EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

İmam-ı Âzam Ebu Hanife Hazretleri

 
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ŞERİAT
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Ekm 11, 2009 6:51 pm    Mesaj konusu: İmam-ı Âzam Ebu Hanife Hazretleri Alıntıyla Cevap Gönder

İslâma Muhatap Anlayışa Dair: 8
Selim Gürselgil



EBU HANİFE – I

Salih Mirzabeyoğlu, “Büyük Muztaribler” adını verdiği dünya tefekkür tarihine dönük eserinin 2. cildinde İmam-ı Azam’a 40 sayfa ayırır ve her yönüyle anlatır. Oradan alarak başlayalım:

-“Asıl adı Numan bin Sabit. Hicrî 80 – miladî 699 yılında Irak’ın başşehri Kûfe’de doğdu. (…) Hayatının ilk 52 yılı Emevî, son 18 yılı da Abbasî yönetimleri altında geçti. (…) Ataları Kabil’lidir. Babası Zata –bazı kaynaklara göre söylenişi Zavta–, Kûfe’ye savaş esiri olarak gelmiş, İslâmı kabul etmiş ve Benu Taimullah’ın dostça himayesi altında oraya yerleşmiştir. Zata (sonradan, Sabit) ticaretle uğraşıyordu ve Hulefa-i Raşidin’den Hazret-i Ali kendisini tanıyordu. Hazret-i Ali‘ye o kadar yakındı ki, kendisine zaman zaman hediyeler verir ve misafir ederdi.

Kendi eğitimiyle ilgili açıklamasında Ebu Hanife, önce kendini kıraat, hadis, nahiv, şiir, edebiyat, ilm-i kelâm ve o dönemde revaçta olan diğer ilimlere verdiğini söylüyor. Daha sonra kelâm ve cedel-tartışma ilmi konusunda uzmanlaşıyor. Bu dalda öylesine ilerliyor ki, halk onu bu hususta otorite kabul ediyor. (Özellikle Haricîlere kaşı mücadelesiyle tanınıyor, felsefe ve mantıkta çağının kutbu sayılıyor.)

(…)

Uzun süre tartışmalarda bulunduktan sonra, artık bıkma noktasına gelmiş ve bu işin kalb karartıcı yönünü görerek fıkha yönelmiştir. Fıkıh’ta “Ehl-i Hadis Ekolü” yerine, merkezi Kûfe’de bulunan “Rey Ekolü”ne intisab etmiştir. Bu yolun esası, Hazret-i Ali ve İbn-i Mesud‘a dayanmaktadır. Ebu Hanife üstad olarak bu ekolün liderlerinden Hammad‘ı seçmiş ve onun vefatına kadar 18 yıl süreyle onunla birlikte olmuştur. Zaman zaman Hac münasebetiyle Hicaz’da fıkıh ve hadis’in o zamanki üstadlarıyla istişarelerde bulunmuş ve hadisçi düşünce ekolüyle de yakından tanışmıştır. Hammad‘ın ölümü üzerine onun halifesi olarak seçilmiştir. 30 yıl süreyle vaazlar vererek, konuşmalar yaparak, görüşerek, fıkhî hükümler vazederek bu makamı işgâl etmiş ve kendi adıyla anılan mezhebin temelini oluşturan çalışmalar yapmıştır.

Bu 30 yıl boyunca 60 bin kadar fıkhî soruyu cevablandırmıştır. (Ne beyin dayanır buna, ne göz, ne de kulak!)… Bunların hepsi yaşadığı dönemde değişik başlıklarla derlenmiştir. 700-800 kadar talebesi, İslâm dünyasının değişik yerlerine yayılmış ve önemli ilmî mevkilerde bulunmuşlardır. (…) Tedvin ve tahkim ettiği fıkıh, İslâm dünyasının büyük bir bölümünde resmen benimsenmiştir; ve Abbasîler, Selçuklular, Osmanlılar ve Moğollar tarafından kabul edildiği gibi, bugün de milyonlarca insan tarafından kabul edilmektedir.”

Şimdi burada keselim ve meselelere geçelim… Sondan başlayalım: Burada da görüldüğü gibi, bugün Türkiye’de revaçta olduğu şekliyle, Ehl-i Sünnet düşmanlarının en çok saldırdığı yerler, hadisler; Ehl-i Sünnet’i oradan vurmaya çalışıyorlar. Oysa yukarıdaki anlatımda da görüldüğü gibi, Ehl-i Sünnet mezheblerinde hadisler, öyle her isteyenin alıp hükmüne uyduğu, kendisiyle amel ettiği bir yerde değildir. Tam aksine, Ehl-i Sünnet, hadisçi usûlü terkedip Rey Usûlü’nü, yani fikir / içtihad usûlünü benimsemekten doğmuştur. Böylece hadisler, isteyenin el attığı bir ortalık yerde değil, ancak hadis âlimlerinin incelediği saygın bir yükseklikte kalmışlardır. Hadis bir ilim, Usûl-i Hadis ayrı bir ilim olmuştur. Yani buradan Ehl-i Sünnet yıkılmaz; kör bir yoldur bu!

Diğer bir mesele, Ehl-i Sünnet’e “Emevî İslâmı / Emevî dini” türünden saldırılardır. Oysa tam aksine, Ebu Hanife, Hazret-i Ali evlâdının (Ehl-i Beyt) tarafındadır ve ihtilâlcidir. Emevîleri, hiçbir şekilde müslümanları yönetmeye layık görmez. Ali evlâdından Zeyd bin Zeynelabidin (Zeydîlik ona istinaden ortaya çıkmış) Emevilere karşı isyan edince, onun bu isyanını, Kâinatın Efendisi‘nin Bedir harbine çıkışına benzetir. Cahiliye müşriklerine benzetir Emevîleri, o derece nefret eder içinde yaşadığı devletten… Nitekim onun bu düşmanlığını Emevî idarecileri sezerler. Kendisine kadılık teklif ederler. Kabul etmez. Diğer âlimler araya girer, kendini harcatmaması için ona yalvarırlar. Yine kabul etmez. Zindana atılır. Günlerce işkence görür ve kırbaçlatılır. Uzun süre zindanda tutulur. En sonunda öldürmeyi göze alamadıkları için serbest bırakırlar.

Ebu Hanife Abbasîlerin ihtilâlini sevinçle karşılamıştır. Hattâ Kûfe halkı adına biat bildirmiştir. Abbasîler, Allah Sevgilisi‘nin amcası Abbas‘ın soyundan geliyorlardı. Ancak, ihtilâli beraber yaptıkları hâlde, sonradan onlar da Ehl-i Beyt’e iyi davranmadılar. Bunun üzerine Ali evlâdından Nefsüzzekiyye ve kardeşi İbrahim Horasan’da ayaklandı. Bu isyan sırasında, Ehl-i Sünnet mezheblerinden bir diğerinin kurucusu İmam-ı Mâlik, Medine’de, Abbasîleri reddetmenin, Ehl-i Beyt’e biat etmenin lüzumu üzerine fetvâ verdi. Ebu Hanife de Abbasîler aleyhine döndü ve derslerinde onları kötülemeye, Ehl-i Beyt’i övmeye başladı.

Ne var ki, isyan bastırıldı, Nefsüzzekiyye ve İbrahim öldürüldü. İmam-ı Mâlik hapse atılarak ağır işkencelerden geçirildi. Ebu Hanife hemen hapsedilemedi, kadılık teklifiyle pasifize edilmek istendi. O, bunu kabul etmedi. Bunun üzerine Abbasî halifesi Mansur kendisini hapse attırıp işkencelere başladı. Ebu Hanife, teklifi kabul etmemekte direnince, ya zindanda veya zindanda çıktıktan kısa bir süre sonra işkence tesiriyle öldü.

Şimdi kendilerine Ali taraftarı falan diyenler, baksın bu manzaraya… Ehl-i Sünnet büyükleri, Ehl-i Beyt için kan, can vermişler, biatlerini bozmuşlardır. 12 İmam’dan Cafer-i Sadık, Ebu Hanife‘nin hocasıydı. Yine Ehl-i Beyt’ten Muhammed Bakır ve Abdullah bin Hasan ile yakından görüşür, onlardan ders alırdı. Ebu Hanife, işte bu feraseti ve dirayeti sayesinde “İmâm-ı Âzam” oldu.

Buna ilişik olarak, yukarıda İBDA Mimarı’ndan iktibas ettiğimiz paragraflardan bir cümlenin daha altını çizelim:

-…“ felsefe ve mantıkta çağının kutbu sayılıyor!”

Bakın, ne kadar muhteşem! Dinin büyüğü, aynı zamanda beşeriyetin de en büyüğü! Naklî ilimlerde olduğu gibi aklî ilimlerde de birinci! Zaten de başka türlü olamazdı. Günümüzdeki sokaktan toplama madrabazların öncüleri mezhep kuracak değildi ya; ancak böyle bir insan-ı kâmil yapabilirdi!

14 Kasım 2012

EBU HANİFE – II

İmâm-ı Âzam’a sorulur:

– Namaz mı yoksa zulme karşı direnmek mi?

Cevab:

-“Zulme karşı direnmeyenin namaz kılmasına gerek yoktur, çünkü zulme karşı direnmeyenin imânı şüphelidir!”

Şimdi ayıp olacak da, Avrupa bu fikre ancak İmâm-ı Âzam‘dan bin yıl sonra ulaştı. Ulaştı ama, devam ettiremedi. Fransız İhtilâli’nin ilk anayasasında, zulme karşı direnmenin vatandaşlık hakkı olduğu belirtiliyordu. Zirâ Jakobenlerin şefi Robespierre olsun, üstadı Rousseau olsun, İslâm ahlâkının bu güzel düsturuna hayranlardı.

Şimdi bunu söylerken ben, cahiller “au” diyecek. Tamam, bu adamlar dinsizdi, müslüman değillerdi. Fakat müslümanlar hakkında yazdıkları satırlara, söyledikleri sözlere bakın. Rousseau‘nun Polonyalılara yazdığı anayasaya ilişkin mektubunda dediklerine bakın. Robespierre‘in Osmanlı ile kurmak istediği ilişkiye bakın.

Bundan da elli yıl kadar sonra, yeni dünyada bir adam çıkıp, büyük mücadeleler sonunda bu fikri (haksız yönetime karşı mücadele) düşünce dünyasına armağan edinceye kadar, Batı’da bu fikir olgunlaşmadı da. Oysa bakın, İslâm’da ne kadar erken bir dönemde nasıl düsturlaşır ve İmâm-ı Âzam’da şöyle heykelleşir:

– Hakk’ın olmadığı yerde vazife de yoktur!

12 Şubat 2014


EBU HANİFE – III

Suyu bulandırmaya gerek yok. İmâm-ı Âzam‘ın hayatı bilinir. Emevîler gayrimüslim miydi? Değildi. Abbasîler gayrimüslim miydi? Değildi.

Peki, niye isyan etti İmâm-ı Âzam bunlara? Niye zindanlara girdi, her ikisinde de? Bilinir:

Zirâ Emevîler hutbelerinde Hazret-i Ali ve Ehl-i Beyte lânet okuyorlardı! Abbasîler de başlangıçta Ehl-i Beyt’in haklarını gasbetmişler, zulmü devam ettirmişlerdi.

Ehl-i Sünnet büyükleri bunlara biat etmedi. Onlardan görev kabul etmedi. Direndi. Hapse girdi. İşkence gördü. Şehid düştü.

….

Bu arada gözümden kaçmıyor ha! Siz hem zorunlu din dersine karşıyız diyorsunuz, hem de burada bana zorunlu din dersi verdiriyorsunuz. Oluyor mu böyle?

Yani benim açımdan sıkıntı yok da birisi görür, şikâyet eder, sonuçta Kur’ân kursu değiliz, imam hâtip değiliz, durduk yerde dişimiz sızlamasın.

12 Şubat 2014

EBU HANİFE – IV

Ebu Hanife muhteşem bir adam. Her yönüyle… O kadar ki, sahabîlerden sonra müminlerin derecede en büyüğü kabul edilen İmâm-ı Rabbanî bile onun mezhebine uymuş. Sırf bu hadisede bile öyle muazzam hikmetler vardır ki, mezhebsizlerin bunları anlamasını beklemek hayalperestlik olur.

Bugünkü “İlâhiyat” zeminine bakın, nasibsizliği olanca çehresiyle görürsünüz. İki fıkhî mesele öğrenen, birkaç hadisle karşılaşan, otur kalk seviyesinde de Arapça öğrenen herkes kendini “müçtehid” zanneder ve mezheb imamlarıyla yarışır, onları beğenmez, kendisi onlara alternatif –sözümona– içtihadlarda bulunur.

İmâm-ı Rabbanî Hazretleri gibi bir dev, hiç sorgusuz sualsiz İmâm-ı Âzam’ın içtihadı önünde baş keserken, bu civcivler İmâm-ı Âzam’a din öğretmeye, içtihad öğretmeye yeltenirler. Hâlbuki İmâm-ı Rabbanî Hazretleri, bu mânâyı en derinden kavramış ve fıkıh mevzuunda –yaklaşık olarak– şöyle demiştir:

-“Önceki imamlar ne dediyse o! Senin ve benim anlayışımız kıymetten düşmüştür!”

İslâm’ın vaktin icabı olduğunu anlayan kimse, bu sözdeki derin hikmeti de görür ve kavrar. Bir tarafta günün geri zekâlılar ordusu her gün saçma sapan fetvalar (!) verir, “içtihadlar” (!) yaparken, öbür tarafta Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu gibi fikir devlerinin Büyük Doğu – İBDA fikriyatını örgüleştirmeye savaşmasının mânâsını anlar. Zirâ İslâm vaktin icabıdır.

12 Şubat 2014

Kaynak: Adımlar dergisi

Bir mutasavvıf olarak İmam-ı Âzam Ebu Hanife
Prof. Dr. Muhammed Tahir Nur Veli
Ter: Hasan Terzioğlu



Hamd, evliyaların ve âlimlerin mertebelerini yükselten, kıymetlerini artıran, onlara şeref veren celal sahibi Allah Teala’ya aittir. O (c.c.) derecelerini yükselttiği alimler hakkında şöyle buyurmaktadır: “Allah’tan kulları içinde ancak âlimler (gereği gibi) korkarlar.”[1], Haberiniz olsun Allah’ın dostları olanların üzerine ne korku vardır ne de onlar mahzun olurlar.[2]
Salât ve selam, Allah’ın bütün âlemlere rahmeti gereği müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdiği, hidayet ışığını her tarafa kandil gibi saçan, Rabbani hidayetin güneşi, sevgilimiz, efendimiz, önderimiz Abdullah’ın oğlu Hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve selem) üzerine olsun. Yine O’nun temiz, pak, iffetli, samimi ailesine, O’na bağlı olan sadık, hürmetkâr arkadaşlarına ve hesap gününe kadar O’nun yolunda yürüyen, izini takip eden ümmetine selam olsun.
İnkişaf
İnkişaf adlı mühim bir dergiyi çıkaran takva sahibi değerli kardeşlerimden bir grup ziyaretime gelip, tabiun devrinin büyük alimlerinden, fakihlerin önderi, hadis hafızlarının gözdesi, zahit ve muttaki İmam, Ebu Hanife’nin tasavvufi yönü hakkında bir yazı yazmamı istedi.
Tam Teşekküllü Bir Üniversite
İmam Ebu Hanife, benim gibi yazı yazmada sermayesi az olan birisinin makalesinde ortaya çıkaracağı kişilikten çok daha büyük bir alimdir.
O, ancak gayretli âlimlerin içine dalıp anlayabilecekleri coşkun ve dolu bir denizdir. İlimde, fıkıhta, hadiste, takvada, doğrulukta, zühtte ve tasavvufta tam teşekküllü bir okul gibidir. İslam ümmetinin yarısından çoğu zikredilen özelliklerinde O’na tabi olmuştur. Hemen hemen dünyanın her tarafına takvası, ilmi ve fıkhı yayılmıştır. Benim gibi birisi böyle dev bir okyanusun içine nasıl dalabilir? Ama yine de kendimi ilim ve fazilet ehlinden sayarak bu yüce imamın hayatıyla ilgili eser telif eden alimlerin kitaplarından alıntılar yaparak onu anlatmaya çalışacağım.
Saygın bir aileye mensup olan İmam-ı Azam Efendimiz’in[3] adı Numan, babası Sabit b. Zuta, Onun da babası Numan b. Merzuban’dır. Dedesi Merzuban Hz. Ömer (r.a) Efendimiz döneminde Müslüman olup daha sonra Küfe’ye göç ederek oraya yerleşmiştir.
İmam Ebu Hanife, Halife Mervan b. Abdu’l-Melik’in hilafeti döneminde, hicri 80 yılında, doğruluk ve takva sahibi bir anne-babanın çocuğu olarak dünyaya geldi.[4] Bu sayede çok sayıda ashabı kiramla aynı dönemi paylaştı. Bunların bazılarıyla karşılaştı ve bir kısmından hadis rivayet etti. Hadis dinlediği sahabiler arasında; Abdullah b. Haris b. Cez’i-z-Zebidi, Enes b. Malik, Abdullah b. Ebi Evfa, Sehl b. Sa’d es-Saidi, Ebu Tufayl Amir b. Vâsile Leysi, Vasile b. Eska’ ve Aişe b. Acret (radiyallahu anhum) bulunmaktadır.[5] Ebu Hanife bu itibarla tabiun tabakasından olup, Peygamberimiz’in müjdelediği en hayırlı üç kuşak arasına girmektedir.
Kaynaklarda anlatıldığına göre; Ebu Hanife’nin babası Sabit, küçük yaşta Hz. Ali’nin (r.a) yanına gitmiş ve Hz. Ali (r.a) ona ve ailesine bereket duası yapmıştır.[6]
İmam-ı Azam, cömert, zengin, erdemli ve Müslüman bir ailenin içinde büyüyüp, yetişmiştir. Babası tekstil işiyle uğraşmıştır.
Tahsil Hayatı
Ebu Hanife Kur’an-ı Kerim’i küçük yaşta hıfzetti. Ömrünün ilk yıllarında tabiundan İmam Amir eş-Şa’bi ile karşılaşana kadar pazarda babasıyla birlikte ticaret ile uğraştı. Eş-Şa’bi, İmam-ı Azam’la karşılaştığında onun gayet zeki, uyanık, enerji dolu biri olduğunu anlayıp ona âlimlerin yanına sık sık gitmesini tavsiye etti. İmam-ı Azam bu tavsiyeler doğrultusunda âlimlerin yanına gidip gelmeye başladı. Bu, Ebu Hanife’nin ilim talep etme yolunda attığı ilk ciddi adımdır.[7]
İmam-ı Azam sapık ve inkârcılarla mücadelede başarılı olabilmek için önce kelam ve münazara ilmini öğrendi ve onların şüphelerini izale etti. Daha sonra Allah Teala, onu fıkıh ilmini öğrenmeye ve araştırmaya sevk etti. Tabi burada İmam-ı Azam’ın bu safhaya gelmesinde emeği olan Hocası Hammad b. Ebi Süleyman’ı hatırlamadan geçemeyiz. Çünkü Ebu Hanife ilmini ve terbiyesini ondan aldı. Bu yüzden ona karşı hizmet ve saygıda kusur etmedi. Hatta Hammad’a olan saygısından ötürü ayaklarını evine doğru uzatmazdı. Hocasının ölümünün ardından ilim meclisini O devam ettirdi.[8]
İmam-ı Azam sayısı 4000’e ulaşan önemli ve büyük âlimden ders almıştır. Bunların yedisi sahabe-i kiram, yetmişi tabiun âlimlerindendir. Geri kalanı ise etbau’t-tabiindendir. Aynı zamanda bu alimlerden birçoğu Buhari ve Müslim’in de hocalarıdır.[9]
İlmi Durumu
Ebu Hanife hadis hafızlarının müracaat kaynağıydı.[10] Kendisinden çok sayıda hadis rivayet edilmiştir. Yine ondan birçok sünnet uzmanı hadis almıştır. Bu uzmanlar: Sufyan es-Sevri, İbn Uyeyne, Veki’, Abdullah b. Mubarek, Yahya b. Said Kahtan, Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan Şeybani, Leys b. Sa’d, Abdurrrezzak San’ani ve diğerleridir.[11]
Ebu Hanife’nin adı cerh ve tadil imamları arasında da geçmektedir.[12] Rivayet etmiş olduğu hadislerin isnadı sahih hadis meratibinin şartlarını tekeffül etmiş en sahih isnadlardan oluşmaktadır.[13]
Tasavvuf
Aslında ben burada İmam Ebu Hanife’nin hadis ilmindeki mevkiini ve hayatıyla ilgili bilgileri sunacak değilim. Maksadım onun tasavvuf ilmindeki derecesini araştırıp ortaya koymak ve Cibril hadisinde bahsi geçen[14] “ihsan makamı”ndaki yerinin ne olduğunu araştırıp gözler önüne sermektir.
İlk olarak tasavvuf ilminin tanım ve kurallarından bahsedeceğiz. Bu noktada İbn-u Uceybe şöyle demektedir: “Tasavvuf; Sultanlar sultanı olan Allah’a nasıl ulaşacağımızı, içimizi kötü düşüncelerden temizleyip, faziletin her çeşidiyle nasıl süsleyeceğimizi öğreten bir ilimdir. Tasavvufun evveli ilim, ortası amel, sonu da bütün bunların karşılığı olarak ilahi hediyelere mazhar olmaktır.”[15]
İbn-u Zerruk şöyle demektedir: “Nasıl ki fıkıh ilmi yapılacak işlerin düzgün yapılmasını ve düzenin korunmasını sağlar, hükümlerin uygulanması için alınan kararın haklılık gerekçesini (hikmetini) ortaya koyar, kelam ilmi yargıya götürecek öncülleri delilleriyle gerçekleştirip imanı kesin bilgiyle süsler, tıp ilmi insanın vücudunu korur, nahiv ilmi de dilde galat yapmadan düzgün konuşmayı sağlar ise; tasavvuf da kalpleri düzeltip masivadan ayırarak yalnızca Allah Teala’ya tahsis eder.[16]
Cüneyd-i Bağdadi diyor ki: “Tasavvuf; aziz ve değerli olan herkesi işleyerek cevherini ortaya çıkarmak ve kalitesiz olanı da elemektir.[17]
Ebu Hanife’nin Tasavvuf Disiplinindeki Yeri
Biyografi yazarları, İmam-ı Azam’ın takvası, ibadeti ve zühdünde icma etmişlerdir. Kalbi ahlaki kötülüklerden arı, her çeşit faziletle süslü, Allah ve Resulü’nün getirdiklerine sıkı sıkıya bağlıydı. O evliyaların ve imamlarının en büyüğüydü.
İmam Abdullah b. el-Mübarek: “Ebu Hanife’den daha çok Allah’tan korkan birisini görmedim.” [18] demektedir.
Abdurrezzak b. Hemmam: “Ebu Hanife’ye her rastladığımda gözlerinde ve yanaklarında ağlama izlerini görürdüm.” [19], Hafs b. Abdurrrahman: “Ben, takva sahibi, zahit, fakih ve âlimlerden çeşitli insanlarla birlikte oldum. Ama İmam-ı Azam gibi bütün özellikleri kendisinde toplayan hiç kimseyi görmedim.[20], İmam Ahmed b. Hanbel: “O, âlim, zahit ve takva ehlidir. Hiç kimsenin sahip olamayacağı maddi imkanlarına karşılık yine de ahiret yurdunu tercih edenlerdendir.[21], Yezid b. Harun: “Ebu Hanife muttaki, temiz, zahit, vera’ sahibi, doğru sözlü ve devrinde en güçlü hafızaya sahip olan alimdi.”[22], Hasan b. Muhammed: “Ebu Hanife’ye bakan kişi ibadete olan düşkünlüğünden, zayıflayan vücudu ve sararan yüzünden ötürü O’na acırdı.”[23], Zahit Davut et-Tai: “O, gece yürüyüşüne çıkanların kendisiyle yolunu bulabilecekleri bir yıldız gibidir. Müminlerin gönüllerinde taht kuran önemli bir şahsiyettir.[24] demektedir.
Kuşeyri, risalesinin takva bahsinde şunları söyler: “Ebu Hanife alacaklısının ağacının gölgesinde oturmaz ve şöyle derdi: ‘Her verilen borç beraberinde bir menfaat getiriyorsa o faizdir.’”[25]
Muhammed b. Hasan eş-Şeybani şunları söylemektedir: “Ebu Hanife zamanında tekti. O’nun dünyadan ayrılması, ilimde, keremde, lütufta, takvada ve Allah için tercih etmede dağ gibi olan birinin ilim ve fıkhıyla birlikte yeryüzünü terketmesi demekti.”[26]
Hasan b. İsmail b. Mücalit babasından şunları rivayet etmektedir: “Bir gün Harun Reşid’in yanında oturuyordum ki o esnada yanımıza Kadı Ebu Yusuf girdi. Harun ona dedi ki: ‘Ebu Hanife’nin özelliklerinden bize bahset.’ Ebu Yusuf: ‘Allah’a yemin olsun ki haramlardan kaçınmada çok titizdi. Dünyaya önem veren insanlarla oturup kalkmazdı. Çoğu zaman susmayı tercih ederdi. Devamlı tefekkür ederdi. Ağzından malayani laflar çıkmaz, boş konuşmazdı. Soru sorulduğunda cevabı biliyorsa o anda verirdi. Ey Müminlerin Emiri! Ben onu hep kendini ve dinini koruyan, insanlar yerine kendi nefsinin tezkiyesiyle meşgul olan biri olarak bildim. Herkes hakkında hayırdan başka bir şey konuşmazdı.’ Harun Reşid: ‘Bu salihlerin ahlakıdır.’ diye karşılık verdi.”[27]
Velayetteki Yeri
İmam-ı Azam Ebu Hanife tabiun olduğundan ilk dönem evliyalar sınıfından sayılmaktadır.
İmam Şa’rani Allah yolunda kendilerine uyulan sahabe ve tabiunun velilerinden bahsettiği “et-Tabakatü’l-Kübra”[28] isimli kitabında İmam-ı Azam’a da yer verir. Takvasından dolayı kadılık görevine yanaşmamasından, insanların en abidi olduğundan bahseder. Namaz kılarken çok ayakta kaldığından dolayı ona “direk”(veted) adı verildiğini, yatsı namazının abdestiyle kırk sene sabah namazını kıldığını, her rekâtta Kur’an-ı hatmettiğini, namazda ağlama sesinin duyulduğunu hatta komşularının iniltilerinden dolayı ona acıdığını, Kur’an-ı Kerim’i vefat ettiği yerde yedi bin defa hatmettiğini anlatır.[29]
İmam Abdurrauf Munavi “el-Kevakibu’d-Durriyye fi Teracimi’s-Sadeti’s-Sufiyye” adlı kitabının mukaddimesinde seçkin evliyaların hikmet, söz ve hallerinden oluşan faydalı bir kompozisyon oluşturduğunu söyler. Sonra şöyle devam eder: “Lakin ben hepsini kitabıma almadım. Bunlar arasından züht ve takvasıyla meşhur olmuş, feraset ve rehberlikleriyle temayüz etmiş, hal sahibi, belirli tarzı ve çizgisi olan, tasavvufi hakikatlerle ilgili engin manalara sahip sözleri bulunan, keramet sahibi bir grup Allah dostlarının hayat hikâyelerini derledim. Bu derlemeden maksat; onlara ait tasavvufi hakikat ve hükümleri içeren sözleri serdederek insanlara faydalı olabilmektir. Farklı derlemeler kendilerine nazaran çok nefis bilgiler içerebilir ama benim yaptığım bu derlemeye nazaran ancak tamamlayıcı olabilirler. Bu yüzden ışığını uzak menzillere gönderen yüksek fener kulesi gibi aziz olan bu eşsiz nasihatleri, paha biçilmez hikmetleri al ve faydalanmasını bil…
İmam-ı Münavi, İmam-ı Azam’ın hayat hikâyesini anlatırken onun kabiliyetli, mahir ve dolunay gibi parlak muhteşem bir imam olduğunu söyler…
Sonra şöyle devam eder: “İmam-ı Azam güzel ahlakı, takvası, saygınlığı ve asil duruşuyla tanınıyordu. Anlayışı ve hafızası yerindeydi. İşinde öncüydü. Nükteli sözleri vardı. Eşsiz çıkarımları olan sağlam bir fakihti. Açık, ayan beyan ve net bilgisiyle, razı olunan bir yolun yolcusuydu. Kendisi için güçlük verecek bir şeyin altına girmez ve ondan uzak dururdu. Tefekkür ve tedebbür onun işiydi. Çünkü tasavvuf hakkında şöyle denir: “O bozulan, kirlenen ve tefekküre yönelen kişiyi temizler.”
İmam-ı Azam zahitlerin en abidi, kulların en zahidi idi. Bütün geceyi namazla, ağlamayla, yakarmayla ve duayla ihya ederdi… [30]
İmam Ahmed Serhendi el-Faruki Mektubat’ında İmam-ı Azam hakkında şunları söyler: “Küfeli İmam-ı Azam takvası, verası ve sünnete olan bağlılığıyla içtihatta ve hüküm çıkarmada başkalarının kendisini anlamaktan aciz kaldığı yüksek derecelere erişmiştir. Ebu Hanife ince ve nükteli manalara vakıf olduğu için, bazıları yaptığı içtihatlarının Kitap ve Sünnet’e ters düştüğünü zannederek O’nun ve arkadaşlarının “ehl-i rey”den olduklarını düşünmüşlerdir. İmam-ı Azam hakkındaki bu zanları, O’nun sahip olduğu ilim ve dirayetin mahiyetine ulaşamadıklarından, anlayış ve ferasetine muttali olamadıklarından kaynaklanmaktadır.[31]
“ed-Durru’l-Muhtar Şerh-u Tenviri’l-Ebsar” isimli kitabın yazarı Haskefi şunları söyler: “Üstat Ebu Kasım el-Kuşeyri risalesinde -tasavvuf yolunda öncü ve kendine has bir mezhebi olmasına rağmen- der ki: ‘Ebu Ali Dekkak’ın şunu söylediğini işittim: Ben tasavvufu Ebu Kasım Nasrabazi’den aldım. Ebu Kasım en-Nasrabazi Şibli’den, o Sırri Sakati’den, o Maruf Kerhi’den, o Davut Tai’den, o da Ebu Hanife’den aldı.
İmam İbn Abidin’de Durrü’l-Muhtar’ın haşiyesinde şunları söyler: “O tasavvuf meydanın kahramanıdır. Çünkü tasavvuf ilminin temeli bilmek, amel etmek ve nefsi temizlemekten oluşmaktadır. Selefin bütünü Onu bu özelliğiyle vasfetmiştir.[32]
Haskefi’nin iktibaslarının tamamı Risale-i Kuşeyriye’de geçmektedir. Fakat Risale’de İmam-ı Azam’ın adı yoktur. Sadece Onu andıran şöyle bir ibare bulunmaktadır: “Davud et-Tai Tabiun ile görüşmüştür.”
Ma’lumdur ki, Ebu Hanife tabiundendir. Fıkıha, takvaya ve ibadete olan düşkünlüğünde onların önderidir. Sufi ve zahid olan Davud et-Tai de Onun arkadaşlarından ve öğrencilerindendir. Onun yanında tasavvufi eğitimini almıştır. Daha önceden de geçtiği gibi Ebu Hanife hakkında söylenen sözün sahibi Odur: “O, Müminlerin gönüllerinde yer eden ve gece yürüyüşüne çıkan birisine yol gösteren bir yıldız gibidir.”
Haskefi “Davud et-Tai ilmi ve tasavvufu Ebu Hanife’den aldı.” derken Kuşeyri’nin “Davud et-Tai tabiun ile karşılaştı.” sözünü tefsir etmek istemiştir.[33]
İbn Teymiyye Minhacü’s-Sunne isimli kitabında şunları söyler: “…Fıkıh, tasavvuf, tefsir ve hadis ehlinin imamları dört imam ve onlara tabi olanlar gibidir.”[34] Şeyh, dört fıkıh imamını hadise, tasavvufa, fıkha ve diğer ilimlere nispet edip onların başlarında İmam Ebu Hanife’nin olduğunu söyler.
İmam İbn Allan es-Sıddıkî el-Alevî eş-Şafiî el-Hicazî ”el-Futuhatu’r-Rabbaniyye ale’l-Ezkari’n-Neveviyye” isimli kitabında şunları kaydeder: “Ebu Hanife imamların büyüğü, alanında tek, saygın ve herkesin önderidir. İmamların imamıdır. Mertebesinin yüceliğinde, ilminin ve zahitliğinin çokluğunda ve batıni ilimlerle mücehhez olduğunda herkesin görüş birliği vardır. O’nun zahirî ilimlerini varın siz düşünün. Kendi asrının insanları Onu medh u sena etmekten kendilerini alamamışlardır.[35]
Ebu Hanife hakkında gerek burada, gerekse de başka makalelerde söylenen sözlere binaen rahatlıkla şu söylenebilir: İmam-ı Azam Ebu Hanife Rabbanî büyüklerden, tasavvuf okulunun direklerinden ve temellerinden biridir. O, tasavvufi kaidelerin kendisinden alındığı ilklerdendir. Onun hayatından, mürşitler metot almışlar ve tasavvuf yoluna yeni girmiş salikler de âdap kurallarını iktibas etmişlerdir.
Sahabe ve taibun tabakası Resulullah’a (s.a.v) yakın oldukları ve en hayırlı asırlarda yaşadıklarından tabiatlarını ve karakterlerini takvanın, veranın, cihadın, ibadete tüm kalpleriyle ve ruhlarıyla yönelmenin, Allah (c.c.) ile baş başa kalmanın, dünyanın süsünden yüz çevirmenin ve daha bir sürü olgun sıfatların mührüyle nişanlamışlardır. Böylece Onlar kendilerinden sonra gelen müridlerin üstadları ve mürşitlerin imamları oldular.
Bunların zamanında sistematik olarak tasavvufî kuralların konmasına ihtiyaç duyulmamıştır. Çünkü bu kurallar ameli olarak Onların doğal yaşamlarında mevcuttu. Onların bu durumu; tevarüs yoluyla arapçayı bilen ve bu dili hatasız konuşabilmesi için kurallarını hiç kimseden öğrenmeye ihtiyaç duymayan Arap gibidir. Ama ikinci asır ve sonrasında insanlar dünyaya meyledince, dünya işlerine çok karışınca ibadete yönelen insanlar kendilerini sufiliğe has kılarak içlerinden bir grup, diğer ilimlerde olduğu gibi bunun da kurallarını ve âdabını derlemiştir.
Burada şunuda ifade edeyim: İmam-ı Azam’ın mezhebine tabi olan, O’nun görüşlerini alıp ona göre amel eden tasavvuf ehli bir çok evliya vardır: İbrahim bin Edhem, Şaik el-Belhi, Ma’ruf el-Kerhi, Ebu Yezid el-Bistamî, el-Fudayl bin İyaz, Davud et-Tai, Ebu Hamid el-Lifaf, Halef bin Eyub, Abdullah bin el-Mübarek, Veki’ bin el-Cerrah, Ebu Bekr el-Verrak ve diğerleri…[36]
Şayet bu isimler Onu imam olarak görmeseydiler Ona tabi olmaz, Onun arkasından gitmezlerdi.
Hikmetli Sözleri
İmam Ebu Hanife’den çok sayıda hikmetli sözler nakledilmiştir. Tasavvuf alanında O’nun konumunu belirleyecek ilginç sözlerinden bir kaçı şöyledir:
“Bir kişi direk gibi durarak çok ibadet eder de midesine giren şeyin helâl mi, haram mı olduğuna bakmazsa onun ibadeti kabul görmez.”
“Ben insanlarla elli sene oturup kalktım, hiç birinin beni kusurumdan dolayı affettiğini, karşılıklı gidip-gelmeyi aksattığımda bana gelen kimseyi, ayıbımı ve kusurumu örten kimseyi ve birinin bana kızdığında ne yapacağından emin olduğum kimseyi görmedim. O zaman böyleleriyle muhatap olmak büyük ahmaklıktır.”
“Kişi ilmi elde etmeden makam ve riyaset peşine düşerse o şekilde kaldığı müddetçe kendisini zilletten kurtaramaz.”[37]
Ebu Yusuf, İmam-ı Azam’ın şöyle dediğini nakleder: “Ben günahları insanı perişan eden ve zillete sürükleyen unsurlar olarak gördüm. Bu yüzden onları güzel bir davranış biçimi olsun diye terk ettim. Bu davranış biçimi, benim dinim, diyanetim oldu. [38]
Kerametleri
İmam-ı Azam’ın büyüklüğüne ve O’nun velayetine delalet edecek kerametleri de vardır.
İsmail b. Hammad b. Ebi Hanife şunları nakleder: Yanımızda Rafizilerden bir değirmenci vardı. Bu değirmencinin de işinde çalıştırdığı iki tane katırı vardı. Birine Ebu Bekir diğerine de Ömer adını koymuştu. Bu katırlardan biri sahibini tepeleyerek öldürdü. Bu olaydan İmam-ı Azam haberdar olunca şöyle dedi: “Gidin bakın kendisini tepeleyerek öldürenin adı Ömer diye çağırdığı hayvandır.” Gidip baktılar dediği gibiydi.[39]
Sonuç
Bu veciz menkıbelerden, İmam-ı Azam’a dair olan hikayelerden ve büyük imamların sözlerinden sonra daha fazlasını konuşmak bizi de yazımızı da aşar. Ancak şunu söyleyelim: Ebu Hanife, hayatından tasavvufi edep ve kaidelerin çıkarıldığı ve tasavvufî okulun temellerinin metotları üzerine kurulduğu bir imamdır.
Bu makaleyi Abdullah b. Mübarek’in İmam-ı Azam hakkında söylediği beyitle bitiriyorum:
Müslümanların İmam’ı Ebu Hanife fıkıh, hadis ve hükümle beldeleri ve içinde yaşayanları, sayfalardaki Zebur’un ayetleri gibi süsledi. Doğuda, batıda ve Kûfe’de Onun gibisi yoktur. Allah korkusundan uykusunu terk ederek gecesini ibadetle, gündüzünü de Allah (c.c) için oruçla geçirmiştir.[40]
Salât Efendimiz Hz. Muhammed’e, ailesine ve bütün arkadaşlarına olsun. Hamd âlemlerin Rabbine mahsustur.
Dipnotlar:
[1] Fatır/35, 28.
[2] Yunus/10, 62.
[3] İmam-ı Azam’ın hayatını ve faziletlerini anlatan çok sayıda kaynak mevcuttur. Benim bu makalede hayat hikâyesi için kaynak olarak aldığım eserler şunlardır: Muvaffak Mekki, Menakibu’l-İmam Ebi Hanife; Kerderi, Menakibu’l-İmam Ebi Hanife, İbn Ebi Avam, Fedail-u Ebi Hanife, Saymiri, Ahbari Ebi Hanife, Şemsuddin Zehebi, Menakibu’l-İmam Ebi Hanife ve sahibeyhi, Şa’rani, et-Tabakatu’l-Kubra, İbn-u Hacer Heytemi, el-Hayratu’l-Hisan fi Menakibi’l İmami’l Azami Ebi Hanifete’n-Numan, Hatib Bağdadi, Tarih-u Bağdad, (13/313), Suyuti, Tebyidu’s-Sahifeti bi Menakibi’l-İmami Ebi Hanife, Temimi, Tabakatu’s-Seniyye fi Teracimi’l Hanefiyye, İmam Münavi, el-Kevakibu’d-Durriyye fi teracimi’s-Sadeti’s-Sufiyye, Kureşi, el-Cevahiru’l-Mudie fi Tabakati’l-Hanefiyye, İmam Nevevi, Tehzibu’l-Esmai ve’l-Lugati(2/216), Muhammed Abdurreşid, Mekanetu’l-İmami Ebi Hanife fi’l-Hadis, Vehbi Gavici Elbani, Ebu Hanife İmamu’l-Eimmeti’l-Fukahai, Seyit Afifi, Hayatu’l-İmam Ebi Hanife…
[4] Bkz: Tarih-u Bağdad (13/323).
[5] Bkz: Ebu Mekarim Abdullah b. Hüseyin Nisaburi, el-Ehadisu’s-Seb’atu an Seb’atin Mine’s-Sehabeti, Ebu Mueyyed Havarizmi, Minenu’r-Rahman ala’t-Tabi’yyi’l-Celil Ebi Hanifeti’n-Numan min Mukaddimeti Cami’i Mesanidi’l-İmami’l-Azami, (30), Ebu Hanife İmamu’l-Eimmeti’l-Fukahai, (40,60/66), el-Hayratu’l-Hisan, (32), İkametu’l-Hucceti ala enne’l-İksare fi’t-Teabbudi Leyse bi bid’atin, (83/89), Hayatu’l-İmam Ebu Hanife, (29).
[6] Bkz: Tehzibu’l-Esmai ve’l-Lugati, (2/217), Tebyidu’s-Sahife,(18).
[7] Bkz: Ebu Hanife İmamu’l-Eimmeti’l-Fukahai, (39).
[8] Bkz: Muvaffak Mekki, Menakibu’l-İmam Ebi Hanife, (1/54-55), el-Hayratu’l-Hisan, (37), Ebu Hanife İmamu’l-Eimmeti’l-Fukahai, (40).
[9] Bkz: Ebu Hanife İmamu’l-Eimmeti’l-Fukahai, (47).
[10] Bkz: Mekanetu İmam Ebi Hanife, (58/68).
[11] Bkz: Tarih-u Bağdad, (3/324), Tehzibu’l-Esmai ve’l-Lugati,(2/216), el-Hayratu’l-Hisan, (214), Tebyidu’s-Sahifeti, (63), Mekanetu İmam Ebi Hanife, (108), Ebu Hanife İmamu’l-Eimmeti’l-Fukahai, (57).
[12] Bkz. Mekanetu İmam Ebi Hanife, (68/80).
[13] Aynı eser (81/86).
[14] Bkz: Buhari ve Müslim bu hadisi Kitabu’l-İmanda tahric etmişlerdir.
[15] Bkz: Abdullatif Farfur , Usulu’t-Tasavvuf.
[16] Bkz: Hakaik an’it-Tasavvuf, (14).
[17] Aynı Eser.
[18] Bkz: el-Hayratu’l-Hisan, (58), Tehzibu’l-Esmai ve’l-Lugat, (2/221), Menakibu’l İmam-i Ebi Hanife, (24).
[19] Ebu Hanife İmamu’l-Eimmeti’l-Fukahai, (79).
[20] Bkz: Ebu Hanife İmamu’l-Eimme, (84).
[21] Bkz: el-Hayratu’l-Hisan, (47), Ebu Hanife İmamu’l-Eimme, (104).
[22] Aynı Eser.
[23] Aynı Eser.
[24] Bkz: el-Hayratu’l-Hisan, (49), Ebu Hanife İmamu’l-Eimme, (90).
[25] Bkz: er-Risaletu’l-Kuşeyriyye, (57), Tabakatu’ş-Şa’rani, (53), el-Hayratu’l-Hisan, (60).
[26] Bkz: Ebu Hanife İmamu’l-Eimme, (78), Hayatu’l-İmam’i-Ebi Hanife, (56).
[27] Menakibu’l-İmam Ebi Hanife, (16), el-Kevakibu’d-Durriyye, (1/313).
[28] Bkz. Levakıhü’l-Envar fi Tabakati’l-Ahyar.
[29] Bkz: et-Tabakatu’l-Kubra, (3–53).
[30] El-Kevakibu’d-Durriyye, (1/312).
[31] İmam Rabbani, El-Mektubat, (2/94).
[32] Ed-Durru’l-Muhtar mea Haşiyeti İbn-i Abidin Aleyha, (1/43).
[33] Bkz: et-Tabakatu’s-Seniyye, (3/234), el-Cevahiru’l Mudie, (194), Menakibu’l-İmam Ebi Hanife, (17,28).
[34] Bkz: Hamişu Mekaneti’l-İmam Ebi Hanife, (50), Tebyidu’s-Sahife, (16).
[35] El-Futuhatu’r-Rabbaniyye, (2/105).
[36] Bkz: Menakibü’l-İmam Ebi Hanife, (11), Tarihu Bağdat, (13/324), Haşiyetü İbn Abidin ve ed-Dürrü’l- Muhtar, (1/41-43), Et-Tabakatü’s- Seniyye, (3/234).
[37] Bkz: Tabakatü’ş- Şa’rani, (54).
[38] Bkz: Hayatü’l- İmam Ebi Hanife, (77).
[39] Bkz: Tehzibü’l- Esma ve’l-Lüğat, (2/222).
[40] Bkz: Tebyidu’s-Sahife (127), Ed-Durru’l-Muhtar ve Haşiyetu İbni Abidin (1/43-44)

Bu yazının orjinali, İnkişaf Dergisi Sayı 07 'içerisinde.
http://inkisaf.net/sayi-07/bir-mutasavvif-olarak-imam-i-azam-ebu-hanife.aspx#more-381

EHL-İ SÜNNETİN GÖZBEBEĞİ İMAM-I AZAM EBU HANİFE (RA)
Abdülkadir Coşkun



Ehli sünnetin dört büyük imamının birincisi olan İmam-ı Azam Ebû Hanife (ra), H. 80/M.699’da Kûfe'de doğdu.

Ebû Hanife(ra) Kufe'de yetişti. Gençliğinde kumaş ticaretiyle uğraştı. Bu ticaret onu ilimle uğraşmaktan alıkoymadı. Onu ilme teşvik edenin Şa'bi olduğu rivayet edilmektedir. Ebu Hanife (ra) pek çok ilim halkasına katılmış ve değerli zatlardan ilim almış olmakla beraber, onun en uzun süre hocalığını Hammad ibn-i Ebî Süleyman yapmıştır.

İmam-ı Azam Ebu Hanife (ra)'nin ilmi, hocası vasıtasıyla dört büyük sahabiye dayanmaktadır. Şöyle ki; Hz. Peygamber (SAV)’in vefatından sonra Kufe'ye yerleşmiş olan Ali ibn-i Ebi Talip ve Abdullah ibn-i Mes'ud'dan ilim alan Mesruk ibnu'l-Ecda (Ö. 63), Alkame ibn-i Kays (Ö. 62) ve Şureyh (Ö. 80)'den Şa'bi ve İbrahim en-Nehai (Ö. 96) ders almışlar. Onlardan da Hammad ibn-i Ebî Süleyman vasıtasıyla Ebu Hanife ilim almıştır. Ebu Hanife ayrıca Abdullah ibn-i Abbas'ın kölesi İkrime ve Abdullah ibn-i Ömer'in azatlı kölesi Nafi vasıtasıyla adı geçen sahabilerin ilimlerinden istifade etmiş, Mekke fatihi Ata ibnu Ebi Rebah (Ö. 114)'tan da uzun süre ders almıştır.

Çok sayıda hadis-i şerif ezberleyen Ebû Hanife (ra) büyük bir hakim ve müctehid olarak yetişti. Üstün bir aklı ve herkesi şaşırtan bir zekası vardı. Fıkıh ilminde imkansız gibi görünen meseleleri çözmekte çok mahirdi.

İmam-ı Azam Ebû Hanife (ra), on sekiz yıl boyunca kendisinden ilim öğrendiği hocası Hammad'ın en sevdiği talebelerinin başında geliyordu. Çünkü o, üstadının söylediklerini en iyi öğrenen ve hıfzeden talebesiydi. Bu yüzden hocası ders halkasının önünde, kendi hizasında ondan başkasının oturmasını yasaklamıştı.

Hammad'ın herhangi bir sebepten dolayı şehir dışında olduğu zamanlarda Ebû Hanife (ra), kendisine vekaleten talebelere ders verirdi. Hatta fıkhî meselelerde sorulan sorulara cevap bile verirdi. Hocası Hammad geldiğinde o sorulara verdiği cevapların çoğunu tasdik ederdi.

Kûfe'nin müftüsü olan hocası Hammad vefat edince, arkadaşları onun yerine oğlu İsmail'i geçirmek istediler. Fakat Hammad'ın oğlunun şiire, gece meclislerine, hikayeye düşkün olduğunu görünce, Ebû Hanife (ra)'nin ders vermesi hususunda ittifak ettiler. O da kabul etti.

Ebû Hanife (ra) zühd ve takvasıyla, üstün zekasıyla kendini etrafındakilere kabul ettirdi. Zamanla şöhreti arttı, ashabı çoğaldı, mecliste en geniş halkaya sahip oldu.

İmam-ı Azam'ın tedris faaliyetinde dikkat ettiği en önemli hususlardan biri de, talebeleriyle istişare yapmaktı. Onlarla istişare etmeksizin kendi başına bir içtihatta bulunmazdı. Müminler için nasihatta bulunurken katı davranmazdı.

İmamı Azam Ebu Hanife'nin hadis ve sünneti teşri kaynağı olarak kabul etme konusunda diğer imamlardan farkı yoktur. O şöyle der: "Resulullah (s.a.s.)'in üzerinde konuştuğu her şey, biz duyalım, duymayalım, başımız ve gözümüz üstündedir. Buna inandık ve bunun Resulullah (s.a.s.)'in söylediği gibi olduğuna şehadet ederiz."

Ebu Hanife'nin istidlal kaynaklarını sayarken önce Allah'ın kitabına sonra Resulullah'ın sünnetine baktığı, sonra da sahabe kavlinden dilediğini tercih ettiği rivayet edilir. Kitap ve sünnette bulamadığı bir hususu son olarak sahabe kavillerinde araştırmakta, bunların dışındaki görüşleri bağlayıcı saymamaktadır.

Ebu Hanife (ra), hadise muhalefet ithamlarını bizzat kendisi reddetmiştir. Rivayetlere göre bir meselede kendisine hadise muhalefet ettiği bildirilince, dayandığı hadisi zikrederek: "Allah, Resulüne muhalefet edene lanet etsin. Allah onunla bize ikram etti, bizi onunla kurtardı" demiştir. Ebu Muti el-Belhi anlatıyor: "Bir gün Kufe camiinde Ebu Hanife'nin yanında oturuyordum. İçeriye Süfyanu's-Sevri, Mukatil ibn-i Hayyan, Hammad ibn-i Seleme, Caferu's-Sadık ve diğer alimler girdi. Ebû Hanife'yle konuşarak: "Bize ulaştığına göre, sen dinde çok kıyas yapıyormuşsun. Bu yüzden senin için endişeliyiz. Çünkü ilk kıyas yapan iblistir" dediler. Ebû Hanife (ra) onlarla Cuma sabahından öğle vaktine kadar münazara ederek görüşünü arz etti ve şöyle dedi: "Ben önce Allah'ın kitabıyla, sonra Resûlünün sünnetiyle amel ederim. Daha sonra sahabenin üzerinde ittifak ettiği hükümleri, ihtilaf ettiği hükümlere takdim ederim. Ancak bundan sonra kıyas yaparım." Bunun üzerine hepsi kalkarak Ebû Hanife (ra)'nin elini öptüler ve: "Sen alimlerin efendisisin" dediler."

Ebû Hanife(ra)'nin hadis ve sünnete bağlılığını bunların dışında da birçok rivayet teyit etmektedir.

İmam-ı Azam Ebû Hanife, Kur'an ve sünnetten sonra sahabe kavlini bağlayıcı görüyor, fakat kendine bunlar arasında tercih yapma hakkı tanıyordu. Ebû Hanife bu tercihi bazen şahıslar arasında, bazen de rivayetler arasında yapıyordu. Ebû Mutı' el-Belhi ile Ebû Hanife arasında geçtiği rivayet edilen şu konuşma bu konuda dikkat çekicidir. Ebû Mutı' ona: "Şayet senin görüşün Ebu Bekir'inkine zıt düşerse ne yaparsın?" diye sordu. O da: "Bu takdirde onun görüşünü alıp kendi görüşümden vazgeçerim. Yine Ömer'in, Osman'ın, Ali'nin görüşleri karşısında böyle yaparım." dedi.

Emevi ve Abbasi idarelerinin uygulamalarına bizzat tanık olan Ebu Hanife (ra), zühd ve takvası sayesinde yönetimin maşası olmaktan kendini canı pahasına koruyabilmiş bir şahsiyettir. Kulların hakkını gözetmede kusur etmekten korktuğu için Emeviler kadar Abbasiler tarafından da ısrarlı şekilde teklif edilen kadılık görevini ve diğer şahsi menfaatlerin hepsini geri çevirmiştir.

Ebu Hanife (ra), içinde bulunduğu şartlarda resmi görev almanın İslam'ı temsil etme ve uygulamaya aktarma imkanı sağlayamayacağını iyi fark eder. Bu nedenle resmi görev almanın, meşru olmayan işlere maşa olmaya neden olacağı kanaatine varır. Bu düşüncesini de hiçbir yoruma mahal bırakmayacak şekilde ifade eder. Bu manada kendinden çok değerli hediyeler karşılığında bazı isteklerde bulunan sultanı kastederek şunları söyler: "Eğer benden Vasıt mescidinin kapılarını saymamı isteseydi, onu bile kabul etmezdim. O halde nasıl olur da bir adamı idam etmek için hüküm vermemi ister ve bu hükümle onun boynunu vurmasına vesile olurum. Ben böyle bir hükmü ihtiva eden kararın altını nasıl mühürlerim! Vallahi ben böyle bir işe ölünceye kadar giremem."

Devlet görevini kabul etmesi için değişik tekliflerle ve en önemlisi işkencelerle karşısına çıkanlara söylediği şu sözleri ise İslam'ı temsilinin önemli bir örneğidir: "Allah'a yemin ederim ki, bu işi kendi arzumla kabul etmiş olsam bile, yine de size istediğiniz anlamda yaranamayacağım. Nerede kaldı ki zorla, istemeye istemeye teklifinize muvafakat edeyim. Herhangi bir hususta vereceğim karar sizin arzularınızın hilafına olabilir. O zaman bana kızarsınız. Kızınca da beni Fırat nehrinde boğdurmak istersiniz. Boğulurum, fakat kararımı yine değiştirmem."

Ebu Hanife (ra)'nin ölüm tarihi belli olmakla beraber nasıl öldüğü veya öldürüldüğü hususunda bir ittifak yoktur. Ölüm tarihinin H. 150 olduğunda kaynaklar müttefiktir.

Ebu Hanife(ra)'nin, halife Ebu Cafer el-Mansur'un kadılık teklifini kabul etmeyince kırbaçlandığı ve hapse atıldığı kaynaklarda zikredilmektedir. Fakat onun hapisteyken mi, yoksa hapisten çıktıktan sonra mı öldüğü ihtilaflıdır. Bazı kaynaklarda hapisteyken gördüğü aşırı işkenceler sonucu güçsüz düştüğü ve vefat ettiği bildirilmektedir. Ebu Hanife(ra)'nin hapisten çıktıktan sonra, zehirlenerek öldürüldüğü hususunda da rivayetler vardır. Hatib el-Bağdadi: "Sahih olan onun hapisteyken öldüğüdür" diyor. Bağdadi'den bir buçuk asır önce yaşamış, Ebu'l-Arab Muhammed ibn-i Ahmed ibni Temim et-Temimi (Ö. 333), Kitabu'l-Mihen adlı eserinde, Ebû Hanife'nin zehirlenmesiyle ilgili şu bilgiyi verir: "Bana bildirildiğine göre, Ebu Hanife, Ebu Cafer el-Mansur'un talebi üzerine yanına gitti, içeri girdi. Mansur onun için zehirli bir süt hazırlatmıştı. Ebu Hanife yanına oturunca Mansur sütü getirterek içmesini istedi. Ebu Hanife yaşlılığından dolayı sütün midesine dokunacağını söyleyerek içmek istemedi. Mansur içmesi için ısrar etti. Ebu Hanife sütü içti, sonra izin almadan Mansur'un yanından kalktı. Mansur nereye gittiğini sorunca, Ebu Hanife: "Senin gönderdiğin yere" cevabını verdi ve oradan ayrıldı. Kısa bir zaman sonra o süt yüzünden zehirlenerek öldü." Bu değişik rivayetler yüzünden Ebu Hanife'nin ölüm sebebi konusunda kesin bir hüküm verilemiyor.

Cenazesi vasiyeti üzerine Bağdat'ta Hayzunan kabristanının doğu tarafına defnedildi. Yirmi gün süreyle insanların, kabri başında namazını kılmaya devam ettikleri, bu arada halife Ebu Cafer el-Mansur'un da kabri başına gelip namazını kıldığı rivayet edilmektedir.

İmamı Azam Ebu Hanife (ra)'nin, günümüze kadar ulaşabilmiş eserleri pek fazla değildir. Bunların bir kısmının da ona ait olup olmadığı ihtilaflıdır. Bununla beraber talebeleri Ebu Yusuf ve bilhassa İmam Muhammed'in telif ettiği eserler, fıkhını ve çeşitli konulardaki görüşlerini zamanımıza kadar ulaştırmıştır. Ebu Hanife (ra)'nin yaşadığı devirde yazdırma usulü yaygın olduğu için hocalar genellikle kendileri yazmaz, talebelerine yazdırırlardı. Bu yüzden kendine isnad edilen eserlerin sayısı fazla değildir. Bu eserlerin başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz.

1. el-Fıkhu'l-Ekber

2. el-Fıkhu'l-Ebsat

3. Osman el-Betti'ye Risale

4. Osman el-Betti'ye diğer bir risale

5. el-Vasıyye

6. el-Vasıyye (oğlu Hammad'a)

7. el-Vasıyye (talebesi Yusuf ibnu Halid es-Semiti'ye)

8. el-Vasıyye (talebesi kadı Ebu Yusuf'a)

9. Müsnedu Ebi Hanife (Ebu Yusuf'un rivayetiyle)

İmam-ı Azam Ebu Hanife (ra), hiçbir müslümanı günahından dolayı tekfir etmez, kâfir olduğuna hüküm vermezdi. Onun yaşadığı dönemde etkili bir topluluk olan Haricîler ise büyük günah işleyen herkese ‘kâfir’ damgasını basıyorlardı.

Ebu Hanife (ra)’nin durumunu bilen ve onun sesini kesmek isteyen yetmiş kadar gözü dönmüş Haricî, bir gün kılıçlarını kınlarından sıyırmış vaziyette onun huzuruna çıktılar ve dediler ki:

-Ey Ebu Hanife, ey bu ümmetin düşmanı ve şeytanı! Seni öldürmek bizler için yetmiş yıl cihad etmekten daha önemlidir.

İmam-ı Azam Hazretleri onlara şöyle dedi:

-Kılıçlarınızı kınına koyun, parıltıları beni korkutuyor.

-Biz kılıçlarımızı senin kanınla kınalamak istiyoruz, dediler. Bu tehdid karşısında İmam-ı Azam:

-Sorun da konuşalım, deyip sorunu konuşarak çözmeyi önerdi. Haricîler teklifi kabul edip:

-Mescidin kapısında iki cenaze. Biri şarap içmiş, şarapta boğularak ölmüş bir adam. Diğeri de zina etmiş, gebe kalınca kendini öldürmüş bir kadın. Bunlar hakkında ne dersin? diye sordular.

-Bunlar hangi dinden? Yahudi, hıristiyan yahut mecusi mi? diye sordu İmam-ı Azam.

-Hiçbiri değil. Bunlar Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed s.a.v.’in O’nun kulu ve Rasulü olduğuna inanan dindendir, dedi Haricîler. İmam-ı Azam sordu:

-Kelime-i Şehadet imanın kaçta kaçıdır?

-İman bir bütündür, parça parça olmaz, diye cevapladı Haricîler. İmam-ı Azam:

-İşte bunların mü’min olduğunu kendiniz de kabul ediyorsunuz, diyerek ihtilaflı konuda haklı taraf olduğunu gösterdi. Hatta Haricîlerin sorduğu:

-Senden öğrenmek istiyoruz, bunlar cennetlik mi cehennemlik mi? sorusuna verdiği:

-Onlar hakkında, Allah’ın peygamberi İsa a.s.’ın onlardan çok daha günahkâr kimseler için söylediği şeyi söylerim: “(Rabbim) eğer onlara azab edersen, şüphesiz ki onlar senin kullarındır. Kendilerini bağışlarsan, elbette mutlak izzet ve hikmet sahibi olan da sensin.” (Mâide,118), cevabı da Haricîlerin silahlarını atıp tevbe etmelerine yol açtı. Yanlış inançlarından vazgeçerek, gönül huzuruyla dönüp gittiler.

Bir sohbeti sırasında, müminleri sevmekle ilgili olarak şöyle buyurdu:

"Allah bize, insanların mümin olanlarını sevmemizi, onlara karşı saygı beslememizi ve aslâ kırıcı olmamamızı, kalplerinde ne sakladıklarını bilemeyeceğimizi, hareketlerimizi buna göre ayarlamamızı emretmiştir.”

Talebesi Yûsuf bin Hâlid es-Semtî bir vazifeye tâyin edilip, Basra'ya giderken, Ebû Hanîfe ona şu tavsiyelerde bulunmuştur: "Basra'ya vardığında halk seni karşılayacak, ziyaret ve tebrik edecek. Herkesin değer ve yerini tanı, ileri gelenlere ikramda bulun, ilim sahiplerine hürmet et, yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster, halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk, Sultanı küçümseme, hiç bir kimseyi hafife alma. İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peydâ etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme, cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma, kötü olduğunu bildiğin hiç bir şeye ülfet etme!..

Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlar mescidde etrafını sarıp aranızda bâzı meseleler görüşülürse, yahut onlar bu meselelerde senin bildiğinin aksini iddiâ ederlerse onlara hemen muhâlefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver! Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana, bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakihlerin bir kısmınındır, de. Onlar, verdiğin cevabı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler...

Seni ziyarete gelenlere ilimden bir şey öğret. Bundan faydalansınlar ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmi şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara güven ver, bazan onlarla şakalaş ve ahbablık kur. Zîra dostluk, ilme devamı sağlar. Bazan da onlara yemek ikram et. İhtiyaçlarını temine çalış, değer ve itibarlarını iyi tanı, kusurlarını görme. Halka yumuşak muâmele et, müsamaha göster, hiç bir kimseye karşı bıkkınlık gösterme; onlardan biri gibi davran."

Haram ve şüphelilerden şiddetle sakınan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe helal lokma husûsunda şöyle buyurdu: "Dînin alış-veriş kısmını bilmeyen, haram lokmadan kurtulamaz ve ibadetlerin sevabını bulamaz. Zahmetleri boşa gider, azaba yakalanır ve çok pişman olur."

Kaynaklar:

Allah Dostları Ansiklopedisi, Komisyon, Şule Yayınları.

İslam Ansiklopedisi, TDV Yayınları.

Muhammed Ebu Zehra, Mezhebler Tarihi, İstanbul 2001, Şura Yayınevi.

Muhammed Ebu Zehra, Ebu Hanife, Trc. Osman Keskioğlu, Konya 1981.

İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, Trc. Mustafa Öz, MÜ İlahiyat Vakfı Yayınları, İstanbul 1992.

Kaynak: Akademya
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cmt Ekm 17, 2009 10:26 pm    Mesaj konusu: İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri'nin 1310. Doğum Yıldönümü Alıntıyla Cevap Gönder

İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri’nin 1310. Doğum Yıldönümü

Ali Haydar Can



Bu yıl İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri’nin 1310. doğum yıldönümü.

Tacikistan'ın başkenti Duşanbe'de, İmamı Azam'ın 1310'uncu doğum yıldönümünü dolaysıyla 'Büyük İmam ve Çağdaş Dünya' konulu uluslararası sempozyum düzenleniyor. Devlet Başkanı İmamali Rahman'ın açılışını yaptığı sempozyuma, Türkiye başta olmak üzere Rusya, Suudi Arabistan, İran, Hindistan, Pakistan, ABD ve Mısır'ın aralarında bulunduğu 50 ülkeden 500 ilim adamı katılıyor. Sempozyumun açılış konuşmasını Tacikistan Devlet Başkanı İmamali Rahman yapıyor, Hanefi mezhebinin kurucusu ve büyük İslam âliminin hayatını ele almak üzere bir araya geldiklerini vurguluyor. Rahman," Burada İmamı Azam'ın siyaset, kültür, eğitim ve din alanlarında yaptığı hizmetleri konuşacağız." diyor. Rahman ayrıca, gelişmiş İslam ülkelerini 'Müslüman, Müslüman'ın kardeşidir' prensibinden yola çıkarak, ekonomi, enerji, ulaşım ve tarım alanında gelişmek isteyen diğer İslam ülkelerine yardım etmeye çağırıyor. Rahman'dan sonra Afganistan, Rusya, Mısır, Pakistan ve diğer ülkelerden gelen heyet temsilcileri birer konuşma yapıyor. Sempozyuma eski Afganistan devlet başkanları Burhaneddin Rabbani ve Sibgatullah Müceddidi, Rusya Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü Direktörü Vitali Naumkin, Moskova İslam Enstitüsü Rektörü Marat Murtazin ve Kur'an-ı Kerimi Rusçaya tercüme eden Rusyalı Valeriya Prohorova da katılıyor.

Tacik lider Rahman, 2009 yılını İmam-ı Azam yılı ilan ediyor.

Bütün bunlar nüfusun büyük çoğunluğu Müslüman. Müslümanların tamamına yakını, Sünni ve Hanefi mezhebine bağlı. 7 milyondan fazla insanın yaşadığı Tacikistan'da oluyor.

7 Milyonluk Tacikistan’da bunlar olurken; nüfusunun en az yüzde 90’ının Hanefî Mezhebi’nin görüşlerine göre amel ettiği 70 Milyonluk Türkiye’nin, 80 küsur devlet üniversitesine bağlı sayısını bilmediğimiz İlahihat Fakültelerinden ve 70 bin imama maaş ödeyan DİB’den bir tık bile yok...

Pardon bir tık var da, bu tık tersinden bir tık: “Eline, diline, beline” hakim olmaktan aciz bir zibidi teolog “İmam-ı Azam” isimli bir kitap yazmış ve kitapta anlattığı ipe sapa gelmez safsatalarını, bohçacı karı gibi televizyon televizyon, gazete gazete dolaşarak anlatıyor ve bu martavallarından para kazanıyor... Çünkü bu ünlü teolog, ağına düşürdüğü genç bir kadını alabilmek için boşamaya çalıştığı karısına ayda 7 bin 500 Tl nafaka ödüyor... Ayrıca bugüne kadar Allah’ı Peygamber’i, dini, imanı satarak edindiği trilyonlarca Liralık servetinin yarısını da boşanacağı karısına kaptıracağı için ciğeri yanıyor. Kaptıracağı parayı yerine koyabilmesi için yeni şeyleri satışa arzetmesi lâzım. O da bula bula İmam-ı Azam Hazretleri’ni bulmuş. İşin garibi bunca ilahiyat fakültesi mezunu, öğretim üyesi, öğretim görevlisi ve DİB memurları bu iğrenç satış karşısında üç maymunu oynuyor...

Bütün bunların sebebini merak ediyorsanız İnkişaf dergisinden iktibas ettiğimiz aşağıdaki yazıda merakınızı giderecek önemli ipuçları var:

[Ebu Hanife müdafaası (*)
İhsan ŞENOCAK
Modern zamanın seküler anlayışını İslami değerler zarfında sunan oryantalizmin nihai hedefi Müslümanların zihinlerinde Batılı’ların istediği anlamda bir İslam tasavvuru oluşturmaktır.
İslam Coğrafyası’na Batılı kimlikleri ile küfür ihraç eden oryantalistler, Müslümanlar tarafından kabul görmeyince farklı arayışlara yönelmişler ve bu çerçevede zeki Hıristiyan öğrencileri Müslüman kimliğiyle okutup İslami ilimler alanında uzman yapmışlardır. Bu yöntem o derece etkin olmuştur ki çeşitli kürsülerde ders/vaaz veren bir çok gayr-i müslim yetişmiştir. Bunlar şüphe uyandırmamak ve görevlerini başarı ile sürdürmek için yalnız kaldıkları ortamlarda dahi yıllarca namaz kılmışlardır.

Camilerimizin mihraplarında, üniversitelerimizin kürsülerinde adı Hasan, Hüseyin diye bilinen nice Protestan, Katolik v.s. yıllarca görev yapmış ve ölünceye kadar da hep Müslüman kimlikleriyle tanınmışlardır.

Protestan bir babanın adını Mr. Nebit koyduğu bir şarkiyatçının Müslüman kimliğiyle İstanbul’da okuyup icazet alması, oryantalizmin yönteminin ne derece aldatıcı ve etkin olduğunu gözler önüne sermektedir.

İngiltere doğumlu olan Mr. Nebit, 13 yaşına kadar sıkı bir Hıristiyan eğitimi alır. Zekasının fevkalade olduğu fark edilince İslami ilimleri tahsil etmesi için 1834 yılında İstanbul’a gönderilir. İngiliz Sefiri tarafından teslim alınan Mr. Nebit, sefarette görevli Kavas (hizmetçi) Hüseyin Ağa’ya kimsesiz bir çocuk diye verilir. Çocuğa bakmasından dolayı sefaretin 5 lira da aylık ödediği Hüseyin Ağa, kimsesiz zannettiği Mr. Nebit’in adını Tahsin olarak değiştirir. Müslümanların Tahsin adıyla tanıdığı Mr. Nebit, iki yıl kadar kaldığı Hüseyin Efendi’nin yanında hem Türkçe’yi öğrenir hem de ilk eğitimini alır. Ardından Fatih Dersiamlarından Hopalı Ömer Efendi’ye teslim edilir. Müfredatta yer alan bütün kitapları okur. İlimde o derece mesafe alır ki, Müslüman öğrencilerin altından kalkamadığı soruları O çözer.
Hopalı Ömer Efendi’den icazet alan Tahsin Efendi bir gün hocasına İngiliz Sefaretinde çalışmak istediğini söyleyince, “Evladım! Senin adın Şeyhülislamlık’ta, Fetva Eminliğinde geçiyor, sen ise İngiliz kafirlerine memurluk yapmak istiyorsun.” cevabını alır. Müslümanlığında zerre kadar tereddüt edilmeyen Mr. Nebit, belli bir zaman sonra İstanbul’dan ayrılır ve İngiliz Hükümeti tarafından Müslümanların yoğunlukta olduğu Hindistan’a gönderilir.

Son iki asırda İstanbul, Kahire, İslamabad ya da Buhara’da Tahsin Efendi diye tanınan daha pekçok Mr. Nebit yetişti. Onlar Doğu ve Batı’da kurulan müstemleke okullarında İslami ilimler okuyup/okuttular. Müslüman çocuklara önce düşüncelerini aşıladılar sonra da doktora payeleri dağıttılar. Yakın dönemde ortaya çıkan modernist İslami anlayışlar tahlil edildiğinde onların bir türlü “Tahsin Efendilerle” irtibatlı oldukları görülecektir. Bugün itibariyle kafa kağıdını tespit edemediğimiz “Tahsin Efendizedeler” ancak yazdıkları eserlerden ya da diriliş adı altında yürüttükleri tükeniş hareketlerinden tanınabilmektedir.
Oryantalizm, Müslüman kimliğiyle tefsir, hadis, kelam ve fıkıh gibi temel İslami ilimleri okutan gizli Hıristiyanlar yoluyla ümmetin zihninde tedavisi hayli zaman alacak şüpheler oluşturdu. Bu gün gelinen nokta itibariyle bir çok Müslüman Modernist, İslam’ın özgün bir medeniyet tasavvuruna sahip olmadığını, temel meseleleri farklı medeniyetlerden ödünç aldığını, Kur’an’ı Kerim’in hakikatlerine Tevrat ve İncil’in referans olduğunu, fıkhın oluşumunda Roma Hukuku’nun önemli bir yer işgal ettiğini söylemektedir.
Oryantalizmin bu tarz faaliyetinin ne derece etkin olduğunu anlayabilmek için Tahsin Efendilerin söyledikleri ile doktora payeleri dağıttıkları “Tahsin Efendizedelerin” tezlerini kıyaslamak gerekir. Böylece çağdaş İslami hareketlerin nesebi de ortaya çıkmış olacaktır.
Örneğin oryantalistler, Kur’an’ı Kerim’in kökeni noktasında farklı hezeyanlar içerisindedirler. Fakat Arthur Jeffery’nin de içinde yer aldığı büyük çoğunluk Allah Kelamı’nın –haşa- Efendimiz’e (s.a.v.) ait olduğunu iddia etmektedir. Fazlurrahman başta olmak üzere tarihselcilerin önemli bir bölümü de Kur’an’ı Kerim’in nasıl bir kitap olduğunu anlatırken “Kur’an hem tamamıyla Allah kelamı, hem de olağan anlamda tamamıyla Hz. Muhammed’in kelamıdır.” demektedir.
Batılılar İslam Hukuku’nu kıymetlendirirken de onun tarihe ait olduğunu ve günümüze hitap edemeyeceğini ileri sürmektedirler. Nitekim J. Schacht bu noktada şunları söylemektedir: “İslam Hukuku tarihin belli bir döneminde uygulanmış, daha sonra ise önemini kaybetmiş bir sistemdir. Bu yüzden o, ancak hukuk tarihi bağlamında değerlendirilebilir.” Modernist Müslümanların fıkıh telakkileri, J. Schacht’ınkinden hiç de farklı değildir. Nitekim onlar, iki kadının bir erkek şahit yerine geçmesi, hırsıza hadd cezası uygulanması, mirasta erkek kardeşlerin kızların iki katını alması, faizin haram olması gibi kesin hükümleri tarihi birer bilgi kabul etmekte ve onların ancak fıkıh tarihi çerçevesinde değerlendirilebileceklerini düşünmektedirler.
Oryantalistler ve onlardan etkilenen Modernist Müslümanların fıkıh bağlamında oluşturdukları şüpheler daha çok Ebu Hanife (r.a.) etrafında şekillenmektedir. Çünkü O (r.a.), hem bütün müçtehitlere nispetle “İmam-ı Azam/En büyük imam” hem de ümmetin üçte ikisinin içtihatlarını taklit ettiği mutlak bir müçtehittir. Bu yüzden Onun (r.a.) nesebinden, ibadet hayatına, içtihat sisteminden hadis telakkisine kadar bütün bir hayatı olduğundan farklı bir şekilde yorumlanmaktadır. Bu yolla Onun içtihatlarının nüfuzu yok edilmekte ve itibarı lekelenmektedir.

İslam’da önemli bir yer tutan “İhkak-ı hak” kavramının bir gereği olarak Ebu Hanife’yi (r.a.) müdafaa etmek haktan öte bir vazife olmuştur. Zira Hz. Aişe (r.a.) de Allah Resulü’nün (s.a.v.) kendilerine, “İnsanları layık oldukları konumlarda değerlendirmelerini” emrettiğini bildirmektedir. Ümmetin bu büyük müçtehidini anlatmak ve Ona yöneltilen tenkitlerin gerçekle bağdaşmadığını ifade etmek mühim bir vazife olmuştur.
Ebu Hanife (r.a.) müçtehit imamlar içerisinde en kıdemlisi ve ilmin menbaı Hz. Resulullah’a (s.a.v.) zaman itibariyle en yakın olanıdır. Onun (r.a.) rivayet ettiği bazı hadislerle Allah Resulü (s.a.v.) arasında sadece sahabe vardır.

Her biri farklı bir İslami disiplinde mütehassıs 40 müçtehit ile 30 yıl içtihat etmiştir. 83 bin mesele hakkında fetva vermiş, mevcut problemleri çözdüğü gibi olma ihtimali olan fakat henüz olmayan meseleler hakkında da içtihat yapmıştır.

Ebu Hanife’nin (r.a.) hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği Küfe, ideolojik çeşitlilik itibariyle yaşadığımız dünyanın bir özeti gibiydi. O, Mutezile’den Cebriyeye, Haricilerden zındıklara her meşrep ve ideolojiden insanı ağırlayan Küfe’de Ehl-i Sünnet’in bekası adına tarihi bir rol üstlendi. Müslümanların Tahsin Efendi diye tanıdığı Mr. Nebit’ler onun zamanında da vardı. Akşamdan sabaha kadar hadis uydurur, sabah da ilim meclislerinde onların tevziatını yaparlardı. Doğru ile yanlış iç içe idi. Zındıkların uydurduğu hadislere dayanan ya da onların fikirlerinden neşet eden gayri İslami görüşler, Mutezile ve Hariciye gibi fırkalar tarafından hararetle savunulurdu. Ebu Hanife (r.a.) böyle bir ortamda içtihatlarıyla ümmete yol haritası çizdi. Tahsin Efendilerin tuzağına kapılmadan İslam’ın nasıl anlaşılabileceğini gösterdi. Küfe’de başlayan irfani diriliş zamanla Basra, Bağdat derken bütün İslam coğrafyasını kuşattı. İmam-ı Malik (r.a.) işkallerini Ona sordu. Şafi (r.a.) ona yetişemediğinden öğrencisi İmam Muhammed’e talebe oldu. Ehl-i Sünnet akidesine bağlı alimler onun “İmam-ı Azam” olduğunda ittifak ettiler. Onu anlatan en güzel kitaplar İmam Suyuti, İbn Hacer-i Mekki gibi farklı mezheplere mensup alimlerin kaleminden çıktı. Ne var ki zındıklar da boş durmadılar. Ümmetin birliğini parçalamaya ayarlı çalışmalarını aralıksız sürdürdüler. Bazen tuzaklarına kapılanlar da oldu. Hatip Bağdadi “Tarihu Medineti’s-Selam”da, Cüveyni “Müğisu’l-Halk”da Onu (r.a.) zındıkların yalanlarıyla anlattı. Bu iki kitap ulemanın sert tepkisini aldı. Üzerlerine reddiyeler yazıldı. Sonra bu nev’i eserler uzun zaman uykuda bekledi. Tahsin Efendilerin doktora payeleri dağıttığı çağdaş selefilerin/modernistlerin girişimleriyle geçtiğimiz asırda tekrar basıldılar. Yayınlardan cesaret alanlar “Ebu Hanife de müçtehit biz de, Onun ne üstünlüğü var?” deme cesaretini gösterdiler. Herkes bir şeyler söyledi. Zahid Kevseri ise el-Bağdadi’ye karşı “Te’nibu’l-Hatib”i, Cüveyniye karşı da “İhkaku’l-Hakk”ı yazarak batılı yere serdi.

Ümmetin siyasi, içtimai bünyesini yeniden şekillendirmek ve bunu globalleşen dünyanın şartlarına uygun bir tarzda yapmak isteyen Batı, Tahsin Efendilerle sessiz ve derinden çalışmaya devam ediyor. Mezheplerin İslamiliği, Ebu Hanife’nin (r.a.) ilmi durumu vs. hep bu bakış açısından neşet eden yaralı cümlelerdir. İnkişaf Ebu Hanife (r.a.) dosyası ile hakkı ayağa kaldırıp batılı bir kez daha yere serme gayreti içerisindedir.
Allah’ın selamı üzerinize olsun.]

* http://inkisaf.net/sayi-06/ebu-hanife-mudafaasi.aspx

Baran

Hocalar resmi geçidi...
Ali Eren - Vakit
alieren_vakit@mynet.com

Geçtiğimiz pazar günü, Altay Siyasi Araştırmalar Merkezi’nin organize ettiği ve Çorum Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocalarından Profesör Salim Öğüt’ün konuştuğu, “İmam-ı Âzam Ebû Hanife’yi Anlamak” konferansındaydım. Keşke her ilâhiyât profesörü, Salim Hoca gibi ilmen dolu ve itikâden sağlam olsa.
Bunun gibi, ehl-i sünnetle ilgili toplantılar artık nâdirattan oldu. Mayıs ayının sonunda da “İmam Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik” toplantısı vardı, o toplantıyı da alâkâ ile takip ettim. İki toplantı da bizi yakından ilgilendiriyordu. Çünkü, İmam-ı Âzam Hazretleri amelde, İmam Mâtürîdî Hazretleri de itikadda imamımız.
Ne var ki; buna benzer toplantılar olsun, bu konudaki kitaplar olsun, bazen insanı hayâl kırıklığına uğratıyor. Çünkü; doğru şeyler okuruz veya dinleriz düşüncesiyle yaklaştığımız bu tür bazı kitap veya toplantılar, insanı hayâl kırıklığına uğratıyor. Zira başka şey bekliyor, başka şeylerle karşılaşıyorsunuz.
Meselâ, bir ilahiyat profesörü, kalkmış ehl-i sünnet akîdesinin temel kitaplarının başında gelen ve yazıldığı zamandan bugüne kadar medreselerde ders kitabı olarak okutulan Şerh- Akâid’i sözde tercüme etmiş; daha doğrusu tercüme etmiş görünüyor..
İlmî yetersizliğinden dolayı düştüğü tercüme hatalarını haydi görmeyelim. Ama ortada bir de kasıt var. Kasıt şu: Adına tercüme denilen kitap, tercüme görüntüsünde basbayağı Şerh-i Akâid’i tenkit. Bu bir…
Bir de Yaşar Nuri’miz var…
Ondaki cevheri (!) keşfeden televizyon erbabı, saf ve orijinal İslâmî bilgileri(!) onun vasıtasıyla bu millete aktarmak için hizmet(!) yarışına girdi. Hatta, sermayesi sırf Müslümanların parası olan bir kanal, merasimle ona ödül bile verdi. O zaman kendilerini, “Hangi hizmetinden dolayı ödül veriyorsunuz?” diye ikaz ettikse de, karşılığında sadece şiddetli tepki aldık. Şimdi Yaşar Bey onların amansız muarızı…
Yaşar Nuri, yeteri kadar tanındığına kanaat getirince, kapağı siyasete, kendine en uygun olan CHP’ye attı. Bakanlık bekliyordu, olmadı. Ayrıldı, parti kurdu. O da olmadı ve siyasî faaliyeti son buldu.
Dünyevî isteğin tavanı yok. Misyonunu icra etmek ve gündemde kalmak için büyük zâtlarla uğraşmak icap ederdi, o da öyle yaptı. Medih görünüşlü zemle İmam-ı Âzam Hazretleri’nden bahsetmeye başladı…
Kendilerini o mübârek imamdan daha büyük gördükleri için midir nedir, birçok ilâhiyatçı, “İmam-ı Âzam/En büyük imam” demekten kaçınıp “Ebû Hanife” diyor. Buna rağmen Yaşar Nuri, “İmam-ı Âzam/En büyük imam” diye anıyor. Bu da, bir kimsenin aleyhinde rahatça konuşabilmek için başka bir taktik olsa gerek.
İmam-ı Âzam’ı gerçekten “İmam-ı Âzam” kabul eden kimse, onun mezhebine tamı tamına uyar ve görüşlerine itiraz etmez. “Benim mezhebim yok” demez. “İlle de Kur’an’daki İslâm” diyerek Kur’an’ın hükümlerini ortadan kaldırmak için var gücüyle çalışmaz.
Şimdi, “Ben Kur’an’ın hükümlerini ortadan kaldırmak için mi çalışıyorum!” diye itirazı basacak.
Ya ne yapıyorsunuz beyefendi! Kur’an-ı Kerim, Hucurât Sûresi 13. âyette “Şüphesiz ki, sizin Allah yanında en şerefliniz, en takvâlınızdır” buyurduğu halde, Üçüncü Alevî Çalıştayı’nda, “Takvânın, insanlar arasında üstünlük ölçüsü olmaktan çıkarılması lâzım” diyen siz değil misiniz?
Kur’an, “Üstünlük takvâdadır” buyuruyor, siz “Bu üstünlüğü yok sayalım” diyorsunuz. Bu nedir?
Kur’an’ın ilk âyetlerinde, Bakara Sûresi’nin daha başında, “Kur’an’ın, takvâ sahiplerinin rehberi olduğu” ifade buyurulmuyor mu? Demek ki, takvâlı olanlar Kur’an’a uyan kimselermiş.
Kur’an-ı Kerim böyle buyurduğu halde, çıkar da, “Takvânın, insanlar arasında üstünlük ölçüsü olmaktan çıkarılması lâzım” derse, Kur’an’ın hükmünü ortadan kaldırmak için uğraşmıyor da ya ne yapmak istiyordur?..

Mayıs ayında, Üsküdar Altunizade’de “İmam Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik” toplantısı vardı. Ehl-i sünnet itikad imamımızla alâkalı olduğu için gittim. İlk konuşmacılardan birisi, İmam Mâtüridî Hazretleri’nin “Te’vîlü’l-Kur’an” isimli eserini baskıya hazırlayan ilâhiyat profesörü idi. Konuşmasından sonra, bir konuda kendisine bilgi verdim. Verdiğim bilgi şu:
“Bir vakfın başkanı olan başka bir ilâhiyat profesörü, Ömer-i Nesefî’nin Metn-i Akâid’ini tercüme etmiş. Kitabın aslında olmadığı halde, parantez içinde “Çoraba meshedileceğini” yazmış. Kendisiyle görüştüm. Hem kitapta çorap kelimesi geçmediğini hatırlattım, hem de şimdi giydiğimiz ince çoraplara meshedilemeyeceğini söyledim. Kabul etmedi ve “Ayak yıkamak kolay mı? Ben çoraba meshediyorum” dedi. Fıkıh kitaplarındaki, çoraba meshedilip edilmeyeceği meselelerini de kabul etmediğini söyledi.”
İşte bu bilgiyi verdim. Ehl-i sünnet itikad imamı olan Mâtürîdî Hazretleri’nin kitabına emek veren birisi olarak, bu meseleye karşı çıkacağını beklerken ne dedi biliyor musunuz? “Ben de çoraba meshediyorum.”
Mezheb imamlarının ictihadlarını hatırlatacak oldumsa da, “Mezhebler beni bağlamaz” diye kestirip attı. İlâveten, “Hocaların hocası” diye lanse ettikleri müctehidliği kendinden menkul zâtın da ayaklarını yıkamayıp çoraba meshettiğini söylemesi, bana “Karaman’ın koyunu, sonra çıkar oyunu” dedirtti.
1970’li senelerde, “Telfîk-i mezâhib/Mezhebleri ortadan kaldırmak” için çalışanlarla beraber göründüğü halde, son senelerde bu konularda pek ismi duyulmadığı için kendisi hakkında hüsn-i zannım vardı. Bu hayâl kırıklığıyla, Kur’an ve kıraat ilimleriyle temâyüz etmiş olan ve daha mütedeyyin gördüğüm başka bir profesörle konuştum bu meseleyi. Bendeki saflığa bakın ki; onun “Onlar yanlış yolda” diyeceğini zannediyorum. O da “Abdestte ayağımı yıkamıyorum, ben de çoraba meshediyorum” demez mi!..
Ayrıca, o da müctehidliği kendinden menkul zâtın çoraba meshettiğini tekrarladı. Ben de tabiî olarak içimden “Karaman’ın koyunu, sonra çıkar oyunu” sözünü tekrarladım.
Yalnız, müctehidliği kendinden menkul zât kurnaz davranıyormuş. Halkın olmadığı yerde abdest alırken çoraba meshediyor, herkesin göreceği yerlerde ise ayağını yıkıyormuş.
Ama bir gün gelir, “Karaman’ın koyunu, o gün çıkar oyunu...”


En son Ekim tarafından Cmt Eyl 14, 2013 10:32 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Ekm 27, 2009 12:17 am    Mesaj konusu: İçtihadı şehadetle taçlandıran müctehid: Ebu Hanife Alıntıyla Cevap Gönder

İçtihadı şehadetle taçlandıran müctehid: Ebu Hanife
Halit İSTANBULLU



Adı, Numan… Sabit b. Zûta’nın oğlu…[1] Asıl itibariyle “Numan”, vücuda hayat veren kan demek. Bu yüzdendir ki, bazıları onu “ruh” diye de anlamlandırmaktadır. İmam-ı Azam’ın (r.a.) “Numan”adını almasına daha sonra üstleneceği vazife itibariyle bakıldığında görülmektedir ki O, fıkhın büyük üstadı olması hasebiyle vücuttaki kan gibidir. “Numan”ın “Nimet” kelimesinden türediği kabul edilirse bu takdirde anlam, “Allah Teala’nın kullarına nimeti” demek olur.[2] Çözüme kavuşturduğu meseleler noktasından bakıldığında, Onun ümmet için ne derece büyük bir nimet olduğu ortadadır.

Künyesi

Künyesi, Ebu Hanîfe’dir. Künye, “Hak dine meyleden kişi” anlamına gelen “Hanîf” kelimesinin müennes formudur. “Hanife” adında bir kızının olduğu, bu yüzden “Hanife’nin babası” anlamında Ebu Hanife diye anıldığı söylense de Onun Hammad’tan başka çocuğunun olmadığı kesindir. Bu yüzden künyenin birinci seçenekle irtibatlı olması güçlü bir ihtimaldir.

Nisbesi

Nisbesi hakkında farklı rivayetler vardır. Kumaş satmasından dolayı kendisine; ipek kumaş satan kişi anlamında “Hazzaz”[3] dendiği gibi, doğup büyüdüğü şehir olan Kûfe’ye nisbetle “Kûfi” de denmektedir. Dedesi Zûta’nın Benû Teymillah b. Sa’lebe’nin mevlası olması hasebiyle “Teymî” nisbesiyle de anıldığı bilinmektedir.[4]

Ebu Hanife’nin (r.a.) asıl itibariyle nereli olduğu noktasında farklı rivayetler vardır. Kaynaklarda Kabil, Babil, Nesa, Tirmiz ve Enbar şehirlerinin adı geçmektedir. Sirac el-Hindi, Ebu Hanife’nin nisbesiyle alakalı farklı rivayetlerin şu şekilde telfik edilebileceğini söylemektedir: Dedesi Kabil’dendir. Sonra sırasıyla Nesa ve Tirmiz’e gitmiştir. Ya da babası Tirmiz’de doğmuş, Enbar’da yetişmiştir.[5] Daha sonra Kûfe’ye gitmiş; Orada görüştüğü Hz. Ali (r.a.), nesline dua etmiştir.[6]

Kölelik İddiası

Emevi saltanatıyla birlikte insanları değerlendirmede dikkate alınan kriterler kısmen değişikliğe uğradı. Kimi zaman aslen Arap olmayan alimler, kimi zaman da neseplerinde kölelik bulunan fukaha dışlandı. Ne var ki tabiun dönemi fakihlerinin en meşhurları mevali (aslen Arap olmayanlar) idi.[7] Hişam b. Abdilmelik ile Ata arasında geçen şu konuşma hem kavmiyetçiliği teşhir etmekte, hem de büyük fakihlerin mevali olduklarını belgelemektedir. Hişam’ın şehir fakihlerinin milliyetleriyle alakalı sorduğu sorulara Ata şu şekilde cevap vermiştir: Medine fakihini sorarsan o, Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’ın mevlası Nafi’dir. Mekke fakihi Ata b. Ebi Rebah, Yeman fakihi Tavus b. Keysan, Yemame fakihi Yahya b. Ebi Kesir, Şam fakihi Mekhul, Cezire fakihi Meymun b. Mihran, Horasan fakihi Dahhak b. Müzahim, Basra fakihleri Hasan Basri ve İbn Sirin, bunların tamamı mevalidir. Hiçbiri Arap değildir. Yalnızca Kûfe fakihi Nehai Arap’tır. Hişam’ın bu fotoğraf karşısındaki yorumu ilginçtir: “Neredeyse canım çıkacaktı. Hiç biri için Arap’tır demiyorsun.”[8]

Ebu Hanife (r.a.) Arap değildir. Fakat Arap olmaması atalarında köle olduğu anlamına gelmez. Bu noktadaki nakiller doğru bilgiyi yansıtmamaktadır. Nitekim torunu İsmail b. Hammad nesebini belirtirken “Ben Merzuban (sınır muhafızı) oğlu Numan oğlu Sabit oğlu Numan oğlu, Hammad oğlu İsmail” der ve yemin ederek atalarında kölelik bulunmadığını söylerdi.[9]

Muhammed Zahid Kevseri (r.a.) İsmail b. Hammad’ın ifadesinin Ebu Hanife’nin (r.a.) atalarının durumunu aydınlığa çıkarmada yegane referans olduğuna vurgu yapar. Kevseri’nin bu vurgusunda etkili olan unsur İsmail b. Hammad’ın adaletidir. Zira Muhammed b. Abdillah el-Ensari “Hz. Ömer devrinden bu güne kadar Basra kadılığına İsmail b. Hammad gibi birisi tayin edilmemiştir.” deyince, kendisine “Bu süreç içerisinde Basra’da kadılık yapan Hasan Basri’de mi?” diye sorulmuş, “Vallahi alim, zahit, abid ve vera sahibi biri olarak Hasan Basri de değil” diye mukabelede bulunmuştur.[10]

İslam’da insanların kıymetlendirilmesinde yegane ölçü takvadır. Allah Teala katında en üstün olan insan, en müttaki olan kuldur.[11] Allah Resulü (s.a.v.) de mazilerinde kölelik olan sahabileri yeri geldiğinde diğerlerinden daha önde tutmuştur. Selman-ı Farisi’yi Ehl-i Beyti’nden kabul etmiştir. O (s.a.v.) Bilal’i kendisine sırdaş edinirken amcası Ebu Leheb’i çevresinden uzak tutmuştur.[12] Bu tavrı muhkem kılma adına bir çok adım da atmıştır. Mesela büyük sahabilerin görev aldığı bir orduya baş kumandan olarak köle Zeyd. b. Harise’nin (r.a.) oğlu Usame’yi (r.a.) atamıştır.

Doğumu

Yaygın olan kabule göre İmam-ı Azam (r.a.) Abdulmelik b. Mervan’ın hilafeti zamanında Kûfe’de hicri 80 yılında dünyaya gelmiştir.[13] Fakat allame Kevseri, Bedruddin el-Ayni’nin Ebu Hanife’nin (r.a.) doğumuyla alakalı 61, 70, ve 80 olmak üzere üç farklı tarih rivayet ettiğini bildirdikten sonra farklı mütalaaları da dikkate alarak Ebu Hanife’nin (r.a.) doğumunun Hicri 70 yılına tekabül ettiğini tercihe şayan görür.[14] Bu durumda Ebu Hanife (r.a.) 150 yılında ahirete irtihal ettiğinde 70 değil, 80 yaşında olmaktadır.

İlk yılları

Kûfe’de dünyaya gelen Ebu Hanife (r.a.) ömrünün uzunca bir bölümünü bu şehirde geçirdi. İlk olarak baba mesleği ticaretle ilgilendi. Ömer b. Hureys caddesinde meşhur bir dükkanı vardı. Ticarette son derece güvenilirdi, kimseyi aldatmazdı. Öyle ki ipek borsasında kısa zamanda -bütün dokumacılar nezdinde- saygın bir yer edindi.[15]
Ortağı, kusurlu bir kumaşı, müşteriye sehven hatasını belirtmeden satınca, satılan kumaşın da içerisinde yer aldığı ticari eşyaların tamamının parasını sadaka olarak dağıttı. Dağıtılan malın değeri o zaman için büyük bir meblağ olan 30 bin dirheme tekabul etmekte idi. Gafil davranan ortağından da ayrıldı.[16] Zamanla ticareti genişledi, büyüdü, kendisine ait bir ipek dokuma atölyesi oldu. Yanında çok sayıda işçi çalıştı.
Şemaili
Ebu Hanife’nin (r.a.) akıcı bir dili, güçlü bir mantık örgüsü vardı. Sesi, kulağa hoş gelirdi. Kumraldı. Güzel yüzlü ve görünüşlü, temiz giyimliydi. Hoş bir kokusu vardı. O kadar ki, kokusundan Onun geldiği anlaşılırdı. Ebu Yusuf Onu (r.a.) vasf ederken şunları söylemektedir: “Ebu Hanife orta boyda idi; Ne kısa, ne de uzundu. Yaşadığı asırda mantık ve söz söylemede Onun üzerine kimse yoktu.”[17]
Takvası
Ebu Hanife (r.a.), zahit, muttaki, abid bir müçtehitti. Yahya el-Kattan diyor ki; “İmam-ı Azam’ın (r.a.) yüzüne bakıldığında Allah’tan korktuğu anlaşılırdı.”[18] Haram işleme endişesi Onu eritir-bitirirdi. Şüphe endişesiyle bir çok helali terk etmişti.[19]
Kûfe’nin koyunlarına, gasp edilen bir koyun karıştığı zaman konunun uzmanlarına “Bir koyunun ortalama kaç yıl yaşadığını” sordu. Yedi yıl cevabını alınca tam 7 yıl koyun eti yemedi.[20]
Yezid b. Harun’un anlattığı şu anekdot Onun (r.a.) şüpheden ne derece uzak durduğunu açık bir şekilde belgelemektedir: “Bir gün Ebu Hanife’yi (r.a.) birisinin kapsında güneşin altında otururken gördüm. ‘Ey Ebu Hanife! Gölgeye gitsen ya’ dedim. ‘Evin sahibinden alacağım var. Bu yüzden evinin avlusuna ait gölgede oturmayı hoş görmüyorum.’[21] dedi. Konuyla alakalı bir başka rivayete göre, evin duvarının gölgesinde oturmanın alacaktan kaynaklanan bir menfaat olabileceğini, bununda “menfaat temin eden her borç faizdir.” hadisinin kapsamına gireceğini söylediği mervidir. Bu hadisenin asıl ilginç olan boyutu ise, Ebu Hanife’nin bu duruşu insanlar için gerekli görmemesidir. O (r.a.), bu noktada şöyle demektedir: “Alim, insanlara fetva verdiği hususlardaki amelinde kendini insanlardan daha fazla sorumlu kılmalıdır.”[22]
Mekki b. İbrahim, “Kûfelilerle birlikte oldum; onlar içerisinde Ebu Hanife’den daha vera’ sahibi birini göremedim.” demektedir. [23]
Takvası, fetvasına da hakimdi. “İfta”yı zaruret gördüğünden yapmaktaydı. Nitekim şöyle demektedir: “Eğer ilmin yok olmasından korkmasaydım kimseye fetva vermezdim. Fetva, insanlar için selamet olurken bana ciddi manada sorumluluk yüklemektedir.”[24]
Yaşadığı devrin devlet adamları, hakkaniyete riayet etmediklerinden onların gönderdiği hediyeleri kabul etmezdi. Hapsedildiği günler oğlu Hammad’a şu meyanda bir haber göndermişti: “Yavrum! Aylık gıda harcamam, biri bulamaç, biri de ekmek için olmak üzere iki dirhemdir. Hükümetin bütçesinden yemek zorunda kalmamam için bu parayı bana göndermede acele et.”[25]
Teklif edilen kadılığı ve hazine bakanlığını reddetmesinin nedeni Allah korkusuydu. Halka zulmeden idareler altında İslam’a göre hükmedememekten endişe ettiğinden dolayı memurluğu kabul etmekten imtina etti. Ahirette verilecek cezadansa dünyadaki ezayı tercih etti.
Sadaka-Hediye Telakkisi
Ebu Hanife (r.a.) malı sanki tasadduk etmek için kazanırdı. Ebu Yusuf (r.a.) onun cömertliğini anlatırken şöyle der: “Kendisinden bir şey istenir istenmez onu hemen karşılardı.[26]
Asrının tanıkları, Ebu Hanife kadar cömert başka biriyle karşılaşmadıklarını söylerler. İnfak ederken insanların şahsiyetlerini yaralamamaya özen gösterirdi. Meclisinde oturan birine para verecekse, herkes dağılıncaya kadar ona oturmasını emreder, huzurda kimse kalmayınca tasaddukta bulunurdu. Hasan b. Ziyad naklediyor: “Ebu Hanife, onunla aynı meclisi paylaşan birinin üzerinde eski-püskü elbiseler gördü. Diğer insanlar ayrılıp gidinceye kadar adama oturmasını emretti. Herkes ayrıldı, adam tek kaldı; Ebu Hanife, seccadeyi kaldırıp altındakini almasını söyledi. Adam, seccadeyi kaldırdı altında tam bin dirhem vardı. Buyurdu ki: “Bu parayı al, onunla kıyafetlerini yenile.”[27] Eğer sadakayı evlere ulaştıracaksa gece havanın kararmasını, insanların istirahate çekilmesini bekler, tanınmaması için de yüzünü gözünü sarar, sırtında taşıdığı nevaleyi önceden tespit ettiği evlere bırakır-dönerdi. Eğer yardım edeceği kişiler ilim ehli iseler buna ayrı bir özen gösterirdi. Bu noktada Kays b. Rebi’ şunları nakletmektedir: “Ebu Hanife (r.a.) Bağdat’a ticaret mallarını gönderir, karşılığında ise değişik şeyler satın alır, Kûfe’ye getirtirdi. Bir yıl içinde bu mal transferinden biriken kârları toplar, onunla alimlerin yiyecek, giyecek gibi bütün ihtiyaçlarını satın alır, sonra kârdan geri kalan bakiyeyi ihtiyaç malları ile birlikte alimlere gönderirdi. Onlar hediyeyi kabul ederken eziklik hissetmesin diye şöyle derdi: “Parayı ihtiyaçlarınızı karşılamak için harcayın. Karşılığında ise sadece Allah Teala’ya hamd edin. Ben size malımdan değil, Allah Teala’nın sizin hakkınızda bana ihsan ettiği şeyden veriyorum. Bunlar Ebu Hanife’nin eli vesile kılınarak sizin ticari mallarınızdan doğan kârlardır.[28]
İmam-ı Azam’ın (r.a.) ilim ve takvasına hayran olanlardan Mis’ar b. Kidam diyor ki; “O kendisi ya da ailesi için giyecek, meyve ya da başka bir şey satın almadan önce bunların aynılarını alimler için satın alırdı.”[29]
Devlet adamlarının gönderdiği hediyeleri kabul etmezdi. İnsanlar kendisine hediye verdiğinde ise Sünnet’i ihlal etmemek için kabul eder fakat karşılığında kat kat ihsanda bulunurdu. Nitekim sevenlerinden biri kendisine hediye verince, o kişiyi ihsana boğdu. Bunun üzerine adam: “Eğer böyle yapacağınızı bilseydim size hediye vermezdim.” şeklinde serzenişte bulundu. Ebu Hanife (r.a.) adama böyle dememesini tembihledikten sonra şu hadisi okudu:[30] “Kim Allah’tan yardım talep ederek sizden sığınma isterse sıkıntısını giderin. Kim Allah’ın adını anarak bir şey isterse ism-i celalin hakkı için ona verin, kim sizi davet ederse (şer’i bir mani olmadığı müddetçe) davete gidin, kim size sözlü ya da fiili iyilikte bulunursa aynı şekilde ona iyilikte bulunun. Eğer hediye edecek mal cinsinden bir şey bulamazsanız size iyilikte bulunan kişi için, onun hakkını ödediğinize kanaat getirinceye kadar ona dua edin.”[31]
İbadet Hayatı
Ebu Hanife (r.a.) çok ibadet ederdi. Kûfe dahil civardaki bütün şehirlerde Onun gece boyu namaz kıldığı dilden dile dolaşmaktaydı. Muhammed el-Leysi, Kûfe’ye gelip halka “şehrin en abidi kimdir?” diye sorduğunda insanlar onu Ebu Hanife’ye yönlendirmişlerdi. el-Leysi yaşlılığında tekrar Kûfe’ye gidip halka “Şehrin en fakihi kimdir?” diye sorduğunda yine kendisine Ebu Hanife gösterilmişti.[32] Süfyan b. Uyeyne diyor ki; “Bizim yaşadığımız dönemde Mekke’ye Ebu Hanife’den daha fazla namaz kılan kimse gelmedi.”[33]
İmam-ı Azam (r.a.) geceleri uyumazdı. Namaz, dua ve yakarış ile meşgul olurdu.[34] Kırk yıl, yatsının abdestiyle sabah namazını kıldı. (Yani uyumayarak geceleri ihya etti.) Ebu Yusuf bu noktada şöyle bir nakilde bulunmaktadır: “İmam-ı Azam ile birlikte yürürken, iki kişiden birinin diğerine ‘Bu Ebu Hanife, gece hiç uyumaz.’ dediğini işitince bana; ‘Hakkımda yapmadığım bir şeyden bahsetmiyor.’ dedi.[35]
Ebu Hanife (r.a.) gece boyu kıldığı namazlarda Kur’an’ın tamamını bir rekatta hatmederdi. Onun bir gecede Kur’an’ı Kerim’i hatmetmesi Efendimiz’in (s.a.v.) Abdullah b. Amr’a üç günden daha az bir zamanda Kur’an’ı hatmetmeyi yasaklamasına aykırı değildir. Çünkü Allah Resulü’nün (s.a.v.) kısa zamanda hatmi uygun görmemesinden maksat anlayarak okumayı ihlal etmektir. Zira el-Müsned[36] ve dört Sünen’de[37] nakledildiğine göre Efendimiz (s.a.v), “Kur’an’ı üç günden az sürede okuyan, onu fıkhedemez” buyurmuştur. Ayrıca Kur’an’ı üç günde hatmetme konusunda izin isteyen Sa’d b. el-Münzir isimli sahabiye (r.a) de izin vermiştir.[38] Efendimiz’in (s.a.v.) Kur’an okumaya getirdiği sınır anlama merkezli olmasaydı Ebu Hanife’den (r.a.) önce Osman b. Affan, Temim ed-Dari, Saîd b. Cübeyr[39] gibi sahabe ve tabiunun büyükleri bir rekatta Kur’an-ı Kerim’i hatmetmezlerdi. Çünkü bunlar sınırlama ile alakalı hadisleri anlama ekseninde tefsir etmişlerdi.
Ebu Hanife’nin bir gecede Kur’an-ı Kerim’i hatmetmesini zaman mikyasında imkansız görmek de, meseleden bihaber olunduğunu ortaya koyar. Zira 1960’lı yıllara kadar İstanbul’da bazı camilerde Kadir geceleri teravih namazlarında Kur’an’ı Kerim hatmedilirdi.
Ebu Hanife (r.a.) Kur’an-ı Kerim okurken ayetler ruhunda hafakanlar oluşturur, yüksek sesle ağlardı. Bir gece namazda “Allah bize lutfetti de bizi vücudun içine işleyen azaptan korudu.”[40] ayetini kıraat ederken dili takıldı, müezzin sabah ezanını okuyana kadar aynı yeri tekrar etti.[41] Yine bir yatsı sonrası kıldığı namazda “Bilakis kıyamet onlara vaat edilen asıl saattir ve o saat daha belalı ve daha acıdır.”[42] ayetine ulaştığında daha ileriye gidemedi ve sabaha kadar ağlayarak aynı ayeti okudu.[43]
Ebu Hanife (r.a.) bütün zamanlarını ibadete göre ayarlamıştı. Gündüzleri belli bir miktar uyur geri kalan vakitlerini ders ve ibadetle doldururdu. Söylenenleri teyit etme noktasında çağının tanıklarından Misar b. Kidam şunları nakletmektedir: “Ebu Hanife’ye mescidinde iken vardım. Sabah namazını kılıyordu. Sonra ders halkasına oturdu, dersi öğle namazına kadar devam etti. Namazı kıldı, tekrar derse oturdu. İkindiye kadar devam etti. Sonra ikindiyi kıldı, ardından akşama kadar ders okuttu. Sonra akşamı kıldı. Yatsıya kadar derse devam etti. Onu bu halde görünce kendi kendime şöyle dedim: “Ebu Hanife bu ders yoğunluğu içerisinde ne zaman kendini ibadete veriyor?” Gece boyu onu izlemeye karar verdim. İnsanlar istirahate çekilince, mescide geçti fecre kadar namaz kıldı. Sonra evine döndü. Ders elbiselerini giydi. Tekrar mescide dönüp sabah namazını kıldı. Namazdan sonra derse oturdu. İlk günkü gibi namaz vakitleri hariç ders okutmaya devam etti. Gece olup insanlar istirahate çekilince yine fecre kadar namaz kıldı. Sonraki gün ve geceler de aynı şekilde devam etti. Onu bu halde görünce kendi kendime karar verdim: “Ölüm bizi ayırıncaya kadar Ebu Hanife (r.a.) ile birlikte olacağım.”[44] Misar söylediği gibi yaptı; Ebu Hanife’nin mescidinde başı secdede iken ruhunu Allah Azze ve Celle’ye teslim etti.[45]
Ebu Hanife (r.a.) ilmi, ibadetle desteklerdi. Mesele düğümlendiğinde, kitaplar ve müzakereler çözümde yetersiz kaldığında namaza sığınırdı. Talebelerinin yüreklerine tevazuyu kazıyabilmek için de şöyle derdi: “Bu meselenin çözülememesi Ebu Hanife’nin işlediği bir günahtan dolayıdır.” İstiğfar eder, kalkar abdest alır, iki rekat namaz kılardı. Mesele hemen çözülürdü.[46]
Siyasi Duruşu
Ebu Hanife (r.a.) hayatının 52 yılını Emevi, 18 yılını da Abbasi idaresi altında geçirdi. İki İslam devleti gördü.[47] Ne var ki ikisi de Ona zulmetti.
Ebu Hanife (r.a.) hayatının hiçbir döneminde zalimlere dost olmadı. Emevilere baş kaldıran Hz. Ali (r.a.) neslinin yanında yer aldı. Onları, Abbasilere karşı olan mücadelelerinde de destekledi. Zeyd b. Ali’nin hicri 121 yılında Hişam b. Abdi’l-Melik’e karşı başlattığı ayaklanmayı Allah Resulü’nün (s.a.v.) Bedir’deki çıkışına benzetti. Kendisine niçin fiili olarak Zeyd b. Ali’nin yanında yer almadığı sorulduğunda ise, şöyle dedi: “Yanımda insanlara ait emanetler vardı. İbn Ebi Leyla’ya onları almasını teklif ettim, fakat kabul etmedi. O halde bilinmeyen bir yerde ölüp emanetlerin zayi olmasından korktum.” Yine rivayet edilir ki, İmam Azam (r.a.) benzer bir soruya; “İnsanların onu ataları gibi yalnız bırakmayacaklarına kanaat getirseydim mutlaka onunla birlikte cihat ederdim. Çünkü O, müminlerin gerçek imamıdır. Fiili olarak olmasa da malımla ona yardım ettim.”[48]
Ebu Hanife Emeviler’in İslam’ı temsil hakkına sahip olmadıklarına kesin bir şekilde inandığından onlara baş kaldıranları mali açıdan destekledi. Fakat gerek yukarıdaki gerekçeler gerekse de ehl-i hakkın başkaldırıda başarılı olamayıp Müslüman kanı akıtılmasına sebep olacağını bildiğinden fiili olarak bu nevi oluşumların içerisinde yer almadı.
Emevilere karşı yapılan başkaldırılara netice itibariyle bakıldığında Ebu Hanife’nin ne derece feraset sahibi olduğu ortaya çıkmaktadır. Nitekim Zeyd b. Ali 122’de, oğlu Yahya 125’de, Yahya’nın oğlu Abdullah da 130 yılında Emeviler tarafından şehit edilmiştir.[49]
ÇİLESİ
İmam Azam’a yapılan işkenceler yaşadığı dönemlere göre iki başlık altında toplanır. İlki Emevi Devlet Başkanı Mervan b. Muhammed’in Irak valisi İbn Hubeyre zamanında ikincisi ise Abbasiler dönemindedir.
Emevi Dönemi
İbn Hubeyre, Emevi Devleti aleyhine gelişen olaylara engel olabilmek için ulemayı kalkan olarak kullanmak istiyordu. Nitekim Irak bölgesi fakihlerinden İbn Ebi Leyla, İbn Şübrüme ve Davud b. Ebi Hind’i vilayete çağırarak her birine devlet idaresinde önemli görevler verdi. Vilayete gelmesi için Ebu Hanife’ye de haber gönderdi. Mührü Onun eline vermek istiyordu. Her emir Ebu Hanife’nin onayıyla yürürlüğe girecekti. İmam-ı Azam bu görevi kabul etmekten istinkaf etti. İbn Hubeyre kabul etmemesi durumunda Onu (r.a.) döveceğine yemin etti. Diğer fakihler araya girip görevi kabul etmesi için Ebu Hanife’ye baskı yaptılar. O, arkadaşlarına şöyle dedi: “Vali benden Vasıt Mescidi’nin kapılarını saymak gibi basit bir işi talep etse onu dahi kabul etmezken nasıl olur da böyle bir teklife rıza gösterebilirim. O benden başını vuracağı bir adamın idam fermanını yazmamı isteyecek ben de buna onay vereceğim öyle mi? Allah’a yemin olsun ki, asla böyle bir sorumluluğun altına girmeyeceğim.” Bu cevap üzerine İbn Ebi Leyla diğer fakihlere: “Ebu Hanifeyi bırakın; O doğru söylüyor.” dedi.
Vali, Ebu Hanife’nin sağlam iradesi karşısında çaresiz kaldı. Onu, hapse atarak isteğini kabul ettirmeyi denedi. Cellatların kırbaç darbeleri başını şişirdi. Cellat vurmaktan usandı; Fakat İmam, zulme evet demeye yanaşmadı. O hala ilk durduğu yerdeydi; Vali ile arasında git-gel yapanlara: “Değil devlet idaresinde görev almak, caminin direklerini saymayı bile kabullenmem.” demeye devam ediyordu.
İbn Hubeyre, Ebu Hanife’ye, görevi kabul etmemesi durumunda ölünceye kadar başına kırbaç vuracağını söyledi. İmam-ı Azam tam bir kararlılıkla “O bir defalık ölümdür.” diye karşılık verdi. Bunun üzerine vali başına yirmi kırbaç vurdu. İmam Azam valiye: “Allah Teala’nın huzurundaki yerini düşün, benim senin yanındaki durumumdan çok daha zelil olacaktır. ‘La ilahe illallah’ dediğimden dolayı beni tehdit etme. Allah sana benden soracak ve haktan başka hiçbir şeyi cevap olarak kabul etmeyecek.” dedi. Bu ifadeler üzerine İbn Hubeyre cellada kırbaçlamayı bırakmasını ima etti. Ebu Hanife dayak sonrası geceyi zindanda geçirdi. Sabah kalktığında aldığı darbelerden dolayı yüzü-gözü şişmişti. İbn Hubeyre o gece rüyasında Efendimiz’i (s.a.v.) gördü. Allah Resulü (s.a.v.) ona: “Allah’tan korkmuyor musun?! Ümmetimden birini suçsuz yere dövüyor ve tehdit ediyorsun.”[50] diye çıkıştı. Rüyadan ve İmam’ın kararlılığından etkilenen İbn Hubeyre arkadaşları ile istişare etmesi için tahliyesine emir verdi. Hapisten çıkınca atına bindi ve Mekke’ye gitti (h. 130). Abbasi Devleti kuruluncaya kadar orada ikamet etti. Ebu Cafer el-Mansur zamanında Kûfe’ye geri döndü[51] (h. 137).[52]
Abbasi Dönemi
Ebu Hanife (r.a.) Abbasi Devleti’nin kurulmasını heyacanla karşıladı. İnanıyordu ki, yapılan zulümler son bulacaktı. Bu yüzden Ebu’l-Abbas es-Seffah Kûfe’ye gelip alimleri kendisine biat etmeye çağırdığında Ebu Hanife meclisteki alimler adına söz alıp söyle demişti: “Devlet idaresini Allah Resulü’nün (s.a.v.) akrabalarına nasip eden, zalimlerin zulmünü üzerimizden kaldıran, dillerimize hakkı hakim kılan Allah Teala’ya hamd olsun. Allah’ın emri üzere sana biat ettik. Kıyamete kadar bu ahde sadık kalacağız. Rabbim, Efendimiz’in (s.a.v.) akrabalarını başımızdan eksik etmesin.”[53]
Zulme karşı hep hakkı müdafaa eden O büyük irade (r.a.) herkesin suküt ettiği bir anda nasıl ortaya çıkıp Abbasilere ilk biat eden kişi idiyse, Onların haktan ayrıldığı zaman da ilk uyarıcıları oldu. Dersleri esnasında konu siyasi hadiselerin tahlilini gerektirdiğinde çekinmeden Abbasilerin Hz. Ali (r.a.) çocuklarına yaptığı zulmü sorguladı. Hayatını tehlikeye atarak hakkı tutup kaldırdı.
Mansur’un hafiyeleri, büyük bir aksiyon adamı duruşuyla siyasi hayatı sorgulayan Ebu Hanife’nin her hareketini takibe aldı. Onu cezalandırmak için şartların oluşmasını gözlüyorlardı. Bağdat’ın inşa edilmeye başlaması iyi bir fırsat oldu. Halife, Ebu Hanife’ye (r.a.) yeni şehirde kadılık teklif etti. Fakat O, bu görevden imtina etti. Mansur hangi düzeyde olursa olsun Ebu Hanife’nin (r.a.) bürokraside görev almasında kararlıydı. Bunun üzerine Ebu Hanife (r.a.) Bağdat’ın müteahhitliğini kabul etti. O biliyordu ki, Mansur vazifeleri reddetmesi halinde boynunu vuracaktı. Müteahhitliği kadılığa tercih ederek haksız kararlara meşruiyet vermekten kendini korumuş oldu.
Mansur’un devlet idaresindeki zulmü arttıkça Ebu Hanife hususi dünyasına çekildi. Fakat ders halkasında müstebit idareyi tenkit etmekten de geri durmadı. Tam bu esnada Musul halkı isyan etti. Mansur isyancılara uygulanacak cezayı görüşmek üzere ulemayı saraya davet etti. Onlara Musul halkının –önceden- kendisine biat ettiklerini, isyan etmeleri durumunda kanlarının helal olacağını söylediklerini hatırlattı. Mansur, valisine isyan eden Musul halkını öldürmenin meşru olduğunu savunuyor, ulemadan da bu kararı onaylamalarını istiyordu. Mecliste bulunan alimler, “Eğer onları bağışlarsan affeden bir devlet adamı olursun; Yok eğer cezalandırırsan onlar bunu hak etmişlerdir.” dediler. Mansur, susarak fetvaya katılmadığını beyan eden Ebu Hanife’ye (r.a.) “Sen ne dersin Ey Üstat!” diye sordu. İmam-ı Azam:
- Musul halkı sana sahip olmadıkları bir şeyi (canlarını) helal kıldı. Mesela bir kadın nikahı kıyılmaksızın kendisi ile bir erkeğin cinsel ilişkiye girmesini mubah kılsa bu caiz midir?
-Hayır.
- İşte bunun gibi Musul halkının da canlarını helal kılma yetkileri yoktur.
Bu konuşma üzerine Mansur, Ebu Hanife ve diğer iki alime Bağdat’tan ayrılıp Kûfe’ye dönmelerini emretti.[54]
Abbasi Devleti bütün hafiyeleriyle ilmin muhkem kalesini takip altına aldı. Her ifadesi kayda geçirilip devletin ilgili birimlerine aktarıldı. Bütün bunlar olurken O (r.a.) gerek ders takririnde gerekse de iftasında hakikati söylemekten geri durmadı. Kûfe kadısı İbn Ebi Leyla’nın verdiği hükümleri tenkit etmekten çekinmedi.[55] İbn Ebi Leyla, ilmi açıdan karşılık veremediği -sahabe devri müstesna- bütün zamanların bu en büyük fakihine türlü desiselere baş vurarak eza et(tir)ti. Ebu Hanife (r.a.) Onun kendisine karşı olan tutumunu anlatırken şöyle demektedir: “İbn Ebi Leyla, benim bir hayvan hakkında helal görmediğim şeyi bana helal gördü.”[56] Yani haksız yere öldürülmeme cevaz verdi.
Vefatı
Ebu Hanife’nin (r.a.) mazlumlardan yana tavır alması siyasi iradeyi ciddi anlamda rahatsız etmekte idi. Fakat açıkça Ona tavır alamıyorlardı. Çünkü adı, civardaki bütün şehirlerde hayırla anılıyordu. Alimler, en müşkil meseleleri çözmesi için Ona getiriyorlardı. O sadece Kûfe’nin değil, bütün ümmetin fakihiydi. Bu yüzden Halife, Ebu Hanife’ye karşı tavır alışını birtakım gerekçelere bağlamak istiyordu. Bu çerçevede Ona (r.a.) yeni kurulan şehrin yani Bağdat’ın kadılığını teklif etti. Fakat Ebu Hanife bu görevi reddetti.[57] Halife, kadılığı kabul etmemesi durumunda kendisini hapsedeceğini ve ağır bir şekilde cezalandıracağını söyledi. O, kabul etmemede kararlılık gösterince hapse atıldı. Halife adamlarını cezaevine gönderip, isteğini kabul etmesi durumunda Onu serbest bırakacağını ve Ona ikramlarda bulunacağını söyledi. Fakat Ebu Hanife (r.a.) ilk görüşüne sadık kaldı. Bunun üzerine Halife, her gün çarşıya çıkarılmasını ve milletin huzurunda Ona on kırbaç vurulmasını emretti. [58] Bu durum 12 gün devam etti. Onardan toplam 120 kırbaç vuruldu.[59]
Halife tutuklu olduğu günlerde Ebu Hanife’yi (r.a.) tekrar sarayına çağırtarak kadılığı kabul-edip etmeyeceğini sordu. Ebu Hanife:
- Allah devlet başkanını ıslah etsin. Ben bu göreve layık değilim diyorum ya!
- Yalan söylüyorsun.
Halife ikinci defa Ebu Hanife’ye aynı teklifi yöneltti. Bunun üzerine İmam Azam: “Emiru’l-Müminin benim kadılığa layık olmadığımı itiraf etti. Çünkü beni yalancılıkla itham etti. Eğer yalancı isem bu işe liyakatim yok demektir. Eğer liyakatsizlik itirafında doğru söyledimse, devlet başkanına bildirdim ki, bu göreve layık değilim.”
Mansur her iki şıkkıyla hakikati ortaya koyan bu cevabı kabul etmedi. Ebu Hanife’yi tekrar cezaevine gönderdi.[60] Sahih olan görüşe göre İmam-ı Azam Hazretleri ahirete irtihal edinceye kadar zindanda kaldı. Öleceğini hissedince secdeye kapandı ve ruhunu secde halinde Allah Azze ve Celle’ye teslim etti.[61] İnsanlık tarihinin bu en büyük imamı (Sahabe devri istisna) ahirete irtihal ettiğinde takvim hicri 150 tarihini göstermekte idi.[62]
Bağdat’ın doğusunda gasp edilmemiş temiz bir yer olan Hayzurân kabristanlığına gömülmeyi vasiyet etmişti. O, bu duruşuyla, hediyelerini, makamlarını kabul etmediği zalimlerin gasbettikleri arazilerde de kalamayacağını ilan etti. Halife Mansur, İmam-ı Azam’ın vasiyetini işitince istemeyerek de olsa şöyle mırıldandı: “Ey Ebu Hanife! Diri ve ölü olduğun halde senin hakkında beni kim mazur görür?”[63]
Cenazesine elli binden fazla insan iştirak etti. Cenaze namazı altı defa kılındı sonuncusunu oğlu Hammad kıldırdı. Aşırı izdihamdan dolayı defni ancak ikindiden sonra mümkün oldu. Yirmi gün kabrinde cenaze namazı kılındı.[64]
Ebu Hanife’nin tekfin ve techizinde bizzat görev alan Abdullah b. Vakıd o günü özetlerken şunları naklediyor: “Ebu Hanife’yi Hasan b. Umâre yıkadı. Ben de su döktüm. Bedeni zayıftı. İbadet ve Allah yolunda gayret onu eritmişti. Hasan yıkama işini bitirince Ebu Hanife’nin bazı özelliklerini anlattı. Herkesi ağlattı. Naşı omuzlara alındığında öylesine muazzam bir durum oluştu ki, o günkünden daha fazla ağlayan insan görmedim.[65]
Hatime
Sefihler anlayamadıklarından, alimler hasetlerinden, devlet adamları zulmü İslam adına meşrulaştırmadığından Ona zulmetti. Sokaklarda milletin huzurunda kırbaçlandı; hakarete uğradı. Ders okutmasına, fetva vermesine engel olundu. Fakat metanetinden, azminden hiçbir şey kaybetmedi. Desiseler, komplolar cesaretini kıramadı. Zindanda kırbaç yemeyi bol paralı devlet memurluğuna tercih etti. Muhkem iradesi ile her şeyi kuvvet zanneden idarecileri şaşkına çevirdi.
Ömrü mücadele ile geçti. Hayatını ilim ve ibadete hasretti. Dünyada köprüden geçen bir yolcu gibi yaşadı. Ebu’l-Ahves Onun vakti kıymetlendirişini anlatırken şöyle demişti: “Ebu Hanife’ye üç güne kadar öleceksin dense idi yaptığı amelin üzerinde daha fazla bir ibadet yapamazdı.” Çünkü boş anı yoktu.[66] İlim onunla bereketlendi; Yeniden irfana dönüştü. Mücadele dolu hayatını en son şehadetle taçlandırdı.
Dipnotlar:
[1] Ebu Bekir Ahmed b. Ali Hatib el-Bağdadi, Tarihu Medineti’s-Selam, Daru’l-Ğarbi’l-İslami, Beyrut, 2001, XV, 446; İbn Kuteybe, Mearif, Daru’l-Mearif, Kahire, y., s. 490; Takıyyuddin b. Abdilkadir et-Temimi, Tabakatu’s-Seniyye fi Teracimi’l-Hanefiyye, Daru’r-Rufai, Riyad, 1983, I, 74; Şihabuddin Ahmed İbn Hacer el-Mekki, el-Hayratu’l-Hısan, Daru’l-Erkam, Beyrut, ty., s. 37.
[2] Bkz. İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 41.
[3] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 446.
[4] Ebu Hatim Muhammed b. Hibban, el-Mecruhûn mine’l-Muhaddisin ve’z-Zuafa’i ve’l-Metrukin, Daru’l-Ma’rife, ty., s. III, 63; el-Bağdadi, a.g.e., XV, 446..
[5] et-Temimi, a.g.e., I, 75.
[6] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 448; et-Temimi, a.g.e., I, 75.
[7] Mevali, Mevla kelimesinin çoğuludur. Burada Arap olmayan anlamında kullanılmaktadır.
[8] Muvaffak b. Ahmed el-Mekki, Menakibu Ebî Hanife, (Kerderi’nin Menakibi ile birlikte), Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, 1981, I, 12.
[9] et-Temimi, a.g.e., I, 75.
[10] Muhammed Zahid el-Kevseri, Fıkhu Ehli’l-Irak ve Hadisuhum, (Zeyla’î’nin Nasbu’r-Raye’si ile birlikte), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1996, I, 22.
[11] Kur’an, Hucurat(49): 13.
[12] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 11.
[13] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 10.
[14] Bkz. Kevseri, Te’nibu’l-Hatib, Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, s. 31-32.
[15] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 446.
[16] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 85-6.
[17] el-Bağdadi, a.g.e., XV,
[18] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 482.
[19] Huseyin Saymeri, Ahbaru Ebi Hanife ve Ashabihi, Daru’l-Kutubi’l-Arabi, Beyrut, ty., s. 33.
[20] İbn Hacer, a.g.e., s. 85.
[21] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 85.
[22] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 85.
[23] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 85.
[24] Saymeri, a.g.e., s. 34.
[25] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 87.
[26] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 494.
[27] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 494.
[28] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 493.
[29] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 83.
[30] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 84.
[31] Ebu Davud, Zekat 38, 1669.
[32] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 482.
[33] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 483.
[34] et-Temimi, a.g.e., I, 100.
[35] et-Temimi, a.g.e., I, 100.
[36] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 164.
[37] Ebû Dâvûd, Ramadân, 8-9; Tirmizî, Kur’ân, 11; Nesâî, es-Sünenu’l-Kübrâ, V, 25; İbn Mâce, İkâme, 178.
[38] et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, VI, 51.
[39] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 488; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 215; et-Temimi, a.g.e., I, 101; Konu ile alakalı ayrıntılı bilgi için bkz. Ebu Bekir Sifil, İmam Ebu Hanife ve Kur’an’ın Kısa Sürede Hatmi 1-2-3, Milli Gazate, 29-30-31 Ekim 2005.
[40] Kur’an, Tur(52): 27.
[41] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 488; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 76.
[42] Kur’an, Kamer(54): 46.
[43] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 488; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 76; et-Temimi, a.g.e., I, 102.
[44] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 487; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 75; et-Temimi, a.g.e., I, 100.
[45] ed-Temimi, a.g.e., I, 101.
[46] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s.79.
[47] Muhammed Ebu Zehre, Ebu Hanife Hayatuhu ve Asruhu- Arauhu ve Fıkhuhu, Daru’l-Fikri’l-Arabi, Kahire, 1997, s. 31.
[48] Ebu Zehre, a.g.e., s. 31.
[49] İbnü’l-Esir, el-Kamil, V, 122-130; Ebu Zehre, a.g.e., s. 32.
[50] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 274.
[51] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 276.
[52] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 51, (Dipnot no: 1).
[53] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 151.
[54] Ebu Zehre, a.g.e., s. 40-41.
[55] Ebu Zehre, a.g.e., s. 43.
[56] Ebu Zehre, a.g.e., s. 43.
[57] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 429.
[58] Kerderi, a. g.e., II, 299.
[59] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 433.
[60] et-Temimi, a.g.e., I, 105.
[61] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 442.
[62] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 126.
[63] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 127.
[64] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 127.
[65] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 433-4.
[66] Saymeri, a.g.e., s. 36; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 78.

Kaynak: http://inkisaf.net/sayi-06/ictihadi-sehadetle-taclandiran-muctehid-ebu-hanife.aspx

Tataristan’da “Hanefi Mirası” toplantısı
Tatar müslümanlar Hanefi Mirası başlığıyla ilk defa düzenlenen toplantıda buluştu
Çarşamba, 07 Nisan 2010 16:00


Dünya Bülteni/Haber Merkezi

Tataristan Müslümanları Dini İdaresi tarafından düzenlenen ilk “Hanefi Mirası” toplantısı, Hanefi mezhebine mensup Tatar müslümanların dini konulardaki sorularına cevap aramayı amaçlıyor.

Toplantıda, dini idare başkanı Gusman İshakov’un talimatıyla, aralarında Bulat Mulyakov, Adis Hayrullin, Şevket Ebubekirov gibi isimlerin olduğu, Hanefi fıkhı konusunda bilgi sahibi 16 din adamının yer aldığı özel bir komisyon kuruldu.

Toplantıda konuşma yapan Gusman İshakov, Tataristan Müslümanlarının dördüncü kurultayında Hanefi mezhebine verilen önemi hatırlattı, namaz saatlerinin bölgelerde doğru uygulanmasına dikkat edilmesini talep etti.
dünya bülteni
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Önceki mesajları göster:   
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ŞERİAT Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com