EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Neden Atatürk filmi yapılamaz

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> SİNEMA-TV-TİYATRO
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Mar 07, 2010 9:44 pm    Mesaj konusu: Neden Atatürk filmi yapılamaz Alıntıyla Cevap Gönder

Gürkan Hacır
gurkan.hacir@aksam.com.tr
Neden Atatürk filmi yapılamaz

'Mustafa' furyası yeni bitmişti ki 'Veda' tartışması başladı. Eleştiriler yağmur gibi geldi. Peki biz neden doğru dürüst bir Atatürk filmi çekemiyoruz? Ya da soruyu doğru soralım. Dört başı mamur bir Atatürk filmi çekilebilir mi? Bence çekilemez. En azından şimdilik...
1 -Gerçek bir Atatürk biyografisine halen sahip değiliz
Atatürk'ün ölümünün üzerinden 72 yıl geçti. Halen gerçekçi bir biyografisine sahip değiliz. Bir ülkenin kurucusu, en büyük önderi hakkında neden dört dörtlük bir biyografi yazılmaz. Düşünün Atatürk'ün daha doğum gününü bile bilmiyoruz. Bir sohbetinde söylediği sözden hareketle sembolik 19 Mayıs tarihini kabul ediyoruz. Babasının fotoğrafının o bilinen fotoğraf olmadığını bizzat kendisi Falih Rıfkı Atay'a söylemişti. 'Bu adam babama hiç benzemiyor, bari benzeyen birini bulsaydınız.' Doğum yeri ise tam bir muamma. Selanik değil Manastır olduğu bugün yeni yeni konuşuluyor. Selanik'teki o ünlü evin sembolik olduğu artık kabul ediliyor. Bu son tartışmalar olmasa üvey babası Ragıp Bey'den çoğu kimse haberdar değildi. Ve üvey kardeşi Rukiye'yi daha sonra yanına evlatlık olarak aldığını kimse bilmiyordu. Ona tıpatıp benzeyen manevi oğlu Abdürrahim Tunçak mevzusu ise hiç tartışılmadı. Yıllarca yanından ayırmadığı Abdürrahim Bey yakın zamanda hayatını kaybetti. Sorup soruşturmadık. Üvey babası Ragıp'ın yeğeni Fikriye'nin intihar ettiği öğretildi yıllarca. Oysa yaver Rusuhi Bey tarafından vurulduğu konuşuluyor. Sahi Fikriye Hanım intihar ettiyse neden mezar yerini bilmiyoruz? Atatürk'ün annesiyle ilişkisi çok çalkantılıdır. Hem büyük bir sevgi hem de nefret ilişkisi vardır. Annesinin cenazesine katılmayışına 'işleri çoktu' savunması komiktir. Hadi işleri çoktu diyelim ama şu bilgiyi bize verecek biyografi neden yok. Zübeyde Hanım 14 Ocak 1923'te hayata gözlerini yumdu. Mustafa Kemal Paşa, tam 15 gün sonra 29 Ocak 1923'te Bursa'da şampanyalar patlatarak evliliğe adım attı. Annesinin baskın karakteriyle hiçbir zaman yıldızı barışmadı. Latife Hanım'dan boşanmasına hiç girmiyorum. Halen Tokat'ta, Atatürk'ün ayağını masanın altından başka kadına uzatma masalına inanmaya devam edelim. Veya Livaneli'nin filmindeki gibi askerlerle konuşması üzerine sinirlenen Latife Hanım'ın sinir krizi hikayesine... Bu kadar sırlarla dolu bir hayat üzerine sağlıklı bir Cumhuriyet inşa edilebilir mi? Hem her şeyi ona havale edeceksiniz hem de onu tam manasıyla tanımayacaksınız. Ben 'insan' Atatürk'ü arıyorum. Zaaflarıyla, korkularıyla kahramanlıklarıyla Mustafa Kemal'i...
2- Normalleştiremedik, mucizelere inanmak istiyoruz
Bİz Türkler hep mucizelere inandık.
Alpaslan'ın 400 aslanıyla Anadoluya girişi mucizeydi. Fatih Sultan Mehmet bir mucizeyi başardı ve gemileri karadan Haliç'e indirdi. Çanakkale, Sakarya mucizenin dikalasıydı. Bu yüzden 'Şu Çılgın Türkler' adlı safsatalarla dolu kitap milyonlarca sattı! Kimse gerçeği öğrenmek istemedi, sorgulamadı. Doğru 'Şu Çılgın Türkler' bir mucizeydi, ama kitabın satış mucizesi. Yokluklar içinde bir avuç Türk, düvel-i muazzamayı dize getiriyordu. Bayıldık... Ama gerçekten öyle miydi? Bir kere Çanakkale ile Kurtuluş savaşını birbirinden ayırmamız gerekiyor. Kurtuluş Savaşı, Çanakkale'ye bakınca çok çok küçük bir savaştır. Kurtuluş Savaşı'ndaki esaslı kapışmamız sadece Yunanlılarla olmuştur. Fransızlarla İtalyanlarla hep çete savaşları yapıldı. Demirci Mehmet Efe ve sonradan hain ilan ettiğimiz Çerkez Ethem, çete savaşlarının öncüleriydiler. Tarihimizi tek kişiye indirgemek bizi büyültmez, sadece çocuklaştırır. Mustafa Kemal 19 Mayıs'ta Samsun'a çıktı diye başlayan bir tarih yazımı, masalsıdır. Gazi'nin ittihatçılarla
nasıl boğuştuğunu, Sivas'ta reisliği almak için
Rauf Bey ve ekibiyle nasıl mücadele ettiğini anlatmadan hangi duygusallıktan bahsedebiliriz. Atatürk'ün mucizesini arıyorsanız bu Sivas'tadır.
3- Nutku, resmi tarihin en temel metni olarak kabul ettik
Cumhuriyetimizin resmi tarihinin temel metinini 'Nutuk' oluşturur. Ama Atatürk'ün 1927'de kaleme aldığı Nutuk da tarihi değerinden daha çok siyasi bir metin olarak algılanmalıdır. 1926'da (Gazi'ye suikast davasıyla) İttihatçı temizliği yapılmış, Osmanlı ile yarım kalan hesaplaşma tamamlanmış, Atatürk'ün tüm bu olan biteni açıklama ihtiyacından doğmuştur. 1927 Nutku siyasi bir cevap metnidir. Oysa biz ne yapıyoruz? O metni esas alarak bütün tarihimizi yazmaya soyunuyoruz. Haliyle yanıltıcı oluyor. Atatürk ilk kez 1927 sonunda İstanbul'a gitti unutmayalım. Atatürk döneminin insanlarının hatıraları ise oldukça dikkatli okumaya muhtaçtır. Sadece bir kişinin anılarından yola çıkarsanız sonunuz felaket olur. (Livaneli gibi yaveri ve çocukluk arkadaşı diye Salih Bozok'u baz alırsanız, durum Veda'daki gibi olur.) Hangi hatırayı nasıl okumanız gerektiğini, kimden ne alacağınızı bilmelisiniz. Örneğin Ali Fuat Cebesoy'un hatıraları yazıldığı yıllara göre şekil değiştirir. Anılar ya Atatürk'ün etkisinde kalanların ya da tam düşmanlarının yazdıklarıdır. Rıza Nur'u okuyarak Atatürk'ten nefret edebilirsiniz veya Hasan Rıza Soyak'ın anılarını okuyarak mistik bir Atatürk'le karşılaşabilirsiniz. Her ne kadar yaşadığı dönemde 'Atatürk'ün dili' dense de Falih Rıfkı'nın yazdığı Çankaya (dikkatli okumak şartıyla) en sağlam kitaptır. Bir de bana en samimi gelen uşağı Cemal Granda'nın anılarıdır. O kadar saf bir adamdır ki Granda içinde hiçbir şey saklamaz, olduğu gibi anlatır.
4- Sadece kurucu önder ve tarihi bir şahsiyet olsaydı işimiz kolay olurdu
Atatürk bizim için sadece kurucu önder ve tarihi bir şahsiyetten ibaret değildir. Öyle olsa işimiz kolaydı. Ama Atatürk bizim kurucu doktrinimizin adıdır. Bu ülkede modernleşmenin, çağdaş eğitimin adıdır. Karlofça'dan beri parçalana parçalana küçülen bir milletin son büyük çıkışının adıdır. Atatürk bizim yaşam gustomuzdur. Onun gibi giyinebilen ve giydiği üzerine bu kadar yakışan bir başka lider gördünüz mü? Pelerinli fotoğraflarını bir hatırlayın. Ve sonraki siyasi liderlerimizi
bir de pelerinle düşünün... Mesela Turgut Özal'ı... Boyları hemen hemen aynıydı. Atatürk bir köy çocuğuydu ama bir salon adamı olarak hayatını tamamladı. Centilmendi.
Parlak bir zeka, kusursuz bir stratejist, bir zamanlama dehasıdır. Aynı zamanda kararlı bir devlet adamıdır. Gerektiğinde en yakın arkadaşlarını bile harcamaktan çekinmeyen sert bir otoritedir. Tüm bunların ötesinde Atatürk
bizim kuruluş felsefemizin adıdır. Onun zaafları eksiklikleri
açmazları sanki 80 yıllık Cumhuriyetimizin eksikleriymiş gibi algılanıyor. O zaman Atatürk'te tartışılamaz kalıyor.
5- Sinemamız, tarihi filmi layıkıyla çekebilecek düzeyde değil
Hakkıyla tarihi bir film çekebildik mi? Bir kere buna uygun bütçeyi Türk sinemasının bulması zor. Dahası Hollywood gibi yaratıcı sinema unsurlarını bir araya getirecek bir sinema sektörümüz yok. Kadrajı kadar olan bir sinemamız var. Bir Truva, bir Braveheart veya Titanic gibi yapımlar bizden çok uzak. Ama bunun için öncelikle net, düzgün, çocuksuluktan arındırılmış bir tarihe ihtiyacımız var. 'Bir millet uyanıyor'dan daha iyisini çekemedik. Çünkü izleyici anlatılan hikayeyi inandırıcı bulmuyor. Düşünsenize 2010 yılındayız, Hollywood Avatar'ı çekerek hayal dünyasına müdahale ediyor, biz ise halen daha birdirbir oynarken eğilmeyen çocuk tiplemesiyle uğraşıyoruz. Daha büyük kahramanlık hikayemiz olan Çanakkale'yi bile çekemedik. Edirne'nin geri alınması , Balkan göçü, Sarıkamış önümüzde duruyor. Birine devlet el atsa ya... Küçücük İsrail mağdur imajını nasıl yarattı sanıyorsunuz? Kusursuz soykırım filmleriyle...
Şu yaptığımız Atatürk filmlerine bir bakın... Sinemasal olarak binbir hatayı bir tarafa bırakın... Oyuncunun Kemal Paşa'ya benzeyip benzememesi hiç önemli değil, yarattığımız karakteri eğer tanımasak korku filmi zannedebiliriz. Çünkü gerçek değil. Sahici değil, ayakları yere basmıyor. İlkokul kitaplarından bu yana bu anlatıma alışık olan izleyici de haliyle soğuk soğuk beyaz perdeye bakıyor. Bir de Atatürk'ü çocukluğundan başlayıp hayatının tamamını anlatma telaşı var ki insan sormadan edemiyor? Niye? Atatürk'ün hayatından bir kesit alamaz mısınız? Örneğin ittihatçılardan mühürü kaptığı Sivas Kongresi'ndeki büyük kapışma günlerini veya milli mücadeleye çıkmadan İstanbul'da geçirdiği 6 ayı anlatan bir film ne güzel olur... Başlı başına aşkları bile mükemmel bir film olabilir.
SONUÇ: YÜZLEŞMEK GEREK
İŞte bu sebeplerden layıkıyla bir Atatürk filmi çekilemez. Çünkü henüz kendi tarihimizi bilmiyoruz, yüzleşmedik. İdeolojik kamplaşmanın toz bulutu içinde, 'Mustafa' veya 'Veda'yı izleyerek sadece bir kısım mahir girişimcilerin kariyer ve ticari hesaplarına alet oluyoruz, o kadar.
Durun..! Şimdi daha kötüsü ve karikatürize olanı geliyor. Turgut Özakman'ın 'Dersimiz Atatürk' önümüzdeki günlerde vizyona giriyor. Asıl felaket orada. Atatürk filmi çekmek için önce çıkarsız ve dürüst bir geçmişe sahip olmak, kendini bu ülkeye ve Cumhuriyetimize sadakatle bağlı hissetmek, tarihimizi harf harf sökmüş olmak gerek. Hakikatin ipine sarılmak gerek. Gerçeğin yakıcı etkisinden de çekinmemek gerek. Sonrası kolay. O filme ruh da verilir, canda...

Kaynak: http://www.aksam.com.tr/2010/03/07/yazar/16564/gurkan_hacir/neden_ataturk_filmi_yapilamaz.html

Gürkan Hacır/Akşam
Atatürk'ün intihar eden manevi kızı Zehra Aylin

Zehra Aylin, Paris ekspresine bindi. Tren Amiens Gölü yakınlarındaki istasyona varmak üzereyken içinin daraldığını söyledi. Pencereye yanaştı ve ne olduysa o an oldu. Bir rivayete göre dengesini kaybedip düştü, bir diğerine göre ise intihar etti
Geçtiğimiz hafta henüz Atatürk'ün doğru düzgün biyografisine sahip değiliz diye yazmıştım. O halde iş başa düştü. Atamızın bilinmeyen yaşamına ilişkin küçük bir katkı sunmak şart oldu. Atatürk'ün manevi kızları denince aklımıza bu dünyadan göçmüş olan Sabiha Gökçen, Afet İnan Hanımlar ve halen hayatta olan Ülkü Adatepe Hanımefendiler gelir. Ama Atatürk'ün manevi evlatları bu isimlerle sınırlı değildi. Rukiye, Zühre, Ömer, Afife, Nebile, Sığırtmaç Mustafa, Abdurrahim Tunçak ve Zehra Aylin...
Hemen hiçbiri hakkında doğru dürüst bilgimiz yok. Ne yaptılar? Nasıl bir hayat sürdüler? Kimle evlendiler? Çocukları oldu mu? Hiçbir şey bilmiyoruz... Dedim ya ulu önderimiz Atatürk'ü artık Selanik-Samsun tarih tekerlemelerinden kurtarmamız lazım...
Mesela evlatlıklar arasında da akraba evlilikleri oldu mu?
Ama şu bilgiler elimizde. Atatürk'ün üvey babası Ragıp Bey'in kızı Rukiye ise Atatürk'ün manevi evladı oldu. Aslında Rukiye Hanım Atatürk'ün üvey kardeşiydi. Kendine manevi evlat yaptı.
Zübeyde Hanım'ın evlatlığı Vasfiye Hanım ile Fransızca öğretmeni Tahsin Çukurluoğlu'nun kızları olan Ülkü Hanım (Adatepe) da Atatürk'ün evlatlığı
oldu. Yani Ülkü Hanım'ın annesi Vasfiye Hanım Zübeyde Hanım'ın evlatlığıydı, kendisinde Mustafa Kemal'in evlatlığı oldu.
Ülkü Hanım ilk evliliğini kiminle yaptı? Manevi evlatlardan Sabiha (Gökçen) Hanım'ın amcasının oğlu üsteğmen Fethi Doğançay ile. Bu evlilikten iki çocuk dünyaya geldi ama kısa sürdü. Ülkü Hanım, Fethi Bey'le evliyken gönlünü bir Musevi gence kaptırdı. Hemen eşinden boşandı. İkinci evliliğini tüccarlık yapan Musevi asıllı Yeşua Bensusen'le yaptı...! Bu evlilik büyük tepki topladı. Atatürk'ün kızı bir Yahudi'yle evlenemezdi! Tepkiler üzerine Yeşua Bensusen adını Yaşar Bensu olarak değiştirdi. Ama nikahtanda da vazgeçmediler. Milli Türk Talebe Birliği Atatürk'ün miras haklarının Ülkü Hanım'dan alınması için gösteriler yaptı... Tepkiler hem Atatürk'ün kızının bir Musevi'yle evlenmesi hem de kendinden genç bir gençle evlenmesi yüzündendi.
Neyse konumuz bu değil...!
Zehra Aylin'e gelelim.
Atatürk onu bir Dar-ül Eytam (yetim) yurdu ziyaretinde tanıdı. Yetim çocuklardan 8-9 yaşındaki bir kız çocuğu dikkatini çekmiş ve bu kara kaşlı kara gözlü bu kıza adını sormuştu. Küçük kız Zehra diye cevap verdi. Atatürk 'benimle gelir misin' diye ekledi. Zehra başını öne eğdi. Atatürk'ü tam olarak tanımıyordu. Olur, diye mırıldandı. Zehra Aylin için ondan sonra Çankaya günleri başladı. Babasını Çanakkale savaşında kaybetmişti. Babasının adı Mehmet’ti. Amasyalı'ydılar. Zehra Aylin babasını hiç hatırlamıyordu.
Çankaya'da diğer evlatlıklar arasında en çok Rukiye (Erkin) ve Sabiha (Gökçen) ile anlaşıyordu. İçine kapanık biraz da dalgın bir yapısı vardı. İlkokulu Çankaya Köşkü'nde okudu. Orta eğitim için Atatürk'ün isteği üzerine Arnavutköy Kız Koleji'ne gönderildi. Edebiyata ilgisi vardı. Bunu öğretmenleri de fark etmişti. Zehra Aylin'in edebiyatta yetenekli olduğu bilgisi Atatürk'e ulaştırıldı. Gazi, yaz tatillerinde Zehra Aylin'le uzun edebiyat sohbetleri yapıyordu. Ama eğitimini daha da geliştirmesi için yurtdışına gitmesi gerektiğini söylüyordu. 'Ben Afet'le tarih, Zehra'yla edebiyat konuşacağım' diyordu.
Zehra'nın bir diğer ilgi alanı da havacılık olmuştu. Sabiha ile beraber havacılık eğitimi almak istiyordu ama bu merakı yarım kaldı. Tahsil için İngiltere'nin yolunu tuttu. Londra'da eğitime başladı. Ama bir şartla... Yaz tatillerinde Türkiye'ye gelecekti.
1935 yılında neler oldu peki? Burada duralım.
Zehra Aylin, o yıl Türkiye'ye dönmek istiyor muydu?
Anlatılanlara bakılırsa
Londra'da adaptasyon sorunu yaşıyordu ve Türkiye'ye dönmeyi arzuluyordu. Peki nasıl
yola çıktı? Önce gemiyle Manş Denizi'ni aşıp Paris'e gelecek oradan da Paris Ekspres'iyle Türkiye'ye demiryoluyla varacaktı. Ama ona eşlik eden birisi vardı. Londra Büyükelçimiz Fethi
Okyar...!
Şimdi şu soru ortalık yerde duruyor. Neden Londra
büyükelçimiz trenle eşlik etsin. Ali Fethi Bey yaz tatiline gidecek Atatürk'ün manevi kızını neden bu kadar kontrol altında
tutmaya çalışsın.
Neyse...
Zehra Aylin Paris ekspresine bindi. Tren Amiens Gölü kıyılarındaki istasyona varmak üzereyken içinin daraldığını, midesinin bulandığını söyledi ve kompartımandan çıkıp koridordaki pencereye yanaştı. İşte ne olduysa o anda oldu. Bir anlatıma göre dengesini kaybedip hareket halindeki trenden düştü, bir diğer versiyona göre de intihar etti...
Zehra Aylin oracıkta yaşamını yitirmişti. Tren biraz ileride durduktan sonra herkes Zehra'nın yanına koştu, ama cansız bedeniyle karşılaştılar.
Fransız gazeteleri haberi 'Atatürk'ün kızı ve Osmanlı tahtının varisi intihar etti', şeklinde verdiler. Atatürk, olayın fazla konuşulmasını istemedi. Ama yine de Türkiye'de çıkan bazı gazeteler küçük bir haber olarak yer verdiler. Ama hepsi Zehra
Aylin'in ölümünü bir tren kazası olarak duyurdular.
Zehra Aylin'in talihsizliği ölümüyle de bitmedi.
Zehra Aylin için ilk tören Amiens'te yapıldı. Ama bir kilisede...! Ardından cenaze Paris'e gönderildi. Burada Paris Büyükelçisi Suat Davas vardı ve Paris Belediye Başkanı da ona eşlik ediyordu. Kalabalık bir katılımla düzenlenen ikinci törenin ardından Zehra Aylin'in naaşı 'Teofil Gotye' vapuru ile Türkiye'ye yollandı.
Ancak ilginçtir,Türkiye'de beklendiği gibi bir cenaze töreni düzenlenmedi. Hatta cenazeyi Galata Limanı'nda karşılayan bile olmadı. Defin işlmlerine devlet ricalinden kimse katılmadı.
Cenaze Teşvikiye sağlık yurduna götürüldü. İstanbul Valisi
Muhittin Üstündağ naaşı buradan alıp sessiz sedasız bir şekilde Maçka mezarlığına gömdü.
(Zehra Aylin'in hikayesini araştırdığım yıllarda mezarını bulabilmek için birkaç kez Maçka mezarlığına gittim. Ama mezar yeri belli olmadığı için bulamadım.)
Zehra Aylin'in yetimhanede başlayan trajik hikayesi mezarı bile belli olmayan bir istirahatgahta son bulmuştu.

Şimdi şu soruları sormak zorunlu...
1- Zehra Aylin devletin önem verdiği biri değilse neden Londra büyükelçimiz Türkiye dönüşünde ona trenle eşlik ediyor?
2- Yok eğer çok önemliyse ve kazayla öldüyse neden cenaze töreni düzenlenmiyor?
3- Fransızlar, Müslüman bir ülkenin mensubunun cenazesinde hangi bilgiye dayanarak kilisede tören düzenliyorlar?
4- Zehra Aylin'in, Amasya'da siyaset yapan akrabalarına, Atatürk'ün hissedarı olduğu için İşbankası'ndan bir ödeme yapıldı mı?

Bu soruların cevabı araştırmacılarını bekliyor... Dedim ya ulu önderimiz Atatürk'ümüzün daha nesini biliyoruz ki, evlatlıklarını bilelim.
Notlar: Zehra Aylin'in bu talihsiz hikayesini araştırdığım yıllarda yardımlarını esirgemeyen ve Amasya bağlantısını kurmamda yardımcı olan Amasya tarihi konusunda uzman sayın Hüseyin Menç'e teşekkür ederim.
Bu konuyla ilgili olarak Zehra Aylin'in yakın arkadaşı Atamızın diğer manevi kızı Sabiha Gökçen'in intihar iddialarını yalanladığını da belirtmeliyim.
Akşam

Gündemde üç film, bir Atatürk
AVNİ ÖZGÜREL
21/03/2010

Atatürk’ün hayatını konu alan filmler birbiri ardına vizyona girerken Atatürk’ün siyasi hayatı çok farklı düşüncelerle yapılabilecek çalışmalara uygundur. Milli Mücadele içindeki Atatürk farklıdır, Cumhuriyetin inşasında farklı, 1930 sonrası farklıdır.



Tarihe yön veren insanlar üzerine yazılmış binlerce öykü/roman, çekilmiş yüzlerce sinema filmi var. Biz ise henüz destan/kahraman geleneğinin izinde Kara Murat hattındayız. Atatürk bir yana uzak/yakın tarihe kenarından köşesinden şimdilik sadece kalem dokundurmuş sayılırız. Ama iki senede üç Atatürk filmi çekmiş olmak kimilerine cilayı yenilemek gibi görülse de farklı bir şeyler söylemek istediğimizin işareti olabilir

Kısa bir süre önce bir yazı vesilesiyle Atatürk’ü iç dünyası tahliliyle tanımak isteyenlere dünyaca ünlü psikiyatrist Prof. Vamık Volkan’ın Türkiye’de yayınlanırken birkaç paragrafı/sayfası sansürlenmiş olan Ölümsüz Atatürk adlı eserini önermiştim. Bundan ibaret değil elbette Falih Rıfkı’nın ‘Çankaya’sı ve ‘Atatürk’ün Bana Anlattıkları’ türünden birkaç önemli kaynak, Varlık Yayınları’nın neşrettiği özel mektupları, hizmetlisi Cemal Granda’nın anıları da var.
Son iki senede Can Dündar’ın belgesel formundaki ‘Mustafa’sından başlayarak iki sinema filmi daha çıktı.
Zülfü Livaneli ‘Veda’sı ve Hamdi Alkan’ın ‘Dersimiz Atatürk’ü.
Mustafa hakkında ben dahil pek çok kişi yazdı, eleştirdik. Tarzı farklıydı, canlandırmalar efekt düzeyinde kullanılmıştı, kimi yanlış kabullerle görselleştirilmiş Can Dündar makalesi sayılabilirdi ‘Mustafa’. Ama kabul etmek lazım ki alışılagelmişten farklı tellere dokunuyordu Dündar. Belki de sadece dokunup elini çekmesinden, o tellerde gezinmeye cesaret edememişliğin oluşturduğu karanlık noktalardan kaynaklanıyordu ‘Mustafa’ya itirazlar.
‘Veda’ ve ‘Dersimiz Atatürk’ ise sinema olmaktan ziyade ilköğretim ders kitaplarında Atatürk bahsinin görselleştirilmiş hali düzeyinin ötesine geçememiş oldukları yorumlarıyla eleştiri oklarının hedefi.
Anladığım kadarıyla ‘Dersimiz Atatürk’ün görsel okul kitabı olmanın ötesinde bir iddiası zaten yok. Eldeki bildik belgesel görüntü ve fotoğraflara biraz da özensiz canlandırmalar eklenmiş; o kadar. ‘Veda’ya gelince film başarılı makyaj, kostüm dokusuna, kimi karakterleri canlandıran sanatçıların oyunculuk yeteneklerine rağmen Livaneli’nin mesleki ilişkileri dolayısıyla fazla köpürtülüp kışkırtılmış ilgi, dolayısıyla dozu kaçmış PR çalışması sonucu kendi yükselttiği çıtanın altında kaldı.

Hangi Atatürk?



Oysa Türkiye Cumhuriyeti’ne vücut veren siyasi iradenin kaynağındaki isim olarak Atatürk’ün siyasi hayatı genel kabulün aksine biribirinden çok farklı düşüncelerle yapılabilecek çalışmalara kapı açmaya uygundur.
Milli Mücadele içindeki Mustafa Kemal farklıdır, Cumhuriyet’in inşa sürecindeki farklı, 1935 sonrası farklıdır. Eskişehir’de Zağnos Paşa Camii’nde hutbe okuyan ‘Kanun-u Esasi Kuran’ı azimü şandır’ diyen, BMM’nin açılışını cuma günü denk getirip o gün Türkiye’nin bütün camilerinde hatim kıraat edilmesini tamim eden de Mustafa Kemal’dir; imzasını koymadığı, Afet İnan’a dikte ettirdiği Medeni Bilgiler’de ‘Türk yalnız tabiatı takdis eder’ diyen de. Elmalılı Hamdi Yazır’a kendi tahsisatından ödeme yaptırıp ünlü Hak Dini, Kuran Dili tefsirini yazdıran, Anadolu Alevilerinin kendisini mehdi ilan etmelerine itibar etmeyip Diyanet’in Sünni/Hanefi mezhebi ve Maturidi itikadı üzerine inşası emrini veren de odur.
Benzer örnekleri Güneş Dil ve Tarih teorileri konusunda verebiliriz; keza dilde öz Türkçeleşme akımına, musikide Batı formlarının benimsenmesine öncülük edip kol kanat gerişinin ardından kendi ruh dünyasını yansıtan yerli tınılara sarılışını.
Sanırım sıkıntı Atatürk söz konusu olduğunda senarist ve yönetmenlerin onu her cephesiyle anlatma telaşından kaynaklanıyor. Hem çocuk, hem asker, hem kumandan, hem devrimci, hem âşık, hem eş, hem arkadaş, siyasetçi, devlet kurucusu, hatip, dilci, tarihçi. Bunların hepsini 110 dakikada ve bir defada anlatmaya sinema sanatı müsait değil. Rahmetli Şevket Süreyya Aydemir üç ciltlik ‘Tek Adam’ı yazdıktan sonra “Hiç zahmetsiz iki cilt daha yazabilirdim” diyor. Kuşkusuz yazabilirdi. Kemal Tahir’in tarih okumalarıyla yazdıklarının birkaç katı Tarih Notları var.
Sinema ise yan öyküleri dışlamayan ama tek bir öykü üzerinde yapılan bir sanat. ‘Mustafa’ gibi, ‘Veda’ da, ‘Dersimiz Atatürk’ de her şeyin anlatma derdinde iddia taşıyan yapımlar. Zaman kısıtlaması, anlaşılabilir mali sınırlamalar dolayısıyla bazı şeyleri anlatmaktan sarfınazar eden, anlattıkları çok şeyin ise hepsine biraz değinip geçmek zorunda kalan çalışmalar.
Oysa Atatürk, gerek özel gerekse siyasi hayatında nadiren çalıntı zamanlarda neşelenmiş, güvensizlik çemberinden çıkamamış, hayal kırıklıkları ve kader anları sarmalı pençesinde, yaşamış, özellikle yaşamının son iki senesinde portresi resmedilenin ötesinde çok farklı çizilebilecek bir lider. Sadece hastalığı süreci bile Ankara ve İstanbul cephesiyle bakıldığında başlı başına bir gerilim.
Radikal

FİLMLERİ BİZİ MUSTAFA KEMAL’DEN UZAKLAŞTIRIYOR
Nuran Yıldız
nuran@nuranyildiz.com


01.04.2010 13:26
Karakter boyutu :
Üst üste Mustafa Kemal’e dair filmler çekildi. Çekiliyor. Kârlı bir sektör olduğunu “Mustafa” filminin gösterime girdiği günlerde yazmıştım.

Sonuçta her “değer”in parasal bir başka değerle takaslandığı ve üstelik bu değer takasının kutsal sayıldığı günlerde değil miyiz?

Vitrinlerde fiyat etiketleriyle oturan karakterlerin makbul olduğu günler…

Çelişki… Mustafa Kemal fikirlerinin olumsuzlanmasının “değer bulan politika” sayıldığı günlerde, O’nun görüntülerine boğulmuşluğumuz…

“Gösteri çağı” dedikleri tam da bu. Gösteriye seyirci koltuğundan dahil edildiğimiz sürece (en iyi birey izleyici bireydir mantığında) aktör olmamızın imkanı yok.

Cnbc-e’de izlediğimiz “Prisoner” (Mahkum) dizisinde olduğu gibi en makbul olanlarımız sayılarla ifadeye itiraz etmeyenlerimiz oluyor.

Konunun Mustafa Kemal filmleriyle ilgisine gelince…

Bu şaşalı, kötü, sıradan, pahalı filmlerle içimizdeki Mustafa Kemal’i dışımızdaki perdeye yansıtma çabası bir tür yabancılaşmayı da doğuruyor.

Hep “içimizde”, “aklımızda” olduğuna inandığımızın “dışımızda”lığa dönüşümünü izliyoruz perdede… İzleyelim de… O dışımızda üretileni beğenmemizi, alkışlamamızı istiyor olmaları can sıkıcı.

Beyaz perdede ya da televizyon reklamlarında izlediğimiz kafamızdaki Mustafa Kemal değil ki. Üretilmiş, endüstriyel bir ürün! Platon’un 2400 yıl önce zihnin dışında üretilenin yapaylığına dair söylediklerini okuyun bir daha…

Anlaması zor değil anlattıklarımı. Mesela sinema ve televizyonun “gerçeğe” yaptığı en büyük tahribat, tekrarlama niteliğinden gelir. Tekrarlamak gerçekle birey arasındaki mesafeyi artırır, yabancılaşırız. Hani savaş haberlerini kanıksamamız var ya, onun gibi…

Mustafa Kemal filmleri bizi Mustafa Kemal’e yaklaştırmıyor! O’ndan uzaklaştırıyor.

Her Mustafa Kemal filmiyle, beklenen o alkış gelmedikçe hep yenisini çekmeye devam edecekler.

“Mustafa Kemal olmak” için doğduğunu düşünen kötü aktörler hiç bitmeyecek. Çünkü herkesin kafasında bir Mustafa Kemal var. Ve dünyanın en iyi aktörleri bile o “rol”ü oynamayı beceremeyecek.

Bahaneler bulunacak her filmin ardından. Kimi “senaryo kötü” diyecek. Kimi “oyunculuk olmamış.” Kimi “Mustafa Kemal eksik anlatılmış” diyecek, kimi de “O’na haksızlık edilmiş.”

İyi bir Mustafa Kemal filmi çekilemiyor olmasını ve çekilemeyecek olmasını açıklamak için gerekçeler bulacaklar çokça…

Mesela diyecekler ki (diyorlar da) “Aşık aşkının filmini çekemezmiş.”

Diyecekler ki “Kutsallık atfedilmişse filmini çekmek zor.”

Oysa… O iyi Mustafa Kemal filminin çekilemeyecek olmasının nedeni ortada öylece duruyor.

Bu ülkede her bireyin kafasında kendi Mustafa Kemal’i vardır. O Mustafa Kemal aranıyor izlenen filmlerde. Ve O Mustafa Kemal hiçbir filmde bulunamaz, çünkü O’na bir tek bireyin kendisi dokunabilir ve bir tek kendisi anlayabilir.

Aynı bedene, fotoğrafa baksak da her birimiz orada kendi kafamızdakini görmek isteriz. Perdede izlediğimiz ise başkalarının (yönetmenlerin, senaristlerin, yapımcıların) Mustafa Kemal’idir ama bizim değildir.

Dolayısıyla en iyi Mustafa Kemal filmi hiçbir zaman çekilmez. Boşuna bir çaba.

Anlatabiliyor muyum?

Odatv.com

Engin Ardıç
Atatürk'ü reklamlarda "kullanmaya" utanmıyor musunuz?

Artık çok doğal karşılanıyor... Moda oldu... Gün geçmiyor ki karşımıza yeni bir "Atatürk filmi" yani aslında "müsameresi", bir de "Atatürklü reklam" çıkmasın...

Filmini anladık, isteyen istediği filmi çeker, seyredilir ya da seyredilmez, para kazanır ya da kazanmaz, beğenilir ya da beğenilmez, eleştiri alınca da kimisi sevinir, kimisi bozulup bağırır çağırır, konu da kapanır gider.

Ama reklam başka şey...

Adı üstünde, ya "ticari çıkar" sağlamak amacıyla yapılıyor, ya da "prestij" için. (Prestij de ileride kazanç olarak geri dönecektir, bir yatırımdır.)

Ama bu reklam filmlerinde Atatürk "kullanılıyor", evet, kullanılıyor.

Bir banka "bizi Atatürk kurdu" diye şişiniyor, derken bir sigorta şirketi çıkıyor, "bizi de kurdu, bizi de kurdu" diye kafasını çıkarıyor. Atatürk'ün eline diken batıranlar, çocuk sevdirenler, baklavalı kazak giydirenler gırla...

Buna hakları var mı?

Bunların "devlet şirketleri" oldukları söylenecektir. Eh, Atatürk de devletimizin kurucusudur, dolayısıyla bunların "doğal patronu" sayılır, vesaire.

(Atatürk, İş Bankası'nın gerçekten de ortağıydı. Büyük önder böylece "bankacılık işine" de girmişti. Kurucu hisselerini CHP'ye miras bıraktı, bugün de bu parti yalnız muhalefet yapmakla kalmıyor, bankacılık da yapıyor. İleride toptan ve perakende gıda sanayiine de girmelerini bekleriz! Aslında bir anlamda girdiler sayılır, çünkü genel başkanlarının Mülkiye Mektebi'ndeki lakabı "Domates Deniz"...)

Öyle de olsa, serbest piyasa ekonomisinde, devlet şirketlerinin özel şirketler üzerinde bir "moral üstünlüğü" mü vardır?

Eski Türkiye'de vardı, artık yoktur.

O zaman, utanmıyorsanız, Atatürk'ü Orman Çiftliği reklamlarında da oynatınız, çıksın, kameraya desin ki "vatandaşlar, buna AOÇ ayranı derler, ben içiyorum, siz de içiniz"...

Olur mu efendim, denecektir.

Vadeli mevduat hesabı oluyor da, deprem sigortası oluyor da, süt ve süt ürünleri niçin olmasın?

Gördünüz mü, iş nereye varabilir...

Ya özel sektör de "Atatürk önceleri karma ekonomiyi desteklemişti" gerekçesiyle kolları sıvarsa?

Yarın biri çıkıp "Atatürk büyük taarruzdan sonra yorgunluk çıkarmak için Kurukahveci Mahmut Efendi ürünlerini tercih etmişti, siz de içiniz" derse ne yapacaksınız?

Atatürk bugün yüz yirmi dokuz yaşında ya... "Atatürk yaşıyor ve Adidas ayakkabılarını kullanıyor" diye bir reklamla karşılaşırsanız ne yapacaksınız? "Atatürk sağ olsaydı her gün bol bol Çokokrem yerdi" derlerse ne halt edeceksiniz? Mahkemeye mi vereceksiniz?

Hadi bakalım, attıkları zaman Atatürkçülük mangalında kül bırakmayanlar, sesinizi duyalım.

Atatürk'e saygınız ve sevginiz, Atatürk'ün "reklam filmlerinde oynatılmasına" izin veriyor mu?

Benim hoşuma gitmiyor.

Bana "Atatürk düşmanı" diye çamur atan densizlere saygılarımla arz ederim.

SABAH
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> SİNEMA-TV-TİYATRO Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com