EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Osmanli'nin Son Döneminde Türkçülük ve Siyonizm

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Çrş Tem 11, 2007 5:10 am    Mesaj konusu: Osmanli'nin Son Döneminde Türkçülük ve Siyonizm Alıntıyla Cevap Gönder

OSMANLI’NIN SON DÖNEMİNDE TÜRKÇÜLÜK VE SİYONİZM
Orhan GÖKDEMİR
• Dirlik •
09. Haziran 2007

Siyonizm, yalnız sistematik bir ideoloji değil, Yahudi olmayanlara yönelik sistematik bir ırk ayrımı bütünüdür. Siyonizm, İsrail’in kuruluşunun siyasal felsefesi, güncel ve geçmiş siyasal pratiğinin temeli olarak kurumlaşmış ve devlet biçimine dönüşmüş ırkçılıktır.

Siyonizm ve Irkçılığa İlişkin Uluslar arası Sempozyum Bildirisi
Trablus, 24-28 Temmuz 1976

19. yüzyıl, Avrupa’nın bütününde bir “kıta ırkçılığı”nın boy verdiğine tanıklık etti. Irkçılık, insanlığa çağrıştırdığının tam tersine Aydınlanma Çağı’nın çocuğuydu. Batılı, dünyaya yayılıp daha fazla bölgeyi kontrol altına aldıkça “beyaz adamın” üstünlüğüne daha fazla inanmaya başlamıştı. Başlangıçta “saf ırkı” temsil eden Almanlardı, sonra Fransızlar öne çıktı, Almanlar kendi kültürlerinin aşağılanmış olduklarını düşündüler. Irkçılığın en katı biçiminin bu ülkede boy vermesi, en saf olanın aynı zamanda en geride kalmış olmasından kaynaklanıyordu. Nazizm, tüm Batının ırkçılığıydı, Almanlar yalnızca onların en saf olanıydı. Siyonizm de bir 19. Yüzyıl hareketiydi. Beslenme kaynaklarının içinde geliştiği Avrupa Emperyalizmi olması bizi şaşırtmamalıdır. Ulusdevlet, ırkçı-milliyetçiliğin üstünde gelişiyordu ve nüfuz ettiği hemen her yerde yeni ırklar ve yeni milletler keşfediliyordu.

Bir ırkçılık türevi olarak “Türkçülük”ün de, bunun hemen ardından 19. Yüzyılın sonu ve 20. Yüzyılın başında keşfedildiğini görüyoruz. Bütün ırkçı-milliyetçi akımlarda olduğu gibi sancılı ve kuşkulu bir doğuştu bu. Kozmopolit bir imparatorlukta, yeni bir millet yaratmanın bütün yıkıcılığı ile ilerledi. Yüzyılın başındaki yıkımlar, bu yüzden, daha bir kanlı ve daha bir acılı geçti. Ve bu acı içinde, yerli ırkçılığın teorik arka planında başka izleri takip etmek mümkün olmadı.

Taner Timur bir makalesinde, “Türkçülük” akımını en çok etkilemiş iki isme dikkat çekiyor. (1) İlki, Leon Cahun’dur. 1896’da yayınladığı “Introduction a l’Histoire de l’asie, Turcs et Mongols, des Origines a 1405” adlı çalışması Türkçülüğe islamın dışında, orta Asya’da bir yer açmıştır. Yaşadığı yerde, Fransa’da her ne kadar bir edebiyatçı olarak tanınsa da Asya derinliklerinden gelen savaşçı ruhlu barbarlar Türk ırk teorisini yeterince beslemeye yetmiştir.

Timur’un makalesine göre Ziya Gökalp’in de esin perisi olan Cahun, “Avrupa’daki Osmanlı muhalefeti” ile temastadır ve onları etkilemeye çalışmaktadır. Yazar, Cahun’un, “siyasal bir misyonu” olabileceğine dikkat çekmektedir. Şimdilik bilemiyoruz.

Cahun’un kitabının “Türkler” ile buluşması da ilginç: “Selanik’teki bir yabancı konsolos bu kitabın bir kopyasını İttihat ve Terakki Cemiyeti üyelerinden birine vermiştir.”(2) Sonra Cahun’un eseri Necip Asım tarafından Türkçeye tercüme edilmiş ve 1986 yılında İstanbul’da en çok okunan kitaplardan biri olmuş. Şimdi, Ziya Gökalp’in o en çok okuyuculardan biri olduğunu biliyoruz. Okuyucular ne öğreniyor Cahun’dan? “Cahun, kitabında orijinal göçebe kurumlarının bir övgüsünü yapmakta, göçebe fatihlerin, steplerin kanunlarını bırakıp bunların yerine islam kanunlarını alınca nasıl yozlaştıklarını anlatmaktadır.”(3) Konuyla ilgili çalışmalar, onun ne düzyazılarında bilimsellik, ne de romanlarında edebi bir değer olmadığını haber veriyor. Ancak çok satmıştır ve belli ki yazdıklarına inanacaklar bulmakta zorluk çekmemiştir.

Türkçülüğün gelişiminde etkili olan ikinci şahıs ise “Yahudi asıllı bir Macar olan”(4) A. Vambery’dir. Osmanlı devleti ile ilişkili Vambery de tıpkı dindaşı Cahun gibi Türklerin köklerine merak salmış, derviş kıyafetleri ile Orta Asya’ya gidip gelmiş, bu arada Türkçe ile Macarca’nın akrabalığını keşfetmiştir.

Vambery adını bilmemizi, Macar aydınları arasında nükseden “Türkçülük” ya da daha doğrusu “Turan” saplantısının en ünlü siması olmasına borçluyuz.

Slavlarla Germenler arasında kalan Macar aydınları kendilerinin Atilla Hunları ile aynı kaynaktan olduklarına karar vermişler ve bu keşif üzerine bir de “Turan Cemiyeti” kurmuşlardı. 1913 yılından itibaren Turan adını taşıyan bir de dergi çıkarmış olduklarını öğreniyoruz.(5) Bu merakın sonucu olarak 1870’de Budapeşte Üniversitesin’de bir de Türkoloji bölümü kurulmuş olduğunu öğreniyoruz. Vambery, işte böyle bir gelenekten gelmektedir ve Orta Asya gezilerinde öğrendiklerini İngilizlerin hizmetine vererek, unvanları arasına bir de “İngiliz casusluğu”nu eklemiştir. Dolayısıyla bu ikinci Türk meraklısının “siyasal misyonu”nun daha açık olduğunu anlıyoruz. Timur, Vambery’nin “Yahudi davası”nı da desteklediğini ve Siyonizmin kurucusu Theodore Herzl’i 1901’de Abdülhamit’le görüştürenler arasında olduğunu haber veriyor. Gökalp’in esin kaynakları arasında saydığı Mustafa Celaleddin Paşa’nın da Konstantin Borzecki adı taşıyan bir “Leh asilzadesi” olduğunu hatırlatıp, o ünlü teoriyi hatırlatalım: “Türkçüler Türk değildir!

Güzel, ancak, Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkmış bu ırkçı yaklaşımın Osmanlıya pek yararı olmadığı anlaşılıyor. İlki, Osmanlı mirasından kopuştur; geriye pek az şey kaldığı ve müthiş bir yoksullukla karşı karşıya kalındığı görülebiliyor. İkincisi, bu zihniyetin ülkeyi gidip Alman militarizminin kucağına bırakmasıdır ki, bu gün hala o sorunlarla boğuşuyoruz. Sonra? İslama ve Araba karşı güvensizlik ve yaşanılan bölgeye mutlak bir ilgisizlik. Bu akımın, hem Batının itelemesi ile hem de “Doğudaki Batı”nın fiili müdahaleleri ile ortaya çıkması, içinde bulunduğumuz karmaşanın içinde doğruyu ararken bakmamız gereken yeri göstermiyor mu?

Eğer, Timur’un sözünü ettiği gibi bu faaliyette “siyasal bir misyon” varsa, herhalde misyon bu olsa gerektir. Siyonizmin, Osmanlının yıkılışında bu kadar etkili olması evet şaşırtıcıdır; ancak önümüzde bir vaka var ve bakmaktan kaçınamayız. Asıl şaşırtıcı olan ise siyonizmin Türkçülük merakıdır. Oraya bakıyoruz.

Vambery’yi biliyoruz, peki Cahun da Siyonist miydi? Biyografisi, Türk-Moğol teorisinin tarih çalışmalarından daha çok “çok satar roman”larından çıkarıldığını haber veriyor. Ancak, buna rağmen bir “Türkolog” olduğu genel kabul görüyor. Amatördür ancak ilgisinin bu amatör merakın ötesinde olduğu da açıktır. Osmanlı içinde bir Yahudi yurdu fikrinin, çok kısa bir zaman içinde, Osmanlı’nın dışında bir yurt özlemine dönüştüğüne bakarak karar vermek zordur. Ancak bu gerçekleşmeden önce, belki Herzl gibi uç örnekleri bir yana bırakırsak, genel olarak siyonistlerin bunun hangi tarafında durduklarını saptamak kolay değildir.
Her iki taraf açısından da Osmanlı topraklarının ve siyasal yapısının bu iş için uygun bir zemin sağladığına inanıldığını anlayabiliyoruz. Öyleyse, Osmanlı-Türk tarihinin hem siyonizm akımı için, hem de İsrail devletinin kuruluşu açısından önemli olduğunu teslim etmemiz gerekir. Öte yandan, tarihe bu açıdan bakmanın sıkıntılı bir durum yarattığını da teslim etmeliyiz; çünkü bütün Yahudiler siyonist değildir ama siyonizm Yahudi cemaati içinde olan, bu alanda faaliyet gösteren, varlığını bu kavram içinde temellendiren bir siyasal ideoloji. Dolayısıyla, bu alandaki her çalışmanın ortak talihsizliği Yahudilikten söz etmek zorunda kalması. Siyonizm ile Yahudilik kavramlarının yan yana gelmesi elbette her zaman irkilticidir.

Buradan, her Yahudinin siyonist olduğu sonucunu çıkarmak ise sahibini bambaşka mecralara götürür. Önce bu, belli ki siyonistlerin bir hülyasıdır. Onlar kuşkusuz bütün Yahudilerin siyonist olmasını arzulamaktadırlar. Sonra, Ortadoğu’da bütün Yahudilerin toplanacağı bir ana yurt hayali önce siyonistlerin, sonra da anti semitiklerin düşüdür. Birinciler bunu, büyük Yahudi yurdu için, ikinciler ise Yahudilerden kurtulmak için istemektedir. Bu ortak yaşarlığın farkında olan Herzl, siyonist itme çekme diyalektiğini şu veciz sözlerle özetlemiştir: “anti-semitikler bizim en güvenilir dostumuz... müttefikimiz olacaklardır.”(6)

Konumuz açısından önemli olan ise Vambery’nin, Herzl’in Abdülhamit ile toprak pazarlığı ve Cahun’un da Avrupa’daki muhalif Osmanlılarla ilişkilendirilmiş olmasıdır. Büyük bir ilgiyi saptayabiliyoruz, bankaları, örgütleri, büyük parababaları, okulları, uluslar arası ilişkileri, ideologları ve militanları ile Filistin’i almak için Sultana yüklenmektedirler. Rastlantı veya değil, hem sultanın, hem de onun İmparatorluk kalıntısı rejiminin devrilmesi bu döneme denk gelmiştir. Ve bugün İsrail diye bir devlet varsa, varlığını Osmanlı’nın yıkılmasına borçludur.

Pazarlık

Dreyfus olayından etkilenerek “siyonizm” fikrine vardığı iddia ediliyor; ezikliğini çok kısa bir zamanda intikam duygusu ile bastırdığını anlıyoruz. 1897 yılında yapılan ünlü Basel Siyonist Kongresi’nin ardından Filistin’deki toprakların ele geçirilmesi için Ulusal Yahudi Bankası ve Yahudi Ulusal Kurumunun oluşumuna önayak olduğunu öğreniyoruz. Herzl, topladığı fonlar aracılığıyla Yahudilere Filistin’de bir yurt edinme çabasındadır. Ancak Abdülhamit’i ikna etmesi beklediği gibi kolay olmamıştır.

Sonuçsuz çabalarını Doğan Avcıoğlu şöyle anlatıyor: “Herzl, tehdit, rüşvet ve sermaye getirme silahlarını kullanır. İmparatorluğun mali işlerini yöneten Osmanlı Bankasını toptan satın almak ve bu yoldan Hamit üzerinde baskı yapmak tehdidini, inandırıcı biçimde sahneye koyar. Osmanlı Bankası idarecilerine verilecek 50 milyonluk bir garanti ile, Türkiye’ye akan musluklar kesilecektir. Tehdit etkili olur. Bunun yanı sıra, Herzl, Abdülhamit’in yakınlarını rüşvetle elde etmeye koyulur.” (7) Rüşvet, görüşmek ve yakınları baskıya zorlamak içindir; şöyle devam ediyor: “Bu rüşvetçi grubu yardımıyla, 1900 yılında Herzle, Abdülhamit ile görüşür. Ona Yahudilerin Türkiye’ye yerleşmesiyle sağlanacak avantajları anlatır: Avrupa’ya karşı Yahudi desteği elde edilecek, para gelecek, imparatorluğun zenginlikleri geliştirilecek ve hatta Düyunu Umumiye’den bile kurtulmak mümkün olacaktır.”(8) Ancak teşebbüs yine de başarısız kalmıştır.

Yetkin, Abdülhamit’in “pazarlık” hakkında şunları söylediğini aktarıyor: “Para kuvveti her şeyi yapar. Onlar bugün hükümet teşkil edecek değiller ya, bu bir mukaddemedir. Gaye ve emeldir. Şimdi işe başlayıp birçok sene, hatta bin sene sonra maksatlarına muvaffak olabilirler ve zannederim olacaklardır da.”(9) Yani Abdülhamit’in Yahudilere yönelik katı bir tutum içinde olduğunu söylemek mümkün değildir. O Filistin’de kurulacak yeni bir devletin yeni bir sorun olacağı kanısındadır ama Yahudilerin kendi topraklarına yerleşmesini ve ülkesini “bayındır” yapmasını da arzulamaktadır. Bütün bu süre boyunca, kendi hükümranlık alanındaki topraklara Yahudi yerleşimi kesintisiz sürmüştür.
Ancak bunun, siyonist bir faaliyetin mi, yoksa, Osmanlı topraklarının Yahudiler için geleneksel çekiciliğinin mi sonucu olduğuna karar vermek kolay değildir.

Hirsch, Rotschild ailelerinin bu göçleri desteklediği, para yardımı başta her türlü kolaylığı gösterdiği, bunun da siyonist olsun olmasın Yahudi göçünü çekici kıldığı açıktır. Osmanlı İmparatorluğu içinde, siyonist faaliyetlerle, Yahudilerin “yenilikçi” rolleri arasında da kesin bir ayrım yapabilmek kolay değildir. Kimi yerde, bu iki etkinin birbirine karıştığı veya karıştırıldığı gözlenmektedir. Yahudilerin, bir Osmanlı tebaası olarak faaliyetleri zaman zaman siyonistlerinki ile kesişmekte, bazen aralarındaki ayrımlar silikleşmektedir. Örneğin, siyonistlerin görüşmesinden kısa bir süre sonra Abdülhamit tahttan indirilecek, bunu ona bildiren dört kişilik kurulun içinde, pervasız davranışlarıyla kendini belli eden bir Yahudi, Emanuel Karasu Efendi de yer alacaktır. Karaso efendi hakkında siyonizmle bağlantı izlerine rastlanabilmekle birlikte, bunu aynı kesinlikle saptayamadığımız başka olaylar da vardır. Çetin Yetkin, Abdülhamit’in devrilmesinde en önemli rolü oynayan “Hareket Ordusu”nun başındaki Mahmut Şevket Paşa’nın da Yahudi olduğuna dikkat çekiyor. Mahmut Şevket, Mithat Paşa’nın evlatlığıdır. Abdülhamit’in sürgüne gönderdiği ve sürgünde iken ölen Mithat Paşa, özel istihbarat işlerini Bohor adlı bir Yahudi’ye yaptırmaktadır. Öte yandan, onun Bağdat Valisi olduğu sıralarda, sahip çıkıp ilk eğitimini Yahudi okulunda yaptırdığı öksüz Mahmut Şevket, yıllar sonra Mahmut Şevket Paşa olarak Hareket ordusunun başında İstanbul’a girecek ve Mithat Paşa’nın sürgün ve ölüm emrini veren Abdülhamit’i devirecektir.(10)

Bu tekil vakaların ötesinde, Saraya yönelik muhalefetin merkezinde de benzer karmaşık ilişkilere rastlanmaktadır. Selanik, Yahudi nüfusun toplandığı bir şehir olmanın yanında, muhalefetin de en etkili merkezidir. Para ve güç orada birikmiş, iktidarın yolları orada aranmaktadır. Buna karşın Selanik’in iktisadi pozisyonu siyasal pozisyonunun gerisinde kalmıştır. Selanik burjuvazisi gecikmiş, Ermeni ve Rum ticaret burjuvazisi bütün yolları tutmuştur. Etnik ve sınıfsal parçalanmalar, Selanik’teki muhalefete, Yahudiliğin ötesinde, kendi rengini vermektedir.

Selanik’in muhalif bir merkez olarak ortaya çıkmasını sağlayan da belli ki bu gecikmiş pozisyonudur: “Selanikli dönmeler, kültür seviyeleri, yabancı dil bilmeleri, kurdukları basım evleri, gazeteleri, klüpleri, özel okulları ile, bir ticaret burjuvası zümresi olarak iyice sivrilmişlerdi. Dönmeler ve Museviler, Jön Türk hareketini desteklemekteydiler. Bir rejim değişikliğinin, onlara, Rum ve Ermeni işadamlarının İstanbul’daki tekel durumunu yıkmaya fırsat vereceğini ummaktaydılar. Bu yükselen ticaret burjuvazisi, çıkarları gereği, daha çok Merkez Devletleri’ne, Almanya ve Avusturya’ya yakındı. İngilizler ve Fransızlar, Türkiye ile olan ekonomik ilişkilerinde genellikle Rum ve Ermenilere yaslanıyorlardı. Türkiye ile ekonomik ilişkileri hızla gelişen Almanlar ise, daha çok Yahudi ve Müslüman burjuvaziye dayanma eğilimi gösteriyorlardı. Mason dernekleri aracılığıyla, İttihat ve Terakki’nin ileri gelenleri ve Selanik burjuvazisi arasında ilişkiler kurulmuştu.”(11) Garip bir biçimde, talih onları, muhalif hareketlerin yanına düşürmüştü.

Başlangıçta Saraya yakın olmak elbette daha avantajlıydı, ancak İttihat ve Terakki’nin hızlı yükselişi, Ermeni ve Rumların halli için uygun ortamı hazırlayacak, dezavantajı avantaj haline getirecekti. Hem İttihat ve Terakki’ye, hem de Alman emperyalistlerine yapılan yatırım semerelerini vermekte gecikmeyecekti. Yine de zafer kazanmak, zaferi korumaktan daha kolaydı. Almanya yenilince, İttihat ve Terakki için de yolun sonu görünmüştü. Enver, Talat ve Cemal’in kaçtığının duyulduğu gün, Selanik’te kurulan ittifak da paramparça olmuştu.

Tasfiye

İttihat ve Terakki ile birlikte Yahudi-Dönme burjuvazi Almanya’nın ipine sarıldığında, bir anlamda imparatorluğun da kaderi belli olmuştu. Daha savaş başlamadan önce hem dış, hem de iç savaş planları hazırlanmıştı. Savaşa karşı direniş, Karadeniz’de düzenlenmiş bir provokasyonla toptan kırıldı. İç savaş planları ise savaş başlamadan hemen önce yürürlüğe konuldu. Ermenilerin topyekün tehciri, Rum nüfusun mobilizasyonu, yalnızca bu azınlık burjuva sınıflarının tasfiyesi ile sonuçlanmamış, geride kalanların zenginliklerini katlamalarına neden olmuştu. Savaşın ortasında, Osmanlıdaki azınlıklara yönelik “gayrı müslim” tanımı çoktan terkedilmiş, “Hıristiyan azınlıklar” onun yerini almıştı. Çünkü artık, bu terim, azınlık olanların bütününü kapsamıyordu.

Yahudiler hemen her yerde, iç savaşta, Hıristiyan azınlıkların karşısında yer alıyor, Türk burjuvazisi ile kaynaşmış görünüyordu.

Bunları rastlantı sayabilir miyiz? Değilse, İttihat ve Terakki içinde, bakmamız gereken başka yerler olabilir mi?

Savaşın başında ve savaş içinde Ermeni ve Rumların büyük sürgünün dinamiklerini Osmanlı İmparatorluğu içindeki yeni burjuva sınıfı içindeki derin bölünmelerde aramamız yersiz değildir. Öyleyse, Ermeni tehcirinin, yalnız başına bir İttihatçı planı olmadığını düşünebiliriz. İçinde Alman militarizmi vardır ve Yahudi burjuvazisinin olmadığını düşünmemek için de bir nedenimiz yoktur.

İşte veriler: “Almanya’nın Türkiye’ye olan ihracatı 1888 yılında 11,7 milyon Mark iken, 1905’te 71 milyon Mark’a yükselmiştir. Türkiye’den yaptığı ithalat da aynı tarihler arasında 2,3 milyondan 51,6 milyon Mark’a yükselmiştir. İttihat ve Terakki’nin İngiliz taraftarı bir üyesi, Selanik Yahudilerinin genellikle Alman davasına kazanıldığı iddiasındadır. Bu zat, 1911 yılında Merkez-i Umuminin gizli bir toplantısında, şu sözleri söylediğini ileri sürmektedir:’Almanya, Avusturya-Macaristan ve Türkiye’de Yahudi masonluğu, gözü doymaz Prusya askerliğinin yuvasıdır. Selanik’te Paris ve Roma’ya sempatizan bazı Yahudiler de bulunmakla birlikte Yahudilerin çoğu Berlin’i tutmaktadır.’ Bu gerekçeyle, Merkez-i Umumi toplantısında Albay Sadık Bey ve bu zat, subayların mason derneklerinden çıkmasını istemişlerdir.” (12) Böylece, İttihat ve Terakki içindeki tercihlerin yeni tartışmalara neden olduğunu da öğrenmiş oluyoruz.

Avcıoğlu, bu ilginç notunu şöyle sürdürüyor: “Gibbons da, Alman emperyalizminin Türkiye’yi ele geçirme çabalarına karşı, Ermenilerin büyük bir engel teşkil ettiğini ileri sürmektedir. Ona göre, ‘Ermenilerin çoğu, Fransız ve Amerikan okullarında yetişmişlerdir, Fransızca ve İngilizce bilmektedirler. Batı Avrupa, Amerika ve özellikle İngiltere ile ticari ilişkiler kurmuşlardır. Alman ticari ajanlarının faaliyetini doğal olarak başarısız kılmışlardır.’(Mandelstam, Le Sort de I’Empire Ottoman, Paris 1917, s. 312.) Rumların durumu da aynıdır. Gibbons bu nedenle, Almanların, Ermeni kırımını desteklediğini ileri sürmektedir. Rum ve Ermenileri, emperyalist emellerine engel sayan Almanların, Yahudi ve Müslüman kompradorlara yaslanmaları normaldir.”(13)

Ancak, azınlık da olsa, örgütün içinde Alman militarizmi ile kurulan bağlardan rahatsız olanlar vardır ve bu ilişkinin “Yahudi masonluğu”ndan geçtiğinin bilincindedir. Bu karşıtlığın “temelsiz” de olmadığını öğreniyoruz: Örneğin Avcıoğlu, İttihat ve Terakki içinde “İngilizcilerin” de olduğunu belirtmekte ve bunlardan birinin Albay (Miralay) Sadık Bey olduğunu haber vermektedir.

Başkaları da vardır ve örgüt içinde bu yönden gelen eleştirilerin sert tartışmalara neden olduğu anlaşılmaktadır. Sadık beyi biliyoruz, bu çatışmanın haberini veren Avcıoğlu, “İngilizci” olan diğer “zat”ın adını vermemiştir. Ancak, bu tartışmanın hesabı daha sonra görülen derin yaralar bıraktığını anlıyoruz.
İzleri takip ederek bulabildiklerimiz şöyledir: İttihat ve Terakki’nin 1909 tarihli Kongresinde, bu yönde verilmiş iki önerge vardır. Bu önergelerden biri Doğan Avcıoğlu’nun da belirttiği gibi Miralay Sadık Bey’e aittir. Sadık Beyin önergesi “Siyonizm ve Masonluk” başlığını taşımaktadır ve önergede örgüt içindeki bu ilişkilerden duyulan rahatsızlık sezilmektedir.

Doğan Avcıoğlu’nun isim vermeden belirtip geçtiği diğer önerge hakkında Goloğlu şu bilgileri veriyor: 1909 Eylül sonu ve Ekim ayında Selanik’te toplanan kongreye öneri sunan ikinci kişi Mustafa Kemal’dir. Öneri, Cemiyet’in yasal-açık-bir siyasi parti haline gelmesi, masonlukla ilişkisinin kesilmesi, askerlerin tamamen siyasetten çekilmesi noktalarında kesin bir tavır taşımaktadır. Goloğlu, “Üç yıl sonra yazdığı bir mektupta Mustafa Kemal, bu önerileri sebebiyle ‘mürteci’ ilan edildiğini ve idamına karar verildiğini yazmıştır.

Gerçekten, Cemiyet içindeki zaten pek yüksek olmayan prestijinin bu kongreden sonra tamamen kaybolduğu, yönetici çarkının dışına itildiği fark edilir.”(14) diyor. Örgüt içinde, Almanlarla bağın tartışmaya açık olmadığı açıktır. Mustafa Kemal’in örgüt içindeki itirazları nedeniyle üzerinin çizilmesinin, İstiklal Mahkemelerindeki kanlı hesaplaşmalara giden yolu açtığı, masonlar için ise uzun bir tatil için kapıları araladığı bellidir.

Mustafa Kemal’in masonlar ve İttihatçılarla sorununun bu olayla başladığını düşünmemizi engelleyecek bir neden yoktur. Hep biriktirdiğini ve hep kuşku duyduğunu biliyoruz. Kuşku, ipini çekmek için bir kez harekete geçmiş olanların, her zaman harekete geçebileceklerini düşünmek demektir ve İzmir Suikasti olayı ancak bu kuşku ile düşünüldüğünde anlam kazanabilir. 1909 Konresi’nde, “İttihat ve Terakki’nin açık bir siyasi parti haline gelmesi ve masonlukla ilişkinin kesilmesi” önerisi tepkiyle karşılanmış, kendi deyişiyle, bu yüzden “Mürteci” ilan edilmiş ve “idamına” karar verilmişse bu bir açık hesaptır ve kapatılması
için takrir-i sükun dönemini beklemek, pragmatik bir siyasetçi için şaşırtıcı değildir.

Peki öyleyse, azınlık burjuva sınıfının iç hesaplaşmasında, İttihatçılar ile başlayan girişimlerden Cumhuriyet’e kadar aktarılan sürekliliği nasıl açıklayacağız? İlki, siyasi ayrımın her zaman sınıfsal bir ayrıma tekabül etmediğini biliyoruz. Bazen, kişisel karşılaşmalar, siyasal çatışmaların yönünü belirleyebilir. Kaldı ki, burada sınıfsal bir farklılaşmanın olduğunu söylemek de öyle kolay değildir. Mustafa Kemal de en azından çocukluk dönemini Selanik’te bir “Dönme” mahallesinde geçirmiştir. İlk öğreniminden kalan tanışıklığı da
dikkate aldığımızda, bağlılığı açıklamak kolaylaşır. Kaldı ki, artık “Türkçülük” vardır ve homojen bir topluma dayalı yeni bir devlet fikri giderek güçlenmektedir. Öte yandan İttihatçıların yarattığı bir fiili durum da vardır. Ne olursa olsun, Ermeniler sürülmüş, Rumlarla olan çatışma alevlenmiştir. Kendini bu çatışma içinde bulanların, taraf olmaktan ve “davayı omuzlamak”tan başka çaresi yoktur. Özetle, bunlar, Anadolu’daki Ermeni ve Rum tehcirinde, Alman-Yahudi-İttihat ve Terakki etkisine dikkat çekmektedir. İttihat ve Terakki’yi kontrol eden iki güç Alman Emperyalizmi ve Yahudi burjuva sınıfının, savaşa girilmesi halinde, bunu Ermeni ve Rumlar’dan topyekün kurtulmak için bir fırsat olarak kullanmayı planladığının delilidir. Öyle ise bu planın, karşı tarafça da bilinmesi gerektiğini düşünmeliyiz. İşaretleri var; Ermeni ve Rumlar tarafından bu planın bilindiği ve engellemek üzere çeşitli girişimlerde bulunulduğunun en önemli işaretlerinden biri “Cemal Projesi”. Bununla, İstanbul Hükümetinin “Ermeni Tehciri” politikasını beğenmeyen ve idaresi altındaki Suriye’de Ermeni
göçmenlere ılımlı davranan Cemal Paşa’ya krallık teklif edilerek, İttihat ve Terakki’nin karşısına dikilmesi sağlanmak istenmiştir. “Birinci Dünya Savaşı içinde, Türkiye üzerinde yapılmış olan gizli anlaşmalarla ilgili Rus belgeleri arasında, Çarlık Rusya Hariciye Nazırı Sazonov’un, Paris, Londra, Roma Büyükelçilerine gönderdiği bir telgraftan bu durum anlaşılmaktadır. Projenin İstanbul Ermenilerinin eseri olduğu söylenmiştir. Bu belgeye göre: Cemal Paşa, babadan oğula geçmek koşuluyla sultan ilan edilecektir; sultanın yönetiminde Suriye, Filistin, Irak, Arabistan, Klikya, Ermenistan ve Kürdistan eyaletlerinin bağımsızlıkları tanınacaktır. Projeye göre, bu koşullar gerçekleşirse, Cemal Paşa, hem İstanbul’a, hem de Almanlara savaş açmayı kabul edebilirdi”(15) Ancak proje İngiliz-Fransız yayılma politikasının içinde değildir, hiçbir biçimde uygulama şansı bulunamaz.

Avram Galanti, bu plan karşısında Rumların tepkisini ise şöyle anlatıyor: “Yunan orduları Anadolu’da mahvolduktan sonra, baki kalan askerleriyle Rum muhacirleri Yunanistan’a ve Selanik’e geldikleri vakit, Yunanlılar, Yahudilere taarruz etmeye başlamışlardır. Selanik’te çıkan ‘Makedonya’ ve ‘Tahidromos’ adındaki Yunan gazeteleri bu taarruzun Hahambaşı Becarano Efendi ile Çorlu Yahudi cemaati reisi tarafından Kemal Paşa hükümetine olan sadakat beyanatından ve Trakya Yahudilerinin Doğu Trakya’nın Türkiye’ye iade edilmesinden dolayı izhar eyledikleri samimi sevinçten dolayı ileri gelmekte olduğunu yazmışlardı.”(16) Bir ittifak var, işaretlerinden biri budur.

Öyleyse, savaş sonunda, tehcirden İttihat ve Terakki Partisi’nin sorumlu tutulması yerindedir.

Yahudilerin özellikle neden anılmadığını ise bilemiyoruz; İttihat ve Terakki ile aralarında bir ayrım var mıydı, şimdi soru budur.

Selanik

Abdülhamit devrilmiş ve Selanik’e sürgüne gönderilmiştir. İttihat ve Terakki ile Selanik hem darbenin hem de sürgünün yeni mekanıdır. Karaso’nun alaşağı ettiği Hamit, Selanik’te ünlü bir zengin yahudi ailenin evinde göz hapsine alınmıştır. Sürgün evi, bu kentteki Yahudi burjuvalarının zenginliğinin ne boyutta olduğunun da bir göstergesidir: “Sürgün yıllarında (1909-1912) Abdülhamit’e tahsis edilmiş olan Allatini ailesinin (Bir İtalyan Yahudi ailesi) köşkü, 1895’deki İngiliz donanmasının ziyaretinde İngiliz subaylarıyla 30-40 genç kızın katıldığı bir baloya imkan verecek bir salona sahipti.” (17)

Selanik, İmparatorluğun diğer bölgeleriyle taban tabana zıt bir görüntü içindedir. Zengindir, canlıdır, hareketlidir, sefalletten iz yoktur ve boğazına kadar iktidar savaşının içine gömülmüştür. Goloğlu, şehrin canlılığını şöyle anlatıyor: “Kültür hayatı da çok gelişti. 1895’ten itibaren 5-6 Ladino(İspanyol Yahudicesi), 3-4 Türkçe, 3-4 Rumca, 2-3 Fransızca, 2 Bulgarca, 1 Romence günlük ya da haftalık gazete yayınlanıyordu. Alliance Israelite Universelle (Evrensel İsrael Birliği)’nin Fransızca eğitim veren 7 tesisi vardı. Nüfusun yarısını oluşturan Yahudilerin 50, müslümanların 32 ve ayrıca Rum, Sırp, Bulgar, Romenlerin kendi okulları vardı.” (18)

Yahudiler, başlangıçta elbette İmparatorluktan yanadır. Çünkü Osmanlı azınlıklarından birinin bölgeye hakim olmasının Yahudilerin tasfiyesini gündeme getirmesi tehlikesi vardır. (19) Bu nedenle Siyonizme karşı soğuk bir tavır vardır. Çok yoğun propagandaya rağmen siyonist hareket çok küçük bir ilgi toplamıştır. Goloğlu, 1905’ten 1912’ye kadar Selanik’ten sadece 1000 Yahudinin göç ettiğine dikkat çekiyor.(20) Dolayısıyla Sefardimler ve dönmeler kütle halinde Osmanlıcılığa yöneldiler. Devleti kurtarmak onlar için de bir politika haline geldi. İttihat ve Terakki içindeydiler ve ideolojik olarak da onları bu örgütün içindeki diğerlerinden ayırmanın bir olanağı yoktur. Üstelik, hem İmparatorluğun diğer bölgelerinde hem de Selanik’te bir de Avdeti faktörü vardır. Görünüşe göre müslümandırlar. Ancak
Goloğlu, 1900’lerin başlarındaki Osmanlı toplumunun “dönmeler”i de Yahudi saydığını söylüyor. Problemleri daha çok Yahudi cemaati ile ilgilidir. J.Nehame’nin “Selanik Yahudileri’nin Tarihi” adlı eserine göre Yahudiler dönmeleri Yahudi saymıyorlar.

“Yahudilere göre Dönmeler, lanetlilerdir, fitne, fesat ve zındıklık gibi deyimler onlara uygundur. Dönmeler de Yahudilerden nefret eder, kafir sayar ve bunu açıklamaktan çekinmezler. Bir Cumartesi günü bile onları öldürmenin caiz olduğuna inanırlar.

Aralarındaki düşmanlık öyledir ki, çoğunluğu oluşturan Yahudiler her fırsatta onlara hakaret ve eziyet ederler. Bu yüzden Dönmeler kendi aralarında toplu halde ve ayrı mahallelerde yaşarlar. Ne Yahudilere ne de Müslümanlara yüzyıllardır karışmışlardır. Bunlara karşılık kendilerini Müslüman gösterdikleri için, yabancı dillere büyük tepki gösteren Yahudilerin aksine, Türkçe’yi öğrenmeyi gerekli saymışlardır. Bu yüzden Yahudiler daha da çok kendi içlerine kapanırken bu küçük cemaat yönetici Türk kadrolarıyla daha yakınlaşmışlardır.”(21) Demek ki, İT içinde Yahudi faktörünün yanında bir de Avdeti faktörü vardır. Bu kimin kim olduğu noktasında daha büyük karışıklıklara yol açmaktadır.

Hepsi, Fransız Devriminin milliyetçi dalgası ile modernleşme rüzgarına kapılmışlardır. Ancak Yahudiler “haham” engeli nedeniyle daha geç, bu engeli bulunmayan Dönmeler daha erken bir biçimde modernleşmişlerdir. Kurdukları Fransızca ve Türkçe eğitim veren iki okul, Fevziye ve Terakki, Osmanlı ülkesindeki ilk modern okullardır. Ayrıca kendi istekleriyle “devlet okulları”na da gitmektedirler. Selanik, Osmanlılar tarafından Türkleştirilmek istenmemişti ancak Yunanlılar Yunanlılaştırmak için harekete geçince Yahudiler için sıkıntılı günler de başlamış oldu. 1914’ten önce, Yahudiler ve Dönmeler “Helenizmin” kendileri için bir tehdit olduğunu yaşayarak görmüşlerdi.

Şehirde, siyonizm sorunu da bu salınımlara göre şekillenir. Selanik Yahudilerinden siyonist örgütlere hiçbir başvuru olmamasına karşılık Yunanistan’dan ilgi büyüktür. “Siyonist arşivleri, 1912 Aralığında Yunan işgalinden önce, Selanik Yahudilerinden Siyonist Teşkilatına hiçbir başvuru bulunmadığını gösteriyor. Buna karşılık Yunanistan’daki Yahudilerin 1903’ten itibaren başvuruları görülüyor. Açıkçası Yunan baskısı yüzünden hep şikayetçi olmuşlardır. Nitekim Yunan işgalinin birinci ayı dolmadan Siyonist Merkezine Selanik’ten 6 yardım başvurusu yapılmıştır. Bir belgeye göre de 1914’den önce kentte ancak birkaç siyonist varken ondan sonra ‘örgüte dahil olmasa da Siyonistliği kabul etmeyen tek bir aile kalmamıştı.’ Bunun sebebi çok açıktır. Türk yönetimi kaldıkça yerlerini kaybetmekten korkuları olmayan Yahudiler, başka çözümlere iltifat etmiyorlardı.”(22)

Bir Yahudi kaynağı da, 1908 hareketinin yankılarını şöyle veriyor:

“İmparatorluktaki Yahudi cemaatleri Jön Türk Devrimi’ni sevinçle karşıladılar; artık Yahudilere kamu hayatının her alanında yeni imkanlar doğacağı yolunda büyük bir beklenti oluştu. Türkçe öğrenime büyük bir talep oldu. Okullarındaki Türkçe ders saati sayısını arttıran Alliance da devrimin Türkiye Yahudilerinin geleceği için büyük umutlar vaat ettiğini düşünüyor ve gelmiş olan hürriyet devrine Yahudileri hazırlıklı kıldığı için kendisine pay çıkarıyordu” diyor.(23) Yani Alliance, 1908 devriminin fikirlerini kendisine yakın buluyor hatta “Türk Devrimi’nin onların düşüncelerini muzaffer kıldığını” düşünüyorlardı. Aynı kaynak, Yahudi cemaatini heyecanlandıran ve öncü bir kuruluş olan Alliance İsrailit’in kendisini devrimle özdeşleştirmesine neden olan somut olayları da şöyle sıralıyor: “Yahudi cemaatlerinin çoğu artık A.I.U. (Yahudi Alyans okulları) okullarından yetişmiş kişilerce idare edilmekteydi. Yeni Osmanlı Mebuslar Meclisi’ndeki dört Yahudiden üçü (Karaso, Feraci ve Mesliah) A.I.U. okullarından mezun olmuş insanlardı. Buna ek olarak, bazı Türk devlet görevlileri de (şair ve filozof Rıza Tevfik Bey gibi) A.I.U. okullarında öğrenim görmüşlerdi. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin en önemli liderlerinden biri olan Talat Paşa, Edirne’deki Alliance okullarında Türkçe okutmuş ve okul müdürünün kızından da Fransızca dersleri almıştı. Örgüt şimdi yüksek mevkilerde dostlara sahipti.” (24)

Bu dostların sayısının ne kadar olduğu bugün de bilinmemektedir. Yahudi tarihçi Lewis, bu konudaki bir söylentiye dikkat çeker: “İttihat ve Terakki Komitesi hakkında ana gerçek, onun esas itibariyle Türk ve Müslüman olmayan karakteridir. Ta başlangıcından beri onun gerçek liderleri arasında saf Türk kanı taşıyan bir kişi zor bulunur.Enver bir Polonyalı dönmenin oğludur. Cavit Yahudi dönmelerindendir. Karaso Selanik’li bir Sephardim Yahudisidir. Talat Müslüman olmuş bir Bulgar çingenesidir...”(25) Lewis, Enver Paşa hakkındaki iddianının onun Enver Celaleddin Paşa ile karıştırılmasından kaynaklandığını ileri sürmektedir. Karışıklık mı değil mi tartışması bir yana, bu düzeltmenin de bizim için bir düzeltme getirdiğini belirtelim. Yani, Türkçülüğün esin perileri arasında bulunan ve “Leh asilzadesi” olduğu iddia edilen Celaleddin Paşa da bir Polonya yahudisidir. 1908 ile 1920 aralığı artık Osmanlı İmparatorluğunun Yahudi sakinlerinin doğrudan iktidara yakınlaştığı, zaman zaman onu elinde tuttuğu ve bir yurt özlemi ile ilgili yeni fikirlerin yeşerdiği bir dönemdir. Bu özgürleşmenin Yahudiler arasında nasıl bir siyasal kaynaşma yarattığını ise ilerleyen satırlarda buluyoruz. “Selanik ve özellikle İstanbul’daki Yahudiler arasında baş gösteren önemli bir siyasal ideoloji Siyonizm oldu; bir süre sonra iyice palazlanan bu akım, A.I.U. kurumlarının varlığını tehdit etmeye başladı.”(26) Yani Siyonizm o kadar yaygınlaşıyorki, bir Yahudi eğitim örgütü olan Alyans’ın varlığını bile tehdit etmeye başlamıştır. Türklerin “milli uyanışı” asıl Yahudilerin uyanışını sağlamış görünmektedir. Şöyle devam ediyor: “...Siyonizm İstanbul’da ancak 1908’den sonra önemli bir mesele hüviyetini kazandı. Dünya Siyonist Örgütü içindeki belli başlı akımlar, Herzl’in Filistin’in akıbetini Osmanlı Sultanıyla görüşmesi örneğinde olduğu gibi, öteden beri kendilerine Filistin’in kapılarını açacak anahtarın İstanbul’da olduğuna inanmaktaydı. Ne var ki, II.Abdülhamit’in istibdat rejiminde bu konuda somut bir başarı elde edilememişti. 1908 devrimiyle durum değişti.” (Yahudi.s.190.) Özeti şudur: “Böylece İstanbul, Siyonist faaliyetlerin ana merkezi oldu...”(27)

Bu arada Siyonistlerin Le Jeune Turc adında bir Fransızca gazete çıkarmaya başladıklarına da değinelim. Bu simge olaylar üzerinde hiç düşünülmemiş olması şaşırtıcıdır. “Jön Türkler” belli ki başka bir “etnisite”yi işaret etmektedir. Konuyla ilgili kaynaklardan saptayabildiklerimizi burada analım. Yeni Asır’ı çıkaran Fazlı Necip Avdeti kimliği ile İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gizli faaliyetleri içindeydi. Örgütün önderleri de ilginç biyografilere
sahipti. Talat Alyans mektebinde okudu ve orada öğretmenlik yaptı. Selanik’te de en önemli ortağı Karaso’ydu. Örgüt ile masonluk arasındaki ilişkiyi kuranın da bu ikili olduğu biliniyor.

Meşrutiyet’in ilanı ve Abdülhamit’in indirilmesini destekledikleri de açıktır. “25 Temmuz günü, İstanbul’da, hepsi de Selanikli olan ünlü İstanbul tüccarlarından Mehmet Balcı ve Kardeşleri, Ali Kibar, İpekçi Kani, Şamlı Mustafa ve oğulları, Selanik Bonmarşesi sahiplerinin büyük çaplı bir sokak gösterisi düzenlettirdikleri görülüyor.”(28) Abdülhamit’in indirilmesi ve iktidarın İttihat ve Terakki’ye geçmesinin hem Osmanlı içindeki pozisyonlarını iyileştireceği ve hem de Siyonist olanları açısından Filistin ile ilgili beklentilerinin önünün açılacağı düşünülmüş olmalıdır.

Sonuç itibariyle 1908 hareketi basit bir iktidar mücadelesi değildir: “Hareket, yalnızca bir subay ve aydın hareketi olarak kalmamakta, ekonomik hayatta paşalar ile Rum ve Ermeni zenginlerinin kurdukları tekeli yıkmaya azimli bir ticaret burjuvazisi tarafından desteklenerek, bir toplumsal temele oturmaktaydı.”(29) Abdülhamit her açıdan böyle sıkıntılı bir kavşakta duruyordu. Kaderini de büyük ölçüde bu çatışmalar belirledi. “Yaşamı boyunca ‘Kızıl Sultan’, ‘Pinti Hamit’ ve koyu bir müstebit olarak tanıtılmasında İttihat ve Terakki’nin büyük bir rolü olmuştur. Fakat ölüm haberi Mebusan Meclisi’nde çok saygılı bir dille belirtilmiş, ayakta dinlenmiş ve 11 Şubat celsesi tatil edilmiştir.”(30) Öte yandan böyle gürültülü bir mücadelenin arkasında hiçbir iz bırakmaması mümkün değildi. İttihat ve Terakki için ileri sürülmüş olan Mason ve Siyonist yakıştırmasının, Osmanlı içinde çok tartışılmış olduğu anlaşılıyor.

Örneğin Miralay Sadık, İttihat ve Terakki Kongresinde şunları söylüyor: “Biz ihtilal ve inkılap yaptık. Ümmeti ve milleti büsbütün sukutu ahlaka sevk etmek için değil. Biz Sultan Hamid’i hallettik, bunun yerine birkaç türedinin sivrilmesi, halkın yeni baştan bu sivrilen türedilere esir olması için değil... Bugün Siyonistler nazarında Osmanlı Devleti, o devletin tam olarak çökmesi, hiç değilse Kudüs’ün ve Filistin’in bizden kopartılması matmaı nazar olmuştur. Orada bir Yahudi devleti kurmak istiyorlar ve Kudüs’ün kendilerine, arz-ı mavut olduğuna inanıyorlar.”(31) Bu tartışmalar içinde siyonist olmakla suçlananlar arasında Talat Paşa ve Maliyeci Cavit vardır. Maliyeci Cavit, Cumhuriyet’in kurulmasından sonra “İzmir Suikastı” davası nedeniyle İstiklal Mahkemesi kararıyla asılmıştır. İttihat ve Terakki’nin mason ve siyonist olduğu yönündeki tezler, Avrupalılar tarafından da yoğun olarak tartışılmıştır.(32) Konunun ne kadar “meşru” görüldüğüne örnek ise Filozof Rıza Tevfik’in Meşrutiyetin ilk aylarında Siyonist olduğunu ilan etmesidir.(33) Karaso ise sade bir Yahudi değildir. Yetkin, onun da Abdülhamit’ten Filistin’de bir Musevi yurdu talep etmeye giden siyonist heyetine dahil olduğunu haber vermektedir.(34)

Şair Eşref tabloyu şöyle çizmektedir:

Avdetiler ile hükümetimiz
Benzedi devleti Yahuda’ya
Bab-ı Fetvayı da çiftlik edip
Verdiler en nihayet Musa’ya

Yahudi ve Rum savaşı

1912’de merkez, Selanik, Yunanistan’ın kontrolüne geçince 1914 için de şartlar hazırlanmış oldu. Ermeni ve Rumlardan topyekün kurtulmanın vakti gelmişti.
Bu yıllarda eski korkuların ve eski düşmanlıkların da hatırlanmaya başlandığını öğreniyoruz.

Örneğin, Yahudi cemaatinin geçmişte Rumlarla yaşadıkları “kan uyuşmazlığı” endişeleri yeniden baş göstermiştir. “Geçmişten beri ekonomik hayatta Yahudilerin rakibi olmuş Rumların sahip olduğu anti-semitik duygular bir kaygı oluşturmaktaydı. Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı boyunca Yakındoğu’daki Yahudi cemaatlerine yönelik kan iftirası suçlamaları Rum cemaatlerinden çıkmıştı. Selanik’in 1912 yılında Yunanlıların eline geçmesinden sonra buradaki Yahudi cemaatinin yaşadığı endişelerin aynısı, şimdi İzmir’de ve
Küçük Asya’nın diğer küçük yerleşim merkezlerinde yaşanmaktaydı.”(35) Artık savaş bitmiştir ve Osmanlı yenilenlerin tarafındadır.

Anadolu’daki Yunan askeri güçleri ile mücadele sırasında batıdaki kentlerdeki Yahudiler kaçıp İzmir’e toplanmışlardır. Aydın, Turgutlu, Manisa ve Urla’daki Alyans okullarının tahrip edilmiş olması ise Yunan güçleri ile Yahudi cemaati arasında savaşın habercisidir. Ancak İzmir’deki Alyans okulları, buradaki büyük yangından “mucize eseri” kurtulmuşlardır ve bunu da bir haber saymamız gerekiyor. Bilge Umar, “İzmir’de Yunanlıların Son Günleri” adlı eserinde büyük yangının Yunan kuvvetlerinin İzmir’den çekilmesinden beş gün sonra çıktığını haber vermektedir.(36) Yanan evler ise Rumların ve içindekilerle birlikte Ermenilerin evleridir. Umar, Falih Rıfkı Atay’dan şunları aktarıyor: “Gavur İzmir karanlıkta alev alev, gündüz tüte tüte yanıp bitti. Yangından sorumlu olanlar, o zaman bize söylendiğine göre, sadece Ermeni kundakçılar mı idi? Bu işte Nurettin Paşa’nın hayli marifeti olduğunu söyleyenler çoktu... İzmir’i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa, azınlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk? Birinci Dünya Harbinde Ermeniler tehcir olunduğu vakit Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, gene bu korku ile yakmıştık....”(37)

İzmir’de Rum ve Ermenilerin evleri yanarken, yangının Selanik’e sıçramış olduğunu bir başka kaynaktan öğreniyoruz. 1917’de Selanik’teki Yahudi mahalleleri de yanmaktadır (38) ve biz ne yazık ki Yunanlıların ve Ermenilerin kendi kendilerini yaktıklarına, Yahudilerin yanan yıkılan ev ve okullarının ise Türklere ait olduklarına inanıyoruz. Bir de İttihatçıların yürürlüğe koyduğu “Milli İktisat” politikası var. Ekonominin bir tür “millileştirilmesini
içeren bu politikanın da adresi bizi aynı yere götürüyor. Avcıoğlu “Milli Kurtuluş Tarihi” adlı çalışmasında milli iktisat politikasından en çok yararlanan unsurun Selanikli yahudi tüccarlar olduğunu belirtiyor.(39) Bu politika Girit ile ilgili gösteriler ve Yunan mallarına boykotla gelişir. Selanik ve İzmir’de boykot komiteleri kurulmuş, Genç Türkler, bütün İmparatorlukta Rum malı ve Rum tüccarı avına çıkmıştır. Bu arada İzmir ve Selanik’te yahudiler Rumların yerini almak için çabalamaktadır. “İzmir’de camilerde hocalar, boykot vaazları vermişlerdir. Rum dükkanları, boyalarla işaretlenmiştir. Rum gazeteleri taşıyanlar, coplarla kovalanmışlardır... Savaş her biçimi almaktadır: Bu bir yok etme savaşıdır. Rum ticaretinin yıkıntıları üzerinde, Selanikli Yahudilerin kurduğu yeni Ticaret Şirketi ve Triyeste Lloyd parlak işler yapmaktadırlar.”(40)

Avcıoğlu, ABD elçisinin boykot izlenimlerini şöyle anlatıyor: “Bütün Hıristiyanlara karşı, yalnız Küçük Asya’da değil, İstanbul’da da resmi bir boykota girişildi. Türklerle, Hıristiyanlardan daima daha iyi ilişkiler sürdüren yahudiler boykotun dışında kaldı. Resmi kişiler, dükkan kapılarına milliyetini ve işini yazmalarını Yahudilerden özellikle istediler. Yahudiler, ‘Avram, yahudi, terzi’, ‘İzak, yahudi, ayakkabıcı’ gibi yazılar koydular. Bu boykotu, Türkiye’nin tepetaklak milli düzeninin belirtisi saydım. Zira bir millet, kendi uyruklarına karşı ticari boykota girişiyordu.”(41) Bu ekonomik kuşatmanın yanı sıra Teşkilat-ı Mahsusa da Rumları kaçırmak için faaliyettedir. Rum köyleri basılmakta, insanları öldürülmekte, yakılıp yağmalanmaktadır. Rumlar panik içinde arkalarında bin yıllık yurtlarını bırakarak kaçışmaktadır.

Avcıoğlu, bir Fransız tarihçiye atfen şunları aktarmaktadır: “Demek oluyor ki, Türk milliyetçiliğinin gerisinde, Yunan ticaretini, Yunan milliyetini ve Doğudaki bütün eski sorumluları yok etmeye kararlı yahudiler, Almanya ve Avusturya vardır. Bu bir yağma savaşıdır. Türkler, bu işte Almanların öncüleridir. Almanya Rusları Kuzeye, İngiltere’yi Güneye itmektedir. Yerini alabilmesi için,Almanya’nın Helenizm’i boğması gereklidir.”(42)

1918 Devrimi

2 Kasım 1918 gecesi Talat, Enver ve Cemal Paşalar ile vali ve polis müdürü Bedri ve Azmi, Dr. Bahattin Şakir, Dr. Nazım, ve Dr. Rüsuhi Bey bir Alman torpidosuna binerek Karadeniz’e açılmışlardır. Sivastopol’a çıkan yolcular geride Enver’i bırakarak Berlin’e doğru harekete geçmişlerdir. Çoğu için bu yolculuğun geri dönüşü yoktur. Çünkü artık kaderleri ile baş başadırlar ve Ermeniler öldürmek üzere her birinin peşindedir.

2 Kasım gecesinden sonra gelişen olaylar ise tıpkı 1908’de Selanik’te yaşananlar gibi bir “devrim” görüntüsü vermektedir. İttihatçıların kaçışı ile İzzet Paşa kabinesi devrilmiştir. İlk olarak firari paşaların mal ve paralarına el konulmuştur, tehcir suçlarıyla ilgili yargılama süreci başlatılmıştır. Genel af kampanyası çıkarılmış, İttihat ve Terakkicilerin kurduğu şirketlere ve Milli Kalkınma Bankasına el konulmuştur. İttihatçı mebuslardan Fevzi ve Zülfü Beyler tutuklanmıştır. Dr. Raşit Bey hapishaneden kaçmış sonra intihar etmiştir. İttihatçı liderler grubu tutuklanmış, divan-ı harpte yargılama Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Beyin duruşması ile başlamıştır.

İttihat ve Terakki’nin parasına, taşınır taşınmaz mallarına el konulmuştur. İT’nin ülke dışına kaçan muhalifleri dönmeye başlamış, Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey idam edilmiştir. İngilizlere yapılan başvuru üzerine 66 ittihatçı sürgüne gönderilmiştir. Tehcir edilenlerden şikayetçi olanların ihbarlarının beklendiği ilan edilmiştir. Meşrutiyetin ilanından sonra sürgüne gönderilmiş olan memurların durumu düzeltilmiş ölen kişilerin ailelerine maaş bağlanmıştır. Tunaya, Divan-ı Harplerce idama mahkum edilen İttihatçıları şöyle sıralıyor: Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey, Talat, Enver, Cemal Paşalar ve Dr. Nazım Bey, Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuat Paşa, Kara Vasıf Bey, eski Washington sefiri Alfred Rüstem Bey, Dr. Adnan Bey ve Halide Edip Hanım, Kavaklı Fevzi (Çakmak) Paşa, Katib-i Mesul Cemal Oğuz Bey ve arkadaşları, Selahattin, Fahrettin Yusuf İzzet, İsmail Fazıl Paşalar, Miralay İzmirli İsmet (İnönü), Miralay Bekir Sami, Celalettin Arif, Cami, Hamdullah Suphi, Hakkı Behiç, Dr. Rıza Nur, Yusuf Kemal Beyler, Erzurumlu Mehmet Necati Bey, Dr. Bahattin Şakir Bey, Cemal Azmi ve Nail Beyler. (43) İttihat ve Terakkinin önde gelenleri kaçmıştır ama kısa aralıklarla Ermeniler tarafından öldürüleceklerdir. Osmanlı içindeki azınlık burjuva sınıflarının iç çatışmaları İttihat ve Terakki açısından bu biçimde sona erecektir.

Yatırım Almanlar’a yapılmış ancak, Almanlar kaybetmiştir. Öte yandan, Osmanlı
İmparatorluğu’nun Almanya’nın yanında savaşa katılması ile İngiltere’nin, siyonistlerin ilgilendiği bölgeye ilgisi artmıştır. Fransa, Süveyş Kanalı etrafında yerleşmektedir ve İngiltere, Fransız kontrolü altındaki Suriye ile bu bölge arasında bir “tampon bölge” oluşturma planı yapmaktadır. Bunun en iyi yolu ise Yahudilerin bölgedeki etkinliğinin artmasından geçmektedir. Bir yandan Haşimi Şerif Hüseyin’e Osmanlılar’a karşı ayaklanması karşılığında krallık vaadinde bulunurken, öte yandan siyonistlerin önünü açmıştır. 1917 yılında Balfour Bildirisi ile Yahudilerin Filistin’de bir yurt kurma hakkını tanımıştır. Bildiri, Balfour tarafından, Lionel Walter Rotschild’e özel bir mektupla bildirmişti.(44) Yahudiler için Alman cephesinin ötesine geçip İngilizlerin safına katılmak hiç de zor değildir. Almancıların devri kapanmıştır, gün artık İngilizcilerin günüdür.
Filistin’de, Osmanlı dönemi bittiğinde artık bir siyonizm sorunu vardı. Bütün bölgede siyonist koloniler kurulmuş, İngiliz ve Fransız emperyalizmi için bölgede yeni bir ileri karakol oluşmuştu. İngilizler, Filistin’de kuracakları bir siyonist devlet aracılığıyla Süveyş Kanalı üzerinde kontrol kurmak için harekete geçmişti.

Sonra Amerikalılar geldi ve İngilizleri bölgeden çıkardı. Artık ABD’nin kontrolünde olan Birleşmiş Milletler 1947’de toprağın yüzde 5,7’sini elinde bulunduran Siyonistlere ülkenin yüzde57’sini öneriyordu.

Cavit: Zulümdür bu zulüm

Artık, İttihat ve Terakki içinde adı Almancıya çıkmışlar işsiz, dağınık ve ürkek bir vaziyettedir. İmparatorluk devri kapanmış ve yerine Kemalist bir Cumhuriyet inşa edilmiştir. İttihatçılık gözden düşmüş, gereksiz ve tehlikeli sayılır olmuştur. Geride kalanlar ne yapacaklarını bilmez bir halde serseri mayın gibi dolaşmaktadır.

Gerçekten bir suikast planı var mıydı? Bunun hiç önemi bulunmuyor. 1926 yılında açık hesapların bir şekilde kapatılma vakti geldiği bellidir. İzmir Suikastı, Motorcu Giritli Şevki’nin İzmir Valisi’ne koşup, İttihatçıları ihbar etmesiyle ortaya çıkmıştır. 17 Haziran 1926’da İzmir Valisi Kazım Paşaya “suikast” hazırlığını anlatan Giritli Şevki’nin bir gün önce Karşıyaka’da “İdris’in Bahçesi”nde Mustafa Kemal’i öldürmek için yemin edenler arasında olduğunu öğreniyoruz.

Bu yeminli ispiyoncunun suikast var diye valiye koşmasının ardından önce ortalıkta dolaşan ittihatçılar, ardından yeni iktidara yan bakanlar toplanıp, İstiklal Mahkemelerinin önüne çıkarılmışlardır. Suikastçıların çoğu, odalarında uyurken yakalanmıştır. Polis tutanakları, çoğunun silahlı ve bombalı olduğunu ileri sürmelerine karşın, en ufak bir direniş gösterilmemiş, polis, suikastçıları eliyle koymuş gibi bulmuştur. Bir tek Kara Kemal’in saklandığı yerde, yakalanacağını anlayınca “intihar ettiği” rapor edilmiştir.

En büyük av ise kuşkusuz, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin en etkili isimlerinden Avdeti Maliyeci Cavit’tir. Mahkeme gaddar, avukatların “savunma oyunlarına” pirim vermeyecek kadar uyanıktır. Sonuca çok çabuk ulaşılır, suikast suçu sabittir. Cavit, İzmir’den Ankara’ya taşınır ve mahkemesi orada görülür.
İdam kararı çıkmıştır ancak iki gün sonra “Zafer Bayramı” vardır. Yeni Ceza Kanunu’na göre resmi bayram günlerinde idam hükümleri infaz edilmemektedir. İdam bu yüzden bayram öncesine yetiştirilir. Gerisi şöyle:

“Cavit Bey hücresinden alınarak, hapishane müdürünün odasına götürülmüştü. Odada müdür ile, İstiklal Mahkemesi müddei umumi müşaviri, jandarma kumandanı ve bir imam vardı. Müşavir Bey, Cavid Beye yaklaşarak, hükmün hülasasını ağır ağır okurken, Cavid Bey sarardıkça sararıyor, titriyor, gözlerini yumuyordu.
-İdam kelimesini işitince sarsıldı:
-Yaaaa?... Demek, böyle?... Yazıklar olsun!...
diyebildi.

İmamın dini telkinlerini sessizce dinleyip, dediklerini yaparak, sırtına geçirilen beyaz gömleği görmemek ister gibi, başını kaldırıp, gözlerini duvara dikti ve açılan kapıdan, her zamanki gibi sert adımlarla çıktı.

Dışarıda, hapishanenin önüne dizilmiş sehpalara kadar yaklaşmak istercesine kaynaşan kalabalığı güç halle zapteden süngülü jandarmaların açabildikleri sahada bir lahza duraklayarak, koluna girenleri terk eden Cavit Bey, götürüldüğü hapishanenin Yenişehir’e nazır cephesinin solundaki sehpaya yaklaştığı vakit, inanılmayacak derecede sükun bulmuş, telaşsız ve metin görünüyordu. Kendisine yaklaşıp da, son bir dileği olup olmadığını soran memurun, hüviyetini merak edip, adli tabip olduğunu anlayınca son derece yumuşak bir sesle:
-Sizden bir ricam var Doktor Bey!... Hüseyin Cahit Bey buradadır. Lütfen kendisini görünüz. Selamımı söyleyiniz. Çocuklarımın ve refikamın gözlerinden öpsün... Gazi Paşa Hazretlerine de selam ve hürmetlerimi söyleyin!... Heyeti hakimeye veda edemedim.... Allahaısmarladık” dedikten sonra, sehpanın altındaki masanın üstüne çıkmış, sandalyenin önünde durmuş ve birdenbire sesini yükselterek:
-Allah’ın laneti zalimin üstündedir. Zulümdür bu zulüm!... diye bağırmış...”(45)
Maliyeci Cavit’in idamı, Osmanlı’nın son döneminde kurulan karmaşık ilişkilerin bir dönüm noktasıdır.

Bir Türkçü: Munis Tekinalp

1883 doğumlu Munis Tekinalp (Moiz Kohen) Aliyans okulu mezunu İttihatçılardan biriydi. 1906 yılında onu Selanik’te Yeni Asır gazetesinde yazar olarak görüyoruz. Türkçülük akımının en önemli isimlerinden biriydi. Ziya Gökalp’in müridiydi. Türk Yurdu, Türk Derneği, Yeni Mecmua gibi yayınlarda Türkçülük üzerine yazılar yazdı. Birçok Türkçü derneğin kurucusu ve yöneticisiydi. 1928 yılında “Türkçülük” ile ilgili bir yayınına “Evamiri
eşare” (on emir) adını uygun bulmuştu. Tekinalp gerçekte bir hahamdı ancak hiç hahamlık yapmamıştı. Selanik’te mason örgütlerinin içindeydi. 1909 Aralık ayında Hamburg’da yapılan “Dünya Siyonist Kongresi”ne Selanik delegesi olarak katılmıştı. Ancak kongrede “Filistin’de bir Yahudi Yurdu” kurma fikrine karşı çıktığı, bunun için Osmanlı topraklarının daha uygun olduğu fikrini desteklediği belirtiliyor. 1908’den hemen önce İttihat ve Terakki’nin içindeydi.
Cumhuriyetin kurulmasından sonra onu sıkı bir Kemalist olarak görüyoruz. Kemalizm ideolojisini tanıtan yazı ve kitaplarına, CHP’nin sıkı militanlığını eklemişti. Ancak 1942 yılında konulan Varlık Vergisi uygulamasının kurbanlarından biri olmaktan kurtulamamıştı. Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri, bütün bunlara rağmen onu Yahudi kabul etmiş ve bu durumuna uygun bir vergi kesmişti. 1945’de onu İstanbul Belediyesi Meclis üyesi olarak görüyoruz. 1954 ve 1957 seçimlerinde CHP milletvekili adayıydı ancak kazanamamıştı.
O yıllarda İstanbul Tüccar Derneği’nin genel sekreteriydi. Tekinalp, Türk Dil Kurumu üyeliğine de seçilebilmişti. Tütün ihracatı ile de uğraşıyordu. 1956’da Dış İşleri Bakanlığı’na başvurarak Nice kentine fahri başkonsolos olarak atanmasını istemişti. Bu isteği kabul görmedi. Tekinalp, 1961 yılında Nice’de öldü ve oradaki Yahudi mezarlığına gömüldü.

Görünüşte ömrü “Türkleştirme” çabası ile geçmişti ama öldüğündü kendisini bile
Türkleştirememişti. (46)

Notlar:
1- Timur, Taner. Batı, Irkçılık, Ulusal Kimliğimiz. Yapıt. Haziran-Temmuz 1984. Sayı 5.
2- Oba, Ali Engin. Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu. İmge. Ankara 1995. s.124.
3-A.g.e. s.124.
4-Timur. A.g.d.
5-Oba. A.g.e. s.130.
6-Ataöv, Türkkaya. Siyonizm ve Irkçılık. AÜSBFY. Ankara 1982. s.28.
7-Avcıoğlu, Doğan. Türkiye’nin Düzeni. Bilgi. Ankara 1969. s.144.
8-A.g.e. s.144.
9-Yetkin, Çetin. Türkiye’nin Devlet Yaşamında Yahudiler. Gözlem. İstanbul 1996. s.128.
10-A.g.e. s.137.
11-Avcıoğlu. A.g.e. s.167.
12-A.g.e. s. 167. Dipnot.
13-A.g.e. s.167.
14-Goloğlu, Orhan. İttihatçılar ve Masonlar. Gür. İstanbul 1991. s.175.
15-Tunaya, Tarık Zafer. Türkiye’de Siyasal Partiler. Cilt 3. s.222.
16-Galanti, Avram. Türkler ve Yahudiler. Tan. İstanbul 1947. s.80.
17-Goloğlu. A.g.e. s.16.
18-A.g.e. s.16.
19-A.g.e. s.20.
20-A.g.e. s.20
21-Aktaran Goloğlu. A.g.e. s.22-23.
22-A.g.e. s.343-344.
23-Rodrigue, Aron. Türkiye Yahudilerinin Batılılaşması. Çev. İbrahim Yıldız. Ayraç. Ankara
1997. s.188.
24-A.g.e. s.189.
25-Lewis, Bernard. Modern Türkiye’nin Doğuşu. Çeviri Metin Kıratlı. TTK Ankara 1998. s.211.
26-Rodrıgue. A.g.e. s.189.
27-A.g.e. s.191.
28-Goloğlu. A.g.e. s.99.
29-Avcıoğlu. A.g.e. s.168.
30-Tunaya. A.g.e. s.152.
31-Goloğlu. A.g.e. s.177.
32-Bkz. Goloğlu. A.g.e. s.208 ve devamı.
33-A.g.e. s.334.
34-Yetkin. A.g.e. s.161.
35-Rodrıgue. A.g.e. s.246.
36-Umar, Bilge. İzmir’de Yunanlıların Son Günleri.
Bilgi. Ankara 1974. s.322.
37-A.g.e. s.327-328.
38-Yetkin. A.g.e. s.169.
39-Avcıoğlu, Doğan. Milli Kurtuluş Tarihi. Cilt 3. Tekin. İstanbul 1979. s.1108.
40-A.g.e. s.1111.
41-A.g.e. s.1112.
42-A.g.e. s.1111-1112.
43-Tunaya. A.g.e. s.560.
44-Basalel, Yusuf. Yahudi Tarihi. Üniversal. İstanbul 2000. s.94.
45-Erman, Azmi Nihat. İzmir Suikastı ve İstiklal Mahkemeleri. Temel. İstanbul 1971. s.188-189.
46-Yetkin. A.g.e. s.232-233-234.

EK YAZILAR:
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER GENEL KURULU’NUN 3379 SAYILI VE 10 KASIM 1975 TARİHLİ KARARI

Genel Kurul,

Irk Ayrımının Bütün Biçimlerinin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Birleşmiş Milletler Bildirisi’ni ilan eden 1904 (XVIII) sayılı ve 20 Kasım 1963 tarihli kararını ve özellikle “ırksal farklılık ya da üstünlük iddiasındaki herhangi bir doktrinin bilimsel bakımdan yanlış, ahlaken kınanması gereken ve toplumsal yönden adalete aykırı ve tehlikeli” olduğunu vurgulamasını ve “dünyanın bazı bölgelerinde, bir kısmının yasal, yönetimsel ya da başka önlemlerle hükümetlerce uygulandığı ırk ayrımı olaylarına hala rastlanmasından ötürü” kaygılanmasını anımsayarak,

3151 G (XXVIII) sayılı ve 14 Aralık 1973 tarihli kararında, inter alia, Genel Kurulun Güney Afrika ırkçılığı ile Siyonizm arasındaki kutsal olmayan ittifakı kınadığını da anımsayarak,

19 Haziran ve 2 Temmuz 1975 tarihleri arasında Mexico City’de yer alan Uluslar arası Kadınlar Yılı Dünya Konferansı’nda ilan edilen ve “uluslar arası işbirliği ve barışın, halkların onuru ve kendi geleceklerini kendilerinin saptamaları hakkının tanınması olduğu kadar, ulusal kurtuluş ve bağımsızlığın elde edilmesini, sömürgecilik, yeni-sömürgecilik, yabancı işgal, Siyonizm, apartheid ve ırk ayrımının bütün biçimlerinin ortadan kaldırılmasını gerektirdiği”ne ilişkin ilkeyi benimsemiş olan Kadınların Eşitliği ve Barışın Gelişmesine Katkıları Meksika bildirisini dikkate alarak,

28 Temmuz ve 1 Ağustos 1975 tarihleri arasında Kampala’da yer alan Afrika Birliği Örgütü Devlet ve Hükümet Başkanları Meclisinde kabul edilen ve “ işgal altındaki Filistin’deki ırkçı rejimle Zimbabwe ve Güney Afrika’daki ırkçı rejimlerin, bir bütün oluşturan ve aynı ırkçı yapıya sahip olarak ve insan onuru ile bütünlüğünü baskı altında tutmayı hedef alan siyasetleriyle organik bağlar kurarak, ortak emperyalist kökeni olduğunu” söyleyen 77 (XII) sayılı kararı da dikkate alarak,

25 ve 30 Ağustos 1975 tarihlerinde Lima’da (Peru) yer alan Bağlantısız Ülkeler Dış İşleri Bakanları Konferansı’nda kabul edilen ve Siyonizmi çok ciddi biçimde dünya barışı ve güvenliği için bir tehdit sayıp bütün ülkeleri bu ırkçı ve emperyalist ideolojiye karşı çağıran Uluslar arası Barış ve Güvenliği güçlendirme ve Bağlantısız Ülkeler Arasında Dayanışma ve Karşılıklı Yardımı pekiştirmeğe ilişkin Siyasal Bildiri ve Stratejiyi de dikkate alarak,

ı. Siyonizmin bir çeşit ırkçılık ve ırk ayrımı olduğuna karar verir.

Selanik 1908 ya da Paris 1789 (*)

“Tarihçiler ve siyaset uzmanlarına göre, İkinci Meşrutiyet dönemi, 10 Temmuz 1324 (23 Temmuz 1908)’de başlatılır. Bir bakıma bu saptama yanlış değildir. Hukuksal bakımdan da doğrudur.

Çünkü Sultan Hamid 1293 (1876) Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe konacağını (ya da koyacağını) 11 Temmuz günü yayımladığı bir İrade ile resmen ilan etmiştir.

Sosyal ve siyasal gelişmeleri izleyen incelemelerin yazarları bu tarihi 1889’da gerilere götürebilir. Onlar da haklıdır. Bu kadar uzağın ayrıntılarına girmeyeceğiz:

Reval Buluşması (10 Haziran 1908), Rumeli’deki ihtilalcilerin yüzlerini değiştirmiştir. 10 Haziran’la 10 Temmuz (23 Temmuz 1908) arasındaki bir buçuk ay içinde çok şeyler olmuştur. Ve bir ‘devir’ bıçakla kesilir gibi, kendinden önceki ‘devir’den kopmuştur. 10 Temmuz’dan önce, başhafiye Fehim Paşa gibi konuşuluyordu. 10 Temmuz’da herkes sanki birer Namık Kemal’dir.
O gün Manastır’da bazı eylemler olmuştur. Mekteb-i Harbiye Ders Nazırı Vehip Bey (sonra Paşa) ünlü söylevini vermiştir. Aynı akşam şehir parkında üç yüz kadar subay askeri bandoya zorla Fransız milli marşı Marseyez’i çaldırmışlardır. Manastır valisi istifa zorunda bırakılmıştır. Subaylar Yıldız’dan ayrı olarak ‘Hürriyet ilan etmişler’, ‘heykel-i istibdadı’ yıkmışlardır.

O gün Selanik’te de çılgınlığa varan bayram gösterileri, tüm kenti kaplamıştır. Her köşe başında, her kahvede ‘hatipler’ vardır. Türkçe, İspanyolca, Fransızca ve Rumca söylevler vermektedirler. Polis memurları, hiçbir şeye karışmayan dinleyiciler arasındadırlar. Duvarlara yapıştırılmış bildirilerin başında, elleri tabancalarının kabzasında, ‘fedailer’ nöbet tutmaktadır. Bildirileri meraklılara yorumlamaktadırlar. 1789’un fikirleri sanki her yerden fışkırmaktadır.
Lokantalar bedava yemek vermektedirler. Olimpos Meydanı’na çıkan sokaklar hıncahınç doludur. Gece yarısı, çılgınlık son haddine varmıştır. Hüseyin Hilmi Paşa, Abdülhamit’in İradesini halka bildirdiği zaman, padişah kulları çoktan vatandaş olmuşlardı. Bildiri, Marseyez nağmelerinin verdiği çoşku ile dinleniyordu. Düşmanlar kardeş olmuşlardı...

Henüz 1789’daydılar. Avrupa’yı baştan başa sarmış olan 1848 ihtilalleri sanki yapılmamıştı.”

* Tarık Zafer Tunaya. Türkiye’de Siyasal Partiler. 3.Cilt. s.21-22


Osmanlı Meclisi Meb’usanında Siyonizm Tartışması (*)

Siyonist projeyi Osmanlıyı soyarak finanse ettiler

“Bu konuyu ilk kez kürsüye getiren Gümülcine Meb’usu İsmail Hakkı bey oldu.

İsmail Hakkı bey, ikinci Meclisi Mebusan’da İttihat ve Terakki Fırkasından üye seçilmiş fakat muhalefet kanadını oluşturarak gidişe karşı çıkmış ve daha sonra da Ahali Fırkası’nı kurmuştu (21 Şubat 1910). İttihat ve Terakki Fırkasından Meclis içinde ilk kopma Ahali Fırkası ile başlar.

Tutarlı eleştirileriyle ilgi çeken Karasi mebusu Vasfi efendi, Tokat meb’usu Mustafa Sabri efendi Ahali Fırkasının Meclisteki gücüne katkıda bulunmuşlardı.

Fırka programında, Ayan Meclisi üyelerinin belli bir bölümünün ulusca seçilmesini öngören madde ilgi çekicidir.

Tümünün Padişah tarafından atanmasına bir karşı çıkmaydı bu. ..

O gün 48. Birleşimde Ahali Fırkasının başkanı İsmail Hakkı bey, önemli bir konuya değinmekte, şunları söylemekteydi:

İsmail bey (Gümülcine) – Berlin’de kurulan cemiyetin kararlarından bazı maddeleri arz edersem, amaçları tam anlaşılmış olacak ve sorun da artık açıklanmaktan kurtulacaktır. ‘Osmanlı devleti yönetiminde, meşrutiyetin şanlı biçimde oluşmasından beri Meclisi Mebusanın sayın üyelerinden bazılarıyla, Genç Türk’ler ve onların düşün alanı olan dergiler, ortak görüş ve düşünceleri belirtmişlerdir.’ (Gürültü) Asıl aşağıda musevilerin Filistin toprağında yerleşmesine arka çıkanlar hakkında bir takım düşünceler var. Başka bir maddede Cemiyetin başkan ve üyeleri arasında, ülkemizde yüksek makamları işgal etmekte bulunan bazı kişilerin var olduğu yazılıdır ve bu layihanın diğer bir maddesinde...

Başbakan Hakkı Paşa – Bu yüksek makamı bizde mi işgal ediyorlar?

İsmail bey – Evet, öyle diyor.

Talat bey (Edirne) – İzin veriniz efendim. Bu sorunu anlatacağım. İsmail bey bundan bir mistere bir sır gibi söz ediyor. Oysa bu kararları aldıktan sonra buraya bir adam göndermişler ve hükümete baş vurarak Osmanlı ülkesinde Yahudi yerleşimi için izin almak istemişler. Bendeniz o adamla, yani cemiyetin sekreteri ile görüştüm. Tekliflerinin hükümetçe kesinlikle kabul edilmeyeceğini söyledim. Ve bu adam Cavit beyden randevu istedi. Cavit bey kendisiyle görüşmeyi kabul etmeyeceğini söyledi ve görüşmedi.

Lütfi Fikri bey (Dersim) – Görüşmesinde bir engel vardır.

Talat bey (Edirne) – Her şeyden bir anlam çıkarıyorsunuz. Fakat namus sorunudur. Herkesin namusuyla oynamayın.(Talat Paşa, Lütfi beyin Cavit bey için ‘Dönme’ imasında bulunmasına yanıt veriyor.)

İsmail bey (Gümülcine) – Cemiyetin kararlarının bir maddesinde diyor ki ‘Türklerin girişimimize en uygun görünen yeri Şattülarab, Suriye, Filistin. Musevi nüfusunu uygun biçimde genişletip yoğunlaştırmak tezi bize son derece önemli görünüyor. Osmanlı devleti Musevi göçmenlere kapılarını açık bulundurduğunda, yüksek makamları işgal etmekte bulunan mezhepdaşlarımız bütün etkinliklerini Osmanlı hükümetinin politik ve ekonomik gelişmesi için kullanacaktır. Böylece yüce devlete güvenli ve etkili ortaklık yolu açılacaktır. Kuşkusuz bu ortaklığı oluşturacak Osmanlı devlet adamları ilahiri...

Başbakan – Rical-i Osmani’den aşağısını da okuyunuz. Bir şey var gibi.

İsmail bey – Rical-i Osmani de yararlanacaktır diyor.

Başbakan – Yani para kazanacaklar.

İsmail bey – Hayır, o demek değil. Yörenin imarından söz edilmek isteniyor. Çünkü Irak’ı geliştirecekler, imar edecekler. Irak’tan aşar vergisince yararlanacaklar demek istiyor.

Başbakan – Yani ülke değil, rical-i Osmani yararlanacak.

İsmail bey – Bunların amacı bu. Bunlar fettan adamlar ve hem de akçeli adamlar oldukları için, başka biçimde Osmanlı hükümetini güç duruma düşürüp kendilerine sığınmaya zorunlu bırakıp, amaçlarını desteklemek istemişler. Fakat bu gün o amaç desteklenmemiştir. Fakat koydukları, vaaz ettikleri parmak etkisini göstermektedir. Bunun için ben de burada söz konusu etmeyi gerekli gördüm ve bu gibi sorunlarda uyanık durmak gereğini arz etmek istedim.

Rıza Tevfik bey – Cavit beyi aldatamazlar. Cavit bey hiç böyle şeylere inanır mı?

İsmail bey (devamla)- Osmanlı ülkesinde bunların kökleşmesi, kurumlaşması ilk kez ne ile başladı? Denilebilir ki aynı mesleğe yararlı olan Sir Ernst Cassel tarafından başlatıldı ve Milli Banka tarafından başlatıldı. (Kişiye ait söz istemez sesleri.)

Başbakan – Söyleyin, söyleyin.

İsmail bey (Gümülcine) – Söylerim, ben söylerim. Bu banka, onların sermayesi ile kuruldu ve adına Milli Banka (Banka İttihat ve Terakki’nin kontrolündeydi, 1918 yılında el konuldu o.g.) denildi. Elbette bu Milli Banka, burada güçlenecek, varlıklanacak ve ülkemizde bir çok mali sorunları eline alacak, çalışacak, kazanacak ve Osmanlı maliyesinde önemli bir yeri edinecek, Talat bey tarafından red edildiği söylenen amaca ulaşmak için el altından çalışacak... Osmanlı ülkesinde maliye sorunlarını ve mali kuruluşları, imarı, şirketleri vesaireyi avuçlarının içine alarak bu yolda isteklerine ulaşmak isteyenlerin en birincisi halen büyük bayındırlık işlerinin hepsinde, oy sahibi, etki sahibi, varlık sahibi olan, Lütfi Fikri beyin de geçen günlerin birinde adını söylediği, Salem’dir.

Talat bey (Edirne) – Ayıptır, o adam bu memleketin en namuslu adamıdır.

Başkan – Bu sözlerle Salem beyin namusuna halel gelmez.

İsmail bey (Gümülcine) – Ben size isim söylemeyeyim dedim, siz istediniz.

Hamdi efendi (Antalya) – Niye kızıyorlar, ne oluyor?

Başbakan (İbrahim Hakkı Paşa) – İzin veriniz. Şimdi İsmail beyefendinin söylediği sözler, gerçekten gayet kusursuz hayali bir roman oluşturuyor. Bir roman ki, bundan önceki Hakan döneminde de bundan daha güzeli yapılamazdı.

Lütfi Fikri bey (Dersim) – Sizin tercüme ettiklerinizden iyi mi idi Paşa Hazretleri.(Başbakanın Abdülhamit için çevirdiği polisiye romanlara gönderme yapıyor.)

Başbakan – İyi ondan da iyi. Yalınız İsmail beyefendinin iyi niyetinde kuşku yok. Çünkü söylerken çekingenliğinden anlıyorum ki bu, kendilerine hikaye edilmiş bir romandır.

İsmail bey (Gümülcine) - Bende bir layiha daha var.

Başbakan - İzin veriniz, size itiraz etmiyorum ki, ne cevap veriyorsunuz? O nedenle İsmail beyefendinin zihninde yer eden gerçekten bu ülkede gizli ve zararlı büyük işler olduğunu ve bir takım kişilerin büyük roller oynadığı gibi düşünceler oluşmuş. Yani, bu ülke, yakında bir İsrail devleti haline girecek ya da buna benzer bir şey olacak. Öte yandan görüyorum ki, bu ülkede namuslu tanınmış yahut yabancı olup da ülkemizde çeşitli durumda hizmet etmeye çalışmış, ama dostluk derecesinde hizmet görmeye çalışmış adamlara da bir takım suçlamalar yapılıyor... Birkaç siyonist budalanın, birkaç delinin, birkaç ahmakın düşünce ve hayale kapılmasını kabul ediyormuşuz gibi, musevi yurttaşlarımızın bir zan ve kuşkuya kapılmamalarını sağlamak için bu sorun açıklığa kavuşmalıdır. Meclisi Meb’usanda İsmail bey gibi Fırka başkanı bir meb’usun bu düşün ve kanıda devam etmemesi için de açıklığa kavuşması gerekir. O nedenle kendileri tüm bildiklerini söylesinler, biz de bildiklerimizi söyleyelim.(Alkışlar)

İsmail bey (Gümülcine) – Zaten Başbakanın bu derece kuşkulanması gereksizdir. Çünkü böyle bir İsrail devleti oluşması olmadığı gibi...

Gani bey (Tokat) – Devam ediniz.

İsmail bey ( devamla) – Gerçekten bizde böyle bir hükümet teşekkül etmek olasılığını kabul ederiz ve bunu demin de söyledim. Fakat bunu bir roman tarzında değil, görüntülerini belli etmiş olan bu sorunu incelemek gerekiyor. Şimdiye dek, uğradığımız belalara, hiçbir şeye vaktiyle önem vermemek, hiçbir şeyi benimsememek yüzünden uğramadık ki? Bir şey gelir, adam bu şeyin önemi yok deriz, hayal deriz, o hayal, bu hayal, hepsi hayal. Potsdam
görüşmesi de hayal. Fakat biz inceleyelim de zarar yok hepsi hayal olsun.


İsmail Kemal bey (Berat) – Eski dönemde de örnekler söylenmiş ve doğru çıkmıştı. Başbakan Paşa nasıl inkar ediyor?

İsmail bey (devamla) – [b]Bu gibi kişiler burada mali meseleleri, mali kuruluşları güdüm ve baskı altına almak ve gerektiğinde maliye uzmanlarını başka noktalara yöneltmek ve o suretle istediklerinde başarı sağlamak için, borç sorununu o yollara yönelttiler. Borç sorununu incelerseniz, Credite Foncier gibi, Romanya’da ötede beride sürekli arazi alan Credite Mobilier gibi ve Bank Dreyfus gibi bankaların var olduğunu görürsünüz. Bu siyonist yanlısı bankalar tarafından yapılmak ist
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Eyl 08, 2010 10:08 pm    Mesaj konusu: devam Alıntıyla Cevap Gönder

(devam)

İsmail bey (devamla) – Bu gibi kişiler burada mali meseleleri, mali kuruluşları güdüm ve baskı altına almak ve gerektiğinde maliye uzmanlarını başka noktalara yöneltmek ve o suretle istediklerinde başarı sağlamak için, borç sorununu o yollara yönelttiler. Borç sorununu incelerseniz, Credite Foncier gibi, Romanya’da ötede beride sürekli arazi alan Credite Mobilier gibi ve Bank Dreyfus gibi bankaların var olduğunu görürsünüz. Bu siyonist yanlısı bankalar tarafından yapılmak istenenin, öyle Başbakan’ın dediği gibi hayal diyerek geçiştirmek değil, önemle ele alınmaya değer olduğu ortaya çıkar.

Başbakan – Avrupa’nın bazı yerlerinde Musevi ahali kötü işlem görüyor ya da ülkenin yasaları musevi ahaliye bir takım sanayi ve tarımı kayıtladıkları için orada bulunan musevi ahali göç etmeye zorunlu kalıyorlar. Bilginiz içindedir ki Avrupa’da bir takım varlıklı musevi vardır. Bunlar doğal olarak onları öteye beriye yerleştirip refaha kavuşturmak istiyorlar. Nitekim ölü Baron Hirsch, gayet çok olan varlığının bir bölümünü bu hayırlı işe bırakmıştı.
Baron Hirsch’in bu yolda büyük harcamalar yaptığı hepimizin bilgisi içindedir. Daima bunun için bir takım kuruluşlar oluşturulmaktadır. Arjantin’de gerek Rochild ve gerek Baron Hirsch’in vakfına ait bir çok kurum vardır. Bu ülkede onbinlerce, yüzbinlerce Rusya’dan, Lehistan’dan, Almanya’dan göç eden museviler yerleşmiş ve bayındır yapılar meydana getirmişlerdir. İşte bu türden ülkemizin de bazı yerleri, Suriye ve Filistin kıtaları göçmenlerin
yerleşmesi için bu varlıklı musevilerin hatırına gelmiştir. Hatta vaktiyle Sultan Aziz döneminde bir yasa önergesi hazırlanmıştı. Koşulsuz her ülkeden göçmen kabul edilecekti. O vakit devletin koşulsuz göçmen kabul etmesi kaydından yararlanarak gerek musevi, gerek bir takım Alman göçmenler Filistin ve Suriye yörelerinde yerleştiler.
Şimdi gelelim bu sorunun borçla ilintisine. Bilmem İsmail bey benim vicdanıma, iyi niyetime ne dereceye kadar güven buyuruyorlar. Gerçi sözlerinden hakkımda yüksek güvenleri olduğunu zannediyorum, bundan ötürü beni pek az namuslu adam addediyorsa size güven veririm ki...

İsmail bey (Gümülcine) – Tamamıyle namuslu addederim.

Başbakan (devamla) – Bu borç sorununun siyonizm ile bir ilişkisi yoktur. Bir kez Sir Ernst Cassel’den bahsettiler. Mısır’da varlık edinmiş, İngiltere uyruğundan bir adamdır. Bu adam sanırım ki çalışmasına bizim ülkemizde başlamış, sonra gene bizim ülkemizde varlık edinmiştir. Bu adam Mısır’da bir Milli Banka kurmuş. Mısır’daki Milli Banka hayli başarılarda bulunmuş. Fakat hiç getirip de iki museviyi yerleştirmemiş, hiç böyle şey yok. Böyle bir şeye çaba harcamamış... Sir Ernst Cassel, Osmanlı devletinin dostu bir adam, daima hükümete sevgisini açıklamış bir adamdır. Bu adam bilmiyorum vaktiyle musevi mi idi? Gerçekten Sir Ernst Cassel’in Osmanlı devleti hakkında dostluk duyguları vardır. Biz bundan eminiz. Dostluk duyguları olması nedeniyle bizim için değerli bir dosttur. Yani Osmanlı kavmi için bir zararı yoktur.
......
Rıza Salih bey (Beyrut) – İsmail beyin Musevi topluluğunun (fakat amacım kesinlikle yerli olanlar hakkında değildir) Filistin toprağında bir hükümet oluşturmak düşüncesinde olduğuna ait söyledikleri aynen gerçektir. Biz şimdiye kadar bu düşüncenin gerçekleşmesine belge olacak pek çok rahatsız edici önemli girişimler görüyoruz. Devletlere özgü bayrak ve aralarında kullanılmak üzere pul çıkardılar ve para bastılar. Sikke ve bayrak için kanıt getiremez isem de pul örneğini Şükrü bey göstermişti. Museviler o yörede bin kuruş demeyin, tarlayı elli kuruşa alıyorlar. Bir çok araziye sahip olup koloniler haline getirmektedirler... 200 bin nüfus dolayına yaklaştılar. Yörenin ekonomik işleri tümüyle ellerindedir. Fakat amacım yerli musevi değildir. Bu sorun, Osmanlı ülkesi için yaşam sorunudur. Önemle ele alınmasını rica ederim. Özellikle orada bir güçlük ortaya çıkarsa, cebir ve zor kullanılarak kaldırılması kolay değildir.

Meclisi Meb’usan’daki bu tartışmalardan sonra, aynı kaynakta tartışmanın içinde geçen adlarla ilgili bilgiler de veriliyor. Buna göre Filistin’e Yahudi göçü için ikna edilen meb’us Vlahof’a gelenler Rus asıllı siyonist önderler Victor Jacobsen ile Holberg Herzfelt’tir. Victor Jacobsen’in İttihat ve Terakki ile de çeşitli anlaşmalar için masaya oturduğu ve Jön Türk adlı günlük gazetenin de finansörü olduğu belirtiliyor. Öte yanda Başbakan İbrahim Hakkı Paşa, Osmanlı devletine borç veren yabancı bankaların siyonizmin destekçisi olmadıkları yönündeki düşüncesi yanlıştır. Örneğin Ernst Cassel bütün varlığını Osmanlı topraklarındaki bankacılık uğraşlarından edinmiş, bu varlık kendisine ‘Sir’ ünvanını kazandırmıştı. 1909 yılında İstanbul İngiliz Ticaret Odası başkanıydı. Aynı anda hem Osmanlıların hem de İngilizlerin çıkarını korumak ise gerçekten güç işti.

Baron Hirsch ise varlığın Osmanlıda uyguladığı tahvil spekülasyonundan elde etmişti. 1970 yılında Rumeli İkramiyeli Demiryolu borçlanması karşılığı Osmanlı devletinin çıkardığı beheri 400 Frank değerinde 1 milyon 980 bin tahvilin tümünü fiyatı 128.5 Franktan satın alıp bir süre sonra 150 Franka devrederek bir çırpıda 136 milyon Frank kazanmıştı. Yapımını yükümlendiği o demiryolu yatırımının aksaması ile tahvillerin değeri 115 Franka kadar
düşmüştü. Osmanlı devleti de 1 milyon 980 bin adet tahvil karşılığı 792 milyon Frank borçlandığı halde bu değer kayıplarında ötürü eline sadece 254 milyon 430 bin Frank geçmiş, 537 milyon Frank kayba uğramıştı. Yani siyonistler Filistin’de Yahudi yerleşmesini büyük ölçüde Osmanlılara finanse ettirmiştir.


Ayrıntı için bkz. Ölçen, Ali Nejat. Osmanlı Meclisi Meb’usanında Kuvvetler Ayrımı ve Siyasal İşkenceler. Ayça. Ankara 1982.

* Kaynak: Fabrika Dergisi, Sayı 58, Nisan 2004, sayfa 3-18.
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com