EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Bülent Ecevit

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ÇÖPLÜK
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts May 04, 2009 9:25 pm    Mesaj konusu: Bülent Ecevit Alıntıyla Cevap Gönder

Ecevit Operasyonu Aydınlandı
06 Ağustos 2009 07:27

Ergenekon 3. iddianamesi, eski Başbakan Bülent Ecevit'in Haberal'ın hastanesi Başkent Hastanesi'nde yaşadığı karanlık günleri aydınlattı...

Bülent Ecevit'e 'iş göremez' raporu vereceklerdi; eve gizlice doktor getirdik

Ergenekon'un 3. iddianamesi, eski Başbakan Bülent Ecevit'in Mehmet Haberal'ın başhekimliğini yaptığı Başkent Üniversitesi Hastanesi'nde yaşadığı karanlık günleri aydınlattı. Ecevit'in koruma müdürlüğünü yapan milletvekili Recai Birgün, 29 Nisan 2009'da Cumhuriyet Başsavcılığı'na verdiği ifadede önemli bilgiler aktardı.

Haberal'ın Ecevit'in kontrolüne bizzat geldiğini belirten Birgün, şunları kaydetti: "Başhekim olduğu için son sözü sürekli Haberal söylüyordu. Doktorlar muayene bulgularını Haberal'a iletiyor, o da telefon açıp 'aman çıkmayın, etmeyin' şeklinde Ecevit'e baskı yapıyordu. Tedaviyi kestikten bir süre sonra hastanede tetkik yapılması gerektiği söylendi. Gitmeye hazırlanırken parti yetkililerinden bize 'sakın gitmeyin, Bülent Ecevit'e iş göremez raporu verilecek' şeklinde bilgiler gelince gitmekten vazgeçtik. Bülent Ecevit, Başkent Üniversitesi ile bütün ilişkilerini kestikten sonra normal hayatına geçti ve görevine başladı."

Başkent Üniversitesi doktorlarının Ecevit'e 'kesinlikle yataktan kalkmaması, tuvalete dahi gitmemesi gerektiğini söylediğini' aktaran Birgün, "Ama Bülent Ecevit evin içinde bütün gün normal bir insan gibi ihtiyaçlarını gideriyordu, doktorlara saygısından ötürü doktorlar geldiğinde yatakta kıpırdamadan yatıyordu." dedi. Doktorların Ecevit'in basın açıklama yapması ve Bakanlar Kurulu'na katılmasına da ısrarla karşı çıktığını anlatan Birgün, şöyle devam etti: "Her gün doktorlar gelip aynı kontrolleri yapıp 'aman ha hareket etmişsiniz, durum tehlikeli' diyerek Bakanlar Kurulu'na katılmasına engel oldular. Bu durum yaklaşık 3 ay sürdü. Biz Ecevit'in evde herhangi bir rahatsızlığı ve hastalığı olmadığını gördüğümüz halde doktorlar ısrarla kendisinin çok hastalığı varmış gibi davranıyordu."

Birgün, hastanedeki ilk günü de şöyle anlattı: "İlerlemiş yaşına rağmen birçok tetkik ve tahlil yapıldı. Orada hastanedeki görevlilerden bazıları bana, '20 yaşındaki genç birine dahi bir günde bu kadar tahlil yapılmaz.' dedi. Bülent Ecevit hastanede gerçekten ciddi bir şekilde yoruldu, ayakta duracak hali kalmadı." Hastaneden çıkarken gazetecilere herhangi bir açıklama yapmamasını ısrarla söylediğine işaret eden Birgün, şöyle devam etti:

"Mehmet Haberal mutlaka birkaç kelime söylemesini istedi. Konuşma için Başkent Üniversitesi'ne ait kürsü dahi hazırlanmıştı. Bülent Ecevit kürsüde konuşma yapmak istedi ama konuşamadı, boğazı düğümlendi. Mehmet Haberal'a niye böyle oldu diye sorduğumda 'Biz beyefendiye endoskopi yaptık ve boğazını da uyuşturduk. Bunun için konuşamamış olabilir.' dedi. Bunun üzerine 'Madem böyle bir durum vardı, neden konuşmasına izin verip birkaç kelime söylemesini istediniz?' dedim. Haberal da 'neyse olur böyle şeyler' dedi. O zamanlar bunun normal bir şey olduğunu düşünmüştüm."

Mayıs 2002'de MGK toplantılarına Bülent Ecevit'in katılmak istediğini, toplantıdan bir gün önce doktorların yarın katılabileceğini, ancak sabah kontrol etmeleri gerektiğini söylediklerini anlatan Birgün, "MGK toplantısı 9.30'da başladı, Ecevit'in doktorları da aynı saatte geldi. Ecevit Cumhurbaşkanı ile görüşüp ilk defa MGK toplantısını saat 10.30'a aldırdı. Doktorlar yine omurganın baskı yaptığını, kesinlikle katılmaması gerektiğini söyleyince medyada yine 'katılamadı' şeklinde taciz edici ve devlet yönetiminde zafiyet varmış gibi haberler yapıldı. Son olarak aynı tarihlerde Kıbrıs Zirvesi vardı. Ecevit bu zirveye önem verdiği için çok katılmak istiyordu, ancak yine zirve öncesi doktorlar katılabileceğini söylemelerine rağmen sabah kontrolünde katılamayacağını söyledikleri için katılamadı. Doktorlar bunu söylemelerine rağmen Ecevit normal olarak evinde günlük ihtiyaçlarını giderebilecek kadar da sağlıklıydı." diye konuştu.

Bu durumun devam etmesi üzerine gizlice eve ortopedist doktor bir arkadaşı olan Mücahit Pehlivan'ı getirdiklerini anlatan Birgün, "Muayene ettikten sonra herhangi bir hastalığının olmadığını, omurga çökmesinin iyileştiğini söyledi. İleride herhangi bir sıkıntı olduğunda ciddi bir spekülasyona yol açmamak için gece gizlice bir özel hastanenin seyyar röntgen cihazlarını getirdik. Film çekildi ve aynı şekilde hastalığın tamamen iyileştiğini, hiçbir sıkıntı olmayacağını, ama yine de hareketlerine dikkat etmesinin gerektiğini söyledi. Bu olaydan sonra Başkent Üniversitesi hastanesi doktorlarının kontrol süresini 3 günde bire indirdik" dedi.
aktifhaber

Sezer Bağırıyor, Ecevit Titriyordu
04 Mayıs 2009 08:04

Ahmet Tan, "Sezer, Ecevit'in son 24 saatini hatırlasın" demişti. Sonunda o 24 saati anlattı. İşte Sezer'in Ecevit'in evinde Ecevit'i titrettiği anlar...

Ahmet Tan, Zeki Sezer’in 17 Mayıs’taki kurultayda aday olup koltuğuna döneceği söylentileri çıkınca “Sezer, Ecevit’in komaya girmesinden önceki son 24 saati hatırlasın” dedi. Herkes merak etti, Tan açıkladı: “Sezer ’artık çalışamıyorum’ diye bağırmaya başladı. Rahşan Hanım ‘bu yaptığınız çirkinliktir’ deyip çıktı. Ecevit ise titriyordu”

Milliyet'ten Devrim Sevimay'ın Röportajının İlgili bölümü:

29 Mart yerel seçimindeki başarısızlık, DSP’de uzun süredir devam eden kaynamayı artık saklanamaz ve giderilemez bir noktaya getirdi. 11 Nisan’da Zeki Sezer genel başkanlıktan istifa etti. 14 Nisan’da Ahmet Tan DSP’den ihraç edildi. 23 Nisan’da olağanüstü kurultayın 17 Mayıs’ta yapılması kararı alındı ve tabii hemen ardından genel başkan adaylarının isimleri kulislerde dolaşmaya başladı.
Adı en çok anılanlardan biri ise yine Zeki Sezer oldu. Kurultayda aday olacağı, koltuğuna döneceği söylentileri çıkınca Tan’dan 28 Nisan’da şöyle bir açıklama geldi: “Sezer, Ecevit’in komaya girmesinden önceki son 24 saati hatırlasın!”
Ne anlama geliyordu bu söz, herkes merak etti. Dolayısıyla biz de bu hafta Tan’la hem son saatlere ilişkin iddiasını hem de biraz DSP’yi konuştuk:

Ecevit’in 18 Mayıs 2006’da komaya girmeden önceki son saatlerinde ne oldu?
Müthiş üzücü şeyler oldu. Biliyorsunuz, DSP bir aile. Aile derken, Rahşan Hanım’la Bülent Bey manevi anne-baba; biz de çocukları... Ve yine biliyorsunuz, Bülent Bey Temmuz 2004’te varis olarak Zeki Sezer’i tayin etti.

Yani çocukları arasında en sevdiği Sezer’di?
En sevilen oydu demeyelim, çünkü aslında siyasette sevgiye yer yok. Bir lider birini seçiyorsa onunla rahat çalışacağı için, ona tavsiyelerini dinletebileceği için seçiyordur.

Ulusal Danışmanlar Grubu
Peki, böylesine bir güven ortamından müthiş üzücü şeylerin yaşandığını söylediğiniz güne nasıl gelindi?
Ecevit Türkiye’de çok hızlı bir karanlığa gidiş olduğunu düşünüyordu. Hatta komaya girmeden iki gün önce verdiği son demecinde bu karanlıktan bahseder. Tabii Ecevit, 50 yıllık siyasi yaşamı sayesinde insanların kapasitesinin nereye kadar olduğunu da çok iyi görebiliyordu.
O nedenle DSP’de yeni bir yapılanmaya karar verdi ve bunun da ilk adımını Yılmaz Büyükerşen çerçevesinde yapmayı planladı. DSP çatısı altında, merkez sağı da içine alan yeni bir yapılanma... Bu amaçla Yaşar Okuyanlar, Tantanlar, Karayalçınlar, herkesle görüşüyordu.
Oran’daki evini bir anlamda temas karargâhı, kendi özel genel merkezi gibi kullanıyordu. Bu arada “Ulusal Danışmanlar Grubu” diye de bir grup oluşturmuştu.

Nasıl bir grup bu?
Sayın Denktaş, Savcı Talat Şalk, Eski MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, Prof. Dr. Hasan Ünal, Prof. Dr. Alemdar Yalçın, Eski Kabil Büyükelçisi Müfit Özdeş vs. Malum savcının belki gözünden kaçtı, ama Ecevit o zamanlar “bir numara” olarak bu toplantıları yapıyordu.

‘Gönlümün bir numarası’
Ne demek “bir numara”?
(Gülerek...) Hayır, benim gönlümün bir numarası olarak diyorum yani.

Peki ne toplantıları bunlar?
Daha çok dış politika ve Türkiye’nin ulusal sorunları. Tabii AKP de konuşuluyordu.

“AKP’den nasıl kurtuluruz” konuşuluyor muydu?
Hayır, AKP’den kurtuluruz değil, AKP’ye gölge bir diplomasi grubu, akil adamlar grubu gibiydi. Ecevit’in kendi seçtiği fikirdaşlık çerçevesindeydi, ama hükümet kesinlikle hedef değildi.

Siz her toplantıya katıldınız mı?
Zaten partiden katılan tek kişi bendim ve bir tür raportör gibiydim.

Kaç toplantı olmuştur böyle?
3 Kasım seçimlerinden 2006’ya kadar 15-20 toplantı.

Mesela Atasagun 15-20’sine de katıldı mı?
Hayır, bir kere katıldı, Denktaş birkaç kez katıldı, konuya göre. Bir kez Ankara Palas’ta Atatürk’ün çalışma odasında yaptık.

O sıralarda başka yerlerde de başka toplantılar yapılıyormuş; sizin onlardan haberiniz var mıydı?
Hayır, belki bize katılanlardan bazıları oralara da katılıyordu ama bizim onlardan haberimiz yoktu. Kaldı ki onların da açık toplantılar olduğu söylendi.

‘Partide kapasite sorunu vardı’
Peki, komadan önceki o malum son saatlerle bu toplantıların ilgisi nedir?
Ecevit bu toplantıları hem 50 yıllık bir devlet adamının sorumluluğu olarak görüyordu, çünkü gidişata ilişkin kaygıları vardı. Hem de DSP’nin buna ihtiyacı olduğunu düşünüyordu, çünkü partide bir kapasite sorunu olduğunu, beklenen açılımı yapamadığını görüyordu.
Ortaya çıkan fikirleri zaman zaman kendisi kamuoyuyla paylaşıyor, zaman zaman da metne döküp partiye telkin ediyordu.

Kriz de bu yapılanma ve mutfak çalışmalarından mı çıktı?
Evet, Zeki Sezer bunlardan huzursuz oldu. Giderek huzursuzluğu dışarı yansımaya başladı. Bir yandan Büyükerşen partinin başına gelecek deniyor, bir yandan “Başbakan Sezer” sloganları atılıyordu. Örgüt de ne yapacağını şaşırdı. Bu çatlamayı hissetti Zeki Sezer ve 16 Mayıs günü Ecevit’lerden randevu istedi. 19.30 için randevu verildi, gittik.

Kimler var?
Sezer, ben, o zaman genel sekreterim, genel sekreter yardımcısı Hasan Erçelebi, sayman Hasan Suna, eski milletvekili Hasan Macit ve Melda Bayer var. Gittik; Rahşan Hanım bilinen, “Niye geldiniz” der gibi sorgulayarak bakıyordu bize.

Siz tam olarak niye gitmiştiniz?
Şahsen ben Ecevit parti için nasıl bir model öngörüyor, onu merak ettim. Seçimler de yaklaşıyor, Alman modeli mi uygulanacak, genel başkan artı bir başbakan adayı mı çıkarılacak, bunun açıkça ilan edilmesi gerektiğini düşünüyordum. Söze de ilk ben girdim zaten. Ben bitirdim, sonra herkes kendi üslubunca artık partinin örgütüyle bir sıkıntı yaşadığı, bu sıkıntının aşılması için Sezer’in durumunun ne olacağının kesinleşmesi gerektiğini anlattı. Derken bir ara birinin ağzından Yılmaz Büyükerşen lafı çıktı ve olan oldu.

Ne oldu?
Zeki Sezer hemen lafa girdi, “Efendim, artık durdu parti, ben çalışamıyorum, çalışma imkânı kalmadı...” diye yüksek sesle konuşmaya başladı. Sesi giderek yükseliyor ve öfkesi de sesine yansıyordu.

Ecevit ne dedi?
“Zamanında siz bana önerdiniz Büyükerşen’in adını” dedi. Gerçekten de Sezer 2005’te bir yürüyüş sırasında bana da “Başbakan adayı ben olmayayım, Büyükerşen olsun” demişti. Bunu Ecevit’e de söylemiş, hatta bir keresinde Büyükerşen’i alıp Ecevit’e gitmiş.

Sezer’in yanıtı?
“Ben” dedi, “Her türlü fedakârlığı yaptım sizin için, parti için.” Tabii Rahşan Hanım hemen “Ne yaptın?” diye sordu, Sezer “Partiye sahip çıkmak için başbakanlıktan vazgeçtim, genel başkanlıkla yetindim” dedi.

‘Başbakanlıktan fedakârlık’
Başbakanlıktan mı?
Evet, öyle dedi. Rahşan Hanım da “İnsan elindeki şeyden vazgeçince fedakârlık olur. Başbakanlık nasıl senin feda edeceğin bir şey ki” diye yanıt verdi. Sezer tabii çok zor durumda kaldı, ama bir kez sinirlenince insicamı gidiyor, sesi yine yükselmeye başladı. O kadar bağırıyor ki ben artık endişe etmeye başladım, çünkü Ecevit’in de çok sağlıklı olmadığı hissediliyor.

Sesini Ecevit’e duyurmak için olabilir mi?
Hayır, kendini Ecevit’e duyurmanın ötesine geçmiş bir tondu. Yani şöyle söyleyeyim, sesi evin içinde çınlıyordu. Derken birden kalktı ayağa, “Bildiğiniz gibi idare edin” dedi.
O böyle bağırarak bunu deyince bu kez Rahşan Hanım kalktı, çok sert bir tonda “Bu yaptığınız çirkinliktir” deyip salonu terk etti.

Ecevit ne yapıyor?
Ecevit titriyor, o da kalktı ayağa, bir şeyler söylemek istiyor, ama tam söyleyemiyor. Şimdi bakın, Ecevit’e silah çekilebilir, ateş edilebilir, ettiler de, her türlü siyasi saldırıya maruz bırakılabilir, bıraktılar da, ama Ecevit’in yüzüne karşı bağrılamaz. Ve bu sadece saygıdan değil, fiziki imkânlar da müsait olmadığı için yapılamaz. Nezaketi bir hayat tarzı haline getirmiş biri... Üstelik bu da hesaplı bir şey değil, doğal hali öyle.
Ressam bir anneyle doktor bir babanın tek çocuğu, aristokrat bir ailede büyümüş, şiirsel bir insan... Dediğim gibi ona ateş edilebilir, ama bağrılamaz. Şimdi böyle birinin o gece herhalde müthiş bir üzüntüye girdiğini hesap etmek zor değil.

Nasıl sona erdi o kriz anı?
Biz hemen Zeki Sezer’i tuttuk, oturtmaya çalıştık, ama tabii iki üç dakika sonra kalktık. Her zaman kapıya kadar uğurlayan Ecevitler gelmediler, çok soğuk bir biçimde ayrıldık evden.

Herkes ne düşünüyordu evden çıkarken?
Hepimiz çok üzülmüştük. Sezer’in çift başlılıktan rahatsız olmasına hak versek bile Ecevit’e karşı tepkisinin bu tarz olması, kendini kontrol edememesi çok yanlış oldu. Zaten sonra hepimiz o akşamı unutmaya çalıştık. Çünkü hakikaten ailenin babasına karşı bir başkaldırı, büyük bir saygısızlık yaşanmıştı. Zaten Ecevit de yaklaşık 36 saat sonra Danıştay üyesinin cenazesine katıldı ve hemen akşamına komaya girdi.

Siz “Ecevit aslında Sezer yüzünden komaya girdi” mi diyorsunuz?
Hayır, “Komaya Sezer soktu” demiyorum, ama büyük bir hayal kırıklığı ve üzüntüye soktu diyebilirim. Ecevit zaten çok sağlıklı değildi, ama öyle bir insana bağırmanın da mazeretinin olmaması lazım.

‘Ecevit’le son konuşmam oldu’
Sizlerin Ecevit’le son konuşması o akşam mı olmuş oldu?
Çok acı, ama evet. Bizim son konuşmamız o oldu, ertesi gün cenazede ancak uzaktan gördük, o mahşeri kalabalıkta yaklaşma imkânımız yoktu.

Böyle bir olaydan sonra mesela neden genel sekreterlikten istifa etmediniz?
Ecevit komada, benim istifa etmem parti krizi çıkarmak ve Ecevit’e ilave bir saygısızlık yapmak olacaktı. Kaldı ki Sezer’in yanında olmak bizzat Ecevit tarafından bana verilen bir görev, bir emanetti.

Peki, sizin şimdi Sezer’e “Son 24 saati hatırla” demenizin sebebi ne?
Ben o lafı “Konuşursam yer gök yıkılır” diye söylemedim. Benim tipim de, anlayışım da öyle şok açıklamalara müsait değildir zaten. Ama ben Sezer’e bir dostu olarak “Hatırla” diyorum. 50 yıllık siyaset hayatının sonunda “Benim en büyük eserim DSP’dir” diyen bir insan partiyi sana emanet etmişti. Ama sonra partinin senin elinde bir yere varamayacağını görüp yeni bir formülle kararını tashih etmeye çalışıyordu.
Belki çok demokratik değil, ama buna hakkı vardı bu insanın. Kaldı ki Büyükerşen adını Ece-vit’in aklına ilk sokan da kendisi. O günü hatırlasın ve bu işi yapamayacağını itiraf etsin Sezer. Genel başkanlık yüzünden Ecevit’e bile saygısızlık yapacak kadar stres altına girdiğini hatırlasın ve 17 Mayıs kurultayında aday olmasın. Bunu ona dostça, onu da korumak için söylüyorum. Hem kendine, hem partiye yazık olacak, yapmasın.

Üç yıl sonra, şimdi anlatmanızın sebebi de bu mu?
Bugüne kadar parti zarar görmesin diye gündeme getirmedim, şimdi de yine parti zarar görmesin diye gündeme getiriyorum. Belki kurultay tarihi 17 Mayıs gününe denk gelmese yine konuşmayabilirdim, ama madem aynı günü seçtiler en azından ilahi adalet gereği bu hatırlatmayı yapmam gerektiğini düşündüm.
,
Rahşan Ecevit: En büyük saldırgan Ahmet Tan
18:00 - Eski Başbakan Bülent Ecevit’in eşi, DSP’nin kurucu genel başkanı Rahşan Ecevit, DSP Milletvekili Ahmet Tan’ın ortaya attığı 16 Mayıs 2006 günü Ecevitler’in Oran’daki evinde yaşanan tartışmayı anlattı. Rahşan Ecevit, dönemin DSP Genel Başkanı Zeki Sezer’in de dahil olduğu o gün evde olan herkesin Ecevit’e “sözle saldırıda” bulunduğunu açıklayarak, “O gün orada kaç kişi varsa ben ve eşim hariç istisnasız hepsi o durumdaydı. Orada bulunan herkes o münakaşanın içindeydi. Ahmet Tan da içindeydi, en fazlasını yapan oydu hatta. Diğerlerini suçluyor Ahmet Tan, böyle yaptı diye halbuki en çok kendi yaptı. En büyük saldırgan da oydu” dedi. 04.05.2009 ANKARA netgazete

ECEVİT'E ÖYLE BİR TUZAK KURMUŞ Kİ...
21 Ağustos 2009
Ergenekon'un sivil paşası Mehmet Haberal'ın, Ecevit'e kurduğu konuşma kumpası 3. Ergenekon iddianamesinin ek klasörlerinde yerini aldı...
Eski Başbakan Bülent Ecevit’in Ergenekon sanıklarından Mehmet Haberal’ın sahibi olduğu Başkent Üniversitesi’nde yapılan tedavi sürecine ilişkin DSP Milletvekili Recai Birgün’ün verdiği ifadeler 182. klasörde yer aldı.

O dönemde Ecevit’in koruma müdürü olan Birgün, şunları söylüyor: “İlk gittiğmiz gün ilerlemiş yanına rağmen hastanede birçok tetkik ve tahlil yapıldı. Hastanedeki bazı görevliler ‘20 yaşındaki genç birine dahi bir günde bu kadar tahlil yapılmaz’ dediler. Hastanede gerçekten ciddi şekilde yorulmuştu, ayakta duracak hali de yoktu.

Tam giderken beyfendiye gazetecilerin dışarıda olduğunu söyledik. Kendisine yorgun olduğunu ve herhangi bir açıklama yapmamasını ısrarla söylememize rağmen, Haberal mutlaka birkaç kelime söylemesi gerektiğini söyledi.

Biz kapıya çıktığımızda bütün gazetecile oradaydı ve Başken Üniversitesi’ne ait bir kürsü bile hazırlanmıştı. O sırada sayın başbakanımız kürsüde konuşma yapmak istediğinde konuşamadı, boğazı düğümlendi.

Daha sonra konuşma yapmadan gitti. Haberal’a ‘niye böyle’ diye sorduğumda, ‘biz beyfendiye endoskopi yaptık ve boğazını da uyuşturduk, bunun için konuşamamış olabilir’ dedi.

Bunun üzerine ben de ‘madem öyle bir durum vardı neden konuşmasına izin verip birkaç kelime söylemesini istediniz’ diye sordum. O da ‘Neyse olur böyle şeyler’ karşılığını verdi.”

Aktifhaber

ARTIK BU KONUNUN AYDINLANMASI LAZIM

Genel Bir Ecevit fotoğrafı

5 Kasım 2006, Türk siyasal hayatının en renkli ve karmaşık aktörlerinden Bülent Ecevit’in yaşamını yitirdiği tarih. Bugün ölümünün üçüncü yıldönümü. Politikaya atılmadan önce gazetecilik yapan Ecevit daha sonra siyasal yaşamının bir bölümünde yine gazeteciliğe devam etti. 1955 yılında ABD’de de gazetecilik yapan Ecevit yurda dönüp politikaya atıldı ve 1957’de CHP milletvekili olarak parlamentoya girdi. Politik yaşamının başlarında, pek çok Amerika toprağı çiğnemiş, suyunu içmiş siyasetçi gibi Atatürk’e ve Atatürk devrimlerine eleştirel yaklaşmaktaydı. Günümüzde demokratik devrimin her geçen gün biraz daha anlamlı hâle gelen kazanımlarını, sıradan kılık-kıyafet reformları olarak görüyor, üstyapı devrimleri diyerek küçümsüyordu.

Genel olarak III. Dünya solunu benimsemiş görünmekteydi. 27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesi sonrası 1961’de yapılan ilk genel seçim sonrası CHP koalisyon hükümetleri kurulunca, burada Çalışma Bakanı olarak görev almış, grevli-toplu sözleşme haklarını işçi sınıfına kazandırarak yıldızını parlatmaya başlamıştı CHP, ortanın solu politikasını benimsedikten bir süre sonra,1965 genel seçimlerinin ardından muhalefete düşmüş, Ecevit de genel sekreterlik görevine gelmiş, bu politikanın en önde gelen savunucusu olmuştu.

12 Mart 1971 Askeri Muhtırası ile Türkiye’de bir ara dönem başladığında, kararlı ve tutarlı politikası ile halkın gönlünde yer etmeye başlamıştı. Bu Müdahale, 9 Mart 1971 tarihli soldan gelmesi tasarlanan bir başka Müdahale’nin bastırılmasının hemen ardından gerçekleşmişti. ABD-CİA- İngiliz istihbarat örgütleri ve kontrgerillanın ortak operasyonu olan bu Darbe, dönemin başbakanı Nihat Erim’in ifadesiyle, “Türkiye sosyalist solunun beynine balyoz gibi inmişti.” Dünyanın en demokratik ve ilerici anayasalarından biri olan 1961 Anayasası’nın en önemli maddeleri değiştirilmiş; üniversitelerin ve TRT’nin özerkliği ortadan kaldırılmıştı. İşte en genel çizgileriyle anlattığım bu karanlık günlerin daha başlangıcında Ecevit, Müdahale’nin doğrudan karşısında yer almıştı. Hatta ilk günlerde Muhtıra’nın soldan geldiğinin düşünüldüğü anda bile kesin bir muhalefet sergilemişti. CHP, kurulacak teknokrat hükümete başbakan olarak Nihat Erim’i vermiş, bakanlar kuruluna bakan yollamıştı. Ecevit, bu süreçte genel sekreterlikten ayrılmış, ancak bir yıl sonra 1972’de II.Adam, Milli Şef İsmet İnönü’yü CHP kurultayında mağlup ederek partinin üçüncü genel başkanı olmuştu.

Muhtıra karşısındaki bu dirençli tutumu ile halkın çok büyük sevgisini kazanan Ecevit, “Su kullananın, toprak işleyenin” ve “Ne ezilen ne ezen; insanca, hakça bir düzen” söylemlerini kullanarak Karaoğlan’laşmış ve ara dönem sonrası, 1973 genel seçimlerinde CHP’yi birinci parti yapmayı başarmıştı.

Seçim sonrası altı ay kadar bir süre yönetim boşluğu yaşanmış, hiçbir şansı olmadığı halde hükümeti kurmakla görevlendirilen Sadi Irmak, güvenoyu alamamıştı. Bu süre içinde cumhuriyeti kuran CHP ile cumhuriyetin temel değerleriyle,-özellikle-laikle sorunu olan MSP’nin koalisyonu gündeme gelmişti, O tarihte bürokratik kimliğinden sıyrılıp demokratik bir içerik kazanma çabasındaki CHP için bu tercih pek de yanlış görünmüyordu. CHP kurmaylarında MSP’nin kitle tabanının sola kazandırabileceği düşüncesi belirmişti. Üstelik, o tarihte Türkiye sosyalist solu, Ecevit’in göründüğünden daha solda olduğu kanısına sahipti, dolayısıyla kitle tabanını bu şekilde önemli ölçüde geliştireceği öngörülmekteydi. Çok daha önemlisi, ABD’nin yeşil kuşak projesi ile Orta Doğu’da ve Güney Asya’da Sovyetler Birliği’ni kuşatma politikaları açığa çıkmamıştı, Türkiye’nin böyle bir tehlikeyle karşı karşıya kalacağı-henüz- bilinmiyordu. Bu koşullarda Deniz Baykal, Turan Güneş ve Haluk Ülman’dan oluşan CHP’nin Mülkiye grubu Ecevit’i bu koalisyona ikna etmeyi başarmıştı.

Koalisyon, daha başlangıçta sorunlarla karşılaşmıştı. Genel af konusunda MSP Türk Ceza Kanunu’nun 163.maddesine giren laiklik karşıtı eylemlerden tutuklu bulunanların salıverilmesini sağlarken, 141 ve 142.maddelerden hapishanelerde bulunan solcu mahkûmları kapsam dışı tutmuştu. Gerçi daha sonra CHP bu sorunu çözmüştü ama ortaklar arasında ciddi bir güven bunalımı doğmuştu.

1974 Kıbrıs Harekâtı Ecevit’in siyasal yaşamının doruklarıydı. O yılın yaz aylarında Kıbrıs’tan tedirgin edici haberler gelmeye başlamıştı. Yunanlı Albay Nichos Sampson bir darbe ile Devlet Başkanı Makarios’u Ada’dan kaçırmış, kuzeyde Türk yerleşim birimlerine saldırılar başlamıştı. Aslında Türkiye solu, Ecevit’in başbakanlığı ile birlikte huzursuzluk içindeydi. Çünkü Şili’de 1970’de seçimle devlet başkanlığına gelen Allende, bir ABD darbesiyle görev yerinde katledilerek devrilmişti. Böyle bir akıbetin Ecevit’in de başına geleceği kaygıları yaygındı. Çünkü Kıbrıs, Doğu Akdeniz’de batmayan uçak gemisi özelliğiyle son derece stratejik bir konumdaydı. Ancak bağımsız ülke olması nedeniyle NATO’ya bağlı değildi. Gerçi İngiltere’nin Ada’da Agratur ve Dikelya’da üsleri vardı ama bu ABD ve NATO’ya yetmiyordu, kendilerince Kıbrıs’ın bir NATO üyesi ülkeye bağlanması ve silah deposuna çevrilmesi gerekiyordu. ENOSİS gerçekleşip Ada Yunanistan’a verilirse, hem beklentileri karşılanabilir hem de bir taşla birkaç kuş birden vurulabilirdi. Öncelikle, III. Dünya ülkelerine yaklaşan, Doğu Bloku ile iyi ilişkiler geliştiren ve Batı’yı çok rahatsız eden Devlet Başkanı Makarios, devre dışı bırakılabilirdi. Ayrıca böyle bir durumda Türkiye’de Ecevit’in iktidarını sürdürmesi olanaksızlaşır, bunun yanı sıra iyice yıpranan Yunan Cuntası’nın ömrü biraz daha uzayabilirdi. Her şey Türkiye’nin askeri müdahalede bulanamayacağı hesaplanarak kurgulanmıştı. Ancak Ecevit başbakanlığındaki Türkiye çok büyük zorluklarla çıkarmayı gerçekleştirmişti. Daha sonra bunun, ABD’nin “B planı” olduğu ve eğer bir başarı varsa bunun da, inisiyatifi elinde bulunduran genelkurmaya ait olduğu ydrumları yapılmıştı. Bu değerlendirmelerin ilkinin gerçek olmadığı, harekâtın hemen ardından ABD tarafından Türkiye’ye uygulanan silah ambargosu uygulanınca ortaya çıkmıştı. Bu ambargo, daha sonra genel bir ambargoya dönüşmüş, ardından da ülke çok kanlı bir terör girdabına sokularak 12 Eylül Darbesi sürecine sürüklenmişti. Harekât sonrası Yunanistan’ın NATO’dan ayrılmasıyla, örgütün güneydoğu kanadı çökmüştü… İkinci iddia da mantıklı değildi. Elbette bir savaş kararı alınacağında başbakanla genelkurmayın istişarede bulunmaları olağandı. Ancak hem İngiltere’de Başbakan Callaghan’la yapılan görüşmelerde hem de Kissinger’in dışişleri bakanı olduğu bir dönemde ABD ile yürütülen ilişkilerde Ecevit, Dışişleri Bakanı Turan Güneş ve Türk hariciyesi çok iyi bir sınav vermişti. Burada çok bilinen bir genel doğruyu anımsamak gerekiyor. Bir birliğin başardığı ve başaramadığı her şeyin sorumlusu komutandır. O gün o harekât beklendiği gibi sonuçlanmasaydı, bunun bedelini en ağır biçimde ödeyecek ilk insan-hiç kuşkusuz- Ecevit olacaktı.

Kıbrıs Harekâtı sonrası, Ecevit, tuhaf biçimde ve arka arkaya yanlışlar yapmaya başlamıştı. Kıbrıs başarısını hemen sandığa taşımak ve MSP’yi sırtından atmak isteyen Ecevit, ilk iş olarak ortağıyla koalisyonu bozmuş, Ferruh Bozbeyli’nin Demokratik Partisi ile bir seçim koalisyonu kurma sevdasına düşmüştü. Oysa Demokratik Parti, kitle tabanı olmayan bir parti olarak tükenme sürecine girmişti. Milletvekillerinin bir daha parlamentoya dönmeleri mümkün değildi. Daha üç yıldan fazla bir süre milletvekilliğinden ayrılmak istemeyen DP’liler bu koalisyona yanaşmayınca, CHP, hükümeti yitirdiğiyle kalmıştı.1975 yılıyla birlikte ülke milliyetçi cephe koalisyonlarına mahkûm olmuş ve tarihinin en kanlı sürecine girmişti. Bu çok önemli süreci aşağıda ayrıca ele alacağım.

12 Eylül’e giden zaman diliminde, Ecevit’in siyasal kimliğini ortaya koyan bir başka noktaya değinmekte yarar var. 1978’de bir kez daha hükümete gelen CHP, çok zor bir dönem yaşamaktaydı. Ekonomik sıkıntılar had safhadaydı, ayrıca TÜSİAD Hükümet’i yapay biçimde sıkıştırmaktaydı. Bu sırada Ecevit, hayranı olduğu İskandinav ülkelerinden kredi alarak bu dar boğazı aşabileceğini düşünmekteydi. Sosyal demokrasinin gerçek yüzünün ne olduğunu ancak o İskandinavya gezisinden sonra görebilmiş, bolca soğuk ve sağlıklı İskandinavya havası alıp yurda dönmüştü. Bu gezinin ardından kimse bir daha Ecevit’in ağzından İskandinavya sosyal demokrasisi sözlerini duymamıştı.

12 Eylül sonrası bambaşka bir Ecevit görüntüsü vardı Türk siyasal hayatında. CHP’yle bütün bağlarını koparan Ecevit’e, Avrupa solu yandaşları “Bir bölen” demeye başlamışlardı. Ancak bu haksız bir suçlamaydı. Çünkü Ecevit; HP (Halkçı Parti), SODEP (Sosyal Demokrat Halkçı Parti), bunların birleşmesiyle kurulan SHP (Sosyal Demokrat Halkçı Parti) ve daha sonra, yeniden kurulan ve bunları bünyesinde toplayan CHP karşısında bir çevre ülkesi solunu savunmaktaydı. Aslında bu çok önemli tercihin içeriğini doldurmakta zorlanıyordu. Solcu olmayanların solculardan fazla olduğu bir partinin genel başkanı durumundaydı. Ancak bir noktada hakkını teslim etmek gerekiyor. Ayrılıkçı harekete tek bir gün bile sıcak bakmamış, ülkesinin bütünlüğünü hayatının her döneminde sonuna kadar savunmuştu. CHP’nin Sosyalist Enternasyonal’deki akıl hocalarından aldıkları dersler sonucu yaptıkları yanlışları yapmamıştı.

Adeta iğneyle kuyu kazarak yeniden iktidara yürüyen Ecevit’in 1999 seçimi sonrasında DSP-MHP-ANAP Koalisyonu’ndaki başbakanlığı, siyasal hayatının son dönemiydi. Hiçbir sağ iktidarın yapmaya cesaret edemediği özelleştirmeleri yaparak partisinin sonunu hazırlamıştı. Dahası “İnançlara saygılı laiklik” diye tanımladığı tuhaf bir laiklik anlayışıyla ve Fethullah Gülen’e olan yakınlığıyla, tarihsel kişiliğiyle bağdaşmayan yanlışlıklar yapmıştı.

Sayın Hasan Fehmi Güneş ve Sayın Rahşan Ecevit’e İki Can Alıcı Soru

Türkiye’nin 12 Eylül Darbesi’ne uzanan sürece ilişkin çok önemli iki soruya yanıt bulması gerekiyor. Aslında neyin ne olduğu genel çizgileriyle biliniyor ama bu soruları en yetkili kişilere, Bülent Ecevit’in eşi ve her dönemde can yoldaşı olan Sayın Rahşan Ecevit ile dönemin İçişleri Bakanı Sayın Hasan Fehmi Güneş’e yöneltmek gerekiyor. Önce her ikisine de uzun ve sağlıklı bir ömür dileyelim ve o dönemin arka planına çok kısaca göz atalım.

Türkiye’nin 1974 Kıbrıs Harekâtı ile gerektiğinde ulusal çıkarlarını koruyabilecek güce sahip olduğunu göstermesi -ve aslında daha önemlisi- bunu kendisinin görmesi ve hatırlaması, başta ABD olmak üzere Batı’yı son derece rahatsız etmişti. Üstelik-yukarıda belirttiğim üzere-Yunanistan’ın NATO’dan çekilmesiyle ortaya çıkan büyük çatlak çok büyük bir sıkıntı kaynağıydı. Zaten ülke geniş topraklarıyla, nüfusuyla, farklı iç dinamikleriyle, Batı tarafından hizaya getirilmeyi çoktan hak etmişti.

Bu nedenle 1975’ten sonra kurulan milliyetçi cephe hükümetlerinin genel politikaları ve 1978–1979 yıllarında yeniden hükümet olan CHP’nin acziyle Türkiye 12 Eylül’e taşınmıştı. 11 Eylül 1980 tarihinde günde –artık- otuz kişinin yaşamına mal olan terör 12 Eylül 1980 günü birden bire adeta bıçakla kesilmişti. Kanın akmasına o güne kadar göz yumanlar, Darbe’den sonra kanı durdurmuşlardı. Çünkü 12 Eylül Darbesi XX. yüzyılın en büyük komplolarından biriydi. Türkiye, 24 Ocak 1980 kararlarını bütünüyle hayata aktarırken, üretim süreçlerini tıkayarak serbest piyasa ekonomisine teslim ediliyordu. Ayrıca ABD’nin ileri karakolu rolü tam anlamıyla kabul ediliyor, bugünkü ılımlı İslamın öncüsü olan Türk-İslam sentezi süreci başlatılıyordu. Bunun yanı sıra Türkiye NATO Komutan Orgeneral Rogers’in kuru vaatleriyle hiçbir kazanım sağlamadan Yunanistan’ın NATO’ya dönmesini kabul etmişti. Oysa bu ülkenin örgüte yeniden alınabilmesi için bütün üye ülkelerin ve –elbette- Türkiye’nin de onayı gerekiyordu. İşte bu noktada, Kıbrıs konusunda Yunanistan’dan çok önemli ödünler alınabilirdi… Sonuçlar nedenleri ortaya koyabilmek konusunda yeterli ipuçlarını vermekteydi. Bütün bunlar bu sürecin bir ABD-NATO operasyonu olduğunu açıkça ortaya koymaktaydı.

ABD, NATO ve CIA bu kirli ve kanlı oyunun başaktörleriydi. Bunların yanı sıra diğer çok önemli oyuncuları ise kontrgerilla ve MHP’nin profesyonel kadrolarıydı. Sokakta vuruşturulan ülkücüler ve sosyalist sol eylemciler ise figürandan başka bir şey değillerdi. Bu ABD patentli faşizan projenin bir diğer ince ayar destekçisi ise Avrupa’dan başkası değildi. Süreç esnasında-artık-sosyalizmin karikatürüne dönüşmüş yönetimiyle Sovyetler Birliği de, Çekoslavakya yapımı silahların Bulgaristan sınır kapısından Türkiye’ye girmesini sağlayan bir başka aktördü.

Süreç önce sağda ve soldaki gençleri birbirine kırdırmakla başlamış, sonra kitlesel katliamlarla ve sansasyonel cinayetlerle devam edip sonlanmıştı. Bu zaman diliminde çok önemli iki gelişme yaşanmıştı. 1978 Ocağında hükümete gelen CHP İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş kontrgerilla hakkında çok önemli bilgilere ulaşmıştı. Ancak tam o sırada saçma sapan bir skandal sonucu görevinden ayrılmıştı. Üçüncü sınıf bir Yeşilçam eskisi Aynur Aydan’la beraberliği nedeniyle bakanlıktan çekilmişti. Daha sonra CHP bir türlü olayın üzerine gidememişti Sayın Güneş otuz yıl sonra birinci ağızdan, o tarihte sahip olduğu bilgileri ve görevden ayrılmasının gerçek nedenlerini açıklamalıdır. Ucu-elbette-ABD’ye dayanacak bu altın bilgileri toplumla paylaşmalıdır.

Aynı yılın ekim ayında CHP bir ara seçimi kaybedince büyük bir siyasal centilmenlik örneği göstererek hükümeti Süleyman Demirel azınlık hükümetine terk etmişti. Halbuki bu yalnızca bir milletvekili yenileme ve kısmi senato seçimiydi, hükümetten çekilmenin hiç gereği yoktu. Üstelik o sırada Demirel bütün bir siyasal yaşamının en olumsuz dönemini yaşıyor, -adeta- MHP gölgesinde politika yapıyordu. Faşist katliamların ardından “Bana milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diyecek bir noktada bulunuyordu. Ülkede oluk oluk kan aktığı bir dönemde, bu Demirel’e ülke yönetimi –adeta- gümüş tepsiyle armağan edilmişti. Burada Sayın Rahşan Ecevit, Ecevit’in en yakınındaki insan olma sıfatıyla şu soruyu yanıtlamalıdır: Ecevit ve CHP, o dönemde, yoksa kontrgerilla konusunda sahip oldukları bilgilerin gereğini yerine getiremedikleri için mi görevi bırakmışlardı?... Sayın Rahşan Ecevit bu konuyu aydınlatmalı, ayrıntıları açıklamalıdır.

Siyasal kimliğinin dışında Bülent Ecevit’in iz bırakan iki özelliği vardı. Her koşulda koruyabildiği inceliği ve nezaketi tüm politikacılara örnek olacak türdendi. Ayrıca Türkçeyi kullanmadaki becerisi ve özeni bir başka hayranlık uyandıran yönüydü.

Ölümünün üçüncü yılında kendisini saygıyla anıyoruz. Işık içinde yatsın…

Dr. Vakur Kayador

Odatv.com

07 Aralık 2009 17:02
Ecevit'in 32 Yıllık Derin Sırrı
Bülent Ecevit'e İzmir Çiğli Havaalanı'nda yapılan suikast 32 yıldır sırrını koruyor. Suikast ile ilgili Ecevit'in işaret ettiği derinler ve yaşanan süreç......

Bülent Ecevit'e İzmir Çiğli Havaalanı'nda yapılan suikast 32 yıldır sırrını koruyor. Bacağından özel yapım gazlı bir mermi çıkarılan Ecevit, o tarihten sonra tam 3 kez başbakanlık yapmasına rağmen ne o mermiyi, ne de o tetiği çekenleri bulabildi.

Karaoğlan bu süreçte devlet içindeki derin yapılanmayı farketti ve adını kontrgerilla koydu. Hep o suikastin aydınlatılmasını istedi ama ömrü yetmedi..

Takvim gazetesi yazarı Mehmet Çetingüleç bugün bu olayı hatırlattı ve “madem Ergenekon kapsamındaki karanlık dosyalar açılıyor, Çiğli'nin de aydınlatılması gerekiyor” dedi. İşte o köşe yazısı:

32 yıldır aydınlatılamayan suikast

29 Mayıs 1977.

Ecevit çifti seçim gezisi için uçakla geldikleri İzmir Çiğli Havaalanında parti otobüsüne binerken uzun menzilden bir el ateş ediliyor.

"Gazlı" bir kurşun.

Doğrudan "öldürme" kastıyla sıkıldığı belli.

O "özel" kurşun, Ecevitlerin -Robert Kolej'den beri- yakın arkadaşı olan Mehmet İsvan'ın bacağına isabet ediyor...

***

Rahşan Ecevit anlatıyor: "Mehmet İsvan beni arabaya çekmek üzere elini uzatmıştı. O anda bir kurşun geldi, onun bacağına saplandı. Eğer birkaç saniye sonra ateş edilse,

Mehmet beni arabaya çekmiş olacak ve o kurşun benim sırtıma saplanacaktı. Ama beni aşıp onun bacağına saplandı..."

Bülent Ecevit de otobüsün kapısında Rahşan Hanımla yan yana duruyordu. Hedefteydi.

Eğer o anda Rahşan Hanım İsvan'ın elini tutup basamağa çıksa, ya da Ecevit kendi başına otobüse binmek için hamle yapsa, ilk basamakta vurulacaktı...

O dönemde Ecevit "efsane" haline gelmişti.

Gerçi iktidarda Milliyetçi Cephe Hükümeti vardı ama 3 yıl önce Kıbrıs Barış Harekatını gerçekleştirmiş olan Karaoğlan'ın adı dağlara taşlara yazılıyordu.

Ama Türkiye'de büyük bir rüzgarı arkasına alıp, yeniden iktidara gelmeye hazırlanan eski Başbakan Ecevit'e, üstelik havaalanı içerisinde rahatlıkla ateş edilebiliyordu.

Peki Ecevitlere kim ateş etti?

Kontrgerilla'nın parmağı olabilir miydi?

Nasıl bir silah kullanılmıştı?

Olayın arkasından neler yaşandı?

Bu soruların hepsini ölümünden kısa bir süre önce Bülent Ecevit'e ve Rahşan Hanıma yöneltmiştim.

***

İşte Ecevitlerin verdiği bilgiler ve olaydan sonra yayınlanan haberlerin arşiv taramasına dayanan suikast sonrası gelişmeler:

- Olay hemen örtbas edilmeye çalışıldı.

- İzmir Valisi'nin olayı bir süre Ankara'ya bildirmediği öğrenildi.

- Polis "mermi değil patlangaç" diyerek geçiştirmeye çalıştı.

- Bu arada CHP'li 2 genç "suçlu" oldukları iddiasıyla gözaltına alındı. Ancak belgelerin düzmece olduğu anlaşılınca salıverildiler.

***

Polisin küçümsemeye çalıştığı mermi, aslında önemli bir "delil" niteliği taşıyordu.

İzmir Devlet Hastanesine kaldırılan Mehmet İsvan'ın bacağından iri ve "gazlı" olduğu bildirilen bir mermi çıkarıldı.

Bülent Ecevit anlatıyor: "Emniyetten ısrarla kullanılan mermiyi istiyorlar doktorlar da vermiyor. Çünkü deyim yerindeyse esrarengiz bir mermiydi."

Balistik uzmanları da mermideki kimyasal bileşimin bilinmediğini öne sürdü. Uzmanlar, o güne kadar böyle bir mermi görmediklerini söylüyordu.

***

Peki bu suikasti kim yapmış olabilirdi?

Sorunun yanıtı Bülent Ecevit'ten:

"Belli ki bize karşı bir suikastti. Devletin onun içinde olduğu belliydi. Sonra olay örtbas edildi."

Peki saldırıyı yıllarca Türkiye'nin gündeminden çıkmayan "Kontrgerilla" yapmış olabilir miydi?

Ecevit "Olabilir tabi" diyordu.

***

Ya Rahşan Hanım ne düşünüyordu?

"Ankara'ya dönünce öğrendik ki, bu mermi ve bu mermiyi kullanacak silahlardan sınırlı bir miktar, dışardan Türkiye'ye emniyete gelmişti. Füze cinsi bir silahtı. Çok tehlikeli olduğu için kullanımı özel kurallara bağlanmıştı. İçindeki kimyasal bileşim o kadar bilinmez ve tehlikeliydi ki, yaralanan arkadaşımız Mehmet İsvan Türkiye'de tedavi göremedi. İsviçre'de dünyanın parasına uzun bir tedavi uygulandı."

Rahşan Ecevit "Menemen Savcısı'nın kendi inisiyatifiyle olaya el koyduğunu" hatırlatıyor, "ama ne oldu belli değil" diyordu.

Rahşan Ecevit çok net bir iddiada bulunuyordu:

"Silahı polisin ateşlediği belliydi. Ateşlediği bilinen polis de olayı örtbas etmeye çalışan komiser de kurtuldular."

Bülent Ecevit olayı anlatırken "1 Mayıs olayı gibi, Çiğli olayı da örtbas edildi" diyordu.

***
Ecevit bu olayın aydınlatılmasını hep istedi. Ama siyasi gücü olayı aydınlatma boyutuna hiçbir zaman ulaşamadı.

Çiğli suikastından 1 ay sonra girdiği genel seçimlerde yüzde 41.4'le CHP'nin tarihinde aldığı en yüksek oy oranına erişti. Ama 213 milletvekili çıkarmasına rağmen Hükümeti kurabilmek için dışarıdan destek almak zorunda kaldı. "Pamuk ipliğine bağlı" olan o hükümetle ayakta durmak bile zorken, suikastleri aydınlatma iradesini ortaya koymak mümkün değildi.

Daha sonra Ecevit Türkiye'de biri azınlık, diğeri DSP-MHP-ANAP Koalisyonu olmak üzere iki kez daha Hükümet kurdu.

Ama o hükümetler de geçmişteki karanlık olayların üzerine gidemedi. Ecevit de "tek başına iktidar" olamadığı için o gücü kendinde bulamadı...

***
Şimdi madem ki "devlet içerisindeki çeteleri temizleme" konusunda bir iddia ve irade ortaya konulmak isteniyor.

Hala karanlıkta olan, Çiğli suikastinin de, Taksim'deki 1 Mayıs olayının da yeniden masaya yatırılma zamanıdır.

Çünkü bunlar Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin, eski Başbakanı Ecevit'e karşı borcu.

Daha da ötesi "devlet'in kontrolsüz güçlerden arındırılması" ve hukukun üstünlüğüne dayalı, şeffaf, güçlü, temiz bir Cumhuriyet'nin oluşturulması için bir zorunluluktur...
aktifhaber

Bülent Ecevit, Libyalı kuzenine bile Ayasofya'da namaz izni vermemişti
20/Ağustos/2011

Bülent Ecevit ile aile tarihini konu alan geniş kapsamlı son röportajlardan birini, geçen senenin Temmuz ayında ben yapmıştım.

Anne tarafından Libya ile akrabalık bağları bulunan Ecevit bu görüşmemizde Libya’da 1969’daki ihtilálin káğıt üzerindeki lideri Albay Sadeddin Buşveyr ile kuzen olduklarını, ihtilálin gerçek lideri Albay Muammer el Kaddafi’nin Buşveyr’i daha sonra Türkiye’ye büyükelçi olarak gönderdiğini söylemiş ve daha önceleri Kaddafi’ye atfedilerek yanlış şekilde aktarılan bir hadisenin de doğrusunu anlatmıştı. Sadeddin Buşveyr, Ayasofya’da bir defa olsun namaz kılabilmek için, 1970’lerin sonunda Bülent Ecevit’ten ricada bulunmuş ama Ecevit kuzenine bile namaz izni vermemişti.

BÜLENT Ecevit’i, hatalarıyla ve sevaplarıyla diğer áleme uğurladık.

Rahmetli Ecevit ile aile tarihini konu alan geniş kapsamlı son röportajlardan birini ben yapmıştım. Ankara’daki evinde geçen senenin Temmuz’unda ziyaret ettiğim Ecevit, bana hem anne hem baba tarafından aile bağlantılarını anlatmıştı.Bülent Ecevit sonraki günlerde çok tartışılan "Osmanlı, şeriat devleti değildi; laikliğe yakındı" görüşünü de bu röportaj sırasında bana ifade etmişti.

Ecevit’in, verdiği enteresan bilgiler arasında, kendisiyle akraba olan Libyalı bir diplomatın Ayasofya’da namaz kılabilmek için, 1970’lerin sonunda yaptığı rica ile ilgili ayrıntılar da vardı. Talep, Libya Kralı İdris El Sunusi’nin devrildiği 1969 ihtilálinin káğıt üzerindeki lideri Albay Sadeddin Buşveyr’den gelmişti. Bülent Ecevit’in annesi ressam Nazlı Ecevit’in Libya ile akrabalığı vardı, Nazlı Hanım’ın annesi Adviye Hanım, bir ara Sultan Abdülhamid’in yaverliğini yapan ve aslen Libyalı olan Ali Kırat Paşa’nın kızıydı. Dolayısıyla, Paşa’nın soyundan gelen Sadeddin Buşveyr ile Ecevit kuzen oluyorlardı, ihtilálin gerçek lideri Albay Muammer el Kaddafi, Ecevit’in 1974’teki başbakanlığından sonraBuşveyr’i Türkiye’ye büyükelçi olarak göndermişti.

Ayasofya’da ibadet etme talebinin sahibi bu kuzen idi ama Ecevit kuzenine namaz izni vermeyecekti.

KADDAFİ’NİN ELÇİSİ

Bülent Ecevit, geçen seneki görüşmemizde daha önceleri Muammer el Kaddafi’ye atfedilerek yanlış şekilde aktarılan bu namaz talebinin doğrusunu ayrıntılarıyla anlatmıştı. İşte, hadisenin Ecevit’in ağzından doğru şekli:

"Benim, Libya ile bir akrabalık ilişim vardır. ...Abdülhamid döneminde, Abdülhamid’in başyaveri konumundaki kişi bizim akrabamızdı: Libyalı Ali Kırat Paşa. O şekilde, Libya ile bir ilişkimiz oluyor.

...Bir akrabamız da, Albay Sadeddin Abuşvereb’di (Ecevit, Sadeddin Buşveyr’in ismini böyle teláffuz ediyor). ...Kaddafi, ben başbakan olduğumda onu hemen Ankara’ya büyükelçi olarak gönderdi. Bölge ile ilişkilere zaten büyük önem veriyordum. Libya ile sıcak bir ilişkimiz oldu. Sosyal yapısı falan da çok farklıydı. Meselá akrabalarım vardı orada, onları ziyarete gittiğimde çok şaşırdım. Sanki İstanbullu, laik yapılı genç hanımlardı. Türk Pop Müziği falan çalıyorlardı. Bize çok yakın durumdaydılar.

Sadeddin Abuşvereb, bizde bu şekilde büyükelçilik yaptı. Sonra bildiğim kadar, burada bir de ev yaptırdı ama ona erişemedim, çünki araya 12 Eylül dönemi girdi. Ben, başbakanlıktan ayrılmadan iki yıl önce, Abuşvereb bana bir mesaj gönderdi. ’Bir günlüğüne Ayasofya’yı açın, ben gelip namaz kılacağım’ dedi. Ben tabii ’Olmaz’ dedim, ondan sonra bir daha görüşemedik. Böyle ilginç bir macera..."

Artık tarihe málolan Bülent Ecevit ile ilgili bu aile hikáyesini, cenazesinin hemen ertesi günü kendi ağzından nakletmek istedim.

Ecevit’e vefayı eleştirenler, Fransızlar’ın Napolyon hakkında yazdıklarını hatırlasınlar

BÜLENT Ecevit’in vefatından sonra hakkında söylenen övücü sözlerin bazı yazarlar tarafından "Ecevit’i şimdi göklere çıkartanlar, bir zamanlar onun için demediklerini bırakmamışlardı" diye eleştirilmesi, bana Paris gazetelerinde Napolyon Bonapart ile ilgili olarak 1815’te çıkan ve dünya basın tarihinde son derece enteresan bir yeri olan bazı haberleri hatırlattı.

Napolyon, Avrupalı müttefik ordular karşısında yenilmesi üzerine 6 Nisan 1814’te tahtından feragat etmiş ve İtalya sahillerindeki Elbe Adası’na sürgüne yollanmıştı. 1815’in 26 Şubat’ında adadan kaçtı, Fransa’ya döndü, yeniden bir savaş başlattı ama iktidarı sadece 100 gün devam edebildi. Aslen Korsikalı olanNapolyon, Waterloo’da 18 Haziran’da uğradığı yenilgiden sonra bu defa Güney Atlantik’teki Saint Helena Adası’na sürülecek ve hayata altı sene sonra burada veda edecekti.

İşte, Fransız gazetelerinin Napolyon’un Elbe Adası’ndan kaçıp Paris’e gelişi sırasında attıkları manşetler:

28 ŞUBAT 1815: "Korsikalı canavar, Elbe Adası’nda kapatıldığı ininden kaçarak Antibes’de karaya çıktı"

4 MART 1815: "Napolyon, topraklarımızı çiğneyerek ilerliyor"

9 MART 1815: "General Bonapart, Grenoble’a ulaştı"

19 MART 1815: "Paris halkı, sadık bendesi oldukları imparator hazretlerini hasret içerisinde bekliyorlar"
habertürk

RAHŞAN ECEVİT'TEN ŞOK İTİRAF?
21 Mayıs 2012

Bülent Ecevit'in koruma müdürü Recai Birgün, 2001 yılında karanlık bir yapının Ecevit'in kurduğu hükümeti yıkmaya çalıştığını söyledi.

Ecevit'in hastalığı döneminde, Rahşan Ecevit'in de kendisine, "Bülent'i elimizden almaya çalışıyorlar. Onu öldürmeye çalışıyorlar." dediğini belirtti.

Bülent Ecevit 'in koruma müdürü Recai Birgün, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen Ergenekon davasında ifade verdi. Kimlik tespiti yapıldığı sırada Mahkeme Başkanı Hasan Hüseyin Özese'nin, "Sanıklardan herhangi birisi ile bir husumetin var mı?" diye sorduğu Birgün, herhangi bir husumeti olmadığını söyledi. Bunun üzerine tutuklu sanık Mehmet Haberal'ın avukatı Dilek Helvacı, Birgün'ün 29 Nisan 2009'de savcılıkta Haberal ve Bülent Ecevit'in tedavisine katılan 13 doktor ile aralarında davalar bulunduğu şeklinde ifadesi olduğunu söyledi. Mahkeme Başkanı Hasan Hüseyin Özese, Birgün'ün ilk tanıklık ifadesinden önce Haberal ile aralarında açılmış herhangi bir dava bulunmadığını, açılmış ve devam eden bir dava da bulunmadığını belirterek tanıklığa engel bir durum bulunmadığını söyledi.

Daha sonra ifadesine başvurulan Birgün, izinli olduğu bir dönemde Bülent Ecevit'in sırtında oluşan ağrı nedeniyle Başkent Üniversitesi Hastanesi'ne götüldüğünü, kendisinin de hastaneye bir süre sonra gittiğini, orada Mehmet Haberal ile tanıştığını belirtti. Ecevit'in yapılan müdahalenin ardından evine gönderildiğini belirten Birgün, "Daha sonra göğüs bölgesinde ağrı oluştu. Yine aynı hastaneye kaldırdık. Hastanede 10 gün kaldık. Daha sonra da omurgada çökme meydana geldi. 8 ay daha hastanede kalmamız gerektiğini söylediler. Çökmenin felç ya da ölümle sonuçlanabileceğini söylediler. Omurga çökmesine müdahale yapılmayacağını söylediler. Ayrıca dinlenmesini de tavsiye ettiler. Bu 8 aylık süreci hastanede geçirmemiz tavsiye edildi. Hastanede tedavi olmayacağından eve geldik." diye konuştu.

Doktorların Ecevit için mutlak yatak istirahati önerdiğini anlatan Birgün, "1,5 metre uzaklıktaki lavaboya bile gitmemesi istendi. Ancak Bülent Ecevit çok tez canlı birisi olduğu için ilk günden başlamak üzere doktor tavsiyelerine hiç uymadı. Sabah kalkıyordu, ihtiyaçlarını gideriyordu. Gazetesini okuyordu. Bu sürecimiz 3 ay devam etti. Bu sırada doktorlar eve muayeneye geliyordu. Kıpırdamamasını ve hareket etmemesini söylüyorlardı." ifadelerine yer verdi.

O dönemde Ecevit'in hastanede yatmasının medyada geniş yer tuttuğunu belirten Birgün, öldüğü şeklinde asılsız haberlerin bile yazıldığını dile getirdi. Kendisinin ve Rahşan Ecevit'in, Ecevit'in yanında bulunduğunu belirten Birgün, "Beyefendi yazılanlardan çok rahatsız oluyordu. Dışarıya çıkmak istiyordu ancak doktorlar izin vermiyordu. O dönemde MGK, Bakanlar Kurulu ve Kıbrıs Zirvesi yapılacaktı. Ecevit bu üç toplantıya katılmak istiyordu. Doktorlar gelip muayene ettiler. Doktorlar, bu toplantılardan bir gün önce yapılan muayenesinde de beyefendiye bu toplantılara katılabileceğini söylediler. Ama toplantıya gitmeden önce sabah muayene etmek istediler. Sabahki muayenede ise 'Siz kıpırdamışsınız' diyerek, katılmamasını tavsiye ettiler. Bir gün önceki duruma göre, toplantılara katılacağı şeklinde basına bildirmiştik ama ertesi gün katılamamıştı. Bu nedenle basında pek de hoş olmayan haberler yazıldı. Hatta MGK toplantısı Ecevit nedeniyle 10.30'da başladı. Doktorların bu ikna edici sözleri nedeniyle Ecevit bu üç toplantıya katılmadı." şeklinde konuştu.

Doktorların eve gelip gitmesinin ve sürekli kameraların çekmesinin rahatsızlığa neden olduğunu belirten Birgün, "1 gün önce 'iyisin', sabah gelince de 'kıpırdamışsın, his kaybı olmuş' deyince Rahşan Hanım ve ben şüphelendik. Beyefendi kalkıp geziyordu. Her sabah bahçeye çıkıp gazeteleri okuyordu. Rahşan Hanım ile tedavi sürecinde yaşadıklarımızı, tedavi sürecini ve 8 ay evde istirahat etmesini gerektirecek durumunun olmadığını değerlendirdik. Bu durumu da Bülent Ecevit'e söyledik. Benim yakın arkadaşım olan ortopedist Mücahit Pehlivan'dan bahsettim ve kabul ettiler. Basın mensupları kapının önünde 24 saat nöbet tuttukları için Mücahit Pehlivan'ı gece yarısı eve soktuk. İlk muayenesini elle yaptı. Bir çökme rahatsızlığı olduğunu ama bu durumun geçmiş olduğunu söyledi. Yürüyebileceğini, bir sıkıntı olmadığını söyledi. Ben de kendisinden bu tavsiyesini kağıda dökmesini istedim. Sonuçta Başbakan'ın sağlık durumu ile ilgili tavsiyede bulunuyordu." dedi.

Daha sonra da özel bir poliklinikten temin ettikleri seyyar röntgen cihazlarını gece vakti eve soktuklarını belirten Birgün, "Film çekildi ve buna göre de çökmenin düzeldiği, riskli bir durumun bulunmadığı söylendi. Bunu Bülent Ecevit'e söyledik. Kaba bir korsemiz vardı. Korseye gerek yok dediler ama biz daha ince bir korseyle günlük yaşamımıza devam ettik." şeklinde konuştu.

Bu yaşananlardan sonra Başkent Üniversitesi Hastanesi'nden gelen doktorları kabul etmediklerini anlatan Birgün, "Bir bahane buluyorduk. Beyefendinin hastaneye gitmesi isteniyordu. Daha sonra da DSP yöneticileri Zeki Sezer, Emrehan Halıcı ve Tayfun İçli ziyarete gelerek beyefendinin hastaneye gitmemesi gerektiğini, giderse çalışamaz durumda rapor verileceği şeklinde duyum aldıklarını söyleyerek, hastaneye gitmemesini istediler. 2006 yılına kadar gayet sağlıklı yaşadı ve daha sonrasında da beyin kanamasından vefat etti." ifadelerini kullandı.

Mahkeme Başkanı Özese, konuşmasını tamamlayan Birgün'e, soruşturma aşamasında savcılıkta verdiği tanık ifadesini de okudu. Başkan Özese'nin ifadenin çeşitli bölümlerinde Birgün'e sorular yönelterek açıklamalar yapmasını istediği gözlendi.

Başkan Özese'nin sorusu üzerine 2001 yılındaki bir yapının, Bülent Ecevit'in başında olduğu hükümeti yıkmaya çalıştığını kaydeden Recai Birgün, "O yapı bu yargılaması yapılan yapı mı bilmiyorum. Ama hükümeti yıkmaya çalıştı. Eline geçen fırsatları kullandı. Ecevit'in hastalığını kullandı. Benim ifadelerim aslında medyaya yansımış şeyler. Ben sadece birinci dereceden tanık olarak anlatıyorum." dedi.

Ecevit'in hastalığı döneminde Rahşan Ecevit'in kendilerini ziyarete gelen hemen herkese başlarından geçen hadiseleri anlatmaya çalıştığını belirten Birgün sözlerini şöyle tamamladı: "Ancak beyefendi buna izin vermezdi. İleride siyasi tarih yazarlarının kendilerine yapılanları ortaya çıkaracaklarını söylerdi. Hanımefendi bu tür konuları açınca 'Rahşan o konuları kapat. O konuları dile getirmeyelim' derdi. Rahşan Hanım da kendilerine yapılanları anlatmaya çalışırdı. Hatta bu kendi yorumu ben katılmıyorum ama 'Bülent'i elimizden almaya çalışıyorlar. Nasıl kayıp gidiyor. Onu öldürmeye çalışıyorlar' dediği olmuştu."
aktifhaber
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Şub 21, 2010 10:40 pm    Mesaj konusu: ECEVİT, KIBRIS HAREKATINI İSTEMİYORDU Alıntıyla Cevap Gönder

16 Mayıs 2010
ECEVİTLERİN KAVGASI ERGENEKON'DA
Bülent ve Rahşan Ecevit 2003'de bir röportaj esnasında kameralar önünde tartımaya başladılar. İşte bu tartışma Ergenekon davasına girdi. Konusu ise Haberal...

Can Dündar - Milliyet Gazetesi...

2003’te, Karaoğlan Belgeseli için röportaj yaptığımız Bülent ve Rahşan Ecevit kamera önünde tartışmaya başladılar. O tartışma belgeselde yer almadı. Ancak “Ecevit ve Gizli Arşivi” adlı kitapta yayımladık. Mehmet Haberal’ın avukatları bunu mahkemeye delil olarak sundular. İşte o tartışma:

Önceki gün 2. Ergenekon davasına bakan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti, Bülent Ecevit’in, eşi Rahşan Ecevit’le birlikte “Karaoğlan Belgeseli“ için verdiği röportajın video kaydının CNN Türk’ten istenmesine karar verdi.
Röportajın getirtilip mahkemede izlenmesini isteyenler, sanık Prof. Dr. Mehmet Haberal’ın avukatlarıydı.
Mahkemeye getirtilmesi istenen röportajı yapan ise bizdik:
Rıdvan Akar ve ben...

İş göremez raporu
Röportajın mahkeme için önemine değinmeden, kısaca “hastalık tartışması”nı hatırlatmakta yarar var.
2002 yılı Mayıs ayında Bülent Ecevit, Prof. Mehmet Haberal‘a ait Başkent Hastanesi’nde tedavi görmüştü.
Daha doğrusu, tedavi için gittiği hastanede geçirdiği 11 günün sonunda durumu kötüleşmişti.
Bunun üzerine Rahşan Ecevit’in ısrarıyla tedavisi tamamlanmadan hastaneden çıkarılmış, eve götürülmüş, evde kısa sürede toparlandığı söylenmişti.
Ecevit, o günden sonra Prof. Haberal’la randevusuna gitmemişti. Bunun nedenini dönemin DSP Grup Başkanvekili Emrehan Halıcı şöyle açıklamıştı:
“O randevuya gitseydi, kendisine ‘çürük’ veya ‘iş göremez’ raporu verilecek ve Başbakanlıktan düşürülecekti.”
O dönem Ecevit’in koruma amirliğini yapan DSP İzmir Milletvekili Recai Birgün de aynı görüşteydi:
“Dünyada tedaviyi kesip de ayağa kalkan tek insan Ecevit’ti. O gün yaşananlara, 57. Hükümet’in düşürülmesi operasyonun bir parçası olarak baktık. Bu operasyonun bir ayağı da Ecevit’in devre dışı bırakılmasıydı.“

“Ergenekon’un komplosu” mu?
Rahşan Hanım başta olmak üzere Ecevit’in yakın çevresi, Hüsamettin Özkan’ın imzasını taşıdığına inandıkları bu operasyonun “Ecevit’in devre dışı bırakılması”yla ilgili bölümünü Özkan’ın yakın dostu Prof. Haberal’ın üstlendiği kanısındaydı.
Kimine göre Amerika, Irak operasyonuna direnen Ecevit’i bu yolla bertaraf etmeye çalışıyordu.
Kimine göre ise “Ergenekon”, bazı komutanların desteği ve Prof. Haberal’ın katkısıyla Ecevit’i devirip Özkan’ı başbakanlığa hazırlıyordu.
Komplo teorileri böyle iddialı olduğu için de Ecevit’lerin görüşü önem taşıyordu.

Ecevitlerin tartışması
Rıdvan Akar’la birlikte hazırladığımız “Karaoğlan Belgeseli” için 2003’te Bülent ve Rahşan Ecevit’le günlerce süren uzun bir röportaj yaptık.
Bu röportajda tabii hastalık konusu da gündeme geldi.
Ancak konuyu açınca, bunun aile içinde hala kanayan bir yara olduğunu fark ettik. Haberal ve Özkan’ı sorunca Bülent-Rahşan Ecevit çifti, kendilerinden beklenmedik bir şekilde kamera önünde tartışmaya başladılar.
Rıdvan’la bu tartışmayı bir süre müdahil olmadan izledik.
Bülent Ecevit’in (sanılanın aksine) eşi karşısında daha sert ve dominant bir tavrı olduğunu fark ettik.
Belgeseli montajlarken de, hayli uzun süren bu tartışmanın Ecevit’in tüm hayatını konu alan bir yapımda yer almasının doğru olmayacağına karar verdik.
Ancak tartışmanın ayrıntılarını, daha sonra “Karaoğlan’ın belgeleri”ne de yer verdiğimiz “Ecevit ve Gizli Arşivi” adlı kitapta (İmge, 2008) yayımladık.
O kitaptaki tartışma, Prof. Haberal’ın avukatlarının dikkatini çekmiş olacak ki, Ecevit ve eşinin sözlerini mahkemeye delil olarak sundular.
Haberal’ın avukatı Köksal Bayraktar, müvekkiline sorulan soruların büyük kısmının Ecevit’in tedavi süreciyle ilgili olduğunu hatırlatarak mahkemenin bu röportajın ham bantlarını istetip izlemesini istedi.
İşte o tartışma, mahkeme dosyasından önce Milliyet’te...

Bülent ve Rahşan Ecevit Eymir’de...

BÜLENT BEY’İ KIZDIRAN YAZI
RIDVAN AKAR: Emin Çölaşan’ın yazısı için yorumunuz nedir?
BÜLENT ECEVİT: Çok çirkin bir yazı idi tabii... Rahşan haklı olarak tepkisini söyledi ve tabii üniversite hastaneden verilen, dışarı sızdırılan birtakım şeyler, söylentiler, iddialar; o da ayrıca çirkindi. Kimler yaptı, kimler yapmadı bilemiyorum tabii. Neyse ama, biraz fazla bu konu üzerinde durduk.
CAN DÜNDAR: Şunun için durduk üzerinde: Yani gerçekten kamuoyunda artık sizin başbakanlık yapamayacağınız yönünde bir inanç oluşturulmaya çalışılıyordu.
RAHŞAN ECEVİT: Evet o inanç oluşturulmaya çalışılıyordu.
CAN DÜNDAR: Orada belli ki inisiyatif size geçti, bir şekilde kamuoyunu kim oluşturuyorsa ona ‘Dur’ dediniz ve kalktınız. O günden beri de hiç (tedavi) yaptırmadınız gördüğümüz üzere..
RAHŞAN ECEVİT: Evet...
RIDVAN AKAR: Yani bardağın taştığı bir yer mi vardı?
BÜLENT ECEVİT: Şimdi efendim, seçim geliyor, ben yatakta kalacağım; bunu içime sindirmem mümkün değildi yani... Gerçekten yataklık hasta olsaydım, çaresiz katlanırdım ama...
CAN DÜNDAR: Fakat bir yandan hepimizin yüreğini ağzına getiren bir sahne yaşandı hastane önünde merdivenden inerken... Gerçekten bir düşme tehlikesi atlattınız ve doktorlar ‘Çıkmamalıydı hastaneden’ dediler.
RAHŞAN ECEVİT: Evet ama o bu şeyle ilgili değildi. Belki iyi göremedi filan... Yani herkes bir merdivende sendeleyebilir.

TARTIŞMANIN TAM METNİ

Rahşan, bu konuyu kapatalım lütfen!
Bülent! dedikodu yapayım ister misin?
RIDVAN AKAR: Hastalığınız süreci... Herhalde özel hayatınıza ilk defa bu kadar doğrudan bir müdahale oldu ve bu kadar çok şey yazıldı, çizildi. Sizin de çok üzüldüğünüzü biliyorum. Siz hastaydınız. Bunu kamuoyunun değerlendiriş tarzı üzerine değişik yazılar çıktı.
BÜLENT ECEVİT: Bu, kişiden kişiye değişiyordu. Medyadan çok insafsızca, zalimce yaklaşanlar da vardı; daha anlayışlı yaklaşanlar da vardı. Koalisyon ortaklarımız çok anlayışlı idi.
RAHŞAN ECEVİT (araya giriyor): Ama biraz da ‘Medya birisinin elinde’ diyorlardı. Onun da yazdırdıkları vardı tabii... Özür dileyerek...
BÜLENT ECEVİT (eşini uyarıyor): Rahşan!
RAHŞAN ECEVİT: Özür diledim. Özür diledim.

TARTIŞILAN HASTANE SEÇİMİ
CAN DÜNDAR: Nasıl başladı hastalık Rahşan Hanım?
RAHŞAN ECEVİT: Yani hastadır; herkes hasta olur. O da normal, herkes gibi hasta oldu. Ama hasta olduğu anda bindirdiler.
CAN DÜNDAR: Bu hastane ve doktor tercihi sonradan çok tartışıldı. O hastaneye ve o doktora nasıl karar verdiniz?
BÜLENT ECEVİT: Şimdi efendim bir kere hastaneden bir şikâyetim yok. Birtakım spekülasyonlar çıktı, onlar da en azından abartıldı. Genel Merkez’in hemen yanı başındadır biliyorsunuz Başkent Üniversitesi Hastanesi... Genellikle bir ivedi sorunumuz olduğu vakit ona başvururuz veya partililer oraya başvururlar. Benim de öyle ani bir şey bastırdı.

'7 AY YATSA SİYASİ HAYATI BİTERDİ'
RAHŞAN ECEVİT: Şimdi orada merak edilen konu, Ecevit’e yanlış tedavi mi yaptılar? Hayır! Ecevit’e orada yanlış tedavi yapmadılar. Sadece orada bazı kimseler Bülent’e çok aylara yayılan bir dinlenme gereksinimi telkin ettiler. Bu demek oluyordu ki en aşağı böyle 7-8 ay dümdüz yatacak.
BÜLENT ECEVİT: O kadar büyük bir şey değil.
RAHŞAN ECEVİT: Öyle... Öyle dediler.
BÜLENT ECEVİT: Dediler...
RAHŞAN ECEVİT: Dediler... dur şimdi işte söylüyorum... Dediler... Ve bu da demek oluyordu ki, bir partinin genel başkanı 7 ay yatacak ise onun siyasi hayatı biter.
BÜLENT ECEVİT: 7 ay sürecek gibi bir şey söylenmedi bana.
RAHŞAN ECEVİT: Söylendi Bülent...
BÜLENT ECEVİT: Hayır söylemediler. Aksine işte ‘Şu tarihten 11 gün sonra gel, durumuna yeniden bakalım. İyi gidiyor, iyileşiyorsun. O durum nasıl, 11 gün sonra yeniden gel...’
RAHŞAN ECEVİT: Hayır öyle olmadı o... Bir kere daha muayene etmek istediler; o ayrı... Ama onun dışında bu şekilde bir telkin yapıldı ve biz de bu telkine ayak uydur-madık.

4 Mayıs 2002’de hastaneye yatan Bülent Ecevit 17 Mayıs’ta taburcu olmuş, Ecevitleri Haberal uğurlamıştı.

'DEDİKODU YAPAYIM İSTEMEZSİN'
BÜLENT ECEVİT: Hayır bana o şekilde ‘7-8 ay yatakta kalacaksın’ denmedi.
RAHŞAN ECEVİT: Tabi sen onu işte... Neyse...
BÜLENT ECEVİT: Ve dediğim gibi işte, ‘Şu tarihte yeniden gel...’
RAHŞAN ECEVİT: ‘Yeniden gel’ dendi evet.
BÜLENT ECEVİT: ‘Durumuna bakalım’ dedi ve genellikle durumumun hızla iyileşmekte olduğunu söyledi. Onun dışında öyle 7 ay, 8 ay gibi bir şey söz konusu olmadı.
RAHŞAN ECEVİT: Evet söylendi ve öyle söylendiği için biz çok bunaldık.
BÜLENT ECEVİT: Kim söyledi?
RAHŞAN ECEVİT: İşte şimdi burada dedikodu yapayım ister misin? İstemezsin tabii...
BÜLENT ECEVİT: Rahşan, bu konuyu kapatalım.
RAHŞAN ECEVİT: Kapatalım Bülent... Ben de kapatıyorum. Ama sana böyle bir telkinde bulundular.
BÜLENT ECEVİT: Kim bulundu?
RAHŞAN ECEVİT: Söylemek istemiyorum şimdi...

BÜLENT BEY'İN KIZDIĞI AN
BÜLENT ECEVİT: Ama şimdi Rahşan... ‘İyi gidiyor’ dendi; o yürümeye, rahat yürümeye...
RAHŞAN ECEVİT: Tamam işte, ‘Sen iyisin’ dendi; ‘İyi gidiyor’ dendi.
BÜLENT ECEVİT: Tamam...
RAHŞAN ECEVİT: Ama ‘Böyle bir şey de yap’ dendi.
RIDVAN AKAR: Doktor değil miydi onu söyleyen?
BÜLENT ECEVİT: Hayır, öyle 7 ay-8 ay denmedi.
RAHŞAN ECEVİT: Dendi Bülent ve biz onun üzerine vazgeçtik.
BÜLENT ECEVİT: Hayır onun üzerine vazgeçmedik.
RAHŞAN ECEVİT: Ve sen yataktan kalktın ve harekete geçtin. Bu biraz ‘Cumhurbaşkanı kitabı kime fırlattı’ tartışmasına benzedi, neyse...
BÜLENT ECEVİT (kızarak) : Rahşan lütfen... lütfen....
RAHŞAN ECEVİT: Tamam. İşte, peki bu kadar söyledim. Fazla da bir şey söylemedim.
BÜLENT ECEVİT: Daha ne söyleyeceksin?

'ARAMIZI AÇACAKSINIZ'
CAN DÜNDAR: Tabii basına yansıyan kısmı, bunun bir komplo olduğu ve hastanenin de bir şekilde bu işe karıştığı... Yani bilerek ya da bilmeyerek, haber sızdırarak Ecevit’i iktidardan devirme hedefinin hastalıkla birleştiği gibi bir izlenim kamuoyuna yansıdı.
RAHŞAN ECEVİT: Tamam, siz bunu bana bakarak söylüyorsunuz, ama aramızı açacaksınız onun için...
CAN DÜNDAR: Katiyen öyle bir niyetimiz yok. Siz örnek aldığımız bir çiftsiniz bizim...
RIDVAN AKAR: Peki efendim kaburganızda kırık ve bunun 12 gün sonra tespit edilmiş olması gibi bir şey söz konusu muydu?
RAHŞAN ECEVİT: Şimdi o bir ara bir düştüydü. Düşünce gerçekten kaburgası kırılmış, ama biz öyle bir şeyi fark etmedik. Daha sonra, zaman içinde çıktı onun ağrısı... Ağrısı çıkınca o an gittik, röntgen çekildi ki, kırılmışmış. ‘Kaburga kemikleri kendi kendine iyi olur’ dediler ve hakikaten kendi kendine iyi oldu, bitti.

'YANLIŞ YORUMLANIR DİYE GİTMEDİM'
BÜLENT ECEVİT: Hayır benim ayrılışımın nedenini biliyorsun. O gazetecilerin... yine beni yanlış yakalayacaklar... Sonra evin önünde...
RAHŞAN ECEVİT: Hayır, sen hastaneye yine gitmedin; o ayrı, o ayrı... Ama bunu bize söylediler. Biz de onu yapmadık ve onun üzerine zaten ‘Ecevit hastaneyi bıraktı, iyi oldu’ dediler.
CAN DÜNDAR: Yani ‘yatması gerekiyor’ derken, kalkmasını siz mi söylediniz?
RAHŞAN ECEVİT: Evet, evet kalktı ve ayakta kaldı.
CAN DÜNDAR: Halbuki kamuoyu...
RAHŞAN ECEVİT: Yani orada yanlış bir tutum vardı.
RIDVAN AKAR: Grup toplantısına gittiniz galiba değil mi?
BÜLENT ECEVİT: Evet.
RAHŞAN ECEVİT: Oradan MGK’ya gittin galiba değil mi? Evet oradan da MGK’ya gittin.
CAN DÜNDAR: Yani doktorların sözünü dinlemediniz aslında?
RAHŞAN ECEVİT: Evet evet...
CAN DÜNDAR: O noktada ne oldu da siz vazgeçtiniz telkinden?
BÜLENT ECEVİT: Hayır efendim onlar, doktorlar 11 gün sonra mı ne, evde, ‘İyi, çok iyi gidiyor. 11 gün sonra gel. Yeniden muayene edelim, durumuna bakalım’ dediler. Ben onu göze almadım. Çünkü gazeteciler dışarıda sabah akşam bekliyorlardı. Oradakiler dürüst davranıyordu. Fakat o medyanın daha yetkili kesimi veya yazar-çizer kesimi, kim bilir yine neler diyecekler, nasıl ters yorumlayacaklar, her şey sağlığım bakımından düzelmişken yeniden birtakım yanlış yargılar yayılacak, diye gitmemeye karar verdim.



'DR. ZİLELİ SÖYLEDİ'
CAN DÜNDAR: Yanlış tedavi uygulandığı iddiası?
RAHŞAN ECEVİT: Hayır, orada hiçbir yanlış tedavi uygulanmadı.
CAN DÜNDAR: Tüm hastalık sürecinde yani hiç?..
RAHŞAN ECEVİT: Hayır, hiçbir yanlış tedavi uygulanmadı. Zaten hiçbir doktor onu yapamaz.
CAN DÜNDAR: Belki bilerek değildir, ama hani ihmal...
RAHŞAN ECEVİT: Hayır, hayır hiç öyle bir şey olmadı. Sadece dediğim gibi... ona da izin yok... ‘7 aylık telkin hikâyesi’... Neyse...
BÜLENT ECEVİT: İlk defa duyuyorum bu 7 aylık telkini...
RAHŞAN ECEVİT: Ama Bülent, öyle söyledi.
BÜLENT ECEVİT: Kim söyledi?
RAHŞAN ECEVİT: Zileli öyle söyledi... Öyle söyledi Bülent ve üstünde çok durdu onun ve o kadar üstünde durdu ki biz bunaldık ve ayağa kalktık.

Milliyet

ECEVİT, KIBRIS HAREKATINI İSTEMİYORDU

21 Şubat 2010
Ecevit, 1974’te iki aşamalı gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekatı’nın yapılmasını neden istemiyordu, harekatı kim destekliyordu? İngilizler harekatın tarihinde neden yanıldı? Yunanistan ve Türkiye niçin anlaşma sağlayamadı?
Yıllardır İngiliz Arşivleri’ndeki belgeleri tarayan tarihçi Doç. Dr. Mustafa Sıtkı Bilgin, 2006’da açılan 1974 senesine ait belgeleri inceledi ve Kıbrıs Barış Harekatı’na ilişkin bugüne kadar hiç dile getirilmeyen bilgilere belgeleriyle ulaştı

Doktora çalışması için girdiği İngiliz Ulusal Arşivi’nde tam 10 yıl boyunca çalışan Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mustafa Sıtkı Bilgin, Kıbrıs Barış Harekatı ve sonrasında yaşananlara ilişkin çok ilginç ve bugüne kadar hiç anlatılmayan konuları içeren belgelere ulaştı. “Büyük Güçler, Türkiye ve Kıbrıs Meselesi (1967-1975)” başlıklı TÜBİTAK projesi için 2005 ve 2006 yıllarında altı ay İngiliz Arşivleri’ni tarayan Bilgin, bu önemli belgeleri ilk kez star Pazar’a açıkladı...

Harekatın mimarı Bülent Ecevit değil, Necmettin Erbakan’dı

İngiliz Ulusal Arşiv belgeleri, kamuoyunda bilinenin aksine Kıbrıs Barış Harekatı’nın mimarının merhum Başbakan Bülent Ecevit değil dönemin Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan olduğunu ortaya koyuyor. Bu, Ankara’daki İngiliz büyükelçinin, İngiliz Dışişleri’ne yazdığı raporlar ve İngiliz Başbakanı ve kabinesinin konuyu değerlendirirken, oraya katılan devlet adamlarının konuşma tutanaklarından anlaşılıyor. Ecevit’in Londra ziyareti ve Türk ile İngiliz hükümeti arasındaki yazışmalardan da Ecevit’in harekat konusunda isteksiz davrandığı ve savaşa girmeden bir çözüm aradığı görülüyor.

Yine belgeler gösteriyor ki Kıbrıs Harekatı’nın yapılmasında, icra safhasında Necmettin Erbakan daha aktif ve istekli. Ecevit’in ise savaşa yanaşmadığı görüntüsü ortaya çıkıyor. Dönemin İngiltere Büyükelçiliği’nden giden raporlarda Erbakan’ın Genelkurmay ile aynı çizgide ve harekatın gerekli olduğunu, niyetinin tüm Kıbrıs’ın alınması olduğu belirtiliyor. Erbakan’ın dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Semih Sancar ve Türk ordusuna tam destek verdiği de belgelerde yer alıyor.

Türk istihbaratı bilgi sızdırmadı İngilizler harekat tarihinde yanıldı

İngiliz Arşivleri’ndeki belgelere göre, İngiliz askeri istihbaratı, Türkiye’nin birinci askeri harekatı 22 Temmuz 1974’te yapacağını öngörmüştü ancak yanıldı. Bu bilgi Savunma Bakanlığı’na ait istihbarat raporunda geçiyor. Türkiye, harekatı 20 Temmuz cumartesi sabahı gerçekleştirdi. Belgeler, Türk Genelkurmay Başkanlığı’nın iç istihbaratının sağlam ve güçlü olduğunu, harekat planlarının dışarıya sızdırılmaması konusunda çok etkili olduğunu ortaya koyuyor.

Türkiye Kıbrıs’ın tamamını ele geçirse maceraya sürüklenecekti

Ayrıca İngiliz istihbaratı 14 Ağustos’ta başlayan ikinci harekatla Türkiye’nin adanın tümünü ele geçirebileceği öngörüsünde bulunmuştu. Ancak, İngiliz askeri otoriteleri bunun Türkiye için riskli olacağını zira adanın tümü ele geçirildiğinde Rumların gerilla harekatına girişip Türkiye’yi uzun ve çetin bir maceraya sürükleyebile

ceklerini raporlarında belirtmişlerdi. Raporlarda ayrıca Türkiye için en doğru stratejinin adanın yarısını ele geçirerek daha sonra bunun siyasi pazarlık unsuru olarak kullanılmasının uygun olacağı değerlendirmesi yapılmış.

Harekatı durdurmaya İngiliz ordusunun gücü yetmedi

Özellikle, Rum ve Yunan yanlısı bir siyaset izleyen dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı James Callaghan, Türkiye’nin askeri harekatını önlemeyi çok arzu etmekteydi. Türkiye’yi durdurmak için ABD’ye çeşitli defalar ısrarlı müracaatlarda bulunduysa da Amerikan yönetimi, Callaghan’ın bu isteğini hep reddetti. ABD yönetimi, özellikle dönemin Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, her fırsatta Türkiye’nin, Yunanistan’dan da Kıbrıs’tan da daha önemli olduğunu ifade etti. Ancak, Callaghan’ı asıl büyük hayal kırıklığına uğratan kendi Genelkurmayı oldu. İngiliz Dışişleri Bakanı’nın Türkiye’yi durdurma konusundaki ısrarlı

taleplerine karşı İngiliz Genelkurmayı, ‘İngiliz ordusunun Türkiye’yi durdurmaya gücünün yetmeyeceği’ raporunu vererek Callaghan’ı derin bir sukut-i hayale uğrattı. İngiliz Genelkurmayı verdiği cevapta, Adana’dan kalkan Türk savaş uçaklarının iki dakika sonra Kıbrıs’ta olacağını belirterek İngiliz Savaş gemileriyle Türkiye’yi durdurmanın mümkün olmayacağını ve bir fayda sağlamayacağını rapor etti. Ayrıca raporda, Soğuk Savaş dönemi şatlarında İngiltere’nin böyle bir teşebbüste bulunmasının İngiliz askeri stratejisine uygun olmayacağı ifadesine de yer verilmiş.

İstihbarat zafiyeti birinci harekatı durdurdu

Arşiv belgelerine göre birinci Türk askeri harekatının istihbarat zafiyeti nedeniyle durduğu ortaya çıkıyor. Zira belgelere göre Türkiye, Rumların adada yaptıkları büyük silah yığınağından ve sahip oldukları milis gücü ve askeri teçhizattan yeterli ölçüde haberdar değildi. İngiliz Arşivleri, 1968-74 yılları arasında hemen her hafta gerçekleşen ve Rum gizli silahlanmasıyla ilgili bilgiler veren yüzlerce istihbarat raporlarıyla dolu. Türk istihbaratı ise bu Rum silahlanma faaliyetlerinden ancak büyük çapta olan bazılarını tespit edebilmiş. Bu nedenle Türk askeri ilk çıkarmayı yaptığı zaman ummadığı kuvvetli bir Rum direnişiyle karşılaştı.

İki toplumu aynı adada bir arada tutmak mümkün değil

Arşivlerdeki belgelere göre dünyada Yunan dernek ve kuruluşları adına ne kadar kurum varsa, örneğin Güney Afrika’daki bir Yunan derneği gerek Birleşmiş Milletler ve gerekse ABD, AET, İngiltere ve Fransa gibi devletlere Türk ordusunun haksız bir işgal gerçekleştirdiğine, bunun illegal olduğuna ilişkin propaganda raporları göndermiş. Türkiye ise kendi haklılığını anlatmak için doğru dürüst bir teşebbüste bulunmamış. Özellikle 1975 yılında Fransa ve Rusya hariç, Avrupa devletlerinin Kıbrıs’ta iki toplumlu bir devlet olması gerektiğine artık düşünce bazında da olsa erişmiş. İngilizler, kendi iç değerlendirmelerinde ‘1963-64-67 olayları çıktı, sonrasında 1974 harekatı başladı. Bütün bunların sonucunda anlaşıldı ki burada iki toplumun bir arada zorla tutulması pek mümkün değil. İki devletli çözümün de artık alternatifli bir çözüm olarak görülmesi gerekir’ denilmiş.

Yurtdışından destek görmeyince yüzde 2 toprak barajı aşılamadı

Birinci harekattan sonra Yunanistan eski Başbakanı Kostas Karamanlis’in amcası Konstantin Karamanlis iktidara geldi. İngiliz Dışişleri’ne ait belgelere göre Türkiye ile aslında bir anlaşmaya da çok yaklaşmıştı. 1975’teki görüşmelerde Türkiye yüzde 33 toprak istiyordu, Karamanlis ise yüzde 31’e ancak razı oluyordu. Aradaki yüzde 2’lik pay için anlaşmazlık çıktı, çözüm için arkası gelmedi. O dönemde Türk-Yunan müzakerelerini uluslararası alanda da destekleyecek bir ortam olmadı. Çünkü ABD, Mısır-İsrail savaşına odaklanmıştı, ayrıca Watergate skandalı sürüyordu. İngiltere ise İrlanda’da başlayan olaylarla ilgileniyordu.

Tartışma gündeme gelmiş ve Rahşan Ecevit yanıt vermişti

Kıbrıs Barış Harekatı emrini kimin verdiği tartışması daha önce gündeme gelmiş, Erbakan’ın “Emri ben verdim” iddiasına Rahşan Ecevit “Bu, bir günde alınmış bir karar değildir. Baskın basanındır, önceden kimseye haber verilmez. Bülent Bey hazırlığını yapmış, Genelkurmay’a sormuştu. Genelkurmay, harekat için hazır olduklarını söyleyince Bülent Bey kararını verdi” yanıtını vermişti. Ecevit, Erbakan’ın sözlerine karşılık “Bülent Bey çok nazikti. Bundan ötürü, ne zaman Kıbrıs Barış Harekatı ile ilgili bir konu gündeme gelse, Erbakan’a teşekkür ederdi” de demişti.

(Star)

Ecevit'in Sağlık Raporu Adli Tıp'ta

16 Ağustos 2010
Rahşan Ecevit'in İstanbul 13. Ağır Ceza’ya sunduğu Bülent Ecevit’in sağlık raporu, Ergenekon dava dosyasına girdi ve tıbbi suikast incelemesi başlatıldı.
Ergenekon davasına bakan Özel Yetkili İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Başkent Üniversitesi Hastanesi ve Başbakanlık’tan istediği, ancak “yok” denerek gönderilmeyen merhum Başbakan Ecevit’e ait sağlık raporu, eşi Rahşan Ecevit tarafından mahkemeye ulaştırıldı. Mahkeme, raporu Adli Tıp’a göndererek Ecevit’e uygulanan tedavinin doğru olup olmadığının araştırılmasını istedi. Adli Tıp, iddiaları doğrulayan bir rapor verirse, Başbakan Ecevit’e suikast planına yönelik soruşturma açılacak.

İMDADA RAHŞAN ECEVİT YETİŞTİ

Mahkeme, ilk önce Başkent Üniversitesi Hastanesi’ne yazı yazarak, 57. Hükümetin Başbakanı merhum Bülent Ecevit’e ait sağlık raporlarını istedi. Hastane, tüm raporların Başbakanlığa gönderildiğini bildirdi. Bunun üzerine mahkeme, Başbakanlık’tan söz konusu raporları istedi. Ancak, Başbakanlık’tan da olumlu bir cevap alınamadı. Ecevit’e o dönem uygulanan tedavinin doğru olup olmadığını ve tedavide şaibeli bir durum olduğu iddiasını mercek altına alan mahkeme, bu iki kurumdan umduğunu bulamayınca Rahşan Ecevit’e yazı yazılmasına karar verdi.

11 SAYFALIK RAPOR

Rahşan Ecevit’in mahkemeye gönderdiği 11 sayfalık 26.06.2002 tarihli rapor, o dönem hastanenin Başhekimi olan Prof. Dr. Rengin Erdal, Prof. Dr. Turgut Zileli, Prof. Dr. Atılay Taşdelen, Prof. Dr. Haldun Müderrisoğlu, Prof. Dr. Ahmet Hatipoğlu ve Doç. Dr. Füsun Eyüboğlu’nun imzasını taşıyor. Mahkeme bu raporu Adli Tıp Kurumu’na göndererek, Ecevit’in tedavisinin doğru yapılıp yapılmadığının incelenmesini istedi.

GünDE 23 AYRI HAP İÇİRİLDİ

Rahşan Ecevit tarafından mahkemeye gönderilen rapordaki “Sayın Bülent Ecevit’e uygulanması gereken tedavi” başlıklı bölümdeki 15 madde şöyle:

1- Mestinon tablet 60 mg. günde 5 adet

2- Madopar tablet 125 mg, günde 5 adet

3- Madopar HbS tablet 125 mg, günde bir adet gece alınmak üzere

4- Plavix draje 75 mg, günde 1 adet

5- Coumadin tablet, 5 mg

6- Omeprol tablet 20 mg, günde 2 adet

7- Cal-D-Vita tablet, günde 2 adet

8- Mentopin effervesan tablet, 600 mg günde 1 adet

9- Duphalac süspansiyon, gerektiğinde

10- Frebini süspansiyon 200 ml, günde en az 5 kutu

11- Fosamax tablet 70 mg, haftada bir gün ve sabah kahvaltıdan yarım saat önce bol su ile içilecek

12- Prednol tablet 4 mg, gün aşırı iki tablet, sabahları alınacak

13- Cafetin 250 mg tablet 2x1 (beş gün süreyle)

14- Günde üç kez 90 dakikalık seanslar halinde her iki bacağa intermittan pnömotik kompresyon

15- Günde 2 kez onar dakika Rivanol solüsyonu ile hazırlanan ayak banyosu
aktifhaber
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ÇÖPLÜK Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com