EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Nietzsche

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FELSEF'Î DÜŞÜNCELER
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cmt Eyl 18, 2010 11:14 pm    Mesaj konusu: Nietzsche Alıntıyla Cevap Gönder

BİR İMGE İLAHİYATÇISI* OLARAK GERÇEĞİ ARAYAN ÇILGIN: NIETZSCHE
Ömer Şerif TURAN
19 Ekim 2015



Tarih geçmişin birikimi olabilir mi sadece? Tarihi araştıranlar ona salt birikim olarak yaklaşabilirler mi? Her yüzyılda bir tarihe bakış algısının değiştiği üzerinden yola çıkarsak, tarihe matematik problemlerini formüle eder gibi kesin bir bilgi normu içerisinde yaklaşabilir miyiz? Klasik bir deyimle, değişmeyen şeyin değişimin ta kendisi olduğunu söylersek; tarihe karşı sergilediğimiz duruşta belirli bir çerçeveye oturacaktır sanırım. Tarihi inceleyen, irdeleyen insanlar elbette sadece tarih eğitimi alan insanlar değillerdir. Bu isimlerden biri de Friedrich Wilhelm Nietzsche’dir. Evet, Nietzsche bir tarihçi değildir, fakat tarih hakkında söyledikleri, profesyonel bir tarihçinin tarih hakkında ki düşüncelerinden daha önemsiz de değildir.

Bir fikir adamı olarak elbette Nietzsche’nin de tarih hakkında yorumları olacaktır. Nitekim her ne kadar tarihçiler tarafından, Nietzsche’nin tarih hakkında söyledikleri pek kabul görmese de, tarih hakkında “gerçek”e dair mühim düşünceleri vardır Nietzsche’nin. Bu düşünceleri Nietzsche için yazılmış kitaplardan ve bizzat onun anlatımı olan “Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Sakıncası Zamana Aykırı Bakışlar -2” kitabı üzerinden de okuyabiliriz. Nietzsche’nin dili, o dilin anlattığı gerçeği tuhaf biçimde eziyor ve aşıyor. Gerçeği, bilincinin uzak kıvrımlarından çıkarıp getirdiği o harlı anlatımın yüksek fırınında yumuşatıp terbiye ediyordu. Ve aynı gerçek, cümlenin sonuna nokta konulduktan sonra artık bambaşka bir kalıbın içinde soğumaya bırakılıyordu. Nietzsche’nin bu metinlerinde dil gerçeği anlatmıyor; tersine gerçek dili anlatıyordu…

15 Ekim 1844’te Kuzeydoğu Almanya’nın, babasının papaz olduğu küçük bir kasabasında, Röcken’de doğan ve beş yaşındayken babası ölünce, annesi, kız kardeşi ve halalarıyla birlikte Naumburg’a göçen küçük Nietzsche, Orta öğrenimini ünlü ‘klasik’ okul Schulpforta’da tamamladı. Yükseköğrenimi için önce teoloji okumaya başlayan Nietzsche, hocası bilgin Ritschl’in etkisiyle filolojiye, özellikle de Eski Yunan incelemelerine kaydı. Leipzig ve Bonn üniversitelerinde okuduktan sonra, 1869 yılında 24 yaşında, daha doktorasına yeni başlamışken Basel Üniversitesi, Grek filolojisine profesör tayin edilmişti. Sıradan bir okurunun ruhunu bile aşağı yukarı bir şair duyarlığıyla dolduran Grek dilini, cümlelerinin arasına bolca serpiştiriyordu. Heidegger onu, Alman düşüncesinin sistemleştirici ve birleştirici bir filozofu olarak görür ve felsefesini “güç iradesi” ile “sonsuz döngü” görüşlerinde özetler. Derrida ise öbür Frankfurt Okulu sakinleri gibi bu akademik kaçamağa şiddetle karşı çıkar. Thomas Mann onu “acılı bir ses, acıma hissi uyandıran bir kehanet” sayar. Onun daha çok düşüncesindeki boşluklara, arızalı noktalara dikkat çeker. Karl Jaspers, Marks ve Kierkegaard‘la birlikte Avrupa’nın öteden beri gelen peşin yargılarını üstlenmeyi reddeden üçüncü düşünürü olarak saydığı ve benimsediği Nietzsche’nin eserini “bir yıkıntılar yığını” olarak niteliyor ve devam ediyor; “O modern düşüncenin kapısında duruyordu. Doğru yolu göstermedi; ama onu benzersiz biçimde aydınlattı.” Frankfurt okulunun kafa dengi ve Nietzsche gibi kendisi de müzikle ciddi biçimde ilgili filozof Adorno ise, ona akademik felsefe kilisesi tarafından burun kıvrılmasına tepki göstererek onu “büyük yaşam filozofu” olarak selâmlıyordu. Onun, yaşamın lehine, resmi felsefe geleneğini reddettiğini söylüyordu. Evet, “akademik” faşizm Nietzsche’yi felsefeci olarak kabul etmek için kibarca ayak sürütmektedir. Belki yerinde bir durum sayılabilir bu tutum. Thomas Mann’ın söyleşiyle “virtüötik” bir düşünce yapısına sahip, fragmancı, aforizmacı, tarihe karşı sorgulayıcı Nietzsche’yi herhangi bir geleneğin içine yerleştirmek zordur gerçekten de. Nietzsche bütün düşünce tarihini ve felsefi gelenekleri keşişçe bir kararlılıkla ve sadece elinin tersiyle değerlendirmiştir desek yanılmış olmayız herhâlde. Onda, en büyük gerçekler, yalnızca eleştirilmek için vardır. Nietzsche Goethe‘den “saygı duyduğum tek Alman” diye söz eder ve ancak birkaç isme saygı duymayı kabul eder. Daha 21 yaşındayken Schopenhauer‘un öğrencisi sayar kendini. 35’inde Stendhal‘i yoğun okur. 43 yaşındayken, “bir şeyler öğrenmek zorunda kaldığı tek adamın“, Dostoyevski‘nin hayranıdır ve 1889’da, çıldırmadan hemen önce de Kierkegaard‘ın psikolojisiyle ilgilenmek istediğini yakın arkadaşlarına söyler, hepsi o kadar. İnanmaya gelirsek:

İnanmak için yeteneksizdi Nietzsche belki de ama nasıl inanılacağına ilişkin yol gösterici bir keşişti o. “Bir fikir için yanmışsın kül olmuşsun ne çıkar; mademki o fikir senin kendi yangınından yükselmiyor” sözünün sahibi olarak saf ve sorgulayıcı bir heyecan adamıydı. Bir imge ilahiyatçısıydı Nietzsche.

1889 yılının ilk günlerinde, Torino’da, sokakta kırbaçlanan bir beygirin boynuna sarılıp ağlamaya başlayan düşünür, öğrencilik yıllarında aldığı frengi mikrobu sonucu olduğu tahmin edilen çılgınlığa gömüldü. 1900 yılına dek tinsel karanlık içinde bitkisel denebilecek yaşamını sürdüren Nietzsche, etkileri kendisinden sonraki yüzyılda yaygın olacak düşünce ürünlerini geride bırakarak, 25 Ağustos’ta ‘bengiliğe’ göçtü. Nietzsche ve eserleri daima tarihin ayrı bir yerinde kendine yer bulacak ve geleceği -sorgulamaları ile- aydınlatmaya devam edecektir.

Nietzsche tarih hakkında çeşitli düşünceler ortaya atmış ve bu düşünceleri yukarıda adını zikrettiğimiz kitapta tartışmış ve açıklamıştır. Bir bireyin bir halkın ve bir kültürün sağlığı için “tarihsel olmayan” da, “tarihsel olan” da eşit ölçüde gereklidir demiştir. Ona göre saf bir bilim olarak düşünülen ve bağımsızlaşan tarih, insanlık için bir tür yaşamın sonu ve hesabın kapatılmasıdır. Tarih kültürü, esasen yalnızca, güçlü bir yeni yaşam ırmağının, örneğin oluşmakta olan bir kültürün hizmetine girerse; yani kendi başına hüküm sürüp yönlendirirken değil, daha üstün bir gücün egemenliği ve yönlendirmesi altında, iyileştirici ve gelecek vadeden bir şey olabilir. Tarih, yaşamın hizmetinde olduğu sürece tarih dışı bir gücün hizmetindedir ve bu yüzden bu tabiîlik içinde, asla, örneğin matematik gibi saf bir bilim olamaz ve olmamalıdır. Yaşamın, tarihin hizmetine ne dereceye kadar gereksinim duyduğu sorusu ise bir insanın, bir halkın, bir kültürün sağlığını ilgilendiren en önemli soru ve kaygılardan birisidir. Çünkü belirli bir tarih fazlalığı yaşamı parçalar ve yozlaştırır. Sonunda da bu yozlaşma tarihin kendisine de yansır.

Çocukluğunda ve gençliğinde ciddi sıkıntılardan geçen ve hayatı boyunca çektiği sıkıntıların izini ruhunda taşıyan Nietzsche, tarihi kendi cümleleri ile yorumlarken, karşımızda farklı ama bir o kadar da çarpıcı bir bakış açısı inşâ eder. Bu inşâ, özü itibari ile üç bakımdan eyleyen ve çabalayan olarak, koruyan ve saygı duyan olarak ve de acı çeken ve muhtaç olan olarak canlı olana aittir. Bu üçlü ilişkiye, üç tarih türü karşılık düşer: Nietzsche’ye göre bir anıtsal, bir antikacı ve bir de eleştirel tarih türü vardır. Anıtsal tarihin yasası; bir zamanlar ‘insan’ kavramını daha geniş kurabilmiş ve içini daha iyi doldurabilmiş bir şeydir, bunu sonsuza dek yapabilmek için sonsuza dek mevcut olmalıdır. Bireylerin verdiği savaşımdaki büyük anıların, bir zincir gibi birbirine eklenmeleri, insanlığın binlerce yıl boyunca uzanarak gelen bir dağ silsilesini oluşturmaları, çoktan geçmişte kalmış böyle bir ânın doruk noktasının aydınlık ve büyük oluşu, anıtsal bir tarih talebinde dile gelen, insanlığa duyulan inancın temel düşüncesidir. Tarih yazımının ruhu, güçlü bir kişinin ondan aldığı büyük desteklere dayandığı sürece; geçmişin taklit edilmeye değer, taklit edilebilir ve ikinci kez olması mümkün olarak betimlenmesi gerektiği sürece, her halükârda geçmişin biraz çarpıtılması, güzel gösterilmesi ve böylelikle bir hayâl ürününe yakınlaştırılması tehlikesi vardır; anıtsal bir geçmiş ile mitsel bir kurmaca arasında bir ayrımın yapılamadığı zamanlar da vardı, çünkü bu dünyaların birinden de diğerinden de aynı destekler alınabiliyordu. Geçmişe yönelik anıtsal bakış tarzı, öteki bakış tarzlarına, yani antikacı ve eleştirel tarzlara üstünlük kurmuşsa, geçmiş de zarar görür bundan: geçmişin büyük bölümleri unutulur, hor görülür ve durmaksızın akan kara bir sel gibi akıp giderler, yalnızca birer adacık gibi tek tük süslenmiş olgular görünür bu selin üzerinde. Anıtsal tarih özellikle enerji dolu ve güçlü insanla ilgilidir. Büyük uğraş veren, örneğe, öğretmene ihtiyaç duyan ve çağdaşları arasında bunları bulamayan insanla ilgilidir anıtsal tarih.

Demek ki anıtsal tarih, geçmişin büyük insan ve olaylarına göndermede bulunarak, büyüklük örnekleri sunar. Anıtsal tarihin değeri ve günümüz insanına yararı, bir zamanlar olanaklı olan büyüklüğün, tekrar olanaklı olabileceğidir. Çalışıp, çabalayan insanın elbette örneklere ihtiyacı vardır ve bunları yaşayan insanlar arasında bulamaz. Bu yüzden anıtsal tarih bu insana, büyük insanların hayatları, bireylerin mücadelelerindeki büyük anlar ve geçmişte mümkün olan şeyin, şimdi ve gelecekte de yapılabileceğine dair bir inanç ve güven sağlar. Ancak anıtsal tarih yaşam için zararlı da olabilir. Benciller ve fanatikler, bu tarih tarafından imparatorlukların yok edilmesi, kralların öldürülmesi ve devrim ve savaş yapmak üzere yönlendirilmişlerdir. Ayrıca anıtsal tarih analojilerle yanıltır ve güçlü olanları yanlış yönlendirebilir. Güçlü olmayan, zayıf insanlar anıtsal tarihi incelerken, anıtları klasikleştirirler ve onlara taparlar. Anıtsal tarihin en yararsız ve değersiz kullanımı, büyük insanların eylem ve çabalarına engel olmaktır. Antikacı tarih geçmişi koruyan ve ona saygı duyan insanla ilgilidir. Aslında bu tarih, muhafazakâr ve hürmetkâr kafalara aittir çünkü bu insan geçmişe saygı ve sevgiyle bakar; eski çağların kalıntılarını dikkatle korur. Ayrıca kendisinin içinde bulunduğu koşulları, kendisinden sonra gelenler için muhafaza eder ve bu şekilde yaşama hizmet etmiş olur. Bu insanın, geçmişin ayrıntı ve bulanıklığını doğru anlama yeteneği yanında, sabır ve girişkenliği de vardır. Antikacı zihnin en büyük değeri, bir millet ya da bireyin zorlu koşullarına dokunaklı bir haz ve memnuniyet duygusu devredebilme yeteneğinde yatar. Ancak antikacı anlamdaki tarih, etkinliği ve eylemde bulunmayı engelleyebilir çünkü o sadece yaşamı muhafaza eder, onu üretmez. Dahası bu tarih, yeni olan her şeyi yadsıyabilir ve eski olan her şeyi ölümsüz olarak övebilir. Anıtsal ve antikacı tarih yanında, insanın eleştirel tarihe de ihtiyacı vardır. Bu tür tarih, geçmişten gelen ve yaşayan adaletsizliklere ışık tutar. İşte, bu tarih bir anlamda antikacı tarihin karşısında yer alır; yani, eleştirel tarih, antikacı tarihe karşı bir tür panzehirdir. Eleştirel tarih geçmişi parçalar ve yeniden belirleyip, tanımlar. Her şeyi korumak kadar her şeyi yok etmenin de yaşama zarar verebileceğine dikkatimizi çeker. Bu tarih bizi, geçmişin ve şimdinin zincirlerinden kurtararak, olayların üzerimizdeki baskısını azaltır. Öte yandan, eleştirel tarih geçmişi yargılayıp, tamamıyla yok ettiğinde yaşam için zararlı olacaktır çünkü bizler daha önceki kuşakların ürünleriyiz ve köklerimizi onlarda buluruz. Birkaç cümleyle söylersek, Nietzsche’ye göre tarihin değeri, yaşama hizmet etmesindedir. Bütün insanlar ve uluslar, farklı amaç, enerji ve isteklerine göre bu tarih türlerinden birisine ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyaç duyma bilgiye susamışlığı dindirmek için değil, yaşama amacı içindir. Tarih ancak yaşam ve onun istekleri tarafından yönlendirilip yönetildiğinde anlaşılır ve değerli hale gelir. Tarihin ve tarih eğitiminin yaşam üzerindeki aşırı hâkimiyeti ve ağırlığının yol açtığı zararlar da birkaç cümleyle şöyle sıralanabilir: bireyin kişiliği zayıflatılmış; insanların içgüdüleri yok edilip, olgunlaşmaları engellenmiş ve yaratıcılık söndürülmüştür. Tarihin doğru anlaşılması, onun yaşama hizmet etmesini kolaylaştıracaktır ve böylece tarih ve tarih çalışması insanlığı putlardan ve yanılmalardan kurtarmanın temelini oluşturacaktır.

Her şeyi bir kenara bırakıp, başımızı iki elimizin arasına alıp şöyle dingin bir şekilde düşünecek olursak; Nietzsche’nin bize, tarih hakkında derin bir tahayyül ile gösterdiği örnekler üzerinden tarihe karşı yeni bakış açıları kazanabiliriz. Bir açısıyla Nietzsche tarih hakkında söylenmesi gerekenleri söylemiştir fakat; diğer bir açıyla bakacak olursak aslında hiçbir şey söylememiştir. Elbette Nietzsche hakkındaki bu tanımlar önemli tarihçilere aittir. Nietzsche tarihin içinde var olan, merkezinde insanın olduğu olay ve olguları çarpıcı örneklerle bize anlatmaktadır. Yeryüzüne gelen her düşünür bize saklı bahçelerini açar ve o bahçelerden çeşitli meyveler(sırlar) verirler. Belki de Nietzsche, bize, hayatı boyunca sonlandıramadığı o arayışın satır aralarından şöyle seslenmektedir; insan tarih içerisinde en üstün varlık olabilme uğraşı ile gerçeği daima sorgulayarak aramalıdır. Bu sorgulama bütün kuralları alt-üst etse bile…

* SELAHATTİN YUSUF, NİÇİN AĞLIYORSUN ELİZABETH, MUTLU DEĞİL MİYİZ?

Ömer Şerif TURAN
omer_serif_turan@hotmail.com
Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Ana bilim Dalı, Yüksek Lisans Öğrencisi.


Kaynak: Adımlar dergisi

"Deve", "aslan" ve "çocuk"un çocuğu Nietzsche'nin izini sürerken...
Yusuf KAPLAN
26/06/2011

Röcken Köyü / Almanya. Bir peygamber olarak Hz. İsa'yı "öldüren", tanrı olarak icat edip "yeniden-dirilten" adam, bir azizdi: Vaftiz ve takdis ederek "öldürmüştü" Aziz Pavlus Efendi, Hz. İsa'yı. "Vaftizci Yahya"nın bilmem kaçıncı göbekten "çocuğuydu" ne de olsa. İsa-Mesih sûretinde ete-kemiğe büründürdüğü Kilise'yi tanrılaştıran sapma'nın tohumlarını, işte bu Tarsuslu Aziz ekmişti.

Kilise Tanrısı'nı kim öldürecekti, peki? Luther, elbette ki: Tanrı'nın sözünün şekillendireceği insanı varetmek yerine, İnsan'ın sözünün Tanrı'nın sözünü tarumâr edeceği tanrılaşan insanı icat ederek...

* * *

Luther'in doğduğu ve Protestanlığı doğurduğu yerde, Wittenberg'de, çok aramama rağmen bir rûhânîlik göremedim. Luther'in mezarına olmasa bile, "mezbahahâne" olarak kullandığı, Kilise Hıristiyanlığı'na mezar olan Wittenberg'e ve Luther'in Kilisesi'ne gittim; ama burada, rûhânî bir hava bulamadım; zaten böyle bir hava bulabileceğime ihtimal vermiyordum, bir önyargıya değil, sınanmış bir önbilgiye ve de önseziye dayanarak.

Kaderin cilvesine bakar mısınız! Daha 12 km öncesinden Wittenberg'e giden yol, hepimizi şaşkına çevirecek kadar berbattı: Çukurlardan geçilmiyordu! Burası neresiydi? Almanya değil miydi? İnanması zordu; ama gerçek buydu. Merakla ve şaşkınlıkla biraz ilerleyince, "Lutherşehri Wittenberg" levhasının üzerine büyükçe bir kırmızı çarpı işareti konulduğunu, alternatif bir yol işareti de "verilmediğini" görünce merakımız da, şaşkınlığımız da daha bir arttı. Wittenberg'e giden yolun üzerine konulan bu kırmızı çarpı işareti, neyin işaretiydi acaba? Lutheran, Protestan Kilisesi'nin de sonunun mu?

İte kaka sürdük arabayı; yol/u yapan bir ekiple karşılaştık, Wittenberg'in yolunu sorduk. Sonunda Wittenberg'in yolunu bulduk ama Wittenberg'de Luther'in açtığı "yol", Kilise'ye yolunu buldurtmuş muydu, gerçekten; yoksa, Kilise'yi ve Hıristiyanlığı tarihe gömen yolun taşlarını mı döşemişti, diye sormaya gerek duymuyorum, artık.

* * *

Luther'in yurdunda bulamadığımız rûhânî havayı, hem önce sahiciliğini yitiren Kilise'nin, sonra da Kilise'yi bitirerek insanı tanrılaştıran Aydınlanmacıların yol açtıkları dekadansın sonucunda patlak veren nihilizmin öncüsü, hem de nihilizm felâketiyle mücadelenin babası Nietzsche'nin köyünde, baba yadigârı bir yerde, etrafında küçük Nietzsche'nin, "herkesi büyüleyen, derin düşüncelere garkeden, içten ilâhîler okuduğu, İncil'i içselleştirerek okuduğu için kendisine 'küçük papaz' lakabının verildiği", babasının papazlık yaptığı Kilise'nin duvarının dibindeki mezarında bulduk! Şaşırtıcı ama gerçek! Reva mıydı bu? Kilise'yi ve tanrısını tarihe gömen adam kilisenin dibine gömülmüştü!

Nietzsche'nin 170 hânelik köyüne girdiğimizde kimseyi göremedik: İn cin top atıyordu köyde! İkindi güneşinin derin ama solgun ışıklarının aksettirdiği ışınlardan yansıyan bir sıcaklık sarıvermişti içimizi yine de.

Levhayı takip ettiğimizde tipik bir köy kilisesi çıktı önümüze... Biraz ilerleyince, bir yaşlı çınarın altında ve yıkılmamak üzere direnen bir başka sancılı ağacın önünde dimdik ayakta duran, kaidesiz, doğrudan yere, çimenlerin içine yerleştirilen, hepsi de bir kadın heykeline -Nietzsche'nin annesine- bakan çıplak üç bembeyaz Nietzsche heykeliyle karşılaştık önce. Bir kez daha şaşırtmıştı üstad!

* * *

Neyin nesiydi bu üç çıplak Nietzsche heykeli? Heykellerin ortasında, üzerinde "Friedrich Nietzsche" yazan bir mermer lahit uzanıyordu sere serpe. Heykellere yakından bakınca, bu heykellerin bir mezar değil, Nietzsche'nin yüzüncü ölüm yıldönümü anısına bir rüyasının taşa dökülen, taş'la konuşan bir anıt olduğunu öğrendik. Nietzsche'nin mezarı, Kilise'nin öbür tarafındaydı: derûnî bir sükûnet hüküm sürüyordu mezarda.

Rüya anıtındaki üç Nietzsche heykeli neyi sembolize ediyordu, peki? Herhalde, Nietzsche'nin bizzat kendisinin "deve", "aslan" ve "çocuk"la sembolize ettiği üç dönemini: Deve, geleneğe saygıyı, öğrenmeyi ve tam teslimiyeti; aslan, bu geleneği yıkmayı; çocuk, yeni bir imanın ve insanlığın doğuşunu.

* * *

Yaralı bir bilincin çocuğuydu Nietzsche: Tanrı'yı yeryüzünden kovduğunu sanarak ilk fırsatta kovuğundan çıktığında Tanrı'nın "koltuğu"na oturmaya kalkışan modernliğin paralize ettiği, önceleri Aziz Pavlusların, sonraları da Lutherlerin -belki bilmeden- tohumlarını ektikleri seküler insanın paralanan bilincinin yaralı ve yaralayıcı, acılı ve sancılı, her şeye rağmen hakikatin izini sürmek için ağır bedel ödemekten çekinmeyen yılmaz ve yıkılmaz, öz ve özge çocuğu.

Bu yaralı bilinci daha da yaran, teşrih masasına yatıran, cerh eden, şerh eden ve tarihe gömen; insanın ontolojik yarılmasının yaralarını tek başına sarmaya soyunan, "son filozof", "son insan": Seni, mezarında da aynen böyle gördüm, inan!

(..)

YENİ ŞAFAK



Deccal'den...



* Hristiyanlık, eski kültürün mirasını bizden çaldı. Sonra da bizi, İslam kültürünün mirasından yoksun bıraktı. Temelde bize, Grek ve Roma'dan daha yakın olan ve doğrudan duyu ve zevkimize hitap eden İspanya'nın muhteşem Magribi kültürü ayaklar altında çiğnendi. Neden? Çünkü soyluydu, çünkü kökenlerini insanca içgüdülerden alıyordu...

* Hristiyanlık gibi gerçeklikle ilişkisi olmayan, gerçeklik gelir gelmez uzaklaşmak zorunda olan bir din, doğal olarak dünya hikmeti'nin, yani bilimin düşmanı olacaktır.

* Hristiyanlık süslenip, ona elbise giydirilmemelidir. O, yüksek insan tipine karşı savaş açtı. Bu tipin tüm içgüdülerini yasakladı. Şeytanı, şeytan olanı bu içgüdülerden damıttı. Güçlü insan ayıplandı ve toplum dışına itildi. Hristiyanlık, zayıf, adi, kötü yapılı olan her şeyin yanında oldu ve güçlü bir yaşamın aksini sağlayacak içgüdüleri idealleştirdi...

* Yaptıklarımla bir sonuca vararak yargımı açıklıyorum; Hristiyanlığı lanetliyorum! Hristiyan kilisesinin karşısına, bir savcının şimdiye dek ortaya sürdüğü en büyük suçlamayı ifade ediyorum. Bana göre Hristiyanlık, yozlaşmanın en uç biçimidir ve algılanabilecek nihaî bir yozlaşmanın istemine sahiptir!

Nietzsche


"Hiç de sevilesi gelmiyor bana şu dar ruhlular:
Ne iyilik sığar içlerine ne kötülük sığar"

Nıetzsche

Nietzsche'yi filozof yapan Osmanlı şiiriymiş!
09/12/2015

[img]http://i.radikal.com.tr/620x332/2015/12/09/fft107_mf6725723.Jpe[/img]g

Divan şiiri uzmanı İnanç, "Nietzsche, Türk şairi Nabi ve Naili üzerinde çalışmıştır. Vardığı sonucu şöyle ikrar etmiştir. 'Şair olamayacağımı gördüm, mecbur filozof oldum' sözünü söylemiştir" dedi.
Facebook'ta Paylaş


Asıl mesleği avukatlık olduğu halde, ezberinde en çok divan şiiri bulunan kişi ve "CanVeren Pervaneler" isimli programlarıyla tanınan Hayati İnanç, "Nietzsche iki büyük Türk şairi Naili ve Nabi üzerinde çalışmıştır. Vardığı sonucu şöyle ikrar etmiştir. 'Şair olamayacağımı gördüm, mecbur filozof oldum, sözünü söylemiştir" dedi.
AA muhabirine açıklama yapan İnanç, divan şiirini büyük yapan sebeplerin iki ana başlıkta özetlenebileceğini belirterek, şöyle konuştu:
"Birincisi, üç kültür dilinin doya doya kullanıldığı sahadır. İnsanlık tarihinde başka bir örneği var mıdır bilmiyorum. Arabi'nin, Farisi’nin ve Türkçe’nin bütün imkanlarını siz adına Osmanlıca dediğiniz bir şemsiye altında öyle bir kullanıyorsunuz ki varılan sonuç şöyle denebilir. Bundan 100 yıl önce lise mezunu bir delikanlıyı gözleri bağlı Bağdat’a bıraksanız bir ay sonra da ziyarete gitseniz, gündelik hayatını sürdürecek kadar Arapçası ile herkesi kendine bağlayabildiğini görürsünüz. Aynı genci bu sefer Tahran’a bıraksanız Farçasıyla oradaki insanlarla yeni tabirle 'kanka' olduğunu görürsünüz. 'Arabi ilim dili, Farisi sohbet dili, Türkçe devlet dilidir' sözü çok eskiden beri söylenir. Bir diğer söyleyişle, Arapça peygamberler lisanı, Farsça evliyalar lisanı, Osmanlıca devlet lisanıdır. Yani bu lisan zenginliği divan edebiyatını muhteşem kılan, rakipsiz kılan bir unsur."
"DOĞUYA GİDEN GEMİDE BATIYA DOĞRU KOŞAN TAYFALAR"
Son iki yüzyılda yetişen aydınları doğuya giden gemide batıya doğru koşan tayfalar olarak niteleyen İnanç, "Evet onlar da hikmetle meşgul oluyorlar, hakikati arıyorlar belki ama sadece arıyorlar, eski şairler ve diğerleri bulmuşlar" dedi.
Alman filozof Friedrich Nietzsche'nin Osmanlı döneminin iki büyük şairi Naili ve Nabi üzerinde çalıştığını ifade eden İnanç, "Nietzsche, vardığı sonucu şöyle ikrar etmiştir. 'Şair olamayacağımı gördüm, mecbur filozof oldum.' Nietzche'yi filozof yapan Osmanlı şiiridir, diyebiliriz. Nietczche şunu da söylemiştir; 'Biz Batı alemi olarak Endülüs İslam medeniyetiyle karşılaştığımızda önünde diz çökmeliyken, bunu yapmayarak insanlığa en büyük kötülüğü yaptık. Osmanlılar hakikatin tam merkezindedirler buna vakıftırlar, klasik şairlerimiz klasik şiirlerimiz emsalsizdir'"
Kaynak: Radikal
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FELSEF'Î DÜŞÜNCELER Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com