EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

İslâmı tahrifin yeni adı: Ilımlı İslâm

 
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ŞERİAT
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Cmt Şub 09, 2008 6:17 pm    Mesaj konusu: İslâmı tahrifin yeni adı: Ilımlı İslâm Alıntıyla Cevap Gönder





İBDACILAR VE FETULLAHÇILAR
Gökhan Yamangül
1 Eylül 2016



Türkiye’de İslâmî gruplar arasında bir eleştiri geleneği olmadığı için perde arkasında herkes herkesin aleyhinde konuşur ama kimse çıkıp diğer grup veya cemaatin kendince yanlış bulduğu tutum ve davranışlarına dair tek kelime edemezdi. Türkiye’de “İslâmî” etiketine dâhil tarikat ve cemaatlerin ortak noktası yüz yüze geldiklerinde muhabbet gösterileri, kendileriyle baş başa kaldıklarında “fırka-î naciye biziz; onlar fırka-î nâriye, ateş fırkası” iddiasıyla kendi dışındakilere cehennem bileti kesmekten ibaret dedikodulardı. 1980’li yılların sonundan, “Özallı zamanlar”dan bahsediyorum.

Ciddi ve sistemli bir tenkid geleneğinin boşluğunu “dedikodu” ve “çamur atma” alışkanlığı doldurur. Kıyı ve köşelerde birbirlerini çekiştirir, “bunlar namaz kılarken ayaklarını çok açıyor”, “onlar dua ederken ellerini birleştiriyor” gibi fasit bir daire etrafında fırtına koparır; ama kimse kimseye “öyleyse arkalarından konuşmak yerine niçin onları kurtuluş fırkasına(!) davet etmiyoruz” diye sormaz, soramazdı. Bu “fitne” olurdu. “Kol kırılıp yen içinde kalmalıydı.” Dışa karşı, “biz aynı halının desenleriyiz, sadece usulümüz, meşrebimiz farklı; kimimiz ayran seviyor, kimimiz şerbet” mesajı verilmeli, “fitneden kaçınılmalıydı.”

Oysa hiç kimse birbirini sevmez, herkes birbirini sever görünürdü. Bu “maskeli balo” hepsinin işine geliyordu; çünkü hepsinin karın ağrısı bir, donu aynı yerden delikti. Birisi diğerini açıktan tartışırsa, onların da kendisini açıktan tartışacağını bilir ve bu kimse için iyi olmazdı. Mürit veya talebe, şeyhi yahut hoca efendisi aleyhinde başkalarının ağzından çıkmış tek kelime bile duymamalıydı ki, hocasının manevi gücüne, temas ettiği herkesi tesir altına alan “makamına” ve “ulviyetine” daha bir şevkle inansın. Kısacası, hiçbirisi “tartışılır” olmak istemiyor; bir tiyatrodur sürüp gidiyordu.

Bu panayır en çok Fetullah Gülen’in işine yaramış, onun semirmesini sağlamıştı. Çünkü nereden çıktığı belli değildi. Oysa diğerleri iyisiyle kötüsüyle bir gelenekten geliyordu. Bu vaiz ise kendisini Said Nursi’ye bağlı gösteriyor, ancak “Bediüzzaman”ın etrafında bulunan kimse onu tanımıyor, kabul etmiyor, yazdıklarını da “tahrifat” olarak değerlendiriyordu. Ama bu mesele de tutarlı ve sistemli bir eleştiri geleneğinin olmadığı her ortam gibi dar bir çerçevede, ev içi dedikodularla geçiştiriliyor, bahsettiğimiz sebeplerle ilmî bir yazılı neşriyattan sakınılıyordu.

Bu hengâmede İbdacı dergiler çıktı. Bunlar itikatta şaşmaz bir Ehl-i Sünnet bağlısıydı. Peşin kabulü gerektiren imanın temel esaslarından ve Ehl-i Sünnet akaidinden kıl kadar tavize yanaşmadıkları gibi, o dönem ayrık otu gibi yayılan Şia akımına ve bu akımın kendisine yol bulmak için beslediği mezhepsizlik modasına fikirde ve fiilde en sert karşı koyuşu sergiliyorlardı.

İbdacı dergilerin bu açıktan sert eleştirileri sadece Ehl-i Sünnet dışı akımlara yönelik değildi. Akaitte ne kadar gelenekten şaşmıyor ve zerre pazarlığa yanaşmıyorlarsa, aksiyonda da bir o kadar “yeni” ve “farklıydılar.” Ne “kol” tanıyor, ne “yen” dinliyor, tahkiki mümkün bütün insan ve toplum meselelerinde sahte ve yol kesici gördükleri kim varsa kum torbasına çeviriyorlardı. Onların rüyasını gördüğü İhtilâl-İnkîlap davasında “küfre ve küfür düzenine prim verici” gördükleri kim varsa, ne “hazret”, ne “şeyh”, ne “hocfendi” ünvanına bakmadan çullanıyor, “Hakk’ın hatırı dostun hatırından üstündür” diyorlardı. Bütün ezberleri bozmuş, siyasette ehven-i şer anlayışını delik deşik etmişlerdi. “Rejimle göbek bağı” olan bütün tarikat ve cemaatler onların eleştirilerinden payını aldı.

İbdacıların siyaseti dengeler içinde “güvenli” bir yer aramak değil, bizzat mevcut dengeleri bozmak ekseninde şekilleniyordu. Çünkü mevcut dengeler İslâm’a kendi düzenlerini rahatsız etmeyecek pasif bir rol biçmiş ve o daire içinde kaldıkları müddetçe faaliyetlerini görmezden gelmiş, hatta karşılıklı çıkar ilişkisine girmişti. Oysa İbdacıların bağlı olduğu fikir, iktidarı gözetleyici ve mevcuda tâbi değil, hâkîm olmayı hedefleyici bir dünya görüşüydü. Yeni Dünya Düzeni’nin merkezi Anadolu coğrafyası olmalı ve Müslümanlar dünya üzerinde yer gösterilen değil, yer gösteren; kendilerine belli haklar verilen değil, hakların sınırını tayin eden olmalıydı. İdeal buydu.

Lâkin mevcut dengeler bunun tam tersini yaşatmak üzerine kurulmuştu. Öyleyse onlara denge bozucu ve cüretkâr bir dil gerekiyordu. Hemen her mevzuda “aykırı” şeyler yazdılar, pazarlıklara çomak soktular. Dengelerin serin gölgesine post kuranların, el sıkışmak üzere olanların, pazarlığı yenice bitirenlerin “nereden çıktı bu İbdacılar?” diye hayıflandığı çok oldu.

Onların dengeleri belirleyen güce karşı bu uslanmaz ve uzlaşmaz karakteri, varlığını kurulu düzenin tebaası olmakta arayanlar tarafından “bizde böyle şeyler var mı?” diye dışlanmalarına sebep oldu. Halk kitleleri olabildiğince bu pervasız gruptan uzak tutulmalıydı ki, körler ve sağırların birbirini ağırlama düzeni huşu içinde sürüp gitsin.

İbdacılar etrafında mahallenin kavgacı, haylaz çocuğu söylemi işletilirken, aynı mahallenin mülayim, karıncaezmez, sevgi ve hoşgörü kelimelerini dilinden düşürmez, ilim ve tahsile âşık diğer çocuğu Fetullah’a ise kapılar açıldıkça açılıyordu. Girmediği ev, sızmadığı ocak kalmamıştı. Herkesin sofrasından en az bir yudum su içmişliği ve bahşiş almışlığı vardı. Mülayim çocuk Fetullah’ı mahallede tek sevmeyen ve onu her gördüğünde bayramlık ağzını açıp karizmasını delik deşik eden ise o haylazlardı.

Ağzının ayarı bozuk, kavgacı ve haylaz çocuğun karıncaezmez mülayim çocuğu sürekli tartaklaması da mahalle sakinleri tarafından aleyhine delil(!) oldu. 90’lı yıllarda İslâmî bir çevrede “ben İbdacıyım” deyip te, “Fetullah hocayla alıp veremediğiniz nedir” sorusuna muhatap olmayan tek kişi yoktur. Artık söylenenlerin doğru yanlış oluşuna bile bakılmıyor; İbdacıların yanlış yolda olduğunu anlamak(!) için Fetullah Gülen aleyhine yazdıkları yeterli kabul ediliyordu. Her defasında Fetullah’ın sapkınlıkları tek tek anlatılıyor ama sebep soranlar cevabı dinlemiyordu bile. Onlara göre her ne olursa olsun bir “hocfendi”ye “sarıklı sapık”, “Fettoş” gibi çirkin sözler edilmemeliydi. Hem İslâm’da sövmek caiz miydi; hem kavga etmek bizde var mıydı?

Türkiye’de İbdacıları bir kenara koyarsanız, Fetullahçılarla aynı sofraya oturmamış tek bir grup ve zümre bulamazsınız. İbdacıların ise Fetullahçılarla tek irtibatı, karakollarda Fetullahçı polislerden yedikleri dayak ve gördükleri işkenceler olmuştur.

Peki aralarındaki problem neydi? Niçin mahallenin kavgacı, haylaz çocukları, mülayim ve karıncaezmez çocuklara böyle giydiriyordu?

1 ) “İslâm’da Şiddet Yoktur” Söylemi:

Evet, bu çok eski bir jargondur ama tavan yapması Fetullah Gülen’le olmuştur. İbdacıların 90’lı yıllarda en fazla sinirlerini bozan ve Fetullah’tan nefret etmelerine, ona Fetoş demelerine sebep bu söylemdir. Çünkü onlar iktidarı ele geçirebilmek için “her türlü silahla mücadele” fikrini telkin eden yayınlar yapıyordu. Fetullah ise yazı ve vaazlarında “sağ tarafınıza tokat atılırsa, yanağınızın sol yanını çevirin” türünden vaazlar veriyordu. İbdacı dergiler bu ve benzeri konuşmaları “haklarını savunmaktan aciz sümsük bir Müslümanlık telkin ediliyor” şeklinde yorumluyor ve yüklendikçe yükleniyorlardı. Fetullah’ın “İslâm’da şiddet yoktur” söylemine karşı “kısasta hayat vardır” ölçüsü İbdacıların en fazla dile getirdiği bahislerden birisiydi. İktidarı ele geçirebilmek ve kendi inandıkları dünya görüşü doğrultusunda devleti yeniden şekillendirmek için gerekirse şiddete başvurmanın caiz olduğu fikri, dönemin İbdacı yayınlarına aittir. İstisnasız olarak 1990’lı yılların bütün İbdacı dergilerinde bu tartışmaya rastlayacaksınız.

2 ) “İslâm’da Siyaset Yoktur” Söylemi:

Bir üst maddeyle iç içe yanları olsa da, özelde daha geniş bir sahayı kuşatan bu söylem de kavganın sebeplerindendi. Sonuçta şiddet konusundaki ayrılık sadece Fetullahçılarla yaşanan bir şey değildi. İslâmî partilere gönül vermiş çoğu Müslüman da şiddet konusunda Fetullahçılar’a yakın duruyordu. Şiddet sonuçta siyasetin yürütüldüğü bir metottu.

Fetullah Gülen sadece bu metodu reddetmekle kalmıyor, büsbütün siyaseti reddediyordu. Söylem bu yöndeydi. “Cebrail Aleyhisselam Parti kursa ona da oy vermem” diyecek kadar ileri gitmişti. İbdacılara göre bu da Müslümanları kurulu düzene itaate davet eden ajanca bir davranıştı.

Bir taraf, devletin dinî temelleri olmadan İslâm’ın layıkıyla yaşanamayacağını ileri sürer ve laik rejime bağlı devletin meşruiyetini tanımadığını deklare ederken, diğer taraf İslâm’ı yaşamak için devlete ihtiyaç olmadığını, amelî ölçülerin yüzde doksan beşinin ferden yaşanabileceğini, kalan yüzde beşinin de teferruata dair bahisler olduğunu ve uğrunda kavga etmeye değmeyeceğini söylüyordu. Bir masumun canını yakmaktansa doksan dokuz suçluyu serbest bırakmak caizdir söylemi, mahallenin karıncaezmez çocuğunun dilinden düşmezdi. Onlar “gönüller yapmaya, dünyayı şefkat ve sevgiyle iyi etmeye” talip olmuşlardı.

Ul’ûl emr’e itaatten bahseden Fetullah ve çevresi, içinde yaşanılan ülkede rejim hangi temellere dayanıyorsa, ona tâbi olmanın Müslümanlık vazifesi olduğunu ileri sürerken, İbdacılar “Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez” diye karşılık veriyordu.

3 ) “Dinler Arası Diyalog” Söylemi:

Bu da “İslâm’da şiddet yoktur” söyleminden büsbütün ayrılamayacak, o aksiyon metoduna dair jargonun akaid bahsine sıçramış versiyonuydu. Fetullah işi o noktaya getirdi ki, cennete gitmek için kelime-i şehadetin ikinci kısmını söylemeye dahi lüzum olmadığı, Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmenin yeterli olacağı iddiasına kadar vardı. Buna da en sert tepki elbette İbdacılardan geldi. Ama İbdacıların bütün itirazlarına rağmen bu dinler arası diyalog söylemi 2002 sonrasının hükümetleri eliyle bir devlet politikasına dönüştü. Havra-Kilise ve Camii’nin bir arada bulunduğu ortak ibadethane yapımlarından tutun, Müslüman bir kızın Hristiyan bir erkekle evlendirilme törenine kadar hepsi bu projenin eseriydi.

4 ) “Amerika Dost ve Müttefik” Söylemi:

Buna Saddam’ın füzeleriyle ölen İsrailli çocuklar için tüllenen gözleri de ekleyin. İbdacılar’ın geçmişte Fetullah Gülen’e “CIA ajanı” diye açıktan tavır almasının en önemli sebeplerinden birisi de Amerika ve onun peşine takılan diğer Haçlı ordularının İslâm coğrafyasının haritalarını değiştirmeye yönelik yaptığı saldırılarda Fetullah Gülen’in ABD başta olmak üzere tercihini batılı güçlerden yana kullanmasıdır.

Gelelim Bugüne:

Hani ortada bir “kandırıldım” lafı dolaşıyor ya… İlk madde söz konusu olunca asıl kandırılanın İbdacılar olduğu bile söylenebilir. 15 Temmuz gecesi şiddetin daniskasını “bizde şiddet yok” diyenler yaptı. Yani artık şu gün ve şu süreçte İbdacılarla Fetullahçılar arasında “İslâm’da şiddet var mı?”, “İslâm’da devlet aygıtını ele geçirme ve bunun için türlü yollara başvurma siyaseti var mı?” gibi tartışmaların mevzuu kalmamıştır. Fetullah’ın Müslümanları “ulûl emr’e itaate” davet ettiği günler çok geride kaldı. Parti kursa oy vermem dediği Cebrail (a.s.)’la da 12 Eylül 2010 referandumunda –lâteşbih!- aynı yere oy atarak(!) barıştı.

Kısacası, ne devleti ele geçirmenin, ne de bunun için şiddet dahil her yola başvurmanın söz konusu olduğu noktalarda 1990’lı yılların İbdacılarıyla bugünlerin Fetullahçıları arasında “teorik” olarak fazla bir çelişki kalmamıştır. Pratikte ise şiddetin kitabını zaten Fetullahçılar yazdı.

Peki hâlâ devam eden ayrılık ve aykırılık nerededir? Elbette “dinler arası diyalog” ihaneti ve “dost ve müttefik Amerika-İsrail” meselesi…

“Paralel”le mücadele eden ve geçmişte ona gösterdiği müsamahadan dolayı nedamet getiren devlet, nedense Fetullah Gülen’den peydahlanan “dinler arası diyalog” kodlu gayri meşru çocuğunu henüz evlatlıktan reddetmiş değil. Diyanet İşleri Başkanlığının bu işin sapkınlık olduğuna dair bir fetvası olmadığı gibi, devletin de bundan vazgeçtiğine dair bir yaklaşımına henüz şahit olmadık. “Haçlı seferlerinin bir medeniyetler ittifakı” olduğu yönündeki beyandan dolayı bir pişmanlık sergilendiğine şahit olan varsa beri gelsin.

Diğer esas ayrılık konusu ise Fetullah’ın İslâm coğrafyası ile batı dünyası arasındaki çatışmalarda tercihini hep batılı güçlerden yana kullanmasıdır. Fetullah “İsrail’e muhtaç” olduğunun şuuruyla hareket eder ve “müttefik ABD’nin himayesinde” çalışır. Kitlesine zerk ettiği gerekçe ise “onları karşımıza alarak bir şey yapamayız” mazeretidir. Yani Amerikan emperyalizmi ve İsrail’in varlığına karşı takınılan tavır İbdacılar ile Fetullahçıları ebediyen birbirine düşman yapmaya yeter.

“Müslüman iktidarı ele geçirmek için şiddete mi başvurur”, “devlet içinde ayrı bir devlet mi olur; devletin çalışanı devletin yasalarına bağlı kalmalıdır, paralel bir yapıya gidip devletin işleyişine zarar verilmemelidir” filan gibi gerekçelerin 1990’lı yıllardan kalma İbdacılar nezdinde zerre kadar itibarı olacağını sanmıyorum. Zaten bizatihi bu söylemler o dönem Fetullah’ın söylemleriydi.

Geriye kalan iki meseleden birisi dinler arası diyalog, diğeri ise Amerika ve İsrail karşısında takınılacak tavırdır. Öyleyse birisini diğerine tercih etmenin mevzuu tam da burasıdır. Bir şey yap, bir şey söyle ki; Fetullah ile İbdacıların arasında düşmanlık mevzuu olan “şey” senle onların arasında birlik ve dayanışma adresini oluştursun. Şimdilik tazeliğini yitiren dinler arası diyalog mevzuunu bir tarafa bırakıyorum. Farkımızı Amerika ve İsrail’e takınacağımız tavırla göstermeye başlayalım mı? İnanın ki, Fetullah’a da, onu himaye edenlere de vurulacak esas darbe bu olacaktır.

Etiketler:
15 temmuz AKP CEMAAT cemaatler cihad dernek düzen Fetullah fetullahçılar hazret ibda İbdacılar islâmcı islamcı camia şiddet tarikat

Kaynak: Adımlar dergisi

Nuh Mete Yüksel'in koynuna giren kadına 'cennet' vaadi
12 Ocak 2017



FETÖ Çatı Davası'nda tanık olarak ifade veren Selim Çoraklı, "Nuh Mete Yüksel'in koynuna soktukları kadına 'Sen cennete gideceksin’ dediler...
Nuh Mete Yüksel in koynuna giren kadına cennet vaadi

Ankara'da devam eden FETÖ Çatı Davası’nın 4. gününde 2000'li yıllarda cemaatin Gürcistan'daki okullarından sorumlu olan Hayati Küçük’ün tanık ifadesiyle başladı.

Gürcistan'daki Süleyman Demirel Koleji’nin gizli adının Bediüzzaman medresesi olduğunu öne süren Küçük 2004'ten sonra her ay ABD, İngiltere ve İsrail Büyükelçiliklerine faaliyet raporu göndermeye, ABD Büyükelçisi ve eşine konferans adı altında maaş vermeye başladıklarını anlattı. Söz konusu uygulamaların sadece Gürcistan'da değil tüm ülkelerde yapıldığını belirten Küçük, "Para bizim, emek bizim ama bu ülkelere rapor veriyoruz. Bunu kabullenemedim, yöneticilerle tartıştım. Bundan sonra koptum" dedi.

“DEVLET BAŞKANINA DAHİL PARA VERDİKLERİNİ…”

Küçük, yapının bulunduğu ülkenin Anayasa Mahkeme Başkanı’ndan, Milli Eğitim Bakanı’na kadar büyük miktarlarda para dağıttığını iddia ederken, "Hatta Kırgızistan devlet başkanına dahi para verdiklerini düşünüyorum" dedi.

“BAKAN, İSTİHBARAT BAŞKANI OLDULAR”

FETÖ ile yurt içinde ne kadar mücadele edilirse edilsin yeterli olmayacağını savunan Hayati Küçük şunları söyledi:

"Asıl güç yurtdışında. Benim nazarımda gerçek 27 devlet var. Kalanlar değil, FETÖ'den başka kimseyi tanımıyor. Düne kadar Kuzey Irak'ta sadece onun adı ve sözü geçerliydi. Okullarında 25. mezunlar verildi. Birçok ülkenin Dışislerinin Türkiye masasında bu mezunlar var. Bakan, istihbarat başkanı oldular, olacaklar. Yarın bunlar Türkiye'ye resmi temas için gelecek olduğunda 'Sen FETÖ okullarında okumuşsun, gelemezsin' mi denecek. Yani asıl tehlike şimdi başlıyor. Biz proje nesliyiz. Dünyadaki bir düzeni bizim üzerimizden kuruyorlar."

“TÜRKİYE’NİN BAŞBAKANI OLARAK BİLİRDİK”

Gülen'in kendilerine peygamberimizin adını unutturduğunu, 25 yıl cuma namazı kıldırtmadığını, içki içirdiğini, ana babalarının adını unutturup kendi anası babasına dua ettirdiğini anlatan Küçük, Mahkeme Başkanı Selfet Giray tek tek sanıkları sorduğunda Gülen için "Tanımaz olaydım" dedi. Küçük, Şerif Ali Tekalan hakkında da "Biz onu Türkiye'nin Başbakanı olarak bilirdik. ABD'de rektör yapılması bundan, göz önünde tutuyorlar" iddiasında bulundu. Küçük örgütün kimin kalıp kimin kaçması gerektiğini bile kesinlikle istişare etmiş olduğuna inandığını vurguladı.

“ABANT TOPLANTILARININ KARARLARINI BAKANLIĞA UYGULATTILAR”

Hayati Küçük ifadesinin son bölümünde Abant toplantılarıyla sadece iç siyaset ve kurumların dizayn edilmediğini dış siyasetin de yönlendirildiğini ve bunların Dışisleri Bakanlığı'na uygulattırıldığını söyledi. Yurtdışındaki üniversitelerde sahte diploma verildiğini bu yüzden tüm diplomalar ve askerlik tecillerinin incelenmesi gerektiğini belirten Küçük, "Kemal Gürüz bu hainlere kapıyı bile açmak istemiyordu, ama denklik işinin halledilmesinden sonra Türkiye panayır yerine döndü" dedi. Küçük Balyoz mağdurlarından Abdullah Cüneyt Küsmez'in kripto askerlere ilişkin sorusu üzerine de şunları anlattı:
"Mezuniyet törenlerine askerler sivil olarak gelirdi. O törene hangi il imamları davetliyse beraberinde mutlaka bir general ya da albay da getirirdi. Türkiye'nin anlaşmalar gereği Kuleli'ye ya da Polis Kolejine kabul ettiği yabancı öğrencilerin ben diyeyim yüzde 60 siz anlayın yüzde 80 çoğu cemaatin örgüt eliyle gönderilirdi. Örgütün belirlediği isimlerdi."

HABLEMİTOĞLU’NUN KİTABI

Hayati Küçük mağdur müşteki avukatlarından Gülay Öktem'in Türkiye'deki Kaşif Kozinoğlu ya da Hablemitoğlu cinayetlerinde FETÖ'nün parmağı olup olmadığına ilişkin bir sorusu üzerine de "Hablemitoğlu'nun kitabı çıktığında çok paniklediklerini, telaşlandıklarını hatırlıyorum. İlk kitabıydı. O kitabın cemaatin yeni yeşerdiği ülkelere gelmemesi, o dillere çevrilmemesi için çok çırpındıklarını hatırlıyorum" dedi. Küçük'ün ifadesinin ardından öğle arası verildi.

"ASIL KADRO KAÇIRILDI"

Duruşmanın öğleden sonraki bolümü Selim Çoraklı'nın tanıklığı ile başladı. 1995'e kadar Makedonya imamı olan bu ülkeden sınır dışı edilince 1999'a kadar Zaman'da yazan Çoraklı, "Maklubeden değil ülkücü yapıdan geldiğim için sapmaları gördüm. Hedefe varmak için her yol meşru görülüyordu. Ayrıca Üsküp'te uluslararası istihbarat örgütleriyle ilişkilerine tanık oldum. 1999'da yapıdan ayrılıp farklı isimlerle kitaplar yazdım" dedi.

2014'te savcılara yapıyı anlatıp, ana kadroyu anlattığını vurgulayan Çoraklı şöyle devam etti:

"Burada verdiğim ana kadrodan sadece İlhan abi ve Alaaddin abiyi tanıyorum, diğerlerini tanımıyorum. Asıl kadro kaçtı, kaçırıldı. 17-25 Aralık'tan sonra ana kadroya operasyon yapılsa 15 Temmuz olmazdı."

“PARALARIN ÇATLI’NIN ARACILIĞIYLA GELDİĞİNE ŞAHİT OLDUM”

Abdullah Çatlı'nın eski arkadaşı olduğunu kaydeden Çoraklı, Romanya, Bulgaristan'dan cemaatin bazı paralarının Çatlı'nın aracılığıyla geldiğine, Çatlı'nın gazetede Abdullah Aymaz'la görüştüğüne şahit olduğunu söyledi.

“SIZMA YOK, DEVLETİN 1980’DEN BİLEREK TERCİHİ”

Çoraklı'nın, "Aklını çalıştıran bir insanın bu yapıda kalmasının mümkün olmadığını" söylemesi üzerine Mahkeme Başkanı Giray, "Bağlanıyorlar ama" dedi. Çoraklı şöyle devam etti:

"Çobanı getirip en önemli görevi verdi. Mesela İlhan abi hangi gazetecilik başarasından dolayı Zaman'ın başına geldi veya Ekrem Dumanlı? Hidayet Karaca arkadaşımdır, beraber İzmir'de bölge imamlığı yaptık. Yükselince, ‘Hidayet buralara nasıl geldin?' dedim. 'Ben iyi çanta taşırım' karşılığını verdi."

Çoraklı, Başkan Giray'ın, "Devlete nasıl sızdılar" sorusuna da şu karşılığı verdi:
"Sızma yok, devletin 1980'den bilerek tercihi. Mesela sivil liselerden Polis Akademisine öğrenci alınmasına izin verildiğinde İzmir listesini ben verdim. İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu'ydu."

"ÜNİVERSİTE SORULARINI BİRLİKTE ÇALDIK"

Selim Çoraklı ifadesinin sonunda yapıyı şöyle tanımladı: "Geneleve imam atayan, eskort kızlar yetiştirip çeşitli yerlere musallat eden bir yapı."

Çoraklı bazı sanıklar hakkında şunları söyledi:

“Alaaddin Kaya: Madem bir şey yaptınız, sahip çıkın, mert olun.

İlhan İşbilen: Her hafta bir avuç böcek toplardı. Cemaati teknolojiyle tanıştıran o. Evlendikten sonra kendisini çekmiş olabilir.

Ahmet Kara: İsmi gibi karadır. Cemaatin en karanlık adamlarından biridir.

MUH METE YÜKSEL'LE BİRLİKTE OLAN KADINA CENNET

Ahmet Kirmiç: Üniversite sınav sorularını ilk kez onunla birlikte çaldık. Bize göre bu hırsızlık değil, cihattı. Nuh Mete Yüksel'in koynuna soktukları kadına 'Sen cennete gideceksin’ dediler. Yoksa hangi kadın bunu yapar?”

İfadesinin sonunda sanıklar, avukatlar ve mağdur müştekilerin sorularını yanıtlayan Selim Çoraklı kumpas davalarla ilgili olarak sadece İzmir Casusluk Kumpası’nda dönemin İzmir Emniyet Müdürü Ali Birkay’ın bulunduğunu ayrıca eski Mali Şube Müdürü Yakup Saygılı’nın yardımcısı Yakup Aksoy’un bu işlerde rol aldığını bildiğini söyledi. Çoraklı, “Kendilerine de sahte belge ürettiklerini söyledim. Yapmayın, özellikle dijital ortamda yaptıklarınız önünde sonunda ortaya çıkar dedim” şeklinde konuştu.

"GENEL BAŞKAN YARDIMCISINI NİYE ALMIYORSUNUZ?"

Çoraklı, Hidayet Karaca’nın avukatı Ahmet Serdar Güneş’in 17-25 Aralık tapelerine inanıp inanmadıkları, AKP’deki cemaatçileri bilip bilmediğine ilişkin sorusu üzerine de şunları söyledi:

“17-25 Aralık tapelerine inanıyorum. Cemaatçi AKP’lileri hususunda ise tanımadığım kimse yok. Darbe komisyonuna da söyledim. ‘STV’nin önünden geçeni alıyorsunuz da, bir vakitler basın toplantısı yapıp ‘Paralel safsatadır’ diyen Genel Başkan Yardımcısını ya da eski Adalet Bakanı’nı niye almıyorsunuz’ diye söyledim. Bir de 5 yıl önce cinayet işlesem sonra çıkıp bunun tarihi 2 yıl önceden başlar desem cezam düşer mi? Kendi kendine gelin güvey olunmasın, böyle bir şey olmaz.”

İlhan İşbilen bir haftadır duruşmaya geldikleri için aileleriyle haftalık telefon görüşmelerini yapamadıklarını belirtip mahkeme başkanına “En azından burada eşlerimizle görüşebilir miyiz” diye sordu. Mahkeme Başkanı Giray da “Bir şey alıp verme olmasın. Birer kişiyle görüşebilirsiniz bu herkes için geçerlidir” diyerek mahkeme salonunda görüşme yapmalarına izin verdi.
Odatv.com

Alimlerden Fethullah Gülen`e cevap geldi
01 Ekim 2010
Ana Haber

Uluslararası Müslüman Alimler Birliği, tarihin en acımasız ambargosuna maruz kalan Gazze halkına yardım götürürken korsan İsrailin saldırısına uğrayıp vefat edenlerin şehid olduğunu açıkladı.

Uluslararası Müslüman Alimler Birliği, tarihin en acımasız ambargosuna maruz kalan Gazze halkına yardım götürürken korsan İsrailin saldırısına uğrayıp vefat edenlerin şehid olduğunu açıkladı.

Dünyanın birçok yerindeki Müslüman alim ve düşünür, Gazze’ye yardım götürürken korsan İsrail devletinin saldırısı sonucu ölenlerin şehid olduğunu açıkladı. Prof. Dr. Yusuf el Karadavi, Prof. Dr. Ramazan el-Buti, Prof. Dr. Vehbe Zuhayli, Prof. Dr. Selman el-Avde, Prof. Dr. Ali Karadaği gibi daha onlarca Müslüman alim Uluslararası Müslüman Alimler Birliği adı altında yayımladıkları bildiride, dünyada nizam tanımayan ve uluslararası hukuku hiçe sayan korsan İsrail’in saldırı sonucu Mavi Marmara gemisinde vurulanların şehid olduklarını ve buna kimsenin gölge düşüremeyeceğini belirttiler.

KARADAVİ: GAZZE`YE YARDIM FARZ

Müslüman Alimler Birliği Başkanı Yusuf el-Karadavi, Mavi Marmara’da şehid olanların anısına Müslüman alimlerin de bir yardım gemisiyle Gazze’ye gitmeleri gerektiğini söyledi. Gazze’deki vahşi ambargonun kaldırılmaması halinde Müslüman Alimler Birliği’nin de Gazze’ye gemi göndereceğini ifade eden el-Karadavi, Gazze’deki ablukanın hukuki/şer’î olmadığını ve bunun kaldırılması için ümmetin elinden gelen her çabayı göstermesinin farz olduğunu bildirdi.

RAMAZAN EL BUTİ: ŞEHİDLERİN KANI YERDE KALMASIN

Prof. Dr. Ramazan el-Buti de Suriye’nin başkenti Şam’da 500’e yakın Müslüman alim, düşünür ve Hıristiyan din adamının iştirak ettiği toplantıda yaptığı konuşmada, Mavi Marmara gemisinin öncülüğündeki girişimin korsan İsrail devletinin barbarlığını bütün çıplaklığıyla ortaya koyduğunu vurguladı. Mavi Marmara’nın dünya halklarının ilgisinin Filistin’e odaklanmasını da sağladığını belirten el-Buti, “Batı devletlerinin üstünü örtmeye çalıştıkları Gazze ambargosunun kaldırılma vakti geldi geçiyor” diye konuştu.

9 Türk şehidin kanının yerde kalmaması gerektiğini belirten Ramazan el-Buti, uluslararası kurumların ikiyüzlülüğü bırakıp bu katliamı işleyen İsrailli yetkilileri derhal yargılaması gerektiğini söyledi. El-Buti, “Göreceksiniz, dünyadan yükselen bu sesler ve şehidlerin bu kanı dünyada karşılığını bulacaktır” dedi.

"BUNLAR PEYGAMBERLERİNİ DE ÖLDÜRMEDİ Mİ?"

Suudi Arabistanlı davetçi Aid el-Karni, İsrail’in Gazze’ye yardım için giden Özgürlük Filosu’na saldırısının ardından Müslüman dünyası alimlerine, liderlerine ve dünyaya bir mesaj gönderdi. El-Karni, ölenlerin ailelerine başsağlığı dileyerek: “Peygamberleri öldüren, Allah ve Resulü’ne savaş açan bir milletin böyle bir şey yapması garip değildir” dedi. Kur`an-ı Kerim`de Yahudilerle ilgili ayetler çok iyi tedkik edilmesi gerektiğini belirten el-Karni, Tevrat`taki ayetlerin bile Yahudilerin kana dökmeye ne kadar meyyal olduğunu göstermeye yettiğini söyledi.

ONLAR ÜMMETİN DENİZ ŞEHİDLERİ...

Müslüman alimler geçtiğimiz aylarda yayımladıkları ortak bildirilerinde şunlara da yer vermişti: “Bu filoyu, Özgürlük Filosu’nu İslamî ve insanî bir görev şuuruyla tertip edenlere teşekkür etmeyi, onları takdir etmeyi unutmuyoruz. Dualarımız onlarla!.. Deniz şehidi olan Müslümanları Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in şu hadisiyle müjdeliyoruz:“Denizde deniz tutup istifra edene bir şehit sevabı; boğularak ölene iki şehit sevabı vardır.” (Ebû Dâvûd)

Deniz seferinde istifra ederek veya boğularak ölene bu müjde varken Müslüman kardeşine yardım amacıyla çıktığı deniz seferinde zulümle öldürülene şehidlik makamı verilmesi daha evla değil mi?

Bizler bu zulümler ve acı olaylar karşısında Allah’ın yardımının geleceğini biliyor ve bu yardımı bekliyoruz. “Muhakkak ki bir zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” Her karanlıktan sonra bir aydınlık doğar.”

İLİŞKİLERİ KESİN, BOYKOTA DEVAM EDİN...

Daha sonra liderlerin, kralların, Arap Birliği’nin ve Filistin Sultası’nın temsil ettiği Arap resmi makamlarına seslenilerek bu suç çeteleriyle barış diyalogları ve girişimlerinin durdurulması istendi. Bildiride: “Hiçbir barış yolu bilmeyen, orman kanunundan başka kanun tanımayan bu suç çeteleriyle barış diyalogları ve girişimleri durdurulmalıdır. Sürekli olarak işlediği bu suç eylemleriyle öldürdüğü Arap Girişimi de çekilmelidir” dendi.

Bildiride son olarak Arap ve İslam dünyasına boykot çağrıları şu sözlerle tekrarlandı: “Siyonist ürünleri de Siyonist devlete hakta ve batılda yardımcı olan Amerikan ürünlerini de boykot edin. Mazlumun en azından zalimin kazanç kaynağı olmaması gerekir. Bizler eminiz ki Filistin halkı sonunda kazanan taraf olacaktır.”

ŞEYTANIN EN GÜNCEL HİLELERİ
Sezai Kırlangıç

Aman dikkat etmeliyiz, uyanık olmalıyız, provokasyona gelmemeliyiz, ergenekon tuzağı olabilir yada ne bileyim bu olayın arkasından göreceksiniz Yahudi ve masonlar çıkacak diyerek, İslami bütün hamleleri yok edici, ruh ve aksiyona dayalı bütün davranışları boşa çıkarıcı ‘fikir’ maskeli vehimler, vehimler, vehimler…

Aslında Müslümanlar biraz acele ediyorlar, liberalizmle uzlaşarak, dinler arası diyaloglar tesis edilerek amaca ulaşmak ta mümkündür, hem sadece lailaheillallah desek ne çıkar, hele burada bir müttefik olalım sonrası kolay… Hem bunların gücü karşısına hangi güçle çıkacaksın, elinden gelir…

Sen bu davaya lazımsın, sen bu davanın güdücülerindensin, sensiz bu dava yürümez, sen olmazsan dava bu noktalara gelmezdi şeklinde karşılıklı birbirlerini pışpışlayışlar ve ardından miskinlik ve stratejisizlik tuzağına düşüşler…

Örtünme mücadelesinin bütün acılarıyla Müslüman kadınları kuşattığı bir dönemde ‘protesto yapanlar başörtülü erkekler’ ‘başörtüsü teferruattır’, ‘eğitim için başını açmalısın’ ‘sen bu işte olmazsan senin yerinde koministler olur’ türü hainane telkinler…

Adam arabasında yüksek sesle açtığı ilahiyi dinlerken, Karım başını mecburen açtı, hem ne yapalım maddi sıkıntı içerisindeydim, tabi her alanda hizmeti yaygınlaştırmak lazımdı, daha fazla hizmet etmek için açıldı karım… Hem bir başörtüsünden ne olur ki?

Faiz bir yerde mecbur, araba bir ihtiyaç değil mi ev bir ihtiyaç değil mi, ne yapalım yani, kapitalizm kuşatmış her yanı, dışına çıkmanın imkânı yok, faizsiz ticaret yok… Hem Müslüman da zengin olmalı değil mi, güzel arabalar, evler ve giysiler en çok ona layık değil mi?

Şehit değil biliyorum ama ne yapayım, yanımda ki şimdi beni şöyle sanır böyle sanır, adam dine küfrederek öldü lakin cenazesini kıldırmazsam, katılmazsam benim için ne düşünürler, işim, makamım, maaşım, hem çocuklarımın rızkı için buradayım yoksa…

Irkçılığı sevmem ama Türk başka, onun ayrı bir üstünlüğü var diğer ırklardan… Arap olmak ayrıcalıktır ve ya şu Türkçülerin yüzünden Kürtçü oldum sözleri…

Adam televizyon seyrediyor. ‘ Şu Iraklıları anlamıyorum, ne diye savaşıyorlar, ne yani savaştınız daha mı iyi oldu, bir buçuk milyon kişi öldü’ şeklinde hakikati tersine çevirici şeytani deha… Hem Allah ta sevmez insanın kendini tehlikeye atmasını diye devam edişi ise bu dehanın! çapını göstermesi bakımından müthiş!..

Eskiden mezhep mi vardı, Kur’an’dan başka kaynak tanımam, Amerika’dan bağımsız düşünmek imkânsız, demokratik olmak lazım, şu Avrupa Birliğine bir girelim hele… Herkese, her şeye, her oluşa, her vuruşa, her olaya hoşgörü göstermek lazım. “Amerikalılar Irakta ne yapıyorlar, Bosna da Sırplar ne yaptı, Ruslar Çeçenistan da ne yaptı” Düşünme, hoşgörülü ol, kuşat gözyaşınla her yanı…

Dinleri ve vatanlarının bağımsızlığı için mücadele eden mücahidler karşısında şeytanın telkinleri hemen oracıkta hazır: Bunların yüzünden İslamı şiddet dini olarak tanıyor batı, bunlar olmazsa batılılar bizi daha çok sevecek, Müslüman terörist değildir, bunlar Müslüman değildir... Küresel dil konuşmak lazım, küreselleşmek lazım…

Şeytan sinsice kulaktan kulağa şu tehdidi yaygınlaştırır. Şu dergilerden, ya da şu yayınlardan almamak, şu cemaatin sohbetlerine katılmamak lazım, ne olur ne olmaz başımıza bir iş menem gelir, hem uzakta durmak lazım bunlardan, illa da dindarlık arzu ediyorsan fetullah hoca efendinin eteğine yapış, nede olsa hiçbir riski yok, kimin ne olduğu belli değil, hem nasibinde açılır zenginleşirsin birdenbire…

Şeytanın en güçlü silahı haset. Tezahürleri onlarca… Ama o bizim cemaatten değil ne gereği var Kadiri dergâhında Risale’i Nur’un veya Nur talebelerinin evinde İbda külliyatının, hem Süleyman Hilmi Tunahan bağlısı cemaat M.Zahid Kotku kitaplarını kitaplıklara neden koysun ki, Med Zehralı mübareğin kütüphanesinde var mıdır Esad Coşan’ın eserleri, ya da Yeni Asya neslinin umrunda mıdır Büyük Doğu külliyatı şeklinde şeytani vesveseler, vehimler…

Gaza gelmemek lazım. Hele bir dur bakalım, önce onlar bir şeyler yapsın, bakalım ne oluyor ona göre bizde hareket ederiz. (Cihad ve şehitlik nimetinden kaçınma için)Hem bak bizde Kur’an öğretiyoruz, tefsir dersleri yapıyoruz, boş durmuyoruz yani…

Üç beş Müslüman bir araya gelip zalimlere karşı hakkı söylemek ve tatbik etmek için bir eylem gerçekleştirdikten hemen sonra şeytan hemen en yakın dostlarının yanına gider ve fısıldar. Bunların İslamla ilgisi yok, içki içerken görülmüşler, evlerinde polisler uygunsuz cd’ler bulmuş, bunlar dış güçlerin taşeronu, bunlar ülkemizi karanlığa sürüklemek istiyor… Şer güçler yine sahnede…

LANET OLSUN ŞEYTANA VE TELKİNLERİNE

Aylık Sayı: 50

Batının İslamı Ayrıştırma Projeleri
Nurullah Aydın

Makam hırsı, şöhret hırsı, para hırsı ile kişilik bozukluğu olan tipler; ajanlık, işbirlikçilik için en uygun tiplerdir. Hele bir de birazda statü kazandırıldı mı, salyalı tipleri bir bakarsınız ki siyasi lider, din adamı hocaefendi şeyh görüntüsü ile saygınlık kazandırılmaya çalışır..

Biat ettirici psikolojik yöntemler de uygulanınca alın size siyasi ya da din önderi..

Aynı uygulama her alanda geçerli.. Siyasi iktidara getirilenlere bir bakın! Hangi tipler İslam ülkerinin yöneticileri..

Tarih boyunca yaşanan bu gerçeklik şimdi de İslam dünyası için uygulanıyor.. ABD sahte dinler oluştururken özellikle İslam dünyasına ucube tipleri, din adamı olarak lanse etmeye ağırlık veriyor. CIA himayesinde okullar zinciri ile İslam dünyasında zehir kusucu faaliyetlerine devam ediyor..Bazı pskolojik sorunu olan tipler de peşinden gidebiliyor..

Dün böyleydi bugün de böyle ne yazık ki! Müslümanlar kurtuluş simidi olarak nedense lanse edilen kişilik bozukluğu olan tiplere biat etme zaafiyetinde bulunabiliyor.

Geçen yüzyılda; İngilizlerin İslam ülkelerindeki vahdaniyeti bozma girişiminde uyguladığı yöntemi, bu kez

ABD ılımlı İslam dinlerarası diyalog safsataları ile uygulamaya çalışıyor.

Peki ama neden;

Bakın; Osmanlı İmparatorluğunun şemsiyesi altındaki Ortadoğu coğrafyasını, İngilizler hangi stratejik planla ele geçirdiler?

Yaşanan tarihi gerçekler doğru değerlendirilirse, bugün yaşananların pek de farklı olmadığı görülecektir.

İngilizler; Hz. Muhammed'in anne ve babasının kabrini yok eden, Peygamberimizin kabrini yıkmayı isteyecek kadar sapkın bir mezhep olan Vahabi Mezhebinin (ki bu yıkıma Atatürk engel olmuştur) Arap yarımadasını ele geçirmesini sağlayarak; Arapların Osmanlıyı arkadan vurmasının temellerini atmıştır.

Dört hak mezhepten biri olmayan ve kendi dışında diğer mezhep inananlarını dışlayarak kafir ilan eden Vahabi mezhebinin; bugün Kutsal topraklara sahip olması İngilizlerin sayesinde olmuştur. Haçlı zihniyetinin neler yapabildiğine örneklerden biridir Vahabilik mezhebi.

Bu mezheple ilgili en ilginç bilgi ise Saddam arşivlerinin Amerika'ya götürülüp tercüme edilmesi ile gün yüzüne çıkmıştır. Mart 2008'de Washington Post gazetesinde yayınlanan bu haberde Vahabiliğin kurucusu olan Şeyh Muhammed bin Abdülvahhab'ın dedesi Bursalı bir Yahudi. Washington Post'un köşe yazarı Al Kamen Pentagon'un; Saddam dönemine ait kamyonlarca yer tutan arşiv belgelerinden önemli bulunanları, İngilizce'ye çevirterek beş cilt halinde bir araya getirilmesini sağladığını yazdı.

Tercüme edilen bu belgelere göre, Şeyh Abdülvahhab'ın dedesinin adı Süleyman değil Şulman'dı. 16. Yüzyılda Bursa'da yaşayan Yahudi bir tüccar olan Şulman, daha sonra Şam'a göç etti. Sakal bıraktı, Müslüman sarığı sardı; ancak büyücü olduğu suçlamasıyla Osmanlı yönetimi tarafından Şam'dan kovuldu.

Batı öteden beri; kendisi savaşmak yerine ülkeleri ve halkları birbirine düşman etmeyi ve onları savaştırmayı başarmıştır. Yüzlerce yıl Doğu topraklarını istila etme teşebbüsünde bulunan emperyalist Batı; savaşla elde edemediğini hile ile elde etmiştir. Batı akılcı, Doğu ise kadercidir. Bu yüzden Doğu insanlarını birbirine düşürmek için en iyi yöntem; din olarak belirlemiş ve bu konuda da başarılı olunmuştur.

İngilizler; toplumları birbirine düşürme hedeflerini gerçekleştirmek için Arabistanlı Lawrence'den çok önce İngiliz ajan Humpher'ı görevlendirmişti. Humpher; kaleme aldığı hatıralarında görevini açıkça yazmış:

"1710 yılında İngiltere Sömürgeler Bakanlığı beni Mısır, Irak, Hicaz ve Osmanlı Halifelik merkezi İstanbul'da casusluk yapmak ve gizli bilgiler toplamak için gönderdi. Benim görevim Müslümanları birbirine düşürmek ve sömürüyü İslam ülkelerine sokabilme yollarını aramak için yeterli bilgileri toplamak idi. Bu amaçla Ebu Hanife'den çok bildiğini ve Sahih-i Buhari kitabının yarıdan fazlasının hiçbir işe yaramadığını iddia eden Abdülvahhab'la dost olmuştum; Sürekli olarak onu, Allah seni büyük bir dahi olarak yaratmış, sana Ali ve Ömer'den daha fazla akıl vermiş diye tahrik edip, eğer sen Peygamber zamanında yaşasaydın, kesin olarak onların yerine geçerdin diyerek yüreklendirdim."

Batı’nın 1700'lü yıllardaki istila ve sömürü isteği; günümüze kadar artarak devam etmiştir. Her biri emperyalist Batı'nın ajanı olarak çalışan misyonerlerin başkanı Samaul Zouimer; sömürgeci Hıristiyanların fikirlerinde bir değişiklik olmadığını 1935 yılındaki beyanında açıkça göstermiştir: "Sizden Müslümanları Hıristiyan yapmanızı istemiyorum. Sizin asıl göreviniz Müslümanları İslam'dan uzaklaştırmaktır. Eğer bunda başarılı olursanız, İslam memleketlerinin sömürge haline gelmesi için fetih yollarını aşan ileri karakollar kurmuş olursunuz"

Bugün Katolik/Protestan misyoner çok yönlü faaliyetlerine devam ediyor. Devasa mali kaynağa sahip yeni dini örgütlenmeleri görünce tarih tekerrür ediyor demek lazım.

İslam dünyasnının kurtuluşu Müslımanların kendilerine önder diye seçtiklerini gözden geçirmelerine bağlıdır..Tabi psikolojik sorunu olanlar bunun ne anlama geldiğini düşünemez bile. Çünkü gözler, kör kulaklar sağır kapler mühürlü ise yapacak birşey yoktur.

Günün Sözü: Rakibinin ne yaptığını ve ne yapacağını bilmezsen, oyuna her zaman gelirsin.
Kaynak: Nurullah Aydın

Çan ve Ezan Sesleri İçinde Dehşetli Bir Diyalog
Mehmet Şevket Eygi
30 Ekim 2008
TARİH: 13 Mayıs 2004... Yer: Harran ovası Mardin Kasımiye medresesi... Konu: Kültürler Arası Diyalog Platformu'nun tertiplediği Dinler ve Barış Uluslar Arası Sempozyumu.

Ses: Mahsun Kırmızıgül'ün okuduğu türküler... Ezan... Çan sesleri...

Sahne: Medresenin havuzunun üzerine köprü gibi bir şey yapmışlar, en önde Rum Patriği 1. Bartholomeos olmak üzere çan ve ezan sesleri arasında bunun üzerinden Süryanî ve Katolik papazlar, başka gayr-i müslim din adamları ve Diyanet İşleri temsilcisi İstanbul Müftüsü geçiyorlar... Bu köprü Sırat köprüsünü temsil ediyor. Böylece hep beraber Cennet'e giriyorlar...

Toplantının süresi: Üç gün.

Zamanın İçişleri Bakanı da ordadır.

Bu toplantı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından tertip ve teşvik ediliyor. Vakfın onursal başkanı Fethullah Gülen Hocaefendi Amerika'dan tebrik mesajı gönderiyor.

Konuşmalar esnasında sık sık "Ortak Ata Hz. İbrahim..." deniliyor.

Yorumlarım:

Müslümanların çoğunun, bu anlattığım toplantı hakkında bilgisi yoktur. Bazıları da bir şeyler duymuş sonra unutmuştur.

Bu hadise 1400 küsur yıllık İslâm tarihinde görülmemiş bir yenilik, bid'attir.

Bu bid'ati nasıl değerlendireceğiz?

Önce Kur'an'a soracağız. Kur'an'da Hz. İbrahim için "O Yahudi ve Nasara değildi, Hanif ve Müslimdi" buyuruluyor. Allah katında tek hak dinin İslâm olduğu bildiriliyor.

Sonra Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimize soracağız. O'na nasıl sorulur? Sünnetine, bize ulaşmış olan sahih hadîslerine bakılarak. Efendimiz bir gün Hz. Ömer el-Faruk radiyallahu anh'in elinde rulo halinde bir kitap görmüş. Nedir bu diye sormuş. Tevrat'tır demiş. Okuyacak, inceleyecekmiş... Efendimiz ona şu cevabı vermiş: Kardeşim Musa bugün hayatta olsa ona bunu okuma izni vermezdim...

1400 küsur seneden beri gelip gitmiş eimmenin, büyük ulemanın, fukahanın eserlerine, yazdıklarına, yaptıklarının ışığında soralım: Onlar böyle bir toplantıyı hoş karşılarlar mıydı? Buna katılırlar mıydı?

Bu gibi toplantıların amacı nedir?

1. Müslümanlardaki, "Tek hak din İslâmdır" inancını yıkmak. Başka hak dinler olduğu zannını uyandırmak. Zaten gizlemiyorlar, açıkça haykırıyorlar: Ehl-i Kitap da necat ehlidir ve Cennetlik'tir...

2. Hz. İbrahim aleyhisselamın "Ortak Ata" olduğu imajını zihinlere yerleştirmek. (Kur'an Hz. İbrahim için "O Yahudi ve Nasranî değildi, hanif ve müslimdi" diyor.)

3. İslâm'ı evcilleştirmek.

4. İslâm'daki cihad farizasını hükümden düşürmek.

Bu gibi Diyalog toplantıları ile Büyük Orta Doğu Projesi arasında paralellikler vardır.

Durumu inceleyelim:

Biz Müslümanlar BÜTÜN Peygamberlere iman ediyoruz. Yahudiler Hz. İsa'yı ve Hz. Muhammed'i (Salat ve selam olsun onlara), Hıristiyanlar Hz. Muhammed'i inkar ve tekzip ediyor.

Biz Müslümanlar, Allah'ın Tevrat ve İncil adında iki kutsal kitap gönderdiğine iman ediyoruz. Lakin bu kitapların asıl metinleri bütünüyle korunamamıştır. Tahrife uğramışlardır... Bu tahrif ve değişim realitesini artık nice papaz bile kabul ediyor. Yahudiler ve Hıristiyanlar ise insanlığa bir kurtuluş düsturu olarak gönderilmiş Kur'ân-ı Azimüşşan'a iman etmiyorlar, onun -hâşâ- düzmece bir kitap olduğunu iddia ediyorlar.

Tarihe bakalım: Müslüman devletler Yahudilere ve Hıristiyanlara tolerans göstermişler, onların kendi dinlerini, kültürlerini ve kimliklerini koruyarak yaşamalarına imkân tanımışlardır. Haçlılar ise Müslümanları ezmiş, silmiş, kazımışlardır. Haçlıların Kudüs'ü feth ettikten sonra yaptıkları vahşet ve zulümleri (Bunları sâbık papa bile kabul etmiş, Müslümanlardan özür dilemiştir) ve bir de Selahaddin Eyyubî'nin kutsal şehri istirdat ettikten (geri aldıktan) sonra sergilediği adaleti, insafı, merhameti ve hoşgörüyü düşünelim. Sömürgecilerin ve emperyalistlerin İslâm dünyasındaki zulümlerine bakalım. ABD Evangelistlerinin Irak'ta, Afganistan'da, Siyonistlerin Filistin'de döktükleri kanlar...

Bendeniz şahsen bir Müslüman olarak çan ve ezan sesleri içinde papazlarla birlikte Kasımiye medresesi havuzu üzerindeki köprüden geçmezdim.

Sevgili okuyucularım, siz çan ve ezan sesleri içinde bu köprüden geçer miydiniz?
Milli Gazete

DÜN 'FÜRUATA AİT', BUGÜN 'DİNİN AÇIK EMRİ'
09.02.2008
Peki, ne oldu da o gün başörtüsü "Füruata ait" sözü öne çıkarken bugün "Başörtüsü dinin açık emridir" sözü başlığa çıkıyor? - Mahmut Övür'ün yazısı...

Fethullah Gülen 97'den bugüne değişti mi?
Meclis'te türban meselesi çözülse bile siyasal sonuçları bitecek gibi görünmüyor. Tabii bir özgürlük sorunu noktalanmış olacak ama çözme biçimi daha çok tartışılacak.
Çünkü türban meselesinin demokratikleşme paketinin bir parçası olarak değil özel ele alınması, sadece laiklerle İslamcı kesimler arasında değil, demokrat aydınlarla muhafazakar aydınlar arasında da tartışma yarattı.
Bu, kısa sürede dinecek gibi de görünmüyor.
Şimdi bu tartışmaya bir yanıyla Fethullah Gülen Hoca da katıldı.
Siyasete ve siyasetle iç içe geçmiş meselelere hep mesafeli duran Gülen'in, önceki gün yaptığı başörtüsüyle ilgili açıklaması siyaset kulislerinde farklı yankılandı. Konu dini bir konu da olsa kimilerine göre "siyasi simge" olarak tartışılması nedeniyle, siyasetle iç içe geçmiş durumda.
Öyle veya böyle çözümü de bir siyasi mücadeleyle gerçekleşiyor.
İşte bu noktada Gülen'in tavrı dikkat çekiyor.
Fethullah Gülen son röportajında çok net ve açık bir tavır koydu ve başörtüsü dinin açık emridir" açıklamasını yaptı.
İçinde bulunduğumuz bu tartışmalı süreçte böylesine net ve kesin açıklama yapılması, 11 yıl önce yapılan bir söyleşiyi hatırlattı.
Şimdi o dönemlere gidelim.
28 Şubat sonrasıydı. O günlerde de türban tartışması vardı ve daha önemlisi post modern bir darbe süreci yaşanıyordu.
O sıcak ve gerilimli günlerde Fethullah Gülen'in Yeni Yüzyıl gazetesinde uzun bir röportajı yayınlandı.
Tarih 20 Temmuz 1997...
'Füruat' mı, 'dinin emri' mi?
Nevval Sevindi'nin yaptığı ve birçok konuda "ezber bozan" röportajın en çok yankı yaratan bölümü ise başörtüsüyle ilgiliydi.
Sevindi soruyor:
"..Yani kadınların başını örtmesi şart mıdır?
Gülen gerçekten şoke edecek bir cevap veriyordu:
"Kadının başını örtmesi meselesi bir iman meselesi ölçüsünde önemli değildir. Allah'a karşı kulluk, umumi manada kulluk meselesi ölçüsünde önem arz etmez bunlar. Başörtüsü füruata ait meselelerdir . Nitekim yani Allah'a iman meselesi ta Mekke'de efendimize tebliğ edilmiş. Namaz meselesi orada bize farz kılınmış, daha sonra zekat farz kılınmış. Ama tesettür meselesine gelince biraz farklı. Zannediyorum peygamberliğin 16'ncı, 17'nci senesinde Müslüman kadınların başları açıktır."
Gülen'in bu yaklaşımı döneme damgasını vuran "hoşgörü" sürecine de önemli katkı sunan bir yaklaşımdı.
Ama aynı zamanda İslami cemaatler arasında ciddi bir tartışma da yaratmıştı.
Özellikle başörtüsünü "Füruata ait mesele" diye nitelemesi, sadece kendi cemaatinde dalgalanma yaratmamış öteki cemaatlerin de hışmına uğramıştı.
Aradan tam 11 yıl geçti.
Birkaç gün önce bir internet sitesinde Fethullah Gülen aynen şöyle diyordu:
"Tesettür, gerçi dinin esasını teşkil eden imani meselelerden değildir; İslam'ın beş şartı arasında da yer almaz. Fakat, Kur'an'ın açık emridir. Farziyeti, hem Kur'an'la, hem Sünneti sahiha ile, hem de 14 asırlık İslam tarihindeki uygulamalarla sabittir. Nur Suresi'nin 31. ayetinde mü'min kadınların başlarını, boyunlarından ve göğüslerinden açık bir yer bırakmayacak şekilde örtmeleri emredilmektedir. Dinin bu konudaki emirleri mezkur ayetle de sınırlı kalmamıştır."
İki yaklaşım arasında benzerlikler olduğu kadar önemli farklar olduğu da kesin.
Peki, ne oldu da o gün başörtüsü "Füruata ait" sözü öne çıkarken bugün "Başörtüsü dinin açık emridir" sözü başlığa çıkıyor?
Mahmut Övür - Sabah


'Ilımlı İslam' diyerek 'Gerçek İslam'a saldıran şu dinsiz münafıklar

İsrafil K.KUMBASAR
israfilkumbasar@yenicaggazetesi.com.tr
08/02/2008

Gerçek ‘İslam’, Allah’ın bir dinidir.
‘Ahiret inancının’ tamamlayıcı birer unsurları olan ‘cennet’, ‘cehennem’, ‘şehitlik’, ‘gazilik’ gibi kavramlar, yeryüzünü kendi çıkarlarına göre yeniden şekillendirmeye çalışan emperyalizmin karşısında direnen Müslümanların elinde hâlâ ‘etkin bir silah’ olarak duruyor.
‘Tebliğ’, ‘cihad’ ve ‘fetih’ kavramları, yeryüzünün efendilerini hâlâ korkurtmaya devam ediyor.
‘Ilımlı İslam’ ise bir ‘Pentagon’ imalatıdır.
Washington’da programlanıp ‘işbirlikçiler’ aracılığı ile ‘İslam dünyasına’ dayatılıyor.
Görünürdeki hedefi, ‘Yahudilik’ ve ‘Hristiyanlık’ gibi ‘İslam’ dinini de ‘ilahi orijininden’ uzaklaştırmak, ‘tarihi köklerinden’ kopartmak, insan tarafından tasarlanmış ‘ideolojiler’ benzeri ‘seküler’ bir yapıya kavuşturmaktır.

Asıl hedefi ise, Allah’ın dinini, ‘emperyalizmin emellerine’ hizmet eden bir araç haline getirmektir.
Bütün müslümanları ‘yeni dünya düzenine’ sadık birer köle yapmaktır.
‘Ilımlı İslam’ kavramını icat edenler, Müslümanları kandırmak için ‘hoşgörü’ ve ‘diyalog’ denilen iki aracı kullanıyorlar.
* * *
‘Büyük Ortadoğu Projesi’ adı altında Ortadoğu’yu ‘Büyük İsrail’ temelleri üzerine yeniden şekillendirmeye çalışan Amerika, Müslümanların direnişini kırmak için son yıllarda ‘Ilımlı İslam’ programına dört elle sarıldı.
‘Pilot bölge’ olarak seçilen yer ise Türkiye.
Kelime-i Şehadet’ten “Ve yine şehadet ederim ki Hz. Muhammed O” nun kulu ve elçisidir” bölümünün atılmaya kalkışılması...
“Allah katında hak din İslamdır” mealindeki ayet-i kerimenin ‘diğer din mensuplarını’ rahatsız ediyor diye cuma hutbelerinden çıkarılması...
“Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin” mealindeki ayetin cami duvarlarından indirilmesi...
Camilerde ‘VİP uygulamasına’ geçilmesine yönelik artmaya başlayan talepler...
‘Kadınlı-erkekli’ namaz denemeleri...
‘Dinde reform yapılması’ çağrıları...
‘Tek kelime’ Arapça bilmeyenlerin ellerine sözlükleri alıp ‘Kur’an’daki ayetleri’ kendi kafalarına göre tefsir etmeye cüret etmeleri...
Aslında ‘Ilımlı İslam’ denemelerinin tezahüründen başka bir şey değildir.
* * *
Ancak, kavram kargaşasının yaşandığı, ‘at’ izinin ‘it’ izine karıştığı bir ortamda, kamuoyunda ‘İslam’ ile ‘Ilımlı İslam’ kavramlarının da yanlış algılanmaya başlandığını görüyoruz.
İnananlar, ‘Ilımlı İslam’a karşıdırlar.
‘İslam’ dininin özünü bozacağı, İslamiyeti ‘Allah’ın dini’ olmaktan çıkarıp, emperyalizmin bir ‘sömürü aracı’ haline getireceği için karşıdırlar.
İnanmayanlar da ‘Ilımlı İslam’a karşıdırlar.
İnanmayan, ama ‘inanıyormuş’ gibi görünerek ‘takiye’ yapan ‘ateist’ münafıklar ise, içerisinde sadece ‘İslam’ kelimesi geçtiği için karşıdırlar.
Türkiye’yi teslim almak isteyen emperyalistler, ‘Ilımlı İslam’ kavramı yerine, mesela ‘ılımlı liberalizm’, ‘ılımlı sosyal demokrasi’, ‘ılımlı çağdaşlık’, ‘ılımlı zırvalık’ kavramlarını kullanmış olsalar eğer, eminiz ki hiç bu kadar rahatsız olmayacaklar.
Ama işin içinde ‘İslam’ olunca kırmızı görmüş tosuncuklar gibi deliye dönüyorlar.
İslam dinini ‘kendi şahsi menfaatlerine’ alet eden, ama İslam ile hiçbir alakaları olmayan ‘işbirlikçi’ din tüccarlarını bahane edip, ‘Ilımlı İslam’ üzerinden Allah’ın dini olan ‘Gerçek İslam’a saldırıyorlar.
* * *

Türk milliyetçiliğini, Türk milletine ait kavramlar yerine Yahudi kökenli olan ve temsilci olarak katıldığı ‘Sion kongresinde’ bütün Yahudiler’in Türkiye’ye yerleşmelerini ve ‘Türkçe’ isimler kullanmalarını savunan Moiz Kohen’in (Tekin Alp) kitaplarından öğrenip, Türk milliyetçilerinin arasına sızmaya çalışan bazı ‘sözde’ Türkçülerin de ‘bilerek’ veya ‘bilmeyerek’ ateist münafıkların etkisinde kaldıklarına şahit oluyoruz.
Ey Türk milliyetçileri...
Ey ülkücüler...
Sakın ola ki ‘sizden’ gibi görünen ipleri aslında ‘Ilımlı İslam’ projesini kurgulayan ‘aynı merkezin’ elinde olan ihanet çevrelerini ‘tuzağına’ düşmeyin.
‘Ilımlı İslam’ ile aslında neyi kastettikleri belli.
‘Türklük’ gibi ‘İslamiyete’ de sahip çıkmak Türk milliyetçilerinin/ülkücülerin birinci görevidir.
Sinsi bir şekilde unutturulmak istenen o sloganları yeniden hatırlamaya var mısınız:
- “Türklük bedenimiz, İslamiyet ruhumuz...”
- “Rehber Kur’an, hedef Turan...”
- “Kanımız aksa da zafer İslam’ın...”
- “Çağrımız, İslam’da dirilişedir...”
yeniçağ

GÜNEY'İN, F. GÜLEN İDDİALARI
20 Ağustos 2008
Tuncay Güney 2001’de verdiği ifadede, Veli Küçük’ü Gülen cemaatine kazandırmak için, cemaatin önemli isimlerinden Mehmet Demircan ile yoğun çaba harcadıklarını ve bu sırada ikilinin uzun yıllar öncesinden tanıştıklarını öğrendiklerini iddia ediyor
İstanbul Emniyeti’nde 2001 yılında verdiği ifadeyle Savcı Zekeriya Öz’ün hazırladığı Ergenekon davasının önemli dayanaklarından birini oluşturan Tuncay Güney’in söz konusu ifadesinde Fethullah Gülen cemaati hakkında da ayrıntılı açıklamalarda bulunduğu ortaya çıktı.

Güney, Ergenekon iddianamesinin 442’inci klasöründe yer alan ifadelerinde, Fethullah Gülen cemaatiyle ilgili ilginç iddialarda bulundu. Güney, Gülen ile Ergenekon davasından tutuklu olan emekli Tuğgeneral Veli Küçük’ün 1970’li yıllardaki sağcı “Milli Mücadele Hareketi” döneminden tanıştıklarını iddia etti.

Güney, Gülen cemaatinin önemli isimlerinden Mehmet Demircan ile Küçük’ü Fethullah Gülen cemaatine kazandırmak için çabalarken, ikilinin çok uzun yıllar öncesinden tanıştıklarını öğrendiklerini anlattı.

‘Hepsi Milli Mücadeleci’

Tuncay Güney, 2001 yılında İstanbul Emniyeti tarafından dolandırıcılık iddiasıyla gözaltına alınıp sorgulandığında Gülen cemaatine yakınlığıyla bilinen Samanyolu televizyonunda çalışmaktaydı. Polise verdiği ifadeler, Güney’in bu konumundan yararlanarak cemaatin bazı önemli isimlerini de tanıma imkânını elde ettiğine işaret ediyor.

Güney, bu çerçevede cemaatin önemli isimlerinden olduğunu söylediği Mehmet Demircan ile o sırada muvazzaf subay olan Veli Küçük’ü cemaate kazanmaya çalıştıklarını anlatarak, “Biz kendisini kazanınca Fethullah Hoca’nın yanında da biz de güçlü olacağız” diyor.

Tuncay Güney, yine Demircan’a atfen Gülen’in Veli Küçük’ü milli Mücadeleciler hareketinden tanıdıklarını ileri sürerek, “Zaten Fethullah Hoca’nın bütün bu elemanlarına bakın Milli Mücadeleci elemanlardır” diye konuşuyor.

Gülen’in okullarına destek

Güney, ifadesinde Veli Küçük’ün Fethullah Gülen’e Kuzey Irak’ta okul açması için yardım ettiğini de söyledi. Güney’in ifadelerine göre, Erbil’de açılacak Özel Erbil Işık Koleji’nin kurulması aşamasında Kuzey Irak’a giderken Diyarbakır’a uğradılar.

Burada kendilerini Veli Küçük’ün telefonla arayarak haber verdiği, Jandarma Alay Komutanı Eşref Hatipoğlu karşıladı. Hatipoğlu Güney ve yanındaki cemaat üyelerini, askeri helikopterle Silopi’ye gönderdi. Grub buradan da Kuzey Irak’a geçerek Nehciban (Neçirvan demek istiyor) Barzani ve Talabani ile görüştü.

‘Veli Küçük’ün hocası, Erdoğan’ın yakasına yapıştı’

Güney, Gülen cemaatinin içinde yer aldığını öne sürdüğü Veli Küçük’ün hocası Albay Necabettin Ergenekon hakkında da açıklamalarda bulundu. Güney’in iddialarına göre, Necabettin Ergenekon, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la Refah Partisi İstanbul İl Başkanı olduğu dönemde görüşüyordu. Ergenekon bu görüşmelerden birinde Erdoğan’ın yakasından tutarak silkeledi.

Güney’in ifadelerine göre, Erdoğan, Tepebaşı’ndaki RP İl Başkanlığı binasında, Necabettin Ergenekon’la “ümmetçilik” tartışmasına girdi. Bunun üzerine sinirlenen Ergenekon, Erdoğan’ın yakasından tutarak, “Bırak Tayyip bu işleri, Türkçülük olmazsa Ümmetçilik olmaz” dedi.

Güney, kendisini Küçük’le tanıştıran kişinin de Ergenekon olduğunu söyleyerek, “İzmit’teki Albay (Veli Küçük) benim öğrencimdi, seni ona götüreceğim, tanıştıracağım” dediğini anlattı.

Küçük’ün Ergenekon örgütünün adını hocasının soyadından etkilenerek koyduğu iddia edilmişti.

Eymür’e Gülen hakkında ajanlık yapmış

Güney ifadesinde Fethullah Gülen cemaati içindeyken, MİT yöneticisi Mehmet Eymür’ün gönderdiği adamlara düzenli olarak cemaatle ilgili bilgiler verdiğini de söyledi. Güney, “Bu bilgileri ben o dönem orda çalışırken periyodik olarak Mehmet Eymür’ün adamları gelir alırdı(...) Böyle bilgileri cemaaat içinden başka sorular da sıcağı sıcağına o dönem sıcak olan bazı şeyleri sorarlardı zaten” dedi.
milliyet

ERGENEKON'A ZAMAN AYARI !
22 Ağustos 2008
Zaman, Ergenekon şemasındaki kendi yazarını neden haber yapmıyor?
Ergenekon davası görülmeye başlamamasına rağmen iddianame ve delillerinin açıklanması nedeniyle medyada her gün yeni bir bilgi haber oluyor. Olaylar, kişiler, ilişkiler, telefon konuşmaları, bilgisayarlarda bulunan belgeler, örgüt şemaları, krokiler, sanık ifadeleri, suikast planları vs. hepsi medyanın hükümete yakın kesiminde sürekli haber oluyor.

Bu haberlerde çok tanıdık isimler ilginç bağlantılar içinde geçebiliyor. Gazeteciler ve köşe yazarları örgüt üyesi olarak zikredilebiliyor.

İktidara yakın medyada bu isimler her defasında ya manşette, ya da birinci sayfada haber olarak yerlerini aldılar bugüne dek.

Üstelik bu yayınlarda sözkonusu isimler, sanık bile olmamalarına rağmen Ergenekon üyesi olarak gösterildiler.

Tutuklu ya da tutuksuz Ergenekon sanıkları bir yana, Ergenekon iddianamesinde veya delil klasörlerinde adı geçen pek çok kişiyi adeta suçlu ilan ederek haber yapan gazetelerin başında Zaman geliyor. Zaman gazetesi, Ergenekon soruşturmasının başından beri iddianame ve dava klasörlerinde geçen olayları, isimleri ve ilişkileri haber yapıyor.

Fakat Zaman gazetesi delil klasörlerinde geçen bir bilgiyi nedense hiç görmedi.

Bu bilgi, daha önce sansürlenerek yayınlanan Ergenekon şemasında kendi yazarının da örgütün üyesi olarak yeralıyor olmasıydı.

Habertürk internet sitesinde yayınlanan habere göre Tuncay Güney’den ele geçirilen belgeler arasında Ergenekon şeması vardı.

Habere göre son klasörde isimlerin kapatıldığı Ergenekon şeması, 236. klasördeki Tuncay Güney'den elde edilen dökümanlar ve ifadeler arasından çıktı. Klasörün 196. sayfasında Ergenekon şemasındaki isimler açık açık yazıldı.

Tutkun Akbaş’ın haberindeki detaylar şöyle: Ergenekon terör örgütü iddianamesinin ortaya çıkan son 157 sayfalık bölümünde yer alan ve savcılık tarafından üzerine kağıt konularak kapatılan Ergenekon şemasındaki isimlerin 236. klasörün 196 ve 197. sayfalarındaki bir şemada aynen yazıldıkları ortaya çıktı. Üzeri kapatılan şemada not olarak "Tuncay Güney İpek'in ifadesinden ve mezkur CD'lerde yer alan bilgilerden şematize edilmiştir." bilgisine yer verildi.

İşin ilginç yanı 236. klasörde yer alan belgeler de Tuncay Güney'den çıkan dökümanlardan oluşturuldu. İşte el yazısıyla oluşturulan bu şemada da isimler açık açık yazıldı.

X işaretinin bulunduğu ve bir numaranın açıklanmadığı Ergenekon şemasında şok etkisi yaratacak isimler var.

Habertürk'ün soyadlarını yazmadığı, ama açıkça kim oldukları belli isimlerden bazıları şunlar:

Uzeyir Garih, Korkmaz Yiğit, Hayyam Garipoğlu, Jefi Kamhi, Ali Avni Balkaner, Dinç Bilgin, Bekir Coşkun, Enis Berberoğlu, Ertuğrul Özkök, Tansu Çiller, Meral Akşener, Mehmet Ağar, Sedat Bucak, Cumhur Ersümer, Koray Aydın, Tunca Toskay, Nazif Okumuş, Sedat Peker, Alaattin Çakıcı, Sami Hoştan, Selahattin Sadıkoğlu, Hüseyin Gülerce vs.

Liste uzun ve kişilerin konumlarına göre tasnif edilmiş. Ekonomi, siyaset, gazeteler şeklinde kategorilere ayrılan listede gerçekten şok edici isimler geçiyor.

Bu isimlerden bazıları kendileriyle ilgili suçlamalara sert cevaplar verdiler.

Burada ilginç olan, Zaman gazetesi başta olmak üzere iktidara yakın medyanın pek çok ismi hiç çekinmeden haber yapmasına rağmen neden bütün isimleri aynı şekilde görmediğidir.

Mesela ne Zaman gazetesi, ne de iktidara yakın diğer gazeteler Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce’nin de Tuncay Güney’den ele geçirilen Ergenekon şeması belgesinde adının geçtiğine değinmedi. Gülerce bu gazetelerin ve televizyonların manşetlerine çıkmadı.

Pek çok isim Ergenekon örgütünün üyesi olduğu imasıyla defalarca haber olmuşken, Gülerce acaba neden Zaman gazetesinin manşetine çıkmadı? Hadi manşet olmasa da haber bile olmadı?

Muhtemelen Gülerce’nin Ergenekon’la ilişkisi bulunmadığından emin oldukları için haber yapmadılar. Peki ama diğer isimlerin ilişkisinden nasıl emin oldular?

Yoksa bu konuda çok özel bilgiler mi ulaşıyor Zaman gazetesine?
fikri takip.com

HÜKÜMET KÜRTLER’E AÇILIRKEN CEMAAT NE AÇILIMI YAPTI
Barış Terkoğlu yazdı
29.11.2009

Fethullah Gülen Cemaati son günlerde dikkat çeken bir açılım yaptı: “Arap Açılımı”.
Cemaat dünyanın pek çok ülkesinde okullar açmasına rağmen Arap Coğrafyası’nda yıllarca böyle bir girişimde bulunmadı. Arap dünyasında da diğer ülkelerdeki gibi kabul görmedi. Fethullah Gülen’in eserleri Arapça’ya çevrilmedi. Afrika’da dahi pek çok ülkeye açılan cemaat Arap coğrafyasında geç kaldı.
Bu konu cemaat tarafından da kabul ediliyor. Fethullah Gülen bu geç kalmışlığı bir kompleks ile açıklıyor: “Arap âlemi çok önemlidir. İslamiyet onların içinden zuhur etmiş, Kur'ân onların dilleriyle nazil olmuştur. Bu açıdan başka yerlere açılımlar gerçekleştirirken hep onları dışta tuttuk. Bize tepeden bakarlar endişesini taşıdım hep”.
Oysa yapılan yorumlar bu durumu başka nedenlerle açıklıyor.
Bu açıklamalardan ilki cemaatin Batı ile ilişkilerine ilişkin. Cemaatin Arap ülkelerinde faaliyetleri Batı ile kurduğu ilişkiler açısından risk unsuruydu. Cemaatin İsrail ve ABD karşıtlığının güçlü olduğu Arap coğrafyasında Batı ile ilişkileri nedeniyle zorluk yaşayacağı iddia ediliyordu. Arap entelektüelleri, ADL gibi Siyonist örgütlerin kitaplarını bastığı ve dağıttığı Gülen’e şüphe ile yaklaşıyorlardı.
Bir diğer neden ise cemaatin dışındaki İslami anlayışların Arap coğrafyasında etkin olması. Bu durum cemaatin Arap coğrafyasına girişini engelledi. Bu durum cemaat tarafından da kabul gördü. Son dönemde Gülen Hareketi ile ilişkileri nedeniyle popüler olan Georgetown Üniversitesi’nde düzenlenen 'Küreselleşme Çağında İslam: Gülen Hareketinin Etkisi' konferansında Rıdvan Ziyade bu meseleyi şöyle ifade etti: “Arap düşüncesinin kısa olmayan bir süre Mevdudi'nin düşüncelerinin etkisi altına girmesi Gülen'in fikirlerine açılımın önünde bir engel oluşturdu.”
Cemaatin Arap coğrafyasına ilgisizliği yakın dönemde son buldu.
Cemaat Arap coğrafyasına Mısır üzerinden girdi.Geçtiğimiz Mayıs ayında Mısır’da Hakan Şükür’ün de katıldığı bir törenle ilk defa okul açan cemaat yakın zamanda Mısır’da bir konferans düzenledi. Geçtiğimiz Ekim ayında “Fethullah Gülen Hareketi ile karşılaştırmalı tecrübeler” adıyla düzenlenen konferans Arap Birliği’nin binasında gerçekleşti.
Cemaatin Mısır’da ki tüm çalışmalarını ise ilişkili olduğu “Hira Dergisi” yürütüyor.
Peki bu açılım cemaat tarafından nasıl karşılandı?
Cemaatin Mısır üzerinden Araplar’a açılması cemaat içerisinde heyecanla karşılandı. Gülen bu adımın tarihi bir öneme sahip olduğunu söyledi. 9 Kasım tarihinde yayınlanan konuşmasında Arap coğrafyasında doğrudan Gülen Hareketi adının kullanılmamasını istedi. Gülen bu isimle yapılacak bir açılımın yaratacağı rahatsızlıklardan söz etti. Bu konuyu da enteresan bir dille açıkladı: “Burada ihlaslı olduğumu samimi olduğumu söylemiyorum. Riyakarın tekiyim. Ancak İslam’ın hatırına, harekete karşı tepki uyarmama adına bence o mevzuda temkin, falan cemaate filan cemaate aidiyetler ifade etmemek lazım” dedi.
Cemaatin Arap coğrafyasına açılımı küresel olarak ise başka bir olay ile çakıştı. Bu açılımın ABD’de Obama-Clinton yönetimi sonrasına denk gelmesi dikkat çekti. Bunun nedeni ABD yönetiminin yeni dönemde Araplar ile ilişkilerini yeniden tanımlamaya dönük attığı adımlar. Pro İsrail bir dış politika görüntüsü vermekten en azından uzak görünen yeni ABD yönetimi Araplar ile daha yakın ilişki kurma adımları atma konusunda niyetini gösterirken cemaat Araplar’a açıldı. Türkiye’nin de ABD’nin Araplar ile ilişkilerinde aktif rol alacağının konuşulduğu dönemde cemaat bu adımı ile 90’lar sonrasında Kafkasya ve Orta Asya’da oynadığı rolün benzerini gerçekleştirebileceğini herkese hatırlatmış oldu. Bu anlamda Arap Açılımı’nın ABD’ye de bir mesaj olduğu söylenebilir.
Ancak cemaatin Orta Asya’da Sovyetler Birliği sonrası bulduğu bakir alanı Arap dünyasında bulamayacağı bir gerçek. Bu nedenle cemaat açılımın başarısız olabilmesinin tedirginliğini yaşıyor. Köklü ve güçlü Arap İslamı’nın cemaatin Arap Açılımı’nı başarısız kılması kuvvetle muhtemel. Ancak cemaatin bu açılımdan beklentisinin Araplar’dan çok Batı’ya dönük olduğu düşünülürse o zaman bu başarısızlığın dahi bir anlamı olabilir.
Bakalım Arap Açılımı bundan sonra ne getirecek?
Barış Terkoğlu
Odatv.com

CEMAAT İSLAMİ DÜŞÜNCEYE KARŞI HOŞGÖRÜSÜZ
21.12.2009
Milli Gazete yazarı Dr. Ebubekir Sifil bugün Fethullah Gülen Cemaati ile yaşadığı bir tartışmayı okuyucuları ile paylaştı.
İslamcı kesim içerisinde önemli fikirleri ile bilinen Rıhle Dergisi’ni çıkaran Sifil, derginin dağıtımını Fethullah Gülen Cemaati’ne yakın olan Cihan Dağıtım Şirketi’ne verdiklerini anlattı.

İlk üç sayıdan sonra sıra dördüncü sayıya geldiğinde şirket derginin dağıtımını yapmayacağını söyledi. Bunun sebebi sorulduğunda ise cemaatin savunduğu “Dinlerarası Diyalog” faaliyetinin tartışma konusu yapıldığı söylendi. Kısacası cemaat kendisi ile aynı düşünmeyen bir İslamcı derginin dağıtımını yapmıyordu.

Sifil yazısında “bizim çizgimizi, dilimizi, duruşumuzu bilenler biliyor; biz hiçbir zaman eleştirdiğimiz meselelerde haddi aşmamayı, eleştiriyi "çamur atma" boyutuna taşımamayı ve herşeyden önemlisi de eleştiriye "ihkak-ı hakk" için yapmaya gayret göstermeyi ilke edinmişizdir” dedi. Dergide cemaate dönük hiçbir hakaret olmadığı halde sadece fikirlerinden ötürü dağıtımın kesildiğini söyleyen Sifil, “İşte bu, "cemaatçilik" anlayışının tecelli tarzlarından birisidir. Madem ki bizim gibi düşünmüyorsun, o zaman bizim rezervlerimizi sineye çekeceksin” dedi.

Sifil cemaatin Yahudi ve Hristiyan din adamları ile samimiyetle diyalog kurduğu halde İslamcı kesime dönük hoşgörüsüzlüğünü eleştirdiği yazısında şunları söyledi: “Bizi asıl üzen, Hristiyanlar'la, başka din ve inanç mensuplarıyla diyalog faaliyetleri tertip eden, onlarla bir arada bulunup onların "temel" farklılıklarını tahammül ile hatta "tahammül" ne kelime, "hoşgörü" ile karşılayanların, müslüman kardeşlerinin bir konudaki farklılığına tahammül edemiyor!”.
Sifil bunun “cemaatli” olmakla “cemaatçi” olmak arasındaki farktan kaynaklandığını söyledi.
Odatv.com

Cüppeli Hoca'dan ZAMAN'a Boykot Çağrısı!
29 Aralık 2009
Ana Haber

Cüppeli Ahmet Hoca 'Yahudi ve Hıristiyan amentüsüne ise benim amentüm o diyor ' Ya, bunu hangi çıplak gazete yapabilir?diyerek açıkça İslami geçinen medya ve özellikle zaman gazetesine boykot çağrısı yaptı!

Cübbeli Ahmet Hoca, Mehdilik meselesini konu ettiği vaazında "İslamcı Medya&qu
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Çrş Eyl 24, 2008 12:49 am    Mesaj konusu: iMAM HATiPLERDE PAPAZ VE HAHAMLAR DA DERS VERECEK! Alıntıyla Cevap Gönder

18 Şubat 2010
Mahmud Hoca "Ustaosmanoğlu olan soyadımızı kullanarak, menfaat temin etmeye çalışanları her şeyden evvel Allah'a havale ediyorum" dedi.

Mahmut Ustaosmanoğlu, Cübbeli Hoca'nın sitesinden açıklama yaptı......

İŞTE HOCA'NIN SİTESİNDEN YAPILAN O AÇIKLAMA..

Cübbeli Ahmed Hoca'nın kendi sitesinde kamuoyunda "Mahmud Efendi" olarak bilinen Mahmut Ustaosmanoğlu'nun açıklaması yayınlandı. "Efendi hazretlerinden son dakika" başlığıyla yapılan açıklama şöyle:

MENFAAT PEŞİNDE KOŞANLARI ALLAH'A HAVALE EDİYORUM

"Son zamanlarda bazı gazete ve dergilerin adımızı ve soyadımızı izinsiz kullanarak rant sağlamaya çalıştıklarını üzüntüyle öğrenmiş bulunmaktayım.

Bu gazete ve dergilerde yayınlanan haberlerden, yazılanlardan, makalelerden haberimiz olmadığı gibi, iznimiz de yoktur. Ustaosmanoğlu olan soyadımızı kullanarak, hatta akrabalıklar ihdas ederek menfaat temin etmeye çalışanları her şeyden evvel Allah'a havale ediyorum.

Bugüne kadar Allah ve Resulünün buyurduklarını anlatma ve yayma dışında, legal veya illegal hiçbir kuruluşla ve özellikle de siyasetle alakamız olmamıştır. Bizim bazı kuruluşlara icazetimiz varmış gibi yapılan yakıştırmaları da kınıyorum. Bundan böyle bizim iznimiz alınmadan yapmış olduğumuz sohbetlerimizi dergilerinde, gazetelerinde kullananlar hakkında hukuki işlemlere tevessül edeceğimizi ilan eder, efkar-ı umumiyeye sağlık, sıhhat ve afiyetler dilerim."

Kaynak: aktifhaber

Bu açıklamanın niçin yapıldığını anlamak için şu linki tılayın:
http://millibirlikruhu.blogspot.com/2010/02/ismailagada-sicak-savas-basladi-bars.html

MAHMUD HOCA’NIN SON AÇIKLAMASININ SİYASÎ ANLAMI ÜZERİNE
Ethem S. Çalıkoğlu

AB-D Emperyalizmi’nin uzun yıllar önce ele geçirmek üzere harekete geçtiği Nakşî kalesi İsmailağa -verdiği şehidlere rağmen ve o şehidlerin akan kanlarının boşa akmadığını gösterircesine- direnişini azimle, inançla ve kararlılıkla sürdürüyor...

Düşünün: Elinde tesbih, dilinde zikir ve kalbinde imanından başka silâhı olmayan bir cemaatin en sevdiği hocaları cami içinde ve cemaate göstere göstere niçin vurulur?

Bunun emperyalist siyasî dilde tek bir anlamı var: “Ya bize kuzu kuzu teslim olursunuz, ya da hepinizin kafalarına camilerinizin ortasında işte böyle tek tek sıkarız...”

İsmailağa cemaati bu resti görmüştür: “Allah yolunda ölmek aslında ölümü yenmek, ölümsüzlüğe kavuşmaktır. Kurşunlarınız bize vız gelir...” demiştir.

Bu tehdidi sökmeyen “düşman”, bu defa daha sinsi bir yöntem geliştirmiştir: Cemaat içinden “ikna edilecek zaaflar”la malûl olanları ayartıp, ayarlayarak... Cemaati içten çökertmek...

Mahmud Hoca’nın açıklamasından da anlaşılacağı üzere bu zayıf karakterli kişiler bulunmuş ve “cemaat içinde fitne çıkarma operasyonu” için düğmeye basılmıştır...

Bu zayıf karakterli kişilere, AB-D yandaşı medyanın bütün ekran-sayfa-internet siteleri cömertçe açılmış ve “fitne tohumlarını" buralardan da atmalarına imkân ve fırsat verilmiştir...

Hedefe de cemamatin en sevilen isimlerinden Cübbeli Ahmet Hoca oturtulmuş; onun hakkında iğrenç dedikodular ve iftiralar sanki Mahmud Hoca tarafından dile getirimiş gibi piyasaya sürülmüştür...

Ancak bugüne kadar bin türlü düşman saldırısını Allah’ın izniyle püskürtmüş olan cemaat; Mahmud Efendinin son açıklamasıyla bunu da püskürtmüş Ehl-i Sünnet Vel Cemaat yolunda Her türlü Allah düşmanlarına düşman ve Allah dostlarına dost bir çizgide kararlı yürüyüşünü sürdüreceğini dosta düşmana bir kere daha ilân etmiştir.

Ben bu açıklamanın "Ustaosmanoğlu olan soyadımızı kullanarak, menfaat temin etmeye çalışanları her şeyden evvel Allah'a havale ediyorum" (*) diyen kısmıyla ilgili değilim...

Çünkü bir “Allah Dostu”nun bu kadar ağır bedduasına muhatap olan kişilerin böyle bir vebalin akıbetinden endişe edecek bir vicdanları olup olmadığını bilmiyorum...

Varsa tövbekâr olup aman dilemeye koşarlar...

Yoksa akıbetlerini ömrü olan görür...

İşin orası Allah’la Allah Dostu arasındaki bir sırdır ki, kurcalamak benim boyumu aşar...

Ama bu açıklamanın antiemperyalist bir duruşu açıkça ilânı var ki; bu, bu ülkenin bütün vatanseverlerini çok yakından ilgilendirir...

İsmailağa, bu açıklama ile Küresel emperyalist saldırı karşısında “Millî Kuvvetler”in yanında yer aldığını hiç bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde deklare etmektedir.

Ne demek istediğimi biraz daha açmak için Cemaat içinden sıhhatli haberler alan bir gazeteci olan Ahmet Takan’ın şu satırlarını dikkatlerinize sunuyorum:

İsmailağa Cemaati lideri Mahmut Ustaosmanoğlu cemaate, “TSK ile ilgili sözlerinize bundan sonra daha dikkat edin. Dolduruşa gelip sakın TSK aleyhinde konuşmalar da bulunmayın.TSK bizim için geçmişte de ‘dinsiz ordu değil peygamber ocağıdır’ bundan sonra da hep öyle olacaktır.Bunu her fırsatta her yerde vurgulayın.Fethullah Gülen cemaatinden gelen sızma, tahrik ve provokasyonlara karşı çok dikkatli olun .TSK ile cemaatimizi karşı karşıya getirecek her türlü oyundan uzak durun” talimatlarını verdi. (2)

Dipnotlar:
1- Açıklamanın tamamı şu linkten okunabilir:
http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=2417
2- Ahmet Takan, “İsmailağa ile Gülen cemaatleri köprüleri attı….”, Avaztürk: http://www.avazturk.com/ismailaga-ile-gulen-cemaatleri-kopruleri-atti___haberi_912.html

Kaynak: Sıradışı

Ece TEMELKURAN
Milliyet
Örnek Müslüman
10 Aralık 2008

‘Londra’daki ılımlı Müslümanlar, belediye imkânlarının köktenci Müslümanlar tarafından kullanılmasından şikayetçi oldular. Bu protestoların müslüman vatandaşlardan geliyor olması iyiye işaret...’’

‘İnsanlık piyasalara feda olsun, kapitalizm sağolsun’ duasının mihrabı; ‘yerküre çok uluslu şirketlere seccade olsun; serbest piyasanın ezanları semayı doldursun’ ilahisinin baş terennümcüsü, The Economist dergisi yukardaki şekilde buyurmuş.

6-12 Aralık sayısında Avrupa ve Amerika’daki İslam üzerine üç parçalı bir çalışma yayınlayan dergi, yazılara Amerikan istihbarat örgütlerinin bir süredir tartışılan kehanetiyle bakıyor.
Yapılan projeksiyona göre Avrupa şehirlerindeki İslami yaygınlaşma herhangi bir ekonomik daralmayla birlikte 2025 yılına kadar ‘gergin ve stabil olmayan durumlara’ yol açabilir. Derginin alttan alta önerdiği çözüm, tabii ki ılımlı İslam.

Virütik Müslüman

Müslüman toplumdan bu şekilde, yani ‘kontrol altında tutulması gereken virütik bir durum’ olarak söz edildiğinde, bütün dinlere karşı son derece mesafeli olan benim bile saf tutup, İslami direnişe destek veresim geliyor.

Din için değil, o dine inanan ezilmiş, aşağılanmış insanlar için. Allah’a değil, insanlara inandığım için. Hele ana-akım Batı medyasında ‘iyi Müslüman, ılımlı Müslümandır’ baretmenliğini gördüğümde, o okumuş yazmış Batılının içindeki, beyaz takım elbiseli, yelpazelenip duran kolonyalisti ifade etmek istiyorum. O kadar çaresiz ve zavallılar ki...
Radikal İslami örgütler adalet, insanlık, erdem, eşitlik, dünyayı değiştirmek, zalim efendileri yok etmek gibi tutkulu hedeflerden bahsederken onlar, Avrupa şehirlerinin gettolarındaki kalbi olan olan ve kız çocuklarına son derece uyuz bir ‘Uyum sağla!’ nutku atmaktan öteye geçemiyor.

Ama ‘ılımlı İslam’ anahtar sözcüğü meseleye kalp değil ‘kafayı çalıştır’ nahiyesinden bakan cemaatlere çok şey vaad ediyor çünkü...

Alan, satan ve razı

Müslüman toplumuyla Batılı toplum arasındaki sorunlar, mümkün olduğunca kafa kafaya gelerek değil, meselelerin etrafından dolanarak hallediliyor. Okullarda “helal et” sorunu çıkınca mesela, ‘laik menü’ uygulanıyor ve öğlen yemeğinde sebze çıkıyor.

Avrupa’daki Müslümanlar, yüksek minareli camiler yapıp ‘ezanlar inlemeli Rotterdam’ın üzerinde’ dediğinde bir biçimde belediyelerle Müslüman topluluk arasında pazarlıklar başlıyor.

Pazarlıkları ılımlı olanlar yürütüyor ve onlar ‘Bulandırma denizi, uyandırma kerizi’ sistemiyle çalıştıkları için herşey tatlı tatlı hallediliyor. Bu tatlı pazarlıktan hem ılımlı Müslüman memnun kalıyor hem Avrupalı.

Ne Avrupa’nın insan hakları ve demokrasi façası, ne ılımlı İslam’ın abdesti bozuluyor. ‘Minareyi yüksek yap, ama’ diyor Avrupalı ‘altına kızlı erkekli oturulan bir toplum merkezi kur’.

Minareden taviz vermek

Eğer politika bir ‘taviz sanatıysa’ olup bitenler dinden ziyade politika kokuyor. Batı, bu politik pazarlık masasını açık tutabilmek için ılımlı İslam kavramını destekliyor.

Fetullah Gülen’in yüzyılın en önemli şahsiyetlerinden biri seçilmesinin nedeni de bu. Dünyanın efendileriyle hem ticaret, hem ziyaret yapan ve Hıristiyanlarla Avusturalya’da ortaklıklar kurabilen bu cemaat sadece Türkiye’de değil dünyada ılımlı İslam’ın promosyonunu yaparak Batı ile Doğu arasındaki pazarlık platformunu ve örnek Müslüman profilini oluşturuyor.

‘Vay nasıl yaparlar?’ demiyeceğim. ‘Velev ki başörtüsü ideolojik olsun...’ diyen Başbakan’a tüm samimiyetimle katılıyorum. Zira baş örtmemek de ideolojik bir tavırdır ve din ile politika yapmak da bir haktır. Herkesin, İslami bir hayat savunanların da bu yönde politika yapma hakkı vardır.

Ama yapmıyormuş gibi yaptıklarında tıpkı Batılının içindeki kolonyalisti ifade eder gibi o ‘dindar amca’nın içindeki iletmeci-politikacıyı da ortaya sermek lazım.

Ama yine de bu acayip oyunu Avrupa’daki Müslümanların dağıtacağını, bu alveri tezgahını özellikle Avrupalı Müslüman kadınların bozacağını öngörüyorum. Anlatacağım...

Papa: “Dinler arası diyalog mümkün değildir. Liberalizmin özü Hristiyanlıktaki Tanrı anlayışına dayanır”

23 Kasım 2008 Roma Katolik Kilisesi lideri Papa 16. Benediktus, dinler arası diyaloğun gerçek anlamda mümkün olamayacağını, ancak kültürler arası diyalogdan söz edilebileceğini belirtti.
16. Benediktus, İtalya'nın eski Senato Başkanı Marcello Pera'nın yeni kitabıyla ilgili yazdığı mektupta, dinler arası diyaloğun "kişinin kendi inancını parantez içine alması" anlamına geleceğini savunarak, "Dar anlamda dinler arası diyalog mümkün değildir" görüşünü dile getirdi.
Papa, Pera'nın iki gün sonra piyasaya çıkacak "Perche Dobbiamo Dirci Cristiani" (Hristiyan Olduğumuzu Neden Söylemeliyiz) başlıklı yeni kitabıyla ilgili yazdığı mektupta ilginç görüşleriyle dikkati çekti. Pera'nın kitabında önsöz olarak da yer alacak mektubun metni, bugün İtalyan gazetelerinden Corriere della Sera tarafından yayımlandı.
Çok kültürlülüğün de mümkün olmayacağını savunan 16. Benediktus, Pera'ya hitaben, "Eserinizdeki özgürlük ve çok kültürlülüğe ilişkin çözümlemelerinizden de etkilendim. Eseriniz, çok kültürlülük kavramındaki iç çelişkiyi, bunun siyasi ve kültürel açıdan mümkün olamayacağını da gözler önüne seriyor" ifadelerini kullandı.
Pera'nın dinler arası diyaloğun gerçek anlamda mümkün olamayacağı biçimindeki görüşüne hak veren Papa, bu konuda şu görüşe yer verdi:
"Dinler arası ve kültürler arası diyaloğa ilişkin çözümlemeleriniz de benim açımdan son derece anlamlı. Eseriniz, dar anlamda bir dinler arası diyaloğun mümkün olamayacağını, esas itibariyle dinsel kararın kültürel uzantılarını irdeleyen kültürler arası diyaloğun ise geliştirilmesi gerektiğini son derece iyi açıklıyor. Bu sonuncusuyla ilgili olarak, kişinin kendi inancını parantez içerisine almadığı sürece gerçek bir diyalog mümkün olmayacağı gibi, esas itibariyle dinsel inanca dayanan kültürel uzantıların da kamu önünde ele alınması gerekiyor. Diyalog, karşılıklı düzeltme ve zenginleşme de ancak bu çerçevede mümkün ve gereklidir."
Mektubunda, liberalizmin Hristiyanlığın Tanrı anlayışından bağımsız biçimde ele alınamayacağını da savunan Papa, "Eseriniz, liberalizmi temellerinden hareketle irdeleyerek, liberalizmin özünün köken itibariyle Hristiyanlıktaki Tanrı anlayışına uzandığını gösteriyor. Eseriniz, liberalizmin bu esası inkarı durumunda kendi temelini kaybettiğini ve kendi kendini ortadan kaldırdığını da ortaya koyuyor" dedi.
netgazete

'DİNLERARASI DİYALOG, İSRAİL OYUNU'
10 Kasım 2008
BM ve Arap ülkeleri aracılğıyla yapılan dinlerarası diyalog toplantılarının İsrail'in meşruluğunu kabul ettirmek için bir tuzak olduğu öne sürüldü.
Lübnan'daki Hizbullah teşkilatının uluslararası ilişkiler sorumlusu BM ve Arap ülkeleri aracılğıyla yapılan dinlerarası diyalog toplantılarının İsrail'in meşruluğunu kabul ettirmek için bir tuzak olduğunu söyledi.

Hizbullah'ın uluslararası ilişkiler sorumlusu Nevaf el-Musevi Lübnan'da bir toplantıda yaptığı konuşmada önümüzdeki günlerde Birleşmiş Milletler ile Suudi Arabistan'ın başını çektiği Arap ülkeleri aracılığıyla yapılacak Dinlerarası Diyalog toplantısının iyi niyetli olmadığını söyledi.

El-Musevi, yapılacak Dinlerarası Diyalog toplantısına Yahudileri temsilen Şimon Perez'in davet edildiğini, Şimon Perez'in İsrail'i temsil edibileceğini ancak ne Yahudileri temsil etmenin ne de Müslümanlarla diyalog kurmanın bu isimle olamayacağını söyledi.

Şimon Perez gibi isimler yapılacak toplantının dinlerarası diyalogu değil İsrail'le gizli ve meşru bir iletişim kurmayı amaçlamaktadır.
dunya bulteni

22 Eylül 2008
AKP''NİN SON İCRAATI: ARTIK İMAM HATİPLERDE PAPAZ VE HAHAMLAR DA DERS VERECEK!

Milli Eğitim Bakanlığı’nın İmam Hatip Liseleri’ne yönelik başlattığı yeni uygulamayla, Dinler Arası Diyalog söyleminin bir adımı daha hayata geçiyor. Bakanlık, İmam Hatip’lerde Dinler Tarihi dersine Hıristiyan rahip ve hahamların davet edilmesini ve gençlere ders verdirilmesini istedi. Böylece güya dinler arasındaki önyargıların ortadan kalkacağını savunan bakanlığın, dinler arası diyaloğun hizmetinde var gücüyle çalıştığı anlaşılıyor.

Misyonerlik bakanlık eliyle okullarda

Gençlere kendi okullarında rahip ve hahamlar aracılığıyla Hıristiyanlık ve Yahudilik propagandasına izin vermek, misyonerliğin de Bakanlık eliyle meşrulaştırılıp kamu kurumlarına kadar sokulması anlamına geliyor. Misyonerlik ve insanları etkileme konusunda kapsamlı bir psikolojik eğitim almış olan rahip ve hahamların, Müslüman gençler üzerinde yapacakları tahribatın nereye varacağını ise kimse önceden kestiremiyor.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın İmam Hatip Liseleri’ne yönelik başlattığı yeni uygulamayla, Dinler Arası Diyalog söyleminin arkasında yatan gerçek amaç da yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Medeniyetler İttifakı söyleminin hayatımızın her alanına sokulmasının yanı sıra, şimdi de Milli Eğitim Bakanlığı’nın müfredatına da girdi. İmam Hatip Liseleri ve Anadolu İmam Hatip Liseleri’nin bu yılki müfredatında çarpıcı bir uygulama yapılarak bu okullarda okutulan Karşılaştırmalı Dinler Tarihi dersinde Hıristiyan ve Yahudi din adamlarının sınıflara davet edilerek bizzat dinlerini anlatması sağlanacak.

Misyonerlik meşrulaştırıldı

Bakanlık, İmam Hatip'lerde Dinler Tarihi dersine Hıristiyan rahip ve Yahudi hahamların davet edilmesini ve gençlere ders verdirilmesini istedi. Böylece güya dinler arasındaki önyargıların ortadan kalkacağını savunan bakanlığın, dinler arası diyalogdan anladığı şeyin gençlerimizin Hıristiyanlaşması ve Yahudileştirilmesi olduğu anlaşıldı. Henüz yeteri kadar dini donanıma sahip olmayan gençlere kendi okullarında rahip ve hahamlar aracılığıyla Hıristiyanlık ve Yahudilik propagandasına izin vermek, misyonerliğin de Milli Eğitim Bakanlığı eliyle meşrulaştırılıp alenen kamu kurumlarına kadar sokulması anlamına geliyor. Misyonerlik ve insanları etkileme konusunda kapsamlı bir psikolojik eğitim almış olan rahip ve hahamların, gençlerin zihin dünyası üzerinde yapacakları tahribatın nereye varacağını ise kimse önceden kestiremiyor.

Milli Gazete

Milli Gazete İmam Hatiplere Papaz öğretmenler sokma kararı alan Milli Eğitim Bakanlığına gereken cevabı sert bir başlık ve gizli planların açıklanması ile verdi. Bir çok gazetenin MEB'in CESUR ATILIMI olarak gördüğü haberi, Milli Gazete müslümanca görerek tüm yanlışları afişe etti. MİLLİ EĞİTİM KANTARIN TOPUZUNU KAÇIRDI başlığı ile verdiği haberinde Milli Gazete haber ekibi ilerisi için düşünülen bir çok plana dikkat çekti.

İŞTE MİLLİ GAZETE'NİN HABERİ

Milli Eğitim Bakanlığı kantarın topuzunu iyice kaçırdı

İmam Hatiplere papaz sokacaklar
Dinler arası diyalog: Vatikan projesi

Milli Eğitim Bakanlığı’nın İmam Hatip Liseleri’ne yönelik başlattığı yeni uygulamayla, Dinler Arası Diyalog söyleminin bir adımı daha hayata geçiyor. Bakanlık, İmam Hatip’lerde Dinler Tarihi dersine Hıristiyan rahip ve hahamların davet edilmesini ve gençlere ders verdirilmesini istedi. Böylece güya dinler arasındaki önyargıların ortadan kalkacağını savunan bakanlığın, dinler arası diyaloğun hizmetinde var gücüyle çalıştığı anlaşılıyor.

Misyonerlik bakanlık eliyle okullarda

Gençlere kendi okullarında rahip ve hahamlar aracılığıyla Hıristiyanlık ve Yahudilik propagandasına izin vermek, misyonerliğin de Bakanlık eliyle meşrulaştırılıp kamu kurumlarına kadar sokulması anlamına geliyor. Misyonerlik ve insanları etkileme konusunda kapsamlı bir psikolojik eğitim almış olan rahip ve hahamların, Müslüman gençler üzerinde yapacakları tahribatın nereye varacağını ise kimse önceden kestiremiyor.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın İmam Hatip Liseleri’ne yönelik başlattığı yeni uygulamayla, Dinler Arası Diyalog söyleminin arkasında yatan gerçek amaç da yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Medeniyetler İttifakı söyleminin hayatımızın her alanına sokulmasının yanı sıra, şimdi de Milli Eğitim Bakanlığı’nın müfredatına da girdi. İmam Hatip Liseleri ve Anadolu İmam Hatip Liseleri’nin bu yılki müfredatında çarpıcı bir uygulama yapılarak bu okullarda okutulan Karşılaştırmalı Dinler Tarihi dersinde Hıristiyan ve Yahudi din adamlarının sınıflara davet edilerek bizzat dinlerini anlatması sağlanacak.

Misyonerlik meşrulaştırıldı
Bakanlık, İmam Hatip'lerde Dinler Tarihi dersine Hıristiyan rahip ve Yahudi hahamların davet edilmesini ve gençlere ders verdirilmesini istedi. Böylece güya dinler arasındaki önyargıların ortadan kalkacağını savunan bakanlığın, dinler arası diyalogdan anladığı şeyin gençlerimizin Hıristiyanlaşması ve Yahudileştirilmesi olduğu anlaşıldı. Henüz yeteri kadar dini donanıma sahip olmayan gençlere kendi okullarında rahip ve hahamlar aracılığıyla Hıristiyanlık ve Yahudilik propagandasına izin vermek, misyonerliğin de Milli Eğitim Bakanlığı eliyle meşrulaştırılıp alenen kamu kurumlarına kadar sokulması anlamına geliyor. Misyonerlik ve insanları etkileme konusunda kapsamlı bir psikolojik eğitim almış olan rahip ve hahamların, gençlerin zihin dünyası üzerinde yapacakları tahribatın nereye varacağını ise kimse önceden kestiremiyor.
HABER5

23 Aralık 2008
İslâm’ı Tahrif Çabaları
Mehmed Şevket Eygi

ALLAH’ın, Peygamber vasıtasıyla insanlığa gönderdiği İslâm tektir. İnsanların İslâm’ı anlamalarında, yorumlamalarında çeşitlilik vardır. Allah’ın ve Peygamberin razı olduğu dinî anlayış Kur’ân’a ve Sünnete uygun olanıdır.

Son yıllarda ortaya atılan light İslâm, Müslümanları kandırmak için çıkartılmıştır, bir tuzaktır.

Ilımlı İslâm da böyledir.

İslâm’ın ilerlemesinden, Müslümanların çoğalıp güçlenmesinden çok korkan kâfirler ve münâfıklar işlerine gelen, kendilerine zarar vermeyecek olan ehlî/evcil bir İslâm türetmek istiyorlar.

Ilımlı, light, evcil İslâm türetme hareketi ilâhî ve münzel gerçek İslâm’ı bozma, değiştirme, tahrif etme maksadına yöneliktir.

İslâm bize nasıl ulaşmıştır?

1. Kur’ân’la.

2. Sünnetle.

3. Peygambere nurânî bir silsile ile bağlı icazetli ulemâ ile.

4. Yine Peygamber’e kopuksuz bir silsile ile bağlı olan icazetli meşayih ve mürşidler ile.

5. İcazetli ulemânın ve meşayihin yazdıkları muteber kitaplar ile.

Dall ve mudil olan reformcular, fıkhı inkâr ediyor ve hükümlerini ortadan kaldırmaya çalışıyor. Bu bir tahrip ve yıkım hareketidir. Buna muhalefet edilmelidir.

Dinlerarası Diyalog taraftarları “Zamanımızda üç ibrahimî din vardır, üçünün de mensupları ehl-i necat ve ehl-i Cennettir” derken Kur’ân’a, Sünnet’e, gerçek İslâm’a aykırı bir iddiada ve beyanda bulunmaktadır. Bu inanç kendilerini küfre kadar götürebilir.

Dinde reform yapmak isteyenlerin, yenilik ve değişim taraftarlarının, tarihselcilerin, Diyalogçuların, light ve evcil İslâm türetmek isteyenlerin ana sloganı şudur: “İşte Allah’ın kitabı Kur’ân, işte Peygamberin sahih hadîsleri....Her Müslüman bunlardan bizzat kendi kafasına göre hüküm çıkartsın, dinini bu ana kaynaklardan öğrensin...” Böylece icazetli ulemâyı devre dışı bırakmak İslâmî hiyerarşiyi yıkmak, dinin anlaşılmasında, öğretilmesinde kaos ve anarşi çıkartmak istiyorlar.

Reformcuların, Diyalogçuların, ılımlı İslâm taraftarlarının, Tarihselcilerin fikir, görüş, iddia, beyan ve açıklamalarında Kur’ân’a, Sünnete, gerçek İslâm’a uymayan binlerce bozuk anlayış ve yorum vardır. Bunların bazısının kişiyi küfre götürmesinden korkulur.

Yüce dinimizi, yukarıda birkaçını saydığım sapıklıklardan korumamız biz Müslümanlar için çok temel bir vazifedir.

Kur’ân’a ve Sünnete aykırı reformculuklardan, bid’atlardan, yanlış yorumlardan, yanlış metodlardan, light ve evcil din türetme çabalarından, diyalog tuzağından kendimizi korumalıyız.

Dinimizde kopukluk olmamalıdır.

Bizi Peygambere (salat ve selam olsun O’na) bağlayan nuranî silsilede kopukluk olması bizim için büyük bir felâket olur.

İslâm’da, Katolik dininde olduğu gibi bir papazlar/ruhanîler sınıfı yoktur ama icazetli âlimler vardır. Kur’ân “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” buyurmaktadır.

İcazetli gerçek âlimler Peygamberimizin vârisleri, vekilleri ve halifeleridir.

Allah Kur’ân’da biz mü’min kullarına “Allah’a, Resulüne ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz” buyurmuştur. Bizden olan emir sahipleri icazetli, ‘âmil alimlerdir.

Ecdadımız Ehl-i Sünnet ve Cemaat İslâmlığına bağlı olarak üç kıt’ada büyük fütuhat yapmışlar ve devlet-i Osmaniye’nin yükseliş devrinde harika bir dünya barışı kurmuşlardır.

Fıkıh düşmanlığı, dinde reformculuk, kaos ve anarşi ortamı olsaydı bu fütuhatı yapamazlar, bu barışı (pax) kuramazlardı.

Ümmet-i Muhammed için en büyük felâket, dinî konuların ayağa düşmesi, önüne gelenin kendi re’y, heva ve görüşü ile din hakkında uluorta kasıtlı ve cahilane konuşmasıdır.

Sevgili Müslümanlar!.. Yukarıda anlattığım tuzaklara düşmeyiniz. Geleneksel, kopuksuz, Kitaba ve Sünnete bağlı klasik din anlayışından sakın ayrılmayınız. Doğru ve orta yol budur. Bu yol Mevlâ’ya götürür.

Tevhid ve Teslis Asla Uyuşmaz

DİNLERARASI Diyalog taraftarları kendilerini yakacak sözler ve iddialar ile karşımıza çıkıyor. Bu yakıcı beyanların en vahimi “Biz Müslümanlar Âmentü konusunda Ehl-i Kitab ile ittifak halindeyiz” mealindeki sözdür.

Bu sözün gerçekleri aksettirmediğini bilmek ve anlamak için din âlimi olmak gerekmez.

İslâm dini Tevhid (Allah’ı bir ve tek bilme, O’na ortak koşmama) inancı üzerine kuruludur. Hıristiyanlığın Teslis inancı ise Hz. İsa’yı “Tanrı’nın oğlu” olarak kabul eder. Ayrıca Ruhü’l-Kuds denilen üçüncü bir uknum vardır, böylece onlara göre Tanrı hem birdir, hem üçtür.

İslâm dini böyle bir inancı şirk olarak görür. Allah bütün günahları affeder fakat şirki, Kendisine ortak ve şerik koşulmasını affetmez.

Demek ki, İslâm dini ile Hıristiyanlık arasında Tevhid yâni temel inanç konusunda çok büyük bir ihtilâf, anlaşmazlık, uyumsuzluk vardır.

Gerçek ve doğru şudur:

Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında Yüce Rabbe ve Yaratan’a inanç konusunda ittifak yoktur, ittifaksızlık ve derin bir ihtilâf vardır.

İslâm ulemasının ve önderlerinin bu konuda 14 asırlık bir icmâları bulunmaktadır.

Diyalogçular böyle bir icmâya nasıl karşı geliyorlar?

Kendilerini savunmak için birtakım gerekçeleri varsa, bu konuda büyük bir din meclisinin toplanmasını istemeli ve orada (hiçbir inanç ve görüşlerini saklamadan yâni taqiyye yapmadan) kendilerini savunmalıdır.

Böyle bir Meclis’in üyeleri kimler olacaktır?

1. Kesinlikle gerçek ve icazetli Ulemâ olacaktır. Ulemâdan olmayanların böyle bir toplantıya katılmaları caiz olamaz.

2. Kendilerinde en az fetva verecek deredece ilmî ehliyet ve liyakat bulunacaktır.

İslâm ile Hıristiyanlığın Âmentü konusunda, Tevhid ve Teslis konusunda ittifak ve ittihad halinde olduğunu iddia etmenin birkaç vahim sonucu bulunmaktadır.

Birincisi: Böyle bir inanca sahip olan, İslâm dininden çıkmış olur.

İkincisi: Böyle bir inancı ortaya atan hem dâll ve hem de mudil olur yâni hem kendisi sapıtmış, hem de başkalarını sapıttıran olur.

Üçüncüsü: Böyle bir inancı ortaya çıkartanlar, 14 asırlık İslâm tarihinde görülmemiş yeni bir fırka tesis etmiş (kurmuş)olurlar. İlm-i Kelâm âlimleri elbette bu konuyu ileride derin şekilde inceleyecekler, kitaplar yazacaklardır.

Diyalogçuların bu gibi inançlarının Ehl-i Sünnet İslâmlığına, hattâ diğer fırkaların akaidlerine kesinlikle uymadığını ve ters düştüğünü söyleyebiliriz.

Bugünkü İslâm dünyasında düzinelerce büyük fetva merkezi bulunmaktadır. Bunlara müracaat edildiği takdirde hepsinden gelecek cevapların özetleri şöyle olacaktır:

İslâm ile Hıristiyanlık uluhiyet konusunda asla ittifak halinde değildir.... Tevhid ile Teslis asla bağdaşmaz ve uyuşmaz... Bu iki din arasında ittifak değil derin ihtilâf vardır.

Memleketimizde, yakın tarihteki büyük ârızalar, kopukluklar yüzünden din konusunda büyük bir cehalet ve kafa karışıklığı hüküm sürmektedir. Halkımızın ve gençliğimizin bir kısmı din kültüründen ve bilgisinden mahrum kalmıştır, bırakılmıştır.

Halkımızın, İslâm’ın esasları konusunda eğitilmesi, uyarılması zarurî bir vazifedir. Bu vazife öncelikle Diyanet İşleri Başkanlığı’na düşer... Başkanlık bundan birkaç yıl önce Mardin’de Kasimiye medresesinde yapılan bir Diyalog âyinine sarıklı bir müftüyü göndermiş; orada çan sesleri ve ezanlar arasında patrikler, çeşitli kiliselere mensup papazlar ve sarıklı müftü, havuzun üzerindeki temsilî Sırat köprüsünden geçerek akıllarınca hep birlikte Cennet’e girmişlerdi. Diyanet kesinlikle bu gibi Diyalog şovlarına katılmamalıdır.

Hazret-i İsa aleyhisselâm Efendimiz Tevhid inancına bağlı idi. Bu konuda ibrahimî bir yolda idi. O, Allah’ın kulu ve Resûlü idi. O büyük ve mübarek zatı tanrılık taslamaktan ve Teslis inancından tenzih ederiz.

Hz. isa aleyhisselâm âhir zamanda dünyaya nüzul ettiği zaman Müslümanların yanına gidecektir. Onun yeri İslâm’dır.

Teslis inancını Pavlos ortaya çıkartmıştır.

Bugün elimizde sahih ve doğru bir İncil nüshası bulunmamaktadır.

Derin tarihçiler, teoloji uzmanları, araştırıcılar, uzmanlar teslis inancı ile ilgili cümlelerin İncil metnine sonradan ilave edildiğini ilmen isbat etmişlerdir.

Teslis inancı insanlık tarihinin en büyük faciasıdır.

Müslümanların vazifesi Diyalog yapmak değil, Ümmet-i dâvete (Henüz Müslüman olmamış kimselere) dâvet ve tebliğ yapmak, onları hak din ve inanç olan İslâm’a ve Tevhid’e çağırmaktır.

İslâm ve Tevhid Hz. İbrahim’in, Hz.Musa’nın, Hz. İsa’nın bütün hak Peygamberlerin (aleyhimüsselam) dinidir.

Hakaretleri ve düşmanlıkları göze alarak Diyalogçuları uyarıyorum: Geliniz bu büyük yanlıştan dönünüz, kendinizi ateşe atmayınız.

Milli Gazete

Yıldırımdan Gülen'e Cevap

İHH Başkanı Bülent Yıldırım, Fethullah Gülen'in açıklamalarına yanıt verdi
04/06/2010

Fethullah Gülen, Wall Street Journal Gazetesi'ne verdiği demeçte İsrail'in Gazze'ye yardım götüren gemilere baskın yapmasıyla ilgili olarak ''İsrail'den izin alınmalıydı'' şeklinde demeç verdi. İnsan Hak ve Hürriyetleri (İHH) İnsani Yardım Vakfı Başkanı Bülent Yıldırım, Gülen'in açıklamalarına yanıt verdi: Üzüldük. Açıklamayı keşke bizimle görüşerek yapsaydı...

Yıldırım, NTV'den Hüseyin Yılmaz'a Fethullah Gülen'in Wall Street Journal'a verdiği röportajdaki sözleriyle ilgili yanıt verdi.

Yıldırım şunları söyledi:

''Fethullah Gülen'in eleştirel açıklamalarını yeni duydum, biz İsrail'e başvurduk ve bizi hep oyaladı İsrail. Cenevre sözleşmesine göre hareket ettik, açık deniz olduğu için bölge İsrail'in egemenliği altında değil. Doğrusu üzüldüm, inşallah bu haber yanlıştır, ben başsağlığında bulunmasını bekliyordum.

Kendisine saygı duyuyoruz. Eleştirileri zannediyorum bir ara yüzyüze gelirsek derdimizi anlattığımızda vazgeçecektir. Açıklamayı keşke bizimle görüşerek yapsaydı.''
haber50

ALİ BULAÇ NERENİN VATANDAŞI ÇIKTI

16.10.2010

Zaman Gazetesi yazarı Ali Bulaç'ın 20 Eylül tarihinde yazdığı ve referandumda "hayır" oyu veren sahil kesimlerinin köken olarak Türk olmadığını iddia ettiği ırkçılık kokan satırlar medyada tepkiyle karşılandı. Bulaç'a göre; etnik Türkler AKP'ye olumlu bakarken, aslen Türk olmayan Karadeniz, Akdeniz, Ege sahilleri ve büyük şehir nüfusu AKP'ye tepkiliydi. Bulaç şunları söylüyordu: "Bu açıdan Akdeniz, Ege, Trakya ve Karadeniz sahil şeridinde Kürt açılımına ve Kürtlerin Batı’ya göç etmelerine gösterilen tepki ile Orta Anadolu’da kökeni sahiden Türk olan kesimlerin gösterdiği tepki arasında mahiyet farkı var."

Ali Bulaç'ın yazdıklarının ırkçılık olduğu konusunda hemen herkesin hemfikir. Peki bu ırkçı görüşleri savunan Bulaç'ın üye olduğu bir örgüt var mı? Hangi liberaller ile beraber örgütleniyor?

Bulaç, ABD Kongresi'nin desteklediği Ulusal Demokrasi Fonu (NED) ile kurulan, Avrupa'da komünizm sonrası piyasa ekonomisine geçişi savunan Helsinki Yurttaşlar Derneği Türkiye şubesi kurucu üyesi. Berlin Duvarı'nın yıkılmasının ardından özellikle Doğu Avrupa'da faaliyet yürüten dernek, Türkiye'de ise Avrupa Birliği yanlısı reformların savunucusu oldu. ABD Ulusal Demokrasi Fonu ve AB tarafından faaliyetleri fonlanan dernek, Batılı güçlerin Kafkaslar,Doğu Avrupa ve Ortadoğu politikalarının uzantısı olmakla sık sık eleştirildi.

Derneğin Kurucuları dışında Bulaç dışında şu isimler bulunuyor: "Adalet Ağaoğlu, Ahmet Fadıl Kocagöz, Ahmet İnsel, Ayşe Buğra, Ayşe Silivri, Bülent Tanık, Bülent Tanör, Ceyda Can, Emil Galip Sandalcı, Ercan Karakaş, Esra Koç, Fikret Toksöz, Halil Berktay, Haluk Şahin, İlhan Tekeli, İştar Bedriye Gözaydın, Mahmut Ortakaya, Mehmet Ali Aslan, Mehmet Ali Birand, Mete Tunçay, Murat Belge, Murat Çelikkan, Murat Gültekingil, Murat Karayalçın, Murtaza Çelikel, Orhan Pamuk, Osman Kavala, Selim Ölçer, Sinan Gökçen, Süleyman Çelebi, Şerafettin Elçi, Şirin Tekeli, Şule Kut, Taciser Ulaş, Tarık Ziya Ekinci, Turgut Tarhanlı, Ümit Fırat, Ümit Kıvanç."
Odatv.com

İslam'ı içinden yıkmak istiyorlar
Mehmet Şevket EYGİ
21 Kasım 2010 -

Açık ve net konuşuyorum. İddialarım şunlardır:

1. Sinsi, gizli ve derin çeteler Kur'ânı, içlerinde vahim yanlışlar ve çarpık yorumlar bulunan bozuk mealler, tercümeler ve tefsirlerle tahrif etmeye çalışıyor.

2. Peygamberin (Salat ve selam olsun ona) Sünnetinin işlerine gelmeyen önemli bir kısmını, "ayıklama" metoduyla tasfiye etmek istiyorlar.

3. Batı'dan aldıkları talimat gereğince, feminizm inanç ve ideolojisine uymayan sahih hadislere mevzudur damgasını vuruyorlar.

4. Kiliselere benzetmek için camilerin arka tarafına, gerekenden/ihtiyaçtan çok fazla tabure, sandalye koyduruyorlar.

5. Genç Kur'ân kursu kadın öğretmenlerinden, kadın vaizlerden, kadın personelden ilahi grupları kurarak erkeklere konser verdirtiyorlar.

6. Taqiyyeci, azılı Farmason, Şiî olduğu halde kendisini Sünnî göstererek, İranlı olduğu halde Afganım diyerek Müslümanları aldatan bulaşık, karışık Cemaleddin Afganî'yi büyük rehber, mürşid ve kurtarıcı olarak gösteriyorlar.

7. Sünneti ayıklayıp darbeleyerek mezhepleri ve fıkhı yıkmak istiyorlar.

8. İslâm Şeriatını ve fıkhını oyuncak etmek demek olan telfik-i mezahib fikrini yayıyorlar.

9. Zaruriyat-ı diniyeden olan, Kitab ile, Sünnet ile, icmâ-i ümmet ile sabit bulunan "Allah katında tek hak din İslâm'dır" temel inancını yıkmak; onun yerine "Üç hak ibrahimî din vardır. İslâm'ı, Kur'ânı, Hz. Peygamber'i inkâr ve tekzib de etseler Ehl-i Kitab Cennetliktir" batıl inancını getirmek istiyorlar.

10. Üç ibrahimî din vardır diyerek, tahrife uğramış, nesh edilmiş, hükümleri yürürlükten kaldırılmış dinleri de hak din olarak göstermek istiyorlar.

11. İmanın temel şartlarından olan kaderi inkâr ediyorlar, İslâm'da kader yoktur diyorlar.

12. Şefaati, kabir ahvalini, soru meleklerini inkâr ediyorlar.

13. Dall ve mudil olanlardan bazısı Kitab,Sünnet, icmâ ile sâbit tesettür farz-ı 'aynını inkâr ediyor.

14. Pakistan'da binden fazla ulemânın, fukahanın, müftülerin protesto ettiği Fazlurrahman adındaki adamın bozuk mezhebini Türkiye'ye hakim kılmak istiyorlar.

15. Bozuk fikirlerini yaymak, Ehl-i Sünnet Müslümanlığını yıkmak için yekun olarak çok büyük rakamlara ulaşan telif ücretleri dağıtıyorlar.

16. Müslüman halk kitlelerini sekülerleştirerek Dinden ve Şeriattan uzaklaştırmak istiyorlar.

17. Hak katından indirilmiş gerçek İslâm'ın yerine, uydurulmuş ılımlı bir İslâm türetmek istiyorlar.

Din düşmanları İslâm'ı, Ehl-i Sünneti dıştan saldırarak yıkamamışlardı. Şimdiki sinsi, gizli, derin şer güçler dinimizi mihraptan yıkmaya çalışıyor.

Dindar, ihlâslı, samimî Müslümanlara hitap ediyorum:

Hz.Peygamberin, Ashab-ı Kiramın, Tâbiînin, Tebe-i Tâbiînin, Eimme-i müctehidînin icazetli ulemâ ve fukahanın, kâmil mürşidlerin yolundan ayrılmayınız.

Bütün yasal yollarla "ılımlı yeni bir İslâm türetme" hareketine karşı çıkınız ve protesto ediniz.
Millî Gazete

SELEF-İ SÂLİHÎN'İ DIŞLAYAN İLÂHİYATÇI
Mehmet Şevket EYGİ
27 Kasım 2010

BİR İLÂHİYATÇI, "İslâm'ı ilk üç asırdakilerin anladığı gibi anlamaya mecbur değiliz, dinimizi çağın anlayışı ile anlayacağız..." mealinde bir lâf etti.

O ilâhiyatçının kasd ettiği Selef-i Sâlihîndir. Yâni Ashab-ı Kiram, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîndir.

Ehl-i Sünnete göre bu üç kuşak, İslâm'ı en iyi anlayan insanlardan oluşmuştur.

Ashab-ı Kirâm, Efendimizi (Salat ve selâm olsun ona) görmüş, ona iman etmiş, onunla birlikte İslâm için savaşmış, canlarını ve mallarını feda etmiştir.Onların hocası Resul-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya idi.

İkinci kuşak, İslâm'ı Ashab'tan öğrendi.

Üçüncü kuşak da Tâbiînden öğrendi.

Hiçbir aklı başında Müslüman Ashabı, Tâbiîni, Tebe-i Tâbiîni hafife alamaz, dışlayamaz, hor göremez, devre dışı bırakamaz.

Böyle yapanlar, Ehl-i Sünnetten vahim şekilde ayrılmış olurlar.

Selef-i Sâlihîn'i aradan çıkartırsak İslâm'ı anlamakta, Kur'ân ve Sünneti yorumlamakta yanılabiliriz.

Muhterem Selefi aradan çıkartıp da bugünkü birtakım bid'atçi ilâhiyatçılara mı tâbi olacağız?

Onların kimisi ribaya bile cevaz veriyor.

Kimisi tesettürü inkâr ediyor.

Kimisi, Resulullahı ve Kur'ânı inkâr edenleri cennete sokuyor.

Kimisi kaderi inkâr ediyor.

Kimisi (Allah'ın izniyle yapılacak) şefaati inkâr ediyor.

Kimisi Ümmet'i sekülerleştirmek istiyor.

Kimisi Din-i Mübin-i İslâm ile Kemalizmi uyuşturmaya, bağdaştırmaya yelteniyor.

Öyle ilâhiyatçılar var ki, "Kur'ân Yahudileri İslâm'a çağırmıyor... Kur'ân Hıristiyanları İslâm'a çağırmıyor..." diyecek kadar ileri gittiler.

Selef-i Sâlihîni bırakıp da azılı Farmason, taqiyyeci, yalancı, aldatıcı, aktivist Cemaleddin Afgani'nin, onun Mason talebesi Muhammed Abduh'un, onun tilmizi Reşid Rıza'nın peşinden mi gideceğiz?

Peygamber Efendimiz (Salat ve selam olsun ona) "Ashabım (yol bulduran) yıldızlar gibidir. Onların hangisine tâbi olursanız hidayeti (doğru yolu) bulursunuz" buyurmuşlardır.

Bugün öyle bozuk ilâhiyatçılar vardır ki. Bazı zaruriyat-ı diniyeyi bile inkâr ediyorlar.

Bozuk ve bid'atçi ilâhiyatçıların hizmetlerini maaş, telif ücreti, tercüme ücreti ve başka menfaatler karşılığında yapıyorlar.

Zekâtların toplanması ve sarf edilmesi konusunda bazı ilâhiyatçıların verdikleri bozuk fetvalar, yaptıkları geçersiz ictihadlar Kur'âna, Sünnete, icmâya, Şeriata, fıkha aykırıdır.

Bu bozuk ve bid'atçi ilâhiyatçılar dinimizi münzel (Hak katından indirilmiş) ve ilâhî bir din olmaktan çıkartıp uydurulmuş bir İslâm Protestanlığı haline getirmek istiyor.

Fazlurrahmanın Tâtiliye ve Tarihsellik mezhebine ve inancına bağlı İlâhiyatçılara kalırsa ortada İslâm diye bir din kalmaz.

Gerçek şudur:

İslâm'ın anlaşılmasında, Kur'ânın yorumlanmasında, Sünnetin şerhinde, Şeriatın tanziminde mutlaka ve mutlaka Selef-i Sâlihîn Efendilerimize tâbi olmalıyız. Onları örnek olarak almalıyız.

Onların firâsetleri, ihlâsları, cihadları, fedakârlıkları, ahlâk ve faziletleri, takvaları, mürüvvetleri bize ışık tutmalıdır.

Onların devrinde insanlar yürüyerek, at veya deve ile, yelkenli gemi ile seyahat ediyorlarmış; bu çağda ise otomobil, otobüs, tren, uçak, vapur ile sefer yapılıyormuş. Bunun esasa taalluk eden bir tarafı yoktur.İslâm evrenseldir, ahkamı da evrenseldir.

O devirde at ile seyahat ediliyordu, bu devirde uçaklarla yolculuk yapıyoruz diye Selef-i Sâlihîni dışlamak akıl kârı mıdır?

(Ehl-i Sünnet dairesi ve çizgisinde olan, İslâm'ı ve Kur'ânı anlamak ve yorumlamakta Selef-i Sâlihîni esas alan, bid'atlerden uzak duran değerli ilâhiyatçıları tenzih eder, kendilerine selâm, teşekkür, minnet ve hürmetlerimi takdim ederim.)
Millî Gazete

Dinlerarası diyalog olmaz!
13 Nisan 2013



Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez Uzun süreden beri gündemde olan dinler arası diyalog tartışmalarına son noktayı koydu. Görmez Dinlerarası diyag olmayacağını ancak din adamları arasında diyalog olacağını ifade etti.

Geçtiğimiz günlerde Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in “Dinler arası diyalog olmaz, din adamları arasında diyalog olur” sözlerine ilahiyatçılar destek verdi. İlahiyatçılar dinler arası diyalog yolu ile dinî hükümlerin başka dinlerle ortak paydalarda birleştirilmesinin asla kabul edilemeyeceğini, illa gerekli ise farklı dinlere mensup kişilerin siyasetçileri aracılığıyla her türlü dialogda bulunabileceklerini, bunun da insanlık tarihinin başından bu yana yürütülen bir durum olduğunu vurguladılar.

“TEK HAK DİN İSLÂM’DIR”

Dinler arası diyaloğun yıllardan beri tartışılan bir konu olduğunu hatırlatan Gaziantep Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali Akpınar, “İslâm dinini herkese doğru bir şekilde anlatmak her Müslüman’ın görevidir. Ama diyalogdan kastımız karşılıklı herhangi iki dinin tarafları kendilerini birbirlerine anlatmaları dışında dinler arasında ‘biz dinimizde şu konuda feragat edelim, sizin bu doğrunuzu biz kabul edelim, göz yumalım’ şeklinde bir diyalog söz konusu olamaz” dedi. Hak dinler kavramının yanlış anlaşıldığına da değinen Akpınar, diğer semavi dinlerin tahrif edildiğini bu yüzden hak din kavramına uymadığını dile getirdi. Semavi dinlerin dışında diğer dinlerin de köken itibariyle ilahi tarafları olabileceğini söyleyen Akpınar, “Şu an tek bir hak din vardır, o da İslam’dır. Dolayısıyla hak dinler ifadesi yanlış bir ifadedir. Hak dinler denilip bunun altına İslâm, Yahudilik, Hıristiyanlık dinlerini eklerseniz zaten baştan İslâm’ı yok saymışız demektir. Diğer dinlerin ilahi kökenli olması onların hak din olduğu anlamına gelmez, tek hak din vardır, o da İslâm’dır” şeklinde konuştu.

“DİNLER ARASI DEĞİL, SİYASETLER ARASI DİYALOG”

Dinler arası diyalog kavramının yerine farklı dinleri yaşayanların temini açısından siyasetler arası diyalogdan bahsetmenin doğru olacağını ifade eden Akpınar, “Siyasiler arası diyalog daha doğru, daha anlamlı olacaktır. Kalıcı sonuçlar doğuracaktır. Peygamberimizin Hudeybiye’de müşriklerle İslâm’ı masaya oturtmamıştır. Müslümanların siyasi lideri ile müşriklerin lideri masaya oturmuştur ve onların haklarına yönelik birtakım maddeler üzerine anlaşma yapmışlardır” dedi. İslâm dininin başka dinlerden alacağı bir şeyin olmayacağını dile getiren Akpınar, “İslâm dini eksik ya da tahrip edilmiş bir din değildir. Semavi olsun olmasın her dine mensup insanlarla elbette Müslüman oturup konuşabilir, ama din konusunda değil, günlük yaşam için yapabilir ancak” diye konuştu.
Yeni Akit

Müfit Yüksel: İslâm AKP ve Selefiler eliyle Sekülerleştiriliyor
25 Ağustos 2013



“Eskinin radikal İslâmcıları bütün ilkelerinden vazgeçmiş bir yapı içindeler. Artık devletin bütün kurumlarında bunlar var. Her bakımdan seküler hale gelmiş durumdalar. Bir zamanlar ‘cihad hareketi’ deyip para toplanan kanallar tamamen seküler hale gelmiş durumda. Bunlar için artık bir ses sanatçısı, bir âlimden daha değerli.”

AKP’Yİ DE BUNLAR ÇIKARDI

“Bu, sekülerleşmenin, dini tasfiye etmenin bir görüntüsü. Cumhuriyetin ve Batılılaşmanın bütün etkisine rağmen hayatiyetini sürdüren dinin unsurları ve dindarlık, İslâmcılar eliyle tasfiye ediliyor. AKP’yi çıkarıp Amerikaİsrail eksenine oturtanlar da, vaktiyle Kudüs geceleri tertiplemiş olan bu radikaller.”

Türkiye’nin büyük bir değişimden geçtiği herkes tarafından ifade ediliyor. Bu değişimde iki önemli unsur öne çıkıyor. Birincisi devletin resmî ideolojisi olan Kemalizm ve iktidarın yeni sahipleri oldukları söylenen İslâmî hassasiyetleri yüksek insanlar. Biz de bu hafta bu iki konu üzerine Sosyolog Müfit Yüksel’le konuştuk. Tasfiye edilen bir Kemalizm var ise bu düşünce yapısının anatomisini çıkarmak istedik. Asıl önemli soru ise iktidarın yeni sahiplerinin İslâmî referansları ne kadar temsil ettikleri idi. Yüksel, İslâmı temsil ettikleri söylenen AKP içindeki bazı eskinin radikal İslâmcılarının büyük bir değişim geçirdiğini ve neredeyse Müslümanların en ahlâksız kesimini oluşturduğunu iddia ediyor.

Türkiye Cumhuriyeti nasıl kuruluyor?

Birinci Dünya Savaşında Osmanlı toprakları işgal edilmiş durumdaydı. Filistin, Halep, Şam, Bağdat, Hicaz’ı kaybettik. Vatan, sadece Anadolu değildi. Osmanlı için vatan Üsküp, Piriştina’ydı… İzmir neyse Beyrut oydu. 19. yüzyılla birlikte Osmanlı Anadolu’ya ve Arap Yarımadasına yöneldi. Yıldırım Orduları, Toros’a çekilince Mondros dayatıldı. Şam, Filistin düştükten sonra Kuzey bölgeyi direkt çekilerek verdik.

Yıldırım ordularının komutanı M. Kemal değil miydi?

Sultan Vahdettin M. Kemal’e “Toroslar’a çekildiğin için Mondros bize dayatıldı. Çekilmeseydin o toprakları kaybetmeyecektik. Elimizi zayıflattın” mealinde suçlamalarda bulunuyor. M. Kemal 1905’ten itibaren yurt dışı ilişkileri gelişmiş biriydi. Fransız, İngiliz ve İtalyanlarla ciddî şekilde ilişkileri vardı.

M. Kemal’i bu ülkelerle ilişkiye geçirebilen birikim neydi?

Selanik uluslar arası ticaret limanıydı. Selanik’te çok sayıda Yahudi nüfus yaşıyordu ve bunlar Batıya çabuk açılmıştı. M. Kemal Fransızcayı, Fransız Yahudilerinin kurduğu okullarda öğrendi. Harp Okuluna giderken aynı zamanda bu okula da devam ediyordu. Osmanlı’da yabancı dil bilen herkes başka devletlerle ilişki kuruyordu. Selanik bütün konsoloslukların olduğu, İstanbul’la yarışabilecek bir şehirdi. Lozan’dan sonra Türkiye, içine kapatıldı. Türkiye’de inkılâp devrimleri oldu, bunun karşılığında misyonerler ve misyon şeflerinin çoğu çekildi. Yeni devlet kurulurken bazı şeyler karşılığında kuruldu.

Uluslar arası bir uzlaşıyla mı kuruldu cumhuriyet?

İngiltere, Fransa, Rusya’nın anlaşmasıyla kuruluyor. Bu tür bir anlaşma yapıldığını Rus, Fransız ve İngiliz arşivlerine girdiğinizde görebilirsiniz. İngiliz işgaline karşı verilmiş bir savaş yok. Lozan’dan sonra İstanbul’un İngilizler tarafından boşaltıldığını biliyoruz. İngilizler Osmanlı imparatorluğunun devam etmeyeceğine karar verdiler. İstanbul’u işgal edip Ankara’nın karşısında gücünü zayıflattılar. İstanbul işgal edildiğinde Ankara’da meclis vardı. Hatta dönemin şeyhülislâmı ‘Ankara yüzünden bize Sevr dayatıldı’ diyor. Hatta daha sonra İngilizler Kâzım Karabekir’in idamını istiyor, fakat İnönü İngilizlerle konuşup bu idamı engelliyor.

Ama tam tersi olarak İstanbul hükümetinin İngilizlerle işbirligi yaptığı söyleniyor…

Bize ilkokulda M. Kemal’in ‘Bandırma Vapuru’yla gizlice Samsun’a kaçtığı söylenir. Bir kere İstanbul denizden İngilizler tarafından ablukaya alındığı için İngilizlerin vizesi gerekir. Bunun yanında M. Kemal olağanüstü yetkilerle ‘müfettiş’ olarak gönderiliyor. Bunun belgeleri Genelkurmay’ın yayınladığı dergilerde var. Bir taraftan devlet ilkokulda başka şeyler öğretirken bir taraftan kendini ele veriyor.

Osmanlı hükümeti M. Kemal’i görevlendirmişken araları nasıl açılıyor?

M. Kemal’e Samsun ve Kahramanmaraş’ın doğusunun ‘mülki amirliği’ veriliyor. Bu bölgede her türlü idarî işlemi yapmaya yetkili. M. Kemal’in faaliyetlerinden rahatsız olan İstanbul hükümetine karşı M. Kemal kongreleri toplayıp harekete geçmiş değil. Harbiye Nezareti M. Kemal’e çektiği telgrafında “İngilizlerin ültimatomları sizi geri çağırmaya bizi mecbur etti” yazıyor. Buradan anlaşılan İstanbul hükümetinin İngilizlerin baskısıyla bunu yaptığı. İngilizler böyle yaptırarak M. Kemal’le İstanbul hükümetinin arasını açmış oluyordu.

M. Kemal’in 19.yy’dan itibaren yabancı ülkelerle ilişki halinde olduğunu söylediniz. Bu sürecin böyle işleyeceği hesap edilmiş miydi?

M. Kemal’in konumu buna müsaitti. Selanik İstanbul’la aşık atacak bir yerdi. Selanik’ten 31 Mart’ta gelen asker, İstanbul’da padişah devirecek güce sahipti. Cumhuriyet kadrolarının çoğu da Selanik’ten seçildi. Bunun yanında Osmanlı’nın beyni de Rumeliydi. Saray bürokrasisini besleyen Rumeli’ydi. Saray’da siyasî ve idarî ağırlıkları vardı. Daha sonra bu unsurların içine başka unsurlar da girdi. Eğitim atılımları yaptılar ve öne çıktılar.

Kimdi bu unsurlar?

Sabetaycılar… Batıya açılmışlardı. Ticaret bakımından gelişmişlerdi. İyi bir örgütlenme yapıları vardı. Yeni Asır, Tan gazetelerini, Şehbal dergisini çıkaranlar onlardı. Daha sonra Cumhuriyetin kurucu kadrolarını önemli oranda Sabetaycılar oluşturdu. Katalizör görevi oynadılar çünkü Batıya açılmışlardı.

Peki kurucu kadronun içinde Sabetaycıların olması Türkiye Cumhuriyetine nasıl yansıdı?

Pozitivist, Batıcı sistemi taşıyan onlardı. Yeni ideoloji ve sistem bu insanları uygun gördüler. Ulus devleti oluşturmakta onların da etkisi oldu. Selanik’ten Anadolu’ya çekilerek buraları vatan olarak gördüler. Falih Rıfkı Atay için Meriç’in ötesi önemli değildi. Misak-ı Millî sınırlarını benimsiyorlardı. Osmanlı mirası reddedildi…

Ya din konusundaki tutumları?

Müslümanlığa muhtaçlardı. Diyaneti kurmaları, mübadelede gayrimüslimleri göndermeleri bu yüzdendi. Homojen toplumu Misak-ı Millî sınırları içinde Müslümanlar üzerinden oluşturmak istiyorlardı.

Uluslar arası güçler nasıl yaklaşıyordu yeni devlete?

İngilizler ve Batı, Rusya karşısında, boğazları kontrol altında tutabilecekleri bir devlet istiyorlardı. İngilizler Arap dünyasında ikinci bir patron görmemek için Osmanlı’yı istemediler. Onun için Suriye ve Irak’ta sınırlar çizildi. İngilizler Sevr’i istemiyorlardı. Bir korkutma projesi olarak kaldı. İstanbul’da yapılan işgaller Mondros’tan kaynaklıydı.

”Osmanlı’nın tasfiyesi bir bakıma Osmanlı içindeki iktidar çekişmesinin sonucuydu ve M. Kemal kanadı kazandı” denilebilir mi?

Artık hanedan sisteminin işlemeyeceği görüldü. Almanya, Avusturya, Macaristan’da da hanedanlığa son verildi…

Birinci Meclis nasıl bir yapıydı peki?

Çok farklı kesimlerden oluştuğu için homojen yapıyı meydana getirmeye müsaid değildi. Yeni rejimle tek tipçilik dayatıldı, kafalar koparıldı. İstiklâl Mahkemeleri 1927’e kadar çalıştı. 1930’larda artık Türkiye bambaşka bir yapıya bürünmüştü. Yazı değişmişti, dinî müesseseler tasfiye edilmişti. Müslümanlık nüfus cüzdanında olacak, ölünce musalla taşına gidecek, sonrasında mevlid okutulacak Müslümanlar öngörüyordu. Rejim o kadarını korumaya karar vermişti. Bu aşamada birçok cami ahıra çevrilirken büyük camiler anıt olarak korundu.

Can Dündar, Ayşe Arman’a verdiği röportajda M. Kemal’in sadece İslâma değil, bütün dinlere karşı olduğunu söyledi. Böyle mi gerçekten?

M. Kemal 19. yy pozitivizminden etkilenmiş, klâsik ateist aydınlanmacı felsefenin kitaplarını okumuştu. Gürbüz Tüfekçi’nin hazırladığı “M. Kemal’in okuduğu kitaplar” listesine baktığınızda hangi literatürden beslendiğini görürsünüz. Can Dündar’ı doğrular nitelikte…

Çoğu düşünür son yıllarda Türkiye’de ikinci bir değişim yaşandığını söylüyorlar. Türkiye hakikaten köklü bir değişim içinde mi? Bu değişimin yönü nedir?

Bugün Türkiye’deki değişim İslâmcılar üzerinden yapılıyor. Bu değişimin katalizörü de İslâmcılar. 1920’lerdeki değişim İttihatçıların ikinci grubu üzerinden yürütülmüştü…

Nasıl bir değişim bu?

Postmodern, çoğulculuğun olduğu bir değişim. Bazı belediyeler aracılığıyla kilise, sinagog ve cami bir araya getirilip “dinler bahçesi” oluşturuluyor ve “dinlerin hayatta bu kadar yeri var” deniliyor. Kiliseye gidip, sinagog’da duâ edip camide namaz kılan insanlar kurgulanıyor. Artık 19. yy’ın radikal din düşmanlığı yerine dinleri bir bahçede karıştırıp, seküler bir işlev kazandırmak istiyorlar.

Kast ettiğiniz İslâmcılar kimler?

1980’li yıllarda “Müslüman Kardeşler” literatüründen beslenenler. Zamanında slogan ve heyecan olarak İran’ı referans alanlar. Radikal İslâmcı hareket, Vahhabiliğin ideolojik süzgeçten geçmiş Selefi yönünü yansıtan bir hareketti. ‘Uhrevilikten soyutlanmış devlet’ talepliydi. Seyyid Kutub’un, Mevdudi’nin eserlerine yoğunlaşıyorlardı. Şirk ve tevhit sınırını çok daraltan ideolojik kılıf giymiş, üçüncü dünyacı, anti Amerikancı bir yapıydı. Çok ideolojikti. Öğrenci evlerinde devlet kuran, devlet yıkan bu insanlar 90’lı yıllarda gerçek hayatla tanıştılar. Soğuk savaş döneminin protest ideolojileri son bulunca ezberleri bozuldu. Körfez Savaşında Amerikan saldırısı bütün hayallerini yıktı. Bu aşamada 1980’li yılları radikal bir şekilde sorguladılar. Seksenli yıllarda geleneksel İslâmı sorgularken 1400 senelik müthiş birikimi ve geleneği sorgulayıp şirk ve cahiliye içine sokuyorlardı. 1990’larda seksenli yıllardaki düşüncelerinden koparken geleneksel İslâmla da barışmadılar. Liberalleşen Marksistlere benzediler.

1990’lı yıllarda nasıl bir gelişim oldu peki, eskinin radikal İslâmcılarında?

Şiddetle reddettikleri Refahçıların trenine binmeye başladılar. Kısa sürede partinin iktidara gelmesinde lokomotif oldular. Selametçiler; imam hatip mezunu, Millî Türk Talebe Birliklerinde bulunmuş, Necip Fazıl ve Mehmet Akif’in şiirlerini okuyan, teşkilât işlerinden zaman bulup kitap okuyamayan, entelektüel birikim edinemeyen kesimdi. Radikal İslâmcılar 1990’lı yıllara doğru farklı kitaplar da okumaya başladılar. Selametçiler üzerinde baskın olmaya başladılar, artık partide beyin olmuşlardı. AKP’yi de bu insanlar çıkardı. AKP’yi Amerika-İsrail eksenine oturtan da eskinin radikal İslâmcılarıydı. Kudüs Gecesini düzenleyen radikal İslâmcılar bunları yapıyordu. AKP’nin bürokratlarının büyük kısmını radikal İslâmcılar oluşturdu.

Radikal İslâmcılar açısından bu kırılma nasıl oldu?

İnanç kırılmalarına uğradılar. Dini ideolojik algılamışlardı. Toplumun büyük kısmını şirkle suçlarken kendilerini Mekke dönemi sahabileriyle özdeşleştiriyorlardı. Analoji yapmak gerekirse kendilerini Mus’ab bin Umeyr olarak görüyorlardı. Bunlardan bazıları beş vakit namaz kılan, fakat türbeye giden annelerine “Ey müşrike annecim tevhide gel” diyen insanlardı.

Burdan yola çıkarak değişim gösteren radikal İslâmcılar için “İnsanları şirkle suçlamak yerine daha itidalli bir düzeye gelmişler” diyebilir miyiz?

Toplumu şirk ve cahiliye ile suçlayan insanlar 1990’lardan sonra İslâmî kesimin en ahlâksız kesimi oldular. Çünkü Gazali’yi, ahlâkî terbiyeyi dışladılar. Ahlâkî terbiye ile ideolojik terbiye birbiriyle örtüşmez. İslâmın temiz ve kutsî geleneğinden gelen bazı ahlâkî terbiyeyi de daha önce şirk ve cahiliye olarak niteledikleri için o ahlâkî birikimi de tasfiye etmişlerdi. Omurgasız ve ilkesiz hale geldiler. Bugün bunlar üzerinden yürütülen bir değişim var…

AKP-Saadet Partisi arasında nasıl bir fark var peki?

Saadet Partisi içinde Anadolu’da kalmış saf, temiz insanlar ve AKP’de yer bulamadığı için Saadet Partisi’nde olanlar var. Çok fazla fikir ayrılığına gittiklerini söyleyemeyiz. Erbakan’a sadık kalıp kalmama arasındaki tercihti mesele. Saadet Partisi ciddî mânâda ideolojik görüş sergileyecek bir yapı değil. Saadet Partisi’nin kadroları büyüdüğü takdirde yeni bir AKP doğmaya aday.

AKP ne yapıyor bu değişim sürecinde?

AKP ne yaptığını bilmiyor. AKP bir koalisyon. Omurgasını eski Selametçiler ve eskinin radikal İslâmcıları oluşturuyor. Bu İslâmcı kanat ciddî şekilde AKP siyasetini etkiliyor. Söylediğim gibi de bu eskinin radikal İslâmcıları bütün ilkelerinden vazgeçmiş bir yapı içindeler. Artık devletin bütün kurumlarında bunlar var. AKP’nin içinde yeni fraksiyonlar oluşuyor. Bunlar fikirden değil, uluslar arası sistemle bağlantılarından kaynaklanıyor. Abdullah Gül’le Erdoğan ayrı bir görüntü sergiliyor.

Eskinin radikal İslâmcıları üzerinden uygulanmaya çalışılan değişim nasıl bir değişim?

Artık her bakımdan seküler hale gelmiş durumdalar. Bir zamanlar ‘cihad hareketi’ deyip para toplanan kanallar tamamen seküler hale gelmiş durumda. Bunlar için artık bir ses sanatçısı, bir âlimden daha değerli. Hülya Avşar’ın annesi öldüğünde taziye bildirenler değerli bir din âlimi öldüğünde aynı hassasiyeti gösteriyor mu, şüpheliyim. Bunlar artık kendilerini sınıf atlamış görüyorlar. İslâmî kesim Osmanlının Batılılaşma hareketleri ve yeni cumhuriyetin redd-i mirasıyla elitlerini kaybetti. Ahmet Cevdet Paşa gibi insanların torunları resmî ideolojiye eklemlendi. Biz, şehir elitimizi kaybettik. İslâmî söylemleri temsil etmek, bizim gibi köylülere kaldı. Köylülerde ise kompleksler, doymamışlıklar var. İslâmî kesim doymamış hidrokarbonlardan oluşuyor. Doymaya giderken de çok çarpık doydular.

Yoksa siz de ‘cipe binen başörtülü bir kadın’ figürünü eleştiriyor musunuz?

Büyük bir trajedi. Bu sekülerleşmenin, dini tasfiye etmenin bir görüntüsü. Dindarlık İslâmcılar eliyle tasfiye ediliyor. Cumhuriyetin ve Batılılaşmanın bütün etkisine rağmen hayatiyetini sürdüren dinin unsurları, İslâmcılar eliyle tasfiye ediliyor. Diyanet, hutbelerde resmen ‘mealcilik’ yapıyor. Bugün cami görevlileri teke indiriliyor. Osmanlı döneminde camiler hayatın merkezindeydi. Süleymaniye Camiinin 270 civarında görevlisi vardı. Eskiden mahalle isimleri camilere göre verilirdi. Cami ismi taşıyan mahalleler tasfiye edilmeye başlandı. Artık birkaç cami isminden oluşan mahalle birleştirilip ismine ‘Balat’ deniliyor.

Lüks tüketmenin İslâmî kesimi temsil anlamına geldiğini söyleyenler de var…

Artık o aşıldı. Zihniyet olarak tamamen otlaştılar. Radikal İslâmcılar kendileri gibi ideolojik düşünmeyenler için ‘ot kafalı’ diyorlardı. Bugün birçok şey onlardan daha dindar kaldı.

Peki bu yeni değişim sadece İslâmcılar üzerinden mi yürütülüyor?

Ulus devlet süreci bitti ve yeni bir sisteme doğru gidiyoruz. Bugün Kemalistleri, 1925’te idam edilen Sabetaycılar tasfiye ediyor. Bunu 1925’te sistem dışına itilen kanat yapıyor. Cumhuriyet gazetesiyle diğerlerinin hesaplaşması… Bu Ergenekon’a kadar yansıyan bir süreç. Artık Amerika ve İngiltere Kemalistlerle çalışmak istemiyor. Ancak Kemalistler gidici olduklarının pek farkında değiller.

BEDİÜZZAMAN İNSANLARI DÜNYAYA DEĞİL AHİRETE DÂVET EDİYORDU

Bediüzzaman uluslar arası bir değer kazandı ve bazı çevreler manipüle ediyor. Bediüzzaman insanları dünyaya, sekülarizme değil ahirete çağırıyor. Bediüzzaman protestanlığı savunmuyordu. Diğer din mensuplarıyla ilgili görüşleri ‘ortak bir din bahçesi’ oluşturup dini etkisizleştirmek değildi. O, insanî çerçeveler ve sünnet ışığında diğer din mensuplarıyla toplum hayatı içinde sağlıklı bir ilişki kurulmasını öneriyordu. Yoksa İslâmın sekülerleştirilip, diğer dinlerle harmanlanmasını değil… Gelenekle barışık yeni bir dindarlık lâzım. Risâle-i Nur’un kurucu unsurunu merkeze alarak yeni bir hareket başlatmak lâzım.

MİLLÎ NİZAM PARTİSİ RİSÂLELERİN TOPLUMLA TEMASINI ENGELLEDİ

Bediüzzaman müthiş bir dehaydı. Van’a çekildikten sonra manevî olgunluk olarak kemalat derecesi yüksekti. Bediüzzaman ‘tek parti’ döneminin ağır yaptırımlarına maruz kaldı. Hayatını sürgünlerde geçirdi. Birçok âlim onun bilgisini çekemedi. Bediüzzaman fikirleri paylaşacağı ve beraber çalışacağı âlimleri etrafında bulamadı. Ulema sindirilmişti, korkutulmuştu. Bazı Risâle-i Nur grupları hareketin özünden uzaklaştılar. Kopuşlar oldu. Bunun yanında Millî Nizam Partisi Risâle-i Nur hareketine büyük zarar verdi. Erbakan haris bir insan olduğu için, bütün dinî grupları kendisi altında toplamak istiyordu. Risâle-i Nur hareketi Demirel hareketi olarak takdim edilerek diğer dinî gruplar arasında marjinalleştirildi. Risâle-i Nurların toplumla temasını engelledi. Bunun karşılığında belki sadece Demirel’e oy atmakla yetinecek Nur Talebeleri de bu saldırı karşısında daha çok siyasete girmeye başladı.

Kaynak: Yeni Asya
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Şub 03, 2009 1:42 am    Mesaj konusu: FETULLAHÇILIK Alıntıyla Cevap Gönder

New York'lu Kadın: “Kocamı Fethullahçılara Kaptırdım Oğlumu Asla Vermeyeceğim!”-1-
Oğuz Gürses



Hürriyet’ten Ayşe Arman hayatında ilk defa okkalı bir röportaj yapmış...

İnsanların apışarası nahiyeleriyle yatak odası sırları üzerine konuşmaktan özel zevk aldığı bilinen Arman, bu röportajıyla “kedi kedi olalı ilk defa bir fare tutmuş” dedirtiyor herkese...

“Kocamı Fethullahçılara kaptırdım oğlumu asla vermeyeceğim!” başlığıyla Hürriyet’te yayınlanan(1) bu röportajdaki muhatabını kısaca şöyle anlatıyor Arman:

“Leyla T., New York'ta yaşayan 36 yaşında bir reklamcı. İstanbul'da halkla ilişkiler yaparken bir ressama aşık oluyor ve onun peşinden New York'a gidiyor. Evleniyorlar, bir de oğulları oluyor. Ama günün birinde peri masalı bir kabusa dönüşüyor...”

Leyla T’nin hikâyesi ise kendi ağzından kısaca şöyle:

“- Ben Leyla T. 12 yıldır Amerika'da yaşıyorum. 24 yaşındayken, New York'ta yaşayan bir Türk ressama âşık oldum. Annemlere "Amerika'ya tatile gidiyorum" dedim, İstanbul'daki hayatımı geride bıraktım ve buraya yerleştim. Kafa olarak mükemmeldi. Türkiye'de ya erkek arkadaşınız olur ya sevgiliniz. Bir türlü, ikisi aynı insanda birleşmez. Ben şanslıydım, hem en yakın arkadaşım hem sevgilimdi, gözüm kapalı geldim Kafa olarak mükemmeldi. Türkiye'de ya erkek arkadaşınız olur ya sevgiliniz. Bir türlü, ikisi aynı insanda birleşmez. Ben şanslıydım, hem en yakın arkadaşım hem sevgilimdi, gözüm kapalı geldim.”

Hemen evleniyorlar...
Sonrası...

Leyla T.’nin anlatımıyla şöyle:

“İyi bir sosyal hayat, sanatçı bir çevre, sergiler, davetler enstelasyonlar... Rüya gibiydi her şey. Evliliğimizin 3. yılında bir de oğlumuz oldu. Ne kadar mutluyuz diyor, sürekli şükrediyordum ki kâbus başladı. Eşim 5 vakit namaz kılan bir adam oldu. Ramazanda içki içerdi, dinden uzak dururdu ama Fethullahçılarla tanışınca, inanılmaz bir değişim yaşadı. New York'ta yaşayan pek çok Türk, Fethullahçılardan rahatsız. Eşim dahil hepimiz, ‘Bunlar ne yapmaya çalışıyorlar? Neden kapı kapı dolaşıyorlar? Karşı bir dernek mi kursak? Öyle mi yapsak, böyle mi yapsak?’ derken; biri eşime, Sen savaş açtın ama bu insanları tanımıyorsun, gel bir gör!' demiş. Gidiş o gidiş. 1-3-5 derken, 'Çok iyi niyetli insanlar, ben yanılmışım' demeye başladı, toplantılarına düzenli gider oldu. Ruhunu dinlendiriyormuş, yoga yapıyor gibi hissediyormuş, bir tür meditasyonmuş, insanın kendi dinini öğrenmesinin nesi kötüymüş. Evin içinde Fethullah Gülen'in dergilerini, kitaplarını okuyor, DVD'lerini izliyor...”

Başlangıçta bir nevi “Lale Devri çocukları”ymışlar...

Hani, İmparatorluk çatır çatır çökerken “Varalım Göksu’ya bir alem-i ab eyleyelim” diyenlerin bugünkü versiyonu gibi...

***

Bir grup müslüman fedai, sömürgeci ABD İmparatorluğu’nu kendi ininde alnının çatısından vurarak cezalandırmış...

Paniğe kapılan “kâğıttan kaplan”, kendini ulaşılmaz kılan okyanuslarla çevrili müstahkem kalesinden çıkarak önce Afganistan’ı sonra da Irak’ı işgale yeltenmiş...

Kadın-erkek, çoluk çocuk, yaşlı genç, hasta sağlıklı milyonlarca müslümanı katletmiş, milyonlarcasını sakat bırakmış her iki ülkeyi de harabeye çevirmiş ama beklemediği çapta inançlı ve inatçı bir direnişle karşılaştığı için evdeki hesapların hiçbirinin bu çarşıya uymadığını; sömürgeciliğinin en etkin araçları olan dev bankalar, dev sigorta şirketleri ve dev sanayi ve ticaret şirketleri kumdan kaleler gibi devrilmeye başlayınca ancak anlayabildiğinden, çöküşü kaçınılmaz hale gelmiş...

ABD çökerken “globalleşme” adı altında kendine bağladığı bütün dünya devletlerini de zorunlu olarak beraberinde sürükleyeceğinden, global bir kaosun da kaçıılmaz hale geldiği tarihi anlarda..

Bu ülkenin en büyük gazetelerinden birinin röportajcısına Leyla T. bakın neler anlatıyor:

“Kendinizi benim yerime koyun, birlikte Soho'daki bütün barların altını üstüne getirdiğiniz adam, dünyanın en bohem adamı, Kuran'ı elinden düşürmüyor, 5 vakit namaz kılıyor ve "Allah için yapıyorum" diyor. Kafayı yiyecektim! Tamam ben de Allah'a inanıyorum ama ondaki bu 180 derecelik değişim beni korkuttu, öfkelendirdi, üzdü. Bir de kendimi aldatılmış hissettim, hayatını dinin esaslarına göre yönlendiren bir adam isteseydim, gider bir imamla evlenirdim.”

ABD’de her ay 600-700 bin kişi işsiz kalıyor... İşsiz kalanlar morgıç kredilerini ödeyemediği için evlerinden atılıyor...

Krizden önce sokakta yaşayan Amerikalı sayısı zaten 30-40 milyondu...

Krizden sonra bu rakam çığ gibi büyüyor...

Bütün şehirlerde uçsuz bucaksız çadır kentler oluşmuş...

İnsanlar 1 tas çorba için sosyal yardım kuruluşları önünde uzun kuyruklar oluşturuyor...

Leyla T. İse, Fetullahçıların tarumar ettiği hayatını nasıl toparlayabileceğini düşünüyor...

Kocasınından ümidi çoktan kesmiş...

Annelik içgüdüsüyle oğlunu kaptırmamanın/kurtarmanın derdine düşmüş...
Bu çok mu anormal?

Leyla T. açısından bakarsanız hayır...

Çünkü o, bunu bir anne olarak hayat memat meselesi yapmış...

Dünya bir tarafa oğlu bir tarafa...

Gözü başka bir şey görmüyor...

Zaten kendilerine üç kişilik minik bir dünya kurmuşlar...

“Rüyâ gibiydi” diyor ya...

Dünyadaki diğer insanların çoğu kan ağlarken...

"İyi bir sosyal hayat, sanatçı bir çevre, sergiler, davetler İyi bir sosyal hayat, sanatçı bir çevre, sergiler, davetler enstelasyonlar(2)... Rüya gibiydi... Soho'daki bütün barların altını üstüne getir”erek vur patlasın-çal oynasın bohem bir hayatın bohem/entellektüel/hedonist zevklerinin ebediyyen süreceğini zannetmek...

Aslında rüyâ filan da değil; aptalca bir hayâl/varsayım...

Böyle bir hayâli/varsayımı işsizlik, parasızlık, kendisinden daha alımlı/işveli bir kadın, bir kaza veya başka herhangi bir belânın her an bir kâbusa kolaylıkla döndürebileceğini hiç hesap etmeden yaşayıp gitmenin neresi akıllıca?..

Nitekim bu aptalca hayâlini/ varsayımını Fetulahçılar bir fiske ile tam bir kâbusa döndürüvermişler...

***

Buraya kadar okuduklarınızdan, Leylâ T.’nin derdinin Kocasının çılgınca bir bohem hayatı terkederek Kur’an okumaya, namaz kılmaya Fetullahçı gazete ve dergileri okumaya, Fetullah’ın zehirli vaazlarını dinlemeye başladığı ve onu da kendisi gibi olmaya zorladığı veya günün birinde zorlamaya başlayacağını zannederek bu kadar isyan ettiğini düşünebilirsiniz...

Arman da öyle zannetttiği için bu minvalde sorular soruyor:

[- Sizden dini kurallarına uygun olarak yaşamanızı istedi mi?
-Yok hayır. Ama ruhen iki ayrı uca yuvarlandığımızı hissettim. Bana, "Sana asla kapan demem. Dinde zorlama yoktur. Benim görevim bunları sana anlatmak, ister yaparsın, ister yapmazsın!" diyordu. Bir de, vaaz veriyor yani! Bilmem ne suresinde bu yazıyormuş, bilmem ne suresinde şu yazıyormuş.
Arkadaşları peki? Onlar ne dedi?
-Acayip dalga geçtiler. Her gittiğimiz yerde "Aaa sen Fethullahçı olmuşsun!" dediler. "Ne alakası var! Ben Fethullahçı değilim. Dinle ilgili bilgiler veriyorlar, gidip öğreniyorum" dedi durdu.
Kaç zamandır aynı şekilde devam ediyor?
-3 sene oldu. Ben tabii ruhsal çöküntü yaşadım, depresyon tedavisi gördüm. Anlamını kaybetti her şey. Bana kalkıp, "Atatürk alfabeyi niye değiştirdi?" diyor, "Bütün devrimleri neden tepeden inme yaptı, halk hazır değildi." Sinir oluyorum. Çünkü evimde bu tür şeyleri tartışmak istemiyorum. Hala kızıyor bana, neden bu kadar tepki gösteriyormuşum, neden abartıyormuşum. Çok eğitimli tiplermiş...
Siz tanıştınız mı?
-Bir kısmıyla mecburen. Bizim oturduğumuz yerdeki derneğin ismi Tamef. 25 yaşlarında üniversite mezunu çocuklar çalışıyor. Hepsi eğitimli, İngilizceleri de çok iyi. Oğlum yaşındaki çocuklara yöneliyorlar...
Nasıl yani?
-Forma veriyorlar, futbol oynattırıyorlar, yaz kamplarına götürüyorlar. E tabii 9- 10 yaşındaki çocuklar bu tür faaliyetlere deliriyor. New York dışında, 15 gün orman içinde kamp. Çocuğun umurumda değil Fethullah'ın kampı olması, gitmek istiyor. Benim oğluma da kafayı taktılar. Formalar, eşofmanlar, çantalar. Kesinlikle "Hayır!" dedim.]


Görüldüğü gibi Leylâ T. çılgınca bohem/hedonist bir hayat hülyâsından da, böyle bir hayatı bir süre birlikte paylaştıkları sevdiği adamdan da ümidini kesmiş...

O artık yalnızca annelik içgüdüleriyle bütün dikkatini oğlunu korumaya/kurtarmaya yöneltmiş...

Çünkü o artık, sadece bir anne...

Oğlunun açık ve yakın bir tehlike ve tehdide maruz kaldığını yüreğinin derinliklerinde hisseden bir anne...

Bu röportajı okuyan bir çok laik, aynı şeyin kendi başına geleceği korkusunu yüreğinde hissederek “kadın haklı canım, insan, evlâdının göz göre göre çağdışı bir yaşama doğru kayması karşısında nasıl sessiz kalabilir?” diyecektir...

Bu röportajı okuyan bir çok Fetullahçı da “Bak hele orospuya, Allah’tan belânı mı istiyorsun? Kocan da oğlun da cehennemde yanmaktan kurtulacak... Kızıp köpüreceğine sen de onların yolundan gitsene” diyecektir...

Ama mesele bu kadar basit değil...

Dipnotlar:
1-) Hürriyet ,11 Nis 2009.
2-) Enstelasyon: 1- Modern sanatta büyük bir sanatsal düzenlemeye verilen ad. Yerinde sanat. Yerleştirme. 2-Yerleştirme sanatı olarak dünya genelinde kabul görmüş bir sanat aktivitesidir. Pek çoklarına göre klasik anlayışları kemiren bir gelişimdir. Ama bu sadece görüntüdedir. Zira enstalasyon sanatçıları, sanatsal duruş ve mesajlarını uzaktan değil, doğrudan doğruya eserin içinden hareket ederek sanatsever veya diğer ilgililere duyururlar. Yani bu hal, heykel ve mimari arasındaki kopmaz ilişki gibidir. Çünkü mimarî yapılar aslında içinde gezilebilen heykellerdir. Yerleştirme de seyircinin eserin içine girip gezebildiği bir sanat eseridir. Bu yönüyle çok değerlidir. (İtü Sözlük)


(devam edecek)
Kaynak Baran

New York'lu Kadın: “Kocamı Fethullahçılara Kaptırdım Oğlumu Asla Vermeyeceğim!”-2-
Oğuz Gürses




Evet mesele bu kadar basit değil...

Çünkü sözkonusu olan tekil bir ailevî problem değil...

Bu problemin benzerleri Türkiye’de onbinlerce ailede yaşanıyor...

Kimse bu devasa sosyal problemin nasıl çözülebileceğine dair kafa yormuyor, fikir üretmiyor, projeler geliştirmiyor...

Bunun yerine kulüp tutar gibi; bütünlüğünü kaybetmiş, çökmek/dağılmak üzere olan onbinlerce aile fertlerinin ayrılık sebepleri doğrultusunda kamplaşılıyor siyasî/sosyal tercihleri dolayısıyla yanında durulan aile fertleri desteklenirken, diğerleri suçlanıyor...

Böyle bir yaklaşım o aileleri kurtarmak, restore etmek, yeniden yapılandırmak gibi bir kaygı taşımadığından... Bıçak sırtındaki bu ailelerin çöküşlerini/dağılışlarını hızlandırıyor...

Önce şuna karar vermemiz gerekiyor...

Dağılmak üzere olan bu ailelerin fertlerinin yanında karşılıklı saf tutarken maksadımız ne?

Üzüm yemek mi?

Bağcı dövmek mi?

Bağcı dövmekse bu tutum maksada çok uygun...

Yok maksat üzüm yemekse...

Önce problemi anlamak, sonra problemin nereden/nelerden kaynaklandığını araştırmak ve sonra da makul bir çözüm bulmak üzere kafa yormak gerekeceği açık...

***

Günümüzde aileler maalesef “çekirdek aile” olarak isimlendirilen karı-koca-çocuk/çocuklardan oluşan dar/zayıf bir toplum birimidir...

Eskinin büyükana-büyükbabalarla birlikte teyzeler amcalar yengeler dayılar halalar, kuzenler ve yeğenlerle sair hısım ve akrabalardan oluşan “aile” kavramı Batı düşüncesinin sömürgeci menfaatleri doğrultusunda küçültüle küçültüle ve küçüldükçe eskiden kendi içinde kolaylıkla çözebildiği meselelerin çoğunu toplumun sırtına bindire bindire son sınırı olan “çekirdek aile”ye kadar gelip dayandı...

Sonrası içtimaî felâket/sosyal facia/topyekûn çöküş...

Böyle bir felaket yaşamamak için önce “çekirdek aile”lerdeki erozyonu durdurmak sonra da aileyi olması gereken genişlik/güç ve etkinliğe kavuşturmak için problem çözücü fikirler geliştirmek gerekmektedir...

New York’lu Kadın'ın siyasî bir amaca yönelik değil de sırf ailesinin çöküşünü engellemeye yönelik samimî sözleri -bizi incitip rahatsız etse bile- problemi anlamamıza yardımcı olması bakımından çok önemli...

***

Evlilik, bir aile kurma niyetiyle karşı cinsten iki kişinin bir araya gelerek bir sözleşme yapmasıyla başlar...

Bu sözleşme insanî/ferdi, içtimaî/sosyal ve hukukî çok yönlü bir akittir..
İnsanî olarak; taraflar birbirlerine saygı, sevgi ve güven duydukları için “ölüm kendilerini ayırana kadar, iyi günde ve kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta, gençlikte ve yaşlılıkta, zenginlikte ve yoksullukta, birbirlerine bağlı ve sadık kalcaklarına” söz vererek aynı evi, aynı yatağı paylaşmaya başlarlar...

Bu evlilikten doğan çocuklarının sorumluluğunu üstlenerek birlikte büyütürler.

Evlilik içtimaî/sosyal alana, o alanı kuvvetlendirip devamını sağlayan temel unsurlardan biri olarak yansır...

Hukuk bu sözleşmenin geçerliliğini kabul ederek, bu evlilikten doğan karşılıklı hak ve mükellefiyet/yükümlülüklerin yerine getirilmesinini denetleyerek teminat altına alır...

***.

“- Ben Leyla T. 12 yıldır Amerika'da yaşıyorum. 24 yaşındayken, New York'ta yaşayan bir Türk ressama âşık oldum. Annemlere "Amerika'ya tatile gidiyorum" dedim, İstanbul'daki hayatımı geride bıraktım ve buraya yerleştim.”

Bir kadın bir adamı görüyor... Aşık oluyor... Onun için ailesini de ülkesini terkedip çok uzaklardaki bir ülkeye gözünü kırpmadan yerleşiyor...
Evleniyorlar...

“Rüya gibi” bir hayatı paylaşmaya başlıyorlar...

3 sene öncesine kadar hayatları böyle devam ederken birdenbire Fetulahçılar “Fredy Krueger”(3) gibi hayatlarına girip kadının kocasını kafaya alıyorlar ve kadın için “kâbus” başlıyor...

Fetullahçılar Adamı kafaya aldıktan sonra çocuğa da göz dkip kuşatmaya alıyorlar...

Kadın “adamı kaptırdım bari çocuğu kurtarayım” diye çareler arıyor...

Neticede dağılmak üzere bir aile ile karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz...

Çökmüş bir paradigma etrafında “zor”la ayakta tutulmaya çalışılan bir toplumun üyeleri olduğumuz için bu aile faciası karşısında refleks olarak taraf oluyoruz...

Bir kısmımız kadına hak verip acım acım acırken, diğer bir kısmımızsa adama hak verip kadına köpürüyoruz...

Ama ortada bir de çocuk var...

Onu unutuveriyoruz...

Ailenin dağılmasının en büyük yükünü omuzlamak zorunda kalacak ve bu dağılmadan en büyük ruhi hasarı görecek olan çocuk kimsenin umurunda değil..

***
Adam baştan Fetullahçı olsaydı ve kadın bunu bile bile evlenseydi şimdi şikayet etmekte kesin olarak haksız olurdu...

Ya şimdi ne diyeceğiz bu kadına?

Adamsa eski hayat tarzının yanlış olduğunu anladığı için ondan vazgeçmiş...

Haksız mı?

Sırf evlendi diye, şimdi yanlış bulduğu bir hayat tarzını sürdürmeye kim veya ne onu mecbur edebilir?

Adama “dön kardeşim eski yaşam biçimine, karını da çocuğunu da üzme” diyebilir miyiz?

Peki gayet net olarak “Ondaki bu 180 derecelik değişim beni korkuttu, öfkelendirdi, üzdü. Bir de kendimi aldatılmış hissettim, hayatını dinin esaslarına göre yönlendiren bir adam isteseydim, gider bir imamla evlenirdim.” diyen bu kadına, “yap bir fedakârlık sen de Fetullahçı ol da bari aileni kurtar” demek uygun bir teklif olur mu?

“Tak sepeti koluna, herkes kendi yoluna” desek..
O çocuk ne olacak?

***
Röportaja dönelim:

[Tüm bu hikâyede sizi en çok rahatsız eden şey ne?
-Bakın, benim kocam camiye gitseydi ve caminin hocasından böyle bir eğitim alsaydı ondan nefret etmezdim, onu suçlamazdım. Ben Fethullahçıların ne niyetle bu hizmetleri verdiklerini bilmiyorum. Bu kadar iyi olmalarının sebebi nedir? Neden dünyanın her yerinde okullar açıyorlar, neden küçücük çocukları topluyorlar, dini eğitim veriyorlar...
Okullarını gördünüz mü?
-Hayır ama o okullara devam edenleri gördüm. Bir arkadaşımın çok yaramaz bir oğlu vardı, Brooklyn'deki okula gitti, şimdi beyni alınmış gibi, karşılaştığı her büyüğün elini öpmeye çalışıyor. Tuhaf bir çocuk yarattılar, sanki çocuk değil, makine.]

Problemin kaynağını/başlangıç noktasını gösteren en önemli cümle şu: “Bakın, benim kocam camiye gitseydi ve caminin hocasından böyle bir eğitim alsaydı ondan nefret etmezdim, onu suçlamazdım.”

Kadın kocası dindarlaştığı için değil Fetullahçı olduğu için, üstelik de Fetullahçı olduğu süreçte “öyle olmamış/olmuyormuş” gibi yaparak kendisini kandırdığı için ondan nefret ettiğini açıkça ifade ediyor...

Çünkü Fetullahçılarla ilgili şüpheleri var: “Ben Fethullahçıların ne niyetle bu hizmetleri verdiklerini bilmiyorum. Bu kadar iyi olmalarının sebebi nedir? Neden dünyanın her yerinde okullar açıyorlar, neden küçücük çocukları topluyorlar, dini eğitim veriyorlar..”.

Bu şüpheler haksız mı?

Kadın, Fetullahçıların okullarına giden çocuklarla ilgili olarak: “Bir arkadaşımın çok yaramaz bir oğlu vardı, Brooklyn'deki okula gitti, şimdi beyni alınmış gibi, karşılaştığı her büyüğün elini öpmeye çalışıyor. Tuhaf bir çocuk yarattılar, sanki çocuk değil, makine.” derken dört dörtlük bir tespit yapmıyor mu?

Bu tespiti yapan bir annenin, oğlunu”ziyan olmaktan” kurtarmaya çalışması tabiî değil mi?

Demek ki bu problemi çözebilmek için kaynağından, yani Fetullahçılıktan başlamak gerekiyor...

Dipnotlar:
3-) Elm Sokağı Kabusu adlı filmin korkunç karakteri Freddy Krueger, Robert Englund tarafından canlandırıldı. 1984 yılında korku filmlerinin başarılı yönetmeni Wes Craven tarafından çekilen filmde, rüyalarında Freddy Krueger tarafından öldürülmeye çalışılan insanların öyküleri anlatıyordu. Film ilgi görünce serinin devamı çekildi.

(devam edecek)
Kaynak: Baran

New York'lu Kadın: “Kocamı Fethullahçılara Kaptırdım Oğlumu Asla Vermeyeceğim!”-3-
Oğuz Gürses

Fetullahçılığı bakarken şu üç şeyi kesin olarak birbirinden ayırmak lâzım...

1-) Fetullah Gülen ve bir avuç sırdaşından oluşan ”menhus tavan”...

2-) Bu “Menhus tavan” ın “gerçek İslâm” olduğunu iddia ettiği Fetullahçılık (ki; A-BD emperyalizmi çıkarlarına göre siyonist/haham/papaz/ tezgâhlarında üretildikten sonra cicili bicili “yerli” ambalajlar içine konularak vitrinlere çıkarılmış muharref/tahrif edilmiş sahte İslâm’dır) ...

3-) Fetullahçılar/cemaat (Fetullahçılığı gerçek İslâm, Fetullah’ı da Mehdî/Velî/müceddit sanarak, ibadet vecdi/heyacanı/ihlâsı ile kendini Fetullahçılığa adayanlar topluluğu)=”masum taban”...

Bu ayırım yapılmadan Fetullahçılıkla mücadele edilmeye kalkılırsa, tam da Fetullahçılığın istediği reaksiyon verilmiş olur...

Çünkü, bu ayırım yapılmadan toptancı bir dille küfür ve hakaret dolu genellemeler de eklenerek yapılmaya çalışılan mücadele...

Fetullah’ı, (gadre uğradığı, haksızlığa/küfüre/hakarete maruz kaldığı halde; bütün bunları, “Allah rızası için” gözyaşları içinde sinesine çekerek, cevap vermeye dahi tenezzül etmeyen) “yüce bir şahsiyet”. haline getirir...

Fetullahçılığın “düşmanlarını bile seven, onları bile hoşgörü ile diyaloğa davet eden sevgi, feragat ve fedâkârlık dolu bir dinin çağımıza uygun tek yorumu” olarak sunulmasına çok büyük katkılar sağlar...

Böylece Fetullahçılığa samimi bir imanla bağlı Fetulahçıların da, ne kadar zor ve çileli ama doğru bir yolda yürüdüklerine dair inançları pekişerek kesinleşir/keskinleşir, safları daha da sıklaşır/sıkılaşır...

Fetullah ve dar çevresi/lider kadrosu ile Fetullahçılık da birbirine karıştırılmamalıdır...

Zira Fetullahçılık, AB-D emperyalizminin, “Yeni Dünya Düzeni” ismini verdiği, içinde yaşadığımız dünyayı yeraltı ve yerüstü bütün kaynaklarıyla birlikte ele geçirerek, bütün dünya insanlarını kendilerine tabi/itaatkâr köleler haline getirmenin son büyük hamlesi olarak, ince ince planlanan en büyük eşkiyalık projesinin, Fetullah ve dar çevresine taşeron olarak ihale edilen kısmının adıdır...

Fetullahçılık, İddia edildiği veya zannedildiği gibi bütün marifeti kıyamete kadar hükmü baki olan bir dinin temel kaynaklarındaki bir kısım ezber bilgiyi konjonktüre göre eğip bükerek anlatmak ve istediği zaman salya sümük ağlamaktan ibaret köylü kurnazı bir TC emekli vaizinin cürmünü de, cismini de, çapını da aşan çok büyük bir işin, çok önemli bir ayağıdır ve bu işin gerçek patronu AB-D emperyalizmidir...

Yani Fetullahçılıkla mücadeleyi Fetullah ve dar çevresi ile ve/veya onları adam zanneden masum tabanla mücadele edilerek hakkından gelinebilecek bir iş olarak algılamak bu konuda yapılacak yanlışların en büyüklerinden biri olur...

İşin doğrusu Fetullahçılıkla mücadeleyi AB-D emperyalizmiyle yapılan/yapılması gereken topyekûn savaşın önemli bir parçası olarak algılamak ve ona göre strateji ve taktikler oluşturmaktır...

***

Bir tek misâl..

Geçmişi bir kenara bırakalım...

Son 15 yılda, AB-D Emperyalizmi Afganistan ve Irak’ı işgal ederek çoluk çocuk, kadın erkek, asker sivil, yaşlı genç milyonlarca müslümanı silahları ve ambargoları ile canavarca katlederken, sakat bırakırken her türlü iğrenç işkencelere tabi tutarken, İsrail’in Filistin halkına göstere göstere bir soykırım uygularken...

Bu köylü kurnazı emekli TC vaizinin ağzından kaatillere, işgalcilere, işkeneccilere karşı bir tek net cümle duyan...

Soykırıma ve binbir çeşit zulme uğramış Ümmet’in, hiç olmazsa masum çocukları, kadınları ve yaşlıları için bir tek damla gözyaşı döktüğünü gören...

Var mı?

Peki ya Irak Devlet başkanı Şehid Saddam Hüseyin, İsrail’e füze atacak diye, Yahudi çocuklar için üzüntüden kimin gözlerinin tüllendiğini unutabilen..

Var mı?

Müslümanlara karşı bu kadar hissiz/merhametsiz/duyarsız olan bu adam mı...

“Mehdi”..

“Velî”...

“Müceddit”...

“Yüce/bilge insan”?

Ama siz inanmasanız da, onun öyle olduğuna inanan onbinlerce insan var...

Bu saçma durumun izahını New York’lu kadın –işin farkına varmasa da- gayet açık/herkesin anlayabileceği bir misâlle bakın nasıl yapıyor:

“Bir arkadaşımın çok yaramaz bir oğlu vardı, Brooklyn'deki okula gitti, şimdi beyni alınmış gibi, karşılaştığı her büyüğün elini öpmeye çalışıyor. Tuhaf bir çocuk yarattılar, sanki çocuk değil, makine.”

Beyni alınmış gibi... Herkesin elini öpmeye çalışan... Her gördüğü sarıklıyı mehdi, velî müceddit zanneden tuhaf insanlar...

Sanki insan değil makineler...

İşte budur...

***

Bizim vicdanımız rahat...

Çünkü biz, Taraf dergisinden bu yana yaklaşık 20 yıldır bu adamın İslâmî misyona sahip bir lider değil, bir sahtekâr olduğunu haykırıp duruyoruz...

“Gerçek İslâm”ın yeni çağdaki, dil ve anlayış mihrakı olan İbda Fikriyatı mihengine vurulduğunda Fetullah’ın ve Fetullahçılığın ne olduğunu anlamak bizim için kolay olmasına karşılık; bizim dışımızdaki bütün İslâmî grup/cemaat/yapılanmalarda yakın zamanlara kadar hoşgörü ve himaye ile karşılanmasına duyduğumuz öfke ile zaman zaman sapla samanı birbirine karıştırmış olsak da, yukarıda belirttiğimiz ayırımı yapmayarak toptancı ve çok ağır hakaretamiz dil ve üsluplar kullanmış olsak da...

Kimse bizim bu tehlikeye, ta başından beri dikkat çektiğimizi inkâr edemez...

Arşivler ortada duruyor...

Dileyen gider bakar...

Yukarıda gördüğünüz Baran dergisi kapağı bile, tek başına, bu konuda çok şeyi ifade etmiyor mu?

O yüzden, 20 yıldır bu yayın çizgisinde yazılanları burada tekrar etmek yerine iki kısa iktibas yapalım...

***
Serdar Turgut’tan:

[ Fethullah Gülen cemaati o dönemde sıradan insanlara sahip çıkarak hem bizim modernleşmemizin sonucu olan büyük bir problemin patlamasını engelledi hem de cumhuriyetin oluşum biçimi nedeniyle yabancılaşmış olan insanların daha radikal fikirlere itilmelerini önleyici oldu. / (..)/ Bu açıdan bakarsanız ben cemaatte bir tehdit algılaması görmediğim gibi, yani Genelkurmay Başkanı'nın yaptığı tespite katılamıyorum. Aksine cemaatin varlığını bir güvence olarak görüyorum. Cemaat bir dönemden diğerine sancısız geçişi yani bir anlamda Türk modernleşmesinin sürekliliğini sağlamıştır./ (..)/Bu süreci, kuruluş felsefesi ve ekonomik zaruretler ile halkın değerlerinden koparak modernleşme sürecini başlatmış olan devletin tek başına başarması mümkün değildir. Cematin devlete yardımcı olması ihtimali vardır.] (4)

M. Şevket Eygi’den:

[ “Haçlılar, kriptolar, İslâm düşmanları şimdi yeni bir planı uygulamaya koymuşlardır.
Türkiye'ye İslâm gelecektir ama gerçek İslâm değil, onların istediği İslâm gelecektir.
Hattâ, Müslümanların başına bir Halife de geçirmeyi tasarlamaktadırlar. Kendilerinin istediği, kendilerine hizmet edecek fantoş bir halife.
İstedikleri İslâm nedir?
1. Fazlurrahman İslâm'ı. Bu konuda en büyük çalışmayı ve propagandayı Ankara Ekolü yapmaktadır.
2. Diyalog İslâm'ı.
3. Light, evcil, ılımlı, sulandırılmış İslâm.
4. Fıkıhsız, şeriatsız, mezhepsiz; beşerî bir ideoloji veya hümanizma haline dönüştürülmüş içi boş yeni bir İslâm.
5. Cihadsız bir İslâm.
6. Protestanlaştırılmış bir İslâm.
Tek cümle ile Siyonistlere, haçlılara, emperyalistlere, iç ve dış sömürgecilere zarar veremeyecek, aksine onların yararına çalışacak bir İslâm.
Maalesef bazı İslâmcılar bunları kabul etmişlerdir.]
(5)

****

“Yeni Dünya düzeni” insanoğlunun bugüne kadar gördüğü en kapsamlı, en şeytanî, en kirli projelerinden biri...

Belki de en büyüğü...

Hani kitaplarda “ahir zaman fitnesi” olarak geçen...

Ümmetin 1400 yıldır dehşetinden, şerrinden korunması için dualarında anmadan geçemediği büyük fitne...

Şeytan’ın son büyük fitnesi: “Deccaliyet”...

Acep bu mudur?

(devam edecek)

Dipnotlar:

4-) Serdar Turgut; “Cemaat cumhuriyetin sonucudur ve sorunlarının da çözümüdür” başlıklı makale, Akşam gazetesi, İstanbul.
5-) Mehmet Şevket Eygi’, “Ilımlı İslâm Tuzağı” başlıklı makale”, 14/04/2009, Millî Gazete, İstanbul


Kaynak: Baran

New York'lu Kadın: “Kocamı Fethullahçılara Kaptırdım Oğlumu Asla Vermeyeceğim!”-4-
Oğuz Gürses



“Yeni Dünya düzeni”, Şeytan’ın son büyük fitnesi olan “Deccaliyet”se...

Onun önemli bir ayağı olan Fetullah ve Fetullahçlığın, “gerçek İslâm”ın tam zıddını temsil ettiği de bir hakikat olur...

O Zaman da, New York’lu Kadın’ın, kocasını Fetullahçılara kaptırdığı için üzülürken de, oğlunu onlara kaptırmamak için direnirken de, -işin aslının farkında olmasa da- kötü bir şey yapmadığı ortaya çıkar...

***
“Hani insan,’Ya çocuğumun uyuşturucu kullanan arkadaşları olursa, çocuğuma musallat olurlarsa’ diye korkar ya, benimki de o hesap. Resmen uyuşturucudan beterler. Eve telefon açıyorlar, ‘Leyla Hanım, bilmem nerede kurban kesilecek, bize yardım etmek ister misiniz?’ diyorlar. ‘Hayır!’ diyorum, ‘Bize katılmak ister misiniz, hayır işi yapacağız?’ ‘Hayır’ diyorum, ‘Niye öyle diyorsunuz, gelin tanışalım, sizi ağırlayalım, bizi yakından tanıyın’ diyorlar. Yine ‘Hayır!’ diyorum. İnanılmaz yüzsüzler, hiç yılmıyorlar. Sinir bozucu olan da şu: Hep terbiye sınırındalar. Ama ben onlarla savaşacağım. Kocamı Fethullahçılara kaptırdım, oğlumu asla vermeyeceğim!” diye konuşuyor New York’lu Kadın ama...
Şunları bilmiyor...
Bir proje ne kadar büyükse, taşeron sayısı da o kadar fazladır...

O yüzden de Fetullah da, Fetulahçılık da, Fetullahçılar da tek değil...

Her ne kadar Fetullah bu projenin “dinci kanat”ının” ana taşeronu ise de...

O’nun yanında kendisine iş ihale edilmiş irili ufaklı alt teşeronlar da oldukça çoktur...

“Dinci kanat”ta AKP’sinden, DİB’ine...

Mezhepsizlik fitnesini yaygınlaştırmaya çalışanından, Sünnî memlekette Şia propagandası yapanına...

Mealcisinden, müteşeyyih/sahte şeyhine...

Çakma sofisinden, “çıplak/çapkın uyarıcı”sına kadar çok sayıda sapık taşeron...

“Yeni Dünya Düzeni”nin önündeki son müstahkem kale olan “Ehl-i Sünnet-Gerçek İslâm” kalesini yerle bir etmek için gece gündüz harıl harıl çalışmaktadır.

Bunların adı Fetullah ve sapık yollarının adı Fetullahçılık olmasa bile...

Fetullah ve Fetullahçılıkla aynı misyonu ifa ettikleri açık...

Bu misyonu ifa ederken de, böyle bir hali içlerine sindiremeyen bir çok namuslu-dürüst-vatansever insanın dinden, imandan, İslâm’dan nefret etmesini sağlayarak “karşı taraf”a yeni “eleman”lar sağlanmasına yardımcı oluyorlar... Veya “doğru yol”da yürüyenlerin zihinlerini bulandırarak pusulalarını şaşırtarak yoldan çıkarıyorlar...
***
Bir de onların “karşı taraf”taki simetrikleri/izdüşümleri/gölgeleri var...

New York’lu Kadın bunları da bilmiyor...

“Yeni Dünya Düzenin”in “dinsiz-laik kanat”ında olanlar...

Kendilerine “Liberal,-solcu-ateist-laik-çağdaş-ilerici-Atatürkçü/Kemalist-ilerici” etiketlerinden herhangi birini yapıştırdıktan sonra..

Dünyada ve ülkede başka dert yokmuş gibi...

Kafadan “Gerçek İslâm”a ve onun sembollerine/değerlerine/temel prensiplerine saldıranından... Fetullahçılığı veya onun “dinci” türevlerini bahane ederek “Gerçek İslâm”a olan kinlerini bu yolla sinsice kusanına kadar...

Yüzlerce renk ve tonda yüzlerce isim-cisim adı altında, tek müştereklikleri bu ülkenin dinine imanına, Allah’ına, Peygamberine, mezhebine meşrebine ibadetine, örtüsüne/türbanına, ahlâkına, kültürüne, örfüne adetine, giyim kuşamına dili ve edebiyatına kısaca “hayat tarzı”na ölümüne düşmanlıktan ibaret olan...

“Yeni Dünya düzeni”nin “dinsiz-laik kanat” taşeronları da aslında, bu saldırgan halleriyle halkı dinî alanda Fetullahçılığın siyasî alanda AKP’nin kucağına ittiklerinin pekâla farkındadırlar...

Yoksa 28 Şubat gibi, 1000 yıl sürecek “mutlu bir dinsizlik dönemi” müjdecisi olarak tankları sokaklara sürenlerin bu eyleminden...

AKP gibi bir “Yeni Dünya Düzeni”nin taşeronu “dinci” iktidar/eşbaşkanlık/stratejik ortaklık doğabilir miydi?..

Ve o karambolde kendini ABD’nin kanatları altına atan, köylü kurnazı, ezberci, bir küçük emekli TC vaizi; dünyanın en büyük melanet örgütlerinden birinin başı haline nasıl gelirdi?

Görünen o ki; bunlara, karşılıklı olarak “kötü adam” lık rolleri de ihale edilmiş...

Birbirlerine karşı Tecavüzcü Coşkun ve avenesi fonksiyonu da ifa ediyorlar.....

Hani her filmin sonunda seyircilerin alkışları arasında, “esas oğlan” tarafından yakalanıp eşşek sudan gelinceye kadar sopa yiyenler... Kurşunlananlar... Veya filmin ancak son karalerinde ortaya çıkan gerçek polislerin, kelepçeleyerek kodese tıktığı kötü adamlar gibi...

Baksanıza...

Adları Fetullah, işlerinin Adı Fetullahçılık, kendilerine verilen ad da Fetulahçılar değil...

Kendilerinin İslâm’la, imanla, Allah’la, Kitap’la, Peygamber’le ve müminlerle hiçbir bağ ve bağlantıları da yok... Hatta çoğu bunların hepsine de düşman ...

Ama Fetullah’a ve Fetullahçılığa ve AKP’ye en büyük katkıyı onlar sağlıyor... İnsanları Fetullahçılığın ve AKP’nin kucağına onlar düşürüyor... Fetullah’ı ve Fetullahçılığı ve AKP’yi onlar meşrulaştırıyor: Halkı denize iterek, bu yılanlara mecburen sıkı sıkı sarılmalarını temin ediyorlar...

Bunlar gerçek “Liberal,-solcu-ateist-laik-Kemalist” filan değiller; sadece etiketlerinde öyle yazıyor...

Meselâ CHP, Hürriyet gazetesi ve Cumhuriyet gazetesi gerçekten ne?

Solcu mu? Sosyal demokrat mı? Demokrat mı? Ateist mi? Laik mi? Faşist mi? Kemalist mi? Cumhuriyetçi mi? Miliyetçi mi? Halkçı mı? İlerici mi? Çağdaş mı? Devrimci mi? Liberal mi?

Ne?

Konjonktürel olarak emperyalizmin çıkarları hangi kılığa girmelerini gerektiriyorsa o...

Zaten bir partinin, bir gazetenin, bir kişinin, bir kurumun yukarıdakilerin hepsini birden aynı anda olması mümkün mü?

“Yeni dünya düzeninin “dinci kanat”ının dinle, imanla ilgisi nasıl göstermelikse, bunların da etiketlerinde adları yazılı fikir, felsefe ekolü, ideoloji,/dünya görüşüyle ile gerçek bir bağ ve bağlantıları yok...

Bu etiketleriyle, AB-D emperyalizminin “Yeni Dünya Düzeni” senaryosunda kendilerine düşen figüratif rollerini oynuyorlar... Senaryoda kendilerine hangi rol düşmüşşe, o rolün kılığına giriyorlar...
New York’lu Kadın’ın işin bu tarafını farkedemediği için, kocasını Fetullahçılara kaptırmanın öfkesiyle oğlunu da muhtemelen Fetullahçılığın öbür yüzü olan ÇYDD’lere ÇEV’lere SEV’lere kaptıracak ve muhtemelen onlar için ““Ben bunların ne niyetle bu hizmetleri verdiklerini bilmiyorum. Bu kadar iyi olmalarının sebebi nedir? Neden ülkenin her yerinde Ataevleri açıyorlar?Bu evlerde niçin kız ve erkekleri birarada yaşamaya zorluyorlar? Neden özellikle alevî, ateist ve Kürt ailelerin çocuklarına burs veriyorlar?, Neden özellikle küçücük çocukları, gençleri topluyorlar? Neden bir yandan kuduz bir İslâm düşmanlığı yaparken, öte yandan Hristiyan misyonerliği yapıyorlar?. Bu kadar parayı nereden buluyorlar?. AB, ABD ve kiliseler bunlara niçin para yardımı yapıyor” diye sorular sormayacak..
Onun yerine “bunlar ne iyi insanlar, melek gibiler” diye düşünüp çok sevdiği oğlunu kendi eliyle Fetullahçıların “dinsiz-laik kanat”ına teslim edecek...
Muhtemelen “Ben kimim ki; Laik-çağdaş-batıcı-AB-D’ci Hürriyet gazetesi benim söylediklerime sayfalarında yer veriyor?” diye de... “Haydi Hürriyet bunu yaptı diyelim: peki aynı röportajı Zaman gazetesi virgülüne dokunmadan niçin aynen iktibas ediyor?” diye de sormayacak...
Halbuki bu iki soruyu sorabilse, sadece bu soruların cevabı bile, Hürriyet’le Zaman’ın, aslında aynı kumpasın değişik maskeler takmış oyuncuları olduğunu ona kabak gibi/apaçık gösterebilirdi...
***
Kumpas çok büyük ve çok karmaşık... Anlaşılması ve aşılması kolay değil...

Baran dergisi bu yüzden “her kesimin samimilerine”, samimî olarak el uazatıyor...

Sayfalarını açıyor...

Tam bağımsız bir ülkede, özgür ve başı dik yaşayabilmek için ihtiyacımız olan “AB-D emperyalizmi ve onun taşeronlarıyla mücadelede millî birliğin” ancak böyle sağlanabileceğini gördüğü için...

New York’lu Kadın farkında değil ama; kendisinin de, kocasının da oğlunun da bir tek kurtuluş şansı var: Bu mücadeleden samimîlerin galip çıkması..

Kaynak: Baran

İSLAMİ CENAHTA NELER OLUYOR?
25 Temmuz 2008

İBDA-C adlı örgütü yakınlığıyla bilinen Baran Dergisi'nin 81. sayısında, Fethullah Gülen cemaatine karşı çok sert ifadelere yer verildi.

Salih Mirzabeyoğlu'nun sözlerinden sık sık alıntılar yapan Baran Dergisi Türkiye'nin tartıştığı başta Ergenekon Soruşturması olmak üzere olaylar hakkında ilginç değerlendirmelerde bulundu.

İşte Baran Dergisi'nin İslami cenahta çok tartışılacak değerlendirmesi:

"Türkiye'de ve bölgede yaşanan bu savaş, daha önce defalarca ifade ettiğimiz gibi, her gözün göremediği, her aklında kavrayamadığı taraflar arasındadır.

"Ulusalcılık", "Ergenekon" gibi isimlerle yapılan saldırılar, sadece savaşın gerçek taraflarını perdeleme gâyesi gütmektedir. Savaşın bir tarafının "küresel çapulcular" olduğu doğru olmakla beraber, diğer tarafının "ulusalcılar/millîciler" olduğu ifâdesi hakikatin perdelenmesine yöneliktir.

İslâmcılığı küreselciliğin içinde gösteren hin anlayış, ulusalcılığı/millîciliği de karşı tarafa yerleştirerek gerçek kutuplaşmayı gözden kaçırmaya çalışmaktadır. Ulusalcı/millîcilerin dine karşı malûm tutumlarını ön plana çıkarıp, İslâmcıların da, bunların dine karşı tutumlarına karşı olan tutumlarını istismar ederek yürütülmek istenen tek şey, Batı'nın İslâm Coğrafyası'nı talan etme operasyonunu saklama girişimidir.

Neticede, bu girişimin sahipleri ne ulusalcı/millîcidir, ne de İslâmcı! Bilakis, din ve vatan düşmanı yasadışı Fetullah-Talabani-Barzani Örgütü'ne mensub Deccal Komitesi'nin kadınlı-erkekli bir avuç işbirlikçileridir.

Ergenekon iddianâmesi hazırlanır hazırlanmaz yasadışı bu örgüt tarafından dergimiz BARAN'a karşı başlatılan plânlı saldırı girişimlerini, devam etmekte olan savaşın "gerçek tarafları" zaviyesinden değerlendirmek gerekir.

Bütün bu hususlar gözönüne alınarak herkesin "İslâmcı"lığını, "vatansever"liğini, "anti-emperyalist"liğini, "millîci"liğini, "hak ve hürriyet mücadelesi"ni yeniden gözden geçirmesi bu süreçte kendini dayatmaktadır.
Odatv.com

Serdar Akinan
Vitrin Müslümanları

Dünya tam anlamıyla bir değişimin arifesinde...
Obama'nın paketi işe yarayacak mı? Bu kritik sorunun yanıtını yıl sonuna kadar göreceğiz...
Olumsuz hali Bretton Woods'un iflasıdır.
Yani küresel düzen değişir. Kaldı ki ben bu sürecin başladığına inananlardanım.
Temel iktisat tezi nedir?
'Kaynaklar sınırlı, ihtiyaçlar sınırsızdır.'
Üretimin ve tüketimin geldiği boyut ortada.
İnsanı, insanlığı ve yerküreyi mahvetme noktasına getirdi.
Oysa bu tez gerçekte tam tersidir.
'Kaynaklar sınırsız, ihtiyaçlar sınırlıdır.'
Sosyologların ilkel kabileler üzerine yüzyıl başında yaptığı bir araştırmada insanların 'modern' insanlara nispetle çok daha az çalıştığı ispatlandı. Yılda bir ay...
İnsanın köleleştiği bir çağda yaşıyoruz... Bunca savaş, soykırım, açlık, adaletsizlik, kirlilik ve ahlaki çöküşlerin temel sebebi seçilen iktisadi yoldur.
Neo-liberalizmin vahşeti; silah tekelleri, ilaç ve gıda şebekelerinin küresel hegemonyası dünyayı ve insanlığı açmaza soktu.
İnsan nerede?
Işıl ışıl bir dünya şeklinde sunulan bu fotoğraf karesinde neredesiniz?
Manevi dünyamız bir çölü andırıyor.
Ruhlarımız o çölde bir yudum su peşinde.
Ruhumuz ondan geldi ona dönecek. Suskun bir izleyici gibi bekliyor.
Egomuz ise krallığını ilan etmiş... Bu sahte alemin kölesi olmuş bir kral... Kör ve sağır.
Kalbimiz suskun ve yapayalnız.
Gönlümüzde bir farkındalık yaratarak çölü ummana çevirecek aşk nerede saklı?
Düşünün. Nasıl bir hayat döngüsü içindeyiz?
Hazlar içinde yüzen tek başına insanlar olduk. Tüketen ve tükenen insanlar...
Her sabah yorgun argın yatağından kalkan, saatlerini tıkalı trafikte harcayan, ne uğruna ne ürettiğini bilmeden manasızca koşturan, anlam haritaları olmayan, sevgi yerine şüphe içinde yüzen yığınlar var etrafımda...
Mutsuz ve umutsuz ruhlar...
Dünya dönüşüyor... Bu coğrafya insanlığa binlerce yıl ne sundu?
Bu dönüşümün arifesinde, çözümün tepeden inmeci küresel iktisadi formüllerde değil, bireyden yükselen bir formülde yattığını anlamalıyız.
Evrene sığmayan ve bir insanın kalbine sığabilen tek şey nedir?
Her şey...
Devleti yıkmanın yolu egomuzu yok etmekle mümkün. Gücü aşkta saklı...
Yani bireysel reddiyeyle başlayan bir pratik küresel bir zaferle nihayetlenir.
Bir değişime ihtiyaç var. Ve, olacak...
Vitrindeki Müslümanlar bunu başaramaz. Çünkü onlar vitrindeler.
Vitrin kapitalizme ait bir semboldür. İktidarı istediler. İktidar onları vitrine koydu...
Şebek oldular.
Bunu başaracak mümindir.
Okuyan, dinleyen, paylaşan, dayanışan, anlaşan, anlayan mümin...

Akşam

Fetullah Gülen'e,Mehmet Talu Eleştirisi
16 Temmuz 2010
Anadolu Haber

Milli Gazete yazarı Mehmet Talu`dan bir ay gecikmeyle Fethullah Gülen eleştirisi geldi: "İsrail`e insanî yardım götüren barış filosunun asıl amacı az bir yardımı muhtaç Filistinlilere ulaştırmak değil, İsrail`in zalimane ambargosunu delmekti. Müslümanlar için büyük bir tuzak olan Vatikan patentli Dinler arası diyalog taraftarı İslamî kesimden bazıları, ne yazık ki: "Bu iş için İsrail`den izin alınmalıydı.dedi"

İsrail`e insanî yardım götüren barış filosunun asıl amacı az bir yardımı muhtaç Filistinlilere ulaştırmak değil, İsrail`in zalimane ambargosunu delmekti. Müslümanlar için büyük bir tuzak olan Vatikan patentli Dinler arası diyalog taraftarı İslamî kesimden bazıları, ne yazık ki: "Bu iş için İsrail`den izin alınmalıydı. İsrail`in sözlerine itaat etmek, onları da kırmamak lazım." diyorlar. Bu, asla ve kat`a doğru değildir. İsrail ne zaman izin verdi ki? Böyle bir şey olabilir mi? Boyun eğmek izin almak asla ve asla olmaz. Ayrıca bazı Müslümanların İsrailin ekmeğine yağ sürecek böyle beyanlarda bulunmalarını anlamak mümkün değildir. Kalbi Müslümanlardan yana olan kimselerin İsrailin ekmeğine yağ sürecek beyanlarda bulunmaması gerekir. Çünkü onlar mazluma yardıma giderken şehit oldular, gazi oldular.

Mavi Marmara barış ve insanî yardım gemisi İsrail`e değil, Gazze`ye gidiyordu. Açık deniz olduğu için bölge İsrail`in egemenliği altında da değil. Binaenaleyh oraya gidebilmek için İsrail`den izin istemesi ve alması gerekmezdi. Gazze, İsrail toprağı değildir, Gazze İsrail tarafından idare edilmemektedir. Orada bir meclis bir Filistin hükümeti vardır, Filistin bayrağı dalgalanmaktadır. Bu sebeble Gazze ambargosunu kırmak için yola çıkmış olan yardım gemilerinin İsrail devletinden izin istemeleri gerektiği iddiasının hiçbir tutar tarafı yoktur. Ayrıca İsrailden izin almak demek onun Gazze üzerindeki hâkimiyetini ve zulmünü kabul etmek, meşrulaştırmak demektir.

Yardım gemileri oraya niçin gidiyorlardı? Siyonist devletin inatla sürdürdüğü; hukuka, ahlâka, insanlığa, vicdana, adalete aykırı bir ambargoyu kırmak için... Gazze halkı işkence, baskı, sıkıntı, yokluk içinde yaşamaktadır.

Orada küçük bir toprak parçası üzerinde bin bir çile ve sıkıntı içinde yaşayan din kardeşlerimize, gıda maddeleri, ilaç, inşaat malzemesi v.b. insanî yardım göndermek için niçin İsrailden izin alacakmışız?

Hıristiyanlar Gazzelilere acıyor, Siyonist olmayan Yahudiler acıyor... Bir kısım Müslümanların acımaması doğru mudur?

Hele hele `Otoriteden izin alın, başkaldırmayın. İsrail Onay`ı almadan hareket etmek, otoriteye başkaldırıdır.` Cümlesi. Böyle bir cümleyi hiç bir şeyden haberi olmayan eçhel biri söylese anlardık..

Ama İslamî kesimden bazıları söyleyince azda olsa şaşırdık. Bu sözlere doğrusu çok üzüldük, inşALLAH bu haber yanlıştır, temennisinde bulunduk. Fakat ne yazıkki gerçekmiş. İşte Dinler arası diyalog semeresi...

İslam dini Müslümanların, din düşmanlarını dost ve velî edinmelerini kabul etmez. Müslümanların kâfirlere benzemesini kabul etmez. İslam dini, Allah katında tek hak din olduğu konusunda müşareket yani ortaklık kabul etmez.

Siyonist ideoloji Museviliğe bile zıt ve aykırıdır. İslam dini, Müslümanların Siyonistlerle ittifak ve işbirliği yapmalarını uygun görmez. İslam`ı ve Müslümanları yeryüzünden kazımak isteyen aşırı ve militan Evangelistlerle işbirliği yapılmasına İslam izin vermez.

Buna rağmen ülkemizdeki bazı kimselere göre Siyonistler de ehl-i necat ve ehl-i cennetmiş... FesubhanALLAH! Cennet senin babanın çiftliği mi ki, açmışsın kapısını içine kefereyi dolduruyorsun?

Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizi inkâr ediyorlar... Kur`an-ı Kerim`i kabul etmiyorlar... İslamı hak din olarak görmüyorlar... Müslümanları ehl-i necat ve ehl-i Cennet kabul etmiyorlar...

Filistin halkına kan kusturuyorlar ve Cennetlik oluyorlar. Tekrar FesubhanALLAH!..

AKP'li Bakanlık Osmanlı'dan Kalan Camiyi Kilise Yaptı!

Kültür ve Turizm Bakanlığı büyük rezalete imza attı. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü; Bursa'nın İznik ilçesinde bulunan, Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün cami olarak tanımladığı Ayasofya'yı resmi yazışmasında kiliseye çevirdi ve 7 yüzyıl ibadet edilen Ayasofya Camii'nde Hıristiyanların ayin yapmasına izin verdi.

28 Ekim 2010

Ayasofya Camii, kilise olarak kullanılmakta iken, Osmanlı Devleti'nin ikinci padişahı Orhan Gazi tarafından 1331 yılında camiye çevrilmiş, bu amaçla kullanılmak üzere Mimar Sinan tarafından gerekli değişiklikler yapılarak tamir edilmişti. Ayasofya, tapu, imar ve eski eser kayıtlarında cami olarak kayıtlı bulunuyor.

ALMANLAR İSTEDİ

Alman yetkililer; Federal Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulf ve eşinin Türkiye'yi ziyaretlerinden önce St. Paul Kilisesi'nde ayin yapılması konusunda Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan izin istedi. Bakanlık, söz konusu talebi inceledi ve 20 Ekim 2010 tarihinde Alman yetkililere bilgi yazısı gönderdi. Bakanlık, Bursa ili İznik ilçesindeki Ayasofya Kilisesi'nin, ayin yapılmasına izin verilen mekanlar olarak belirlendiğini açıkladı!

BAKANLIK AYASOFYA'YI KİLİSE YAPTI!

Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdür Yardımcısı Abdulkadir Karaoğlu, tarafından gönderilen yazıda, şöyle denildi: “Ülkemizdeki bazı kutsal mekanların inanç turizmi kapsamında Hz. İsa'nın doğumunun 2000. yılı münasebetiyle hac yeri olarak tanıtılması ile ilgili olarak (...) kurumlara bildirilmiştir.

Bu doğrultuda kültür turizminin yanı sıra alternatif olarak inanç turizminin de geliştirilmesi amacıyla Dışişleri Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve bakanlığımızca konu ele alınarak İzmir İli Selçuk ilçesindeki Meryemana Kilisesi ile St. Jean Bazilikası, Kapadokya'daki Derinkuyu Ortodoks Kilisesi, Kaymaklı Kilisesi, Göreme Kılıçlar Kilisesi, El Nazar Kilisesi, Ürgüp Mustafa Paşa Konstantin Eleni Kilisesi, Avanos Dereyamanlı Kilisesi, Antakya'daki St. Pierre Kilisesi, Antalya ili Derme beldesindeki St. Nikola Kilisesi (Noel Baba Müzesi) Mersin İli Tarsus ilçesindeki St. Paul Kilisesi, Isparta ili Yalvaç ilçesindeki St. Paul Kilisesi, Manisa ilindeki Sardes Örenyeri, Bursa ili İznik ilçesindeki Ayasofya Kilisesi ve Konsül Sarayı ile Denizli ili Laodicea'daki kiliseler gerekli bakım, onarım, düzenleme ve restorasyon çalışmaları yapılarak, ayin yapılmasına izin verilen mekanlar olarak belirlenmiştir. Söz konusu mekanlarda ilgili valiliklerden önceden izin alınması kaydıyla ayin, dua, dini içerikli sempozyum vb. gibi etkinliklerin düzenlenmesi uygun görülmektedir.”

KAYITLARDA CAMİ

Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın kilise olarak tanımladığı Ayasofya, Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün mülkiyetinde bulunuyor. Dönemin Vakıflar Genel Müdür Yardımcısı Ruşen Balta, Ayasofya Camii'nin müze olarak kullanılmak üzere Kültür Bakanlığı'na tahsisine onay vermemişti. Ruşen Balta, 13 Şubat 1995 tarihli yazısında, söz konusu alanın tapu, imar ve eski eser kayıtlarında cami olarak kayıtlı bulunduğuna dikkat çekmişti.

Söz konusu yazıda; 2762 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 10 maddesinde; tahsis edildikleri maksada göre kullanılmaları gerektiğine dikkat çekilerek, “Bu bakımlardan, söz konusu Ayasofya Camii'nin müze olarak kullanılmak üzere Kültür Bakanlığı'na tahsisi mümkün olamamaktadır” denildi.

TAPU SENEDİNDE DE CAMİ

Ayasofya Camii; Bursa'nın İznik ilçesi Mahmut Çelebi Mahallesi Atatürk Kılıçaslan Caddesi'nde yer alıyor ve tapusu 1331 yılında kurulan Orhangazi Vakfı'na ait... Tapu senedinde, söz konusu alanın niteliği, “Ayasofyayı Sağir Cami ve Arsası” olarak gösteriliyor.
YENİ AKİT

Gavurluğa davet eden cemaat
Muharrem Bayraktar
28 Haziran 2012

Çoktandır önümde bekleyen önemli bir cemaat mevzuuna ancak bugün sıra geldi. Okuyunca inanamayacaksınız. Şok olacaksınız. Ben de çok şaşırdım, araştırdım, isim isim, yer yer ayrıntılara ulaştım. Olayın meydana geldiği ülkede olaya şahit olan kişileri buldum ve sonunda da bu yazıyı yazmaya karar verdim.
Yazımda hiçbir isme yer vermeyeceğim. Hepsinin ismi- cismi bende mevcut.
Önemli bir cemaatin önemli isimlerinden biri. Uzun süre Giresun ve Çorum’da bölge sorumlusu olarak görev yaptı. Yaptığı “hizmet” çalışmalarında başarılı olunca yurt dışında bir göreve atandı. Görev yeri Romanya idi. Romanya’da da hizmete devam etti. Okuluyla, Türkçe şarkısıyla, türküsüyle hizmetin her alanına uzandı.
Bir gün Romanya hükümetinin bir bakanının oğlu, bu cemaatin Romanya’daki bu “önemli abisini” buldu. Bakanın oğlu “Müslüman olmak istiyordu.” Bu arzusunu cemaatin abisine söyledi. “Bana nasıl Müslüman olunacağını söyleyin, Müslüman olayım” dedi.
Cemaatin Romanya’daki abisi, Müslüman olmak isteyen bu gence Kelime-i Şahadet’i mi anlattı zannettiniz?
Yanıldınız!
“Cemaatin abisi” konumundaki kişi bu delikanlıya “hayır” der, “Sen Müslüman olma. Hıristiyan olarak kal! Zira bizim burada hizmetlerimiz var. Senin baban önemli bir insan. Senin Müslüman olduğunu duyulursa hizmetlerimiz zarar görür.”
Romanyalı delikanlı da “gâvur” olarak yaşamaya devam eder.
Böylece bu “İslami cemaat”; dünyanın her yanına “hizmet” getirme iddiasında olan bu cemaat, kendi menfaatleri uğruna insanların gâvur olarak kalmalarına vesile olur.
Ne diyelim.
Bu kadar yazdık, anlattık, konuştuk, bizi hep önyargılı olmakla suçladılar, “iftira atıyorsunuz” dediler.
Şimdi “hizmetin” şarkı-türkü faslını aşıp alenen gâvurlaştırma çalışmasına döndüğünün örnekleri geliyor önümüze.

http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel%2C12002123%2Fgavurluga-davet-eden-cemaat%2Fmuharrem-bayraktar


En son Ekim tarafından Cum Hzr 19, 2009 8:35 pm tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum May 08, 2009 11:30 pm    Mesaj konusu: FETULLAH GÜLEN'E SORDU:BiZi NiYE KANDIRDINIZ? Alıntıyla Cevap Gönder

08 Mayıs 2009 Cuma
FETULLAH GÜLEN'E SORDU:BİZİ NİYE KANDIRDINIZ?

Bir süre önce Zaman gazetesinden ayrılıp Gazete Haberturk'e transfer olan Nihal B. Karaca, 'Gülen Cemaati'nin sözcüsü' konumundaki Hüseyin Gülerce'nin Star gazetesinden Fadime Özkan'a verdiği röportaja cevap verdi. "Sistem içi bülten" dediği Zaman gazetesinden ayrılan Karaca, artık 'cemaatle' organik bir bağı kalmadığından olsa gerek, Fethullah Gülen'in 'Başörtüsü füruattır' şeklindeki fetvasına gecikmeli de olsa bu röportaj üzerinden cevap verdi. "Ben 'şimdilik kendini kurtarmış' gibi olabilirim, bir kaç türbanlı 'bakan karısı' olarak yırtmış olabilir. Peki o zaman bu kadar türbanlı geç kız sormaz mı? Madem hiç de şart değildi bu başörtüsü, o zaman bizi niye yediniz, niye kandırdınız? Bıraksaydınız o zaman, hepimiz Nazlı Ilıcak gibi olsaydık, derdiniz neydi?"

İşte Nihal B. Karaca'nın hem cemaati, hem de Zaman gazetesini Hedef alan sözleri...

GAZETECİLER ve Yazarlar Vakfı Başkanı Hüseyin Gülerce, Star gazetesinden Fadime Özkan'a Gülen hareketi ile ilgili bir beyanat vermiş. Oldukça tatmin edici bir beyanat. Gülerce, ABD'de ikamet eden Gülen Hoca'nın nasıl yaşadığı, ne zaman döneceği, Ergenekon davası, Türkiye'deki demokratikleşme zemini ve Gülen'in bu zemine kattığı artılar, Gülen'in eğitim hayatına ve Türkçe'yi bir dünya dili yapma çabasına ilişkin hasbi çabaları konusunda bir hayli bilgi veriyor.

Gülen'e duyduğu sevgiyi gayet samimi ifadelerle anlattığı bölüm, özellikle çarpıcı. Gülen'i yakından tanımayanlara ve sempati duymayanlara, "Ne buluyorlar bu adamda hiç anlamıyorum" diyenlere, "Hayatta her şeyi anlamak zorunda değilsiniz" gibi bir cevap oluyor o sevgi.

SİSTEM İÇİ BÜLTEN

Aynı zamanda bir tabuyu yıkıyor. Gülen'i sevmenin neredeyse suç olduğu, Gülen'e sempati beslemenin ayıplanır bir şey haline geldiği bir ülkede, çok az kimse sevgisini bu kadar samimi ve bu kadar gerçekçi bir tonlama ile aktarmayı başarabilmiştir. Sistem içi bültenden değil, geniş bir kitlenin okuduğu Star gazetesinden bahsediyoruz çünkü. "Herkes görecek, hiiii" endişesi taşımadan, eteğinde taş saklamadan konuştuğu için takdir ediyoruz.

"BU KENDİMİ TUTMUŞ HALİMDİR"

Ama bu takdirin bir sınırı var. O sınır, başörtülü kadınların "kendilerini aldatılmış hissettiği" yerde başlıyor. Bu satırları okuduğunda, okursa tabii, hiç alınmasın, bilsin ki, bu kendimi tutmuş halimdir. Kendimi "aman ters bir cevap alırım" endişesiyle de tutuyor değilim. Zira bilirim ki Zaman gazetesi geleneğinde lâf dalaşına girme, polemiğe heves etme türü şeyler hoş karşılanmaz. Edeptendir. Bir kadınla polemiğe girmek ise hiç ama hiç hoş karşılanmaz! Hem edeptendir, hem kibirden...

HÜSEYİN GÜLERCE ÇYDD YETKİLİSİ GİBİ...

Gülerce, Fadime Özkan'ın F. Gülen'in 28 Şubat döneminde başörtüsüyle ilgili yaptığı "füruattır" açıklaması üzerine sorduğu soruya şöyle bir cevap veriyor:

"Füruat demek, öncelikli değil demektir. İslam'ın şartı 5, imanın şartı 6. Burada başörtüsü var mı, yok... Sayın Gülen, bu minval üzere konuşunca toplumdaki tansiyon düşüverdi. Hiç unutmuyorum, Nazlı Ilıcak, gazetesinde 'Sayın Gülen'i tanımıyorum, bu sözü ilk defa duydum ve ilk defa kendimi İslam dairesinde hissettim' diye yazdı"...

Şimdi ben günlerdir, bir din, hem de halis bir dindar tarafından, nasıl bu kadar "indirgenebilir" hale getirilir, ve Gülen'in 28 Şubat döneminde belki birtakım toplumsal endişelerle yaptığı bir açıklama, nasıl bu kadar hoptirilaylaylom bir tefsire maruz kalır, onu düşünüyorum ve anlamakta zorlanıyorum. Sormazlar mı, "Sayın Gülerce, 'emri bil ma'ruf nehyi anil münker' yahut 'dini tebliğ' iyiliği yayma, kötülükten caydırma da İslam'ın 5 şartı arasında değil, ama Kur'anda çok anlam yüklenilen bir meseledir, nasıl yani?" diye.

Sormazlar mı, "Allah'a şirk koşmak, yani dünyevi mevzuları, dünyevi arzu ve tamah nesnelerini, dünyevi otoriteleri Allah'ın ilahlığı ile yarışacak denli önemli saymak imanı yer bitirir, ama elimize tutuşturulan bu 'imanın 6 şartı' adlı reçetede 'şirk'ten bahsedilmez bile" diye.

Sayın Gülerce'ye sormazlar mı, "Dünyanın dört bir yanında okul açmak da İslam'ın, ya da imanın şartlarından biri değil, o zaman niye yapıyoruz ki bunları?" diye.

ÜMMETE KAKALANAN EMEVİ-ABBASİ YAKLAŞIMI

Gülerce'nin Emevi-Abbasi döneminde uydurulan ve ümmete kakalanan, Kur'anın mesajını hükümden düşürüp İslam'ın yaşanışını birkaç kalem ibadetle ve birkaç temel esasla sınırlama amacı güden bu yaklaşımı benimsemesi çok tuhaf. Çünkü bu argüman, Türkiye'de, Gülerce'nin röportaj boyunca şikayet ettiği kesimin, dinden ve dindarlardan nefret eden ve dini yaşantının kısıtlanmasını talep eden kimselerin kullandığı argümanın aynı. Onlar da "İslam'ın şartı 5, bunların arasında başörtüsü yok" diyorlar. İleri gidip, Kur'anda başı da örtmeyi gerektiren bir tesettür emrinin olmadığını da söylüyorlar, ilahiyatçı olmadığım için emin olduğum bir şey var: Nur suresi 30-31 ve Ahzab suresi 59. ayetler "Baştan aşağı örtünme" konusunda yeterince açık.

"Efendim, ben başımı boynumun altından başlatıyorum, demokrasi var" gibi çocuksuluklar teskin edicidir, insanı rahatlatır, ama gerçek değildir. İnanın buna, çünkü dini modernizme uyduracağız diye tepinip duran ilahiyatçılardan değilim. Acı gerçekleri görebilen herhangi biriyim.

Kur'an emrediyor, inkar etmemek şartıyla bu emri yerine getirmeyebilirsin emri yerine getirmemen, yahut gerektiği şekilde yerine getirememen, bu satırların yazarı gibi nefesinin kıytırıktan tesettüre yetiyor olması ya da türlü türlü bahanen olabilir, "Allah affetsin" dersin ve kendinden umudu kesmeden devam edersin.

Doğru, Allah'ın rahmeti sonsuz, dilerse hayatı boyunca her melaneti işleyen, ama tek bir kere içtenlikle/samimiyetle "Allah" diyeni affedebilir. Ama bu durum ayrı şey bu durumdan yola çıkarak, "hem zaten İslam'ın şartları arasında da yok" şeklindeki hava boşluğunu "rasyonalize etmek", bu tutumu "akılcılaştırmak" başka şey.

BEN 'YIRTMIŞ' GİBİ GÖRÜNSEM DE BAZI TÜRBANLILAR BaKAN KARISI OLSA DA BU TÜRBANLI GENÇ KIZLARIN GÜNAHI NEYDİ?

Kaldı ki bu ülkede inandığı gibi yaşamak, örtünebilmek isteyenlere engel olanlar herhalde "Allah'ın rahmeti" gerekçesiyle yapmadılar bunu. Yüzbinlerce genç kızın hayatı mahvoldu, olmaya da devam ediyor. Bir Nihal Bengisu Karaca'nın şimdilik "yırtmış" gibi görünmesi, birkaç babadan kalma sermayenin, işyerinin başında durup hasbelkader "iş kadını" görüntüsü veren başörtülünün "kaliteli" bir yaşam sürüyor olması, bir miktar başörtülünün "bakan karısı" filan olmuş olması, yüzbinlerce kadının içe dönük, kocaya bağımlı, eğitimsiz ve ekonomik özgürlükten "muaf" bir hayata mahkum kaldığı gerçeğini hükümden düşürecek değil. Haa tabii, sonuçta bu "kadının meselesi", öyle değil mi?

Herşey bir yana, bu kızlar çıkıp demezler mi, "Madem hiç de şart değildi bu başörtüsü, o zaman bizi niye yediniz, niye kandırdınız? Bıraksaydınız o zaman, hepimiz Nazlı Ilıcak gibi olsaydık, derdiniz neydi?" diye... Tamam. Sustum.

"Rabb'in Aciz Kulu" Fetullah Gülen'den "Pek muhterem Papa Cenapları"na



Pek muhterem Papa Cenapları,

Üç büyük dinin doğum yeri olarak bilinen toprakların dünyayı daha iyi yaşanabilir bir mekan kılma yolundaki kutsal misyonumuzu tam manasıyla bilen Türk halkından size en içten selamları getirdik. Yoğun gündeminizde bize zaman ayırarak sizinle müşerref olmayı bahşettiğiniz için zat-ı alilerinize en derin kalbi teşekkürlerimizi sunarız.

Papa 6. Paul cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinler arası Diyalog İçin Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik. İslam yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bunda en çok suçlanacak olan Müslümanlardır. Uygun bir yerdeki vakitli bir gayret bu yanlış anlamanın büyük oranda azalmasına katkı sağlayabilir. Müslüman dünyası, İslam'ın asırlarla ölçülen yanlış algılanmasını silip atacak bir diyalog imkanını bağrına basacaktır.

Beşeriyet, çelişen görüşler ortaya koydukları gerekçesiyle, zaman zaman bilim adına dini, din adına da bilimi inkar etmiştir. Bilginin tamamı Allah'a aittir ve din Allah'tandır. O halde bu ikisi nasıl çelişebilir? İnsanlar arasında anlayışı ve hoşgörüyü artırmaya yönelik dinler arası diyaloğa yönelik ortak gayretlerimiz çok iş görebilir.

Kendi memleketimizde şimdiye kadar çeşitli Hıristiyan mezheplerinin liderleriyle diyalog içinde olduk. Bu naçiz gayretlerin boşa çıkmadığını acizane ifade etmek isteriz. Amacımız bu üç büyük dinin inananları arasında hoşgörü ve anlayış yoluyla bir kardeşlik tesis etmektir. Bizler bir araya gelmek suretiyle sözde medeniyetler çatışmasının gerçekleşmesini görmek isteyen yolunu şaşırmış ve şüpheci kimselere karşı dalgakıranlar gibi, isterseniz bariyerler gibi deyin, karşı durabiliriz.

Geçen yıl bazı ünlü uluslararası bilim adamlarının katıldığı medeniyetler arası barış ve diyalog konulu bir sempozyum düzenledik. Bu gayretin başarısından aldığımız teşvikle bu tür etkinlikleri tekrarlamak istiyoruz. Halihazırda üç büyük dinin bağlıları arasındaki bağları güçlendirmeye yönelik olarak dinler arası diyalog konusunda Vatikan'ın da temsil edileceğini ümit ettiğimiz bir konferans düzenleme sürecinde bulunuyoruz.

Yeni fikirlerimiz varmış iddiasında bulunmuyoruz. Yine müsamahanıza sığınarak, bu misyonun hedeflerine yakından hizmet etmek için üstlenmek istediğimiz birkaç teklifte bulunmayı arzu ediyoruz. Hıristiyanlığın üçüncü bin yılına girişi münasebetiyle yapılacak kutlamalar vesilesiyle Ortadoğu'daki Antakya, Tarsus, Efes ve Kudüs gibi bazı kutsal yerlere müşterek ziyaretleri içeren birçok etkinlikler önermek istiyoruz. Bunu Sayın Cumhurbaşkanımız Demirel'in, cenaplarının ülkemizi ziyaretine ve mezkur kutsal mekanları göstermeye davetini tekrarlamak için bir fırsat addediyoruz. Anadolu halkı size misafirperverliğini göstermeyi ve şevkle selamlamayı hararetle beklemektedir. Filistinli liderlerle diyalog kurmak suretiyle Kudüs'ü birlikte ziyaret etmemize davetiye çıkarabiliriz. Bu ziyaret bu mübarek şehri Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanların, hiçbir kısıtlama, hatta vize dahi olmaksızın serbestçe ziyaret edebileceği uluslararası bir bölge olarak ilan etme gayretlerine yönelik dev bir adım teşkil edebilir.
Üç büyük dinden liderlerin işbirliği ile, ilki Washington DC'de olmak üzere muhtelif dünya başkentlerinde bir konferanslar serisinin gerçekleştirilmesini teklif ediyoruz. İkinci serinin zamanı için Hz. İsa'nın doğumunun 2000. yıldönümü ideal olabilir. Bir öğrenci değişim programı da çok faydalı olacaktır. İnançlı genç insanların birlikte eğitim görmesi birbirlerine yakınlıklarını artıracaktır. Öğrenci değişim programı çerçevesinde üç büyük dinin babası olduğu ikrar edilen Hz İbrahim'in doğum yeri olarak bilinen Urfa şehrindeki Harran'da bir ilahiyat okulu kurulabilir. Bu, ya Harran Üniversitesi'ndeki programların genişletilmesi suretiyle ya da üç dinin ihtiyaçlarını da temin edecek şumullü bir müfredata sahip bağımsız bir üniversite şeklinde gerçekleştirilebilir. Önerilen programlar aşırı büyük işler gibi algılanabilir; ama bunlar erişilmez değildir. Dünyada iki tip insan vardır. Bazıları kendilerini topluma adapte etmeye çalışır. Diğer bazıları ise topluma uymaktansa toplumu kendi değerlerine adapte etmek ister. Toplum bütün ilerlemeleri bu ikinci tip insanlara borçludur. Onları yarattığı için Rabb'e şükürler olsun.

M. Fethullah Gülen
Rabb'in aciz kulu
9 Şubat 1998

Diyalogdan maksat Hristiyanlaştırma çıktı!
Vatikan ve Papa, Türkiye'den hukûkî statü istiyor: Türkler'in hristiyanlaştırılması için orada olmalıyız


02 Şubat 2009 P Papa 16. Benediktus, Roma Katolik Kilisesinin "Türkiye'deki sorunlarının çözümü" için bir ikili komisyon oluşturma arzusunda olduklarını açıkladı.
Roma Katolik Kilisesinin lideri Alman Papa 16. Benediktus, bu isteklerini, Türkiye'den gelen Katolik piskoposlarını bugün Vatikan'da kabulü esnasındaki konuşmasında dile getirdi. Papa, "Umut ederiz ki örneğin bir ikili komisyon aracılığıyla daimi temas imkanı sağlanabilir" dedi.
Anadolu Papalık Temsilcisi Luigi Padovese başkanlığındaki heyete seslenen Papa, Roma Katolik Kilisesinin Türkiye'de halen hukuki bir statüye kavuşturulmadığını ve kilisenin mal varlığına ilişkin sorunlar bulunduğunu belirterek, "Cemaatinizin sorunlarına çözüm bulmak için sizlerin yetkililerle samimi bir diyaloğa hazır olduğunuzu biliyorum. Katolik Kilisesine ve mal varlıklarına hukuki bir statü kazandırılması da bu sorunlar arasında. Bu hukuki statünün tanınması, herkes için iyi olacaktır" diye konuştu.
Konuşmasında Türkiye'yi ziyaretine atıfta bulunmayan Papa 16. Benediktus, 5 Şubat 2006'da Trabzon'da bir cinayet sonucu öldürülen İtalyan papaz Andera Santoro'yu ismen andı.
Papa, Türkiye'nin Hristiyanlık tarihi açısından önemli bir coğrafya olduğunu da söyledi. Günümüz Türkiye'sinde insanların "İncil ile muştulanmaları" açısından Katoliklerin mevcudiyetlerini sürdürmelerinin önemine değinen Papa, "Peder Andrea Santoro gibi kimi kez hayatlarını da feda ederek, Mesih sevgisine oralarda tanıklık etmiş olan tüm Hristiyanları da burada saygıyla anmak istiyorum" diye konuştu.
16. Benediktus, konuşmasında, "Ekümenik Konstantinopolis Patriği" olarak nitelediği Fener Rum Patriği Bartholomeos'un geçen aylarda Vatikan'da düzenlenen piskoposlar konferansına katılmış olmasından memnuniyet duyduğunu da ifade etti.

netgazete

14 Mayıs 2009 Perşembe
"Güç ve İktidar Kavgası"
AHMET N. GÜVENER

Ak Parti’li politikacıları bile rahatsız edecek ölçüde pervasız bir tavırla kadrolaşmakta olan bu cemaatin hedefi, Türkiye’nin iktidarını elde etmektir.Bu sözler Boyut Haber yazarlarından AHMET N. GÜVENER'e ait.Yazar Ahmet Güvener, Gülen grubunun amacını şu cümlelerle özetled....İşte O yazı:

Gülen cemaatinin tek amacı siyasi güç ve iktidardır.
Ne zaman Fethullah Gülen cemaatinin tarzını ve siyasî manevralarını eleştiren bir yazı kaleme alsak, derhal düğmeye basılmış gibi standart eleştiri ve yorumlarla karşılaşıyoruz. Ne denilmekte bu eleştiri ve yorumlarda: Nasıl olur da siz Fethullah Gülen gibi bir din alimini eleştirirsiniz? Soru kökten yanlış. İslam tarihinde görüşleri eleştirilmeyen kaç İslam alimi var acaba? Peki Fethullah Gülen hazretleri onlardan daha mı büyük? Kaldı ki biz Fethullah Gülen’i, vaazlarında naklettiği bilgilerden ötürü mü eleştiriyoruz?
Gelin durumu özetleyelim: Fethullah Gülen’in başını çektiği bir cemaat, İslâmî hassasiyetlerle yıllar yılı hareket ettikten sonra belli bir güce erişmiştir. Bu süreçte, kimi siyâsî kombinasyonlar içinde bulunmuş, İslâmî hassasiyete sahip bir topluluktan ziyâde, güç peşinde bir lobi gibi hareket etmiştir. Çeşitli güç grupları arasında denge siyaseti güden cemaat bir gün, güç konusunda fazla öne çıkmış, siyasetin en tepesine tırmanmak ve iktidarı büsbütün elde etmek için atılgan bir tavır içine girmiştir. İşte cemaatin o günü, bu gündür.
Fethullah Gülen ve cemaati açıkça güç mücadelesi içindedir. Bunu yaparken de, bir İslâm sûfisi gibi veyâ bir ahlakçı gibi davranmaktan ziyâde, basbayağı partizan ve militan bir tutum içindedir. Tuhaf olan şu ki, partizan ve militan tavrın dibini bulan cemaat mensupları, kendilerine yönelik her eleştiride, cennetle müjdelenmişlere özgü bir zırh arkasında olmaları gerektiği pozuna bürünüvermektedirler. Senin aradığın iktidar ve güç iken, bu gücü elde etmek için hiçbir sınır tanımadan saldırıyorsan, ben ne diye sana peygamberlerin hak ettiği saygıyı göstereyim ki? Eğer istediğin güç ve iktidarsa, bu istek için her türden manevraya girişiyorsan, ben de sana yanlış gördüğüm yerde niye eleştiri yöneltmeyeyim ki?
Fethullah Gülen cemaati şu an açıkça Ak Parti’den yanadır ve bu partinin iktidarını son haddine kadar istismar etmektedir. Ak Parti’li politikacıları bile rahatsız edecek ölçüde pervasız bir tavırla kadrolaşmakta olan bu cemaatin hedefi, Türkiye’nin iktidarını elde etmektir. Fethullah Gülen cemaati, bu uğurda önlerine çıkan her engele bütün gücüyle ve ahlakî sabitelere boş vererek saldırmaktadır. Bürokraside kadrolaşan Gülen cemaati, kendilerinden olmayan herkesi yokluğa mahkûm eden bir taassup içindedirler. İslâmî hassasiyetlere sahip olan fakat Gülen’e biat etmemiş herkes, bu cemaatin ayrımcılığı karşısında şaşkınlık içindedir. Türkiye’de İslâmî cemaatler ilk kez böyle bir ayrımcı ve güç tapıncına ayarlı tavırla karşı karşıyadırlar.
Gülen cemaatinin son hamlesi, Saadet Partisi ve genel başkanı Numan Kurtulmuş aleyhine kampanyalara girişmek oldu. Ortodoks Patriği’ne, Hahambaşı’sına, Süryani liderine, eski Maocu yeni Gülen’ci liberallere gösterdikleri hoşgörüyle çelişen bir öfkeyle Saadet Partisi’ne ve Numan Kurtulmuş’a saldırmaktadırlar. Sebep basit: Güç ve iktidar kavgası. Herhalde bu saldırıyı da, Asr-ı Saadet ahlakıyla telif etmezler!
Sorun, Numan Kurtulmuş’un Cumhuriyet gazetesine röportaj vermesi imiş. İyi de pek muhterem cemaatçi arkadaşlar, sizin gazetenizde yer verdiğiniz her türden gayrı-millî ve Batı’cı adamdan yer kalsa da, Numan Kurtulmuş’a bir yer verseniz de, memleket aydınlansa. Üstelik anlaşılamayan şu, Ak Parti’li pek çok dostumuz bile Numan Kurtulmuş ismine sıcak bakarken, size ne oluyor? Yoksa siz, Numan Kurtulmuş’u kullanamayacağını bilen ABD’li dostlarınız adına mı kaygılanıyorsunuz? Sizin aranız daha iyidir onlarla. O ABD’li dostlarınıza deyin ki, Numan Kurtulmuş’tan ve Saadet Partisi’nden kaygılanmakta çok haklılar. Çünkü Saadet Partisi, ABD emperyalizminin ve onun yerli işbirlikçilerinin canına okumaya kararlıdır. Ha bu arada, şunu da unutmamak lazım: ABD kullandığı hiçbir gruba ve kişiye daha sonra hayat hakkı tanımamıştır. İşi bittikten sonra o grupları ve kişileri kullanıp atmıştır.
Son olarak belirtmekte fayda var: ABD desteğiyle iş görmüşlere yönelen hiçbir tasfiyede taraf olmayacağımı, bu kesimden bir zaman sonra yükselmesi muhtemel “yetişin ey Müslümanlar“ çağrısına aldanmayacağımı ve bu imdat arayışına “eden bulur” diye mukabelede bulunacağımı şimdiden ilan ederim.

BOYUTHABER.COM

TESETTÜR AYRINTI DEĞİLDİR
Mehmet Şevket Eygi

İMANIN şartları 6, İslâm'ın şartları 5'tir demek, onlardan başka şart olmadığı manasına gelmez. İmandaki 6, İslâm'daki beş şarttan maksat ana, temel, en esaslı şartlardır. Bunlardan başka şartlar da vardır:

1. Kur'ân'daki bütün muhkem kesin farzları, emirleri, yasakları kabul etmek.

2. Peygamber Efendimizin bir tevâtür yoluyla ulaşmış bütün kesin emirlerini, yasaklarını kabul etmek.

3. Allah'a, Resulüne ve "bizden olan" ulü'l-emre itaat etmek.

Adalet de İslâm'ın şartlarındandır. Adaletin din şartlarından olmadığını kim iddia edebilir?

Erkekler ve kadınlar için tesettür-i şer'î de şarttır. Çünkü tesettür Kitab, Sünnet, icmâ-i ümmet ile kesin bir farzdır.Münkiri mürted olur.

Cihad fî sebilillah da İslâm'ın şartlarındandır.

Kadınların tesettür için, o İslâm'ın şartı değildir, füruattır, ayrıntıdır demek son derece yanlış ve tehlikeli bir söylemdir. Tesettürün iki vechi vardır:

Birincisi imanla, inanmakla ilgilidir. Mü'min, tesettür emrinin Kitab ile, Sünnet ile, icmâ-i ümmet ile farz olduğuna inanacaktır.

İkincisi uygulamakla ilgilidir. Mü'min, tesettürün farz olduğuna inanmalı ve bunu hayatına, hayata uygulamalıdır.

Bu uygulamayı yapmaz ise tesettüre iman ettiği taktirde büyük günah işlemiş olur. İnanmazsa küfre düşer.

İslâm'daki bütün farzların, haramların, kesin emirlerin ve kesin yasakların inançla ilgili tarafları vardır. Onların farz, haram, emir, yasak olduğuna inanmak...

Şeriat hükümlerine, fıkha asla ayrıntı denilemez.

Din dilinde füruat başkadır, lügavî bakımdan teferruat (ayrıntılar) başkadır. İslâm'ın füruatı, teferruat değildir.

Namazın farz olduğuna inanılacak. Onu kılabilmek için fıkıh kitaplarındaki füruata ait bilgiler öğrenilecektir.

Akaid, fıkıh, tefsir, hadîs, ilmihal kitaplarında yazılı olan kesin farzlara, haramlara, emir ve yasaklara teferruat demek, şayet bu kelime ile o hükümler hafife alınıyor, önemsemezlik yapılıyorsa son derece tehlikeli ve vahim bir durum mevzuubahistir. Böyle bir şeyden Allah'a sığınırız.

İslâm'ın en önemsiz ve küçük görünen kesin hükümleri bile kutsaldır. Onlara hürmet edilmelidir, onlar asla küçümsenmemeli hafife alınmamalıdır.

Tesettür-i şer'î nedir?

İnanılması gereken kesin bir emirdir.

Bir farz-ı ayndır.

Kutsal bir hükümdür.

İslâm'ın ve Ümmet'in şiarıdır, bayraklaşmış bir sembolüdür.

Kesinlikle önemsiz bir ayrıntı, bir teferruat değildir.

Bunları bilmek ve söylemek için âlim olmak gerekmez. Bu bilgiler tevâtür derecesine ulaşmış kesin hükümlerdir.

İslâm'da kadınların başlarını örtmesi gerekmediği iddiası, koyu bir cehalete veya kötü niyete makrun bir hezeyandır.

Cumhur-i ulema ve ehl-i sünnet ve cemaat yolunda giden hiçbir Müslüman böyle bir hezeyan sarf etmez.
/..)
Şer'î tesettür ikiye ayrılır: Birincisi, vücudunu gereği gibi örtmek. İkincisi, namahrem erkeklerle ihtilat etmemek. Bu ikinci tesettürü bilen azdır.

Her amelde olduğu gibi tesettürde de niyet önemlidir.

Muhadderat-ı İslâmiye'nin (Müslüman kadın ve kızların) Allah rızası için örtünmeleri gerekir.
Milli Gazete

Sezai Dilbilen
Bir İmaj Cemaati: Fetullahçılar -2-

Peki, ama Fetullah Gülen bu gücü nasıl elde ediyor, bu sümüklünün zerre miktarı keyfiyet addeden potansiyeli yokken, nasıl oluyor da yüzlerce okul, dershane ve şirket ile 25 milyar doları bulan bir ekonomik gücün, bürokrat atamalarına karışan, milletvekili atayan! bir siyasi ortamın göbeğinde bulunuyor.
Bunun için ipucu aramaya bile gerek yok. Çünkü her şey ayan beyan ortada ve apaçık ilerliyor. Ortada Fetullah yok FTÖ var. Fetullah bu iş için görevlendirilmiş remz şahsiyet. Kadir Mısıroğlu ‘Gurbet İçinde Gurbet’ adlı kitabında kendisine gelen bir MİT mensubunun, Diyanet İşleri Reisi bile yapabilecekleri bir hoca arayışına girdiklerini ve bunun için kendiside dâhil bazı kimselere teklifler götürüldüğünü ancak geri çevrildiğini, döndürüldüğü söyler fakat biri müstesna; Fetullah Gülen “Simdi anlıyordum ki, buldukları adam Fetullah Gülen’di. Fakat o sıralarda Fetullah Gülen sapı silik bir adamdı. Bunu nasıl becerebilecekti?!... İşi takip ettim. MİT güdümlü olarak nasıl nafiz bir mevkiye getirildiğine safha safha şahit oldum...”. 1980 öncesinden günümüze kadar süregelen bir oluştan bahsediyor Mısıroğlu. Hatta eserinin bir yerinde 12 Eylül’ün bir numaralı destekçisi olmasına rağmen mağdur edebiyatı ile gözden kaçmaya çalışan fetullah’ın hangi dalavereler içinde olduğunu da deşifre edici şu beyanda bulunuyor. “...Adalet eski Bakanı İsmail Müftüoğlu’na Fetullah Gülen’in duvar ilanlarıyla arandığı hengam da O’nun adamlarından biri gelerek; “Siz eski bir bakansınız!.. İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi bizim hocamız için yakalama kararı çıkarmış. Fotoğrafı, aranan bir cani gibi duvarlara asılmış. Lütfen İzmir’e kadar gidipte bu meseleyi halletseniz olmaz mı?” ricasında bulunmuşlar. O da bu maksatla İzmir’e gitmiş. Başsavcıyı ziyaret etmiş. Odasında Albay rütbesinde Misafir bulunduğundan meseleyi açmayıp havadan sudan konuşarak albayın çıkıp gitmesini beklemiş. Fakat vakit ilerlediği halde o, 86 87bir turlu kalkıp itmiyormuş. Bundan dolayı istemeye istemeye meramını açıklayınca, O albay söze karışarak: “İsmail Bey!..” demis, “Siz eski bir bakansınız, bu işleri bilmeniz lazım! Beni galiba tanıyamadınız. Siz, Eskişehir’de Kadir Mısıroğlu’nun avukatlığını yaparken ben o mahkemede yüzbaşı rütbesiyle hâkimdim. Adım Kerim Gunday, buraya kadar boşuna zahmet etmişsiniz. Bu yalandan alınmış bir karardır. Fetullah Efendi’yi kimsenin aradığı yoktur. Yakalama kararının da O’na bir zararı dokunacak değildir...” demiş.( Kadir Mısıroğlu, Gurbet içinde Gurbet,190)
Şimdi bütün bunlara bakıp kendinize tevil ve yorum kapıları açmanıza imkân vermemek için Fetullah’ın 3 Temmuz 1995’te TRT Ateş Hattı[6] programında Reha Muhtar’ın sorularına verdiği cevaplara bakın, aklınızda soru işareti kalmasın.
Reha Muhtar: 12 Eylül döneminde yeraltındaki illegal örgütler ortaya çıkarıldı. Adı üstünde askeri yönetim. Hemen hemen her şey ortaya çıkarıldı. Siz askeri yönetim döneminde bile yıllarca Türkiye’deymişsiniz. Hiç dışarı çıkmamışsınız. Türkiye’de kalabiliyorsunuz. Yakalanmıyorsunuz. Aranıyorsunuz. O dönemde şartlar ne olursa olsun aranıyorsunuz. Epey güçlüsünüz galiba istemezlerse yakalayamıyorlar sizi?
Fethullah Gülen: Meselenin bir yanı şudur: Benim inançlarım açısından yakalanmama gayretimin yanında birisi tarafından sanki yakalatmama gibi bir şey de oldu. Yoksa isteselerdi yakalarlardı. Ya böyle arayanlar çok ciddi yürekten aramadılar. Eğer o işte de ihlâs söz konusu ise ihlâslı aramadılar. Veya böyle ben bazen yanlarından teğet geçtim, görmedikleri de oldu. Hatta asker kışlalarına gidiyor, dostları, arkadaşları ziyaret ediyordum, askeriye beni ararken. Hatta bazı askeri kışlalarda bazı komutanlar resimlerimi bile yapıştırmışlardı.
Reha Muhtar: Efendim 12 Eylül döneminde altı yıl boyunca aranıyorsunuz. Sonunda Burdur’da yakalanıyorsunuz. Sonra serbest bırakılıyorsunuz? Devlet makamlarında bazı yakınlarınız, dostlarınız mı var? Burdur’da daha sonra İzmir’de bırakmak istiyorlar. İzmir o işe girmek istemiyor. 6 yıl boyunca da yakalanmıyorsunuz. Tabii dönem askeri dönem şartları. Sizin bu konudaki hissiyatınız nedir?
Fethullah Gülen: O zamanın başbakanı Sayın Turgut Özal’la eskiden planlamada iken bir mümaresemiz vardı. Başbakan olduktan sonra da hiç görüşmemiştik. Zaten ben aranıyordum. Ona da birşey bulaştırmak istememiştim. Başbakan o olunca Yıldırım Akbulut da Dâhiliye vekiliydi zannediyorum. Valiyle, emniyet müdürüyle bir kısım teşebbüsleri olmuş olabilir. Başbakan Turgut Özal ve İçişleri Bakanı Yıldırım Akbulut vali ve emniyet müdürü ile konuşmuş olabilirler. Bizim ifademizi alıyorlardı. İkindiye doğru “bunları biz aramıyoruz, İzmir’e gönderin, bize İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı’nın aradığını bildirmişlerdi” dediler. İkindiye doğru bizi İzmir’e aldı getirdiler. Oraya gece vardık. Yanımda komiserler vardı, İzmir emniyet binasına girince oradaki nöbetçi müdür “sizi biz aramıyoruz” dedi. Sonra siyasi müdürler, belki emniyet müdürü de geldi. Sonra dediler ki, sizi İzmir dışına çıkaracağız. Sizi aramıyoruz. Orada bir protokol imzaladılar. Sonra ben oradan İstanbul’a geldim.”
Ne protokolü neyin protokolü, ulusal ajanlara has bir protokol mü? Kimse, yakalayan ben olmayayım diye başkasına topu atıyor, işin içinde CIA ajanlığı mı var? Bu korku neden, ABD’den mi korkuluyor? Hem bu aranma nasıl aranma ki aynı zamanda 25 Kasım 1980’de tayini Çanakkale’ye çıkıyordu.(tr.gulen.com)
Peki, fetullah bu noktaya nasıl geldi?
ABD Sovyet yayılmacılığını önlemek ve uluslar arası kapitalist çıkarını muhafaza etmek amacıyla CIA kontrolünde Komünizmle Mücadele Derneğini kurdurmuştu. Bu dernek vasıtası ile hem Müslümanların enerjileri harcanarak kontrol edilecek hem de ABD’nin Asya’da ki ve Türkiye’de ki çıkarları sağlama alınacaktır. Fetullah Gülen, Cemil Çiçek gibi birçok isim bu derneğin üyesiydi. Sovyetlerin yıkılmasından sonra kendisine yeni konsept olarak İslamı düşman seçen Batı, İslam’a karşı savaşını fiziki manada sürdürdüğü kadar fikri manada da sürdürme kararı aldı, Demokrasi projesi veya demokrasi ihracı şeklinde 80’lerden itibaren beliren proje, zaman içerisinde İslamı içten ifsat etme, içten yıpratma ve mensuplarını fikirsiz protestanlaştırma eğilimi içerisine sokma faaliyetlerine döndü. İşlevini yitirmesi beklenen Kominizmle Mücadele Dernekleri ise kurucu üyelerinin CIA tarafından akredite edilenleri vasıtası ile Radikal İslam’la Mücadele unsurları haline dönüştürüldü.
Her dönemde adı farklılaşan bu proje şimdilerde Ilıman İslam adı olarak anılmaktadır. Ilıman İslam projesinin gayesi, Müslüman dünyayı bölmek, kendisine yönelik politik bir tehdit haline gelen radikal İslam’ı yalnızlaştırmak ve yok etmektir. Bu nedenle, söz konusu Projenin sonuçları ılıman İslamı temsil edenlerin iktidara getirilmesi ve Batıya entegre olmayı kabul etmeyen, Batıyla savaşa devam eden ve emparyalizme karşı duruşunu emperyalist unsurlara saldırı şeklinde gösteren İslam devrimcilerini ve vatansever güçleri ezmek, sindirmektir. Dolayısıyla bu proje etrafında bir araya gelen Batıcı güçlerin; Mit’cisi , Mossad’ı, CIA’sı vs. son bir hamle ile bu taşerona bel bağlamış ve ABD’nin güvenliğini, Türkiye Müslümanlarının satışını bunlara ihale etmişlerdir.
Burada şunu anmakta fayda var. Tuncay Güney’in Mit mensubu olduğu iddiası ve FTÖ ekibi ile uzun süre beraber çalışmış olması ve farklı farklı ortamlara görevlendirilmesi her halde bir tesadüf değildir. FTÖ örgütlenmesi içerisinde bu tipleri maskeleyecek muhakkak ki saf, samimi insanlar mevcut olacaktır, ancak örgütü yönlendirici hareket ettirici kişiler bu maskenin ardında görevlerini ifa edeceğinden mevzu hep örtülü ve gizli kalacaktır.

Görevli fetullah, sadece MİT’le irtibat halinde değildi, aynı zamanda MOSSAD’la da güçlü ilişkileri ve istihbarat alışverişleri vardı. Öyle ki siyasilerle görüşmeleri, uluslar arası lobilerle iletişimlerini bu kişiler aracılığı ile sağlıyordu. Burada, ifadelerimde fetullah sağlıyordu derken onun Bir Siyonist-Haçlı Projesinin parçası olduğu unutulmalıdır. Çünkü esas olan bu projenin etkinliğinin ve gücünün artırılmasıdır. Dolayısıyla ifadelerim fetullah için böyle ortamlar sağlanıyordu şeklinde anlaşılmalıdır.
Birkaç misal; Orgeneral Çevik Bir, TBMM Başkanı Çetin ve Dışişleri Bakanı Cem’den sonra Fethullah Gulen ile görüştü... 55 Yahudi örgütünü temsilen Türkiye’de bulunan 59 kişilik (AYOBK) Amerikan Yahudi Örgütleri Başkanları Konferansı Heyeti, Fetullah Gülen’in Türkiye’deki ve yurtdışındaki çabalarını önümüzdeki yüzyılın ‘Barış’ asrı olması acısından önemsediklerini ve söz konusu projeye büyük ilgi duyduklarını belirttiler... Görüşmede; Gülen’in, ABD’nin en etkili Yahudi Lobisi olan “ADL’nin (Anti-Defamation League) teklifiyle hazırladığı “hoşgörü ve diyalogla ilgili kitap” da gündeme geldi. Gulen, İngilizce olarak hazırlanan kitap üzerindeki çalışmalarının tamamlanmak üzere olduğunu, bittiğinde insanların hizmetine sunacağını söyledi. Kitap, ADL tarafından basılarak dünyanın dört bir yanında dağıtılacak...”
(10.03.1998, Zaman)
ADL malum, içinde birçok lobi, dernek gibi örgütleri ve mafya çetelerini barındıran güçlü bir İsrail örgütü. Ve temel gayesi dünya üzerinde ki Yahudi hâkimiyetini pekiştirmek ve Yahudi karşıtlığını azaltmak. Şimdi şu soruyu sormak lazım madem Fetullah İslam devleti peşinde, bu yahudilerin Fetullah’a bu kadar ilgilerinin, bu kadar övmelerinin, bu kadar desteklerinin sebebi ne? Yahudiler kafayı mı yedi de bizim haberimiz mi yok!
Gülenin Yahudi veya Hıristiyan olup olmadığına ya da herhangi bir mason örgütüne üye olup olmadığında dair henüz elimizde yeterince bilgi ve belge yok. Ama bir gerçek var ki; bütün Yahudi, Hıristiyan ve Mason dernekleri, örgütleri elbirliği vermiş, seferber olmuş Fetullah’a (FTÖ’ye) hizmet etmekteler. Misaller:
28 Şubat Terör’ünün Müslümanlar üzerinde işkenceye döndüğü bir dönemde, 1997’de verimli işçi statüsünü sağlamlaştırmak için ABD’ye giden Gülen, Ulusal İstihbarat Konseyi’nin eski Başkan Yardımcısı CIA ajanı Graham Fuller’in aracılığı ile Amerikan Merkezi İstihbarat Örgütü’nün (CIA) Ortadoğu Masası şefi ile gizlice görüşmeler gerçekleştirdi Graham Fuller uzun zamandır F.Gülen ile yakın ilişki içerindeydi. Bu dostlukları Kominizmle Mücadele Dernekleri’ne (80’den sonra Demokrasi Projesi adını aldı) dayanmaktaydı. İlerleyen dönemler de bu dostluk samimi bir birliktelik ve dava arkadaşlığı halinde sürdü. Bugün Timaş yayınların Graham Fuller’in etkisi önemli çaptadır. Yazdığı eserlerin birçoklarında ise Gülen hareketinin bir numaralı destekçisi olmuş ve sırf bu sebeble ‘Yeni Türkiye Cumhuriyeti’ adlı FTÖ projesinin belirginleştiren eser yazmıştır.
Tabi sadece Graham Fuller değildi Fetullah’ı (FTÖ) pazarlayan ve önünü açan. Mark Paris gibi Gülen’in, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Yakın Doğu ve Güney Asya Bölümü sorumlusu ve eski ABD büyük elçisi de vardır. Bu ismi Süleyman Demirel’i Fetullah Gülen ekibi tarafından organize edilen Hoşgörü Ve Diyalog ödülü töreninden, Süleyman Demirel’i Fetullah Gülen’in elinden Şükran Plaketi almaya ikna eden adam olarak hatırlarsınız. Bir başka isim; ABD’nin önde gelen think-tank kuruluşu Carnegie Vakfi’nin eski Başkanı ve ABD’nin en faal gruplarından Yahudi Lobisi’nin de önde gelen isimlerinden Abramowitz. Bu kişilerin sayesinde AB-D’de birçok kapı kendisine açılmış ve yine bir çok kişiye AB-D politikalarına karşı güvence verilmiştir. Bunu Fetullah bir röportajında şöyle ifade ediyor. “Kasım Gülek, Fethullah Gülen’le çok iyi dostluk ilişkileri içinde bulundu. Gülen, Kasım Gülek’le sık sık görüşürdü. Vefatı üzerine bu eski dostunun cenaze namazını kıldırmıştı. Fethullah Gülen’e sorduk: ‘Amerika, sizlerle ilgili referansı merhum Kasım Gülek’ten mi aldı?’ Gülen bu konuda şunları söyledi: ‘Kasım Gülek beyin baldızı Amerika’daydı. Yani Pentagon’la irtibatları vardı. Eğer kendisine değişik platformlardan, Beyaz Saray’dan sormuşlarsa ‘Bunlar nedir?’ diye, o da ‘Endişe edilecek bir şey yoktur’ demiştir, referans vermiştir.” (Yeni Yüzyıl gazetesi, 21 Ocak 1998) Kasım Gülek bildiğiniz gibi CHP millet vekili ve azılı bir İslam düşmanı, Moon tarikatının Türkiye sorumlusu olduğunu saklamayan bir adam. Peki bu adamın ilişkiler ne boyutta, kimlerle irtibat halinde, bunun için Gülen ilişkide olduğu kişilere bakmak yetiyor. 1992 yılında ABD’ye gittiğinde, Kasım Gülek’in Amerikan Ordusu’nda albay olarak görev yapan, daha sonra şüpheli bir şekilde ölen baldızı Aylin Rodomisli ilişkiye geçiyor ve onun aracılığıyla Pentagon ve CIA ile görüşmelerde bulunuyor. Burada yine bir ekip çalışmasında bahsediyoruz sayısı 10–15 arası bir ekibin faaliyetinden bahsediyoruz.
İşte Fethullah Efendi kurduğu bu ilişkiler sonucunda, 30 Kasım 1994’te Başbakan Tansu Çiller ile 20 Mart 1995’te Bülent Ecevit ile 10 Mayıs 1995’te zamanın TBMM başkanı Hikmet Çetin ile, 15 Mayıs 1995’te Mesut Yılmaz ile ve 1997 yılı Kasım ayında Vatikan’ın İstanbul temsilcisi Georges Marovitch, Kadim Süryani Katolik Cemaati Metropoliti Yusuf Çetin, Süryani Katolik Patrik Vekili Yusuf Sağ ve Kadim Süryani Cemaati Piskoposu Samuel Akdemir ile görüşmeler yaptı. 1996 yılında Asya Finansın açılışı yapıldı ve açılışa Başkan yardımcısı sıfatı ile Tansu Çiller katıldı. İstanbul Merkez kampusünde bulunan Fatih Üniversitesi, 08 Kasım 1996’da dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından açıldı. Aynı törene Alpaslan Türkeş’te iştirak etmişti. Fetullah Gülen, 11 Haziran 1997’de ABD’de önemli bir Musevi örgüt olan ADL başkanı Abraham Foxman ile görüştü. Bu görüşmeden sonra ADL başkanı Foxman, Kardinal John O’Conner ile Fetullahı bir araya getirip görüştürdü.1998 yılı Ocak ayında Ramazan ayı’nda Alarko grubunun iftarına katılmış ve Ramazan Bayramında Papa 2. John Paul kendisine özel bir bayram mesajı da göndermeyi unutmamıştı. Vatikan’a gitmeden zamanın başbakanı Ecevit’le de özel bir görüşme yaptı.
Tarih aralıkları, Müslümanların üzerine 28 Şubat Terör saldırılarının artırıldığı, Müslümanların canlarına, mallarına kastedildiği, siyasi arenadan hakiki Müslümanların izinin silinmeye çalışıldığı bir dönem olması projenin büyüklüğü ve alçaklığın seviyesini göstermeye yeterde artar bile.
F Tipi Balans;
Ergenekon Operasyonu
Sistem imaj yenileme derdinde, bütün dünyada bir imaj yenileme telaşı var. Obama ile Amerika kendi içinde bir imaj yenileme pozisyonu alırken diğer yandan kapitalizm ve sömürü düzenin ileri gelenleri dünya genelinde bir imaj yenileme derdindeler. Ekonomik kriz kadar sosyal buhranda ha patladı ha patlayacak durumda. Bu patlamanın kimleri helak edeceği ise bedahet halinde. Durum böyle olunca dünya çapında bütün emperyalist güçler ve onların işbirlikçileri yeni yüz, yeni tasarım fakat eski ruhla, dünya insanlarının önüne yeniden çıkmayı denemekteler. Türkiye emperyalistleri açısından da durum farklı değildir, bakmayın bu sahte kutuplaşmanın tarafları arasında ki cedelleşme ve şiddet gösterilerine. Bunlar AB-D İsrail çıkarlarında hem fikirdir, aralarında ki kavga efendisinden elde edeceği daha yağlı bir kemik içindir. Düzenlenen F Tipi operasyonlar çöken sistemi kurtarma ve başka 'EL'lere geçmemesi işbirlikçi FTÖ'nün elini güçlendirme ve imajını kuvvetlendirme operasyonlarından başka bir şey değildir, bu operasyonlar neticesidir ki, binlerce insan AKP nezdinde İslâm beklentisine girmiş ve radikalleşmemişlerdir. İmaj operasyonları her iki taraf içinde psikolojik amaç gütmektedir. Ringe anlaşmalı çıkan boksörlerin, ring boyunca taraftarları coşturma adına, şiddetin dozunu artırıp show yapmaları, 'mış' gibi kavga ile çok şiddetli dayak yiyormuş gibi davranarak heyecan atraksiyonları yaşatmaları misali bir şeydir bu.
Hem, en has adamlarından homoseksüel Tuncay Güney ne demişti: "Eskiden Gülen, Ergenekon'un bir alt yapılanmasıydı. Zamanla onu geçti. Emniyet'te güçlendi. 28 Şubat sonrası Ergenekon, Gülen oluşumunu tasfiye kararı aldı. Şimdi Gülen'le Ergenekon arasında çatışma var." Dememiş miydi? Demişti değil mi Hüseyin Gülerce. Burada sorulacak zarif bir soru var. Hüseyin Gülerce'nin bu yapılanma içerisinde görevi nedir, dini kökeni nedir, gayesi amacı nedir. Neşe Düzel Taraf Gazetesinde Röportaj yapmış bu adamla. İlginç anekdotlar var inancına, ahlakına ve amacına dair. Buyurun; "Dindar insanlar olarak bizim iki önemli problemimiz var. Birincisi, İslâmi bir şuurlanma sürecine girdik. Yani dinin özünü anlama, şekli ikinci plana atma süreci bu. Mesela Fethullah Gülen başörtüsü füruattır dedi. Yani, dinin öncelikli meselesi değildir dedi. Diyelim ki başörtüsüyle kalp kırıyorsunuz. Ben kalp kırmamanızı tercih ederim demektir bu. İkinci meselemiz de, demokratikleşme. Bir yandan AB süreciyle demokratikleşmeyi savunuyoruz, diğer yandan da eşcinsellerin evliliği gibi bu süreçte bizim dinen tasvip etmediğimiz pek çok meselenin karşımıza çıkacağını biliyoruz. Orada bir sıkıntı yaşıyoruz. Ayrıca siz isteseniz de istemeseniz de, demokratikleşmeyle birlikte bayanların toplumsal hayata daha çok katılmaları yaşayacağınız bir vaka olacak. O zaman bizim kadınlarımızı da daha çok görecekseniz hayatın içinde. Yani demokratikleşme, kadının görünür olmasını bize hazmettirecek, kabul ettirecek. Mesela bu camianın okullarda öğretmenlerinin, hastanelerde doktorlarının başı açık. Çok dindar olan eşleri bunu bir problem yapmıyorlar. Bizim camiamızda da, diğer dindar insanlar arasında da hayatın içindeki başı açık kadınların sayısı artıyor."(03.12.2007, Taraf) Hadiseye bakın Allah aşkına, bir siyasi parti lideri, devletin herhangi bir kademesinde etkinliği olan bir bürokrat gibi konuşmasına bakın. Ve dillendirdiği ideallerine ve kadınları hoşgörü ile soyundurma girişimlerine bakın. Laik kesimin zorla yapamadığını bunlar yumuşak yumuşak yapıyor.
(devam edecek...)

Kaynak: Baran dergisi

Serdar Akinan
Cemaat'te 'Gizli bir yapılanma' mı var?

Bundan bir süre önce SKYTURK ekranlarında Cüneyt Özdemir'i konuk ettiğim bir program sırasında konu 'Cemaat''e gelmişti.
Cemaat konusunda oldukça yetkin bir isim olan Utah Üniversitesi'nden Prof. Dr. Hakan Yavuz yayınımıza bağlanmış ve belli tespitlerde bulunmuştu.
Prof.Yavuz, o programda
iki çarpıcı tespitte bulundu:
1. Cemaat, Opus Dei'leşti (Opus Dei: 2.8 milyar dolar serveti, 15 üniversitesi, 97 teknik okulu, 36 ilköğretim okulu olan, Vatikan'ı ve Papa'yı yücelterek Kilise'yi ikinci planda gören, halen Vatikan'da ve Katolik dünyadaki en etkili ve örtülü, laik yapılanma)
2. Fethullah
Gülen Hocaefendi 28 Şubat'ta, ''Türban Füruattır (İkincil önemdedir) diyerek pozisyon almıştır.
Zaman Gazetesi'nden Hüseyin Gülerce ise o sırada yayınımıza bağlanarak bu tespitlere neden
katılmadığını anlatmıştı.
Bu yayından bir süre sonra Prof. Hakan Yavuz Türkiye'ye geldi ve bu kez onunla baş başa bir başka program yapabildik...
O programda da 'Gülen hareketi''nin yeni pozisyonuna ilişkin çarpıcı tespitlerde bulundu.
Yayın sonrasındaki sohbetlerimizden ve sonrasında olgunlaşan bilgilerden süreci kendimce okudum ve şu çıkarsamaları yaptım:
1.Cemaat yurtdışında ciddi bir sıkışmaya giriyor. Hollanda'da, Azerbaycan'da ve ABD'de de (Obama ekibi eski ajandayı terk ediyor) cemaate karşı, 'karar vericiler'' arasında yeni bir zihinsel pozisyonlama oluşuyor.
2. Ergenekon süreci toplumda derin bir bölünme yarattı. Bir kesim, cemaatin bu soruşturmayı etkilediği hatta yönettiği kanaatinde... Bu süreci Avrasyacı bir kanadın tasfiyesi olarak görüyorlar. Cemaatin ise bu tasfiyede taşeronluk yaptığı inancındalar... Bu algı uzun vadede, birçok nedenden ötürü, harekete çok ciddi zarar verebilir.
3. Fethullah Gülen, cemaat içindeki belli isimlerin bazı inisiyatifler oluşturduğunu fark etti. Harekete zararlar verildiğini ve öncelikle 'hızla değişen küresel süreçten ötürü'' bu inisiyatiflerin kısıtlanması gerektiğini gördü.
Bu arada cemaatin en etkili mecrası Zaman Gazetesi'nde Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı açılım kıvamında şu tespitleri yaptı:
(...)Her kurumda olduğu gibi TSK'nın içinde de suça karışanlar olabilir. Bu soruşturma TSK'nın itibarını zedelemeyeceği gibi aksine itibarını artıracaktır. TSK içinde faaliyet gösterdiğini kendi belgelerine açıkça yazan örgütün faaliyetlerinden bahsederken, 'sözde TSK içinde faaliyet gösteren' dememizden daha doğal ne olabilir? Örgütle TSK'yı özdeşleştirmemek için 'sözde' kelimesini kullanıyoruz. Türk ordusunu korumak, TSK'yı istismar edenlere mi kalmıştır?(...)
(...)Ordusuna şehitlik, gazilik bahşeden, kışlasına 'peygamber ocağı' diyen bu millet, Silahlı Kuvvetler'in kışlasından çıkarak siyasetle iştigal etmesini istemez. Asker ne zaman siyasete bulaşsa vatandaşın yüreği ağzına gelir. Çünkü tarihin en acı tecrübeleriyle sabittir ki, ordu ne zaman siyasete soyunsa o zaman diliminde en ağır yarayı Mehmetçik alır. Ona duyulan saygı zedelenir, sevgi sarsılır. Cumhuriyet'ten önce de bu böyleydi. Mustafa Kemal'in üniformayı çıkarmadan siyasete soyunan askerlere gösterdiği tepki, tarihi doğru okumanın ürünüydü. Atatürk, çok yerinde bir hamle yapmış ve üniformalı siyasete müdahale etmişti. İkisi bir arada olamazdı çünkü...(...)
Bu yazıların ardından Taraf Gazetesi'nde, TSK aleyhine gene bomba bir iddia ortaya atıldı... TSK içinde birileri AKP'yi ve Cemaat'i bitirmek için planlar yapmıştı.
Ergenekon soruşturması kapsamında Avukat Serdar Öztürk'ün ofisinde, iddialara gore, polisler bir belge buldular. Nisan 2009 tarihli ve Deniz Kurmay Albay Çiçek imzalı belgede Fethullah Gülen ve AKP'ye karşı yapılması planlanan bir dizi komplo sıralanıyordu. Haberin altındaki imza Mehmet Baransu idi... Dağlıca baskınında PKK ile TSK'nın ortaklaşa hareket ederek askerlerimizi öldürdüğü iddiası gibi onlarca 'bomba gibi'' habere imza atan Mehmet Baransu'nun yegane kaynağının emniyet istihbarat olduğu öne sürüldü. Peki, Mehmet Baransu Taraf'tan önce nerede çalışıyordu? Cemaat'in haber dergisi Aksiyon'da...
Bu gelişmeden hemen sonra bir ilk gerçekleşti... Hocaefendi, Herkül.org sitesinde uzun bir açıklama yaptı... İşte bana göre 'tarihi olan'' açıklamalar:
(...) Maruz kalınan haksızlıkları herhangi bir müesseseye mal etmek doğru değildir. Milletin göz bebeği olan bir müessesenin kredisine dokunan her şey bize de dokunur.(...)(...)Bazı kimselerin hatalarından dolayı bir müessesenin tamamını suçlamak doğru olmaz. O ordu, İstanbul surları dibindeki ordu... O ordu, Çanakkale'de düşmanla göğüs göğüse savaşan ordu... O ordu, Misak-ı Milli sınırlarını belirleyen ordu... O ordu, milli mücadele veren ordudur... Ve o ordu, gelecek adına da çok şeyler vaat etmektedir. Kim bilir, belki de düşünceleri kirli bir kısım kimseler yaptıkları çirkinlikleri o müessese üzerinden yaparak, ordumuzu karalamaya ve halkın nazarından düşürmeye çalışmaktadırlar. Ben meseleye böyle bakıyorum ve gönlüm şiddetle arzu ediyor ki, işin aslı da böyle olsun.(...)
Konuşmanın tamamından ve süreçten şunu okuyorum:
Gülen Hareketi yeni bir pozisyon alıyor.
Nasıl ki TSK, birçok asimetrik dinamikten ve süreçten ötürü, Ergenekon sürecinde, kendi içindeki bir kanadın tasfiyesine göz yumuyorsa...
Cemaat, aynı ve veya benzer dinamiklerin (ve sürecin) aleyhine işlediğini en üst düzeyde gördü...
Küresel sistem değişirken, Türkiye'nin en önemli sivil hareketi, kendi içindeki örtülü yapılanmayı (şayet varsa) tasfiye edip, belli alt paydalarda, devletle senkronize adımları içeride ve Avrasya coğrafyasında atmaya başlayabilir mi?
Göreceğiz.
İşaret fişeği bizzat hareketin kurucusu tarafından atılmıştır.

Akşam
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Hzr 22, 2009 10:56 pm    Mesaj konusu: Türkçe olimpiyatları mı, çocuk simsarlığı mı? Alıntıyla Cevap Gönder

Peren Birsaygılı
Türkçe olimpiyatları mı, çocuk simsarlığı mı?

Türkçe Olimpiyatları’ndaki çocukları gördünüz mü?

Tanzanya’lı, Mogolistan’lı, Gana’lı ya da beyaz adam tarafından geri bırakılmış başka topraklardan gelen bir sürü çocuk vardı orada…

Yani önce adeta birer vahşi hayvan gibi avlanan, ardından ise eğitilip ehlileştirilerek! önümüze getirilen bir sürü minik beden…

Güzel gözlerini kocaman açmışlar, yüzlerinde şaşkın bir gülümseme birbirlerinin peşi sıra sahneye gelerek türkü söylemeye, kolbastı oynamaya veyahut şiir okumaya çalışıyorlardı…

Ve bu minik bedenler, gizli emperyalist güdülerle el çırpan kalabalıkların çıkardıkları gürültü içerisinde iyice şaşkına dönerken, kalemi de yüreği gibi temiz olan bir hanımefendi gerçek erdemin çoğu kez kalabalığın aksine gitmek olduğunu somut biçimde ispat etti bizlere.

Çok değerli dostum Emine K. Arslaner, ajans724.com sitesinde muazzam bir yazı kaleme alarak bu konudaki düşüncelerime tercüman oldu adeta.

Zira Robert Koleji, Saint Joseph, Notre Dame de Sion gibi okullarda uygulanan eğitim felsefesi, misyonerlik faaliyeti olarak yorumlanırken, aynı reflekslerle yola çıkıp geri kalmış ülkelerde; sessiz sakin, gözden ırak gönüllere yakın bir Türk milliyetçiliğini idealize eden okullar açmanın ne büyük bir çelişki olduğunun altını çiziyordu Emine K. Arslaner.

“Kendine yapılmasından hoşlanmadığın şeyi başkasına da yapma” şeklindeki İslami desturu merkez alarak düşündüğünde bu faaliyetlere içini rahatlatacak bir isim bulamadığından yakınıyor ve işte bu yüzden ne Kızılderili uşaklarının semah gösterisinin, ne Zimbabveli yavrucağın çaldığı sazın, ne de Tanzanya’lı ufaklığın okuduğu İstiklal Marşı’nın onu duygulandırdığını dile getiriyordu.

Ve Türkçe Olimpiyatlarının arkasında yatan mantığı anlamadığını ve hiçbir zaman da anlamayacağını söylüyordu.

***

Emine K.Arslaner’in yazısını okuduktan sonra, ehlileştirerek! önümüze getirilmiş olan o yavrucaklar tekrar gözümün önüne geldi.

Heyecandan titreye titreye Türkçe şiir okuyan Tanzanya’lı ufaklığı, kolbastı oynayan Gana’lı çocukları ve doruklarda yaşanan bir rasizmin gölgesinde kan ter içinde “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” diye debelenen diğer çocukları düşündüm bir süre.

Türkü söyleyenler, halay çekenler ya da mehter marşı okuyanlar…

Onları karşımıza getirenler, ellerinde birer elma şekeri okul kapılarında bekleyen simsarları anımsatıyorlardı bana. Bu yavrucakların işte böylesine bir bekleyişin sonucu avlandıklarını düşünmekten alıkoyamıyordum kendimi.

Ve henüz akli baliğ bile olmayan bu yavrucakların gösterisini alkışladığımızda, zihin dünyalarına edilmiş olan korkunç tecavüzü de tasdik etmiş olmuyor muyuz, diye düşünmeden edemiyordum.

Yapılması gerekenin yerel kültürlerin geliştirilmesini desteklemek olduğunu neden göremiyoruz, diye soruyordum kendi kendime.

Asimilasyondan uzak durarak…

Zira Tanzanya’lı, Mogolistan’lı, Gana’lı ya da beyaz adam tarafından geri bırakılmış başka topraklardan gelen savunmasız yavrucakların, bizlerin yavan alkışları arasında okuduğu Türkçe şiir ya da oynadıkları kolbastı Osmanlı’yı değil Fransız veyahut İngilizlerden miras bir yapıyı çağrıştırıyordu bana.

Fransızlar Arap çocuklarını böyle Fransızlaştırmamış mıydı?

Peki ya İngilizler böyle kendilerine benzeterek çiğnemeye çalışmamışlar mıydı Hintli minik bedenleri ?

İşte bu yüzden, İngiliz’i Fransız’ı ya da Amerikalı’yı lanetlerken, aynısı bir zihniyet sonucunda ortaya çıkan bu gösterileri alkışlamanın nasıl büyük bir tutarsızlık olduğunun görmezden gelinmesini aklım havsalam almıyordu…

Belki de amaçlanan gerçekleşmişti işte bir kez daha…

Yine çocuk masumiyetinin arkasına sığınılmış, daima iyi bir pazarlama malzemesi olan minik bedenlerin masumiyeti kullanılarak bir kez daha avlanmıştık…

Adeta ellerinde elma şekeri, okul kapılarında bekleyen simsarları andıran amcalar, bu kez içi boş bir milliyetçilik üzerinden bir kez daha şirin görünüvermişti gözümüze işte…

perenbirsaygili@gmail.com

Haber10

Dr. Aliye Çınar
GÜLEN CEMAATİ: Sosyolojik Bir Çözümleme

Bu yazıda F. Gülen cemaatine spekülatif rant tuzağı veya modern dindarlık türünden sathi bir etiket koymak yerine, yapının temel dinamikleri bir toplumbilimci perspektifiyle analiz edilecektir.

Bu çözümlemeye kalkışırken özellikle Max Weber ve Sabri Ülgener’in farklı alanlardaki analizleri hemen zihinlerde yankılanmaya başlamaktadır. Özellikle Max Weber’in, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu isimli çalışması, önemli bir kılavuz olarak karşımızda durmaktadır. Elbette bazı yönleri ufuk olarak görmek, tıpa tıp bir uyarlama değildir. Zira her bir oluşumun kendine has doğuşu ve gelişimi vardır. Toplumsal yapıların farklılığı bile başlı başına önemli bir ayıt edici faktördür.

Toplumsal çözülmemde ilkin “tavan” ve “taban” ikiliğinin zihniyet oluşmasındaki önemine Weber ve Ülgener birlikte dikkatimizi çekmektedirler. Weber’in asıl vurgusu negatif transferin nasıl gerçekleştiği yönündedir. Uzun zaman üstte, manastır hücrelerinde, içe dönük bir arınma ve nefis terbiyesi olarak sürdürülen düzenli yaşama pratiğinin (riyazetin/Protestan ahlakının), reform hareketiyle birlikte, dışa yani tabana açılması bambaşka bir insan tipi doğurmuştur. Tanrı’nın şanını, israfsız gösterişsiz, fakat oldukça disiplinli ve (dakikası dakikasına) istikrarlı çalışma ile yüceltmenin mümkün olacağına inanmış iş ve vazife insanı. Kafa yapısı ile kapitalist insana oldukça benzemekte önceki riyazet ahlakı ile yetişen prototip. Sadece çalışma ile yükselmeyi hedeflemiş sonraki.

Gülen cemaati için de bu “taban” ve “tavan” ikiliği oldukça önemlidir. Zira. F. Gülen dünyayı her ne kadar müritlerinin gözünde küçültmese de, kendi yaşamında sadece ruhani yükselmeyi merkeze koymuş, ruhani dünyaya gözünü dikmiş bir din lideridir. O, “Kalbin Zümrüt Tepelerinde” gezinmeye odaklanmış bir tasavvufî öğreti içindedir. Takipçilerinin onun bahsettiği dünyaya tam olarak çıkması ne mümkün ne de onların bunu anlaması beklenen bir durumdur.

Tıpkı Said Nursi’nin şakirtlerine “sizin hizmetiniz ile benim risale yazmam aynı. Siz de bu şekilde hizmet ediyorsunuz” diyerek, taraftarlarının vazifeyi yüceltmeye başlaması gibi, Gülen de aynı öğretiyi aşılamıştır. Aslında bu din liderlerinin söylemlerinden ziyade, taban ve tavan arasındaki mesafe sadece yüceltmeyle kapatılabilirdi. Elbette aradaki mesafeyi açtıkça açacak başka mekanizmalar da vardır. Çünkü ‘ilm eksenli bir hareket olmadığı için, (alternatif bir paradigma üretecek bilgi oluşmamakta), mucize, keramet ve keşf gibi tamamen gaybi anlatılar devasa boşluklar oluşturmaktadır. Müridin yapacağı tek şey “itaat”tir. Hizmet için gece gündüz çalışma önemlidir. Açıkçası tavanda olgunlaştırılan fikirler tabana kadercilik ve tevekkül olarak yayılmaktadır.

Esasında bu husus, İslam tasavvufu için de fazlasıyla geçerli bir durumdur. İnsan-ı kâmil, dünya ile manevi boyut arasındaki onmaz uçurumu kapatmak için vardır. Ancak kâmil insan teçhiz edildikçe garip bir şekilde sistem içindeki gedik devasa bir boşluk olmaya başlamaktadır. Sözünü ettiğimiz sistem içinde de bu boşluğu, hizmet, daha tinsel çabalarla doldurmaya gayret edecektir…

Türk okullarının yaptığı son gelime Türkçe olimpiyatları oldukça anlamlıdır. Büyük kıvılcımları elbette küçük jestler doğurur. Bu anlamda sonuçtan hareket edersek, Türkçeyi dünyaya tanıtıcı bir çaba Türkçe olimpiyatları. Oldukça da dikkat çekti ve başarılıydı. Ancak Türkçenin (manevi ve maddi) anlam dünyasını dili yeni öğrenenlere taşıyabilme konusunda dinamonun ne kadar dolu olduğu tartışılacak bir konudur. Zira itaat ahlakı, aynı zamanda taklit ruhunu perçinlemiştir. Yaratıcı ruh ve orijinal insan tipi ilelebet tatile çıkarılmıştır.

Tavan ve taban arasındaki mesafeyi sadece mekanizmanın kendi yapısı açmıyor, aynı zamanda seküler ve materyalist dış dünya da beslemektedir. Ayakta kalmak için elbette çok çalışılması gerekmekte, rekabetçi pazara göre. Tıpkı Protestan ahlakını kapitalist dünyanın beslemesi gibi.. Anlaşılması zor, ruhani yolculuğa çıkamayan müridin üzülmesine gerek yoktur. Onun da yapacağı pek çok yeni alternatif vardır. Hatta bütün kodlar aynı; sadece tersine çevrilecek ancak aynı yol izlenecektir. Yani hazır bir patent var elde, kimisi (x) yolunu kimisi (y) yolunu takip edecektir. Niyet önemli olduğu için! aynı tepelerde buluşulacaktır. Hizmete kendini adayarak bir nur neferi olmaması için hiçbir sebep yoktur. Yeter ki samimi olsun…

Bu uğurda, seküler dünyaya eklemlenilmekte zorlanıldığı vakit, gerektiği kadar müsamahakâr olunabilecektir. Çünkü bu da hizmet adına yapılacaktır. Dolayısıyla pek çoklarının sistemi seküler bir dindarlık olarak görmesi bu durumla ilgilidir.

Bu noktayı “tavan” ve “taban” arasındaki gerilim olarak görmek mümkünken, aşırı zühdün gizliden gizliye dünyaya temayülü getirdiği de söylenebilir. Zira F. Gülen’in evlenmemekle, dünyayı ikincil olarak algılayan duruşu elbette takipçilerinde zıt bir mekanizmayı besleyecektir. Görünüşte ihvan ruhu, gerçekte rekabet dünyası.

Metafiziksel bir gerilimle bu dünyayı önemsizleştiren ve manevi tepelerde gezemeyenin bir kıtmirden daha aşağı olacağını söyleyen bir liderin müritleri, tam bir fedakârlık ve adanışı zaten ideal olarak düşüneceklerdir. Gece gündüz yemek pişirmek eğer bu amaç uğruna ise, o da zümrüd-i anka olabilecektir…

(devam edecek…)

aliyecinar@gmail.com.
Haber10

Doç. Dr. Aliye Çınar
Gülen Cemaati’nin Dindarlık Tipolojisi-II

Dindarlık tipolojilerinden bahsetmek, zımnen kişilik tiplerinden söz etmek demektir. Şüphesiz konumuz kişilik ve gelişimi değildir. Bu konuya, dindarlık dolayımlaması üzerinden değineceğiz. Kişi/fert, dini kimliğini teşekkül ettirirken, dahası geliştirip sahiplenirken genellikle ya yansıtmalı özdeşim ya da yüceltme mekanizmasını benimser. Elbette istisnalardan ziyade, genel temayül ilgilendirmektedir bizi. Hemen söylemeliyiz ki yüceltme mekanizması, cemaat psikolojisinde oldukça önemli bir şablondur. Sadece taban değil, tavan için bile bu tür kişiliklerden bahsedilebilir. Çünkü tavan, aynadır aynı zamanda tabana. Özellikle tabanın dindarlık algısı daha önemli konumuz açısından.

Erikson'un “kimlik, özdeşimlerin bittiği yerde başlar” sözünü yedeğimize alalım ilkin. Cemaatin bir ferdi, dindarlık teşekkülüne küçüklükten itibaren başlamış olsa da kendi yatkınlığına tam bir mecra bulacaktır cemaatte. Önce “yüceltme” öne geçecektir. Cemaatin ferdinin gözünde, lider ve onun ideal hikâyesi (asr-ı saadet), bir daha gerçekle teması kurulamayacak kadar idealize edilmiştir. Tavan ve tabanın ruhundaki doldurulamayan açlıklar sadece yüceltmeyle tutunacak bir zemin bulabilmektedir.

Ancak işin ilginç yanı, Erikson’un dediği durumun tam zıddı işlemekte burada. Kimlik özdeşimin tam olarak kurulmasıyla başlamaktadır. Yüceltme ile birlikte özdeşim ilelebet devam etmektedir. Özellikle tabanda, özdeşimin bırakılması mümkün değildir. Sürekli özdeşim, fert olmayı göze almamak demektir.

Böylece dinî lider, bir otorite olarak, kişilerin dindarlığındaki dış güdümlü bir odak işlevini görecektir. Dolayısıyla içselleştirilmiş, irtifa kazanmış bir ruhsal coşku ve dinginlik yerini, tarafgirlik heyecanına bırakacaktır. Cemaat hakkındaki bir ilerleme ve gelişme hizmet ehline motivasyon sağlayacaktır. Dolayısıyla dindarlık, dış güdümlü olarak gelişirken, dogmatikliği ve fanatikliği beraberinde getirecektir.

Hoşgörü platformları ise işin bir başka ilginç görünümüdür. Konuşulan dinler arası diyalog ve hoşgörü ilanları, deruni dindarlığa ulaşamamış kişilikler için, farklı bir yol haritasını göstermektedir. Bu da modern toplumların “liberal”liğidir. Zira muhafazakâr kişi, mülk edinmeyi merkeze alırken; radikal, ötekinin özerkliğini vurgular. Liberal ise aynı anda iki ata binerek, hem muhafazakâr hem de radikal olur. Gülen cemaati bu anlamda liberal bir hareket havası estirmektedir. Böylece de politik bir dinî kisveye bürünmüştür.

Ancak bu liberallik elbette oldukça farklı bir biçim almıştır. Çünkü aynı zamanda adeta “farklılık” ve “seçilmişlik” ruhu, cemaatin deyim yerindeyse, lehimidir. Kaynak bu lehimle yapılmaktadır. Oysa çok iyi bilinmektedir ki “ayrıcalıklı” olma psikolojisi gerçekte, büyümenin önündeki en önemli engeldir. Bu durumda Freud’u ciddiye almakla kalmayıp, ona şapka çıkartmak durumunda kalırız. Çünkü yetişkinliğin, sadece gençlerin kurduğu bir fantezi olduğunu kabul etmeye zorlanırız.

Dolayısıyla cemaat, Erving Goffman’ın kavramıyla, neredeyse total/tavizsiz/zoraki bir kurum hüviyetine bürünür. Zaten cemaat, kendini bir tür eğitim kurumu olarak takdim etmektedir. Ancak cemaatten, zoraki kuruma geçişte, özgürlük ve keyfilik iptal edilir. Çünkü bu kurum, bundan böyle üyelerinin kendi başlarına kişisel ilişki geliştirmesinin önüne geçer. Zoraki Tabip gibi “zoraki şakird” de zoraki kişiliğe bürünerek, kişisellikten arınmaktadır. Bu kurumlardaki baskıyı, söz konusu çelişkili durum beslemekte (Zoraki kişilik/kişisellikten arınma). Zoraki cemaati canlı tutan, cemaatin ülküsünün tekrar tekrar yorumlanmasıdır. Yorum, ideal imgenin/ülkünün geri beslenmesinden başka bir şey değildir. İşin ilginci, ideal ile gerçek arasındaki mesafe oldukça açılmıştır. Bu mesafenin kişisel kimlik bazındaki kökü şüphesiz, yüceltme mekanizmasına kadar gider.

Aynı zamanda bu mesafenin açılmasını, cemaat içinde dolaşan sahte maneviyat (psödo-maneviyat) algısından da test etmek mümkündür. Gerçekte Allah’ın razı olması demek, aklı, gönlü ve adaleti bir denge haline getirip, nefsin erleri olan haset, kin ve öfke gibi unsurları ilelebet kovmak demektir. Bu hasletleri kovup ve rızayı (cennet) kazanabilmek, ruhsal dinginlik, ahenk ve huzurdur. Acaba bu sağlanmakta mıdır? Yoksa pamuk ipliğiyle bağlı bir manevi algı, yerini menfaat urganına mı bırakmıştır?

Bu durumda asıl yazının başlığını bir soru olarak soralım: Dindarlık tipolojisinden ne haber? Çünkü sahte maneviyat, zoraki kişilik ve zoraki dindarlık getirecektir. Allah’a hizmet yerini, “cemaate hizmet”e bırakınca, ruhu büyütücü bir iman tipinden değil de zihinsel olarak iknayı merkeze alan, inanç ve akide eksenli bir dindarlıktan söz edilir olacaktır.

Zaten her ne kadar Said Nursi’nin bizatihi kendisi, iman nuruyla eserler kaleme alsa da yazıları ve şakirtleri, inanç trenine binmek durumdadır. Çünkü risaleler, pozitivizme meydan okuyucu kelam (rasyonel ilahiyat!) risaleleridir. Böylece sistem kendi içinde oldukça tutarlıdır. Zaten hareket noktası, Yunus’un “cennet cennet dedikleri, birkaç huri birkaç güzel isteyene ver anları bana seni gerek seni” dediği öğretiye uzaktır. Cennete odaklanan bakış, aslında cemaatin ikbalinin büyümesine dönüşmüştür. Dindarlık algısı içinde bu durum, tam olarak muhafazakârlıktır: Mülk edinmedir diğer adı.

İman eksenli bir dinde dönüşüm, ruhun yükselmesi, yeni keşifler ve coşkular önemliyken, inanç merkezli bir dinde de rutinler çok önemlidir. Rutin etkileşimler oldukça karmaşıktır. Önceden kestirilemez pek çok şey. Kesinlikle bir alfabesi yazılamaz. Adı üstünde rutin olsa da (çünkü kalıplaşmış tutumlarda zaman şuuru oldukça perdelidir), cemaat lideri fertlerin “ibnü’l vakt” olmasını ister. Ancak kalıplaşmış davranış geliştirmeye yatkın olan bu fertler için basiretli olmayı (doğru zamanda, doğru eylemi/nerede ve nasıl davranılacağını) genellikle üst mercideki bir akl-ı selim verecektir. Böyle olunca dış güdümlü, otoriteryan, telkin ve taklit ve de itaat merkezli bir dindarlıktan, zoraki bir cemaat ve dindarlık çıkacaktır.

Dahası iman fiilinde kaygı ve şüphe her daim şu ya da bu şekilde mevcutken, cemaate odaklanan bireylerde bu kaygı gitmiştir. Çünkü gelecek kaygısı da yoktur. Böyle olunca dinin en önemli özelliği olan yaratıcı düşüncenin bastırıldığı söylenebilir. Bunun farkında olan cemaat lideri, imandaki korku motifini telkin ederek, derinlere gömülmüş olan ilgi, bağlılık ve bunu besleyen kaygıyı canlı tutmaya çalışmaktadır.

Ancak şu bir gerçek ki akan suyun yatağını bulması gibi, cemaat kendi hedefiyle ve mekanizmasıyla örtüşen ferdi bünyesine alacağı gibi, bu formata uygun kişilikler de kendilerine yatkın (bu) kurumu bulacaktır. Çünkü nerdeyse alternatif bir yapı gibi oluşan cemaat içinde ortalama bir kişi, sürekli terfilerle bir yer elde edebilecektir. Onun için zoraki cemaatin menfaatle ilgili bir gizli açmazı veya avantajı da vardır. Büyük devlet içinde sıradan olmaktansa, cemaat içinde yetki sahibi olmak, bazen hesap edilen bir durumdur.

Bu anlamda sözünü ettiğimiz kişileri, bir çekirdek etrafında toplayıp, insanlığın “hizmetine” sunabilmek de başlı başına bir başarıdır. Çünkü bu ocağa girmemiş olsa, belki de insanlığın kökünü kurutmaya çalışıyor olunabilirdi! Zaten bu zoraki kişilik içinde sıkışıp kalan, ancak farklı şekilde var olma hamlesini yapabilecek olanlar, şefkat tokadının verdiği terbiyeyle yeni bir yol bulacaklardır! Çünkü onların ruhlarındaki var oluşsal kaygı bilakis körüklenerek sebebi bilinmeyen! iç sıkıntıya dönüşecektir…


Not: Bir önceki yazımızda, dilimizde takip etmek, takip eden anlamında çoğu zaman mürit kelimesinin gündelik dile giren anlamını dikkate alarak (teşbih) kullandık. Zira Gülen için hiçbir zaman şeyh demedik. Şüphesiz bir şeyh-mürit yapılanması (tarikat) değildir cemaat.

(Gülen Cemaati’nin Psikolojik Çözümlemesi ile yazı dizimiz devam edecek…)

aliyecinar@gmail.com
haber10

Doç. Dr. Aliye Çınar
Politik Teoloji Açısından Gülen Cemaati -III

Daha önce Gülen Cemaati’ni analiz ederken, riyazet ahlakının nasıl ve hangi aşamalardan geçerek kapitalist bir yapıya büründüğüne işaret etmiştik. Daha sonra zoraki bir kurum ve kişilik arasındaki ilişkileri tahlil etmiştik. Bu yazımızda ise ileri sürdüğümüz tezlerin bir sağlamasını yapmayı deneyeceğiz. Bunu da politik teoloji ekseninde ele alcağız. Dahası sadece söz konusu cemaat değil, ülkemizdeki tarikat ve cemaatlerin durumuna, Türkiye’nin din politikası üzerinden de zımnen bakmış olacağız. Öncelikle eksene alacağımız politik teolojinin ne olduğunu görelim.

Politik teoloji, en genel anlamda, Hıristiyan ilahiyatçıların yirminci yüzyılın kültür krizi karşısında kendi dinlerinin temeliyle ciddi bir şekilde yüzleşme teşebbüsünün adıdır. Ancak hâli hazırdaki teolojik çözümlerin hiçbirisinin modern kültür krizine çare olabilecek durumda olmadığı anlaşıldı. Çünkü hâlihazırdaki teoloji ve din de salt bir kültür formu olarak görüldüğü için bir değer ve anlam krizine çözüm olabilecek durumda değildi. Kısacası din herhangi bir kültürel yapı gibi telakki edilmeye başlandı. İşte politik teoloji, sözünü ettiğimiz sorunun köklerini ve çözüm önerilerini bulma teşebbüsünün adıdır.

Şimdi aynı durumu ülkemiz ve Gülen cemaati bağlamında ele alalım. Ülkemizde de gün geçtikçe bir ahlak ve anlam bunalımı yaşandığı söylenebilir. Bunun pek çok nedeni ve gelişim süreci vardır. Elbette bu yazıda bu konulara girecek değiliz. Ancak bir sorunun olduğu muhakkakak. Cinayet, intihar hatta toplu katliam haberleri, sözünü ettiğimiz tablonun önemli kareleridir. Bu problem karşısında -her ne kadar modernleşme adına din dışlanmaya çalışıldıysa da- emniyet sibobunun yani değer ve anlam sorununun can simidi olarak din ve geleneğin önemi açığa çıkmaktadır. Çünkü insanın bireyciliğinin ayyuka çıkması sonucunda, bir değer sorunu yaşandığı için farklı manevralar, benciliğin köküne kezzap suyu dökecek bir mekanizma iş başına geçmeliydi. Ancak benliği İsmail gibi feda edebilmek, aşkın bir güçle bağlantılı olmayı gerektirir. Aksi halde sözde aşkın güç, ancak gerçekte herhangi bir menfaat uğruna benlik terbiyesi amaçlananın aksine narsizmi beslemiştir veya şişkin bir egoyu bilemiştir.

İşaret ettiğimiz hususlar bir yana, ülkemizin modernleşme macerasıyla birlikte, din tartışmalı bir konu olmuştur. Sivil toplum kuruluşları veya cemaatler yanlış giden bir seyrin bazen sonucu bazen de takviye gücü olmuştur. Laiklik, din karşıtlığı olarak konumlanınca, şüphesiz sahte yapıntılar asıl bünye endamıyla varlık göstermeye başlamıştır. Bu da meselenin önemli bir yönüdür. Şimdi konumuz açısından sorumuzu net olarak soralım:

Dinin özellikle ahlak ve anlamı güncelleme boyutu dikkate alındığında, yaşanan kültür ve etnik sorunlar karşısında, dinî bir cemaat olan Gülen cemaati hangi paradigma ile yaşanan sorunlara neşter atabilmiştir? Eğer ileri sürdüğümüz sahte maneviyat ile biz bir gerçeği ıskaladıysak, şu halde bir alternatif olarak çözüm önerileri olmalıdır? Mesela din ve kültür ilişkisinin tıkandığı damarlarda Gülen cemaatinden nasıl bir çözüm gelebilir? Ahlak sorununun ele alınmasında cemaatin din dilinin anlaşılması hususunda özgün bir yorumu dahası anlaşılması konusunda (taklit ve tekrar metodu dışında)? bir çabası var mıdır? Kur’an anlatısı varoluşsal olarak hayatın içine nasıl dâhil edilmiştir veya edilebilmiş midir? Bir değer erozyonu yaşayan günümüz insanına şahsi-manevi gibi içi boş veya içselleştirilemeyen anlatılar dışında bir yol gösterebilmiş midir?

Çünkü modernleşme sürecimizde resmi din eğitiminin sıkıntılarını telafi etme vaadi olan sivil din odaklarının etkinliğini sağlama yapmanın en iyi yolunun bu olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Zira çıkış amacı ile geldiği nokta arasındaki yakınlık veya uçurum bize iyi ipuçları verecektir. Nitekim çatışma ve şiddet kültürüne, avutmanın yerine bir alternatif sunması gerekirdi. Şüphesiz tarafgirlik mantığıyla bir çevreye kilitlenen sempatizanlığı saymazsak.

Elbette bir teoloji enstitüsü ile cemaati karıştırmamalıyız. Ancak yaşan Kur’an ahlakı ve ülfet ahenginin –eğer böyleyse!– zaten kendiliğinden bir reçete sunması beklenmez mi? Tıpkı asr-ı saadetin teolojik bir kaygısı olmadan toplumu dönüştürdüğü gibi ileriye yönelik yaşam tortusu ve zamkı hibe etmesi gerekmez mi?

Acaba bu tasvir etmeye çalıştığımız tablo, İslam’ın toplusal hayata tecessüm edecek birlik ve bütünlüğü olarak görülen şahsi manevi şeklinde ifade edilen durum, cemaat kendi içine mi kilitlemiştir? Belki de bunun için çözüm bulunamıyor global ölçeğe. Ancak bu İslam’ın tevhid düşüncesiyle ne kadar örtüşmektedir? Sanki kapitalizmin sınıf anlayışını desteklemektedir! Görünüşte demokrat ve liberal bir izlenim verse de, gerçekte sadece cemaate ait olan kucaklanıp, diğerleri ötekileştirilmektedir. Bu anlamda farklı olan anlaşılamayacağı gibi, cemaatin ürettiği değerlerden bütüncül ve kucaklayıcı bir çözümün çıkması da beklenemez.

Bir başka açıdan düşünecek olursak, öznelliklere indirgenmiş bir “cemaat ferdi” ortaya çıkmaktadır. Ancak sözünü ettiğimiz eklemlenme durumundaki cemaat, S. Zizek’in ifadesiyle ‘olmayan parçanın parçası’ figürünü çağrıştırmaktadır. Böylece cemaat sınırlarında kaldığımızda, her bir fert bir bakıma hem İslam hem de dünya coğrafyasından kendi duruşuyla dışlandığı gibi, aynı zamanda kendi simgesel özlerinden de dışlanmış gözükmektedir. Dolayısıyla gösteren-gösterge ilişkisi açısından düşündüğümüzde, cemaat bir toplumsal beden olarak gösterge midir? gösteren midir? sorusunu sormalıyız. Örneğin bayrak bir milletin göstergesidir. Milet ise, bütün bu göstergelerle birlikte gösterendir, Türklüğün bütün yönlerini gösterir. Yine camii İslam’ın bir göstergesidir İslam dini ise gösterendir; Yahudilik ve Hristiyanlığın farklılıkları ve devamı yani İbrahimi geleneğin tecessüm etmiş, dahası arzı endam etmiş bünyesi. Bu bağlamda Gülen cemaatini nasıl ifade edeceğiz? Eğer bir gösterge ise, kapitalist pazarın bir göstergesidir. Rekabet, daha çok yayılma, emekte adaletten ziyade manevi sömürüyle yayılma ve güç politikası. Bunlar da ilkyazımızda söylediğimiz, manevi çıkışın nasıl kapitalleştiğini gösterir.

Meselenin bir başka boyut daha vardır. Onu da ifade etmeden geçmeyelim. Ruh ve beden ahengi gibi maneviyat ile para ahengi de oldukça önemlidir. Parayı yüceltme gerçekte ruhsal tatminsizliğin bir tezahürüdür. Aynı şekilde yoga vb. arayışlar da parayla tatmin olamamış kapitalist insanın bir arayışıdır. Aynı şekilde cemaat içinde eğitimin oldukça yüceltilmesi, enformasyon toplumuyla dirsek temasının dikkate alınması bir yana, cemaat liderinin idealindeki ancak gerçekleştiremediği eğitim seviyesini –bir vaaz kürsüsünden liderliğe terfi- yüceltmesiyle ilgilidir.

Nerden bakarsak bakalım cemaat için büyük dolaşımdan söz etmek mümkün değildir. Kendi içindeki küçük dolaşım varlığını seküler ve kapitalist bir bağlamla gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Elbette seküler yapının tıkandığı manevi yönü de sözde taşıdığını iddia ederek, sanki kucaklayıcı bir havaya bürünmüştür! Zira bir cemaat ferdi örneğin Tanzanya’da görevli olmayı büyük İslam dairesinin gücünden ziyade, cemaatin bekası adına yapmaktadır. Böyle olunca da, yazıda test etmeye çalıştığımız global ölçekte modernleşme karşısında İslam’ın cevabı gibi bir sorun ilgilendirmemektedir onu. Olsa olsa üst sınıfın bilinç altını şu meşgul etmektedir: Ayakta kalmak için bu modern dünyayla nasıl daha iyi eklemlenme sağlanılmalıdır ?

Acaba Cemaat’in yayılması gücü ve erk mücadelesi midir onunun temel motivasyon kaynağı; yoksa İslam şemsiyesinin büyüyüp genişlemesi midir? Daha önce ifade ettiğimiz riyazet ve maneviyat psikolojisinin yerini, çalışma ve disiplin ahlakına bırakmasıyla, her bir şakird, adeta İslam âlemi sallansa, yer yerinden oynasa dahi, şartlanmışlık psikolojisiyle cemaat içindeki işini özveriyle yerine getirecektir. Mesela Afganistan’da bir üniversite kurma idealiyle görünüşte İslam’ın şanının büyümesi öne çıkarılsa da, gerçekte cemaat bir alternatif olarak zayıf ve güçlü reflekslerle temas kurarak kendi içinde bir dünya olduğunu göstermeye çalışmaktadır.

Mademki politik teoloji açısından meseleye bakıyoruz, bu durumda İslam’ın temel anlayışlarında nasıl bir dönüşüm ve değişim vardır cemaat yapısında? İslam’ın temel tevhid anlayışı büyük oranda şahsi manevi olarak isimlendirilmiştir. Modern toplumlardaki ülkücülük anlayışının cemaat içindeki ifadesidir. İslam toplumunun en önemli karizmatik şahsiyeti, yerini cemaat liderine bırakmıştır. Bu anlamda Weber’in brokrasi ve içi boşaltılmış otorite kavramları derinden kendini göstermektedir. Modern devlet açısından düşünecek olursak, bu lider aynı zamanda devlet başkanı olarak yeniden tanımlanmıştır.

Dindeki mucize cemaat içinde daha çok keramet ve keşf olarak etkinliğini yeniden yapılandırmıştır. Hatta yapılan hizmetlerde bu kerametlerin devam ettiği kabul edilmektedir. Mesela Zaman gazetesinde, Abdullah Aymaz, kerametin nasıl etkin olduğunu, hayal dünyası içinde resmetmektedir (12/7/2009): Bir grup şakird hizmet için (yeni yayılma politikası masasında) konuşurken biri vecdle kendinden geçer ve şunlar tezahür eder! “Birden yakazada Efendimiz (sas) bir grup nuranî insanlarla birlikte içeriye girdi ve bana Seni buraya gönderen, yanılmadı! Bundan sonra da yanılmayacak!”dedi. Cemaatin fertlerini birbirine bağlayan yegâne bağ bu olmuştur. İbn Haldun’un ifadesiyle cemaatin “asabiyeti”dir bu! Gerçekle bağlarını koparmış maneviyat algısı, bir bakıma cemaat makinesinin aküsüdür. Zaten Kalbin Zümrüt tepeleri ideal yerdir.

Son olarak dinin temel adalet, sevgi, güç, ölçü ve mutluluk dinamikleri açısından cemaati gözden geçirelim. Adaleti mülkün temeli olarak düşündüğümüzde, cemaat içinde adalet nasıl tezahür etmiştir? Eşyayı ve varlığı yerli yerinde görebilmek anlamına gelen adalet çerçevesinde düşündüğümüzde, cemaat liderinin dinin kutbu olarak görülmesi zaten varlık hiyerarşinin sekteye uğratılması ve varlığın düzeninde tasarrufa gidilmesidir. Adaletin ibresini şaşırması akıl ve gönül boyutunda tarafgirlik içinde bir tahrifi getirecektir ki bunun diğer adı varlığın ifsat olmasıdır. Allah’tan alınan güçle varlık gösteren insan, cemaatte etkinliği oranında güçlü olacaktır. Cemaat lehine yapılan bir katkı güç olarak arzı endam edecektir. Ölçülülük ise cemaatin yükselmesine hizmet etmeye endeksli olacaktır. Dolayısıyla huzur ve mutluluk da cemaatin varlığıyla bağlantılıdır. Şahsiyet gelişiminin bütün yönlerinin topografyası, cemaati tasvir ettiğimiz durumla doğru orantılıdır.

Son söz yerine; yazıda meseleyi cemaat bağlamında ele aldık. Şu bir gerçek ki ülkemizdeki yanlış din politikası sadece bu cemaati değil, bütün tarikat ve sivil din örgütlerini beslemektedir. Sahte din politikası sahte maneviyatı pompalamıştır. Böylece sağlıksız bir din anlayışı, kurdun sisli havayı sevmesi gibi, sisli din odaklarını tercih etmiştir. Toplumdaki ve bürokrasideki hipokrasi (ikiyüzlülük) sözünü ettiğimiz mihrakların ekmeğine yağ sürmüştür. Dolayısıyla, yanlış din politikası, laiklik, din ve devlet ilişkisi gibi sorunlar gerçekçi olarak tekrar gözden geçirilmelidir.


Not: Daha önce psikanalitik bir bakışla yazımızı sürdüreceğimizi vaat etmiştik. Hem kişisel algılanabileceği hem de zımnen satır aralarında zaten bunu verdiğimiz düşüncesiyle tekrara düşmemek için kendimizi test etmeyi uygun bulduk. Söze vefa göstermediysek, özür dileriz.

aliyecinar@gmail.com
haber10

Gülen; Kabala ve Pentagon Jargonu ve Sembollerinden Şaşmıyor

Açık İstihbarat
27.07.2009

Fetullah Gülen'e ait okullar ilk defa incelemeye tabi tutulmuyor. ABD-Türkiye eksenindeki gizli gündemlere hizmet etmekle suçlanan cemaatin okulları daha önce Rusya'da ve eski Sovyet Cumhuriyetlerinde de soruşturmalara tabi tutulmuş ve hatta kapatılmıştı. Gülen cemaati bu okullar aracılığı ile ABD casuslarına hizmet etmekle suçlanmıştı.

Habergazete'de yayınlanan aşağıdaki haber bu yönü ile çok da ilginç değil. Bu haberdeki önemli ayrıntı Gülen cemaatine ait okulun adında gizli.

Gülen cemaatinin isim seçimlerinin bazı odaklarla paralel olması dikkat çekiyor. Yetiştirmeyi hedefledikleri nesillere verdikleri isim olan "Altın Nesil"; Pentagon'un genetik olarak üstün insan yetiştirme projesinin kod ismi ile birebir aynı.

Aşağıdaki haberde ise Utah'taki okullarına "Beehive" yani Arı Kovanı ismini verdiklerini görüyoruz. Tesadüflere inanmayanlarınız için "Beehive" imgesinin Masonluğun ve Kabala'nın en önemli sembollerinden biri olduğunu hatırlatalım.

Kendisi de üst düzey mason üstadı olan George Washington'un masonluk önlüğünü aşağıda görüyorsunuz. En tepedeki daire içinde arı kovanı; toplumu bir "kral/kraliçe" emrinde çalışan arılar gibi dizayn etmek isteyen güçlerin felsefi arka planını özetliyor.

Keza dünyanın en önemli kabalist projelerinden biri olan AB projesinin eserlerinden Euro'nun yeni paralarından bir tanesinin üstünde hayat ağacı sembolü kovanı simgeleyen bir altıgenin içine yerleştirilmiş bulunuyor.

Gizli Bahai olduğu yolunda spekülasyonlardan, Gülen cemaatinin AB-D'nin küresel planlarına hizmet eden bir istihbarat operasyonu olduğu yolundaki tezlere kadar bir çok konu; Gülen cemaatinin kullandığı jargon ve seçtiği semboller ışığında daha bir anlam kazanıyor.

Açık İstihbarat

--------------------- HABERGAZETE'DE YAYINLANAN HABER ---------------------------


ABD'de Utah Eyaleti'nin en büyük gazetesi,The Salt Lake Tribune, Fethullah Gülen destekli okul olarak tanımladığı eyalet başkenti Salt Lake City'deki Beehive Science Technology Academy'nin , Eyalet Eğitim Müdürlüğü tarafından soruşturulduğunu yazdı.

Kelime anlamı Türkçede 'Arıkovanı' olan 'Beehive' Akademisine bazı öğretmen ve veliler çomak soktu.

Gazete, Tarih öğretmeni Adam Kuntz ile veli Kelly Wayment'ın, eğitim müdürlüğüne personal alımları ve mali konularla dini felsefelerin sınıfa sokulduğu konularında şikayet ettiğini bildirdi.

Kirsten Stewart imzalı habere göre, soruşturmayı yürüten Brian Allen,

'' Okulun kurucusu hangi dine mensup olursa olsun önemli değil. Ancak,dini felsefelerini sınıfa taşıyamazlar.'' dedi, ancak kendisinin daha çok okulun finans kaynaklarını incelediğini söyledi.

Orta dereceli okulun müdürlüğünü Azerbeycan asıllı Muhammet Frank Erdoğan yapıyor.Erdoğan okulun mali kaynaklarını açıklarken,eyalet yardımı aldığını ve özel bağışlar yapıldığını anlattı.

Erdoğan, Fethullah Gülen'ın fikirlerini desteklediğini ancak müridi olmadığını da bildirdi.

Şikayetler arasında Türkiye ve Orta Asya'dan çalışma vizesiyle getirilen tecrübesiz öğretmenlerin çabuk terfi ettirildiği de bulunuyor.

Soruşturmayı yürüten Brian Allen, para trafiğindeki karışıklığa dikkat çekerken, okulun eski müdür yardımcısı olan ve şu anda Hollywood Kaliforniya'da bulunan Gülen bağlantılı olduğu söylenen Magnolia Science Academy'nin müdürlüğünü yapan Murat Bıyık'ın 2007 yılında Utah'taki okula 61 bin dolar kredi verdiğini bildirdi.

Allen, Mustafa Keskin'in yaptığı 49 bin dolarlık bağışla Kaliforniya Tustin'deki Enstitüde çalışan Bünyamin Karaduman ve Süleyman Bahçeci'nin yaptığı bağış ve bu enstitünün Nevada ve Arizona'daki okullarla olan kontratları da inceliyor.

The Salt LAke Tribune 26.Temmuz.2009

Açık İstihbarat

GLOBAL SATRANÇTA TASAVVUF
Dr. HAYATİ BİCE

8 Temmuz 2009 tarihinde CNNTurk.com websitesinde -tercüme olduğu hemen anlaşılan- “Radikallerle mücadele için tasavvuf telkini” başlıklı ilginç bir haber yayınlandı. (1) “Cezayir`de radikal direnişçilerle mücadele için, hükümet tarafından tasavvuf düşüncesinin telkin edileceği”ni bildiren 8 Temmuz 2009 tarihli bu ‘ilginç’ haber şu şekilde devam ediyordu: “Polis baskınları, gözaltılar ve silahlı çatışmaların fayda vermediğini gören Cezayir hükümeti, radikal direnişçilere sufi yaklaşımı benimsetmeye çalışıyor. Cezayir Diyanet İşleri Bakanlığı`ndan yapılan açıklamada, hükümet tarafından tasavvuf anlayışını anlatmak üzere bir televizyon ve radyo kanalı kurulduğu; kurulan bu kanallar sayesinde "Selefi ideolojinin Cezayir`in doğasına uygun olmadığı, insanların barışçı, hoşgörülü ve açık görüşlü geleneksel İslam`a dönmesinin teşvik edileceği" belirtildi.

Son derecede dikkat çekici olan bu haberden hareket ile konunun arkaplanına ilişkin bir araştırma yaptığımda 1990’lı yıllardan bu yana ülkenin “laik yönetimi” ile İslamcı güçler arasındaki çatışmalarda 200.000 kadar insanın hayatını kaybetmiş olabileceğinin tahmin edildiği Cezayir’de bu tür bir arayışın olmasını yadırgamadım. (2) Fakat konunun Cezayir ile sınırlı olmadığını gösterecek şekilde, hemen hemen aynı tarihlerde Pakistan’da da tasavvuf ekseninde yeni bir resmi organizasyona gidilmesi ilginç olmalıdır. Konuya global olarak bakıldığında Malezya’dan Fas’a; Sudan’dan Türkiye’ye kadar pek çok İslam ülkesini ilgilendiren bir sürecin parçası olarak değerlendirilmesi gerektiğine dair yeterince kanıt olduğu görülmektedir.

***

“İslamabad aşırılara panzehir olarak tasavvufu görüyor” başlıklı bir diğer haber ise konunun Pakistan (ve oradan hareket ile Afganistan) ile ilgili yönünü yansıtıyordu. Pakistan hükümetinin resmi açıklamasına göre yedi üyeden oluşan “Tasavvufi Danışma Kurulu” ( =Sufi Advisory Council ) kurulmuş ve ilk toplantısını 9 Haziran 2009 günü Pakistan Din İşleri Bakanlığı’nda yapmıştı. Bu kurulun kuruluş hedefi de Cezayir’deki gelişmeye benzer şekilde ülkede tasavvufun yayılması ile aşırılık ve fanatizme karşı mücadele olarak belirlenmişti. “Tasavvufi Danışma Kurulu”nun tasavvufun mükemmelliğini tanıtmak için önder pozisyonundaki aydınları çaba sarfetmeğe davet etmesi de düşünülmekteydi. (3)

“Tasavvufi Danışma Kurulu”nun Pakistan’daki faaliyet hakkında yapılan “Devlet Destekli Tasavvuf” ABD think-tankları Pakistan’da İslam`a devlet sponsorluğu için neden bastırıyor?başlıklı ve ABD’de yaşayan –muhtemelen Pakistan kökenli- bir hukukçu olan Ali Eteraz imzalı yoruma göre (4) konunun oldukça derin kökleri vardı. “Tasavvufi Danışma Kurulu” öncülü olan ve general Müşerref döneminde “Milli Sufi Konseyi” adı ile bilinen teşekkülün bölgede artan Taliban etkisine karşı daha aktif hale getirilmesi maksadıyla yeniden organize ediliyordu.

***

Londra’da yaşayan araştırmacı Usama Butt ise “Tasavvuf ve Batı” başlıklı yazısında dünyanın ‘global patron’u ABD’nin hemen herşeyde olduğu gibi radikal İslamcı akımların İslam ülkelerindeki etkisine karşı “tasavvufun öne çıkartılması” planında da parmağı olduğunu ortaya koyuyordu. Usama Butt’a göre bu sürecin arkaplanında ABD politikalarının belirlenmesinde tartışılmaz bir etkisi olduğu kabul edilen think-tankların ve özellikle de -Türkiye kamuoyunda da ismi bilinen- RAND adlı düşünce kuruluşunun Sufi İslam`ı “ılımlı ve iş tutulabilir ortak” olarak tanımlamasının önemli olduğuna dikkate çekiyordu. (5)

ABD yönetim erkinin merkezi olan Pentagon`a ‘düşünce üreten’ danışma kurumlarının başında gelen "RAND Corporation"ın 2007 tarihli bir raporunda gerçekten de Cezayir’den Pakistan ‘a kadar geniş bir İslam coğrafyasında belirmeğe başlayan bu yeni politikanın ipuçları yer almaktaydı. “Ilımlı Müslüman Ağları İnşası” ( = Building Moderate Muslim Networks ) başlıklı bu rapor Angel Rabasa, Cheryl Benard, Lowell H. Schwartz ve Peter Sickle adlı araştırmacıların imzası ile yayınlanmıştır.(6) Bu rapor hemen tüm İslam ülkeleri yanında Türkiye hakkında da bazı önemli değerlendirmeleri içermektedir. Raporda ABD çıkarları için işbirliğine açık “Potansiyel Ortaklar” başlığı altında ‘laikler’; ‘liberal müslümanlar’ ve “sufiler de dahil” olmak üzere ‘ılımlı gelenekçiler’ şeklinde üç grub sıralanmaktadır.

Konunun ABD stratejileri açısından öneminin daha önceki RAND raporlarına da yansımış olduğu anlaşılmaktadır. RAND Corporation tarafından 2003 yılında yayımlanan ve Cheryl Benard tarafından hazırlanan “Sivil Demokratik İslam: Ortaklar; Kaynaklar ve Stratejiler” başlıklı raporda da “Sufiler” başlıklı bir paragraf yer almaktaydı. (7) Bu paragrafta Afganistan ve Irak gibi köklü tasavvufi geleneklere sahip ülkelerde tasavvufun derin kültürel kodlarının gücüne ve entellektüel potansiyeline dikkat çekilmişti.

Son olarak dünyanın saygın haber dergilerinden TIME’de 22 Temmuz 2009’da yayınlanan Tasavvuf Terörü Azaltabilir mi? (= Can Sufism Defuse Terrorism? ) başlıklı yazı konunun batılı çevreler için ilgi kaynağı olarak izlenmeğe devam edileceğinin göstergesi oldu. Ishaan Tharoor imzalı bu yazıya göre, RAND Corporation, Batılı yönetimlere tasavvufu “doğal bir müttefik” olarak takdim etmekteydi. (8)

***

Buraya kadar yaptığım ve genellikle Batı kaynaklı yayınları yansıtan alıntıları değerlendiren okurun “tasavvufi akımlar”ı “emperyalizmin işbirlikçisi” olarak gösterdiğim gibi –hiç mi hiç arzu etmediğim- bir sonuca varması muhtemeldir.


Oysa yıllardır Türk tasavvuf geleneği ile ilgili ve tasavvufi hayatın pratikleri ile yaşayan birisi için “tasavvufu karalama” suçlamasına vardırılacak bu değerlendirme çok yanlış olacaktır. Dikkat çekmek istediğim konu sadece, İslam dünyasındaki her türlü gelişme ile ilgili olarak batılı strateji odaklarının bazı kurguları olduğu ve bu kurgulanan tuzakların farkına varılmasının taşıdığı önemdir.

Global oyun kurucuların İslam dünyasının mevcut durumunun şekillenmesinde bir faktör olarak görmezden gelemediği tasavvufi akımların ve özellikle Türk tasavvuf geleneğinin asırlara varan “cihad-ı asgar” (=küçük cihad: zahiri düşmanla silahlı mücadele) tecrübesinin iyi bilinmesinin gereği de ortadadır. Bunun Türk tarihinde nasıl etkin bir rol oynadığının çok güzel bir özeti Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan’ın “Kolonizatör Türk Dervişleri” çalışmasından okunabilir. Prof. Barkan hâlâ önemini koruyan bu uzunca makalesinde Osmanlı devletinin ilk kuruluş yıllarında “derviş-gaziler”in gerek fetihlerde fiilen yer alan savaşçılar, gerekse akıncıların öncü kuvveti olarak yerleştikleri uç noktalarda yaptıkları (bir nevi psikolojik harekat olarak adlandırabilecek) bayındırlık ve gönül çelme çalışmalarının önemine işaret eder. (9)

Konunun çok ilginç bir örneğini ise Türkistan coğrafyasında hâlâ etkisini sürdüren Necmeddin Kübra’nın Moğollara karşı verilen bir savunma savaşında şehid olarak dünyadan ayrılması örneğinde bulmak mümkündür. Mevlana Celaleddin Rumi’nin de bir şiirinde işaret ettiği bu şehadetin örnek olduğu “mücadeleci ve aktif” tavrın pek çok örneğini tasavvuf tarihimizde bulabiliriz. (10)

Düşmanla “dişe diş mücadele” eden tasavvuf ehlinin yapıp ettiklerinin yakın zamanda vukua geldiği için kısmen daha iyi bilinen bir örneğini İmam Şamil ve müridlerinin Kafkasya’daki cihad hareketinde görebiliriz.(11) Batı literatürüne “müridizm” olarak geçen İmam Şamil öncülüğündeki bu sufi direnişinin Türkiye’ye göç eden takipçilerinin de aynı tarzdaki “aktif mücadele geleneği” ülkemizin 1919-1922 yıllarında yaşadığı işgal ve kurtuluş mücadelesi yıllarında ortaya konmuştur. İmam Şamil’in bağlı olduğu tasavvufi zincirin bir halkası olan Şerafeddin Dağıstani’nin (vefatı:1936) Bursa’yı işgal eden Yunan birliklerine karşı Orhangazi-Yalova hattında müridleri etrafında organize ettiği büyük direniş bu aktivitenin çok tipik bir örneği olarak tarihe geçmiştir. (12)

Türkiye ile “ılımlı İslam” çerçevesinde yapılacak işbirliğine açık gruplar hakkında RAND raporlarındaki değerlendirmenin yüzeyelliği Batı emperyalizminin -zorbalıkla işgal etse bile- son tahlilde İslam topraklarında neden kalıcılık kazanamayacağının bir kanıtı olarak da değerlendirebilir. (İlgili okurun ülkemizde “Ilımlı İslam” kuluçkası olma potansiyeli görülerek “ılımlı sufi İslam’ın temsilcisi” etiketi ile öne çıkartılan grub”un aslında tasavvuf ile ne kadar da alakasız bir topluluk olduğunu görmek için ilgili 6. ve 7. dipnotlardaki söz konusu raporlara bir göz atması yeterlidir.)

“Cihad ruhunu yitirmiş bir İslam” türetmek üzere dünya çapında “Ilımlı İslam” prototipleri imalatı çabasında olan ve ülkemizde de bu prototiplere kuluçkalık etme kapasitesi olan kişi ve gruplara kucak açan Batılı stratejistler, biraz ‘konuya fransız” olmasalar hemen anlarlardı ki Türk tasavvuf geleneğinde “kılıç sallarken tevhid zikrine devam eden” bir damar her zaman var olmuştur ve -bazen günümüzdeki gibi zayıfla(tıl)mış olsa bile- daima var olacaktır.

Önümüzdeki yıllarda da etkili olması beklenen İslam’ın tasavvufi geleneğini yedeğe alarak “İslam’ı pasifize etme rüyası”nın ardınca gidilen bu yeni sürecin dünyada ve ülkemizde nasıl bir seyir izleyeceğini hep birlikte göreceğiz.

Dipnotlar :

(1) “Radikallerle mücadele için tasavvuf telkini”;

http://www.cnnturk.com/2009/dunya/07/08/radikallerle.mucadele.icin.tasavvuf.telkini/534142.0/

(2) Algeria promotes Sufism in hopes of peace, J. Samia Mair;

http://www.examiner.com/x-9968-Baltimore-Muslim-Examiner~y2009m7d13-Algeria-promotes-Sufism-in-hopes-of-peace

(3) Islamabad sees sufism as extremist antidote;

http://www.presstv.ir/classic/detail.aspx?id=97382&sectionid=351020401

(4) State-Sponsored Sufism , Ali Eteraz;

http://www.foreignpolicy.com/story/cms.php?story_id=4993

(5) Sufism and the West, Usama Butt;

http://www.khaleejtimes.com/DisplayArticleNew.asp?col=&section=opinion&xfile=data/opinion/2009/June/opinion_June148.xml

(6) Building Moderate Muslim Networks, RAND Corp.;

http://www.rand.org/pubs/monographs/2007/RAND_MG574.pdf

(7) Civil Democratic İslam: Partners, resources, and strategies , Cheryl Benard, RAND Corp;

http://www.rand.org/pubs/monograph_reports/2005/MR1716.pdf

(8) Can Sufism Defuse Terrorism?

http://www.time.com/time/world/article/0,8599,1912091,00.html

(9) “Kolonizatör Türk Dervişleri”, Prof. Dr. Barkan, Ömer Lütfi; Vakıflar Dergisi, sayı:2, sf. 279-304, Ankara, 1942.

http://turkoloji.cu.edu.tr/GENEL/barkan.pdf

(10)İşaret Taşları, Dr. Bice, Hayati; İnsan yayınları, İstanbul, 2006.

(11) İmam Şamil ve Kafkasya Cihadı hakkında bkz.

http://www.tasavvuf.info/samil.htm

(12)Kurtuluş Savaşı Yıllarında Şerâfeddin Dağıstanî hakkında bkz.

http://tasavvuf.sufiler3.googlepages.com/serafeddin2



DR. HAYATİ BİCE KİMDİR?

1.3.1959 tarihinde Tokat`ta dünyaya geldi. İlköğrenimini Tokat İbn-i Kemal İlkokulu’nda yaptı. Lise öğrenimini Tokat Turhal Lisesi’nde tamamladı. 1976 yılında tıp öğrenimine başladığı Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi`ni 1982 yılında bitirdi. Yine Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi`nin Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği`nde 1985 yılında başladığı uzmanlık eğitimini tamamladı ve 27.12.1989 tarihinde Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı oldu. Askerlik görevini Uzman Hekim olarak Denizli Askeri Hastanesi`nde tamamladıktan sonra bir süre Yalova Devlet Hastanesi`nde Uzman Hekim olarak görev aldı. Yalova`da kurduğu Bala-Can Çocuk Kliniği`nde hizmet verdi. 2001 yılı başından bu yana Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı olarak T.C. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu`nda sözleşmeli uzman doktor olarak görevine devam etmektedir. Tezhib sanatçısı Müzehher Bice ile evli ve Abdulhay Alperen Bice, Fatıma Dilahan Bice ; Behre Nur Bice adlarını taşıyan 3 çocuk babasıdır. Türk lehçelerinin tamamı ile İngilizce bilir.

Aslen Kafkasya Karaçay Türkleri’ndendir. 3. kuşaktaki dedeleri Ali Bek ve Canhod Ata, İmam Şamil`in cihad yıllarındaki kanlı savaşlara fiilen iştirak etmiş olan mücahidlerden olup hicrî 1293 Osmanlı Rus savaşından sonra Türkiye`ye muhaceret etmek zorunda kalan Kafkas önderlerindendir. Kadim dedelerine olan borcunu ödemek için yazdığı "Kafkasya`dan Anadolu`ya Göçler" kitabı alanındaki temel eserlerden ve referans kitablarından birisi haline gelmiştir.

ESERLERİ

TÜRK YURTLARINDAKİ AYAK İZLERİ:

1990-1993 yıllarında Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan’da çeşitli sürelerde araştırma ve inceleme programlarına katıldı.

1994-1995 öğretim yılında Uluslararası Hoca Ahmed Yesevi Türk-Kazak Üniversitesi`nde öğretim görevlisi olarak Kazakistan’da görev aldı. Üniversitenin Medikososyal Merkezi’nin organizasyonunu yaptı ve aynı zamanda öğretim görevlisi olarak "Yesevi Bilgisi" dersleri verdi. [Eşi ve o zamanlar tek evladı olan oğlu ile Yesevi Üniversitesi’nin kuruluş sürecinde yaşadıkları maceralı günleri ve Türkistan’a ilişkin gözlemlerini içeren ve Yeni Şafak’ta Türkistan Rüyası adı ile bazı bölümleri yayınlanan Türkistan Notları`nı aynı adla kitab halinde yayınlamak üzere çalışmağa devam etmektedir. ]

2000 yılında restorasyonu TİKA tarafından tamamlanan Hoca Ahmed Yesevi Türbesi`nin yeniden ziyarete açılış töreni için Türkiye-Kazakistan Cumhurbaşkanları`nın katılımıyla yapılan resmi törenlere Cumhurbaşkanlığı Heyeti ile katıldı. [ Eşi Müzehher Bice tarafından tezhibi yapılan ve hattat Hüseyin Kutlu imzasını taşıyan “Ya Hazret Sultan Hoca Ahmed Yesevi –Kaddesallahu Sırrahu” ibareli hat eseri bu açılış sırasında resmi törenle türbeye armağan edildi. ]

Türkistan`a yaptığı geziler ile bölgedeki inceleme ve araştırmalarını içeren gezi notları ve makaleleri Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Türk Yurdu, TÖRE gibi dergiler ile Yeni Şafak ve ZAMAN gazetelerinde yayınlandı.

YAZI HAYATI:

İlk yazıları 1982-1990 yılları arasında Oğuz Karaçay mahlasıyla yayınlandı.
* İlk şiiri TÖRE dergisinde 1982 tarihinde yayınlanmıştır.
* Yayınlanan ilk kitabı 1989 yılında Kafkasya’dan Anadolu’ya Göçler adıyla Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları arasında okurlara sunuldu.
* Türk Edebiyatı Vakfı Mehmed Akif Ersoy İnceleme Yarışması’nda Mehmed Akif’in Oğlum Nevruz’a adlı şiirinin incelemesi ile İkincilik Ödülü kazandı.
Tıp alanında ve sosyal kültürel konulardaki birçok araştırması çeşitli bilim ve kültür dergileri ile gazetelerde yayınlanmıştır. Türk yurtları eksenli incelemeleri Tercüman, Zaman, Yeni Düşünce, Yeni Şafak gazetelerinde ; TÖRE, TÜRK YURDU, TÜRK EDEBİYATI dergilerinde yayınlanmıştır.

1990 yılında Ankara`da yayma başlayan ve iki cildi yayınlanan TÜRK YURTLARI adlı derginin yayın yönetimini de üstlenmiştir. Bu dergideki yazılarından itibaren yazılarında kendi imzasını kullandı.

Özellikle Türk dünyası üzerine yazdığı makaleleler "Türkiye Dışındaki Türkler Bibliyografyası"nda ciddi bir hacme ulaşmıştır.

Tercüman Gazetesi’ne 1987 yılında hazırladığı Dr. Oğuz Karaçay imzalı bir yazı dizisinde Cengiz Aytmatov’un “Gün Uzar Yüzyıl Olur" adlı şaheserini geniş kitlelere tanıtmıştır. Gerek bu yazı dizisinin gerekse Dr. Bice’nin Türk Yurtları dergisinde yazdığı makalelerin yaşayan en büyük Türk yazarı olan Cengiz Aytmatov’un ülkemizde tanınırlığının artışında büyük etkisi olmuştur. "Bir Türk Klasiği : Cengiz Aytmatov" adlı makalesi Türkoloji kürsülerinde "kaynak" olarak okutulmaktadır.

YAYINLANAN KİTAPLARI :

TÜRK YURTLARI Üzerine Eserleri :

"Kafkasya`dan Anadolu`ya Göçler" [ 1.baskı 1989, Türkiye Diyanet Vakfı (TDV) yayını]

"Türk Yurtlarında İmanımızın İşaret Taşları", [1. baskı, 1992,Köklem yayınları]

"Hoca Ahmed Yesevi Türbesi" [1.Baskı 1991 T.C. Kültür Bakanlığı yayını, 2.Baskı 1993 Türk Exim-Bank yayını]

DİVAN-I HİKMET : Hoca Ahmed Yesevi`ye ait şiirlerin bugünkü Türkçe`ye aktarılmasından oluşur. [ 1.Baskı 1993, TDV yayını , 4.baskı 2005 TDV yayını

TIP Alanındaki Eserleri :

"Antimikrobial Tedavi Rehberi" [1. baskı, 1990, Köklem yayınları]
Annenin Rehberi [1.Baskı 1990, -3.baskı 2000, TDV yayını ]

ÜYESİ OLDUĞU SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI

* T.C. Bakanlar Kurulu kararı ile "Kamu yararına çalışır dernek" olarak tescil edilmiş olan Türkiye Yazarlar Birliği üyesi olup sözkonusu kuruluşun 1988-1990 yıllıklarının Türk Dünyası bölümünün editörlüğünü yaptı. Halen Türkiye Yazarlar Birliği Genel Merkezi etkinliklerine aktif olarak katılmağa devam etmektedir.

* T.C. Bakanlar Kurulu kararı ile "Kamu yararına çalışır dernek" olarak tescil edilmiş olan Türk Ocakları üyesi olup Ankara Türk Ocağı`nda Türk Yurdu Kaset Kulübü adını verdiği ve Türk Yurtları`nın Zeyneb Hanım Hanlar gibi bilinen sesleri yanında Dedehan Hasanoğlu , Baba Mirza, Şir Ali Curaoğlu, Bülbül, Abdulvahid Küzecioğlu, Kamilcan Ataniyazoğlu gibi hemen hiç bilinmeyen sanatçılarının nadide eserlerinden oluşan bir koleksiyonu oluşturdu ve Türkiye çapında tanıttı.

* Tıp Mensublarının sosyal, ekonomik ve kültürel işbirliği için kurulmuş Türkiye Sağlık Çalışanları Vakfı [ TUSAV ] üyesi olarak vakıf çalışmalarına katılmakta ve 2005 yılı başından bu yana vakfın mensupları yanında tüm internet kullanıcılarına da açık olan TUSAV2001 yazışma grubunun moderatörlüğünü yürütmektedir.

BOYUTHABER ÖZEL

Ehli Sünnet'in içini boşaltmak
Ebubekir Sifil
04 Ekim 2009, 21:19

Dikkatinizi çekiyor mu, bilmiyorum; son zamanlarda bazı kişiler kendilerini veya başkalarını "Ehl-i Sünnet" olarak tavsif etmeye özel bir itina gösteriyor sanki. Elbette bir "meşruiyet sağlama" aracı olarak başvurulan bu yöntemi birkaç açıdan okumak mümkün:

1. "Ehl-i Sünnet", vasfen olmasa da ismen hala bu topraklarda temel belirleyicilerden birisidir.

2. Ehl-i Sünnet'in ne olduğu, kişinin hangi durumda Ehl-i Sünnet olarak tavsif edilebileceği ve hangi durumlarda bu sıfatla anılamayacağı konusu netliğini kaybetmektedir.

3. Bu durum böyle devam ederse, "Ehl-i Sünnet" kavramının dönüşmesine veya içinin boşalmasına müncer olacaktır.

Şurası açık ki, milletimizin temel aidiyetleriyle irtibatı tam olarak ortadan kaldırılabilmiş değil. Bu önemsenmesi gereken bir durum. Ehl-i Sünnet olmayı önemseyen, halka dönük işler yapan kimselerin Ehl-i Sünnet'e açıktan ta'n etmeyi göze alamaması bunun bir göstergesidir.

Ancak hemen ekleyelim ki bu durum, başta itikad olmak üzere temel aidiyetlerimizle sağlam ve canlı bir irtibatımızın bulunduğu anlamına gelmiyor. Söz konusu irtibat son derece önemli yaralar, zedeler almış durumda. İsim devam ediyor, ancak müsemmada derin problemler var.

Bu durumun sebepleri, hal çareleri ve sair boyutlar bu yazının çerçevesini aşacağı için o noktalara girmeden devam edelim.

Ehl-i Sünnet olmanın kişi için ne ifade etmesi gerektiği ya da hangi durumlarda "Ehl-i Sünnet" vasfıyla bihakkın muttasıf olunacağı ve hangi durumlarda Ehl-i Sünnet çerçevenin dışına düşülmüş olacağı meselesine, hassasiyetiyle mütenasip bir önem atfedildiğini söylemek ne yazık ki kolay değil. Burada, Ehl-i Sünnet'i Ehl-i Sünnet yapan kırmızı çizgilerin geniş halk kitleleri bakımından netliğini giderek kaybettiğini tesbit etmek durumundayız.

Bu yazıyı yazdıran problem de kendisini bu noktada gösteriyor. Bakıyorsunuz adamın Ehl-i Sünnet'in temel kabulleriyle hiç bir irtibatı yok. Edille-i Şer'iyye ve bahusus Sünnet-i Seniyye konusu, Sahabe algısı, hadislerle sabit itikad meseleleri, varlık, bilgi ve kaynak anlayışına taalluk eden meseleler... Bütün bunların birinde veya tamamında Ehl-i Sünnet'in kabulleriyle hiçbir ilgisi olmayan kimseler bakıyorsunuz alabildiğine rahat bir şekilde "Ehl-i Sünnet" olarak takdim ediliyor veya kendisini öyle takdim ediyor.

Bir süre önce, dinî konularda etkin ve yetkin olduğu düşünülen bir isim, sahasıyla ilgili bir heyeti toptan Ehl-i Sünnet olarak takdim, dolayısıyla tebrie etmişti. Oysa aralarında yukarıda kısaca çizdiğim çerçevede Ehl-i Sünnet'in kabulleriyle önemli farklılıklar arz eden görüşlere sahip kimseler bulunduğunu biliyoruz...

Bir diğer örnek Yaşar Nuri Öztürk. Kendisine şu anki şöhretini sağlayan ne varsa neredeyse hepsini Ehl-i Sünnet'e muhalefete borçlu olan Öztürk'ün, son kitabı İmamı Azam Ebu Hanife'de (12) kendisini Ehl-i Sünnet'e mensup göstermesine aslında şaşırdım desem yalan olur. Zira bir yandan Ehl-i Sünnet olduğunu söyleyip, diğer yandan adeta hayatını Ehl-i Sünnet'le savaşmaya adamak tam da onun tarzına uygun davranış. Konuyla ilgili daha başka örnekler verilebilir...

Temel birtakım kabullerde Ehl-i Sünnet ile ayrı istikametlerde seyredenlerin bu tavrı netice itibariyle "Ehl-i Sünnet" kavramının içinin boşalmasına, dolayısıyla işlevini kaybetmesine yol açıyor.

Bu gerçek, itikad noktasında bilinçlenmenin önemini bir kere daha önümüze koyuyor. Bu nokta sadece birilerinin istismarına konu olmakla kalmaz, böyle devam ederse bir süre sonra Sünnet'in yerini bid'atlar alır ve insanlar Ehl-i Sünnet'e ittiba ediyorum diyerek ehl-i bid'atın dümen suyuna girer. Böyle bir şeyin hesabını kim verebilir?
Anadoluhaber
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Ekm 16, 2009 11:01 pm    Mesaj konusu: Süleyman Hilmi Tunahan Hocaefendi ‘TERÖRİST&#8 Alıntıyla Cevap Gönder

18/3/2009
Süleyman Hilmi Tunahan Hocaefendi ‘TERÖRİST’midir?
Sezai KIRLANGIÇ

Terörizm nedir, terörist kimdir? Kime göre kim terörist, ne terörizm? Yasal olan ne, yasal olmayan ne? Batı ve Batıcıya sorarsanız en büyük terörist Müslümanlar… Müslümanlara sorarsanız; İslâm dinini ve mensuplarını içten ve dıştan yıkmaya çalışan, esir almaya ve sömürgeleştirmeye çalışan Siyonist Haçlı çetecileri ve şakşakçıları… Yasal olan İslâm, yasadışı olan İslâmi olmayan ne var ise o.

Hâl böyle olunca, kavram üzerinden yapılan propagandaların fazla bir anlamı olmadığı ancak, zihinleri kirlettiği, şuurları iğdiş ettiği, içinde vehamet çapında bir usul ve hadise olduğu apaçık.

Bir diğer mevzuu; Ehli Bid’at ve Ehli Kitap… Son yıllarda artan ve hızını hiç kesmeden devam eden, ruhları ve şuurları iflas ettirme amaçlı; Ehli Sünnet Vel Cemaat anlayışına saldırılar tertemiz dimağları zehirlemeye devam ediyor. İslâm Milleti’nin şuurlardaki nizamı olan Ehli Sünnet Vel Cemaat Anlayışı hem Siyonist Haçlı sürüsünün hemde Ehli Bid’at taifesinin hedefi arasındadır. Ehli Bid’at içerisinde öyle necisler varki neredeyse İblis’i bile kendilerinden hayâ ettirmekte ve din düşmanının bile aklına gelmeyen fitne fesatla zihinleri iğdiş etmeye ve çelmeye yönelmektedirler. Dinler arası diyalog, hoşgörü, Allah’a el ve ayak isnadı yapma, mezhepsizlik, Yahudi muhabbeti, Amerikancı ılıman İslâm vs. bu fitne ve fesatlardan bazılarıdır.

Tarih 1950-1960 aralığı… Süleyman Hilmi Tunahan Hocaefendi’ye CHP ile başlayan zulüm ve takibat birde Demokrat Parti aracılığı ile bu dönemlerde yaşatılır. Bu en azılı ve en kancıkcasıdır. Menemen benzeri bir komplo ile Hocaefendi Hz.leri derdest edilecek ve çevresi ile birlikte ‘terörist’ diye mahkûm edilecektir. Allah, dostlarına karşı kurulan bu tuzağı bozar, ellerine ayaklarına dolaştırır. Ancak buna rağmen içeri alınmaktan geri durulmuyor; sille, tokat, sövgü işkence ile hesaba çekilir. Ardından zulüm bütün iğrençliğiyle Kütahya hapishanesinde devam eder. Taki mahkeme gününe kadar, ilk celse ve beraat…

Kur’an ve Sünnet aşığı bu adam 70 yaşında bile 20 yaşındaki genci kendisine hayran bırakacak bir mücadele içindedir. Zamanın şartlarında neyi muhafaza etmesi gerektiği, neyi unutturmaması ve nesillere aktarması gerektiğini iyi hesap etmiş bu mübarek zatda diğer vefat eden büyük zatlar gibi, kendisinden sonra gelenler tarafından davaları sürdürülmüş ve sahip çıkılmıştır. Ancak Siyonist Haçlı sürüsü ve Ehli Bid’at taifesi Ehli Sünnet Vel Cemaat itikadı üzere olan bu camiayı sürekli zan altında bırakacak şaibeler ile huzursuz eder. İlk zamanlarda buna karşı oluşta ‘şuur’ seviyesi yüksekken, ilerleyen dönemde yeni birşey ortaya koyamayan, aksiyon geliştiremeyen ve yıllar boyu kendini tekrar eden bu camia zayıf ruhlar ve istidatlar eliyle, fabrikasyon bir yapı haline büründürülmüştür. Bu fabrikasyon yapı sebebiyledir ki, düzenin yer yer yandaşı şeklinde rollere girilmiş ve Süleyman Hilmi Tunahan Hocaefendi’nin Batıcı laik rejime karşı açtığı bayrak bunca insana, bunca servete, bunca imkâna rağmen yükseltilememiş ve daha ileriye taşınamamıştır.

Hatta bilerek veya bilmeyerek, yetiştirdikleri gençler aksiyonsuz, ruhsuz ve teslimiyetçi birer vatandaş haline getirilmiştir. ‘Bizi sokağa çekmek istiyorlar’ ve gerçekleşmiş herhangi bir İslâmî eylem akabinde, ‘bu hareketin arkasında Yahudiler masonlar var’ sözü ile bilgelik taslayan bir kısım zevat, bu sözün Siyonist Haçlı sürüsü ve Ehli Bid’at taifesinin, Müslümanları evlerinde tutmak, etkisizleştirmek, ehlileştirmek için kullanıldığını göremeyecek kadarda dava ahlâkına yabancıdırlar. Yine başörtüsü meselesi olsun, Filistin meselesi olsun, Peygamberimiz’e hakaret karşısında gelişen olaylar olsun, gençlerin buralarda görünmesini ‘saltanatları bozulur’ endişesi ile engelleyenler Süleyman Hilmi Tunahan Hocaefendi’nin sımsıkı bağlısı ve yine davasının takipçisi gençliği ruhen ve fiilen dumura uğratmanın büyük vebali altındadır. Kimsenin sokağa ihtiyacı yoktur, ama herkesin ‘gerektiği yerde gerekeni yapma şuur ve ahlâkına’ ihtiyacı vardır. Durulacak yerde durmaya, vurulacak yerde vurmaya, konuşulacak yerde konuşmaya, tefekkür edilecek yerde tefekküre…

Siyonist Haçlı sürüsü ve Ehli Bid’at taifesinin şımarıklığı birazda bundan. Müslümanlar, haklarını aramasını bilmiyorlar, hak talep etmesini iktidar sahiplerine yaranarak gerçekleştirmeyi düşünüyorlar. Bu manada iktidara talip olmasını bilmiyorlar. Siyonist Haçlı sürüsü ve Ehli Bid’at taifesi ise bunu istismar etmesini çok iyi biliyor ve sürekli bir takım manipülatif ‘fikirler’ ile Müslümanları siyasi, iktisadi hayattan uzak tutuyorlar. Siyonist Haçlı sürüsü ve Ehli Bid’at taifesi, bugün fırsat bulsa Müslümanları bir kaşık suda boğacak. Ama yapamıyor, gücü yetmiyor, aşamıyor. Sebeb ne o ne bu. Sebeb direnen Müslümanların sınırlarda duvar oluşturmasıdır. Birileri, duvarın bu tarafında, fethedilmiş alanda fatihçilik oynar misali, bir yanda artan bina sayısına diğer yanda Siyonist Haçlı sürüsü ve Ehli Bid’at taifesinin saldırılarına duvar olmuş mücahidlere bakıp, hâlâ Süleyman Hilmi Tunahan Hocaefendi’nin Kur’an davasından, Ehli Sünnet Vel Cemaat davasından bahsediyorsa utanmalıdır, utançtan kendini saklayacak yüzlerce perde bulmalıdır. Çünkü Süleyman Hilmi Tunahan Hocaefendi’nin davasından kaçtığı görülmemiştir. Davadan kaçanın ise Süleyman Hilmi Tunahan Hocaefendi’nin yanında yeri yoktur.

Tarih 1959… Ani bir şeker hastalığı, hızlı bir yükseliş ve ardından ebedi âleme göç… Ancak Süleyman Hilmi Tunahan Hocaefendi’nin cesedine bile tahammülü yoktur Demokrat Parti mensuplarının (Üstad NFK’nın deyimiyle; Tezatlar hükümetinin siyah kanadının). İllede polsin açtığı mezara gömülecektir, sürekli takibat ve defin sonuna kadar bekleyiş. Bu defin işlemi bile Süleyman Hilmi Tunahan Hocaefendi’nin davası için çektiği çilenin, ızdırabın boyutunu göstermeye yeter.

Başlığımız daki sorumuzun cevabını şimdi verebiliriz. “O BİR KAHRAMANDIR. EHL’İ SÜNNET V’EL CEMAAT ÖNDERİ BİR KAHRAMAN.” Davası davamızdır. Onun yolunun yolcusu talebelerine selâm olsun.

Sözümüzü Süleyman Hilmi Tunhan Hocaefendi’nin bir sözüyle noktalayalım. “Ey İslâm cemaati! Biz hayatta olduğumuz müddetçe, Resulullah’ın Eshâbına yalan isnadında ve iftirada bulunulabileceğinimi zannediyorsunuz? Böyle bir zanna kapılmayınız, Çünkü biz hayattayız.”

BARAN Dergisi Sayı: 110

SONER YALÇIN’DAN SAİD-İ NURSİ MESELESİNE FARKLI BİR BAKIŞ

6-7 Eylül Olayları’nı yazarken aynı cümleyi yazdım: Biz hep olayların sonucuna bakarak değerlendirme yapıyoruz. Olayları ortaya çıkaran nedenleri bilmiyoruz; üzerinde durmuyoruz. Başbakan Erdoğan kardeşlik mesajında Said-i Nursi’nin de adını telaffuz etti. İlk kez Said-i Nursi’nin adını anarak konuşma yapan Başbakan Menderes’di. Peki neydi bu konuşmanın içeriği? Bu konuşmayla 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra Said-i Nursi’nin cesedinin mezarından çıkarılıp bilinmeyen bir yere götürülmesi arasında nasıl bir ilişki vardı? 6 aylık süreçte neler yaşandı?

1980’li yıllar…

Ankara’da muhabirlik yapıyorum…

Görüştüğüm haber kaynaklarından biri de yetmiş yaşındaki Gıyaseddin Emre!

1954-60 yılları arasında TBMM’de görev yaptı. Demokrat Parti milletvekili olarak Yassıada’da yargılanıp hüküm giydi.

Kürt’tü…

Bitlisli’ydi…

Said-i Nursi’nin yakınıydı…

Böyle bir girişi niye yaptım?

Bildiğiniz gibi geçen hafta Başbakan Erdoğan kardeşlik mesajı verirken Saidi Nursi adını da telafuz etti. İyi de etti.

Bunun üzerine denildi ki, Said-i Nursi adını Başbakan olarak ilk kez Adnan Menderes konuşmasında geçirdi.

Adnan Menderes’ın Said-i Nursi’nin adını telaffuz etmesine hangi olay neden olmuştu?

İşte benim görüşmekten hep keyif aldığım Gıyaseddin Emre o olayın birincil tanıklarındandı.

Geliniz 50 yıl öncesine gidelim…

Nereden çıktı bu gezi

Tarih 1 Aralık 1959…

Said-i Nursi nedense birdenbire yurt gezisine çıktı.

Konya’da Mevlana Türbesi’ni ziyareti sırasında olaylar meydana geldi. Benzer olaylar Said-i Nursi’nin gittiği her yerde yaşanmaya başladı.

Basın olaylara geniş yer ayırdı.

DP Hükümeti’nin Devlet Bakanı İzzet Akçal sık sık, “Türkiye’de irtica tehlikesi yoktur” diye demeçler vermeye başladı.

Bu tartışmalar, kavgalar arasında Said-i Nursi hiç geri adım atmadı; yurt gezisini sürdürdü.

Olaylı Malatya, Eskişehir, Kütahya, Bursa, İstanbul gibi şehirlerden sonra Ankara’ya geldi.

Tarih 1 Ocak 1960…

Said-i Nursi Ankara Ulus’ta Denizciler Caddesi’nde bulunan Beyrut Palas Oteli’ne yerleşti.

Polis diğer şehirlerde olduğu gibi olayların çıkmaması için geniş güvenlik önlemleri aldı.

Said-i Nursi’nin ziyaretçileri arasında DP milletvekili Gıyaseddin Emre de vardı.

Zaten Said-i Nursi’nin gezisi büyük tartışma yaratmışken bir de iktidar partisinden bir milletvekilinin Said-i Nursi’yi ziyaret etmesi olayları alevlendirdi.

CHP lideri İsmet İnönü, 6 ocak’ta Vatan Gazetesi’ni ziyareti sırasında Ahmet Emin Yalman’ın, “Said-i Nursi seçimde vazife almış mıdır” sorusunu, “öyle görünüyor” diye yanıtladı. Bir gün sonra Gaziantep ilçe merkezine gönderdiği mesajda, “Bediüzzaman iktidar partisinin seçim mekanizmasında kendine düşen vazifeyi yapmaya başlamıştır” dedi.

8 Ocak’ta Başbakan Menderes, İnönü’den DP’yi Said-i Nursi ile irtibatlı gösteren sözlerini geri almasını istedi.

Mecliste Said-i Nursi kavgası

Said-i Nursi gerginliği meclise de yansıdı.

CHP Genel Başkanı İsmet İnönü meclis kürsüsünde sert bir konuşma yaptı:

“Sizler Said-i Kürdi’yi neden Türkiye’de şehir şehir dolaştırıyorsunuz? İrticayı seçim kazanmak için mi hortlatıyorsunuz? Atatürkçüleri bilerek mi hiddete getiriyorsunuz? Amacınız nedir?”

İnönü, konuşmasında Said-i Nursi değil Said-i Kürdi adını kullanmıştı.

CHP lideri İnönü’nün bu sözleri meclis genel kurulunu hareketlendirdi.

İnönü geri adım atmadı: “Dinin siyasete en yaldızlı şekilde alet edilmesi yüzünden memleketin iki defa battığını görmüş benim gibi bir adamın, din istismarcılarının zararı karşısında duyduğu heyecanlı hassasiyeti paylaşmanızı istiyorum.”

Mecliste kimsenin anlayış gösterecek ruh hali yoktu.

Meclis Başkanı Refik Koraltan milletvekillerini sakinleştirmek için yoğun çaba harcadı.

İnönü’nün sözlerine yanıt vermek için bu kez meclis kürsüsüne Başbakan Adnan Menderes geldi.

İşte ilk kez bu konuşmasında Başbakan Menderes Said-i Nursi adını telaffuz etti:

“Said-i Nursi gibi bir pir-i fani bütün hayatını iman ve Kur’an davasına vakfetmiş; dünyayı bu derece bırakmış bir insandır, Bütün dünyasını ilme, Kur’an’a ve ahırete feda etmiş bir zattır. Siz bundan ne istiyorsunuz?”

Milletvekillerinin karşılıklı laf atması üzerine meclis karıştı; yumruklaşmalar başladı.

Meclis Başkanı Refik Koraltan, İsmet İnönü’ye 12 oturum meclise girmeme cezası verdi.

Oturumu güçlükle kapattı.

Menderes’in Said-i Nursi’ye ricası

Gıyaseddin Emre TBMM’den çıkıp hemen Said-i Nursi’nin kaldığı Beyrut Palas Otel’e gitti. Otelin çevresindeki polis sayısı artmıştı. CHP’lilerin eylem yapmasından çekiniyordu.

Gıyaseddin Emre Said-i Nursi’yi otelden alıp DP Isparta milletvekili Tahsin Tolan’ın Bahçelievler’deki evine götürdü.

Gıyaseddin Emre gece 23.00’e kadar evde kaldı sonra yatmak için kendi evine döndü.

Tam uyuyacaktı ki evinin telefonu çaldı. Başbakan Adnan Menderes acilen Konut’a bekliyordu. Kalktı gitti.

Başbakan Menderes ile aralarında nasıl bir görüşme olduğunu Gıyaseddin Emre şöyle anlattı:

“Adnan Bey bana, ‘Bakınız Gıyaseddin Bey sizi şunun için çağırdım; Üstad Bediuzzaman hazretlerine gideceksiniz (Üstad’ı Üstad Bediuzzaman hazretleri diye ifade ediyordu.) benim ta’zimatlarımı (saygılarımı sunarak -sy) kendilerine bildireceksiniz; hava çok gergin, meselenin üzerinde çok duruyorlar. Yolda rahatsız ederler. İdareciler meseleyi anlamadıkları için kendisini taciz edebilirler. O bakımdan kendisinden rica ediyorum bu defa dönsün. Hava biraz sükunet bulsun. Sonra ben kendilerine haber veririm. Gelip giderler. Ben bizzat Anadolu’yu gezmesine imkan hazırlayacağım.’

Başbakan Menderes’in bu sözlerinden sonra ‘peki efendim’ diyerek Üstad’ın yanına gittim.

Meseleyi kendisine arzettim.

Üstad bana şöyle dedi: ‘Adnan Bey olmasa idi ben mutlaka gezecektim. Her ne olursa olsun gezecektim. Yalnız Adnan Bey dine hizmet etmiş bir insan olarak kendisini kırmayacağım ve bu defa döneceğim’ dedi.

Bu konuşmamız devam ettiğinde saat gece 01 suları idi. Huzurlarından ayrılıp Adnan Menderes’e gittiğimde beni beklerken buldum. Odasında gezinerek gidip geliyordu. Heyecanla Bediuzzaman’ın cevabını sordu. Durumu kendisine anlattım. Bu defa döneceğini söyledim. Menderes rahatlamıştı. Derin bir sükunet içinde bana dönerek şöyle dedi:

‘Üstad hazretleri konuştuğu zaman, parmaklarını adeta üç ordu emrinde imiş gibi (o zaman bizim üç ordumuz vardı) ve orduları harekete geçirecekmiş gibi gezdiriyor ve hiddetle konuşuyordu değil mi?’ Ben de ‘evet efendim’ dedim. Menderes o zaman ‘işte bu iman kuvvetidir Gıyaseddin’ diye mukabelede bulundu.”

Cesedi niye kaçırıldı

Said-i Nursi birkaç ay sonra tekrar yurt gezisine çıktı.

23 Mart 1960’ta gezi maksadıyla bulunduğu Şanlıurfa’da öldü.

27 Mayıs 1960 askeri müdahalesini yapan askerler, Şanlıurfa’daki mezarı kazıp Said-i Nursi’nin cesedini alıp bilinmeyen bir yere götürdüler.

Kuşkusuz bu hareketin hiç olumlu bir yanı yoktur. Çirkindir.

Ancak nedense meselenin diğer yanı hiç konuşulup tartışılmaz.

Sanki…

Askerler Said-i Nursi’nin cesedini niye alıp bilinmeyen bir yere götürdüler?

Bu olaydan önceki birkaç ayda Türkiye’de neler olmuştu; kimse meselenin bu karanlık noktasıyla ilgilenmiyor. Said-i Nursi’yi kim Türkiye gezisine çıkardı?

İnönü’nün söylediği gibi DP, Said-i Nursi’yi seçim malzemesi olarak mı kullanmak istedi?

Said-i Nursi’nin her gittiği şehirde neden olaylar çıktı? DP bunlara niye göz yumdu?

DP hem Said-i Nursi’yi desteklerken hem de Konya’da Bursa’da, Malatya’da neden Nurcuları yakalayıp cezaevine koydu.

Emirdağ’da kim yeşil bayrak açtı? Şeriat isteyen bildirileri kim dağıttı?

Keza Türkiye Said-i (Kürdi) Nursi’nin yurt gezisi nedeniyle hop oturup hop kalkarken, 17 Aralık 1959’da DP Hükümeti neden 49 Kürt aydınını tutuklayıp cezaevine gönderdi? Bu olayın Said-i (Kürdi) Nursi meselesiyle ilgisi var mıydı?

DP ve Başbakan Adnan Menderes, Said-i Nursi konusunda ne derece samimiydi?

Evet Said-i Nursi’yi kim hedef haline getirmişti?

Sorular çok…

Bu soruların yanıtlarını Gıyaseddin Emre biliyor muydu?

O yıllar sormak aklıma gelmedi.

Sonra yollarımız ayrıldı. Ankara’dan göçtük; ben İstanbul’a, o Konya’ya yerleşti.

Yüz yaşına çok az kala 2008 yılında hayata gözlerini yumdu.

Başbakan Erdoğan’ın Said-i Nursi adını telaffuz etmesiyle biz de eski bir dostu anmış olduk.

Allah rahmet eylesin…

Gıyaseddin Emre bu toprakların insanıydı…

Said-i Nursi’nin

işte soyağacı

Gıyaseddin Emre, Said-i Nursi’nin yakınıydı.

Said-i Nursi’nin ağabeyi Molla Abdullah, Gıyasettin Emre’nin dedesi Molla Mehmed Emin Efendi’ye bağlanmış ve ilmi icazetini ondan almıştı.

Said-i Nursi de ağabeyinin tavsiyesi ile Bitlis Merkez Camii’nde Gıyasettin Emre’nin dedesinden ilk derslerini aldı.

Yani; Gıyasetten Emre ile Said-i Nursi’nin ailesi birbirlerine çok yakındı.

Bu nedenle Gıyasettin Emre, Said-i Nursi’nin soyağacını bilen ender kişilerden biriydi. Çünkü Said-i Nursi ailesi hakkında konuşmayı pek sevmeyen bir yapıydaydı.



Said-i Nursi’nin ailesine mahalli dilde, “Mala Hıdro” diyorlardı. Soyağacının en başında Mala Hıdır vardı.

Hıdır’ın oğlu Mirza Reşad’tı.

Mirza Reşad’ın oğlu Ali, Said-i Nursi’nin dedesiydi.

Said-i Nursi’nin babasının adı ise Sofi Mirza idi.



Sofi Mirza’nın eşinin adı Nuriye’ydi.

Sofi Mirza-Nuriye çiftinin; Molla Abdullah, Molla Muhammed ve Said-i Nursi adında üç oğullarından başka üç kızları vardı:

Durriye, Mercan ve Hanım.

Hanım, Molla Said adında biriyle evlendi. Bir süre Şam’da yaşadı; orada vefat etti.

Düriye’nin Ubeydullah adında bir oğlu vardı. Halk içinde Ubeyt deniliyordu.

Ubeyt dayısı Said-i Nursi ile birlikte Ruslara karşı çarpışırken şehit oldu.

Said-i Nursi’nin annesi 1913’de; babası 1920’de; ağabeyi Molla Abdullah 1914’te ve kardeşi Molla Muhammed 1951’de vefat etti. Mezarları Bitlis’in Nurs Köyü’ndeydi.

Said-i Nursi’nin üç amcası vardı: Hacı, Mehmet ve Kolos.

Mehmet’in oğulları Abdurrahman, Reşit ve Kasım’dı.

Abdurrahman’ın oğlu Hacı Çerkez daha geçen yıllara kadar yaşıyordu.

Said-i Nursi’nin amcası Hacı’nın Molla Davut adında bir oğlu vardı.

Davut’un oğulları ise Hacı, Şamil ve İsa idi.

Gıyaseddin Emre’nin Said-i Nursi’nin soyağacına ilişkin bilgileri bu kadarla sınırlıydı.

"Said-i Nursi millidir"

Gıyaseddin Emre her sohbetimizde Said-i Nursi’nin “milli” değerlere nasıl sahip çıktığını anlatırdı.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, “Güroymak’a eski adıyla Norşin dersek ne olur sanki” sözüyle, adı bir anda ünlenen Norşin aslında Nakşibendiler’in Anadolu’daki önemli merkezlerinden biriydi.

Norşin Şeyhleri Rus işgaline karşı direnmiş, Şeyh Said ayaklanmasına katılmamış, Mustafa Kemal’i modernist buldukları için ulusal kurtuluş savaşına destek vermemişlerdi.

Gıyaseddin Emre yine de Norşin şeyhlerini “milli” görüyordu.

Said-i Nursi de Norşin şeyhlerinin medreselerinde yetişmişti.

Ve Gıyaseddin Emre’ye göre Teşkilat-ı Mahsusa’ya katılan Said-i Nursi kesinlikle dış güçlere/emperyalizme karşı çıkan bir din adamıydı.

Nurculuk konusunda Gıyaseddin Emre’dan çok bilgi aldım.

Örneğin…

Said-i Nursi’nin yakını Gıyasettin Emre, Fethullah Gülen’e karşıydı.

Bunun nedenini pek anlamıyordum.

Fethullah Gülen’e saygılıydı ama mesafeliydi. Ve nedense her fırsatta eleştiriyordu.

Bunu da sadece sohbetlerinde dile getirmiyor; Nurcuların yayın organı Yeni Asya Gazetesi’ndeki makalelerinde de yazıyordu.

-“Ağlayan Hoca’nın haline ağlayalım”

-“İsrail’e atılan füzelere ağlayan Hoca”

-“Günün modası dinler arası dialog” gibi makalelerinde Fethullah Gülen adını açıkça yazarak “milli olmamakla” eleştirdi.

Fethullah Gülen’in Said-i Nursi’nin yolundan ayrıldığını iddia ediyordu.

Oysa o dönemde Fethullah Gülen Cemaati ardı ardına Said-i Nursi sempozyumları-panelleri düzenliyor. Kitaplar çıkarıyordu.

Gıyaseddin Emre bunları “göstermelik” olarak görüyordu.

Ben ise; “kıskançlık mı yapıyor” diye düşünüyordum.

Çünkü Nurcu Yeni Asya Gazetesi çevresi pek gelişme/büyüme gösteremezken, Fethullah Gülen cemaati hızla büyüyor; dergilerle başlayan yayıncılık faaliyeti gazeteler, tv’ler ile hız kazanıyor; okullar ve üniversitelerle yurt dışına açılıyordu.

Kurdukları çeşitli dernekler ve vakıflar sayesinde devlet katında onay görüyordu.

Ancak…

Bugün Gıyaseddin Emre’nin haklı çıktığını görüyorum.

Son iki yıldır Fethullah Gülen cemaati Said-i Nursi adını pek telaffuz etmiyor.

Artık Said-i Nursi adına paneller, sempozyumlar yapmıyor, kitaplar çıkarmıyor.

Birden bire cemaat nedense Said-i Nursi’yi unutuverdi!

Risal-i Nur kitapları okunmaz oldu!

Bir hafta boyunca kutlanan doğum günü hatırlanmaz hale geldi!

Niye cemaat için Said-i Nursi yok artık.

Niye artık sadece Fethullah Gülen Hocaefendi var?

Said-i Nursi’nin üzerini kim çizdi?

Said-i Nursi’nin yakını Gıyaseddin Emre bunu nasıl yıllar önceden görebildi?

Evet medyada çıkarılan büyük gürültüler asıl tartışmamız, konuşmamız, anlamamız gerekenler üzerinde durmamıza engel oluyor.

Bunun yerine eski solcu yazarlar, “Said-i Nursi’yi solcular hala niye anlamıyor” diyor?

Biz henüz Gıyaseddin Emre’nin Fethullah Gülen’e neden karşı olduğunu anlamadık ki, Said-i Nursi meselesini kavrayabilelim!...

Bu çevreleri yakından bilen yazarlar konuyu aydınlatmıyorlar ki neler olduğunu bilelim!…

Soner Yalçın
Odatv.com

MEHMET ŞEVKET EYGİ SONER YALÇIN’A DESTEK VERDİ

Soner Yalçın geçtiğimiz Pazar günü yazısında Said-i Nursi’nin hayatını birinci elden tanıklarla ele aldı ve Nursi’nin fikirleri ile cemaatin fikirleri arasında bağlantının olmadığını söyledi. Bugün Milli Gazete yazarı Mehmet Şevket Eygi de Said-i Nursi’yi anlattığı yazısında Yalçın ile aynı fikirleri savundu. Eygi, cemaatin düzenlediği “dinlerarası diyalog” çalışmalarının Nursi’nin görüşleri ile bağdaşmadığını söyledi.

İşte Eygi’nin yazısının ilgili bölümü:

Üstad'ın ölümünden bu yana yarım yüz yıla yaklaşan bir zaman geçti. Genç nesiller o eski karanlık günleri, o çekilen eziyetleri tam mânâsıyla bilmiyor. Merhum Üstad Bediüzzaman hazretleri hakkında, gerçeklere uymayan birtakım lâflar ediliyor, iddialar ortaya atılıyor.

Üstadın, "İslâm'ın Allah katında tek hak, makbul, muteber, geçerli din olduğu" inancına aykırı hiçbir sözü yoktur.

Bugünkü Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü cereyanı ile onun arasında bağ kurulamaz.

Üstad dört hak mezhebin doğruluğuna, fıkhın lüzumuna inanmış bir alimdi.

Üstad tasavvufa ve turuk-i aliyyeye muhalif değildi. Telvihat-ı Tis'a risalesinde tasavvufu övmektedr.

Üstad Gavs-i Ekber Abdülkadir Geylanî'ye, İmamı Gazalî'ye, İmamı Rabbanî'ye bağlı ve hürmetkârdı.

Üstad hazretleri ölümüne kadar evradını ve ezkarını okumuştur.

Giyimde kuşamda, yeme içmede, maişette adat-ı islamiyyeye ve Şeriat-ı Garra-i Ahmediyye ahkamına bağlı kalmıştır.

Hiçbir konuda Frenkleri taklid etmemiştir.

Bir keresinde Ağır Ceza Mahkemesi reisi, başından sarığını çıkartması konusunda ısrar etmiş, Bediüzzaman "imamemi ancak başımla birlikte çıkartabilirsiniz" cevabını vermiştir.

Böyle büyük bir zatın bozuk bid'at cereyanlarıyla hiçbir ilgisi olamaz. O, Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolundan kıl kadar ayrılmamıştır.

Onun "Muharref ve bozuk dinler de İbrahimî dindir, haktır... Onların da mensupları ehl-i necat ve Cennetliktir..." gibi vahim bid'at inançlarıyla alâkası yoktur.

Risale-i Nur'daki bazı gavamız, esrar ve dakaikin tevilleri vardır.

Dinimize, İmanımıza, Kur'ân'ımıza, Şeriatımıza, Sünnet-i seniyyeye hizmet etmiş büyüklerimizin hatıralarını koruyalım. Bid'atçilerin onları bozuk bid'at cereyanlarına alet etmelerine fırsat ve imkân vermeyelim.

Odatv.com
16 Ekim 2009

SUÇUM BÜYÜKMÜŞ
Mehmet Şevket Eygi

BENDENİZİ defterden silmişler, kara listeye almışlar. Suçum büyükmüş...

Diyaloğa karşıymışım, Diyaloğu tenkit ediyormuşum...

Sünnî bir Müslüman olarak ne yapacaktım?

Bu Diyalog bid'ati de nerden çıktı? Hangi muteber, klasik, güvenilir din kitabında "Diyalog ve Hoşgörü" diye bir inanç, bir bölüm, bir madde var.

Diyalog 1960'lı yıllarda Vatican (Papalık) tarafından, İslâm dünyasında yeni bir misyonerlik yapmak üzere çıkartılmış gayr-i İslâmî bir doktrindir. (Papalığın bu konuda kitabı var...)

Bana dünyayı verseler, yine de böyle din dışı, Kur'ân'a ve Sünnete aykırı, İslâm'ın tek hak din olduğu inancına zıt bir görüşü benimsemem.

Açıkça, samimî olarak beyan ediyorum:

İslâm'da diyalog inancı yoktur.

Bazılarının iddia ettiği gibi "Üç hak İbrahimî din" yoktur.Bir tek hak ibrahimî din vardır, o da İslâm'dır.

İslâm'ı, Kur'ân'ı, Hz. Muhammed'in peygamberliğini ve davetini red ve tekzib eden münkirler ve kafirler asla ehl-i necat ve ehl-i Cennet değildir.

Kelime-i şehadet bir bütündür. İçinde iki esas bulunmaktadır. Bu iki esasın da birlikte ikrar edilmesi gerekir. Kafirlerin hatırı için "Muhammed Resulullah" kısmı meskutün anh geçilemez. Diyalogçuların bendenize boykot uygulaması gülünçtür

Böyle bir şey cemaat fanatizmine ve asabiyetine uygun düşer ama İslâm ve iman kardeşliğine uymaz.

Kaç kere yazdım, bir kere daha teklif ediyorum:

Diyalog doktrin ve ideolojisinin İslâm'a, Kur'ân'a, Sünnete uyup uymadığı konusunda beynelislâm (Müslümanlar arası) bir ulema meclisi toplansın. Bu meclise sadece icazetli din uleması alınsın, icazetsizler alınmasın. Onlar meseleyi müzakere etsinler ve fetva versinler.

* Ehl-i Kitap ehl-i necat mıdır?

* Ehl-i Kitab ehl-i Cennet midir?

* Yüce dinimizde diyalog var mıdır?

* Dinin temellerinden, usulünden, zarurî temel hükümlerinden taviz verilerek diyalog yapılabilir mi?

* Kafirleri dost ve velî edinmek caiz midir?

* Kelime-i Şehadet'in ikinci cümlesini söylememek, ikrar etmemek İslâm'a ve iman'a uyar mı?

Milli Gazete

DÜNYANIN EN GÜÇLÜ 500 MÜSLÜMANI LİSTESİNİ KİM HAZIRLADI

Milliyet Gazetesi 20 Kasım’da şu haberi verdi: “ABD’nin uluslararası üne sahip Georgetown Üniversitesi ve Ürdün merkezli ‘Kraliyet İslami Stratejik Çalışma Merkezi, "Dünyanın En Güçlü 500 Müslümanı" listesini yayınladı. "En Güçlü Müslümanlar" listesinde Erdoğan’ın 5., Fethullah Gülen’in 13., Abdullah Gül’ün 28. sırada yer aldığını, bunlara ek olarak Ahmet Davudoğlu, Adnan Oktar, Devlet Bakanı Mehmet Aydın, Diyanet İşleri BaşkanıAli Bardakoğlu, Ali Bulaç, Necmettin Erbakan, Hayrünnisa Gül, Ekmeleddin İhsanoğlu, Ekrem Dumanlı gibi isimlerin de listede bulunduğunu öğrendik.

Milliyet Gazetesi, listeyi hazırlayan Georgetown Üniversitesi’nin “uluslararası üne sahip olduğunu” söylüyor ama “neyle” ünlü olduğunu eklemeye gerek görmemiş:

“Fethullah Gülen Hareketi, emrindeki bütün örgütler ve üniversiteler (büyük paralar akıtmaya devam ettiği Georgetown Üniversitesi dahil), Amerika Birleşik Devletleri'nde ve Avrupa'da Gülen konferansları düzenliyorlar.” (Rachel-Sharon Krepsin, “Fethullah Gülen’in Büyük İhtirası”, The Middle East Quarterly, Kış 2009, http://www.meforum.org/2071/fethullah-gulenin-buyuk-ihtirasi)

Fethullah Gülen’in, finansal açıdan desteklediği aktarılan kurumun hazırladığı listede Dünyanın En Güçlü 13. Müslümanı olması şaşırtıcı değil. Ama Milliyet’in Georgetown Üniversitesi’nin yıllardır Fethullah Gülen’i yücelten konferanslar ve paneller veren üniversite olduğu ve bu konferansların katılımcıları arasında ABD Dışişleri İstihbarat Bürosu eski şefi Alan Makowsky’den CIA eski Ortadoğu şefi Graham Fuller’a pek çok tanıdık ismin bulunduğu bilgilerini atlaması dikkat çekici. Bu isimlerin Fethullah Gülen’e Amerika’da kalabilmesi için referans olduğu da biliniyor.

Listede Gülen’in tanıtılışı da listeyi hazırlayanların bakışını ele veriyor. Gülen’in adı “Fethullah Gülen Hocaefendi” olarak geçiyor. Gülen’in etki alanı“milyonlarca Türkiye ve Dünya Müslümanı’nın ruhani ve sosyal lideri” olarak tanıtılıyor. Gülen’in laiklerin nefreti nedeniyle 1999 yılında ABD’ye gittiği söylendikten sonra Gülen’in hareketinin AKP döneminde artan etkisinden söz ediliyor.

Bu ayrıntıların dışında, Milliyet’in önemli bulmadığı bir başka nokta ise Georgetown Üniversitesi adına hazırlanan listeyi hazırlayan iki isimden birinin Başbakanlık Başdanışmanı İbrahim Kalın olması.

Başbakanlık başdanışmanımızın “Fethullah Gülen Hareketinin emrinde” olduğu iddia edilen bir üniversitede akademik pozisyona sahip olması, bu üniversite adına raporlar hazırlaması Milliyet’e gelmese de, bizlere ilginç geliyor.

Kalın aynı zamanda SETA koordinatörü.

Yani Kalın kendi hazırladığı “Dünyanın En Güçlü 500 Müslümanı” listesine de 97.sıradan girmeyi başarmış durumda…

İbrahim Kalın’a başarılarının devamını diliyoruz.

Deniz Hakyemez

Odatv.com
23 Kasım 2009

CEMAAT ALMANYA’DA NE YAPMAK İSTİYOR?
Atilla Coşkun
15.01.2010

Cemaat Almanya'nın Münih kentinde 9 Şubat’ta uluslararası bir sempozyumda "İslami Hareket" başlığı altında Gülen Hareketi’ni batıda diyalog ortağı olarak tanıtmaya hazırlanıyor.

Sempozyumu Cemaat’in Münih öğrenci derneği IDIZEM Münih Belediyesi, Almanya'da önde gelen Münih Ludwig-Maximilians Üniversitesi, Halk Yüksek Okulu, Hazreti İbrahim (Freunde Abrahams) Dostları adında bir örgüt, Protestan Kilisesi ve Katolik Kilisesi'ni temsil eden "Pax Christi" hareketi ortaklaşa düzenliyor.

Konuşmacılar arasında Washington'dan Gülen ve Said-i Nursi araştırmalarıyla bilinen Prof. Dr. Thomas Michel, Berlin'den Ercan Karakoyun, Moskova'dan Prof. Dr. Leonid R. Sykiainen bulunuyor. Ayrıca Türkiye'den İstanbul Fatih Üniversitesi'nden Dr. Savaş Genç ve Patrikhane sözcüsü Dr. Peder Dositheos Anagnostopoulos katılacak.

Sempozyum'da Gülen Hareketi dinler ve kültürler arası barış ve diyalog çabası için çalışan bir örgüt olarak tanıtılacak.

Sempozyumu düzenleyen kurum ve örgütler Ortodoks Kilisesi'nin öncülüğünde gecen yıl sözde "Ermeni Soykırımı“nı anma töreni düzenlemişlerdi.

Özellikle kiliseler ve Yahudi Cemaatiyle yoğun diyalog kurma cabası içinde olan Gülen Hareketi, Almanya'da faaliyetlerini ağırlıklı olarak eğitim, diyalog, uyum konuları üzerinde sürdürüyor.

Milli Görüş ve alt kuruluşları yıllardır Alman Anayasayı Koruma Dairesi’nin takibi altındayken, Gülen Hareketi görmezlikten geliniyor. Anayasayı Koruma Dairesi'nin periyodik olarak çıkardığı raporlarda Gülen ve hareketinin adi bile geçmiyor; zira, Gülen Hareketi inandırıcı olmak ve güvenirliğini kanıtlamak için kiliselerle ve Yahudi Cemaatiyle işbirliği yaparak faaliyetlerini bilinçli olarak Alman Anayasası’na ve kanunlara göre sürdürüyor. Bu şekilde yıllardır basarîli olarak gerçek amaçlarını saklamayı basarmış durumdalar.

Bu faaliyetlerin amacı Türkiye ve tarihini çarpıtarak Alman kurumlarının ve hükümetinin de desteğiyle Türkiye'yi istikrarsızlaştırmaktır ve Türkiye hakkında yanlış bir imaj yaratmaktır. (..)

Gülen’in “barış felsefecisi“ gibi gösteren Alman medyası, onun ABD’de yasadığına değinirken, neden orada yasadığına dair bilgi vermemekte ısrarlı tavrını yıllardır sürdürmektedir. Diğer yandan ise Alman Eğitim Bakanlığı’nın gün geçtikçe çoğalan Gülen okullarına izin vermesi, Türk göçmenlere yönelik uyum politikalarına ters düşmektedir.

Görülüyor ki Türkiye karşıtı Alman siyasetçiler ve Alman medyası bu konuda Gülen’i stratejik ortak olarak görmekte ve onun faaliyetlerini desteklemektedir.
Odatv.com

'Cemaat'ten Erdoğan’a İsrail Uyarısı!...

Fethullah Gülen Cemaati, Başbakan Tayyip Erdoğan’ı İsrail’e yönelik eleştirilerini kamuoyu önünde yapmaması ve daha dikkatle olması için uyardı.

Zaman Gazetesi’nin Washington Temsilciliğini yapan ve Fethullah Hoca’nın ABD’den sesi olarak algılanan Ali H. Aslan, bugün Todays Zaman’da ilginç bir makaleye imza attı.

Aslan, “İsrail ve Türkiye: Zor Bir Çift” başlıklı yazısında, öncelikle Türkiye’nin komşularıyla “sıfır problem” politikasını hatırlatarak, İsrail’le ilişkilerin gerilmesinin bir çelişki olduğuna dikkat çekti.

Ali Aslan İsrail’e, Türkiye’yle ilişkilerini geliştirme ve anti-semitizmle mücadele için askeri müdahalelerden uzak durup, kamu diplomasisi yürütmesi ve Türkiye’de temasta olduğu çevreleri farklılaştırması tavsiyelerinde bulundu.

Aslan, “İsrail’in iyice zayıflayan Kemalist laiklerle ilişkisin” eleştirirken, “Giderek güçlenen dindar muhafazakârları görmezden geldiğini” de vurguladı.

Aslan, Türkiye’ye ise tartışmalarda daha dengeli olmasını önerirken, “Türk liderler, özellikle de Başbakan Erdoğan, İsrail politikalarını kamuoyu önünde daha az eleştirmeli ve daha dikkatli bir yol izlemeli” dedi.

Aslanın bu yazısını web sitesinden okumak isteyenler için linkinide verelim.

http://www.todayszaman.com/tz-web/columnists-199428-israel-and-turkey-a-difficult-couple.html
amadoluhaber

Değişimden Önce(D.Ö), Değişimden Sonra(D.S) ZAMAN!

23 Ocak 2010, 12:35 Anadolu Haber

Zaman Gazetesinin hızlı ve önlenemez değişimi

Zaman gazetesinin 90'lı yıllarda ki söylemleri ile bugünlere uzayan süreçte yüklenmiş olduğu misyonunu icra ederken nasıl bir değişim süresicinde olduğunun kanıtı olan haberleri sizlere sunuyoruz.

Değişim öncesi Zaman Gazetesi'nde;
Genel olarak hristiyan Dünyasının sinsi misyonerlik faaliyetlerine, İslam üzerinde ki oyunlarına karşı duruş sergilenirken...

"Papa yine sahnede... (Zaman, 22 Nisan 1990).

"Vatikan ve Ingiltere Tarsus'u ABD Patrikhane'yi Merkez yapmak istiyor". (Zaman, 17 Haziran 1990).

"Patrikhane entrika pesinde ... Istanbul'a gelen Yunan milletvekilleri hezeyan kustu: "Patrikhane Istanbul'da mahpusmus". (Zaman, 18 Haziran 1991).

"Hiristiyan teskilatlarinin Müslümanlara yönelik çalismalari endise ile takip ediliyor. Islam Dünyasi'nda Hiristiyanlik atagi". (Zaman, 31 Ekim 1991).

"...Bizans Hayali: "Bir yil önce kararlastirilan ve adim adim hayata geçirilen bu plana göre;
1- Ortodoks dinine mensup Sirp milletinin devleti olan Sirbistan kurulacak.
2- Hiristiyan halklarin tarihlerinin, törenlerinin taninmalari için yogun faaliyetler yapilacak.
3- Son olarak güçlü bir Ortodoks-Hiristiyan ittifaki ile baskentin Istanbul olacagi...
Büyük Bizans Imparatorlugu kurulacak". (Zaman, Ekim 1991).

"PKK Hiristiyan isbirligi..." (Zaman, 25 Subat 1992).

"Maddi vaatlerle diyalog kurduklari çocuklarin beyinlerini yikamaya çalisiyorlar". "Iste misyonerlerin merkezi". (Zaman, 24 Temmuz 1992).

"Kiliseden sinsi tuzak; îslamî degerlere saygili görünerek Müslümanlara Hiristiyanligi anlatacaklar..." (Zaman, 9 Haziran 1993).

"Patrigin cihan rüyasi: Gazetemizin sempozyumu izlemesine yasak getiren Fener Rum Ortodoks Patrigi Bartholomeos; "Rum Fener Patrikhanesi ekümeniktir dedi" (Zaman, 25 Eylül 1995).

"Çift basli kartal bulunan Bizans bayraklari ile süslenen Patmos Adasi'ndaki kutlamalarda, Patrik Bartholomeos, Sirp Ortodokslari temsilcisi Eirineos'a plaket verdi". (Zaman, 27 Eylül 1995).

"Patrikhane Lozan'i zorluyor. Bartholomeos ve beraberindeki 13 patrik Türnepa Yön. Kur. Baskani Rahmi Koç"un verdigi yemege katildi". (Zaman, 22 Eylül 1995).

Değişim sonrası Zaman Gazetesi'nde;
Hristiyan dünyası ile sanki asırlardır kardeşmişiz telkinleri var;

"Vatikan'dan sicak mesaj... (Zaman/17 Nisan 1996).

"Patrik Bartholomoes ve F. Gülen Hocaefendi toplumsal barisin önemini vurgulayan konusmalar yaptilar". (Zaman, Ekim 1996).

"Medeniyetler arasi diyalog için ilk adim; Fener Rum Patrigi Bartholomoes konusmasinin ardindan, F. Gülen'e bir hediye takdim etti". (Zaman, 2 Ekim 1996).

"Vatikan'da uzlasma zirvesi". (Zaman, 9 Subat 1998).

"F. Gülen Hocaefendi, Islam ve Hiristiyan dünyasini temsilen "Dinlerarasi Diyalog" çerçevesinde Papa 2. Jean Paul ile yarim saat görüstü". Bartholomoes: "Bol ürün bekliyoruz". (Zaman, 10 Subat 1998).

"Yunanistan'dan gelen 45 delegenin istirak ettigi toplantiya Fener Rum Ortodoks Patrigi Bartholomoes de katildi. Patrikten hosgörü mesaji". (Zaman, 19 Subat 1998).

"Ehl~i Kitap iftarda. Iftara Rum Ortodoks Patrigi Bartholomoes'un yani sira, Ermeni Ortodoks Patrigi Mutafyan, Istanbul Musevi Hahambasisi David Aseo... katildi." (Zaman, 24 Aralik 1998).

"F. Gülen'in baslattigi diyalog çalismalari sürüyor. Gülen önceki gün Istanbul'da Yahudi Örgütleri Baskanlari Konferans Heyetini kabul etti". (Zaman 10 Mart 1998).

"F. Gülen ile Papa görüsmesi önemli bir olaydir". (Zaman, 12 Nisan 1998).

"Zaman'a özel açiklamalarda bulunan Protestan Kiliseleri Birligi Islam Dünyasi ile Iliskiler Baskani..." (Zaman, 30 Kasim 1998).

"Harran'da Semavi Dinleri bir araya getirecek Ilahiyat Okulu açilmasinin, hosgörü ve uzlasmaya katki saglayacagi vurgulandi". (Zaman, 15 Subat 1998).
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Prş Oca 28, 2010 1:57 am    Mesaj konusu: "İhvan ılımlıdır, Bağdadi'nin İhvan'la bağlantısı yok&q Alıntıyla Cevap Gönder

Karadavi: "İhvan ılımlıdır, Bağdadi'nin İhvan'la bağlantısı yok"
18.10.2014



TRTTürk'ün haberine göre; İşbirlikçi Yusuf el-Karadavi, IŞİD'in halife ilan ettiği Ebubekir el-Bağdadi'nin Müslüman Kardeşler Teşkilatı'yla (İhvan) bağlantısı olmadığını duyurdu.

Ofisinden yapılan yazılı açıklamada, basında yer alan ve Karadavi'nin "Bağdadi'nin gençliğinde İhvan'la bağlantısı olduğu ve teşkilatın tüm radikal örgütlerin çıkış noktası olduğu" yönündeki sözlerini içeren video görüntüsüne açıklık getirildi.

Açıklamada, Karadavi'nin Bağdadi'yi kastederek "Bu adamın İhvan'a mensup olduğunu ancak liderliğe meyli olduğunu söylediler. Ama yıllarca hapis yattıktan sonra bunlar onu ayarttı. Biz aşırılıkla mücadele ediyoruz" sözlerine yer verilerek şeyhin "söylediler" ifadesini kullanmasının bu konuda kesin bir bilgiye sahip olmadığını gösterdiğine işaret edildi.

Karadavi'nin "Şam ve Irak İhvan'ı bu adamın kendilerine mensubiyetinden beridir" sözlerine yer verilen açıklamada, şiddete meyilli örgütlerin şeyhin temsil ettiği ılımlı düşünceyle mücadele içinde olduğu, IŞİD ve emsallerinin İhvan'ı tekfir ettiği, ılımlı düşünceye mensup din adamlarını dinden çıkmış olarak gördüğü belirtildi.

Açıklamada, "Medya organları, aslında bir röportajın bazı bölümlerini aktarırken şeyhin İslam dünyasında ılımlı düşünce ve fıkhın hakim olması gerektiği, radikallik ve aşırılığa karşı oldukları yönündeki açıklamalarının yer aldığı bölümleri görmezden gelmiştir" denildi.

Karadavi'nin Bağdadi'yi tanımadığının altının çizildiği açıklamada, "Şeyhin açıklamalarını takip edenler onun IŞİD ve tüm radikal gruplara karşı tavrını, yöntem ve kullanılan araç da onlardan farklı olduğunu bilirler" ifadeleri kullanıldı.
haber 1001

Namık Kemal Zeybek: Milliyetçilikten ılımlı islâmcılığa çarketti
03.02.2010

Radikal Gazetesi yazarı Namık Kemal Zeybek geçtiğimiz günlerde ABD’de Fethullah Gülen cemaatinin düzenlediği “The Gulen Movement” isimli konferansa katıldı. Ülkücü camianın eski isimlerinden olan Zeybek, ANAP döneminde kültür bakanlığı yapmıştı. Yakın dönemde BBP’ye katılan ve ayrılarak DP’ye katılan Zeybek Radikal Gazetesi’nde yazmaya devam ediyor. Zeybek, Habertürk yazarı Yiğit Bulut’un da kayınpederi.
Hizmet hareketi bizim başarımız
Namık Kemal Zeybek katıldığı konferans sonrasında konuya ilişkin yazısında Gülen hareketini öven bir yazı dizisini başlattı.

Eskiden başka yazıyordu

Ancak Zeybek yakın zamana kadar milliyetçi fikirleriyle biliniyordu. Fethullah Gülen’e ve ABD’ye muhalif yazılarıyla bilinen Zeybek’in dönüşü herkesi şaşırttı.

Namık Kemal Zeybek 3 Haziran 2004 tarihinde Tercüman Gazetesi’nde yazdığı yazıda Fethullah Gülen hakkında şu ağır ifadeleri kullanmıştı: “Bugün Fethullah Gülen hareketi güçlenmiş ve siyasetçiler için kazanılması yararlı bir güç durumuna geçmiştir. Sonunda ben de bir siyasetçiyim. Etkili bir cemaatle ilgili olumsuz söz söylememek gerekir, diye düşünülebilirim. Ama iş öyle değil... Cemaatların siyasete karışmasını, hem din, hem de siyaset için zararlı buluyorum bu bir...
İkincisi, inandıklarını söylemekten çekinen siyasetçilerin ülkeye ve halka yararlı olmayacaklarına inanıyorum.”


Bu hareket Türkiye için zararlı

Zeybek şöyle devam ediyordu: “Dolayısıyla 1997'de Abant'ta yapılan toplantıda Devlet ile ilgili değerlendirmelerde eski komünist şimdi liberalist bir takım kişilerle aynı çizgide ve ortak anlayışta olduklarını gördüğümden beri bu hareketi Türkiye için zararlı buluyorum.
Diyalog adı altında yaptıkları ve Müslümanlar'ın misyonerler karşısındaki direnişini kıracağına inandığım çalışmaların Müslümanlık için zararlı ve İslam açısından yanlış buluyorum.
Amerika'yı Irak vahşetinden sonra bile desteklemelerini insanlık için zararlı görüyorum.
Rusça'nın baskısından kurtulmaya çalışan ve öz dillerine dönmek çabası içindeki Türk Cumhuriyetleri'nde açtıkları okullarda İngilizce eğitim yapmalarını zararlı sayıyorum.
Diliyorum ki bu yanlışlarından dönerler ve oluşturdukları gücü, yararlı duruma getirirler.
Diliyorum.”


Onların fitnesi Deccal’dan kötüdür

Zeybek 26 Ekim 2003 tarihinde Tercüman’da şunları yazmıştı: “Şeyhlik gücünden yararlanıp mal mülk sahibi olmuşsa... Ticaretini geliştirip, teşkilat kurmuşsa... Allah'ın kullarını 'Allah'a götüreceğim' diye kandırıp 'mal' gibi pazarlamışsa... Tasavvufu ticarete ve siyasete araç yapmışsa... İşte o zaman sahip olduğu en değerli varlığı en çok gerekli olduğunda yitirir. Son demde iman...
Ahmet Yesevi'ye kulak verelim
YALAN şeyhlerden söz ederken, döneminden günümüze çağrısını en açık biçimde yapıyor, Ahmet Yesevi:
'Onlar müritlerinden bağış alırlar, eğer müritleri vermese çekişirler ve derler ki: 'Senden şikayetçiyim, Allah da senden şikayetçi.' Gerçek şeyhler bağış alırlarsa sadece hak edenlere, gariplere, çaresizlere verirler. Eğer kendileri alıp yerlerse leş yemiş gibi olurlar. Eğer alıp giyim yaparlarsa Hakk Teala onların ibadetlerini kabul etmez. Onlar cehennem azabına uğrarlar. Kim böyle şeyhlere gönlünü kaptırırsa, dinden de çıkar. Böyle şeyhler lanetlidirler. Onların fitnesi Deccal'den de kötüdür. Onlar şeriatta, tarikatta, hakikatta ve marifette dinden çıkmış sayılırlar...'
Çok mu ağır?
Hayır! Yanlışlığın ağırlığınca ağır...”


Dinlerarası diyalog Hristiyan taktiği

Zeybek, 17 Ekim 2003 tarihinde ise Fethullah Gülen’in çalışmalarından en önemlisi olan Dinlerarası Diyalog çabalarını Hristiyanlığın taktiği olarak anlatıyordu: “DİNLERARASI Diyalog, Hıristiyanlığın bir taktik yaklaşımı. Taktiğe taktik ile yaklaşırsanız sıkıntı yok. Ama kendinizi kaptırırsanız, tuzağa düşersiniz.
Tuzağa düşülmüştür. Öylesine düşülmüştür ki; hayatı İslam vaizliğiyle geçen bir emekli din görevlisi için hazırlanan kitabın adı Diyaloğa Adanan Hayat olmuştur.”
Namık Kemal Zeybek yine aynı yazısında şunları söylüyordu: “Her dile çevrilen İnciller'in içine konulan dolarlar mı daha çekici gelir, mescid yapmak için ceplerden istenilen liralar mı?
Evet, dolarların kanatlandırdığı; diyalog rüzgarlarının beslediği Hıristiyan misyonerliğini kim durduracak? Milletimizin önüne konulan bu bölünme çatlağını kim onaracak? İşte asıl soru bu... Ama önce diyalog tuzağından kurtulmak gerek.”


Cemaat lideri mi holding sahibi mi

Namık Kemal zeybek 13 Haziran 2004 tarihinde ise cemaat hakkında şunları söylüyordu: “Cemaat gazeteleri, televizyonları, işleri, işletmeleri, ticaretevleri sahibi olunca, işte ondan sonra olanlar olur... Oluyor...
Ne mi olur? Başlangıçta cemaat bütün bu dünyevi kurumların sahibi iken, yasa işlemeye başlar ve bu dünyalıklar, cemaatın sahibinin olurlar. Cemaat lideri bir süre sonra holding patronu haline gelir. Holdingin niteliği ve niceliği uluslararası boyuta ulaşmışsa; uluslararası kapitalin bir parçası olunur. Uluslararası kapital, uluslararası siyasete soyunmuşsa da uluslararası kapitalin güdümünde bir cemaat yapısı ortaya çıkar.
Artık bu noktadan sonra başlangıç noktası uzaklarda bir hayal gibi hatırlanır... Başlangıçta çok iyi niyetlerle başlanılsa bile bir süre sonra böyle olur... Olunuyor...
Diyorum ki çevresinde kendisinden bir şeyler umarak insanların biriktiği insanlar, eğer gerçekten olgun ve oldurucu insan iseler; çevrelerindekileri örgülemesinler... İşlerini ticaret ve siyasete bulaştırmasınlar. Kendilerini de kendilerine bağlananları da yakmasınlar... Zulme rızayı küfür niteliğinde gören Müslümanlığı, zulmün şakşakçısı, destekçisi, dalkavuğu, yalakası derecesine düşürmesinler...”


Gülen’i kurtarın

10 Haziran 2004 tarihinde ise Gülen’in Hristiyanlığın tuzağından kurtarılması gerektiğini söylüyordu: “Diyalog işi teşkilatlanmış Hıristiyan kilisesinindir. İşi ortaya atan ve attığı oltayla av ardında koşan öncelikle Vatikan'dır…. 'PEKİ bütün bu olgulara, gerçeklere rağmen diyalog samimi olabilir mi? Zaten samimi olmadıkları yaptıkları beyanlardan da anlaşılmaktadır. Örneğin, Fethullah Gülen samimiyetle El Kaide'nin eylemlerini kınarken, Patrik Bartholomeos, Hahambaşı İshak Haleva ya da dünya ölçeğinde Papa, açıktan İsrail'in ve Amerika'nın vahşetlerini asla kınamamışlardır. Nerede diyalogtaki samimiyet? Sonuç olarak Dinlerarası Diyalog Toplantıları sinsi Hıristiyanlaştırma ve alinasyon (yabancılaştırma) planlarını bünyesinde taşımaktadır.' Diyorum ki, kendilerine göre hangi ihtiyaçtan ötürü bu diyalog tuzağına düşenler varsa, bir an önce kendilerini kurtarmalıdırlar. Gecikmeden...”

Siyonizmle kolkola

Zeybek 23 Ocak 2005 tarihinde ise Fethullah Gülen cemaatinin çabalarını Siyonizm ve ABD ile yan yana koyuyordu:
“SÖZÜN aslı diyalog olsa da diyalogcular, diyaloğ dediler ve sözü de yumuşattılar. Özlerinin de yumuşaklığı ortaya çıktı….

Müslümanlığın topyekün köktenci olması durumunda denetlenemez güç olması olabilir... Bunun da önlemi alındı: Ilımlı Müslümanlık...

Ilımlı Müslümanlığı üretmek için bulunan en kestirme yol ise diyalog. Hıristiyan ile Müslümanlığın diyalogundan ılımlı Müslümanlık doğdu.
Ilımlı Müslümanlık ne demek? Evangelist Hıristiyanlık ile diyalog kuran Müslümanlık...

Yani? Yani, Evangelist Siyonist'in hiçbir çalışmasına karşı çıkmayan Müslümanlık... Yani, global kapitale teslim olmuş Müslümanlık... Yani, Müslümanlık olmayan Müslümanlık... Ne güzel diyalog değil mi? Diyalogdan çıkan sonuç, Hıristiyanlık aşırı olacak, Müslümanlık ılımlı...

ILIMLI Müslüman, söz gelimi ABD güçleri Irak'a saldırıp Müslümanlar'ı öldürürken, kadınların ırzına geçerken hiç itiraz etmez... ABD'yi haklı gösterecek, savunacak, koruyacak mazeretler üretir... Niye? Çünkü o ılımlı Müslüman'dır.

Ilımlı Müslüman, kendi cemaatının çıkarlarını, güvencesini almıştır. Cemaatına dokunulmadıktan sonra ötekiler hiç önemli değildir. Çünkü o ılımlı Müslüman'dır.

Ilımlı Müslüman, ABD'cidir. Ilımlı Müslüman, AB'cidir. Ilımlı Müslüman, ne isterseniz o'cudur. Yeter ki cemaatına dokunulmasın... Yeter ki cemaat bağlıları ve başı rahat etsin. Ötesi ne gam...

Ilımlı Müslüman, köktenci Müslümanlık'tan dönme olduğu için yaptığı her işe kaynaklardan delil bulmakta da ustadır. Ilımlı Müslüman hiç yanlış yapmaz. Ne yapsa doğrudur. Kaynaklara uymak zorunluluğu yoktur. Kaynakları kendine uydurur.

Ilımlı Müslüman, İslam düşmanlarına, Türklük düşmanlarına, insanlık düşmanlarına karşı çok ılımlıdır. Ama kendilerine, çıkarlarına, patronlarına ve büyük patronlarına yani büyük şeytana yönelik bir eleştiri karşısında bütün ılımlılıklarını bırakır ve çok sert olurlar. Ne yazılar yazarlar, ne imalar yaparlar... Neler derler, neler...”

Odatv.com

Fethullah Gülen’in Dönüş Bileti
Müyesser YILDIZ
muyesseryildiz@avazturk.com
27 Ocak 2010

Bildiğim kadarıyla Fethullah Gülen, AKP iktidarına hep şu telkinde bulundu:

“Ekonomiye odaklanın…Ekonomik sorunları halletmeden, diğer konulara el atmayın…Bu hallolduktan sonra arkası gelir!..”

İnanmayacaksınız ama Hocaefendi, iktidarın türban konusunda Anayasa değişikliğine hazırlandığı günlerde bile aynı haberi gönderdi.

Ekonominin ve milletin hali ortadayken, özellikle Haziran’dan beri Türkiye’nin altını, üstüne getiren, hep de TSK’yı hedef alan bu inanılmaz taarruzun sebebi ne öyleyse?!..Hoca mı fikir değiştirdi?..Erdoğan artık Hoca’yı mı dinlemiyor?..Ekonominin düzelmesinden umut kesildi de, bunlarla mı günü kurtarmaya çalışıyorlar?...Yoksa birilerinin zamanı mı kalmadı?
Galiba hepsi…Fakat illa da “birilerinin zamanının kalmaması”!..

O birilerinden ilki Fethullah Hoca…Sağlığının iyi olmadığını bizzat Zamancılar duyurdu. Zaten uzun zamandır “vatan hasretiyle yanıp, tutuşuyor”!..

Elini, ayağını tutan yok, ama gelmiyor, daha doğrusu gelemiyor…Niye? Buradaki sözcüleri, Hoca’nın, “Dönmek için konjonktürü müsait bulmuyorum. Türkiye’de henüz demokratikleşme sağlanamadı, ben geldiğimde harekete zarar vermek için birileri komplo yapabilirler…” dediğini söylemişti.

Anlaşılan sağlık sebebi veya ABD’nin “yeter”i sonucu acilen ülkeye gelmesi gerekiyor…İyi de yukarıdaki sözleri ortada duruyor…

Aslında Hüseyin Gülerce, bu sözleri aktarırken, “komplo” ihtimaline karşı alınmasını istedikleri tedbirleri de şöyle sıralamıştı:

“Artık TSK, emniyet, başka kurumlar kendi içlerinde Ergenekon türü hukuk dışı yapılara asla taviz vermeyeceklerini kararlılıkla ifade ederse, işte buna o zaman normalleşme denebilir ve böyle bir atmosferde Sayın Gülen’in dönmesi mümkün olur. O, o atmosferi bekliyor.” Ve Dursun Çiçek imzalı “İrtica Eylem Planı” ortaya atıldığı günlerde Hüseyin Gülerce başta, cemaate yakın tüm isimler hep birden, TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesinin kaldırılmasını istedi.

İlginçtir, “Balyoz”un ardından da aynı talepler sıralandı.

Demek ki, Gülen’in beklediği “O atmosfer” hazırlanıyor!..

“Zamanı kalmayan” diğer birilerine gelince; Hani Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ masayı yumrukladığında, “Bu darbe iddialarının devamlı gündemde kalmasından kim menfaat sağlıyor?” diye sordu ya…

Belli değil mi? İçerdekileri geçiyorum…Kürdistan resmileşiyor…AB ve Bartholomeos Türkiye’yi çarmıha geriyor…Ermeniler at koşturuyor…Rum kesimi AİHM ve AB Adalet Divanı kararlarıyla atletimize kadar almaya hazırlanıyor…Yunanistan bir mektupla Ege “açılımı”nı başlatıyor…ABD ve NATO, Afganistan-Pakistan-İran için tepemize çörekleniyor!..

Özetle tüm ülkenin tepesine balyoz iniyor…TSK suskun, daha doğrusu “darbecilikle” boğuşturuluyor!..

Başbuğ Paşa, TSK’yı savunma işini kesinlikle ihmal etmesin…Ama ne olur, arada bir bu konularda da masayı yumruklayıp, TSK’nın hangi noktada durduğunu hatırlatsın!..

Savunmadan çıkıp, taarruza geçmenin ve oyunları bozmanın en etkili yolu belki de budur!..
avazturk

Resulullaha inanmayan mümin olamaz!
19 Nisan, 2007


Soru: “Kelime-i tevhidin La ilahe illallah kısmını söyleyen, fakat Muhammedün Resulullah kısmını söylemeyen insanlara da merhametle bakmalı, çünkü ahirette onlar da Allah’ın sonsuz rahmetine kavuşacak” (bkz. Fethullah Gülen, Küresel Barışa Doğru, s.131) diyenler çıkıyor.

Böyle inanan Müslüman olur mu, Cennete girer mi?

CEVAP
Allah’ın rahmeti, dünyada herkesedir. Ahirette, gayri müslimlere zerresi yoktur. Allahü teâlâ, (Rahmetim her şeyi kaplamıştır) dedikten sonra, (Rahmetim, benden korkup, haramdan kaçan, zekatını veren ve Kur’ana inananlar içindir) buyuruyor. Daha sonra da resule iman edip uymamızı emrediyor. (Araf 156-158)

Resulullaha inanmayan Müslüman olamaz, Cennete giremez.

Kur’an-ı kerim baştan sona kadar Muhammed aleyhisselama iman edip uymayı emrediyor, uymayan Müslüman olamaz, kâfir olur buyuruyor.

İşte bazı âyet-i kerime mealleri:

(Allah’a ve Resulüne itaat edin!) [Enfal 20]

(Resulüme uyun ki, doğru yolu bulun!) [Nur 54]

(Allah ve Resulüne itaat eden, en büyük kurtuluşa ermiştir.) [Ahzab 71]

(Resule itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.) [Nisa 80]

(De ki, “Allah’a ve Peygambere itaat edin! Eğer [uymayıp] yüz çevirirlerse, [kâfir olurlar] Elbette Allah kâfirleri sevmez.) [Al-i İmran 32]

(Allah ile resullerinin arasında farklı bir yol tutmak isteyenler kâfirdir.) [Nisa 150,151]

(Biz her peygamberi kendisine itaat edilsin diye gönderdik.) [Nisa 64]

(Allah ve Resulüne itaat eden Cennete, isyan eden Cehenneme gider.) [Nisa 13,14]

(Allah’a ve Resulüne inanmayan [kâfir olur] kâfirler için de çılgın bir ateş hazırladık.) [Feth 13]

(Allah’a ve Resulüne karşı gelen, apaçık bir sapıklıktadır.) [Ahzab 36]

(Allah’a ve Resulüne karşı gelen, bilsin ki, Allah’ın azabı çok şiddetlidir.) [Enfal 13]

(Aralarında hüküm verilmek üzere Allah’a ve Peygambere çağırıldıkları vakit: Müminler, “İşittik, itaat ettik” derler, işte kurtuluşa erenler bunlardır.) [Nur 51]

(Allah ve Resulü, bir işte hüküm verince, artık inanmış kadın ve erkeğe, o işi kendi isteğine göre, tercih, seçme hakkı kalmaz.) [Ahzab 36]

(O Peygamber, güzel, temiz şeyleri helal, çirkin, pis şeyleri haram kılar.) [Araf 157]

(Resulümün verdiğini alın, yasakladığından da sakının!) [Haşr 7]

(O, [Resulüm] vahiyden başkasını söylemez.) [Necm 3,4]

Resulullah, Kur’an-ı kerimi açıklayarak, imanı şu şekilde tarif etmiştir:

(İman; Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe [yani Cennete, Cehenneme, hesaba, mizana], kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna ölüme, öldükten sonra dirilmeye, inanmaktır.) [Buhari, Müslim, Nesai]

Mümin olmak için bütün peygamberlere inanmak gerekir. Yahudiler ve Hıristiyanlar, diğer küfürleri bir yana, Muhammed aleyhisselama inanmadıkları için de kâfir oluyorlar.


İbni Abidin hazretleri buyuruyor ki: İman edilecek şeylerden birine bile inanmayan kimse, (La ilahe illallah Muhammedün resulullah) dese de, Müslüman olmaz. Amentüdeki altı şeye inanan ancak Müslüman olur. (R.muhtar)

Resulullaha uymakla ilgili hadis-i şeriflerden birkaçı da şöyledir:

(Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim de, Onun kulu ve resulü olduğuma şehadet eden, Cennete girer.) [Deylemi]

(Allah’ın Rab, benim de peygamber olduğuma kesin olarak inanana, Cehennem haram olur.) [Hakim]

(Beni duyup da iman etmeyen Yahudi ve Hıristiyan [ve diğer kâfirler] elbette Cehenneme girecektir.) [Hakim]

(Cennete sadece Müslüman olan girer.) [Buhari, Müslim]
http://diyalogcu.files.wordpress.com/

İSMAİLAĞA’DA SICAK SAVAŞ BAŞLADI
08.02.2010
Bugün Taraf Gazetesi’ni açanlar İsmailağa Cemaati içerisinde Cüppeli Ahmet Hoca karşıtı yeni bir kampanyanın başladığını gördüler. Gazete bugün Saadettin Ustaosmanoğlu’nun ağzından Cüppeli Ahmet Hoca aleyhinde pek çok iddiayı dile getirdi.

Neydi bu iddialar?

Ustaosmanoğlu örtülü bir dille Cüppeli’nin Ergenekoncu olduğunu iddia ediyordu. Ustaosmanoğlu’na göre Cüppeli’nin CHP İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin ile ilişkileri vardı. Cüppeli Ahmet Hoca hakkında küçültücü pek çok iddiayı dile getiren Ustaosmanoğlu “elimizde bilgiler var” diyerek tehdit etti.

Peki, nedir İsmailağa içerisindeki Cüppeli Ahmet Hoca kavgası?

Cüppeli neden gündemde

Neden Cüppeli son günlerde kamuoyunun sıkça gündemine geliyor?
Daha geçtiğimiz günlerde Bülent Arınç, CHP lideri Deniz Baykal’ın Cüppeli’ye geçmiş olsun dileğinde bulunduğunu söyleyerek Cüppeli’nin adını yeniden gündeme getirmedi mi?
İsterseniz olaylara en başından bakalım…
İsmailağa cemaati Nakşi kökenli bir cemaat. Nakşiliğin yüzyıllara varan tarihi ve ekonomide, bürokraside, siyasette elinde tuttuğu güç düşünülürse cemaatin önemi anlaşılabilir.

Cemaat içinde ayrılık

Bugün İsmailağa Cemaati’nin lideri Mahmut Hoca olarak bilinen Mahmut Ustaosmanoğlu. Mahmut Hoca, cemaatin tamamının liderliğini kabul ettiği bir isim. Ancak Mahmut Hoca’nın ardından cemaatin bir bütünlük arzettiği söylenemez.

Her ne kadar cemaatin pek çok kolu olsa da son yedi yılda cemaat temel olarak ikiye bölündü. AKP iktidarı cemaat içerisinde taraftarlarını ve karşıtlarını yarattı.

İşte Cüppeli Ahmet Hoca burada önem kazandı. Mahmut Hoca’nın ardından cemaatin en etkin ismi olarak bilinen Cüppeli Ahmet Hoca, Fethullah Gülen Hareketi’ne karşı tavır gösterdi. Cüppeli’nin kendisi çok defa havuzlu villası ya da lüks arabası nedeniyle eleştirilse de Cüppeli son dönemde İslami kesimde artan rantiyeci eğilimleri eleştirdi. Gülen cemaatinin “dinlerarası diyalog” gibi çalışmalarına karşı çıktı. Bunu misyonerlik faaliyeti olarak tanımladı. Ergenekon operasyonu ile dini cemaatler hükümet ile yakınlaşırken Cüppeli böyle bir eğilim ile hareket etmedi. Gülen Cemaatinin İsmailağa içerisini fethetme stratejisinin önüne Cüppeli geçti. Cüppeli Ahmet Hoca tam tersine bir dönem yaptığı ordu hakkında ağır ithamları bu dönem tekrar etmedi.

Cüppeli aleyhinde kampanya

İşte bu gelişmeler cemaat içerisinde bazı isimleri rahatsız etti. Özellikle Mahmut Hoca’nın yeğeni Saadettin Ustaosmanoğlu’nun başını çektiği Furkan Dergisi Cüppeli hakkında bir kampanya başlattı. Önce Cüppeli’nin sıkça televizyonlara çıkması eleştirildi. Cüppeli Ahmet Hoca üslubu nedeniyle Furkan Dergisi tarafından Cem Yılmaz’a benzetildi. Küçük yaşından itibaren cüppe giydiği için Cüppeli olarak anılan Ahmet Hoca’nın kimi İslami uygulamalarda yumuşak tavrı Furkan tarafından Zekeriya Beyaz ile özdeşleştirilmesine neden oldu. Katıldığı bir programda Hazreti Muhammed hakkında söylenen “korkak” ifadesini onayladığı dahi yazıldı. Cüppeli’nin çalışma odasına Atatürk fotoğrafı ve Türk Bayrağı astığı birileri tarafından basına sızdırıldı. Dergi, Cüppeli’nin cemaatin yardım paralarını kişisel amaçlarla kullandığını da öne sürdü. Kısacası Cüppeli Ahmet Hoca, İsmailağa içerisinden sistematik bir kampanya ile karalandı. Cemaat içerisinde Saadettin Ustaosmanoğlu’nun başını çektiği bu kampanya, Gülen Cemaati’nin yayın organları tarafından da desteklendi. Saadettin Ustaosmanoğlu Ergenekon Davası’nda cemaatin bir bölümünün de desteğini alan isimler yargılanmasına rağmen sık sık operasyonu destekleyen açıklamalarda bulundu. Hatta Cüppeli’nin Ergenekon ile ilişkili olduğunu iddia etti.

Amaç ne

Niyet Mahmut Hoca’nın ardından cemaatin liderliğinin en büyük adayı Cüppeli’yi cemaat içerisinde gözden düşürmekti. Mahmut Hoca’nın bu çatışmaları görerek sessiz kalmasına rağmen cemaat içerisinde yaşlı kesimin öncülük ettiği “Ğureba” Dergisi’nin Cüppeli’yi eleştirmesi kimi yerlerde bu amaçlara ulaşıldığının göstergesiydi.

İşte cemaat içerisindeki kavga bu şekilde yaşandı. Hedef İsmailağa’nın hükümet ve Gülen Cemaati tarafından fethedilmesiydi. Bülent Arınç’ın Baykal ile Cüppeli görüşmesini basına açıklaması aynı stratejinin parçasıydı. Gülen Cemaati’ne yakın Arınç, Baykal’ı seçmenine değil, Cüppeli’yi İsmailağa’ya şikayet ediyordu. Cüppeli’nin tasfiyesi için cemaate yol gösteriyordu. AKP’yi ve cemaati rahatsız eden noktalardan birini de geçtiğimiz günlerde Saadet Partisi lideri Numan Kurtulmuş açıkladı. Kurtulmuş, Cüppeli’nin Saadet Partisi’ni desteklediğini bu nedenle AKP tarafından tepki ile karşılandığını Yeniçağ’dan Sebahattin Önkibar’a anlattı.

Cemaatin fethi

İşte tüm bu gelişmeler ışığında şunları söyleyebiliriz…
Adı emniyet teşkilatında, yargıda, üniversitelerde, meslek odalarında, sermaye gruplarında, basında kadrolaşma ve ele geçirme ile anılan bir cemaat, bugün bir tarikatı da fethetmeye çalışıyor. Elbette bunu hükümetin ya da Zaman ya da Taraf gibi kafalarda soru işareti yaratan yayın organlarının ya da İsmailağa içerisinde ittifak kurduğu kimi isimlerin eliyle gerçekleştiriyor. Cemaat hızla Said-i Nursi’ye dayanan dini köklerinin yerine siyasal kimliğini ve bunun için oluşturduğu kurumlarını yerleştiriyor. Bu değişim İsmailağa gibi bir kurumu dahi cemaat tarafından fetih merkezi haline getiriyor.

İsmailağa’da “dinlerarası diyalog” “ılımlı İslam” gibi anlayışlara karşı çıkan iki önemli ismin (Bayram Ali Öztürk ve Hızır Ali Muratoğlu) öldürülmesi ise bu çatışma sırasında gerçekleşen ilginç tesadüfler olarak göze çarpıyor.

İslam ve tarikatlar tarihi konusunda bilgisi olanlar Nur kökenli bir tarikatın Nakşi bir cemaati yönetemeyeceğini söyleyebilir.
Ancak şu soruyu sormayı unutmamak şartıyla:
“Artık Gülen Cemaati içerisinde otantik bir figür haline gelen Said-i Nursi’nin adını hatırlayan kaldı mı?”

Barış Terkoğlu
Odatv.com

Başbuğ ve Gülen Ortak Noktayı Buldu!..
09 Mart 2010
Müyesser YILDIZ

Bugünlerde dünyada ve Türkiye’de bir yazar ve kitabın reklâmı yapılıyor.

Yazar ABD’nin Georgetown Üniversitesi Din ve Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesi Prof. John Esposito, kitabının adı da “İslâm’ın Geleceği”…

Çağdaş İslâm’a yönelik 35 kitabı, makale ve konferanslarıyla tanınan Prof. Dr. Esposito bu son kitabında, bol bol övdüğü AKP’yi “İslâmi olmayan, Batı yanlısı bir parti” olarak tanımlıyor.

Esposito ve Fethullah Gülen

Prof. Esposito’nun bizi ilgilendiren yanı Fethullah Gülen’e çok yakın bir isim olması. Çalıştığı Georgetown Üniversitesi’nin de, cemaatten aldığı bağışlarla, Gülen konferansları düzenlediği de öne sürülüyor. Nitekim Üniversitenin Rektör Yardımcısı, Katolik Papazlar Birliği eski Başkan Yardımcısı Prof. John Borelli 2006’da Zaman Gazetesi’ne verdiği bir demeçte, dinlerarası diyalog çalışmaları övmüş, bu konuda İslâm dünyasından Fethullah Gülen’den gördükleri yardımı anlatmıştı. Osmanlı dönemindeki dini hoşgörüden de söz eden Borelli, Türkiye’den beklentilerini ise şöyle ifade etmişti:

“Ben Türkiye’nin dinî çeşitliliği kabullenecek derecede demokratikleşmesini görmek isterim, ki o potansiyeli var Türkiye’nin. Bu şunları içine alır; Hiçbir dinî grup bir diğerinden üstün değildir ve kanunun önünde hepsi eşittir. Devletin müdahalesi olmaz. İdeal bu olmalıdır… Bence, dinlerarası diyalog ve diğer din mensuplarına tolerans noktasında Türkiye’deki demokrasi İslam âlemine ve bütün dünyaya örnek olacak mahiyette yükselebilir. Diyalog sabır ve cesaret ister. Değil Müslüman, Hıristiyan radikaller bile diyaloga karşı iken Fethullah Gülen’in cesur çabalarını alkışlamalıyız.”

Prof. Esposito’ya dönersek;

2005’te cemaatin ABD’deki kuruluşlarından Niagara Vakfı’nın düzenlediği dinlerarası diyalog sempozyumunda konuştu, Gülen hareketinin bu yöndeki çalışmalarını övdü. Bu sempozyum vesilesiyle Hilton Palmer House Oteli’ndeki akşam yemeğine Esposito’nun yanısıra, Türkiye’nin Chicago Başkonsolosu Naci Koru, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Hüseyin Gülerce, YÖK eski Başkanı Prof. Dr. Mehmet Sağlam, Prof. Dr. Doğu Ergil, Prof. Dr. Ümit Meriç, Prof. Dr. Şerif Ali Tekalan, Chicago Bölgesi Dini Liderler Konseyi İcra Direktörü Paul Rutgers, Milwaukee bölge idare amiri James White, Elmer College’dan Dr. Paul Parker ve Prof. Azam Nizamuddin, Cüneyt Ülsever, Fehmi Koru ve Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç katıldı.

2003’te, “Türkiye gerçek bir model olma şansını yakaladı” diyen Prof. Esposito, Gülen hareketi ile yakınlığı arttıktan sonra, Türkiye’nin uyguladığı laiklik modelinin katı olduğunu vurgulayıp, “Bugünkü dar laiklik yorumuyla Türkiye İslâm ülkelerine örnek olamaz.Türkiye, kuruluşunda demokrasiye değil laikliğe öncelik verdi. Türkiye, ancak daha özgürlükçü bir din anlayışıyla model olabilir” demeye başladı.

Prof. Esposito, 2004’te Washington’da yapılan “İslam, Laiklik, Demokrasi” konulu Abant Toplantısının da baş konuklarından biriydi. Buradaki konuşmasında, Türkiye’deki demokratik gelişmenin iyi bir örnek olduğunu anlattı, 1996 yılından sonra Erbakan’ın başbakan olmasını, “En laik devlet, ortaya ilginç bir demokrasi çıkardı” sözleriyle açıkladı ve “Kendini siyasal İslâm’dan ve Refah Partisi’nden uzak tutan Fethullah Gülen hakkında açılan davanın, devlette dinin yer almasından kaynaklanan korkuyu gözler önüne serdiğini” öne sürdü. Açış konuşmasını Fukayama’nın yaptığı, “Türkiye İslâm ülkelerine model olur mu?”nun tartışıldığı Washington Abant’ına Devlet Bakanı Mehmet Aydın, Cengiz Çandar, Henri Barkey gibi isimlerin de katıldığını, dahası toplantı salonunda, ABD Dışişleri ve Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Türkiye ile ilgili yetkililerinin harıl harıl not tuttuğunu ekleyelim.

Onursal başkanlığını Gülen’in yaptığı ABD’deki Rumi Forumun ilk kez 2007’de dağıttığı “Barış ve Diyalog Ödülü”ne lâyık görülenler arasında yine Georgetown Üniversitesi Başkanı John DeGioia ve Prof. John Esposito vardı.

Georgetown Üniversitesi ve Prof. Esposito, 2008 yılında ise “Global Zorluklar Çağında İslam: Gülen Hareketinin Alternatif Perspektifleri” başlıklı konferansta başroldedir. Georgetown Üniversitesi Rektörlüğü, Müslüman-Hıristiyan Anlayış Merkezi (CMCU) ve Rumi Forum’un ortaklaşa düzenlediği konferansa, ABD, Avustralya, Avusturya, Fransa, İngiltere, Kanada ve Türkiye’den katılan bilim adamları, Gülen’in değişik konulardaki görüşleri ve Gülen hareketinin dünyanın değişik ülkelerinde yaptığı faaliyetler hakkında 40 bildiri sundu. Prof. Esposito, 170 bildiri arasından sunulması kararlaştırılan bu 40 bildiriyi seçen heyet içinde yer aldığı gibi, konferansın açış konuşmasını yaptı. Prof. Esposito, “Gülen hareketinin çağdaş dönemin en büyük hareketi” olduğunu savundu.

Gülen’in Kefili

Prof. Esposito’nun en dikkat çekici özelliği ise şu; Gülen’in ABD’de ikâmetini sağlayan yeşil kart başvurusunu reddeden Federal Mahkeme’ye sunulan savunma dosyasında yer alan kefalet mektuplarından birisinin Esposito’ya ait olduğu öne sürülüyor. Gülen için Esposito dışında 29 Türk politikacının, eski CIA çalışanı George Fidas ve Graham Fuller ile ABD’nin eski Türkiye Büyükelçisi
Morton Abramowitz’in destek mektubu yazdığı bildirilmişti.

Başbuğ ve Esposito

Buraya kadar anlattıklarımızla, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un ilgisine gelince;
TSK’ya karşı yürütülen asimetrik psikolojik savaşta isim vermeden Fethullah Gülen’i hedef gösteren Orgeneral Başbuğ da, Gülen ve cemaate böylesine yakın Prof. Esposito’yu referans aldı. Hem de 28 Ağustos 2008’deki Genelkurmay Başkanlığı’nı devir-teslim töreninde yaptığı konuşmada. İşte Başbuğ’un bu konuşmasında, Esposito’ya atıf yaptığı bölüm:

“Şu konuyu da açıkça ifade etmek isterim ki askerlik mesleği, moral değerlere önem veren mesleklerin başında gelmektedir. Elbette bireysel moral değerler açısından din de bir unsurdur.
ATATÜRK; 10’uncu Yıl Nutku’nda bizlere şu hedefi vermiştir: “Ulusal kültürümüzü çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkaracağız.” O’na göre ulusal kültürün çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkartılması, Türk Halkının bütün anlam ve görüşleriyle medeni bir toplum haline dönüştürülmesi demektir.

Buna karşılık bugün toplumun bir kesimi, yeni bir kültürel kimliğin, yaşam tarzının oluşumunda dini düşüncelere büyük bir ağırlık verildiğini düşünmekte ve gelişmelerden büyük bir endişe duymaktadır. Bu endişe ciddiye alınmalıdır. Çoğulcu demokrasi anlayışı çerçevesinde, toplumsal huzur için bu zorunludur.

Cumhuriyetin diğer temel niteliği ise demokrasidir. Türk Silahlı Kuvvetleri demokrasiye ve demokratik kurallara karşı saygılıdır. Demokrasi, temel hak ve özgürlüklerin çoğunluğa karşı da güvencede olduğu bir rejimdir. Bu nedenle, demokratik yaşamda çoğulculuk esas olmalıdır.
Laiklik ilkesinin demokrasi ile çatıştığını iddia etmek de sağlam bir temele dayanmamaktadır. Aksine, laik düzen Türk demokrasisinin gelişmesinde ana itici gücü oluşturmuştur. Etrafımızdaki bazı ülkelere bakılırsa bu gerçek görülebilir.

Prof. John ESPOSİTO’nun ifade ettiği gibi, ‘demokrasinin aşırı şekilde popüler amaçlara yönlendirilmesi de, laik düzenin aleyhine sonuçlar doğurabilir’…”

Acaba Başbuğ, Esposito’nun, Gülen’e bu denli yakın olduğunu bilmiyor muydu? Yoksa özellikle bu isim aracılığıyla mı cemaate “demokrasi” dersi vermek istemişti? Ya da Esposito’ya atıf sadece bir tesadüf müydü? Her halükarda Başbuğ ve Gülen’in, ilk kez Esposito ortak noktasında buluştuğu ortada.
avaztürk

HANGİ CEMAAT MİSYONERİ DOLMABAHÇE'DE KONUŞACAK?
11.03.2010
Bugün Başbakan Erdoğan'ın Dolmabahçe'deki çalışma ofisinde saat 18:30'da bir konferans gerçekleştirilecek. Konferansın başlığı ''Doğu-Batı İlişkileri Ekseninde Medeniyetler İttifakının Rolü''. Konferans'ta konuşmacı olan kişi ise Georgetown Üniversitesi'nden John Esposito.

Peki kim bu Başbakanlık ofisinde konferans verecek John Esposito?

Esposito, Fethullah Gülen'e Green Card alması için referans olan isimlerden biri.

Eski bir CIA çalışanı olan Prof. Esposito, görev yaptığı Georgetown Üniversitesi'nde 2001 yılında "İslami Modernlikler: Fethullah Gülen ve Çağdaş İslam" başlıklı bir toplantı düzenlemişti.

"Laik Devlet ve Fethullah Gülen Hareketi" başlıklı bir kitabı da bulunan Esposito, Gülen Cemaati'nin finanse ettiği konferanslar düzenliyor. Konferanslarda Türkiye'de dindar kesime baskı olduğunu savunan Esposito, 2007 yılında cemaate yakın Rumi Forum tarafından da "Barış ve Diyalog" ödülüne layık görüldü.

2008 yılında ise Georgetown'da “Global Zorluklar Çağında İslam: Gülen Hareketinin Alternatif Perspektifleri” başlıklı konferans düzenleyen Esposito, Gülen Cemaati'nin ABD'deki misyonerlerinden biri.

Esposito'nun Atatürk'ün öldüğü odanın birkaç metre ötesinde Başbakanın davetlisi olması çok tartışılacak gibi görünüyor.

Odatv.com

“İslamonline krizinin ardında Yahudi lobisi var”



Gazeteci Ali Abdülaal, Arap dünyasının ünlü haber sitesi İslamonline’nin el değiştirilmesinin arkasındaki bilinmeyenleri HaBertaraf’a anlattı.

Katar Vakıflar Bakanlığı’nın emriyle kurulan ve Katar Emiri Hamed bin Halife El-Sani ile eşi Mevza binti Nasır El-Mesned tarafından doğrudan finanse edilen “El-Belağ” Kültür Derneği’ne ait Arap dünyasının en önemli haber sitesi İslamonline, derneğin başkan yardımcısı Katarlı İbrahim El-Ensari ve genel müdür Ali El-Imadi tarafından tasfiye edilmek istenmişti.

Müslüman Âlimler Birliği Başkanı Yusuf El-Karadavi’nin yönetiminde bulunan İslamonline sitesinin Katar tarafından tasfiyesi, Katar yönetimiyle Mısırlı ünlü alim arasında soğuk rüzgarların esmesine yol açtı. İslam dünyasında büyük bir polemiğe neden olan bu krizin ayrıntılarını İslamonline sitesinin önde gelen gazetecilerinden Ali Abdülaal’a sorduk.

Abdülaal yaptığı açıklamada, İslamonline krizinin arkasında iki Yahudi lobisinin olduğunu vurgulayarak, “Şeyh Yusuf El-Karadavi’nin başında bulunduğu İslamonline’dan 350 gazetecinin tasfiye edilmesi ve Karadavi’nin başkanlıktan uzaklaştırılması Yahudi lobilerinin işidir” dedi. İnternet sitesinin siyasi çizgisinin değişeceğini kaydeden Abdülaal, eski kadronun tasfiye edilmesi için baskı uygulandığını söyledi.

New York'ta bulunan Amerikan Yahudi Komitesi (American Jewish Committee) ve Washington’da bulunan İftira ve Karalama ile Mücadele Birliği (Anti-Defamation League) isimli örgütlerin Amerika'daki güçlü Yahudi örgütlerinden olduğunu ifade eden Abdülaal, son dönemde bu iki kurumun Karadavi’nin çalışmaları ve sitenin Filistin davasındaki tutumundan dolayı İslamonline’ı kıskaç altına aldıklarını kaydetti.

Abdülaal açıklamasında “Geçtiğimiz Ağustos ayında Karadavi, Yahudilerin baskısıyla ABD’de alınan bir kararla önemli Arap medyalarını hedef alan hızlı bir çalışmaya gidildiği konusunda uyarıda bulunmuştu” dedi.

“Katar’ın kararına Washington’dan gelen bir mektubun yol açtığı yönünde işaretler var” diyen Abdulaal, Doha’da alınan kararda Yahudi lobisinin parmağı olduğunu söylerken, Amerika’nın Şeyh Yusuf El-Karadavi’yi terörü destekleyenler listesine dahil etmek istediğini fakat Katar’ın bunu engellediğini, ancak bu süreçte Katar’ın Amerika’ya Karadavi’nin faaliyetlerinin kısıtlanacağı sözünü vermiş olabileceğini ifade etti.

Ali Abdülaal ayrıca gelecek günlerde İslamonline’dan tasfiye edilen gazetecilerin aynı yayın politikasını sürdüren yeni bir internet sitesi açacaklarını da müjdeledi.

KARADAVİ YENİ BİR PROJENİN SİNYALİNİ VERDİ

Müslüman Âlimler Birliği Başkanı Yusuf El-Karadavi’ye yakın bir kaynaktan gelen bilgiye göre İslamonline’dan uzaklaştırılan gazetecilerle birlikte Karadavi’nin yeni bir proje hazırlığında olduğu kaydedildi. Şeyh Yusuf El-Karadavi, İslamonline çalışanlarına yönelik açıklamasında, “ Ben sizinle birlikteyim. İslamonline adı üzerinden veya başka bir isim üzerinden yeni bir proje oluşturacağız” demişti.

İslamonline çalışanları, “Ümmetin Medyası” adını verdikleri yeni projelerinin alimler ve entelektüeller tarafından desteklendiğini bildirerek, Karadavi’nin 10 yıl önce internette açtığı yolda devam edeceklerini söylediler.

EL-CEZİRE İLE KRİZ

İslamonline çalışanlarının Katar ile yaşadığı ve Şeyh Yusuf El-Karadavi’nin El-Belağ Kültür Derneği başkanlığından uzaklaştırılmasına neden olan kriz, Katar’dan yayın yapan Arap dünyasının ünlü televizyon kanalı El-Cezire ile de krize neden oldu.

El-Cezire kanalının krizin başından bu yana taraflı yayın yaptığını öne süren İslamonline çalışanları, El-Cezire’yi “tek görüşün kanalı” olmakla ve sadece Katar Hükümeti’nin görüşünü yansıtmakla suçladılar.

El-Cezire yönetimine “Siyonistlere tanıdığınız hoşgörüyü bize de tanıyın da gerçekleri dile getirelim” diyen İslamonline çalışanları, karşı görüşe söz hakkı tanımak adı altında Filistin’de katliam yapanlara mikrofon uzatıldığını fakat kendilerinin bu haktan mahrum edildiğini, ayrıca El-Cezire’nin Kahire büro şefinin hazırladığı haberin de kanalın Doha’daki merkezinde sansürlendiğini söylediler.

Samet DOĞAN/Habertaraf.com

Camilerde “Şeytana” dua ettirmek!
Müyesser YILDIZ
muyesseryildiz@avazturk.com

(..).

Hazır, 50. ölüm yıldönümü münasebetiyle gündemimize Said-i Nursi girmiş ve Batı işbirlikçileri de, “Demokratik Açılımda Said-i Nursi” modelini tartışmaya başlamışken, şunların bilinmesi faydalı olur diye düşünüyorum.

Bütün felaketimizin kaynağının “Avrupa muhabbeti” olduğuna inanan O zat demiştir ki; “İslâm onuru ve milli namusun yarası pek derindir. Edirne camiinde Müslüman bir hocanın ağzından, Venizelos gibi bir şeytan zalime dua ettirdiler. Hilafet merkezinde, Müslümanların ağzından şeytanın partisi olan İngiliz, Yunan askerlerini kurtarıcı, arındırıcı olarak ilan ettirip, karşısındaki mücahitler topluluğunu cani, zalim diye söylettirdiler.”

Bugün camilerimizde AB hutbesi okutturmaya niyetlenmenin, bu tablodan farkı var mı?.. AB’yi “kurtarıcı, arındırıcı”, emperyalistlere, BOP projelerine karşı çıkanları, “statükocu, hatta terör örgütü üyesi” ilân ettirme peşinde değiller mi?

Bu vesileyle, İngiliz organizasyonu “Mardin fetvası” toplantısı hakkında da bir-iki kelâm edeyim. Mütareke yıllarında İngiliz Angilikan Kilisesi altı soru sorup, İslâmiyet’in bunlara 600 kelime içinde cevap vermesini ister. Talep, Said-i Nursi’ye iletilir. Çok öfkelenir, şu karşılığı verir:

“600 kelimeyle değil, 6 kelimeyle değil, hatta bir kelimeyle değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurâne üstümüzde sual soruyor. Tükürün o zalimlerin merhametsiz yüzüne…”

O zâtın İngilizlere, “Senin fitnen Anadolu’da açığa çıkmıştır, bu yüzden tesirini yitirmiştir” dediğini de hatırlattıktan sonra “Said-i Nursi modelini” konuşan, “Mardin Fetvası” açılımı yapanlara soralım:

“Said-i Nursi’nin bu isyanlarını, o açılımlarınızın neresine koyacaksınız?”
Avaztürk

CUMHURİYET BU KADAR FAUST'U HİÇ ÜRETMEDİ
A.Mümtaz İDİL
04.04.2010

Faust, herkesin bildiği gibi, Goethe’nin ünlü tiyatro eserindeki kahramandır. Belli pazarlıklar karşılığı ruhunu Mephisto’ya, yani şeytana satan, ama sonunda kurtuluşu kendini öldürmekte bulan bir doktorun öyküsüdür.
Goethe’nin, kendinden önce de birkaç kez ele alınan bu öykü, her dönemde ruhunu şeytana satanların trajedisi olarak dünya edebiyatında tartışmasız yerini aldı.
Bunun çok basit bir nedeni vardı: Faustlar asla eksilmiyor, daha da kötüsü giderek artıyordu.
Az ya da çok, hayatında herkes Mephisto ile mutlaka bir pazarlığa girmiştir. Aksi düşünülemez.
Goethe, insanın her zaman tutkularının esiri olabileceğini eserlerinde işlediğinden, Faust ile Mephisto arasındaki alışverişte insanın mutlaka kaybedeceğinden yola çıkarak, dikkati “şeytanla pazarlığın” dışına çekmeye çalışmıştır. Yani, “eğer şeytanla pazarlığa girdiyseniz bunun bir bedeli olduğunu da kabul etmek zorundasınız,” temasını işlemiştir.
Türkiye şu anda, sayısı artık yüzleri bulan Faustlar tarafından kuşatılmış durumdadır. “Yandaş” diye adlandırılan ve ülkenin gidişinin iyi olmadığını gördüğü halde, bedelini çoktan aldığı ve sözleşmesini imzaladığı bir çıkar uğruna, Mephisto’nun dediğini yapmakta, sözünden bir adım bile dışarı çıkmamaktadır. Mephisto’ya daha da fazla yaranabilmek için, kendisine yüklenen “görevi” aşan bir çaba içinde bulunanlar da az değildir.

Goethe’nin Faust adlı trajedisine konusunu kendisinden tam yüz yıl önce doğmuş olan ve dünya edebiyatının en büyüklerinden biri sayılan, ünlü İngiliz yazar Christopher Marlowe’dan aldığı bilinmektedir.
Otuz yıllık yaşamının son yedi yılında yazmaya başlayan ve yazdıklarıyla kendisinden sonraki kuşağı, özellikle de yaşıtı sayılan William Shakespear’i derinden etkileyen Marlowe’un, “The Tragical History of Dr. Faustus” adlı tiyatro eserinden yola çıkan Goethe, belki de bu “nihilist” yazarın ulaşmayı amaçladığı hedefleri çoktan aşarak, günümüze kadar kahramanını sürüklemeyi başarmıştır.
Çünkü Goethe de bilmektedir ki, dünyadaki Faustlar hiç eksilmeyecek, hatta artarak varlıklarını şeytana adamayı sürdüreceklerdir.
Zaten insanlık tarihinin yakasını hiç bırakmayan “mephistolar,” sayesinde Marlowe’un, Goethe’nin ve son olarak da Thomas Mann’ın ele aldığı Dr. Faustuslar trajedisi unutulmamıştır ve insanlık var olduğu sürece de yaşayacaklardır.
Nitekim, Türkiye hiç bir döneminde olmadığı kadar Faustların varlığını ağır ve yok edici biçimde yaşamadı.
Ne Ali Kemal’ler bu dönemin Faustlarına yaklaşabildi, ne Fetret dönemi böylesine ağır bir katliamı, kardeşin kardeşi boğazlamasını yaşamadı.
İhanet diz boyu...
Fasutları numaralamaya kalksak, geçtim kurşun kalemi, tükenmez bile tükenir. Öylesine çoğaldılar ki, Türkiye tarihi bunu ileride “kara liste” olarak yayımlayacaktır. Sonuç ne olursa olsun... Hangi rejim Türkiye’ye egemen olursa olsun, fark etmeyecek ve Faustlar tek tek tarih önünde yargılanacaklar... Ne ceplerindeki dolarlar onları kurtaracak tarihin azgın sayfalarından ne de “nedamet” çığlıkları.
Dr. Faustus trajedilerinde Mephisto bellidir. O da Tanrı ile pazarlığa girişmiştir. Ama günümüz Mephistosu veya Mephistolarının kimliği ve sayıları belli değildir. Belli olan, onların Tanrı ile değil AB ve ABD ile pazarlığa oturmuş olmalarıdır. Tanrıları bellidir. Kurbanlarını da, bu güçlerden aldıkları “varlıklar ve vaadlerle” yanlarına çekerler.
Goethe’nin “Faust”unun giriş bölümü, Tanrı ile Mephisto arasındaki o ünlü diyalogla başlar. Tanrı melekleri ile konuşurken, araya Mephisto girer ve Tanrı’nın kendisini melekleri kadar sevmemesinden yakınır. Tanrı ise onu hep kötülükleri konuşmakla suçlar.
Kelime kelime olmasa da şuna benzer şekilde sürer diyalog:
Mephisto: Hayır yüce Tanrı! Ama yeryüzünde sefalet, alçaklık, nefret, intikam, zulüm sürdükçe, insanlar benden kurtulamazlar.
Tanrı: Ben onları bir çeşit sınavdan geçiriyorum.
Mephisto: Onlar da hep sınıfta kalıyorlar.
Tanrı: Faust’u tanıyor musun?
Mephisto: Şu doktoru mu?
Tanrı: Evet, benim saygın kulumu!
Mephisto: Demek ona güveniyorsunuz? Eğer izin verirseniz, kendi yöntemlerimle bu adamı nasıl yolundan saptırdığımı göreceksiniz.
İşte olay bu neredeyse insanlık utancı olan diyalogla başlar ve devam eder. Kuşkusuz, Mephisto dediğini yapacak, insanlık da edebiyat tarihinin en trajik kahramanlarından birini kazanacaktır.
Burada şeytana mı teşekkür etmek gerekir, Fausta mı, bu da ayrı bir tartışma konusu kuşkusuz...
Tanrı ile Mephisto arasındaki iddialaşmanın sonunda, üç büyük meleğin koro halinde söyledikleri ise durumu daha da vahimleştirip, traji-komik hale çevirmektedir:
“Ey Tanrının kulları! Tanrıdan asla umudunuzu kesmeyin. O sizlere annelerinizden daha sevecendir. Belaları ve şeytanları size acı çektirmek için değil, bulunduğunuz konumu yüceltmek için yaratmıştır.”
Faust’un Mephisto ile anlaşmasının temelinde “zevk” yatmaktadır. İnsanoğlunun dayanamadığı konuların en başında gelen özelliklerinden biri yani... Anlaşmanın özeti de şöyledir:
“Eğer rahatlayıp köşeme çekilirsem, bu benim sonum olsun. Kendimden hoşlanmamı sağlayacak kadar bana dalkavukluk edip beni kandırırsan, beni zevkle aldatabilirsen, bu benim son günüm olsun. Bir an, çok güzelsin dersem, beni zincire vurabilirsin. O zaman mahvolmaya razıyım.” İmza, Dr. Faust...
Bu “sıkı” anlaşmanın insanlığa öğrettiği en önemli kurallardan biri, insanın ruhunu şeytana bir kere satmasıyla binlerce kez satması arasında hiç fark olmadığıdır. İnsanlık tarihi kadar eski olan bu kural, Tanrılar katında genelleştirilmiştir. Her kötülüğün ilk adımının zor olduğu, ilk cinayeti, aldatmayı, sömürmeyi, kaytarmayı, kara yalanları, rüşveti, hırsızlığı vb., başarabildikten sonra, gerisinin kendiliğinden geleceği, aritmetik dizi hızıyla artacağı anlatılmaktadır. Evet, bu kadar basittir konu, ama insanın burnunun ucunu görmekte her zaman çektiği zorluğu Goethe yüz yıldan fazladır anlatıp durmaktadır. Çünkü birinci hata eğer tatlı sonuçlandıysa, ikincisi yinelenecektir. Yok eğer başarısızsa, birincinin hatasını örtmek için ikinci denenecektir. Ta ki, yıkım gelene kadar...
Kumar makinelerindeki ilk kolu çektikten sonraki kazanma hırsıdır şeytan, ya da “geceden kalma”nın sarhoşluğunu atmak bahanesiyle sabahın köründe içilen bir duble içki ya da önce iş gezileriyle başlayan “kaytarmaların” eve hiç dönmemeleriyle sürmesi, yerine konmak üzerine alınan bir “değerin” artık yerine konmamak üzere alınmaya başlaması ya da ne bileyim, hiç gereği yok gibi görünürken, insanın kendini olduğundan farklı göstermeye çalışmasıdır şeytan...
Ya da bile bile ülke bütünlüğünün ayaklarının altından kayıp gitmesiyle cebindeki dolarların artması arasında sıkışıp kalmış düşüncedir Mephisto...
Kendini kandırmaya bahane bulmaktır. Yalan olduğunu bile bile doğru gibi yazmaktır. İnancı ile düşüncesi arasınndaki tercihi kullanamamaktır... Arafta kalmaktır.
Masum beyaz yalanların, koyu karanlık çukurlara çekilmesidir.
Ama ne yazık ki, sayılarının çokluğu nedeniyle, Goethe’nin masum Dr.Faustus’u kadar büyük bir onur beklememektedir onları. Pişmanlık ve bunun bedelini ödemek asla söz konusu değildir.
Dünya, bu dünyanın nimetleriyle tüketilmelidir. Bunun maddi karşılığı, manevi tüm karşılıkların ötesindedir.
Dinci sömürü de budur. Mephisto ile kol kola dans ederken, inanan insanların başlarını “semaya” çevirmesini öğütlemektir.
Odatv

Cemaatten Said-i Nursi’ye “Altın”makas
21 Nisan 2010
Can Dündar, Said-i Nursi’nin belgeselini Fethullah Gülen cemaatinin sponsorluğunda gerçekleştirdi.

Filmin, 1,4 milyon Euro’ya mal olduğu konuşuluyor. Said-i Nursi belgeselinin bittiği halde vizyona girmeyip bekletilmesinin perde arkasında, cemaatin bazı endişelerinin olduğunu yazmıştık.

Riske girmek istemeyen ve cemaati küstürmek istemeyen Can Dündar, belgeseli Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı aracılığıyla Fethullah Gülen’e’ iletmişti.

Hocaefendi filmi izledi, yalnız beğenip beğenmediği konusunda bir fikir bildirmedi. Hocaefendi film yayına girip girmemesine bir başka kişinin karar vermesini istedi.

İşte Fethullah Gülen’in belgeseli havale ettiği kişi filmi izledi.

Belgesel genel olarak beğenildi ve vizyona girmesine izin çıktı. Filmi Fethullah Gülen adına denetleyen S.Y olumlu görüş bildirdi. Belgeselin yayınlanmasına izin çıktı.

Ancak S.Y’nin küçük bazı istekleri de oldu. S.Y belgeselden bazı bölümlerin çıkarılmasını istedi.

Can Dündar da bu ricayı kıramadı.
avaztürk

Fantoş Halife
06 Mayıs 2010
Milli Gazete yazarı Mehmet Şevket Eygi, bazı kesimlerin Müslümanlara Halife seçme gayreti içinde olduklarını yazdı.

Halife olmanın şer’i ve fıkhi koşulları olduğunu ifade eden Eygi, bu özellikleri taşımayan kişiye biat edilemeyeceğini söyledi.

İşte Eygi’nin çok tartışılacak yazısı:

"İmama Gıyabında Biat

RESULULLAH Efendimiz "Yaşadığı zamandaki İmama (veya Emîre) biat etmeden ölen kimse sanki cahiliye ölümüyle ölmüş olur" buyurmuşlardır.

Zamanımızda bilinen, zuhur etmiş, seçilmiş bir İmam-ı Kebir veya Emîrü'l-mü'minîn olmadığına göre Müslümanlar ne yapmalıdır?

Bu soruyu bundan on beş yıl kadar önce meşâyih-i Nakşibendiyyeden muhterem bir zata sormuştum. Mealen şu cevabı vermişlerdi:

Gıyabında biat edilir... Yani o zatı bilmiyorum, her kim ise ona biat ediyorum... şeklinde.
Bir devirde iki İmam, iki Emîrü'l-mü'minîn olmaz.

Müslümanlarda İmam, Emîr, biat, itaat konusunda yeterli bilgi ve şuur olmalıdır. Müslümanlar bu konuda eğitilmelidir.

Bu konuda cahillik ve gaflet affedilemez, hoş görülemez.

Ergenekoncular, resmî ideoloji meftunları ve bağlıları, din düşmanları bu Emîr ve İmam-ı Kebir konusuna karşı çok tepkilidir. Onlara soruyoruz:

Rumların patrikleri var da Müslümanların niçin dinî bir başkanları olmasın.

Yahudilerin Başhahamı var da, Müslümanların niçin bir İslâmî reisi olmasın?

Masonların Üstad-ı Azamları var da, Müslümanların niçin bir Halifeleri olmasın?

Efendim böyle bir şey Cumhuriyete aykırı olurmuş... Saçma ve boş laf, kocaman hezeyan... 1923'te Cumhuriyet ilan edildiği zaman Türkiyede Müslümanların bir halifesi vardı. Mustafa Kemal Paşa ile Halife mektuplaşıyordu. O zaman Cumhuriyet, Halifeli bir Cumhuriyetti...

Müslümanlara ihtar: İsrail, ABD, Haçlılar, Dönmeler, Kriptolar kendi işlerine gelen, kendilerine bağlı, uydu ve kukla, fantoş bir Halife seçtirmek/seçmek istiyorlar. Böylece Müslümanları oldu bittiye getirecekler. Bu hususta uyanık olunuz. Müslümanlara İmam, Emîr, Halife olmanın şer'î ve fıkhî şartları vardır.Bu şartlar kendisinde bulunmayan kimseye biat ve itaat edilmez. Sakın tuzağa düşmeyiniz.”

Derin olmayan bir analiz: Gülen ne yapmak istiyor
Ahmet HAKAN
ahmethakan@hurriyet.com.tr
5 Haziran 2010

GELİN Fethullah Gülen’in siyasal çizgisindeki önemli duraklara bir bakalım:

* Türban eylemlerine karşı çıktı.
* Türbanlı kızlara “Otoriteyle çekişmektense açın başınızı girin” dedi.
* Milli Görüş hareketine karşı mesafe koydu.
* Demirel’le iyi ilişkiler kurdu.
* Refah Partisi’nden farklı olduğunu göstermek amacıyla “diyalog” adı altında toplantılar düzenleyip çeşitli kesimlere açıldı.
* 28 Şubat’ta Erbakan’ı eleştirdi, askere destek verdi.
* 28 Şubat’a karşı en küçük bir direniş göstermedi.
* Ecevit’le yakınlaştı.
(..)
Hürriyet

Hep biz mi izin almalıyız, hocam!
Ali İhsan KARAHASANOĞLU

İHH, Gazze’ye insanî yardım götürürken, mutlaka izin almalıydı İsrail’den..

Doğru söylüyorsunuz; hocam!

Eğer izin vermezse, götürülmemeliydi o yardımlar.. Çünkü; izin verilmediği için yapılamayan yardımın sorumluluğu, İsrail’indi; değil mi hocam?!..

Sizin; 1970’li yıllarda Üsküdar’daki bir camide, İslâm tarihindeki “fedakârlığın zirve noktası” olayı anlatışınızı, hiç unutamıyorum..

Savaş sırasında yaralanmış, son nefeslerini vermek üzere olan üç sahabe, kendilerine uzatılan suyu içmeyip, “su... su...” diye inleyen diğer sahabeye, o suyun götürülmesini istediği anı anlatıyordunuz..

İslâm’ın en temel kavramlarından birisinin özünü, siz zihinlere perçinleyecek şekilde o “tarihi olay” vesilesiyle anlatırken, tüm cemaat hıçkırılıklara boğulmuş ağlıyordu..

Siz de kürsüde ağlıyordunuz, hocam...

Şimdi ise, sadece biz ağlıyoruz.. Sizin (yanlış aktarıldığını umduğumuz) sözlerinizi okurken; hocam!..

Doğru söylüyorsunuz hocam.. Siyasi otorite izin vermiyorsa, Gazze’ye nasıl yardım edilebilir ki?

Gazze’nin siyasi otoritesi; İsrail çünkü?!..

Değil mi sayın hocam..

Sadece İsrail’in kıyıları değil.. Açık deniz de İsrail’in.. Hatta tüm denizler İsrail’in.. Her şey; denizler de, karalar da İsrail için... Değil mi hocam?!

Siyasi otorite (İsrail) diyor ki, “Yardım edecekseniz, bana getirin.. Ben onlara bakayım, uygun gördüklerimi bizim işbirlikçi Abbas’a vereyim”..

Bundan sonra, “Yetim çocuklara götürülecek yardımı, hak sahibine bizzat ulaştıracağım” demenin ne mânâsı var ki?

Değil mi hocam?..

Varsın; bugün tüm dünyanın “siyasi otoritesi” konumundaki Birleşmiş Milletler bile, “İsrail’in, insanî yardımı engellemesi yanlıştır.Kınıyoruz” desin..

Yine de İHH; BM ile değil, İsrail’le uzlaşarak bu yardımı ulaştırmalıydı, değil mi hocam?..

Küçücük bir darbe girişiminde, temsilciniz, Çevik komutana gidip, “Okulları size devredebiliriz,hiçbir şey istemiyoruz” demişti..

İHH da, İsrail’in talebi üzerine, yardım konvoyunu hemen kendilerine teslim etmeliydi, değil mi hocam?..

Gemide; Hıristiyan, hatta Yahudi olan insanlar da vardı..

Böylece; sizin diyalog tavsiyenizi de yerine getirmiş, İHH’lı dostlar.. Yine de; çocuklara yardım için, İsrail’den izin mi almalıydılar hocam?

Sahi, bugün Çağlayan’da, İsrail’i kınama mitingi var..

Herkes bu mitinge koşacak..

Yüzbinler, İsrail’in melun saldırısını kınayacak!

İnsanlık tarihine, 31 Mayıs sabahı yaşananlar, kara bir leke olarak not düşülecek!

Bunun için de, İsrail’den izin almak gerekir mi hocam?

Hayır, sözlerinizi çarpıtmıyorum hocam. Biliyorum; siz “İsrail” demediniz. Siz “siyasi otorite” dediniz..

Ama, mitingin düzenlendiği Çağlayan, Levent’teki İsrail Büyükelçiliği’ne yakın sayılır hocam!..

İHH’nın yardım konvoyu tam da Gazze’ye yaklaştığı sıralarda, İsrail 12 millik karasularını, 68 mile çıkarmıştı.. Bugünkü miting öncesinde de İsrail,Levent’teki Büyükelçilik binasının sınırlarını, Çağlayan’a kadar uzatır mı acaba?

Uzatırsa, bugünkü Çağlayan mitingi için, İsrail’den de izin almak gerekir mi hocam?

Cevdet Kılıçlar, gemideki gönüllülere saldıran İsrail askerlerinin fotoğrafını çekerken şehid düşmüş..

Aslında, fotoğrafı çekerken, İsrail askerlerinden izin alınmalı mıydı hocam?

Açık denizdeki gemiye inen haydut askerlerden de, fotoğraf çekmek için izin alınması gerekir mi hocam?

Bu işte bir yanlışlık yok mu hocam?

Hep bize “izin” aldırıyorsun.. İsrail’in de, tüm zalimlerin de; birazcık da onların “had”lerini bilmesi lazım değil mi hocam? 5 Haziran 2010 Vakit


En son Ekim tarafından Çrş Nis 21, 2010 10:32 pm tarihinde değiştirildi, toplam 5 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Mar 23, 2010 12:53 am    Mesaj konusu: AKP-FTÖ İKİLİSİ ALLAH'IN 'CİHAD' EMRİNİ 'TARİHE GÖMECEK'MİŞ Alıntıyla Cevap Gönder

AKP-FTÖ İKİLİSİ ALLAH'IN "CİHAD" EMRİNİ “TARİHE GÖMECEK”MİŞ

Ertuğrul Horasanlı



AB-D Emperyalizminin içimizdeki truva atları AKP ve FTÖ ikilisinin Allah'ın hükümlerini ve Resulullah’ın sünnetlerini birer ikişer ortadan kaldırmaya çalıştıkları biliyoruz...

Hatırlayın ...

"Ilımlı İslâm" adı altında Pentagon-İsrail hattında Fetullah Gülen'in katkıları ve Tayyip Erdoğan'ın eşbaşkanlığında bütün İslâm alemine dayatılan “gerçek İslâm'ı tahrif pojesi" milyarlarca dolarlık kaynaklar tahsis edilerek yürürlüğe konmuş ve bunun ilk pilot uygulaması AKP ve Fetullah medyası eliyle ülkemizde başlatılmıştı...

Bu proje çerçevesinde önce kelime-i şahadetteki "M......d'in resulullah" kısmının gereksiz olduğunu ilan eden bu ikili...

Daha sonra AB'nin emri ile "Allah katında tek din İslâmdır" ayetinin camilerde okunmasını DİB’e yasaklatmış...

Bütün ilk ve orta dereceli okul kitaplarındaki "cihad, şahadet, şehidlik, mücahid, hilafet, halife, ehl-i sünet” gibi bu ülke insanlarının yüzde 95'inin inançlarının ve ortak hafızalarının temel parçaları olan bir çok kelimeyi, MEB emriyle kitaplardan çıkartarak okullarda bu kelimelerin kullanılmasını da yasaklatmıştı....

Yine "Hepimiz ibrahimîyiz Müslüman Hıristiyan Yahudi farksızdır. Hepsi cennete gidecek" yalanıyla sürdürülmüş ve hatta bu yalana hizmet eden Ankara’daki ilahiyat profesörlerinden birinin kızının “madem öyle ben Hristiyan oldum baba; çünkü hristiyanlık daha kolay ne örtü var, ne içki yasağı ne namaz, ne de oruç” dediği medyada üçüncü sayfa haberi olarak yeralmıştı...

Doğrudan doğruya insanımızın çoğunluğunun iman ve itikad esaslarını sinsice törpülüyerek yoketmeyi amaçlayan bu proje; şimdi 1400 küsur yıldır İslâm topraklarını İslâm toprağı yapmış ve İslâm toprağı olarak muhafaza edilmesini sağlamış olan “Cihad” emrini yok etme, geçersizleştirme ve hafızalarımızdan silme hamlesi yapıyor...

Şu haberi o gözle dikkatlice okuyun:

["ÖLÜM FETVASI" TARİH OLUYOR

El Kaide’nin kanlı eylemlerine meşruiyet kazandırmak için kullandığı ‘cihad’ fetvası kalkıyor.

El Kaide’nin kanlı eylemlerine meşruiyet kazandırmak için kullandığı ‘cihad’ fetvası 700 yıl sonra ortadan kalkıyor. Hoşgörü kenti Mardin’de bir araya gelecek olan İslam aleminin önderleri, barışçı söylemle yorumladıkları fetvayı dünyaya ilan edecek
Moğol istilası altındaki Mardinliler’in isteği üzerine İslam dünyasının önde gelen alimlerinden İbn Teymiyye tarafından 1300’lü yılların başında verilen ‘cihat’ fetvası 700 yıl sonra ortaya çıktığı Mardin’de tarih olacak. Mardin Artuklu Üniversitesi’nde 27-28 Mart tarihlerinde ‘Barış Diyarı Mardin’ başlığıyla düzenlenecek toplantıya Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün ve diğer İslam ülkelerinden yirmiye yakın tanınmış din adamı katılacak. Barışçı söylemle hazırlanacak ortak deklarasyon daha sonra dünyaya ilan edilecek.
BATI ALEMİ TARTIŞIYOR
Toplantıyı düzenleyen İngiltere merkezli Küresel Yenilenme ve Rehberlik Merkezi (GCRG) isimli düşünce kuruluşunun yöneticisi Aftab Malik, kardeşlik ve hoşgörü kentindeki buluşmayla ilgili şu bilgileri verdi:
EL KAİDE EN TEHLİKELİ OLANI: “Başta El Kaide olmak üzere radikal dinci terör örgütlerinin eylemlerini meşrulaştırmak için kullandıkları dini argümanların başında ‘Mardin Fetva’sı olarak bilinen ve Müslümanları, Müslüman olmayan yönetimlerle savaşmaya çağıran fetva gelir. Mısır’daki cihatçı hareket bu fetvayı kullanarak ayaklandı. Bunun en son ve en tehlikeli örneği ise El Kaide’dir. İslam dünyasının yanı sıra ve İslam ile ilgili çalışmalar yapan Batılı bilim adamları uzun sürüder bu fetvayı tartışıyor.”
DÜNYAYA İLAN EDİLECEK
ORTAK YORUM, BARIŞÇI SÖYLEM: “Mardin buluşmasının amacı İslam dünyasının önde gelen din adamlarına o fetvanın bugünün koşullarında geçerli olup olmadığını tartıştırmak. Bu kişilerin hepsi İslam dünyasında milyonları etkileme gücüne sahip şahsiyetler. İki gün sürecek tartışmalar sonunda İbn Teymiye’nin fetvası konusunda yeni bir ortak yoruma ulaşılacak ve bu dünyaya açıklanacak. Böylece El Kaide’nin terör eylemlerine meşruiyet kazandıran dini argüman ortadan kalkmış olacak.”
TERÖR DEĞİL HOŞGÖRÜ
Toplantının organizasyonunda katkıda bulunan Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın ‘kamu diplomasisi’nden sorumlu Başdanışmanı İbrahim Kalın da, Mardin buluşmasının “İslam dininin terör değil barış ve hoşgörü dini olduğu mesajının dünyaya verilebilmesi açısından önemli bir imkan olduğunu ifade etti.]
(22 Mart 2010 aktifhaber)

Haberin redaksiyonundaki sinsi/hilekâr/tahrif ediciliğin dozunun ne kadar yüksek tutulduğuna dikkat etttiniz mi?

Daha öncekiler gibi kullandıkları bir haberdeki, yirmi cümle içine sokuşturdukları bir iki dezenformasyon cümlesiyle yetinmiyorlar...

Artık insanımızı belli bir kıvama getirdiklerine inanıyor olmalılar ki...

Haber baştan başa ve açık açık tahrifatçı/dezenformatif bir dille hazırlanmış...

Hazırlanışındaki ustalık bu haberin sıradan gazeteciler tarafından değil, kesinlikle psikolojik savaş uzmanlarının elinden çıktığını ayan beyan gösteriyor...

Bu haberi okuyan dinî bilgisi zayıf biri “Cihad”ı ALLAH’ın apaçık bir emri ve Peygamber’in kesin bir sünneti olarak değil de...

“Moğol istilası altındaki Mardinliler’in isteği üzerine İbn Teymiyye tarafından 1300’lü yılların başında verilen” bir “fetva” olarak algılayacaktır.

Koskoca İslâm aleminin 1400 küsur yıllık tarihi boyunca sadece İbni Teymiyye mi cihad fetvası vermiştir?

Ehli sünnet’in kütüphaneler dolusu referans kitaplarında onbinlerce alimin “cihad”ın Allah’ın apaçık bir emri ve peygamberin en kesin sünnetlerinden biri olduğuna ve bu emre uyan müslümanların faziletine ve uymayanların rezilliğine dair yüzbinlerce sayfayı ne yapacaksınız?

Moğollar gibi bütün bu kitapları da ateşe mi vereceksiniz?

***

Haberdeki başlığa ve ara başlıklara dikkat:

("ÖLÜM FETVASI" TARİH OLUYOR)...

"ÖLÜM FETVASI"= CİHAD EMRİ

Yani:

ALLAH'IN CİHAD EMRİ TARİH OLUYOR...

Peki onun yerine ne gelior:

(ORTAK YORUM, BARIŞÇI SÖYLEM...)

(DÜNYAYA İLAN EDİLECEK...)

Ne ilan edilecek:

(TERÖR DEĞİL HOŞGÖRÜ ...)

"TERÖR" derken başkanım?

TERÖR=CİHAD

"CİHAD" neydi başkanım?

"İBNİ TEYMİYYE'NİN FETVASI...

HAAA?

YAAA?

İşte böyle adım adım "Allah'ın indirdikleri, Resulıllah'ın bildirdikleri" hafızalarımızdan silinip "tarihe gömülürken"...

Yerine gelen ne?

DEMOKRASİ...

Irak'a Afganistana tankla topla seyreltilmiş uranyumlu, misketli, fosforlu bombalarla kan ve ateş içinde getirilen demokrasi...

Türkiye'ye usul usul, sinsice hafızalar silinip yerine yeni kayıtlar düşürülerek kitlesel hipnoz/zihin kontrolü yolula getririliyor...

Demokrasi tam olarak geldiğimde ne olacak başkanım?

Allah'ın emirleri ve Resullah'ın sünnetlernden "demokrasiye uygun olayan"larının tamamı hafızalarımızdan barış ve hoşgörü mavallarıyla silinmiş olacak?

***

“Mardin Artuklu Üniversitesi’nde 27-28 Mart tarihlerinde ‘Barış Diyarı Mardin’ başlığıyla düzenlenecek toplantıya Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün ve diğer İslam ülkelerinden yirmiye yakın tanınmış din adamı katılacak.”

Kimse artık bu “yirmiye yakın tanınmış din adamı”?

Onlar hangi dinin adamıysalar artık...

Ve onları kimler tanıyor ve tanıtıyorsa...

Bir buçuk milyarlık İslâm aleninde bula bula bunları bulmuşlar demekki "fedai" olarak...

Peki ne yapacakmış bu “ılımlı islâm fedaisi” ilim(!) adamları?

“İki gün sürecek tartışmalar sonunda İbn Teymiye’nin fetvası konusunda yeni bir ortak yoruma ulaşılacak ve bu dünyaya açıklanacak. Böylece El Kaide’nin terör eylemlerine meşruiyet kazandıran dini argüman ortadan kalkmış olacak.”mış..

İlmî toplantı(!)nın kalitesini görüyor musunuz?

Bu fedai ilim adamları tam iki gün boyunca, Teymiyye'nin fetvasını nasıl etsek de ortadan kaldırsak diye kan ter içinde tartışacaklarmış...

Eeee...

İkinci günün sonunda her bir fedai ilimn adamı yorgunluktan bitap düşmek üzereyken...

“İbn Teymiye’nin fetvası konusunda yeni bir ortak yoruma ulaşılacak ve bu dünyaya açıklanacak” ve “Böylece El Kaide’nin terör eylemlerine meşruiyet kazandıran dini argüman ortadan kalkmış olacak”mış..

İyi de...

Madem bu toplantının sonunda ne olacağı başlamadan önce belli...

Tayyip Erdoğan'ın sponsorluğunda bu toplantıyı düzenleyen Mardin Artuklu Üniversitesi niçin bunca masrafı ve zanam kaybını göze alarak kendini komik duruma düşürüp elegüne rezil ediyor?

Böyle İlmî toplantı/tartışma mı olur?

Baştan sonuç belliyse...

Siz neyi “tartışmak için” toplanıyorsunuz?

Baştan sonuç belliyse...

O toplantıda hangi “allame”nin ne diyeceği de noktasına virgülüne varıncaya kadar bellidir...

Herkes eline tutuşturulan bildirileri okuduktan sonra, o bildirileri hazırlayan el tarafından, o bildirilerle birlikte önceden hazırlanmış “ortak yorum” metni okunacak ve onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine...

Böyle “ilmî toplantı” mı olur?

Böyle bir müsamereye “ilmî toplantı” adı veren üniversiteye “üniversite”, o toplantıya figüran olarak katılacak kişilere “ilim adamı” denir mi?

Koca bir ülkenin başbakanı böyle bir kepazeliğe nasıl sponsorluk yapar?

Böyle bir başbakana kendi dinî inançları tahrif edilmeye çalışılan bu ülkenin Sünnî müslümanları nasıl oy verir ve umut bağlar?

En iyisi biz CD sürücüsüne Ahmet Kaya’yı koyalım da bu saçma sapan işler konusunda bu yazıya noktayı o koysun:

“Nerden baksan tutarsızlık/Nerden baksan tutarsızlık/ Nerden baksan Ahmakçaaaaaaaaaa”

Sıradışı

Cami yaptırma derneği kilise restore edecek

23 Mart 2010 Malatya Çarmuzu Kaynarca Mahallesi Tepebaşı Cami Yaptırma ve Yaşatma Derneği, Hrant Dink'in doğduğu Çavuşoğlu Mahallesi'nde 18. yüzyıldan kalma Ermeni Taşhoron Kilisesi'ni restore etmek için Kültür ve Turizm Bakanlığına başvurdu.
Çarmuzu Kaynarca Mahallesi Tepebaşı Camii Yaptırma ve Yaşatma Derneği Başkanı Latif Yıldırım, 2009'un başından beri kilisenin restore edilmesi yönünde karar aldıklarını, konuyu sivil toplum örgütleri ve kentte yaşayan gayrimüslimlerle de paylaştıklarını belirterek, herkesin ibadet özgürlüğüne sahip olması gerektiğini söyledi.
Dinler arası hoşgörü ve diyalog olması gerektiği fikrinden yola çıktıklarını ifade eden Yıldırım, Avrupa'da çok sayıda cami bulunduğuna işaret ederek karşılıklı hoşgörünün önemine işaret etti.
Çavuşoğlu Mahallesi'nde bulunan Ermeni kilisesinin yaklaşık 280 yıllı k olduğuna dikkati çeken Yıldırım, Osmanlı döneminde yapılan kilisenin aynı zamanda o dönemdeki hoşgörü ve inanç özgürlüğünün de göstergesi olduğunu söyledi.

netgazete

Mardin Fetvası Konferansı başladı

27 Mart 2010 Cumartesi 16:35



MARDİN -İHA- Mardin'de bir araya gelen İslam aleminin ileri gelen isimleri, El Kaide gibi aşırı dinci grupların eylemlerine meşruiyet kazandırmak için kullandığı 700 yıllık cihat fetvasını barışçı bir söylemle yorumlamaya hazırlanıyor.
Moğol istilası altındaki Mardinlilerin isteği üzerine, 1300'lü yılların başında verilen 'cihat' fetvası 700 yıl sonra ortaya çıktığı Mardin'de yeniden yorumlanıyor.
Hoşgörü kenti Mardin'de Artuklu Üniversitesi'nin ev sahipliğinde ve Küresel Yenilik ve Rehberlik Merkezi (GCRG) ile Canopus Consulting düşünce kuruluşlarının organizasyonunda 27-28 Mart tarihlerinde 'Barış Diyarı Mardin' başlığıyla düzenlenecek toplantıya Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün ve diğer İslam ülkelerinden 20'ye yakın tanınmış din adamı katılıyor.
Toplantının yapıldığı Artuklu Üniversitesi çevresinde polis yoğun güvenlik önlemleri aldı. Toplantıya gayrimüslimlerin temsilcisi olarak Süryani Metropolit Salibe Özmen de katıldı. Özmen, Müslümanların çağın gereksinimleri karşısında kendilerini yenilemesinin çok anlamlı olduğunu söyledi. Özmen, fetvanın içeriği ile ilgili konuşmak istemediğini belirterek, "Bu tür toplantılar, dinler arasındaki hoşgörü ve barışın geleceği açısından önemlidir" dedi.

ZEKERİYA GÜNEŞ - MURAT AKGÜL
netgazete

Çakma "Din Adamları"ndan Ortak Karar

Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın ‘kamu diplomasisi’nden sorumlu Başdanışmanı İbrahim Kalın'ın organizatörlüğünü yaptığı, Merkezli Küresel Yenilik ve Rehberlik Merkezi (GCRG) ile Canopus Consulting düşünce kuruluşları tarafından Mardin Artuklu Üniversitesi'nde yapılan "Barış Diyarı Mardin" konferansında, Direnişçi müslüman grupların eylemlerinin cihat değil, keyfi cinayetler olduğu öne sürüldü.

Global Centre for Renewal and Guidance (GCRG) ile Canopus Danışmanlık'ın 27, 28 Mart tarihlerinde Mardin'deki Artuklu Üniversitesi'nde düzenlediği, direniş eylemlerinin dini gerekçelere dayandırılmasını reddetmek ve kınamak için İslam dünyasından dünya çapında tanınmış olduğu iiddia edilen ancak Türkiye'de hiç tanınmadıkları anlaşılan bir grup "ilahiyatçının" ve akademisyenin bir araya geldiği toplantı sona erdi.

Bu tuhaf toplantının sonuç bildirgesinde şu ifadelere yer verildi: "Suudi Arabistan, Türkiye, Yemen, Hindistan, Senegal, Kuveyt, Bosna, İran, Fas, Moritanya ve Endonezya'nın da dahil olduğu ülkelerden ve geniş bir yelpazedeki İslami düşünce okullarından gelen alim ve ilahiyatçının tecrübe ve uzlaşısına dayanmaktadır.

Direnişçi(*) grupların eylemlerinin cihat değil, keyfi cinayetler olduğunu öne sürmektedir.

Mardin fetvasının yanlış yorumlandığını ve direniş için şiddeti haklı çıkarmak için hiçbir şekilde kullanılamayacağını öne sürmektedir.

Bütün Müslümanlara, İslamiyet'in getirdiği en yüksek hukuki ve etik standartlara uygun yaşamaları çağrısında bulunmaktadır.

İslamiyet'in ayrım gözetmeksizin adam öldürme ve cinayeti kati biçimde yasakladığı açıktır.

Direnişçilerin, eylemleriyle İslamiyet adına kendi inançlarını yok ettikleri ve İslamiyet'in ve Müslümanların itibarını dünyanın nezrinde sarstıkları açıktır."

GCRG Editorü Şeyh Abdullah Bin Beyyeh, yaptığı açıklamada, "Bu tarihi ve önemli zirve bize şunu göstermiştir: 'İbn-i Teymiyye ve özellikle de Mardin fetvası direniş hareketlerine gerekçe olarak kullanılamaz. Bu zirve, İbn-i Teymiyye'nin böyle bir tutum sergilemeyeceğini ve de ana akım İslami yaklaşımlarının buna izin veremeyeceğini ortaya koymuştur. Bu zirve, İslamiyet içinde farklı kanaatlerden gelen ilahiyatçı ve alimleri bir araya getirerek şu görüşte birleşmesini sağlamıştır: İslamiyet terörizmi ve ayrım gözetmeksizin cinayet işlenmesini kınamaktadır." dedi.

Editör'ün notu:
* Bu çakma din adamları açıklamalarında emperyalist vahşi işgale karşı İslâm toraklarını savunan direniş örgütlerine ve onların mensuplarına "terörist, nefs ve vatan savunması için işgalcilere karşı yapılan eylemlere de "terörizm" demektedir. Bizim vicdanımız iftiranın böylesine Allah'tan korkmaz kuldan utanmaz cinsini yazmaya izin vermediği için bu çirkin tabirleri metinde kullanmadık.


Haber101

Mardin komedisi
Nuray MERT

Gazetelerden takip etmişsinizdir, hafta sonu Mardin’de son derece tuhaf bir toplantı yapıldı. Yedi yüzyıl önce İbn-i Teymiyye’nin Moğollara karşı verdiği ‘cihat’ fetvasının bugünkü anlamı tartışıldı. İngiltere merkezli bir düşünce kuruluşunun önderliğinde bir araya gelen birtakım din adamları, İslam dininde ‘cihat’ın, ‘radikal’ yorumlarına karşı bir anlayışın altını çizdi.

Öncelikle, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı bu komediye ev sahipliği yapmayı reddettiği için kutlamak isterim. Sonra da, Batılı dostlarımıza bir tavsiyede bulunmak isterim; Müslüman dünya ile barışmak için daha sahici ve samimi yollar bulmak yerine bu tür komediler organize etmekten vazgeçsinler.

Bugün karşılarına çıkan radikal İslamcı örgütlere ilişkin sorun, İslam dininin ‘cihat’ kavramı falan değil, İslam’ın modern tarihsel süreç içinde ve özellikle Soğuk Savaş döneminde selefi-radikal yönde ‘siyasallaşması’nın sonucudur. O nedenle işin içine Ortaçağ İslam düşünürlerini, post-modern çağın ‘yandaş’ ulemasını katmanın âlemi yok.

El-Kaide başta olmak üzere, radikal İslamcı örgütlerin nasıl palazlandığını hepimiz biliyoruz, bu palazlanmanın gerisinde İbn-i Teymiyye değil, modern dönemin siyasal çekişmeleri var. Bunu gayet iyi bildikleri için, geçen yıl (4 Haziran 2009) Obama, meşhur Kahire konuşmasını yaptığında, Mısır’da ‘Dar Al-İfta Al Mısrıyyah’, yani fetva makamının bir açıklaması, Obama’nın konuşması ile birlikte bir dosya içinde dağıtılmıştı. O açıklamada da, ‘cihat’ın yanlış yorumlandığı uzun uzadıya anlatılıyor, ‘cihat’ın insanın ‘nefsine karşı mücadele’ olduğu vurgulanıyor, ama ilaveten, ‘Evet, Afganistan’da mücahitler cihat yaptı, ama o ‘Ateist Ruslara karşı din özgürlüğü’ adına yapılmıştı’ deniliyordu.

Zira, ABD dış politika çıkarları, uzunca bir süre, ‘cihat’ın ‘nefisle mücadele’den ibaret değil, bildiğiniz silahlı mücadele olduğu yönündeki yorumları gerektiriyordu. Bunu bilmeyen yok, ama ben size işin içinde olanların ifadelerinden bir örnek vereyim. Suudi Arabistan’ın 20 yıl boyunca ABD büyükelçiliğini yapan ve Bush ailesine yakınlığı dolayısıyla adı ‘Bandar Bush’a çıkan, Prens Bandar Bin Sultan, biyografisinde, “Biz Amerika’nın Doğu-Batı veya anti-komünizm tezlerini kullanmadık, dini kullandık... Reagan’ın Sovyetler Birliği ile kavgasının stratejisine mükemmel bir şekilde uyacak biçimde Müslüman dünyayı kendimize yönelttik” diyor (W. Simpson, The Prince, Harper Collins, 2006, 112).

Aslında, Batılı güçlerin, İslami sembol, makam ve öğretileri siyasal alanda kullanması tarihi çok eskilere gider. 1857’de Hindistan’daki Sepoy İsyanı’na karşı İngilizler, dönemin Osmanlı Padişahı Abdülmecid’den, halife sıfatı ile asileri yatıştırmak için tavassutta bulunmasını istemişlerdi (Kemal Karpat, İslamın Siyasallaşması, 2001, 55). Sonra, II. Abdülhamid, halife sıfatını Osmanlı dış politikasında kendi yararına devreye soktuğunda, İngilizler tarafından ‘Kızıl Sultan’ ilan edilmişti.
Ezcümle, artık 21. yüzyılda, bu ucuz emperyalist manevralardan vazgeçilse diyorum. Dini veya başka bir şeyi devreye sokarak, insanlığı tehdit eden, her türden anlayışa karşı, sahici ve samimi uzlaşma zemini yakalamaya çalışılacaksa, bu türden çabalara Müslüman, gayri Müslüman hepimiz destek verelim, yoksa bu sahte çabaların sonuç vermesini beklemek beyhude. Dahası, bu tür girişimler Müslümanları/Müslüman toplumları ‘enayi’ yerine koymak gibi, fazladan rencide ve rahatsız edici bir etki yaratıyorlar.

30 Mart 2010
Hürriyet

Ilımlı İslam ve Mardin fetvası
31 Mart 2010
Ahmet TAKAN

Geçtiğimiz hafta sonu , 700 sene önceki "Mardin Fetvası"nı tartışmak üzere Artuklu Üniversitesi'nin ev sahipliğinde, Küresel Yenilik ve Rehberlik Merkezi (GCRG) ile Canopus Consulting düşünce kuruluşlarının desteğiyle 'Barış Diyarı Mardin' başlığıyla bir sempozyum düzenlendi.

İngilizler, programı Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı ile ortak yapmak istediler.

Ama Diyanet İşleri Başkanlığı, yedi asır öncesinde kalmış, Mardin'de bile hiç kimsenin bilmediği fetvayı, Müslüman teröristler için dayanak noktası kabul etmenin yanlışlığına dikkat çekerek toplantıya ev sahipliği yapmayı reddetti. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Görmez'in açıklaması da ilginç:

"11 Eylül'den sonraki şiddet ve terör olaylarının onlarca sebebi ortada dururken, yedi asır önce Mardin'de verilmiş bir fetvayı ve bu fetvanın sahibi İbn-i Teymiyye'yi sorumlu tutmak doğru değil. Anadolu'da kimsenin bilmediği bir fetvaya şöhret kazandırmak da yanlış."

Toplantı medyaya "Mardin Fetvası kaldırılıyor “ diye yansıdı.

Türkiye medyasında "Mardin Fetvası kaldırılıyor" diye sunulan toplantı gün boyunca BBC ekranından yayınlandı.

AKP iktidarının YÖK vasıtasıyla yol verdiği İngiliz sponsorluğundaki toplantı gerçekten çok önemli ama tartışma kamuoyunda gereğince yer bulmadı.

Bu toplantının hemen ardından Moskova metrosunda meydana gelen kanlı patlamaları dış basın, Rus Kommersant gazetesine referans göstererek Türkiye'ye dayandırdı.

”Çeçen intihar komandoları hepsi Türkiye'de medreselerde eğitiliyormuş”.

Bakın hele!

Kanlı eylemler, Müslüman Çeçenler ve Batıl zihniyetin yüzyıllarca çanına ot tıkayan medreseler…

Ve Ilımlı İslam Projelerinin uygulama sahası haline getirilen Türkiye.

Moskova metrosunda bombalar hemen patladıktan sonra Prof Dr.Mahir Kaynak bunun bir İngiliz provokasyonu olabileceğine dikkat çekmişti.

Birde Mardin Fetvası’nın içeriğini hatırlayalım:

“Tarihler Miladi 1300’ün başlarını gösterirken Moğollar Mardin’i işgal eder. Bunun üzerine ahali, dönemin ünlü İslam bilgini İbn-i Teymiyye’ye gidip Moğollara başkaldırı ya da mücadele etmenin caiz olup olmadığını sorar.

İbn-i Teymiyye’nin bu soru karşısında İslam adına verdiği karşılık ya da fetva şudur:“Mardin için iki durum söz konusu; İslam hukuku ile yönetilmediği için Darü’l-İslam denemez ama yaşayanların tamamına yakını Müslüman olduğu için Darü’l-Harp de değil. Buradan hareketle istilaya direnmek caiz ve hatta cihattır.”

Bir hatırlatmada büyük yankılar yapan The Wall Street Journal gazetesinde yayımlanan, "Türkiye'nin Siyasi Devrimi" başlıklı, ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz ve Lehigh Üniversitesi Profesörü Henri Barkey imzalarını taşıyan makaleden:

"....Türkiye'de görülmemiş ve ordunun ülkenin siyasi yaşamı üzerindeki vesayetinin kaldırılmasına doğru götüren siyasi bir drama göz önüne seriliyor. Eğer iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi(AKP), önemsiz dini konulardan kaçınarak ve kendi demokrasisini güçlendirerek Türkiye'nin tırmanan kutuplaşmayı azaltmada başarılı olursa İslam dünyası üzerindeki etkisi, dokunulur olmasa da, çok büyük olabilir."

Türkiye uzmanları(!) acil uyarı yapıp yine ordu sopasını kullanıyorlar” elinizi çabuk tutun yoksa ordu dikeni ayağınıza batar ha!”

Avazturk sütunlarında dile getirmiştik, Afganistan’ da iş yapan bazı Türklere ABD'lilerin “2012'de oradayız” dediklerini.

Bizimki komplo senaryoları yazmak değil. Amacımız, parça parça gibi gözüken gelişmeleri ve tezgahları art arda sıralayıp fotoğraf bütünlüğünü sağlamak.

Konunun ehli değiliz ama Mardin Fetvası Müslümanların cihat etmesinin meşru dayanağını sağlayan ve bu güne kadarda yürürlükte olan bir fetva……

1.Dünya harbinin emperyal gücü İngiltere’ye karşı Anadolu işgaline karşı Atatürk ve arkadaşlarının başlattığı Kuvay-i Milliye hareketi bu fetva nedeniyle de meşru idi ve Müslüman ahali tarafından da önemli destek ve katkı verilmişti.

Bu toplantı, BOP' un Orta Doğu'da yaratmak istediği “kapitalist Müslüman” tipinin (Calvinist İslam)gerçekleştirilebilmesi için önemli engellerden birinin kaldırılması için düzenlenmiştir.Ilımlı İslam projesinin müçtehitliğine soyunan Prof.Hayrettin KARAMAN “Afgan halkının Sovyetlerle savaşı cihaddır, Amerikaya başkaldırısı ise cihad istismarıdır.”sözleriyle Tayyip Erdoğan’ın eşbaşkanlık sözüyle kastettiklerinin içini doldurmaktadır.

Kurtuluş savaşında da Anadolu halkının milli mücadeleden koparmak adına İngiliz kökenli düzmece fetvalar veriliyor. Mustafa Kemal ve arkadaşları “ dinden çıkan hainler “ olarak ilan ediliyordu. Niye dinden çıkan hainlerdi? Tek suçları işgalci İngilizlere ve onların yardakçılarına karşı vatan için mücadele etmekti.

Ama o zaman da bugün hesaplayamadıkları bir şeyi hesaplayamıyorlardı. Türk Milletinin Mustafa Kemalleri ve Rıfat Börekçileri vardı.

Biz de bu son olarak Mardin'de gerçekleştirilen İngiliz tezgâhına, İlk Diyanet İşleri Başkanımız Rıfat Börekçi'nin Kurtuluş savaşını şahlandıran fetvasını hatırlatarak cevap verelim:

“ANKARA MÜFTÜSÜ RIFAT EFENDİ’NİN KARŞI FETVASI

Dünyanın düzeninin sebebi olan Müslümanların Halifesi (Allah onun azametini ve hilafetini kıyamet gününe kadar uzatsın) hazretlerinin hilafet makamı ve saltanat merkezi olan İstanbul, Halife’nin rızası hilafına olarak, Müslümanların düşmanları olan devletler tarafından fiilen işgal edilerek İslam askerleri silahlarından soyulup bazıları haksız yere öldürülerek, Hilafet merkezinin korunmasını üstlenen, bütün istihkâmlar, kaleler diğer harp vasıtalarını zapt ve resmi muameleleri yürütme ve Müslüman askerleri teçhize memur olan Bab-ı Ali ve Harbiye Nezaretine el konularak, halifeyi, milletin hakiki faydalarını temin edecek tedbirler almasından fiilen yasaklama, sıkı yönetim ilanı, Divan-ı Harpler teşkil ederek İngiliz kanunlarına uygun olarak muhakeme ve cezalandırma suretiyle Halife’nin hükmetme hakkına müdahale ve yine Halife’nin arzusu hilafına olarak Osmanlı memleketinin bir parçası olan İzmir, Adana, Maraş, Antep ve Urfa havalisine düşmanlar tarafından tecavüz edilerek, gayrimüslim vatandaşlar ile işbirliği halinde Müslümanları öldürüp, mallarını soygun ve yağma edip, namuslarına tecavüz ederek mukaddesatlarını tahkir ettikleri takdirde yukarıda açıklandığı gibi harekete maruz kalan ve esir olan gayretlerini sarfetmek bütün Müslümanlara farz olur mu?

Cevabı budur : Allah en iyisini bilir , OLUR (Düşman saldırdığı zaman onunla savaşmak herkese farzdır.Bu durumda kadının kocasının izniyle , kölenin de efendisinin izniyle savaşması gerekir. “ Kenz ve Bezzaziye adlı eserlerde “ . Eğer bir Müslüman kadın doğuda baskına uğrarsa batıdakilerin onu esaretten kurtarmaları gerekir.” (Bahru’r Raik adlı eserde)

Bu şekilde hilafetin meşru haklarını , gasbedilen gücünü geri almak ve tecavüze maruz kalan memleketleri düşmandan temizlemek için cihat edip savaşan Müslümanlar dinen baği (devlete isyan etmiş) olurlar mı?

Cevabı budur : Alah en iyisini bilir. OLMAZLAR ( isyancı diye gerçek imama itaati haksız olarak tanımayan müslüman gruba denir. “Mecmeu’l-Enhur adlı eserde”

Yukarıda yazıldığı şekilde Hilafetin gasbedilen haklarını geri almak için düşmanlara karşı açılan savaşta vefat edenler şehit, hayatta kalanlar gazi olurlar mı?

Cevabı budur : Allah en iyisini bilir. OLURLAR (Şehit şunlardır : Düşman, isyancılar ve yol kesiciler tarafından öldürülenler veya ellerinde belirli bir işaretle savaş meydanında bulunanlar, bir Müslüman’ın bir başka Müslüman’ı dinen öldürmesi gerekmeyen bir konu dolayısıyla zulmen öldürdüğü taktirde öldürülen, aynı şekilde zimminin yine dinen öldürülmesi gerekmeyen bir konu sebebiyle bir başkasını öldürdüğü taktirde öldürülen şehittir. (“Zeylei adlı eserde”)

Bu şekilde cihat edip dini görevlerini yerine getiren Müslümanlara karşı düşman tarafından Müslümanlar arasında silah kullanıp adam öldüren kişiler en büyük günahı işlemiş ve fesat çıkarmış olurlar mı?

Cevabı Budur : Allah en iyisini bilir. OLURLAR. (Allahü taala şöyle buyurmuştur : “Fitne adam öldürmeden daha kötüdür. Bundan dolayı da fesatçılar fitneye başvurur” “ Fethül Kadir adlı eserde”)

Düşman devletlerin zorlaması ve kandırması sonucu verilen hak ve hakikat ile bağdaşmayan fetvalara Müslümanların bağlanmaları ve dinen ona göre hareket etmeleri doğru olur mu?

Cevabı budur : Allah en iyisini bilir. OLMAZ. (Zorlama rızayı yok eder! “Velvaliceyh adlı eserde”)


16 Nisan 1336 (1920)
Mehmet Rıfat (BÖREKÇİ)
Ankara Müftüsü


Biz bu fetvayı alalı çok olmadı, yalnızca 90 yıl geçti.Emperyalist tezgahçılar iyi bilsin ne 700 yıllık Mardin Fetvasını nede 90 yıllık Ankara fetvasını unuturuz!

Ha! birde Ilımlı İslamcılar, emperyalistler ve yardakçıları unutmasınlar:İslam sancaktarlığı şerefine erişmiş bu millet Cihad'ın Kur'andan kaynaklandığını çok iyi bilir.Bunu İngilizler de iyi bilirler esasında.Kur'an'dan cihad ayetlerini (tövbe-haşa) kaldırmak mümkün mü? Tabii ki böyle bir şeyi tartışmak düşünmek bile cehalettir. Aksi halde başlarına ne geleceğini de iyi bilirler.

Her ne kadar kişiler üzerinden tartışma açıp da tezgahlarını ilizyonlarla bize yutturmaya kalksalar da nafile.Türk milleti gücünü Allah'a olan inancından ve yüce Kur'an-ı Kerim Azimüşşan'dan alır.

Kaynak: avaztürk

Camilerde “Şeytana” dua ettirmek!
Müyesser YILDIZ
muyesseryildiz@avazturk.com

(..).

Hazır, 50. ölüm yıldönümü münasebetiyle gündemimize Said-i Nursi girmiş ve Batı işbirlikçileri de, “Demokratik Açılımda Said-i Nursi” modelini tartışmaya başlamışken, şunların bilinmesi faydalı olur diye düşünüyorum.

Bütün felaketimizin kaynağının “Avrupa muhabbeti” olduğuna inanan O zat demiştir ki; “İslâm onuru ve milli namusun yarası pek derindir. Edirne camiinde Müslüman bir hocanın ağzından, Venizelos gibi bir şeytan zalime dua ettirdiler. Hilafet merkezinde, Müslümanların ağzından şeytanın partisi olan İngiliz, Yunan askerlerini kurtarıcı, arındırıcı olarak ilan ettirip, karşısındaki mücahitler topluluğunu cani, zalim diye söylettirdiler.”

Bugün camilerimizde AB hutbesi okutturmaya niyetlenmenin, bu tablodan farkı var mı?.. AB’yi “kurtarıcı, arındırıcı”, emperyalistlere, BOP projelerine karşı çıkanları, “statükocu, hatta terör örgütü üyesi” ilân ettirme peşinde değiller mi?

Bu vesileyle, İngiliz organizasyonu “Mardin fetvası” toplantısı hakkında da bir-iki kelâm edeyim. Mütareke yıllarında İngiliz Angilikan Kilisesi altı soru sorup, İslâmiyet’in bunlara 600 kelime içinde cevap vermesini ister. Talep, Said-i Nursi’ye iletilir. Çok öfkelenir, şu karşılığı verir:

“600 kelimeyle değil, 6 kelimeyle değil, hatta bir kelimeyle değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurâne üstümüzde sual soruyor. Tükürün o zalimlerin merhametsiz yüzüne…”

O zâtın İngilizlere, “Senin fitnen Anadolu’da açığa çıkmıştır, bu yüzden tesirini yitirmiştir” dediğini de hatırlattıktan sonra “Said-i Nursi modelini” konuşan, “Mardin Fetvası” açılımı yapanlara soralım:

“Said-i Nursi’nin bu isyanlarını, o açılımlarınızın neresine koyacaksınız?”

Avaztürk

Fetva kaldırılamaz
Hayrettin KARAMAN
hkaraman@yenisafak.com.tr

İslam ülkesini veya bir parçasını işgal eden, işgale yeltenen, ülkeye saldıran düşmana karşı eli silah tutan bütün Müslümanların karşı koymalarının farz olduğu konusu tartışmaya açık değildir; elbette karşı konacak ve saldırı geri püskürtülecektir.

Saldırı bulunmadığı halde öteki devletlerle İslam devletinin ilişkisinin savaş mı, barış mı, tarafsızlık mı olacağı konusu tartışılmıştır.

Bütün dünyada "İslam barışını" kurmak ve yaşatmak için gerekeni yapmanın Müslümanlara vazife olduğu şeklindeki görüşe ben de katılıyorum. İslam'a göre savaş, başkalarına ait toprakları ele geçirmek veya insanları zorla İslam'a sokmak için değil, yakından uzağa doğru bütün dünyada adalet, barış ve hürriyeti sağlamak için yapılır.

İslam ülkesi içinde Müslümanlar gruplara ayrılıp çatışırlarsa grupların dışında kalanlar ile içinde olup da insafını kaybetmemiş bulunanlar bir araya gelirler, haklı olanın yanında yer alır, haksız olanı yola getirmek için gerekeni yaparlar.

Masum insanların canına ve malına zarar veren terörü siyasi veya başka bir amaçla kullanmak caiz değildir. Bir masumun canını tehlikeye atabilmek için "kesin ve genel bir zaruretin" bulunması şarttır. Ülkeye düşman saldırınca zarar kesindir ve geneldir (bütün halka aittir), işte bu sebeple insanlar canlarını tehlikeye atarak savaşa girerler. Müslüman esirleri siper edinerek bir İslam kalesinin kapısına doğru ilerleyen düşmana karşı -masum Müslümanların zarar görecekleri ortada olduğu halde- ateş açmak işte bu yüzden (kesin ve genel zaruret sebebiyle) caizdir.

İslam'da bütün müminlerin dini anlama ve uygulama yükümlülüğü vardır. Yeterli bilgi edinememiş olanlar bilenlere sorarak (istifta) dini öğrenir (fetva) ve uygularlar (amel).

Bir konuda bütün müctehidler aynı şeyi söylemiş olurlarsa icma oluşur ve buna muhalefet edilemez. İcma dışında bir fetva diğerini ortadan kaldıramaz. Hristiyanlık'ta -sıradan Hristiyanlardan farklı- din adamları vardır, bunlar toplanırlar (konsil) dini kararlar alırlar, daha önce alınmış kararları da değiştirebilirler. İslam'da ne ruhaniler konsili vardır ne de imtiyazlı din adamları. Bilen konuşur, yazar, fetva verir, bilmeyen de bilenden öğrenir ve uygular. Bir alim fetvası ile bir başka alimin fetvasını geçersiz kılamaz. Her müctehid (alim) kendi ictihadı ile amel eder, halk da dilediği alime sorar ve öğrenir.

Bu kurallar açısından bakıldığında vaktiyle İbm Teymiyye'nin verdiği "cihad fetvasını" (İslam ülkesine saldıran veya işgal eden düşmana karşı cihadın farz olduğu fetvasını) herhangi bir zamanda başka bir alim veya alimler gurubu bir araya gelerek kaldıramazlar. Yeni bir fetva verirlerse bu da onların fetvası olur, ilim ve ahlakça ehil iseler dileyen onlarınkini, dikleyen de başka alimlerinkini alır ve uygular.

1 Nisan 2010
Yenişafak

Fetva kültürü
Ebubekir Sifil
05 Nisan 2010, 12:04

Bu köşede zaman zaman "fetva" meselesi üzerinde duruyoruz. Fetvanın ne olduğu, fetva sormanın ve vermenin mahiyeti, önemi, hassasiyeti... gibi hususlar fetva kültürünün kaybolmaya yüz tuttuğu günümüzde daha bir önemle kavranmak durumunda. Yaptığı işin fetva sormak ve fetva vermek olduğunu bilerek ya da bilmeyerek fetva soranların da verenlerin de sayısının hayli arttığı bir vakıa.

En temel ve teknik meselelerde bile hayli "rahat" cümleler kuran insanların sayısındaki artış -genellikle takdim edildiği gibi- sadece "okuyan, düşün, araştıran" insanların sayısındaki artışı mı gösteriyor, yoksa dindarlığımızdaki bir "gevşeme"nin, hatta "çözülme"nin işareti olarak mı algılanmalı?

Mardin'de yapılan toplantı -ki "ne söylendiği"nden çok "nasıl takdim edildiği" ile hafızalarda kalacağı kesin-, fetva kültürü dediğimiz şeyin önemini bir kere daha ortaya koydu. O toplantıya katılan insanlar fiilen ve doğrudan söylememiş olsa bile, hasıl olan neticeye baktığımızda, elde kalan, "bir fetvanın kaldırılması" oldu.

Katolik dünyada kilise konsilleri toplanır, kararlar alır ve uygular. Bu kararlar dinî açıdan -kilisenin günahsızlığı (!) ve yanılmazlığı (!) dolayısıyla- tartışma dışıdır. Bizim için dikkat çekici olan şu nokta: Her bir konsil, daha önceki konsil-ler-de alınmış kararları onaylayıcı mahiyette karar alabileceği gibi, onu ortadan kaldırıcı mahiyette de karar alabilir.

Mardin toplantısının yaptığı en büyük tahribat bana göre dilimize ve bilincimize "fetva kaldırma" olgusunu yerleştirmesi oldu. Fetva, birilerinin yürürlüğe koyduğu ve başka birilerinin de yürürlükten kaldırdığı bir olgu değil oysa. Konsil kararlarını andıran bu takdim ve algı durumu, fetva bilincinde büyük bir tahribat yaptı gerçekten. En azından dilimize öyle bir kalıp yerleştirmekle yaptı bunu...

Yeni Şafak'tan Hakan Albayrak'ın, Rusya'daki metro eylemi dolayımında ortaya koyduğu tavır hayli ilgi çekici. İki hususta söylediklerini yan yana koyduğumuzda net olarak görülüyor ilginçlik:

"HAMAS, İslami Cihad yahut Lübnan Hizbullahı, işgal altındaki Filistin topraklarında sıradan İsraillileri hedef alan eylemler gerçekleştirirken, "Burada bir işgalin ve işgale karşı savaşın yaşanmakta olduğunu bile bile dünyanın dört bir yanından gelip Filistinlilerden gasp edilmiş topraklar üzerinde yaşamayı seçen her Yahudi işgalci statüsündedir ve bizim tarafımızdan hedef alınmayı peşinen kabul etmiştir" mantığıyla hareket ediyor; ama Moskova Metrosu'nu kana bulayanlar böyle bir mantığa da sığınamazlar."

Böyle diyor Albayrak. Paragrafın ilk kısmını dikkatle okursanız, Hamas ve diğerlerinin mücadele tarzını ifade ederken "tarafsız taraflı bir Batılı gözlemci"nin kaleminden çıkmış gibi bir intiba oluşturduğunu fark edeceksiniz.

Ve asıl önemlisi, ikinci kısım:

"Moskova Metrosu'na dönecek olursak... Çeçen direniş lideri Dokka Umarov, saldırıları üstlendi. Emri bizzat kendisinin verdiğini açıkladı. Gerekçesi özetle şöyle: 'Onlar bizim sivillerimizi katlettiler, biz de onların sivillerini katlettik.' Çok acayip bir cihad anlayışı..."

Karar önceden verilmiş. Son cümle bunu ifade ediyor. Bu "çok acayip bir cihad anlayışı." Sonra da Albayrak, bu "acayip cihad anlayışı"nın ortadan kaldırılmasına yönelik bir fetva istiyor el-Karadâvî ve benzeri isimlerden. Aslında fetvayı kendisi vermiş de, onlardan teyit istiyor.

Oysa Müslüman bilinci, bu meselenin hükmü neyse otoriteler tarafından araştırılıp ortaya konulmasını talep etmeli; bu istikamette şekillenmeli. Moskova metrosundaki eylemleri savunmak ya da kınamak değil mesele. Bu olay da -tıpkı Mardin toplantısı gibi- fetva bilincimizdeki çarpılmayı ortaya koyan bir ayna vazifesi görüyor...
Anadoluhaber

2 Nisan 2010 17:01
Camiye Fanatik Müdahale
Sürmenli köyü Merkez Camisi ve minaresi Bank Asya 1. Lig'de mücadele eden Giresunspor'un forma rengi yeşil-beyaza boyandı.

Sürmenli köyü muhtarı Nuri Akten, 1950 yılında ibadete açılan ve 1992 yılında düzenleme, genişletme çalışmaları yapılan camiyi, cemaatin ve köy sakinlerinin isteğiyle Giresunspor'un renkleri olan yeşil-beyaza boyattıklarını söyledi.

Giresunspor'un forma renginin yeşilinin Karadeniz'in doğasından alındığını ifade eden Akten, "Köyümüzde fanatik taraftarlarımız var, bilhassa İstanbul'da bulunan gurbetçilerimiz Giresunspor'un maçlarına nerede olsa giderler. Caminin yanında çay ocağımız var. Burada televizyondan canlı yayınlanan maçları sürekli izleriz. Gençlerimiz de Giresun'daki maçlara giderler" dedi.
aktifhaber

Yusuf Kaplan
28 Şubat bitmedi; yumuşak sekülerleşme devrimi'yle toplumu 'bitirdi'

Diğer askerî müdahalelere "darbe" diyoruz; ama 28 Şubat'a sadece "darbe" demiyoruz; "28 Şubat süreci" diyoruz aynı zamanda. Neden?

Şundan: 28 Şubat, bu topluma, askerî darbelerden çok daha fazla darbe vuran sosyal, siyasî, kültürel ve entelektüel bir dönüşüm projesidir. O yüzden derin bir süreçtir: Adına Toplumun bütün hücrelerine derinlemesine nüfûz ederek toplumu tepeden tırnağa dönüştürmeyi hedefleyen bir kendi kendini sömürgeleştirme süreci.

Bugün, "28 Şubat bitti", derken kastedilen şey, militerleşme olgusudur: Kaldı ki, bunun da henüz tam olarak bittiğini söyleyemeyiz; bu bağlamda kısmî bir normalleşme süreci yaşadığımızı söyleyebiliriz yalnızca: Bu normalleşme sürecinin nihâî noktasına götürülebilmesi, köklü kurumsal reformlarla mümkündür. Bugüne kadar girişilen bu tür girişimler, köklü fikrî temellerden ve stratejik hedeflerden yoksun olduğu için başarıyla sonuçlanamamış, geri tepmiştir.

1908'den itibaren bu ülkede "kale" içeriden fethediliyor ve ülkenin omurgasını tavandan çökertecek bir kendi kendini sömürgeleştirme süreci yaşanıyor: Türkiye, Batılılar tarafından sömürgeleştirilmeye gerek kalmadan içeriden gerçekleştirilen zihnî bir sömürgeleştirilme ameliyesine tabî tutuluyor.

Tavandan sömürgeleştirme girişimine, 28 Şubat'la birlikte, tabandan sömürgeleştirme girişimi ilâve edilmiştir. O yüzden, 28 Şubat, klasik bir askerî darbe değil, yumuşak bir sekülerleşme devrimi'dir: Türkiye'yi, bu toplumun temel iddialarını, ruhunu, toplumun en derin hücrelerine kadar nüfûz ederek bitirme çabası.

Bu nedenle, 28 Şubat'ın bittiğini söylemek, 28 Şubat projesini kavrayamamak demektir. Dolayısıyla burada asıl konuşulması gereken yakıcı sorun, 28 Şubat'ın Türkiye'yi, toplumun temel iddialarını, değerlerini, dinamiklerini, ruhunu bitirme sürecine girdirmeyi ve bu süreci halen derinlemesine hayata geçirmeye devam etmeyi nasıl başardığı meselesidir.

Bu başarının nedeni, 28 Şubat'la başlatılan yumuşak sekülerleşme devriminin, bu toplumun ruhunu yok edecek, omurgasını çökertecek, kültürel değerlerini çözecek, iddialarını nihâî olarak bitirecek bir süreci gerçeğe dönüştürmüş olmasıdır.

28 Şubat'la birlikte, İslâmî duyarlıklar, değerler, ölçüler, ölçütler bütün toplum kesimlerinde gözle görülür bir şekilde aşınmış; görünüşte, dindarlaşmada patlama yaşanmaya başlanmış ama adına dindarlaşma denen fenomenin, gerçekte, dini darlaştırma, bireysel alana hapsetme, hayattan uzaklaştırma süreci olduğu fark edilememiştir bile.

28 Şubat süreciyle birlikte maruz bırakıldığımız yumuşak sekülerleş/tir/me devrimi, toplumdaki İslâmî duyarlıkları aşındırmakla, toplumu ayakta tutan omurgayı çökertmiş, değerleri çözmüş, dinamikleri tuzla buz etmiştir. Ve Özal dönemi liberalizmini mantîkî sonuçlarına ulaştıran bu süreçte patlak veren çıkarperestlik, kariyerperestlik, egoperestlik, pop, top ve starperestlik gibi sosyo-kültürel dekadans biçimleri, Türk toplumunu, Batı toplumlarının kötü bir karikatürüne dönüştürmüştür.

Dahası, İslâmî duyarlıkların aşınmasıyla birlikte, etnik kimlikler, ulusalcılık, Kemalizm, milliyetçilik gibi altkimlikler üst kimlik olarak kemikleşmeye, farklı toplum kesimleri arasında ürpertici kutuplaşmalar köksalmaya başlamıştır.

Sonuçta, farklılıkların alabildiğine azmanlaş/tırıl/dığı, ortak paydaların ise azaltılmaya, hatta yok edilmeye çalışıldığı bir çıkmaz sokağın eşiğine fırlatılmış durumdayız.

28 Şubat'ın İslâmî kesimlerdeki sosyo-kültürel ve entelektüel sonuçları ise daha da tahripkâr olmuştur: Sözgelişi, gayr-ı meşrû cinsel ilişkilerde, başı örtülü kızlarla erkekler arasında parklarda, sokak aralarında yaşanan aşk ilişkilerinde; İslâmî kesimlerdeki boşanma oranlarında, hırsızlık, yolsuzluk, dolandırıcılık, komisyonculuk olaylarında; yoksul, kimsesiz insanların, sessiz yığınların sorunlarına duyarsızlaşma biçimlerinde ürpertici patlamalar yaşanmaya ve işin daha da vahimi, bütün bu sosyo-kültürel çözülmeler, yozlaşmalar normalmiş gibi algılanmaya, görmezden gelinmeye başlanmıştır.

En önemlisi de, 28 Şubat "devrim"i, en fazla kültürel alana darbe vurmuş, kültürel alanı bitirmiştir. Medeniyete, medeniyetler ittifakına bu kadar vurgu yapan AK Parti hükümeti, ne yazık ki, yaşanan bu çok yönlü bitişi, çözülmeyi göremediği için, kültür alanında tam bir fiyasko ve hezimet ile karşı karşıyayız...

Oysa bilim, düşünce, sanat ve hayatı da içine alacak şekilde en geniş anlamıyla kültür'de varlık gösteremeyen bir toplumun, uzun vadede, varlığını sürdürebilmesi bile zordur.

Yenişafak

Gülen Cemaati yılın gazetesi ödülünü Taraf`a verdi
18 Nisan 2010, 18:37Anadolu Haber
GAZETECİLER ve Yazarlar Vakfı tarafından verilen 2009 Birlikte Yaşama Ödülleride yılın gazetesi ödülü Tarafın oldu.

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından verilen ‘Birlikte Yaşama Ödülleri’nde yılın gazetesi ödülü Taraf’a verildi. Harbiye Kongre ve Kültür Merkezi’nde düzenlenen ödül törenine TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, İstanbul Valisi Muammer Güler ile sanat, spor ve medya dünyasından pek çok ünlü isim katıldı.
Kadir Çöpdemir’in sunduğu gece Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Mustafa Yeşil’in konuşmasıyla başladı. Göksel Baktagir, Hasan Cihat Örter, Serkan Çağrı, Ahmet Koç, Mısırlı Ahmet gibi usta sanatçıların performanslarıyla katıldığı gecede edebiyat, medya, bilim, sahne sanatları, sivil toplum ve spor dallarında ödüller verildi.

Ediz Hun, Garo Mafyan, Hilmi Yavuz, Hüseyin Hatemi, Toplum İbrahim Betil, İbrahim Kâfi Dönmez, Mario Levi, Alevi Dernekleri Federasyonu Başkanı Metin Tarhan, Ömer Laçiner, eski Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç ve Ümit Fırat’tan oluşan jurinin seçtiği 2009 Birlikte Yaşama Ödülleri’ni kazanan isim ve kurumlar şöyle:

» Edebiyat- Elif Şafak

» Bilimsel çalışmalar- TESEV (Can Paker)

» Medya- Hasan Cemal, Açık Radyo (Ömer Madra) ve Taraf gazetesi (Başar Arslan)

» Toplumsal Alanda Örnek Davranış veya Girişimler- Rakel Dink

» Görsel İşitsel Sanatlar ve Sahne Sanatları- Kalan Müzik (Hasan Saltık), Güneşi Gördüm (Mahsun Kırmızıgül)

» Spor- Hasan Doğan, Ertuğrul Sağlam

Merhum Hasan Doğan’ın jüri özel ödülünü eşi Aysel Doğan gözyaşları içinde alırken, programa katılamayan Rakel Dink’in ödülünü Oral Çalışlar İstanbul Valisi Muammer Güler’in elinden aldı.

“Dostlarımız bizi uzaktan seviyor”

Yoğun alkışlar arasında Taraf’ın sahibi Başar Arslan’a verilen yılın gazetesi ödülünü Ümit Fırat’tan alan Taraf Yazı İşleri Müdürü Yıldıray Oğur “Dostlarımız bizi genelde uzaktan seviyor. Bu ödülü bize layık görerek bizi uzaktan sevmediğiniz için teşekkürler” dedi.

TARAF

Cahiliye devrinin Araplarına benzedik..
Ahmet TAKAN
ahmettakan@avazturk.com
28 Nisan 2010

Yazımın başlığı biraz ağır kaçmış olabilir. Bugüne kadar yazdığım birçok yazıda frene basmaya becerebildim.Ama bugün öfkemi bir türlü yenemiyorum.Onun için okurlarımdan peşinen özür diliyorum.

Şu düştüğümüz hale bir bakın!

Yurdun her köşesinden çocuk tecavüzleri, çocuk istismarı,seri cinayetler haberleri geliyor.Artık eskiden 3'ncü sayfa haberleri olarak tanımladığımız ve pek sık rastlamadığımız bu tip haberler(sıralayıp da bir kez daha sinirlerinizi bozmayacağım) gazetelerde manşet, televizyonlarda birinci haber oluyor.

Önce çuvaldızı kendimize batıralım.

Bu haberleri manşetlerine taşıyan medyanın hiç mi günahı yok?

Günahın paylaşımında en büyük payı medyanın alması gerekir. Yıllardır çağrıldığım her toplantıda gırtlak patlattım “aile yapımızı ve nesillerimizi TV ve gazeteler aracılığıyla mahfediyorlar. Türk’ün önce kadın sonra da aile yapısını bozdular mı gerisi kolay” diye. Örnekler verdim;Kaynana Semralardan,abuk sabuk yarışma programlarından,televole programlarından,seviyeli birliktelik haberlerinden,Brezilya dizilerinden.

Benim gibi toplumun geleceğini düşünen nice insan bağırdı durdu.

Ne oldu?

Bizler olduk senaryocu paranoyak, onlar oldu ilerici açılımcı.

Çoluk-çocuk tüm aile hepimizin ayakta olduğu çeşitli zaman dilimlerinde açın televizyonları..Cerahat akıyor..Cerahat.

BBG evlerindeki rezaletleri bile çoktan aştık. Sözde magazin programlarında gizli kameralarla çekilen ve “ünlü felan filaaan,ünlü felan filaaaanla ,falanca restoranda gizlice öpüşürken yakalandı” şeklinde ciyak ciyak anoslarla evlerimizin içine servis edilen yarı pornografik görüntüler.

Yerli diziler daha da rezil.Kim kime sulanıyor,kim kime sarkıyor,kim kimi düdüklüyor belli değil.Her türlü yasak ve gayrimeşru ilişki alenileştirildi.Üvey anasına sarkan gençler,baldızına sulanan enişteler,aklınıza gelecek ve gelemeyecek her türlü rezil ilişkiler.Gençlik ve çocuk dizilerine bir bakın.Görüntülerde porno yok ama gencecik beyinlerin içine neler zerk edildiğine bir bakın.Mesajlarla işlenen şiddet ve porno...Sonrada açın gazete haberlerine bakıverin.O gazetelerde okuduklarınıza bunların hiç etkisi olmadığını mı zannediyorsunuz?..

Ya gazeteler ve internet siteleri?

Bizim gençliğimizde basılan bazı magazin dergileri vardı.Biz onları o zaman porno dergi zannederdik.Kadınları en fazla bikinili görebilirdik.Ara sıra göğüsleri açık kadın resmi koyarlar onlarında üstüne büyük büyük siyah yıldızlar atarlardı.Şimdi gazeteler bir bakın.O zamanın magazin dergileri bugünkü gazetelerin yanında Hayat Ansiklopedisi sayılırlar.Manşetlerdeki hatunların resimleri ve en özel hayatlarının en özel ayrıntıları,arka sayfa güzelleri.Ne ararsanız var!

Artık gazete ve televizyonların yerini alacağına kesin gözle baktığımız sanal alemde işler daha da acı.Ne kanun var ne de sınır.Bakın en ciddi gazetelerin internet sitelerine,en ciddi haber sitelerine..Çıplak hatun veya cinsel içerikli bol fotoğraflı haber koymayan site tık alamıyor.

Sakın bana çağın gerekleri gibi sakil gerekçeleri söylemeyin. Çağın adı ne olursa olsun,hangi çağda olursak olalım tek ve değişmez everensel gerçek bilirim. YÜKSEK AHLAKLI OLMAK.

Hangi çağın hangi şartı bunu ortadan kaldırabilir?

Bu arada ülkeyi yönetenler ve yönetmeye talip olanlar ne yapıyor?

Sözde gündemlerle, kayıkçı kavgası.

12 Eylül zulmü ile bir nesli dümdüz ettiler üzerinden geçtiler. Gencecik fidanları asıp işi bitirdiler mi?

Arkadan da Turgut Özal felsefesi ile gelecek nesillerin ruhlarını ve beyinlerini yozlaştırdılar.Kafaları boş,pop kültürüne sıvanmış bir gençlik yattılar.Adını da “varoş gençliği“ koyup bir güzel iğdiş ettiler.

Bir milleti toptan yok etmek için ellerinden ne geliyorsa planlı bir şekilde uyguluyorlar.

Ülkemizin yalnızca okyanus ötesinden iktidara getirilen siyasilerle mi yıkıldığını zannediyorsunuz?

Fiili işgalden önce beyinleri ve kalpleri yok edip tutsak alıyorlar, bu arada siyasi işgal alışmalarına devam ediyorlar. Arkasından ne geleceğini söylemek bile istemiyorum.

Bizler Çanakkale’yi ve Kurtuluş savaşını hangi sayede kazandığımızı unutmuş ve o savaşların nasıl dünya milletlerine örnek olduğunu,o yüce değerleri,büyük inancı ve yüksek ahlakı çoluğumuza çocuğumuza anlatamıyor olabiliriz.Ama inanın bana yüzyılıdır kıçındaki tekme acısını unutmayan empeyalistler bu savaşı nasıl kazanacaklarını ,bunun en önemli yolunun da Türk aile yapısını bozmak ve Türk'ün ahlakını yozlaştırmak olduğunu çok iyi biliyorlar.Çünkü onların gençleri Türkün genetik kodlamasını incelerken bizim gençlere Ricky Martin dinletiyorlar.

Biraz da okullarımıza eğilelim..

Okullarımızdaki din dersini yıllardır tartışıp durduk.”Yok efendim seçmeli olsun zorunlu mu olsun,haftada bir saat mı yoksa iki saat mi?” diye.

Sonunda karar kılındı dersin adı Din Kültürü ve Ahlak bilgisi oldu.İlköğretimde iki saat liselerde bir saat.Dersin içeriğine bakın bom boş.Bunu niye yaptık.Batılılar bizi laiklikten uzaklaşmakla ayıplansın diye.Sonra ne oldu “başörtüsü” diye diye iktidara gelen sözde en mukaddesatçı iktidar bir AB sevdası yüzünden “AB formatlarına uyduracağız “ diye müfredatın içini boşaltıverdi.Tam adamların istediği gibi.

Ey! ılımlı İslamcılar gidin de kapılarında dilinizin pelesenk olduğu o AB ülkelerinin çocuklarına din eğitimini nasıl verdiğine (çek-senet takip etmekten fırsat bulursanız) bir bakın..

Daha Nisan ayındayız. Gidin okulların içler acısı halini,öğretmenlerin perişanlığını,öğrencilerimizin pejmürdeliğini bir görüverin.Bir dönemde 10 gün okula gelmeyen öğrenciye okul idareleri, “bu öğrencini devamsızlığı devamsızlık sayılmaz ki “ diyorlar.

Nimet Çubukçu diye bir Milli Eğitim Bakanımız var. Göreve geldiğinden beri hangi icraatını hatırlıyorsunuz?Okullarda bir anket yapın “ Milli Eğitim Bakanı kim?” diye bırakın öğrencileri kaç öğretmen adını doğru yazar acaba?

Kadın ve aileden sorumlu Selma A.Kavaf ne yapar? Bileniniz var mı?

RTÜK ne yapar?

Bunu bildiğim kadarı ile ben cevaplayayım;

Yandaş TV'ler için düzenlemeler ve kolaylıklar...(gerisi için burada frene basacağım)

Diyanet İşleri Başkanlığı ,İmam-Hatip tayinleri ve cuma hutbelerini hazırlama dışında ne iş görür?

Televizyonlarda soytarı kılıklı,lakabı hoca olan, cukkayı doldurmaktan başka hiçbir düşüncesi olmayan bir sürü adam, en kutsal inancımızı saçma sapan şeylerle tahrip ederken bunlar ne yaparlar?

Diyanetin televizyonlara göndereceği hiç mi yetişmiş insanı yok? Diyanetteki muhterem hocaefendiler şu günlerde televizyonlara çıkıp konuşup; il il,ilçe ilçe dolaşıp konferans vermeyeceklerde hangi gün işe yarayacaklar?

Olur mu canım? Sen ben kavgası yapıp,Diyanette yumuşak koltuk kapmak ,iktidarın en ballı bakanlıklarına yatay geçiş yapmak varken bunlarla kim uğraşır!..

Yaygın,örgün,din her türlü eğitimden elinizi eteğinizi çekin.Bırakın her türlü işinizi cemaatler halletsin.Onlarda kursun rant düzenlerini.Din adına palazlanıp semirsinler.Sonra oturun bir köşeye devletçilik oynayın.Ara sıra da timsah gözyaşları dökün.

Tabii kolay mı, ülkeye giren kara paranın paylaşımını yapmak, memleketin tüm varlıklarını satmak,nasıl bir tezgah kurarız da kime ne ithal ettirip voleyi vururuz diye organizasyonlar yapmak?

Bazılarını tuzu kuru nasılsa? Onların çocuklarına ABD ve İngiltere'de her türlü imkanlar (tedavi hizmetleri de dahil!) hazır...

Bizim çocuklarımızın vatanı burası,Türk toprakları.Bizim çocuklarımızın doğdukları yerde ölecekleri yerde beli:TÜRK YURDU!

Tekrar tekrar altını çiziyorum. Çocuklarımıza mutlaka cahiliye devrini okutun ve öğretin.İki cihan güneşi Peyagember efendimiz Hz.Muhammed'in (S.A.V) ahlakını ve yaşayışını çocuklarımıza tekrar tekrar öğretin.Hz Ali'yi,Hz Ömeri,Sehabenin yaşayışını anlatın.Bunun yanında asırlarca dünyaya hakim olmuş medeniyet götürmüş Türk'ün töresini beyinlere kazıyın.

Bakın o zaman bu sözde Müslümanların bize yaşattığı cahiliye karınlığını yüksek ahlaklı Müslüman-Türk genci bir çırpıda nasıl kökünden kazıyor. Aynı Çanakkale de olduğu gibi bu İngiliz tipi Müslümanlara ve onların patronlarına nasıl bir daha “ geldikleri gibi giderler “ dersinin en esaslısını veriyor...

Avaztürk

İncelediği Cemaatin Cahili "Prof. Dr" Doğu Ergil
Açık İstihbarat
06.05.2010

Dün CNN Türk 'te Balçiçek Pamir'in sunduğu Karşıt Görüş programında Gülen hareketi tartışıldı. Programın konukları Serdar Turgut, Deniz Kavukçuoğlu , Mine Kırıkkanat ve "Prof. Dr." Doğu Ergil idi.

Taraflar tahmin edeceğiniz şekilde saflaşmış; penis uzmanlığını Gülen hareketi uzmanlığı ile pekiştirmeye başlayan Serdar Turgut "Prof Dr." Doğu Ergil'le birlikte Gülenci cephede;
Deniz Kavukçuoğlu , "cemaatten korkuyorum" diyerek Gülen cemaatine bilinçsizce propaganda desteği atan Mine Kırıkkanat ile karşı cephede yeraldılar.

Programda "Prof. Dr." Doğu Ergil, bol bol Gülen hareketi hakkında yaptığı sosyolojik çalışmalardan bahsetti ve "Gülen hareketini anlamak" gereğinden sözederken bilim adamı kimliğine sıkça vurgu yaptı.

Doğu Ergil'in TOBB ve TESEV 'e yaptığı çalışmalarla kullandığı arabaların kalitesi arasındaki paralelliğin dedikodusu her zaman yapılagelmiştir.

Sözkonusu bilimsel çalışmalara "bilim" aşkı kadar para aşkı da karışır. Dolayısı ile bu sözde "bilimsel" araştırmaların sonuçlarının parayı veren odağın politik çıkarlarına aykırı olduğu görülmemiştir.

ABD Büyükelçiliği ile ciddi teşrik-i mesaisi olan Ergil'in yaptığı bilimsel çalışmaların da ABD'yi üzdüğü görülmemiştir.

Mehmet Altan ve Eser Karakaş gibi isimlerle birlikte bu zatın bilimsel olarak kanıtlayabileceği ender gerçeklerden biri bu ülkede ne kadar kolay profesör olunabildiği gerçeğidir.

"Prof. Dr." Doğu Ergil; Gülen hakkında bilimsel bir sosyolojik çalışma yaptığını iddia etmektedir.

Bu çalışmayı Gülen ile yaptığı röportaja ve onun sorularına verdiği yazılı cevaplara dayandırmaktadır.

Doğu Ergil gibilerin elinde "bilimsel metodoloji" bir politik araca, pespaye bir taraftarlık borazına dönüşmüştür.

Gülen hakkında bilimsel araştırma yaptığını iddia eden Ergil'in ; Gülen'in vize başvuru dosyalarına kadar giren CIA ile bağlantılarına dair somut delillerden hiç bir şekilde haberi yoktur.

Aynı Doğu Ergil'in; Gülen'in "Komünizmle Mücadele Derneği" kurduğu günlerden bu yana, ABD'nin yeşil kuşak teorisi ile örtüşen faaliyetleri hakkında kaleme alınan onlarca makaleden, bu konuda yazılan analizlerden haberi yoktur.

Gülen hakkında bilimsel araştırma yaptığını iddia eden Ergil'in; ABD'de Gülen'e teveccüh gösteren bütün odakların aynı zamanda ABD derin devleti ile organik bağlarına dair en ufak bir şüphesi yoktur. Halbuki, şüphesiz bilimsel metodoloji mümkün değildir.

Ve Doğu Ergil, sözkonusu TV programında bu gerçekler ortaya konunca;

"Ben bunları bilmiyorum. Ben Fetullah Gülen'in sosyolojik boyutu ile ilgileniyorum. Ben
Gülen'İn vize başvurusuna CIA'in kefil olduğunu bilmiyorum"

diyebilmiştir.

Gülen hakkında bir gün bile araştırma yapan biri; ister Gülen sempatizanı olsun, ister nefret edeni, Gülen hakkında çok çeşitli kaynaklarda yerverilen somut belgelere ve iddialara rastlar ve eğer bilimsel bir kafaya sahipse en azından sorgular.

Fakat isminin başında "Prof. Dr." unvanı bulunan bu zat bunların hiç birini duymamıştır.

Ergil; Gülen hareketinden o kadar habersizdir ki;

"Hiç devletten yardım almadan bütün bunları yapabiliyorsa bu büyük başarıdır"

bile diyebilmektedir.

Gülen hareketinin Türk devletinin yardımı ve desteği olmadan bir yerlere vardığını söyleyebilmek için cahil olmak gerekir.

Gülen hareketinin AB-D'nin örtülü desteği olmadan dünya çapında yayıldığını görmemek için kara cahil olmak gerekir.

Bizzat Gülen'in kendi ağzı ile, ABD desteği olmadan dünyada faaliyet göstermenin imkanı olmadığını itiraf eden sözlerini bilmeyen biri Gülen hareketinin değil sosyolojik fotoğrafını pasaport fotoğrafını bile çekemez.

Gülen hareketinin Vatikan ile işbirliğini bilmeyen birinin bu hareketin din sosyolojisi üzerine değil rapor, tek cümle yazması bile mümkün değildir.

İncelediği olguyu , sadece incelediği olgudan elde ettiği taraflı verilere dayandırıp, bir de buna "bilimsel çalışma" diyebilmek için profesörlük ahlakınızın Doğu Ergil'ler, Eser Karakaş'lar , Mehmet Altan'lar seviyesinde olması gerekir.

Ayağınız yerden kesmek için bindiğiniz arabaların yüksekliği ile mesleki ahlakınızın seviyesinin ters orantılı olması gerekiyor.

"Türkiye'de yükselebilmek için alçalacaksın" kuralı geçerliliğini koruyor.

Açık İstihbarat

DİNLERARASI DİYALOĞUN GELDİĞİ SON NOKTA

13.05.2010 17:11

Mardin'de bulunan Mıhellemi Dinler Diller ve Medeniyetlerarası Diyalog Derneği, geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz dünyaca ünlü pop star Michael Jackson'ın ölümünün birinci yıldönümünde mevlit okutacak.

26 Haziran günü gerçekleştirilecek mevlitte Türkçe, Kürtçe, Arapça, Mıhellemice, Jackson’ın anısına kurban kesilecek, Jackson baskılı tişörtler dağıtılacak. Mevlidin ardından Jackson'un hayatını anlatan bir belgesel gösterilecek, Jackson'un şarkıları çalınacak. Dernek düzenlediği etkinliğe Michael Jackson’ın ağabeyi Jemaine Jackson’ı da davet edecek.

Derneğin iddiasına göre ünlü rock yıldızı Elvis Presley aslen Mardin'li. Presley'in Mıhellemi olduğunu savunan dernek üyeleri, Jackson’ın bir dönem Presley'in damadı olması nedeniyle Michael Jackson ile akraba olduğunu savunuyor.

Odatv.com

BU EYLEM CEMAAT PROJESİNİN SONUDUR
Ayşe Altay


16.09.2010

Ülke gündemi referandum süreci ile meşgul olsa da bu süreçte 11 Eylül saldırıları yüzünden Kur’an-ı Kerim yakılması olayını unutmayalım.

Dinler arası diyalog çabasında olan Gülen cemaatinin bu yarışı 11 Eylül 2010 tarihinde bir kez daha boşa çıkmış oldu. Bir anlamda Gülen cemaatinin ‘Dinlerarası diyalog’ a olan inanışı bir kez daha çöktü. Peki, neden bu diyalog çağrısına sadece Gülen cemaati inandı?

SATIR ARALARINDA CEMAAT

Fethullah Gülen adına faaliyette bulunan yayınları incelediğimizde sorumuza cevap bulabiliriz.

Fethullah Gülen'in Fasıldan Fasıla kitabından alınmış olan aşağıdaki paragraf, bir Katolik din adamı tarafından fotokopi ile çoğaltılarak, Müslüman dostlarına -tıpkı kendi cemaatinden kimselere dinî resimler dağıtır gibi- dağıtıldı. Bu paragraf, dinler arası diyalog konusunda en aktif rol oynayan cemaatin kalkış noktasını özetliyor. Peki, Fethullah Gülen diyalog çağrısında bulunurken aslında neyi göz ardı etmiş size kendi kaleminden örnek vererek açıklayayım. Gülen kitabında diyor ki;

"... Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslah etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü, yani 'Muhammed Allah'ın rasûlüdür' kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır. Zira hadislere göre, kıyamet günü Allah'ın sonsuz rahmeti öyle bir tecelli edecek ki şeytan bile umuda kapılacak ve bu rahmetten istifade edip edemeyeceğini merak edecek. Böylesine âlicenap bir merhamet karşısında, bizim cimrilik etmemiz ve bu cimriliği temsil etmemiz tasavvur edilemez. Hem sonra bunun bizimle alâkası ne? Hükümranlık O'nun, hazine O'nun, hepsi O'nun kulları... Öyleyse herkes haddi aşmaktan sakınmalıdır."

“ Muhammed Allah’ın rasulüdür” sözünü söylemeye gerek yoksa Allah (c.c.) neden bu sözü söylememizi istedi? Allah’ın varlığına ve tek olduğuna inan diyalogcular Allah’ın Resulüne neden inanmıyor? Neden bu kelimeyi kullandığımızı Gülen cemaatine ben açıklayayım.

La ilahe illallah, Muhammedür Rasulüllah: "Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed (s.a.) onun elçisidir." deriz. Allah Tealanın bizi yaratan olduğuna ve bizi en iyi tanıyanın da O olduğuna şahitlik ederiz. En son peygamber Allah'ın Resulü Hz. Muhammed'dir. Son olarak peygamberimizin Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik ediyoruz ve böylece Allah'ın peygamberimiz aracılığıylabize göndermiş olduğu Kur'an-ı Kerim'i de kabul etmiş oluyoruz.

Bu açıklama ile bizi yaratan Allah - ü Teâlâ Hz. Muhammed (s.a.)’ın onun elçisi olduğuna şahitlik etmemizi istiyorsa Gülen cemaatinin savunduğu dinler arası diyalog projesi çökmüş oluyor.

NECİP FAZIL’IN DİYALOGCULARA CEVABI…

Necip Fazıl vapurla Karaköy’e geçerken, yanına biri yaklaşıp; “Üstad, Peygambere ne gerek duyuldu, biz kendimiz yolumuzu bulabilirdik.” Diye sormuş. Necip Fazıl okuduğu kitaptan başını kaldırmadan “ Ne diye vapura bindin ki, yüzerek geçsene karşıya” cevabını vermiş. Necip Fazıl’ın yaşadığı bu olayın sadece “La ilahe illallah” sözcüğünü söylemeyi kendince yeterli bulan diyalogculara ders olmasını dilerim.

HIRİSTİYANLARDAN DİYALOGCULARA KARŞI EYLEM

Gülen cemaati dinler arası diyaloğa inana dursun bir grup Hıristiyan bu diyalogculara ders niteliğinde bir eylem yaptı. 11 Eylül saldırılarından Müslümanları sorumlu tutan Hıristiyanların Müslümanlardan bir öç almayı istemelerinden dolayı bu eylem kutsal kitabı yakma eylemi gerçekleşti. Bu yaşanan olay Gülen cemaatinin “Dinler Arası Diyalog” projesinin boşuna olduğunu gösteriyor.


Ayşe Altay
kur'an-ı kerimin yakılması 12.eylül.2010 da oldu. hatta bir amerikalı kur'an sayfalarını yırtıp sigara yaptı ve içti. basında fazla yer almadı bu olanlar
2010-09-17 01:32:33
lionwoman
anlatılan necip fazıla göre.. islam deniz peygamber gemi.. bana uyar...
2010-09-17 01:23:53
Misafir - Kenan Kalecikli
F Tipi örgütlenmenin tek amacı İslâm dinini yozlaştırmaktır. ''İbrahimi dinler'' diye bir şey uydurdular; ancak aptallar inanırdı buna, inandılar. Karanıkerim'e İncil'den dipnotlar eklemeye bile utanmadılar. Kelime-i Tevhid'den Hz. Mumammed'in adını çıkardılar; bu nasıl hipnoz ki yine de uyanmadı müritler. Ey akıl!
2010-09-17 01:07:03

Misafir - halil gürsoy
dinler arası diyalog!?. gelin bir konuda anlaşalım ve daha anlaşılır kılalım şu, asrın yalanı dinler arası diyalog işini... en azından adını doğru koyarak başlayalım işe... örneğin; "dinler arası maskaralık ve sahtekarlık yutturmacası" gibi... vs. halil gürsoy.
2010-09-17 00:15:30

odatv
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Hzr 06, 2010 11:41 pm    Mesaj konusu: FETHULLAH GÜLEN'E AÇIK MEKTUP Alıntıyla Cevap Gönder

FETHULLAH GÜLEN'E AÇIK MEKTUP
Ahmet Özcan
6 Haziran 2010

Muhterem hocam,

Nazım Hikmet, Kuvayi Milliye destanı’nda Kartallı Kazım’ın dramatik öyküsünü anlatır. Milli Mücadeleye katılmıştır Kartallı bahçıvan Kazım, sıradan biridir. Ona bir gün görev verilir, Bir İngiliz ajanını vuracaktır. Kazım, yüreklidir, inanmıştır, kendini feda etmeye hazırdır. Ama adam öldürmek…İşte bu zordur. Ama görev kesindir, Kazım zorda olsa öldürür ajanı.

Nazım o güzel dizeleriyle anlatır bunu..

“…Demek istediğim,
böyle günlerde bile, böyle bir adamı bile bu çeşit öldürüp
ortalık duruldukta, yıllarca sonra mehtaba baktığın vakit
üzüntü çekmemek için,
ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak,
yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin,
Kâzım'ınki taştan değildi çok şükür,
fakat namuslu.
Ne malûm? dersen :
Dövüştü pir aşkına,
yaralandı birkaç kere
ve saire.
Ve kavga bittiği zaman
ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.
Kavgadan önce Kartal'da bahçıvandı,
kavgadan sonra Kartal'da bahçıvan...”

Muhterem hocam, Nazım Hikmet, bu dizeleriyle şunu anlatır bize, Öyle günler olur ki; tarlasında çalışan karıncayı bile incitmemiş sıradan bir insan adam öldürür. Ardından dava bitince döner tarlasına. Kaldığı yerden devam eder hayatına..dava adamlığı budur. Ne çiftlik sahibi kılar ne apartıman. Ve yıllar sonra mehtaba bakıp oturup ağlamaz ben ne yaptım diye. Çünkü onun davası çok büyüktür. Öldürdüğü kişi bir ‘adam’, yaptığı ise ‘katillik’ değildir zira.

Rahmetli annem anlatırdı, çocukken Ramazan aylarında Hasankale’ye köye giderlermiş. Orada muhterem pederinizin sohbetlerini dinlemiş birkaç defa. Hayal meyal hatırlardı. Sizinde aynı yaşlarda küçük bir çocuk olarak babanızın dizi dibinde, o anlatırken sessizce ağladığınızı söylerdi. Hafızası bu sahneyi hiç unutmamıştı.

Geçen gün fatih camiinde şehit cenazelerimizi kaldırırken bir yaşlı kadın ilişti gözüme. Kenara bir köşeye çökmüş, sessizce ağlıyordu. Kalabalıklarla, sloganlarla, nutuklarla hiç ilgilenmiyordu. Gözlerini sadece ayyıldızlı, kelimeitevhidli ve Filistinli bayraklarla sarılmış o güzel tabutlara dikmişti. Baktım o yaşlı, yoksul ve yorgun yüzüne, hiçbir yıkılmışlık yoktu, mağduriyet ve perişanlıktan eser yoktu. Son derece mağrur bir hüzündü gözyaşlarından akan. Peki niye ağlıyor acaba diye düşündüm. Bu onurlu ve cesur yüz, bu başı dik kartal gözler neden yaş döküyor?

Dün son şehidimizi uğurlarken gelen bir telefon sizin açıklamanızdan bahsetti. Daha ilk cümleleri duyarken aklıma bu soru geldi tekrar. Ve devamını dinlemeden kendi kendime konuşmaya başladım. O güzel yaşlı annemiz kaderimize ağlıyordu. Değiştirmek için çaba gösterdiğimiz yüz yıllık esaretimize göz yaşı döküyordu. Rehinelerimizi ve cesetlerimizi 24 saat içinde alabilmeyi zafer addedecek kadar derin bir rehine ilişkileri ağının kaderimiz olmasına ağlıyordu. Sandalyeyle İsrail komandosu kovalayıp altına kaçırtan O güzel çocukların, o 19 yaşındaki Furkan’ın cesaretinin ve kararlılığının devletimizde, ordumuzda, büyüklerimizde, ulu şahsiyetlerimizde neden olmadığını kavrayamayışına ağlıyordu. Bu cehaletinin kendi suçu olabilme ihtimaline ağlıyordu. Sizin 10 yaşından beri ağlayan gözlerinizin bu şehitler için ağlayamama ihtimaline ağlıyordu.

Diyorum ki hocam, şu kahpe saldırı vallahi büyük bir rahmet bizim için. Çok yönlü bir muhasebe ve büyük bir değişim için hepimizi test eden kritik bir imtihan. Devleti, Arap rejimlerini, batıyı, milletimizin farklı unsurlarını, batı ve doğu halklarını, sıradan Yahudileri, hristiyanları, diğer inançtan toplumları yani tüm insanlığı bir elekten geçirecek bu süreç. Hepimiz bir birimize hesap vereceğiz Allahtan önce.

Ve diyorum ki hocam, bu iş sandığımızdan da büyük. Bu esaret, bu rehine ilişkileri, bu küresel tezgah, bildiklerimizin de ötesinde çok girift kurgulanmış…

Ama sorun şu hocam, bazılarımız diyor ki, ‘gerçek bu kardeşim, bunu kabul edelim, gerçekçi olalım. rasyonel olalım. Hamasete, taşkınlığa, otoritelere kafa tutmaya kalkmayalım. Var olan gerçeklik içerisinde çok uzun vadeli, sessiz, derinden gidelim. Önemli köşeleri tutalım. Adamlarımızı her yere yerleştirelim. O büyük güne kadar karda yürüyüp iz belli etmeyelim, bazılarımız farklı kılıklara bürünsün, düşmanı şaşırtsın, onlara benzesin, bazılarımız o güne kadar hep düşmandan yana görünsün. Böyle böyle çalışalım. Hatta diğerleri gibi küçük değil büyük düşünelim. Şu Osmanlı haritası bile bize dar gelsin. Bizzat dünyanın merkezini ele geçirelim. Ama yavaş, sakin, sessiz ve derinden….böyle diyorlar hocam.

Başka bazıları da bunlara çok kızıyor. Takiyeyle iman yan yana durmaz diyor. Takiye bir süre sonra yol olur diyor. Kimlik ve kişilik olur diyor. Rehineler düşman askerlerin arasına sızarak kurtarılmaz diyor. Ağlamadan, dillerimiz dolaşmadan, şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı konuşalım diyor. Ruhumuzun içine kar yağar anamızdan doğduğumuz geceden beri diyor. heybemizi emektar makinalara yükleriz fikirlerimizi tıfıl vinçlere diyor biz koşu bittikten sonrada koşan atlarız diyor..diyor da diyor..

Ben de acizane diyorum ki hocam, insan neye inanıyorsa odur. Düşmanın gücüne inanıyorsan düşmanın güçlüdür. Kendi zayıflığından eminsen zayıfsındır. Rehin olduğunu düşünüyorsan rehin, aciz olduğunu söylüyorsan acizsindir.

Ve diyorum ki hocam, çok çok büyük hedefler, çok çok önemli amaçlar, çok çok gizli niyetler, çok çok derin yürüyüşler…çok çok açık yalanların çok çok utanmazca söylenmiş kılıflarından ibarettir. Kendimizi kandırmayalım güzel kardeşlerim, çocuklarımızı da zehirlemeyelim diyorum. Hayat, yaptığımız bilinçli tercihlerden ibarettir. Kimimiz açık, cesur ve net konuşur, kimimiz haindir, kalleştir, işbirlikçidir ve bunu saklamayı yol edinmiştir. Bazılarımız tüccar karakterlidir hayatı bir pazarlık ve kazanma-kaybetme oyunu olarak görür, bazılarımız asker ruhludur her şeye yenme-yenilme savaşı olarak bakar. Bir kısmımız sanatçı ruhludur güzel ve çirkini ayırt etmekle geçer hayatı, bir kısmımız köledir efendisinden aferin almaktır tüm gayreti..diyorum.

İster 6 milyar insan, ister 200 devlet, ister binlerce kavim, onlarca din ,yüzlerce mezhep olalım, insanın sadece iki yolu vardır diyorum hocam, ya adamdır ya değil…Allah, yani, o İsrail askerlerinin de Allahı olan, o sizin yanınıza da gelen veya haber gönderen askerlerin de, o Irak’ta, Afganistan’da çocukları bombalayan askerlerinde, o Auswictte Yahudi yakan askerlerinde Allah’ı olan mutlak irade, diyor ki hocam, “dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir, asıl hayat ebedi olanıdır.” Ve diyor ki hocam, onları çok güçlü ve yenilmez sanırsın, oysa onların düzeni bir örümcek ağı gibidir. Ve diyor ki hocam, Allahtan başka korkulacak, itaat edilecek, saygı duyulacak, güvenilecek ve inanılacak ciddi bir şey yoktur.sakın yolunuzu şaşırmayın, kendiniz seçilmiş zannedip başkalarına iftira atmayın, aşağılamayın, dışlamayın yani Yahudileşmeyin.

Son olarak muhterem hocam, diyorlar ki Fethullah Gülen Hocaefendi hazretleri, şöyle böyle demiş..Savaş halinde düşmanın işine yarayacak laflar etmiş. Tek vücut olmuş insanları bölecek, parçalayacak, eylem sahipleri hakkında istifham yaratıp kafaları bulandıracak sözler söylemiş, o büyük amaçları için o dünyayı kurtarmak için yaptığı faaliyetler uğruna Türkiyeyi ve Arap dünyasını feda etmiş. İlerde bir gün kendisinin bu derin vizyonunu anlayıp affederler ümidiyle bugünü hiçe saymış..

Onlara dedim ki hocam, annemin uzaktan da olsa çocukluk hatırası olan bu muhterem hocam, böyle bir şey yapmamıştır. Maksadı bu değildir, onun piri Kürd Said, benim pirim olan Kuşçubaşı Eşrefin adamıdır. Onun faaliyetleri doğunun haysiyet davasının büyük örgütü olan Teşkilatı Mahsusa’nın devamıdır. Onun, ince ruhu düşmana prim vermez. O zeki irade, yıkılmakta olana selam göndermez. O kararlı ve inanmış dava adamı yolunu şaşırıp takiyeyi yol edinmez.

Bana çok kızdılar hocam. Yanlık düşünüyorsun dediler. Zaten kaç gündür hep yanlış bakıyorsun deyip durmaktalar. Ne olursun hocam, beni aydınlatınız. Biz kartallı kazım soyundanız hocam, ne yaparsak taştan bir kalple değil, namuslu bir yürekle yaparız. Sonra bahçemizde işimize döneriz. Bu kafayla ne çiftlik sahibi olacağız ne apartıman, bari kalplerimizi rahatlat hocam..şakirtlerini de aydınlat, onlara da söyle, de ki, bir kez olsun kendi aklınızla kendi kalbinizle düşünün. Bir kez olsun haysiyetiniz hizmetlerinizin önüne geçsin, bir kez olsun insan gibi davranın, bir kez olsun robotluğu bırakıp canlı varlık tepkileri verin. Ben kendimden sorumluyum sizde kendinizden. ben fareli köy kavalcısı sizde fare değilsiniz. Bir defada olsa şahsiyetlerinizle kendi başınıza yüreğinizin götürdüğü yere gidin.

Sevgili hocam, sizden bir cevap istiyorum. Beni o cenazedeki yaşlı annemiz gibi ağlatmayın. Ben de sizin gibi çok hassas bir insanım. Nolursunuz hocam bir cevap verin. I.Meşrutiyet kavgasında Fuad Paşa’nın Namık kemal için, “onu bir ağacın dalına asıp altında ağlamak istiyorum” dediği gibi, sizde İHH’cıları asıp altında ağlamak istiyorsanız söyleyin o zaman, o yaşlı annemizi de alıp gelelim pensilvanyadaki çiftliğinizde bir ağacın altına oturup hep birlikte bu zalim kaderimize ağlayalım.Rehineleri kurtarmak yerine kendi esaretimizin yasını tutalım.

Ellerinizden öper, hürmet ederim hocam..

ahmetozcan1@yahoo.com
haber10

ÇOK ŞÜKÜR ARTIK BAYRAĞIMIZI YAKIYORLAR! YAŞASIN HZ. DONANMA ve ISLIK ÇALAN OKLARIMIZ…
Bülent Akyürek
7 Haziran 2010

“Bilginin gücü” diye kandırdılar bizi oysa birkaç kişi “Bilginin Güçsüzlüğünü” yaşıyoruz hep. Bilen adamlardan bıktım usandım. “Canım sıkılıyor” diyen birine kahveden, komşulardan binlerce amatör psikolog yardıma koşuyor. Bugünlerde de her yanımız stratejist kaynıyor. Gazi Hakan Albayrak ve arkadaşlarının Hz. Donanması İsrail’in ağzına tükürünce etrafımız bilen adam kaynadı.

Bilen cahillerin yanında susmayı başararak nefsimizle savaşıyoruz. On bin kitap okuduktan sonra facebook’a bir cümle yazarak gelen yorumlara bile katlanmak insanı cennetlik yapabilir. Her sözün kıçından anlaşıldığı enteresan bir ülkede yaşıyoruz.

Geçen günlerde birçok insan hararetle “Fetullah Gülen bu konuda niçin konuşmuyor?” diye sızlanıyordu. Bizler ise “Yahu kardeşim bundan büyük nimet var mı, iyi ki konuşmuyor…” diyorduk. Neyse, Hoca Efendi “Otoriteyi tanımadılar” cümlesini kurunca herkes ayaklandı. Ben, Hoca Efendi’nin Amerika’da esir olduğunu düşünüyorum. Kurduğu cümleleri özgür bir Müslüman canı pahasına kurmazdı… Keşke Hz. Donanma yola koyulduğunda yalancıktan bilinç kaybı yaşasaydı, hastalansaydı, sahte komalara girseydi de bir açıklama yapmak zorunda kalmasaydı ama akledemedi.

Eğer İHH, Gazze’ye ikinci kez bir yardım filosu çıkarırsa lütfen otoriteden izin alsınlar. Ben de aynı kanaatteyim, Ahmedi Nejat’a sormadan gitmemek gerekiyor:)

Hz. İbrahim, putları kırmaya giderken putperestlere mi sordu? Peygamber efendimiz de Kâbe’deki putları indirirken kimseye sormadı… Bu memleketin mümin insanları çoluk çocuklarını, eşlerini, ana ve babalarını ayak bağı etmeden Allah’a sığınarak kâğıttan bir gemiye binip Gazze’deki ablukaya gedik açmaya gittiler. Size bir şey söyleyeyim mi? O gemiye binen yirmi insanı tanıyorum, inanır mısınız yüzme bilenlerin sayısı iki :) İman, takva böyle bir şeydir işte… Silaha gerek yoktu. Gemiden atıldıklarında bile boğularak şehit olacaklardı… Takva sahibi mümin arkadaşlarımız, gazilerimiz hesabın, kitabın, matematiğin içine böyle tükürdüler… T Cetveli kullanmadan sandalyeye bile oturamayan teknolojik İsrail’e bundan daha büyük bir cevap verilebilir miydi? Hayır…

Yıllardır, tasavvuftan nefret eden insanlar bu ümmetin çocuklarını “Tedbir, tevekkül” diyerek pasifist ettiler. “İçinizdeki Öküze Oha Deyin ve Öğlen Namazına Nasıl Kalkılır” kitaplarımda hep şunu dedim: Biz yalnızca Allah’a ve O’nun ordusuna güvenmeliyiz. İmanla yerden alıp attığımız bir taşla uçak düşürürüz böylece… Bana deli dediler. Oysa Hz. Donanma Gazileri, viledanın sapıyla helikopter dövdü biliyorsunuz…

Büyük bir gücü, daha büyük bir güçle yenmek olağandır, matematikseldir ama espri çok büyük bir gücü topal bir sinek olarak yenmektedir. İmparatorluklar böyle çöker, ordular bununla depresyona girer, bizimkiler bunu başardı.

Tam donanımlı, eli silahlı, uçaklı, teçhizatlı, maskeli, sadece gözleri görünen korkak İsrail askerlerine karşı yüzme bilmeyen ve kuru soğan fırlatan mübarekler karşı koydu. Göğüslerini siper ettiler… Şehitlerimizin anaları bir damla gözyaşı dökmedi… Bu ümmet affa uğradı… Allah, bu kavmi affetti… “Gazze’ye Yol Açık” parolasıyla gittiğimiz yerden “İslâm İmparatorluğu’na Yol Açık” müjdesiyle geri döndük…

Gazze’ye giden Mavi Marmara’nın mübarek savaşçıları bizlere yeniden bir şeyler hatırlattı… Şiir gecelerinde ağlayan bıyıklı adamlara erkek olmayı öğrettiler. Savaşlar küfürle başlar. Ben, kendi adıma insanlara küfretmesini öğrettim, bunun için hep eleştiri aldım ama en azından yazılarımla küfrettim… Artık mübarek gazilerimizi gördüm ya bundan sonra küfretmeyi bırakabilirim sanıyorum. Arı, duru cümlelerimle gelecek yıl Türkçe Olimpiyatları’nda madalya alırsam şaşırmayın:)

Kardeşim Mustafa Ünal “Müslüman Hunlu olursak kurtulacağız” diyordu. Cümlenin manasını şimdi anlıyorum. Biz, Moğol olmayacağız… Moğol, savaştan önce karşısındakiler teslim olsa da olmasa da öldürürdü ama Hunlular, savaştan önce ve sonra teslim olanlara zulmetmezlerdi. Alparslan Hunluydu… Selçukluyu Hunlular kurdu… Osmanlıyı kuran Moğolllardı… Çünkü Moğol İstilası’yla yerle bir edilip Fetret’e girdik… Bilinçaltımızda Moğollar vardı… Bakın Türkiye Cumhuriyeti’ni Osmanlı kurdu… Halimizi görüyorsunuz? Şimdi, Allah’ın izniyle yeni bir çağ başlıyor… Mavi Marmara’nın Müslüman Moğolları yeni bir düzen kuracaklar, hepimiz kurtulacağız… İnanmış Yahudiler bile İsrail’den kurtulacak inşallah…

Mete Han, dünyaya kafa tutmak için ordusunu kurarken şöyle bir yol izledi: “Islık Çalan Oku buldum” dedi. Askerleri meydana toplayıp en değerli atına nişan aldı ve askerlerine atı vurmasını söyledi. Askerler en değerli atı öldürmekten korkup oklarını atmadılar ve Mete Han onların hepsini öldürdü. Sonra Islık Çalan Okunu başka askerlerle karısına çevirip nişan aldı. Onun karısına ok atamayan askerleri de öldürdü… Son olarak okunu babasına çevirip “Oklarınızı babama nişan alıp fırlatın” dedi. Bütün askerler oklarını babasına fırlattı… İşte o askerlerle yola çıktı Mete Han…

Gazze Gazilerimiz de o yola yüzme bilmeden, çocuklarını, eşlerini, babalarını geride bırakıp ıslık çalarak bindiler gemiye ve türkü olup, marş olup döndüler buraya… Hem nota verip hem de akort yaptılar yani… Bize tekrar Müslüman Hunlu olmayı öğretenlerden Allah razı olsun…

Sahabe, peygamber efendimize bağlılıklarını belirtmek için “Anam, babam sana kurban olsun ya Muhammet” derlerdi… Islık çalan ok atmayı biliyorlarmış demek ki… Bizler her şeye “Bu benim savaşım değil” diyerek bahane buluyoruz. Dünyanın öbür ucunda bir Müslüman’ın burnu kanarsa onların savaşı bizim savaşımız olur… Artık “Kurban” deyince yalnızca sığır geliyor aklımıza… Kurban; ondan ayrılması zor olan şey demektir… Mesela benim kurbanım sigara olmalıdır biliyorum ve bunun için dua istiyorum sizlerden…

Ümmet homojen oldu… Mezheplerin yerini uzmanlaşma, kurumsallaşma, ekonomik ve diploma ayrımcılığı aldı. Sahabe karışıktı. Cahille aydın, zenginle fakir, beyazla zenci, bir arada oturabiliyorlardı. Şimdi şu halimize bakın: Jip’i olan Müslüman Jip’i olanla, Doktor Müslüman Eczacı Müslümanla, âlim Müslüman âlim Müslümanla, cahil cahille oturabiliyor… Yazık bize… Kimse ikinci bir yaşam tarzı bilmiyor… Sınıf farkını aradan kaldıran İslam’ın ümmeti dünyanın en acımasız kast örgütünü kurdular. Aramızdan bir Müslüman üç kuruş bulamadığı için sokakta kalıyor ama ona yardım edemiyoruz, çünkü bizde de üç kuruş yok… Bir böcek gibi düştüğümüz yerden kalkamıyoruz. Zengin değiliz, zengin Müslümanlar tanımıyoruz, onlar bize telefon numaralarını vermiyor, aynı mahallede oturmuyorlar… Aynı Allah’a inanan teslim olan Müslümanlar birbirlerine cüzdanlarını, kasalarını teslim etmiyorlar… O gemide doktorla okumamış, zenginle fakir, beyazla siyah yan yanaydı. Otuz senelik köşe yazarı GAZİ HAKAN ALBAYRAK ile hayatında gazete okumamış ama inanmış Müslümanlar bir arada zulme karşı savaştılar.

Bir zengine derdimizi anlatıp gözyaşı döküyoruz ve o yavşak zengin Müslüman bize dua edeceğini söylüyor… Lan Karun, senden dua değil para istiyoruz. Senin duana değil cüzdanına muhtacız. Hem para vermiyorsun hem de duasıyla varlığını idame ettiren fukara insanın elinden silahını alıyorsun. Sizin gibi şerefsiz, göbekli zengin Müslümanlar yüzünden ortalık cömert ama fakir Müslüman doldu. Ben, pinti bir fukara Müslüman görmedim, utanmıyor musunuz, siz de insanlık yok mu, niçin bizim onurumuzla oynuyorsunuz?

Hz. Ebubekir dine girerken memleketin en zengin insanıydı. Kelime-i Şahadet getirdikten sonra malını mülkünü infak etti… Öyle ki giysisi olmadığı için bazen Cuma namazına gidemiyordu. Gemiye binen kardeşlerimin çoğunun telefonunda kontör yoktu inanır mısınız? Kontörsüz, yüzme bilmeyen erkekler, dünyanın en kuduruk devletine karşı kuru soğanla “Otoriteye danışmadan” cihada gittiler, bu erkeklerin cenk hikâyelerini dinledikten sonra halen eşlerinizle yatabilecek misiniz çok merak ediyorum?

Zengin olmak suç değildir lakin zengin olarak ölmek şerefsizliktir… Hangi biriniz mübarek çocuklar yetiştirdi ki miras bırakıyorsunuz? Bıraktığınız miraslarla küpeli oğlanlarınız bol bol günah işleyip cehennem ateşinizi körükleyecekler, kafanız çalışmıyor mu? Zibidi, münafık, fasık, günahkâr çocuklarınıza miras bırakıp cehennemde yanacağınıza hayattayken nur yüzlü, ibadetlerini eksiksiz yapan fukara insanlara, dullara, yetimlere, esirlere infak edip kendinize cennette köşkler yapın beyinsiz domuzlar, aşağılık herifler…

Kırk cümle kuruyorsunuz bir tanesinde “Allah” lafsı geçmiyor. Cümlelerinizin, nefeslerinizin bile zekâtını vermiyorsunuz… Vicdanınızı anlatmayın bize… Dünya üstünde fakirlikten bayılan Müslümanlar var. Nerede sizin cüzdanlarınız? Cennete gitmeniz bu kadar kolayken neden inat ediyorsunuz. Bakın, paranızla cennete gideceksiniz, beyinsiz inekler, bu aptallık daha ne kadar sürecek?

GAZİ HAKAN ALBAYRAK’ın o gemiyle gitmesi bizi çok zor durumda bıraktı. O ve diğer arkadaşlarımız gidince bizler burada ne yapacağımızı, nasıl bir strateji geliştireceğimizi şaşırdık. İlk işimiz stajyer bir Hakan Albayrak yetiştirmek olmalıdır. Lütfen bir dahaki sefere GAZİ HAKAN ALBAYRAK gitmesin çünkü o gidince televizyonlara Ali Bulaç çıkıyor:) Bosna, Kafkasya, Somali, Irak, Afganistan, Filistin, Gazze… Gökyüzünde yıldız bırakmayıp omuzlarına taktın artık yeter, sen bize lazımsın…

Bugün Hürriyet Gazetesi’nde şöyle bir manşet vardı: AĞLAYAN KOMANDO… Gemide dayak yiyen bir İsrail askeri zırıl zırıl ağlıyor… Yarabbim, ne güzel bir fotoğraf o… Derhal o ağlayan İsrailli komandonun resmini çocuklarımızın odasına asıp şöyle demeliyiz: “Bak yavrum, bunlar dünyanın en teknik, en zalim, en silahlı ve zalim, en güçlü ordusunun askerleri… Onları bizim ordumuz değil, yolcu gemisiyle yüzme bilmeyen Müslüman kardeşlerimiz viledanın sapıyla dövdüler. Çünkü zalimin zulmü varsa mazlumun Allah’ı var, imanı var…” Çocuklarımızın odasındaki Süpermanları, Örümcek Adamları yırtıp Allah aşkına ağlayan komandoları asalım… Bu ümmetin inanmış adamları o gemiyle giderek onlarca yıl sonra ilk kez bizleri galip baba ettiler… Galip baba olabilmenin zevkini çıkartıp tekrar diyelim ki: “Yüzme bilmiyorlar ve kavağa çıkmışlar ve mümkünmüş yavrum… Allah rahatlık versin, şimdi uyu, yarın pikniğe gideceğiz ve sana ıslıklı ok atmasını öğreteceğim…”

İsrail’e buradan seslenmek istiyorum: “Eğer aklınız varsa lütfen bu sene Türkiye’ye turist göndermeyin çünkü kadınlarınız bizim erkeklerimize âşık olabilirler.” İsrailli kadınlar askerlik yaptıkları için erkekten anlarlar, bizden söylemesi:)

Allah razı olsun, Hz. Donanma sayesinde kaç gündür haberlerde bayrağımızın İsrailliler tarafından yakıldığını izliyoruz. Rabbimize şükür olsun, büyük şeref… Çok şükür Allah’ım; söz dinleyen, üzmeyen bir devletin bayrağına saygıda kusur etmeyen küffar gününü görünce bayrağımızı görmeye dayanamayıp ateşe veriyorlar… Bilir misiniz bir milletin bayrağı yakılıyorsa artık dikkate alınıyor demektir. Allah’a hamd-ü senalar ediyoruz…

HaBertaraf.com

“Hocaefendi her zaman olduğu gibi doğruyu (mu) söylüyor”?

Murad Salih



Bülent Arınç, Fethullah Gülen'in İsrail'in gemi saldırısı ile ilgili sözlerini, “Hocaefendi her zaman olduğu gibi doğruyu söylüyor” şeklinde değerlendirmiş...

Ne zaman?

Türkiye, Mavi Marmara şehidlerini “Ya Muntakim Allah intikamına bizi memur et” dualarıyla toprağa verirken...

Türkiye ve Dünya bu şehidlerin intikamı için meydanları “Kahrolsun İsrail! Kahrolsun ABD! Kahrolsun İşbirlikçiler!” sloganlarıyla inletirken..

Nerede?.

“8. Uluslararası Türkçe Olimpiyatları”nın ödül töreninde...

Yani “Hocaefendi”nin “marifetleri”nin sergilendiği bir organizasyonda...

Eğitim dili İngilizce olan okullarda beyinleri yıkanan dünya çocuklarının, bir şarkı veya bir şiir ezberletilerek, sanki o okulda okuyan bütün çocuklara Türkçe öğretiliyormuş, o okulların eğitim dili Türkçeymiş imajı verilen bir gözboyama ve reklâm organizasyonunda... (1)

Peki Arınç’a göe “Hocaefendinin, her zaman olduğu gibi söylediği” bu yeni “doğru” neydi?

Onu da bütün ruhuyla vermeyi başaran kısa bir haberden okuyalım:

[Gülen: "İHH İsrail'le işbirliği yapmalıydı, bizimkiler öyle yapıyor"
05.06.2010
Wall Street Journal Fethullah Gülen’in yardım filosu yetkililerini İsrail’le uzlaşmadıkları için eleştirdiğini duyuruyor. Haberde, Gülen için "a controversial and reclusive US resident" tanımlaması yapılmış: "Tartışmalı, münzevi bir ABD sakini"
Gülen, yardım filosu organizatörlerinin yardım dağıtma girişiminden önce İsrailli yetkililerle uzlaşma aramamasını, otoriteyi yok sayma girişimi olarak değerlendirdi ve bunun olumlu sonuçlar doğurmayacağını söyledi. Gülen, kendi hareketiyle bağlantılı bir yardım kuruluşu Gazze’ye yardım götürmek istediğinde, İsrail’in iznini almaları konusunda ısrar ettiğini belirtti. Gülen, yaşanan olayda kimin suçlu olduğu konusunun Birleşmiş Milletler’e bırakılması gerektiğini kaydetti. ” ]
(2)

Arınç’ın “doğru” dediği şey, işte yukarıdaki dinî, ahlâkî, siyasî, insanî, vicdanî yönlerin hangisinden bakarsanız bakın bu bir müslümanın ağzından çıktığına asla inananılamayacak kadar apaçık, ağır ve vahim bir yanlıştı...

Arınç, bu kadar apaçık, ağır ve vahim bir yanlışı doğru olarak tasdik etmekle kalmıyor; ayrıca “Hocaefendi her zaman olduğu gibi doğruyu söylüyor” diyerek Fetullah Gülen’in bundan önce her dediğinin ve her yaptığını “doğru” bulduğunu ifade ediyor...

Bunu yaparken de Gülen’i Şia inaçlarında varolan ama ehl-i Sünnet inançlarında olmayan “masum imamlık” makamına orurtuyordu... İşin ilginç bir ayrıntısı da Wall Street Journal’in sözkonusu haberinde Gülen’den “imam” sıfatıyla bahsetmesi...

Bülent Arınç malûm, düne kadar AKP’nin işbirlikçi politikalarını örtmek için “radikal/keskin” çıkışlarıyla tanınan ve bu tavrıyla TSK ile diğer köktenci laiklere “Gül ve Erdoğan’a razı olmazsanız bakın onların yerine Arınç gibi ‘kökten dinci’ bir bağnaz gelir ve sizi kabak gibi oyar” mesajı verilen politik bir figürdü...

Laikliği dinleştirmiş kesim o gösterilerek Erdoğan ve Gül’e razı ediliyordu...

Erdoğan ve Gül’ün AB-D emperyalizmiyle olan al gülüm ver gülüm işleri, yine onun vasıtasıyla AKP tabanına karşı “Muhterem kardeşim ,ortada gerçrekten yanlış bir iş olsa ona önce mücahit Bülent abimiz karşı çıkar. Çıkmadığına göre demek ki Tayip abi ile Abdullah abi keferelere takiyye yapıyor... İşi bozmayalım... Kefereyi uyandırmayalım.” Diye “kamufle” ediliyordu...

Ama Son günlerde ne olduysa...

Artık Bülent Arınç kendine oynatılan kefereye karşı “kötü adam”, içe karşı “mücahid” rolünden bıkıp usandı mı?..

Yoksa...

Ortada komplo teorisi olarak dolaşan rivayetlerdeki gibi; AB-D emperyalizm’i Erdoğan’ın yerine daha mülayim/uslu/pısırk yeni bir politık figür aramaya başladı da, Bülent Arınç fırsatı bu defa kaçırmamak için “kriter ‘mülayimlikse’ benden mülayimini bulamazsınız” sinyalleri mi çakıyor?..

Veya...

“Mücahid Bülent abi” eskisen beri AKP içinde Fetullah Gülen’in truva atı olarak yer almıştı da, Pensilvanya’dan gelen emir üzerine “mücahidlik maskesi”ni çıkarıp asıl hüvetiyle görünmeye mi başladı?..

Bilmiyorum...

Başlangıçtan bu yana Türkiyedeki müslümanlar içinde bir Truva atı olarak yer alan Fetullah Gülen her araziye uyarak, her boyayı sürerek, her kılığa girerek; sonunda ABD’nin Pensilvanya’daki “verimli işçisi” statüsüne kavuştu...

Artık o bir Pensilvanyalı...

AB-D’nin emir ve direktifleri doğrultusunda bütün dünyada ve özellikle de AB-D’nin girmekte sıkıntı çektiği ülkelerde İngilizce eğitim veren okullar açıyor ve her okulda binlerce dolar maaş vererek protestan Papazlar istihdam ediyor...

ABD savcısının verdiği bilgiye göre tam 25 milyar dolarlık iktisadî varlığa hükmediyor...

Türkiyedeki medyanın yarısından fazlasının o semaye ile satın alındığı rivayetleri dolaşıyor...

Her neyse...

Yukarıdaki haberi okudunuz...

Bülent Arınç’ın “masum imam”ı Fetullah Gülen...

ABD-İsrail-Mısır-Ürdün yapımı kahpe bir ambargoyla dünyanın en büyük toplama kampına dönüştürülan Gazze’nin kahraman halkı bir yudum su, bir lokma ekmek karşılığında “siyonist otorite”ye boyun eğmeye zorlanırken...

Vicdanları kanayan İNSANLARIN yardımlarını ancak siyonist eşkiyadan izin alarak yapabileceklerini, bunun aksinin, yani İHH’nın yaptığı gibi ambargoyu kırma/delme eylemlerini “otoriteye başkaldırma girişimi olarak” değerlendiriyor...

Ne otoritesi?

Gazze İsrail toprağı değil...

Aslında İsrail de İsrail toprağı değil...

Orası Filistin...

Osmanlı toprağı...

Osmanlı’dan gaspedilen topraklar...

Dünkü ve yarınki Vatanımız...

İsrail, Filistinlilerden gaspedilen topraklar üzerine kurulmuş gayrımeşru bir çete/korsan devlet...

Ona rağmen Gazze halen İsrail toprağı değil... Gazze limanı İsrail karasularına dahil değil...

Gazze'de tek otorite var; o da Gazze halkının meşru temsilcisi HAMAS Hükûmeti...

Kimin memleketine girmek için kimden izin alınmasını istiyor Fetullah Gülen?..

Haydi Fetullah Gülen dediğimiz adam bir kara cahil... Ne dinden anlar ne imandan, ne siyasetten... Ne hukuktan anlar ne de ahlâktan...

Eline ne tutuşturulduysa onu okur, kulağına ne fısıldanırsa onu söyler...

Ya Büllet Arınç?

“Mücahid Bület abi”?..

Avukat...

Hukuk okumuş...

Kopya ile geçmediyse sınıfları...

Gazze’nin hukukî durumunu...

Oranın İsrail toprağı olmadığını...

Gazze toprağı olduğunu...

Gazze Limanının İsrail Karasuları dışında olduğunu biliyor olmalı...

Buna rağmen...

Fetullash Gülen’in bu kadar kadar apaçık, ağır ve vahim bir yanlışına...

Nasıl olur da “Hocaefendi her zaman olduğu gibi doğruyu söylüyor” diyebilir?

Malûmunuzdur “nasıl” sorusunun cevabı, doğrudan doğruya o kişinin ahlâkıyla ilgilidir?

Konu Bülent Arınç olunca işin “nasıl”ını anlamak kolay “Önce ahlâk ve maneviyat” diyen “Millî Görüş” gömleğini çıkararak AKP kuranların ilk üçündedir ya kendileri...

Bu durumda cevabı bulunması gereken soru şudur:

Bir hukukçu ve tecrübeli bir siyasetçi böyle apaçık bir yanlışı niçin doğru gibi yutturmaya çalışır?

Bakın vicdan sahibi bir aydın...

Üstelik de uzun yıllar Zaman gazetesinde köşe yazarlığı yamış bir insan...

Nihal Bengisu Karaca...

Habertürk Tv’de Serdar Turgut’un sunduğu iki’de Bir programında...

Fethullah Gülen’in İHH’nın Gazze`ye yardım götürmeden önce İsrail`le uzlaşma yolunu seçmemelerini "faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmak" şeklindeki beyanını tartışıyorlarken...

Serdar Turgut’un, “Gülen rasyonel davranıyor, devlet adamı mantığıyla davranıyor” sözlerine karşılık, Nihal Bengisu Karaca, “Ben meselenin şu boyutuyla ilgiliyim dindar vicdandan ayrı düşerse dinden geriye ne kalır? Vicdan ve dindarlık birlikte akan bir nehirdir,ikisini ayırdığınız zaman geriye şekli kurallar kalır?” diye cevap veriyor...

Ardından “Hangi otorite” sorusunu da soran Karaca, “İsrail uzlaşılabilir, insani itirazları ciddiye alan bir ülke olsaydı, zaten oraya gemi götürmeye gerek kalmazdı. İsrail meşru bir otorite olsaydı Gazze diye bir yer de olmazdı” diyerek Fetullah Gülen’in de Bülent Arınç’ın da pekalâ bildikleri ama dile getirmedikleri ve üstünü örtmeye çalıştıkları bir gerçeğin altını cesaretle çiziyor... (3)

Şevket Eygi ise konuyu –Fetullah Gülen’in bile anlayabileceği kadar- sade bir dille şöyle izah ediyor:

[1. Mavi Marmara barış ve insanî yardım gemisi İsrail'e değil, Gazze'ye gidiyordu. Binaenaleyh oraya gidebilmek için İsrail'den izin istemesi ve alması gerekmezdi. Gazze, İsrail toprağı değildir, orada bir Filistin hükümeti vardır, Filistin bayrağı dalgalanmaktadır.
2. Yardım gemileri oraya niçin gidiyorlardı?.. Siyonist devletin inatla sürdürdüğü; hukuka, ahlâka, insanlığa, vicdana, adalete aykırı bir ambargoyu kırmak için... Gazze halkı işkence, baskı, sıkıntı, yokluk içinde yaşamaktadır.
3. Siyonistler Türk barış ve yardım gemisine saldırarak hiç lüzumu olmadığı halde kan dökmüşler, sivil ve masum insanları öldürmüşlerdir.
4. İsrail ordusunun dünyanın en etik ordusu olduğu iddiası kocaman bir yalandan ibarettir.
7. Siyonistler Nazi Almanyasının temerküz kamplarından bahs edip duruyor. Hiçbir Alman temerküz kampı, Gazze esir kampından büyük ve kötü olamaz.
Gazze ambargosunu kırmak için yola çıkmış olan yardım gemilerinin İsrail devletinden izin istemeleri gerektiği iddiasının hiçbir tutar tarafı yoktur.
Gazze ambargosu kaldırılmalı, sivil halka eziyet edilmemeli, çocuklar öldürülmemeli, dünyanın her yerinden mazlum Filistinlilere sivil yardım gelmelidir. ]
(4)

Ne doğrusu Bülent Arınç?

Hangi doğru?

Hangisi doğru?

El insaf...

Büyüklerin “hubb-u câh” dedikleri tehlikeli bir zaafı var insanoğlunun...

Makam arzusu, şöhret düşkünlüğü... (5)

Senin bu “hakikati örtme” çabalarının sebebi belki de budur...

Yazık...

Yaşını başını almış, bir ayağı çukurda bir adamsın; değer mi?

Bak kabinedeki arkadaşın Ertuğrul Günay ne kadar sade ve zarif bir değerlendirme yapıyor bu konuda:

[Günay, havaalanında gazetecilerin Fethullah Gülen'in, Gazze'ye yardım malzemesi götüren gemilere İsrail'in saldırısına ilişkin yaptığı açıklamaların sorulması üzerine, ''Fethullah Bey, uzunca bir zamandan bu yana ülkemizin dışında. Sanıyorum Türkiye'deki ve bölgedeki gelişmeleri yakından takip edemiyor. Uzaktan bakılınca olaylar öyle görülüyor demek ki. İçinde yaşayınca bizim baktığımız gibi görünüyor '' dedi.] (6)

Dipnotlar:
1- Bu konuda güzel bir analiz için: Peren Birsaygılı, “Türkçe olimpiyatları mı, çocuk simsarlığı mı?”, http://www.haber10.com/makale/15923

2- http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?p=3739#3739

3- Habertürk gazetesi, 07 Haziran 2010.

4- Mehmet Şevket EYGİ, “İsrail’den İzin İstemek...”, 8 Haziran 2010, Millî Gazete


5- [Hubb-u câh, makam arzusu ve şöhret düşkünlüğü demektir ve kalbin üzerine zift çekip, ruhu felç eden kötü hasletlerdendir. Bediüzzaman Hazretleri, gönlüne böyle bir virüs bulaştırmış tali'sizlere şöyle seslenir: "Şöhret, zehirli bala benzer. Eğer o belâya düşersen 'Biz, Allah'tan geldik ve yine O'na döneceğiz'de ve kurtul."
Evet, Hz. Ömer'in (radıyallahu anh) ifadesiyle, "Allah, bizi diniyle şerefli kılmıştır." Bunun dışında başka bir şeref aramak beyhudedir. Zaten irade insanları, Allah'a intisap etmenin dışında herhangi bir şan u şerefe de iltifat etmezler.
Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh) yurdunu, yuvasını terk ederek Medine'ye gelmiş, burada şehrin içinde oturabileceği bir arsa bulamamış ve "Sunh" isimli bir kenar mahallede oturmuştur. Dahası o, tam on yıl izzet, gurur, şan ve şeref demeden komşularının koyunlarını sağarak geçimini temin etmiştir. Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra halife olarak seçilmiş; bugünkü Türkiye'nin dört-beş katı büyüklüğünde bir ülkeyi çok iyi yönetmiş, bunu yaparken de yine Sunh'daki evinde kalmış ve belli bir süre daha komşularının koyunlarını sağmaya devam etmiştir. ] Fetullah Gülen, http://www.hikmet.net/content/view/56134/13/

6- 05.06.2010, habertaraf.


Kaynak: http://millibirlikruhu.blogspot.com/

İsrail'i kınamayan dengeci Müslümanlar
Kevser TOPKAR
ktopkar33@gmail

En ufak bir acabanın büyüyüp zulmün alkışlanması anlamına gelecek krıtik bir anı yaşıyoruz. Söz sahiplerinin kendilerinin de inanmadığı “İsraile danışılıp da bu hareket yapılsaydı” mealindeki yorumları hiçbir cevabı hak etmiyor. Yumuşak ve masum görüntüsünün altında kaybedileceğinden korkulan menfaatler, bozulacağından endişeye düşülen dengeler var ki, İsrail askerlerinin mermilerinden daha yaralayıcılar...

Hangi dinin mensubu olursa olsun Mavi Marmara gemisindeki katliamdan yüreği sızlamayan bir insan tahayyül edemiyorum.Olayın akabinde global dengeleri gözetmek adına “şöyle olsaydı böyle olmazdı” mealinde talihsiz açıklamalara şahit olduk.

"Doğru içtihatta iki sevap, yanlış içtihatta bir sevap" hesabı menfaat gözetmeksizin iyi niyetle yanılarak yapılan içtihadi yorumlar için muhtemeldir. Eğer söylenen sözde vicdanı susturan, dili eğip büken bir dünya menfaati gizliyse nasıl isimlendirilir bilemiyorum.

Evet, dünya siyaseti ve finansmanında Yahudiler son derece etkinler. Devletlerin, dünya tekellerinin, tröstlerinin, bankacılık sektörünün ve sisteminin ipleri onların elinde. İslam coğrafyasındaki devletlerle, müslüman cemaatlerle ekonomik ilişkiler içindeler. Ülkem müslümanlarıyla da bir hayli sıkı ticari ilişkileri bulunmakta. Nükleer silahlarının gölgesinde Ortadoğunun kalbinde dünyanın muhtelif ülkelerinden topladıkları Yahudilere bu bölgeyi işgal ederek yurt edindirdiler. Dahası bunu tanrılarının kendilerine vaadettiği bir hak olarak görüyorlar. Bundan cesaretle Filistin’i işgal ettiler, halkını katlettiler, öldüremediklerini aşılmaz duvarların arkasında tecrid ettiler. Şimdi de gözleri Türkiye'yi de içine alan Dicle-Fırat arasındaki sözde vaadedilmiş topraklarda... Buralarda tıpkı Filistinde olduğu gibi yatırım yapıyorlar. Sinsi bir yayılma faaliyeti içindeler. Paralarının gücünü müslümanlara sempatik görünmek için kullanıyorlar ve başarılı da oluyorlar.

İslamın dünya üzerinde yaygınlaşması için özverili faaliyetlerde bulunan müslüman kardeşlerim; İsrailin bölgedeki hedeflerini görmezden gelerek, kendi menfaatlerine zarar gelmemesi adına sivillere yapılan katliamı kınayamıyor ve İsrailin yaptığı her şer işe bir kılıf hazırlayabiliyorsanız, bu çıkarların her ne olursa olsun en yüksek düzeyde korunması değil de nedir.

Bu eğer bir takiye ise evet peygamberimiz de takiye yapmıştı. Bir taktik olarak savaş esnasında düşmana dezenformasyonda da bulunmuştu. Bu sayede önemli kazanımlar elde edilmişti. Ama bu takiye yıllarca sürüp sonunda kendini kuşatmamıştı.

Bir güce sahip olmanın niçin istenildiği o gücü kazanma sürecinde takip edilen yollarda unutulursa kazanıldığında fonksiyonunu tamamen yitirebilir. Pratik hayattan iki örnek vermek istiyorum. Pahalı bir arabaya binmek için yıllarca para biriktirenler vardır. Sonunda istedikleri aracı alırlar. Bu süreci yaşarken öyle alışkanlıklar edinmişlerdir ki sahip oldukları arabalarına zarar gelecek endişesiyle gönül rahatlığıyla kullanamazlar. Sağı çizildi mi, solu bir yere sürttü mü, çukura mı düştü, yokuşu mu çıktı? Bin türlü hesap huzurlarını kaçırır.

İkinci örnek mahalle kasabımızdan; bazı zenginlerin et satın alırken acaip ince pazarlıklar yaptığını ve buna çok hayret ettiğini ifade ediyor. Aslında hayrete şayan bir durum değil, ibretlik bir hal. Bir isteğimizi elde etme sürecindeki davranışlar uzun süre devam ederse alışkanlık haline gelebiliyor. İnsan davranışlarında olduğu gibi kurumların ve devletlerin davranışlarında da bunları gözleyebiliyoruz. ”Araçların amaç haline gelmesi” dediğimiz bu yanılgı sinsice bizi kuşatabiliyor. Bu gibi hallerde başlangıç noktamıza geri dönerek “ben bu yola niçin çıktım” sorusunu kendimize sorarak özümüze dönebiliriz.

Bugün pek çok dünya ülkesinde güzel işlere imza atan, hizmet aşkını yüreklerinde canlı tutan kardeşlerim; zalimin zulmünü de kınayamayacaksınız acaba siz bu yola niçin çıktınız?

9 Haziran 2010 habertaraf

Fatih Altaylı / Habertürk
11 Haziran 2010
Gülen Sözünün Arkasında

(..)
Fethullah Gülen cemaatinin önemli isimleriyle de, Gülen'in son yaptığı çıkışı konuşma fırsatım oldu.

Önce Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı'ya sordum, "Gülen'in sözlerini ilk gün pek görmediniz. Özel bir nedeni var mıydı?" diye.

Özel bir nedeni yokmuş.

Röportajı yapan muhabirin, "Röportajım sansür edildi" dediği iletilmiş onlara. Bu yüzden ilk gün, haberi küçük görmüşler.

Sonra büyütmüşler.

"Peki" dedim, "Bazıları Gülen'in böyle bir şey demediğini iddia ediyorlar. Dediyse yanlış yapmıştır diyenler var. Demiş mi, dememiş mi?"

Dumanlı net ve açık konuştu:

"Aynen öyle demiş. Hiçbir saptırma falan yok. Daha sonra kendisine sordurduk, 'Dedim, sözümün arkasındayım' dedi. Hocaefendi, İsrail'e yardım gemisi konusunda bunun yanlış olduğunu açıkça söylemiş."

Dün de cemaatin en önde etkili isimlerinden biriyle beraberdim.

Aynı soruyu ona da sordum.

O da "Hocaefendi o sözü aynen öyle söyledi" dedi.

İlk günkü kafa karışıklığının nedeni ise Türkiye'de son zamanlarda çok tartışılan bir gazetenin genel yayın yönetmeniymiş. Bu genel yayın yönetmeni, Zaman Gazetesi yönetimini aramış ve ABD ile yakın ilişkileri olan yardımcısının Wall Street Journal muhabiriyle konuştuğunu, sözlerin çarpıtıldığını iletmiş. İlk gün bu yüzden kafalar karışmış ama daha sonra Gülen'in bu sözleri aynen söylediği ortaya çıkmış.
(..)

CÜBBELİ AHMET'TEN SERT SÖZLER

Cübbeli Ahmet olarak bilinen Mahmut Ünlü, Mavi Marmara Gemisi'ne İsrail tarafından yapılan baskına ve bu konuda Fethullah Gülen'in yaptığı açıklamayla ilgili konuştu
Cübbeli Ahmet, "Şimdi bazılarının dediği gibi İsrail zalim otoritesine itaat etmek onlardan izin almak gerekiyor. Bu asla doğru değildir. Bu lafı söyleyen şuur sahibi olamaz. Çünkü ne zaman zalim izin versin ki mazluma yardım edilsin. Bizim ecdadımız Bu İstanbul'a Yunanlılar geldiği zaman, bütün o camiler yıkılıp yakıldığı zaman, milletin ırzına namusuna tecavüz edildiği zaman.Bir Fransız askeri, bir Müslüman kadınının peçesini çekmeye kalktığı zaman Allah razı olsun Sütçü İmam Hazretleri kurşunu basmış, savaşı başlatmıştır. İyi Fransızlar işgal etti otoriteye boyun eğmek gerekiyor. İyi kadının suratı açılırsa açılsın, namaz kılınmayacaksa kılınmasın.Böyle şey olmaz. Kafire zalime boyun eğmek, itaat etmek olmaz" dedi.
haber10

CAMİLERDEKİ BİD'ATLER
M. Şevket Eygi

Son yıllarda camilerin arka taraflarına sandalya, tabure, hattâ sıra doldurulması işi planlı, programlı, kasıtlı, müteammiden yapılan bir şeydir.

Bir zihniyet, Yahudi ve Hıristiyanlara "Bakın ne güzel Diyalog yapıyoruz, camilerimizi sizin sinagog ve kiliselerinize benzetiyoruz..." der gibidir.

Böyle şeyler durup dururken tesadüfen olmaz...

Müftünün biri imama "Caminin arka tarafına sandalyeler koy" emrini vermiş. İmam, efendim zaten var demiş. Müftü daha fazla sandalye konulacak demiş. İmam lüzumu yok ki deyince "Sen karışma, verilen emri yap" cevabını almış...

Türkiye camilerinin arka taraflarına gerekenden, lüzumundan fazla sandalye konulması işi son derece vahim bir bid'attir. Böyle giderse birileri mihraba piyano veya org konulmasını da isteyebilir. Bu dediğime kimse şaşmasın, M. KemalPaşa zamanında bir rapor hazırlanmış, camilere sıra, mihraba çalgı aleti konulmasını teklif edilmişti. Bu konuyu bilenler biliyor, bilmeyenler bendenizden öğrensin.

Camilerdeki hoparlörler de bid'attir. Küçük bir cami, imam mihraba geçiyor, ardında sekiz kişi cemaat olmuş, imamın önünde sabit bir mikrofon, bir de yakasına mandallanmış seyyar bir mikrofon var. Küçük bir ibadet yerinde sekiz kişilik cemaate namaz kıldırmak için iki mikrofona ne lüzum var?

Aşağıda sayacağım şeylerle mukaddes dinimiz arasında hiçbir bağ yoktur.

Bir: Cami ve minarelerdeki hoparlörler.

İki: Cami kaloriferleri.

Üç: Cami klimaları.

Dört: Camilerdeki elektrikli alttan ısıtma tesisatı. (Kanser yapıyor).

Beş: Cami personeli için yaptırılan meşrutalar.

Altı: Yoldan gelip geçenlerin kullandığı ve para verdiği cami tuvaletleri.

Yedi: Bu tuvaletler için cami kapılarına, cami avlularına konulan iğrenç ve çirkin (Türkçe İngilizce) tuvalet reklâmları.

Türkiye'de benim özlediğim hak bir düzen kurulursa ilk işim gerekçeli bir dilekçe ile bunların kaldırılması için ilgili makamlara müracaat etmek olacaktır.

En başta hoparlörlerin kaldırılmasını isteyeceğim.

Zaruret varsa, mutlaka gerekiyorsa akustik uzmanlarının kurması ve denetlemesi şartıyla olabilir.

Osmanlı imparatorluğu Viyana'yı kuşatırken, Akdeniz bir Türk gölü iken, Devlet-i Aliye-i Osmaniye üç kıt'ada adaletle hükm ederken camilerde, minarelerde hoparlör mü vardı?

Puta tapan Mecusîler bile tapınaklarının bahçesine umumî helâlar yapıp, "WC men women one dollar" diye yazan iğrenç, öğürtücü, rezil, utanç verici levhalar koymuyor!..

Birkaç sene önce yatsı namazı kılmak için büyük camilerden birine gitmiştim. Bir buçuk saf cemaat var. İmam efendi farz kıraatine başladı. Tam tepemde bir ses kolonu var. Sonuna kadar açılmış. 120 desibel. Huzur ve huşu içinde dinlemem gereken Kur'ân kıraati mahv ve perişan oldu. Böyle bir ölçüsüzlük namaza, Kur'âna, Müslümanlara hakaret ve eziyet değil midir?

Geçenlerde yazdım, büyük camilerden birine yakın küçük, fakat lüks bir otelde kalan bir turist sabah ezanı okunmaya başlayınca yatağından yere düşmüş. Ezan öylesine yüksek bir sesle okunuyormuş...Bunu bana otel sahibi dostum anlattı.

Yüksek hoparlör hem ezanı, hem de Kur'ân kıraatini bozar.

Sesi müsait olmayanların hoparlörü sonuna kadar açarak haykıra haykıra avaz avaz ezan okumaları çok yanlış bir iştir. Madem ki sesin yok, hoparlörsüz oku, kısa oku.

Zavallı Müslümanlar!.. Daha şu hoparlör meselesini bile halledememişler.

Hiçbir görevlinin veya amatörün nefretî makamından ezan okumaya hakkı yoktur.

Ezan güzel okunacaktır.

Ezanı güzel okuyanlara, ruhanî bir şekilde okuyanlara teşekkür ediyorum.

Hoparlörleri sonuna kadar açarak ciyak ciyak okuyanlara teessüfler ediyorum.
Millî gazete


Otoritenin Çocukları!...
M.MUSTAFA UZUN
29 Eylül 2010
Anadolu Haber



Dünya savaşlarında öldürülen Hıristiyanların bir nevi şehit olduklarını iddia edenler, Mavi Marmaranın şehitlerine leke süremezler.

Mavi Marmara’da şehit olan 9 canın hemen tamamının ailesi ile bir şekilde görüştüm. Şehitlerin hepsinin birçok ortak özelliği var. Ses tonlarından, dünyaya bakışlarına kadar hemen hemen her şeyleri aynı. Ortak özelliklerinden bir tanesi de tabi ki şehadete hazır olarak gitmeleri. Çevreleri ile helalleşmiş, borçlarını kapatmış, evlerinin bir sürelik ihtiyaçlarını toptan karşılamış ve hatta araba devirlerini dahi yapmışlar.

Biz ümmet olarak onların şehadetlerine şahitlik ediyoruz.

Lakin şimdilerde okyanus ötelerinden gelen haberler Cevdet Ağabeyin, Furkan’ın, Cengiz abinin ve diğer can yoldaşlarının bile bile ölüme gittikleri ve dolayısı ile “şehit” sayılamayacaklarının “Hoca efendi” tarafından dile getirildiğini söylüyor.

İnanmadık, hemen kendi resmi web sitelerine baktık.

Yazı aynen kendi resmi web sitelerinde yayınlanmış.

Biliyorsunuz Cüneyt Özdemir, Serdar Turgut gibi köşe yazarları Hocaefendi’yi ziyarete gitti ve izlenimlerini, görüşmelerini yazdılar. Cüneyt Özdemir’in yazdığı ve Hocaefendinin Mavi Marmara’da bile bile ölüme gidildiği ve dolayısıyla şehit sayılamayacaklarını söylediği satırlar direkt web siteye alınmış. Cüneyt Özdemir’in “Pensilvanya'da Fethullah Gülen ile Bir Gün” başlığı ile yazdığı ve Hocaefendinin resmi web sitesinin yayınladığı yazıya şu linkten göz atabilirsiniz: http://tr.fgulen.com/content/view/15743/3/



Her şey ortada.

Hatta Hocaefendi diğer gazeteci Serdar Turgut’a İHH’nın ABD Kongresince terörist örgüt kapsamına alınacağı mevzusu ile olan ilgisi ve bilgisini dahi aktarmış Turgut, bu dehşet bilgiyi şöyle yazıyor; “Bu arada Gülen Amerika kongresinde Mavi Marmara filotillasını organize den İHH hakkında terörist örgüt tanımlaması getiren önergenin de kongreden geçiş sürecini yakından izliyor, hatta bana ‘Arkadaşlarım bana önergenin çıkmış olduğunu söylediler’ dedi.”

Müthiş.

Kim acaba “içeriden” bilgi veren o arkadaşlar? Dünya henüz bu bilgiye vakıf değil. Bu itiraf, kirli ilişkilerin koca bir itirafı da değil midir? Hocaefendi’ye İHH’nın ABD Kongresi tarafından terörist ilan edilmesi ile alakalı verilen önergeyi onaylandığı bilgisini hangi “arkadaşlar” vermiştir? Sanırım, Hocaefendi’ye bu önergenin büyük ihtimalle onaylanacağının garantisi verildi ve “safını seç” denildi.

O da “safını seçti.”

Bizim için karanlıkta kalan bir şey yok. Her şey ortada.

2 yıl önce 17.06.2008 tarihinde “Bir Nevi Şehadet” gibi kışkırtıcı bir başlıkla yayınlanan yazısında Hocaefendi; “Dünya savaşları gibi hâdiselerde zalimce öldürülen mazlum ve dindar Hıristiyanların şehit olabilecekleri gibi bir hüküm var mıdır?” şeklindeki soruya “bir nevi şehadettir” diye cevap veriyordu. Yazı yine kendi resmi web sitesindedir. Şu linkten göz atabilirsiniz: http://tr.fgulen.com/content/view/18615/12/

Yazıda Hocaefendi bir İslam âlimi olarak bazı görüşler öne sürüyor, alıntılar yapıyor ve bir sonuca varıyor. Eyvallah. Ancak Mavi Marmara’da adam gibi yaşayan, Müslüman gibi şehadete koşan ve inşallah şehit olan 9 yiğide nasıl böyle bir bakışla bakabiliyor Hocaefendi???

“Hoca, efendi ol” demek artık bizim için mecburiyettir. Küresel güç odakları ile Vatikan ile, şunlarla, bunlarla ne yaptığınız bizi ilgilendirmiyor lakin Furkan’ımıza dokundurtmayız?

Biz “Saddam’ın füzeleri ile ölen Yahudi çocukları” ve “Dünya savaşlarında bombardımanlarda ölen Hıristiyan çocukları” kadar Mavi Marmara’da şehit düşen Furkanlara da cümle kurabilecek adamları ciddiye alıyoruz.

Otoritenizi de alın gidin.

Vesselam
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Çrş Eyl 29, 2010 10:46 pm tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Hzr 22, 2010 11:07 pm    Mesaj konusu: Bilinmeyen Gülen Alıntıyla Cevap Gönder

Bilinmeyen Gülen
Dr Mustafa Peköz
Sendika.org



İsrail’in Gazze’ye giden yardım gemilerine yapmış olduğu müdahaleden sonra 9 kişinin yaşamını yitirmesini, AKP hükümeti iç politikada çok daha etkin kullanmayı düşünürken, Gülen’in yaptığı açıklama, gündemi doğrudan etkiledi.


Gülen, ABD’nin önde gelen gazetelerinden Wall Street Journal’a verdiği söyleşide;

“Organizatörlerin Gazze’ye yardım götürmeden önce İsrail’le uzlaşma yolunu seçmemelerini faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmak”

olarak tanımlamıştı.

Peki, Gülen bu mesajla ne demek istemişti?

Neden böylesi bir mesaja gerek duydu?

Bu soruya çok yönlü yanıtlar vermek mümkündür.

Wall Street Journal gazetesi, ABD küresel sermayesi tarafından çıkartıldığı gibi editörlerinin önemli bir kesimi de Yahudi kökenli olması bir yana, uluslararası güçlerin mesajlarını kamuoyuna yansıtan bir dergidir.

ABD’nin ve küresel sermayenin İsrail ile Türkiye’ye arasında gelişen bu olumsuz süreçten çok açık olarak rahatsız olduğu biliniyor. Gülen üzerinde yapılan uyarı çok yönlü mesaj özelliği taşıyor. En önemli kaygısını ‘otoriteye başkaldırmak’ olarak tanımlıyor.

Bu tamamen politik ve ideolojik bir bakış açısı içeriyor. Gülen bütün yaşamı boyunca devlete hizmet etti. Hiçbir koşulda ezilenlerin ezenlere, haklıların haksızlara karşı çıkmasını istemedi.

Tersine, devlete boyun eğmeyi temel bir felsefe olarak benimsedi. İtaat etmek onun cemaat ilişkilerinin de temelin oluşturuyor.

Bunun için, ABD’nin Irak ve Afganistan’daki işgaline destek veriyor. Filistin halkının İsrail işgaline geliştirdiği ayaklanmayı desteklemiyor.

Kürtlerin özgürlükleri için yürüttüğü mücadeleye kesinlikle karşı çıkıyor. Kürtlere karşı bütün gücüyle devletin yanında yer alıyor. Otoriteye kayıtsız-şartsız uymasını talep ediyor. Bunun için de, İsrail devletinden izin alınmadan gemilerin gönderilmesini doğru bulmuyor.

ABD, Gülen cemaatinin hem Türkiye’deki ciddi bir ağırlığının hem de AKP üzerinde ciddi bir etki gücü olduğunun farkındadır. Bu bakımda Türkiye’ye uyarıyı Gülen üzerinde yapmayı tercih etti.

Böylelikle, AKP’nin gelecekteki politikalarına çeki düzen vermesi, güç dengelerini bozmaması, belirlenen küresel düzeninin dışına çıkmaması için güçlü bir mesaj vermiş oldu. Gülen’in ABD’nin izni olmadan hiçbir adım atmayacağı da biliniyor. Bir bakıma ABD’nin diline tercüman oldu.

Gülen’in yaşamına dair bilinenler bilinmeyenlerin onda biridir. Kendisi tarafından anlatılan hayat hikâyesindeki küçük kesitler incelendiğinde dahi çok önemli sonuçlar çıkarılabilinir.

Bu nedenle Gülen’in oynadığı tarihsel rolü daha iyi anlayabilmek için yaşamının bazı noktalarını irdelemek yararlı olacaktır.

Gülen’in ‘İsrail otoritesine saygı gösterilsin’ biçimdeki mesajının bir başka önemli arka planı var.

İki ülke arasında bir denge unsuru olarak rol oynuyor. Her iki tarafta da ciddiye alınıyor. ABD’deki Yahudi lobisiyle çok yakın bağları var. Görünüşte müthiş bir Türk-İslam sentezcisi ama Yahudi lobisinin gözdesi.

Yahudi etiketli bir gazetede, dergide, bir internet sitesinde, Gülen’e dair eleştiri bulamak gerçekten çok çok zor.

Gülen’in ailesi nereli

Yahudilerin Gülen’e karşı bu hassasiyeti esasen ortak kökenden gelmelerinden kaynaklanıyor.

Bu hikâyeyi biraz yorumlayalım.

Gülen ne anne tarafından ne de baba tarafından Türk değil. Küçük Dünyam isimli kitabının baskısında baba tarafından ‘Kürt olduğunu’ söyler. (Hatta Ermeni kökenli olduğuna dair bir kısım önemli iddialar da var.) Daha sonraki baskılarından bunu değiştirir.

Gülen’in ailesi aslen, Van Gölü’nün kuzeyinde bulunan ve Ermenilerle Kürtlerin birlikte yaşadığı Ahlât bölgesindedir.

Ailesi, başka bir bölgeden gelmeyip bu bölgenin yerleşiklerindendir. Baba tarafından Kürt veya Ermeni kökenli olmasını güçlendiren önemli iddialardan biri de budur. Kendi anlatımlarında da anlaşılabileceği gibi Türk boyları ile hiçbir ilgisi yoktur.

Bu nedenle, hayatını anlattığı ‘Küçük Dünyam’ isimli kitabın ilk baskısında baba tarafının Kürt kökenli olduğunu söyler. Ailesinin karışmış olduğu bir namus meselesi nedeniyle sürgüne tabi tutulurlar ve gelip Erzurum ili, Pasinler ilçesi, Korucuk köyüne yerleşirler. Kendisi de Korucuk köyünde doğduğu için Erzurumlu olarak tanınır.

Anne tarafı için verdiği bilgiler ise ilginçtir. Gülen’in annesinin ismi Refia’dır.

Anneannesi yani nenesi Hatice hanımın Şükrü paşazadelerden geldiğini söyler.

“Hatice ninem, annemin annesidir. Herhalde verem olduğundan erken ölmüş. Edirne Şükrü Paşa sülalesinden gelme.”

Edirne ilinde bulunan Şükrü Paşazadeler ise, 1492 yılında İspanya’da kovulup ve Trakya’ya gelip yerleşen Safarad Yahudi göçmenleridir.

Tarihe ‘İspanyolca konuşan Türk Yahudileri’ olarak geçen bunların ezici bir çoğunluğu, Yahudiliğini gizlemek için Türk olduğunu söyleyen sabetaylardır.


Gülen, annesinin İspanya göçmeni Yahudilerden olduğunu gizlemek için dedesi yani annesinin babası Ahmet’in ve ninesi Hatice’nin Müslümanlığına özel bir vurgu yapar.

Yaşamında baba tarafını çok az anlatır, ama anne tarafına dair anlattığı rivayetlerin her satırında hayranlığını vurgular. Dedesini, dayılarını, teyzelerini öyle olağanüstü anlatır ki, hikâyeyi okuyan herkesi hayran bırakır.

Anne tarafını bu düzeyde ön planda tutmasının nedeni, onların gerçek kimliğini gizlemeye yöneliktir. Ya da Yahudiliğe duyduğu gizli hayranlıktır.

Dikkatle vurgulamalıyız ki, kimin hangi etnik ve dini kökende olduğuyla ilgilenmek doğru olmadığı gibi, insan hakları sözleşmesine de terstir. Kişinin etnik-ulusal kimliği değil, ideolojik görüşleri, politik duruşu esastır. Durduğu konum belirleyicidir.

Ancak uluslararası alanda belirgin bir etkinliği olan ve politik dengeleri belirleme gücüne sahip olan Gülen gibi birinin kendi etnik kimliğini gizlemeye çalışması da tesadüfi bir durum değil. Bunun baskı görmekle hiçbir ilişkisi olmadığı da biliniyor.

Bu topraklarda Kürtler, Ermeniler, Aleviler, Süryaniler, hatta zaman zaman Yahudiler de kendi kimliklerini gizlemek zorunda kaldılar. Ancak Gülen’in durumu tamamen bunlardan farklı olup esasen bilinçli politik bir tercihtir. Dahası izlediği stratejinin bir parçasını oluşturmaktadır.

Gerçek kimliğini gizlemek için de, anne ve baba tarafına ait ‘şecerenin kaybolduğunu’ söyler.

Her iki ailenin seyyid olduğuna dair soruya geçiştirmeli bir yanıt verir.

‘Ahmet dedem bu mevzuda bir şey anlatmazdı’

diyor. Ailesinin köken olarak Ahlât’tan geldiğini söyleyen Gülen’in aile tarafının ‘Seyyid’ olduğunu bilmemesi mümkün değildir.

Hele Kürtler içerisinde ‘Seyyid’ olmanın manevi olarak önemli bir yer tuttuğu bilindiği halde, dedesinin ve babasının bundan söz etmemesi mümkün olmadığına göre, Gülen esasen gerçek kimliğini gizlemeye çalışmaktadır.

Çok zengin bir ailenin çocuğu

Gülen bütün konuşmalarında ve günlük sohbetlerinde yaşamının ne kadar yoksulluk içinde geçtiğini söyler. Yoksulluk içinde büyüdüğünü vurgular ve özellikle bu noktada insanın duygularını sömürmeye özen gösterir.

Kendi anılarını anlatırken, bunun tersini söyler.

“Halil Dede’min çocukları buradaki gayri menkulleri 80 bin altına satarlar ve aralarında paylaşırlar… Zira babalarından kalan mirası iki kardeş pay ederken, altınları tas tas paylaşmışlar. Teker teker saymak vakitlerini alacağı için böyle yapmışlar. O devirlerde onların bu mirası bölüşme keyifleri de çok meşhur olmuş bir hadisedir.”

80 bin altını olan bir ailenin o günkü koşullarda sanırım çok zengin olması gerekirdi.

Daha sonraki hayatlarında farklı yorumlar yapsa da, gerçek olan şu ki, yoksulluk içinde büyümemiştir.

Kendi anlatımlarında ortaya çıktığı gibi, ailesi, ‘altınları, zaman kaybı olmaması için tas tas paylaşacak’ kadar bölgenin zenginleridirler.

Demek ki, hemen her vaazında veya röportajında vurguladığı gibi yoksulluk içinde yetişen biri değildir. Yapmak istediği duygu sömürüsüdür.

Babası Ermeni düşmanıymış!

Gülen ailesindeki ırkçı-şoven duygularının çok olduğunu sık sık vurgular.

Örneğin

“Şamil Dedem de feveran derecesinde bir Ermeni ve Rus düşmanlığı vardır. Bütün Ermeni ve Rusları doğrasa bu feveran dinmezdi.”

Bütün ‘Ermeni ve Rusları kesecek’ kadar kindar olan bir ailenin Erzurum, Van, Muş gibi bölgelerde Ermenilerin katledilmesinde nasıl bir rol oynamıştır.

Ayrıca Gülen’in kendisi bu katliamı destekliyor mu? Buna benzeri sorulara Gülen’in yanıt vermesi gerekir.

Gülen’in Nurcuların arasına girişi kontrgerilla kararıdır

Yaşamı karanlıklarla dolu olan Gülen’in Nurcu cemaatinin içine gönderilmesinin dahi, MİT ve kontrgerilla gibi devletin gizli örgütlerinin kararı olduğu anlaşılıyor.

Kendi yaşamına dair anlattıkları dahi bunu doğrulayacak düzeydedir.

Erzurum'da öğrencilik yıllarında ‘Bediüzzaman'ın yanından gelen Muzaffer Arslan'ın sohbetlerine katılması üzerine risaleleri tanır ve bir daha da sohbetlere katılmaktan geri kalmadığını’ belirtir.

Ramazan nedeniyle Amasya, Tokat ve Sivas taraflarını dolaşarak vaazlar verir ve sohbetler yapar.

Gittiği her yerde ilk işi devletin bölge yöneticilerinden biriyle ilişki kurması oluyor. Hem de çok kısa sürede bunu başarıyor.

“'Kırkıncı Hoca, bana, Selahattin ve Hatem'e Bediüzzaman Hazretlerinin yanından birisi gelmiş, akşam sohbet yapacak, oraya gidelim' dedi. Teklifini hemen kabul ettik. Mehmet Şergil'in terzi dükkânına geldik. Burası, iki kilimden biraz daha genişçeydi. İlk gece veya ikinci gece orada bulunanlardan aklımda kalan isimlerden bazıları, Mehmet Şevket Eygi, Kırkıncı Hoca, Esat Keşafoğlu ve Osman Demirci'dir. Şevket Eygi, yedek subaylık yapıyordu. Esad Keşafoğlu ise o sırada üsteğmendi. Bediüzzaman Hazretleri, Muzaffer Arslan'a 'şark'ı bir dolaş gel' demiş o da Sivas, Erzincan ve Erzurum'u dolaşmaya gelmişti.”

Bu toplantıya katılan isimlerin ikisi dikkat çekicidir.

O dönem yedek subay olarak görev yapan ve Gülen’in yakın dostlarından biri olan Mehmet Şevket Eygi, İslamcı yazar olarak dönemin Amerika’nın ‘anti-komünist stratejisini’ Türkiye’de gündemleştiren ve CIA ile yakın bağları olan biridir.

Amerika’yı komünizmle mücadelenin merkezi olarak gören ve İslamcıları Amerika’nın yanında yer alması gerektiğini söyleyen fetvalar veriyordu.

“Bizim en büyük düşmanımız komünistlerdir. Elbette bir İslam devletinde komünistlere fikir yayma ve örgütlenme özgürlüğü tanınmaz... İslam’ın düşmanları ve komünistler doğrudan karşı çıkmadıkları İslam görüntüsü altında melanetlerini işletmeye devam edeceklerdir...”

Hatta Deniz Gezmiş’in de önderliğini yaptığı, Amerika’nın 6 Filo’suna karşı yapılan protesto gösterilerine karşı, camilerde Müslümanlara çağrı yaparak, ‘özgürlüğün temsilcisi ABD’nin yanında yer almaları’ gerektiğini söyler.

Eygi, Milli Gazete yazarı olarak, bir Amerikan ajanı gibi yürüttüğü faaliyetler nedeniyle daha sonraları pişmanlığını belirtmiştir.

İkinci kişi ise, ‘yeni Asyalılar Grubu’nun kurucusu olarak bilinen Gülen ile birlikte kendisini ‘Nurcu’ olarak tanıtan Mehmet Kırkıncı’dır.

Said-i Nursi hareketinden görünen ama Türk-İslam sentezini savunan, Demirel’i ve Adalet Partisi’ni çok aktif destekleyen bir cemaat lideridir.

Üçüncü kişi ise Yahudi asıllı Üsteğmen Esad Keşafoğlu’dur, Bu kişi, Türkeş’le birlikte Amerika’ya gönderilen ve CIA tarafından kontrgerilla eğitimi verilen grubun içerisinde olan bir subaydır.

ABD’nin çok özel olarak eğittiği ve Türkiye’de anti-komünizm stratejisini uygulamak için görevlendirdiği bir subayın Gülen ile yakın dostluğunun olması ve birlikte dini toplantılara katılması da çok dikkat çekicidir.

Gülen askerler tarafından korunmuş!

İlginç olan en önemli nokta, Gülen’in bütün yaşamı boyunca yürüttüğü bütün faaliyetlerde mutlaka subaylarla yakın bir ilişkisi bulunuyor.

Hangi il veya ilçeye giderse gitsin, mutlaka iletişim halinde olduğu bir kısım askeri elamanlar var. Özellikle de askerler tarafından korunması da dikkat çekicidir. Ayrıca savcı, hâkim, emniyet müdürü, komiser vs. çok yakın ilişkiler kuruyor.

“Zaten Emniyet Amiri Resul Bey’le ileri derecede dostluğum vardı. Bazı hâkim ve savcılarla içli dışlıydım.”

Asker kökenli Vali Sabri Sarp ile iletişimleri gayet iyi. Askerlik şubesi başkanı Karadenizli Albay ile yakın bir ilişki içine gidiyor.

Gülen’in askerlik yaşamı son derece dikkat çekicidir.

Askerdeyken kontrgerilla faaliyetlerine uyumlu bir çalışma yürütüyor. Daha askeri birliğine katıldığı andan itibaren askerlerin korunmasına girer.

“Teslim olduğumda zannediyorum 10 Kasım’dı. Mehmet Mutlu o zamanlar üsteğmendi. Zaten yarbaylıktan emekli oldu. Bizim bölük komutanı Yılmaz bey, onun Harbiye’den arkadaşıymış ve gelip beni bölük komutanına lanse etti.

Ayrıca Kurmay Başkanı Reşad Taylan’a ben de Edirne’deki bir yakınından selam getirmiştim. Hatta benimle ona badem ezmesi göndermişlerdi. Cenabı Hakk’ın inayetiyle böyle korunmaya alındım.”

Nizamiyeden içeri girer girmez, subayların korunmasına alınan Gülen’e bu ilgi, Allah’tan gelen bir yardım olmayıp, onun yürüttüğü ve yürüteceği dönemin kontrgerilla faaliyetlerinin içinde yer almasıdır.

Birinci torpilli, ilk okula gitmediği için, Erzurum’da dışarıdan diploma alıyor.

İkinci torpilli görev İmamlık sınavını kazanması ve Edirne’ye İmam olarak atanmasıdır.

Gülen’in açıklamasına göre ‘uzun yıllar Türk Hava Kurumu Başkanlığını yapmış olan eski Milletvekili Mustafa Zeren” devreye girer. Bir gün M. Zeren Edirne Müftülüğünü arar:

“Yeğenimin gözlerinde öperim, imtihanı kazandı”

torpil müjdesini verir.

Üçüncü torpilli görevi ise askerde istihbaratçı olmasıdır.

“Dört ay sonra, Özmutlu’nun araçlığı ile beni de yüksek sürate ayırmışlar. Özmutlu, beni rahat ettirmek için böyle düşünmüş, telsizci olursam, eğitime, içtimaya çıkmam ve rahat ederim diye komutana söylemiş…

Böylece yüksek sürate yazıldık. Hâlbuki benim kafamda Genelkurmay’da kalma planı vardı. Orada bir görev istiyordum; fakat olmadı.”

Böylelikle İslamcı görünen Gülen, ordunun laik subayları tarafından özel torpilli telsizci olarak istihbarat görevi verilir. Böylelikle ordu içindeki bütün konuşmaları dinleme olanağına sahip oluyor. Bu görevin sıradan birine verilmeyeceği bilinir. Bir de Genelkurmay’da görev alma isteğinin olması da bir başka ilgi çekici bir noktayı oluşturuyor.

Gülen, Mamak’ta acemi birliğindeyken, Tümen komutanlığında ilk namaz kıldıran imam olarak da tanınır.

Hatta kendisinin deyimiyle mescit dahi kurar.

“Bir de askerde iken mescit yaptık. Hayatında hiç namaz kılmamış insanlar dahi orada namaza başladılar. 200 kişilik mevcut varsa, yaklaşık 30 kişi devamlı namaz kılar hale gelmişti. Sinema salonunda Cuma namazı kıldırdım, Hutbe de okudum”

Din konusunda çok hassas olduğu söylenen Ordu’nun en önemli birliğinde namaz kıldırması, hutbe okutması vaazlar vermesi, Gülen’in etkinliğiyle hiçbir ilgisinin olmadığı esas olarak ona biçilen görevle ilişkisi olduğu açıktır.

İstihbaratçı Gülen

Gülen, telsiz istihbaratçısı olarak İskenderun’a gider. Her ne kadar, kura çekimi sırasında iki kez üst üste Erzurum çıktığını söylese de peki inandırıcı değil. Bir askere dört kez kura çekimi yaptırılmaz.

Üçüncüsünde Diyarbakır’ın çıktığını ama bu kez de subayların gönlünün razı olmadığını söyler. İskenderun’a gelişi ile çok yönlü faaliyetleri eşzamanlı yürür.

“Komutanlarla aram iyiydi. Bir de Arif Başçavuş vardı ki, onun himayesini çok gördüm. Beni haber merkezine almıştı. Müstakil kalabileceğim bir şekilde arabayı ayarlamıştı.”

Laik komutanlarla olan ilişkisi ona özel muamele edilmesini, özel yerde kalmasını sağlayacak özelliktedir. İlginç olan bir başka önemli nokta da, her hafta İskenderun Merkez Camiinde vaaz vermesidir.

Geldiği ikinci hafta vaazlarına başlar, peki bir askerin, gidip camilerde vaaz verebilmesi gücü nereden geliyor. Kimler bunu organize ediyor. Kendi söyleminde, verdiği vaazları dinleyen birçok subay varmış. Gülen nasıl bir görev üslenmiş ki, asker olarak, camilerde imamlık yapabilir.

Askerdeyken özel görevle Erzurum’da

Gülen, ABD’nin bölgede uyguladığı anti-komünizm stratejisini uygulamak için görevlendirilmiş biri olarak hemen her alanda faaliyetlerini yürütür.

Özellikle halkın dini duygularını kullanmaya özel bir önem verir. Kendisine 3 aylık hasta raporu verilir ve Erzurum’a gönderilir. Öncelikli görevi anti-komünist mücadeleyi örgütlemek olarak belirlenir. Asker olarak geldiği Erzurum’da ikinci Komünizmle Mücadele Derneğini kurar:

“...Ve yine bu devreye ait bir teşebbüs de Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’ni açma teşebbüsümüz oldu. O güne kadar sadece İzmir’de vardı. İkincisi de Erzurum’da bizim gayretlerimizle açılacaktı... Bir arkadaşı İzmir’e gönderip tüzük getirttik. Derneği kuracaktık.

Ben bir vaazdan sonra anons ettim ve gençlerle Caferiye Cami önünde toplandık. Gayemiz komünizme karşı örgütlenmekti. Dernek ve camii işlerinden anlayan bir akrabam vardı. O gelip bize yardım etti, bize yol gösterdi...”

Bu görevini yerine getirdikten sonra Erzurum ve çevre illerinde propaganda faaliyetlerine devam eder.

Dönemsel olarak provokasyonların devlet kurumları tarafından çok yaygın olarak kullanıldığı, halkın manevi ve dini duygularıyla oynanarak, anti-komünist mücadele stratejisine bir meşruluk kazandırıldığı bir süreçte, Gülen, bir er olmasına rağmen,zamanının önemli bir kesimini bu çalışmalara ayırır.

“Yine ikindi vaktiydi. Cemaate ‘yazıklar olsun size! Sizin dininizle, peygamberinizle alay edecekler, siz de kuzu kuzu oturup burada beni dinleyeceksiniz.

Onlar ecdadımızın aziz ruhlarıyla eğlenecekler, siz de Müslüman geçineceksiniz’ gibi sözler söyledim. Cemaat birden ayağa kalktı, Ben ‘yok, yok, bizim sokağa dökülmekle işimiz yok, Bu meseleyi başka yoldan haletmek lazım’ falan dediysem de dinletemedim.

Yolda iltihaklarda olmuş. Büyük bir kalabalık sinemayı basmış. Hadise tamamen bütün Erzurumlarca benimsenmişti.”

Bu provokasyon bir ön hazırlık aşamasını taşıyor. Provokatör ise asker olarak görevlendirilmiş Gülen’in kendisidir. Maraş katliamı sırasında, aynı oyun oynanmış, bir sinema ateşe verilmişti. Gülen bunun tatbikatını Erzurum’da birkaç yıl önce denemiş ve başarılı olduğunu görmüştü.

Üç aylık izin süresi dolar ve hastalık gerekçesiyle bir aylık izin daha alır.

Böylece 4 aylık süre Erzurum ve çevresinde çok boyutlu örgütlenmeler yapar.

Bir başka gün yine camide ‘Deccal’ı anlatmaya karar verir. Vaaz sırasında

“Deccal hakkında ne biliyorsam anlattım. Cami miting meydanına dönmüştü. Cemaat bazen heyecandan ayağa kalkıp oturuyor.

Meğer istihbarat erkenden gelip kürsünün etrafını almış ve belki de konuşmaları kaybetmişler. Meğer benim gelip teslim olmam hadiseyi yatıştırmış. Yoksa gaye ikinci Menemen hadisesi çıkartmakmış. Askerlerden bir ikisi ‘vurun şu herifi’ deyince halk bağırıp çağırmaya başlamış, Hava iyice gerginleşmiş. Bunlar olurken ben caminin içindeydim. Çıkıp da teslim olunca yapacakları bir şey kalmadı.”

Bu olay toplumsal provokasyonun bir başka deneme alanını oluştururken, camiye gelen askerlerin, yine bir başka özel görevli bir askeri tutuklamasıdır.

Gülen, tutuklandığı anda, hemen tümen komutanına bildirilir. Gülen’e göre Tümen komutanı ‘milliyetçi bir insan’mış.

Ona gidenler,

“Efendim, bu arkadaş onların dediği gibi değildir, Biz vatanımızı, milletimizi, bayrağımızı ve tarihimizi sevmeyi ondan öğrendik. Ayrıca, derhal Ankara’ya Genelkurmaya gitmişler ve oradaki bazı paşalarla görüşmüşler.”

Gülen’in kontrgerilla ve istihbarat tarafından ne kadar kıymetli olduğu anlaşılıyor.

Genelkurmayın devreye girmesiyle hemen serbest bırakılır ve İskenderun’da birliğine döner.

İskenderun’a gelir gelmez, yine merkez camiinde vaaz verir. Halkın dini duygularını kullanarak tahrik eder ve bir bakıma yeni bir provokasyona hazırlar.

“Bu nasıl Müslümanlık, bu otellerin çerçevelerini indirmek lazım gibi şeyler söyledim. Sert konuştum. Askeri elbisenin üzerine cübbe giyilmezken ben böyle bir kıyafetle vaaz veriyordum. Bir başka konuşmamda da ‘devletin nizamı var, polisi var. Polis yapmazsa bu vazifeyi kim yapacak’ diye yine otellerdeki ahlaksızlıkla ilgili bir şeyler söylemiştim.”

Erzurum’dan gelir gelmez, hem de asker elbisesi ile vaaz vermek ve halkı provokasyona getirmenin, Gülen’in cesaretinden kaynaklanmadığı bilinir. Böyle rahatça hareket etmesini sağlayan nokta, devletin kontrgerilla güçleriyle olan derin bağlarıdır.

Asker olarak camilerde vaazlarını süreklileştiren Gülen ikinci bir kez tutuklanır.

Ancak Genelkurmayın müdahalesiyle hemen serbest bırakılır.

“Lehimdeki umumi baskılar mahkeme heyeti üzerinde toplanınca hâkimlerin tavırları değişti. Tümen komutanı ağırlığını koymuştu. Ankara’dan -Genelkurmay bn- ‘mademki milliyetçi bir çocuk, bir meseleden dolayı onu niye bu kadar eziyorsunuz’ mealinde telefon ve telgraf gelmiş.

Hiç beklemediğim bir anda, bana küfür yağdıran o binbaşı, elinde çanta, hapishaneye girdi. Daktilosunu da yanında getirmişti. Beni de müdürün odasına aldılar. Daha önce zorla aldıkları ifadeleri bir bir değiştirip, yerine mahzursuz ifadeler yazdılar. Sonunda da, ‘bundan böyle hapishaneye atılmasını gerektiren bir şey yok. Çıkarın.”

Genelkurmay’ın, ordu ve tümen komutanların devreye girmesi, Gülen’in üstlendiği görevle ilişkilidir. Bu nedenle askeri açından suç görülen hiçbir yasa, kanun Gülen için geçersizdir. Bir asker olarak camilerde ve hatta bazen askeri elbisesinin üzerine cübbe giyerek vaazlar vermesi, sanırım ordu tarihinde tek örnek Gülen’dir.

Peki, neden sorusunu sormak gerekir.

Gülen, Said-i Nursi’nin mezarını ortadan kaldıran general Turan’ın korumasında

Gülen’i koruyan önemli kişilerden biri de dönemin 2. Ordu Komutanı Cemal Tural’dır.

Belki de dikkat edilmesi gereken en önemli ilişkilerden biri budur.

Gülen şunları söyler:

“Cemal Tural o sıralarda 2. Ordu Komutanıydı. Ve hakikaten milliyetçi görünüyordu. Barzani hareketini adım adım takip ediyordu.

O günlerde, Güneydoğu’daki bazı evlerde, Barzani’nin resimleri asılıydı. Barzani her an halkı ayaklandırabilir şeklinde şayia vardı. Cemal Tural’a karşı duyduğumuz alaka biraz da Barzani’yi yakın takibe almasından dolayıydı.

Şimdi durum ve tutumumuza bakınca bir kere daha şu tuhaflıkların karşısında hayrete düşüyorum. Dünkü şaki bugün eller üstünde.”

Gülen’in Erzurum ve çevre illerindeki faaliyetleri çok daha net olarak ortaya çıkıyor. Barzani’nin etkisini kırmaya yönelik Türk-İslam çizgisi ekseninde dini faaliyetleri örgütlemektedir. Yani bir bakıma Kürtlerin tasfiye politikasının çok kapsamlı olarak uygulandığını ve Gülen’in de bunun önemli bir parçası olarak işlev gördüğünü ortaya koyuyor.

Ancak Cemal Tural’ın yaptığı çok önemli bir iş daha var: Said-i Nursi’nin mezarını yerinde kaldırıp kaybettiren kişidir. Gülen, bunu çok iyi bilir. Ama hiç bahsetmez.

Said-i Nursi’nin Kurdi kimliğini çok bilinçli olarak arka planda tutar ve hatta yok sayar. Bu nedenle Gülen’in, Nurcu olduğunu iddia etmesi çok bilinçli bir yalan ve aldatmacadır. Tersine, Said-i Nursi’nin mezarını ortadan kaldıran generale duyduğu saygıyı vurgular. Bu çok açık bir çelişkiyi ifade eder.

Ayrıca Gülen’in Nursi geleneğini takip ettiğine dair hiçbir somut veri yok.

Said-i Nursi’ye dair anılarında geçen tek bölüm şudur:

“Üstad'dan Erzurum'a bir mektup geldi. 'Mektup kime hitaben yazılmıştı? Üstad bu mektubu kime dikte ettirmişti?' hatırlamıyorum. Fakat selam gönderdiği isimler vardı. Sonunda da Fethullah ile Hatem'e de selam deniyordu. Ben adımın zikredildiğini duyunca ayaklarım yerden kesildi zannettim; o kadar sevinmiştim. Hayatımda o derece sevindiğim çok az vakidir. Şimdi o mektup nerdedir, kimdedir, onu da bilmiyorum. Ancak bu bana yetmişti. Sohbetlere gitmeyi bir daha terk etmedim.”

Bunun dışında Said-i Nursi için söylediği bir pek bir şey bulunmaz. Nursi’den bahsederken, onun Kürt kimliğini yok sayar, inkâr eder. Kendisini Türk gördüğü gibi, Nursi’yi de böyle göstermeye çalışır.

Gülen, askerliğinin önemli bir kesimini kışlanın dışında yapmıştır.

24 aylık askerliğin yaklaşık olarak 10 ayını farklı şehirlerde camilerde verdiği vaazlar geçirmiş veya komünizmle mücadeleyi örgütlemekle meşgul olmuştur. Bunun için de askerliği 34 gün erken bitirtilmiş.

“İkinci bölük komutanı Mahmud Mardin adında bir yüzbaşıydı. Çok sert bir insandı. Meğer o da her zaman gelip beni dinliyormuş. Benim haberim yoktu. Ben disiplinden çıkınca hemen yanıma geldi. ‘Ben seni çok dinledim. Şimdi ben seni evine göndereceğim. Artık askerlik bitti. Ben tezkereni arkandan gönderirim’ dedi… Beni böylece 34 gün evvelinden saldılar, tezkeremi de arkamdan gönderdiler.”

Gülen öyle ki, yaşamın her anı torpillerle geçiyor. Konuşmalarında öyle sözler söyler ki, dinleyen acır, üzülür, efkârlanır.

Yaşamını öyle çileli anlatır ki, insan hayranlık duyar. Ama yaşamını az çok incelediğimizde bunun böyle olmadığını, bütün yaşamı boyunca devletin önemli güçleri tarafından korunduğunu, sahiplenildiğini görürüz.

Kontrgerilla eğitim kamplarını kuran Gülen

Gülen, hemen her dönem devlet gizli gücünü arkasında hissetmiştir.

Bütün faaliyetlerinde gizli ilişkilerin özel bir rolü var.

Örneğin, eğitim kampları olarak anlattığı süreç, bir bakıma devlet destekli kontrgerilla çalışmalarının bir parçası olduğu çok açıktır.

Özellikle 1965-1980 yılları arasında, devletin kontrgerilla güçlerinin, toplum içerisinde anti-komünist propagandayı süreklileştirmek ve sivil faşist ve İslamcı güçleri kullanarak devrimci harekete saldırmak için, askeri ve politik eğitim kampları kurdurduğunu biliyoruz.

Gülen bu sürecin çok önemli bir halkasını oluşturmaktadır.

Gülen, Edremit, Buca, Avcılar, Kızılkeçeli bölgelerinde kurulan ve devlet tarafından da korunan eğitim kamplarında yüzlerce genç eğitime tabi tutuluyordu.

Kampların amacını şu cümlelerle açıklar:

“Bir inayet ve bir koruma altında olduğumuz apaçıktı. Umumi teveccüh ekseriyetteydi. Urfa’dan, Diyarbakır’dan bile talebe geliyordu.

Komünizmin gemi azıya aldığı bir dönemde ona karşı, hem de böyle nizamı bir mücadele, geleceğin milliyetçi ve maneviyatçı tarihçilerini derin derin düşündürecektir.”

Çok açık olarak belirtildiği gibi, bu kamplar, ABD’nin özellikle Ortadoğu ve Asya bölgesinde uygulamaya koyduğu ‘yeşil kuşak’ stratejisinin somutlaşmış biçimi olan ‘komünizmle mücadele’ politikasının Türkiye’de güncelleştirilmesinin bir parçasıdır.

MHP’ye bağlı olarak kurulan ama esasen MİT ve CIA tarafından organize edilen ‘Komando Kampları’ gibi Gülen öncülüğünde oluşturulan ‘İslamcı Kampların’ da birer kontrgerilla faaliyetidir.

12 Mart 1971 Askeri darbesi sırasında kısa bir süre tutuklanmasına rağmen, kampların faaliyeti kesintisiz olarak davam etti.

“Benim tutuklu olduğum dönemde de, kamp hizmeti devam etmişti.

Bu hizmet çok masumdu ve hedefi de gençleri komünizm ve anarşizmden koparmaktı…

Ben kaldığımda Avcılarda kalıyordum. İlk sene kapasitemiz azdı. Avcılar’da 50-60 kişi vardı. Diğer iki kampta ise 70-80 kişi bulunuyordu. İkinci ve üçüncü senelerde Avcılar’ın kapasitesi daha da arttırıldı ve ortalama bu kampa 80-100 arasında insan katılabiliyordu.”

Peki bu gücü nereden alabildi. Tutuklu olmasına rağmen, kamp eğitimlerini nasıl örgütledi. Kendi deyimiyle çevresinde çok az kişi kalmasına rağmen, bunu başarması devlet destekli bir politikadır.

MİT ve CIA desteğinde, komünizme karşı mücadeleyi öncelikli görevleri arasında gören Gülen, Türkiye’nin hemen her yerinde örgütlenir.

Zaman zaman tutuklansa da, Ankara’daki üst düzey dostları vasıtasıyla her defasında paçayı kurtarır.

Gülen’in kısa sürelerle cezaevine konulması, onu meşrulaştırma ve etki gücünü arttırmanın bir aracı olarak kullanılmasını sağladığı da çok belirgin olarak ortaya çıkıyor.

Kürt gençlerine karşı ‘Altın Nesil’ seferi

Gülen, etnik kökenini inkâr etmekle kalmıyor aynı zamanda düşman bir rol oynuyor.

Öncelikli hedeflerinden biri de, Türk olmayan gençleri Türkleştirmektir. Merkezinde ise Kürt çocukları bulunuyor.

Gülen’in adına ‘Altın Nesiller’ verdiği İslamcı yeni bir genç kuşağın yetiştirmesi politikasını başarılı bir şekilde uygularken, bunun ilk adamını Malatya ve Diyarbakır’da atar.

Bu iki ilde ‘Altın Nesil’ konferanslarını verir. Esas amacı Kürt gençlerini anti-komünist mücadele ekseninde Türk-İslamcı çizgi ekseninde örgütlemektir.

“1976 yılında seri konferanslara çıkmıştım… İşin olumlu yanı Malatyalı gençlere ait olmak üzere çok coşkulu olmuştu. Evet, ben en diri dinleyici kitlesini Malatya’da bulmuştum… Erzurum da çok iyiyiydi… Diyarbakır’da da Altın Nesil Konferansı’nı verdim. Güneydoğuda bugün patlak veren hadiselerden, ben o günde endişe içindeydim…”

Gülen, Barzani’nin bir lider gibi kabul edilmesini içine sindiremediği gibi Kürtlere yönelik düşmanca tavrı çok belirgindir.

Kürtlerin tasfiyesi için belki de devletten çok daha büyük bir faaliyet yürütmüş biridir. Bu çalışmaları bütün Kürt coğrafyasında kesintisizce devam ediyor. Uluslar arası küresel istihbarat ve ekonomik güçlerin kullanım merkezleri olarak bilinen Gülen okullarında yetiştirilen ‘Altın Nesil’ gençler içerisinde Kürt çocukları küçümsenmeyecek bir potansiyeli oluşturuyor.

Kendisini Hz. Hamza olarak görüyor

Gülen’in bir başka özelliği de muska yazmaktır.

“Ben merdivenden çıkarken, bacımız trans halinde imiş. Cinler ona ‘hoca geliyor, fakat biz onun hakkında da geliriz’ diyorlarmış. Kapıyı çaldım. Arkadaşım beni karşısında görünce şaşırdı. Tabii ki, onun böyle şaşırmasının sebebini ben daha sonra anlayacaktım…
‘Bu dua mecmuasını bacımız üzerinde taşısın, mutlaka faydası olur, cinler yayına sokulamazlar’ dedim…
Sonra trans halindeki bacımız, ‘nasıl, Hz. Hamza geldi diye kaçıyorsunuz değil mi?’ diye bağırmaya başlamış.”

Gülen’ın insanların psikolojik sorunlarını muskalarla çözmesi bir yana, anlattığı uyduruk hikâyeden görüleceği gibi müthiş bir egoizmi ve kendini beğenmişlik duygusu var.

Trans halindeki kadın, Gülen’i Hz. Hamza ile eş değer görüyor.

Vaaz sırasında hıçkırarak ağlaması, kendisini sıradan zavallı göstermesinin arka planında büyük bir beğenmişlik, bencillik vardır.

Dikkat edilirse yaşamına ait anlattığı bütün anılarında, kendisini sürekli Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Ali gibi İslam büyükleriyle kıyaslar, onlarla eş değer görür.

Tüccarlarla özel ilişkisi var

Gülen bütün yaşamı boyunca ticaretle, parayla çok iç içe olmuştur.

Ailesinin zenginliğini bir yana bırakırsak, gittiği bölgelerde devlet yöneticileriyle bağlar kurarken, aynı zamanda tüccarlarıyla, zengin eşrafıyla da yakın bağlar kurar. Yaptığı örgütlemede onları özel olarak değerlendirir.

Özellikle anti-komünist mücadele stratejisine bağlı olarak kurdukları kampların bütün masraflarını bölgenin zenginlerine ödettirir. Bu bakımdan İzmir’de, Kestane pazarını kendisine mesken seçmesi de bilinçli bir tercihidir.

Burası aynı zamanda ekonomik bir merkezdir. Yahudi kökenli tüccarların ve işadamların yoğun olduğu Kestanepazarı, Gülen’in ilişkilerinde önemli bir yer tutar.

Örneğin Kamp kurmak için Ankara’da topladığı 3 bin liralık bonoyu, Yahudi esnaflar vasıtasıyla Kestanepazarında paraya çevirir.

Bugün, Gülen cemaatine ait olan uluslar arası şirketlerin çok önemli bir kesimi özellikle Yahudi kökenli dünya kapitalist şirketlere çok yakın ilişkileri bulunuyor.

Askeri darbeleri destekleyen Gülen

Şeriat düzenini savunduğunu iddia eden Gülen’i en çok destekleyen ve koruyanlar da laik geçinen generaller oldu.

Ordu ile stratejik bir ittifak içinde olan Gülen, hem 12 Mart 1971, hem de 12 Eylül 1980 askeri darbesini çok aktif bir tarzda destekledi.

Örneğin, 12 Mart 11971 askeri darbesini desteklemek için vermiş olduğu bir vaaz da, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan için dini merasim yapılmasını dahi eleştirmektedir:

”Deniz Gezmiş’ler, ömürleri boyunca dine, Allah’a, mukaddesata küfrediyor, sonra da devlete baş kaldırınca öldürülüyor. Ama sonra da dini merasimle gömülüyor. Bu ne perhiz, ne lahana turşusu?”

Haziran 1980’de yani askeri darbeden yaklaşık olarak 3 ay önce, İzmir’de camide verdiği vaaz da, darbe çağrısı yapıyor:

“İstihbarat duysun, emniyet duysun, askeriye duysun, başbakan duysun, riyaset-i cumhuriyet duysun.

Polise, askere kurşun sıkan bu hainlere mahkemelerde gereken ceza verilmezse ne devlet kalır, ne millet...

Bu nasıl iştir!.. Türkiye’de devlet ve hükümet yok mu? Ne oldu askere? Polisler Nerede? Marks’ın bayrağı altında mitingler yapıyorlar ve bunlara müdahale eden çıkmıyor! Aslında bunlar askeri de karşılarına almışlardır.”

12 Eylül 1980 darbesinden sonra yine bir camii vaazında yapmış olduğu ve daha sonra ‘Sızıntı’ dergisinde yayınlanan konuşmasında şunları söyler:

“Her milletin tarihinde asker bir tepe varlıktır (...) bir de anadan doğma asker-millet vardır. o, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür.

Âşıktır askerliğe, serhad boylarına, akına ve kavgaya (...) onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük...

Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam...

Düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. içtimai bünyenin, harici bir kısım eraciften temizlenme, arındırılma ve aslına irca zaferi (...) ümidimizin tükendiği yerde, hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihalerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.”

Gülen cemaati ile generaller arasında bir kısım farklılıklar olmasına rağmen ortak bir ittifak kurdular. Birbirlerinin çıkarları korudular.

Bu nedenle, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, Afişlerle aranan Gülen, İzmir’de camilerde darbeyi desteklemek için vaazlar verir. Dönemin Milli Güvenlik Konseyi sekreteri Haydar Saltık’ın koruması altında, faşist darbeyi desteklemek için görevini sürdürdü.

İlginç olan Türkiye’nin iç politikasının olağanüstü süreçlerinde, Gülen mutlaka, Ankara’da bir general tarafından korunmuştur.

Gülen’in devletin istihbarat örgütleriyle olan ilişkisi kamuoyuna açıklanmalı
Gülen’in yaşam tarihi tahmin edildiğinden çok daha karanlıktır.

Kozmik odaların gizli yerlerinde Gülen’e ait çok büyük bilgiler ve belgeler vardır. AKP hükümeti geçmiş yılların karanlıkları aydınlatmak istemez. Yapılmış onlarca provokasyonları, katliamları hiçbir şekilde açığa çıkartmaz.

Çünkü izlerin birçoğu Gülen’in kapısına çıkar. MİT tamamen İslamcıların denetimindedir. Geçmiş yıllara ait arşivleri açabilirler.

Ama açmaya hiçbir şekilde cesaret edemezler. Çünkü o arşivlerin her karesinde Gülen’in fotoğrafı vardır.

Özel Harp Dairesi ve Genelkurmay Başkanlığı İstihbar Dairesi ile olan derin ilişkilerinin bütün belgeleri, CİA ile olan özel bağlantıları, yer aldığı provokasyonların tamamı MİT’in dosyalarındadır.

İslamcı hükümet, hiçbir şeyin karanlıkta kalmasını istemiyorsa, öncelikle açması gereken Gülen dosyasıdır. Dürüst olmanın ölçütü budur.


....... Açıklamalarındaki İlginç Zamanlamalar
Halil İbrahim Kabak
Milli Görüş Forum

Baba Bush zamanında Irak ilk işgal edildiğinde günlerce hiç ses vermedi.

Binlerce insan hem de tam sabah ezanı vaktinde bombalanmaya başlamıştı. Pazaryerleri bombalanıyor, sığınaklarda binlerce asker katlediliyor, çocuklar, kadınlar, yaşlılar, siviller ölüyor ve bütün bunları yapan emperyalistlere karşı Fetullah Bey'de tık yok...

İyice Köşeye sıkışan Saddam İsrail'e bir kaç Scud füzesi yollayınca hemen arkasından sel sümük

"Tel aviv'e füzeler atıldıkça gözümün önünde çocuklar tülleniyor."

diyor.

Ve İslami kesimden bir kısım insanlar Amerikanın Irak’ı işgalinin haklı sebepleri de olduğunu büsbütün haksız da sayılamayacağını söylemeye başlıyor.

Ardından 28 Şubat süreci geliyor.

Bu süreçte post modern darbenin mağduru olan Müslüman cenahı “Ellerine yüzlerine bulaştırdılar, beceremediler…” vs. gibi sözlerle suçlu ilan ediyor ve darbecilerin yaptığının bir ictihad olduğunu savunarak onlara büyük övgüler, methiyeler diziyor, darbecilerin safında görüntü veriyor.


Bu malum sürecin en ünlü zulmü olan tesettür yasağına karşı tüm Müslümanlarda topyekûn bir direniş ve mücadele fikri oluşmuşken bir de bakıyorsunuz

“Başörtüsü furuattır. İlim mi, Başörtüsü mü? ikisi arasında bir tercih yapmak durumunda kalınırsa ben ilmi tercih ederim.”

Açıklaması geliyor ve sadece kendi cemaatindeki taviz vermeme azmini değil her cenahtaki mücadele şevkini kırıyor ve artık açılan açılana...

Artı, birde Cemaate bağlı dershanelerde de bu yasağı uygulayarak sivil kurumları da kamusal alan grubuna ilk katanların başını çekiyor.

İşine gelince; “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” diyor.

“Cebrail gelse parti kursa yine de ona oy vermezdim.”

diyor ama işine gelince de icazetini ABD’den almış tüm partilerle ve liderlerle içli dışlı, hahamlarla, papazlarla kol kola oluyor da, Müslüman’ca ve emperyalizmin karşısında yepyeni bir dünya kurmak için tam bağımsız bir siyaset yürüten Müslüman’a gelince

“Ona gönül kapılarım kapalı”

diyebiliyor.

Ve en son bombasını da patlatıverdi Fetullah Bey!

Tüm dünya Müslümanları Siyonistlere karşı tam bir nefret ve hınçla dolmuşken, neymiş efendim…

“Otoriteye baş kaldırmamak lazım”mış.

Kendisine bağlı yardım kuruluşu da Gazze’ye yardım etmek istemiş bu bey, “muhakkak izin alın.” dediği için bu yardım yapılamamış.

Mazluma yardım etmek için zalimden izin almak hangi kitapta, hangi şeriatta var beyefendiii…

Meşru bir otorite kurmamış, ya da gayri meşru otoriteye başkaldırmamış Kuran-ı Kerim’de İsmi zikredilen zikredilmeyen hangi peygamber var?

Amerika menşeli “Ilımlı İslam” projelerinin üretildiği yani, Emperyalizmin dükkânının yanına dükkân açıp onunla rekabet etmeyecek, o hangi kurallar koymuşsa oyunun kuralı bu diye ona teslim olmuş, o ne takdim ederse onunla yetinen ve razı olan Müslüman’ın ideal Müslüman tipi olarak lanse edildiği günümüzde tüm bu olan bitenler ister istemez Pensilvanya’lı hayatta, Müslümanlar içerisinde direnç kırıcı bir rol üstlenilip üstlenilmediği şüphesini akıllara getiriveriyor.

Taraf yazarı Önder Aytaç'ın hayatı karardı

11 Temmuz 2010
Doç. Önder Aytaç, Taraf gazetesi yazarı. Bilgi Üniversitesi, Gazi Üniversitesi, Polis Akademisi ve Güvenlik Bilimleri Enstitüsü'nde öğretim üyesi. Taraf'taki köşesinde Kürt sorunu, Emniyet, MİT, Ergenekon ve TSK'ya ilişkin yazdıklarıyla dikkat çekti. Ama geçtiğimiz günlerde bir TV kanalında söyledikleriyle BDP ve PKK'nın hedefi oldu. Öcalan için, "Bu terörü bitirmezsen, seni asarım. Bakın bakalım o zaman bu olayların hepsi bitmiyor mu?" sözleri, açılım yanlısı yazarlar tarafından şiddetle eleştirildi. Taraf'taki yazılarına 28 Haziran itibariyle ara verildi. Bugün etrafında koruma polisleri olmadan dışarı adım atmıyor. Hürriyet gazetesine konuşan Aytaç, yaşadıklarını anlattı.

EŞİMDEN, ÇOCUKLARIMDAN AYRIYIM

Onlarca tehdit mail'i geldi. Sokağımda bekleyen insanlar görüyorum. Eşimden ayrıyım. Çocuklarımı yurtdışına gönderdim. Polisevinde kalmaya başladım. Üç-dört polis sürekli yanımda. Aracımı kullanan arkadaşımın beline tabanca verildi. Bana, "Tabancanı boş gezdirme, karşına çıkan olursa gözünü kırpmadan vur" dediler. Kapımın önünde metalik gri bir otomobil gördüm. Bana olacak muhtemel bir şey, Emniyet, MİT ve askeriyenin ayıbıdır. Bu ayıbı Türkiye kaldıramaz. İngiltere'ye gidip bir yıl öğretim üyeliği yapabilirim. Ama "Türkiye'de can güvenliğim yok" demem.

GÜLEN'İN AÇIKLAMASI ABD VE İSRAİL'İ ÇOK RAHATLATTI

Babam, Yurtdışı Eğitim Öğretim Genel Müdürlüğü yaptı. Fethullah Gülen, İzmir'de vaizdi. Babamın, "Bu iş bitti, ayrılacağım" dediği günlerde Gülen'in babama, "Vatan için çalışıyorsunuz. durmayın, yola devam edin. Ölürseniz şehitsiniz" dediğini babam evde ağlayarak anlatırdı. Ben Gülenci miyim? Eğer olsaydım, gönül rahatlığıyla "Evet" derdim. Fethullah Gülen, İsrail'in izni olmadan Gazze'ye yardım götürülmesini eleştirdi. Türkiye için Kıbrıs neyse, ABD için İsrail odur. ABD, Mavi Marmara açıklamalarıyla Fethullah Gülen'in sigortasını sağladı. Çünkü Gülen'in İslami söyleminden bir tehlike gelmeyeceği anlaşıldı. Artık İsrail ya da ABD'deki Yahudi lobisi İslam âleminden birileriyle görüştüğünde, bu masada kesinlikle Gülen de olacak.
netgazete

Türkiye'deki dönüşümde kaybeden Gülen cemaati
25 Temmuz 2010

Utah Üniversitesi'nden Profesör Hakan Yavuz, Türkiye'nin geçirdiği dönüşümü 'Türkiye'de İslami kesim Protestanlaşıyor ve İslamsız bir İslam oluşuyor' şeklinde yorumladı.

Yaşanan dönüşümde en fazla Gülen cemaatinin kaybettiğini belirten Yavuz, 'Ama AKP-cemaat teknesi su alınca ilk giden cemaat olacak' dedi. TSK'nın kendisine ülke içinde cephe açmaması gerektiği uyarısı yapan Yavuz, 'Ordu da kendini yeniden yapılandırmalı' diye konuştu

Şenay YILDIZ'ın röportajı

ABD'deki Utah Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü'nde dersler veren Profesör Hakan Yavuz, Gülen cemaati, AKP, Türkiye İslam ve laiklik üzerine çalışmalarıyla akademik camiada uluslararası üne sahip olan bir isim. Bir dönem Fethullah Gülen cemaatine yakın görülen Yavuz, kendisini 'agnostik' (bilinemezci) olarak tanımlıyor ve hiçbir zaman cemaatçi olmadığını vurguluyor. Profesör Yavuz ile perşembe günü İstanbul'da bir araya gelerek, Türkiye'nin son dönemine ilişkin sosyolojik ve siyasal analizler yapmasını istedik. Prof. Dr. Yavuz'un değerlendirmeleri şöyle:

- Türkiye'de 'laik-dinci' diye tanımlanan bir kutuplaşma kendisini hissettiriyor gibi son birkaç yılda. Sizce bu tanımlama sorunun sosyolojik tahlili açısından doğru bir çerçeve çiziyor mu?
Türkiye'de bu durumu 'dinci-laik' yerine şu şekilde tarif etmek gerek: Modernleşme İslam'la mı olacak, İslamsız mı olacak? Laik kesim, İslamsız modernleşme istiyor ve dini, modernleşmenin karşıtı olarak algılıyor. Bunun karşısında ise, İslam'la beraber modernleşme isteyen ikinci bir kesim var. Ana tartışma bu. Eskiden, 'Modernite İslamsız olmalı' diyenler hakimdi. Şimdi ise, 'Modernite İslam'la beraber gitmeli' diyenler. Hatta modernitenin ihtiyaçlarına göre 'İslam yeniden yorumlanmalı' diyenler de var. Yani, bugün Türkiye'de bir Protestan İslam'ı oluşuyor. Ama bugün Türkiye'de çok endişelenmeye gerek yok. İslamcı-laik gerilimi, elitler seviyesinde ve temelleri çok da sağlam olmayan bir gerilim. Bu fay hattının bir sosyolojik derinliği yok. İslami kesim gittikçe Protestanlaşıyor.

İSLAM PROTESTANLAŞIYOR
- Protestanlaşma ile ne kastediyorsunuz?
Yani bugün 'İslamsız bir İslam' görüntüsü ortaya çıkıyor. Yani, ahlak, etik, hak-hukuk değerlerinden soyutlanmış bir İslam. Tamamıyla şekle dayalı ve tüketim araçları haline dönüşen bir İslam var. Bugün Türkiye'de İslami semboller alınıp, satılır hale gelmiş, yer edinmek için kullanılır vaziyete dönüşmüş. Türkiye'de İslam'ın şartı ikiye indirgenmiş: başörtüsü ve içki içme. Weber'e göre Protestanlık kapitalizme yol açmıştı. Burada ise, Protestanlaşmaya yol açıyor. Bunlar modern süreçleri ele geçirdiklerini iddia ediyorlar ve başarılılar. Medya, finans, eğitim sektörü... Hepsinde güçlendiler. Ancak bunlar modernitenin içine girdikçe, modernite de bunların içine giriyor. Modernite, dini yeniden şekillendiriyor. Burada, kazanan kapitalizmin mantığı. Türkiye leblebileşiyor.
Eskiden Türkiye'nin birtakım ülküler üzerinde oydaşmaya varılan ortak bir çimentosu vardı. Türk kimliği, ülkenin pusulası... Bugün, o çimento dağıldı. Türkiye'de mahalleleri cemaatler, kesimler, kesitler, yığınlar... Herkes leblebi gibi bir tarafa yuvarlanıyor.

TÜRK KİMLİĞİ ÖCÜLEŞTİRİLDİ
- Ne tetikledi peki sizin tarif ettiğiniz bu dağılmayı?
Özel döneminde başlatılan neo-liberal politikalar. Geldiğimiz noktada, Türkiye'de bugün kimlikler üzerinden siyaset yapılıyor ama ulusal düzeyde bir kimliksizleşme söz konusu. Bugün Türk kimliği bir 'öcü kimlik' haline getirildi. Bizim daha önceki söylemimizde Türk kimliği bütünleyici ve herkesi kapsayan kimlikti.

- 'Türk vatandaşı' yerine, bütünleştirici bir kimlik olarak 'Türkiyeli' denilmesi sizi rahatsız mı ediyor?
AKP, bence birçok olumlu yönüne rağmen, Türkiye'deki kimlik tartışmalarında son derece olumsuz rol oynadı ve Türkiye'nin mayasını bozdu. Türkiyelilik? Olamaz ki böyle bir şey! Bunu tarihi, felsefesi yok. Zaten hepimiz Türkiyeliyiz. Bir ulus-devlet olarak kurulduk. Şimdi ulus devlet yıkılırken, 'Ortak maya İslam olsun' deniyor. Ama hangi İslam? Aleviliğin mi, Diyanet'in mi, AKP'nin mi, Gülen Efendi'nin mi? Türkiye'de tek bir İslam yok, farklı İslamlar var. İslam üzerinden 'maya' yaparsanız, çok büyük bir tartışma ortamı çıkar. AKP'nin 'İslam bizim çimentomuz, mayamız olsun' yaklaşımı bence tutarsız. İslam bazı konularda birleştirici değil. Hatta bazı konularda daha bölücü olabilir ve ülkeyi çatışmaya sürükleyebilir. AKP'yi Özal ile kıyasladığımız zaman çok olumlu bir miras bıraktığını söyleyemeyiz.

Artık Erdoğan'a biat ediyorlar
- Neden Özal'la kıyaslıyorsunuz?
Türkiye'de bana göre en büyük kırılma Özal'la yaşandı. Ülkede 2 büyük devrim yaşandı. İlki, Mustafa Kemal'in ulus-devlet üretme ve laik toplum yaratma projesi. İkincisi, Özal'ın toplumu para ve kapitalizmle tanıştırma dönemi. Yani, Özal da bu zihni dönüşüm açısından Atatürk kadar devrimciydi. AKP'ye bakınca, toplumun Ankara'nın çok daha önünde olduğunu görüyoruz. Özal'da ise bu durum tam tersiydi. Türkiye'nin bir başka sorunu ise askeri yapı. Türkiye'nin bugünkü koşullarda böyle bu kadar büyük bir orduya ihtiyacı yok. Türkiye ordusuz yapamaz, mutlaka ordumuz olacak. Ama, güvenlik tanımının yeniden yapılması ve ordunun yeniden yapılandırılması şart. Mesela Genelkurmay Başkanı'nın da sadece karacılardan olması geleneği değişmeli. Havacılardan da Genelkurmay Başkanı seçilebilmeli. Bugünkü komuta kademesi Türkiye'nin mevcut koşulları ve özlemlerinden biraz kopuk olduğu için, en fazla itibar kaybına uğrayan yapıların başında TSK geliyor.


CEMAATE DEĞİL, ERDOĞAN'A
- Fethullah Gülen'in önce Deniz Baykal'ı istifaya götüren sürece müdahil olması, ardından da Wall Street Journal gazetesine verdiği mülakat son derece dikkat çekti. Bunu nasıl okumak lazım?
Gülen cemaati içinde Fethullah Hoca adına hareket ettiğini söyleyen milyonlarca kişi bulunuyor. Ama, ABD'deki Fethullah hareketiyle, Türkiye'deki hareket arasında siyasi ilişkiler ve amaçları bakımından büyük farklılıklar var. ABD'deki Fethullah Gülen, dünyayı Washington ekseninde okumaya çalışan bir hareket. O nedenle Fethullah Hoca Hamas, Hizbullah, AKP ve İran ile aynı karede görünmek istemedi. Çünkü bunun uluslararası düzlemde kendi siyasetinin meşruiyetine zarar vereceği endişesi var. Bu nedenle o açıklamaları yaptı. Zaman gazetesi sonradan çok taklalar attı biliyorsunuz 'Hoca aslında onu demedi, bunu dedi' diye... Bunlar artık iktidarla içli dışlı olmuş, cemaatten çok AKP'ye biat eder hale gelmişler. 'Cemaatin tabanında kaygı oluşmasın' diye, evirip çevirdi Zaman. Türkiye'de cemaatin içinde bulunduğu bağlam ile ABD'de cemaatin koşulları aynı değil. Ayrıca 'Her şeyi hoca yönlendiriyor' gibi basit bir düşünce içinde olmamamız lazım. Pek çok iş Hoca'ya rağmen yapılıyor. AKP-cemaat ilişkilerine baktığınız zaman, bu bir koalisyon. Fakat, cemaat mensubu birçok üniversiteli AKP sayesinde bürokrasiye girebildi ve yüksek mevkilere geldi. Bu nedenle, şimdi AKP'ye daha fazla biat eder hale geldiler. Artık onların dinleyeceği kesim Fethullah Gülen değil, Recep Tayyip Erdoğan.

- Rakibe mi dönüştü yani Erdoğan ve Gülen?
Rakibe de dönüşebilirler. Öyle bir potansiyel var. Bence Türkiye'deki dönüşümde kaybeden cemaat oldu. Eskiden tüm siyasal partilere eşit olan cemaat, şimdi taraf oldu ve bugün artık Gülen hareketi AKP ile özdeşleşti. Ama, cemaat-AKP teknesi su alınca, ilk giden cemaat olacak.

- Su almaya başladı mı peki tekne size göre?
Yok, Türkiye'de halen en güçlü siyasal yapı AKP ve cemaat orada duruyor. Aslında cemaatin işi zor. Çünkü gideceği bir kapı da yok. MHP mümkün değil, CHP çok zor. Cemaat kendini AKP'ye mecbur etti tavır ve tutumlarıyla.


GÜLEN, AMERİKA VE İSRAİL'E MESAJ VERDİ
- Fethullah Gülen, başka kanallardan da mesajlarını iletebilirdi. Neden ABD basını aracılığıyla mesaj verdi?
Çünkü Hoca, ABD ve İsrail'e mesaj göndermek istiyordu. 'Biz AKP'yi destekliyoruz ama İsrail'e karşı tutumu desteklemiyoruz' dedi. İleriye yönelik bir adım, bir öncü sarsıntı olarak da görebiliriz. Cemaat içinde AKP ile ilişkilerin çok ciddi tartışıldığından haberdarım. Cemaat de homojen bir yapı değil.

- CHP ile cemaat yakınlaşıyor mu?
Hayır, şu anda böyle bir yakınlaşma yok. Cemaatin bugünkü koşullarında buna ihtiyaç da yok.

- Geçen hafta Osman Nami Osmanoğlu'nun cenazesine Başbakan ve bakanların katılması oldukça ilgi gördü. Bunu nasıl yorumlamak gerekiyor?
AKP'nin Türkiye'nin kuruluş felsefesini, tarihini algılaması çok farklı. 'Son dönemde Osmanlı Ailesi'ne gösterilen yakınlık, cumhuriyetin tarih okumasına bir tepki. Ama fazla da büyütmemek lazım. Diğer hanedanlarla kıyaslayınca, Osmanoğulları'nın hain olmadığını görüyoruz. Bir nostalji, 'Bizim coğrafi sınırlarımız ulusal sınırların ötesindeydi' diyoruz tekrar. Biraz da Cumhuriyet'le hesaplaşmak, yani Cumhuriyet'in tarih tezine karşı bir geliş de var.

AKP travesti bir parti
AKP, travesti bir parti. Nedir travesti? Bedenle ruhunun çatışma içinde olduğu bir yapı. AKP'nin ruhu Necip Fazıl'larla, Sezai Karakoç'larla beslenen Milli Görüş, Büyük Doğu Hareketi'nden oluşuyor. Oradan gelen ve içinde mücahit olmayı da barındıran bir ruh. AKP iktidara geldikten sonra, şimdi artık onlar da lüks yaşamak ve Batı'lı olmak istiyor. Mücahitler artık müteahhit oldu. Bedenle ruh arasında ciddi bir çatışma var. Bugün AKP, kimliği olmayan ama belli bir yaşam tarzına göre kimlik üreten bir parti. Burada travesti kimliğini olumsuz anlamda kullanmıyorum, bir 'metafor' olarak kullanıyorum. AKP'yi biz en iyi şekilde 'travesti bir yapı' olarak anlayabiliriz. Gerilimler içinde olan, ruhuyla bedeninin çatıştığı, yaşam tarzından kimlik üretmek isteyen bir yapı.

TSK ülke içinde cephe açmamalı
TSK kendine göre ülke içinde cephe açmamalı. Toplumun tüm kesimlerine eşit mesafede durabilmeli. TSK toplumdaki tüm yaşam farklılıklarını kucaklayan bir vatanın savunmasından sorumlu olan kuvvetler olmalı. TSK'nın şapkasını önüne koyup misyonunu yeniden düşünüp, o misyona uygun bir yapı geliştirmesi lazım. Bunu da askerden beklememeli, siviller yapmalı. Ordunun kurucusu olan Meclis, 'nasıl bir ordu istendiği?' sorusuna yanıt vermeli. Ancak, bu yapılırken, ordunun onur ve haysiyeti yıpratılmamalı. TSK'nın yeniden yapılandırma işini polisle yaptığınız an, Türkiye'deki en büyük çatışmaya ortam hazırlarsınız ki bence bugün yapılan biraz da bu. Yani, TSK'yı şekillendirmek, yeni misyon tanımlarken, burada polisi veya yargıyı bir sopa gibi kullanmak en büyük yaraları açar.

Ergenekon için rövanş yaklaşıyor
Bence sonuçlanmış, bitmiş bir siyasi dava. Toplum bu konuda net bir şekilde ikiye bölünmüş. Bir kesim bunu muhalefeti susturma, sindirme davası olarak görüyor. Şu ana kadar da yargılanan, ceza alan kimse yok. Toplumun vicdanında bitmiş, kararı verilmiş bir dava. Toplumun diğer kesimi ise -daha çok Gülen cemaati diyebilirim- bunu, 'Ergenekoncu orduyu terbiye etme' aracı olarak görüyor. Bu davadan hiçbir şey çıkmaz. Bence bu bir yaradır. 28 Şubat süreci de çok büyük yara açtı toplumda. Kin duygularını tetikledi. Ergenekon 28 Şubat'ın rövanşı ama bunun da rövanşı geliyor. Bu rövanş ne olacak? Şu anda henüz bilmiyorum. Ama çok büyük yaralar açıldı, haksızlıklar yapıldı. Rövanşı olacaktır. Türkiye'de polisle yargının askeri terbiye etme aracı olarak kullanılması, bu iki kuruma da çok büyük zarar veriyor. Türkiye'deki kamplaşmayı da derinleştiriyor.

Cemaatçi değilim
Ben hiçbir zaman 'cemaatçi' olmadım ve kendimi 'agnostik' olarak tanımladım. Ama üniversitemde karşılaştırmalı din dersleri verip, bu konuları çalışıyorum. Fethullah Hoca ile ilk mülakatımı 94-95'te gerçekleştirdim. Hoca, son derece karizmatik bir din alimi. Onun hareketi, din ekseninde bir ahlak ve şahsiyet inşa etme arzusu ile ortaya çıkan bir hareketti. 90'lara dek 'İslami söylemle karakter mimarlığı yapma' arzusu devam etti. ABD'ye gelince daha da siyasileşti ve bugünkü iktidarın en büyük ortağı oldu. Başlangıç noktası ile 2010'daki hareket noktası arasında çok büyük fark var.

AKŞAM

Hanefi Avcı'dan çok vahim iddialar
20 Ağustos 2010

Bir dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanı, Eskişehir İl Emniyet Müdürü olan Hanefi Avcı’dan tartışma yaratacak iddialar...

Emniyet teşkilatında teknik-elektronik istihbaratın kurucusu olarak bilinen Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı, Fethullah Gülen cemaatinin başta emniyet ve yargı olmak üzere devlet kurumları içindeki yapılanmasıyla ilgili kitap yazdı...

Avcı, piyasaya yeni çıkan “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adlı kitabında “Aslında herkes biliyor ama kimse dillendirmiyor. Ben açıkça ifade ediyorum ki, son zamanlarda gündemi meşgul eden tüm iddiaları yayan cemaattir” diyor...

“Büyük illerin emniyet müdürleri ve valileri bilsinler ki, emirlerindeki polislerin bir kısmı kendilerini değil, cemaatin imamını amir olarak kabul ediyor” iddiasını dile getiriyor, ancak somut kanıt ve belgelere değil ‘tecrübelerine ve duyumlarına’ dayanıyor...

Bir dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanı, Eskişehir İl Emniyet Müdürü olan Hanefi Avcı’nın “Haliç’te Yaşayan Simonlar Dün Devlet Bugün Cemaat” adlı kitabının ilgi çekici bölümleri özetle şöyle:

DANIŞTAY OLAYI...



O gün Alpaslan Arslan’ın telefonlarını hızla inceleyen Ankara polisi, ilk bakışta görüştüğü kişiler arasında Muzaffer Tekin’i görünce hemen olayın failinin Ergenekon örgütü olduğunu açıkladı. Aslında olayın çok iyi tahlil edilmesi ve araştırılması gerekiyordu ama bunun için zaman yoktu... Polisin istihbarat birimlerindeki Ergenekon’u ortaya çıkarma çabasına, tüm büyük ve vahim olayları Ergenekon’a bağlama şeklindeki cemaatten gelme anlayış eklenince bir anda Danıştay olayı ciddi hiçbir delile dayanmadan Ergenekon’a bağlandı... İstanbul polisi failin arkasında Şeyh Salih Kurter olduğunu ileri sürünce Ankara artık gerçeği bulmak yerine, olayın Ergenekon’la bağlantısını kurmak için herşeyi ve her yöntemi denemeye başladı. Her şeyi çarpıtarak kullanmak normal kabul edilir hale geldi.

İddialarımın ispatı için istihbari dinleme kayıtlarına bakılması yeterli olacaktır. Muzaffer Tekin başta olmak üzere Alparslan Aslan ile irtibatlı olduğu iddia edileren herkesin Danıştay olayından en az bir yıl önce dinlendiği ortaya çıkacaktır. Bu dinleme kayıtları ortaya konulursa, bu kişilerin olaydaki rolleri net olarak anlaşılır. Benim aldığım bilgiye göre, bu kişilerin konuşmalarında onların garip ilişkiler içerisinde olduğunu gösteren emareler vardı ama Danıştay olayı ile ilgili hiçbir şey yoktu.


ERGENEKON ...



Ergenekon davasında ortaya konan iki konu çok kesin ve net olarak yanlış ve mantıksızdır: PKK, Dev-Sol, Hizbullah gibi örgütleri Ergenekon’un yönettiği iddiası yanlıştır. Böyle birşeyin gerçek olamayacağını aklı ve mantığı olan herkese ben iki kere iki dört eder kesinliğinde ispatlayabilirim.

Danıştay saldırısı, Hrant Dink’in öldürülmesi, Malatya’daki Zirve Yayınevi katliamı gibi olayların görünen faillerinden başka Ergenekon veya benzeri gruplar tarafından yapılmış olacağına mevcut deliller ve olayların oluş biçimine bakarak kimse beni ve makul birini ikna edemez. Bu iddialar zorlamadır


Yazdır Gönder Eksenim RSS SMS
Güncelleme:20 Ağustos 2010 10:00
BAYKAL KASETİ:
Baykal’ın gizli kamera görüntülerini içeren kaseti kim yaptı, niçin yaptı? İnternetteki görüntülere bakılırsa bu işi yapanlar ellerindeki görüntülerden en az incitici olacak bir klip hazırlamışlar. Sadece Baykal’ın mı böyle görüntüleri var? “Kim yaptı” sorusuna cevap ararsak: Bu olayın ilk benzeri Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’e yönelik hazırlanmıştı, bugün bu olayı cemaatin yaptığından en ufak şüphem yok...

Korgeneral Metin Yavuz Yalçın’ın bir kadınla telefon konuşmalarının basına sızdırılması, Tümgeneral Levent Türkmen’in otelde bir kadınla uyuşturucu ihbarı iddiası ile basılması ve istifası, İzmir’de bir Albay’ın, eşinin kendisini aldattığı iddiaları ile fotoğrafların basına sızdırılması, Ergenekon v.b adlarla yapılan tahkikatlarda bulunan özel hayata ait bilgiler, hakim ve savcılar hakkında uygunsuz görüntü iddialarının yayılması ve daha pek çok benzer olay aslında hep aynı adresi göstermektedir. Bu işleri yapabilecek yegane grubun cemaatin Emniyet İstihbarat birimi içerisindeki unsurları olduğu ortaya çıkar. Bu işi profesyonelce yapabilecek tek grup cemaattir.


ERZİNCAN OLAYI...
(Hanefi Avcı, 13 sayfa Erzincan’daki cemaat soruşturmasını tüm detaylarıyla anlattıktan sonra şu sonuca varıyor:)... Hükümet ve cemaati dehşet senaryoları ile ürkütüp Savcı İlhan Cihaner ve 3.Ordu Komutanı Saldıray Berk’e karşı yöneltilen ve hakka hukuka uymayan tahkikatlar hükümet, cemaat ve polis açısından bakıldığında doğruydu. Maddi deliller gerçek bir irtica eylem planına işaret ediyordu. Varlığına yüzde yüz inanılıyor, gizli tanıklarla ve doğruluğu tartışmalı delillerle iddialar güçlendiriliyordu. İnandırıcı gözüken bu delillerin iyi bakıldığında göründüğü gibi olmadığı anlaşılacaktır. Bu davadaki gariplikler bir kitapa sığmayacak kadar karışık ve kapsamlıdır.

REKTÖR VE BÜYÜKANIT...
Türkiye’de adli işlemlerdeki ilk anormallik Van Rektörü Yücel Aşkın hakkındaki dava ve Şemdinli İddianamesi ile başladı. Ama o gün farkedilmedi, temiz bir savcının yaptığı aşırılıklar gibi gözüktü. Aldığım bilgiler ve değerlendirmeler ışığında bugün anlıyorum ki olay sıradan bir savcının işi değildi. Cemaatin adli sistemi kullandığı ilk operasyondu.

BALYOZ...
Şu açık olarak görülmektedir ki ordu başta olmak üzere her kurum bünyesindeki gizli oluşumlar içinde cemaatin casusları var. Bu casuslar buralarda edindikleri her bilgiyi ve dökümanı taşıyorlar.. Bu belgelerin kullanılmasını hukuki hale getirmek için cemaat elemanları tarafından bir yerlere konulup aramalarda bulunduğu süsü verildiğine dair ciddi emareler var. Kimi zaman da amaca yönelik belge üretiliyor. Bazen ele geçen belgeleri yanlış yorumluyorlar, cami bombalama timi gibi saçma konularda uydurma belgeler ortaya çıkıyor...

CEMAAT OPERASYONU: ...
Hedef seçilen kişilerin önce telefon detayları analiz edilecek, gizli ve özel görüştüğü kişiler belirlenecek, gerekiyorsa eşleri, çocukları veya yakınlarının telefon görüşmeleri aynı şekilde analiz edilecek, özel ilişkileri belirlenecek. Daha sonra başka isimlerle veya IMEI numarası üzerinden dinleme yapılacak, buluşmaları v.s varsa fotoğraflanıp videoya alınacak, ardından elde edilen bu sesler veya fotoğraflar internet sitelerinde profesyonelce yayınlatılacak. Maalesef bütün internet sitelerinde yayınlanan sesler ve fotoğraflar, aynı grup tarafından yöntemler kullanılarak hazırlanmıştır.. Eğer hedef seçilen kişiler çok özel üst düzeyde yetkili kişiler ise o zaman çok daha özel devletin istihbarat amacıyla aldığı alet ve sistemler kullanılacaktır. Bu yapılanların sınırının ne olduğunu tahmin bile etmek zordur.

ARAMA YAPILSA ...
Cemaatin İstihbarat Dairesi’ndeki teknik personelinin bir süre önce yurtdışına giderek gizli ses ve görüntü kayıt eden çok miktarda saat, kalem görünümündeki teknik cihazlar aldığı, küçük dinleme sistemleri alıp askeri ve belli kurumlardaki adamlarına verdiği, bu yöntemle her yerde ortam dinlemesi, gizli kayıtlar yaparak bilgi toplandığını duymuştum. Bugün sık sık kaynağı belirsiz şekilde internete düşen bu ses ve görüntülerin kaynağı çoğunlukla bu tür bilgilerdir. İstihbarat Daire Başkanlığı’nda arama yapılsa, cemaatin kendine ait özel dinleme ve izleme aletleri bulunacağından hiç tereddütüm yoktur.

Cemaat haricindeki herkes bu görüntüleri internete yayarken iz bırakır ve yakalanır, bir tek onlar bu sistemin başında olduklarından iz bırakmadan bilgileri yayabilirler.


Yazdır Gönder Eksenim RSS SMS
Güncelleme:20 Ağustos 2010 10:00
İTTİHAT TERAKKİ...
Osmanlı’nın yıkılışı İttihat ve Terakki ile Jön Türk hareketinin, devlet kurumları ve ordu içerisinde örgüt kurması, ordunun ve devletin sistemini bozmasına bağlanır. Bugün cemaatin yaptığının bundan farkı yoktur. Polis, ordu, MİT, jandarma, yargı ve diğer devlet kurumları içerisinde ayrı bir hiyerarşik örgütlenme kurarak ve bu teşkilatların sistemlerini bozarak çalışmalarını engelliyorlar. Üstüne üstük bu teşkilatların personeli arasında ayrım, güvensizlik ve düşmanlık yaratarak kurumları içerden ve tamir olunmaz biçimde yaralıyorlar.
İşler nasıl yürüyor? Genelde her kurumun imamı işleri yürütüyor. Emniyet, ordu, MİT, basın, yargı, maliye gibi tüm buyuk kurumlardan sorumlu olan bir imam var. Her imamın altında o kurumun her biriminde sorumlular mevcut. Tüm illerde örgütlüler.

‘Hayatım zehir zindan olacak’

Öğrenciliği sırasında beş vakit namaz kıldığını, başka öğrencilerle kaldığı bir evde Fethullah Gülen’le de karşılaştığını anlatan Hanefi Avcı, bu kitabı neden yazdığını şöyle anlatıyor: Genel kanaat bürokratların emekli olunca yazmaları gerektiği yönündedir. Herşeyin bayatı tatsız olduğu gibi bilginin bayatı bir işe yaramayacağı, zamanında yapılmayan uyarıların anlamını yitireceği için kitabı bir an önce yazmaya karar verdim...
Bunun bedelinin ne demek olduğunu biliyorum. Kimsenin anlamayacağı kadar ağır olacağının, hayatımın zorlaşacağının, cehennemin bu dünyada tattırılmaya kalkılacağının farkındayım. Bu daha önce bilinenlere benzemeyecek, onu da biliyorum. Fakat bedeli ne olursa olsun buna karşı çıkacağım, iki yüzlü olmayacağım, yanlışı kim yapıyorsa yapsın yanlıştır anlayışıyla bu yapılanların karşısında duracağım...

Son söz olarak şunu ifade etmek istiyorum: Herhangi bir tahkikat yapılabileceğine inanmıyorum ama cemaatin yönetici imamları hakkındaki gizli bilgileri Ankara ve İstanbul Başsavcılıkları ve bazı başka makamlara yazılı şikayet/ihbar dilekçesi olarak vereceğim... Tıpkı bu kitabı yazmaktaki amacımda olduğu gibi, dilekçe vermekte ısrar etmemin nedeni, ülkeme karşı sorumluluğumu yerine getirmiş olma duygusundan başka bir şey değildir...”



NELER YAPILMALI
Maalesef bu gruba karşı çıkmak çok kolay değil. Öncelikle istihbari dinlemeler ciddi olarak araştırılmalı, kişileri tehdit ve şantaj amaçlı kanunsuz olarak dinleyenler tespit edilmeli. Bugün tahminlerin üzerinde pervasızca insanlar dinleniyor ve bu dinlemeler tamaman cemaatin kontrolünde kullanılıyor.

DENETİM: Polis, Jandarma ve MİT’in vatandaşlara yönelik dinleme işlemleri mutlaka denetlenmelidir. Bir defaya mahsus denetim değil, sürekli denetim mekanizması kurulmalıdır.

HAKİM VE SAVCILAR: Özel yetkili mahkemelerin son 6-7 yılda atanan tüm hakim ve savcıları emsali hakim ve savcılarla değiştirilmelidir. Bu sağlanmadan cemaate muhalif olan hiç kimsenin özgürlüğü ve hayatı güvencede olamaz. Mevcut kadro ile adalet mümkün değil.

MÜFETTİŞLER: Adalet Bakanlığı’nda başta il savcılarını ve diğer savcı ve hakimleri hiçbir hukuki şüpheye dayanmadan dinlettiren cemaat yanlısı müfettişler bu görevlerden uzaklaştırılmalıdır.

HESAP SORULMALI: Cemaat adına yapılan, Emniyet Genel Müdür Yardımcıları Emin Aslan, Mustafa Gülcü, Celal Uzunkaya ve Sakarya Emniyet Müdürü Faruk Ünsal’ın haklarındaki davaların, Savcı Cihaner ve arkadaşları hakkındaki tahkikatların yapılış biçimleri tarafsız savcılar tarafından tahkik edilmeli, bu olayda iftira eden polis, savcı ve hakimler yargılanmalı, kurdukları tuzakların, uydurulan delillerin hesabını vermeleri sağlanmalıdır.

BAĞLANTIYA DİKKAT: İstanbul, Ankara, Erzurum ve İzmir’deki bazı özel yetkili savcılar ile bu iller dışındaki bazı polis birimleri arasında illegal bir ilişkinin varlığı açıkca gözükmektedir.

DEVLET SAHİP ÇIKSIN: Cemaatin dört koldan başlattığı propaganda karşısında hedef olan hakim, savcı, polis müdürü, muvazzaf veya emekli askerlerin tek tek kendilerini koruma ve savunma imkanları yoktur. Devlet bu kişileri korumalı, kendilerini savunmaları için imkan vermelidir.

HANEFİ AVCI: HALİÇ'TE YAŞAYAN SİMONLAR: DÜN DEVLET, BUGÜN CEMAAT
Kitabın adı nerden geliyor?

Hanefi Avcı, kitabına koyduğu “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adının anlamını kitabında şöyle açıklıyor:

Simonlar... Onlara empoze edilmiş, beyinlerine işlenmiş örgüt gerçekleri uğruna savaşıyorlar, bu gerçekler uğruna ölümü göze alıyorlar, bunun dışındaki haksızlıklara ses çıkarmıyorlar... İtaat kültürünün hakim olduğu, grup menfaati için itaatin istendiği her yerde Simonlar var.
Haliç... Haliç bir zamanlar inanılm
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Ekm 04, 2010 10:36 pm    Mesaj konusu: Fethullah Gülen'in çiftliği Alıntıyla Cevap Gönder

Fethullah Gülen'in çiftliğinde röportaj ve şok edici soru
28-Eylül-2010,
Fazıl Kara

Kahvaltı ortamında gerçekleşen görüşmede Cüneyt Özdemir'in sorduğu şok edici soru Fethullah Gülen'i kahvaltı masasından kaçırdı. Ve bu soru görüşmeyi bitiren soru oldu.

Fethullah Gülen ABD Pensilvanya’da yaşadığı 110 dönümlük göletli çiftliğinde, Türkiye’den dört gazeteci ile görüştü. Haber Türk gazetesi yazarı Serdar Turgut, CNN Türk Yayın Danışmanı Ferhat Boratav, 5N+1K programı yapımcısı Cüneyt Özdemir ile Zaman gazetesi yazarı Bejan Matur.

Kahvaltı ortamında gerçekleşen görüşmede Cüneyt Özdemir’in sorduğu şok edici soru Fethullah Gülen’i kahvaltı masasından kaçırdı. Ve bu soru görüşmeyi bitiren soru oldu.

Fethullah Gülen’in yaşadığı çiftlik daha önce Hrsitiyan yaz kampı olarak kullanılıyormuş. Şimdi Fethullah Gülen cemaati kullanıyor..!
Time dergisinde Nisan 2010’da yayımlanan bir yazıda Fethullah Gülen’in ilk çalışanlarının da Hrsitiyan misyonerler tarafından eğitildiği açıklanmıştı.
İşte o satırlar:
“Gülen'in metodu Katolik Cizvitler'in dini iyi bir eğitim ile yaymasına benziyor. Zaten Gülen'in ilk çalışanları da, Afrika ve Güney Amerika'da deneyim kazanmış Hıristiyan misyonerler tarafından eğitildi.”

Fethullah Gülen’in Hrsitiyanlığı,Yahudiliği ve Müslümanlığı birleştirerek, hoşgörü-diyalog ayakları ile dünya üzerinde yeni bir din oluşturma ve bu dinin lideri olma amacında olduğu akla geliyor, yürüttüğü faaliyetlere bakınca. Özellikle “Diyalog” ve “Hoşgörü” kapsamında İslama zarar verici radikal adımlar atması, bu hevesini açıkça ortaya koyuyor. Maalesef bu konuda kendisini destekleyen ve gaz veren de çok. Bugünlere de böyle geldi.

Cüneyt Özdemir’in çiftlik ile ilgili izlenimleri, daha önce basına yansıyan görüntülerle aynı.
“Fethullah Gülen Pensilvanyanın hemen yakınında 110 dönümlük bir çiftlikte yaşıyor. Türkiye’den ayrıldığında cemaatin öğrencilere eğitim amacı ile aldığı bir çiftliğe gelmiş yerleşmiş. Çiftliğin girişinde basit bir kulübe var. Arazinin içinde yaklaşık 10-15 müstakil ahşap bina dağılmış. En büyüğü üç katlı kahverengi bir bina. Bugün Gülen Cemaatine evsahipliği yapan bu çiftlik eskiden bir hristiyan okulunun yaz kampı olarak kullanılıyormuş. Ağaçların arasında yürürken karşınıza araziye ait bir göl çıkıyor. Şaşırıyorsunuz…”



Mavi Marmara ile ilgili daha önce “İsrail’den izin alınmalıydı” sözleri büyük tepki çekmişti. Bu defa daha çok tepki çekecek bir şey söyledi. Evet..Mavi Marmara’da hunharca katledilenler şehit değilmiş..! Cüneyt Ülsever anlatıyor:
“Sohbetimiz sırasında konu İsrail ve Mavi Marmara gemisine geliyor. Fethullah Gülen Mavi Marmara’da pek çok gönüllünün sürekli tekrar ettiği “şehit olmaya gidiyoruz” retoriğine şiddetle karşı çıkıyor. Böylesine bir şeyin şehitlik bile kabul edilemeyeceğini söylüyor.”

İsrail aleyhindeki kısımlar sebebiyle STV’de yayınlanan Tek Türkiye dizisine bile ayar vermiş:
“Bir ara konu STV’de yayınlanan Tek Türkiye dizisine geliyor. Hatırlayacaksınız bu dizi Stv’nin Kurtlar Vadisine alternatif olarak çektiği bir dizi. Gülen’in daha önce İsrail ile Türkiye arasında çeşitli diplomatik krizlere neden olan bu dizinin sıkı bir takipçisi olduğunu anlattıklarından anlıyoruz. Hatta dizinin içindeki kimi radikal bölümlerinin bizzat değiştirilmesini istediğini de söylüyor.”

Türkiye deki her şeyi yazarları bile tek tek internetten takip ediyormuş. Yani cemaat’in Türkiye’de yedikleri naneden ve ülkeye verdikleri zarardan, haberi yok değil..! Cüneyt Özdemir bunu şu cümleleri ile anlatıyor:
“Bir gün once New York’dan yaptığım yayını seyretmiş. ‘Arasıra arkadaşlar internet üzerinden gösteriyorlar yayınlarınızı takip ediyorum’ diyor. Şaşırıyorum…”

Ve işte Fethullah Gülen’i kahvaltı masasından kaçırtan soru… Hanefi Avcı’nın yazdığı kitapla ortaya çıkan ve yıllardır Türkiye’yi geren olaylar... Türkiye’deki cemaatin tüm operasyonlarını 35 yaşındaki Kozanlı bir gencin yönetiyor olması… Orduya karşı yürütülen operasyonlar, polis ve adliyedeki yapılanmalar vesaire.. Cüneyt Ülsever bir kitap yazıyor ve bu konuları çok merak ediyor. “Önemli İşler Dairesi” isimli kitabını yayına hazırlarken çok şey öğreniyor. İşte tüm bunları düşünerek o şok edici soruyu soruyor:

“Sohbet ilerledikçe Fethullah Gülen daha rahat konuşuyor. O konuştukça biz de rahatlayıp sorularımızı daha net bir şekilde sormaya başlıyoruz. Lafı hiç dolandırmadan soruyorum.
“Türkiye’da çok tartışılan konulardan bir tanesi cemaatin içindeki yöntemler. Sizin rahatsız olduğunuz olmuyor mu? Siz cemaat adına cemaatçilerin yaptıkları herşeyin farkında mısınız? Rahatsız olduğunuz var mı?” diye kafadan soruyorum.
Hafif bir sessizlik oluyor ama Fethullah Gülen kendinden emin. Bazen kendi iradesine rağmen aşırı davrananlar olabileceğini söylüyor. ‘Bana rağmen benden daha çok uğraşanlar olabilir” diyor. Onlara uyarıları direk ‘Şunu neden böyle yaptın?’ ya da ‘Bunu böyle yapma!’ şeklinde değil sohbet toplantılarında telkinlerle bildirdiklerini söylüyor.
Söyler söylemez de rahatsızlığı nedeni ile içeriye gitmesi gerektiğini söylüyor. Masadan kalktığında yardımcıları tatlı tatlı da olsa net bir şekilde ‘Daha fazla siyaset konuşulmamaması gerektiğini ve başka soru sorulmaması gerektiğini’ vurguluyorlar.

Ve bu gazetecilerin kahvaltı masasındaki son konuşmaları oluyor.

Daha sonra ağaçlarla kaplı göletli villalardan oluşan malikanenin patika yollarında dolaşırken cemaatin önde gelenlerinden biri lafı ağzından kaçırıyor:
“Mesela senin sorduğun soruyu başkaları alıp ‘Bakın Gülen kendi cemaatini bile kontrol edemiyor’ diye aleyhimize kullanabilirler. Oysa böyle bir durum yok.”

Görüşme sırasında Fethullah Gülen, Türkiye’ye dönerse yaşamak istediği yer olarak ise hiç çekinmeden İzmir olduğunu söylemiş. İzmir halkı, ABD’de göletli villalar içinde çiftlikte yaşayarak, arkasına dış güçleri alarak Türkiye’nin altını üstüne getirenleri, değil İzmir’de Türkiye’de bile yaşatmaz. Bu ülkenin düşmanlarını, Kurtuluş savaşında düşmanları denize döktüğü gibi döker..!

Görüşmeyi yapan gazetecilerin şaşırtan yönü ise, görüşmeyi ballandıra ballandıra ve çok olağanüstü bir şeymiş gibi anlatmaları. Büyülü bir hava varmış gibi vermeleri. Türkiye’den uzakta ABD’de göletli villalardan oluşan bir çiftlikte ünlü bir kişi ile karşılaşınca böyle oluyor galiba… Yavaş yavaş alışırlar, ünlülerle konuştukça, onların da sıradanlaştığını…

Görüşmeyi sitesinde yayınlayan Cüneyt Özdemir’e cemaatin destekçileri yorumları ile müthiş gaz vermişler. Talimat üzerine yazıldığı belli olan tek tip yorumlar oldukça belirgin ve yağ damlıyor…!

http://www.fikriyet.com/

Fethullah Gülen'in çiftliği ABD'yi karıştırdı
19-Nisan-2010
Halil Filiz


Eski FBI danışmanı Paul L. Williams Fethullah Gülen'in yaşadığı çiftliğe gitti ve resimleri çekip kendi Blog'unda yayınladı.

ABD Fethullah Gülen’in çiftliğini tartışıyor
Eski FBI danışmanı Paul L. Williams Fethullah Gülen’in yaşadığı çiftliğe gitti ve resimleri çekip kendi Blog’unda yayınladı.
Daha sonra çiftliğin olduğu bölgede yayın yapan Pocono Record isimli yerel bir gazete, çiftlikte resimler çekerek konuyu inceledi.

Kanald Haber’in konuyla ilgili yazısı şöyle:

“ABD’li öğretim üyesi olan eski FBI danışmanı Paul L. Williams adlı aşırı sağcı gazetecinin “Son Haçlı Seferi” adlı internet blog’unda yazdığı yazı ile patlak verdi. Williams, Gülen’in yaşadığı “Altın Jenerasyon İbadet ve Dinlenme Merkezi” ne (Golden Generation Worship and Retreat Center) gidip burada çektiği fotoğraflarla Gülen’i ağır ifadelerle eleştiren bir yazı yazdı. “Dünyanın en tehlikeli İslamcısı’nı Afganistan’da, Pakistan’da, Sudan’da ya da Somali’de aramayın. Yanıbaşımızda 30 milyar dolarlık servetiyle dünya genelinde bir halifelik kurmak için çalışıyor.”

Paul L. Williams , Fethullah Gülen’in yaşadığı çiftliğin adresini 1857 Mt. Eaton Road in Saylorsburg, PA (Pennsylvania - Pensilvanya okunur) olarak veriyor. Adres Google Map ve Google Sokak Görüntüleri’nden görülebiliyor. Önceki yıllarda da benzer haberler çıktığı için Fethullah Gülen’in hala bu adreste olup olmadığı ise tartışmalı.

Geçen yıl Fethullah Gülen’in ABD’de Pensilvanya'da yaşadığı çiftlik yine tartışılmış, Odatv de çiftliğin kapısındaki ABD bayrağına dikkat çekmişti.

Gazetelerde çıkan Fethullah Gülen’in yaşadığı çiftliğe ait resimleri aşağıdan görebilirsiniz.

ABD Gazeteleri ve ilgili haberler için kaynaklar:

http://thelastcrusade.org/2010/04/06/islamic-armed-fortress-emerges-from-pocono-mountains/
http://www.poconorecord.com/apps/pbcs.dll/article?AID=/20100418/NEWS/4180350

http://haber.kanald.com.tr/haber.aspx?haberid=2173&catid=33
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=11906866&tarih=2009-06-21
http://www.odatv.com/n.php?n=herkes-fethullah-gulenin-abddeki-evini-haber-yapti-2306091200

oktay 48 [ 28-Eylül-2010, 17:35 ]
Çiftliği önceden Hristiyanlar yaz okulu için kullanıyorlarmış, şimdi bunlar. değişen bişi yok..!
Cüneyt Özdemir röportaj için gittiğinde görmüş.
"Fethullah Gülen Pensilvanyanın hemen yakınında 110 dönümlük bir çiftlikte yaşıyor. Türkiye'den ayrıldığında cemaatin öğrencilere eğitim amacı ile aldığı bir çiftliğe gelmiş yerleşmiş. Çiftliğin girişinde basit bir kulübe var. Arazinin içinde yaklaşık 10-15 müstakil ahşap bina dağılmış. En büyüğü üç katlı kahverengi bir bina. Bugün Gülen Cemaatine evsahipliği yapan bu çiftlik eskiden bir hristiyan okulunun yaz kampı olarak kullanılıyormuş. Ağaçların arasında yürürken karşınıza araziye ait bir göl çıkıyor. Şaşırıyorsunuz. "

tarık [ 20-Nisan-2010, 00:31 ]
"Golden Generation" doğru tercümesi "ALTIN NESİL" olur. Altın Nesil'in ne olduğunu da bilenler bilir...
http://www.fikriyet.com/

HOCAEFENDİ ŞEHADETSİZ GİTTİ!
Fatma Sibel YÜKSEK
19.11.2010

Sonda söylenmesi bekleneni baştan söyleyelim:
Bu film düpedüz bir hıristiyanlık propogandasıdır.

Bazılarının haklı bir şekilde dikkat çektiği gibi bir "dinlerarası diyalog filmi" bile değildir. Anlaşılan o aşamayı geçmiş bulunuyoruz; New York'ta Beş Minare, açık bir hıristiyanlık propogandasıdır.

Dinlerarası diyalog, "Hepimiz aynı Tanrı'nın çocuklarıyız" şiarıyla Müslümanlığı, hıristiyanlığın içinde eritmeyi amaçlayan mega emperyalist bir projedir. Gelinen noktada, bu projenin önemli ölçüde başarılı olduğu, sıranın müslümanları hristiyanlaştırmaya geldiği anlaşılmaktadır...

Dikkat edilirse, AKP'ye ve Gülen cemaatine bağlı gazetelerin "sinema yazarları" dikkatleri filmin mesajlarından çok "Halk çocuğu Mahsun'u küçümseyen sanat elitleri" sorununa çekmeye çalışıyorlar.

Onlara göre milletin bağrından kopan ve bütün engellemelere karşın dişiyle tırnağıyla kazıyarak kendisini kanıtlayan Mahsun Kırmızıgül, yeni bir Yılmaz Güney efsanesi olarak parlamaktadır.

Bütün her şeyi ele geçirdikleri ve dünyanın sayılı zenginleri arasına girdikleri halde bu "eziklik" edebiyatından vazgeçmiyorlar. Rantı var çünkü; siyasette olduğu gibi sinemada, futbolda, edebiyatta da...

Oysa ne Mahsun Kırmızıgül ezik halk çocuğu, ne de onu küçümsemeye çalıştığı varsayolan "elitler" elittir...

New York'ta Beş Minare filminden anlaşıldığı üzere Mahsun Kırmızıgül'ün elinden tutanlar tutmuştur. Tarih, özellikle de bizim coğrafyamız, küresel elitler tarafından elinden tutulan "ezik halk çocukları" ile doludur. İngiltere Kraliçesi'nin elinden şövalye nişanı bile aldılar! Mahsun Kırmızgül'e de bir Oscar ödülünü çok görmesinler artık...

Bu film bir hıristiyanlık propogandasıdır;

Kafalarımıza "gerçek müslümanlığın timsali" olarak kazınmak istenen Hacı Gümüş tiplemesinin aile yaşamı ve savunduğu fikirler bakımından müslümanlıkla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Kırk yıllık karısı boynunda haçla gezmektedir ve Hacı Gümüş eşini bırakın Hak dinine davet etmeyi, bu durumu sürekli "Hepimizi aynı Allah yaratmadı mı" diyerek kutsayıp durmaktadır.

Hacı Gümüş'e göre bir Allah vardır, bir de insanlar. Dinler, özellikle müslümanlık yoktur. Herkes Allah'la kendince bir bağ kurmakta, buna da "din" denilmektedir. Oysa herkesin karısı boynunda haçla gezse, kızı kilisede nikah kıydırsa ne güzel olacaktır!

Haydi karısını Müslüman yapmayı başaramamış diyelim, kızını da müslüman yapamamıştır bizim Hacı...Zaten bu durumdan şikayetçi de değildir, bilakis o böyle mutludur. Torunlarının hangi soya mensup olacağını bile merak etmemekte ve bizlere de bu hibrit hayatın güzelliklerini anlatmaktadır.

(Kızı "jasmin"in hangi dini tercih ettiği tamamen muğlak bırakılmıştır. Hristiyan bir gençle evlenmesine ve kilisede nikah kıydırmasına bakılırsa annesinin dinine daha yakın durmaktadır).

Hacı Gümüş'ün sık sık tekrarladığı üzere hepimiz Allah tarfından yaratılmışızdır, ondan gelip ona gitmekyetizdir; o zaman ne önemi vardır hangi dine mensup olunduğunun? Önemli olan, "büyük buluşma" olduğuna göre geriye İsa Mesih'in gökten inip hepimizi hıristiyanlığın şemsiyesi altına davet etmesini beklemekten başka ne kalmıştır?

İslamiyetin kadın-erkek mahremiyeti bakımından kesin olarak yasakladığı davranışlar da Hocefendi'nin karısına ve kızına mübahtır nedense.

Örneğin, Hocaefendi'nin karısı, New York'lu müslüman lideri canlandıran Danny Glover ile sık sık sarmaş dolaş olmakta, hatta Hacı'nın İstanbul'da serbest bırakılması üzerine yanak yanağa öpüşebilmektedir!

Hayır, bizce bir sakıncası yok da "Hocaefendilik" mertebesine erişmiş bir muhteremin nikahlı karısı (hıristiyan bile olsa) kocasının gözü önünde yabancı bir erkekle sarılıp öpüşebilir mi?

Hacı Gümüş der ki:

"Öpüşür"

Niye?

Çünkü, hepimizi aynı Allah yarattı!

O zaman niye Madımak otelini yaktınız, oruç tutmayanları bıçakladınız, ülkeyi yıllardır türban tartışmasının içine soktunuz ve de "Tükürürüm böyle sanata" dediniz efendiler?
......................

Filmde, bağnazlığın ve önyargının ister hıristiyanlıktan, ister İslamiyet'ten gelsin "kötü bir şey" olduğu vurgulanmaktadır. Hıristiyanların, müslümanlar konusundaki ön yargılarının miladı 11 Eylül'dür nedense.. Bu olayla birlikte bütün müslümanların terörist olduğuna inanmaya başlamışlardır, yoksa tarihte hâşâ böyle bir bakış açıları vâki değildir.

Özünde iyi insanlardır aslında, Müslümanlara saygılıdırlar. Evet, 11 Eylül'le birlikte bir önyargı sahibi olmuşlardır ama bizimkiler gibi işi domuz bağı yapmaya kadar götürmemekte, en fazla camiye ayakkabı ile girme nezaketsizliğini göstermektedirler. Belki bu davranışı bile hoş görmek gerekebilir, ne de olsa camiyi basan FBI şefi, kardeşini İkiz Kuleler'de kaybetmiştir...

Hristiyanların en kötüsü mavi gözlü FBI şefi gibi olurken, Batman'da yakalanan Hizbullah liderini canlandıran oyuncunun tipine baktığımızda; bizim müslümanlarda tipsizlik, cehalet ve kötülüğün haddi hesabı olmadığını görürüz (!)

İşte bu tipsiz ve de cani insanlar sayesindedir ki hıristiyan dostlarımız İslamiyet hakkında yanlış kanaatler edinmektedir. Oysa herkes, Hacı Gümüş gibi birer çantada keklik, birer kucakta karpuz, birer "our boys" olsa nasıl da mutlu olacağızdır!

Bu filmi çekenlere göre 11 Eylül'den doğan küçük bir önyargı dışında hıristiyanlığın hiç bir kusuru yoktur. Buna mukabil, Müslümanların arasında gani gani sapkın, terörist, cani kol gezmektedir. Zaten Irak'ta filan öldürülenler de bunlardır canım, yoksa namazında niyazında müslümanlar değil..

Filmin pek övünülen görselliğini Hollyood'tan ünlü bir görüntü yönetmeninin ücret mukabili gerçekleştirdiğini öğrenmiş olduk. Helikopterle gökdelenler üzerinden yapılan çekimler, Polis Akademisi yemin töreninde binlerce kişinin aynı anda topuk selamı vermesi, Ali Sürmeli'nin yaptırdığı zikir ayinleri vs. gibi sahneler "görkemliydi" ama yine de klasik Amerikan filmi sahneleriydi. Hizbullah evlerine yapılan baskın sahneleri de başarılıydı.

Türk sinema ve tiyatrosununn bütün tecrübeli oyuncuları seferber edildiğine göre oyunculuğun da başarılı olduğunu söylemeliyiz. Hacı Gümüş'ün daha ilk cümlesinde suçsuzluğuna iknâ olup "yavşamaya" başlayan Mustafa Sandal da, asosyal Türk Polisi tiplemesi Mahsun Kırmızıgül de oyunculuk mesleğinden gelmemelerine rağmen iyiydiler.

Hacı Gümüş'ün Bitlis'teki anasını canlandıran Suna Selen'in yüzündeki botoks ve operasyonla kaldırılmış kaşları, iyi oyunculuğa gölge düşürdü.

"Bilindiği gibi AB uyum yasaları çerçevesinde ülkemizde artık işkence yapılmıyor olup insan hakları alanında önemli adımlar atılmıştır" gibi replikler ise tek kelimeyle utanç vericiydi. Neredeyse, "AB'den sorumlu Devlet Bakanımız Egemen Bağış, gecesini gündüzüne katarak çalışıyor olup, kendisini en yakın zamanda Dışişleri Bakanlığı koltuğunda görmek en büyük arzumuzdur" bile diyeceklerdi...

FBI'ın elinden operasyonla terör şüphelisi alabilecek kadar organize bir gücün başında bulunan şahsın sadece, "Buban gurban olsun sağa yavrıııımmm" deyip ağlayan sıradan bir "baba yüreği" olduğuna inanmamız da istenmiştir ki bu konuda "Aptal olduğumuza ilişkin vardır bir bildikleri" demekten başka bir yorum yapamıyoruz...

Film boyunca yanlış anlamalara meydan verebilecek bütün durumlar düzeltildi. Örneğin Fırat gibi dindar bir aileden gelen bir polis, normalde Hacı Gümüş'ten bu derece nefret edebilir miydi? Tabii ki edemezdi ve nitekim bu nefretin sebebinin bir yanlış anlaşılma olduğu ortaya çıktı. Mahsun, babasını Hacı Gümüş'ün öldürmediğine hemencecik iknâ oldu ve Hacı'nın "eceli" modundan, Hacı'nın bodyguard'ı moduna geçiverdi...

Mantık çelişkileri hayli vardı. Örneğin, polis Fırat'ın babası 1973 yılında öldürüldüğünde Hacı Gümüş, en fazla 13 yaşlarında bir çocuktur. Dolayısıyla, Fırat'tan en fazla on-on iki yaş büyük olabilir. 1973'te 12 yaşında olduğuna göre 1961 doğumlu demektir. Oysa Hacı Gümüş Fırat'a "oğlum" şeklinde hitap edebilmektedir. Haluk Bilginer'in oynadığı Hacı ayrıca en az 60 yaşlarında bir adamdır.

Yanyana hücrelere konulan Hacı Gümüş ile "Deccal" olarak yakalanan Hizbullah lideri arasındaki fark; veresiye veren bakkal ile peşin alan bakkal arasındaki farkı resmeden esnaf afişi gibiydi. Bak Ali Bak. İşte Gerçek Müslüman...Ali Bak Ali. İşte Pis ve Terörist Müslüman!

Filmin en önemli sahnesi, Hacı Gümüş'ün polis Fırat'ın dedesi tarafından öldürüldüğü sahnedir. Ölmeden önce geçmişteki menfur olayla yüzleşmeye ve de karısını ve kızını (nedense) polis maaşından başka geliri olmayan (üstelik yeni tanıdığı -ve de üstelik -karısı ve kızının hiç de böyle bir ihtiyacı yokken) Fırat'a emanet etmeye vakit bulan Hacı, şehadet getirmeyi aklına getirmemiştir.

"Nasıl olsa aynı Allah'a gitmiyor muyuz"

diye düşündüğünden ölmeden önce şehadet getirmeyi gereksiz buldu belki de...

Açıkİstihbarat

Etiketler : New York'ta Beş Minare, Diyalog, Hıristiyanlık Propagandası, AKP, Fetullah Gülen, ABD

Mahsun`un filmindeki Hocaefendi kim
13 Kasm 2010
Muharrem Bayraktar

Dünkü yazımızda New York’ta beş minare filminde, Amerika’da yaşayan hocaefendinin kızını ‘büyük bir coşku içinde’ bir Hıristiyan delikanlı ile evlendirdiğini yazmıştık. Bu süreç aslında Urfa’da başladı. Sosyoloji profesörü bir Hıristiyan olan Lester Kurtz, Müslüman Meryem ile evlendirilmişti.

Zaman gazetesi 15 Nisan 2000 tarihli sayısında “Bu bir devrim” manşetiyle verdiği bu habere ‘diyalogdan düğüne’ alt başlığını atmış ve haberi şöyle duyurmuştu: “Sosyoloji profesörü Hıristiyan Lester Kurtz ile gazeteci Meryem Kurtz’un nikahları Urfa’da İbrahim Camii’nde müftü, haham ve papazın huzurunda kıyıldı.”

Zaman’ın ‘Bu bir devrim’ diye duyurduğu haber, Kuranın, Müslüman kadınların Hıristiyan erkeklerle evlendirilmesini yasaklayan (Mümtehine 10, Bakara 221) ayetlerin emrine karşı bir devrimdi kuşkusuz.

Devrim, adı üstünde geleneksel bir uygulamayı, anlayışı ‘deviren, değiştiren’ faaliyet demekti.

İşte o devrimin bir benzerini New York’ta Beş Minare filminde rol alan hocaefendi ile devreye soktular. Karısı Hıristiyan olan hocaefendi, kızını ‘bu diyalog sürecinin’ doğal sonucu olarak ‘bir Hıristiyanla’ evlendirmekte beis görmüyordu.

Sizi biraz daha geriye getirelim ve bu sütunda yıllar önce yazdığım bir yazıya uzanalım:

“İki yıl evvel bir TV kanalında konuk olan Mehmet Aydın, sunucunun sorusu üzerine şu cevabı veriyordu: ‘Avrupa Birliği ile ilişkilerde bazı esneklikler göstermemiz lazım. Avrupa Birliği’ne gireceksek, ona göre düzenlemeler yapmamız şart (...) Kur’an’da Mümtehine Suresi 10. Ayette diyor ki; ‘Bu kadınlar, o inkârcılara helâl değildir.’ Avrupa Birliği’ne girecekseniz bu ayeti Batılılara izah edemezsiniz. Mü’min kadının, Hıristiyan erkekle evlenemeyeceğini söyleyen bir ayet, Batıda sıkıntı doğurur. Bunu gidermek lazım.” (23 Nisan 2000 – Samanyolu TV).

Mehmet Aydın, lafı ağzında eveleyip geveleyip dururken asıl meramı şuydu:
“AB’ye gireceğiz. Her yönden Avrupa’yla uyum içinde olmamız gerek; siyasi, hukuki, ekonomik vs. Peki Kur’an’da AB’ye uygun olmayan, Avrupa insanının kolektif şuuruna aykırı olan ayetleri nasıl uyumlu hale getireceğiz?” Aydın, örnek olarak Mü’min kadınların, Hıristiyan erkeklerle evlenemeyeceğini emreden ayeti veriyor ve bu konudaki ‘sancısını’ ifade ediyordu.
O gün bugün düşünüyorum.

Mehmet Aydın ve avanesi, Avrupa Birliği’ne girmek için ne gibi dinsel reformlara imza atacaklar?

Mümtehine Süresi 10. Ayette, “Mü’min kadın – müşrik erkek” nikâhını yasaklayan hükme nasıl bir formül bulacaklar” (18.11.2002, Yeni Mesaj)

Newyork’ta Beş Minare filmi işte bu sürecin son halkalarından biri. Zaman gazetesi, Samanyolu TV, Mehmet Aydın, Mahsun Kırmızıgül’ün filmindeki hocafendi ve diğer diyalog taşeronları bu yola taş döşeye döşeye bu günlere geldik.

Ama iyi bilsinler ki, bu millet gâvura kız vermez.

Ne kadar ‘film çevirirseler çevirsinler’ bu topraklar artık bu filmleri, bu senaryoları kaldırmaz.
Yeni Mesaj

Eski MİT'çi Gündeş'ten bomba iddia

Gündeş, "Gülen cemaatine ait Türkiye dışındaki bazı okullarda Amerikan Merkezi Haber Alma Örgütü (CIA) ajanlarının "İngilizce öğretmeni maskesi" altında çalıştığını öne sürdü.

21 Aralk 2010

Eski MİT İStanbul Bölge Başkanı ve Başbakanlık İstihbarat Başdanışmanı Osman Nuri Gündeş, “İhtilallerin ve Anarşinin Yakın Tanığı” adıyla kaleme aldığı anılarında Fethullah Gülen cemaati okulları konusunda önemli bir iddiada bulundu. Gündeş, "Gülen cemaatine ait Türkiye dışındaki bazı okullarda Amerikan Merkezi Haber Alma Örgütü (CIA) ajanlarının "İngilizce öğretmeni maskesi" altında çalıştığını öne sürdü.

Gündeş'in kaleme aldığı anıları Can Dündar Milliyet gazetesindeki köşesinde duyurdu. Dündar'ın köşeside yayımlanan (21 Aralık 2010) yazıda Gülen okullarına ilişkin bölüm "CIA ajanları öğretmen maskesiyle görev yapıyor" başlığıyla yer aldı. Dündar'ın yazısında Gündeş'in anılarına atfen yer alan Gülen bölümü şöyle:

‘CIA ajanları öğretmen maskesiyle görev yapıyor’

Gündeş, kitabında Fethullah Gülen hareketini Moon tarikatına benzetiyor.

Amerikalıların Kore’yi işgal ettikten sonra, Güney Kore’yi sömürgeleştirebilmek için Hıristiyan Moon tarikatını kurduklarını, böylece nüfusu Budistlikten vazgeçirip Hıristiyan yaptıkları gibi tarikat aracılığıyla dünyada komünizm karşıtı bir blok oluşturduklarını söylüyor. Gülen‘in de Komünizmle Mücadele Derneği’nden yola çıktığını, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamındaki ülkelere öncelik verdiğini hatırlatıyor.

“Sonra CIA, cemaatin faaliyetlerini Rusya’ya yönlendirdi” diyor.

Şu satırlar kitabın “Fethullah Gülen gerçeği“ bölümünden:

Fethullah Gülen gerçeği

“Gülen cemaati tarafından özellikle de Türk cumhuriyetlerinde açılan okullarda diplomatik pasaportlu Amerikalı CIA ajanları ‘İngilizce öğretmeni’ diye barındırılıyor. Bu işbirliği, Türkiye’de yapılan üst düzey resmi bir toplantıda, bizzat Fethullahçı okul yöneticisi tarafından itiraf edildi. Toplantıda MİT temsilcisi de bulunduğu halde, olay karşısında sessiz kalındı. Durum, devletin resmi olarak yayımladığı kitapla da belgelendi.”

Öğretmen kılıklı CIA ajanları

“Yer: Ankara’daki Başkent Öğretmen Evi...

Ev sahibi: Milli Eğitim Bakanlığı Yurt Dışı Eğitim-Öğretim Genel Müdürlüğü...

Konu: Yurtdışında açılan Türk okullarının sorunları...

Toplantıya başta Milli Eğitim Bakanı olmak üzere bakanlığın bütün üst düzey bürokratları katılıyor.

Dahası Başbakanlık’tan, MİT’ten, Dışişleri Bakanlığı’ndan temsilciler ve yurtdışında okul açmış bazı kimseler de var.

Bu toplantıda Özbekistan’da 18 okul açmış bir şirket sahibi okullardan bahsederken ‘Fethullahçılara ait okullar’ dedi; Türk Milli Eğitimi buna seyirci kaldı. Bu arada okulların müdürü, Amerika’nın Özbekistan’daki bir uygulamasını dile getirdi:

‘ABD, “dostluk köprüsü“ adı altında getirdikleri 70 kişilik öğretmen grubuna diplomatik statü kazandırmış. Özbekistan’da diplomatik pasaportla bulunan ABD’li öğretmenlerin çoğu, Gülen cemaatinin okullarında çalışmaktadır. “İngilizce dil öğretmeni” olarak gözükmekte iseler de esasen Amerikan Gizli Servisi’nin güdümünde görev yaptıkları ve çalıştıkları ülkelerde Pentagon’da üretilen Amerikan politikalarının uygulamasının baş ajanları görevlerini sürdürmektedirler. Onların İngilizce hocalığı sadece maske görevleridir. Örneğin Kırgızistan’da da 60 kadar Amerikalı “öğretmen” vardır.’ "

Graham Fuller Görev Dağıtıyor
Kaan Turhan
Açık İstihbarat
14.01.2011

Liberal muhafazakâr ittifak olarak andığımız emperyalist ortaklığın, Amerikan siyasetine bu denli bağımlılık ve minnet duyması zaman zaman şaşkınlıkla karşılanıyor. İşbirlikçilik olgusuna atfedilen değerler, emperyalizmin çıplak güç savaşının en açık göstergelerinden oluşuyor.

Şaşkınlığın nedeni de burada yatıyor: emperyal merkezlerden alınan paralar, hibeler açık, ilişkiler açık, faaliyetler ve amaçlanan emperyal düzen siyaseti açık…

Durumun, bu kadar açık ve görülebilir olmasının sonucu olarak, düzeni meşrulaştıran güçlerin, işbirlikçiliğe teşne yapılar ve kişilerle kurduğu ortaklık çerçevesinde düşünüldüğünde gamsız ve dolaysız kimliklere bürünmelerini sağlıyor.

Bunun, Zaman’da İhsan Dağı’nın yazısını okuyunca; ne kadar haklı bir saptama olduğunu görmek güç değil. Metropol şirketinin, aralık ayında yaptığı kamuoyu yoklamasından söz ediyor:

“Türkiye'ye yönelik en büyük tehdit hangi ülkeden geliyor?' sorusuna halkın yarıya yakını, % 43'ü, ABD diyor. Büyük Türkiye'nin karşısında 'süper devlet Amerika'... Tehdit sıralamasında ikincilik, % 24'lük oranla İsrail'in” ve ekliyor: “PKK sorununun çözümünde, AB'ye katılım sürecinde, Türkiye'yi bölgesel bir enerji dağıtım merkezi yapma çabasında ve hepsinden de öte bu ülkenin savunmasında, ordusunun teçhizatında desteğine ihtiyaç duyuyor muyuz ABD'nin, duymuyor muyuz?

Bu sorulara mantıklı cevaplar verip, ona göre bir kamu diplomasisi izlemek şart. Toplum 'ulusalcı' eğilimler göstermeye başlamışken başka yönde bir dış politika çizgisi sürdürmek kalıcı olmaz. Halkın yarısının 'tehdit' olarak gördüğü ABD ile işbirliği ilişkilerini hükümet nasıl açıklayabilir, meşrulaştırabilir? Kısaca, kamuoyuna yayılan yüksel dozda 'korku', 'şüphe' ve 'düşmanlık algısı' dış politikada hedeflenen barış kurucu, istikrar yaratıcı, işbirliğini esas alıcı ve arabulucu yaklaşımı zora sokabileceği gibi, iç siyasette de 'ulusalcı' kesimleri güçlendirebilir.”

Dağı’nın yazısında açığa çıkan şey “aman Amerika’yla aramız bozulmasın” temennisinden başka bir şey değildir. Liberal muhafazakârların sözünü ettiği gerçeklik olgusu, sahip oldukları “misyon yaparlığın”, “batı vizyon arayışının” dışında ve ötesinde değildir. Bu doğrultuda ürettikleri siyaset, kendi varoluşları için koşuldur. Öncelikle de Türkiye’deki, Amerikan hakimiyet stratejisinin basit bir gereğidir. Herkesin görevinin başında olduğunu söylemek gerçeklerden uzaklaşmak anlamına gelmez, bu durumda.

Görevinin başında olanlardan biri de Graham Fuller.

Dünyadaki İslamî akımlarla ilişkileri olan, onları ılımlılaştırarak Amerikan operasyonlarının figürleri olarak tasarlayarak, CIA’nın toplum mühendisliği çalışmalarında öncü bir ajan.

Yeşil Kuşak Projesi’nin de mimarlarından. Fuller, Eski MİT’çi Osman Nuri Gündeş’in, “İhtilaller ve Anarşinin Yakın Tanığı” kitabıyla, Fethullah Gülen’in ve okullarının CIA tarafından desteklendiği yönündeki iddialarına geçtiğimiz günlerde Washington Post Gazetesi’nde eleştirmiş ve şunları söylemişti:

“Gülen okullarında 130 CIA ajanı olduğuna ilişkin hikâye bayağı vahşi”

Zaman’da yer alan bu haberde[1], Gülen’e kefil olacaklar arasında yer almasıyla, Amerika’da Yeşil Kart sahibi olması arasındaki bağlantıya da vurgu yapılmış ve sözleri şöyle yer almıştı:

“Benim yaptığım, 2006'nın başlarında, Gülen'in düşmanları ABD'den Türkiye'ye iadesi için bastırırken FBI'ya bir mektup yazmaktı. 11 Eylül sonrası ortamda tehlikeli bir radikal olduğu yönünde söylentiler yaymaya başlamışlardı. FBI'ya yazdığım açıklamada görüşlerimi bildirdim. Gülen'in ABD'ye hiçbir şekilde güvenlik tehdidi teşkil etmediğini söyledim. Hâlâ da buna inanıyorum. Tıpkı günümüz İslam'ı konusunda çalışan ilim adamlarının geniş bir kesimi gibi.”

Fuller, Washington Post aracılığıyla, Gülen’e misyonunu da unutmaması için vurgu yapıyordu:

“Onun hareketi belki İslami, siyasi ve sosyal düşünüşün tekâmülü noktasında en ümit verici olandır.”

Gülen’in tekâmülü, Fuller’le 1998’de[2] görüşmüş ve okullarında nasıl eğitim verildiğini sormasıyla başlamıştı. 2003 yılında da, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi ve Michigan Üniversitesi’nin Ankara’da düzenlediği, “3’ncü Avrasya Konferansı”nda tebliğ sunan Fuller, Gülen’in radikal İslamcı olduğu görüşüne katılmadığını söylemişti[3].

(..) Fuller’in “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabında (..) “Türkiye sadece kendisi için değil, çağdaş İslam dünyası için de çok önemli olan iki dinamik İslami hareket üretmiştir; bunlardan ilki siyasi alanda AK Parti, öteki ise çok daha büyük ve apolitik bir toplumsal hareket olarak Gülen Hareketi’dir.” demektedir.

Dünden bugüne, Fuller’in misyonuyla ve fethullahçıların çabasıyla koşut Türkiye emperyalizmin önünde diz çöktürülmüştür. Fuller’in bu süreçte, siyasete, AKP’ye ve diğer işbirlikçilere yüklediği görev, 2008 yılı sonunda BBC Türkçe Servisi’ne verdiği röportajda olduğu gibidir:

“Türkiye’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ne karşı çıkabilmesi için Irak’ın kuzeyindeki yapıya karşı çıkmamalı”

Bunu yapacak olan Türk Dış İşleri hakkında, Davutoğlu özelindeki görüşlerini şöyle sıralamaktadır:

“Birleşik Devletler’deki bazı gözlemciler Davutoğlu’nu Amerikan karşıtı olarak suçlamışlardır… Davutoğlu’nun herhangi bir biçimde anti Amerikan olarak nitelendirilmesi saflıktır. Dahası bu niteleme kendisinin Türkiye’nin Müslüman dünyada ve başka yerlerde yokluğu sorununun tamir edilmesini haklılaştırmak üzere ileri sürdüğü geniş bir dizi sofistike ve arayış içindeki argümanlarını görmezden gelmektir. Davutoğlu’nun stratejik vizyonu AKP dış politikası üzerinde büyük bir etki yaratmıştır. AKP dışındaki düşünürlerden direniş görmektedir, bunların arasında dış politikada benzer bir maksimum esneklik ve bağımsızlık görmek isteyen Kemalistler ve solcular vardır.”[5]

Türkiye’ye biçilen rolün, Kürdistan’ın inşası için gereken desteği vermesiyle koşut, bölgesel güç haline gelmesine olanak tanınması düzeyindedir. Emperyalizm, Türk Ulusu’nu dayattığı koşulsuz teslimiyet rolüne soyundurabilecek kadar güç ilişkisi kurmuştur. CIA ajanı Fuller:

“AKP, siyasi düşmanlarını, özellikle de Kemalistleri ve orduyu kenarda tutabilmek için Washington’la iyi ilişkilere sahip olmak istemektedir. ABD ve AB’nin Türkiye’de demokratikleşme ve liberalleşmeye destek vermesi, Türk siyasetinde İslamcıların konumunu doğrudan sağlamlaştırmaktadır… AKP İslamcıları Washington’ın politikalarına karşı taktiksel açıdan.. öteki grupların çoğundan daha hoşgörülüdürler.”

Derken, son derece açık bir siyasal işbirliğini deşifre etmekte ve görev dağılımını, dış politik, iç politik reaksiyonları ve gündemi belirleme misyonunu yürütmektedir. Pekiyi, bu görev dağılımında rol alanların, bu siyasal tornadan geçenlerin; Fuller’in tüm bu işlerde “görevli” olduğunu, CIA ajanının “görevini” yaptığını bilmemesi, bildiğini görmezden gelmesi ya da safça küreselleşmenin akademik taşıyıcılığını yapmaları, onların “görevli” olduğunu göstermezse neyi gösterir?


[1] Zaman, 07.01.2011

[2] Nasuhi Güngör, Yeni Şafak, 23.09.1998, “Diyarbakır'da kendisiyle görüştüğümüzde Fuller'e "Türkiye'de kimlerle görüşeceksiniz" sorusunu da yönelttik. "Kesinleşmiş bir programım yok. Ama mesela Fethullah Gülen'le görüşmek isterdim" demişti.Fuller'in bu arzusu gerçekleşmiş ve Fethullah Gülen Hoca ile görüşmüşler. özellikle Orta Asya'daki ve dünyanın çeşitli bölgelerinde açılan okullarda nasıl bir eğitimin verildiği konusunda soruları olmuş Fuller'in.”

[3] Zaman, 21.06.2003

[4]Bayram Küçükoğlu, Türk Dünyasında Misyoner Faaliyetleri, IQ Yayınevi, İstanbul, 2003.

[5] Hayati Özcan, Koçbaşı Misyonuna Davutoğlu Vizyonu, Aydınlık, 10.05.2009.
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cmt Eyl 23, 2017 10:03 pm tarihinde değiştirildi, toplam 4 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Ksm 28, 2010 9:12 pm    Mesaj konusu: ABD'ye taahhüt verenler programı iptal ettirdi Alıntıyla Cevap Gönder

Viki Miki Derken...
Ertuğrul Horasanlı
02.12.2010

Ebû Hureyre Hazretleri Resûlullah Efendimizden
şöyle naklediyor:

[Âhir zamanda dîni dünyâya âlet eden bir takım
kimseler çıkacak ve insanlara hoş görünmek için
yumuşacık kuzu postuna bürünecekler. (Onların) Dilleri
baldan daha tatlı, fakat kalbleri canavar kalbi
gibidir.

Allah (onlar hakkında)şöyle buyurur:

“Benim hilmime mi aldanıyor, yoksa bana karşı cür'etkârlık
mı gösteriyorlar?
Kendi adıma yemîn ederim, onlara öyle bir fitne göndereceğim
ki; içlerinden hilim sahibi olanlar bile şaşkına dönecektir!”


(Tirmizî, Zühd, 5))




İster siretleri/içyüzleri de suretleri gibi harbi kurtlardan olsunlar, ister yukarıdaki Hadisi-i Şerif’teki gibi suretlerini/dış yüzlerini kuzu postu altında saklayan ahir zaman kurtlarından olsunlar...

Kurt dumanlı havayı sever...

Bu ne demektir?

Kurtların saldırısına açık bir yerde isen, her daim tetikte olacaksın...

İllâki hava dumanlandığında...

Ama ahirzamanın kurtları, avının gırtlağına çökmek için havanın dumanlanmasını beklemiyor...

Canı av çektiğinde günlük güneşlik havayı ise/sise/pise boğmak için bin türlü usul/teknik, araç/gereçlere de sahip...

Viki işi böyle pis bir iş olabilir mi?

Olabilir...

Banu Avar böyle olduğuna dair görüşlerini anlatan güzel bir yazı yazmış Mutlaka okummalı...

Şöyle başlıyor yazı:

[Aylar önce durum anlaşılmıştı: Amerika imparatorluğunun denetimindeki çeşitli basın yayın organlarında cyber attack (siber saldırı) cyber warfare (siber savaş) başlıkları yeralmıştı. Ve giderek benzer haberlerle kulaklar doldurulmaya başlandı

Bill Clinton ve Bush’un anti terör danışmanı Richard Clark ‘Siber saldırı Amerika’yı 15 dakikada yokeder!’ başlığıyla gazetelerde yeraldı. Onu başkaları takip etti.. Amerika kendini ‘elektronik Pearl harbour’ a karşı korumalıydı!

2007’de Pentagon’un bilgisayar sistemi çökertilmemiş miydi!

Şimdi de işte WİKİ LEAKS ortalığı karıştırmaktaydı…NATO, ABD, BATI siber saldırıyla karşı karşıyaydı. O zaman ÖNLEM almak lazımdı!

Psikolojik harp oyunu]
(1)

Ama bu tür durumların nasıl çözümlenmesi gerektiğine dair akademik ders notu niteliğinde bir yazı yazan Deniz Ülke Arıboğan’ın o yazısı da -benzeri başka durumlarda uygulanabilir şablonlar ihtiva ettiğinden- ıskalanmamalı:

[Soru sormanın komploculuk, sormadan kabul ya da reddetmenin yandaşlık ya da taraftarlık, her şey açığa çıktı, dünya demokratikleşiyor demenin saflık, konularla hiç ilgilenmemenin cahillik olduğu bir ortamda WikiLeaks belgelerini analiz etmenin ne kadar güç olduğu ortada. Ne yapsak tasnif edileceğiz. Düşünce üzerinde bundan daha ağır bir kısıtlama nasıl oluşturulur bilemiyorum, lakin herkese farklı bakış açılarını da dikkate almalarını öneriyorum. Yanlış da olsalar, farklı gözlemler bizleri zenginleştirir, düşünce havuzumuzu derinleştirir.

Belgelerin içeriğiyle ilgilenmek elbette önemli bir yaklaşım, ama yetmez. Olayın aynı zamanda yaratacağı yan etkiler bakımından da değerlendirilmesi gerekir diye düşünüyorum. Zira basit bir iddiayla karşı karşıya değiliz. Dünyanın en güçlü siyasi aktörünün diğer ülkeler ve yöneticileri hakkındaki gizli kanaatlerinin açıkça ortaya konulduğu bir durumdan söz ediyoruz. (..) Analiz edelim:

1-Belgelerin ABD'nin içerisinden çok, müttefikleri ile ilişkisinde bazı etkiler yaratması mümkün. ABD'li diplomatlar gayet avam bir üslupla, bulundukları ülkeler ve yöneticileri hakkındaki dedikoduları ve kanaatlerini merkeze aktarmışlar. ABD yönetimi eğer dünyayı bu ifadelerden hareketle algılıyor ve yönetmeye çalışıyorlardıysa, bugün neden bu vaziyette olduklarını da rahatça algılayabiliyoruz. 'Kral çıplak' ama Fransa'da değil, ABD'de. Belgeler, ABD'nin her şeye muktedir olduğu efsanesinin yıkılış fermanıdır; hem belgeleri korumayı başaramamış ve hem de şaka gibi diplomatik belgelerle dünyayı algılamaya çalışmış olmaları bakımından.

2-Belgelerde hemen her ülkenin yöneticileri hakkında bazı kanaatler var ve ilginç bir biçimde ilk yayınlanan da bu kanaatler. Yayınlanma sırasının neye göre tayin edildiğini bilemiyoruz. Ama kuşkusuz ilk yayınlanan belgeler en yüksek etki yaratacak olanlardır. Belgelerin tamamının kamuoyuna yansıması her gün 250 tane yayınlanması söz konusu olursa (ilk gün bu kadardı) yaklaşık 3 yıl sürecek bir zaman dilimine yayılacaktır. İlk haftadan sonra yayınlananların ne kadar ilgi çekeceği ise şüphelidir. Bu sebeple ilk yayınlananların, en çok görülmesi istenenler olduğunu söylemek mümkündür. Sadece sıralama bile yayıncıya manipülasyon imkanı vermektedir.

3-Belgeler diplomasi belgeleridir, istihbarat değil. Her ne kadar diplomatların asli görevleri bulundukları ülkelerle ilgili bilgileri merkeze aktarmak olsa da, bir istihbaratçının yaklaşımı ile diplomatınki farklılaşacaktır. Elçilikte istihbaratçıların çalışması da sıradan bir durumdur. Gelen bilgiler farklı format içerisinde analiz edilir ve kalıplanırlar. Çok konuşan ya da kendini beğendirmeye çalışan bir politikacı, bir diplomat için bulunmaz nimet olabilir. Nitekim Türkiye'de de konuşmayı seven siyasetçiler, danışmanlar kullanılmıştır. Bu kişiler tanımlandığında bizim ülkemizde siyaseten bedel öderler ama dünyanın birçok ülkesinde bu konu bir güvenlik sorununa dönüşebilir. Küresel düzeyde bir cadı avı başlatılabilir ve ülkeler kendi içlerine dönüp temizlik faaliyetine girişebilir. (..)

4-WikiLeaks kendisine sızdırılan belgeleri yayınlamaktadır. Kendisine verilen paketin içeriği bu noktada önemli değildir. Gelinen nokta internet medyasının gücünü göstermesi bakımından da çok önemli bir örnektir. Lakin paketin objektif olduğu garanti edilemez. Paketi gönderenler manipülasyon amaçlı olarak bilgileri elemiş, şekillendirmiş olabilirler. Aynı biçimde yayınlayanlar da belirli pazarlıklar yaparak, paketi şekillendiriyor ve bazı bilgileri eliyor olabilirler. Wikileaks'in sığındığı, yani koruma aldığı ülkeden (İngiltere) müdahalelerle de paket şekillendiriliyor olabilir. Hiçbir şey karşılıksız ve nedensiz değildir. Bedelin ne olduğunu da sorgulamak elzemdir. ]
(2)

Umur Talu’nun şu değerendirmesini de gözönünde tutmak gerek:

[“Reel sosyalizm” dandikliği, tamam, çöküşüyle güm diye ispatlandı.
Kapitalizmin dandikliği başını alamadığı kronik krizlerle her gün kanıtlanıyor.
Emperyalizmin dandikliği ise, koca “Amerikan imparatorluğu”nun rezil belgeleri, “bilgi çağı kusmukları”yla orta yerde!
Aklı olan bir demokrasi de, “az gelişmiş ülke” de, tahakkümcü Sam Amca’nın bu pis yüzüne tükürmeli önce.
Ama biz affettik bile!
Müttefikliğin dandikliğine, dostluğun pespaye ikiyüzlülüğüne, diplomasinin sefil janjanlarına Yarabbi şükür diyerek!]
(3)

Ali Atıf Bir’in şu sözleri de diplomat eğitiminde ihnal edilmemefi gereken bir hususun altını çiziyor:

[Wikileaks belgelerinin açıklanmasıyla ortaya çıkan en önemli olgu ABD elçiliklerinin bulundukları ülkelerde birer halkla ilişkiler elemanı gibi çalışmaları, hükümetteki bakanları yakın markaja alıp onları sürekli bilgilendirmeleri ve de spin (evirmece çevirmece) doktorluğunu mükemmel bir şekilde yapmaları.

Buradan geleceğe yönelik iki sonuç çıkarabiliriz. İlki diplomatlarımızı yetiştirirken mutlaka iyi birer de iletişimci olarak yetiştirmeliyiz. Hükümetteki bakanlara iletişim, ikna ve çağdaş halkla ilişkileri eğitimleri vermeliyiz!]
(4)

***

“Olan da hayır vardır” denilmiştir ya...

Bir şey olduktan sonra, paniğe kapılmadan, ürkmeden, tırsmadan veya mal bulmuş mağribi gibi önünü arkasını düşünmeden üzerine atlamadan önce onu anlamaya çalışmak en doğru davranış biçimi olsa gerek...

Olan ilk elde bize “şer/kötü” gibi veya “hayır/iyi” gibi gelse bile...

Onu doğru anlamaya çalışmalıyız...

Zira bize hayır gibi gelen şeylerin şer, şer gibi görünen şeylerinse hayır olabileceğine dair İslâm tarafından uyarılmadık mı?...

Viki hadisesinde ihmal edilen şey bu...

250 bini aşkın olduğu söylenen belge yığınından 250’sinin açıklanması bile bunu bir devrim olarak görenlerin heyecanlı alkışlarına sahne olurken bu belgelerde adı geçtiği için canı yananlarca öfkeli reaksiyonlar gösterildi...

Bu bir tertip/komplo değilse bile ilk 250 belge havayı dumana boğmaya yetti sonrası ne olur bilinmez...

Hava ister kendiliğnden dumanlansın ister sun’i/yapay dumanla karartılsın...

İlk yapılacak şey ne idi?

Ahir zaman kurtlarına dikkat edecektik...

Her an her yerden saldırmaları mümkün olduğundan saldırıları püskürtecek donanımı kullanıma hazır tutatacaktık...

Kurt deyip geçmeyin, bunlar bildiğiniz kurtlar gibi karnı doyunca saldırmaktan vazgeçen hayvancıklar gibi değilller....

Bunlar ahir zaman kurtları; ne gözleri doyuyor ne de karınları...

Her şeyi paralayıp silip süpürmek niyetindeler...

Her şeyi ve hepimizi...

Üstelik de çoğunluğu kendini kuzu postuyla kamufle etmiş durumda...

“Kurtlukta düşeni yemek kanundur” der ya Kemal Tahir...

Düşen kurt da olsa kuzu da olsa; bu kanun gereği, çare yok yenilip yutulacaktır...

Bu aç kurt sürüsü, ancak kurtluğun kanunlarını iyi bilen ve kurtlara karşı kurt gibi davranabilenler tarafındnan tepelenebilir...

Kuzularınsa hiç şansı yok...

Kurt bile olsa düşenin de hiç şansı yok...

Öyleyse ilk prensip belli: Kurda karşı kurt olacaksın...

İkinci prensip: Düşmeyeceksin...

***

Bu saatten sonra komploydu, değildi...

Öyleydi, böyleydi diye olanın oluş sebebi üzerinde fazlaca durmanın faydası yok...

Olan olmuş...

Komplo veya değil artık ne farkeder...

Kurtlar harekete geçti bile....

***

Ahir zaman komploloları da ahir zaman kurtları gibi...

Bir internet sitesi durumu güzel özetlemiş: “Hesap içinde hesap, plan içinde plan, kurgu içinde kurgu var ama "en büyük" hesap, plan ve kurgu sahibi kim!” (5)

Komplo olmasa bile, olan üzerine kurtlar bin türlü hesap, bin türlü plan, bin türlü kurgu ile durumu kendi lehlerine çevirmek için harıl harıl çalışmıyorlar mı?

“Hesap içinde hesap, plan içinde plan, kurgu içinde kurgu var”sa korkup, tırsıp bir kuzu ürkekliğinde ecelimizi mi beklemeliyiz?...

Bu sorunun cevabı yukarıdaki cümlenin ikinci ksmında gizli: "En büyük" hesap, plan ve kurgu sahibi kim!”

“Allah’a inanıp da ona bir türlü güvenemeyenler” ile onların peşi sıra uygun adım yürüyen şakirtler için bu sorunun cevabı belli: AB-D+İsrail...

Bize gör ise: Her hesabı, her oyunu, her kurguyu gören, bilen, duyan ve dilediği zaman bozmaya muktedir olan ALLAH....

Bizim iman ettiğimiz o Allah, en baştaki kudsî hadiste ne buyuruyor bu ahir zamanın gözü doymaz kurt sürüleri için:

“Benim hilmime mi(Yumuşak başlılığıma mı) aldanıyor, yoksa bana karşı cür'etkârlık mı gösteriyorlar? Kendi adıma yemîn ederim, onlara öyle bir fitne göndereceğim ki; içlerinden hilim sahibi olanlar bile şaşkına dönecektir!”

Onlar hakkında 1400 küsûr yıl önceden ilan edilmiş hüküm budur...

Allah hüküm sahibi olmakta da tektir...

O’nun hükmünü kimse geçersiz kılamaz...

Zaman ahir zamansa, vakit de bu hükmün infazı vaktidir...

Ve bu Viki işi AB-D komplosu değilse...

Deniz Ülke Arıboğan’ın öngördüğü şu ihtimal...

“ABD'li diplomatlar gayet avam bir üslupla, bulundukları ülkeler ve yöneticileri hakkındaki dedikoduları ve kanaatlerini merkeze aktarmışlar. ABD yönetimi eğer dünyayı bu ifadelerden hareketle algılıyor ve yönetmeye çalışıyorlardıysa, bugün neden bu vaziyette olduklarını da rahatça algılayabiliyoruz. 'Kral çıplak' ama Fransa'da değil, ABD'de. Belgeler, ABD'nin her şeye muktedir olduğu efsanesinin yıkılış fermanıdır; hem belgeleri korumayı başaramamış ve hem de şaka gibi diplomatik belgelerle dünyayı algılamaya çalışmış olmaları bakımından.”

Bu hükmün infazının başlangıç işareti de sayılabilir...


***

Şeyh-i Ekber Muhiddin-i Arabî Hazretleri buyurdu ki: “Kulluk sözcülük etmektir.”

Bu büyük hesaplaşmada Allah’a cür’etkârlık eden kurt başları kim: ABD+AB+İsrail...

Yani...

Kim bunların gizli (kuzu postuna bürünerek) veya açık sözcülüğünü yapıyorsa onların kuludur...

Kim Allah’ın sözcülüğünü yapıyorsa o da Allah’ın kuludur...

Görüldüğü gibi, Viki miki derken saflar netleşiyor...

Her türden takiyye(ikiyüzlülük/münafıklık)nin geçersizleşeceği, kuzu postları giymiş kurtların bu postlarını çıkarmak zorunda kalacakları yere doğru hızla savruluyoruz...

1400 küsûr yıl öncesinden bildirildiği üzere son hesaplaşma Allah’ın kulları ile Şeytan’ın kulları arasında olacak...

Allah’ın kullarının kumandanı Mehdi, Şeytan’ın kullarının kumandanı Deccal...

O, son büyük savaş/En büyük savaş/Savaşların Anası 1. Körfez işgaliyle zaten başlamıştı...

Öyle görünüyor ki bu savaş bütün dünyayı kısa sürede saracak...

Biz kulluğumuzu gereği gibi yaparsak ortada ne kurt kalır...

Ne de kurtbaşlarının oyunu, hesabı, kurgusu...

Allah’ın izniyle hepsini çiğner geçeriz...

İnanmayan dönsün Bedir’e ve Bedir’den bu yana olan bitene yeniden bir göz atsın...

Mesele Sadece Allah’a inanmakta değil, aynı zamanda ona gerçekten güvenmekte...

Eş veya ortak koşmamakta...

Şirke düşmemekte...

Bence Viki işinin en büyük hayrı: Müm’min- kâfir ayırımını keskinleştirip her iki tarafa da göz kırpan,öpücük/gülücük dağıtan, takiyyeci/diyalogcu/ılımlı/münafık tabiatlı kesimin önderleri ve şakirtleri için hayatı bu halleriyle yaşanmaz kılacak ve onları saflarını netleştirmek zorunda bırakacak olmasıdır...

Umarım tövbe kapıları kapanmadan önce durmaları gereken yere dair doğru bir karar verirler...

Dipnotlar:
1-) Yazının tamamı için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3351
2-) Akşam gazetesi: http://www.aksam.com.tr/wikileaksten-sizanlar-109y.html
3-) Habertürk gazetesi: http://www.haberturk.com/yazarlar/576703-bilgi-cagi-kusmuklari
4-) Bugün gazetesi, 1 Aralık 2010 .
5-) Bkz: http://odatvninatladigihaberler.blogspot.com/


Kaynak: http://millibirlikruhu.blogspot.com/

ABD'ye taahhüt verenler programı iptal ettirdi

Yeni Şafak Gazetesi tarafından yapılan ve büyük bir tepkiçeken provokasyon habere Cübbeli Ahmet adı ile bilinen Ahmet Mahmut Ünlü Hoca Efendi'den Ajans5.com aracılığı ile cevap geldi. Selim Akduman'a açıklamalarda bulunan Cübbeli Ahmet Hoca, ABD'ye taahhüt verenler programı iptal ettirdi.'dedi.

23 Ekim 2010
Anadolu Haber

Dün Yeni Şafakta çıkan habere göre, kendisi gereken her şeyi söyledi ama. Ajans5 okurlarıyla süreci değerlendireceğiz.

Dün bir haber vardı, provokasyon dolu bir haberdi. Önce bu haberin yapılış mantığını değerlendirelim. Bir dönem kartel medya yapardı. Ama bugün muhafazakâr medyanın size karşı linç girişimi var. Nedir bunların derdi?

Şimdi bu kadar iyi haberler çıkıyor hakkımda, hatta laik kesimde, liberal basında çok güzel konuşmalarımız oldu. Herkes bunlara itibar etti. Türkiye’de bir kamuoyu oluştu bu hususta. Bundan bir kelam bile etmediler. Bir fazilet olsa gömerler. 1-2 yıldır hiç iyi haber çıkmadı. İşte Yeni Şafağı var. Zamanı var, Sabahı var. Başlıca bildiklerim bunlar. Bunlarda iyilik namına hakkımızda hiç iyi bir şey çıkmaz. Hâlbuki biz en sevmediğimiz adamın iyiliği olsa da söyleriz onu. Çünkü İslam’da böyle söyler. Biz Müslümanız, bunu yapamayız. Düşmanımızın bile doğru lafı olsa, hikmettir, onu bile alırız. Bunlar müslümanız diyorlar, bir Müslüman hakkında bir fazilet anlatılsa şöyle oldu böyle oldu diye. Ama bunu hiç yapmadılar. Bu düşmanlığın bir göstergesiydi. Biz sesimizi çıkartmadık ama halkın tepkisini gösterdi. Ama şimdi böyle şeyler olunca ..


Hadi Taraf Gazetesi Belli bir taraf artık. Tamamen Amerika ile taraflı. Gazetenin menşeini sorunca kendileri de cevap veremiyorlar. Bir askeriye hakkında haber, görüntü çıkıyor, Türkiye’nin hiçbir yerinde çıkamayacak haberler çıkartıyor. Hadi dedik ki o muhafazakâr değil. Şimdi bu Yeni Şafak, Deniz Baykal meselesini de o çıkarttı. Bende hatırlıyorum onlar çıkarttı. Şimdi şöyle anlıyorum: bir yere gelenler maddi bakımdan, tavizler vermek zorunda kalıyorlar. Kalmamaları lazım. Ben taviz veremem, kaderdir, haktan ne gelirse gelsin. Ben haktan ayrılamam. Yahudilere, Masonlara hizmet edemem. Batıla hizmet edemem. Tabi Erbakan Hoca gibi müstesnalar var. Allah sayılarını artırsın. Ama bak geldi 6 ay durabildi. Hâlbuki ekonomiyi düzeltti, maaşlara zam yaptı. Ama 6 ay durabildi. Neden? Çünkü taviz vermiyor o noktada.

Erbakan hoca, Ramazandı, bir gece sahura geldi. Ben bulunamadım. Başım yine dertteydi o zaman. Feshane’ye geldi. Ne dedi; bunlar boş şeyler, Yahudi’nin oyunları dedi. Ama hoca devamlı istikrarlı. E ben onu bilirsem, o beni bilirse, Müslüman Müslüman’a destek olursa, yani bu istikamet göstergesi. Doğru bir tespittir. Şimdi bunlar bir haber bulsak da yayınlasak diyor. E birde jetsiki resmini koyuyor bu habere. Bu demek istiyor ki ben en İslam düşmanı gazetenin yaptığından beterim.

Burada size karşı bir şey mi var acaba, yoksa direk cemaate karşılık bir şey mi?

Yok, cemaate karşılık bir şey yok. Dünkü toplantıda da söyledim. Türkiye’de misyonerlik faaliyeti var. Vatikan’ın projesi var. Büyük İsrail projesi var. Buna hizmet edilmesi için. Tabi Yahudi’ye ‘ben Yahudi olacağım’ desen kabul etmez. Irk dinidir. Ama Hıristiyan olsan mutlu olur. Çünkü onun alt kuruluşu gibidir. Haktan ayrıldıktan sonra da onla oynamak kolay olur. Bundan dolayı Hıristiyanlığın artmasını ister. Şimdi bu faaliyetler içerisinde 2 sene oldu biz reddiyeler başlattık. Ben bunu Adapazarı’ndan başlattım. 28 Şubattan sonra gitmedim 10 sene. Sonra 2 sene evvel gittim, kalabalık bir sohbet oldu salonlarda. Yeni Şafak diyor ki neden camilerde olmuyor, büyük camiler var. Hangi cami müsaade ediyor. Yeni şafak izin alsın bize Süleymaniye’yi orda yapalım biz. Süleymaniye’den izin alsın gelsin konuşsun. Hiçbir törenin camide yapıldığını gördün mü? Aslında yapılması gerekir İslam’i bir törenin. Ama vermiyor bunu.

Oradaki konuşmalarda ‘iki vasiyetim’ diye konuşmalar var. Sonra sohbet kitap olarak çıkacak, 3 vasiyete çevirdim onu. Dedim bak ben ölürüm, kalırım. Bu memlekette iki büyük tehlike var. Biri ‘teşeyyudur’. Yani Şialaşma. Bu Mustafa İslamoğlu’nun ekolüdür. Çok büyük tehlike görüyorum, mezhep açısından, Zaten Şia ve Mutezile kardeş mezheptir. Yani onlar büyük bir dalalet içerisindedir. Babasıyla konuştum, evlatlıktan reddettim dedi. ‘Mutezile, Şia her mezhepten çorba etti bıraktı.’ Babası Ahmet İslamoğlu Hoca Efendi, ehlisünnet bir âlim. Dedi ki bana ‘Allah razı olsun. Bu reddiyeleri yap, şeker hastası olmasam ben de geleceğim senle yapacağım. Buna anası abdestsiz süt vermedi. Bu nasıl böyle şeyler der. Mahvetti bizi.’

Şimdi bu tehlikeye dikkat çektim. Bir de ‘diyaloga’ dikkat çektim. Bu diyalog bazı hocalar tarafından savunuluyor. İşte Hayrettin Karaman, Bekir Hoca, Ahmet Şahin… Bunların hepsinin adlarını da zikrettim. Dedi; Amentüde ittifakımız var Yahudilerle. Bir tekzip yaptıramadım. Zaman gazetesinin adamları geldi. Dedi hoca sıkıntı oluyor. Antalya’da da o zaman konuştum. Tabi baya bölgelerde konuştuk ortalık sallandı. Dedim e mübarek sizin yazarınız yanlış yazmış. Çıkar yanlışı. E dedi Ahmet Şahin hoca bizi dinler mi? O bizim gruptan değil ki. Bunlar grup grupmuş. Senin bir gazeten var, yüz binlerce eve giriyor. Kapılara dağıtılıyor. Tamam, İslam’i gazete girsin milletin evine. E bu yazıyı yazdın sen. Buna bir tekzip. Üç ay geçti bir şey yok. Dedi işte orda ismini unuttum; Şu hoca var onla görüştürelim seni. E tamam. Yok. Hiçbir şey yok. Sonra Mustafa İslamoğlu meselesinde Mustafa Karahasanoğlu geldi, hocam aramızda sıkıntı olmasın Müslümanlar birbirine girmesin. Nasıl düzelteceğiz dedim. E işte toplanalım. 3 ay geçti gelmedi. Gelmez. E mübarek burada kadere inanmak tartışmalı fazlalık lafı var, ters ilişki lafı var. Çıkarttık hepsini internetteki kendi resmi sitesinden, sonra baktı aaa, dedi ki ben bu kadar olduğunu bilmiyordum. Yine de bu konuda konuşma. Kendi aramızda halledelim.. Yav nasıl konuşmayacaksın. Adam kitaba yazmış, TV de söylüyor. Alenen söylenene gizli cevap verilmez ki, alenen söylenir. Aramızda çözülmez ki. O da öyle gitti. Hiçbiri bu hususta bir ıslah olarak…

O da dedi böyle ihtilaflı konulara girme. İyide ehlisünnette ittifaklı bu, ihtilaflı değil ki. Ama onu susturursak bu iş düzelir.

Bizzat kendisinin bugün beyanları var. Yani burada Cübbeli Ahmet Hoca diye bir şey yok. Buradaki bütün âlimler beni tanımaz. Ama Mahmut Efendi Hazretleri var. Adı sanı var. 60-70 senelik hizmetleri var. İrşat faaliyetleri talebeleri var. Rusya’nın buzullarında hatmi şerifler yapılıyor. Ama bu rahatsız etti. Kimi rahatsız etti. Vatikan projesine hizmet edip de Türkiye adına dışarılara taahhüt veren Türkiye biziz, istediğimiz gibi oynarız, din adına da hocalar bizde, fetvayı değiştiririz. Dini değiştiririz. İman şartını ikiye düşürürüz. Ilımlı İslam’ı çıkarırız.

Bunlar söz verilmiş Vatikan’a Amerika’ya. Ama bunlar tutmuyor. Niye tutmuyor. Mahmut Efendi gibi zatlar varken tutmaz. Bu sefer dünyada tek biziz, hoca biziz, âlim biziz. Kendileri toplantı yapıyorlar 5 bin kişi gelmiyor. Şimdi Mahmut Efendi toplantı yapıyor. Emniyet açıklama yapıyor 20-30 bin kişilik personel yetmeyecek diyor. Milyon da gelir. Kazlı çeşmeyi verseler 1-2 milyon insan gelir. Bir kere görmek için Mahmut Efendiyi 20-30 bin kişi geliyor tek seferde. Bunlar ne zannediyorlar Mahmut Efendiyi. İtibarı var. Böyle istedikleri gibi iptal ederiz kimse bize bir şey demez. Bu halk aptal değil.

Hal böyle olunca bu sıkıntı 2 yerden geldi. Birinci sıkıntı diyalog projesine hizmet edenlerin verdikleri bazı sözlerin zamanı gecikiyor. Amerika bunlara diyor ki: “Ne oluyor? %10 sizden taahhüt aldık. Şu kadar kişi Hıristiyan olacak dediniz. %10 olması lazım ki ekalliyet tespit edilsin. Ekalliyet olduğu zaman azınlıklar bunlara haklarıyla beraber her türlü imkânlar sağlanacak bu sefer adam arsa, tarla isteyecek. Yani şimdi azınlığa da giremiyor hepten 5-10 bin tane Yahudi kalmış. Ya da Hıristiyan’ın sayısı belli yani… Ama şimdi bunu % 10 yapmaları lazım. Bu çok büyük bir rakam. Bana bunları söyleyen de Yiğit Bulut. Reklam arasında dedi ki Habertürk’te: Türkiye’de 20 yıl içinde %10 Hıristiyan olması için söz verilmiş.

Resmi bir söz mü?

Hayır, resmi bir söz değil. Bunu devlet bazında demiyoruz. Bunu söyleyenler bazı gruplar ve lobiler. Bunu yaparken din ayağı kullanılıyor. Yani adam din adına Profösörüm diyerek çıkıp iman şartında 2’dir. Onlar cennete gidecek derse bizim millette Hıristiyan’da cennete girecek diye yumuşar. Bizim gibilerin de nesli tükenmeye başladı. İlk Süleyman Ateş bu görüşü ortaya attığı zaman tek kaldı. Herkes çullandı. Hayrettin Karaman’ın ona reddiyesi var. 20 senede ne değişti? Bunlar artık alenen konuşulur hale geldi. Şimdi reddiye yapan bir iki kişi kaldı.

Birkaç sanatçı da evlenip dinlerini değiştirdi?

Tabii ki İbrahim-i dinler adına organizasyonlar yaptılar bunlara Mehmet Aydın katıldı. O haberleri ben seyrettim. Mardin’de cennete girme merasimi yaptılar.

Akdamar’da bir ayin düzenlediler…

Tabii Akdamar ayini yeni. O dinler arası diyaloga girmez. Orda kiliseyi açmışlar Hıristiyanlar gelsin demişler. O ayrı bir konu. Burada ise Müftü-Papaz-Haham üçlü görünümü var. Bu diyalog işi. Tabi bunu hükümet ya da devlet yapmıyor. Hükümetin böyle bir projesini duymadık. Ama bunu bazı lobiler, fırkalar yürütüyor. Fetvalarıyla da yürütüyor.

Ben Mahmut Efendi Hazretlerine sordum. Ne yapsak ne etsek böyle batıl görüşler var. O da bana: Şeytan’ın dostlarıyla mücadele edin, Şeytan’ın hilesi zayıftır ayetini okudu. Startı bizzat efendi hazretleri verdi. Ondan sonra ben bu reddiyeleri başladım. Yani bir himmet geldiği için bu tuttu. Benim o kadar bir gücüm yok.

Bir haber geliyor başımıza Kanal7’ye rica ettik dedik ki

Bir jetski olayı oldu bir beyanat verelim. Bize cevap olumsuz geldi. Show TV çağırdı o bizi çağırmadı. Bunlar böyle adam. Bir Müslüman’a bir iftira atılmış ama bana ne diyorlar. Hadi onu da bırakın iftirayı kendi atmaya başladı. O zamanlar bananecilik vardı şimdi iftirayı kendi atmaya başladı.

Programın organizesinde siz yoksunuz bildiğim kadarıyla…

Resmiyette hiçbir müracaatta yokum. Hiçbir yerde imzam yok. Yalnız Muhammed Avvam hocanın oğlu Muhittin Avvam dün basın toplantısında da açıkladı. Efendi hazretlerine geldi bu talebi iletti bende ona şahit oldum. Efendi hazretleri Arapça’yı herkesten iyi anlıyor. Türkçe’den iyi anlıyor. Efendi hazretleri onu dinledi ve kabul etti bunu. Şimdi de canlı beyanatı var: Âlimleri ben çağırdım, benim emrimle toplandılar, Cübbeli’nin ya da Muhammet Keskin Hoca’nın bir ilgisi yok dedi.

Mahmut Efendi hazretleri bu olaydan çok üzüldü. Bu kadar âlimin Türkiye’ye gelmesinden memnun oldum diyor. Bu Türkiye’ye bir bereket, bir rahmettir. Mahmut Efendi hazretlerinin çevresinde ehl-i sünnetin toplanması birilerini rahatsız etti.

Bir de bizim İsmailağa Cemaati’nde bir takım kişilerin efendiden sonra kalırsak köşe kapmacadan üç kişi mi çıkar beş kişi mi çıkar ve bunlardan biri de ben olur muyum hesabını yapan ucuzcu, basit adamlar var. Maalesef bunların kimisi hoca kılığında, kimisi yaşlı. Eskiden belki hizmet etmiş etmemiş ama şuanda akılları beyinleri mi sulanmış, ne olmuş bilmiyorum. Yani efendiden sonrasını yapan bir takım kişiler var.

Özel olarak size medya konusunda izin verilmiş sanırım…

Özel derken belki başkasına da verir. Bu sadece sana mahsus buyurmadı ama becerebilen çıksın diye kayıt koydu. Çünkü çıkıpta orda mahcup olma durumu var. Benim çıktığım insanlar dindar insanlar değil. Eskiden çok korkulan insanlar. Şimdi onlar İslam’ın tebliğinde aracı oluyorlar, bizimkiler takoz oluyorlar.

Çok büyük bir zarar verdiler İslamiyet’e büyük iftiralar attılar. Yani burada bir menfaat birleşmesi var. İsmail Ağa’nın içinden bir haber sızlamalar var. Mahmut Efendi’nin çevresi çevresi. Yakınları. Kimmiş bu? İsmini ver. Veremiyor. Bunun soyadı tutanları mı kastediyorsun? Efendim yerine kalmayı bekleyen birkaç tane yaşlıyı mı kastediyorsun? Genci mi kastediyorsun? Kimi kastediyorsun. Yani bu çevre kim? Şimdi bugün de haber yapmış, çevresi memnun oldu. Ya sen kardeşim anladıkta senin Mahmut Efendi’nin yanına geldiğin yok, gittiğin yok, sorduğun yok. Bu çevre kim? Biz hiç tanımıyoruz bu çevreyi. Hep yanında Hoca efendiler var.

Mahmut Efendi’nin kendisi memnun değil çevresi nasıl memnun oluyor? Diye sormak gerekiyor sanırım değil mi?

Sorulur ama Mahmut Efendi’de memnun diyor. Birde Mahmut Efendi’ye iftira var. E bugün de Mübarek onu tekzip etti.

Hal böyle olunca bu uzun bir süreç, uzun soluklu bir şey. Kardeşlerimiz hani bunlara alışıldı artık. Dikkatli olsunlar, uyanık olsunlar. Ehli Sünnet’in kaderidir bu. Ehli Sünnet’e saldırı olur. Ehli Sünneti bölmek içinde dış güçler bazı gruplara yardımcı da olur. Tabi bu da açıkça görülüyor.

Hocam bundan sonra Cemaate bir tavsiyeniz var mı? Tabii ki çok büyük bir beklenti vardı. Yani 400 İslam âlimini bir salonda görmeyi bekliyordu cemaat. Hayal kırıklığı yaşadılar…

İnsanlar çok ah ediyorlarmış, çok beddua ediyorlarmış. Bursa’dan 20 otobüs tutulmuş. Yani bu kadar ahı belayı musibeti almak çok büyük bir olaydır. Ne günah işlemişler ki acaba? Erbakan Hoca’nın bir lafı vardır: ‘Bunlar ne günah işlemişler ki Hayrın yoluna takoz etti Allah bunları’ diye güzel bir lafı vardı. Yani bir günahları var ki bu kadar aha vebale sebep oldular. Biz iyi yaptık diyorlarmış. Neyi iyi yaptın sen? Burada ne olacaktı? Yani yüz bin kişi gelse dahi sessiz sakin bir şekilde dağılır. Bizim cemaatlerimizde külliyelerde binlerce kişi toplandık dağıldık. Bugüne kadar hiçbir vukuat olmamıştır. Yine de olmayacaktı. Ben buna emindim. Ama tabi şuanda Emniyetin, valiliğin kararına saygılıyız. Onlar bize bir gerekçe gösteremiyorlar. Diyorlar ki böyle bir bilgi ulaştı iptal kararı aldık. E tamam iptal kararı aldıysanız biz saygılıyız. O zaman Yeni Şafak nereden bu provokasyonu yaptı? İptalden sonra yazsaydı, iptal oldu deseydi bugün. İyi niyetli olsaydı, halk sokağa dökülmesin diye iptalini yazsaydı. İyi niyet düşünecektik. Benim şahsıma iftirayı bıraktık. O kadar fazla iftira içinde, bir gün evvelden tetikçilik yaptı. Aynı gün tebligat tebdil edildi Marifet Derneği’ne. Bu kadar da denk gelmez ki. Kimseyi bulamadı bu tetikçiliğe, bir yerler, birileri demek ki bunlar da buna hazırmış. İçerden de işte diyorum sıkıntılı insanlar var bu camiadan. Bunlarda bu yakın çevreyi kullanarak, yakın dediğim işte, ailevi olabilir, oradaki yetkili etkili görünen merkezden olabilir. Yani bu kuvvetle muhtemel. Çünkü bu bu kadar olamaz.

Hocam medyanın özellikle Muhafazakâr medyanın iftiraları zorunuza gidiyordur.

Çok zoruma gidiyor. Çok ağırımıza gidiyor. Bunu Hürriyet, Milliyet şu bu yapsa bugün bunu konuşmayız ki. Kaç kere yaptı hiç beyanat verdik mi?

Hocam bu kadar yoğun bir baskı var üzerinizde. Sağlık açısından da rahatsızlıklarınız var. Bu kadar yoğun bir tempo ve bu iftiralar nasıl bir etki yapıyor sizde?

Yani tabi ruhen ve bedenen yoruyor bizi. Ama biz bu işe girdik bir defa. Yani geri dönüşümüz yok. Bu Ehli Sünnet müdafaasıdır. Yani Efendi Hazretlerimizin hayatta olduğum müddetçe hizmetkârı olacağız. Onu tanıtmak için elimizden gelen her şeyi yapacağız. Yani bu hizmetten Allah’ın izniyle, Rabbim bir mani vermediği müddetçe bizi bu tehdit, iftiralar korkutmaz. Biz çekilemeyiz. Biz bu işin içerisindeyiz. Efendi Hazretleri bana bu sabah ‘BİZ SENİN ARKANDAYIZ’ dedi. Hem de Arapça bir ibare kullandı. Nahnu min veraik. Bu Arapça ibareyle söyledi. Biz senin arkandayız. Devam et Korkma. Bu sabah namazda daha bunları söyledi. Bundan evvel de beyanları çok var. Onun içindir ki biz bundan korkarsak bir Allah dostunun, bir mürşidimizin sözünü dinlememiş oluruz. Ben kaç kere izin istedim. Biraz kenara çekilsem. Hastalığım da arttı. Kitap çalışırız, yazarız ederiz. Bir şeylere hizmet ederiz de yine bu gibi ortada kaldık. Yok, durmak yok, emri bil mağrufa devam. Tebliğ durmaz. Korkmak yok. Tebliğ durmaz. Asla geri çekinilmeyecek. Böyle buyurduğu için söz kıramam ben. Ben memurum şimdi. Ben memur olduğum için Allah bizi bu memuriyetten ayırmasın. Ama kendisi derse ki Ahmet çekil, sus. Tamam, susar çekiliriz.

Hocam son olarak cemaate göndermek istediğiniz bir mesaj var mı?

Cemaate göndermek istediğim mesaj bu yayın organına karşı artık çok ihtiyatlı davransınlar. Haber ve iftiralarına aldanmasınlar. Ve bu yayın organının bir yerlere çalıştığı tescillendi artık kendi yaptığı ile. Onun içindir ki Müslüman halkımız gazete alırken, bilgi alırken, mutlaka doğru seçim yapmak zorunda. Çünkü diğerlerine hep acaba ile bakıyor. Ama bunlara ne diyorsa doğru zannıyla yaklaşıyor. Orada da zokayı yutuyor. Bunlar çünkü yarın bir gün diğer İslami faaliyetler hakkında da aynı takozlukları yapacaklar. Onun işaretini gösteriyor. Diğer Ehli Sünnet hizmetleri, memlekette ne hizmetler olur. Demek ki artık takozu bunlara koydurtacaklar. Artık öbürlerinden beklemeyelim. Yeni adres belli oldu. Buna göre halkımız bunlara inanıp itibar etmesin.

Efendim çok teşekkür ederiz. Allah razı olsun.

Allah sizlerden de razı olsun. Biz teşekkür ederiz.

AJANS5

Gerçekler “Zaman”la anlaşıldı!
Kategori:Özel Haber 07 27th, 2010

Belkide daha önce bu değişimi başlıklar altında daha önce hiç görmediniz. Bu değişimin açıklamasını yapabilecek birine şu ana kadar rastlanmadı.Umarım sizlere güzel bir kaynak olur.

ZAMAN GAZETESİ ‘NDEKİ DEĞİŞİM (öncesi ve sonrası)

Sn. Fethullah Gülen ve çevresi, 1995 yılından itibaren “Diyalog ve Hoşgörü” adı altında yürütülen yeni bir sürece dahil olmuşlardır. Bu süreçle birlikte Fethullah Gülen’in ve çevresinin söylemlerinde ve eylemlerinde radikal bir dönüşüm söz konusu olmuştur. Bu dönüşüm sürecini Zaman Gazetesi’nin manşetlerinden izlemek mümkündür.

İsterseniz dönüşümü belgeleyen Zaman manşetlerine şöyle bir göz atalım:

* * *

DEĞİŞİM ÖNCESİ :

“Papa yine sahnede…
(Zaman, 22 Nisan 1990).

“Vatikan ve İngiltere Tarsus’u ABD Patrikhane’yi Merkez yapmak istiyor”.
(Zaman, 17 Haziran 1990).

“Patrikhane entrika peşinde … İstanbul’a gelen Yunan milletvekilleri hezeyan kustu: “Patrikhane İstanbul’da mahpusmuş”.
(Zaman, 18 Haziran 1991).

“Hıristiyan teşkilatlarının Müslümanlara yönelik çalışmaları endişe ile takıp ediliyor. İslam Dünyası’nda Hıristiyanlık atağı”.
(Zaman, 31 Ekim 1991).

“…Bizans Hayali: “Bir yıl önce kararlaştırılan ve adım adım hayata geçirilen bu plana göre;
l- Ortodoks dinine mensup Sırp milletinin devleti olan Sırbistan kurulacak.
2- Hıristiyan halkların tarihlerinin, törenlerinin tanınmaları için yoğun faaliyetler yapılacak.
3- Son olarak güçlü bir Ortodoks-Hıristiyan ittifakı ile başkentin İstanbul olacağı… Büyük Bizans İmparatorluğu kurulacak”.
(Zaman, Ekim 1991).

“PKK Hıristiyan işbirliği…”
(Zaman, 25 Şubat 1992).

“Maddi vaatlerle diyalog kurdukları çocukların beyinlerini yıkamaya çalışıyorlar”.
“İşte misyonerlerin merkezi”.
(Zaman, 24 Temmuz 1992).

“Kiliseden sinsi tuzak; îslamî değerlere saygılı görünerek Müslümanlara Hıristiyanlığı anlatacaklar…”
(Zaman, 9 Haziran 1993).

“Patriğin cihan rüyası: Gazetemizin sempozyumu izlemesine yasak getiren Fener Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos; “Rum Fener Patrikhanesi ekümeniktir dedi”
(Zaman, 25 Eylül 1995).

“Çift başlı kartal bulunan Bizans bayrakları ile süslenen Patmos Adası’ndaki kutlamalarda, Patrik Bartholomeos, Sırp Ortodoksları temsilcisi Eirineos’a plaket verdi”.
(Zaman, 27 Eylül 1995).

“Patrikhane Lozan’ı zorluyor. Bartholomeos ve beraberindeki 13 patrik Türnepa Yön. Kur. Başkanı Rahmi Koç”un verdiği yemeğe katıldı”.
(Zaman, 22 Eylül 1995).

DEĞİŞİM SONRASI :

“Vatikan’dan sıcak mesaj…
(Zaman/17 Nisan 1996).

“Patrik Bartholomoes ve F. Gülen Hocaefendi toplumsal barışın önemini vurgulayan konuşmalar yaptılar”.
(Zaman, Ekim 1996).

“Medeniyetler arası diyalog için ilk adım; Fener Rum Patriği Bartholomoes konuşmasının ardından, F. Gülen’e bir hediye takdim etti”.
(Zaman, 2 Ekim 1996).

“Vatikan’da uzlaşma zirvesi”.
(Zaman, 9 Şubat 1998).

“F. Gülen Hocaefendi, İslam ve Hıristiyan dünyasını temsilen “Dinlerarası Diyalog” çerçevesinde Papa 2. Jean Paul ile yarım saat görüştü”. Bartholomoes: “Bol ürün bekliyoruz”.
(Zaman, 10 Şubat 1998).

“Yunanistan’dan gelen 45 delegenin iştirak ettiği toplantıya Fener Rum Ortodoks Patriği Bartholomoes de katıldı.
Patrikten hoşgörü mesajı”.
(Zaman, 19 Şubat 1998).

“Ehl~i Kitap iftarda. İftara Rum Ortodoks Patriği Bartholomoes’un yanı sıra, Ermeni Ortodoks Patriği Mutafyan, İstanbul Musevi Hahambaşısı David Aseo… katıldı.”
(Zaman, 24 Aralık 1998).

“F. Gülen’in başlattığı diyalog çalışmaları sürüyor. Gülen önceki gün İstanbul’da Yahudi Örgütleri Başkanları Konferans Heyetini kabul etti”.
(Zaman 10 Mart 1998).

“F. Gülen ile Papa görüşmesi önemli bir olaydır”.
(Zaman, 12 Nisan 1998).

“Zaman’a özel açıklamalarda bulunan Protestan Kiliseleri Birliği İslam Dünyası ile İlişkiler Başkanı…”
(Zaman, 30 Kasım 1998).

“Harran’da Semavi Dinleri bir araya getirecek İlahiyat Okulu açılmasının, hoşgörü ve uzlaşmaya katkı sağlayacağı vurgulandı”.
(Zaman, 15 Şubat 1998).

http://www.alicengizoyunu.com/index.php/2010/07/27/gercekler-zamanla-anlasildi.html

“Eşdinsel” Dedikleri Bu Olsa Gerek…
Afşin Selim
Perşembe, 30 Aralık



New York’ta Beş Minare adlı filmi geç de olsa seyrettim. Besbelli ki emek verilmiş, o ayrı… Kırmızıgül’ün sinemamız açısından kazanım olması da!

Filmin ayrıntısına girmeyeceğim, fakat “eşdinsel” sahneleri rahatsız edici buldum açıkçası…

Film, şu şekilde özetlenmiş:

“Kırmızı bültenle aranan ve ismi fenomene dönüşen radikal dinci bir örgütün lideri Deccal kod adlı suçlunun Amerika’da yakalandığı bilgisi gelir. Teşkilatın en başarılı iki polisi Amerika’ya suçluyu teslim almaya giderler. Bundan sonrası kolay gibi görünür ama hiçbir şey göründüğü gibi değildir. İstanbul, New York, Bitlis üçgeninde geçen hikâye, yakın dönemin Türkiye’sini sorgularken, 11 Eylül sonrası Amerika ve dünyanın İslâm ile olan paranoyasının altını çizecektir.”

Yânisi şu: “Radikal bir dinci” olan Deccal’a kızıp, “radikal bir dinci” olmayan Hacı’ya sığınmak pekâlâ mümkün!

Hacı?

Karısı, kızı, damadı Hıristiyan, ama kendisini tebliğe adamış “Bodyguard”lı Müslüman bir tip… Meselâ kızı, gündüz kilise nikâhı, akşam imam nikâhı kıyacağız diyor da, bu durumu sırıta sırata kabulleniveriyor.

Güya hoşgörü abidesi ya hani…

Hıristiyanlarla “aynı Allah’a inanmaktan” bahsediyor sıkça.

“Dinlerin” müşterek kabulleri kabulümdür, fakat “aynı Allah’a inanmak” iddiasıyla “yok birbirimizden farkımız” indirgemeciliğini, gerçekçi bir yaklaşım olarak görmüyorum.

Necip Fazıl’ın ifadesiyle: Kartalla karganın diyaloğu… Hem de her birinin ne yediği ve ne ile beslendiği malûmken, kargayı kılavuz edineceğiniz öyle mi?

Amelde Hanefî, itikatta Matûrîdi ekolüne mensup olan Türk’ün, dinamik ve fakat bid’atsız din şuuru, hırpalanmaya devam ededursun… İster istemez sorguluyor insan: Allah’a “oğul” koşup, yeryüzünün son peygamberinin peygamberliğini tanımayanlarla, gerçekten de, aynı Allah’a mı inanmış oluyoruz acaba? Burada, ayrı dinlere inanan insanların diyalogsuzlaşması gerektiğini vurguluyorum değilim… Mesele başka!

Filmi seyredenler fark etmiştir herhalde: Bir yanda Türk’ten devşirilmiş “eşdinsel” Hacı, bir diğer yanda hikmetsiz kaba softa, ham yobaz… İkisi arasında, tercihe zorlanıyor seyirci: Ya oradansın, ya buradan…

“İslâm hoşgörü dini” öyle olmasına öyle de, bu hoşgörü Hacı’nın hımbıllığıyla alâkalandırılmamalı…

Filmde, tamamlayıcı olan son din İslâm’ı dinlerden bir din olarak idrak etmenin çarpıklığı nüksediyor aslında: Müslümanlığın temel kıstası, Müslümanlardan olmayanlara her hâlükârda zulmetmek… “Hüküm Allah’ındır” diyerek kendini o hükmün tek icracısı gibi görmek! Miş gibi…

Bu kadar insanın, mesele din meselesi olsa bile, idrak itibariyle farklılığı tezahür ediyor diye, ne yapalım, vaz mı geçelim, yeryüzünün son peygamberinin tebliğ ettiği son dinden?

“Allahsız Müslümanlığın” aşksızlığından ve zevksizliğinden dolayı, bir nevî oruç bozacak halimiz yok… En kötü ihtimalle; Müslümanlardan, Müslümanlığa kaçabilmek mümkün!

http://www.haberiniz.com/

Fethullah Gülen Cemaati ve Mübarek
M. Mustafa Uzun
08 Şubat 2011

Fethullah Gülen cemaatinin elinin ulaşamayacağı yer kalmadı sanırım. Dünya'nın en uzak bölgesindeki bir gariban ülkede de bu el mevcut, hemen yanı başımızdaki en özel mekânlarda da..

Fethullah Gülen cemaatinin elinin ulaşamayacağı yer kalmadı sanırım. Dünya’nın en uzak bölgesindeki bir gariban ülkede de bu “el” mevcut, hemen yanı başımızdaki “en özel” mekânlarda da…

Gündem Mısır…

Ve “hocaefendi cemaat”inin “Mısır dosyası” da epey kabarık.

Gidilen ülkelerde yetkili veya yetkisiz, kiminle irtibat kuruyorlarsa kursunlar bunların durdukları nokta, kimlikler ve özellikle de “zulüm” merkezli olup olmadıklarına bakmayan “cemaat” aynı hatayı Mısır’da da yapmıştır.

“Moro” gibi uzak coğrafyalarda Müslüman katilleri ile ortak programlar yapmayı “onur” sayan ve bu tür bölgelerde Müslümanlara kan kusturan kimi generalleri de “onur konuğu” olarak yaptıkları iftarlara çağıran “cemaat” Mısır’da da buna benzer bir çizgiyi devam ettirmiştir.

Bir süre önce hizmete açtıkları Mısır Selahattin Okulu’nun açılışı başta olmak üzere “cemaat” bu ülkede yaptığı her programa Mübarek’i davet etmekte ve Mübarek de bu davetlere kendi özel temsilcisini göndermektedir. Bugünlerde zor zamanlar geçiren Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in özel temsilcisi ise Abduhcu görüşleri ile bilinen ve bazı çevrelerde bu nedenle sıklıkla eleştirilen Ahmet Ömer Haşim’dir. Tabi, Firavun Hüsnü’nün iktidarının en büyük dayanaklarından biri olan ve şimdilerde “özgürlük eylemcilerini” yıldırmak için uğraşan Mısır Müftüsü Ali Cuma da “cemaat”in programlarını kaçırmamaktadır.

Hayır, bu davetler ve özellikle de Mübarek’in özel temsilcisi ile kurulan ilişkiler salt bir “nezaket daveti” niteliği taşımamaktadır. Problem de bu noktadan kaynaklanmaktadır. Acaba “cemaat”in bu yakınlığının nedeni Mübarek’in de “otoriteye olan saygısı” mıdır?

Ya da şöyle söyleyelim; Bu “cemaat” neden gittiği hiçbir ülkede “özgür”, “şuur sahibi”, “mücadele eden,” “ayakta olan” ve “direnen” ekiplerle, cemaatlerle ve yapılarla beraber olmaz da gidip her zaman “otoritecileri”, “sıkıntılı adamları” ve “zalimleri” bulur? Bu işin “tencerenin yuvarlanıp kapağını bulması” ile bir alakası var mıdır?

Bakın, ABD ve İsrail’i tek otorite kabul eden Mübarek, 30 yıldır bir İslam coğrafyası olan Mısır’ı büyük bir ihanetle yönetiyor. Onun özel din temsilcisine inanılmaz önem veren “cemaat” de “otoriteci.” Sanırım bu nedenle iyi anlaşıyorlar. Yoksa bunun başka bir açıklaması olamaz.

Hüsnü Mübarek’in özel temsilcisini; “Ezher Üniversitesi eski reisi ve Mısır Yüksek Din İşleri Heyeti Genel Başkanı büyük âlim ve fazıl zat Ahmet Ömer Haşim Efendi” şeklinde takdim edenler acaba günlerdir meydanlarda “onurları ile mücadele eden eylemcilere” nasıl bakmaktadır?

Hazreti Peygamber’e yapılan karikatür eylemlerini protesto eden “peygamber sevdalılarını” inanılmaz bir dil ile “pespaye” olarak nitelendiren Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Mısır’ın özgürlük mücadelecileri hakkında ne düşündüğünü öğrenemedik ama tahmin ediyoruz.

Ancak açık söyleyeyim; Mavi Marmara’nın gül yüzlü şehidi “Furkan” için dahi kafaları karıştırmak isteyen adamların Nil’in yiğitleri ile alakalı kurdukları ve kuracakları cümleleri ve o acayip analizleri hiç merak etmiyorum.

Bu kadar…


NOT : Bu arada hemen belirtelim ki kaynaklarımız sağlam. Yani en azından “cemaat”in ciddiye alacağı kaynaklara sahibiz. Buyrun Mübarek’in özel temsilcisi ve Mısır müftüsünün onur konuğu oldukları programın Hocaefendi’nin kendi web sitesindeki haberi: http://tr.fgulen.com/content/view/17130/37

Kaynak: haber5

Türkmenistan'da ABD için casus yetiştirildiği gerekçesiyle Gülen okullarını kapattılar

17 Austos 2011
Anadolu Haber

Türkmenistan devleti, bu ülkenin idari ve kültürel yapısına sızmaya çalıştığı ve ABD için casus devşirdiği gerekçesiyle Fethullah Gülen cemaatinin okullarını kapattı.

Fars Haber Ajansı'nın haberine göre, Türkmenistan, bu ülkenin idari ve kültürel yapısına sızmaya çalıştığı ve saf Türkmen gençleri arasından seçtiği genç dimağları ABD için casusluk yapmak üzere devşirdiği gerekçesiyle "Türk Okulları" adıyla faaliyet gösteren Fethullah Gülen cemaatinin okullarını kapattı.

Fars Haber Ajansı muhabirinin Aşkabat’tan bildirdiğine göre, Türkmenistan yönetimi Türkiye’nin Nur Cemaati’nin Türkmenistan’da dini – siyasi nüfuzundan duyduğu kaygı yüzünden 1990 yılından beri bu ülkede faaliyet yürüten tüm Türk okullarının faaliyetini askıya aldı.

Haberde, okulların kapatılma gerekçesi şöyle anlatıldı:

"Söz konusu Türk okullarının eğitim çalışmalarının yanı sıra okullardan mezun olan öğrencileri hedef ülkelerde anahtar mevkilere atamak için rüşvet bile verdiği ifade ediliyor.

Haberde ayrıca şu değerlendirme ve iddialara da yer verildi:

“Geçtiğimiz yıllarda bu okulların ‘Türkiye’ adına yetiştirdikleri zannedilen öğrenci ve elemanları aslında ABD casusluk teşkilatı CIA'ya bağladığı ve Türk milliyetçiliği ve Osmanlı hayallerinin aslında bu gençleri kandırmak için bir tuzak olduğu, tuzağın CIA'da ayarlandığı ortaya çıkmıştı.

“Fethullah Gülen, merhum Şeyh Said Nursi hareketini kendi adına bölerek kurduğu bir cemaat çalışmasını Amerika'nın Pensilvanya Eyaletinde yürütüyor. Nur cemaatinin diğer kollarının bu tür ajan faaliyeti bulunmuyor ve bu nedenle de onlara pek meydan verilmiyor.”

Bu arada NTV’nin haberine göre; Türkmenistan’da kapatılan Gülen okullarının tamamı normal okullara dönüştürülecek. Türkmenistan’daki bir Türk üniversitesi için de aynı yönde karar alındığı belirtildi.

İsrail'in ABD Büyükelçisinden Gülen cemaatine iftar
27 Austos 2011
Anadolu Haber

Büyükelçi Michael Oren, aralarında Gülen Cemaatinden Abdullah Antepli'nin de bulunduğu bazı Müslüman ve Yahudileri iftara davet etti

Bugüne kadar pek çok ABD'li diplomat ve politikacı, hatta Bill Clinton'dan bu yana bütün Amerikan başkanları Müslümanlara iftar yemeği vermesine rağmen, ilk kez bir İsrail Elçisi böyle bir girişimde bulundu. İsrail'in ABD büyükelçisi Michael Oren'in evinde verdiği iftar yemeğinin davetlileri arasında Gülen cemaatinden bir isim de vardı.

İftar yemeğine 65 kişinin çağırıldığı duyuruldu. Bu kişiler arasında, Amerikan Üniversitesi'nde İslami Araştırmalar bölümü başkanı olan Ekber Ahmed, Yahudi Rabbi Marc Schneier ve Fethullah Gülen cemaatinden, Kuzey Carolina'daki Duke Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olan Türk İmam Abdullah Antepli de yer aldı.
Listedeki bazı isimler ise davete katılmadı. Amerika'daki en büyük islami gruplardan Kuzey Amerika İslam Topluluğu (ISNA) Başkanı Muhammed Macid'in başka bir programı olduğu gerekçesiyle iftara katılmadığı açıklandı. Amerikan-İslam İlişkileri Konseyi (CAIR) sözcüsü ise kendilerinden bir temsilcinin davete çağırılmadığını söyledi.
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cmt Ağu 27, 2011 11:13 pm tarihinde değiştirildi, toplam 4 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Şub 02, 2011 12:43 am    Mesaj konusu: Mağripli Gençler Batıcı Diktatörleri Devirirken... Alıntıyla Cevap Gönder

Savaş Peygamberi(*)
Richard A. Gabriel
Tercüme: Taha Yasin



Takdim

“Ben rahmet ve savaş peygamberiyim” diyen bir Resûlün ümmetiyiz ama, bu “ümmet”e son asırlarda bir şeyler oldu. O’nun “Alemlere rahmet olarak” gönderildiği gerçeğini çok sık hatırlayıp, elinin silahlı oluşundan çok utananlar veya bu gerçeği unutanlar, “rahmetle savaşın” aynı Hadisin aynı cümlesinde yeralmasının hikmetleri üzerinde hiç kafa yormayanlar türedi aramızda...

Sosyalizmin çöküşünden sonra, emperyalist Batının, tüm dünyayı ele geçirme ve tüm dünya halklarını topyekûn köleleştirme hamlesinin önündeki tek direniş odağı/son kale mücahid müslümanlar kaldı. Sayıları az ve fakat savaş kaabiliyet ve motivasyonları çok yüksek, taktik ve stratejik hedeflendirmeleri çok isabetli, yeni teknikler geiştirme kapasiteleri çok geniş olan bu savaşçı/direnişçi müslümanları cephede yenemeyeceğini anlayan emperyalizm, onları üstün savaşma azmiyle donatan “cihad” emrini ve bu emrin mutlak tatbikini bizzat savaş meydanlarında savaşarak gösteren “Beli de, eli de Silahlı Peygamber” gerçeğininin üstünü örterek, elsiz, dilsiz, zulme ve her türden kötülüğe karşı öfkesiz, zulüm ve kötülük odaklarına isyan etmek yerine onlara boyun eğmeyi, bir köle gibi itaat etmeyi, teslim olmayı dinin vazgeçilmez unsurlarından biri gibi gösteren, savaşılması gereken yerde boynunu bükerek ağlayıp sızlayan, yalvarıp yakaran, düşmanından merhamet dilenen ve “cihad” etmeyi kulun değil de Allah’ın “görevi”ymiş gibi gösteren sapkın uydurma, muharref bir din/ “protestan İslâm” inşa etmeye girişti. Ülkemizde de “barış, hoşgörü, diyalog” adı altında bu işin taşeronluğunu yapan kişi ve kurumlar herkesin malûmu...

İşte bir Batılı’nın yazdığı bu makale, emperyalizmin yüz milyonlarca dolar harcayarak yürüttüğü “ılımlı, yumuşak, köşesiz, yüreksiz,dilsiz, elsiz, işbirlikçi, itaatkâr İslâm” projesinin nasıl alçakça bir tahriften ibaret olduğunu bu dilden anlayan herkese bütün açıklığıyla haykırıyor. Allah’ın Resulü’nün “savaş peygamberi” özelliğinin yalnızca “savaşçı insan” yanını mercek altına alıyor. Savaş felsefesi, ilmi ve teknikleri konusunda uzman bir kalemden “Allah’ın kulu ve Resulü”nün “Savaşçı kul”un nasıl olması gerektiğini bizzat tatbik ederek/yaparak/komuta edererk gösterdiği yanını derinlemesine inceliyor....

Gürültü de tam bu noktada kopuyor, planları bozulan, tekerlerine çomak sokulan “ılımlı İslâm” projesinin yapımcı, taşeron ve ameleleri aynı anda ayaklanıyor ve “yetişin Richard A. Gabriel peygamberimize hakaret ediyor” diye feryad ediyorlar... Emperyalizmin “cihad”a “terör”, “mücahid”e “terörist” demesinden hiç rahatsız olmayanlar, hatta rahatsız olmak bir yana aynı tabirleri kullanmaktan utanmayan, gocunmayan, çekinmeyenler; son yıllarda İslâm hakkında bir Batılının kaleminden görmeye alışık olmadığımız kadar ciddi ve derli toplu olan bu makalenin okunmaması için psikolojik duvarlar inşa etmeye kalkıyorlar...

Bu makalede eksiklikler, yanlışlıklar elbette var.. Ama tek başına başlığı bile Allah’ın Resûlü’nün kendisi hakkında ifade ettiği ve bugün unutturulmaya çalışılan temel bir özelliğini ve güzelliğini yeniden gündeme getiriyor: Savaş Peygamberi...

Bir komutan olarak Allah Resulü...

Biz de bu makaleyi O’nun bu özelliğine nasıl bakılması gerektiğine iyi bir misal teşkil ettiği için aynen yayınlıyoruz.

Gerisi Peygamberlerini tam/doğru/eksiksiz/fazlasız anlama ve anlatma mükellefiyetinde olan müslüman tefekkür, ilim ve teknik ve tahkik ehline kalmış...

Taha Yasin


Eğer son Peygamber (1) yenilikçi ve başarılı bir askeri lider olmasaydı İslâm yedinci yüzyılın ötesine geçemezdi.

Son Peygamber'in uzun gölgesi yüzyıllardan günümüze kadar uzanıyor. Bugün sayıları 1,4 milyarı bulan müslümanlar onun öğretilerini -Allah'ın peygambere vahiy ettiği ve Kuran olarak yazıya geçirilmiş- takip ediyor. Ama Peygamber’in olağanüstü başarılarına rağmen, onu İslâm'ın ilk büyük kumandanı ve başarılı bir direniş lideri olarak inceleyen güncel bir belge bulunmuyor. Peygamber bir komutan olarak başarılı olmasaydı, İslam bir bölgede sınırlı kalacak ve Arap ordularının Bizans ve İran'ı ele geçirmesi aslı gerçekleşmeyecekti.

Peygamber’in bir savaş adamı olması düşüncesi bir çok insan için yeni bir şey. Ama o büyük bir komutandı. Bir yüzyılın içerisinde sekiz büyük savaş ve onsekiz akın yapmış, otuzsekiz tane de kendi emir ve direktiflerine göre hareket etmesi için tayin ettiği komutanlarının yürüttüğü operasyonlar planlamıştı. İki kere yaralanmış, iki kere de kendinden daha büyük ordular tarafından yenilecek gibiyken ordusunu toparlayıp savaşın gidişatını değiştirirek zafer kazanmıştı. Bir komutan ve taktisyenden olması dışında, askeri teorisyen, örgütlenme reformcusu, stratejik düşünür, operasyon komutanı, siyasi-askeri lider, kahraman asker ve devrimciydi. Direniş savaşının mucidi ve tarihteki ilk uygulayıcısı olan Peygamber'in ordularının başına geçmeden önce hiçbir askeri eğitimi yoktu.

Peygamber'in istihbarat servisi zamanla Bizans ve İran'la; özellikle siyasi istihbarat konusunda yarışır hale gelmişti. Söylendiğine göre, taktik ve politik stratejiler kurmaya saatler harcardı ve bir keresinde "Harp hiledir", demişti; bu modern analistlere Sun Tzu'nun "Savaş aldatmacadan ibarettir" sözünü hatırlatıyordu. Düşünme ve uygulama gücü konusunda Karl von Clausewitz ve Niccolo Machiavelli'nin bir karışımı gibiydi; yani siyasi amaçlar için her zaman güç kullanırdı. Kurnaz bir büyük stratejist olarak askeri olmayan yöntemleri (ittifak, siyasi suikast, rüşvet, dine davet, af ve sınırlı tenkil) uzan vadede pozisyonunu güçlendirmek için -bazen kısa vadeli askeri amaçlardan vazgeçerek- kullanırdı.

Peygamberin Allah'ın Elçisi rolü ve İslâm inancı, Arap savaş şeklinde devrim meydana getirmiş ve dünyanın tutarlı bir ideolojik inanç tarafından motive edilmiş ilk ordusununun kurulmasını sağlamıştı.

Kutsal savaş (cihad) ve şehitlik düşüncesi, Müslüman ve Hristiyanların İspanya ve Fransa'da savaşları yoluyla batıya geçmiş, savaşçı Hristiyan azizleri ortaya çıkmış ve Katolik Kilisesi'ne Haçlı Seferleri için ideolojik gerekçe vermişti. Bundan beri ideoloji -dini yada seküler olsun- askeri maceraların en önemli unsuru olmuştur.

Peygamber Arabistan'da daha önce kimsenin görmediği tamamen yeni bir tür ordu oluşturarak onun ölümünden iki sene sonra başlayan Arap fetihlerinin askeri kısmının temelini attı. Arabistan'da orduları ve savaş idaresini değiştiren en az sekiz büyük askeri reform yaptı. Nasıl Makedonyalı Philip Yunan ordularını dönüştürüp halefi Büyük İskender'in fetihler yapıp imparatorluk kurmasını sağlamışsa, Son Peygamber de Arap ordularını haleflerinin Pers ve Bizans ordularını yenip İslam İmparatorluğunu kurmalarını sağlamıştı.

Son Peygamber herşeyden önce bir devrimciydi, günümüzde bilinen, eski zamanlardaki ilk milli direnişi kuran ve yöneten, ateşli ve dindar gerilla lideriydi; ki bu gerçeği Kuran'dan ve Peygamber'in şiddet kullanmasından alıntı yapıp bunu kendi direnişlerinin doğruluğunu savunmakta kullanan günümüzün mücahitleri hala unutmamışlardır. Geleneksel komutanların aksine, Peygamber yabancı bir düşmanı yada istilacıyı yenmeyi değil; o sıradaki Arabistan sosyal ve siyasî düzeninini değiştirip yerine tamamen farklı bir ideolojik görüşe dayanan yeni bir düzen getirmeyi amaçlıyordu. Bu devrimci amaçlarına ulaşmak için her yolu kullandı; bu da modern analistler tarafından günümüzün dünyasında başarılı bir direnişin özelliği sayılıyor.

Son Peygamber yeni bir düzen mücadelesine sadece sınırlı vur-kaç operasyonları yapabilen küçük bir gerilla grubuyla başlamıştı, ama on sene sonra Mekke'yi fethe hazır hale geldiğinde bu gerilla grubu sayıca artmış, atlı ve piyadelere sahip, büyük harekatlar yapabilen düzenli bir orduya dönüşmüştü. Batı hep Peygamber'den Arap fetihlerini geleneksel askeri terimlerle düşündü. Ama Son Peygamber'den önce Arabistan'da bunları başaran ordular görülmemişti. Bu orduları meydana getiren şey Son Peygamber’in geleneksel olmayan gerilla operasyonları ve başarılı direnişiydi. Sonraki Arap fetihleri, hem stratejik konsept hem de askeri metodun aracı olan yeni ordular, Peygamber'in direniş lideri olarak başarısının sonucuydu. (2)

Peygamberin askerî hayatının direnişçi gerilla kısmı okuyucuya ilginç gelebilir. Ama modern analistlerin direnişi karakterize etmede kullandığı yöntemler kullanılırsa, Son Peygamber'in İslâm'ı yayma savaşında direnişin bütün kriterlerini sağladığı görülebilir. Direniş savaşı için gereken bir şey de; takipçileri için bir şekilde özel ve izinden gitmeye değer görülen kararlı bir liderdir. Bu bahsedilen durumda da Peygamber'in karizmatik kişiliği, Allah'ın elçisi olması ve ona uymanın Allah'ın emirlerine uymak demek olması inancıyla kuvvetleniyordu.

Direnişler bir "kurtarıcı ideoloji"ye, yani mevcut sosyal, siyasî ve iktisadî düzeni daha iyi, daha adil, tarih, yada bizzat Tanrı'nın kendisi tarafından buyurulmuş bir düzenle değiştirmek için tutarlı bir inanç veya plana ihtiyaç duyar. Son Peygamber, İslâm inancı ile, zalim, kafirce ve değiştirilmesi şart olarak gördüğü mevcut temel Arap kurumlarına meydan okudu. Bu gaye ile "ümmetini", yani inananlar topluluğunu, Allah'ın dünyadaki halkını; o sıradaki Arap klan ve kabilelerinin yerine geçecek şekilde oluşturdu. Peygamberin en büyük başarılarından biri eskilerini değiştiren yada tamamen yerini alan yeni sosyal kurumlar kurmasıydı.

(Devam Edecek)

Dipnotlar:
(*)Richard A. Gabriel’in MHQ dergisinde yayınlalan “Muhammad: The Warrior Prophet” başlıklı makalesidir. Makalenin orijinaline şu internet adresinden ulaşılabilir: http://www.historynet.com/magazines/mhq/75...?page=1&c=y

1-Metinde Peygamberimizin has isminin geçtiği yerlerde, onun yerine “Peygamber” veya “Son Peygamber” demeyi tercih ettik. (TY)
2-Bu paragrafta, İslâmın en hayatî ve kritik ilk savaşlarını “canım onlar küçük çaplı aşiret kavgalarıydı, savaş bile sayılmazlar” diyerek küçümsemeye, yok saymaya ve yok etmeye çalışarak “Savaş Peygamberi” gerçeğini kendi güdük ve küçük akıllarınca örtebileceklerini sanan hödük/alçak takımını hatırlayarak; hadiseye uzman bakışıyla öküz bakışı arasındaki farkı görebiliriz. (TY)


Bu makalenin diğer bölümleri için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=2289

Mağripli Gençler Batıcı Diktatörleri Devirirken... -3-
Murad Salih
01.02.2011

Yani günümüzden 35 yıl önce bu ülkenin bir mütefekkiri diyor ki:

- Artık (monarşi - krallık idaresi) diye basit hedeflere karşı bir ihtilâl mevzuu (konusu) kalmamıştır. Bunlar son Afrika ve Anadolu cenubundaki (güneyindeki) memleketlerde görülen mini ihtilâllerle ortadan kalkmıştır...

- Ortada birkaç mostralık ülkeden başka da, «melik» veya «kral» unvanı altında bir örnek yoktur...

- . Fakat feciin fecii ve günden güne modalaşmakta şu hal vardır ki, eski «melik»lerin yerine, hemen hepsi asker, diktatörler ve onların (oligarşi - hizip idaresi) tipleri geçmiştir...

- Sadece, ellerine silâh emanet edilmiş olmanın imtiyazından faydalanarak (monarşi)lerini deviren ve (oligarşi)lerini kuran bu tipler, Afrikanın şimalinden (kuzeyinden) başlayarak Asyanın Anadolu cenubu Güneyindeki) Akdeniz kıyılarını yalayan ve oradan Basra körfezine doğru uzanıp Mezopotamyayı içine alan ve Pakistan'a kadar ulaşan, zelzele hattına benzer bir şerit üzerinde, sefil, komik, fikirsiz, çilesiz, mazi ve istikbal murakabesinden yoksun, en sığ plânda taklitçi ve yafta bilgilere dayalı bir ihtilâlcilik oyununa rejisörlük etmektedir.

- Öz nefsinin gafili olduğu kadar, taklide yeltendiği Batının da cahili bu tipler, hakikatte, Doğu âlemini Batı kültür emperiyalizmasına ezdirmiş, türlü ülkelerde türlü örnekleri yaşayan mücerret bir küfür modelinin aynı kalıptan dökülme maketleridir; ve istikbâlin ihtilâlleri bakımından başlıca hedefi teşkil etmek mevkiindedir.

- Batının madde terakkileri önünde kendisine yeni bir ruh arama buhranına düştüğünden habersiz ve bu feci buhranın 19 uncu Asır ortalarından başlayıcı seyrinden bilgisiz bu tipler, kolayca başardıkları ihtilâlleri, muazzam bir ideolocya plâtformasına dayalı, en zor bir ihtilâl şekline devr ve tazmin etme borcundadırlar.

- Bunlar, hem büyük mütefekkir eksikliği sebebiyle asırlardır içinden, hem de son asırda bedavacı mukallitler vasıtasiyle dışından çökertilen Doğu âlemini, iki dünya arası mahsup sırlarına âşinâ, yepyeni, şahsiyetli ve bütün insanlığa aradığı muvazeneyi vâdetmekte liyakatli bir nesle bırakmak zorunun kılıcı altındadırlar...

- Yıktıkları bîçare idarelere karşılık ülkelerini çaresiz kılan bu (enkizisyon) rahipleri, karşılarına çıkarılacak, atom bombası gücünde bir Doğu (Rönesans)ı hareketiyle büyük ihtilâl dâvasının İstikbalde Şark bölümünü ihtar ediyorlar.]

Bugün Tunus’ta spontane/kendinden zuhur tarzında aniden patlayan devrimin herkesi şaşırtan sirayet gücü ve yayılma hızının sebebi yukarıdaki satırlarda açıkça görülüyor...

Aynı satırlarda Mağrip’te batıcı diktatörü devirmekle başlayan bu spontane/kendinden zuhur devrimler zincirinin mukadder olan ve “atom bombası gücünde bir Doğu (Rönesans)ı hareketiyle” zuhur edecek olan “büyük ihtilâl dâvasının (..) Şark (doğu) bölümünü”n de öncüsü/habercisi oldukları ayan beyan okunuyor...

Bu satırlar...

Hem yazıldığı zamanın şiddetli bir ihtiyacını haykırıyordu...

Hem de olması gerekenleri...

Yani o günün insanlarının ne yapmaları gerektiğini...

Nasıl bir zuhura hazırık yapmakarı gerektiğini...

Yıl 2011...

Aradan yaklaşık 40 yıl geçmiş...

Bir nesil boş işler peşinde ömür tüketmiş...

O günkü İhtiyaçsa daha acil ve daha vahim bir hal almış ama...

Kitleler Pentagon-Pensilvanya- Washington-Ankara-İstanbul hattında döndürülen dolaplarla hipnotize edilmiş durumdayken...

Ne devrimi?

Herhangi bir şeye...

Kendilerine dair şahsî bir şeye bile itiraz edecek, “hayır” diyecek mecalleri kalmamış şu insan enkazlarıyla mı?..

Acaba “otoriteye” itaatsizlik mi etmiş olurum?

“Otorite”ye itaatsizlik edersem imanımı mı kaybederim?

Günaha mı girerim?

Hocaefendiyi mi üzerim?

Diye düşünmekten kıpırdayamaz duruma gelmiş/getirilmiş yığınlarla...

“Büyük Devrim” olur mu?

Büyük veya küçük...

Bir devrim için herşeyden önce mangal gibi bir yürek, çelik gibi bir irade, sağlam bir bilgi/kültür birikimi gerekir...

Var mı böyle biri?

Var...

Ve O şöyle diyor:

[VE YALNIZ BEN...

GÖZLERİM, SÖKMEYE YAKIN ŞAFAK AYDINLIĞINI SEYRE HAZIR, O OLAĞANÜSTÜLÜĞÜ BEKLİYORUM...

OLAĞANÜSTÜLÜK?..

ÖMRÜMÜN BÜTÜN GİRİNTİ VE ÇIKINTILARINI KENDİSİNE MAHSUS BİLDİĞİM BÜYÜK ZUHUR...

MUAZZAM BİR İSLÂMİ ZUHUR...

BAŞIMA NE GELDİYSE, BU YÜZDEN!..]


Ben O’nun ne dediğini yazdım...

Merak eden onun KİM olduğunu ve başına neler geldiğini nasılsa bulur...

Son bir not...

Bu türden lidersiz, örgütsüz, herhangi bir fikre istinat etmeyen, spontane/kendinden zuhur devrimlerin, devrim sonrası karşılaşmaları kuvvetle muhtemel riskler başka bir yazı konusu olsa da; riskleri var diye zamanı gelmiş bir devrimi ertemelemenin ahmakça bir davranış olacağı açıktır...

Bütün riskleri göze almadan devrim olamayacağı gibi, yaşamak da olmaz...

Çünkü risk sadece devrimler için söz konusu değildir: Risk hayatın ayrılmaz bir parçasıdır..

En basit davranışlarımızı -farkında olsak da olmasak da- sayısız risklerle karşı karşıya kalarak yaparız..

İçerken boğulma riski var diye su içmekten kaçınmak hastalıklı bir düşünce tarzı değil midir?

Riskten kaça kaça...

- “Aman oyuna gelmeyelim... Yaş tahtaya basmayalum... Provokatörlerin dolmuşuna binmeyelim... Her işin içinde ABD-İsrail parmağı var... onardan izinsiz yaprak bile kımıldayamaz... Çümkü onların gücü herşeye yeter... Biz aciz biçareleriz ne yapabiliriz ki?... En iyisi “otoriteye” boyun eğederek onun izni olmadan hiçbir işe kalkışmamaktır...”

Diye akıllar dağıtarak lider-şeyh,yazar- çizer- kanaat önderi maskeleriyle ortalıkta dolanıp insanımızı avutup/uyutup uyuşturanu işbirlikçi hainlerin söyledikleriyle amel ede ede...

Bir bakarız ki...

Bugün olduğu gibi; tuvalete giderken bile Pentogondaki “otorite”den izin almak durumuyla karşı karşıya kalıvermişiz...

Mağrip’te yanan devrim ateşinin alevleri...

Avutulan/uyuttulan/afyonlanan yığınları eninde sonunda bu derin hipnoz uykularından uyandıracak ve -“atom bombası gücünde bir Doğu (Rönesans)ı hareketiyle”- Büyük Devrim/Büyük Zuhur mutlaka gerçekleşecektir...

Mağripli gençlerin yaktıkları devrim ateşi sanki bunun müjdecisi...

Onları bütün samimiyetimizle destekliyor, saygı ve sevgi ile selâmlıyoruz...

[Ortalık mahşer gibi...
Kim buranın sahibi,
Kimlerin düğünü var?
Güneş batan bir bayrak;
Şu kıpkızıl ufka bak,
Ana baba günü var!]
(****)

Dipnotlar:

**** İHTİLÂL, Necip Fazıl Kısakürek, b.d. yayınları Nisan 1976- İST


Bu yazı dizisinin diğer bölümleri için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?p=5084#5084

FETHULLAH GÜLEN'IN ENTELEKTÜELLIĞI...
SALIH SELÇUK
selcuksalihcaydi@gmail.com

Ahmet Şık'ın kitabında Fethullah Gülen'den uzun alıntılar var. Ben, şimdiye dek tek bir Fethullah kitabı okumadım... O Sızıntı dergisini görünce de aklıma Avrupa'daki "Yehova'nın Şahitleri" tarikatının -aynı ebattaki- dergisi "Wachtturm" geliyor ve miğdem kalkıyor...

Ben bu tip dergileri, beyin yıkayarak insanları araçsallaştırmak veya koyunlaştırmak için kullanılan bir tür araç olarak görüyorum... İnsanın ruhsal özgürlüğüne kastedenleri değil anlamam, bağışlamam bile mümkün değil...

Ben özgür ve canlı insanlardan yanayım, onların yanındayım...

Kitapta, Fethullah Gülen'in "entelektüalizmi" dikkatimi çekti...

Yabancı terimleri (handikap vs.) gereksiz yere, bazen de yanlış kullanıyor...

Ortaokulda "çalışakan" (inek!) çocuklar vardır. Yeni öğrendikleri ama anlamını bilmedikleri terimleri, olur olmaz kullanır ve dğer ortaokulluların yanında bilgiçlik taslarlar. Diğer garibimler de bu lafları birşey sanır ve kuzu kuzu dinlerler arkadaşlarını...

Fethullah Gülen'inki biraz böyle...

İnsan üzülüyor ve acıyor aynı zamanda...

Bundan yirmi-otuz yıl önce, iyi niyetli cahil insanları karşısına alıp onlara, anlamadıkları/anlamadığı terimlerle "güçlendirdiği" laflarla birinci sınıf örgütçü öğütleri veren, onların çocuklarından beyni/ruhu/vicdanı hocalarına ipotekli bir "Altın Nesil" (Hitler'in Aryen ırkı gibi) yetiştirmeye kalkan, dünyayı yarım akıllı ideolojik teknokratlarla yönetebileceğini sanan bir self-made vaiz, self-made propagandist...
(Sovyet deneyiminden de bir şey öğrenmemiş!..)

Yüce hedefler için herşeyden feragat edilebilir mi?!..

İnsanlardan özgür insan olmaktan vaz geçerek özgürlük için mücadele etmelerini istemek olayı, bilmemkaçbin yıldan beri aynı...

İnsanlar bu yalana -nedense!- hep kanar...

Bulunmaz Hint kumaşından böyle "ruhaniler" asla rahat değildirler, çünkü vasatlıklarının ve Tanrı'yla aralarındaki o uzuuun mesafenin her daim bilincindedirler...

Onlar, dünyalara hükmetseler yetmez...

Ancak vasat olmayanları, özgür ve canlı olanları iyice etkisizleştirip kontrol edebilirlerse, hatta yokedebilirlerse rahat edebileceklerini, ortada sadece onlar gibi olanlar kalınca huzura erebileceklerini, kendi sahteliklerini ancak o zaman unutabileceklerini sanırlar...

Ancak o zaman sihirli aynalara dönüp, "Ayna ayna söyle bana... Var mı benden güzeli?" diye soracaklardır... (Ve hep o mallum yanıtı alacaklardır.)
Kendinden daha iyi, canlı, özgür ve hakiki olanlar var oldukça huzur bulmayacaklardır -bulamazlar...

Ama sahici, dürüst, katakullisiz olan da eninde sonunda mutlaka galebe çalar. Doğanın ve Tanrı'nın kanunudur. Hakiki olan tek bir kişi bile kalsa, sonunda galebe çalar...

Şimdi bu tarih yeniden yaşanıyor...

Devletin en kilit yerleri, "Altın Aryen" tipi örgütlenmelerin elinde de olsa ve "Artık bize kim birşey yapabilir ki?" diye de düşünseler... o hiç ummadıkları çöküşü, hiç ummadıkları biçimde tadacaklardır...

Devran böyle...

Seyreyleyin...

http://konstantiniye.blogspot.com/

26 Nisan 2010
Gülen Politbürosundan Son Hz. İsa Propagandası : "O"
Behiç Gürcihan

Hz. Muhammed'in doğum günü kutlamaları çerçevesinde "İslamcı" grupların çeşitli pankartlarına rastlamışsınızdır. "Allah'ın Resulü" ifadeleri ile veya "Hz. Muhammed" olarak bizzat ismi ile gönderme yaplam peygamberimize bir grup çok ilginç bir şekilde hitap ediyor.

Bu grup .konu ile ilgili pankartlarında Hz. Muhammed'e şu sıfatla işaret ediyor:

"O"

Tahmin etmişsinizdir;

Peygamberimizi "O"'laştıran grup Gülen cemaati.

O ; Türkçe'deki tekil işaret sıfatlarından (Bu, Şu ; O) en
sonuncusu , bir diğer yaklaşımla en uzağı.

Bireyden uzaklaştıkça ; "Bu" önce "Şu" , sonra "O" olur ve gittikçe bireyle "O"'nun hitap ettiği varlık arasında bir uzaklık peydahlanır.

"O" aynı zamanda tekil alemin en üst hiyerarşisinde oturur.

"O"'nun ötesinde kullanabileceğiniz tekil bir sıfat yoktur ; "Onlar" gibi bir işaret sıfatı üzerinden çoğul bir paganizm dünyasına adım atmak istemiyorsanız.

"O" tartışması derin bir varlık tartışmasıdır.

Hristiyan teolojisinde; Hz. İsa'nın "O" olup olmadığı , Tanrı'nın oğlu mu, Tanrı mı, yoksa fani bir peygamber mi olduğu tartışması Hristiyanlık içerisinde günümüze kadar süregelen dinsel ve politik ayrışmalar yaratmıştır.

Hristiyan teolojisinin Bizans'ın devlet politikası ile eklemlendiği 25 Mayıs 325 tarihli İznik konsilinde Hristiyanlığın amentüsünü sabitleme yolunda yapılan tartışmalar ilgilenenler için "O" üzerine ilginç çeşitlemelerle doludur. "Arius"cular ; İsa'nın "O" olduğuna, Tanrı'nın oğlu veya kendisi olduğuna karşı çıkanlardı ve dışlandılar. "Homoiusion" kavramı üzerinden İsa ve Tanrı "aynı türden" kabul edildiler.

Hz. İsa ; "O" oldu.

Gülen cemaatinin İslam'ı İsevileştirme çabaları ; bu yönüyle ,Müslümanlığı Hristiyanlığa ekleyen "Syncretist" (eklemleyici/birleştirici/aktarıcı) bir inanç sistematiği yaratmaya çalıştığı hepimizin malumu.

"Dinlerarası Diyalog" başlığı altında yürütülen misyonerlik çalışmalarına yaptıkları gönüllü katkılar ve diyalog adına Müslümanlığın Amentüsü'nden Hz. Muhammed'i çıkartmaları bu topraklarda İslam'ın önemini kavrayan ateistler adına bile affedilebilir hatalar değil.
(..)
Açık İstihbarat

ABD'den Usame'ye Kurşun, Gülen'e Ödül

Fethullah Gülen'e ABD'den büyük ödül

ABD'nin düşünce kuruluşlarından olan East West Institute (Doğu-Batı Enstitüsü -EWI) 2011 yılı barış ödülünü Fethullah Gülen'e verdi.Afganistanda katliam yapan bir generalinde yönetiminde olduğu kuruluş ABD politikalarına yön vermesi ile tanınıyor.

11 Mays 2011

EWI Yönetim Kurulu üyeleri arasında bir dönem Başkan Barack Obama’nın Ulusal Güvenlik danışmanlığını yapan General James L. Jones, yine ABD Dışişleri eski bakanlarından Condoleezza Rice gibi alanında önemli isimler de bulunuyor. Bu sene kuruluşunun 30. yılını kutlayan EWI, uluslararası arenada saygın bir ödül olan 2011 Yılı Barış Ödülü’nü Fethullah Gülen'e vermesi oldukça tartışılacağa benziyor.

Zira yönetim kurulu üyelerinin özellikle General L.Jones'in 2006'lı yıllarda Afganistan’daki NATO operasyonunun komutanı olması ve General James L. Jones komutasında ki ABD askerlerinin bir çok Müslümanın katliamında rol oynaması Ödül'ün ismine bile tezatlık arzediyor.Uluslararası BARIŞ ödülünü kabul eden Fethullah Gülen'in ABD'nin ulusal çıkarları adına hareket eden bir kuruluştan böyle bir ödül alması gerçekten düşündürücü bulundu.

ABD kendi İslamcısını bulmuş

Bütün dünyada ABD denilince savaş ve katliam kelimelerinin akla geldiğini belirten bir araştırmacı yazar ise,Bu son derece esef verici bir olay,Mavi Marmara hadisesinde OTORİTE'den bahsedip İsrail tarafından katledilen insanların ŞEHİD bile sayılamayacağını dillendiren Fethullah Gülen'in ABD ile birlikte Türkiye'de de inanılırlığı kalmamıştır'ABD kendi İslamcısını bulmuş...! diyerek tepkisini dillendirdi.

"HARİKA İNSAN!"

Ödül gecesinde konuşma yapan EWI Başkanı ve CEO’su John Edwin Mroz, “Bu ödülü Sayın Fethullah Gülen’e vermekten büyük onur duyuyoruz.” dedi. Mroz, “Biz bu ödülü her yıl yalnızca bir defa veririz. Bu nedenle anlamı bizler için çok büyüktür.” diye konuştu. Başkanı ve CEO’su olduğu kuruluşun saygı, sorumluluk, tutku, disiplin gibi temel değerleri olduğuna işaret eden Mroz, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin de inandığı değerleri hayata geçiren bir insan olduğuna vurguda bulundu. Hocaefendi’yi samimi bir Müslüman ve inandıklarını yaşayan insan olarak tanımlayan Mroz, “İzleyeceğiniz video gösteriminde neden barış ödülünü bu harika insana verdiğimizi göreceksiniz.” ifadelerini kullandı.

Almanya orijinli EWI’nin kısa tanıtımının yapıldığı sinevizyon gösterimini, 2011 Yılı Barış Ödülü’nün niçin Gülen’e verildiğini anlatan video gösterimi takip etti. Sinevizyonda, Birleşmiş Milletler eski Genel Sekreteri Kofi Annan, ABD’nin eski başkanlarından Bill Clinton ve ABD Dışişleri eski bakanlarından James Baker ile Madeleine Albright’ın Gülen hakkında kişisel görüşlerini ifade eden sözlerine yer verildi. Sinevizyonda, 11 Eylül saldırılarından sonra Hocaefendi’nin Washington Post gazetesine verdiği demeçte, “Müslüman terörist olamaz, teröre bulaşan kimse de Müslüman kalamaz.” sözlerine vurguda bulunuldu.

Yüzlerce davetlinin katıldığı ödül programına Amerika’nın siyaset ve dış politikasına yön veren isimlerin katılması dikkat çekti.

Amerikan cihadizmine serenat!!!
Ahmet TAŞGETİREN
atasgetiren@bugun.com.tr
05 Mayıs 2011

Külliyen aptalız ya!

"Cihadizm"e sövmeliyiz.

"Cihad"ı zinhar ağzımıza almamalıyız.

Özgürlük adına, bağımsızlık adına, değerleri koruma adına savaşmak diye bir şey asla akla getirilmemeli.

Böyle bir şey vuku bulursa, bunun Amerikan ya da Rus propagandası ile "terör" olarak damgalanmasını, ardından da yine Amerikan ve Rus savaşçılığı ile yok edilmesini alkışlamalıyız.

Onların savaşı asla terör olamaz!

Onlar hep insanlık adına savaşmışlardır!

Rusların Afganistan işgali de, oraya insanlık ve erdem getirmek için yapılmıştı, Amerika'nın şimdiki işgali de... Amerika'nın Irak'ın işgali, orada bir milyonu aşkın insanın öldürülmesi de salt insani erdemler içindi!

İslam adına cihat kötü, Amerikan çıkarları adına savaş iyi, kutsal!

Aptalız ya!

Medyamız bu aptallaşmaya çanak tutmaya teşnedir ya!

Amerika artık sömürmeyecek Ortadoğu'yu...

Pılısını pırtısını alıp gidecek ne de olsa terör bitti.

İsrail artık Filistin'in yakasını bırakacak.

Gazze'de çocuklar ölmeyecek artık.

???

Ömer Muhtar kimdi sahi?

Çanakkale neydi sahi?

Milli Mücadele neydi sahi?

...

Bin Ladin'den Amerika da kurtuldu, biz de kurtulduk.

Bayram yapalım.

Artık Batı dünyasında İslam'ın imajına kimse bir şey demeyecek.

Amerika'daki rahip bilmem kim, Kur'an'a sövmeyecek.

???

Avrupa'daki İslamofobikler asla ayrımcılık yapmayacaklar.

Hatta hatta, AB'nin "Hristiyan kimlikçiler"i, 70 milyonluk Türkiye'yi bünyeye almaktaki rezervlerini kaldıracaklar.

Bakarsınız AB'ye tam üye bile oluruz Usame Bin Ladin'in öldürülmesinden sonra...

Aptalız ya...

Aslında Amerika, İslam'ın yüzündeki terör lekesini silmek için yaptı bu operasyonu...

Aslında Amerika, Geronimo'yu da, Kızılderililer'i terörist damgasından kurtarmak için öldürmüştü.

Aslında Amerika'nın beyaz adamı, zencileri köle olarak kullanırken onları uygar vatandaşlar haline getirme çabası içindeydi. Milyonlarca köle hayatını kaybederken, basit bir uygarlaştırma bedeli ödediler.

Aptalız ya...

Emperyalizm falan hikâye idi...

Aslında Batı dünyası bazen geri toplumların dirençlerini kırmak pahasına bir uygarlaştırma savaşı vermek zorunda kaldılar.

Petrol metrol, savaş sanayii, bilmem ne, bunlar işin bahanesi...

Amerika'nın, Rusya'nın ya da Avrupa sömürgecilerinin sömürgeciliklerine takılmamak lazım, bu sömürge statüsü içinde uygarlaşıyor muyuz, ona bakmak lazım.

Yaa, aptalız ya...

En kötüsü aptallığın içselleştirilmesi olmalı. Bizim her çevreden medyamızdaki gibi...

Amerika bu kadar aptalca bir içselleştirmeyi bekliyor muydu, doğrusu tahmin etmek zor.

Onlar erdi muradına, biz çıkalım mı kerevetine?

Bu kadar mutluluk çok değil mi?

Amerikan emperyalizmi diye bir şey yok artık.

Öyle mi?

Hegemonik çıkarlar bitti. Öyle mi?

Amerika geldi ve İslam dünyasını bir teröristten kurtardı öyle mi?

Amerika'ya bunun için Irak'ı ve Afganistan'ı ödül olarak verdik öyle mi?

Acaba yeterli buldu mu Amerikamız bu ödülü?

Filistin'i de İsrail'e versek nasıl olur ya da Hamas'ı?

"Cihat" kelimesini lügatlerinden kovmaya çalışanlar, yarın ülkeleri işgal edilirse ne yaparlar acaba? "Gel bizi de kurtar ey düşman, hoş geldin, sefalar getirdin" diye serenatta mı bulunurlar?

Robert Fisk, "Amerikalılar Usame Bin Ladin'i öldürdüler çünkü konuşmasını istemediler, konuşması Amerika'yı ateşe verirdi" diye yazmış.

Hani insan, bizim dünyamızdaki medyadan, şu kadarcık bir sorgulama hassasiyeti ya da haysiyeti bekliyor.

Haksız mıyım yoksa?
Kaynak: Bugün

İslam'ı AB Standartlarına Uydurma Sapıklığı
Mehmet Şevket Eygi
Milli Gazete
22 Mayıs 2011

Haçlıların sinsi baskıları ve dayatmaları devam ediyor. Neler istiyorlar:

BİR: İslam'ın Allah katında tek hak, makbul, geçerli din olduğu inancını bırakmamızı, üç ibrahimi din vardır, onların mensupları da necat ehlidir ve onlar da Cennete girecektir bozuk inancını benimsememizi istiyorlar.

İKİ: Peygamberimizin Sünnetinin, sahih hadislerin, zaruriyat-ı diniyenin AB standartlarına göre ayıklanmasını istiyorlar.

ÜÇ: Dinimizin, Feminizm sapık ideolojine uymayan hükümlerinin kaldırılmasını istiyorlar.

DÖRT: Camilere kiliselerdeki gibi sıralar konulmasını istiyorlardı. Diyanet ilim heyeti bunu kaldırdı, kendilerine teşekkür ediyoruz. Allah razı olsun.

BEŞ: Fazlurrahman bozuk mezhebinin kabülünü, Kur'andaki ve Sünnetteki nice kesin emrin tarihsel olduğu, bugün geçerli olmadığı sapıklığının benimsenmesini istiyorlar.

YEDİ: İslam'ı koyu buluyorlar, sulandırılmasını, ılımlı hale getirilmesini istiyorlar.

SEKİZ: Dinde reform, dinde yenilik, dinde değişim istiyorlar.

DOKUZ: Erkekleri camiden cemaatten uzaklaştırırken kadınları camiye getirmek istiyorlar.

ON: Olabildiğince diyalog ve hoşgörü yapılmasını, Müslümanların İslam'dan ödünler vermesini istiyorlar.

ON BİR: Müslüman halkın dinden kopartılarak sekülerleştirilmesini istiyorlar.

ON İKİ: İslam'ın bir tür Protestanlık haline getirilmesini istiyorlar.

ON ÜÇ: İslam'ın hak din olmaktan çıkartılıp bir tür beşeri ideoloji ve hümanizma haline dönüştürülmesini istiyorlar.

ON DÖRT: Şeriatsız, fıkıhsız bir İslam türetmek istiyorlar.

Vaktiyle Hindistan'da Ekber Şah isminde sapık bir hükümdar İslam'ı, Hıristiyanlığı ve Hint Mecusiliğini birbirine karıştırarak Din-i İlahi adında sapık bir din çıkartmıştı. O Ekber Şah değil, Ekfer (en kafir) Şahtı. Bu adam Selamün aleyküm şeklindeki İslam selamını yasaklamış, onun yerine Allahu Ekber (Kendi adı Ekber ya...) denilmesini emr etmişti. Maalesef birtakım bozuk alimler bu adamı desteklemişlerdi. Bugün Türkiye'de de Siyonistlerin, Haçlıların, Derin Şer Güçlerinin (DŞG), Selanik Avdetilerinin destekçisi alim taslakları vardır.

Müslüman kardeşlerimi uyarıyorum.

"Barış Koalisyonu"programını protesto ediyoruz!!!!!



Fethullah Gülen Cemaati - İsrail'in İstanbul Başkonsolosluğu el ele program düzenliyor. Mavi Marmara'nın yıldönümünde Fethullah Gülen cemaati "Barış Koalisyonu" adı altında Siyonist sanatçıyı, Yuval Ron'u İstanbul'a davet etti.

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı (GYV) bünyesinde faaliyet gösteren Kültürlerarası Diyalog Platformu (KADİP) ve Koza İş ve Kadın Derneği Coexistanbul Platformu ile The Yuval Ron Müzik Topluluğu “Kültürlerarası Diyalog Konserleri”nin ilkini 9 Haziran 2011'de Avrupa'nın Kültür Başkenti İstanbul'da gerçekleştirecektir.


İçindeki Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi müzisyenlerle faklı inanca ve farklı etnik geçmişe sahip insanlar arasında müzikten bir köprü kurmaya çalışan YuvalRon Müzik Topluluğu, KADİP ve Koza İş ve Kadın Derneği Coexistanbul Platformu ile gerçekleştireceği söz konusu konserde de aynı temaları ve mesajları işlemeyi planlamaktadır.

Bu konuda daha fazla bilgi için:

http://www.facebook.com/event.php?eid=224851710876561

Dağıstan'da İslamcı mücahitlerin hedefi işbirlikçi ılımlılar
15 HAZİRAN 2011

Rusya'nın Dağıstan bölgesinin önde gelen işbirlikçi ılımlı imamlarından olan Aşurlav Kurbanov'un öldürülmesi, bölgedeki mücahit İslâmcı hareketin işbirlikçi ılımlı Müslümanları hedef aldığını gösterdi.

Kurbanov'un camisinin yakınlarında, kimliği belirlenemeyen silahlı kişilerce öldürüldüğü açıklandı.

Aynı bölgede, geçen hafta ılımlı İslami bir üniversitenin rektörü olan işbirlikçi Maksud Sadıkov öldürülmüştü.

İşbirlikçi Ilımlı din adamlarına yönelik saldırıların, kurtuluşçu mücahit İslamcılar tarafından gerçekleştirildiği düşünülüyor.

Gözlemciler, Nisan ayında iki imamın öldürüldüğü Kuzey Kafkaslar bölgesinde, son yıllarda 13 ila 50 Müslüman işbirlikçi ılımlı din adamının öldürüldüğünü aktarıyor.

Bölge üzerine uzman Aleksey Makaşenko, Rus basınına yaptığı açıklamada Kuzey Kafkaslarda İslam içi bir tasfiyenin başlamakta olduğu uyarısını yaptı.

Makaşenko, "Radikal İslamcıların hedefi ılımlı İslam'ın en güçlü, en etkili ve en eğitimli üyeleri" dedi.

Öldürülen işbirlikçi rektör Sadıkov da, 2003 yılından beri İlahiyat ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü'nün rektörüydü ve mücahitlerle mücadelede 'eğitim'in bir silah olarak kullanılmasını savunuyordu.

Dağıstan, Çeçenistan'ın desteklediği militanların Rusya'ya karşı mücadele etmeye başladığı 1999 yılından bu yana İslami ayaklanmaların etkisinde.
haber1001

"Gülen, Washington'un cihatçı grupların etkisine karşı koymasına hizmet eden ılımlı bir islamı vaaz ediyor"

Dünya genelindeki istihbarat servislerinin faaliyetlerini yakından takip eden Intelligence Online, Gülen tarikatının Amerikan istihbarat servisleri ile geniş ilişkilere sahip olduğunu iddia ederek, Gülen'in neden CIA'nın favori imamı olduğu konusuna da açıklık getirildi!

25 Haziran 2011

Türkiye'deki birçok siyasi operasyon arkasındaki güç olduğu ve devlet kurumlarına geniş bir şekilde sızdığı yönündeki şüphelerin odağı olan Fethullah Gülen Tarikatı'nın uluslar arası alandaki CIA bağlantıları olduğu iddia edildi.

Fethullah Gülen Tarikatı bugün dünya genelinde en az 600 okulu yönetiyor ve 4 milyonu aşkın üyesinin bulunduğu belirtiliyor. Başta Rusya ve bazı Arap ülkeler olmak üzere birçok devlet bu tarikatın faaliyetlerini yakından izliyor.

Rusya'da sert yasaklar getirilirken, Suudi Arabistan'da da tarikatın açık faaliyet yürütmesine izin verilmiyor. Avrupa ülkeleri de zaman zaman bu tarikatın okullarını mercek altına alıyor. Birer asimilasyon merkezleri olarak çalışan okullarda, Türkçü bir anlayış altında örtülü bir ırkçılık aşılanıyor.

WASHINGTON'A HİZMET EDEN ILIMLI İSLAM

İstihbarat servislerinin faaliyetlerini yakından takip eden Fransız Intelligence Online dergisi (eski İstihbarat Dünyası) göre 11 Eylül 2001 saldırılarından kısa bir süre sonra Pensilvanya'ya yerleştirilen Gülen tarikatının Amerikan istihbaratı ile geniş ilişkileri var.

Yazılı baskısı da olan site, “İmam Washington'un cihatçı grupların etkisine karşı koymasına hizmet eden ılımlı bir islamı vaaz ediyor” diye kaydediyor.

Kırgızistan ve Özbekistan'daki okullarda 130 CIA ajanı

Paris merkezli Intelligence Online, 1990'lı yıllarda Gülen hareketi üzerine birçok soruşturmayı bizzat takip eden eski MİT İstanbul sorumlusu Nuri Gündeş'in Aralık'ta yayınlanan kitabına da dikkat çekti. Gündeş, 1990'lı yıllarda tarikata Kırgızistan ve Özbekistan'daki okullarda 130 CIA ajanının bulunduğunu belirtiyordu.

Yemen'de de benzer faaliyetler ortaya çıkmıştı

ANF'de 6 Mart 2011 tarihinde yayınlanan “Gülen Cemaati Yemen'de neyin peşinde?” başlıklı haberde Yemen'de Temmuz 2009 yılında Gülen Cemaati'ne bağlı bir kişinin CIA bağlantılı olduğu gerekçesiyle El Kaide'nin saldırısın uğradığı kaydedilmişti.

Intelligence Online, 1998 yılından beri ABD'de yaşayan Gülen'in 2008 yılında CIA'nın iki emektarı olan Graham Fuller ile George Fidas'ın desteğiyle ikamet izni aldığına işaret ediyor. Fuller, Kabil'de eski istasyon şefi iken, Fidas ise CIA'dan Analiz ve Prodüksüyon Direktörü olarak emekli olmuştu.

Fransız site, Gülen'in Citizenship & Immigration Services'teki (Vatandaşlık ve Göç Dairesi) davasında Amerikan yönetimi temsilcilerinin de cemaatin CIA ile olan ilişkileri konusundaki “şüpheleri” dile getirdiğini hatırlatıyor.

Gülen, Müslüman dünyasında Amerikan diplomasisine çok yakın pozisyonları savunuyor

Gülen'in hareketinin merkezini on yıl önce Pensilvanya'daki küçük Saylorsburg kentine yerleştirdiğini vurgulayan Intelligence Online, şunları kaydetti:

“Fethullah Gülen, Müslüman dünyasında Amerikan diplomasisine çok yakın pozisyonları savunuyor. Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan birkaç yıldır Tahran ile yakınlaşma siyaseti yürütürken, Gülen Tahran'a karşı çok eleştirel duruyor. Ankara'nın desteklediği Türk İslami STK'sı olan IHH'nın Mayıs 2010'da İsrail'in Gazze ambargosunu kırmak teşebbüsüne de tepki gösterdi. Uzun zamandır Orta Asya ve Afganistan'da bulunan (Gülen'in) örgütü bir süre önce Müslüman Afrika ülkeleri ile Avrupa'da da gelişti. Eylül 2009'da hareket, Villeneuve-Saint-Georges'da (Paris'in Val-de-Marne bölgesinde) Educactive adlı özel bir kolej açtı.”

CIA'NIN MÜDAHELESİ İLE İKAMETİNE İZİN VERİLDİ

Ilımlı bir İslam ve dinler arası hoşgörüyü öğütleyen Fethullah Gülen tarikatının kendi davalarına çekmek için fundamentalist militanlarla da ilişki kurmaktan çekinmediğini belirten Intelligence Online,

“Organizasyonun sahip olduğu önemli mali imkanlar, dönmeyi (din/düşünce değiştirme) kolaylaştırıyor.

Ama bu uygulama risksiz değil: 2003'te hareketin Malawi'deki bir okulunda çalışan beş öğretmen, belirsiz uluslar arası cihatçılarla ilişki kurduğu için tutuklandı ve Guantanamo'ya götürüldü. Bir yıl sonra komşu Botswana'da örgütün bir ücretli çalışanı aynı akibete uğradı. Bu iki olay başlangıçta Fehtullah Gülen ve müritleri karşısında FBI'da güvensizliğe yol açtı ve ancak CIA'nın müdahalesi sonucunda Gülen'in ABD'de ikamet etmesine izin verildi” diye belirtiyor.

KALVİNİST İSLAMCILAR
Bülent ESİNOĞLU
03.07.2011
Hıristiyanlık ile kapitalizmi uyumlu bir yapıya dönüştürmek için 15.
ve 16. yüz yılarda, Hıristiyan ilahiyatçılar Protestanlığa yeni
yorumlar getirdiler. Sonunda, Kapitalizmin yapıp ettiklerinin dinen
uygun olduğunu halkalara kabul ettirdiler.
Kalvinizm, insanların kendi seçimlerini kendilerinin yapamayacağını,
yani bazılarının zengin bazılarının da fakir olabileceğini belirledi.
İlahi olarak insanların eşit olmadığı kabulünü, Hıristiyan
ilahiyatının düşünce dünyasına sokmuş oldu.
Tarihten de biliyoruz ki, dinler modern çağda, birey üzerindeki
otoritelerini gittikçe kaybetmektedirler. Ancak, dinler devletler ve
egemen sınıflar vasıtasıyla, kaybettiği bu otoritesini yeniden kazanma
yolundadır.
Egemen sınıfların hem dini kullanmaları hem de kapitalizmi
benimsemeleri, yani bu birbiri ile çelişen iki unsuru nasıl da güzel
bütünleştirdiğini açıklamaya çalışacağım.
İslam dünyasının aydınları olarak bizler, yani kapitalizm ile
İslamiyet'in nasıl uyumlu hale getirildiğine kafa yorarsak, İslami
taraftan kendimizi ikna edecek İslami öğreti bulmamız imkânsızdır.
Yaşadığımız Türkiye'de bu uyum sağlanmışsa, İslami ilkelerden, İslami
öğretiden vazgeçildiği sonucu çıkar.
Kapitalizm, yerleşik düşünceye, geleneklere dine sürekli saldırır. Bu
saldırıyı yapmasa, tüketim alanını genişletemez. Kapitalizm yapısal
durumu gereğince hep yerleşik düzene ve düşüncesine saldırmak
durumundadır. Saldırmazsa, ayakta kalamaz.
Bu saldırıyı, halk nezdinde, değişim, gelişim ve demokrasi olarak
takdim eder. Türkiye'de iktidar olanların sahtekârlığı da bu
noktadadır. Geleneklerden (yerleşik dini düşünce) yana olduğunu
söyler, ancak kapitalizmin bu geleneklere saldırısını yok sayar.
İslamiyet her noktada, kapitalizm ile çatışır. Din faizi yasaklar,
Kapitalizm de bu noktada dini yasaklar. Bunun gibi binlerce örnek
vermek mümkündür. Sadece eşitlik ilkesi bile Kapitalizm ile çatışan
baş öğretisidir.
Kapitalizm ile dinin birlikte olmasının zor olmasına kaşın, çok iyi
bütünleşiyor gibi görünmesi, din ve geleneklerin sahiplerinin
ilkelerine sahip çıkmamasındandır. Yoksa kapitalizm ile İslami'ye tin
uyum içinde olmasında değildir.
Batı İslam' a sadece Haçlı Seferleri ile saldırmaz. Asıl geleneklere,
dini öğretilere saldırılar yapar. Kanunlarına saldırır. Aslında
İslam'da din kanun anlamındadır. Kanunlarına saldırarak İslam'a
saldırır.
Tüm saldırıların temelinde kapitalizmin tüketim alanlarını
geliştirmesi içgüdüsü vardır.
İslam'ı yeniden tanımlamak, İslam coğrafyasını manipüle etmek, hep bu
ihtiyaçtan kaynaklanır.
Kalvinist İslam tanımlaması da, Ilımlı İslam tanımlaması da Batıya ait
tanımlamalardır.
AKP'nin iktidarı da bu tanımlamaya tıpa tıp uyan bir özellik taşımaktadır.
Hem Müslüman hem liboş olunmaz. Yani Müslüman'ın iktidarı değil,
kapitalizmin iktidarıdır, yaşadığımız.
İslam kapitalizm karşı olduğu halde, Kapitalizmi iktidar yapamaz.
Bu gün Allaha tapıyorum diyenler, aslında paraya, yani kapitalizme
tapıyorum diyorlar.
ordu millet

İktidar Baskısı Bir Yazarın Daha Başını Yedi: Önkibar İstifa Etti
29.07.2011

Uzun süredeir Fethullah Gülen cematinin baskısı altında olan Yeniçağ gazetesinden Sebahattin Önkibar da ayrılmak zorunda kaldı. Önkibar'ın "Hz. Muhammet'siz İslam Olur mu" adlı bugünkü yazısı taşra baskısında yer alırken şehir baskısından çıkarıldı. Bu gelişme üzere muhalif yazılarından dolayı bir süredir sıkıntı yaşadığı öğrenilen Sebahattin Önkibar, Ankara temsilciliği ve yazarlık görevinden istifa etti.

İşte Önkibar'ın istifasına neden olan o yazı:

HZ MUHAMMETSİZ İSLAM OLUR MU?

Başlığa bakıp bu nasıl soru demeyin sakın!

Hedeflenen yeni Müslümanlık Hazreti Muhammetsiz islamdır!

O nasıl mı olur?

Proje mimarlarına göre haşa onu aşmakla olurmuş!

Ambalajı da İbrahimi dinlerin kardeşliği ve bütünselliği imiş!

Henüz alt perdelerden ve belli mahfillerde seslendirilen modernize edilmiş yeni İslam dini projesinin ardında ise Paxamericananın Evanjelistleri ile Vatikan var.

İBRAHİMİ DİNLER VE DİYALOG !

İbrahimi dinler ambalajı basit anlatımla üç kitaplı dinin yani İslam,Musevilik ve Hıristiyanlığın bir potada eritilmesi ile orta vadede üçünden ortak bir din yaratmadır.

Bu yeni inanca göre üç din de hakdır ve bu dinlere mensup olanlar cennete gideceklerdir.

Kur’anı Kerim’i reddeden bu anlayış islamın Protestanlaştırılması ya da reforme edilmesinin ötesinde tamamen iğdiş edilmesidir .

Bu vahim projenin kapısını aralayan ilk teşebbüs de dinler arası diyalog yutturmasıdır.

Dinler arası diyalogun amacı böyle bir deformasyona iklim hazırlamaktı.

Malum soğuk savaş sürecinden sonra Emperyalizm Komünizmi düşman olmaktan çıkarmış yerine islamı oturtmuştur.

İslamla mücadelenin tekniklerinde ise deformasyon yani islamı kendi özü ya da temel çizgisinden çıkarmak öncelikli hedeftir.

Batılı büyük istihbarat örgütlerinin kontrolünde olan Haçlı intelijansiyası yeni süreçte tehlikenin aslında Müslümanlar olmadığı tersine İslam inancının kendisinin olduğu hükmüne varmış ve o yönde sonuç alacak metotları teklif etmişlerdir.

İŞTE DEHŞET UYGULAMALAR

İşte Büyük Ortadoğu Projesi de aslında bu bakışın proje olarak somut yansımasıdır.

Üzülerek ifade etmeliyiz ki bu yeni projenin uygulama merkezi Türkiye’dir ve öyle olduğundan olsa gerek BOP’un Eşbaşkanı da malum Sayın Tayyip Erdoğan’dır.

Bizzat devlet ve hükümet tarafından desteklenen yeni ya da Hazreti Muhammetsiz İslam projesindeki faaliyetlere vereceğimiz birden çok somut örnek var.

Mesela ilkokul kitaplarımızda var olan Kelime Tevhid tarifinden Muhemmedun Resululahın çıkarılması en dehşet verici örnektir.

Sinsi bir şekilde yürütülen bu kampanyalarda ayrıca islamla Hıristıyanlık ve Museviliğin çok farklı olmadığı ,dolayısı ile iki ayrı dinden insanların nikah kıyabilecekleri bile şuuraltılara pompalanıyor.

Keza Papazların Camilerde ayin yapması ve de devlet büyüklerimizin cemaatı olmayan Kiliseleri besmele ile açması ve yine cemaatı olmayan onbinlerce Kilise Evinin ihya etmesi bir diğer garabet misalleridir.

Bu bağlamda verilebilecek en dehşet örnek ise ABD’nin Cuma hutbelerimize müdahale etmesi ve bundan sonuç almasıdır.

ABD SEFİRİNDEN HUTBBEYE MÜDAHALE

AKP iktidarı ile beraber 2005 yılında ABD sefiri Edelman hükümete ve Diyanet’e baskı yapıp Cuma Hutbesinde okunan “Yegane din islamdır” ayetini kaldırtmaya çalışmıştır ki maalesef büyük ölçüde başarılı da olmuştur.

Kuşkusuz Paxamericanın Evenjelistleri ve Vatikan’ın CIA desteği ile yürüttüğü bu rezil faaliyete Türk insanı manevi önderleri sayesinde her şeye rağmen direnmeye devam ediyor .

Bu bağlamda Türkiye’de kökü dışarıda olmayan yani milli olan pek çok dini camia çok güzel refleksler sergiliyor ki bunun bayraktarı tartışmasız olarak Prof.Dr.Haydar Baş Bey ve Arkadaşlarıdır.

Dürüstçe ifade edeyim bizim gibi işi gücü okumak ve yazmak olan biri bile Hazreti Muhammedsiz islam noktasındaki pek çok kahpe faaliyetin ayrıntılarını Prof Haydar .Baş Hoca sayesinde nüfuz edebilmiştir ki bu bile yürütülen çalışmanın sinsiliğini teyid ediyor.

İSLAM DİYE DİYE İSLAMA İHANET!

Bizi üzen şeylerden biri de adı Milli Görüş olan bir önemli Camianın tamamen olmasa da bu rüzgara büyük ölçüde kapılması yani Amerikan islamına boyun eğmesidir.

Öyle değilse soruyorum yakın geçmişte her Cuma çıkışı Emperyalizmi protesto eden o insanlar dün Irak’da bugün Libya’da Haçlılar Müslümanları avlarken bir kez olsun neden tepki koymadılar ve koymazlar?

Ve son not:

Türkiye’de Şanlı Muhammed Aleyhisselam,Ashabi ve Ehli Beytinin Kur’an ve Hadisi Şerif Müslümanlığına, kendine güya İslamcı diyenlerin iktidarında savaş açıldığını ve gerçek Müslümanlığın yerine Amerikan İslamının ikame edilmeye çalışıldığını tarih dehşet verici ve ibret alıcı büyük bir ironi olarak yazacağından hiç kimsenin kuşkusu olmasın!
Kaynak: Açık İstihbarat

Economist: "Fettullah Gülen Hıristiyan ve Musevileri memnun etmeye çalışıyor"
5 AĞUSTOS 2011


Economist bu sayısında Türkiye analizlerine geniş yer ayırıyor.

Bu analizde Öne çıkan bir tespit ise Fethullah Gülenle ilgili.

"Türkler üzerinde en etkili dini hoca" olarak tanımlanan Fettullah Gülen'e ilişkin şu cümleler: "Çoğu Arap İslamcısının aksine Hıristiyan ve Musevileri memnun etmeye çalışıyor. Gülen'in takipçileri 1990'larda yaptıkları toplantıların Erdoğan'ı İslam devleti fikrinden vazgeçirmede çok etkili olduğunu söylüyor."

Gülen'in Mavi Marmara krizinde Türkiye'nin de suçlu olduğunu söylediğini hatırlatan yazı, Erdoğan için ise, "Dolayısıyla dini bütün hocalarından baskı gördüğünde, bu daha fazla radikal olması için değil, tam tersi yönde oluyor" tespitini yapıyor.

Anadolu burjuvasının tüm zengin sınıflar gibi istikrarı tercih ettiğini belirten yazı, bu grupların da Ak Parti'nin hedeflerini sınırladığını ekliyor.
Haber1001

FBI: “KUR’AN DEĞİŞTİRİLMEDİKÇE MÜSLÜMANLAR ILIMLAŞTIRILAMAZ”
15 Eylül 2011



Müslümanlara yönelik dünyanın farklı bölgelerinde operasyon yürüten ABD’nin ajanlarına verdiği eğitimde, ‘cihad’ ve ‘ılımlılaştırma' kavramları dikkat çekiyor!

Son günlerde ABD yönetimi tarafından FBI, CIA ve diğer silahlı kuvvetlere, İslam dini ve Müslümanlara karşı mücadele etmek için verilen eğitim programları ile ilgili dikkat çeken belgeler yayınlanıyor.

Yayınlanan belgelerden birinde, Müslümanlara karşı operasyon düzenleyen FBI ajanlarına verilen eğitimin niteliği dikkat çekiyor. FBI ajanlarına verilen eğitimde 'cihad' ve Müslümanların ‘ılımlaştırılması’ ile ilgili çarpıcı detaylar var

“KUR’AN ALLAH’IN SÖZÜ OLDUĞU MÜDDETÇE MÜSLÜMANLAR ILIMLAŞTIRILAMAZ”

Belgede “Kur’an Kerim’in Allah’ın sözü olduğu müddetçe İslam dininin ve Müslümanların ‘ılımlaştırılamayacağı’” ifade ediliyor.

FBI ajanlarına verilen eğitimlerde İslam’ın, Kur’an ve Sünnet üzerine kurulduğu ile ilgili genel bilgiler verilirken; Şiî ve Sünnî mezheplerin bazı noktalarda ayrıldığı ifade ediliyor.

FBI ajanlarına İslam dini ile ilgili verilen eğitimde, İslam’ın temel inançları ile ilgili detaylı bir eğitimin verildiği göze çarpıyor.

Belgelerde zekat ile ilgili ayrıntılı bilgi verilirken; zekat ile Müslümanların İslam’ın güçlenmesine katkı sağladığı ifade edilmekte ve bu yolla ‘İslam ordusu’nu destekledikleri belirtilmekte.

'DAR’UL HARP - DAR’UL İSLAM'

FBI ajanlarına verilen eğitimde ‘Dar’ul Harb’ ve ‘Dar’ul İslam’ gibi kavramlar ile ilgili bilgi verilmesi de dikkat çekiyor. Verilen eğitimde İslam inancının inananlar ile inanmayanlar arasında bir ayrıma gittiği ve bu topluluklar arasında ‘sürekli bir savaş halinin’ olduğu ifade ediliyor.

“İNTİHAR YASAK; ANCAK İNTİHAR SALDIRILARI SERBEST”

ABD’nin FBI ajanlarına verdikleri eğitimlerde İslam’da intiharın yaksa olduğunu; ancak İslam için ‘intihar eylemlerinin’ yasaklanmadığı ifade ediliyor.

Belgede cihad kavramı ile ilgili de bilgiler veriliyor. Cihad’ın inanmayanlara karşı bir ‘din savaşı’ olduğu ifade edilirken; Hz Muhammed’in cihad stratejisinin dört ana kolda yürütüldüğü ifade edilmekte:

İlk olarak, İslam’a inanmayanları önceki günahları için af dilemeye ve İslam inancını seçmeye sözlü olarak davet. İkinci olarak, Müslümanlara yönelik saldırılara karşı savunmaya izin verilmesi. Üçüncü olarak, Müslüman olmayanlara karşı kutsal aylar haricinde saldırılmasına izin verilmesi ve son olarak da, her yerde ve her zaman Müslüman olmayanlara karşı saldırı…

“CİHAD İNANMAYANLAR İLE SAVAŞTIR”

Belgelerde ‘cihad’ kavramının İslam dinindeki mezheplere göre ayrıntılı açıklamalarının yapılması dikkat çekiyor.

FBI ajanlarına Müslüman kadınlar ile ilgili de bilgilendirme yapılıyor. Müslüman kadınların cihad kavramı içerisindeki yeri ise şöyle açıklanıyor: “Eğer bir İslam ülkesi yabancılar tarafından işgal edilirse; ülkedeki Müslüman kadınlar da savaşa destek verebilir.”

Ayrıca, İslam bölgelerinin işgal edilmesi halinde Müslüman kadınların da savaşa destek vermesi gerektiği ifade ediliyor.

Dünya Bülteni

CÜBBELİ AHMET HOCA: Şuanda hilafet olursa ılımlı bir hilafet olacak. İslam'ın yarısının olmadığı...
25.09.2011
Hilafet konusu yeniden ısıtılmaya çalışılıyor ama Amerika tarafından. Keşke olsa ama şu anda uygun bir zemin görmüyorum. Şuanda hilafet olursa ılımlı bir hilafet olacak. İslam'ın yarısının olmadığı... Şevket Eygi ağabeyimiz (Millî Gazete'de) yazıyor; ılımlı projeler, cihadın olmadığı içi boşaltılmış bir İslam, bir hilafet...

Kafirler bize hayır rüya görmez. Amerika ve o civar böyle bir 'size öndelik rolü biçelim de, ileiriye dönük bi de hilafet, bi de halife uydururuz kitabına, ılımlı mılımlı, ondan sonra 70 tane 40 tane Arap devletiyle uğraşacağımıza bi yerle uğraşırız, bizim de işimiz kolay olur' gibi bir rüya görüyorlar diye rivayetler duyuyoruz.

Zaten ılımlı İslam projesi zaten bu 'yahudi, hristiyan da cennete girecek" diyalogları başladığından beri bi 20 senedir tam gaz gidiyor. Buna malzeme olur.

Şu an da hilafet olursa doğru dürüst olmaz. Kafirlerin istediği bir model, yani İslam ülkelerini kontrole alma modeli olur. Yoksa prensip olarak hilafet olmasını isteriz.

(Cübbeli Hoca, 23 Eylül 2011, Flash Tv)

‘Ilımlı İslâm’



"Türkiye’nin İslam’dan uzaklaştırılması veya en azından İslami unsurların ‘zararsız’ hale getirilmesi önemli bir rol oynamıştır. Tohumların ıslah edilmesi, kısırlaştırılması gibi bir durumdur bu. Türkiye’nin de-islamizasyonu meselesi daha doğrusu ‘ehlileşmiş’, ‘ılımlı İslam’ projesi, sadece İsrail için değil Batı dünyası için de önemli bir projedir."
Prof. Dr. Sedat Laçiner
(“Dışımızdaki PKK İçimizdeki İsrail”den)

Cemaat, Açılım ve 36 sivil can kaybı
Ayşe Doğu
30 Aralık 2011

Hükümetin sivil katliamına yönelik her yanlış söz ve adımı, hızla Ortadoğu’da kazandığı etkinliği, aşağı çekecek. Bölgeyi tehlikeli ve çekişmeli bir yıl bekliyor.

Yıl 1987..

Kenan Evren’in açıkça hedef gösterdiği, alaycı ve hakaretamiz beyanlar yaptığı başörtülü kızlar okullara sokulmuyor.. Öyle bir karalama kampanyası başladı ki kendilerini PKK’dan daha bir terörist hissediyorlar.. Sanki ellerinde bombalar uzun namlulu silahlar var ve İran’dan çanta çanta dolar alıyorlar. Zaten karalama kampanyasına bakılırsa, İran hepimizi besliyor.

Tam da bu koyu yasak sırasında İzmir’den bir aktör popülerleşiyor ve bu kritik günlerde başörtülü kızlar arasında bir fısıltı yayılıyor. Hocaefendi; 'Derslere perukla girebilirsiniz, diye fetva vermiş'. Tabi bütün aileler tedirgin. Darbeci cumhurbaşkanının hedef seçmesi, kızları başörtülü olan anne-babaları endişelendiriyor ve başını aç baskısı artıyordu.

Bu fetva; hak arama bilincini ve kararlılığını zayıflatmak ve safları bölmeyi amaçlıyor ve yasakçı zihniyete halisane hizmet ediyordu. Bazıları perukla okullara devam ederken, başörtülü öğrenciler de Beyazıt meydanında oturmaya başlamıştı. O günlerde varlığını hissettirmeye başlayan cemaat, fısıltı gazetesiyle “asıl önemli olanın köşe başlarını tutmak” olduğunu, acele edilmemesi, müslümanın rengini belli etmesinin ne kadar tehlikeli, yakışıksız, düşüncesizce olduğunu, hele hele hak arama eylemleri ile koskoca devleti karşısına almanın sonuçları abartılıyor ve yandaşlar, hem meydanlardan hem de yeni entelektüel, güncel konu ve tartışmalardan uzak tutuluyordu. Bu devletin istihbari güçleri nasılsa onların örgütlenmelerini ve amaçlarını fark edemiyordu, bilinmez! Kendilerini bu cemaatle tanımlayan öğrenciler ve gruplar o günlerin sıcak konularına –başörtü dahil- asla ilgi göstermezler. Mutlaka evlerine başı açık kızlar koyarak kendilerini -güya- kamufle ederler ve etliye sütlüye karışmazlardı. Evlerinde oturan öğrencilerden bazısı seçilerek burs verilirken, bu verilen bursun daha fazlası kira adı altında ellerinden alınırdı. MHP başkanının bol rakamlı hesaplı formüllü açıklamaları bu evleri hatırlatıyor.

Şimdi evlerindeki kızları başını örtmeye, onları tek tip giyinmeye zorlayarak eski bağnazlığı pekiştiriyorlar. Kız-erkek cemaatten evlenmeyi -yer yer zorunluluğa varan bir manevi baskı ile özendirerek hegemonya alanlarını güçlendiriyorlar. Umreye gitme, kurban kesme, kurs öğrencileri dahil herkesi gazete almaya zorlayarak çalışanlarını kapitalistçe sömürüyorlar. Kurulan bu düzeni ilk sanayi dönemi, sömürgeci Avrupa’sına benzetebiliriz. Geçim için her şeyini –inanç dahil- ipotek altına alma mantalitesi ve zaafiyeti ile hareket eden bu örgütlenme insanlık adına ürkütücü sonuçlar doğurabilecek bir şey. Çocukların bile en az 12 saat çalıştırıldığı o karanlık çağ, maalesef dini kılıf ve söylemlerle -kapitalist efendilere hizmet adına- hortlatılıyor, Toplumdan izole edilerek, hiçbir güvence ve seçme şansı olmayan, güçsüz bireylerin etki altında tutulduğu kölelik düzeni yeniden devreye sokuluyor. Buralarda yapılan hiçbir hizmet gönüllülük ilkesine dayanmazken, çalışanlar ve sempatizanlardan sürekli fedakarlık isteniyor, ve -zorunlu tutularak- bekleniyor. Çalışma mecburiyeti olan yani seçme şansı olmayan garibanlara psikolojik baskı yapılıyor! Bu din ve iman anlayışının özünde para tanrısına, dünyevi küresel güç tanrılarına hizmet amacı var. Ortadoğu için en tehlikeli zihniyet, halklar için en tehlikeli damar bu.

Dindar çevrelerin insan temelli toplumsal ve siyasi çabalarıyla gelinen noktada, bir ölçüde pişirilip kıvama getirilen mevzular, semboller ve iktidar, hırsla sahipleniliyor. (Bizim konjonktürde zaten ancak şu kumalık müessesesinden bir kurtulunursa (!), işte o zaman bölgemize gerçek demokrasi gelir.) Dindarlık ve yerellik sembolleri –özellikle- son AKP iktidarında öne çıkartıldı. Bu kesime özgürlükler konusunda, gerçek ve kalıcı adımlar atamayan ya da atmayan hükümetin boş bıraktığı alanlara -gerek başörtülü çalışan ve gerekse Güneydoğu’da siyasi bir aktöre dönüşme konusunda- sayısız imkan handiyse altın tabakla sunulmuş oldu. Bu yeni anti demokratik yapılanma, maalesef CHP’nin çekildiği alanları hızla doldurmaktadır. CHP değişmemek için, değişimin imkansızlığını tabanına kabul ettirmek için yaptığı lider değişiminin sonunda eski laik ve Atatürkçü yani sekter ve halktan kopuk anlayışına hızla geri dönerken, skandallara rağmen eski başkan yerine iade edilerek ya da itibarı iade edilerek hem toplumun ve hem tabanın değişim ve dönüşüm kararlılığına ‘size rağmen, haddinizi bilin’ mesajı verilecek. Zaten hep böyle yapılıyor. Bazı kimseler -ne rezillik yaparsa yapsın- ödüllendiriliyor. TRT’nin ekran yüzüne bakılırsa ne demek istediğim anlaşılır. Bu anlamda cari dini ve toplumsal değerler çok önemli bir süzgeç vazifesi görür. Bunlara, iktidara ortak olanlara her şey mübah olur ama tereciye de tere –din, iman, ahlak- satmaktan geri durmazlar. İçine hurafe ve saçmalık karıştırılmış bir din ve çarpıtılmış bir ahlak..

Hocaefendinin kimin adına hareket ettiği şimdilerde daha net anlaşıldı ve son günlerde giderek artan bir baskı var AKP hükümetine karşı. Siyasi olarak çeşitli alanlarda köşeye sıkıştırılıyor. Cemaat, –para, prestij ve mevzi- kazanmaya, hükümet ve Erdoğan yıpratılmaya devam ediliyor. Erdoğan’ın ve hükümetin meşruiyet kaynağı, tek gücü ‘halk desteği’. Çok basit değişimler ertelenir ve hatalar savunulma yoluna gidilirse ‘tolum nezdinde güvenilirlik’ bunalımı yaratılır. Şüphe virüsü kardeş kavgasını körükler. (..)
KAYNAK: haber10

ILIMLI İSLAM, Dinler arasi DİYALOG
07.02.2012

Batı Hıristiyan dünyası;
uzun süren kavgalar ve hasaplar sonucu kiliseleri büyük ölçüde kültürel faa...liyetlere, sergilere, konserlere, konferan...slara, etkinliklere açtı. İslam dünyası, Hıristiyan dünyasından daha mı bağnaz?Dahamı tutucu ? ...Değilse, öyleyse neden camiler hâlâ erkek erkeğe daha çok Cuma namazlarında dolan bir mekan durumunda? Yok mu camileri kültürel etkinliklere, kadın erkek yanyana konser izleyecek ortamlara açabilecek bir Müslüman cemaati Türkiye’de? Böyle bir mekan değişimi ve ortamın İslam adına dünya çapında yaratacağı etki ve imaj değişimini görmek ve düşlemek zor olmamalı. Türkiye bunu yapabilecek ve İslam’ın yüzünü tüm dünyada aklayacak ve İslam modernleşmesini global planda yürütebilecek bir potansiyele sahiptir..

Fethullah gülen Küresel Barışa doğru kitab sayfa: 64

Yok mu camileri kültürel etkinliklere, kadın erkek yanyana konser izleyecek ortamlara açabilecek bir Müslüman cemaati Türkiye’de?
Fethullah gülen Küresel Barışa doğru kitab sayfa: 64
...........
TÜRKİYE ÇAN SESLERİYLE UYANACAK.....

5 Şubat 1919 yılında Fransız Journal Des Debat gazetesi şunları yazıyordu;


"Hemen hemen beşyüz yıl boyunca Güney Avrupa'yı kan ve Doğu Akdeniz bölgesindeki bütün uygarlığı çökerten bu uğursuz Türk ırkını Asya'ya sürmeli(5 Şubat 1919 - Journal Des Debat)

"Türk'lerin bu beklenmedik zaferi akla şu soruyu getiriyor: son nefesini vermekte olan ölüme mahkum Türkiye dört yıl süren dünya savaşı sırasında tüm maddi ve manevi kaynaklarını kaybettiği halde nasıl olur da tüm dünyayı böyle şaşkına çevirir? Sonu gelmiş gibi duran bir ülke, bu gün üstelik yapayalnız kaldığı bir anda, müthiş bir örgütlenme yeteneği ve dolu dizgin bir coşku sergiliyor. Londra'da yapılan hesaplarda M. K. ve Milli hareketin sıfırı tükettiği, iflasa sürüklendiği iki ikinin dört ettiği gibi ortadaydı. Anadolu dullar ve yetimler ülkesine dönmüştü. Tam dört yıl boyunca milyonlarca insan durmaksızın savaştı ve demir yumruğuyla İngiltere maşası Yunanistan'ı denize döktü. Bu ulusal davaya duyduğu inançla mümkün oldu........................(Handelsblatat Dergisi- Kasım 1922)"

Yazar yazının sonunda ise şu ilginç ve bu günlere ışık tutacak şu tespiti yapıyordu:

"İslam düşüncesinin içine girmeliyiz. Bu mucizeyi anlamak için bu gerekli yoksa böyle giderse, Asya'nın muazzam kapıları yüzümüze ebediyen kapanacak (Handelsblatat Dergisi- Kasım 1922)

Yani ülkenin içine sahte İslam yerleştirilerek ve yeni Lawrance'ler konularak Orta Asya kapılarının İslamla açılmasının planları tamamen o günlerde yapılmış bizden biri gibi gelerek insanımızın duyguları, inançları sömürülmeye başlanmıştır..

Kaynak: Türkiye Ehli Sünnet Koruma Merkezi

Dinler Arası Diyalog Tuzagı Adım Adım İşliyor:
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cmt Ekm 18, 2014 11:33 pm tarihinde değiştirildi, toplam 8 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cmt Ekm 22, 2011 10:15 pm    Mesaj konusu: “Ahir Zaman Fitnesi” İle Yüzleşmek... Alıntıyla Cevap Gönder

Libya Lideri Muammer Kaddafi’nin Şehadetinin Aynasında “Ahir Zaman Fitnesi” İle Yüzleşmek...
Ertuğrul Horasanlı
22.10.2011



[Allah Resulü, sahabelerine Deccal’ı anlatırken,
"Ben Deccalın yanında neler bulunduğunu,
kendisinden daha iyi bilirim."
diye söze başlıyor
ve şunları anlatıyor:
"Onun yanında akan iki nehir vardır. Biri dış
görünüşüyle beyaz bir sudur. Diğeri de
parlak bir ateş olarak görülür. Kim ona yetişirse,
ateş olarak görünen nehrin yanına varsın ve
başını eğip ondan içsin. Zira bu parlak ateş gibi
görünen nehir, soğuk bir sudan ibarettir."
]
(*)

Libya'nın lideri Muammer Kaddafi'nin haçlı ordusu NATO'nun bombalarıyla yaralandıktan sonra, isyancı-demokrat çapulcular tarafından yakalanıp, linç edilmesinin yeni görüntüleri ortaya çıktı.

http://webtv.hurriyet.com.tr/'de yayınlanan bu görüntülerde Libya'nın lideri Muammer Kaddafi, şehit düşmeden önce, kendini alçakça linç etmeye ve soymaya çalışan isyancı-demokrat çapulculara “Evlâtlarım, ben sizin babanızım. Bana yaptığınız haramdır, siz günah işliyorsunuz. Bu olamaz. Siz haram nedir bilmiyorsunuz" diyor.

Görüntülerde, bir grup isyancı-demokrat çapulcu ayakkabıları ve ellerindeki sert cisimlerle Kaddafi'nin kafasına dakikalarca vuruyor.

Alnında delik açılan ve kanlar içinde kalan Kaddafi'nin "Bana yaptığınız haramdır, siz günah işliyorsunuz" sözlerine rağmen isyancı-demokrat çapulcular Libya Lideri Kaddafi'nin kafasına öldüresiye vurmaya devam ediyorlar.

Kaddafi’nin altın tabancasını çalan bir isyancı-demokrat çapulcu ise silahın namlusuyla Kaddafi’nin başına vuruyor.

Diğer bir görüntüde ise bir başka isyancı-demokrat çapulcu Kaddafi'nin üstünden kanlı ceketini ve parmağından eşi “Safiye1970” yazılı evlilik yüzüğünü çalmış olarak gözüküyor. Arkadaşları "Sakın bunu kimseye verme gelecekte 1 milyon dolardan fazlaya satarsın" diyor.

İşte Haçlı ordusu NATO'nun Libya'ya silah zoruyla getirdiği "demokrasi" böyle bir şey...

Bundan sonra...

Kaddafisiz Libya halkı bu çapulcu demokratlar tarafından demokratikleştirecek...

Saddamsız Irak ne hallere düştüyse, Libya’yı da o felaket bekliyor bilesiniz...

Vah Libya vah...

Haçlılar bütün dünyaya işte böyle bir “çapul demokrasisi” getirmek için var güçleriyle çalışıyor...

Kimi ülkelerin yöneticilerini rüşvetle satın alıyor...

Kimilerininkini şantajla bağlıyor...

Şehit Saddam Hüseyin, şehit Usame Bin Ladin ve şehit Muammer Kaddafi gibi satın alamadıklarını, teslim alamadıklarını, boyun eğdiremediklerinin ise önce ülkelerini işgal edip yakıp yııkıyor... Kendine muhalefet eden yerli halkı katliamlar ve işkencelerle bertaraf ediyor...

Sonra da, o liderleri o ülkenin en aşağılık sınıfından seçtiği işbirlikçilerinin eliyle canavarca infaz ediyor..

Kendine direnecek olanlara ibret olsun diye...

Bu kanlı infaz sahnelerinden, bazıları gerçekten ibret alıyor olmalı ki; bu son haçlı seferinin gönüllü sefiri, yardımcısı, yatakçısı, tetikçisi oluveriyor...

İnsanın aklına Resulullah Efendimizin, biz "ahir zaman müslümanlarını" ondan uzak durmaya çağırdığı "büyük fitne"nin, şu adına "demokrasi denilen şey" olabileceğine dair bir şüphe düşmüyor da değil yani...

Güvenilir bir Ehl-i Sünnet alimi bulsak da sorsak...

Adına bazılarının "ileri demokrasi" de dediği ve yere göğe sığdıramadığı bu şeyin gerçekten ne olduğunu anlamak istiyorsanız...

Irak'ın şehit Devlet Başkanı Saddam Hüseyin'in, işbirlikçi Şiiler tarafından katlediliş sahnesini hatırlayın...

O ahlâksız güruhun onca itip kakmasına ve aşağılamasına rağmen başı dik gümbür gümbür kelime-i şehadeti haykırmasını hatırlayın...

Canlı yayında naklen şehadet...

Dönün...

Mideniz bulana bulana da olsa...

Kusarak da olsa...

Libya Lideri Muammer Kaddafi’nin şehit olmak üzereyken bile kendi ülkesinin yoldan çıkmış çocuklarına, onları büyük bir günahın vebalinden korumak isteyen bir baba şefkati içinde: “Evlâtlarım, ben sizin babanızım. Bana yaptığınız haramdır, siz günah işliyorsunuz. Bu olamaz. Siz haram nedir bilmiyorsunuz" diye nasihat edişini görün...

Şehitlikten nefsin niye bu kadar korktuğuna dair de bir fikir edinme imkânı da yakalayabilirsiniz bu arada...

Hristiyanları, Yahudileri, putperestleri, dinsizleri, imansızları “hepimiz Adem’in çocuklarıyız, hepimiz İbrahimîyiz, hepimizin amentüsü bir, hepimiz aynı Allah’ın kuluyuz” diye sonsuz “bir hoşgörü ve diyalog” içinde “dost ittihaz eden” bazı gözü yaşlı sapıkların, mesele İslâm’ın bu şerefli şehit evlâtlarına geldiğinde; onlara nasıl kin kustuklarını, ne iftiralar attıklarını, onlardan nasıl nefret ettiklerini de hatırlarsanız...

Belki ısrarla unutturulmaya çalışılan, o olmasa da olurmuş gibi davranılan Kâinatın Efendisi’nin; bu zamanda, yani zamanın sonunda, yani “ahir zaman”da ümmetini bekleyen korkunç fitnelere dair 1400 küsur yıl öncesinden yaptığı ikazlara göz atmak da istersiniz...

Meselâ başlığın altındaki Hadis-i Şerif’e:

"Onun yanında akan iki nehir vardır...”

“Biri dış görünüşüyle beyaz bir sudur....”

“Diğeri de parlak bir ateş olarak görülür...”

“Kim o(zaman)na yetişirse, ateş olarak görünen nehrin yanına varsın ve başını eğip ondan içsin...”

“Zira bu parlak ateş gibi görünen nehir, soğuk bir sudan ibarettir..."

[Başka bir rivayette Deccal'lın "su ve ekmek dağları"na sahip bulunduğu da belirtilir.(52)

Müslim'de yer alan başka bir hadiste ise "onun cennet ve cehennemi bulunduğu, cehenneminin cennet, cennetinin de cehennem olduğu" bildirilir.(53) "Kendine tâbi olanları cennetine, tâbi olmayanları da cehennemine atar."(54)

Âlimler, bu hadisleri yorumlarken, "Deccal'ın kendisine boyun eğmeyen mü'minleri eziyet ve işkencelere atacağını" belirtirler. Aliyyü'l-Karî, "Onun suyu nimet ve lezzet, ateşi de meşakkat, azap ve elemdir"(55) der. Deccal’a boyun eğmeyen mü'minlerin "sıkıntı, belâ, çile ve meşakkat içerisinde kalacaklarını, buna rağmen Allah'ın lütuf ve ihsanıyla rıza, şükür ve sabır gösterecekleri anlatır."(56)] (**)

Öyle mankenlerle fingirdeşerek kakara kikiri, inşallah, maşallah, Mehdicilik oynamanın sahtekârlıktan başka bir anlamı yok yani..

Bugün dünyanın her tarafında Deccal ordularıyla boğuşan mücahid Müslümanlar, Deccal’e boyun eğerek onun arı duru, berrak görünen nehrine atlayarak serinlemeyi değil, onun “ateş nehrine” gözlerini bile kırpmadan atlamayı seçip şehadet şerbetini içerek Hem Allah’ın hem de Resulullah’ın emirlerine boyun eğiyorlar...

Bunu da “Deccal’a boyun eğmeyen mü'minlerin sıkıntı, belâ, çile ve meşakkat içerisinde kalacaklarını” bile bile yapıyorlar...

Guantanomo’ları...

Ebu Gureyb’leri...

Gizli açık toplama kamplarını...

İşkence uçak ve gemilerini...

Yargılı ve yargısız infazları...

En iğrenç işkenceleri...

En ağır hak gasplarını...

En katı mahrumiyeretleri bile bile...

Hepsini birden göze alarak...

Kendilerini “ateş nehirlerine” atıyorlar...

Deccal ve avanesi ise bunlara “diktatör, terörist, düşman” falan filan diyor...

Hadislerde Deccal’ın kendisine boyun eğmeyen müm’inleri binbir türlü işkence, eza, cefa, yokluk, yoksulluk, açlık ve susuzluk cehannenemine atacağı belirtildiği gibi, kendine tabi olan "müm’in"leri de yalancı cennetinde sayısız nimetlere garkedeceği de haber veriliyor...

Resulullah Efendimiz ne dediyse doğru olduğuna ve her şey onun haber verdiği gibi gerçekleşeceğine göre...

Demek ki; Deccal’in yalancı cennetindeki sayısız nimetlere tamah eden “mü’minler” de elbete olacaktır...

Milyar dolarlık servetlere hükmeden gözüyaşlı hocaefendilerden...

Milyon dolarlık Villalarda her türtlü lüks, şatafat içinde, vur patlasın çal oynasın oturan sahte Mehdî’lere, müteşeyyihlere, çıplak uyarıcılara, Tv şovmeni sapık ve saptırıcılara...

Her türlü yetki ve etki, makam ve mevkiler bahşolunmuş politikacılardan, bürokratlara...

Bunlardan nemalanan müteahhit, sanayici, tüccar ve esnaflara varıncaya kadar...

Bugün, milyonlarca “mü’min” dünyanın her tarafında deccal’in gözcülüğünü, sözcülüğünü, öncülüğünü, taşeronluğunu, tetikçiliğini canla başla yapmıyor mu?

Peki sizce bu iki grup “müm’min”den hangisi Resulullah Efendimizin emrini yerine getirmiş oluyor?

Hangisi O’nun emrini yerine getiriyorsa şüphesiz o ebediyyen kurtulmuştur...

***

Şimdi dönüp Libya Lideri Şehid Kaddafi’nin şehadet anını gösteren videoya yeniden bakalım...

Kaddafi, Deccal’in kendisine “Bana tabi ol, benim kulum ol, benim dediklerimi yap... Milyar dolarlarını yükle uçağına... Dünyanın istediğin ülkesine git çıtır çıtır ye!” teklifini kabul etseydi, şimdi dünyanın cenneti olarak nitelenen bir yerde, bin bir türlü nimet ve lezzete garkolmuş şekilde keyif sürecekti...

O ne yaptı?

“Ne kendimi, ne halkımı satmam, Libya’da doğdum, doğduğum topraklarda çarpışa çarpışa şehit olurum” dedi mi?

Dedi...

Dediğine son nefesine kadar sadık kaldı mı?

Kaldı...

Linç videosunda da görüldüğü gibi kendini “ateş nehrine” attı mı?

Attı...

Peki şimdi bu savaşı kim kazandı?

Şehadet şerbetini içen “diktatör” Kaddafi mi?

Yoksa o vahşî linç anında, kurban henüz son nefesini bile vermeden, onun üzerindeki kıymetli eşyayı yağmalayan ve hatta o eşyanın kıymeti hakkında fikir alışverişinde bulunan, Deccal’in işbirlikçisi çapulcu demokratlar mı?

Soru çok zor olduğu için bir ipucu verelim...

“Ferrasi'ni Satan Bilge”nin yazarı Robin Sharma şöyle diyor:

- "Bir insanın yaşayıp yaşamadığını anlamak istersen, nabzına değil onuruna bak, duruyorsa yaşıyordur..."

Dipnotlar:

* [Buharî, Fiten: 25, Enbiya: 50; Müslim, Fiten: 105 (H. 2935); Ebû Davud, Melahim: 14 (H. 4315).]

** Şaban Döğen, “Deccal'ın özellikleri nelerdir?”, 27.06. 2007, http://www.sorularlaislamiyet.com/

Kaynak: http://millibirlikruhu.blogspot.com/2011/10/ahir-zaman-fitnesi-ile-yuzlesmek.html

Merhum Alim Ömer Nasuhi Bilmen'in Papaz Karşısındaki Duruşu!
22.11.2011
http://a8.sphotos.ak.fbcdn.net/hphotos-ak-ash4/388476_10150367676215796_111567350795_8515837_1840280395_n.jpg
O zaman İstanbul'da bir patrik vardı. Amerika'dan buraya reis-i cumhurun uçağıyla gelmişti. İstanbul'da Fatih'in türbesi açıldığı zaman o da buradaydı. Türbenin kapısı açılırken Rumca bir konuşma yaptı. Nureddin Topçu da Türkçe bir konuşma yaptı. Fazla kalabalık bir merasim değildi. 40 ya da 50 kişi ancak vardı. Bu Patrik geldiğinde İstanbul müftülüğünü ziyaret etmiş. Aradan bir müddet geçtikten s...onra o zamanki İstanbul valisi Fahrettin Kerim Gökay: "Efendi hazretleri, bir nezaket ziyareti arz etmez misiniz?" diyor. Ömer Nasuhi Bilmen Efendi, "O bizim kapımıza gelmekle mükelleftir. Ben onun kapısına gidemem. O bizim kapımızın zimmisidir" diyor. Aradan bir süre geçtikten sonra vali Gökay tekrar arıyor. Bu arada, Fahreddin Kerim Gökay namazını kılardı. Vali Gökay telefonda diyor ki: "Patrik bizi ziyarete gelecek. Siz de teşrif etseniz de bir mülakat hasıl olsa." Ömer Nasuhi Efendi, "İstanbul valisi olarak zat-ı alinizi ziyarete gelirim. Lakin resmi müftü kıyafetimle gelmemde bir mahzur var mıdır?" diyor. Bakınız o mütevazı hoca efendi neyi düşünüyor… Vali, "Hayhay efendim, tabii ki gelebilirsiniz" diyor.

Nihayet görüşme zamanı geldiğinde Fikri Efendi'yi (Aksoy) de yanına alarak valiliğe gidiyor. Valilikteki görevlilere "Patrik geldi mi?" diyor. "Hayır, gelmedi" diyorlar. "Öyleyse beni şu kenardaki odalardan birine alın. Patrik geldikten sonra bana haber edersiniz" diyor. Patrik gelince kendisine haber veriliyor. Patrik içeri girip oturduktan sonra Ömer Nasuhi Efendi kemal-i azamet ve heybetiyle içeri giriyor. Patrik ayağa kalkmak mecburiyetinde kalıyor. Patrikten önce girmesi durumunda bir Müslüman müftü olarak patriğin önünde ayağa kalkma durumuna düşmemek için böyle yapıyor.

------------------------------------------------------------------------

''Merhum Ömer Nasuhi efendinin bu hatırasını okuyunca, ne hikmetse aklımıza, Papanın yoluna durup ayağına kalkarak muhabbetle ve 'maşallah' diyerek boynuna sarılan , elini öpen, misyonunuzda size desteğiz diyen , kitleleri peşinden sürükleyen bazı cemaat liderlerleri geliyor ve yüzümüz kızarıyor.

http://www.facebook.com/home.php

https://p.twimg.com/Ai6Mib0CMAAl4z9.jpg
Cemaat'in kirtasiyesinde genclere beleş dagitilan bir kitaptaki Hz.İsa (!) fotografi
https://twitter.com/

SKANDAL “İSLAM’DA REFORM” TOPLANTISI – HADİS AYIKLAMA ÇALIŞMALARI
02 Şubat 2012

Ali Eren Hocaefendi internette köşesinden kıyısından bilgiler bulunan İslama İhanet toplantısını deşifre etti, okuyanların adeta kanları dondu. İşte Arifan Dergisinde, Ali Eren Hocaefendi’nin toplantıyı deşifre ettiği yazısı:

Değerli okuyucular!

Bu makalede “Bu kadarı da olmaz” dedirten şok edici bilgilerle karşılaşacak ve şoke olacaksınız. Baştan uyaralım, hazırlıklı olunda şokunuz çok şiddetli olmasın. İşte hayretten küçük dilinizi yutacağınız o gerçek:

Sene 1994, Aylardan nisan.

Yer: Bursa, Gölüferah Oteli…

“Kur’an Vakfı”nın tertiplediği bir toplantı yapılıyor.

Konu: Dinde ıslahat (düzenleme) yapılması.

İslam dini bozuk veya bozulmuş da yahut 1400 senedir hiç düzgün olmamış da bu toplantıdaki zevat düzeltecekmiş.

Toplantıyı yöneten eski Diyanet İşleri Başkanlarından Süleyman Ateş. Toplantıya katılanlar ise aşağıda bazılarının isimlerini vereceğim Türkiye’nin kalburüstü ilahiyatçıları.

ÜÇGEN ÇİZİP ÜÇE BÖLDÜLER

Önce tahtaya, sivri ucu yukarıya bakan bir üçgen çiziyorlar. Sonra üçgenin içinde yatayına aralıklarla iki çizgi çizip üçgeni yatayına üçe bölüyorlar.

En üstteki bölme K yani Kur’an ve Kur’an ilimleri

İkinci bölme S/ sünnet yani Hadis ve Hadis İlimleri

En alt bölme F yani Fıkıh ve usül-ü Fıkıh

Peki, ne yapmak istiyorlar? Yukarıda dediğim gibi (kendilerince) bozuk olan İslam dininde ıslahat (düzeltme) yapmak istiyorlar. İslamı düzeltmeye düzeltecekler de acaba önce bu üçün hangisinden başlasalar?

Esas ıslahatı kendilerinde, kendi kalplerinde olması icap ettiğinin farkında olmayan bu güruh, ellerine almış satırı, İslamın üç ana maddesi olan Kur’an, hadis ve fıkhı parçalamaya başka bir ifadeyle, yok etmeye azmü cezmü kasdetmişler.

Kendilerine sorsanız, İslam bozulmuş da kendileri onu orijinal haline getirecekler. Din esas mecrasından çıkmış da bunlar ameliyat edip düzeltecekler.

Düzeltme kararında hepsi hemfikir de, dedik ya acaba hangisinden başlasalar?

Bir gurup önce fıkıhtan başlayalım diyor. Bir gurup sünnetten/hadisten, diğer bir gurup da Kur’an’dan başlamak fikrinde.

Biliyorum, içinizden “Bunlar delirmiş mi?” diyorsunuz. Hayır delirmemişler. Ama bunlarınki hırs. Bu hırsın ne çeşit bir hırs olduğunun ismini de varın siz verin. Birinci guruptan yani önce fıkhı ele alalım diyenlerden başlayalım.

Bu ilahiyatçıların gayeleri, 1400 senelik usül-i fıkıh/ İslam fıkhının kaidelerini ve bizzat fıkhın kendisini ellerinin arkasıyla itip kendileri yeni bir fıkıh usulü ortaya koymak.

– O toplantıdakiler gibi ilahiyatçı değilse de Mustafa İslamoğlu da aynı şeyleri söylüyor. “yeni bir fıkıh usulü ortaya koymamız lazım” diyor. Bunun manası “İslam fıkhının canına okumamız lazım” demektir. Yine İslamoğlu “başkalarının ürettiği fıkhı tüketmektense kendimiz fıkıh üretmeliyiz” diyor. Başkaları dediği dört mezheb imamları… (Ali Eren Hoca bu kısmın devamında İslamoğlu’nun çorap üzerine mesh verilmesine cevaz vermesini örnek gösteriyor)

HADİSLERİ HALLETMEK

Diğer bir gurup ise önce sünneti halletmek düşüncesinde. Diyorlar ki: “hadislerin sahih/doğru zannedilenleri bile şüpheli. Akla, maslahata hatta (haşa, yüz bin kere haşa) Kur’an’a uymayanı var. Sonra, uyulması gereken sünnetle, gerekmeyeni de ayırmak lazım.”

Değerli okuyucular!

Sünnet Peygamber yolu demek. Sünnet, Peygamberimizin yaşayışının topyeküni smidir. O toplantıdaki pek bilgiç ilahiyatçılar sayesinde, sünnetin yani Peygamberimizin, yaşayışının akla, maslahata ve Kur’ana uymayanı da olduğunu da öğreniyoruz.(Haşa)

Siz ne derseniz deyin, onlar karar vermişler bir kere. Kendi sakim düşüncelerine göre akla, maslahata ve Kur’an’a uymadığını zannettikleri hadisleri ayıklayacaklarmış….

DİYANETİN HADİS TOPLANTISI

Enteresandır, o toplantıdan aşağı-yukarı 15 sene sonra piyasaya şöyle bir haber düşüyor:

“Diyanet, kadın haklarına aykırı olan hadisleri diğer hadislerden ayıklayacak. Bunun için 70 kişilik bir ekip kuruldu. Bu ekibin başında da Sayın Mehmet Görmez bulunuyor.”

Mehmet Görmez o zaman Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı…

Hadis ayıklama haberinin Türkiye ayağı böyle. Bunun bir de Hıristiyanlar arasında yansıması var. Hıristiyanlara sevinçten göbek attıran haberin özetini verip arkasından anlatacaklarımı anlatayım. Bu mesele hakkındaki haberi mesela İngiliz basını şu başlıkla veriyordu:

TÜRKİYE, İSLAMDA REFORMA HAZIRLANIYOR

Sonra haberin ayrıntısı geliyor.Kısaltarak vereyim:
ŞERİAT TEMELLERİNİ DEĞİŞTİRİP, İSLAMI BATI DEĞERLERİYLE BAĞDAŞTIRMA ÇALIŞMASI

1- NTVMSNBC.COM’un derlediği habere göre The Guardian gazetesinin “Türkiye İslam’a 21. Yüzyıl yorumu getirmek için çalışıyor” başlığıyla verdiği haberde:

“… bu hadis çalışmasında şeriat hukukunun temellerinin yeniden yazılması ve Kur’an-ı Kerim’in modern çağa göre yeniden yorumlanmasının hedeflendiği” belirtildi. İslam inancının Batı değerleriyle bağdaştırılmasının da hedefler arasında bulunduğu…

Haberde “son derece iddialı ve kapsamlı bir çalışma olan bu İslami reform projesinin yıllar alabileceğine” dair görüşlere de yer verildi.

ABD’NİN ETKİSİYLE HAZIRLANMIŞ

2- The Daily Telegraph gazetesi de hadislerin yeniden yorumlanması çalışmasını “devrim niteliğinde” bir çaba olara yorumladı. Gazetenin haberinde, “…Türkiye’de hadislerin bu güne uyarlanmasının, ABD’nin etkisiyle hazırlanmış… olabileceği” yolundaki görüşlere de dikkat çekildi.

MEHMET GÖRMEZ’İN YORUMU

3- Financial Times ilgili haberinde şöyle diyordu: “Hadislere yeniden yorumlama.” Financial Times gazetesinin, Ankara temsilcisi Vincent Boland’ın imzasını taşıyan haber de, “Peygambere yeni bakış çalışması sona yaklaşıyor. Başlığını taşıyor.

Projenin İslam dünyasında ve batı’da ateşli bir tartışma yaratmasının beklendiğini yazan Boland, şu ifadelere yer verdi:

“… hadisleri yeniden yorumlamak, uydurma olduğu düşünceleri de atmak, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Mehmet Görmez, yeniden yorumun amacının hadisleri bilimsel ve tarihi anlamda daha doğru ve 21’inci yüzyıl Türk insanına daha uygun hale getirmek olduğunu söylüyor”

İngiliz uzmanlara göre Diyanetin bu çalışması Hıristiyan dinideki reforma benzer bir çalışma…

HZ. M.....DİN SÖZLERİ DEĞİŞTİRİLİYOR

4- BBC’nin başlığı şöyle: “İsalm’da reform yapılıyor.”

Profesör Görmez, 1400 yıllık hadis külliyatına böylesi cesur bir müdahaleyi, ihtimamlı akademik araştırmayla haklılaştırıyor.”

BBC yayın kuruluşunun web sitesinde Robert Piggot haberinde “cesur müdahale” ifadesiyle “Gerçekten Hz. Muhammed tarafından söylendiği ispat edilen bazı sözler bile değiştiriliyor ve yeniden yorumlanıyor.” Deniliyor.

Gerek BBC, gerekse Financial Times’ın haberi yaparken birleştikleri ortak nokta “Türkiye’deki dini yetkililer (Diyanet İşleri Başkanlığı) Muhammed Peygamber’in yaptıkları ve söylediklerinin yeniden yorumlanması çalışmaları tamamlanmaya yakın” cümlesiyle, adeta reform beklentisi içinde olmaları.

BİR KAÇ SORU

1- Madem bu çeşit bir proje yapılıyor, neden Türkiye kamuoyunun haberi yok?

2- Müslüman dünyası böylesi önemli bir konuyu neden İngiliz medyasından öğrenmek zorunda kalıyor?

3- Bu kadar hassas bir konuda danışman olarak niçin Felix Koerner isminde yabancı bir bilim adamı tercih ediliyor?

ABD: CİHAT VİZYONU TERK EDİLİYOR
(Anka) RADİKAL 1.6.2008

ABD Newsweek dergisi cihat vizyonunun artık terkedildini ve İslam’ın yeni vizyonunun Ankara’da şekillendiğini yazdı. İlahiyatçıların yürüttüğü çalışmada hadisler günümüz koşullarında göre yeniden yorumlanacak!

Newsweek dergisi son saısında “İslam’ın Yeni Yüzü” başlıklı bir haber analiz yayımladı:

Entelektüel ve teolojik olarak en iddialı çalışmaların büyük bir kısmı, merkezi Ankara’da olan bir gurup bilginler tarafından yapılıyor.

Newsweek, projeyi dört yıl önce tasarlayan Devlet Başkanı Mehmet Aydın’ın “Peygamberimizin zamanında hayat çok farklıydı” sözlerine dikkat çektikten sonra buna örnek olarak kadınların tek başlarına seyahat etmesini yasaklayan hadisi verdi.

Mehmet Görmez, bu hadisin açık olarak belirli bir dönem ve yerin güvenlik koşulları ile ilgili olduğu değerlendirmesini yaptı ve Hazreti Muhammed’in kadınların Yemen’den Mekke’ye kadar tek başlarına yolculuk yapabildiği günlerini özlediğini hatırlattı.

İslamın ilk üç yüzyılında Yunan, Fars ve Hint kültürleri ile bir etkileşim içinde olduğunu ve her buluşmada İslam’ın bilginlerce yeni koşullara göre yeniden yorumlandığını belirten Görmez: “O dönemde İslam’ı yeniden düşünmekten korkmuyorlarmış” dedi.

(Bu konuda dudak uçuklatan haberlere ulaşmak isteyenler Google’a “Türkiye’de İslamda reform” yazıp tıklasınlar. Karşılarına çıkan başlıklardan mesela İslamda reform gerekli mi? Yazılı yeri açıp okuyabilirler.)

Bu çalışmaları Mehmet Görmez’e sorunca cevap alamayan Ali Eren Hocaefendi hadis ayıklama çalışmasıyla meydana gelen eserin birkaç cildinin basım aşamasında olduğunu söylüyor.

- Toplantıda Ankara İlahiyat’ın Profesörlerinden Salih Akdemir şöyle diyor:

-“Kur’an’da da hatalar ve imla bozukluğu var. Hatta ben kısmen tashihe/düzeltmeye başladım. Çok anlam düzelmeleri oluyor.”

Akdemir, Kur’an’da hatalar olduğunu söyleyecek kadar ileri gidince, Ali Bulaç dayanamıyor ve söz istiyor. Diyor ki:

-“Bu kadarına da pes yani! Kur’an tevatüren nakledilmiş Allah kelamıdır. Onda şüphe, kişiyi dinsizliğe götürür.”

Süleyman Ateş Ali Bulaç’a müdahale ediyor:

-“Sen sus, senin söz hakkın yok. Ben Kur’an hakkında öyle şeyler biliyorum ki, söylesem yer yerinden oynar.”

TOPLANTIYI ALİ BULAÇ ANLATTI

Hayrettin Karaman’ın da toplantıda olup hiç itiraz etmediğini, Bekir Topaloğlu’nun laz fıkrası anlattığı belirten Ali Eren Hocaefendi, toplantıyı 2004’de Fırat Kültür Merkezinde Ali Bulaç’tan dinlediğini söylüyor.

Topkapı Eresin otel’de Diyanet İşleri Başkanlığı Yüksek Din kurulu Üyesi Halil Altuntaş’ın yanında Bekir Topaloğlu’na toplantıyı teyit ettirip sesini de kayda alan Ali Eren Hocaefendi, Bekir Topaloğlu’nun ilaveten şunu eklediğini anlatıyor:

- O toplantıda Salih Akdemir: “Ben de bir Kur’an yazacağım" dedi. Ben de "yaz bakalım kim okuyacak" dedim.

DEĞERLENDİRME

Şimdi toplantıya şöyle bir göz atalım. Toplantıyı Diyaloğun baş mimarı Mehmet Aydın organize ediyor, diyalogcu (Yahudi hıristiyanlar cennete girerler fetvasını veren) Hayrettin Karaman ve Zaman Gazetesi yazarı Ali Bulaç’da katılıyor. Bu sizce de çok manidar değil mi?

İşin en ilginç tarafı ise toplantıyı anlatan Ali Bulaç dahil hayrettin karaman ve orada bulunan şahısların hiç itiraz etmemiş olmamaları.

Yani kıyamete kadar korunacak Kur’an-ı Kerimi, Yüce peygamberin hadislerini ve Fıkhı değiştirelim, baştan yazalım veya oynayalım diyoralar, birisi de kalkıp “Siz ne diyorsunuz? Bu reformdur, ihanettir, hainliktir, Allah’a – Peygambere ve Müslümanlara karşı gelmektir” diyemiyor.

“Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” “En fazletli cihad, zâlim sultana karşı hakkı söylemektir.” (Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 538)

Allah’u Teala buyuruyor ki:

“Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır.” (2/Bakara, 174)

“Allah, kendilerine Kitap verilenlerden, ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz’ diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü!” (3/Âl-i İmran, 187)
www.ismailaga.info

ABD ile olmak İslam’ın şartı mıdır?
Yusuf Karaca
10 Şubat 2012



ABD ile birlikte Suriye yönetimine karşı olmayan İran, Irak ve diğer Müslüman ülkeler için “Ülkelerindeki İslam ibaresini kaldırsınlar” diyen Arınç “Efendi” ne demek istedi?
Yani İslam’ın altıncı şartı ABD ile birlikte hareket etmek midir? Eğer öyle ise;
Daha önce Esad ile iyi ilişki içinde oldukları dönemde, Müslüman değiller miydi? Sayın Başbakanın aile dostu oldukları Esad ailesi, günü birlik İstanbul’a gelip Erdoğan ailesi ile Mısır çarşısını gezerlerken; Esma Esad ve Emine Erdoğan hanımefendiler birlikte poz verdiklerinde, ya da hükümetler ortak bakanlar toplantısı yaptıkların da, Sayın Arınç’a göre İslam’dan çıkmış mı oluyorlar?
Amerika ile birlikte Libyalı Müslümanları; NATO kılıfı ile bombaladığımız için İslam mı olduk? Fransa ve Rusya’nın “Haçlı savaşı” dedikleri bu savaşta İslam adına mı İzmir’i saldırı merkezi yaptınız?
Kıbrıs çıkarmasında “Bu Müslümanların 300 yıldır ilk ileri harekâtıdır, benim sırtım da nasiplensin” diyerek uçağa sırtıyla savaş malzemesi taşıyan Muammer Kaddafi’yi öldüren isyancılara, 400 milyon doları bu yüzden mi verdiniz?
Madem insan ölümlerinden bu kadar rahatsızsınız neden bu olaydan rahatsız olmadınız? Sizlere göre ABD’ye karşı gelen Müslüman değil ise peki; insanda mı değil?
ABD’ye karşı durarak; Esad yönetimi ile birlikte konuşup, görüşerek isyancılarla bu yönetim arasında arabulucu olsak, sizlere göre İslam’dan çıkmış mı oluruz?
Amerika’nın Irak’ta, Irak’ın Telafer şehrinde, Afganistan’da öldürdüğü milyonlarca Müslümanın acısını hissetmek şöyle dursun, Amerika’ya taraf olmayanları Müslüman olmamakla suçlamak acaba nasıl bir inanç ve nasıl bir Müslümanlıktır? Allah kimseyi bu hallere düşürmesin. Amerika’dan daha zalim, daha diktatör kim olabilir? Bunu göremeyenlere diyecek başka bir şey bulamıyorum.
Amerika Kâbe’ye saldırırsa, bu saldırıda ABD’ye taraf olanlar mı sizce Müslüman yoksa Kâbe’ye taraf olup ABD’ye karşı duranlar mı? Onların öldürdüğü bir tek Müslüman dahi, en az Kâbe kadar kıymetlidir.
Amerika ile olmanın Hz Muhammed’in getirdiği İslam’da yeri yoktur. Sayın Arınçgillerin inandığı din her neyse, asla bir sözümüz ve eleştirimiz olamaz. Bu dine kendileri İslam diyorlarsa eğer, her halde on yıldır millete dayatılan “ılımlı İslam” yani İslam olmayan İslam’dır.
Ilımlı İslam’ın beş değil, altı şartı var anlaşılan, o da ABD ile hareket etmektir! Bu “İslam olmayan” İslam’ın, iman şartı da her halde yedidir. Oda Amerika’nın varlığına ve gücüne inanmak.
Bu dinde peygamber yoktur, bu dinin merkezi Pensilvanya, kıblesi Washington. Bu dinde cami ve mescit de yok, “ibadethane” vardır. Bu dinde Müslümanlar düşman, Ehli-Kitap kardeş, Ehli-Beyt cehennemlik, Ehli-Kitap cennetliktir.
Bu dinde vatan sevgisinin karşılığı yoktur. Bu dinde “Amerika sevgisi imandandır”. Bu dinde “işgalciler şehittir”, bu dinde faiz “katılım payı” adıyla helaldir.
Bu dinde tek hak din inancı yoktur, üç hak din inancı vardır. Bu dinde Allah’ın kulu olmak yok, “Rabbin aciz kulu olmak” vardır.
Dileyen Allah’ın Yüce Peygamberine vahiy ettiği Hz. Muhammed’in İslam’ına inanır. Dileyen “Vahiyle- akılları çatışanların” Abant Konsili’nden türettikleri hurafelere inanır. Ancak buna İslam demeleri laikliği ihlal suçudur, çünkü devletin gücü, İslam’ın tahrifinde kullanılıyor.
Kaynak: Yeni Mesaj

"‎28 Şubat İçtihadı"
28.02.2012

http://a4.sphotos.ak.fbcdn.net/hphotos-ak-ash4/396559_331876630183193_108183909219134_886595_1497558799_n.jpg

[Cumhuriyet ve laiklik şimdiye kadar hiçbir dönemde bu denli tehlikeye girmediği için, onu korumakla görevli kesimler, haklı olarak sesini yükseltmektedir.

Millî Güvenlik Kurulu bir anayasal kurumdur ve kendi İçtihatları gereği ülke ve rejim için tehdit ve tehlike gördükleri hususlarda tedbir ve teklif getirmeleri elbette sorumlulukları gereğidir ve bu içtihatları yanlış bile olsa kendilerine sevap getirir. Bu konuda daha çok söylenecek söz vardır. Ama toplumun bazı kesimleri bunlarıhazmetmeye henüz hazır değildir.”..]

(Fetullah Gülen, Kanal D, 17 Nisan 1997 Yalçın Doğan’la Güncel programı)

MGK 28 Şubat döneminde ictihad etmiş; hatalı olsa bile sevab almıştır..

O halde bu ülkede balyozu, andıcı vs yi 'de bıraksaydınız da, onlar da ictihadlarından sevab kazansalardı ya!..

Sevab kazanmak isteyen bu adamların Silivri'de oluşu sizi bu kadar sevindirmeseydi ya!

Eğer sevabdar oluyor-olacaklarsa bu iyiliğe neden şimdi engel oluyorsunuz?

Eğer 'siyaset ve tedbir bağlamında o dönemde böyle konuştuk' diyorsanız bu kadar ileriye gitmeye gerek var mıydı?

Birilerine adeta 'bana dokunmayın' diye yalvarmak durumunuzu kurtardı fakat izzetinizi kurtardı mı?..
m.şemran

Ekleyen: Sefine
Kaynak: http://www.facebook.com/

DİNLERARASI DİYALOG çalışmalarına anlamlı reddiye
01.06.2012
http://a4.sphotos.ak.fbcdn.net/hphotos-ak-ash3/560428_404357396283626_773848929_n.jpg

Son yıllarda bütünüyle İslam aleminde ve ülkemizde adeta kasırgaya dönüştürülen ve İslam itikadında onarılması güç yaralar açmaya başlayan DİNLERARASI DİYALOG çalışmalarına anlamlı reddiye geldi.
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Kazakistan'ın başkenti Astana'da gazetecilerin gündeme ilişkin sorularını cevaplandırdı. Görmez ''Dinler arası diyalog olmaz, din adamları arasında diyalog olur. Yani iki farklı dinden din adamı oturup örneğin çevre ile ilgili, savaşlarla ilgili bir konuyu görüşebilir, bu diyalogdur. Ancak dinler arası diyalog olmaz. Dinler birbirine dönüştürülmez, din adamları dünya ile ilgili yaşanan sorunlarla ilgili sorunlarını tartışır'' dedi.
Millî Gazete

Mustafa İslamoğlu’nun babası: Keşke onun babası olmasaydım



Daru’l Hikme’den Muhammed Zahid bey, Mustafa İslamoğlu’nun babası Ahmed İslamoğlu’nu ziyaretlerini anlatıyor. Okurken insanın vicdanı sızlıyor. Bir babanın çaresizliğini görüyorsunuz adeta. Nuh Aleyhisselam’ın oğlunu gemiye alabilmek için çabalaması gibi O da oğlunu delalet kuyusundan çıkarmak için gayret ediyor. Her gleenden oğlu için dua istiyor. Oğlunun bir kitabını bile evine sokmamış. Ve en acısı da: ‘Keşke onun babası olmasaydım’ demek zorunda kalıyor…

İşte o hatıra:

Ahmed İslâmoğlu Hoca’yı ziyaretimize gelince; Elhamdülillâh daha önce hiç duymadığımız şeyleri Ahmed İslâmoğlu Hoca’dan duyduk. Hoca kitaplarla dolu bir odada hasta bir şekilde yatmasına rağmen bizim geldiğimizi görünce toparlandı ve önemli nasihatlerde bulundu. Hoca’da beni en çok etkileyen sünnet-î seniyyeye olan bağlılığıydı. Şeker ikram ettiğinde, iki adet şeker alanlara; ‘Ya bir tane daha şeker al, ya da bir tanesini geri bırak. Allah tektir teki sever’ diyerek çok tatlı bir üslûpla bizleri karşılamıştı. Çayımızın şekerini nasıl karıştırmamız gerektiğinden, saatimizi sağ kolumuza takmanın daha uygun olacağına kadar pek çok konuda bizleri bilgilendirdi. Talebe olmamıza rağmen sakal bırakmamız konusunda da ciddi teşvikleri ve duaları oldu. Dedim ya hasta olmasına rağmen bizimle özel ilgilendi. Bunda kendisinin de mürşidi Yahyalılı Hacı Hasan Efendi’nin evlâdları olmamızın payı elbette büyüktü. Yani Ahmed İslâmoğlu Hoca bizim hem büyüğümüz, hem muhterem bir hocamız hem de ihvanımızdı. Rabbimiz Hoca’ya sağlık sıhhat versin.

Ahmed İslâmoğlu Hoca’yı ziyaret ettiğimiz günler, oğlu Mustafa İslâmoğlu’nun hayli etkili olduğu, hatalı görüşleri insanlara empoze etmekte tavan yaptığı günlerdi. Kendi adıma konuşayım, Ahmed Hoca’nın oğlu Mustafa İslâmoğlu ile alakalı bir iki şey söylemesini temenni etmiyor değildim. Ahmed İslâmoğlu Hoca’nın, oğlu ile alakalı söylediklerini duyduğumuzda ben de dâhil hepimiz hem çok üzüldük, hem de tabir-î caizse ağzımız açık kaldı. Ahmed Hoca’nın, Mustafa İslâmoğlu ile alakalı söylediklerini birkaç paragrafta ele alalım;

Bilindiği gibi Ahmed İslâmoğlu Hoca, Ali Eren’e yazdığı mektupta oğlu Mustafa İslâmoğlu’nun saptığını ve insanları da saptırdığını yazmıştı. Ahmed Hoca’nın bizim yanımızda söylediklerini duyunca bu mektubun kesinlikle doğru olduğuna kanaat getirdim ve zerre kadar şüphem kalmadı. Ahmed İslâmoğlu Hoca, Mustafa İslâmoğlu’nun hidayeti için bizlerden dua istedi ve ekledi; ‘Mustafa’nın hidayeti için ziyarete gelen dostlarımdan özel dua istiyorum.’ Gerçekten de üzücü bir tablo ile karşı karşıyaydık. Hatta bir ara ‘Keşke onun babası olmasaydım’ şeklinde hepimizi derinden yaralayan bir ifade kullandı. Bir babanın evlâdı hakkında bunları söylemesi ne kadar da acı değil mi? Rabbimiz Ahmed Hoca’nın ve dua istediği zatların dualarını kabul buyursun da Mustafa İslâmoğlu’na hidayet versin.

Ahmed İslâmoğlu Hoca, Mustafa İslâmoğlu’nun kustuğu zehirlerden de bahsetmeyi ihmal etmedi. Çünkü hidayeti için dua istenilen birisinin bir şeyler yapmış olması lazım ki hidayet çizgisinden uzaklaşmış olsun ve hidayeti için dua edilsin. Öyle değil mi? Ahmed Hoca benim çok dikkatimi çeken ve sizin de şaşıracağınızı düşündüğüm şu ifadeleri kullandı; ‘Bugüne kadar Mustafa’nın bir tane bile kitabını evime sokmadım, sokmam da.’ Ardından Mustafa İslâmoğlu’nun kitaplarında kullandığı yöntemlere de değinerek kelimeleri şeytanca kullandığını, birçoklarına hiç fark ettirmeden zehrini empoze ettiğini açıkça dile getirdi. Eğer Mustafa İslâmoğlu’nun batıl düşüncelerinden dönmezse kendisiyle birlikte peşinden giden onbinlerce insanı da helâk edeceğini anlattı. Ahmed Hoca’nın anlattığı şeyler son derece önemli olmakla birlikte bir o kadar da üzücüydü maalesef…

Ahmed Hoca’nın temas ettiği bir diğer husus ise Mustafa İslamoğlu’nun tasavvufla ilişkisine dairdi. Şimdi bazılarınız Mustafa İslâmoğlu’nu tasavvuf ve tarikat münkiri olarak görüyor olabilirsiniz ve doğal olarak da; ‘Mustafa İslâmoğlu ve tasavvuf? Ne alaka?’ diye sorabilirsiniz. Mustafa İslâmoğlu sanılanın aksine baştan beri tasavvuf münkiri olan veya tarikata mesafeli duran birisi değildir. Kendi resmî sitesinde yer alan bilgide ifade edildiği gibi Mustafa İslâmoğlu küçük yaştan itibaren Yahyalı Dergâhı’ndaki manevî havayı tenefüz eden birisidir. Bildiğiniz gibi Mustafa İslamoğlu’nun edebiyatçı yönü de var. Ahmed İslâmoğlu Hoca’nın naklettiğine göre Mustafa İslâmoğlu’na mahlasını Yahyalılı Hacı Hasan Efendi vermiş, Mustafa İslâmoğlu da silsilede yer alan mürşidlerden Mahmud Sami Ramazanoğlu Efendi için şiirler yazmıştır. Bu bilgileri bizzat Ahmed İslâmoğlu Hoca ziyaretimiz sırasında anlatmıştır. Gelin görün ki Mustafa İslâmoğlu bugün rabıta konusunda beşik şeyhi Ferit Aydın’ın kitaplarını tavsiye edebilecek kadar yozlaşmıştır. Ahmed Hoca’nın isteği üzerine Mustafa İslâmoğlu’nun hidayeti için dua ediyoruz.

BABALARA KULAK VERİN!
Değerli kardeşlerimiz bu babalara kulak veriniz. Bakın mesela Edip Yüksel’in babası da kendi oğlunun bir mürted olduğunu açıklamıştır. Edip Yüksel’in uyarak sapıttığı Reşat Halife’nin babası da oğlunun kafir olduğu ve katlinin vacip olduğu fetvasını vermiştir.

Bu çok acı bir tablodur… Ancak bu kişileri takip edenler, bu kişileri en iyi tanıyan babalarına kulak versinler. Bir kişinin çocuğu hakkında bu ifadeleri kullanması hele hele Allah’a tevekkülde zirve olan bir insanın “keşke benim çocuğum olmasaydı” demesi çok basit bir hadise değildir. O yüzden bu insanları takip edenler bir değil bin kere daha düşünsünler.

Bu arada bizlerde Ahmed İslamoğlu’nun isteği üzerine oğlunun hidayeti için çok dua ediyoruz…

Rabbimiz, neslimizden inkârcı, küfür ehli kimse yaratmasın… Böyle acılar yaşatmasın…

www.ihvanlar.net

Bu toplantı daha çok konuşulur
Ruşen Çakır (*)
22.4.2004
Vatan
rusen@rusencakir.com
@cakir_rusen

Washington
Washington’daki “İslam, Laiklik ve Demokrasi: Türk Deneyimi” başlıklı Abant Platformu toplantısı hakkında günler öncesinden çeşitli spekülasyonlar yapıldı; daha da yapılacağa benziyor. Bazı çevreler “Türk İslamı” adı altında Amerikancı bir “ılımlı İslam” modelinin müslüman topluluklara dayatılmak istendiğini, Fethullah Gülen cemaatinin de böyle bir misyona talip olduğunu iddia ettiler, ediyorlar. 1998’deki “İslam ve Laiklik” başlıklı ilk Abant toplantısı öncesinde de bunun “görünür” ve “gizli” amaçları üzerine de çok yorum yapılmış, farklı kesimlerden aydınların neler konuşup tartıştıkları üzerinde fazla durulmamıştı. Fakat zamanla Abant kurumsallaştı, toplantıya yönelik önyargılar da bir ölçüde aşıldı. Abant’ın önemiyse, burada dile getirilen fikirlerin pek çoğunun AKP üzerinden iktidara taşınmasıyla zamanla iyice anlaşıldı. Hiç kuşkusuz Washington’da Abant toplantısı yapılması başlıbaşına tarihi bir önem arz ediyor, birçok simgesel anlamı içinde barındırıyor. Ama bunların da ötesinde, bu toplantının kurumsallaşacağını, burada dile getirilen görüşlerin, geliştirilen ilişkilerin, Türkiye’nin, hatta İslam dünyasının yakın geleceğinde etkili olacağını kestirmek zor değil.
Dar alanda sert çekişmeler Abant Platformu, Türkiye’de belli bir tıkanma, kendi kendini tekrar etme aşamasında dışa açıldı. İlk dış toplantının Washington’da, hükümet ve iş çevrelerine nitelikli kadrolar yetiştiren, Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’in eski dekanı olduğu Johns Hopkins Üniversitesi’ne bağlı Uluslararası İncelemeler Yüksekokulu ile birlikte yapılması platformu yeniden bir ilgi odağı haline getirdi. Tabii ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi”nin hazırlıkları sürerken ve bu bağlamda Türkiye’ye yönelik “İslam cumhuriyeti” ve “ılımlı İslam” yakıştırmalarının ortasında yapılıyor olması toplantıyı iyice ilginç kıldı. İlginç kıldı ama bir o kadar gerilimi artırdı. Bir yanda düzenleyicileri, toplantıya nitelikli katılımı artırmak için ellerinden geleni yaparken, diğer yanda birileri Abant’ın Washington’da başarısız olması için vargüçleriyle çalıştı. Sonuçta kazananın ve kaybedenin olmadığı bir çekişmeye tanık olduk. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, entelektüel seviyesi hayli yüksek bir toplantıyı kazasız belasız bitirmiş oldukları; karşıtları da Amerikan yönetiminden üst düzey hiçbir yetkilinin toplantıyı izlememesini sağladıklarını düşündükleri için mutlu oldu. Kuşkusuz alt düzeyde birtakım Dışişleri personeli veya Amerikan yönetimine yakın think-tank’lerden isimler toplantıya ilgi gösterdi, ama örneğin eski Ankara Büyükelçisi Robert Pearson, ikinci gün konferans salonunun yanındaki öğle yemeğine katılıp gitti. “Ilımlı İslam” tartışmalarına sert bir şekilde müdahale etmiş olan Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Faruk Loğoğlu da ilk gün sadece yemeğe katıldı, ikinci gün de Devlet Bakanı Mehmet Aydın’ı eşlik etmek için kapıya kadar geldi, ama salona girmedi. Türkiye ile ilgili gelişmeleri çok yakından takip eden Amerikalı musevi kişi ve kuruluşlarının düşük katılımı da dikkat çekiciydi. İddialara göre, Fethullah Gülen’in bir zamanlar musevilik ve museviler hakkında dile getirmiş olduğu eleştirel görüşlerin el altından bu çevrelere dağıtılmıştı.
Model olmak ya da olmamak Washington’daki Abant’ın tartışmasız iki yıldızı vardı: Derin entelektüel kapasitesiyle samimiyetini ustalıkla birleştiren Devlet Bakanı Prof. Mehmet Aydın ile siyasi geleceği hakkında çeşitli spekülasyonlar yapılan Kemal Derviş. Bakan Aydın, açılış konferansında, daha baştan spekülasyonları bertaraf etti: “Türkiye’de İslam ile demokrasinin bağdaşıp bağdaşmadığı sorusu artık geçersiz kalmıştır. Ama Türkiye kimseye model filan değildir. Çünkü kimse kendi deneyimini bir başkasına dayatamaz.” Daha sonra iki gün boyunca, Türk ve Amerikalı katılımcılar uzun uzun bir “Türk İslamı” olup olmadığını, varsa bunun başka topluluklara örnek olup olamayacağını tartıştılar. Birkaç “tabii ki Türk modeli olur” çıkışı hariç çoğunluk bu konuda Prof. Aydın’la benzer görüş ve kaygıları dile getirdi. Kemal Derviş ise İslam-laiklik tartışmalarına girmek yerine AB gibi daha güvenli bir alanda kapsamlı bir konuşma yaparak; konuşmasından sonraki yuvarlak masa tartışmalarının önemli bir bölümüne katılarak “ben buradayım ve burada olmaya devam edeceğim” mesajı verdi. Bakalım sonbaharda Brüksel’de yapılacak olan Abant Platformu’nda neler olacak?

* Nisan 2004'te, “Büyük Ortadoğu Projesi”nin hazırlıkları sürerken Washington'da yapılan Abant Toplantısı üzerine http://tr.rusencakir.com/Bu-toplanti-da

Gülenciliğin, Tahşiye ve Rahle muhitine kriminal saldırısının gerçek sebebine ilişkin analizimdir
Kenan Çamurcu
16 Aralık 2014



Gülen'in Tahşiye ve Rahle yayınevleri etrafında toplanan Nurcuları hedef almasına ilişkin sorular arasında bu muhite neden operasyon yapıldığı sorusunun cevabının doğru verilemediğini düşünüyorum. Neden Gülencilik gibi bürokrasinin üstüne çökmüş, finansal kaynakları bakımından dünyanın sayılı şirketleriyle yarışabilen ve devleti ele geçirmiş kudretli bir grup küçük bir Nurcu muhite savaş açsın?

Benim cevabım şudur:

Gülencilik, meşruiyetini Milli Görüş veya bağımsız ve entelektüel İslamcı hareketin siyasi ve dinî kültüründen alan bir örgüt değildir. Milli Görüş'le entelektüel İslamcı hareketin geçirgenliğine karşın Gülencilik kendi soyut, kopuk, yabancı ve ayrı evreninde yaşar. O nedenle örgütün politik kültüründe İslamcılığın ideolojik, dinî ve siyasi öğeleri hiç görülmez. Mesela Kudüs davasının Gülencilik cemaatinin örgüt kültüründe hiçbir karşılığı yoktur. Dolayısıyla onların Kudüs davasına ihanetinden bahseden tenkitlerin bile cemaat bireyleri üzerinde hiç etkisi olmaz.
Gülencilik, İslamcıların 80'lerden beri yaptığı entelektüel tartışmalara da uzak ve yabancıdır. O tartışmalara ne katılmış, ne katkıda bulunmuş (zaten o kabiliyet ve kapasite de yoktur), ne de tartışmaların İslam ve Müslümanlık için hayati sonuçlarıyla ilgilenmiştir.

Hal böyle olunca Milli Görüş veya entelektüel İslamcı hareketin eleştirileri Gülencilik örgütünün iç disiplininde meşruiyet krizine yolaçacak etkiyi yaratamaz. Bu açıdan bakıldığında Gülen'in, genel İslami gövdeden ayrı, kopuk, yabancı, kapalı, kendi soyut evreninde yaşayan bir cemaat kurmakla müritlerini dinî ve politik etkiye kapatmayı başardığı düşünülebilir. Belki de müritlerin İslami ahlak, vicdan, günah duygusu, ümmet olma şuuru gibi temel dinamiklerden yoksun, bunlara bağışık ve kayıtsız olarak her türlü fenalığı kolayca yapabilmesinin sırrı da budur.

Fakat Gülen, her ne kadar diğer Nurcu gruplardan farklı olarak Bediüzzaman'ı örgütünün ekseni olmaktan çıkarıp kendini onun yerine yerleştirdiyse de örgüt kültüründe Nurculuk hâlâ belirleyicidir. Bediüzzaman ve Nur Risaleleri bahis konusu olduğunda daha güçlü bir meşruiyet kaynağı ortada olamaz. Gülen'in kendisi bile. Bu yüzden Gülen, Bediüzzaman'a ve onun sözüne karşı söz söyleyemez. Bediüzzaman'ın sözüyle her an gayri meşru duruma düşebilir. Buna tedbir olsun diye Gülencilik örgütünde Nur Risalelerinin yerini tutmak üzere hızla Gülen'e ait konuşmalar ve kitaplar ikame edildiyse bile Nur Risaleleri ve Bediüzzaman'ın örgüt içinde meşruiyet kaynağı olması özelliği gözden düşürülemedi. Bu yüzden Nur cemaatleri Gülen için hep yakın tehlike oldu. Küçük bir Nurcu grup olmakla birlikte Nurculuk içinde meşruiyeti güçlü Tahşiye ve Rahle çevresinin neden Gülen'in hedefi haline geldiğini bu çerçevede anlamak gerekir.

Tahşiye ve Rahle çevresi, Bediüzzaman'ın talebesinin geleneğini temsil etmesinin yanısıra, Nur Risaleleri eksenli cemaat faaliyeti ve üstelik bir de Gülen'i eleştirip Nurculuk açısından gayri meşru olduğunu söyleyegelmesi sebebiyle Gülenciliğin kriminal saldırısına uğradı. Tahşiye ve Rahle çevresi, Gülen'in genel İslami gövdeden kopardığı cemaatinin iç disiplinini Bediüzzaman meşruiyetiyle bozacak potansiyeli temsil ediyordu. Gülen'in ve Gülenciliğin bu potansiyeli ve Nurculuk açısından meşruiyet kaynağını imha etmek istemesi bundandır. Nitekim bu olaydan sonra, Nurculuğun ana akımı sayılan Yeni Asya grubunun, Gülen'i açıktan tenkit ediyorken aniden yön değiştirip Gülenciliğe canlı kalkan olacak hale geldiğini izledik, gördük.
Maruzatım bundan ibarettir.
Kaynak: https://www.facebook.com/KenanCamurcuResmiSayfasi/posts/820065574706970
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Eyl 07, 2016 1:32 am    Mesaj konusu: CEMAAT İÇİN ABD’DE HANGİ CIA AJANI ÇALIŞIYOR Alıntıyla Cevap Gönder

A. Baki AYTEMİZ: TESETTÜRÜN DEFİLESİ…
19 Ocak 2018



Çocuğunun yaşaması için gerekli olan ilacın parasını denkleştirebilmek için, nereden borç istesem, banka mı soysam, birini mi gasb etsem diye düşünen babadan, vücudunu satmayı düşünen anaya ve ilaç bulmak için başvurdukları yetkililerce dilenci muamelesine tabi tutulan mazlumlara…

Ekmek almak üzere bakkala giderken, “beni de götür baba!” demesine dayanamadığı çocuğunu elinden tutarak bakkala giden, bakkalda gördüğü 50 kuruşluk çikolatadan isteyen evladına, parasızlıktan bunu alamayan, alamayınca da yutkunan, gırtlağına şöyle sertçe bir şey takılır gibi olan, gözleri nemlenen baba, bu çaresizliği yaşamak yerine bin kere ölmeyi tercih eder hale gelmişken…

Aç insanlar kendini yakar veya yarın çocuklarına ne yedireceğini düşünen bir baba artık bu yüke dayanamayıp soyunurken…

İnsanlar çöpleri karıştırarak karınlarını doyurabilmenin çaresini ararken…

Birileri de çıkmış, iktidarın aç bıraktığı insanlar üzerinden temin ettikleri imkânlar ve lüks içinde, israf ve şatafatın baş döndürücü uçurumundan aşağı atlarken kendileriyle birlikte toplumu da felâkete sürüklemenin sınırsız sarhoşluğunda kendilerini kaybetmiş, tesettür defilesi yapmakta…

Tesettür, kapitalizmin, tüketim toplumunun bir oyuncağı, nesnesi değildir efendiler!

Bu açıdan bakarsanız, tesettürün defilesi de olmaz.

Tesettürü bir kere gayesinden saptırdınız mı, kapitalizmin bir nesnesi haline getirmeye kalktınız mı, bu işin en sonunda tesettürün pornosuna kadar vardığını da görürsünüz.

Kapitalizm nasıl ki her şeyi metalaştırıyorsa, tesettürü de metalaştırmaya yol açtığınızda, karşınıza bunlar da çıkar, çıkıyor da.

Oysa tesettür, aslî olarak metalaşmaya karşı olmaktır. Kadının metalaşmasına karşı olmaktır. Kadını hür kılmak içindir. Tesettür defilesi ile kadın kapitalizmin, tüketim toplumun bir oyuncağı, bir kurbanı hâline gelmekte, getirilmektedir.

Tesettür, köleliğin karşısında hürriyeti temsil eder dedik ya, buna tüketim toplumuna karşı olmak da dâhildir. Yani, zamanında verilen-verdiğimiz tesettür mücadelesi, sadece siyasî otoritenin kamusal alandaki kılık-kıyafet düzenlemesi ve kadın kılığı üzerinden kendi iktidarını içtimaî alanda sürdürmesine karşı verilmiş bir mücadele değildi. Tesettürlü bir kapitalist olmak için değildi kısacası. Tesettürü, bütün mânâsıyla hayata hâkim kılmak mücadelesiydi o. İşte, bir şey tam olmadığında, yarım oluşların nasıl o şeyin aslını yok edecek dereceye geldiğine dair en göze batan misallerden biri budur aslında; tesettürün, yarım olmuşların elinde tam ters bir mânâya bürünmesi ve hizmet ediyor oluşu.

Metalaşan, nesneleşen tesettür, gün geliyor onu metalaştıranları da metalaştırıyor ve teni kapalı ama ruhu olabilindiğince açık, ruhu her türlü ahlâksızlığın yatağı haline gelmiş bir belhüm adal profilini karşımıza çıkarıyor.

Bizzat yaşayarak görüyor ve anlıyoruz ki, metalaşmanın karşısında durabilmek de ancak Bütün Fikirle, Mutlak Fikre bağlılıkla mümkün. Bütün Fikrin bizden istediği ruh ve ahlâka bürünmeden, onun şekline saplanıp kalmak, Bütün Fikri bir şekil mevzuu olarak ele almak, Bütün Fikre en büyük hıyanet ki, Efendi Hazretleri bunlara, “Dini içten yıkan kâfir!” hükmünü basıyor.

90’lı yıllarda İbda-c’ler, bunlara izin vermemek için mücadele etti, İslâm’ı bu şekilde istismar etmeye başlayanları cezalandırdı. Şimdilerde ise bunlar, en üst makamlarda ağırlanıyor, en üst makamlarca taltif ediliyor.

Aslında bu süreç bir yandan da iyi oluyor… O gün tesettürü şekilden ibaret bilenler de bizim mücadelemiz içerisinde kendilerine yer bulabiliyordu. Artık bugün bu mücadele, doğrudan ruh ve mânâya hitap eden, bunun idrakinde olanlarca veriliyor ki, gerçek insan soyu olma azmini taşıyan, çilesine talip olanlarla müsveddeleri de böylece ayrışıyor.

Muktedirler, gençliğin kendilerine niçin teveccüh etmediğini anlayabilecek mi acaba? Kapitalizmse, orada orijinali dururken, sendeki çakma… Ve bunlar, o mânâyı, kendi menfaatleri için bozuk para gibi harcarken, şimdi gençliği nasıl motive edeceklerini de bilmez hâldeler. Bizzat kendi ihanetleri, kendilerinin sonunu getiriyor.

(..)

A. Bâki AYTEMİZ

Kaynak: Adımlar Dergisi

Etiketler:
İslâm ihtilâl ve inkılâbı kapitalizm Tesettür TESETTÜR DEFİLE

CEMAAT İÇİN ABD’DE HANGİ CIA AJANI ÇALIŞIYOR
24.02.2010

Türkiye’de siyasi çatışmanın yükseldiği günlerde cemaat, ABD’de diplomasi atağına hazırlanıyor. Türk Amerikan ilişkilerini geliştirmeyi amaçladığını ilân eden Turquoise Council, 25 Şubat Perşembe günü ABD Kongresi’nde bir öğle yemeği verecek. Saat 11.30- 15.00 arası gerçekleşecek olan bu buluşmada ayrıca bir panel de gerçekleşecek. Programa göre öğle yemeği sadece 45 dakika, panel ise 3 saat sürecek.
Davetiyeye bakıldığında göze ilk çarpan panelin konusu oluyor: “Yeni Türkiye: Bölge ve ABD İçin Ne Anlama Geliyor?”, buradan paneli düzenleyenlerin Türkiye’de bazı değişimler olduğunu düşündükleri ve hatta bu değişimlerin “Yeni Türkiye” denebilecek kadar ileri gittiğini düşündükleri sonucuna varılıyor. Paneli düzenleyen Turquoise Council’in Gülen Cemaati’ne yakınlığı biliniyor (1). Kurumun düzenlediği yemeğin davetiyesini gönderen Kemal Öksüz, Konsey’in başkanı olarak gözüküyor; Öksüz’ün 2008 yılında Gülen Enstitüsü’nün (Gulen Institute) CEO’su olduğu da göze çarpıyor.

Panelin konuşmacıları da dikkat çekiyor.

Açılış konuşmasını yapan kişi CIA Ortadoğu Masası eski şefi, CIA’ya yakın Rand’ın çalışanı Graham Fuller. Yeşil Kuşak Projesi’nin mimarlarından Fuller son dönemlerde Fethullah Gülen’e verdiği destek veriyor. Fethullah Gülen’in ABD’de yeşil kart almaya uğraştığı sıralarda Graham Fuller’in, Gülen’in kefil listesinde bulunması bir diğer çeken nokta.

Bir diğer konuşmacı Ian Lesser, Atlantic Council üyesi bir akademisyen. Atlantic Council ise, hatırlanacağı üzere, “AKP’nin Açılımları” sürecinde Kürt meselesinde yazdığı raporla adından çokça bahsettiren bir kuruluştu ve AKP’nin o rapora göre ilerlediği söylenmişti.
Konuşmacılar arasında Türkler de var ve bunlardan biri de Sabah yazarı Ömer Taşpınar. Taşpınar’ın konusu ise iç politika, dolayısıyla anayasa ve Kürt meselesi.

Bunlardan başka Transatlantik Akademi’den Joshua W. Walker, eski Türkiye-AB karma parlamento komisyonu eş başkanı Jan Joost Legendijk, Caucasian Review of International Affairs editörü Alexander Jackson ve İnsan Hakları Gündemi Derneği Başkanı Orhan Kemal Cengiz, panelde konuşmacı olarak bulunuyor.

Doğrusu panelde neler konuşulacağı ve ne sonuçlar çıkarılacağı az çok tahmin edilebiliyor. ABD Kongresinde gerçekleşen panelin ABD’de cemaatin lobi faaliyetinin parçası olduğunu söylemek ise sürpriz olmayacak.
Odatv.com

(1) http://www.guleninstitute.org/index.php/20090919164/Congressional-Dinner/Congressional-Friendship-Dinner-Forges-Ties-between-Cultures.html

Gülen: "İHH İsrail'le işbirliği yapmalıydı, bizimkiler öyle yapıyor"
05.06.2010
Wall Street Journal Fethullah Gülen’in yardım filosu yetkililerini İsrail’le uzlaşmadıkları için eleştirdiğini duyuruyor. Haberde, Gülen için "a controversial and reclusive US resident" tanımlaması yapılmış: "Tartışmalı, münzevi bir ABD sakini"

“Gülen, yardım filosu organizatörlerinin yardım dağıtma girişiminden önce İsrailli yetkililerle uzlaşma aramamasını, otoriteyi yok sayma girişimi olarak değerlendirdi ve bunun olumlu sonuçlar doğurmayacağını söyledi. Gülen, kendi hareketiyle bağlantılı bir yardım kuruluşu Gazze’ye yardım götürmek istediğinde, İsrail’in iznini almaları konusunda ısrar ettiğini belirtti. Gülen, yaşanan olayda kimin suçlu olduğu konusunun Birleşmiş Milletler’e bırakılması gerektiğini kaydetti. ”
Haber101

Haysiyetsizleştirilmek
Serdar Akinan

Ülkemiz, demokratikleşme ve serbest pazar ekonomisi gibi konularda küresel vahşi kapitalizm tarafından kontrol altına alınmak, eşzamanlı olarak ise İslam dünyasına bir model olarak sunulmak istenmektedir.

Bu bir projedir.

Bu projenin kullandığı dildeki liberalizm, demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi temel kavramlar kuşatmanın yapı taşlarıdır.

Mesele sadece İslam coğrafyasındaki enerji havzalarının bu eli kanlı çete tarafından kontrolü müdür?

Elbette değil. Bin yıllık bu savaşın günümüzdeki yeni evresinde temel hedefler değişmemiştir.

Meseleye vahyi ölçülerde bir anlayışla, aracısız, baktığınızda egemenlerin ne düzeyde bir kuşatma ile bir kez daha Müslümanların karşısına dikildiğini görebilirsiniz.

Bu kuşatmaya hangi enstümanla direneceğimize dair bir ipucu tespitte saklıdır.

Fethullah Gülen cemaati 80'li yıllarda ve özellikle 2001'den sonra bu projeye, gönüllü, eklemlenmiştir.

Tehvid sosuna bulanmış şirk bir haysiyet intiharı değil midir?

Kulu bir başka dünyevi iktidara mahkum kılan bu anlayışın küreselleşme adındaki gözü dönmüş canavarla yan yana durmadığını kim nasıl savunabilir?

Biriniz kalkın köşelerinizde Filistin'i açıkça savunun.

Savunduğunuzu mu savunuyorsunuz?

O halde Fatih Üniversitesi'nde başörtülü bir kız neden Filistin'de bebekleri katleden İsrail'in Başkonsolosu'nun önünde eğilip ona çiçek sunmak zorunda bırakılıyor?

Bunu biz Müslümanlara nasıl izah

edeceksiniz?

Haysiyetsizleştirilmek budur...

Elbette o başörtülü o kıza tepki duymuyorum.

Emir ve komuta...

Oysa Müslümanlık bireysel özgürlük değil midir?

İslam bir gizli devrim değil kişisel bir

isyandır.

İslam köleleştirmez özgürleştirir.

Amerika Irak'ta bir milyondan fazla Müslüman'ı katletti.

Telafer'de ramazan ayında iftar sofrasından kaldırılıp topluca tecavüz edilen o çocuklar ve anneleri için bu gözü dönmüş katillere lanet okumak gerekmez mi?

'Dick Cheney'nin ayağına

gittiniz' dedim.

Giden isim kendisinin olmadığını iddia etti. Bu köşede derhal düzeltmesini yayınladım.

Peki cemaatten hiç kimsenin eli kanlı Müslüman katili Cheney'nin başdanışmanlarına ve diğer adamlarının ayağına gitmediğini savunabilir misiniz?

Bu dünyada özgürlük adına, bedenine bomba bağlayıp şehadete eren adlarını bile bilmediğimiz binlerce Müslüman var.

Haysiyet budur. O kişisel bir isyandır. Gücünü de Kuran'dan alır. Hesabını da sadece Allah(c.c.)'a verir.

Siz ne yapıyorsunuz? Bu egemen yapıya biat eden; sessiz kalan başta kendisine samimiyetsiz bir anlayış inşa ediyorsunuz.

Burada inanan Müslümanları değil, siz tepedeki kanaat önderlerini itham ediyorum.

Benim bu ülkeye dair onulmaz aşkım özgürlük türküsünü söyleyebilmiş olmasıdır. Akif bunu anlatır.

O nedenle sadece Kur'an-ı Kerim'i okuyarak, sadece Allah'a(c.c.) hesap vererek tevhide ulaşılabileceğine inanıyorum.

İslam'ın bir isyan olduğunu ruhumda hissedip eli kanlı katillere; Amerika'ya ve İsrail'e kelimelerle saldırabiliyorum.

Bu vatanı gerçek İslam adına değil, küresel bir ihalenin müteahhidleri olarak parçalamaya soyunmanıza ise katlanamıyorum.

İntifadayı açıkça ve dürüstçe sahiplenemeyen bir Müslüman'ın önce haysiyetsiz olduğunu düşünüyorum.

Lafım bu size..

Ki yeter...
http://www.aksam.com.tr/2010/07/03/yazar/8601/aksam/yazi.html

Camilere Sandalye Dolduruyorlar
Mehmet Şevket Eygi

Birileri, bir zihniyet camilerimizi kiliselere benzetmek istiyor! Bir başka zihniyet, Cuma namazından sonra sünnet ve âhir zuhur namazının kılınmasını istemiyor.

Bunlar BOP'çu mudur?

Açık İstihbarat'ın Notu: Camilerin kiliseleştirilmesi kapsamında ilk örnek İhsan Doğramacı'nın Bilkent'te açtığı camide ortaya çıktı. Bilkent'teki camilere de sandalyeler dizimişti. Doğramacı'nın Bülent Arınç ve Fethullah Gülen ile olan dostluğu ve bu dostluğa binaen aldığı ödüller kamuoyunun hafızasındadır...

1400 yıllık İslam tarihinde görülmemiş bir hadise ile karşı karşıyayız. Konu şudur: Camilerin arka tarafına haddinden fazla sandalyalar konulmuştur ve yaşlı kimselerin bir kısmının sandalyada oturarak namaz kılması istenmektedir. Bu sandalya işi kendi kendine oluşmamıştır. Bazı imamlara baskı yapılmış, sandalya sayısını çoğaltmaları istenmiştir.Ne lüzumu var efendim diyenler, üstü kapalı bir şekilde tehdit edilmiştir.

Müslüman 80 yaşında... Yaş icabı dizlerinde biraz kireçlenme var ama rükua, secdeye varabiliyor. Bu zat namaz kılarken secde etmelidir. Etmezse namazı sahih olmaz.

Dizlerindeki romatizma secde etmesine imkan vermeyecek derecededir. Bu taktirde yere oturarak namaz kılar.

Birileri, bir zihniyet camilerimizi kiliselere benzetmek istiyor! Bir başka zihniyet, Cuma namazından sonra sünnet ve âhir zuhur namazının kılınmasını istemiyor.

Bunlar BOP'çu mudur?

Dinimizde reform yapılmak isteniyor.

Camilerde eskiden olduğu gibi bir iki tabure olabilir. Kasıtlı olarak koydurulan fazla tabureler ve sandalyeler kaldırılmalıdır.

Ehl-i Kitab da cennetliktir diyenler camilerimize karışmasınlar. Fıkıh kitaplarımızda, camilere sandalye konulmaz diye bir hüküm yoktur diyen çok bilmişlere kanmayınız.

Resulullahı, Kur'anı, İslam'ı inkar ve tekzib eden Yahudiler ve Hıristiyanlar da ehl-i necat ve ehl-i Cennettir diyenlerin imamlık yapması caiz olamaz.

Böyle kişilerin kıldıkları namaz, itikatlarındaki büyük bozukluk dolayısıyla sahih değildir.Böyle kimselerin ardında namaz kılınmaz. Kılındıysa, o namazların iadesi gerekir.

Fiziken secde edemeyecek derecede hasta ve mâlül kişiler dışındakiler secde ederek namaz kılmalıdır.

İslam dini tek hak dindir, onda reform, yenilik, değişiklik yapılamaz.

Fazlurrahman'ın tâtiliye mezhebi sapık bir mezheptir.

Genç Kur'an kursu kadın öğretmenlerinden ve vâizelerinden müteşekkil bir koro kurup bunun erkeklere konser vermesi haramdır.Böyle şeylerŞeriat-ı Garra-i Ahmediyyeye aykırıdır.

Mardin'in Kasımiyye medresesinde papazlarla bir müftünün toplanıp diyalog yapmaları, çan ve ezan sesleri içinde havuz üzerindeki (sözde Sıratmış!) köprüden geçmeler hep bâtıldır, sapıklıktır.

Ehl-i Sünnet dünyasının büyük müftülerine, ulema ve fukahasına soralım: Böyle tiyatrolar İslam dinine uygun mudur, yoksa küfre kadar giden hokkabazlıklar mıdır?

Bütün dindar ve şuurlu Müslümanların dikkatini, bu anlattığım konulara çekmek istiyorum.

Dinî kültürü, ilmihal ve fıkıh bilgisi yetersiz olan kimselerin sandalyede namaz kılmalarını teşvik etmek bir zulümdür, bir aldatmacadır.

Cuma namazlarından sonra zuhr-i âhir namazının kılınmasına engel olmak zulümdür. Çünkü, cumanın şartlarının hepsi bu devirde var mıdır konusunda ihtilaf vardır, dindar halkın zuhr-i âhir kılması nur üzerine nurdur. Ey zalimler!.. Halkın namaz kılmasına niçin mani oluyorsunuz?

Vaktiyle Mısır'da Fâtımîler zamanında teravih namazını cemaatle kılmak yasak edilmişti diye okumuştum. Bugünün Türkiyesinde cumanın sünnetinin ve âhir zuhur namazının kılınmasının engellenmesi de böyle bir zulüm ve aşırılıktır.

Zaten kılmayan kılmıyor, kılanlardan ne istiyorsunuz?

Camilerdeki sandalyeler konusunda bir kitapçık yazan muhterem Enver Baytan hocaefendiyi, bu kitapçığı yayınlayan Vakit gazetesini tekrar tekrar tebrik ediyorum.

Sinsi metotlarla camileri kiliselere benzetmek isteyenlere teessüf ediyorum.

Müslümanlar uyumayınız.
Kaynak: Milli Gazete

Hocaefendi'ye açık mektup
Hakan ALBAYRAK
halbayrak@yahoo.com
5 Ekim 2010/Yeni Şafak

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, Mavi Marmara ve İHH İnsani Yardım Vakfı ile ilgili olarak Amerikan basınına verdiğiniz demeçler bizi derinden yaraladığı halde bu konuyu bağrımıza taş basarak kapatmayı tercih etmiştik.

Şu veya bu saikle verdiğiniz o demeçlerin bizi ne kadar yaraladığını hesap edeceğinizi ve yaramızı deşmeyeceğinizi umuyorduk.

Geçenlerde evinizde ağırlayıp sohbet ettiğiniz gazeteci arkadaşlarımız "Fethullah Gülen bize Mavi Marmara'dakilerin 'Şehit olmaya gidiyoruz' diye yola çıktıklarını, bile bile ölüme gittiklerini, onların şehit sayılamayacağını söyledi" deyince kanımız beynimize sıçradı!

(..) Gazzeli kardeşlerimizin mustarip olduğu korkunç ambargoyu yarmak niyetiyle yola çıkan, Allah yolunda mazlumların imdadına koşarken öldürülen dokuz arkadaşımızın "şehit sayılamayacağına" nasıl hükmedebiliyorsunuz?

Ashab-ı Kiram'dan Amr Bin Cemûh (radyallahu anh), Uhud'a, "Allâh'ım! Bana şehidlik nasîb et! Beni mahrum ve me'yûs olarak ev halkımın yanına döndürme!" diye dua ederek gitmemiş miydi? Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem), Uhud'da katledilen bu zâtı "cennette gördüğüne" yemin etmemiş miydi?

3 Haziran günü Mavi Marmara şehitleri için yayınladığınız taziye mesajında demiştiniz ki: "Filistin'de yaşanan bu drama son verebilmek beklentisiyle yola çıkan, uğradıkları müessif saldırıda hayatlarını kaybederek ŞEHİT olan insanlarımıza Allah'tan rahmet diler, başta aileleri olmak üzere, milletimize ve bütün insanlığa taziyelerimi bildiririm."

Bu mesajınızı tekzip mi ediyorsunuz?

Yoksa, "3 Haziran'da şehittiler ama şimdi değiller" mi diyorsunuz?

Arkadaşlarımız, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi'nin de kabul ettiği ve dikkat çektiği gibi "tamamen gereksiz bir müdahale"de ve "taammüden" öldürüldüler.

Mezkûr konsey, uluslararası hukuka atıfta bulunarak, İsrail'in Gazze üzerindeki 'abluka otoritesi'nin yasa dışı olduğuna da dikkat çekiyor. Dünya bunları tartışırken sizin durduk yerde şehitlik tartışması başlatmanızı, şehit arkadaşlarımızın aziz hatıralarına durduk yerde gölge düşürmeye çalışmanızı, onların ailelerini ve bütün Mavi Marmara camiasını durduk yerde incitmenizi nasıl izah edeceğiz?

Bizimle niye uğraşıyorsunuz Hocam?

Bizimle uğraşmakta niçin ısrar ediyorsunuz?

Ne adına, kimlerin hatırına?
(..)

Cüppeli Hoca'dan ZAMAN'a Boykot Çağrısı!
29 Aralık 2009
Ana Haber

Cüppeli Ahmet Hoca 'Yahudi ve Hıristiyan amentüsüne ise benim amentüm o diyor ' Ya, bunu hangi çıplak gazete yapabilir?diyerek açıkça İslami geçinen medya ve özellikle zaman gazetesine boykot çağrısı yaptı!

Cübbeli Ahmet Hoca, Mehdilik meselesini konu ettiği vaazında "İslamcı Medya"nın para karşılığı Adnan Oktar’ın reklamını yapmak sureti ile Müslümanları ifsat ettiğini iddia etti.

İşte Cübbeli Ahmet Hoca’nın sözleri:

İSLAMİ GEÇİNEN MEDYA DİĞERLERİNDEN DAHA ZARARLI

"İslami Medya diye geçinip de bütün milletin evine giren fakat öbür kötü gazetelerden daha zararlı inançlar millete aşılayan bu medya, İslami geçindikleri halde bunlardan şikâyetçiyiz" diyen Cübbeli'nin hedefinde özellkle Zaman Gazetesi ve gazetenin yazarı Ahmet Şahin vardı.

ZAMAN GAZETESİ HEDEFTE

Adam buna para veriyor, evine çoluk-çocuğuna okutturuyor.
Orada yazıyor “İslamın hükümlerinin hepsinin tatbik edilmesi gerekli değildir.”
Bende, gazete bende.
Sormayın hangi gazete onu da sen anla!
Herkesin evine giren gazete, bedava dağıtılan gazete.
“Amentüde ittifakımız var” aynı gazetede çıktı.
“Yahudi ve Hıristiyan amentüsü ne ise benim amentüm o diyor”
Ya, bunu hangi çıplak gazete yapabilir.

AMENTÜDE İTTİFAKIMIZ VAR!

Cübbeli Hoaca'nın isim vermeden eleştiri oklarını çevirdiği gazete Zaman Gazetesi.

Bilindiği gibi Zaman Gazetesi yazarı Ahmet Şahin 17.04.2000 tarihli Zaman Gazetesi'ndeki Köşe yazısında “Zaten dikkatlice bakıldığında görülecektir ki ehl-i kitapla temel noktalarda birlikteyiz. Daha meşhur ifadesiyle amentüde ittifakımız vardır. Çünkü Allah'ın gönderdiği kitapların hemen hepsinde tekrarlanan amentüdür: Allah birdir. Peygamberler haktır. Melekler vardır. Kitaplar gönderilmiştir. Ahiret vardır. Ölen insanlar bir gün dirilecek, yaptıkları iyiliklerin mükafatını, kötülüklerin de mücazatını göreceklerdir.” şeklinde bir görüş ortaya atmış ve bu görüş Fethullah Gülen ve Vatikan önderliğinde sürdürülen Dinlerarası Diyalog çalışmasında önemli rol oynamıştı.

Fethullah Gülen’in Dönüş Bileti
Müyesser YILDIZ
muyesseryildiz@avazturk.com
27 Ocak 2010
Bildiğim kadarıyla Fethullah Gülen, AKP iktidarına hep şu telkinde bulundu:

“Ekonomiye odaklanın…Ekonomik sorunları halletmeden, diğer konulara el atmayın…Bu hallolduktan sonra arkası gelir!..”

İnanmayacaksınız ama Hocaefendi, iktidarın türban konusunda Anayasa değişikliğine hazırlandığı günlerde bile aynı haberi gönderdi.

Ekonominin ve milletin hali ortadayken, özellikle Haziran’dan beri Türkiye’nin altını, üstüne getiren, hep de TSK’yı hedef alan bu inanılmaz taarruzun sebebi ne öyleyse?!..Hoca mı fikir değiştirdi?..Erdoğan artık Hoca’yı mı dinlemiyor?..Ekonominin düzelmesinden umut kesildi de, bunlarla mı günü kurtarmaya çalışıyorlar?...Yoksa birilerinin zamanı mı kalmadı?
Galiba hepsi…Fakat illa da “birilerinin zamanının kalmaması”!..

O birilerinden ilki Fethullah Hoca…Sağlığının iyi olmadığını bizzat Zamancılar duyurdu. Zaten uzun zamandır “vatan hasretiyle yanıp, tutuşuyor”!..

Elini, ayağını tutan yok, ama gelmiyor, daha doğrusu gelemiyor…Niye? Buradaki sözcüleri, Hoca’nın, “Dönmek için konjonktürü müsait bulmuyorum. Türkiye’de henüz demokratikleşme sağlanamadı, ben geldiğimde harekete zarar vermek için birileri komplo yapabilirler…” dediğini söylemişti.

Anlaşılan sağlık sebebi veya ABD’nin “yeter”i sonucu acilen ülkeye gelmesi gerekiyor…İyi de yukarıdaki sözleri ortada duruyor…

Aslında Hüseyin Gülerce, bu sözleri aktarırken, “komplo” ihtimaline karşı alınmasını istedikleri tedbirleri de şöyle sıralamıştı:

“Artık TSK, emniyet, başka kurumlar kendi içlerinde Ergenekon türü hukuk dışı yapılara asla taviz vermeyeceklerini kararlılıkla ifade ederse, işte buna o zaman normalleşme denebilir ve böyle bir atmosferde Sayın Gülen’in dönmesi mümkün olur. O, o atmosferi bekliyor.” Ve Dursun Çiçek imzalı “İrtica Eylem Planı” ortaya atıldığı günlerde Hüseyin Gülerce başta, cemaate yakın tüm isimler hep birden, TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesinin kaldırılmasını istedi.

İlginçtir, “Balyoz”un ardından da aynı talepler sıralandı.

Demek ki, Gülen’in beklediği “O atmosfer” hazırlanıyor!..

“Zamanı kalmayan” diğer birilerine gelince; Hani Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ masayı yumrukladığında, “Bu darbe iddialarının devamlı gündemde kalmasından kim menfaat sağlıyor?” diye sordu ya…

Belli değil mi? İçerdekileri geçiyorum…Kürdistan resmileşiyor…AB ve Bartholomeos Türkiye’yi çarmıha geriyor…Ermeniler at koşturuyor…Rum kesimi AİHM ve AB Adalet Divanı kararlarıyla atletimize kadar almaya hazırlanıyor…Yunanistan bir mektupla Ege “açılımı”nı başlatıyor…ABD ve NATO, Afganistan-Pakistan-İran için tepemize çörekleniyor!..

Özetle tüm ülkenin tepesine balyoz iniyor…TSK suskun, daha doğrusu “darbecilikle” boğuşturuluyor!..

Başbuğ Paşa, TSK’yı savunma işini kesinlikle ihmal etmesin…Ama ne olur, arada bir bu konularda da masayı yumruklayıp, TSK’nın hangi noktada durduğunu hatırlatsın!..

Savunmadan çıkıp, taarruza geçmenin ve oyunları bozmanın en etkili yolu belki de budur!..
avazturk

İsmailağa ile Gülen cemaatleri köprüleri attı….
Ahmet Takan
24 Şubat 2010
Erzincan’da yapılan ve 3’ncü Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk’e kadar uzanan operasyonun ardından İsmailağa ile Fethullah Gülen cemaati arasında köprüler atıldı.

Erzincan Savcısı İlhan Cihaner’in, Fettulah Gülen cemaati ile başlayan ve İsmailağa’ya da sıçrayan soruşturması TSK ve Yargı krizine de yol açmıştı.3’ncü Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk Paşa’ya kadar uzanan kriz Ergenekon savcılarının “yetkisizlik “kararıyla uykuya alınmış gibi gözükse de çok daha derin bir çarpışmanın su üstüne çıkmasına yol açtı.

Bugüne kadar TSK ile herhangi bir sürtüşmesi olmayan ve asker ile ilişkilerde son derece hassas olan İsmailağa cemaati geniş çaplı bir durum değerlendirmesi yaptı.Kendileri üzerinden çıkan son krizi “Fethullah Gülen “ operasyonu olarak değerlendiren İsmailağa cemaati, Gülen cemaatine karşı bundan sonra nasıl bir strateji izleneceğine karşı net kararlar aldı.

İsmailağa Cemaati lideri Mahmut Ustaosmanoğlu cemaate, “TSK ile ilgili sözlerinize bundan sonra daha dikkat edin. Dolduruşa gelip sakın TSK aleyhinde konuşmalar da bulunmayın.TSK bizim için geçmişte de ‘dinsiz ordu değil peygamber ocağıdır’ bundan sonra da hep öyle olacaktır.Bunu her fırsatta her yerde vurgulayın.Fethullah Gülen cemaatinden gelen sızma, tahrik ve provokasyonlara karşı çok dikkatli olun .TSK ile cemaatimizi karşı karşıya getirecek her türlü oyundan uzak durun” talimatlarını verdi.

Edindiğim bilgilere göre, cemaat içinde yapılan toplantılarda çok hassas bir konunun daha üzerinde duruldu. Cemaate gelen duyumlara göre, Erzincan soruşturmasının ardından İsmailağa cemaatine karşı yapılacak eylemler ve hatta “Ergenekoncu kimliğinde düzenlenmesi muhtemel suikast girişimleri” Daha önce cemaatin ileri gelenlerine düzenlenen suikastlarda dikkate alınarak cemaat büyüklerinin koruma önlemleri arttırıldı.

Bu kısa haberin ardından bazı soruları da gündeme getirmek lazım. Ama öncelikle buraya bir not düşmem gerekir. Bugüne kadar hiçbir cemaate biat etmedim ve bundan sonrada etmeyi hiç düşünmem.

Türkiye’de yaşayan biri olarak şunu çok net bilirim, İstanbul’un en hassas yerinde konuşlanan veya konuşlandırılan İsmailağa cemaatinin bugüne kadar devlet ve TSK aleyhine hiçbir teşebbüsü olmamıştır.TSK’nın ihtiyacı olduğu bazı konularda nasıl hizmete koştuklarının bazılarına ben gazeteci olarak yakın şahidim. Bazı cemaatlerde olduğu gibi hiçbir zaman ticari bir örgütlenme içinde olmamıştır. Tek faaliyetleri Allah Kelamını ve İslam’ı yaymaktır. Belki de tek suçları küçük yaşta çocuklara Kur’an öğretmektir!

Gelelim sorulara:

--İsmailağa Cemaati, 3’ncü ordu komutanı Saldıray Berk aleyhine nasıl ve neden ilişkilendirildi?

--İsmailağa cemaatinin en önemli isimlerinden olan Cüppeli Ahmet Hoca’nın kamuoyunda büyük sempati toplayan açıklamalarının ardından Gülen cemaatinde nasıl bir rahatsızlık ortaya çıktı?

--Cüppeli Hoca üstünden yapılan spekülasyonlarla İsmailağa cemaati içinde liderlik kavgası görüntüsü neden kızıştırılıyor?

--İsmailağa cemaatine neden silahlı örgüt imajı yüklenmeye çalışılıyor?

--İsmailağa cemaatinde bazı isimlerin Saadet Partisi ve MHP ile diyaloga geçmesi kimleri niye kızdırdı?
avazturk

CHP’li vekil istifa: Ders kitabında ‘dinler arası diyalog’ projesi övülüyor
23/09/2017

Diken'in haberine göre;CHP Balıkesir Milletvekili Mehmet Tüm, yeni müfredatın ders kitaplarında ‘FETÖ’ propagandası yapıldığını iddia ederek Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz’a istifa çağrısı yaptı.

İlkokul ve ortaokul düzeyinde 17, lise düzeyinde 24, imam hatip ortaokulu ve imam hatip lisesi düzeyinde 10 olmak üzere toplam 51, sınıflar esas alındığında 176 müfredat yenilenmişti.

“Bakanlık, yerine FETÖ’nün algı malzemelerini koyarak toplumun aklıyla dalga geçiyor” diyerek sözlerine başlayan CHP’li vekil Tüm, bakan Yılmaz’ın ‘FETÖ’ye hizmet eden kitap içeriklerini denetlemediği ve devleti açıkça zarara uğrattığı’ için bir an önce istifa etmesi gerektiğini söyledi.

Tüm, bakan Yılmaz’ın yanıtlaması istemiyle Meclis soru önergesi verdi.

CHP’li vekil şu soruları yöneltti:

*“Yazılı ve sosyal medyada, FETÖ’nün Milli Eğitim Bakanlığı’nda aktif olduğuna dair haberler yer almıştır. Sosyoloji kitabının Sosyoloji’ye Giriş ünitesinde başlıklı bölümünden, Karl Marx, Emile Durkheim, Max Weber çıkarılıp yerine ‘FETÖ projesi’ olduğu iddia edilen Kutlu Doğum Haftası konulmuştur. 6. sınıf Sosyal Bilgiler kitabının 148. sayfasında yer alan ‘Medeniyetler Ülkemizde Buluştu’ başlıklı metinde ise, FETÖ’nün ‘Dinler arası diyalog’ projesinin açıkça övüldüğü ifade edilmiştir. 7. sınıf Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitabında FETÖ firarisi Osman Eğri’nin makalesi yer almıştır. Sosyal Bilgiler 7. sınıf çalışma kitabında yer alan ‘Bir ülkede, tek başına hükümete gelen iktidarların bir süre sonra yolsuzluk haberlerini örtbas için basını sansürleyeceği…‘ ifadesi, FETÖ’nün 17/25 Aralık propaganda ifadelerine benzetilmiştir.”

* “Bahsi geçen skandal yazı ve ifadeler ders kitaplarına nasıl girmiştir? Kitaplar hangi gerekçeyle denetlenmemiştir?”

* “FETÖ propagandası yapıldığı iddiasıyla hangi kitaplar için toplatılma kararı verilmiştir?”

* “Bu yıl dağıtılan 190 milyon ücretsiz ders kitabının kaçı bu gerekçeyle toplatılacaktır?”

* “Bu kitapların toplatılma maliyeti ve devletin uğradığı zararın tutarı nedir?

* Ders kitaplarının içeriği hangi süreçlerden geçerek denetlenmektedir? Kurulların kitapları denetleme kriterleri nelerdir?

* “Bu skandallar sonrası devletin uğramış olduğu zarar nasıl telafi edilecektir? Bu zararın sorumluluğunu kabul ediyor musunuz?”
Ana Haber
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ŞERİAT Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com