EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

'Atatürkçü düşünce sistemi'

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Cum Eyl 19, 2008 2:19 am    Mesaj konusu: 'Atatürkçü düşünce sistemi' Alıntıyla Cevap Gönder

Paganist/Putperest bir ideoloji yeltenişi: “Atatürkçü düşünce sistemi”-1-
Ali Haydar Can



Başlık “Bazı paşalara arz-ı hal: “Atatürkçü düşünce sistemi” diye bir ideoloji niçin yoktur/olamaz” da olabilirdi...

“Atatürkçü düşünce sistemi”, 12 Eylülcü generallerin “militer nutuk literatürü”ne sokuşturduğu zoraki/zorlama/uyduruk bir kavram...

O zamanın “kandırılmış/beyinleri yıkanmış zavallı”gençleri, “büyük Atatürk’ün aydınlık ve çağdaş yolunu” bırakıp “gericilik” (İslâm), sağcılık (milliyetçilik) veya solculuk (komünizm, sosyalizm, devrimcilik, anarşistlik) gibi “aşırı/sapık/çağdışı” ideolojileri benimsiyor ve bu uğurda dövüşüyor, ölüyor-öldürüyorlar, yaralıyor-yaralanıyor ama bir türlü “Atatürkçü” olmuyorlardı...

En boşları/boşvermişleri bile “ne sağcıyım ne solcu; futbolcuyum futbolcu” diyor ama bir kerecik olsun takiyye yapmadan/gönül rızasıyla/samimi olarak “Atatürkçüyüm” demiyordu...

Bu yüzden memleket, TC tarihinde bilmem kaçıncı defa “tam uçurumun kenarına kadar gelmişkene netekim” ABD’nin kendilerine “bizim oğlanlar” dediği, dünyalar tatlısı/güzeli 5 general “durumun vaziyetine” el koyaraktan memleketi düşmek üzere olduğu uçurumdan bi güzel “kurtardılar”...

Memleketin tamamında sıkıyönetim ilan edildi... Memleketin bütün köşe başları muvazzaf veya emekli subaylar tarafından zaptedildi...

Çünkü bu memleket bir tuhaftı; “sıkı” yönetilmezse ya davulcuya ya zurnacıya kaçan yaramaz kızlar gibi, ya solcu ya sağcıların ya da “gericilerin” eline düşmeye teşne bir yerde duruyordu... Amma bir türlü “Yüce Atatürk’ün aydınlık/çağdaş/ilerici” yolunu benimsemiyordu...

“Ulu önder Atatürk”ün Serbest Fırka tecrübesi, bu türden paşaların hiç bir zaman unutamadıkları “elim bir hadise”ydi: Nedense bu memlekette “serbestliğin” adı/azı bile Atatürk’ü/Atatürkçülüğü, unutturuyor, geri plana itiyordu...

O zaman da, böyle günler için var olan ve ABD’nin kendilerinden “bizim oğlanlar” diye övgüyle sözettiği Atatürkçü paşalarımız, duruma derhal el koyaraktan, Atatürkçü olmaktansa uçurma düşmeyi tercih edecek kadar “yolunu şaşırmış/kandırılmış/beyinleri yıkanmış/para ile satın alımış şu zavallı” halkı ite-kaka (döve-söve, cop vurararaktan, elektrik vererekten, Filistin askılarına asaraktan, hayalarını buraraktan, kodeslere tıkaraktan, yargılı-yargısız infaz ederekten, bok yedirerekten, köpeklere ısırtaraktan, kemiklerini kıraraktan, kıçlarına cop sokaraktan ve daha neler neler yaparaktan) adam etmeye çalışmışlardı, ama nafile...

Paşalar memleketi “uçuruma yuvarlanmaktan” kurtarmaktan yorulmuşlar, ama bu inatçı memleket ahalisi kendini “uçurumdan atma/sapık ideolojilere kapılma” eğliminden bir türlü kurtaramamıştı.

Her sokağa, her resmi daireye, her özel sektör kuruluşuna en az bir MKA büst/mask/şu /busu koymuş; her il, ilçe, kasaba ve köy ve mezranın meydanına en az bir MKA heykeli dikmiş; memleketin hemen her karış toprağına, altında “Atatürk, Gazi Mustafa Kemal Atatürk” gibi imzalar bulunan ve üstünü kimsenin merak edip de okumadığı afiş, pankart, ışıklı yazı, poster, fotoğraf , ıvır ve zıvırla doldurmuş, anaokulundan itibaren her ders kitabının kapağına MKA’nın fotoğrafları, birinci sayfalarına “eytürkgençliği” sonraki bir çok sayfasına yerli yersiz MKA fotoğraf ve vecizelerini tıkış tıkış tıkıştırmış, her resmi dairenin her odasına en az bir adet çerçeveli MKA fotoğrafı asmış olmalarına rağmen, bu “cahil” halkın “Atatürkçülüğü özümsememekte” katır gibi direndiğini gören 12 Eylülün aydınlık yüzlü paşaları şöyle bir” istişare” yapmış olabilirler mi bilmiyorum:

-Bu halk herhalde “Atatürkçülük”ü sonundaki “çü” eki yüzünden benimsemiyor... Hani “sütÇÜ/yoğurtÇU/overlokÇU, remayözCÜ, ütüCÜ” derken bu, “çu-çü” ekleri o şeyi veya işi “yapan-satan” ları ifade için kullanılır ya... Biz “AtatürkÇÜyüz” dedikçe, bu halk da her halde, “ulan bu dingiller, Atamızı mı satıyo, Atamızın tıcaretini mi yapıyo nedir” diye bize kızıyo/bozuluyo ve bunun için de ne yaparsak yapalım “Atatürkçü” olmuyo olabilirler netekim...

- Mevzuya çok güzel bir parmak bastınız saayın paşam arzederim...

- Bence de çok güzel bir saptama yaptınız saayın paşam azederim...
(..)

- Demek kiiii ne yapacağıııız? Bundan sonraaa, “Atatürkçülük” demeyeceğiiiz, ya ne diyeceğiiiz? “Atatürkçü düşünce sistemiii” diyeceğiiiiz...

İşin şakası bir yana tam olarak böyle mi oldu bilmiyorum ama “Atatürkçü düşünce sistemi” denilen ucube, yaklaşık olarak böyle bir “zihin cimnastiği” sırasında doğmuş/uydurulmuştur diye düşünüyorum...

ABD’nin “bizim oğlanlar” diye yere göğe koyamadığı 12 Eylül paşalarının entellektüel seviyesizliklerini, zihni yetersizliklerini, düşünce performans ve kalitelerinin inanılmaz derecede düşük ve düşkünlüğünü hatırlarsanız; herhalde siz de, “tam onlara göre ve tam onlardan beklenebilecek bir saçmalık”la karşı karşıya olduğumuzu kabul edersiniz..

Nitekim Em. Orgeneral Kemal Yavuz, “Atatürkçü düşünce sistemi” isimlendirmesinin 12 Eylül’ün her biri ayrı alem olan bu beşibiryerde paşalarının zekâlarının eseri olduğunu şöyle anlatıyor:

“'Atatürkçü Düşünce Sistemi' terimi, özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından, 1980'lerin ortasından beri, yaklaşık 20 yıldır kullanılmaktadır.” (1)


(devam edecek)

Dipnot: 1- Kemal Yavuz, “Kemalizm, Atatürkçülük ve Atatürkçü düşünce sistemi” başlıklı yazı, 03 Ekim 2004, Akşam Gazetesi.

Paganist/Putperest bir ideoloji yeltenişi: “Atatürkçü düşünce sistemi”-2-

Ali Haydar Can



Artık kabak tadı vermiş bulunan eski/eskimiş “Kemalizm/Atatürkçülük”ü, “Atatürkçü Düşünce Sistemi” gibi janjanlı bir ambalaja koyarak yeniden pazarlamaya kalkan “Atatürkçü Düşünce Sistemi” ne yürekten bağlı 12 Eylül’ün mümtaz beşibiryerdepaşalarının bu “sistem”in tatbiki babında çok kısa bir zamanda başardıkları çok büyük işleri bu millet yaklaşık 30 yıldır anlata anlata bitiremiyor...

Hem konumuzla yakın ilgisi hem de bu müstesna olayın yıldönümü olması hasebiyle hulasaten hatırlamakta fayda var:

(12 Eylül sabahı Kenan Evren önderliğindeki Silahlı Kuvvetler darbe yaptı. Ve yürüyen tanklarla birlikte nezarethaneler, kışlalar, karakollar, emniyet müdürlükleri ile ceza ve tutukevleri işkence üslerine dönüştü.

Ortaya şu korkunç bilanço çıktı:

- 650 bin kişi gözaltına alındı

- 1 milyon 683 bin kişi fişlendi.

- Darbeyle birlikte açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı,

- 7 bin kişi için idam istendi, 517 kişiye idam cezası verildi, 50 kişi idam edildi.

- 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı.

- 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı

- 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. İşkenceden binlerce kişi kronik hastalık sahibi oldu.

- Cezaevlerinde toplam 299 kişi hayatını kaybatti, 144 kişi kuşkulu biçimde ölü bulundu.

- Yüzlerce kayıptan hala haber alınamadı,

- 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı,

- 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.

- 3 bin 854 öğretmen, 120 öğretim üyesi ve 47 hákimin görevine son verildi.

- Gazetecilere toplam 3 bin 315 yıl altı ay hapis cezası kesildi.

- 31 gazeteci cezaevine girerken, 300 gazeteci saldırıya uğradı. Üç gazeteci suikast sonucu öldürüldü.

- Gazetelere toplam 300 gün yayın yaptırılmadı.

- Diyarbakır cezaevinde dışkı yedirtme, etnik milliyete hakaret dahil yapılan her türlü işkence sonucu ayrılıkçı Kürt hareketi doğdu.)... (2)

Peki 12 Eylül’ün bu pek kıymetli beşibiryerdepaşalarının gecelerini gündüzlerine katarak, yılmadan, bıkmadan usanmadan sarfettikleri bunca emekle gerçekleştirdikleri –yukarıda hatırlatma babından sadece özet olarak zikrettiğimiz- bunca güzel iş bir netice verdi mi?

Verdi vermesine de...

Bu netice; bazılarınca “2. Atatürk” diye de anılan ve ABD’lilerin “bizim oğlanlar” diye iltifat ettikleri beşibiryerdepaşaların “baş/esas oğlan”ı olan Kenan paşamızın televizyonlara çıkaraktan irad ettiği bir belagat harikası olan nutkunda dediğinin tam tersi istikamette gerçekleşti...

Paşamız o zaman mealen şöyle buyurmuştu: “Sağcı olaanlarınııız Turgut Sunalp’a vereceek, solcu olanlarınız Necdet Calp’e vereceeek ve illâki hiç kimse Turgut Özal’a vermeyeceeek. Yoksa biz gitmeyiiiiz kalırız!”

Bu kadar açççık ve seççik, bu kadar demokraaatik, bu kadar Atatürkçüüü düşünce sistemini özümsemiş” böyle bir emir karşısında bu “cahil halk” ne yaptııı?

Turgut Sunalp gibi ağzından purosu, elinden viski bardağı düşmeyen çağdaaaş, ilericiii ve tabiî ki “Atatürkçü düşünce sistemini” özümsemiş bir emekli generalin kurduğu sağcı ve vatanperver bir partiiiyee... veyaaa... veyaaa... en azından ve hiç olmazsaaaa; solcu olanları Necdet Calp gibii art arda iki düzgün cümle kurmayı bile becermekte zorlanan zavallı/ezilmiş/itilmiş/kakılmış bir uluönderin kurduğu partiye vermek yerineee.. gittiler ne idüğü belirsiiiz, göbeğini kaşıyaaan ve tıpkı “cahil halk” gibi “inşallah maşallah” diye iğrenç bir şekilde konuşaaan bir gericiye tam tekmil rey verdiler netekim...



Paşamlar, şu” cahil halkın” kendilerinin gösterdiği istikamette rey kullanmamalarının kendilerine “kal demek” sayılıp sayılamıyacağını ve dolayısıyle de, gidip gitmemeyi bir iki ay kendi aralarında fısır fısır mütalaa etseleeeer, konuşssalar daaa.. fetbaz Özal ABD’yi çoktaaan arkasına aldığındaaan..ve hattaaaa... ve hattaaaa.. zaten başından beriiidir.. ABD onun arkasında olduğundaan. Buranın altını özenle çiziyorum:” Ve hatta zaten başından beriiidir ABD onun arkasında olduğundaaaan”.. atı alanın Üsküdar’ı çoooktaan geçmiş bulunduğu gerçeğini, acı da olsa kabullenmek zorunda kaldılar...

Zaten “ABD’nin oğlanları”nın ABD’ye kafa tutmaları mümkün müydü?..

12 Eylül herşeyi içinden çıkılamayacak bir şekilde kırıp, döküp, altüst ederek kışlasına çekilirken -diyemeyeceğim; zira cümlenin doğrusu “memleketi bir ABD kışlası haline getirerek çekip giderken” olmalıdır- geriye miras olarak şunları bıraktı:

1-Memleketin bütün siyasî, hukukî, iktisadî ve sosyal meselelerini yeni bir askerî darbe veya halk ihtilâli/devrimi olmadan çözülmesi imkânsız hale getiren 1982 Anayasası...
2-Bu Anayasanın, kendilerine sağladığı; işledikleri suçlardan dolayı yargılanamama teminatı...
3-O güne kadar, bu memleketin bu derece harbi/açık/aleni ABD taraftarı/piyonu olanını ilk defa gördüğü Turgut Özal ve saz arkadaşları...
4-Her konuda son kararı beş generalin verdiği ve dolayısıyle bütün diğer yetki-karar-hüküm mercilerini göstermelik hale getiren katı bir askerî vesayet rejimi...

Bu “miras Özal’ın ölmesi haricinde halen hükmünü icraya devam ediyor...

Bir de, bu “miras”ın üstüne tüy diken 28 Şubat var...

(devam edecek)

Kaynak: Baran

Paganist/Putperest bir ideoloji yeltenişi: “Atatürkçü düşünce sistemi”-3-

Ali Haydar Can

28 Şubat darbesi ve onunla birlikte gelen açık askerî vesayet dönemi, “Atatürkçü düşünce sistemi” teriminin iyice gün yüzüne çıkıp belirginleştiği, “ne idüğünü”nün hadiseler üzerinden daha net/daha açık/daha kamuflajsız/daha anlaşılır olarak görülmeye başlandığı bir dönemdir.

Bugüne kadar 28 Şubat hakkında çok şey yazılıp söylendi, onları tekrar etmek yerine, Ergenekon Davası’nın dosyasında bulunan ve hadiseleri bizzat müşahade ettiği anlaşılan bir şahidin –doğru olması çok muhtemel- ifadelerinden okuyarak hatırlamak ve hafızamızdaki bilgilerle karşılaştırmak daha ilginç ve faydalı olabilir:

[(..)
28 Şubat senaryosu Harbiye Orduevi'nde yazıldı

(..)

Refah Partisi'nin giderek oylarını artırdığını ve bunun hiçbir şekilde önüne geçilemediğini gören darbeciler, büyük şehirlerde, toplumun nabzını en iyi tutan meslek grubu olan taksicilerle görüşüp tahlil yaptılar. Taksiye binip şoförlere, Refah Partililerin yaptığı iddia edilen yolsuzlukları anlattılar. 'Bunlar Türkiye'yi İran'a çevirecek' dediler. Gördüler ki bu iddiaları, taksiciler ciddiye almıyor. Sonra taksicilere, 'Filanca tarikatın şeyhi, kadınlara kızlara tecavüz etmiş' şeklinde hayali hikayeler anlattılar. Taksiciler buna çok sinirlendi. 'Vay namussuz, şerefsizler' dediler.

Ha demek ki Türk toplumunun en hassas tarafı burası; namus, belden aşağı mevzular. Hemen bu yönde senaryolar hazırlamak için kollar sıvandı.

ORDUEVİNDE YEMEK

Senaryoları darbeciler adına Veli Küçük organize ediyordu. 'İhale', Turgut Yağ Sanayi'nin sahibi Turgut Büyükdağ'a verildi. Veli Küçük'le Turgut Büyükdağ, bir akşam Harbiye Orduevi'nde buluşarak baş başa yemek yediler ve 'senaryonun' ayrıntılarını konuştular.

EKİP KURULUYOR

Senaryonun finansörü Turgut Büyükdağ, organizatörleri, Strateji Dergisi'nin Genel Yayın Yönetmeni Ümit Oğuztan, Sisi olarak bilinen transseksüel Seyhan Soylu ve Polis Müdürü Ümit Bavbek'ti. Bütün görüşmeler, Büyükdağ'ın sahibi olduğu, Nişantaşı Akkirmanlı Sokak'taki Strateji Dergisi'nin ofisinde yapılıyordu.

(..)

FADİME PAVYONDA ÇALIŞIYORDU

Sıra, tarikat şeyhlerine kadın bulmaya gelmişti. Ümit Oğuztan, Aksaray'da, sonradan Hanedan Restoran olarak değişen pavyonda çalışan Fadime Şahin'i bu iş için ayarladı. Şahin, iddialara göre konsomatrislik yapıyor, Sisi ve Ümit Oğuztan tarafından erkeklere pazarlanıyordu. Ümit Oğuztan ve 'basın danışmanı' Sisi, Fadime Şahin'e büyük paralar vaat ediyorlardı. Fadime Şahin, hemen bir tesettür mağazasına götürüldü ve iki takım tesettür kıyafeti ve renk renk eşarplar alındı.

Alkolik ve işsiz Kalkancı'yı eğitip hacca gönderdiler

Askeri müdahaleye zemin hazırlamak ve kamuoyunu yönlendirmek amacıyla amacıyla birbiri ardına ortaya çıkartılan sözde skandallar, 28 Şubatçılar tarafından tek tek planlanmıştı. O günlerde TV ekranlarını uzun süre meşgul eden 'irtica' haberlerinin başlıca konukları arasında yer alan sahte şeyh Ali Kalkancı ise, bu skandal üretiminin tipik bir örneğiydi. Darbe tezgahının figüranlarından birisi olarak kamuoyuna sunulmak üzere hazırlanan Ali Kalkancı, ünlü bir işadamının kızı olan Emire Ersoy ile tanıştırıldı. Evlenmeleri için ortam hazırlandı.

Ancak ünlü işadamı, işsiz güçsüz ve alkolik biri olarak bilinen Ali Kalkancı'ya kızını vermek istemiyordu. Kalkancı dini konularda eğitime tabi tutuldu, rolü ezberlettirildi. Sonra da hacca gönderildi. Dönüşte, Kalkancı'ya kız istemek için Emire'nin babasının kapısı çalındı. Kızını vermeye yanaşmayan babaya bu kez kendisi hakakında tutulmuş bazı dosyalar gösterildi. Baba, “Sen bize yardımcı olursan biz de sana yardım ederiz, dosyaları yok ederiz. Ayrıca bu bu işin olmasını Peygamber efendimiz de istiyor' denilerek ikna edildi.

PAVYONDAN TARİKAT ŞEYHİNE

Ismarlama skandal için bir pavyondan ayarlanan Fadime Şahin'in, kısa sürede İslami konulara adapte edilmesi gerekiyordu. İslami kesimin önde gelen bazı isimleriyle tanıştırıldı. Bu sırada, tanıştığı isimlerden biri de Aczmendi Tarikatı'nın Lideri Müslüm Gündüz'dü. Sonra Fatih'te 'staja' tabi tutuldu. Zaten Sultanbeyli'de yaşayan muhafazakar bir aileden geliyordu. Kısa sürede belli konularda bilgi sahibi olması sağlandı.

Senaryo gereği skandalların patlatılması için toplumun dini duygularının yoğun yaşandığı Ramazan ayı seçilmişti. 29 Aralık 1996 tarihinde, aylardır gazete sayfaları ve televizyon ekranlarında ilginç kıyafet ve bastonlarıyla haberlere konu olan tarikatın lideri ile başka bir tarikatın çevresinde büyük saygı gören liderinin gayri meşru ilişkileri art arda toplumun gözünün önüne seriliyordu. Müslüm Gündüz, bir gazete yazarı olan arkadaşının evinde Fadime Şahin'le basılıyor, ünlü işadamının güzel kızının, bir tarikat şeyhi tarafından nasıl kandırılarak tuzağa düşürüldüğü manşetlere taşınıyordu. ] (3).

Ergenekon davası şahidinin ifadelerini haberinde böyle nakleden muhabir, hadisenin gerisini şöyle özetliyor:

[VE HÜKÜMET DÜŞÜYOR

Senaryoyu yazanlar, istedikleri sonucu almakta gecikmiyorlar. Bir yandan Sincan'da tanklar yürütülüyor, diğer yandan da Türk basınının etkin gazete ve televizyonları, 'irtica' kampanyaları başlatıyor. (28 Şubat 1997'de MGK, hükümetin uygulamalarını eleştiren ve irtica ile mücadele çağrısı yapan 18 maddelik bildiri yayınlıyor ve) Aylardır süren 'Bırakın' baskısı, art arda patlayan skandallar sayesinde sonuç veriyor. Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi'nin koalisyonundaki Refah Yol Hükümeti'nin Başbakanı Necmettin Erbakan, 18 Haziran 1997 tarihinde istifa ediyor. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükümet kurma görevini, DYP Lideri Tansu Çiller'e değil, ANAP Lideri Mesut Yılmaz'a veriyor.

"Post-modern darbe" deyimini ilk kullanan Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak, Refahyol'u nasıl düşürdüklerini şu sözlerle övünerek anlatıyordu: "Tek bir mermi atılmadı, tek bir burun kanamadı. Tıpkı NATO'nun Varşova Paktı'nı teslim alması gibi."] (4).

Ergenekon davasındaki şahid, işin yerli kumpasını birbir anlatırken, haberi hazırlayan muhabir, 28 Şubat’ın 2. adamı sayılan ve “Atatürkçü düşünce sistemi” ni tam olarak özümsemiş bir general olan Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak’ın ağzından işin asıl patronunu ustaca şöyle işaretliyor: “Tıpkı NATO'nun Varşo Paktı'nı teslim alması gibi..."

Kendi hükûmetini, NATO’nun “Varşova paktını teslim aldığı gibi -psikolojik savaş yöntemleriyle- tek bir kurşun atmadan, tek bir burun kamamadan” teslim aldığını övüne övüne anlatan “Atatürkçü düşünce sistemi” ni tam olarak özümsemiş bu “Türk” generali “şecaati”nini anlatırken aynı zamanda “sirkatini” de söylemiş olmuyor mu?

TC hükûmetini NATO’nun psikolojik savaş yönetemlerini kullanarak tek kurşun atmadan teslim alan bu general, aynı zamanda bir NATO generali değil mi?

Bu generalin ikrar ve itirafı 28 Şubat’ın asıl patronunun NATO(AB-D) olduğunu da göstermiyor mu?

28 Şubat’ın “1 numara’sı sayılan ve “Atatürkçü düşünce sistemi” ni tam olarak özümsemiş bir general olan Çevik Bir’in sicilinde, Somalili Müslümanları katletmek için Somali’ye gönderilen işgalci Haçlı ordularına komuta etmek gibi bir “olumlu puan” sahibi olduğunu da bu tabloya eklediğimizde işin bu yanı sanırım tamamıyla aydınlanmış olur...


28 Şubat’ta İsrail unsurunun da çok açık olarak görünmesi ve İslâmın tek hasım/düşman olarak tanımlaması onu 12 Eylül’den ayıran en belirgin fark olarak görünmektedir. Ama bu iki darbenin sonuçlarına bakıldığında benzelik çok açıktır: Birincisi “gerici/Atatürk düşmanı” Özal’ı başbakan yaparken, ikincisi aynı vasıflardaki Erdoğan’ı başbakan yaptı...

Her iki darbenin sonucunda “Atatürkçü Düşünce sistemi”ni bu “cahil halk”a “özümseterek benimsetebilecek” yegâne alternatif olan laik-dinsiz/alevî/sabateist CHP iktidarı değil, onun tam tersi Sünnî kökenli, alınları secdeli, “inşallah maşallah” diye iğrenç bir şekilde konuşan ve durmadan göbeklerini kaşıyan “gerici”iler iktidara gelmişti..

Üstelik de ikincilerinin karıları da türbanlıydı...

Vah ki vah...

Bu sonuçlar görünürde darbecilerin en istemediği sonuçlardı...

Darbecilerin bu sonuçları gerçekten isteyip istemedikleri o kadar da önemli değildi...

Zira, bu darbelerin gerçek patronu AB-D emperyalizmi, darbeci generalleri ve işgal medyasını kullanarak, tereyağından kıl çeker gibi, istemediği hükûmetleri düşürmüş ve istediği hükûmetleri iktidara getirmişti. AB-D için iktidara getirdiklerinin “Atatürkçü düşünce sistemi”ni özüsemiş kişi ve kuruluşların gözüne nasıl göründüğü değil, “yetenekli-verimli işçiler/uşaklar/köleleler” olup olmadığı önemliydi... Bu açıdan hem ANAP, hem de AKP iktidarlaırı tam puan alacak kadar verimli/itaatkâr/sadıktı..

Ama..

Darbeci generaller bu sonuçları gerçekten istemiyordıysa, yaptıkları uygulamaların bu sonuçları doğuracağını bilemiyecek kadar ülkesinin ve halkının gerçeklerinden kopuk birer ahmak olmalıydılar...

Veya...

Kendilerine verilen rolü Fadime ve Ali Kalkancı gibi kusursuz oynayacak kadar iyi artisttiler...

Ben ikinci ihtimalden yanayım...

“Niçin”ini, “27 Nisan Muhtırası” üzerinden birlikte görelim...

(Devam edecek)

Dipnotlar:
3-) Şaban Arslan, haber, 07 Ağustos 2008 tarihli Yenişafak gazetesi.
4-) Şaban Arslan, Agh.

Kaynak: Baran

Paganist/Putperest bir ideoloji yeltenişi: “Atatürkçü düşünce sistemi”-4-

Ali Haydar Can

Bu bölüm “27 Nisan Muhtırası” ile başlayacaktı...

Ancak Ergenekon Davası’nın delillerine göz gezdirirken konumuzla ilgili ilginç bir belgeye rastladım...

Bu belge, önceki bölümlerde “Atatürkçü Düşünce Sistemi”ni özümsemiş generaller tarafından yapılan askerî darbe ve müdahalelerin asıl patronunun NATO(=AB-D) emperyalizmi olduğuna dair tezimi doğrulayıcı bir muhteva taşıdığından önce onu ele alma gereği doğdu...

Sanıklardan Veli Küçük ve Ümit Oğuztan’ın bilgisayarında bulunduğu belirtilen belgenin ismi: “Örtülü faaaliyetler çevik bir. doc” ... (5)

Belgeyi inceleyen bilirkişiler belgeyi şöyle tanımlıyor: “Sözkonusu dosyada emekli General Çevik Bir’in hayatı geniş bir şekilde irdelenmiş ve Binbaşı Rütbesi’nden Tuğgeneral Rütbesi’ne kadar Kenan Evren’in yanında ve cumhurbaşkanlığı’nda görev yaptığını ve bu zamandan sonra da Amerikan Pentagon’un ricasıyla NATO’da görev yaptığı stratejik bir öneme sahip olan bölgemizde Amerika adına faaliyette bulunduğu belirtilerek kısaca kendisine vatan haini rolü biçilmiştir. “ (6)

İşte bu belgeye göre Çevik Bir:

[Makedonya’dan Anadolu’ya İzmir/Buca- göçen Selanikli bir aileden gelen Çevik Bir’in askeri okulu seçmesinin en önemli etkeni ailesinin onu bir başka okulda okutacak güce sahip olmamasından kaynaklanmıştır.

Orgeneral Çevik Bir’i “apoletli diplomasi”ye yönelten kişisel ihtirasları ile subaylığın ilk basamaklarından itibaren içine sürüklendiği “NATO” çevresinin olduğu gözlenmiştir.

Bayar-Menderes diktatörlüğünü deviren askeri harekatın kilit unsurunu oluşturan Harp Okulu Öğrencileri 1998 yılında general oldular.

Ve tüm NATO kurslarını birincilikle bitirdi...

ABD yanlısı 12 Eylül askeri darbesinin Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren’in Özel Kalem Müdürlüğü görevinde bulunan Binbaşı Çevik Bir, Evren’in en gözde subayları arasında önemli bir yer işgal etmiştir. Kenan Evren Cumhurbaşkanlığı’na geçince Başyaveri olmuştur. 1981 yılında Albaylığa terfi etikten sonra da Evren’in yanından ayrılmadı. Askeri darbe dönemlerinin en kritik yerlerinden Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alay Komutanlığı’na atandı. Tuğgeneral olunca Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nden ayrıldı.

1993 - 1994 Şubat tarihleri arasında Somali’de Birleşmiş Milletler Komutanlığı görevine atandı. Böylece Korgeneralliği döneminde NATO emrinde, yurtdışında görev alan ender subaylar listesinde adı yer aldı. Dönemin Genel Kurmay Başkanı Doğan Güreş Çevik Bir’in bu göreve, Pentagon’un doğrudan adını vermesi sayesinde seçildiğini açıkladı.

ABD’nin Psikolojik Savaş Alanı Türkiye ve Avrasya’da Sivil Kurmay Başkanı Çevik Bir oldu. Amaçlanan TSK’yı stratejik bölgenin ABD polis gücüne dönüştürmek.

Kıbrıs’ta düzenlenen tatbikatın karargah çadırından izlenmesi sırasında Kıvrıkoğlu’nun yanında oturan Albaya isabet eden bir mermi ile şehit oluşu, araştırmalara ışık tutacak bir özellik olarak literatürdeki yerini korumaktadır. Ulusal Bağımsızlık İlkeleri ile doğrudan ilintili, son derece endişe verici bu tablonun içinde ihtiraslı bir NATO komutanı olan Orgeneral Çevik Bir’in portresinin yer alışı, 21. yüzyıl Türkiyesi’ni bekleyen tehlike odaklarının aysbergini gözler önüne sermektedir.

30 Ağustos 1999’da emekli edildi. Askerlik görevinden ayrılırken devir teslim töreni düzenlenmedi

Emekli olduktan sonra ABD’ye giderek Yahudi Ulusal Güvenlik Enstitüsü (JINSA)’den Türkiye-İsrail İlişkilerine katkılarından ötürü “Uluslarası Liderlik Ödülü” alan Çevik Bir, burada bir de konferans verdi. Konuşmasının en dikkat çekici mesajı: “Türkiye, Avrupa’ya ABD ve İsrail ile birlikte girmeli” demesi oldu.

Kuruluşunu Yekta Güngör Özden’in gerçekleştirdiği “Atatürkçü Düşünce Deneği”, Pentagon tarafından Türkiye ve Avrupa Bölgesi’nde faaliyet gösteren sivil toplum örgütlerinin merkezi olarak tasarlanmış ve kurdurulmuştur.] (7).

Bu belge “Atatürkçü Düşünce Sistemi”ni tam olarak özümsemiş bir subay olan Çevik Bir’in şahsında, 27 Mayıs’tan 27 Nisan’a birbiriyle ilgisiz ve bağlantısızmış gibi görünen/algılanan bütün AB-D(=NATO) güdümlü askerî darbe/müdahalelerin asılnda uzun vadeli plânların bir parçası olarak ve birbirine organik olarak da bağlı şekilde gerçekleştiilrğini kabak gibi ifşa etmektedir:

Selanik kökenli fakir bir göçmen ailenin oğlu olduğu için askerî okul dışında eğitim imkânı olmayan Çevik Bir, ilk bildirisine “NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız” diye başlayan 27 Mayıs’ta bu darbenin en etkin unsuru Harp Okulu’nda öğrencidir...

Sonra...

“ABD yanlısı 12 Eylül askeri darbesinin Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren’in Özel Kalem Müdürlüğü görevinde bulunan Binbaşı Çevik Bir, Evren’in en gözde subayları arasında önemli bir yer işgal etmiştir. Kenan Evren Cumhurbaşkanlığı’na geçince Başyaveri olmuştur. 1981 yılında Albaylığa terfi etikten sonra da Evren’in yanından ayrılmadı. Askeri darbe dönemlerinin en kritik yerlerinden Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alay Komutanlığı’na atandı.”

Şu görevlere bakar mısınız!

Bu tam bir staj...

AB-D(=NATO) yanlısı darbe/müdahale stajı...

Sonra:

“Korgeneralliği döneminde NATO emrinde, yurtdışında görev alan ender subaylar listesinde adı yer aldı. Dönemin Genel Kurmay Başkanı Doğan Güreş Çevik Bir’in bu göreve, Pentagon’un doğrudan adını vermesi sayesinde seçildiğini açıkladı.”

Orgeneral olunca 28 Şubat’ı yaptıracaklar ya... Korgeneralliğinde “hizmet içi eğitim”e alıyorlar...

Gerisi mâlum...

Emekli olur olmaz Cumhurbaşkanlığı vizesi almak için ABD’ye koşuyor; siyonist “Yahudi Ulusal Güvenlik Enstitüsü (JINSA)n’den Türkiye-İsrail İlişkilerine katkılarından ötürü ‘Uluslarası Liderlik Ödülü’ alırken verdiği konferansta “Türkiye, Avrupa’ya ABD ve İsrail ile birlikte girmeli” diyor.

Yani “beni TC’ye Cumhurbaşkanı yaparsanız; yalnız TC’de değil, AB’de de ABD ve İsrail’in hak ve çıkarlarının savunuculuk ‘görev’imi canla başla yerine getiririm” demek istiyor...

Ama, efendileri hak ve çıkarlarını yeryüzünün her santimetrekaresinde ve özellikle de “alem-i İslâm”da savunacak daha “verimli işçiler” bulduğundan... Eline madalyayı tutuşturup emekli ediyorlar...

Fakir bir ailenin çocuğu olduğu için askerî okulda okumak dışında herhangi bir alternatifi olmayan Çevik Bir’in, emekli olduğunda ne kadarlık bir servetin sahibi olduğu ilgili/görevli/yetkili kurum ve kuruluşlarca (Meselâ MASAK, C. Savcılıkları) araştırılır ve çıkan sonuç NATO ağına düşmemiş, onun tezgâhlarında kendini kullandırtmamış dürüst/namuslu orgenerallerin servetleriyle karşılaştırılırsa, AB-D(=NATO)’nin gizli bordrolarında kirli işler için kullandığı generallere ne kadar “ücret” ödendiği de ortaya çıkarılabilir...

Dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener’in kendisiyle yapılan bir röportajda söylediği şu sözler AB-D(=NATO) kaynaklı askerî darbe/müdahalelerin birbiriyle olan organik bağı dışında, bu darbelerin sonucunda meydana gelen “sivil” iktidar değişikliklerinin de bu kirli iktidar oyununu bir parçası olduğunu ve “kurtarıcı darbeci asker- kurtarıcı demokrat sivil siyasetçi” zıtlığının da gerçek olmayıp, senaryo gereği aynı kirli oyunun bir rol dağılımından ibaret olduğunu ortaya çıkarıyor:
[Çevik Bir, Abdullah Gül´ün danışmanı
Akşener, 28 Şubat sürecinda bugünkü iktidar mensuplarıyla kanlı bıçaklı olan emekli Orgeneral Çevik Bir´in, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül´e danışman olduğunu da öne sürdü. Akşener´in iddiaları şöyle: ´Çevik Bir, bir İtalyan gazetesine verdiği mülakatta, Hükümet´in çok iyi işler yaptığını ve AB ile ilgili iyi gittiklerini dile getirdi. Sonra ABD´de bulunan ve kısa adı JISCA olan bir Yahudi derneği, Türkiye´den sadece Çevik Bir ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan´a ödül vermiştir. Bu vakıf, Süleyman Tapınağı´nın yeniden inşası ile ilgili bir vakıf. Ayrıca benim bu iddiam bazı internet sitelerinde de yer aldı. Ancak, her ikisi de tekzip etmedi.´ ] (8).
Belgedeki ADD ile ilgili ilginç bilgiyi, sıra ADD’ye gelince ayrıca değerlendirmek üzere hafızamıza kaydettik... Kısmetse haftaya “kurtarıcı darbeci asker- kurtarıcı demokrat sivil siyasetçi” sahte zıtlığının sivil aktörlerine de değinerek devam edeceğiz...

Dipnotlar:
5-) Ergenekon Davası İddianemesi’nin 360 numaralı delill klasörü. Belgedeki imlâ hataları ve cümle düşüklüklerine dokunulmamıştır.
6-) Ergenekon Davası İddianemesi’nin agk. Belgedeki imlâ hataları ve cümle düşüklüklerine dokunulmamıştır.
7-) Ergenekon Davası İddianemesi’nin agk. Belgedeki bazı cümlelerin altı tarafımca çizilmiş, imlâ hataları ve cümle düşüklüklerine dokunulmamıştır.
8-) Dünden bugüne Tercüman gazetesi, 23 Mayıs 2005, İstanbul.

Erdoğan hayranından ilginç pankart: Atatürk de evet diyor
21.02.2017



Erdoğan hayranından tepki çeken pankart: Atatürk de evet diyor
Mersin’de kendisini CumhurbaşkanıTayyip Erdoğan hayranı şair Oktay Avcu olarak tanıtan kişi tarafından asılan “Atatürk de evet diyor” pankartına CHP tepki gösterdi.

DİHABER'in haberine göre; kendisini Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan hayranı olarak tanıtan şair Oktay Avcı tarafından Mersin’de Metropol İş Merkezi’ne tartışma yaratacak bir pankart asıldı.

Asılan pankartta Erdoğan ile tokalaşan Mustafa Kemal Atatürk kolajın üzerine şu ifadelere yer verildi: “Atatürk de evet diyor. Aferin çocuk. Aferin uzun adam. Çalışkansın. Zekisin. Başarılısın. Ülkeyi seviyorsun. İnsanı seviyorsun. Üretimi seviyorsun. Hizmeti seviyorsun. Daha dinamik daha hızlı büyüyen bir Türkiye için ben de ‘Evet’ diyorum. Cumhuriyete ve devrimlerime sahip çık. Benim izimde yürüyen ve beni en çok anlayan sensin. Şiir düşünürü Şair Oktay Avcu”

‘HAMASET YAPARAK ALGI OLUŞTURMAK İSTİYORLAR’
Pankart tepkiler üzerine kaldırılırken, CHP Mersin İl Başkanı Abdullah Özyiğit, “Başkanlık fikrini ortaya koyanlar bunu savunamazken hamaset yaparak belli kişileri kullanmak suretiyle bu konuda kamuoyu, algı oluşturmaya çalışıyorlar. Bu Başkanlık sisteminin hiçbir şekilde toplumu kalkındırmaya yönelik. Toplumu özgürleştirmeye yönelik, toplumu çağdaşlaştırmaya yönelik, demokrasiyi ilerletmeye yönelik bir yanı yok. Bunu yapanları anlamak mümkün değil. Hele ki bir de şair sıfatı ile bazı kişilerin ortaya çıkıp böyle bir şey yapması işgüzarlıktan başka bir şey değildir. Hele hele Mustafa Kemal Atatürk’ü bu işe alet etmek ve sanki ‘Başkanlık’ istiyormuş gibi bir algı oluşturmaya çalışmak Türkiye’ye yapılacak en büyük kötülüktür. Çünkü 16 milletvekilinin Cumhuriyetin ilk dönemlerinde ABD tarzı bir Cumhurbaşkanlığı isteyeceğini Celal Bayar’a söylediklerinde Celal Bayar kendilerini uyarmıştır. Buna rağmen çıktıklarında Mustafa Kemal kendilerine ‘Biz saltanatı saraydan aldık halka verdik. Şimdi siz bize tekrardan saltanatı saraya vermemizi ve halkı sultanlara mahkum etmemizi mi istiyorsunuz’ diyerek karşı çıkmıştır” diye konuştu.

Özyiğit, yapılanın “ahlaksızlık” olarak değerlendirerek, bu tür yaklaşımlardan vazgeçilmesi çağrısı yaptı. Özyiğit, hükümetin getirmiş olduğu Anayasa taslağını kendisinin savunamayacak kadar aciz bir durumda olduğunu söyledi.
BirGün

Fırtına Paşa'nın Şok Emine Erdoğan Emri

Halkın oylarıyla Başbakan olan Erdoğan'ın eşinin milli günlerin kutlamalarına alınmaması için, dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Fırtına bir genelge yayımlamış.
Balyoz soruşturması kapsamında gözaltına alınan Emekli Orgeneral İbrahim Fırtına'nın, Hava Kuvvetleri Komutanı olduğu dönemde, “irtica ile mücadele” adı altında tesettürlü, sakallı ve türbanlı kişilerin VIP statüsü taşısalar dahi askeri alanlara alınmamalarının emredildiği ortaya çıktı. Şok belgede, komutan ve amir konumunda olan personele bu konuda asla zafiyet göstermemeleri emrediliyor.
10 Kasım 2003 tarih ve İrtica ile Mücadele konulu, “gizli” ibareli olarak Hava Harp Akademisi Komutanı Hv. Plt. Tümg. Rasim Arslan'a gönderilen yazının altında, dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral H. İbrahim Fırtına adı olduğu görülüyor.

ŞOK EMİRLER
Yazıda İrtica ile Mücadele adı altında şu 4 madde sıralanıyor:
“1- Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü parçalamak, Atatürk ilkeleri doğrultusundaki çağdaş anlayışı yıkarak, kendi görüş ve fikirlerinin etkin olduğu bir rejim kurmak için faaliyet gösteren kıyıcı ve bölücü unsurlar, amaçlarına ulaşmak için ellerindeki siyasi erk dahil tüm güç unsurlarını kullanarak, kendilerine en büyük engel olarak gördükleri Türk Silahlı Kuvvetleri'ni yıpratma gayretlerini artırmışlardır.

KENDİLERİNE MÜDAHALE EDİLMEYECEĞİ DÜŞÜNCESİYLE…
2- Alınan tüm önlemlere rağmen, özellikle sivillere açık ortamlarda Garnizon Komutanlıkları bünyesinde yürütülen faaliyetlerde (Zafer ve Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonlarında), VIP statüsünde olup irticai fikirleri benimseyen art niyetli kişilerin, statülerinden faydalanarak kendilerine müdahale edilemeyeceği düşüncesi ile hareket ettikleri ve özellikle inkılap kanunları hilafında giyinen tesettürlü eşleriyle anılan faaliyetlere katıldıkları gözlenmektedir. Bu tür provokatif girişimlerin basın yoluyla kamuoyuna yansıtılması, TSK'yı güç durumda bırakmakta, irticai unsurları ve taraftarlarını cesaretlendirmektedir.

3- 211 sayılı TSK İç Hizmet Kanunu'nun 35'inci maddesi gereği Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak ve kollamakla görevli, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ayrılmaz bir parçası olan Hava Kuvvetleri mensuplarını, her türlü ideolojik akımın etkisine karşı korumanın, komutan ve amirin en önemli görevlerinden biri olduğu asla unutulmayacaktır.

a- Komutan ve amir pozisyonunda bulunan personel, Anayasanın özüne ve esasına, inkılap kanunlarına, irtica ile mücadele kapsamında yayınlanan direktif ve emirlere aykırı davranışlara ve girişimlere kesinlikle müsamaha gösterilmeyecektir.

ÖNLEYİCİ TEDBİRLER ALINACAK VE GELİŞTİRİLECEK
b- İnkılap kanunlarına aykırı, siyasi veya dini bir akım veya ideolojiyi simgeleyen kılık ve kıyafete sahip olanların (tesettür, türban, sakal), VIP statüsü taşısalar bile lojmanlar bölgesi, orduevleri, askeri gazinolar, birlik, karargah ve kurumlar ile TSK'ya ait her türlü sosyal tesislere girmelerine müsaade edilmeyecek, önleyici tüm tedbirler alınacak ve geliştirilecektir.

ZAFİYETE KESİNLİKLE MÜSAMAHA GÖSTERİLMEYECEK
4- 211 sayılı TSK İç Hizmet Kanunu gereği kendilerine tevdi edilen komutanlık ve amirlik görevlerini yerine getirmeyen, irticai unsurlarla mücadele azim ve kararlılığı konusunda zafiyeti tespit edilen komutan ve amir yetkilerine haiz personele, kesinlikle müsamaha gösterilmeyeceğini rica ederim.”

10 Kasım 2003 tarihinde dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Fırtına tarafından Hava Kuvvetleri birliklerine gönderilen genelgede, “VİP statüsünde olsalar bile başörtülü ve sakallıları birliklere, merasim alanlarına sokmayın” deniliyor.

Aynı İbrahim Fırtına 8 Eylül 1999 yılında da Hava Korgeneral'ken de yine örtü yasağının sıkıca uygulanmasını istemiş. Bu haber de 1 Şubat 2010 tarihli gazetemizde belgesiyle birlikte yeralmıştı.
19 Temmuz 2010
Kaynak: Vakit


Haşmet Babaoğlu
Diyanet meselesi: Ezberler ve gerçekler

Bizde hep böyledir... İslamcı, İslam'ı bilip öğrenmekten kaçınır.

Sosyalist, sabah akşam kapitalizmi analiz eder ama sosyalizmin eleştirel analizinden fena halde sıkılır.

Kemalist, Mustafa Kemal'i ve çağındaki uygulamaları merak edip öğrenmek yerine beşinci sınıf kaynaklardan toparlanmış üç beş ezberle idare eder.

Liberal, sosyal ve ekonomik alanlarda serbest rekabeti değil, iş hayatını ve kartelci işadamlarını sever.

Laiklik meselesinde de durum aynıdır.

Ezberlenmiş yanlışlar, peşin yargılar basit fakat gerçek bilgiden daha üstün tutulur.

***

Geçen hafta Diyanet İşleri Başkanı'nın Kuran okuma tavsiyesini yanlış ve laikliğe aykırı bulanlara karşı "bundan daha normal ne olabilir, kaldı ki bu tür tavsiyeler bana göre Diyanet'e yasa yoluyla verilen görevlerdendir" dedim ve 1965 tarihli yasanın ilk maddesini hatırlattım ya...

Gelen okur mektuplarından bazıları çok ilginçti.

Şaşkındılar.

"Bir laik devletin yasasında İslam dinine böyle vurgu yapılmaması gerekir, yanlış yazmış olabilir misiniz?" diye soran bile vardı.

Bilmiyorlardı.

Çünkü gerçekte ne laikliği, ne de Cumhuriyet'in kuruluşunu öğrenmeye niyetleri yoktu!

Öyle olsalar "Diyanet ateistlerin de, Hıristiyanların da Diyanetidir" gibi garip tezler öne süreceklerine, "laik bir düzende Diyanet'e ne gerek var" demeleri gerekirdi.

Gülünç biçimde "dinsiz Diyanet" isteyeceklerine "Diyanet'siz rejim" talep etmeleri daha doğru olurdu.

Ama dertleri başka! Beğenmediklerini tepelemek için kullandıkları birkaç sopadan biri "laiklik", o kadar!

***

Bir okurum da "Büyük Atatürk'ün Diyanet'i böyle değildi" demiş. "O Diyanet Kuran okunmasını tavsiye etmezdi" imasıyla tabii...

Belli ki, ilk Diyanet yasasını ve 1925'te TBMM'nin Kuran tefsiri ve hadis tercümeleri için ödenek ayırıp Diyanet İşleri Reisliği'ne bu görevi verdiğini bilmiyor. "Hak Dini, Kuran Dili" ve "Sahih-i Buhari" tercümesinin hazırlanması ve 1927'de Türkçe bir hutbe mecmuasının basılıp dağıtılması sürecini öğrenmek zor geliyor.

Bizim "laikçi"lerin hesaplaşmaktan kaçındığı tarihi gerçek açıktır: Cumhuriyet laikliği bir rejim olarak uygulamaktan çok ideoloji olarak benimsemiştir.

Devlet, dinin kendi üzerindeki etkisine önlem alırken, din üzerinde özellikle etkili olmayı hedeflemiştir.

Problemin de, çözümün de kaynağı tam bu noktadır.

Sabah


Haşemayla denize girince saldırıya uğradı
7 Ağustos 2010



Çeşme'de tesettürlü mayo ile denize giren Hatice Şenocak ve çocukları Birsel Pehlivan adlı kadının saldırısına uğradı. Şenocak, pehlivan hakkında suç duyurusunda bulundu.

Orhan Turan'ın haberi

İzmir'de öğretmenlik yapan Hatice Şenocak, tesettürlü mayoyla denize girmek isteyince, plajda başka bir kadının sözlü ve fiziksel şiddetine uğradı. Çeşme'de çocuklarıyla plaja gelen Hatice Şenocak, 'haşema' olarak bilinen ve başı da örten özel mayo ile denize girmek istedi. Şenocak, çocuklarıyla yüzerken, Birsel Pehlivan adlı bir kadının saldırısına uğradı.

'ÖRÜMCEK DENİZİ KİRLETİYORSUN'

Şenocak, başından geçen çirkin saldırıyı Yeni Şafak'a anlattı. Çocuğuyla birlikte yüzmek istediğini söyleyen Şenocak, "Adının Birsel Pehlivan olduğunu sonradan öğrendiğim kadın, 'örümcekler, utanmıyor musun denizi kirletmeye, Atatürk Cumhuriyetini kirletiyorsunuz' diye bağırarak hakaretler etti. Yanımda çocuğum vardı. Onlara, bari çocuğumu sahile çıkarayım dediysem de dinlemediler. Beni tartaklayarak sahile çıkarmaya çalıştılar. Jandarmayı çağırdık. Jandarmaya da ben asker karısıyım, hiçbir şey yapamazsınız' dedi.

SEN DE MAYO GİYECEKSİN

Pehlivan'ın küçük oğlunun koluna tırnaklarını geçirdiğini anlatan Şenocak, "Ardından jandarma çağırdık, geldi. Jandarma iyi niyetliydi. Kadın 'ben asker karısıyım Bunlar böyle denize girmeyecek' dedi. Jandarma da çaresiz kaldı" şeklinde konuştu.

Olayla ilgili Hatice Şenocak'ın avukatlığını ise savcılık görevinden isitifa ederek İzmir'de avukatlık yapmaya başlayan eski Cumhuriyet Savcısı Gültekin Avcı üstlendi. Gültekin Avcı, Memur-Sel İlçe Başkanı Abdurrahim Şenocak'la birlikte Çeşme'de dün olay tespiti yaptı. Avcı ise "Birileri ülkenin tek sahibi olduğunu zannediyor. Asıl bu zihniyet Türkiye'yi kirletiyor" dedi. Denizde yüzerken saldırıya uğrayan Şenocak, 3 günlük doktor raporu aldı. Olayın yaşandığı 4 Ağustos'ta şikayetçi olan genç öğretmen, dün de savcılığa suç duyurusunda bulundu

Yeni Şafak

Mason’a Dost Müslüman’a Düşman
09 Ağustos 2010
2003’te hazırlanan Balyoz Darbe Planı’nda, İslâmî hassasiyete sahip dernek, gazete ve dergilerde çalışanlar tek tek fişlenip “darbeden sonra gözaltına alınacaklar” listesi oluşturulmuş... ‘Balyoz’cuların, kendilerine destek vereceğini söylediği 321 dernek

2003’te dönemin 1. Ordu Komutanı Orgeneral Çetin Doğan tarafından hazırlandığı belirtilen ve Fatih Camii ile Beyazıt Camii’nin bombalanmasından, kendi savaş uçağımızın düşürülmesine kadar birçok korkunç eylemin yer aldığı Balyoz Darbe Planı iddianamesinin delil klasörlerinde şok bilgiler yer alıyor.
2003’te AK Parti iktidarını devirmek üzere hazırlanan en kanlı darbe girişimi olarak adlandırılan Balyoz Darbe Planı’nda en ince detay bile hesap edilmiş.



Balyoz Darbe Planı sanığı olan Dönemin Jandarma İstihbarat Şube Müdürü Kıdemli Albay Kubilay Aktaş tarafından hazırlanan belgelerde, İslâmî hassasiyete sahip yayın organlarının İmtiyaz Sahipleri ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürlerinin fişlendiği, gazete ve televizyonların adreslerinin çıkarıldığı görülüyor. Darbeciler, darbenin ardından el konulacak ve kapatılacak dernekler tespit etmiş, İstanbul genelinde gözaltına alınacak İslâmî duyarlılığa sahip grupların, liderlerin listesini çıkarmış.

EL KONULACAK VE KAPATILACAK DERNEKLERİN ADLARI

Balyoz sanığı Emekli Albay Kubilay Aktaş tarafından hazırlanan, “İstanbul İlinde Kapatılacak Dernekler - El Konulacak ve Kapatılacak Derneğin Adı” başlıklı gizli belgede şu ifadeler yer alıyor.
Adaleti Savunanlar Derneği (ASDER) - (Bölücü)
Türkiye İranlılar Hayır Derneği - (İrtica, Bölücü)
İran Sanayici ve İşadamları Derneği - (İrtica, Bölücü)
İlim Yayma Cemiyeti - (İrtica, Bölücü)
Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği (Özgür-Der) - (Bölücü)
Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) - (İrtica, Bölücü)
Hukukçular Derneği - (Bölücü)
Demokrat Hukukçular Derneği - (Bölücü)
Deniz Feneri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği - (İrtica, Bölücü)
Ensar Vakfı - (İrtica, Bölücü)
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı - (İrtica, Bölücü)
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği (Mazlum-Der) - (Bölücü)
İmam Hatip Lisesi Mezunları ve Mensupları Derneği (ÖNDER) - (İrtica, Bölücü)

DARBEDEN SONRA EN BÜYÜK
DESTEKÇİLERİ MASONLAR
İslâmî duyarlılığa sahip derneklere el koymak isteyen darbeciler, darbe sürecinde Mason dernekleriyle ortak çalışma yapmayı planlamışlar. Balyoz’a destek verecek 321 derneğin sıralandığı belgede, Mason fraksiyonlu olanlar önemli yer tutuyor. Belgede 253 Mason derneği, darbe sürecinde ‘desteklenecek ve ortak çalışılacak dernekler’ arasında yer alıyor.
Atatürkçü Düşünce Derneği ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin İstanbul’daki toplam 49 şubesi, darbede faydalanılacak dernekler olarak belgede yer alıyor.

İRTİCAİ GRUPLAR TARAFINDAN
YAYIMLANAN GAZETE VE DERGİLER
Balyoz Darbe Planı kapsamında, İslâmi duyarlılığı önceleyen gazete ve dergiler hedef alınmış, gazete ve dergilerin imtiyaz sahipleri ile sorumlu yazı işleri müdürleri fişlenmiş. Ülkücü ve Alevi görüşleri ile öne çıkan yayın organları dahi takip edilmiş.

AKİT GAZETESİ VE CUMA DERGİSİ
“RADİKAL İSLÂM” DİYE FİŞLENMİŞ
Dönemin Jandarma İstihbarat Şube Müdürü Kıdemli Albay tarafından hazırlanan belgede; Akit gazetesinin İmtiyaz Sahibi Rayip Arpacık ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Mehmet Özmen fişlenmiş. Akit gazetesinin “Radikal İslâm” görüşünde olduğu notunu düşen darbeciler, söz konusu gazetenin açık adresini de yazmış.
Haftalık yayın yapan Cuma Dergisi’nin İmtiyaz Sahibi Ülkü Kumral ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Mehmet Uzun da fişlenmiş. Cuma Dergisi’nin de, Akit gazetesi gibi “Radikal İslâm” görüşünde olduğu belirtilmiş.

Akademya (İBDA-C)
Aksiyon Dergisi (Nurculuk)
Altınoluk Dergisi (Erenköy Cemaati)
Bireyden Dergisi
Cem Dergisi (Alevi)
Diyanet Dergisi (Radikal İslâm)
Haksöz Dergisi (Radikal İslâm)
İstanbul MHP Aylık Haber Bülteni (Ülkücü)
Kadın ve Aile (Nakşibendi)
Mazlum-Der Dergisi (Milli Görüş)
Mektup Dergisi (Radikal İslâm)
Milli Gazete (Milli Görüş)
Milliyetçi Hareket (Ülkücü)
Müslüman Genç Dergisi (Radikal İslâm)
Nefes (Alevi)
Selam (İran Yanlısı)
Türkiye Gazetesi (Işıkçılık)
Yeni Şafak gazetesi (Milli Görüş)
Zaman gazetesi (Nurculuk)
Balyoz Darbe Planı iddianamesinde;
“İrticai Gazete ve Dergiler” isimli Word dosyası ile ilgili yapılan dijital teknik incelemede, dosyanın “14.01.2003” tarihinde “Kubilay Aktaş” isimli bilgisayarda oluşturulduğunu, en son “17.02.2003” tarihinde “HYILDIRIM” isimli bilgisayarda gözden geçirilerek kaydedildiği tespit edildiği bilgisine yer veriliyor.

İSTANBUL İLİNDE GÖZALTINA
ALINACAK İRTİCAİ GRUP LİDERLERİ
Balyoz sanığı Emekli Albay Kubilay Aktaş tarafından hazırlanan belgede, İstanbul’da gözaltına alınacaklar çıkarılmış. İşte o liste:
Abdulkadir Demirkaya
Adnan Oktar
Ahmet Saruhan
Ali Osman Zor
Arif Ahmet Denizolgun
Cemal Arvas
Enver Ören
Halil Elkatmış
Hamza Türkmen
Haydar Baş
Hüsnü Aktaş
Mahmut Ustaosmanoğlu
Mehmet Emin Birinci
Mehmet Kurdoğlu
Mehmet Kutlular
Musa Topbaş
Mustafa İslâmoğlu
Mustafa Sungur
Müslüm Gündüz
Necmettin Erbakan
Nurettin Coşan
Rıdvan Kaya
Sadettin Ustaosmanoğlu
Said Nuri Ertürk
Sıddık Dursun
Tahir Gül
Zekeriya Şengöz

Kaynak: Vakit

Atatürk Türkiye'dir, Türkiye Atatürk yazısı kalktı
12:00 - İnönü Üniversitesi yerleşkesi içerisindeki Kütüphane binasının üzerine konulan dev, "Atatürk Türkiye'dir, Türkiye Atatürk" yazısı kaldırılarak, yerine Atatürk'ün "Manevi mirasım bilim ve akıldır" şeklindeki sözü yazıldı. Yeni üniversite yönetimi tarafından "Atatürk Türkiye'dir, Türkiye Atatürk" yazısı kaldırılarak, aynı yere ve aynı büyüklükte Atatürk'ün "Manevi mirasım bilim ve akıldır" şeklindeki sözü yazıldı. 16.08.2010 MALATYA netgazete

Ahmet İnam
ahmet.inam@aksam.com.tr
Gönlümle aradığım eleştirdiğim Mustafa Kemal'e doğru

Benim anarşist gönlüm farklı, çok yönlü, zengin Atatürk yorumlarından yanadır. Hayatımızı olanca zenginliğiyle yaşayabilmemiz için.
Mustafa Kemal bugün hayatımızda nasıl yaşıyor? Elbette çetin bir soru. Bir çırpıda cevap vereyim yanlış anlaşılma tehlikesini göğüsleyerek.
Okulumuzda, eğitim düzenimizde, tarih kitaplarımızda yaşıyor. Bu yaşayışını geleceğe yönelik umutlarım ve beklentilerim açısından heyecan verici bulmuyorum. Zorla okutulan inkılap tarihi derslerinde nasıl bir Atatürk yaşıyor? Genç insanların umutlarına, inançlarına ne katıyor? Gülümsüyor mu Atatürk derslerde? Çiçek açıyor mu? Atatürk genç insanların gönlünde çiçek açıyor mu? Bana sorarsanız, Atatürk'ü rahatsız ediyoruz, tedirgin ediyoruz. Onu yaşayışımıza yakışan bir biçimde yorumlama gücümüzün noksanlığından, yaptığımız bir yığın işin haklı kılınmasında onun ardına saklanmaya çalışmamızdan. Atatürk'ü önce devlet tedirgin ediyor. Milli Eğitim Politikası. Her kitabın kapağına resmini koyarak. Gerekli gereksiz adını anarak. Aklımıza esen yolda yürüyor, 'İzindeyiz Atam' diyoruz. Bir açıdan doğru: Nicedir Atatürk'ü düşünmemek ve yorumlamamak için tatil yapıyoruz.
Onu sağlıklı bir biçimde yorumlayıp, eleştirmemekle, onu yaşadığımız kapkaççı düzenin bekçisi durumuna getirmekten daha kötü ihanet düşünemiyorum.
Atatürk'ü eleştirenler yok değil. Küfredenleri bir yana bırakalım. Ciddiye alınacak yanı yok küfrün. Onu orduyla, dolayısıyla baskıcı bir yönetim biçimiyle özdeşleştirenler var. Özgürlükleri yok ederek, tartışmayı, düşünmeyi, eleştiriyi öldürerek Atatürk'ü canlı tutamazsınız. Atatürk'ü bu adreste aramaktan yana değilim. (Düşündükleri ve yaptıklarıyla toplumların kaderinde önemli roller oynamış tarihteki her insanın özel yaşamından, karakter özelliklerinden yola çıkarak onu yerden yere vurma olanağımız vardır. Bunu neden yaptığımız ya da yapmadığımız o kişinin bugünkü hayatımızdaki yerini nerede nasıl gördüğümüzle ilgilidir.)
Atatürk'ü 'tek dişi kalmış', geleneksel değerlerimizin, maneviyatımızın, dini inançlarımızın düşmanı olarak görülen olumsuz anlamda Batı'yla özdeşleştiriyorlar. Hz. Muhammet'le Atatürk'ü karşı karşıya getirmenin anlamı nedir? Ben dindar olmayan biriyim. Buna rağmen Atatürk'ü din düşmanı olarak algılamanın tehlikeli bir yanlış olduğunu görüyorum. İlericilik, solculuk adına dinin küçümsenip aşağılanmasına karşıyım. Anadolu'nun binlerce yıllık kültür tarihine karışmış zenginliğiyle inançlarını yaşamak isteyen bu toprakların insanına neden düşman olunsun ki? Ben dindar olmayan biri olarak neden dindar insanların düşmanı olayım ki? Bu kültürün, bu tarihin insanıyım, Yurdumu, geçmişimi seviyorum. Kendimi tarihinden sorumlu duyuyorum. Geleceğimden. Bu sorumlulukla düşünüyorum, düşlüyorum. Gönlüm bu yurdun gönlüdür. Bu insanın gönlüdür. Dinsiz insanların da ahlaklı olabileceğini, inançlı olabileceğini anlar benim tarihim. Anlayamazsa gönlüme zulmedilmiş olur. Dini beni yok etmek için kullanan arkadaşlar ezebilir beni, farklı düşüncelerim, düşlerim olduğu için Atatürk adını kullanarak bazı dostlarım baskı uygulayabilir gönlüme.
Tekrar edeyim: Din-Atatürk karşıtlığı yaşadığımız hayatın anlaşılmasına, canlandırılmasına katkıda bulunabilecek bir karşıtlık değildir. Bunun ardında yatan 'sahici' karşıtlıkları arayalım. Atatürk Türkiye'sine bu yakışır.
Elbette eleştirilebilecek yerleri çoktur, unutmayalım ki Atatürk devrimciydi. Pragmatik düşünceli bir devlet adamıydı. Hayatın içindeydi. Akla ve 'koşullara' uygun davranmaya inanırdı. Bize özgün olan bakışı, yaşama biçimini araştırırdı. Taklitçi değildi. Ben Atatürk'ü gönlümüzü uyandırmaya çalışan bir kişi olarak yorumluyorum. Gönlümüz ise, tekrar edeyim, en azından dört öğesiyle uyanık kalabilir: 1. Özgürlük, 2. Özgünlük, 3. Özerklik, 4. Özgüllük. Toplumumuzun gönlünün uyanık kalması, bilim ve sanatta, yaşama biçiminde yaratıcı olabilmesi, o toplumda yaşayanların özgürlüğü ile olanaklıdır. Toplumsal, siyasal, ekonomik açıdan bağımsızlığımız (özerklik), yaratıcılığımıza (özgünlük), bize özgü, bize has (4. koşul, özgüllük!) bir kültürün oluşması tarih sahnesinde toplumumuzun dirilişini sağlayacaktır.
Atatürk'ü eleştirmek, Atatürkçü olmamak da Atatürkçülüğe aykırı değildir. Ben inanıyorum ki Atatürk, 'Ben Atatürkçü değilim' dediğimde beni anlar ve bana kızmazdı.
Gönlü zengin insanların yaşadığı bir kültürün insanlarıyız, sakın ola gönlümüzü yoksullaştırmayalım. Mustafa Kemal'i tedirgin etmekten kaçınalım...
Akşam

Laiklik sorununun kökü
Ali Atıf BİR
aabir@bugun.com.tr
15 Ekim 2010
Türkiye öyle bir noktaya geldi ki dindar, Müslümanlığı yaşayan insanların laik devleti korumak ya da ulaşmak için mücadele ettikleri sanılıyor.

Bunu nedeni de "Benim ninem de namaz kılar, başını şöyle usturupluca bağlardı, ah o günler!" diye yazılar yazan köşe yazarlarının "dindar" sanılmaları.

Oysa bu tür yazılar yazan köşe yazarlarının dinle minle alakaları yok.

Çoğu dinsiz, agnostik.

En basit anlamıyla din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması demek olduğuna göre de çok fazla "ayırmakta zorlanacakları" bir şey yok.

Bu nedenle de "dini-devletten" ayırmaya çalışan dindarların halinden anlamıyorlar. Bir sağırlar diyalogudur gidiyor.

Sorunun kökü budur. Arz ederim.

"Yıllarca 'babam hafız' demeye utandım"
17 Ekim 2010

"‘Babam hafızdı’ demeye utanırdım” diyen en önemli yazarlarımızdan Adalet Ağaoğlu'dan çarpıcı itiraflar: Elinde tespih olanı küçümsüyordum. Cumhuriyetin ilk kuşağı olarak böyle düşünmem gerektiğini sanıyordum

Erdinç Akkoyunlu'nun haberi

İslam’ın cumhuriyetten beri küçümsendiğini belirten Adalet Ağaoğlu, babasının hafız olduğunu söylemeye utandığı dönemleri anlattı.

BÖYLE DÜŞÜNMEM GEREK SANIYORDUM

‘Başörtülüler kamuya giremez’ ve ‘Cumhurbaşkanı’nın eşi türbanlı, oraya gitmem’ sözlerini sakıncalı bulan ünlü edebiyatçı, “İslam cumhuriyetten beri küçümseniyor. ‘Babam hafızdı’ demeye utanıyordum. Eli tespihli adam gördüğüm zaman, onu küçük görüyordum. Oralardan geliyorum. Cumhuriyetin ilk kuşağı olarak böyle düşünüyordum. Böyle düşünmem gerektiğini sanıyordum. 1960’ta da ‘Ordu millet el ele’ diyenlerdendim. Fakat darbeden sonra; darbecilerin yaptıklarını görünce iğrendim ve ürktüm. Annem de başörtülü bir insandı. Hatta ben okula başlayacağım zaman annem teyzeme ‘Nallıhan’a giderken bu kızın başını örtecek miyiz’ diye sormuştur” diye konuştu.

DÜN BAŞKA BUGÜN BAŞKA SÖYLÜYOR

Anayasa referandumuna ‘evet’ diyen aydınların başında yer alan Ağaoğlu ‘başörtüsü ve çözüme yönelik siyasilerin açıklamalarıyla ilgili de şunları söyledi: “Yıllardır sorun haline gelen türban meselesinde, yasağa karşıyım. ‘Başörtülüler kamuya giremez’ ve ‘Cumhurbaşkanı’nın karısı türbanlı, oraya gitmem’ denmesini çok sakıncalı buluyorum. Başörtülüler kendi haline bırakılsa, küçük görülmedikleri ve itilip kakılmadıkları için daha sağlıklı bir yol arayacaklardı. Boğaziçi’nde herkes girdi çıktı, kıyamet mi koptu? ‘Başları örtülü mü değil mi’ diye bakmasızın onları okula almak lazım. Öyle bir sistem kurulsun istiyorum. Kılıçdaroğlu ‘Biz çarşafı çözceğiz’ dedi. Buyur çöz bakalım. Bugün böyle söylüyor başka gün başka türlü söylüyor.”

Adalet Ağaoğlu, "bu memleket benim. Kendi dilimde yazıyorum. Anadilimde daha iyi yazıyorum. İngilizce yazıp da, başka dile çevrilmeyi bilmiyorum. Kendi anadilimde yazabiliyorum. Ekmek param da burada, her şeyim burada.” diye konuştu.

CHP ülkedeki değişime ayak uyduramadı

CHP’nin kendisini topluma tümüyle mal edemediğini belirten Ağaoğlu, “Türkiye’nin toplumunun değişimine ayak uyduramadı. Hep kendini üstün ve en üstte görüyor. Kuruluşu neyse aynen öyle gidiyor. Hep yanlış karta oynuyor. Bütün mesele, değişimi iktidar partisinin yaratması. İktidar partisinin yaptığı her şey, onlara göre kötü. İktidar olsa, CHP o zaman ne yapacak? Kapıdan emir mi verecek yine. CHP, iktidar olamama telaşı ile yanlış karta oynuyor. CHP, Cumhuriyet resepsiyonu hakkında bile bir görüş oluşturamıyor. Gideriz, gitmeyiz diyorlar. Önce iç meseleleri halletsinler. Kendileri doğru dürüst yolları seçsinler. Başörtüsü konusu da dahil eskiye yaranacağız yeniye yaranacağız diyerek bu iş olmaz” dedi.

Boğaziçi’nde herkes girdi kıyamet mi koptu

Genç kızların iki türlü baskı altında olduğunu söyleyen Ağaoğlu, “Hem aile baskısı, hem de toplum baskısı var. ‘Okula başörtüsü ile git’ diyen var, ‘gitme’ diyen var. En yakın arkadaşı başı açık giriyor, başörtülü kız üzülüyor. Başı açık giren de, arkadaşı giremiyor diye üzülüyor. İnsan onuruna ne aykırıysa o kalksın ortandan. Serbest bırakılsın. Boğaziçi’nde herkes girdi çıktı, kıyamet mi koptu?. Bu anayasa meselesidir. Darbe anayasası değişsin. 1982 Anayasası’nda herkes emir kulu. Bu böyle olmaz. Anayasayı değiştirmeyi, bunun için istiyoruz. Anayasa değişmezse neler olabileceğinin romanını yazabilirim” dedi.
Star gazetesi

Jandarma'dan "Başörtülü" Avı
02 Kasım 2010

Türk Silahlı Kuvvetleri'ndeki başörtüsü karşıtlığının derecesini gözler önüne seren belge ve fişleme kayıtlarına ulaşıldı.
Uzman Çavuş F.K.'nın eşinin başörtülü olduğu iddiası üzerine anketör kılığında evinin kapısı çalınıyor ve eşi kameraya alınıyor… Telefonları dinleniyor, çiftin aralarındaki en mahrem konuşmaları kayda alınıyor…

Ardından da personel eşi “Türbanlı olmadığı görüldü ancak meyilli, ilerleyen günlerde takabilir” diye fişleniyor.

2007 yılına ait belgeye göre, Uzman Çavuş F.K.'nın eşinin başörtülü olduğu iddiası üzerine anketör kılığında evinin kapısı çalınıyor ve eşi kameraya alınıyor… Uzman Çavuş ve eşinin telefonları dinleniyor, en mahrem konuşmaları kayda alınıyor… Ardından da personel eşi “Türbanlı olmadığı görüldü ancak türban takmaya meyilli, ilerleyen günlerde türban takabilir” diye fişleniyor.

ŞEYTANIN AKLINA GELMEZ

Yer İstanbul'da Alemdağ Jandarma Karakol Komutanlığı. Ulaştığımız Komutanlık Bilgi Notu'nda skandal takip büyük bir maharetmiş gibi bir bir anlatılıyor. Bilgi Notu'ndan F.K. adlı Uzman Çavuş'un eşi Y.K.'nin “türbanlı olduğu ve bir tarikatla irtibatlı olduğu” haberleri üzerine komutanlarının kolları sıvayarak, şeytanın bile aklına gelmeyecek yöntemlerle araştırmaya koyulduğu görülüyor.

ARKADAŞIYLA GÖRÜŞMESİ KAYDEDİLMİŞ

Önce Uzman Çavuş F.K. ile eşi Y.K.'nin cep telefonları dinlemeye alınıyor. Y.K.'nin bir arkadaşı ile görüşmesinde kapanmayı düşündüğünü ve Doğu'ya tayinlerinin çıkacağını belirterek, o bölgede kapalı giyinen olup olmadığını sorduğu; arkadaşının da bunu yapmaması gerektiğini, aksi halde eşinin ihraç edileceğini söylediği kaydediliyor. Y.K.'nin Uzman Çavuş eşiyle yaptığı telefon görüşmesinde de “Abdest alıp namaz kılacağım” dediğinin altı çiziliyor.

ANKETÖR KILIĞINDA EVİNE GİDİLEREK, KAMERA AÇILIYOR

Bununla da yetinilmeyerek, bir bayan astsubay görevlendirilerek, anketör kılığında Uzman Çavuş F.K.'nin evine gönderiliyor. Anketör kılığındaki bayan astsubay bir şeyler sorarken, Uzman Çavuş'un eşi kameraya alınıyor.

TÜRBANLI DEĞİL AMA TAKABİLİR, MEYİLLİ

Tüm bunlar büyük bir maharetmiş gibi üste sunulan Bilgi Notu'nda bir bir anlatılıyor. Bilgi Notu'nun “Sonuç” bölümünde de, “Y.K.'nin türbanlı olmadığının görüldüğü ancak türbana karşı duyarlı olması sebebiyle önümüzdeki günlerde türban takabileceğinin değerlendirildiği” ifade ediliyor.
Kaynak: Yeni Akit

"Ülkede Atatürkçülükten geçinenler de var"
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, "Türkiye'de Atatürkçüler vardır. Maalesef Atatürkçü geçinenler vardır ve en kötüsü Atatürkçülükten geçinenler vardır. Kimi kastettiğimi, bu tasnifte kimlerin olduğunu arif olan anlar. Bununla ilgili çok fazla adres vermeye gerek yoktur" dedi. 11.11.2010 ANKARA netgazete

Yıldızın kuyruğuyla öküzün boynuzu üzerinde bir politik muhabbet….
Atilla Özdür
28 Ekim 2017



Bu yıl mektebe ilk başlayan küçüklere mahsus Talim Terbiye ruhsatlı kitapların birinde, ilginç bir yıldız tarifi yapılmış… Kuyruklu yıldız için denilmiş ki; “Arkasında ışıklı bir kuyruğu bulunan yıldıza, ‘Kuyruklu yıldız’ denilir”… “Şehrin Radyosu –...
Cumartesi 19:22
PaylaşTweetlePaylaşPaylaşPaylaşYazdırYazıyı BüyütYazıyı Küçült
Yıldızın kuyruğuyla öküzün boynuzu üzerinde bir politik muhabbet…. – Atilla Özdür
Bu yıl mektebe ilk başlayan küçüklere mahsus Talim Terbiye ruhsatlı kitapların birinde, ilginç bir yıldız tarifi yapılmış…

Kuyruklu yıldız için denilmiş ki;

“Arkasında ışıklı bir kuyruğu bulunan yıldıza, ‘Kuyruklu yıldız’ denilir”…

“Şehrin Radyosu – Halkın Radyosu” ismiyle tescilli olup FM frekansından dünyaya yayın yapan bir radyo istasyonu, alıvermiş bu tarifi eline, demedik bırakmamış eğitim sistemiyle idarenin, zihniyetinde kendilerinin tesbit ettikleri Atatürk sevmezliğine…

*

Beş parmağın, şekli şemaliyle birbirlerinden farklı yapısı, kişinin psikolojik ve hissi yapılarını da etkilermiş…

Nitekim insanların renklerle zevk tercihleri birbirlerinden farklıdır. Boğa kırmızıya düşman iken, inekle öküzün umurunda bile değildir, kırmızı. Niye acaba?…

Mesela bendeniz efendim, bamyayı pirzolaya tercih ederim. Var mı bu koca memlekette benim bir benzerim daha?…

Atatürk konusunda da davranışlar böyledir. Kimisi sever kimisi de sevmez…

Ben, sizin elinizdeki pirzola kalemine tükürmem ve isterim ki, siz de benim bamya dolu tabağıma tükürmeyesiniz… Çünkü, pirzolayla bamya bizlerin ayrı ayrı, birbirlerinden farklı farklı zevk tercihleridir…

Dolayısıyla Atatürk sevilir de sevilmez de. Yasak olan, tükürmektir…

*

Kuyruklu yıldızın, “Arkasında kendine özgü upuzun ışıklı bir kuyruğunun bulunup bulunmamasıyla; Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığının ne alakası düşünülebilir ki?…

Atatürk sevilir sevilmesinde de, ilk mektebe daha yeni başlamış henüz süt çağının bebeklerine has böyle bir yıldız tarifine, vatan millet hainliği yapıştırmak Atatürk sevgisini, kesinlikle sathi ve göstermelik kılar…

Kuyruklu yıldız, Kamus-i Türki’ye göre, “Güneş etrafında büyük bir elips veya parabol çizerek hareket eden, kuyruk şeklinde bir uzantısı bulunan bir gök cismi”dir…

Şimdi, ilk mektep birinci sınıfa yeni başlayan çocuğunun kuyruklu yıldızı sormasında, “Şehrin Radyosu’nda program yapan Bay Okan Aslan ne cevap verecek ve tarifini nasıl yapacak?…

Ne anlar o küçük çocuk bunun lugavi tarifinden?…

Ayıp, ayıp. Hem de çok ayıp…

Kuyrukluyıldıza bu ismi Türkler vermiş. Yunanlının verdiği isim haliyle başkadır. Bir başka yıldız takımının ismi de, büyük ayı yıldızı…

Ha bakalım. Bu da aslında, ne ayıya benzer ne de maymuna…

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığının da artık suyunu çıkardınız. Vallahi ayıp. Ayrıca iftira olduğundan hem de günah…

*

Gelelim ikinci fasla…

Yıldızlar gökte, dünya da yerde bulunuyor. Yerde amma, bunların ayak bastıkları, dayandıkları bir dayanak olmalı. Yıldızlar gökte asılı, dünya da yerde öküzün boynuzları üzerinde…

Ülkemizin topu temeli beş tane olan traktör fabrikasının en büyüğü Hindistan’a satıldı. Traktör, aynen toprak gibi tarım sektöründe bir üretim faktörüdür. Şimdi bu traktörün tarım sektöründeki toplam üretim gücü, satılan fabrikanın güç kapasitesi nispetince zayıfladı…

Bu zafiyeti telafi etmek için iktisat mantığı şunu emreder;

Ya dışarıdan traktör kiralayacaksın ya da öküze başvuracaksın…

Aynen zaferin piyadenin süngüsüne muhtaçlığı gibi, Türkiye de bu gidişle, öküzün boynuzlarına yüz sürecek…

Var mı itirazı olan?…

Yeni akit

Kubilay sakızı daha kaç yıl çiğnenecek?
Ali İhsan KARAHASANOĞLU
24 Aralık 2010

Kubilay olayı, daha kaç yıl böyle çarpıtılarak anılacak bilemiyorum. 1930 yılında yaşanmış, topu topu 15-20 kişilik bir kavga. Hadi diyelim, çatışma.. 1930 Türkiyesi’nde, küçücük bir ilçede yaşanan olayın, tüm Türkiye’ye yansıyabilecek bir boyutu olabilir mi? Ne mümkün! Ama; 80 yıldır, aynı sakızı çiğnemeye devam edip duruyorlar. “Türk devrimleriniiin ...”

El insaf yani. Ne devrimi kardeşim!..

Devrimle ne ilgisi var 15 kişinin kavgasında..

3-5 kişiyle, devrime karşı mı çıkılır?

3-5 kişiyle, devrimler mi savunulur?

Lokal bir kavga işte..

Ucunda hiçbir şey yok.

Bu taraf da baskın çıksa, bir şey olacağı yok. Diğer taraf da başarılı olsa, önemli bir sonucu yok.

Subaya saldıranlar, diyelim başarılı oldular..

Ne yapacaklar, 3-5 kişi ile ‘Cumhuriyeti mi yıkacaklar?’

Güldürmeyin insanı..

Kubilay; kendisini yeterince savunsaydı, saldırganlara ilk anda baskın çıksaydı..

Ne olacaktı? Cumhuriyet, üç tane esrarkeşe hiç fire vermeden baskın çıktı diye, “Savaş kazanmış ordu” muamelesine mi tabi tutulacaktı?

Nedir bu, küçücük bir olaydan çıkartılan büyük tartışma!

Menemen olayını, Cumhuriyet’e karşı ciddi bir saldırı olarak yorumlayanlara bakın; Ergenekon sanıklarını nasıl da savunuyorlar!

1930’daki üç tane esrarkeşin, bir subaya saldırısından, ‘Cumhuriyeti yıkma’ sonucu çıkartanlar, şimdi onlarca generalin içinde bulunduğu plânlar için, “Ne var canım, harp oyunu yapmışlar. Üç tane general ile darbe mi olur?” diyorlar..

Devam ediyorlar: “Darbe yapmak için, darbeyi gerçekleştirmeye elverişli silahlar kullanmak gerekir. Ergenekon’dan yargılanan Mustafa Balbay’ın elinde ne var ki, darbe yapabilsin.Tuncay Özkan’ın elinde ne var ki, darbeden yargılanıyor.MehmetHaberal’ın ne gücü var ki, darbeden yargılanıyor?
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Ksm 10, 2008 9:07 pm    Mesaj konusu: 10 KasIm ve diger resmi bayram törenlerine boykot Alıntıyla Cevap Gönder

Ertuğrul Özkök/Hürriyet
O içtiğin şarap değil Hilmi

Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı İlhami Erdil’le yaptığım sohbete devam ediyorum.

Şimdi tarihini tam hatırlamıyor.

"2000 veya 2001 olabilir. Kıvrıkoğlu Paşa, Genelkurmay Başkanı’ydı" diyor.

O yıl ilginç bir olay yaşanmış.

Erdil’in ağzından aktarıyorum:

"Her Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonra bir kuvvet komutanının evinde toplanıp akşam yemeği yeriz. Bir toplantı sonrası yine Cumhurbaşkanlığı Köşkü içinde yapılan komutanlık evlerinden birinde yemek yedik."

Tam hatırlamıyor ama büyük bir ihtimalle Jandarma Genel Komutanı Aytaç Yalman’ın evinde olabileceğini söylüyor.

Masada Kıvrıkoğlu, Kara Kuvvetleri Komutanı Hilmi Özkök, Deniz Kuvvetleri Komutanı İlhami Erdil, Hava Kuvvetleri Komutanı Ergin Celasun var.

Sözü tekrar Erdil’e bırakıyorum.

"Masaya şarap servisi yapıldı. Herkesin önündeki kadehte kırmızı içecekler duruyor. Bir ara galiba Aytaç Paşa, Hilmi Özkök’e seslenerek, ’O Hilmi, ne güzel, sen de şarap içiyorsun’ dedi. O da, ’Evet biz de heyete uyduk içiyoruz’ cevabını verdi."

Buraya kadar normal.

Ancak tam o sırada Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu söze giriyor ve herkesi şaşırtan şu sözleri söylüyor:

"Nereden şarap içiyormuş. Önündeki şarap değil, kola."

Tabii masaya bir sessizlik çöküyor.

Kıvrıkoğlu, kimsenin tepki vermesine izin vermeden hizmet yapan garsona dönüyor ve "Oğlum şuradan şarap getir. Hilmi de doğru dürüst bir içki içsin" diyor.

* * *

Tabii gazeteci olarak hemen şunu söylemeliyim.

Bu sözleri, Erdil’in ağzından aktarıyorum.

Dün arayıp teyit etmek için bir kere daha konuştum.

Ondan aldığım için de, çok sevdiğim bir komutan olan Hilmi Özkök’ü arayıp olayı bir de ondan dinlemedim.

Ama bugün aradığı takdirde onu da aktarmaya hazırım.

Ayrıca Özkök’e sormak istediğim bir soru daha var.

Yine gazetecilik gereği bir noktaya dikkatinizi çekmek isterim.

Erdil, başına gelenlerden direkt olarak Hilmi Özkök’ü sorumlu tutuyor.

O nedenle anlattıklarını bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

Ama en çok kızdığı şey, yargılanması değil, mahkeme sırasında ailesinin teşhir edilmesi.

"Bakın, Ergenekon davasının hákimi mahkeme salonuna kimseyi sokmuyor. Oradan anca elle çizilen desenler yayınlanabiliyor. Ama askeri bir mahkemede, beni, eşimi ve kızımı bütün Türkiye’ye teşhir ettiler. Ben bu orduya 44 yıl hizmet ettim. O yüzden Hilmi Özkök’ü hayatımın sonuna kadar affetmeyeceğim. Asla affetmeyeceğim."

Erdil, Özkök’e bir mektup yazarak bu duygularını aynı ifadelerle aktarmış.

Yani, "Seni hayatımın sonuna kadar affetmeyeceğim" demiş.

* * *

Buna karşılık savcılıktan ve cezaevi yönetiminden çok güzel ve övücü ifadelerle söz ediyor.

"Bana karşı çok iyi davrandılar. Hepsine minnettarım. Ben de cezaevi kurallarına harfiyen uydum. Kendi yemeğimi kendim yaptım. Sobayı kendim yaktım, temizliği kendim yaptım" diyor.

Evet, Erdil’le yaptığım öğle yemeği sohbetinde konuştuklarımız bunlardı.

(*) Not: Ölçüsü kaçırılmış alkol sağlığa zararlıdır. Kimseye içki içmesini tavsiye etmem. (Bundan böyle içkiyle ilgili yazılarımın sonuna bu notu ekleyeceğim.)
hürriyet


Yavuz BAHADIROĞLU
Atatürk’ü ''tanrılaştırma'' temayülü
12 Kasım 2008 08:58
Vakit

Bir kısım “Atatürkçüler”, Atatürk’ün de nihayet bir “insan” olduğunu kabullenemiyorlar. Bu yüzden “insan boyut”unu ele alan yazılara ve araştırmalara saldırıyorlar. Çünkü içlerinde Behçet Kemal’in, Tekin Alp’in, Edip Ayel’in, Kemalettin Kamu’nun ve Yusuf Ziya’nın Atatürk’ü var.

Gençler hatırlamaz, ama 30’lu yıllarda Behçet Kemal Çağlar “Atatürk Mevlidi” yazarken, Tekin Alp takma ismini kullanan Moiz Kohen de “Türk’ün Yeni Amentüsü”nü yazmıştı.
Buyurun: Sabır taşına dönüşüp okuyabilirsiniz…
“Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden Mustafa Kemâl’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücahid analarına ve Türkiye için ahiret günü olmadığına îmân ederim. İyilikle fenalığın insanlardan geldiğine, büyük milletimin medeni cihanda en büyük mevkii kazanacağına, hamaset destanlarıyla tarihi dolduran kudretli Türk ordusunun birliğine ve Gazi’nin Allah’ın sevgili kulu olduğuna kalbimin bütün hulûsuyla şahadet ederim.”

İçinde Atatürk öldüğü için Dolmabahçe Sarayı’nı “Kâbe” ilan etmekten çekinmeyen şair Edip Ayel (Ay yıldızı aldık da senin üstüne sardık/ Ey dertli saray! Kâbe mi oldun bize artık?), zaten sağlığında Atatürk’ü önce “peygamber”, sonra “tanrıya eş”, nihayet (hâşâ) “Allah” ilân etmişti:
“Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe,
“Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
“Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun,
“Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.”
“Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı'yla müsâvi,
“Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî…
“Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses,
“İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!”

Behçet Kemal, Edip Ayel'den geri kalmak istememiş olmalı ki, aynı makamdan devam etti:
“Kaç yıldır Türkçeydi Tanrı'nın dili/ İnsana ne ilâh, ne de sevgili,
“Ne de ana-baba aratıyordu/ Her an yaratıyor, yaratıyordu.”
Nerede duracağı belli olmayan anlamsız bir yarış başlamıştı. Bu yarışta Halil Bedii de vardı:
“Tanrı gibi görünüyor her yerde/ Topraklarda, denizlerde, göklerde;
“Gönül tapar, kendisinden geçer de/ Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.”
Meşrutiyette Kemalettin Kâmi olan adını “Türklük aşkına” Kemalettin Kamu olarak değiştiren şair, mısralardan inşa ettiği bir merdivenle milletvekilliğine çıkmak istiyordu:
“Burada erdi Mûsâ/ Burada uçtu İsa,
“Bülbül burada varsa, Hürriyet için öter…
“Ne örümcek, ne yosun/ Ne mûcize, ne füsun,
“Kâbe Arab'ın olsun/ Çankaya bize yeter...”

Şair Faruk Nafiz Çamlıbel Atatürk öldükten sonra şu mısraları yazdı:
“Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil,
“Kanlı bir gözyaşı nehrinde muazzam tabutun…
“Ey ilâhın yüce davetlisi, göklerden eğil
“Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!”

Yusuf Ziya Ortaç da belli ki öteki şairlerden geri kalmak istememişti, kervana katıldı:
“Dağların ardında sönüşü gibi,
“Millete can veren, vatan yaratan;
“Tanrının göklere dönüşü gibi…
“Her zaman ırkıma büyük Baş Atam,
“Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!”

Ömer Bedrettin Uşaklı’nın şiiri:
“Bir güneş gibi yalnız/ Sensin ülkü tanrımız.”
Vasfi Mahir Kocatürk’den:
“Peygamber, tanrısına duymadı bu hasreti/ Vermedi bu kudreti tanrı, peygamberine.”
İlhami Bekir’den:
“İlk adam, mavi gözlerle baktı toprağa,
“Toprağın haritasını çizdi bayrağa;
“Allah değil, o yazdı alın yazımızı.”

Bu yaklaşımın mirasçıları elbette Atatürk’ü bir “insan” olarak görmeyecekler, “insan” olmaktan kaynaklanan “zaaf”ların hiç birisini ona kondurmayacaklardır.
Can Dündar’ın filmine bu bakış açısıyla ateş püskürüyorlar.

NOT: Aynı dönemin şairlerinden Yahya Kemal, Necip Fazıl ve Nazım Hikmet bu tür şeyler yazmadılar.

Yavuz Bahadıroğlu - Vakit

ybahadiroglu@vakit.com.tr



10 Kasım 2008
Aralarında Mazlum-der'in de bulunduğu 11 dernek, 10 Kasım ve diğer resmi bayram törenlerinin boykot edilmesini istedi

İslamcı dernek ve vakıflar ortak bir açıklama yaparak, 10 Kasım'dan başlamak üzere tüm resmi bayram ve törenlerin boykot edilmesi çağrısı yaptı. Çağrıda, resmi törenler "ilkel müsamere ve ayin" olarak tanımlanarak, "Kendisine saygısı olan, çocuklarına değer veren, onların kimliksiz, kişiliksiz birer fabrikasyon ürünler halinde şekillenmelerine karşı çıkan herkesi de önümüzdeki 10 Kasım'dan başlayarak bu saçma ritüellere, anlamsız propaganda ayinlerine, İslami kimliğimizin tahkir edildiği organizasyonlara tavır almaya çağırıyoruz" denildi.

Aralarında Mazlum-der Ankara Şubesi'nin de bulunduğu İslamcı sivil toplum örgütleri, çok tartışılacak bir boykot çağrısına imza attı. Türkiye'nin törenler ülkesi olduğu, resmi törenlerde resmi ideolojinin kutsallaştırıldığı ve "kaba saba" propagandalara maruz kalındığı belirtilen açıklamada, "resmi tarih yalanlarıyla bir ömür boyu zihnimiz, vicdanımız kirletilmeye çalışılıyor. Çocuklarımız, gençlerimiz eğitim adı altında iradesiz kişilikler üretme çiftliği misyonuna sahip kurumlar aracılığıyla edilgenleştiriliyor. Resmi törenler ise tüm bu sistematik kirletme, yabancılaştırma faaliyetinin tam odağında yer alan etkinlikler olarak öne çıkmakta" denildi.

"23 Nisan, 29 Ekim ya da 10 Kasım gibi tarihlerde Ulusal Egemenlik, Cumhuriyet, Atatürk'ü Anma gibi isimler altında gerçekleştirilen etkinliklerin ortak noktasında hep aynı hedefin öne çıktığının" belirtildiği açıklamada, resmi törenlerde islami kimliğin karalandığı iddia edildi. Açıklamanın çarpıcı bölümleri şöyle:

"Çankaya'daki resepsiyondan Anadolu'nun ücra bir beldesindeki okulda yapılan merasime kadar her yerde aynı zulümle karşılaşmıyor muyuz? Başörtüsünden dolayı aşağılanan, hakarete uğrayan kızlarımızın, kadınlarımızın ve onlarla aynı değerleri paylaşan erkeklerimizin bu çirkinliklerin sürüp gitmesi karşısında yapabilecekleri bir şey yok mu?
Biz yapabileceğimiz pek çok şey olduğuna inanıyoruz. En asgari düzeyde bu çirkinliğe alet olmayabiliriz! Bu ilkel tiyatroda rol almayabiliriz.
Cumhurbaşkanından başlayarak her düzeydeki yetkiliyi, sorumluyu aynaya bakmaya ve gerçekle yüzleşmeye çağırıyoruz. Bizlerden başörtüsü ve başörtüsü özelinde aşağılanan, yok sayılan İslami kimliğimize reva görülen bu dayatmaları içselleştirmemiz mi bekleniyor? Bu tür etkinliklere kimisi saygısızca eşsiz davet edilen, kimisi tören alanına sokulmayan, kimisi çıktığı ödül kürsüsünden ağlayarak inmek zorunda bırakılanlara da soruyoruz: Bu saçmalığa neden katlanıyorsunuz? Sizin, kimliğinizin, değerlerinizin hiçe sayıldığı ortamlarda ne işiniz var? Bu ilkel müsamere ve ayinlere katılmak zorunda mısınız?
Kim kendini neye mecbur hissederse hissetsin, biz bu oyunda rol yapmak zorunda olmadığımızın bilincindeyiz. Ve kendisine saygısı olan, çocuklarına değer veren, onların kimliksiz, kişiliksiz birer fabrikasyon ürünler halinde şekillenmelerine karşı çıkan herkesi de önümüzdeki 10 Kasım'dan başlayarak bu saçma ritüellere, anlamsız propaganda ayinlerine, İslami kimliğimizin tahkir edildiği organizasyonlara tavır almaya çağırıyoruz."

İmzacı kuruluşlar
Açıklamanın altında imzası bulunan örgütler şöyle: İLKAV (Ankara) ÖZGÜR-DER ŞUBELERİ (Akhisar, Antalya, Batman, Beykoz, Bursa, Çorum, Diyarbakır, Geyve, İzmir, K.Çekmece, Sakarya, Siverek, Tatvan, Ümraniye) BİLGİ-DER (Bartın) BİNYAR (Bingöl) DAVET-DER (İstanbul) ISLAH HAREKETİ DERNEĞİ (Diyarbakır) İLKE-DER (Çorum) İLK-DER (Isparta) MAZLUMDER (Ankara Şubesi) SABED (Sapanca) TOKAD (Tokat)

(Radikal)

İsmet Berkan

70 yıl sonra vardığımız nokta

Atatürk’ün aramızdan ayrılmasının üstünden 70 yıl geçti. Bu yıl da, sabah saat 09.05’te sirenler ve kornalar çalacak, herkes saygı duruşuna geçecek. Bu yıl da, ilkokul öğrencileri dahil öğrenciler hançerelerini yırta yırta ‘Atam Atam sen kalk da ben yatam’ diye şiirler okuyacaklar.

Esasen 70 yıldır 10 Kasım’larda başka bir şey yaptığımız da yok. Giderek daha az gerçek, daha çok kurgulanmış bir karaktere dönüşen, giderek daha fazla tabu olan, giderek daha fazla kutsallaşan bir kişiyi anıyoruz.

Artık öyle bir durumdayız ki, Atatürk’ü Atatürk’ün kendisinden bile korumak gerektiğini düşünen, Atatürk’ün kendisinden daha fazla Atatürkçü olanlar var. Bu ‘Öz-Atatürkçüler’ ellerindeki her türlü imkânı kullanıp Atatürk’ün bir çizgi roman kahramanına dönüşmesini sağlamaya çalışıyorlar, bu uğurda Atatürk’ü sansürlemekten bile çekinmiyorlar.

Atatürk daha sağlığında bu çeşit yağcı ve dalkavuklarla karşılaşmış, onlara kızmış, ‘Beni olmadığım biri gibi takdim etmeyin, ben neysem oyum’ demişti. Ama başarılı olamamıştı. Daha o yaşarken olmayan bir Atatürk kültü oluşmaya başlamıştı bile.

***

Geçen yıl, 4 yaşındaki oğlumuzu yazdırmak için okul aranırken, İstanbul’un sahiden önde gelen özel okullarından birinde bulunduk. Yuva öğretmenleri oğlumuza bir çeşit test yaparken biz de tedirgin anne-baba olarak okulun ana sınıfları bölümünde fuayede

vakit geçirdik.

Bir ara gözüm bir panoya takıldı. Okulun 4, 5 ve 6 yaşındaki öğrencilerinin hazırladığı bir Atatürk panosuydu bu. Parmak kadar çocuklara muhtemelen ‘Atatürk sizce nasıl biridir?’ sorusu sorulmuştu, onlar da Atatürk’ü Superman, Batman ve Spiderman olarak resmetmişlerdi.

Ben oğlumun Atatürk’ü böyle bir masal kahramanı, bir süper kahraman olarak tanımasını istemiyorum. Ben oğlumun Atatürk’ü tam da Atatürk’ün istediği gibi, kendi bağımsız aklıyla ve objektif biçimde kavramasını istiyorum. Ama galiba, eğer Türkiye’de çocuk yetiştiriyorsanız bu imkânsız.

***

Geçen hafta Can Dündar’ın Mustafa’sını görmeye gittim. Film bittiğinde içim öfke doluydu; çünkü günlerdir gazetelerde okuduğum yazıları, yürütülen tartışmaları haklı çıkartacak hiçbir şey bulamamıştım filmde.

Hayır, kimse için ‘Olmayan şeyleri yazıyorlar’ falan dediğim yok ama bir film içindeki tek tek cümlelerle mi, bütününe bakarak mı yargılanır? Ben filmden çıktığımda Atatürk’ün alkolik olduğu veya din düşmanı olduğu gibi bir izlenimle çıkmadım ama evet filmde Atatürk’ün her gece bir büyük içtiğine ilişkin bir cümle de vardı!

Bunca tartışmanın, anlamsız konuşmanın ve yazışmanın yapılıyor olmasının tek bir

sebebi var: Bizim artık gerçek Atatürk yerine bir hayali Atatürk olarak benimsemiş olmamız ve gerçek Atatürk’e tahammül edemiyor olmamız.

Gerçek bir insan olan Atatürk’ün bize her hatırlatılışında, beynimizdeki mükemmel Atatürk’ün bozulduğunu düşünüyoruz,

o yüzden de bu hatırlatmaları yapanlara kızıyoruz.

Ölümünden 70 yıl sonra neredeyiz, diye merak ediyorsanız, işte tam buradayız!

radikal

HASAN BÜLENT KAHRAMAN
Kemalizmi değerlendirmek-1

Kemalizmin modernleşmeyle, demokrasiyle ve ideoloji/siyasetle olmak üzere üç temel sorun odağı vardır. Bugün Kemalizmle ilgili sorunlar, dolayısıyla Türkiye'deki siyasal yapının gerilim odakları bu üç olgunun birbiriyle nasıl eklemlendiğini yeterince anlayamamaktan kaynaklanıyor. Ben de bu haftaki yazılarda Kemalizmi bu üç nokta etrafında ele alacağım. Kemalizm ve modernleşme ile başlayayım. Bir modernleşme projesi olarak Kemalizmin öncülleri somut, net bir çizgi oluşturmaz. Tersine belli bir karmaşaya dayanır. 19. yüzyıl Alman Romantizmi, onun akıl ötesi bir dünya tasavvuru ve ulusçu kaynakları da, 19. yüzyıl materyalist düşüncesi de, Kantçı sayılabilecek bir Aydınlanma (bireysel erginleşme (maturtiy)) arayışı da, aşırı devlet merkezli faşizan/totaliter rejim özellikleri de Kemalizmde yan yanadır.
Öte yandan bunların hiçbirisini modernite dediğimiz kendisi de o derecede karmaşık olan yapıdan soyutlayamıyoruz. Fakat bu/o modernite şimdi tüm dünyada eleştirilen bir modeldir ve Kemalizmin de, Türkiye'de devletçi/merkeziyetçi yapının da ana çıkmazını hazırlamaktadır. Çünkü...
Modernite arkadan, daha sonra, daha geç gelenin daha gelişmiş olduğuna inanmak ve onu benimsemek, sistemi o yönde dönüştürmek çabasıdır. Bu, evrimcilik düşüncesine yönelik müthiş bir inançtan kaynaklanır. Yani zaman ileriye doğru işlemektedir ve ilerlemenin insanı, toplumu geçmişten koparacağına inanılır. Geçmiş, köhne ve yıkılması gereken bir bilincin ve anlayışın yatağıdır. Ona ait olan unsurlardan kurtulduğu zaman insanlık ilerleyecektir.
Bu mutlak veya mutlakıyetçi ilerlemecilik düşüncesi 20. yüzyılda ortaya çıkan toplumsal modernleşmenin belkemiğidir. Kemalizm de bu kabule bağlanmıştır. Geçmişle arasındaki her türlü ilişkiden kurtulmak ister. İlerlemenin hedefi Batı(lılaşma) dır. Dahası, Kemalizm Batı'yı kendisine ait tüm yerli ve geçmişten gelen değerleri yok sayacak ölçüde reddeder. 1930'larda çok farklı nedenlerden ötürü başlayan ırkçı Türkçülük anlayışı ve onunla birlikte öne çıkan yerlilik düşüncesi bir yana Kemalizm Batı'nın tek dayanak olduğunu ısrarla ve taviz vermeksizin savunur. Kendi modernleşmesini özcü (essentialist) ve evrenselci (universalist) bir anlayışla bütünleştirir. Bir adım daha atar dayatmacı (proselytyzing) bir yapı kurar: ya hep ya hiç.
Bu, en basitinden topluma ve onun deneyimine inanmamaktır. Yani toplumun kendi kendisine dönüşebileceğini kabul etmemektir. Dönüşümü ancak öncüler, ilericiler yapacaktır. Kemalist modelde aydınlar, ordu ve bürokrasi onları temsil eder. Yani, Tanzimat sonrasının bürokratik militer seçkinleri (elitleri).
Sorun bu! Şimdi böyle bir modernleşmeden söz edemiyoruz. Her şey gibi modernleşmenin de bir karmaşa (eklektik) olabileceğini insanlık gördü. Geçmişin ve gelenekselin bütünüyle reddine matuf ve mahkûm bir modernleşme artık söz konusu değil. Tersine, modernleşme elbette ilerlemeyle de iç içedir ama geçmişin deneyim birikiminden gelen ve zihniyet tasavvuru olarak kendisini daha farklı kabullerle mücehhez hale getirmiş olan kesimler de ilerlemeyi vurgulayabilir. Buradaki ilerleme değerler sisteminin zamana bağlı tedrici değişimidir, kopuşa dayalı devrimsel yırtılmalar değildir ve daha ziyade de teknolojik dönüşümü içerir. Yani toplum kendi değerleri içinde kalarak da toplumsal dönüşümü talep edebilmektedir.
Kemalizmi bir sistem olarak dokunulmaz biçimde sürdürmek yanlısı olanlar bu eklektik yapıyı kabul etmiyor. Anlayabiliyorum, çünkü Kemalizmin kendisini gerçeklemek için gelenekle özdeşleştirdiği ve karşısına yerleştiği dinsellik bugünkü dünyada öngörülemeyen bir referans noktasıdır ve çok önemli toplumsal taleplerin sahibidir. Bu şartlarda Kemalizmin kendi içine kapanması mümkündür. Çünkü Kemalizm toplumsal modernleşmeyi benimsediği ölçüde siyasal modernleşmeden uzaktır.
Kendi ideolojik ekseni dışında bir toplumsal dönüşüm arayışını reddeder. Onları daha baştan gerici/karşı devrimci olarak nitelendirir. Bu onu, dünyayı ilerici-gerici çelişkisi (dikatomisi) içinde tanımlamaya sürükler ya da oradan türer. Oysa dünyayı toplumsal talep-demokratik varoluş zeminine oturtsa kendi gerçekliğini katı ve içe dönük biçimde savunmanın modernleşmeyle taban tabana zıt düşeceğini görebilirdi.

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/kahraman/2009/11/09/kemalizm_ve_modernlesme

İhsan Dağı
Zaman Gazetesi
Kemalizm'in en büyük icadı
02 Şubat 2010

Kemalizm'in en büyük icadı bu: 'iç düşmanlar'. İcat etmekle kalmadılar, yıllarca bir kontrol ve yönetim tekniği olarak mükemmeliyet derecesinde kullandılar da.

'Toplumsal'ı dışlamak, katılım ve paylaşım taleplerini bastırmak için 'iç düşmanlar' icat etmek kadar akıllıca bir iş olamazdı. Böylece 'iktidar tekeli' kurmak da topluma karşı top, tüfek kullanmak da meşru hale gelebiliyordu. Kemalizm'i hor görmeyin; sahipleri hakikaten çok maharetliymiş. Bu buluşları sayesinde Dersim'de katliam yapmak, darbelerle hükümet devirmek, meclisi kapatmak, başbakan asmak suç olmaktan çıkmış. Köylüye dışkı yedirmek de serbest, başörtüsü yasaklamak da, 'sözde vatandaş' deyip halkı bölmek de... Hepsi, iç düşmanlara karşı 'koruma kollama' görevinin bir parçası. Dolayısıyla, Balyoz planları yapıp cami bombalayacak askerî personelin künyesini çıkaranları suçlayamazsınız: 'İç düşmanlar' cuma vakti camide toplanıyorlarsa Balyozcular ne yapsın?

Halk 'iç düşman' olunca halkın yönetimi, yani demokrasi de olmazdı tabii. Demokrasi, yönetimi düşmana, yani halka kaptırmak anlamına geliyordu. Şimdilerde sivil vesayet dedikleri de bu: 'Aman halk egemenliği mi kuruluyor ne?' Maşallah ulusalcı Kemalistlerin o kadar çok iç düşmanı var ki! Gayrimüslimler, dindarlar, Kürtler, liberaller... Halkın yarısından fazlası düşman. 'Çoğunluk diktası'ndan korkuyorlar, çünkü halkın çoğunluğu 'iç düşman'!

Artık bir nefes alıp Kemalistlerin kurduğu bu 'iç düşman kafesi'nden çıkalım. Normal bir ülkede 'iç düşman' olmaz. Bu bir nefret söylemi; ayrımcılık, bölücülüktür. Düşmana karşı şiddet kullanırsınız. Toplumlar ise hukukla yönetilir. 'Düşman', askerî terminolojide bile 'sivil' değildir; düzenli veya düzensiz, ama silahlı birliklerdir. Savaş halinde bile 'düşman devletin halkı' masumdur, dokunamazsınız. Savaş hukuku silahsız 'sivil halk'a dokunmayı, yok etmeyi 'savaş suçu' sayar.

Bizim Kemalist-militarist düzen ise kendi vatandaşlarını 'iç düşman' ilan etmekten çekinmedi. Farklı etnik ve dinsel kökene sahip olmak, dinî hassasiyetler taşımak, hatta anti-Kemalist olmak yeterli görüldü 'iç düşman' olarak tasnif edilmek için. Düşmanlık bir savaş jargonudur. Demokratik bir hukuk devletinde iç düşman yoktur, eşit yurttaşlar vardır. Ha, bunlar arasında hukukun suç saydığı fiili işleyenler çıkabilir. Bunlar da düşman değil, suçludurlar. Mahkum olurlarsa cezalarını çekerler.

Halkın neredeyse yarısından fazlasını 'iç tehdit' ilan ederek ne barış kurabilirsiniz ne de güvenlik yaratabilirsiniz. Her ne kadar bu söz 'tehdit'leri ortadan kaldırmak için icat edilmiş gibi görünse de tam tersi bir sonuç verdiği ortada: Kendi halkıyla sürekli ve topyekun bir savaş halinde olan bir devlet 'güvenlik' üretebilir mi? Hayır. Ama bir şey üretiyor; o da otoriter, baskıcı, oligarşik bir rejim.

Sonuç da budur zaten, amaç da.

Herkesin herkesi düşman bildiği ortamdan 'devleti kurtarmak' adı altında ve 'düşman tarafları' bastırmak kamuflajıyla 'iktidar' üretecek tek odak, Kemalist-militarist yapıdır.

Türkiye'nin yakın tarihi toplumu iç düşman olarak görenlerin 'oyunları'yla doludur. Bu oyunları bozmanın yolu etrafımızda 'iç düşmanlar' değil, eşit vatandaşlar görmektir. İç düşman lafı bir yönetme tekniği, halkı yamultma stratejisidir.

Başbakan Erdoğan 'iç tehdit, düşman olmaz' demiş TRT'de Enine Boyuna programında. Doğru söylemiş. Halkı bölen, ötekileştiren ve hatta düşmanlaştıran bu kavram üzerine bina edilen 'Milli Güvenlik Siyaset Belgesi' de yenilenecekmiş. Geç olsa da iyi haber bu.

28 Şubat'tan 27 Nisan'a, Balyoz'dan Kafes'e bütün kirli eylemlerin ve planların gerisinde hep bu kavram yatıyor. Türkiye'nin normalleşmesi 'iç düşman' edebiyatını tedavülden kaldırmaktan geçiyor. Toplum da Kemalistlerden kendine bulaşan bu garabetten kurtulmalı. Ne Aleviler iç düşman, ne Kürtler, ne dindarlar, ne gayrimüslimler ve ne de Kemalistler...

09 Şubat 2010 12:03
Subay Adayına Akıl Almaz Sorular
Askeri liselere başvuran adaylarına akıl almaz dindarlık testleri: Nutuk mu Kur'an mı, gusul ne fosil ne?... İskender Pala 15 yıl yaşadıklarını anlattı..

12 Eylül sonrasında “öğretmen teğmen” olarak girdiği ordudan 28 Şubat sürecinde “irticacı” diye ihraç edilen ünlü edebiyatçı Prof. Dr. İskender Pala, 15 yıllık subaylık hayatında yaşadıklarını kaleme aldığı “İki Darbe Arasında” isimli kitapta askeri liselere kabuldeki sözlü mülakatta adayların nasıl dindarlık testine tutulduklarını anlatıyor.

KUR'AN MI NUTUK MU?
2003'de tamamladığı ama geçtiğimiz günlerde Kapı Yayınları'ndan çıkan kitabında kendisinin de mülakatlara girdiğini anlatan İskender Pala öğrencilere “Bir elinde Kur'an var, diğer elinde Atatürk'ün Nutuk'u. Denize düştün ve tek elle yüzebileceksin, hangisini atarsın?" şeklinde sorular yöneltildiğini bu şekilde dindarlık testinden geçirildiklerine dikkat çekiyor.


İskender Pala, bu defa pek bilinmeyen bir özelliğiyle, “asker kimliğiyle” karşınızda. Edebiyat profesörü, 12 Eylül'ün hemen ardından başlayıp 28 Şubat sürecinde YAŞ kararıyla son bulan Deniz Kuvvetler'ndeki 15 yılın hikâyesini TSK'yı kurum olarak yıpratmayacak incelikte kaleme almaya çalışmış.


Kitapta Öne Çıkan Bölümler

İskender Pala Neden Ordudan Atıldı?
- İskender Pala orduda iken, Namaz kılarken bir defa görülmüş Osmanlıca kitap okurken (Kuran zannediliyor) görülmüş. Cenaze namazında saf tutarken görülmüş.

Kızını imam hatip lisesine göndermiş
İlhami Erdil Paşa Neden Hiddetlendi?

- Recep Tayyip Erdoğan (İst.Büyükşehir Belediye Başkanı) ile İlhami Erdil (Kuzey Deniz Saha Komutanı) arasında geçen sohbet…

Askeri Lokalde Başörtü Tahammülsüzlüğü…

- İskender Pala eşi ve çocuklarıyla askeri lokalden eşinin başörtülü oluşu nedeniyle çıkartılıyor. Eşi ve çocukları önünde rencide edilen İskender Pala hukuk mücadelesini kazanamıyor.

Deniz Kuvvetleri tarihini arşivleyip bu arşive 50 araştırma kitabı kazandırmış.

Ordunun bilime yeterince önem vermediğini ifade ediyor.(Edebiyat doktorası yapmış birini doktor zannedip deniz hastanesine gönderiyorlar)

Asker Kitapları Yakıyor…

- MEB kitapları orduda yakılıyor.- Atatürkçülük adına kitabı yakan kurumun, Türk Dil Kurumu'nun ve yine onun kurduğu Cumhuriyet'in Milli Eğitim Bakanlığı'nın kitaplarını yakıyordu.-

Yakın Tarihimiz Bildiğimiz Dışında mı?

- Kardak konusunda araştırma yapması isteniyor. Özel izinle ulaştığı belgelerde aynı zamanda Türkiye'nin yakın tarihinin bildiğimizin dışında bir tarihi olduğunu görüyor.

Orduda Etnik ve Dinsel ayrımcılık

- İskender Pala kendisinden önce Kürt'lerin, Alevi'lerin ve Çingene'lerin orduya alınmadığını bu etnik ayrımcılığa kendisinden sonra inançlı, namaz kılan insanların da dahil edildiğine dikkat çekiyor.


1984 yılındaki mülakatta Çingene, gayrimüslim, Alevi ve Kürt olduğuna kanaat edilen adayların elendiğini daha sonraki yıllarda ise Alevi olanların yerini küçükken Kur’an kursuna gitmiş olan öğrencilerin aldığını belirten Pala, İmam-Hatip okullarından gelenlerin ise kesinlikle elendiğini ama kendilerine başka bir nedenle elenmiş gibi gösterildiğini aktarıyor.

Prof. Dr. İskender Pala yine içinde olduğu bir mülakat heyetindeki subayın adayların yarısına ardı ardına; "Söyle bakalım, fosil nedir?", "Haydi kafiyeli olsun, usul nedir?", "Peki gusül nedir?" sorularını yönelttiğini kaydederek bu ilginç testi şöyle yorumluyor;

“Aslında mülakatlarda sorulacak sorular için sistemler geliştirilmiş, her şey standart¬lara bağlanmış gibiydi. Öğrenci adayına sorulan sorulardan sonra hakkında kanaat oluşuyor ve mülakatı geçip geçmediği daha kapıdan çıkmadan belli oluyordu. Her mülakat dönemin¬de, pek azı yazılı olmakla birlikte, mülakat heyetlerine bazı uyarılarda bulunulur ve kimlerin okula kabul edileceği söyle¬nirdi. Bu uyarılar Deniz Kuvvetleri’nin bir personel politikası olmaktan öte o dönemde yetkili komutanların bakış açılarına göre düzenlenmiş de olurdu. Zannederim bir okul komutanı da pekâlâ mülakat heyetine sözlü emirler vererek prensipler koyabilirdi. Bu tür uygulamalar, mülakat heyetlerindeki rütbeli kişilerin de kendi standartlarını oluşturmalarına yol açıyordu elbette. Söz gelimi benim bulunduğum heyette bir subay öğrencilerin neredeyse yarısına şu soruları sırasıyla ve hiç değiştirmeden sorardı.
"Söyle bakalım, fosil nedir?"
“…”
"Haydi kafiyeli olsun, usul nedir?"
“…”
"Peki gusül nedir?"
“…”
13-14 yaşında bir öğrenci adayı dersini çalıştığı için fosil'in bilimsel tanımını yapabiliyor, kelime bilgisi olarak da usul'ün "yol, yöntem" olduğunu biliyordu. Ama iş "gusül"e gelince he¬men hepsi afallıyor, kızarıp bozarıyordu. Guslün ne olduğunu bilmeyenler boynunu büküyor, bilenler de böyle bir soruya cevap verip vermemekte tereddüt ediyordu. Sonuçta guslün ne olduğunu bilenler ile bilmeyenler arasındaki tercih size kalmıştı.” (İki Darbe Arasında / s.50-51)

YAZ KUR'AN KURSU ELEMESİ

Mülakatlarda “Yaz tatilinde ne yapıyorsun?” şeklindeki soruya “Yaz Kur’an kursuna” gittikleri yönünde cevap veren adayların direk olarak elendiklerini aktaran Pala, devletin resmi ideolojisine göre mülakat heyetlerinin de öğrencileri sınıflandırmasına dikkat çekiyor:

“Pek çok öğrenci adayı taşradan geliyor, köy ve kasaba ço¬cuğu oluyordu. Hepsi de masum, istikbalini kurtarmaya çalı¬şan zeki çocuklar. "Yaz tatilinde ne yapıyorsun?" sorusuna hepsi dosdoğru cevap veriyor. Ne yaptığını anlatıyor, bu arada yaz Kur’an kursuna gidenler de bunu söylemekte bir beis görmüyorlardı. Anadolu’da o yıllarda gelenek halini almış olan Kur’an kursları iki yıl sonra ideolojik bakış açısıyla değerlendirilmeye ve Kur’an kursuna giden öğrenciler kendilerine asla bildirilmeyen kursa gitme nedeniyle elenmeye başlandılar. Oysa elenen öğrencilerin çoğu sırf adet yerini bulsun, arkadaşlarım gidiyor ben de gideyim diye cami hocalarına yol uğratmış gençlerdi.

Devletin resmi ideolojisine göre mülakat heyetleri de öğrencileri sınıflandırıyorlardı. Daha önce kayıtlarda yer almayan İmam Hatip okullarının adı yazılı olarak askeri okullara alınacak öğrencilerin mezun olduğu okulların dışında bırakılıyor ama ırk ve milliyet isimleri pek anılmıyor. Listelerde yer almıyordu. Belki de yeni yapılanma bunu gerektiriyordu. Ve gelecekte toplum mimarlığına soyunacak olanlar bu yönlendirmeleri yapmaya çok önceden başlamış oluyorlardı.” (İki Darbe Arasında / s.51-52)

Kaynak:Haber7.com

G.Kurmay 2’nci Başkanı Aslan Güner, Gül’ü 19 Eylül 2007’de KKTC gezisi dönüşü karşılamış ancak Hayrünnisa Hanım’ın elini sıkmamak için protokolü terk etmişti.

Gül’ün Aslan Paşa’yı “20 yıldır Ankara dışına çıkmamış. Ordu Komutanlığı yapmamış. Güneydoğu’ya da gitmemiş” diyerek G.Kurmay Başkanlığı yolunu açmamak için veto ettiği belirtiliyor.

Jandarma Genel Komutanlığı için adı geçen Genelkurmay 2. Başkanı Aslan Güner’in, Gül’ün vetosuna takıldığı belirtiliyor. Güner, 2007’de KKTC dönüşü Gül’ü Esenboğa’da karşılarken, Hayrünisa Gül’ün elini sıkmamak için protokolu böyle terk etmişti. Güner’in bu hareketine tepki gösteren Gül’ün, kararnameyi imzalamayacağını komutanlara ilettiği öne sürülüyor.
9 Ağustos 2010
Vatan


'Kur'an okuttu oruç tuttu, tutuklayın!'
22 Ocak 2011



İnanılır gibi değil! Komutanlar bu sebeplerden dolayı 'sakıncalı' listesine konmuş

FUAT ATİK - İLHAN TOPRAK'ın haberi

Balyoz'u hazırlayan cuntanın, darbeden önce tutuklanmaları için hazırlık yaptığı 16 amirali adım adım izlediği ortaya çıktı. Amiralleri göz hapsine alan subayların, "Müslümanların kutsal kitabı olarak bilinen Kur'an'ı radyodan okuttu", "Ramazan'da bazı günler oruç tuttu" gibi fişlemeleri, komutanları 'sakıncalı' listesine soktu.

Balyoz'un eylem planlarından 'Suga' çerçevesinde İstanbul, İzmir ve Ankara'daki birliklere gönderdiği emirle komutanların tutuklanmasını isteyen DöneminDeniz KuvvetleriKomutanı Oramiral Özden Örnek, amiralleri izleterek fişletti. Şenol'la ilgili her ay tutulan fişleme notlarında "Müslümanların kutsal kitabı olarak bilinen Kur'an'ı okuttu", "Ramazan'da bazı günler oruç tuttu" gibi ifadeler darbe hazırlıklarının en ince ayrıntıya kadar hesaplandığını gözler önüne serdi.

TUĞAMİRALE YÜZBAŞI TAKİBİ

Gölcük Donanma Komutanlığı'nda ele geçirilen Balyoz belgeleri, başını dönemin 1. Ordu Komutanı Orgeneral Çetin Doğan'ın çektiği yapılanmanın, darbe karşıtı komutanları gözetim altında tuttuğunu gösterdi. Belgelere göre, Oramiral Özden Örnek'in darbe öncesi tutuklanmaları için ağır silahlı 2 subay görevlendirilmesini emrettiği komutanlar, adım adım izlenerek haklarında aylık raporlar tutuldu. İzmir'den TCG Gaziantep Gemisi'nin komutanı Dz. Kurmay Yarbay Ümit Metin adına imzaya açılmış 'gizli' ibareli 'yeniden yapılanma faaliyetleri' konulu bilgi notunda, tutuklanacak komutanlardan Tuğamirel Ahmet Aksoy'la ilgili fişleme bilgileri yeraldı. 2 maddelik notta "Tuğa. Ahmet Aksoy, Ekim 2002 ayında mesai saatleri dahilinde resmi görüşmeler haricinde ziyaretçi kabul etmemiştir. Mesai Sonrası izleme faaliyetleri Ekim ayı boyunca Dz. Yzb. Aykar Tekin tarafından icra edilmiştir. Mesai saatleri sonrası faaliyet programında sıra dışı ziyaret tezpit edilmemiştir. Arz ederim" ifadesi yeraldı.

'RADYODAN KUR'AN OKUTMAK SUÇ OLDU'

Aynı subay tarafından kasım ayına ait raporda ise amiralin mesai saatlerinde, resmi görüşmeler haricinde önemli bir ziyaretçi kabul etmediği belirtildi. Ancak Ramazan ayının ilk iki gününde Aksaz Üs Radyosu'nda yaptırdığı yayın anlatılırken Kur'an'dan 'Müslümanların kutsal kitabı' diye bahsedilmesi dikkat çekti. Notta "Müslümanların kutsal kitabı olan Kur'an'dan bölümler yayınlanmasına izin vermiş, ancak Kurmay Başkanı'nın itirazlarına dayanamayarak yayına son verilmiştir" denildi. Raporda, Aksoy'un mesai saatleri dışındaki ziyaretlerinde sıra dışı bir gelişme olmadığı belirtildi. İki belgedede son değişikliği kaydedenin Balyoz sanığıemekliTuğamiral Ramazan Cem Gürdeniz olduğu tespit edildi.

MİSAFİRLERİNİ BİLE TAKİBE ALDILAR

Darbe öncesinde tutuklanacak 16 komutandan Tuğamiral Ahmet Şenol'un da adım adım izlendiğini gösteren belgeler Donanma'dan çıktı. TCG Kartal Gemisi'nin komutanı Yüzbaşı M. Cem Kızıl'ın imzasına açılan 'şenolkasrap' adlı belgede, Şenol'un da mesai içinde ve mesai sonrasında izlendiği, ziyaretçilerinde herhangi bir olağandışı durum tespit edilemediği belirtildi. Belgede "Ramazan ayında bazı günlerde oruç tuttuğu tespit edilmiştir" fişleme bilgisine de yer verildi.

ŞİFAHİ EMİRLE ATATÜRKÇÜLÜK KONTROLÜ

Gölcük'te ele geçirilen Balyoz belgeleri, darbe yapılanmasına karşı olan komutanların yanı sıra Yunanistan'la Ege'de gerginlik çıkarmayı öngören 'Suga' planında görev alacak personelin de sızmalara karşı gözetim altında tutulduğunu ortaya kodu. 'Takip' isimli, 'yeniden yapılandırma faaliyetleri' konulu 'gizli ibareli' belgede planda görev alacak subay ve astsubayların evlerinin 2 personel tarafından incelendiği belirtilerek şu ifadelere yer verildi:

EVLERE KADAR İNCELEMİŞLER

"Suga harekat planı yeniden yapılandırma faaliyetleri kapsamında aşağıda açık kimlikleri belirtilen görevli personel tarafından; Muğla bölgesinde görevli subay ve astsubayların Kasım ayında Türkiye Cumhuriyeti'nin temel nitelikleri ileAtatürkİlke ve İnkılaplarının kontrol edilmesi maksadıyla, evlerinde gerekli incelemeler yapılmıştır. Bu kapsamda takip edilmesi gereken bir duruma rastlanmamıştır. Arz ederim. "

Darbe planında görev alacak personelin kontrol altında tutulduğunu gösteren 'rapor03' adlı bilgi notunda ise 5 astsubayın yaptığı incelemenin detaylarına yer verildi. Notta "Ekim ayı içerisinde Donanma Komutanlığı bağlısı birliklerde görevli astsubayların Türkiye Cumhuriyeti'nin temel nitelikleri ile Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılıklarının kontrol edilmesi maksadıyla, ev ve işyerlerinde gerekli incelemeler yapılmıştır" denildi. İncelemelerde, görevli personelin evlerine gelen ziyaretçilerin de takip edildiği belirtilerek olumsuz bir duruma rastlanmadığı not edildi.

AMİRALİN MAİLLERİ KONTROL ALTINDA

'Devrim' isimli bilgi notunda ise Suga'da görev alacak personelin maillerinin de incelendiğini gösterdi. 3 maddelik belgede "Daha önce emredilen listedeki personele ait 18 Kasım-16 Aralık tarihleri arasında e-mail hesap kayıtları EK'te sunulmuştur. ÖzellikleAnkarabölgesindeki personelin e-mail kayıtlarının büyük olması sebebiyle ön incelemeye devam edilmektedir. Diğer bölgelere ilişkin yapılan ön incelemede kayda değer bilgi/belgeye ulaşılamamıştır. Ayrıca özellik arz ettiği belirtilen Tümamiral Murat Bilgel'e ait e-maillerde kişisel veriye rastlanmamıştır" denildi.

YENİ ŞAFAK

ÇYDD'den Çıkan SKANDAL Mektup
05 Şubat 2011
Yekta Güngör Özden’in ÇYDD’ye gönderdiği mektup, Cumhuriyet mitingleriyle engellenemeyen Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’nı önlemek için nelerin göze alındığını gözler önüne serdi.
Ergenekon soruşturması kapsamında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nde (ÇYDD) yapılan aramalar sırasında bulunan ve eski Anayasa Mahkemesi (AYM) Başkanı Yekta Güngör Özden tarafından kalema alınan mektupta, eşi başörtülü cumhurbaşkanının ‘vatana ihanet’ suçlamasıyla Yüce Divan’a nasıl gönderilebileceğini anlatıyor.

ÇYDD’nin 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce, eşi başörtülü birinin Köşk’e çıkmasını önlemek ve buna yasal gerekçeler bulmak için bazı hukukçulardan görüş istediği ortaya çıktı.

ÇYDD’nin Abdullah Gül’ün Köşk’e çıkmasını engellemek için hukuki gerekçe bulmasını istediği isimlerden biri de eski AYM Başkanı Yekta Güngör Özden olmuş. ÇYDD’ye gönderdiği cevap yazısında üniversitelerde başörtü yasağına temel teşkil eden AYM kararının gerekçesini yazmak ve 1973’te başörtülü bir avukatı Baro’dan atmakla övünen Özden, Gül’ün Köşk’e çıksa bile Yüce Divan yoluyla indirilebileceğini savunuyor.

BAŞÖRTÜSÜ DEĞİL SIKMABAŞ DİYOR
Cumhurbaşkanı Gül’ün ismini vermeden eşinin başörtüsü modelini ‘sıkmabaş’ olarak nitelendiren Yekta Güngör Özden “Sıkmabaş İslam’ın değil, Siyasal İslam’ın simgesidir. Dinsel hiçbir zorunluluğu yoktur” fetvası verdikten sonra, bu tür bir başörtüsünü kullanmanın “devlet katında ve kamusal alanda” kullanılamayacağını iddia ediyor.

Kulanan kişinin Cumhurbaşkanı’nın eşi olması durumunda Cumhurbaşkanı’nın da kullandıran olacağını savunan Özden, şu ilginç değerlendirmeyi yapıyor: “Kullanan Hanım için uygulanacak bir kural bulunmamaktadır. Başını istediği biçimde örter. Bu engellenemez. Ancak, bu biçimi yukarda belirttiğim alanlarda kullanamaz. Bunu sağlayacak olan da o alan ve ortamlarda sorumlu olanlardır. Bunların başında Cumhurbaşkanı gelir. Cumhurbaşkanı bu biçimin engellenmesi için görevlilere buyruk vermiyorsa, eşini kendisi engellemiyorsa suçun- sakıncanın oluşmasının başlıca sorumlusudur.”

CHP’Yİ HAREKETE GEÇİRMEK LAZIM
ÇYDD yönetimine, Anayasa’nın 105. maddesine göre Cumhurbaşkanı’nın sadece ve sadece ‘vatana ihanet’ suçundan yargılanabileceğini hatırlatan ve diğer yargılama yollarının tamamının kapalı olduğunu anlatan eski AYM Başkanı Özden, Cumhurbaşkanı’nı yargı önüne çıkarmanın tek yolunun ana muhalefet partisi CHP’yi harekete geçirerek ‘vatana ihanet davası açtırmak olduğunu belirtiyor. Özden’in ‘vatana ihanet’ için gerekçeleri de şöyle:

HUKUK KILIFI NASIL UYDURULACAK?
“Bu öneride olay ayrıntısıyla ortaya konulup özellikle Cumhurbaşkanı andı, Anayasa’nın 2. maddesindeki laiklik ilkesi, Anayasa Mahkemesi’yle öbür yargı mercilerinin kararlarındaki amaç ve doğrultu, sıkmabaşlı Cumhurbaşkanı eşinin kötü örnek olması, Çankaya’nın yapısına ve konumuna uymadığı, Türkiye Cumhuriyeti’nin içte ve dışta modern-çağdaş niteliklerini gölgelemekten öte karattığı anlatılır. Vatana İhanet Yasası 1993’de yürürlükten kaldırıldı. İhanet yalnız casusluk ve benzeri durumlarla sınırlandırılamaz. Bir Cumhurbaşkanı için kötü söz kullanmak bile ihanet kapsamında görülebilir.”

Hukuki bir değerlendirme yapmıştım

ÇYDD’ye gönderdiği mektuptaki önerileriyle ilgili olarak star’ın sorularını cevaplayan Yekta Göngör Özden, kendisinin şahıslar ile alakalı bir şey hazırlamadığını, ÇYDD’den on yıl önce ayrıldığını, 3-4 yıl kadar önce Türkan Saylan’ın isteği üzerine laiklikle alakalı hukuki bir mutalaa hazırladığını söyledi. Kendisinin milletvekilleri ile ilgili düşüncelerinin açık olduğunu, vekillerin milletvekili andına uymak zorunda olduğunu ve bu anda uyulmaması durumunda Meclis isterse Yüce Divan’a gönderebileceğini belirten Özden, kendisinin hazırladığı mütaalanın açık olduğu ve bilimsel, hukuki verileri içerdiğini söyledi.

star

CHP'li İzmir belediye Büyükşehir Belediye Başkanı hakkında şok iddia: AK Parti İzmir Milletvekili İbrahim Hasgür, Konak ilçesi Gültepe Semt Merkezi'nde, ilköğretim öğrencilere yönelik misyonerlik faaliyeti yapıldığını iddia etti



17 ubat 2011
Anadolu Haber

Hasgür, geçen hafta gündeme gelen olayla ilgili bir açıklama yaparak, “Birçok öğrenci, 11 Şubat'ta başkanlığını Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu'nun yaptığı İzmir Kent Konseyi ile Işık Kilisesi'nin ortaklaşa düzenlediği organizasyona davet ediliyor. Yer, Konak Belediyesi'ne ait Gültepe Semt Merkezi. Öğrenciler, Büyükşehir Belediyesi otobüsleriyle ücretsiz taşınıyor.” dedi.

Her şey ilk bakışta eğitici öğretici bir faaliyetin parçası gibi görünse de asıl gayenin başka olduğunu savunan Milletvekili Hasgür, ”Okuma bilincini geliştirme bahanesiyle Hristiyanlık propagandası yapan Kucak Yayıncılık'a ait dergi ve kitaplar dağıtılırken velilerin gözü önünde İncil'den bölümler okunuyor. Çocuk dergisinde, 'İsa Mesih bizler için Tanrı'nın mükemmel bir armağanıdır.' önsözü yer alıyor. Derginin 'Özdenetim' başlıklı bölümünde ise, 'Yüce Tanrı insanlara, yani bize bakarken üzülüp kızıyor. Luka ve Matta ayetlerini okuyun ve yıldızı boyayın.' ifadelerinin yer aldığı birçok bulmaca bulunuyor. Dergilerin yanısıra Hristiyan hikayelerinin anlatıldığı kitaplar da dağıtılıyor." şeklinde konuştu.

Laiklik ilkesini sadece İslam dinine karşı savunan CHP'nin, söz konusu Hristiyanlık olunca sakınca görmediğini söyleyen İbrahim Hasgür, "Düşünce dünyası yeni gelişen çocuklarımıza Hristiyanlık propagandası yapılmasına aracı olmakta da bir sakınca görmüyor. Kendileri ne isterse yapabilir, neye isterlerse inanabilirler ancak 5-10 yaşlarındaki yavrularımızı misyonerlik faaliyetlerine kurban edemezler. Onları otobüslere doldurup propaganda dolu toplantılara taşıyamazlar. Sahip oldukları hiçbir unvan, onlara bu hakkı vermez.” dedi.

Milletvekili Hasgür, çocukların adlarının içine "çağdaş" kelimesini koyarak göz boyamaya çalışan vakıf ve derneklerle birlikte hareket edilerek misyonerlere teslim edildiğini de öne sürerek, ”Büyükşehir Belediye Başkanı Kocaoğlu'nu kınıyorum. Milletin gözünün içine baka baka misyonerlerle hareket etmek, çağdaşlığı Hristiyanlık sanan, laik deyince İslam düşmanlığını algılayan ve bu algıyla başörtülü kızlarımıza paso vermemek için ayak direyen bu zihniyet ve bu başkan, en kısa sürede İzmir'in başından gitmelidir.” diye konuştu. Fikri hür, vicdanı hür yöneticilerin görev yaptığı bir İzmir özlemi içinde oldukların belirten İbrahim Hasgür, ”İnanıyorum ki İzmir halkı, yapılacak ilk seçimde bu misyonerlik taraftarlarına gereken cevabı verecektir.” dedi.

Müslümanlara Savaş Açmışlar!

Gölcük Donanma Komutanlığı'na yapılan baskında ele geçirilen belgeler, darbecilerin tek derdinin İslam ve Kur'an olduğunu bir kez daha ortaya koydu

17 Haziran 2011
Anadolu Haber

Gölcük zulasında ele geçirilen dini kitaplar dikkat çekerken, zuladaki kalem, anahtarlık, çanta gibi birçok malzemenin aslında gizli kamera tertibi olduğu belirlendi.

Gölcük Donanma Komutanlığı'na yapılan baskında ele geçirilen belgeler, darbecilerin tek derdinin İslam ve Kur'an olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Balyoz soruşturması kapsamında Gölcük Komutanlığı'na yapılan baskının yeni görüntüleri ortaya çıktı. Görüntülerde arama yapılan Donanma Komutanlığı İstihbarat Şubede kolilerce dini yayın, hoca efendilere ait fişleme belgeleri, Kur'an-ı Kerimler, gizli kamera çekimleri ve bu çekimleri yapan cihazların gizlendikleri beton zeminden çıkartılıp tek tek delil poşetleri konulduğu görülüyor. Akit'in ulaştığı görüntülerde, soruşturmanın başında bulunan İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili Fikret Seçen'in, ele geçirilen delilleri polis kamerasına gösterdiği görülüyor.

TEK DERTLERİ İSLAM VE MÜSLÜMANLAR

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nin 06.12.2010 tarihli arama ve el koyma kararıyla Gölcük Donanma Komutanlığı'na baskın yapılmıştı. Komutanlık bünyesinde konumlanan İstihbarat Şube Müdürlüğü zulasında illegal birçok delil ele geçirilmişti. Operasyonu belgelemek için Ergenekon savcısı Fikret Seçen ile birlikte komutanlığa alınan emniyet kamerasına ait kayıtlar Akit'e ulaştı. 3 saatlik kamera kaydında yer alan görüntüler Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nda yuvalanan cuntacıların askerlik vazifesini bırakıp Müslümanlara savaş açtığını ortaya koydu. Yapılan baskından yansıyan görüntülerde İstihbarat Şube zemininde çıkan kolilerin bir grup asker ve sivil tarafından tasnif edildiği görülüyor.

BAŞSAVCI VEKİLİ SEÇEN DELİLLERİ İNCELİYOR

Kaydın neredeyse tamamında İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili Fikret Seçen çuvallardaki delilleri Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Adli Müşavirliği personeline göstererek kayda geçirmesini istiyor. Çıkarılan 5 numaralı çuvalda bir koli içinde anahtarlık, oda spreyi püskürtücüsü, dolma kalem, içine kitap konulan el çantaları şeklinde kamera düzenekleriyle çok sayıda gizli kamera kaydı tek tek not alınıyor.

CUNTACILARIN DEVLET İMKANLARI İLE YAPTIĞI ÇİRKİN FAALİYETLER DEŞİFRE EDİLDİ

Zuladan çıkan ve polis kamerasına yansıyan deliller ise savcılık tutanaklarına göre şöyle:
Donanma Komutanlığı Askeri Savcısı Askeri Hakim Albay Ruşen Karaahmetoğlu tarafından imzalanan 31 sayfalık arama tutanağında İstihbarat Şube Müdürlüğü'nde yapılan aramada İstihbarat Kısım Amirliği kapısının girişinde, kapının hemen içeriye doğru ön tarafında yer alan karolar vakumlu alet yardımıyla yerinden çıkartıldı. Açılan boşlukta 1 adet boş olmak üzere 9 adet siyah poşet bulundu, 1 adet özet mavi olmak üzere toplam 10 adet poşetin birden ona kadar numaralandırılarak açılan boşluklardan çıkartıldı.

KUR'AN-I KERİMLER VE GİZLİ KAMERA EKİPMANLARI ÇIKTI

Torbalarda '28 Şubat', 'Kur'an-ı Kerimler', 'birçok Kur'an meali', 'ilmihal', 'hadis kitapları', Akit gazetesinin bazı sayıları, Süleyman Tunahan Hazretleri isimli bazı kitaplar çıkartıldı. İncelemede 5 nolu torbadan beyaz renkli üzerinde siyah ve gri renkli kabloların sarılı olduğu Discover marka koku yayıcı bulundu, yapılan incelemede cihazın içerisinde kamera düzeneği olduğu değerlendirilen bir cisim görüldü, yine torbada kamera olduğu düşünülen kalem ve anahtarlık, siyah bir evrak çantası şeklinde gizlenmiş renkli çekim yapabilen kamera olduğu görüldü. Aynı torbada birçok gizli kamera ekipmanı, kaset ve bulunan kameralara ait bataryalar, gece görüşü yapabilen kamera sistemleri numaralandırılarak delil torbalarına konuldu.

KADİR GECESİ GÖRÜNTÜLERİ VE RP İFTARI

5 nolu torbada 2 adet jk-212 cd ve jk-212 a ibareli yazılı kamera, 1 adet gri renkli kulaklık, "Kahvehane görüntüleri" ibareli bir kaset, Doğu 1 nolu kamera kayıtları, Erbakan konuşmaları ibareli bir kaset, Kadir Gecesi görüntüleri, RP iftarı konuşmaları, 1 adet JK 007a ibareli küçük kamera, 1 adet ses mikrofonu olduğu değerlendirilen uzun kablolu cisim, bir adet yükseltici olduğu düşünülen cisim, bu cisme ait 3 adet anten görünümlü cisim ve çok sayıda kamera kaydı.

ZULADAN 'YEMİN' METNİ DE ÇIKTI

Gölcük Donanma Komutanlığı'ndaki aramalarda ele geçirilen Poyrazköy davasıyla ilgili belgelerde Deniz Kuvvetleri'nde görevlendirilen haber elemanlarına yaptırılan yemin de çıktı.

Gölcük'teki Donanma Komutanlığı'nda yapılan aramalarda 'Özel haber elemanı söz verme belgesi' de çıktı. Haber elemanı olarak çalışan Ergenekon davası sanıklarından Tanju Veli Aydın'ın da aralarında bulunduğu kişilere Kaptan, Gözcü, Kartal, Barış, Fener, Şahin, Atmaca, Sertap, Tina gibi kod adlar verilmiş. Dönemin donanma komutanları Özden Örnek, Yener Karahanoğlu ve Metin Ataç adına da imza açılmış.


En son Ekim tarafından Sal Şub 09, 2010 10:28 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Hzr 08, 2009 9:23 pm    Mesaj konusu: Nilüfer Göle: Kemalizm mahremiyeti anlamadı Alıntıyla Cevap Gönder

Mustafa Erdoğan
Türkiye’nin Cumhuriyeti

Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının icra ediliş tarzı, bu törenlerde resmi erkânın dilinden sadır olan söz ve beyanlar ile, bu vesileyle radyo, televizyon ve gazetelere hakim olan “ruh iklimi” bana Türkiye’nin Cumhuriyetinin karakteristik bir özelliğini hatırlattı. Buna kısaca, genel çocuksulaşma eğilimi diyebiliriz.

Resmi bayramlarda bu çocuksuluk hali sadece ilköğretim öğrencilerini değil, onların öğretmenlerini, üniversite hocalarını, gazetecileri ve tabii resmi erkânı, kısaca neredeyse bütün yetişkinleri tutsak alıyor. Böyle zamanlarda toplumun geneline hakim olan müsamere havası içinde koca koca adamlar adeta gönüllü olarak reşit olmaktan vazgeçiyor, düşünme melekelerini yitiriyor ve iradelerini insan veya nesne sembollerin emrine veriyorlar.

Sanılmasın ki, bu ruh hali sadece resmi bayramlara özgüdür. Gerçekte bu, toplumu her zaman etkisi altında tutan genel bir eğilimdir. Yani, arızi bir durumla değil, sistemik bir sorunla karşı karşıyayız. Bu durumun en hayati sonuçlarından biri, toplum olarak sorunlarımızı çözmemizi ciddi olarak zora koşmasıdır. Çünkü, karşı karşıya olduğumuz sorunları çözebilmemiz için, her şeyden önce, kendimizi reşit hissetmemiz, kendimize güvenmemiz ve tabii reşit insanlar gibi davranmamız gerekir. Oysa, bir toplum çocuksulaştığı ölçüde bu meziyetlerden yoksun hale gelir.

Bütün bunların, özellikle de resmi sıfatlı olanlar bakımından elbette ikiyüzlülükle ilgili bir yanı var. Ama sanırım mesele daha çok yetişme biçimimizle, kişiliklerimizin nasıl şekillendiğiyle ilgili. Bu da dikkatimizi mevcut resmi eğitim-öğretimin yapısına ve sistemin her yanına nüfuz etmiş gayrı resmi telkin ve propaganda mekanizmalarına yöneltmemizi gerektiriyor. Diyebilirim ki, açıktan totaliter olanlarını bir yana bırakırsak, günümüzde kendisini yurttaşlarını çocuklaştırmaya bu derece adamış olan başka bir cumhuriyet bulunamaz.

Bu durumun benim liberal tasavvuruma ters düştüğünü söylememe gerek yok. Açıktır ki, vatandaşlarına çocuk muamelesi yapan ve resmi dogmaların sorgulanamazlığını vaz eden böyle bir rejimin, doğal haklara sahip özgür ve özerk bireyi toplumsal varoluşun hareket noktası olarak kabul eden bir anlayışla bağdaşması mümkün değildir.

Ama bu durum, mevcut rejimin olmak iddiasında olduğu şeyin, “cumhuriyet”in doğasıyla da bağdaşmıyor. Çünkü, cumhuriyetçi felsefenin temel fikirlerinden biri, “aktif yurttaşlık” idealidir. Ben şahsen bu felsefenin arkasında yatan sıkı birlik düşüncesine, bireysel ilgi ve çıkarları çok geniş tanımlanmış bir “ortak iyi” anlayışına boyun eğdirme iddiasına ve “yurttaşlık erdemi”ni doğal haklara üstün tutmasına sempati duymuyorum. Anlatmak istediğim, cari rejimin kendi iddiası açısından da başarısız veya tutarsız olduğudur. Çünkü, aktif yurttaş olmak her şeyden önce “rüşdünü ispatlama”yı gerektirir.

Elbette bir cumhuriyette kamu eğitiminin özel ve önemli bir yeri vardır. Ama cumhuriyetçi bir rejimin genelleştirilmiş bir kamu eğitimiyle elde etmek istediği, yurttaşlarına cumhuriyetçi birliği ayakta tutacak erdemleri kazandırmak, bu arada onlarda “ortak iyi” anlayış ve duygusunu geliştirmektir. Yurttaşların çocuklaşmasının bu amaçlar arasında yer almadığında ise şüphe yoktur. Kendi iradesine güvenmemenin, ortaklığın fikri ve siyasi zemini hakkında söz söyleme hakkından feragat etmenin, “ortak yarar”ın bireysel çıkar ve ilgilerden üstün tutulmasıyla bir ilgisi bulunmamaktadır.

Türkiye’nin Cumhuriyeti’nin bu gibi meseleleri tezekkür edecek düşünürleri, sosyal teorisyenleri yok, ama bol miktarda slogan sayıklayan kifayetsiz demagogları ve propagandistleri var. Onun için, Cumhuriyetin kendine ait bir sivik ethos geliştirememiş olduğunu söyleyen Şerif Mardin haksız değil.

Star

Nilüfer Göle: Kemalizm mahremiyeti anlamadı

Söyleşi:MEHMET GÜNDEM-yeni Şafak

Anlamak-anlamlandırmak…

Her çatışma aynı zamanda bir karşılaşma, yakınlaşma demektir ve içinde fırsatları da barındırır.

Temassızlık ise yok saymaktır.

Var olanı yok saymak potansiyel sorun alanları inşa etmekten başka bir anlama gelmez.

Tanımadığınız, yok saydığınız, değersizleştirdiğiniz, ötekileştirdiğiniz insan, zaman, mekan, düşünce, inanç size “düşman” olarak döner.

Uzaklıklar “korku ve savunma” merkezli düşmanlık duygularını besler, büyütür, geliştirir ve hayata geçirir. Orada yaşamak için öldürürsünüz. Öldürmek asla bir kabiliyet değil, çaresizlik ve yenilgi halidir.

Yakınlık ise, farklılıklara rağmen bazen tahammül göstererek bazen de hoşlanarak birlikte yaşamaya kapı açar.

Birliktelik hukuk oluşturur, birliktelik sorumluluk oluşturur, birliktelik yeni sorunlar oluşturur ama hiçbiri öldürücü, çözümsüz değildir. Bu durum hem bizi hem de kabiliyetlerimizi geliştirir, en iyisi de sorun çözme kabiliyetimizi gelişir.

Anlamak iyidir, anlamaya çalışmak iyidir. Anlaşılmamızı kolaylaştırmak da iyidir. İyiliği hem kendimize hem de başkalarına yapmak da iyidir…

Sosyolog Nilüfer Göle, Modern Mahrem, Melez Desenler, İslam'ın Kamusal Yüzü ile yaptığını İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa çalışması ile bir kere daha yaptı; anlamaya, anlamayı kolaylaştırmaya çalıştı…

BATI KENDİNE TÜRKİYE AYNASINDAN BAKABİLİR

90'lı yılların sonunda batı dışındaki toplumların kendini inşa etme serüvenlerini “batı dışı modernlik” kavramı ile anlattınız. Şimdi ne oldu o yolculuğa, batıya yaklaştılar mı, uzaklaştılar mı?

Türkiye üzerinden bakalım, Batıdan uzaklaşma değil, batıyla tekrar tekrar karşılaşma yaşanıyor. Batı dışı modernlikte referans yine batı, fakat bu modernlik okumalarında farklılık var, kendi tarihimizden, kültürel havzamızdan da besleniyor. Yani batının kötü bir taklidi olmanın ötesinde yaratıcı bir yanı da var. Laikliği bile böyle düşünebiliriz, Fransa'dan esinlenmesine rağmen Müslüman bir ülkede farklı bir aksan, farklı bir renk, farklı bir yüz, özellikle de kadın yüzü kazanabiliyor. Biz bunu çok zaman görmedik, elimizde hep batı aynası vardı, kendimize eksiklik hipotezi üzerinden baktık.

Şimdi bu durum geçerliliğini yitirdi. Bu karşılaşmalar içinde çatışma da var ama birbirini etkileyerek bir dönüşüm yaşanıyor.

İç içe geçişler var. Bu dönüşüm aslında Türkiye'nin kendi dönüşümü oldu. Türkiye'nin Avrupa topluluğuna üyelik süreci bunu da beraberinde getirdi.

Ne değişti son on yılda?

Fransa'da Batıdan çok Türkiye ve İslam meselesi ile karşılaştım. Eskiden batıya doğru gittikçe doğudan uzaklaştığımızı düşünüyorduk, şimdi batıya doğru gittikçe doğu ile karşılaşıyoruz. O zaman ister istemez düşüncemi, ufkumu buna ayarlamak zorunda kaldım. Ben Avrupa üzerin çalışma yapmıyordum, ama ister istemez İslam kapısından ve Türkiye kapısından Avrupa meselesine girmeye ve Avrupa'yı Türkiye ve İslam aynasında okumaya başladım.

ÇATIŞMA VE YAKINLAŞMA VAR

Bu süreçte Türkiye'de İslam ve laiklik, İslam ve demokrasi, Avrupa'da ise İslam ve modernite çatışma halinde algılandı. Zamanla her ikisi de makaslarını daraltmaya başladılar mı?

Makasların daralması yaklaşımı doğru bir gözlem, çünkü hem birbirine yaklaştılar, hem de çatışma noktaları daha fazla artı. Kavuşmalar ve yakınlaşmalar var. Biz Avrupa'ya yaklaşmakla birlikte kendi sorunlarımızın tanımını farklı yapar olduk. Farklı bir şekilde kendimizin farkına varmaya başladık. Bu aleyhimize olmadı, kendimize güvenimiz giderek artıyor. Avrupa ise son on yılda kendi içindeki İslam'ın farkına varmaya başladı. Farklılıkların farkına varmak o kadar kolay bir süreç değil.

Türkiye AB'ye girmek istiyor ama AB içinden istemiyoruz sesi yükseliyor…

Tezat var, Türkiye hem müzakerelere devam ediyor hem de pek istenilir bir durumda değil. Avrupalılar, aramızda aşk yok, sizinle zoraki evlilik yapmak istemiyoruz diyorlar. Eskiden Türkiye'ye, hayır dersek şeriatı mı gider, darbeye mi gider diye bakılıyordu. Şimdi Türkiye ikisine de gitmiyor. Avrupa'nın da “ders veren” konumu zayıflıyor.

Türkiye sorun taşıyan ülke olmaktan çıkıyor mu?

Eskiye nazaran evet ama bu sorunsuz bir ülke demek değil bu. Bugün Türkiye'nin kendi içindeki tecrübede barışçıl yolları, çoğulculuğu, hatta laik ve İslam arasındaki çatışmanın biri ya da ötekisi değil, ikisi ile birlikte olabilirliliğini gösterme durumu ve potansiyeli dünyada Türkiye'ye çok önemli bir rol veriyor. Türkiye yaşadığı bu tecrübeyi tamamlarsa, netleştirebilirse hem Müslüman ülkelere hem de Avrupa'ya “yeni bir şekilde düşünme” fırsatı verir.

Askeri darbesiz ve çoğunluğun diğerleri üzerinde tahakkümü olmayan bir ülke olarak belirmeye başladı mı Türkiye?

Böyle gözükmeye başlamadı ama bu yönde analizler yeni yeni başladı. Unutmayın ki Türkiye'deki süreç hem çok karmaşık hem de tam olarak rayına oturmuş değil. Daha geçen yaz iktidar partisi kapatılabiliyordu, darbe yapılabiliyordu… Tam oldu derken bambaşka bir makasa geçebiliyor.

İSLAM BİLİNÇ SORGULUYOR

Avrupa'da İslam modern dünyanın bilincini sorguluyor diyorsunuz.

Evet, ayna zamanda da modern dünyanın çağdaşı haline geliyor.

Batı öteki ile karşılaşmayı bir tahammül olarak mı görüyor?

Böyle bir his var. Öteki ağırlıklı bir sözcük tahammül. Batılılar “Burası yabancıların istilasına uğramaya başladı, biz artık kendimizi evimizde hissetmiyoruz” sözünü çok tekrarlıyorlar.

Bu gerçek mi, duygu mu?

Bu gerçek bir korku. Göçmenler batıda farklılıklarını göstermekten de keyif alır duruma geldiler. Batı açısından bugün göçmenlerin İslamileşmesi meselesi var. Geldikleri ülkeler üzerinden değil, din üzerinden bir tanımlama var. Türk işçileri yerine artık Müslümanlar deniyor. Bu sadece algılama meselesi değil, çoğunda Müslümanlığını öne çıkarma durumu var. Bu da gösteriyor ki İslam bir Avrupa meselesi haline geldi.

Avrupa açısından bu durum çözülmesi gereken bir sorun mu?

Sorun değil de yaşanması gereken bir süreç, karşılıklı farkındalık oluşturma. Aynı mekanları, aynı ülkeyi, bazen aynı projeyi paylaşıyoruz ama her zaman aynı değerleri paylaşmıyoruz. Bir değerler çatışmasının varolduğu gerçek. Örtü bunu kristalize etti, simgesi haline geldi. Hem kadın erkek eşitliği olsun hem de Avrupa'nın demokratik değerleri olsun cinsellik üzerinden tanımlanmaya başlandı. Yani Avrupalılar ve Müslümanlar birbirlerinin tolerans eşiğini deniyorlar.

Gözlemlerinize göre bu iki dünya birlikte yaşayabiliyorlar mı?

Şu anda yaşıyorlar...

O halde süreç kaosa değil de üçüncü bir durumu üretecek…

Evet, üçüncü durum denebilir. Avrupa biraz kendi saf kimliğinden vazgeçmek zorunda. Müslümanlarda öyle. İki tarafta metamorfozu kabul etiğinde bu olacak, zaten saf kimliğinizle kalamazsınız, süreç bunu gösteriyor. Türkiye'de Müslümanların karşılaştıkları, tartıştıkları konular ve sorular ile Avrupa'daki Müslüman Türklerin karşılaştıkları, tartıştıkları sorular aynı değil. Müslüman olmayan bir erkeğe aşık olan kızın durumu ne olacak sorusundan tutun da minarelerin boyuna kadar hararetli tartışmalar var. Bazı yerlerde camilerin minaresiz yapılması isteniyor, yani Müslümanlığın görünürlülüğü tartışılıyor. Müslümanlık artık Avrupa renklerini de alıyor.

AVRUPA DA DEĞİŞİYOR…

Sorular ve sıkıntılar da değişiyor…

Karşılıklı etkileşim ve karşılıklı dönüşüm yaşanıyor ama Avrupa buna Müslümanlardan daha çok direniyor. Çünkü Avrupa'nın istediği tamamen bizim gibi olun…

Kimliklerin aşılması, saflık ve bozulma bu durum mu?

Tam bu nokta. Bizim burada olan ebrulaşma, melezleşme öyle kolay olmuyor. Yani o iç içe geçişlerde biraz da şiddet var. Batı da giderek provokasyon sınırını yükseltiyor. Karşılıklı bir zıtlaşma, iktidar ilişkisi var. Şiddet olayını anlamadan bu süreci çok kültürlülük bağlamında alamayacağımız bir olay.

Yani size göçmen sosyolojisi yaklaşımı, Müslümanlar Avrupa'ya entegre oldular mı sorusu yetmiyor…

O noktayı aştı. Müslümanlar, İslam Avrupa'nın meselesi ve Avrupa'nın da değerlerinin tartışıldığı bir yere geldi… Avrupa'nın kendisi değişiyor.

Avrupa kendi içini Türkiye'nin tecrübesi üzerinden de okuyabiliyor mu?

Okunması gerekir ama bu şunu gerektiriyor; biz kendi deneyimlerimizi, tarihimizi batının aynasında okuma yeteneğini ve yetkisini uzun yıllar önce kazandık. Batıyı da bilmek… Bunun tersi Batı için çok zor. Örneğin örtü tartışması çıktığında “bizde de oldu” dediğinizde anlamak, öğrenmek için dönüp bakamıyorlar, biraz gururlarına dokunuyor. Onlar üstün olduklarına inanıyorlar ve İslam arkadan geliyor. Yani geri kalmışlık paradigmasını sürdürmek istiyorlar. Benim çağdaş oluyoruz demem rahatsız edici. Yani aynı dönemde yaşıyoruz, aynı çağın içindeyiz, aynı mekanı paylaşıyoruz, artık geri kalmışlık paradigması yok. Müslümanlar farklı istemlerle farklı kültürel bir modernite ile çıkıyorlar.

Batılı, modernitenin farklı yorumlanmasını kendine alternatif mi görüyor?

Bunu kendisine meydan okuma, geriye gitme, haklarının elinden alınması gibi görüyor. Haklarımızı yeni aldık, batılı kadın kilise baskısından, dinsellikten kendisini daha yeni kurtardı, şimdi karşımıza yine dinsellik geliyor kadını baskı altına alacak deniyor. Eşcinsel hakları ne olacak deniyor. Bizdeki cumhuriyet tartışmalarına benzer “bizi geriye götürecekler” korkusu var.

TÜRKEYİ BU DURUMU HAK ETTİ

ABD başkanı Obama'nın Türkiye ve İslam dünyasına bakış açısı-açılımını bu bağlamda düşündüğünüzde Batı'ya ne söylüyor?

Obama'nın Türkiye'yi önemsemesi Avrupa'yı rahatsız etti. Fakat burada çok önemli bir değişim var, eskiden Türkiye'nin konumunu Amerika belirliyordu, halbuki şimdi Obama'nın destek verdiği konuma Türkiye kendiliğinden, hatta Amerika'ya rağmen ve karşı olarak geldi. Tezkere sonrası tarihsel bir dönüm noktasıdır. Biz korkuyorduk ama o otonomi Türkiye'ye yaradı. Bush Amerikası değişti, Obama'nın gözünde Türkiye değer kazandı. Türkiye'yi istemeyen bir Avrupa var ama Avrupa da aynı kalmayabilir, değişebilir. Amerika'daki İslam meselesi dışarıdaki ötekiydi, Avrupa'da içerideki öteki. Türkiye ise aday ülke olarak Avrupa'nın kimliğini sorguladı. Bu güne kadar böyle bir tartışma yoktu. Sınırlar tartışılıyor; medeniyet sınırları nerede başlayacak, farklılık nedir, biz Türkiye'yi alırsak hala Avrupalı olur muyuz, Türkiye'ye evet demek tarihi belleğimize inkar mı olur, Viyana kuşatmasını unutacak mıyız... Türkiye Avrupa için bir test oldu.

Türkiye'nin AB'ye adaylığı nasıl okunuyor?

Dosya meselesi olmaktan çıktı, Avrupa'nın kendi kendini tanıma meselesi oldu. Avrupa Türkiye tartışması üzerinden yeni bir değerler sistemine doğru evriliyor. Türkiye'nin ödevlerini yapmasından öte Avrupa'nın kendisine nasıl bir kimlik oluşturacağı belirleyicidir. Avrupa, kimliğini Türkiye adaylığı karşısındaki duruşuyla belirlemeye başladı. Avrupa'da Türkiye adaylığı onun kendini sorgulaması için bir sebebiyet verdi, bir ateşleme yaptı. Burada İslam edilgen değil, aktif bir faktördür. Avrupa'nın bundan sonraki kuruculuğunda dinin rolü çok önemli olmaya başladı.

İSLAMI TANIMAK DEĞİL İSLAMLA YAŞAMAK

İslam Avrupa kimliğine dahil olur mu?

Topyekun İslam diye bir şey olmaz, oradaki Müslümanların Avrupa ile İslam arasındaki ilişkiyi nasıl mezcedecekleri belirleyicidir. Herkesi bir araya getirebilecek bir alanı, mekanı, projeyi hayal etmek gerekiyor ama bu Avrupa'nın İslam'ı tanıması değil, ikisi için ortak bir mekanı, kültürel havzayı yeniden düşünebilmek olur. Örneğin camilerin sadece ibadet yeri değil, aynı zamanda kamusal alana ait, çevreye uyum sağlayıcı, birleştirici, yaşam alanlarıyla çok amaçlı inşa edilmesi önemlidir. Müslümanlar artık cami estetiğine, şeffaflığa bile önem veriyorlar, camileri batılı için de şüphe edilen yerler olmaktan çıkarıp korkulan değil, beğenilen yer olmasını istiyorlar. Önemli olan bu tür ortak mekanları, ortak dilleri yaratabilmek.

Biz Avrupa medeniyetine ait miyiz, mensup muyuz?

Bizim kimlikten gelen bir aidiyetimiz yok Avrupa'ya. Ama Avrupa aynı zamanda bir proje olduğu için bizim de Avrupalı olma projemiz var, yani sonradan mensup olabiliriz.

Türkiye, Müslüman kimliğiyle barıştıkça Avrupalılaşmamız daha kolay oluyor demiştiniz…

Hala öyle düşünüyorum. Obama'nın bile Türkiye'ye değer biçti; Çünkü Türkiye Müslüman kimliği ile barıştığı için Avrupalı ve dünyalı da olabilme potansiyeli taşıyor. Türkiye Müslüman kimliği ile kavgalı olsaydı örnek olarak konuşulmazdı. Ben Türkiye'nin farklı kültürel kodlar arasında tercümanlık ettiğini düşünüyorum. Kendi içindeki kültürel kodları da tercüme etmeye, harmanlamaya devam ediyor. Bakın Şakirin Camii somut bir örnektir… Camiye kadın eli değdi, Anadolu Müslümanlığı ile seçkin kentlinin buluşması… Cami kadınlara da açıldı bir anlamda…

Batı Türkiye'deki bu örneği kendi toplumuna model olarak sunabilir…

Konuşulmaya başlandı zaten…

Batı için çağdaşı İslam'la karşılaşmak heyecan verici değil mi?

Avrupa kamusal alanının en korkulu heyecan verici konuları, hep İslam etrafında toplanmaya başladı. Bu bana çok heyecan veriyor ama onlara değil. Avrupa ülkeleri İslam'ın varlığını kendi bünyelerinde yaşıyorlar ve bir arada yaşama ve anlama sorunu ile yüzyüze gelmiş haldeler. Bu yakınlık Avrupa'nın can alıcı sorunlarından birisidir. Bu durum durağanlaşmış Avrupa'yı canlandırdı, yeni Avrupa bu. 'İslamın Avrupa kamusal alanını oluşturucu gücü var artık. Çatışma bile bir yakınlaşmayı getiriyor. Bu çatışmada, bellek, mekan ve cinsiyet önemlidir ve hepsinin de kavgası vardır.

Peki öteki Avrupa dediğiniz nedir?

Ben Avrupa'nın ötekisi yerine öteki Avrupa diyorum. Göçmenlerin ve Müslümanların Avrupa'nın öteki olma duruma var, fakat aynı zamanda öteki Avrupa'yı yaratma durumlarını daha güçlü görüyorum. Benim hipotezim öteki Avrupa eski Avrupa'yı ateşliyor.

Örtü algısı nasıl Avrupalıların?

Tartışmaların anahtar kavramı.

Karşılığı ne?

Mahrem. Mahremi modernlik içinde hatırlatmak… Modernlik mahremiyete karşı çalışan bir dinamik. Tezat… Hem modern hem mahrem, ya da ne modern ne de mahrem de diyebiliriz. Bugünkü oluşum, ne geleneksel Ortodoks İslam ne modern batılı kadın…

BİR LOKMA BİR HIRKA RUHU LAZIM

Türkiye din-laiklik tartışmasını bitirdi mi?

Çok yol aldık, yeni sorunlar karşımıza çıkıyor ama çok önemli bir bilinç kazandık… Bakın darbenin bile dili değişti, yargı darbesi diyoruz…

CHP'mi daha muhafazakar AK Parti mi?

CHP durağan. Muhafazakarlık asla bu kadar durağan olamaz. Muhafazakarlık kelimesine kötü anlam yüklememek lazım, CHP için tutucu denebilir.

Kemalizm 'i neden Atatürkçülüğün çocukluk hastalığı olarak tanımlıyorsunuz?

Kemalizm, 60 darbesiyle birlikte, ilericilik ve askerî söylemin birleşiminden oluşuyor. Bugünkü sıkışmamızın altında da 60 darbesiyle hâlâ hesaplaşamamak yatıyor. Kemalizm, geleneklerden koptu, ara kurumları yok etti ve toplumun etiyle kemiğini ayırdı. Kemalizm değil ama Atatürkçülük çıtayı yükselten bir ortak değer olabilir toplum için. Muhafazakâr kesim, bugün dünyaya daha açıkken, Kemalistler sınırları yükseltiyorlar. Gelenekçi imam kazandı, ilerici öğretmen kaybetti gibi bir zıtlık yok. İmamın kızı öğretmen olmak istiyor; ama başörtüsüyle, mesele de bundan çıkıyor... “Mahremiyeti olmayan modernite olamaz” gerçeğini anlamamız lazım. Her dine yönelen gerici olmadığı gibi her Atatürkçü'de Kemalist değil. Atatürkçülük toplumsallaşıyor. Dilerim bu toplumsallaşma daha çok sivilleşmeyi getirir.

Bazı kesimlerin “İslamcı” diye endişe ettikleri AK Parti'nin devletle teması nereye doğru gidiyor?

AKP'yi devlet adamı olmaya zorluyor. Yani devletin İslamileşmesinden çok AKP'nin devletleşmesinden, devlet adabına uyum sağlamasından söz edebiliriz. Türkiye'nin asıl meselesi din değil, karşılıklı saygı alanlarının nerede olacağıdır. Türkiye'de insanlar özgürlükleri nasıl kullanacaklarını pek bilmiyorlar, her şeyi hoyratça tüketen bir toplumuz, henüz olgunlaşamadık… Edep, haya ve huzur nerede kaldı. Eskiden bir lokma bir hırka ruhunu eleştirirdik, şimdi arar olduk.

GÜLEN HAREKETİ DÜNYAYA AÇIK

Gülen hareketi dünyanın pek çok yerinde okul açtı. Bugün Türkiye'de 115 ülkeden öğrencilerin katılımıyla Türkçe olimpiyatı gerçekleştiriliyor. Dünyaya açılan bu Türkler de Müslüman…

Fethullah Hoca hareketi İslami ama İslamcı değil. İslamı siyasallaştırmıyor, onlar bugünkü seküler dünyanın içine nüfuz ediyor, rahatlıkla giriyor, çatışmaya girmeden… Muhafazakâr ve dindar bir hareket, Türk okullarıyla birlikte, dünyaya en açık, küresellemeyi kendine mekan edinen bir hareket olmaya başladı.

Taha Akyol'un programında “Bu işe gönül vermiş Türk öğretmenler dünyanın her yerine korkusuzca gidebiliyorlar. Üstelik Müslümanlıklarından vazgeçmeden bunu yapıyorlar” demiştiniz… Bu nasıl bir temas?

Dindarlara atfettiğimiz çekingenlik ve edilgenlik yok. Gülen cemaati sanki seccadesini her yere seriveriyor. Seccadeyi dünya haritası yapmışlar.

Müslümanlıkları neden onları bir uyumsuzluğun, çatışmanın içine çekmiyor?

Müslümanlıklarını görünür kılmak gibi bir politikaları yok, müminliği daha bireysel, yaşıyorlar ve hizmete dönüştürüyorlar. Orada iman kimliğe değil hizmete dönüşüyor. İslamcılıkta ise iman kimliğe dönüşüyor, siyasallaşıyor. Gülen hareketi modernist değil ama çağın içinde. Ama çağın liberal şeffaf birey anlayışıyla ters düşüyor.

Peki bu hareketi hem dönüştürücü-yenileyen hem de muhafaza edici olan nedir?

İslam'ın yaşatılması, dini mirası daha güçlü ve daha temiz bir şekilde devam ettirme, gelecek nesillere aktarma duygusu… Onlar İslam'ı çağın dışında tutarak değil, tersine çağ ile iç içe girdikçe daha çok yaşama imkanı bulacağına inanıyorlar. Ama tabii çağın, temas halinde oldukları farklı milletlerin, kavimlerin, dinlerin ve mesleklerin de hareketin kendisini dönüştürmekte olduğu unutulmamalı.

Bu çağ için yeni bir tür…

Yeni bir tür… muhafazakarlık. Nefsin terbiyesi ve iman esas, adanmışlık ruhu çok belirgin… Hiyerarşiler önemli. Çoğunlukla erkek hareketi gibi…

Yeni Şafak


Ahmet Altan
Taraf Gazetesi
Donmuş Fikirler
12 Kasım 2009

Bizim medyanın entelektüel düzeyi düşüktür. Bu sanırım bilinçli bir tercih.

Düzey düşüklüğü “yaratıcılığı” ve dürüstlüğü engeller çünkü.

Yeni fikirler, yeni yaklaşımlar, yeni bakışlar getirmeyecekleri için sürekli olarak “klişelerin” ve “tabuların” içinde dolaşırlar.

“Klişe” dediğimiz neticede “Donmuş” fikirlerdir. Aynı sözlerin sürekli tekrarlanması anlamına gelir.

Baktığımızda bir çok konuda medyanın tutumu elli yıl öncesiyle aynıdır.

Sanki dünyada ve Türkiye’de hiçbir şey değişmemiş gibi sürekli olarak aynı sözleri, aynı cümleleri, aynı ağıtları tekrarlarlar.

Resmi ideolojinin her yıl kendini yeniden doğurarak varlığını sürdürmesine yardımcı olmaya çabalarlar.

Bu klişeler, “bugünün gerçeklerini” gözlerden saklar.

Zaten temel amaç ta budur.

Halkın iradesine hiç aldırmayan bir “devlet sultasının” gözlerden saklanmasıdır asıl istenen.

Klişeler bunun için kullanılır.

Türk medyasında Atatürk ile ilgili “konuşulmaz”, Atatürk’le ilgili olarak ağlanır.

Bu anlayış, yaşadığımız bütün “olumsuzlukların” Atatürk’ün “eksikliğine” bağlanmasını sağlamak içindir.

Onlara göre, bugünkü sistemde, devlet sultasında, tek parti rejiminin sürdürülme çabalarında, ordunun “muhtıra” verme özgürlüğünde, darbe planlarında, 12 Eylül Anayasası’nda, Kürtlerin ikinci sınıf vatandaşlar haline getirilmesinde, dindarların inanç özgürlüğünün engellenmesinde, Alevilerin haklarının gasp edilmesinde, insanların özgür fikirlere sahip olmasının yasaklanmasında, eğitim sisteminde, tarihi gerçeklerin gizlenmesinde bir sorun yoktur.

Sorun bugün Atatürk’ün olmamasındadır. Atatürk yaşasa ya da Atatürk’ün yetmiş yıl önce yaptıklarını yapsak sorunlarımız olmayacaktır.

İnsanlarının zihinlerine yerleştirilmek istenen düşünce budur.

Ve bu yalandır.

Sadece Neşe Düzel’in Cemil Koçak’la yaptığı konuşmayı okumak bile bunu anlamaya yeter.

Bizim bugün yaşadığımız birçok sorun Atatürk’ten önce de vardı, Atatürk döneminde de vardı, Atatürk’ten sonra da vardı.

Bu sorunları çözmek için Atatürk’ten kopya çekmeye çalışmak sorunları çözmeye yetmez.

En basitinden Kürt meselesinin Atatürk’ün yöntemleriyle nasıl çözüleceğini biri bana anlatsın, Atatürk Kürt meselesini çözdüyse biz bugün niye hala bu mesele ile uğraşıyoruz?

Çünkü çözemedi.

Bir isyanı bastırmak liderlerini asmak “toplumsal” bir sorunu, aynı ülkenin vatandaşları arasındaki eşitsizliği çözmeye yetmiyor, sadece bir isyanı bir süreliğine bastırmış oluyorsunuz, daha sonra o mesele yeniden gündeme geliyor.

Tarihi bir liderin tecrübelerinden yararlanmak için sürekli olarak klişelerle onu övmek ve onun için ağlamak yetmez, onun hangi konularda başarılı hangi konularda başarısız olduğunu görmek, başarılarının ve başarısızlıklarının nedenini bulmak gerekir.

Bunu bizim medya yapmaz.

Çünkü medya “çözüm” aramıyor, medya bu düzenin devamını sağlamaya çalışıyor.

Bugünkü düzeni de Atatürk’le özdeşleştirip, düzeni dokunulmaz ve tartışılmaz kılmaya uğraşıyor.

Atatürk için yetmiş yıldır ağlayıp duran bu medya neden Atatürk’ün döneminde imzalanan Lozan antlaşmasıyla hiç ilgilenmez?

Bugün yapılacak her anlaşmaya “ver kurtul” adını takmaya çalışan Babıali’nin Atatürkçüleri neden Musul-Kerkük meselesini merak etmez?

Çünkü onlar aslında Atatürk’le yada onun yaptıklarıyla ilgili değiller, onlar Atatürk’ü “bugünkü gerçekleri” gizlemek için kullanmaya çalışıyorlar.

Her 10 Kasım’da sayfalarca ağlayan bu medya Atatürk’ü seviyor mu gerçekter?

İnsan sevdiği biriyle ilgilenmez mi?

Siz bu gazetelerde Atatürk’ün yaptıklarıyla ilgili kaç ciddi yazı okudunuz?

Atatürk’ün Sovyet ilişkileriyle, Kürt meselesiyle, Hatay sorunuyla, Musul-Kerkük anlaşmazlığıyla ilgili politikaları konusunda kaç araştırmaya rastladınız?

Neden bu konular hiç yansımaz gazete sayfasına?

Atatürk’le bu toplumun ilişkileri sadece “klişelerin” her yıl tekrarlanmasından mı ibaret?

Neden bu medya “klişelerden” bir adım öteye gidemez?

Çünkü klişelerden bir adım ötede “gerçekler” vardır.

Amaç ta o gerçeklerin saklanmasıdır.

Onlar Atatürk’ü sevdikleri için yeryüzündeki hiçbir ciddi gazetede rastlanmayacak türden ağıtlar yakmıyorlar, o ağıtlar, gazetelerin “gerçeklere” duyduğu nefretten kaynaklanıyor.

Atatürk’ü sevmiyorlar, Atatürk’ü kullanıyorlar. Sevseler biraz ilgilenirler.

13 Kasım 2009
"Ata-put!"
Murat Belge

CHP, kendisiyle yarışıyor. Hitap edeceği yer, yaptıklarından sonuç almayı umduğu yer, “kitle isterisi” olduğu için, kendisi ancak “isteri” (hysteria) gibi kelimelerle anlatılabilir bir davranış içinde. Kadrosunda bu üslûbu başarıyla üretebilen değerli elemanlar da var. Böylece, temsil ettikleri her şeyin trajikomik sonunu da ilân ederek, devam edip gidiyorlar.

Değişim, barış umuduyla savaşmak üzere hazırladıkları meclis stratejisi Atatürk'ü de içermek durumunda kaldı. Böylece vatanperverliklerine atamperverlik de ekleme imkânı buldular. Aynı zamanda, “Atatürkçülük” konusunu da gündemin ön sıralarına taşımış oldular. Şu günlerde bakıyorum, birçok yazar, “Atatürk sevgisi böyle mi olmalı?” teması üstüne bir şeyler yazmaya başladı. Bunun arkasının geleceğini sanıyorum, ayrıca gelmesi de iyi olur. Çünkü yılların sorunu bu. “10 Kasım'da Kürt açılımı konuşulur mu?” başlıklı absürd tartışma hiç olmasaydı da, tartışılacak yeterince absürdite zaten vardı.

CHP ta başından beri Atatürk'ün böyle anlaşılmasında, bütün bu akılsız ve zevksiz tapınmada pay sahibiydi. Şimdi de, bunca yıldır onun eğitiminden geçerek değerlendirme yeteneğinden yoksun kalmış kesime başvuruyor, pankartlarıyla, her şeyiyle, orada bir ajitasyon yaratmaya çalışıyor.

Atatürk'ü böyle sevmeyi, onu böyle anlamayı ve böyle sevmeyi tercih eden, Türkiye Cumhuriyeti toplumu değildir. Bunu o icat etmemiştir, bu ona öğretilmiştir. Öğreten kim?

Biz, öğrendiklerimizi tabii öğretmenlerden öğreniriz. Ama böyle, “Ata'mızı nasıl seveceğiz, nasıl anacağız?” türü önemli konular ortaya çıktığında, bunun yolunun öğretmenlere de öğretilmesi gerekir. Bu işin yapılacağı yer tabii Milli Eğitim Bakanlığı'dır, ama Bakanlık da böyle önemli işleri başkalarından öğrenir. 12 Eylül boyunca, Atatürk'ün nasıl sevileceği, nasıl anılacağı, Atatürk'ün ne sevdiği, ne sevmediği, hepimize askerî yönetim tarafından bir kere daha öğretildi. YÖK'ü kurduğu zaman oraya general atamayı unutmayan Türk idarî dehası, bu ritüelleri de hangi kurumlar içinde oluşturacağını bilir elbet.

Şu haliyle Atatürk kimin işine yarıyor? Şimdilerde herkesin sormaya başladığı, “Bu nasıl sevgi? Bu nasıl saygı? Atatürk bir put mudur? İlâh mıdır?” yollu sorulara bir cevap bulmak istiyorsak, herhalde önce bu soruyu sormalıyız: kimin işine yarıyor?

Bir put gibi tapacağımız, yaptığını, yapmadığını, söylediğini, söylemediğini zinhar tartışmayacağımız bir Atatürk var. O bize bazı emirler, direktifler vermiş. Bunların da doğruluğu, yanlışlığı tartışma dışı. Tartışmadan o direktiflere uymamız gerekiyor.

Zaten uyulmadığı zaman, daha doğrusu uyulmadığı iddia edildiği zaman, Silâhlı Kuvvetler darbe yapmış. Ben bu ülkede, “Atatürk ilkelerinden uzaklaşıldığı için” yapılmamış bir darbe bilmiyorum. Yapılan darbelerin hepsinin değişmez gerekçesi ya da gerekçelerinin birinci maddesi, Atatürk ilkelerine ihanet edilmesi.

Bu darbelere uğrayanlar, Atatürk ilkelerine ihanet etmediklerini söylüyorlar. Ama öyle anlaşılıyor ki onların ne söylediği zaten önemli değil. Atatürk ilkelerine neyin uygun, neyin uygunsuz olduğunu bilmek ve buna karar vermek de Silâhlı Kuvvetler'in işi. Onların yetki alanında olan bir şey.

Açıkça söyleyecek olursak, Atatürk, bu ülkede Silâhlı Kuvvetler'in darbe yapmasının meşrutiyet aracı, daha da genel olarak, Silâhlı Kuvvetler'in şu son günlerde ortalığa saçıldığı ve saçılmakta olduğu biçimde varolmasının gerekçesi, haklı çıkarması, onaylayıcısı, vb.

Yani, kimin böyle bir Atatürk istediğinin cevabı bu.

TARAF

EMRE AKÖZ
Kemalizm'in en saf hali: Onur Öymen!

CHP Genel Başkan Yardımcısı, emekli büyükelçi Onur Öymen'in, 1937-38 yıllarında Dersim'de (Tunceli) yaşananları değerlendirme biçimi, Kemalizm adını verdiğimiz otoriter devlet ideolojisinin 'aslında' ne olduğunu sanırım herkese göstermiştir.

Bu konuyu irdelemeden önce, gelin olayı baştan alalım. Ne demişti Öymen?

Geçenlerde yaptığı konuşmada, önce demokratik açılımın gerekçesi olarak, 'Analar ağlamasın' denildiğini hatırlattı. Ardından da şu sözleri sarf etti:

"Bu ülkenin anaları çok ağladı. Tarihimiz boyunca çok şehit verdik. Çanakkale Savaşı'nda 200 bin şehidimiz vardı, hepsinin anası ağladı. Kimse çıkıp 'bu savaşı bitirelim' demedi.
Kurtuluş Savaşı'nda, Şeyh Sait isyanında, Dersim isyanında, Kıbrıs'ta analar ağlamadı mı? Kimse 'analar ağlamasın, mücadeleyi durduralım' dedi mi? İlk siz diyorsunuz. Çünkü sizin terörle mücadele cesaretiniz yok."
Onur Öymen daha sonra da bu sözlerinde ısrar etti, "Yanlış anlaşıldım" filan diyerek geri adım atmadı.

***
Bu sözlerde sürüyle arızalı yön var:
(..)
Şeyh Sait, Dersim ve PKK isyanlarında ortak olan şudur: Ölen de bizim vatandaşımız, öldüren de...
Demek ki ortada "çözülmesi gereken" bir toplumsal-siyasi mesele var.
(..)


***
Dönelim Kemalizm meselesine:
Onur Öymen, Dersim'de yapılanları olumlayınca, Aleviler onu Hitler'e benzetti.
Haksız değiller. Çünkü Dersim'de, mağaralara sığınan kadın, yaşlı ve çocuklar, zehirli gazla yok edilmişlerdir. Bu bir insanlık suçudur.
(O dönemin şahidi, eski dışişleri bakanlarında İhsan Sabri Çağlayangil "fareler gibi" tabirini kullanıyor.)
Bazılarının sandığının aksine, Onur Öymen burada gaf yapmıyor. Dili sürçmüyor.
Tam da Kemalizm'in halka ve sorunlara bakışını özetliyor: "Sus ve itaat et. Aksi halde seni yok ederim."
Özetle: Bir devlet ideolojisi olarak Kemalizm'e işte bu yüzden karşıyım.
Eğer Kemalist isen, dün Dersim'i, bugün de yargısız infazları çözüm olarak görüyorsun demektir.
Bilinçli Kemalistler bu bağlantının farkındadır.Tabii bir de Kemalizm'i 'Atatürk'ü sevmek' zanneden Etrak-ı Biidrak var ki geçiniz...

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/akoz/2009/11/14/kemalizmin_en_saf_hali_onur_oymen

Dersim: “Evlâd-ı Kerbelâyımi, be günayımi, ayıbo, zulimo, cinayeta”
Oğuz Gürses



[Olay Genelkurmay belgelerinde de “Dersim tedip ve tenkil harekatı” olarak adlandırılır. Dersim katliamı 1935’de, memleketimizin adının “Tunç Eli” olarak değiştirildiği “Tunceli Kanunu” ile başlamıştır. O dönemde hazırlanan tüm raporlarda Dersim “çıbanbaşı” olarak adlandırılmış, nasıl yok edileceğine dair her biri diğerinden korkunç, tüyler ürperten önermeler yapılmıştır. Sonuçta, bir tür “sömürge valisi” sıfatıyla, Kürt, Ermeni ve Alevi düşmanı olarak nam salmış Sakallı Nurettin Paşa’nın damadı General Abdullah Alpdoğan 4. Umumi Müfettiş olarak 1937’de bölgeye atandı ve katliam başladı. Aynı yılda Dersim’in inanç önderlerinden başta Seyit Rıza olmak üzere 8 kişi Elazığ’da, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir yargılama sonucunda idam edildi. Şu kadarını söyleyeyim; Seyit Rıza’nın 18 yaşından küçük hasta oğlu Resik Hüseyin, babasına seyrettirilerek asılmıştır. Köyler yakılıp yıkılmış, kadın, çocuk ve yaşlıların da olduğu binlerce insan toplu katliama maruz kalmıştır. İhsan Sabri Çağlayangil’e ait olan ve yalanlanmayan ses kaydına göre, mağaralara doldurulan insanlar “kimyasal gaz” kullanılarak, Çağlayangil’in ifadesiyle “fare gibi” öldürülmüşlerdir.] (*)

Dersim katliamı baştan sona bir CHP operasyonudur...

Operasyon, başından sonuna kadar CHP’nin bütün kurucu kadrosuun içinde bulunduğu bir ekip tarafından planlanmış yürütülmüş ve sonuçlandırılmıştır...

Yakın tarihimizdeki “Olağanüstü hal Valiliği” ve buna bağlı olarak yapılan (yargısız infazlar, işkenceler, gözaltına alındaıktan sonra buharlaşıveren insanlar... Yakılan köyler... Göçe zorlanan insanlar... vb..) ahlâk dışı, hukuk dışı, insaf dışı ve insanlık dışı uygulamaların tümü CHP’nin “Dersim Modeli”nin devamıdır...

Cafer Solgun haklı...

CHP durup dururken mutad uygulamalarının bile çok ötesine geçerek “Tunceli Kanunu”nu çıkarmış ve bu Kanun çerçevesinde bölgeye bir “olağanüstü/sınırsız yetkileri” olan vali tayiniyle işe başlamıştır...

Olgun’un “sömürge valisi” tabiri de yanlış değil; bilakis bu tabir, bu valiliğin hem kuruluş gayesini hem de sınırsız yetkilerini gayet iyi anlatıyor...

Aktüel dergisinin şu satırları bu sınırsız yetkilerin nasıl bir vahşet doğurduğunu belgeliyor:

[Albay Hulusi Yahyagil, Dersim İsyanı sırasında Elazığ'daydı. Birliği isyanı bastırmak için Tunceli'ye gitmişti. Yahyagil çatışmalara katılmasa da kendilerine verilen emri net bir şekilde hatırlıyor; Dersimlilerin topyekûn imhası. Arkadaşı "Yüzbaşı Şevki"nin hatıralarında ise yakılan, yok edilen köyler, süngülenen bebekler var. (..)Yahyagil de Elazığ'da görev yapıyordu. Gelen emre göre de taburuyla birlikte Dersim İsyanı'nı bastıracak birliklerin arasında yer alacaktı; "Ben Elaziz (Elazığ)'de tabur komutanlığı yapıyordum. 1938 Dersim İsyanı'nın sebep olduğu facia hadisesi neticelenmek üzere idi. Bizi de Dersim İsyanı'nı önlemeye ve bastırmaya memur ettiler. İsyan dedikleri şey de, bazı dağ köylerinin o yıl vergi vermeme meselesi idi. Aslında hadise basitti. Fakat nedense onu büyüttüler ve umumileştirdiler." Çok basit önlemlerle, belki hiç can kaybı yaşanmadan çözülecek bir olay kısa sürede bölgeyi etkisi altına aldı. Dersim yani Tunceli ve çevresi alev alev yanıyordu. Yahyagil'e göre bu sırada gelen emir netti: Abdülkadir Badıllı, (..)Malatyalı emekli yüzbaşı Şevki Bey'in söylediklerini naklediyor (..)"Dersim İsyanı'nda isyan eden bazı insanlarla askerler harp ederken, isyancılar yavaş yavaş çekilip dağın zirvesine doğru gitmişler. Bizim askerler onlara ulaşamıyor ve bir şey yapamıyorlardı. Bu defa herhalde gelen emirler mucibince, Hulusi Bey'e de verilen emir gibi, geri dönüp masum çoluk-çocuk, ihtiyar demeden katletmeye başlamışlar. Hatta hınçlarını alamayarak, bazı taburlar topladıkları çoluk-çocuk, kadın ihtiyar, bünah masumları büyük avlulu surlu bir evin içine doldurmuşlar ve birçok teneke gazyağı döküp bunları ateşe vermişlerdi. Bu ateş içinde yükselen feryatlar ve çığlıklar ortasından, bir kadın kucağındaki bebeğini ateşte yanmaması için surun üstünden dışarıya fırlatmış. Fakat bir yüzbaşı o bebeği süngüleyerek, süngü ile tekrar surun üstünden ateşin ortasına atmıştı. Gözümle gördüm."
Kitabın yazarı Abdülkadir Badıllı, dipnotta anlattığı bu acı hatıranın yanına, bu olayın Necip Fazıl Kısakürek'in çıkardığı Büyük Doğu dergisinde 1951 yılında yayımlandığını da belirtmiş.]


Merhum Üstad Necip Fazıl Kısakürek, “Son Devrin Din Mazlumlar”ı isimli eserinde şunları söylüyor:

[En aşağı 50.000 müslümanın kanını ve canını ihtiva etmesi bakımından, kalın hatlarıyle bir harita gibi çizdiğimiz ve şu anda yalnız ana prensip ve mânasıyle tesbit ettiğimiz bu facianın, tarihte bir benzeri gösterilemez.

Babalarını arayan ve yanına gitmek istediklerini söyleyen iki mâsum çocuğun Hozat Kaymakamı tarafından süngületilerek babalarının yanına gönderilmesi... Kendisinin öğretmen ve köy halkıyle alâkasız bir şahıs olduğunu iddia ederek alevler içinden fırlamak isteyen bir gencin, kalasla itilip alevler içine atılması ve karşı -sında sigara içilmesi... Buğday sapları üstünde yakılan, daha evvel kurşunlanmış bütün bir köy halkı... Annesinin karnından sivri uçlu âletle çıkartıldıktan sonra yaşamakta devam eden ve
hala topuğunda bu sivri uçlu âletin izini taşıyan çocuk... Bir dere içinde boğazlanan ve bu fiili yerine getiren cellâdın bulunması bir hayli zorluğa yol açan yirmi mâsum... Ve buna benzer daha neler, daha neler!..
Cesetleri değil, mânaları muhakeme ve idam eden tarih, bakalım bu 50.000, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil müslüman cesedine karşılık kaç ferdin mânası üzerinde ebedî idam karari verecektir?
Elâzığ Ortaokulunda okuyan iki çocuk... Tatili geçirmek üzere memleketleri olan Hozat'a geliyorlar ve facianın tam üstüne düşüyorlar. Hozat yakınlanndaki köylerine geldikleri zaman babaları Yusuf Cemil'in öldürtülmüş olduğunu öğreniyorlar ve ağlama ya başlıyorlar. Onlara şu karşılık veriliyor:
"-Sizi de onun yanına götüreceğiz!"
Çocuklar odadan sürükletilerek çıkartılıyor ve jandarma muhafazasında gittikleri yolda süngületiliyorlar. Böylece babalarnin yanına gönderilmişlerdir.
Her evi ayrı ayrı tutuşturulduktan sonra dört bir etrafı ayrıca çalı çırpı içine alınıp alev alev yakılan bir köyden, deli gibi bir adam çıkıp, çalı yığınları gerisinde manzarayı seyredenlere doğru ilerliyor ve haykırıyor:
"Durun, ben köy ahalisinden değilim! Muallimim! Müsaade edin, kendimi size isbat edeyim!"
Fakat sözüne mukabele, bir kalasla itilerek alevler içine atılması oluyor. Adam, evvelâ göğsünün kılları tutuşarak alev alev yanarken, çalı yığınlari gerisinde âmir, zevk ve istihza ile sigarasını içmektedir. (Bu vak'a, bana, 1944 yılında, Eğridir'de askerliğimi yaparken, resmî şahıslar huzurunda, yanan adama karşı sigarasını zevkle içtiğini söyleyen Amirden bizzat dinleyenlerce anlatılmıştır.)
Yusuf Cemil'in köyünden 200 kadın ve çocuk öldürtülmüş ve bunların cesetleri buğday sapları üzerinde yakılmıştır. Öldürülenler arasında, Elâzığ'da askerliğini yapan ve o sırada izinli olarak köyünde bulunan Rüstem adında biri de vardır. Bu zavallı, mezun olduğunu ve isterlerse hüvviyet ve izin kâğıdını da gösterebileceğini söylediği halde derdini dinletemiyor ve dört çocuğu ile seksenlik anası arasında, onlarla berabır, kurşunlanıyor.
Hozat'ın Karaca köyünden Cafer oğlu Kasım... Bu adam, o tarihten 30 sene kadar evvel Amerika'ya gitmiş, orada 15 yıl kalmış, epeyce para kazanmış ve sonra köyüne dönmüştür. Kasım, Amerika dönüşünde, Birinci Dünya Harbinde Kafkas cephesi Köprüköy muharebesinde şehit düşen kardeşi Yüzbaşı Şükrü'nün iki çocuklu karısı Şirin Hatun'la evlenmiş, Hozata gelip yerleşmiş, orada bir mağaza açmış ve ticarete başlamıştır. Hükûmetle de bazı taahhüt işlerine girişmektedir. Dersim hareketi esnasında, işbu Cafer oğlu Kasım, taahhüt bedelinden alacağı olan 6.000 lirayı tahsil etmek üzere Ovacık Kaymakamlığına müracaat ediyor. Muamelesini tekemmül ettirip parayı kendisine veriyorlar.
Muamele biter bitmez "Seni Hozat'tan çağırıyorlar!" diyerek,onu, mahfuzen yola çıkariyorlar. Cafer oğlu Kasım, kasabadan ayrıldıktan bir saat sonra jandarmalara öldürtülüyor. Koynundaki 6.000 lira da, iki alâkalı idare âmiri arasında taksim ediliyor.
Zavallının zevcesi Şirin Hatun, o esnada, dört çocuğuyla birlikte, komşularına oturmaya gitmiştir. Kadın, evine döndüğü zaman bir de görüyor ki, kapısı kırılmiş ve bütün eşyası etrafa dökülüp saçılmıştır. Haykırmaya başlıyor:
"-Yetişin, evimize eşkiya girdi!.."
Bu feryadına karşılık olarak kadın, kapısının önünde, çocuklarıyla beraber öldürülüyor ve dolgun miktarda altını, parası ve eşyası yağma ediliyor.
Bu arada Hozat'ın Zımbık köyünde (Şekspir)in hayaline bile taş çıkartacak, bir vak'a cereyan etmektedir. Erkekleri tamamıyle doğranmış olan köyün 100 kadar kadın ve çocuğu, sivri uçlu âletle (süngü) öldürülüyor. Ölüurülen kadinlar arasinda biri doğurmak üzere bir gebedir. Bu kadının karnına giren sivri uçlu alet, barsaklarını yere döküyor, rahmini parçalıyor ve kendisini öldürüyor. Tehlike geçtikten sonra gizlendikleri yerden çıkan birkaç kadın, ölüleri gözden geçirirken, bu kadının rahminden düşen çocuğun sağ olduğunu dehşetler içinde görüyorlar. Muazzam bir kader cilvesi olarak yaşamakta devam eden çocuğu alıyorlar, emzirtip büyütüyorlar ve ona "Besi" adını koyuyorlar. Bu kız bugün hâlâ aynı köyde ve hayattadır. Sivri uçlu alet annesinin karnına girip rahmini deldiği zaman da onun topukçuğunda bir yara açmıştır ve kız hâlâ bu yarayı topuğunda taşımaktadır.

(24 yıl evvelki Büyük Doğu'lardan)

Hozat'ın Dolantanır köyünden Veli isminde bir genç, Elâzığ Muallim Mektebinde okuduktan sonra öğretmen olarak Trakya'ya gönderilmiş, orada evlenmiş, 3 çocuk sahibi olmuş ve tam da Dersim hareketi başlamak üzereyken, karısı ve çocuklarıyle, yaz tatilini geçirmek üzere köyüne gitmiştir. Genç muallimin köyü, erkekli ve kadınlı, çocuklu ve ihtiyarlı doğranırken, kendisi, karısı ve çocukları da aynı âkıbete mahkûm edilmiş ve cesetleri yakılmıştır.
Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı doğranmakta... Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaşı arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Vazivet birden haber alInIyor.
Çocuklarin öldürülmeleri emri veriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse zuhur edemiyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız mâsumlara silâh kullanamayacaklarını söylemeye mecbur kalıyorlar. Tecrübe birkaç defa akamete uğruyor ve hayli sıkıntı mevzuu oluyor. Nihayet en kara yüzlü çingenelerden daha karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve bir dere içinde titreşe titreşe bekleyen 20 mâsumun işi bitiriliyor.
Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmuştur.
Celâl Bayar'ın Başvekil ve Mareşal Fevzi Çakmak'in Genelkurmay Başkanı bulunduğu 1938 yılında cereyan eden Dersim faciası, bütünleştirilmesini okuyucularımızın hayaline ve istikbâldeki tarihçinin kalemine bıraktığımız birkaç teferruat çizgisi halinde budur! Dayandığı tek sebep de birtakım âsâyişsizlik ve itaatsizlik bahanesi altında, bütün Doğu Anadolu'yu kapsayıcı olarak, o mıntıkanın bir türlü sulandırılamayan koyu İslâmi rengidir.
Bir kıvılcım halinde gösterdiğimiz Dersim yangınının kömürleştirilmiş 50.000 cesedinde, kutup şahsiyetler dışı bir yığın olarak din mazlumluğuınun en çarpıcı levhasını seyredebilirsiniz.]


Dersim işte budur...

Bu vahşetin sorumlusu da o günkü CHP yöneticileri ki; bunlar aynı zamanda CHP’nin kurucu kadrolarıdır...

Bugünkü CHP’nin zihniyet olarak 70 yıl önceki yerde durduğunu ise CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen bakın nasıl ikrar ve itiraf ediyor: “Atatürk’ün partisine mensup birisi olarak Atatürk’ün yaptıklarından utanç mı duyacağım? Atatürk, devlete karşı silah çekenlerle mücadele etti.. Ben Atatürk’ün devlete silah çekenlerle nasıl mücadele ettiğini anlattım. İtiraz edenler bana niye itiraz ediyor? Atatürk’ün yaptıklarını anlattım. Cesareti olan Atatürk’e itiraz etsin, Atatürk hata yaptı desin, Atatürk bile bile yanlış yaptı deyin.." (13 Kasım 2009 gazeteler)
50 bin’den fazla sivil insan en vahşi usuller kullanılarak katledilmiş...
Bunda ne gibi bir hata olabilir ki (!)

Monşer Öymen bunu anlayamıyor...

Çünkü “bunu Atatürk yaptı, Atatürk’ün yaptığı bir şeye nasıl yanlış diyebilirsiniz ki?” diye düşünüyor...

“Cesareti olan Atatürk’e itiraz etsin, Atatürk hata yaptı desin, Atatürk bile bile yanlış yaptı deyin.” Diye meydan da okuyor...

“Yanlış” ve “doğru” yapana göre muhtevası değişen kavramlar mıdır? Onların “yapan”dan bağımsız muhtevaları olması gerekmez mi?

Yahu bu CHP’liler ve onların TSK, yargı ve bürokrasi içindeki uzantıları “Atatürk” denilince; “benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacak” diyen bir “ölümlü”den değil de “her şeye kaadir olan ancak benim” diyen bir tanrıdan sözettiklerini ne zaman anlayacak?

Atatürk böyle saçma bir iddiada bulundu mu? Bulunduysa böyle bir iddiayı ne zaman ve nerede yaptı? Yapmadıysa böyle saçma bir iddiayı ona atfetmek, hem haksızlık hem de iftira değil midir?

Onun “yanlış yapması mümkün olmayan bir bir tanrı” değil de Her an yanlış da doğru da yapması mümkün olan bir “insan” olduğunu anlamak bu kadar mı zor?

Bu ne kadar vahim, ne kadar perişan, ne kadar zavallı bir zihniyettir böyle?

Normal bir toplumda bir insana tanrılık atfeden insanların yeri; siyasetin, bürokrasinin medyanın veya sivil toplum örgütlerinin üst makamları mıdır, yoksa tımarhaneler mi?

Ama Dersim mevzuunda tuhaflık bu kadar değil ki?

Alevîlere bakın...

Dersimde vahşice katledilen 50 bin insanın çoğunluğu Alevîdir...

Gelin görün ki Sivas’ta Aziz Nesin’e karşı girişilen bir toplumsal protesto eyleminde, Alevî oldukları için değil, o sırada Aziz Nesin’le aynı otelde kaldıkları için; çıkan yangında ölen 33 kişi için “Sivas Katliamı” diye yeri göğü inleten alevî örgütleri...

Sıra dünya tarihinin gördüğü en vahşî katliamlarından birinin yaşandığı Dersim’e geldiğinde derin bir suskunluğa gömülüyorlar...

Sadece suskunluğa gömülmekle kalmıyorlar, bir de gidip o katliamın mimarı ve uygulayıcısı CHP’ye oy veriyorlar... Destek oluyorlar...

Cemevlerinde Hz. Ali’nin resimlerinin yanıbaşına aynı büyüklükte Mustafa kemal’in resimlerini de asıyorlar...

Dersimdeki katliamı “Laik CHP”nin hükûmeti” planlayıp uygulamamış gibi “Laikliklik mitingleri"nde CHP zihniyetine kendilerini dolgu malzemesi olarak kullandırtıyorlar?

Mazlum Seyit Rıza’nın 70 yıl önce ölüm karşısındaki şu dik duruşu bugünün Alevîlerine hiç mi bir şey söylemiyor:

[Fındık Hafiz'ın idamı bitti. Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi, sessizliğe ve boşluğa hitabetti.

- “Evlad-ı Kerbelâyımi, be gunayımi, ayibo zulimo, cinayeta. (Evlad-ı Kerbelâyız, gunahsızız, ayıptır, zulümdur, cinayettir.)” dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap - rap yürüdü. Çingeneyi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağıyla tekme vurdu. İnfazı yaptı.]
(Dönemin Emniyet Müdürü Şükrü Sökmensüer)

Alevîlerin bu CHP aşkı; “celladına aşık olmak” gibi sapkın ve problemli bir sevgi değilse nedir?

Kaynak: Baran dergisi

5 Ocak 2010
Yağmur Atsız / Star
Beş kambur

Türkiye’nin bir 21. Yüzyıl ülkesi olabilmek için behemehâl sırtındaki beş kamburdan kurtulması “elzem”dir:

ASKERİYE, ADLİYE, MÜLKİYE, İLMİYE ve NEŞRİYE!

Maksadım şu halleriyle devleti devlet olmakdan çıkarmış bulundukları bilincini yaratmak ve onların yük olmakdan çıkmasına katkıda bulunmak. Çünki bu devlet yıkılırsa enkâzın altında HEPİMİZ kalacağız. Birkaçar yüz paranoyak ve çağdışı general, savcı, hâkim, vâlî, profesör ve köşebazın savrulup gitmesi umurumda bile değil! Ama ben bu arada “kurunun yanında yaş da yanar” fehvâsınca bizzat gümbürtüye gitmek istemiyorum. Bunun içindir ki yıllardır “AB’deki kadar hak, hukuk ve hürriyet!” diye kendimi helâk ediyorum. Bu hedefe varmamızı var güçleriyle engelleyen o beş kamburdan kurtulma çârelerini ise telgraf üslûbuyla şöyle görüyorum:

ASKERİYE - TSK onyıllardır Avrupa’nın en tehlikeli vurucu gücüdür. Bu tehlike onun “caydırıcılığı”ndan değil nereye toslayacağının belli olmayışından ileri gelmektedir. Bu silahlı gücün muhtelif kademelerinde “Yeniçeri Rûhu” bütün canlılığıyla yaşamaktadır. 1876’dan bu yana uygulamalı veyâ planlama safhasında kalmak üzere onbeşden fazla darbeden ve 41 senede (1877-1918) beşbuçuk milyon kilometrekarelik bir imparatorluğun, yaklaşık üç milyon can kaybıyla 780.000 kilometrekareye düşmesinden sorumludur. Şiddetli bir disiplin problemiyle mâlûldür. Düzelmesi için derhâl askerî liselerin lâğvedilerek hâlen tam teşekkül etmemiş şahsiyetlerin psikolojik sakatlanmalarına son verilmesi, diğer askerî müfredat programlarının temelden ele alınarak dünyâda herşeyi kendinin bildiğini ve “bu vatanı” ancak kendinin sevdiğini zanneden megalomanyaklar “üretimi”ne engel olunması ve en az beş yıl terfîler durdurularak komuta kademesindeki yığılmanın eritilmesi şartdır ki işsizlikden cuntacılığa yönelmesinler!

ADLİYE ve MÜLKİYE - Kaymakam, vâlî, savcı ve yargıçlara, korumaları ve savunmaları gerekenin “devlet” değil “millet” olduğu öğretilmeli, tâyin ve terfî sistemleri ise, Amerika’yı yeniden keşfetmeğe gerek kalmaksızın, Batı Avrupa devletlerindekine benzetilerek “devrim muhâfızları” yerine “işinin ehli uzmanlar” geçmesi sağlanmalıdır.

İLMİYE - Üniversite ve yüksek okulların, Stalin ve Hitler rejimlerindeki gibi birer “beyin yıkama atölyesi” değil birer “araştırma” kurumu oldukları kuralı geçerlik kazanmalı, öğretim üyelerinin “sâdık Kemalistler” değil “sağlam bilim insanları” olmalarını sağlayacak denetim mekanizmaları (Batı Modeli!) işletilmelidir.

NEŞRİYE - Kitle haberleşme araçlarının tekelleşmesini ve basın-yayın dışı işlerle uğraşarak birer gayrı-meşrû rekaabet silahı hâline gelmelerini önlemek zannedildiğinden daha kolaydır. Göstermelik kontrol konseyleri vs. yerine gerçek denetim mekanizmaları kurmak için de Amerika’yı yeniden keşfetmek zarûreti yokdur. Örnekleri Batı’da mükemmelen çalışıyor.

Eğer bu siyâsî irâde teşekkül ederse meselenin öyle sunulduğu üzere filanca genel yayın müdürünün gidip yerine falancanın gelmesinde yatmadığı anlaşılır ve sulugöz “kör ölür bâdem gözlü olur” kasîdelerine de lüzûm hissedilmez.

Yıldıray Oğur
Taraf Gazetesi
'Dudaklarıyla giderdi özlemini mozolenin mermerinde’
06 Nisan 2010 Salı

Yukarıdaki başlık erotik bir dergiden değil.

Urfa’daki köyünde Öcalan’a 61. yaş günü için yapılan “doğum günü partisinden” gelen fotoğrafları gördüğümde aklıma geldi iki yıl önce okuduğum o haber.

Fotoğraflarda, bu yıl ilk kez girilmesine izin verilen Amara Köyü’ndeki Öcalan’ın evini saran kalabalık, bahçeden toprakları pet şişelere doldururken, evde yapılan tandır ekmekleri (Öcalan ekmeği) kapışırken, fotoğrafları, evin duvarlarını öperken görülüyordu.


Dün Vatan gazetesi “Türbeye çevirdiler” diye manşetine taşıdı bu görüntüleri. Hürriyet’in iç sayfadaki manşeti de aynıydı.

Herhalde bu kutsal ekmek, şifalı toprak, öpülesi taş ritüelleri pozitivizmde Kemalistleri aratmayan ana akım Kürt siyaseti tarafında da “çağdışı hurafeler” olarak kınanır.

Hurafeleri de ortaya çıkmaya başladığına göre alamet zinciri tamamlanan Öcalan’ın yüce önderliği üzerine de artık Kürtler Türkiye yakın tarihiyle karşılaştırmalı okumalar yaparak biraz düşünürler.

Peki, “Hurafeci cahil köylüler, Kürtler ve PKK”yı aynı karede birarada görünce dayanamayıp manşetten çakan hurafe-savar, süpersonic rasyonel medyamız bu görüntülerin hemen hemen aynıları yıllardır Türkiye’nin başkentinde, Anıtkabir’de tekrarlanırken ne yaptı acaba?


Son üç yılda Anıtkabir’e gidip Ata’ya memleketi şikâyet etmeyen, kendisinden yardım ve ihsan dilemeyen kaç tane yurtdışlarında okuyup gelmiş ODTÜ’lü hoca, kaç tane tarafsız ve bağımsız Yargıtay üyesi, kaç tane İngilizce bilen, modern prenzantabıl çağdaş Türk kadını kaldı?

Mesela 2008 yılının 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda “Anıtkabir’e sel olup akan milyonlarca yurttaşın” yaptıklarıyla, “Öcalan’ın köyün hücum eden terör örgütü yandaşlarının” yaptıkları arasında mahiyet olarak ne fark vardı?

O yıl Anıtkabir’de Atatürk’ün mozolesini öpen, okşayan, üstüne kitap bırakanlar “çağdaş” yurttaşlarken, Öcalan’ın evinin duvarlarını öpenler mi “hurafeci, sözde yurttaşlar” oldu?

Peki, o gün Atatürk’ün mozolesini öpüp, okşayanlar için Vatan ve Hürriyet “Anıtkabir’i türbeye çevirdiler” diye başlık atabilmiş miydi?

Hafızamdan emin olamayıp arşivleri taradım. Yok, doğru hatırlıyormuşum.

Önce Hürriyet.

Başlık: Cumhuriyet ışığı ruhlarımızı yıkadı.

“Türkiye’nin dört yanından Başkent’e gelen her yaştan, her sosyal gruptan vatandaşlar, Ata’nın mozolesine ulaşmak için saatlerce kuyrukta bekledi. Ve kimi parmaklarıyla, kimi dudaklarıyla giderdi özlemini mozolenin mermerinde.”

Ve Vatan.

Başlık: Ata’ya minnet öpücüğü.

“Dua okuyanlar, Ata’nın mozolesini diz çöküp öpenler ve hatta gözyaşlarını tutamayıp ağlayanlar vardı. Askerlerin nöbet değişimi de ziyaretçiler tarafından alkışlar eşliğinde yapıldı.”

Artık her yıl Selanik’teki Atatürk’ün evinin bahçesinden alınan toprağın atletler tarafından 337 kilometre taşınarak 19 Mayıs törenlerinde Cumhurbaşkanı’na sunulduğunda ne yazdıklarına hiç girmiyorum.

Anıtkabir’in ziyaretçi defterinde Atatürk’le dalga geçen çocuklara hapis cezası verildiğinde, Damal dağındaki Atatürk silueti üzerinde koyunlara otlama yasağı getirildiğinde, Gülsüm İnek sürgüne gönderildiğinde neler dendiğine de...

Yine de ikna olmadıysanız isterseniz Anıtkabir’e sel olup akan yurttaşları bir gün de Selanik’teki Atatürk evine götürelim. Bakalım bahçeden toprak almadan, duvarları öpmeden kaç kişi geriye dönüyor?

O halde ne yapıyoruz: Herkes önce kendi atasının mezarının türbeye çevrilmesini eleştiriyor. Sonra “başkalarının atasına” batırıyor manşeti...


En son Ekim tarafından Sal Nis 06, 2010 10:23 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Mar 01, 2010 10:32 pm    Mesaj konusu: 'Atatürk Dönemi Yargısı İçler Acısı' Alıntıyla Cevap Gönder

01 Mart 2010
Mete Tunçay: 'Atatürk Dönemi Yargısı İçler Acısı'
Türkiye’nin önde gelen entelektüellerinden olan siyaset bilimi ve tarih profesörü Mete Tunçay’la yakın tarih konuşuldu.

PAZARTESİ KONUŞMALARI
Neşe Düzel
Taraf Gazetesi

“Atatürk döneminde yargı da içler acısı vaziyette. Yüksek yargıçlar, Atatürk’ün antikomünist nutkunu, Eskişehir tren istasyonunda gece hazırolda dinliyorlar.”

“Milli Mücadele, İslam dini istismar edilerek kuruldu. Din devleti oluyoruz havası yaratıldı. İçki yasaklandı. Atatürk, kanuna aykırı olarak içki içti.”

“Atatürk, orduyu güçlendirmedi. Orduyu, Fevzi Çakmak gibi tutucu birine verdi. Planı, güçlü bir orduya ihtiyaç duymadan, bölgesel paktlarla savaş riskini ötelemekti.”

* * *

NEDEN: METE TUNÇAY
Bugün yaşadığımız bütün çarpıklıkların kökü yakın tarihimizde yatıyor. Zaten bu yüzden yakın tarihimizi öğrenmemiz, bütün gerçekleri bilmemiz, bunları açıkça tartışmamız engelleniyor. Geçmişimiz, özellikle de yakın tarihimiz, eğitimin her aşamasında sansürleniyor, çarpıtılıyor. Gerçeklerin üstü yalanlarla örtülmeye çalışılıyor. Oysa, bugün bir türlü çözemediğimiz temel sorunlarımızın kaynağını, bu ülkede ordunun ve yargının konumunu, Atatürkçülük ideolojisiyle ‘tek parti’ ideolojisinin ilişkisini ancak yakın tarihimizi bildiğimizde açıkça görebiliriz ve düğümleri çözebiliriz. Türkiye’nin önde gelen entelektüellerinden olan siyaset bilimi ve tarih profesörü Mete Tunçay’la yakın tarihimizi, Atatürk’ü, Atatürk’ün dinle, dindarlarla, Kürtlerle olan ilişkisini, orduya, yargıya ve siyasete bakışını, yönetim anlayışını, tek adamlığını, mücadele arkadaşlarının başlarına gelenleri, İstiklal Mahkemeleri’ni konuştuk. ‘Türkiye’de Sol Akımlar’ ve geçtiğimiz günlerde dördüncü baskısı yapılan ‘Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması’ isimli kitaplarıyla Türkiye’nin yakın dönem siyasi düşünceler tarihinin araştırılmasına ve erken Cumhuriyet döneminin anlaşılmasına büyük katkıda bulunan Prof. Dr. Mete Tunçay, halen İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde ders veriyor.

* * *

NEŞE DÜZEL: İki temel kurum, bugün ciddi bir biçimde sorgulanıyor: yargı ve ordu. Cumhuriyet’in kuruluşunda bu iki kurumun yeri nedir?

METE TUNÇAY: Kuruculara tek tek bakacak olursak, Cumhuriyet’i askerler kurdu. Mustafa Kemal Paşa da, İsmet Paşa da, Fevzi Çakmak da askerdi. Zaten Milli Mücadele’de ilk beşten söz edilir. Bir Atatürk, iki Kazım Karabekir, üç Ali Fuat Cebesoy, dört Rauf Bey, beş Refet Paşa. Karabekir ve Cebesoy, Milli Mücadele’ye başlamak için 1919’da Mustafa Kemal’den daha önce Anadolu’ya gittiler ve M. Kemal’e ısrarla gel dediler. Ama M. Kemal tereddüt etti. Karabekir, sık sık onun gecikmesinden bahseder.

M. Kemal, Milli Mücadele’ye niye daha geç katılıyor?

Başka şeylere oynuyor. Mesela İstanbul’da Sadrazam İzzet Paşa’nın hükümetine girmek ve harbiye nâzırı olmak istiyor. “Ben harbiye nâzırı olmak istiyorum” diye de açıkça söylüyor. İzzet Paşa istemiyor. Bu isteği kabul edilseydi, herhalde o zaman Milli Mücadele diye bir şey olmayacaktı. Zira bu durumda Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gidip, oradakilerle anlaşıp, Yunanlılara karşı bir hareket geliştirmesi beklenemezdi...

M. Kemal niye çok istediği halde, Osmanlı ordusunun başına getirilmedi peki?

İzzet Paşa istemedi. İttihatçıların tabii kendi kadroları var. M. Kemal de bir zamanlar İttihat Terakki’ye girmiş olmakla birlikte hep yanlış şeylerin arkasına düşüyor.

Nasıl yani?

İttihat Terakki’ye ilk girişinde Cemal Paşa hizbinde yer alıyor. Kendisinden yaşça küçük olan ve haklı olarak hep kızdığı, kıskandığı Enver Paşa’nın hizbinde yer almıyor. Sonra İttihat Terakki’nin genel sekreteri olan Fethi Okyar’ın adamı oluyor. Fethi Okyar bu makamdan düşüp de Sofya’ya sürülünce, “bu belayı da al yanında götür” diye M. Kemal’i de Sofya’ya ateşe militer olarak gönderiyorlar. Sorunuza, Cumhuriyet’in kuruluşunda ordunun ve yargının yerine gelince... Bizde Cumhuriyet’i kuran kadro tamamen askerin içinden çıktı. Bunda şaşılacak bir şey de yok.

Yeryüzünde askerlerin kurduğu başka hangi cumhuriyet var?

Afrika’da var ama... Avrupa’da askerlerin yarattığı bir devleti düşünmek zor. Yunanistan, ancak cuntacı askerlerin kafasını kırdıktan sonra demokratik olarak gelişebildi. Ama Fransa’da ordu, De Gaulle’ün prestiji olmasaydı, darbe yapacaktı. Çok da uzak bir geçmiş değil bu. Cumhuriyet’in kuruluşunda yargının yerine gelince... Yargı hiçbir zaman ön planda olmadı. Kuvvetler ayrılığı ilkesine göre, yargı için ayrı bir kuvvet ve bağımsız dense de Türkiye’nin geçmiş tecrübesinde yargı hiçbir zaman ayrı ve bağımsız bir güç olmadı.

Yargı kime bağımlı oldu?

Öncelikle orduya. 28 Şubat ve 12 Eylül’de yaşananlar da bunu açıkça ortaya koşmuştu. Bakın... Cumhuriyet’in kuruluşunda ordu çok önemliydi. Yeniçeri ayaklamalarından tutun da İkinci Meşrutiyet’te Mahmut Şevket Paşa’ya dek bu önemin bir geçmişi ve geleneği vardı. İlk askerî diktatörlük modelini Hareket Ordusu’nun komutanı Mahmut Şevket kurdu. Enver ve Cemal Paşalar, Birinci Dünya Savaşı yıllarında bu diktatörlüğü sürdürdüler. Nitekim bizim erken Cumhuriyet de geniş ölçüde askerî bir nitelik taşır. Mesela 30 Ağustos 1926...

30 Ağustos 1926’da ne yaşandı?

30 Ağustos, orduda, geleneksel olarak terfilerin yapıldığı bir tarihtir. Milli Mücadele’yi başlatan ve Cumhuriyet’i kuran ‘ilk beş’in dördü olan Kazım Karabekir, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa, Rauf Orbay, daha birkaç ay önce İzmir’de Atatürk’e suikasttan ötürü İstiklal Mahkemesi’nde idam talebiyle yargılanmışlardı. Aradan birkaç ay geçti ki, 30 Ağustos 1926’da Karabekir Paşa, Cumhuriyet’in başbakanı İsmet Paşa’yla birlikte birinci ferikliğe yani korgenerallikten orgeneralliğe yükseltildi.

Bundan ne anlamalıyım?

Bir kere, Cumhuriyet’in kurucularının askerlikle ilişkileri sürüyor. Cumhurbaşkanı Atatürk de asker, Başbakan İnönü de asker... Bir taraftan Karabekir asıl isteniyor, diğer taraftan da “paşamız orgeneral olsun” diye terfi ettiriliyor. Hele hele Cumhuriyet’in ilanından üç yıl sonra, Cumhuriyet’in başbakanının kalkıp da orgeneralliğe yükseltilmesi çok ironik oluyor. Bizde, “askerler, Milli Mücadele’yi yaptılar ve Cumhuriyet’i kurduktan sonra üniformalarını çıkardılar” diye hikâyeler anlatılıyor ya... Hayır, üniformalarını çıkarmadılar.

Atatürk’ün, askerlerin siyasete bulaşmasını istemediği ve hatta onlara, “Beyler ya üniformanızı çıkarın, siyasete girin, ya da üniformanızla kışlada kalın” dediği söylenir. Atatürk aslında bunu da mı söylemedi?

Atatürk, askerin kendisine karşı bir politikaya bulaşmamasını istiyor. Yoksa askerin, siyasetin içinde olmasına bir itirazı yok. Üstelik Atatürk’ün kendisi de üniformasını çıkarmadı ki. 1925’te Kastamonu’da şapka nutkunu söylüyor ya... Atatürk oraya mareşal üniformasıyla, ayağında çizmeler, yanında köpeği ve elinde kamçısıyla gidiyor. Kastamonu’da bir ara sivil giyiniyor ve şapka nutkunu söylüyor. Sonra tekrar mareşal üniformasını giyip dönüyor. Kurulan cumhuriyet, demokratik bir cumhuriyet değil.

Kurulan cumhuriyet nasıl bir cumhuriyet peki?

Kurulan cumhuriyet Jakoben bir cumhuriyet. Çünkü bunlar, halk için doğrunun, iyinin ne olduğunu biliyorlar. Halka öyle fazla danışmaya ihtiyaçları yok. Mesela 1946’ya kadarki seçimler iki derecelidir. 1946’ya dek, yurttaşlar gidip de milletvekillerini seçmiyor.

Kimi seçiyorlar?

Birinci seçmenleri seçiyorlar. Onlar, milletvekillerini seçiyor. Çünkü halka güvenilmiyor. “Halk, bütün gerilikleri getiriyor” diye düşünülüyor. Zaten Halk Partisi’nde de bir asker ağırlığı var. Bugün hâlâ tartıştığımız ‘vesayet’ kavramının nasıl oluştuğunu düşünmek lazım tabii. Cumhuriyeti kuranlar...

Evet... Cumhuriyeti kuranlar ne düşünüyorlar?

Bunlar, 19. yüzyıldaki pozitivistlerden etkilendiler. 19. yüzyılda fizik bilimleri ve matematiğin gelişmesi dünyada insanlara, “Bütün soruların cevaplarını bilimden aldık ve alacağız. Din, iman gibi şeyler artık çocukluk hikâyeleridir” duygusunu verdi ve bu pozitivist ruh bizde de yayıldı. Dolayısıyla askerler, sivil yüksek memurlar ve burjuvaziden oluşan egemen sınıf, kamusal doğruyu ve kamusal iyiyi kendisinin bildiğini düşündü. Yargı da bunların peşinden gitti. Halkın taleplerinden korkuldu. Eğer halka soracak olursak, “bunlar kadınların başlarını örter, içkiyi yasaklar falan” dendi.

Cumhuriyet’in kurucuları bu korkularında haklılar mıydı? Halkın kararına bırakılsa, yeni Cumhuriyet, gerçekten bir din devleti olur muydu?

Biz hiçbir zaman din devleti olmazdık. Çünkü imparatorluk geleneğinden geliyoruz. Bazı tarihçiler, Osmanlı’dan teokrasi diye söz ediyorlar. Bu, deli saçmasıdır. Bir imparatorluk, din devleti olamaz. Çünkü imparatorluk çeşitliliği korumak, bütün dinlere saygı göstermek zorundadır.

Osmanlı, şeriatla yönetilmiyor muydu?

Hem evet, hem hayır. 19. yüzyılda Borçlar Kanunu, Ticaret Kanunu gibi Batı kaynaklı o kadar çok kanun kabul edildi ki, şeriat sadece evlenme, boşanma ve mirasla sınırlı hale geldi. Ama şunu da bilmek lazım. Milli Mücadele sırasında içki yasağı kanunu çıkarıldı. Meclis’teki dindarların bir zaferiydi bu. İçki yasaklandı ve Atatürk o dönemde kanuna aykırı olarak içki içiyordu. O gün boyun eğildiği takdirde, dindarların o dönemde daha ileri taleplerinin olabileceği düşünülebilir ama bugün artık böyle bir tehlike yok.

Cumhuriyet kurulduktan sonra yargının ve ordunun işlevi ne oldu?

Cumhuriyet kurulduktan sonra ordu enteresan bir macera geçirdi. Atatürk, orduyu Fevzi Çakmak gibi çok dürüst ama son derece tutucu birine teslim etti. “Her general, bir önceki savaşa hazırlanır” diye bir laf vardır. Fevzi Çakmak da böyle... “Demiryolu olursa, İtalyanlar trenlere biner ve memleketin içine kolaylıkla gelirler. Otobüsle zor gelsinler!” diye Antalya’ya demiryolu yaptırmıyor. Uzun menzilli donanma topları Karadeniz’den Gölcük’ü dövebilecek teknolojiye ulaşırken, Çakmak bunu düşünmüyor ve donanma için Gölcük’ü güvenli bir yer olarak seçiyor. Ayrıca, Harbiye talebesinin gazete okumasına bile izin vermiyor.

Nasıl?

Fevzi Çakmak’ın ölünceye kadar Latin harfleriyle sadece “Fevzi” diye adını yazdığı rivayet edilir. Eyüp mezarlığında şeyhinin ayağının ucunda gömülü olan Çakmak, bütün yazılarını Arap harfleriyle yazmış.

Cumhuriyet’in en önemli devrimlerinden olan harf devrimine, Cumhuriyet’in genelkurmay başkanı mı uymuyor? Atatürk niye ordunun başına böyle tutucu birini getiriyor?

Atatürk’ün bunu istediğini düşünüyorum. Çakmak, 1943’e kadar, 20 yıldan fazla genelkurmay başkanlığı yaptı. Bir İngiliz tarihçi, benim de bulunduğum bir ortamda şöyle demişti: “Abdülhamit akıllı adamdı. Fakat büyük bir hata yaptı. Alman yardımıyla orduyu güçlendirdi ama, subayları yeteri kadar tatmin etmedi ve ordu, onun başını yedi. Menderes de aynı hataya düştü. Amerikan yardımıyla orduyu güçlendirirken subayları o da tatmin etmedi. Atatürk bu hatayı yapmadı.”

Atatürk, orduya nasıl yaklaştı?

Atatürk, orduyu asla güçlendirmedi. Orduyu, Fevzi Çakmak gibi tutucu bir komutana teslim etti. Orduya yatırım çok sınırlı tutuldu. Mustafa Kemal’in kafasında, güçlü bir orduya ihtiyaç hissetmeden, bölgesel paktlarla savaş tehlikesini öteleme planı vardı. Balkan Paktı, Yakın Doğu’daki ilişkilerle, savaşa lüzum olmadan götürmek istiyordu işi.

Atatürk döneminde ordunun durumu böyleydi. Peki, yargının durumu neydi?

Atatürk döneminde aslında yargı da içler acısı vaziyette. Atatürk gece trenle İstanbul’a giderken Eskişehir’e uğruyor. Temyiz üyelerine haber veriliyor, hepsi sabaha karşı saat birde, ikide peronda hazırolda bekliyorlar. Atatürk, komünistler için “bunlar hafif akıllı adamlardır” dediği o meşhur antikomünist nutkunu, işte o gün sabaha karşı istasyonda yargıçlara veriyor ve onları irşat ediyor, uyarıyor, yönlendiriyor. Yargının bağımsızlığını ve konumunu anlatmak açısından bu olay yeterli sanırım.

Atatürk’ün ölümünden sonra, ordu ve yargı Cumhuriyet’i koruyabilmek için nasıl bir rol üstlendi?

Yargının rolü hep ikincil kaldı. Orduya gelince... Atatürk döneminde geri plana itilen ordu, İkinci Dünya Savaşı yıllarında birden bire, “savaşa girecek olursak” diye semirtildi. Dört yüz bin kişilik ordu bir buçuk milyona çıktı. Dolayısıyla ordu, fazladan bir önem kazandı. Harbiye’ye daha fazla öğrenci alındı. Nitekim 1960’ta, 300 generalin 275’i tasfiye edildi. Yani, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, askeriye özel bir önem kazandı. İsmet Paşa 1945’te çok partili hayata geçip de 14 Mayıs seçimlerini kaybettiğinde, malum gece Genelkurmay Başkanı telefon edip, ona, “Paşam bir emriniz var mı” diye sordu.

Sonuç ne oldu?

Ordudaki yüksek kademe, bir hafta, on gün içinde, Demokrat Parti iktidarı tarafından emekliye ayrıldı. Demokrat Parti döneminde ordunun açık bir muhalefeti olmadı ama ordunun içinde cuntacılık başladı.1960 darbesinin hazırlıkları 1950’lerin başında başladı. Hatta Samet Kuşçu diye birisi darbe hazırlıklarını ihbar etti.

Darbe ihbarı işe yaradı mı?

Hayır. Adama inanmadılar, “iftira ediyorsun” diye adamı bir de mahkum ettiler. ‘Kızı serbest bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya varır’ endişesinin benzerini, bu ülkenin halkı için duyan askerin ve yüksek sivil bürokratların ‘vesayet’ düşüncesini, ne yazık ki siyasiler de paylaştılar. Başta CHP olmak üzere bir takım siviller de, toplumun mutlaka bir denetim altında tutulması gerektiği görüşünü savundular. ‘Halk serbest bırakılırsa, yarın herkesin tesettüre girmesini ister bunlar’ diye düşündüler.

Bizim cumhuriyetimiz, evrensel ölçülere uygun bir ordu ve yargıyla kurulabilir miydi?

El cevap: hayır. Latin alfabesi, şapka kanunu, halk oylamasıyla yapılamazdı ama başka türlü davranılabilirdi. Artık bugün Arap alfabesine dönmek gibi bir talep ve ihtimal yok. Aslında Hilafet kaldırılmayabilirdi ama artık geçmiş olsun. Halbuki Mecit Efendi halife olarak muhafaza edilseydi, Latin alfabesinin kabulüne bile karşı çıkmayabilirdi. Ki, Cumhuriyet’in en önemli devrimi alfabe değişikliğidir.

Sizce niye alfabe değişikliği en önemli devrim?

Çünkü dinle dil değil ama dinle yazı arasında garip bir ilişki vardır. Müslüman olmakla Arap harflerini kullanmak arasında doğrudan bir bağ var ve bizim devrim bu bağı kırdı.

Bunu bilinçli mi yaptı?

Bilinçli yaptı. Tarık Bin Ziyad’ın, geri dönülmesin diye gemilerini yakma hadisesidir bu. Latin alfabesi tamamen dinle ilişkili olarak getirildi. Hilafet kaldırılacağı zaman bir kamuoyu yoklaması yapılsaydı, cevap muhtemelen “Hilafet kaldırmasın” çıkardı. Düşünün... Türkiye’nin baş tarihçisi olan Enver Ziya Karal, Galatasaray’da talebeyken, Hilafet kaldırılınca talebelerin yemek boykotu yaptığını anlattı. Türkiye’nin en aydınlanmış kesimi bile hilafetin kaldırılmasına “hayır” diyor.

Aslında bugün insanların korktuğu hilafet değil, şeriat. Cumhuriyet’in kuruluşunda oylama yapılsaydı, halk şeriat ister miydi?

Osmanlı din devleti olmamıştı ki Cumhuriyet olsun. Ama Milli Mücadele yıllarında sanki bir din devleti olmaya gidiyoruz gibi bir hava yaratılmıştı. Dinci kesim bu yönde teşvik ediliyordu. Milli Mücadele tamamen İslam dininin istismarına dayanan bir şekilde kuruldu. Çünkü yığınları Türk milliyetçiliği adına harekete geçirmek mümkün değildi. İslam kardeşliğine atıf yapma mecburiyeti vardı.

07 Mart 2010
İŞTE CUNTACILARIN İLHAM KAYNAĞI
Deniz Yarbay Halil Özsaraç'ın AK Parti Hükümeti'ne yönelik hazırlanan yasa dışı mücadele planlarına ilham veren bir tez hazırladığı ortaya çıktı.

Harp Akademisi Komutanlığı tarafından kabul edilen skandal tez o dönem yüzbaşı olan Özsaraç'a kurmaylık yolunu açtı...

Kafes soruşturmasından tutuklanan Deniz Kurmay Yarbay Halil Özsaraç'ın 2002 yılında hazırladığı kurmaylık tezinde büyük tartışmalara neden olacak değerlendirmeler yaptığı ortaya çıktı. İrticai tehdit üzerine hazırlanan Tez'in önerdiği tekliflerin 7 ay sonra Aralık 2002'de hazırlanan ve Mart 2003'te masaya yatırılan Balyoz Darbe Planı'yla bire bir uygulamaya konulmak istendiği öne sürüldü.

KAFES’İN HÜCRE LİDERİ

Kafes Operasyonu Eylem Planı'nı uygulayacak 41 kişilik timde Ege Bölgesi'ndeki 2. Hücre Lideri olarak yer alan Özsaraç, 26 Kasım 2009'da Beşiktaş'taki İstanbul Adliyesi'nde çıkarıldığı mahkemece tutuklandı. Özsaraç, Harp Akademisi'nde Kurmaylık eğitimi alırken "Geçmişten Günümüze Türkiye'de Laikliği Tehdit Eden Unsurlar ve Gelecek İçin Alınması Gereken Önlemler Nelerdir?" konulu bitirme tezi hazırladı.

"Gizli" gizlilik derecesindeki 1 Mayıs 2002 tarihli kurmaylık tezinde Özsaraç'ın irticai tehditlerle ilgili gündeme getirdiği görüşlerin, irticanın öncelikli iç tehdit değerlendirmesi yapılarak hazırlanan Balyoz Planı'na kaynaklık ettiği ileri sürüldü.

İRTİCA SAVUNMAYA GEÇTİ

Kurmaylık tezinin 'sonuç ve teklif'in yer aldığı son bölümünde "Refah ve Fazilet partilerinin kapatılmasıyla irtica savunmaya geçmiştir. Savunma, bir sonraki taarruz için hazırlanma dönemidir. İslâmî hareket şu anda eskisinden daha kuvvetli olabilmek için hazırlık yapmaktadır. Siyasî irtica halen büyük bir güce sahiptir. Saadet Partisi ve AKP'ye geçen kadrolar etkinliklerini burada sürdürmektedirler" deniliyor.

DİYANET ‘İSLAMCI’LARDA

Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 'İslamcı çevrelerce' planlı bir şekilde ele geçirildiğinin öne sürüldüğü tezde, kurumun İslamcı unsurlarla mücadele etmediği hatta çoğu zaman fikir birliği içinde oluduğu eleştirisi yapılırken, buna örnek olarak da dini grupların liderliğini yapan kişilerin daha önce Diyanet'te imam ve müftü gibi görevlerde bulunmuş olması gösteriliyor.

OKULLAR SEKTE VURUYOR

Diyanet ve Gülen cemaatine mensup işadamlarınca yurtdışında açılan eğitim kurumlarının, Türkiye'de laiklikle mücadeleyi boşa çıkarabileceğinin iddia edildiği tezde, "Diyanet İşleri Başkanlığı’nın projeleri ve Fethullah Gülen'in okulları da dahil olmak üzere Avrasya'da Türkiye'ye yeni fırsatlar açacak ülkeler üzerinde dinsel temaların işlendiği projeler içeride İslâmcı unsurlarla mücadelemizi sekteye uğratabileceğinden dikkatle yeniden değerlendirilmelidir" ifadeleri yer alıyor.

DİNSEL AÇIDAN YARARSIZ

"İlâhiyat Fakülteleri’nden, İmam Hatip Okulları’ndan, izinli/izinsiz Kur'an Kursları’ndan Cumhuriyet yurttaşı tipinin yetiştirilebilmesi mümkün görünmemektedir" görüşünün savunulduğu tezde, Kur'an Kursu eğitimine şu ifadelerle karşı çıkılıyor:

"Buralarda yüz binlerce, belki milyonlarca çocuğun, "din eğitimi" kisvesi altında beyinlerinin dumura uğratıldığı bilinmektedir. Suudi Arabistan'da bile anlaşılamayan eski dönem Arapça haliyle Kur'ân bire bir ezberletilmekte ve genç insanların geri dönmeleri imkânsız bir şekilde dinsel açıdan bile yararsız gözüken bu yöntemin sevaplarına inanacak şekilde beyinleri yıkanmaktadır. Türkçe harfleri hiç görmeden doğrudan Arap harflerini ve yazısını öğrenen çocuklar İslâmcılığın bir sonraki aşamasına geçişte kullanılmak üzere ve ustaca hazırlanmaktadırlar."

İMAM HATİPLER KAPANSIN

Sözde 'gericiler' diye nitelendirilen kesimlerce 8 yıllık eğitim uygulanmasının delindiği iddia edilen tezde, "İmam Hatip Okulları’nın kapanmasıyla oluşan boşluk tarikatlara ait özel kolejlerin devreye sokulmasıyla doldurulmuştur. Tarikatların eğitim sistemi içindeki etkinliklerinin kırılması için tarikatlara ait bulunan bütün özel okul, yurt, dershane ve diğer eğitim kurumlarının bir an önce kamulaştırılarak Milli Eğitim Bakanlığı'na devredilmesi gereklidir" deniliyor.

Kurmay Yarbay Halil Özsaraç'ın kurmaylık tezinin 'Kendi Hareket Tarzlarımız' başlıklı son bölümünde yer alan teklifi ise skandal çalışmanın amacını gözler önüne seriyor. Toplum üzerinde etkili olabilen ve taraftar toplayabilen tüm dini lider özelliği taşıyan kişilerin ve bunlara yardımcı olan kadrolarla "Yasa dışı usullere de başvurmaktan imtina etmeden" her türlü mücadelenin yapılması önerilen tezde dini liderler ve kadrolarına karşı şu yöntemlerin izlenilmesi isteniyor:

Ekonomik kaynaklarını, soy ağacına varacak kadar geçmişlerini, sabıka durumlarını, cinsel fantezilerine varıncaya kadar özel hayatlarını, varsa bölücü/yıkıcı unsurlarla ilişkilerini, askerlik yapıp yapmadıklarını, vs. mercek altına alarak ve takip ederek delil toplamak, Türk Milletinin hassas olduğu kötü davranış ve olayları delillere dayandırarak bu kişilere karşı niyetlerinden vazgeçirmek üzere şantaj aracı olarak kullanmak, bu kişilerin etkin oldukları çevrelerde haklarında dedikodu üretilmesine yardımcı olmak, bulunan delilleri ve/veya dedikoduları mümkün olan her türlü kitle iletişim aracılığıyla yayarak teşhir etmek ve bu kişileri yıpratarak etkisiz hale getirmek,

Birbirleriyle çatışma yaşayabilecekleri konuları tespit etmek, menfaat çatışmalarını tetikleyebilecek ve derinleştirebilecek girdileri kullanarak birbirleriyle çatışmalarını ve böylece güç kaybına da uğramalarını sağlamak,

Adi suç işlediklerinin tespit edilmesi gibi fırsatları iyi değerlendirerek, bu kişileri kamuoyu nezdinde rezil ve güvenilmez kılacak şekilde basın-yayın organlarında teşhir etmek, bu suretle kamuoyunda bu kişilere karşı nefret uyanmasını sağlamak ve bu kişileri faaliyetlerine devam edemeyecek derecede yıpratmak.

İŞTE YÜZBAŞININ İRTİCAYLA MÜCADELE TEKLİFLERİ

Skandal tezin sonunda yer alan teklifler takdim metninde özetlenerek şu şekilde sıralanmış:

İmam Hatip Liseleri’ni tümden kapatmak ve böylece öğretimde uzun süredir yaşanmakta olan fiilî ikiliği ortadan kaldırmak.

KUR'AN KURSU BAŞLAMA YAŞI 18 OLSUN

İlâhiyat Fakülteleri’nin sayısını sadece mahdut seviyede din adamı yetiştirmek üzere tek bir İlâhiyat Fakültesi’ne indirmek,

Aşırı vergilendirmek suretiyle tarikat ve cemaatlerin kontrolündeki özel okulları kapanmaya zorlamak, uygunsuz eğitim gerekçesiyle kapatmak,

Kur'an kurslarına en erken başlama yaşını 18 olarak belirlemek ve ihtiyaç fazlası duruma düşecek Kur'an kurslarını kapatmak.

EZAN TÜRKÇE OKUNSUN...

Yeni cami inşasını engellemek,

Kurumu Sünnî mezhebinin hegemonyasından kurtaracak şekilde personel dengesini tesis etmek,

Personeline uzun süreli Atatürkçülük eğitimi vermek,

Başkanlığına Atatürkçü profesörleri atamak,

Türkçe ezânı yeniden zorunlu kılmak,

Dinî tavsiyelerin, "fetva" olarak adlandırılmasını yasaklamak.

PARTİ KAPATMAK KOLAYLAŞSIN

Milli Eğitim sisteminde Atatürkçülüğün benimsenmesini sağlayacak yeni müfredatlar geliştirmek, zorunlu din eğitimini kaldırmak, İslâmcılık propagandası mahiyetini taşıyan tüm izleri silmek, gerektiğinde Millî eğitim sisteminin her yaştan, her kesime imkan tanıyacak şekilde, halk evleri, halk odaları ve köy enstitüleri gibi daha önceden denenmiş eğitim müesseselerini, hatalardan ders alarak, yeniden açmak ve yaygınlaştırmak,

Siyasî partilerin kapatılmasını kolaylaştırıcı hukukî mevzuat geliştirmek, n Atatürkçü platformun eksikliğinin yarattığı boşluğu doldurmak üzere sivil toplum örgütleri kurmak ve her alanda geniş ve anlamlı destek vermek,

FETİH ŞÖLENİ'Nİ KİMLER YAPSIN?

Tüm ekonomik imkânlar kullanılarak, Lâiklik karşıtı sermaye çevrelerinin ekonomik faaliyetlerini hedef almak, bu çevreleri zayıflatmak ve yola getirmek,

İstanbul'un Fethi Törenleri gibi aşırı İslâmcı uygulamalara sahip dikkat çekici faaliyetleri Atatürkçülüğünden şüphe duyulmayan kişilere organize ettirmek,

Türk dış politikasında dinî temaların ağırlık kazanmasını önlemek.

ORGENERAL FIRTINA, KOMUTANIYDI

Yarbay Özsaraç'ın İstanbul'da kurmaylık eğitimi aldığı dönemde Harp Akademisi'nin Komutanlığı'nı Balyoz'dan tutuksuz yargılanacak olan eski Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İbrahim Fırtına yapıyordu. Fırtına, Balyoz Darbe Planı'nda Türk jetinin düşürülmesi ve Yunanistan ile havada gerilim çıkırmayı hedefleyen 'Oraj Eylem Planı'nı yapmakla suçlanıyor.

BUGÜN

25 Mayıs 2010
Askeri Okulda Namaz Sorgusu

Hakan Yalman, 'irticai faaliyette bulunduğu gerekçesiyle' TSK'yla ilişkisi kesilen yüzlerce isimden biri. İşte Yalman'ın yaşadıkları...

Hakan Yalman, 'irticai faaliyette bulunduğu gerekçesiyle' TSK'yla ilişkisi kesilen yüzlerce isimden biri. Deniz Harp Okulu'ndan mezun olmasına 3 ay kala ordudan atılmış. İki yıl sonra Çapa Tıp Fakültesi'ni kazanan Yalman, şimdi özel bir hastanede çalışıyor. Yalman, o gün kendisini sorgulayanların, Karargâh Evleri hücre yapılanmasında yer aldığını öğrendiğini söylüyor.

Her yıl Yüksek Askerî Şûra kararlarıyla onlarca subay 'irticai faaliyette bulundukları' gerekçesiyle ordudan atılıyor. Yıllarını orduya vermiş insanların hayatı 'TSK'yla ilişkilerinin kesildiğini' anlatan bir kâğıtla karartılıyor. Ve bu subayların itiraz etme hakları bile bulunmuyor. 'İrtica' gerekçesiyle ordudan atılanlar sadece muvazzaf subaylarla sınırlı değil. Harp Okulu öğrencileri adım adım takip ediliyor. Namaz kılanlar tek tek fişleniyor, sorguya çekiliyor, vatan haini ilan ediliyor. Ve nihayet onlar da TSK'dan uzaklaştırılıyor. İşte atılan öğrencilerden biri de şu anda özel bir hastanede doktorluk yapan Hakan Yalman.

Deniz Lisesi'ni 1983'te birincilikle bitiren Yalman, ardından Deniz Harp Okulu'na giriyor. Orada da derslerine çalışıyor, yaşantısına dikkat ediyor. Ve son sınıfa geldiğinde yine birincilik kürsüsünde yer alıyor. Ancak birileri tarafından fişleniyor. Namaz kıldığı için irticacı olmakla suçlanıyor. Sorguya alınıyor. Ve mezun olmasına sadece 3 ay kala okuldan atılıyor. Pes etmiyor. Üniversite sınavına giriyor ve Çapa Tıp Fakültesi'ni kazanıyor. Hakan Yalman, şu anda özel bir hastanede doktor. Ergenekon sürecinde yaşananları dikkatle takip ettiğini anlatıyor. Yıllar önce kendi başından geçenleri şimdi daha iyi anladığını söylüyor.

O dönemde medyada yer alan 'irtica' haberleri üzerine MİT'ten ve askerî istihbarattan gelen yetkililer tarafından 45 gün boyunca çeşitli sorgulamalara tabi tutulduklarını anlatıyor. Kendilerine 'Sizler hangi hücredensiniz, kimlerle bir aradasınız, ne tip organize faaliyetler yürütüyorsunuz?' şeklinde sorular sorulduğunu belirtiyor: "Aslında hücre faaliyetlerinin bizi sorgulayanlar tarafından yürütüldüğü, onların o dönem çeşitli hazırlık içerisinde olduğunu biz sonradan öğrendik. Bizi sorgulayanlar, ta başından beri bu tarz hücre yapılanması içerisinde bulunan kişilerdi. Bazı arkadaşlarımızın bu hücre yapılanmasının içerisinde olduğundan şüpheleniyorduk. Fark ettiğimiz, fakat adını koyamadığımız yapılanma daha sonraki süreçte, ortaya çıkan tabloyla netleşti. Bu hücre yapılanmasının Karargâh Evleri'ne bağlı olduğunu, biz Ergenekon süreci içerisinde anladık. Bu subayların, bazı yurtlarda ve evlerde sınıf arkadaşlarımızla ortak planlar yaptıkları biliniyordu. Adam kazanmak için de çeşitli organizasyon yaparlardı. Parti gibi, balo gibi organizasyonları olurdu. Okula yeni başladığımızda bizleri de aralarına katmaya çalışmışlardı. Partilere katılan arkadaşlarımıza kız arkadaş temin ederlerdi."

Namaz kılanlar, 'vatan haini' ilan edilmişti

-Medyanın kendilerinin okuldan atılması sürecinde etkin bir rol oynadığını anlatıyor. O yıl Deniz Harp Okulu'nda irticacı avı başladığını anlatıyor: "Önce basın üzerimize geldi. Manşetleri attı, haberleri yaptı. Bu durumu meydana çıkaran gazetelerle sorgulamayı yürütenler arasında bir bağ, birliktelik olduğunu anladık. Manşetlerin ardından Kenan Evren, Adana'da meşhur bir konuşma yaptı. 'Ordudaki gelişmeleri yakından takip ediyoruz. Bunun için önlemlerimizi alıyoruz.' dedi. Bu konuşmanın ardından merkez komutanlığından gelen müfettişler öğrencileri sıkı takibe aldı. Bunun ardından fişlemeler başladı. Namaz kıldığı tespit edilen öğrenciler, okulda komutanları tarafından önce 'vatan haini' ilan edildi. Sonra 'namaz kılmayı alışkanlık haline getirmek suçlamasıyla' ordudan uzaklaştırıldı. Bu uygulamaya ilk önce, Deniz Lisesi öğrencileri maruz kaldı. Sonra sıra Harp Okulu öğrencilerine geldi."
aktifhaber

Murat Bardakçı
Kanuni'nin öyküsünü Atatürk'e mâlettiler
27 Aralık 2008

Yavuz Donat, önceki gün, Sabah’taki köşesinde azıklıklarla ilgili olarak Atatürk ile İsmet Paşa arasında geçtiği iddia edilen bir hadiseyi yazıyordu.

İsmet Paşa, Türkiye’yi bütün azınlıklardan temizlemek istemiş ama Atatürk bu girişimi son derece şık ve çiçekli bir cevapla engellemişti: Çankaya Köşkü’nün yani Köşk kompleksinde şimdi “Atatürk Müzesi” olarak kullanılan eski binanın bahçesinde lâleler dışında kalan bütün çiçekleri söktürmüş, ertesi gün azınlıklar meselesinin ayrıntılarını görüşmeye gelen İsmet Paşa’ya “Ben de bahçemdeki azınlıkları söküp attım ama bahçe berbad oldu” mesajını vermişti. Sonra, “Ben, ‘Ne Mutlu Türk’üm Diyene’ sözünü boş yere söylemedim. Kendini Türk hisseden herkes bu vatanın öz evlâdı. Ben hayatta olduğum sürece, bu böyle bilinsin ve sakın azınlıklarla ilgili bir kanun çıkarılmasın” demişti.

İsmet Paşa, Türkiye’yi “azınlıklardan temizleme” projesinden Atatürk’ün bu son derece ince mesajından sonra vazgeçmişti.

Yauz Ağabey, köşesinde işte böyle yazdı ama bu “çiçek” meselesinin aslı çok başkaydı. Sözünü ettiği hadise Atatürk ile İsmet Paşa’nın arasında değil, o tarihten dört asır önce Kanuni Sultan Süleyman ile meşhur sadrazamı Rüstem Paşa’nın arasında geçmiş, üstelik tâââ 1674’te yayınlanmıştı.

Azınlıklar konusunda çiçeklerle örnek verme meselesini dört asır önce detaylarıyla anlatan kişinin ismi, Stephan Gerlach’tı. 1573’te, Avusturya elçisi ile beraber elçilik heyetinin vâizi olarak İstanbul’a gelmiş, tuttuğu günlük 1674’te torunlarından Samuel Gerlach tarafından Frankfurt’ta yayınlanmış, seyahatnamenin Türkis Noyan’ın Türkçe’ye kazandırdığı tam metni de 300 küsur senelik bir gecikmeyle ve “Türkiye Günlüğü” adıyla 2007’de Kitap Yayınevi’nden çıkmıştı.

Olayın aslının bütün detayları, işte, Gerlach’ın sözünü ettiğim bu seyahatnamesinde yazılıydı. Stephan Gerlach, Türkiye’ye Kanuni’nin ölümünden birkaç sene sonra gelmişti. Yazdığına göre, hükümdarla sadrazamı arasında geçen bu hadise o yıllarda bütün İstanbul’da konuşulmaktaydı ve şu şekildeydi:

Kanuni Sultan Süleyman’ın veziri ve aynı zamanda damadı olan Rüstem Paşa, bir ara imparatorluktaki bütün gayrımüslimleri ortadan kaldırma hülyasına düşmüş, bu emelinden hükümdara da bahsetmişti. İşin tuhafı, Rüstem Paşa’nın da aslında devşirme ve büyük ihtimalle de Hırvat olmasıydı.

Hükümdar, Paşa’nın söylediklerini dinledikten sonra bahçeden bir çiçek koparmış, Paşa’ya “Bu çiçek güzel mi?” diye sormuş, “Çok güzel hünkârım” cevabını alınca çiçeğin bütün yapraklarını yolmuş ve “Şimdi nasıl?” diye sormuştu. Rüstem Paşa bu defa “Yapraklarıyla beraber çok daha hoştu hünkârım” cevabını vermiş, Kanuni “Devletimin Müslüman olmayan teb’asını ortadan kaldırırsan, memleket işte bu hâle gelir” demiş ve Paşa hayalinden vazgeçmek zorunda kalmıştı.

Gerlach’ın yazdıklarının tamamını tarihçi dostum Erhan Afyoncu’nun yarınki sayfasında okuyabilir ve çok eskilerde yaşanmış olaylarla konuşmaları başka zamanlara taşımanın nasıl bir hata olduğunu daha anlaşılır şekilde görebilirsiniz.

muratbardakci@haberturk.com

Askerin uğraştığı işe bak: Jandarma'dan Türkçe İbadet Andıcı

Jandarma Genel Komutanlığı’nın Batı Çalışma Grubu’na sunulmak üzere ‘Türkçe İbadet’ andıcı hazırladığı ortaya çıktı.
Jandarma Albay Mehmet Ülger’in ibadetin Türkçe yapılması için ‘andıç’ hazırladığı ortaya çıktı. Ülger’in ‘Kurmay Binbaşı’ olarak hazırladığı andıç, dönemin Jandarma Genel Komutanı Rasim Betir imzasıyla komuta katına sunulmuş.

BELGELER İÇİN TIKLAYIN: http://www.aktifhaber.com/gallery.php?id=1550

Andıç’ta 16 Haziran 1950’de ezanın Türkçe okunma zorunluluğunu kaldıran Demokrat Parti, “Türk halkının çağdaşlaşması bakımından önem arz eden ibadetin Türkçeleştirilmesi hususunda ileri adımlar atması gerekirken çıkardığı bir kanunla ezanın Türkçe okunması mecburiyetini kaldırmıştır” denilerek eleştiriliyor.

“Türkiye cumhuriyetinin kurulmasından itibaren irticanın devrimlere karşı sağladığı ilk ilerleme budur” denilen andıçta, “Maalesef oy kaygısıyla zamanın iktidar ve muhalefet partileri irticanın bu oyununa alet olmuşlardır” denilerek karara destek veren dönemin muhalefet partisi CHP de eleştiriden nasibini alıyor.

TSK ÖNCÜLÜK ETSİN!

Askerin ‘Türkçe ibadet’e öncülük etmesinin istendiği andıçta, “TSK her türlü yeniliğin ülkeye getirilmesi ve uygulanmasında öncülük etmektedir. İbadetin Türkçe yapılması hususunda da diğer kurum ve kuruluşların harekete geçirilmesinde öncülük yapmasında fayda mütaala edilmektedir” ifadeleri kullanılıyor.

Türkçe ibadete aşamalı geçiş için bazı kurumların görevlendirilmesi gerektiği vurgulanan andıçta, “Bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın etkin rol oynaması önem arz etmektedir” deniliyor. Siyasi partilerin seçim dönemi olması nedeniyle konuyu tartışmaya açmaktan çekindikleri vurgulanan andıçta, “Konunun seçim öncesinde gündeme getirilerek bazı odaklarda TSK’nın yıpratılmaya çalışılmasına fırsat verilmemelidir” deniliyor. Bu nedenle de kısa bir dönem içerisinde gerekli hazırlıkların yapılarak yeni hükümetin oluşumunu müteakip şunların yapılması isteniyor:

AŞAMALI OLARAK GEÇİLECEK

** Türkçe ibadetin kamuoyunda diğer kuruluşlarca gündeme getirilmesi ve tartışmaya açılması.

** Cenaze törenleri, kışlalarda yapılacak ibadetler gibi dini etkinliklerde okunacak dualardan sonra bunların Türkçe anlamlarının da ifade edilmesi.

** Siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla ibadetin Türkçe yapılması gerektiği konusunun kamuoyunda tartışmaya açılmasının sağlanması. n Kamuoyunda yeterli olgunlaşma sağlandıktan sonra aşamalı olarak ibadete geçilmesi.

ÇAĞDAŞ UYGARLIK!

İbadetin Türkçe olması halinde, “Laik bir anlayışla daha çabuk ve daha hızlı bir şekilde çağdaş uygarlık düzeyine çıkılacak. Atatürkçü düşünceyi benimsemiş genç nesillerin ve aydın din adamlarının yetiştirilmesi için uygun ortam sağlanacak. Tüm Türk dünyasının ibadetinin Türkçe’nin benimsedikleri lehçeyleriyle yerine getirilmesi sağlanarak, İran gibi ülkelerin din yoluyla Türk Cumhuriyetleri üzerinde sağlamak istediği üstünlük ortadan kalkacaktır” öngörüsünde bulunuluyor.

ASIL iŞi TERÖR

Zirve Yayınevi davasında ‘azmettirici’ iddiasıyla ifade veren Albay Ülger’le birlikte andıçta imzası bulunan bir diğer isim ise Balyoz soruşturmasında ‘şüpheli’ sıfatıyla ifade veren Tümgeneral Halil Helvacıoğlu oldu. Helvacıoğlu’nun andıca Jandarma Asayiş Daire Başkanı olarak imza attığı görüldü. ‘Terör Olayları Şube Müdürü’ olarak andıçı hazırlayan Ülger’in ‘terör’ konusu dururken neden ‘Türkçe ibadet’ konusuna eğildiği anlaşılamadı.

BELGELER İÇİN TIKLAYIN: http://www.aktifhaber.com/gallery.php?id=1550

Kaynak: Bugün

Allah ve Peygambere Küfürler

J.Snr.Tb.K. J.Bnb.Kadir Ayhan’a ait olduğu öne sürülen ses kaydı dinleyenlerin kanını dorduracak cinsten. Ayhan ses kaydında ALLAH, PEYGAMBER dinlemiyor ve inanılmaz küfürler ediyor...
Aktifhaber.com/Özel

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un 'ALLAH ALLAH DİYEREK DÜŞMANA SALDIRAN ORDU' olarak nitelendirdiği ordu mensupları bakın ne halde?

Dailymotion adlı internet sitesinde yayınlanan bir ses kaydında, Şırnak’taki Ballı 5’inci J.Snr.Tb.K. J.Bnb.K. A.’a ait olduğu iddia edilen ses kaydında tüyler ürperten küfürler yer alıyor.

K.A.'ya ait ses kaydında, belkide bugüne kadar hiç duyulmayan inanılmaz küfürler var hemde, ALLAH ve PEYGAMBER'e... Yayınlanması imkansız aşağılık küfürlerin sansürlü haliyle verebiliyoruz....

Bu ses kaydının gündeme getirilmesi bile doğru değil. Ancak, milletin bütün kutsal bildiği değerlerinin emanet edildiği TSK'nın bir mensubunun milletin kutsalına, milletin emanet ettiği er veya subayları muhatap alarak, alçakca küfürler etmesi tahammül sınırlarını çoktan aştı. Başbuğ ve benzerlerinin toz kondurmadığı mensuplarının ne hale getirildiği, kimlerin eline emanet edildiği, emanet edilen anlayışın yanlışlığının haberleştirilmesi adına yayınlıyoruz...

Bu ses kaydı muhatabını bağlar, ancak Peygamber ocağından peygamberine küfürler ettirilmesine asla müsamaha gösterilmemesi gerekirdi...

Aktifhaber.com

İŞTE O SES KAYDI... (SES KAYDI KUTSALA KÜFÜRLER İÇERDİĞİ İÇİN SANSÜRLÜ OLARAK YAYINLANMAKTADIR...) ( http://www.dailymotion.com/video/xe23ga_j-bnb-kadir-ayhanyyn-kan-donduran-k_news )

Kaynak: Dailymotion

"Örtbas Etme Kültürü" Üzerine...

Mehmet BARLAS \ SABAH

Sosyo-politik yaşamımıza egemen olan en ağırlıklı kurumun "Çifte Standartlar Enstitüsü" olduğunu hep vurgularım.
Gözden kaçırdığım bir diğer kurumsal olguyu da Ali Saydam hatırlattı Akşam'daki yazısında.
Buna da "Örtbas Etme Kültürü" diyebiliriz.
Sevgili Ali Saydam yazısında Atatürk'ün hem çok yakın arkadaşı hem de attığını vuran silahşor olarak bilinen "Recep Zühtü Olayı"nı özetlemişti.
Recep Zühtü 1930'lu yıllarda Fatma Medeniye adındaki güzel bir dulla yaşamaktadır. Recep Zühtü güzel dulun beklentilerini yerine getirmeyince, Fatma Medeniye kendisine genç bir dost bulur.
Bu durumu öğrenen Recep Zühtü, Fatma Medeniye'yi Çengelköy'deki evinde bulup, kafasından ve bacaklarının arasından kurşunlar...
Olayın sonrasını Ali Saydam'ın satırlarıyla hatırlayalım:

Çengelköy cinayeti

"Atatürk, olayı duyunca çok kızıyor. Kılıç Ali'ye 'Kanuni icabı yapılmalıdır' diyor. Ama tam o günlerde seçimler var. Recep Zühtü bu hadisenin üzerinden henüz bir hafta bile geçmeden milletvekili seçiliyor. Peki, cinayet davası ne oluyor? Yakın arkadaşları, Mazhar Osman'dan 'Cinnet halindeyken bu cinayeti işlemiştir, cezai ehliyeti yoktur' yollu bir rapor almaya çalışıyorlar. Doktor, 'Madem cezai ehliyeti yoktur, milletin meclisinde ne işi vardır?' deyip gönderiyor gelen ekibi. Ama asistanı Fahrettin Kerim Gökay istenen raporu tanzim ediyor... Recep Zühtü Soyak beraat ediyor..."
"Örtbas Etme Kültürü"ne çok somut bir örnektir bu Recep Zühtü olayı...
Ali Saydam da yazısının sonunda "Bugün 'örtbas'çılar 'milli kültürümüzün' bir parçası olarak aramızda yaşıyor olabilir mi? Ne dersiniz?" diye sormuş.
Bugün gözaltına alınmaları istenen generallerin ve albayların durumlarının YAŞ'ı nasıl etkilediğini izlerken, bazılarımızın "Darbe girişimleri ve cunta oluşumları görmezden gelinseydi daha doğru olmaz mıydı" dediklerini duymuyor muyuz?

Örtbas etme kültürü

Çünkü gerek Çifte Standartlar Enstitüsü'nün kuralları, gerekse Örtbas Etme Kültürü'nün kriterleri, sosyo-politik yaşamımıza sürekli ağırlıklarını koyarlar.
Emniyet'teki polisler ve müdürler yasadışı girişimlerde yer aldıkları zaman polis ve adliye bunları hemen yakalar.
Ama Türk fiili hukuk anlayışında Silahlı Kuvvetler mensupları, diğer bürokratlardan farklıdır.
Çünkü onlar Cumhuriyet'i koruyup kollarken yasa dışına çıksalar bile, bunlar diğer suçlulardan farklı ele alınır.
"Koruyup kollamak" kapsamında darbecilik de, cuntacılık da olabilir.
Masamın üzerinde Başbakan İsmet İnönü'nün imzasını taşıyan 23 Şubat 1962 tarihli belge var.
Bu belge 21 Şubat'taki 1'inci Talat Aydemir darbe girişimi üzerine hazırlanıp, darbecilere verilmiş.

Çifte Standartlar Enstitüsü

Şunlar yazılı belgede: "Silahlı Kuvvetler başkomutanının emirlerine uymak ve girişilen harekâta derhal son vermek şartıyla, şimdiye kadar kan dökülmemiş olması göz önünde tutularak harekete katılanlar hakkında hiçbir cezai takibat yapılmayacağına Hükümet başkanı olarak söz veriyorum. 23 Şubat 1962-saat 01.00- Başbakan İsmet İnönü"...
Bu belgenin sonrasını hatırlar mısınız?
Talat Aydemir "Silahlı Kuvvetler Birliği" ni kurup, fiili lider oluyor.
Bakanları bu "Birlik" belirliyor, komutanların emekliliğine bu "Birlik" karar veriyor.
Sonra da 21 Mayıs 1963'te de Aydemir 2'nci darbe girişimini başlatıyor.
Bu defa örtbas edilmek yerine idamla sonuçlanıyor Aydemir'in serüveni.
Ne dersiniz?
Çifte Standartlar Enstitüsü ve Örtbas Etme Kültürü korunsaydı, "bu defalık" örtbas edilseydi olanlar ve YAŞ'ın tadı kaçmasa mıydı?
Sabah

Eser Karakaş/ Zaman
TSK ve Subay Eğitimi

Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) son dönemlerde ülkemizde en çok tartışılan kurumların herhalde başında geliyor; çok değil, yedi-sekiz sene önce bu kuruma bugün getirilen eleştirilerin onda birini bile dile getirmek pek kolay değil idi.

TSK'ya bugün getirilen eleştirileri de kanımca iki ana kategoriye ayırmak lazım; birinci kategoride TSK'nın anayasal ve yasal statüsüne, sivil-asker ilişkilerini düzenleyen hukuki mevzuata, kurumun siyasal statüsüne ilişkin, güncel gelişmelerden tümüyle bağımsız eleştiriler var.

İkinci kategoride ise TSK'nın kurumsal olarak ya da kimi mensupları düzeyinde karıştığı iddia edilen illegal faaliyetler mevcut; bu ikinci kategori, ismi üzerinde, illegaliteye ilişkin iddiaları içerdiği için savcıların, yargıçların ilgi alanına girmesi gereken bir kategori ve zaten de öyle oluyor.

Ergenekon, Kafes, Balyoz iddiaları çok ciddi iddialar, umarım bu dosyalarda sonuna kadar gidilebilir ve kamu vicdanını rahatlatacak sonuçlara ulaşılır ama bu konular eninde sonunda illegal faaliyetlere ilişkin konular; oysa kanımca esas sorun TSK'nın kurumsal ya da mensupları düzeyinde karıştığı iddia edilen illegal faaliyetler değil, TSK'nın anayasal ve yasal yapılanmasını belirleyen mevzuatın, yani yasal çerçevenin, illegal denemez tabii ama evrensel hukuk dışı görünümü, yapılanması.

Milli Güvenlik Kurulu'nun yapısı, işleyişi, yetkileri, sivil yargıya paralel bir askerî yargının, hatta askerî Yargıtay ve Danıştay'ın varlığı, YAŞ kurumunun kararlarının yargısal denetim dışında oluşu, devlet protokolünde askeriyenin yeri, TSK'nın anayasal olarak Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu görev kapsamı dışında oluşu vs. TSK'nın son senelerde iç içe girdiği iddia edilen illegal yapılardan kanımca çok daha önemli zira illegal yapılanmalarla yaşanan birliktelik işi sıkı tutan bir siyasal iktidar, cesur bir yargı ve dirayetli, arkasına 34 general dizerek "bu bir kâğıt parçasıdır" demeyen bir Genelkurmay başkanı ile çözümlenir, yasal ama hukuk dışı yapılanmalar baki kalır.

Yukarıda adı geçen yasal ama sorunlu yapılanmaların yanına eklememiz gereken çok önemli bir konu daha var, o da askeriyenin eğitim süreçleri.

Askeriyenin eğitim süreçleri için hukuk dışı tabirini kullanmak çok doğru olmayabilir ama sorunlu alanların belki de en başında gelen konu yine kanımca bu alan, yani askeriyenin egemen olduğu eğitim, öğretim süreçleri; konunun çok daha önemli ve sorunlu bir yanı ise bu alanın ülkemizde henüz tartışma alanına hiç girmemiş olması.

Kafes ya da Balyoz operasyonlarını, MGK'nın statüsünü, işleyişini, çift başlı yargıyı bugün ne mutlu ki düne oranla çok daha rahat tartışıyoruz ama askeriyenin belirlediği eğitim-öğretim süreçleri hâlâ toplumsal projektörlerin kapsama alanının çok dışında.

Oysa, bu konu yeterince irdelenmeden askeriyenin sorun olarak algıladığımız illegal faaliyetlerini ya da kurumsal yapılanmasını anlamamızda daima mesele çıkacaktır; sorunun özü ise bizlerin meseleyi anlamamız ya da anlamamamız değil, askeriyenin normalleşememesi olacaktır.

TSK kendi içinde askerî liselerde, harp okullarında, Harp Akademileri'nde bir eğitim-öğretim süreci işletmektedir; bu uzun sürecin doğrudan meslekî-askerî-teknik boyutları da var, ideolojik boyutları da var ve bu iki ayağın birlikte yürütülmesi kanımca çok da yadırganmamalı.

Yadırganması gereken temel konu, meselelere biraz dışarıdan ama ilgiyle bakan birisi için, eğitim-öğretim süreçlerinin hem meslekî-askerî-teknik boyutunun hem de ideolojik boyutunun, yaratılan belirli bir imaja rağmen, çağın temel gerekleriyle uyumsuzluğu sorunudur.

Subayların yaklaşık tümünün (arada tek tük istisnalar çıkabiliyor) dünya görüşlerinin (ideolojilerinin) aynı ya da çok benzer olmasında askeriyenin meslekî özü açısından bir sorun olmayabilir ama askeriyenin meslekî özü kavramı toplumsal olanla biraz fazla ilgilenmeye başladığında ortaya çok ciddi sorunlar çıkabilmektedir.

Son dönemlerde daha yakından izlemeye gayret gösterdiğim Harp Akademileri eğitim faaliyetleri teknik konular haricinde meselelere tek yönlü bakan, daha da vahimi, meselelere çağın koşullarından kopuk bakan kişi ve kurumların bir ölçüde tekeline girmiş bir görüntü vermektedir; AB sürecine ilişkin Harp Akademileri'nde eğitim faaliyetlerine katılan askeriye dışı kişilerin kimliklerine baktığınızda hayretlere düşmemeniz zorlaşmaktadır.

Benzer ideolojik yaklaşım sorunları askerî liseler ve harp okulları için ziyadesiyle geçerlidir; bu ideolojik şartlanmayı-dayatmayı biraz, hatta oldukça gevşetip dikkatleri dünyaya daha açık, en önemlisi meslekî zafiyet sergilemeyecek subaylar yetiştirmeye çevirmek gerekmektedir.

Meselenin ideolojik boyutundan çok daha önemlisi TSK'nın eğitim-öğretim süreçlerinin mesleki boyutunun özünde de mevcut sıkıntıların, görmek isteyen gözlere çok sarih bir biçimde çarpmasıdır; Kıbrıs çıkarması sürecinde kendi gemimizi batırdığımızı yaklaşık yirmi sene sonra öğrendik ama bugün hâlâ Güneydoğu'da, Foça'da ya da Bolu'da yetişmiş komando taburlarının PKK'dan nasıl baskın yiyebildiklerini öğrenebilmiş değiliz.

PKK'nın bir komando birliğine baskın yapmayı nasıl göze alabildiğini ise herhalde hiç öğrenemeyeceğiz.

Bu tuhaf ilişkilerin kalıcı ve etkin çözümünün askeriyenin eğitim-öğretim süreçlerini dış denetime açmasından geçeceğini düşünüyorum; her kurum ve TSK her türlü süreci dış denetime açtığı ölçüde daha etkin ve güvenilir hale gelebilecektir, bunun istisnası yoktur.

Bir de, mutlaka eklemek istediğim bir konu var; Türkiye'nin lise öğretimi düzeyinde daha seçkin diyebileceğimiz kurumları vardır, bunlara örnek olarak Galatasaray Lisesi'ni, Robert Kolej'i, Alman Lisesi'ni, İstanbul Erkek Lisesi'ni vs. gösterebiliriz.

Bu iyi eğitim-öğretim veren liselerden mezun gençlerimizin adeta hiçbiri yükseköğretimlerine mesela Deniz Harp Okulu'nda, Hava Harp Okulu'nda devam etmeyi akıllarından geçirmemektedirler ve daha da vahimi, Genelkurmay'ın böyle bir kaygısının da olmamasıdır; oysa, görebildiğim kadarıyla TSK'nın yakın gelecek için çok iyi eğitim görmüş, kentli orta sınıf hatta üst gelir gruplarından bünyesine subay almak gibi bir mecburiyeti vardır.

Mecburiyet tabirini kullanıyorum zira subayları kasaba, köy kökenli bir ordunun 21. yüzyılda işinin çok daha zor olacağı açıkça görülmektedir; Osmanlı devşirme sisteminin bir uzantısı gibi çalışan askerî liseler, harp okulları yakın geleceğin gerektireceği subay profiline ne kadar cevap verebilmektedirler, belli değildir. Mevcut subay devşirme yöntemi askeriye dışında gelecek tercihi pek olamayacak çocuklara dayanmaktadır; oysa TSK'nın gerçek ihtiyacı diplomat, öğretim üyesi vs. olabilecek iken TSK'da subay olmayı tercih eden gençlerdir.

Ordusunun militer etkinlik düzeyinden pek kuşku duyamayacağımız ABD'de West Point'un (askerî yüksekokul) tercih edilme oran ve kalitesinin Harvard Üniversitesi'nin dahi üzerinde oluşu acaba ABD ordusunun gücünün temel nedeni midir?

Askeri Bilgiler Fuhuş Çetesinde
05 Ağustos 2010
İstanbul Emniyeti'nin büyük bir titizlikle gerçekleştirdiği fuhuş operasyonu uluslararası casusluk örgütlerine ve geçtiğimiz ay İskenderun'daki askeri deniz üssüne karşı gerçekleştirilen saldırıya kadar uzandı.
İstanbul Emniyeti'nin büyük bir titizlikle gerçekleştirdiği fuhuş operasyonu uluslararası casusluk örgütlerine ve geçtiğimiz ay İskenderun'daki askeri deniz üssüne karşı gerçekleştirilen saldırıya kadar uzandı. Çete üyelerinin evlerinde yapılan aramalarda polisin, Deniz Kuvvetleri personeli ve Deniz Harp Okulu öğrencilerine ait çok sayıda çıplak fotoğraf ve dijital kayıt ile bir askeri üsse ait kamera görüntüleri ve krokiler ele geçirildiği öğrenildi. Fuhuş çetesinde kullanılan kadınların yabancı uyruklu olması ve askeri üsse ait bilgilerin ele geçirilmesi nedeniyle polisin MİT'le irtibata geçtiği ve fuhuş çetesinin uluslararası istihbarat örgütleriyle bağlantısını da soruşturduğu belirtildi. İstanbul Emniyeti'nin ayrıca, İskenderun'daki askeri deniz üssüne gerçekleştirilen saldırının dosyasını da Hatay Emniyeti'nden istediği öğrenildi.

İstanbul ve Kocaeli başta olmak üzere polisin birkaç ilde gerçekleştirdiği fuhuş operasyonları kapsamında devam eden soruşturmada çok ilginç bulgulara rastlandı. Operasyonda göz altına alınan bazı şüphelilerden özellikle Deniz Kuvvetleri Komutanlığı personeli Deniz Harp Okulu öğrencilerine ait olduğu sanılan fişlemeler ve çıplak fotoğraflar ele geçirildiği öğrenildi. Operasyonda ayrıca bu öğrencilerin oluşturulacak seks gruplarında nasıl değerlendirilebileceğine dair ilginç notlar da ele geçirildi.

ASKERİ BİLGİLER FUHUŞ ODASINDA

Yurt dışından çalışma vaadiyle kandırarak getirdiği kadınlara askeri personele pazarladığı ortaya çıkan çeteyi çökerten polisin ayrıca, operasyon sırasında bir askeri üsse ait güvenlik kamera kayıtları ile güvenlik kameralarının ve askeri üslere giriş çıkış yerleri ile nöbetçilerin nöbet tuttuğu yerleri gösteren krokileri de ele geçirdiği iddia ediliyor. Polisin, ele geçirdiği delilleri geçtiğimiz ay Hatay'ın İskenderun ilçesindeki askeri deniz üssüne yapılan saldırıyı göz önünde bulundurarak, fuhuş çetesiyle ilgili soruşturmayı derinleştirdiği öğrenildi.

EMNİYET MİT İLE İRTİBATA GEÇTİ

Bu arada İstanbul Emniyet Müdürlüğü Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü'nün, fuhuş çetesinden ele geçirilen askeri birliklere ait krokiler nedeniyle deniz üssüne gerçekleştirilen saldırıya ilişkin dosyayı Hatay Emniyeti'nden istediği öğrenildi. Polisin, fuhuş evlerinde ele geçirilen bilgisayar harddiskinde ve diğer dijital kayıtlarda Deniz Kuvvetleri'ne ait gizli dosyalar bulunması ve fuhuş yapan kadınların yabancı uyruklu olması nedeniyle, çetenin uluslararası casusluk bağlarını da araştırdığı ve bunun için Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) ile de irtibata geçtiği belirtiliyor. Amerika'da evlilik yoluyla bu ülkeye yerleşmiş Rus kadınlarının casusluk yaptığının ortaya çıkarılmasını göz önünde bulunduran polisin, uluslararası casusluk şebekesinin askeri ve kamu personeline fuhuş yoluyla şantaj uygulayarak gizli belgeleri ele geçirmiş olabileceğinden şüpheleniyor.

ASKER VE İŞADAMLARINA PAZARLAMIŞTI

Polisin İstanbul ve Kocaeli başta olmak üzere beş fuhuş çetesine karşı gerçekleştirdiği operasyonda 35 kişiyi göz altına almıştı. Asker, polis ve kamu yöneticilerinden oluşan müşterilerinin seks görüntülerini gizli kamera ile kayda alan çetenin, önemli kişilere ait yüzlerce isme ait seks görüntüsünü sakladığı ortaya çıkmıştı.

İstanbul polisinin büyük bir titizlikle gerçekleştirdiği operasyon Organize Suçlarla Mücadele Şubesi ekiplerinin, yurt dışından fuhuş yapmak amacıyla kadın getiren iki muhabbet tellalını belirlemesiyle başlamıştı. Muhabbet tellalarını teknik ve fiziki takibe alan polis, liderliğini Mustafa Düştegör’ün yaptığı bir çetenin bilgilerine ulaşmış ve bu kişilerin, getirdikleri hayat kadınlarını asker, polis ve kamu yöneticilere pazarlayarak fuhuş görüntülerinini kaydettiğini ortaya çıkarmıştı.

OYUNCAK AYILARIN İÇİNDEKİ KAMERALARLA ÇEKİM

Polisin ortaya çıkardığı fuhuş çetesi, yurt dışından getirdiği kadınları İstanbul ve Kocaeli’ndeki toplam 5 fuhuş evinde asker, işadamı ve kamu görevlilerinden oluşan özel müşterilere pazarlıyordu.. Fuhuş yapılan odalarda oyuncak ayıların içerisine gizlenen kameralar ile müşteriler farkına varmadan seks sahnelerini kaydeden çete üyelerinin, kadınların kontrolünü de Gölcük'teki Askeri Deniz Hastanesi'nde görevli Jinekolog Doktor Binbaşı Z.M'ye yaptırdığı ortaya çıkmıştı. Binbaşı Z.M'nin fuhuş yoluyla hamile kalan kadınlara kürtaj yaptığı iddia ediliyor. Bu arada çete müşterisi olduğu belirlenen asker, kamu görevlisi ve işadamlarının da önümüzdeki günlerde ifadesine başvurulacağı öğrenildi.

Yavuz Derinsoy / Vakit

Milli Mutabakat Hükümeti senaryo da olsa problemli
Sedat ERGİN
sergin1@hurriyet.com.tr

BALYOZ iddianamesinin önemli bir ağırlık noktasını, 5-7 Mart 2003 tarihleri arasında Selimiye’deki Birinci Ordu Komutanlığı karargâhında gerçekleştirilen Plan Semineri-2003’teki sunum ve konuşmaların değerlendirmesi oluşturuyor.

Savcılar, deliller arasında yer alan seminerde yapılan konuşmalara ait ses kayıtlarını da iddianamede oldukça ayrıntılı bir şekilde değerlendiriyor.

SENARYOLAR SEVİMLİ DEĞİL

Bu sunumlar ve konuşmaların dökümleri, katılımcıların çok büyük ölçüde bir senaryo çalışmasının sınırları çerçevesinde hareket ettiklerini gösteriyor. Bu sunumlarda getirilen önerilerin önemli bir bölümü, bir “iç kalkışma” senaryosu üzerine geliştirilmiş. Her katılımcı, kendisine “üst makam” tarafından talimat olarak iletilmiş bir senaryo üzerinden, o tasarıma göre planlamasını yapmıştır.

Kanlı isyanlar, senaryo da olsa, çok sevimsizdir. Seminerde sivil halkın oturduğu yerleşim bölgeleri çatışma alanı olarak gösterilmiştir. Çizilen alt senaryolardan birinde tanklar İstanbul’un Fatih, Bağcılar ve Gaziosmanpaşa semtlerine girmektedir. Senaryoya göre, çıkan irticai ayaklanma sırasındaki çatışmalarda yalnızca Fatih’te 30 kişi ölmüştür.

İddianameye göre, bu çatışmayı bastırmakla görevli olan dönemin 66’ncı Mekanize Tugay Komutanı Tuğgeneral İhsan Balabanlı, seminerde “en sert şekilde” hareket edeceğini belirterek, “30 kişinin öldüğü bir Fatih bölgesinde artık bizim copla, kalkanla davranmamız geride kalmıştır” diyor.

Keza dönemin 5’inci Kolordu Komutanı Korgeneral Şükrü Sarışık, birlikleriyle “İstanbul’un üzerine çökeceğini” belirtiyor, “acımasızca hareket etmenin görevleri olduğunu” söylüyor.

BİR DİZİ PROBLEMLİ İFADE

Bazı konuşmalarda sorunlu ifadelerle de karşılaşılıyor. Örneğin, iddianamede ismi “A” diye geçirilen bir subay, “Bana göre en kolay hareket tarzı bir 12 Eylül gibi harekâtın baştan itibaren organize edilmek suretiyle...” diyor.

Bazı noktalarda senaryolardaki kurgusal realite ile yaşanan realite arasındaki sınırların zayıfladığı, hatta kaybolduğu durumlar da yaşanıyor.

Bunun nedenlerinden biri, yöntem gereği plan seminerinde özel kişi isimlerinin kullanılmaması gerektiği halde, çalışmada bunun aksi yönünde davranılmış olmasıdır. Örneğin Orgeneral Doğan, Ümraniye, Pendik ve Üsküdar belediye başkanlarının isimlerini bizzat geçiriyor.

Bu arada senaryoda sıkıyönetim ilan edilmesi halinde komutanların asayişi sağlamanın dışında başka hangi alanlara el attıklarını gösteren çarpıcı örnekler de var. Örneğin, sıkıyönetim ilan edildiği için sıkıyönetim mahkemeleri de kurulacaktır.

Ayrıca, kamu kurumlarında ciddi bir tasfiyeye girişilecek, irticai, bölücü kadrolar, hatta yolsuzluklara karışmış kamu görevlileri tasfiye edilecektir. Bu çerçevede seçilmiş bazı belediye başkanları da görevden alınacaktır. Tasfiye edilen isimlerin yerine genellikle emekli askerlerin getirilmesi öneriliyor.

SENARYOYLA GERÇEK İÇ İÇE GEÇİNCE

Seminerin problemli gözüken noktalarından biri, Orgeneral Doğan’ın konuşmalarında senaryolarda yaşanan durumlarla “bugün” arasında sıkça paralellik kurmasıdır. Örneğin, daha açış konuşmasında “Bu bir jenerik senaryo ama günümüzdeki gelişmelerle bir paralellik taşıyor” diyor Orgeneral Doğan.
Orgeneral Doğan’ın bu senaryolar içinde özellikle bir “milli mutabakat hükümeti”nin kurulmasına çok sıcak baktığı anlaşılıyor. Komutan, bunun “İç güvenlikte pekiştirici, sağlamlaştırıcı, güven verici bir hükümet olacağını... Bütün Türk ulusunu arkasından sürükleyeceğini” söylüyor.
Bu, komutanın senaryo içindeki bir tasavvurudur. Ancak senaryo dahi olsa, seçilmiş bir hükümet işbaşındayken bir başka hükümet tarzının tasavvur edilmiş olması demokrasi açısından ciddi mahzurlar taşımaktadır.
Yasanın kendisine iç tehdide karşı görev verdiği bir ordunun hazırlıklı olabilmek için senaryo çalışması yapmasında yasal açıdan sorunlu bir durum yoktur. Sorun, yukarıda işaret ettiğimiz bir dizi noktada yapılan dikkatsizlikler ve ölçünün kaçırıldığı durumlarda yaşanmış olmasıdır.
Onun dışında Birinci Ordu Karargâhı’nda talimatla Orgeneral Doğan’ın komutası altında toplanan 25 general ve 121 subay kendilerine verilen bir görevin gereğini yerine getirmiştir. Bir bölümü yalnızca dinleyicidir.
Bugün hepsi Balyoz davasında sanık durumundadır.

DOĞAN DARBEYE TEŞEBBÜS ETTİ Mİ?

Bu seminerdeki ölçüyü aşan, problemli durumlar doğrudan hükümeti devirmeye dönük bir darbe teşebbüsü olarak adlandırılabilir mi? Bundan dolayı salondaki herkes suçlanabilir mi? Bütün bunlar Orgeneral Doğan’ın darbe yapmaya soyunduğu anlamına mı geliyor?

Savcıların iddianamesindeki ana önermesi bu seminer çalışmasının aslında darbeye ilişkin Balyoz Planı’nın bir parçası olduğu, Balyoz ile seminerin iç içe geçtiğidir.

Balyoz Planı gerçekten varsa seminer bambaşka bir görüntü kazanabilir. Ama bu belgenin doğru olduğunu ileri sürenler olduğu gibi “sahte” olduğu konusunda da kuvvetli görüşler var.

Önümüzdeki hafta köşemizde bu sorulara yanıt arayacağız.

7 Ağustos 2010- Hürriyet

Neo-Osmanlıcının Karşısına Neo-Kemalist Çıkarılıyor
Açık İstihbarat
22.09.2010

Biz AB-D'ye AKP'yi desteklediği , ona her türlü operasyonel desteği verdiği için değil prensipte karşıyız. AB-D'nin kapısında beklerken Tayyip Erdoğan'ı eleştiren biz, o kapıda Kılıçdaroğlu beklerken de susmayız. Bu nedenle; AKP'yi şekillendiren güçlerin ilgi odaklarını MHP ve CHP üzerine yönelttiği noktada Tayyip Erdoğan'ın hakettiği eleştirileri "anti-AKP" cephesindekilere yöneltmekten çekinmeyiz.

Bu uzun girizgahın sebebi Rıza Zelyut. Ulusalcı, Kemalist cephenin yakından takip ettiği bu isim aşağıda okuyacağınız öyle bir yazıya imza attı ki; "Damat Ferit'lerimiz sürüsüyle vardı şimdi bir de Halide Edip Adıvar'ımız ortaya çıktı" hissine kapıldık. Ülkenin selameti için boyunduruk altına girmeyi savunan "iyiniyetli mandacılar"ın anti-AKP cephesinden çıkarılacağı anlaşılıyor.

Zelyut'un yazısını ilginç kılan ; Cumhuriyet'te yayınlanan İsrail lobisine yakın bir isim olan Soner Çağaptay 'ın "Yeni Kemalizm" yazısı ile neredeyse birebir aynı olması. Zelyut aynı Çağaptay gibi Kemalizm'in "Batı ile barıştrılması" gerektiğini savunuyor ve şu tarz inciler saçıyor ortalığa :

"Şimdi, ABD'yi ve AB'yi suçlayarak ve kendimize o güçleri düşman sayarak Türkiye'yi düzlüğe çıkarmamız mümkün gözükmemektedir."

Bu tez aynı zamanda Hanefi Avcı'nın "Haliçte'te Yaşayan Simonlar" kitabının da tezi. Avcı , kitapta , ABD'nin PKK'ya destek verdiği gerçeğini, "ABD destek vermiş olsaydı, PKK'ya stinger füzeleri satardı, o zaman nice olurdu halimiz" mealinde okuyucusuna saygısız bir çizgide çürütmeye perdelemeye çalışıyor.

Kılıçdaroğlu AB kapısında Avrupa'ya "AKP gerçeğini" anlatıyor....

(AB'nin AKP'yi tanımadığı için desteklediği tezi, AKP'nin kurucu ortaklarından birinin AB olduğundan bihaber olduğunuzu dosta düşmana ilan etmekten başka bir şey şey değildir)

Cumhuriyet, Türk medya tarihinin en ilginç ve riyakar dönüşümlerinden birini yaşıyor...

Rıza Zelyut gibi isimler, AB-D kapısında mandacılığı savunmaya başlıyor...

Neo-Osmanlı tayfasının karşısına bir Neo-Kemalizm tayfası çıkartılıyor.

Kendinize gelin beyler.

Uyuşturucu ile mücadele eden polislerin zamanla uyuşturucu kullanmaya başlaması gibi; emperyalizmle mücadele edenlerin de kanına zamanla emperyalizmin uyuşturucu etkisi sızmaya başlıyor anlaşılan. Bu ülkeye bir tane Tayyip Erdoğan yetiyor da artıyor bile; sizler gibi kötü kopyalara hiç ihtiyacımız yok.

Açık İstihbarat

---Rıza Zelyut'un ibretlik , "Kemalizm, AB ile Buluşturulmalı" Başlıklı Yazısı ----------

Kemalizm, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kuran ideolojinin (fikirler ve eylemler bütününün) genel adıdır. 1919'da, Türkiye'nin parçalanıp işgal edildiği süreçte; Anadolu'da başlayan direniş hareketine İngilizlerin verdiği bir adlandırmadır Kemalizm. Mustafa Kemal isminden türetilen bu akımın ilk devresini Milli Kurtuluş Mücadelesi; ikinci devresini Atatürk devrimleri dediğimiz yeni bir toplum yaratma dönemi oluşturur.
Kemalizmin asıl özelliğini de işte bu ikinci devrede şekillenen modern dünyaya uyum yapmış yeni bir toplum yaratmak fikri ve eylemleri oluşturmuştur.
Kemal Atatürk; Batı'nın sömürgeci tavrına karşı askeri mücadele ile karşı çıkmıştır ama, o, Batı dünyasındaki bilimi, sanatı, teknolojiyi, sivil toplum ilişkilerini, kadın-erkek eşitliğini, sivil hukuku olduğu gibi almış ve bunda da hiç komplekse kapılmamıştır. Böylece, geri kalmış bir toplumu, 15 yılda, dünyanın en saygın toplum/devletinden birisi haline getirmiştir.
Ne yazık ki Kemalizm, zamanla askeri elite ve bürokrasiye dayalı biçimciliğe çevrildi. Akılcı-aydınlanmacı sivil hayat tarzına ve sivil hukuka dayalı Kemalizm gitti, yerine Türkçü görüntülü ama özü itibariyle din istismarcısı bir Kemalizm getirildi. 12 Eylül darbecilerinin dayattığı Kemalizm'e Türk-İslam Sentezi demek son derece aldatıcıdır. Çünkü; burada Türk'ün sadece adı bulunmaktadır ve o da Araplaştırılmış bir Türk tipidir.

AKP, AB'Yİ DE ABD'Yİ DE KANDIRDI
Bulunduğumuz noktada hem Avrupa'da hem Türkiye'de Kemalizme karşı bir mücadele yürütülüyor. Bu mücadele; aslında darbecilerin şekillendirdiği sahte Kemalizme karşı değil, 1923 ruhunu yansıtan ve sivil devrimci Kemalizme karşıdır.
Kemalizmle mücadelenin Türkiye'deki örgütü AKP; kendisini, 'sivil, demokrat, AB yanlısı, darbe karşıtı, küresel ekonomiden yana' göstererek Avrupa'dan destek aldı. AKP; medyayı ve bazı yazarları da Fethullah Gülen aracılığı ile elde ederek, Avrupa'ya karşı bu isimleri teminat gibi gösterdi. Böylece; Avrupa'nın Türkiye'deki ortağı AKP gibi gözüktü. Halen bu durum sürüyor.
Öbür taraftan, (aralarında benim de bulunduğum) Kemalistler; Birleşik Amerika ile mücadele etmeyi her sorunu çözecek bir anahtar gibi gördüler. Böylece; içerideki beceriksizliğimizin suçunu ABD'ye yıktık. Amerikan tarafı; Türkiye'de bir müttefik aradığında, AKP kurucuları buna zaten hazırdılar. Böylece hem ABD hem AB kendisine dinci-cemaatçi bir partiyi ortak aldı.
Şimdi, ABD'yi ve AB'yi suçlayarak ve kendimize o güçleri düşman sayarak Türkiye'yi düzlüğe çıkarmamız mümkün gözükmemektedir.

CHP'ye DÜŞEN GÖREV
Daha devletimizin kuruluş aşamasında Kemalizmin siyasal örgütü CHP olmuştur. Kemalizmin gerileyişi ile CHP'nin gerileyişi de parelel görünmektedir.
Eğer Türkiye bugün kıstırıldığı noktadan kurtarılacak ise; bu büyük görev öncelikle CHP'ye düşmektedir. Bu parti; kendisini oluşturan sivil ve ilerici Kemalist ideolojiye yeniden yönelmek ve bunu hem Avrupa'ya hem de Amerika'ya doğru ve çok yönlü biçimde anlatmak zorundadır. AKP'nin başarıları da göstermiştir ki, küreselleşen şu dünyada, içerideki siyasal mücadeleye dışarıdan ortak bulmadan başarıya ulaşmak mümkün gözükmemektedir.
Yine Amerikan yönetimi ile ilişkilerde duygularla değil akılla hareket etmek şarttır. Kemalistler; güçlerini ABD ile dövüşmeye harcamak yerine, o güçten faydalanmayı artık kesinlikle gündemlerine almalıdırlar. Bu konuda AKP'nin elde ettiği başarı hep akılda tutulmalıdır.

AB, ARABİSTAN'LA KOMŞU OLACAK
CHP şunu belirtmelidir: Avrupalının yaşam tarzı ile bir Kemalist Türk'ün veya Kürd'ün yaşam tarzı aynıdır. Lakin; 2002'den sonra Türkiye'ye giydirilen hayat tarzı; hiç de böyle değildir. Şimdilerde; Türkiye'de Kemalist hayat tarzına ters biçimde tutucu, dinci bir hayat tarzı hızla yaygınlaştırılmaktadır. Türk toplumu; bir süre sonra Suudi Arabistan veya İran toplumuna dönecektir. AB yöneticilerine ve Amerikalılara; İstanbul'un varoşlarını, oralardaki milyonların davranış biçimlerini incelemelerini öneriyorum. Bu gözlem bile, Avrupalının yakında Suudi Arabistan benzeri bir Türkiye ile karşı karşıya kalacaklarını gösterecektir. Referandima evet diyenlerin gerçek demokratlar değil işte bu kitle olduğunu AB kurmayları ne zaman kabul edeceklerdir, merak ediyorum.
Kamuoyu araştırmaları beni doğruluyor. Bugün; 5 yıl öncesine göre, AB'yi destekleyen insanların sayısı yarıya yarıdan fazla azalmıştır. Amerikan karşıtlığı ise yüzde 90'ın bile üstündedir. Yani; Türkiye'de hızla fanatikleşen tehlikeli bir yapı ortaya çıkıyor.
Bu nedenle, 'Sivil Kemalizm'in yeniden Türkiye'de birinci güç haline getirilmesi; Avrupa için yaşamsal, Amerika için de stratejik bir ihtiyaçtır.

(Güneş)

Allah’ın belası geçmiş ya da Wikileaks!
Hasan CEMAL
h.cemal@milliyet.com.tr

Bu yakınlarda öğrendim. Ankara’da bir zamanlar devletin güvendiği, yaşlı başlı emekli diplomatlarımız sabah vakti resmi arabalarla toplanır, Genelkurmay’da ya da bir başka yerde devlet arşivlerine yollanırmış.
Mesaileri, ‘özel görev’miş!
Resmi tarihimize aykırı düşebilecek ‘sakıncalı’ belgeleri arşivlerden ayıklamak diye tarif edilebilecek bu ‘özel görev’ halen devam ediyor mu, bilmiyorum.
Yine devleti bilen güvenilir bir kaynak anlatmıştı.
1950 yılı Mayıs ayı.
DP tek başına seçimleri kazanır ve Türkiye’de siyasal iktidar ilk kez halkın oyuyla el değiştirir. Onca yıl kendini devletle özdeş kılmış CHP’nin tepelerindeyse telaş rüzgârları esmektedir.
CHP’li İçişleri Bakanı görevini DP’li bakana devretmeden önce, zamanın önde gelen resmi tarihçilerinden bir ikisiyle birlikte İçişleri’nin arşivine girer, tarama yapar ve DP’nin eline geçmesini istemediği bazı belgelerden ‘temizler’ bakanlığının arşivini...
Devletimiz böyledir.
Geçmi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Hzr 16, 2010 8:28 pm    Mesaj konusu: 'Kafes Eylem Planı'na ilişkin dava başladı Alıntıyla Cevap Gönder

Cumhuriyet'in Gerçek Sahibi
Serdar Ant



86 yıl önce Cumhuriyet gazetesi yayına başladığında, Yunus Nadi ilk sayıdaki
“Cumhuriyet’i Okuyuculara Sunuş” yazısında şunları söylüyordu:

“Cumhuriyet’in siyasi programı isminden belli olduğu gibi, onu yayımlayanların siyasi hayatlarından da bellidir. Cumhuriyet, Türkiye’de büyük kavgalarla elde edilmiş tarihi bir sonuçtur. Biz elde edilmiş bir amaç uğrunda fiilen çalışmış insanlarız. Memlekette bu muzaffer ve galip fikrin çok kuvvetli taraftarları vardır. Cumhuriyet memlekete mal olmuş bir fikirdir. Biz onun temsilcisi ve koruyucusuyuz. Bu temel düşünce göz önünde tutulduktan sonra kesin olarak söyleriz ki, gazetemiz ne hükümet gazetesi ne de bir parti gazetesidir. Cumhuriyet, sadece cumhuriyetin, bilimsel ve yaygın ifadesiyle demokrasinin savunucusudur.”

Yunus Nadi’nin 1924’teki saptaması dikkat çekicidir:

“Cumhuriyet’in siyasi programı isminden belli olduğu gibi, onu yayımlayanların siyasi hayatlarından da bellidir.”

Bugünün Cumhuriyet gazetesinin siyasi programı nedir peki?

Mustafa Balbay’ın “Ergenekon Savcıları”na hak verir tarzda Ankara Temsilciliği’nden alınması, son birkaç yıl içinde Bertan Onaran, İzzettin Önder, Korkut Boratav gibi yazarlar gazeteden uzaklaştırılırken, bugün Kürşat Başar ve Tuna Kiremitçi’nin Cumhuriyet’te kalem oynatmaya başlaması, Cumhuriyet’in siyasi programının ne olduğu ve gazetede kimin borusunun öttüğü konusunda düşünmeyi zorunlu kılıyor.

Mustafa Balbay’ın gazetenin Ankara Temsilciliği’nden alınmasını “ilk müebbed cezamı aldım” şeklinde değerlendirmesi bile, aslında Cumhuriyet’te yaşananlar hakkında bir fikir vermeye yeter.

Balbay’ın maruz kaldığı muameleye tepki gösteren Oktay Akbal ve Ataol Behramoğlu’nun yazılarına son vermesi de yeteri kadar aydınlatıcıdır.

Ne var ki adı Cumhuriyet ile özdeşleşmiş yazarların çoğu bu gelişmeler karşısında ya suskun kalmış ya da görünüşü kurtarmaya yönelik sıradan açıklamalar yapmakla yetinmişlerdir.

Örneğin Hikmet Çetinkaya, 19 Nisan tarihli Cumhuriyet’te yayınlanan

“Balbay Cumhuriyet’in Başının Tacıdır”

başlıklı yazısında şöyle diyordu:

“Bu gazetenin milyon dolarları, parası pulu yoktur. Sadece okurlarına güvenir. Balbay’ı satmadık, satmayız. Satmak isteyenler olursa, ilk karşı koyacak olan yine bizleriz.”

Oysa Balbay, Cumhuriyet için ne anlama geldiği konusundaki düşüncelerini “İlk ağırlaştırılmış müebbedi bana gazetem verdi!” diyerek bizzat kendisi açıkladı.

Onun için Çetinkaya ve bazı Cumhuriyet yazarlarının, Mustafa Balbay için köşelerinden övgüler düzmesi görünüşü kurtarmaya yönelik olmaktan başka anlam ifade etmiyor.

Çetinkaya’nın ifade ettiği gibi, Cumhuriyet Balbay’ı sattı mı, satmadı mı, bunun tartışması ayrıdır. Ama şurası açıktır ki, Cumhuriyet gazetesi Balbay’dan da Çetinkaya’dan da İlhan Selçuk’dan da önemlidir ve esas olan onun satılmamış olmasıdır.

Bu bağlamda Çetinkaya’nın “bu gazetenin milyon dolarları, parası pulu yoktur. Sadece okurlarına güvenir” sözleri daha da anlam kazanıyor.

Gerçekten öyle midir peki?

Cumhuriyet, gerçekten okurlarına mı güvenir?

İlhan Selçuk’un sıklıkla yinelediği gibi Cumhuriyet bir holding gazetesi değil midir gerçekten?

Bu sorulara kişisel önyargılardan bağımsız bir şekilde yanıt verebilmek için İlhan Selçuk’un, Saygı Öztürk’ün Belgelerle Ergenekon (Doğan Kitap, İstanbul 2008) isimli kitabında tamamına yer verilen (s.339-363) ifadesinde yer alan kimi açıklamalara bakmak gerekir.

22 Mart 2008 tarihinde Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü’nde alınan ifadesinde İlhan Selçuk’a soruluyor:

“Soru: 22.02.2008 günü Murtaza Çelikel ile yaptığınız telefon görüşmesinde Murtaza Çelikel’in “Aysel Hanım sizi evinde yemeğe çağırıyor, elçiye zeval yoktur. Osman Berkmen, Mehmet Emin Karamehmet, bir de Sanayi Odası Başkanı gelecek” dediği tespit edilmiştir. Görüşmeyi yaptığınız Murtaza Çelikel kimdir?

İlhan Selçuk: Murtaza Çelikel bir işadamıdır. Bülent Ecevit’in yakın dostudur.

Soru: Yemeğe katılacak olan Osman Berkmen, Mehmet Emin Karamehmet ve Sanayi Odası Başkanı ile aranızda nasıl bir ilişki vardır? Yemeğe katıldınız mı? Yemekte hangi konular konuşuldu? Açıklayınız?

İlhan Selçuk: Osman Berkmen, Mehmet Emin Karamehmet’in çok güvendiği bir işadamıdır. Benim de dostumdur. Mehmet Emin Karamehmet, holdingteki ortağımızdır. Aynı zamanda medya grubu başkanıdır.” (Belgelerle Ergenekon, s. 353)

Murtaza Çelikel, Osman Berkmen, Mehmet Emin Karamehmet gibi işadamları İlhan Selçuk’un dostlarıdır. Üstelik Mehmet Emin Karamehmet “holdingteki ortağımızdır.”

Peki, bu holding, hangi holdingdir?

“Holding gazetesi” olmadığı iddia edilen Cumhuriyet’in holdinglerle ve holding patronları ile işi ne?

“Cumhuriyet gazetesinin şu andaki hissedarları ve gazete yönetimi” hakkında İlhan Selçuk’un verdiği bilgiler şöyledir:

“Cumhuriyet gazetesinin asıl sahibi Cumhuriyet Vakfı’dır. Cumhuriyet Vakfı’nın iştiraki olan birden çok şirket vardır. Gazeteye finansman temin etmek amacıyla vakfın bünyesinde Yenigün Holding AŞ isimli şirket, bu şirketlerden birisidir. Bu şirketin hissedarları; Turgay Ciner, Mehmet Emin Karamehmet, Aydın Doğan’dan İnan Kıraç’a kadar yaklaşık 185 kişidir.”
(Belgelerle Ergenekon, s.343)

İlhan Selçuk bu durumu,

“laik Atatürkçü işadamlarımızdan destek alıyoruz. İlhan Kıraç Vakıf Danışma Kurulu Başkanımız oldu. Ayrıca Koç Grubu’ndan Hakan Gören isimli şahıs da Vakıf Yönetim Kurulu üyeliğine seçildi. Biz Vakıf yönetim Kurulu’nu ismen daha da zenginleştirmeye çalışıyoruz”

sözleriyle açıklamaktadır. (Belgelerle Ergenekon, s. 354)

Böylece Turgay Ciner, Aydın Doğan, Rahmi Koç gibi işadamları “Atatürkçü” oluyor ve Cumhuriyet de onlardan destek alıyor!

İlhan Selçuk’un bahsettiği isimler genelde kamuoyunun bildiği tanınmış işadamlarıdır.

Peki, Hakan Gören kimdir?

Bu konuda Mustafa Balbay’ın olduğu iddia edilen günlükler ilginç bir ipucu vermektedir. Medyada Ergenekon davasının “İkinci İddianame”si olarak bilinen ve İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne 2009/188 no ile sunulan iddianamenin dayandığı ve mahkemeye kanıt olarak sunduğu kaynaklardan biri olan, Cumhuriyet gazetesi Ankara temsilcisi ve yazarı Mustafa Balbay’a ait olduğu iddia edilen günlüklerde yer alan GUNMAR05.TXT adlı dosyada, ‘İS’nin 21-25 Mart Ankara Ziyareti’ başlığı altında yazılanlar Cumhuriyet’in geçtiğimiz yıllarda sermaye kesimi ile kurduğu ilişkiler hakkında ilginç ipuçları vermektedir.

Balbay günlüğüne şunları kaydetmiş:

“İlhan Selçuk 21 Mart gecesi saat 23.00 sıralarında Ankara’ya karayoluyla geldi. Telefonla yolda konuştuk, ‘haberler iyi, otelde konuşalım’ dedi. 23.30 sıralarında odadan konuştuk. KOÇ iki temsilcisini göndermiş, Hakan Görür, Bülent Özaydınlı ve bir kişi daha.

‘İlhan Abi, biz görevli geldik…her türlü desteği veriyoruz. İki milyon dolarlık destek…Bunu reklam avansı olarak veriyoruz…İşbirliğini sürdürmek istiyoruz.’

İlhan Selçuk çok sevinçli, ‘Yırttık Balbay, bu iş tamam, haydi hayırlısı’ dedi.”

Mustafa Balbay’ın olduğu iddia edilen bu günlüklerde adı geçen Hakan Gören, İlhan Selçuk’un “Vakıf yönetim kurulu üyeliğine seçildi” dediği Koç Grubu’ndan gelen Hakan Gören isimli kişi midir acaba?

Hikmet Çetinkaya ya da herhangi bir Cumhuriyet yetkilisi, önce çıkıp bu soruya yanıt vermelidir!

Eğer bu iki isim aynı kişiyse, Koç Holding 2 milyon dolarlık reklam avansı karşılığında bir adamını Cumhuriyet Vakfı’nın Yönetim Kurulu’na sokmuş ve Cumhuriyet de bu şekilde “yırtmıştır”!

Ama dostlar arasında 2 milyon doların lafı mı olur?

“Solcu” ve “emekten yana” olduğu iddia edilen İlhan Selçuk değil midir, “Rahmi Koç benim dostumdur” (Belgelerle Ergenekon s. 353) diyen? Turgay Ciner, Mehmet Emin Karamehmet, Turgay Ciner, Şevket Sabancı gibi ünlü işadamlarıyla dostluk ve iş ilişkileri içinde olan İlhan Selçuk değil midir?

Ne ilginçtir ki, Mustafa Balbay’ın olduğu iddia edilen günlüklere göre, İlhan Selçuk’un bu Ankara ziyaretini yaptığı yıl içinde, Türk sanayiinin amiral gemisi TÜPRAŞ özelleştirme adı altında KOÇ-SHELL ortaklığına devredildi.

Ve “solcu” ve “emekten yana” olduğu iddiasındaki Cumhuriyet gazetesi ve İlhan Selçuk, TÜPRAŞ özelleştirmesini alkışlarla selamlıyordu.

Örneğin Cumhuriyet yazarlarından Orhan Bursalı, 15 Eylül 2005 tarihli yazısında şunları söylüyordu:

“TÜPRAŞ, Koç’a hayırlı olsun. Cesareti ve kararlılığı için kutlarım. Stratejik davrandığı için de… ”

Hemen ertesi gün İlhan Selçuk da, Orhan Bursalı’yı destekledi:

“Orhan sevinmiş. Ne yalan söyleyeyim, ben de çoğu kişi gibi sevindim, bu milletin malını kökü dışarıda şeriatçılara ucuza pazarlamak isteyen bu iktidardan korkuyorum… Koç, yüreğimize su serpti, TÜPRAŞ’ı kurtardı.” (Cumhuriyet, 16.9.2005)

Cumhuriyet’in TÜPRAŞ özelleştirmesini alkışlaması karşısında birçok Cumhuriyet Okuru şaşkınlığını gizleyememiş, tepki göstermişti.

Zira yazılarında “emekten yana” ve “antiemperyalist” olduğunu söyleyen İlhan Selçuk nasıl böyle konuşabilirdi?

“Emekten yana” ve “solcu” İlhan Selçuk, Türkiye sermayesinin ağır topu Koç’un TÜPRAŞ’ı satın almasını nasıl alkışlayabilirdi?

Üstelik işin içinde SHELL ortaklığının da olması, bu talanı “yüreğine sular serpilerek” alkışlayan İlhan Selçuk’un antiemperyalistliğini sorgulanır kılıyordu.

Bir yazsısında

“Solu ben şöyle tanımlıyorum: Emperyalizme karşı durmak… Alın terinden yana olmak…” (Sol, Cumhuriyet, 8.4.2004) diyen İlhan Selçuk, şimdi alın terinden değil sermayedar Koç’tan yanaydı ve İlhan Selçuk’un alkışladığı Koç’un yanında da emperyalizmin ağır toplarından SHELL vardı!

Ama ilhan Selçuk rahattı!

“Satılmadık Bir Cumhuriyet Kaldı…” başlıklı 20 Mart 2005 tarihli yazısında

“Adı lazım değil, bir gazetenin manşetinde fotoğrafımı gördüm, altındaki haberi okuyunca anladım ki ben Cumhuriyet’i satıyormuşum…”

diyor ve soruyordu:

“Satıldı mı Cumhuriyet ?”

Sorunun yanıtını şimdi öğreniyoruz!

Meğer Koç, sadece İlhan Selçuk’un yüreğine su serpmekle kalmamış, Cumhuriyet’e de 2 milyon dolar serpmiş!

Eh doğal olarak İlhan Selçuk da “komşuda pişer, bize de düşer” düşüncesiyle olsa gerek, TÜPRAŞ KOÇ’a gidince seviniyor:

“Dostu düşmanı çatlatan bu sonuçtan elbette mutluyuz; Bugün borcumuz harcımız yok, keyfimiz tıkırında…” (Cumhuriyet, 20.3.2005)

Öte yandan Cumhuriyet Okurlarını uyutmak için bildik masallar yineleniyordu:

“CUMOK nedir? Cumhuriyet Okuru’nun kısaltılmış adıdır… Elinizdeki gazetenin satılıp satılmadığını herkesten önce o bilir. Nerden bilir? Başyazısından, köşe yazılarından… Haber başlığından… Noktasından, virgülünden, havasından, renginden, kokusundan…”

Gerçekten de Cumhuriyet Okuru daha sonra gazetenin yazılarına, yazarlarına, rengine, kokusuna baktı ve Cumhuriyet’in satılıp satılmadığını gördü.

Çünkü Cumhuriyet’in KOÇ’tan aldığı avanslara karşılık verdiği hizmetler sadece TÜPRAŞ özeleştirmesi için şakşakçılık yapmakla sınırlı kalmadı.

Örneğin özeleştirme uygulamalarına karşı çıkan ve TÜPRAŞ’ın özelleştirmesini de eleştiren ekonomi yazarlarından Prof. Dr. İzzettin Önder’in yazılarına son verildi. Daha sonraki süreçte Korkut Boratav gibi sosyalist ekonomistler uzaklaştırıldı. En sonunda da Bertan Onaran gazeteden dışlandı.



Ama İlhan Selçuk’un 10.12.2005 tarihli Cumhuriyet’te yayınlanan

“Yaşanan Olayın Püf Noktası”

başlıklı yazısına bakılacak olursa

“…Cumhuriyet sermaye gazetesi değildir… Bizde patron yok!”

Ve bugün de aynı masalları Hikmet Çetinkaya okuyor:

“Bu gazetenin milyon dolarları, parası pulu yoktur. Sadece okurlarına güvenir.”

“Öyle yalanlar vardır ki kabahati, söyleyen ağızdan ziyade dinleyen kulaktadır”

der bir Arap atasözü…

Ne yapalım ki Cumhuriyet Okurları, bu tür masallar dinlemekten hoşlanıyorlar!

Oysa sadece “okurlarına güvenen”(!) Cumhuriyet, Bertan Onaran’a dayanamadı, İzzettin Önder’i hazmedemedi, Korkut Boratav’ı benimseyemedi.

Bu üç yurtsever aydınımız da, “solcu” ve “Atatürkçü” Cumhuriyet gazetesinden uzaklaştırıldı.

Neden?

Onaran, Önder ve Boratav, belki birçok konuda farklı düşünüyor olabilir, ama üçünün de ortak paydası sermayeye karşı emekten yana olması ve ulus-devletin kazanımlarını savunmasıdır.

Bu yazarlarımızın yazılarında AB’ye övgüler bulamazsınız, sermaye kesimine dalkavukluk yoktur.

Onun için bu üçlünün, İlhan Selçuk’un

“Cumhuriyet AB’ye girmekten yanadır; bu fikir çeşitli zamanlarda dile getirilmiştir.” (Cumhuriyet, 21.12.2005)

şeklinde tanımladığı Cumhuriyet’te yeri yoktu.

Bu nedenle son birkaç yıl içinde, Cumhuriyet okurunu uyutarak atılan adımlarla, Korkut Boratav, İzzettin Önder ve Bertan Onaran Cumhuriyet’ten koparıldı.

Boratav, Önder ve Onaran’a katlanamayan Cumhuriyet, Tuna Kiremitçi ve Kürşat Başar’ı bağrına bastı ama!

Kamuoyu, Kürşat Başar’ı televizyonda yaptığı programlardan tanıyor. Bir programda, yemek masası etrafına topladığı konuklarla sohbet ediyor “yazarımız”…

Bir başka kanalda ise “Başka Yerde Yok” isimli eğlencelik bir sohbet programı yapıyordu. Ama sanırım birçok kişi Kürşat Başar’ın, şu anda yayınlanmakta olan İkinci Cumhuriyetçi, mandacı TARAF gazetesinin öncülü olan Yeni Yüzyıl gazetesinde yazarlık yaptığını unutmuştur.

Kürşat Başar, Cumhuriyet’ten önce TARAF’ta yazıyor olsaydı eğer, yer yerinden oynardı herhalde…

Çünkü bugünlerde Taraf’a muhalif olmak moda!

Ama Başar’ın, geçmişte Yeni Yüzyıl’da kalem oynatmış olması o kadar tepki yaratmıyor. “Hafıza-ı beşer nisyan ile malul” çünkü…

Şöyle meraklı biri Yeni Yüzyıl arşivlerini bir karıştırsa, Kürşat Başar’ın eski yazılarında ne inciler bulur kimbilir!

Cumhuriyet’in bağrına bastığı diğer “yazarımız” da Tuna Kiremitçi…

Onu da tanıtmaya gerek yok, zira yeteri kadar “ünlü”…

Ama Tuna Kiremitçi’nin “ulusalcı” ve “Atatürkçü” Cumhuriyet’e nasıl uyum sağlayacağını gösteren ufak bir örnek sunalım hemen.

Radikal gazetesinin AB’yi pazarlamak için çıkardığı parasız ek, Kriter dergisinde 1 Eylül 2008 tarihinde yayınlanan bir söyleşide Tuna Kiretmiçi’ye soruluyor:

“Türkiye’nin üyeliğini engelleyen en önemli nedenler nelerdir?”

“Cumhuriyet’in çiçeği burnunda yazarı” şöyle yanıt veriyor:

“Ulus devlet olmayı tam başaramadık. Gerçi “ulus devlet” dediğimiz de pek matah bir şey olmadığından bu iyi mi oldu kötü mü oldu açıkçası emin değilim.”

Cumhuriyet Okurları, Mustafa Kemal’in 1924’te Yunus Nadi’ye

“İstanbul’a git, Cumhuriyet’i çıkart”

demiş olmasıyla övünür dururlar, bu tür örnekler vermeyi pek severler.

İşte şimdi, 1924’te Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet’te “ulus devlet dediğiniz de pek matah bir şey olmadığından…” diye laflar yumurtlayan biri yazacak.

“Başka yerde yok”!

Bütün bu gelişmeler çerçevesinde yanıtlanması gereken bir soru daha var sanırım:

İyi de neden şimdi?

Bu bağlamda “Mustafa Balbay’ın olduğu iddia edilen günlüklerde geçen İlhan Selçuk ile yapılmış bir konuşma daha bir anlam kazanıyor. Mustafa Balbay’ın notlarına göre

“İlhan Selçuk 14 Eylül Pazar akşamı Ankara’ya geliyor.”

Akşam Kent Otel’de baş başa Balbay ile görüşüyor. Şunları söylüyor Selçuk:

“Diyelim ki ben bir gün… öldüm. O gün ne olacak? Karar verin. O gün gazetede herkes bir tarafa gidecektir. Kimi Koç’a, Sabancı’ya gidecektir. Kimi, Çapan’a, zaten gazete içinde adamları var.

Benim yaşadıklarım, tecrübem, en güvenilir olarak Turgay’ı (Turgay Ciner-S.A) gösteriyor. Hiç beni aldatmadı. Ne dediysem yaptı. Gözü kara, dediğini yapıyor. Bana Sabah’ın bilançolarını gösterdi, hep kârda…”

Allah uzun ömür versin, İlhan Selçuk daha ölmedi.

Ama gazetede yapılan şu son operasyon çerçevesinde etkin olduğu iddia edilebilir mi?

Bu soruya ister “evet”, ister “hayır” şeklinde yanıt verin, sonuç değişmeyecektir!

1924’te Yunus Nadi,

“Cumhuriyet’in siyasi programı isminden belli olduğu gibi, onu yayımlayanların siyasi hayatlarından da bellidir… Gazetemiz ne hükümet gazetesi ne de bir parti gazetesidir”

diyordu.

Bugünün Cumhuriyet’i ise “Atatürkçülük”, “solculuk”, “emekten yana olmak” gibi sıfatlarla çizgisini ve tarafını gözlerden saklamaya çalışan bir sermaye gazetesidir artık!

İlhan Selçuk, yıllar önce yazdığı bir yazısında şunları söylüyordu:

“…Kurtuluş Savaşı’ndan sonra yüzümüzü döndüğümüz Batı, bu yurdu istila etmek isteyenlerin Batısı değildi. Atatürk’ün Batısını anlamak isteyenler Kemalizm’in ne olduğunu bilmek zorundadırlar. Kemalizm, ekonomisiyle, hukukuyla, ahlakıyla, eğitimiyle, sömürgecilik ilkelerine bağlanmış bir Batı’yı örnek almadı…

Biz bu Batı’yı önce yurdun topraklarından kovmuştuk. Ama silah kuvvetiyle bu ülkenin topraklarına giremeyen Batı, yıllarca sonra kılık kıyafet değiştirerek dost kılığında gelmiş başköşeye kurulmuş…

Hangi Atatürk? Biz Atatürk’e de, Kemalizm’e de ihanet edeli yıllar ve yıllar oluyor… Atatürkçülük bir laf değildi… Varlığımızı kaybetmek pahasına yaşadığımız bir büyük tarihi serencamdan çıkarılmış bir netice idi. Biz onu bırakıp, on beş yıldan beri, fosilleşmiş sömürgeci Batı’nın peşine takılmışız. Bugün çektiğimiz büyük ıstırapların sebebi başka nedir ki ?”

(Batı” , Yeni Krallar… Yeni Soytarılar, Çağdaş Yay., İstanbul, 1974 , s.9-11)

Ama “aynı” İlhan Selçuk, üstelik bir de alay eder gibi, Cumhuriyet’in ilanının 81. yıldönümünde, 29 Ekim 2004’te yazdığı bir başka yazısında, AB hakkında artık şu değerlendirmeyi yapıyordu:

“AB’nin durumu daha ilginç! Bu örgütün laik ve demokratik kurallar temelinde bir uygarlık oluşumunu simgelediği kesindir; Türkiye bu uygarlık hedefine yönelik pusulayı Atatürk ‘ten beri benimsemiştir; yol haritamızı değiştirecek değiliz…”
(İlhan Selçuk, “Kurtuluşun Önkoşulu” Cumhuriyet, 29.10.2004)

Nereden nereye… “Fosilleşmiş, sömürgeci Batı”yı, şimdi, büyük devrimci Mustafa Kemal Atatürk’ün “çağdaş uygarlık” hedefi ile paketleyip, “bir uygarlık oluşumu” olarak milletin önüne koyan Cumhuriyet gerçekten bağımsızlıkçı ve Kemalist midir bugün?

Yanıtı yine İlhan Selçuk veriyor:

“Hangi Atatürk? Biz Atatürk’e de, Kemalizm’e de ihanet edeli yıllar ve yıllar oluyor… Atatürkçülük bir laf değildi… Varlığımızı kaybetmek pahasına yaşadığımız bir büyük tarihi serencamdan çıkarılmış bir netice idi. Biz onu bırakıp, on beş yıldan beri, fosilleşmiş sömürgeci Batı’nın peşine takılmışız.”

“Cumhuriyet Okurları” şimdi otursunlar da düşünsünler bakalım:

Gazetenin gerçek sahibi kimdir?

Cumhuriyet satılmış mıdır, satılmamış mıdır?

Kaynak: İlk Kurşun

Not: Metindeki iki gazete küpürü tarihi belge niteliği taşıdığı için gazetenin ilk yıllarını bilmeyen Cumhuriyet okurlarını bilgilendirmek için tarafımızdan eklenmiştir. Yazının orijinalinde bu kupürler yoktur.
Millî Birlik Ruhu
http://millibirlikruhu.blogspot.com/


'Kafes Eylem Planı'na ilişkin dava başladı

16 Haziran 2010
'Kafes Eylem Planı'na ilişkin dava dün İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi'nde başladı. İlk günkü duruşmada ilginç olaylar yaşandı...
Gayrimüslim vatandaşlara suikast girişimlerini içeren 'Kafes Eylem Planı'na ilişkin dava dün İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi'nde başladı. Güney Deniz Saha Komutanı Koramiral Kadir Sağdıç, Tuğamiral Mehmet Fatih İlgar ile emekli Koramiral Ahmet Feyyaz Öğütçü'nün de aralarında bulunduğu 33 sanık 'Ergenekon silahlı terör örgütüyle doğrudan bağlantılı olarak Kafes Planı'nı hayata geçirmek üzere faaliyet yürüttükleri' gerekçesiyle hâkim karşısına çıktı.

İlk günkü duruşmada önemli bir gelişme yaşandı. Suikast sonucu hayatını kaybeden Hrant Dink'in genel yayın yönetmeni olduğu Agos Gazetesi'nin müdahillik başvurusu kabul edildi. Planda Dink'in öldürülmesinden 'operasyon' olarak bahsediliyordu. Duruşmada sanık avukatlarının davayı askerî mahkemeye taşıma girişimleri ise sonuç vermedi.

Kadir Sağdıç ile Ahmet Feyyaz Öğütçü'nün de aralarında bulunduğu 33 kişi hakkında 'Ergenekon silahlı terör örgütüyle doğrudan bağlantılı olarak Kafes Operasyonu Eylem Planı'nı hayata geçirmek üzere faaliyet yürüttükleri' iddiasıyla açılan davanın ilk duruşması dün görüldü. Duruşmaya Kadir Sağdıç, Ahmet Feyyaz Öğütçü ile Tuğamiral Mehmet Fatih İlgar'ın da aralarında bulunduğu 30 tutuksuz sanık katıldı. Salona Koramiral Kadir Sağdıç geldiğinde tutuksuz yargılanan muvazzaf askerlerin ayağa kalktığı ve Sağdıç oturmalarını işaret edene kadar ayakta kaldıkları görüldü. Duruşmada, Agos Gazetesi ve gazetenin Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Aris Nalcı adına katılan avukatlardan Fethiye Çetin, davaya müdahil olma yönündeki taleplerini dile getirdi. Çetin, iddianamede sanıkların örgütsel faaliyetleri içerisinde Agos Gazetesi abonelerine eylem hazırlığında olduklarının belirtildiğini kaydetti. 'Kafes Planı'nın, Agos gazetesi ve abonelerine yönelik olduğunu aktaran Çetin, bu plan kapsamında gayrimüslimlerin adları, kiliseleri, gazetenin abone listelerinin belirlenmesiyle eylemin hazırlık aşamasının tamamlandığını, artık icra aşamasına geçildiğini ifade etti. Çetin, bu açıdan suçtan zarar gördüklerini belirterek, davaya müdahil olmak istediklerini bildirdi. Tutuksuz sanıklardan Metin Samancı da davanın askerî mahkemede görülmesi gerektiğini savunarak, bu yönde karar verilmesini talep etti.



'GÖREVSİZLİK KARARI' TALEBİNE RET

Mahkeme heyetinin talepleri değerlendirmek üzere duruşmaya ara verdiği sırada bazı sanıklar ile müdahil olma talebinde bulunan avukatlardan Bahri Belen arasında tartışma yaşandı. Belen'in, "Bize müdahale yapmayın, kendinizi peşinen suçlu görmeyin." demesi üzerine emekli Koramiral Ahmet Feyyaz Öğütçü'nün "Biz pirüpakız." dediği duyuldu.

Mahkeme heyeti, verilen aranın ardından iddianamedeki anlatılanlar dikkate alındığında suçtan zarar görme ihtimali bulunan Agos Gazetesi Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Aris Nalcı'nın davaya müdahil olarak katılmasına hükmetti. Askeri mahkemelerin görev alanına askeri suçlar ve benzerlerinin girdiğini, askeri suçun oluşması için de hukuki konusunun askeri bir yararın korunması şeklinde belirlenmesinin şart olduğunu belirten heyet, bu davada, sanıkların eylemlerinin Terörle Mücadele Kanunu kapsamındaki 'terör' suçu kapsamında kaldığını ifade etti. Mahkeme heyeti, 'mahkemenin bu davanın sanıklarının yargılanmasında görevli ve yetkili olduğu' gerekçesiyle tutuksuz sanıklardan Metin Samancı'nın 'görevsizlik' kararı verilmesi yönündeki talebini reddetti.

Azınlıklara yönelik kanlı eylemler düzenlemeyi öngören Kafes Eylem Planı'nda Hrant Dink cinayeti operasyon olarak nitelendiriliyordu. Planın 'Durum' başlıklı bölümünün 'a' maddesinde şu ifadeler kullanılıyordu: "Genel: Rahip Santaro, Malatya Zirve Yayınevi ve Hrant DİNK operasyonları sonrasında, Türkiye'de yaşayan gayrimüslimlerin irticai grupların hedefinde olduğu yönünde kamuoyu oluşmuş, ancak AKP tarafından, karşıt medyanın da desteğiyle, söz konusu olayların Ergenekon tarafından organize edildiği şeklinde yoğun propaganda faaliyetlerinde bulunulmuştur."

İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkeme-si'ndeki duruşmada ilk savunmayı tutuklu sanık Albay Levent Gülmen yaptı. Gülmen, Kafes Eylem Planı'nın, geleceği parlak subayların yükselmesine mani olmak için hazırlandığını kaydetti. Diğer sanık Deniz Kurmay Yarbay Halil Özsaraç ise savunmasında, iddia edilen planın bir komplo olduğunu ileri sürerek, "Bu dava nedeniyle tutuklu ve tutuksuz sanıklar terfi edemeyecek. Komplocuların asıl hedefi budur." dedi. Özsaraç, "Kafes Eylem Planı"nın çıktığı iddia edilen Levent Bektaş'ı tanımadığını, Bektaş'ın kendisi için 'elalem' olduğunu kaydetti. Özsaraç'ın savunması bittikten sonra çapraz sorgusuna geçildi. Müdahil avukatlardan Fethiye Çetin, Özsaraç'a "Hücre yapılanması TSK'nın geleneklerinde mi var?" sorusunu yöneltti. Bu sorunun ardından mahkeme salonu karıştı. Tartışmanın alevlendiğini gören mahkeme başkanı duruşmayı 17 Haziran 2010 tarihine erteledi.

Kafes Operasyonu Eylem Planı, Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan emekli Binbaşı Levent Bektaş'ın ofisinde ele geçirilen bir film CD'sinde şifrelenmiş olarak bulunmuştu. Kafes Planı'nda gayrimüslimlere yönelik suikast yapılması, Koç Müzesi'ndeki denizaltının ziyaretçilerin yoğun olduğu saatlerde patlatılması hedefleniyordu.

Sanıklara 15 yıl hapis isteniyor

'Kafes' iddianamesinde, emekli Koramiral Ahmet Feyyaz Öğütçü, Koramiral Kadir Sağdıç, Tuğamiral Mehmet Fatih İlgar'ın 'Ergenekon silahlı terör örgütüyle doğrudan bağlantılı olarak Kafes Operasyonu Eylem Planı'nı hayata geçirmek üzere faaliyet yürüten yasa dışı örgütlenmede 'danışma kurulu' adı altında emir ve komuta yetkisini haiz örgüt mensubu oldukları' belirtiliyor. Sanıkların TCK'nın ilgili maddesi uyarınca 7,5 ile 15'er yıl arasında hapis cezasına çarptırılması isteniyor. İddianamede, "Soruşturma makamlarına ulaşan ihbarlar, ele geçen dokümanlar (...) göz önüne alındığında; şüphelilerin Deniz Kuvvetleri bünyesinde kurulan ve Ergenekon terör örgütü ile doğrudan bağlantılı, Kafes Operasyonu Eylem Planı'nı hayata geçirmek üzere faaliyet yürüten illegal yapılanma içerisinde görev aldıkları, TSK'nın kurallarına aykırı olarak askerî hiyerarşi dışında oluşan bu örgütlenmenin yasal bir örgütlenme olmadığı anlaşılmıştır." deniliyor. aktifhaber

Subay Yetiştiren İdeoloji

18 Temmuz 2010

Ders 1: Sen asker kişisin

Neden TSK, Neden Eğitim, Amacımız Ne?

Türk Silahlı Kuvvetleri'nde askeri liselere, astsubay meslek yüksekokulları ve harp okullarına herkes başvuramaz. Öğrencinin başvuru koşullarını taşıması gerekiyor.
TSK, bağlı Askerî Liseler ile Bando Astsubay Hazırlama Okulu'nda öğrenim görecekleri seçmek amacıyla yazılı sınav yapıyor. Öğrencilerin bu okullar için yapılan sınavlara girebilmesi için “bazı şartları” taşımaları gerekiyor. Kabul edilen ve sınavda başarı gösteren öğrenciler, askeri okula girerken yüklenme senedi imzalıyor. Kendileri ve kefillerinin imzaladığı yüklenme senedi, öğrenim boyunca yapılan her türlü harcamayı kapsıyor. Öğrenciler bu kurumlardan ayrılmaları veya atılmaları halinde devlete milyarlarca lira tazminat ödüyor.

Sınavlara girebilmeleri için taşımaları gereken şartlar şöyle:

-Kendisi ve aile bireyleri kusursuz ahlak ve karakter sahibi olmak,
-Tutum ve davranışları ile yasa dışı siyasi, yıkıcı, irticai, bölücü ideolojik görüşleri benimsememiş, bu gibi faaliyetlerde bulunmamış veya karışmamış olmak,
-Yapılacak özel güvenlik soruşturması olumlu sonuçlanmak,
-En fazla 16, en az 13 yaşında olmak,

HARP OKULLARINA BAŞVURU KOŞULLARI
Kara, Deniz ve Hava harp okullarına girmek isteyen kız ve erkek adayların öncelikle “yapılacak arşiv araştırması ve güvenlik soruşturması sonucunda şüpheli ve sakıncalı halleri bulunmaması” gerekiyor. Ayrıca, şu koşulları taşımaları gerekiyor:
-Kendisinin, annesinin, babasının, kardeşlerinin ve velisinin;
a. Tutum ve davranışları ile yasa dışı, siyasî, yıkıcı, irticaî, bölücü ideolojik görüşleri benimsememiş, bu gibi faaliyetlerde bulunmamış veya bu gibi faaliyetlere karışmamış olmak,
b. Türk Silahlı Kuvvetlerinin manevî şahsiyetine gölge düşürmemiş ve askerliğin şeref ve haysiyeti ile bağdaşmayacak fiil ve hareketlerde bulunmamış olmak,
c. Toplumca tasvip edilmeyen ve uygun görülmeyen kazanç yollarında çalışmamış ve halen çalışmamakta olmak,
ç. Devletin şahsiyetine karşı işlenen suçlar ile basit ve nitelikli zimmet, irtikap, iftira, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, yalan yere tanıklık, yalan yere yemin, cürüm tasnii, ırza geçmek, sarkıntılık, kız, kadın veya erkek kaçırmak, fuhşiyata tahrik, gayri tabiî mukarenet, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı veya şeref ve haysiyeti kırıcı suçlar ile istimal ve istihlak kaçakçılığı hariç olmak üzere kaçakçılık, resmî ihale ve alım ve satımlara fesat karıştırma, Devlet sırlarını açığa vurma suçlarından birinden mahkûmiyeti bulunmamak,

UYGUN NİTELİKTE VELİ DE ŞART!
-Taksirli suçlar hariç olmak üzere, affa veya zaman aşımına uğramış yahut para cezasına çevrilmiş veya ertelenmiş hükümlülüklerine ilişkin kayıtları adlî sicilden çıkartılmış olsa bile bir cürümden hükümlü bulunmamak veya soruşturma altında olmamak,
-Nişanlı, evli, dul, hamile, çocuklu olmamak veya herhangi bir kadınla veya erkekle nikahsız olarak birlikte yaşamamak,
-Okula karşı uygun nitelikte sorumlu bir veli göstermeleri gerekiyor.

FAİZİYLE BİRLİKTE ÖDETTİRİLİYOR
4566 Sayılı Harp Okulları Kanunu'nun 38. maddesine göre, sağlık durumu nedeniyle okuldan çıkarılanlar hariç, diğer nedenler ile çıkarılanlara, kendileri için devlet tarafından yapılan masraflar faizleri ile birlikte ödettiriliyor. Kanunun “Disiplin ve Okuldan Çıkarılma” hükümleri şöyle:

Madde 38 - Harp okullarına alınan her öğrenciye disiplin notu verilir. Hangi cezalar için disiplin notundan ne miktarda düşüleceği yönetmelikte belirtilir.
Harp okullarında eğitim ve öğrenim gören öğrenciler aşağıdaki hallerde okuldan çıkarılırlar;
a) Bu kanun hükümlerine göre çıkarılacak yönetmelik gereğince her öğrenciye verilen disiplin notunu kaybedenler,
b) Yönetmelikte belirtilecek esaslar dahilinde, öğrenci niteliğini kaybettiklerine dair yüksek disiplin kurulunca haklarında karar verilenler,
c) Bu Kanunun 37 nci maddesinin (a) bendinde belirtilen süreler içerisinde eğitim ve öğrenimlerini tamamlayamayanlar,
d) Mahkeme kararı ile öğrencilik hukukunu kaybedenler,
e) Sağlık kurullarınca verilecek raporlara dayalı olarak sağlık durumları bakımından harp okulu öğrenimine devam imkanı kalmayanlar,
f) Giriş ile ilgili nitelikleri taşımadıkları öğrenim sırasında anlaşılanlar veya öğrenim süresi içinde bu nitelikleri değişenler.
Sağlık durumu nedeniyle okuldan çıkarılanlar hariç, diğer nedenler ile çıkarılanlara, kendileri için Devlet tarafından yapılan masraflar faizleri ile birlikte ödettirilir.
Harp okullarında okuyan öğrencilerden, bu maddede belirtilen nedenlerle okuldan çıkarılanlar ile 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanununun 115 inci maddesi gereğince kendi isteğiyle okuldan çıkanlar, hiçbir şekilde başka askeri yükseköğretim kurumlarına alınmazlar ve Türk Silahlı Kuvvetlerinde istihdam edilemezler. 21/06/1927 tarihli ve 1111 sayılı Askerlik Kanunu ile 16/06/1927 tarihli ve 1076 sayılı Yedek Subaylar ve Yedek Askeri Memurlar Kanunu hükümleri saklıdır. Bu öğrencilerin kimlikleri bütün askeri yükseköğretim kurumlarına, emniyet makamlarına ve ilgili askerlik şubelerine, alınan çıkarma kararı ile birlikte bildirilir.

NE KADAR TAZMİNAT ÖDÜYORLAR?
Türk Silahlı Kuvvetleri'ne personel yetiştiren okullardaki öğrencilerin bu kurumlardan ayrılmaları veya atılmaları halinde ödemeleri gereken tazminat tutarının indirilmesi gündemde. TBMM'de görüşmeleri süren tasarının yasalaşması durumunda, tazminatı ödeyenlere, oluşan fark geri verilecek.
Askeri liseden gelen yaklaşık 350 öğrencinin, geçen yıl Menteş Kampı'ndaki ağır koşulları yerine getirememesi üzerine Kara Harp Okulu'na (KHO) girmeden ayrılmaları, bu öğrenciler ve ailelerinin ödeyeceği tazminat miktarını daha ciddi bir şekilde gündeme getirmişti. Tasarı ile askeri okullardan ayrılan veya atılan öğrencilerden alınacak tazminattan personel ve amortisman (bina, tesis) giderleri çıkarılıyor. Öğrencilerin, askeri okula girerken kendilerinin ve kefillerinin imzaladığı yüklenme senedi, öğrenim boyunca yapılan her türlü harcamayı kapsıyor. Askeri lise mezunu bir öğrenci için çıkarılan faturanın toplamı yasal faizi dışında 41 bin 589 liraya ulaşıyor. Bu faturanın yalnızca 20 bin 819 lirasını personel gideri oluşturuyor. Amortisman gideri ise bin 861 lira tutuyor. Tasarının yasalaşmasıyla iki masraf kalemi çıkacak ve askeri lise mezunu öğrenci devlete ilk çıkarılan faturanın yarısından azını ödeyecek.

Türkiye Gönüllü Eğitimciler Derneği Genel Başkanı Yrd. Doç. Dr. İbrahim Erdoğan ile ÖNDER eski Genel Başkanı Yusuf Ziyaettin Sula. Askeri okulların diğer devlet okulları ile içiçe olmasını istedi. Erdoğan, “Örneğin bir harp okulu Gazi Üniversitesi bünyesinde neden olmasın? Birlikte olalım. Üniforması olabilir, bunda bir sakınca yok ki. Önemli olan daha bir kaynaşma. Kaynaşma demek birbirimizi daha iyi tanıma, anlama demektir” dedi.

GENERAL BİR KOMŞUM OLSA, BAYRAMDA KUCAKLAŞSAK
Konuyu Habervaktim'e değerlendiren İbrahim Erdoğan şöyle söyledi: “Askeri liselerin geneli şehirlerin dışında, halka uzak. Halka kapalı alanlarda. Ve bu okullarda okuyan öğrencilerin çok fazla tatilleri yok. Haliyle halkla kaynaşma sağlıklı olmaz. Aynı şekilde askeri personel lojmanlarda. Halkın içinde olsalar ya. Subaylarımız lojman yerine örneğin benim apartmanımda da olsalar. Komşunun apartmanında da olsalar. Vatandaşla iç içe olsalar. Kaynaşma daha sağlıklı olur. Ayrı bir kümeleşme yaparsanız, ayrı olmasanız da iletişimde, birbirinizi anlamada sorun çıkar. Nitekim oluyorda. Bakın bir örnek vermek istiyorum: Türkiye Gönüllü Eğitimciler Derneği olarak Şırnak'tan 20 öğrenci getirdik, Ankara'ya. Bu öğrencileri bir yerde toplamadık. Kardeş aileler oluşturarak, yanlarımıza aldık. O öğrenciler Ankara'yı Ankara halkını, bizleri daha iyi anladı böylelikle. Ve bir çocuk şunu dedi: ‘Ben Türkleri böyle bilmiyordum. Kardeş olduğumuzu sizi yakından tanıyınca daha iyi anladım.' Bu nokta çok önemli.”

BİRLİKTE OKUSAK, FENA MI OLUR?
“Toplumla iç içe olduğun zaman o toplumun değerlerini, inancını, gelenek göreneklerini daha iyi anlar, ona göre daha bir saygılı olursun. Askeri okullarda da böyle olsa, ne iyi olur. Komşunuz bir general olsa örneğin. Fena mı olur? Bayramda biz onun, o bizim kapımızı çalsa. Kucaklaşsak. Askeri harp okulları var, askeri akademiler var. Lisans ve lisans üstü eğitim veren askeri üniversiteler bunlar. Bu okullar neden ayrı? Oysa diğer üniversitelerin içinde olabilirler. Örneğin Gazi Üniversitesi'nde birlikte okusak. Birlikte olsak. Üniforması olabilir, bunda bir sakınca yok ki. Daha çok şey paylaşsak. Birbirimizi daha iyi anlasak. Hepimiz bu ülkenin vatandaşlarıyız. Hepimizin nüfus cüzdanında İslam yazıyor. Birbirimizin değerlerini, inancını daha iyi anlar, ona göre birbirimize karşı daha saygılı oluruz.”

ÖLMEYİ EMRETMEK ZOR İŞTİR
ÖNDER eski Genel Başkanı Yusuf Ziyaettin Sula da şu noktaya işaret etti: “Ölmeyi emretmek zor iştir. Din ve milli duygular takviye edilmeden bu başarılamaz.”

Sula “Din Subaylığı” raporunda şunları söylüyor: “Asker, ailesi, vatanı ve değerleri için gözünü kırpmadan ölüme gidebilen insan demektir. Bunun için iyi bir eğitim, tecrübe, gelişmiş teçhizat ve manevi motivasyona ihtiyacı vardır. Tarihte nice kalabalık ve mücehhez orduların, küçük ama moral ve motivasyonu iyi ordular tarafından darmadağın edildiklerini biliyoruz. Yine panik ve moral bozukluğunun başladığı zamanlarda savaşan askerlerin ellerindeki modern silahları bırakıp kaçtıklarını ve bozguna sebep olduklarını da biliyoruz.”

ALKOL VE CESARET HAPI İLE Mİ MORAL VERİLECEK?
“Bir insan, ölümle burun buruna gelerek, gerektiğinde bütün sevdiklerini, hayallerini ve istikbalini göz ardı ederek nasıl kendini feda edebilir? Bunun için değişik uygulamalar denenmiştir. Askere alkol, cesaret hapı veya zevkine hitab eden bazı vaadlerle geçici moral verilebilir. Ancak ölüm söz konusu olduğunda bu tip uygulamaların çok uzun etkili olmayacağı açıktır.”



ŞEHADET HEM DİNİ HEM DE ASKERİ BİR RÜTBEDİR
“Ölmeyi emretmek zor iştir. Din ve milli duygular takviye edilmeden bu başarılamaz. Şehadet hem dini hem de askeri bir rütbedir. Muharip askerlere bu rütbenin şerefi ve Ahirette kazanacakları anlatılmazsa, inandırılmazsa orduların harp gücü kesinlikle zayıflar. İstisnalar dışında bu hep böyle olmuştur. Dünya ordularında bu hizmet din subayları tarafından yerine getirilmektedir. Din subaylarının yanı sıra ilave olarak sivil din görevlileri de bu hizmeti verebilmektedirler. Bu subaylar din eğitiminin yanında askeri eğitim de alarak ordulara katılmaktadırlar. Hiyerarşik yükselmeleri ise ülkelere göre değişmekle beraber, generalliğe kadar olabilmektedir. Bu işin laiklikle de alakası yoktur. Misal olarak Fransa'yı zikredebiliriz. Fransa'da yaklaşık bin askere (muhtelif dinlerden) bir din subayı düşmektedir. Diğer gelişmiş ülkelerin ordularında da durum bundan çok farklı değildir.”
“Fıtrata ters alışkanlıklara itildik”
Ahmet Türkan öğrencilik yıllarını anlattı, 12 Eylül ve 28 Şubat sürecinde TSK'da eğitim ve dine bakışı değerlendirdi. DES Genel Başkanı Gürkan Avcı ise, TSK'daki mevcut eğitim sisteminin milletin değerleri ile çatıştığını belirtirken, “TSK'da eğitim sistemi tekrar Peygamber Ocağı haline getirilmelidir” çağrısında bulundu.

YAŞ kararı ile TSK'dan ihraç edilen bir isim olan Ahmet Türkan şunları kaydetti: “Burada TSK'yı direk suçlamak yerine eğitim sistemine göz atmakta yarar vardır. 12 Eylül öncesinin eğitim sisteminde din dersi seçmeli uygulanıyordu ve pek çok okul tercih edilmediği gerekçesi ile uygulamıyordu. Sınıf okullarında ise tamamen mesleğe yönelik dersler okutulduğu için herhangi bir din dersi uygulaması yoktu. Deniz astsubay okullarında oruç tutmak yasaktı. O yıllarda doğru dürüst İslami bilinç de olmadığından pek çok öğrenci böyle bir girişimde bulunmazdı bile. Ailelerinde dini eğitimi almış ancak parmakla sayılacak kadar az öğrenci oruçlarını tutarlardı. O da gizli saklı. Namaz kılan hiç duymadım desem yanlış olmaz.”

FITRATA TERS ALIŞKANLIKLARA İTİLDİK

Hayatının en önemli bölümlerini Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu olarak geçiren, işin mutfağından gelenler Askerlik müessesesini anlattı...
“Benim öğrencilik yıllarımda alkol kullanımı kesinlikle tavsiye edilen, olmazsa olmaz olarak sunulmaya çalışılan bir konuydu. İçki bardağı nasıl tutulur. Hangi içkiler iyidir veya tercih edilir tarzında ballandıra ballandıra anlatılan fıtrata ters alışkanlıklar. Ayrıca her öğrencinin mutlaka bir kız arkadaşı olmalıydı. Kız tavlamak önemliydi. Sosyal olmanın olmazsa olmaz kuralı idi. Bu konuda en iyi çözüm 1975-76 döneminin 2. yarısından itibaren dersleri iyi olan öğrencilerin Zeynep Kamil Hemşirelik Okulu'nda verilen konserlere ödül olarak gönderilmesi ve öğrencilerin kızlarla tanışıp arkadaşlık kurmalarına yardımcı olunması olarak bulunmuş ve pek çok öğrencinin bu yolla bir kız arkadaşının olması sağlanmıştı.”

BAHRİYELİNİN HAYATININ ANLAMI
“Okul hayatımız boyunca bu konular bir şekilde beynimize yerleştirildi. Kadın ve alkol Bahriyelinin hayatının anlamı idi. Aslında her limanda bir sevgili anlayışı da bunun eseri idi. 14-15-16 yaşlarında üniforma giyen bir delikanlı eğitiminde önemli bir yer tutan bu hususlarla yoğrula- yoğrula eğitilirse manevi konulara bakışı ve yaklaşımı nasıl olur düşünülmelidir.”

12 EYLÜL SONRASI
“12 Eylül öncesi ciddi bir siyasi gerilim ve bölünmüşlük hakim idi. !2 Eylül darbesi ile solcular solculuklarını bırakarak Kemalizm perdesi altına girmişler 12 Eylül sonrasında ise bu yeni kimlikle dindar subay ve astsubayları hedef tutmuşlardır. 12 Eylül'ü yapanlar pek çok insana zulmettiler ve inançlarını süpürdüler. 12 Eylül sonrasında idealler öldü. Gençler idealler yerine nefis ve hevalarına teslim olup tamamen çıkarcı, maddiyatçı bir görünüm sergilemeye başladılar. Bu durum TSK için de maalesef aynıdır. Yağdanlıklar kazandı, daha önce idealleri olanlar fişlendiler. Bu fişleme uzun bir süre devam etti ve 28 Şubat sürecini doğurdu.”

28 ŞUBAT SÜRECİ NASIL ALGILANMALI?
“28 Şubat süreci ise bu gizli kamplaşmanın maksimum seviyesidir. 28 Şubat sürecinin TSK'daki din anlayışını tamamen ajite ettiği bir gerçektir. Deniz Kuvvetlerinin kara unsurlarının konuşlandığı birliklerde daha önceden yapılmış olan mescit ve camiler yıkılmıştır. Bunlara en üzücü örnek Uzunada'da bulunan caminin tamamen yıkılması ve temel yerinin hafriyatının dahi temizlenerek izlerinin silinmeye çalışılması gösterilebilir. Bunun pek çok örneği maalesef diğer kuvvet komutanlıklarında da yaşandığı bilinmektedir. 28 Şubat sonrasının karanlık tabloları ise günümüzde balyoz darbe planı gibi henüz davam eden davalar yüzünden tam olarak aydınlatılmayı beklemekle birlikte iç açıcı olmadığı sağ duyu sahibi olan herkes tarafından malumdur.”

ASKERLER TOPLUMA YABANCI MI?
“Askerler sivillerle yani toplumun ana unsuru ile uzak bir hayat sürer. Gerek disiplin anlayışları, gerek yaşam tarzları, gerekse bulundukları konum itibari ile askerlik görevlerini büyük çoğunluğunun er olarak yaptığı bir toplumda komutan algısının yenilip samimiyet kurulabilmesi elbette kolay olmayacaktır. Çünkü yaklaşımlar zaten toplumdan kopuk olarak yaşamayı adeta emreder. Askerlerin genelde takıldığı mekanlar, orduevleri ve askeri kamplardır. Yani sosyal olarak ta toplumla iç içe olmazlar. Olamazlar. Kendilerine sunulan olağanüstü imkanları terk edip bir otele eğlenmeye veya konaklamaya asla gitmezler. Çünkü bir kere maliyetler buna müsaade etmez. Ordu evinde konaklamanın bedeli 1 TL ise bir otelde konaklamanın bedeli en az 5 TL'dir. Yemek ve en azından berber fiyatları bile piyasa ile korkunç farklar doğurmaktadır. Bu durum ise ister istemez askerlerin 1. tercihini askeri imkanlardan yana kullanmalarına sebep olur ki toplumdan kopmanın ana sebebi olarak bakılabilir.”

FİŞLEME MANTIĞI NASIL ÇALIŞIYOR?
“Bir subay çocuğunun elinden tutar ve camiye götürürse en kötü ihtimalle fişlenir ve ilk YAŞ şurasında atılma sırasının kendisine gelip gelmediğine bakar.
Eşi kapalı ise risktir. Çocuğunu hangi kursa gönderdiği, dine yatkın olup olmadığı, yakın akrabaları içinde dini bağlılıkları kuvvetli olanların var olup olmadıkları araştırılır. Fişleme dosyasına bir işaret konulur. Batı çalışma grubu senelerce bu vazifeyi icra etmiştir. Oraya göreve seçilenler de Batı çalışma grubunu ruhuna uygun kişilerdi. Yüze dost ama aslında düşman. Ulu orta dini konuları açan, dini meseleleri tartışan biri varsa bilin ki o batı çalışma grubunun etkili bir elemanıdır ve av peşindedir. Öyle bir sohbette dine nasıl saldırılabileceğini tahmin etmek zor olmasa gerektir.”

LOJMANLARDA OTURMAK NE KADAR SOSYAL?
“Lojmanlar büyük ölçüde halktan tecrit edilmişlerdir. Lojmanlarda oturma süreleri ve subay ve astsubaylara tahsis oranları dolayısı ile daha uzun süreler lojman imkanlarından faydalanma hakkına sahip olan subaylar maalesef astsubaylara oranla halktan daha fazla kopuk yaşamaktadırlar. Son dönemde yaşanan terör olayları askerlerin daha fazla kabuklarına çekilmelerine sebep olmuştur. Aslında bu kaçınılmaz bir durumdur. Aşmak için farklı yöntemler bulunmalıdır fakat istihbarat açısından güvenilirlik göz önünde bulundurulmak zorundadır.”

HALKA YAKIN OLMAK
“Halkın değerlerine yabancı olmak: Burada iş siyaset yaklaşımına gelmektedir. Askerlerin gözünde toplum siyasi partilerin gruplarıdır. Dini yaklaşımı olan insanların her biri ise dine yakın partilerin adamlarıdır. Bu yüzden yaklaşmak yanlıştır. Yaklaşanlar kendi başlarına çorap örerler. Burada bir parantez açmakta yarar vardır. 28 Şubat sürecinin siyasi kahramanları maalesef siyaseti dine alet etmişlerdir. Siyasi emelleri için dindar subay ve astsubaya yakınlaşmayı ve çıkar sağlamayı marifet saymışlardır. Askerlerin hassasiyetini algılayamamışlar ve aldıkları oyları direk resmileştirme girişimlerinde bulunmuşlardır.”

AVCI: SİSTEM MİLLETİN DEĞERLERİ İLE ÇATIŞIYOR
Demokrat Eğitimciler Sendikası Genel Başkanı Gürkan Avcı ise, TSK'daki mevcut eğitim sisteminin milletin değerleri ile çatıştığını söyledi. Avcı, konuyla ilgili şunları söyledi: “Özellikle 27 Mayıs askeri müdahalesinden sonra ordu içinde güçlenen ve örgütlenen ayrık otları askeri okullarda Marksist, Leninist, ateist, mason ideoloji ve kültürünü egemen kılmaya çalışmışlardır. TSK'da ne yazık ki manevi dünyaları sapkın düşüncelerle dolu bazı paşaların ve askerlerin sayısı hızla artmış, TSK'ya ait askeri liseler ve harp okullarında verilen eğitimde manevi alan ihtiyacı yeterince karşılanmamıştır. Oysa, ağzından ‘Allah, Allah' nidalarını eksiltmeyen Mehmetçiğin komutanları, yaşam biçimleriyle onlara örnek olmalıdır. Paşaların bir elinde Kur'an diğer elinde bilgisayar olsa ve alnı secde görse yani milletin değerleriyle örtüşse irtica mı gelir? Bence irtica değil itibar gelir. Namazında niyazında olan paşaların yönettiği TSK'da ne darbeci, ne cuntacı, ne de hortumcu olur. Bu nedenle Genelkurmay, vakit geçirmeden TSK içindeki ayrık otlarını temizlemeli ve TSK'daki eğitim sistemini milletin değerleriyle çatışmaktan kurtarmalıdır. Kısacası TSK'daki eğitim sistemi tekrar Peygamber Ocağı haline getirilmelidir.”

TEK TARAFLI TEVHİD-İ TEDRİSAT
“Bugün TSK'nın en büyük sıkıntısı dinden tecrit edilmiş bir eğitim sistemi ve bu eğitim sistemi ile yetişmiş ve bürokrasinin önemli kademelerini işgal eden kadrolardır. Askeriyede, milletle yabancılaşan, milletle inatlaşan, Meclis'in verdiği kararları tanımayan, gücünü aldığı milletin iradesine tabi olmamakta ısrar eden bir yapı varsa, bütün bunun temelinde tek taraflı tevhid-i tedrisat anlayışına bina edilmiş olan eğitim sisteminin yetiştirmiş olduğu nesillerin ortaya çıkardığı bir problem yatmaktadır.”
habervaktim

En büyük tehdit ve tehlike
Mehmet Şevket EYGİ

"TÜRKİYE için en büyük tehdit ve tehlike irticadır" deyip duruyorlar. En ve ve'yi saymazsanız altı kelimelik bir cümle... Hemen bazı açıklamalar ve düzeltmeler yapmak lazım geliyor.

Birincisi: Türkiye için diyorlar... Türkiye kelimesinin yerine bizim, bizim sistemimiz, bizim saltanatımız, bizim ideolojimiz demeleri daha doğru olurdu.

İkincisi: İrticadan kasıtları da İslam dini ve Müslümanlardır.

İslam Türkiye kimliğinin, Türkiye adındaki bir ülkenin varoluşunun ana faktörüdür. Niçin tehlike ve tehdit olsun/oluştursun?

Çoğunluğu oluşturan Müslüman halk için böyle bir tehdit ve tehlike mevzuu bahis değil.

Bu tehlike ve tehdidi, resmî ideolojiyi din gibi benimseyen egemen bir azınlık uydurmuştur.

Tehdit ve tehlike yaygaralarının ardında büyük rantlar da var. Türkiye çok büyük bir çiftlik ve birileri yakın tarihimizde bu çiftliği işleterek trilyonlarca dolar vurdu.

Çoğunluğu teşkil eden Müslümanlar için din kötü değildir, irtica tehdit değildir; aksine en büyük nimet ve iyilik kaynağıdır.

Müslümanlara göre kötülük, tehdit ve tehlikeler şunlardır:

Küfür,

Şirk,

İrtidat,

Dinsizlik,

Fısk ve fücur,

Nifak şikak,

Fitne ve fesat,

Fuhşiyyat (Azgınlık),

Millî kimlik ve kültüre yabancılaşma,

Adaletsizlik/Zulüm...

Türkiyeyi yeniden Hıristiyanlaştırmak isteyen misyonerler, Haçlılar, Evangelistler için İslam tehdit ve tehlikedir.

Kripto Yahudiler için en büyük tehdit ve tehlikedir.

Kripto Ermeniler için de.

Siyonistler ve İsrail gözünde.

Sabataycılar için ne en en en büyük ve korkunç tehdit ve tehlikedir.

Onların irtica irtica irtica diye yaygara kopartmalarına bakmayınız. Kasd ettikleri İslam'dır, Müslümanlardır.

Bence hiç de tehdit ve tehlike değil.

İslam kurtuluştur, izzettir, haysiyettir, barıştır, sosyal uzlaşmadır, mutluluktur.

Bu ülke, bu halk, bu devlet için en büyük tehlike İslam ve Müslüman düşmanlarının bozuk ideolojisidir.

Millî Gazete

Atürkçülük / Kemalizm Kültü
Mehmet Şevket EYGİ
24 Ekim 2010

ATATÜRKÇÜLÜK ve Kemalizm: Mustafa KemalPaşa ile isminden başka ilgisi olmayan, onun ölümünden sonra, 1938'den sonra üretilmiş bir ideoloji ve külttür.

Kimler tarafından?.. Beyaz Türkler, Sabataycılar, Kriptolar ve Benzetilmişler tarafından.

Bu ideoloji Türkiye halkının evrensel haklarına, hürriyetlerine uygun mudur?..Değildir.

Demokrasiye uygun mudur?.. Değildir.

Türkiye'nin kimliğine ve millî kültürüne uygun mudur?.. Değildir.

Bu ideoloji Türkiye'nin resmî ideolojisi midir?.. Evet, şu anda onun kavgası yapılmaktadır.

Bu ideoloji Türkiye'yi Japonya, Güney Kore gibi ilerletmiş, güçlendirmiş midir?..Bu sorunun cevabını hür fikirli, hür vicdanlı insanlar versin. İster sağcı, ister solcu...

Türkiye'de bir Atatürk kültü (tapınma) var mıdır?

Kemalistler Anıt-Kabir'i bir tapınak haline getirmiş midir?

Türkiye'deki millî eğitim resmî ideoloji üzerine kuruludur.Onu yaşatmak ve ayakta tutmak için faaliyet göstermektedir.

Dünyanın medenî, demokrat, hukukun üstünlüğünü kabul etmiş, evrensel insan haklarına bağlı ve saygılı ileri ve ciddî devletlerinde resmî ideoloji var mıdır?Hiçbirinde yoktur.

Türkiye'deki "fabrike" Atatürkçülük ile İslam dini bağdaşır mı?.. Bağdaşmaz.

Vesayet sistemi taraftarları resmî ideolojiyi kullanıyor mu?.. Kullanıyor.

Türkiye'yi ziyaret eden yabancı devlet başkanları Anıt-Kabri ziyaret etmeye mecbur mudur?..Mecburdur. Sadece İran Cumhurbaşkanı ve Suudî Arabistan kralı ziyaret etmez.

Bir din gibi empoze edilen resmî ideoloji ile din ve inanç hürriyeti bağdaşır mı?

Atatürk'ü Koruma Kanunu âdil bir kanun mudur? Değildir. Çünkü şahıslar için kanun yapılmaz.

Atatürkçülüğü ve Kemalizmi tenkit etmek suç mudur? Bazılarına göre suçtur ve onlar bu suçu işleyenlerin cezaevine tıkılmasını isterler.

Resmî ideolojiyi ne yapmak lazımdır?.. Resmîlikten çıkartmak, özelleştirmek lazımdır. İnanan inansın, inanmayan inanmasın, hiçbir vatandaşa bu konuda baskı yapılmasın.

Milletvekili olmak için yapılan yemin âdil midir, doğru mudur?.. Bence değildir.

Atatürk kültü hak mıdır, bâtıl mıdır?

Atatürkçülere veya Kemalistlere şunu tavsiye ederiz: Atatürk Partisi (AP) adında bir parti kursunlar, yurt çapında teşkilâtlansınlar, seçimlere girsinler, kazanırlarsa iktidar olup ülkeyi idare etsinler... Lakin, kesinlikle halkın temel hak ve hürriyetlerini kısıtlamasınlar.

Atatürk partisi kurulursa yüzde kaç oy alır dersiniz?.. Hele bir kurulsun, seçimlere girsinler, o zaman bu sorunun cevabı bilinir.

Düzmece Atatürkçülük veKemalizm en fazla kime zarar veriyor?.. Mustafa Kemal Atatürk'e zarar veriyor.

Millî Gazete

İşte "ilköğretimde ajan subaylar"ın belgesi



Çarpık zihniyetin bir belgesi daha ortaya çıktı. Milli Güvenlik dersine giren subaylara istihbarat zorunluluğu getirildiği belirlendi.

Serbest ÖZDEN'in haberi

Milli Güvenlik dersine giren subayların her ay düzenli olarak rapor hazırladığı ortaya çıktı. Öğretmenlerin siyasi düşüncelerinden öğrencilerin giyimine, etkinliklerden panoya asılan ilana kadar her şey Karargâha bildirilmiş.

Milli Güvenlik Bilgisi dersleri için görevlendirilen subayların gittikleri okullarda yöneticileri, öğretmenleri ve öğrencileri fişledikleri ortaya çıktı. Milli Güvenlik Bilgisi öğretmenlerinin okullardaki birçok faaliyeti 'irticai' etkinlik diyerek üstlerine rapor ettikleri belirlendi. 9. Kolordu Komutanlığı'nın bulunduğu Erzurum'da subayların "Milli Güvenlik Bilgisi Öğretmenleri Kontrol Formu" adı altında bir belgeyi her ay düzenli bir şekilde doldurarak üstlerine verdikleri tespit edildi.

Formdaki tartışmalı sorular

Milli Güvenlik dersinin dışında okulla ilgili 25 sorunun bulunduğu formlarda öğretmen subayın görüş ve tespitlerinin olduğu bir de bölüm yer aldı. Subayların bağlı olduğu Erzurum İnşaat Emlak ve NATO Enfrastrüktür Bölge Başkanlığı, hazırlanan 'Kontrol Form'larını 9. Kolordu Komutanlığına gönderdi. Formlarda bayan öğretmen ve kız öğrencilerin başörtüsü takıp takmadıkları, kız ve erkek öğrencilerin ayrı ayrı mı yoksa aynı sınıflarda mı eğitim gördükleri, velilerin kıyafetlerinin 'çağdaş' olup olmadığı, okul kütüphanesinde yıkıcı-bölücü irticai içerikli doküman olup olmadığı, törenlerin ciddiyetle yapılıp yapılmadığı, okul harcamalarında İslami sermayenin etkisinin olup olmadığı gibi birçok soru yer aldı. Kontrol Formları ile birlikte Milli Güvenlik Bilgisi öğretmeni subayların okullarla ilgili hazırladığı raporların 9. Kolordu Komutanlığı tarafından 3. Ordu Komutanlığına mesaj çekildiği de görüldü.

Müdür ilahi dinliyor

Erzurum'daki Ilıca Yavuz Selim Anadolu Öğretmen Lisesinde Milli Güvenlik öğretmeni olarak görev yapan Elektronik Yüksek Mühendisi Kıdemli Yüzbaşı Mustafa Can A, 2007'de her ay fişleme raporu düzenlemiş. 9. Kolordu Komutanlığı'na gönderilen raporlar Milli Güvenlik Bilgisi Dersi Öğretmenleri Kontrol Formu başlığıyla hazırlanıyor ve raporların ilk sayfasında 'doldurulması gereken aylık kontrol formu' yazması dikkat çekiyor.

Bilgisayar ortamında hazırlanan ve şablon olarak 25 soru içeren formlarda öğretmenlerin detaylı fişlemelerini yazabileceği 'tespit edilen diğer hususlar' başlıklı ayrı bir bölüm de bulunuyor. Şubat ayındaki raporda 25 madde içerisinde yer alan 'Öğretmenler arasında başta irticai olmak üzere yıkıcı-bölücü faaliyetleri destekler mahiyette konuşan ve irticai-yıkıcı- bölücü mahiyette yayın yapan gazete ve dergileri okuyan var mı? Sayısı ve isimleri nelerdir?' sorusu dikkat çekiyor. Düşünceler kısmında Yüzbaşı A., bu soruyu şöyle cevaplıyor: "Öğretmenler genelde Kanal 7, Zaman ile Yeni Şafak gazetelerinin sitelerine girip bu yayınlar takip ediliyor." Değerlendirme bölümünde ise Yüzbaşı A, okul müdürünün odasına girdiğinde gördüğü manzaraya da fişleme notunda şu şekilde yer veriyor: "Kendisinin çalışma esnasında çocuk gruplarının söylediği ilahi müziklerini dinlediğini duydum."

Bordrolar da dosyada

Mart ayında tespit ettiği hususları da ayrıntılarıyla anlatarak raporlaştıran Yüzbaşı A, bilgisayar laboratuvarmdaki 'sakıncalı' olduğunu düşündüğü CD'leri fotoğraf-layarak üstlerine bildirmiş. 18 Mart Çanakkale Şehitlerini Anma Günü dolayısıyla hazırlanan yazı ve afişler için 'dini içerikli metinler kapsamaktadır' notu düşen Yüzbaşı, birçoğunu fotoğraflayarak 'belgelediği' istihbarat faaliyetlerinin bazılarını şöyle anlatıyor: "Okul yemekhanesinde öğle yemeği sırasında 'Bismillahirrahmanirrahim. Allah'ımıza hamdolsun, milletimiz var olsun. Afiyet olsun. Sağol' şeklindeki duanın ardından okul müdürü 'Şu yapılan dua ne güzel. Bunu Ankara'da hiçbir okulda bulamazsınız' demiş 'Niye Milli Eğitim Bakanlığı bütün okullarda bunu uygulamıyor mu?' diye sorduğumda ise 'Orada cesaret edemiyorlar' diye cevap vermiştir." Tesettürle derse giren bayan öğretmenin bulunmadığını anlatan Yüzbaşı A, 2 kız öğrencinin başörtüsüyle gelip gittiklerini vurguluyor. Yüzbaşının, öğretmenlere ait isim listesi ile maaş bordrolarını dahi fişleme belgelerinin arasına alarak 'gizli' koduyla karargaha rapor etmesi dikkat çekiyor.

"'Dini şiirler okudular'

Yüzbaşı Mustafa Can A, 2007'nin Nisanındaki kontrol formunda Kutlu Doğum haftası dolayısıyla gerçekleştirilen etkinlikleri raporlaştırdı. Okulda 'dini içerikli' bir toplantı düzenlendiğini belirten Yüzbaşı A., program dolayısıyla öğleden sonraki Milli Güvenlik derslerinden tam yapılamadığını söyleyerek şöyle devam ediyor:

"Okulun tüm Öğrenci ve öğretmenin ile Ilıca Kaymakamı, Belediye Başkanı Milli Eğitim Müdürü ve Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden bir öğretim üyesinin (Doç) yer aldığı yaklaşık 200 kişinin katılımıyla konuşmalar ve görüntülü sunum yapılmıştır. Etkinlik Atatürk ve şehitler adına saygı duruşu, İstika Marşı'nın okunması ile başlamıştır. (Büyük boy Türk bayrağı asılmıştır) Daha sonra okul müdürünün günün önemini öven konuşması, Peygamberin hayatını anlatan film, çok sayıda öğrencinin kız erkek karışık) okuduğu dini şiirler, hikayelerle devam etmiştir."

'Velilerin kıyafeti çağdaş değil'

Ilıca Yavuz Selim Anadolu Öğretmen Lisesi'nde Milli Güvenlik öğretmeni olarak Yüzbaşı Mustafa Can A.'nın ardından İstihbarat Binbaşı Ali Rıza D. görevlendiriliyor. Binbaşı D. de aylık fişlemelere önceki subaylar gibi devam ediyor. Kasım 2007'deki Kontrol Formu'ndaki 'Okul kütüphanesinde yıkıcı-bö-lücü-irticai içerikli doküman var mı?' sorusunun karşısına 'Henüz tespit edilememiştir' notunu düşen Binbaşı D, okulda mescit bulunmasını ayrıntılı şekilde rapor ediyor.

Mescitte seccade ve tespih var

Binbaşı D., Erzincan'daki 3. Ordu Komutanlığı'na bu durumu şöyle iletiyor: "17 Ekim 2007 günü saat 14.00'de teneffüs sırasında bazı öğrenciler öğretmen tuvaletinin yanında oluşturulan mescitte namaz kılıyordu. Mescit halen faaliyette içeride halı, seccade ve tes pihler mevcut." Binbaşı Ali Rıza D., Aralık ayı raporunda da öğrencilerin mescitte namaz kılmaya devam ettiğini bildiriyor. Tarihi belli olmayan bir başka Kontrol Formu'nda ise Şükrü Paşa Lisesi'nde Mili Güvenlik Bilgisi dersine giren Binbaşı Şahin I.'nın ilginç gözlemleri dikkat çekiyor. Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar kısmında yer alan 'Okulda görevli olmadığı halde sık sık okula gelen çağdaş kıyafetli olmayan personel var mıdır? Kimlerdir?' sorusuna Binbaşı, "Bazı öğrenci velileri" cevabını veriyor. 'Bayan öğretmenlerin kılık kıyafet yönetmeliğine göre davranışları' kısmının karşısına Binbaşı I, "Bir öğretmen ders bitiminde okul sınırlarını terk etmeden türban giymektedir" notunu düşüyor. Binbaşı, diğer bir gözlemini de şöyle aktarıyor: "Birkaç öğrencinin iritcai yayınları okula getirdiği görülmüştür (Sızıntı Dergisi)."

Peygamber sevgisini bile fişlemişler

Erzincan'daki 3. Ordu Komutanlığına gönderilen fişlemelerde kutsal değerler hedef alınıyor. Peygamberimizin sözleri, öğretmenlerin namaz kılmak için düzenlediği oda, öğrenciler arasında Kutlu Doğum Haftası dolayısıyla düzenlenen yarışmalar ve yurt binası rapor halinde düzenlenmiş. Rütbeli öğretmenler, okul panolarında asılan ilanları dahi fotoğraflayıp karargaha 'mesaj formu' olarak göndermiş.

'Hocam elleme çarpılırsın'

Erzurum İmam Hatip Lisesi'nde asılan bir ilan dikkat çekmiş. 'Resûlullah'ı Sevmek' başlıklı ilandaki hadisler ile Prens Bismark'ın Hz. Muhammed'i anlattığı sözü 'sakıncalı' bulunarak komutanlığa rapor edilmiş. 16 Kasım 2006 tarihli mesaj formu, İstihbarat Binbaşı Ogün S. tarafından hazırlanmış. Binbaşı, Milli Güvenlik dersi esnasında tespit edildiğini belirttiği olayı ayrıntılarıyla anlatıyor. Mesajın konusu 'Erzurum İmam Hatip Lisesi'nde sınıflara asılan ilan' olarak yazılmış. Müsaade Eden Muharebe Kurmay Albay Kurmay Başkanı Mustafa Ş, yazılı fişlemenin gerekçesi maddeler halinde şöyle sıralanıyor:

1-Sınıflarda Atatürk resminin hemen altında 'Peygamberi sevmek' ve 'Risale-i Nur Külliyatı'ndan bir bölümün bulunduğu bir ilanın asıldığı Milli Güvenlik Bilgisi dersi esnasında tespit edildiği,

2- Konu ile ilgili yapılan araştırmalar neticesinde söz konusu ilanların Serince Mağazaları ve Erzurum Kültür ve Eğitim Vakfı katkılarıyla hazırlandığı... Bu kurumların Mehmet Kırkıncı grubu ile iltisaklı olduklarının öğrenildiği,

3- Öğrencilere 'Bunu buraya neden astınız?' diye sorulduğunda "Hocam sakın ellemeyin çarpılırsınız" dediklerinin öğrenildiği ve ilan ekte sunulmuştur.

Kutlu doğum yarışması sakıncalı

Erzurum Ilıca Yavuz Selim Anadolu Öğretmen Lisesi'nde Kutlu Doğum Haftası dolayısıyla düzenlenen kompozisyon, şiir ve makale yarışması karargaha rapor edilmiş. Milli Güvenlik dersi öğretmeni İstihkam Binbaşı Ali Rıza D, okul panosunda asılan 6 Mart 2008 tarihli yazıyı iki gün sonra fotoğraflayarak üst mercie rapor etmiş. Binbaşı, Erzurum Müftülüğü tarafından okullar arasında düzenlenen yarışmayı da sakıncalı görmüş. Yarışma konularının din, kardeşlik, sevgi ve barış, birlik ve beraberlik yazdığı sayfa da üstlere iletilmiş.

Subay eşleri ajan gibi kullanılıyor

Fişleme notlarında, subay eşlerinin istihbarat subayı gibi kullanıldığı görülüyor. Erzurum'daki Saltukbey İlköğretim Okulu ile ilgili İstihbarata Karşı Koyma Güvenlik Subayı İstihbarat Yüzbaşı Ahmet E, konuyla ilgili gelişmeleri bildireceğini belirttiği raporlama çalışmasında elde ettiği bilgileri şöyle anlatıyor: "4. Zırhlı Tugay Komutanlığı'nda görevli subay-astsubay eşlerinden elde edilen bilgilere göre: Öğretmenlerin bir kısmının girişimiyle okul müdürünün odasının yanında bulunan odanın namaz kılmak için düzenlendiği, gerekli paranın öğretmenlerden gönüllülük esasına göre toplandığının ilgi ile bildirildiğinin..."

Namaz raporu

Namaz kılmak için düzenlendiği ileri sürülen odanın fotoğrafları gizlice çekilmiş. 3. Ordu Komutanlığı'na iletilen fotoğraflar arasında farklı kareler yer alıyor. Oda boş iken, namaz kılanların bulunduğu sırada ve odanın dıştan görünüşü tek tek tespit edilmiş.

BUGÜN

Anahtar Kelimeler: ajan subaylar Milli Güvenlik dersi

Ajan Öğretmenlerin Şok Eden 2. Marifeti

11 Kasım 2010

Erzurum'daki okullarda Milli Güvenlik derslerine giren subayların "Kontrol Formu" adı altında tuttuğu fişleme belgeleri için Milli Eğitim Bakanlığı devreye girdi.
Milli Güvenlik dersine giren subayların fişleme skandalıyla ilgili Bakan Çubukçu inceleme başlattı. Bu derslere artık branş öğretmeni girmesi için hazırlık yapılıyor.

9. Kolordu Komutanlığı'nın bulunduğu Erzurum'daki okullarda Milli Güvenlik derslerine giren subayların "Kontrol Formu" adı altında tuttuğu fişleme belgeleri için Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) devreye girdi. BUGÜN'ün dün manşetten “Her lisede bir ajan öğretmen” başlığıyla manşetten duyurduğu Erzurum'da Milli Güvenlik derslerine giren subayların yaptığı fişleme skandalıyla ilgili Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu'nun talimatıyla inceleme başlatıldı. Çubukçu, BUGÜN'e yaptığı açıklamada Erzurum İl Milli Eğitim Müdürlüğü'ne 'inceleme başlatın' talimatı verdiğini söyledi.

Ajan öğretmene okul yasağı

Konuyla ilgili önemli bir adım daha atan Milli Eğitim Bakanlığı, Milli Güvenlik derslerine rütbeli askerlerin girmesini engellemeye hazırlanıyor. Milli Eğitim Bakanı Çubukçu, rütbeli askerlerin derslere girmesini yanlış bulduğunu açıkladı.

Eğitim-Bir-Sen'in önerisi

Kızılcahamam'da yapılan 18. Milli Eğitim Şûra'sında Milli Güvenlik dersine pedagojik formasyonu olmayan rütbeli askerlerin girmemesine yönelik karar alındı. Eğitim-Bir-Sen'in önerisi üzerine 18. Milli Eğitim Şûrası kararlarına rütbeli askerlerin bu derslere girmemesi gerektiğine yönelik kararda eklendi. MEB de bu kararı en kısa sürede hayata geçirmeyi planlıyor. Meclis'te Plan-Bütçe Komisyonu'nda Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi görüşülürken CHP milletvekilleri Şûrada alınan bu kararı eleştirdi. Bakan Nimet Çubukçu ise "Şûrada alınan kararlar tavsiye kararları, ama eğitim alanında en yüksek istişare kurulu. Tartışmaya açık ama demokratik bir ortamda oluştuğunu kabul etmek gerekiyor. Kendime yol gösterici olarak alacağım kararlar oldu. Bunlar artık tartışılması gereken konular. Türkiye bugün bunları aşabilecek konumdadır. Milli Güvenlik derslerine üniformalı askerlerin girmesini hâlâ aynı yöntemle devam ediyor olmasını doğru bulmuyorum" dedi. Milli Eğitim Bakanlığı'nın Milli Güvenlik derslerine rütbeli askerlerin yerine Sosyal Bilgiler branş öğretmenlerinin girmesini planladığı öğrenildi. Bakanlık, öğrencilerin üniformalı askerler ile muhatap olmasını istemediği belirtiliyor.

Öğrencilerin maddi durumu bile fişlenmiş

Erzurum'daki birçok lisede Milli Güvenlik dersine giren subayların okul, öğretmen ve öğrencilerle ilgili fişleme raporlarına yenileri eklendi. Malatya Battalgazi İmam Hatip Lisesi öğrenci ve öğretmenleri için yapılan formlarda “Öğrencilerin maddi durumu” diye madde bulunuyor.

Milli Güvenlik derslerine giren subayların yaptığı fişleme skandallarının ardı arkası kesilmiyor. Malatya Battalgazi İmam Hatip Lisesi öğrencileri ile öğretmenleri için ayrı ayrı oluşturulan formlarda akıllara durgunluk verecek maddeler bulunuyor. Malatya Battalgazi İmam Hatip Lisesi'nde Milli Güvenlik derslerine giren subayların özel hazırlanan formları kullanarak öğrenci ve öğretmenleri fişledikleri belirlendi. 'Milli Güvenlik Bilgisi Dersi (MGBD) olan okullarda MGDB öğretmeni görevlendirme ve okul kılık kıyafet yönetmeliğinin uygulama durumu çizelgesi" adıyla hazırlanan belge ile okula başörtülü gelen öğrencilerin tespitinin amaçlandığı belirlendi. Derslere giren subaylara, fişleme için 'kontrol formu' bile verildiği belirlendi. Çok ayrıntılı hazırlanmış kontrol formundaki maddeler dikkat çekti. Sadece başörtülü öğrencilerin değil öğretmenlerin de fişlendiği anlaşılan belgede asıl görevi ders anlatmak olan bir subayın dersten çok istihbarat toplamakla meşgul olduğu tespit edildi.

Her bilgi kayıt altında

Öğretmenler için özel olarak hazırlanan 'Millî Güvenlik dersi öğretmenleri için kontrol formu'nda şu bilgiler kayda geçirilmiş: "Türbanlı derse giren öğretmenin olup olmadığı. Kız öğrencilerin beden eğitimi dersine girip girmediği. Anma ve kutlama yıldönümleri için gerekli törenlerin yapılıp yapılmadığı. Okulun finansmanında İslami sermayenin etkisinin olup olmadığı. Öğretmenler arasında başta irtica olmak üzere yıkıcı bölücü faaliyetleri destekleyen, bu yayın yapan gazete ve dergileri okuyan personel varlığı, sayısı ve isimleri. Okul kütüphanesinde irticai yayın olup olmadığı. Okula devam eden öğrencilerin maddi durumu."

Müdürü de fişlemişler

Malatya Battalgazi İmam Hatip Lisesi Milli Güvenlik Bilgisi öğretmenin verdiği bilgiler ışığında okul başlangıcında kaç öğrencinin başörtülü olduğu ve bunların okula nasıl kayıt yaptırdığı da araştırıldı. Bundan sorumlu olarak görülen okul müdürü de fişlendi. Malatya İl Jandarma Komutanı Kurmay Albay Ali Ayöz imzalı yazıda okul müdürü için şu ifadeler kullanılmış: "2001-2002 eğitim ve öğretim yılında Malatya Anadolu İmam Hatip Lisesi'nde kılık kıyafet yönetmeliğine uymayan 22 öğrencinin bizzat müdür B.B. tarafından okula yerleştirildiği ve müdürün dini motifli terör örgütler
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cum Ksm 12, 2010 1:23 am tarihinde değiştirildi, toplam 4 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Eyl 26, 2010 3:28 am    Mesaj konusu: CHP’NİN ALKOLLÜ LAİKLİĞİ Alıntıyla Cevap Gönder

CHP’NİN ALKOLLÜ LAİKLİĞİ

Oğuz Gürses



Laiklik siyasî bir kavram...

Alkol ise kimyevî bir madde...

Laiklikle alkolün ne gibi bir ilgisi olabilir?

-Türkiye’deki tuhaf durumu saymazsak- Hiçbir ilgisi yok...

Türkiye’de ise...

CHP’yi kuran kadrodan başlayarak (1)......

Bir alâmet-i farika/bir şeyi benzerlerinden ayıran şey...

Marka...

Logo gibi bir şey...



Laikliği dinin yerine ikame etmeye çalışmak gibi olmayacak bir işe soyunan bu kadro...

Adına “modernleşme/Avrupaîlik/Batılılaşma/laiklik” de dedikleri bu sun’i/yapay/uydurma yeni dinin...

İmanının şartlarından en birincisi:

“Eski kafalılık”tan kurtulmak istiyorsan önce kafayı çekecen”...



Matiz olacan...

Bunu bütün dünya görecek...

Ve...



“Afferim şu Türklere sonunda hidayete erdiler... Hak yolunu buldular... Ne mutlu onlara aynı bizim gibi oldular” diye takdirlerini belirtecekler...

Yoksa...

Yani içmezsen bu mereti...

Ağzına bile sürmezsen...

Sen orta çağın karanlıklarından arta kalan iflah olmaz bir gerici/mürteci/irticacı şeriatçısındır ki...

Senin bu topraklarda değil öğrenim görmen, iş bulman, iş kurman, terfi etmen, makam mevki sahibi olman...

Yaşaman bile haramdır haram...

***

Tam olarak böyle başlamıştı bizim batılılaşma maceramız...

Bir gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenirse ne olursa öyle oldu?

Sonunda alkol gibi kimyevî bir madde Laiklik gibi siyasî bir kavramın ayrılmaz bir parçası haline geldi...

Bu uyduruk dinin “Laiklik adam olmak demektir”le başlayan en abuk zikirleri, dönüp dolaşıp günde kaç kadeh içtiğine, bir “büyük” devirip devirmediğine gelip dayanıyor ve siyasette, idarî, adlî, askerî bürokraside yükselmenin en birinci kriterini bu sihirli kimyevî maddeye olan bağımlılının derecesi oluşturuyordu...

Çok az içiyorsan, “şüpheli şahıs”sın..

Orta derece bağımlıysan “eh”...

İleri derece bağımlıysan...

“Açıl susam açıl” misâli önünde bütün kapılar açılıyordu...

Ahlâk, fazilet/erdem, irfan, kültür, zekâ, ehliyet, dirayet, kabiliyet/yetenek...

Gibi gerici vasıflar ise çöp sepetine atılıyordu...

İsterse dünyanın en Ahlâklı, faziletli/erdemli, irfanlı, kültürlü, zekî, ehliyetli, dirayetli, kabiliyetli/yetenekli insanı ol...

İçmiyorsan hiçbir şansın yok...

“Haydi şerefe”...

“Haydi yarasın”...

***

Dünya değişiyor...

Ama mutluluğu “rakı şişesinde bir balık” olarak yaşamaktan ibaret sayan CHP zihniyeti milim değişmiyordu...

Bakın, üniversite rektörlüğü yapan bir kişiyi Antalya belediye başkanı yaptılar...

Rektörlüğünü yaptığı üniversitede, rektörlüğü boyunca hiçbir ulusal veya uluslarası hiç bir bilimsel başarıya imza atmamış bu kişi, niçin belediye başkanı yapıldı?..

Çünkü alkolle arası gayet iyi idi...

Yemişim bilimsel başarıyı...

Rektörlüğü boyunca Üniversiteye türbanlı bir tek öğrenci veya öğrenci yakınını ayak bastırmadı...

Binlerce müslüman öğrencinin okuduğu üniversite de namaz kılmak için bir küçük odacık bile tahsis ettirmedi...

Bol bol laiklik nutukları attı, bol bol bu millete gericiler, geri kafalılar diye hakaretler savundu...

Milletin dinine imanına hakaret edilen ne kadar toplantı, gösteri, panel seminer varsa hepsine en önde katıldı...

En önemlisi de üniversite bütçesinden bol alkollü ziyafetler, toplantılar davetler tertib etti...

Bütün marifeti bundan mı ibaret?..

Adam sapına kadar/körkütük laik...

Yani CHP kriterlerine göre süpermen...

Daha ne olsun?

Belediye Başkanı olduğundan beri tek göze görünen icratı ise...

Oktoberfest...

Anlamadım...

Ne fest ne fest?

"Oktoberfest"...

?

[Octoberfest ya da Türkçe çevirisi ile Ekim festivali, Almanya'nın Bavyera eyaletinin Münih kentinde her yıl Eylül ayının son günleri ve Ekim ayının ilk günlerinde düzenlenegelen 2 hafta süren bir festivaldir. Her yıl yaklaşık 6 milyon kişinin katıldığı bu festival Münih şehrindeki en ünlü olaydır.

Festival, geleneksel olarak, Ekim ayının ilk Pazar gününü de içine alacak şekilde 16 gün sürer. Almanyaların birleşmesinden sonra festivalin programı değiştirilmiş ve eğer Ekim ayının ilk Pazarı ayın 1'ine ya da 2'sine denk geliyorsa festivalin süresi ayın 3'üne yani Almanya Birleşme Günü kutlamalarına uzatılmaktadır. Festival, genellikle Almanlarca kısaca “d’ Wiesn” ya da “d'Waasn” olarak söylenen Theresienwiese ( Therese Alanı) isimli yerde yapılmaktadır. Festivalin en önemli özelliği biradır ve her sene festival kutlaması, Münih Belediye Başkanının büyük bir ahşap bira fıçısına çeşme çakması töreni ile başlar, Almanlar bu eylemi “O'zapft is!” (Bavyeraca: “Çeşmelendi!”) biçiminde seslendirirler. Bu kutlamalar için özel olarak bir Oktoberfest birası mayalanır ki bu bira hem tat hem de alkol bakımından biraz koyu renkli ve serttir. Bu bira Maß denen bir litrelik özel bardaklarda sunulur ve ilk mass Bavyera Başkanına ikram edilir. Sadece Münih'li bira üreticilerinin bu özel birayı sunmalarına izin verilir ve bu sunum adı Bierzelt olan binlerce kişinin sığabileceği devasa çadırlarda yapılır.]
(2)

Yahu bu Belediye başkanı çok içti de Antalya’yı Alamanya ile mi karıştırdı?..

Kafası dumanlanınca kendini Münih Belediye Başkanı filan mı sanıyor da; böyle bir kepazeliğe imza atıyor?

Onu bilmem...

Bilemem...

Ama Antalya’dan gelen haberler şöyle diyor:

[CHP'li Başkan'dan Bira Festivali

24 Eylül 2010
CHP'li Antalya Büyükşehir Belediyesi'nin düzenlediği Bira Festivali (Oktoberfest) başladı.

Oktoberfest'i Türkiye'ye getirdiği için eleştirilen Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Akaydın, Türkiye'ye örnek olmasını istediği festivali düzenlediği için çok memnun olduğunu, geri kalanın kendisini hiç ilgilendirmediğini söyledi.

Geçen yıl ilk kez yapılan ve bu yıl ikincisi düzenlenen festivalin açılışını Başkan Akaydın, büyük bir ahşap bira fıçısına çeşme çakarak yaptı. Fıçının önündeki çeşmeye tahta balyozla vuran Akaydın, bira festivalinin açılışını gerçekleştirdi.]
(3)

Haberin fotoğraflarına bakılırsa kafada Alaman şapkası, elde litrelik bira bardağı, yanında Alaman veya Alaman kıyafeti giydirilmiş göğüs dekolteleri derin sabi sübyan kızlarların arasında mayışmış bir başkan...

Tipik bir CHP’li...

Kendi halkının bütün inançlarına kültürüne, geleneğine göreneğine, giyim kuşamına kısaca hayat tarzına ölümüne düşman...

Evropalıların içkisinden, sıçkısına, zinasından fuhuşuna, kumarından uyuşturucusuna, her türlü sapıklığından azgınlığna yani bütün pisliğine ölümüne hayran...

Bir “halkçı”(!) ...

Hangi halkın “halkçısı” olduğu fotoğraflarda ayna gibi görülmüyor mu?

Sonra da..

Uzmanları toplayıp "biz niçin iktidar olamıyoruz" diye sormaları yok mu?

Bunlar öldürür insanı gülmekten...

Yahu uzmana ne hacet?..

Bak şu başkanının fotoğraflarına...

Gör halini de...

İstikbalini de...

Hadi şerefe...

Ben sizi tutmiiim...

Biranızın yanında ziftleneceğiniz... Kraeutersteak ve bratwurstlarınız (4) soğumasın ...

Son olarak AKP’lilere bir kıyak:

CHP’li başkanın bu festival fotoğraflarını afiş haline getirin ve şu yazıyı yazın: “Yöneticilerinizin bu fotoğraftaki CHP’li belediye başkanı gibi olmasını istiyorsanız oyunuzu AKP’ye değil CHP’ye verin”...

Türkiye’nin bütün bilboardlarını bu afişlerle donatın...

Sonra da yan gelin yatın...

Kafadan oyların yüzde 50’si sizin...


Dipnotlar:

1- [Salih Bozok’un anlattığına göre; alevler ‘Gavur İzmir’i’ bir kül yığınına dönüştürürken, Uşakizadelerin Göztepe’deki köşkünde bir ziyafet verilmektedir. “Fevzi Paşa Hazretlerinden başka herkes önündeki kadehleri zevkle doldurdu. Mezeler çeşitli ve nefisti. Fevzi Paşa içki içmediği halde kalamar tavadan tabağına öbek öbek alıyor ‘Bu İzmir’in kalamarı da pek başka oluyor, aman pek özlemişim diye afiyetle yiyordu. Velhasıl herkes son kertesine kadar sofradan ve başlayan geceden memnundu…”] (Mustafa Kemal’in yaveri Salih Bozok’tan nakleden İsmet Bozdağ, Latife ve Fikriye, İki Aşk Arasında, Truva Yayınları, s. 81-82)

2_ Bkz: http://www.incefikir.com/sor/oktoberfest+nedir
Uludağ sözlükte ise şunlar yazıyor bu festival hakkında: [oktoberfest
almanya'da düzenlenen ve bu yıl 173. sü yapılan dünyanın en büyük bira festivali. turizme katkısı açısından önemli bir yeri olmakla birlikte suç oranlarını artırması yönünden soğuk bakılan olay.
kendine özgü giysileri ve eğlenceleriyle dünyanın pek çok yerinden turist akınına uğrayan, biraların ise su gibi içildiği almanya nın ünü festivali.
ekim festivali diye dilimize cevrilebilir. güney almanya da, münih merkezli gerceklestirilir.
hansların gratellerin über über dolandıkları bir festival. biralar çok sağlam fakat fiyatı kol kadar. (bkz: über alles)
hürriyet'in bira ve göğüs festivali diye adlandırdığı festival. ilgi çekm ek için cinselliğin kullanılmasında son nokta. *
bu arada haberde ne alaka tam olarak bilmiyorum ama araya festivlain açılışına mustafa sarıgül'ün de katıldığını sıkıştırmışlar. burdan benim anladığım ya sarıgül bira içicisi ya da göğüs fetişisti. karısından da ayrıldığını hesaba katarsak aslında iki ihtimalin bir arada olma olasılığı çok daha yüksek.
iç eğlen uyuş-seviş örneği bir festival.
bu yıl 176. sı yapılan dünyanın en büyük bira ve bunun yanında göğüs sergileme festivali. 4 ekimde sona erecektir. bira yanında kraeutersteak veya bratwurst yenilir.
alkol, fuhuş, zina ve ahlaksızlık festivali.] http://www.uludagsozluk.com/k/oktoberfest/

3-) Aktifhaber .

4- Baharatlı domuz bifeği ve domuz sosisi


İtalya'da İrtica mı Hortluyor Ne: Dine ve Mukaddesata Sövmek, Mini Etek ve Dekolteli Elbise Giymek Yasaklandı
26 Ekim 2010

İtalya'daNapoli'ye bağlı bir ilçede mini etek ve dekolteli elbise giymek yasaklandı.

İtalya'da Napoli kentine bağlı ilçelerden Castellammare di Stabia'da, mini etek ve dekolte giysiyle dolaşmak yasaklandı. Yerel yönetimin yaptığı düzenleme, sayfiye beldesi olan Castellammare di Stabia'da mini etekle düşük belli kotla ya da dekolte giysilerle dolaşanlara, 25 ila 250 avro arasında para cezası kesilmesini öngörüyor.

Nüfusu 70 bin civarında olan ilçenin Özgürlükçü Halk Partisi'ne mensup Belediye Başkanı Luigi Bobbio, 40 maddelik yeni yasal düzenlemenin gerekçesini, "kentte herkesin medenice birarada yaşamasını özendirmek için kamu nizamını yeniden tesis etme" olarak özetledi.

Belediye meclisinde güvenlik işlerinden sorumlu Emekli General Luigi Mamone tarafından kaleme alınan yasal düzenleme, ilçe sakinlerinin kılık kıyafetlerine kısıtlama getirmesinin yanı sıra sokakta küfürlü konuşmayı, dine ve mukaddesata sövmeyi de yasakladı.
dine ve mukaddesata sövme
Parklar, meydanlar ve sokaklarda top oynamak, plaj haricindeki mekanlarda mayo ve bikiniyle dolaşmak, plaj tesisleri dışındaki yerlerde soyunmak ve denize girmek, çocuklara alkollü içki dağıtmak da yerel yönetimin yasaklar listesinde yer aldı.

Belediye Başkanı Bobbio, yeni düzenlemenin kente huzur getireceğini savunarak, "Burası, Palma di Majorca değil. Biz turizme açılmaya çalışan bir beldeyiz. Kimileri, sıcaklar basar basmaz, sokaklarda çıplak dolaşmayı adeta adet haline getirmişti. Buna dur deme zamanı gelmişti" dedi.

Sıradışı

Ya türban Türkiye'nin gündeminden düşerse...
AVNİ ÖZGÜREL
05/10/2010

Yıllar önce BBC’de ‘Dünyadaki Saçmalıklar’ adlı yapıma tesadüf etmiştim. Vakit geçsin diye açtığım TV’deki bir program sunucunun konuşmasından sonra ekran kırmızıya dönünce dikkatimi çekti, beklemeye başladım... Görüntü saniyeler içinde değişti. Kırmızılığın rüzgârla dalgalanan kumaş olduğu seçildi önce, ardından beliren ay-yıldızla bunun Türk bayrağı olduğu. Sonra bayrakla kaplı bir tepside Atatürk büstü taşıyan genç kız belirdi. Fonda deniz ve bir güverte görüntüsüyle çerçeve tamamlandı.. Taka kıyıya yanaştı, genç kız dikkatli adımlarla rıhtıma çıkınca resmi erkân hazır ola geçip büstü selamladı.. Ve sunucunun final cümlesi: ‘Türkler Atatürk’ün 1919’da İstanbul’dan Anadolu’ya gelişinin yıldönümünü kutluyor!..’

Ne zaman türban tartışması gündeme gelse ve ne zaman saçları tamamen açık genç kızlar laik cumhuriyet açısından tehdit oluşturmazken inançları gereği saçlarını örtmek istediklerini söyleyen genç kızların durumunun rejim açısından tehlike teşkil ettiği münakaşalarını işitsem yukarda anlattığım anım ve bizim büyük bir ciddiyetle sürdürdüğümüz tartışmayı yabancıların hangi duygularla izledikleri sorusu aklıma takılır..

Laik cumhuriyet açısından genç kızların saçının ne miktarda görülmesi uygundur? 1 cm görünmesi kâfi midir, yoksa 3 ya da 5 cm mi olmalı açıklık? Keza başörtüsünün nasıl bağlanmasının münasip olacağı meselesi.. Örtünün ‘geleneksel’ denilen tarife uygun bağlanmış olması sorun oluşturmazken farklı bağlama biçimlerinin rejim krizine varan boyuta tırmanışı..

Çakal diye hayvan var.. Avını öldürdükten sonra toprağa gömüp çürüten, birkaç gün bekleyip çürüttükten sonra yiyen bir hayvan..

Pek çok sorun karşısındaki tavrımız buna benziyor.. Herkese ‘Lanet olsun’ dedirttikten, konuyu mundar ettikten sonra çözüyoruz..

Alın işte: Siyaseti yıllar yılı meşgul eden mesele şimdi YÖK’ün aldığı idari kararla çözüm yoluna giriverdi..

İnanıyorum ki CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu belki parti tabanının duyarlılıklarını yansıtan açıklamalar yapacak ama Türkiye’yi ferahlatacak uygulamayı engellemek için hukuk kapısını zorlamayacak..

Geriye bakıp sormak hakkımız değil mi: Madem bu kadar basitti çözümün önünü açmak, neden bunca zaman kavga ettirdiniz millete?

Radikal

Sana bu kamusal alanlarda yer yok anne!
Cüneyt ÖZDEMİR
22 Ekim 2010

Sen ki iki ablama tek bir gün 'Başını ört' dememişsin. Sen ki 3 Atatürkçü aydın çocuk yetiştirmişsin, nafile??

Senin başının örtülü olmasından bu devlet korkuyor anne. Kapılar sana ve senin gibi başını örten kadınlara kapalı. Senin yüzünden okullarda çocukların başlarını kapatacaklarından korkuyorlar. Senin yüzünden başı açık kızların üniversiteye gidemeyeceğini düşünüyorlar. Senin ve senin gibi başı kapalı kadınlar yüzünden bu ülkenin bir ‘İslam Cumhuriyeti’ olacağını söylüyorlar.
Babamdan değil başın kapalı olduğu için senden korkuyorlar anne!
Sen ki iki ablama tek bir gün “Başını ört” dememişsin. Sen ki 3 tane Atatürkçü aydın çocuk yetiştirmişsin, nafile…
Sen başını senden korkanların sevdiği gibi onların sözleriyle ‘Anadolu usulü’ kapatıyorsun ama onlara bu da yetmiyor. Senin başörtünden biraz daha farklı başlarını bağladıkları için Cumhurbaşkanı’nın eşine küfür niyetine ‘sıkmabaş’ diyorlar. Başbakan’ın eşinin başı örtülü diye Canan Arıtman adında bir milletvekili “Araplar gibi giyinme” diye mektup yazabiliyor.
Ah benim öz be öz Ahıska Türkü annem bu kafatasçılar senin ve senin gibi başı örtülü kadınların Arap olduğunu zannediyorlar.
Anneciğim tek şansın üniversite çağını geçmiş olman. Bir de üniversite çağında olsaydın tarihin yüzkarası ‘utanç odaları’na alacaklardı seni. İkna olmazsan türlü şaklabanlıklar yapmaya zorlayacaklardı.
Boneyle, perukla, şapkayla girebilecektin bu ülkenin üniversitesine.
Bitirdikten sonra ise yallah evine…
Emekli asker babamın komutanları başı örtülü bir kadın ile yan yana gelmeyi kendilerine hakaret sayıyorlar.
Sana bu kamusal alanlarda yer yok, ağlama anne üzme beni…
Sana bunları anlattığımda savaşı kaybetmiş yenik bir komutanın titreyen sesiyle “Canları sağolsun” diyorsun ya..
Benim bu hoyrat adamlar karşısında canım hiç sağ olmuyor anne.
Başının örtüsü yüzünden biz çocuklarının yanlış anlaşılacağını düşündün durdun bunca yıl. Gizli gizli utandın…
Hiç utanma anne.
Senden korkanlar, utananlar utansın.
Devlet ana seni ve senin gibileri başınız kapalı diye sevmese de ben severim.
Sen benim anamsın.

Radikal

Yargı bağımsızlığı elden gitmiyor
Mehmet Şevket EYGİ
23 Ekim 2010

Mustafa Kemal Paşa'nın sağlığında bugünkü Kemalizm var mıydı? Yoktu. Sadece bazen Kamalizm, bazen Kemalizm şeklinde yazılan yuvarlak bir laf vardı. Onun ölümünden sonra, tedric yoluyla, bilhassa 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat'tan sonra ortaya ucube bir ideoloji heyûlası çıkartılmış ve Atatürk'e yamanmıştır.

Kriptolar, Sabataycılar ve Benzetilmişler Kemalizmi resmî ideoloji haline getirmişler, Müslüman çoğunluğun temel hak ve hürriyetlerini bununla ihlal etmişlerdir.

Bir tabu, bir totem haline getirilen bu ideoloji yüzünden vatandaşların din, inanç, inandığı gibi yaşamak, düşünce, görüş, tenkit hürriyetleri kısıtlanmıştır.

Bütün hür ve demokrat dünyada serbest olan (Sadece Fransa'nın resmî liselerinde yasaklıdır) başörtüsü bizde yasaklanmış ve uzun yıllardan beri Müslüman kız öğrencilerin hakları ayaklar altına alınmıştır.

Son Anayasa referandumu, resmî ideolojinin kaldırılması yönünde atılmış bir adımdır.

Resmî ideoloji hayranları ve meftunları feryat ediyor, "Yargıdaki değişiklikler, kuvvetler ayrımı prensibini ortadan kaldırıyor, eyvah yargı bağımsızlığı elden gitti!.." diye bağırıyor.

Bunlar mantıksız ve faydasız çırpınışlardır. Gelişme ve değişmenin aslı şudur: Yargı, resmî ideolojinin vesayetinden kurtarılmaktadır. Yargıdaki mezhep tekeli kırılmaktadır. Yargı Sabataycıların baskısından azat edilmektedir.

Bizde ABD'de, İsveç'te, Norveç'te, İngiltere'de, Almanya ve İsviçre'de olduğu gibi bağımsız bir yargı sistemi kurulabilir mi?

Bugünkü şartlar içinde böyle bir şey mümkün olamaz. Çünkü gerçekten bağımsız bir yargı için gereken şartlar yoktur.Nedir o şartlar?

1. Güçlü bir lise eğitimi.

2. Hukukta devamlılık.

3. Toplumda barış ve mutabakat olması.

Bazıları anlamayacak ve garipseyecektir ama bağımsız ve güçlü bir yargı için ilk ön şart şudur:

Yargı mensupları edebî-yazılı Türkçeyi çok iyi bileceklerdir.

Başka şartlar da gerekir:

Liselerde çok güçlü bir mantık ve psikoloji eğitimi almış olmaları...

Farmason ve ateist bir hakim... Karşısına son derece dindar, sofu, muhafazakar bir sanık getiriliyor. Hakim dosyayı inceliyor ve adamın suçsuz olduğunu anlıyor... Hiç tereddütsüz beraat ettirmelidir.

Beş vakit namaz kılan mü'min bir hakim. Karşısına dinsiz, densiz, ateist bir sanık getiriliyor... Hakim dosyayı inceliyor, hukuk ve adalet açısından suçlu olmadığını anlıyor. Hemen beraat ettiriyor.

Yargıdaki asıl bağımsızlık budur.

Yaygaralara kulak asmayalım. Resmî ideoloji bağımlılığı, vesayeti kalkıyor. İnşaallah bundan böyle suçsuz vatandaşlar dinlerinden, imanlarından, sofuluklarından, tutucu olduklarından dolayı mağdur edilmeyecektir.

Millî Gazete

Türban, Şapka, AKP ve Enteresan Bir Başsavcı... -1-

Ertuğrul Horasanlı
30.10.2010



Bu garip hukuksuzluk hikâyesinde benim anlamadığım şeyi en başta söyleyeyim:

Mevzu “Atatürk İnkılâpları” ise...

Bu “inkılâplar” içinde “türban yasağı inkılâbı” diye bir “inkılâp” var mı?

Yok...

Ama “Şapka inkılâbı” diye bir “inkılâp” var mı?

Var...

Bu “inkılâb”ı mecbur tutan “671 sayılı Şapka İktisası Hakkında Kanun” halen yürürlükte mi?

Yürürlükte...

Bu kanuna uyması gerekenlerin uymamaları halinde TCK’ da “iki aydan altı aya kadar hapis cezası” verileceği yazılı mı?

Yazılı...

Peki bu kanunla şapka giymesi mecburi olan “Türkiye Büyük Millet Meclisi azaları ile idarei umumiye ve hususiye ve mahalliyeye ve bilümum müessesata mensup memurin ve müstahdem”lerinden -asker ve polisi hariç tutarsak- hangisi bu şapkayı “iktisas” ediyor?

Basavcım da dahil hiç kimse...

Eee?

Bir ülkede...

Bir başsavcı, kadınlar için kanunen giyilmesi serbest olan “türban”ı yasakmış gibi göstermek için niye kendini bu kadar paralar da...

Kanunda belirtilen erkekler için, başa geçirilmesi mecburi olan ve aksi davranışın Ceza Kanunu’nda hapisle cezalandırılacağı açıkça yazılı olan “şapka” için kılını kıpırdatmaz?

***

Türban Sünnî Müslüman hanımların bir kısmımın tercih ettiği bir başörtme biçimi...

Şık, zarif, güzel...

Böyle olduğu içinde hanımlar tarafından haklı olarak tercih ediliyor...

Türban hanımlar tarafından tercih edildikçe de, ruhlarına İslâm düşmanlığı sinmiş bir şirret bir azınlığın karın ağrıları şiddetleniyor...

Ülkemizin nüfusunun yüzde en az yüzde 95’i Sünnî (hanefi-Şafiî) müslüman...

Bu iki mezhebe göre de müslüman hanımların büluğa ermelerinden itibaren evlerinden dışarıya çıkarken veya evlerine yanlarında örtünmeleri gerekli olan erkek misafirler geldiğinde tesettüre uymaları dinî bir vecibe/farz gereklilik...

Yani “tesettür” bu ülkenin kadın nüfusunun en az yüzde doksanbeşinin uyması gereken bir giyinme biçimi...

Ama...

Ortada bunu yasaklayan bir kanun olmamasına rağmen...

Tesettür, idarî, askerî ve yargı bürokrasisinin uyguladığı tamamiyle keyfi kararlarla yasaklanmış durumda...

Bu ülkenin kadın nüfusunun en az yüzde doksanbeşi bu keyfi yasak yüzünden Batı hukuku’na göre üç temel insan hakkından yoksun bırakılıyor:

Din ve vicdan özgürlüğü...

Öğreninim özgürlüğü...

Çalışma özgürlüğü...

Yine Batı hukukuna göre bu üç özgürlükte de, hukukî düzenleme yapılırken serbestlik esas, kısıtlama istisna...

Çok istisnaî hallerde bu özgürlüklere bir kısıtlama getiriecek ise; bu ancak kanun ile yapılabiliyor...

Bu yüzden de hemen hemen bütün Batı ülkelerinde müslüman hanımlar “tesettür” yüzünden herhangi bir yasakla karşılaşmadan bu üç özgürlüğü de rahatça kullanabiliyorlar...

Fransa ve Almanya gibi bir kaç ülke Türkiye’yi örnek alarak bazı düzenlemeler yapmaya çalışıyorlarsa da bu da iç kamu oyunda ciddi itirazlarla karşılaşıyor...

Fazla uzağa gitmeyelim...

Hemen güneyimizdeki eskiden tamamı bizim olan Kıbrıs adasının kuzeyindeki, Türk kesiminde bu üç özgürlük alanı da Türkiye’deki gibi oldu bitti ile yasak kapsamına alınmışken...

Ada’nın güneyinde aynı zamanda bir AB ülkesi olan Rum kesimi Eğitim bakanı, ilkokula türbanıyla gittiği için okul idaresi tarafından kendisine zorluk çıkarılan müslüman bir kız öğrenci için bakın ne diyor: “Kıbrıs Rum yönetiminin dinî özgürlüğe saygı duyduğunu da belirten Dimitriu, bakanlığının tüm öğrencilerin insan haklarını korumakla yükümlü olduğunu, bu yüzden Haciyannis’e vereceği yanıtın, “dinî hoşgörünün tartışmaya açık olmadığı ve ebeveynlerin çocuklarını inançlarına göre yetiştirme haklarının ellerinden alınama(z)” (*)

Rum eğitim bakanı...

“Din özgürlüğüne saygı...”

“Devletin İNSAN HAKLARINI KORUMAKLA YÜKÜMLÜ olması...”

“Ebeveynlerin çocuklarını kendi inançlarına göre yetiştirme HAKLARININ bulunmasını gözönünde tutarak ilkokula giden bir müslüman kızın başörtüsü sbebiyle öğrenim hakkından mahrum bırakılamaycağını...”

Gerekçe göstererek...

Müslüman bir ilkokul öğrencisinin okula türbanla girmesinin engellenemeyeceğini ifade ediyor...

Buna mukabil...

TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı AKP’li Zafer Üskül, başörtüsüyle ilköğretim okullarına geldikleri için ve okula sokulmayan kız çocuklarına devletin el koyarak, ailelerinden koparılmalarını ve yetiştirme yurtlarına yerleştirilerek zorla başlarının açtırılmasını istiyor...

Yuhhhh!

***

AKP, Üniversitelerde “Türbanın serbest bırakılması" karşılığında, bütün Sünnî kadınlara İlkokuldan Mezara kadar her türlü kamusal alanın temelli yasaklanmasını ve bu yasağın Anayasa’da yer almasını isteyen CHP ile kapalı kapılar ardında pazarlıklar yapıyor...

Şakirtlerse; ”Aman nuhterem kardeşim pişmiş aşa soğuk su katmayalım... Hazır üniversitelerde yasak kalkıyorken ilkokokul milkokulu şimdilik karıştırmayalım... Onu sonra şeyttiriz.” Diyerek okula türbanıyla gitmek isteyen kız çocuklarınnı arkasında dimdik duran aileleri provakatörlükle suçlacak kadar zıvanadan çıkmış görünüyorlar...

Bir “yuhh” da onlara...

***

Bir Rum bakanın hak, hukuk için taviz vermez tutumuna bakın...

Bir de “her höt” diyene “al ağam nem varsa senindir” diyen şu haysiyetsizlerin yaptığına...

Hakkın, hukukun pazarlığı, azı çoğu, orta yolu mu olur?

Bir hak varsa vardır; yoksa yoktur...

Bir hakkın, tamamından biraz eksiği o hakkın olmaması demektir...

Çünkü hak böyle birşeydir...

Siz kiminle neyin pazarlığını kim adına yapıyorsunuz?

Bu yetkiyi kimden nasıl alıyorsunuz?

Dipnot:

* Bkz: Oğuz Gürses, “Kıbrısın Rum Kesimi’nde Başörtüsü İlkokulda Bile Serbestken, KKTC’de Ayılar Kur’an Kursu Basıyor “,
http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=2879


(Devam Edecek)

BU yazıdizisnin diğer bölümleri için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/posting.php?mode=editpost&p=4671

Atatürk'ü rakı ile anacaklar
9 Kasım 2010



Kısa adı TADF olan Türk Amerikan Dernekleri Federasyonu Atatürk’ü kuru fasulye, pilav ve rakıyla anacak.

Amerika’da bulunan Türkleri buluşturan ve başkanlığını Kaya Boztepe’nin yaptığı Federation of Turkish Amerikan Associations tarafından 10 Kasım’da New York Türkevi’nde gerçekleştirilecek anma programının sponsorlarından biri de Efe Rakı.

Atatürk’ün en sevdiği şarkıların söyleneceği, en sevdiği yemekler olan kuru fasulye ve pilavın yeneceği ve en sevdiği içki olan rakının içileceği etkinlikte Nazım Hikmet’in Kuvayi Milliye destanı da görsel efektler eşliğinde canlandırılacak.
habertaraf.com

Subaylar İHL'lileri Tek Tek Fişlemiş
12 Kasım 2010
İstanbul’daki Jandarma Bölge Komutanlığı’nın imam hatip liselerini tek tek fişlediği ortaya çıktı.
İstanbul'daki Jandarma Bölge Komutanlığı'nın görev sahası içerisinde bulunan Düzce, Edirne, Kırklareli, Kocaeli, Sakarya, Tekirdağ ve İstanbul'daki İHL'leri takibe aldığı belirlendi. Milli Güvenlik dersine giren subaylar 7 ilde bulunan 48 lisede fotoğraf ve görüntü kaydı alarak kılık kıyafet yönetmeliği ile ilgili takip yapmış.

DUVAR YÜKSEK GÖRÜNTÜ ALAMADIK
'İmam Hatip Liselerinde Kılık Kıyafet Yönetmeliği'nin Uygulama Durumu' başlıklı raporda tespit tarihi olarak 24- 25 Nisan 2003 yazıyor. Yönetmeliklere uygun hareket etmediği ileri sürülen isimler deşifre ediliyor. İl il listelerin yer aldığı raporda ilk sırada İstanbul'daki 23 İHL var. 'Milli Güvenlik Bilgisi derslerine giren öğretmenlerle mülakat ve gözle keşif tespitleri yapılmıştır' ibaresinin dikkat çektiği değerlendirmede şöyle deniliyor: "Liselerden 18'inde video görüntüsü alınabilmişken Tuzla, Kadıköy, GOP Kazım Karabekir, Fatih ve Üsküdar İHL'lerinde kamera çekimlerine karşı sıkı tedbir alınması ve okul duvarlarının yüksek olması nedeniyle deşifre olunmaması maksadıyla görüntü alınamamıştır. Ancak bu okullara ait görüntüler daha önce Jandarma Genel Komutanlığı'na gönderilmiştir. Bu okullardaki gözle keşif sonuçları daha önce tespit edilen görüntülerden farksızdır. Tespit edilen görüntüler izleme kolaylığı açısından üçer dakika ile sınırlı tutulmuştur." Rapordaki tespitler Milli Güvenlik Dersi'ne giren subayların benzer çalışmaları düzenli bir şekilde yaptıklarını ortaya koyuyor.

İstanbul ile ilgili şu not dikkat çekici: "32 ilçeden 14'ünde vekaleten görev yapan ve kılık kıyafet yönetmeliğini hassasiyetle uygulayan ilçe milli eğitim müdürlerinin tamamı görevden alınmıştır. Kadrolaşma faaliyetleri kapsamında asaleten görev yapan çağdaş zihniyetli Kartal İlçe milli Eğitim Müdürü B.E. imam hatip lisesi bulunmayan Adalar ilçesine görevlendirilirken, irticai görüşleri ile bilinen Adalar İlçe Milli Eğitim Müdürü Z.G. Kadıköy İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü'ne atanmıştır."

Bilgi notunda Milli Eğitim Bakanlığı'nın Kaymakamlıklar vasıtası ile yaptırdığı incelemelerle ilgili ilginç ifadeler kullanılıyor. İstanbul'daki İHL'lerde yapılan incelemeler öncesinde okul yönetimlerine haber verildiği ileri sürülerek şu iddialar sıralanıyor: "Müfettişlerce idarenin yanıltılmasına yönelik, uygulamaların yönetmeliklere uygun olarak yapıldığı yolunda rapor tanzim edilmekte... Yönetmeliğin uygulanması doğrultusunda çaba gösteren öğretmenler baskı altına alınmaktadır."

MİLLETVEKİLİ ZİYARETİ JANDARMA RAPORUNDA
AK Parti Milletvekili Nusret Bayraktar'ın 4 Mart 2003'te Kadıköy Anadolu İmam Hatip Lisesi'ne yaptığı ziyaret de Jandarmanın notlarında. Bayraktar'ın okul müdürünü ziyaret ettiği belirtilerek, "Okuldaki uygulamalardan duydukları memnuniyeti belirterek müdüre destek vermişlerdir" deniliyor. Okul Müdürü A. A. Hakkında şu iddialarda bulunuluyor: "Bütün kız öğrencileri, okulun en üst katındaki mescitte toplayarak cam kenarlarına oturmamaları, camlardan görüntü vermemeleri konusunda uyarmış en kısa zamanda dışarıdan okul içerisinin görünmemesi için perde yaptırılacağını söylemiştir." aktifhaber

10 Kasım
Serdar Akinan



Son yıllarda giderek artan oranda, 10 Kasım'larda onu anmanın gitgide anlamsızlaştığını düşünüyorum.

Çünkü onun kurduğu Cumhuriyet fiilen çöktü. Bakmayın bugün Anıtkabir'de sabah saatlerinde toplanacak olan o takım elbiseli veya üniformalı heyete...

Aslanlı Yol'da, önde iki askerin tuttuğu bir çelenk, ağır ağır yürüyecekler...
Tüm kanallar bu görüntüyü verecek...

Fonda bir spiker tüm Türkiye'ye hüzünlü ve etkili bir sesle anlatacak, 'Askeri ve mülki erkan...''

Sonra o mozolenin önüne gidecek ve ayakta 'sap gibi'' dikilecekler.
Sirenler çalacak... Ciddi ve saygılı bir fotoğraf karesi için kameralara poz verecekler.

O sirenler çalarken, tam o birkaç saniyelik sessizlik anında hangisinin aklından ne geçiyor olacak acaba?
O anda, teker teker hepsinin iç sesini duyabilmeyi o kadar çok arzu ederdim ki...

10 Kasım'da kimi ve neyi saygıyla anıyoruz?
Bir an için durup samimiyetle düşünür müsünüz?
Her yıl bugün bir dakikalığına andığınız insana neden saygı ve sevgimizi sunuyoruz?

Günahıyla sevabıyla, topluca verilen bir mücadelenin neticesinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin onun kişiliğinde sembolize olan varlığına... En azından onun idealize ettiği haliyle bugün öyle bir cumhuriyet pratik olarak yok.

Dünyanın siyasi haritası ve paradigmalar değişti. İçinde bulunduğumuz bölgenin tüm ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel kodları ve ilişki biçimleri değişti.
Bu genç cumhuriyetin beceriksiz, vicdansız, ahlaksız siyasi ve bürokratik heyetleri ise Cumhuriyet'i içeriden çökerttiler.

Bir yandan Türkiye'nin sosyal tablosu dönüştü. Kirli ve köhne siyaset aygıtı ise o sosyal tabloyla simbiyotik (bir arada yaşayabilen) bir ilişkiye girdi. O çarpık ilişki, işte bu yeni çocuğu doğurdu. Diğerinin cenazesi ise adeta bir mumya gibi saklanıyor. Yaşıyormuşcasına da saygı gösteriliyor. Adı bir türlü konulamayan bu yeni çocuğu ise anası da babası da utanmadan reddediyor. Ama işte ortada ve aramızda dolaşıyor.

10 Kasım'larda Anıtkabir'de toplaşan resmi güruh aslında gerçekten de bir mumyaya saygı gösterisinde bulunuyor. Nihayetinde bu yeni çocuk biziz ve bizim... Ters bir ilişkiydi, oydu buydu... Bir piç olarak kalmasın... Ha, bu arada 10 Kasım'larda ne yapacağız ona da bir karar verelim.
Gerçekten çok sakil durmaya başladı.

http://www.aksam.com.tr/2010/11/15/yazar/19438/serdar_akinan/10_kasim.html

Genç Subaylara Dindarlık Kıskacı
17 Kasım 2010

Dindarlıklarından şüphelenilen 4 Jandarma teğmen için 'Akrep Operasyonu' düzenlendi. Ergenekon tutuklusu Atilla Uğur imzalı belgede ise 4 astsubay eşinin balkonda ve sokakta gizli çekilmiş footğrafları yer aldı.
Jandarma istihbarat birimlerinin silah arkadaşlarını hedef alan 'operasyonları' TSK bünyesinde görev yapan subay ve astsubayların 'dini hassasiyet' korkusuyla nasıl kıskaca alındığını ortaya koydu. Dindarlıklarından şüphelenilen 4 Jandarma teğmen için 'Akrep Operasyonu' düzenlendi. Ergenekon tutuklusu Atilla Uğur imzalı belgede ise 4 astsubay eşinin balkonda ve sokakta gizli çekilmiş footğrafları yer aldı.

Jandarma'ya bağlı istihbarat birimlerinin yakın tarihte imza attığı ilginç operasyonlar, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) bünyesinde subayı subaya takip ettiren, özel hayatın sırlarını da içeren raporlar hazırlattıran bir korku sistemi geliştirildiğini belgeledi. Yeni Şafak'ın belge ve detaylarını ele geçirdiği 'Akrep Operasyonu' özellikle 28 Şubat sütrecinde baş gösteren korku ve paranoya sisteminin subay ve astsubayları nasıl hedef aldığını ortaya koydu.

FİLM GİBİ OPERASYON

Türkiye'nin postmodern darbe olarak adlandırılan sıkıntılı süreci yaşadığı dönemde gerçekleştirilen 08 Eylül 1998 tarihli 'Akrep Operasyonu' Hollywood'un aksiyon filmlerini aratmayan detaylara sahip. 'Özel' damgalı belgeye göre Jandarma İstihbarat Genel Komutanlığı'nın emriyle yürütülen operasyon, dini hassasiyete sahip olmalarından şüphelenilen 4 teğmeni hedef aldı. Belgede, 4 teğmenin mesai saatleri dışında geniş çaplı bir operasyonla nasıl takibe alındığı tek tek not edildi.

GENÇ SUBAYLAR TAKİP ALTINDA

Belgede ilk olarak 'şüpheli' teğmenlerin daha önce buluştukları bir adresi gözetlemek amacıyla alınan tedbirler anlatıldı. Ankara Demetevler'deki bir adres için alınan tedbirler, devleti hedef alan örgüt ya da şahıslara yönelik yürütülen istihbarat çalışmalarını aratmayacak cinsten. Teğmenlerin bir araya gelip gelmediklerinin tespiti için alınan önlemlerin anlatan ifadeler belgede madde madde şu şekilde yer aldı:

a. Demetevler ... Sitesi .... Apartmanı önüne malum adresi takip etmek için ve araçların gidiş istikametini belirlemek üzere 3 kişi yol güzergahına kondu

b. 1 Astsb. komutasında Renault Broadway araç ev çıkışını kontrol edecek şekilde

c. 1 Astsb. komutasında Renault Toros araç ile tren garı önünde

d. 1 Astsb. komutasında Renault Toros araç ile Mevki Askeri Hastanesi önünde

e. 1 Astsb. komutasında Renault Broadway araç ile Keçiören-Fatih Köprüsü'nde tertibat alındı

ADIM ADIM TAKİP

Mesailerini silah arkadaşlarını takibe alan Jandarma istihbarat subay ve astsubayları, 'Akrep Operasyonu'nun detaylarını da belgeye 13 madde halinde not etti. Genç subayları kıskaca alan ve film senaryolarını aratmayan operasyon için belgeye not edilen bazı maddeler şöyle:

•Saat 20:25 sıralarında gözetleme altında tutulan evden Jandarma Teğmenlere ait 35 ... 9..5 plakalı R-19 araç ile 4 teğmenin ayrıldığı görüldü.

•Aracın arkasından Jandarma Komutanlığı'na ait olduğu değerlendirilen 06 ... 2...4 plakalı beyaz Toros, malum aracı yakın takibe aldı.

•Bölgede bulunan aracımız şüphelenilmemesi için ayrı yoldan Yenimahalle istikametine hareket etti.

•Tren garında beklemekte olan aracımız, malum aracın kendi bölgesine gelmesiyle takibe aldı.

Örgüt yöneticiliği suçlamasıyla yargılanıyor

Kenya'dan Türkiye'ye getirilen terör örgütü lideri Abdullah Öcalan'ı sorgulayan kişi olarak tanınan emekli Albay Atilla Uğur, 1 Temmuz 2008 tarihinde gerçekleştirilen Ergenekon operasyonu kapsamında gözaltına alındı. Emekli Orgeneraller Şener Eruygur, Hurşit Tolon, gazeteci Mustafa Balbay ve Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün'le birlikte gözaltına alınan Uğur, 5 Temmuz'da çıkarıldığı mahkeme tarafından tutuklanarak Silivri Cezaevi'ne gönderildi. İkinci Ergenekon iddianamesinde örgütün yöneticilerinden biri olarak sayılan Uğur'un 'silahlı terör örgütü yönetmek', 'hukuka aykırı olarak kişisel verileri kaydetmek', 'Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etmek' gibi çok sayıda suçtan iki kez ağırlaştırılmış müebbet ve 39 ila 63 yıl arasında hapis cezasına çarptırılması isteniyor.

Paparazzi yöntemiyle istihbarat

TSK bünyesinde görev yapan subay ve astsubayları 'irtica' paranoyasıyla kıskaca alan ve özel hayata müdahale eden istihbarat çalışmalarından biri ise Jandarma İstihbarat Başkanlığı'na gönderilen 30 Nisan 1999 tarihli belgede yer aldı. Ergenekon tutuklusu emekli Albay Atilla Uğur'un Jandarma İstihbarat Grup Komutanlığı yaptığı dönemde hazırlanan belgede, personel eşleri hakkında yapılması istenen araştırma sonuçları İstihbarat Başkanlığı'na sunuluyor. Ergenekon sanığı Uğur'un imzasıyla üst makama gönderilen belge, 4 astsubayın eşleriyle ilgili 'paparazzi' yöntemlerinin kullanıldığı detaylı bir çalışmaya imza atıldığını ortaya koydu.

4 MADDELİK HAYAT

'Gizli' ibareli 'Araştırma Sonuç Raporu'nda Jandarma Genel komutanlığı'nın 24 Mart 2009 tarihli emri doğrultusunda J. Ord. Astsb. Kd. Üçvş. M. V., J. Astsb. Üçvş. H. D., J. Astsb. Kd. Bçvş. E. T. ve J. Astsb. Üçvş. A. H.'nin eşleri hakkında yapılan araştırmayla ilgili bilgilere yer verildi. Belgede astsubay eşlerinin sosyal hayatta nasıl davrandıkları 4 maddede özetlendi. Maddelerde, personel eşinin irticai faaliyetlerle herhangi bir ilgisinin olup olmadığı, türban veya tesettür kıyafetlerini kullanıp kullanmadığı ve 26 Mart-27 Nisan tarihleri arasında yapılan araştırma müddetince tutum ve davranışlarının irticai görüşleri yansıtıp yansıtmadığı hakkında kanaatler not edildi.

BALKONDA DA RAHAT YOK

Fişleme belgesinde ayrıca astsubay eşleri hakkında 'son halini gösterir fotoğrafları EK-LAHİKA'dadır' şeklinde bir ibare de yer aldı. Fişleme belgesine eklenen 3 LAHİKA'da özel hayatları araştırılan kadınların gizlice çekilmiş 5 fotoğrafı bulundu. İrtica araştırması kapsamında Jandarma istihbarat birimleri tarafından takip altına alınan kadınların her şeyden habersiz sokakta yürüken, balkonda otururken; hatta çamaşır asarken bile fotoğrafları çekildi. Bu fotoğraflar, astsubay eşlerinin irticai faaliyette bulunup bulunmadığının delili olarak Jandarma İstihbarat Başkanlığı'na sunuldu.
Kaynak: Yenişafak

Devletin Belgeleri Hayat Kadınında

18 Kasım 2010
Fuhuş ve casusluk çetesinin devlete ait gizli belgeleri şantaj yoluyla elde etmesinin yankısı sürerken bir skandal da 'sahte çürük çetesi' soruşturması kapsamında ortaya çıktı.
Devletin 'gizli' belgelerini şantaj yoluyla ağına düşürdüğü asker ve bürokratlar üzerinden elde ederek yabancı ülke istihbaratlarına satan fuhuş ve casusluk çetesinin yankısı sürerken benzer bir skandal da 'Sahte Çürük Çetesi' soruşturması kapsamında ortaya çıktı. Devletin hayati önem taşıyan gizli belgeleri, 'Sahte Çürük Raporu Çetesi' davasının tutuklu sanığı Askeri Hakim Albay Zeki Üçok'la 'otel ilişkisi' tespit edilen hayat kadınının evinden çıktı.

DEVLETİN BELGELERİ EVDEN ÇIKTI

Sahte Çürük Raporu Çetesi soruşturması kapsamında tutuklu yargılanan Üçok'la ilişkisi tespit edilen Didem Bektaş'ın evinde 24.09.2009 tarihinde yapılan aramalarda 22 adet CD ele geçirildi. Bektaş, 31.12.2009 tarihinde 'Devletin güvenliğine ilişkin bilgileri temin etme' ve 'Yasaklanan bilgileri temin etme' suçlamasıyla İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından tutuklandı.

ASELSAN SIRLARI CD'LERDE

Ele geçirilen CD'lerin içeriğinde devletin güvenliği için hayati projelere imza atan ASELSAN ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'na (DKK) ait 'gizli' belgeler tespit edildi. Tespit edilen belgeler arasında DKK'ya helikopter teminiyle ilgili evrak da bulundu. Denizaltı Savunma Harp Seminerleri, askeri şahsi teçhizatlarla ilgili dokümanlar, tatbikat raporları ve denetleme brifingleri de tespit edelin 'gizli' belgeler arasında yer aldı.

İçeriğinde 'GİZLİ' ibareli belgeleri barındıran CD'ler, soruşturmayı yürüten savcılık tarafından Genelkurmay Başkanlığı'na soruldu. Savcılığın talebi üzerine CD'leri inceleyen Genelkurmay, 08.12.2009 tarihli cevap yazısında içerikteki dokümanların 'Askeri gizli belge' olduğunu belirtti. 22 adet CD içerisindeki dokümanlardan 18'inin Türk Ceza Kanunu'nun (TCK) 327. Maddesi kapsamında olduğu ve 'devletin güvenliğine veya iç dış siyasi yararları bakımından niteliği itibariyle gizli kalması gereken' belgeler olduğu tespit edildi. CD'lerdeki 157 farklı dokümanın da TCK'nın 334. Maddesi kapsamına giren ve 'açıklanması yasaklanan ve niteliği itibariyle gizli kalması gereken' belgeler olduğu görüldü.

CD'LER YÜZBAŞI ENİŞTEMİN

Bektaş, devletin gizli belgelerini içeren CD'leri ablası ve subay eniştesinin kendi evinde unuttuğunu iddia etti. Bektaş, ifadesinde gizli belgelerin kayıtlı olduğu CD'ler için "Ablam F. B. ve eniştem A. B. ikametimizde bahse konu CD'leri unutmuş. Eniştem A. B. İzmit Deniz Hava Komutanlığı'nda yüzbaşı olarak görev yapmaktadır. Ancak şu an kendisi Eylül ayından beri ABD'de dış görevde bulunmaktadır" şeklinde konuştu. Emniyet ifadesinde CD'lerin içeriği hakkında hiçbir bilgisinin bulunmadığını ileri süren Bektaş, şöyle devam etti: "CD'ler belirttiğim gibi eniştem olan A. B.'ye aittir. Daha önce sizin tarafınızdan yapılan operasyon sonucunda savcılığa sevk edilip serbest bırakıldıktan sonra bu CD'leri enişteme sordum. Eniştem bana kendisinin de tam olarak hatırlamadığını fakat tatbikatlarla ilgili olabileceğini ve unuttuğunu söyledi."

Üçok'tan 400 dolar aldım

Didem Bektaş, Emniyet ifadesinde ise 'sahte çürük' sanığı Albay Zeki Üçok'la ilişkisini de anlattı. Üçok'la İstanbul'da bir otelde buluştuklarını anlatan Bektaş, "Otelde kaldığımız gece ben Ahmet Zeki Üçok ile fuhuş yaptım. Yapmış olduğumuz fuhuş karşılığı Ahmet Zeki Üçok'tan 400 Amerikan Doları aldım" Askeri Hakim Albay Ahmet Zeki Üçok, sahte çürük soruşturması kapsamında "yağmaya azmettirme" ve "örgüt üyeliği" iddiasıyla 25 Eylül 2009'da tutuklanmıştı. Çete üyeleri arasında kod adı "Bamya" olarak geçen Ahmet Zeki Üçok'un görevi gereği bilgi sahibi olduğu çürük raporunda sorunu olan ve özellikle zengin kişilerin isimlerini çeteye verdiği iddia edilmişti.

Yeni Şafak

Allah’ın belası geçmiş ya da Wikileaks!
Hasan CEMAL
h.cemal@milliyet.com.tr

Bu yakınlarda öğrendim. Ankara’da bir zamanlar devletin güvendiği, yaşlı başlı emekli diplomatlarımız sabah vakti resmi arabalarla toplanır, Genelkurmay’da ya da bir başka yerde devlet arşivlerine yollanırmış.
Mesaileri, ‘özel görev’miş!
Resmi tarihimize aykırı düşebilecek ‘sakıncalı’ belgeleri arşivlerden ayıklamak diye tarif edilebilecek bu ‘özel görev’ halen devam ediyor mu, bilmiyorum.
Yine devleti bilen güvenilir bir kaynak anlatmıştı.
1950 yılı Mayıs ayı.
DP tek başına seçimleri kazanır ve Türkiye’de siyasal iktidar ilk kez halkın oyuyla el değiştirir. Onca yıl kendini devletle özdeş kılmış CHP’nin tepelerindeyse telaş rüzgârları esmektedir.
CHP’li İçişleri Bakanı görevini DP’li bakana devretmeden önce, zamanın önde gelen resmi tarihçilerinden bir ikisiyle birlikte İçişleri’nin arşivine girer, tarama yapar ve DP’nin eline geçmesini istemediği bazı belgelerden ‘temizler’ bakanlığının arşivini...
Devletimiz böyledir.
Geçmişten korkar!
Gerçek korkusu vardır. Çünkü kirleri de vardır, kendi ürettiği ‘katilleri’ de vardır o geçmişin. Bu nedenle devletimiz bizim geçmişimizi bize gerçeklere göre değil, kendi istediği gibi anlatır.
1960’ların başında ben siyaset bilimi okudum Ankara’da.
Dört yıl boyunca Mülkiye’de kimse bana örneğin Kürtleri, Kürt isyanlarının nedenlerini, Alevileri ve inançlarını, bu ülkenin toplumsal dokusuyla kimlik meselelerini öğretmedi.
İstiklâl Mahkemeleri’nin derinliklerine ışık tutan olmadı.
Otoriter laiklik anlayışının inançlar üstündeki baskısını öğrenmedim.
1915’in gerçek yüzünü, Ermenilerin acılarını kimselerden duymadım.
Dersim’e gelince isyandı, o kadar.
Oysa Dersim isyan değildi.
Ve Dersimliler, eski Dışişleri Bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil’in, tanık olarak, 1986’da Kemal Kılıçdaroğlu’na itiraf ettiği gibi, “Sığındıkları mağaralara zehirli gaz sıkılarak fareler gibi” öldürülmüştü.
6-7 Eylül de bizim tarih kitaplarının yazdığı gibi değildi. 1950’lerin başında Rumlara, Ermenilere, Yahudilere yönelik pogrom, kontrgerilla ya da güncel deyişle ‘derin devlet’ tarafından düzenlenmişti.
Bize bunlar öğretilmedi.
Resmi tarih bunları yazmadı.
Karanlıkta tutulduk.
Osmanlı tarihine ilişkin, İstiklal Savaşı’yla Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına ilişkin, Atatürk’e ve yakın tarihimize ilişkin arşivlerdeki gerçekler ya gizlendi, ya imha edildi.
İttihat Terakki’den başlayarak Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında bulaşan ‘kirler’den bugün bile hâlâ tam temizlenemedik.
“Söz konusu vatansa, gerisi teferruattır” zihniyetinin ürünü olan siyasi cinayetler bugünlere kadar sarktı ne yazık ki, demokrasi ve hukukun kolunu kanadını kırarak...
Uzun lafın kısası:
Yalanda yaşatıldık.
Yalanda yaşayan çoğu insan gibi, toplum olarak da kendi kişiliğimizi bulamadık, olgunlaşamadık. Bu yüzden de iç huzuruna eremedik, iç barışımızı yakalayamadık.
Kendilerini Cumhuriyet devletiyle özdeş kılmış olan asker-sivil elit, rejim üstündeki kendi egemenliğini, kendi imtiyazlı durumunu devam ettirmek için Kemalizm adı altında tarihi gerçekleri sürekli çarpıttı.
Böylesini uygun gördüler bize...
Hayatın gerçekleri zorladıkça da, arşivlerin üstüne kilit üstüne kilit vurdular, yetmedi, arşivleri tarayıp belgeleri yok ettiler.
Ama gerçekten kurtuluş yok.
Sonunda enseliyor insanı!
Nitekim, neyin ne olduğunu arşivler hâlâ açılmasa da öğrenmeye başladık.
Geçmişi öğreniyor ve sorguluyoruz. Geçmişle yüzleşmeye de başladık.
Bu süreç artık durdurulamaz. Geçmişi tüm boyutlarıyla öğrenip kavradıkça, geçmişin yükünden kurtuldukça, daha güzel bir geleceğin yollarında yürüyeceğiz.
Farkındayım, böylesine satırlar ilk kez yazılmıyor bu köşede.
Kim bilir kaç kez yazdım.
Ama bu seferkini Wikileaks’e, belki daha doğru deyişle Ankara’daki bir Amerikan diplomatına borçluyum.
Wikileaks’ten öğrendim.
Ankara’dan Washington’a gönderdiği bir yazıda, entelektüel derinliği olduğu anlaşılan o Amerikalı diplomat, Türkiye’de resmi tarihçiliği eleştiriyor.
Ve gerçekler karşısında kafasını devekuşu gibi kuma gömen bu anlayışı, 1991’de tarihe karışan Sovyetler Birliği’nin totaliter tarih anlayışına benzetiyor.
Demiş ki gizli telgrafında:
“Türkiye’nin resmi tarihi katı tabular, inkârlar, korkular ve mecburi kılınmış kaba tahrifatlarla dolu. Türkiye Cumhuriyeti’ndeki resmi tarihçiliğin bu halleri, eski Sovyetler’in akademik dünyasında anlatılan eğlenceli bir fıkrayı hatırlatıyor.
Sovyet Komünist Partisi’nin tarih fakültesindeki yetkilisi, parti kadrolarını ideolojik tehditler konusunda uyarırken, ‘Gelecekten kuşkumuz yok, o biliniyor. Ama geçmiş, o Allah’ın belası geçmiş yok mu, sürekli değişiyor’ diye yakınır.”
İyi pazarlar!

Milliyet

Pazarlamacı Kılığında Eş Fişlemesi
05 Aralık 2010
Bin 637 subayın ordudan atıldığı 28 Şubat darbesinde akıl almaz bir fişlemenin yapıldığı ortaya çıktı.
Subayların evine, adres sorma ve pazarlamacı kılığında giren istihbaratçıların kadın ve kızların kıyafetlerini en ince detayına kadar rapor ettiği belirlendi. Üstelik tüm bunlar Jandarma Genel Komutanı'nın emriyle yapılmış.


Türkiye, 28 Şubat darbesinde ağır bedeller ödedi. Brifinglerle hareket eden yargı ve 'üst düzey komutanlar'ın beyanatlarına endekslenen medya hala tartışmaların odağında. Akademisyenlerden siyasilere, iş adamlarından büfecilere kadar toplumun her kesimi fişlendi. Bu süreçte TSK bünyesinde de inanılmaz bir fişleme operasyonu yürütüldüğü ortaya çıktı. TSK'dan uzaklaştırılmak istenen subayların evlerine 'pazarlamacı' kılığında istihbaratçılar gönderilmiş. Adres sorma bahanesiyle bile subayların kapıları çalınmış. Kadınların, kızların üstlerindeki elbiseler en ince detayına kadar rapor edilmiş.

Bu süreçte bin 637 subay ve astsubay TSK'dan atıldı. YAŞ kararıyla mağdur edilen askerler 12 Eylül'de kabul edilen referanduma kadar yargıda haklarını arayamıyordu.

JANDARMA KOMUTANIN EMRİYLE

Fişleme emrinin 28 Şubat sürecinin Kurmay Başkanı Korgeneral Çetin Haspişiren imzasıyla 29 Ağustos 1998'de Jandarma İstihbarat Grup Komutanlığı'na gönderildiği belirlendi. 'Araştırma' konulu emirde; "J. Gn. K.lığının 28 Ocak 1998 gün ve İSTH: 3570-1-9B İKK Ş. (25391) sayılı emri, 16 Nisan 1998 gün ve İSTH: 3590-216-98 İKK Ş. (93906) sayılı emri ve 27 Nisan 1997 gün ve PER: 7200-216-97/ P1. Ynt. D. Disipmor Ş. (102546) sayılı emri" esas alınıyor. Haspişiren, bu emirler doğrultusunda, kimlik bilgileri ve iletişim adresleri yazılı 3 subay hakkında araştırma yapılmasını istiyor. Toplanan bilgilere mutlaka belge eklenmesini isteyen Haspişiren, "Ek-A Formatı" olarak nitelendirilen şablon sorular doğrultusunda toplanan bilgilerin en geç 9 Ekim 1998'e kadar İstihbarat Başkanlığı'na gönderilmesini rica ediyor. Belgede 'Jandarma Genel Komutanı emriyle' ifadesi yer alıyor.

TELEFONLAR KAYIT ALTINDA

İstihbarat elemanlarının yakın takibe aldığı 3 TSK personeli kritik görevler ve illerde görev yapıyor. Açık adresleri ve telefon numaralarına kadar bilgileri yazılan ve araştırılması istenen TSK personellerinin ilk sırasında MGK Genel Sekreterliği'nde görev yapan Jandarma Yüzbaşı H.V. yer alıyor. Bir diğer isim Diyarbakır Hava Grup Komutanlığı İstihbarat şubesinde görevli Jandarma Yüzbaşı İ.Ö. Bir diğer asker Hakkari İl Jandarma Komutanlığı'nda görev Komutan Yardımcısı olarak görev yapan Jandarma Üstçavuş H.C.

MİSAFİR GELDİĞİNDE NASIL OTURUYOR?

İstihbaratçılar araştırılması istenen askerlerle ilgili 'İrticai Bilgiler Formu' başlıklı bir belge dolduruyor. 'Özel' mührü bulunan fişleme belgesinde yapılan tahkikatla ilgili şablon halinde 12 soru yer alıyor. Son olarak komutan kanaati bölümünün yer aldığı belgede uyarı mahiyetindeki şu madde dikkat çekiyor:

"Personel hakkındaki komutanlık kanaati, yukarıda belirtilen bilgileri tamamlayıcı veya açıklayıcı mahiyette olmalı, çelişkili olmamalıdır."

İlk soruda, personelin Atatürk ilke ve inkılapları ile 'devrim kanunlarına' aykırı tutum ve tavır içinde olup olmadığı irdeleniyor. 'Erkek ve kadın olarak karşı cinsle tokalaşıp tokalaşmadıkları?' diye soruluyor. Personelin okuduğu gazete ve kitaplar ile gittikleri dernek veya lokaller de yakın takibe alınmış. İrticai faaliyet yürütüldüğü öne sürülen mekanlar arasında 'Kuran kursu, Mescit ve Cami' yer alıyor. Askerlerin evlerine misafir geldiğinde nasıl oturulduğu araştırılması istenen bir diğer husus.

TÜRBAN TABİR EDİLEN KIYAFET

Formda özellikle subay eşlerinin başörtüsü takıp takmadığı üzerinde duruluyor. Fişleme formunun 4. sorusunda 'Eşlerinin başına türban tabir edilen kıyafet giyip giymediği?' ibaresi yer alıyor. Aynı hususu araştırmak düzenlenen 5. soruda, "Eşinin tesettür tabir edilen yaz-kış tamamen kapalı bir kıyafet giyip giymediği" deniliyor.

Bu hususları araştıran istihbaratçılar birbirinden ilginç yöntemlere başvuruyor.

BLUZ UZUN KOLLU, ETEK UZUN

İstihbaratçılar, 3 Ekim 1998'de Jandarma Yüzbaşı H.V.'nin evinde yaptıkları fişleme faaliyetini şöyle anlatıyor:

"Adresine pazarlamacı kisvesiyle gidildiğinde kapıyı açan ve J. Yb. H.V.'nin eşi olduğu değerlendirilen 40 yaşlarındaki bayanın gözlüklü, başı açık, üzerinde uzun kollu bluz ve ayak topuklarına kadar uzun etekli olduğu, başına türban tabir edilen kıyafet giymediği. 17.10.1998'de aynı eve adres sorma bahanesiyle gidildiğinde kapıyı açan ve J. Yb. H.V.'nin kızı olduğu değerlendirilen 16 yaşındaki bayanın başı açık modern giyimli olduğu görüldü."

ÜZERİNDE PENYE PİJAMA VARDI

Jandarma Yüzbaşı İ.Ö.'nün evi istihbaratçıların ikinci adresi oluyor. 30 Eylül 1998'de Yüzbaşı Ö.'nün evindeki istihbari faaliyet fişleme notlarında şu şekilde yer alıyor:

"Adres sorma bahanesiyle ikametgah adresine gidildiğinde kapıyı açan eşinin başında tülbent tabir edilen ince başörtüsü, üzerinde uzun kollu bir gömlek ve penye pijamalı olduğu görüldü."

İstihbarat elemanları son olarak Hakkari'de görev yapan Üstçavuş H.C.'nin eşine ulaşamadıklarını rapor haline getirerek araştırmalarının devam ettiğini belirtiyor.

AYRILIRKEN ÖDÜL ALDI!

Korgeneral Çetin Haspişiren, 2000'de YAŞ kararıyla emekliye sevk edildi. Düzenlenen törende Ergenekon sanığı emekli Tuğgeneral Levent Ersöz ile birlikte dönemin Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman'ın elinden hizmet belgesi ve çeşitli hediyeler aldı. Haspişiren, yaptığı konuşmada görevinden 'vicdan huzuruyla ayrıldığını' ileri sürdü. Haspişiren, 'Jandarma kırsala çekilmeli' önerisini ise sert bir dille eleştirerek, "Bu sözlerin altında sinsi amaçlar yatıyor" ifadesini kullandı.

Kaynak: Bugün

Kubilay sakızı daha kaç yıl çiğnenecek?
Ali İhsan KARAHASANOĞLU
24 Aralık 2010

Kubilay olayı, daha kaç yıl böyle çarpıtılarak anılacak bilemiyorum. 1930 yılında yaşanmış, topu topu 15-20 kişilik bir kavga. Hadi diyelim, çatışma.. 1930 Türkiyesi’nde, küçücük bir ilçede yaşanan olayın, tüm Türkiye’ye yansıyabilecek bir boyutu olabilir mi? Ne mümkün! Ama; 80 yıldır, aynı sakızı çiğnemeye devam edip duruyorlar. “Türk devrimleriniiin ...”

El insaf yani. Ne devrimi kardeşim!..

Devrimle ne ilgisi var 15 kişinin kavgasında..

3-5 kişiyle, devrime karşı mı çıkılır?

3-5 kişiyle, devrimler mi savunulur?

Lokal bir kavga işte..

Ucunda hiçbir şey yok.

Bu taraf da baskın çıksa, bir şey olacağı yok. Diğer taraf da başarılı olsa, önemli bir sonucu yok.

Subaya saldıranlar, diyelim başarılı oldular..

Ne yapacaklar, 3-5 kişi ile ‘Cumhuriyeti mi yıkacaklar?’

Güldürmeyin insanı..

Kubilay; kendisini yeterince savunsaydı, saldırganlara ilk anda baskın çıksaydı..

Ne olacaktı? Cumhuriyet, üç tane esrarkeşe hiç fire vermeden baskın çıktı diye, “Savaş kazanmış ordu” muamelesine mi tabi tutulacaktı?

Nedir bu, küçücük bir olaydan çıkartılan büyük tartışma!

Menemen olayını, Cumhuriyet’e karşı ciddi bir saldırı olarak yorumlayanlara bakın; Ergenekon sanıklarını nasıl da savunuyorlar!

1930’daki üç tane esrarkeşin, bir subaya saldırısından, ‘Cumhuriyeti yıkma’ sonucu çıkartanlar, şimdi onlarca generalin içinde bulunduğu plânlar için, “Ne var canım, harp oyunu yapmışlar. Üç tane general ile darbe mi olur?” diyorlar..

Devam ediyorlar: “Darbe yapmak için, darbeyi gerçekleştirmeye elverişli silahlar kullanmak gerekir. Ergenekon’dan yargılanan Mustafa Balbay’ın elinde ne var ki, darbe yapabilsin.Tuncay Özkan’ın elinde ne var ki, darbeden yargılanıyor.MehmetHaberal’ın ne gücü var ki, darbeden yargılanıyor?”

Ergenekon sanıklarının serbest kalması için, bu savunmayı yapıyorsunuz da, Menemen’deki üç tane esrarkeşin bir subaya saldırısını, niye “Cumhuriyet’i yıkmaya teşebbüs” olarak tanımlıyorsunuz?

O üç tane esrarkeş, ne yapacaklardı, Ankara’ya gelip, hükümeti mi yıkacaklardı?

Ne ile?

Hangi silah ile?

Hangi güç ile?

Tarihi gerçekleri çarpıtmasalar, “Onlar, kendi görüşlerini savunsunlar, biz de kendi görüşlerimizi savunalım.Herkes yoluna” diyeceğim.

Ama, gerçekleri bile bile tahrif ediyorlar.

Bakın; Cumhuriyet gazetesinin dünkü nüshasında,Menemen ile ilgili bir ilan: “Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın yaşama mutluluğu kazandırdığı dünyaya örnek Türk devrimine yönelik gerici saldırıların hedefi olan ...”

Bu ilanın altında, sıradan bir gencin ismi olsa, “Heyecanına ver” der, geçersiniz.

İlanın sahibi olan zat, bir de profesör olmuş!

Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın nasıl kazanıldığını bilmiyor bir defa..

Sanıyor ki; önce şapka devrimi yapılmış, sonra Şapka Devrimi’ni korumak için Ulusal Kurtuluş Savaşı kazanılmış.

Sanıyor ki; önce Harf Devrimi yapılmış, sonra Harf Devrimi’ni korumak için düşmanlar denize dökülmüş.

Sanıyor ki; önce halifelik kaldırılmış, sonra Anadolu’da işgalciler kovalanmaya başlanmış!

Hayır beyler, hayır!

Kurtuluş Savaşı’nın kahramanları, sizler değil; sizlerin “gerici olmakla” suçladığınız bu dindar halkın taa kendisidir.

Bu dindar halk, imanı için savaştı ve kazandı..

Dini için savaştı, namusu için savaştı..

Harflerini değiştirmek için savaşmadı..

Şapka takmanın zorunlu olması, takmayanın kellesinin uçurulması için savaşmadı..

Halifeliğin kaldırılması için savaşmadı..

Açın; savaş sırasındaki tüm komutanların sözlerini okuyun.

Tüm idarecilerin açıklamalarını, resmî belgeleri okuyun..

Bir tanesinde, “Bu ülkede, harfleri değiştirmemiz lazım.Bunun için Yunanlıları denize dökmemiz lazım” deniliyor mu?

Bir tanesinde, “Memurlara şapka takma zorunluluğu getirilmesi gerekir. Bu uğurda, İngilizleri topraklarımızdan çıkarmamız lazım” deniyor mu?

Gerçekleri çarpıtmayın..

Dürüst olun, devrim hokkabazları!

Yeni Akit

Bir Paşa'nın YAŞ'ta Tuttuğu Notlar

11 Ocak 2011
YAŞ'ta genelde askeri meselelerin, terfilerin, Silahlı Kuvvetleri'nin sorunlarının tartışıldığı düşünülüyordu. Ancak gerçek hiç de öyle değil. İşte YAŞ'ta bir komutanın tuttuğu notlar...
1972 yılında kurulan ve yılda iki kez toplanan Yüksek Askeri Şura'da bugüne kadar askerî konuların ele alındığı düşünülüyordu. Ancak gerçeğin aslında hiç de öyle olmadığı, o şuralarda farklı konuların da konuşulduğu ortaya çıktı.

Taraf Gazetesi Muhabiri Mehmet Baransu, dün köşesinde 2006 yılı Aralık ayı Şurası'nda bir komutanın tuttuğu el notlarının içeriğini yazdı...

İşte Mehmet Baransu'nun dün kaleme aldığı ve belgeleriyle ortaya koyduğu 2006 yılı Aralık Şurası'nda bir komutanın tuttuğu el notlarıyla ilgili haberi...

El notlarının sahibi, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanlığı İstihbarat Başkanı Tümgeneral Bülent Dağsalı.

Şu an Silahlı Kuvvetler Akademisi Komutanı olan Dağsalı el notları tutmaya meraklı bir isim. Bir Askeri Şûra öncesi komutanlarını, orgeneralleri fişlediği geçen ay medyaya yansımış, bu durum Genelkurmay’da sıkıntı yaratmıştı.

ASKERLERİN İSTİHBARAT KAYNAĞI BİR KISIM MEDYA

Dağsalı’nın YAŞ’ta tuttuğu el notlarından, toplantıda askerî konularından çok siyasi ve sosyal konuların konuşulduğu anlaşılıyor. Askerlerin asıl ‘istihbarat kaynağı’nın medya olduğu da dikkat çekiyor. Medyada yer alan tüm tartışmalı haberler, özellikle hükümeti hedef alan konular, her nedense Şûra’nın gündemine yerleşmiş.

ATİLLA YAYLA'NIN "BU ADAM" SÖZÜ HÜKÜMETE SORULMUŞ

Hatırlarsanız, Prof. Dr. Atilla Yayla, 2006’da İzmir’de düzenlenen bir panelde Atatürk’e “bu adam” demiş ve ardındanda medyada kendisine yönelik linç kampanyası başlatılmıştı. Medyadaki bu haberi not eden askerler, konuyu YAŞ’ta da hükümetin önüne koymuş. Bu ifadelerin “bir profesörden beklenmeyeceği “ hükümete iletilmiş. El yazılarında “gereğinin yapılması” notu olmasa da bu ifadesinden dolayı hakkında dava açılan Yayla, hapis cezasına çarptırılmıştı.


VATANDAŞ KENDİNİ NEDEN ÖNCE TÜRK DEĞİL DE MÜSLÜMAN GÖRÜYOR?

TESEV’in 21 Kasım 2006 tarihinde yaptığı ve kamuoyuyla paylaştığı araştırma sonucu da Şura’da uzun soluklu tartışmalara neden olmuş. Araştırmaya göre vatandaşların kendisini öncelikli olarak “Türk” değil “Müslüman” olarak görmeleri “düşündürücü” bulunmuş: “Öncelikle kendimi Müslüman olarak görüyorum. 99’da yüzde 35,7, Bugün bu rakam yüzde 44,6. Bu tehlikeye gidiyor. Türküm diyen 99’da 20,8 bugün yüzde 19,4 . Gidişat hangi istikamette. Bu düşündürücü olması lazım.”

Aynı araştırmadaki “dini temelinde politika yapan parti istiyorum.” Oranındaki artış “erozyon” olarak değerlendirilmiş: “99’da yüzde 25, bugün yüzde 41. Türk milletini erozyona uğratacak şeylerden rahatsızlık duyuyoruz.” Bu araştırma yüzünden YAŞ notlarında TESEV içinde hüküm verilmiş: “TESEV’in bilimsel tarafı yok”

Toplantı notlarında Kasım 2006’da yapılan 17. Milli Eğitim Şurası sonrası alınan kararlarda masaya yatırılmış . Taşımalı eğitim ve İmam-Hatip liselerinin önündeki katsayı probleminin kaldırılması girişimleri de tehlike olarak kayıtlara girmiş. Aynı dönemde Milli Eğitim Bakanlığı logosunda yapılan değişiklik ve medyada konunun çarpıtılarak “TC logodan kalkıyor” haberleri de görüşme konusu olmuş. Bundan duyulan rahatsızlık Başbakan Tayyip Erdoğan’a iletilmiş. Erdoğan’ın askerlere cevabını da el yazılarında görmek mümkün: “Buna art niyetli olarak düşünmek yanlış.”

Şura’da bir belediyenin evli çiftlere yönelik dağıttığı, dini içerikli bilgiler içeren kitap da “Belediyelerin böyle kitap dağıtma yetkisi yok Kitap içeriği çağdışı. Hurafelerle dolu “ olarak değerlendirmeye konu olmuş. Yargının konuyla ilgilenmemesi de eleştirilmiş.

Şura’da yalnızca bu konular değil, yine aynı yıl Üsküdar Belediyesi’nin yeşil alan ve parklarda alkol alanlara para cezası vereceğini açıklaması da sorun olarak ele alınmış: “Provokatif olaylar. Üsküdar’daki olay malum gazetenin olayıdır. Buralar yol geçen hanı değil. Bunlar bizi üzüyor.”



Dağsalı’nın tuttuğu notlarda askeri olmayan yüzlerce konun YAŞ’ konuşulduğu görülüyor. Tarikatlar, irtica, kadrolaşma, bölücülük, Kur’an kursları teklifinin Danıştay’dan dönmesi, KPDS ile memur alımı, üst ve alt kimlik bunlardan sadece birkaçı.

Kara Kuvvetleri Komutanlığı İstihbarat Başkanı Tümgeneral Bülent Dağsalı'nın tuttuğu diğer notlar;



aktifhaber

Teğmen ve yüzbaşı generalleri fişledi
MUTLU ÇÖLGEÇEN
21.02.2011
[img]http://i.sabah.com.tr/sbh/2011/02/21/Haber/22807809048.jpg?79770581352[/img]
Balyoz planı öncesi 60 general ve amiral ile 100'e yakın albay izlemeye alındı. Balyoz davası kayıtlarına göre 7 aylık izleme ve fişleme emrini dönemin komutanları Org. Doğan verdi, Oramiral Örnek yerine getirdi
SABAH, 163 sanığın tutuklandığı Balyoz planı ile ilgili önemli ayrıntılara ulaştı. 5-7 Mart 2003'te 1. Ordu Komutanlığı'nda gerçekleştirilen plan semineri öncesinde genç subaylara general ve amiralleri izleme ve fişleme görevi verildiği ortaya çıktı. Ağustos 2002'de başlayan ve yaklaşık 7 ay süren izlemede 60 dolayın general ve amiral ile 100'e yakın albayın günlük faaliyetleri tek tek kayda geçirilmiş. Fişleme kayıtlarında general ve amirallerin her adımı takip altına alınmış. Balyoz darbe planında görev alacak general ve amirallerin de bu şekilde belirlendiği ortaya çıktı. Balyoz darbe planı davası belgelerine göre yaklaşık 60 general ve amirallerin genç subaylar tarafından takip edilmesi emri 1. Ordu Komutanı Org. Çetin Doğan tarafından veriliyor. Çetin Doğan'ın bu emri dönemin Donanma Komutanı Oramiral Özden Örnek tarafından bütün donanma birliklerinde yerine getiriliyor. Fırkateyn komutanları da fişlemelerde görevlendiriliyor. Astsubay başçavuşlar da albayları takip ediyor.

FİŞLEMEDE 3 KRİTER
Teğmen, üsteğmen ve yüzbaşılar tarafından gerçekleştirilen fişlemeler "mesai saatleri içi ve dışındaki temasları, özel yaşamı, kimlerle vakit geçiriyor, ev hayatı" kriterlerine göre yapıldı. General ve amirallerin dünya görüşleri, Atatürkçü olup olmadıkları, dine ne ölçüde yatkın oldukları, Ramazan'da oruç tutup tutmadıkları, kadın ve paraya düşkün olup olmadıkları da tespit edildi. Belgelere göre Balyoz hareket palanı hazırlık çalışmaları çerçevesinde Donanma Komutanı Ora. Örnek'in Ekim 2003 tarihli emri ile 1. Ordu Komutanlığı ile Donanma Komutanlığı arasında irtibatın sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi için özel kuryeler görevlendirildi. Belgelere göre özel kurye görevini bu süre içinde Deniz Kur. Kd. Alb. R.C. Gürdeniz, Deniz Kurmay Binbaşılar S. Topuz ile O.G.B. Oğurloğlu yerine getirdi.

ANKARA'YA ÖZEL TAKİP
Donanma Komutanı Ora. Örnek'in emri ile Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Karargahı'ndaki personelin e-mailleri yakın takibe alındı. Mühendis Yüzbaşı D.R. tarafından gönderilen "bilgi-sistem denetlenmesi" başlıklı bilgi notunda şu ayrıntıla
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pts Şub 21, 2011 1:21 am tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Oca 23, 2011 8:15 pm    Mesaj konusu: Çağdaş cahiliye ve tapınma sendromu Alıntıyla Cevap Gönder

CHP’nin Nazi geçmişi
D. Barış Abbasoğlu
Şubat 04, 2011



İkinci Dünya Savaşının ilk dönemleri. Finlandiya bataklıklarında Gustaf Emil Mannerheim’in komutasındaki Fin ordusu kendisinin üç katı büyüklüğündeki Sovyet ordusuna karşı savaşıyor. Fin ordusunun pek fazla işe yaramayan 32 tankına karşı Sovyetler 3 bini aşkın tankla ülkeyi işgal peşinde. Fin ordusu kağıt üzerinde öyle acınacak durumda. Fin askerlerinin çoğu temel donanımlardan yoksun.

Dev Sovyet ordusuna karşı Fin ordusu gerilla taktiklerine başvuruyor. Rus mevzilerine sızarak yaptıkları saldırılarda yokluğunu en çok hissettiği donanım tabii ki el bombaları.

Sovyet-Fin savaşından altı ay önce sona eren İspanya İç Savaşı sırasında Cumhuriyetçilerin elindeki T-26 tanklarına karşı Franco birlikleri son derece etkili bir silah geliştirmişti. Bu silah ağzına bir çaput sıkıştırılmış içi benzin dolu bir cam şişeden ibaretti. Çaput ateşlenip tankın paletlerine atıldığı zaman, kauçuk olan T-26 paletleri işlemez hale geliyordu.

Bu basit silahı el bombaları olmayan Fin askerleri de Sovyet ordusuna karşı kullandı. Ve Sovyet ordusuna Finlandiya’ya saldırı emrini veren dönemin Sovyetler Birliği Başbakanı (Sovyetçe Halk Komiserleri Konseyinin Başkanı) Vaclashev Molotov’a atfen, “Molotov Kokteyli” adını verdi. Bir nevi Finlilerin Molotov’a ikramı.

Molotov kokteylini son derece etkili olarak kullanan Fin ordusu Sovyet ordusunu geri püskürtmeyi başardı ve 30 Kasım 1939′da başlayan savaş 1940 yılının Mart ayında barış anlaşmasıyla sona erdi.

Vaclashev Molotov 1941 yılına kadar Sovyetler Birliği’nin Başbakanlığını yürüttü. Aynı zamanda ülkenin Dışişleri Bakanıydı. Josef Stalin’in en güvendiği adamlarından biri olan Molotov, Sovyetlerin savaş dönemindeki diplomasisinin beyniydi.

Molotov’un uzun kariyeri boyunca sinirlerini en çok bozan meslektaşı Türkiye Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’ydu. Hani şu Fenerbahçe futbol takımının stadyumuna adını veren CHP’nin has adamı Şükrü Saraçoğlu.



İkisinin ortak noktası Naziler ile oturup kalkmışlıklarının çok olması. İkisini ayıran nokta ise birinin Nazilerin can düşmanı haline gelmesi, diğerininse Nazi Almanyasının teslim olmasının ardından koltuğundan olması.

Ne zaman CHP demokrasiden, insan haklarından, halkçılıktan bahsetse aklıma ne hikmetse Şükrü Saraçoğlu gelir. Ve onun dünya demokrasi tarihine kazandırdığı “açık oy gizli sayım” ilkesi.

1942′de Başbakanlığa getirilen Şükrü Saraçoğlu’nun yaptığı ilk iş onyıllardır Türkiye’de süren CHP sultasını bir seçimle halka onaylatarak meşruiyetini pekiştirmekti. Ama hiç şüphesiz devlet idaresi “cahil” halkın tercihlerine bırakılamayacak kadar ciddi bir işti. Bu nedenle Saraçoğlu hazırladığı seçim kanununa “açık oy, gizli sayım” ilkesini koydurttu. Yani her seçmenin hangi partiye oy verdiği görülebilecek, oyların sayımı ise gizli yapılacaktı. 1946′da yapılan seçimlerde gizli sayımı yapan CHP seçimleri kazandığını duyurdu. 1946 seçimleri CHP’nin tek başına iktidar olarak kazandığı son seçimdi. (Bu büyük zaferi benim ailemde sadece anneannem hatırlıyor)

Bir Nazi Almanya’sı hayranı olan Saraçoğlu’nun ırkçı Varlık Vergisi kanunu başka bir hikayedir zaten. Bu yasaya göre Türkiye’de yaşayan Müslümanlar kazançlarının sekizde birini, dönmeler (yani sonradan Müslüman olanlar) dörtte birini, gayrımüslimler ise yarısını vergi olarak vermekle yükümlüydü. Saraçoğlu bu yasayı uygularken hangi ülkeyi model almıştı dersiniz? Tahmin etmek zor değil herhalde: Nazi Almanya’sı…

Saraçoğlu’nun Molotov’un sinirlerini bozan özelliği de Nazi hayranlığıydı işte. Saraçoğlu döneminde İngiltere ve Sovyetlerin tüm baskılarına rağmen Türkiye, Almanya’ya çeliğin hammaddesi olan krom satışını durdurmadı. Alman silah sanayisi için hayati önemde olan krom ihtiyacının büyük bölümü Türkiye’den sağlanıyordu. Bu şekilde üretilen silahlarla neler yapıldığını anlatmama gerek yok herhalde.

Bununla da kalınmadı. Kafkaslar ve Kırım’da Sovyet ordularına karşı savaşan Nazi ordularını gözlemlemek üzere Türk subayları gönderildi. Bu subaylar Nazi harekatlarına “gözlemci” sıfatıyla katıldı.

Ha bir de aynı dönemde Turancıların Sovyet ordularına karşı Nazi saflarında yer aldığını ve Türkmenistan, Tacikistan, Özbekistan, Kazakistan, Azerbaycan ve diğer Türki cumhuriyetlerden askerler toplanarak Alman üniformasıyla savaştırıldıklarını da unutmadan ekleyelim. Acaba Türk subaylarıyla Turancı bölüklerin aynı dönemde aynı cephede olmaları bir tesadüf müydü?

Bu dönemde memleketin başında “Milli Şef” CHP’nin iftihar kaynağı İsmet İnönü vardı. İnönü Saraçoğlu’nun bu faaliyetlerine karşı ne yapıyordu peki. Herhalde duymamazlıktan geliyordu. Yoksa onaylıyor muydu?

Savaşın sonunda Nazi Almanya’sının yenilmesinin ardından Saraçoğlu Başbakanlıktan ayrıldı ve 1950′de milletvekili seçilemeyince siyasetten çekildi, 1953 yılında da öldü. Geride utançla anılacak bir miras bırakarak.

Bizim memleketinin şimdiki “solcusunun” geçmişi de böyledir. Bununla hesaplaşmadan kitleleri sokağa döküp, iktidarı sallayıp “devrim” yapmak mı? Geçiniz bu bahsi efendiler, geçiniz.

Kaynak: http://www.devrimciproletarya.com/?p=4360

Tags: CHP, Nazi

Afşin Selim
Çağdaş cahiliye ve tapınma sendromu
23 Ocak 2011



Hz. Ali halife iken, Habeşistanlı bir bilgin kendisini ziyaret eder ve...

- “Ya Ali, Müslümanlar Lât, Menat, Uzza gibi üç büyük putu kırdılar, ama bu üç büyük putun evlatları kıyamete kadar insanları haktan ayırmaya çalışacaktır” der.

Hz. Ali:

- “O nasıl söz öyle” deyince...

Habeşistanlı bilgin sükûnetle:

- “Serveti, devleti, şöhreti putlaştıranlarla, bazı insanların bazılarını, birçoğunun da kendilerine taptıklarını söylemek istedim” der.

Hz. Ali kat’i ve sert bir sesle:

- “Şüphesiz ki serveti, devleti, şöhreti ve fani olan her şeyi putlaştıranlar, bizden değildirler” cevabını verir.

Nasıl’ı ve niçin’i kurcalanmayan bir mesele muhatabına yalnızca görüldüğü üzere yansır. Suret olarak. Put mevzuu da öyle... Dönemin cahiliye putperestliği sıkça dillendiriledursun; kurabiyelerden putlar yapar, yol boyunca onlara tapınır, sonra da acıkınca o putları yerlermiş ya hani... Ne gam, mesut ve bahtiyarız, çünkü onlar eskide ve geride kaldı(!) artık.

Besbelli ki yaratılmışların en üst mertebesinde ikamet eden insan, varoluşunu, çeşitli gereksinimleri olan bir varlık olarak muhafaza etmekte... Yaşayarak yahut yaşadığını zannederek; zanlarıyla! “İnanmış” gibi yaparak. Kutsadıklarının kuşatılmışlığına maruz kalarak. Yaratılış gayesine yabancılaşarak. Oluş fıtratını zedeleyerek. Hattâ gökleri ötelerin ötesindeki “Tanrı”ya, yeryüzünü de kendisine parselleyerek!

Esasen erdem vasfından yoksun çağdaş cahiliye canlısı, vasıtalaştırılması gereken gereksinimlerini gayeleştirmesi neticesinde, fani olan her şeye karşı tapınırcasına bir bağımlılığa sürüklenmekte... Sahip olduklarının zamanla sana sahip olması meselesi! İdrakin aczini idrak etmeyi idrakin ta kendisi olduğunu idrak edemeden. Dolayısıyla erdem denilen ruhî olgunluğa erişemeden...

Her şey akıl aracılığıyla izah edilemez, fakat akılsız da olmaz. Kalbin ve aklın kesiştiği makul bir yer var, işte oradan mahrum kalmak dengesizleştiriyor insanı...

Yıkılan putların yerine yenisini koyuvermek, akıllıca olmayacağına göre?

İnsanı insanlığından çıkaran ve her şeye karşı onu kullaştıran her türlü bağımlılığı sorgulamadıkça, yaşanmaya değer bir hayata kavuşulamıyor. Hele ki beşere karşı sevgi âdeta ibadetleştirilmişse... Bu arızalı yaklaşımın güya “akılcılık” adı altında icra edilişi ise hayli trajikomik: Yanlışın dahi doğrulaştırılması... “Bir bildiği vardır” muamması! Ne bekliyorsun, kalbî ve aklî bir kazanım edinmiş kuvvetli şahsiyetler pek tabii ki yetişmiyor. İnsan, iyi ayaklı bir canlı çünkü, yiyor, içiyor, zıbarıyor, çiftleşiyor falan...

Konu çerçevesinde, “toplum dini” denilen algılayış ihmal edilmemeli diye düşünüyorum. Kemikleşmiş kurallar manzumesi... “Bizden başka biri mi var, aman etraf ne der, herkes böyle ama” gibi gibi... Zira toplum denilen beşerî kalabalığın beklentileri nispetinde biçimlenen bir tarz bu...

Hepimizin bir şekilde birine yahut birilerine “bağımlı” olduğu yadsınamaz. Bir başkasına… Fakat iyisiyle kötüsüyle, doğrusuyla yanlışıyla kişileri düşünerek sevmek ve değerlendirmek kaydıyla!

Putperestliğin tarihin tozlu sayfalarında kaldığı kanısında olanların yanılgısı aşikâr: Canlı ve cansız varlıklara tapınma eğilimi, gelişmişlik(!) iddiasındaki modern insan soyunda da, görülebilmekte çünkü… Ölümün bir“son” olduğu yanılgısına kapılarak!

Keza üretilenin esiri olmak varken, ne diye özgürlük dert edinilsin? Muhtemelen telef olmakla neticelenebilecek ürkütücü bir böbürleniş bu...

Üretilenin esiri olmak meselesi bir yana; makul ve müspet olmayan itaat, kişiyi Allah’tan başka her şeye kul haline getirebiliyor aslında. Çağdaşlaşmış bir efendi ve köle ilişkisi... Putperestliğin farklı görünümler altında varlığını sürdüren çağdaş bir şirk türü olduğunu göremiyor ve bunu yalnızca cahiliye dönemine mahsus bir“alışkanlık” olarak addediyorsanız, o ayrı mesele...

İdeoloji ve ideolojisizlik ideolojisi vasıtasıyla vasıtalaştırılan insanın, eleştirel yaklaşıma ve özeleştiriye yabancılaşmasını hatırlayınız! Hakikatin ne idüğü bir yana; idrakimizde eşya ve hâdise, görmek ve işitmek istediğimiz gibi arzı endam etmekte... Öyle idrake böyle hayat!

Kaynak: Haber10

Kemalizm'in Tıraşladığı Akıl
"Kemalizm, kadınlardan hayali bir "Avrupalı kadına" öykünmesini istiyor. "Ben Arap kadınına öykünmem" diye yaygara koparmanın altında bu yatıyor."

Kemalizm'in tıraşladığı akıl
Emre Aköz
Sabah



Her ideolojinin kurbanları vardır. CHP İzmir milletvekili Canan Arıtman da Kemalizm'in kurbanı...
(Bu satırları okuduğunda, "Keşke yaşasa da kurban olsam Atama" filan diyecektir.
Bence bir sakıncası yok!)

80 yıllık Kemalist eğitimin etkisiyle Arıtman'ın zihninde "Arap kadını" diye bir "kategori" oluşmuş.
Bu kadın, Arap erkeğinin dört eşinden biri olarak hayatını sürdürüyor. Eğitim seviyesi fevkalade düşük. Müslüman olan bu kadın, çarşaf giymeden sokağa çıkmıyor. Ehliyet alamıyor, oy kullanamıyor. Mirastan düşük pay alıyor.

Canan Hanım, "Biz bu kadına öykünemeyiz" diyor.

İki ciddi sorun var bu heyheylenmede:

1) Hiç kimse Arıtman'dan diğer kadınlara öykünmesini istemedi.
Peki, bu öykünme lafı nereden çıktı? Çok açık: Kemalizm denilen otoriter ideoloji, kadınlardan hayali bir "Avrupalı kadına" öykünmesini istiyor.
Ortada fol yok, yumurta yokken, "Ben Arap kadınına öykünmem" diye yaygara koparmanın altında bu yatıyor.

2) Daha önemlisi: Ortak özelliklere sahip bir "Arap kadını" yok ki şu dünyada! Hepsinin yaşam biçimi farklı...

Ancak Kemalizm tarafından akılları tıraşlanmış bu insanlar farkları görmüyor...
(Daha da beteri görmek istemiyorlar.)

***

Hemen bir anımı anlatayım:
Ağustos 2004. Boğaziçi Üniversitesi'ndeki törende Prof. Ayşe Soysal, rektörlüğü devralıyor.

Prof. Zafer Toprak konuşmasında Birleşmiş Milletler'in raporunu hatırlattı:

"Bizde kadın parlamenter oranı yüzde 4, Suriye'de ise yüzde 12" deyince... Salondaki Kemalistler, popolarına iğne batırılmış gibi oldu.

Hele hele "Bizde üst düzey kadın yönetici oranı yüzde 7, İran'da ise yüzde 13..." dediğinde çılgına döndüler.

Dönemin YÖK Başkanı Prof. Erdoğan Teziç hemen kürsüye çıkıp bin dereden su getirdi. Şöyleymiş de, böyleymiş de...

***

Kıssadan hisse: "Arap kadını", "İran kadını" ya da "Türk kadını" diye "tek bir kadın tipi" yok... Cumhuriyet hiç de sanıldığı kadar başarılı değil.

Yasaları da abartmayın:
TBMM'de üç-dört eşli sürüyle vekil var... Kadının işgücüne katılımında en geri ülkelerden biriyiz...

Saçını, başını açtı diye kendini Batılı sanan nice kadın, tam da Canan Arıtman gibi, demokrasiden hiç hazzetmiyor.

Fest Travel'a haber verelim de Canan Hanım'ı, Arap dünyasında bir kültür gezisine çıkarsın. İhtiyacı var.

Sabah

Auguste Comte ve dünyanın başkenti İstanbul
16.2.11
Selçuk Salih Caydi



Önce, bu ilginç adam hakkında birşeyler söylemek gerekiyor...

Auguste Comte 1798'de Montpellier'de doğdu. Napoleon'un İmparator olmasından iki yıl sonra 1816'da, öğrencisi olduğu elit okul Ecole Polytechnique, çıkan bir öğrenci ayaklanması nedeniyle kapatılınca, tıp okumaya başladı. Hayatının ilk virajını hızlı alan Auguste Comte, Fransız İhtilali'nin ideallerini savunan bu okuldan ayrıldıktan sonra, ailesi başta olmak üzere tüm katolik ve de monarşik fikirlerle fevkalade kavgalı biri haline geldi. Fena halde felsefe tutkunu genç adamın listesinde Hume, Kant'tan tutun da Montesquieu'ye kadar aydınlanmacı bütün ünlüler yer almaktaydılar. 1822'de, "Plan de traveaux scientifiques nécessaires pour réorganiser la société" adlı felsefi kitabını yayımladı. Pozitivizmin köşetaşlarından biri sayılan kitabını kaldırıp bir kenara atalım, bu arkadaş son derece kibirli, kendini beğenmiş, vükela türünden bir ükela, ateşli bir konuşmacı, yani çenesi düşük biriydi (hep öyle olurlar). Evini, elaleme allemelik taslamak ve konferanslar vermek için bir seminer salonu gibi kullanıyordu. 1826'da, psikolojik sorunları nedeniyle akıl hastanesine sevkedildi, bir yıl sonra da intihara teşebbüs etti.

Onun kendini yeniden toparlamasına yardım eden kadın, eski bir fahişe olan karısı Caroline Massin olmuştur. Auguste Comte, onun sayesinde yeniden çalışmaya ve seminerler vermeye yeniden başlamıştır. Daha 1838 yılında "Sosyoloji" terimini tarif etti ve kullanmaya başladı. Evli olduğu süre zarfında hazırladığı temel eseri, yedi ciltlik Cours de philosophie positive'i 1842'de tamamladı. Sonra, Paris'te bugünkü Comte Müzesi binasında Astronomi dersleri vermeye başladı... Naif pozitivizmi, hem birçok önemli bilim adamına/kadınına (Marie Curie) ilham vermiş hem de eleştirilmiştir (Max Planck). Comte, sosyolojiyi, bütün bilimlerin anası haline getirmek istemiştir ama getirememiştir. Arkadaş, "İlerleme" fikrinin 20'inci Yüzyılda saplantıya varacak ölçüde abartılmasının da ilk müsebbibidir. Onun sloganı "Düzen ve İlerleme" (Ordem & Progresso), Brezilya bayrağındaki Dünya kuşağının üzerinde yazar.

Şimdi de Auguste Comte'nin bizi de ilgilendiren yanı...

1844'ten itibaren Auguste Comte'nin büyük yakınlık duyduğu bir kadın var. Platonik bir aşkla bağlı olduğu Clotilde de Vaux iki yıl sonra ölünce, garip bir dindarlık türü geliştiren Comte, kendini yeni bir dinin peygamberi ilan eder!

"İnsancıllık/hümanizm dini" (religion de l'humanité) denen tanrısız dinine yandaş toplamaya başlar. İngiltere, Fransa, İsveç ve Amerika'da dinini savunan gruplar kurar. Auguste Comte, İslam dinine ve onun Peygamberi Hz. Muhammed'e büyük yakınlık duyan biridir. Kendine özel din kurmak türünden saçmalamasaydı, İslam dinini seçebileceği de söylenebilir, çünkü İslam hakkında büyük hayranlık ifadeleri malumdur.

Auguste Comte, "Kutsal Lig" adı altında, Hristiyanlığı, Müslümanlığı ve Museviliği birleştirmeyi hedeflemekteydi. "Diğer peygemberler arasında benzersiz" ilan ettiği Hz. Muhammed'i, bir disiplin ve güçlü irade timsali sayar.

Kendi dininin başkentini Paris ilan eden Auguste Comte, tıpkı Müslümanların Mekke'ye dönerek dua etmesi gibi, kendi dininden olanların da Paris'e dönerek dua etmelerini istemiştir. Paris'deki baş mabedi de Notre Dame kilisesidir. Auguste Comte, dininin bayrağını da, İslam'dan esinlenerek 'Yeşil' seçmiştir.

Hatta bu rengi abartıp, tüm kitaplarının kapaklarının yeşil basılmasını da istemiştir! Daha sonra kurmayı planladığı partinin adı nedir? Tabii ki "Yeşiller" partisidir (bugünkü Yeşiller ile hiç alakası yok).

Auguste Comte, geleceğin dünya politikasının nasıl olacağına kafa yormuş ve ilginç sonuçlara varmıştır. Bir çeşit globalleşmenin gelecekte kurulacağını düşünmüştür ve mesela "Büyük Garb Cumhuriyeti" adı altında Avrupa'nın birliği fikrini ortaya atmıştır. Bu birleşik cumhuriyetin merkezi Paris olacaktır. Ama asıl amaç, Garbi Cumhuriyet ile Şark'ın birleşmesidir.

Auguste Comte, ilerleyen dönemlerde Paris'in önemini kaybedip Konstantiniye'nin önem kazanacağını ve Şark ile Garb'ın İstanbul'da birleşeceğini öne sürmüştür. Auguste Comte, Avrupa uygarlığına başkentlik ettiğini düşündüğü Atina, Roma ve Paris'in ardından İstanbul'un Avrupa uygarlık başkenti olacağını söylemiştir. Geçen yıl İstanbul, Avrupa kültür başkenti olmuştu, ama iktidarın kültür ve sanatla uzaktan yakından pek ilgisi olmadığı için, önemli fırsat önemli ölçüde heba edildi. Auguste Comte, "Gerçek Sonsuz Şehir" diye adlandırdığı İstanbul'un, ileride, Şark ile Garb'ın buluştuğu dünya başkenti olacağını söylemiştir. İstanbul, bu potansiyele elbette sahiptir.

Ama İstanbul'u, kültür-sanat fukarası sonradan modernleşmeci türbanlı vasat erkekler yönetmeyi sürdürdükçe, şehrin bir uygarlık başkenti olması mümkün değildir. Auguste Comte'nin hayranı olduğu İstanbul, 21'inci yüzyılda bir başkent olabilir -ama siyasi bir başkent değil. Siyasetin ve ekonominin (ve sosyolojinin!) yeniden tarif edileceği önümüzdeki dönemde İstanbul, bir kültür ve uygarlık başkenti olmaya adaydır. Auguste Comte, din işlerinde yanılmıştır belki -ama bu konuda yanılmamıştır.

http://konstantiniye.blogspot.com/2011/02/august-comte-ve-dunyann-baskenti.html

Teğmen ve yüzbaşı generalleri fişledi
MUTLU ÇÖLGEÇEN
21.02.2011

Balyoz planı öncesi 60 general ve amiral ile 100'e yakın albay izlemeye alındı. Balyoz davası kayıtlarına göre 7 aylık izleme ve fişleme emrini dönemin komutanları Org. Doğan verdi, Oramiral Örnek yerine getirdi
SABAH, 163 sanığın tutuklandığı Balyoz planı ile ilgili önemli ayrıntılara ulaştı. 5-7 Mart 2003'te 1. Ordu Komutanlığı'nda gerçekleştirilen plan semineri öncesinde genç subaylara general ve amiralleri izleme ve fişleme görevi verildiği ortaya çıktı. Ağustos 2002'de başlayan ve yaklaşık 7 ay süren izlemede 60 dolayın general ve amiral ile 100'e yakın albayın günlük faaliyetleri tek tek kayda geçirilmiş. Fişleme kayıtlarında general ve amirallerin her adımı takip altına alınmış. Balyoz darbe planında görev alacak general ve amirallerin de bu şekilde belirlendiği ortaya çıktı. Balyoz darbe planı davası belgelerine göre yaklaşık 60 general ve amirallerin genç subaylar tarafından takip edilmesi emri 1. Ordu Komutanı Org. Çetin Doğan tarafından veriliyor. Çetin Doğan'ın bu emri dönemin Donanma Komutanı Oramiral Özden Örnek tarafından bütün donanma birliklerinde yerine getiriliyor. Fırkateyn komutanları da fişlemelerde görevlendiriliyor. Astsubay başçavuşlar da albayları takip ediyor.

FİŞLEMEDE 3 KRİTER
Teğmen, üsteğmen ve yüzbaşılar tarafından gerçekleştirilen fişlemeler "mesai saatleri içi ve dışındaki temasları, özel yaşamı, kimlerle vakit geçiriyor, ev hayatı" kriterlerine göre yapıldı. General ve amirallerin dünya görüşleri, Atatürkçü olup olmadıkları, dine ne ölçüde yatkın oldukları, Ramazan'da oruç tutup tutmadıkları, kadın ve paraya düşkün olup olmadıkları da tespit edildi. Belgelere göre Balyoz hareket palanı hazırlık çalışmaları çerçevesinde Donanma Komutanı Ora. Örnek'in Ekim 2003 tarihli emri ile 1. Ordu Komutanlığı ile Donanma Komutanlığı arasında irtibatın sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi için özel kuryeler görevlendirildi. Belgelere göre özel kurye görevini bu süre içinde Deniz Kur. Kd. Alb. R.C. Gürdeniz, Deniz Kurmay Binbaşılar S. Topuz ile O.G.B. Oğurloğlu yerine getirdi.

ANKARA'YA ÖZEL TAKİP
Donanma Komutanı Ora. Örnek'in emri ile Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Karargahı'ndaki personelin e-mailleri yakın takibe alındı. Mühendis Yüzbaşı D.R. tarafından gönderilen "bilgi-sistem denetlenmesi" başlıklı bilgi notunda şu ayrıntılara yer veriliyor: "Daha önce emredilen listedeki personele ait e-mail hesap kayıtları EK'te sunulmuştur. Özellikle ANKARA bölgesindeki personelin e-mail kayıtlarının büyük olması sebebiyle ön incelemeye devam edilmektedir. Özellik arzettiği belirtilen Tüma. Murat Bilgel'e ait e-maillerde kişisel veriye rastlanmamıştır."

Personele MP-5 tahsisi
Belgelere göre Balyoz davası çerçevesinde açığa alınıp tutuklananDeniz Kurmay Albay Abdullah Gavremoğlu'nun 10 Ocak 2003 tarihli yazısında şu ifadeler yer alıyor: "SUGA Harekat Planı'nın icrasında 'Reaksiyonların Gösterilmesine Engel Olan Komutanların' geçici /sürekli olarak tevkif edilmesi veya yetki devri içeren tebligatın yapılması" maksadıyla personel görevlendirilmesi ile emredilmiştir. Görevlendirilen personele MP-5 Makineli Tabanca tahsis edilmiş, yemin ettirilerek muhtıra imzalanmıştır."

İki amirale yakın takip
TUĞAMİRAL AHMET ŞENOL (ARALIK 2002)
Mesai saatleri dahilinde resmi görüşmeler haricinde önemli bir ziyaretçi kabul etmemiştir.
Mesai saatleri sonrası faaliyetlerinde sıra dışı bir ziyaret tespit edilmemiştir.
Ramazan ayında bazı günlerde oruç tuttuğu tespit edilmiştir. (Dz.Kur.Kd.Yzb C.Kızıl /TCG Kartal Komutanı)

TUĞAMİRAL AHMET AKSOY (KASIM 2002)
Mesai saatleri dahilinde resmi görüşmeler haricinde önemli bir ziyaretçi kabul etmemiştir
Ramazan aynını ilk iki gününde Aksaz Üs Radyosu'nda Müslümanların kutsal kitabı olan Kur'an'dan bölümler yayımlanmasına izin vermiş, ancak Kurmay Başkanı'nın itirazlarına dayanamayarak yayına son vermiştir. Mesai sonrası izleme faaliyetleri Dz.Yzb. E.T. tarafından icra edilmiştir. (Dz.Kur.Yb.Ü.M. TCG Gaziantep Komutanı)
Sabah

Cenazede askeri görünce şok olmuş

Askerin Erbakan`ın cenazesine katılması Çölaşan`ı şaşkına çevirdi: 40 yıl düşünsem aklıma gelmezdi.

02 Mart 2011, 23:20
Anadolu Haber

İşte Çölaşan`ın bugünkü yazısının ilgili bölümü...

ORDUMUZA HELAL OLSUN!
Necmettin Erbakan’ın cenazesi Ankara ve İstanbul’da düzenlenen törenlerle kaldırıldı. Benim gözüm İstanbul’daki törende yer alan görkemli bir çelenge takıldı:
“Türk Silahlı Kuvvetleri.”
Erbakan da her fani gibi bir gün ölecekti. Ama onun ölümü sonrasında Genelkurmay’ın üzüntü bildirisi yayınlayacağını, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin cenaze töreninde 1. Ordu Komutanı düzeyinde temsil edileceğini, bazı general ve üst rütbeli subaylar tarafından uğurlanacağını, kırk yıl düşünsem aklıma getiremezdim.
Demek ki ben çok safmışım!
Türkiye’de benim gibi düşünen milyonlarca insanımız da çok safmış!
Demek artık devir değişmiş.
Türk Silahlı Kuvvetleri, bu ülkede ömrünü şeriat düzeni kurmak için çalışan bir siyasetçinin ardından saygı gösterileri yapabiliyormuş.
Bir düşünün…Erbakan vefat ediyor ve hemen o gün Genelkurmay Başkanı üzüntülerini dile getiren bir mesaj yayınlıyor.
Cenaze töreninde Türk ordusunun çelengi!..
Ve aynı törende 1. Ordu Komutanı düzeyinde temsil edilen Türk Silahlı Kuvvetleri! (1. Ordu eski komutanı Çetin Doğan Paşa’nın Silivri cezaevinde kulakları çınlasın.) Devlet töreni olsa, diyecek bir şeyim olmaz.
Demek ki devir değişmiş!
Devirle birlikte Türk ordusu da değişmiş!
O güvendiğimiz Türk ordusunun başındakiler, Erbakan’ın kişiliğinde şeriat düzeni isteyenlere arka çıkıyor, üzüntülerini bildirilerle dile getirip cenazeye çelenkler gönderiyor!
Yoksa güvendiğimiz dağlara kar mı yağıyor? Galiba öyle!
Ya da bu yapılanlar bir siyaset gereği mi?
Sevgili okuyucularım, ben bu olanları anlamaktan vallahi billahi acizim. Belki ben aklımı yitirdim!
Ya da Türkiye’de bazı şeyler öylesine hızlı değişti, bazı kişi ve kurumlar da öylesine devşirildi ki, ben anlamakta aciz kalıyorum!
Eğer içinizde bu olanları anlayan varsa lütfen bana mesaj atıp uyarın ki, aymazlığımın farkına varayım!

Yıllar sonra sahte rapor itirafı!
8 Mart 2011

28 Şubat sürecinde, 'namaz kılıyor' 'eşi başörtülü' gibi sebeplerle yüzlerce subay ve astsubayın orduyla ilişiği kesildi.

Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararıyla ordudan atılanlardan birisi de Yüzbaşı Mehmet İnkaya olmuştu. Yüzbaşı İnkaya, dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş'in 'Astsubaya mürit olduğu için attık' dediği kişinin kendisi olduğunu söyledi. Mehmet İnkaya, bu durumu yıllar sonra kendisi hakkında rapor tutan astsubaydan öğrendiğini belirterek, "Astsubay arkadaş vicdan azabı sebebiyle emekliliğini isteyip ordudan ayrıldı. Benden de yaptıkları için özür diledi. Bu düzmece rapor sebebiyle yıllarca sürgün hayatı yaşadım." dedi.

Mehmet İnkaya (53), hayallerini süsleyen subaylık için ilk adımı 1979'da attı.TSKüniformasını giydiği 17 yılda meslek hayatında 23 takdir ve teşekkür belgesi alan İnkaya, 1990'lı yılların ortalarında eşinin başörtülü olması sebebiyle komutanlarından baskı görmeye başladı. 2 Ocak 1996'da TSK ile ilişiği kesilen İnkaya, çalıştığı özel kurumlarda da Batı Çalışma Gurubu elamanlarınca takip edildiğini söylüyor. "Ailemle birlikte büyük acılar yaşadım." diyen Mehmet İnkaya, yüzbaşı rütbesinde birçok ile sürgün edildiğini dile getiriyor.

"DÜZMECE RAPORLA HAYALLERİMİ YIKTILAR"

Kırıkkale 9. Zırhlı Tugayı'nda yüzbaşı olarak görev yaptığı sırada hakkında hazırlanan raporla ordudan atıldığını kaydeden İnkaya yaşadıklarını şöyle anlattı: "O dönem de Tugay komutanı olan tuğgeneral, askeri birlikte görev yapan 4 personeli çağırarak hakkımda bir rapor hazırlatacağını ve onların da bu raporu imzalamalarını istemiş. Bu raporda benim bir astsubaya bağlı mürit olarak gösterileceğimi ifade etmiş. Hazırlanan düzmece rapor o kişilerce imzalanıp Yüksek Askeri Şura'ya (YAŞ) gönderilmiş. TSK ile ilişiğim bu rapor üzerine kesildi. O dönemde Genelkurmay Başkanı olan Doğan Güreş, 'Astsubaya mürit olan bir yüzbaşıyı atmayacaktık da ne yapacaktık' demişti. Bir süre sonra bahse konu rapora imza koyanlardan Hüseyin isimli astsubay bana gelerek 'Komutanım genelkurmay başkanımızın ifade ettiği o yüzbaşı sizsiniz, bunu biliyor musunuz? O düzmece rapora ben de imza koydum, dayanamadım, onun için TSK'dan emekliliğimi istedim,emekliolacağım, hakkını helal edin' dedi. Bu da gösteriyor ki, o dönem TSK ile ilişiği kesilen bin 630 kişi bu tür düzmece raporlarla liyakate bakılmadan mağdur edilmiştir."

"BİZİ FİŞLEDİLER, KİMSENİN SESİ ÇIKMADI"

Emekli yüzbaşı İnkaya, ailesiyle Bursa'ya yerleştikten sonra bir takım kişiler tarafından takip edildiğini ifade etti. Telefonlarının dinlendiğini, evine giren çıkanların da fişlendiğini dile getirdi. İnkaya, şunları kaydetti: "Oturduğum sitenin kapıcısına evime girenleri, çıkanları, eve kaçta girip çıktığımı sormuşlar. Polis karakolunda yıllarca form doldurttular. Formlarda 'ahlaklı mısınız?' gibi sorular yöneltildi. 6 ayda bir doldurulan formlar BÇG'na gönderilmiş. Suçum sadece namaz kılmaktı. Tugay'ın bahçesindeki camiye gidiyordum, 'gitme' dediler." Yaşadığı sürgünler sebebiyle çocuklarının eğitiminin aksadığını anlatan İnkaya, çocuklarının 'baba hiçbir yerde aynı arkadaşlarla okulu bitiremedik' dediğini gözyaşları içerisinde anlattı.

Ergenekonve Balyoz darbe planlarının28 Şubatdöneminde hangi görevde olduklarının da araştırılmasını isteyen İnkaya, TBMM'deki tasarının bir an önce yasalaşmasını istedi. Halen bir dershanede yönetici olarak görev yapan İnkaya, sözlerini şöyle tamamladı: "28 Şubat, hak ve özgürlüklerin ihlal edildiği, keyfi tutumlarla insanların mağduriyet yaşadığı bir dönemdir. Bugün TSK'da çeşitli darbe teşebbüsleriyle tutuklananlar acaba o günlerde hangi görevleri yapıyorlardı, bizim atılmamızda acaba nasıl roller aldılar. Bunların da açıklanması bundan sonraki Türkiye'nin geleceğinde huzur ve mutluluğunda önemli olduğu kanaatindeyim." haber10

Demirtaş'tan 'Andımız' çıkışı...
31 Mart 2011
BDP lideri Selahattin Demirtaş, yine çok tartışılacak bir açıklamada bulundu.

BDP lideri Selahattin Demirtaş, kızının okulda ''Andımız''dan muaf tutulmasını istedi.

BDP lideri Selahattin Demirtaş, Diyarbakır İl Milli Eğitim Müdürlüğü'ne dilekçe göndererek, kızının "Andımız" faaliyetine katılmayacağını beyan etti, kızının muaf tutulmasını istedi.

BDP lideri, İl Milli Eğitim Müdürlüğü'ne Diyarbakır Hattat Hamit Aytaç İlköğretim Okulu 1-F sınıfında öğrenim gören kızı Delal Demirtaş'ın velisi olarak başvurdu.

Dilekçesinde, "Kızım Delal Demirtaş'a anadilde eğitim hakkı tanınmazken, her gün 'Andımız' adı altında ırkçı söylemler içeren bir metnin okutulmasını kabul etmiyor, çocuklara yönelik bu şekilde bir uygulamayı insan hakkı ihlali olarak görüyorum" dedi.

Bugünden itibaren kızı Delal Demirtaş'ı bu etkinlikten fiili olarak uzak tutacağını belirtti.

Demirtaş, "Andımız" faaliyetinin resmi olarak kaldırılmasını ve kızının resmi olarak bu uygulamadan muaf tutulmasını talep ett. haber10


DSP'li Türker: Atatürk'ü tartışmaya açacaklar
13 Nisan 2011
DSP Genel Başkanı Masum Türker, ''Atatürk'ün tartışılmaya başlanmasına imkan verecek yeni bir siyasal düzenin kurulması için planlanmış, tasarlanmış bir seçime doğru gidiyoruz'' dedi. Haber10

HARF DEVRİMİ NEYİ TAHRİB ETTİ



Pek kültürlü hanımlar beyler bilirim. Çok değer verdikleri Batılı sanatçıların bu "kargacık burgacık Arap yazısı"ndan hayranlıkla söz edişlerine şaşmışlardır.
4 Ekim 2010

Haşmet Babaoğlu yazıyor- Sabah

NTV Tarih dergisinin son sayısında 1928 Harf Devrimi'ne ayrılmış güzel bir dosya var.
Geçen akşam da NTV'de "Tarih Konuşmaları" programında konu ele alındı.
İyiydi, hoştu da...
Programı izlerken içimden sordum...
"Devrim" denilen şeylerin, ister bütün toplumu, ister harfi, şapkayı, çiçeği böceği hedef alsın siyasi bir eylem olduğunu görmekten kaçınıyorsak, onları anlayabilir ve anlatabilir miyiz?
Hayır! Asla!



***

Sevindirici olan şu...
Artık kimse, Devrim'in en fanatik savunucuları bile Latin alfabesine geçişin gerekçesi olarak, dünyanın en estetik kaligrafisine sahip Arap alfabesine "kargacık burgacık" demiyor.
Malum, yıllarımız kocaman adamların hiç sıkılmadan böyle saçma şeyler iddia etmesiyle geçti.
Pek kültürlü hanımlar beyler bilirim. Çok değer verdikleri Batılı sanatçıların bu "kargacık burgacık Arap yazısı"ndan hayranlıkla söz edişlerine şaşmışlardır.


***

Bu "çocuk kandırmacası"nın yerini ne aldı peki?
Onu da NTV'deki programda gördüm.
Eski alfabenin imla sorunları varmış! Seslerle harfler arasındaki uyumsuzluk had safhadaymış! Devrim bu nedenle zorunluymuş!
Oysa her dil alfabesiyle ve imlasıyla sorun yaşar! Latin alfabesini kullanan hangi dil (Türkçe dahil) bu uyumsuzluğu yaşamıyor ki! Çalışılır ve sorunlar en alt düzeye indirilir.
1928'de Harf Devrimi'yle alfabe değiştirilmeseydi, Ankara bu "düzenleme"yi eski alfabe üzerinde yapardı, hiç kuşkunuz olmasın!


***

Bazen diyorum ki...
Acaba Harf Devrimi'ni tartışanların önce "dil nedir, alfabe nedir" gibi temel bilgiler alanında kafalarını berraklaştırması gerekmez mi?
İyi de, profesörlerin, uzmanların kafası nasıl berrak olmaz?
Söyleyeyim...
Çünkü herkes alttan alta bilir ki, konu özünde ne dilsel, ne eğitimsel ne de bilimseldir. Basbayağı siyasidir.


***

TV'deki programda laf bir ara Latin alfabesiyle bilim yapmanın ve hatta bilgisayar kullanmanın kolaylığına geldi.
Bir "uzman" fırsatı kaçırmadı, Arap alfabesini kullananların "acıklı" halini, bu yüzden Arapların global kültüre ve bilime eklemlenemediklerini anlattı.
Yahu insan halen birçok farklı alfabeyi kullanan Japonları, bilgisayar dünyasını oyuncağa çeviren Hintlileri ve Çinlileri falan düşünmez mi! (Biz Latin alfabesine geçtik diye kaç bilim Nobeli kazanmışız? Sıfır. Biraz da bunları düşünsek artık!)


***

Harf Devrimi olmuş bitmiş! Sevmişiz yeni harfleri, uymuşuz, sindirmişiz.
Zaten insanlığın kültür tarihine baktığınızda görürsünüz ki, alfabeler dokunulmaz değiller, çok sık değişiyorlar.
Sorun orada değil!
Sorun bu devrim nedeniyle muazzam bir kültürel birikimle bağımızı koparmış olmamızda! (Bir Alman Goethe'yi, Hölderlin'i okuyabiliyor, biz yüz yıl öncenin şiirlerini bile yazıldıkları halle okuyamıyoruz.)
Yine de bu kopuşun üstesinden gelebilirdik. Mesela ortaokullardan başlayarak seçmeli Osmanlıca dersi konulabilirdi.
Konulmadı! Konulmazdı! Neden?
İşte asıl bu sorunun cevabı önemli.

Çanakkale Şehitliğinde Başörtü Yasağı!..
05 Temmuz 2011



Kimi zaman savaşanlara cephe arkasında yardıma koşan, kimi zaman omzunda silah, mermi taşıyan, cephede savaşan başörtülü kadının, torunlarına ziyaret engeli !..
Çanakkale şehitliklerini gezmek için Aydın'dan gelen çarşaflı dört kadın, halka açık olan Çimenlik Kalesi'nden, askerler tarafından zorla çıkarıldı. İçinde Deniz Müzesi ve Nusrat Mayın Gemisi bulunan, askeriye kontrolündeki kaleyi gezmek isteyen Selimışıklı ailesinin beş ferdi, maruz kaldıkları davranış üzerine polise şikayetçi oldu.Tek amaçlarının, savaşlarda hayatını kaybeden şehit atalarının mezarlarını gezmek olduğunu belirten Serhat Selimışıklı, yönetmelik ve kanunlarda müze ve kalelere çarşaflı girilemeyeceği ibaresi olmamasına rağmen, sorumlu komutanın keyfi tutumu yüzünden hakarete uğradıklarını söyledi.
aktifhaber

Çileden Çıkaran Paşa Menüsü
05 Ağustos 2011
İhmaller, hatalar, hatta bazen kasıtlarla şehit olan erlerin ardından "'Hiç önemli değil, ufak tefek hata" açıklamaları yapılırken paşaların keyiflerinden taviz yok!..
Sabah Yazarı Sevilay Yükselir, bugün köşesinde şok eden bir belgeye yer verdi. Gerçekleştirecekleri bir seyahat öncesi komutanlığın özel kalem müdüründen kolorduya çekilen faksta Kuvvet Komutanı ve eşinin rahat ettirilmesi adına herşey en ince ayrıntısına kadar belirtilmiş.

İşte Yükselir'in o yazısı:

Tarih; 1 Ağustos 1992 Yer; Kara Kuvvetleri Komutanlığı-Ankara

Saat; 16.48

Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı ve eşi Adana'ya, 6. Kolordu Komutanlığı'na bir seyahat gerçekleştirecekler.

İşte bu seyahatle ilgili komutanlığın özel kalem müdürlüğünden 6. Kolordu'ya 2 sayfalık bir faks çekiliyor.

Ancak söz konusu bu faksta komutan ve eşinin saat kaçta kolorduya varacağı filan değil, "Sn. K.K.K'nın takıldığı hususlar" başlığı altında komutan ve eşinin ağız tadı ve keyifleri ile ilgili bütün ama bütün detaylar aktarılıyor karşı tarafa.

Son derece enteresan bu faks dolayısıyla biz de mesela öğreniyoruz ki dönemin kara kuvvetleri komutanı kahvaltıda muhakkak rafadan yumurta istermiş ama bu yumurtanın pişirilme süresi 3 dakika 15 saniyeyi geçmemeliymiş! Ayrıca yine aynı faks dolayısıyla bilgi sahibi oluyoruz ki paşamızın aksine saygıdeğer eşleri hanımefendinin yumurtanın pişirilme yöntemindeki tercihi çok farklıymış! (Yengemizin yumurtası kesinlikle katı olacakmış ama bu katılık katiyen kayısının katılığını filan geçmeyecekmiş!)

Bunun dışında her ikisi de sabah sofrasında muhakkak közde pişirilmiş acısız sivribiber, bol kızarmış ekmek, eritme peynir (markası Pınar olacakmış!) görmek isterlermiş.

Ha bu arada, paşamın ve karısının kahvaltı sonrası alacakları Türk kahvesinin ölçeklerinin belirtilmesi de ihmal edilmemiş. (Mesela paşam bir buçuk kaşık kahveye, 1/4, eşi ise 1 kaşık kahveye 1 şeker katılmış kahve içerlermiş.)

Bu kadarla sınırlı değil tabii aktarılan detaylar.

Daha öğleni var. Akşamı var. Arası var değil mi?

Öyle ya paşa ve eşinin midelerine dair zevkleri kahvaltıdan sonra göz ardı edilecek değil ya koskoca kolordu tarafından!

Mesela en çok deniz ürünlerini tercih ederlermiş ama terbiye edilmiş etlerden de büyük tat alırlarmış. Eşinin aksine komutan hamur işi tatlıları sevmezmiş. Onun tercihi genellikle sütlü tatlılardan yanaymış. Kazandibi, sütlaç ve dondurma gibi.

Meyveler ve sebzeler konusunda da bütün alternatifler sıralanmış.

Çift, ayva, yer elması ve elma tercih ederlermiş ama mesela elmanın muhakkak Amasya ve sert olanından olmasına özen gösterilmesi gerekirmiş.

Arada bir, çok iyi yıkanmış ve kabuğu çok ince soyulmuş salatalıktan da keyif alırlarmış.

Yanı sıra lahana kökü, haşlanmış mısırı da ihmal etmemek gerekirmiş.

Komutanımız puro içermiş. Markası da kesinlikle Panten Megnum diye bişi olmalıymış.

Anlayacağınız her detay tek tek bildirilmiş yani kolorduya!

Viskisinin, rakının markasına kadar (Buz ve su kullanıyormuş paşam. Yani sek içmiyormuş.

Ayrıca rakının export olmasına da dikkat ediyormuş!)

Paşanın ve karısının içtikleri "Nes Cafe"nin de bütün değerlemeleri aynı şekilde aktarılmış.

Marka Gold Lüx olacakmış. Ve yarım kesme şekere, bir buçuk kahve katılacakmış. (Sütlü arzulayıp arzulamadıkları ise her servis öncesi sorulacakmış muhakkak!)

Aktarılanlardan anladığımız kadarıyla sağlıklarına oldukça dikkat eden çiftin bir de şöyle bir özellikleri varmış:

Mesela greyfurt, portakal ve havuç suyunu ayrı ayrı da isteyebilirlermiş, üçünü bir arada da!

Bu detaya çok çok dikkat edilmesi gerekirmiş hani...

İstirahat edecekleri odadaki detaylar da tek tek aktarılmış Adana'ya...

Bir kere odada;

Sade gazoz (Çok soğuk olacak!)

Buzdolabında meyve

Kabuksuz Antep fıstığı, leblebi ve badem...

Kabukları soyulmuş şekilde Foça fındığı her biri ayrı ayrı tabaklarda olmak üzere bulundurulacakmış.

Ayrıca...

Johnson marka kolonya...

Lee Man Cleef after shave!

Rejoice şampuan

Reward sabun

Bir de...

Oda çok sıcak olmayacakmış... TV'nin bütün kanalları ise ayna gibi seyredilebilecek ayara getirilecekmiş!

Ve en önemlisi ise...

"Komutan ve eşinin odasında tek bir kıl parçası bile olmayacakmış!"

Mazallah bulursa...

Kimsenin gözünün yaşına bakmaz, yakarmış!



Gel de yazma!

Biliyorum. Daha önce de, "Paşanın karısına hizmet vatan borcu mudur?" başlıklı yazılarımdan dolayı beni TSK düşmanı, TSK aleyhtarı filan ilan edenlerin bugünkü yazdıklarımdan dolayı yine aynı şeyi yapacaklarını daha şimdiden görüyorum.

Ama umurumda değil.

Ben doğru bir şey yapıyorum.

Sınırlarımızı korumaları, güvenliğimizi sağlamaları, kelle koltukta görev yaptıkları için, "Gözümüzün nuru, başımızın tacı!" diyerek sahiplendiğimiz, yıllar boyu laf söyleyemediğimiz, söyletmediğimiz TSK'yı geçmişte yönetenlerin kurum içindeki ehlikeyf anlayışlarını gözler önüne seriyorum...

Evet. Dikkatinize sunduğum bu belge oldukça eski bir belge...

19 yıl öncesine ait.

Ama siz de biliyorsunuz ki TSK'da, bazı konular, yönetenlerin alt-üst ilişkileri, kurum içinde oluşturdukları yaşam tarzı hemen hemen aynıdır.

Özellikle komuta kademesinde görev yapanların TSK çatısı altındaki hal ve hareketlerinin, altındaki personelle ilişkilerinin, onlara davranışlarının benzerlik gösterdiğini daha evvel askerlik yapmış her Türk erkeğinin bildiğine adım gibi eminim.

Muhakkak ki TSK bünyesinde bütün bu genellemenin aksine, elinde bulundurduğu gücü şahsi çıkarları için kullanıp TSK'nın haysiyetini beş paralık etmeyecek, başı dik, şerefli askerlerimiz de var.

Ben bu yazıları TSK'yı yıpratmak için filan değil!

Bilakis!

Bu yazıları, onuruyla, haysiyeti ile görev yapan bütün namuslu askerlerimiz, TSK mensubu kişiler adına yazıyorum...

Böyle biline...
aktifhaber

Şevket Süreyya: "İnkılâbımızı oturtmaya ve Atatürk'ü putlaştırmaya mecburduk..."



M. Kemal'in Putlaştırılması ile ilgili Doç. Dr. Fikret Başkaya'nın yorumu [1]:

Kişiyi yüceltmekle kişiye tapma arasında doğru yönde bir ilişki vardır. Fakat asıl amaç yüceltilen kişi değildir. Yüceltme, mistifikasyon yaratmak içindir. Böylelikle tarihsel olaylar çarpıtılmak istenir. Tarihsel olayları çarpıtmaktan amaç da, sınıfsal çıkarları gizlemektir. Tarihsel olayların çarpıtılmasında, bir liderin kişiliğinin arkasına gizlenmek ekseri başvurulan bir yoldur.

Bir Osmanlı Paşa'sını yarı-ilâh durumuna getirenler, elbette bunu boşuna yapmadılar. Sınıfsal çıkarların bir gereği olarak, M. Kemal'i putlaştırdılar. Aslında Paşa'nın putlaştınlmasının nedeni, başarılan şeylerin büyüklüğünden çok, emekçi kitlelerden gizlenmesi gerekenin öneminden kaynaklanıyordu. Mustafa Kemal'in yaptıkları, bir başka Mustafa'nın, Mustafa Reşit Paşa'nın başlattığı "olaylar" zincirinde sadece bir halkaydı, üstelik zincirin büyük bir halkası da değildi.

Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet, Cumhuriyet yarı-sömürgeleşmenin aşamalarıdır. Oysa resmi ideoloji ve kişi kültü üreticileri tarafından Cumhuriyetin kurulması yarı-sömürgeleşmenin sonu olarak gösterilmek istenmiştir...

Bir üretim tarzı olarak kapitalizmin her gelişim aşamasına, her tarihsel dönemine uygun düşen sömürü yöntemleri oluşuyor. Siyasal plandaki bağımsızlık bu bakımdan yeterli olmadığı gibi, Türkiye daha önceki dönemde de siyasal bağımsızlığını yitirmiş bir ülke değildi.

M. Kemal Tanzimat geleneği dışında değil, söz konusu geleneğin en radikal sürdürücüsüydü. Ne ki, resmi ideoloji tarafından ısrarla Tanzimat geleneği dışında gösterilmeye çalışıldı. Cumhuriyet aydınları kişi kültü üretip kişiye tapma yolunu seçtiklerinde, buna mecburdular. Şevket Süreyya Aydemir; "İnkılâbımızı oturtmaya ve Atatürk'ü putlaştırmaya mecburduk... Ama şimdi size ifade edeyim, kitabımda da yazdım: Kahraman putlaştığı zaman ölür"[*] diyor. (...) Tarihsel olayları tahrif ederek ve gerçeğin saptırılmasıyla hegemonya boşluğunu doldurabilirlerdi...

Dünyada sağlığında ve ölümünden sonra M. Kemal kadar anıtı dikilmiş, heykeli, büstü yapılmış, resimleri çoğaltılmış bir başka lider herhalde yoktur. M. Kemal heykel ve anıtlarının yapılmasından pek çok hoşlanıyordu, ilk anıtı 1927'de Sarayburnu'nda dikilmişti. Daha sonra heykel ve anıtları görülmemiş boyutlarda arttı...

5 Ağustos 1935 tarihli (M. Kemal'in hayatta olduğu tarih) Cumhuriyet Gazetesi'nde yer alan bir haberde; "Atatürk yarım bir ilahtır; Türkler'in babasıdır. Hiçbir devlet şefi için hayatında bu kadar heykel dikilmemiştir; ne Mussolini'nin ne Hitler'in, ne de Lenin'in anıtları onunkilerle ölçülemez" deniliyordu.

Öyle görünüyor ki, yapılan heykeller, anıtlar vb. ideolojik hegemonya boşluğunu doldurmanın bir aracı olarak görülüyor.

**********

[*] Abdi İpekçi'den Aktaran A. Dilipak, Bir Başka Açıdan Kemalizm, Beyan Yay. 1988. sayfa 387.

[1] Doç. Dr. Fikret Başkaya Paradigmanın Iflası, Doz Yay., Ist., 1991, sayfa 87, 88.

***

Kaynak: http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/category/dusunduren-yazilar/

‘Ulusal Put/ Ulusal Kahraman’
Murat Belge
07 Eylül 2012



Yıllar önce Ankara’da “Atatürkçülük” üstüne bir panele çağrılmıştım. “Soru-cevap” kısmında yaşlı bir emekli subay söz aldı, “Ana rahmindeki bebeğin beynine Atatürkçülüğü yerleştirmeliyiz” dedi.

Niye böyle bir zorunluluğumuz var?

İkincisi, bu iyi bir şey mi?

Zaten yıllardır yapılıyor, sonuçları da ortada.

Uluslar, “ulusal kahraman” isterler. Bu dünyada Türkiye Cumhuriyeti diye bir ülke varsa, onun Mustafa Kemal Atatürk’ü en başta gelen “ulusal kahraman”ı olarak benimsemesi son derece doğaldır. Ama bizim bu ülkede yıllardır yaptığımız, böyle bir çerçeveyi aşıyor. Çeşitli durumlarda, “putlaştırma” gibi kelimelerle anlatılan şeyi yapıyoruz. Bizim yaptığımızı başka bir ülkede yaptıkları zaman, bunun tuhaflığını ya da komikliğini görüyoruz. Örneğin Kuzey Kore’de “Başkan” ölünce, akasından sahneye çıkan herkesin ağlaması gerekiyor. Ağlamayan tasfiye oluyor. Biz de bunu haber yapıyor, gülüyoruz.

Ya da Berlin Duvarı’ndan sonra o acayip “sosyalizm”den kurtulan toplumlar eğitim sistemlerinden Marksizm’i çıkardılar diye biz burada seviniyoruz. Ama şimdilerde “Atatürk ilke ve inkılâpları” dersi üzerine kriz geçirenler de var.

Yani, sonuçta “Burası Türkiye” ideolojisine geliyoruz. “Burada böyle”!

“Ulusal kahraman”ı “ulusal put” hâline getirmenin bütün yapaylıklarını, zorlamalarını, bunun genel dünya görüşü üzerindeki yıkıcı etkilerini yıllardır yaşıyoruz. Niçin?

Çünkü Türkiye belirli koşullarda bir “ulus-devlet” oldu ve bu koşullar Ordu’yu toplumun birinci siyasî belirleyicisi hâline getirdi. Ordu da, toplumdaki bu rolünü, Atatürk’ün her türlü mirasının tek koruyucusu olmak gibi bir işlevle açıkladı ve haklı gösterdi. Böyle bir siyasî sisteme razı olanlar, Atatürk’ün de bu şekilde putlaştırılmasından tedirgin olmadılar, tersine, bunun bir tür “güvence” olduğu düşündüler.

Bir kere, böyle bir rejimin kendisi yanlıştı, kötüydü. Kuruluş koşulları öyle olabilir ve geçmişte olup biteni başa alıp bir daha yaşayamazsınız. Ama öyle olmuş diye onu ilelebet öyle devam ettirmek zorunda değilsiniz.

Bir “ayrıcalık” sahibi olan, bunu kaybetmek istemez. Nitekim Türk Silâhlı Kuvvetleri de, hele 12 Eylül darbesinin kendisine sağladığı “hâkim-i mutlak” konumu kaybetmek istemedi ve bunun için ciddi bir mücadele verdi. Yok “ayışığı”, yok “sarıkız”, bu mücadelenin büründüğü somut biçimler. Şimdilik, Türkiye bu “vesayet” sisteminden çıkmış gibi görünüyor. Umarız gerçekten de öyledir, o yapılanma artık geçmişte kalmıştır.

Ancak, Silahlı Kuvvetler’in bundan böyle darbe yapmayacak ya da yapamayacak olması bir şey; bu rejimin bunca yıldır bu şekilde hüküm sürmüş olmasının bugün de devam eden etkileri başka bir şey. O rejimin yeniden üretilmesi için öyle bir putlaştırma olgusu çevresinde oluşturulmuş bir ideoloji gerekiyordu. Her şey onun adına yapıldığı ya da onunla haklı gösterildiği için, toplumun “normal” bir toplum hâline gelmesi de “ulusal put”un “ulusal kahraman” olarak normalleşmesine bağlı.

Ama böyle bir “normalleştirme” olacaksa, onun kendisinin de “normal” olması gerekiyor. Serinkanlılık, nesnellik içinde olacak bir şey bu. Öfkeyle, nefretle olacak bir şey değil. Bir hamaset biçiminin yerine başak bir hamaset koymakla olacak bir şey hiç değil.

Ne var ki, 90 yıldır sürmüş bir “sistem”den söz ediyoruz; bunun yarattığı etkiler var, tepkiler var. Bunun taraftarında olduğu kadar hasmında da yarattığı bir ruh hâli var. O ruh hâli de serinkanlılığa değil, kör dövüşüne daha yatkın.
Taraf Gazetesi

Atatürk’ün ilk anıt heykeli: 1926’daki açılış töreninden görüntüler
MEDYASCOPE.TV
9 OCAK 2016



Günümüzde İstanbul Sarayburnu’nda bulunan Atatürk Anıtı, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk anıt heykeli olma özelliğini taşıyor. 3 Ekim 1926’da açılışı yapılan heykelin Türkiye’deki ilk Atatürk heykeli olması dışında bir diğer önemli özelliği ise İslami geleneklere aykırı olan heykel sanatının ilk kez kamusal alanda sergileniyor olmasıydı. Heykel, İstanbul Belediyesi tarafından Avusturyalı heykeltıraş Heinrich Krippel‘e yaptırılmış ve dönemin belediye başkanı Şehremini Emin Erkul (1924-1928) tarafından açılmıştı.

Dünyanın en zengin belgesel ve sinema arşivine sahip İngiliz “British Pathe”nin 1926’daki açılış törenini kaydetmiş ve ölümsüzleştirmişti. Günümüzde 20 saniyelik bir video olarak yansıyan kayıt “Kadım Dini Yasak – 1926” (Ancient Religious Ban – 1926) başlığı ile Pathe’nin arşivlerinde yer alıyor. 20’inci yüzyılın başlarında dünyanın dört bir köşesinde yaptığı görüntülü haberlerle ünlenen İngiliz ajans, açılış videosunun girişinde “Türkiye’deki ilk heykel (Gazi Mustafa) açılırken, kadım dini yasak sonlanıyor” yazmış.

Video için: http://medyascope.tv/2016/01/09/ataturkun-ilk-anit-heykeli-1926daki-acilis-toreninden-goruntuler/

Alper Görmüş: TSK’da ilk kez iki farklı Atatürkçü blok
27.03.2017



Bir yanda AK Parti’yi “milli” unsur sayan “ulusalcı, anti-Batı Atatürkçüler”, öbür yanda AK Parti nefreti hiç eksilmeyen ve onu iktidardan uzaklaştırmak için fırsat kollayan eski usul Atatürkçüler... TSK tarihinde ilk kez Atatürkçülük iddiasında iki farklı blok var.


15 Temmuz’daki kanlı darbe girişiminin gecesinde darbecilere karşı direnenler arasında Ergenekon-Balyoz davalarından yargılanan askerlerin de bulunması, basınımızın sık sık dile getirmekten hoşlandığı bir konu... Buradan hareket ederek, a) Atatürkçü-ulusalcı askerlerin artık darbeci olmadıkları, onlardan meşru hükümete karşı herhangi bir müdahalenin beklenmemesi gerektiği, b) 15 Temmuz darbesine katılan askerlerin tamamının Gülenci askerler olduğu hususları “ispatlanıyor.” Bir taşla iki kuş...

Ne var ki bu argümantasyon ve kurgu, ancak varsayımını delil sayan bir akılla mümkün... Oysa olgu, 15 Temmuz’a hatırı sayılır sayıda Atatürkçü subayın da katıldığını gösterip varsayımı çürütüyor, bu da meseleyi içinden çıkılmaz bir çelişki yumağı haline getiriyor: Çünkü 15 Temmuz’da Atatürkçüler hem darbeye karşı direndiler hem de darbeye katıldılar; bunların ikisi de gerçek.

Bu mantıksal çelişki ancak şu hükümle giderilebilir: Orduda kendilerini “Atatürkçü” olarak tanımlayan iki öbek vardır, bunlardan biri hükümetin yanında darbeye direnmiş, öbürü ise hükümeti devirmek için Cemaat’le birlikte hareket etmiştir.

Evet, durum tamı tamına budur ve bu da Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) tarihinde ilk kez iki ayrı Atatürkçü blokun var olduğunu göstermektedir.

Yazının bundan sonrasında bu ayrışmanın nasıl ortaya çıktığına odaklanacağız...

“Düşmanımın düşmanı dostumdur”

17-25 Aralık’ta (2013) Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) Gülen Cemaati’ni düşman ilan etmesinden sonra, iktidarın, “düşmanımın düşmanı dostumdur” düsturunca, eski devlet iktidarı (Ergenekon) ile ittifak arayışına girmesi beklenebilir bir sonuçtu.

Ben, bunun güçlü bir ihtimal olduğunu ilk kez 20 Nisan 2014’te, yani 17-25 Aralık’tan dört ay sonra Al Jazeera Turk’te kaleme aldığım Cemaat ile hesaplaşmada hükümet-Ergenekon işbirliği muhtemel başlıklı yazıda ifade etmiştim.

Bir yandan Ergenekon, öbür yandan Cemaat

Sonrasını biliyoruz; bu ittifak zamanla ete kemiğe büründü, sistemli bir hale geldi. 15 Temmuz 2016’ya gelindiğinde iktidar medyası, kapılarını çoktan Cemaat’e karşı hükümete destek veren eski Ergenekon ve Balyoz sanıklarına açmıştı...

15 Temmuz’dan sonra ise bu kişiler iktidar medyasının en muteber konukları haline geldiler.

Nisan 2014’te AK Parti-eski müesses nizam güçleri ittifakından bir “ihtimal” olarak söz etmiştim ama, aslında AK Parti’nin 2002-2013 arasında Gülen Cemaati’yle kurduğu ittifak gibi, 2013’ten itibaren Türkiye’nin eski müesses güçleriyle kurduğu ittifak da bir anlamda kaçınılmazdı. Çünkü devletin silahlı ve silahsız bürokrasisi bu iki güç tarafından parsellenmiş durumdaydı ve AK Parti, Milli Görüş geleneğinden gelen bir parti olarak “devlete sızma” perspektifine sahip olmadığı için, iktidara geldiğinde devlet içinde dayanabileceği kadrolar son derece sınırlıydı.

Dolayısıyla, kendisini gayri meşru yollardan iktidardan alaşağı etmek isteyen iki güçten (Ergenekon ve Cemaat) birine karşı öbürüyle ittifaka bir anlamda mecbur kaldı. AK Parti’nin bu ittifaklara girmemesi için, bu iki odağın, devlet içindeki güçlerini AK Parti iktidarını hal’etmek amacıyla kullanmaya kalkmamaları gerekirdi; fakat biliyoruz ki, öyle olmadı.

AK Parti’nin büyük çaresizliği

Dolayısıyla: 17-25 Aralık’tan sonraki devleti Cemaat kadrolarından temizleme operasyonu da bir anlamda yukarıdan beri anlatmaya çalıştığım nevzuhur ittifakı zorunlu kılıyordu. Çünkü Cemaat’le mücadele başta yargı olmak üzere mevcut bürokrasiyle yürütülecekti ve mevcut bürokrasi de esasen Türkiye’nin eski müesses güçlerinden oluşuyordu: Cumhurbaşkanlığı Kurumsal İletişim Başkanı Mücahit Küçükyılmaz, yargının bazı uygulamalarından duyduğu rahatsızlığı ifade ederken “28 Şubat’çılarla FETÖ temizliği yapılamaz” demişti... Yalnızca bu bile AK Parti’nin, rahatsız ola ola eski güçlerle ittifak kurduğunu göstermeye yeter.

15 Temmuz gecesinin de gösterdiği gibi, aslında AK Parti’nin güvenebileceği yegâne güç, halk... Fakat AK Parti yargılamayı (ve başka bir sürü şeyi) halkla yapamayacağını da gayet iyi biliyor.
O nedenle, aslında garip bir tabloyla karşı karşıyayız. Şöyle özetleyebiliriz: Bürokrasiyi oluşturan iki büyük güç (Ergenekon ve Cemaat), artık hangisi nöbetteyse, iktidarı devirmeye çalışıyor... Fakat halk kâh oylarıyla kâh tankların önüne yatarak buna izin vermiyor. Öte yandan devlet aygıtını halkın gücüyle yürütmek mümkün olamadığı için de iktidar partisi kendisini devirmeye çalışan güce karşı öbürüyle ittifak yapmak zorunda kalıyor.
Gerçekten de ağır bir çaresizlik.

İktidara yakın medyada tavır değişikliği

İkitadara yakın medya, bu süreç boyunca Cemaat’e karşı mücadeleyi seyrelteceği korkusuyla eski müesses güçlerin darbeci geçmişinden ve darbeci karakterinden hiç söz etmedi. Keza 15 Temmuz darbe girişimine çok sayıda Atatürkçü subayın katıldığı gerçeğinin üzerine de kalın bir örtü örtüldü, bunun geniş kamuoyunun bilgisi haline gelmemesi için gayret sarf edildi.

Fakat zaman içinde bu tavırda belirgin bir değişiklik gözlenmeye başladı, artık TSK’da “FETÖ”nün yanı sıra eski tipte, klasik Atatürkçü askerlerin de darbeci eğilimler içine girebileceği kabul edilmeye başladı.

Geçtiğimiz haftalarda, Hürriyet’in “Karargâh rahatsız” manşetinin ardından hükümete yakın ve içerden bilgi alabilen bazı gazeteciler, bu yöndeki uyarılarını “alarm” seviyesine yükselttiler. Mesela Nagehan Alçı’ya göre Hürriyet’in manşeti, TSK’da kadın subaylara başörtüsü serbestiyeti getiren karara tepki olarak ordu içinde ortaya çıkan hareketliliği izlemişti:
“22 Şubat’ta TSK’da subay ve astsubaylara başörtüsü yasağı kaldırıldı. Bunun hemen ertesinde, 23 Şubat’ta yukarıda tarif ettiğim TSK içindeki sözde sol Kemalist duyarlılığa sahip darbeci zihniyette ‘kıpırdanma’ başladı. Ankara ve İstanbul’da bir şey yoktu ama İzmir’den batıya doğru bir homurdanma, bir askeri hareketlilik vardı. Devletin bazı birimleri de teyakkuza geçmişti. Hürriyet’in haberi bu hareketlilik sürerken, 25 Şubat’ta geldi.” (Milliyet, 28 Şubat).

Cem Küçük de “İsyan bayrağı açmak isteyen yüzde dokuz-onluk kesim Kemalistler...” diyerek Alçı'ya katılmıştı... Uyarıda bulunan başka yazarlar da vardı...

Ulusalcı Atatürkçüler – Batıcı Atatürkçüler

Cemaat’in iktidar ortağı olarak ortaya çıkmasından önce, ordu içinde temel programı “Şeriata karşı çıkmak” ve “laik cumhuriyeti korumak” olan tek bir Atatürkçü blok vardı. Bu blok başta AK Parti ve Cemaat olmak üzere “şeriatçı” olarak değerlendirdiği bütün siyasi hareketlere karşı eşit mesafede duruyordu ve tümüne karşıydı.

Cemaat’in, ordu içindeki darbeci eğilimlere karşı başlatılan Ergenekon ve Balyoz davalarını murdar etme pahasına giriştiği yargısal cambazlıklar birçok haksızlığa yol açınca, bu davalardan etkilenen ordu mensupları AK Parti ile Cemaat arasında bir ayrım yapmaya başladılar. Fakat bu yeni eğilimin AK Parti ile ittifak noktasına varması için 17-25 Aralık’ın gelmesi gerekiyordu. Bir zamanların kanlı bıçaklı iki gücü o tarihten sonra “ortak düşman”a karşı birlikte mücadele etmeye karar verdiler.

İki farklı Atatürkçülüğe göre AK Parti

Son birkaç yılda Batı ile ilişkilerin bozulması ve 15 Temmuz’dan sonra kopma noktasına gelmesi, ordu içindeki Cemaat ve Batı karşıtı ulusalcı Atatürkçüler ile AK Parti’yi daha da yakınlaştırdı. O kadar ki, çok sayıda Atatürkçü emekli askerin yer aldığı Vatan Partisi’nin lideri Doğu Perinçek, bugün AK Parti’yi dışarıda bırakan bir “milli hükümet”in kabul edilemez olduğunu söylüyor. Oysa Perinçek 3 Kasım 2002 gecesi seçimleri kazanan AK Parti’yi “gayri milli” ilan etmiş, birkaç ay içinde iktidarın “milli kuvvetler tarafından yıkılacağını” söylemişti.

Toparlarsak: Bugün ordu içindeki “ulusalcı, anti-Batı Atatürkçüler” Batı’ya ve Cemaat’e karşı AK Parti’yle ittifakı savunuyorlar ve ona karşı yıkıcı eylemlere girişmeyi reddediyorlar.

Buna karşılık, AK Parti nefreti hiç eksilmeyen eski usul Atatürkçüler kâh Cemaat’le işbirliği ederek (15 Temmuz’da olduğu gibi) kâh kendi başlarına hareket ederek (orduda başörtüsünün serbest bırakılmasını takiben başladığı belirtilen “kıpırdanma”da olduğu gibi) fırsat bulduklarında AK Parti iktidarını alaşağı etmekten vazgeçmiyorlar
Serbestiyet

Atatürkçülük meselesi ve yalan makinesi
Hakan Aksay
12 Kasım 2017



Cumhurbaşkanı Erdoğan ve dolayısıyla AKP’nin, Atatürk ve Atatürkçülük konusunda tavır değiştirmesiyle ilgili bazı yazılar ve tartışmalar ilginç geliyor bana.

İnce ince uğraşıp “dün ne dedi/yaptı?” ve “ya şimdi?”yi kanıtlamaya çalışanlar var.

Bu emeğin gerisinde, Erdoğan’ın başarılı olması ihtimalinden duyulan korku var gibi.

Yani bazıları “yiyebilir”.

Mümkün mü? Bu kadarı da olur mu?

Bilmem, belki olur...

Geçmişte neler yenmedi ki...

“Yüzde 2-3 yese bile... Allaaaaahhh...”

* * *

“Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir.”

Bunları Atatürk söylemiş.

10. Yıl Nutku’nda. Yani 29 Ekim 1933’te.

Ara sıra hatırlanıyor bu cümleler. Bayramda seyranda alıntılanıyor.

“Karakteri yüksektir... Çalışkandır... Zekidir...”

Alıntı yapılıyor ve geçiliyor genellikle. Kimse de bir şey demiyor.

Yahu, en azından bu büyük ve iddialı iltifata bir teşekkür etsin birileri.

“Abartıyorsunuz, Paşam. O kadar da değil” falan diyeni de pek duymadık.

* * *



“Türk milleti” birçok kez “bu kadarı da olmaz” dedirtecek şeyleri “yedi”.

Ya da...

“Yemiş” göründü.

Bazen “yüksek karakteri”, bazen “çalışkanlığı”, bazen de “zekâsı” sayesinde...

Zekâ deyince. Bu yetenek, algılama ve anlama becerisiyle sıkı sıkıya ilişkilidir.

Söylenenleri, yazılanları doğru ve çabuk anlamak “zekâ belirtisi”dir.

Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü'nün (OECD) Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA) 2015 sonuçlarını hatırlıyor musunuz? Türkiye, 70 ülke arasında fen bilimlerinde 52., matematikte 49., okumada da 50. sırada yer almıştı.

Öğrencilerimiz, okumada, 2012’ye göre 47 puan gerileyerek 428 puan alabilmişti.

İngilizce, Fransızca, Almanca falan değil. Kendi dilinde. Türkçe...

Yani ana dilinde okusa da pek kolay anlayamıyor.

“Türk milleti zekidir...”

* * *

Bazıları (özellikle “havuz”da değil, “havuz kıyısında” olanlar, sözüm ona tecrübeli ve zeki kimi gazeteciler de dâhil) iyice coşuyor.

İktidarın son açıklamalarından kendilerince cesaret alıp Atatürkçülük, laiklik vs. söylemleriyle hem geçmişlerini, hem de bugünkü siyasi-ekonomik özgürlüklerini kurtarmaya çabalıyorlar.

Açıkça söyleyemeseler de, iktidarın “kendi durdukları yere gelmiş görünmesi” onları pek heyecanlandırmışa benziyor.

İki yıl sonra söylem ve tavır yeniden değişirse, bu arkadaşlar ortada kalır.

Hatta daha kötüsü, “havuz”da boğulur.

Aman fazla gaza gelmesinler!..

Çok “çalışkan” davranırken, aynı zamanda “karakteri yüksek” ve “zeki” de olmaya çalışsınlar.



* * *

Yalan... Yalancılık...

Bunlar nezakete sığmayan kötü sözcükler, değil mi?

Üstelik bizde siyaset dünyasında yalana dolana anlaşılmaz bir hoşgörü gösterilir.

Hatta yalan duymaktan ve yalan tartışmalarından neredeyse keyif alan çok sayıda insan var.

Yalancılık konusunu kimisi mahmur gözlerle ve “adam sen de” edasıyla izleyip tepki vermez. Kimisi de “politikanın cilvesi” olarak onaylayıp sıradanlaştırır.

Siyaseti ahlak dışı bir düzleme yerleştirir insanların önemli bölümü.

Sorsan hepsi dindar ve ahlaklıdır. Ama “siyaset başka”...

Onun için seçmenin tavrını ne yolsuzluklar, ne de her türlü azınlığa çektirilen eziyet etkiler.

O genellikle bildiğini okur.

Kendini bir otoriteye teslim etmişse, onu – sonuna kadar inanmasa da – savunmakta zorluk çekmez.

* * *

Böyle bir ortamda Atatürkçülük konusunda dürüstlük nerde, yalancılık nerde, nasıl kanıtlayacaksın!

Zor!..

Bunun belki de tek bir yöntemi vardır: Poligraf.

Yani “yalan makinesi”.

Kısacası teknolojinin siyasete sokulması.

Olmaz mı?

Sporda kullanılıyor ya!

Teniste topun nereye düştüğü tartışmalı olduğunda teknoloji yardımıyla gerçek ortaya çıkarılıyor.

Futbolda da kullanılabilir bu yöntem. En azından bu durum (kale karşısına saniyede yüzlerce kare çeken kameralar konulmasını öngören “Kartal Gözü” ile veya kale çizgisi üzerinde oluşturulan manyetik alan ve topun içindeki alıcıyla hakemi uyaran “GLT”) yıllardır tartışılıyor.

Siyasette olmaz mı?

* * *



Erdoğan ve Kılıçdaroğlu geçmişte birbirlerini defalarca “yalan makinesi” diyerek aşağılamaya çalıştı. Biraz gülümseten bir durum bu. Çünkü “yalan makinesi” derken, durmadan “yalan üreten makine” demek istiyorlar.

Ben gerçek yalan makinesinden söz ediyorum. Poligraf denen teknolojik araçtan.

Yalan makinesi, insanın yalan söyleyip söylemediğini tespit etmeye çalışan bir alet. Yalan söylediğinden/söyleyebileceğinden kuşku duyulan kişi sensörlerle alete bağlanıyor. Sensörlerden gelen sinyaller, bir kağıdın üzerine çizilen grafik ile, kişinin nefes alış hızını, nabzını, kan basıncını, terleme miktarını vs. kaydediyor.

Bazı Amerikan filmlerinde FBI ve CIA görevlilerinin sanıkları bu cihaza bağlayarak sorguladıklarını görmüşsünüzdür. Rusya'da ve başka bir dizi ülkede de yalan makinelerinden aktif yararlanılıyor. Hatta bazen işe eleman alınırken yapılan görüşmelerde bu yönteme başvuruluyor. Şike soruşturmalarında da poligraflardan yararlanıldığı oluyor.

Yalan makinesinin sonuçlarına kesin olarak güvenilemeyeceği kanısında olanlar var. Yalan makinesini aldatabilecek yetenekte olanlar da az değil. Ama yine de bu uygulamanın yüzde 70-80 garanti verdiği söyleniyor.

* * *

AKP “Atatürkçü” mü oldu?

Bağla temsilcilerini yalan makinesine!

CHP seçim öncesi “sağa açılma” kararı mı aldı?

Bağla!

MHP iktidarın bir parçası mı, yoksa muhalefet mi?

Hazırla sorularını, bağla poligrafa arkadaşları ve sor: 7 Haziran’dan bugüne kadar sen sordukça bak bakalım nefes alışları, nabızları, kan basınçları, terlemeleri nasıl değişecek...

Bakalım yalan makinesi siyaset ve mizah dünyamızı nasıl zenginleştirecek...

* * *

Yazıyı “ABD’nin en zeki Devlet Başkanı” ile ilgili bir fıkrayla bitireyim:

Oğul George Bush, yeni geliştirilen bir yalan makinesini önce kendi üzerinde denemek ister.

Başkan’ı makineye bağlayan uzmanlar son açıklamaları yapar:

- Sorularımıza dürüst cevap verirseniz yeşil, yalan söylerseniz kırmızı ışık yanacak. Anladınız mı sayın Başkan?

- Elbette anladım.

Kırmızı ışık yanar!..

T24
ETİKETLER
yalan erdoğan siyaset çalışkan zeki atatürk

Erdoğan: Atatürk'e yapılan bana da yapılıyor
09 Aralık 2017



Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) tarafından düzenlenen İnovasyon ve Girişimcilik Haftası Kapanış Töreni'nde konuştu. Erdoğan burada yaptığı konuşmada "Atatürk'e yapılan bana da yapılıyor" ifadelerini kullandı.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) tarafından düzenlenen İnovasyon ve Girişimcilik Haftası Kapanış Töreni'nde konuştu.

1922 tarihli ABD gazetesinden örnek veren Erdoğan "Şimdi sizlere bu konuda tarihten bazı örnekler vereceğim. 1
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cmt Arl 09, 2017 11:16 pm tarihinde değiştirildi, toplam 10 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cum Nis 29, 2011 10:15 pm    Mesaj konusu: TSK'da Asker Ailelerine Seminer Alıntıyla Cevap Gönder

CD’LERE ESİR DÜŞMÜŞ BİR “YÖNETİCİ ELİT”LE NEREYE KADAR?
Alihaydar Can
04.06.2011

Baykal’ın CD’sinin birinci bölümü internete düştüğünde ”AHLÂK, HUKUK, SİYASET VE BAYKAL“ başlığı altında konunun medya tarafından özenle gizlenen “ahlâkî” tarafına değinmiş ve bu CD’lerin muhtevasından ve bunların servis edilişinden daha vahimi, konunun bütün ilgili tarafları açısından tam bir ahlakî zaafı açığa vurduğunu izaha çalışmıştım (1).

Bu defa Yargıtay, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı ve MHP’de ortaya çıkan kaset skandalları üzerinden konunun başka bir boyutuna temas etmek istiyorum: TC’deki iflahı/ıslahı gayrıkaabil (Kurtarılması/düzeltilmesi imkânsız) çürüme...

Ortaya çıkan bu skandallar şüphesiz buzdağının görünen yüzü kadardır ve asıl büyük kütle gözlerden gizlidir.

Bunu MHP’nin millet vekili adaylığından kaset zoruyla istifa ettirilenlerden biri bakın nasıl ifşa ediyor:

[-Başbakan diyor ki, “Ancak eşle yaşanan özel hayattır”...

-Başbakan’a sormayacağız nasıl yaşayacağımızı. Bir namus bekçilikleri eksikti. Bu Meclis’te, hatta AKP sıralarında kaçamak yapmayan var mı? Güldürmeyin beni, komik olmasınlar...] (2)

“Komik olmasınlar” diyor...

“Bu Meclis'te , hatta AKP sıralarında” zina etmeyen mi var?” Diyor...

Bu ne demek?

“Bu Meclis’te” kim varsa...

Hepsinin CD’lerinin olması mümkün...

Geçelim...

İstanbul Özel yetkili Savcılığı’nca Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde yürütülen ve astsubayından amirallerine kadar yüzlerce ismin adının geçtiği (ki bazı isimlerin adları ailecek geçiyor) bir soruşturmaya:

[İnanılmaz Şantaj Yöntemleri

Asker, polis ve bürokratlara tuzak kuran fuhuş çetesinin şifreli dosyaları açıldıkça, zanlıların şantaj yöntemleri de deşifre ediliyor...
Asker, polis ve bürokrat avcısı fuhuş çetesinin çalışma yöntemi deşifre edildi. Şebeke, fuhuş için aracılığa zorlanan askeri öğrencileri, 'Sonunuz Münevver gibi olur' diye tehdit etmiş.

Kısa süre önce çökertilen Kocaeli merkezli şebekenin, gizli kameralarla, Rusya'dan getirilen kadınlarla ilişkiye giren asker, bürokrat, işadamı ve polisleri kaydettiği tespit edilmişti. İ.S. adlı bir albayın evinde bulunan klasörler ise çetenin fuhuş andıcını gözler önüne sermişti. Grupla bağlantılı çalışan askeri okul öğrencilerinin evinde kurbanlara ait iç çamaşırları bulunduğu iddia edilmişti. Albayın bilgisayarında bulunan şifreli dosyalardan çok çarpıcı belgelerin çıktığı öne sürüldü.

GÖRÜNTÜSÜ VAR - YOK

İddialara göre, belgelerde YAŞ'ta terfi alması beklenen Deniz Kuvvetleri personelinin isim listesi yer aldı. Şebeke, tuzak kurulan kişilerin karşısına 'görüntüsü var-görüntüsü yok' diye notlar tutmuş. Fuhuş için kullanılan kadınlar ile fuhuşa zorlanan bazı askeri öğrencilerin neler yapması gerektiğine ilişkin rapor hazırlanmış.

'FUHUŞ NİYE YAPILMALI'

Operasyonda, 'fuhuş neden yapılmalı?' ve kız öğrencilerin fuhuşa nasıl zorlanacaklarına ilişkin 9 sayfalık bir belge de bulundu. Belgelerde çeteye çalışan erkek öğrencilerin isimlerinin karşılarına, hedef gösterilen kız öğrencilerin adları yazılmış. Fuhuş'a aracılık etmeyen öğrencilere de Münevver Karabulut cinayeti örnek gösterilerek 'Sonunuz Münevver gibi olur. Başınızı ve bacaklarınızı ayrı ayrı yerlerde bulurlar' tehdidi savrulmuş. Şebekenin, ' Geçen yılki Ş. isimli öğrencinin başına gelenleri unutmayın' diyerek tehdit ettiği bilgisi de raporda yer aldı.

KOMUTANA İHALE ŞANTAJI

Çetenin, askeri ihaleleler için de devreye girdiği belirlendi. Deniz Kuvvetleri'nin radar kamera ihalesini çetenin desteklediği firmanın kazanamadığı, grubun bu nedenle bir komutana kızıp, görüntüleriyle şantaj yaptığı iddialar arasında.

FİYAT BİÇMİŞLER

POLİSİN ele geçirdiği belgelerde 14 kız öğrencinin ve 25 subayın isminin yer aldığı iddia edildi. Bir Deniz Üs Komutanlığı'nda görevli kadın Yüzbaşı Y.E. tarafından hazırlandığı öne sürülen belgelerde öğrenciler için fiyat bile biçilmiş. Kızlar ile jigalo olarak kullanılan erkek öğrencilerin fiyatları 2 bin 500 lira olarak belirlenmiş. Ele geçirilen belgeler arasında veresiye defter notları da yer alıyor. Fuhuş için gönderilen kızların aldıkları paralar ile borçlu subaylar gibi notlar tutulmuş. ]
(3)

Yukarıdaki haber o dosyadaki durumun özetin özetinin özeti bile değil...

Teferruata girsek yıllarca sürecek kimin şeyinin kimin şeyinde olduğunun asla anlaşılamadığı Dallasvari bir dizi film olur...

Adamlar -Çok üst düzeyleri de dahil olmak üzere-, amiralinden astsubayına, genel müdüründen alt düzey memurlara kadar bir çok bürokratı belden aşağısından kıskıvrak yakalayarak Ordunun, TÜBİTAK’ın en gizli, en staratejik bilgi, belge ve projelerini ele geçirrmişler..:

Yine Ergenekon Davası dosyalarından birinin içinde 90 küsur Yargıtay hakiminin porno görüntüleri çıktı...

Düşünün 90 küsur Yargıtay hakiminin kimselerin görmesini isteemediği ahlâkdışı CD’leri ortalıkta dolanıyor...

CD’yi kapan Yargıray’a koşup istadiği kararı çıkarıyor...

Ergrnekon Davası Savcısı bunları Yargıtay Başkanı’na yolladı...

Sonra ne oldu?

Hiiiç...

O Yargıtay Başkanı bir kaç gün önce gözyaşları içinde emekli oldu..

O hakimlerse orada görev yapmaya devam ediyor: “Yüce Türk Uluısu Adına” kararlar veriyor...

Tıpkı CD’leri ortaya çıkan asker/sivil bürokratların “devlet ve millet için” canla başla “çalışmaya” devam etmeleri gibi...

Bu CD’leri ele geçirenlerin TSK’da, Yargıtay’da TBMM’de ve diğer kurum ve kuruluşlarda lehlerine çıkaramayacakları hiçbir karar, almayacakları hiçbir ihale, çalmayacakları hiçbir gizli bilgi, belge ve proje yok...

Ondan sonra “Vaaay hakim kozmik odaya nasıl girer?” ulusalcı muhabbetleri yapılıyor...

Kardeşim bu CD’lerle dost düşman, hırlı hırsız hiç kimsenin girmediği devlet odası/sırrı, bitirmediği yasadışı bir işi mi kalır ki; kafayı kozmik odaya giren hakime takıyorsunuz?..

Girmedik bir o kalmıştı oda giriversin...

Ha bir eksik, ha bir fazla...

Devlet devlet olmaktan çıkmıış...

En düzey personelinden en alt düzeryine kadar CD’lere, rüşvetlere, şantajlara teslim bayrağı çekmiş...

Bitmiş...

Batmış...

Çökmüş...

Bazıları işin nutuklarla, kuru gürültülerle kapatılıp sürdürülebileceğini zannediyor...

Bunları geçiniz...

Laiklik maskesi altında yaklaşık 80 yıldır sürdürülen kuduz bir İslâm düşmanlığı ile varılacak yer işte budur:

Gırtlağına kadar ahlâksızlık bataklığıına gömülmek...

Gömülürken de beraberinde devleti de sürüklemek...

CD’lere, rüşvetlere, şantajlara esir düşmüş, gırtlağına kadar ahlkâsızlığa gömülmüş bir “yönetici elit”le bu çürümüş yapının en ufak bir sarsıntıyla bile un ufak olup gittiğini yakında herkes görecek...

Seçim mi?

Ne seçimi?

Dipnotlar:
1-) Bkz: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=2709
2-) 22 Mayıs 2011 , "Evet kaçamak yaptım ama...", Balçiçek İlter'’in röportajı, Habertürk gazetesi.
3-) 17 Ağustos 2010, Akşam gazetesi.


TSK'da Asker Ailelerine Seminer
29.04.2011

İnternete düşen bir ses kaydında TSK'nın yaklaşan seçimler öncesi asker ailelerine kurum içi eğitim semineri verdiği ortaya çıktı.
VİDEO
Asker eşlerine seçim semineri!.. -2 Asker eşlerine seçim semineri!.. -1 Daha fazla video galeri için TIKLAYIN
Video paylaşım sitesi dailymotion.com'a yeni bir ses kaydı düştü.

Sözkonusu ses kaydında Garnizon komutanı Albay Engin Kabadaş olduğu iddia edilen kişi, subay eşlerine seçime yönelik kurum için eğitim semineri veriyor.

AKP'nin icraatlarının eleştirildiği ses kaydında Bülent Arınç'a ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e de eleştiriler var.

Ses kaydında bu seminerlerin sadece asker ailelerine değil, subaylara, astsubaylara, uzman erbaşlara ve yedek subaylara da verildiği belirtiliyor

TSK'NIN SEÇİME YÖNELİK KURUM İÇİ EĞİTİM SEMİNERLERİ-1

EĞİTİMCİ: GARNİZON KOMUTANI ALB.ENGİN KABADAŞ

DİNLEYİCİLER: SUBAY EŞLERİ

ORİJİNAL SLAYTLARLA EŞLİĞİNDE

BU TÜR KONFERANSLARI ALDIĞIMIZ EMİRLER GEREĞİ UYGULAMAK ZORUNDAYIZ

SAYGIDEĞER HANIMEFENDİLER. KONFERANSA İLGİLİZDEN DOLAYI HEPİNİZE ÇOK TEŞEKKÜR EDERİM. PLANLI KONFERANSLARIN UYGULAMASINA BAŞLADIK. DEDİK BİRDE BURDAKİ SİNAMA SALONUNDA TOPLAYALIM. EŞLER OLMADAN BÜYÜK BİR KATILIM OLSUN. BİR PLANLAMA YAPTIK VE BU UYGULAMAYA BAŞLADIK. BU TÜR KONFERANSLARI ALDIĞIMIZ EMİRLER GEREĞİ UYGULAMAK ZORUNDAYIZ. BİRAZ EVVEL TUG. KOMUTANIMZLA GÖRÜŞTÜM BEN. O DA YAPTIĞIMIZ FAALİYETİN İYİ OLDUĞUNU VE FAALİYETLERE DEVAM ETMEMİZ GEREKTİĞİNİ, BURADA DAHA KOLAY UYGULADIĞIMIZIİZAH ETTİM BEN.

BU KONFERANSLARI SUBAY, ASTSUBAY, UZMAN ERBAŞLARA VERİYORDUK ŞİMDİ EŞLERİNEDE VERMEMİZ EMREDİLDİ

SİZLEREDE BEN SELAMLARINI İLETİYORUM TUG. K.NIMIZIN. ŞİMDİ TABİ BU FAALİYETLER PLANLI OLAN, BİZLERE, İŞTE ÜST KOMUTANLIKLARDAN GELEN HEDEF KİTLE DEDİĞİMİZ SUBAYLARA, ASTSUBAYLARA, UZMAN ERBAŞLARA ERBAŞ VE ERLERİMİZEC, YEDEK SUBAYLARA VERMEMİZ GEREKEN KONFERANSLAR. BİRDE, HEDEF KİTLE OLARAK GÖZÜKEN SB ASTSB. AİLELERİNE VERİLMESİ GEREKEN PLANLI KONFERANSLAR VE VERİLMESİ EMREDİLEN KONULAR. ÜLKEMİZ ÜZERİNDE OYNANAN OYUNLARDA SİLAHLI KUV. PERSONELİ VE AİLELERİ OLARAK NE GİBİ OYUNLAR OYNANDIĞINI GÖRÜN, BİLİNÇLİ OLUN, ÇEVRENİZİ AYDINLATIN.

ÜLKE GÜNDEMİNDE NELER OLDUĞUNU BİLİP UYANIK OLMALIYIZ, YOKSA ÜLKE ELDEN GİDER

BAZI ŞEYLERE GÖZÜNÜZÜ KAPATMAYIN, BAZI ŞEYLERİ DUYMAZLIKTAN GELMEYİN BİLİNÇLİ OLUN DİYE BUNLARI YAPMAK ZORUNDAYIZ. EĞER YAPMADIĞIMIZ TAKDİRDE SADECE KENDİ KABUĞUMUZU GÖRÜYORUZ, KENDİ ÇEVREMİZDEKİNİ GÖRÜYORUZ, KENDİ EVİMİZİN İÇİNİ GÖRÜYORUZ. AMA BİZ T.C.NİN EN DEĞERLİ KURUM OLAN SİLAHLI KUVVETLER OLARAK VE AİLELER OLARAK HER ZAMAN UYANIK, DİMDİK AYAKTA OLMAK ZORUNDAYIZ. EĞER, BİZ DE YIPRANIRSAK Kİ YIPRATMAYA ÇALIŞIYORLAR ÜLKE ELDEN GİDER. VE BAZI OLAYLARINDA SİZLER DE FARKINDASINIZ. UYANIK OLMAMIZ LAZIM, DİKKATLİ OLMAMIZ LAZIM. ŞİMDİ BEN SİZLERE ÜLKEMİZİN GÜNDEMİNDE NELER OLDUĞUNU, HEPİMİZİN GAZETELERDEN, İNTERNETTEN OKUDUĞUNUZ, FAKAT BELKİDE İÇİNİZDEN BAZILARININ FARKINDA OLDUĞU BAZILARINIZIN FARKINDA OLMADIĞI KONULARI ŞİMDİ SİZE BEN YANSI ÜZERİNDEN BAZI KONULARI SÖYLEYECEĞİM.

BEN GARNİZON KOMUTANI OLARAK PERSONELİMİ AYIKDIRMAK DURUMUNDAYIM

SADECE BEN BURANIN GARNİZON KOMUTANI OLARAK KENDİ PERSONELİMİ BAZI KONULARDA AFFEDERSİNİZ AYIKDIRMAK, UYANDIRMAK DURUMUNDAYIM. BAZI GÖRDÜĞÜM TESPİTLERİ SÖYLEMEK ZORUNDAYIM. ÇÜNKÜ BURADA TSKYI TEMSİL EDEN BEN VE BENİM EMRİMDEKİ OLAN PERSONELDİR. BUNLARI GÖRÜRSENİZ, BİLİRSENİZ OLAYLARA DAHA BİLİNÇLİ YAKLAŞIRSINIZ DİYE DÜŞÜNÜYORUM. SADECE BASİT GÖRÜNTÜLERLE, HEPİNİZİN ÇOK YAKINDAN BİLDİĞİ YANSILAR. ŞİMDİ BEN BUNLARI SİZE BİR İZAH ETMEYE ÇALIŞIYIM.

EĞER MALUM PARTİ İMAR YASASINI ÇIKARIRSA %67 İLE SEÇİMİ KAZANIR

EVET, GAYET BASİT, HÜKÜMETİ BAŞARILI OLARAK GÖRÜLEBİLECEĞİ BİR GÖRÜNTÜ. AMA BANA GÖRE BÖYLE DEĞİL ARKADAŞLAR. DEĞERLİ HANIMEFENDİLER. NEDEN DERSENİZ HÜKÜMET BUNU BABASININ HAYRINA ÇIKARMIYOR. BUNLARIN ÇOĞU VAROŞLARDADIR. HÜKÜMETİN DAHA DOĞRUSU MALUM PARTİNİN 23 TEMMUZ SEÇİMLERİNDE ALMIŞ OLDUĞU OY ORANI BELLİ. YÜZDE 47. ÖYLE DEĞİLMİ? NEREDEYSE İKİ KİŞİDEN BİR KİŞİ OY VERDİ. 10 MİLYON KAÇAK BİNA. YEREL YÖNETİMLER DE BİLİYORSUZ BU PARTİNİN YÖNETİMİNDE. AMA BURADAKİ AMAÇ FARKLI. BAKIN 10 MİLYON BİNA. HER BİNADA AİLE BAŞINA DÜŞÜNÜRSEK 3 KİŞİ OLSA NORMAL ŞARTLARDA KAÇ KİŞİ YAPAR? OTUZ MİLYON. BU 30 MİLYONDAN, BUNDAN HADİ SEÇİM YAŞINDA OLAN ATIYORUM BEN, ON MİLYON KİŞİ OY KULLANACAK. BAKIN ON MİLYON TANE OY DEMEK. YÜZDE 47 İLE DEĞİLDE, YÜZDE 67 İLE SEÇİMİ KAZANIR. ÖYLEMİ? ÖYLE.

SİVİL ANAYASA DEDİKLERİ TÜRBANIN SERBEST KALMASI

EVET, SİVİL ANAYASA TARTIŞMASI VARDI. YOK KAMPLARA GİTTİLER ABANTLARA GİTTİLER. ORDA ÜNİVERSİTE HOCALARI TOPLANDILAR. VS VS VS. BASINA YANSIYAN KADARIYLA, İŞTE TÜRBAN MESELESİ DENDİ. İŞTE RESMİ GÖRÜŞ DEĞİL DENDİ. SADECE TARTIŞMAYA AÇMADIK DENDİ. AMA BAKIN BU ZAT BU KURULUN BAŞINDAYDI AÇIKLAMASI BAKIN TÜRBANIN ÜNİVERSİTEDE SERBEST BIRAKILMASI. SİVİL ANAYASA DEĞİL YANİ. T.C. KURULDUĞU GÜNDEN BERİ ANAYASASI YOKMUYDU SİZLERİN TAKDİRİNE BIRAKIYORUM.

ANAYASAMIZ VAR KILIK KIYAFET DEVRİMLERİ VAR HERŞEY VAR. VAR OĞLU VAR. AMA AMACIN NE OLDUĞUNU GÖRÜYORSUNUZ. ZATEN DİKKAT EDİN CUMHURİYET REJİMİ VE ONUN İMKANLARINI ÇOK İYİ KULLANIYORLAR. HEP DİKKAT EDİN KONUŞMALARDA, DEMOKRATİK HAK VE ÖZGÜRLÜKLER DİYORLAR. DEMOKRASİ DİYORLAR. DEMOKRASİNİN KURALLARI DİYORLAR VS VS. AMA HİÇ CUMHURİYETİN İMKANLARI DEMİYORLAR. DEDİĞİM GİBİ DEMOKRASİ ZATEN CUMHURİYETİN İMKANLARI NETİCESİ OLAN BİR HUSUS.

TÜRBANI GATA'YA SOKMAK İSTEMELERİ MASUMANE GÖRÜNÜMLÜ BİR PLAN

EVET, YİNE SİZE MASUMANE BİR HUSUSU SÖYLÜYORUM. YİNE HEPİNİZ BİLİYORSUNUZ TİYATRO SANATÇISI NEJAT UYGUR ANKARA'DA BİR GÖSTERİ YAPTI. GÖSTERİDEN SONRA FENALAŞTI FELÇ GEÇİRDİ FİLAN DİYE YANLIŞ HATIRLAMIYORSAM BAŞKENT ÜNİVERSİTESİNE KALDIRILDI.

ORADA BAŞBAKANIMIZ KENDİSİNİ EŞSİZ OLARAK ÜNİVERSİTEDE GİTTİ, ZİYARET ETTİ. O ZAMAN NİYE EŞİNİ GÖTÜRMEDİ HİÇ DÜŞÜNDÜNÜZMÜ. AMA BAKIN GATADA ASKERİ MEKAN ÇOK MASUMANE BİR ZİYARET AMA BASINA YANSIYIŞI NASIL. DOLAYISIYLA ÇOK MASUMANE BİR YAKLAŞIMLA TÜRBAN MESELESİNİ SANKİ HASTA ZİYARETİNE GİDİYORMUŞ İŞTE BİZ HASTAYI ZİYARET ETMEK İSTİYORUZ AMA BAKIN İŞTE ENGEL ÇIKARIYORLAR GİBİ LANSE EDİYORLAR. OLAYIN GÖRÜNTÜSÜ BU.

BÜLENT ARINÇ'IN EN ÖNEMLİ GÖREVİ ÜLKEYİ KARIŞTIRMAK

DEVAM, YİNE MEŞHUR, BİLİYORSUNUZ BU GEÇTİĞİMİZ DÖNEM MECLİS BAŞKANLIĞI YAPAN KİŞİ. Kİ, EN ÖNEMLİ GÖREVİ ÜLKEYİ KARIŞTIRMAK OLDUĞU İÇİN BU ŞAHSIN MEŞHUR İFADELERİ VAR BİLİYORSUNUZ CUMA GÜNLERİ TATİL OLSUN DEMİŞ. NEDEN DİYOR TABİ. İŞTE MİLLETVEKİLLERİ ÇOK YORULDUĞU İÇİN EL KALDIRMAKTAN ÇOK YORULUYORLARMIŞ İŞTE CTS PAZAR DİNLENEMİYORLARMIŞ BİR DE CUMA GÜNLERİ OLSUN DEMİŞ. VE CUMA GÜNLERİNİN TATİL OLMASINI TALEP EDİYOR. VE TEKLİF YAPIYOR. AMA TABİ BU MASUMANE. CUMA GÜNLERİNİN TATİL OLMASININ SEBEBİNİ HERALDE TAKDİR EDİYORSUNUZ. CUMA GÜNLERİ NAMAZI KILMAK İÇİN. İŞTE MECLİSTE MİLLETVEKİLLERİ BAŞLAYACAK ONDAN SONRA BELEDİYELER BAŞLAYACAK SONRA VALİLİKLER BAŞLAYACAK. VS VS. YANİ NE KADAR MASUMANE GÖRÜYORSUNUZ.

CUMHURİYETÇİ ÖĞRETMENLERE BASKI YAPILIYOR

EVET, BUNU GENE OKUDUNUZ. TÜRKİYENİN NE DURUMDA OLDUĞUNU GÖRÜYORSUNUZ. BU DA İÇİMİZDEKİ OLAN ÖĞRETMENLER GİBİ BİR TANE ATATÜRKÇÜ ÖĞRETMEN. BAKIN BAŞINA GELEN. CUMHURİYET MİTİNGİNE KATILMIŞ VE CUMHURİYETE SAHİP ÇIK YAZILI TİŞÖRT GİYDİRMİŞ ÖĞRENCİLERİNE VE SORUŞTURMA AÇILMIŞ VE MAAŞ CEZASI ALMIŞ. BAKIN TÜRKİYENİN GELDİĞİ DURUM. DEĞERLİ HANIMEFENDİLER. YANİ SİZLER DE ÖĞRETMENSİNİZ. BÜTÜN GÜN ÇALIŞAN BAYANLAR VAR. ÜLKEMİZ NERELERE GETİRİLMEK İSTENİYOR. NELER YAPILMAK İSTENİYOR NE GİBİ DAVRANIŞLARA KALIYORUZ BUNLARI GÖZÜNÜZÜN ÖNÜNE SÜRÜYORUM.

MİLLİ EĞİTİMDE TÜRBANLI, PERUKLU BAYAN VE BIYIKLI ERKEK ÖĞRETMENLERİ HEPİNİZ GÖRÜYORSUNUZ.

DEVAM, YİNE BAKIN AMASYADA BİR TANE, LİSEDEKİ OLAY. DÖRT TANE KIZ ÖĞRENCİ YANLIŞ HATIRLAMIYORSAM. HABERDE OKUDUĞUM KADARIYLA. OKULDAKİ YAŞIYORSUNUZ TÜRBANLI ÖĞRETMENLER VAR PERUKLU ÖĞRETMENLER VAR. OKUL YÖNETİMLERİNİN ERKEKLERİN BIYIKLARININ NASIL OLDUĞUNU BİLİYORSUNUZ. VE BU BASKILARIN NERELERE GELDİĞİNİ GÖRÜYORSUNUZ.

CUMHURİYET TARİHİNDE HİÇ OLMAMIŞ OLAYLAR BU PARTİ İKTİDARA GELDİĞİ ZAMAN OLMAYA BAŞLADI VE ASKERİ ŞURADA ŞERH KOYDULAR

DEVAM. ASKERİ ŞURALAR BİLİYORSUNUZ ŞU ANDA CUMHURBAŞKANIMIZ OLAN GÜL İLK BU PARTİ İKTİDARA GELDİĞİ ZAMAN 2002 YILINDA ÜÇ AY BAŞBAKANLIK YAPTI. BU DÖNEMDE YÜKSEK ASKERİ ŞURA OLDU. TABİ TÜRKİYE C. TARİHİNDE SİLAHLI KUVVETLER KURULDUĞUNDAN BERİ HİÇ OLMAMIŞ OLAYLAR, YAŞANMAMIŞ OLAYLAR BU PARTİ İKTİDARA GELDİĞİ ZAMAN, BU ŞAHIS BAŞBAKAN OLDUĞU ZAMAN YAŞ KARARLARINA ŞERH KOYDU.

CUMHURBAŞKANIN, ERDOĞAN'IN VE UNAKITAN'IN OĞULLARI MİLYON DOLARLARLA OYNUYORLAR

EVET ,BİRDE BİLİYORSUNUZ MEŞHUR ÇOCUKLAR VAR. BAKIN BU MALİYE BAKANIMIZ MEŞHUR, ONUN OĞLU, BAŞBAKANIMIZIN OĞLU, CUMHURBAŞKANIMIZIN OĞLU. BU DA BAŞBAKANIN OĞLU. BU BİLİYORSUNUZ GEMİCİ KALDI. BUNUN MISIR YUMURTA FİLAN ÖYLE FABRİKALARI VAR. BİR SÜRÜ YUMURTA SATIYOR ORADAN İTHALAT İHRACAT YAPIYOR. BENİM KARDEŞİM ŞU ANDA ORDUDA İŞSİZ KALDI. İŞ BULAMIYOR YANİ. AMA 16 YAŞINDAKİ ÇOCUK NEREDEYSE BENİM YAŞIMIN ÜÇTE BİRİ. MİLYON DOLARLARLA OYNUYOR.

TAYYİP ERDOĞAN BİZE ASKERLİK YATMA YERİ DEĞİL DİYOR KENDİ OĞLUNA ÇÜRÜK RAPORU ALIYOR

DEVAM,İŞTE BUNU GENE BİLİYORSUNUZ. ASKERLİK YATMA YERİ DEĞİLDİR DEDİLER. AMA KENDİ OĞLUNA ÇÜRÜK RAPORU ALDIRILDIĞI ZAMAN CEVAP VEREMİYOR.

GÜL, ÇANKAYA SOFRASI İLE ATATÜRK'Ü TAKLİT EDİYOR AMA MASASINDA ŞARAP YERİNE SU VAR

DEVAM,YİNE İŞTE ATATÜRK TAKLİTÇİLİĞİ ATATÜRKE ÖZENME GENE ÇIKIYOR YANİ GÖZÜNÜZÜ BOYAMA NE KADAR MASUMANE BİR DAVRANIŞ GİBİ YANSITILMAYA ÇALIŞILIYOR. AMA BAKIN BÜYÜK ÖNDER ATATÜRKÜN MASASINDA TARTIŞILAN KONU. HALBUKİ ATATÜRK BİLİYORSUNUZ O ÇANKAYADA EVDEKİ KİTAPLARDAN BİLİYORSUNUZ. ÜLKENİN İLERİ GELENLERİNİ TOPLAYIP SAVAŞTAN SONRA KADINLARA NASIL ÖZGÜRLÜK VERİRİZ. EĞİTİM NASIL DÜZELİR. SEÇİM NASIL OLACAK CUMHURİYET REJİMİ NASIL OLACAK

ÜLKEMİZİ NASIL İDARE EDERİZ ZİRAATI NASIL YAPARIZ GİBİ KONULARI TARTIŞIYOR. AMA BAKIN TAKLİT EDİLİYOR BUNLAR DA İLERİ GELEN BİLİM ADAMLARIYMIŞ PROFESÖRLER. AMA TARTIŞILAN KONU BAKIN BU. ARTI BİZİM MEDYAMIZDA NASIL YER ALIYOR: ATATÜRK SOFRASI. AMA ATATÜRK SOFRASINDA BAKIN BURDA TAMAM O TERCİH MESELESİDİR O AYRI KONU AMA BURADA SU VAR BURADA GÖSTERMELİK ŞARAP KADEHLERİ VAR FİLAN FİLAN. AMA BAKIN BU GELENEĞİ CANLANDIRDI DİYOR. GELENEK İSLAM CUMHURİYET GELENEĞİ DEĞİL. TÜRKİYE CUMHURİYETİNİ NASIL MÜREFFEH DURUMA GETİRİRİZ ONUN ÇALIŞMALARI.

GENKUR BAŞKANIMIZ HARİÇ DEVLETİN ZİRVESİNİN EŞLERİ TÜRBANLI

EVET, BU DA ÇOK İLGİNÇ BU DA ÇOK HOŞUMA GİDER. GEÇTİĞİMİZ KONFERANSIMIZDA BEN SİZE HATIRLARSINIZ ÜLKEDEKİ İLK BEŞ ALTI KİŞİNİN EŞİNİN GENKUR BAŞKANIMIZ HARİÇ EŞİNİN NASIL TÜRBANLI OLDUĞUNU GÖSTERMİŞTİM. İŞTE BAKIN TÜRKİYEDEKİ DEVLETİN TEPELERİNE ATANANLAR ARANAN HUSUSLAR. HANIMI TÜRBANLI OLACAK, İHL MEZUNU OLACAK.

ATATÜRK LAİKLİĞİ BU ÜLKEYE BOŞA MI GETİRDİ.

DEVAM, AMA BAKIN BÜYÜK ÖNDER ATATÜRK NE DEMİŞ. ZAMANINDA. OKUYORSUNUZ. DİN İŞLERİNİ MİLLET VE DEVLET İŞLERİYLE KARIŞTIRMAMAYA ÇALIŞIYOR. KASIT VE FİİLE DAYANAN TUTUCU HAREKETLERDEN SAKININ. NE ZAMAN SÖYLEMİŞ 1930 YILINDA. YOKSA ATATÜRK LAİKLİĞİ BU ÜLKEYE BOŞUNAMI GETİRDİ. YANİ O KADAR T.C.Nİ KURMUŞ SAVAŞLAR KAZANMIŞ. KAZANDIKTAN SONRA ÜLKEMİ NASIL GELİŞTİRİRİM NASIL MODERN DURUMA GETİRİRİM DİYE KAFASINI PATLATAN, İŞTE O MEŞHUR ÇANKAYADA ATATÜRK SOFRASI DENEN SOFRALARI KURAN SABAHLARA KADAR UYKUSUZ KALAN İNSAN.

ATATÜRK KÖYLÜ MİLLETİN EFENDİSİDİR DERKEN BAŞBAKAN ANANIDA AL GİT DİYOR

EVET, HATIRLIYORSUNUZ BU CÜMLEYİ, ATATÜRK'ÜN BÜYÜKLÜĞÜ. NE KADAR İLGİNÇ. YANİ ATATÜRK'ÜN BÜYÜKLÜĞÜ, BAKIN GÖZLERİNDEKİ DİKKATİ, KÖYLÜYLE KONUŞMASI, SAYGIYLA GÖZLERİNE BAKMASI VS.VS.VS. ŞU FOTOGRAFA BAKIN BİR DE ŞU FOTOGRAFA BAKIN. TEHDİT, AŞAĞILAMA, HER ŞEY VAR. SÖYLENEN CÜMLE. FARKI GÖRÜN DİYE ANLATMAYA ÇALIŞIYORUM.

DEVAM, DİĞER BİR BAŞLIK ÜLKEMİZİN İÇ SİYASETİ ÜZERİNDE YABANCILARIN, ETKİSİNİ NİSPETEN, BURDA İZAH ETMEYE ÇALIŞIYOR. ÜLKEMİZİN İÇİNE DÜŞTÜĞÜ DURUMU GÖRÜN. EVET, YİNE BAKIN BUNLAR HEP PLANLI, BİLİNÇLİ YAPILAN İŞLER. YİNE 30 AĞUSTOSTA, İŞTE RESEPSİYON GİBİ.

YOK KÜRT KARDEŞİMİZ YOK KÜRT REALİTESİ FİLAN FİLAN, ÜLKE KÖTÜYE GİDİYOR

DEVAM, YİNE BAKIN ÜST KİMLİK, ALT KİMLİK, YOK KÜRT KARDEŞLERİMİZ, KÜRT REALİTESİ FİLAN FİLAN. AMA ATATÜRK GÖRMÜŞ HEPSİNİ, ATATÜRK'ÜN BÜYÜKLÜĞÜ BURDA İŞTE.

EVET YİNE BAKIN, SÖYLEDİĞİ İKİ KONU, MİLLİYETÇİLİK VE LAİKLİK. ŞUANDA TÜRKİYE'DE TARTIŞILAN İKİ KONU. ÜLKEMİZİ PARÇALAMAK İÇİN MİLLETİMİZİ DAĞITMAK İÇİN BUNLAR TARTIŞILDI. ÜLKEMİZİN İÇİNDE OLDUĞU DURUMU BEN ARKADAŞLARIMA BURDA İZAH ETMEYE ÇALIŞTIM. ŞİMDİ SİZE İZAH ETMEYE ÇALIŞTIM. SİZLERDE ÇEVRENİZDE BU OLUŞUMLARI GÖRÜYORSUNUZ. FARK EDİYORSUNUZ. NE KADAR DİKKATLİ OLMAMIZ GEREKTİĞİNİ, NE KADAR BİLİNÇLİ OLMAMIZ GEREKTİĞİNİ EĞER SİZLER BİLİRSENİZ. ÇOLUĞUMUZU ÇOCUĞUMUZU KORURUZ. ÇÜNKÜ YAŞADIMIZ SÜREÇ İNANIN HEP BÖYLE OLUMSUZA GİDİYOR.

TSK YI PASİFİZE EDİYORLAR. T.C'Nİ YAŞATAMAMA SIKINTIMIZ VAR

T.C'Nİ YAŞATAMIYORUZ SIKINTISI OLUYOR. GÜNDEN GÜNE SİLAHLI KUVVETLERİ PASİFİZE ETME SENARYOLARI UYGULANIYOR. ÇEVREMİZDEKİ OLAYLARI GÖREMEDİĞİMİZ TAKDİRDE İNANIN UÇURUMA DOĞRU YUVARLANIYORUZ. BAKIN SON KALE OLARAK SİLAHLI KUVVETLER KALDI.

MİLLİ EĞİTİMDE TÜRBANLI ÖĞRENCİLERİ KÜRSÜYE ÇIKARIYORLAR

HEDEF BİZİZ. HEP MASUMANE YANLIŞLAR. GÖZÜMÜZ BOYANIYOR. BAKIN GENE GÖSTERDİM BEN SİZE GAZİANTEPTEKİ OLAYLAR. BURADA DA BİZİM İÇİN GEÇERLİ. İŞTE TÖRENLERE KATILIYORUZ RESMİ TÖRENLERE. SALONDA HEMEN TÜRBANLILAR VAR. HEMEN ÇIKARTTIRIYORUZ. BURDA TABİ AVANTAJIMIZ ŞU: ÇANKIRI VALİSİ ALLAHTAN CUMHURİYETÇİ AYDIN ATATÜRKÇÜ BİR ÇİZGİYE SAHİP BİR KİMSE. YARIN ÖBÜR GÜN O DA BURADAN ALINDIĞI ZAMAN ARTIK İŞİMİZİN BENİM VE BENİM GİBİ OLAN ARKADAŞLARIMIN DURUMUNUN NE OLACAĞINI HERALDE KESTİRİYORSUNUZ. ONUN İÇİN LÜTFEN ÇOK DİKKATLİ OLALIM ÇOK AKILLI OLALIM. ÇOCUKLARIMIZA SAHİP ÇIKALIM. ÇOK MASUMANE OLARAK YAKLAŞILAN DAVRANIŞLARIN ALTINDA MUTLAKA BİRŞEYLER ARAYALIM.

ÇOLUK ÇOCUĞUNUZA SAHİP ÇIKIN. SİVİLLERİN ÇOCUKLARI BİLE BAŞÖRTÜLÜ

İŞTE HEPİMİZİN ÇOLUĞU ÇOCUĞU VAR. DERSANELERE GİDİYOR. DERSANELERİ MUTLAKA VE MUTLAKA ÇOK İYİ ARAŞTIRIN. ÖĞRETMENLERİ ÇOK İYİ ARAŞTIRIN ARKADAŞLARINI ÇOK İYİ ARAŞTIRIN. DİKKATİMİ ÇEKİYOR. ÇOCUKLAR SEVİYESİNDE DAHİ BAŞÖRTÜSÜ VAR. BUNU SİZ DE YAŞIYORSUNUZ BELKİ OKULUNUZDA VE ÇEVRENİZDE. YANİ OKULA GELİYOR BAŞINI AÇIYOR OKULDAN ÇIKIYOR DAHA KÜÇÜCÜK ÇOCUKLAR. NEREYE GİTMEYE ÇALIŞIYORUZ.

ÇOKTAN MALEZYA OLDUK BİLE

HANİ BİR ARA TARTIŞILDI YA MALEZYA OLUYORMUYUZ DİYE. BEN DİYORUM Kİ MALEZYA OLDUK. ONUN İÇİN LÜTFEN TSKNIN PERSONEL EŞLERİ OLARAK HEM DE BEN BURANIN GARNİZON KOMUTANI OLARAK BURANIN PERSONEL EŞLERİ OLARAK SİZLERİ ÇAĞDAŞ OLMAYA Kİ ÖYLESİNİZ ZATEN ÇEVRENİZDEKİLERİ GÖRMEYE BİLİNÇLİ OLMAYA DAVET EDİYORUM. BENİM SİZE SÖYLEYECEKLERİM BU.
Asker eşlerine seçim semineri!.. -2 Asker eşlerine seçim semineri!.. -1 Daha fazla video galeri için TIKLAYIN
"KREMALI BİSKÜVİ"Yİ DOĞRU YAZAMAYAN HALK OY VERİYOR VATAN ELDEN GİDİYOR

AMA İŞTE BAKIN TÜRK İNSANININ NASIL OLDUĞUNU DA ŞİMDİ GÖRELİM.

EVET.BAKIN. HALAMIN SÜLÜMAN TUR. TÜRK İNSANININ NASIL BİR İNSAN OLDUĞUNU ALGILAYIN.

DEVAM

BAKIN BU ŞAHİN MARKA ARABA. TRAFİK KURALLARINI HİÇE SAYARAKTAN. HEPİMİZİN ÇOK SEVDİĞİ MUZLARI EVİNE PAZARA NASIL GÖTÜRÜYOR.

EVET. HEPİMİZ EŞYA TAŞIYORUZ. ARABAYI BU ŞEKİLDE HİÇ TAŞIMADIK. BUNDAN SONRA BÖYLE TAŞIYACAĞIZ HERALDE. YANİ TRAFİK KURALLARINA UYUN DİYOR.

EVET

BU DA TRABZONDAN. TRABZONLU HEMŞERİLERİMİZ OKEY OYNAMAYI ÇOK SEVİYORLAR DEMEKKİ NAMAZA DA GİDECEKLER. CAMİ UZAKMIŞ ONUN İÇİN VAKİT KAYBETMEMEK İÇİN HEP BERABER BİR CAMİ YAPTIRMIŞLAR. ZATEN OKUL YAPTIRMAZLAR HEP CAMİ YAPTIRIRIZ.

EVET, BU DA KAPI OTOMATİK KAPI EVET.

BU DA KARPUZCUMUZUN YARATICI DÜŞÜNCESİ. MALLARINI BUNA KATEGORELENDİRMİŞ. KARPUZ ALIRKEN BUNDAN SONRA DİKKAT EDELİM FİYATLAR.

BİR DE BİR BİSKÜVİ ÇIKMIŞ YENİ. BENİM HABERİM YOK SİZİN HABERİNİZ VARMI BİLMİYORUM. BU BİSKÜVİ REYONU. KIREMALI. FİYATIDA BU.

EVET. SONUÇTA BİRAZ EVVEL ARKADAŞIM DA SÖYLEDİ. DEĞERLİ HANIM EFENDİLER İŞTE TÜRK İNSANI BU.

BİRAZ EVVEL SÖYLEDİĞİM İNSANLAR. BUNLAR OY VERİYOR. ONDAN SONRA VATAN GİDİYOR ELDEN.

AKILLI OLMAZSAK SONUMUZ İRTİCA OLACAK

İŞTE BİZ DİKKATLİ OLMAK ZORUNDAYIZ. AKILLI OLMAK DURUMUNDAYIZ. BAKIN RAHAT YAŞAMA YOLLARINI ARADIĞIMIZ MÜDDETÇE SONUMUZ BU. SONUMUZ BU.

DEVAM.BAKIN 1930'LAR. BUDA, BİR RESEPSİYON, İŞTE YANINDAKİ AÇIK, MODERN ÇAĞDAŞ BAYANLAR. AMA ÜLKEMİZİN NEREYE GETİRİLMEK İSTENDİĞİNİ GÖRÜYORSUNUZ. İŞTE YAŞADIĞIMIZ SÜRECİ BEN GÖZÜNÜZÜN ÖNÜNE GETİRMEYE ÇALIŞTIM. BENİ SABIRLA DİNLEDİĞİNİZ İÇİN HEPİNİZE TEŞEKKÜR EDERİM.

İşte O Ses kaydı; (Kaynak: dailymotion.com)

http://www.dailymotion.com/video/xigz9m_tsk-nin-secyme-yonelyk-kurum-ycy-eyytym-semynerlery-bolum-1_news

http://www.dailymotion.com/video/xigzp5_tsk-nin-secyme-yonelyk-kurum-ycy-eyytym-semynerlery-bolum-2_news

Nuh Gönültaş/ Bugün
Kurmay zekâsı bu mu?
01 Mayıs 2011

Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kurmay zekâsı bu mu yani?

Bu kadar mı düşünebiliyorsunuz, bu kadar mı çalıştırabiliyorsunuz saksıyı?

Toplamış subay-astsubay eşlerini, onlara hangi partiye oy vermemeleri gerektiğini anlatıyor.

Bunu yaparken de çok komik, azıcık aklı zekâsı olan kimsenin itibar etmeyeceği, saçma sapan gerekçeler söylüyor, çok komik biçimde hazırlanmış slaytlar gösteriyor.

Sanıyor ki, bu saçmalıklarla salonda bulunan herkesi ikna edebilecek!

Şöyle bir TSK düşünüyorlar demek ki:

TSK'da bulunan subay-astsubay, diğer görevliler, eşleri, aileleri, çocukları, anaları, babaları vs. hepsi tek tip, aynı tornadan çıkmış kadınlar ve erkeklerden oluşuyor.

Hepsi aynı biçimde düşünür, aynı biçimde giyinir, aynı partiye oy verir, aynı partiye oy vermez...

Konuşmaya bakıldığında rahatlıkla "Bu konuşmayı yapan kişi hangi çağda yaşadığının farkında bile değil" denilebilir.

Anakronik bir metotla medenileri iknaya çalışıyorlar.

Medeni insan böyle saçma sapan konuşmalarla ikna olmaz.

Konuşan kişi sanki TSK'nın bir albayı değil, CHP'nin üst düzey yöneticilerinden birisi...

TSK personeli ve eşleri bu albayın anlattığı ve gösterdiği slaytlardaki manipülasyonlara inanacak kadar çağdışı bir zihniyette olamaz diye düşünüyorum.

Yüzde 99 saçma salak hazırlanmış bir sunum ile kimi ikna edebilirsiniz ki?

Albayımız önüne gelene saydırıyor.

Cumhurbaşkanı, başbakan, başbakan yardımcısı, bakanlar... Cumhurbaşkanının, başbakanın, bakanların çocukları, eşleri...

Adam TSK üniforması altında yüzde bin beş yüz siyaset yapıyor.

Bunu yaparken de "Üstlerimden aldığım emri yerine getiriyorum" diyor.

"Tugay komutanımızın selamı var hepinize" diyor.

"Vatan elden gidiyor, adamlar yüzde 67 ile iktidara geliyorlar" diyor.

Albayın sunumu, ne taktik, ne strateji, ne kurmay zekâsı, ne de azıcık da olsa akıl içermiyor.

Toplamış TSK personel eşlerini düpedüz kara propaganda yapıyor.

Slogan atıyor.

Çamur atıyor, karalıyor.

Ülke yönetimine halkoyu ile gelmiş meşruiyeti olan kim varsa hepsine veryansın ediyor.

Kim bilir, dinleyiciler kadın olmasa kendini tutamayıp sinkaf da yapacak.

Dikkat ettim de AK Parti'ye oy verenlere adeta "Bidon kafalı", "Göbeğini kaşıyan adamlar" diyor.

Konuşan sanki TSK'nın bir albayı değil, Bekir Coşkun, Yılmaz Özdil, Emin Çölaşan...

Tek kelimeyle yazıklar olsun!

Genelkurmay Başkanlığı bu konudaki haberler üzerine soruşturma açmış.

Soruşturma açtığına göre emir-komuta dışında bir durum söz konusu diye düşünüyor insan.

Böyle düşünmek istiyorum.

Değilse...

Yani bu albayın orada sarf ettiği görüşler TSK'nın resmi görüşü ise, ki buna asla inanmak istemiyorum...

İşte o zaman yandık.

İşte o zaman, "vatan elden gitmiş" de haberimiz yok diye düşünmemek için bir sebep kalmamış olur!

Erdoğan, Yozgat mitinginde CHP'nin geçmişte 'camileri ahır yaptığını" açıkladı
17 Mayıs 2011
Tayyip Erdoğan, Yozgat mitinginde CHP'nin geçmişte 'camileri ahır yaptığını" açıkladı:

"CHP ile ilgili bir belge daha yayınlayacağım ondan sonra diğer boyutlara geçeceğiz. 4 Mart 1949 tarihli bir Bakanlar Kurulukararı CHP'nin; Bolu'da ki karakadı camisinin bakım ve onarım giderleri devlet bütçesinden ödenmek ve kitaplık olarak kullanılmak üzere Milli Eğitim Bakanlığına tahsisi kararlaştırılmıştır. Altında imzalar var, belgeler konuşuyor. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, CHP Başbakanı ve Bakanların imzaları, CHP'nin cami kapattığının, camileri ahır olarak kullandığının ispatıdır bu.Atatürksağlığı zamanında cami restorasyonları ile ilgili İnönü'ye restore edilmesi ile ilgili talimat veriyor süratle yapılsın diye ama ömrü yetmiyor, kime kalıyor onları restore edilmesi, bize kalıyor bize." haber1001

Asker Ailelerine Sandıkta Kamera Şoku!
18 Haziran 2011
Gölcük Donanma Komutanlığı'nda ele geçirilen Balyoz belgeleri, AK Parti'ye oy veren askeri personelin takip edilerek fişlenmesi için geniş çaplı bir çalışma yapıldığını ortaya koydu.
Balyoz soruşturması kapsamında Gölcük Donanma Komutanlığı'nın kozmik zulasından ele geçirilen belgeler, 2002'de iktidara gelen AK Parti'ye karşı faaliyetleri gözler önüne serdi.

Deniz Kur. Kd. Albay A. Sadi Ünsal tarafından hazırlandığı ileri sürülen 'Seçim sandıklarından çıkan sonuçlar' başlıklı bilgi notunda, 2002 seçimleriyle ilgili analiz çalışmasına yer verilirken, 2004 yerel seçimleri ile 2007'deki genel seçimlerle ilgili planlara da yer verildi.

SANDIKLARA GİZLİ KAMERA YERLEŞTİRECEKLERDİ

Belgeye göre, adım adım izlenecek askeri personel ve ailelerinin oy kullanacağı sandıklara ile bulundukları mahallelere gizli kamera yerleştirilecekti. Belgede askeri personel ve ailelerinin oy kullandıkları sandıklardan AK Parti'nin fazla oy alması sonucu gerekli önlemlerin alınması yönünde çalışma başlatıldığı belirtildi.

'İcra edilen faaliyetler', 'tespit edilen hususlar', 'sonuç ve teklifler' başlıklı bölümlerden oluşan bilgi notunda askeri personel ve ailelerinin yoğun olarak ikamet ettikleri bölgelerdeki seçmen sandıklarından çıkan 2002 seçim sonuçları değerlendirildi.

Belgenin ikinci bölümde ise "Askeri personel ve ailelerinin yoğun olarak ikamet ettikleri özellikle lojmanların bulunduğu bölgelerin tabi oldukları seçim sandıklarından çıkan sonuçlara göre, AK Parti'nin oldukça yüksek oranda oy aldığı gözlemlenmiştir" bilgisine yer verildi.

AK PARTİ, TEHDİT UNSURU
Belgenin sonuç bölümde ise, "Elde edilen veriler ışığında, irticai grupların Donanma Komutanlığı personeli ve ailelerine yönelik etkinliklerini artırdıkları ve bu durumun Komutanlığımız üzerinde önemli bir tehdit unsuru oluşturduğu kanaatine varılmaktadır" tespitinde bulunuldu.

GİZLİ KAMERA YERLEŞTİRELİM

Belgenin 'Teklifler" bölümünde yer alan 8 maddelik alt başlıklar şeklinde sıralanmış bilgilerde ise askeri personel ve ailelerin oy kullandığı sandıkları görüntüleyecek şekilde gizli kamera sistemlerinin yerleştirilmesi istendi. Ayrıca AK Parti'ye oy veren personellerin 'sakıncalı' ve 'şüpheli' olarak belirlenmesi ve bu personellerin atamalarında kritik görev yerlerinde çalıştırılmaması uyarısında bulunuldu.

MAHALLELERE DE GİZLİ KAMERA
Seçim sonrasında AK Parti'ye oy veren TSK personeli ve aileleri için alınan tedbirlerin bazıları belgede şöyle sıralandı:

* Sohbet ortamlarında seçimler ile ilgili konular ortaya atılarak, personelin ideolojik görüşlerinin saptanması,

* Müteakip seçimlere yönelik olarak, askeri personel ve ailelerinin ikamet ettikleri bölgelerdeki sandıkların bulunduğu mahallerde oy verilen noktayı görüntüleyecek şekilde gizli kamera sistemleri yerleştirilmesi,

* Şüphe duyulan askeri personelin, başta "Özel Haber Elamanları" ile olmak üzere yakın takibe alınması.

* Askeri personel ve ailelerinin elektronik posta adreslerine maksatlı (AKP lehinde ve ideolojik) elektronik postalar gönderilerek, gösterdikleri reaksiyonların belirlenmesi,

* AKP'ye oy verdikleri tespit edilen askeri personelin "Şüpheli" kategorisine alınarak, takip ve kontrol edilmesi.

Yenişafak

Mahalle baskısından İzmir'i terk etti
20 Haziran 2011

Başörtüsü nedeniyle daha önce 3 kez saldırıya uğrayan bir bayan, son olarak Kemal Kılıçdaroğlu'nun konvoyundaki partililerin sözlü tacizlerine uğrayınca İzmir'i terk etme kararı aldı

Genel seçimlere saatler kala İzmir'de yaşanan bir olay, 'mahalle baskısı'nın geldiği boyutları gözler önüne serdi. Başörtüsü nedeniyle daha önce 3 kez saldırıya uğrayan Tuğçe Sökmen isimli bir bayan, son olarak CHPGenel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun konvoyunda bulunan partililerin sözlü tacizlerine uğrayınca İzmir'i terk etme kararı aldı. Hayatını huzurlu bir şekilde sürdürmek isteyen genç kadın, İstanbul'a yerleşiyor.

Zaman Gazetesai'nin haberine göre, polis tutanaklarına da yansıyan üzücü hadise, 11 Haziran akşamı saat 19.00 sularında yaşandı. Seçim yasakları saat 18.00'de başlamasına rağmen Kılıçdaroğlu'nun konvoyu o dakikalarda Karşıyaka'da seçim turu yapıyordu. O sırada annesiyle birlikte vapurdan inip Karşıyaka Çarşısı'ndaki minibüs son duraklarına doğru yürüyen Tuğçe Sökmen, CHP seçim otobüsünün arkasında iskeleye doğru ilerleyen kalabalık grubun sözlü saldırısına uğradı.

Devamını şöyle anlatıyor: "Seçim otobüsü geçtikten sonra arkadan gelen gruptan, ismini olay nedeniyle öğrendiğim S.Ş. isimli bayan, yanımdan geçerken bana doğru dönüp alkışlayarak, 'Başını açacaksın. Aç, aç!' diye bağırdı. Ben hiçbir karşılık vermedim. Bir iki adım gittikten sonra tekrar geriye dönüp yüzüme doğru alkışlayarak, 'Aç, aç, aç!' diye bağırdı. Bunun üzerine çevredekiler bize bakınca rahatsız oldum. 'Sizden şikayetçiyim, polis çağıracağım.' dediğimde arkasını dönüp gitmek istedi. Ben kolundan tutup, 'Polis!' diye bağırdım. O sırada grubu takip eden sivil polisler geldi ve bizi emniyete götürdü."

Hiç tanımadığı bir kişinin, başörtülü olduğu için kendisine bağırmasından manevi olarak çok etkilendiğini ifade eden Sökmen, davacı olduğunu söyledi. Aynı grubun kendisinden önce de başka bir hanımın başörtüsünü çıkarıp parçaladıklarını aktardı. Karşıyaka İlçe Emniyet Müdürlüğü Asayiş Büro Amirliği ekiplerinin tutanağıyla da tespit edilen bu olaylar için şikayetinden kesinlikle geri adım atmayacağını vurguladı.

Sökmen, İzmir'de bir yılda dördüncü defa benzer olayla karşılaştığını ifade etti. İlkinin Hatay semtinde, ikincisinin Üçkuyular'da, üçüncüsünün metroda olduğunu anlattı. Çankaya istasyonundan bindiği metroda Bornova'ya doğru giderken bir öğretmenin ağza alınmayacak hakaretlerine maruz kaldığını anlatan Sökmen, "Devletin öğretmeni,Ergenekonterör örgütünden dolayı tutuklananların bile bizim, yani başörtülü insanların yüzünden olduğunu söyledi. Başörtülü insanların hepsi mi AK Partili? Ben CHP'li, MHP'li ya da BDP'li olamaz mıyım? Artık daha huzurlu bulduğum İstanbul'da yaşayacağım." dedi.

Geçtiğimiz günlerde Ankara'da da benzer bir hadise yaşanmıştı. HAS Partili eskiDiyarbakırMilletvekili Ömer Vehbi Hatipoğlu'nun başörtülü eşi Sevgi Hatipoğlu,

Çankaya'daki bir markette iki kadının saldırısına uğramıştı. Kavaklıdere Karakolu'na yansıyan olayda, iki kadın, Sevgi Hatipoğlu'na, "Çekil şuradan. İğrenç şeyler. Başındaki örtüye bak. Aşağılık kadın. İğrenç insanlarsınız hepiniz. Örümcek kafalılar. Türkiye'yi size bırakmayacağız. Gericiler." diye hakaret etmişti.
haber10

Kemalizm, kendi kendini tasfiye ederken
Erol Göka-S.Bağlı (*)



Açık ve gizli darbe, muhtıra, asit kuyuları, ikna odaları, faili meçhuller, banka boşaltmalar, vs vs... Sonuç: "Harç bitti yapı paydos".

Gerçeği değerlendirme yetimiz işliyorsa, tarihsel olanın zihnimize yaptığı gölgenin farkına varır, ona göre konum alırız tıpkı çocukluk ve gençlik yıllarımızın ardından o zamanların artık anılarda kaldığını görüp yetişkin yaşamın gereklerini yerine getirdiğimiz gibi. Aksi takdirde tarihte yaşamak anlamında zamansal gerçekliği ya da başka diyarlarda gezinmek şeklinde mekânsal gerçekliği kaybederek akıl-dışı tavırlar içine girmek kaçınılmaz olmaktadır. 12 Haziran 2011 seçimlerinde oy kullandıkları okullardaki Atatürk, Zübeyde Hanım fotoğraflarını, duvarlara asılı Gençliğe Hitabe'leri gerekçe gösterip henüz post-Kemalist döneme geçilmediğini söyleyen bazı liberal yazarlar da bizce gerçeklik karşısında akıl tutulmasından mustaripler. Evin duvarındaki çocukluktan kalmış resimleri gösterip artık yaşını başını almış bir yetişkinin henüz büyümediğini iddia ediyorlar.

Evet, Kemalizm olarak tesmiye ettiğimiz merkezi bürokratik oligarşik vesayetçi sistemin tasfiye süreci tamamlandı. Bunu kabullenmeyenlerin yanında kabul edip de başka faktörlere dayandıranlar da bulunuyor. Bu yazıda ağırlıkla ikinci kesimle yani Kemalizm tasfiyesini kabul eden ama hatalı gerekçeler ileri sürenlerle tartışacağız; bu sayede Kemalizm'in hâlâ ayakta olduğunu sananlara da bir kez daha, bir başka perspektiften konuyu anlatmayı deneyeceğiz.

Kemalizm'in tasfiyesini kabul edenler, sağ gösterip sol vurmak peşindeler; bizim söylediklerimizi tasdik ediyorlar ama baş aşağı ederek... Onlara göre Kemalizm tasfiye olmuş ama tarihsel sürecin gereği olarak değil emperyalizmin marifetiyle. Dış güçler içerdeki işbirlikçilerin de yardımı ile karşı devrimi gerçekleştirmiş ve anti-emperyalist Kemalizm'i elbirliğiyle tasfiye etmişler. İçerdeki işbirlikçiler olarak da kişisel bazda Başbakan R. Tayyip Erdoğan'ı kurumsal bazda da Fethullah Gülen Hocaefendi ve "cemaat"i işaret ediyorlar. Bütün teorileri bundan ibaret; yani bu iki kişi ve dış güçler, her şey yolunda giderken, el çabukluğuyla kimselere belli etmeden Kemalizm'i tasfiye edivermişler. Kâr edeceğini sanmıyoruz ama bir kez daha onlara hatırlatmakta fayda var: Tarihi insanlar yapar ama verili şartlar içerisinde ve hiçbir şey zamanı gelmiş bir düşünceden daha güçlü değildir. Evet, sosyolojik olarak Hocaefendi sevenleri ya da grubu/cemaati, siyasi olarak da R. Tayyip Erdoğan, post-Kemalist inşanın önemli aktörleri olabilirler ama bu iki kişinin koskoca bir sistemi-düzeni tasfiye ettiğini söylemek, her şeyden önce tarih bilimine ve sosyal gerçekliğin kendisine aykırı bir durumdur.

Peki, bize göre Kemalizm'i kim ve niçin tasfiye etti? Fiziğin temel kuralı, "başlatan kuvvet aynı zamanda son veren kuvvettir". Yani her inşa süreci, bitişin tohumlarını da içinde taşır; başlangıçta görünmeyen, potent halde olan bitiş güçleri, uygun zamanda kuvveden fiile geçiverir. Kemalizm'i var eden her şart ve durum aynı zamanda Kemalizm'in tasfiyesini de gerekli kılmıştır; zira konjonktür değişmiştir. Şahıs ve aktörlere düşen de tarihteki rollerini başarılı bir şekilde oynamalarıdır. Değilse biraz gecikmeli de olsa birileri gelir ve nehirlerin denizin ağzına kadar getirdiği kumları, denizin diplerine sevk eder. Onun için Kemalist dostlarımızın R. Tayyip Erdoğan ve Fethullah Gülen'den kin ve nefret yerine kendi tarihlerine, yaptıklarına bakmaları ve savundukları sistemin dayanaklarını tespit etmeleri gerekir.

Kemalizm, her şeyden önce bir yıkım-mağlubiyet ideolojisidir; Atatürk'le ve İstiklal Savaşı'nın cehd ve azmiyle başlangıçtaki kurucu irade ile ilişkisi yoktur. İmparatorluğun tasfiyesi sonrası elde kalanın muhafazası amacıyla korku ve endişelerle bazen de takiyye ve aldatmalarla oluşturulmuştur. Korku ve endişeler ile "şimdilik böyle olsun" tavrı, Cumhuriyet'in ikinci ve üçüncü nesillerinde inanca dönüşmüş, bu inanç yukarıdan aşağıya milletin zihninde de inşaya çalışılmıştır. Böylece yıkım ve mağlubiyet duygusu, kaybetme korkusu patolojik bir vaka haline gelip bir ideolojik format haline getirilmiştir. Herkesten ve her şeyden çekinen bu algı, sabit bir zaman ve mekân tasarımına dayanıyordu. Tarih 1930'da sabitlenmiş, mekân da Ankara ve etrafındaki "misak-ı milli" ile tanımlanan coğrafya ile sınırlıydı. Tarihin ve mekânın sabitlenmesi, koruma duygusunun ve refleksinin bir gereğiydi. Bu sabiteler çerçevesinde yüzde 20 şehirli, yüzde 80 köylü statik bir toplum yapısı esas alınmıştı. Fakir ve eğitimsiz köylüler "halk", eğitimli kesim de "vatandaş"tı. Korku ve endişeyi taşıyan ve eğitimli olan yani durumun farkında olan bürokrasi, koruma ve kollama için siyaseti yönetimle birleştirerek uhdesine almıştı. Bürokrasi önce şehirli halkı modernleştirecekti. Halk modernleşince öteki (Avrupalı) gibi olunacağından, cehalet ve çağdışı dinî takıntılar (!) bilahare ortadan kalkacak, bu sayede yok edilme-imha endişesi bir nebze alacaktı.

AZINLIĞIN ULUSALCI TAHAKKÜMÜ

Siyasal model, 19. yüzyılın katı pozitivizmini ve Rousseau'cu cumhuriyetçiliği esas alıyordu. "Hayatta en hakiki mürşit" olan ilim, sadece bilimsel bilgiydi ve buna da ancak eğitimli, aydınlanmış bürokrasi sahipti. Bürokrasi, tüm hayatı bu bilgi etrafında ve buna göre kurgulamakla mükellefti; yani hem aydın, hem düşünür hem de pratisyen (uygulayıcı) rollerini üstlenmişti. Ekonomik sistemde o zaman geçerli olan "devletçi-Keynes'çi model"e uygun olarak devlet merkezliydi. Prusya geleneğinin de etkisiyle bürokrasi, devlet imkânlarıyla ve devlet eliyle bir milli burjuvazi var edecek ve bu da sanayileşme ve kalkınmayı sağlayarak ülke refahını artıracaktı. Yerli sanayici olmadığından toprak ağaları, tefeci-tüccar ile karaborsacıların bürokrasinin müşfik kollarında serpilmesi için çalışıldı. Bunlar sanayici olacak ve ülke sanayileşmesini sağlayacaklardı. Ortada bir kötü niyet, bir talan düzeni gibi bir hedef yoktu, teori böyle öngördüğünden bunlar yapılacaktı. Sonuç olarak, siyasi yapıdaki oligarşi, ekonomik yapıya katlanarak sirayet etti: Siyaseten toplumun yüzde 20'sini esas alan model, iktisaden de en fazla yüzde 1'ini esas almaktaydı. Halkın geri kalan siyaseten ve iktisaden dışlanmış kesimleri, artık bu esas vatandaşlara emanetti.

Dünya sistemi, SSCB'nin yanı başında stratejik konumda yer alan bir bölgede stabilizasyon istiyordu. Komünist, İslamcı ve Turancı olmak asla istenmiyordu ama başta pragmatizm olmak üzere diğer her türlü siyasi-ideolojik tercih serbestti. Uluslararası sistem, bürokratik oligarşi ile sağlanmış stabil bir partner ülke olmamızdan yanaydı.

Bir siyasal model için gerekli olan, bilinen temel şartları yeniden sıralayalım: Belirli bir toplum tasavvuru, zaman ve mekân algısı, dayanılan bir epistemolojik sistem ve buna bağlı ideoloji, sahip olunan bir ekonomik birikim rejimi ve uluslararası sistemin gerekliliklerine uygunluk. Kemalizm, zamanının temel şartlarının ürünüydü. İngiliz hariciyesinin rehberliği, Osmanlı bürokrasisi, İzmir ve İstanbul tüccarı, yarı-aydın gazeteci takımının, bu temel şartları yerine getirebilmeleri için bir araya geldikleri müşterek uzlaşı zeminiydi. Peki, şimdi sormak lazım 2000'li yıllarda bunlardan geriye ne kaldı? Küresel sistem, dün haram kıldığını bugün farz haline getirmeye başlamış, İngiliz hariciyesinin yerini oldukça karmaşık küresel sistem almış, Türkiye'nin önüne Ortadoğu'da ve bölgede yepyeni roller, imkânlar açılmış, içe kapalı Türkiye talebi mülga haline gelmiş...

Tüm bunlar dış dünyada olup bitenler, içerdeki değişim bundan çok daha fazla ve hızlı. Toplumun bir zamanlar en aydın ve yetişmiş sınıfı olan bürokrasi -özellikle askeriye- zamanla zaman ve mekân algısındaki sabite nedeniyle toplumun bile gerisine düştü ve entelektüel üstünlüğünü kaybetti. Yüzde 80-20 köylü-şehirli kurgusu tam tersine döndü. Oysa Kemalizm, temelde köylü/statik toplumu esas alıyordu. Dayanılan epistemoloji olan katı pozitivizm çıktığı yerden zılgıtı yedi ve görecelik (rölativizm) ile post-modern düşünce, Batı'da egemen olmaya başladı. Milli iktisat politikaları iflas ederken, milli burjuvazinin yanında kendi imkânlarıyla zenginleşerek-üretenler de ortaya çıktı. Ayrıca devletin artık milli burjuvaziye kaynak aktarımı artık moda olmadığı gibi bunun için gerekli kaynak da yok. Yani düşünsel temelini, entelektüel üstünlüğünü, zaman ve mekân algısını, birikim modelini, toplum tasarımını ve her şeyden önemlisi küresel destek ve meşruiyetini kaybeden bir model ancak zırhlı tugaylar aracılığıyla birkaç yıllığına ve birçok ciddi sorun eşliğinde sürdürülebilirdi. 1980 sonrası yapılan da buydu. Açık ve gizli darbe, muhtıra, asit kuyuları, ikna odaları, faili meçhuller, banka boşaltmalar, vs vs... Sonuç: "Harç bitti yapı paydos".

*Prof. Dr. Erol Göka Konya Selçuk Üniversitesi,

* M. Selim Bağlı Ankara Üniversitesi -

Kaynak: Zaman-09.08.2011

İsmail Kılıçarslan: Linç ettiler Ali Nesin’i, ellerine geçse bir bardak suda boğacaklardı
01/07/2017

Burası Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi. Bu çirkin binayı yapan, yapmakla kalmayıp çok beğenip aydınlatan, en az dört bayrakla donatan, Atatürk’ün oldukça basit bir cümlesini üniversite duvarına kazımaya değer gören zihniyet elbette öğrenciler için bir masa, iki bank, üç güneşlik koymayı akıl edemezdi. Çünkü bu dalkavuk sefiller için genç ile davar arasında bir fark yoktur.’

Sen misin bu paylaşımı yapan? Linç ettiler Ali Nesin’i. Ellerine geçse bir bardak suda boğacaklardı. Hakaretlerin bini bir paraya gitti. Aşırı seküler, aşırı laik, acayip Atatürkçü, pek Kemalist, çok okumuş koca koca insanlar adamcağıza öyle küfürler ettiler ki literatür ağladı.

Eh, normal sonuç. Türkiye’deki putlarla mücadele ettiğin her an hakareti, küfürü, linçi göze alacaksın. Put sevicilik mahalle ayrımı yapmaz zira.

DTCF binası da, yakın zamanda yıkımına başlanan (ve belki de bitirilen) İller Bankası binası da 930’ların hiçbir halta benzemeyen ‘heyula mimari akımı’na ait çirkin ötesi binalar. Fakat değil mi ki bu binalar Türkiye’deki Kemalist envantere dahildir, nasıl olur da ağzını açıp eleştirebilir, aleyhlerine cümle kurabilirsin? Değil mi?

İsmail Kılıçarslan’ın yazısı: http://www.yenisafak.com/yazarlar/ismailkilicarslan/cok-acayip-isler-2038740

Erdoğan: Atatürk'e yapılan bana da yapılıyor
09 Aralık 201



Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) tarafından düzenlenen İnovasyon ve Girişimcilik Haftası Kapanış Töreni'nde konuştu. Erdoğan burada yaptığı konuşmada "Atatürk'e yapılan bana da yapılıyor" ifadelerini kullandı.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) tarafından düzenlenen İnovasyon ve Girişimcilik Haftası Kapanış Töreni'nde konuştu.

1922 tarihli ABD gazetesinden örnek veren Erdoğan "Şimdi sizlere bu konuda tarihten bazı örnekler vereceğim. 16 Eylül 1922 tarihli bir ABD gazetesinde, İstanbul, Muhammedi inanışın merkezi, Atatürk de İslam'ın yeni lideri olarak anılıyor. İlginç değil mi? Bir yere daha geliyorum, 10 Ekim 1922 tarihli gazete, Mustafa Kemal'i korkunç Türklerin, en korkuncu olarak nitelendiriyor. Bu haberlerin bugünkülerden farkı var mı? Dün böyle yaptılar, bugünde aynısını yapıyorlar. Değişen bir şey yok" ifadelerini kullandı.
T24
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cmt Arl 09, 2017 11:21 pm tarihinde değiştirildi, toplam 6 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş Tem 14, 2011 11:58 pm    Mesaj konusu: Seçimlerin Aynasında TSK: Ordu Milletin Aynı -4- Alıntıyla Cevap Gönder

Seçimlerin Aynasında TSK: Ordu Milletin Aynı -4-
Oğuz Gürses
15.07.2011



Diyarbakır İkinci Taktik Hava Üssü’nde görevli subay ve astsubayların oturdukları lojmanlardaki on tane seçim sandığı’ndan alınan neticeler ışığında dedik ki:

[Görüldüğü gibi üç aşağı beş yukarı asker kişiler ve onların ailelerinin oy verdiği sandıklarda da durum Türkiye’nin geneliyle aynı...

Bu iyi mi yoksa kötü müdür?

Ordu’yu kendi örgütlerinin silahlı kanadı gibi görmeye alışmış geleneksel beton kafa Kemalist azınlık için kötü...

Hem de çok kötü...

Silivri-Hasdal Cemaati’ndeki moraller ne kadar bozulsa yeridir...

Buna mukabil, binlerce yıllık ordu-millet geleneğiyle, orduyu kendinden bir parça kabul edip, kendinden ayrı tutmak istemeyen bu ülkenin çoğunluğu (yani millet) içinse müjdeli bir haber...

27 Mayıs 1960 NATO darbesiyle ayrışmaya başlayan ve ondan sonra her on yıllık peryotlarla yapılan NATO darbeleriyle kopma noktasına kadar gelen ordu-millet birliğinin yeniden kurulmakta olduğu görülüyor...

Ordu, millete tepeden bakıp, onu süngü zoruyla kendisinden başkası (Batılı) yapma hevesinden vazgeçiyormuş gibi gösteren bir tablo bu...]

Binlerce yıllık ordu-millet geleneği 27 Mayıs-27 Nisan arasındaki bütün NATO darbeleri boyunca kırıla kırıla, törpülene törpülene, elene elene neredeyse tükenme noktasına gelmişti ki...

27 Nisan NATO’cu muhtırasından sonra yaşanan mucizevî bir süreçle, uçurumun kenarından dönerek ordu-millet yakınlaşması şeklini almış görünüyor...

Bu süreci desteklemek lâzım...

Ancak bu konuda hem milletin hem de ordunun kafalarının çok karışık olduğu da ayrı bir vak’a...

Bütün kamuoyu yoklamalarında dünyanın en anti-Amerikancı, anti-Batcı ve anti- siyonist halkı çıkan bu milletin, bu ülkenin en Amerikancı, en Batıcı en siyonist partilerine (AKP ve CHP) oy vermeye mecbur eden sebepleri bulup acilen ortadan kaldırmak lâzım...

Ordudaki kendi halkının çoğunluğu ve onun mill3i ve manevî değerleri düşman kabul eden anlayışı da...

Geçen yıl kaybettiğimiz değerli ilim adamı merhum Durmuş Hocaoğlu’nun 1995 yılında yaptığı şu tespitler, bu çift taraflı kafa karışıklığını çok iyi teşhis ediyor:

[Türkiye:
Kimine göre, "İslamiyet'in en güzel şekliyle yaşandığı", kimine göre "laikliğin en iyi uygulandığı" ve kimilerine göreyse "dar-ül harb olduğundan Cuma namazı kılınmaması gereken" ülke!...
Türkiye:
Sözde panislamizmin, panslavizmin ve total hristiyanizmin ortak hedefi... "Gerici olduğu için" Batı'nın, "ilerici olduğu için" Doğu'nun ittiği, "yalnız ülke"...
... Ve bin yıldanberi din hürriyetinin en olgun biçimde uygulanıp İslami hoşgörünün dorukta yaşandığı yer olmasına rağmen; "düşmanımın en iyi nesi varsa, önce onu bozmalıyım" diyen mihraklarca, laikliği "ateizm"le ve ibadeti "yobazlık"la nifaklanan, inanç grupları arasına durmadan fit sokulan ülke: Türkiye...] (*)

Hem ordunun hemde milletin kafaları karışık...

O yüzden bir türlü ne olmaları gereken şekli alabiliyorlar, ne durmaları gereken yerde durabiliyorlar...

Bakın işin orduya ait yanını dünyanın en kalabalık ordusu olan, Çin ordusunun yayınladığı Liberation Army Daily gazetesi, “Çin askeri doktrininin modasının geçtiği tespitini yaptıktan sonra” ne kadar açık ifade ediyor, konuyla ilgili haberden -ve özellikle altını çizdiğimiz cümlelere dikkat ederek-takip edelim:

“.16.08.2010 - Dünyanın en kalabalık ordusuna sahip olan Çin, ABD destekli Tayvan ve Japonya ile bizzat ABD'ye karşı daha etkili bir silahlı kuvvetler oluşturmak için son birkaç yılda asker sayısını azaltmaya başladı. Ancak bunun için yaratıcılık ve daha açık fikirli olmak gerektiğini belirten gazete, "Geleneksel Çin kültüründe muhafazakar görüşün büyük etkisiyle ordumuzun kültür ve düşünme biçimini yenileme görevi son derece zor" ifadesi kullanıldı. Yazıda ayrıca "tarih ve gerçekler, dünya görüşü olmayan bir ülkenin çağdışı kaldığını tekrar tekrar göstermektedir. Küresel vizyonu olmayan bir ordunun umudu yoktur" denildi.” (**)

- “Çin, ABD destekli Tayvan ve Japonya ile bizzat ABD'ye karşı daha etkili bir silahlı kuvvetler oluşturmak için (..)asker sayısını azaltmaya başladı...”

- “(..) muhafazakar görüşün büyük etkisiyle ordumuzun kültür ve düşünme biçimini yenileme görevi son derece zor...”

- “Tarih ve gerçekler, dünya görüşü olmayan bir ülkenin çağdışı kaldığını tekrar tekrar göstermektedir...”

- “Küresel vizyonu olmayan bir ordunun umudu yoktur...”

Bunları kim söylüyor?

Çin ordusunun yayınladığı Liberation Army Daily gazetesi...

Her biri hem doğru hem de hayati tespitler...

Şimdi dönün bizim Genel Kurmay başkanlığı veya Kuvvet Komutanlıklarının internet sitelerine bakın...

Çin ordusu eksiklerini farketmiş düzeltmeye, yeniden yapılanlamaya çalışırken...

Otur laiklik, kalk Atatürkçülük, otur laiklik, kalk Atatürkçülük içine kendi kendini hapsetmiş dünyanın en kalabalık ordularından birinin hazin hali...

Çin ordu gazetesi diyor ki: “Tarih ve gerçekler, dünya görüşü olmayan bir ülkenin çağdışı kaldığını tekrar tekrar göstermektedir...”

Pekiyi...

TC’nin bir dünya görüşü var mı?

Var...

Ne?

“Atatürkçü dünya görüşü”

Atatürk filozof veya mütefekkir miydi?

Hayır:..

Peki kim uydurdu bu “Atatürkçü dünya görüşü” hikâyesini...

ABD’nin “bizim oğlanlar “ dediği, 12 eylül NATO darbesini yapan 5 general...

Onlar filozof veya mütefekkir miydi?

Yok...

Öyleyse Çin ordu gazetesinin yazdıklarından çıkarılacak ilk ders ne oluyor?...

Bir ülkenin iyi bir ordusu olabilmesi için, o ülkenin iyi bir dünya görüşü olmalıdır..

İyi ve gerçek bir dünya görüşü!...

NATO darbecilerinin tuvalettem gazete bulmacası çözerken akıllarına geliveren uyduruk kaydırık cinsten bir taklit değil...

Bu aslında ordunun değil, milletin görevi...

Millet, kendi millî ve manevî köklerinden beslenen bir dünya görüşüne sahip olacak ve ordu da o dünya görüşünde kendine biçilen yer ve role uygun bir şekle bürünecek...

Bu öyle bir dünya görüşü olacak ki hem millete hem de orduya “küresel vizyon/ufuk/hedef/ideal” belirleyecek...

Çerden çöpten şeylere “dünya görüşü” ismi verilebilirse de bu isim o çerden çöpten şeyleri dünya görüşü yapmaz.

Sadece o çerden çöpten şeyleri dünya görüşü zanndenlerin cehaletini gösterir...

***

Vizyonun ne olup olmadığına dair güzel bir tanımlama:

[VİZYON NEDİR?
- Uzun bir gelecekte ulaşmak isteğimiz durum.
- Kendiliğinden gerçekleşmeyecek ancak gerekli çabaları harcarsak başarabileceğimiz bir ideal.
- Vizyon, içinde bulunduğumuz şartlarla uzun vadeli amaçlarımızın bileşiminden oluşur.
- Ulaşılmak istenen, farklılaştırılmış bir gelecek düşüncesi ve geleceği öngörmek.
- Vizyonun altında stratejilerin, amaçların, motivasyonların, duyguların ve değerlerin yönlendirileceği eğilimler belirlemek.
- Bir vizyon sanki oradaymışız gibi ulaşmak istediğimiz durumu tanımlayan nitelikli bir hedef seçimidir.
VİZYON NE DEĞİLDİR?
- Gelecek ile ilgili tahminler yapmak değildir.
- Hiçbir şey yapmadan, hayatın sizi yönlendirmesine izin vererek ulaşacağınız durumu tanımlamak değildir.
- Bugünden ve yarından vazgeçmek değildir.
- Gerçekleşmesi imkansız hayaller değildir.
- Yalnızca fantezilerle ve düşlerle varolan duygu ve görüntüleri, davranışların çıkış noktası yapmak değildir.
- Bir macera arayışı, bir koyup üç alınacak bir kumar değildir.] (***)

Ya İdeal?..
[İdeal, eşya ve hadiseler üzerinde kendi nakşını görmek isteyen her fikrin belirtiği hasret, iştiyak, hayâl ve plândır; eğer ideolocya bir beyin ise, ideal bir kalptir... Küçük ve miskin fikre dayanan hiçbir arzu, heves, merak ve davranış, ideal olamaz. Bir şeyin ideal olabilmesi için, mutlaka cemiyet plânında, ulvî bir oluş ve erişe göz dikmesi lâzımdır... Her ideal bir gayedir fakat her gaye ideal değildir. Gayeler aşağılara düşebilir, idealler düşemez.] (****)
Dünya görüşü ve küresel vizyon ihtiyacının ne kadar önemli ve acil olduğunun anlaşılmasına dair kısa bir iktibasla yazımızı bitirelim:,
[Demokrasi ve liberalizmden, Birleşmiş Miletle teşkilatı ve Avrupa ortak Pazarı’na kadar; fikir ve kuruluşlar plânında içiçe bir yumak olarak şekillendirilen “Yeni Dünya Düzeni”, Amerika Birleşik devletleri ve Avrupa’nın birbirleriyle rekabet ortamı içinde de olsa bizim gibi ülkelere biçtikleri parya statüsünde müşterek, bir hegemonya sistemidir... Elbette “hayır!” diyoruz: Ülkemizden başlayarak teklif ettiğimiz “Yeni Dünya Düzenimiz” ile!] (*****)
Kısaca...
Bütün dünyayı ele geçirmek isteyen emperyalist “Yeni Dünya Düzeni”ne karşı, aynı çapta “alternatif bir yeni dünya düzeni”ne sahip olmadıktan sonra, ne milletin beli doğrulur ne de ordunun...
İkisi de, o yanlıştan bu yanlışa savrula savrula yok olur gider...
İhtiyaç bu kadar önemli ve bu kadar acil...
Dipnotlar:

* Durmuş Hocaoğlu, “Laisizm'den Milli Sekülerizme -Laiklik Sorununun Felsefi Çözümlemesi-“, 1995, Selçuk Yayınları, Ankara, ISBN: 975-9546-66-3, 503 sayfa

** Kaynak: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3010

*** Kaynak: http://www.vizyon2000.s5.com/vizyon.htm

**** Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti –Yeni Dünya Düzeni-, İbda yayınları, sayfa.8, İstanbul.

***** Age, Sayfa: 9.

Kaynak: http://millibirlikruhu.blogspot.com/2011/07/secimlerin-aynasnda-tsk-ordu-milletin_15.html

Tanrının Seçilmiş Kulu mu Yoksa Tanrının Kendisi mi?

"Bir kimse, bir başka insanın, hiç yanılmadığına, hiçbir zaman yanlış yapmadığına, her şeyin en doğrusunu ezeli ve ebedi olarak bildiğine ve o olmasaydı kendisinin de olmayacağına inanıyorsa, bu meziyetler ve özellikler kendisine atfedilen insanın insan üstü bir varlık olmasını gerektirir. Dini inanışta, böyle bir kişi, ya tanrıdan devamlı rehberlik alan ve hataları hiç ortaya çıkmadan veya çıktıktan hemen sonra tanrı tarafından düzeltilen bir kişidir, yani tanrının seçilmiş kuludur; ya da tanrının ta kendisidir".

Atilla Yayla, Kemalizm, Liberte Yayınları, 2008, s.38
http://politikdipnot.blogspot.com/

Erzurum'da Başörtüsü Skandalı
24 Temmuz 2011
Başörtüsü skandalı Erzurum Kongresi'nin 92. yıldönümü törenlerinde yaşandı.
Milli mücadelenin başlamasında önemli bir basamak olan 'Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür parçalanamaz' kararının alındığı Erzurum Kongresi'nin 92. yıldönümü törenlerle kutlandı.

Bu yılki törenlere Erzurum Valisi Sebahattin Öztürk'ün davetiyle 23 Temmuz 1919 tarihindeki Erzurum Kongresi'ne katılan Kelkit Delegesi Hafız Osman Fevzi Efendi'nin torunu Gültekin Nasuhbeyoğlu, eşi Güler ve çocukları Deniz ile Sürmene Delegesi Ahmet Kulakzade'nin torunu Emine Kulaç'la çocukları Ümit ve Efnan da katıldı.

ASKER UYARDI, VALİ ESKİ YERİNE GERİ DÖNDÜRDÜ

Ancak, Havuzbaşı'ndaki törene türbanıyla katılan Sürmene Delegesi Ahmet Kulakzade'nin torunu Emine Kulaç, görevli rütbeli bir asker tarafından askerlerin bulunduğu yerden ayrılması için uyarıldı. Kulaç, askeri yetkilinin uyarısıyla çocuklarıyla birlikte bulunduğu yerden ayrıldı. Bu durumu Vali Öztürk'ün emriyle Erzurum Valiliğinde görevli bir personel müdahale etti. Emine Kulaç, Vali Öztürk'ün müdahalesinin ardından askerlerin bulunduğu ve daha önce durduğu yere tekrar geri geldi.
aktifhaber

Şamil Tayyar'dan ÇARPICI İDDİA: “Şehidin arkasından okunan Kur’an’dan rahatsızlık duyan subay var!”
26 Temmuz 2011

Tv8’de Erkan Tan’ın konuğu AK Parti Gaziantep Milletvekili Şamil Tayyar idi. Tayyar, gündemi değerlendirirken , bir şehit cenaze töreninde iki subay arasında geçen diyalogları açıklaedı: “Şehidin arkasından okunan Kur’an’dan rahatsızlık duyan subay var!”

Şamil Tayyar bir belediye başkanının kendisine anlattığı, Nurdağı’nda merasim töreni esnasında iki subay arasında geçen konuşma üzerine çok üzüldüğünü belirtti ve ekledi:

“Subaylar Belediye Başkanı’nın kendilerini duyduğunu fark etmeden konuşuyorlarmış ve bu konuşmaya ben çok üzüldüm. Kur’an okunurken bir subay diğerine dönüp, ‘Şu hale bak Türkiye Suudi Arabistan’a döndü’ diyor. Yani orada, şehit cenazesinde Kur’an okunmasından rahatsız olan bir subay zihniyeti var. İnsanlar orada canını, kanını, bedenini vermişler, şehit olmuşlar. Kur’an okumayacaksınız da ne okuyacaksınız? Bu kafayla mı terörle mücadele edeceksiniz? ” aktifhaber

Rejimi koruyan kadeh
Murat bardakçı
03 AĞUSTOS 2011

DİNİN yasakladığı herşeyi 11 ay boyunca yapanlar Ramazan'ın gelmesi ile beraber bir anda dindar kesilirler, içenler içkiye ara verirler ve hattâ gazetelerimiz bile pek mubarek bir hâl alır ve arka sayfa güzellerini bile kaldırırlar ya...
Söylendiğine göre, Asmalımescit de bir aylığına imana gelmiş... Sokakları sükûnete ermiş, masa, sandalye ve işgal tartışmaları son bulmuş... Meyhanesi, birahanesi, restoranı, vesairesi gene faaliyette imiş ama artık sokakta değil, sokak kapısının ardında!..
Fikret Âdil'in "Asmalımescit 74" isimli kitabını okuduğunuzda, oraların tâââ 1930'lardan buyana nasıl sıradışı ve hattâ uçuk bir yer olduğunu hemen görürsünüz. İçkinin envâîsi, çeşit çeşit tuhaflık, hattâ bol bol "Beyzâ Hanım" yani kokain ve modern sanatımızın şimdi önemli isimleri kabul edilen dünya kadar sâkini, hep Asmalımescit'tedir...

STATÜ VASITASI

Kitaba ismini veren "74" sayısı Fikret Âdil'in evinin gûya dış nıumarasıdır ama adresini açıkça vermekten çekinip numarayı tersyüz etmiştir. Yani, ses sanatçısından ressamına, heykeltraşından bestekârına kadar bir grup sanatçının tatlımsı bir hayat yaşadıkları Fikret Âdil'e ait Asmalımescit'teki ev, içi zamanla çöken ve şimdi sadece dış duvarları ayakta duran 47 numaradaki binadır.
Asmalımescit, son haftalarda gündemin ana konularından biri hâline geldi, zira belediye sokakları işgal eden masaları kaldırttı ve bence çok da iyi yaptı!
Türkiye'de bazı kavramların, özellikle de içki konusunun artık nasıl tuhaflaştırıldığının ve hiç alâkası olmayan başka meselelerle nasıl bağlantılı bir hâle getirildiğinin bilmem farkında mısınız?
İçki, bizde son senelerde bir "sosyal statü edinme vasıtası" oldu. Alkol kullanan genç kendini artık büyümüş, yetişkin ve hattâ ermiş gibi görüyor; bazı hanımlar istedikleri zaman istedikleri yerde içtikleri takdirde kendilerince özgürleşiyorlar ve hattâ lâikleşiyorlar! Dolayısı ile serhoşluğa karşı çıktığınız takdirde hemen "yobaz" olmakla, şeriatçılıkla damgalanıyorsunuz.
Alkole ve alkol yüzünden aklın başından gitmesine karşı olmakla irtica arasında ne alâka varsa!...
Belediyeler yolları dolduran, yayaları o sokağa girdiğine pişman eden, cankurtaranın yahut itfaiyenin geçmesine imkân bırakmayan masa terörüne son verip sokakları olmaları gereken hâle mi getiriyorlar? Yorumlar hazırdır: "İçki yasağı geliyor!", "Şeriat provası!" yahut "Din devriminin ilk adımı!"...


ŞERİAT NASIL GELİR?

Herhalde hatırlarsınız: Aynı alâkasız benzetmeler ve tuhaf bağlantılar Türkiye'de 1995 seçimlerinden sonra da işitilmişti. Refah Partisi'nin seçimden birinci parti olarak çıkması üzerine bazı çevreler "İçki yasağı gelecek mi" yahut "Genelev kapatılacak mı?" tartışmasına girişmişler ve meyhane ile kerhane, maalesef rejimin garantisi zannedilmişti. Kadeh ise, en güçlü muhafız!
Senelerden buyana yazılıp çizildi ama hâlâ anlaşılamadı: İslâm Devrimi ve şeriat böyle içki yasakları, genelevlerin kapatılması yahut örtünme konusundaki değişikliklerle değil, Medenî Kanun'un bazı maddelerinde yapılacak küçük oynamalarla gelir.
Tekrar söyleyeyim: Belediye, Asmalımescit'teki masa, şişe ve kadeh işgaline son vermekle gerekeni yapmıştır. Darısı sâkinlerine hayatı zehir eden diğer yerlerin, meselâ Teşvikiye'nin son görgüsüzlük mekânı olan Atiye Sokağı'nın başına!
http://www.fatihaltayli.com.tr/

Başörtüsü düşmanlar bir genç kızı daha ağlattı

İzmir'de düzenlenen Atatürk'ün 73. ölüm yıldönümü anma töreninde bir üniversite öğrencisi, sözlü tacize uğradı. Mağdur olarak ağlayan kıza, bir Kıbrıs gazisi sahip çıktı.

Cumhuriyet Meydanı'nda düzenlenen törende "Atatürkçü" olduğunu iddia eden bir kadın, başörtülü bir kız öğrenciye sözlü tacizde bulundu. Hizmet Gönüllüleri Konfederasyonu tarafından çelenk koyulması sırasında öğrencinin yanına yanaşan kadın, "Senin buradan gitmeni istiyorum." dedi. Kimliğini açıklamak istemeyen kadın, çevrede bulunanların tepki göstermesi üzerine, "Bu insanların karşı devrimin bir ürünü olduğunu göremiyorsanız, sizinle konuşacak hiçbir şeyim yok." dedi. Bir vatandaş, "Herkes giyiminde hür değil mi?" sorusunu yöneltti. Saldırgan kadın ise, "Hürriyet bu mu? Karşı devrimin simgesini kabul etmek mi hürriyet? Ben etmiyorum o zaman." diyerek alandan hızla uzaklaştı.

Bu sırada gözyaşlarına hakim olamayan N.N.E. isimli üniversite öğrencisinin yanına gelen bir Kıbrıs gazisi, "Ne mutlu sana, tebrik ediyorum. O terbiyesizlik yapıyor. Öyle şey mi olur, Atatürk başörtüsüne karşı değildir. Bunun gibi pis insanlar, Atatürk'ü bu hale getirdi. Hayır kızım, sen o yönden rahat ol." şeklinde teselli etmeye çalıştı.
http://www.haberzoom.com/


Köprü üstü möprü üstü... Mademki 10 Kasım saat 9'u5 geçiyor... Durulacak abi...



Dersim, Kemalizm ve ahlak
Mustafa Akyol
30 Kasım 2011

Standart Kemalist zihin, kendisine Kemalizm’i sorgulatabilecek ahlaki kıstasları zaten kategorik olarak reddediyor. İslam kültürünün “şeriat”, “kul hakkı”, “mazlumların âhı” gibi değerleri, “Ortaçağ karanlığı” diye lanetlenmiş durumda. Modern Batı’nın “insan hakları” ise, Sevr’i hortlatmak isteyen emperyalistlerin oyunu sayılabiliyor. Geriye, kala kala, “görelim Atamız neylemiş, neylediyse güzel eylemiş” diyen bir zihniyet kalıyor.

30 Kasım 2011 Çarşamba 13:43


İngiliz Hıristiyan yazar G.K. Chesterton’ın bilgece bir sözü vardır. “İnsanlar, neyin kötü olduğu konusunda birbirlerinden pek ayrışmazlar” der. “Ancak hangi kötülükleri mazur görebildiklerine bakınca, aralarında uçurumlar belirir.”
Dersim katliamı tartışmaları, tam da bu yargıyı doğrulayan bir tablo koyuyor önümüze. Ortaya çıkıp da “masum insanlar öldürülmüş, oh canımıza değsin” diyecek kadar alçalan kimse yok tabi. Ama katliamı mazur görenler ve görmeyenler var. Aralarındaki ahlaki uçurum da tam o noktada ortaya çıkıyor.

Katliamı mazur görenlerin gerekçeleri, ahlaki zaafiyet kadar entelektüel sefalet de yansıtıyor. Mesela “her tarihsel olayın kendi şartları içinde değerlendirilmesi gerektiğini” hatırlatarak büyük bir savunma yaptıklarını sanıyorlar. Tamam, her olay kendi şartları içinde değerlendirilmeli de, bu “her eylem kendi şartları içinde doğrudur” demek değil. (Ona kalırsa, Hitler’in, Stalin’in veya Pol Pot’un da “şartları” var.) Dünyada masum insanların kitleler halinde öldürülmesini meşru kılacak herhangi bir “şart” ise yok.
‘Devrimler’in katliamı
Ama bu zatlara bakarsanız var aslında. Çünkü onlara göre “Atatürk devrimleri”, masum insanların hayatından daha değerli. Ulusalcı bir sitede yazan Kemalist bir ideolog, Dersim hakkındaki yazısında, “cumhuriyetin devrimleri yaşama geçirmesi gerekiyordu” diyor ve ekliyor:
“Devrimlerin önünü kesebilecek her türden ortaçağ artığının direncine hoşgörülü olmak olanaksızdı.”
Yani, “Ortaçağ artığı” olarak tanımlanmak, cumhuriyet tarafından öldürülmek için yeter gerekçe. Aynen “şapka devrimi” denen zorbalığa direnen İskilipli Atıf Hoca’nın ve diğer masumların “gerici” oldukları için katledilmesi gibi.
Trajik olan şu ki, Kemalistlere Kemalist dönemin cinayetlerinin neden mazur görülemeyeceğini anlatmak imkansız gibi bir şey. Çünkü zihinlerinde, “Atatürk ilke ve inkılapları”ndan başka bir doğru-yanlış ölçüsü yok. Bir şey Atatürk tarafından yapıldı ise, o şey zaten tanımı gereği “doğru” olmuş oluyor.
Çünkü standart Kemalist zihin, kendisine Kemalizm’i sorgulatabilecek ahlaki kıstasları zaten kategorik olarak reddediyor. İslam kültürünün “şeriat”, “kul hakkı”, “mazlumların âhı” gibi değerleri, “Ortaçağ karanlığı” diye lanetlenmiş durumda. Modern Batı’nın “insan hakları” ise, Sevr’i hortlatmak isteyen emperyalistlerin oyunu sayılabiliyor. Geriye, kala kala, “görelim Atamız neylemiş, neylediyse güzel eylemiş” diyen bir zihniyet kalıyor.
CHP’nin devleti
Bu zihniyetin Dersim’i aklamak için ürettiği diğer argümanlar da çürük.
Örneğin, “katliamı CHP yapmadı, devlet yaptı” diyorlar. İyi de o dönemde devlet ve CHP özdeş zaten. Bu yolla CHP’yi temize çıkarmak ise “Stalin’in katliamlarını Komünist Parti yapmadı, Rus devleti yaptı” demek kadar ikiyüzlü.
Bir diğer ikiyüzlülük, dönemin başvekilinin Celal Bayar oluşundan hareketle olayın sorumluluğunu Demokrat Parti’ye atmak. Oysa Bayar, tam da CHP zihniyetinden ayrıştığı için DP’ye öncülük etmiş, Dersimliler de bu sebeple 1950’de DP’ye oy vermişti. DP’yi DP yapan ise Bayar değil Menderes’ti. 27 Mayısçı katiller, bu yüzden Bayar’ı değil Menderes’i hedef aldılar.
“En iyi savunma saldırıdır” mantığıyla öne sürülen “siz asıl Madımak’ın hesabını verin” argümanı da yanlış. Çünkü, evet, muhafazakar Sünni kesimin Madımak katliamıyla ve Alevi-karşıtı önyargılarla yüzleşmesi şart. Ama Madımak, devlet eliyle ve reis-i cumhur kararıyla işlenmiş bir suç değil ki; faillerinin çoğu tutuklandı, yargılandı ve mahkum edildi.
Ama Dersim’in failleri hala yüceltiliyor. Onlarla yüzleşip “kral çıplak” diyebilmek içinse, her şeyden önce siyasi ahlak gerekiyor.

Kaaynak: STAR



Kemalizmin Sembol İsimlerinden Keriman Halis Öldü
30 Ocak 2012



“Bugün Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. Çünkü bugün İslâmiyet bitmiştir, onu bitiren Avrupa’dır!.. Müslüman kadınların temsilcisi, bugün mayo ile karşımızdadır...
31 Temmuz 1932’de Belçika’da yapılan Dünya Güzellik Yarışması’nda, oylama bile yapılmadan birinci ilân edilen Keriman Halis, 99 yaşında öldü... Keriman Halis’i birinci ilân eden jüri başkanı; “Bugün Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. Çünkü bugün İslâmiyet bitmiştir, onu bitiren Avrupa’dır!.. Müslüman kadınların temsilcisi, bugün mayo ile karşımızdadır... Oylamaya gerek yok, onu kraliçe seçeceğiz” demişti.

Haber: ALİ EYVAZ

1932 yılında Cumhuriyet gazetesinin düzenlediği “güzellik yarışması”nda birinci seçilen, ardından Belçika’da Avrupalı jüri tarafından “dünya güzeli” seçilen Keriman Halis Ece 99 yaşında dünyaya gözlerini yumdu. Keriman Halis’in ölümü, Türkiye’de uzun yıllardır tartışılan tepeden inmeci modernleşme hareketini ve bu süreçte yaşanan acıları, aşağılık komplekslerini bir kez daha gündeme getirdi.

Türkiye’nin ilk dünya güzellik yarışması birincisi Keriman Halis Ece, yıllardır herkesin merak ettiği yüzlerce soru işaretini cevaplandırmadan 99 yaşında dünyadan ayrıldı. Keriman Halis bugün İstanbul’da toprağa verilecek.

SIRLARIYLA GÖÇTÜ

31 Temmuz 1932’de Belçika’nın Spa kentinde düzenlenen, orijinal adı “International Pageant of Pulchritude” olan Uluslararası Güzellik ve Zarafet Yarışması’nda ilk kez jürinin oylama yapmadığı, jüri başkanının oylamaya geçilmesine izin vermeden Keriman Halis’i birinci ilan ettiği ve siyasi mesaj yüklü oldukça tartışmalı bir konuşma yaptığı, dünyada ve Türkiye’de uzun yıllar yazıldı çizildi. Hatta bu iddialar, Japonya’da bir dönem “Keriman Halis Olayı” adı altında okullarda ders olarak okutuldu.

ELEŞTİRİLER KONUSUNDA KONUŞMADI

Keriman Halis ise ne bu iddialara, ne de birinci elden aktarılan hatıralara yönelik ağzını bile açmadı. Sadece, birinci seçildikten sonra elinde Türk bayrağı ile sahneye çıkmak istediği, ancak salonda Türk bayrağı olmadığı için bu isteğinin karşılanmak istenmediğini, bayrak bulunmazsa sahneye gelmeyeceğine dair resti üzerine atlas kumaşlardan orada alelacele bir Türk bayrağı yapıldığını anlattı. Ancak jüri başkanının yaptığı konuşma ve kendisini dakikalarca ayakta alkışlayanların Osmanlı aleyhtarı tezahüratları konusunda tek kelime etmedi. Bu olay, o dönem dünya basında günlerce manşetlerde kalmış, “Osmanlı kızının son hali” adı altında Avrupa gazeteleri tarafından Keriman Halis’in resimleri kartpostal olarak dağıtılmıştı.

YARIŞMAYI GÖREN HALİT TURHAN BEY’İN ANLATIMLARI

Türkiye, Keriman Halis’in Avrupa’da nasıl karşılandığını ve jürinin tutumunu, bu yarışmayı bizzat gören Halit Turhan Bey’in hatıralarından öğrendi. Halit Turhan Bey, bu olayı kendi yayınladığı hatıralarında şöyle anlatıyordu: “1932 yılında Cumhuriyet gazetesinin tertiplediği güzellik yarışmasını Keriman Halis kazanmıştı. Aynı yıl Belçika’nın Spa şehrinde 28 ülkenin katılmasıyla dünya güzellik yarışması düzenlenmişti. 1913 yılında doğan Keriman Halis, bu yarışmaya Türkiye’yi temsilen katıldı. Günlerce Spa şehrinde kalan güzeller, çeşitli kişilerle görüştü ve konuştular. Yarışma gününde jürinin önünde kızlar birer birer geçip giyimleriyle, bakışlarıyla, tebessümleriyle puan toplamaya çalıştılar. Jüri salona geçip, puan değerlendirmesi yapmak istedi. Başkan kürsüye geçerek, ‘Sayın jüri üyeleri, bugün Avrupa’nın, Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. 1400 senedir dünya üzerinde hâkimiyetini sürdüren İslamiyet artık bitmiştir. Onu Avrupa bitirmiştir. Bir zamanlar sokağı bile pencere arkasından seyredebilen Müslüman kadınların temsilcisi Türk güzeli Keriman, mayo ile aramızdadır. Bu kızı, zaferimizin tacı kabul edeceğiz, onu kraliçe seçeceğiz’ demişti.”

Böyle bir konuşmanın yapılıp yapılmadığı, Keriman Halis’e jüri tarafından bu yönde sözlerin söylenip söylenmediği konusunda sadece Keriman Halis değil, dönemin ilgili aktörlerinden de bir cevap gelmedi. Belçika’da yaşananlar konusunda Türkiye’de belirli bir sansür hep kendini gösterirken ve “Atatürkü koruma kanunu” dolayısıyla bildik kısıtlamalar olurken, dünyada bu yarışmanın yankıları sanıldığından çok daha fazla görüldü. Özellikle Avrupa basını, Müslüman bir kadının, bir Türk kızının kendini beğendirmek için Belçika’ya devlet imkanlarıyla gönderilmiş olmasını Türk modernleşme hareketinin doruk noktası olarak değerlendirdi.

Keriman Halis Ece’nin yıllardır konuşulan hikâyesi Japonya’yı o kadar çok etkilemişti ki, bu ülkede ders kitaplarında bir dönem “Keriman Halis Olayı” adı altında konu başlığı bile yer almıştı.

ATATÜRK’ÜN RESMİ AÇIKLAMASI

Yarışmanın ardından Türkiye’ye dönen Keriman Halis, yine bir devlet organizasyonu olarak Sirkeci Garı’nda şölenlerle karşılandı. Mustafa Kemal Atatürk tarafından şerefine balo tertip edildi. Atatürk’ün resmi açıklaması ise şöyle olmuştu: “Türk ırkının necip güzelliğinin daima mahfuz olduğunu gösteren dünya hakemlerinin bu Türk çocuğu üzerindeki hükümlerinden memnunuz. Fakat Keriman Ece, hepimiz işittiğimiz gibi söylemiştir ki, o, bütün Türk kızlarının en güzeli olduğu iddiasında değildir. Bu güzel Türk kızımız, ırkının kendi mevcudiyetinde tabii olarak tecelli ettirdiği güzelliğini dünyaya, dünya hakemlerinin tasdikiyle tanıttırmış olmakla elbette kendini memnun ve bahtiyar addetmekte haklıdır. Cumhuriyet gazetesi bu meselede Türk ırkının diğer dünya milletleri içinde mümtaz olan asil güzelliğini göstermek teşebbüsünü takip etmiş ve bunu dünya nazarında muvaffakiyetle intaç eylemiştir. Arzusunu da ilave edeyim ki, Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu tarihi olarak bildiğim için, Türk kızlarından birinin Dünya Güzeli intihap edilmiş olmasını çok tabii buldum.”

“Osmanlı’yı bu hale getirdik”

Keriman Halis olayı Türkiye’de halk tarafından “Avrupa’nın Osmanlı’dan intikamı” olarak görülüyor. O dönem Türkiye tarafından “Türk modernleşmesinin ispatı” olarak sunulan bu hadise, Avrupa tarafından “Osmanlı’yı bu hale getirdik” şeklinde dünyaya takdim edildi. İşte bu sebeple 1933’ten 1951’e kadar Türkiye’de güzellik yarışması yapılmasına müsaade edilmedi. Cumhuriyet gazetesinin ilkini 1929 yılında düzenlediği ve her yıl tekrarladığı güzellik yarışmalarına 1933’te son verildi. 1951 yılına kadar Türkiye’de hiçbir resmi ve gayrıresmi kuruluş tarafından güzellik yarışması düzenlenmedi. Keriman Halis konusunda Avrupa’nın takındığı malum tavrın ve halkın gösterdiği tepkinin bu kararda etkili olduğu ifade ediliyor.
YENİ AKİT

Bu "aydın"larla buraya kadar!..
Haşmet Babaoğlu
14 Mart 2012

[img]http://millibirlikruhu.files.wordpress.com/2011/03/kemalist-devrim.jpg?w=530&h=388[/img]

Cumhuriyet'in onca yılda ürettiği resmi "aydın" tipinin ve "kültürlü insan" anlayışının nasıl cılız, nasıl at gözlüklü ve bizzat kendi kültürel derinliklerine karşı küstah bir yabancı olduğunu gördükçe...

Geçip giden koca bir 20. yüzyıla üzülmemek imkânsız!

Onca yıl, onca talim terbiye, onca müfredat...

Yüz Temel Eser yayınıymış, Doğu'nun ve Batı'nın klasiklerini okumaya çağrıymış...

Hepsi hikâye!

Sonuçta toplumun en okumuş yazmış kesimlerinden ortaya çıkan "aydın" tipi şu...

Hayran olduğu Batı tarafından bilim ve kültür çevrelerinde ancak figüran rolüne uygun görülen ve kompleksleri paçalarından akan biri!

İnsan buna nasıl dertlenmez!

***

Mesela evde, sokakta, medyada, Twitter'da, Facebook'da ve TBMM'deki 4+4+4 tartışmasını alalım...

Yeni uygulamada karşı çıkılacak ve düzeltilmesi istenecek ne çok şey var!
Ama muhalifler her zaman olduğu gibi kafayı tek bir noktaya odaklamışlar: İmam hatiplere...

Gözleri başka bir şey görmüyor.

"Türkiye'nin gelecekte bütün eğitimli ve yönetici kadroları İmam Hatipli olacak!"

Bunu iddia ediyorlar!

Hani bunu duyunca insanın içinden kocaman ve dalgacı bir "yok ya!" patlatmak geliyor ama ciddiler.

Gerçekten böyle bir Türkiye'nin bizi beklediğine inanıyorlar. İmam Hatip okununca...

Yani öteki dersler dışında okulda bir de diliyle, ilmiyle İslam dini ve kültürü öğrenilince...

Sanıyorlar ki...

Bir daha ticaret ve sanayiye girilmiyor; bilime ilgi duyulmuyor; sanat yapılmıyor; hatta asla ve kat'a "ateist" olunmuyor!

Hayatın gerçeklerinden o kadar uzaklar; o kadar bakar kör haldeler!

***

Evlerindeki kitaplıkta durmasının bile kendilerini pek "kültürlü" kıldığına inandıkları klasik yapıtların temel derdinin dine ve temel ahlaka dair meseleler olduğunu fark edemeyecek kadar şaşkınlar!

Dinsel eğitimin ne olduğunu, dini tanımanın nasıl bir ruh durumu yarattığını hiç bilmedikleri için...

Ne Dostoyevski'yi, ne Rilke'yi, ne Andre Gide'i, ne Albert Camus'yu anlayabiliyorlar!

Bach çalmak sorun değil! Notalar orada! Ama bu kafayla Bach'ı hissetmek mümkün mü? Külahıma anlatsınlar!

Vazgeçtim Tarkovski'nin muhteşem metafiziğinden...

Bu kafayla...

Pedro Almodovar'ın koyu Katolik bir eğitim ve çatışmalar dünyası tarafından belirlenmiş filmlerini bile anlamalarının imkânsız olduğunun farkında değiller!

Keşke din karşısındaki ürküntü ve cehaletleri samimi bir arayışın sonucu olsaydı! Ama değil!

Yıllar boyu bürokratik oligarşi ve medya el ele verip kitleleri bu çerçevede eğitti!

Tabii dine tavırlı kültürün bu kadar kısır ve kurgusal olduğu bir toplumda, dindar kültürün de derin ve renkli kalmakta çok zorlanmasına şaşmamak gerek!

Kaynak: Sabah gazetesi

Hiçbir kuşak "yüksek" eğitimli değil!
HAŞMET BABAOĞLU
26 Mart 2012

Kim Milyoner Olmak İster'de "Parlamento" yerine "Yüce Divan" diyen siyaset bilimcisi genç kıza twitter yoluyla "okulumuzu rezil ettin" diyen arkadaşları neyi, ne kadar biliyorlar acaba, merak ediyorum.

Değil siyaset bilimi lisansı, o dalda yüksek lisans yapan nice öğrenciler gördüm ki...

Burunlarından kıl aldırmıyor, orta öğrenimlerini geçirdikleri "kolej"lere toz kondurmuyor ama anayasa ile ceza hukukunu veya örnek bu ya, "modernizm" ile "modernite"yi birbirinden ayıramıyorlardı.

İşin gerçeği... Tek bir okulun rezil olması diye bir şey yok!

Öğrenmeye değil, bellemeye; bilmeye değil sınıf geçmeye odaklı eğitimin tamamı rezil!

Son yıllarda bakıyorum da, üniversite mezunu, sürüsüne bereket! Ancak sandığımız kadar çok "yüksek" eğitimli insan var mı, orası çok kuşkulu!

***

Fakat ezbercilikten daha da beteri ne ezberlediğindir!

İlkokuldan üniversite sona kadar resmi ideolojinin cenderesi altında okumanın nasıl zihin ve perspektif sakatlığı yarattığını hâlâ anlayabilmiş değiliz.

Bir tanıdığımı hatırlıyorum...

Yurtdışında sosyal bilimler dalında yüksek lisansa gitmişti.

İlk ödevi de "modern Türkiye" hakkında bir konuşma yapmasıydı.

Hem hocalarını, hem de arkadaşlarını dehşete düşürmüştü. Çünkü ilkokuldan beri alıştığı gibi Atatürk'ün adının geçtiği her yerde "ulu önder" sıfatını eklemişti.

Bu tür bir tanımlamanın gelişmiş ülkelerde, hele bir bilim yuvasında çok tatsız "Führer" çağrışımlarına yol açtığını anladığında çok geçti!

Hele bir sınıf arkadaşının "Atatürk kendisine böyle hitap edilmesini mi isterdi?" sorusuyla karşılaştığında başından aşağı kaynar sular dökülmüştü.

Konuşmasında sık geçen "çağdaşlık" ve "laiklik" kavramlarının onu dinleyen ve pek çağdaş (!) olduklarını düşündüğü Batılı arkadaşlarında hiçbir ortak çağrışım yaratamayışını da şaşkınlıkla fark etmişti.

***

"Şimdiki gençler pek cahil" deyip durmak da haksızlık!
Eskiler de cahildi!

Şimdikilerinki pop cehalet!

Oysa çocuklarına "biz başkaydık" havaları atanlar da basmakalıp siyaset ve kültür yargılarını bilgi diye ezberlemekten öteye gitmemişlerdi, bakmayın siz!

Yoksa hakikaten bilgili olsalar ve öğrendikleri peşin yargıdan öteye bir değer taşısaydı...
Mesela...

"Yahu Diyanet kurumunun olduğu yerde laiklik mi olur?" diye sorduğunuzda apışıp kalmaları kırk yıl sürmezdi!

Kaynak Sabah gazetesi

Cumhuriyet'teki o sayfa: Kemalist Türkiye'den faşist İtalya'ya selam!
Doğan Akın
03.04.2012



Başbakan Tayyip Erdoğan'ın partisinin grup toplantısında gösterdiği gazete sayfaları, Türk basın tarihi için bir süredir T24'te seçtiğimiz sayfalar arasındaydı. Başbakan'ın ekibinin, geçtiğimiz günlerde dijital ortama aktarılan ve kamuoyunun kullanımına açılan Cumhuriyet gazetesi arşivlerinde kısa sürede sıkı bir çalışma yaptığı anlaşılıyor.

Bizim T24'teki çalışmamızın hareket noktası, Türkiye'de basının başlangıçtan itibaren devlet ve resmi ideolojiyle ilişkisi ve bu ilişki üzerinden kurulan dildi. Bugünkü manzara nasıl bir geçmişin mirasıydı, sorusuna cevap ararken bulduğumuz çarpıcı cevaplardan biri de, Başvekil İsmet İnönü'nün İtalya gezisine çıktığı 22 Mayıs 1932'de yayımlanan Cumhuriyet gazetesiydi.

Başbakan'ın dün AKP grubundan birinci sayfasını gösterdiği o gazeteye birlikte göz atalım.

Aslında gazetenin, bugünkü ölçülerle “dokuz sütuna” çektiği başlık fazla söze gerek bırakmıyor:

Kemalist Türkiye'den faşist İtalya'ya selam!

Manşetteki bu başlığın altında, gemiyle yapılacak gezi için “Başvekil bu sabah şehrimizden geçerek İtalya'ya gidiyor” spotu kullanılmış.

Faşist Parti bayrağı ile ay yıldız iç içe

“Haber” için, o sırada İtalya Başbakanı olan Nasyonal Faşist Parti lideri Benito Mussolini (Il Duce) ve Başvekil İsmet İnönü'nün portre fotoğraflarının arasında kullanılan ilginç bir grafik de yapılmış. Bu görselde Nasyonal Faşist Parti'nin (PNF) “devlet gücü, halk gücü ve birlikteliği” sembolize eden baltalı bayrağı ile Türk bayrağının ay yıldızı üst üste oturtulmuş!

Lider kültü ve otoritesine dayalı iki ülke arasındaki ziyaret için hazırlanan bu görselin altında “Kemalist Türkiye ile faşist İtalya'nın dostluğunu temsil eden iki başvekil; İsmet Paşa ve Mussolini” ifadesi geçiyor.

İsmet Paşa'nın Ankara Garı'ndan İstanbul'a hareket etmek üzere trene bindiğini, “Gazi Hazretleri'nin İsmet Paşa Hazretleri'ni Çiftlik istasyonuna kadar uğurladığını” da duyuran gazetedeki yazılarda “faşist İtalya”ya övgüler içeren yazılar dikkat çekiyor.

Başyazı: Faşizm geldi ve...

Yazılardan ilki, gazetenin sahibi ve başyazarı, aynı zamanda Muğla Mebusu olan Yunus Nadi'ye ait. Nadi'nin “Başlı başına bir tarih” başlığı ve “Faşist Italya ile Kemalist Türkiye arasındaki dostluğun asıl kıymeti nedir? Spotu taşıyan yazısından bazı satırlar şöyle:

- Türkiye'de biz umumî harp neticesinde tasfiye olunan Osmanlı tmparatorluğunun ankazından yepyeni ve tamamen asrî inkılâpçı ve milliyetçi bir Türk milleti çıkarırken İtalya da İtalyan milletini asrın en mütekâmil bir cemîyeti haline yükselten Faşizmin gittikçe artan takdirlerine ve mubabbetlerîne mazhar olmaktan kuvvet buluyordu.

- Afyonkarahisarı'nın tekrar Türk'ler tarafından istirdat olunduğu haberi geldiği zaman bütün Roma'da sanki İtalya bir zafer kazanmışcasına meserretler izhar olunmuştu. Sonra Faşizm geldi, ve araya anlaşmamazlıklar sokmak istiyen bir sürü haricî gayretlere rağmen Faşist İtalya Türk dostluğunu daha realist bir salâbetle tuttu.

- Hakikat şu idi ki evvel ve ahir hakka riayet şeklinde Türk dostluğunu tutan İtalyan milleti idi, ve Faşizm idaresi İtalyan milletinin en hakikî hüviyeti ile tebarüz ettiği bir rejim idi.

- İtalyan milletinin Türkiye've karsı dostluğu bilhassa Fasizmin İtalyada hal ve mevkie hâkimiyetinden sonra müsbet ve filî sahalara intikal etmiştir, ve bu hususta Yeni İtalya'nın

Başbuğu M. Musolini'nin hissesi büyüktür.

Falih Rıfkı: Faşizm on senede elli senelik iş görmüştür



İsmet Paşa'nın ziyaretiyle ilgili diğer yazı, ertesi gün, Cumhuriyet'in 23 Mayıs 1932 sayılı nüshasında yayımlanıyor ve Falih Rıfkı (Atay) imzasını taşıyor. “Dünkü İtalya ve bugünkü İtalya” başlığı ile altında “Faşizm on senede bütün bir memleketin manzarısını değiştirmiştir” spotunu taşıyan Falih Rıfkı'nın yazısının da bulunduğu beşinci sayfa tamamen İtalya'ya ayrılmış. Sayfanın tepesinde dokuz sütuna yayılmış “Dost ve Faşist İtalya'ya Dair” başlığı var.

Falih Rıfkı'nın uzun yazısından bazı satırlar da şöyle:

- Cenup İtalya şehirleri, garp memleketlerinin en pis, karışık ve düzensiz şehirleri idi. Napoli'nin iç sokaklarından geçmek zordu. Brendizi'nin dar yollarından bir insan taaffünü vardı. Faşizm on senede bütün bu manzarayi değiştirmiştir. Servisler, şimdi, bütün Avrupa'nın en iyi işliyenlerindendir; sağlam bir hiyerarşi kurulmuş, sokak süpürücüsünden büyük idare adamlarına kadar, herkes iş başında ve size yardım etmeğe hazırdır; gümrük ve polis, eskisinin zıttıdır; Brendizi'nin iki tarafı hem dükkân, hem yatak odası, hem mutfak hizmeti gören höcrelerle çevrilmiş dar sokaklan bile tertemizdir.

- Yeni bir rejim, inşa etmeden duramaz. İnşa enerjinin fışkırışıdır. İnşa ve umran durduğu zaman, ruhlarda ve kafalarda bir ateşin sönmüş olduğuna inanmak lâzım gelir. Faşistler çok inşa etmişlerdir. İtalya'mn her şehri, Faşizm şehirciliğinin ve umranının büyük küçük, fakat mutlak kıymetli eserlerini size göstermektedirler.

- Faşizm, on senede elli senelik iş görmüştür: Mussolini ve Faşizm, yarın, başka bir gün belki düşebilir. Fakat bu eserlerin kaybolmak ihtimali yoktur.

- Evet, İtalya'da Fransız demokrasisi bulamıyacaksmız. Faşizm, ferdî parlâmento demokrasisine karşı ayaklanmış rejimlerdendir: «Bir prensip ki milletleri zayıflatır, doğrusu o değildir.»

- İtalya'yı bitiren disiplinsizlik idi. Faşizm bir otorite doktrinidir Her milleti, içinde bulunduğu şartlara en uygun sistemleri araştırmakta serbest bırakmak lâzım gelir. Faşizm, bir inkılâp mıdır? Hayır... Bir irtica mıdır? Hayır.. Faşizm yalnız İtalyan'lığa mahsus ve İtalya'nın şartlarına uygun bir sistemdir. Bu sistem, garp demokrasisi müesseselerinin, yeni hareketlere karsı, son tutunuş tecrübesi telâkki olunabilir.

Rus'lar, faşizmi, artık mukavemet mümkün olmıyan marksizme karşı burjuvazinin tavizatı gibi addetmektedirler. Faşistlerin fikri başkadır. Faşistler, hiç bir sınıfa bağlı olmadıkları gibi, hiç bir sisteme esir olmadıklarını söylemektedirler.

Faşizm, sınıf, grup ve şahısların menfaatleri üstünde bir devlet telâkkisine bağh olduğu için, cemiyetin bütün yeni inkişaflarının peşinden gitmeyi, lüzum oldukça değişmeyi, usul, fikir ve karar değiştirmeği tabiî sayar.

Gazete sayfalarından cumhuriyet tarihi

Falih Rıfkı, devrime karşı ve devriminhayatlarını güçleştirdiği insanları dört gruba ayırırken birinci grubu şöyle tarif ediyor:

“Korkaklar ve hayatlannda bir defa cesaret hissetmemiş olanlar: Bu korkaklar faşist rejiminin hadden aşırı ileri gittiğini ve ipin çok gerildiğini zannederler. Bunlar kendilerini besiye bırakanlardır ve artık inkılâp havasını teneffüs edemezler.”

Cumhuriyet'in 22 ve 23 Mayıs 1932 sayılı nüshalarında faşizme övgü satırları, başka sütunlarda da devam ediyor. Falih Rıfkı'nın yazısının hemen yanında “Antonio Mongerdi” imzasıyla yayımlanan “Faşist İtalya'da Ziraat ve sanayi” başlıklı yazının spotunda “Musolini'nin ziraat kanunu, İtalya'nın istiklal ve inkişafını temin etmiştir” ifadesi geçiyor.

Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Anayasa Hukuku hocamız Prof. Yavuz Sabuncu, “sadece Cumhuriyet okuyarak Mülkiye'yi bitirebilirsiniz” derdi. Çok zamansız kaybettiğimiz hocamız, elbette 12 Eylül darbesinden sonra Türkiye'nin aydın ve demokratları için sığınak olan Cumhuriyet'ten söz ediyordu.

Ne dersiniz; geçmişimizle gerçekçi bir şekilde yüzleşmek ve dürüst bir muhasebe yapmak için gazete sayfalarından yazılmış bir cumhuriyet tarihi bile büyük bir adım olmaz mı?

Kaynak: http://t24.com.tr/

UYAN ESİRLER DÜNYASI… (I)
EREN EĞİLMEZ
31 Mart 2012



Halkın Türkiye’nin siyasal gerçeklerini anlamaktan uzak tutulması süreci yıllardır olduğu gibi bugünlerde de başarıyla sürdürülüyor. Toplum ülkesinde olup biteni güç odaklarının süzgeçlerinden geçmiş bir şekilde okuyor ve izliyor. Halkın algısına yönelik tecavüz yalnızca kitle iletişim araçları yoluyla değil; inançları, aidiyetleri, gelenek ve değerleri de kendisine karşı kullanılarak hayata geçiriliyor.

(..)

Türkiye’nin emekçi halkı “Muhafazakar Patronlar Partisi” ile “Laik Patronlar Partisi” arasına sıkıştırılmış durumdadır.

Hayatta kalmak için emeğinden başka hiçbir serveti olamayan milyonlar, emeklerinin bu partilerden hangisince çalınacağını seçmeye zorlanmaktadırlar.

Türkiye parlamentarizmi çok partili, tek programlı, seçimli bir diktatörlüktür.

Çok partilidir ama iktidar olmaya yakın görünenlerin hepsinin ekonomik sosyal programı tıpa tıp aynıdır ve emekçi halkın karşısında sermayenin tarafındadır. Türkiye parlamentarizmi özü itibariyle çok partili bir sermaye diktatörlüğüdür.

Demokratik, serbest seçim sistemi denilen şey; halkın Milliyetçi-Laik patronların partileri ile Milliyetçi-Muhafazakar patronların partileri arasında bir seçim yapmaya zorlanmasıdır. Halk kendine karşı üretilmiş siyasal programların hangi patron partisince hayata geçirileceğini seçmeye zorlanmaktadır.

Patronlar halka; “emeğini hitabeyle mi besmeleyle mi çalalım, ömrünün ırzına içki masasından mı yoksa namazdan mı kalkınca geçelim” diye sormaktadırlar.

Türkiye’deki siyasal kamplaşmanın da seçim, sandık, demokrasi denilenin de özü budur. Atatürkçülük de dindarlık da milyonlarca emekçinin sömürülmesinin birer aracı haline gelmiştir.

Adına demokrasi denilen sistem halkın kapitalistten kapitalist beğenmesi düzenine dönüşmüştür.

Toplumun seçme özgürlüğünün sınırları bu çerçevede çizilmiştir. Milyonlarca insana hangi yöntem ve söylemle sömürülmeyi tercih ettiği sorulmakta ortaya çıkan sonuca da “millet iradesinin tecellisi” damgası vurulmaktadır.

İş bulabildiği sürece emeğiyle hayatta kalmaya çalışan bu halk “mazlumun dini sorulmaz” diyerek ortak çıkarlarında birleşememektedir.

Böylesi bir birleşmenin olmaması uğruna sistemin harcadığı enerji ve para su gibi akmakta, geliştirdiği araç ve yöntemler de tıkır tıkır işlemektedir. Medya, sivil toplum örgütü denilen sisteme yama olmuş yapılanmalar, eğitim sistemi ve her türlü cemaat örgütlenmesi halkı kendi gerçeklerinden koparan büyük bir mekanizmanın dişlileri olarak gayet uyumlu işlemektedir.

Cumhuriyetin şimdi geldiğimiz dönemine kadar patronlarımız; her inanç, mezhep ve milletten Anadolu ve Rumeli halklarının ortaklaşarak verdiği kurtuluş kavgasının halk nezdindeki olumlu değerlerini kullanarak Türkiye kapitalizmini inşa ettiler.

Kurtuluş savaşından hemen sonra -henüz daha Lozan’da görüşmeler sürerken- İzmir İktisat kongresi ile küresel patronlarına “bizi yerli acenteniz yapınız” diyenler tarihsel rollerini her dönemde tereddüt etmeden oynadılar.

Her din, mezhep ve milletten Anadolu ve Rumeli halklarının kurutuluş mücadelesi cephede zaferle sonuçlandı ama bu yeterli değildi. Cephede can verenler savaştan sonra kaderlerinin belirlendiği hiçbir masada kendilerine yer bulamadılar. Türkiye halkları savaş sonrasında siperlerden çıkıp yoksul hayatlarına dönerken Türkiye’nin yeni iktidar kodamanları da kendi yağma düzenlerini inşa etmeye başladılar.

Türkiye egemen sınıfı savaş meydanlarında halkın kanıyla elde ettikleri başarıyı kendilerine servet olarak tahvil etiller.

Türkiye’nin yeni egemenleri cephede karşı karşıya geldikleri küresel sermaye ile onların Türkiye’deki yerli temsilcisi olma karşılığında uzlaştı. Halk böylelikle tarihte bir kez daha kendi egemenlerinin ihanetine uğradı.

(..)

Türkiye egemenlerinin küresel patronlarıyla kurduğu bu ilişki; 8 Mayıs 1950’de CHP’nin NATO üyeliğine başvurusu, DP’nin üyelik başvurusunun kabulünü sağlamak için Kore’ye asker göndermesi ve 18 Şubat 1952’de de Türkiye’nin NATO’ya girmesi ile bir üst boyuta ulaştı…

NATO’ya üyelikle birlikte 1952 yılı “Milli Güvenlik Devleti”nin de gayri resmi kuruluş yılı olarak Cumhuriyet tarihindeki yerini aldı…

1946 – 1980 arasında toplumsal algı CHP – DP ve CHP – AP sahte eksenleriyle parçalanıp yönetildi. Ancak toplumsal algıdaki bu parçalanma iktidar katında bir eşgüdümlülük ve süreklilik olarak işledi.

Her hükümet diğerinin yarım bıraktığı işi tamamlayarak Türkiye kapitalizminin bekası için çizilen yol haritasını özenle takip etti. Her iki parti de önlerine konulan kapitalist projeleri ihale ile iş almış birer şirket gibi hayata geçirip aldıkları görevi gününde yetiştirme uğraşısı içinde oldular.

1980‘e gelindiğindeyse Türkiye’de neo-liberal dönüşüm ve uyum programı darbeyle başlatıldı. Türkiye patron sınıfı yerli temsilcisi olduğu küresel patronlarıyla birlikte örgütlediği bu darbeyi 2 yıl boyunca ordusuyla sonra da “sivil” siyasal temsilcisi olan ANAP aracılığı ile sürdürdü.

1980 – 1990 arasında darbeci sermaye sınıfı, temsilcisi ANAP’ın karşısına toplumsal tabana sahip eski aktörlerinden hiçbirinin çıkmasına da izin vermedi. Özal siyasete Demirel, Ecevit, Türkeş ve Erbakan önünden temizlenmiş olarak girdi.

Sermaye sınıfı geleneksel partilerini “siyasal yasak” formülüyle bir süreliğine yedek kulübesine çekti ve darbe programının hayata geçirilmesi için özel teşkilatlandırılmış olan partisi ANAP’ı tek uygulayıcı olarak tayin etti…

Patronların 1980 öncesinde olduğu gibi iki ana akım partiyle toplumsal algıyı parçalamaya dahi tahammülü yoktu. Toplumsal algı zaten 12 Eylül zindanları, sıkıyönetimi, işkenceler,, Devlet Güvenlik Mahkemeleri vb etkili araçlarla hiçbir yere dağılmasına izin verilmeyecek şekilde cendereye alınmıştı.

Türkiye’yi yöneten zenginler sınıfının -“Atatürkçü Düşünce Sistemi” adı altında doktrinleştirdiği- bu kapitalist “Milli Güvenlik Devleti” ile işi 1990’dan itibaren bitti.

90’lı yıllara kadar sırtını bu “Milli Güvenlik” stratejisine ve devletine dayayarak zenginleşen Türkiye sermaye sınıfı soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte, kendi önderleri olan ABD ve NATO’nun işaret ettiği “Yeni Dünya Düzeni” içindeki rollerine hızla adapte oldular.

Kaderlerini kapitalizmin bekasına, varlıklarını da emperyalizmin varlığına armağan etmiş olanlar yeni küresel iş bölümünde de kendilerine verilen görevlere layık olmaya çalıştılar.

Türkiye kapitalizminin ulusal sınırlar içinde gerçekleşen bu inşa sürecinde, üst yapıda “Atatürkçülük” olarak formüle edilen siyasal söylem etkili ve işlevli bir şekilde halka karşı kullanıldı. Türkiye kapitalist rejimi milyonlarca emekçi üzerinde kurduğu hegemonyasını “Atatürkçü Düşünce Sistemi” adı altında formüle etti.

Türkiye egemen sınıfı “rejim tehlike altında” söylemi ile “vatan, cumhuriyet, milli ve manevi değerler tehlike altında” hissinin toplumda daima sıcaklığını korumasını sağladı.

Bu sürekli sıcak tutulan “tehdit“ algısı bir “Milli Güvenlik” politikası ve bu politikanın vücut bulduğu eli sopalı devlet de bir “Milli Güvenlik Devleti” olarak milyonlarca emekçinin sırtına bindi.

Oysa Türkiye’de egemenlerin “rejim tehlike altında” derken kastettiği şey ne vatan ne cumhuriyet ne de halkın değerleriydi.

Türkiye’nin patronlar katının kendi servet biriktirme rejimlerinin tehdit altına girmesi dışında hiçbir gelişmeyi -hele de halkın aleyhine olacak hiçbir gelişmeyi- “tehdit” olarak algılamayacağını, Türkiye halklarının ezici çoğunluğu yıllarca göremedi ve hâlâ daha görememektedir.

1990’dan itibaren Türkiye siyaseti nasıl bir yol ayrımına geldi?

1993 neden hâlâ gizemini koruyan bir yıl, bu tarihin önemi neydi?

1997 “Susurluk”, ardından 28 Şubat ve sonrasında AKP... Bu süreç nasıl örgütlendi?

2002’den 2012’ye AKP iktidarı. Aslında Türkiye’de ne oluyor?

İkinci yazıda…

Birinci bölümün sonu….

Eren Eğilmez

twitter.com/erenegilmez
Kaynak: http://www.mizikacilar.com/

Ben Esir Bir Ruhla Yaşayamam!.. Bi de İsrail!..
Cem Yağcıoğlu
02 ARALIK 2012



Şimdi ben buradan; ‘’Türk Milleti’nin yüzde altmışı aptaldır’’ sözüne sarılmış, bu sözü düstur edinmiş ve bu sözün gölgesinde Atatürkçülük oynayanlara seslenmek istiyorum!

Sizler; kendi halkından utanan, kendi halkını hor gören ve taklitçi ‘batı’yı medeniyetin beşiği sanan, teknolojik ilerlemeyi medeniyet zanneden ve medeniyeti de AB-D sanan; zavallı, ahmak, kompleksli, seksen üniversite okumuş olsa da cahilliğin deminde yuvalanan ve küresel tuzaklara en kolay düşenlersiniz.. evet sizler! Asıl aptal sizlersiniz! Kırk tane yabancı dil bilseniz de, üst düzey yönetici olsanız da, hafta sonları Şanzelize’de kahve içip hafta başları Çeşme’de yıkansanız da; kirlerinizden arınamayacak kadar kokuşmuş ve gökdelenlerin en tepesinden seyrederken âlemi, çıktığınız deliği unutacak kadar sefilsiniz ve sefilliğinizle; güyâ halkı beğenmezsiniz!

‘’Ay şekerim, halk yine gitti bunlara oy verdi’’, ‘’Ya mîrim, halkımız çok cahil; iki paket makarnaya memleketi sattı’’…

Be sevgili, hadi senin mantığınla hareket edelim; diyelim ki, iki paket makarnaya oyunu sattı bu halk!..

Açlıkla kimse terbiye edilmez!.. cehâlet, imtihana tâbî tutulamaz!..

Ve dolayısıyla tüm her şeyden soyutlanmış, mahrum bırakılmış, din adı altında bezirgânlarca kuşatılmış ve tüm bunlara rağmen açlık ve sefaletle mükâfatlandırılmış bir halkı sorgulamak ve ondan hesap sormak ve onu aşağılamak ne kadar âdil!.. Ve ne kadar kolay değil mi; tüm bu çarpık düzenin faturasını; kunduracı Salih’e, terzi Kemal’e ve çaycı Rafet’e kesmek ve beğenmemek ve küçümsemek!

Toplumdaki tüm bireyler halkı temsil eder; ancak sıra aşağılanmaya geldiği zaman yukarıda bahsettiklerim mevzûya bahis olurlar..

Terzi Kemal’i beğenmeyenler, tekstil devi Rükneddin’in yanında müdürlük yapmaktan ve geçimini ondan sağlamaktan gocunmazlar ama..!

Çaycı Rafet’i beğenmeyenler ve adam yerine koymayanlar, tröst sallama çay firmasının bölge müdürlüğünü yaparken gocunmazlar ve dolar üzerinden para almaktan da şikayetçi olmazlar ama..!

Halkın yüzde altmışı aptalmış! Peki sen ‘nesin’!.. Halen daha mevzûyu AKP’den ibaret sanan ve tehlikeyi fark etmemekle suçladığın halkın dışında kalan sen! Sen ne kadar farkındasın tehlikenin! Ya da, gerçekten tehlikenin farkında mısın!..

Sana ‘tehlikenin farkında mısın’ diyenlerin aslında tehlikenin ta kendisi olduğunu biliyor musun! O cümleyi kuranların arkasında kimlerin olduğunu biliyor musun!..

Bana farkında olduğun bir şey söyle.. Uzaydan bahset meselâ, Darwin falan ekle, güneşten milyon kat büyük yıldızlardan bahset, anti madde de, kuars de, ne bileyim, anlat bir şeyler.. Feng şui de, Hindistan, Nepal, Tibet’e gittim de.. Oryantalizmden bahset kendini dışında tutarak, batı de, Rönesans de, ne bileyim mesela; Prag’ın köprülerinden bahset, Venedik de, Vivaldi’nin dört mevsiminden gir, ‘Suç ve Ceza’dan çık mesela.. Heykel, resim, müzik de, Nihilizm’e yakınım de ve ancak henüz gelişimimi tamamlamadım de.. Gotik de, barok de, sürrealistim ama realist yanlarım da yok değil hani de.. Son okuduğun değil ama son etkilendiğin kitaptan bahset mesela, meselâ etkilenmediğin bir kitap oldu mu, olduysa yerli yazar mı, yoksa yabancı mıydı; dur tahmin edeyim yerliydi değil mi; tabi ya, sen etkilensen etkilensen yabancıdan etkilenirsin; çünkü sen kendine yabancıydın değil mi!..

Sana bir soru; altı ok’u sayabilir misin?.. ‘Laik’lik..

Güzel.. Sonra?..

… , …, …

Anlaşıldı! Peki ben sayayım, sen her biri hakkında fikrini söyle..

Devletçilik… Efendim, duyamadım.. Ha anladım, ‘yeni dünya düzenine ters’, diyorsun.. eyvallah..

Halkçılık… ‘Güzel’, diyorsun, kısa ve net..

Devrimcilik… ‘Çav bella’ çaldığında yumruğunu havaya kaldırıyorsun.. O da güzel, sen bayağı devrimcisin anlaşılan..! Peki bu parçanın hikayesini biliyor musun ya da ne anlattığını? ‘herhalde’ diyorsun, biliyorsun anladım.. Öz güvenin her halinden belli..

Cumhuriyetçilik… ‘iyi bişey’ diyorsun.. Sanırım benim bildiğimi sanarak açmıyorsun.. o da yerinde..

Milliyetçilik… ‘kem küm’.. anladım..

Laiklik… ‘’Efendim şimdi laiklik dediğimiz zaman, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması gerekliliğinin ne denli önemli olduğu vurgusunu yapmadan geçemeyeceğim. Öncelikle…’’ dur bir nefes al hele; anladık, çok dolusun bu konuda..

Evet ‘laik’lik ya da laik düşünce, gerçekten Cumhuriyetimizin olmazsa olmazı bir ilkedir! Laik yapı olmadan insan hak ve özgürlüklerinden bahsetmek imkânsızdır.. Burada hem fikiriz; ancak a benim avanak arızalı yeni yetme düzen Atatürkçüm, diğerleri olmadan tek başına o da bir işe yaramaz; halâ anlayamadın mı? Halâ, ‘tam bağımsızlık’ dururken neden illâ da ‘Türkiye laiktir, laik kalacaktır’ diye bağırtanların peşinden gitmektesin! Tam bağımsızlık olmadan ‘laik’liğin bir işe yaramayacağını anlatan olmadı mı? Hadi olmadı diyelim, bari bundan sonra aklını başına al ve ‘tam bağımsızlık ’tan öte bir değer olmadığını anla ve mümkünse arkadaşlarına da anlat..

Her zaman dediğim gibi; altı ok, altısı birden ok!.. Biri eksik… Ya hepsine birden sahip çıkacaksın ya da Atatürkçüyüm edalarıyla ortalıkta fink atmayacaksın!ız!..

Halk, dünyanın her yerinde cahil bırakılır; bu, ‘devlet sömürü düzeni’nin bir parçasıdır; aksi halde gücü elinde bulunduranlar iktidarlarını sağlamlaştıramaz ve devamlı egemenlik kuramazlar. Bundan sebeptir ki, halk katmanlarının büyük çoğunluğu gelir dağılımından ve dolayısıyla eğitim ve sağlık hizmetlerinden eşit paya sahip değildir! Kapitalizmin tetikçiliğini üstlenen bugünkü ‘demokrasi’ anlayışı, özelleştirme adı altında tüm dünyada aynı taktik tuzağı uygulamakta ve halkın belirgin bir çoğunluğu sistemin içine entegre edilen ‘din’ ve benzeri yapılarca tutsak edilmekte ve zoraki cahil bırakılmaktadır! Burada bahsettiğim ‘din’ olgusu, erki elinde bulunduranların dayattığı olgudur; dinlerin gerçekliği veya gerçek dışılığı tartışması konumuzun dışındadır! İllâ da fikrimi sormak isterseniz; bana göre insan isterse omlet yaptığı yumurtaya bile tapabilir ve bu da kimseyi ilgilendirmez! İnanmak ya da inanmamak, kişileri birbirinden üstün ya da aşağı kılmaz; sadece büyük ‘tezgah’ın gözden kaçırılması için iktidarlarca kullanılan tuzaklardan biri olduğu açık ve nettir!..

Halk, dünyanın her yerinde cahil bırakılır, dedik ve sebeplerini açıkladık. İşte bu yüzden okumanın önemi bir kez daha ortaya çıkıyor; ancak bugün batı toplumlarında bizden çok fazla olan okuma alışkanlığının artık taciz edildiği bir gerçektir. Taciz dememdeki gaye, kişilerin ‘çok satanlar’ aldatmacasına esir edilerek belli düşünsel eğilimlere yönlendirilmesidir. Aynı ‘tezgah’ bizde de uygulanmaktadır ve buna en güzel örnek, yakın zamanda -17-25 Kasım- TÜYAP Kitap Fuarı’nda açıkça görülmüştür.

Kemalist düşüncenin önde gelen ismi olan ve halk katmanlarının pek çoğundan saygı gören Banu Avar’ın söyleşi saati, kendisine haber verilmeden değiştirilmiş ve sonrasında da ‘lütfen’ on beş metrekarelik bir oda tahsis edilmiştir. Ve sandalye tepesine çıkan Banu Avar, tüm olumsuzluklara rağmen, söyleşisini yine de gerçekleştirmiştir. Bu tavır Banu Avar’ın şahsına değil onun takipçilerine ve okurlarına verilmekte olan bir mesaj taşıyordu ve bu mesaj;’ sistemin dışında kalanlar halk tabanından ne kadar ilgi görse de sistemin araçlarını kullananlarca göz ardı edilebilir!’di!.. Günlük hayatından absürt esintileri yazan bir kadının imza gününü sayfalarca haber yapan yazılı ve görsel medya, Banu Avar’dan tek bir satır bile bahsetmemiştir..

Ve işte bu sistemin dünya çapında birbirine zincirleme bağlanmış olan yapısal birlikteliği, dünyanın her yerinde sistemden nemalananları baş tacı ederken, gerçek değerleri halkın gözünden ve algısından kaçırmak için hep aynı yönteme başvurur. Yani kimin ve neyin okunacağına da ‘onlar’ karar verir!..

Sistem size ‘top on’ diye dayatıyorsa biliniz ki, olsa-olsa ‘pop on’, daha da ilerisi bir harf değişikliğine bakar! ‘BOP-on’!.. İşte ‘batı’daki okuma oranının yüksekliği, işgalleri ve haksızlıkları bu yüzden engelleyememektedir. Çünkü tüm dünya edebiyatı, Pamuk ve Şafak gibilerinin egemenliğine girmiştir ve sabahtan akşama nefes alınmaksızın okunsalar dahî, bi b.. değişmeyeceği âşikârdır! Burada nicelik değil nitelik önemlidir; çok okumak değil doğruyu okumak, doğru bilgiye ulaşmak hedeflenmelidir ve bu hedefi size kimse göstermez; her insan hedefi kendi yetileri doğrultusunda bulmak ve etrafına yaymak mecburiyetindedir.

Bilmem ne Medya’nın pompaladığı, öne çıkardığı bir kitaptan, düşünceden ya da anlayıştan kime ne fayda gelir; çarpık düzenden beslenenlerin tavsiyesiyle insanlığın ya da özgür düşüncenin gelişmesi düşünülebilir mi! Çarpık düzenden nemalananların düzenin değişmesi gibi bir kaygıları olur mu! İşte bu sömürü düzeninin dayattığı sözde ‘eser’leri okuyanların kendi halkını beğenmeyişi ondandır ve ondandır kendilerini halktan ayrı görme ve kendini beğenmişlikleri! İşte asıl ‘aptal’ bunlardır; zîrâ düzenin efendilerince yetiştirilip düzenin devamı için kıçlarını yırtarlar ve akıllarınca da ‘sosyal sorumluluk’ projeleriyle yine düzene hizmet ederler ve ancak bundan haberdar değildirler; çünkü asıl kandırılan ve kullanılan onlardır; çünkü önde giden ‘aptal’ onlardır!..

Sistem, eğitimi ve sağlığı özelleştirerek artık insanoğlunun tüm geleceğine el koymuştur! Üniversitelerde düşün adamları değil, görev adamları yetiştirilmekte, ‘para’ mefhumu tüm değerlerin üzerine konulmaktadır! Tüm insanî değerler bir şekilde ‘din’ düşüncesine tahvil edilmekte ve dolayısıyla tüm dünya çapında sunî bir çatışma ortamı her daim ayakta tutulmaktadır. Darwinist düşüncenin egemenliğine sokulan ‘bilim’ ile hurâfelerin egemenliğinde yol alan ‘din’ bir şekilde halk katmanları kışkırtılarak çatıştırılmakta ve bu çatışma ortamında hesaplanmış bir ‘kaos’ ortamına gidiş körüklenmektedir. Bugünkü paylaşım savaşında her ne kadar altın-petrol ve diğer enerji kaynakları öne çıkarılmış olsa da arka planda yatan karanlık bir inanışın ‘kutsal topraklar’ mitinin yattığı yadsınamaz bir gerçektir. Ve her ne hikmetse dine karşı bazı saldırı mekanizmalarının arkasında yatan yine bu mite hizmet edenlerdir, bu ise insan aklının sınırlarını zorlayan çok daha büyük bir planın olduğunun kanıtı gibidir! Bu plan ne olabilir?.. İşte tüm bu yaşananların veya yaşatılmak istenenlerin çok daha derinlerine indiğinizde.. ki şimdi inmeyelim, çıkamayabiliriz!..

İşte bu sebepten dolayı insanlık bir şekilde birleşmelidir ve bu birleşme ‘yeni dünya düzeni’ olarak değil, aksi yönde ve ivedilikle yapılmalıdır; zîrâ birileri zafere yakın olduklarının düşüncesi içindedir ve bu birileri, aydınlığı temsil etmemektedir!

Aydınlığın ve karanlığın savaşı, ilk günden bugüne devam ediyor; siz adına ‘din’ deyiverin, başka bir şey deyin; birileri tanrı yoktur desin, olamaz desin; kısaca var veya yok deyin, değişen bir şey olmayacaktır! Bir plan var ve işliyor ve bu işleyiş insanlığın lehine bir durum yaratmayacaktır; ve bu evrenselliğin içinde kendi yerelliğimizle bakarsak tüm bu olup-bitenlere; ‘Türk’ unsurunun aslında neden hedef tahtası olduğunu çok daha iyi kavrayabileceğiz!..

Halkı içine katmadığınız ya da halktan teveccüh görmeyen hiçbir düşünce, toplumlar tarihinde başarılı olmamıştır, olamaz da; işte bu sebepten ve acilen, diğerlerine göre daha çok şey bildiğini sananlar ya da gerçekten bilenler bu bilgilerini halkla paylaşmalı ve bu paylaşımı bireylerin algı kapasitesini gözeterek yapmalıdır. Çocuklar yetiştirilirken para ve kariyerin her şey demek olmadığı ve asıl değerin özgür düşünce ve özgür birey olma fikrinin olduğu anlatmalı; en azından gelecek nesillerin ‘değer’ kaybının önüne geçilmelidir. Bugün baba ve anne olanların en öncelikli görevi; küresel sermayeye değil; ‘insanlık’ olgusuna sahip çıkan bireyler yetiştirmektir, milliyetleri ve kimlikleri her ne olursa olsun..Yaratılmaya çalışılan ‘kaos’, yine kimlikleri ve milliyetleri gözetmeyecektir; birileri hariç!..

Acaba bunlar kim!?..

Bankaların, sigorta firmalarının, fabrikaların, sinema sektörünün, medyanın ve daha pek çok küresel gücün sahipleri kimler ise; işte bunlar, onlardır ve onlar İSRAİL’in yaratıcılarıdırlar; içeride ve dışarıda ve tüm dünyada!..

Ve İsrail, karanlığın egemenliğine oynayanların posta adresidir; postacı AB-D’dir ve içimizden birileri de yetmiş yıldır o posta adresini kullanmaktadır; yoksa bugün APO denen soysuzun ‘af’fı gündeme gelebilir miydi?..

Yoksa Tayyip Erdoğan denen zât; bugün bu denli pervâsız olabilir miydi!.. Bugüne değin Atatürkçü(!) olarak bilinen tüm yapı ve kişiler, aslında bir büyük ihanetin piyonları olarak görev almışlardır; aksi halde ‘Kemalist Düşünce’ bu kadar aşağılanabilir miydi?.. Tuzak buradaydı ve aynı tuzağın içine çekilmeye çalışılmaktayız ve bu yüzden okuyun, okumayanlara anlatın; insanları iteleyerek değil kazanarak mücadele edin; AKP gittiğinde her şeyin düzeleceğini sanan avanaklardan olmayın; çünkü bu bir sistemdir ve birileri gelip-gider… Son yetmiş yıllık bir sürecin doğurduğu bir olgudur AKP, işi bittiğinde defteri dürülecektir ve yakındır!..

Hedef, piyonlar değil, ‘şah’ olmalıdır; siz bakmayın Tayyip’in kendisini padişah zannetmesine; cia-mossad’ın bir gecelik operasyonuyla sabah dışarıya adımını atamayacak hale gelir ve bunun farkında… Dün onu yere göğe sığdıramayan medya, bir anda ‘wanted’ pozisyonuna sokabilir; işte sizin burada dikkat etmeniz gereken unsur, Tayyip’in ipi çekilirken yine o malum medyaca kimin öne çıkarılacağıdır!. İşte yeni tehlike orada vücut bulacaktır ve bu sefer size Atatürkçü diye yutturulabilir, burada uyanık olmak sizin-bizim görevimiz! Bu medya, o posta adresini alenen kullanmaktadır; dincisi olsun, ateisti olsun –özgür olanları değil elbette- , hep o posta adresini kullanmaktadır; aklı olan bunu bilir!..

Her düşüncenin onurlu olanı; güzeldir, iyidir, insandan yanadır, ister ateist olun, ister Müslüman, ister Fransız olun, ister Türk; onurunuz yoksa tüm değerler ağırlığınız kadardır!..

Kendi adıma; önce insan olmaktan ve sonrasında Türk olmaktan onur duyuyorum ve bu onur, benim özgürlüğümdür; söz konusu olan özgürlüğümse, önce savaşır ve gerekirse onurluca ölürüm!

Ben esir bir ruhla yaşayamam!..

http://www.edebiyatgazetesi.com/

MAHMURLUKTAN MIDIR ACEB?..
Atilla ÖZDÜR
9 Kasım 2017

Dadaloğlu Dadaloğlu, yarın kavga kurulur,
Öter tüfenk, davlumbazlar vurulur,

Nice koç yiğitler yere serilir,

Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir…

Sümmaniyem oldum tal’an,

Nice gurbet elde kalam,

Bir küçücek şevk’i balam,

Dadaş der de ağlar mo’la?



Dadaloğlu ve Sümmani’ler ve daha nicelerini orta mektep birinci sınıflardayken okuyup hocalarımızdan da anlam ve yorumlarını öğrendiğimiz, kimisi eşkıya kimisi de Evliya olan bu can dostlarıyla gıyaben tanımıştık…

Şimdilerde devletlüler maarifi ayaklarına çarşaf misali dolaştırdıklarından, yeni yetmeler, bırakın bu değerlerle tanışmayı, iki satırlık bir istida bile yazamıyorlar…

Her neyse, kafa şişirmeyelim…



Eskinin parlamenter sisteminde hükümetler bir tasarı hazırlar ve Meclis’e gönderirlerdi. komisy
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com