EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

SABETAYCILIK

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ÇÖPLÜK
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr May 31, 2009 5:46 pm    Mesaj konusu: SABETAYCILIK Alıntıyla Cevap Gönder

Anadolu, “Büyük Selanik” Olacak mı?
Oğuz Gürses

[ Şu “Taraf Pavyonu”nun müdürü Ahmet Altan alem adam...

Yazılarına genellikle iyi başlıyor ve çok kötü bitiriyor...

Türkçeyi iyi kullanıyor...

Hadiseleri iyi gözlüyor ve bu hadiselerdeki matraklıkları/çelişkileri çok iyi görüyor...

Ama... ]
(*)

Sözleriyle başlayan yazımda Ahmet Altan’ın yukarıda saydığım “iyi vasıfları”nı bağımsız bir gazeteci/yazar/aydın gibi kullanmadığını, genellikle iyi başladığı yazılarını [bir “görevli” bıkkınlığıyla aynı sebebe veya sonuca bağlayarak bitiriyor.] tespitini yaparak, bunu bir yazısını tahlil ederek göstermiştim...

Aslında Ahmet Altan ve Taraf gazetesi, “hazmede hazmede, hazmettire hazmettire” TC’yi “AB-D” planları” doğrultusunda dönüştürme eyleminde önemli bir misyona sahip...

Özal’ın aynı program doğrultusunda TC’yi dönüştürme harekâtı, Taraf dergisinin sözcülüğünü yaptığı Anadolu Kurtuluş Hareketi’nin merkez gücü olan İBDA Fikriyatı bağlılarının oluşturduğu direnişle defedildi...

Ve bu durum kayıtlara geçtiği için, aynı sinsi dönüşüm plânı, bu defa AKP eliyle yeniden uygulamaya konulduğunda bu ihanet planına koçbaşı görevi yapacak gazetenin ismini de logosunu da taklid ederek işe başladılar...

Bizim inancımıza göre “tesadüf”, hayatta herhangi bir yeri ve rolü olmayan zihinsel/zihnî bir kavramdır...

Yani Taraf gazetesinin isim ve logosunun aynen taklid edilmesi, basit bir “tesadüf” eseri değildir...

Dünyada isim ve logo kıtlığına kıran mı girdi de, başka isim, başka logo mu kalmadı da; bula bula Özal ihaneti’nin önünü kesmede öncü/sözcü rolü olan bir derginin ismini kullanıyorsun?

Ayrıca bu seçimde bize uzatılan “havuç”u farketmediğimiz de sanılmasın...

Gelelim “Müdürüm”ün “Büyük Selânik” (**) başlıklı yazısına:

[Artık hepimiz ucundan kenarından “yapay bir görüntüyü” gerçek zannettiğimizi hissetmeye başladık.

Bizim seksen yıllık cumhuriyet bir “sahtelikler” cumhuriyeti.

Mustafa Kemal, Selanik’te doğmuş, askerî okullarda nispeten “Batılı” bir eğitim almış, Sofya’da ataşelik yapmış, Almanya’yı görmüş genç bir generaldi cumhuriyeti kurduğunda.

Okuduklarımdan anlayabildiğim kadarıyla iki büyük tutkusu vardı.

Birincisi “lider” olmak.

İkincisi de, ta gençliğinden beri söylediği gibi Osmanlı’nın diğer topraklarından vazgeçip Anadolu’da büyük bir Selanik yaratmak.

Güzel kadınlar, şık beyler, balolar, danslar, temiz evler, çiçekli bahçeler, köylerde vals çalan orkestralar, kahve ve konyak kokan cafeler, beyaz örtülü lokantalar...

İlk amacına ulaştı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin (..) lideri oldu.

Bir devletin liderliğini ele geçirmek zordur ama bunu yapabilecek yetenekleri vardı ve başardı.

İkincisi ise “zordan” daha zordu.

Yüzlerce yıllık gelenekleri yıkmak ve başka bir tarihin, başka bir mücadelenin, başka bir kültürün sonucu olan bir ülkeyi burada yeniden kurmak öyle bir “kişinin” kararıyla olacak iş değildi.

Onun hayalindeki ülke (..) Anadolu’nun geleneklerine, ne de Müslümanlığın inançlarına uyuyordu.

Sanırım bütün diktatörlerin düştüğü hataya düşüyordu.

İstediği şeyin “iyi” olduğuna inanıyordu ve önerdiği “iyiliğin” kabul edilmemesine sinirleniyordu.

Zorla “şapka” giydirdi, zorla Batı müziği dinlettirdi, zorla dans ettirdi.

Ama bu iş “zorla” olacak bir iş değildi.

Onun hayal ettiği ülkeyle, yönettiği ülkenin gerçekleri birbirini tutmuyordu.

Bütün baskıya, gazetelerin bütün yayınlarına rağmen yönettiği insanlara “yabancı” biri olarak kaldı.

Birçok açıdan muhalefetle karşılaştı.

Müslümanlar, bu “Batılı” hayat tarzını reddediyorlardı ve emirle “Batılı” olmaya yanaşmıyorlardı.

Kürtler, kendilerine Kurtuluş Savaşı sırasında söz verilen “eşitliği” istiyorlardı.

(..)

Onu ürkütecek kadar gerçek kökleri olan direnişlerdi bunlar.

Sanırım hem ürktü hem öfkelendi.

Korkunç bir baskı uyguladı.

(..)

Orduyla ve sivil bürokrasiyle bütün ülkeyi denetimi altına aldı.

Ve çok istediği Selanik’i, büyük şehirlerin yeni zenginleri ve bürokratlarla yarattı.

Artık “Atatürk” olan Mustafa Kemal’i memnun edecek göstermelik bir “Selanik” yaratıldı memleketin küçük bir parçasında.

Geride kalan kısımlar da, “yeni Selaniklilerin” esiri durumuna düştü.

İnsanlar kendi ülkelerinde bir söz hakkına sahip olamadılar.

Kürtler, Müslümanlar, demokratlar, solcular devletten dışlandılar.

Bu “Selanikleşme” hareketine “Atatürk ilke ve inkılâpları” adı takıldı ve bunlara uymayanlar “devlet düşmanı” ilan edildi.

Biz bugün hâlâ Türkiye’de “Selaniklilerle” Anadolulular mücadelesini yaşıyoruz. ]


Nasıl?

Buraya kadar bu ülkedeki “İslâmcı”ların 86 yıldır söylediklerinden kabaca aparılmış ve içine bir takım sinsilikler (meselâ “demokratlar” gibi) yerleştirilmiş yakın tarih doğrularından bir demet...
Burada yeni olan tek şey... Bunları Ahmet Altan’ın da söylemiş olmasından ibaret...

(Bu doğrular bu ülkede 86 yıldır söylenir ve söyleyenlerin başına bin türlü belalar açılırken, Ahmet Altan’ın pederi Çetin Altan hem söylenen doğruları ve hem de söyleyen müslümanları alaya alıp madara etmeye çalışıyordu.)

Şimdi bizim “ecmain takımı” yazıyı buraya kadar okudular ya, hepsi mest...

“Yahu dıurun, bu daha maçın ilk yarısı; sonuç ikinci yarıda belli olur” desen de...

Klavye başına çömen “ecmain”ler Ahmet Altan’a “tebrikler teşekkürler Allah senden bin kere razı olsun ahmet abem benim”ler yağdırıyorlar...

İnanmıyorsanız, bu yazıların yapıştırıldığı “ılımlı islâmcı” sitelerin okuyucu yorumlarına bir göz atın.

Halbuki her yazısının ikinci yarısında olduğu gibi, bu yazısında da Ahmet Altan, bütün sünsiliği ile “Kendilerine Kemallist, Atatürkçü, ulusalcı” gibi sıfatlar takan “Küçük Selaniklileri” uayandırmaya çalışıyor:

[Bırakın bu irtica, laiklik, Atatürkçülük safsatalarını artık... Görmüyor musunuz? RTE sayesinde Atatürk’ün en büyük rüyası; en büyük muhaliflerinin unutulmaz katkılarıyla gerçek oluyor... Anadolu, ”Büyük Selanik” oluyor... Susun ve bekleyin yüce kosmos hepimize yeni bir Atatürk göndermiş kıymetini bilelim. Uyandırmayın kerizleri... Bozmayın şu güzelim işi , sıkın biraz dişi...RTE’nin AKP’si “hazmede hazmede hazmettire hazmettire" Anadolu’yu “Büyük Selanik“ yapıyor... Baksanıza artık camilerin ve okulların yanına meyhaneler, kerhaneler, dikotekler, gece kulüpleri rahatça açılıyor... Zina suç olmkltan çıkalı yıllar oldu... Kumar sözde yasak ama, 90 lira ceza ödemeyi göze alana yasak masak kalmıyor... Ülke fuhuş ve uyuşturucu cennetine döndü... Bunlara karşı çıkan partililerin ismini hemen çizmiyor mu saytın RTE? Niye salaklık edip işi bozmaya çalışıyorsunuz ey Atatürkçüler, Çağdaşlar, ilericiler, Masonlar Roteryanlar Lionslar ulusalcılar?] manâsına gelen şeyler yazıyor....

“Yok canım, Ahmet abimiz böyle şeyler yazmaz”...

Yazmaz tabiî ey “ecmain takımı”... Bulmuş sizin gibi safoşları hiç uyandırır mı?

Bakın yukarıda kodlarını çözerek açık açık yazdığım şeyleri, o nasıl şekere bulayıp, masal kıvamında anlatıyor:

[Atatürkçüler, “bizim önerdiğimiz güzel ve iyi bir şey, neden buna karşı çıkılıyor” diyorlar.
(..)
Ama bunun zorla olamayacağını, emirle gerçekleşemeyeceğini, hayatın kendi doğal akışı içinde biçimlenmesi gerektiğini kavrayamıyorlar.

Cumhuriyet tarihi boyunca ezilen, dışlanan Müslümanlar, Kürtler, demokratlar, solcular şimdi haklarını istiyorlar, “Selanikleşme” hayali uğruna yaşadıkları baskılardan kurtulmaya uğraşıyorlar.

Kürt açılımı, muhafazakârların zenginleşip örgütlenmeleri, demokratların seslerini yükseltmeleri, değişen koşulların sonucu olarak yaşanıyor.

Mustafa Kemal’in çok istediği o “güzel kokan memleketin” yaratılması şimdi artık mümkün gözüküyor ama bunu buranın halkı, kendi isteğiyle, artık böyle bir hayata hazır olduğu, zenginleştiği, dünyayla ilişkiler kurduğu için gerçekleştirecek.

İşin belki de en “şakacı” yanı ise şimdi buna “Atatürkçüler”in karşı çıkması.

Çünkü onlar hâlâ bunun “Müslümansız, Kürtsüz, demokratsız, solcusuz” olacağını sanıyorlar.

Atatürkçülere aslında bir müjde verebilirim, istediğiniz gerçekleşecek ama bunu halk kendine uygun biçimde yapacak.

Bırakın da yapsınlar.]

Şimdi siz söyleyin; haksız mıyım?

Haksızsam; “hazmede hazmede, hazmettire hazmettire”, “Beraber yürüdük biz yollarda beraber ıslandık yağan yağmurda” şarkısına devam.

Veya...

Bu çizginin 1980’li yıllardan beri söylediği Büyük Doğu Marşı’ korosuna katılacaksınız:

[Büyük Doğu Marşı

Allahın seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten başını göklere yükselt!
Avlanır, kim sana atarsa kement,
Ezel kuşatılmaz, çevrilmez ebet.

Allahın seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten başını göklere yükselt!

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.
Nur yolu izinden git, KILAVUZ’un!
Fethine çık, doğru, güzel, sonsuzun!

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.

Aynası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri, sen, kara toprak!
Şahit ol, ey kılıç, kalem ve orak!
Doğsun BÜYÜK DOĞU, benden doğarak!

Aynası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri, sen, kara toprak! ]
(***)

Kısaca tercihiniz birinci şıksa; iç ve dış düşmanlarımızın zor ve zorbalığın her çeşidini deneyerek “Büyük Selânik” haline getiremedikleri şehid kanlarıyla yoğrulmuş Anadolu’yu, ahmak ıslatan yağmurlarında “beraber yürüdüğünüz” hainlerlerle birlikte kendi ellerinizle “Büyük Selânik” haline getireceksiniz...

Veya ikinci şıktaki “Büyük Doğu Marşı” söyleyenlerin korosuna katılarak Hazreti Adem’den bu yana şehid olmuş mü’minler topluluğuyla birlikte Anadolu’yu yeniden Büyük Doğu’nun merkezi haline getirilmesinde katkınız, emeğiniz, alınteriniz olacak...

* Bkz. {“Çinliler, Türkler, Kürtler...” Batılılar ve Ahmet Altan]başlıklı yazım, Baran dergisi..
** Ahmet Altan/Taraf gazetesi.
*** Çile/Necip Fazıl Kısakürek

Kaynak: Baran

Sabetaycıların Sayısını Verdi
31 Mayıs 2009

Türkiye'deki Sabetay cemaatinin lideri, kendisini gizleyen Sabetaycıların sayısını verdi, tartışma çıktı. Bakın Türkiye'de kaç Sabetaycı yaşıyormuş...

İsrail'in Makor Rishon gazetesi, Türkiye'deki Sabetay cemaatinin lideri olduğunu belirttiği bir kişiyle görüştü: Türkiye'de 30 bin Musevi, 60 bin Sabetaycı yaşıyor. İsrail devleti, artık bizi geri almalıdır

İsrail'de yayınlanan Makor Rishon gazetesi, Sabetay cemiyetinin Türkiye lideriyle görüştü, çarpıcı iddialar ortaya attı. İsrail'de ve Fransa'da yayımlanan gazetelerin de kaynak göstererek yayınladığı haberde, Sabetaycıların lideri olduğu belirtilen ancak adı açıklanmayan kişinin, Türkiye'de 30 bin Türk vatandaşı Yahudi'nin yaşadığını, ancak kendisini gizleyen Sabetaycıları sayısının 60 bini bulduğu yani Musevi nüfusun iki katını bulduğu vurgulandı. Haberde söz konusu liderin çok tartışılacak şu sözlerine de yer verildi: "17. yüzyılda Türkiye'ye yerleşen ve İslam'la Musevilik arasında bir inanışa sahip olan Sabetaycılar, İsrail'e göç etmek istiyor. Bunun için İsrail devleti göç yasasını değiştirip bizi geri almalı..." Ancak kendi isteğiyle Yahudulik'ten çıkanlara, dönüş hakkı tanınmıyor. '

NÜFUS KONUSU NET DEĞİL'
İsraillibir gazetecinin Sabetaycıların lideriyle görüştüğü yönündeki haber, Türkiye'de de yankı buldu. SABAH'ın görüştüğü kaynaklar, Sabetaycıların üç ayrı kolu olduğunu ve tek bir liderden söz etmenin mümkün olmadığı görüşünde. Konuyla ilgili bilgi veren araştırmacılar, nüfus konusunda da net bir şey söylemenin mümkün olmadığını ifade etti. Sabetaycıların daha önce 1917, 1991 ve 1996 da Yahudi dinine geçiş yönünde yaptıkları bireysel ya da toplu taleplerin reddedildiği öğrenilirken, Türkiye Hahambaşılığı'nın Sabetaycıları Yahudi olarak kabul etmediği de biliniyor. Aynı şekilde Diyanet İşleri Başkanlığı da, Sabetaycıları İslamiyet bünyesinde görmüyor. '

TEK LİDER OLMASI ZOR'
Konu üzerinde araştırma yapan ancak isim vermeyen bir başka kaynak, İsrail'in Sabetaycıları İbraniliğe kabul etmediğini, hahamların Sabetaycıların nesebini "gayri sahih" kabul ettiğini vurguladı. Sabetaycı bir kaynak da, cemaatin üç ayrı kolu olduğuna dikkat çekerek, dinsel ve siyasi anlamda hepsinin ayrı bir lideri olduğunu ve siyasi temsil edecek tek bir kişiden söz etmenin mümkün olmadığının altını çizdi. Bu tip haberlerin Sabetay Sevi'nin İzmir'de bulunan evinin müze yapılması için yapılan faaliyetlerle birlikte incelenmesi gerektiğini ifade eden kaynak, Anadolu'da Sabetaycı cemaatler bulunduğunu da ifade etti.

SABETAYCILIK NEDİR?

SABETAYCILIK, 17. yüzyılda İzmir ve çevresinde ortaya çıkan, Sabetay Sevi'nin kurucusu olduğu, onu mesih kabul eden, Yahudi mistisizmine ve Kabbala'ya dayanan bir inanç... Bir dönem sapkın ilan edildiler ve İslamiyet'e geçtiler. Diyanet İşleri Başkanlığı, Sabetaycılığı bir İslam mezhebi ya da tarikatı olarak saymazken, kendilerini Yahudiliğe bağlı bir fraksiyon olarak tanımlasalar da, Yahudiler tarafından resmi olarak bu dine bağlı kabul edilmezler. Taraftarları Sabetayistler, Sabetaycı, Avdedî, Dönme veya Selanikli gibi farklı isimlerle de anılır. Kutsal şehirleri Selanik'tir. Türkiye'de İzmirli olarak bilinen Kapaniler, Karakaşiler ve Yakubiler olarak üç gruba ayrılırlar.

Aytunç Altındal (Araştırmacı - Yazar): "Eskiden Refah Partisi iktidardayken bu konu gündeme gelmişti, dolayısıyla yeni bir şey değil. Ama Türkiye'de 60 bin Sabetaycı olduğunu söylemek doğru değil. En fazla 4-5 bin kişidir. Bunlar kendilerini 'Selanikliyiz' diye tanımlar. Çoğu da kökenlerini unutmuş gitmiştir. Lideri kimdir o da belli değil. Türkiye'de Karain Yahudileri de vardır. İnançları aynı, ibadetleri farklı..."

Kaynak: Sabah Gazetesi

Seçkinleri Deşifre Eden Anket
05 Haziran 2009 08:53

Bilgi Üniversitesi ‘Seçkinler ve Sosyal Mesafe’ konulu bir araştırma yaptı. Seçkinlerin, Kürtlere, Türbanlılara, halka, AKP'ye bakışı adeta şok etti. İşte sonuçlar...

Eğitim, kariyer ve sosyal konumlarına göre seçilen 40 kişiyle yapılan ankete göre ‘seçkin’ler sahip oldukları konumu, yeni gelen ‘ikinci sınıf diploma’ sahipleriyle paylaşmak istemiyor.

Seçkinler, başörtüsünü ‘tehdit’ olarak algılarken, Kürt sorununun nereden çıktığı konusunda kafaları karışık. Azınlıklar ise sustukları müddetçe iyi arkadaş.

SEÇKİNLERİN ZİHNİYET KODLARI

Türkiye’nin en iyi okullarından mezun, iyi bir kariyer ve gelir sahibi ‘seçkin’lerinin topluma bakışı, tartışma yaratacak bir ayrımcılığı ortaya koydu.

Bilgi Üniversitesi Sivil Toplum Çalışmaları Merkezi tarafından yayınlanan, Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bölümü öğretim üyeleri Prof. Füsun Üstünel ve Doç. Dr. Birol Caymaz’ın hazırladıkları ‘Seçkinler ve Sosyal Mesafe’ konulu araştırmada, ‘prestijli’ orta ve yüksek öğretim kurumlarından mezun, orta üst sınıf mensubu, iyi mesleki pozisyonlara sahip, kendini Cumhuriyetçi, laik değerlerin taşıyıcı olarak gören kesimlerin Türkiye’nin temel meseleleri üzerinden Lozan azınlıkları, Kürtler ve muhafazakarlara yönelik algı ve temsillerini ve bu bağlamda ötekileştirme söylemi ele alındı.

‘BİZ’ VE ‘ONLAR’ AYRIMCILIĞI

Araştırmaya katılanların çoğunun başörtüsü meselesine ‘biz’ ve ‘onlar’ çerçevesinden baktığı ifade edilerek, en ılımlı söylemde bile ‘ötekine’ tehdit algısının olduğu vurgusu yapıldı. Ayrıca görüşülen kişilerin neredeyse tamamının, eşi başörtülü olan bir kişinin Cumhurbaşkanlığına tepkili olduklarına yer verildi.

REJİM SORUNU YOK, İŞGAL VAR

Kendilerini cumhuriyetin değer ve kazanımlarının taşıyıcısı olarak gören seçkinlerin ‘yeni gelenleri’ yani AK Parti’yi orada olmayı hak etmemiş işgalciler olarak gördüğü tanımına yer verildi. Bütün katılımcılar Cumhuriyet Minglerine katılırken katılımcılardan birinin darbe olsa destek vereceğini söylemesi dikkat çekti.

TÜREMİŞ ‘SEÇKİNLERLE’ SAVAŞ

Araştırmada, Cumhuriyetçi-laik seçkinlerin, rejim ve laiklik ile ekonomik ve sosyal iktidar korkusuna ilişin şu çarpıcı saptamalar yer alıyor: ‘Modernlik nostaljisinde, ekonomi ve siyaset alanlarında seçkin okulların mezunlarının uzun süredir kurmuş oldukları tekelin ‘ikinci sınıf diploma sahipleri’ tarafından tehdit edilmesi ve hatta kırılması olgusu ‘köklü’ ve türemiş seçkinler ve temsil ettikleri hayat tarzları arasında bir tür mücadelenin varlığına işaret ediyor.

KAPATMA ANTİDEMOKRATİK AMA...

Birçok kişi parti kapatmanın demokratik niteliği konusunda kuşkularını ifade etmelerine rağmen AK Parti söz konusu olduğunda bu yönde bir çözümü tercih ediyor.

KÜRT SORUNU NEREDEN ÇIKTI

Kürt sorununa ilişkin olarak ise katılımcılar DTP’nin meclisteki varlığından rahatsız olunduğu ve Kürt sorununun temelinde yabancı kışkırtması ve ekonomik nedenler aranıyor. Kamusal alanda görünmemek şartıyla azınlıklarla, ‘romantik birliktelik’ söz konusu. Gayrimüslüm komşuya sahip olmak, bir prestij durumu.

Sadece ‘seçkinler’ kadrolaşabilir!

Araştırmada AK Parti karşıtlığı konusunda birincisi daha keskin, ikincisi görece daha ılımlı iki eğilim olduğu görüşüne yer verildi. Katalımcıların bir bölümü asıl tehlikenin sermayede yaşandığına inanıyor. Melek (47), kadrolaşmayla ilgili kaygılarını dile getirerek, ‘Aslında herkes kadrolaşıyordu ama kadrolaşıldığı zaman hep sizin gibi seçkinler birbirine benzeyen insanlar kadrolaştığı için biz onları hissetmiyorduk, şimdi daha farklı insanlar kadrolaşıyor. Onun için hissediyoruz. Şimdiye kadar ezilmiş, kıyıda köşede kalmış adamlar birden bire güç sahibi oluyorlar. Bu çok tehlikeli. AKP’nin getirdiği kadroya bakın şimdiye kadar ezilmiş tipler, şimdiye kadar hiç o şansı elde edememiş tipler.’ dedi.

Eskiden Kürt sorunu diye bir sorunumuz mu vardı...

Araştırmada Kürt Sorunu başlıklı bölümünde ‘prestijli’ okulların mezunlarının yaşamöykülerinde Kürtlerin yer almadığı, bu nedenle verilen yanıtların yakınlık kavramından uzak olduğuna vurgu yapıldı. Sorunun kökeni hakkında bilgi sahibi olmadıklaı gözlenen katılımcıların büyük bölümü Kürt sorununun PKK ile ortaya çıktığını düşünüyor. Kürt kökenli arkadaşı olduğunu hatırlamayan Leyla (30), ‘Hani ben Kürt’üm diyen, öyle bir şey yoktu’ şeklinde yanıt verdiği görüldü. Robert Kolej ve Boğaziçi İşletme Fakültesi mezunu Doğan (32) Kürtleri sevmediğini ifade ederek, ‘Ben şey olarak da Kürtleri çok sevmememin nedeni de hala kabile hayatı yaşıyor olmaları.’ yanıtını verdi. Bağcılar’da askerliğini yaparken kendi ifadesiyle ‘Doğu’yu gördüğünü söyleyen Berk (28) ‘Ben mesela kısa dönemleri daha tehlikeli gördüm, üniversite bitirmişlerdi. Yani okumuş Doğulular, okumamış olanlardan daha tehlikeli geliyor bana. Düşünme kapasitesine göre böyle şey oluyorlar, tehlikeli...’ diyor.

Köşk’te türban iğrenç hissettirdi

Araştırmada görüşülen kişilerin neredeyse tamamının eşi başörtülü olan bir kişinin Cumhurbaşkanlığına tepkili olduklarına yer verildi. Doğan (32) örtülü eşin imaj bozduğunu söyledi ve ‘Cumhuriyet balosunda görmek istemem adamı, orada beyaz Türklüğüm çıkar, elim ayağım oynar’ dedi. ‘Cumhurbaşkanının eşinin başörtülü olması size ne hissettirdi’ sorusunu Begüm (34) ‘iğrenç hissettirdi’ şeklinde yanıtladı.

Başörtü görmek bile istemiyorum

Ayla (41) türbanlılar için ‘çok kalabalıklar’ ifadesini kullanırken, ‘Size cesaretlerini anlatamam, bizler asla öyle olmadık onlara karşı’ ifadesi yer aldı. Türbanlılar yokmuş gibi davrandığını söyleyen Sevcan da (38), örtünme biçimleri arasında bir farklılık gördüğünü söyleyerek, ‘Benim için onların türbanlıların tek bir adı var, sıkmabaş. Sıkmabaş aşağı, sıkmabaş yukarı.

Ben sıkmabaşlarla iş yapmıyorum. Mümkünse görüşmeyeceğim. İnsan olabilir, bilmem ne olabilir’ dedi. Gülşen (53) ise üniversitede başörtülü öğrencilerin eğitim görmesini onaylamadığnıı, hatta iğrenç bulduğunu söyledi. Yasemin (28) de başörtülerle hiçbir ilişkisi olmadığını, görmek bile istemediğini ifade etti.

Azınlıklara ‘şartlı’ hoşgörü

Araştırmaya katılanların hepsinin en yakın arkadaş çevresi arasında gayrimüslimlerin bulunuyor. Ancak seçkinler azınlık sorunlarını bu arkadaşlarıyla konuşmayı heç tercih etmiyor. çünko taktirde aralarının gerilebileceğini belirtiyorlar.

Azınlık orunları hakkında yeterli bilgi sahibi olmayan katılımcılar gayrımüslim vatandaşların hakları konusunda ise çeliykiye düşüyor: Ali (23) (Okulları olsun ama oralarda Türk müdür bulundurulması yabancı tahdidi alazalmak adınadır.) Sevcan (38), (Geçmişte belki haksızlığa uğradılar ama şu an tam tersi biliyor musunuz. Türkiye’yi parselleyip satıyorlar. 5 kuruş da vergi vermiyorlar.)

aktifhaber

Erhan Afyoncu/Bugün
Sabataycıların Hikayesi

Bütün bu işlerin başlangıcı ise 400 yıl önce "mesih" olduğunu iddia ederek ortaya çıkan sonradan görünüşte Müslüman olan Sabetay Sevi'ye dayanıyor.

İsrail'de yayınlanan bir gazeteye demeç veren Sabetay cemiyetinden lideri olduğu söylenen kişi, Türkiye'de 60 bin Sabetaycı olduğunu ve İsrail'e göç etmek istediklerini söyleyince Sabetayist tartışmaları tekrar başladı. Sabetaycılık, hakkında çok söz söylenen ancak fazla bilinmeyen veya yanlış bilinen bir konudur. Dönmeler ve Sabetay Sevi konusunda en önemli araştırmalar Gershom Scholem ve Abdurrahman Küçük'ün eserleridir.

Mesih Müslüman oldu

Sabetay Sevi, 17. yüzyılın ikinci yarı­sında İzmir'de mesihlik iddiasıyla ortaya çıkıp, İsrail rüyası gören Yahu­diler'i heyecanlandırmıştı. Dünyanın dört bir tarafındaki Yahu­diler, mesihlerinin kendilerini Filistin'e götüreceğine inanarak göç ha­zırlıklarına başladılar. Ancak ortalık karışıp, hadiseler Osmanlı yöneticilerinin kulağına gidince, Sabetay tutuklandı.

Bu yıllarda Osmanlı tahtında Avcı Mehmed diye anılan Dördüncü Mehmed vardı. Sabetay Sevi, 16 Eylül 1666'da Edirne'de devlet ileri gelenlerinin önünde sorguya alındı. Bir süre sorgulandıktan sonra Sabetay'ın denildiği gibi gücü varsa mucize göstermesi emredildi. Mesih çırılçıplak soyulacak ve okçular tarafından ok yağmuruna tutulacaktı. Eğer oklar vücuduna işlemezse Osmanlı yöneticileri, Sabetay'ın dediklerinin doğru olduğuna inanacaklardı.

Bunun üzerine Sabetay, hemen mesihlikten vazgeçti. Ken­disinin basit bir haham olduğunu, mesihlik işini Yahudiler'in ya­kıştırdığını söyledi. Tercümanlığını Yahudi iken Müslüman olmuş Hayatizâde isimli bir hekim yapıyordu. Hayatizâde Mustafa Fevzi "tek kurtuluş yolunun Müslüman olmasıyla mümkün olacağı"nı söyledi. Bunun üzerine Sabetay Sevi, Kelime-yi Şehadet getirerek Müslüman oldu ve Mehmed ismini aldı. Sevi sonradan yeni ismine ruhani bir anlam katmak için "Aziz"i de ekledi.

Sabetay'ın Müslüman olması, kendilerini İsrail'e götürece­ğini bekleyen Yahudiler arasında büyük bir şok tesiri yaptı. Sabetay, taraftarlarının dağılma­ması için her türlü yola başvurdu. Taraftarları efendilerinin du­rumunu Firavun'un sarayında kalan Hazreti Musa'ya benzeti­yorlardı. Ayrıca Sabetay'ın göğe çıktığı, Tanrı'nın emriyle yerini Türk kıyafetiyle dolaşan bir meleğe bıraktığı söyleniyordu. Yahudiler, mesihlerinin Müslüman olmasına çeşitli kılıflar uydur­dular.

Osmanlı yetkilileri, Müslüman oldu­ğunu zannettikleri Sabetay Sevi'nin İstanbul'da Kuruçeşme'de eski müritlerinden bir kısmını toplayarak, ayinler yaptığını haber alınca Sabetay, 1673'te Adriyatik kıyılarındaki Ülgün'e sürüldü. Sürgünden sonra Sabetay'ın taraftarlarının bir kısmı Sela­nik'te toplandı.

Kendi öldü adı kaldı

Sabetay Sevi, Eylül 1675'de Ülgün'de öldü. Taraftar­ları mesihlerinin ölümünden sonra da efendilerine bağlı kalmaya devam ettiler. Dönmelere göre Sabetay ölmemiş, dünyadan çekilmişti. Taraftarları mesihlerinin ölümünden sonra 1689'da ikiye, 1720'de de Karakaşlar, Kapanîler ve Yakubîler olmak üzere üçe bölündüler. Dönme diye adlandırılan bu gurup, uzun süre toplum içerisinde Müslüman görünürken, kendi içlerinde inançlarını muhafaza ettiler. Ancak bir kısmı zamanla tamamen eski inançlarından koparak Müslü­manlaştı. Bir kısmı da Sabetay Sevi'nin bıraktığı mirası hâlâ de­vam ettiriyor.

19. Yüzyıl'da Selanik'te 5000 Sabetaycı vardı

Türkiye'de dönmelerle ilgili komplo teorileri bitip tükenmek bilmiyor. Eskiden bu

teorileri muhafazakâr kesim üretirdi. Şimdi modaya solcular da uydular. Bu iddialar yanlış bilgilendirme ve kafaları karıştırıp, insanları uyutmaktan ileri gitmiyor. Televizyon programlarında Türkiye'de 1.5 milyon dönme olduğu bile iddia edildi. Şimdi ise 60 bin kişi olduğu söyleniyor. 19. yüzyılda Selanik'te bulunan İngiliz konsolosu Charles Blunt dönmelerin sayısını 1839'da 5 bin olarak verdiğine göre günümüzde Türkiye'deki Sabetaycı sayısının da çok fazla olmaması gerekir
aktifhaber

Beyaz Türkler İsrail'e Mi Kaçıyor?
28 Haziran 2009 10:19

Doç. Cengiz Şişman, Sabataycıların Türkiye'de kurmak istedikleri düzen, yönetimdeki nüfuzları, sayıları, son dönemde İsrail'e göç etme isteklerinin nedenlerini anlattı.
İlişkili HaberlerTüm Haberler
Barış Hayelleri Yine Suya DüştüErmenilere İsrail ŞokuSuriye Türkiye İçin Israrlıİsrail'de Türkiye Boykotu Devam EdiyorYeni Plan Gündemde

İsrail'de yayınlanan Makor Rishon gazetesinin Türkiye'deki Sabataycılar ile görüşerek yaptığı bir haber, Fransız ve Türk gazetelerinde de yankı buldu. '60 bin Sabataycının sıkıntıları nedeniyle İsrail'e göç etmek istediğini' iddia eden bu haber üzerine, Harvard'da konuyla ilgili doktora yapan ve 'Sabatay Sevi ve Sabataycılar / Mitler ve Gerçekler' isimli kitabın yazarı, ABD'deki Brandeis Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cengiz Şişman'la konuştuk.

Sabataycıların göç etmek istediği haberi doğru mu?
Geçtiğimiz günlerde bu haberi Sabah Gazetesi'nde görünce hayrete düştüm. İsrail'deki Makor Rishon gazetesine dayandırılan haberde, İsrail'den bir grubun Türkiye'ye gelerek burada Sabatay kökenli cemaatin lideriyle görüştüğünü ve 'Biz İsrail'e göç etmek istiyoruz' yanıtı alındığını anlatıyordu. Bunun üzerine haberin yayınlandığı gazeteyi buldum. Makor Rishon'un haberi bir Fransız gazetesinde yayınlanmıştı, Sabah da oradan almış. Fransız gazete, haberi kısmen tahrif ederek Sabataycı bir liderle görüştüklerini eklemiş, Sabah'taki 'Erdinç Ergenç-Nevzat Çiçek' imzalı habere bir de toplu halde göç etmek istedikleri eklenmiş ve bu Sabataycı kökenden gelen insanların hepsinin bir isteğiymiş gibi verilmiş.

Haberin asıl sahibi Makor Rishon Gazetesi'ni takip edebildiniz mi?
Makor Rishon, bu haberlerden bir hafta sonra Türkiye'deki habere bir tekzip yayınlayarak haberin yanlış ve tehlikeli bir şekilde aktarıldığını yazdı. Ancak bu tekzip Türkiye'de yayınlanmadı. Bu gelişmeler en basit ifade ile bir tahriftir ve gazetecilik ahlakına aykırı bir durumdur. Konu hakkında zaten inanılmaz bir bilgi kirliliği var. Bu tür haberler birçok insanı zan altında bırakıyor.

SABATAY KÖKENLİLER RAHATSIZ
Bu habere Sabataycıların tepkisi nasıl oldu?
Göç isteğinin bu kökenden gelen insanların tamamına yayılması onları çok rahatsız etti. Bu huzursuzluğun ve rahatsızlığın sebebi en nihayetinde, Türkiye'de son yıllardaki gelişmeler ve bu süreç içinde azınlık gruplara ve özellikle Sabatayist kökenli insanlara karşı takınılan menfi tavır ve suçlamalardır. Mesela, bu haberden sonra internet blog'larında yazılan ve 'defolup gitsinler' türünden yorumlar bunun bir göstergesi. Azınlıkların kendilerini özgür hissetmediği durumlarda demokrasinin varlığından söz edilebilir mi? Geçen günlerde yayınlanan Prof. Yılmaz Esmer hocanın araştırması bunun başka bir delili. Orada toplumun büyük bir bölümünün; Yahudi, Hıristiyan, içki içen vs. kimseler ile komşuluk yapmak istemediğini görüyoruz. Ya da yine aynı günlerde yayınlanan Prof. Füsun Üstünel ve Doç. Dr. Birol Caymaz'ın 'Seçkinler ve Sosyal Mesafe' adlı araştırmasının bulgularında, tahammülsüzlüğün sınırlarını görmek mümkün.

Bu tahammülsüzlüğün kaynağı nedir sizce?
Farklılıkları kabul edememek, bize kısmen Osmanlı'nın hiyerarşik toplum yapısından, kısmen de Cumhuriyet kültür ve ideolojisinin herkesi aynılaştırma ihtirasından kalan bir miras. Osmanlı'da azınlıklar ikinci sınıftı, Cumhuriyet ise herkesi aynılaştırarak tek tip vatandaş yapmak istedi. Dolayısıyla gücü ele geçirince ya 'diğerlerini' kendimizden daha aşağı konumda tutmak istiyoruz ya da onları kendimize benzetmek istiyoruz.

Kendilerini hep gizli tutmaya çalışan Sabatayistlerin bu tutumunun ardında da bu tavır mı yatıyor? Bu grup, neden bu kadar rahatsız?
Sabatayistler, kendilerine has cemaatsel özellikleriyle yüzlerce yıldır içinde yaşadıkları topluma bir şekilde hizmet ediyorlar. Ancak bitmek tükenmek bilmeyen suçlamalar ve sıklıkla ayyuka çıkan anti-Sabatayist iddialar neticesinde kendilerini toplumdan dışlanmış hissediyorlar ve bundan büyük rahatsızlık duyuyorlar. Tabii ki bu rahatsızlık sonucunda bütün Sabatayist kökenliler aynı tavrı alacak diye bir kaide yok. Özellikle eski kuşağın büyük kısmının statükonun devamından yana olduğu anlaşılıyor. Ancak, İstanbul ve İzmir'de küçük bir grubun, 'artık bu böyle olmuyor, bundan bir çıkış lazım' dedikleri anlaşılıyor.

Öyleyse haberdeki gibi bir göç düşünülmüş olabilir mi, bunun sonuçları ne olur sizce?
Çözümlerin arasında yurtdışına gitmek, Yahudiliğe dönmek ve İsrail'e göç etmek de var; ki tarihte benzeri birkaç bireysel vaka olmuş zaten. İsrail'de ve bir hafta önce Amerika'da çıkan gazete haberlerine göre, bu tür bir gelişmenin yaşandığını görmek mümkün. Küçük çaplı da olsa, bu teşebbüsün tarihsel ve dini bir olaya tekabül edeceği açıktır. Bu olayın yaratacağı içsel gerilimleri tahmin etmek zor olmasa gerek. Böyle bir olayın aleni ve kitlesel bir şekilde gelişmesi Türkiye'deki Sabatayist kökenden gelenlerin hepsini ve Yahudi Cemaati'ni zor durumda bırakacağı gibi İsrail-Türkiye arasında kriz dahi çıkarabilir.
İsrail ile Sabatay kökenden gelen insanlar arasında nasıl bir bağlantı var?
İsrail'in için konunun iki boyutu var. Birincisi dini, diğeri ise demografik. İsrail, küçük bir ülke olmasına rağmen çok farklı düşünce ve çıkar gruplarının olduğu bir yer. 80'e yakın ülkeden gelmiş Yahudi halkları, ortak bir kültür yaratmak için uğraşıyor. Dindarlar ve sekülerler arasındaki mücadele Türkiye'de olduğundan çok daha şiddetli. Seküler olanların temel sorunlarından biri, düşük olan ülke nüfusunu artırmak. Dindar olanların da benzeri bir kaygısı var. Mesela bazı dindar kesimler, mitolojik bir inanç olan Yahudilerin 'kayıp 10 kabile'sini bulmak istiyor. Yine diğer bir dini kesim tarih boyunca zorla başka dinlere geçirilmiş ya da bir şekilde dinini unutmuş Yahudileri tekrar Yahudiliğe kazanmak istiyor. Çünkü Yahudi teolojisinde bir Yahudi başka dine geçse de hala Yahudi'dir ama 'kötü bir Yahudi'dir. Bazı hahamlar dünyanın birçok yerindeki kayıp Yahudileri bulup tekrar Tanrı'nın seçilmiş dinine geri kazanmak istiyorlar.

Bunun yaşanmış örnekleri var mı?
Afrika'dan Hindistan'a, Avrupa'dan Latin Amerika'ya kadar bu durumda olan pek çok kişi ve grup bulundu. İsrail'in Türkiye'deki Sabatayistlere olan ilgisini bu büyük resim içinde anlamak gerekir. Bu çerçevede Sabataycılıkla ilgilenen bir grup eskiden beri var. İsrail'in 2. Cumhurbaşkanı Ben-Zvi bunlardan biri. İsrail gazetesinin haberini hazırlayan Haham E. Birnbaum'un da böyle bir fikre mensup olduğu anlaşılıyor. Ancak İsrail'de Yahudi tarihi ve mistisizmi uzmanı arkadaşım Boaz Huss'a sorduğumda hem Makor Rishon'un hem de Birnbaum'un biraz marjinal olduğunu, bu haberlerin genelde İsrail'de heyecan uyandırmadığını söyledi.

Türkiye'de özellikle Cumhuriyet'in kuruluşu döneminde iddia edildiği kadar etkinler mi?
400 yıldır kentsoylu bir yaşam süren, dolayısıyla ortalamanın üzerinde bir eğitim ve refah düzeyine sahip bu kesim, Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren önemli konumları işgal etti. Son 30 yılda bu durum değişmeye başladı. Kökleri 17. yüzyıla dayanan Sabataycılık, zaman içinde farklılaştı.

Sabataycılar günümüzde nasıl bir topluluk?
Hemşerilik duygusuyla birbirinden kısmen haberdar olan, başta İstanbul ve İzmir'de olmak üzere 60-70 bin kadar Sabatay kökenli bulunuyor. Bu insanların çok büyük bir kısmı sekülerleşip eski gelenek ve görenekleriyle irtibatını kesmiş ve bir kısmı tamamen unutmuştur. Dolayısı ile birbirlerini tanımayan binlerce insan da var. Ancak daha ziyade Karakaşiler ve tek tük de diğer gruplardan geldiği söylenen küçük bir grubun gelenekleriyle bağlarını kesmediği, inanç ve ritüellerini devam ettirdiği biliniyor. Nüfuslarının 4 bin kişi civarında olduğu tahmin ediliyor. 'Ergenekon' belgelerinde de benzeri rakamların geçmesinin beni ayrıca şaşırttığını da söylemeliyim. İsrail gazetesine konu edilen kimseler de bu küçük grubun içinden olan insanlardır. O yüzden bu konunun genele teşmil edilmesi yanlış ve haksız bir durumdur. Sekülerleşmiş dediğimiz kesim bu konuları konuşmak dahi istemez.

NÜFUZLARINI KAYBETTİLER
Bugün de elit tabaka içindeler mi?
Türkiye'nin yaşadığı büyük bir toplumsal dönüşüm var. Sabatayist kökenli insanların da aralarında bulunduğu eski elitler ya da moda tabirle 'Beyaz Türkler'in bir kısmı, zenginliklerini ve nüfuzlarını yavaş yavaş kaybetmeye başladı. Mesela; Bezmenler, 100 yıllık Yeni Asır Gazetesi'ni bile kaybeden Dinç Bilgin veyahut trajik bir afette hayatını kaybeden Kemer Country'nin sahibi Esat Edin son büyük zenginlerden. Dayanışmacı yapıyı sürdürebilecek zenginler yok. Ortada ekonomik bir sıkıntı var ancak bu kendi başına anlaşılabilecek bir mesele değil. Türkiye'nin büyük resmine bakıp toplumsal değişimi anlamak gerekir. 'İbn Haldunyan' bir şekilde ifade edersek, tembellik ve refah içinde rehavete kapılmış eski elitler ve zenginler güçlerini yitirirken, çalışkan ve motivasyonu yüksek yeni zenginler yeni kimlikleri ve hayat tarzları ile ortaya çıkmaya başladı. Doğal olarak da bir süre sonra eskiler kendilerini bir getto içinde sıkışmış 'azınlık' olarak hissediyor. Yine moda tabir ile söylersek 'Nişantaşı-Etiler-Bebek üçgeni' gettolaşmaya başladı. Sabatay kökenli insanların pek çoğu da bu gettoların içinde.

Peki, bu yaşanan dönüşüm siyasal İslam'ın etkinlik kazanmasına paralel mi gelişiyor?
Bu dönüşüm geçen aylarda yine AKŞAM Pazar'da Özlem Madi ile yapılan bir röportajda da ifade edildiği gibi, sembolik anlamda Rumeli kökenli insanların kurduğu Cumhuriyet değerleri ile Anadolu kökenli insanların arzuladıkları Cumhuriyet değerleri arasındaki bir mücadele. Bunun entelektüel ve siyasi kökenleri Cumhuriyet'in ilk yıllardan itibaren gizli bir şekilde vardı, ancak çok partili dönemle açığa çıkmaya başladı. 80'lerde Özal yıllarında evrimleşip 90'larda yerel iktidarlar, daha sonra da 2000'li yıllarda muhafazakar ve neo-İslamcı iktidarla en üst düzeye çıktı. Son 50-60 yılda Anadolu; çeşitli parti, cemaat, tarikat ve gruplarca dini, siyasi ve ticari düzeyde örgütlendi ve bunun sonucu olarak da galip geliyor. Son kertede daha bilinçli, örgütlü ve çalışkan olan baskın gelecek.

Amaçları seküler bir ulus devlet kurmaktı
'SABATAYİSTLERİN yaşadığı en büyük kırılmalardan biri 19. yüzyıldan itibaren etkisi altında kaldıkları aydınlanmacı fikirler, ikincisi Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Yunanistan ile yapılan nüfus mübadelesi. Sabatay kökenliler zaman içinde 3 alt gruba (Yakubi, Karakaş ve Kapancı) bölündü. 20. yy'da sekülerleşip dini bağlarını kopardıklarını görüyoruz. Osmanlı'nın son döneminde ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında, büyük şehirlerde önemli roller oynamışlar. Ticarette, bürokraside akademide, gazetecilikte ve eğitimde aktifler. Selanik'ten gelirken Feyziye ve Terakki Mektepleri, Yeni Asır Gazetesi gibi birçok kurumlarını da beraberlerinde getirmişler. Jön Türkler ve İttihat Terakki'nin diğer elitleri ile birlikte devrimci bir ruh ile Osmanlı toplumunu ve erken Cumhuriyet toplumunu seküler ve kozmopolit bir toplum haline getirmek için gayret etmişlerdir. Çünkü hem bir kısım Türk entelijansiyasının hem de Sabatayist kökenli insanların çoğunun en büyük amaçlarından biri, İslam'ın kamusal alan dışında olduğu seküler bir ulus devlet yaratabilmekti. Böylelikle hem Ortodoks İslam geleneğinin hem de Sabatayist geleneğin baskısından kurtulabileceklerdi.

Kaybeden taraftalar
Sabatayistlerin tasfiyesinde iktidarların kendi zenginlerini yaratma girişimlerinin payı var mı?
Türkiye'de her iktidar kendi zenginini yaratır. Ancak iktidar zenginleriyle birlikte, bir de bilgi çağının ortaya çıkardığı internet gibi yeni zenginleşme yolları var. Sanayi ve ticaret dışında iş yapmayan geleneksel zenginler; ki buna Sabatay kökenliler de dahildir, modern çağın gerekliliklerini yerine getirmedikleri için de geri kaldılar.

Şu anda konumlarını yitirmiş mi hissediyorlar?
Yaşanan süreç, bu kesimde bir hayal kırıklığı ve çaresizlik psikolojisi yarattı. En derinde bir 'kaybediyor olmak' hissi söz konusu. Sınıf mücadelelerinde herkesin karlı çıktığı 'kazan-kazan' senaryosu gerçekleşmiyor her zaman. Yani yeni bir sınıf ortaya çıkarken eski sınıf bir şeyler kaybeder. Bir gecede gerçekleşen bir şey değil tabii ki. Devrim olmadığı sürece bu tür sınıfsal değişimler bir-iki kuşak sürer. Eski sınıftan gelişmelere ayak uydurabilenler evrimleşerek bir sonraki safhaya geçer, ayak uyduramayanlar yok olur.
Kaynak:Akşam

Yusuf GEZGİN
Beyaz Türkler İsrail'e Kaçar Mı?

Medyada, özellikle yabancı menşeli haberlerde Türkiye’deki azınlıkların zor durumda oldukları ve toplum tarafından dışlandıkları yönünde maksatlı haberler yapılıyor. Batının bir ürünü olan ve temelde onlara hizmet eden Ergenekoncu çetelerin azınlıklara yönelik saldırıları, cinayetleri (Dink cinayeti, Malatya cinayeti, rahip Santaro saldırısı vs.) buna gerekçe yapılıp, Türk insanı karalanmaya çalışılıyor. Ben cinayet ve saldırıların, arkasından ülkemize, insanımıza yönelik propagandaların planlı ve maksatlı yapıldığını düşünüyorum. Birileri bir taraftan demokratik açılımlara engel olurken diğer, taraftan Türkiye’yi “başkasına tahammülsüz”, “bağnaz”, “ötekinin kanını döken” bir konuma sokmak istiyor.

Diğer azınlıkların çektiği sıkıntıları kısmen anlayabilirim; ama ülkenin beynini, sinirlerini işgal etmiş, bırakmamak için millete karşı amansız bir mücadele veren Sebataycı kesimlerin bu ülkede “azınlık” ve “mağdur” olarak anılması beni sadece gülümsetiyor…

Aktif Haberin 3 gün önce alıntı yaparak verdiği haberde; Sebatayların Türkiye Cumhuriyeti üzerindeki etkileri, eğitimli ve varlıklı olmaları üzerinde durulup, son dönemde sorgulanmaktan rahatsız oldukları belirtilmiş. İsrail’den gelen bazı kimselerin Sebataylarla İsrail’e göçme yönünde görüşmeler yaptıklarından bahsedilmiş. Haberin başlığı da “Beyaz Türkler İsrail’e mi kaçıyor?” şeklinde verilmiş. (http://www.aktifhaber.com/news_detail.php?id=230165 28.06.2009, Akşam gazetesinden alıntı)

Öncelikle Türkiye’de kimsenin kaçmasını gerektirecek bir durum yok! Ne bir soykırım var, ne iç savaş, nede cadı avı. Bir kısım problemler var ise de, en çok mağdur olanlar beyaz azınlıklar değil, Kara Türklerdir.

Bahsi geçen yazıda Sebataylar “itilip kakılan”, “zenginlikleri ve başarıları hazmedilemeyen”, kendilerine “haset edilen”, “nitelikli, masum bir azınlık” olarak verilmiş. Entelektüel, yararlı Türk vatandaşları oldukları, ama fazlaca irdelenmekten rahatsızlık duydukları ve bu nedenle İsrail’e göçebilecekleri gibi şeylerden bahsedilmiş.

Ülkemizde özellikle Sebataylara yönelik bu türden pek çok haber yaptırılıyor. Oysa bu hâkim azınlık yüzyılı aşkın zamandır batılı emperyal güçlerin içerideki Truva atı durumundadırlar. Millete tuzaklar kuran, İslam’ı ve Türk insanını bir çeper içine hapsetmeyi hedefleyen çaba ve çalışmaların başfigüranı bunlardırlar. Öyle, “kendi haline”, “masum”, “zararsız” “zavallı” kişiler filan değillerdir. Etkilerinin kırılmasından ve numaralarının deşifre edilmesinden dolayı panik ve kaygı içinde iseler de; hala ülkenin sinirleri bunların kontrolündendir. 28 Şubat, E-muhtıra dâhil son dönemde çevrilen karanlık-derin işler bunların kurgu ve kontrolü altında yapılmıştır, yapılmaktadır.

“Mağdur” edebiyatı yapmalarına kanmayın! Örneğin; ülkenin kaderine hükmeden ve milleti kontrol aracı haline getirilen stratejik kurumun başındaki zat bunlardandır. Bir önceki bunlardandı. Mevcudun başına bir iş gelse yerine geçecek olan kişi bunlardandır. Bu ayrıldığında kurallara göre yerine gelecek olan yine bunlardandır. Daha öncekiler arasında yığınla kimse vardır. Millete muhalefet eden önemli pek çok kurumda, finans dünyasında bunlar vardır. Ülkenin en zengin 10 kişisini saysanız önünüze bunlardan 6-7’si çıkar. Geri kalan 3-4’ü de daha farklı beyaz kökenlerdendir. 28 Şubatın etkin “BİR” aktörü olan ve şu sıralar İsrail’le nasıl yazıştığı medyaya düşen kişi bunlardandır. Bunlardan yığınla başbakan, cumhurbaşkanı çıkmıştır. Bakanları ve üst düzey bürokratları saymaya vaktiniz yetmez.

Nüfusları 60-70 bin civarında olduğu söylenen ve Türk kültürü içinde hızla eridiği, etkinliğini kaybettiği söylenen “zavallı bir azınlık!” ihtimal hesaplarına göre tesadüfen veya kabiliyetleriyle bu önemli yerleri tutabilir mi sizce?

Bu sayıdaki bir azınlık (bazı rakamlara göre sebatayların mevcudu 200.000 civarındadır) yüksek plan, ince işçilik ve uzun bir kollama süreci gerektiren bu işleri nasıl yapabiliyorlar?

Bu kesim son zamanlarda diğer azınlıkların yaşadığı bazı mağduriyetleri kendi hesabına kullanarak “azınlıklar dışlanıyor!” tarzı propagandalarla hükümetleri ve ülkeyi töhmet altında bırakma ve hâkimiyetlerine karşı gelişen muhalefeti, direnci kıracak psikolojik ortam oluşturma derdindeler. Batıya ve dünya kamuoyuna: “bakın bu ülkede başka dinden insanlara, azınlıklar tahammül yok” diyerek kendi yaptıkları işler üzerinden bizi suçlama ve hâkimiyetlerini payandalama gayretindeler.

Türkiye’de beyaz Türkler tedirgindirler; ama hala hükümeti devirmeyi planlayabilecek kadar güçlüdürler. Hala medyanın yarısına, bürokrasinin en kritik noktalarına, aydınların önemli bir kesimine hükmetmektedirler. Beyaz Türklerin tedirginliği, temel insani hak ve özgürlüklerden mahrum olarak yaşamak, dışlanmak vs. değildir. Şu anda bunları en çok isteyen, onların ezmeye çalıştığı kesimlerdir. Temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesine, anayasal garanti altına alınmasına en büyük defansı bizzat bunlar göstermektedirler. Bunların endişesi, kaygısı 60-70.000 kişiyle idare ettikleri, sömürdükleri, maniple ettikleri bir ülkede, karşılarına ilk defa milli güçlerin çıkıyor olmasıdır. Derin-karanlık oyunlarının deşifre edilebiliyor olmasıdır.

Bahsi geçen haberlerin Psikolojik harekât mahsulü olduğunu düşünüyorum. Bizim insanımız, yaratılanı yaratandan ötürü sever. Dün İspanyalarda barınamayıp sığındığınız insanlar değişmemiştir, aynı insanlardır. Ama siz sığındığınız bir evi işgal ettiniz, evin sakinlerini çeşitli zulümlerle iftiralarla, ezdiniz. Dağdan gelip bağdakini kovdunuz, bütün hak ve imkânları ele geçirdiniz. Milletin kurumlarında milletin evladına varlık hakkı tanımadınız. Şimdi evin gerçek sahipleri uyanıyor, işin farkına varıyor.

Ama hiçbir yere kaçmanıza, göçmenize gerek yok! Gelin asli kimliğinizle, diğer vatandaşların sahip olduğu haklara kanaat ederek bu ülkede yaşayın! Beraber yaşayalım! Nifakınızdan, farklı renkler, görüntüler, isimler altında karanlık ve karışık işler çevirmekten vazgeçin!

Bazı kara Türkleri de maşa olarak kullanıp Türk insanını ve Türkiye’yi karalamaya çalıştığınız, yeni numaralar peşinde olduğunuz sürece milletin tokadı ensenizde olacaktır!

Beyaz Türkler ve kripto ecnebiler planladıkları karanlık eylemler üzerinden ülkeyi “azınlıklara tahammülsüz!” gösterip, araştırılıp-sorgulanmayı engelleme derdindedirler.

İsrail, Yahudiler için dünyanın dikkatini üzerinde toplayan “nazarlık” ülkedir. İsrail’in dini ve tarihi önemi var ise de, Yahudiler global hakimiyetlerini sürdürme, yeni güç odaklarına da bu hakimiyeti taşıma derdindedirler. İsrail için ihtiyaç duyulan şey nüfustur, kalabalıktır. Yahudiler aktör ülkelere konuşlanmış etkin Yahudileri İsrail’e göç ettirmeyi düşünmezler. Bu gün Yahudiler için “Arzı Mevud” bütün arzdır. İnsanlığın Yahudi hizmetinde olmasıdır.

İsrail Sebatayları ne kadar Yahudi kabul ediyor tartışılır. Ama Sebataylar Türkiye’deki uyanışa paralel kendilerini giderek daha bir Yahudi hissediyorlar…

Türkiye’deki Sebataylar, Yahudiler İsrail’e göçmezler. Zira Türkiye’de hem Yahudilerden, hem de kripto Yahudilerden (beyaz Türklerden) sadece kalabalık etsin diye İsrail'e feda edilecek kimseler yoktur. Hepsi çok stratejik yerlerde ve önemdedirler.

01 Temmuz 2009 Çarşamba
aktifhaber

BBDK Şok Belgelere Ulaştı13 Temmuz 2009 19:56

Türk patronlarının, yurt dışına kaçırdığı paraların miktarı yıllardır tartışılıyor. Yurtdışına kaçırılan paraların peşine düşen BDDK önemli bir ip ucuna ulaştı.

İstanbul cumhuriyet savcılığının yürüttüğü bir soruşturma kapsamında elde edilen belgede Avrupa'daki bazı bankalarda açılmış yüklü miktardaki banka hesabıyla ilgili bilgiye yer veriliyor. BDDK, şimdi bu hesapların Türkiye'deki bağlantılarını tespit etmeye çalışıyor.

Türk patronlarının, yurt dışına kaçırdığı paraların miktarı yıllardır tartışılıyor. Bugüne kadar, bazılarına göre 50 milyar dolar bazılarına göre de 100 milyar dolar olan yurt dışındaki Türkler'e ait zulalarla ilgili somut bilgi ve belgeye çok fazla ulaşılamamıştı.

Ancak son dönemde ilginç bir gelişme yaşandı. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu ulaştığı ilginç bir ip ucundan yola çıkarak yurt dışına kaçırılan paraların izini sürüyor.


YURDIŞINA KAÇIRILAN PARALARIN İZİNE RASTLANDI

Zulalarla ilgili bilgiye ekonomi suçları dışında yürütülen bir soruşturmada ulaşıldı. İstanbul Cumhuriyet Savcılığı tarafından yapılan bir operasyonda, sanıkların birisinin evinde, yabancı dilde hazırlanmış bazı banka evrakları bulundu. Belgeler, incelenmek üzere BDDK'ya gönderildi.

İSVİÇRE BANKALARINDA YÜKLÜ HESAPLAR

BDDK murakıplarının belgeler üzerinde yaptıkları çalışmada, belgelerin İsviçre'nin Credit Suisse Bank, SKA International, Swiss Bank Corporation, UBS bankaları ile Almanya'nın Dresdner Bank'ta açılan, yüklü miktardaki 'mevduat ve altın sertifikası' hesaplarına ait evraklar olduğu belirlendi.

HESAPLAR YABANCILARIN ÜZERİNE AÇILMIŞ

Hesapların, yabancı uyruklu gerçek kişiler adına açılması sebebiyle, BDDK hesap sahiplerini bulamadı. BDDK, söz konusu hesapların Türk patronların yurt dışındaki zulalarına ait hesaplar olmasından şüpheleniyor.

BDDK HESAPLARIN PEŞİNİ BIRAKMIYOR

Elde edilen belgeyle ilgili çalışmaların sürdüren BDDK hesapların bulunduğu ülkelerdeki bankacılık otoriteleri ile irtibata geçti. Hesapların Türkiye'deki patronlarla irtibatının tespit edilmesi halinde, operasyon için düğmeye basılacak. Bu çalışma yurtdışına kayıt dışı çıkarılan milyarlarca liranın Türkiye'ye getirilmesi açısından da büyük önem taşıyor.
aktifhaber

Aydın Doğan’ın Ergenekon korkusu
Mustafa YÜREKLİ

Bilmem Emin Karaca’nın “Bir Medya Patronunun Öyküsü” alt başlığıyla yayınlanmış 'Plazaların Efendisi: Aydın Doğan' isimli kitabını okuyanınız var mı?
Bilmem Emin Karaca’nın “Bir Medya Patronunun Öyküsü” alt başlığıyla yayınlanmış “Plazaların Efendisi: Aydın Doğan” (2.Baskı, Karakutu Yayınları, 2003) isimli kitabını okuyanınız var mı? Bu kitapta, benim en çok dikkatimi çeken, daha doğrusu çok merak ettiğim soruların cevabını bulduğum bölüm, Aydın Doğan’ın Milliyet ve Hürriyet gazetelerini alışıyla ilgili bölümleri..

Sözü uzatmadan Aydın Doğan’ın Milliyet ve Hürriyet’i İnan Kıraç sayesinde aldığını söylediğini belirteyim: “İnan Kıraç’ın Milliyet’i almamda çok büyük manevi katkıları oldu. Hürriyet’i aldığım dönemde de bankalarından kredi aldım.” diyor. Bu büyük desteği, “dostlukla açıklıyor. Siz bu dostluğu “mason biraderliği” olarak anlayabilirsiniz.

Milliyet ve Hürriyet gazetelerinin satışının ünlü mason İnan Kıraç tarafından Almanya’da ayarlanışı, üzerinde durulması gereken bir ayrıntıdır. Aydın Doğan ve İnan Kıraç bugün Cumhuriyet gazetesi ortaklarındandır, aynı zamanda.

MİLLİYET’İN ALMANYA’DAKİ SATIŞINDA İKİ MASON

Cumhuriyet’in kuruluşundan beri Türkiye’de medya Selaniklilerin kontrolündedir. Medya, Yahudilerin, dönmelerin ve masonların iyi örgütlü oldukları, kale gördükleri ve ellerinde bulundurma konusunda savaş verdikleri bir alandır.

Gazetecilikte Bab-ı Âli dönemi yaşanırken, “medya patronlarının mesleği de gazetecilikti” edebiyatıyla saklanan bir husustur, bu Türk medyasının Selaniklilerin kontrolünde olduğu gerçeği. Hürriyet’in başında Sedat Simavi, daha sonra oğlu Erol Simavi, Cumhuriyet’in başında Yunus Nadi Abaloğlu, Vatan’ın başında Ahmet Emin Yalman, Milliyet’in başında Ali Naci Karacan ve Sabah gazetesinin başında Dinç Bilgin gibi dönmelikle mahut medya patronu şahısları burada anmakla yetineceğim.

Milliyet gazetesinin başına Ali Naci Karacan’dan sonra oğlu Ercüment Karcan geçer ve 1975 yılından itibaren gazeteyi satıp yurt dışına yerleşmeyi düşünmeye başlar. Hasan Pulur, Milliyet’in satışıyla ilgili anılarını anlatırken, “Gazetenin Ercüment Bey tarafından satılacağına dair söylentiler çıkmaya başlamıştı. Önce Kadir Has alacak dendi, Selahattin Beyazıt alacak dendi, daha bir sürü isimler atıldı ortaya. Biz bunların hepsini Babıâli dedikodusu olarak alıyorduk. Hatta o günlerde ben köşemde “Evet Milliyet satılıyor, her gün 1 liraya’ şeklinde bir yazı da yazmıştım. Ercüment Bey’in de hoşuna gitmişti.” diyor. (s. 62)

Ercüment Karaca’nın damadı ve gazetenin önemli yazarlarından Mehmet Ali Birand o günleri “1975’ten itibaren gazeteyi satmayı kafasına koymuştu. ‘Bıktım bu memleketten, bu ülkede yaşamaktan’ deyip duruyordu. O sıralarda bir de kal sorunu çıktı. Semiramis’in de üzerinde etkisi büyüktü.’Kalk gidelim Ercüment, dışarıda oturalım.’diye tutturmuştu. Ancak gazetenin satılmasına Abdi İpekçi en büyük engeldi.“ diyerek anlatıyor. (s. 62)

Bir başka Selanikli olan Abdi İpekçi’nin engellemesi sonucu, Milliyet böyle falana satılacakmış, yok filan talipmiş söylentileriyle dört yıl geçer, 1979 yılına girilir. Aydın Doğan, 1974 Kıbrıs Harekâtı ile 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi arasındaki altı yıllık karışık dönemde tarih sahnesine çıkar ve ateşli bir şekilde Milliyet’e talip olur. Abdi İpekçi, “buzdolabı, çamaşır makinesi satıcısı”na gazetenin satışını engellemektedir. (s.65)

31 Aralık 1979 Çarşamba günü Abdi İpekçi, Ankara’da Başbakan Bülent Ecevit’le görüşüp İstanbul’a döner, Milliyet’e geçip “Durum” köşesini yazan Dış haberler Servisi Şefi Sami Kohen’le Humeyni’nin İran’a dönüşünü işleyen yazısına çalışıp “İran’da Beklenenler” başlığını koyduktan sonra patronu Ercüment Karacan’la buluşmak üzere gazeten ayrılır ve Nişantaşı’ndaki evinin önünde 19:30 gibi öldürülür.(s.64) Uğur Mumcu, Abdi İpekçi cinayeti üzerinde durur, Aydın Doğan’ı gündeme getirir. Aydın Doğan, Abdi İpekçi’yi öldürmeye azmettirmekten dolayı yargılanır. (s. 69) Uğur Mumcu, derin devletin, Kontur Gerilla’nın üzerine gittiği için 24 Ocak 1993'te Ankara'da Karlı Sokak'taki evinin önünde, arabasına konan C-4 tipi plastik bombanın patlaması sonucu suikaste kurban gitti. Suikastin failleri halen bulunamadı.

Refik Erduran’ın anlattığına göre, Ercüment Karaca, Abdi İpekçi’nin öldürülmesi üzerine, karamsarlığa düşer, panik yapar, bocalamaya başlar ve Milliyet’i Aydın Doğan’a satar. Milliyet’i satın alışını Aydın Doğan şöyle anlatıyor: “Benim çok yakın arkadaşım olan İnan Kıraç’a ‘Ercüment Karacan’ı tanıyor musun? Gazeteyi satıyormuş. Ben talibim.’ dedim. İnan’la müşterek bir dostumuz vardı: Vedat Urul. Vedat Urul Amerika’da mühendislik mektebinde okurken Ercüment Karacan’ın arkadaşıymış. Almanya’da oturuyordu o zamanlar. O hafta İnan Almanya’ya gitti. Vedat, havaalanında İnan’ı karşılıyor. Diyor ki ‘Ercüment de bizim evde, hadi, bize yemeğe gidelim.’ Yolda, İnan gazete işinden bahsediyor. ‘Aydın senin de dostun. Böyle bir mesele var. Ercüment Bey’e bahsetsen’ diyor. Vedat da Ercüment’e bahsediyor. Ercüment Bey’le (Karacan) İstanbul’da Abdullah Efendi Lokantası’na gittik, birlikte yemek yedik. Üç dört görüşme sonra da anlaştık. Bu iş böylece bitti.” (s.70, 71)

1979 Milliyet’i Aydın Doğan’a satması için Ercüment Karaca’yı Almanya’da İnan Kıraç ile Vedat Urul “ikna” etmişler. Milliyet’in satışını ayarlayanlar iki ünlü mason: İnan Kıraç, (d. 1937, Eskişehir) ünlü bir mason işadamı ve sanayicidir. Vehbi Koç'un kızı Suna Kıraç ile evlidir. Uzun süre Koç Holding'de üst düzey yöneticiliklerde bulunmuştur. Üst düzey masonlardan Vedat Urul ise 1992 yılında 63 yaşındaki eşinin İslamiyet’ten Hıristiyanlığa geçişiyle gündeme gelmişti.

EĞEMENLER ARASINDAKİ GÜÇ VE ÇIKAR İLİŞKİSİ

Cemil Ertem, Taraf Gazetesi’ndeki köşesinde (9 Eylül 2009) “Türkiye iktisat tarihini öğrenmek isteyenlerin, hangi dönemin ayrıntısına girmek isterlerse, o dönemin medyasının kimin elinde olduğuna ve ne yönde yayın yaptığına bakmaları gerekir. Bu anlamda bizdeki medya rekabeti aynı zamanda, egemenler arasındaki güç ve çıkar çatışmasıdır da.” demişti. Şimdi bakalım, medya tarihi Türkiye’nin ekonomik tarihini ne kadar yastıyor, diye.

Aydın Doğan ile Koçların damadı İnal Kıraç arasındaki ilişki hala sürüyor.

ETÖ iddianamesindeki bilgilere göre Rahmi Koç, İlhan Selçuk'la özel görüşmelerde bulunuyor ve Cumhuriyet gazetesinin yaşaması için elinden gelen her şeyi yapıyor… İlhan Selçuk da, Rahmi Koç'u, “Dostum” diye tanımlıyor. İlhan Selçuk, Rahmi Koç'un eniştesi İnan Kıraç'ı Cumhuriyet gazetesine destek veren Cumhuriyet Vakfı'nın Danışma Kurulu'na, Koç Grubu'ndan Hakan Gören'i de Vakıf Yönetim Kurulu üyeliğine getirmiş!.

Cumhuriyet Gazetesi İmtiyaz Sahibi İlhan Selçuk, "Cumhuriyet gazetesinin şu anki hissedarlarını ve gazete yöneticilerinin kimler olduğunu" şöyle açıklıyor: "Cumhuriyet gazetesinin asli sahibi Cumhuriyet Vakfı'dır. Cumhuriyet Vakfı'nın iştiraki olan birden çok şirket vardır. Gazeteye finansman temin etmek amacıyla Vakıf bünyesinde Yenigün Holding A.Ş. isimli şirket, bu şirketlerden birisidir. Bu şirketin hissedarları; Turgay CİNER'den Mehmet Emin KARAMEHMET'e, Aydın DOĞAN'dan İnan KIRAÇ’a kadar yaklaşık 185 kişidir. Ancak bu şirketin söz ve yetki sahibi imtiyazlı ortağı Cumhuriyet Vakfı'dır." demişti.

Bilindiği gibi Mehmet Emin Karamehmet, Aydın Doğan ve İnan Kıraç, terör örgütü sanığı olarak gözaltına alınan İlhan Selçuk şartlı olarak serbest bırakıldığında, kendisine geçmiş olsun ziyaretinde bulunmuşlardı.

Aydın Doğan ile İnal Kıraç Yedi Tepe Üniversitesi Mütevelli Heyeti’nde de beraberler. Mütevelli Heyeti'nin başkanlığını Bedrettin Dalan'ın yaptığı Yeditepe Üniversitesi, resmi sitesinde Doğan Holding Yönetim Kurulu Başkanı Aydın Doğan, Koç Holding Yönetim Kurulu eski Üyesi İnan Kıraç, 500. Yıl Vakfı Başkanı Jak Kamhi, eski Başbakan Bülent Ulusu, Danıştay 3. Daire eski Başkan Yardımcısı N. Ülker Turgut, Danıştay ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu eski Üyesi Zuhal Çokar, T.C. Merkez Bankası eski Başkanı Yavuz Canevi ve Yeditepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Serpil'in de mütevelli heyet üyesi olduğu bilgisine yer veriliyor. Sitede, Mütevelli Heyeti Başkanı ve üyelerinin birlikte çekilen fotoğrafı da bulunuyor. Aydın Doğan, gülümseyerek poz vermiş.

Bilindiği gibi Ergenekon Terör Örgütü İddianamesi'nde Rahmi Koç'un Ergenekon tutuklusu emekli Tuğgeneral Veli Küçük ile buluşmak istediği, Ergenekon zanlısı Cumhuriyet Gazetesi İmtiyaz Sahibi İlhan Selçuk'la holding binasında sürekli görüştüğü yer alıyor. Ergenekon Terör Örgütü soruşturmasında yargılanan ve sağlık sorunları olduğu iddiasıyla tahliye edilen emekli Orgeneral Hurşit Tolon'un GATA'da önemli misafirler ağırladığı belirlendi. Koç Holding patronu Rahmi Koç'un GATA'da Hurşit Tolon'u ziyaret ederek bir saat görüştüğü ortaya çıktı. Daha önce Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan ATO Başkanı Sinan Aygün'ü ziyaret eden Mustafa Koç'tan sonra babası Rahmi Koç'un da GATA'da Hurşit Tolon'la görüşmesi akıllara birçok soru işaretleri bırakmıştı.

Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç'un sahibi olduğu Beko Ticaret A.Ş'nin, Tuncay Özkan'ın sahibi olduğu dönemde Ergenekon Terör Örgütü'nün sözcülüğünü yaptığı iddia edilen Kanaltürk'e kuruluş aşamasında 8.440.000 YTL'lik (8 trilyon 440 milyar Türk Lirası) ödeme yaptığı da ortaya çıkmıştı.

Kısaca Aydın Doğan, “Plazaların Efendisi: Aydın Doğan” kitabında anllatığı Milliyet ve Hürriyet gazetelerini satın almasında yardımcı olan İnal Kıraç ve Koç Ailesi, Ergenekon Terör Örgütü iddianamesinde adı geçen Hurşit Tolan, Bedrettin Dalan, İlhan Selçuk, Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan’la aynı fotoğrafta buluşmaları manidar değil mi sizce de? Medyanın tepesindekilerle iş dünyasının zirvesindekilerin Ergenekon Terör Örgütü iddianamesindeki üst düzey isimlerle 1975’ten itibaren, son 35 yıldır iç içe olmaları, niçin kimseyi şaşırtmıyor acaba? Emin Karaca’nın ellerine sağlık, “Plazaların Efendisi: Aydın Doğan” kitabını zevkle okudum.. Aydın Doğan’ın en büyük korkusunun Ergenekon korkusu olduğunu düşündüm, bu ilişkilere bakınca. Bakalım zaman neler gösterecek..
haber7

BEYAZ TÜRKLER NEDEN AYAKLANDI
07.12.2009 11:21

RTÜK Başkanı Davut Dursun, RTÜK’ün değerlendirme kriterlerini anlatırken "Toplumun milli ve manevi değerleriyle, Etiler'de oturanların milli ve manevi değerleri aynı mı?" ifadesini kullanmış ve bu sözler tartışma konusu olmuştu.
Etiler’de yaşayanlar Dursun’un bu sözleri üzerine harekete geçti. Etiler sakinleri adıyla örgütlenen topluluk semti afiş ve pankartlarla donattı.
Afiş ve pankartlarda ise “Milli ve manevi değerlerimizi RTÜK ölçemez” sloganı yazıyor.
Bugünlerde Etiler’de RTÜK’e karşı herkes burnundan soluyor.
oadatv

Tuğrul Keskingören
Açık İstihbarat

Dunyanin her ulkesinde oldugu gibi, Turkiye'yi temsil eden elcilik ve konsolosluklar ulkelerindeki secimle isbasina gelmis hukumete karsi lobi faaliyeti yapamazlar ve yapmamalari gerekir. Onlarin yasal gorevi yurt disinda yasayan Turk vatandaslarinin sorunlarina yardimci olmak ve Turk dis politikasinda "Turk halkinin yararina" ikili iletisimlerde bulunmaktir. Devlet memuru statusu geregi izlenmesi gereken program budur.

Oysa Turkiye Disisleri Bakanligi'nda bulunan monser zihniyete bagli kucuk mutlu bir azinlik, kulturel olarak ne Turk, ne de Islam ile hernangi bir bagi bulunmayan bazi elciler ve elcilik gorevlileri, ne yazik ki halk tarafindan secilmis hukumetlere karsi yurt disinda, bilhassa ABD'nin baskenti Washington'da lobi faaliyeti yapagelmislerdir.

Bu gizli ajandanin en son ornegi, AK partiye karsi uzun bir suredir derinden lobi faaliyeti yapan Nabi Sensoy'dur. Gecmiste de bilinen ornekler vardir. Baki Ilkin 1999'da ve Faruk Logoglu da 2001
yilinda MHP'ye karsi ayni politikalari izlemislerdir.

Monser zihniyete sahip olan elciler bu tip hukumet karsiti calismalarini ve lobilerini genelde direkt olarak elcilikler ve konsolosluklar uzerinden degil fakat, paravan kuruluslar vasitasi ile yonetirler.

Ornegin 1998 yilinda MHP'nin hukumet ortagi olmasi uzerine bu koalisyondan rahatsiz olan donemin elcisi Baki Ilkin, TUSIAD Washington temsilcisi Abdullah Akyuz vasitasi ile 1998 yilinda MHP aleyhine duzenlenen toplantinin organize edilmesinde perde arkasindan onemli bir rol oynamistir. Turkiye Cumhuriyeti Basbakani Bulent Ecevit'in 1999 yilinda Beyaz Saray'da Bill Clinton'i ziyareti sirasinda ise, Nabi Sensoy skandalindan daha onemli bir skandal, Baki Ilkin ve mustesar Huseyin Dirioz tarafindan MHP'li bakan ve milletvekillerine yonelik bulunulmustur.

Hatirlanacagi uzere ekonomik acidan cok onemli olan bu ziyaret sirasinda Dunya Bankasi ve IMF ile bir dizi antlasmalar imzalanmis ve Dunya Bankasi'nda calisan Kemal Dervis, donemin "Washington elcisi Baki Ilkin tarafindan" Bulent Ecevit'e lanse edilmistir. Daha sonraki yillarda Kemal Dervis ekonomiden sorumlu devlet bakani olarak Turkiye'ye getirilmis ve Dervis'in dayattigi ozellestirme politikalari sonucu MHP'li Ulastirma Bakani Enis Oksuz istifa etmistir.

Genelde monser zihniyeti gudumundeki elciler, kendilerini secenleri ve secilmisleri, egitilmesi ve yonetilmesi gereken bir kitle olarak gorduklerinden, onlar icin hukumetler ve siyasi partiler aleyhinde yurt disinda yaptiklari lobi faaliyetleri gayet normaldir. Cunku Turk halki ile ayri kulturel dunyalara mensupturlar.

Karen Fogg'un emaillerinde ortaya cikan Isvec Buyukelcisi Selim Kuneralp'in Fogg'a gonderdigi emailde yazdigi;

"Sevgili Karen, dünkü mesajimda yanlislikla büyükelçiligin e-posta adresini kullanmisim. Hala geçerli olan eski adresime yazmaya devam etmen gerek. Yoksa senin mesajlarini burada herkes okuyabilir"

seklindeki bir aciklamadan kacinmamistir. Boyle bir emaili, eger ki ABD'nin Ankara Buyukelcisi yazmis olsaydi, bugun Seul elcisi olan Kuneralp hemen emekli edilmis, ve hakkinda ulusal guvenligi zaafa ugratmaktan FBI tarafindan sorusturma acilmis olurdu. Bu farklilik bize, Turkiye'nin sahipsizler ulkesi lakabinin yerindeligini hatirlatiyor.

Turkler, Muslumanlar, Kurdler ve tum "onlar" kategorisinde tanimlanan halk, kisacasi beyaz olarak tanimlanmayan herkes sahipsizdir. Cunku halk onlarca, ulkenin zencileri, yonetilmeye ve egitilmeye mahkum bir kitlesidir.

Onlarca, Nabi Sensoy kadar Turkiye'nin cikarlarini koruyabilme yetisine sahip degildir "diger hariciler." Onlar herseyi sizden daha iyi bilir ve daha derin iliskileri vasitasi ile Turkiye'nin yararlarini herkezden fazl


En son Ekim tarafından Cmt Mar 20, 2010 2:03 am tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Ksm 17, 2009 10:45 pm    Mesaj konusu: CD'de ilginç belgeler çıktı Alıntıyla Cevap Gönder

17 Kasım 2009
Genelkurmay Karargahı'ndaki bilgisayarları soruşturma amacıyla inceleyen bir subayın, ihbar mektubuyla birlikte gönderdiği CD’de ilginç belgeler çıktı.

Genelkurmay Başkanlığı’nın serverinden çıkan belgeler arasında George Soros’la irtibatlı olan, gazeteci, aydın, vakıf, dernek ve işadamlarının bulunduğu liste de var.
İhbarcının Ergenekon savcıları, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Adalet Bakanı ve muhalefet liderlerine gönderdiği belgeler arasında, Soros’un kurucusu olduğu Açık Toplum Enstitüsü’nün maddi destek sağladığı kuruluşlar sıralanmış.
Şemada TESEV Başkanı Can Paker sabetayist olarak gösterilmiş.

aktifhaber

Can Paker'in 'Erdoğan'la buluşturmak için 2 Milyon Dolar aldı' iddiası ortalığı karıştırdı



Can Paker’in, Bilgi Üniversitesi yönetimi ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı buluşturmak için üniversiteden 2 milyon dolar aldığı iddia edildi.
Can Paker in Erdoğan la buluşturmak için 2 Milyon Dolar aldı iddiası ortalığı karıştırdı

George Soros’a yakınlığıyla bilinen Can Paker’in, Bilgi Üniversitesi yönetimi ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı buluşturmak için üniversiteden 2 milyon dolar aldığı iddiası ortalığı karıştırdı.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın kuzeni Cengiz Er'in sahibi olduğu superhaber.tv sitesinde, Bilgi Üniversitesi’ne dair dikkat çeken bir haber yer aldı.
Superhaber’de yer alan habere göre, YÖK, Bilgi Üniversitesi’nin öğrenci kontenjanlarını yüzde 30 düşürdü. Doktora ve master programlarını ise iptal etti.
Bunun yanı sıra, incelemelerde Amerikalı Laureate şirketine ait olan üniversitenin Türkiye'deki faaliyetlerinden elde ettiği gelirleri ABD'ye transfer ettiği tespit edildi ve üniversiteye 28 milyon dolar ceza kesildi.
Zor duruma düşen Bilgi Üniversitesi, bu sorunu çözmek için aylardır Cumhurbaşkanı Erdoğan'a ulaşmaya çalışıyor.
Bir yandan da üniversitenin satılacağı söylentileri dolaşıyor. Ancak Laureate şirketi üniversiteyi satmaya yanaşmıyor. Aksine Üniversiteyi bu kıskacın içinden çıkarmak için bastırıyor.
ABD'li şirket, bu iş için tanıdık bir isimle temasa geçti. Kamuoyunun yakından tanıdığı bu isim Can Paker'den başkası değil.
Soros'un Türkiye temsilciliği olarak bilinen TESEV Vakfı'nın uzun süre başkanlığını yapan, Canan Barlas’ın ağabeyi, Cemil Barlas’ın dayısı Can Paker Bilgi Üniversitesini kurtarmak için devreye girdi.
Can Paker, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Laurate temsilclerini görüştürmek için tam 2 milyon dolara anlaştı.
İddialara göre parayı tahsil eden Can Paker kolları sıvadı ve Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum üzerinden Erdoğan'a ulaşmaya çalıştı ama olmadı.
İkili, bu randevuyu gerçekleştirmek için Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 16 Mayıs'ta Washington'a yapacağı ziyarete odaklandı.
Can Paker'in Bilgi Üniversitesi'nin sahibi olan Amerikalı şirketten 2 milyon dolar aldığı iddiası üniversite çevrelerinde zaten iyiden iyiye ayyuka çıkmış durumda.
Paker, bu parayı sahibi olduğu danışmanlık şirketi üzerinden tahsil etti.
Olayın duyulması Üniversiteyi daha da karıştırmış durumda.
Son 1 yıl içinde kurucuları arasında yer aldığı Üniversiteye yeniden el atan ve ABD'li şirketin fahri temsilcisi gibi çalışan bir dönemin kudretli gazetecisi Zafer Mutlu da bu son operasyonda devre dışı bırakılmış durumda.
Can Paker'in 2 milyon dolarlık bu operasyonu başarıyla sonuçlandırıp sonuçlandıramayacağı merakla bekleniyor.
Etiketler:
Can Paker Bilgi Üniversitesi Cumhurbaşkanı Erdoğan 2 milyon dolar aldığı iddiası Bilgi Üniversitesi yönetimi TESEV Vakfı Laurate Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum
T24

Can Paker’in oğlu hangi göreve getirildi?
3 Temmuz 2017

Soros’un eski Türkiye temsilcisi iş adamı Can Paker’in, Erdoğan’ın ismini kullanarak Bilgi Üniversitesi’nden 2 milyon dolar para aldığını iddia edilmişti...

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kuzeni Cengiz Er'in sahibi olduğu superhaber.tv, bir süre önce para spekülatörü George Soros’un eski Türkiye temsilcisi iş adamı Can Paker’in, Erdoğan’ın ismini kullanarak Bilgi Üniversitesi’nden 2 milyon dolar para aldığını iddia etmişti.
Aynı sitenin haberine göre bu iddianın ardından ilginç bir görevlendirme gerçekleşti. Bilgi Üniversitesi'nin Mütevelli Heyeti'ne yeni bir isim eklendi. Bu isimse Can Paker'in oğlu Kerim Paker olduğu aktarıldı.
Bilgi Üniversitesi’nde ‘18 milyonluk’ dolandırıcılık
Yeni yapılanmanın ardından Bilgi Üniversitesi Mütevelli Heyeti şu isimlerden oluştu;
Dr. Çağrı Bağcıoğlu
Başkan
Prof. Dr. Ege Yazgan
Rektör Vekili
Prof. Dr. Mehmet Remzi Sanver
Üye
Asım Emrah Özdemir
Üye
Lale Cander
Üye
Semra Balcı
Üye
Zeki Kerem Mavituncalılar
Üye
Kerim Paker
Üye
Can Paker'in 'Erdoğan'la buluşturmak için 2 Milyon Dolar aldı' iddiası ortalığı karıştırdı
KERİM PAKER KİMDİR
Kerim Paker 1993 yılında Rochester Üniversitesinden Mühendislik eğitimi alarak mezun oldu. Profesyonel kariyerine merkezi ABD'nin Philadelphia kentinde bulunan bir kimya şirketinde iç danışmanlık departmanında başladı.
Carnegie Mellon Üniversitesi'nde yüksek lisansını yaparken de yarı zamanlı olarak şirketin yeniden yapılanma projelerinde yeralmaya devam etti. 1997 yılında, Carnegie Mellon Üniversitesinden İşletme Yüksek Lisansı ile mezun oldu.
Kerim Paker mezuniyetinin ardından Bilgi Odaklı Yönetim Hizmetleri adında bir yönetim danışmanlığı şirketi kurarak, kimya, turizm, bilgisayar, ve tekstil gibi sektörlerde, ülke içinde ve dışında, şirketlere danışmanlık hizmeti sundu
Danışmanlık hizmetlerinin yanısıra yabancı ortaklı bir internet şirketinin hem ortağı hemde Türkiye'deki yöneticisi oldu. 2003 yılı Ağustos ayından başlayarak, bir aile şirketi olan, Yeni Tekstil A.Ş.'inde Genel Müdür Yardımcılığı görevini sürdüren Kerim Paker, Nisan 2006'dan beri İnsan Kaynakları alanında faaliyet gösteren KRM Yönetim Danışmanlık A.Ş.'de ortak ve Genel Müdür olarak çalışma hayatına devam etmektedir.
Etiketler:
Sorosun eski Türkiye temsilcisi iş adamı Can Paker Erdoğanın ismini kullanarak Bilgi Üniversitesi George Sorosun eski Türkiye temsilcisi Kerim Paker
Patronlar Dünyası

Ordu da Yargı da Asıl Mesele Değil
26 Kasım 2009
Mesut Akgül

Son günlerin en çok dile getirilen konusu ordunun ve yargının yıpratıldığı iddiasıdır. Ordunun darbe yapma potansiyeli abartılı şekilde sürekli gündemde tutularak yıpratılmak istendiği, yargının kuşatılarak siyasi baskı altına alınmaya çalışıldığı ısrarla yazılıp, çizilip anlatılıyor.

Ancak bunları çalakalem iddia edenlerin ne şekilde olursa olsun orduya ve yargıya sahip çıktıkları söylenemez. Çünkü kendilerinin işine geldiğinde ordu ülke için tek teminat, yargı bağımsızlığı herkese lazımdır demekten, işlerine gelmediğinde orduyu ikide bir demokrasinin ırzına geçmekle, yargıyı yandaş olmakla suçlamaktan asla çekinmiyorlar.

Aynı şey demokrasi ve özgür medya için de geçerli. Eğer tuttukları parti kazanır ya da kazanan parti işlerine geldiği şekilde icraat yaparsa demokrasi fazilet rejimidir. Yok, eğer istemedikleri parti seçim kazanır ya da kazanan parti işlerine gelmeyen icraatlar yaparsa o zaman demokrasi göbeğini kaşıyanlar ve bidon kafalılar rejimidir.

Özgür medya eğer zihniyetlerine hizmet ediyorsa kutsaldır, istemedikleri bir düşünceye hizmet ediyorsa yandaş medya olarak çok aşağılıktır. O kadar ki yargı ve medyanın mutlak tarafsızlığını bile tehlike sayarak mutlaka mevcut rejim ve resmi ideolojiden yana taraf olmaları gerektiğini açıkça ve pervasızca isteyebilmektedirler.

O zaman şöyle bir durup düşünmek; bunlar orduyu, yargı ve medya bağımsızlığını, demokrasiyi hangi vazgeçilmez amaçları uğruna kullanmak istemektedirler diye bir soru sormak ve cevabını bulmaya çalışmak gerekir.

Sadece bunlar da değil bu esrarengiz amaçları uğruna her şeyi ama her şeyi alet etmekte, olmayınca da yerden yere vurmaktan çekinmemektedirler. Her türlü sanat dalına ilişkin çalışmalar, sosyal faaliyetler, ekonomi, eğitim, sağlık, iletişim, turizm ve akla gelebilecek her saha güdümlerinde değilse bir art niyet, potansiyel bir tehlike ve tehdit unsuru olarak görebilmektedirler.

Peki, bu oldukça malum çevrelerin, adına bunca şüphelere düşüp bunca korkulara kapıldıkları, herkesten kıskanıp sakındıkları, adına her şeyi potansiyel tehlike ve tehdit olarak algıladıkları o şey ya da paradigma nedir, neyin nesidir?

Laiklik mi? Atatürkçülük mü? Çağdaşlık mı? Devrimler mi? Ya da ne?

Bir kere laiklik değil: Çünkü işlerine geldiğinde dini cemaatleri de tarikatları da dini kutsalları ve figürleri de destekleyip -her neyse- o amaçlarına hizmet ettirmek için tepe tepe kullanıyorlar… Kendi güdümlerindeki siyasi partilerin din istismarı yapmasından da keyif alıyorlar. Yandaş dini önderlerin, cemaat ve tarikatların hizmetlerinden de dört köşe zevk alıyorlar.

Atatürkçülük de değil: Örneğin, Onur Öymen Dersim katliamı ile ilgili sözleri büyük tepki alınca; Bana niye yükleniyorsunuz? Onu Atatürk yaptı! Diye kendisi için kalkan yapmaktan çekinmedi…

Çağdaşlık da değil: Bugüne kadar sağdan ve soldan bunca iktidar geldi geçti. Askeri darbeler, ara rejimler, koalisyonlar, tek başına iktidarlar dönemi yaşandı. İstanbul’un ortasında 40 yıldır kendilerine özgü arkaik kıyafetleri, çağdaş hayata taban tabana zıt yaşam tarzları ile adeta gettolaşmış tarikat ve cemaatlere hiçbiri dokunmadı, en küçük bir müdahalede bulunmadı, aksine her dönemde el altından desteklendiler!

Buna karşın, Teknik Üniversitede motor kürsüsü profesörü, Gümüş Motor ve ilk yerli Devrim Otomobilini yüzde yüz yerli olarak imal eden, Odalar Birliği Genel Başkanlığı yapan, modern siyasi partiler kuran, başta Kıbrıs Zaferi olmak üzere ülkeye büyük hizmetler yapan, Versace’den giyinen Erbakan’a etmediklerini bırakmadılar. Kurduğu 4 tane partisini kapatıp 5.sinin ise başından uzaklaştırdılar! Siyaset yaptığı yılların toplamından daha çok siyasi yasaklı yaptılar…

Devrimler hiç değil: Şapka devrimi yürürlükteki devrim yasaları çiğnenerek uygulanmıyor, aldıran da yok. Bey, paşa, efendi sözcükleri yasaklanmış olmasına karşı aksine övünç kaynağı ve moda. Harf devrimi dersen, hüsnühat levhaları en başta onların evlerini süsler oldu. Arap harflerini kullanan kullanana… Demokrasinin vazgeçilmezleri siyasi partiler -iktidarda bile olsalar- hoyratça kapatılırken; devrim yasalarıyla yasaklanan tarikatlar, tekke ve zaviyeler adeta görünmez bir dokunulmazlık zırhı içinde sisteme entegre olmuş durumda.

Peki, o halde nedir bu uğruna her türlü haksızlık, zulüm, vicdansızlık, katliam, sindirme, istismar, hile, entrika, ilkesizlik yapılan ve elden gitmesinden korkulan o paradigma?

Evet, işte o paradigma; ülke yönetimini ele geçirip örtülü bir hegemonik rejim kuran azınlıkçı Sabetayist Toplum oligarşisinin büyük Müslüman çoğunluğu ilelebet yönetme tutkusudur!

Selanik Dönmesi de denilen bu kendini gizleyen Kripto Yahudi toplumu, Dünya Siyonizmi ile işbirliği ederek Osmanlı Devletini küçültüp ancak kendisinin yönetebileceği kadar bir ülke oluşturdu. Bir ABD’li Yahudi; Biz Yahudiler 20. Yüzyılda iki tane Yahudi devleti kurduk: Biri Türkiye, diğeri İsrail. Diyerek bu gerçekliği övünerek dile getirmekten çekinmemiştir.

Sabetayist Yahudilerin kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan açık kimlikli Yahudiler Siyonist ideoloji gereği İsrail’e göçe zorlanırken; bu ülkenin iki kadim toplumu olan Ermeniler Tehcir, Rumlar ise Mübadele ile Anadolu’dan uzaklaştırıldılar. Geriye kalanları ise Varlık Vergisi Yasası ve 6-7 Eylül 1955’te devlet eliyle örgütlenen yağma çapul olayları sonucu göçe zorlandılar.

Geriye büyük Müslüman kitle kaldı. Onları da Haim Nahum planına göre fakir, yoksul, cahil bırakıp dinlerinden uzaklaştırmak suretiyle asimile edip köle gibi çalıştırma ve paryalaştırma uygulamasına giriştiler.

Büyük Müslüman kitlenin uyanması, kendine gelmesi, zenginleşmesi, eğitimli, kültürlü hale gelmesi, siyaset ve devlet işlerine ilgi duyması ve yeniden özellikle de bilinçli şekilde İslamlaşması Sabetayist Toplum oligarşisi için en büyük tehlike ve tehdittir. Kim bu yönde bir çalışma içine girse o en büyük düşmandır.

Modası geçmeyen asırlık irtica yaygaraları, Müslüman çoğunluğun azınlıkçı Sabetayist Yahudi yönetimi için potansiyel tehlike ve tehdit olarak algılanması nedeniyledir.

Bunca yalan, demagoji, kamuflaj, manipülasyon, yanıltma, öcü masalı, korku senaryosu, komplo, entrika, retorik ve lafı güzaf hep bu okült azınlıkçı Sabetayist Yahudi Toplumu oligarşisinin Türkiye’yi ilelebet yönetmesi içindir.

Aktifhaber

Boğaz'daki Aşiret
Prof. Dr. Anıl Çeçen
Yankı Dergisi

Mahmut Çetin’nin 1997 yılında yayınlamış olduğu kitabında bir büyük ailenin İstanbul Boğazı kıyısındaki serüvenini anlatmaktadır.

"Boğaz'daki Aşiret" isimli bu kitabında yazar Polonya göçmeni Yahudi asıllı bir yabancı ailenin, sülale boyutundaki Boğaz macerasını dile getirmektedir. Osmanlı İmparatorluğuna göç ettikten sonra Mustafa Celalettin Paşa adını alan Polonyalı Konstantin Borzecki merkezli Polonyalı Yahudi ailesinin Lehistan’dan kalkıp gelerek Osmanlı ülkesine yerleşmesi, İstanbul Boğazının kıyılarında kendilerine bir gelecek kurmaları, hem Osmanlı İmparatorluğunun hem de Türkiye Cumhuriyetinin tarihinde önemli bir yere sahiptir.

Bu nedenle yazar kitabına Boğaz'daki aşiret adını vermiş ve bu sülalenin her alanda çıkardığı meşhur ve önemli kişilerin hayatını kitabiyle Türk kamuoyunun dikkatlerine sunmuştur. Boğaz'daki Aşiret zaman içerisin de büyüyerek her alanda önemli insanlar yetiştirmiş ve Türk devletlerinin yaşamında önde gelen bir yere sahip olmuştur.

1848 ihtilalleri Avrupa ülkelerini yakından sarsarken Avusturya, Macaristan İmparatorluğu ile beraber Lehistan krallığında da devrimci gelişimler olmuş ama kısa süren karışıklık dönemlerinden sonra krallar tahtlarına sahip çıkınca, Fransız ihtilalini gerçekleştiren kadrolar gibi saltanat ve hükümdarlık yönetimlerine son vermek isteyen devrimci kadrolar, kendi ülkelerinde bir devrimle ulus devlete geçebilmenin kavgasını yapmışlar ama başarısız kalınca, ülkelerini terk eden Osmanlı imparatorluğuna sığınmışlardır.

1830 ihtilalleri daha çok bir ulus devlet kurmaya dönük olmasına rağmen 1848 ihtilallerinde sosyalist düzen arayışları öne çıkmıştır. Ne var ki, bu gibi devrimci girişimler sonuçsuz kalınca elebaşları Osmanlı ülkesine demir atarak canlarını kurtarmışlardır. Konstantin Borzecki ve sülalesi de bu dönemde ülke değiştirmişler ve Mustafa Celalettin Paşa sülalesi konumuna gelmişlerdir.

Asya ve Avrupa kıtaları arasındaki merkez bölgedeki devlet olduğu içindir ki, Osmanlı İmparatorluğu döneminde ve daha sonra da göç eden aileler, isim değiştiren sülaleler ve dinlerinden ya da etnik kökenlerinden dönen zengin ye aydın kesimler fazlasıyla görülmüştür. Rus işgali sonrasında Polonya’dan kaçan başka bazı aileler de Beykoz'un arkalarında Polonezköy’ü kurarak bu bölgeye yerleşmişlerdir.

Boğaz’daki Aşiret bir buçuk yüzyılı geçen zaman diliminde, Osmanlı ve Türk devlet yaşamında bir çok önemli kişiyi Türkiye'ye kazandırmıştır.

Mustafa Celalettin Paşa’nın oğlu Hasan Enver Paşa, Nazım Hikmet, TKP kurucusu Zeki Baştımar, Orgeneral Turgut Sunalp, yazar Refik Erduran, Oktay Rıfat, Samih Rıfat gibi yazarlar, Orgeneral Ali Fuat Cebesoy, Mehmet Ali Aybar, Rasih Nuri İleri, Nihat Sargın, Celal Nuri İleri, Suphu Nuri İleri, Abidin Dino, Namık Kemal, Abdin Paşa, Numan ve Nermin Menemencioğlu, Halikarnas Balıkçısı, Şirin Devrim, Prof.Dr .Suna Kili, futbolcu Sabri Dino, Ali Niyazi ve benzeri bir çok tanınmış isim, Borzenski sülalesinden gelen Polonya asıllı olup, daha sonraları Boğaz’daki Aşiret üyeleri olarak Türk toplum ve siyaset yaşamında önde gelen roller oynamışlardır.

İmparatorluktan, Cumhuriyete geçerken ve Batı dünyasından modernizm Türkiye'ye gelirken, bu gibi göçmen ve dönme ailelerin öncülük ve taşıyıcılık görevi üstelendikleri görülmüştür.

Boğaz'daki Aşiret, bir kitabın adı ve o kitaba adını veren bir ailenin tanımlamasıdır ama, günümüzde İstanbul Boğazının kıyılarında yaşayan beş bin aileye verilen ortak isim haline de gelmiş durumdadır.

TÜSİAD’a üye olan beş yüz zengin işadamı aileleriyle beraber yaşadığı İstanbul Boğazı o kesimin akrabalarıyla birlikte zaman içerisinde yeni bir Boğaz Aşireti yaratmıştır. Boğazın kıyısını yalayan sulara kapısı açılan yalıların sahipleri ile İstanbul Boğaz’ının en güzel manzaralarına sahip o tepelerin üslerindeki villalarda yaşayanlar, günümüzün Boğaz Aşiretinin uzantılarıdır.

İstanbul Boğazı gibi cennet bir bölgeyi kendi aralarında parselleyenler, Boğazların korunmasıyla ilgili mevzuatı hiçe sayarak, her geçen gün daha fazla yayılmaktalar, dönem dönem aldıkları inşaat izinleriyle, dükalıklarını pekiştirmektedirler.

İstanbul’u aynı zamanda borsa ve sermaye merkezi konumuna getiren Boğazdaki yeni aşiret, İstanbul üzerinden bütün Türkiye'yi yönetebilmenin arayışı içindedir. Sahip oldukları para gücüyle önlerine çıkan her şeyi satın almaktan çekinmeyen Boğaz Aşireti, aynı zamanda bütün basın ve medya organlarını da satın alarak, özel çıkarları doğrultusunda bunları kullanmaktan çekinmemektedirler.

Para gücü medya gücüne dönüşürken, aynı zamanda siyaseti yönlendirmekte ve aşiretin çıkarlarına uygun düşen yeni siyasi modeller ya da politikalar, Boğaz kıyısındaki yalılardan ortaya çıkmaktadır. Aşiret, Boğaz kıyısında rüzgarların serinliğinde, kendisini serin devlet olarak derin devletin yerine koymakta, insanın kanını donduran bir çok uçuk fikir ya da öneri, Boğaz Aşiretinin çıkarları doğrultusunda serin devletin üyeleri tarafından serinkanlıkla dile getirilerek savunulabilmektedir.

Borzensky sülalesi ile başlayan bu gelenek yeni transfer edilen yeni yetme zenginlerle desteklenmekte ve giderek Türkiye Cumhuriyetinin geleceği ile oynamaya kadar varan sorumsuzluklar ağı, kıyı boyunca genişlemektedir. Türk milletinin ve devletinin açıkça kaderini belirleyen kararlar Boğaz kıyısında alınmakta, daha sonra bu kararlar patronlar aracılığı ile siyaset sahnesindeki aktörlere dikte edilmektedir.

İstanbul Boğazında yaşayan beş bin zengin aile Boğazdaki Aşiret olarak, Türk milletinin ve devletinin kaderini belirleme hakkını ve yetkisini açıkça kendisinde görebilmektedir. TÜSİAD üyesi beş yüz zengin işadamının ötesinde, bunların yerli ve yabancı ortakları da devreye girmekler ve aşiret bağları para ilişkileriyle giderek genişlemektedir.

Bu durum, Boğazdaki Aşiret üzerinde fazlasıyla heyecan yaratmakta ve zamanla kendilerini Bizans ya da Osmanlı İmparatorluğunun merkezinde hissettirmeye başlamaktadırlar. Emperyalizm, bu durumu fark edince hemen Yeni Bizans, Yeni Osmanlı projelerini, Boğazdaki Aşireti taşeron yerine koyarak gündeme getirmiştir.

Her türlü ortaklığa razı olan aşiret mensupları, bu projelerin kendi ülkelerinin ulusal çıkarına uygun olup olmadığına dikkat etmeden, dışarıdan gelen bütün önerilere balıklama atlamakta ve yabancıların Türkiye'deki temsilciliğini hiç kimselere bırakmamaktadırlar. Para gücü ve ortaklıklar her türlü hedefi ve bu yoldaki girişimleri mubah hale getirmektedir.

Bir anlamda vahşi kapitalizmin Makyavelist yol ve yöntemleri, Boğazdaki yeni yetme aşiret için geçerli olmakta, yabancıların emperyalist ya da Siyonist önerilerine bile hemen angaje olmaktadır. Boğazın iki kıyısını sarmış olan para babalarından oluşan yeni kapitalist aşiret her yönü ile mütareke İstanbul'unu günümüzde başarıyla temsil etmektedir.

Mütareke İstanbul’u teslim olan başkent demektir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiliz donanmasının İstanbul Boğazına girmesiyle birlikte, Boğazdaki aşiret ve benzerleri hemen teslim olmuşlar ve İngiliz ya da Amerikan mandası altında yeni bir Bizans İmparatorluğunu, Almanya ve Rus saldırılarına karşı gerçekleştirmek için çaba göstermişlerdir.

Rumlar İngiliz. Ermeniler, Fransız mandası ararken, Yahudiler de geleceğin müstakbel İsrail projesini gerçekleştirebilmek üzere, Amerikan mandası peşinde koşmuşlardır. Mütareke İstanbul'u aslında; gayrimüslim kimliğinin öne çıktığı, Türklüğü ve Müslümanlığın devre dışı bırakıldığı bir işbirlikçiliğini gerçekleştirmiştir.

Mütareke İstanbul'u geleneği bugün Boğaz'daki Aşiret aracılığı ile İstanbul'da devam etmektedir. Dün Ulusal Kurtuluş Savaşının önderi Mustafa Kemal'e çapulcu diyen Mütareke İstanbul’unun teslim olmuşları, bugün de Türkiye’nin çıkarlarını savunan milliyetçileri ve de ulusalcıları gericilik ya da faşistlikle suçlamakta ve böylece kendi liberal işbirlikçiliklerini mazur göstermeğe çalışmaktadırlar.

Basın ve medya köşelerini sermayeye satılarak dolduran, bunların temsilcileri ekonomik çıkarlar uğruna ulusal çıkarları devre dışı bırakabilmenin yollarını aramaktadırlar.

İstanbul Boğazı’nın güzelliklerini, sahip oldukları para gücüyle satın alan Boğaz'daki Aşiret, yine para gücüyle Türkiye'yi ve Türk milletinin kaderini, uluslararası tekelci sermayenin desteği ile satın almağa çalışmaktadır. Misakı Milli sınırları içinde yaşayan Türk ulusunu tanımazlığa gelen, kozmopolit bir yapı içinde yeniden bir Bizans oluşturma özlemindeki misyoner kuruluşlarıyla ortak çalışmaları gündeme getiren Boğaz'daki gayrimüslim Aşiret’in, Türkiye Cumhuriyeti’nin kaderi ile oynamağa hakkı yoktur.

Türk ulusunun bir milli kurtuluş savaşı vererek kurduğu Türk devleti, Yani Bizans özlemi içindeki misyoner kuruluşlarının çalışmalarının oyun alanı değildir. Çok uluslu şirketlerin önderliğinde gündeme gelen yabancı dayatmalarının giderek Türkiye'ye egemen olmasında, Boğazdaki Aşiret fazlasıyla taşeronluk yapmaktadır. Bu durum da Türkiye'nin ulusal çıkarlarına açıkça ters düşmektedir.

Bir anlamda Boğaz'daki Aşiretin çıkarları ile Türk milletinin ulusal çıkarları birbiriyle ters düşmektedir. Boğaz'daki Aşiret Türklüğü ve Türk olmayı reddetmiş ve tıpkı eskisi gibi Bizans döneminin kozmopolit yapısı içinde, gayrimüslim bir kimliğin geleceğini aramıştır. Boğaz'daki Aşiret'in, Ulusal Kurtuluş Savaşını küçük gören, Türk milletini dışlayan, Ankara'daki Türk devletini yok sayan olumsuz tutumları davam ettiği sürece, Türkiye’de yaşayan insan topluluğunun ulusal bütünleşmesini gerçekleştirmek son derece zor olacaktır.

Küreselleşme dönemiyle birlikte, Boğaz’daki Aşiret'in tarihten gelen gayrimüslim ve gayri Türk tutumu, giderek yükselme göstermiştir. Sahip oldukları para gücüyle, İstanbul basınını Bizans medyasına dönüştürmüşler ve her yönü ile Türkiye’nin ulusal kimliği ile ulus devletine saldırıyı, bir alışkanlık haline getirmişlerdir.

Kendi içlerinden seçtikleri bazı temsilcileri ya da para ile satın aldıkları bazı Türk vatandaşlarını siyasete yönlendirerek onları finanse etmişler ve son dönemlerde anti ulusal siyasetinin oluşmasında, emperyalist merkezlerle birlikte Boğaz'daki Aşiret ortak hareket etmiştir. Basın ve medya ile halkı uyuşturma dönemi artık son noktasına gelmiştir.

Eskisi gibi kapitalist sistemin çıkarları doğrultusunda halkı uyutamayacağını gören Boğaz'daki Aşiret mensupları, Türkiye'yi bir iç çatışma ortamına sürükleme senaryolarını destekleyerek, kapalı toplantılarda halkın bilinçlenmesini sağlayan demokrasiye karşı çıkarak, sermaye çevrelerinin çıkarlarını koruyacak ve onlara bekçilik yapacak bir diktatörlüğün arayışı içine girmektedir.

Türk ulusu; Cumhuriyet devleti ve demokrasi rejimi ile kendi geleceğini güvenceye alma çabası içindeyken, Boğaz’daki Aşiret’in kendi zenginliklerinin peşinde koşması ve bunların korunması için bekçilik yapacak bir diktatörlüğün arayışı içine girmesi, yine Türkiye'nin ulusal çıkarlarına ve Türk demokrasisine ters düşen bir durumdur.

Misakı Milli sınırları içinde, Boğaz'daki Aşiret'in değil ama Türk milletinin ulusal egemenliği geçerli olmalıdır. Önümüzdeki dönemde; ya Türk milleti yeniden egemen olacak ve Boğazdaki Aşiret’in çıkarları sınırlanacak ya da Boğazdaki Aşiret, küresel sermaye ile ortaklık içerisinde hegemonyasını artıracak, bunun sonunda Türk devleti ve milleti sıkıntı çekmeye devam edecektir.

Türk devletinin güçlenmesi ve Türk milletinin mutlu bir düzene kavuşa bilmesi için; Bozaz’daki Aşiret’in anayasa ve yasal çerçevede denetim altına alınması gerekmektedir.

Kaynak: Prof. Dr. Anıl Çeçen - Yankı Dergisi

Türkiye Dışişleri'ndeki Monşer Zihniyeti ve Nabi Şensoy İstifası
Tuğrul Keskingören
Açık İstihbarat

Dunyanin her ulkesinde oldugu gibi, Turkiye'yi temsil eden elcilik ve konsolosluklar ulkelerindeki secimle isbasina gelmis hukumete karsi lobi faaliyeti yapamazlar ve yapmamalari gerekir. Onlarin yasal gorevi yurt disinda yasayan Turk vatandaslarinin sorunlarina yardimci olmak ve Turk dis politikasinda "Turk halkinin yararina" ikili iletisimlerde bulunmaktir. Devlet memuru statusu geregi izlenmesi gereken program budur.

Oysa Turkiye Disisleri Bakanligi'nda bulunan monser zihniyete bagli kucuk mutlu bir azinlik, kulturel olarak ne Turk, ne de Islam ile hernangi bir bagi bulunmayan bazi elciler ve elcilik gorevlileri, ne yazik ki halk tarafindan secilmis hukumetlere karsi yurt disinda, bilhassa ABD'nin baskenti Washington'da lobi faaliyeti yapagelmislerdir.

Bu gizli ajandanin en son ornegi, AK partiye karsi uzun bir suredir derinden lobi faaliyeti yapan Nabi Sensoy'dur. Gecmiste de bilinen ornekler vardir. Baki Ilkin 1999'da ve Faruk Logoglu da 2001
yilinda MHP'ye karsi ayni politikalari izlemislerdir.

Monser zihniyete sahip olan elciler bu tip hukumet karsiti calismalarini ve lobilerini genelde direkt olarak elcilikler ve konsolosluklar uzerinden degil fakat, paravan kuruluslar vasitasi ile yonetirler.

Ornegin 1998 yilinda MHP'nin hukumet ortagi olmasi uzerine bu koalisyondan rahatsiz olan donemin elcisi Baki Ilkin, TUSIAD Washington temsilcisi Abdullah Akyuz vasitasi ile 1998 yilinda MHP aleyhine duzenlenen toplantinin organize edilmesinde perde arkasindan onemli bir rol oynamistir. Turkiye Cumhuriyeti Basbakani Bulent Ecevit'in 1999 yilinda Beyaz Saray'da Bill Clinton'i ziyareti sirasinda ise, Nabi Sensoy skandalindan daha onemli bir skandal, Baki Ilkin ve mustesar Huseyin Dirioz tarafindan MHP'li bakan ve milletvekillerine yonelik bulunulmustur.

Hatirlanacagi uzere ekonomik acidan cok onemli olan bu ziyaret sirasinda Dunya Bankasi ve IMF ile bir dizi antlasmalar imzalanmis ve Dunya Bankasi'nda calisan Kemal Dervis, donemin "Washington elcisi Baki Ilkin tarafindan" Bulent Ecevit'e lanse edilmistir. Daha sonraki yillarda Kemal Dervis ekonomiden sorumlu devlet bakani olarak Turkiye'ye getirilmis ve Dervis'in dayattigi ozellestirme politikalari sonucu MHP'li Ulastirma Bakani Enis Oksuz istifa etmistir.

Genelde monser zihniyeti gudumundeki elciler, kendilerini secenleri ve secilmisleri, egitilmesi ve yonetilmesi gereken bir kitle olarak gorduklerinden, onlar icin hukumetler ve siyasi partiler aleyhinde yurt disinda yaptiklari lobi faaliyetleri gayet normaldir. Cunku Turk halki ile ayri kulturel dunyalara mensupturlar.

Karen Fogg'un emaillerinde ortaya cikan Isvec Buyukelcisi Selim Kuneralp'in Fogg'a gonderdigi emailde yazdigi;

"Sevgili Karen, dünkü mesajimda yanlislikla büyükelçiligin e-posta adresini kullanmisim. Hala geçerli olan eski adresime yazmaya devam etmen gerek. Yoksa senin mesajlarini burada herkes okuyabilir"

seklindeki bir aciklamadan kacinmamistir. Boyle bir emaili, eger ki ABD'nin Ankara Buyukelcisi yazmis olsaydi, bugun Seul elcisi olan Kuneralp hemen emekli edilmis, ve hakkinda ulusal guvenligi zaafa ugratmaktan FBI tarafindan sorusturma acilmis olurdu. Bu farklilik bize, Turkiye'nin sahipsizler ulkesi lakabinin yerindeligini hatirlatiyor.

Turkler, Muslumanlar, Kurdler ve tum "onlar" kategorisinde tanimlanan halk, kisacasi beyaz olarak tanimlanmayan herkes sahipsizdir. Cunku halk onlarca, ulkenin zencileri, yonetilmeye ve egitilmeye mahkum bir kitlesidir.

Onlarca, Nabi Sensoy kadar Turkiye'nin cikarlarini koruyabilme yetisine sahip degildir "diger hariciler." Onlar herseyi sizden daha iyi bilir ve daha derin iliskileri vasitasi ile Turkiye'nin yararlarini herkezden fazla gozetirler. Fakat bahsi gecen yarari(!) tartismaya asla acmazlar. Acaba Nabi Sensoy’un bu “vatanseverligi” Kaya Pasakay’in ekurisi olmasindan mi kaynaklanmaktadir sorusunu akla getirmektedir. (6 Aralik 2006, Aksiyon Dergisi, http://www.aksiyon.com.tr/detaylar.do?load=detay&link=12243).

Baki Ilkin sonrasi donemde Washington'a, 2001 yilinda, Faruk Logoglu atanir. Logoglu Amerikan AFS bursu ile 1960'li yillarda ABD'de okurken, CIA tarafindan kontrol edilmekte (http://www.marxists.org/subject/africa/nkrumah/neo-colonialism/ch01.htm) oldugu soylentileri ile bilinen Baris Gonulluleri (Peace Corp) olarak adlandirilan kurum mensubu kisilerin egitiminde onemli bir rol ustlenir.

Turkiye'ye dondukten sonra ise Disisleri Bakanligina girer. Ancak arabesk Turk filmlerinde gerceklesebilecek bir rastlanti misali Logoglu, "kaderin cilvesi" olarak daha sonra burs aldigi ABD'ye Turkiye elcisi olarak tekrar geri gelir. Baris Gonullulerinin bir cogu ise emekli olmus ve Arkadaslar (http://www.arkadaslar.info/) adiyla bir dernek kurmuslardir.

Faruk Logoglu "Arkadaslarin" yaptiklari toplantilara katilirken, esi Mimi Logoglu vasitasi ile de Washington'daki Turkiye derneklerini organize etme calismalari icine girmistir. Tek merkezden yonlendirilme calismalarina demek daha dogrudur aslinda.

Dernekleri Mimi Logoglu’na yakin Oya Bain, Engin Holstrom, Guler Koknar; lobileri ise Gunay Evinch, Lydia Borland, Dana Bauer (eski CIA gorevlisi) vasitasi ile yeniden yonlendirmeye calisir. Bir benzerini ayni kisiler vasitasi ile Nabi Sensoy 2006 yilindan sonra yapmaya baslar.

Turkiye'den Washington'a atanan her Turk elcisi ve esi, Washington'da bulunan kucuk bir guruba mensup kisilerce Turk elciligindeki ve derneklerindeki "seckin gruplara" takdim edilir, baglantilar kurulur. Bu surec bir cesit masonik yapilanmadir.

Yani bu surecte yeni elci ile Musevi lobisini ve Washington'daki fisilti erkani tarafindan beltway cetesi olarak tamimlanan "ceteyi" tanistirma operasyonudur. Iste bu ilgi cekici surec sonucu Washington eski elcisi Faruk Logoglu her ay baska bir Musevi dernegini ve sinagogunu ziyaret ederken, hic bir Turk camisini ziyaret etmemesi bu baglamda en guzel ornekleri teskil eder. Faruk Logoglu emekli olduktan sonra, AK parti aleyhinde Milliyet'teki roportajinda(11 Eylul, 2006, Milliyet Gazetesi, http://www.milliyet.com.tr/2006/09/11/guncel/agun.html) Mart tezkeresinin gecmesi icin Amerikali Islam dusmani irkci savas cetesinden Paul Wolfowitz'e

"tavsiyem, sizin resmi kanallardan gelen bilgi ve görüslere itibar etmeniz gerektigidir. Böyle yaparsaniz daha kazançli çikarsiniz"

tavsiyesinde bulunurken, acaba kimin yaninda hareket etmektedir?

Islam dusmani Wolfowitz'in uyesi oldugu Washington Ortadogu Enstitusu(http://www.washingtoninstitute.org/) Turkiye masasi Baskani Soner Cagaptay ise Basbakan Erdogan'in Washington'u ziyaretinden hemen once, yani 7 Aralik 2009 tarihinde Los Angeles Times gazetesinde "Islamci Dis Politikanin Muslumanlara zarar verdiğini" (When Islamist foreign policies hurt Muslims http://www.latimes.com/news/opinion/commentary/la-oe-cagaptay7-2009dec07,0,7721940.story) yazarak, AK partiye agir elestiriler yapmistir.

Türkiye'nin Washington elcisi olan Nabi Sensoy'da, bu elit kavrami içinde yerel elit ile küresel elit arasindaki dengeleri koruyan ve sistemin devami için politikalar uygulayarak onlari denetleyen yapisi, derin devlet kavraminda merkez konumundadir.

Çünkü ABD'de bir butun olarak yasayan Türkleri solcu, sagci, Islamci Kürtçü olarak fisleyen bir zihniyet ancak derin devlet veya Gladyo mekanizmasi içinde degerlendirilebilir. Türkiye'nin Washington elcisi olan Nabi Sensoy'un etkisi, Türk halkina yonelik degil ama, kendi elitsel çikarlarini korudugu Amerika'daki Türk derneklerinden ATAA'da yasanan baskanlik seçimlerinde de görülmüstür. Sensoy secimle isbasina gelen yönetimi elçilikteki makamina davet ederek, "sizinle devleti arkama alarak ugrasirim" mealinde bir tehdit savururken, Sensoy'un anladigi devlet ile halkin tanimladigi devlet anlayisi arasindaki farki cok iyi görmek lazimdir.

Nabi Sensoy'un Washington'dan gidisine uzulen tek bir kesim vardir. Onlar da, yillardir lobi faaliyetleri altinda Turkiye'nin parasini carcur eden, kurduklari dernekler ve kurumlar vasitasi ile besinci kol faaliyeti surduren, "Arkadaslar" gurubunun gonullu uyeleridir.

Iste bu gonullu uyelerden bazilari 2004 yilinda ABD Disisleri Bakanliginda Turk kadinlari adina yaptiklari bir toplantida, Recep Tayyip Erdogan'in esinin basortulu olmasindan duyduklari rahatsizligi, Turk kadinini temsil edemeyecegi iddiasi ile dile getirirken (http://www.habervitrini.com/haber.asp?id=139325), bu toplantiya katilan kisiler arasinda Nabi Sensoy'un yakin dostu Turk Amerikan Dernekleri sekreteri Oya Bain'in yani sira, donemin elcisi Faruk Logoglu'nun mustesari Naci Saribas'inda esi de vardir.

O kadar ilginctir ki; adeta Nabi Sensoy'un muridleri gibi bir izlenim sergileyen ATAA'ya bagli bu kisiler, Sensoy'un istifasinin ertesi gununde, Basbakan Erdogan ile ayni masada yer
alabilmek icin adeta protokolu delen bir toplantida gorunmekten erinmemislerdir (http://www.turkishny.com/headline-news/2/20571--babakan-erdoan-ataa-bakan-evinc-ve-beraberindeki-heyeti-kabul-etti). Kral öldü, yasasin yeni kral zihniyeti de bu olsa gerek.

Turkiye'de 2007 Temmuz secimlerinden once yapilan Cumhuriyet mitinglerinin bir benzeri 20 Mayis 2007 tarihinde Washington'da gerceklestirilir. Turkiye'de yapilan mitingler genelde anti-emperyalist ve anti-amerikanci bir tavir sergilerken, Washington'da yapilan miting ise daha ziyade Islam karsiti, ARI hareketininde destekledigi SOROSCU bir renktedir.

Fakat bu gosterinin daha ilginc olan yani ise gosteriyi organize edenlerin Nabi Sensoy'un idaresindaki elcilik calisanlari ile olan organik iliskileridir. Daha ilginc yani ise, "hukumetten para aliyoruz, bu mitingde bizim gorunmemiz dogru olmaz" seklinde yorumda bulunan Beltway cetesi mensuplarinin, Basbakan ile bulunduklari yemekten oturu duyduklari mutlulugu aksettiren tebessumleridir.

AK Parti'yi kapattirma calismalarini ozel yazismalar ile birlikte yuruttukleri NC milletvekili Virginia Foxx'u da yemege davet etmis olmamalari ise, ilgincin de otesindedir. Bu baglamda anlasilmasi gereken en onemli husus; Nabi Sensoy'un AK Parti'ye karsi olmasindaki nedenler ile toplumun AK partiyi elestirdigi kistaslarin ayni olmamasidir.

Recep Tayyip Erdogan'in Washington ziyareti oncesi ABD kongresinde ARI gurubu/hareketi bir toplanti(http://www.todayszaman.com/tz-web/news-193474-ari-sponsors-pro-ergenekon-conference-at-us-congress.html) organize etmistir.

Bu toplantiya Turkiye'de yasayan Ingiliz kokenli ve Washington'da Ingiliz istihbaratina calistigi iddia edilen Gareth Jenkins konusmaci olarak katilmis, ve yazdigi Ergenekon raporunu (www.silkroadstudies.org/new/docs/silkroadpapers/0908Ergenekon.pdf) sunarken AK Partinin ve emniyet genel mudurlugu icindeki Fethullahci polislerin "Ergenekon" davasindaki rollerini elestirmistir.

Oysa ayni Gareth Jenkins bazi emniyet gorevlilerini, emekli CIA ve pentagon gorevlilerinin calistigi Jamestown Foundation'a lanse eden kisidir. Bu toplantiyi organize eden ARI gurubunun baskanligini ise Nabi Sensoy'un bizzat kendisinin "yakin dostu" olarak tanimladigi, gunun, Turk Disisleri Bakanligi avukati Gunay Evinch yapmaktadir.

ARI gurubunun vergi formlarinda Gunay Evinch'in ev adresi gosterilmektedir. ARI gurubunu Washington'da destekleyenlerin basinda ise eski Houston Konsolosu Guler Koknar'in basinda oldugu Turk Kultur Vakfi gelmektedir. Nabi Sensoy ise bu yapilanmada, adeta, merkez yurutme komitesi baskanligi konumunda bir role sahip olarak gorunmekteydi.

Bence AK Parti'nin veya Ahmet Davudoglu'nun, Nabi Sensoy'a, patronun kim oldugunu hatirlattigi mesaji cok yerinde olmustur. "Bu memlekette bizim dedigimiz olur" zihniyetine agir bir cevapta bulunulmustur.

Hatta Sensoy'un istifasi, bu zihniyete cekilen kilic ustundeki ilk kan goruntusu sergilemektedir. Demokrasilerde patron, secenler ve secilmislerdir. Secilmisler tarafindan atananlar degil. Turkiye'nin sahibi, Turkuyle, Kurduyle, Muslumani, laiki ile bizleriz, halktir, millettir. Ataturk'un ifadesi ile; Egemenlik kayitsiz sartsiz milletindir. Kendilerini halktan ustun goren, toplumu ise yonetilmesi gereken bir kitle olarak algilayan monser zihniyet degil. Bundan dolayidir ki, AK Parti'nin izledigi politikalara katilmayabilirsiniz, ve nitekim ben de katilmiyorum fakat, monserlere verdikleri yanit olarak, bir daha memuru oldugunuz devlet aleyhi bir siyasi girisim ve lobi faaliyetinde bulunursaniz, Washington'daki "Turkiye" elcisi Nabi Sensoy gibi erken emekli edilirsiniz ikazini, butun partilerin, siyasi ve sosyal guruplarin cok iyi ozumlemesi gerekir diye dusunuyorum.

Gazeteci Yilmaz Polat'in Cumhuriyet gazetesinde Nabi Sensoy'un istifasi ile ilgili aktardigi

"Hiçbir büyükelçi, emekliligine 2 ay kala, kariyerindeki basarilardan sonra 'ise yaramaz' edalarini, kaprislerini sineye çekmez, çekemez..."(13 Aralik, 2009, Cumhuriyet Gazetesi)

cumlesini kabul etmek mumkun degildir. Hangi basaridir bu, neyin basarisidir, halki kucuk goren zihniyetin basarisi midir diye sormak gerekir diye dusunuyorum. Yillardir Washington'da kurduklari dukaliklar ile Turkiye'de darbe yapip, binlerce insani magdur edip, onlarcasini asanlarin hesap vermesi gerekirken, AK parti bu hesapta basta degil en sonlardadir. Turkiye'yi Amerika'ya bagimli hale getirenler AK parti veya Fethullahcilar degil, liyakat nisanlari alanlar ile monser zihniyete sahip olanlardir. Onlari elestirme cesaretini kendisinde goremeyenlerin AK Partiyi elestirmeye haklari oldugunu dusunmuyorum. Daha da otesi, kuresel elitlerin acisini hafifletmeye calismak olarak
algiliyorum.

Washington'daki beyaz Turklerin monser zihniyeti, AK Partiye karsi bu tip faaliyetlerde bulunurken, unutulmamasi gereken bir nokta ise AK Parti'nin de belli olcutler icersinde Washington'da dayandigi bazi gurup ve kisiler olmasidir.

Mesela Recep Tayyip Erdogan'in son ziyaretinde Amerika'daki bazi guruplar ile iletisim kurmasinda lobi yapan isimleride unutmamak gerekir.

AK Parti'nin Washington'da dayandigi zihniyetlerden birisi ise, Amerikan Harp Akademilerinde calisan Islam dusmani Wolfowitz'in John Hopkins Universitesinden asistani Omer Taspinar ve Kurt aciliminin Disisleri ayagi olan ve Washington'a elci olarak atanmak istenen, MIT'te dosyasi bulundugu ifade edilen eski Israil elcisi Namik Tan'dir.

Namik Tan'in "1994 yilinda Disisleri Bakanligi icin yazdigi" hizmete ozel Kurt raporu ile AK Parti'nin Kurd acilimi arasinda buyuk benzerlikler olmasi ise dikkat cekicidir.

Onumuzdeki gunlerde Washington'a atanacak olan elcinin kim olacagi, AK Parti'nin elitseckinlere yonelik tavrindaki samimiyeti arz edecektir.

MURAT BARDAKÇI SABETAYİZM'İ NEDEN SÜREKLİ DİLİNE DOLUYOR
08.01.2010



Yaptığı programlarda Masonluk'u sıradan bir örgüt gibi tanıtan, alaycı eleştirilerle hedef saptıran Murat Bardakçı, aynı tutumunu Sabetaycılık konusundada tekrar ettirmişti. Programına konuk olan Modacı Cemil İpekçi ile Sabetaycılık üzerine konuşma yapan Bardakçı, daha önceki programlarındaki gibi Erhan Afyoncu ile girdiği ittifakta Yahudiliğin en gizemli mezhebi Sabetaycılığı sıradan basit bir cemaatmiş gibi hedef saptırarak sunmuştu...

Sabetaycılık üzerine hedef saptırma politikaları izleyen Bardakçı, bu konuda araştırmalar yapan Prof. Dr. Yalçın Küçük'ü de, Fatih Altaylı’nın Teke Tek programında alaycı bir tavırla eleştirmiş, her defasında tekrarlamış olduğu bu alaycı ve hedef saptıran tavırlarını son programında da tekrar etmişti.

Peki Bardakçı neden böyle bir psikolojik hareketa başvurmuştu? Neleri saklıyordu, nelerin saklanılmasını istiyordu ?

Biraz Bardakçı'dan söz edelim...



Vefat İlanı: Dr.Ali Galip Baltaoğlu’nun, Atatürk’ün Seçkin İdarecisi Ali Cemal Bardakçı adlı makalesinden alınmıştır.

Milli Mücadele kahramanlarından Ali Cemal Bardakçı 1887’de Balıkesir'in Burhaniye kazasında doğmuştu. Lakabı Bardakcızadedir. Babası Tüccar Osman Hakkı Efendi, Annesi Ayşe Hanım'dır. Evliliğini Fatma Nuriye Bardakçı ile yapmıştır. Bu evlilikten Suzan, Sayhan ve İlhan adında üç çocuğu olmuştur. Gazeteci Yazar İlhan Bardakçı'nın babası, Murat Bardakçı'nın da dedesidir. Osmanlı yönetiminin Ankara’daki son ve aynı zamanda Mustafa Kemal yönetimindeki Ankara’nın ilk Emniyet Müdürüdür. Denizli, Elazığ, Çorum, Konya’da Valilik yapmıştır. Dede Bardakçı aynı torun Bardakçı gibi Fransızcayı iyi bilmekteydi. Cemal Bardakçı Türk Milliyetçisiydi, Biz Türküz Türkçüyüz, Türk kalacağız fikriyatını savunmuştu...

Oğul Gazeteci İlhan Bardakçı, Nemika hanım ile evlenmişti. Gazeteci-Yazar Murat Bardakçı bu evlilikten doğan çocuklarıdır. Kızlarından Suzan Bardakçı hanım Süslüoğlu ailesine gelin gitmişti. Cemal Bardakçı’nın diğer kızı, Murat Bardakçı'nın halası Sayhan Bardakçı (Maro), İzmirli ailelerden Hayati Maro ile evlenmişti. Bu evlilikten Ela Maro adında bir kız çocukları doğmuştu. Cemal Bardakçı'nın torunu, Ela Maro ilk evliliğini İzmirli MİT Eski Müşteşarı Sönmez Köksal ile yapmıştı. Murat Bardakçı, halasının kızı Ela hanım tarafından Sönmez Köksal ile akrabadır. Daha sonra Sönmez Köksal’dan boşanan Ela Maro, İzmir Eski Belediye Başkanı Osman Refik Evliyazade ile evlenmiş, Sönmez Köksal da İzmirli ailelerden emekli Hakim Sami Akın’ın kızı Filiz Akın’la ile evlenmişti. Böylece Bardakçı ailesi, Sayhan Bardakçı’nın kızı Ela Maro tarafından İzmir'in önde gelen ailelerinden Evliyazadeler ile akraba olmuş oldu. Maro İbranicede uygun münasip yakışır anlamındadır.

Feyziye Mektepleri Vakfı üyesi, ünlü işadamı Bülent Eczacıbaşı, amcası Kemal Eczacıbaşı, Osman Refik Evliyazade’nin torunu Ata-Esin Evliyazade çiftinin eniştesidir. Ata Evliyazade ilk evliliğini Selanikli ünlü Evrenos ailesinin kızları Leyla Okşar ile yapmıştı. Evliyazadeler İzmir'in en ünlü ailelerinden Kapaniler'den kız almışlardır. İzmir eski Belediye Başkanı Refik Evliyazade'nin eşi Hacer Hanım da Kapani ailesine mensuptu. İzmir Milletvekili Osman Kapani, Hacer Hanım'ın yeğeniydi.

Maro ailesinin akrabalıkları, İzmirli Talu ailesi ve Fenerbahçe eski yöneticilerinden Ömer Çavuşoğlu'na dayanıyor. Ömer Çavuşoğlu ve Nazlı Ilıcak’ın dayısı, Ankara Senatörü ve eski bakanlardan Turhan Kapanlı’dır. Nazlı Ilıcak’ın eşi Kemal Ilıcak, Atatürkün Selanikteki Şemsi Efendi Mektebi'nden sınıf ve silah arkadaşı Nuri Conker'in torunları, Zeynep ve Nuri Conker’in enişteleridir.

Dede Cemal Bardakçı ailesi, Atatürk'ün çocukluk arkadaşı, Selanikli Hasan Tahsin Uzer ailesiyle, torunları Suna ve Behzad Uzer tarafından akrabadır. Hasan Tahsin Uzer, Erzurum ve Konya Milletvekilliği, Suriye ve İzmir Valiliği görevlerinde bulunmuş, 1935’te Üçüncü Ordu Genel Müfettişliği'ne getirilmiştir. Hasan Tahsin Uzer'in oğlu, Celalettin Uzer, İsmet İnönü hükümetinin, İmar ve İskan Bakanlığı'nı yapmıştı. Uzer ailesinin kökleri Hasan Tahsin Uzer’in torunu Mediha Hanım Girit eşrafından Çilingiroğlu ailesindendir. Çilingiroğlu ailesi ise eski Başbakanlardan Erdal İnönü’nün eşi, Sevinç İnönü’nün baba tarafından akrabalarıdır. Uzer ailesi, dönemin 18. dönem İzmir Milletvekili, Ege Ünv. eski Rektörü Prof. Dr. Mustafa Kemal Karhan’ın anne tarafından akrabasıdır.

Dede Bardakçı'nın torunlarından Lale Hanım, İzmirli Akatlı ailesinden, Ali Akatlı ile evlenmişti.Torun Bardakçılar evliliklerini hep İzmirli ailelerden seçtiler. Nitekim Akatlılardan bir dönem Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığı yapan eleştirmen Füsun Akatlı gelmektedir. Bir dönem sosyetenin gözdelerinden Koç ailesinin akrabalarından
Ender Mermerci ile aşkları gündeme gelen basketbolcu Ali Akatlı da aynı aileden gelmektedir.

Murat Bardakçı'nın babası Gazeteci İlhan Bardakçı ise ikinci evliliğini İzmirli Egeli ailesinin kızları Tülay Bardakçı Egeli ile yapmıştı. Tülay Bardakçı Rumeli erlerinden Hıfzı Egeli ve Hatice Egeli’nin kızlarıdır. Hatice Hanım Adana Saimbeyli eşrafından Mustafa Fehmi ve Elife Yazıcıoğlu'nun kızlarıdır. Egeli ailesinin ileri gelen akrabalarından Hasan Şerif Egeli bir dönem Kemal Derviş’in danışmanlığını yapmıştı. Enka Dış Tic. A.Ş. Genel Müdürlüğü görevinde bulunmuş olup, Türk-Amerikan İş Konseyi Başkan Vekili görevini yürüttü. Nitekim Şerif Egeli Yahudi Cematinin 500. Yıl Vakfı Kurucu üyelerindendi. Egeli ailesinin bağları Şarık Taraya ve Rodosa kadar uzanmaktadır. Benzer bir vurguyu daha önceki kitaplarında Prof. Dr. Yalçın Küçük, Şebeke Cilt.1 461’nci sayfasında vurgulamıştı.

Bardakçı ailesinin akraba olduğu aileler

Baba tarafından: Maro-Evliyazade-Köksal-Süslüoğlu-Uzer-Akatlı aileleri
Üvey anne tarafı: Yazıcıoğlu-Egeli-Çöteli-Tara aileleri

Murat Bardakçının aile hanedanı, evliliklerini hep İzmir’in ünlü aileleriyle yapmıştı. Baktığımızda bütün yollar İzmir'e ve Selaniğe çıkıyor. Murat Bardakçı'nın öz annesi Nemika Hanım'ın aile bağlarını, sınırlı kaldığımız kaynaklardan dolayı değinemedik. Nitekim Bardakçı'nın akrabalarının mensup olduğu aileler Selanikli ve İzmirli'ydiler. Aile hanedanlarının yaptıkları evliliklerin hiçbiri tesadüf değildir. Nitekim bunca evlilikleri ve aile bağlarını incelediğimizde Sabetay Sevinin Müslüman Türkler ile evlenme yasağına uygun düşmektedir. Murat Bardakçı’nın inancı konusunda bir yargıya varamayız. Fakat böyle bir kültür ve gelenekten geldiğini artık göz ardı edemeyiz.
Bardakçı mensubu olduğu kanalda sürekli Müslümanlar'a karşı psikolojik harp uygulayan programlara konuşmacı olarak katılıyor, beyanlarda bulunuyor, bıyık altından gülüyordu. Sabetaycılık konusuna gelince mangalda kül bırakmayan Bardakçı, neden kendi akrabalarını ve bağlarını açıklama gereği duymadı. İnternet ortamında bile akraba bağlarını bulamıyoruz. Bırakın artık bu ülkede Sabetaycılık'ın ne olduğuna Bardakçı gibiler değilde, konunun uzmanı araştırmacılar karar versinler.

Salim MERİÇ
Odatv.com
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Mar 08, 2010 1:31 am    Mesaj konusu: BÜLBÜLDERESİ MEZARLIĞININ GİZLİ KALMIŞ SIRLARI Alıntıyla Cevap Gönder

BÜLBÜLDERESİ MEZARLIĞININ GİZLİ KALMIŞ SIRLARI
Salim Meriç yazdı
07.03.2010 13:10



Sabetayistler'in yoğunluğu ile bilinen Bülbülderesi mezarlığı hakkında bugüne dek çok konular işlendi, söylendi, farklı iddalarda bulunuldu. Fakat buradaki mezartaşlarının ne anlama geldiklerini bu mezartaşlarının ne anlamlar içerdiklerini, Yahudilik ve Kabala literatüründe ne gibi bir anlamları olduğuna dair bir çalışma yapılmadı. Bazı yazarlar Bülbülderesi mezarlığının Selanikliler bölümünde yatanların Sabetayist kökenli olmadıklarını iddia etmekteydi. Peki müslüman mezarlıkları dinen bu kadar ihtişamlı, gösterişli ve bu kadar sembollerle dolu olabilir mi ? Buradaki mezarların üzerlerindeki mezartaşlarında şiirler, ağıtlar, manalı sözler yazmakta ve fotoğraf portleri ile de süslenmektedir. Mezarlarda Çerçeveli Fotoğraflar, Obeliskler, Süleyman Tapınağının İki girişini sembolize eden Jakin Boaz Sütunları, Üç başlıklı Mermer Sütunlar, mermer kabartmalı yüksek sütunlar, akasya motifleri ve birbiri ile tokalaşan el sembolleri ve ezoterik işaretler yer almaktadır. Yani genel olarak bir Müslüman mezarlığında olmayan bu sembolleri Bülbülderesindeki mezartaşlarında bulabilirsiniz. Burada Karakaşlara ve Kapancılara ait mezarların çoğu Kıbleye'de bakmamaktadır.

Yahudi mezarlıkları Ortaçağ'a doğru kabirlerin yerini herkesin gömüldüğü büyük mezarlıklara bırakmış, buna paralel olarak kabrin mimari biçimi değişmiş, mermerden veya taştan sanduka şeklinde kabirler yapılmıştır. Yahudilik'te ölümle ruhun bedenden uzaklaştığına ve bu dünya ile ilişkisinin bittiğine inanılır, kabirde yatan cesedin herhangi bir ıstırap çekeceği düşünülmez. İslâm geleneğinde mevcut kabir azabı veya sorgulaması inancına Yahudilik'te rastlanmamaktadır.

Hadis-i şeriflerde kabirler üzerine konan taşlara ve gelişi güzel yazılar yazılması yasaklanmıştır. (İbn Mâce, Cenâiz, 43; Tirmizi, Cenaiz, 57)
Ulemanın çoğu kabrin üstünün deve hörgücü gibi yapılıp yerden bir karış kadar yükseltilmesinin mendup, daha fazla yükseltilmesinin ise mekruh olduğunu beyan etmişlerdir. Ayrıca kabirlerin mermer, taş malzemeyle masraflı ve gösterişli bir şekilde inşası da caiz görülmemiştir. Ebu Yusuf'a göre, Kabirlerin üzerine oda veya kubbe gibi şeylerin yapılması tahrimen mekruhtur. Fakihlerin çoğunluğu, kabre yazı yazıl¬masını yasaklayan hadislerden hareketle ma-hiyeti ne olursa olsun kabir üzerine yazı yazmayı mekruh saymıştır. (T.D.V İslam Ansiklopedisi, Kabir Maddesi - Fıkıh, Ankara, 2005. Cilt : 24, s.234)

Mezarın şekli hususunda son olarak şunu söylemeliyiz ki Müslümanın mezarı, sade, tabii ve mütevazi, mezar yapımında kullanılan malzeme de basit ve ucuz olmalıdır. Hadislerde gelişi güzel yazının bile yazılmasının yasaklanmasına rağmen, Bülbülderesi Mezarlığının Selanikliler bölümünde şiirler, manalı sözler ile kitâbeler sergisi haline getirilmiş, mermer sütunlu ihtişamlı yapılarla üzerleri kapatılmıştır. Müslüman mezarlıkları bu kadarda ihtişamlı olamaz.

Buradaki kişilerin ne olduğundan çok mezartaşlarının ne anlamlar taşıdıklarını biraz inceleyelim.

Bülbülderesi, Üsküdar Selanikliler sokağı arasında Selanikliler'in çoğunlukta olduğu Karakaşlar ve Kapancı cemaatinin de defnedildiği mezarlıktır. Mezarlığın Selanikliler tarafı Sabetaist mezarlığı olarak da zikredilmektedir. Burada sanat camiasından bürokratına, bilim dünyasından, siyasetçisine birçok önemli ismi bulabilirsiniz. Bu mezarlıkta birçok müslüman mezarlığında bulunmayan, müslüman mezarlarından ayırt edilebilecek birçok unsur bulunmaktadır. Çok eski mezar taşlarınında bulunduğu mezarlıkta, her mezar taşının üzerinde gizli anlamlar içeren semboller ve motifler vardır.

Bülbülderesi Mezarlığı Sabetayistler için özel bir önemi vardır. Sabetay Sevi ve yirmialtı halifesinin soyundan olmayan kimsenin buraya gömülememesidir. Buradaki aileler birbirleri akraba ve ayrıyetten cemaatin en önde gelen aileleridir.
Sabetay Sevi ve yirmialtı halifesinin soyundan olmayan Sabetaycı aileler ise; Feriköy, Aşiyan, Zincirlikuyu, Karacaahmet, Edirnekapı, Nakkatepe gibi mezarlıklarda, cemaate ait adalara ve bölümlere gömülmektedir. ( Rüştü Karakaşlı, Nazif Özge ve Gerçel Ailesi, Sosyalist Kültür Dergisi, 2009)

Selanik doğumlu Yazar Münevver Ayaşlı hatıralarında Bülbülderesi mezarlığı için şunları söylemişti:

"Dönmeler İstanbul’da da yine eskisi gibi İzmir’de Selanik’te olduğu gibi yaşamışlardı. Dönmelerde o kadar fark gözetenler vardı ki,kendi mezarlıklarına gömülmek isterler, zinhar Türk Müslüman mezarlıklarına gömülmek istemezlerdi. Kendi mezarlıkları Üsküdar’da Bülbülderesi Mezarlığıdır. Çok çok bakımlı müslüman mezarlığından çok hristiyan mezarlığına benzer." (Ayaşlı, Münevver, Rumeli ve Muhteşem İstanbul, Timas Basim Ticaret San., 2003, İstanbul, s.99)

Ölülerini hala Bülbülderesi Mezarlığına defnetmektedirler. (Yalçın, Soner, Efendi Beyaz Türklerin Büyük Sırrı, I.Baskı, İstanbul, 2004, s. 43)


Amerikalı Araştırmacı İrwin M.Berg, "Dönmeler Kimdir ?" isimli makalesinde, Bülbülderesi mezarlığında yaptığı gözlemeleri şöyle belirmektedir:

"Sabataycıların kendilerine özgü mezarlıkları vardır. İstanbul Üsküdar Bülbülderesi mezarlığı Karakaşlara ve Kapancılara aittir. Kapancıların ve Karakaşların mezarları birbirinden ayrıdır. Maçka Mezarlığı, Dönmelerin diğer bir kolu olan Yakubilere ait olan bir mezarlıktır. Daha bilinmeyen Dönme mezarlıklarıda vardır. Bülbülderesi Mezarlığında ki mezar taşlarının üzerinde fotoğraflar, yazılar, manalı sözler vardır. Bilakis fotoğrafları olan aileler dönme oldukları hemen belli ederler. Bazı mezartaşları İslami simgeler taşır, mezartaşlarında Ruhuna Fatiha yazar, fakat bu mezarlıkların çoğu kıbleye bakmaz. Bir mezartaşında manalı bir kelime görmüştüm. Bana bu nağmenin Sabetaycılar’ın inanç esasları içinde anlaşılabilecek gizli manalı nağmeler olduğunu söylemişlerdi. Sakladıkları kimliklerini mezartaşlarında manalı şiirlerle belirtmişlerdi." (İrwin M.Berg, Who are the Donmeh, 2008. www.kulanu.org)


Bülbülderesi Mezarlığındaki Mezartaşlarında Portreli Fotoğraflar

Bülbülderesi mezarlığındaki Kapancılar ve Karakaşlar bölümündeki dönme mezarlarının üzerlerinde portreli fotoğraflar ve mezarların üzerlerinin kapalı olduklarını görürsünüz. Bunlar dönmeleri, diğer müslüman mezarlıklarından ayıran en önemli özelliktir. ( Baer, Marc, The Donme - Jewish Converts, Stanford University Press, 2009. p.204)

Sabetayizm Araştırmacılarından John Freely’nin Sabetay mezarlıkları araştırmalarında Bülbülderesindeki gözlemlerini şu şekilde aktarmaktadır:

"Bir yaşlı kadın bir mezarın başında dua ediyordu, mezar taşını öptü ve sağ eliyle sevgiyle sıvazladı. Yaşlı kadın sonunda yerden bir küçük taş aldı ve bunu özenle mezartaşının üzerine bırakmıştı." Freely, burada tipik bir yahudi adetinin Bülbülderesinde tekrar edildiğine işaret ediyor. (Freely, John, The Lost Messiah, Penguin, 2001, p.257)


Bu mezarları müslüman mezarlarından ayıran en önemli özelliği bir çoğunun kıbleye bakmayışıdır. Buradaki Mezarlıkların, Yahudi mezarları gibi üzerleri kapalıdır. Sabetaycıların masonlukla paralel olan ortak noktalarından biriside simgelere ve sembollere önem vermeleridir. Bülbülderesinde ki kabalistik ve ezoterik anlamlar taşıyan mezartaşlarındaki sembollerin Yahudilikte olduğu gibi Masonlukta da anlamları vardır. Sabetayistlerin mezartaşlarındaki gizli şifreleri, Bülbülderesinin dışındaki diğer mezarlıklarda da bulabilirsiniz. Çerçevelenmiş fotoğraflar, Tevrat ve Kabala kaynaklı Süleyman Tapınağının İki Girişindeki Jakin ve Boaz sütunlarını, obeliskler, lahitler ve sandıklar, akasya motifleri, birbirine sarılmış eller vb. bulabilirsiniz. Nitekim mezarların bu kadar gösterişli ve anlamlı semboller içermesi Tevrat ve Kabala kaynaklıdır. Sabetaycılar mezartaşlarında bile kökleri olan Yahudilik’in ve Yahudi mistizmi Kabala’da anlamlar içeren gizli sembolleri kullanmışlardır.


Birbirine Sarılmış İki El ve Akasya Sembolü – Bülbülderesi Mezarlığı


Birbirine Sarılmış İki El Sembolü – Bülbülderesi Mezarlığı

Bu sembolleri Yahudi Mezarlıklarındada sıkça görebilirsiniz.

RAB'bin azarlamasından, Burnundan çıkan güçlü soluktan, Denizin dibi göründü. Yeryüzünün temelleri açığa çıktı. RAB yukarıdan elini uzatıp tuttu, Çıkardı beni derin sulardan. Beni zorlu düşmanımdan, Benden nefret edenlerden kurtardı, Çünkü onlar benden daha güçlüydü. (Tevrat – Samuel Bap 22/16,17,18)

İki elin sıkışması işareti, Yakov’un ( Bene israel)’in Tanrı ile yapmış olduğu anlaşmayı sembolize etmektedir. (Rachel Hachlili , Jewish funerary customs, Second Temple period, BRILL, 2005, p.340)


Newyork – Brooklyn / Bet David Yahudi Mezarlığı

Davud yıldızı içinde birbirine sarılmış iki el

Texas State Mason Mezarlığı - ABD


Texas State Mason Mezarlığı - ABD
Üstte Masonik Gönye ve Pergel, Akasya motifleri ve birbirine sarılmış iki el

Amerikalı Araştırmacı Üstad Mason “Albert Gallatin Mackey” Freemasonry adlı Masonik Ansiklopedisinde bu işareti şöyle açıklıyordu.

“Ellerin sağdan ve soldan birbirine sarılarak birleştirilmesi” masonlukta masonik kardeşliği ifade etmektedir.” (Albert Gallatin Mackey, Encyclopedia of Freemasonry, Cilt 1, 1946, s.51)

El işareti, birbirine sarılmış eller, birbirine kenetlenmiş havada duran iki el işaretleri Tevrat (Tora) kaynaklı bir semboldür. Genellikle rabiler bu işaretleri şabat günü yaparlar. (Miriam Chaikin, Menorahs, Mezuzas, and Other Jewish Symbols, Houghton Mifflin Harcourt, 2003, s.46)

MEZARLARDAKİ KABALİSTİK SEMBOLLER
Bülbülderesi mezarlığındaki mezartaşlarının birçoğunda Kabalistik semboller yer almaktadır. Bu sembollerden biriside eski Mısır kökenli Obeliks sembolüdür. Masonların önem verdikleri sembollerden biri de, Eski Mısır mimarisinin önemli unsurlarından biri olan "obelisk"tir. Obelisk, tepesi piramit şeklinde olan, tek parça, dikine uzun bir kuledir. Çünkü obeliskler ve üzerlerinde taşıdıkları Eski Mısır figürleri, masonlarca kendi sembolleri olarak kabul edilmektedir.


Yahudi Araştırmacı–Yazar Rachel Hachlili, Yahudi Mezar Gelenekleri adlı kitabında şunları belirtmektedir:

"Yahudiler eski mısır kökenli obelisk sütunlarını mezarlarında sembolik olarak kullanırlar. Mezarlarını obeliks taşlar üzerine inşa ettirirler, bunların nedeni Obeliks’in Kabala tezahüründe bir anlamının olmasıdır. Bu anlam onlara ayrıyetten eski mısırda köle kaldıkları dönemdeki dayanışmayı ve gücüde hatırlatmaktadır." (Rachel Hachlili , Jewish funerary customs, Second Temple period, BRILL, 2005, p.340)

Araştırmacı-Yazar Üstad Mason John A. Weisse, Obeliks ve Franmasonluk adlı kitabında Obeliks’i şöyle tarif etmektedir:
"Eski mısırın mirası Obeliks dünyadaki birçok masonların ve localarında sembolüdür. Hiram Süleyman Tapınağının iki sütunu Jakin ve Boaz’ı yaparken Obeliks’den ilham almıştır. Obeliks Kabala’da ihtişamlı gücün, kudretin bir tasviri görüntüsüdür. Obelisk yönüyle ezoterik anlamlar taşımaktadır." (John A. Weisse, Obelisk and Freemasonry, Kessinger Publishing, 1993, p.35)

Bülbülderesinde Obelisk Sembolleri ile Örülmüş Mezarlar


Bülbülderesi Mezarlığı

Bülbülderesi Mezarlığı


Taş Obeliks Üzerinde Yukarıdan Aşağıya Doğru Sarkan Örtülü Sütun - Bülbülderesi Mezarlığı


Bülbülderesi Mezarlığındaki Benzer Sembolün Aynısı Örtülü Sütun
Beth Abraham Yahudi Mezarlığı Brooklyn- Newyork


Bülbülderesi Mezarlığındaki Benzer Sembolün Aynısı
Yahudi Mezarlığı Örtülü Sütun, Beth Yakov Mezarlığı Brooklyn- Newyork


Salem Yahudi Mezarlığı – Newyork / Brooklyn

Resmin solundaki iki Taş Obelisk Üzerinde Aşağıya Doğru Sarkan Örtü Motifi Bülbülderesindeki mezartaşının birebir aynısıdır. Hemen sağda Obelisk motifli mezartaşları


Mt. Carmel Konverso Mezarlığı - Chigaco

Katolik mezarları Haç Mermerler ile kaplıyken, Kripto Yahudilerin Mezarlarında Obeliks Sembolleri görülmektedir.

Üç Sütun
Chochmah & Geburah & Chesed
Üç sütunun Kabaladaki anlamını Masonik bir yayın organı olan Çırak Kalfa Usta kitabında şöyle anlatılmaktadır:

"Üç Sütunu Mabedin girişindeki iki Sütun ( Jakin & Boaz ) ile karıştırmamak lazımdır.
Bu üç sütunun adları Kabbala’nın üç Sefirotunun adı ile aynıdır. Bilindigi gibi, İbrani Kabalası ilahi tezahürün özel bir ifade şeklidir. Sefirotlardaki Üç Sütun, Chochmah, Geburah ve Chesed'dir. Dördüncü bir Sütun, görünenin görünmeyene bağlayan Binah (yüksek zeka), maddeden kurtulduğu için, mevcuttur, fakat ölümlü gözlere gözükmez." (Çırak Kalfa Usta – Tanju Koray, Cesar Rigo Yayınevi,1973, İstanbul, s.61)

Üç Sütun Sembolü – Bülbülderesi Mezarlığı





Üç Sütun Sembolü - New Hill Mason Üstadların Mezarlığı / Chigaco - ABD


Üç Sütun Sembolü - Mt. Carmel Konverso Mezarlığı - Chigaco

Dört direk üzerine oturtulmuş sandık “Ahit Sandığı”


New Oerleans Yahudi Mezarlığı – ABD
Ahit Sandığını sembolize eden bir mezartaşı



Bülbülderesi Mezarlığı
Sembolize edilen Ahit Sandığı


Mezartaşındaki Kabala kökenli Işık sembolü – Bülbülderesi Mezarlığı


Bülbülderesindeki mezartaşı ile benzerlik gösteren Yahudi Mezarlıklarındaki Kabala kökenli Işık sembolü
Mikalov Yahudi Mezarlığı – Prag /Çek C.



Mt. Carmel Katolik (Konverso) Mezarlığı – Chigaco / ABD

Mt. Carmel Konverso (Dönme) Mezarlığının Girişinde Haç’ın altında Yahudiler için çok kutsal sayılan
Ve İsrail Devleti’ninde Sembolü olan Menorah ve hemen yukarısında Bülbüldere Mezarlığında bulunan Kabala kaynaklı Işık Sembolü

Akasya Sembolleri

Musa bütün İsrail topluluğuna seslenerek şöyle dedi: RAB'bin buyruğu şudur:

"Aranızda armağanlar toplayıp RAB'be sunacaksınız. İstekli olan herkes RAB'be altın, gümüş, tunç; lacivert, mor, kırmızı iplik; ince keten, keçi kılı, deri, kırmızı boyalı koç derisi, akasya dalı armağan etsin." (Tevrat – Çıkış Bap : 35 /4-5-7)


Bülbülderesi Mezarlığı – Mezartaşındaki Akasya Dalları


Bülbülderesi Mezarlığı – Mezartaşındaki Akasya Dalı


Bülbülderesi Mezarlığı – Obelisk şeklindeki Mezartaşının Üzerindeki Akasya Dalı


Bet Abraham Yahudi Mezarlığı – Newyork / Brooklyn
Bülbülderesindeki Akasya Dalı Sembolü Yahudi Mezarlıklarında mevcuttur.


Texas State Mason Mezarlığı - ABD

Hiram, efsanede, öldürücü darbeyi yedikten sonra düşer. Masonik ritüelde, Aday, iste o zaman, tabuta yatırılır, üzerine siyah bir örtü, bunun üzerine de bir akasya dalı konur. (Çırak Kalfa Usta – Tanju Koray, Cesar Rigo Yayınevi,1973, İstanbul. s.104)

Akasya dalı masonlukta ve Kabala'da mistik bir semboldür. Akasya masonlukta sonsuzluğu sembolize eder. Akasya dalı bir anlamdada Masonların ilk üstadı Hiram Abiff’de hatırlatır. Hiram öldürücü darbeyi yedikten sonra gömüldüğü yere Akasya ağacı dikilmiştir. Böylece akasya, Masonlar için kutsal bir anlam, Üstat derecesinin önemli sembollerinden birisi olarak kabul görmüştür. (Albert Gallatin Mackey, The symbolism of Freemasonry, Newyork, 1882, p.153)

Araştırmacı Yazar Salim Meriç

(Araştırmanın devamı yakında Odatv'de)

Odatv.com

Sabataycılar ve Yahudiler
26 Mart 2010
M.Şevket Eygi

SABATAYCILAR homojen bir grup mudur? Kesinlikle değildir. Üç büyük aileye, ayrıca bir yığın şubeye, kliğe, fraksiyona ayrılmışlardır.

Sabataycılar birbirlerine düşmanlık eder mi? Öyle bir eder ki... Hem tarih boyunca etmişlerdir, hem de günümüzde ediyorlar.

Siz Karakaşlarla, Yakubîlerin ve Kapancıların kardeş, dost, can ciğer kuzu sarması olduğunu sanıyorsanız hiçbir şey bilmiyorsunuz demektir.

Yahudiler de böyledir. İsrail'de kelle sayısı bakımından Sefarad Yahudileri çoğunluktadır ama azınlıkta olan Eşkenaz Yahudileri onların ensesinde boza pişirmektedir. Sefaradlar İsrail'in zencileri, ikinci sınıf vatandaşlarıdır.

Yahudi devletinde halkın yüzde 10'u, bilemediniz 15'i Ortodoks ve dindar Yahudidir. Gerisi dinsiz, Yahudi şeriatına uymaz, günahkâr, azgın Yahudidir.

Ortodoks Yahudiler homojen midir? Kesinlikle değildir. Siyonist olanı vardır, Siyonizmi en büyük günah, isyan, TevratMusevîliğine hıyanet olarak algılayan vardır.

İsrail devleti yıkılsın, Siyonizm küfrü batsın, Filistin Filistinlilerindir, Ahmedinecad ne güzel konuşuyor diyenler en koyu dindar NetureiKarta Yahudileridir.

İsrail'de Allah tanımaz bir sürü ateist ve Marksist Yahudi yaşıyor.

Musevîlikle ateizm bağdaşır mı?

Tarihî bir şahsiyet gençliğinde mason olmuş, sonra Masonlara karşı çıkmış. Böyle bir şey olur mu? Bal gibi olur. Hem olmuştur.

Sabataycılar içinde Allah'a inanan dindar Sabataycılar olduğu gibi ateist, dinsiz olanları da vardır.

Bir Yahudi Yahudiliğe düşmanlık ve hıyanet edebilir mi? Edebilir...

Bir Yahudi'nin Siyonizm ideolojisi karşısında tutumu nedir? Siyonizme taraftar olabilir...Yahut şiddetle karşı olabilir... Bütün Yahudileri Siyonist sanmak cahillik ve salaklıktır.

Bir Yahudi başka bir Yahudiye kazık atabilir mi?.. Atar, nitekim atmaktadır.

Sabataycılar Yahudi midir? Elbette Yahudidir. Her Yahudi Sabataycı değildir ama her Sabataycı Yahudidir.

Bir Sabataycı Sabataycılık aleyhinde bulunabilir mi?

İki türlü bulunabilir:

(1) Nâdiren samimî şekilde bulunabilir. Karakaşzâde Rüştü bey gibi...

(2)İkili oynayarak, rol yaparak...

Bir Sabayatcı gerçekten Müslüman olabilir mi? Olabilir, nitekim yakın tarihimizde olmuştur.

Sabataycı kökenli büyük bir şahsiyet Sabataycılara zarar verebilir mi? Verebilir.

Masonlar homojen bir grup mudur? Kesinlikle değildir. Türkiye'de dört ayrı çeşit Mason teşkilâtı vardır. Bir kısmı Allah'ın Yüce Mimarına inanır, ateistleri aralarına almaz. Bir kısmı ise ateist veya agnostiktir. Aralarında düşmanlık ve gerginlik vardır. Yakın tarihte Masonların birbirine ettiğini kimse etmemiştir.

Millî Gazete

Şu Selaniklilerin Müslümanlara Ettikleri
Mehmet Şevket Eygi
15 Nisan 2011

Selanikliler işi o kadar ileriye götürdüler ki, dindar ve koyu Müslüman olmayı bile suç saydılar, kötü gördüler.

Halkın elbette Müslüman olmaya hakkı vardı ama bu Müslümanlığa bir sınır çizmişlerdi.

Kimlik kartının din hanesine İslam yazılmasına göz yumuyorlar, ölülerin yıkanıp kefenlenmesini ve camiye getirilip cenaze namazı kılınmasına bir şey demiyorlar ama "dinciliği" ülke ve devlet için büyük hatta birinci tehdit ve tehlike olarak görüyorlardı.

O kadar mantıksız, tutarsız, dengesiz idiler ki, Müslümanlığı şu veya bu kadar kabul eder göründükleri halde İslam hükümlerinin tamamı olan Şeriat'a amansız düşmanlık yapıyorlardı.

Elbette din ve inanç hürriyeti vardı ama Müslümanlar devletten bağımsız medreseler açarak gerçek din alimi yetiştiremezlerdi.

Müslümanlar dergah, tekke, zaviyeler açarak zikrullah yapamazlardı.

Müslümanlar kızlarını tesettür kıyafetiyle okullara göndere- mezlerdi.

Onlar bikini mayolarla plajlarda, mini eteklerle kamu alanlarında fink atabilirler ama başı eşarplı bir kadın doktor, yine başı kapalı bir kadın avukat mesleğini bu kıyafetle icra edemezdi.

Bir ara işi o kadar azıttılar ki, imamlara bile bozuk düzene sadık kalıp hizmet edeceklerine dair resmi yeminler ettirdiler. (Halen devam ediyor...)

Kadınlara haysiyet kazandıran tesettürü öcü gibi gösterirken, fahişelere TC başlıklı resmi vesikalar verilmesini, bu resmi fuhuştan KDV ve gelir vergisi alınmasını bir kere bile protesto etmediler.

Namaz kılan, hanımlarının başları örtülü olan en çalışkan, en başarılı, en dürüst, en vatansever bazı memurları bile, bütün birikmiş haklarını çizerek, yargı yolu kapalı olarak işten atıp perişan ettiler.

Yurt dışında tahsil görmüş, yabancı dil bilen, kültürlü bir hanımı, seçimi kazanmış olmasına rağmen sırf başı örtülü olduğu için Meclis'e sokmadılar, olmadık hakaretler savurdular, eşkıyalık yaptılar, milli iradeyi ayaklar altına aldılar.

Resmi ideolojiyi İslam'a zıt bir din haline getirdiler.

Yıllar boyu laiklik terörü yaptılar.

Komünist Partisi kurulmasına izin verilmiş olduğu halde, İslam partisi kurulmasına izin verdirtmediler.

Taksim meydanında kocaman bir kilise var, ona bir şey demediler, Müslümanlar orada münasip bir yere cami yaptırtmaya kalkınca "Taksim meydanı laik ve Atatürkçü bir meydandır, oraya cami yapılamaz!.." diye delice direndiler. Sanki Müslümanlar Moskova'da Kızıl Meydan'a cami yaptırtmak istiyorlardı.

Velhasıl bu memlekette çoğunluğu oluşturan Müslümanlara ikinci sınıf vatandaş, sömürge yerlisi, parya muamelesi yaptılar.

Müslümanlara gerçek demokrasiyi layık görmüyorlardı.

Müslüman halk vesayet sistemi altında yaşatılmalıydı.

Müslümanlara gerçek cumhuriyet hakkı verilemezdi.

Dindarlığın da bir hududu vardı.

Musalli Müslümanlar potansiyel tehdit ve tehlikeydi.

Müslüman olunabilirdi ama musalli değil, musalla Müslümanı olunabilirdi.

Masonlar localarda Mason ayini yapabilirdi ama Müslümanlar tekkelerde zikrullah yapamazdı.

İhtiyar kadıncağızlar, taşra halkı, okumamışlar başlarını örtebilirdi ama dindar üniversite profesörleri, dindar avukatlar, dindar memureler, dindar öğretmenler başlarını örtemezdi.

M. Kemal Paşa'nın ölümünden sonra resmi bir ideoloji türettiler ve Müslüman halka nefes aldırmadılar.

Okullara göstermelik, aldatmalık din dersleri koydular.

İslam'ı büsbütün yok edememişlerdi ya, öyleyse dinde reform, dinde yenilik, dinde değişim, Fazlurrahmancılık, BOP'çuluk, ılımlı İslam numaralarıyla işlerine gelen özel ve yapay bir İslam çıkartacaklardı.

Onların maskelerini çıkartın, altından cascavlak Moiz Kohen Tekin Alp'ler çıkacaktır.

Onların ana prensiplerinden biri "Benzeme benzettir".

Maalesef bir kısım Müslümanları kendilerine benzettiler.

Selanikliler bir yandan, benzetilmişler öte yandan Müslümanlara kan kusturuyorlar.

Müslüman kesimin yüzde kaçı bu anlattıklarımı şuurlu bir şekilde biliyor.

Bilenleri, uyanık olanları tebrik ediyorum.

Millî Gazete

KİM BU SELANİKLİ DÖNMELER
06.07.2011
California Üniversitesi Tarih Doçenti Marc David Boer’in “Selanikli Dönmeler” kitabı Doğan Kitap’tan geçtiğimiz günlerde çıktı. Boer kitabında, son yıllarda Türkiye’de çok tartışılan Sebatayizm konusuna akademik bir perspektif sunuyor.
Sabetay Sevi’nin, 16 Ekim 1666’da Edirne Sarayı Köşkü’nde önüne sunulan seçeneklerde ölüm ile din değiştirme arasından ikincisini seçmeysiyle başlayan kitapta Selanikli Dönmeler’in hikayesi ikinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar ele alınıyor. Sabetayizmin üç mezhebi olan Kapancılar, Karakaşlar ve Yakubiler kitapta hem bir birinden ayrılan hem de ortaklaştıran yönleriyle irdeleniyor. Yazar, “dönme dini” olarak ifade ettiği yeni dini, Yahudilik’ten ve İslam’dan farklı bir yapı olarak tarif ediyor. Her üç mezhebin farklı oranlarda olmak kaydıyla İslam şemsiyesi altında ancak bambaşka bir yorumla kendini devam ettirdiğini anlatan Boer, sanılanın aksine Sebatayistler’in Selanik’te seküler değil İslami bir görüntü verdiğini iddia ediyor. Karakaşlar’ın Bektaşi tekkelerinde, Kapancılar’ın Mevlevi Dergahları’nda etkili olduğunu söyleyen Boer, Yakubi kolunun ise İslam ile çok örtüşen grup olduğunu ifade ediyor.
Dönmelerin Selanik’te kurduğu Feyziye Mektebi(Karakaşlar), Terakki Mektebi(Kapancılar) gibi okulları kitap ayrıntılarıyla ele alıyor. Dönmelerin başta kendi adetleriyle ibadetlerini sürdürdükleri Selanik’teki Yeni Camii ve Teşvikiye Camii mimarı olarak irdeleniyor. Grubun bürokrasi ve sosyal yapıdaki kast yapısı, içevlilikleri, yayınları, ekonomik ilişkisi ayrıntısıyla değerlendiriliyor. Dönmelerin 1908 Devrimi, İttihat Terakki örgütlenmesi, Cumhuriyet’in kuruluşu ve mübadele dönemlerindeki rolleri de kitapta irdeleniyor.
Boer, kitapta Cumhuriyet döneminde 1923-1939 arasında Dönmeler üzerinde basında süren tartışmalar da kitapta yer alıyor. Karakaşzade Mehmet Rüştü’nün dönmeleri hedef alan açıklamaları, Binbaşı Sadık’ın buna karşı dönmeleri savunan tezleri, Yakubi Dönmesi Ahmet Emin Yalman ve Kapancı Sabiha Sertel’in konuya ilişkin yazıları, bir karakaş okulunda (Bakırköy Yatılı Kız Okulu) müdür olan İbrahim Alaettin Gövsa’nın “Sabatay Sevi: İzmirli meşhur sahte mesih hakkında tarihi ve içtimai tetkik tecrübesi” isimli kitabı, Cumhuriyet Gazetesi ve Yunus Nadi’nin Sabiha Serel ve Ahmet Emin Yalman’ı dönmelik üzerinden hedef alması ayrıntılı olarak işleniyor. Boer, Selanikli Dönmeleri’in gömüldüğü Bülbülderesi Mezarlığı’ndaki Karakaş ve Kapancı bölümlerini; Maçka ve Feriköy’deki Mezarlıklar’da Yakubi mezarlarını da mercek altına alıyor. Mezar taşları üzerinden değerlendirmelerde bulunuyor.
Kitabın elbette eksiklikleride var. Boer’e göre dönmeler Cumhuriyet döneminde adeta eriyor. Yazara göre İkinci Dünya Savaşı2nın ardından dönmeler büyük oranda geleneklerini terkediyor. Boer, bunu dönmelerin kendilerini artık Seküler Cumhuriyet içinde yokolabilecekleri kavrayışına ve devletin asimilasyon politikasına bağlıyor. (..).

Odatv.com
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş May 19, 2010 9:43 pm    Mesaj konusu: Odatv’nin İslâm ve Müslümanlarla ilgili hazımsızlığı Alıntıyla Cevap Gönder

Odatv’nin İslâm ve Müslümanlarla ilgili hazımsızlığının gerçek sebebi nedir-1-

Ertuğrul Horasanlı



Muhalif bir duruşu var...

Eyvallah...

Zaman zaman çok kaliteli analiz, yorum ve değerlendirmeler yayınlanıyor...

Faydalanıyoruz...

İlginç haberlere yer veriyor...

Okuyoruz...

Muhalif seslerin birbir susturulduğu...

Muhalif medya kuruluşlarının ya satın alınarak, ya içleri boşaltılarak yandaş hale getirildiği dehşetli bir kuşatma sürecinde...

“Muhalif olsun da çamurdan olsun”a fit olmuş vaziyette, Soner Yalçın’ın o şizofrenik/benbilirimci/kendine aşık hallerini bile sineye çekiyoruz... (*)

Ama kardeşim...

İki de bir, bu ülkenin iki büyük demografik unsuru olan Türkler ve Kürtleri saçma sapan kurgularla aslında Yahudi kökenli olduklarına inandırmak için çok özel/çılgınca bir gayretkeşlik gösterilmesini ne anlıyor ne de tahammül edilir buluyoruz...

Hastalık yeni değil...

Neredeyse 100 yıllık bayat bir hikâye: Dünyayı Yahudiler ve Masonlar yönetiyor...

On yılı aşkın bir zamandır da İnternette çeşitli ortamlarda sıcak tartışmalara konu oluyor...

Bu tartışmalarda kullanılan malzemeyi toplayarak üzerine birşeyler daha ilave edip kitaplaştıranlar da var...

İnnernetin o başıbozuk ortamında, her türlü hastalıklı fikre karşı duran, bu hastalığın yayılmasını engellemeye çalışan derviş ruhlu temiz yürekli insanlar olduğu gibi...

Her türlü sapık/sapkın/abuk subuk/ ipe sapagelmez hastalıklı fikirleri azdırarak hastalığı sirayet ettirmeye çalışan ve “bu iş” için özel olarak eğitilmiş oldukları anlaşılan psikolojik harp uzmanları da şeytanın avukatlığını canla başla yapıyorlardı...

Bir çok yerde bozguna uğratıldıkları, püskürtüldükleri halde bunlar hala görev başındalar...

Hastalığı yaygınlaştırmak için durmaksızın çalışıyorlar...

OdaTV de zaman zaman bu fikirlere hamilik/sponsorluk/yataklık yapıyor..

“Bunu niçin yapıyor?” ayrı bir bahis...

Bu bayat ve saçma hikâyenin halkı müslüman bir ülkede müşteri bulması ise başka bir garabet...

İslâm itikadının neredeyse ilk basamağı “mülkün/kainatın tek sahibinin Allah olduğu”na inanmaktır.

Mülkün tek gerçek sahibi olan Allah, aynı zamanda “tek hüküm sahibidir” de...

Yani?

O’nun mülkün de, O ne derse o olur...

Mülkü, mülkün sahibi yönetmeyecek de kim yönetecek?

Haaa..

Mülkün Sahibi, Mülkün’ün Dünya isimli bölümündeki bir kısım işlerin yönetimini “halife” sıfatıyla ve bazı kayıt ve şartlarla İNSAN’a emanet etmiştir ama...

“İNSAN nedir? Kime İNSAN derler?” bahislerine hiç girmeyelim(**) de mevzu dağılmasın...

Kısaca bir müslüman dünyayı Yahudiler ve/veya Masonların yönettiğine nasıl inanır?..

Böyle bir iman şirk/ortak koşmak olmaz mı?

Bugünün dünyasında böyleyle bir görüntü, algı, emare varsa bu Mülk ve Hüküm Sahibi’nin buna izin vermesi sonucudur...

İzni veren bu izni her zaman iptal de edebilir...

Dünyayı yönetmeye muktedir olmak için ne lâzım?

Güç ve kuvvet...

Dönelim yine İslâm itikadına: Yegâne güç ve kuvvet sahibi kimdir?

Allah’tır...

Kullar, ancak onun izni ve o işi yapacak güç ve kuvveti bahşetmesiyle iş görebilir...

O zaman da dünyayı kim yönetiyor görünürse görünsün...

Yaptığı şeyi ancak O’nun izni ve o işi yapacak güç ve kuvveti kendisine vermesiyle yapıyordur...

Ki...

Burada yapana değil yaptırana bakmak lâzım gelir...

Kendine izin, güç ve kuvvet verilenler bu işi doğru veya yanlış yapabilirler...

Emanet olarak verilen her izin ile bunu yapacak güç ve kuvvetin doğru kullanılmaması halinde bunu yapanların sorumlu olacağı, sonunda kendilerinden hesap sorulacağı da bu ilişkinin tabiî sonucudur...

Yahudilerin ve/veya Masonların dünyayı yönetmeye çalışmaları ayrı bir şey bunu fiilen yaptıklarına inanmak ayrı şey...

İşte İsrail’in durumu ortada...

Bırakın dünyayı yönetmeyi..

Yarın orada varolup olmayacağı bile şüpheli...

Bütün saldırganca gayreti sadece o toprak parçası üzerinde tutunmaya çalışmak için...

Orada kendi güvenliğini bile sağlayamamış İsrail mi Dünyayı yönetiyor?

Kelin merhemi olsa başına sürecek...

Haa...

Yönetmek istemiyor mu?

İstiyor...

Ve bunun Allah tarafından kendilerine bahşedilmiş bir hak olduğuna inanıyor mu?

İnanıyor...

Peki...

Bütün dünyadaki gizli, açık Yahudilerin toplam nüfusu kaç?

18 milyon...

Dünyanın toplam nüfusu kaç 6,5 milyar...

Bu 18 milyon, bu 6,5 milyarı nasıl yönetecek?

Bir akıllı adam çıksın önce bunu anlatsın...

Mevzuyu hurafelerden, şehir efsanelerinden, mavallardan, martavallardan ayırıp gerçeklere doğru sürdüğünüzde...

Hikâye başlıyor...

-Aslında Türkler de Kürtler de Yahudi asıllı...

Hadi ya?

-Bak hazara Türklerine... Barzan yöresindeki Yahudi Kürtlere...

Yahu ırken Yahudi olmakla, dinen Musevî olmayı birbirinden ayıramıyacak kadar ebleh misin?

Her peygamber bütün insanlığa gelmiştir...

İnsanlardan bazıları gelen peygamberlere tabi olmuş, bazıları olmamıştır...

Olanlara Müslüman, olmayanlara kâfir denilir...

Müslümamın da kâfirin de her ırktan olanı vardır...

Hazret-i Musa geldiğinde bütün ırklardan ona tabi olan müminler olduğu gibi bütün ırklardan ona tabi olmayan münkirler de olmuştur.

Bu arada Türklerden de Kürtlerden de Hazret-i Musa’ya tabi olan şanslı müminler elbette vardır.

Bunlar ırken Yahudi değil dinen Musevîdirler..

Nitekim Yahudi Hahamlar Hazret-i Musa’ın getirdiği kitab olan Tevrat’ı tahrif edince (İçinden bazı şeyleri çıkarıp, bazı şeyleri ekleyip bazı şeyleri de değiştirince) yoldan çıkmışlardır...

Bundan sonra Hz. İsa gelmiş sapkın Yahudilerin tahrif ettiği inanç sistemini aslına döndürmüş ve yeni bozulmamış bir kitap getirmiştir.

Hazret-i İsa’nın davetini her ırktan benimseyen müminler olduğu gibi her Irktan reddeden münkirler de olmuştur...

O yüzden Türkleri ve Kürtlerin geçmişlerinde İsevî olma bahtiyarlığına ermiş olanlar olduğu gibi tahrif edilmiş olan museviliğe inanmaya devam edenler de olmuş veya şamanlık, putperestlik, ateşperestlik veya ateistliği tercih edenler de olmuştur...

Neticede İsevîlik inanç sistematiği ve bu sistemin İlahî kitabı İncil de yine Yahudier tarafından tahrif edilmiştir...

Sonrası Malûm: Hz. Adem’le başlayan hak din İslâmiyet peygamberler boyunca kavimlerden “doğru yol”u isteyenlerce benimsene benimsene, istemeyenlerce reddedile edile Son Peygamber’e kadar gelmiş ve O’na vahyolunan Kur’an-ı Kerim’le “son ve mükemmel” şeklini alarak hükmü kıyamete kadar baki olmak üzere fert fert bütün insanlığa ve kavim kavim bütün kavimlere tebliğ olunmuştur...

Bu çerçevede Türkler ve Kürtlerin büyük çoğunluğu “tebliğ olunan”a eksiksiz ve fazlasız olarak iman ederek müslüman olma şerefine nail olmuştur...

Zaten aslolan bu seçimdir...

Kişi ırkını seçemez ama imanını kendi seçer...

İslâm öyle bir inanç sistemidir ki; kişinin mensup olduğu ırk her ne olursa olsun, müslüman olduğu andan itibaren, soyuna sopuna ve geçmişte neler yaptığına bakılmaksızın diğer müslümanlarla KARDEŞ olur...

Tabiî ki ırkında bir hakikati var ve bu hakikatin hakkı da İslâm tarafından teslim edilmiştir: “Kişi kavmini sevmekle kınanamaz”

Bu uzun girizgâhı niçin yaptık?

“Delinin biri kuyuya bir taş atarmış, kırk akıllı insan bunu çıkaramazmış” ya...

Odatv’nin kuyuya attığı son taş olan "BABANZADELER" başlıklı yazıyı kuyudan çıkarmaya çalışacak “kırk akıllı”ya belki bir katkımız olur ümidiyle, konu ile ilgili düşündüklerimizi aktarmaya çalışacağız...
Uzun bir yazı olacağa benziyor haberiniz olsun...

Dipnot:

*Fatma Sibel Yüksek’ten samimî bir odatv eleştirisi: “Oda Tv, gelişmelerin kamuoyuna tek yanlı aktarıldığı bir medya ortamında önemli bir islev görmekte ve bizlere madalyonun diğer yüzünü göstermeye çalışmaktadır Kuru muhalefet değil habercilik yapıyorlar, önemli özel haberlere imza atıyorlar. (..) Ancak son zamanlarda kendilerine yakışmayacak bir tarz tutturdular. Bir “Biz yazmıştıkçılık” basladı. Neredeyse her haberin üstüne “Oda Tv yazdı, böyle oldu” ibaresini konduruyorlar. Bunu yapınca gerçekten öyle bile olsa, inanın olayın hiçbir değeri, hiç bir saygınlığı kalmıyor. Oda Tv’nin bu etkisini bırakın okuyucu takdir etsin. Siz yazdınız diye mukadderat değişmişse hayat bunu eninde sonunda kabul edecektir. Iddialı başlıkların altına rutin haberler veya sıradan yorumlar yazarak “tıklatma” hilesine başvurmak da Oda Tv’ye yakışmıyor. Maalesef bunu sık yapmaya basladilar.” Kaynak: Açık İstihbarat

** İnsan nedir/kimdir? Sorusunu merak edenler Salih Mirzabeyoğlu’nun İbda Yayınevi tarafından yayınlanan şu eserlerine bakabilir:
Madde Nedir?
İman Ve Tefekkür
İnsan (Erkek Ve Kadın)
İnsan (Büyük Doğu-İBDA) I - II


İbda yayınevi için: http://www.ibdayayinlari.com/


(Devam edecek)
Sıradış

Bu yazının devıamı için tıklayın:
http://entellektuel.s4.bizhat.com/posting.php?mode=editpost&p=3712

Boğaz'daki Aşiret
Prof. Dr. Anıl Çeçen
10.05.2011



Mahmut Çetin’nin 1997 yılında yayınlamış olduğu kitabında bir büyük ailenin İstanbul Boğazı kıyısındaki serüvenini anlatmaktadır.

"Boğaz'daki Aşiret" isimli bu kitabında yazar Polonya göçmeni Yahudi asıllı bir yabancı ailenin, sülale boyutundaki Boğaz macerasını dile getirmektedir. Osmanlı İmparatorluğuna göç ettikten sonra Mustafa Celalettin Paşa adını alan Polonyalı Konstantin Borzecki merkezli Polonyalı Yahudi ailesinin Lehistan’dan kalkıp gelerek Osmanlı ülkesine yerleşmesi, İstanbul Boğazının kıyılarında kendilerine bir gelecek kurmaları, hem Osmanlı İmparatorluğunun hem de Türkiye Cumhuriyetinin tarihinde önemli bir yere sahiptir.

Bu nedenle yazar kitabına Boğaz'daki aşiret adını vermiş ve bu sülalenin her alanda çıkardığı meşhur ve önemli kişilerin hayatını kitabiyle Türk kamuoyunun dikkatlerine sunmuştur. Boğaz'daki Aşiret zaman içerisin de büyüyerek her alanda önemli insanlar yetiştirmiş ve Türk devletlerinin yaşamında önde gelen bir yere sahip olmuştur.

1848 ihtilalleri Avrupa ülkelerini yakından sarsarken Avusturya, Macaristan İmparatorluğu ile beraber Lehistan krallığında da devrimci gelişimler olmuş ama kısa süren karışıklık dönemlerinden sonra krallar tahtlarına sahip çıkınca, Fransız ihtilalini gerçekleştiren kadrolar gibi saltanat ve hükümdarlık yönetimlerine son vermek isteyen devrimci kadrolar, kendi ülkelerinde bir devrimle ulus devlete geçebilmenin kavgasını yapmışlar ama başarısız kalınca, ülkelerini terk eden Osmanlı imparatorluğuna sığınmışlardır.

1830 ihtilalleri daha çok bir ulus devlet kurmaya dönük olmasına rağmen 1848 ihtilallerinde sosyalist düzen arayışları öne çıkmıştır. Ne var ki, bu gibi devrimci girişimler sonuçsuz kalınca elebaşları Osmanlı ülkesine demir atarak canlarını kurtarmışlardır. Konstantin Borzecki ve sülalesi de bu dönemde ülke değiştirmişler ve Mustafa Celalettin Paşa sülalesi konumuna gelmişlerdir. Asya ve Avrupa kıtaları arasındaki merkez bölgedeki devlet olduğu içindir ki, Osmanlı İmparatorluğu döneminde ve daha sonra da göç eden aileler, isim değiştiren sülaleler ve dinlerinden ya da etnik kökenlerinden dönen zengin ye aydın kesimler fazlasıyla görülmüştür.

Rus işgali sonrasında Polonya’dan kaçan başka bazı aileler de Beykoz'un arkalarında Polonezköy’ü kurarak bu bölgeye yerleşmişlerdir.

Boğaz’daki Aşiret bir buçuk yüzyılı geçen zaman diliminde, Osmanlı ve Türk devlet yaşamında bir çok önemli kişiyi Türkiye'ye kazandırmıştır.

Mustafa Celalettin Paşa’nın oğlu Hasan Enver Paşa, Nazım Hikmet, TKP kurucusu Zeki Baştımar, Orgeneral Turgut Sunalp, yazar Refik Erduran, Oktay Rıfat, Samih Rıfat gibi yazarlar, Orgeneral Ali Fuat Cebesoy, Mehmet Ali Aybar, Rasih Nuri İleri, Nihat Sargın, Celal Nuri İleri, Suphu Nuri İleri, Abidin Dino, Namık Kemal, Abdin Paşa, Numan ve Nermin Menemencioğlu, Halikarnas Balıkçısı, Şirin Devrim, Prof.Dr .Suna Kili, futbolcu Sabri Dino, Ali Niyazi ve benzeri bir çok tanınmış isim, Borzenski sülalesinden gelen Polonya asıllı olup, daha sonraları Boğaz’daki Aşiret üyeleri olarak Türk toplum ve siyaset yaşamında önde gelen roller oynamışlardır.

İmparatorluktan, Cumhuriyete geçerken ve Batı dünyasından modernizm Türkiye'ye gelirken, bu gibi göçmen ve dönme ailelerin öncülük ve taşıyıcılık görevi üstelendikleri görülmüştür.

Boğaz'daki Aşiret, bir kitabın adı ve o kitaba adını veren bir ailenin tanımlamasıdır ama, günümüzde İstanbul Boğazının kıyılarında yaşayan beş bin aileye verilen ortak isim haline de gelmiş durumdadır. TÜSİAD’a üye olan beş yüz zengin işadamı aileleriyle beraber yaşadığı İstanbul Boğazı o kesimin akrabalarıyla birlikte zaman içerisinde yeni bir Boğaz Aşireti yaratmıştır.

Boğazın kıyısını yalayan sulara kapısı açılan yalıların sahipleri ile İstanbul Boğaz’ının en güzel manzaralarına sahip o tepelerin üslerindeki villalarda yaşayanlar, günümüzün Boğaz Aşiretinin uzantılarıdır.

İstanbul Boğazı gibi cennet bir bölgeyi kendi aralarında parselleyenler, Boğazların korunmasıyla ilgili mevzuatı hiçe sayarak, her geçen gün daha fazla yayılmaktalar, dönem dönem aldıkları inşaat izinleriyle, dükalıklarını pekiştirmektedirler. İstanbul’u aynı zamanda borsa ve sermaye merkezi konumuna getiren Boğazdaki yeni aşiret, İstanbul üzerinden bütün Türkiye'yi yönetebilmenin arayışı içindedir.

Sahip oldukları para gücüyle önlerine çıkan her şeyi satın almaktan çekinmeyen Boğaz Aşireti, aynı zamanda bütün basın ve medya organlarını da satın alarak, özel çıkarları doğrultusunda bunları kullanmaktan çekinmemektedirler. Para gücü medya gücüne dönüşürken, aynı zamanda siyaseti yönlendirmekte ve aşiretin çıkarlarına uygun düşen yeni siyasi modeller ya da politikalar, Boğaz kıyısındaki yalılardan ortaya çıkmaktadır.

Aşiret, Boğaz kıyısında rüzgarların serinliğinde, kendisini serin devlet olarak derin devletin yerine koymakta, insanın kanını donduran bir çok uçuk fikir ya da öneri, Boğaz Aşiretinin çıkarları doğrultusunda serin devletin üyeleri tarafından serin kanlıkla dile getirilerek savunulabilmektedir.

Borzensky sülalesi ile başlayan bu gelenek yeni transfer edilen yeni yetme zenginlerle desteklenmekte ve giderek Türkiye Cumhuriyetinin geleceği ile oynamaya kadar varan sorumsuzluklar ağı, kıyı boyunca genişlemektedir. Türk milletinin ve devletinin açıkça kaderini belirleyen kararlar Boğaz kıyısında alınmakta, daha sonra bu kararlar patronlar aracılığı ile siyaset sahnesindeki aktörlere dikte edilmektedir.

İstanbul Boğazında yaşayan beş bin zengin aile Boğazdaki Aşiret olarak, Türk milletinin ve devletinin kaderini belirleme hakkını ve yetkisini açıkça kendisinde görebilmektedir. TÜSİAD üyesi beş yüz zengin işadamının ötesinde, bunların yerli ve yabancı ortakları da devreye girmekler ve aşiret bağları para ilişkileriyle giderek genişlemektedir. Bu durum, Boğazdaki Aşiret üzerinde fazlasıyla heyecan yaratmakta ve zamanla kendilerini Bizans ya da Osmanlı İmparatorluğunun merkezinde hissettirmeye başlamaktadırlar.

Emperyalizm, bu durumu fark edince hemen Yeni Bizans, Yeni Osmanlı projelerini, Boğazdaki Aşireti taşeron yerine koyarak gündeme getirmiştir. Her türlü ortaklığa razı olan aşiret mensupları, bu projelerin kendi ülkelerinin ulusal çıkarına uygun olup olmadığına dikkat etmeden, dışarıdan gelen bütün önerilere balıklama atlamakta ve yabancıların Türkiye'deki temsilciliğini hiç kimselere bırakmamaktadırlar.

Para gücü ve ortaklıklar her türlü hedefi ve bu yoldaki girişimleri mubah hale getirmektedir. Bir anlamda vahşi kapitalizmin Makyavelist yol ve yöntemleri, Boğazdaki yeni yetme aşiret için geçerli olmakta, yabancıların emperyalist ya da Siyonist önerilerine bile hemen angaje olmaktadır. Boğazın iki kıyısını sarmış olan para babalarından oluşan yeni kapitalist aşiret her yönü ile mütareke İstanbul'unu günümüzde başarıyla temsil etmektedir.

Mütareke İstanbul’u teslim olan başkent demektir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiliz donanmasının İstanbul Boğazına girmesiyle birlikte, Boğazdaki aşiret ve benzerleri hemen teslim olmuşlar ve İngiliz ya da Amerikan mandası altında yeni bir Bizans İmparatorluğunu, Almanya ve Rus saldırılarına karşı gerçekleştirmek için çaba göstermişlerdir. Rumlar İngiliz. Ermeniler, Fransız mandası ararken, Yahudiler de geleceğin müstakbel İsrail projesini gerçekleştirebilmek üzere, Amerikan mandası peşinde koşmuşlardır.

Mütareke İstanbul'u aslında; gayrimüslim kimliğinin öne çıktığı, Türklüğü ve Müslümanlığın devre dışı bırakıldığı bir işbirlikçiliğini gerçekleştirmiştir. Mütareke İstanbul'u geleneği bugün Boğaz'daki Aşiret aracılığı ile İstanbul'da devam etmektedir. Dün Ulusal Kurtuluş Savaşının önderi Mustafa Kemal'e çapulcu diyen Mütareke İstanbul’unun teslim olmuşları, bugün de Türkiye’nin çıkarlarını savunan milliyetçileri ve de ulusalcıları gericilik ya da faşistlikle suçlamakta ve böylece kendi liberal işbirlikçiliklerini mazur göstermeğe çalışmaktadırlar. Basın ve medya köşelerini sermayeye satılarak dolduran, bunların temsilcileri ekonomik çıkarlar uğruna ulusal çıkarları devre dışı bırakabilmenin yollarını aramaktadırlar.

İstanbul Boğazı’nın güzelliklerini, sahip oldukları para gücüyle satın alan Boğaz'daki Aşiret, yine para gücüyle Türkiye'yi ve Türk milletinin kaderini, uluslararası tekelci sermayenin desteği ile satın almağa çalışmaktadır. Misakı Milli sınırları içinde yaşayan Türk ulusunu tanımazlığa gelen, kozmopolit bir yapı içinde yeniden bir Bizans oluşturma özlemindeki misyoner kuruluşlarıyla ortak çalışmaları gündeme getiren Boğaz'daki gayrimüslim Aşiret’in, Türkiye Cumhuriyeti’nin kaderi ile oynamağa hakkı yoktur.

Türk ulusunun bir milli kurtuluş savaşı vererek kurduğu Türk devleti, Yani Bizans özlemi içindeki misyoner kuruluşlarının çalışmalarının oyun alanı değildir. Çok uluslu şirketlerin önderliğinde gündeme gelen yabancı dayatmalarının giderek Türkiye'ye egemen olmasında, Boğazdaki Aşiret fazlasıyla taşeronluk yapmaktadır. Bu durum da Türkiye'nin ulusal çıkarlarına açıkça ters düşmektedir. Bir anlamda Boğaz'daki Aşiretin çıkarları ile Türk milletinin ulusal çıkarları birbiriyle ters düşmektedir. Boğaz'daki Aşiret Türklüğü ve Türk olmayı reddetmiş ve tıpkı eskisi gibi Bizans döneminin kozmopolit yapısı içinde, gayrimüslim bir kimliğin geleceğini aramıştır. Boğaz'daki Aşiret'in, Ulusal Kurtuluş Savaşını küçük gören, Türk milletini dışlayan, Ankara'daki Türk devletini yok sayan olumsuz tutumları davam ettiği sürece, Türkiye’de yaşayan insan topluluğunun ulusal bütünleşmesini gerçekleştirmek son derece zor olacaktır.

Küreselleşme dönemiyle birlikte, Boğaz’daki Aşiret'in tarihten gelen gayrimüslim ve gayri Türk tutumu, giderek yükselme göstermiştir. Sahip oldukları para gücüyle, İstanbul basınını Bizans medyasına dönüştürmüşler ve her yönü ile Türkiye’nin ulusal kimliği ile ulus devletine saldırıyı, bir alışkanlık haline getirmişlerdir.

Kendi içlerinden seçtikleri bazı temsilcileri ya da para ile satın aldıkları bazı Türk vatandaşlarını siyasete yönlendirerek onları finanse etmişler ve son dönemlerde anti ulusal siyasetinin oluşmasında, emperyalist merkezlerle birlikte Boğaz'daki Aşiret ortak hareket etmiştir. Basın ve medya ile halkı uyuşturma dönemi artık son noktasına gelmiştir.

Eskisi gibi kapitalist sistemin çıkarları doğrultusunda halkı uyutamayacağını gören Boğaz'daki Aşiret mensupları, Türkiye'yi bir iç çatışma ortamına sürükleme senaryolarını destekleyerek, kapalı toplantılarda halkın bilinçlenmesini sağlayan demokrasiye karşı çıkarak, sermaye çevrelerinin çıkarlarını koruyacak ve onlara bekçilik yapacak bir diktatörlüğün arayışı içine girmektedir.

Türk ulusu; Cumhuriyet devleti ve demokrasi rejimi ile kendi geleceğini güvenceye alma çabası içindeyken, Boğaz’daki Aşiret’in kendi zenginliklerinin peşinde koşması ve bunların korunması için bekçilik yapacak bir diktatörlüğün arayışı içine girmesi, yine Türkiye'nin ulusal çıkarlarına ve Türk demokrasisine ters düşen bir durumdur. Misakı Milli sınırları içinde, Boğaz'daki Aşiret'in değil ama Türk milletinin ulusal egemenliği geçerli olmalıdır.

Önümüzdeki dönemde; ya Türk milleti yeniden egemen olacak ve Boğazdaki Aişret’in çıkarları sınırlanacak ya da Boğazdaki Aşiret, küresel sermaye ile ortaklık içerisinde hegemonyasını artıracak, bunun sonunda Türk devleti ve milleti sıkıntı çekmeye devam edecektir. Türk devletinin güçlenmesi ve Türk milletinin mutlu bir düzene kavuşa bilmesi için; Bozaz’daki Aşiret’in anayasa ve yasal çerçevede denetim altına alınması gerekmektedir.

Açık İstihbarat

KİM BU EJDER?
23 Haziran 2011



"(darbeler) ...Peki, karar verici bunlar (askerler) değilse kim, dediğinizi duyar gibiyim. Hepsine hükmeden, sözünü dinleten kim gerçekten? Kod adı Ejder!.."
Önce Avni Özgürel daha sonra Taha Kıvanç sordu... Kim bu Ejder?

İnan Kıraç'ın merkezinde yer aldığı "seçim tahmini polemiği" seçimler öncesinin en önemli polemiklerinden biriydi. Kıraç'ın 12 Haziran seçimleri ile ilgili tahmininin medyada yer bulmasıyla başlayan polemik, Başbakan Erdoğan'ın "Bir işadamının bu işlere bulaşması ciddi risktir" sözleriyle yeni bir boyut kazanmıştı.

Dünkü Hürriyet gazetesinde yer alan habere göre ise İnan Kıraç, bu polemik sonrasında, 9 Haziran günü AK Parti Genel Merkezi'ne giderek Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'la görüştü. Bu görüşme kulislere "helalleşme" olarak yansıdı.

1,5 SAAT BEKLEDİ ÖZÜR DİLEDİ

Bugün Takvim gazetesinde yer alan haber ise görüşmenin arka planını ortaya çıkarttı. Görüşmek için AK Parti Genel merkezine giden İnan Kıraç, burada Başbakan'ın Özel Kalem'inde tam 1,5 saat bekletildi.

Kıraç görüşmede, "CHP kazanacak" gibi bir sözünün olmadığını belirterek işadamları olarak böyle bir siyasi tartışmanın içine girmelerinin yanlış olacağını söyledi. Kıraç'ın ardından da Başbakan'dan özür dilediği bildirildi.

"NE OLDUM DEMEMELİ"

Bugün köşesinde bu konuya değinen bir başka gazeteci ise Zaman gazetesinden Taha Kıvanç oldu. "Ne oldum dememeli..." başlıklı yazısında konuya değinen Kıvanç satırlarını şöyle sürdürdü, "Hürriyet'in dünkü manşetine göre, İnan Kıraç helâlleşmiş Tayyip Bey'le... Ziyaret sırasında sadece 'yerli oto' konusunu mu konuşmuşlardır acaba? Merakı galip gelip "Böyle bir iddiaya girmek nereden çıktı İnan Bey?" sorusunu da yöneltmiş olabilir mi Başbakan Erdoğan?

Ya da, Vatan'dan Sanem Altan'ın gündeme taşıdığı, suikasta kurban girmiş basın mensuplarından Çetin Emeç'in eşinin, "Katili yakalandı, ama mahkum edilenin gerçek katil olduğunu sanmıyorum" dediğini öğrenince, "Bitmiş, kapanmış bir konuyu niçin açıyorsun?" diye azarlamak için telefon etmesinin sebebini sorgulamış mıdır? Dostlardan bazıları "Helâlleşmek için önce özür dilenmeli" görüşündeler; ben farklı düşünüyorum... Ama merakların karşılıklı tatmini için vesiledir önemli bir işadamının seçimden güçlenerek çıkmış iktidar partisinin lideriyle görüşmesi..."

Taha Kıvanç'ın yazısının son satırları ise şu şekildeydi: "Dün Radikal gazetesinde Avni Özgürel 'Ejder' adını verdiği birinden söz ediyordu. İlk karşılaştığımızda "Ejder de kim?" diye sormayı düşünüyorum. "

KİM BU EJDER?

Taha Kıvanç'ın sözünü ettiği Radikal gazetesinden Avni Özgürel'in dünkü köşesinin başlığı ise "Ejder yine kendini göstermeye başladı."

Özgürel'in, "Yeni CHP’nin inşası ve anayasa referandumu sürecinde yüzünü örten şapkayı, simasını perdeleyen gözlüğünü çıkarmasıyla varlığı hissedilmeye" başladı dediği Ejder, yine Özgürel'e göre seçim öncesinde "CHP'ye inancı giderek arttı. Genel seçimde Kılıçdaroğlu'nun yanında yer alacaktı."

Özgürel'in yazısının asıl vurucu kısmı ise şuydu: "(darbeler) ...Peki, karar verici bunlar (askerler) değilse kim, dediğinizi duyar gibiyim. Hepsine hükmeden, sözünü dinleten kim gerçekten? Kod adı Ejder!.."

Radikal Yazarı Avni Özgürel'in "Ejder yine kendini göstermeye başladı" başlıklı yazısı:

Olayları izahta iki farklı yaklaşım var... Bunlardan biri, görünene bakıp hükme varmak. İsabet oranı fazla yüksek olmayan, ancak pratik, çabuk, zahmetsiz bir yol bu. Hemen örnekleyeyim: 1972’de Sofya’ya kaçırılan THY yolcuları uçakta rehin tutulurken, hosteslerden biri silahlı eylemciyi başına metal tepsi vurmak suretiyle etkisiz hale getirmiş ve olayın sonlanmasını sağlamıştı. O an fotoğraflanıp olayı bilmeyenlere gösterilse ve “Burada saldırgan kim” diye sorulsa alınacak cevap, görünüşe bakarak hükme varmak dediğim durumdur... Abdi İpekçi’yi öldüren kişinin ülkücü camiaya mensup olduğunu öğrenince bunu yeterli sayan, kanaate varmak için daha ötesini araştırmaya gerek görmeyen tavırdan söz ediyorum.

Kestirme yolları seviyoruz

Türkiye’nin gerçeği, bu anlayıştan kaynaklanan hüküm listemizin hayli kabarık olmasıdır.

Turgut Özal’a suikast düzenleyen kişinin ruh hastası olduğunu belgeleyen rapora itibar etmek, Hrant Dink suikastı, Rahip Santoro cinayeti, Zirve Kitabevi katliamı ve benzeri hadiselerde faillerin tamamının 18 yaş eşiğinde yani çocuk mahkemesinde yargılanması gereken kişiler olmasını tesadüf saymak türünden hükümlerdir sözünü ettiklerim... Ya da ‘laik rejimin elden gittiği, şeriat tehlikesinin tırmandığı, Atatürk’ün emaneti cumhuriyet, devrimler ve çağdaş yaşam tarzının tehdit altında olduğu’ gerekçesine dayandırılarak sunulan askeri darbe seçeneğini ‘Madem durum bu denli vahim...’ diyerek makul görmek gibi.

Netice: Yanılgı!..

Darbeleri sahnede duran üç-beş generalin arzusu/ eseri/ marifeti zannetmek de –şayet gerisinde gerçeği perdeleme kastı yok ise- işte böylesi bir kestirmecilik! Tıpkı, fırsat ele geçtiğinde söz konusu kişileri yargı önüne çıkarmak için yapılan gösterilerin, boş vakitleri eylem yaparak değerlendirme arzusunun siyaset kalıbına dökülmesinden farkı olmadığı gibi.

Senaryosunu yazdığım ‘Zincirbozan’ sinema filmi bu sığlığa itirazdı..
Peki, gerçek sorumlu kim? Yani darbecilerin arkasında gölgede duranlar kim?
Bu sorunun cevabını ararken işaret parmağımızın gösterdiği iki hedeften biri Washington... Yani uluslararası sisteme hükmeden; ekonomik/siyasi/askeri güç dünyasının isimli isimsiz patronları ve onlar adına sahnenin önünde fotoğraf veren Beyaz Saray/Pentagon/CIA üçlüsü...

Bunlar hakkında doğru/yanlış/komplo teorisi vs. ama hayli şey yazıldı.
Darbelerin yerli ayağı konusuna gelince, bilinen sadece üniformalı takımın kendi arasındaki ilişki... İktidar Oyunu’nda bir oranda yazdım ama ötesi hâlâ sır... Ergenekon soruşturması dolayısıyla ortaya çıkan delil ve işaretler sebebiyle tutuklanmış kimi üst düzey muvazzaf/emekli subayın, akıl hocası mevkiinde görünen birkaç siyasetçi, gazeteci, akademisyen ya da hukukçuyu çarkı kuran/kontrol eden kişiler zannetmek akla ziyan...

Gazetelerde okudunuz... Kenan Evren, Tahsin Şahinkaya 12 Eylül 1980 darbesi konusunda ifadeye çağrıldılar. Önemsiz mi bu? Önemli. Eski 1. Ordu Komutanı Org. Çetin Doğan’ın, eski Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Fırtına’nın, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’in ve çok sayıda emekli/muvazzaf subayın tutuklanması da önemli... Ama unutulmaması gereken bir husus var: Bunlar geçmişte hangi mevkii işgal etmiş olurlarsa olsunlar, kendi başlarına ne karar verme ne darbe yapma ehliyetine/kabiliyetine sahip kişiler...

Esas karar verici

Peki, karar verici bunlar değilse kim, dediğinizi duyar gibiyim. Hepsine hükmeden, sözünü dinleten kim gerçekten?

Kod adı Ejder!.. Aslında siyasetle fazla ilgili olduğunu düşünmediğimiz, farklı konumda, farklı ilgileriyle tanıdığımız biri o. Siyaset sahnesinde siluetini yakın zamanda görmeye başladık... Görünmek istediğinden, bilinmekte sakınca görmediğinden değil. Siyasi haber ve yazılarda adının anılması, en son isteyeceği şeydi onun. Ama hem arkasına saklandığı güç katmanları yırtıldıkça yüzü seçilir oldu hem de varlığını göstermesi, kendisine inananların beklediği moral destek açısından kaçınılmaz hale geldi...

Yeni CHP’nin inşası ve anayasa referandumu sürecinde yüzünü örten şapkayı, simasını perdeleyen gözlüğünü çıkarmasıyla varlığı hissedilmeye başladı. Yarışı kazanamayacağını biliyordu Kılıçdaroğlu’nun ama apar topar sokulduğu yarışta yeteneklerini sınamak istedi onun. Medya desteğinde stabil/steril bir ortam oluşturdu onun için... Kamuoyunda düşüncesine, sözüne itibar edilen kim varsa elini/dilini tuttu. Ahalinin evet’le hayır arasında kıl payı denge olduğuna inandırılmasının, sonucu nasıl etkileyeceğini görmek istiyordu. TOBB, TÜSİAD, Türk-İş, DİSK... Sustular!.. Tayyip Erdoğan’ın ‘Bitaraf olan bertaraf olur’ zorlamasına rağmen hiçbiri hizayı bozmadı. Hepsine sözünü geçirmişti Ejder!.. Ve seçmenin yüzde 42’si ‘Hayır’ dedi. Ona göre bu iyi neticeydi. Başa güreşecek kıvama geldiğini düşündüğü CHP’ye inancı giderek artıyordu... Genel seçimde Kılıçdaroğlu’nun yanında yer alacaktı!..

Seçim umudu tutmadı

Kim bu, diyorsunuz. Söyledim, tanıdığınız, iyi bildiğiniz biri o... Bilmediğiniz, siyasetle bu denli ilgili olduğu... Hani, 2001’de birileri hükümetteki varlığına ihtiyaç kalmadığını düşündükleri MHP’yi koalisyondan atıp DSP ve ANAP’ın yanına Tansu Çiller’i yerleştirerek hükümet etme planı yaparlarken cürmü meşhut halinde yakalanmışlardı. Kurguyu yapan kişi o... Yurtbank patronu Ali Balkaner’in mahkeme ifadesinde “Bizler 18 büyük aileyiz. Hepimizin bağlı olduğu bir başkanımız var. 18 büyük aile bir havuz oluşturduk. Tüm ekonomi bunların elinde toplanıyor. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nı manipüle eden kişi, bizim bağlı olduğumuz başkanımızdır. Tokyo Borsası’nda 800 milyon dolar kaybetti, bana mısın demedi” diye tarif ettiği kişi...

Seçim neticesi beklediği gibi olmadı Ejder’in... CHP yüzde 26’da kaldı. Oysa Kılıçdaroğlu’nun yüzde 30’u aşacağını ummuştu o. Tablo beklediği gibi çıksa asker bürokrasinin sesini yükseltmek için cesaret kazanacağını, Silivri’de rahatlama olacağını, AK Parti, özellikle Tayyip Erdoğan için tehlike çanları çalmaya başlayacağını hesaplamıştı. Olmadı!..

Bu durumda yıldı, gözü korktu, pes etti mi derseniz, elbette hayır!.. Çılgın proje yapmak sadece siyasetçilere mahsus ayrıcalık değil. Ayının kırk hikâyesi var, kırkı da armut üstüne!..

aktifhaber
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ÇÖPLÜK Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com