EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Para nedir?

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FİKİR YAZILARI
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Tem 04, 2010 12:00 am    Mesaj konusu: Para nedir? Alıntıyla Cevap Gönder

“Para’nın Romanı”(*)
Salih Mirzabeyoğlu



TAKDİM

Eserin adı “Parakutâ’”... Alt başlığı, “Para’nın Romanı”... lk elde belirtmemiz gereken, para’nın “parça” anlamına, “kutâ’”nın da “düş yormak, rüyâ tâbir etmek” anlamına gelmesi... Hayatın bir yönü iktisadî ve onun da bir unsuru para... Anlaşılıyor ki, “Parakutâ’”, eserin muhtevasına uygun bir icadedilmiş kelime, bir isim; ve “iflâk” kelimesinin lûgatta, “şiir okurken fesâhat üzerine olmak” ve “kelime icadetme” mânâlarına gelişini belirtelim ki, bizzat bu icad keyfiyeti de, eserin yazılış vesileleri ve tedaîleri sırasında –göreceğiniz üzere- yerini alıyor... Paranın romanı!..

Paranın romanı... Bu eser, parayı, öz ilmine mahsus ve genel bilgi hâline gelmiş kalıp malûmatlarıyla anlatma yerine, kökü ilimde ve verimi ona dönen –dönmek isteyen- bir fikir ve sanat denemesidir; bir nevî “tesir ettiği cismin dışında bulunan” kuvvet ve sebeb keyfiyeti hâlinde, “hayata bakış ve hayat tarzı” davasını “para” vesilesiyle bir kere daha işaretlerken, dönüp aynı dava ile para meselesine bakmak... İçiçe bir iş... Ve bu cümleden olarak, mevzu ile alâkalı bahislere temas yanında, bunların tedaî ettiği renklere de yer vermek!..

“Yeni Dünya Düzeni” diye Amerika’nın patronluğundan başlayarak ülkeleri bir nevî siyasî ve iktisadî kast sistemi içinde sıralama ve meşru(!) yoldan hizada tutma tezgâhı malûm... Aşağı yukarı Türkiye’ye de uyan bir nisbetle, dünyadaki kaynakların yüzde 80’inin dünya nüfusunun yüzde 20’sini teşkil eden ülkeler tarafından tüketildiği de malûm... Yüzde 80’i teşkil eden ülkelerin yüzde 20 gibi olmayı hayâl etmeleri, işin tuhaf tarafı da herkes kendileri gib olmaya kalkınca, bizzat kendileri öyle olamayacak olanların, bu hayâli beslemesi de malûm... Maymunca taklidin, insanı taklid ettiği şeyin hakikatinden büsbütün uzaklaştırması da malûm... Bütün bu malûmlar çerçevesinde, kültür, siyasî yapı, iktisadî yapı vesaire gibi hususlarda Batı dünyasını örnek alanların hâli şu misâlde topludur: Üstüne bindiği beygiri kendi keyfi istikametine gitmesi için heveslendirmek üzere, bir sopanın ucuna iple asılı ot demetini onun önünde tutan adamın, ha eriştim ha erişeceğim hayâlindeki beygiri, bizzat onun muradı olarak koşturmak... Bir müslümanın muradı sözkonusu beygir gibi olamaz... Demek ki “Parakutâ’”, mevzuu çerçevesinde, “İslâma muhatab anlayış” davasına âit birtakım çizgileri hissettirmek emelindedir!..

Parayı, öz ilmine mahsus ve genel bilgi hâline gelmiş kalıp malûmatlarıyla anlatma bahsinde, iki eserden faydalandım: Birincisi, Profesör Feridun Ergin’in “Para Siyaseti” isimli eseri, diğeri de Profesör Sadun Aren’in “İstihdam, Para ve İktisadî Politika” isimli eseri... iktisat mevzuu ile alâkalı olanlar, âşina oldukları malûmata yukarıda izâh ettiğimiz bakış açısıyla baksınlar, bunu dışında kalan zümre de bu eser vesilesiyle mevzuun havasını koklasınlar... Dediğim gibi, bu eser, kökü ilimde ve verimi ona dönen –dönmek isteyen- bir fikir ve sanat denemesidir!..

(eserin takdim bölümü)

*

İnsanoğlunun müsbet ve hak mukabili menfî ve fesatçı tarafı... Böylece insan, biri ulvilerin ulvisine, öbürü de süflilerin süflisine namzed ve kalbin hakikatinde birleşik ve toplu iki zıt taraf hâlinde yaratıldı; ve Kur’ân hükmünce bu eşsiz kıvam içinde vücut bulduktan sonra kutublardan birinden birini gerçekleştirmek üzere “sefillerin en sefili” olan âleme indirildi ve ihtilâl zemini açılmış oldu. (s. 23)

*

Allah’ın Sevgilisi, yağmur yağdığı zaman damlaları kendisine isabet etsin diye mübarek başlarını açarak altında dururlardı. Sebebini soranlara, “Yağmurun Allah ile ilgisi yenidir” buyururlardı. Peygamber’in Allah’a olan marifetine bak ki, onu hangi sebeb yüce, üstün ve parlak kılmıştır?.. Şu hâlde yağmur, Allah’a yakın bulunmak dolayısıyla insanların en yücesi ve en faziletlisi olan Peygamberi teshir etmiştir. Bu sebeble yağmurun getirdiği feyzden faydalanmak için kendilerini ona arzederlerdi. Demek ki yağmurun getirdiği şeyden Peygamber için İlâhî bir fayda hasıl olmasaydı, mübarek nefsini onun teshirine arzetmezdi. Yağmurun bu risâlet ve aracılığı suyun risâletidir. Çünkü Allah, “Canlı olan her şeyi sudan yarattık” buyurdu... Her şeyin aslı sözdür ve bütün mevcudat, Allah’ın “Kün-Ol” emrinden meydana gelmiştir... Ve “yağmur” ile “çocuk” hikmeti arasındaki ayniyet:

-“Mûsâ Aleyhisselâm, faal kuvvetleri nefsinde toplamış olmakla çok ve çeşitli ruhların toplamı olduğu hâlde doğdu. Çünkü büyükte ve küçükte tesir bıraktı. Çocuğu görmez misin ki, bilhassa büyüklerde tasarruf eder. Büyük kendi üstün mertebesinden inerek çocukla oynaşır, onunla çocuk gibi konuşur, çocuğun aklıyla görünür. Şu hâlde çocuğun tesiri altındadır. Fakat bunu farkında değildir. Sonra çocuk büyüdüğü vakit kendi terbiyesine ve himayesine alır, kendi işini yürütmeye, onu kendine alıştırmaya çalışır. Canı sıkılmamak için onunla oyalanır. İşte bu hareketlerin hepsi küçüğün büyüğe karşı yaptığı şeylerdir ve çocukluk makamının kuvvetinden ileri gelmektedir. Çünkü çocuğun Rabb’ına ilgisi daha yakındır. Halbuki büyük, Rabb’ına daha uzaktır. Böyle olunca Allah’a en yakın olan kimse ondan en uzak olanı teshir eder. Nasıl ki sultana yakın olan kimseler de bu yakınlıkları dolayısıyla ondan uzak olanları teshir ederler!” (s. 29-30)

Dünyaya kazık kakma heveslisi nefs azmanı tavra karşı, Muhiddin-i Arabî Hazretleri:
-“Sizin rabbiniz ayağımın altındadır!”
Ayağını bir noktaya basıp böyle haykırıyor... Küfre benzeyen bu sözü belki delâlete kavuşturacakları ümidiyle o noktayı kazdılar... Bir de görüyorlar ki, bir yığın altun... Büyük velî, insanları, paraya tapmakla suçluyordu. (s. 152)

*

Uzun uzun tahliller bir yana, kapitalizm-liberalizmin hedeflediği ve gerçekleştirdiği “tüketim toplumu insanı”nın, İslâm’ın “faziletli insan” tipine ne kadar aykırı olduğunu göstermek için, “Yunan aklı, Roma nizâmı ve Hıristiyan ahlâkı” olarak formüle edilen Batı toplum yapısının köküne kadar inici bir misâle başvuralım: Roma İmparatorluğu’nun çöküş dönemindeki sefahat âlemleri... Hazcılığın cinnete vardığı bu devirde, yediklerini kusan, kustuklarını yerine yeniden yiyen, tekrar kusan, tekrar yiyen ve bu işi tkati miktarında yapan “tüketim ve hazcılık” çılgınlığı... Sözkonusu misâl, kapitalizmin hedeflediği toplum yapısının-insanının psikolojik ve sosyolojik kökenine dair bir ipucu değerindedir... Ve dünyaya domuzlar gibi ne varsa silip süpürmeye gelmiş bu insan tipinin, bizim açımızdan idealize edilir hiçbir tarafının olamayacağını anlamak için fazla bir kültür ve zekâ istemese gerek!.. (s. 162)

*PARAKUTÂ’ “Para’nın Romanı”, İbda Yayınları, Nisan 1997, İstanbul. http://www.ibdayayinlari.com/es39_fragman.html

Para ve güven krizine doğru mu?
SALIH SELÇUK
2.7.10

Avrupa'da paranın ne olduğu tartışılmaya başlandı...
2008 yılından beri ekonomik krizle yatıp kalkan dünyada, tüm korkulara ve kötü beklentilere rağmen ekonominin bir şekilde yürümesi, bazı önemli konuların sorgulanmasını geciktirmiyor. Tam tersine, herşey işlerken bazı önemli bozuklukların iyice anlaşılıp sorgulanması ve çökmeden önlemler alınarak değiştirilmesi, herkes için en doğru ve tehlikesiz yol. Bu bağlamda tartışılan 'Ekonomik Kriz'de varılan yeni nokta oldukça önemli.
Şimdi giderek sorgulanan konu, Türkiye'de henüz kimsenin aklından geçirmediği ama geçirmek zorunda kalacağı konu: Para nedir?!..

Ekonomik krizle birlikte önce bankalar acımasızca eleştirildi Avrupa'da ve Amerika'da.
Türkiye'deki bankalar 11 Eylül 2001 öncesi kriziyle güçlendirilmiş olduklarından, tartışma Türkiye'de asla bankaları sorgulamak noktasına gelmedi.
Batı'da tek tek bankaların politikaları değil bankalar sistemi ve bir kurum olarak 'Banka' sorgulandı.
Krizin ikinci aşamasında bankaların borçları devletler tarafından devralınınca, bankaların para basma olayı sorgulandı. Böyle konular Türkiye'de asla cidden tartışılmadığından kısaca hatırlatalım:
Mesela Avrupa Merkez Bankası (AMB) bir milli bankaya bir Avroluk maddi para desteği sağlasa (yani menşeyi AMB olan, devletler tarafından resmen basılmış para), banka, bu paraya dayanarak 50 Avroluk kredi çıkarabiliyor. Bunun anlamı şu: Banka kendi işkembesinden, bilgisayar ekranında para yaratıyor... bu yumurtlanmış paranın özelliği, başka bir hesaptan alınMAmış olması. Yani bu para, başka birilerinin veya bankanın hesabından eksilmiş olmuyor, havadan üretilmiş oluyor... Bu önemli konu, birkaç aydır -nihayet!- büyük Avrupa basınında falan da konuşuluyor. Sonuçta para, -bugünkü haliyle- psikolojik bir "nesne" ve değeri de, esasen güven ile ilgili bir şey.
Şimdi Avrupa'da (ve Türkiye'de de kimbilir ne zaman) gündeme gelen/tartışılan konu, bütün bunlara bakarak, bu "Para" denen şeyin ne olduğu konusu!..
Para hakkında elbette eskiden de makaleler, kitaplar yazılmıştı. Ama para asla şimdiki boyutuyla konuşulmamıştı.
"Hiçlikten gelip, varolan birşey ortaya çıkarabilen para"nın "bir inanç meselesi" olduğu bile tartışılıyor artık... Terakki var!..
Konu bu boyutta tartışılmaya başlanınca ve tartışma gazetelere kadar düşünce, elbette entelektüeller arasından çıkıp halka daha kolay maloluyor ve yankı buluyor...
Şu anda Avrupa'da çoğunluğun derdi, "Paramız güvende mi?!" mecraında ilerliyor. ("Madem para havadan geliyormuş. E öyleyse bu işin işleyişini iyice düşünüp taşınalım herkese para basalım dertten kurtaralım veya neyse o yapalım" mecraında ilerlemiyor henüz!..)
Konuşulan önlemler, "biraz" ters istikamette. Mesela: "Şu merkez bankalarını nasıl devreden çıkarırız?!.." etrafında dönüyor.
Eğer merkez bankaları devreden çıkarılırsa, para devletten "özgür" olacak (-ki şimdi önemli ölçüde "özgür" zaten!..) Ama bunun çözüm olduğunu düşünen yok. Sadece geçici bir duygusallık meselesi. Yani bankalar "özgür" olurlarsa, bizzat para basacaklar!.. Burada tek güvence de "Sebest Piyasa" olacak... Olabilir mi?! Buna inananlar da az -ama paracıl aklın erdiği yer bu kadar. Bir arpa boyu!..
Bankalar para basma işini devletlerden ve Merkez Bankalarından devralabilirler mi... Neden olmasın?!.. O zaman sistem 20 yılda değil iki yılda çöker. Halbuki amaç sistemin hiç çökMEmesi ve bilinçli bir şekilde olumlu istikamette değiştirilmesidir -ki savaş/mavaş olmasın, insanlar birden korunmasız/güvencesiz/aç/açıkta kalmasın. Ve bu değişim büyük bir insani tecrübe olarak öğrenilsin, insanların DNA'larına kadar işlesin.
Şimdi paranın politika/devlet kontrolünden çıkarılması elbette olmayacak. En azından siyasi yapılar buna direneceklerdir ve kendi söz haklarını korumaya çalışacaklardır. Devletler bu büyük sistem resminin küçük bir parçası olmakla birlikte, ellerinde henüz yitirmedikleri önemli legitim yaptırım güçleri bulunmakta. Ve para denen şeyin ne olduğu konusu basın aracılığıyla açık bir şekilde konuşulur ve halkın arasına kadar inerse, bu, devletlerin olumlu değiştirici gücüne katkıda bulunacaktır. Çünkü asıl sorunların temelinde, bu bozuk "Paraya inanç" zihniyeti yatmaktadır ve insanlar hazır bulup içine doğdukları bu sistemin farkına varmıyor -tıpkı balıkların suyun ne olduğunu anlamaması gibi. Ama balık kıyıya yaklaşınca veya karaya vurunca suyun ne olduğunu öğrenmeye başlıyor ve şimdi öyle bir karaya vurma durumu yaşanmakta. Paranın nasıl bir şey olduğu konusu, entelektüel çevrelerden halka doğru iniyor ve bu çok iyi bir gelişme. Çünkü paranın esiri olmaktan kurtulup, parayı yeniden bir araç haline getirmek ve onu bugünkü haliyle hayatta tutan sosyo-psikolojik bozuklukları düzeltmek mümkün olabilecektir. Refah yaratan bu inançsal mekanizmayı, aradan parayı çıkararak veya paranın yapısını değiştirerek işletmeyi öğrenmek gerekiyor. O zaman, gene refah olabilir -hem de bu kez savaşsız/krizsiz ve gelecek korkusuz bir refah.

http://konstantiniye.blogspot.com/

“ABD'nin ve Reel Kapitalizmin olmayan geleceği”

Robert Kurz ile söyleşi



Selçuk Salih Caydı: Irak'ı işgal ederken Uluslararası meşruiyeti boşveren ABD'nin fütursuz tavrı, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye'de de tehdit olarak algılandı. Irak'daki direniş, Amerikalıların başını, dayanma sınırlarını zorlayacak ölçüde ağrıttı. Gerçi Amerikan Ordusu koca bir dev, ve dünyadaki milli orduların her biriyle -Clausewitz'in çizdiği çerçeve dahilinde- savaşabilecek güçte. Ama Iraklıların kanıtladığı gibi bu dünyada savaşlar sadece milli ordularla yapılmıyor. Savaşacak güç ve yetkinlikte olanlar sadece milli ordular değil. Sizce Amerikan Ordusu yenilmez bir güç mü?

Robert Kurz: Siyasetin kontrolü altındaki milli orduları, Clausewitz'in tarif ettiği anlamda ve klasik savaşlar bazında ele aldığımızda, Amerikan eskeri mekanizması, -diğer ordulara göre daha iyi motive olabildiğinden değil- sadece teknik üstünlüğü nedeniyle gerçekten de yenilmez bir ordudur. İkinci Dünya Savaşı'ndan beri, endüstriyel bakımdan en gelişmiş kapitalist ülke ABD'dir ve onun “daimi savaş ekonomisi” silah endüstrisi alanında, Batı Avrupa veya Rusya tarafından geçilemeyecek bir mesafe kaydederek nitel ve nicel avantaj kazanmıştır. Tabii bu sözümona yenilmezlik, pişmiş topraktan kırılgan ayaklar üzerinde duruyor. Sürekli gelişen 'meta/mal üreten' modern ekonomik sistem bazında, devlet güçlerinin milli rekabet içinde bulunduğu bir dünyada yaşıyoruz artık. Üçüncü Endüstri Devriminin krizi dahilinde ele aldığımızda, dünya halklarının büyük kısmı kapitalist karlılık anlamında “fuzuli” insanlar haline gelecekler.Devletler de nizami yetki ve ehliyetlerini tamamen kaybedecebilecekleri bir noktaya gelecekler; tıpkı bugün Üçüncü Dünya ülkelerinde artan sıklıkta görüldüğü gibi. Dünya pazarına serbestçe katılmak anlamındaki “Gelişmek/ilerlemek” paradigması çökmüştür; sermaye küreselleşiyor. Böylece, bütün diğer milli ordular tarafından malup edilemez konumdaki ABD askeri gücü de boşluğa, ofsayta düşmüş oluyor. Artık kendisiyle eşit düzeyde herhangi bir rakibi yok. Diğerlerine karşı emperyal etkide bulunmak mücadelesinde Batı Avrupa ve Rusya, ona karşı gelebilecek potansiyel karşıt güçler değiller artık. Onlar da, 'kapitalist bütün'ün dünya polisi ABD'ye bağımlı, ona tabi yardımcı güçler oluyorlar.
Diğer yandan Miloseviç ve Saddam Hüseyin gibi devletçi rejimler, iflas etmiş bir “gecikmiş/sonradan modernleşme”nin, yenmeye müsait konumdaki türleridir. 'Meta/mal üreten' kapitalist sisteme ve dünya pazarına katılımları bakımından son kullanma tarihi geçmiş demode türlerdir. Kapitalist dünya krizinin asıl sonuçları, devletler ötesi bir karakter arzediyor. İktidar gücünün şimdiye kadarki şekliyle kapitalist dünya krizi, kontrol edilemeyen ve önceden hesap edilemeyen türde; yani yüksek teknolojiye sahip askeri mekanizmanın erişemeyeceği/etkileyemeyeceği karakterde.

Soru: ABD özeline geri dönecek olursak, “Dünya Polisi”nin 11 Eylül'den sonra belirginleşen yeni savaş tarzı konusunda yetersiz kaldığı açıkça görüldü. Bu arada herkesin merak ettiği asıl konu, kimsenin yaralayamadığı o güçlü mitolojik kahramanın, Aşil'in tek ölümcül yeri, yani topuğunun yeri neresi?
Robert Kurz: 11 Eylül, küresel melez azınlık kapitalizminin, klasik askeri alanın dışından gelen beklenmeyen saldırılara karşı çok zayıf olduğunu gösterdi. Aynı durum, dünya polisinin işgali altındaki bölgelerde, devlet sonrası (poststaatlich/poststate) dönemin gerillası için de geçerli. Yeni “Asimetrik savaş” hakkında çok şey yazıldı. Makro boyutta ABD her zaman kazanıyor, mikro boyutta da her zaman kaybediyor. Şu “Terörizme karşı savaş” denen şey sonuçlandırılabilecek birşey değil, çünkü bizzat Batı'nın ortaya çıkardığı kapitalist dünya krizinin hayaletine karşı yürütülen bir savaş. Savaşan iki tarafın da belli bir perspektifi yok, çünkü savunabilecekleri toplumsal alternatifler geliştiremiyorlar.
Amerikan askeri mekanizmasının bambaşka bir sınırı daha var, o da mali sınırı. ABD'nin silah üstünlüğünü sağlayan ekonomik koşullar bşr daha geri gelmemek üzere geçmişte kaldı. 'Meta/mal üreten' kapitalist sistemin küresel krizi,her yerde, mali krizler şeklinde görünüyor. Ve kapitalizmde kaynaklar, askeri amaçlar için bile olsa, sadece 'finanse edilebilir' durumda olmaları halinde seferber edilebilirler. Günümüzün kriz şartları altında Batı Avrupa ve Rusya'nın ekonomik-mali bakımdan ABD'nin askeri büyümesini taklit edip tekrarlamalarına imkan yok. ABD de gittikçe artan bir hızla kendi 'finanse edebilme' sınırlarına dayanıyor. ABD şu andaki askeri mekanizmasını, kendi gücüne dayanarak kopyalayabilecek ve yeniden kurabilecek durumda değil; küresel sermayenin ve paranın ABD'ye akışına bağımlı. Küresel krizin yayılması ve maliyetlerin yükselmeye devam etmesiyle birlikte para akışı kesilmek zorunda -ki daha şimdiden rekor düzeyde borçlanmaya neden olmuştur. Askeri operasyonlarla Irak'ı, Afganistan'ı ve diğer ülkeleri devamlı işgal altında tutmak, pek yakında ABD'nin soluğunu kesecektir.

Soru: Amerikan Ordusu Irak'ı işgal altında tutuyor. İşgalin eski malum “gerekçeleri bir yana, göstermelik birkaç girişim dışında ABD'nin “söz verdiği” demokrasi ve düzenden eser yok. Sizce ABD Irak'ta bir düzen mi yoksa bir düzensizlik mi kurmak istiyor?

Robert Kurz: ABD'nin sadece Irak için değil, dünyanın Irak dışında kalan kısmı için de hiçbir stratejik gelecek tasarımı bulunmuyor. Elinde yüksek teknolojiye sahip askeri mekanizmasından başka kullanabileceği bir şey olmadığından, kendi sisteminin dünya çapındaki krizine karşı, ileriye doğru askeri bir kaçış yaparak tepki veriyor. Belki daha sonra İran'a Suriye'ye, Kuzey Kore'ye ve diğer ülkelere saldıracak, ama bunun sonucunda ancak Pirus zaferi kazanabilir. Çünkü ABD'nin toplumsal anlamda; ideolojik sayıklamalar ve siyasi hayaller dışında, insanların önüne koyabileceği, onlara sunabileceği tatmin edici hiçbir şey yok. Modern siyasi ve hukuki sistem, ancak dünya pazarındaki rekabet kabiliyetinin varlığına ve devamına uygun olduğu ölçüde varlığını sürdürebilir. Bu özelliğin -Üçüncü Endüstri Devrimi'nin şartları altında- sönmeye başladığı yerlerde, Batı matrisine/sistemine uygun siyasi ve hukuki yapılanmalar ya bozuluyorlar ya da hiç kurulamıyorlar.
Irak'ta, rekabet kabiliyetine sahip kapitalist bir üretim sisteminin kurulması için yatırım yaparak bunu finanse edebilecek tek bir Allah'ın kulu yok. Yalnız petrol endüstrisinin işler duruma getirilebilmesi için bile devasa yatırımların yapılması gerekiyor -kionun da pek olanağı yok. Irak'a yapılan askeri saldırı, bu ülkenin bakımsız altyapısını tıpkı Yugoslavya'da olduğu gibi, daha da bozdu. Üstelik Irak'da şimdi adını burada anmaya deyecek bir “yeniden inşa” çalışması da görülmüyor. Herhangi bir perspektiften yoksun Batılı kriz sömürgeciliği, işgal ettiği ülkeleri ve bu ülkelerin halklarını ne yapacağını da bilmiyor. Halklara, daha da büyütüp sonsuzlaştırdığı bir kaos ortamı, şiddet ve yoksulluktan başka Bir şey sunamıyor. Başını ABD'nin çektiği Batı, 'meta/mal üreten' sistemin artık tarihi sınırlarına dayandığını ve insanlığın ezici çoğunluğunun, dünya pazarınınkriterlerine göre yaşayamayacağı gerçeğini kabul etmek istemiyor. Bu bağlamda, onlar için bir “getirisi” olmayan bazı Yer altı kaynaklarını da (yüksek maliyeti nedeniyle) kullanmayıp kapatıyorlar. Batı'nın içine düştüğü bu zor durumun, askeri yöntemlerle bertaraf edilmesi mümkün değil. Irak'ın ABD tarafından işgali, sırf bu nedenle, gelecekteki olası benzeri girişimlerde görüleceği gibi başarısızlığa uğrayacaktır.
Kriz bölgelerinde Amerika'nın militarist ve işgalci politikası, sadece önemsiz bir siyasi ve sosyal azınlığı kendine dayanak olarak alabilir. Bu azınlık esas itibariyle kriz bölgelerindeki üst ve orta tabakanın artıklarından, “Jeunesse doree”* tipi, Batı'da Batı tipi bir öğrencilik dönemi geçirmiş olanlardan ve belki ülkelerinin Amerikan işgaline uğramasını umut edenlerden oluşuyor. Bunlar, toplumsal 'gelişim süreci'nin olumlu istikamette seyredeceğine artık inanmıyorlar. Bu yüzden de, içine doğru patlayarak küçülmekte olan dünya pazarında Batılı tüketim ürünlerinden/hizmetlerinden paylarına düşeni kaybetmemek, onları korumak istiyorlar. Bu istekleri elbette bir hayalden ibarettir. Globalleşmenin “Jeunesse doree” takımı her yerde, hatta Batı'da da var.Bunlar, morali bozulmuş bir enlektüel tabakanın sosyal ve ekonomik sefaletine işaret etmek bakımından, sadece bir dipnot olmak değeri taşıyorlar.

Soru: Amerikan entelektüelleri 11 Eylül'den sonra, kendisine “Başkanımız” diye hitap ettikleri George W. Bush'u “terörizme karşı savaşında” desteklemek amacıyla ortak bir bildiri yayımladılar (“What we're fighting for: A Letter from America”). Orada şöyle bir cümle de var: “Doğayla ilintili insan haysiyetinin en açık siyasi ifadesi, demokrasidir.” Amerika'nın “Batılı Değerleri” gerçekten de evrensel değerler mi?

Robert Kurz: Kendi sisteminin ürettiği dünya krizinden -ileriye doğru- askeri yöntemler kullanarak kaçışı, ileriye doğru ideolojik kaçışıyla tam bir uyum içinde ABD'nin global koruması altındaki Batılı evrenselcilik (Universalismus/universalism), bugün de sermayenin değerlendirilmesiyle ilgili bir şey. Kapitalizmin bütün dünyaya yayılmasıyla orantılı olarak evrenselleşti. Böylece evrenselciliği ideolojik anlamda savununların iddia attiği gibi, tarih ötesi bir gerçekliğe sahip değil; tam tersine, belli bir tarihsel dönemin, kapitalizm çağının tarihi ile sınırlı. Tabii evrensellik, insanlara uğur ve mutluluktan başka herşey getirdi. Evrensellik, dünyaya muazzam bir sefalet getiren sosyal zorunluluklar ve iktidar sistemi anlamına gelmektedir. Ve her zaman, insanların diskalifiye olmaları anlamına gelmiştir.Kapitalist kriterlere göre bir şekilde yetersiz sayılan insan kitleleri, diskalifiye oup sistemin dışında kalıyorlar. Kendi kriterleriyle değerlendirdiğinizde evrenselcilik kocaman bir yalandır.
Eğer burada İnsan Hakları'ndan da bahsedeceksek, önce insanın toplumsal tarifini sorgulamalıyız. Kapitalizmin, bir insanı hukuki anlamda “birey” sayması için, o insanın satabilecek bir şeyinin olması ve mal/hizmet satın alabilecek durumda biri olması gerekir. İnsanın bu kabiliyeti de -prensip itibariyle- o kişinin iş gücünün, sermaye değerlendirme sistemine uyarlanıp uyarlanamadığına bağlıdır. Oysa bugün gittikçe artan sayıda insan -hatta Batı'da bile- bu sistemin dığında kalıyor. Sistemin sessiz mantığına göre bu insanlar, insan olmanın bütün özelliklerini taşımıyorlar ve son tahlilde insandan sayılmıyorlar.

Soru: Amerikalı entelektüellerin bildirisindeki “Demokrasi” hakkında neler söyleyeceksiniz?

Robert Kurz: Benzeri şeyler demokrasi için de geçerli. Burada sözünü ettiğimiz şey (demokrasi); toplumun bireylerinin biraraya gelerek, toplumun kaynaklarının doğru şekilde nasıl kullanılabileceği hakkında karar verdikleri bir kurum falan değildir. Bu kararları verme hakkı, kör sürecin mekanizmaları tarafından ve pazarın -bugünkü şekliyle dünya pazarının- sosyal duyarlılıktan yoksun kriterleri tarafından toplumun elinden alınıyor. Demokrasi en başta, pazardaki rekabetin sonuçlarını düzenliyor. Aslında o, rekabetin öznelerinin düzenlenmesi demek oluyor. Bu yüzden demokrasi aygıtı aznı zamanda bir sınırlandırma, baskı ve tehdit mercii olma özelliği de taşıyor. Rekabet kabiliyetine sahip olmayanlar için demokrasi zaten anlamsız hale geldi. Sistemin dışında kalan kişilerin başına gelenler, sistem dışında kalan ülkelerin de başına geliyor artık. Dile getirilmeyen tüm bu insanlık karşıtı/düşmanı sonuçlar karşısında Batılı “demokratik” entelektüeller susuyorlar, bütün bunları görmezden geliyorlar.

Soru: Dünyanın tamamına aynı ekonomik düzeni (serbest piyasa kapitalizmini) aynı devlet biçimini (ulus-devlet, cumhuriyet vb.) dikte etme cüreti nereden geliyor? En ücra köşesine kadar dünyanın her yeri ve bütün insanlar birbirine benzeyince; Tibetli lamalar, Eskimolar ve Amazon yerlileri bile takım elbise giyip çizgili kravat takınca, Amerikalılar daha mı mutlu olacaklar sizce?
Robert Kurz: Kapitalizm, insanların ihtiyaçlarını dikkate almayan, irrasyonel bir; 'paranın durmaksızın daha fazla paraya çevrilmesi' olayıdır. Paranın birikimi işlemi, totaliter özellikler taşır ve yanıbaşında başka bir toplumsal şekillenmeye tahammül edemez. İşlem bu yüzden yayılıp genişlemeye yatkındır ve çoktan bir dünya sistemi haline gelmiştir. Dünyadaki bütün ülkeler, bütün kültürler, bütün insanlar, sermayenin aynı toplumsal şekli içinde yeralıyorlar. Bütün toplumsal varoluş biçimleri -buna rağmen- birbirinin aynı değildirler. Fakat asıl fark sermayenin global şekli dahilinde, kültürel değil ekonomiktir, kazananlarla kaybedenlerin arasındaki farktır, fakirlerle zenginler arasındaki farktır, gelişme ile “geri kalmışlık” arasındaki farktır.
Üçüncü Endüstri Devrimi'nin ardından, yeni dünya krizi şartları altında 'kaybedenler' ve 'fakirleşenler' kitlesi öylesine büyüyüp çoğaldı ki, artık koca koca ülkeler ve dünyanın çeşitli bölgeleri, kapitalizmin kendini kopyalayarak yeniden üterme özelliğinin dışında kalmaya başladılar. Ve kriz, bizzat Batı'nın içine kadar girip yayıldı.
Şimdi bu durumda ortaya, krizi -yanlış- bir kültürcü açıklamayla aşmaya çalışanlar çıktı. Kültürcü eleştiri, siyasi-ekonomik sermaye ilişkilerine ve onun şekillerine değil de güya “yabancı” saydığı bir başka kültüre yöneliyor. Oysa Batı'nın 'Kültür emperyalizmi'nin özü, kapitalist üretim şeklinin global bazda kabul ettirilmesinde yatar; dinsel tasavvurlarda değil, giyim tarzında da değil. Tibetliler, Amazon yerlileri ve diğerleri, dünya pazarında giderek daha da sefil durumlara düştükten sonra, geleneksel kıyafetlerini ve törenlerini geri alsalar bunun ne kıymeti olabilir?
Kapitalizm öncesi kültürler sanki hiç bozulmamışlar da, sadece dış görünümleri Batılı yaşam biçiminden etkilenmiş gibi yapamayız. Kapitalistleşme süreci yüzyıllardır devam ediyor. Dünyada bakir kalmış saf, yerel/yerli kültür diye birşey kalmadı. Tam tersine, kültüreli dinsel ve diğer özellikler, olumsuz anlamda evrensel kapitalizmin üzerini örterek ona folklorik parlak bir cila oluyorlar. Bugün ilan edilen neo-etnik, neo-aidiyetçi, neo-dinsel kimlikler; bütün bunlar yapay, sentetik bir gelişmeden başka bir şey değiller. İnsanların krizde hayatta/ayakta kalma dürtüsünden doğmuşlardır. Ayrıca bu kimlikler insanlara, kapitalist yoldan kapitalist metodlarla sunuluyorlar. Kapitalizmden kurtulmuş bir insanlık, kuşkusuz birçok pozitif şeyi, modern çağ öncesindeki Avrupa dışı gelenekleri benimseyebilir; ama mecburen içinde yeralmak zorunda kalacağı (dinsel ve etnik bazda) kapalı toplumlara ve cemaatlere artık geri dönemez.
Paranın belirlediği soyut evrenselliğin karşısında kültürel farklılık, başka bir şekilde yeniden keşfediliyor: eski donuk kültürel kimliklerin ötesinde, mesela dünyanın her köşesinde kitleler halinde yaşayan göçmenlerin şahsında. Kültür, zaten her zaman karışım demektir. Kapitalizm ve Batı sonrasının toplumunda kültür, gezegeni gerçek anlamda kapsayan bir ölçek kazanacaktır.

Soru: Dünyanın tamamını kaplayan veya kaplamayı hedefleyen kapitalizm/sosyalizm gibi sistemler, aynı kaynaktan, 'Aydınlanma' düşüncesinden doğdular. Global kapitalizm tahminlerden çok daha hızlı bir şekilde son sınırlarına ulaştığına göre, 'Aydınlanma' düşüncesi, kapitalizm ve sosyalizmden sonra yeni üçüncü bir global sistem doğurabilecek kadar genç mi?

Robert Kurz: Batılı Aydınlanma, insan aklının zaferi değildir. Bilakis; Batılı Aydınlanma, sermayenin yıkıcı aklını “akıl” ilan etmiştir ve topyekün rekabetin sivil öznesine, felsefi anlamda meşruiyet kazandırmıştır. Aydınlanma, dini tek tek kişilerin “özel meselesi” haline getirdi. Bunun nedeni; sermayeyi, sekülerleştirilmiş bir din haline getirmesidir -'soyut çalışma/iş' dini haline getirmesidir. Adına 'ölü iş'** dediğimiz 'Para', Batı'nın içkin/dünyevi tanrısıdır. Şimdiye dek görebildiğimiz kadarıyla sosyalizm, kendi kendisini tasdik etmek amacıyla Aydınlanma'ya dayanıyordu. Çünkü sermayenin -yani 'meta/mal üreten' sistemin- modern şekillerini aşamamıştı. Sosyalizm, dünya sermayesinin olgunlaşmış krizlerinden birinin ürünü bile değildi. Onun yerine, dünya pazarının taşrasındaki 'gecikmiş modernleşme'nin bir ürünüydü. Sosyalizm bu yüzden, milliyetçi bir örgütlenmeydi aynı zamanda. Aynı nedenle, sosyalizmin dini de 'soyut çalışma/iş' idi. Para faktörünü kullanarak pazarı daha farklı bir şekilde şekillendirmek ya da ayarlamak istiyordu. Ama günümüzde, Üçüncü Endüstri Devrimi'nin yaptığı hamle karşısında -ve sadece kapitalizmin değil, Batı'nın sahte aklı ve sahte birey/özne formu karşısında- tükendi. Bu saydığım nedenlerden dolayı, Aydınlanma düşüncesinden, insanların özgürlüğünü ilgilendirecek yeni bir perspektif çıkmaz. O da, bizzat 'meta/mal üreten toplum'a uygun parçalardan biridir ve bunların radikal bir şekilde topyekün eleştirilip aşılmaları gerekmektedir.
Burada asıl sorulması gereken soru, Aydınlanma'ya yöneltilecek eleştirinin nasıl formüle edileceğidir. Aydınlanma'ya karşı birçok ses yükselebilir, ama asıl önemli olan, gezegeni kapsayan ortak bir hareketle, şu “Modern” denen şeyin aşılmasıdır. Bu hareketin başarılı olabilmesi için, tıpkı krizdeki sermaye gibi uluslarüstü bir karaktere sahip olması gerekiyor. Aydınlanma'yı, tarihi bakımdan geleceğe açık olan alanda ileriye doğru yarıp çıkmak gerekiyor. -Gerici bir manevrayla, zamanda geriye doğru gidip geçmişe dönerek değil. Şimdilik bütün dünyada, geriye dönük hareketler yükseliyor. Dine sığınma olgusu Batı'da da mevcut. Dinin bize dünya hakkında söylemeye devam edebileceği şeyler konusuna gelince: Dinler, toplumsal alanda, artık geri gelmeyecek olan tarım kültürlerinin ürünleriydiler. Öyleyse dinler, bugünkü sosyo-ekonomik krizin aşılmasına fazla katkıda bulunamazlar.
Sermayenin çeşitli biçimlerine karşı; ayrıca insan kaynakları, doğal kaynaklar ve toplumsal ilişkilere yaklaşım konusunda yeni alternatifler geliştirilmediği sürece, kolaya kaçan kültürcü eleştiriler, tıpkı eski sosyalistlerin eleştirileri gibi önemsiz/hükümsüz olacaklardır. Böylece Max Weber'in dediği gibi, önce Batı'nın kurduğu 'demir kafes' içinde hapsolup kalacaklardır. Örgütlü sadakalarla/bağışlarla, kapitalizme alternatif olunamaz. Üçüncü Dünya'daki neo-dindar konjonktür; dünyanın sermaye tarafından ekonomik misyonerlik faaliyetine nasıl maruz kaldığı olgusunu gözardı ettiği sürece inandırıcı olamaz. Kapitalizmin ve dünya pazarının insanlara sunulma şekli, ancak bütün insanlığın devrimci çabasıyla aşılabilir.

* Bol paralı hedonist gençler anlamında. Fransızca, 'Yaldızlı Gençlik'
** Karl Marx, yazdığı 'Kapital' adlı kitabının birinci cildinde 'Ölü iş'i (Almanca: 'Tote Arbeit'), ücretli çalışmanın paraya dönüştürülmüş hali, yani 'Kapital' haline gelmiş hali anlamında kullanır.

Mart 2004 yılında Yarın dergisinde yayımlanmıştır.
... SELÇUK SALIH CAYDI

http://konstantiniye.blogspot.com/2010/08/abdnin-ve-reel-kapitalizmin-olmayan.html

Eske Bockelmann ile "paranın ritmi" hakkında söyleşiye sunuş
SELÇUK SALIH CAYDI



“Bana bir dayanak noktası gösterin, Dünyayı yerinden oynatayım.”
Archimedes


Aydınlanmacıların filmlere ve romanlara konu olan gizli örgütü Illuminatus’un İspanya hücresi 1624 yılında gizli bir kitap yayımlar ve kitapta, insanlara sunulacak yeni bir evrensel dinden söz eder. Öyle basit ve etkili bir din olacaktır ki, ona inananlar, aynı zamanda kendi dinlerine de inanmaya devam edebileceklerdir. (1) Bu anafikir, sonradan çok daha detaylandırılır ve Fransız İhtilali’nden hemen önceki yıllarda Illuminatus’un gizli belgelerinde, konu hakkında bazı mistik ve metafizik detaylar da yer alır. Mesela 1782’den kalma bir belgede, örgüt elemanlarına verilen genel talimat aynen şöyledir: “Bizim bütün elemanlar aynı sese göre akord edilmeliler (...) Birlikte, bütün dünyaya nüfuz edebilmeliler (...) Hepsi, büyük plan için çalışmalı.” (2)

Illuminatus veya Illuminati, Aydınlanmacıların en önemli mistik örgütlerinden biriydi. Artık böyle bir örgüt elbette yoktur. Olsa bile, -komplo teorisyenleri üzülecekler- kapitalist sistemin tek tek kişiler/devletler/örgütler tarafından yönetilmesi zaten mümkün değildir. Ama Illuminati’nin (Aydınlanmışların) fikirleri, bugün herkesin çok doğal saydığı ve körkütük inandığı, ama üçyüz yıl önce dünyada esamisi okunmayan fikirlerdir: Eşitlik, özgürlik, demokrasi, insan hakları, ilerleme vd. Bugün herkesin aşinası olduğu modern bilim fikrinin benimsenmiş yaygın halini de ilk kez Illuminati’de görüyoruz.

Illuminati talimatındaki “ses” sözcüğü, Almanca bir deyimden alınmış haliyle ‘üyelerin hepsinin aynı fikirde olması’ diye de anlaşılabilir. Ama böyle bir “ses” var mıdır, varsa nedir ve insanlar bir sese göre nasıl akord edilebilirler? Kulağa masal gibi gelen böyle irrasyonel sorular sorup, sağlam bilimsel yanıtlar da alabiliriz elbete. Bu söyleşinin kahramanı Eske Bockelmann, böyle sorulara sağlam yanıtlar veren bir bir bilim adamı. İnsanların belli bir ritme göre nasıl akord edildiklerini, o “ses”in ne olduğunu, ne zaman nerede tarih sahnesine çıktığığını ve dünyaya nasıl yayıldığını ortaya çıkartmış oldu.

Mesele elbette bundan ibaret değil. Eske Bockelmann, 512 sayfalık derin bir kitapla sansasyonel buluşunu ve anlamını detaylarıyla açıklıyor. Kitabın önemi, kapitalist sistemin mental matrisinin (yani temel dokusunun), en küçük ana bileşenlerinin ne olduğunu keşfedip, derinlemesine anlatmasından geliyor. Örneğin suyun temel bileşenleri Hidrojen ve Oksijen atomlarıdır. Bunu bilmek, suyun birçok başka özelliğini de çözmek/değiştirmek için son derece önemlidir. Kapitalist sistemin mental matrisi nedir, nasıl birşeydir, nasıl bir “maddeden” ve “moleküllerden” imal edilmiştir?! Bunun bilinmesinde sonsuz yararlar var. Eskiden vebadan millyonlarca insan ölürken, kimse bu hastalığın aslında ne olduğunu bilmiyormuş ve salgın bölgelerinden kaçarak, dualara sığınarak, hastalıktan kurtulmaya çalışıyormuş. Bu berbat hastalığın, gözle görünmeyen küçük mikroplar ve fareler tarafından yayıldığı anlaşıldıktan sonra ona karşı ilaçlar geliştirilebildi. Şimdi anlaşılma sırası kapitalist sistemde. Chemnitz Teknik Üniversitesi’nde dersler veren dil uzmanı (linguist) Eske Nockelmann, kapitalizmin bir tür mikrobunu keşfetmiş bulunuyor!

Şaka bir yana, iklimleri ve insanları tehlikeli ölçülerde bozabilen kapitalist sistem, bu özelliğiyle vebadan daha tehlikeli olabilmektedir. Herşeyden önce ‘kapitalizm’ kavramı, iki yüzyıl öncesinin ‘veba’ sözcüğü gibi büyük ölçüde soyut bir kavram sayılmaya devam edilmektedir. Vebaya karşı mücadelede kireç ve ateş metodu terkedileli yüzyıllar oldu. “İşçi sınıfı” veya “Burjuvazi” gibi çakaralmaz eski kavramlarla günümüzün karmaşık sistemini açıklamak ve sorun çözmek de artık pek mümkün görünmüyor. Bockelmann’ın keşfi, bu bağlamda önem taşıyor.

Özgür düşünen, araştırmacı, şiir ve müzik hayranı bir bilim adamı Eske Bockelmann. Günümüz şiirindeki ritmin şiire nereden ve nasıl geldiğini merak edip araştırmaya başlıyor. Antik dönemlerdeki şiirin düzenli bir ses ritmine sahip olmadığı, zaten bilinmekteydi. Eski, ritmsiz şiirin ne zaman ritm kazandığını araştırıken, 1620’li yıllarda bu değişimin sadece Avrupa’da olduğunu farkediyor. Araştırmasını derinleştirince, benzeri değişimin müzikte de olduğunu ve şiirdeki değişimle aynı dönemde ve aynı bölgede ortaya çıktığını görüyor. Kitabında sosyal, ekonomik ve kültürel ilişkileri, ritm değişimi açısından çok boyutlu bir incelemeye tabi tutuyor. Ve sanat düşkünü bilim adamı, şiir, müzik derken, hiç ummadığı sularda buluyor kendini. 1620’li yıllarda paranın, toplumun her alanına hakim olduğu Avrupa’nın bazı şehirlerinde/bölgelerinde yeni bir refleks edindiklerini, yeni bir ‘Düzenli Ritm’ (Takt) duygusu oluşturduklarını ve bu ritmin, toplumların her alanını hızla işgal ettiğini anlıyor. Bu öyle bir gelişme ki, değişimin sonucunda; düzenli ritmli yeni müzik/şiir, düzensiz (dönüşümlü) ritmli eski müziği/şiiri reddediyor. Bununla da yetinmeyip, eskiyi (tarihi), yeni ritm duygusuna göre yeniden yorumluyor.

Bu “mistik” temel üzerinde oluşturulan yeni kavramlar sistemiyle (ontoloji); kültürü, tarihi, bilimi, müziği vs. -yeni ritm duygusuna göre- geriye doğru yeniden yorumluyor (mesela tarihi, geriye doğru yeniden yazıyor). Eski düzensiz/dönüşümlü ritm, belleklerden ve kitaplardan siliniyor. Eske Bockelmann, büyük bir şaşkınlık içinde, bu büyük değişimin nedenini, aklına gelen her alanda ve konuda arıyor. Ve sonunda birgün, yıldırım çarpmış gibi, bütün bu değişimlerin ortak paydasını keşfediyor. Bu değişimin, paranın meta/mal değiş-tokuşu işleminden kopmasıyla ve meta/mal’dan bağımsızlaşmasıyla yaşandığını keşfediyor. O dönemde paranın, başlı başına bağımsız bir faktör haline geldiğini anlıyor. Cinin şişeden -nihayet- çıkmasına benzer bir durum!

Avrupa’da yaşanan bu köklü paradigma değişikliği sonucu, sahip olmak istenen her mal/hizmet için para, tek araç haline gelmiştir. Düzenli ritmin ortaya çıktığı şehirlerde, para olmadan hiç bir ama hiçbir mal/hizmet satın alınamamaktadır. Oysa daha önce para, herşey için kullanılmamaktaydı, insanlar yiyeceklerini/giyeceklerini, karşılıklı dayanışma ile kişiye özel üretmekteydiler. O zamana kadar, sadece ‘değerli’ tarifine giren bazı şeyler para karşılığı alınıp-satılırken, 1620’lerden itibaren herşey paranın bir karşılığı olarak düşünülmeye başlandı. Yani insanlar, baktıkları heryerde ‘para’ görmeye başladılar ve gördükleri şeyleri, “bunları nasıl paraya çevirebiliriz” diye düşünmeye başladılar.

Eskiden mal/ürün esas, -para tali iken; “7’inci Yüzyıl başından itibaren meta/mal tali, -para esas hale geldi. Yeni haliyle para, soyut bir kavram olarak, karşılığında birşeyler alınabilen gerçeküstü bir değer halinde yeniden ortaya çıktı. Daha önce insanlar, gerçek şeylere odaklı bir hayat sürüyorlardı. Para, bir suret olarak aslın yerini aldı. Para, kağıt bir banknot olarak kendi başına değersizdir, el kadar bir kağıt parçasıdır. Fakat herşeyi, kendi arasında bir birim (para) ortak paydasında ilişkilendirerek, onların hepsini kendi (parasal) yasalarına uydurur ve herşeyi belli birimlerle yorumlamaya başlar. Mesela suyun ltresi bir Lira ise, dünyadaki şu kadar katrilyon litre suyun fiyatı da şukadardır diye, aklın erdiği her şeyi kendi kriterleriye değerlendirip paraya indirgemeye başlar.

Bu ölçü sistemine göre, bir memurun aylık değeri de (maaşı) bin Lira olabilir. Buna göre su ile insan, para bazında ve para üzerinden birbiriyle orantılanabilinen iki meta/mal cinsi olarak ilişkilendirilebilir. Bu denklemde ritmin kökeni, o ‘1 Lira’dır. Esasen heryerde o ‘1 Lira’yı ve katlarını gören insan, herşeyin birbiri ardından belli düzenli aralıklarla birbirini kovaladığı ‘1 Lira’lık düşünme biçimiyle tarif ettikçe -yani herşeye fiyat biçtikçe- düşünce biçiminde de, eşit uzunlukta birbirini takip eden bir düzenli ritm kurmaktadır. Ve ruhlara sinen bu düzenli ritm (takt), ilk ifadesini müzikte ve şiirde bulmaktadır.

Düzenli ritmli popüler Batı müziğinin bugün tüm dünyayı saran çıs-ta çıs-tak çıs-tak’ları, bu ruh halinde ortaya çıkmıştır. Eska Bockelman konuyu, muhteşem bir detay zenginliği ve derinlikle anlatmakta, bu değişimin nedenleriyle birlikte sonuçlarını da incelemektedir. Eske Bockelmann’ın keşfi, Avrupalı entelektüeller arasında da yankı buldu. Büyük gazetelerde kitabı hakkında yazılar çıktı (4). Konu şimdilik, Edison’un ampülü keşfinden sonra “bu ne işe yarar” sorulması aşamasında. Konunun anlamı, yıllar içinde anlaşılacaktır kuşkusuz. Yazar, ‘Modern filozoflar dünyayı anlamamışlardır’ diye başlayan iddialı cümleler kuruyor ve şimdilik kimse, ona itiraz edemiyor.

Paranın insan ruhunu nasıl değiştirip kendi kalıbına döktüğünü anlatırken, şimdi tartşılmaz “doğru” sayılan “köklü” birçok bilimsel disiplinin bile nasıl tepetaklak olabileceğinin işaretlerini de verdi. Dünyanın tek tip haline getirilmesinin kökeninde, insanların para odaklı düşünme biçiminin bulunduğunu söylemek, artık abartılı olmasa gerek. Modern müziğin, bu parasal ruh halini kuvvetlendirmek gibi bir rol oynayabildiğini düşünmek bile, insana bilim-kurgu hikayesi kadar fantastik geliyor. Düzenli ritm, yerel müzikleri de kendi kalıbına dökerek, onları poplaştırıyor. Bunu yaparken, eski müziklerin özünü yokediyor. Oysa eski Türk, Çin, Hint, Fars, Avrupa müzikleri, insanlığın para çağı öncesi ruhuna açılan bir kapı olmak özelliğine sahipler.

Tektipleşmemiş dünyanın, karakterli, özgün ve derinlikli kültürlerinin/uygarlıklarının taşıyıcısı ve belki çok daha fazlası, Batı müziği kalıbına dökülmemiş o eski müzikte saklı. Bockelmann’ın deyimiyle ‘Paranın ritmi’, elbette müzikten ibaret değil, ama dünyanın ve insanlığın çok boyutlu bozulmasının öznesi, para ilişkileri. ‘Paradan daha önemli şeyler de vardır’ sözünün somut ifadelerinden biri, eski müziği eski haliyle yaşatmaktır. -Yani onu düzenli ritm kalıbına, Batı müziği kalıbına dökmemektir. Tabii para ilişkileri günlük hayatta belirleyici olmayı sürdürdükçe bu çok zor. Gene de eski müziği ısrarla yaşatmak gerekiyor. Düzensiz/dönüşümlü ritmli Türk müziğinin Türkiye’de hala yaşadığını, sevildiğini ve halkın bu müziği unutmayıp sahip çıktığını duyunca, Eske Bockelmann üşenmeyip İstanbul’a da geldi ve birlikte bir Klasik Türk Müziği konserine gittik. Şahit olduğumuz konser, tüm etkileyici güzelliğine rağmen bir istisnaydı malesef. Ama başka ülkelerdekinde daha büyük bir istisna. Umutlandıran bir istisna...

1. Horst E. Miers, “Lexikon der Geheimwissenschaften” Münih 1979. S.21. Illuminati’nin İspanya hücresinin üyelerine ‘Alumbrados’ denmekteydi. Burada sözü edilen “evrensel din”in adı, örgüt tarafından ‘Religio Catholica RC’ konmuştur. ‘RC’ harfleri, esrarengiz ‘Gül Haç’ tarikatına atıfta bulunmaktadır.
2. ‘Der aechte Illuminat oder die wahren, unverbesserten Rituale der Illuminaten’ Edessa (Frankfurt) 1788. S, 207. Bavyera Devlet Arşivi (El yazmaları bölümü) Münih.
3. Eske Bockelmann “Im Takt des Geldes. Zur Genese des modernen Denkens” Springe 2004. S, 225.
4. Eske Bockelmann’ın ‘Paranın Ritmi’ adlı kitabı hakkında çıkan yazılardan bkz.: Süddeutsche Zeitung’da Thomas Steinfeld’in 2.8.2004 tarihli “Klingende Münze” başlıklı yazısı. Frankfurter Allgemeine gazetesinde Andreas Platthaus’un 14.5.2004 tarihli, “Alles Denken ist auch nur Rumba” başlıklı yazısı.


http://konstantiniye.blogspot.com/2010/09/eske-bockelmann-ile-parann-ritmi.html

Postkapitalist bir ekonomiye doğru
Selçuk Salih Caydı
20.11.10

Eski Mısır ekonomisi, bazı bakımlardan sosyalist ekonomiye benzer. Ama Sovyet Sosyalizmi sadece 74 yıllık bir tarihe sahipken, Mısır ekonomisi üçbin yıl yaşadı. Mısırlıların kurduğu paylaşımcı ekonominin en dikkat çekici yanı, ‘para’ kullanmamasıdır. Parasız Mısır ekonomisinde ödeme yapma birimi, içine 77 litre kadar tahıl alabilen çuvallardı. Serbest ticaret bilinmiyordu. Üretim ve ticaretin bütün kurallarını ve fiyatları Firavun belirliyordu. Bu sayede yüzyıllar boyunca çeşitli ürünlerin fiyatları düşmeden aynı kalmıştır. Örneğin 3. Ramses döneminde (İ.Ö. 1198-1166) Mısır’da kumaş/elbise kıtlığı başgöstermiş olmasına rağmen elbise fiyatlarında bir değişiklik olmamıştır.
Halbuki bugünkü anlamda serbest piyasa olsa, elbise fiyatları alır başını giderdi. (1)

Mısırlılardan öğreneceğimiz üç şey var: Birincisi, ne üretileceğine/tüketileceğine pazarın doymak bilmeyen kâr dürtüsü değil, bizzat insanların (Mısırda: insanlar adına firavun) karar vermesidir. Böylece toplumu/çevreyi bozabilecek türde üretim/ticaret yapılamıyordu. İkincisi, ‘ücret’ benzeri bir fonksiyon üstlenen tahıl çuvalları, durduk yerde değer (faiz) getirmiyor, tersine çok dururlarsa bozuluyorlardı. (2) Yani faiz getirmeyip, faiz götürüyorlardı (negatif faiz). Hiç kimse tahıl çuvallarını biriktirmeye, onları borç vermeye, fazlasıyla geri almaya falan kalkmıyordu (faizsiz ekonomi). Üçüncüsü, bugünkü kapitalist (ve sosyalist) sistemin en karakteristik özelliği olan ‘ücretli iş/çalışma’ aracılığıyla insan hayatının (kafa ve kol gücünün, yani ruhunun), “mal”a -“parasal değeri” olan maddeye- ve oradan paraya tahvili olayı yoktu. Mısır Büyük İskender tarafından işgal edilip, ekonomiye para ve faiz zorla sokuluncaya dek sistem, sağlıklı bir şekilde binlerce yıl işlemiştir.

Bugünkü şekliyle para, ürünlerin değiş-tokuşunu sağlamak yerine, pazardan bağımsızlaşarak bizzat kendisi bir mal olmuştur ve alınıp-satılmaktadır. Dünyada para sirkülasyonunun devam ettirilebilmesi için düzenli olarak büyük miktarlarda para basılarak piyasaya sürülmesi gerekir. Çünkü borç senedi demek olan bu paraların asla tamamı, basıldığı bankaya (kaynağına) geri dönmeyip bir kısmı bir şekilde piyasada kalır. Böylece uzun vadede paranın değeri sürekli düşer. Kapitalist sisteme özgü olan bu “cins” para, biriktirilebildiği için faiz getirir. Oysa Mısırlılar gibi bütün kadim uygarlıklar paraya benzeyen -ama asla para olmayan- şeyleri sadece ürün/hizmet değiş-tokuşu aracı olarak kullandılar, faizi yasakladılar. Paranın kontrol altında tutulması sayesinde bu dünyada, binlerce yıl boyunca sefalet denen şey olmadı.

Sefalet, esasen paranın “cinsi” ile ilgili bir şeydir. Paranın pazardan bağımsızlaşıp, faiz yoluyla (faiz, faizin faizi) katlanarak büyümesi ve mal üreten sistem sayesinde (insanlar dahil) her şeyin –bir fiyatı olan- “mal” haline getirilmesiyle sefalet ortaya çıkmıştır. Sefalet’in tanımı, ‘kronik parasızlık’tır. Eskiden insanlar doğayla uyum içinde yaşıyor ve asla aç/susuz kalmıyorlardı. Bir toplumda yaşayan insanın temel gereksinimleri, yiyecek/giyecek/barınak ve bu yaşamsal konuların sürdürülebilmesi için gereken güvenlik’tir. Eski toplumların hepsinde bu vardı ve bunun için asla para gerekmiyordu. Öyleyse burada altını bir kez daha çizelim: Bugün Venezüella’daki gibi, Afrika ülkelerindeki gibi, Irak ve Afganistan’daki gibi sefaletin olabilmesi için önce para/faiz sisteminin bütün ekonomik faliyetlere hükmetmesi/girişmesi gerekiyordu. Sefaletin nedeni esasen budur. İnsanlar “ücretli çalışan bireyler” halinde, kapitalist sistemin ücret (para/faiz) sistemine mecbur oldukça, dünyanın biryerlerinde sefalet de artarak çoğalacaktır. Sistem çok açık konuşmakta ve “Çalışmazsan ekmek yok!” demektedir. Herşey paraya endekslendiğinden, sefaleti (fakirliği) parasal yöntemlerle çözmeye kalkmak da, ateşe benzin dökmek anlamına gelir.

İnsanlar, bu akıl tutulmasından kurtulup, uzatmaları oynayan sistemi değiştirmek zorunda kalacaklardır. Eğer bu dünyada yüz yıl sonra da solunabilir hava, içilebilir su, yenebilir tahıl/et/meyva/sebze olmasını istiyorlarsa buna mecburlar. Burada asıl soru, sistemi reformlarla yaşatmak mı, yoksa tasfiye edip yenisinin filizlenmesini sağlamak mı ekseninde dönmektedir. Sistemin sürdürülmesinin mümkün olmadığının iyice anlaşılmasından sonra, toplumlar yaratıcılıklarını konuşturarak bir çok alternatif yerel ekonomik modeller denemeye başlayacaklardır kuşkusuz. Ama yeni deneylere açılan kapıyı aralayabilmek için, sisteme global bazda kollektif bir şekilde indirecek en etkili darbe, para/faiz konusundaki köklü reformlar olabilir.

Faizin monoteist dinlerin kutsal kitaplarında haram/günah/yasak olduğu biliniyor. (3) Hatta İncil’de, Tanrı’nın düşmanı Para Tanrısı Mammon'a nasıl yüklenildiği de malumdur. Hz. İsa, “Aynı zamanda hem Tanrı’ya hem de Mammon’a kulluk edemezsiniz” der. (4) Faize karşı olan tavır, diğer inançlarda da vardır. (5) Seküler Friedrich Engels bile, 1878’de, sevmediği faizin kökenine dikkat çekerken, bugün kullandığımız türden “para”ya işaret eder (6). Elbette, bugün kullanılan para dışında bir de gerektiği zaman tedavüle konan başka para cinsleri de vardır. Böyle deneyimler, yerel ekonomik uygulamalara yatkın olduğundan, kapitalizmin kriz döneminde işe yarayabilir.

1929 yılındaki büyük ekonomik krizden sonra Tirol’ün (Bugünkü Batı Avusturya’da) Wörgl’de belediye reisi Michael Unterguggenberger, belediyenin borç faizlerinin 1.3 milyon Şiline dayanması üzerine duruma isyan eder ve belediye adına piyasaya, “biriktirilemeyen/faiz alınamayan cinsinden para” sürmeye karar verir (Orjinal adı: Schwundgeld). Çünkü zamanın deflasyon krizi yüzünden paranın değeri her gün yükselmekte, bu nedenle herkes parasını elinde tutmakta, harcamamaktadır. Piyasada para bulmak çok zordur, çünkü paralar yastık altındadır. Yalnız Wörgl’de geçen bu yeni para, sadece ürün/hizmet değiş-tokuşu için kullanılacaktır. Yeni para (1, 5 ve 10 Şilinlik banknotlar halinde toplam 1.600 Şilin basılmıştır), her yıl otomatikman %12 değer yitirecektir. O yüzden bu paradan elinde bulunduranlar, parayı aynı değerde tutabilmek için belediyeye, ellerindeki paranın %1 değeri kadar bir meblağı her ay ödemek zorundadırlar. Belediye, ödemeyi yapanların paralarının üzerine, özel bir ‘ödedi’ fişi yapıştırır. Tamamen iflas etmiş olan Wörgl belediyesi bu yolla hem belediye hizmetlerini döndürmeye başlar, hem de ekonomide müthiş bir canlanma olur. Yeni para, durdukça değer kaybettiğinden yastık altında kalmayıp sürekli ekonomide dönmek zorundadır. Ve -evet bildiniz- duruma 5 Ocak 1933’de Avusturya devletinin ulusal bankası müdahale eder ve yeni parayı yasaklar! Fakat faize yatkın olmayan yeni paranın başarısı bütün Avrupa’da dikkat çeker. Olayı yerinde incelemek ve bölgenin insanlarıyla konuşmak için Fransız başbakanı Daladier bile, 1933 Eylül’ünde Wörgl’e gelir. Daha sonra basına, insanların “altın hırsından, bu para sayesinde kurtulduklarını” söyler. (7)

Wörgl belediye başkanının bu fikri, 1930’da ölen ünlü Arjantinli/Alman tüccar, pratikten-ekonomist ve sağcı anarşist Silvio Gesell’den alınmıştır. (8) Gesell, “Doğal ekonomi” adını verdiği sistemini, Proudhon’un para konusundaki fikirlerini bir adım ileri götürerek oluşturmuştu. Proudhon’un ve anarşistlerin para konusunda eskiden beri anlamadıkları şey; paranın gücünün kaynağının parababası faizcilerin cüreti değil, herşeyi mal haline getiren kapitalist sistemin bir zorunluluğu olduğudur. (9) Para, mal üreten sistemin bir zorunluluğudur. Silvio Gesell ve hemen hemen aynı düşünceleri savunan Rudolf Steiner, bu temel mal-para ilişkisine kafa yormak yerine, sadece paranın niteliğini değiştirerek dünyanın sütliman olacağını sanmışlardır. Sağ ve sol anarşistlerin şöyle bir handikapı var: Ürünleri gene “mal” halinde üreteceğiz (parasal değerleriyle), ama “mal” olarak alıp-satmayacağız (yani parayla değil, ‘yeni para’ ile -veya değiştokuş edeceğiz).

Kapitalizmin, kendi başını yiyip çöküşünden önce, yaşanacak depremin dünyayı 8 şiddetinde sarsmasından ziyade, fayın birkaç kerede kırılmasından yanaysak, yıkımın/dönüşümün hızını ve şiddetini azaltmak gerekiyor. Bunun için enflasyonun hızının düşürülmesi, IMF’ye alternatif birden fazla faizsiz finans kurumunun oluşturulması, global ölçekte paranın Gesell’in önerdiği şekilde (Wörgl’de denendiği gibi) vergilendirilerek faizin cazip halden çıkarılması ve daha sonraki aşamada faizin kaldırılıp yasaklanması gibi bir dizi çoklu önlemle paranın global hükümdarlığına önemli darbeler indirilebilir. Elbette bu adımlar, postkapitalist bir çağa inanmış (ama malesef geleceği olmayan) ulus-devlet ve uluslarötesi anti-kapitalist örgütlenmelerin geniş katılımlı aktif ortaklığıyla gerçekleştirilebilir. Ama tek tek sivil toplum örgütlerinin ve devletlerin böyle bir şeyi kendi başlarına yapabilmeleri imkansızdır. Ancak koordineli bir birliktelik, onu üreten -dünya çapında- bir akım, bir moda, başarılı olabilir.

Burada özellikle altını çizmemiz gereken konu; bu önlemlerin, “depreme hazırlık” babından uygulamalar olduğudur. Deprem olacaktır, sistem mutlaka daha da şiddetli krizlere girecektir. Çünkü sistemin temelini oluşturan şey, Proudhon, Gesell, Steiner gibilerin sandığı gibi para değil, kapitalizmin icad ettiği “çalışma ve mal/meta sistemi”dir. Faiz ve ticari kredi sistemi, tarihin çok eski çağlarından beri vardı, ama asla bugünkü kadar etkili ve belirleyici olmamıştır. Çünkü paranın (faiz aracılığıyla) “mal” haline getirilmesinin ön koşulu, çeşitli ürünlerin bir “fiyat” birimine indirgenmesiyle ilintilidir. Birşeyin bir fiyatının olabilmesi için de onun bir şekilde “iş/çalışma” ürünü olması ve bu faktör üzerinden sisteme adapte olması gerekir. Yani, modern kölelik sistemini kaldırmadan, yapılacak bütün ekonomik girişimler, “sosyalizm” gibi geçici uygulamalar olmaktan öteye gidemezler. Böyle girişimler, sadece yıkımın şiddetini azaltmak için kullanılabilirler.

Şapkadan tavşan çıkaran kapitalistlerin, insanlara tarih içinde attıkları kazıkların en sivrilerinden biri de kuşkusuz, tavşanın suyunun suyu mahiyetindeki şu “paranın faizi ve faizin faizi” meselesidir. Doğmamış bebeklere, yeryüzünün yeraltı/yerüstü kaynaklarına ve katliamlara (Nazi soykırımlarına) bile “fiat” biçen rafine “Para/faiz” sistemi, tamamen kapitalizme özgüdür. Bugün, Lenin’in 1916’da yazdığı; “Kapitalizmin karakteristik özelliklerinden biri de endüstrinin muazzam büyümesi ve üretimin giderek daha büyük işyerlerinde odaklanması olayıdır” (10) sözünün çok ötesinde bir yerlerdeyiz. Şimdi o muazzam firmalar, “çeşitli endüstri dallarının kombinasyonuyla” (11) da yetinmeyip, dünyanın bütün devletlerini ve halklarını borçlandırabiliyorlar. Üstelik ulus-devletlerden de bağımsızlaşıp “sıcak para”larını anında istedikleri yere taşıyor, bir anda bir yeri ihya edip, sonra aynı yeri harabeye çevirebiliyorlar, üstelik bunları kısa bir zaman içinde yapabiliyorlar. Ama kapitalist sistemi, “para” ve “çalışma sistemi” diye iki ayrı kategoride değerlendirip, eski sosyalistlerin yaptığı gibi, “biz önce finanskapitale/faize çare bulalım, ‘çalışma’ işini de sonra düşünürüz” diyemeyiz. (12) Çünkü bu ikisi birleşik kaplar gibi birbirine bağlıdırlar ve çalışma sistemi değişmeden kaldığı sürece, tekbaşına faizin ortadan kaldırılması hiç bir şey ifade etmez. Yeni ekonomilerin yeşerebilmesi için ücretli çalışma sisteminin -yani kapitalizmin- etkisinin iyice kısıtlanması gerekmektedir. Postkapitalist çağın temel özelliği, dünyaya hakim olan eski para/iş sisteminin iyice sınırlandırılıp değiştirilmesi ve bu yoldan sefaletin de sona erdirilmesi değildir. Asıl özelliği, yüksek insani değerleri yücelten insanların mental anlamdaki değişimlerinin bir sonucu olarak, sosyo-ekonomik yapının global anlamdaki radikal dönüşümüdür.

Dipnotlar:

1. Eski Mısır ekonomisi hakkında bkz.: Eric Hornung “Grundzüge der aegyptischen Geschichte” Darmstadt 1996
2. Mısırlılar dış ülkelerle yapılan büyük ticaretlerde elbette bu çuvalları kullanmıyor, onun yerine parayla karıştırılmaması gereken 91 gramlık bakır yüzükler veya 9.1 gramlık gümüş yüzükler kullanılıyorlardı.
3. Tevrat’ta bkz.: Hesekiel 18:8 ve 9. İncil’de bkz.: Luka 6:35. Nicea (iznik) konsili 325 yılında faizi yasakladı ve faiz alanların afaroz edileceğini açıkladı. Papa 3. Alexander ve Papa Clemens, içinde “Faiz” sözü geçen bütün resmi döküman ve kanunların geçersiz sayılacağını açıkladılar. Kur’an’da faize karşı çok sayıda ayet bulunmaktadır. Örnek olarak: Bakara Suresi, 276. ayet: “Allah, faizi mahveder ve sadakaları artırır.(...)”
4. İncil. Matta 6:24
5. Örneğin Kun fu-tzu (“Yunancalaştırılmış” ismiyle Konfiçyüs!), faize karşı olduğunu anlatmak için, “Para, hayvan pisliği gibi toprağa saçılmalıdır” gibi bir cümle sarfetmiştir. Eski Hindistan’da, yalnız en düşük/aşağı kast’a faiz almak izni verilmiştir. Hinduizmin ana fikri: Yalnız en pis ve en aşağılık insanlar faiz alıp verebilirler.
6. Friedrich Engels “Herrn Eugen Dührings Umwälzung der Wissenschaft“ (Anti-Dühring) Doğu-Berlin 1962. S. 371.
7. Wörgl deneyi hakkında bkz.: Fritz Schwarz “Das Experiment von Wörgl” Bern 1951. Ya da nisbeten yeni bir kitap olan: Margrit Kennedy „Geld ohne Zinsen und Inflation. Ein Tauschmittel, das jedem dient“ Münih 1994
8. Silvio Gesell’in temel eseri: “Die natürliche Wirtschaftsordnung” Nürnberg 1949. Kitabın internet metni için: http://userpage.fu-berlin.de/~roehrigw/gesell/nwo/
9. Konu hakkında bkz.: Dudley Dillard “Proudhon, Gesell and Keynes” California 1940
10. Vladimir İlyiç Lenin “Der Imperialismus als höchstes Stadium des Kapitalismus” Peking 1974. S.14
11. a.g.e. Lenin S.17
12. Sosyalistler bu ‘iş/çalışma’ konusunda başından beri resmen uyumuşlardır ve bu yüzden de bitmişlerdir maalesef.

http://konstantiniye.blogspot.com/

Çin'deki dut ağacı nasıl kâğıt paraya dönüştü?
12 Eylül 2017

Kâğıt para 1000 yılında Çin'in Siçuan bölgesinde ortaya çıktı

Yaklaşık 750 yıl önce, Marco Polo adındaki genç bir Venedikli tacir Çin seyahatlerini anlattığı bir kitap yazdı.Dünyanın Hikâye Edilişi-Harikalar Kitabı, Marco'nun gördüğünü iddia ettiği garip yabancı gelenekler ile doluydu. Ancak bir tanesi vardı ki, Marco Polo kendini zor tutuyordu: "Nasıl olduğunu anlatsam da gerçek ve mantık içinde kaldığım konusunda hiçbir şekilde tatmin olmayabilirsiniz." Marco'yu bu kadar heyecanlandıran şey neydi? Modern ekonominin temelini oluşturan icatlardan birine tanık olan ilk Avrupalılardandı: Kâğıt para.

Kubilay Han tasdik ediyordu

Tabii asıl olay kağıt değildi. Moden kağıt para kağıttan yapılmıyor, pamuk liflerinden ya da plastikten yapılıyor. Marco Polo'yu çok etkileyen para da kâğıt değildi.

Karadut ağacının kabuğundan elde edilen siyah bir kâğıttan yapılıyordu. Birkaç yetkili tarafından imzalanıyor, parlak bir kımızı damga ile mühürleniyordu, bizzat Moğol imparatoru ve Çin'deki Yuan hanedanlığının kurucusu Kubilay Han tarafından tasdik ediliyordu.


Kubilay Han

Marco Polo'nun kitabındaki bu bölüm nefes kesici bir başlığa sahipti: "Nasıl büyük Han ağaç kabuklarını kağıda dönüştürerek paranın ülkesinde dolaşıma girmesini sağladı?"

'İtibari para'

Bu kağıt paraların değeri, altın ya da gümüş gibi yapıldığı maddeden kaynaklanmıyordu. Onun yerine değeri hükümet tarafından belirleniyordu.

Kâğıt para bazen Latince 'fiat' para yani 'itibari para' olarak nitelendiriliyor. Fiat Latince'de 'öyle yap öyle olsun' anlamı taşıyor. Kubilay Han, karadut ağacı kabuğunun para olduğunu ilan ediyor ve öyle oluyor.

Demir madeni paralar

Altın ya da gümüş gibi dolaşımdaki kâğıt paralardan oluşan sistem Marco Polo'yu etkilemişti. Dolaşımda olmayan onca altın neredeydi? İmparator onu sıkı bir şekilde tutuyordu.

Marco Polo karadut parasını duyduğunda aslında bu yeni bir şey değildi, 1000 yılında Çin'in Siçuan bölgesinde ortaya çıkmıştı.

Siçuan, yabancı ve çoğu düşman ülkelerle çevrili olduğu için Çinli hükümdarlar değerli gümüş ve altının yabancı ellere geçmesini istemiyorlardı. O yüzden ilginç bir kural getirerek demirden yapılan madeni paralar kullanılıyordu.


Song Hanedanı (960-1279) zamanında kullanılan ve 2005'te keşfedilen madeni paralar

Ancak demir paralar pratik değildi. 50 gr ağırlığındaki gümüş sikkelerle değiştokuş yapıldığında vücut ağırlığınız kadar demir para alıyordunuz.

Tuz gibi basit bir şey bile gram gram demirden daha değerli oluyordu, o yüzden pazara gittiğinizde çuval dolusu demir paralar aldığınız ürünlerden daha ağır oluyordu. Takas senetleri devreye giriyor

William Goetzmann, 'Para Her Şeyi Değiştirir' adlı kitabında Siçuan tüccarlarının bu sorunun üstesinden gelmek için bir alternatif geliştirdiklerini yazıyor.

Alternatif olarak "jiaozi" denen 'takas senetleri' kullanılmaya başlandı. Çuval dolusu demir para taşımak yerine güvenilir bir tüccar 'jiaozi' denilen 'takas seneti' yani çek yazıyordu. Böylece çekler serbestçe dolaşır hale geldi. Belirli bir dükkan sahibinin yazdığı çekler başkaları tarafından da kullanabilir oluyor ve elden ele dolaşıyordu

Ancak bir süre sonra bundan Çinli yetkililer faydalanmak istedi. Önce jiaozi'lerin basılmasını bir kurala bağladılar, ardından da özel sektörün de jiaozi basımını yasaklayarak tamamen işi kendi ellerine aldılar. Resmi jiaozi'ler büyük bir başarı oldu, bölgeler arası hatta uluslararası dolaşıma girdi. Başta jiaozi'ler dolaşımdaki madeni paralarla değiş tokuş ediliebiliyordu.

Ancak daha sonra hükümet itibari para sistemine geçti, prensip aynıydı ancak jiaozi'yi metal sikkelerle değiştirmiyordu.

Kağıt paralar gerçek bir değer taşıyarak kullanılıyordu. Eski jiaozi'yi getirip devletin hazinesinden yeni jiaozi'yi alıyordunuz.

Bu modern bir adımdı. Bugün kullandığımız para merkez bankaları tarafından basılıyor ve eskilerini yeniler ile değiştirme sözüne dayanıyor.

Enflasyon sorunsalı

Hükümetler için itibari para baştan çıkarıcı: Borçları olan bir hükümet direkt para basabilir. Daha fazla para aynı miktarda mal ve hizmeti karşılayınca fiyatlar yukarı çıkar.

Song Hanedanı çok fazla jiaozi bastı. Sahtecilik de bir sorundu. 11'inci yüzyılda icat edilmesinin ardından jiaozi'nin değeri ve saygınlığı düştü, değerinin yüzde 10'u oranından alınıp satılıyordu.

Daha kötüsünü yaşayan ülkeler de oldu. Weimar Almanyası ve Zimbabve gibi ülkeler fazla para basmanın ekonomilerinin yok olmasına yol açan meşhur örnekler.

Rekor Macaristan'da

Hiperenflasyon için dünya rekoru 1946 yılında fiyatların gün içinde üç katına çıktığı Macaristan tarafından kırıldı. Budapeşte'de bir cafeye girdiğiniz kahvenizin parasını çıkmadan önce ödemeniz daha iyi bir seçenekti.

Bu öyküler ekonomistleri itibari paranın hiçbir zaman sabit olamayacağına ikna etti. Paranın ABD'de bulunan Fort Knox'taki altın ile değiştirilebildiği altın standardına özlem duyuyorlar.

Ancak anaakım ekonomistler para arzının altına çıpalanmasının iyi bir fikir olmadığına inanıyor. Düşük ve tahmin edilebilir enflasyonu bir sorun olarak görmüyorlar, hatta ekonomik aktivitenin destekleyicilerinden olduğu düşünülüyor.

Merkez bankalarına her zaman için doğru oranda para basmalarına güvenemesek de madencilere doğru miktarda altını çıkarmalarına güvenmekten daha iyi bir seçenek olarak duruyor.

Para basımını artırmak kriz zamanlarında özellikle işe yarıyor. 2007 finansal krizinden sonra ABD Merkez Bankası, enflasyon yaratmadan ekonomiye trilyonlarca dolar bastı. Daha doğrusu para basmak mecaziydi: Trilyonlar küresel bankacılık sisteminde klavyeye basılarak yaratıldı.

Gözleri açılan Marco Polo şöyle yazardı: "Büyük merkez bankası bilgisayar ekranında rakamların görülmesini sağlayarak para olarak geçecek çizelgeler yaratıyor."

Teknoloji değişti, ancak paranın geçerliliği hala hayran bırakıyor.

BBC Türkçe

ETİKETLER
Çin İngiltere kağıt para tarihi ekonomi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FİKİR YAZILARI Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com