıslah yoluna girmezse, büyük bir tıkanma olacak, dikey iradeyle akıl almaz değişiklikler olacaktır.
Millî Gazete

Ekonomiye dikkat...
27 AĞUSTOS CUMA 1010
SELÇUK SALIH CAYDI



Gazete aldığım bakkalla ne zamandır ilk kez konuşmaya cesaret ediyorum!.. (Çünkü insanı esir alıyor!.. "İşim var" deyip ayrılmıyorum da!.. Çünkü insanlardan daha önemli bir işim yok!..)

AKP seçmeni, karısı türbanlı...

Ve bana İstanbul'un en pahalı semtlerinden birinde, yanyana dizili kaç dükkanın iflas etmek üzere olduğunu, bir çırpıda anlatıyor...

Eski zamanlardan, 'Bakkallar devri'nden, bakkalların nasıl veresiye yazdığından, gereğinde insanlara borç para bile vererek bir tür mini banka gibi çalıştıklarını anlatıyor...

Başbakan bir yerde bakkallara ve esnafa, "Valla hiç kusura bakmasınlar" falan demiş galiba, buna fena bozulmuş...

Hali, sanki kendi amcaoğlundan kazık yemiş gibiydi...

Televizyon seyretmemek, birçok şeyden uzak kalmayı sağlıyor. (Hatta kopuyorsunuz!..) Ve ben bundan memnunum!..

(Artık reklamlara falan sinemada bile tahammül etmekte zorlanıyorum...)
Burada birkaç gün önce, zaman kalitesiyle ilgili birşeyler yazmıştık, tekrarlayalım:

1. Eylül'ün ikinci yarısı, Türkiye'de bir kopuş duygusu ve yoğun iyi duygular yaşanabilir. Bunun sadece referandumla ilgili olmayacağı da açık...

Yeni bir dönem başlıyor...

Bu dönem galiba; ne cemaatin istediği gibi bir imamlar rejimi, ne de statükocu kesimlerin düşündüğü gibi eski hamam eski tas olacak...

Yani seçim bu ikisi arasında değil...

Bu iki alternatifi de aynen sürdürmek mümkün değil...

İlginç olan, "Statükocu" denen kesimin önemli bir değişim geçirmekte olduğudur... Benzeri bir değişim, cemaatçi kesimde, şimdilik daha küçük çapta...

"Statüko" denen kesimin değişmekte olan halinin, değişimin ana motoru olma ihtimali daha büyük gibi görünüyor...

Cemaatçi kesimdeki değişim ise, daha çok (yapılan büyük haksızlıklara) bir isyan şeklinde ifade bulabilir...

Bu kısa dönemin uyandıracağı sevinç ve mutluluk, galiba 'Önünü görebilmek' ile ilgili bir durum, ve düşmanlıkların anlamsızlığını anlamakla ilgili bir durum olacak...

2. Ekim ayındaki sıkıntılı durum.

Bu dönemin, ekonomiyle ilgili önemli bir sıkıntıya işaret ettiği gibi bir durum var...

Nouriel Roubini, Türkiye'nin cari açığına dikkat çekmiş...
(Yunanistan bu yüzlerden tepetaklak oldu.)

Neoliberal ekonomilerin özelliği sürekli borçlanmadır. Her nehre en az bir baraj yapmayı planlayan beton manyağı raniyeci iktidar çevreleri de, cari açığın büyümesine ses çıkarmıyor ve neoliberal politikaları sürdürüyorlar. Roubini, şimdiye dek Türkiye'nin cari açığını, dış yatırımlarla finanse ettiğini, ama Avrupa'daki durgunluk sürdüğünden, Türkiye'ye sermaye girişinin azaldığına dikkat çekiyor...
(Malum Türkiye'ye sermaye, yüzde 80 ile, en çok Avrupa ülkelerinden geliyor -(..) )

Roubini, bu durumda Türkiye'nin cari açığını 2011'den itibaren 'Sıcak Para' ile kapatacağını -kapatmak zorunda kalacağını- söylüyor...

Bunun anlamı, tehlike çanlarıdır...

Çünkü 'Sıcak Para' zaten krizdedir ve eskisinden çok daha kırılgandır...
Türk ekonomisi, dayanacak başka birşey bulmalı!..

http://konstantiniye.blogspot.com/2010/08/milliyetcilkte-endustrilesmenin-rolu.html

30 AĞUSTOS 2010
Hanefi Avcı kitabına basın ilgisi...
SELÇUK SALIH

Bu konu gerçekten dikkat çekici...

Bugün Oray Eğin de dikkat çekmiş:

Haberleri/olayları görmezden gelmek artık mümkün değil...

(Bunu denemeleri bile, haaaala Soğuk Savaş döneminde yaşadıklarına inandıkları gibi bir garip durum... Ayrıca, özellikle "Yandaş" basının, Sovyet kafasıyla hareket ettiğini gösterir. Yani ellerinde olsa, tek tip basın yaratıp tek elden "bilgi" verecekler!..
Biz buna eskiden 'Faşizm' diyorduk!..
Ama bu tiplerde, faşistlerdeki kadar bile omurga ve karakter yok!..)

Basın biraz çekinerek de olsa konuya değinmeye başladı... (Görmezden gelmek mümkün değildi zaten)

Susurluk olayında, Ergenekon olayında da başta herkes biraz tutuktu malumunuz!..

Önce durumun adını koyalım:

Dün Cüneyt Ülsever de yazdı. Hanefi Avcı'nın kitabı, Susurluk ve

Ergenekon'dan sonra, en az bu iki olay kadar önemlidir...

Yeni bir başlangıçtır...

Muhtemelen, yeni başlayan bu sürecin sonunda, Devlet içinde yuvalanan 'Hocamastik İmamlar Gizli Örgütü' yargılanacak ve cezalandırılıp, tüm dünyada illegal sayılacaktır...

(Neoliberalizmin ulus-devletlere karşı bir saldırı türü olarak, diğer ulus-devletler için de bir ders olarak inceleneceği kesindir!..)

Örgüt, bütün dünyada, şimdi PKK'nın uğradığına benzer şekilde takibata uğrayacaktır ve saklanmak zorunda kalacaktır...
(Sudan'da!.. :)

Bu konuyu yazan gazeteler tiraj aldıkça, diğerleri de daha cesurca yazacaklardır ve önümüzdeki dönemde, Taraf'ın yerini Sözcü gibi bir gazetenin alması mümkündür...

(Taraf, esasen Diyarbakır'da satılıyor ve tirajı 50 bin civarında. Sözcü'nün tirajı artmaya devam ediyor ve 200 bin civarında. Sırf amansız -ama taşdevri tipi- muhalefet yaptığı için, son birkaç ay içinde satışını yirmibin kadar artırdı. Bu haliyle Milliyet, Vatan ve Akşam'dan daha çok okunuyor.)
Gazetecilerin şunu anlamasını isterdim:
Artık Hoca'fendi, AKP ve Kürtçüler başaşağı gidiyorlar...
Yaptıkları tüm katakulliler de bumerang gibi geri dönerek, artık onların aleyhine işleyecektir...

Artık gizli-saklı işler ve katakulli değil, yalan-dolan değil, kurnazlık değil; akıl ve yüksek evrensel kalite belirleyici olacak...

İnsani yüksek değerler belirleyici olacak...

http://konstantiniye.blogspot.com/

DIKKATIMI ÇEKENLER
8 EYLÜL ÇARŞAMBA 2010
SALIH SELÇUK

Zaman kalitesi hakkında...

Şu anda Türkiye'de en önemli konu, "Geçmişten kopmak" konusu...
Türkiye, 60 yıllık geçmişinden kopuyor...
Bu kopuşun iki önemli bileşeni var...
Bunlardan ilki...
Türkiye'nin kaba Kemalist geçmişinden kopuşu...
Daha önce de değindiğimiz gibi, (Bak bu "nakarat" beni sıkmaya başladı...) Türkiye'deki ulus-devlet milliyetçiliği, İkinci Dünya Savaşı sonrasının tornasından geçip incelmediği için, birçok -savaşöncesi- totaliter/vesayetçi özellik taşımaktaydı...
(Ama Kemalizm asla faşizm olmamıştır)
Şimdi bu terkedilmektedir ve önemli ölçüde terkedilmiştir...
Yeni 'Ulus-devlet milliyetçiliği' anlayışı, sahici demokrasiyi içselleştirebileceği bir yerden (ve savaş öncesine has -adeta- dinsiz milliyetçiliği aşarak) yeniden kuruluyor. Türkiye'deki siyasi muhalefet, bu konuda şaşılacak hızda -olumlu anlamda- değişiyor. Bu değişimde samimi dindar insanlar çok önemliler. Türkiye'nin bu konuda yontulmaya ihtiyacı var ve bu görev samimi İslam olanların...
İkincisi...
Eski usul Kamalizmden kopuştan çok daha önemli kopuş, 60 yıllık liberal/neoliberal vasatizmden kopuştur... Bu konu henüz taze olduğundan, kopuşun asıl temasıdır ve sürecin sonunda, betonarme Kemalizm gibi tamamen tarihe karışmış olacaktır...
Tek parti döneminin II. Dünya Savaşı dönemi (İnönü dönemi) sıkıntılarına, faşizan Milliyetçiliğe ve Din üzerindeki baskılara karşı, -ama bu devir sona erdikten sonra- bir muhalefet dili oluşturan liberal/neoliberal yeni elit. Bu kesim, kısaca, Amerikan çağının Türkiye şubesidir ve onunla birlikte başaşağı gitmektedir...
İstanbul'un plansız bir beton deryası haline gelmesinden tutun da, eğitim sisteminin bozulup Türklerin aptallaştırılmasına kadar...
Vasatizmin/torpilin/rantiyeciliğin devri...
Aynı dönemde Japonya iki tane atom bombası yedi, Almanya tamamen yıkıldı...
Yeniden kurulup birinci sınıf ülkeler oldular...
Çünkü kamu malı yiyen bir Japon derhal intihar eder. Alman da bir daha sokağa çıkamaz, gider başka ülkeye...
Böyle hırsız tıynetli "muhafazakar!" tipler Türkiye'de "Makbul adam" oldular!..
Bu tiplerin son versiyonu, artık bu insansıların uç biçimidir:
Lidere/İmama biat etmek karşılığında kamu malını çalma iznine sahip, zırcahil, Menderes devrindeki politikacılar kadar bile kültürden/sanattan nasiplenmemiş, görgüsüz, ağzı bozuk ("Ananı da al git", "konsomatris" vs...) paradan/ranttan başka bir kutsalı olmayan, bunun için İslam'ın ve Tanrı'nın kutlu adını insafsızca kendi çıkarı için kullanabilen, şeyhine itaatkar beyinsiz bir beşer türü...
Bunların temsil ettiği Vasatizm anlayışından kopuş, neoliberalizmin sona ermekte olması nedeniyledir ve dini kendine araç haline getiren anlayışların (zaman kalitesi nedeniyle) terkedilecek olması nedeniyledir...
Kopuş, 2008 sonunda ilk işaretlerini verdi, referandumdan sonraki dönemde çok daha sert ve etkili bir muhalefet, kopuşu hızlandıracaktır...
Fakat bu 60 yıllık tahribatın izlerinin silinmesi mücadelesi daha (on yılı aşkın) sürecektir...
(devam edebilir)

http://konstantiniye.blogspot.com/2010/09/sorunlarn-cozumunde-toplumun.html

Referandum sonuçları...
SALIH SELÇUK
15 EYLÜL ÇARŞAMBA

Bu konudaki "tartışmalar" devam ediyor!..

En komiği, bunun bir AKP zaferi gibi pazarlanmasıdır!..

Olan şudur:

1. Askeri vesayet rejimi anlayışı bitmiştir... (Bunu daha önce burada belirtmiştik)

2. AKP mezarlıkta ıslık çalarak, korkusunu, geçici bir moral üstünlüğe çevirmiştir!..

3. Kılıçdaroğlu'nun -CHP'siz, tek başına bile- Erdoğan'a meydan okuyabildiği görülmüştür...
(CHP, adeta 'Yok' hükmünde... Söylediği hiçbirşey de bulunmuyor. Buna rağmen, oylarını artırıyor!.. -Böyle bir durum var! Ve, CHP'nin tüm beceriksizliğine rağmen bu gerçek artık medya numaralarıyla gizlenemez.)

Şimdi asıl maç baş
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cum May 06, 2016 10:33 pm tarihinde değiştirildi, toplam 9 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Eyl 26, 2010 11:57 pm    Mesaj konusu: BİR YILDAN DAHA AZ BİR ZAMANDA… Alıntıyla Cevap Gönder

BİR YILDAN DAHA AZ BİR ZAMANDA…
Banu Avar
25.Eylül 2010



Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 24 Eylül’de New York’da CFR (Dış İlişkiler Konseyi) adlı örgütün yuvarlak masasındaydı. Ve bu gizli, masonik, ‘dünyayı işgal’ amacı güden Siyonist oluşumun toplantılarına 3. kez katıldı.

1997 de katıldığı toplantıda CFR’nin konusu Refah Partisi idi. Bu toplantı sonrası Refah Partisi içinden AKP doğacaktı.
Nisan 2001 ‘de Abdullah Gül yine masonik / Siyonist örgütün masasındaydı. Bu toplantıdan sonra AKP iktidara çıkacaktı.

AKP sahneye çıkmadan önce yollardaki taşlar CHP ve MHP’ye temizletilecek, bunun için özel bir görevli Kemal Derviş Türkiye’ye gönderilecekti.

Ve 9 yıl sonra Abdullah Gül, Türkiye’nin ‘tarihi virajında’ yine CFR (Council on Foreign Relations) Dış İlişkiler Konseyi masasına oturdu. Görüşmeler GİZLİ olduğu için, toplantı konusu hakkında Türk milletine bir açıklama yapılmadı.


CFR de ne?

Emperyalizm soyut bir kavram. Emperyalizmin eli kolu kafası yok. Görülebilir değil. Görülenler, CFR, Bilderberg, Trileteral mensupları. Küresel şirketlerin ağababaları, CIA nin başındakiler, NATO’nun Rassmussen’i, BM’nin Ban Ki Moon’u, İMF’nin Strauss-Kahn’ı, Brooking Enstitüsünün Kemal Derviş’i, psikopolitikin Vamık Volkan’ı, dünyayı parçalama uzmanı, Martti Ahtisaari, AB başkanı Rompuy ve bunların ülke içindeki uzantıları…

Dünyaya yön veren gizli örgütlerin en tepesinde CFR var. Yani Dış İlişkiler Konseyi (Council on Foreign Relations.) ‘Küresel Memurlar’ başlıklı yazımda yazmıştım:

‘Bu gizli örgüt, ilk paylaşım savaşı sonrası örgütlendi. Dev şirketlerin sahipleri, ve dünyanın en büyük kan emicileri çekirdek bir yapılanmada birleşti. Başkanı, Avrupa’nın en zengini Lord Rothshields’di. En büyük patlayıcı yapan fabrikalar, tüm savaş oyuncakları bu ailenindi.
Hedefleri tarih boyu diğer istilacılarınki gibiydi: Dünyaya ‘Yeni bir düzen’ kurmak, bunun için ulus devletleri ‘bölüp parçalamak!’

1927de Amerika’nın en zengin adamı Rockefeller de onlara katıldı.. Dünyayı bir ağ gibi saracaklardı. Nato ve BM genel sekreterleri de, İMF, Dünya bankası başkanları da, AB yönetimi de, bazı devlet ve hükümet başkanları da bu gizli örgüt tarafından ‘atanmaktaydı’.


CFR yani Dış İlişkiler konseyi, Bilderberg ve Trileteral adlı bu gizli örgütlerin mottosu: ‘Herşey tek dünya devleti için!’dir.. Bunun tercümesi, ‘Herşey çok uluslu şirketlerin çıkarı için’dir.


Örgüt’ün onursal başkanı olan David Rockefeller hedefi şöyle açıklamıştır:

‘Dünyada 200 civarında olan devlet sayısı yakın gelecekte 1000’e çıkacaktır. Dünyada ulus devletlerin modası geçmiştir.. Gelecekte devletler, finans sektörü tarafından idare edildiğinde dünyaya barış ve huzur gelecektir..’


Demekki küresel çetenin bekası için, ulus devletlerin tasfiyesi gerekiyor. Küçük olanı yutmak daha kolay. Bu nedenle ulus devletler önce şehir devletçiklere bölünecek sonra enerji ve madenler, su kaynakları ele geçirilecek. Planın özeti bu.
Planın hayata geçmesi , CFR’ye sadık devşirilmiş ‘siyasiler’e bağlı …

‘AKP’nin tüzük ve programında CFR imzası var.’

AKP bir CFR projesiydi. Amerikan gizli devletinin bir ürünüydü. Arslan Bulut ‘Küresel haçlı seferi’ adlı eserinde yazıyor:
‘New York'tan gönderilen memorandumda belirtilen Türkiye'nin şehir devletlerine ayrılması plânı, AKP Program ve Tüzüğüne hemen hemen aynı ifadelerle’ geçirilmişti. 2001 yılında bu hükümeti kuracak olanlara New York'tan gönderilen memorandumda 'Ankara, yerel yönetimlere otonomi vermek ve millî hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak zorundadır.’ deniyordu.

AKP kuruldu. Program ve tüzük CFR ‘tavsiyesine’ uygundu. Ve 9 yıl sonra gelinen noktada Türkiye yerel yönetimlere ‘geçiş’ konusunda büyük adımlar attı. (Meraklısı Küresel Haçlı Seferinde CFR Memorandum’unun Türkçe ve İngilizcesine bir göz atsın.AKP program ve tüzüğüyle karşılaştırsın.)
Bu adımlar atılırken, küresel çete, başından beri olduğu gibi, sadece AKP ile iştigal etmedi. CHP, MHP ve SP içindeki ‘özel’ kişilikleri de yönlendirdi. Ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel operasyonları ELİTLER eliyle yönetti. BASIN YAYIN ve ÜNİVERSİTELER’de darbeler yaptı.
Bunlara muhalefet edecek olanları Kanada’da beslenen hahamların ve benzerlerinin ‘iddialarıyla’ hapise tıkdırdı. TSK’yı önce NATO’yla zehirledi, ardından diğer CFR uzantılarıyla sızma operasyonuna tabii tuttu.
CFR’ce kurdurulan platformlarda, mesela Global İlişkiler adlı platformda, TSK’nın üst düzey mensuplarından, işadamlarına, siyasilere ve akademisyenlere kadar uzanan ‘seçilmiş elitler’ yeraldı. Bu şeytani plana uzak kalanlar, sahnenin de dışında kaldı. Sahne ışıkları altında olanların hepsi, ‘tek dünya’cı Rothshield/Rockefeller camiasının, periferisinde olanlardı.

‘Herşey Ankara’dan çözülemez!’

Şimdi ‘YEPYENİ’ bir anayasa yolda! CFR federasyon anayasası istiyor! Vazgeçilmezi ‘başkanlık sistemi’. Başbakan bu konuyla referandum ertesini açtı. Sonra birden konuyu kapattı. CFR memurları, ‘henüz erken’ ikazı yapmıştı.
‘Daha yavaş ve dikkatli’ adımlar atılacaktı.
Cumhurbaşkanı Gül, son CFR toplantısından sonra mesajı verdi: ‘Herşey Ankara’dan yönetilemez!’di.
CFR memorandumuna uygun olarak önümüzdeki 1 yıl içinde ‘YERELLEŞME /EYALET SİSTEMİ’ yani Rockefeller /Rothshields ‘Tek Dünyacı’ örgütünün nihai hedefi, fısıltılardan konuşmalara, derken yeni anayasaya geçecek ve gümbür gümbür gelecekti.
Türkiye Eyalet sistemine taşınırken, küreselcilerin en önemli iki aygıtının, Türkiye’yi mekan seçtiğini de açıkladı. Küresel sermayenin başkenti, New York, ilk kez yurtdışında bir ‘EYALET İRTİBAT BÜROSU’ açacaktı. İstanbul, evsahibi olacaktı. Doğu’dan sonra Türkiye’nin batısı da olandan kat kat fazla nitelikli ajan kaynayacaktı.
Yine İstanbul, 2011’de UNPF (BİRLEŞMİŞ MİLLETLER NÜFUS FONU)na evsahipliği yapacaktı. (Bu kurumun yakın coğrafyada özellikle balkanlardaki nüfus manüplasyonu faaliyetleri incelenmeye değer.)
CFR, gizli ve açık örgütleriyle üzerinde çalıştığı, ‘İstanbul merkezli yakın Doğu federasyonu’ ve Diyarbakır merkezli Ortadoğu federasyonu’ vizyonunda adım adım ilerliyor..
.. CIA istasyon şefi Paul Henze’nin ‘Türk halkına sabah akşam ‘federasyondan’ bahsedilmeli, kulakları bu duruma alıştırılmalıdır!’ sözüne uygun olarak televizyon ve gazeteler marifetiyle, ‘federasyon’ ‘yerelleşme’ halk arasında ‘normalleştiriliyor’.

Ve medya ‘Sayın’ APO’nun siyasi bir aktör oluşunu beyinlere çakacak. Bundan sonra hergün her haber bülteninde karşınıza APO ve federasyon söylemi çıkacak

Birkaç ay sonra, 2011’de Türkiye daha sıkışık bir gündemle yaşayacaktır. ‘Zaman daralıyor’ …

Emperyalizmin Türkiye ve bölge planları, bir kukla devletçik ön görüyor. PKK ve siyasi kolu BDP, Barzani ile birlikte CIA ve diğer istihbarat birimleri eşliğinde adım adım ilerliyorlar.
Bunlar ‘boş laf’ olarak niteleyenler, son birkaç günün ‘görüşmelerini özetleyen haberleri alıp duvara yapıştırsınlar!
24 Eylül tarihli Yeniçağ gazetesinde Fatih Erboz haberi:
*Adalet ve İçişleri bakanlıkları ile MİT, Genelkurmay Başkanlığından isimler, Öcalan’la görüşüyor.
*AKP, BDP’yle görüşüyor. BDP , APO’yla görüşüyor.
*PKK, ‘Türkiye ortak düşman!’ şiarıyla İsrail ve Ermenistan’la görüşüyor.
*MİT müsteşarı Hakan Fidan ABD’de CIA ile görüşüyor.
*CIA Direktörü Panetta, Fidan’la görüşme öncesi gizlice İsrail’e giderek MOSSAD Başkanı Dagan’la görüşüyor.

*Bağdat Büyükelçisi Murat Özçelik, Barzani’yle görüşüyor.
*PKK uzantısı STK’lar Barzaniyle görüşüyor.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül New York’da CFR ile görüşüyor.
Muhalefet lideri Kılıçdaroğlu, Avrupa’da ECFR* üyeleriyle görüşüyor.

Halkla kim görüşüyor? CIA uzmanları ve bağlı memurlar halkla en sıkı fıkı ilişki içinde olanlar…

Bu araba devrilir!

Onlar Türkiye’nin iki cepheli bir çatışma ortamına gireceğinden sözediyor. Yani buna hazırlık yapmaktalar. Henri Barkey, ‘Kürt -Türk ve dinci – laik ekseninde çatışmalar’ bekliyor.

‘Dünyayı ele geçireceğiz!’ diyen küresel sermayenin komuta merkezi CFR emriyle, Türkiye hızlı bir virajdan geçiyor.

Sözümüz odur ki, bu virajın sonunda bu araba devrilir. Enerji anlaşmaları, uyuşturucu işleri, krom ve bakır peşkeşleri, Türkiye, İran,Suriye, Irak’ın parçalı haritaları yollara serilir…

Öncelikle, Güneydoğu’da yaşayan PKK ve uzantısı ağaların elinde tarumar olmuş yöre halkı, bu baskı ve zülme ‘yeter’ diyecektir. Ortak dertlerle kavrulan ülkenin her yanında mazlumlar da giderek seslerini yükseltecektir.
Bunu öngören yabancı istihbarat memurları, milli duruşu, Kürt Türk çatışmasında eritmek isteyeceklerdir.

Her unsuruyla Türk halkı, tüm partilerin içindeki vatansever güçler, bir araya gelecek, başımıza örülen çorabı delik deşik edecektir. Ve tüm bunlar 1 yıldan az bir zamanda gerçekleşecektir.

Bana gelen iletilerde sık sık kızgın bir tonda, ‘Çözüm ne onu söyle!’ diyen kardeşlerime sesleniyorum. ‘Çözüm hepimiziz!. O muhteşem pratik zekamızı kullanmazsak… ezilip gideriz!

*ECFR : European Council on Foreign Relations.

banuavar@superonline.com
www.banuavar.com.tr

2011 'Özel' Bir Yıl Olacak!
Banu Avar

Türkiye, bölünmeyi konuşturuluyor!

Türkiye, cemaatleşmeyi konuşturuluyor!

Türkiye,‘neo kemalizmi’ konuşturuluyor!

Türkiye ‘Küresel merkez’ diye parlatılıyor.

Mehmet Eymür, ‘Apo’nun yakında serbest kalacağını’ fısıldıyor. Ekranlarda, gazetelerde başköşede ‘Sayın Abdullah Öcalan’ın basın müşavirleri,,Fethullah Hoca’nın çiftliği muhabbeti. Sinemalarda Saidi Nursi filmleri.Bir yanda irtica, bir yanda bölücüler, bir yanda CFR üstadları. Hepsi aynı kanallara ‘konuşuyor’. Hepsi aynı yöne bakıyor, aynı kapta yiyorlar…Hepsi aynı elin uzantısı.

Batı süreci yönlendiriyor: İktidara da ana muhalefete de aynı anda el atıyor.

İktidar, ‘din ve cemaat’ aracıyla yoluna devam ederken, ana muhalefet ‘Neo Kemalizm’le, Kemalizm’i altedecek!

Yol haritaları veriliyor:

Derhal yeni bir Anayasa yapılmalı!.

İktidarla muhalefet iki partili bir sisteme yelken açmalı!

Muhalefet ‘Neo Kemalizme’ doğru yol almalı!

Neo Kemalizm’le Kemalizmin tasfiyesi başlamalı!

Tüm basın yayın organlarında ‘federasyon’ konuşulmalı, halkın kulağı alışmalı!

Sessiz ve derinden değil, açık ve doğrudan işgal için bir süredir düğmeye basıldı.

2011 özel bir yıl olacak!

2011’de New Yok Eyalet İrtibat bürosu, Birleşmiş Milletler Nüfus bürosu İstanbul’da açılacak. Dünya bankası da İstanbul’a ofis açacak. ‘Faaliyetlerine’ başlayacak.Küresel elit İstanbul’u ‘küresel merkez’ olarak tanımlıyor. Paylaşımcılar akın akın İstanbul’a akıyor.

Yeni Anayasa ile, küresel sermayenin önündeki tüm engeller kalkıyor. Danıştay ve Anayasa mahkemesince engellenen satışlar rahat rahat yapılacak. 2011 Türk halkına ait son kaynakların da el değiştirdiği yıl olacak…. İşçi ve memur artık ağzını açamayacak. Zaten yakın zamanda hepsi GATTS anlaşmaları gereği köleleştirilecek.

ABD Büyükelçiliği Siyasi bölüm diplomatları, yurdun dört bir yanında dolaşıyor. Bursa, Konya, Kayseri il temsilcilikleri açıyor, diğer kentlerde American Corner’lar oluşturuyorlar. Son aylarda Karadeniz’e yoğunlaştılar. Tokat, Samsun ve Amasya'da AKP ve CHP İl başkanları ile toplantılar yapıyorlar.

Bütün üniversitelerde ABD AB tavsiyeleri çerçevesinde kurulmuş ‘eğitim komisyonları’.

Milli eğitim hızla şekillendiriliyor.Bütün bunlar olurken, iktidar ve ana muhalefet elele Kemal Derviş - Vamık Volkan ekseninde dolaşıyor.

Türk halkı hiç bu kadar muhalefetsiz kalmamıştı!

Ana muhalefet olarak adlandırılan parti, çok uzun yıllardır o görevi ifa edemiyor. Son zamanlarda ise açıkca halka RAĞMEN, batıya parmak kaldırıyor.

Bence oturup, Mhp’den Cihan Paçacı ve Mehmet Şandır’ın röportajlarını okusunlar.

Kılıçdaroğlu ve beyin takımı AKP ile uyumlu bir sürece hazırlanıyor. Bu AB ve ABD ile de ‘uyumlu bir süreç’ anlamına gelir.

Kılıçdaroğlu, sarsıcı başlıklarla ‘muhalif’ olmadığını ilan ediyor...

*Kemal Derviş tavsiyeleri doğrultusunda ekonomiyi yönlendireceğini açıklıyor;

*Yedi Düvel emriyle hazırlanacak yeni Anayasa için AKP’den fazla istekgösteriyor;

*Genel af vaadediyor;

* Pensilvanya’ya temenna gönderiyor;

*AB ve ABD elitiyle sistematik ilişkiler içinde ve bunları sağlamlaştırma çabasında;

CHP, yakında Başkanlık sisteminin farz olduğunu, federasyonun kaçınılmaz olduğunu da gündeme taşıyacaktır.

Gerçek muhalifler

Bunca baskı ve yıldırmaya karşın, ortaya çıkabilme cesaretini gösteren küçük anti emperyalist partiler ise , halkı ikna kabiliyetini henüz gösteremiyor. Halkın gönlünü kazanacak netlikte bir ekonomi ve siyaset programını da ‘anlaşılır’ şekilde halka iletemiyorlar. En önemlisi aynı şeyleri savunanlar bir araya gelemiyor ve küçük birimler olarak kendi çevreleriyle yetiniyorlar.

*Halkın canı gönülden onayını alacak bir muhalif kadro, öncelikle, Batı tarafından boynumuza geçirilen boyunduruğu çıkaracağını ilan etmelidir!

*Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin , 1947 de imzaladığı kölelik anlaşmalarıyla girdiği cendereden, NATO ve Gümrük Birliği kelepçelerinden çıkaracağını ilan etmelidir.

*Batıyla, ve doğuyla şimdiki gibi esaret ilişkileri sürdürmeyeceğini, ‘normalleşmiş’ ilişkiler ‘esit’ ilişkiler içine gireceğini ilan etmelidir.

*Topraklarımızın, sınırlarımızın, madenlerimizin, suyumuzun, petrolümüzün yabancılara peşkeş çekilmeyeceği, ve haraç mezat elden çıkarılanlar için çözüm bulunacağı sözünü vermelidir.

*Yabancı şirketlerin her yanında altın, gümüş, krom, bakır, petrol, gaz aramalarına son vereceğini açıkca ilan etmelidir. BU KAYNAKLARDAN, HALKIN REFAH İÇİNDE YAŞAMASINI SAĞLAYACAK ŞEKİLDE NASIL FAYDALANILACAĞINI SOMUT OLARAK AÇIKLAMALIDIR.

*Bu birimlerin liderleri bir araya gelmeli ve ortak bir deklarasyona imza atmalıdırlar.

Bakın, Attila İlhan 39 yıl önce bugün, 30 Eylül 1971’de ‘Solu Kurtarmak’ başlıklı yazısında, ‘Atatürkçü solun ilkelerini’ Şevket Süreyya’dan alıntılamış:

İşte bu ilkeler:

‘-Antiemperyalizm. Kayıtsız şartsız bağımsızlık yanlısı olmak. Milli istiklale hiçbir yabancı kuvvetin gölge etmemesini sağlamak;

-Yabancı sermayenin ekonomik imtiyaz ve kontrollerine karşı kayıtsız şartsız direniş;

-Kayıtsız şartsız halk hakimiyeti, milli iradeyi hakim kılmak;

-Milli misak (milli yemin)sınırları içinde milli vatan;

-Milli gurur, başka milletler karşısında her türlü aşağılık duygusundan silkiniş;

-Siyaseti bir spekülasyon konusu olarak değil, bir program, organ ve inşa işi olaral ele almak;

-Din ve dini inançları mutlak olarak siyaset dışı bırakmak;

-Her türlü dogmatizme karşı direniş;

-Laf yerine İŞ.’

Bakalım gerçek muhalifler halkla ve birbirleriyle buluşmayı başarabilecekler mi?

2011 çok özel bir sınav yılı olacak!

banuavar@superonline.com
Kaynak: www.banuavar.com

1.10.10
SELÇUK SALIH CAYDI
Fatima'nın Üçüncü Sırrı, Rusya ve olası savaş hakkında irrasyonel notlar

26 Temmuz 2000 yılında, on yıl önce, bugünkü Papa Benedictus, (o zamanki adıyla Kardinal Ratzinger) Fatima'nın üçüncü sırrını, (Vatikan'ın resmi versiyonunu) açıkladı. Bu kutlu olayın üç şahidinden biri olan rahibe Lucia'nın, Papa'ya verilmek üzere el yazısıyla yazdığı ve üç sırrı açıkladığı üç mektup, bugün de özel önem arzediyor. Üç küçük çocuğa söylendiği üzere, üçüncü sırrın, en geç 1960 yılında Vatikan tarafından açıklanmış olması gerekiyordu. Fakat günümüze kadar garip bir şekilde gizli tutuldu. Gizli tutulmasının kronolojisine de bakacağız. Bu üç mektubu, üçüncü sırrı ve bugünkü muhtemel anlamını konuşmalıyız.

Konu, ilgilenen herkesin malumu olmasına rağmen yeniden anlatalım...
13 Mayıs 1917 günü, Portekiz'in batısında, Lizbon'a yaklaşık yüzelli kilometre uzaklıkta, Fatima'nın dışındaki Aljustrel köyünde bulunan 'Azize İria (İrene) mağrası'nın önünde kuzularını otlatan üç çocuk...
Çocuklar kuzularını bir arada tutmaya çalışırken, gökte bir ışık peydahlanır ve içinden, beyazlar giyinmiş çok güzel bir kadının indiğini görürler. Kadın çocuklara, onları Cennet'e götürmeyi vaadeder ve her ayın onüçünde mağranın önüne gelmelerini söyler. Çocuklardan ikisini, yakında yanına, Cennet'e alacağını anlatır. O tarihte Lucia 10 yaşında, Francisco 9 yaşında, kızkardeşi Jacinta 7 yaşındadır. Çocuklar kendi aralarında, yaşadıkları olayı kimseye anlatmamaya karar verirler, ama en tıfıl olanları, dayanamayıp ağzından kaçırır, yaşadıklarını annesine anlatır.
Çocuklar, sözleştikleri gibi her ayın 13'ünde mağranın önüne gitderler, ama her seferinde arkalarından binlerce kişi, çaktırmadan onları gözler. Üçünün mağranın önünde birlikte diz çöküşlerini, göğe bakışlarını halk görür. Üç çocuğun tam üzerinde beliren küçük bir bulutun zaman zaman yere doğru nasıl inip onları nasıl kuşattığına, Güneş'te olan değişikliklere vs. tanık olur. Olay sırasında (çocuk olmayanlar) yetişkinler, çocukların gördüğü kadını görmezler, ama olağanüstü birşeyler olduğunu hissederler... Muzazzam bir mutluluk duygusu... Bazılarını kendinden geçirecek kadar büyük bir mutluluk duygusu... Hissettikleri budur.
Çocuklar, 1917 Ekim ayının 13'ünde son kez mağranın önüne giderler. (Arkalarında onları izleyen en az ellibin insan vardır)
Bu olaydan sonra, çocuklardan Francisco 1919'da, kızkardeşi Jacianta da 1920'de hayattan uçup giderler. En büyükleri Lucia, Sırrın ulağı ve koruyucusu olarak yaşamaya devam eder.

Lucia rahibe oldu ve 13 Şubat 2005'de, saat 18.25'de Coimbra'da hayata gözlerini yumdu.
Şimdi, çocukların anlattığı ve resmen Vatikan tarafından da doğruluğu kabul edilen olaya geri dönelim.
Işıklar içinde havada duran beyaz giysili Kadın, "Ben Gökyüzü'nden geliyorum" der ve çocukların en büyüğü Lucia'ya, insanların işlediği sayısız günaha tövbe edebilmeleri için Tanrı'ya karşı büyük bir özveride (kurban) bulunmak isteyip istemediğini sorar. Sonra aynı soruyu diğer çocuklara da sorar. "(Kutsala) yapılan onca hakaret ve küfürden, Hz. İsa'nın annesi Meryem'in lekesiz kalbini ferahlatmak için ve hoşnut kılmak için, özveride bulunmaya hazır olup olmadıkları"nı da sorar. Üç çocuk, hazır olduklarını söylerler.
Ufaklıklar, 13 Haziran 1917 günü mağranın önüne geldiklerinde, bu kez Hz. İsa'yı görürler. Ve ilk kez çocuklardan biri, Lucia, cesaret edip, ışıklar içindeki peygambere bir soru sorar. Sonra peygambere, "Benim lekesiz kalbim seni asla terketmeyecek" der.
Bu söze ve daha sonra konu hakkındaki konuşmalara, yorumlara bakarak, ortada bir 'Unutmak' sorunu olduğunu anlıyoruz. Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyecek olursak, insanlar, Tanrı'ya ve kutsala, (onların en irrasyonel ve "inanılmaz" halleriyle) inanmayı unutuyorlar. Buradaki unutkanlık en başta, görsel yanı da olan tören/ibadet gibi renkli yanların unutulmasıdır ve Tanrı'nın yerine, sözel bir 'kitabi modern ahlak' lafazanlığının geçirilmesidir ve Tanrı'nın bu sözel/entelektüel lafazanlıktan soyutlanarak, bir tür "hurafe" sevitesine indirgenmesidir. Dinin rasyonelleştirilip, materyalist bir kurallar bütünü haline getirilmesidir. Yani kısaca, "Masal" sayılmasıyla ilgili bir durumdur. Bu blogda daha önce de söz edildiği üzere, görsel akıl ve sözel akıl arasındaki denge, ikibin küsür yıldır bozulmaktadır ama modern kapitalizmin ortaya çıkmasıyla bozulma hızı katlanarak artmış ve sözel akıl günümüzde tam bir üstünlük sağlamıştır. Bu dengenin yeniden sağlanması yönündeki gelişmeler (inancın, sanatın/müziğin önemsenmesi vs.) bugün, dünden daha önemlidir (ve insanlığın kaderini değiştirmesiyle ilgili bir durum olduğu anlaşılmaktadır).
Yani bazılarının sandığı gibi; dini ve inancı, entelektüel/rasyonel gevezelik seviyesine (sözel akla) hapsetmek, dinin ruhuna aykırı olmaktadır. Modern insanın konteksine uymayan şeyi "yok" sayması ve dinin/inancın da modern insana uydurulması, insana yapılan bir iyilik olMAmaktadır. (Güncel "cemaat dindarlığı"nın her türlü sanatı dışlayan ideolojik kuru yapısı, özünde dinle hiç alakasının olmadığına kanıttır.)

13 Temmuz 1917'deki buluşmada, Hz. İsa'nın annesi Meryem üç çocuğa, çok kısa bir süreliğine Cehennem'i gösterdi. Bu görüntüyü, Lucia'nın el yazısıyla 31 Ağustos 1941 yılında Papa'ya yazdığı iki sayfalık mektuptan okuyalım.
Fatima'nın Birinci ve İkinci Sırrı:
"Burada Sır hakkında birşeyler söyleyeceğim, ilk soruyu yanıtlamak zorundayım. Sır hangisi? Bunun için Tanrı'nın izni olduğu için söyleyebileceğimi sanıyorum. (...) Bu yazı kısa olmalı, fazla uzun olmamalı, en gerekli olanla sınırlı olmalı. (...) İkinci mektubumda, beni 13 Hazirandan 13 Temmuz'a kadar çok rahatsız eden kuşkuyu ifade etmiştim. (13 Temmuzda) o sıkıntı tamamen yok oldu. Tamam öyleyse! Sır, ikisini şimdi açıklayacağım üç farklı bölümden oluşuyor. İlk bölümü, Cehennem'in görüntüsüydü. O sevgili kadın bize, yerin dibinde olduğu anlaşılan büyük bir ateş denizi gösterdi. Bu ateşe batmış halde şeytanı ve oradaki ruhları gördük; sanki siyah veya kahverengi şeffaf, insan şeklinde kor gibi yanmaktaydılar. Ateşlerin içinde, büyük yangınlarda sıçrayan kıvılcımlar gibi savrulup durmaktaydılar. Bir ağırlığa veya dengeye sahip değildiler, çaresizlik içinde feryat ediyor, acı çığlıklar atıyorlardı. şeytanların onlardan farkı, korkunç, dehşet uyandıran görünümleriydi, bilinmeyen türde hayvanlar; ama onlar da siyah ve şeffaftılar. Bu görüntü sadece bir an sürdü. Bizi Cennet'e götürmeye söz veren kutsal Annemize şükürler olsun (birinci görüşmemizde söz vermişti). Eğer bu böyle olmasaydı, o an korkudan ve dehşetten ölürdük sanıyorum. Bakışlarımızı, hüzünlü bir sevecenlikle konuşan o sevgili kadına yönelttik. 'Zavallı günahkarların ruhlarının gittiği Cehennemi gördünüz. Onları kurtarmak için Tanrı, benim lekesiz kalbimin ifade bulması için dua/ibadet edilmesini istiyor. Size söyleyeceklerim yapılırsa, birçok ruh kurtarılabilir, barış olabilir. Savaş(lar) bir son bulabilir. Ama Tanrı'ya hakaret etmeye bir son verilmezse, Papa XII. Pius'un döneminde başka, daha kötü bir savaş başlayacak. Eğer bir gecenin bilinmeyen bir ışıkla aydınlatıldığını görürseniz, bilin ki bu, Tanrı'nın size vereceği büyük işaretidir. Savaşlar yoluyla neden olduğunuz kötülükler nedeniyle, (kıtlığın neden olduğu) açlık nedeniyle, inananların ve Tanrı'nın kovuşturmaya uğraması nedeniyle, Tanrı'nın sizi cezalandıracağının işareti. Bunun olmaması için geleceğim; ayların ilk pazartesi günlerinden (birinde) benim lekesiz kalbim adına Rusya'nın kutsanması töreni talep edeceğim. Benim isteğim yerine getirilirse Rusya (inanca) dönecek ve barış olacak. Bu olmazsa, yanlış öğretilerini tüm dünyaya yayacak, savaş olacak ve inananlar kovuşturulacak. İyiler çok acı çekecek, Tanrı çok acı çekecek, birçok millet yokedilecek. Ama sonunda, benim lekesiz kalbim zafer kazanacak. Kutsal Tanrı bana, inanca dönecek Rusya'yı adıyor. Ve dünyaya, Barış'ın devrini hediye edecek.'"

Birinci ve ikinci sırrı anlatan mektubun orijinalleri:

http://www.vatican.va/roman_curia/congregations/cfaith/img/Fotoc-tr.gif
http://www.vatican.va/roman_curia/congregations/cfaith/img/Fotod-tr.gif

Fakat nedendir "bilinmez!" -Lucia'nın ilettiği bu istek asla gerçekleştirilmemiştir. Yani hiçbir Papa, bütün kardinalleriyle birlikte (bu da Meryem tarafından şart koşulmuştur), Rusya'yı takdis etmemiştir ve bu istenen şartları tam anlamıyla yerine getiren herhangi bir dua/ibadet töreni asla yapmamıştır.
Lucia, Üçüncü sırrı bazı önemli rahiplere anlatmıştır. Öğrenenlerin, tam bir panik ve korku hali yansıttıkları, çeşitli nedenlerle üçüncü sırrın açıklanmasını istemedikleri görülmüştür. Daha da ilginci, Papa'ların Lucia'ya konuşma yasağı koymalarıdır. Böyle garipliklerin haddi hesabı yoktur.
Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından önce 1990 yılında -mektuptaki şartlara tam uymayan- bir dini ayin yapılmıştır ve ayinde Rusya'nı adından bahsedilmediği halde daha sonra Rusya'nın da takdis edildiği söylenmiştir (-isteğe en yakın tören budur). Bunlar yaşanırken rahibe Lucia, gözyaşları içinde sürekli, tam bir ayinin yapılması için Vatikan'a yalvarmıştır.
Lucia, daha 1929'da, bir vizyon görmüş, Rusya için bir ayinin artık yapılması gerektiğini kiliseye iletmiş. O tarihten sonra Fatima, Hristiyanlığın en önemli merkezlerinden biri haline gelmiş olmasına rağmen, Hristiyanlar Vatikan'a milyonlarca mektup gönderilip Meryem'in istediği ayinin yapılmasını istenmiş olmalarınına rağmen ayin asla yapılmamıştır.
Diğer dikkat çekici olan, İlk iki sırrı anlatan mektuplardaki el yazısıyla üçüncü sırrı anlatan mektupdaki elyazısının oldukça farklı olmasıdır. Üçüncü sırrın Vatikan tarafından tahrif edildiği veya sansürlendiği konusunda yaygın bir kanaat var.
Üçüncü sırrın araştırılmasında, rahibe Lucia'nın ölüm anından yola çıkarak geriye doğru araştırma yapan iki profesyonel astroloğun tahminleri dikkate değer. Araştırma, sırrın neden gizli tutulduğu hakkında bazı ipuçları veriyor.

Sırrın yazılmasına rağmen1943 Eylülünde Lucia fana halde hastalanıyor ve Portekiz'deki kardinal, Lucia'nın ölebileceğini düşünerek, üçüncü sırrı yazmasını emrediyor. Ama Lucia, iki ay boyunca çabalamasına rağmen sırrı bir türlü yazamıyor ve buradan, yazmaması gerektiği sonucunu çıkarıyor. Sonra gene bir vizyon görüyor ve Bakire Meryem ona, sırrın daha sonra, ama mutlaka 1960'dan önce açıklanmak üzere yazıya geçirilmesini istiyor. Lucia üçüncü mektubu 1944 Ocak ayında yazıyor. Sırrın yazılı hale getirilmesine rağmen Papa XII. Pius, 1946'da bütün dünyayı kutsuyor, ama Rusya'yı kutsamıyor. (Daha sonra anlaşıldığı üzere Sovyetler Birliği'ni kızdırmamak, husumetini üzerine çekmemek için -siyasi nedenlerle!)
Papa 1952'de "Tüm Rus Halklarını" kutsuyor, ama bu kez de tüm kardinalleri yanında değil.

1957'de Meksikalı bir din görevlisi, rahibe Lucia ile bir söyleşi yapıyor. Lucia, Rusya'nın aynen Meryem'in dediği gibi kutsanmaması halinde milletlerin bile öleceği büyük bir falaket yaşanacağını söylüyor. Zarf içinde 1960 yılına kadar açılmadan durduğu anlaşılan mektubu yazlık köşkünde okuyan yeni Papa XXIII. Jean, mektubun zarfına konulup kapatılmasını ve bir daha asla açılmamasını istiyor. Papa'nın sırrı açıklaması gerektiğini bilen baş sekreteri, buna fena halde içerliyor, ama Papa kararını geri almıyor. Sovyetler Birliği ile yakınlaşma politikası izleyen Papa'nın tutumu tam bir soğuk siyasi karardır. Papa olmadan önceki adıyla Angelo Giuseppe Roncalli, 1935'den 1944 yılına kadar Türkiye'de yaşamıştır, 1958'den 1963'e kadar papalık yapmıştır ve Türkiye'de 'Türk Papa' adıyla da tanınır.
Fakat ondan bir sonraki Papa VI. Paul, mektubu okuyor ve atom silahlarına sahip ülkelere birer diplomatik mektup gönderiyor. Üçüncü sırrın etkisinde yazıldığı anlaşılan mektuplar, büyük ölçüde yumuşatılmış olmasına rağmen, üçüncü sırrın ruhu hakkında bazı ipuçları veriyor.
Papa'nın bu diplomatik mektuplardan biri, 15 Ekim 1963'de, Avrupa'da bir dergide (Neues Europa) yayımlanıyor. Mektupta şöyle deniyor:
"Dünya inanca dönmezse, 20'inci yüzyılın ikinci yarısında büyük bir ceza görünüyor. şeytan, en yüksek yönetici makamlara, hatta kiliseye bile hükmediyor. İnsanlığın yarısını dakikalar içinde silebilecek miktarda silah üretiliyor. Kilise de kendi içinde bölünmüş/karışmış durumda. Kardinaller kardinallere karşı. Gökten ateş gelecek. Okyanuslar buharlaşacak. Milyonlar ve milyonlar ölecek. Zorluk olacak. Kalanlar, inananlar olacak."
Şimdi, Vatikan'ın (Kardinal Ratzinger'in) açıkladığı, Papa II. Jean Paul tarafından kamuoyuna açıklanması emredilen, Fatima'nın üçüncü sırrını anlatan mektuba bakalım...
Vatikan'ın açıkladığı mektuba (versiyona) göre rahibe Lucia şunları yazıyor:
"Tanrı'ya olan sadakatımla, ekselanslarına ve saygıdeğer Leiria kardinaline ve size benim en kutsal anneme (Meryem'e).
Size iki bölümünü anlattıktan sonra, sevgili kadının solunda, ondan biraz daha yüksekte bir melek gördük. Melek sol elinde ateşten bir kılıç tutuyordu. Kılıçtan, sanki dünyayı yakacakmış gibi kıvılcımler ve alevler çıkıyordu; ama, sevgili Kadınımızın ışığını sağ eliyle (kılıca) dokundurunca alevler söndü. Melek, sağ eliyle dünyayı gösterip bağırdı: 'Tövbe, tövbe, tövbe! (edin)' Ve muazzam bir ışığın içinde -ki (ışık) Tanrı'dır, önünden geçerken bir an aynaya yansıyan bir kişi gibi', beyazlar içinde bir kardinal (din adamı) gördük. Onun kutsal Babamız (Papa) olduğunu anladık. Birçok başka kardinal, papaz, yolun adamları ve kadınları, din adamları, zirvesinde kabukları ayrılmamış kaba ağaçtan yapılmış haç bulunan dik bir dağa tırmanmaya başladılar. Oraya varmadan önce kutsal Baba, bir şehrin içinden geçti. Şehir yarı yarıya yıkılmıştı, titreyerek ve üzüntüden yalpalayan titreyen adımlarla yürüdü, yolunun üzerindeki ölülerin cesetleri önünde dua etti. Dağa geldiğinde büyük haçın önünde diz çöktü. Orada, ateşli silahlar kullanan ve ok atan askerler tarafından öldürüldü. Aynı şekilde yavaş yavaş diğer din adamları, çeşitli sınıflar ve mesleklerden diğer dünyevi adamlar, kadınlar da öldürüldüler. Haçın iki kolunun altında, her birinin elinde kristal ibrik olan iki melek bulunmaktaydı. İbriklere, şehitlerin kanını topladılar ve Tanrı'ya yaklaşanların ruhlarını suladılar.
3 Ocak 1944"

Üçüncü sırrı anlatan mektubun orijinali:

http://www.vatican.va/roman_curia/congregations/cfaith/img/Fotog-tr.gif
http://www.vatican.va/roman_curia/congregations/cfaith/img/Fotoi-tr.gif
http://www.vatican.va/roman_curia/congregations/cfaith/img/Fotoj-tr.gif

Bu sırrın onca yıl yasaklanıp rahibe Lucia'ya sus emri verilmesinin nedeni, sadece Papa'nın öldürüleceği kehaneti veya Papalığın ortadan kalkacağı kehaneti olabilir mi? Bu soru, kehanetin resmen 2000 yılında açıklanmasıyla yanıtlanMAmış görünmektedir. Nedenin bu olamayacağı hakkında sayıda iddia var. Ayrıca üç sırrın sembollerini, sözlerini ve muhtemel anlamını da konuşmalıyız.

Burada ısrarla Rusya'nın takdis edilmesi isteği üzerinde durmak, bunun neden -özellikle- 1960 yılına kadar gerçekleşmesinin istendiğine bakmak zorundayız.
Tabii bu tarih kesin bir tarih değildir. "En geç 1960'da olmak üzere" denmiştir ve buradaki 1960 tarihinin önemi, dünyaya belli bir ruh halinin iyice hakim olmasıyla ilgili bir durumdur. Böyle konular, bir denge meselesidir. Bir ruh hali bir noktaya kadar, değiştirilebilir bir durumdur, ama belli bir yoğunluk kazandıktan sonra değiştirilmesi artık çok zor olur.
13 Mayıs 2000'de kardinal Serafim, sırrın Fatima'da, bizzat Papa tarafından açıklanacağını söylemesine ve Papa II. Jean Paul'un Fatima'ya gelmesine rağmen, beklenen açıklama yapılmadı. Bu spekülasyonlara neden olmuştu -Papa açıklamasının, bazı "güç merkezleri!" tarafından engellendiği söylenmişti... Doğrusu, bir kişinin veya "gücün" doğrudan engellemesinden çok, bir mantalitenin bunu engellediğidir! Bu mantalitenin ifadesi şöyledir: "Bu çağda böyle hurafelerle uğraşmanın lüzumu yok!" Papa II. Jean Paul de, kilisenin içinden gelen bu tip "rasyonel" gerekçelerle, sırrı açıklamamıştır. Onun yerine, İncil'deki Kıyamet'le ilgili bölümleri okumakla yetinmiştir -ki bu da bir açıklamadır aslında...

Neden 1960'a kadar? Bunun yorumu şöyle olabilir:
Eğer o tarihe kadar büyük çaplı bir takdis töreni yapılsaydı, bir zamanların büyük Ortodoks Hristiyan ülkesi Rusya'da, inancın önemi yeniden anlaşılabilirdi ve bu -şimdi bilemediğimiz- bazı önemli olayları tetikleyebilir veya değiştirebilirdi. En önemli değişiklik de -kuşkusuz- bozuk sözel/görsel akıl dengesinin (beynin sol ve sağ odaklı düşünme biçimi dengesinin) daha da bozulmasını engelleyebilirdi. Bugün, -kötü kullanmaya son derece yatkın sözel aklın, (katakulli formatında) vicadanı bile rahatlıkla çiğneyebildiğini biliyoruz, her türlü haltı yiyip buna sözel "izahat" bulabildiğini, insanları buna inanabildiğini biliyoruz.
Asıl soru şu: İnsanlar, geri dönebilecekleri eşiği aştılar mı? Tövbe edip haala değişebilirler mi?
Buradaki asıl mesele de şudur: Rahibe Lucia'nın anlattıkları, ne zamandan itibaren "hurafe" sayılmaya başlanmıştır?
Bu soruya en somut yanıtı, bugünkü Papa Benedictus vermiştir. Papa olmadan önceki adıyla Kardinal Ratzinger, entelektüel bir din adamıdır. Birçok kitap yazmıştır. Ama Rahibe Lucia'nın mektupları hakkında şöyle bir açıklama yapmıştır: "Sırrın son (bölümü), Lucia'nın dini kitaplarda görmüş olabileceği resimleri andırıyor ve inancın eski şeklinden üretilmiş gibi duruyor." Yani, artık böyle "naifliklere!" inanmamaktadır -tıpkı bugünün İslamcılarının da inanmadığı gibi. Tabii inanmamayı akıl, daha öncesinin inanan insanlarını da saf sanıyorlar. (Acaba sahiden öyle mi?!)
İşte artık Papa'nın bile benimsediği bu yeni ve baskın "gerçekçi!" mantalite, eski "saf!.." mantaliteden insanların şahsında neyi kaybettiğinin hiç farkında değil.
(Ve "gerçekçi!" olmayan, açıklayamadığı felaketler yaşamaya başlarsa çok şaşırabilir!.. İşin kötüsü, ne yapıp edip bundan kurtulabileceğini de bilemeyecek -çünkü "saf!" işaretleri dikkate almayacak kadar "gerçekçi"ler!..)

Lucia, insanlığın olası cezadan kurtulması için, ölene kadar ısrarla, Papa'nın sırrı açıklamasını istemiştir. Böyle bir açıklamanın zamanında yapılması halinde nasıl bir etki yapacağını, Papalar malesef anlayamamıştır. (2000 yılında da pek kimse "işinden fırsat bulup", kafasını kaldırıp bakmamıştır, ciddiye almamıştır!..)
En dikkat çekici olan yan da, 'o geri dönülmez nokta aşıldıktan sonra', Rusya'nın, "ceza için araç olarak kullanılacağı" uyarısıdır.
1960 tarihiyle ilgili bazı başka "rasyonel" notlar da düşebiliriz.
Türk Papa XXIII. John, 1960 yılında rahibe Lucia'ya, üçüncü sır hakkında konuşmayı yasakladı.
1962 yılı Ekim ayında, ikinci Vatikan konsilinden önce Papa XXIII. John Sovyetler Birliği ile anlaşarak, Sovyet rejimini -dindarları kovuşturduğu için- kınamayacağı konusunda söz verdi.
Vatikan Konsili, kilisenin daha önceki tarihi geleneğiyle olan bağları kopardı. Bundan sonra Vatikan ile Sovyetler Birliği arasında bir dialog dönemi başladı. Papa XXIII. John, 3 Haziran 1963 günü öldüğünde, önündeki masanın üzerinde, Lucia'nın üçüncü sırrı anlattığı maktubu durmaktaydı...

Lucia, ölümünden bir süre önce 2004 yılında, Portekiz'deki Coimbra'dan dünyanın dörtbir yanındaki Hristiyan manastırlarına birer yazı gönderdi ve artık her gün dua edilmesini istedi, yoksa "yakında çok büyük bir felaket olacak" diye uyardı. Vatikan'a bomba gibi düşen bu haber üzerine Roma'dan bir kardinal apar topar Portekiz'e gönderildi. Kardinal, rahibe Lucia'yı susması için ikna etmeye çalıştı, "yoksa dünyada büyük bir panik çıkabileceğini" söyledi. Lucia, 2005 Şubat ayında dünyadan uçup gitti. Vatikan, Lucia'yı ömrü boyunca susturmayı başardı ama bir şeyi gizleyemediği: Lucia'nın ölüm yeri, tarihi ve saati.
İki astrolog, ölüm tarihinden geriye doğru, Lucia'nın çocukluğuna bakarak, 13 Mayıs 1917 gününden 13 Haziran 1917 gününe kadar, Meryem'in onları çağırdığı günlerin astrolojik kostruksiyonunu çıkardı. Daha önce araştırılmış olduğu üzere bu astrolojik yöntem, özel bir ritm öğretisine göre dönemi geriye doğru değerlendirmeye olanak tanıyor. Astrologlar, buradan yola çıkarak bazı temel tesbitlerde bulundular. Dönemle ilgili çok sayıda kehaneti de bilmek koşuluyla, bazı şeyler söylenebilir. Bu genel tesbitler, Tanrı'nın insanlardan istediği değişimi yapmMAmaları halinde dünyada neler olabileceğini tahmin etmeyi kolaylaştırabilir.
Buna göre Lucia'nın 1956 yılından itibaren, öldüğü 2005 yılına dek, tek bir konuya odaklandığını düşünen astrologlar, "apokaliptik bir heyecan" tesbit ediyorlar ve Vatikan'ın olayı önemsizleştirmesiyle çelişen önemde çok yoğun bir durum tesbit ediyorlar. Burada astrolojik detaylar bizi ilgilendirmiyor ama şu kadarını -diğer kehanetlerle de uyuştuğu için- belirtmekte fayda var: "Çok geniş alanda büyük ve geleceği tam anlamıyla belirleyecek bir yıkım"a işaret eden bir durum teşhisi yapıyorlar. Uyarının Vatikan tarafından dikkate alınmamasını, "Büyüklük kompleksi, kibir" olarak yorumluyorlar. Daha ilginci, Vatikan'ın teorik olarak evsahibi sayılan Hz. İsa ile, şu andaki Vatikan yönetiminin tamamen çeliştiğini ve Vatikan'ın yabancı bir konteksin etkisinde olduğunu tesbit ediyorlar. (Meryem çocuklara, Vatikan'ın da din karşıtlığının kontrolüne girebileceği uyarısında bulunmuştu)
Astrologlar, Lucia'nın yaşadığı günün -zaman kalitesi bakımından- bir benzerinin 19'uncu yüzyıl ortasında yaşandığını keşfediyorlar. Tam da o dönemden kalma bir kehanet var ve o kehanet şöyle diyor: "Titreyin. Siz, kendi içinden Tanrı'ya değil de kendine tapanlar. (...) İnsanlar tövbe edip düzelmezlerse, Tanrı tüm insanlığa büyük bir ceza verecek. Bu ceza, tufandan daha büyük olacak, dünyada hiç kimsenin görmediği gibi olacak."
Astrologlar, mundan astrolojinin (siyasi astroloji) de yardımıyla olası felaketin bir de dünya haritasını çıkardılar. Ayrıntılar gerçekten ilginç (ama burada, sadece Avrupa'yı ilgilendiren kısmına ucundan değinebiliriz)
Kısaca özetlemek gerekirse bu, Rusya'nın baş rolü oynadığı büyük bir savaş haritasına benziyor.
(Astrologların "açıklayamadığı" bazı olaylar da var. Mesela İngiltere nasıl olup da devasa tsunamilerle baştan başa sular altında kalabilir?! Ancak Kuzey Denizi'nde patlayacak bir hidrojen bombası, buna yol açabilir. Ya da şimdi kimsenin "inanamayacağı" cinsten bir olay/durum/tesadüf!..)
1. Savaşa karşı olmak, elbette kesin ve ödünsüz bir duruş olmalıdır...
2. Sözkonusu değişimin olması için her alanda samimi çaba gerekiyor...
(Değişim, -bugünün "hakim" diliyle ifade edecek olursak- özünde, insanın dünyadaki yaşama koşullarını ortadan kaldıran bir düşünce bozukluğuna radikal bir şekilde son vermek, değiştirmek olayıdır.)
3. Ve tabii Tanrı'ya dua etmek gerekiyor...
(Tabii bazıları için haala bir anlam ifade ediyorsa!..)

http://konstantiniye.blogspot.com/

Serdar Akinan
Emareler çoğaldı

KCK davasının önemini bir kez daha anlatmaya bilmem gerek var mı?
AKP içinden birilerinin Kürt siyasetini dizayn etmek için planladığı ve yürürlüğe soktuğu son derece hatalı bir plandı.

''Şahinleri içeri tıkalım'' dediler.
Dinlemelerle bir terör örgütü yarattılar.
Size bir şey hatırlatıyor mu?
Bildiniz... Ergenekon...

Medyada ele alınış biçimine bakınca da aynı koronun bu kritik davayı sulandırmaya çalıştığını görebilirsiniz.

Fakat Kürt meselesinde KCK dosyası açmazının bir medya korosuyla susturulamayacak kadar önemli bir etkisi var.

Hareket alanını genişletmek için sürülecek tarladaki taşları ''suç'' ve ''suçlu'' üreterek temizleyen iktidar, Kürt meselesinde büyük çuvallayacak.

Genel itibarıyla gidişata dair derin bir kaygım olduğunu ısrarla paylaşıyorum.
12 Eylül referandumunun en önemli sonucu oy oranları mıydı?
Hayır.

Kürtler adına siyaset yaptığını söyleyen heyetin bu ülkede bir coğrafyayı tuttuğunun tesciliydi.

Yani?
Yanisi şu: Siz, HSYK gibi son derece kritik bir kuruma atama yaptırabilirsiniz.
''Efendim, birileri bağırır çağırır... Nasılsa susarlar...'' diyebilirsiniz.

Türban meselesinde top çevirebilirsiniz...
Ergenekon davasında suçluluğu bir türlü kanıtlanamayan insanları aylarca içerde tutabilirsiniz.

Hoşunuza gitmeyen ve çıkıp gerçekleri yazan bir emniyet müdürünü, göz göre göre, sol örgüt üyesi diye içeri tıkabilirsiniz.

Ama bu KCK işi öyle değil...
''Silahı bırakıp de gelsenize'' diyorsunuz...
Adam gelir mi? Salak mı?
5000 tane adam elinde hafif silahlarla dünyanın en güçlü ülkesini yıllardır meşgul ediyor mu?
Ediyor...

Lideri, cezaevinden tek bir cümleyle senin sokaklarını karıştırabiliyor mu? Karıştırıyor...

Kürt siyasetini belirliyor mu? Belirliyor.
AKP, hemen her sorunlu alanda, ''Ben yaptım oldu'' diyor...
AKP, Kürt meselesinde muhatap olduğu aktörlerin gücünün farkında değil.
Kısa vadede ne demek istediğimi göreceksiniz.

http://www.aksam.com.tr/2010/10/20/yazar/19178/serdar_akinan/emareler_cogaldi.html


SELÇUK SALIH CAYDI
28.10.10
Çin'de buz devrine hazırlık!..

Çin'de kış günlerine kadar yaz tatili yapılabilen sıcak sahillerde şok kış başladı.

Bu yıl tıpkı Rusya gibi Çin de buzul çağını aratmayacak şiddette bir kış bekliyordu -ama kış beklenende erken geldi...

Antalya'yı aratmayan sıcak sahiller karlar altında...

Çin basını "mini buz devri"nden bahsediyor!..

Bakalım kış nasıl geçecek...

http://konstantiniye.blogspot.com/

Kriz kahini Roubini Cape Town'da yaptığı açıklamalar da yine kara bir taoblo çizdi
03.11.2010



Krizin kahini Roubini gelişmiş ekonomilerin anemik büyüme sorunu yaşadığını yeniden dile getirdi.
ABD’de konut sektöründe fiyatlarları istenilen düzeye gelmediğini kaydeden New York Üniversitesi ekonomi profesörü Nouriel Roubini, Cape Town’da yaptığı konuşmada ABD büyüme rakamlarının da yıl sonunda yüzde 1 seviyelerinde olacağını dile getirdi.
Sandık heyecanı yaşayan ABD’de Temsilciler Meclisi Cumhuriyetçilerin kontrolünde daha fazla teşvikin önünü kapatıyor diyen Roubini, çift dipte FED’in parasal genişleme rakamının etkili olacağını söyledi.
Ekonomik iyileşmede U şekilli bir süreç yaşanacağını kaydeden Roubini, gelecek yılın; kamu ve özel sektöründe düşük harcama oranları, düşük tüketim, düşük bütçe ve tasarruf nedeniyle; acı dolu geçeceğini dile getirdi.
GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELER BALONLA KARŞI KARŞIYA
Nouriel Roubini, gelişmekte olan piyasalarda yaşanan parti havasının bir süre daha devam edeceğini ama büyüyen bir varlık balonun gölgesinde olacağını belirtti. Fiyatların yeniden başa dönebileceğini dile getiren kahin Roubini, tarihi düşük seviyedeki faizin rahatlığı ile yükselen piyasalara yatırımcının 60 milyar dolar akıttığını kaydetti.
Gelişmekte olan piyasaların oluşturduğu balonda yarı yolda olunduğunu kaydeden Roubini, parasal genişlemenin sağlanması ile ABD ve İngiltere’de akışın devam edeceğini belirtti.
BRIC’İN YENİ ÜYESİ AFRİKA OLABİLİR
Profesör Roubini uluslararası yatırımcının gelişmiş pazarlara oranla güçlü Rand ve yüksek faiz oranları nedeniyle Güney Afrika tahvillerine yatırdığını kaydetti. Roubini para akışının Afrika’ya kayması ile BRIC ülkeleri arasına Afrika’nın da katılabileceğini dile getirdi.
Roubini konuşmasında ABD konut piyasasına da değindi. Nouriel Roubini mortgageları korkutucu olarak değerlendirirken sektörün yeni bir krizin eşiğinde olduğunu sözlerine ekledi.
(Gazeteport/Ekonomi)

CHP'de değişim...
SALIH SELÇUK

2008-2024 dönemininin temel özelliği, eski kemikleşmiş/köhnemiş yapılanmaların tasfiyesi dönemi olmasıdır...
(Sürecin ilerideki aşamasında değişimin boyutu, kapitalizmin değişmesi boyutu olacaktır.)
CHP'de bu değişim, Baykal'ın istifasıyla başlamıştı, şimdi Önder Sav'ın tasfiyesiyle devam ediyor...
İşin en ilginç yanı, bu değişimin bilinçli bir şekilde yapılıyor görüntüsü ve klasik CHP destekçisi (Kemalist muhafazakar) çevrelerin bile bu değişimi aktif bir şekilde desteklemesidir...
Kuşkusuz çok olumlu bir gelişmedir...
HAS Parti'nin kurulması da bu değişim süreci içinde değerlendirilmesi gereken bir gelişmedir...
Tabii sıra, bir tür stalinist, tek adam partisi olan AKP'ye de gelecektir...
Bunu da, neoliberal global ekonominin ilk yeni krizi sağlayabilir...
AKP'de parti iç demokrasi zaten yok -o bir yana, Türkiye'nin betonarme -eski usul- lider partilerinden biri de AKP'dir...
Zaman kalitesi onu da değişmeye zorlayacaktır...
(Ama bu değişim, neoliberalizmle birlikte AKP'nin de sonu anlamına gelebilir...)
Şimdi, AKP'nin "şans" grafiği konusunda bakılması gereken asıl yer Ankara'nın cinnetlik parti kulisleri falan değil, para piyasalarıdır!..
http://konstantiniye.blogspot.com/

06 KASIM 2010
İkinci kriz uyarısı

Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, dünyadaki tabloya baktıklarında iç açıcı tablonun söz konusu olmadığını belirterek, "Kapalı toplantılarda tek tek görüştüğümüz bütün yetkililer ki dünya ekonomi yönetiminde söz sahibi olan herkesle sık görüşüyoruz. O kaygılar o bakışlar, o toplantılarda sorduğumuz sorular karşısındaki tutum, verilen ya da verilemeyen cevaplar endişe uyandırıyor" dedi.

Babacan, Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) tarafından düzenlenen "Sanayi Politikaları Yuvarlak Masa Toplantısı" etkinliğinin ilkinde yaptığı konuşmada, önemli bir toplantı için bir arada bulunduklarını söyledi.

Ali Babacan, bu toplantıda amacın, interaktif bir şekilde bir masa etrafında ve istişare ile konuların üzerine eğilmek, sorunları ele almak ve stratejiler geliştirmek olduğuna işaret etti.

Şu anda dünyada çok kritik, enteresan bir dönemden geçildiğini söyleyen Babacan, adeta yeni bir düzen kurulmaya başlandığını, ülkeler arasındaki ağırlıklı gücün yeniden dağıtıldığının, paylaşıldığının, ülkelerin rekabet güçlerinin birbirlerine göre hızlı bir şekilde zemin değiştirdiğinin görüldüğünü vurguladı.

Krizin, büyüme rakamları açısından baktıklarında izlerinin yavaş yavaş azaldığını gördüklerini belirten Babacan, "Bu yıl dünya ekonomisinde artı bir büyüme göreceğiz" dedi.

Ancak istihdam noktasında henüz toparlanmanın başlamadığına işaret eden Babacan, şunları kaydetti:

"Pek çok ülkede işsizlik oranları hala yüksek, işsizlik oranlarının artmaya devam ettiği de yine çok sayıda ülke var dünyada. Bu yüksek işsizlik oranları özellikle gelişmiş ülkelerin ekonomisi üzerinde uzun yıllar baskı oluşturmaya devam edecek ve o ülkelerin ekonomik büyümeleri bir süre daha sıkıntılı olmaya devam edecek."

"FİNANS SEKTÖRÜYLE İLGİLİ PROBLEMLER HENÜZ ÇÖZÜLMEDİ"

Finans sektörüyle ilgili problemlerin de henüz çözülmediğini belirten Babacan, şunları kaydetti:

"Hazinelerin ya da merkez bankalarının yoğun miktarda bankalara kaynak aktarması suretiyle gelişmiş ülkelerde bir bakıma ayakta tutulan, yüzdürülen bir bankacılık sektörü var. Bilançoların kriz öncesi döneme dönmesi yıllar alacak hatta bazı ülkelerde on yıllar alacak. Bankacılık sektörüyle ilgili riskler de henüz tam olarak ortadan kalkmış değil. Bu alınan tedbirler, sağlanan kaynaklar yeterli olacak mı? Bir ikinci dalga gelecek mi? Ağırlıklı olarak konut kredileriyle başlayan, daha sonra yavaş yavaş başka alanlara da sıçrayan sorunlar... Özellikle ABD'de ticari mülkler ve diğer kredi alanlarına da yansıyacak mı? Bu konuda da hala bir belirsizlik söz konusu. Dolayısıyla işsizlik ve finans sektörüyle ilgili riskler hala ortada aynen durmakta."

"ZAYIF YÖNETİMLER İŞ BAŞINDA"

Ali Babacan, "Bir başka önemli risk alanını ki bu gerçekten bizi de son derece kaygılandıran bir alan, o da gelişmiş ülkelerin bütçe açıklarının ve kamu borç stoklarının tarihi yüksek seviyelere ulaşması. Ancak bir dünya savaşı döneminde ülkelerin bu kadar yüksek borca ulaştığını görüyoruz" dedi.

OECD raporuna göre gelişmiş ülkelerin, borç stokunu sadece stabilize etmek için yüzde 6 ile 9 arasında bütçe açıklarını düşürmeleri gerektiğine işaret eden Babacan, bunu daha aşağılara, sürdürülebilir seviyelere çekmek için gelişmiş ülkelerin içinden geçmesi gereken mali uyum, yani bütçe açığını azaltmaları gereken rakam bunun çok çok üzerinde. Bunu elde etmek çok da gerçekçi görünmüyor" dedi.

Bunun sebebinin de 4. risk alanı olduğuna işaret eden Babacan, gelişmiş ülkelerin pek çoğunda şu anda zayıf yönetimlerin iş başında olduklarını belirtti. Ali Babacan şunları kaydetti:

"Koalisyon hükümetleri, azınlık hükümetleri... Bugün seçim olsa koltuğunu terk etmek zorunda kalacak pek çok lider ve hükümetlerle parlamentolar arasındaki uyumsuzluk... Böyle bir tabloda acil karar alınması gerektiğinde, zor adımların atılması gerektiğinde bu ülkeler bu kararları alabilecekler mi? Bu adımları atabilecekler mi? Bu noktada da ciddi endişeler var. Yani bu yüzde 6 ile 9 arasındaki bütçe açığını azaltmak milli gelire oran olarak, ancak güçlü iktidarlarda olur, kendine güvenen iktidarlarda olur. Pek çok ülkede bu yok.

Dolayısıyla dünyadaki tabloya şöyle bir baktığımızda iç açıcı tablo söz konusu değil. Kapalı toplantılarda tek tek görüştüğümüz bütün yetkililer ki dünya ekonomi yönetiminde söz sahibi olan herkesle sık görüşüyoruz. O kaygılar o bakışlar, o toplantılarda sorduğumuz sorular karşısındaki tutum, verilen yada verilemeyen cevaplar endişe uyandırıyor. Ancak bakıyorsunuz uluslararası toplantılardan sonra yazılı açıklamalara ya da sözlü beyanlara biraz daha iyimser, daha olumlu bakış açısı, bari moralleri bozmayalım çizgisini de görüyoruz. Böyle bir ortamdayız. Böyle bir ortamda hep beraber çok çok dikkatli gitmemiz gerekiyor. Bu ortamda hükümetlerin, merkez bankalarının, iş dünyasının üzerinde çok büyük sorumluluk, yük var."

"TÜRKİYE, TARİHİNİN EN DÜŞÜK RİSK PRİMİ RAKAMLARINI GÖRDÜ"

Krizin niteliği, boyutu ve ülkelerin aldıkları tedbirleri masaya yatırıp analiz yaptıklarında Türkiye için bir strateji çizmeleri gerektiğini vurgulan Babacan, geçen yıl OECD Bakanlar toplantısında, G-7 toplantılarında bütün ülkelere çağrının "vergileri düşürün, kamu harcamalarını artırın, bütçe açıklarınız büyüsün zararı yok, öbür türlü bu ekonomik daralmadan çıkamayacaksınız" yönünde olduğuna dikkati çekerek, "Fakat biz kendi ülkemize baktığımızda böyle bir stratejinin Türkiye için yeni bir belirsizlik ortamı oluşturacağını, yeni bir riskli dönemi getireceğini gördük. Pek çok ülkenin yaptığından daha farklı bir çizgi izledik" dedi.

Geçen yıl İspanya, Portekiz, İrlanda, İtalya, Yunanistan'ın açık artırıcı politikaları uyguladığını anımsatan Babacan, "O ülkeler için tek tek baktık bu açıklarla ne yapacaklar diye, 'herhalde bir bildikleri vardır' dedik. Üstelik çıkıyorlar o ülkelerde liderler açıklamalar yapıyorlar, (biz krizle ilgili tedbir alıyoruz) diye, 'ne yapıyorsunuz', (vatandaşlarımıza harcama çeki dağıtıyoruz, vergileri düşürüyoruz), bu tür tedbirler siyasi iktidarlar için açıkça söyleyeyim en kolay iştir. Hiç kimse itiraz etmez, kimse çıkıp da kolay kolay (yapmayın, etmeyin) demez, ya da bir ülkede vergilerin düşmesine kimse itiraz etmez" dedi.

O ortamda farlı bir çizgi izlediklerini, dünyada tekrar bir risk haritası oluşacağını söylediklerini ifade eden Babacan, bunun üzerine, geçen sene hazirandan itibaren mali sıkılaştırmaya başladıklarını, eylül ayında bir orta vadeli program açıklayarak her yıl basamak basamak kamu açıklarını nasıl düşüreceklerini ve böylece kamu borç stokunun Türkiye'de nasıl bir problem haline gelmeyeceğini de Türkiye'de bir bakıma ortaya koymuş olduklarını anlattı.

Babacan, "Bu program çok kısa zamanda hem ilgi gördü hem güven oluşturdu ve arka arkaya pek çok kredi derecelendirme kuruluşu Türkiye'nin kredi notunu artırdı ve Türkiye'nin risk göstergelerine baktığımızda, faizlere baktığımızda hızlı bir şekilde ilerleme meydana geldi ve aslında geçtiğimiz hafta perşembe ve cuma günleri Türkiye, tarihinin en düşük risk primi rakamlarını gördü" dedi.

Babacan, Türkiye'nin risk priminin yüzde 1,22 olduğunu, dün akşam saat 17.30 itibariyle aynı tarihte İtalya'nın yüzde 1,92, İspanya'nın 2,49, Portekiz'in 4,43, İrlanda'nın 5,87, Belçika'nın bile şu anda Türkiye'nin üzerinde olduğuna dikkati çekti.

"RAKAMLAR BÜYÜK, RİSKLER BÜYÜK"

2008 sonunda bankacılıkla ilgili sorun çıktığında dünyada devletlerin "biz bankalarımızın arkasındayız, korkmayın" dediğini anımsatan Babacan, "bankaların imzası vardı bir de yanına hazineler imza attı. Bu yıl geldiğimiz noktada işte o hazinelerin imzasının değeri, gücü, ağırlığı çok azalmış noktada. Çünkü bankalar baktığınızda arkasında devletler var ama devletlerin borç ödemesiyle ilgili sıkıntılar çıktığında onların arkasında kim duracak sorusunun cevabı çok açık değil. AB en azından avro bölgesinde kendi üyeleriyle ilgili bir koruma sistemi geliştirdi. Fakat ortaya konan rakamlar AB'nin çok küçük bir ekonomisi dahi sorun yaşadığında bakıyoruz, kurtarmaya yeter mi, yetmez mi? Ciddi sıkıntılar var. Rakamlar büyük. Riskler büyük." diye konuştu. Akşam

Dünyanın sonu geliyor diye bildiri dağıttılar

10 Kasım 2010 Hollanda'dan gelen bir grup, İncil'de geçtiğini iddia ettikleri "dünyanın sonu yaklaşıyor" uyarısını tebliğ etmek için afiş dağıttı. Afişin içeriğini öğrenen bazı vatandaşlar ise 'Müslüman mahallesinde salyangoz satıyorlar' diyerek tepki gösterdi.
Taksim Gümüşsuyu'nda, ellerinde afiş ve üzerlerinde "21 Mayıs 2011 Yargılanma Günü" yazılı tişörtlerle kalabalığa hitap eden yabancı uyruklu 4 kişi dikkat çekti. Hollanda'dan geldiklerini ifade eden bu kişiler, vatandaşlara bir dizi telkinlerde bulundular. 21 Mayıs 2011 tarihinin 'yargılanma günü' olduğunu anlatan bu kişiler daha sonra beraberlerinde getirdikleri Türkçe baskılı afişleri cadde üzerinde dağıtmaya başladılar. Olup biteni anlamaya çalışan
vatandaşlar, içeriğinde "2011 Mayıs ayında dünyanın sonu gelecek. Tanrı günahlardan dolayı dünyayı yok edecek" yazılı afişleri okuyunca grup üyelerine tepki gösterdi.
Müslüman mahallesinde salyangoz satıyorlar diyen vatandaşlar, "Bunlar manyak, bizde böyle bir bilgi yok. İnsanları etkilemeye çalışıyorlar" diye tepki gösterdiler.
Grup üyeleri tepkilere rağmen afiş dağıtmaya devam ederken Hollanda'dan geldiklerini ifade eden İvana Swinski, "Biz Hollanda'dan geldik. 2011, 21 Mayıs tarihinde dünyanın sonunun geleceği iddia ediliyor. Sadece 5 ay kaldı ve bu nedenle bizde Türkiye ve dünyayı gezerek inanları uyarıyoruz" diye konuştu. netgazete

“Ayandon Fırtınası” kapıda!
Hayrullah Mahmud

Sert geçecek bu kış için en hesaplısında (50 TL) bir bot, postal aldım, altı da kalın, su geçirmez, (Teşekkürler İlker Sarıer, meslektaş dayanışması için)…

Demem o deme değil, şu deme:

Yani ayaklarım yere sağlam basıyor!

Allah’ın izni ile 2010 güz baharından 2011 ilkbaharına kadar ben, biz dayanırız da, peki siz dayanabilir misiniz, 2011 yazını görür müsünüz, görür iseniz nasıl görürsünüz bilmiyorum, sanmıyorum.
AskerHaber

2012 Aralık ayı ve sonrası, muhtemel "aksilikler"e hazırlık...

Konunun irrasyonel boyutuna daha önce dikkat çekmiştik.
Bu dönemin öncesinden başlayarak sonrasına uzanan dönemde, özellikle Aralık 2012 sonrasında, 2014'e kadar sürmesi mümkün "olağanüstü aksilikler"e karşı hazır olmak, çok somut bir durum ve kesinlikle şaka kaldırır yanı yok. Bundan sonra daha çok bu konuda, ve yeni küresel muhalefet hareketi konusunda, daha somut konuşmak zorundayız.
Sonda söylenecekleri başta söyleyeceksek:
1. Bu hengameden kimin sağ çıkacağı konusunu -veya durumun az hasarla atlatılıp atlatılamayacağı konusunu- artık sadece Tanrı bilmektedir.
2. Burada, irrasyonel kararlar ve durumların önemli rol oynayabileceğini belirtmekle birlikte, insanların elinde somut üçüncü bir koz daha var gibi görünüyor.
3. O koz, bu köklü devinime, değişim/dönüşüme, ruhen hazır olmaktır. Ve bunun sloganı, "Bunun hakkını vereceğiz, yaşamaya devam edeceğiz ve yeni bir uygarlık kuracağız" gibi birşey olabilir.
(Kulağa çok çılgınca gelse de, affınıza sığınıyoruz. Bazen böyle çılgın olmak da gerekebiliyor.)
Hazır olmak, yani hayata, varoluşa kesin bir 'Evet' demek ve bunun için herşeyden feragat edebilecek bir ruh haline sahip olmak, herkese kendi yolunu gösterecektir. Şimdi iç sesini dinlemeyi öğrenmenin zamanı. Bunu en iyi kadınların becerdiğini de burada belirtelim.
Somut aksilikler neler olabilir ve iç sesimizi dinlemeyi nasıl öğreniriz ve nasıl hazır olabiliriz?
Bunları konuşmaya çalışacağız.

(Yazı dizisi devam edecek)
http://konstantiniye.blogspot.com/

21.12.10
Selçuk Salih Caydi
21 Aralık 2010 Ay tutulması -ya Türkiye?

Gazetelerin de dikkatini çektiği üzere, 1554 yılından beri ilk kez, bir gündönümünde ay tutuluyor. Türkiye saatiyle 10 sularından itibaren bir saate yakın sürecek Ay tutulması, 4 Ocak'ta olacak Güneş tutulmasıyla birlikte, Siyaset astrolojisiyle ilgilenen dostlarımız tarafından oldukça ciddiye alınıyor. bu nedenle burada değinmeyi uygun gördük.
Dolunayın Ay düğümüne çok yakın bir yerde görünmesi nedeniyle Ay tutulması tam bir tutulma olacak (yani parçalı Ay tutulması olmayacak), 29 derece Yay/İkizler'de yaşanacak. Mart ayı başına kadar Ay düğümü aksı, Oğlak ve Yengeç burçlarında ilerliyor. Dostlarımız bunun en genel değerlendirmesini, "Hükümetlerle Halklar arasında anlaşmazlıklar" diye özetliyorlar. Daha radikal olanlar, "Halk ayaklanmaları olabilir" demeyi de ihmal etmiyorlar. Türkiye'de böyle şeyler genellikle "kanla" bastırılır. Ama bu kez eğer "kanla" bastırılırsa, bastırmaya kalkanlar "eşekten düşmüşe" dönebilirler.
-Daha önceki durumlarla aradaki fark bu olabilir diye düşünüyorum.
Günün gazeteleri, oldukça karamsar tahminler yapmışlar. Habertürk'te Hande Kazanova adlı astrolog olduğunu sandığım bir Kadın, "Türkiye karışabilir" diye başlık atmış mesela. Yazısı, felaket tahminleriyle dolu. "Türkiye'de yer yerinden oynayabilir" diyor. Şu sözünü buraya alalım:
"Ay'ın Türkiye'nin otorite ve yönetim kadrosunu simgeleyen 10. evinde yer alan Uranüs ve Jüpiter ile sert sert açısı; skandallar, halkın otoriteye karşı ayaklanması, suikastler, anne ve çocuk ölümlerine yol açabilir."
Burada işin içine anne ve çocuk ölümleri falan girerse, Ay tutulmasına bile karşı olduğumu ben buradan ilan edeyim!
(Etsem ne yazar etmesem ne yazar!)
Nuray Mert'in yazıları gibi çok "Ben"li olacak ama...
Ben, iyimserim...
24 Aralık'tan itibaren etkisi görülmeye başlanacağı söylenen bu olayın, bazı karışıklıklara ve tahmini önemli/büyük olaylara gebe olması bir vak'a ise, bu olayların ardından büyük bir rahatlamanın yaşanacağından eminim.
Türkiye açısından, bir duygu-hareket bölünmesi yaşanabilir. Yani duyguların tersine hareket etmek zorunda kalmak gibi bir durum ortaya çıkabilir. Bu anlayış da bir yerde taşınamayacak hale gelebilir. Ama onun ardından, Kasım ayından beri etkisini artıran başka bir zaman kalitesi, çok ayrıntılı ve ciddi planlamaları destekliyor, entelektüel çalışmaları da destekliyor ve şimdi bu etkinin oldukça yüksek olduğu bir zamanda yaşadığımıza göre, "Gizli düşmanlıkların açığa çıkması" denen durumların yaşanabileceği düşünülebilir her halde. Talebe sopalatmaktan özel bir zevk alan Hükümetin kaba faşist uygulamalarına ses çıkaramayıp, vızıldayarak konuşan Ordu'ya "ağır uyarı" mektupları kaleme alan solumtrak naylon enteller, "cesur" hayatlarının sürprizini yaşayabilirler!
http://konstantiniye.blogspot.com/

22.12.10
Selçuk Salih Caydi
21 Aralık 2010 Ay tutulmasıyla tetiklenecek olayların genel kalitesi hakkında

Ay tutulması konusuna dünden kaldığımız yerden devam edelim...

Olaya astrolog dostlar büyük ilgi gösterdiler. New York borsasında sallantı bekliyorlar. Ona bağlı olarak Avrupa borsalarının da sarsılabileceğini düşünüyorlar. Beklentileri nedense hep olumsuz. Biz iyimser olalım...

En "gerçekçi" tahmin, Çindeki Amerikan yatırımlarının -gözden kaçan- bir finans balonuna neden olduğu ve bunun patlayıp herkesi şaşırtabileceği yönünde. Böyle uçuk tahminler bir yana, ABD'nin ekonomik durumu berbat. Oradan bir sorunun çıkması bence daha olası görünüyor.

Özellikle kitlesel cinayetlere dikkat çekiyorlar. Çok sayıda kadının veya ailelerin adının karıştığı cinayetler. (Üzerinde çok durduklarından, istemeyerek buraya yazıyoruz)

Ay tutulmaları duygusal dalgalanmaları ve duygusallıkları tetiklediğinden, dünyanın dikkatini çekecek büyük üzüntüler (ve tabii sevinçler!) olabilir.

21 Aralık günü gerçekleşen Kuzey Ay düğümünde Ay tutulmasının, en büyük yıkıcı etkiyi Londra'ya yapacağı düşünülüyor.

Etkiler içinde benim en ilgimi çeken, 'Bilinç Genişlemesi' diye adlandıracağım durum. Kollektif bilgi ve değerlerin genişleyip güçlenmesi ile ortaya çıkan bir özgüven.

Biz iyimser olalım ve olası olayların genel kalitesi hakkında şunları not düşelim:

* Daha önce yapılmış (kısmen gizli kapaklı) işlerin sonuçları çarpıcı bir şekilde aniden görülür hale gelebilir.

* Güvenlik sistemleri, bilgisayar sistemlerine yapılan siber saldırılarla birden devre dışı kalabilir. Mesela ABD'nin savunma kalkanları bir anda ortadan kalkabilir. Böyle bir durum, daha sonra büyük değişikliklere neden olabilir.

* Karşılıklı yardımlaşma sonucu çok olumlu ve yapıcı gelişmeler/sonuçlar ortaya çıkabilir (Halkların halklarla dayanışması, Hükümetler ve halkların dayanışması, grupların dayanışması).

* Başlayan yeni dönemin özelliği, yaratıcılık potansiyelinin çok yüksek olması...
Yani olumlu/iyimser bir yaklaşım, yıkım yerine büyük yeni değişimlerin/dönüşümlerin kapısını açabilir.

* Aşırılıklardan ve radikalizmden kaçınmak, bu dönemin yıkıcı potansiyelini zararsızlaştırmak için kuşkusuz en doğru yol olacaktır.

http://konstantiniye.blogspot.com/

2012 Senaryoları Tutar mı?

Yaşanan felaketler Mayalar'ın 2012 kıyamet senaryosunu gündeme getirdi. Bu durum dünya eksenindeki değişime bağlanıyor. "Felaket sürer" diyen de var

13 Mart 2011
Anadolu Haber

Endonezya'da 9.1, Japonya'da 8.9, Şili'de 8.8... 2000'li yılların başlangıcından bu yana dünya alışılmadık büyüklükteki depremlerle sarsılıyor. Kasırgalar güç kazanıyor, volkanlardan yayılan küller koca kıtaların üzerini kaplıyor. Pakistan, Çin, Brezilya gibi ülkeler tarihin en büyük sel felaketlerini ardı ardına yaşıyor. Dünya'nın hayat kaynağı olan Güneş'te ise son yılların en büyük patlamaları yaşanıyor. Gündelik yaşamımızın bir parçası haline gelmeye başlayan doğal felaketler bunlarla da sınırlı değil.

DOĞANIN DENGESİ BOZULDU
Büyük iklim değişiklikleri ve ani ısı hareketleri doğanın dengesini bozuyor. Toplu hayvan ölümleri yaşanıyor, kuşlar binlerce yıllık göç rotalarını değiştiriyor. İnsan yaşamının devamını sağlayan besin zincirinde çok önemli bir yere sahip olan bal arılarının nüfusuysa her geçen gün biraz daha azalıyor. Son yıllarda doğal felaketlerin artış göstermesinin tesadüf olmadığını savunan çok sayıda kişi, kıyamet gününün yaklaştığını iddia ediyor.

Kıyamet senaryolarının ortak noktası ise 2012 yılını işaret etmeleri. Matematik ve astronomi alanında çağına göre son derece ileri bir uygarlık olan Maya uygarlığının kullandığı takvim, 21 Aralık 2012'yi dünyanın sonu olarak kabul ediyor. Sümerlerin öngörüsü de Nibiru veya Marduk adlı bir gezegenin 2012'de dünyaya çarpacağı yönünde. Bazı bilim insanlarıysa Güneş üzerindeki lekelerin 2012'de en yüksek değişim hızına ulaşacağını iddia ediyor. Güneş'teki aktivitelerin, 21 Aralık 2012'de Dünya'nın manyetik kutuplarının aniden yer değiştirmesine sebep olacağı da iddialar arasında yer alıyor. Kutupların yer değiştirmesi halinde pusulaların kuzey yerine güneyi göstereceği, güneş artık batıdan doğacağı, büyük depremler, seller ve dev gelgitler oluşacağı belirtiliyor.

Çinlilerin 3 bin yıllık "I Ching" metinlerinde de 22 Aralık 2012'de dünyanın sonunun geleceği belirtiliyor. Türk uzmanlarsa felaketlerin süreceğini ancak kıyamet habercisi olmadığını söylüyor:

'2013 FELAKET YILI OLACAK'
Prof. Dr. Ahmet Ercan: (İTÜ Jefozik Bölümü Öğretim Üyesi): Felaketler 2013'te doruk noktasına ulaşacak, 2015'ten itibaren düşüşe geçecek. Yani "kıyamet" yaşanması gibi bir durum söz konusu değil. Felaketlerdeki artış, yer yuvarlağının yapısındaki ve dünyanın eksenindeki değişikliklerden kaynaklanıyor.

Haktan Akdoğan (Sirius Uzay Bilimleri Araştırma Merkezi Başkanı): Dış uzaydan gelen, dünyayı etkisi altına alan ve gittikçe yaklaşmakta olan bir manyetik kuşak var. NASA tarafından da tespit edilen "Foton kuşağı" adlı bu kuşak, dünyanın içinde bulunduğu kozmik alana tesir ediyor. Bu tür olayların artarak devam edeceğini tahmin ediyoruz.

Zeynep Değirmencioğlu (Astrolog): Felaketler, dünyanın yörüngesindeki "kafa sallama" dan kaynaklanıyor. Dünyanın güneş ekseninde eğikliğinin değişmesi anlamına gelen bu kafa sallama süreci, her 29 bin yılda bir kendini tekrarlıyor. Bu süreç, canlı bir organizma olan dünyanın kendini yeniden var etmeye çalışması anlamına geliyor. Yaşanan felaketlerse bu sürecin doğum sancıları olarak görülebilir. Ben felaket yaşanacağını değil, bilimin ve bilincin ilerlemesiyle dünyanın çok daha yaşanılır bir gezegen haline geleceğini düşünüyorum.

Kaynak: Sabah

ABD'lilerin 21 Mayıs'ta Kıyamet beklentisi

Amerika’da 21 Mayıs günü Kıyamet bekleyenlerin sayısı artış gösterdi. "Nasılsa Kıyamet yaklaşıyor" diye işini gücünü bırakan, çalıştığı yerlerden istifa edip kendisini kilisede duaya verenlerin sayısı onbinleri buldu.

09 Mays 2011
Anadolu Haber

ABD’nin ciddi yayın organı NPR radyosu tarafından yapılan yayın sonunda, “Bu kadar saf olmayın, aklınızı başınıza toplayın” diyenler çıktı, ama dinleyen
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Ekm 25, 2010 11:36 pm    Mesaj konusu: Dünyanın elektronik/teknik omurgası çökebilir mi Alıntıyla Cevap Gönder

2012 Aralık ayında, dünyanın elektronik/teknik omurgası çökebilir mi?
SELÇUK SALIH CAYDI
25.10.10



"Maya takviminin son günü" olduğu rivayet edilen (aslında yeni çağın da ilk günü olan!) 21 Aralık 2012 tarihi, yakın zamana kadar bütün bilim adamları tarafından "Efsane" deyip geçiştiriliyordu. Şimdi bu tarihi ciddiye alanların sayısı artıyor.

National Academy of Sciences (NAS)'ın yayımladığı bir raporun, bilim-kurgu romanlarını aratmadığı söyleniyor (Bkz. Die Zeit gazetesi 29.9.2009 "Die Hölle kommt vom Himmel" başlıklı makale).
Raporu okuduktan sonra şu söylenebilir: "Mikroelektronik devrim" sonucu oluşmuş bugünün dünyasının teknik omurgası çökebilir (Bu benim yorumum). Rapor, ABD'deki trafoların yarısına yakınının devre dışı kalabileceğinden söz ediyor -ki, başka ülkelerde bu çok daha yüksek boyutlarda olabilir. Tabii tüm uyduların da devre dışı kalması gibi bir durum ortaya çıkacaktır. (ve bu nedenle, bu olayın ardından ABD'ye düşebilecek atom roketlerinin nerden geldiği de tesbit edilemeyebilecektir mesela!..)
Böyle durumlarda devreye girecek yedek elektrik kaynakları en fazla 48 saat boyunca dayanabiliyorlar. Elektrik kesintisinin daha uzun sürmesi, sitemin tamamen çökmesi anlamına gelebilir. Olası bir uzun elektrik kesintisinde/kaybında ortaya çıkabilecek ilk ve en önemli sorun açlık/susuzluk sorunu olacaktır. İkinci aşamada, salgın hastalıklar başgösterebilir. Şu anda şehir odaklı post-modern hayatın büyük ölçüde elektriğe bağımlı olduğunu unutmamak gerekiyor. Elekriğe bağımlılığı en yüksek olan gelişmiş ülkelerin/bölgelerin bundan çok etkilenebileceği açıktır.
Böyle ihtimallere karşı Türkiye de, başta Türk Hükümeti ve Türk Ordusu olmak üzere acil ve pratik önlemler almak zorunda. Zaman var. Böyle tehlikeli bir ihtimale karşı haala birşeyler yapılabilir. Ve önlemler çok büyük yatırımlar gerektirmiyor...
Asıl ciddi tehlike güneş fırtınaları değil, 'türban' tartışmasından ve "jeostratejik zart/zurt mes'eleleri"nden kafasını kaldırıp "böyle ufak" işlerle uğraşamayacak kadar kibirli politikacıların ruhsal çürümüşlüğüdür...
Durumun en vahim yanı, mesela Avrupa'da bu konudaki uyarıların henüz fazla ciddiye alınmamasıdır ve bu konudaki hazırlık önerilerinin muhatap bulamamasıdır.
Hint Astrofizik Enstitüsü başkanı Prof. Sundra Raman, bu konularda "uyanan" birçok bilim adamı/kadını gibi, Güneş'deki hareketlenme olasılığını ve Güneş'teki şimdiki durgunluğu çok anlamlı buluyor. (Daha önce bu blogda yazdığımız -ve Radikal gazetesinde de yayımlanan- bir yazıda, aşırı sıcak yazların ve aşırı soğuk kışların, 2007'den beri Güneş'teki bazı ilginç değişikliklerle ilgili olduğunu söylemiştik)
Raman, 2012 Aralık ayında Güneş'te, olağanüstü büyük 'güneş fırtınaları' bekliyor. Esas olarak dünyadaki manyetik alanların zarar göreceği bu durumda manyetik Kuzey-Güney kutuplarının önemli ölçüde yer değiştirebileceği tahmin ediliyor. Özellikle, Elektriğin bir süreliğine ortadan kalkması, internetin çökmesi ve elektrikli aletlerdeki (mesela yanma şeklinde) ani bozukluklara karşı devletlerin mutlaka şimdiden önlem alması gerekiyor.
Tarihte, benzeri güneş fırtınalarının küçük örneklerinin nelere neden olduğunu biliyoruz.
Eskiden elektrik fazla yaygın olmadığından, etkileri de küçüktü. Ama mesela 1989 yılında Güneş'teki bir fırtına, Kanada'da (Quebec'te) 9 saatliğine elektrik dağıtım ağının tamamen çökmesine neden olmuştu. Hidroelektrik santralinde kablolar eridi. Benzeri bir durum 2003'te de İsveç'te oldu. Sistem kısa süreliğine çökmüştü. Daha öncesinden bilinen en ilginç olay, 1859'da ABD'de yaşanana olaydır. Telgraf telleri ve direklerinin alev aldığı biliniyor. Elektrik o zamanlar pek önemli birşey olmadığından, unutulmuş bir olaydır.
NASA'nın verilerine göre, Aralık 2012'de yaşanacak güneş fırtınası, son dörtyüzyıldır ölçülen tüm güneş fırtınalarından daha şiddetli olacak. (Kısacası, bilgisayarlar, radyolar, telefonlar ve benzeri aletler, gözünüzün önünde bozulabilir, eriyebilir, hatta yanabilir.)
Şu anda bu konularda hızlı bir araştırma/inceleme ve askeri disiplin içinde ciddi bir hazırlık yapılması gerekiyor.
Ülkeler, tüm hayatsal alanları, ani bir çöküşe karşı korumalılar ve bunu ciddiye almalılar.
http://konstantiniye.blogspot.com/

5.11.10
Zaman kalitesine göre Türkiye'de farklı 'Halk'lar ve zincirlerinden kurtulanlar
SELÇUK SALIH CAYDI

Zaman kalitesinden bahsederken -son zamanda- en dikkat çekici konu, 'Halk' kavramı... Referandum'dan sonra bir rahatlama ve güzel bir dönemin başlayabileceğinden söz etmiştik. Bu dönemin Ekim'in ikinci yarısından itibaren daha çetrefil bir döneme dönüşebileceğini tahmin etmiştik. Fakat o güzel dönem (Tanrı'ya şükür) uzadı. Güzel dönemlerin hep sürmesi elbette arzumuz.

Ön plana çıkan yeni trendlerden biri, kurumların içinde kendi kendilerine engeller çıkarmaları. CHP'deki son gelişmeler, bu trendin tipik örneği oluyor -ve buradan 'Halk' kavramı konusuna geliyoruz. Zaman kalitesiyle ilgili konularda 'Halk' kavramının duruma göre değişkenlik gösterdiği gibi absürd bir durum söz konusu. Bana çok önemli gelen bu duruma göre Türkiye'de ruhen farklılaşmış 'HalkLAR' var gibi görünüyor. Ve zaman kalitesi bazen birilerini, bazen diğerlerini arkalıyor -ki bence aklı olan her yurdum insanının üzerinde düşünmesi gerekir.
Referandum sonrası önemli bir rahatlama getirdi kuşkusuz, ama bu rahatlama, önce 'Evet' diyenlerin rahatlamasıydı (Kötü eğitimli, soradan modernleşmiş bozkırlı 'Evet' Halkı). Daha sonra, tahminini yaptığımız, "Herkes önünü görecek" vecizesini de, 'Hayır' diyenlerin kendi sınırlarının bilincine varması şeklinde yorumlayabiliriz sanıyorum (İyi eğitimli ilkmodern, sahilli 'Hayır' Halkı).
Buradan, şimdi genel bir rahatlamanın doğduğu sonucuna varabiliriz...
'Evet'çiler, iktidarda tasdik edilmenin rahatlığı içindeler -ve kurumları da kendilerine göre değiştirmeyi sürdürüyorlar.

'Hayır'cılar, yüzde 42'nin hiç de yabana atılmayacak bir şey olduğunu anlayıp, kendi içinde birarada olmanın ve kendi içinde bildiği gibi yaşamanın denemelerini yaptılar. Buradaki en önemli olay, ülkenin bütününü kontrol etmek zorunluluğu anlayışını terketmenin verdiği hafifliktir. (Artık Erzurumlular, İzmirlileri çok daha az ilgilendiriyor. Ama bunun tersi pek doğru değil, çünkü 'Hayır'cıların memleketi, diğer iki 'Halk'ın -Yani 'Evet'çilerin ve 'Boykotçu'ların- imrendiği ve yaşamak istediği yer.)

Ruhen bölünme, biraz da bununla ilgili olmalı. Yani bir ayrışma yaşandı.
Referandumu 'Boykot' edenlerin de rahatladığını söyleyebiliriz (Etnik kimlikçi Kürtçü Boykotçu, "Senin referandumun beni ilgilendirmez" halkı. Ayrılıkçı bir 'Halk'). PKK'nın ateşkesi ve klasik statükonun gücünün iyice kırılmış olması, bu kesimde de rahatlamayı sağlamış görünüyor. Onların da diğerlerinden ayrışması sözkonusu. Galiba ilk kez, sevmedikleri 'Hayır'cı coğrafyada istenmeyebileceklerinin de farkına vardılar bu vesileyle. Yani ruhsal ayrışma sonucu, "Kardeşim Kürdistanlıysan İzmir'de işin ne" sözüne ilk kez cidden muhatap oldular ve -bence- Kürtçü hareket ilk kez frene bastı, "Yahu biz ne yapıyoruz" diye düşündü -ki önemlidir.

Şimdi, bu ayrışmadan sonra yeniden biraraya gelmenin koşulları artık konuşulabilir.

Yeni zaman kalitesinin bence en önemli yanı budur.

'Kurumların kendi kendine engel çıkarması' durumunu ben daha önce daha çok bir mali zorluk veya ekonomik kriz diye yorumlamıştım. Onun yerine kurumların kendilerini yenilemeleri durumu öne çıktı -kuşkusu çok daha iyidir.

Zaman kalitesindeki gösterge, yenilenen kurumların eskisinden daha güçlü olacağını yönünde. Tartışılmaz bir gerçek olan bu güçlenme olayının HAS Parti konusunda da geçerli olabileceğini sanıyorum. Orada daha farklı bir gelişme seyri izlendi ve geleceği temsil eden kanat -Saadet Partisi'nin yönetimine geldiği halde- partiyi terkedip yeni bir parti kurdu -ki bence daha tipik bir durumdur ve gelecek/başarı vadetmektedir (arzumuz bu yönde). HAS Parti, üçe bölünen Türkiye ruhunun yeniden bir araya gelebilmesi için gerekli bazı nosyonlara da sahip. Bu bakımdan gelecek açısından önemli bir siyasi çizgiyi de temsil etmiş oluyor.

İlginç olan diğer konu, MHP'nin de böyle bir yenileşme dönemine girmesi. Elbette güzeldir ve önümüzdeki döneme hazırlık bakımından umut vericidir.
Bütün bunları konuşuyoruz, zira gelecek yılın Ağustos ayına kadar geçerli olacak bir döneme giriliyor. Bugünlerde oldukça karmaşık ve zorlu günler beklenirken bunların (henüz?) yaşanmamış olması kuşkusuz çok sevindirici -fakat dikkatli olmakta fayda var, çünkü burada, tüm dünyayı ilgilendiren bir gelişmeler dizisi olasılığına dikkat çekmiştik.

Türkiye açısından, dokuz aylık bu süre zarfında, büyük bir finansal krizin yaşanabileceği ihtimalini ben buraya yazmak istiyorum. Türkiye, gelecek yılın son aylarına, -finansal bakımdan- oldukça fakirleşmiş bir ülke olarak girebilir. Bunun maddi temelleri de vardır. Türkiye, neoliberal ekonominin en hızlı büyüyen ülkesi olmakla birlikte, bunu sıcak paraya borçludur.
Yeni zaman kalitesi şimdilik, Ocak ayına kadar oldukça iyimser bir ruh hali tarafından desteklendiği için, alınacak önemli kararların bu kısa dönemde alınması özel önem arzetmekte.

Ocak ayına kadar sürecek şimdiki iyimser hava o kadar güçlü ki, ülkedeki bazı aleni hastalıkların giderilmesini bile sağlayabilir. Bu dönemde Kürt hikayesi meselesinde kalıcı bir barışı kurmak, CHP'nin kalıcı yeni bir ivme kazanması gibi konular ve HAS Parti'nin kalıcı yerini bulması, kuşkusuz daha kolay gerçekleşebilir. Bu kısa iyimser dönemin her saatini değerlendirmek gerekiyor. Ocak ayından itibaren iyimserlik dalgasının değişmesi olası.

HAS Parti'nin kurulmasının ve CHP'deki hesaplaşmanın, yeni dönemin en başındaki bu en olumlu ve iyimser aşamasında yaşanmasını ben, bu iki partinin geleceği önemli ölçüde belirleyecekleri şeklinde okuyorum.

Yeniden 'Halk' konusuna dönecek olursak, zaman kalitesinin bu kez 'Evet'çi halkı desteklemeyeceğini söyleyebiliriz herhalde -çünkü yeni dönemin zaman kalitesine yanıt vermeyen tek kesim, 'Evet'çi kesim şimdilik.

Türkiye'de ülkenin en az yarısını temsil eden Yeni bir 'Halk', onu bağlayan -eskinin Erbakancı ve şabloncu Kemalist türden statükocu- zincirlerinden kurtuluyor. Bu yeni birleşik 'Halk' şimdilik, esasen 'Hayır'cı kesimin başını çektiği, ama ondan çok daha geniş olmak potansiyeline sahip bir 'Halk' gibi görünüyor.

http://konstantiniye.blogspot.com/

Güneşte çok büyük patlama bekleniyor

11 Kasım 2010
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Astrofizik Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Osman Demircan, güneşte 6 yıl içinde büyük bir patlama beklendiğini belirterek, "Bu çok güçlü olursa dünyadaki elektronik aletlerin susması, çalışamaz hale gelmesi endişesi var" dedi.

Prof. Dr. Demircan, yaptığı açıklamada, güneşin manyetik etkinliğinin zaman içinde hızla artığına işaret etti.

Güneşin yapısından kaynaklanan bir manyetik alan oluşumu bulunduğunu ifade eden Demircan, bunun elektrik üreten dinamolardaki gibi olduğunu anlattı.

Elektronların yönlendirilmesi halinde elektrik akımı oluştuğunu, güçlü olan elektrik akımının da manyetik bir alan oluşturduğunu kaydeden Demircan, ''Manyetik alan güneşin belirli bölgelerinde yoğunlaşabiliyor. Bu yoğunlaşan manyetik alan yüzeye çıkıyor. Yüzeyde kapalı manyetik ilmekler içinde plazma birikiyor ve zaman zaman patlıyor. Ama bu biriken plazma o kadar fazla oluyor ki, milyar ton mertebesinde. Aşağı yukarı ayda bir, güneşte böyle patlamalar oluyor'' diye konuştu.

6 Kasım'da güneşte meydana gelen patlamanın etkisinin bu günlerde dünyaya ulaştığını ifade eden Demircan, ''Bundan özellikle kuzey enlemleri etkileniyor. Sıcak plazma atom çekirdeklerinden oluşuyor. Doğrudan dünyanın atmosferini deforme ediyor, bozuyor, kompozisyonunu değiştiriyor. Dolayısıyla atmosferdeki bu dinamik olaylardan, meteorolojik olaylar da etkileniyor'' dedi.

Radyasyon, kozmik ışınım denilen parçacıkların dünyaya ulaştığında, elektromanyetik iletişimlerin negatif etkilendiğine işaret eden Demircan, şunları kaydetti:

''Güneşin bu manyetik etkinliğinde sürekli bir artış var. Güneşte 6 yıl içinde büyük bir patlama bekleniyor. Bu durumda, uydularla haberleşmeler kopuyor, uydular kaybedilebiliyor, bir süre iletişim kurulamıyor. Tabi bu çok güçlü olursa dünyadaki elektronik aletlerinde de susması, çalışamaz hale gelmesi endişesi var. 6 yıl sonra yeniden bir yavaşlama olacak.'' habertaraf

Güneşte Alevden Yılan

Güneş'in yüzeyinde 6 Aralık'ta gerçekleşen patlamada açığa çıkan alev 700 bin kilometreye uzandı. Bu mesafe Dünya ile Ay arasındaki mesafenin 2 katı.
08.12.2010

Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi NASA, Güneş’in yüzeyinde 6 Aralık’ta gerçekleşen devasa patlamayı görüntüledi. NASA’ya bağlı Solar Dynamics Observatory (Güneş Dinamikleri Gözlemevi)’nin yakaladığı görüntü, alevden dev bir yılana benzetiliyor.
Patlama nedeniyle açığa çıkan alevin 700 bin kilometre boyunca uzandığı, bunun da Dünya ve Ay arasındaki mesafenin yaklaşık iki katı olduğu açıklandı.

Güneş’in güneydoğu bölümünde "kırbaç" misali uzanan alev, yıldızın 5 bin 500 derece sıcaklıktaki yüzeyinden yükselen yoğun, manyetik gazlardan oluşuyor. Soğuk durumdaki plazma, sıcak ve iyonize gazlardan meydana gelen taç kısmına doğru ilerliyor ve bazen birkaç ay boyunca asılı kalan bu devasa kavisleri meydana getiriyor. Ancak bilim adamları, son patlama nedeniyle açığa çıkan alevin uzun süre asılı kalmayacağını bildirdi.

Bu patlamaların Dünya’ya doğru yolladığı iki tip elektrik yüklü parçacık dalgası nedeniyle kutuplardaki ışıklar meydana geliyor. Son patlamanın da aynı etkiye yol açıp açmayacağı bilinmiyor.

Güneş, uzun süren sessizliğinin ardından 11 yıllık döngüsünün ortalarına doğru yeniden aktif konuma geçmişti. Bundan önceki en büyük patlama 16 Kasım’da gerçekleşmiş, yaklaşık 600 bin kilometre uzunluğunda bir alev tespit edilmişti.
TRT

2011 YILINDA TÜRKİYE'DE İÇ SAVAŞ ÇIKACAK!..
Figen Özen

"2011 yılında Türkiye’de bir iç savaş çıkacaktır !…" Bu benim saptamam veya kehanetim değildir. Sefa Yürükel’in 2003 yılı Şubat ayının sonlarında Norveç Uluslar Arası İlişkiler Enstitü’nde Prof. Dr. Toje Brojge’nin masasında tesadüfen gördüğü, 35 sayfalık gizli raporun saptamasıdır. Bu enstitü Norveç Devleti’nin resmi kurumudur ve raporun başlığı ” 2011 Türkiye İç Savaşı”dır.

Sefa Yürükel kimdir? Aynı zamanda Danimarka Vatandaşı olan Sefa M. Yürükel..

Antropog, Etnograf, Soykırımlar ve Terörizm Araştırmacısı, Lahey Türklere Yapılan Soykırımları Araştırmalar Vakfı Başkanı, Terörizm uzmanı Sefa Yürükel bir süre Norveç Uluslar Arası İlişkiler Enstitüsü’nde çalışmıştır. Bu Enstitü aslında ABD’deki CFR ile aynı konumdadır. Aralarındaki tek fark birinin resmi diğerinin ise sivil (!) bir düşünce kuruluşu olmasıdır. Her iki kuruluşun da hedefi ulus devletlerdir ve yıkım kararı alınan devletler arasında Türkiye birinci sıradadır.

Yürükel bir zamanlar terör uzmanı olarak çalıştığı enstitüye taptığı rutin ziyaretlerin birinde Prof. Toje Bjorge’nin masasında adı geçen raporu görmüştür.

Bjorge bu raporun Yürükel tarafından okunmasına hatta bazı notların alınmasına ses çıkarmamış, ancak adı geçen belgenin kopyalanmasına izin vermemiştir.

Yürükel’in saptamalarına göre, rapor bir akademisyen istihbaratçı tarafından Amerikan İngilizcesi ile yazılmıştır. Bir ekip çalışması olabileceği olasılığının ağır bastığı raporun, tek elden yazıldığı açıktır.

NEDEN 2011 YILI PLANLANIYOR?

* AB’nin dayattığı kurallar ve bu kurallar çerçevesinde çıkarılacak bölücü yasalar…

( İkiz Yasalar, Vakıflar Yasası, Bölge Kalkınma Ajansları gibi)

*Önceden planladığı belli olan ABD’nin Irak işgali…

( Bölge halkının kanını döken, Irak’ı bölen , Barzani’nin başkanlığına atandığı Bölgesel Kürt Yönetimi’ni hayata geçiren, Şii, Sünni, Kürt, Arap ve Türkmen’i birbirine kırdıran, PKK’ya Silah ve lojistik destek sağlayan ABD Irak’ı hak, demokrasi ve insan özgürlüğünü sağlamak amacıyla(!) işgal etmiştir. )

* Bölgede yaratılacak değişiklikler…

( İlk değişiklik Irak’ın bölünmesi ile gerçekleşmiştir.)

* Büyük Ortadoğu Projesi ile değişmesi öngörülen, bölgedeki 22 İslam ülkesinin sınırları…

( C. Rice’nin vurguladığı gibi sınırları değişecek ülkeler arasında Türkiye’de vardır. Başbakan Erdoğan kendi ülkesinin sınırlarını değiştirecek, bölecek, küçültecek projenin Eşbaşkanı olduğunu tam otuz iki kere halka ilan etmekte ve en önemlisi bu bölücü projenin figüranı olmayı kabullenmekte bir sakınca görmemiştir.)

İç çatışma ve gerginliğin yoğunlaşacağı planlanan 2011 yılı Türkiye için bir dönüm noktası olacak ve yazılan senaryo gereği bir iç savaş çıkacaktır. Bu plan gereği binlerce sivil insanın, askerin, güvenlik görevlisinin katili PKK ile Irak’ın kuzeyindeki peşmergelerin işbirliği yapmasına göz yumulacak, PKK’nın yönettiği uyuşturucu trafiği ve Avrupa’da açtığı bürolar müsamaha ile karşılanacaktır.

1980 li yıllardan bu yana ülkemizde yaşanan terör olaylarının haritası irdelenirse, bu raporda yazılan her şeyin gerçekleştiğini ve Türkiye’nin eğer Türk milleti sağduyulu ve soğukkanlı davranmazsa, bir iç savaşa zorlandığını saptarız.

Yazılan raporda gerçekleşen tüm olayları, senaristin büyük bir maharetle kaleme aldığı içerden ve dışarıdan destek gören bölücü senaryonun gereği bir iç savaşın çıktığını varsayalım.

İşte o zaman şu önemli soruyu sormamız gerekmektedir?… Çıkacağı var sayılan bu iç savaşın amacı nedir ?..

Türkiye AB için her şeye rağmen halen çok büyük ve güçlü bir ülkedir. Bu nedenle özellikle ” hassas ” olarak işaretlenen bölgelerde etnik milliyetçilik mutlaka öne çıkarılmalı, çatışma ortamı yaratılmalıdır.

Türkiye’de herkes kendi etnik kökenine göre siyasi geleceğini tayin edebilmeli, etnik kökenler arasındaki farklılıklar sık, sık vurgulanarak ayrılıkçılığın bölücü etkisitazelenmelidir. Bu konuda AKP’yi ve Sn. Erdoğan’ı hatırlamamak mümkün değildir

“İkiz Yasalar” diye adlandırılan yapışık ikiz misali sözleşmelerin ilk maddeleri ” Halklara kendi siyasi statülerini tayin hakkı”nı tanıyan maddeler, – bu maddelerin altına AKP, ŞERH koymamış, ayrıca beyan ifade etmiştir.- Norveç’te Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nde Prof.Toje Bjorge’nin masasında Sefa Yürükel’in tesadüfen gördüğü ve kamu oyuna yılının Eylül ayında Tempo Dergisi’ne açıkladığı “Gizli Savaş Raporu” ile aynen uyuşmaktadır.

Bunun yanı sıra Erdoğan’ın sık,sık hatta fazlasıyla üzerine bas basa "BEnim Laz'ım, Benim Çerkes'im, benim Kürt’üm….” şeklinde dile getirdiği ifadesi ise ” Etnik milliyetçilik kışkırtılmalı” diyen, ” Büyük Abi”nin şeflik yaptığı emperyal patronlara koltuk değneği vazifesini görmektedir.

Raporda ayrıca "ordu ve emniyet kuvvetleri içeresindeki Kürtler de bu ayrılıkçı yolu seçmelidir" denmektedir. Ordu ve polis… Bir devletin, ülkenin savunma mekanizması, etnik tohumlar saçılarak çökertilmek istenmektedir. Aynı oyun Yugoslavya’da oynanmış, aynı üniformayı giyen, aynı kaptan yemek yiyen, aynı Amerikan malı silahı kullanan askerler ve polisler, birbirlerini öldürmek için tetiği çekmekte tereddüt etmemişlerdir. Çünkü onlar, artık birbirine düşman edilmiş ayrı etnik kökene aidiyetlerini benimsemişler ve ulus devletin tüm kurallarını çiğnemişlerdir.

Türkiye’de iç çatışma senaryoları ile yapılmak istenen, Yugoslavya’da uygulanan senaryonun bir kopyasıdır.Türkiye’nin zayıflaması için, bir Kürt Devleti mutlaka kurulmalıdır. Tüm çabanın, dökülen bütün kanların amacı budur. Zayıflatılmış ve küçülmüş, kendi derdine düşmüş bir Türkiye…

Kürt Devleti mi? Orası kolay canım, ” Büyük Abi” için bu uydu devlet kolayca yutulacak bir lokmadır.

Buraya kadar Rapor’un giriş bölümünde yazılan senaryo, senelerdir bizim ülkemizde uygulananlarla aynıdır. Demek ki, bu senaryonun senaristi, prodüktörü, aktörü ve rejisörü tek bir güçtür. ” Büyük Abi”….

Raporun ilerleyen bölümlerinde karşılaşacağımız Türkiye için öngörülen plan, ülkemizin üniter yapısı için çok büyük bir tehlikedir.

CIA İstasyon Şefi Paul Henze “…… temel bir düzenlemenin yapılması için 20. yüzyılın sonunda Türkiye’nin sürüklendiği buhranın daha da kötüleşmesi gerekecektir.” demiştir.

” Buhranın daha da kötüleşmesi..” Buhranın anahtarı 12 Eylül’de sandıktan çıkacak oyların eline verilmiştir.

Türk milleti “HAYIR” oyları ile bu kapıyı tamamen kilitleyememiş, verdiği “EVET” oyları ile “Büyük Abi”ye teslim olarak buhranın oluşturacağı anaforun içinde yok olmayı, parçalanmayı, bölünmeyi gündeme taşımıştır.

Yargı artık iktidarın emrine verilmiş, Cumhuriyet hukuku “üsttekilerin hukuku” olarak şekillenmiş, egemenliğinin yanı sıra hukukunu da “Büyük Abi”ye ve onun yamağı teslim etmiştir.

Kaynak: Açık istihbarat

BU DA ASTROLOGLARIN GÜNDEMİ

24.11.2010
Kuzey kore güneye saldırdı, Bulgar Kahin 2010 kasımında 3. Dünya savaşını çıkacagını bildirmişti. Kehanet gerçekleşiyor mu?
Bulgar Vanga Kimdir?
Gerçek adı Vangelina Pandeva olan Baba Vanga, 1911 yılında dönemin Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetinde olan Bulgaristan’da (şimdiki Makedonya) doğdu. 13 yaşında sele kapılarak toprak altında kaldı. İki gözü de iltihaplanıp kapandı. Bu kazadan sonra geleceği okumaya başladı. Dokunduğu her şeyi tüm ayrıntılarıyla tarif ediyor, bastığı toprakta yıllar önce ne olaylar geçtiğinin hepsini söylüyordu. Ünü arttıkça Bulgar devletini bir organı gibi çalışmaya başladı. Aylık maaşa bağlandı. Bilim adamları görüşmek isteyenlerin randevularını ayarlamaya başladı. Kehanetlerin hepsi Bulgar hükümeti tarafından kaleme alındı. Kayıtlara göre ünlü kahini zamanında Nazi lideri Adolf Hitler bile ziyaret etti. Hitler’in bu görüşmeden çok sinirli çıktığını söyleniyor. Baba Vanga 1996 yılında 84 yaşındayken öldü.

Kehanetleri
ABD’ye 11 Eylül 2001′deki terör saldırısını 12 yıl öncesinden bilen Bulgar kâhin Vanga ölümünden iki yıl önce Rusya bir gün dünyaya hâkim olacak demişti.
11 Eylül saldırıları, Kursk faciası, ve Rusya’nın Gürcistan’ı işgal edeceğini bilen Baba Vanga Amerika’ya dair şu kehanetlerde bulundu:
“Amerika Birleşik Devletleri’nin 44’üncü başkanı (Yani George Bush’tan sonraki başkan) siyah olacak. Bu Amerika’nın göreceği son lider olacak. Çünkü siyahi liderin göreve gelmesinden kısa bir süre sonra ülke büyük bir ekonomik krize girecek.
Kuzey ve güney eyaletler arasında anlaşmazlık çıkacak. Endonezya karışacak. Tüm bunlar Üçüncü Dünya Savaşı’nı başlatacak… Üçüncü Dünya Savaşı’nda ilk kez atom bombası kullanılacak.
Birçok Kehaneti Var…
Hayattayken kehanetleri Bulgar hükümeti tarafından kaleme alınarak saklanan Baba Vanga’nın kehanetlerinin yüzde 80’i doğru çıktı. 1989’da Rus televizyonuna “İki çelik kuş kulelere çarpacak gökyüzü aydınlanacak, (11 Eylül saldırıları) Kursk (2000 yılında 118 Rus askerine mezar olan denizaltının adı) su altında kalacak bütün dünya arkasından ağlayacak, dedi. Kahin 1994 yılında da ” Vladimir’in zaferi dünyada herşeyi eritecek. (Gürcistan savaşı). İklimler değişecek (küresel ısınma). Rusya ayakta kalacak ve dünyaya hakim olacak” demişti.
-------------------------------
KİMDİR:
Vanga (Evangelia) Dimitrova Pandeva 31 Ocak 1911′de Strumica, Macedonia’da doğdu. Bulgaristan’da Petrich kentinde yaşadı. Küçük yaşta annesiz kaldı ve babası da askere alınınca, yakınları tarafından büyütüldü, çocuk yaşlarda kaybolan eşyaların yerini bulmasıyla ünlendi. Savaştan geri dönen babası yeniden evlendi Petrich yakınlarında bir çiftlikte yaşamaya başladılar. Bir akşamüstü Evangelia tarladayken birdenbire bir kasırga çıktı, rüzgar o kadar güçlüydü ki, ağaçları söküp atıyordu ve küçük kızı da alıp götürdü. Evangelia çok sonra çamurların ve taşların arasında yarı ölü bulunmuştu ve gözlerine dolan kumlar kör olmasına neden oldu, yapılan tedaviler de yarar sağlamadı.
Evangelia 16 yaşında kehanetlere başladı, ilk olayı babasının çalınan bir koyununu bulmasıydı. 30 yaşından sonra geleceği görme yeteneği arttı ve ünlendi, birçok yetkili onu ziyaret ediyorlardı. Söylendiğine göre Adolf Hitler Vanga’yı ziyaret etmiş ve kahinenin evini büyük bir huzursuzluk ve sıkıntı ile terk etmişti. Erkek kardeşi Vasil İkinci Dünya Savaşı başladıktan sonra orduya katılmaya karar vermişti, Evangelia bunu yapmamasını aksi halde 23 yaşında öleceğini söyledi ama Vasil dinlemedi ve Almanlar tarafından esir alındığında 23 yaşındaydı, idam edilerek öldürüldü. Daha sonraki yıllarda özellikle Bulgar yönetiminin üst düzey yetkilileri tarafından sık sık ziyaret edildi, bunların arasında eski Bulgar Başbakanı Zhan Videnov ile Komünist Diktatör Todor Jivkov’da bulunuyordu…
Kehanetleriyle gittikçe ünlenen Evangelia Dimitrova Pandeva ile görüşmek ve danışmak isteyenlerin randevuları Sofya Parapşisizm ve Telkin Bilim Kurumu’nca belirleniyor, sorulan sorular, yapılan açıklamalar ve kehanetler dosyalanıyordu. Alınan ücretler ise, parapsikolojik arastırmalarda kullanılmak üzere devlet bütcesine aktarılıyordu. Evangelia ise devletten aylık maaş almaktaydı. Kehanetlerinin % 80′inin doğru gerçekleştiği belirtilmiştir. Kehanette bulunurken etrafinda olusan enerji alanları, kehanetlerle öteki Duyu Dışı Algı yetenekleri arasındaki ilişki, beyninin başka insanlardan farkli olup olmadığı ve psikolojik durumu yıllarca izlendi, araştırıldı fakat bu çalışmaların ulaştığı sonuçlar, belirli bir olgunluğa ulaşılmadığı gerekçesiyle hala açıklanmadı ya da uygun bulunmadı.
“Korkunç, Amerikalı kardeşler, çelik kuşların saldırısıyla çökecekler, kurtlar inlerinde uluyacak ve masumların kanı fışkıracak…” Evangelia bu kehanetini 1989′da yaptı ve 11 Eylül 2001′de bilindiği gibi New York’daki İkiz Kuleler terörist bir saldırı sonucunda çöktüler, saldırı çelik kuşlar yani uçaklar tarafından yapıldı ve İkiz Kuleler’in bir diğer popüler adı “Kardeşler”di.
Evangelia 1981 öncesinde ise bir diğer öngörüde bulunmuştu… “Çok önemli, en yüce bir olay olacak, iki büyük lider el sıkışacak… Ama uzun bir zaman, sekizlerin sonuna kadar bekleyeceğiz, sekiz çok önemli ve sonunda dünyadaki en önemli barış anlaşması imzalanacak…” Ve Ocak 1988′de Gorbachev ve Reagan, bilinen zirvede el sıkışarak, imzalarını attılar ve insanlık tarihinde yeni bir çağ açıldı. Daha sonra Vanga Rusya’da yeni bir liderin çıkacağından da söz etti, bu lider Yeltsin’di ve yeni bir liderdi. Ve Rusya daha sonra Yediler Grubu’na katıldı ve bu grubun şimdiki adı G8′ler yani sekiz sayısı gerçekten önemliydi. Vanga daha önce de 1979′da şöyle diyordu; “Vladimir’in ünü ve şerefi bir buz parçası gibi eriyecek, geriye sadece Rusya’nın görkemli adı kalacak ama sonra dünyaya hükmedecek.” Bu da bir gerçek, Evangelia’nın 1979′da SSCB yerine Rusya adına kullanması ilginç. Ve Vladmir kim? Vladimir Lenin olabilir mi? Evangelia’nın bir diğer kehaneti ise şöyle…
“Birçok felaket ve afet dünyayı sarsacak, insanların düşünceleri değişecek ve inançlar yüzünden bölünecekler…” Bu da günümüzü iyi anlatan bir öngörü, yaşadığımız dönemde terörist saldırıların yanısıra doğal afetler gittikçe artıyor ve etnik çatışmalar önlenemez boyutlara doğru gelişiyor.
Evangelia Pandeva öngörü kaynağının görünmeyen yaratıklar olduğunu ve onların kim olduklarını bilmediğini söylüyordu. Kendi istediğinde onlara danışıyor ve onlar söz konusu kişinin yaşamına girerek nelerin olacağını Evangelia’ya iletiyorlardı. Aslında Evangelia bir medyum gibi davranıyor ve 200 yıl evvel ölmüş olan ruhlarla ilişki kurmakta olduğunu düşünüyordu. Evangelia’nın şifa gücü de vardı, bitkisel karışımları ve baharatları çeşitli hastalıklara karşı öneriyordu ama modern tıbba karşı değildi, sadece çok fazla kimyasal ilaç kullanımının vücudun doğal uyumunu bozduğunu iddia ediyordu. Ölümü ise şöyle yorumluyordu… “Size söylüyorum, bedenin ölümünden ve çünümesinden sonra da herşey canlıdır ama bedenin bir bölümü yani ruh ya da adı ruh olmayan birşey yokolmaz, adını kesin olarak bilmiyorum. Buna ikinci doğum diyebilirsiniz ama ben nasıl olduğunu bilmiyorum. O geriye kalan şey gelişmeyi sürdürür ve daha yüksek düzeylere ulaşır ve o şey ölümsüzdür…”
Öngörülerindeki başarılara rağmen karşı çıkanlar ve kuşkucular tarafından çok eleştirildi, kehanetlerinin anlaşılmaz olduğu söyleniyor, ancak bir olay olduktan sonra kehanete uydurulduğu iddia ediliyordu. Ama bu tüm kahinlerin başına gelen şeydi, doğru ya da yanlış sonuçta öngörülen birşeyler vardı. Evangelia Pandeva, gelecekteki olaylardan söz etti ama çok sık öngörüde bulunmuyordu ama şu öngörüsü ilginçti… “Önümüzdeki 200 yıl içinde, insanlık başka dünyalardaki kardeşleriyle zihinsel ilişki kuracak, onlar çok eskiden bizim dünyamızda yaşadılar, isimleri WamFim…”
1995′de bir öngörüde daha bulundu… “Kursk suyun altına batacak ve tüm dünya yas tutacak…” O yılda Kursk sözcüğünün farklı bir anlamı yoktu, Kursk bir Rus şehriydi ve sular altında kalacağı düşünülmüştü. Ta ki Ağustos 2000′e kadar, o tarihte Rus denizaltısı Kursk trajik bir kaza sonucunda battı ve tüm çabalara kadar içindeki 118 denizci kurtarılamadı ve gerçekten de tüm dünya üzüldü. Hiç kimse bu adın bir denizaltıya ait olduğunu aklına getirmemişti veya bilmiyordu.
Evangelia Pandeva, 11 Ağustos 1996′da öldü, halen adı Bulgar halkı tarafından saygıyla anılmaktadır. Ölümünden kısa bir süre önce Fransa’da yaşayan 10 yaşındaki bir kız çocuğuna tüm yeteneğini aktardığını söylemişti. Bu kızın şu anda 22 yaşlarında olması gerekiyor ama henüz adını ve öngörülerini duymadık. Belki o da Evangelia gibi, o da otuzundan sonra duyulacak ve tanınacak…

Geleceğe Dair Bazı Kehanetler:

2010 - Kasım 2010'da Üçüncü Dünya Savaşı başlayacak. Başlangıçta normal bir savaş olarak başlayacak, fakat sonra kimyasal ve nükleer savaş haline dönüşecek. Savaş Ekim 2014'e kadar sürecek.

2011 - Radyoaktif yayılım yüzünden Kuzey Yarım Küre'de canlı yaşamı neredeyse sona erecek. Hayatta kalmayı başarabilen Avrupa'lılar üzerinde yeni bir tehdit oluşturan Müslümanlar kimyasal silahlar kullanarak tamamen yok etmeye çalışacak.

2014 - Savaşın ardından dünyanın büyük bir çoğunluğu cilt kanseri ve ciltle ilgili hastalıklar geçirecek.

2016 - Avrupa'da yaşayan çok az insan kalacak.

Odatv.com

21'inci Yüzyılda olası iklim savaşları ve bir senaryo
Selçuk Salih Caydi
5.12.10

İklimlerin nasıl bozulduğunu biliyorsunuz. Aşırı sıcaklar, aşırı soğuklar...

İstanbul'da Aralık ayında baharı yaşarken, Berlin'de ısının eksi ondörtlere kadar düştüğünü, Noel öncesi olmasına rağmen Kurfürstendamm'da sokakta kimseciklerin görülmediğini duyuyoruz...

Ağustos ayındaki uzun sıcak dalgasının sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gelip bazılarının paniğe kapıldığını da unutmadık...
(Yoksa unuttuk mu?!..)

İklimler bu hızla, hız kesmeden bozulursa ne olur?

Hangi ülke çölleşir ve "ihtiyaçlarını" karşılamak için (mecburen?) silaha sarılır, biryerleri işgal eder? Hızlı iklim değişikliklerine devletler nasıl yanıt verirler ve bu nedenle nasıl bir savaş olabilir?

Kanadalı askeri uzman Gwyne Dyer, bu konuda bir kitap yazmış. ("Climate War" Toronto 2008)

Kitabı, dünya kamuoyuna bir çağrı niteliğinde, çünkü bazı önlemler alınmadığı takdirde, iklim değişikliklerinin savaşlara neden olabileceğine inanıyor. Dyer, jeostrateji konusunda sayısız makalesiyle tanınmış bir uzman
İklimler, tahmin edilenden daha hızlı bozuluyor. Felaketi önlemek, ancak endüstrinin kırk yıl içinde sıfır karbon salınımı hedefine ulaşmasıyla mümkün. Ama bugünkü şartlarda bu imkansız, çünkü karbondioksit salınımı azalmıyor, tersine her yıl yüzde üç artıyor. Gwyne Dyer'in tahminlerine göre, nehirler ve göller kuruyacak, göçler olacak. Bazı ülkeler tamamen çökecek ve savaşlar çıkacak. Bu gelişmelerin önlenmesi için, dünya kamuoyunun kendi arasında iletişim kurarak, sorunların üzerine birlikte gitmesi gerekiyor. Hiçbirşey yapılmazsa, onbeş yıl sonrasından itibaren, "Hayat pek de yaşamaya değer olmayacak."
(Ağzından yel alsın...)

Gwyne Dyer, insanoğlunun doğayla bir tür savaşa girdiğini ve bu savaşı kaybedeceğini söylüyor.
Ben bu saptamayı duyunca, Fırtına vadisine yapılmaya kalkılan bilmemkaçtane HES'i düşündüm...

Hani "Su akar Türk bakar" diye bir vecize var ya?!.. Utanç verici. Üstelik bunu söyleyen bir Başbakan. Demek ki bilmemkaç yüzbin yıldır sular akmış, herkes bakmış! Herkes aptalmış, bir tek Başbakan akıllıymış! Sanki dünyada insanlardan başka canlı yaşamıyormuş, onların rızkı sayılmıyormuş gibi. Sanki Allah'ın suyu, üçbeş tane para manyağı "iş" adamı için, birkaç yılda bitirsinler diye yaratılmış...

İlk çökecek ülkelerden biri Bangladeş mi? Denizler yükselince, buradaki fakirlik, kontroldan çıkabilir mi? Gwyne Dyer'ın tahminlerine göre yirmi yıl içinde, Türkiye de dahil olmak üzere Akdeniz ülkelerine kuraklık hakim olacak. Venedik başta olmak üzere önemli kıyı şehirleri, yükselene denizle boğuşacak. İnsanlar, güney Avrupa, kuzey Afrika (ve güney/orta Anadolu'dan) başka yerlere göç edecekler. Çin, Asya'daki su kaynaklarına doğru genişleyecek, yiyecek için savaşmak zorunda kalacak.

Bütün dünyadaki insanların, "gelişmiş" ülkelerdeki yaşam koşullarına sahip olabilmeleri için üç veya dört dünya daha gerekiyor. Nüfus hızla artıyor. 2015 yılında dünya nüfusu yedi milyara çıkacak. Tüketim hızla (katlanarak) artıyor. Çöküş, Gwyne Dyer'ın tahmininden önce de olabilir...

Kitapta senaryolar da var... Mesela daha ilk senaryoda, Türkiye, İspanya ve (bağımsız) Kuzey İtalya devletlerinin Kuzey Avrupa ülkelerine saldırısı anlatıyor. Saldıran ülkelerin -Türkiye dahil- atom silahları da var, ama başarılı olamıyorlar! İklim değişikliğinden en güçlü çıkan ülke, yeni bir süper devlet haline gelen Rusya. Arapların ortak İslam Cumhuriyeti, 2045 yılında, nüfusunun yarısını göçlerle ve diğer nedenlerle kaybediyor. 2020'de petrolü tükenmiş ve yemek karneye bağlanmış.

2032 yılında havadaki krbondioksit oranı, 1990'dakinden yüzde 47 daha fazla. Dünyanın ortalama sıcaklığı, bugünkünün dokuz derece üzerinde...

Tabii hepsi senaryo -ve kitap 2008 krizi öncesinde yazılmış...

Üfleyerek yemekte fayda var...
http://konstantiniye.blogspot.com/2010/12/21inci-yuzylda-iklim-savaslar-m.html

"21 Aralık'ta çok acayip bir şey olacak"
10.12.2010
Tempo dergisinin daveti üzerine Türkiye’ye gelen dünyaca ünlü astrolog Susan Miller'ın Türkiye ile ilgili kehanetlerini de açıkladı.

İSTANBUL - Burçlarla ilgili gelecek yorumlarının tutmasıyla ünlü astrolog Susan Miller "21 Aralık'a dikkat edin!" diyerek Türkiye’yle ilgili kehanetlerde bulundu.
21 Aralık’ta çok önemli bir şey olacağını ve gizli bir şey su yüzüne çıkacağını söyleyen Miller, "Bu güvenlikle ilgili bir sorun olabilir, sıkı güvenlik önlemleri alınması gerekebilir. Ama her ne ise kamuoyu duygusal anlamda etkilenecek, herkes bunu konuşacak." dedi.
'BÜYÜK BİR SKANDAL OLABİLİR'
Bu tarihte gazetecilerin gündemini oldukça meşgul edecek ve çok konuşulacak skandalların patlayabiliceğini ifade eden astrolog, birileri bu bilgilerin açığa çıkmasını istemese de engel olamayacaklarını ve bu bilgilerin çok tartışma yaratacağını söyledi.
Aynı tarihte iklimle veya doğayla ilgili bir olay da yaşanabileceğini dile getiren Miller, bunun belki büyük bir fırtına olabileceğini, ayrıca bu topraklarda yaşayan herkesi etkileyeceğini iddia etti.
AKP İKTİDARI İÇİN ÖMÜR BİÇTİ!
Miller'a göre, 2012 yılı Türkiye için yeniden yapılanma anlamına gelecek. 2012’de bir şeyler yeniden ele alınacak.
gazeteport

Şok dalgaları her yere yayılıyor!

NASA, Güneş'te yaşanan patlamanın neden olduğu aktiviteni çok büyük olduğunu ve Güneş faaliyetleriyle ilgili eski fikirleri sarsabileceğini belirtti.

15 Aralk 2010
Anadolu Haber

Güneş'te 1 Ağustosta meydana gelen patlama üzerinde yapılan analizlerde, patlamanın, güneşin yarıküresini sardığı anlaşıldı.

Manyetik lifler ve patlamalar güneş küresini bir ağ gibi sararken, şok dalgaları ve tsunamiler tüm güneş yarıküresi boyunca yayıldı.

Bu faaliyetler Güneş'in uzaya, milyarlarca ton sıcak gaz taşıyan dalgalar göndermesine yol açtı. NASA sayfasındaki haberde, “bu aktivite o kadar büyüktü ki güneş faaliyetlerine ilişkin eski fikirleri sarsabilir” denildi.

Lockheed Martin'in Güneş ve Astrofizik Laboratuarı’ndan Karel Schrijver, “1 Ağustostaki bu olay, gözlerimizi açtı” derken, “böylece güneş fırtınalarının tüm güneş küresini sarabilen olaylar olduğunu gördük, bunların ölçeğiyle ilgili bilgilerimiz değişti” dedi.

Güneş patlamalarının, Güneş üzerinde gerçekleşen olaylar olmadığı, Güneş alevleri, tsunamiler ve Güneş'in yüzeyindeki dev püskürmeleri içeren “şiddetli olaylar dizisi olduğunun anlaşıldığı” ifade edildi.

PATLAMALARIN TÜM GÜNEŞİ SARABİLİR

Space.com verdiği bilgilere göre, yaşanan patlamaların neden olduğu şok dalgaları, Güneş'in neredeyse üçte ikisine yayılmış durumda. Patlamalar, uzay boşluğuna yüz binlerce kilometre uzunluğunda alev ve gaz püskürtüyor.

Patlamayla ilgili haber ve görüntüler NASA'nın internet sayfasında, http://www.nasa.gov/mission_pages/sunearth/news/global-eruption.html bağlantısıyla izlenebiliyor.

Bu sayfaya konan video görüntüsünde patlamanın Güneş'in üst yarıküresi boyunca giderek nasıl yayıldığı görülebiliyor.

HÜRRİYET

Selçuk Salih Caydi
23.12.10
(..)
21 Aralık günü Ay düğümü üzerinde yaşanan Ay tutulması, etkisini göstermek üzere...

Bu etkinin olumlu olması veya olumluya çevrilmesi için hareket zamanı.
Kürtçülerin ayrışma istikametindeki bariz adımları karşısında, "demokrat!" Hükümet'in, "demokratlığına uygun" sert önlemler almak üzere olduğu görülüyor. O kültürcü/kamplaştırıcı "Müslüman" kafayı terketmeden, kalıcı ve birleştirici adımlar atmak çok zordur.
O nedenle son iki yıldır ısrarla, Türkiye'nin bu Hükümet'ten acilen kurtulması gerektiğini söylüyoruz.
Dünya, muhtemelen yerle göğün birbirine gireceği bir döneme doğru ilerliyor. Böyle bir devirde vasat ve kamplaştırıcı bir "anlayışın" (yani anlaMAyışın) yönetici pozisyonda olması, Türkiye'nin felaketi olabilir...
(Daha nasıl söyleyelim?!..)
İlk elden atılması gereken adımların, ayaklanmalara yol açmayacak adımlar olması gerek... Yani sert ve provokatif olmaması gerekir. Bu, Hükümet'in ve tabii Türkiye'nin çıkarına olur...
Böyle bir dönemde, Türkiye'nin içinde bulunduğu zaman kalitesinin hangi durumları desteklediği, özel önem arzediyor.
Eğer Başbakan'ın meşhur öfkesine kapılınmazsa, çok yaratıcı değişiklikler gerçekleştirilebilir.
Bunun için, şimdiye kadarki "seyreden" tavır terkedilmek zorunda. Yeni yaratıcı girişimler gerekiyor. Otoriteyi temsil edenlerle (mesela Apo'yla!) iyi ilişkiler kurmayı destekleyen zaman kalitesi, bu kişilerin şimdi olumlu anlamda etkiyebileceğini gösteriyor.
Fakat depresyonu destekleyen bir durum da sözkonusu olduğundan, karamsarlığa kapılmak kolay. İşte o depresyon kolaycılığına kapılmamak gerekiyor.
http://konstantiniye.blogspot.com/

Yer yerinden oynayacak

7 ülkede 7 ve üzerinde şiddette deprem olacak. İşte 80`den fazla ülkeye sunulan kıyamet senaryosu

27 Aralk 2010
Anadolu Haber

Uluslararası Geochange Kurulu ve Ülkeler Deprem Kestirme Ağı (GNFE) Başkanı, Uluslararası Bilimsel Akademi Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Elchin Khalilov tarafından hazırlanarak Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, Avrupa Komisyonu, Avrupa Birliği başkanlarına ve aralarında Türkiye Cumhurbaşkanı’nın da bulunduğu 80’den fazla ülkenin cumhurbaşkanına sunulan “Yerkürede oluşacak olağanüstü değişimler” konulu raporda, önümüzdeki yıllarda afetlerin doruğa çıkacağı uyarısında bulunuldu.

Milliyet’in haberine göre Khalilov, 2016’ya doğru deprem ile yanardağ etkinliğinin önemli ölçüde azalacağını, ancak yerküresel ısıda artış olacağını belirtti.

Raporda önümüzdeki yıllarda oluşacak doğal afetlerin kestirilmesi ile ilgili bölümlerde neler yer alıyor?
Raporda yer sarsıntısı, yanardağ ile tsunami üzerine kestirmeler var. Buna göre önümüzdeki yıllar, bu gibi afetlerin doruğa çıktığı yıllar olacak. Bunlar da 2011 ve 2013... 2012’de afetler, 2010’a kıyasla daha fazla olacak. 2016 yılına doğru deprem ile yanardağ etkinliği önemli olarak azalacak, bu kez de ısıdaki artışa bağlı olarak buzulların hızla erimesiyle büyük kara parçaları sular altında kalacak. Böylece kıyı ülkelerinde inanılmaz seller görülecek.

SİSMİK GERİLİM 5 YIL İÇİNDE ZİRVE YAPACAK
Dünyadaki sismik aktif bölgelerin yüzde 70’inde sismik gerilim artıyor ve 2011-2015 yıllarında azami doruğa ulaşacak. Dünyamızın sismik konusunda “Ateş Çemberi” olarak adlandırılan bölgesinin aktifliği tavan yapacak. Ateş Çemberi, volkanlardan ve tektonik yarıklardan oluşan Pasifik Okyanusu’ndan, Güney ve Kuzey Amerika’ya, Alaska’nın güney bölgelerine kadar uzanan, oradan da Japonya, Filipinler ve Endonezya’yı, Yeni Gine, Yeni Zelanda ve kuzey-batı Okyanusya bölgelerini çembere alan 40 bin kilometre uzunluğunda at nalı kemeri formunda bir çemberdir.
Bahsi edilen Ateş Çemberi’nin içinde dünyanın yüzde 80’ini oluşturan ortalama 1500 volkan yer almakta. Bu çemberde dünyanın en yıkıcı depremlerin ve tsunamilerin yüzde 70’i ve yıkımsal volkan patlamalarının yüzde 80’i bulunmakta. Büyüklüğü 7’den fazla olacak büyük şehirler arasında San Francisco, Los Angeles, Meksiko, Tokyo, Kyoto, Cakarta gibi şehirler yer alıyor.

İŞTE FELAKET BÖLGESİ
Sismik konuda en aktif ikinci bölge Alp-Himalaya sismik bölgesidir. Bu bölge Avrupa’nın kuzey bölgeleri, Türkiye, Kafkasya ve Orta Asya’yı kapsamakta. 2011-2015 yılları arasında Alp-Himalaya sismik bölgesinin yüzde 70’i faal hale gelecek ve doruğa ulaştığında buradaki depremlerin büyüklüğü 7’nin üzerinde olacaktır. Büyüklüğü 7 ve üzeri depremler İtalya, Yunanistan, Türkiye, Romanya, Kafkasya, İran, Kazakistan, Pakistan, Hindistan, Çin’de beklenmekte. Bunun dışında bu dönemde İtalya’nin en büyük volkanları olan Vezüv ve Etna’nın faal hale geçmesi de söz konusu.

Prof. Khalilov kimdir?
Uzun yıllar yer bilimleri alanında Rusya Bilimler Akademisi’nde görev yapmış Azeri bir bilim adamıdır. Halen Geochange Uluslararası Kurulu’nun başkanlığını yapan Khalilov, merkezi Avusturya’da bulunan Uluslararası Bilim Akademisi’nin de başkan yardımcılığını yürütmektedir. Khalilov aynı zamanda Ülkeler Deprem Kestirme Ağı (GNFE) Başkanlığını da yapmaktadır. Geochange Uluslararası Kurulu, dünyada meydana gelen fiziksel değişimleri araştırarak rapor hazırlayan bir kurumdur

2012'NİN KAHVE FALI
SERDAR AKİNAN
01 Ocak 2011

Koca bir yılın ezici yorgunluğu, yeni yılın diri umutları... İnternette birkaç saatlik sörf, geçen bir yıldan neler saklıyor neler? 0'lar ve 1'lerden oluşan kolektif dijital hafızamızda neler var değil mi?

2011'e; yaşamımın bir başka evresine; mutluluk, umut ve huzurla girerken merakım bu duyguyla örülü...

Ne de çok zaman akıp gitmiş bu gönül köprümün altından!
Hangisi kayıpmış? Hangisi kazanım? Neye ve kime göre?
Mütevazı gönüllerin gönenci çatıda saklıymış. Bu çatı bir aile için hanedir... Bir millet için ülke...

Giderek artan ve keskinleşen kamplaşmadan nasıl bir yaşama kültürü yaratacağız?
Bu soruların yarattığı sıkıntıyı dağıtmak için oturup bir kahve yaptım ve fal baktım... Bakın telveler bana ne anlattı...

Bir yanda hızla büyüyen, kendine güveni artan, etkin, genç ve hırs dolu bir nüfus... Ama aynı anda kimliğini şekillendiren temel kavramların adeta derdest edildiği bir tuhaf süreç...

Olumlu etkiler kadar tehditler de bu falda benzer büyüklükte alanları kaplıyor.
AKP kadrolarının özellikle uzlaşı zemininde başarılı bir karnesi olduğunu söylemek mümkün değil.

Seçim yılına girdiğimiz için başta Erdoğan, tüm iktidar kadrolarının, giderek artan bu toplumsal gerginliği, çatışmaya döndürmeden nasıl dönüştüreceği temel merak konusu olacak...

Ötesinde öncelikle Cumhuriyet ve kurucu ideoloji açısından kırılma yılı 2012 olacaktır. Kürtler adına siyaset yaptığını söyleyen heyet, yerel seçimlerde bir coğrafyayı tutabildiğini teyit etmiştir. Bu yılki seçimler ise şüphesiz ki bir sonraki eşik olarak algılanacaktır.

Cemaatin yüksek bürokraside, belli sermaye çevrelerinde, medyada, sivil toplumda yarattığı/kullandığı simbiyotik etkinin, hareket açısından yapısal bir hastalık olduğunun iyice belirginleştiği bir yıl olacaktır.

ABD ile cemaatin arasında dillendirilmeyen iletişim sorunu bu yıl Kürt meselesinden dolayı belirginleşecektir.

Hareket içinde etnik kimliğini özenle örten ama etkisini sürdüren kudretli odaklar açısından oldukça zorlu bir yıl geliyor. Hareketi yönetmeye muktedirler ama diğer güçlü yapılarla ilişkileri o kadar girift ki Kürt meselesindeki tavırları çok önemsenmeli...
İmralı'nın etkisini daima test edeceği bir yıl olacak 2012...
Üç vakte kadar bol para gözüküyor... Medyada bir dönem tam da bu yıl kapanacak... Yepyeni aktörler belirecek sahnede...

Hülasa oldukça kritik bir yıl bizleri bekliyor. Ama fala inanmayın, falsız da kalmayın. Sağlıklı, mutlu ve umutlu bir yıl dileğiyle...

http://www.mizikacilar.com/Makale.aspx?ID=159

AjanProvokator
Kayıt: 12 Arl 2008
Mesajlar: 9

Tarih: Pzr Oca 02, 2011 1:01 am
[img]Mesaj konusu: Yunan Sınırındaki Telörgü Ve Düşündürdükleri-1[/img]
Geçen haftanın gündem maddelerinden biri ;Yunanistanın ,Türkiye ile ortak sınırına yapacağı tel örgü idi.
Bu gündem maddesi, gündemdeki yerini koruyor .Önümüzdeki haftalarda da koruyucağı belli.
Yunan hükümetinin kamuoyuna yaptığı açıklama ,Türkiyeden ,Yunanistana yönelik yasadışı mülteci akınına karşı bir önlem .Söz konusu mülteciler ,T.C uyruklu olmayan ,ve Türkiye'yi transit geçiş köprüsü olarak kullanan yığınlar.
Daha ziyade Irak,Afganistan,Pakistan, Filistin ,Afrika ülkeleri v.s kökenli insanlar.
Yunanistan hükümetinin kamuoyuna yaptığı açıklama belki tamamen doğrudur .
Yani inşa'a edilecek 'FİZİKİ ENGEL ' yani tel örgü sadece bu mültecilere karşı inşa'a edilecek olabilir.
Ama akla gelebilecek diğer daha zayıf tahminleri ,ve,yorumları da derc edecek olursak...
Bu tel örgü T.C uyruklu yığınlara karşı da İnşa'a edilecek olabilir .
Şöyle ki :
1-)Yunanistan bu mülteci akınından çok önce de, bir başka mülteci akını ile karşılaştı .Bizim 12 eylül döneminde T.C uyruklu siyasi mülteciler ,yığınsal olarak Yunanistana kaçtılar .Yunanistan O mültecilere ekseriyetle kapılarını açtı, büyük bir misafirperverlik gösterdi.
Zayıf bir ihtimal de olsa ,Yunanistan belki de 2011 senesinde ,Türkiyede gene bir askeri darbe ihtimali öngörüsünde bulundu ,Ve bu askeri darbe gerçekleştiğinde ,Türkiyeden gene bir siyasi mülteci akınına karşı bu tel örgüyü inşa'a edecek olabilir .
Bu mantık yürütme yöntemi ile eklenecek olunursa ,2011 senesindeki olası askeri darbenin ve ya darbe girişiminin ,sol tandanslı bir askeri darbe olabileceği söylenebilir .
Çünkü 12 eylül darbesi döneminde Yunanistan'ın kabul ettiği siyasi mülteciler ,ekseriyetle Sol görüşlü kaçaklardı .
(bu bölümün sonu)

AjanProvokator
Kayıt: 12 Arl 2008
Mesajlar: 9
Tarih: Pzr Oca 02, 2011 1:04 am
Mesaj konusu: Yunan Sınırındaki Telörgü Ve Düşündürdükleri -2
2-) Bu telörgünün inşa'ası ile ilgili diğer daha zayıf tahmin ve yorum ise :
Yine T.C uyruklu mülteci akınına karşı kullanılması .Bu ihtimaldeki mülteci akını ise, Türkiyede başlayacak, Bir Türk -Kürt etnik çatışması ve beraberinde gelen büyük Kürt etnik temizliğinde ,canhavli ile Yunanistana kaçmak istiyen milyonlarca T.C uyruklu Kürt sivile karşı önlem .
Yunanistan'ın 2011 Öngörüleri içinde bu ihtimal de olabilir .
Peki bu Jenerik senaryoda Apo'nun rolü ne olabilir ?.Böylesine büyük bir Kürt etnik temizliğini tetikleyecek işaret fişeği :
''Apo öldü'' !
manşetli gazete ve TV haberleridir .
Yani 2011 senesi ...Apo'nun son senesi olabilir ,Ve Yunanistan hükümetinin kulağına ,bu yönde ,bazı duyumlar gelmiş olabilir .
(Bu bölümün sonu)

AjanProvokator
Kayıt: 12 Arl 2008
Mesajlar: 9

Tarih: Pzr Oca 02, 2011 1:08 am
Mesaj konusu: Yunan Sınırındaki Telörgü Ve Düşündürdükleri-3 (son)
3-) Bu tel örgünün inşası ile ilgili.diğer zayıf tahmin ise :
Yunan hükümetinin bu 'FİZİKİ ENGEL' ile ilgili kamuoyuna yaptığı açıklamanın tamamen doğru olduğu; Lakin tali hedefinin Bulgaristan olabileceği ihtimalidir.
Yani ;
Evet !
bu tel örgü T.C uyruklu olmayan ve 3. dünya ülkelerinden gelen ,yoksul mültecilere karşı inşa edilecek ,ama bunun yanında vaziyetten fırsat da yaratılacak .
Yani Yunan sınırındaki bu 'FİZİKİ ENGEL' yasadışı bu mülteci ticaretini ,Bulgaristan sınırına yöneltecek, bu sefer ,Bulgaristan ,Türkiyeden yönelik bir mülteci sorunu ile karşılaşacak,dolasıyla T.C hükümeti ile çatışacak . .
Bu gün bizim ülkemizde pek bilinmiyor ,ama ,Balkanlardaki durum 1912 senesinin öncesi durumu andırıyor.
Yani birinci ve ikinci Balkan savaşları öncesindeki durum .
O tarihteki, gibi gene askeri ittifaklar ,savaş tehditleri var .
Youtube'de 3. Balkan savaşı başladı bile .
Bu sefer ki kamplaşma da igene 1912 deki askeri ve siyasi kamplaşma gibi ,
Gene, Yunanistan ve Sırbistan sıkı müttefik ,bu ittifakın karşısında, gene Türkiye ,Arnavutluk,Makedonya,Karadağ.vs.var
Ve gene 1912'deki gibi Bulgaristan gene muallakta (bir O tarafta, bir bu tarafta ).
Yani Bulgaristan ; hem Türkiye ile Yunanistan'a karşı bir askeri ve siyasi ittifaka girebilir ..
... Hem de Yunanistan ve Sırbistanla ittifak yaparak Türkiye karşıtı cephede saf tutabilir.
İşte Yunan hükümeti Türkiyeden gelen, mülteci trafiğini Bulgaristana yöneltip ,Bulgar-Türk gerginliğin körükleterek ,Bulgaristanı daha çok kendi saflarına çekmek hedefinde olabilir,söz konusu bu telörgüyü inşa'a etmekle .
(bütün bölümlerin sonu)

Dipnot:
Yunanistan'ın inşa'a edeceği bu telörgü Meriç nehri boyunca, yani kara sınırı .Oysa kiYunanistana yönelik mülteci akını daha ziyade Ege denizi ve Ege adaları üzerinden ,
Yani Yunanistanın kara sınırında yapacağı bir engelleme eksik kalır .
Muhtemelen bu önlemlerin bir de Ege denizi vechesi olacaktır ve Bu Türkiyenin tepkisini daha çok çekecek bir kararlar dizisi olacağından ,Yunanistan şimdilik bu adımları atmaya erteleyecektir.
Bu adımların neler olabileceği başka bir bir yazı dizisinin konusudur .

Entellektuel Forum

Şamil Tayyar 2011'i Yazdı
03 Ocak 2011
Yeni Anayasa, 2012’de yapılması muhtemel cumhurbaşkanlığı seçimindeki aday stratejisi, koalisyon hesapları, Ilımlı Kemalizm projesi...
Şamil Tayyar/ Star

Geride bıraktığımız 2010 yılında tarihi olaylar dizisine tanık olduk. Sıralama yapsam, zihnimde iz bırakan olaylar listesinin ilk üç sırası şöyle oluşurdu: Referandum, Balyoz davası ve CHP’deki lider değişikliği...

Balyoz, cumhuriyet dönemi darbeler tarihinin en önemli davasıdır. Hem içerik hem sanıklar bakımından Silivri’deki Ergenekon davasından daha çaplıdır. Aslında tersi olması gerekirdi; Türkiye’nin şartları Ergenekon soruşturmasını evire çevire ancak Silivri ebadında biçimlendirebildi.

Ümraniye’deki gecekondu sahibi 3 yılı aşkın süredir Silivri’de Ergenekon nöbeti tutarken, paşalar geçidi Balyoz’da tutuklu sanık bile kalmadı. Darbe günlükleri neredeyse aklandı, paklandı ve paketlenmek üzere.

Bizde böyledir; planlar gerçekleştirilirse “darbe” olur, deşifre edilirse biz ona “eğitim semineri” deriz.

Yavuz Donat’ın 28 Ekim 2010 tarihli Sabah’taki yazısını hatırlıyorum da gülüyorum bazen. Darbeden kısa süre önce Ankara Gölbaşı’ndaki Bayrak Garnizonu’nda konuklar için 4 oda tahsis ediliyor, dayalı döşeli hale getiriliyor.

Plan şu: Darbe günü hava şartları elvermezse dört lider burada ağırlanacak! Hava şartları müsait olunca Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit’i Gelibolu Hamzakoy’a, Necmettin Erbakan ve Alpaslan Türkeş’i İzmir Uzunada’ya götürüyorlar.

12 Eylül öncesi Gazeteci Yavuz Donat’ı Bayrak Garnizonu’na davet edip odaları gösteren Tümgeneral Servet Bilgi, o tarihte “NATO’dan gelecek misafirlerimize ayırdık” diyor. 12 Eylül’den sonra bir araya geldiklerinde Bilgi Paşa, Donat’a gerçeği anlatıyor.

12 Eylül deşifre olsaydı, Hamzakoy da Uzunada da Gölbaşı da eğitim seminerlerinin birer parçası olacaktı.

Neyse...

2011 yılının yine önemli gündem maddelerinden biri olacaktır Balyoz. Ergenekon da öyle... Muhtemeldir, Ergenekon’da da tahliyeler birbirini izleyebilir.

Referandumun etkileri de bu yıla aksedecektir. 12 Eylül referandumunda yüzde 58 evet oyuyla ipi göğüsleyen iktidar partisi, 12 Haziran seçimlerinde yüzde 50’yi test edecektir. Bu hedefin iki önemli nedeni vardır diye düşünüyorum: Birincisi yeni anayasa için gerekli milletvekili çoğunluğunu sağlama, ikincisi 2012’de yapılması muhtemel cumhurbaşkanlığı seçimindeki aday stratejisi.
Daha önce belirttiğim gibi referandumdaki işbirliğinin milletvekili aday listelerine yansıtılması ihtimali yüksektir. Böyle bir stratejide AK Parti çatısı dışındaki muhafazakar demokratlar, bağımsız ülkücüler, liberaller ve sosyal demokratlar kendilerine daha fazla kulvar açabilir.

Dolayısıyla, birinci belli gibi... Sonucu merak edilen en kritik sorulardan biri, AK Parti’nin yüzde 50 rekorunu kırıp kıramayacağıdır.

Bir diğer kritik husus; CHP’nin yeni patronu Kılıçdaroğlu’nun performansıdır. Genel olarak kimse Kemal Bey’den birincilik beklemiyor. 9 yıldır iktidarda olan bir parti karşısında ana muhalefetin hala iktidar alternatifi olamayışı ayrı bir garabet, ama yüzde 30 civarındaki bir oy koltuğunu korumaya yetebilir.

O nedenle, video komplosunun düzleştirdiği yolda genel başkanlık koltuğuna ulaşan Kılıçdaroğlu için seçim sandığı hayati önemdedir. Videodan genel başkanlık kotaran Kılıçdaroğlu, sandıktan ne çıkaracak göreceğiz.

Parlamento dengesini değiştirecek önemli güç odaklarından biri hiç kuşku yok ki, MHP’dir. MHP baraj altında kalırsa AK Parti mecliste yüzde 50 oyla hedeflediklerine daha kestirme bir yoldan ulaşabilir.

Gelinen noktada ayrıca şu tespiti yapmakta yarar var; MHP’nin kaderi, rakiplerinin elindedir. AK Parti ve CHP’nin seçim stratejisi ile uygulama biçimi, MHP’yi barajın altına da itebilir yükseklere de fırlatabilir.

Koalisyon hesaplarına gelince...

Bu seçimde, 2007 seçimlerinden önceki Kızıl Elma koalisyonundan ziyade CHP’yi AK Parti’ye yamama stratejisinin daha büyük heyecanla savunulduğunu gözlemliyorum. Hem uluslar arası odakların hem yerli uzantılarının...

Onların hesabı; AK Parti’yi etkisizleştirip Erdoğan’ın başbakanlığındaki hükümette Kılıçdaroğlu’nu başbakan yardımcısı olarak sisteme entegre etmek. Ilımlı Kemalizm Teorisi, bu derin oyunun fikri altyapısıdır.

Bu planın Çankaya boyutu da var, onu, zamanı gelince işleriz.

Son sözüm şudur; 2007’deki Kızıl Elma tutmadı, 2011’deki Ilımlı Kemalizm de tutmayacak, göreceksiniz.

4.1.11
Selçuk Salih Caydi
Kolbrin Yazıtlarının mesajı ve 'seçilmişler' konusuyla ilgili düşünce oyunu...

Kolbrin Yazıtları ile ilgili notlarımıza devam ediyoruz...

Bu kez bir düşünce/varsayım oyunu oynuyoruz...

2012 sonrasına hazırlanmak için bir savaşçı mantalitesinin çok önemli olduğunu söylemiştik. Savaşçı mantalitesi, burada ayrıca üzerinde duracağımız bir konu ve önemi şuradan geliyor:

Geleceğin yeniden inşası için iki kesimden sözedilecekse -yani seçilmişler ve, yaşamaya karar vermiş savaşçı seçilmişler olanlar... Bunların arasından bu ikinci katagori, 'asıl hayatta kalacak olanlar' sayılabilir.

Savaşçılar, hayata tutunmak ve hayatı devam ettirmek için, yeni bir dünya kurmak için, ölümü hiçe sayanlar olabilir. Burada absürd gibi görünen durum, hayata ölümün ötesinden tutunmak anlayışıdır ve Savaşçı olanlar, aynı zamanda asıl seçilmişler sınıfını oluşturabilirler -hükümetlerin seçtiği seçilmişleri değil.
(Bunlar, sadece tahmin ve olasılıklar üzerinden bir tür "düşünce oyunu" çerçecesinde değerlendirilmelidir)

Kutsal kitaplardaki uyarıları destekleyen -çok ayrıntılı- Kolbrin Yazıtlarının uyarıları ciddiye alınırsa, bu uyarılara nasıl yanıt verilebilir?
(Konuyu rasyonel haliyle, galiba böyle ifade edebiliriz!..)

Hz. Musa'nın mucizeleriyle Mısır ordusunu helak etmesi sırasında meydana gelen felaketler, sadece Eski Ahit'te anlatılanlardan ibaret olmasa gerek. O sırada olanları anlatan Kolbrin Yazıtlarına göre, çok daha kapsamlı bir felaket söz konusudur. Çok tanrılı devrin sonu anlamına da gelen bu büyük felaket hakkında insanları uyaran Kolbrin Yazıtları, M.Ö. 1500'lü yıllarda Yahudi'lerin Mısır'dan çıkışından sonra Mısırlı alimler tarafından Firavunun emriyle yazılmıştır. (Bkz. Bu blogdaki Kolbrin yazıları)

Kolbrin Yazıtlarının anlattığı, kutsal kitaplardaki Kıyamet tasvirlerine benziyor. Fakat o olaydan sonra Mısır yok olmayıp hızlı bir düşüş yaşadı, Büyük İskender'in ve sonra Roma'nın kontrolüne girdi. Ama unutmamak gerekir ki, bir devasa felakete karşı Mısırlıların sosyo-ekonomik yapısı, günümüzün elektrik/petrol bazlı modern kapitalist yoplum yapısından çok daha sağlam ve dayanıklıdır. Felaketi atlatmıştır. Mısır sosyo-ekonomisi ile modern toplumların sosyo-ekonomisini, bu açıdan karşılaştırmak, ayrı bir yazı konusu.
Olağanüstü bir felaket olursa modern toplum Cehenneme döner. Ve o Cehennemden çıkışın yolları, şimdiden döşenmek zorundadır, hem de modern/rasyonel "maddi" önlemlerle birlikte -ama onların ötesine geçerek, "manevi" önlemlerle. Ama bu manevi önlemler, somut olmalıdır.
(-Tabii bunu da konuşmak gerekir! "Somut manevi önlem" nasıl olabilir diye!)

Zira, korunmak için çok sağlam kaleler, derin sığınaklar, dayanıklı gemiler yapabilirsiniz. Ama bunları yanlış yere yapıp yanlış zamanda, iyi/güzel/kutsal diye özetlediğimiz kontekse uygun yapmazsanız, kumun üzerine gökdelen yapmış gibi olursunuz. Yani gökdeleniniz sağlam da olsa kumda kayar!

Kolbrin yazıtlarında anlatıldığı tipte bir felakette, rasyonel akla dayanarak kurtuluşun garantisi yoktur. Matematikten anlayan herkes bunu hesaplayabilir. Ama "tesadüfler", herşeyi değiştirebilir...

Kulağa saçma da gelse, tesadüfleri önceden "anlayanlar ve sezinleyenler", insanları Cehennem'den geçirip düze çıkarabilirler. Sözünü ettiğimiz büyük felaket ihtimali konusunda böyle "düşünce oyunları" yaparken "aslolan, Sezinleyebilen bir Savaşçı olmaktır" diyebiliriz herhalde.

Kolbrin Yazıtlarında, bu konuda şunlar yazıyor:

"Sonra, insanlar kalplerinde huzursuzluk hissedecekler. Tarif edemedikleri birşeyi arayacaklar, belirsizlik ve kuşku onlara eziyet edecek. Büyük zenginliklere sahip olmuş olacaklar ama, ruhları vasatlığın eziyetini çekecek. Sonra gök titreyecek ve yer sarsılacak. İnsanların korkudan dizlerinin bağı çözülecek. Korku içinde yaşarlarken, batışın tellalları görünecek. Mezar hırsızları gibi sessizce gelecekler. İnsanlar onları tanıyamayacak. İnsanlar kanacak. Çölleşmenin/yıkımın zamanı yakın."
(Kolbrin manüskrileri 3.9)

"İnsanlara bilgelik getiren "Büyük Kitab"ları (Kolbrin Yazıtları) olacak. Bir avuç insan bir araya gelecek ve hazırlanacak. İmtihan zamanı.

Korkusuzlar hayatta kalacak; yılmayanlar yıkıma uğramayacak."
(Kolbrin manüskrileri 3.10)

http://konstantiniye.blogspot.com/

M.Şevket Eygi
Çok Alametler Belirdi
13 Ocak 2011
Çok yakın bir zaman içinde beş yüz senede bir görülen türden bir ay tutulması oldu... Birkaç gün önce de güneş tutuldu... Bunlar hep "alametlerdir". Zaten birkaç yıldan beri yoğun ahir zaman alametleri içinde yaşıyoruz: Görülmemiş su baskınları... En son (şu anda yaz mevsimini yaşayan) Avustralya'da muazzam bir su baskını oldu. Bir kasabayı zehirli yılanlar basmış. Birkaç hafta önce Kamçatka Yarımadası'nda bir yanardağ patladı. Yerde gökte, karada denizde, buzlarda çöllerde, her yerde alametler belirdi. ABD'de bir yerde gökten yağmur gibi ölü kuş düşüyormuş. Bir yerdeki ırmak yeşil renkte akmaya başlamış. Nice ülkede arılar topluca ölüyor. Dünya üzerinde yeterli miktarda arı kalmazsa tahıl, sebze, meyve kıtlığı başlayabilir.

Bilmem hatırlar mısınız, 17 Ağustos 1999 Büyük zelzelesinden birkaç gün önce ülkemizde tam görülen bir güneş tutulması olmuştu. Hatta dünyanın çeşitli yerlerinden gözlemciler gelip incelemişti. Bendeniz o tutulma esnasında Kastamonu'dan İstanbul'a doğru gelmekteydim. Akşam oldu, karanlık bastı, İstanbul'daki evime doğru ilerlerken gökte hiç görülmemiş parlaklıkta bir cisim gördüm, yanımdakilere de gösterdim. Acaba neydi?..

Dünya genel ve yoğun kötülükler içinde yüzüyor. İnsanlığın büyük bir kısmı sanki çıldırmış. En az bir milyar insan açlık, kıtlık, yokluk içinde acı çekiyor. Zengin ülkelerin halkının bir kısmı, fazla yemekten obez olmuş... Dünyanın çeşitli yerlerinde savaşlar var, milyonlarca insan kan, ateş, gözyaşı içinde. Afganistan bitmiş batmış, Irak yaralarını saramıyor. Şimdi de Mısır iyice karıştı. Sudan parçalanıyor... Filistin, Keşmir, Arakan Müslümanları kan ağlıyor.

Şirk küfür, nifak şikak, zulüm ve teaddi, harp ve darp, kin ve intikam insanlığı sarmış.

Ülkemizin en büyük şehri şu yirmi milyonluk İstanbul, kurbanlık koyun gibi depremini bekliyor. 17 Ağustos depreminden bu yana nice uzun yıllar geçti, gereken tedbirler alınmadı. Şehirde yüz binlerce çürük bina varmış. Bunlar büyük bir sarsıntıda ya yassı kadayıf gibi olacakmış yahut içinde oturulamayacak şekilde çatlayıp yana yatacakmış. Acaba, 7 küsur şiddetinde bir zelzelede İstanbul'da kaç vatandaş can verecek? Bunların katilleri, vazifelerini yapamayan idareciler, sorumlular, ilgililer olacak. Dünya yargısından paçalarını kurtarabilseler bile, Rûz-i Ceza'da, Mahkeme-i Kübra'da hesaba çekilecekler. Millî Gazete

Türkiye'ye Yaklaşan Ölümcül Tehlike!

Bir uzvunu kurbanına sapladığında birkaç dakika içinde öldürebilen "kutu denizanası" Türkiye sularına yaklaşıyor.

Yayına Giriş: 16.03.2011

Muğla Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ahmet Tarkan, denizlerin yaban arısı olarak nitelendirilen "kutu denizanası"nın (Chironex fleckeri) Türkiye sularına doğru yaklaştığını belirterek, "Neredeyse saydam olan bu hayvanı fark etmek çok zor. Türkiye’ye gelmesi durumunda sularımızda büyük bir tehlike yaratacaklar. Bu konuda çeşitli önlemler almalıyız" dedi.
Dünya üzerindeki en zehirli deniz hayvanları arasında 6’ncı sırada bulunan kutu denizanası, son zamanlarda Yunanistan’ın Mora Yarımadası’nda görüldü.

Denizlerimizdeki kirliliğin kutu denizanasına güzel bir yaşam olanağı sağlayacağını belirten uzmanlar, "İnsan kaynaklı cam, plastik ve metal içerikli atıklar, artık denizlerimizde varlığını sürdüren ve hatta ekolojik sistemde egemen hale gelen maddeler oldu. Denizleri korumak istiyorsak öncelikle insan kaynaklı atıkları denizlerimizden uzak tutmak zorundayız" uyarısında bulunuyor.

Başta Avustralya’nın kuzey sahilleri olmak üzere denizlerin en zehirli hayvanlarından biri olarak bilinen kutu denizanası, 70 insanı öldürecek kadar zehir taşıyor. Uzun dokunaçları bir sürü zehirli iğne ile bitiyor.

Uzmanlar, "60 dokungaça sahiptir ve her biri 5 milyara yakın yakıcı kapsül taşır. Saldırgan bir hayvan değildir. 24 adet göze sahiptir ve saniyede 150 santimetre hızla ilerler. Bu canlıdan korunmanın en iyi yolu doğrudan temasta bulunmamaktır. Normal denizanasının zehrinin 350 kat fazlasını çıkarır. Bir uzvunu kurbanına saplar ve zehri akıtır. Kutu denizanası saldırısına uğrayan bir insan birkaç dakika içinde ölebilir. Ölüm genelde kalbin durması şeklinde meydana gelir" diyor. TRT

ABD'lilerin 21 Mayıs'ta Kıyamet beklentisi

Amerika’da 21 Mayıs günü Kıyamet bekleyenlerin sayısı artış gösterdi. "Nasılsa Kıyamet yaklaşıyor" diye işini gücünü bırakan, çalıştığı yerlerden istifa edip kendisini kilisede duaya verenlerin sayısı onbinleri buldu.

09 Mays 2011
Anadolu Haber

ABD’nin ciddi yayın organı NPR radyosu tarafından yapılan yayın sonunda, “Bu kadar saf olmayın, aklınızı başınıza toplayın” diyenler çıktı, ama dinleyen olmadı.

21 Mayıs Cumartesi günü sabahı dünyanın depremler, volkanik patlamalar, tsunami, hortum ve fırtınalarla sarsılacağını, Okyanusların karaları işgal edip ortalığı birbirine katacağına inanan Hıristiyan bir zümre, ABD’de işi gücü bırakıp Âhiret zamanı için duaya ve tövbeye başladı.

İncil’de bunun işaretleri var diyen Hıristiyanlara bakılırsa, 21 Mayıs günü başlayacak bu olaylar tam 153 gün sürecek ve bütün dünya, güneş sistemi ve dahi evrenin tamamı yok olacak.

Âhiret hazırlığı yapan Hıristiyanlara tam olarak inanmasalar da öteki “Sıradan Hıristiyanlar” ne olur ne olmaz, biz de tedbirli olalım, sonra başımıza iş almayalım diye her şeye karşın kiliseleri doldurup dua etmeden geçmedi.

MAHMUT ŞENOL / AÇIK GAZETE

[siz
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Sal May 17, 2011 8:53 pm tarihinde değiştirildi, toplam 7 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Oca 05, 2011 10:06 pm    Mesaj konusu: 2011, 2010'u mumla aratacak gibi... -1- Alıntıyla Cevap Gönder

2011, 2010'u mumla aratacak gibi... -1-
Murad Salih
04.01.2011

Medyanın uydurduğu bir şehir efsanesine göre yeni yıla nasıl girersen öyle olurmuş ya...

Neo liberal çapulcu düzenin medyası tarafından afyonlanmış (1) kitleler...

Medya tarafından afyonlandıkları yetmiyormuş gibi bir de yaş kuru ne varsa üstüne onu içerek/çekerek ve müzik niyetine çalınan o dehşetli gürültünün sersemliği altında mutluluk taklidi yapmaya çalışarak girdiler yeni yıla...

Bir de medyanın malûm sorusu: "Yeni yıldan ne bekliyorsunuz?"

Sanki “yeni yıl” diye bir şey yapma gücü olan bir şey varmış da...

O, insanlar ne isterlerse verebilirmiş de...

Bu zavallı insanlara “Dile benden ne dilersen” hesabı bir cömertlik kapısı açmış da...

"Yeni yıl"ın önünde başı sonu belirsiz bir istekli kuyruğu...

İş isterim.

Aşk isterim.

Para isterim.

Ev isterim.

Mutluluk isterim...

Onu isterim...

Bunu isterim...

Şunu da isterim...

İsteyin bakalım n’olacak?

Neo liberal çapulcu medya tarafından 2011 isimli ne idüğü belirsiz bir “gizemli güç”ün önünde istek kuyruğuna sokularak, "o geliyor herşey güllük gülistanlık olacak" diye histeri krizlerine giren, bu afyonlanmış zavallı kitleler, 2010 yılı girerken de aynı saçmalıkları yaptıklarını unut(turul)muşlardı.

Önce, bu şerefsiz medya yoluyla hergün formatlanıp silinen hafızamızın kıyısında köşesinde kalanlarıyla 2010 yılını kısaca hatırlamaya çalışılalım...

***

[img]''Rotamız Filistin Yükümüz İnsani Yardım''[/img] kampanyası kapsamında İnsan Hak ve Hürriyetleri (İHH) İnsani Yardım Vakfı'nın Filistin'e ilaç, tıbbi malzeme, çimento, demir, çocuk bahçeleri gibi insani yardım malzemesi taşıyacak 2 gemiye eşlik edecek ''Mavi Marmara'' adlı yolcu gemisi, İstanbul'dan yola çıktı: 22 Mayıs 2010...

İnsan Hak ve Hürriyetleri (İHH) İnsani Yardım Vakfı'nın 'Rotamız Filistin Yükümüz İnsani Yardım' kampanyası kapsamında Gazze'ye gidecek olan 'Mavi Marmara' adlı yolcu gemisi, Antalya Limanı'ndan yola çıktı. Aynı gün; İsrail 'gerekirse gemileri vururuz' tehditinde bulunmakla kalmadı, kullanacağı 'özel harp timlerinin' resimlerini basına dağıtarak dünyaya açık tehditte bulundu. İsrail donanmasının Deniz Kuvvetleri Komutanı Tümgeneral Eliezer Merom yönetiminde 'Gök Rüzgârları' adını verdiği bir operasyonla gemileri durduracağı açıklandı. İnsanlık filosundaki 9 geminin Aşdod Limanı'na çekileceği ve içindekilerin gözaltı merkezlerine götürüleceği, yabancı uyrukluların sınırdışı edileceği belirtildi : 28 Mayıs 2010...

Haaretz: Komandolarımız İHH gemisine girecek: 29 Mayıs 2010...

İSRAİL'DEN İNSANLIĞA SALDIRI; İsrail askerleri yardım gemilerine operasyon düzenleyerek yardım gönüllülerine havadan ateş açtı. Helikopterle gemiye komandolar indi. İsrail askerleri yardım konvoyunda bulunan Türk gemisine operasyon düzenledi. 9 Kişi şehit edildi, 50 yaralı olduğu bildirildi. Akdenizin uluslarası sularında içlerinde Türk vatandaşlarının çoğunlukta olduğu sivil gemiler İsrail’in kanlı korsanlığına maruz kalırken Ankara uyuyordu... Ne AKP hükümetinden ne muhalefetten ne de TSK’dan tek bir ses çıkmadı. Ne bir askerî uçak havalandı, ne bir askeri gemi bölgeye doğru hareketlendi, ne bir askeri helikopter havalandı. İsrail uluslarası sularda gaspettiği sivil yardım gemilerini, içlerindeki sivil yardım gönüllüleriyle birlikte rahatça işgal ettiği topraklar üzerinde kurduğu korsan devletin limanlarına götürdü: 31 Mayıs 2010...

***

Haiti'de 150 Binden Fazla Ölü Var: 13 Ocak 2010...

ABD'de bir elektrik santralinde bu gece meydana gelen patlamada ölenlerin sayısının 50'ye yakın olabileceği hastane kaynaklarınca bildirildi. Patlamanın nedeni henüz bilinmiyor.: 07 Şubat 2010...

ABD kar kıyameti yaşıyor. ABD'de başta başkent Washington olmak üzere ülkenin kuzey kesimi karakışa teslim oldu. Kar kalınlığı Washington'da 80 santimetreyi aştı. En son 1922 yılında ABD'nin başkentinde kar kalınlığı 75 santimetre olarak ölçülmüştü: 07 Şubat 2010..

Belçika'nın başkenti Brüksel'de iki Tren Çarpıştı; 20 Ölü: 15 Şubat 2010

DÜNYA SALLANIYOR ; ''Yüzyılın en büyük depremlerinden biri'' olarak nitelenen 8,8 büyüklüğündeki depremin meydana geldiği Şili'de, geçen 4 günde 'büyük' sayılan yaklaşık 150 artçı sarsıntı kaydedildi. Tayvan'da TSİ 02.18'de meydana gelen 6,4 büyüklüğündeki depremden sonra, TSİ 03.59'da Şili 6,1 büyüklüğünde artçı şokla sarsıldı: 4 Mart 2010 .

Elazığ'da Deprem: 51 ölü, 74 yaralı. Elazığ Bugün 84 Kez Sallandı: 8 Mart 2010...

Endonezya'da Şiddetli Deprem; Sumatra Adası 7,8 büyüklüğünde depremle sarsıldı. Şiddetli depremde, 4'ü ağır 12 kişi yaralandı: 07 Nisan 2010...

Afganistan'da dün gece meydana gelen depremde ilk belirlemelere göre 7 kişinin öldüğü bildirildi: 9 Nisan 2010

Alman Turistleri Taşıyan Helikopter Rusya'da Düştü. İçinde turistlerin bulunduğu bir helikopte sabah saatlerinde kaybolduğu ve içindeki 20 kişiden haber alınamadığı bildirildi: 10 Nisan 2010

Çin’in kuzeybatısındaki Çinghay eyaletinde meydana gelen depremde, ölü sayısı 617’ye yükseldi. 6,9 büyüklüğündeki depremde 10 binden fazla kişi de yaralandı. Yerin 10 kilometre altında kaydedilen depremin merkez üssüne yakın kentlerden Jiegu’da büyük hasar meydana geldi. Kentte evlerin yüzde 85’nin yıkıldığı çok sayıda insanın enkaz altında kaldığı bildiriliyor: 15.Nisan.2010...

Kül Bulutu Ekonomiye Darbe Vurdu. İzlanda'daki yanardağ patlaması ile oluşin kül bulutunun özellikle hava yolu şirketlerinde olmak üzere büyük miktarda zarara sebep oldu.: İzlanda’daki yanardağın püskürttüğü kül yüzünden oluşan kül bulutunun havayollarına verdiği zarar 1,7 milyar doları aştı. 22 Nisan 2010 ...

Tayvan'da 6.9 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi: 26 Nisan 2010

[Meksika Körfezi'nde yüzen petrol
Petrol bağımlısı kapitalist düzen, agresif teknolojisiyle Meksika Körfezi'nin 1.5 km derinliğinde doğaya tosladı.

Doğal kaynakları riskli ve pervasız yöntemlerle ele geçirme yarışındaki tüketici sistem Meksika Körfezi'nde neden olduğu çevresel kirliliği durduramıyor.

19 gün önce Meksika Körfezi'ndeki bir petrol platformun batmasıyla okyanus tabanında açılmış kuyudan, her gün 5 bin litre ham petrol denize karışıyor.

İki haftada 6 milyon litre ham petrol denize yayılırken deniz yüzeyindeki petrol örtüsü de 2O bin kilometre kareye ulaştı.

Denizin 1.5 km derinliğine kuyu açan 'petrol hırsının' güvenlik zafiyetli teknik koşulları yeni yeni sorgulanıyor.

Bilim adamları oluşan aşırı kirliliğin doğal yaşam üzerindeki yıkıcılığının uzun yıllar süreceğini ve 400'den fazla canlı türünün tehdit altında olduğunu bildirdiler..
Petrol'ün denize karışması devam ederken, deniz yüzeyindeki petrol tabakasını temizlemek için yapılan yakma işleminden ortaya çıkan kimyasal gazlar, çevrede başka bir kirliliğin nedeni oluyor.

Denizin derinliklerine çöken petrolün yoğun kısmını çözündürmek amacıyla kullanılan zehirli kimyasalların ise denizdeki eko yaşamı bitireceği konuşuluyor.]
(1)

California'yı kül eden yangın; ABD'nin California eyaletinde 5 gün önce çıkan yangın kontrol altına alındı. Santa Barbara kentinde 80 evin yandığı ve 30 bin kişinin evini terk etmesine neden olan yangında tehlike ise henüz geçmedi: 10 Mayıs 2009

Libya’da uçak düştü; Güney Afrika Cumhuriyeti'nin Johannesburg kentinden kalkan ve Libya'nın Trablusgarp kentinin havalimanına inişe geçtiği sırada düşen uçakta 105 yolcu öldü: 12 Mayıs 2010

Malatya'da 24 saatte 15 deprem: 22 Mayıs 2010...

Hindistan'da bir yolcu uçağı iniş sırasında pistten çıktı. Ormana giren uçağı alevler sardı. Kazada 158 kişi feci şekilde öldü, 8 kişi ise kurtarıldı: 22.05.2010...

Dipnotlar:
1- Nihal Kemaloğlu , 8 Mayıs 2010, Akşam. Bu konuda daha fazla bilgi için Bkz:
http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=360

(Devam edecek)

Bu yazı dizisinin devamı için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?p=4966#4966

ŞOK! Bahçeli Suikaste Uğrayabilir...
17 Ocak 2011

Derin güçler Deniz Baykal'ı seks kasediyle alaşağı etti. Sırada ise MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'ye suikast düzenlenmesi var... İşte çarpıcı 2011 planı...
- 2011 planı Deniz Baykal'ın kasetinin servise konulmasıyla başladı...

- Baykal'ın gitmesi sonrası, beklenen finalde şapkadan tavşan çıkartıldı. Aday değilim diyen Kemal Kılıçdaroğlu, 24 saat sonra CHP Genel Başkanlığı'na adaylığını açıkladı.

- Özellikle MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'ye yönelik bir suikast yapılmasından endişe ediliyor...

- 2011 seçimlerine yönelik bu kaotik planlarının tamamen engellenmesi durumunda ise on koz olarak bir siyasetçinin sekreteriyle geçmiş döneme ait bir kasedinin sızdırılacağı düşünülüyor.

Taraf Muhaberi Mehmet Baransu gizli kaynağına dayandırarak kaleme aldığı yazısında önümüzdeki 6 aylık süreçte olacakları kaleme aldı..

İşte Baransu'nun 'topyekün savaş' diye nitelendirdiği süreç:

Önümüzdeki altı aylık süreçte kamuoyunu meşgul edecek bir dizi eylem planı sahneye konulmaya çalışılıyor. Hedefte 2011 genel seçimleri ve ardından yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi var.

Plan aslında bilindik. Bu kez, "mutlak mağlubiyet" yaşanmaması için daha radikal eylemler hayata geçirilmek isteniyor. Planlara geçmeden önce, aktörlerinin daha önce düğmeye bastığı "tanıdık" bir olaya bakmak gerekiyor.

İLK ADIM BAYKAL'IN GÖNDERİLMESİYDİ

2011 planıyla ilgili düğmeye Deniz Baykal'ın kasetinin servise konulmasıyla basıldı. Doğan Grubu'na anket yapan bir isim, yaptığı altı anket sonucunda Baykallı CHP'nin seçimlerde şansı olmadığı sonucunu elde etti. Anket bilgileri, CHP içinde Baykal'a yakın görünen "derin CHP'liler" ve "sivil olmayan bazı isimler"le de paylaşılmıştı. Anketlerde Kemal Kılıçdaroğlu'nun Genel Başkanlığı da vatandaşa sorulmuş, Kılıçdaroğlu'yla CHP- MHP koalisyonu ve referandumda "hayır" çıkabileceği cevabı çıkmıştı.

Anketlerde çıkan bu sonuçlar o günlerde Ankara'nın karargâhlarında masaya yatırıldı. Medya patronları ve bazı işadamları sık sık Ankara'yı ziyaret etti. Sonuçlar üzerinde günlerce tartışıldı, analizler yapıldı. Sonunda da düğmeye basılmasına karar verildi. Kaset servise konuldu.

İKİNCİ ADIM: ADAY DEĞİLİM DİYEN KILIÇDAROĞLU KOLTUĞA OTURUR

Planın bir bölümünü ilk fark eden isim, arkasından hançerlenen Baykal oldu. Genel Başkan, okyanus ötesinin samimiyetine inandığını canlı yayında tüm Türkiye'ye ilan etti. Baykal komployu kimin kurmadığını anlamış ama kimin kurduğunu anlayamamıştı. Yanı başında duran Brütüsleri görememişti. Baykal'ın gitmesi sonrası, beklenen finalde şapkadan tavşan çıkartıldı. Aday değilim diyen Kemal Kılıçdaroğlu, 24 saat sonra CHP Genel Başkanlığı'na adaylığını açıkladı.

Ankara planı devreye sokmuş ancak referandum sonucu istediği gibi olmamıştı. Yaşanan tam bir hayalkırıklığıydı. Ankara uzun süre bu şoku üzerinden atamadı. Ta ki Fenerbahçe'nin emekli sakinleri devreye girene kadar. Yeni bir plan için eldeki tüm kartlar açıldı. Tekrar güven tazelendi.

FENERBAHÇE'NİN EMEKLİ SAKİNLERİ DEVREYE GİRİYOR

"Referandum savaşı" kaybedilmişti ama "mutlak mağlubiyet" yaşanmaması için 2011 seçimlerini kesinlikle kazanmak gerekiyordu. Süreçle ilgili bir dizi bilindik karar alındı.
CHP-MHP koalisyonunun kurulması için bazı stratejik planlamalar yapılacaktı. Yalnız şu vardı, parti tabanları bu koalisyona sıcak bakmadığı için bu plan kamuoyuna deşifre edilmeyecekti. Bu arada beklenmeyen bir şey oldu. Gürsel Tekin planı açık etti. Bu hesaplanmayan durum Fenerbahçe'yi sıkıntıya sokmuştu. Planı açık eden Tekin, kendi partisi dâhil aktörler tarafından tu kaka edildi.

SEÇİM ÖNCESİ ÜRKÜTÜCÜ PLAN

Planın daha ürkütücü kısımları da vardı. Yakın bir zamanda, özellikle mart ayıyla birlikte Hizbullah, radikal İslami gruplar ve 28 Şubat'ın figüran aktörleri sahnedeki yerlerini alacak. Güneydoğu ise hareketli günlere gebe. Dağlıca türü "şike baskınlarla" eylem yapılıp, şehit sayıları hiç de azımsanmayacak boyutta olacak. Cenaze törenlerinde tıpkı daha önce olduğu gibi yüksek yoğunluklu protesto gösterileri düzenlenecek. Böylelikle baraj sınırındaki MHP'nin oyları yukarıya çekilecek. Hizbullah'la çatışmalar yaşanması da olasılıklar arasında. Hükümet katilleri dışarı bırakmakla suçlanacak. Bunun arka planı geçtiğimiz günlerde yaşanan gelişmelerle kuruldu bile.

ÖCALAN ÜZERİNDEN YAPILACAK PROPAGANDA HAZIR

İmralı üzerinden yapılacak propaganda ise şimdiden hazır. Özerklik talebi, federasyon gibi hükümetin kabul etmeyeceği talepler üzerinden bölgedeki tansiyon arttırılacak. Olayların kontrolden çıkması sağlanarak, OHAL ortamı tekrar inşa edilmeye çalışılacak. Tüm bu sürecin ardından, üniversite gençliğinin ve özellikle de MHP tabanının sokaklara inmesi sağlanmaya çalışılacak. Yaşanacak çatışma ortamı, kontrol dışı güçleri devreye sokacak.

"Topyekûn savaş" için medya da bu süreçte aktif rol üstlenecek. Ankara'nın derin kodlarını bilen bir haber kaynağım, manşetlerin şimdiden hazır olduğunu söylüyor. Daha önce vergi borcu nedeniyle medya varlıklarını elden çıkarmaya karar veren Aydın Doğan, bu kararından şimdilik vazgeçti.

BAHÇELİ'YE SUİKAST İDDİASI

Strateji değişikliğine giden Doğan, CHP-MHP koalisyonu için elinden geleni yapacak.Seçim sürecine doğru tansiyonun iyice artacağını söyleyen haber kaynağım, özellikle MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'ye yönelik bir suikast yapılmasından endişeli. Bahçeli sonrasının dizayn çalışmalarının dahi yapıldığını söylüyor. Bu süreçte siyasetçilerin, öğretim görevlilerinin ve üst düzey bazı bürokratların da hedef alınması olası.

2011 seçimlerine yönelik bu kaotik planların tamamen engellenmesi durumunda ise son koz olarak bir siyasetçinin sekreteriyle geçmiş döneme ait bir kasetinin sızdırılacağı konuşuluyor. Tıpkı Baykal gibi bu kişinin de siyaset sahnesinden çekilmesi hedefleniyor. Bu oyununun sonunda kimin galip geleceğini bilmesek de yeni bilgi ve belgelerin ortaya saçılacağı tahmininde bulunmak kehanet olmasa gerek.

Kaynak: Taraf

Pakistan’daki 6.2’lik depremi tahmin eden merkezin başkanı: "2011-2015 yılları arasında İstanbul ve İzmir’de 6.5’ten büyük deprem olma olasılığı çok yüksek"
31 Ocak 2011

Hazırladığı “yerkürede oluşacak olağanüstü değişimler” konulu raporu 80’den fazla ülkenin devlet başkanına sunmakla tanınan merkezi Londra’da bulunan Uluslararası Deprem Tespiti Ağı (GNFE) ve IC-Geochange Uluslararası Küresel Değişim Kurulu Başkanı, Azeri bilim adamı Prof. Dr. Elçin Halilov (Elchin Khalilov), Milliyet’in sorularını yanıtladı. Halilov, 2011 ve 2015 yılları arasında başta İstanbul ve İzmir olmak üzere büyüklüğü 6.5 ve daha üzeri deprem olma olasılığının çok yüksek olduğunu belirterek, şöyle konuştu:

“En yüksek risk 2013 ve 2014 yıllarında. Bu yıllar içinde Türkiye’de Kuzey Anadolu Fayı üzerinde 4, Ege’de 1 ve Doğu Anadolu Fayı üzerinde bir olmak üzere büyüklüğü 6.5 ve üzerinde deprem olma olasılığı çok yüksek. Bilim adamları deprem olma olasılıklarını 30-40 yıl gibi uzun yıllara yayarak sorumluluktan kaçıyorlar. Dünyanın çekirdeğinde çok yüksek enerji birikimi var. Bu enerjinin dışarı çıkışı 2015 yılına kadar devam edecek. 1998’de başlayan ve 2015 yılına kadar sürecek olan bu periyot afet periyodu olacak. Yerkürede belirli zaman aralıklarıyla böyle yoğun afetlerin görüldüğü dönemler olmuştur. Ancak bu seferki daha yoğun gerçekleşecek.” habertürk

Müştak Baba Kimdir? Müştak Baba'nın Kehanetleri Nedir?
Serdar Turgut
14.02.11

NOSTRADAMUS'tan bile daha büyük bir kâhin olduğu düşünülen Müştak Baba'nın kehanetlerini cuma gecesi "Öteki Gündem" programımızda konuştuk.

***

NOSTRADAMUS'tan bile daha büyük bir kâhin olduğu düşünülen Müştak Baba'nın kehanetlerini cuma gecesi "Öteki Gündem" programımızda konuştuk. Müştak Baba, dünyanın ilgisini ilk kez Süleymaniye Kütüphanesi'nde bulunan divanının tek bir satırının gizeminin çözülmesinden sonra çekmiştir. Müştak Baba şiirlerini; gizemleri, kehanetleri bir çözüm anahtarının ardına gizleyerek yazardı. Bu şiirlerdeki kehanetlerinin amacının, özellikle Türkleri ve dünyayı ileride karşılaşacakları konusunda uyarmak olduğu açıktır.

ANKARA SINIR ŞEHRİ
O çözülen tek bir satırda Müştak Baba, Ankara kelimesi bile kullanımda değilken 100 yıl kadar sonra 1923 yılında Ankara'nın Türkiye'nin başkenti olacağı kehanetini yazmıştı. Uzmanlar, tutan bu kehanetten yola çıkarak Müştak Baba şiirlerinin çözüm anahtarına yaklaştılar. Ve çok yeni bulgular ortaya çıkmaya başladı.

Şiirlerinin çözümünde ebced hesabının yapılması, yani her harfin sembolize ettiği rakamı toplayarak sonuçlara varmak mümkün oluyor. Çözümleme yöntemini bilen uzmanlar, Müştak Baba'nın çok net ifadelerle ve kesin tarihler vererek kehanetlerde bulunduğunu söylüyorlar.

Bu uzmanların önde gelenlerinden biri olan Serhat Ahmet Tan, cuma gecesi konuğumuzdu. Ahmet Tan, Müştak Baba'dan yeni çözümlemeler yaptı ve bugünlerde piyasaya çıkacak yeni kitabında da bulduğu yeni kehanetleri yazdı.

Yeni bulunan kehanetlerden hemen yarınımızı ilgilendirdiği için çok da heyecan veren İstanbul'un tekrar başkent olmasıyla ilgili kehanetti. Müştak Baba'nın divanında yeni çözümlenen bir satırda, İstanbul'un 2011 yılı içinde yeniden başkent ilan edileceğinin işareti verilmiş.

İstanbul'un tekrar Osmanlı dönemindeki gibi başkent olmasıyla Ankara'nın bir sınır şehrine dönüşeceği de söyleniyor.

Peki Müştak Baba'nın şiirlerinde İstanbul'un neden yeniden başkent ilan edileceği konusunda bir şey söyleniyor muydu? Bunu sorduğumuzda Serhat Ahmet Tan, şiirlerde Doğu'dan gelen tehlikeden bahsedildiğini söyledi. Anlayacağınız, önümüzdeki yıl içinde Türkiye kendisine Doğu'dan bir tehlike gelmekte olduğunu düşünerek başkentini daha batıya yani İstanbul'a kaydıracaktı.

Tehlike İsrail mi?
MÜŞTAK Baba'nın kehanetlerinde Türkiye'nin yakın gelecekte alacağı yolun haritası çiziliyor gibi. Bu kehanetlerde 2029 yılının özel bir önemi var. Müştak Baba, 2029 yılının Türkiye ve dünya açısından bir kırılma noktası olacağını düşünüyor. Bu kırılma Türkiye'nin taraf olacağı bir savaş da olabilir, tek vuruşluk büyük bir olay da. (Ben bunu duyunca "Acaba nükleer bomba mı?" diye de sordum ama net cevap alamadım.)

Müştak Baba'nın kehanetleri içinde İsrail'in çok özel bir yeri var. Yine en azından 100 küsur yıl önceden İsrail'in kurulmasına giden yolu açan siyonist kongreyi tarih vererek bilmişti Müştak Baba doğacağını gördüğü İsrail'le ilgisini hiç kaybetmedi, şiirlerinde bu ülkenin de yol haritasını çizdi bize.

İşin ilginç tarafı, Türkiye ile İsrail'in yolları bu gelecek seyahatlerinde sık sık çakışıyor.
Bundan sonra anlatacaklarımı ilk kez duyduğumda inanın tüylerim ürperdi. Çünkü anlatılanlar son derece gerçekçi ve hatta bir kısmı şu anda bile olmaya başlamış hadiselerden ibaret.

Müştak Baba'nın kehanetine göre, Türkiye ve İsrail, İstanbul'un başkent olmasından itibaren daha yoğun olmak üzere birçok alanda rekabet içine girecekler. İsrail'le bu tartışmalarında ilk önce Türkiye başarılı oluyor gibi görünüyor, hatta İsrail'de birçok kriz çıkacak ve bu ülke karışacak. Türkiye 2029 yılına kadar eli güçlü bir şekilde bu işi götürecek ama daha sonra İsrail'de işlerin böyle gitmeyeceğini düşünen sertlik yanlısı bir grup idareyi ele alacak ve bunlar Türkiye'ye karşı sert bir tutum içine girecekler.

İsrail'deki bu değişim sonucunda 2029'da bir kırılma olacak. Bu kırılma büyük olasılıkla iki ülke arasında bir savaş ya da tek atımlık bir vuruştan ibaret. Anlayacağınız, iki ülke birbiriyle çatışarak, kavga ederek 2029 yılına kaçılmaz olarak sürüklenecek.

TÜYLERİM ÜRPERDİ
Dediğim gibi bunları ilk duyduğumda çok heyecanlandım, tüylerim de ürperdi. Çünkü bugün bile bu hadiselerin önemli bir bölümü olmaya başlamış durumda. Türkiye, Osmanlı geleneğini kendisine merkez alan bir dış politika söylemi tutturmuş gidiyor; İsrail'le bölgede hemen her konuda tartışıyor, şu anda İsrail'e karşı bölgede bir üstünlük sağlamış gibi görünüyor. Ama Müştak Baba'nın da dediği gibi, İsrail de boş durmuyor tabii ki, Türkiye'yi birçok yönden çevirmeye başladı. İleride bir güç yüzleşmesine hazırlanıyormuş gibi sessiz ve derinden çalışıyor. Bu bağlamda Yunan adalarına füze bile yerleştirdi, Akdeniz'de önemli manevraları var. Üstelik Müştak Baba'nın "Timsah" şiirinde belirttiği gibi Karadeniz'e çıkma yolunda planları da bulunuyor.

TÜRKİYE, K.IRAK'TA
Müştak Baba'nın kehanetleri arasında Türkiye'nin büyük ihtimalle 2012 yılında Kuzey Irak'a gireceği de anlatılıyor. Türkiye bu bölgede güzel karşılanacak ama İsrail'in Kuzey Irak'ta Türkiye'yle çatışacağı kehaneti de bulunuyor.

Bu bağlamda Müştak Baba'nın "Doğu'dan gelen tehlike" sözüyle İsrail'i kastetmesi ihtimali büyük görünüyor.

"Gelecekten istihbarat getirmek" diye bilinen bir kavram var. Müştak Baba gibi kâhinler, ileride meydana gelecek olaylara dikkat çekerek ülkelere dikkatli olmaları ve gereken tedbirleri alma ipuçlarını verirler. İşte bu yüzden İsrail, Rusya ve Amerika gibi ülkeler, geleceğe yönelik kehanetlerde bulunan veya bunları çözümleyen uzmanlarla sürekli çalışırlar. İsrail'in bunu yaptığını biliyorum; çünkü bir defasında Washington'da İsraillilerin politika kararlaştırırken alacakları her kararı din adamına sorduklarını bizzat gördüm.

Bugünlerde Türkiye'yle bölgedeki çatışmalarıyla ilgili tutulacak yol hakkında da din adamlarına sorular sordukları kesindir. İsrail'de de önemli kâhinler bulunduğundan ve dahası Müştak Baba'dan kesin haberleri olduğundan bugün Türkiye'yle rotalarını bu kehanetlere uygun çizdiklerini ve onların da 2012 yılına hazırlandıklarını söyleyebiliriz.

ERDOĞAN BİLİYOR MU?
Ben bazen Erdoğan'ın davranışlarına ve Türkiye'yle ilgili çizdiği rotaya bakınca, "Acaba Başbakan da bu tür kehanetlerden haberdar mı veya yanında sürekli bu kehanetleri bilen uzman bulunduruyor ve ona soruyor mu?" diye düşünüp merak ediyorum. Çünkü bugünlerde Türkiye'nin dış politikada attığı her adım, Müştak Baba'nın kehanetleriyle tamamen uyumlu ve dahası Başbakan kehanetleri iyi biliyormuş gibi kendinden emin tavırlar da alıyor.

Bu arada Müştak Baba divanında AK Parti'ye de atıfta bulunulduğunu hatırlatarak bitirelim konuyu.

(...)

Haberturk.com

İthal malı Nostradamus'u bırak yerli malı Müştak Baba'ya bak
Murat Bardakçı
13 OCAK 2010


Papa'nın ölümünden sonra, Türkiye'de bir Nostradamus modasıdır başladı. Ebced ve cifir yoluyla gelecekten haber veren nadir kişilerden biri şair Müştak Baba'dır. Ankara'nın başkent olacağını 100 sene öncesinden şifreli şiiriyle söyledi.

Papa'nın ölümünden sonra, Türkiye'de bir Nostradamus modasıdır başladı. Açık söyleyeyim: Nostradamus, zannedilenin aksine, gelecekle ilgili açık-seçik hiçbir şey yazmamıştır. Kehanet olduğuna inanılan şiirleri karmakarışık ifadelerle doludur ama bu ifadeler hiç durmadan yorumlanmış ve bu yorumlardan bir máná çıkartılmasına çalışılmıştır.

Bizim ise, Nostradamus'a rahmet okuyacak derecede güçlü bir káhinimiz vardır: ‘Büyücülük' yaptığı iddiasıyla 1830'larda idam edilen şair Müştak Baba... Temeli sayılara dayanan ve geleceği öğrenmeye de yaradığına inanılan ‘Ebced' ilminin üstadı olan Müştak Baba, şiirlerinde sıra sıra kehanetlerde bulunmuş, hatta öldürüleceğini bile yazmıştır! İşte, Müştak Baba'nın bir kehaneti: Şairin, Ankara'nın 1923'te başkent olacağını tam 100 sene öncesinden söylemesinin belgesi...

DÜNYANIN dört bir tarafında ardarda yaşanan ve onbinlerce kişinin hayatına málolan depremlerden hemen sonra Papa Jean Paul'ün önceki hafta Hazreti İsa'ya kavuşması, böyle her ses getiren olayın sonrasında olduğu gibi, 16. yüzyılda yaşamış olan káhin Nostradamus'u hatırlattı. Gazetelerimizde günlerden buyana ‘Nostradamus, bütün bu olacakları asırlar öncesinden bilmişti' gibisinden yazılar çıkıyor ve yorumlar yapılıyor.

Nostradamus konusunda, işin şu tarafını iyi farketmemiz gerekir: Dünyanın en büyük káhini olduğuna inanılan sözkonusu zát, söylenenlerin aksine, gelecekle ilgili olarak açık-seçik hiçbir şey yazmamıştır. Dörtlüklerden meydana gelen ‘Yüzyıllar' isimli eserindeki şiirleri aslında karmakarışık ifadelerle doludur, bu ifadeler hiç durmadan yorumlanmış ve söylediklerinden bu yorumlarla bir máná çıkartılmasına çalışılmıştır.

Şiirlerine ve sonradan yapılan yorumlara bir örnek vereyim: Nostradamus, bir dörtlüğünde ‘Allah'ın şehrinde büyük bir gümbürtü kopacak / Çıkan kaos, iki kardeşi helák edecek / Güçlü kale zorluklara tahammül ederken yüce lider dayanamayacak / Büyük şehir yandığı sırada büyük savaşların üçüncüsü patlayacak' diyor. Nostradamus yorumcularına sorarsanız, şiirde geçen ‘Allah'ın şehri', New York'tur. ‘Helák olan iki kardeş' 11 Eylül saldırısına maruz kalan İkiz Kuleler, ‘güçlü kale' yine o gün saldırıya uğrayan Pentagon, ‘yüce lider' de Birleşik Amerika'dır ve artık sırada Üçüncü Dünya Savaşı vardır!

Şimdi gelin, Nostradamus'un aynı şiirini 2000'ler'in Türkiye'sine uyarlayalım, daha doğrusu canımızın istediği gibi şerhedelim:

‘2002'de yapılacak olan genel seçimler, Allah tarafından korunan şehirde, yani evliyaların en büyüklerinden olan Hacı Bayram Veli'nin yattığı Ankara'da büyük bir gümbürtü kopartacak, iktidar el değiştirecek. Siyasi görüşleri aynı olmasına rağmen bir türlü biraraya gelemeyen düşman kardeşler, Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller silinip gidecekler. Kale gibi güçlü olan devlet bu gümbürtüye dayanacak ama yüce lider Süleyman Demirel'in bütün ümidleri suya düşecek ve siyaset sahnesini terkedecek...'

Nostradamus'un şiirinin ilk üç mısraını böyle yorumladıktan sonra ‘Büyük şehirde bir yangın çıkacak ve bu yangının hemen ardından Üçüncü Dünya Savaşı patlayacak' dediği satıra da istediğiniz mánáyı verebilir, yani uydurabilirsiniz!

Bize áit hemen herşeyi tamamen unutup kültürü bile Batı'dan ithal etme merakımıza şimdi káhinler ve kehanet bahisleri de iláve edildiğinden olacak, tarihin en güçlü káhinlerinden birinin vaktiyle Türkiye'de yaşadığını unutmuş vaziyetteyiz.

‘Büyücülük' suçlamasıyla 1830'ların başında öldürülen Müştak Baba adındaki şairden sözediyorum...

Tam adı Mustafa Müştak Efendi olan Müştak Baba, 1750'lerde Bitlis'te doğdu. Medresede okurken tasavvufa merak saldı ve Kadiriye tarikatine girdi. Sonra, uzun seyahatlere çıktı; İstanbul'a da geldi, Selámi Efendi Dergáhı'na şeyh oldu ve zamanın hükümdarı İkinci Mahmud ile Sadrazam Ákif Paşa'nın yakın çevresine girdi. Derken memleketini özledi ve Bitlis'e dönerken uğradığı Muş'ta ‘sihirbazlık ettiği' gerekçesiyle öldürüldü, bir iddiaya göre de idam edildi.

Zamanının kuvvetli bir şairi olan Müştak Baba ‘her harfin bir sayı değeri taşıması ve bu sayılar vasıtasıyla gelecekten haber verilmesi' temeline dayanan ‘Ebced' isimli sistemi kullanarak kehanetlerde bulunmuş ve kehanetlerini şiir şeklinde yazmıştı. 1846'da basılan ‘Divan'ındaki bazı şiirlerde çok sayıda kehaneti vardı, hattá basılmayan şiirlerinde de gelecekten haber vermedeydi, üstelik günün birinde ániden öldürüleceğini bile yazmıştı ve en önemli kehaneti, Ankara'nın 1923'te İstanbul'un yerini alıp başkent olacağını 100 küsur sene öncesinden söylemesiydi!

‘Müştak Baba Divanı'nın elyazması kütüphanelerinde çok sayıda nüshası bulunuyor ve onlarca şiir, ebced sisteminin gelecek tahminine uyarlanmasını bilen kişiler tarafından şifrelerinin çözüleceği zamanı bekliyorlar.

Bu sayfadaki kutularda ‘Ebced' adı verilen sistem hakkında bazı bilgilerle Müştak Baba'nın bir kehanetinin, Ankara'nın başkent olacağını 100 sene öncesinden açık seçik yazdığı mısralarının açıklaması yeralıyor. Darısı, Müştak Baba'nın diğer şiirlerinin başına!

İŞTE, EBCED HESABI

Ertuğrul Özkök, isim değerlendirmesinde Tayyip Bey'in önünde

‘EBCED' hem batı, hem de doğu dünyasında çok eski zamanlardan kalma, harflere dayalı bir hesap sistemidir ve şiirden gizli ilimlere kadar birçok alanda kullanılmıştır.

Temeli, alfabedeki her harfin belli bir rakam değeri taşımasına dayanır. Meselá eski alfabemizin ‘elif'i 1, ‘ye'si 10, ‘rı'sı 200, ‘kef'i 20, ‘lám'ı 30, ‘mim'i 40 kabul edilir, her harfin ayrı bir sayı değeri vardır ve dolayısıyla harflerden meydana gelen kelimeler de kendilerini meydana getiren harflerin değerlerinin toplamı olan sayılara karşılıktırlar. Meselá ‘Hülya Avşar' isminin ebced karşılığı 1145, ‘Tayyip Erdoğan'ın 1289, ‘Ertuğrul Özkök'ün de 1512'dir. Ebcedi bilenlerin bu sayılar vasıtasıyla kişilerin geleceğinden haber verdiklerine de inanılır ama, o bahislere hiç girmeyelim!

Ebced, bir olayın meydana geldiği tarihi şiir şeklinde ifade etmeye de yarar ve bu işe ‘tarih düşürmek' denir. Kelimedeki yahut cümledeki harflerin değerlerinin toplanmasından çıkan sayı, bir olayın meydana geldiği tarihi verir. Meselá 1754'te Marmara Denizi'nin donması üzerine söylenen ‘Deniz altmış sekizde dondu, buzdan bendeniz geçtim' mısraının değeri 1168 Hicri yani 1754 Miladi, ‘Amma yaptın yahu doktor' cümlesinin karşılığı da, ebcede göre 811'dir.

Şiirde ve tarihte böylesine işe yarayan ‘Ebced'den gizli ilimlerde, meselá geleceği tahminde yahut büyüde veya hastaya şifa verme konularında da istifade edilir. Ebcede dayanan ama çok daha karmaşık bir hesaplama sistemiyle yapılan gelecek tahminlerine, yani tam kehanete ‘cifir' denir. Geçmişin büyük álimlerinin neredeyse tamamı kehanete merak salıp cifirle uğraşmış ama olacakları çok az bir bir kısmı tutturabilmiş ve kehanetler açık şekilde değil, mutlaka şifreyle yazılmışlardır. Káhinlerin kanaatine göre kafa karıştırıcı şifreleri kullanmak şarttır, zira kehanetler sıradan kişilerce değil, bu ilimlere vákıf olanlar tarafından çözülmelidir.

İşte, ebced ve cifir yoluyla gelecekten haber veren nádir kişilerden biri de Müştak Baba'dır. Yerli Nostradamus'umuzun Ankara'nın Hicri tarihle 1341'de yani 1923'te başkent olacağını 100 sene öncesinden haber verdiği şifreli şiiriyle söylediklerinin açıklaması, diğer kutuda...

Ankara'nın başkent olacağını 100 sene öncesinden bilmişti

MÜŞTAK Baba'nın, Ankara'nın 1923 yılında başkent olacağını söylediği şiiri, orijinal diliyle şöyle:

‘Me'vá-yı názenine kim elf olursa efser / Lá-büdd olur o me'va İslámbol ile hemser // Nun ve'l-kalem başından alınsa nun-ı Yunus / Aldıkda harf-i diger olur bu remz ızhár // Miftáh-ı sure-i Kaf ser-had-i kaf tá kaf / Munzamm olunmak ister Rá-yı Resul-i Peyamber // Háy-ı huy ile áhir maksud oldu záhir / Beyt-i veliyyü'l-ekrem Elhác Abd-i ekber // Ey pádişáh-ı fehhám Sultan Hacı Bayram / Revhán ister ikram-ı Müşták-ı abd-i çáker'

Şimdi, şiirin günümüz Türkçesiyle basit ama serbest tercümesini yapalım:

‘1000 mánásına gelen ELF sözü, güzeller beldesinin başına EFSER, yani tác olarak konursa, o belde İstanbul'dan farksız bir hále gelir. Sonra, Yunus Suresi'ndeki NUN ve Kaf Suresi'ndeki KAF harfleri alınır. Resul'ün, yani Hazreti Peygamber'in RI harfi de bunlara iláve olunmak ister ve maksad ‘háy-ı huy' sözündeki ‘HE' harfi ile tamamlanır. Ey anlayışlıların padişáhı olan Sultan Hacı Bayram! Senin bulunduğun o güzel belde, bu değersiz kul Müştak'tan hürmet istiyor!'

Müştak Baba, şiirin ilk mısraında ‘1000' mánásına gelen ‘elf' ve ‘tác' demek olan ‘efser' sözlerini veriyor ve ‘efser'in başına ‘elf'in iláve edilmesi gerektiğini söylüyor. Ebced hesabıyla 341 tutan ‘efser'e ‘elf'in, yani ‘1000' sayısının ilávesiyle, Ankara'nın başkent yapıldığı 1923'ün Hicri takvimle karşılığı olan 1341 tarihini elde ediyoruz.

Şair, daha sonra beş mısrada sırasıyla ‘elif', ‘nun', ‘kaf', ‘rı' , ‘he' harflerini veriyor. Bu harfler, bu sırayla yazıldıklarında ortaya ‘Ankara' kelimesi çıkıyor. Yani, Müştak Baba, ‘Ankara'nın eski harflerle yazılışı olan ‘A-N-K-R-H' harflerini sıralıyor, ‘Güzeller beldesi ve Hacı Bayram'ın memleketi olan Ankara, 1341 yılında başlara tác olacak ve İstanbul'dan -yani, şiirin yazıldığı zamanın başkentinden- farksız hále gelecek' diyor.

Kehanet, Müştak Baba'nın yaptığı gibi, olayın yaşanacağı yerin adıyla ve tarihiyle işte böyle yazılır ama Nostradamus'ta bu şekilde tek bir ifade bile yoktur. Dolayısıyla, ithal malı káhinleri bir yana bırakalım ve bu işlere merakımız varsa, açık-seçik konuşan kendi káhinlerimizin söylediklerinin üzerine eğilelim beyler!

Haberturk.com

YENI DÖNEMDE TÜRKIYE'NIN TARZI VE SONUÇLARI HAKKINDA ZAMAN KALITESI NOTU
15 NISAN 2011
SALIH SELÇUK

Aralık 2012'ye kadar sürecek yeni zaman kalitesi, Türkiye'ye yeni kanallar açacak özelliklere sahip. Bu kanalların savaşlara karışmak yoluyla açılmaması en büyük temennimiz elbette...
Uzunca bir süre devam edecek bu etkinin bir şekilde iyi/akıllı değerlendirilmesi gerekiyor, yoksa Türkiye'ye zarar verebilir...
Türkiye, önemli bir ülke olmak zorunda...
Ama bu konu, dünyadan kopuk vasatizmin islamcı ideolojik versiyonuna bırakılamayacak kadar önemli...
Ayrıca heba edilemeyecek kadar da yoğun bir etki. Ya adam/kadın gibi kullanılacak veya Türkiye'ye zarar verecek. İkisinin ortası yok...
O nedenle nasıl kullanıldığı büyük önem kazanıyor... Bu tarihten itibaren, Türkiye'de iktidarda kimin olduğu, son sözü kimin söylediği büyük önem taşıyacak. Türkler, alınacak kararların -özellikle dış politikada- ideolojik ve eski düşmanlıklara göre olup olmadığı üzerinden ya zarar görecekler, ya da ülkeleri büyük prestij kazanacak ve şimdikinden daha önemli bir ülke olacak...
Anlaşıldığı kadarıyla Türkiye ya yaşayacağı felaketler sayesinde, ya da başarıları nedeniyle öyle veya böyle gündeme gelecek dünyada...
Ve hangi vesileyle gündem ülke olacağı, doğrudan Türklere ve yöneticilerine bağlı olacak...
Türkiye bir savaşa girerse bu savaşın kazanan tarafında yer alacak -büyük bir ihtimalle...
Bu önemli durumu şimdiden belirtmekte fayda var!
Türkiye, ona dünyada yüksek bir yer sağlayacak bu girişimlerde yer almalı... Ama gerçekçi/rasyonel ve iyi düşünülmüş pozisyonlarla...
Bütün değerlerini -partisine/tarafına bakmadan- seferber edebilmeli...
Doğabilecek yeni intikam ve öfke dalgalarıyla başa çıkmayı öğrenmeli...
Çok açıkça söylemek gerekirse:
Böyle bir dönemde, Tayyip Erdoğan'ın günübirlik öfkeli tutumu, Türkiye'yi felakete sürükleyebilir...
(..)
http://konstantiniye.blogspot.com/

Kıyametin yeni tarihi 21 Ekim...
25 Mayıs 2011
ABD’li vaiz Harold Camping 21 Mayıs olarak belirlediği kıyamet tarihi tutmayınca yeni bir tarih belirledi: 21 Ekim

Yirmibir Mayıs’ı kıyamet günü ilan ederek çok sayıda ABD’linin yaşam planlarını değiştirmesine yol açan 89 yaşındaki ünlü vaiz Harold Camping, yaptığı hesaplarda beş aylık “matematiksel bir hata” olduğunu söyledi. Kıyametin yeni tarihi 21 Ekim günü.

Camping, 21 Ekim günü 200 milyon Hıristiyan’ın cennete yükseleceğini savunuyor ve kıyametin Fiji ve Yeni Zelanda’dan başlayacağını ileri sürüyor. Bir Hıristiyan radyo yayın imparatorluğunun başında bulunan Camping, daha önce de “1994’te kıyamet kopacak” demiş, ama yanılmıştı.

21 Mayıs kıyamet günü ABD’nin dört bir yanında dev panolarla halka duyurulmuştu.

Camping, “21 Mayıs günü, Japonya’da yaşananlar piknik yeri gibi olacak” demişti.

Harold Camping, İncil’in matematiksel bir yorumundan hareket ederek kıyamet gününü belirlediğini belirtiyor. Hıristiyan din adamları ve ilahiyatçılar asırlardır İncil’in dilini çözmeye çalışıyorlar. İncil’de ise kıyamet günü tarihinin bulunmadığı ifade ediliyor.

GAZETE HABERTÜRK

TÜRKIYE'DE TARIHI FIRTINA VE DENIZ TUTAN BALIKLAR MESELESI...
SALIH SELÇUK
30 MAYIS 2011

Türkiye bir seçime doğru pupa yelken -değil, fırtına öncesi çalkantılarında yol alıyor. Türkiye'nin açıldığı denizde fırtına kopmak üzere ve konumuz, deniz tutması...

Kimi deniz tutar?!..

Mesela "bu gemi sağlam, böyle sallanmaması lazım" lafına kesin inanmış ve sallanmamasına alışmış tipler, gemi fena halde sallanmaya başlayınca kusuyor!..

Pornodan aşüfteye, seks kasedinden iftiraya kadar uzanan bu kusma olayına "Deniz Tutması" diyoruz...

Fırtınanın ilk çalkantıları başladı. Bu kez ibre, tam bir dönüşüme işaret ediyor ve bu dönüşümün radikal kısmı, gelecek yılın sonbaharına kadar devam edecek...

1980 darbesiyle başlayan otuz yıllık bir devir sona eriyor, yepyeni bir devir başlıyor...

1980, Solu ve kaliteyi ezip, meydanı yeşil kuşak islamcılarına ve vasatizme bırakmıştı. Şimdi bu 1980 rejimi ve onun ürünlerinin devri sona eriyor...

(..)

1980 rejimi, bütün müzmin yasaklarıyla, yüzde on barajlarıyla, yök'üyle, aptal yetiştiren eğitim sistemiyle ve "engin" vasatizmiyle birlikte tarihin çöplüğüne gömülecek...

Bu çok önemli olayın aktif başlangıcı, seçimlerin ardından Kasım ayı falan gibi görülüyor...

Yepyeni bir devrin ilk adımları atılırken, kuşkusuz eski laflarla konuşanlar olacak, ama kimse onlara kulak asmayacak...

En geç beş yıl içinde Türkiye'de dil dahil birçok parametre tamamen değişmiş olacak...

Fırtına çok şiddetli olacak arkadaşlar!..

Bu iş, denizdeki balıkları bile vurabilir!..

Malum Mao Zedung amcamız, gerillanın suyun içinde balık gibi olmasını öğütlemişti...

"Denizin içindeki balığı deniz tutar mıymış birader?!.." diye sorun, söyleyeyim:

Okyanusbilimci Gerd Wegner, insandaki deniz tutması olayının aynısının, çok çalkantılı denizlerdeki balıklarda da rastlandığını söylüyor...
(Bkz. Mare Dergisi Nisan/Mayıs sayısı, Nr.85)

Hatta balıkların kustuğunu bile gözlemlediklerini anlatıyor!.. Konunun biyolojik nedenlerini de açıklıyor. Balıkların vücutlarının suyun içinde istem dışı yer değiştirmesi sonucu, içkulak taşı denen denge merkezi de yer değiştirip duruyormuş ve sonuçta tıpkı insanlar gibi deniz tutuyormuş balıkları!..

Bu fırtınada sadece istavritleri değil, sazanları bile deniz tutabilir!..

http://konstantiniye.blogspot.com/

'Yeni Mali Kriz Geliyor'

30 Mayıs 2011
Templeton Fonu'nun yöneticisi Mark Mobius küresel ekonomi için karamsar tablo çizdi.
Templeton Fonu'nun yöneticisi Mark Mobius, diğer bir finansal krizin "kapıda" olduğunu söyledi.

Templeton Asset Management'ın gelişen piyasalar grubu başkanı Mark Mobius, diğer bir finansal krizin "kapıda" olduğunu, zira önceki krizin sebeplerinin çözüme kavuşturulmadığını söyledi.

Mobius, bugün Tokyo'da basın mensuplarına yaptığı açıklamada, dünyada türev yatırım araçlarının toplam değerinin küresel gayrı safi hasılayı aştığını ve bunun da hisse senedi piyasalarında volatilite ve krize neden olduğunu belirtti.

Mobius, "Bankalar daha önceye göre daha mı büyük? Daha büyük" dedi ve "Türev araçlar regüle ediliyor mu? Hayır. Türev araçlarda aheln büyüyyor musunuz? Evet" şeklinde görüş bildirdi.

Üç yıl önce, küresel finansal kriz kısmen, ABD'deki riskli kredilerle ilişkili türev ürünlerin hızlı çoğalmasından ortaya çıktı ve Lehman Brothers Holdings Inc.'nin Eylül 2008'de batmasına yardımcı oldu.

MSCI Dünya Endeksi, Lehman'ın batmasından sonraki altı ayda yüzde 38 düştü. Küresel kredi piyasalarının işlemez hale gelmesi, kredi vermeyi desteklemek için merkez bankalarının finans sistemine nakit pompalamasına neden oldu.
aktifhaber

İki Güneş tutulması arası, Türkiye'de genel seçimler
Selçuk Salih Caydi
06 HAZIRAN 2011



2011 yılında sadece altı Güneş ve Ay tutulması yaşanıyor. Bunlardan üçü, bir Haziran ve bir Temmuz günleri arasında... Bu durum, ülkeler astrolojisiyle ilgilenenler için de dikkat çekicidir -çünkü tam da bu iki tarihin arasında Türkiye'de seçimler olacak.

1 Haziran günü parçalı Güneş tutulması. 15 Haziran günü tam Ay tutulması. 1 Temmuz günü gene parçalı Güneş tutulması.

Ay tutulması, bir tür son ve yeni başlangıç sayılabilir. Bu nedenle seçimlerin hemen ardından yaşanacak 15 Haziranda Yay burcundaki Ay tutulmasını, Türkiye'de yeni bir tarihin (dönemin değil, -tarihin) başlangıç noktası sayabiliriz.

Neyin başlangıç noktasıdır?

Türkiye'nin yeni kaderinin, yeni görev ve sorumluluğunun, yeni konumunun başlangıç tarihidir. Bu tarihten sonra Türkiye'nin, adım adım yeni bir yöne doğru yürüyeceği anlaşılmaktadır.

Bu istikamet, seçim sonuçlarından bağımsızdır ve bellidir...

Türkiye, Avrupa'nın bir ucundan Çin'e kadar olan bölgenin (Tek Tanrılı dinler bilgesinin) kültürel/siyasi ortak rezonansını sağlamak görev ve sorumluluğuna hazırlanmaya başlayabilir...

Ay tutulması ile ilgili, çeşitli yorumcuların ve dostların yazdıkları ve söylediklerine bakarak, "Ay tutulmasından sonra Kemal Kılıçdaroğlu'nun çok daha önemli biri olacağını, halkın üzüleceğini, devletin sevineceğini" söyleyebiliriz.
(Bunun ne demek olduğunu çözen beri gelsin!..)

Benim bu tip yorumlardançıkardığım sonuç, önce kimin kim olduğuyla ilgili. Son seçimlerde astrolog dostlar tarafından kullanılan 'Halk' terimiyle çoğunluğu temsil eden AKP seçmeninin kasdedildiğini görmüştüm. 'Devlet' terimi ise havada kalmıştı. (Kimin devleti?!)

Bunları seçimden sonra göreceğiz.

Kısacası, bir rahatlama yaşanacağı anlaşılıyor.

Tabii dünya Türkiye'den ibaret değil. Asıl önemli olan, dünyadaki değişim.
Bu üç olayın tetikleyeceği konuların başında Ortadoğu ve Kuzey Afrika'daki devrimler var. Mısır'ın yeniden karıştığını zaten gördük. Libya'da iç savaş sürüyor.

Burada hemen dikkat çekmemiz gereken durum şudur:
İnsanoğlu herşeye çok çabuk alışıyor...

Bu yılın başından beri çok önemli şeyler oluyor ve hiçkimse bunların üzerinde birkaç günden fazla durmuyor Türkiye'de (ve dünyada).
Arap Baharı'nı söylemeye gerek yok. Japonya depremi ve Fukushima reaktöründeki kaza, Yunanistan'ın iflasın eşiğine gelmesi, Çin'de çökme belirtileri, IMF Başkanının ve Fransız solunun, acaip bir skandalla vurulması, şimdi aklıma gelenler.

Bir ucunun Portekiz, İspanya, Yunanistan'a kadar uzandığı Arap devrimlerinin, Ağustosa kadar hızlanarak süreceğine işaret ediliyor. İkinci, daha büyük bir devrim dalgası, gelecek yıl bekleniyor. Ay tutulmasının en çok etkidiği dört yer bulunuyor. Bunlar, Japonya/Fukushima, Mısır/Kahire, İngiltere/Londra ve Brezilya. Listenin sonundaki Brezilya sahiden karışabilir, çünkü orada neoliberal Hükümetin çevre talanına karşı çok büyük bir direnişin hazırlandığını ve Brezilya'nın önümüzdeki dönemde patlayabileceğini, ben şahsen biliyorum!
Seçimlerden sonra Türkiye, kapısına kadar gelen devrimlerle (Suriye) ve tabii "Kürt olayı" ile uğraşmakla işe başlıyor. Hiç kolay olmayacak.
(Kolay işi seven kim?!)

http://konstantiniye.blogspot.com/

Simav'da 'deprem olacak' paniği
9 Haziran 2011
Kütahya'nın Simav ilçesinde, 19 Mayıs'ta meydana gelen 5,9 büyüklüğündeki depremin yaraları sarılmaya çalışılırken, büyük deprem olacağı söylentileri vatandaşları tedirgin etti.

25 bin 700 kişinin yaşadığı Simav'da, yaklaşık 10 bin kişi çadır kentlerde, 15 bin kişi ise mahalle aralarına kurulan çadırlarda yaşıyor.

Olası büyük bir depremde bu kez hem konutlarını hem de canlarını kaybedeceklerine inandıkları için karşılaştıkları her yerde eş, dost ve yakınlarıyla helalleşen depremzedeler, büyük bir deprem olacağı söylentilerinin gündemden düşmemesinden rahatsız olduklarını bildirdi.

Psikolojilerinin bozulduğunu belirten vatandaşlar, orta ve az hasarlı konutlarını tamir ettirecek güçlerinin olmadığını söyledi.

Depremzedeler, bilim adamlarının çelişkili açıklamaları nedeniyle ne yapacaklarını bilemediklerini ifade ederek, büyük deprem olacağı söylentisinin gelecek planlarını alt üst ettiğini anlattı.

Söylentiyi yemek alırken duyduğunu dile getiren Sevgi Baysan (41), ''Saat olarak söylemiyorlar. (Büyük bir deprem bekleniyor) diyorlar. Ne yapacağımızı şaşırdık'' dedi.

Elmas Canpas (35) ise 7, 9 veya 10 büyüklüğünde deprem olacağı yönünde söylentiler yayıldığına işaret ederek, şöyle konuştu:

''10 büyüklüğünde deprem demek, kıyametin kopması demek. Tabi ki huzursuz oluyoruz. Sürekli sallanıyor gibiyiz. O depremin korkusunu atlatamadık. Çocuklarımı okula göndermek istemiyorum. Sabah saat 07.00'de kalktım, 07.30'da gönderecektim ama 07.05'te deprem oldu. Göndermekten vazgeçtim. Çadırda rahatız ama ne kadar da olsa deprem psikolojisi, deprem korkusu var. Yani 5 büyüklüğündeki bir deprem artçı bir deprem bile olsa bizi korkutuyor. Bu söylentiler bütün çadır kentte yayıldı. Şiddetli bir deprem beklentisi varmış. Bulutlar olmadığı zaman olacakmış. (Bugün karıncalar kaçışıyor. Bak göreceksiniz sallanacağız) diyorlar. Bütün gece ha şimdi olacak, ha birazdan olacak, en ufak bir 3,0 büyüklüğünde bir depremde dahi fırlayıp çıkıyoruz dışarıya. Bu artçı depremlerin uzun süre olacağını söylüyorlar. 300 gün, 500 gün... Uzun süre olacaksa, hadi yazın buralarda durulur ama kışın o karda kışta durulmaz. Tabi bir hale yola konulur ama ben ilçeyi terk ederim o zaman.''

İsmail Elitok, bu psikolojide arkadaşlarla şakalaşmaların bile kavgalara dönüşebildiğini anlatarak, ''Gerçek neyse bize o söylensin. Biz hakikatleri istiyoruz. Millet zaten huzursuz. Sinirler gergin. Herkes yanındaki çadırdakilerle kavgalı. Çadır kentte 300-400 çadır varsa, kavga etmeyen insan yoktur. Sinirler öylesine gergin ki, en ufak ateşten alev alıyor ortalık. Bir yetkilinin çıkıp açıklama yapmasını bekliyoruz'' ifadelerini kullandı.

-ÖĞLEDEN SONRA 3,0'DAN BÜYÜK İKİ ARTÇI SARSINTI OLDU-

Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü verilerine göre, Simav'da saat 16.26'da 3,5 ve 16.44'te 3,2 büyüklüğünde iki sarsıntı kaydedildi.
haber10

Güneşteki dramatik patlamalar hayatı felç edebilir
10 Haziran 2011
Dev patlamaların neden olduğu jeomanyetik fırtınaların hayatı felç etmesinden endişe ediliyor. Önümüzdeki günlerde cep telefonu ve navigasyonlar çalışmayabilir, yolcu uçakları rota değiştirmek zorunda kalabilir.

Amerikan Ulusal Meteoroloji Servisi, bugünlerde uydu üzerinden yönlendirilen cep telefonu ve benzeri mobil iletişim araçlarının arızalanabileceği yönünde uyarıda bulundu. Bununla da kalmadı; atmosferde meydana gelebilecek jeomanyetik fırtınalar nedeniyle başka elektronik araç ve gereçlerin elektrik devrelerinde arızalar çıkabileceğine dikkat çekti. Atmosferdeki bu olağanüstü hareketlilik yüzünden bazı uçuş seferlerinin bile farklı rotalara yönlendirilebileceği ileri sürülüyor.

Amerikan Ulusal Meteoroloji Servisi’nin yaptığı uyarının temelini, Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi NASA’nın geçtiğimiz salı günü uzayda gözlemlediği, güneşteki “dramatik” patlamalar oluşturuyor.

Dünyaya isabet eder mi?

Federal Alman Ordusu’nun Jeoenformasyon Dairesi’nden Dr. Klaus Börger, bu durumu şöyle açıklıyor:

“Bu sözü edilen şeyler, elektronlar ve protonlardır. Bu maddelerden oluşan bir bulut, güneşten kopmuş, yeryüzüne doğru ilerlemekte. Bunun arızalara sebebiyet vermesi muhtemel; ama tabii bu bulut tam olarak dünyaya isabet eder mi, yoksa sadece ufak bir bölümüne teğet mi geçer, bunu öngörmemiz şu aşamada mümkün değil.”

Güneş fırtınaları uyduları etkiliyor

Güneş, yaklaşık 800 bin kilometrelik bir çapa sahip. Güneş içerisinde birkaç milyon derece sıcaklık mevcut. Bu ısı, saniyede milyon tonluk hidrojenin helyum gazına dönüşmesi sonucunda, nükleer kaynaşmalarla ortaya çıkıyor. Bu nükleer füzyonlar da işte uzayda gözlenilen bu patlamalara sebep oluyor.

“Güneş fırtınaları” adı verilen bu patlamalar ise merkezî altyapı tesisleri için tehlike anlamına geliyor, zira bunlar büyük ölçüde uydulara bağımlılar. Uyduların etrafındaki elektromanyetik alanlar da değişimlere karşı oldukça hassaslar. Özellikle uydular tarafından yönlendirilen GPS navigasyon sistemleri, güneşin bu hareketliliğinden etkilenmeye oldukça müsait. Çünkü uydular yaklaşık 20 bin kilometre yükseklikten yeryüzüne sinyaller yolluyor. Yer ölçümü uzmanı Dr. Klaus Börger, bu sinyallerin bin ila 50 kilometre arasındaki yükseklikte iyonosfere geçtiğini söylüyor ve şunları ekliyor:

“İyonosfer, GPS sinyallerinin sevk edilmesinde iyonosfere özgü bir ışın kırılmasına sebep oluyor. Yani, sinyallerin yönüne, her şeyden önce de hızına etkide bulunmuş oluyor.”

GPS devreden çıkabilir

Dr. Klaus Börger, sinyalin ilerleme hızı ışın hızı ile çarpıldığında, sinyali alan kişi ile uydu arasındaki mesafenin, yani gerçek olmayan uzaklığın ortaya çıktığını söylüyor:

“Ama eğer bu mesafeler hatalıysa, o zaman pozisyon da yanlış demektir. Bu ise, iyonosfer içindeki elektron sayısına bağlı olarak dramatik sapmalar, hatta GPS’in devreden çıkması anlamına gelir.”

Ne var ki nispeten daha eski ve daha dayanıklı elektro teknolojilerinin de güneş ışınlarından etkilenebileceğine dikkat çekiliyor. Nitekim 1973 yılında, internet ve uydu navigasyon sistemlerinin olmadığı bir dönemde meydana gelen bir güneş patlaması, Kanada’ya bağlı Quebec’te elektrik şebekesinin devre dışı kalmasına ve altı milyon insanın karanlığa gömülmesine neden olmuştu. Güneşten kopup gelen parçalar, yeryüzünün manyetik alanını deforme etmiş, bunun sonucunda elektrik şebekelerinde arızalar baş göstermişti.

En güçlü güneş fırtınasının 1859 yılında meydana geldiği tarihe geçmiş durumda. Uzmanlar, bu tür bir “süper patlama”nın tekerrür etmesi durumunda, bunun, yeryüzünün büyük bölümlerindeki altyapıyı birkaç dakika içinde felce uğratabileceğine işaret ediyorlar.
haber10


Daily Mail: 2018 yılına kadar AB ülkeleri yeni bir dünya savaşına girişebililir"



İngiliz Daily Mail Gazetesi, 2018 yılına kadar Avrupa ülkelerinin yeni bir dünya savaşına girişebileceğini öne sürdü.

Dominic Sandbrook imzalı haberde, Almanya Başbakanı Angela Merkel'in hafta içinde yaptığı açıklamada yer alan “Kimse Avrupa'ya bir yarım yüzyıl daha barışın hâkim olacağına inanmamalı... Eğer Euro çökerse, Avrupa da çöker. Bu olmamalı” şeklindeki sözlerinden yola çıkarak önümüzdeki 7 yıl içerisinde kıta genelinde yaşanabilecek olası felaket senaryoları irdelendi.

Senaryo, Avrupa Birliği ülkelerinin “Euro'yu kurtarma” girişimlerinin gelecek 20 ay içerisinde bir kez daha başarısız olmasıyla başlıyor.

2012 başlarında Yunanistan Parlamentosu'nun öfkeli vatandaşlar tarafından işgali ve tüm ülkeye yayılan sokak olayları nedeniyle Fransa ve Almanya, Atina yönetimine yardım etmek için 5 bin barış gücü gönderecek.

Yaz aylarına doğru bu kez İtalya'da benzer olaylar patlak verecek. İtalya'yı Almanya, İrlanda ve İngiltere takip edecek.

Irkçılık artacak Rusya yayılacak

Bozulan ekonomiler, işsizliğin ve sosyal kargaşanın giderek yayılmasına yol açarken, kıta genelinde ırkçılık ve yabancı düşmanlığı da güç kazanacak. Göçmenlere yönelik saldırılar artacak. Ekonomik krizin en büyük darbesini 2014'te Letonya alırken, “imparatorluk” günlerine dönmenin hayalini kuran Rusya Lideri Vladimir Putin, Letonya'daki Rusları korumak adına bu ülkeyi işgal edecek. Letonya'yı 2016'da Estonya, Litvanya, Belarus ve Moldova izleyecek.

FRANSA İNGİLTERE'YE SALDIRACAK

ABD'nin 2. Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi kendini izole etmesiyle yalnız kalan İngiltere, AB'den çekilme kararı alınca, Rusya'dan güç alan Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy askerlerini harekete geçirecek. Ve böylece Merkel'in 7 yıl önce yaptığı uyarı gerçekleşmiş olacak.

Kaynak: Habertürk

Felaket yakın mı? Neler olacak...
Türkiye’nin de yer aldığı Güney Avrupa son derece yakıcı sıcak dalgalarına yakalanacak.
14 Kasım 2011

Türkiye büyük risk altında

Türkiye’nin de yer aldığı Güney Avrupa son derece yakıcı sıcak dalgalarına yakalanacak. Kuzey Afrika’da kuraklık daha da yaygınlaşacak. Küçük ada ülkelerini deniz yutacak. Asya ve Afrika kuraklık ve fırtınalarla yaşanmaz hale gelecek.

Bunlar kehanet değil, BM’nin bugüne kadar hazırladığı en kapsamlı ve ciddi iklim raporundan basına sızan bilgiler...

Fransız Haber Ajansı AFP, 194 ülkenin üye olduğu BM’ye bağlı Hükümetlerarası İklim Değişikliği Raporu Paneli’nin (IPCC) hazırladığı taslak raporun özetini dünyaya duyurdu. Taslak rapor, iklim değişikliğinin aşırı hava olayları üzerindeki etkisine dair en kapsamlı inceleme özelliğini taşıyor. 20 sayfalık taslak, “politika yapıcılar için özet” mahiyetinde ve hortumlar, sıcak dalgaları, tufansı yağmurlar kuraklık gibi olayların dünyayı dengesiz bir biçimde vuracağına işaret ediyor.

Özet taslak Uganda’nın başkenti Kampala’da bugün başlayacak altı günlük IPCC toplantılarında incelenecek. En kötü senaryo bazı bölgelerdeki insan yerleşimlerinin yeryüzünden silineceği yönünde. Raporda, “Felaketler daha büyük şiddette ve daha sık cereyan ettiği takdirde bazı yerlerde yaşamın sürdürülmesi imkansız olacak. Bazı durumlarda göç kalıcı olacak ve yeni iskan bölgeleri için baskı yaratacak. Bazı mercan adaları sakinleri için göç kaçınılmaz olacak” ifadeleri yer alıyor. Üç yılda hazırlanan ve aslı 800 sayfa olan rapor binlerce bilimsel çalışmanın bir sentezi.

Şiddet ve sıklık artacak

Küresel ortalama sıcaklık sanayi öncesi dönemlere göre yaklaşık 1 derece yükselmiş durumda. 1 derece ısınma küresel ölçekte büyük bir etkiyi ifade ediyor. Çünkü 1 derecelik küresel ısı artışında, bizim yaşam ortamımızın ısısı minimum 3 kat artıyor. Küresel ısının 2100 yılına kadar ise 1-5 derece arasında daha yükselmesi bekleniyor. Fakat bunun etkisi bölgelere göre değişik olacak.

İşte olacaklar

Avrupa, özellikle Türkiye’nin de bulunduğu Akdeniz halkası artan sıcaklar yüzünden daha büyük risk altında. 2003’te 70 bin ölüme yol açarak rekor kıran sıcaklıklar bu yüzyılın ortasında artık rutin haline gelecek.

Doğu ve güney ABD ve Karayipler daha çok yağmur ve hızlanan rüzgarların getirdiği fırtınalara maruz kalacak.

Anormal iklim koşulllarına maruz kalan yerlerde daha büyük nüfus sıklığı olacak. Emlak fiyatları fırlayacak ve yetersiz altyapı hasar riskini artıracak. 2005’te New Orleans’ı vuran Katrina kasırgası bunun en büyük örneği.

Küçük ada ülkeleri için en büyük tehdit yükselen deniz sularının istilası. Deniz suları kıyıları aşındıracak ve yeraltı sularını zehirleyecek. Üstelik bu riskin gerçekleşme olasılığı yüzde 90, yani kaçınılmaz.

Afrika’da milyonlarca kişi sürekli olarak gıda yardımına ihtiyaç duyacak. Afrika diğer kıtalara çok daha tehlikeli bir yer olacak

Güney Asya ve Güneydoğu Asya’da yıkıcı yağmur fırtınaları ikiye katlanacak. Doğu Asya’da yüzyılın ortasında sıcaklık bugünkünden 2 derece daha fazla olacak. Bu da dayanılmaz bir nem yaratacak.

IPCC 2007’de Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmüştü. Halen satır satır gözden geçirilen taslak raporun nihaisi ise cuma günü dünyaya açıklanacak.
habertürk

Türkiye'nin önündeki entelektüel daralmaya işaret eden zaman kaliteleri
Selçuk Salih Caydi
16.11.11



Türkiye'nin önünde, Şubat ayına kadar etkiyebilecek bir tür "yükseliş" bulunduğunu ama bunun kötüye kullanıldığını ve vasat politikacıların kibrine kurban edildiğini yazmıştık. Bu dönemin etkisi sürüyor, ama politikacıların tehlikeli sesini kısacak üç önemli olay oldu. Bunların ilki, Mersin sahillerinde alçaktan uçan İsrail uçakları ve Obama'nın "dostça uyarıları" oldu, ikincisi (resmi verilere göre) 24 askerin ölüp, 18'inin yaralandığı Yüksekova/Çukurca saldırıları ve bir gün sonra gelen Van depremi/depremleri.

Bu iki önemli olay, Türkiye'yi etkiledi ve etkilemeye devam ediyor. Bugünkü (16.11.11) Cumhuriyet Gazetesi, Türkiye'nin İsrail'le koordineli olarak Suriye'ye saldırabileceğini yazıyor. İsrail'in İran'a saldırısıyla birlikte başlayacak bu operasyon gerçekleşirse, Türkiye çok büyük bir yalpalama sergilemiş olacak ve güvenilirliğine ikinci büyük darbeyi yiyecek. 1 Mart tezkeresinin geçmemesini sağlayan Meclis gibi bir meclis de yok. İşte tam da bu karar aşamasında ve böyle şeylerin enine boyuna konuşulması gereken bir ortamda, Türkiye'nin entelektüel kapasitesini daraltabilecek iki yeni zaman kalitesi devreye giriyor.

Bunlardan ilki, oldukça iyimser olmayı gerektiren bir trende işaret ediyor aslında: "Daha önce düşünülmüş planları gerçekleştirmek." İki hafta kadar etkiyebilecek bu durumda sorulması gereken soru, "Hangi planları?" sorusudur?

Devletin içinden de haber alabilen Cumhuriyet gazetesinin değindiği planlar mı? Bu ğlanlardan ilki, ABD-Büyük Britanya-İsrail üçlüsünün İran'a saldırısı ve gereğinde atom silahları da kullanma kararlılığıdır.Türkiye'yi etkileyen bu ilk zaman kalitesi bile, başkalarının fikrine hiç kulak asmamak gibi absürd bir duruma işaret ediyor: Diğerlerinin aklını küçümsemek.

Bu günlerde devreye girip, 2012 Ağustosuna kadar sürecek ikinci önemli zaman kalitesi, entelektüel düşünce ve tartışmanın önemli ölçüde rafa kaldırılabileceğine işaret ediyor. Olağanüstü durumlar, iktidarın muhalefete tahammülsüzlük derecesiyle bir araya gelince, burada basın daha feci bir baskı görebilir. Bu 'Olağanüstü durumlar' da savaş ve doğal felaketler olabilir.

Türkiye'nin 2012 Şubat'ın itibaren düşüşe geçebileceğinden bahsetmiştik. Bu, en başta ekonomi alanında yaşanabilir. Ama o döneme kadar Türkiye, -kendini "süper devlet" sandığı şu yanılsama döneminde, kesinlikle savaşa girmemelidir. Çünkü savaşın seyri, umulduğundan daha çabuk değişebilir ve Türkiye'ye çok pahalıya malolabilir.
Ağustos ayına kadar etkisini sürdürecek bu zaman kalitesi, entelektüel perspektiflerin daralmasına işaret ediyor. Ama tam da şimdi, bunun zıddını uygulamak gerekiyor. Yani dünyaya bakışın çeşitlenmesi, serbestçe herşeyin konuşulması, tartışmalarda muhalefete tahammül vs. Yeni döneme geçerken büyük bir entelektüel enerjiye ihtiyaç olacak. Bunun yerine, mecburi gündemler, düşünme tarzının tek yönlü ama çok yoğun işlemesine yol açar -ki tehlikeli olduğunu söyleyebiliriz. Herşeyi matematikle/jeostratejiyle vs. açıklamaya çalışmak gibi birşeydir -örnek vermek gerekirse. Bu tuzağa kesinlikle düşmemek ve Türkiye'nin kendi mahvına -sırf gündem dayatıyor diye- su taşımamak gerekiyor. Ama tam da bu konuda, "Hükmet'le takışmamak ve vatan-millet-sakarya" adına, birçok yazar, bu zaman kalitesinin etkisinde kalabilir.
Düşünsel/ruhsal özgürlükten taviz vermemek, şimdi gerçekten çok önemli olabilir.
Bu iki dönemi destekleyen üçüncü bir zaman kalitesi, gene aynı zaman diliminde (Ağustos 2012'ye kadar) radikal değişiklikler olabileceğine işaret ediyor.
(Bu "Yeni Başlangıç" dönemi ile ilgili ayrı bir yazı, burada yeralabilir)

Kaynak: http://konstantiniye.blogspot.com/

2012 ARALIK AYINDAN SONRA NELER OLACAK?
30 KASIM 2011

İşte bu konuyu herkes merak ediyor...
Neler olabilir?
Bu konudaki spekülasyonlar çok...
Biz burada bir bilinç sıçraması olabileceğini yazmıştık...
Konu "tahmin" boyutlarında elbette. Ama elimizi "korkak" alıştırmamalı, bu konuda yazılanları, kendi tahminlerimizi ve başka tahminleri burada işlemeliyiz...
Ama asıl herkesi ilgilendiren, Türkiye'de ne olacağı...
Konunun irrasyonel boyutu elbette heyecan verici ve yenilik bekleyenler için de ilginç. Yeni bir boyuttan, dini merkezlerdeki alışılmadık aktivitelerden ve bazı mistik olaylardan bahsedebiliriz...
Bütün spekülasyonlar bir yana, Dünya, ancak onbin yılda bir (bazılarına göre 260.000 yılda bir) olan muazzam bir zaman kalitesiyle karşı karşıya ve bizim ilk görevimiz, bu dönemin Türkiye'de barış içinde yaşanmasını sağlamak olmalı...
Çünkü Türkiye, bu değişim/dönüşümün ardından muhteşem bir yer olacak...
İşte o yeryüzü Cenneti yeri kurmak için tüm koşıllar mevcut olacak...
Ve buna rağmen herşeyi -sırf kendi kıytırık maddi çıkarları için- engellemeye kalkanlara hiç tahammüllü olunmayacağını da buraya kocaman yazalım!..
Zaten böyle bozuk insanların/yapıların tutunamayacağı bir devre doğru ilerliyoruz...
İyilik, sevgi, aşk, sahici inanç ve diğer sahici insani kaliteler, kültür, sanat, karanlığın hakkından gelecek...
(Sonra, bu berbat günler unutulacak...)

Kaynak: http://konstantiniye.blogspot.com/

Astrolog Susan Miller: "2012'de Türkiye yeniden yapılanacak"
19 Aralık 2011



Kitapları rekor kıran Susan Miller, 2012 tahminlerini Vatan'dan Ayşe Acar'a anlattı: "Türkiye 2012'de dağılacak, yıkılacak, yeniden kurulacak!"

http://www.haberzoom.com/d/news/7138.jpg

* Türkiye 29 Ekim 1923 doğumlu. Akrep Burcu. 2012'nin Ekim'inde Satürn gezegeni Akrep Burcu'nu etkileyecek. Bu "yeniden yapılanma" demek. Bir şeyler tamamen dağılacak, yıkılacak ve sonra yeniden inşa edilecek. Ertelenen kararlar verilecek.
* Demokratikleşme adına büyük adımlar atılacak. Satürn karma gezegendir. Ona ne verirsen, geri alırsın.
* Ülke olarak çok zor bir dokuz ay geçireceksiniz. Ama sonra her şey eskisinden daha iyi olacak. Değişim hayırlı olacak. Bu söylediğim akrep burcu olan kişiler için de geçerli. Geçen sene Türkiye'de büyük bir doğal felaket olacağını söylemiştim. Van Depremi oldu. Televizyonda deprem haberlerini izlerken ağladım. İnsan böyle durumlarda hiçbir zaman haklı çıkmak istemiyor, o ayrı.

Tüm dünya kanlı olaylara sahne olacak

"2012'de Plüton ve Uranüs 90 derece açıyla karşı karşıya geliyor ve bu 2015'e kadar sürüyor. Bu iki gezegen asla geçinemez. Ve karşı karşıya geldikleri yıllarda dünyada büyük ve kanlı olaylar olur. En son 1964-1966 yılları arasında karşılaşmışlardı. O yıllarda Türkiye'de neler oldu bir bakın. Mesela Amerika'da Rosa Parks "Ben artık otobüsün arkasında oturmayacağım" diyerek zenci isyanını başlattı. Çok şiddet ve vahşet oldu.

Not: 1964'ün en önemli olayı Kıbrıs çıkarması...


2012'de dünyanın sonu gelmeyecek

Tanrı bizi seviyor. Dünyayı sonlandırmayacak. 12.12.2012'de dünyanın sonunun geleceğini söyleyenler, yani Maya Takvimi'ne inananlar, büyük bir yanılgı içerisinde. Halkı yanlış yönlendirmeleri ve panik yaratmaları da büyük sorumsuzluk.
haberzoom

Türkiye'nin kaderi ve Göğün Kapılarını açmak
Selçuk Salih Caydı
20 ARALIK 2011
Aralık 2012 sonrasın olası değişim/dönüşümünü konu alan yazı dizimiz çerçevesinde Türkiye'nin Aralık 2012 sonrası dönemde yaşayabileceği çoklu zaman kalitesi ve etkilerini konuşmaya hazırlanırken, daha Mayıs 2012'de başlayacak çok önemli bir döneme -özellikle- dikkat çekmek gereği hasıl oldu! Konuyu şimdilik biraz dar tutup, Türkiye'de 2013 Haziranına kadar sürecek olası etkilere dikkat çekeceğiz. Çok kısa özetlememiz gerkirse 2012 yılı Türkiye için muazzam bir değişimin başlangıcı anlamına geliyor -sadece başlangıcı...
Herşey, Türklerin değişim/dönüşüm istikametinde hareket edip etmemesine bağlı...
(2013 yılı sonundan itibaren bambaşka bir ülkede yaşıyor olabilirsiniz!)

(Yazı hazırlık aşamasında)
http://konstantiniye.blogspot.com/

21 Aralık 2012 ve sonrasında olabilecekler hakkında
Selçuk Salih Caydi
25.9.12



Kimsenin anlamak istemediği birşeydir ama, doğanın izaha ihtiyacı yoktur. Neyin ne olduğunu açıklayıp kendi anlayabileceği formata dökmek, insanın bir ihtiyacıdır -doğanın değil. Ve bunun için insanın kullandığı (son yedi bin yıldır) asıl araç, söz ve dildir. Rasyonalizmin hakim olduğu, ölçülemeyen şeylere inanılmayan günümüzde, gerçeğinin dille ifadesi esastır. Sezgilere, hayallere, vizyonlara, sadece romanlarda ve filmlerde yer vardır, "gerçek" hayatta bunlar asla ciddiye alınmaz. Gerçeği açıklamanın günümüzdeki son ortak biçimi modern bilimdir (mesela matematik ve fiziği burada "bir numara" sayabiliriz). Doğayı ve görünenin ardındaki özü anlamak için, onun değişimine/devinimine uygun esnek 'Anlama yöntemleri' geliştirmek, bir konuyu gerekli kı
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş Eyl 27, 2012 10:42 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Oca 02, 2012 11:18 pm    Mesaj konusu: ]Türkiye’yi 2012’de olağanüstü gelişmeler bekliyor Alıntıyla Cevap Gönder

Türkiye’yi 2012’de olağanüstü gelişmeler bekliyor
Can Ataklı
catakli@gazetevatan.com
02.01.2012



Sevgili okurlar; bir yılı daha geride bıraktık. 2011’e bakınca gelişmelerin hiç de hoş olmadığını söyleyebilirim. Haziran’da AKP’nin kazandığı büyük seçim zaferinden sonra herkesin umudu artmıştı. Ancak AKP bu zaferi hoyratça harcadı. Bekleneni veremedi. Dün başladığımız yeni yılın 2011’i aratacağını hemen söyleyebilirim.

Kehanet değil tahmin

Elbette kendimi kahin yerine koymuyorum, tahminlerde bulunuyorum. Görünen köy kılavuz istemez. 2012’ye umut mesajları vererek girdik ama bunun sanal olduğunu herkes biliyor. Başta ekonomi olmak üzere siyasi, sosyal gelişmelerin hiç iyi olmayacağını tahmin etmek zor değil. Buna bir de dış politikayı eklemek gerek.

Seçim yılı olabilir

Ekonomik konuları bir kenara bırakmak istiyorum. Çünkü o başlı başına ayrı bir konu, nasıl olsa önümüzdeki günlerde gelişmeleri birlikte yaşayacağız. Ancak siyasi açıdan 2012 olağanüstü gelişmelere sahne olabilir. Başta Cumhurbaşkanlığı seçimi olmak üzere bir genel seçim olma olasılığının hiç de az olmadığını söyleyebilirim.

Cumhurbaşkanlığı

Başbakan Erdoğan’ın rahatsızlığından bu yana “Erdoğan sonrası AKP’yi” tartışanlar bunu bilerek bilmeyerek mevcut Cumhurbaşkanının görev süresi aşamasına da taşıdılar. Henüz bilmiyoruz ama Gül’ün 5 yıl mı 7 yıl mı görevde kalacağı konusu çok önemlidir. İki ay içinde hiç beklenmedik bir gelişme sürpriz olmaz.

Yılın olayı

Ahmet Hakan’ın Tarafsız Bölge programında konuklara “Size göre yılın olayı nedir?” diye sorulduğunda “Başbakan Erdoğan’ın ameliyatı” cevabını vermiştim. Ahmet Hakan ve diğer konuklar merakla “Neden?” diye sorduklarında “Çünkü sonuçlarını henüz bilmiyoruz” demiştim. Başbakan’ın sağlık durumunu bilen kimse yok.

Ne olabilir?

Başbakan Ulusa Sesleniş programında “Sağlığım çok iyi, görevimin başına döndüm” diyor ve buna yürekten katılıyorum ama, Türkiye’deki bazı güçlerin aynı kanıda olmadığını düşünüyorum. Özellikle bir büyük cemaatin son zamanlardaki atakları sanki Erdoğan sonrasına bir hazırlık izlenimi veriyor. Görünmeyen bir savaş var gibi.

Gül’ün atakları

Ahmet Hakan’ın yanı programında “Abdullah Gül, sanki seçim kampanyası yapıyor havasında, görev süresinin beş yıl olduğunu söyleyerek, 2012’de tekrar aday olmak koşuluyla seçim isteyebilir” dedim. Sonra da ekledim “Milletvekili emeklilerine zam yasasını veto ederse seçim istiyor etmezse istemiyor anlamına gelir.” Veto etti.

Görünmeyen savaş

Gözlediğim kadarıyla Ankara’da görünmeyen bir savaş yaşanıyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, hükümetle çok uyum içindeymiş gibi görünmesine rağmen sanki henüz kamuoyu ile paylaşılmayan bir bilgiye sahip olarak yeni oyun planını kurmaya ve bu oyunun en önemli aktörü olmaya soyunuyor. Gelişmeler hepimizi çok şaşırtabilir.

Çevreden aktif katkılar

Dikkatinizi çekiyor mu bilemem ama, son zamanlarda Başbakan Erdoğan, kendine yakın gördüğü ya da kendisine çok destek veren çevrelerden sürekli eleştiri alıyor. Güya liberal olduklarını söyleyen faşist kesimler Başbakan’a karşı açık bir cephe aldı. Bir cemaatin sözcüleri de satır aralarında sürekli olarak Erdoğan’ı eleştiriyorlar.

Baransu olayı

Çok çarpıcı ve şaşırtıcı olduğu için Taraf yazarı Mehmet Baransu olayı üzerinde durmak istiyorum. Baransu’nun “35 kişinin öldüğü bombalama olayını MİT rapor etmişti” haberine Başbakan çok şiddetli bir tepki gösterdi. Başbakan Taraf Gazetesi’nin manşetine de öfkelendi. Ancak gerek Baransu gerekse Taraf gazetesi buna aldırmadı.

Garip bir üslup

Taraf yayınlarında Başbakan’a eleştirileri sürdürürken Mehmet Baransu daha da garip bir üslup kullanarak Başbakan’ın “karizmasını çizecek” biçimde “Ben eli silah tutanlardan korkmadım. Kasımpaşalı Tayyip Erdoğan’dan korkacağımı zannediyorsanız yanılıyorsunuz” cevabını verdi. Dik duruş gibi görünen bu tutumun arkasında ne var?

O bir Başbakan

Baransu’nun “Kasımpaşalı Erdoğan” dediği kişi Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı. Bu da Başbakan’a karşı bir savaş açıldığının işaretidir. Herhalde sadece bir yazar “gurur” adına yola çıkarak Başbakan’la çatışmaya girmek istemez. Ancak bir süre sonra olacakları biliyorsa ya da bu önceden planlanmışsa durum değişir.

35 kişinin ölümü

Yılın bitmesine iki gün kala Uludere’de yaşadığımız facia altından kalkılması çok zor bir durum yarattı. Cumartesi yazdığım için ayrıntılarına girmek istemiyorum ama bunda asıl sorumluluk hükümetindir. Zaten böyle olduğu için de hem iktidar hem de artık iyice yalaka hale gelen yandaş medya müthiş bir savunmaya geçti.

Ne oldu da oldu?

Bundan önceki terör saldırılarında seslerini yükselten ve “Ordu kendi askerini öldürttü, Ergenekon’un işi bu” diyenlerin 35 vatandaşımızın öldürülmesini “hata, yanlışlık” diye geçiştirmeye çalışması ibretlik bir durumdur. Ama gerçeğin ortaya çıkmasına karşı bu önlemi almak zorundalar. Çünkü bombalama emri hükümet tarafından verilmiştir.

İnsan bombalanmaz

Askeri açıdan bakarsanız, Hava Kuvvetleri savaşta bile insana karşı kullanılmaz. Bombardıman askeri tesislere, silah sistemlerine, üslere, lojistik destek ünitelerine karşı yapılır. Oysa son iki aydır Türk jetleri sürekli olarak kendi ülkesinin topraklarını ve insanlarını bombalamaktadır. İki ayda öldürülen terörist sayısı 300’ün üzerindedir.

Amaç Kürt oyları

Son iki aydır hükümetin terörle mücadele planlarında çok köklü değişiklikler yaşanıyor. Kürt açılımını bölgesel oy hesabı olarak gören hükümet uzun bir süre bölgede etkinliğini artırmak için güvenlik kuvvetlerinin elini kolunu bağlamıştı. Ancak gelinen noktada terör örgütünün ve yandaşlarının avantajlı duruma geçtiği görüldü. Bunun üzerine terörle mücadele adı altında tekrar güç kullanımına geçildi

Karar sivil otoritenin

İster terörle mücadele ister başka bir şey, eğer bir ülkede silahlı güçler orantısız güç kullanmaya başlamışsa bunu asla kendi inisiyatifleri ile yapamazlar. Burada asıl karar merci sivil otoritedir. Güvenlik birimleri mücadele yöntemlerini belirler, sivil otorite izin verir. Belli ki iktidar askere bombalama dahil orantısız güç kullanımı izni vermiştir.

Başımız çok ağrıyacak

Türk askeri son 4 yıldır olağanüstü saldırılara karşı çaresiz bırakılırken, ve onlarca şehit verirken, bunlara karşı hiç duyarlı olmayan batı medyası, 35 vatandaşın ölümünü manşetlere taşımıştır. Bu bile önümüzdeki günlerde başımızın ne kadar ağrıyacağının işaretidir. Türkiye’nin Uludere olayından sıyrılması o kadar da kolay olmayacaktır.

Kabile devleti

İktidar halkın yarısının desteğini almasına rağmen güç zehirlenmesine uğramış ve sorunlarla baş edemez hale düşmüş görünümdedir. Bu telaş nedeniyle yönetim adeta Kabile Devleti yönetimine dönüşmüş durumda. Sadece kaçakçılık ile ilgili söylenenler bile ibret vericidir. Bu konuyla ilgili görüşlerimi hafta içindeki yazılarımda paylaşacağım.

(..)
gazetevatan.com

2012 kehanetleri ve Türkiye ile ilgileri hakkında toplu bir değerlendirme
Selçuk Salih Caydi
28.1.12



Giriş

2012 Kehanetleri denince herkesin aklına önce, büyük felaketler ve savaşlar gelMEmeli. Kıyamet'i sadece korkunç felaketlerden ibaret görmek, geri/uyuklayan bir ruh halinde ısrar etmekten başka birşey olamaz. Bız burada bir uyanıştan, bilnçlenmeden ve yeni yüksek/yüce bir ruh halinden bahsedeceğiz ve yaşanması olası sürecin asıl/iyi/güzel yanına odaklanacağız. Önce bir soru:
Ruh ile madde arasındaki sınır nerededir? Galiba yüz yıllık bir soruyu sorup, yeniden yanıtlamak zorundayız. "Yüz yıllık" diyoruz zira, -aslında onbinlerce yıl önce sorulup yanıtlanmış ve kutsal yazıtlarla günümüze kadar ulaşmış bir soru/cevap olmasın rağmen- maddeyi herşey sayan modern zamanlarda rasyonel/bilimsel yoldan yeniden yanıtlanması gerekiyor. (Çünkü artık en çok 'Bilim'e "inanılıyor")
Yüz yıl önce Kuantum Fiziği, 'Madde'nin 'Enerji' demek olduğunu, 19'uncu Yüzyıldaki kökten materyalist (sonra diyalektik materyalist) madde anlayışının gerçekle alakasının olmadığını gösterdi. Böyle şeylerin Türkiye'de, sadece bir "genel kültür" meselesi olarak anlaşılıp kullanıldığı, sadece soyut entel muhabbetlerinde dillendirilen bir tür çok bilmişlik malzemesi sayıldığı ve sohbet bitince de, kaba 19'uncu yüzyıl materyalizmine -hem de "Sol bir marifet" sayılarak aynen devam edilmesi, asıl gerçeği değiştirmiyor: "Madde enerji de değil, ruhun emanasyonudur" (yani şekle bürünmesidir/yansımasıdır). Bu gerçeğin her zaman geçerli olduğu ve bundan sonra daha da geçerli olacağını unutmamak, bunun yeni ifade biçimlerine hazır olmak gerekiyor. Burada yer alan "irrasyonal" yazılar, rasyonal ile irrasyonal arasında makul bir köprü kurulmasına katkı yapmak isteyenleri özendirmeyi amaçlıyor.

İşte buradan, bu yazının ve burada bundan önce ve sonra burada yeralmış/yeralabilecek yazıların sebebine de gelmiş oluyoruz. 19'uncu yüzyılda kemikleşen materyalist anlayışın özü, modern "uygarlığın" da ana fikriyle ilgilidir. Maddeyi ruhtan tamamen ayrı bir kategori sayan "moderen" insan, kendi ruhu dışındaki herşeyi karmaşık mekanik bir makina olarak görmüştü. Sadece doğayı değil, hayvanları bile ruhsuz saymış, ama insanın iradesinin olduğuna bakarak kendisini bütün varoluşun üzerinde bir yere koymuştu: Doğaya hükmeden insan!
Bu anlayışın en mükemmel ifadesini bilimde gördük. Bu maddiyatçı anlayış, herşeyin materyalist/mekanik yasalara göre işlediği önkabulüne dayanarak, geleceğin de şimdiden madde üzerinden hesaplanabileceğini sanıyordu.
Şimdi insanın trajedisi, evdeki hesabın çarşıya uymadığını anlamasıdır. Dünya, materyalist hesaplarla geleceğe doğru tahmin edilemiyor. Genel kültüre gelince herkesin Einstein kesildiği ve kuantum fiziğini bildiği günümüzde, Alternatif Nobel ödülü sahibi Profesör Hans-Peter Dürr'ün deyimiyle, "Madde enerji bile değil, ruhtur." Şimdi bu sözün pratik anlamının anlaşılacağı bir zaman diliminde yaşıyoruz. Düşünsel alışkanlıklar kolay değişmez. Ama artık değişmek zorunda
Burada sadece modern veriler temelinde geleceği konuşmak mümkün değil maalesef -Sorry!..
"Bilimsel yazılar"la yetinmek hiç mümkün değil. (Konulara hem şimdi "irrasyonel" dediğimiz açıdan yaklaşıp hem de onların gerçekliğinden/doğruluğundan nasıl emin olabiliriz? İşte bu başka bir önemli konu kuşkusuz. Ama bu yazının konusu değil.)

Vishnu Puranalar'da ( विष्णु पुराण) bugünün dünyası
Günümüz hakkında yapılmış en eski kehanet, aslında onsekiz adet olan Purana'ların Vishnu Puranaları arasında yer alır. Özünde tarihle ilgili olan ve yaklaşık 1500 yıl kadar önce yazılı hale getirilmiş bu eski Hint yazıtlarında yer alır. 1952'de hayata veda eden ve "Bir Yoginin otobiyografisi" adlı kitabıyla tanınan Paramahansa Yogananda'nın aktardığı üzere, Kali döneminin son periyoduna tekabül eden bu dönemin özellikleri şöyledir:

"Sürekli maddeleşme (herşeyin/düşüncelerin madde olarak ifadesi) olacak.
Dünyada hüküm süren Hükümdarlar, şiddet kullanmaya meyilli olacaklar.
Kamunun malını zimmetlerine geçirecekler.
Köleler ve kastsız sınıflar (iktidar) üstünlüğünü ele geçirecekler ve herkese emir verebilecek durumda olacaklar ama ömürleri kısa olacak, acıma duyguları pek olmayacak.
Mülk sahibi olanlar toprakla uğraşmayı ve ticareti bırakacaklar, onlar köle olacaklar ve başka meslekler seçecekler.

Hükümdarlar, vergi bahanesiyle, halklarını soyacaklar ve talan edecekler, özel mülkiyeti yok edecekler.
Ahlaki/etik sağlık ve adalet, günden güne azalacak -ta ki bütün dünya bozuluncaya ve nançsızlık hakim oluncaya kadar. İnançla ilgili uygulamaların tek nedeni fiziksel 'sağlık' haline gelecek.
Kadınla erkek arasındaki tek bağ, cinsel çekim olacak.
Başarıya giden tek yol, sahtecilik haline gelecek.
Yeryüzü, sadece yeraltı/yerüstü kaynakları nedeniyle değerli sayılacak. Din adamı giyimkuşamı, din adamı özelliklerinin yerine geçecek.
Sıradan bir yıkanma, arınma sayılacak, insan ırkı, Tanrısal/kutsal insanlar doğuramayacak hale gelecek.
İnsanlar soracak: "Bize kadar gelmiş eski yazıtları ne yapalım?"
Evlilik törenleri tören olmaktan çıkacak.
Dinin uygulanması da etkisizleşecek.
Hayat şekli, herkes için aynı olacak.
En fazla paraya sahip olan, halk arasında en çok para dağıtabilen, insanlara hükmedecek. Çünkü isteği zenginlik olacak -adil birşekilde sahip olsun veya olmasın.
Herkes kendini Brahman sayacak (en üst dindar kast).
İnsanlar ölümden ve aç kalmaktan korkacaklar, bu nedenle dini sadece bir gösteriş şeklinde uygulayacaklar."

Eski kehanetlerde yarının dünyası hakkında ipuçları
12'inci Yüzyıl başında hayata veda eden Kudüslü Yuhanna'nın kehanetine göre, karanlık dönemin sonunda insanların kalp gözü açılacak, insanlar dünyadaki her canlının Tanrı'nın nurunu taşıdığını doğrudan anlayacaklar, bir hayatın içinde birden fazla hayat yaşamış olacaklar ve artık ölümden korkmamaya başlayacaklar. Maya söylenceleri, yeryüzünün spiritüel merkezlerinin Aktif hale geleceğini ve bunun uyandırıcı/uyarıcı etkisinden bahsederler. Bunu kısaca, insanın güzel bir keşif yaptığı anda yaşadığı o sevinçli bilinç yükselmesine benzetebiliriz. Tabii bu yükselişin daha farklı ve mistik kaliteye sahip bir durum olacağı belli olmakla birlikte, nasıl/hangi vesileyle yaşanacağı, biraz da insanın/toplumun kendi özel/özgün yaşamıyla ilgili bir durum. Aztekler, 2012'de başlayan geçiş döneminin ardından, insanların kazanacağını tahmin ettikleri bu yeni yüce özelliklerin daha sonra kalıcı hale geleceğinden yola çıkarak, 2024'den itibaren başlayacak çağın insanını, 'Yeni bir insan ırkı' sayarlar. Buradan, oldukça büyük bir değişiklik beklediklerini anlıyoruz. Samanyolunun merkezinden geçecek olan Dünya arınacaktır. İnka'lara göre 2012'de Altın Çağ başlayacaktır. 2013 yılında hayatta olanlardan itibaren, yeni insan ırkı oluşturulacaktır. Maorilerin söylencelerine göre, insanları yüce duygulardan ve kutsallıktan koparan maddiyatçı aşırı tutkular ve savaşlar sona erecektir. Bunu bir olgunlaşma olarak da okuyabiliriz. Tektanrılı dinlerin kutsal kitaplarındaki söylenceleri belki ayrı bir yazıda ele almak gekir. Ama Başmelek İsrafil'in Kıyamet borusunu üç kez çalması, 2012'nin Mayıs ve Eylül aylarındaki (Eylül'de iki kere) üç güne tekabül eder. Uyanışın bu dönemde başlayacağı, bunun işaretlerinin görülebileceği düşünülebilir. Tabii burada Kıyamet sözcüğünün anlamı, ille de herşeyin yok olması ve herkesin ölümü falan demek değildir. Buna dikkat etmek gerekiyor. Tibet kehanetleri de, İyi ile Kötünün savaşının 2026 sonunda İyinin zaferiyle sonuçlanacağını söylerken, insanların 2014 yılının Temmuz ayından itibaren spiritüel bir aydınlanma yaşayacaklarından bahseder. Tabii bu yeni yükseliş halinin, coğrafi yerlerle de ilgisi olmalıdır ve Tibet, anlaşıldığı kadarıyla bu yerlerden biridir. Türkiye'de spiritüel etkilerin görülebileceği (coğrafi) yerler arasında Bursa/Uludağ, İstanbul/Sultanahmet, Denizli bölgesi, Kazdağlarını vd. sayabiliriz. Tibetliler, gelişmelerin seyri hakkında oldukça ayrıntılı tahminlerde bulunmuşlardır. Bunlara göre dünyanın milletlerinin birbiriyle savaştığı çok büyük bir kapışmanın ardından (böyle öfkeli anlaşmazlıkların savaşla değil diplomasiyle çözülmesi için çalışmak, her insan evladının görevi olmalıdır) eski öğretilere yeniden kulak kabartılmaya başlanacak ve samimi/sahici inanç geri dönecektir. 'Gerçeğin Savaşçıları' geri dönecektir. Onlara yardım edenler ödüllendirileceklerdir. Onların dünyaya dönüşlerinden birkaç yıl sonra, 'En Yüce Olan'ın başlatacağı yeni çağın ilk işatleri de görülecektir. Bu işaretler, O'nun vereceği mucizevi işaretler ve olağanüstü insanlar şeklinde zuhur edecektir. Bu insanlar (Gerçeğin Savaşçıları), büyük yeni ruhsal/spiritüel ilimlerin kapılarını insanlara açacaklardır. Tibet kehanetleri böyle.
Nisbeten yeni sayılabilecek kehanetlerde, sıklıkla, "Üçgün sürecek bir karanlık"tan bahsedilir. Bu kararmanın, 21 Aralık 2012'nin hemen öncesi veya sonrasında başlayacağı, o üç karanlık günde kesinlikle sokağa çıkılmaması gerektiği söylenir. 1929'da ölen İsveçli bir balıkçı, 2012 dönemiyle ilgili bir dizi felaket haberi verdikten sonra, ardından bazı siyasi değişikliklerin olacağından da bahseder, bunları ayrıntısıyla anlatır ve mesela İran ile Türkiye'nin Ruslar tarafından işgal edileceğini söyler. (Tabii böyle olmak zorunda değildir!)
Anna Taigi'nin gördüğü bir vizyon sonrasında 1818'de Roma'da dikte ettirdiği kehanetlere göre, kötülük, insanın elinden iktidar gücünü alınca, Tanrı'nın güçleri bizzat müdahale edecek ve düzeni yeniden kuracaklardır. Ama üç günlük bir karanlık olacak ve bunun nedeni, atmosferin kirlenmesi olacaktır. O uzun gecede şimşekler çakacak, kim camlarını açarsa ve dışarı çıkarsa ölecektir. Taigi, bu süre zarfında kutsanmış mumların sönmeyeceğini ve herkesin dua etmesi gektiğini söylüyor. Daha sonra Tektanrılı dinlerin birleşeceği kehanetinde bulunuyor.
Ülkeler astrolojisiyle ilgilenenler, 26 bin yılda bir yaşanan özel bir yıldızlar kombinasyonuna dikkat çekiyorlar. Bu, çok özel bir Neptün-Uranus-Plüton kombinasyonudur ve bu denklemde Neptün spiritüel uyanışı ve yaratıcı düşünceleri, Uranus köklü değişimleri, Plüton ise geri dönüşü olmayan dönüşümü temsil etmektedir. Bu üç etkinin birbirini desteklediği bir atmosferde değişim/dönüşüm adına herşeyin olabileceğini söylüyorlar. Eski kehanetlerde her ne kadar (genellikle) falaketlerle birlikte anılsa da, bu dönemin muazzam bir değişim/dönüşüm potansiyelini temsil ettiği söylenebilir. (Peki neden ille de falaketlerden ve savaşlardan bahsedilmektedir? Bunu anlatmak/anlamak zorundayız).
Bu dönemin, herşeyden önce bir Bilinçlenme/uyanma döneminin başlangıcı olduğu sık sık vurgulanırken, "bilinçlenme"nin anlamına örnekler de verilir. Mesela Hopi kızılderilileri, 2012'de baslayacak 25 yllık dönemin sonunda aydınlanarak oluşacak insana, "Yeniden yaratılmış" diyorlar. Hintlilerin Vedik yazıtlarında, 2012'den itibaren insanın ışığa yükseltileceği yazılıdır. (Hintliler, bu dönemde giderek bilinçlenen insanlardan birinin, Vishnu'nun son enkarnasyonu Kalki olduğunu anlayacağına inanırlar. Bu da, aydınlanmanın türüne bir örnek sayılabilir)

Eski kehanetlerde neden ille de büyük felaketler ve savaşlardan bahsedilir?
Bu konu, tayin edici önemde...

(Yazı devam edecek)

Kaynak: http://konstantiniye.blogspot.com/2012/01/2012-ve-sonras-kehanetleri-ve-turkiye.html#more

Ortadoğu’yu ısıtan tutulma
R. Hakan Kırıkoğlu
24 Mart 2012

21 Mayıs’ta İkizler burcunun ilk derecesinde gerçekleşecek olan Güneş tutulması Ortadoğu’daki dengeleri oldukça zorlayacak gibi gözüküyor. Tutulma haritasındaki ipuçları önümüzdeki günlerde ülkemiz dış siyasetini ve diplomasisini harekete geçiren koşullara işaret etmekte. Öncelikle tutulmanın İkizler burcunda ve güney ay düğümü çevresinde geliştiğine bakalım. Güney ay düğümü çevresinde gelişen tutulmalar her zaman daha yıkıcı, yıpratıcı ve ayırıcı yönde çalışırlar. İkizler ise ikiye bölünmeyi, ikilikleri ve çift durumları temsil eder. Bugün Ortadoğu’daki durum bölünmelere ve ikiliklere, dini ve politik pek çok cephede ayrışamaya işaret ediyor.

Tutulma haritasına bakıldığında, Ankara için Koç burcu yükselmekte, İstanbul’a göre ise Balık yükseliyor. İstanbul açısından durum daha karmaşık, bulanık olabilir ancak yönetimi ilgilendiren konularda önemli bir aciliyet,
hareket ve mücadele duygusu dikkat çekmekte. Koç, yöneticisi savaş gezegeni Mars nedeniyle sakinliği ve sabrı değil, öne çıkmayı, çatışmaya ve yeni başlangıçları anlatır. Şam’a göre olan tutulma haritasında ise Uranüs yükselen burca daha yakın konumda. Kuşkusuz bu durum Suriye açısından pek huzurlu olmayan bir görünüm. Ortadoğu haritası üzerinde bakıldığında, Suriye, Irak ve İran üzerinden, sırası ile Uranüs, Pluton ve Satürn’ün önemli noktalarda olduğunu görüyoruz.

İkizler bölünmüşlüğün işareti

Uranüs’ün doğu ufkunda yükselmesi yenilenme ve değişime, aniliklere işaret etmekte. Pluton’un tepe noktasında olması yönetimi ilgilendiren baskılara, zorlamalara, Saturn’ün yükselen burcun karşısında olması ise engellere, diplomatik blokajlara karşılık geliyor olabilir. Dikkat çeken diğer bir konu ise, aynı harita bu kez Washington’a göre çıkartıldığında, savaş gezegeni Mars’ın haritanın tepe noktası ile birleştiğini göstermesi. Bu durum kuşkusuz ABD’yi yakından ilgilendiren sıcak bir gelişmenin işaretçisi olabilir. Benzer şekilde, Barack Obama’nın haritası Ortadoğu için çıkarıldığında, haritasındaki Mars’ın ve yükselen burcun yine bu alana düştüğünü görüyoruz.

Tüm bunların yanında, Ankara için tutulma haritasında komşuları gösteren 3. evdeki yoğunlaşma sınırdaş komşularla olan gündemin ne kadar ön plana geleceğini göstermekte. Benzer şekilde, Mars, geçtiğimiz Kasım ayından bu yana ülkemizin 3. evinde yer alıyor ve şimdi de geri hareket içerisinde. Bir gezegenin gerilemesi sıklıkla problem yaratan koşullara ve sıkışan sorunlara işaret eder. Öyle gözüküyor ki 20 Mayıs’taki Güneş tutulması gündemimize çok sıcak rüzgarlar taşımakta. 14 Nisan’da Mars’ın düzgün harekete dönecek olması bu süreçleri çok daha hızlandırabilir. İçinde bulunduğumuz dönemde diplomatik açıdan daha girişken bir Türkiye görebiliriz. Akılcı adımlar içerisinde olmalıyız.
Milliyet

TÜRKIYE'DE DEVRIMCI DEĞIŞIM...
9 MAYIS 2012
SELÇUK SALIH

Yukarıdaki "devrimci" sözü, "Proleterya Devrimi" manasında değil elbette...

Bu etkiyi çözmek için, geçen yılın Kasım ayından itibaren Türkiye'deki değişikliklere, gerginliklere ve en önemlisi de değişimlerin istikametine bakmak gerekiyor...

Bu etki en yoğun dönemine doğru ilerliyor. En yoğun dönemi de önümüzdeki yaz ayları (özellikle Temmuz) olabilir...

Bu etkiyi ben "Devrim" diye yorumluyorum, çünkü önemli başka bir "patlayıcı" etkiyle aynı döneme denk geliyor...
(yandaki yazıya Bkz.)

Bu, köklü değişiklik anlamına geliyor ve zorlayıcı türde radikal bir etki...

Türkiye'de Kemalist dönem sona erdi...

Ama ondan sonra yeni bir dönem de başlamadı...

20'inci yüzyılın en büyük kamusal hırsızlığı üzerine, yeni bir gelecek kurmak mümkün görünmüyor...

(..)

Türkiye'nin, AKP tarafından belirlenecek bir geleceği bulunmuyor. Bu parti tarihsel miyadını doldurmuştur...

Bu dönem, aynı zamanda bazı şeylerin de başlayacağına işaret ediyor. Bir başlangıç dönemi aslında...
http://konstantiniye.blogspot.com/

TÜRKIYE'DE KARIŞIKLIKLAR DÖNEMINE GIRIŞ...
9 MAYIS 2012
SELÇUK SALIH

"Karışıklıklar" sözü, aslında ifade etmek istediğimizin yumuşak hali...

Türk Hükümeti, bundan sonra bir isyan/ayaklanma şeklinde de zuhur edebilecek harlayıcı etkilerle karşı karşıya...

RedHack'in oyuncağı olan devlet internet sitelerinin durumu, bu yeni zaman kalitesinin başlangıcını oluşturuyor...

Bundan sonra Türk Hükümeti dayak yiyecek!..

Yasal çerçeveye ve onun Hükümeti koruyan yanına aldırmayan, böyle bariyerleri aşarak gelen bir dalga söz konusu...

Hem Hükümetin tepkisi, hem de içerden ve dışardan ona yönelecek tepki, yasal olmayan yoldan olabilir. Ben bunu, savaş ihtimali diye yorumluyorum veya yeni Muhalefetin çok sertleşmesi ve kanun tanımaması şeklinde okuyorum. Oldukça tehlikeli bir durum...

Aynı dönemde Hükümetin bu yeni zaman kalitesine tepkisi, riskli girişimler başlatmak şekinde olabilir -mesela Suriye'ye saldırmak gibi...

Şimdiden buraya yazalım: Hükümetin bu tip girişimleri büyük bir ihtimalle başarısızlıkla sonuçlanacaktır...

Geçen yılın sonunda 2012 ile ilgili yaptığım yorumda da belirtmiştim; bu zaman kalitesini bastırmak/susturmak veya görmezden gelmek mümkün değildir. Esasen Hükümeti oldukça zorlayacak bir etki gibi görünüyor...
Bu etkinin söylemek istediği şudur:

Türkiye'nin değişmesi gerekiyor...

Ülkenin bu şekilde aynen yoluna devam etmesi mümkün değildir. Hapisteki Milletvekilleri ve TSK'nın yarısı, Gazeteciler, Öğrenciler, Siyasi Tutuklular derhal serbest bırakılmalı, DGM'ler (yani "Özel Yetkili Mahkemeler") kaldırılmalıdır. Türkiye, Tayyip Erdoğan'dan kurtulmalıdır. Ve Türkiye hiçbir ülkeye saldırmamalıdır...

Bu liste uzatılabilir elbette. (..)

Tekrar edelim...

Türkiye'nin 2002'den beri süren haliyle aynen yoluna devam etmesi artık mümkün görünmüyor...

Değişim gönüllü olmazsa, zorla olabilir...

(Bu etki, Mayıs ayında devreye girdi ve 2013 Nisan ayına kadar sürecek gibi)

http://konstantiniye.blogspot.com/

21 Aralık 2012 ve sonrasında olabilecekler hakkında
Selçuk Salih Caydi
25.9.12



Kimsenin anlamak istemediği birşeydir ama, doğanın izaha ihtiyacı yoktur. Neyin ne olduğunu açıklayıp kendi anlayabileceği formata dökmek, insanın bir ihtiyacıdır -doğanın değil. Ve bunun için insanın kullandığı (son yedi bin yıldır) asıl araç, söz ve dildir. Rasyonalizmin hakim olduğu, ölçülemeyen şeylere inanılmayan günümüzde, gerçeğinin dille ifadesi esastır. Sezgilere, hayallere, vizyonlara, sadece romanlarda ve filmlerde yer vardır, "gerçek" hayatta bunlar asla ciddiye alınmaz. Gerçeği açıklamanın günümüzdeki son ortak biçimi modern bilimdir (mesela matematik ve fiziği burada "bir numara" sayabiliriz). Doğayı ve görünenin ardındaki özü anlamak için, onun değişimine/devinimine uygun esnek 'Anlama yöntemleri' geliştirmek, bir konuyu gerekli kılıyor: Bugün "Mistik" diye özetlediğimiz spiritüel alanla tanıdık/bildik bilimi bir araya getirmek. İstesek de istemesek de şu anda kendiliğinden yaşanan bir şey. Bu yeniliğin kendi mecrasını bulup akabilmesini sağlamak için gerekli olan şey de yaratıcılık (Sanatı bu nedenle son derece önemsiyoruz). Ancak yaratıcılık sayesinde, değişimlere uygun yapılar/kurumlar oluşturulabilir, yeni bir dil geliştirilebilir. İnsanın böyle olağanüztü durumlarda belli klişelere ve detaylara takılıp kalmaması için, yaratıcılığın yaşadığı özgürlük ortamını sağlamak bir zorunluktur. Günümüzde, yaratıcı olmayan insanların kurduğu kurumlar ve içi boşalan kavramlar, taşlaşıp, geleceğin önünde engel teşkil eder hale geldi. 2012 sonunda zirvesini yaşayacağımız etki, taşlaşmış yapıların kırılıp, yerine yenilerinin kurulacağını gösteriyor.

21 Aralık 2012 bir masal değil. Bu tarihte Yeryüzü, hem Güneş'ten, hem de bilimin "Sirius" diye adlandırdığı Evren'in merkezinden (Kara Deliğin içinden) 26.000 yılda bir aldığı kadar büyük ve yoğun bir etkiye maruz kalacak. Ama bilim adamlarına tüm bildiklerini unutturacak önemde başka bir durum daha söz konusu: Evren'e "Cansız madde" yığını olarak bakan bilim, Sirius'dan Dünya'ya yönelen GRB ışınlarının neden doğrudan ve sadece Dünya'ya gönderilip başka bir gezegene gönderilmediğini açıklayamıyorlar. Evren bu noktada, adeta bilinçli bir şekilde davranıyor ve bu da bilimin ölü dünyasına ters! Ama Maya'lar bunun nedenini biliyor! Ve onlar, "İnsanın yeniden akord edilmesi" diye bir deyim kullanıyorlar bunun için. Gene Maya'ların ifadesiyle, Evrenin Merkezindeki, Maya'ların "Evrenin Güneşi" dedikleri Hunab-Ku'nun bir "İradesi" var. Biz buna "Tanrı'nın İradesi" de diyebiliriz.

Bilimin tesbitlerine göre GRB ışınları, insan DNA'sını yeniden programlama özelliğine sahip. Yani irade işliyor. Ama bir dönüşümü başlatacak yoğunluğa, 21 Aralık 2012'de ulaşacak. Kısacası insanlık çok somut bir durumla karşı karşıya. Burada hatırlayacağımız bazı bilim adamlarının, dönüşümün sadece mental/ruhsal anlamda olmayacağını, bazı biyolojik değişimlerin de bu tarihte başlayabileceğini söylediklerine ve tezlerine değineceğiz. Asıl değişen, mantalite elbette. Ekonomik sistemin çöküşü de, bir anlayışın ve (kapitalist) yaşam biçiminin sonu anlamını taşıyor. Ve Maya'ların deyimiyle, "Değişime direnen ölecektir". Bunu bilim adamları, -mesela NASA- başka bir şekilde söylüyorlar ve bütün bunlar günümüzün "Bilimsel" rasyonel mantığına uymadığı için dünya medyasının da pek ilgisini çekmiyor!

Sahici gerçeğin bizim gerçek saydığımız şeyle belki de hiç alakası yoktur! Yani dünyaya -pek yakında- öyle farklı bakabiliriz ki, daha öncesini "kısıtlı", "basit", "yanlış", hatta "komik" bile bulabiliriz -hatta kafamıza uymadığı için unutabiliriz. Bilim adamlarının saptayıp açıklamakta çekingen davrandıkları üzere, şimdi birçok şeyi yeniden/bambaşka anlayacağımız bir döneme doğru yaklaşıyoruz.

2012 yılının o çok merak edilen, hatta korkulan günü yaklaştıkça, bilimle kehanetlerin kesiştiği bir yerdeyiz artık. Söylenceler ve kehanetler, dünyada çok önemli değişiklikler olacağını söylüyorlardı, "masal" diye geçiştiriliyordu. Kehanetlerin derin bir anlamının olduğu fikrine bilim de sessiz-sedasız katılıyor artık ve bize bilmediğimiz yeni veriler sunuyor -çünkü onlar da hep gözlerinin önünde olduğu halde göremedikleri bazı şeylerin farkına varıyorlar...

(İslamcılar dahil) Herkesin esasen bilime inandığı, kehanetlere ve Tanrı'ya inanmadığı günümüzde, konuya bilimsel açıdan yaklaşmak, "inandırıcılık" açısından çok daha doğru olacaktır.

21 Aralık'dan itibaren olması beklenen değişikliklerin temelinde, dünyadaki (maddesel) hayat üzerinde en çok söz sahibi olan Güneş'deki değişikliklerin bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu etkiler birden ortaya çıkmayacak. NASA verilerine göre Güneş'in beklenen etkisi, son yıllarda arttı, bu etkiler gözleniyor. Ama 21 Aralık 2012'de maksimum seviyeye ulaşacak. Ayrıca bu tarihte ultra boyutlarda bir güneş fırtınası bekleniyor.
Güneş fırtınaları sonucu Güneş'in atmosferinde, (bilimin "Plasma" dediği) gazlar oluşuyor ve saatte milyonlarca kilometre hızla Dünya'ya ulaşan gazlar, atmosferdeki manyetik alanları değiştiriyorlar. Son yıllarda, gene aynı dönemde, Galaksinin merkezinde gözlenen ve bir anlam verilemeyen hareketlenmeler de var ve bunların da maksimum düzeye ulaşması bekleniyor. Maya Uygarlığı'nın Güneşteki ve evrendeki değişikliklere göre bir dinsel törenler takvimi kurdukları daha yeni anlaşıldı. José Argüelles tarafından açıklanan Tzolkin takvimi, Maya'ların dinsel tören takvimidir ve Güneşteki değişikliklerin tesadüflerle belirlendiğini sanan bilim adamlarına somut bir veri sunar, bunların bir takvimi olduğunu gösterir. Bu gerçeğin, daha birkaç yıl önce farkına varıldı (Bkz. José Argüelles, "Der Maya-Faktor"1986).

Güneşin yeryüzündeki hayatı etkilemesi, sadece güneş ışınlarıyla değil, dünyadaki manyetik alanlarla da doğrudan ilintili. Düşüncenin, insanın ruh halinin, spiritüel/mental hayatın ve sanatsal yatatıcılığın, dünyadaki manyetik alanlarla ilgili olduğunu bilmek, Güneşin etkisi konusunda yapılan araştırmaları da mercek altına almamızı gerektiriyor.

Konu, popüler medyada ille de gösterilmek istendiği gibi bir "felaket" değil, çok köklü doğal bir değişim/devrim ve yepyeni bir Başlangıç. Bu değişime uygun davranmak ise hayati önemde. Değişimin, bazıları için bir felaket olmaması, buna bağlı. Bilim adamlarının sözleriyle durum aynen şöyle: "İnsanlığa, dışarıdan bir müdahale söz konusu". Maya'ların deyimiyle de şöyle: "İnsanlık yeniden akord ediliyor, yeniden yaratılıyor".
Böyle dönemler, yani bu etkilerin Güneş'ten ve Evrenin Merkezi'nden daha önce daha zayıf bir şekilde alındığı dönemlerde neler yaşandı? 21 Aralık ve sonrasında neler yaşanabilir? İşte bu konu, hem insandaki/toplumdaki değişimin yönünü ve türünü anlamamıza yardımcı olabilir, hem de bu değişime uyum sağlamanın önemini anlamamıza. (Sonuçta amacımız, olma ihtimali yüksek hayati bir olaya hazırlanmak)

Maya takvimi, 21 Aralık 2012'de sona ermiyor, ama bundan sonra devam etmesinin bir anlamı yok, o nedenle sonlandırılmış. Tıpkı Türkiye'nin Cumhuriyet'in kuruluşı-undan sonra takvim birliği sağlamak amacıyla daha önce kullandığı diğer takvimleri bırakıp sadece Gregoryen takvimi kullanması, diğerlerinin önemini yitirmesi gibi bir durum. Bu değişiklik, aynı zamanda, yeni bir devletin kurulması, yeni değerlerin kabul edilmesi gibi birçok köklü değişikliği de içeriyordu. Şimdi bunun çok daha büyük boyutlu global bir örneği söz konusu. Ve en önemlisi, bu "ruhsal dönüşüm", biyolog Dieter Broers'in deyimiyle, "de facto (dünyanın) dışarıdan yönlendiriliyor." (Bkz. Dieter Broers, "(R)evolution 2012" 2011) Ünlü biyolog, "böyle bir destek olmaksızın, insanlığın kendi kendini değiştirmekte yetersiz kaldığının anlaşıldığını" da söylüyor (age.).

Bilimin adını koymakla birlikte anlayamadığı ve tam anlamıyla tarif edildiği konu ise, rasyonel bilim tarafından temsil edilen gerçeğin dışında yeni bir 'Gerçeklik kalitesi'nin önem kazanacağı. Bunun bilimsel bir karşılığı olmadığından, çaresiz görünüyorlar ama biz buna kısaca "Sezgi/Intuition" diyoruz ve ben kısaca: "İç sesini dinlemek" diye özetliyorum.

Göçebe kökenli Maya Halkı, son buz devrinde Bering Boğazını aşıp Asya'dan Amerika'ya göçtükten sonra, beşbin yıl boyunca göçebeliği sürdürmüş. MÖ. 2000'li yıllarda yerleşik kültüre geçmişler ve mısır ekmeyi keşfetmişler. Bence Maya'ların en önemli bilgisi/sırrı, Güneş Sisteminin de, Evrenin Merkezindeki bir "Güneş"in etrafında döndüğünü bilmeleri. Yeni bilimsel verilere göre Güneş sistemi böyle bir merkezin etrafında dönüyor olabilir. Astrofizikçilerin, "Evrenin Kalbi" diye adlandırdıkları merkezin etrafında, Güneş Sisteminin her turunu, 232 milyon dünya yılında tamamladığı tahmin ediliyor.

21 Aralık günü yaşanacak maksimum etkilerden ilki, Güneş'deki hareketlerin bir sonucu olacak. Kanadalı yazarlar Maurice Cotterell ve Adrian Gilbert, Güneş lekeleri ve insan davranışları/ruhhali arasında ilinti olduğunu gösteren kitaplarında, Maya takvimini esas alarak, çok daha fazlasını gösterirler: İmparatorlukların doğuşu ve çöküşü de, Güneşteki bu döngüler ve Maya takvimi üzerinden takip edilebilir! (Bkz. Maurice Cotterell/Adrian Gilbert, "The Mayan Propecies" 1995)

Son dönemde Galaksinin merkezindeki hareketlenme, Dünyaya gönderilen bu GRB (Gamma Ray Bursts) ışınlarıyla ilgili. Çok önemli olduğu için tekrarlayalım:

Işınlar, Galaksinin merkezi olduğu tahmin edilen Kara deliğin içinden geliyor ve bir projektör ışığı gibi doğrudan Dünya'yı hedef alıyor. Maya'lar söylencelerinde, Evrenin Merkezi Hunab-Ku, Dünya'ya müdahale edip "İnsanlığı yeniden akord akord ediyor". Burada, müzik aletlerinin birbiriyle uyum içinde çalabilmeleri için akord edilmelerine benzer bir durum söz konusu, anlaşıldığı kadarıyla insanın akordu bozulmuş vaziyette, veya yepyeni bir akord yapılıp bambaşka bir müzik çalınacak! Bu ışınların bilinen en önemli özelliği, doğrudan insan DNA'sına etkimesi. Uzun DNA'nın en önemli bileşenleri karbon molekülleri. Bir tür kristal olan karbon molekülleri, bu ışınları alınca, rezonansa kapılan diyapazonlar gibi davranıyorlar. DNA, ayrıca elektromanyetik etkilere karşı bir radyo anteninden farksız. Kısacası hem Güneş'den gelen etkilere, hem de GRB ışınlarına karşı duyarlı. Fakat bu ışınların dozunun muazzam bir şekilde artmasıyla, DNA'ların değişme ihtimali yüksek. Nasıl değişeceği konusunda bilimin bir fikri yok, çünkü sadece Dünya'ya yönelen bu "cansız" ışınların, herhangi bir sonuç verebileceğini, bunun da "tesadüflere" (?!) bağlı olduğunu düşünüyorlar. Maya'ları dinleseler, kendilerini de aşmış olacaklar aslında. Maya'lar şöyle der: "Bir amacı ve hedefi var." Değişim/Dönüşümün hangi istikamette olacağı -bilimin deyimiyle- "tesadüflere bırakılmış" değil, yani "tesadüfleri" DE yöneten ve insanlığa dışarıdan müdahale eden bir irade söz konusu...

(Yazı devam ediyor)
Kaynak: http://konstantiniye.blogspot.com/

Aziz Malachias'ın kehaneti, son Papa ve Yedi Tepeli Şehir
Selçuk Salih Caydi
13.2.13

Bugün bir istisna yapıp, 3.Mart 2005'de RADİKAL'de yayınlanmış bir yazımı buraya alacağım ve yazının devamını yazacağım. Önce yazıyı sunuyorum:

Antikapitalist Papa: II. Jean Paul

İrlandalı Aziz Malachi, 1143 yılında papalarla ilgili bir kehanette bulunmuştu. Bu kehanete göre, Vatikan'da, her birinin adı, Latince yarım cümlelerle sembolize edilen 111 Papa tahta çıkacaktı. Bu kehanet bugün tartışmalı bile olsa, 'Güneşin sıkıntısından' (De labore solis) sözüyle işaretlenen günümüzün 110'uncu Papası İkinci Jean Paul'ün, doğduğu gün güneş tutulduğu için bu sıfatla anıldığına inanan Hristiyanların sayısı hiç de az değil. Papa ağır hasta. Kehanetin mantığını sürdürecek olursak, son Papa'nın sıfatı 'şanlı zeytin' (Gloria Olivae) olduğuna göre, bu kez siyahi bir Papa seçilebilir. Nitekim böyle bir aday da var. Afrikalı siyahi kardinal Arinze'nin yeni Papa olması ihtimali oldukça yüksek.

84 yaşındaki parkinson hastası Papa İkinci Jean Paul'ün geçirdiği son ameliyat sonucu artık konuşmasının mümkün olmadığı basına yansıdı. Papa, ebedi suskunluğundan önce, siyasi mirasını ortaya koyduğu kitabını yayımlayarak, susmak ne kelime, ölümünden sonra da konuşacağının sinyalini vermiş bulunuyor. Kitap şimdiden büyük yankı uyandırdı. İki Polonyalı filozof ile yaptığı sohbetlerinden derlediği 224 sayfalık 'Memoria e Identita' (Hatırlatmak ve Kimlik) 23 Şubat günü, aynı anda 11 dilde birden yayımlandı. Kitap, kapitalist sistemin çok ağır bir eleştirisini içeriyor.
Papa, 'Dünyada sanki Tanrı yokmuş gibi yaşamak, iyi-kötü (ayrımı) düzeninin dışında yaşamak demektir' diyor ve insanların bilinçli olarak inançtan uzaklaştırıldıkları bir 'anti-dindarlık'tan söz ediyor. Papa'ya göre anti-dindarlık projesi, muazzam büyük finansal kaynaklarla çalışıyor; hem de tek tek uluslar bazında değil, dünya bazında. Gerçekten de ekonomik güç odakları bu kaynaklarla kendi bekaalarını, gelişmekte olan ülkelere dayatıyorlar. Papa buradan yola çıkarak "İnsan haklı olarak bütün bunlara bakıp, sistemin, sinsice demokrasi görüntüsü arkasına saklanan totaliterizmin başka bir biçimi olup olmadığını soruyor" diyor. Papa, kutsal kitabı inkâra götüren ideolojilerin, demokrasiyi savunarak ortaya çıktıklarını ve parlamentoların da buna demokrasi adına onay verdiklerini yazıyor. En ilginci de Papa'nın insanları, 'Batı'nın (sistemin) baştan çıkarıcılığı'na karşı uyarması.

Papa II. Jean Paul, 1995 yılında yayımladığı bir fermanında da (Enyzklica 'Evangelium Vitae') özellikle üzerinde durduğu, 'hayatın korunması' konusuna özel bir önem atfediyor. Papa aynı fermanda, demokrasi idealinin 'temelde kendi kendine ihanet ettiğini' söylüyordu. Fakat Papa'nın kuşkusuz en ilginç fermanı, 1991'de yayımladığı 'Centesimus Annus fermanıydı. Papa orada 'kapitalizmi ve komünizmi, insanı kültüre ve ahlaka yabancılaştırmak'la suçluyordu. Yayımlanan son kitabıyla Papa'nın bu fikirlerini değiştirmek bir yana, daha da keskinleştirdiği görülüyor.
1991 yılında Sovyetler Birliği'nin tarihe karışmasıyla birlikte, dünya çapında hükmü olan son antikapitalist otoritenin de tarihe karıştığı düşünülüyordu. Gerçi Sovyetler Birliği'ndeki ekonomik sistem asla kapitalizmin zıddı ve alternatifi değildi. Sosyalist sistem, kapitalist patronlar yerine komünist partili imtiyazlı nomenklatura sınıfının geçtiği bir çeşit planlı ulusal-kapitalizmdi. Tarihin garip bir cilvesi olarak, bugün kapitalizme gerçekten karşı olduğunu söyleyen ve bunu fütursuzca ifade eden, dünya çapında tek bir otorite bulunmaktadır o da Papa İkinci Jean Paul'ün başında bulunduğu Vatikan'dır.

Yazı elbette esasen, o dönemde "kapitalizm" sözünü ağzına almayanları eleştiren bir genel temelde yazılmıştı. Burada 111 sayısının esas alınması, Hristiyan çevrelerde de bu kehanet sayısının genellikle "111" diye telaffuz edilip sonuncu Papa'ya ayrı bir yer bahşedilmesinden kaynaklanıyor. Kehanete göre son Papa, görev dönemini tamamlayamayacağı için, Papalar zincirinin 112'incisi olarak bir sonu temsil ediyor.
Yazıyı, Papa İkinci Jean Paul'ün ölümünden sonra yazmıştım ve görevini tamamlayacak son Papa'nın (yani 111'inci Papa'nın), şimdiye dek biri bile şaşmamış kehanetteki tarife uyarak "Gloria Olivae"ye (Şanlı Zeytin) uygun olabileceğini düşünmüş ve siyahi bir Papa'nın seçilebileceğini yazmıştım. Ama tabii "Zeytin" benim naif tahminim gibi ille de derisinin rengille ilgili olacak değildi. Nitekim yeni Papa, 547 yılında ölen Nursialı Benedictus'un adını alarak kehaneti -buna rağmen- doğru çıkardı. Ermeni ve Anglikan Kiliselerinde ermiş sayılan Benedictus, ünlü bir tarikatın "Benediktinliler" tarikatının kurucusudur ve 21 kolundan biri olan Olivetanlılardan sözünün bir türevi ve işareti Zeytin'dir.

Görev süresini tamamlayamadan Roma'dan ayrılmak zorunda kalacağı söylenen son (112'inci) Papa, Malachias kehanetinde "Pertus Romanus" diye adlandırılıyor. "Romalı Petrus". Belki buradan, seçilecek yeni Papa'nın Romalı İtalyan bir din adamı olabileceğini çıkarmalıyız. Petrus, aynı zamanda Papalığı kuran Havaridir. Ama başka bir ihtimal, Türklerin çok ilgisini çekti.
1948 Gana doğumlu seyyar Kardinal Peter Kodwo Appiah Turkson, Papa seçilebilecek din adamlarından biri.
Kehanete göre son Papa döneminde "Yedi Tepeli Şehir yerle bir olacak ve Papa şehirden kaçacak" (veya öldürülecek).
Burada kehanetin çok açık bir şekilde Roma'ya işaret etmesine rağmen Türk gazetelerinin "Bu şehrin İstanbul da olabileceği konusunda yorumlar var" haberleri, elbette tamamen uydurma -böyle yorumlar yok; hem de İstanbul'un da yedi tepeli bir şehir olmasına ve asıl adının "Doğu Roma" olmasına rağmen, çünkü İstanbul'da Papalık yok. Ama gene de, Türkiye'de bir korkunun ve beklentinin ilanı olarak, İstanbul'un da yıkılabileceği ihtimali bizzat Türkler tarafından adlandırılıyor, hem de Ganalı Kardinalin "Turkson" olan soyadına bakarak.

Türkler kendi zorlama yorumlarıyla, Yedi Tepeli Şehir İstanbul'un ille de yıkılacağını iddia ederlerse, buna söyleyecek söz olmaz! Ama kehanet burada galiba başka bir şey söylüyor. Vatikan'a 16'ıncı yüzyıldan beri Romalı olmayan Papa'lar seçiliyor. Bu kez bir Romalı mı seçilecek, adı Peter/Petrus mu olacak, göreceğiz. Tabii en büyük sürpriz, seçilen Papa'nın kehanete uygun biri olmaması olur.
http://konstantiniye.blogspot.com/

Türkiye'nin değişim-dönüşüm döneminde yeni aşama...
SELÇUK SALIH
11.04.2012
Geçen yılın Kasım ayından beri kendini giderek belli edip günümüzde zirvesine ulaşan bir zaman kalitesi, Ağustos ayında etkisini yitirecek olan "Zindandakiyle işbirliği" ile ilgili. Bu terimi, ülkeler astrolojisiyle ilgili yabancı bir dost kullandı. Türkiye'den ve Politikasından hiç anlamayan biri için "ilginç" bir söz diyebilirim! Ama bu kısa notun amacı, başka bir etkiye dikkat çekmek...
,
Şimdi, 2015 yılına kadar sürecek uzun bir süreç başlıyor ve bu dönemde Türkiye'nin dünyaya bakışı (ve tavrı) bugünkünden tamamen farklı bir hâle geliyor -tahminim bu yönde...

Değişikliğin nasıl olabileceği konusunda kesin birşey söylemek elbette mümkün değil, Türkiye gibi "değişken" ve hareketli bir yerde bu zor, ama değişim sonunda hiç de bugünkü gibi olmayacağı kesin gibi...

İdeallerin canlanacağı bir gelecek mi geliyor bilinmez, ama kültür ve sanatın belirgin şekilde yükseleceği bir döneme giriliyor -ben buna "1960 sonrasının kültürel canlanışı gibi" demek isterdim...

Bir tür kurtuluş rehaveti sözkonusu ve buna uygun bir durgunluk da yaşanabilir, -tabii mutluluk rehavetiyle ilgili bir durum...

Kısacası, çok güzel bir dönem başlıyor olabilir...

Mayıs 2013'de başlayıp 2015 Şubatına kadar etkiyecek başka bir zaman kalitesi de, "Türkiye'de gereksiz yapıların tasfiyesi" gibi bir yıldızın ışığında...
http://konstantiniye.blogspot.com/
http://konstantiniye.blogspot.com/
Bu ne demek, -göreceğiz...
Türkiye'nin yükselişinin önüne takaza olmuş engellerin bir bir ortadan kaldırılmasıyla ilgili olduğu söylenebilir...

Bu öyle bir dönem, öyle önemli bir dönem ki, sadece bugün yaşayanları değil, önümüzdeki üç kuşağı da etkileyecek ve onları şimdiden şekillendirecek güçte...

Şimdi politikacılar susup tarih konuşacak ve Türkiye'yi, belki de Türkiye için belirlenmiş zirveye taşıyacak...
http://konstantiniye.blogspot.com/

Felaket senaryosuna meteorolojiden cevap
16 OCAK 2010,
'20 Ocak tarihinden sonra olağanüstü meteorolojik hadiseler yaşanacak' açıklamasına meteoroji yanıt verdi

Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürü Çağlar, 20 Ocak tarihi ve sonrasında mevsim normalleri dışında “olağanüstü” meteorolojik bir hadise beklenmediğini bildirdi.

Çağlar, yaptığı yazılı açıklamada, son dönemlerde, yetkisiz ve yeterli uzmanlığı olmayan kişi ve kurumlarca isabet oranı düşük hava tahminleri yapıldığı, özellikle 20 Ocak tarihinden sonra olağanüstü meteorolojik hadiselerin olacağının basında yer aldığını hatırlattı.
Çağlar, açıklamasında şunları kaydetti:

“Yaptığımız meteorolojik tahminlerde, 20 Ocak tarihi ve akabinde olağanüstü meteorolojik hadiselerin olacağı bilgisinin aksine, bu günlerde mevsim normalleri dışında olağanüstü herhangi bir meteorolojik hadise beklenmemektedir.
Akşam

29 HAZIRAN
Yeni zaman kalitesinin bazı özellikleri hakkında
Salih Selçuk



27 Haziran'da başlayan yeni zaman kalitesi, 11 Temmuz'dan itibaren kesin ve belirgin bir karakter kazanacak gibi görünüyor...

Burada, bir devrin bitişi söz konusu...

İlk önce bunun destruktif/karamsarlaştırıcı etkisi yaşanabileceğinden, kesinlikle enseyi karartmamak ve karamsarlığa kapılmamak gerekiyor...

Gidene kapılmanın alemi yok...

(Gidenin gidişi kesin -önlemek imkansız!..)

Şimdi, yavaş yavaş sağlam iyimserliği kurmaya devam etmek gerekiyor. Karamsarlık döneminde böyle şeyler zor olmakla birlikte, umutlu olmak çok önemli...

Çünkü bu dönemin ardından, esasen umutlu ve mutlu olunacak bir devrin inşası için çalışmak, idealist herkesin hem işi hem hobisi hem derin mutluluğu hem de eğlencesi olabilir...

(Bakın çok eğlenebiliriz aynı zamanda!..)

Bunun ilk sloganı, "Ben" denen şeyin susturulmasıdır ve "Birimiz hepimiz için" türünden bir klasik Fransız vecizesi olabilir!..

(Yani her kişi, diğerleri için yapabileceğinin en hasını yapacak...)

Başta "Ne yapacam kine?!.." diye soranlar, "Ben"e iki tokat atıp susturunca, ne yapacaklarını/yapabileceklerini mutlaka anlayacaklardır...

(Ve ne yapacağından emin olmaktan çok da memnun olacakları kesin!..)

Şimdi hayata anlam/ruh katmanın zamanı...

Özellikle politikacıların sakin olmaları ve ortalığı ayağa kaldırmamaları, on kere düşünüp danışıp öyle hareket etmeleri, sağduyulu ve soğukkanlı olmaları önemli...

Evet!.. Korku olabilir...

E korkunun arka yüzü de cesarettir ama!..

(Anlam kazanan her dakikanızın sizi nasıl mutlu ettiğini de görebilirsiniz...)

Bu yaz dünyada, büyük/derin başarısızlıklar ile başarıların birarada yaşandığı, bu iki zıtığın birbirine bağlı olduğu ilginç bir yaz yaşanabilir...

Yeni birşeyler başlarken başka birşeylerin bittiği, onlardan umutların kesildiği bir durum!..

Biz umutların kesildiği değil, doğduğu yerde yer alacağız ve almanın da ötesinde oraya yerleşip yayılacağız, oranın tadını zevkini çıkaracağız, "orada ilelebet tatil" mantığıyla hareket edeceğiz!..

(Değişiklikler herkesi doğrudan, kişi olarak, kendisi ve ailesi üzerinden de ilgilendirdiği için, tek tek herkesle -onları doğrudan ilgilendirebileceği halini- falan da konuşmak isterdim, ama zaman yok!..)

Temmuz ortasında dünya politikasını ve dünya ekonomisini yeniden konuşmak gerekebilir!..

(Ama sonbaharda kemerleri bağlamak, hatta paraşütleri takmak bile gerekebilir!..)

Daha oralara gelmedik!..

Yazın tadını çıkarmalı!..
http://konstantiniye.blogspot.com/

'SAVAŞ İHTİMALİ ARTIYOR'
6 Temmuz 2010

Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, İsrail-Türkiye ilişkilerinde yaşanmakta olan gerginliğin Ortadoğu'nun istikrarını tehdit ettiğini belirtirken, 'Savaş ihtimali artıyor' dedi.
Eğer İsrail ve Türkiye arasındaki ilişkiler düzelmezse Türkiye'nin barış müzakerelerindeki yerini korumasının çok zor olacağını söyleyen Esad, Türkiye'nin barış sürecinin çok önemli bir parçası olduğunu ifade etti.

Madrid’de İspanya Başbakanı Jose Luis Rodriguez Zapatero ile düzenlediği ortak basın toplantısında konuşan Esad, bölgesel istikrara zarar veren "asıl nedenin İsrail'in saldırıları" olduğunu söyledi.

Türkiye'nin Ortadoğu'nun girdilerini ve çıktılarını bildiğini belirten Suriye Devlet Başkanı, "Daha önce barış görüşmeleri ve bölgesel istikrar için Türkiye'den d
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Prş Ekm 03, 2013 10:50 pm    Mesaj konusu: Dünya, Güneşteki yılın en şiddetli patlamasının etkisinde! Alıntıyla Cevap Gönder

Mısırlı kâhin: Türkiye ve İran’da devrimler iktidara yeni liderler getirecek!

9egypt_snow_1Kahire’de “kâhinler kraliçesi” olarak bilinen Joy Ayyad, geleceğe ilişkin çok ilginç kehanetlerde bulundu.
Dünyada hiçbir kâhin, aralık ayının daima sıcak geçtiği Kahire’de kar yağacağını (en az 100 yıldan beri ilk defa) tahmin etmemişti. Olayı öngören “kâhinler kraliçesi”, ünlü astrolog ve numereoloji uzmanı Joy Ayyad, Rusya’nın Sesi aracılığıyla insanları uyardı. Mursi iktidarının en güçlü göründüğü sırada ise, kâhin kadın liderin iktidardan düşürüleceğini öngördü.

Önümüzdeki aylarda Mısır, Ukrayna ve başka ülkelerle ilgili yeni tahminlerini bizimle paylaşan Joy Ayyad şunları söyledi:

-Önümüzdeki dönem arzu ettiğimiz kadar sakin geçmeyecek. Nisan ayının sonuna doğru belirli güçlerin etkisi alıntında kalacağız. Nisan ayı, hiç de kolay bir ay olmayacak, çünkü ayın sonuna doğru yaşanacak hem ay hem de güneş tutulması, güçlü etkisini gösterecek. Etki kısmen mayıs ayına da sarkacak. Dönemin telaşlı olması beklenebilir. Örneğin, dönemin doğrudan etkisi altında kalacak İran’da toplumsal huzursuzluklar yaşanacak.

Daha önce de ifade ettiğim gibi, Türkiye’de de durum pek sakin olmayacak. Orada insanların bilincinde büyük değişiklikler beklenebilir. Ancak, süreç fazla devam etmeyecek. Halkın arasından, şu an kendini ortaya koymamış kararlı liderler çıkacak ve sürecin tam da kilit noktasında devreye girip müdahale edecek. Müdahale istikrarın yakalanmasını sağlayacak.

Yaşanacak olaylar tüm dünyada büyük yankı uyandıracak. Dünya huzursuz olacak ve de dini tartışmalara sahne olacak. Ancak süreç uzun sürmeyecek.

Yani, olayları özetlersek önümüzde İran’dan Türkiye’ye doğru, güneydoğudan kuzeybatıya doğru bir yarım çember beliriyor. Yarım çemberin üzerinde Ukrayna var. Olayların gerçekleşme zamanına gelince, tam ters istikamet düşünülmeli- kuzeybatıdan güneydoğuya doğru. Şu an istikrarsızlık bölgesi Ukrayna. Müteakiben yarım çember üzerinde aşağı inilecek. Ukrayna’da ise durum sakinleşmiş olacak.

Ukrayna vatandaşlarından, hatta bazı milletvekillerinden bile, mektuplar alıyorum. Onlara sadece şunu söyleyebilirim: Allahın izniyle durum giderek sakinleşecek ve bahsettiğim istikrarsızlık döneminden sonra haziran ayına doğru denge sağlanmış olacak.

Mısır’da önümüzdeki dönemde cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılacak. Daha önce “Mısır’ın sahibi” صاحب مصر olarak eski Başbakan Ahmet Şefik’i işaret etmiştiniz. Şimdiye kadar bu öngörünüz doğrulanmadı. Yoksa bu konuda tahminler değişti mi?

- Eskiden de ifade ettiğim gibi, Mısır’ın sahibi Ahmet Şefik olacak. Orgeneral El Sisi’ye son derece saygım var. (Mısır cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Savunma Bakanına tek mümkün aday gözüyle bakılıyor). Tahminimi açıkladığımda başıma bela almış oldum. Tehditler gelmeye başladı. Yine söylüyorum, “Mısır’ın sahibi” olarak Şefik’i görüyorum. Hatta bunu sadece benim telaffuz etmem bile durumu değiştirmeyecek. Daha sonra herkes duruma şahit olacak. İfade ettiğim gelişme gerçekleştiğinde ise Mısır’ın kumları altın olacak.

Amru Omran

turkish.ruvr.ru

NASA, Güneş'in ters kutuplaşma nedeniyle birkaç hafta içinde ters döneceğini duyurdu



Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Araştırmaları Merkezi (NASA), Güneş'in manyetik alanındaki ters kutuplaşma nedeniyle birkaç hafta içinde baş aşağı döneceğini duyurdu.

Bu olayın güneş sistemi boyunca dalgalanma etkileri yaratacağı belirtildi. Kulağa bir doğal felaket gibi gelen bu senaryo nedeniyle birçok kişi paniğe kapıldı. Uzmanların farklı bakış açılarıyla yaklaştığı tartışmaya astologlar da dahil oldu. İşte NASA'nın "Güneş baş aşağı dönecek" açıklamasına farklı yorumlar...

'Ani değişimler olabilir, boşanmalar artabilir'
Uzman Astrolog Nuray SAYARI:
"Astrolojide güneş doğum haritasında bizim kim olduğumuz, nasıl bir birey olarak yaşadığımız anlatılır. Aynı zamanda burcumuzun özelliklerini belirler. Bu durum dünyada felaketlere yol açabilir, dünya genelinde depremler, hastalıklar ve suyla ilgili felaketler yaşanabilir. Önümüzdeki haftalarda dikkatli olun insanlarda ani değişimler olabileceği gibi boşanmalar da artabilir."

'Önümüzdeki hafta dikkatli olun'
Uzman Astrolog Hande KAZANOVA:
"Güneşteki dalgalanmaların insanlar üzerinde çok etkili olduğu artık kanıtlanmış bir durum. Bu olay her 11 yılda bir oluyor. Güneş'in baş aşağı dönecek olması insanları etkileyebilir. İnsanların önümüzdeki haftalarda çok dikkatli olması gerekiyor. Bu durum nedeniyle doğa felaketlerinin artacağını düşünüyorum."

'Dünya üzerinde değişim artıyor'
Astrolog Öner DÖŞER:
"Bu olay güneş etkilerinin maksimumda yaşandığı döneme denk geliyor. Güneş aktivitelerinin arttığı dönemlerde dünya üzerindeki değişimler de artıyor. Bu olayın; aşırı iklim ve sıcaklık değişimleri, kuraklık ve sel baskınları, depremler ve volkan aktiviteleri, tsunamiler gibi doğal afetlerle, anormal hava koşullarıyla ilişkili olduğu, insan sağlığını etkilediği ve hatta kazaların artışıyla ilişkili olduğu yönünde çalışmalar var. Böylesi dönemlerde insan ilişkilerinde huzursuzluklar, psikolojik bozukluklar ve sağlık sorunlarında artış yaşanıyor."

'Gökyüzünün mesajı oldukça sert'
Astrolog Şenay YENGEL:
"Güneşin manyetik alanında yaşanacak olan bu gelişmeyi astroloji açıdan değerlendirdiğimizde çok iç açıcı bir durum değildir. Tüm dünyada önemli olaylar tezahür edecektir. Tüm bu verilerle astrolojik haritaları incelediğimizde gökyüzünün insanlığa mesajı oldukça sert. Salgın hastalıklar da artış, Hindistan ve Asya başta olmak üzere tüm dünyada yaşanacak. Şiddetli yağmurlar, tsunamiler, iklim değişiklileri ve Mayaların kehanetini doğrulayan güneş patlamalarının jeomanyetik yansımaları, uydularla iletişim sistemleri üzerinde ciddi problemler yaşamımıza neden olabilir. Pekçok ülkede siber saldırılar, nükleer silahların yaratacağı travmatik olaylar, güç ve iktidar hırsının acı sonuçları yine bu dönemin sancılı etkileri arasında."

'İlk kez yaşanmıyor, tedirginliğe gerek yok'
Ank. Ünv. Astronomi ve Uzay Bil. Öğr. Üys. Prof. Dr. Sacit ÖZDEMİR:
"Eğer güneşin değil de dünyanın manyetik kutupları yer değiştirseydi işte o zaman insanlar üzerinde çok büyük etkisi olacaktı. İnsanlar böyle şeylerden çok korkuyorlar ama bu durum ilk defa olan bir durum değil. Tedirgin olmaya gerek yok, insanları büyük ölçüde etkilemeyeceğini düşünüyorum."

'Paniğe kapılacak bir değişim yok'
Sirius Uzay Bil. Araş. Mer. Başk. Haktan AKDOĞAN:
"Güneş'teki bu olayın dünya üzerinde de, insanlar üzerinde de etkileri olacak tabii ki ama korkulacak ve endişelenecek düzeyde bir durum söz konusu değil. Ben insanların önümüzdeki haftalar içerisinde doğada toprakla zaman geçirmesini, bol su tüketmelerini öneririm. Paniğe kapılacak bir değişim olmadığı kanaatindeyim."

"DÜNYA VE İNSANLAR ÜZERİNDE ETKİSİ OLMAYACAK"
Sabancı Ünv. Öğr. Üys. Doç. Dr. Emrah KALEMCİ:
"Güneşin manyetik döngüsü içinde zaten doğal olarak aşağı yukarı her 11 yılda bir meydana gelen bir olay bu. Güneş için büyük bir olay olsa da dünyaya olan etkileri kısıtlı olacaktır. Güneş'ten başlayan ve bütün güneş sistemine yayılan bir akım örtüsünün şeklini bozacak olan bu olay yüzünden dış uzayda parçacık seviyelerinde dalgalanma olabilir ve bu bir ihtimal uyduları etkileyebilir. Ama dünya ve insanlar üzerinde etkisi olmayacak." (Habertürk)

Dünya, Güneşteki yılın en şiddetli patlamasının etkisinde!
03 Ekim 2013

Güneşte meydana gelen yılın en şiddetli patlamasının bu sabahtan itibaren dünyaya manyetik fırtına olarak ulaştı ve hafta sonuna kadar etkisi devam edecek.

Rusya Meteoroloji Dairesi açıklama yaparak, kronik kalp ve damar hastalıklarıyla sinirsel bozuklukları bulunan kişileri önlem almaları konusunda uyardı.
Hürriyet ’ten Nerdun Hacıoğlu’nun haberine göre, güneşin dünyamızdan görünmeyen yüzeyinde, 29-30 Eylül tarihleri arasında meydana gelen şiddetli patlamanın büyük bir plazma kümesi biçiminde saniyede 900 km hızla güneş sistemi derinliklerine yolculuğuna başladığı belirtildi.

Rusya Meteoroloji Dairesi tarafından yapılan uyarı açıklamasında manyetik fırtına olarak bilinen tabiat olayının olumsuz etkilerinin Perşembe sabahından itibaren hafta sonuna kadar devam edeceğini bildirildi.

OLUMSUZ ETKİLERE DİKKAT

Dünyanın manyetik alanının zorlanması anlamına gelen fırtına sebebiyle pek çok kişinin olumsuz yönde etkileneceği belirtilen raporda şu uyarılar yer aldı:
“Manyetik fırtınalar sırasında insanlardaki rahatsızlıklar daha belirgin hal alır. Risk grubuna ilk başta kalp ve damar rahatsızlıkları bulunan kişiler girer. Çoğu zaman hipertansiyon gözlenir. Manyetik fırtına insanın sinir sistemine de etki eder. Sadece ruhsal bozuklukları olan kişiler değil, sağlıklı insanda da stres ve bunalım belirtisi gibi durumlarla karşılaşabilir. Sebepsiz gibi görünen baş ağrısı gözlenebilir. Bu nedenle önümüzdeki üç gün risk grubuna girenler, özellikle kalp hastası kişilerin yanlarında devamlı kullandıkları ilaçları bulundurmasında büyük yarar var. Aşırı fiziki yorgunluğa yol açacak hareketlerden kaçınmak gerek. Stresli olacağı önceden bilinen işlere birkaç gün ara verilmeli.”

http://www.dunyatime.com/

27 Haziran 2010 ve sonrasında hızlanması mümkün zaman kalitesi
SALIH SELÇUK
22.6.10

27 Haziran 2010, Dünyayı sarsacak günlerin ilki mi?..
Bu blog'un üçüncü sayfasındaki "21 Aralık 2012 ve değişim-dönüşümün irrasyonel kalitesi hakkında" başlıklı yazıda, bir sıçramadan bahsetmiştik. Bir tür doğal devrim olan bu durumun ilk örneğini 27 Haziran 2010 tarihinden itibaren görebiliriz. Bu dönemin genel/yoğun etkisi nisbeten kısa olmakla birlikte, altı aya kadar uzanan yoğun bir etkiye sahip olduğunu belirtelim. Yani bugünlerden başlayarak altı ay içinde dünyada çok büyük ve önemli değişiklikler yaşanabilir...
Bu kadarla kalmıyor. Bu dönem, en az 2014' kadar sürebilecek büyük bir değişim döneminin başlangıç tarihi sayılabilecek önemde...
(Bu olayların basında ilk elden mutlaka büyük haber değeri de olmayabilir elbette!..)
Ayın yirmialtısında ay tutulacak. Ve bir gün sonrasından itibaren, yeni dönemin kapısını açıp paradigmaları değiştirebilecek önemde olaylara şahit olmak mümkün...
O tarihten itibaren kısa kış aralıklarını saymazsak, 2014 e kadar neler olabilir?
Ruhsal değişiklikleri ve doğada olabilecek değişiklikleri saymazsak...
ABD'nin ve dünya ekonomisinin çökmesinden tutun da, ABD'nin atom roketleriyle vurulmasına ve Çin/Rusya tarafından işgaline kadar, şimdi sadece kötü Çin filmlerinde olabilecek herşey yaşanabilir... Yani olay, sadece bir-iki kriz ve herşeyin aynen devamı şeklinde olmayacak gibi görünüyor.
27 Haziran ve sonrasının, savaşın başlangıç tarihi olmaması için her türlü çabaya değer...
Değişimin mümkün olduğunca az acılı olabilmesinin tek şartı, her türlü sanal düşmanlıklara acilen son vermektir. Çünkü zor zamanda, dünya birbirine girerse, (mesela PKK/ZKK, dinci/minci konusunda) tek yasa işler: Kılıç yasası. Düzen, her türlü sanal düşmanlığın ötesinde, azami ölçüde de olsa işlemek zorundadır. Örgütlü işlemeyen sosyal yapı, insanların ortak mobil gücünü kırabilir. Yani artık tek ortak payda, Anadolu'lu ve İstanbullu olmaktır. Birlik ve kardeş olunmalıdır. Bunu kimlik/mimlik diye -hele böyle bir zamanda- sabote etmek düşünülemez ve buna asla müsamaha gösterilemez...
Şimdi, gerçek anlamda kardeşlik zamanıdır.
(Amaç, mümkün olduğu kadar çok 'Buralı İnsan'ı -firesiz olarak- 2014 sonrasına eriştirmektir. Öncelik, buralı Rumlar ve Ermenilerdedir elbette)
En istenmeyen şey, bu dönemde bir büyük savaş çıkmasıdır.
Onun yerine inşallah, çeşitli eski kaynakta konuşulan 'yeni bir boyut' ile ilgili birşeylerden bahsedebiliriz...
Umarız savaş olmaz ve savaş sözünü unuturuz...
Ve umarız, savaş olmadan Barış dönemi başlar!.
Artık hiçbirşeyin eskisi gibi olmayacağı kesin...
Herşeyin eskisi gibi kalmasını isteyenler, bu anlayışlarını daha şimdiden terketmeliler...
En büyük beklenti, 27 Haziran gününden itibaren, insanların kendilerine gelmelerini sağlayacak çok önemli olayların yaşanması elbette...
Bu süre zarfında -her ne olursa olsun- bir savaşın çıkmasını (gereğinde aktif müdahaleler ile) önlemek ve bu sürenin barışçı bir değişimin başlangıcı olmasını sağlamak gerekiyor...
Önümüzdeki bu kısa süre, son bir şans olabilir...
Bu şansı mutlaka iyi kullanmak gerekiyor...
Şimdi hızlı, kararlı, aktif, cesur ve örgütlü hareket edebilen, dayanışan bir toplum olmak gerekebilir...
Şimdi barış içinde mutlu ve güzel bir gelecek için mücadelenin zamanı...
http://konstantiniye.blogspot.com/

‘Kıyamet için son 100 gün!’
25 Kasım 2013

Felaket senaryolarına bir yenisi daha eklendi. Norveçli araştırmacılara göre dünyanın sonu 22 Şubat 2014’te gelecek. Maya takviminin kıyamet senaryolarına bir rakip de Vikinglerden geldi.

Felaket senaryolarına bir yenisi daha eklendi. Norveçli araştırmacılara göre dünyanın sonu 22 Şubat 2014’te gelecek.

Maya takviminin kıyamet senaryolarına bir rakip de Vikinglerden geldi. Norveç’te bulunan Viking Enstitüsü’nden Danielle Daglan, Viking efsanelerine göre dünyanın sonunun 22 Şubat 2014’te geleceğini söyledi. Daglan, Viking mitolojisinde ‘Ragnarok’ (Tanrıların hükmü) olarak tanımlanan kıyamet gününe yaklaşık 100 gün kaldığına dikkat çekti. Daglan, efsanede dünyanın denizlerin taşması gibi felaketler sonucunda yok olacağının yer aldığını söyledi.

Efsanedeki diğer ifadelere göre toprak ve gökyüzü zehirlenecek, bir boru sesi duyulacak. Tanrıların o gün son kavgasını yapacağını öne süren efsanede tüm mevsimlerin de kışa döneceği belirtiliyor. Bir diğer detay ise dünyanın her yerinde savaşların başlayacağı yönünde. Dünyanın karanlığa boğulacağını anlatan efsanenin gerçek olacağına inanan Daglan, Vikinglerin Jormungand adını verdiği dev bir yılanın buna kanıt olduğunu söyledi.
http://www.haberay.net/

İÇ SAVAŞ PROVALARI BUNLAR
Mümtaz İdil
27.04.2010

Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK)’in dün açıkladığı verilerde, Türkiye’deki ekonomik gelişmeler konusunda şaşırtıcı veriler sunarken, en şaşırtıcı olanın gözden kaçmadığını umuyorum.
TUİK’e göre ekonominin durumundan halk pek şikayetçi değil, gelecek için beklentisinde de fazla bir değişiklik yok. Mutsuz olanların sayısı mutlu olanlarla eşit vb...
Ama dedim ya, en şaşırtıcı olanı, şimdiki duruma ilişkin de, geleceğe ilişkin de yaklaşık yüzde yirmi oranında bir kitlenin “fikrinin olmaması”...
Bu mümkün mü?
Bilimsel araştırmalar yapması gereken ve yaptığı düşünülen, istatistik gibi bilimsel bir yöntem kullanan TUİK’ten gelen raporlarda durum böyle: Hiç fikri olmayanlar yüzde 19,..
Grönland adasındaki buzların erimesi halinde, dünyadaki denizlerin yedi metre yükselmesinin, dünyanın ekolojik dengesini nasıl değiştireceğine ilişkin bir soru sorsaydı TUİK, o zaman bile herhalde yüzde 20’ye yaklaşan, “fikrim yok” yanıtı almazdı.
Ne de olsa insanlar, denizlerin yedi metre yükselmesiyle, Anamur dolayındaki denize kuş bakışı yazlığının, on sene sonra sahilde olacağını, en azından denize daha yakın olacağını düşünerek de olsa bir fikir üretirdi.
Ama, insaf! Evine her gün ekmek götürmek zorunda olan birinin, Türkiye’nin şu anda bulunduğu ekonomik durumuyla ve geleceğe yönelik beklentileriyle ilgili sorulan bir soruya “fikrim yok” deme olasılığı nedir?
TUİK’e göre yüzde yirmi...
Bana göre sıfır.
Ben TUİK’ten daha “bilimsel” değilim, ama çok daha önemli iki özelliğim var: Birincisi kimseye bağımlı değilim ve resmi ağız kullanmıyorum, ikincisi cebime bakıyorum.
Çok daha somut verilere sahibim yani.

Geçiniz...
MHP’nin, çocuklara af önerisine inat sanki, yine Siirt ve yine tecavüz ve cinayet...
8 erkek çocuk, yaşları 12 ila 14 arasında... İki tecavüz ve cinayet... Ölen, üç yaşında bir kız çocuğu. Çocuklar, tutuksuz yargılanacak... MHP’ye ithaf olunur.

AKP Milletvekili Helvacıoğlu, basının bir yıl önce olan olayın gündeme getirmesini eleştirdi ve bu tür olayların her yerde olduğunu söyledi.
Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, basının olayı “tüm vahşetiyle” vermesini eleştirdi.
Kavaf daha da hoştu: “Bu yaştaki çocuklar, enerjilerini boşaltamalıyorlar...” türünden açıklamayla herhalde Jeffrey Dahmer’i haklı çıkaracak bir cümleye imza attı.
Adli Tıp Kurumu, çocuklardan biri öldüğü için alışıldığı üzere “psikolojisinde bozukluk meydana gelmemiştir,” raporu vermedi. Verebilirdi de... Çünkü “aksini kanıtlamak” artık mümkün değil...

Bunu da geçiniz...
Birileri “af” sözcüğünü kullandı ya, “Monte Cristo İntikamı” türünden dizilerinde çoğalmasıyla, eline tabancayı, tüfeği, döner bıçağını kapan sokaklara fırladı bile.

Töre cinayetlerinde reşit olmayan çocukların kullanılması da artacaktır önümüzdeki günlerde, merakla izleyiniz.

Bütün bunlar ne anlama geliyor sizce?
Toplumdaki “kin, nefret, kendi hayatına son vermek yerine başkasını tercih eden insanların çoğalması, çaresizlik, cahillik, parasızlık...”
İç savaş provaları bunlar.
Silah satışlarına bakın anlarsınız.
Kaçak silah üretimine bakın, yine anlarsınız.

Artık kontrol ne hükümette, ne muhalefette, ne tarikatlarda, ne Utah’ta, ne Meclis’te, ne askerde, ne poliste ne de AB-D’de...
Kontrol yok artık.
Yolsuzluk, haksız kazanç, Anayasa değişikliği, hukukun üstünlüğü, HSYK’nın yapısı, Haşim Kılıç’ın konuşması...
Asıl bunları geçiniz...
Eskidi artık...
TUİK’e sorun isterseniz... Bunlarla ilgili sorular sorulduğunda “fikrim yok” diyenlerin oranı yüzde seksenlere ulaşmıştır. Cebiyle ilgili fikri olmayanın, katiliyle ilgili fikri var mıdır sizce?

Odatv.com

dikkatimi çekenler / 28 Nisan Çarşamba
Türkiye kendini bulma istikametinde hızla ilerliyor
Salih Selçuk

Türkiye'nin yeni hedeflerine doğru ilk adımlar mı?

Türkiye Nisan ayı başından itibaren giderek belirginleşen bir zaman kalitesi içinde yaşıyor.
Haziran ortasına kadar sürecek bu dönemsel kalite, "otomatik pilotların gözden geçirilmesi" diye özetlenebilir.
Türkiye'nin özelliği, (birbirine tamamen zıt/düşman bile olabilen) farklı kesimler ve çevrelerin birarada bulunması/yaşaması. Ulus-devletin kurulmasıyla hızlanan milli-kültürel homojenleşmenin önemli ölçüde başarılı olmasına rağmen, bu farklı kesimlerin arasında (kuruluşta hakim olan ve giderek etkisini yitiren Kemalizm ideolojisi başta olmak üzere) sürekli bir mücadele var.
Sosyo-ekonomik sonradan modernleşme dönemleri, ifadesini, ideolojik mücadeleler şeklinde buluyor. Buna göre Liberal Kemalizm'in ardından Liberal "demokrat" muhafazakarlık, sonra Sol ideoloji (ona karşı oluşan Ülkücü ideoloji), sonra mikro milliyetçi (Kürtçü) ve İslamcı ideolojiler geldi.
Şu anda iktidarda bir tür post-islamcı ideoloji var ve Türkiye'nin son 'sonradan modernleşme' akımını/çevresini temsil ediyor. (Hedefi, Orta Doğu'da bir tür 'Yeni Osmanlı' kurmak, eski Osmanlı gücüne/dönemlerine geri dönmek vs.)
Şimdiye dek bu saydığımız ideolojik kesimlerin her birinin, otomatik pilota takılmış bir takım hedefleri bulunmaktaydı...
Son zamanda, bu eski hedeflerin iyice zayıfladığı, geriye bir tek, iktidardaki bir çevrenin "otamatik pilot"a takılmış 'Yeni Osmanlı'cılığının kaldığı biliniyordu. Fakat o da eski tazeliğini ve inandırıcılığını yitirdi...
Yeni zaman kalitesi, bu hedeflerin hepsinin, sahipleri tarafından gözden geçirilebileceği bir döneme işaret ediyor...
Ve gözden geçirmenin ana fikri şu olabilir:
"Bu herefler sahiden bizim kendi hedeflerimiz miydiler, yoksa konjonktür/zaman içinde başarılı olmuş zamanlara/ideolojilere öykünüp onları kendi bünyemize tercüme mi ettik?"
Bu samimi gözdengeçirme durumunun yeni yoğun intern tartışmalara neden olması mümkün...
Bu zaman kalitesinin iyi yanı, her çevrenin kendisine daha objektif yaklaşabileceği bir dönem olması...
(Kötü yanı, bu tartışmaların, diğer çevrelere karşı önyargıları aşmaya yetecek yoğunluğa sahip olmaması...)
Bu iyi atmosfer, kendini samimi olarak sorgulayan herkese olumlu katkı sağlayabilir.
Bu dönem; Türkiye'nin/Türklerin, kendilerini ve kendi özgün hedeflerini bulmaları yolunda yeni bir alt aşama olabilecek gibi duruyor...
http://konstantiniye.blogspot.com/

Türkiye'nin hesabını bozacak savaş yakın!
İbrahim Karagül

Can alıcı soru şu: Ortadoğu'da bütün hesapları sıfırlayan yeni ve çok yakın tehdit ne olabilir? Türkiye'nin son sekiz yıldır, bazı merkez güçlerin gıpta ve veya hasetle baktığı yeni pozisyonunu kim, nasıl sabote edebilir? Yaklaşık bir yıldır, bu soruları ıslarla gündemde tutup cevabını kestirmeye çalışıyoruz. Gerek bölgesel düzeyde kendini hissettiren stres birikimi, gerek bazı merkez ülkelerin ve İsrail'in Türkiye'ye karşı tutumu, soruyu ve cevabını çok önemli hale getiriyor.

İran'ın, "Ordu Günü"nde sergilediği abartılı, çok da sağlıklı olmayan gövde gösterisi, İran liderliğinin çatışma tezlerine güç veren açıklamaları, İsrail'den daha sert tonda gelen mesajlar bölgesel bir çatışmanın fitilini ateşleyip, bütün hesapları sıfırlama tehlikesinin hiç olmadığı kadar yakın olduğunu gösteriyor. Sadece bu kadar mı?

ABD yönetimi, İran nükleer tezleri konusunda işe yaramayacağını herkesin bildiği "ağırlaştırılmış ambargo" konusunda bile dünyayı ikna edemedi. Başka da bir politika geliştirebilmiş değil. Askeri seçenek, bugünkü haliyle sadece bölgesel kaosa değil, ABD için de ciddi bir yıkıma neden olacaktır. İsrail'in bütün tahriklerine rağmen, ABD liderliği, askeri seçenek konusunda mesafeli duruşunu bu yüzden sürdürüyor. Ancak, bölgede hemen her gün, artarak devam eden gerilimli süreci dikkatle izleyenler, nasıl bir stresin biriktiğini, bunun kısa süre içinde bir yerde patlamak zorunda olacağını bilir.

İsrail'in "sorunlu" Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman; "Hizbullah balistik füze kullanırsa Suriye'ye taş devrine döndüreceğiz" açıklaması yaptı. Böyle bir tehdidin bedelini Suriye'nin ödeyeceğini, Beşşar Esad iktidarının devrileceğini, bu ülkeye çok ağır kayıplar verecek acımasız bir saldırı gerçekleştireceklerini söyledi. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu'nun, "İran ambargoyla felce uğratılmalı. Eğer İran tehdidine karşı BM bünyesinde bir karar alınamazsa, tehdidin farkında olan ülkeler arasında bir koalisyon oluşacak" türü açıklamaları Çin, Rusya, Türkiye ve Brezilya'nın "engel"ini aşamayan ambargo sonrasına ilişkin tezler hakkında ipuçları veriyor. Söz konusu açıklamalar yapılırken İsrail savaş uçaklarının Lübnan hava sahasında gezindiğini unutmayalım.

Gerilimi artıran son "bahane" Suriye'nin Hizbullah'a Scud füzeleri verdiği, İran üzerinden gelen füzeleri Hizbullah'a ulaştırdığı, Hizbullah mensuplarına bu füzeleri kullanma eğitimi verdiği iddiaları. Saddam Hüseyin'in Körfez Savaşı'nda onlarcasını İsrail'e fırlattığı bu başarısız füzeler İsrail için müthiş bir propaganda malzemesi olarak kullanılıyor.

İran'dan Akdeniz kıyılarına uzanan kuşakta Irak işgalinden sonraki en tehlikeli restleşme yaşanıyor. Nerede patlayacağını bilmek elbette mümkün değil ama bu stresin tahminlerimizden bile yakın bir zamanda bu kuşakta ağrı bir bunalıma yol açacağını söylemek abartı olmayacaktır. Gerçekten de çok tehlikeli bir oyun oynanıyor ve oyunun tarafları için manevra alanı giderek daralıyor. Daralmanın sonucu savaştır. Şu an için, İsrail'in bir savaşın fitilini ateşleyeceği apaçık ortada. Peki, böyle bir savaşın, ürkütücü sonuçlarının ötesinde bölgesel denklemi nasıl sarsacak, bunun Türkiye'ye maliyeti ne olacak?

İşte, Aralık ayından bu yana tartıştığımız konu bu. "Türkiye'yi nasıl durduracaklar" ya da "İsrail Türkiye'yi durdurabilir mi?" sorularını yüzden sorup durduk. Zira, böyle bir savaşın öncelikli sebebi İran'ı ve beraberindekileri durdurmak ise de, İsrail açısından çok önemli bir hedef daha var; Türkiye'yi durdurmak. Yüz yıl sonra oyun kurucu ülke olarak Ortadoğu'ya geri dönen, istediği karşılığı/desteği alan ve dikkat çekici biçimde güç kazanan Türkiye'nin attığı her adım öncelikle İsrail'in daha sonra bölgede nüfuzu olan güçlerin alanını daraltıyor. Belki benzetmek doğru değil ama uzun vadede İsrail için en büyük tehdit algılamasının Türkiye'nin bölgesel projelerinden geldiğini kabul etmek gerekiyor. "Hesapları bozacak gelişme" derken, İran'ın dizginlenmesi kadar, bu yüzden, Türkiye'nin de dizginlenmesi hesaplarını anlamak mümkün.

Pakistan'dan Orta Afrika'ya kadar Türkiye'ye yönelik ilgi hızla artarken, bölgesel ortaklıklar ileriye dönük daha kapsamlı birlikteliklere dönüşme eğilimine girerken, barış ve diyalog üzerinden oyun kuranlara karşı, çatışma ve kaos üzerinden oyun kuranların harekete geçtiğini, önümüzdeki günlerde bu yönde endişe verici gelişmelerin olabileceğini, "Oyun kuranlar"a karşı "oyun bozanlar"ın tehlikeli bir senaryo yazdığını söylüyoruz.

İsrail için tek bir yol var; bölgesel etkileri olacak yıkıcı bir savaş! Bu yüzden, Tel Aviv yönetiminin, dünyadan destek alamasa bile böyle bir savaşı bir bahaneyle çıkaracağına, savaş itemeyen olağan destekçilerini kendini desteklemek zorunda bırakacağına inanıyoruz. Lübnanlı yetkililer, İsrail'in Lübnan'a saldırı hazırlıkları içinde olduğunu dünyaya duyururken, İsrail Genelkurmay Başkanı Gabi Eşkinazi de her fırsatta, İsrail ordusunun Gazze'ye saldıracağını söylüyor

Bundan sonraki saldırının sebebinin Hizbullah ya da Hamas olmayacağı, siyasi anlamda tükenen, bölgesel nüfuzunu büyük oranda kaybeden, köşeye sıkışan, Türkiye'nin yapıp ettikleriyle elindeki kartları birer birer kaybeden İsrail'in, "oyun bozucu bir senaryo" ile şaşırtıcı hareketlerde bulanacağı yeni bir gerçek olarak önümüzde duruyor.

Şimdi; bütün bu olanların tek gerekçesi İran'ı durdurmak değil, Türkiye'yi de durdurmaktır. İsrail, Lübnan ve Gazze saldırıları dahil, hiçbir krize bu kadar yaklaşmamıştı. Bu sefer, doğrudan İran'a saldırı olmasa da, İsrail-İran savaşı Akdeniz kıyısında, Suriye üzerinde yaşanabilir. Yine bu sefer, Gazze ve Güney Lübnan'a saldırılardaki gibi, savaşın etkisi, o bölge ile sınırlı kalmayacak gibi...
Yeni Şafak
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş Ağu 04, 2016 11:20 pm    Mesaj konusu: Maya Takvimi'nin kehaneti Alıntıyla Cevap Gönder

20 EYLÜL 2009
Maya Takvimi'nin kehaneti

2012'ye dair felaket senaryoları arttıkça artıyor. Ancak araştırmacı Fatih Keçelioğlu, dünyanın sonunun geldiğine dair en güçlü kanıtı sunan Maya Takvimi'ne bambaşka bir yorum getiriyor. Keçelioğluna göre Maya Takvimi 2012'de değil, 28 Ekim 2011'de son buluyor ve bu tarihten sonra bizi ölüm değil, bir aydınlanma ve yepyeni bir hayat bekliyor.

Marduk gezegeni dünyaya çarpacak; kutuplar yer değiştirecek ve dünyanın dengesi bozulacak; büyük depremler ve seller dünyayı yerle bir edecek... Tüm bu korkunç kehanetler için aynı tarih veriliyor: 2012. Ve 'dünyanın sonunun geleceği' 2012'ye sadece 3 yıl kaldı! Bu söylencenin temel kaynağı 21 Aralık 2012'de son bulan gizemli Maya Takvimi. Ancak takvim üzerine derin araştırmalar yürüten İsveçli bilim adamı Carl Johann Calleman'a göre hesaplar yanlış. Zira takvimin sona erdiği doğru tarih 28 Ekim 2011. Dahası bu tarih yok oluş değil, aksine yeniden doğuş anlamına geliyor.
2004'te Hindistan'a gidip Calleman'ın seminerlerine katılan ve ünlü bilim adamından öğrendiklerini kendi çalışmalarıyla birleştirip Maya Takvimi konusunda uzmanlaşan genç araştırmacı Fatih Keçelioğlu da tüm kıyamet senaryolarını elinin tersiyle itiyor. AKŞAM PAZAR'a konuşan Keçelioğlu, 2011'de takvimin bitmesinin insan bilincinin en üst seviyeye ulaşması, aydınlanma ve yeni bir başlangıç anlamına geldiğini söylüyor.

Maya Takvimi nedir ve neden 2012 değil de 2011'de bitiyor?
Maya Takvimi tıpkı Maya piramitleri gibi 9 kattan oluşan piramit şeklinde bir şema. Takvimi oluşturan bu 9 kat belli zaman dönemlerini yansıtıyor ve her bir dönem bir öncekinin 20'de biri olarak kısalıyor. Her bir kat ayrıca kendi içinde 6 gece, 7 gündüz olmak üzere 13 bölüme ayrılıyor. Ve insanlık tüm bu dönemlerin taşıdığı farklı enerjilerin etkisiyle değişim geçiriyor. Maya Takvimi insanın bilinç evrimini gösteriyor.
Arkeologlar Maya Takvimi'nin 21 Aralık 2012'de bittiği söylemişti. Ancak İsveçli Maya Takvimi araştırmacısı Calleman, son tarihin 2012 değil, 2011 olduğunu tespit etti. Zira 28 Ekim 2011 son olarak alındığında dünya ve insanlık tarihindeki önemli dönüşümler ile Maya Takvimi'nin döngüleri en doğru şekilde kesişiyor.

Buna göre: İlk kat 16 milyar yıl geriye gidiyor. Bu, galaksilerin oluştuğu dönem. İkinci dönem 820 milyon yıl önce başlıyor, yaşam ortaya çıkıyor ve 63'er milyon yıllık 13 bölümde evriliyor. Memelilerin ortaya çıkmasıyla, 40 milyon yıl süren 3. kat başlıyor. Bu dönemde maymunların evrimi var. Dördüncü katta 2 milyon yılda insan türü ortaya çıkıyor. Beşinci kat 100 bin yıllık bir dönem, burada artık gerçek bir insan türü ortaya çıkıyor; kültür, sanat, konuşma, iletişim başlıyor. Bundan 5 bin yıl önce, MÖ 3.100'lerde başlayan altıncı katta ise medeniyet ortaya çıkıyor. Yedinci kat bundan 250 yıl önce; 1755'te başlıyor. Gene bilinçte bir sıçramaya yol açan endüstri devrimi, sanayileşme, kolonileşme dönemine denk geliyor. Ekonomi gibi soyut değerler de yaratılıyor. Bir sonraki sekizinci kat ise 1999'da başlıyor.

2011'DE BİZİ ACI VE KAOS BEKLİYOR
Yani şu anda sekizinci dönemini yaşıyoruz...
12,5 yıllık bu dönem de 10 Şubat 2011'e kadar sürecek. 4 Haziran 1999'da başlayan bu dönemde da öncekine alternatif bir bilincin ortaya çıktığını görüyoruz. Hakimiyet zayıflıyor, eşitlik güçleniyor. Pek çok insan birdenbire mistisizmle, çevre ve ekolojiyle ilgilenmeye başladı. Ekonomik krizden en çok Amerika ve İngiltere'nin etkilenip güç kaybederken, Doğu felsefesinin yükselişi de bu dönemin işareti. Fren görevi gören ekonomik krizler bizi bir sonraki bilince hazırlıyor.

Ama 9. katın başlangıcı 10 Şubat 2011'a çok az bir zaman var. Değişim nasıl olacak?
Ekonomik kriz ve küresel ısınma gibi olaylar değişimi zaten zorunlu kılıyor. Piramide göre değişim giderek daha hızlı oluyor. Son 10 yılda yaşanan değişimin daha önceki dönemde 250 yılda yaşanan değişim kadar büyük olduğunu düşünürsek, her an, her hafta dünyada çok önemli değişimler yaşanması şaşırtıcı değil.

Peki, 9. ve son katın yaşanacağı 2011'de bizi ne bekliyor?
Yeni enerjinin tam olarak neye tezahür edeceğini bilmiyoruz. Ama bir birlik bilinci getirecek. Evren ile bir olma bilinci uyanacak. Piramidin en tepesine çıkmamızı sağlayacak çok hızlı ve yoğun bir süreç olacak. 11 Şubat 2011'de başlıyor ve sadece 260 gün, yani 8,5 ay sürüyor. Bu hız sebebiyle 2011 yılında kaos ve kargaşa son noktasına varacak. Milletler, inançlar ve ırklar ve tüm zıt kutuplar arası bütün gerilim ve çatışmalar iyice güçlenecek. Ama bu olumlu bir şey çünkü her türlü çatışma kendini ortaya koymalı ki insanlar gerçeğin ne olduğunu anlayabilsin. Kendi kendine yetme ve manevi değerler öne çıkacak. İnsanlık olarak büyük bir tadilattan geçtiğimiz, acı verici bir süreç olacak. Buna 'kıyamet' de diyebiliriz. Çünkü bana göre, kıyameti zaten bir süredir yaşıyoruz. Ama bundan dersimizi alıp, Maya Takvimi'nin bitiş tarihi 28 Ekim 2011'in ardından artık yepyeni bir dünya yaratacağız.

BİR YIL İÇİNDE EKONOMİK SİSTEM ÇÖKECEK
Maya Takvimi'nde her katta var olan 6 gece ve 7 gündüz döngüsü içinde 'en kanalık dönemi' 5. gece oluşturuyor. Beşinci gece genellikle yıkım getiriyor. 1930'larda yaşanan 'Büyük Buhran', Hitler ve 2. Dünya Savaşı, atom bombası dönemleri de zaten bir önceki katın 5. gecesinde ortaya çıkmıştı. İçinde bulunduğumuz dönemin 5. gecesi ise ekonomik krizin ortaya çıkışına denk geliyor. 5. gece Kasım 2007'de başladı, Aralık 2007'de ise Dow Jones endeksi düşmeye başladı. Kasım 2008'de sona erdiği sırada ise ABD'de Obama'nın başkan seçilmesiyle birlikte olumlu bir hava esmeye başladı. Yani yaşanan ekonomik kriz takvimdeki bir döngünün sonucu! Şimdi 8 Kasım 2009'dan itibaren yine bir gece döngüsüne giriyoruz. Ve bu kez çatlak yarılmaya başlayacak. Bunun somut sonuçları olarak 8 Kasım'dan sonraki bir yıllık dönemde çok daha büyük bir finansal çöküş yaşayacağız. Hatta ekonomik sistemin çöküşüne şahit olabiliriz. Bu büyük çöküş dünyayı algılayışımızda bir şok etkisi yaratacak. Böyle bir uyanışla paranın değerinin olmadığını anlamamız gerekiyor. Bu sayede para gibi soyut kavramları bırakıp sezgilerimizle doğayla birlikte hareket etmeye başlayabilir yeni dönemin bilincine atlayış yapabiliriz.

TAKVİMİN BİTİŞ TARİHİ KIYAMET GÜNÜ MÜ?
Size göre Maya Takvimi 2012 yerine 28 Ekim 2011'de sona eriyor. Bu tarihten sonra bizi ne bekliyor?
Bu tarihte fiziksel anlamda dünyanın sonu diye bir şey yok. Maya yazıtlarında bundan hiç bahsedilmiyor. Maya Takvimi tüm insanlığı kapsayan bir bilinç evriminden bahsediyor. Bütün mistik geleneklerde ulaşılacak bir yüksek bilinç hali var. Maya Takvimi'ne göre de buraya doğru gidiyoruz. Bu basamaklar bittiğinde gelinecek nokta ise birlik bilincine ulaşma, aydınlanma, uyanış, kemale erme, kıyama erme... Kıyamet de zaten aslında bu yönde bir kelime, uyanış, ayağa kalkma anlamına geliyor. Ölmesi gereken şey bizim fiziksel bedenimiz değil, eski bilincimiz. Bu tarihten sonra ise insanların huzur ve birlik içinde yaşayacağı bir dönem başlıyor. Özetle geçmiş ve geleceğin olmadığı, zaman kavramının kalmadığı yeni bir dünya yaratılacak. Yaşadığımız an ve o an orada olan değerli olacak. Böylece hakikati göreceğiz. Yöneticilere, aracılara, paraya gerek olmayacak. Çünkü herkes birbiriyle, doğayla, evrenle, tanrıyla bir olarak yaşayacak.

MİNE AKVERDİ
Akşam

21 Mart 2010
İşte 2012 için En Son Kabus Senaryoları
2012 için yapılan tahminler insanlığı korkutmaya başladı.

Dünya 2010’a hiç alışık olmadığı bir biçimde 400 binden fazla insanın hayatını kaybettiği sel, toprak kayması ve deprem gibi doğal afetlerle girdi. 3 ay içinde önce Solomon Adaları’nda, daha sonra Haiti ve Şili’de yaşanan 7 şiddetinin üzerindeki depremlerin ardından Maya Takvimi’nin bittiği 2012 yılında dünyanın sonunun geleceğine yönelik kehanetler bir kez daha alevlendi. İşte kıyamet teorilerini destekleyen gelişmeler:

DÜNYA’NIN EKSENİ KAYDI: 12 Ocak’ta Haiti’de yaşanan 7 şiddetindeki depremin ardından Şili’de 8.8 şiddetinde oldukça kuvvetli bir sarsıntı yaşandı. Şili’deki depremin ardından NASA dünyanın ekseninin 7.6 santimetre kaydığını açıkladı. Dünya’nın kendi etrafında dönme süresi saniyenin milyonda biri, yani 1.26 mikrosaniye azaldı.
Kaynak:Vatan

RUSLAR’IN RAPORU: Rus bilim adamı Anatoly Perminov “1950’den 1990’a kadar geçen 40 yıllık süreçte ABD’de 142 afet oldu, buna rağmen 1990’dan 2000’e kadar geçen sürede 72 felaket oldu” diyerek dünyada afetlerin görülme sıklığının her geçen yıl arttığına dikkat çekti.

KAHİNLER VE YAZITLAR: Ünlü Fransız kahin Nostradamus’un 2010-2012 yılları arasında dünyada deprem başta olmak üzere birçok doğa felaketinin gerçekleşeceğini belirtmesi kanıt olarak gösterilirken, 16’ncı yüzyılda yaşayan İngiliz kahin Mother Shipton, Maya ve Antik Çin yazıtı İ Ching’de de dünyanın sonu olarak 2012 gösterilmesi teorileri destekliyor. Matta İncili’nde içinde bulunduğumuz süreçte “Yer yer kıtlıklar ve büyük depremler olacak...” ifadesi de buna kanıt olarak gösteriliyor.

MARDUK’A YAKLAŞIYORUZ: 3600 yılda bir dünyaya teğet geçen Marduk (Niburu) adlı gezegenin 2012 yılında dünyaya çok yakın bir yörüngede seyredeceği, hatta iki gezegenin birbiriyle çarpışma olasılığı olduğu bilim dünyasında uzun zamandır tartışılan bir teori.

“Kıyamet ambarı”

2008 yılının Şubat ayında açılan Norveç’teki depoda doğal ya da insan yapımı olası felaketler için tohumlar hazırlandı. Tüm dünyada yetişen ürünlerin tohumlarını barındıran depo Svalbard takım adalarında bulunan bir dağın 130 metre içinde. Norveç, İngiltere ve Avustralya gibi ülkelerin haricinde Bill Gates’in yardım derneği Bill&Melinda Gates Foundation da desteklediği proje 7 milyon dolara maloldu. ABD başkanı Barack Obama’nın “20 yıl içinde Afrika’daki tarımın yüzde otuz azalacağını düşünürsek tohum çeşitliliği için bugün çalışmalıyız” dediği Svalbard “kıyamet ambarı” nda Etiyopya, Brezilya ve Hindistan gibi ülkelerden tohumlar bulunuyor

aktifhaber

ANSIZIN GELİVERECEK
Mehmet Şevket Eygi

ÜÇÜNCÜ dünya savaşının ayak sesleri duyuluyor. Peki tarihi belli mi? Belli değil, ansızın geliverecek.

İstanbul büyük depreminin alâmetleri belirdi. Denizin dibinden fokur fokur gazlar fışkırıyormuş. Her gün yer defalarca, insanların fark etmediği ölçülerde depreniyormuş. Bütün ilim adamları olacak diyormuş. Peki tarihi, günü, saati belli miymiş? Belli değilmiş, ansızın gelecekmiş.

Herkes ölecek, bunda kimsenin şüphesi yok. Doğan mutlaka ölür. Ölüm haktır da tarihi belli değildir. Ansızın gelir.

İnsanlar gaflet içinde. Savaşa, depreme, ölüme hazırlanmıyorlar.

Adamın yazlığının bahçe duvarı çatlamış, onu tamir ettirirken savaş başlayacak, deprem olacak -Allah gecinden versin- ölüverecek.

Kadıncağızın misafir günüymüş. Özenerek bezenerek lattrifonlu kek yapmış, fırına koymuş, fırının ayarı bozukmuş, kek yanmış, kadın sinirinden ağlıyor. İşte o keke acır ve ağlarken birden bire dünyayı alt üst eden önemli hadise olacak.

Köprüde balık tutarken ansızın genel azabın içinde yanacak.

Gecenin geç vaktinde Lophane bahçesinde nargile içerken ansızın büyük sarsıntı olacak.

Havalar ısınacak, bizimki derya kenarındaki villasına gidecek. Kumların üzerinde güneşlenirken ansızın o büyük hadise patlayacak evine kaçmaya fırsat bulamayacak.

Savaşın kopacağı, yerin depreneceği, felâketin geleceği, ölüm saatinin gelip çatacağı besbelli. Çok alâmetler ve haberler var. Tam tarihi, saati bilinmese de insanlar ve toplumlar ellerinden geldiği kadar tedbir almalı, büsbütün gaflet etmemeli.

Savaş patlarsa ne yapacağız?

Deprem olursa ne yapacağız?

Felâket gelirse ne yapacağız?

Bunlarla ilgili önceden ne gibi tedbirler alabiliriz?

Deprem oldu, sizAvrupa yakasındasınız, eviniz oturulmayacak hale geldi, Asya yakasındaki yazlığınıza sığınmak istiyorsunuz... Nasıl geçeceksiniz öteki yakaya? Yollar, caddeler enkaz dolu, köprüler çatlamış trafiğe kapatılmış, araba vapurları çalışmıyor...

Savaş patlamış, epey uzaklara atom bombaları ve füzeler atılmış, bulutlar radyoaktif serpintilerle yüklü... Bunlardan korunmasını biliyor musunuz?

Su, ekmek, ilaç, yakacak nasıl bulunacak?..

Bunca hasta yaralı nasıl tedavi edilecek...

Herkese yetecek sığınak var mı?..

Öffff!.. İçimizi karartma be adam... Bunları yazma... Futbolcuları yaz...Şike yapıldığını yaz... Eroin çeken şarkıcıyı yaz...Göğüsleri inek göğsü gibi mankenleri yaz... Politika yaz, particilik yaz, fitne fesat yaz, entrika yaz, polemik yap... Lakin savaştan, depremden, azap inmesinden bahs etme, içimizi karartma. Sus sus sus!..

Bırak gaflet içinde ölelim, sürünelim...

2 Nisan 2010 Millî Gazete

Uğursuz Rakam '13' Bu Yıl Yakacak
13 Mart 2009
Rus haber sitesi Newsru, uğursuz rakam sayılan 13'ün 2009'da üç kez cuma gününe denk geldiğini ve Rusya'nın büyük tehlike atlatacağını iddia etti.

Geçtiğimiz Şubat ayı dışında, Mart ve Kasım aylarının 13. günü de cumaya denk geliyor.

Rusya'da batıl inanç olarak değerlendirilen ayın 13.nün cuma gününe denk gelmesi ve bunun yılda üç kez tekrarlanması 1998 ve 1987 yıllarında da gerçekleştiği kaydediliyor. 1998 yılında meşhur defolt yaşanırken, 1987 yılında da ünlü "Kara Pazartesi" (19 Kasım) meydana gelmişti. Bu tarihte Dow Jones tüm tarihinin en büyük endeks düşüşünü (yüzde 22,6) yaşamıştı.

1980'li yıllarda 13 rakamı tam bir rekor kırdı. 1981, 1984 ve 1987 yıllarında üç kez ayın 13'ü cumaya denk geldi. Gelişen dönem sayılan 70'lı yıllarda ise sadece 1970 yılında 3 kere 13 rakamı cuma gününe denk gelmişti. Bu yıllarda ise herhangi bir şok olaylar meydana gelmedi. 2000-2010 yılları arasında sadece 2009 yılı 13. günü 3 kere Cuma gününe rastladı. 2026-2030 yılları arasında da ayın 13'ünün yılda 3 kez Cuma gününe rastladığı yıllar olacak. 2012 ve 2015 yılları da uğursuz yıllar olarak görülüyor.

Habere göre, diğer ülkelerde olduğu gibi Rusya'da da 13 rakamının uğursuz olduğuna inanılıyor. Örneğin Rusya'da Zabaykal Bölge yerel meclisi Şubat'ın 13'de yapılması planlanan toplantıyı 2 gün öncesinde düzenledi. ABD'de yapılan araştırmalara göre, yerel vatandaşların çoğu binanın 13. katında oturmaktan korkuyor. Hiçbir ABD havacılık şirketlerinde numara olarak 13 rakamı yok. İstatistik rakamlara göre, ayın 13'ne denk gelen Cuma günlerinde ABD borsası 800-900 milyon dolar eksi ile kapanıyor.

1914 yılında uğursuz 13 rakam 3 kere cuma gününe rastlamış ve Birinci Dünya Savaşı patlak vermişti.
aktifhaber

Obama'yı Bilen Kahin'in Sözleri...
09 Kasım 2008
Amerika Birleşik Devletleri’nin 44’üncü başkanı siyah olacak. " diyerek Obama'yı bilen Bulgaristan'lı kahin, ABD'nin geleceği hakkında neler söyledi?

ABD'ye 11 Eylül 2001'deki terör saldırısını 12 yıl öncesinden bilen Bulgar kâhin Vanga ölümünden iki yıl önce "Rusya bir gün dünyaya hâkim olacak" demişti.

11 Eylül saldırıları, Kursk faciası, ve Rusya’nın Gürcistan’ı işgal edeceğini bilen Baba Vanga Amerika’ya dair şu kehanetlerde bulundu:

“Amerika Birleşik Devletleri’nin 44’üncü başkanı (Yani George Bush’tan sonraki başkan) siyah olacak. Bu Amerika’nın göreceği son lider olacak. Çünkü siyahi liderin göreve gelmesinden kısa bir süre sonra ülke büyük bir ekonomik krize girecek.

Kuzey ve güney eyaletler arasında anlaşmazlık çıkacak. Endonezya karışacak. Tüm bunlar Üçüncü Dünya Savaşı’nı başlatacak... Üçüncü Dünya Savaşı’nda ilk kez atom bombası kullanılacak.

BİRÇOK ŞEYİ BİLMİŞTİ

Hayattayken kehanetleri Bulgar hükümeti tarafından kaleme alınarak saklanan Baba Vanga’nın kehanetlerinin yüzde 80’i doğru çıktı. 1989’da Rus televizyonuna “İki çelik kuş kulelere çarpacak gökyüzü aydınlanacak, (11 Eylül saldırıları) Kursk (2000 yılında 118 Rus askerine mezar olan denizaltının adı) su altında kalacak bütün dünya arkasından ağlayacak, dedi. Kahin 1994 yılında da ” Vladimir’in zaferi dünyada herşeyi eritecek. (Gürcistan savaşı). İklimler değişecek (küresel ısınma). Rusya ayakta kalacak ve dünyaya hakim olacak” demişti.

BUNDAN SONRAKİ YILLAR İÇİN KEHANETLERİ

2008 - 4 ülkenin 4 devlet başkanına suikast girişiminde bulunulacak. Bu 3. Dünya Savaşı'nın başlama sebeplerinden biri olacak.

2010 - 3. Dünya Savaşı Kasım 2010'da başlayacak ve 2014'e kadar sürecek.

2011 - Radyoaktif dalgaların yoğunlaşması nedeniyle hayvan ve bitkiler yok olma noktasına gelecek. Müslüman ülkeler kimyasal savaşla Avrupalıları yok edecek.

2014 - İnsanlığın yarısı kanserle boğuşacak.

2016 -Avrupa'nın nüfusu azalacak

2018 - Dünyanın yeni hakimi Çin olacak. Çin ekonomik olarak güçlenecek.

2043 - Müslüman bir devlet yeniden Avrupa'nın tek hükümdarı olacak.

2046 - Tedavi edilmeyecek organ kalmayacak. Hastalıklı organın yerine yenisi yapılacak.

2076 - Bütün dünyada "sınıfsız" komünizm sistemi yerleşecek.

2088 - Bütün hastalıklar bir kaç saniyede tedavi edilecek.

2097 - Çabuk yaşlanmanın önüne geçilecek.

2167 - Yeni bir di,n

2304 - Ay'ın sırrı, gizemi çözülecek.

3797 - End of the world - Dünyanın sonu... Başka bir gezegende insan yapımı yeni bir hayat başlayacak
aktifhaber

ABD'nin konuştuğu kehanet
ABD başkanı seçilen Barack Obama’nın yemin etmeden önce öldürüleceğini ve ardından da Rusya’nın nükleer saldırısıyla ’kıyametin kopacağını’ iddia etti.16 Aralık 2008

Kasım Cindemir / WASHINGTON - Reha ERUS / ROMA

Amerika bugünlerde bir kehanete kilitlenmiş durumda. Bu tür şeylere inanmayanların bile içine kurt düştü. "Ya doğru çıkarsa?" tartışması sürüp gidiyor. Kendisini 'Peygamber' ilan eden ünlü Amerikalı Mormon káhin Leland Freeborn, ABD başkanı seçilen Barack Obama’nın yemin etmeden önce öldürüleceğini ve ardından da Rusya’nın nükleer saldırısıyla ’kıyametin kopacağını’ iddia etti.

Ünlü Amerikalı Mormon káhin Leland Freeborn, ABD başkanı seçilen Barack Obama’nın yemin etmeden önce öldürüleceğini ve ardından da Rusya’nın nükleer saldırısıyla ’kıyametin kopacağını’ iddia etti.

ABD’de kehanetleriyle ünlü ve "Parowan Peygamberi" olarak tanınan Leland Freeborn, 44. Başkan seçilen Barack Obama’nın yemin etmeden önce ya öldürüleceğini ya da yaralanacağını ve ardından da hem isyanların çıkacağını hem de Rusya’nın nükleer saldırıda bulunacağını iddia etti.

Kehanetlerde bulunmayı bir kariyer haline getiren Leland Freeborn, müritlerine, "Bu Noel’de tam bir kıyamete hazır olun" çağrısında bulundu. Freeborn, daha önce de Obama’nın başkanlık koltuğuna oturamayacağını öne sürmüştü. "Los Angeles Times" gazetesinin haberine göre, Freeborn, Barack Obama’nın yeminden önce ya öldürüleceğini ya da yaralanacağını savundu. Buna göre, Obama’ya yönelik saldırıdan sonra isyanlar çıkacak.

Kehanetlerini sürdüren Leland Freeborn, Rusya’nın bu durumdan yararlanmaya çalışacağını ve ABD’ye nükleer saldırıda bulunacağını iddia etti. Bu kıyamet saldırı ise 100 milyon Amerikalı’nın ölümüne yol açacak.

"Parowan Peygamberi" Rusya ABD’ye nükleer bomba yağdırırken kendisinin Wal-Mart’ta alışverişte olacağını da söyledi.

Freeborn, bu kehanetlerini sürekli yayıyor.

haber7

21 Aralık 2012 ve değişim-dönüşümün irrasyonel kalitesi hakkında
Salih Selçuk
11.3.10



Eski Göçebe Geleneği'nden Çin kültürüne aktarılan ve M.Ö. 12'inci yüzyıldan itibaren 9 yüzyıl boyunca Çini yöneten Cou Hanedanlığı tarafından resmi kitaplardan sayılan 'Değişim Kitabı'/易經 Yi Ching'in (veya Cou Yi) değişimi ifade eden işareti 'İ' (veya 'Yi') çok şey söyler. Bu işaretin asıl kökenini Çinliler bile bilmediğinden, biz yorumlara ve işaretin kendisine bakalım. 'İ' (Değişim) eski kaynaklarda, bir büyük nokta ve onun yılan gibi kıvrılabilen kuyruğu (ve birkaç küçük bacak) şeklinde gösterilir. Aynı işareti, yerleşik Çin uygarlığı sırasında ve öncesindeki engin Asya bozkırında rastlanan, kehanet (için kullanılan) kemikler üzerine çizilen halinden tanıyoruz. Bilim adamlarına bakılırsa, "Kaplumbağa kabuğundan geleceği okuyan" şamanist (aslında: Toyonist) göçebelerin de bu işareti 'Değişim' anlamında kullandığını biliyoruz. (Tabii bu "Kaplumbağa" konusunun basit bir falcılık olayı olmadığını, bugün Yi Ching'de görüyoruz) 'Değişim' işareti, yılanı -daha çok bir kertenkeleyi andırmaktadır.
'İ' işareti zaman içinde değişerek bugün bir Çin (yazı) işareti/harfi haline gelmiştir. Bugünkü Çincede 'Değişim' işareti, (bu yazıda da göreceğiniz üzere) bir baş, içinde gözü andırır bir çizgi ve bu başa eklenmiş dört kıvrık çizgi (kol/kanat/bacak/kuyruk?) şeklinde ifade ediliyor. Yi Ching kitabının tamamının bir bütün metin halinde arkeolojik kazılarda bulunmasından sonra kitap hakkında en kapsamlı çalışmayı yapan ve kitabı Batı dillerine aktarılmasını sağlayan Hellmut Wilhelm, işareti bir kertenkele veya bir bukalemuna benzetmektedir. (Bkz. Hellmut Wilhelm, "Die Wandlung") -ki "zoolojik" rasyonel bir gözle bakınca başka da bir şeye benzemiyor. Değişim geçirebilen, dış görünümünü değiştirebilen bir canlı/ruh, Değişim/dönüşümün sembolü olarak seçilmiş olmalıdır. Onbin yıllık bir kültür ve sözsüz uygarlığa ilham verebilen bir sembol sıradan bir hayvan şekli olabilir mi? Hellmut Wilhelm'in pek dikkat etmediği konu galiba şudur: Ne bozkırda ne de Çin'de bukalemun vardır! Kertenkele de kıvrak ama şekil değiştirmeyen, asla bir Ongon yani totem hayvanı olmamış bir canlıdır. Yani işin ardında biraz daha farklı/derin bir anlayış aramak hakkımız. Ayrıca onbin yıl boyunca -hem de spiritüel bir konuda- sembol olarak kullanılan bir işaretin sadece reel/rasyonel anlamının olamayacağı açıktır. Mutlaka daha yüksek bir anlamı olmalıdır. (En azından, Yakutların 'Ije Kil' dedikleri eş-ruh veya koruyucu hayvan-ruhu gibi birşey olması beklenebilir -en azından!) Hellmut Wilhelm'in Yi Ching ve değişim/dönüşüm hakkındaki kitapları elbette çok değerlidir ama irrasyonal konularda malesef eksiktir. (Eksikliğinin tek iyi yanı, konuyla ilgilenenlerin tarafsız bir bakış açısı geliştirtirmelerine yardımcı olabilmesidir -ki bu konuda övülmeyi hak ediyor)

Eski Göçebe Geleneği'nde 'Durmaksızın sürekli hareket ve değişim' ilkesi, değişmeyen tek ilkedir. Ve değişim/dönüşüm'ün iki temel türü vardır. Biz onları bugünün diline çevirirsek, biri Evrim, diğeri Devrim'dir. Burada 'Devrim' sözünü, son yarım yüzyıldır ortodoks Sol'un tecavüzüne uğraması nedeniyle yeniden tanımlamak zorundayız. Devrim, yeni anlaşıldığı ("Sol!..") anlamda sübjektif/öznel birşey sayılır. Yani birileri uğraşacaktır ki devrim olsun. "Kendiliğinden devrim olmaz!" Eski anlamda 'Devrim' -ki Yi Ching'de de böyle- "kendi kendine!" de olabilen bir şeydir (Adı: 'Gé' / 革'dir Yi Ching'in 49'uncu Heksagramında anlatılır). Biz buna 'Sıçramalarla değişim/dönüşüm' diyebiliriz. (Mesela 'Yaradılış' böyle bir değişim/dönüşüm türüdür denebilir. Aynı şekilde bir türün yok oluşu veya birden ortaya çıkışı da böyledir -günümüzde de görülen olaylardır. Bazı türlerin soyu tükenmekte, tükendi denilenler de birden orteye çıkabilmektedir) Veya ani bir olaylar dizisi sonucu bir türün mutasyona uğrayıp kökten değişmesi, adeta başka bir varlık haline gelmesi de böyle bir sıçramalı değişim/dönüşüm türüdür.
Yi Ching'de 'Devrim' kavramını (sıçramalı dönüşüm) açıklayan 49'uncu işaret, bir 'Göl' işareti (Dui) ve bir 'Ateş' (Li) işaretinin kombinasyonudur. Göl dinginliği, ateş ise akıl/hareket/ruhsallığı ifade eder (-elbette çok daha fazlası, ama şimdilik bu kadar). Burada ilginç olan, işaretin metafor olarak kullandıkları: Bir hayvan postunun/kürkünün yıllar içinde geçirdiği değişim. Oradan devlete bakıyor ve devlette köklü bir değişimi anlatma noktasına geliyor. Aslında işaretin yorumu ayrı bir yazı konusudur -şu kadarıyla yetinelim: 1973'te bir kazıda bulunan M.Ö. 168 yılından kalma Yi Ching metninden çevrildiği haliyle (-ki zaman içinde kitabın özü değişmemiştir zaten) 'Devrim' (Gé) işareti, "Devletin/devletlerin/düzenin temelden değişimi, yıkılıp yeniden kurulması veya yeni bir devlet/devletler sisteminin kuruluşu" anlamında kullanılır ve hemen bir yorum eklenir: "Çok zorunda kalınmazsa kaçınılmalıdır." Fakat kitap, bir Kutadgubilig değildir, yani sadece devlet adamlarına öğüt vermek için yazılmamıştır -bir özgün kosmosun/anlayışın ifadesidir ve her konuda danışılabilecek bir bilgelik kitabıdır (Kaplumbağa kabuğuyla ifade edilen 9'lu bir sistemdir).
Kitapta 'Devrim'i anlatan orjinal metin şöyle: "Denizde/gölde ateş: Devrimin işareti (tümden değişim, köklü değişim) / Asil ruhlu olan kişi, zaman hesabını böyle düzenler. / Zamanı netleştirir." İşaretin altı değişkeninin (yani değişimle ilgili kaliteleri anlatan altı aşaması), daha sonra değineceğimiz başka bir metafora atıfta bulunması bakımından önemli. Beşinci Yang işareti, tüm tarifin merkez değişkenidir ve burada "Kaplan gibi değişken" ifadesi kullanılır. Değişimin olacağı kesindir ve kaplanın kürkündeki çizgiler de çok belirgindir. Burada bir not düşülmüştür ve "Bunu (kitaba/danışmanlara) sormaya bile gerek yok" denmiştir.
Bizim Maya takvimine dönerek yeniden inceleyeceğimiz konu ise, bu kesin değişim işaretinin sonrasında, 49'uncu işaretin son değişkeniyle ilgilidir. Burada, asıl büyük değişim olduktan veya kararlaştırıldıktan sonraki ayrıntılar söz konusudur. Yani asıl köklü değişimin ne olduğu anlaşılmış, geriye o değişim ertesindeki detayları düşünmek kalmıştır. Yi Ching bu safhayı, bir Panterin/Jaguarın kürkündeki desenlerle ifade ediyor.
'Jaguarın Sözcüsü' ünvanına sahip Maya başrahibi Balam da, Maya takviminin son günü hakkında konuşurken, kesin bir değişimi, aynı tonda, hatta zaman zaman çok sertleştirerek anlatmaktadır.
Doğaya bakarak, eski kutsal metinlerde kullanılan 'Devrim' sözünü, sadece sosyal anlamda değil, biyolojik anlamda bile kullanabiliriz. Şimdi insanoğlu/insankızının böyle bir "kendiliğinden" devrim döneminin eşiğinde bulunulduğu söylenebilir. Biz buna kısaca, bildiğimiz dünyanın sonu, henüz bilinmeyen (ama hızlı kursla mecburen öğrenilecek!) yeni dünyanın başlangıcı' diyoruz.

Değişim/dönüşüm konusunun daha çok irrasyonel sembolik/pratik yanlarına ve genel denklemine değinmeye çalışacağımız bu yazıda, konu önümüzdeki dönemde giderek önem kazanacağı için 21 Aralık 2012 tarihi üzerinde de durmalıyız. (Maya dilinde '4 Ahao 3 Kankin' veya 13.0.0.0.0.)
Maya takviminin son günü sayılan bu tarih, bir tür felaket tellallığı malzemesi olarak kullanıldığından, üzerinde durmakta fayda var. İlk ve en önemli konu, bu tarihin aynı zamanda bir başlangıç tarihi olmasıdır (yani '4 Ahao 8 Cumku' veya 0.0.0.0.0.). Maya'ların muazzam kültür ve uygarlığına baktığımızda sonun, aynı zamanda başlangıç olduğunu açıkça görüyoruz. Tabii burada ilk dikkat edilmesi gereken, bizzat bu sayılardır ve bu "Son!" hikayesinin nasıl/ne/neden/nereden çıktığıdır!
21 Aralık 2012 tarihi, Mayaların ifade ettiği tarihin bugün dünyanın neredeyse tamamında kullanılan Gregoryen takvimine göre tercüme ifadesidir. Aynı ifadeyle söyleyeceksek, Maya takviminin başlangıç tarihi M.Ö. 11 Ağustos 3114'dür ve bu iki tarih arasında da 1.872.000 Dünya günü bulunmaktadır.
Bu sayıları buraya almamızın nedeni, Mayaların düşünce dünyasına da kısaca değinmek ve gelecekte geçerli olması muhtemel çok önemli bir anlayışa dikkat çekmektir: Mayalar, bugün kullandığımız takvimden çok daha kesin ve doğru bir takvim sistemi geliştirmişlerdir -zaten o yüzden 2012 tarihi bugün bu kadar önemseniyor- ama Mayalar bu muazzam hesapları yaparken, bugün uygarlığın temeli sayılan ondalık sayıları kullanmamışlardır. Bugün bazılarının (Bilim adamcıklarının) yüksekten atmalarına ve uygarlığı ('Sıfır' başta olmak üzere) on rakamla ilişkilendirmelerine rağmen, demek ki, en temel bazı (Asya-Afrika-Avrupa Eski Dünyası'nın) matematik kurallarını bilmeden, matematiğin kralı kurulabiliyormuş! Bu çok önemlidir. Ve ileride de birçok konuda/alanda bu anlayış aynen geçerli olabilecektir.
Mayalar, ikibin yıl önce matematiksel 'Sıfır'ı da dahil edebilir gibi görünen bir sayı yazım sistemi geliştirmiş görünüyorlar ve 'Sıfır'ı -hem de- yazmadan ifade edebiliyorlar! Maya takvimi, birbirini çeviren iki dişli çark şeklinde işleyen bir kaba hesap sistemine sahiptir ve Bu dişli çarklardan biri 13 dişli, diğeri 20 dişli iki araçtır. Ve bu iki ayrı karakterdeki işaretlerin yanyana getirilmesiyle oluşturulan Maya takviminin 21 Aralık 2012'de sona eren 5127 yıllık süresi, her biri 144.000 günden oluşan 13 dönemden oluşmaktadır. (Ayrıntılar için Bkz.: Johan Calleman "The Mayan Calendar") Şimdi o 13'lük son dönemin de sonuna eriyoruz.
Buradan işaret etmek istediğimiz ilk konu, Modern Bilim'in akla seza/feza anlayış kıtlığıdır. 12 Aralık 2012 tarihi son değil, (Yi Ching'in anladığı anlamda) bir sıçrama/devrim tarihi gibi görünmektedir -ve birkaç yıllık bir süre zarfındaki köklü değişikliklere işaret ediyor olabilir.
Modern devirler öncesinin tarih/zaman anlayışı, dönüşümlü bir tarih anlayışıydı. Yani tarih, sürekli ileriye/sonsuza doğru uzanan bir çizgi olarak anlaşılmıyordu. Bu, hemen bütün kültürlerde böyleydi. Tarih bir noktada başlayıp bir noktada bitmiyordu. Eski tarih/zaman anlayışı daha çok bir spiral gibi hareket ediyordu. Yani bir noktada başlayıp dönerek o noktanın tam üstüne ama onun daha yükseğine denk gelen paralel başka bir noktaya ulaşıyordu (tıpkı bir vida gibi). Benzer süreçlerin uzun bir döngüyle tekrarlanıp bir sonraki yükseklik seviyesine erişmesi, temel fikirdi.
Bu anlayışın sona erdirilmesini Gottfried Wilhelm Leibnitz'e "borçluyuz" (1646-1716). O yaşarken kimsenin kulak asmadığı bir anlayıştı. Leibnitz, sınırsız -bir noktadan diğerine doğru "ilerleme" fikrinin babasıdır, (Marksist Sol da halasıdır!.. -pardon 'Amcası'dır!) Bu "ilerlemeci" anlayış daha sonra Darwinistler tarafından popüler hale getirilmiş, oradan da Marx'ın teorilerine girmiştir! (Bu önemli konuya döneceğiz)
Klasik anlamda değişim döngüsünün varış noktası bir sıçramaya işaret eder -bunun barizleştiği/anlaşılacağı bir durumdur. (Yani 21 Aralık 2012 sıradan bir tarih değildir)

Bizi bu yazı çerçevesinde ilgilendiren konu, 13 dönem süren beşbin küsür yıllık sürenin son dönemin Mayalarca ne anlama geldiği sorusunun ötesinde, bunun bugünkü anlamı ve yorumudur. Elbette bu son dönem de kendi içinde dönemlere ayrılmaktadır ve bu takvimin uzmanı Johan Calleman'a göre bu tarih, dokuz basmaklı bir 'Gelişim/Dönüşüm Aşaması'nın sonu anlamına geliyor. Bu aşamadan sonra bir bilinç sıçraması bekleniyor. (Biyo-Fizik uzmanı Dieter Broers'in bu sıçrama hakkındaki düşüncelerine ayrıca değineceğiz) Calleman'ın bunu Mayalara dayanarak 9.9.9. sayılarıyla ifade ettiği ve Mayaların buna verdiği önemi göstermek üzere 9 dev basamaklı Maya piramitlerine atıfta bulunduğunu belirtelim. 21 Aralık 2012 tarihinin sadece bir bilinç sıçramasını sembolize etmekten öte anlamının olduğunu söyleyen, çok sayıda bilim adamı/kadını var ve bunların bir bölümünü ciddiye almak zorundayız. Bu yorumculardan en rasyonel/bilimsel olanlarının başında, Güneş'deki patlamaların periyotlarıyla ilgili bir durum yaşanmakta olduğunu söyleyenler gelmektedir. Bu teoriyi 'Independent Day' adlı filmine esas alan rejisör Rolland Emmerich'in abartılı anlatımına bırakacak olursak dünyada büyük doğa olayları olacak ve yaşam önemli ölçüde dünyadan silinecektir! Bu kara/kötümser anlayış bir yana -ki doğru değildir- NASA tarafından açıklandığı üzere büyük yer hareketleri ve afetler beklenmelidir. -bilim çevrelerinde uzun zamandır bilinen bir gerçek. Son zamanda birbiri ardına yaşanan çok büyük depremler de bu söze kulak asmamıza yetecek kadar fazladır. 2010 ve 2012 arasındaki dönem, gök hareketleri bakımından da dikkate değer.

(...)

Güneş'teki patlamaların, Dünya'daki manyetik alanları doğrudan etkilediği de biliniyor. Manyetik alanlar, düşünce denen şeyin işleyebilmesi de dahil olmak üzere, birçok hayati alanı doğrudan etkilemektedir. Bilim adamlarının bu tarihle ilgili en somut tahminleri, dünyadaki manyetik alanın bozulması, kayması veya radikal değişkenlikler göstermesi olasılığıdır -ki bunun akla getirdiği ilk ifadesi, mesela dünyada elektriklerin kesilmesidir!.. (Bir zamanlar elektrikler gidip gelmeyince günlerce gaz lambası ışığında ev ödevi yapmış bir çocuk olarak, bu olayı selamlayabilirim mesela!..) Ama günümüzde elektriklerin bir haftalığına kesilmesi, mesela ABD'nin sonu demek olabilir. (Daha uzun süreden bahsetmiyoruz bile!) Malumunuz, artık elektrik sadece "Ampül"leri çalıştırmıyor. Tüm bilgisayar sistemlerini ve internet elektrikle çalışıyor! (Bu "malum?!" gerçekleri hatırlamakta fayda var)

Mayalar, Romalılar 'Sıfır' sayısını Araplardan öğrenmeden binlerce yıl önce Ay ve Güneş tutulmalarını gününe saatine kadar kesin hesaplayabiliyorlardı. Ve büyük Maya rahibi 'Jaguarın sözcüsü Balam', 21 Aralık 2012 dönemi için yaptığı kehanetlerinde "Yabancı, sonradan görme büyük silahlı adamlar olacak" diyor. "Halkların başı olan gerçek adamların boğazı yanacak, kan kusuncaklar. Bu, Katun'un külfeti." (Balam "Katun" diyerek, 7200 günlük sürecin -yani 4 Ahau'nun- sonuna, 21 Aralık 2012 dönemine işaret ediyor) 'Jaguarın sözcüsü' burada, yiyeceklerin tükenmesi ve yeraltı kaynakların tükenmesi gibi ilginç konulardan da bahsediyor. (Kehanetlerin tamamı için Bkz.: Jens Rohark & Mario Krygier "Don Eric und die Maya") O gün, 28.500 yılda bir olan bir gök olayının gerçekleşeceği ise bilinen bir şey. (Bu durum, Güneş'in Samanyolu'nun merkezinden geçeceği gibi bir bilgi)
Burada daha ilginç olan, bu hesaplamaların ilhamı...
Jaguarın sözcüsü ünvanına sahip Balam'ın kehanetlerinin temelinde, Mayaların uygarlıklarının kökeni var: Quetzalcoatl
Modern "Bilim dünyası"nda bu ad, "Tüylü Yılan" diye çevriliyor ve Mayaların Tanrısı diye tanımlanıyor genellikle. Mayalara uygarlığı öğreten bir kutsal varlık.
Quetzalcoatl, sadece Mayaların değil, Tolteklerin ve Azteklerin de kutsadıkları yüksek varlığın adı. Ama ne? Tüylü, kanatlı bir varlık olarak anlatılıyor. Ayrıntılardan yola çıkarak şu söylenebilir: Quetzalcoatl'ın tanımlaması, tek Tanrılı dinlerin melekleri arasından Cherubim'lere (kısmen de Serafim'lere) uymaktadır. Quetzalcoatl, beyaz tenli sakallı bir insan olarak da tasfir ediliyordu (Kızılderililerin Beyaz işgalcileri önce kutsal adamlar sanmaları da bu nedenledir). Tek Tanrılı dinler geleneğinde (Eski Ahit'te) Cherubim'ler Cennet'in bekçileridir, en yüce meleklerdir. İstedikleri zaman bedenlerini değiştirip hayvana benzer şekiller de alabildikleri bilinir. Hristiyan ve İslam geleneğinde dört veya altı kanatlı olarak tasfir edilirler. Eski kaynaklarda, -herşeyi görüp bilenler anlamında- üzerlerinde sayısız gözle de tasfir edilmişlerdir.
Değişimi sembolize eden işaretin de bu anlamda kutsal/yüce bir değişim/dönüşümü ve hareketi işaret anlamına gelebileceği söylenebilir. Çünkü hem Yi Ching'de, hem öncesinin Eski Göçebe Geleneği'nde, hem Maya kutsiyetinde, hem de Tek Tanrılı Dinler geleneğinde, kutsiyete sahip değişim faktörü birbirine benzemektedir.
Devam edelim. Cherubim'ler Tanrı'nın Ahit Sandığı'nı da korurlar. Bu melekler, Serafim'lerin özelliklerine de sahiptirler. Serafim'ler (Yananlar) düşünsel/ruhsal gücü de temsil ederler ve Tanrı'nın Gücü ile ilgili Meleklerdir. "Tanrının görkeminin şarkısını söylerler" (Yesaya 6,3).
6. Yüzyılda, kendini "Ariopagite" diye adlandıran Hristiyan tasavvufçu, Cherubim ve Serafim'leri, "Tanrının hemen yanındaki Melekler" diye tanımlar. Etopya kökenli Henoch kitabında da Cebrail'in Cherubim ve Serafim Meleklerinin Başı olduğu söylenir. Burada adlarını bildiğimiz Melekler; (Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail) İnsanlarla temasa geçebilenler diye anılırlar ve muhtemelen bu kontkste tanımlanan görevleri bakımından Başmelektirler.
Konuya bu açıdan yaklaştığımızda Jaguarın sözcüsü'nün sözleri ve değişim/dönüşüm kalitesi hakkında neler söylenebilir?

(yazı hazırlık aşamasında)
http://konstantiniye.blogspot.com/

Hitler'in kahini: "Bu sene, 3. dünya savaşı çıkacak"

02 Ocak 2010 Bulgaristan'da halkın büyük bölümü, bu yıl yeni bir dünya savaşı çıkacağına inanıyor. Bulgarların yüreğine üçüncü dünya savaşı korkusunu salan ise öngördüklerinin çoğu gerçekleşen ünlü Bulgar kahin Baba Vanga'nın (Vanga Nine) son kehaneti.
1996 yılında vefat eden ve görme engelli olan Bulgaristan'ın Nostradamus'u ölümünden kısa süre önce, 2010 yılında tüm dünyayı sarsacak korkunç bir savaş çıkacağını ileri sürmüş ve şöyle demişti: "2010 yılında aralarında Hindistan'ın da bulunduğu 4 Asya ülkesinin liderlerine suikast düzenlenecek. Bu suikastlar büyük yankı uyandıracak ve 3. dünya savaşının çıkmasına neden olacak. Kasım ayında başlayacak olan 3.dünya savaşı 2014 yılına kadar devam edecek."
Gerçek adı Vangeliya Pandeva olan Baba Vanga, 31 Ocak 1911'de bugün Makedonya topraklarında bulunan Strumitza köyünde dünyaya geldi.
16 yaşındayken bir fırtına sırasında yıldırım çarpması sonucu görme yeteneğini kaybeden Baba Vanga, bu tarihten sonra Orta Çağın ünlü kahini Nostradamus gibi, sonradan gerçek olan kehanetlerde bulunarak, uluslararası üne kavuştu.
Hayattayken kehanetleri Bulgar hükümeti tarafından kaleme alınarak saklanan Baba Vanga'nın söylediklerinin büyük bülümü doğru çıktı. Baba Vanga, Bulgaristan'da 1989 yılında devrilen eski komünist diktatör Todor Jivkov dahil çok sayıda devlet adamını kehanetleri ile etkiledi. İkinci dünya savaşı sırasında Nazi lideri Adolf Hitler tarafından bizzat ziyaret edilen, Rus gizli servisi KGB'nin bile tavsiyeler aldığı Baba Vanga, 1996 yılında 84 yaşında hayata veda etti.
Baba Vanga'nın kayıtlara geçen, gerçekleşmiş kehanetlerinden bazıları şöyle:
"İki çelik kuş kulelere çarpacak, gökyüzü aydınlanacak" (11 Eylül saldırıları)
"Kursk su altında kalacak, bütün dünya arkasından ağlayacak" (2000 yılında 118 Rus askerine mezar olan denizaltının adı)
"Vladimir'in (Putin) zaferi dünyada her şeyi etkileyecek"
"İklimler değişecek" (küresel ısınma)
"Amerika'nın 44'üncü başkanı siyah olacak. Siyahi liderin gelmesinden kısa süre sonra ülke büyük bir ekonomik krize girecek, dünyaya barış değil, felaket getirecek"
Baba Vanga'nın ölümünden önce kayıtlara geçirilen kehanetlerine göre gelecekte insanoğlunu zor günler bekliyor. Kanserin dalga dalga yayılmasından komünizmin dönüşüne kadar birçok konuda öngörüde bulunan Baba Vanga, 2012'de kıyametin kopmasından korkanlara da iyi haberler veriyor. Çünkü Baba Vanga'ya göre, dünyanın sonu 3797 yılında gelecek.
Baba Vanga'nın gelecek ile ilgili kayıtlara geçmiş bazı kehanetleri ise şöyle:
"2011; Radyoaktif dalgaların yoğunlaşması nedeniyle hayvan ve bitkiler yok olma noktasına gelecek. Müslüman ülkeler kimyasal silahlar kullanacak"
"2014; İnsanlığın yarısı kanserle boğuşacak"
"2016 - Avrupa'nın nüfusu azalacak"
"2018; Dünyanın yeni hakimi Çin olacak"
"2043; Müslüman bir devlet Avrupa'ya hükmedecek"
"2046; Hastalıklı her organın yerine yenisi yapılacak"
"2076; Bütün dünyada sınıfsız bir komünizm sistemi yerleşecek"
"2088; Bütün hastalıklar birkaç saniyede tedavi edilecek"
"2097; Kimse yaşlanmayacak"
"2167; Yeni bir din gelecek"
"2304; Ay'ın tüm sırları çözülecek"
"3797; Dünyanın sonu gelecek. İnsanoğlu başka bir gezegene göçecek ve yeni bir hayat başlayacak"
netgazete

Türkiye'ye Allah Katından Görev!
08 Mayıs 2009 10:10

Sevilay Yükselir'in Sabah'taki yazısının ilgili bölümü.....

Haham Rabbi Froman . İsrail'in önde gelen hahamlarından. Ekip,Türkiye dostu olarak bilinen Froman'a ulaşmak için epeyce çaba sarf etmiş. Çünkü herkesle konuşabilen, kapısı tüm basın mensuplarına açık bir din adamı değil. Ancak, Aşure programının içeriği hakkında biraz bilgilendirince çok ilginç gelmiş, bunun üzerine söyleşi teklifini kabul etmiş ekibin. Demiş ki: "Ülkenizi seviyorum çünkü Türkiye gelecekte dünya barışının mimarı olacak tek ülke." Bunu söylerken gayet ciddi Froman:" Şaka değil. Rüyasını gördüm" demiş ve anlatmaya devam etmiş:
"Rüyamda Türkiye ile ilgili Allah'tan ilham aldım. Çok etkilendim ve hemen İstanbul'a hareket ettim. Avrupa yakasından Anadolu yakasına geçerken bana bildirilen olayların vizyonunu İstanbul Boğazı'nda gördüm. Türkiye'ye manevi olarak Allah katında bir görev verildi. Dünyada ve Ortadoğu'da barışın mimarı Türkiye olacak ve Türkiye en kısa zamanda, dünya da söz sahibi bir konuma gelecek"
Şimdi diyeceksiniz ki: "Pes yani Sevilay. Bomba haber dediğin bu mu? Hahamın gördüğü rüya mı? Hahamlar, rahipler, imamlar, papazlar, dedeler hep böyle ilginç rüyalar görürler. Şaşıracak ne var bunda?"
Şaşkınlığım rüyaya değil zaten sevgili okurlar. Şaşkınlığım, Froman'ın bu işi ciddiye alıp, rüyasına ait bu kehaneti ta Beyaz Saray'a kadar iletmesi.
İnanın şaka değil bu. Rabbi Froman, ilerideki yıllarda Türkiye'nin bir barış köprüsü ve söz sahibi olacağına dair kendisine Allah tarafından bildirilen bu kehaneti ABD Başkanı Obama 'nın en yakın danışmanlarına bile iletmiş. İnanmayacaksınız ama Froman bu ilginç anekdotu, Obama seçimleri kazandıktan kısa bir süre sonra yani Türkiye ziyaretine karar vermesinden bir süre önce bildirmiş.
Peki, konu bu kadarla mı kalmış?
Hayır. Sıkı durun! Haham Obama'nın danışmanları tarafından Amerika'ya davet edilmiş. Önümüzdeki günlerde Beyaz Saray'a gidecek ve Obama'ya, "Türkiye'yi ciddiye almaya devam edin. Çünkü geleceğin bir numaralı ülkesi Türkiye olacak" diyecekmiş.
Bunları öğrenince ister istemez insanın aklına şu soru gelmiyor mu?:
"Acaba, Obama'nın ilk yurtdışı seyahatini Türkiye'ye yapmış olmasının ve kaldığı süre içerisinde inanılmaz bir yakınlık göstermesinin sebebi haham Rabbi Froman'ın onun kulağına fısıldadığı kehanet mi?"

'TAŞ DEVRİNE DÖNECEĞİZ' İDDİASI
28 Mart 2009
NASA felaketin tarihini verdi. Bu felaket sel, deprem, volkan, göktaşı değil... Öyle bir şey olacak ki, insanlık taş devrine dönecek...
Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi'nce (NASA) hazırlanan raporda, şimdiye kadar pek de düşünülmeyen, farklı bir felaketten söz ediliyor. Raporda ne küresel ısınma, ne depremler, ne süper-volkan, ne göktaşı çarpması var.NASA'nın raporunda böyle bir felaket için olası bir tarih de veriliyor: 12 Eylül 2012...

GÜNEŞ'TE FIRTINA OLACAK

Raporda, Güneş'te meydana gelmesi beklenen büyük bir fırtınadan söz ediliyor. Bunun, Dünya'da yaratacağı etkiler ise "kötü bir kehanet" ya da bir korku filmi senaryosundan farksız...

ENERJİ ŞEBEKELERİ ÇÖKECEK

Güneş yüzeyinde meydana gelen büyük fırtınalarla ortaya çıkan plazma toplarının Dünya'daki enerji şebekelerini çökerterek insanlığı mutlak bir çöküşe sürükleyebileceği uyarısı yapılıyor.

NASA'nın Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi'yle ortaklaşa hazırladığı raporda, Güneş'te meydana gelen enerji patlamalarının bugüne kadar Dünya'daki enerji ve iletişim hatlarında görece kısa süreli ve küçük çaplı hasarlara yolaçtığı, ancak büyük çaplı bir patlamanın Dünya'nın manyetik alanına muazzam bir hasar verebileceği kaydedildi.

1859'DA BENZERİ YAŞANMIŞ

Bahsi geçen patlamalardan bugüne kadar kayıtlara geçen tek örneğin 1859'da yaşanan "Carrington Olayı" olduğu belirten uzmanlar, benzer bir patlamanın Kuzey Amerika, İskandinavya, Avrupa ve Çin üzerinde on yıllarca onarılamayacak tahribata yolaçabileceğini söylüyor.

İNSANLIK TAŞ DEVRİNE DÖNECEK

Güneş yüzeyindeki olası bir büyük patlamanın, Dünya'da saatler içerisinde tüm enerji hatlarını eriterek kullanılamaz hale getirebileceği, bunun sonucunda da altyapının çökeceği ve insanlığın Taş Devri'ne dönüş yaşayacağı öngörülüyor. NASA'nın raporunda böyle bir felaket için olası bir tarih de veriliyor: 12 Eylül 2012...
haber10

Muharrem Sarıkaya: 2018, dış gelişmelerden çok iç çekişmelere sahne olacak
31/12/2017

2018, dış gelişmelerden çok iç çekişmelere sahne olacak.

Bu hem partilerin kendisi hem de karşısındakiyle en yoğun yarışını da beraberinde getirecek çünkü hem kurultaylar süreci yaşanacak hem de muhalefetin beklediği milletvekili ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin olup olmayacağına tanıklık edilecek.

Muhalefetin de Man Adası ile başlayıp Zarrab ile devam eden ve sonuçta KHK düzenlemesine kadar varan gündem enflasyonu içinde beklentisi, bu yılın sonbaharında milletvekili ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin olacağı.

İktidar “Olmayacak” dese de muhalefet, yerel seçimde daha düşük oy alan AK Parti’nin, genel seçimi yerelin önüne koyacağına inanıyor.

MHP ise AK Parti ile yeni sistemin siyaset alanını yeniden tanzim edip ortaklığını geliştirirken, TBMM’de içtüzük düzenlemesi yapılmadan bir seçim sürecine girilmesinin sakıncalı olacağına dikkat çekiyor.

Yeni yılın 2017’den daha gerilimli, çok daha çekişmeli ve karmaşık olacağı bugünden görülüyor.

Muharrem Sarıkaya’nın yazısının devamı için: http://www.haberturk.com/yazarlar/muharrem-sarikaya/1777062-disarida-baris-iceride-yaris
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pzr Arl 31, 2017 10:28 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş May 17, 2017 11:35 pm    Mesaj konusu: Batı medeniyetini çöküşe götüren ne olacak? Alıntıyla Cevap Gönder

Burhan Halit KOŞAN: ÇİN PARAMPARÇA OLACAK
29 Ağustos 2017



“Ben Allah’ın cilaladığı ayna gibiyim, bana bakan kendini görür.’’

Hz. Hasan’ın dedesi, Hz Ebubekir’in damadı, Hz. Ali ve Hz. Osman’ın kayınpederi, Hz. Fatıma’nın babası, Hz. Ayşe’nin sevgili eşi ve Hz. Ömer’in eniştesi olan Allah Resûlü, böyle buyurdu. Amenna dedik biz de. Amenna ve saddakna!

İnandık, imân ettik ve doğruladık. Eğdik başımızı, dizimizi toprağa, alnımızı secdeye vurduk. Nisbet, gelenek/örf ve ideolocyamız üzerine söz verdik, ant içtik kaleme; irinin kana, kanın süte, sütün ilme, ilmin hikmete, hikmetin irfana, irfanın adalete ve adaletin tecellisi, RahmÂnî yürüyüşümüzün kutlu ülküsü; Âyet / Müessir Eser-Allah Resûlü / Doktriner İslâm / Ehli Sünnet / İBDA / Başyücelik uğruna.

Çin paramparça olacak başlıklı bu makalemizde; Emir KÜLÂL sırdaşımız, Hacı Bektaş pusulamız, Derviş Yunus şairimiz, Gül Baba artçımız, Kürşat ile kırk çerisi olsun bizim öncümüz, kurmay subayımız MİRZABEYOĞLU, Seyda bizim duacımız, Müessir eser / Allah Resûlü’nün Çin’e gönderdiği arkadaşı, sahabesi / havarisi Vehb Bin KEBŞE (r.a.) kılavuzumuz olsun.

Bu makalede Külkedisi masalları, Cin Ali’nin maceraları veya Keloğlan öyküsü anlatmıyoruz; anlatacaklarım, acımasız dünyanın hakikatleridir. Pirin eli, büyüklerin bereketiyle yelkenler fora diyelim.

Ya Allah! Bismillah.

Dört kol, yirmi dört boy, sekizinci renkle kuşatalım ve dayanalım Çin seddine… Harcını ufalayıp, tuğlasını aşındırıp, yıkalım zulmün duvarını. Evet, Amerika ve Batı / İngiltere / Almanya / Fransa emperyalizminin uzak doğu ve Asya kıtasındaki rehber kazı / ötüşen kekliği, Kraliçenin uşağı, Amerika’nın kibirsiz ve kaprissiz sürtüğü (kibirli ve kaprisli gece sürtüğü ise Suudi Arabistan’dır), savaş lordlarının av köpeği, Halkların düşmanı, tüm etnik renklerin ve dillerin katili olan ülkenin adıdır Kızıl Çin. Bu makalemizde, katil ve Kızıl Çin’in; gâh Batı ile olan ilişkilerine, gâh Çin’in iç bölgelerine ve iç dinamiklerine göz atmaya çalışacağız.

Bu seyahatimize başlamadan önce bildiklerinizi hatırlatma babından kısa bir izâha girişelim müsaadenizle. Bildiğiniz üzere İdeolocya, “bir insanın inandığıyla, iş ve eseri arasındaki uygunluk” (1) demektir. “Gelenek / Örf” ise küllere tapmak değil, lâf paralamak değil, kadim bir geçmişi olan Türk’ün, vahdaniyet ağacının meyvesi olan beşerî hikmetleridir. Nisbet’in ise “Bütün işleri bir gayeye bağlayıp, her şeyde has ve hususî bir anlayış sahibi olmak…’’ (2) mânâsına geldiği öğretildi…

Bu minvalde her meselede biricik nisbet mihrakımızın, “Müessir eser / Allah Resûlü” olduğunun altını çizerek tekrar tekrar belirtmeliyim. Bu düzlemde vahdaniyet ağacının beşerî hikmet meyveleri olan Türk geleneği / örfü üslûbuna mutabık olarak Kuzey’den Güney’e, Doğu’dan Batı’ya seyahat ediyoruz… İş ve eserimizin hayâllerini gerçeğe, rüyalarımızı hakikate dönüştürmenin peşindeyiz. Evet, ‘’Hayâl bir hakikattir, rüyada bir hakikattir, akıl gibi’’ (3) demekte çok, çok haklıdır Mütefekkir Salih MİRZABEYOĞLU. Takdir edersiniz ki rüya/rüyalar, an itibariyle gerçek olandır. Evet, an itibariyle gerçek olan rüyamızı, daimî olarak gerçekleşmesi için bıçak altına yatan İsmail olduğumuzu dostlar işitsin; düşman zaten biliyor. Şimdi, buyurun kaldığımız yerden devam edelim.

Evet, yarın değil hemen şimdi prensibimiz gereği büyük bir azim ve sebatkâr kararlılığımızla başlayalım emeklemeye. Sarp dağları aşacağız ve ıssız çölleri geçeceğiz. İslâm’ın izzeti ve Türk vakarımızla yürüyeceğiz; Katil Çin’in, Kızıl Çin’in üzerine, üzerine. Bu Rahmanî yürüyüşümüz ve mücadelemizin sonu…1250 (Bin iki yüz elli) yıl önce Çin’in kuruluş başkenti Şian kentinde yapılan ve hâlen daha sapasağlam bulunan Qing Zhen Si / Büyük Doğu Mescidi’nde bayram namazı kılmakla taçlanacak inşallah. Zahmetsiz rahmet olmayacağı için çalışacağız, çalışacağız, çalışacağız. Hilekâr halüsinasyonların yerine aklî, gerçekçi, ayağı toprağa basan pratik düşünce ve aksiyonlarımızla adım/Adımlar atarak yürüyeceğiz.

Çin, dışarıdan bakıldığında yekpâre bir ülke zannedilse de gerçeğin rengi tamamen zıt yöndedir. Zaten, sarı ve siyah bir akıl durumudur, renk değil. Amerika’nın taze su yankileri siyah, tatlı su yankileri sarıdır. Evet, elli altı etnik halk ve etnik halk sayısından daha fazla lisanın konuşulduğu, bölgeler arası ekonominin dengesizlik ile ÇKP/Çin Komünist Parti yönetiminin dört aşiret arasında paylaşıldığı ve halkların silah zoruyla bir arada tutulduğu Kızıl Çin’i yekpare zannedenlere sadece ve sadece kahkaha ile gülmek geliyor içimden.

ÇİN; Han, Çinuo, Tibetli, Uygur, Miao, Yi, Zuang, Buyi, Koreli, Tung, Yao, Bai, Tujia, Hani, Dai, Li, Lisu, Ya, Dunganlar, Şe, Kaoşan, Lahu, Şuy, Dongxiang, Naşi, Çingpo, Tu, Dahur, Mulao, Çiang, Pulang,Maonan, Kelao, Sibe, Açang, Pumi, Nu, Rus, Evenki, Teang, Bao’an, Yugur, Çing, Tulong, Oroçon, Nanai, Memba, Lhoba, Moğol, Mançu ile Kazak, Kırgız, Salar, Tacik, Tatar, Özbek ve Hui gibi 56 etnik yapı üzerine kuruludur; Doğu Türkistan ile birlikte.

Bu folklorik izâh ve etnik fotoğrafta dikkat etmemiz gereken Kazak, Kırgız, Salar, Tacik, Tatar ve Özbeklerle din bağımızın, can bağımızın ve kan bağımızın olduğunu söylemek malûmun ilamıdır. Bizim, Çin coğrafyasında asıl dikkat etmemiz gereken ve yatırım yapmamız gereken ise aziz dostlarımız kıymetli kardeşlerimiz olan Hui halkıdır. Niçin? Hui ekalliyeti ile genelde din bağımızın, kültür bağımızın olması ve özelde ise çilekeş Nakşî sofilerinin çabalarıyla halen daha etkin ve aktiftirler. ÇKP yönetimine güçleri nispetinde reflekslerini sergileyip, tepkilerini gösterebilen ve yönetim üzerinde etkili ve aktif olan Hui halkının, tesir sahamızda olduğunu bir kenara not edelim. Kardeşlerimizi ve dostlarımızı tanıtmaya çabaladığım bu paragrafta, cazibeli mesafe bıraktığım Doğu Türkistanlı kardeşlerimizin durumuna bilahare değineceğim.

Uluslararası/Devletlerarası denklemler girift, diplomasi lisânı çetrefilli ve insan zihnini yorucu, yorucu olduğu kadar da yıpratıcıdır. Fazlasıyla yıpratıcı denklemlere başlamadan önce ilk teneffüs molamızı verelim; Tanrı Dağı vurun, vurun ha dinletisi eşliğinde, zencefilli çay içelim ve hisse alalım hikâyemizden.

Bir dükkân sahibi haraç ödemediğinde, mafya babasının gönderdiği fedaîleri dükkân sahibinden parayı basitçe almazlar; onlar, onun başına bir kaza, bir belâ getirirler. Böylece, diğerleri mesajı alacaktır. Global Mafya Babaları da aynı yolu kullanır ve kendilerini oldukça anlaşılır kılarlar. Bu tabiî ki mafya babasının paraya ihtiyacı olduğundan değil, kendi hâkim anlayışını ve güvenirliğini göstermek içindir. Global mafya babaları olarak; Amerika, Londra/Kraliçe, Fransa, Almanya olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Atlantik/Amerika ve Batı/İngiltere, Fransa, Almanya içinse güvenlik ve güvenirliğin mânâsı kendileri dışındaki ülkeleri kapsamaz. Güvenlik ve güvenirlik, kendilerine bağlı saldırı köpeklerinin ile ilgili kaygılarını ifade etmektedir.

Gezegenin haydudu olan Amerika; Dünyaya kan ve ölüm taşıyarak, barış ve huzur getireceğini iddia ediyor. Ne ironi ama… Bu ironi üzerinden şunu da söylemeliyim ki Kuzey Kore-Amerika krizi çok az türden şahit olduğumuz çok tutkulu bir hayali ve coşkun bir beklentiyi uyandırdığını gözümüzden kaçırmayalım; sonu tam bir fiyasko olacak olsa da. Bu fiyasko, bizim için tam bir fırsat olacaktır.

Bu fırsat, Amerika tarafından dayatılan “Bölgesel bir standart ile makul davranışları benimseme’’ mahkûmiyetine mecbur bıraktığı çeper ülkelerin, Meksika, Venezüella, Anadolu, Cezayir, Tayvan, Tayland ve Endonezya’nın direnci ve direnişi ile karşılaşma sürecinin başlamasıdır. Bu direnişte, şüpheli ülke konumunda olan ve tarihî vetirede/süreçte fitne-fesat merkezi olan Kâhire ekseninde sapkın bir din örgütlenmesine giden Endonezya’ya dikkat etmek gerekir. Endonezya’nın, boynundaki şüpheli levhasını iyi okuyalım, tedbiri ve ihtiyatı elden bırakmayalım.

Çeper ülkeler haricinde Amerika, Batı ve Çin’in başını ağrıtacak sahalardan biri de Güney Amerika’nın And Dağları silsilesindeki ülkelerdir. Venezüella’dan başlayıp Kolombiya, Ekvator, Peru, Bolivya ile Arjantin ve Şili arasından Patagonya’ya uzanan And Dağları’nda, Amerika’nın ABC’si olan ülkelerden A/Arjantin ve C/Şili hariç diğerleri Amerika, Batı ve Çin emperyalizmine karşı siper yoldaşlığı yapmamız gereken ülkelerdir.

Amerika ve Batı; Londra, Paris, Berlin hattı tarafından güçten yoksun bırakıldıklarını, kısırlaştırıldıklarını ve geleceklerinin karartıldığını anlayacak ve uyanacak, çeper ülkeler ve And Dağları sahasında şiddetli bir direniş doğacaktır; Amerika, Batı, Çin hattına karşı.

Amerika ve Batı/Londra, Paris ve Berlin’in; merkeze Anadolu’yu alarak Meksika, Venezüella, Cezayir, Tayvan, Tayland, Kolombiya, Ekvator, Peru ve Bolivya’yı kendisi için riskli gördüğünü ve varlığını tehdit edici ozon deliği olarak algıladığını görmeliyiz. Biz, ozon deliğini dikiş tutmayacak şekilde büyüteceğiz; ya hür vatan ya ölüm şiarıyla.

Müsaadeniz olursa, insan belleğini aşırı şekilde mecalsiz bırakan coğrafî denklemler, Çin özelinde küresel okumalarımıza kısa bir lâhza/ân ara verelim; önce İncir yiyelim, sonra Yağmurcu eserinde geçen bir kıssadan hissemizi alalım.

“Mevlâna Celaleddin Rûmî… Henüz 6 yaşındaydı… Doğduğu Belh şehrinde, birtakım küçük çocuklarla evlerinin damında oynuyordu… Çocuklardan biri ona teklif etti:

-Gel bu damdan karşı dama sıçrayalım!

Cevap verdi:

-Bu işi köpek de, çakal da, tilki de yapar. İnsanoğluna yaraşacak iş değil. Eğer canınızda kuvvet varsa, gelin sizinle göklere doğru uçalım!” (4)

Kıssada, özne olan hikmetin anlaşıldığına eminim. Şimdi, ihtiyatlı olmamız gereken noktaya ve dikkat etmemiz gereken hususlara, sonra makalemizin öznesi olan Amerika’nın kibirsiz ve kaprissiz sürtüğü Çin’e odaklanalım.

Amerika, Batı/Londra, Paris, Berlin hattının, kendilerine karşı gösterilecek direnişte kalabalıkların akıl dışı reflekslerini plânsız, projesiz tepkilerini karşılamaya hazır olduğunu söylemeliyim. Amerika ve Batı, kendileriyle sözlü sözleşme imzalayan çeper ülke yöneticileri ve hantal bürokrasileri ile Orta Amerika’daki şırfıntıları olan Kosta Rica eliyle kendisine yönelecek yerel vatanseverleri önce örgütleyip sonra paketlemeye hazırdır. Düşmanın, öfke zehirlemesine karşı şerbetli, ayrık otu beşinci kol faaliyetlerine karşı uyanık olmalıyız. Düşünce tarzımızı ve mücadelemizin usulünü çaşıt/hain, gammaz, öteki, düşmanın tahrikleri değil, bizim imânımız, geleneğimiz, örfümüz, ideolocyamız ve çağın remz-mihrak şahsiyeti olan Kumandanımızın irfan yemişleri belirleyecek.

Hatırlatma ve odak öznemizi beyan ettikten sonra meselemize dönebiliriz. Amerika’nın, verdiği ev ödevi: Kuzey Kore ile Güney Kore’nin birleştirilmesi dersine çalışan Amerika ve Batı’nın, kibirsiz ve kaprissiz sürtüğü olan Çin hedefimize, şuurlu yönelmeye devam edelim.

Devam edecek…

1-Necip Fazılla Başbaşa, sayfa:101, Salih MİRZABEYOĞLU

2-İBDA Diyalektiği, sayfa:21, Salih MİRZABEYOĞLU

3- “Adalet Mutlak’a” konferansı, Salih MİRZABEYOĞLU

4- Yağmurcu, sayfa:66, Salih MİRZABEYOĞLU

Kaynak: Adımlar dergisi

ÇİN PARAMPARÇA OLACAK -2-
Burhan Halid KOŞAN
25 Eylül 2017



KURTULUŞ İÇİN HÜRRİYET VE İFFETE DİKKAT EDİNİZ.

Seyyid Abdulhâkim El Hüseynî (k.s) böyle nasihat eyledi; Dünya ve ahiret kurtuluşumuz için. Bu nasihat kulağımıza küpe, sinemize nişâne, zihin dünyamızın hissesi oldu. Evet, hissemize düşen nisbetle ikinci Kızıl Çin / Sarı Çin yolculuğumuzda;

Hızır’a sırdaş olan Yusuf Hemedanî yârenimiz, Mevlâna’ya yol gösteren Kıpçak Türkü Şems-i Tebrizî (1) ilham veren Anka /Hümâ kuşumuz ola; inşallah.

Çalışmanın birinci bölümünde çevreyi kolaçan etmek, etrafı gözetlemek ve koltukta oturanları izlemek için değil, rüzgâr estirmek, tozu dahi olmayan asfalt yollardan yürüdüğümüzün farkındayız. Her ne kadar farkında olsak da birinci yazımızda olan malûmatları da yazma zaruretindeydik.

Bu yazımızda ise çiğnenmiş yolları terk edelim; biraz toz kaldıralım, biraz da patırtı çıkaralım. Bizler, tabiî olan sıratı müstakim yolda yürüyenleriz. Elbette ki, işgâl altındaki Dışişleri Bakanlığı’nın bit pazarı görüşlerini, fosil hariciye denklemlerini, bunak diplomatların çürümüş görüşlerini ve hantal bürokrasiyi işgâl eden hain gürûhlarının oturdukları yerden uydurdukları tezleri kabul edecek değiliz. Kısaca siyaseten çökmüş rejimin ve defnedilmesi için gün/ay/yıl sayılan düzenin pandomimlerine aldanacak değiliz. Evet, gerçekleri sadece gerçekleri yazacağız. Yarın değil hemen şimdi prensibimizle; mavi kalem yazsın, ben okuyayım.

Almanya ile Avusturya’nın birleşme temellerinin atıldığını ve arka odalarda kucaklaşma merasimlerinin başladığını fark edelim. Soğuk savaşın devam ettiği dönemde cerrahi ameliyatla birbirlerinden kopartılan “iyi kardeş” Güney Kore ile “kötü kardeş” Kuzey Kore veya iyi kardeş Kuzey Kore ile kötü kardeş Güney Kore birleşmesinin dayatıldığını görelim. Aynı şekilde, “Kızıl Çin / Sarı Çin ile birleşeceksin” tazyiki ile beraber kaba muamele, tehdit, şantaj, diplomatik baskı ve tacize maruz bırakılan, sahipsiz Tayvan’a acıyalım. Cazibeli mesafe bıraktığım Doğu Türkistan’ı unutmadan toprak yollar, çamurlu ara sokaklarda yürüyüşümüze devam edelim.

Birinci ve İkinci Dünya Savaşları üzerinden Dünya’yı kendi aralarında parselleyen, bölüşen ve menfaatleri istikametinde hisselere taksim eden Atlantik / Amerika ile Batı / Fransa, Almanya ve İngiltere’nin üçüncü paylaşıma geçtiklerini görmemek için ya kör, ya ahmak veya hain olmak zarureti vardır; Ahbes Rejimin hariciyesi gibi. Üçüncü paylaşım devrini başlatan emperyalistlerin, bando mızıkalı trampetlerine eşlik eden potin seslerini duymayan ve işitmeyen kaldı mı?! İhanetten başka hiçbir marifetlerine şahit olmadığımız vaftiz çocuğu diplomatların Atlantik ve Batı sokaklarında esrar satıcılığından başka hiçbir becerileri, marifetleri yok. Marifetleri olmadığı gibi ihanet üstüne ihanete devam eden hariciye efendilerinin vaftiz çocuğu diplomatları için kısa mesafe koşuyorlar demeyeceğim, o kadar az yürüyorlar ki, parlak derili rugan kunduralarının cilası bile tozlanmıyor. Türkiye içinden Ermenistan’a açılması düşünülen koridor ve aynı koridorun hemen yanından Akdeniz’e açılması düşünülen ikinci bir koridorla parçalanma hesaplarının yapıldığını da söyleyemezler. Atamalarını yapan ve iplerini elinde tutan Londra / Kraliçenin müstahdemi, Batı / Bâtılın hizmetkârı olan vaftiz çocuğu diplomatlar, berrak gerçekleri seslendirmez / seslendiremezler.

Bayım! Biz, kediyi, kedi diye adlandırdığımız gibi haini de hain diye çağırırız.

Bayım! Bizler, zeki insanlar ve kalp sahibi olan İBDA müntesibi olarak sorudan önce cevabı gördüğümüzün farkına ister varın, ister varmayın; artık umurumda değilsiniz.

Beğenilmek gibi bir derdim yok.

Alkış almak için popülist davranacak, Halk dalkavukluğu yapacak durumum da yok. Gerçekleri görmekten korkan bir kötüyse, gerçekleri gördüğü hâlde, bildiği hâlde saklayanlar daha kötüdür.

Kızıl Çin, Uzak Doğu ve Asya kıtasında Amerika’nın sürtüğü olduğu gibi kendisine uygulanan ‘’Dönüştür, dönüştürsün’’ prensibince mutasyona uğrayan bünyesinin gereği çevresinde yer alan Kamboçya, Vietnam, Malezya, Endonezya, Singapur, Burma gibi otoriter bir yönetim tarzı ile idare edilseler de nihayetinde bugün ihracata dayalı kapitalist büyüme stratejisini benimsediklerini görüyoruz / görebiliyoruz. Allah aşkına kapitalist büyüme stratejisini benimseyen Çin, Hindistan, Kamboçya, bugünkü Vietnam, Malezya, Endonezya, Singapur, Burma, gibi ezik savaşçıların Batıya kafa tutabileceğine inanmak akıl işi midir?!

Kızıl Çin / Kâfir Çin üzerine yaptığımız şuurlu yürüyüşümüz, çiğnenmiş yolların dışına tam çıkmadan önce müsaadenizle kısa bir çay molası verelim. Murat BELET beyin seslendirdiği, “Kül Eyle” ezgisini dinlerken kıssadan hisse alalım.

QUİ EST ALİSOLDA? WHO İS ALİSOLDA? ALİSOLDA KİMDİR?

Turan mülkünün emiri kudretli Emir Timurlenk üç yahut altı yaşında iken, Türkistan’da Budizm ile birlikte Suriye uru Nestorius / Nesturiler ve Vatikan merkezli Franciscus Rahiplerinin sapkın öğretilerini yayan misyonerlik çalışmaları çok güzel bir olayla sonlandı. Alisolda adındaki Türk alpereni, hâkimiyeti ele geçirerek Budist, Nestourius / Nesturi ve Vatikan merkezli Franciscus rahiplerine destek veren sarı Uygur kâfir hükümdarını ailesiyle birlikte yok etti. Kâfir hükümdar ve ailesi yok edildikten sonra kâfir unsurlara bağlı olanların da hepsinin öldürülmelerini emreden fermanıyla çok çok güzel şekilde başladığı işi harikulade şekilde neticelendirdiğinde tarihler 1339-1402 arasını gösteriyordu. Alisolda, vatanımız Türkistan’ı saran Budizm, Manihaizm, sapkın pagan öğretileri, Suriye uru Nesturileri ve Vatikan destekli Franciscus rahiplerinin taraftarları ile birlikte hepsinin kaybolmasına sebep oldu. Kaybolmanın ne olduğunu anlamışsınızdır!

Meselenin verb / fiili anlaşılsa da ben, anladığım özneyi yazayım. Alisolda, meselesinin öznesi, Vahyin / Müessir Eser olan Allah Resulünün / Ehli Sünnet / Türk Gerçeğinin zapt edilemeyeceği hakikatidir.

Şimdi, ana güzergâhımıza dönelim ve bahsimize devam edelim. Kızıl Çin / Sarı Çin meselesi ile birlikte kuşatıcı fikir edinebilmemiz için Çin’in siyasî, sosyal ve ticarî ilişkilerde bulunduğu sınırı olan veya olmayan ülkelere ve komşularına kısa kısa değinmek mecburiyetindeyim.

Hindistan, tarihte barış severlikten, düşmanlarına vaaz ve nasihatle tesir edebileceğine inanmaktan başka bir numarası olmamıştır / olmayacaktır. Pasif olmakla temeyyüz eden Hintlilerin ikinci dünya savaşı sonunda Dünyanın aldığı yeni pozisyonlar neticesinde meccanen / bedavadan özgür kalmalarını, Gandi’nin tahta kılıç siyasetinin neticesi zannediyorlar.

İran, Batının siyasî ve ekonomik düzenini alaşağı etmekten çok Batı / batıl ile işbirliği yoluyla uzlaşarak bölgesel güç olmaya odaklanmaktadır.

Bu süreçte Katolik nikâhı kıyarak birliktelik yaşadığı Amerika ile meşru olmayan bir ilişki içinde olduğu yetmezmiş gibi menfaat ilişkisine dayalı olarak Amerika’nın, Orta Doğu’ya giriş kapılarını açtığını görmeliyiz. Aynı İran’ın, Çin ile mut’a nikâhı kıyarak Güney Doğu Asya’da kendi faşist ırkçılığına destek bulmak için etki alanı oluşturma çabaları başlı başına bir bahis. İran’ın, uluslararası alanda söz sahibi olmak için sıcak alanlarda kullandığı etkili enstrümanlardan biri de terörist guruplara verdiği destek ve uluslararası vekâlet savaşlarında uzantısı olan silâhlı unsurlarıdır. Kerkük vilâyetimizde, 170 kültür enstitüsü ile birlikte ağır silâhlarla donattığı on / 10 silahlı unsuru işin vahametini anlatmaya kâfidir.

Sıra geldi, EMS / Endonezya, Malezya Singapur hattının röntgenini çekmeye. Kapitalizm ve demokrasi ile terbiye edilen bu bölge belki de Ehli Sünnet olan son savaşçılarının son temsilcilerini görüyor diyebilirim. Batı / Batıl ile çatışmaktan ziyade pazarlık eden halk katmanları oluşturulduğu için. EMS ülkelerinden bilhassa Endonezya, İslâmiyet’in kültürel ananeleri itibariyle zayıf, beşeri hikmetlerden yoksun ve diğer İslâm halklarıyla olan rabıtası eskiden beri gevşektir. Bu durumda Endonezya ile Malezya’nın kırılgan yapıları sonucu Budistlerle bağdaşmaları halinde tehlike lokal olmaktan çıkarak Müslüman halklar için umumî bir tehlike arz edecektir.

EMS ülkelerine ek olarak Tayland için de bir parantez açmaya mecburum. Tayland’ın, Malezya’ya sınır olan bölgelerinde yaşayan Malay halkı bulunmaktadır. Tarih boyunca fitne merkezi olan Kahire / Ezher, sapkınlık ve terörünü bu bölgeye de ihraç ederek sapkın bir din anlayışı ile hareket eden ASKABAYAK adlı örgütün filizlenmesine sebep olmuştur. Sonuç olarak Endonezya ve Malezya’da etkin olan kahire fitnesini Singapur’da da görebiliyoruz.

Bu bölgede yaşayan Türk kardeşlerimizden aldığımız güncel olan yerel bilgiler demetini, bilgilerinize arz edeyim;

“Müslüman olan Malayların, Müslüman olmaktan utandığını, lezbiyenliğin moda, kulanparalık / Luticilik denen illetin yaygın, hırsızlığın normal, fuhşun övüldüğü ve mazrufu olmayan bir din algısının hüküm sürdüğünü” söylemektedirler.

Çiğnenmiş yollarda yürümeyeceğimizi baştan söylemiştik. Bu minval üzere hareket edeceğimiz de tabiîdir. Birinci yazımızda, Lâtin Amerika üzerinden Çin üzerine yaptığımız derleyici bakışımızın yerine bu yazımızda ise, genelde Güney Doğu Asya bölgesini izâh ederek meselemizin merkez üssü olan Çin çekirdeğine yürümeye çalıştığımızı fark etmişsinizdir. Çin odaklı yazımıza devam etmeden önce Atilla YILMAZ tarafından seslendirilen ‘’Kerkük Destanı’’ dinletisi eşliğinde küçük bir hatıramı yazayım; müsaadenizle.

Çocukken, kulaktan kulağa oyunu oynardık. Bilmem, siz de bilir misiniz?

Oyun kurucu, ilk çocuğun kulağına bir söz yahut bir cümle fısıldar, sonra çocukların art arda birbirlerinin kulağına fısıldamasıyla devam eder. Son oyuncunun dilinde doğru veya tamamen çok farklı bir şey çıkabilir. Bilgilendirme de bir bakıma kulaktan kulağa fısıldama oyunudur.

Çin, Amerika’nın verdiği izinle petrol için İran ile anlaşmalar imzalarken petrol dışında kalan ham maddeleri ise ağırlıklı olarak Moğolistan, Kırgızistan ve Afrika kıtasının ülkelerinden temin yoluna gitmektedir.

Çin ile bağlantılı ülkelere değinmişken birkaç cümle ile de Çin-Türkiye ilişkilerinin serencamını izaha çalışalım.

Hiçbir trenin vagonu lokomotifi geçemez; bu bir kuraldır. Bu açıdan vagon ülke olma yanında çeper ülkelerden olan Türkiye, takip ettiği lokomotif Atlantik / Amerika ve Batı / Almanya, Fransa, İngiltere kılavuzluğundan dışarı çıkamayacağı için Çin ile ilişkilerinde de lokomotif ülkelerin takip edeceği siyaseti takip etmeye mahkûm ve mecburdur. Siyasî, içtimaî ve iktisadî açılardan halkımızın meclisini mesken tutan karanlık mahlûkların cenabet kirliliği, görüntü kirliliğine sebep olduğu gibi Çin özelinde Güney Doğu Asya ve Uzak Doğu görüntümüzü de bulanıklaştırıyorlar. Allah, güzel vatanımızı cennete denk yarattı. Dünyanın geri kalanı ile olan bu eşitsizliği de iblisin düdüğü olan putperest politikacı şeytanları başımıza belâ ederek giderdiğini söylemekle, haddi aşmamışımdır inşallah.

Aziz dostlar, kıymetli kardeşlerim ana konudan uzaklaşmadım. Sadece tali yollar ile Çin bağıntısını dillendirmeye çabalıyorum. Merkezden çevreye değil çevreden merkeze metodu ile Çin / Pekin yürüyüşünü tercih etmeyi uygun buldum. Bu şekilde hem bölge ülkelerine merhaba, hem de birbirleriyle olan alakalarından dolayı daha sağlıklı bakış elde edebiliriz.

Dostluğun az, düşmanlığın çok olduğu bir gezegende yaşadığımızı unutmayalım. Ve unutmayalım ki vahyi / Müessir Eser Allah Resulü / Ehli Sünneti desteklemek Rabbin askeri, şeytanı desteklemek ise iblis olmayı getirir. Biz, tüm kalbimizi imân ettiğimiz Vahiy / Doktriner İslâm / Müessir Eser olan Allah Resulü’ne / Ehli Sünnet /İBDA ve aziz Türk milletinin beşeri hikmetlerine vermeliyiz. Kurtuluşumuzun kesinlikle ikinci bir yolu yok.

Tâli yollardan sonra yeniden Çin öznesine odaklanalım. Evet, Kızıl Çin / Sarı Çin denildiğinde ister bir lisan / dil, ister belirli bir kültürden bahsediyor olun, aslında Çin diye bir şeyin gerçekte olmadığıdır. Çin kavramı altında toplanmış çok sayıda lisan / dil, kültürel olarak kırk yamalı ve birbirinden tamamen farklı halklar olduğu gerçeğidir. Bu gerçek Çin’in umudu ve tehlikesi olmaktadır. ÇKP / Çin Komünist Partisi, ülkede meydana gelen ve olan bitenleri tamamen kontrol altında tutamadığı gibi uluslararası ilişkilerde de hükmü geçerliliği olan bir yapısı yoktur. Soğuk savaş döneminde BM / Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde sahip olduğu koltuktan atılarak, Tayvan oturtulmuştur. Daha sonra Nixson, Çin’i diplomatik olarak tanıdığında, BM daimi koltuğunda oturan Tayvan, global / küresel mafya babalarının dayatmasıyla misafir sanatçı sandalyesini Pekine devretmek mecburiyetinde kalmıştır. Bu misâl dahi Çin’in, küresel oyun kurucu olmaktan ziyade çekirdek yapısında saklı uzlaşıcı genetik kodlarını ele vermeye yeterli olsa gerek.

Devam edecek

1-Şems-i Tebrizî’nin türbesi İran’ın Hoy şehrindedir. Hoy şehri, Kırşehir de türbesi olan Ahî Evran’ın da doğduğu Batı Azerbaycan şehridir.

Kaynak:Adımlar dergisi

ÇİN PARAMPARÇA OLACAK- 3
Burhan Halit KOŞAN
11 Ekim 2017



ADALET VE İNSAF ÖĞREN

Horasan erenlerinden Molla Cami, böyle buyurdu. Bünyemizi kuvvetli, irademizi güçlü, zihin dünyamızın kıymetli olmasına vesile olanlardan Molla Cami için bize düşen vazife, rahmet ile yâd etmektir. Bu meyanda;

Derinliği katığımız, erdemleri satırımız, anlayışı belleğimiz, yaşantısı görevimiz, sofrasının kırıntısı bereketimiz olsun; Çin seferimizde.

“Çin Paramparça Olacak”, makalemize başlamadan önce kıymetli okuyucunun affına sığınarak, güncel olan, gündemde olan birkaç hususa değinmek istiyorum.

Atlantik ve Batı ile ittifak halinde hareket etmeyi menfaatine uygun bulan ve bu yolda yürüyen Çin özelinde cümle emperyalistlere karşı başarılı olabilmemiz için şoför zihniyetiyle yönetilen kokuşmuş düzenin, çürümüş rejimin, topal hükümetin zihniyetini terk etmemiz gerekiyor. Bu açıdan, meseleleri berrak bakan bir gözle değerlendirmemiz gerekmektedir. Bundan dolayı “Stratejik ahmak”, miyop ve daracık zihinli kadrolu hariciye hainleri gibi vakaları değerlendirmeyeceğimiz tabiidir. Önce kısa bir Türkiye ahvaline değinelim; sonrası Çin.

Çok yakında Çin, Japonya, Kore (Vietnam, Malezya ve Endonezya’yı ise destek kıtası olarak ) Basra körfezi üzerinden intikal edecek postallarıyla Türkiye sınırında nöbet tutmaya başladıklarını görürsek şaşırmayalım. Her ne kadar Türkiye ile alakalı yazı yazmama kararı vermiş olsam da şartların zaruretinden dolayı küçük bir paragraf açmaya mecbur kaldım.

Asya ve Avrupa kıtasında Türkiye dışında hiçbir ülke, çok büyük bir tehlike veya hayallerin çok ötesinde zenginlik sunacak bir fırsat ile karşı karşıya değil. Hiçbir ülke Türkiye kadar yıkıcı veya yapıcı bir rol de oynayamaz. Bu rol, istemek veya istememekle alakalı bir durum olmayıp. tarihi vetirenin/sürecin bir rol seçimine zorlamasıdır. Yaptığı, yapmadığı, yapamadığı, korkusu, cesareti, hoşgörüsü, cehaleti, bilgeliği, iradesi veya iradesizliği ile tarihin mahkemesinde yargılanacak. Sonuç itibariyle, tarihin kırılma noktası gerçekleşecek. Türkiye, vereceği karar ile ya Doğu ile Batının topyekûn savaş karar vericisi olarak adalet nizamının tesis edici namzedi, yahut küresel sistem kurucularının verdiği karara uygun davranan uslu çocuk olarak daraltılmış alanında yaşamaya devam edebilir. Argo tabirle, gezegenin “eziği” olarak yaşamaya mecbur kalır.

Bu gerçekleri söylerken maksadım korku hastalığını yaymak değildir. Aksine gerçeği çıplak gözle izah edebilme gayreti olarak görülmesi ve tedbirini alarak olacaklara hazırlıklı olmamız gerektiğini hatırlatmaktır.

Tarihin kırılma noktalarında yaşadığımız bu süreçte Türkiye, vereceği kararla ya karanlık bir gelecek ya görkemli zaferler arasında tercihte bulunma arasındadır. Milletimiz, tarihinin kurultaylı günlerinde vatan hizmetini dün Bilge KAĞAN’a nasıl verdiyse, tarihi kurultay günlerini yaşadığımız bugünlerde de vatan hizmetini KİM’ e vereceğini çok iyi bilir.

Türkiye’nin sevimli ve iyiliksever rejimi Amerika’nın yönlendirmesiyle etnik kürtçülere/bölücülere akıl hocalığını yaparak kurulacak etnik kürtçü devlet üzerinde etkili olması istenmekten ziyade Türkiye’nin, etnik kürtçü devleti koruması, kollaması ve hamisi olması gerektiği dikte edilmektedir.

Hariciye ekâbirleri ile kadrolu alçaklar karşısında ses çıkarmayan ahlaksız yöneticilerin öğrenmesi gereken, öğrenmemek için direnirlerse de defolup gitmelerini gerektiren gerçek şudur; edepsiz savaşarak, zafer kazanmayı kafasına kazıyan Atlantik/ Amerika ile Batı/Londra, Paris, Berlin karşısında uslu çocuk olmanın sonu parçalanmayı getirir.

Karşımızda ahlakî duruşu ve erdemli davranışı, zayıflığın eş anlamlısı, acizliğin benzeşiği olarak gören küresel mafya çetesi olduğunu unutmayalım. Atlantik/Amerika ile Batı/İngiltere, Fransa, Almanya merkezli “global mafya” çetesinin asalet barındırmayan bu anlayışları için Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in ‘’çukur’’ tabirinden daha münasip bir sözcük bulamıyorum. Türkiye ile alakalı not ve yazı yazmama kararı vermiş olsam da mecburiyetten dolayı açtığım bu paragrafı sonlandırarak aslî yolumuza dönelim.

Çin, soğuk savaşın bakiyesi olarak barışın sağlanmasından dolayı Amerika ile Batı/Londra, Paris, Berlin’in payına düşen kâr hissesidir. Çin, dün Rusya’nın maşası olarak bugün ise Amerika’nın maşası olarak iş görmektedir. Size, çok kolay anlaşılabilecek numunelik bir izahla anlatmaya çalışayım:

Dün, soğuk savaş döneminde İngiltere, Fransa, Berlin ve Japonya’yı Güney Doğu Asya üzerinden vurmayı planlayan Rusya’nın planı, şu anda aynı bölge üzerinden Rusya’nın kendi içinde ikinci defa parçalanması üzerine tatbik edilmektedir; Atlantik ve Batı tarafından. Bir nevi bumerangın döngüsü diyebiliriz.

Amerika, bazı işlevlerini,bir kısım vazifelerini bazı ülkelere taksim ederek üçüncü emperyalist paylaşımda avantajını muhafaza etmeye çalışmaktadır; sinema sektörünün Hindistan’a, insanî yardım adı altında batı/batıl adına Türkiye’ye yara bandı vazifesi verilmesi ile ucuz İşçilik sebebiyle üretimin Çin’e ihale edilmesi örneklerinde olduğu gibi. Hakeza, bazı ülkeleri de yeni kural/kanun koyucular adı altında kafakola alarak kandırmak istiyor. Güya kanada yerine Brezilya, Japonya yerine Çin, Londra yerine Hindistan, Berlin yerine Rusya, Paris yerine İran’a göz kırparak yeni fırıldaklıklar çevirmektedir.

Rusya, takdir edilesi refleksleri ile tepki göstermektedir. Amerika’nın yanıltıcı lisanına aldanmayan Rusya, gücü nispetinde oyun bozuculuk etmekte çok haklıdır. Rusya/Putin, menfaatine ilişildiği yerde çıngar/ağız kavgası veya sahada ateşli silahlarını çıkarmakta bir an bile tereddüt etmedi/etmiyor/etmeyecek olması da takdire şayandır.

Müsaadeniz olursa, kısa bir mola verelim;‘’Kerkük zindanı’’ türküsünü seslendiren Kıraç’ı dinleyelim;Kıssadan, hissemizi alalım.

Eğrileri doğrultmak… Bu hususta takip edeceğimiz usul, berberin önüne oturup ‘’sakalımdaki beyaz kılları ayıklasana!’’ diyen adama, berberin verdiği misalindedir… Berber bakmış ki adamın sakalındaki aklar siyahından fazla, bir tutam kesip önüne koymuş ve şöyle demiş:

— ‘’ Al kendin ayıklayıver, benim işim var! ‘’

Bunun gibi, tek tek yanlışları gösterme yerine işin aslını ve esasını göstererek yanlışların toplamını açık etme ve tek tek ayıklama işini de sahiplerine havale etme usulü!… (1) ile hareket ediyorum.

Evet, ülkeleri parçalamak için kaos matematiğinin, Müslüman halk kitlelerinin toplu ölümleri için buhran ekonomisinin uygulandığı ve tatbikata geçildiği Kaliyuga/karanlık bir çağ diliminde yaşıyoruz. Aklımız ve kalbimiz üzerindeki kontrolü kaybetmeyeceğiz. Öfke zehirlenmesine karşı sabır panzehriyle düşünecek ve sebatkâr şekilde hareket edeceğiz. Doktriner İslâm/Müessir eser/Ehli Sünnet hizmetkârı, Aziz Türk milletinin Bilge kağanı veya Bismarck’ı olan MİRZABEYOĞLU başta olmak üzere gönüldaşlara karşı İhmal ve yanlış yapma günahı işleyen ahbes rejim ve emir aldığı Batı/Batılı rejimlere karşı Adımlar/adımlarımızı dikkatli atmak mecburiyetindeyiz. Konudan uzaklaştığımın farkında olsam da bu hatırlatmayı yapmak mecburiyetindeydim.

Çin, Amerika’nın gündüz şırfıntısı olarak (gece sürtüğü ise Arabistan’dır) tetikçiliğini yapmaya hazır ve nazırdır. Çin,bu tetikçiliğin karşılığı olarak ne alacak? Çin, milliyetçi Tayvan’ın kendisine teslim edilmesi halinde değil Kuzey Kore cumhuriyetini, Jüpiter gezegenini bile vermeye hazır. Çin, Amerika tarafından ablukaya alınan Kuzey Kore cumhuriyeti meselesini çözümsüz bırakmaktan veya diplomatik kilitleme yönteminden ziyade Amerika’nın adına çözüme yardımcı olan başka bir yolu temsil ettiğini söyleyebilirim.

Çin üzerinden Rusya’nın tekrar parçalanması için çabalayan Amerika, ikinci yol olaraksa Ukrayna’yı kullanmaktadır. Ukrayna, tarih boyunca Batı/batılı bölücü virüslerini taşıyan postacı rolü oynamaktan başka bir numarası olmamıştır/olamaz da.

Müsaadeniz ile kısa bir lahza dinlenelim ve denizci düğümü atmadan önce Münevver ÖZDEMİR hanımın seslendirdiği bir Kerkük türküsü olan ‘’Felek sen feleksin’’ dinleyelim; Kıssadan hisse alalım.

Avrupalı bir dilenci İspanya’da bir Türk cafe’ye gider. Oradaki Türklerden biri, Avrupalı dilenciye biraz mangır/para verir. Yan tarafında oturan bir mümin sorar, ‘’Allah bu sadakanı kabul eder mi dersin? ‘’ Para veren Türk şöyle cevap verir: ‘’Yoksul kılıklı birinin kim olabileceğini hiç kimse bilemez’’ Evet, temkinli olmak, tedbirli olmak son derece doğal olsa da unutmayalım ki bize düşen inancımızın gereğini yapmaktır.

Doğu Türkistan, kanayan yaramız olsa da hissilikten uzak kalarak çözüm bulabiliriz. Çin, 56/elli altı ekalliyeti ile ayrışma, çatışma ve çözülme sürecinde iken elini kuvvetlendirecek, bölünmesini geciktirerek çimento vazifesi görecek iç düşman/iç hedef olarak Doğu Türkistan’ı hedef tahtası/Nişan tahtası haline getirici olmaktan kaçınmaya özen göstermeliyiz. Durumumuz ve halimiz gerçekten hiçte gül pembe değil. Bu iyi dileğimden yararlanıp, yararlanılmayacağını bilmiyorum. Bana düşen Adımlar ritmine uygun bir gayret ile ceht etmektir.

Bir tarafı cehennem olan Deccal’in diğer tarafının ise sanal cennet olduğunu ve insanları sanal cennet tarafı ile aldattığını unutmamak gerekir. Amerika ve müstahdemi olan Çin, insanları/toplumları sanal cennet tarafı ile aldatıyorlar. Amerika her ne kadar Milliyetçi Tayvan için güvenlik garantisi vermiş olsa da şu an oynadıkları oyunun adı “ver Kuzey Kore’yi, al Tayvan’ı” oyunudur. Anlayacağınız iyi aktör, kötü aktör rolü ile aldatmanın dayanılmaz çekiciliğiyle hareket ediyorlar.

Atlantik/Amerika ile Batı/Londra, Paris, Berlin İkinci Dünya savaşından sonra Asya ve Asya halklarının geleceği hakkında iktisat, siyaset, din ve ahlâk bakımından ele almaktadırlar. Allahsız din, dinsiz ahlak ile hareket eden bir Doğu dünyası ve bir Asya kıtası arzuladıklarını söyleyebilirim.

Atlantik/Amerika ve Batı/ Londra, Paris, Berlin ile birlikte hareket ederek parçalanmamaya çalışan Çin, farkında olsun veya olmasın çok yakında kendi içinde Paris Çinlileri, Berlin Çinlileri, Londra Çinlileri diye ayrışmaya başlayacak. Kendi içinde 56 ekalliyet barındıran Çin, dış kültüre açılması ve İngilizce konuşanlarının sayısındaki artışında etkisiyle önüne geçemeyeceği bir ayrışmayı tetiklediğini, parçalanmasıyla birlikte farkına varacağını, izleyecek, seyredecek, göreceğiz.

Sonuç itibariyle İçinde yaşadığımız bu Kaliyuga/ karanlık çağda, yönü şaşırmak ve denklemleri şaşı gözlerle okumak moda olsa da biz, moda olan bu kurala uymayacağız. Pireye kızıp yorgan da yakmayacağız. Sahip olduğumuz bilgi, şuursuz öfke nöbetlerine değil, aziz milletimize yol gösterici kılavuzluk etmemizi gerektiriyor. Hürriyetin bir defa değil her daim kan ile beslendiğinin şuuruyla, korku karşılığı barış için şerre ve suç işlemeye yol açan küçük günahlara ortak olmayacağız; Barış için soylu bir savaşla büyük sevaplar kazanmak için yaşayacağız; siyasî ve sosyal hürriyet güçlülerin ve bilinçlilerin imtiyazıdır diye inanıyorum.


*Salih MİRZABEYOĞLU: Yağmurcu/ Sayfa:240

Kaynak: adımlar dergisi

Burhan Halit KOŞAN: ÇİN PARAMPARÇA OLACAK -4- SON
14 Kasım 2017



TÜRK MİLLETİ, CİHANA HÂKİM OLMAK İÇİN YARATILMIŞTIR!

Vahdaniyet silsilesinin erdemli ve edeplisi, Yeniçeri’nin isim babası, Türk milletinin bilgesi, Pirimiz Hacı Bektaş Veli böyle buyurdu. Biz de “Hû” çekelim gönüldaş, “Hû” çekelim erenler, el alıp pirimizden, yola revan olalım. Gayret bizden, himmeti ve bereketi Hünkâr Hacı Bektaş Veli’den.

“Tilki Günlüğü” eseri veya “Ölüm Odası” ile alâkalı bir yazıya niyetlensem de Çin üzerine başladığımız makaleyi bitirmeye karar verdim. Fütürist bir yaklaşımla, “Çin Paramparça Olacak” makalemizi yazmak için kendimi paraladığım, satırlarımın temelini ve omurgasını oluşturduğumuz üç yazıdan sonra sıra geldi hüküm ve mühür kısmına.

Gerçek dünyanın dikkatini çekebilmek için bir özellik gerekir. Bu özellik de, doğru ve yanlış olmaktan ziyade söylenenlerin uygulanabilir ve insan ağzında acı kahve tadı bırakan cinsinden olma zaruretini gerektirir. Bizler, Adımlar kadrosu olarak açık görüşlü ve aydın ruhlu insanlarız; bu günün hakkını verme gayretimiz, geleceği inşâ hedefimizden kaynaklanıyor. Savaş taciri Batı ve Atlantik’in mitlerini dağıtmakla birlikte yarının dünyasını inşa etmek için Başyücelik Devleti hedefli çaba ve gayret sarf ediyoruz. Çabamızın zafer ile neticelenip neticelenmeyeceği Allah’ın takdiridir.

Mir’imizden, “Kuklalar, kukla oynatanlar, şanlı mankenler”(1) başlığı altında üç çeşit devlet başkanı olduğunu öğrendik. Bu öğrendiğimden yola çıkarak şunu söylemeliyim ki “Kuklalar” cinsinin ete ve kemiğe bürünmüş hâlini tasvir edecek devlet reislerine numûne olarak kesinlikle ve kesinlikle tüm Çin devlet başkanları dâhildir diyebilirim; Mao hariç.

Orta Doğu yöresinde başlatılan ve hâlen devam eden rejim değişikliği ve sonrası kaos plânlamasını yapan Amerika’nın, aynı şekilde Uzak Doğu bölgesinde de rejim değişimleri ve çatışma sonrası kaos / kargaşa ortamının hazırlık safhasından uygulama aşamasına geçtiğini söyleyebilirim. Bu noktada şunu belirtmeye mecburum: Amerika, gevşek Batı ülkelerinin –İngiltere, Fransa ve Almanya–, işleri ne kadar ileri götürebileceğine yahut ne kadar süreyle sürdürebileceğine dair fikirlerinin olmadığını bilmektedir. Batı –İngiltere, Fransa ve Almanya– ileriye dönük olarak kırıntıların peşine düşerken Amerika ise işleri ne kadar çığırından çıkarırsa, ne kadar kötüleştirirse yapmak istediği dönüştürme ve etkinliğinin de aynı oranda artacağına inanmaktadır.

Amerika, kirli savaş ve kişiye özel savaş açma tekniklerinin ikisini de kullanmaktadır. Bu durumu görmemek, ya ahmak yahut Amerika’nın paralı askeri olmayı gerektirir. Amerika, Kuzey Kore liderine karşı, kişiye karşı özel savaş tekniklerini uygulamaktadır. Eski siyah-beyaz kovboy filmi izleyenlerin çok iyi bildiği bir sahne vardır. Sahneyi hatırlarsak, ‘‘Aranıyor: Ölü ya da diri’’ tarzı propaganda ile yapılan savaş tekniğine, kişiye karşı özel savaş tekniği denmektedir. Bu eski bir teknik olsa da oldukça kullanışlı ve insan algılarını aldatan bu tekniğin, hâlen daha geçerli olduğunu görmeliyiz. Mevcut rejimin bugüne kadarki uygulamaları başta olmak üzere Müslüman halkları yöneten bütün kukla rejimler, zulümlerini ört bas etmek ve zalim yönetimlerine muhalif olanların hangi görüş mensubu olduğunu ayırt etmeksizin “vatansever inanan” kimlik sahiplerine karşı karakter cinayeti veya itibar suikastları ile öldürme tekniğinin uygulandığını söylemeliyim. Bu netameli konudan uzaklaşıp kendi konuma döneyim.

Evet, Amerika’nın, Orta Doğu’da başlattığı kirli savaşın –toplulukları, halkları yok etme savaşının– tıpatıp benzerini veya daha vahşi şeklini Uzak Doğu bölgesinde de uygulamalı olarak göstermenin arzusu ile hareket ettiğini görmeliyiz. Buraya kadar olan anlattıklarımın Çin ile doğrudan olmasa da dolaylı olarak ilişki ve irtibatlı olmasından dolayı yazmaya mecburdum. Çin’i, ucuz döviz kuru üzerinden kapatmak için yıllardır çalışan Amerika’nın, ucuzdan da öte tamamen boş beleşe kapattığını söylemeliyim. Bu tespit, bazılarına şaşırtıcı gelse de ben gerçek olanı, realiteyi söylüyorum.

Müsaadeniz olursa, “Neomavi” tarafından bestelenen ve seslendirilen “Sakarya Türküsü” dinletisi eşliğinde Fransız ressam Decamps ile Parisli bir yurttaşımızın, konuşmasına kulak verelim.

Fransız ressam Decamps, yağlı boya portre çalışmalarından birini görüp, Türk olup olmadığını soran bir kişinin sualine şu karşılığı verir: “Beyefendi, bir Türk’ün güzel yüzünü, kuvvetini, pırıltılı kostümünü, zarif tavırlarını, kibar gülüşünü, aslanca kükreyişini fırçayla göstermek mümkündür. Fakat pek güç olanı, Türk’ün özünü göstermektir. Bu öz ay ışığı gibi görülür fakat gösterilemez.”

Evet, kıssadan alınması gereken hissenin anlaşıldığına inandığımdan dolayı ben, Çin konusuna döneyim.

Evet, Çin, Amerika ile beraber dans ve vals yapmaması halinde Amerika tarafından kendine bahşedilen dış yatırım hedefi olma statüsünün elinden alınacağının ve kendisine bahşedilen bu ayrıcalığını kolaylıkla kaybedeceğini bilmektedir.

Amerika, Çin ile olan ilişkilerini: “ne seninle, ne sensiz” prensibine göre şekillendirmektedir. Kuzey Kore ve Uzak Doğu’nun güvenliği söz konusu olduğunda birinci prensibi ile hareket ederken ilişkinin şekli ekonomik ise bu defa ikinci prensibine göre hareket ederek, Çin olmadan da yaşayabilirim demektedir. Güvenlik derken, Amerika, kendi sömürücü menfaatlerini korumak için adalet talep eden güzel ülkeleri yola getirmek, Pentagon ve Beyaz Saray’ın emriyle uygulanan terör faaliyetlerini ört bas etmek için istismar ettiği bir kelime olarak anlamalıyız.

“Arı Kovanı” projesiyle Orta Doğu yöresini, Irak üzerinden kan gölüne döndüren Amerika, şu anda ise kötü aktör olarak propagandasını yaptığı Kuzey Kore bahanesiyle de Uzak Doğu bölgesini kan denizine çevirme arzusuyla hareket etmektedir.

Mesele karışık, konu çetrefilli, dil girift olması yetmezmiş gibi fikri ekoller yerine, birbirinden hacim olarak ayrılan yapıların kuru gürültü çıkardığı bir Türkiye’de yaşadığımızı unutmayalım. İmdi müsaadeniz ile “Nakşibendî Gülüyüz” dinletisi eşliğinde, Arap’ın asil bir çocuğuna kulak verelim.

Meşhur Arap bilginlerinden olan Semame Eşreş, Türk lâfzını duyduğu zaman hürmet tavrı sergiler, saygı ve muhabbetle birlikte Türk milleti için dua ettiğine şahit olanlardan biri, bu tavrın sebebini sormuş. Semame EŞREŞ: “Türklerin yüreği temizdir. Onlarda batıl fikirler, basit düşünceler yoktur. Türklerin vücutları ve sesleri gibi konuştukları dil de azametlidir. Her Türk kendini aslan, düşmanı av, atını ceylan sayar!” cevabını verir.

Nakşî mektebinde, “Âlem konuşur Nakşî susar, Nakşî konuşursa âlem susar” terkibi gereğince sizlerden rica ediyorum; ceketimizi ilikleyelim ve dikkatle dinleyelim. Mütefekkir Salih MİRZABEYOĞLU, “Şair, zamanın mânâsıyla mutabakatı olan mizaçtır.” (2) sözüne mutabık olarak toprağa basmalı, “vaktin babasını” en azından anlamaya çalışmalıyız.

Ricamın hâlen daha geçerli olduğunu hatırlatmalıyım. Lütfen ceketimizin üç düğmesi ilikleyip, can kulağıyla dinlemeye devam edelim; Mir’imizi. Çin, “Mao’nun ölümünden sonra eski ideolojik keskinliğinden çark etmeye başladı. Uluslararası arenada, ekonomik bakımdan ve eski siyasî ağırlığına nispetle şimdi siyasî bakımdan da geride duran bu ülke, dünyaya taşımak bakımından kültür yönüyle de bir hayat tarzı vazediyor değildir. Çin, dünya için, dünyanın üçte birini temsil eden nüfusuyla sadece bir “aç insan silosu” dur. … Aşağı yukarı Hindistan için yapılacak tespitler de bundan farklı değildir.”(3) demekle analizin hangi noktadan başlatılması gerektiğini de göstermektedir ve çok haklıdır.

Gezegene yön vermekten aciz, siyasî oyun kurucu olmaktan uzak, dünyaya kültürel katkıdan çok, dünyaya yük olan bir Çin olduğunu bilmeliyiz. Coğrafya ilminde “Turan Yaylası” tabiri vardır ki Macarlar, bu tabiri Ural-Altay yerine kullanırlar. Dikkatinizden kaçmadıysa bu tabirin karşılığı olan bölgemizin Doğu Türkistan kısmını esaret altında tutan ve jenosid-soykırım uygulayanın işgâlci Çin olduğunu söylemeye bile gerek duymuyorum. Tüm bu gerçeğe karşın, bizler adımlarımızı plânlı, programlı ve en önemlisi Doğu Türkistanlı mazlum kardeşlerimizi Çin’in hedef tahtası haline getirmekten uzak tutacak şekilde hareket etmeye dikkat etmeliyiz. Tarih pireye kızıp yorgan yakan ve sonucunda kendi varlıklarını sonlandıran pek çok insan ve topluluğun olduğunu yazmaktadır. Bizler, baş aklımızı, sezgimizi ve yüreğimizi de kuşatan kalp aklımızla hareket etmeye mecburuz.

Amerika, yükselen Asya kıtasının tamamını, soğuk savaşın barışla neticelenmesinden dolayı kendi payına düşen hisse olarak görmektedir. İnsanların ve toplumların kalbini inciten bu tavra karşı çıkmayan Çin, Japonya, Vietnam, Kamboçya gibi ülkeler Kuzey Kore ile Güney Kore birleşmesinden sonra kendi parçalanışlarının yolunu açtıklarını görecek olsalar da iş işten geçmiş olacak. Şu ânda pasifik okyanusunda ve Kuzey Kore sahillerinde bulunan Amerika savaş gemilerinin asıl maksadı Kuzey Kore’ye gözdağı vermekten ziyade Çin ve Japonya’nın gözünü korkutarak kendine olan bağlılıklarından taviz vermemeleri gerektiğinin ihtarıdır.

Çin Komünist Partisi, iktidarsız erkek hüviyetinin anlaşılmaması için çabalasa da tahliller, iktidarsız olduğunu göstermektedir. Çin, gezegende yaşayan ve ülke demiyorum erk olan devletlere yanaşmasının sebebini her ne kadar “Barışçı bir şekilde yükselen Çin” kavramını anlatmak için diye izâh etmeye çabalasa da bu kavramı ortaya atmasının asıl sebebinin, kendi iç parçalanışını gizleme saikinden kaynaklandığının farkındayız.

Pekin, Vatikan ile resmi diplomatik ilişki gerçekleştirerek, başat Amerika başta olmak üzere Batı –Londra, Paris, Berlin– merkezlerine şirinlikler ve şaklabanlıklar yapsa da Başat Amerika ve Batı –Londra, Paris, Berlin– isimli global mafya çetesi için Hıristiyanlığın değerleri değil menfaatlerinin önceliği önemlidir. Bu çetenin, menfaat devşirip, haraçlarını almak için ortaya attığı içeriği boş, kendisi palavra bir kavram var; Demokrasi. Aziz kardeşlerim, kıymetli kız kardeşlerim; Demokrasi için savaş vermek diye bir şeyin olmadığını anlamalıyız.

Sonuç olarak; soğuk savaş döneminde ameliyatla ayrılan Kuzey Kore ile Güney Kore birleşecek; Doğu Almanya ile Batı Almanya birleşmesinden daha sancılı olsa da. Çin, bu birleşmenin ardından iç ayrışması hızlanacak ve parçalanma sürecine gebe kalacağına inanıyorum. Gezegenimiz, yeni bir çağa hamile iken yerel veya küresel problemler karşısında, güzel ülkemizin iyi hükümetlere ihtiyacı vardır. Bu noktada, öyle veya böyle geleceğin sahibini değiştireceğiz. Bizim, haklı olduğumuzu bilmek, güzel bir duygu, hem haklı hem de kazanacağımızı bilmek, çok çok daha güzel bir duygu. Evet, haklı olduğumuz Başyücelik uğrunda, kazanmak için sadece ve sadece fedakâr ve cefakâr şekilde çalışmamızın gerektiğinin şuuruyla gayret edelim; çaba gösterelim.

1-Salih MİRZABEYOĞLU / Başyücelik Devleti /Sayfa 25

2-Salih MİRZABEYOĞLU / Yağmurcu / Sayfa 20

3-Salih MİRZABEYOĞLU / Başyücelik Devleti /Sayfa 93

Kaynak: Adımlar dergisi

Batı medeniyetini çöküşe götüren ne olacak?
17 Mayıs 2017



Bazı medeniyetler büyük bir gürültüyle değil, sessiz bir gerileme sonucunda yıkılır

Tarihte her medeniyetin bir sonu ve bu sonu getiren birçok faktör olmuştur. Batı medeniyetinin yıkılmasına yol açabilecek etkenler neler olabilir?

Ekonomi politik uzmanı Benjamin Friedman, bir zamanlar modern Batı toplumunu, tekerlekleri ekonomik büyüme sayesinde sağlam ve düzenli dönen bir bisiklete benzetmişti. Bu ileri hareket yavaşladığında veya durduğunda toplumun temel taşları olan demokrasi, bireysel özgürlük, sosyal tolerans vb. değerlerde sarsılma başlar. Dünya, sınırlı kaynaklar için çekişmelerle çirkinleşir, kendi yakın çevremiz dışındaki insanlar dışlanır. Tekerlekleri yeniden ileri döndürecek bir yol bulunmazsa tam bir toplumsal çöküş yaşanacaktır.

İnsanlık tarihinde böyle çöküşler çok oldu ve ne kadar büyük görünürse görünsün hiçbir medeniyet, toplumu sona götürecek zayıflıklardan muaf değildir.

Bugün için her şey yolunda gidiyor görünse de durum her an değişebilir. Yeryüzüne göktaşı çarpması, salgın hastalık, nükleer yıkım gibi etkenleri bir yana bırakırsak, medeniyetin çöküşüne yol açan birçok etken vardır.

Bunlar nelerdir? Hangileri şimdiden gün yüzüne çıkmaya başladı? İnsanlığın bugün belirsiz ve sürdürülemez bir yolda olduğu aşikar, ama dönüşü olmayan yola girdik mi?

Geleceğe dair kesin öngörülerde bulunmak mümkün değilse de matematik, bilim ve tarih Batı toplumlarının uzun vadede devamlılığı bakımından bazı ipuçları sunabilir.

Güney Afrika'da eşitsizliğe karşı 2016'da yapılan gösterilerde polis araçları da ateşe verilmişti.
Güney Afrika'da eşitsizliğe karşı 2016'da yapılan gösterilerde polis araçları da ateşe verilmişti.

Maryland Üniversitesi'nden Safa Motesharrei küresel sürdürülebilirlik ve çöküşe götürecek mekanizmaları anlamak için bilgisayar modelleri kullanıyor.

Gelir dengesizliği

2014'te yayınladığı bulgulara göre, iki faktör önemli: ekolojik zorlama ve ekonomik katmanlaşma. Doğal kaynakların sınırlılığı ve iklim değişikliği ile daha da sınırlı hale gelmesi bakımından ekoloji faktörü kolay anlaşılır.

Fakat ekonomik etkenin çöküşe yol açabileceğinin ortaya çıkması biraz daha şaşkınlıkla karşılandı. Bu senaryoya göre, devasa miktarda zenginliğin elitlerin elinde toplanması ve sayıca çok daha fazla olan ve çalışarak onları besleyen kesimlere fazla bir şey kalmaması toplumu istikrarsızlığa ve sonunda çöküşe sürükleyebilir.

Çalışan kesimlerin paylaşması gereken zenginlik yeterli olmadığı için kendi aralarında çatışmaya girebilir, işgücünün azalması sonucu elitler de çöküşe gider. Ülkeler arasında ve kendi içlerindeki eşitsizlikler de buna işaret ediyor. Örneğin en yüksek gelire sahip yüzde 10, nüfusun geri kalanının payına düşenden fazla sera gazı salınımından sorumlu. Öte yandan dünya nüfusunun yarısı günde 3 dolardan az bir gelirle yaşamaya çalışıyor.

Motesharrei'ye göre, eşitsizliği, hızlı nüfus artışı ve doğal kaynak tüketimini azaltacak önlemler zamanında alınırsa çöküş kaçınılmaz olmaktan çıkar.

Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden alınabilecek ders, karmaşık yapıların maliyetinin yüksek olduğudur.
Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden alınabilecek ders, karmaşık yapıların maliyetinin yüksek olduğudur.

Bazıları ise bu tür radikal kararların bizim siyasi ve psikolojik edimlerimizi aştığına inanıyor. Norveç İşletme Fakültesinde iklim değişikliği uzmanı Jargen Randers, iklim sorununa ilişkin bir çözümü bu yüzyılda göremeyeceğimizi, uzun vadeli çözümlerin masraflı olması nedeniyle bugünkü gidişatın aynen devam edeceğini söylüyor.

2052: Gelecek 40 Yıla Dair Küresel Öngörüler kitabını yazan Randers, "Bu konudaki Paris Sözleşmesi ve diğer vaatleri yerine getiremediğimiz için iklim sorunu giderek daha da ağırlaşmaya devam edecek."

Hepimiz aynı gemide olsak da dünyadaki yoksullar çöküşün etkilerini ilk hissedenler olacak. Örneğin Suriye'de bir zamanlar yüksek doğum oranları vardı. 2000'lerde şiddetli bir kuraklık oldu, tarımsal üretim geriledi. Çok sayıda genç erkek işsiz, çaresiz kaldı. Bunların birçoğu şehir merkezlerine aktı, mevcut sorunlar daha da büyüdü, şiddet ve çatışma unsurları daha da gelişti.

Kanada'daki Balsilli Uluslararası Olaylar Fakültesi'nden Thomas Homer-Dixon tarihteki birçok toplumsal çöküşte olduğu gibi, birden fazla etkenin devreye girdiğine inanıyor. Dixon, bu etkenlerin sessizce biriktiğini, toplumu dengede tutan mekanizmalara yüklenerek birden patlamaya yol açtığını söylüyor.

Suriye'de olanların yanı sıra tehlike bölgesine girdiğimizi gösteren bir başka örnek olarak Dixon, 2008 ekonomik krizi, IŞİD'in yükselişi, Brexit ve Donald Trump'ın seçilmesi gibi dünya düzeninde ani ve beklenmedik değişikliklere işaret ediyor.

Karmaşık sistemlerin maliyeti

Geçmişteki örnekler gelecek açısından da ipuçları sunabilir. Örneğin Roma İmparatorluğu'nun yükselişi ve çöküşü. ABD'nin Utah Üniversitesi'nde çevre ve toplum profesörü Joseph Tainter, Roma'nın çöküşünden çıkarılacak en büyük dersin, karmaşık yapının maliyetinin yüksekliği konusunda olduğuna inanıyor.

Karmaşık Toplumların Çöküşü kitabını da yazan Tainter'a göre, tıpkı fizikte olduğu gibi toplumda da karmaşık bir sistemi korumak için enerji gerekir. Üçüncü yüzyılda Roma sürekli büyüyor, bunlar kendi maliyetini de getiriyordu. Sonunda bu karmaşık yapıyı sürdürecek mali olanaklar kalmadı. İmparatorluğu çöküşe götüren, savaş değil, mali zayıflıklar oldu.

Batılı toplumların karşı karşıya olduğu sorunları çözmeye yönelik karmaşık yatırımlar bir noktadan sonra mali zayıflığa ve böylece çöküşe yol açabilir diyor Tainter.

Yine Roma ile paralellik kuran Dixon ise Batılı toplumların çöküşü öncesinde de nüfus ve kaynaklar bakımından bir geri çekilme yaşanacağı kanısında.

Göç sorunu

Çatışmalar ve doğal felaketler sonucu yoksul ülkeler dağılırken, bu bölgelerden göçen insanlar daha güvenli bölgelere sığınmaya çalışacağından büyük bir göç dalgası yaşanacak. Batı toplumları milyarlarca dolarlık duvarlarla, sınır güvenlik önlemleriyle bunu sınırlamaya çalışacak. Ve daha otoriter ve popülist bir yönetim tarzı gelişecek. Dixon'a göre, "bu ülkelerin üzerindeki baskılara karşı geliştirdiği bir bağışıklık sistemi tepkisine benziyor bu".

Bu arada, zaten bu tür zayıflıkları olan Batılı toplumlarda zengin ile yoksul arasında büyüyen uçurum da toplumu içeriden istikrarsızlığa sürükleyecek. "2050'de ABD ve İngiltere iki sınıflı toplumlara dönüşecek: küçük bir seçkinler grubu rahat bir yaşam sürerken, çoğunluğun hayat koşulları kötüleşip zorlaşacak," diyor Randers.

ABD'nin Suriye ve Venezuela'daki krizlere müdahalesini protesto için Arjantin'de toplanan göstericiler

İster ABD, ister İngiltere veya başka bir yer olsun, Dixon'a göre, korku ve hoşnutsuzluk arttıkça insanlar din, ırk, ulusa dayalı kendi grup kimliklerine daha çok sarılacak. Toplumsal çöküş ihtimali de dahil olmak üzere durumun inkârı ve verilere dayalı gerçeklerin reddi yaygınlaşacak. Sorunların varlığı kabul edilse de bu defa bunların sorumluluğu kendi grubu dışındaki insanlara yıkılacak ve kin artacaktır. "Kitlesel şiddetin psikolojik ve sosyal koşullarını oluşturuyorsunuz böylece" diyor Dixon. Sonunda bölgesel şiddet patladığında veya başka bir grup ya da ülkenin işgali olduğunda çöküşten kaçmak zorlaşacaktır.

Afrika, Orta Doğu ve Doğu'ya yakınlığı nedeniyle Avrupa bu sorunları ilk hissedecek bölge olacaktır. ABD ise okyanus ötesinde muhtemelen daha uzun dayanabilir.

'İnsani bir dünya'

Öte yandan Batılı toplumlar şiddet içeren bir dramatik sonla karşılaşmayabilir. Bazen medeniyetler sessiz sedasız çöker. Randers, 1918'den bu yana böyle bir yolda olan Britanya İmparatorluğu'nu örnek veriyor. "Batılı ülkeler çökmeyecek ama pürüzsüz işleyişi ve dostane özelliği kaybolacak, çünkü eşitsizlik patlamaya yol açacak. Demokratik, liberal toplum ortadan kalkarken, kazananlar Çin'deki gibi güçlü hükümetler olacak."

Bu uyarı işaretlerinin bir kısmı aşina gelebilir, zira bugünden yaşanıyor. Dixon 2006'da yayınladığı The Upside of Down kitabında bu öngörülerde bulunmuş, ancak bunlarla 2020 ortalarından itibaren karşılaşacağımızı tahmin etmişti.

Batı medeniyeti kaybedetmeye mahkum değil elbette. Mantıklı ve bilimsel kararlar almak, olağanüstü liderlik becerisi ve iyiniyet göstermek yoluyla toplumun daha ileri kalkınma düzeyine ilerlemeye devam edebileceğine inanıyor Dixon. Karşı karşıya olduğumuz iklim değişikliği, nüfus artışı ve enerji gibi sorunları atlatabilir, toplumlarımızı koruyup ilerletebiliriz.

Ama bunun için, bu tür sorunlar karşısında ortaya çıkan daha az dayanışmacı olma, daha az cömertlik gösterme ve mantığa daha az açık olma gibi tepkilere direnmek gerekir.

Dixon'a göre, "Sorun, bu değişiklikler sürecinden geçerken insani bir dünyayı nasıl sürdüreceğimiz sorunudur."
BBC Türkçe

ETİKETLER
batı medeniyeti çöküş

Abdullah Aymaz: "Salih zâtın dönemi"

Kerim Aydın'ın Tunus hatıralarından bir bölümü önceki yazımda aktarmıştım. Bugün de bu hatıralara devam edeceğiz:

Sbeitla'nın tarihi açıdan çok büyük bir önemi vardı. Sbeitla'nın bizim için ikinci önemi ise Necmeddin dayının şeyhinin orada ikamet etmesi ve kendisini ziyaret etme ümidini taşımamızdı. Kendisi bir Şazeli şeyhi olan Sidi (Seyyid) Hammadi, doğma büyüme Sbeitla'lıymış. Bir hayli yol yaptıktan sonra Sbeitla'ya vardık. Namazlarımızı kılmak ve biraz da dinlenmek için bir mescide vardık. Mescidin Sidi Hammadi'nin zaviyesi olduğunu bilmiyordum. Abdest ve namazdan sonra caminin içerisinde biraz istirahate koyulduk. Bu arada, birdenbire Sidi Hammadi belirdi. Tabiî, dayı yıldırım gibi yerinden fırladı ve hemen yanına varıp elini öptü, bizleri tanıştırdı ve kendisi çok memnun olup evine yemeğe davet etti.

Kendi elleriyle bizlere ikramda bulundu. Çok şaşkın ve aynı zamanda memnun görünüyordu. Bu arada, Necmeddin dayı kendisine sahabe efendilerimizin iştirak ettiği muharebe alanını görmek istediğimizi anlattı. Şeyh Efendi bizlere bol bol dua etti ve ilginç bir şekilde 2016 yılının çok zor geçeceğini, felaketlerin yakın olduğunu ve 2016 yılında göğsü yumruklandıkça genişleyen Sâlih Zât'a görevinin bildirileceğini söyledi. Kendisinin de bunu bilmediğini, bunun çok büyük bir sır olduğunu fakat artık sırrın dünya semalarına indiğini belirtti. Hepimiz büyük bir şaşkınlık içerisindeydik. Hele Necmeddin dayı, kendisinin kesinlikle bu konuları hiçbir zaman açmadığını, bu konular hakkında konuşmadığını daha sonra bize söyledi ve büyük bir şok yaşıyordu.
(..)

Kaynak: Özgür Düşünce

Hiçleşme sonrası 2016'nın bilinmezlikleri üzerine
Selçuk Salih Caydi
21.1.16

Çok acaip bir dönemden geçiyoruz. Bir taraftan umutsuzluğun dibine vurmuş kesimin dik durur görüntüsüne rağmen ufaktan teslimiyet belirtileri görülüyor... Mesela hiç ummayacağım "keskin" bir köşe yazarı Erdoğan'dan bahsederken adının önüne "Sayın" sözünü eklemeyi ihmal etmemeye başlıyor, ama Kılıçdaroğlu için bu sözcüğü kullanmıyor mesela, veya başka bir iş kadını ilk kez Hükümete yakın bir firma olmaya teşebbüs ediyor. Herkeste bir umursamazlık, bir bezginlik, bir karamsarlık, artık mucizelere bel bağlanmış durumda. (..)

(..) Bu arada CHP de kurultay yapıyor, yapsa ne olacak yapmasa ne olacak...
Aynı durum, celalli muktedirler için de geçerli. Millete ne kadar sövseler, kimse umursamıyor. Daha kötüsü, muhalefet artık iktidarla pek de uğraşmıyor, ona Pek öyle kızmıyor ama asla tasvib etmediği Ay ile Güneş kadar kesin. iktidarı Dünyada kaale alen zaten yok, sırf bu coğrafyada kocaman bir kütle olduğu için ve "var olduğu" için -o ölçüde- ilgi görüyor ve bu ilginin derecesi de "İzolasyon" şeklinde ifade ediliyor, ülkenin tarihinde hiç olmadığı ölçülerde bir yalnızlık...

Hiçleşme, kavga etmeden konuşamayan/varolamayan muktedirler için rahatsız edici boyutlar almış durumda. Tuplumsal kesimlerin tamamında, bir rölanti durumu söz konusu. Motor çalışıyor, ama yürümüyor, hiçbir şey olmuyor. Tam tersine bu durum, büyük bir anlamsızlaşma üretiyor...

Kendini bezginlik, bıkkınlık ve karamsarlık olarak ifade eden bu durum, son Kasım seçimlerinden beri devam ediyor. Ama hiçleşme, yerini yeni bir zaman kalitesine bırakmaya hazırlanıyor. Baharın tüm güzelliklerini sergilediği Nisan ayından itibaren Türkiye, 2018 Martına kadar sürebilecek iki yıllık karmaşık ve izahı zor bir etkiye maruz kalmak üzere. Türkiye'de her konu saf siyaset üzerinden anlaşılmaya çalışılır ama, etkisini muhtemelen yılın ikinci yarısından itibaren gösterecek bu ilginç dönemin özelliği, şimdiye kadarki ömür törpüleyen "fikirsel" alanın dönüşmesi gibi bir durum olabilir. Ben bunu, seviyesiz karalama kampanyaları şeklinde işleyen ve fikirsel değeri sıfırın altına düşmüş bir vaziyet arzeden muktedir şakşakçılığının frenleyip meşgul ettiği fikir hayatının serbest kalması diye yorumlayabilirim.

Türkiye'nin en büyük sorunu, "absürd" ötesi deli bir durum arzeden lafazanlık ve didişme atmosferinin, Sözcü ile Akit arasında kalmış atışma "kültürü"nün düşünce dünyasının önünde koca bir takoza dönüşmesidir. Türkler, kendi sorunları bir yana, dünyadaki sorunları da tarafsız bir gözle, evrensel normlar dahilinde değerlendirip konuşamıyorlar. Bu kısır döngünün kırılıp, Akit ve Sözcü gibi "fikir" erbabının ne diyeceğini bilemediği bir durum söz konusu olabilir. Türkiye'nin dönüşmesinde önemli ama izahı zor bir alandan söz ediyoruz: Mental ve düşünsel alanda radikal değişiklikler... Bu dönem, mistik bir kaliteye sahip olabileceğinden, ifadesi de -şimdi önemsiz görünebilecek, ama ileride çok önemli sayılacak ve kafa karışıklığı yaratabilecek- bir durum arzedebilir. Gizli kalmış, veya şimdiye dek pek dikkat çekmemiş fikirsel ve yaratıcı bir damarın ortaya çıkması gibi bir durum yaşanabilir. Bu ilginç durum, Türkiye'deki iktidar yapısının değişmesiyle ilgili de olabilir.

Türkler, başlarına gelenin tekrarlanmasını önlemek için sürpriz girişimlerde bulunabilir, ummadık stratejik ortaklıklar kurabilirler. Bu birlikler, şimdiye kadar islamcı iktidarın kurduklarından farklı ve bağlayıcı olabilir. Pek makul görünmeyecek ne gibi önlemler olabilir, şimdiden anlamak zor ama, mistik yanı yükselen bir dönem yaşanacağından gelişmeleri kestirmek pek kolay değil. Daha kötüsü, bu konular Türkiye'de asla cidden merak ve ilgi konusu olmadığından, büyük sıçramalar olma olasılığı düşük, ama Türkiye'nin kendini bulması gibi bir duruma yaklaşıldığı için, temponun çok yükseleceğini söyleyebiliriz. Düşünce, Düşünce hareketleri, sanat, kültür, (..) bir alanın hızla yükselişi söz konusu. Yenilikler söz konusu. Değişim/Dönüşüm'e yaslanan bu değişiklikler, Türkiye'nin önünde yepyeni düşünsel perspektifler açabilir.

2016'da bir çok şeyin (..) ve önemli kararların gene ertelenmeye çalışılacağını ve hiçleşmenin yanında yeni bir kaliteli varoluşun yükseleceğini söyleyebiliriz. Tabii bunlar birer tahmin sadece.

Kaynak: Konstantiniye Notları

Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası zaman kalitesi notları
Selçuk Salih Caydi
12.8.14

Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinin sonucunu, kendilerine dayatılan Ekmeleddin İhsanoğlu seçeneğini kabullenemeyip seçimlere gitmeyen iki milyon seçmen belirledi. Ve Erdoğan'ın/AKP'nin oylarının Türkiye genelinde yüzde 35-40 bandına hapsolduğu anlaşıldı. AKP, artık düşme trendine girmiş görünüyor. Erdoğan, akla gelebilecek herşeyi kendisi için mobilize etmesine ve karşısında ciddi bir aday olmamasına rağmen, yüzde 51.7 gibi kılpayı bir sonuçla Cumhurbaşkanı oldu.
Muhalefet bu sonucu, Erdoğan'ı AKP'den koparmak gibi bilinçli bir tercihle hedeflemişse -ki pek sanmıyorum, önümüzdeki aylara bakarak sonucu göreceğiz. Ama bu komplotik "değerlendirme" bir kenera bırakılacak olursa, CHP-MHP muhalefeti, büyük bir hata yapmış ve bir önceki seçimlere göre 5 Milyon oy daha az almıştır. Yerel seçimlerde Muhalefet, iktidarla aynı oy oranını yakalamıştı ve hatta belki de kediler sayesinde, denge muhalefet lehine bozulmamıştı.
Şimdi, 2008-2024 döneminin en hızlı ve tehlikeli 2013-2015 sürecinin tam ortasındayız, en sarsıcı kısmı önümüzde, Türkiye'nin etrafı kaynıyor. Ukrayna, Suriye, Irak, sıcak savaş bölgeleri, Azerbaycan ve Ermenistan bile birbirine girmek üzere. Böyle bir atmosferde ABD yıllar sonra bölgede yeniden silah kullandı ve IŞİD'i bombaladı.
Türkiye, bu büyük altüstoluş sırasında kendi büyük sarsıntısını -değişim/dönüşüm'ünü- de yaşıyor. Süreç, Nisan 2013'de başladı ve Kasım 2015'de bitecek. Bu sürecin grafiğinde bence iki önemli zirveyi yaşadık. Bunlardan ilki Gezi İsyanı, ikincisi de Gülencilerin Yolsuzluk saldırısıydı. Bu ikisinin -zaman kalitesi açısından- ilişkisini de 2012'deki yazılarıma dayanarak açıklamak mümkün. Zamanın "Özgürlük/Özgür ruh" (ve yeni bir özgüvenin yükselişi) devri olduğunu, bunu engellemenin mümkün olmadığını, engellendiği taktirde bizzat İktidar içinden tepki çıkacağını yazmıştım. Bunu şimdi de CHP/MHP açısından yazmak mümkün. Bu iki partinin başkanları, tarihi bir hata yaparak, iki partiye de yabancı "Müslüman" bir ortak aday gösterip, yeni "Özgür ruhlu yükseliş"e aykırı hareket ettiler. Tekrar edelim: O özgürlük yükselişini engelleyen hiç kimse, ama hiç kimse tokadı yemeden yerine oturamaz ve o tokat hiç ummadığınız biçimlerde gelebilir, Erdoğan'a nasıl -hiç beklenmedik biçimlerde- geldiğini biliyoruz. Bu açıdan baktığımda, CHP'nin yöneticilerini oldukça zorlayabilecek, hatta Kılıçdaroğlu'nu koltuğundan edecek gelişmeler yaşanabilir, ama asıl ilginç olan, Türkiye'nin yeni önderi, yani belki: Selahattin Demirtaş.
Sürecin sonunda Türkiye'nin yepyeni, Erdoğan'dan çok daha kurnaz ve çok daha akıllı, Türkiye'yi yeni bir yere taşıyabilecek yeni önderler çıkabileceğinden bahsetmiştim. Bu yeni zaman kalitesi, giderek belirginleşiyor ve Demirtaş'ı işaret ediyor. Elbette başkaları da olacaktır, ama biri o gibi görünüyor. Değişimin diğer özelliği, bir çok kişi için "gereksiz" sayılması ve ayak direnmesine rağmen uzun vadede gerekliliğinin sonradan anlaşılacak olmasıdır. En önemli konu şu: Erdoğan da bu değişim sürecinin aktif bir (negatif) parçası ve ortadan kalkmamasının asıl nedeni de bu. Negatif bir kışkırtıcı rolü oynuyor. Değişim/dönüşümün olumlu kutbunu Gezi (yani yeni öndersiz halk muhalefeti), olumsuz kutbunu da Erdoğan teşkil ediyor. Pasif ve erkisizleştirici bir Cumhurbaşkanlığı "
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FİKİR YAZILARI Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com