EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Osmanlı'dan Cumhuriyete Geçiş Dönemi

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Prş Eyl 03, 2009 1:59 am    Mesaj konusu: Osmanlı'dan Cumhuriyete Geçiş Dönemi Alıntıyla Cevap Gönder

Suat KÜRŞAT: ”GİDEN GELMİYOR, ACEP NEDENDİR?”
27 Ocak 2018



Carl von Clausewitz, ”Savaş teorisi, belirli bir noktada fiziksel ve maddÎ üstünlüğün nasıl kazanılabileceğini bulmaya çalışır. Teori aynı zamanda her zaman olanaklı olmasa da, moral etmenleri, yani düşmanın olası hatalarını, cesur bir eylemle yaratılan izlenimleri… evet, bizim umutsuzluklarımızı bile hesaplamayı öğretir. Bunlar teorinin ve savaş sanatının dışında olmayıp, savaşta karşılaşılan tüm olası durumlara mantıksal olarak yansıyan sonuçlardan başka bir şey değildir. Bu durumların tehlikelerini sıklıkla düşünmeliyiz ve kendimizi buna alıştırmalıyız.” der…

Umutsuzluklarımızı dahi hesap edebilmek!

Kendi tarih aynamıza bakabilmek gayesi ile bir kısa tarih yolculuğuna çıkıp Birinci Dünya Harbi günlerine gidelim.

Biz bu savaşa nasıl dâhil olduk?

Kimilerine göre İstanbul ve Berlin’in danışıklı döğüşü, kimilerine göre Enver Paşa’nın Almanya ile anlaşmasının tezahürü. Daha çok Berlin ve Londra ekseninde Osmanlı Devleti’ni mağlupların safına çekme gayreti. Sonucu belli bir savaştan sonra sıranın kendisine gelmesi için iştahla beklenilen, menünün en lezzetli yemeği. Bu yemek olmayacaksa sofranın kurulmasının bir mânâsı olabilir miydi? Kısaca bakarsak; 6 Ağustos 1914, Goeben ve Breslau, Amiral Souchon liderliğinde Messina Boğazı’nı geçip rotasını Ege’ye çevirir. Beklenilenin aksine yolu açıktır, İngiliz savaş gemileri yolu kapamamıştır! Gemiler Çanakkale boğazına geldiğinde İngiliz Akdeniz Filosu ile Osmanlı kaleleri arasında sıkışıp kalma tehlikesi ile karşılaşır. Sadrazam Said Halim Paşa hükümeti mecburen gemilerin Boğaz’a girmelerine izin verir. Osmanlı Devleti gemileri satın almış gibi görünmeyi önerir, Alman Başbakanı bu öneriyi reddeder ve Osmanlı’nın savaşa hemen girmesini ister.16 Ağustos’ta yapılan bir tören ile Bahriye Nazırı Cemal Paşa gemileri resmen Osmanlı ordusuna kabul eder. Amiral Souchon Osmanlı Devleti Karadeniz Filosu komutanlığına getirilir. İngiltere, Goeben ve Breslau eşliğinde Çanakkale Boğazı’ndan çıkacak Osmanlı gemilerinin de batırılması kararını 1 Eylül’de Churchill’in baskısıyla alır. 29 Ekim’de Amiral Souchon emrindeki Goeben ve Breslau Rus Çarlığı’nın Sivastopol limanlarını bombalar. Churchill 31 Ekim’de, Akdeniz’deki güçlere Osmanlı Devleti’ne karşı harekât emri verir. Rusya 2 Kasım’da savaş ilan eder. İngiliz gemileri 3 Kasım’da Çanakkale’nin dış kalelerine saldırır. Osmanlı Devleti, Avrupa savaşının içindedir artık.

6 Ağustos ile 2 Kasım arasında geçen her gün her saat savaşa giden yolun taşlarının bir bir döşendiğine tanıklık eder. Bakmayın benim bu tarihleri kısa cümlelere sığdırdığıma, her gün her saat bir telaş ve koşuşturma ile geçen yaklaşık 3 aylık bir zaman. Fırtına kopana kadar, ”yazıyor yazıyor” diye bağıran çocukların elinden alınan gazetelerden okunan haberler ve ardından yorumlar. Herhalde 2 Kasım’a kadar millet savaşa girilip girilmeyeceğini kritik ediyordu İstanbul kıraathanelerinde. Belki bu kritiklerden birinde ahaliden bir zat, ”Almanya için cephenin genişlemesi, İngiliz ve Rus güçlerini parçalayacak büyük bir sahanın açılması demektir” diyebilir. Ancak burada konumuz elbette bu değil. Her birlik vurgusu yapılan konuşmalarda Çanakkale Savaşı’nda şehid olan yiğitlerin mezar taşları çıkar karşımıza. Osmanlı coğrafyasının her yerinden yiğitlerin adının yazılı olduğu mezar taşları… Elbette bu hakikatin üstü örtülemez.

Osmanlı Devleti savaşa girdiğinde birçok cephede asker bulundurmak zorundaydı. Taarruz harekâtı yapılan Kafkas ve Kanal cepheleri, savunma durumunda olduğumuz Irak, Hicaz ve Yemen, Suriye ve Filistin, Çanakkale. Bir de müttefiklere yardım ettiğimiz Makedonya, Galiçya ve Romanya gibi cepheler. Burada dikkat çekeceğimiz şu ki bu cepheleri besleyen aslî insan gücü Anadolu’dan sağlanmıştır. Elbette Osmanlı Devleti’ne bağlı birçok bölgeden asker vardı, lâkin ana omurga ve gövde Anadolu’dan oluşmaktaydı. Anadolu’dan bu bölgelere giden asker hangi şartların içerisine girmişti?

Kabileler ve Arap Milliyetçiliği

Suriye Cephesi’ne baktığımızda; 19. Yüzyıl’ın sonlarında Avrupa ve Amerikan kültür ve eğitiminin etkisi ile, Batı politikası ve ekonomisinin artan nüfuzuyla kentsel bölgelerde Arap milliyetçiliği ortaya çıkıyordu. Lübnan’da 19. Yüzyıl’da kurulmuş olan Amerikan ve Fransız misyoner okullarında eğitim almış bir avuç Suriyeli Hıristiyan, Arap milliyetçiliğini geliştirmeye başlıyor, bu geliştirilen laik Arap milliyetçiliği, “teknik konularda ilerlemiş, uygarlığı öğrenmiş bir toplumu, Osmanlı fetihlerinin geri kalmışlığa ittiği” tezini ortaya atıyordu. 20. Yüzyıl’ın başında Suriye’de daha çok yaygın hâle gelen ve teşkilâtlanan milliyetçi oluşumların etkisi hızla artıyordu. Osmanlı Devleti birinci dünya harbine girdiğinde, Suriye, Arap milliyetçilerinin kutsal topraklarıydı. İlk ideologları ve havarilerinin ideolojiyi filizlendirdiği kutsal topraklar!

Hicâz’daki durum ise Haşimîlerin zaman ile kazandığı özerk yapıya teslimdi. Hicâz demiryolunun 1908’de tamamlanmasına kadar İstanbul ile iletişimin zorluğu ve Başkent’e olan mesafesinden dolayı Mekke Emiri, bölgede özerk bir statüye sahipti.1908 yılında İstanbul’dan Hicâz’a dönen Hüseyin, Şerif konumuna getirilmişti. Şerif Hüseyin’in bu yıllarda hedefinin Şeriflikten ziyade Halifelik olmaya başladığını oğlu Abdullah’ın anılarından öğreniyoruz. Şerif Hüseyin oğlu Abdullah aracılığıyla İngilizler ile bir takım pazarlıklara girişiyordu. İngilizler için kullanışlı bir siyasî figürdü Şerif Hüseyin. Bunun yanı sıra Hicaz-Yemen cephesinde siyasî olarak 20. Yüzyıl’ın başında güçlenmeye başlayan İbni Suud, Vahhabî hareketi ve 1904 yılında isyan eden Yemen’in Zeydî İmamı Yahya ve 1910 yılında İmam Yahya ile beraber isyana kalkışan Seyyid İdrisî etkiliydi. İmam Yahya, İstanbul ile bir miktar aylık ödenmesini de içeren anlaşmayı kabul etmiş, lâkin dünya harbi sırasında Seyyid İdrisî ile anlaşma yapılamamıştı. İdrisî, İngilizler ile ittifak ederek Osmanlı’ya karşı savaşta yer almıştı. Ayrıca birçok kabilenin olduğu bölgede kabileleri savaşta ittifak yapmaya ikna etmek çok güçtü. Her kabilenin farklı hesapları vardı. İttifakları sağlayabilmek için gereken malî külfet Yemen’deki Osmanlı unsurlarında mevcut değildi. Osmanlı askerinin savunmada olduğu bu cephe, savaş öncesi sorunlar ile boğuşan sıkıntılı bir bölgeydi. Savaş döneminde de bu sorunların etkisinin olduğu aşikârdı.

Osmanlı Devleti Anadolu’dan temin ettiği gövdeyi 11 bölgede birden savaştırıyor, kendi içerisindeki bölgelerden en önemli ikisinde, kabileler ve Arap Milliyetçiliği ile başbaşa kalıyordu. Adeta bir tasfiye yaşıyordu devlet. Kurtuluş Savaşı öncesi bütün gücünü tüketecek, bir değirmen gibi elindekini öğütecek şekilde, zemini hazırlanmış cephelerde tasfiye oluyordu. Evet, Çanakkale’de Osmanlı coğrafyasından birçok şehid yatmaktadır. Ya Yemen’de, Galiçya’da, Hicaz’da, Suriye ve Filistin’de, Irak’ta yatan Anadolu evlatları? Koca bir coğrafyanın yükünü sırtlanan bir avuç insan! Ve, geriye kalan bir avuç insanla verilen mücadele!

Kurtuluş Savaşı

Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’na girdiğinde, açılan cepheleri besleyecek insan kaynağı Anadolu’dan başka bir yerde kalmamıştı. Yerel bazı aşiretlerin desteği yeterli olamazdı. İngiliz ve Fransız askeri girmeden önce kültürü girmişti bu bölgelere. İdeolojiler filizlendirilmiş, kabileler ayartılmış, çil çil altınlar saçılmıştı. Kurtuluş Savaşı’na girilirken, Anadolu insanının Yemen Türküsü’nde, ”giden gelmiyor, acep nedendir?” dediği kabilinden, askerinin büyük bir kısmı Birinci Dünya Harbi cephelerinde kırılmıştı. Anadolu’dan gelen Osmanlı askeri, İngiliz ve Fransız’a destek olan yerel isyanlar ve milliyetçi oluşumların kol gezdiği cephelerde tükendikten sonra başlayan Kurtuluş Savaşı ile ancak Anadolu’da tutunabildik. Ve Anadolu’da geriye kalan kuvvetler ile Kurtuluş Savaş’ının büyük bir kısmını İngiliz destekli işgâlci Yunan çapulculara karşı verdik. Birinci Dünya Harbi’nde oluşturulan cepheler ile tükenen Anadolu’dur… Gidenin gelmediği her cephe, emperyalistlerin gözünü diktiği merkez üzerindeki hedeflerini iyice pekiştirmiştir. Ve yüzyıl geçmesine rağmen bu hedeflerinden vazgeçmiş değillerdir! Asıl hedefleri merkezi düşürmektir!

Suat KÜRŞAT

Kaynak: Adımlar dergisi
Etiketler:
ACEP NEDENDİR Almanya Anadolu arap milliyetçiliği berlin Birinci Dünya Harbi Carl von Clausewitz Enver Paşa Filistin Galiçya GİDEN GELMİYOR Hicaz ırak İstanbul Kabileler Kurtuluş Savaşı Osmanlı Devleti Savaş teorisi suriye türkiye yemen

M. Kemal’in Vahdettin’e çektiği telgraf
Mustafa Armağan

14 Haziran 1919′da Mustafa Kemal tarafından bizzat Sultan Vahdettin’e Havza’dan çekilen telgraf ortaya çıktı. İşte o belge ve Vahdettin’in Kuva-yı Milliyeye desteği:

Tarihçi yazar Mustafa Armağan’ın Zaman gazetesinin Pazar ekindeki yazısında yer verdiği çarpıcı belge:

İşte Vahdettin’in Kuva-yı Milliye’yi destekleyen hatt-ı hümayunu

2006 yılında bir çağrıda bulunmuştum bu köşeden. Gelin, demiştim, Milli Mücadele’nin Sivas’ta çıkan ilk yayın organı “İrâde-i Milliye” gazetesinin tamamını yeni harflere çevirip yayımlayalım. Doğrusu gösterdiğiniz alaka, heyecan aşılıyor meyus kalbime. Hâlâ cevap verenler, hazır olduklarını söyleyenler oluyor.

Şimdi size ve o gönüllülere buradan duyurmak boynumun borcu oldu: Çağrımız Sivas’ta yankılandı ve bir grup öğretim üyesi elbirliği etmek suretiyle 40 kadar “İrade-i Milliye” nüshasını Latin harflerine çevirdiler, Sivas Belediye Başkanı Sami Aydın Bey’in destekleriyle Buruciye Yayınları tarafından Osmanlıca orijinaliyle birlikte 2007 yılında yayınlandı. Yani eksik de olsa bu ilk resmi yayın organının bir koleksiyonuna sahibiz. Emeği geçenlere teşekkür ediyorum. Keşke diğer gazete koleksiyonları da aynı bahtiyarlığı yaşayabilse.

Yine de bir iki noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Birincisi, kronik problemimiz olan ciddi okuma hataları. En basiti, kapı, eşik anlamına gelen ‘südde’ kelimesinin ısrarla ‘sedde’ yazılması (msl. s. 19) ya da “istiksâratımızın” (s. 159) kelimesinin doğrusunun “istiksar etmezler” olması gibi. Bunlar ufak tefek kusurlar gibi görünüyor ama yapılan işin önemi karşısında daha ciddi olunması gerekirdi.

“İrade-i Milliye” gazetesinin maalesef tam bir koleksiyonu hiçbir yerde yok. İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde de sadece mikrofilmleri mevcut. Asıllarını isteyince yok diyorlar. Nasıl yok olur? Anlamak mümkün değil. Allah’tan Amerikalılar var da, gazetenin Türkiye’de dahi bulunmayan bazı nüshalarını Chicago Üniversitesi Arşivi’nden temin edebiliyorsunuz.

Benim asıl üzerinde durmak istediği nokta, şeklinden şemailinden ziyade “İrade-i Milliye” gazetesinde yazılanlar. Kuva-yı Milliye dönemine ait çok önemli ve dikkatlerden kaçmış beyanlar ve telgraflar, haberler, sıcağı sıcağına tepkiler, en azından Ankara’ya gitmeden önce Mustafa Kemal tarafından yazılan başyazılar. Her biri önemli bizim için.

Mesela 14 Eylül 1919 tarihli nüshada daha önce de dile getirdiğim bir telgraf yer alıyor. Çeken “Üçüncü Ordu Müfettişi, Yaver-i Hazret-i Şehriyarileri Mustafa Kemal”, çekilen kişi “Zat-ı Şahane” yani Sultan Vahdettin, çekildiği yer Havza. Tarih 14 Haziran 1919.

Burada Mustafa Kemal Paşa, son görüşmelerini hatırlatıyor padişaha ve şöyle diyor: Huzurdayken İzmir’in işgali karşısında “pek mahzun olan” kalbinizin “bu nokta-i necâta ait ilhamatı”nı, yani ülkenin sizin öncülüğünüzde millî mukaddes bir kudretle kurtulacağına dair verdiğiniz ilhamları şu an gibi hatırlıyorum. Sizin “ilkâ”nızdan, yani Şemseddin Sami’nin “Kamus-i Türkî”sine bakılırsa, benim fikrimi çelmenizden aldığım imanın azmiyle görevime devam ediyorum.

Sivas’ta çıkan İrade-i Milliye gazetesinin 14 Eylül 1919 tarihli ilk sayısında çıkan Mustafa Kemal Paşa’nın Vahdettin’e çektiği telgrafın orijinali.

Müthiş bir metin tabii. Ancak telgrafın bu şeklini başka kaynaklarda bulabileceğinizi sanıyorsanız aldanıyorsunuz. “Nutuk” dahil diğer kaynaklarda “ilkâ” kelimesinin “dilhah”a dönüştürüldüğünü görüp hayrete düşüyorsunuz (mesela “Atatürk’ün Bütün Eserleri”, c. 2, s. 375). Meğer, diyorsunuz, Atatürk’ün kendi sözleri de zamanla kitabına uydurulmuş.

Peki sonradan tamamen unutulacak olan bu “fikir çelme” hadisesi neyin nesiydi? Ona dair de bazı ipuçları bulabiliyoruz aynı telgrafta. Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a çıktıktan bir ay kadar sonra şu gerçeği itiraf ediyor:

“İstanbul’da iken milletin bu kadar kuvvetli ve az vakitte felaketlerden bu derece müteyakkız [uyanmış] olduğunu tahayyül edemezdim.”

İlginç değil mi? Devam ediyor Paşa:

“Millet baştan aşağı uyanık olup istiklal-i millet ve devleti ve hukuk-i âliye-i saltanat ve hilafeti teyid için kavi bir azim ve iman ile mücehhez bulunuyor.” Yani uyanmış olan millet, milletin ve devletin bağımsızlığı ile saltanat ve hilafetin yüce haklarını desteklemek için sağlam bir kararlılık ve imanla donanmış durumda.

Mustafa Kemal Paşa’nın bir ay içerisinde çektiği bu net resim çok mu çok önemli. Neden? Piyasadaki inkılap tarihlerinde o yıllarda milletin yere serilmiş olduğu ve sonra Atatürk’ün gelip onu dirilttiği anlatılır da ondan. Oysa gerçek hiç de öyle değilmiş. Üstelik bunu bizzat kendisi söylüyormuş.

Daha neler söylüyormuş? Devam edelim okumaya.

Mustafa Kemal’e göre Vahdettin son hatt-ı hümayunuyla bütün milletin azim ve mücadele gücünü uyandırmış imiş. Peki kime karşıymış bu mücadele? Cevabını telgraf sahibi veriyor zaten:

Milletin beka ve varlığına düşman olanlara karşı. Yani İngilizlere ve İngilizlere yaltaklanmayı meslek edinen zayıf karakterlilere karşı.

Şimdi düşünelim:

Beni Anadolu’ya ikna ettiniz diyen kim? Atatürk.

Anadolu’ya geçmeden önce milletin bu kadar uyanık ve mücadeleye hazır olacağını hayal bile edemezdim diyen kim? Yine Atatürk.

Uyanmış olan milletin bağımsızlık ateşiyle tutuşmuş olduğunu ve saltanat ve hilafetin haklarını desteklemek için kararlılık içinde olduğunu söyleyen kim? Yine Atatürk.

Vahdettin’e, hatt-ı hümayununuz milletin mücadele gücünü uyandırdı diyen de o, İngilizlere ve onların destekçilerine karşı mücadele etmek üzere anlaştıklarını söyleyen de.

Peki Turgut Özakman neyi savunuyor: Canım Vahdettin gönderdi ama Atatürk’ün ne için gittiğini bilmiyordu ki. Bilse asla göndermezdi.

Şimdi Havza telgrafıyla görüyoruz ki, ikna eden de, gönderen de, hatt-ı hümayunuyla halka direniş mesajı veren de, İngilizleri barışa ikna etmek için Mustafa Kemal’le gizlice mutabakat sağlayan da Vahdettin’den başkası değil. Aralarında bütün bunlar önceden konuşulmamış olsa Mustafa Kemal ne diye anlatsın ki derdini sultana?

Üstelik Vahdettin’in Anadolu halkına, yanınızdayım mesajını veren bir beyannamesi var ki, gazete sütunlarında alkışla karşılanmış. Mustafa Kemal, 28 Eylül 1919 tarihli nüshada bu beyannamenin Osmanlı tarihinde her bakımdan benzersiz olduğunu yazıyor. “Padişahımız” diyor, “Anadolu harekâtının tamamiyle meşru olduğunu ilan ederek mevcut cereyanı, yani Kuva-yı Milliyeyi lütfen teşvik etmekte ve hatta katılarak kuvvetlendirmektedir.”

Daha ne desin?

(Zaman, 12-2008)

Ergenekon ve İttihatcılar arasında bağlantı yok

1962'den beri yani tam 47 yıldır Osmanlı tarihi, özellikle de İttihat ve Terakki dönemi üzerine araştırmalar yapan, dünyanın sayılı Türk tarihi uzmanlarından biri Prof. Dr. Feroz Ahmed. Bernard Lewis'in öğrencisi olarak başlamış, Colombia, Tufts ve Harvard gibi seçkin üniversitelerde çalışmış.

Beş yıldır İstanbul'da yaşıyor. Yeditepe'de hem tarih hem de uluslar- arası ilişkiler bölümlerinin başkanlığını yürütüyor, dersler veriyor ve kitap yazmaya devam ediyor. Ancak biz bu 'hazine'yi medyada neredeyse hiç görmüyoruz. Ahmed belki içine doğduğu Hint kültürünün etkisinden belki de bilgeliğin tevazusundan, ortalarda görünmeyi pek sevmiyor.

Bu nedenle onu bir söyleşi için ikna etmek kolay değil. Ancak bu kez kapısını çaldığımızda 'evet' dedi, 'konuşmak için bir sebebim var. Ergenekon süreci ile İttihat ve Terakki arasında bağlantılar kuruluyor, benzerlikler bulunuyor. Çok yanlış. Bunları düzeltmek lazım'

Ve bunun üzerine Feroz Ahmed ile Cuma akşam üzeri onun Erenköy'deki mütevazı evinde bir araya geldik. Söyleşiye İttihat ve Terakki ile başladık, Kürt meselesi, AKP'nin kökleri ve sekülerleşme ile devam ettik. Ancak asla bitirmedik. Böyle bir kaynağı bulup da bir sohbeti bitirmek imkansız. Zaman ve yer kısıtlaması dolayısıyla mecburi bir virgül koyduk konuşmaya... Bu sayfada virgüle kadar olan kısmı okuyacaksınız. Devamını merak edenlere hocanın kitaplarını tavsiye ediyoruz.
Nagehan Alçı


İsterseniz baştan başlayalım: İttihat ve Terakki bir hareket mi yoksa bir parti miydi?

Bazıları parti olduğunu iddia ediyorlar ama bence hiçbir zaman partileşmedi. İttihat ve Terakki büyük bir şemsiye organizasyondu. İslamcılar'ı, milliyetçileri, Osmanlıcılar'ı, saltanatçıları, kısaca bir çok grubu kapsıyordu.

Oysa salt masonlardan kurulu olduğuna dair bir rivayet var. Masonların oranı neydi?

Doğru, bazıları masondu. Talat Bey, Dr. Nasım, Hasan Saka gibi. Özellikle Selanik'te mason olmayı tercih ediyorlardı çünkü böylelikle yabancı postanelerden içeriye bilgi ve belge akışı sağlayabiliyorlardı. Localarda buluşuyorlardı. Ancak bu localar Abdülhamid zamanında kapatıldı. Kısacası İttihat ve Terakki homojen bir grup değildi. Yönetim grubu Osmanlıcıydı ama birçok fraksiyondan insan vardı.

Bugün insanlar Ergenekon ve İttihat-Terakki arasına neden paralellik kuruyorlar? Ortak noktaları neler?

Hiçbir şey! Ama insanlar kolaya kaçıp Ergenekon'u bir devam olarak görmek istiyorlar. Hatta Kemalist hareket ve cumhuriyetin İttihat ve Teraki'nin devamı olup olmadığı ile ilgili tartışma da uzun zamandır sürüyor.

Sizce değil mi?

Hayır, cumhuriyet tam bir kopuş. Bunun da açıklaması basit: İttihat ve Teraki bir imparatorluk bünyesinde faaliyet gösteriyordu. Amaçları imparatorluğun devamını sağlamaktı.

Cumhuriyet düzeninde var olmayı istemediler mi?

Denediler. Mesela Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Refet Bele İttihat ve Terakki geleneğindendiler. Onlar saltanatın devamından yanaydılar. Sultan gitti evet ama halife hala duruyordu. Onlar gelecekte halifenin cumhuriyetin başına geçmesini istiyorlardı. Bunun İslam dünyasında büyük bir prestij olacağını düşünüyorlardı.

Kemalistler'le aralarındaki güç çekişmesi nasıldı?

İlginç bir şekilde bu insanlar Kemalistler'den daha güçlülerdi. Özellikle orduda çok güçlüydüler. Onlar da milliyetçiydi ama halife ile daha güçlü bir devlet olacağımıza inanıyorlardı. Mustafa Kemal ise buna karşıydı. Geçmişten tam bir kopuş istiyordu.

Mustafa Kemal'i nasıl görüyorlardı?

Kendilerine eşit hatta kendilerinden aşağı bir pozisyonda. Yeni devleti kendilerinin yönetmeleri gerektiğini düşünüyorlardı sanırım.

ŞEYH SAİD İSYANI KIRILMA NOKTASI

Kemalistler'den daha güçlüyseler nasıl oldu da Mustafa Kemal kurdu bu devleti?

Mustafa Kemal politik olarak kartlarını çok iyi oynadı. Meclisi kontrol etti. Ancak eğer Şeyh Said isyanı olmasa olaylar nasıl gelişecekti, bilmiyoruz. Normal koşullarda siyaset yapılabilseydi ve seçimler erken yapılsaydı sonuç ne olurdu?Herhalde İttihatçi gelenekten gelen paşalar kazanırdı, çünkü geçmişin prestiji onların lehineydi.

Şeyh Said isyanı neye neden oldu?

Olağanüstü koşullara geçildi bu isyan nedeniyle. Böylece Kemalistler muhalefeti kontrol edebildiler. Parti kapattılar, seçim olmadı vs.

Bize Mustafa Kemal'ın Kurtuluş Savaşı'ndan sonra halk kahramanı olduğu anlatıldı. Öyleyse seçimden onun galip çıkması gerekmez mi?

Bilmiyoruz, tarihte böyle şeyleri test edemezsiniz. Ama Kazım Karabekir de 1. Dünya Savaşı'nda kendi ordusuyla savaştı. O da milliyetçileri destekledi, o da herhalde seviliyordu ama görüşleri Mustafa Kemal'den çok farklıydı. Devleti o kursa bu gün çok farklı bir Türkiye olabilirdi.

Daha iyi mi olurdu?

Bunun cevabı yok ama Kemalist hareket tüm reformları ile ataerkil düzene saldırdı. Kadınları topluma kattı. Modernizasyon değil moderniteyi amaçladı. Bu iki kelime Türkçe'de pek belirgin değildir. Modernizasyon kolay, Batı'dan alt yapıyı teknik imkanları alıyorsun. Suudi Arabistan mesela. Ama modernite zor. Kadını, bilimi toplumda öne çıkarıyor olmak gerekiyor onun için. İşte Kemalistler bunu hedefliyordu. Oysa İttihatçiler modernizasyondan yanaydı.

İttihatçiler'in kadınlara yaklaşımı nasıldı?

Kadınların daha iyi anne, daha etkin ev kadını olmaları için eğitilmeleri gerektiğini düşünüyorlardı. Oysa Kemalistler kadınları eğitip dışarı çıkardılar. Cumhuriyet gazetesinin 1929'da düzenlediği ilk güzellik yarışması için bazıları 'Batı'yı taklit' dediler ama aslında değildi. Bu yolla orta ve alt sınıflardaki kadınlara 'artık ortaya çıkabilirsiniz' diyorlardı.

Güzellik yarışmasını bir kenara koyarsak Kemalizmin kadına yaklaşımında onu kamuya dahil etmek için dişiliğinden uzaklaştırmak var diyebilir miyiz? Yani bir nevi komünist bir yaklaşım? Kadından 'iş arkadaşı' yaratmak?

Hayır, Atatürk'ün evlat edindiği kızlardan biri pilot diğeri akademisyon oldu mesela. Bu şu demekti: Artık her şey olabilirsiniz! Ama komünist sistemdeki gibi bir zorlama yoktu. Mesela zorla baş açma da yoktu. Atatürk kadınlara 'tanrı size güzellik vermiş, neden kapatıyorsunuz?' diyordu ama seçimi onlara bırakıyordu. Zorlamayı erkeklerde yaptı. Onlara şapkayı mecburi kıldı.

Neden? Şapkanın mecburiyetinin amacı neydi?

Toplum dini gruplara bölünmüştü. Ataerkil sistem kendini bu şekilde gösteriyordu. Bu günkü Lübnan gibi. Kim Maronit, kim Şii, kim Dürzi başındakinden anlaşılıyor.

Neden anlaşılmasın ki? Farklı kimliklere sahip olmak niçin kötüydü?

Çünkü o dönemde tek bir kimlikle kurulacak bir toplum gerekiyordu. Bu kimlik de Türklük'tü.

Bu homojenleştirme değil mi?

Evet öyle. Ama aynı zamanda ataerkil sisteme bir saldırıydı.

Kürtler hiçbir zaman millet olmadı

Bugünkü Kürt sorunun sebebinin İnönü'nün politikaları olduğunu iddia edenler var. Öyle mi?

1919'da Türk milleti diye bir şey yoktu. Ama bir milli-devlet olunması gerektiğine dair fikir birliği vardı. Devlet vardı, milleti yaratmak gerekiyordu. Bence o zamanki milliyetçilik vatanseverlik olarak tanımlanabilir. Mustafa Kemal bu topraklarda yaşayan Çerkes, Kürt, Arap herkes Türk diyordu.

Peki ya Ermeni ve Rumlar?

Onlar dış güçlerin koruması altındaydı. Lozan ile onlara korunma garantisi verildi. Hatta o zamana kadar azınlık diye bir kelime bile yoktu. Herkes cemaatti (community). Yani onların azınlık olmasına bir nev-i dış güçler neden oldu. İnönü'nün politikalarına gelince.. Onlar dış tablo ile bağlantılıydı. 1930'ların sonunda dünyaya faşizm hakim oldu. Etkileri buraya da yansıdı.

Bugünkü Kürtlerin durumu hala aynı mı?

Evet, Müslümanlarsa milletin parçasıydılar. Hala öyle. Bakın, Kürtler Kurtulaş Savaşı'nda milliyetçilerle birlikte savaştılar. Neden? Çünkü savaş kaybedilse ve Ermeni devleti kurulsa asıl kaybeden onlar olacaklardı. Sonra Şeyh Said isyanı ile birlikte ayaklanmalar başladı.Bunlar milliyetçi ayaklanmalardı, deniyor. Oysa değillerdi.

Nasıl ayaklanmalardı?

Aşiret ayaklanmaları. O zaman Kürtler bir millet değildi, hala değiller. Şimdi olacaklar mı bilmiyorum. Ama bu onlara dil ve eğitim özgürlüğü vermenin önünde engel değil. Bir söz vardır: Tahta gibi olacağına, esnek bambu gibi ol, böylece kırılmazsın. Bence Türkiye öyle olmalı.

SEKÜLERLEŞME TÜRKİYE'YE UYMAZ

Türkiye'de laikliğin tehlikede olduğu iddia ediliyor. Öyle mi sizce?

Ataerkil sisteme doğru bir kayış var. Bu anlamda evet, laiklik tanımı zayıflıyor. Mesela laiklik yerine sekülerliği getirme tartışması var. ABD'de

olduğu gibi. Halbuki bunun ne olduğu tam olarak bilinmiyor.

Nedir sekülerizm?

Devletin tamamen dinin dışında kalması demektir. Mesela devlet okullarında kesinlikle dini hiçbir imge olmayacak. Düşünsenize Türkiye sekülerleşse devlet okullarında Ramazan ve Kurban bayramları olmayacak, mesela. Özel okullarda istediğinizi yapabilirsiniz ama devlette kurallar sıkı çiziliyor. Bu Türkiye'de sorun çıkarır.

Nagehan ALÇI

Akşam

Mustafa Armağan/Zaman
İngilizler Abdülhamid'i neden sevmezdi?

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu geçenlerde çarpıcı bir açıklama yaptı: "Ortadoğu'nun, Kafkaslar'ın ve Balkanlar'ın en büyük ülkesiyiz, bu bölgede düzen kurucu ülke biz olmalıyız."
Bu sözler "birilerini" ürkütmüş olsa da Türkiye'nin kayıp misyonuna dönüşünü hatırlatan bir çıkıştı. Davutoğlu'nun komşularla iyi geçinme ve güç dengelerini kendi lehine kullanarak inisiyatif alma şeklinde basitleştirilebilecek 'ritmik diplomasisi', II. Abdülhamid'in denge oyunlarını hatırlattı.

Abdülhamid 1880'lerin başından itibaren dizginleri Babıali'nin elinden alarak Yıldız'da yeni bir merkez kuracak, tabii İngiltere'nin uyarısı hemen yetişecektir. İngiliz büyükelçisi bir gün huzura çıkarak Sultan'a bir mesaj getirir. Mesajda Abdülhamid'e, amcası Abdülaziz ve ağabeyi Murad'ın başına gelenlerden ders çıkarması öğütleniyor, eğer bu kafayla giderse sonunun iyi olmayacağı ima ediliyordu. Zaten en zayıf anımızı kollayarak Kıbrıs'ı istemekle dost olmadığını göstermiş olan İngiltere, Abdülhamid için artık güvenilmez ama cepheden karşısına alınması da tehlikeli bir rakipti.

Sunacağım belge, İngiltere hakkında ne düşündüğünü göstermesi bakımından ilginçtir. Sadeleştirip kısaltarak aktarıyorum:

"İngiltere'nin, Allah korusun, Devlet-i Aliyye'yi bölüp "tavâif-i mülûk" (küçük devletler) şekline koymaya çalışmakta olduğu açıktır. Onu Arnavutluk, Ermenistan, Arap hükümeti ve "Türkistan" tabirleriyle "otonomi" (özerklik) değil, "anatomi" yapmak, yani parçalarına ayırmak istemektedir. Hilafeti de İstanbul'dan kendi kontrolündeki Cidde veya Mısır'a götürecek ve bütün müminleri istediği gibi yönetecektir. Yalnız şurasına teessüf olunur ki, Jöntürk tabir olunan birtakım "çapkın" takımından herifler, kendi el ve ayaklarıyla İngilizlerin maksadı uğruna gece gündüz çalışıyorlar." (BOA, Yıldız Esas Evrakı, 9.2638.72.4)

Abdülhamid İngiltere'nin gerçek niyetlerini isabetle değerlendirmiştir. Peki ne yapacaktır? Bunu da şöyle açıklar:

"Bir hükümetin ve milletin ayakta kalması için birkaç şey lazımdır. 1) Din, 2) Eğitim, 3) Milliyet, 4) Sanayi ve zenginlik. Ne yazık ki, bilgisi tam olan adamlarımız pek azdır. Halbuki Hıristiyanlar bunların tamamına sahiptirler. Bunlar bizde yerleşinceye kadar Osmanlı Devleti'nin, İngiltere ve Rusya arasında bir yol ve politika izlemesi gereklidir."

Abdülhamid'in "İngiltere ve Rusya arasındaki politika"sı şudur: Kuzeyimizdeki "Rus kapanı"na düşmeden Ruslarla iyi geçinmek; öte yandan İngiltere'nin çıkarlarını Rusya ile birleştirmesine mani olmak. İkisinin çıkarları çatışırsa yaşama şansımız artacak, diğer ülkelerle ilişkilerimizde elimiz rahatlayacaktır.

Hatırlarsınız, Said Nursi'nin "Müstemlekât Nazırı" dediği fakat o sırada Başbakan olan Gladstone, 1882'de parlamentoda eline Kur'an'ı alarak yaptığı konuşmada Mısır Müslümanlarını kastederek, "Bu kitap bu Müslümanların elinde kaldıkça İngilizler hiçbir zaman onlara hakim olamayacaklardır. Yegâne çözüm, Müslümanları Kur'an'dan uzaklaştırmaktır." sözünü söylemiştir. Bu konuşmayı çok sonraları işitecek olan Bediüzzaman, "Ben de Kur'ân'ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu dünyaya ilan edeceğim." diye haykırmış ve bütün mesaisini, sinsi İngiliz siyasetine karşı manevî bir set oluşturmaya adamıştır.


İngiliz Büyükelçisi Sir Henry G. Eliot, Sultan II. Abdülhamid'in huzurunda (1877).

Bediüzzaman'ı harekete geçiren Gladstone, Abdülhamid'in de hasmıdır. Nitekim Büyükelçi Layard'da verilen bir muhtıraya, "Düşmanımız Gladstone'dur" diye yazdıran Abdülhamid'dir. "Türkler pılısını pırtısını toplayıp Asya'ya çekilmelidirler" sözünün sahibi Gladstone karşısında Abdülhamid, kozlarını Eyüp Peygamber sabrıyla kullanmıştı.

İngiltere bir şekilde Mısır'ı işgal etmişti ya, Sultan işgali tanımamakta kararlıydı. Ne yapıp edip Abdülhamid'in elinden, işgali resmen onayladığını bildiren bir belge almak gerekiyordu. Bir ara ikna eder gibi oldular da. İngiliz ordusunun 3 yıl içinde Mısır'dan çekileceğine dair sözleşmeye Kraliçe Victoria dahi imza koydu. Sıra Abdülhamid'in onayına gelmişti. Ne var ki o, hiç beklenmeyen bir hareketle anlaşmayı son dakikada reddetti. Zira bu imza, sadece İngiltere'nin Mısır üzerindeki hakimiyetini -geçici bile olsa- tanımayı getirmekle kalmayacak, Müslümanları emperyalizme teslim etmek anlamına gelecekti. (Mısır'ın hukuken elden çıkışı Lozan'dadır.)

"Hükümranlık haklarım ortadan kalkmadıkça" diyordu

Abdülhamid, "hukuken mülküm olan yerlerde yabancı hakimiyeti ve geçici işgale asla razı olmam." Sen misin razı olmayan! Al sana Ermeni sorunu! Ermeni ayaklanmalarını bastırması bile suç sayılmış, Gladstone Abdülhamid'e yepyeni bir ad bulmuştur: "Kızıl (Kanlı) Sultan." Sanki 1857'deki Hint ayaklanmasında yüzlerce insanı katleden kendisi değilmiş gibi, İngiltere, Ermenilerin hamisi kesilmiştir. Sevdiğinden değil elbette, Abdülhamid'in kestiği hortumları tekrar tesis edebilmek için piyon olarak kullanmak arzusundan.

Lord Ponsonby adlı insaf sahibi parlamenter, Mondros Mütarekesi'nin hemen ardından Abdülhamid'in hakkını parlamentoda şöyle teslim edecektir:

"Abdülhamid Avrupa'nın gördüğü en zarif ve en kurnaz diplomatlardan biriydi. O, Avrupa Birliği (Concert) makinesinin tekerleğine çomak sokacağı ve Düvel-i Muazzama'yı birbirine düşüreceği anı gayet iyi biliyordu."

İngiltere'nin kurt diplomatlarından Aubrey Herbert, 14 Aralık 1911'de Avam Kamarası'nda şunları demiş:

"İngiltere'de sabık Sultan Abdülhamid ve politikası sevilmezdi. Aynı şekilde Abdülhamid de, karakterinde çok nadir görülen bir samimiyetle İngiltere'den hoşlanmazdı. Aklımızda tutmamız gereken iki şey şudur: Abdülhamid yönetimi, fırsatını bulur bulmaz çıkarlarımızı baltalıyordu, yeni yönetim ise Liberal Güçlerin en büyüğü olan İngiltere'nin dostluğuna güvenmektedir."

Çıkarları baltalayanların er geç tasfiyesi, yakın tarihte örneğini defalarca yaşadığımız bir kuraldır

Boğaz'daki Aşiret
Prof. Dr. Anıl Çeçen
Yankı Dergisi

Mahmut Çetin’nin 1997 yılında yayınlamış olduğu kitabında bir büyük ailenin İstanbul Boğazı kıyısındaki serüvenini anlatmaktadır.

"Boğaz'daki Aşiret" isimli bu kitabında yazar Polonya göçmeni Yahudi asıllı bir yabancı ailenin, sülale boyutundaki Boğaz macerasını dile getirmektedir. Osmanlı İmparatorluğuna göç ettikten sonra Mustafa Celalettin Paşa adını alan Polonyalı Konstantin Borzecki merkezli Polonyalı Yahudi ailesinin Lehistan’dan kalkıp gelerek Osmanlı ülkesine yerleşmesi, İstanbul Boğazının kıyılarında kendilerine bir gelecek kurmaları, hem Osmanlı İmparatorluğunun hem de Türkiye Cumhuriyetinin tarihinde önemli bir yere sahiptir.

Bu nedenle yazar kitabına Boğaz'daki aşiret adını vermiş ve bu sülalenin her alanda çıkardığı meşhur ve önemli kişilerin hayatını kitabiyle Türk kamuoyunun dikkatlerine sunmuştur. Boğaz'daki Aşiret zaman içerisin de büyüyerek her alanda önemli insanlar yetiştirmiş ve Türk devletlerinin yaşamında önde gelen bir yere sahip olmuştur.

1848 ihtilalleri Avrupa ülkelerini yakından sarsarken Avusturya, Macaristan İmparatorluğu ile beraber Lehistan krallığında da devrimci gelişimler olmuş ama kısa süren karışıklık dönemlerinden sonra krallar tahtlarına sahip çıkınca, Fransız ihtilalini gerçekleştiren kadrolar gibi saltanat ve hükümdarlık yönetimlerine son vermek isteyen devrimci kadrolar, kendi ülkelerinde bir devrimle ulus devlete geçebilmenin kavgasını yapmışlar ama başarısız kalınca, ülkelerini terk eden Osmanlı imparatorluğuna sığınmışlardır.

1830 ihtilalleri daha çok bir ulus devlet kurmaya dönük olmasına rağmen 1848 ihtilallerinde sosyalist düzen arayışları öne çıkmıştır. Ne var ki, bu gibi devrimci girişimler sonuçsuz kalınca elebaşları Osmanlı ülkesine demir atarak canlarını kurtarmışlardır. Konstantin Borzecki ve sülalesi de bu dönemde ülke değiştirmişler ve Mustafa Celalettin Paşa sülalesi konumuna gelmişlerdir.

Asya ve Avrupa kıtaları arasındaki merkez bölgedeki devlet olduğu içindir ki, Osmanlı İmparatorluğu döneminde ve daha sonra da göç eden aileler, isim değiştiren sülaleler ve dinlerinden ya da etnik kökenlerinden dönen zengin ye aydın kesimler fazlasıyla görülmüştür. Rus işgali sonrasında Polonya’dan kaçan başka bazı aileler de Beykoz'un arkalarında Polonezköy’ü kurarak bu bölgeye yerleşmişlerdir.

Boğaz’daki Aşiret bir buçuk yüzyılı geçen zaman diliminde, Osmanlı ve Türk devlet yaşamında bir çok önemli kişiyi Türkiye'ye kazandırmıştır.

Mustafa Celalettin Paşa’nın oğlu Hasan Enver Paşa, Nazım Hikmet, TKP kurucusu Zeki Baştımar, Orgeneral Turgut Sunalp, yazar Refik Erduran, Oktay Rıfat, Samih Rıfat gibi yazarlar, Orgeneral Ali Fuat Cebesoy, Mehmet Ali Aybar, Rasih Nuri İleri, Nihat Sargın, Celal Nuri İleri, Suphu Nuri İleri, Abidin Dino, Namık Kemal, Abdin Paşa, Numan ve Nermin Menemencioğlu, Halikarnas Balıkçısı, Şirin Devrim, Prof.Dr .Suna Kili, futbolcu Sabri Dino, Ali Niyazi ve benzeri bir çok tanınmış isim, Borzenski sülalesinden gelen Polonya asıllı olup, daha sonraları Boğaz’daki Aşiret üyeleri olarak Türk toplum ve siyaset yaşamında önde gelen roller oynamışlardır.

İmparatorluktan, Cumhuriyete geçerken ve Batı dünyasından modernizm Türkiye'ye gelirken, bu gibi göçmen ve dönme ailelerin öncülük ve taşıyıcılık görevi üstelendikleri görülmüştür.

Boğaz'daki Aşiret, bir kitabın adı ve o kitaba adını veren bir ailenin tanımlamasıdır ama, günümüzde İstanbul Boğazının kıyılarında yaşayan beş bin aileye verilen ortak isim haline de gelmiş durumdadır.

TÜSİAD’a üye olan beş yüz zengin işadamı aileleriyle beraber yaşadığı İstanbul Boğazı o kesimin akrabalarıyla birlikte zaman içerisinde yeni bir Boğaz Aşireti yaratmıştır. Boğazın kıyısını yalayan sulara kapısı açılan yalıların sahipleri ile İstanbul Boğaz’ının en güzel manzaralarına sahip o tepelerin üslerindeki villalarda yaşayanlar, günümüzün Boğaz Aşiretinin uzantılarıdır.

İstanbul Boğazı gibi cennet bir bölgeyi kendi aralarında parselleyenler, Boğazların korunmasıyla ilgili mevzuatı hiçe sayarak, her geçen gün daha fazla yayılmaktalar, dönem dönem aldıkları inşaat izinleriyle, dükalıklarını pekiştirmektedirler.

İstanbul’u aynı zamanda borsa ve sermaye merkezi konumuna getiren Boğazdaki yeni aşiret, İstanbul üzerinden bütün Türkiye'yi yönetebilmenin arayışı içindedir. Sahip oldukları para gücüyle önlerine çıkan her şeyi satın almaktan çekinmeyen Boğaz Aşireti, aynı zamanda bütün basın ve medya organlarını da satın alarak, özel çıkarları doğrultusunda bunları kullanmaktan çekinmemektedirler.

Para gücü medya gücüne dönüşürken, aynı zamanda siyaseti yönlendirmekte ve aşiretin çıkarlarına uygun düşen yeni siyasi modeller ya da politikalar, Boğaz kıyısındaki yalılardan ortaya çıkmaktadır. Aşiret, Boğaz kıyısında rüzgarların serinliğinde, kendisini serin devlet olarak derin devletin yerine koymakta, insanın kanını donduran bir çok uçuk fikir ya da öneri, Boğaz Aşiretinin çıkarları doğrultusunda serin devletin üyeleri tarafından serinkanlıkla dile getirilerek savunulabilmektedir.

Borzensky sülalesi ile başlayan bu gelenek yeni transfer edilen yeni yetme zenginlerle desteklenmekte ve giderek Türkiye Cumhuriyetinin geleceği ile oynamaya kadar varan sorumsuzluklar ağı, kıyı boyunca genişlemektedir. Türk milletinin ve devletinin açıkça kaderini belirleyen kararlar Boğaz kıyısında alınmakta, daha sonra bu kararlar patronlar aracılığı ile siyaset sahnesindeki aktörlere dikte edilmektedir.

İstanbul Boğazında yaşayan beş bin zengin aile Boğazdaki Aşiret olarak, Türk milletinin ve devletinin kaderini belirleme hakkını ve yetkisini açıkça kendisinde görebilmektedir. TÜSİAD üyesi beş yüz zengin işadamının ötesinde, bunların yerli ve yabancı ortakları da devreye girmekler ve aşiret bağları para ilişkileriyle giderek genişlemektedir.

Bu durum, Boğazdaki Aşiret üzerinde fazlasıyla heyecan yaratmakta ve zamanla kendilerini Bizans ya da Osmanlı İmparatorluğunun merkezinde hissettirmeye başlamaktadırlar. Emperyalizm, bu durumu fark edince hemen Yeni Bizans, Yeni Osmanlı projelerini, Boğazdaki Aşireti taşeron yerine koyarak gündeme getirmiştir.

Her türlü ortaklığa razı olan aşiret mensupları, bu projelerin kendi ülkelerinin ulusal çıkarına uygun olup olmadığına dikkat etmeden, dışarıdan gelen bütün önerilere balıklama atlamakta ve yabancıların Türkiye'deki temsilciliğini hiç kimselere bırakmamaktadırlar. Para gücü ve ortaklıklar her türlü hedefi ve bu yoldaki girişimleri mubah hale getirmektedir.

Bir anlamda vahşi kapitalizmin Makyavelist yol ve yöntemleri, Boğazdaki yeni yetme aşiret için geçerli olmakta, yabancıların emperyalist ya da Siyonist önerilerine bile hemen angaje olmaktadır. Boğazın iki kıyısını sarmış olan para babalarından oluşan yeni kapitalist aşiret her yönü ile mütareke İstanbul'unu günümüzde başarıyla temsil etmektedir.

Mütareke İstanbul’u teslim olan başkent demektir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiliz donanmasının İstanbul Boğazına girmesiyle birlikte, Boğazdaki aşiret ve benzerleri hemen teslim olmuşlar ve İngiliz ya da Amerikan mandası altında yeni bir Bizans İmparatorluğunu, Almanya ve Rus saldırılarına karşı gerçekleştirmek için çaba göstermişlerdir.

Rumlar İngiliz. Ermeniler, Fransız mandası ararken, Yahudiler de geleceğin müstakbel İsrail projesini gerçekleştirebilmek üzere, Amerikan mandası peşinde koşmuşlardır. Mütareke İstanbul'u aslında; gayrimüslim kimliğinin öne çıktığı, Türklüğü ve Müslümanlığın devre dışı bırakıldığı bir işbirlikçiliğini gerçekleştirmiştir.

Mütareke İstanbul'u geleneği bugün Boğaz'daki Aşiret aracılığı ile İstanbul'da devam etmektedir. Dün Ulusal Kurtuluş Savaşının önderi Mustafa Kemal'e çapulcu diyen Mütareke İstanbul’unun teslim olmuşları, bugün de Türkiye’nin çıkarlarını savunan milliyetçileri ve de ulusalcıları gericilik ya da faşistlikle suçlamakta ve böylece kendi liberal işbirlikçiliklerini mazur göstermeğe çalışmaktadırlar.

Basın ve medya köşelerini sermayeye satılarak dolduran, bunların temsilcileri ekonomik çıkarlar uğruna ulusal çıkarları devre dışı bırakabilmenin yollarını aramaktadırlar.

İstanbul Boğazı’nın güzelliklerini, sahip oldukları para gücüyle satın alan Boğaz'daki Aşiret, yine para gücüyle Türkiye'yi ve Türk milletinin kaderini, uluslararası tekelci sermayenin desteği ile satın almağa çalışmaktadır. Misakı Milli sınırları içinde yaşayan Türk ulusunu tanımazlığa gelen, kozmopolit bir yapı içinde yeniden bir Bizans oluşturma özlemindeki misyoner kuruluşlarıyla ortak çalışmaları gündeme getiren Boğaz'daki gayrimüslim Aşiret’in, Türkiye Cumhuriyeti’nin kaderi ile oynamağa hakkı yoktur.

Türk ulusunun bir milli kurtuluş savaşı vererek kurduğu Türk devleti, Yani Bizans özlemi içindeki misyoner kuruluşlarının çalışmalarının oyun alanı değildir. Çok uluslu şirketlerin önderliğinde gündeme gelen yabancı dayatmalarının giderek Türkiye'ye egemen olmasında, Boğazdaki Aşiret fazlasıyla taşeronluk yapmaktadır. Bu durum da Türkiye'nin ulusal çıkarlarına açıkça ters düşmektedir.

Bir anlamda Boğaz'daki Aşiretin çıkarları ile Türk milletinin ulusal çıkarları birbiriyle ters düşmektedir. Boğaz'daki Aşiret Türklüğü ve Türk olmayı reddetmiş ve tıpkı eskisi gibi Bizans döneminin kozmopolit yapısı içinde, gayrimüslim bir kimliğin geleceğini aramıştır. Boğaz'daki Aşiret'in, Ulusal Kurtuluş Savaşını küçük gören, Türk milletini dışlayan, Ankara'daki Türk devletini yok sayan olumsuz tutumları davam ettiği sürece, Türkiye’de yaşayan insan topluluğunun ulusal bütünleşmesini gerçekleştirmek son derece zor olacaktır.

Küreselleşme dönemiyle birlikte, Boğaz’daki Aşiret'in tarihten gelen gayrimüslim ve gayri Türk tutumu, giderek yükselme göstermiştir. Sahip oldukları para gücüyle, İstanbul basınını Bizans medyasına dönüştürmüşler ve her yönü ile Türkiye’nin ulusal kimliği ile ulus devletine saldırıyı, bir alışkanlık haline getirmişlerdir.

Kendi içlerinden seçtikleri bazı temsilcileri ya da para ile satın aldıkları bazı Türk vatandaşlarını siyasete yönlendirerek onları finanse etmişler ve son dönemlerde anti ulusal siyasetinin oluşmasında, emperyalist merkezlerle birlikte Boğaz'daki Aşiret ortak hareket etmiştir. Basın ve medya ile halkı uyuşturma dönemi artık son noktasına gelmiştir.

Eskisi gibi kapitalist sistemin çıkarları doğrultusunda halkı uyutamayacağını gören Boğaz'daki Aşiret mensupları, Türkiye'yi bir iç çatışma ortamına sürükleme senaryolarını destekleyerek, kapalı toplantılarda halkın bilinçlenmesini sağlayan demokrasiye karşı çıkarak, sermaye çevrelerinin çıkarlarını koruyacak ve onlara bekçilik yapacak bir diktatörlüğün arayışı içine girmektedir.

Türk ulusu; Cumhuriyet devleti ve demokrasi rejimi ile kendi geleceğini güvenceye alma çabası içindeyken, Boğaz’daki Aşiret’in kendi zenginliklerinin peşinde koşması ve bunların korunması için bekçilik yapacak bir diktatörlüğün arayışı içine girmesi, yine Türkiye'nin ulusal çıkarlarına ve Türk demokrasisine ters düşen bir durumdur.

Misakı Milli sınırları içinde, Boğaz'daki Aşiret'in değil ama Türk milletinin ulusal egemenliği geçerli olmalıdır. Önümüzdeki dönemde; ya Türk milleti yeniden egemen olacak ve Boğazdaki Aşiret’in çıkarları sınırlanacak ya da Boğazdaki Aşiret, küresel sermaye ile ortaklık içerisinde hegemonyasını artıracak, bunun sonunda Türk devleti ve milleti sıkıntı çekmeye devam edecektir.

Türk devletinin güçlenmesi ve Türk milletinin mutlu bir düzene kavuşa bilmesi için; Bozaz’daki Aşiret’in anayasa ve yasal çerçevede denetim altına alınması gerekmektedir.

Kaynak: Prof. Dr. Anıl Çeçen - Yankı Dergisi


Etiketler: ulu hakan abdulhamid han osmanlı ingiltere asya hilafet tasfiye Lord Ponsonby Rusya Yıldız Esas Evrakı lozan antlaşması inönü mustafa kemal atatürk meclis Devlet-i Aliyye İttihat ve Terakki

İlk Meclis duvarına asılan ayet-i kerime
Prof. Dr. Osman ÖZSOY

23 Nisan 1920’de açılan TBMM'nin duvarına levha halinde asılan ayet-i kerime, aslında resmi özel tüm kurumların ve şirketlerin toplantı salonlarına asılması gereken anlam içeriyor. İşte tüm ayrıntıları ile ilk Meclis'ten manzaralar.

Ankara’da 23 Nisan 1920’de açılan ilk Meclis’in duvarına, aslında resmi özel tüm kurumların ve şirketlerin toplantı salonlarına asılması gereken bir ayet asılmıştı.

Nitekim ilk Meclis’in açıldığı gün Meclis duvarına, Kur’an-ı Kerim’in 42. suresi olan Şûrâ suresinin 38. ayetinde geçen ve “İşlerini istişare ile yürütürler”, anlamına gelen (Ve emruhum şûrâ beynehüm) ilahi kelamı bir levha halinde asıldı. Hakikaten ilk Meclis öyle çalıştı... Tüm işlerini ciddi bir meşveret ile danışarak yaptı.

(..)

TBMM, 23 Nisan 1920-16 Nisan 1923 tarihleri arasındaki I. Dönem çalışmaları sırasında 2 yıl 11 ay 21 gün (toplam 1.088 gün) faaliyette bulundu. 338 kanun çıkardı. Bunun dışında Başkanlığa 78 gensoru önergesi sunuldu. 625 soru önergesi verildi. I. Dönem Türk Parlamento Tarihinde milletvekillerinin dönemin kısalığına rağmen kürsüde en çok söz aldıkları ve konuştukları dönem oldu. Konuşma sayısı 2.027’si gizli oturumlarda olmak üzere 13 bine varmakta ve bir gün içinde kürsüye çıkan milletvekili sayısı günlük ortalama 24’ü bulmaktaydı.

Bu dönem zarfında 552 birleşimde 1.039’u açık, 238’i gizli, 19’u kısmen açık kısmen gizli toplam 1.296 oturum hâlinde toplantı gerçekleşti. TBMM’nin gizli oturumlarının özellikle cephelerde sıcak savaşın yoğun olarak yaşandığı zamanlara denk gelmesi, gizliliğe ne kadar önem verildiğini göstermesi ve devlet ciddiyetinin ne kadar ön plânda tutulduğunu yansıtması açısından dikkat çekicidir.

Sayın Bülent Arınç’ın Meclis Başkanı iken 23 Nisan 2003 tarihinde verdiği bilgilere göre, Mebusların yaklaşık yüzde 60'ı yabancı dil biliyordu. Bunların yarısı da birden fazla dil biliyordu.

İlk Meclis’in milletvekillerinin istatistiki bilgilerine bakıldığında, memurların % 27, eşrafın % 14, serbest meslek sahibinin % 13, askerin % 13, din adamının % 11 oranında olduğu görülür. Ülkenin o zamanki eğitim durumu göz önüne alındığında Meclis'in son derece yüksek bir entelektüel seviyeye sahip olduğu görülür.

İlk Meclis’teki milletvekillerinden 92 tanesi Son Osmanlı Meclisi Mebusan'ın üyeleridir. Bunların 14 tanesi Malta'da İngilizlerin sürgüne gönderdiği ve bir şekilde oradan kaçarak gelen mebuslardı. Bu kişiler, Meclisi Mebusan'ın geleneğini, kurallarını ve havasını ilk Meclise taşıdılar. İlk Meclis'te kullanılan iç tüzük Osmanlı Meclisi Mebusanı'nın tüzüğüdür ve 7 yıl yürürlükte kalmıştır. İlk Meclis Başkanı seçiminde, Mustafa Kemal Paşa ile yarışan ve sonra onun yardımcısı olan iki kişi, Mevlana Hazretlerinin soyundan gelen iki çelebiydi. Meclisin içi tam bir Anadolu fotoğrafıydı. Etnik açıdan, kültürel açıdan, inanç açısından Anadolu'nun aynasıydı.

İlk çıkarılan kanun...

İlk Meclis’te çıkarılan ilk kanun, aslında Osmanlı Meclisi Mebusan'ın son gündem maddesiydi. Ancak işgal kuvvetleri Meclisi Mebusan'ı kapatınca son madde İlk Meclis'in birinci gündemi olarak tekrar görüşüldü ve karara bağlandı. Bu aynı zamanda iki Meclis arasında bir bağın olduğunu ve millet iradesinin kesintiye uğramadığını göstermekteydi.

Kanunun metninde dikkat çeken bir başka nokta üzerine yazıldığı kağıttı. Kanun, bir bakkal defterinin sayfalarından bile daha zayıf bir kağıda elle yazılmıştı. Yokluk içinde çalışan ama yine de devlet ciddiyetini ve onurunu her şeyi ile koruyan ve uygulayan bir Meclis vardı.

Yazımızı, ilk Meclis’in açılış gününe dair notlarla bitirelim.

Mustafa Kemal Paşa, 22 Nisan 1920’de bütün vilâyetlere bir tamim yayınladı. Mübarek bir gün olduğu ve hayırlara vesile olacağı düşüncesiyle Meclis’in 23 Nisan Cuma günü açılacağını açıkladı.

23 Nisan 1920 günü geldiğinde Hacı Bayram Camii’nde büyük bir kalabalık toplandı. Cuma namazının kılınmasının ardından cemaat cami avlusundaki yerini aldı. En önde yeşil örtülü bir rahlenin üstüne konulmuş olan Kur’ân-ı Kerîm’i ve Lihye-i Saadet’i başının üstünde taşıyan bir kişi vardı. Törene katılmış olanların geçeceği yolun iki tarafına halk ve asker sıralanmıştı. Yavaş yavaş yürüyen ve her tür insandan meydana gelmiş olan bu alay, tekbir getire getire Meclis’in toplanacağı binanın önüne geldi ve durdu.

Meclis salonunda herkes yerini aldıktan sonra hocalar, dua ayetlerini hep bir ağızdan okudular. Bir kısmı da Buharî okuyordu. Camide indirilen hatimlarin duaları da burada yapıldı. Hacı Bayram Velî Türbesinden alınan Sancak, kürsüye dikildi. Rahle üstünde getirilen Kur’an-ı Kerim ve Sakal-ı Şerif te kürsüye kondu.

Dualar okunduktan ve kurbanlar kesildikten sonra milletvekilleri binaya girdiler. Meclis saat 14.45’te milletvekillerinin en yaşlısı (Reisi Sin) olan Sinop milletvekili Şerif Beyin bir konuşmasıyla açıldı. Bu kısa konuşmanın son cümleleri, “Milletimizin dahili ve harici istiklâl-i tam dahilinde mukadderatını bizzat deruhte ve idare etmeye başladığını bütün cihana ilân ederek Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum” oldu.

Meclis’in açılışının ertesi günü, yani 24 Nisan 1920’de beş oturum yapıldı. Bunlardan dördüncü oturum gizli yapıldı. Meclis’in beşinci oturumunda Mustafa Kemal Paşa 110 oyla birinci başkan seçilirken, Celâlettin Arif Bey 109 oyla ikinci başkan seçildi. Celâlettin Arif Bey, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ın başkanıydı. İstanbul’un işgali üzerine Anadolu’ya geçmişti.

(Konu hakkında ayrıntılı bilgi için: Türk Kurtuluş Savaşı, Osman Özsoy, Timaş Yayınları kitabına bakılabilir. 0212 511 24 24)

(..)

Haber7

Medreseler kanunla değil, genelgeyle kapatılmıştı!
10 Şubat 2009
Mustafa ARMAĞAN

“Medreseler açılmayacaktır. Millete mektep lazımdır.” Bu hiddetli sözler, Gazi Mustafa Kemal’e aittir ve 18 Eylül 1924 günü Rize Hükümet Konağı’nın merdivenlerinden inerken kendisine ‘medreselerin yeniden açılması’ için dilekçe veren iki müftünün yüzüne karşı söylenmiştir.

İyi de bu müftüler Tevhid-i Tedrisat Kanunu’ndan, hele onun bir ‘devrim kanunu’ olduğundan haberdar değil midirler ki, böylesine cüretkâr bir işe girişmiş ve bizzat Gazi’ye, kanunun geri alınması teklifinde bulunacak denli ileri gitmişlerdir?

İsmail Kara’nın bir araştırması sayesinde (bkz. “Din ile Modernleşme Arasında”, Dergâh Yay., 2003, s. 445 vd.) o yıllarda Trabzon’da çıkan “İstikbal” gazetesinde müftülerin dilekçesinin medreselerin tekrar açılması hakkında değil, “medreseler hakkında” olduğunu öğreniyoruz. Nihayet Kara, müftünün kardeşinden öğrendiğine göre onların Gazi’den yeni eğitim sisteminde medreselerin binalarından, kütüphanelerinden ve hocalarından da yararlanılmasını istedikleri sonucuna varmaktadır.

Fakat benim asıl projektörlerimi yöneltmek istediğim nokta, biraz farklı: Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabulünden yaklaşık 6,5 ay sonra iki müftünün doğrudan Cumhurbaşkanı’na böylesine cesurane bir dilekçeyle başvurmalarının altında hangi bilmediğimiz düğüm yatıyor?

“Hep önde, hep ileri!” Olur olmaz her vesileyle söylediğimiz Onuncu Yıl Marşı böyle diyordu. Peki bunu söylerken mevcut İnkılap Tarihi kitaplarımızın çağdaş tarihçilik düzeyini yakalamayı bir kenara bırakın, elimde duran 50 yıl önce liseler için yazılmış “Türkiye Cumhuriyeti Tarihi”nin seviyesinden dahi aşağıda seyretmesini neyle açıklayacağız?

Kitabın yazarı Prof. Enver Ziya Karal, eğitimi ilgilendiren Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun dinî-siyasî bir konu olan Hilafetin kaldırılması ile idarî bir karar olan Şer’iyye ve Evkâf Vekaleti’nin lağvının neden tam da aynı günde gerçekleştiğini “aynı fikirde, aynı zihniyette fertlerden mürekkep bir millet yapma” amacına bağlıyordu. (s. 156)

Amaç, imtiyazlı, ayrıcalıklı, dokunulmaz siyasal alanların ortadan kaldırılmasıyla oluşacak boşlukta yeni iktidarın, geleceğin güvencesi olan çocukları tek bir eğitim çarkında yetiştirebilmesiydi. Buna engel olabilecek güçlerden Halife yurtdışına gönderilirken, aynı gün başka garip şeyler de oluyor, daha önce kabineye dahil olan Genelkurmay Başkanı kışlasına, Şer’iyye ve Evkâf Vekili (Bakanı) evine yollanıyor, nihayet 430 sayılı kanunla öğretim birliği sağlanıyor, yani sivil veya askerî, yerli veya yabancı, özel veya resmî bütün okullar Eğitim Bakanlığı’na bağlanıyordu. (Gerçi daha 2 yıl sonra, 22 Nisan 1925’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu delinecek ve askerî okullar Savunma Bakanlığı’na bağlanacaktır.)

TBMM 3 Mart 1924 günü Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu kabul etmişti. Ne var ki, bu kanunla ilgili yaygın bir yanlış anlama söz konusu. Üstelik bu yanlış anlama öyle kes-yapıştırcı “internet alimleri”ne mahsus bir kusur da sayılmaz. Mesela Toktamış Ateş hocanın Bilgi Üniversitesi tarafından basılan “Türk Devrim Tarihi” adlı kitabında şöyle bir ifade geçiyor: “3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkartılarak medreseler kapatıldı ve geri kalan tüm okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı.” (s. 187)

‘İyi de, ne var burada yanlış olan?’ diyorsanız sabredin biraz, bir de İslamcı cephenin eski yazarlarından Hasan Hüseyin Ceylan’ın “Cumhuriyet Dönemi Din-Devlet İlişkileri” (Risale Yay., 1989) adlı kitabının 209. sayfasından yaptığım alıntıyı okuyun lütfen: “3 Mart 1924 tarih ve 430 sayılı kanunla Türkiye dahilinde dinî tedris veren bütün mektep ve medreselerin kapatılması… ile bir yerde dine dayalı hayat sona ermiş bulunuyordu.”

Ve daha yüzlerce, binlerce beyinlerimize bozbulanık akan metin… Bu alıntılardaki yanlış bilgileri şöyle belirtelim:

Bir kere 430 sayılı kanunun medreseler bakımından asıl önem taşıyan maddesi, “Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti veyahut hususi vakıflar tarafından idare olunan bilcümle medrese ve mektepler Maarif Vekâleti’ne devir ve raptedilmiştir” hükmünü getiren 2. maddesidir. Ancak görüldüğü gibi bu maddede medreselerin kapatıldığına veya kapatılacağına dair herhangi bir hüküm bulunmamakta, sadece söz konusu bakanlık ile özel vakıflara bağlı bütün medrese ve okulların Eğitim Bakanlığı’na devredilip bağlandığı ifade olunmaktadır.

Yani neymiş? Medreseler 3 Mart 1924’te kapanmamış, sadece mektepler gibi Eğitim Bakanlığı’na bağlanmış. (Zira o tarihte henüz “Millî” formayı giymemişti eğitim sistemimiz ve “millî” olabilmek için Demokrat Parti’nin kurulmasını, yani 1946’yı beklememiz gerekecektir.)

Peki medreseler ne zaman ve nasıl kapatılmıştı?

Medreselerin kapatılması için 8 gün daha beklememiz gerekecektir. 11 Mart günü, henüz birkaç gün önce bakanlık koltuğuna oturan Maarif Vekili Vasıf [Çınar] Bey, yayınladığı bir genelgeyle medreselerin kapanma emrini verecektir. Lakin kapatma işleminin bir süre daha, belki birkaç ay sürüncemede kaldığı tahmin ediliyor. Zira Vasıf Bey, 17 Nisan 1924 günü TBMM’de sert eleştirilere cevap verirken o sırada medreselerin en azından bir kısmının hâlâ açık bulunduğunu anlıyoruz; bakan, medrese talebelerinin diğer okullara nasıl kaydırılacağına ilişkin sorunlardan söz etmektedir.

Demek ki, medreselerin 3 Mart’ta kapatıldığı doğru olmadığı gibi, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile kapatıldığı da doğru değildir. Medreselerin bir kanunla değil, sadece bir bakanlık genelgesiyle kapatıldığını söylemek inkılap tarihçilerimize neden bu kadar zor geliyor dersiniz? Yeniden açılabileceklerinden duyulan korkudan olmasın?

Açılır veya açılmaz, o ayrı bir konu. Ancak medreselerin kapatılmasını bir “devrim kanunu” olarak kabul edip onu dokunulmaz kılmaya kalkanlar neyi savunduklarını bir kere daha düşünseler keşke. Eğer Tevhid-i Tedrisat, denildiği gibi “medreselerin kapatılması”nı amir bir “devrim kanunu” olsaydı, Rizeli iki müftü, bizzat Atatürk’ün önüne çıkıp kanunun rağmına bir talepte bulunmaya cesaret edebilirler miydi? Ve öyle olsaydı Atatürk bağırıp çağırmakla yetinir miydi?

Zaman gazetesi


"İttihat ve Terakki muhafazakar bir örgüt, devleti kurtarmak için çalışıyor"
Röportaj: Nagehan Alçı / Akşam

Cumhuriyeti kuran kadro İttihat ve Terakki'nin önde gelenleri. 1960'a kadar eski İttihatçılar Çankaya Köşkü'nde oturuyordu. Örgüt kendini vatan kurtarıcısı olarak görüyordu. O nedenle kendine yasaların üzerinde yetkili payesi biçiyordu. Bunun Türk siyasi hayatına çok ciddi etkileri oldu.

DünyanIn sayılı Osmanlı tarihçilerinden kabul edilen Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu geçtiğimiz hafta İstanbul'daydı. Biz de bu fırsatı değerlendirdik ve cuma günü söyleşi için bir araya geldik. Uzmanlık alanı olan İttihat ve Terakki'den başladık, liberal faşizm tartışmaları ile devam ettik. Hanioğlu İttihatçılar ve Ergenekon arasında benzerlikler olsa da böyle bir parallellik kurulmasına karşı. 'Bu, Ergenekon'a paye vermek, onu gerekçelendirmek olur' diyor. Ergenekon davasında adı geçenlerin de böyle bir parallellik kurduklarına inanmadığını söylüyor.

- İttihat ve Terakki, Ergenekon dolayısıyla son dönemde tartışılır bir başlık oldu. İttihatçılık nasıl bir zihin yapısıdır?

Kolay anlaşılabilecek bir zihniyet değil. Bir de biz kendi ulus-devlet değerlerimizle bakıyoruz. Bu, çok uluslu bir imparatorluk içindeki gerçeklikleri anlamamızı zorlaştırıyor. İki yapının çok farklı olduğunu unutmamamız lazım.

- Bahsettiğiniz bu yapılar arasında en önemli fark ne?

İttihat ve Terakki belli bir dönemin ortaya çıkarttığı bir zihniyet. İttihatçılar çözülmekte olan çok uluslu bir devletin sorunlarını çözmek için önce gizli sonra açık parti olarak çalışan, ama hep gizli bir kanadı olan bir zihniyetin temsilcileriydiler. Günümüz ile paralellikler olabilir ama 'bu İttihatçı zihniyettir' gibi benzetmelerden kaçınmamız gerek. Bu yaklaşım Ergenekon sürecine paye kazandırmak, onu gerekçelendirmek olur! Ama benzerlikler mutlaka var.

- Nedir benzerlikler?

Zihniyet alanında bir benzerlik var. Cumhuriyeti kuran kadro İttihat ve Terakki'de öne çıkmış insanlar. Türkiye'de 1960'a kadar eski İttihatçılar Çankaya Köşkü'nde oturuyorlardı. Bu örgüt kendini vatan kurtarıcısı olarak görüyordu. O nedenle kendine yasaların üzerinde yetkili payesi biçiyordu. Hatta yasal parti haline geldikten sonra bile bu işlevini değiştirmedi. Bunun Türk siyasi hayatına ciddi etkileri oldu.

- İttihatçılık ve Kemalizm arasında büyük benzerlikler olduğunu iddia edenler var. Siz bir parallelik görüyor musunuz?

Devamlılık, benzerlik olduğunu kabul ediyorum ama İttihat ve Teraki'nin çok farklı bir örgüt olduğunu unutmamamız gerek. Bir kere arka planlar farklı. Biri çok uluslu bir imparatorlukta var oluyor, diğeri bir ulus devlet yaratıyor...İT 19. yüzyıl sonu otoriter düşüncelerden etkilendi, bunun cumhuriyet üzerinde de etkisi oldu. Ama İT muhafazakar bir örgüt, devleti kurtarmak için çalışıyor.

- Bu anlamda Ergenekon ile benzeşiyor...

Böyle bir paralellik kurmak mümkün; ama İttihatçıların temel sorunu dönemin iktidarının statükoyu korumakta güçsüz kaldığını düşünmeleri. Bugün öyle değil.

- Olmasa bile Ergenekon davasında ismi geçenler İT'yi model almış, ondan etkilenmiş olabilirler mi?

Keşke Türkiye'de herkes tarihle bu kadar ilgilense! Ben bu tür gelişmelerin kendiliğinden gelişen nitelikli olduğunu düşünüyorum. Kuşaklardan kuşaklara nakledilen bir zihniyet var tabii ama böyle bilinçli bir esinlenmeden bahsedemeyiz.

- Ergenekon'da ordu içindeki cunta faaliyetlerini görüyoruz. Cuntacılık Osmanlı'dan gelen bir gelenek mi?

İT ve ordu ilişkisinde çok yanıldığımız bir husus var: Zannediyoruz ki 1908'de ordu ihtilal yaptı ve askeri dönem başladı. Halbuki bir grup subay ayaklanma başlatıyor. Ordunun üst kademesi ise buna karşı. Hatta bunu bastırmaya çalışıyor.
- Üst kademe başından itibaren bu faaliyetlerden haberdar mı?

Değil. İttihat ve Terakki'nin milli tabur, alay adını verdiği birlikler dağa çıkmaya başladığında haberdar oluyor. Bastırmaya çalışıyor. Redif (İhtiyat) taburları Rumeli'ye gönderiliyor ama onlar da ihtilale katılınca yapacak bir şey kalmıyor. Ama ordu, kurum olarak bu harekete karşı. Zaten daha sonra 1908-13 arası ordu ve İT arasında çok sorunlu bir ilişki başlıyor.

- Cumhuriyetin ilanından beri Batılı olmak geçmişten kopmakla mümkündür, düşüncesiyle hareket edildi. Batıcı hareket çok güçlü bir hareket oldu. Bu düşünceyle paralel olarak sizin üzerine doktora yazdığınız Abdulluh Cevdet'in 'Avrupa'dan damızlık erkek getirelim' dediği de rivayet edilir. Siz Batıcılığın böylesine baş tacı edilmesini nasıl buluyorsunuz?

Abdullah Cevdet'in cumhuriyetin ilk yıllarında mebus yapılması düşünülüyor. Bunu önlemek için, ona zarar vermek için bazı ifadeleri çarpıtılarak uydurulmuş bir söz bu. Ama tabii Abdullah Cevdet Türk Batıcılığının önemli liderlerindendir. Cumhuriyet ideolojisinin oluşumunda da rolü büyük. Ama bakın Batıcı hareket o dönemdeki entelektüel hareketlerden sadece biri. Üstelik marjinal bir hareket. Böyle marjinal bir hareketin cumhuriyet ideolojisine büyük etki yapmış olması önemli. O dönem İslamcılık da büyük entelektüel hareketlerden biri ama onun etkisi çok az.

Liberal düşünce ne zaman iktidar oldu da faşizmi başlattı

- Öyle ama şimdi de bunları konuşanları diğerlerini konuşturmamakla itham ediyorlar. ABD'den ithal edilen 'liberal faşizm'in Türkiye'deki yansımalarını nasıl yorumluyorsunuz?

Liberalizmin, Türkiye'ye 'liberal faşizm' olarak uyarlanmasını son derece anlamsız buluyorum. Türkiye'de birçok fikri liberal olarak kategorize ediyoruz ama aslında bu fikirler Avrupa ve ABD'deki liberalizmle pek de örtüşmüyor. Türkiye'de liberal düşünce ne zaman iktidar oldu ki, faşizmi başlattı? Sanki önce iktidar oldu, sonra kendi baskıcı sistemini getirdi... Böyle bir şey yok! Bir şey daha söyleyeyim; birtakım sorunları tarihle ilişkilendirmeye çalışıyoruz ve böylece bahaneler üretiyoruz. Bir süreklilik elbette var ama mesela Doğu Avrupa'da 1990'lardan sonra büyük bir kopuş yaşandı. Kimse kalkıp, 'biz yıllarca sosyalist rejimde yaşadık, bizde normal siyaset olmaz' demiyor. Bizde ise hep geriye bakıp bahaneler üretiliyor. 1877'de Meclis toplamış bir geleneğin günümüzde Doğu Avrupa ülkelerinden geride olması utanılacak bir durumdur. Artık bunu aşmamız lazım!

GÜLEN HAREKETİ MODERN BİR HAREKETTİR

AslInda İslami hareketler kendilerini modernist olarak tanımlamaktan hoşlanmıyorlar. Ama sosyolojik bir değerlendirme yaparsak Gülen hareketi için modern bir hareket diyebiliriz. Yine de 1908'de başlayan İslami hareketin devamı bir harekettir demek pek de doğru olmaz.

O ZAMAN İSLAMCILIK, GERİCİLİK DEĞİLDİ

Cumhurİyet öncesinde çok önemli diyebileceğimiz bir İslamcı hareket vardı. Bu çok modern bir hareketti. Bizde düşülen bir hata var, bu konuda çok bilgi sahibi olmadığımızdan İslamcılık=Gericilik diye düşünülüyor. Halbuki bu İslamcı hareket çok modernist bir hareketti. Cumhuriyet üzerindeki etkisi neredeyse sıfır. Biraz da bu yüzden bugün İslamcı hareketin söyledikleri, bundan 150 yıl önce büyük eleştiri alacak şeyler. Osmanlı'daki bu ciddi entelektüel hareketi basit bir gericilik kategorisine indirgeyerek entelektüel düşüncemizi çok zayıflattık.

TANZİMAT SONRASI KÜRTLERİN OSMAN DEVLETİYLE İLİŞKİSİ FARKLI

Kürt milliyetçiliği ve Kürt hareketinin ortaya çıkışı Tanzimat sonrası. Onun öncesi Kürtlerin Osmanlı devleti ile farklı bir ilişkisi var. Tanzimat merkezileşmesi sorunlar doğuruyor. Merkez çevreye daha fazla nüfuz etmeye başlıyor. Sırf Kürtler değil, Araplarla, Arnavutlarla da aynı sorunlar yaşandı. Kürt milliyetçiliğini bir proto-milliyetçilik olarak en fazla 19. yy sonunda Kürdistan dergisinin Mısır'da neşredilmesine götürebilirsiniz.

KİMLİK YENİDEN TANIMLANMALI

Türkİye'de yapılan kimlik tanımı, olması gerekeni söylüyor ama bununla olan arasında ciddi bir fark var. Sorun da bu.Olana daha uygun bir idealin belirlenmesi gerekiyor. Oturup tartışılması gerek. Biz uzun süre bu konularda konuşamadık. Şimdi bunlar aşılıyor.

"İzmir dramından sonra milletimiz gerçekten duygulandı ve uyandı"

"İzmir dramından sonra idi ki, milletimiz gerçekten duygulandı ve uyandı ve derin uçuruma sürüklendiğini anladı. Ve ondan sonra hukukunu bizzat savunmaya karar verdi. Tabiî bunu yapabilmek için bir şekil almak, örgütlenmek lâzım gelirdi; zaten her taraftan örgüt ve şekillenme daha evvel başlamış idi. Fakat, evvelâ Erzurum ve bundan sonra Sivas Kongrelerinde genel birliğimiz oluştu. Erzurum ve Sivas kongrelerinin bildirge ve tüzüğünün içeriği önemlidir."

1920 (Atatürk’ün S.D.II, s.11)

"İşe köyden ve mahalleden ve mahallle halkından, yani fertten başlıyoruz"



"Teşkilâtın diğer teferruatına bakacak olursak, işe köyden ve mahalleden ve mahallle halkından, yani fertten başlıyoruz. Fertler düşünür olmadıkça, hukukunu müdrik bulunmadıkça, kütleler istenilen istikamete, herkes tarafından iyi veya fena istikametlere sevk olunabilirler. Kendini kurtarabilmek için her ferdin, mukadderatıyla bizzat alâkadar olması lâzımdır. Aşağıdan yukarıya, temelden çatıya doğru yükselen böyle bir müessese, elbette sağlam olur. Şüphe yok, her işin başlangıcında, aşağıdan yukarıya doğru olmaktan ziyade yukardan aşağı olması zarureti vardır. Birincisinin belirmesinde, bütün beşeriyet için gayeye erişme kolaylaşmış olurdu. Böyle olmanın amelî ve maddî imkânı henüz bulunmadığından bazı müteşebbisler, milletlere verilmesi lâzım gelen istikametin çizilişinde kılavuzluk ediyorlar. Bu suretle yukardan aşağıya şekillendirilebilir. Biz, memleketimiz dahilindeki seyahatlerimizde doğal olarak birinci tarzda başlamış olan millî teşkilâtımızın hakikî kaynağa, ferde kadar indiğini ve oradan tekrar yukarıya doğru hakikî şekillenmenin başladığını büyük memnuniyetle gördük. Bununla beraber, olgunlaşma derecesine eriştiğini iddia edemeyiz. Bunun için, özellikle aşağıdan yukarıya tekrar bir şekillenmenin husulü gayesine bilhassa çalışmamız, millî ve vatanî bir vazife sayılmalıdır.

1920 (Nutuk III, s. 1185)


En son Ekim tarafından Pts Ağu 23, 2010 8:32 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Tem 28, 2010 1:32 am    Mesaj konusu: 12 Eylül Referandumu:KIRK KATIR MI YOKSA 40 SATIR MI? Alıntıyla Cevap Gönder

12 Eylül Referandumu: KIRK KATIR MI YOKSA 40 SATIR MI? -4-
Ali Haydar CAN



1876 ile 1924 arasında bir de 1921 Anayasası var ki; bu minicik Anayasa 1876 ile 1982 anayasalar resm-i geçidinde gerçekten millî ve gerçek bir ihtiyaca denk gelen tek anayasa odur...

Hikâyesi ise bazı ulusalcıların tüylerini diken diken edebilicek kadar enteresan...

30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandığında Osmanlı İmparatorluğu için yolun sonu görünmüştü...

Ancak 700 yıllık tecrübe birikimi olan bir dünya devletinin bu sona, son ana kadar direnmesi de tabiî idi...

Mondros Mütarekesi’nden sonra Osmanlıyı parçalayarak yutmak için sabırsızlanan Batılı emperyalist devletler/düvel-i muazzama vakit geçirmeden İmparatorluk topraklarına sökün etmeye başladılar...

İstanbul dahil ülkenin bir çok yeri fiilen işgal edildi...

Osmanlının hem istihbarat hem de özelharp işlevini gören Teşkilatı Mahsusa isimli kuruluşu da işgale uğrayan yerlerde halkı gayr-ı nizamı harp düzeninde örgütleyip Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri adı altında silahlandırarak mahallî direnişleri başlatmıştı...

Gerilla savaşı şeklinde başlayan Millî Mücadelenin derlenip toparlanmaya ve düzenli ordu haline dönüştürülmeye ihtiyacı vardı. Zira Osmanlı Orduları d Mondros Mütarekesi gereğince silahsızlandırılıp dağıtılmıştı..

İşgal Altındaki Osmanlı Payitahtında oturan Sultan 6. Mehmed Vahidüddin Han, Mustafa Kemal Paşa’yı bu iş için görevlendirerek seçkin bir kurmay subayları kadrosu eşliğinde Anadolu’ya yolluyordu...

İstanbul’da bir Padişah, O Padişah’ın emri altında bir hükümet vardı ama işgal de vardı...

İşgalcilerin baskılarından kurtulabilmek için İstanbul’un eli kolu bağlı yöneticileri siyaset satrancında harika bir hamle yaptılar...

Mustafa Kemal’in ardından işgalcilerin kapattığı Meclis-i Mebusan’ı da “Millet Meclisi” ismiyle Ankara’ya taşıdılar...

Bu meclis 23 Nisan 1920'de dualarla, kurbanlar kesilerek, Kur’an-ı Kerim okunarak, Halife ve Sultan 6. Mehmed Vahidüddin Han’a bağlılık yeminleri edilerek açıldı.

Aynı meclis kuvvetlerr birliği ilkesine göre çalıştığından aynı zamanda yürütme/hükûmet fonksiyonunu da icra ediyordu.Yani 1. Meclisle birlikte Ankara’da yeni bir hükûmet de kurulmuş oldu...

Böylece Osmanlı Devleti’nin biri işgal altında diğeri işgale karşı savaşmak üzere aynı anda iki hükûmeti oldu...

Bu siyaset tarihinde eşine pek rastlanmayacak bir durumdu...

Hükûmetlerden işgal altında olanı İşgalcilerin her dediğine boyun eğiyor görünürken, İşgale karşı Savaşmak üzere kurulanı harıl harıl millî mücadeleyi düzenli ordu haline getirmeye çalışıyor ve el altından İstanbul’dan kesintisiz destek alıyordu...

İşgalciler İstanbul Hükûmetini sıkıştırdıkça, o hükûmet hiçbir zaman uygulanmayacak, emirler kararlar, talimatlar ve fetvalar yayınlayarak Ankara hükûmetini asi ilan ediyor ve işgalcileriin yüreklerine su serpiyordu.

Bu dahiyane politika tılır tıkır yürürken millî mücadele de hızla ordulaşıyordu...

Bugün bazı ulusacıların ”hain padişah, hain hükûmet aha işte kapı gibi belgeler ortada” diye gösterdikleri sözde belgeler bu dahiyane siyaset oyunun işgalcileri oyalamaya, yatıştırmaya dönük hamlelerydi. Konuyu dağıtmamak için iki küçük misal verelim:

Birincisi: Meclis’in beşinci oturumunda Mustafa Kemal Paşa 110 oyla birinci başkan seçilirken, Celâlettin Arif Bey 109 oyla ikinci başkan seçildi. Celâlettin Arif Bey, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ın başkanıydı. İstanbul’un işgali üzerine Anadolu’ya geçmişti. (6)

İkincisi: Mustafa Kemal Paşa o zaman bu konuyla ilgili şöyle bir açıklama yapıyor:

[[b]“İngilizlere hürmet edeceksiniz, ingilizlerin emrine gireceksiniz, böyle hareket etmediğiniz takdirde mahvolacağız. bu tarz hareketi vatan sevginizden beklerim.” yazılarından bazı zayıf düşünceli insanlar bu kadar muhterem bir arkadaş (Mareşal Fevzi Çakmak)ın bu ifadesi karşısında, belki de durum böyledir diye şüphe edebilirler. biz ise böyle bir tereddüde lüzum görmedik ve bunun düşman tarafından zorla not ettirildiğine hükmettik. bu görüşümüzde yanılmış değiliz. zira (Mareşal Fevzi Çakmak’ın) bir vesile ile gönderdiği yaveri Kurmay Binbaşı Salih Bey buraya geldi ve 'harbiye nazırı düşman süngüleri altındadır, emirleri zorla yazdırılıp imza ettiriliyor. o emirlere değer verilmemesi lüzumunu bildirmek üzere beni gönderdi' demişti.”] [/b](7)

İşte inanılmaz şartlarda göreve başlıyan Birinci Meclis, o şartların gereği olarak 20 Ocak 1921 tarihinde “Teşkilât-ı Esasîye Kanunu”nu kabul etmiştir. 1921 Anayasası 23 maddelik çok kısa bir Anayasadır. 1921 Anayasası 1876 Kanun-u Esasîsi’ni yürürlükten kaldırmamıştır. Aynı anda 1876 Kanun-u Esasîsi de yürürlüktedir.

Böylece Osmanlı devleti İki hükûmetliliğine iki anayasalılık gibi ikinci bir siyasî ilginçlik eklemiştir.

Bundan sonra 2. Meclis tarafından 20 Nisan 1340 (1924) günü kabul edilen 1924 Anayasası ile, mudanya Mütarekesinden sonra 1921 Anayasası’nda yapılan değişiklikler tamamiyle “yedidüvel” dayatmasıdır.

1924 Anayasası’nı ilga eden 27 Mayıs’ın NATOCU Darbecileri “Yedidüvel”in isteklerine uygun olarak 1961 Anayasası’nı yapmışlardır...

12 Mart 1971’de “yedidüvel” adına harekete geçen NATOCU darbecilerse 1961 Anayasa’ında 1971 ve 1973 yıllarında “yedidüvel”in lehine ve milletin aleyhine pek çok değişiklik yapmışlardır...

12 Eylül 1980’de “yedidüvel”in emriyle harekete geçen ve “yedidüvel”in “bizim oğlanlar” iltifatına mazhar olan NATOCU darbeciler ise 1961 Anayasası’nı çöpe atarak, “yedidüvel”in o günkü çıkarlarına çok daha uygun olan 1982 Anayasası’nı yürürlüğe koymuşlardır...

Bu Anayasa üzerinde “yedidüvel”in lehine ve milletin hiçbir yarasına merhem olmayacak bir yığın değişikliklere rağmen halen yürürlüktedir...

Kısaca Türkiye’nin anayasal macerasında 1876’dan bu yana değişen tek şey “yedidüvel”in patronajının 2. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’den ABD’ye geçmiş olmasından ibarettir...

Şimdi “Yedidüvel”, iktidara getirdiği için kendisine gebe olan AKP’den artık eskimiş olan 1982 Anayasası’nı çöpe atmasını ve acilen yeni bir anayasa yapmasını istemektedir...

Bütün gürültü bunun içindir...

12 Eylül’de yapılacak referandumda halk sandığa gidip de “evet” derse 1982 tarihli “yedidüvel” anayasısında, “yedidüvel” lehine ufak tefek bir kaç değişiklik yapılacaktır...

Bu değişikliklerden bazıları sanki miiletin işine yarayacakmış gibi görünse de, bu değişiklikten asıl kârı her zaman olduğu gibi “yedidüvel”in elde edececeği açıktır..

CHP-MHP ve onlara eklemlenen ulusalcılar ise aman “hayır” diyelim diye çırpınmaktadırlar...

Millet bu çağrıya uyarak “hayır” derse ne olacak?

“Yedidüvelin”in, “bizim oğlanlar” diye iltifat ettiği NATOCULARIN yaptıkları 1982 Anayasasına talim edilecek...

İşte başlıkta “Kırk katır mı? Yoksa Kırk satır mı?” dediğimiz şey budur...

“Evet” desen de, “hayır” desen de “yedidüvel”in kucağındasın...

Peki ne yapacağız?

Gitme sandığa kendileri çalıp kendileri oynasınlar...

Ya ceza?

Cezayı düşünüyorsan git hem evet hem hayır pusulasını koy aynı zarfa gerisini onlar düşünsün...

Sayın Banu Avar da bu referandumda alınması gereken en doğru tavrın “boykot etmek” olduğunun farkında (8), ama bu doğru tavrı önce BDP’nin açıklaması sebebiyle onlarla yanyana durmayı içine sindiremediği için CHP’ye kuyruk olmayı tercih ediyor...

Halbuki “doğru bir siyasî tavır” onu benimseyenlerin kimliğinden bağımsız olarak da doğru ise, onu kim benimserse benimsesin arkasında durulması gerekendir ...

Dipnotlar:
6- Bkz. Türk Kurtuluş Savaşı, Osman Özsoy, Timaş Yayınları. Bu konuda daha fazla bilgi için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=8
7- Emekli General Salih Polatkan, Siyasi ve askeri yönleriyle Mareşal Fevzi Çakmak, Önsöz basım ve yayıncılık, 1981, sayfa, 88,89.
8- “Boykotçular, BDP ve bölücüler.. Bence referandumun gerçekten ‘boykot’ edilme ihtimaline karşı, Batıdan aldıkları ‘taktik’ gereği, bu kararla ortaya çıktılar!” Banu Avar, “BU REFERANDUMLARIN ARKASINDA KİM VAR”, Odatv.com.


Bu yazı dizisinin diğer bölümleri için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=2937&mforum=entellektuel

Ankara’da Osmanlı meclisi

Başkan aynı, gündem aynı, milletvekillerinin çoğu aynı, daha da çarpıcı olanı, mantık aynı. Evet, bu düpedüz bir ‘Osmanlı’ meclisidir.

Şimdi birileri kızacak ama “Osmanlı meclisi” tabirini ben değil, Mustafa Kemal Paşa kullanıyor. Nerede? TBMM’de. Ne zaman? 24 Nisan’da. Beraber okuyalım:

“Meclisimizde şekillenen ve tecelli eden milli kudretimiz hilafet ve saltanat makamını yabancı baskılarından ve Osmanlı Devleti’ni dağılma ve esaretten kurtaracak tedbirleri alacaktır. Heyet-i Temsiliyemiz Osmanlı kanunlarının yürürlüğünü temin etti. Bu dakikadan itibaren Osmanlı milletinin akıbetinden sorumluluk, muhterem heyetinizin faaliyet sebebi olacaktır.”

Şimdi bu fikirleri yukarıdaki olaylar zincirine bağlayarak tekrar okuyalım:

1. Milli kudretimiz TBMM’de şekillenmiş olup bu meclis hilafet ve saltanatı kurtaracak, dahası Osmanlı Devleti’ni dağılmaktan koruyup özgürlüğe çıkaracaktır.

2. Erzurum Kongresi’nde kurulan ve M. Kemal Paşa’nın başkanı olduğu Heyet-i Temsiliye, ‘Osmanlı kanunları’nın yürürlüğünü sağlayan organ olmuştur.

3. Asıl önemlisi, milletvekilleri ‘bu dakikadan itibaren’ ‘Osmanlı milleti’nin, yani Org. İlker Başbuğ’un açıkladığı anlamda ‘Türkiye halkı’nın sorumluluğunu üstlenmişlerdir.

Kronolojiye devam edersek, 26 Nisan’da Meclis Sultan Vahdettin’e bağlılığını bildirir, ertesi gün Osmanlı Devleti’nin Harbiye Nazırı Fevzi Çakmak Ankara’ya gelir, Meclis, oturumunu tatil ederek onu karşılamaya gider. Fevzi Paşa Meclis’e gelerek konuşma yapar, bir hafta sonra da başbakan seçilir.



Mustafa Kemal ve Fevzi Çakmak

Tahsin Demiray’ın 1950′de yazdığı gibi bu manzara, aşağı yukarı Fransa’nın İkinci Dünya Savaşı’nda ikiye bölünmesini andırır. Fransız kuvvetleri Almanya karşısında yenilince bir kısmı Vichy’de bir hükümet kurmuş ve işgalcilerle iyi geçinmeye çalışmış, diğer kısmı ise Afrika’ya geçerek silahlı mücadele birlikleri meydana getirmişti ama sonunda iki Fransa birleşmesini bilmişti.

Aynı şekilde 1920 Türkiye’si de ikiye bölünmüştü; başkenti işgal edilmiş, devlet başkanı düşmanın elinde esir kalmıştı. Ama halk direniş cepheleri oluşturmuş, milletvekilleri başkentten Anadolu’ya geçmiş, meclis faaliyetine Ankara’da devam etmişti. Ayrı bir devlet kurmak için Ankara’ya gidilmediği şuradan bellidir ki, 1921 Anayasası, asla bir devlet başkanı öngörmemiştir. Neden? Başkan İstanbul’daki padişahtır da ondan. Bayrak bile aynı; sadece hükümetler farklıdır.

Lozan’da asıl korku neydi?

İlginçtir, bu hükümetin kuruluşu, yabancı ülkelerin devletlerin başkanlarına değil, dışişleri bakanlıklarına bildirilmiştir. Bu da ‘Biz yeni bir devlet kurmuyoruz.’ mesajının anlamlı bir parçasıdır. Öyle ya, işgal altındaki topraklarda yeni bir devlet kurmaya kalksanız sizi kim tanıyacak, varlığınızı kime kabul ettirecektiniz? Böylece aynı devletin içinden yeni bir hükümetin doğuşunun başlangıcı olduğu daha iyi anlaşılır 23 Nisan’ın. Bu hükümet nihayet 29 Ekim 1923′te Osmanlı’nın yerini alacak ve bir devlet başkanı seçmek gereğini duyacaktır. Oysa o tarihte Vahdettin yurtdışına çıkalı 1 yıl olmuştur.

O zaman bir soru: 1922 Kasım’ından 1923 Ekim’ine kadar devlet başkanımız kimdi? Atatürk mü? Ama o Meclis Başkanı değil miydi? Rauf Orbay? O Başbakan değil miydi? Halife Abdülmecid? Sadece Halife değil miydi? Cevap, TBMM olacaktı. İşte 10 Ocak 1923 günü Bediüzzaman Said Nursi’nin milletvekillerine hitaben yaptığı konuşmada söylediği o cümlenin anlamı burada gizli: “Şu Meclis’in şahsiyet-i maneviyesi [ortak kişiliği], sahip olduğu kuvvet cihetiyle mânâ-yı saltanatı deruhte etmiştir [saltanatın içeriğini üstlenmiştir].” Bir ay sonra Mustafa Kemal Paşa, Balıkesir hutbesinde, camiler sadece namaz kılmak için yapılmamıştır, demektedir. Bir din adamı mecliste, bir devlet adamı camidedir. İngilizler korkmasın da kimler korksun? Lozan işte bu korkudan kurtardı İngilizleri.

(Mustafa Armağan, Zaman, Nisan 2009)


İsmet İnönü Anadolu'ya bohçalanarak gönderilmiş!
Mustafa ARMAĞAN
26 Eylül 2010

"Tarihteki olaylar neden farklı anlatılır?" diye soranlara bundan böyle Atatürk'ün "Nutuk"ta söyledikleri ile İsmet İnönü ile Ali Fuat Cebesoy'un hatıraları arasındaki çelişkileri örnek olarak vereceğim.

Mesela Atatürk "Nutuk"ta diyor ki: İsmet Bey'i Genelkurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa'nın talebi üzerine ve özellikle önemli bir maksatla, 3 Mart 1920'den birkaç gün önce İstanbul'a göndermiştim.

"Nutuk" böyle diyor ama İnönü, kendisini Fevzi Paşa'nın çağırdığını, Mustafa Kemal'in ise uygun gördüğünü anlatıyor. Hatta hızını alamayıp Abdi İpekçi'ye Ankara'ya İstanbul'un işgalinden 6 ay önce gittiğini söylüyor. Bu durumda Ankara'ya Eylül 1919'da gitmiş ve Mart 1920'de dönmüş olması lazım ki, takvim olarak imkânsız. Halbuki Atatürk'e göre en geç şubat sonunda İstanbul'a dönecek ve mart ayında ikinci defa ve zorla gönderilecektir. Ankara'da kaldığını söylediği tarihlerde İnönü İstanbul'da Genelkurmay'da görevlidir ve Karabekir'e yazdığı mektuptan da görüleceği gibi açıkça Amerikan mandası taraftarıdır. Milli Mücadele'ye de uzun zaman inanmayacaktır. Öte yandan Cebesoy'un sözlerine bakarsak, İsmet Bey Ankara'da bir ya da iki gün ancak kalmıştır!

Şimdi siz Ankara'da 6 ay mı kaldı, 1-2 gün mü kaldı? Fevzi Paşa mı İstanbul'a çağırdı, yoksa Mustafa Kemal Paşa mı gönderdi? sorularının cevaplarını düşünedurun, bir tarihin nasıl çarpıtıldığını şu örnekle ortaya koyabileceğimizi düşünüyorum.

İnönü hatıralarında 16 Mart 1920'de İngilizlerin İstanbul'u işgallerinden sonra Saffet (Arıkan) Bey'in ansızın evine gelerek kendisini Mustafa Kemal'in çağırdığını söylediğini, bunun üzerine hazırlanıp derhal hareket ettiklerini anlatır ve Maltepe'de kendilerini Yenibahçeli Şükrü'nün karşıladığını, er elbisesi getirdiğini, eline bir vesika verdiğini ve er elbisesini giyerek bir kafile ile yola çıktıklarını ekler. (Bu arada ilk uğradıkları Pendik civarındaki köyün adını Turna olarak hatırlar. Halbuki bu köyün adı Turna değil, Kurna'dır. Koca İsmet Paşa'nın hatıraları ne perişanlıkta, düşünün.)

Şimdi bunları bir kenara yazın, zira az sonra bizzat Yenibahçeli Şükrü'nün ağzından aktaracaklarımızla karşılaştırmanız gerekebilir.

İnönü'nün hatıralarında adını verdiği Yenibahçeli Şükrü (Oğuz) Milli Mücadele'nin adsız kahramanlarından biridir. Ve uzun yıllar İnönü iktidarının nefes aldırmayan baskısıyla serbestçe konuşamazken 1950'den itibaren fikir ve hatıralarını gazete ve dergilerde açıklamaya başlar. 1952 Mayıs'ında "Milliyet" gazetesinde açtığı sert mücadelede İnönü hakkında hakarete varan iddialarda bulunur. Ancak biz konudan ayrılmadan şu Anadolu'ya geçiş olayını Yenibahçeli Şükrü'den dinleyelim.


İstanbul'dan Anadolu'ya silah ve adam kaçırmakla görevli Karakol Cemiyeti'nin üyeleri. Oturanlardan ortadaki Yüzbaşı Dayı Mesut, ayaktakilerden ortada olanı ise Yenibahçeli Şükrü Oğuz'dur.

Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinin, uzun yıllar baskı altında yaşayan Milli Mücadele kahramanlarının dillerinin çözülmesini de getirdiğini, tarih alanında da bir ferahlamayı, moda tabirle bir "açılım"ı başlattığını bilmek çok önemlidir. İşte "Tarih Hazinesi" dergisinin Temmuz 1951 tarihli 12. sayısında Yenibahçeli Şükrü ile yapılan söyleşiyi de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

Yenibahçeli Şükrü bu söyleşide şunları söylüyor özetle:

Milli Mücadele'nin zenci kahramanlarından Dayı Mesut, Mustafa Kemal'in ağzından Saffet (Arıkan) Bey'e bir mektup yazmış ve İstanbul'dan ayrılmak niyetinde olmayan İsmet Bey'i alıp Maltepe'deki Piyade Atış Okulu'nda yemek yiyeceğiz bahanesiyle kandırmasını söylemiş. Maksat, Mustafa Kemal'in "Meclisi açacağız, İstanbul'daki aydınlardan bulabildiklerinizi Ankara'ya yollayın" şeklindeki genel emrini yerine getirmek. Nitekim 19 Mart günü İsmet ve Saffet beyler trenle Maltepe'ye geldiler. Teğmen Hulusi Demir'in evinde konuk ettik. Biraz sonra İsmet Bey'e, "Mustafa Kemal Paşa'dan aldığımız emir üzerine -halbuki böyle bir emir yoktu- sizi Ankara'ya götüreceğiz." dedim. İsmet Bey Saffet Arıkan'a bakarak "Hani biz buraya yemeğe gelmiştik?" diye sordu. Ben de "Mustafa Kemal'in size ihtiyacı var, biz silaha sarıldık, siz de sarılın." dedim ve kendisini göndermeye kararlı olduğumu belirttim.

İsmet Bey "Şimdi ihtiyaç yok, icap ederse geçeriz. Şimdi gidip de ne yapacağız?" dedi. Ben dayanamayıp, "Buraya kadar geldikten sonra dönmek yok. Mutlaka Anadolu'ya geçeceksiniz. Hem de derhal!" dedikten sonra iki er elbisesi getirttim. Bunları giymelerini söyledim. Baktı ki olacak gibi değil. Lahavle çeker gibi dudaklarını oynatarak başını sağa sola salladıktan sonra aldı er elbisesini ve giyinmeye başladı. Saffet de kıs kıs gülmeye başlamıştı! Hemen o akşam üç öküz arabasıyla birlikte onları yola çıkardım. Yanlarına yaverim (halen CHP Müfettişi olan) Bekir ile Topçu Komutanı Teğmen Esad'ı verdim ve Kurna köyündeki İslam Bey müfrezesine sevk ettim.

Yenibahçeli Şükrü'nün anıları bildiğim kadarıyla henüz yayınlanmadı ama dergideki konuşmadan anlaşıldığına göre bu bilgileri bir defterden aktarmaktadır. Demek ki bir defter var ama biz ondan mahrumuz. Kim bilir daha neler var bu hatıra defterinde? Bulunursa öğreniriz.

Defteri bulmaya çalışalım ama Feridun Kandemir'in "İkinci Adam Masalı"nda CHP Müfettişlerinden Refik İsmail Bey'in ağzından aktardıkları da tıpatıp Yenibahçeli Şükrü'nün anlattıklarıdır. Hatta Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra bir gün Çankaya Köşkü'ne çağrılan Refik İsmail Bey'e Atatürk'ün, "Sahi anlat bakalım, İsmet nasıl bohçaya girmişti?" diye aynı olayı anlattırdığını ekler. Sofrada bulunan Karakol örgütü mensuplarından Edip Servet Bey'in de "Paşam, gerçi bohçaya girdi amma sokuncaya kadar neler çektiğimizi sormayın." diyerek herkesi güldürdüğünü okuyoruz kitaptan.

Bilmem size de öyle geliyor mu? Yakın tarihi yeniden yazma zamanı hızla yaklaşıyor.

Zaman

Atatürk Halifeliği Kime Önerdi?

Central Florida Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç Dr. Hakan Özoğlu, Atatürk'ün halifeliği kaldırmak istemediğini yazdı.

11.01.2011

Star gazetesinin haberine göre Mustafa Kemal, Abdülmecid Efendi yerine daha uysal bir halife seçtirmek istedi. Böylece halifelik ruhani liderlik olarak kalacak ve Türkiye, yeni rejimi ile İslam dünyasında farklı bir konuma yükselecekti.
Amerikalı diplomatların Cumhuriyet’in ilk yıllarına ilişkin pek çok raporu, “ABD Dışişleri Bakanlığı Türkiye’nin İçişleri ile İlgili Belgeler” başlığı altında tasnif edildi ve araştırmacılara sunuldu.

Central Florida Üniversitesi’nden Doç. Dr. Hakan Özoğlu’nun kaleme aldığı yazıya göre; ABD arşivlerinde 867.00/1801 sayılı “Gizli” ibaresiyle 17 Haziran 1924’de gönderilen bir yazı, Mustafa Kemal Atatürk’ün 3 Mart 1924’de halifeliği kaldırmadan önce Halife Abdülmecit’i değiştirip yerine Kuzey Afrikalı Şeyh Ahmet el Sunusi’nin İslam Halifesi seçilmesine destek vermeyi teklif ettiğini iddia ediyor.

ABD Yüksek Komiseri Amiral Mark L. Bristol tarafından Amerikan Dışişleri Bakanı’na gönderilen raporda Amiral Bristol, kendisine Şeyh Sunusi’nin özel sekreteri Osman Fahrettin tarafından İstanbul’daki büyükelçilik binasında bir ziyaret yapıldığını anlatıyor ve bu görüşmenin sonunda topladığı bilgileri aktarıyor.

Uysal halife arayışı

İlgili kısmın tercümesi şöyle: “Geçenlerde Ahmet Şerif el Sunusi’nin özel sekreteri Osman Fahrettin Bey ile birkaç görüşme yaptım. Size “çok gizli” statüsünde gönderdiğim bu bilgiler Türkiye’deki politik ve dini konular üzerinedir.

Çok iyi bilindiği gibi Şeyh Sunusi Türkiye’deki milliyetçi hareketin ilk aşamalarında bu hareketin dini konulardaki danışmanı olarak önemli roller oynadı. Saltanatın kaldırılmasını ve halifeliğin tamamen manevi bir alanda kalmasını onayladı.

Aynı zamanda, İslam’ın Türkiye’deki modernleştirilmesi çabalarına sempati ile bakmaktaydı. Halifeliğin geçen Mart ayında kaldırılıp Abdülmecit’in sınır dışı edilmesinden kısa bir süre önce Mustafa Kemal Paşa Şeyh Sunusi’ye, eğer Türkiye dışında yaşamayı kabul ederse, halife olmasını destekleyeceğini söyledi. Bu teklifi şeyh reddetti ve Abdülmecit’in manevi kapasitede halife olarak İstanbul’da oturması taraftarı olduğunu açık bir şekilde izah etti. Bunun üzerine Ankara, Şeyh Sunusi’ye verilen ödeneği iptal etti.”

Doçent Özoğlu’na göre iddia eğer doğru ise, Atatürk’ün ilk tercihi, halifelik müessesesinin tamamen kaldırılmasından ziyade, Osmanlı hanedanı dışından daha uysal bir halife bulmak.

Özoğlu, Abdülmecit’in Mustafa Kemal’i rahatsız edecek seviyede ruhani liderlikten daha fazlasını istediğini belirtiyor ve bu yüzden Ankara’nın Abdülmecit’i değiştirmek istediğini kaydediyor.

Biristol’dan gelen kripto

867.00/1812 numaralı ve 26 Temmuz 1924 tarihli yine Bristol tarafından Dışişleri Bakanı’na gönderilen başka bir kriptoda şunlar kayıtlı: Fahrettin Bey’in anlattığına göre Mustafa Kemal Paşa, dini konulardan dolayı Türkiye’de problemler çıkmasından tedirgin olduğu için Şeyh Sunusi’nin desteğini arıyor.

Mustafa Kemal, Şeyh Sunusi’ye birkaç hafta önce şunu teklif etti: Eğer dini karizmanı kullanıp Türkiye’deki dinci unsurları yatıştırırsan, ben de Kahire’de yeni halifeyi seçmek için toplanacak olan Pan İslam Kongresi’ne bir heyet gönderip senin halife seçilmene yardım ederim. Eğer halife seçilirsen İstanbul’da ikametine de rıza gösteririm.

23 Ocak 1925 tarih ve 867.00.1837 sayılı bu belge ise Mustafa Kemal’in Pan İslam Konferansı’ndaki desteğini şu şarta bağlıyor: Şeyh bütün konuşmalarında Türkiye hakkında iyi konuşacak ve onun İslam dünyasındaki eski yerine yükselmesi için yardım edecek.

İslam dünyasından kopmayalım
Doçent Hakan Özoğlu’na göre bütün bunlardan Mustafa Kemal’in yeni Türkiye’yi İslam dünyasından koparmak fikrinde olmadığını aksine yeni rejime İslam dünyası içinde yer aradığını çıkarmak mümkün.

Kahire’deki Pan-İslam Konferansı bir halife seçemeden dağıldı. TRT
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com