EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Oğuz ATAY

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> EDEBÎYAT
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Ekm 26, 2009 11:34 pm    Mesaj konusu: Oğuz ATAY Alıntıyla Cevap Gönder

Halil Öz
Tutunamayanlar
18 Temmuz 2011



Oğuz Atay, edebiyat eleştirmeni Berna Moran’ın ifadesiyle modern Türk edebiyatının en önemli kilometre taşlarından biri sayılan Tutunamayanlar adlı romanında, roman kahramanı Turgut Özben’in, arkadaşı Selim Işık’ın intiharının nedenlerinin izini sürdüğü süreçte okuyucuyu tutunamayanların gözüyle tutunanların dünyasında bir gezintiye çıkarır.

Düşünen ve sorgulayan insanların simgesi olan selim Işık, tutunanların oluşturduğu sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel düzenin ve karşı düzen kurma hevesinde olanların dünyalarının anlamsızlığına, ikiyüzlülüğüne ve çıkara dayalı ilişkiler bütününe daha fazla dayanamamış ve intihar etmiştir.

Roman boyunca bu düzeni “Küçük Burjuva Düzeni”, düzene tutunanları da “Küçük Burjuva” olarak kodlayan Oğuz Atay, keskin bir mizahi anlatımla bu düzenin paradigmalarını, değer yargılarını ve bu düzene tutunanları yerden yere vurarak onlarla dalgasını geçer. Oğuz Atayın keskin bir mizaha dayalı eleştirel üslubundan resmi ideoloji; asker-sivil bürokrasi, aydın üçlüsünden oluşan yönetici elit ve kanaat önderleri ile muhalif akım ve düşünceler de nasibini alır

Selim Işık’ın geride bıraktığı notlardan hareketle onu tanıyanlarla yaptığı görüşmeler neticesinde arkadaşının intiharının nedenlerini anlamaya ve onu daha yakından tanımaya çalışan Turgut Özben’in bakış açısından, okuyucular olarak bizler de aslında tutunanların dünyasının beş para etmediğini ve tutunmaya değer olmadığını idrak ederiz. Turgut Özben yaptığı görüşmeler sonucunda arkadaşını daha yakından tanımaya ve anlamaya başladıkça bizler de Selim’e yakınlık duymaya ve onunla birlikte tutunmaya değer bir dünyanın özlemini çekmeye başlarız.

Realist roman geleneği tutunamayanların bir bakıma belgeseli gibidir. Stendhal, Kırmızı ve Siyah romanında Julien Sorel karakteriyle tutunamaynların ihtiraslarını; Dostoyevski, Suç ve Ceza’da Raskolnikovla tutunamayanların iç çatışmalarını; Tolstoy, Anna Karerina romanında Annayla, Gustave Flaubert Madam Bovary romanında Emma ile tutunamayanların ahlaki zaaflarını; Halit Ziya da Mai ve Siyah adlı eserinde Ahmet Cemil’in şahsında tutunamayanların hayal kırıklıklarını gözler önüne serer.

Tutunamama realiteye teslim olmama ve bunun doğal sonucu olarak kurulu düzene yabancılaşma halidir. Bu nedenle olsa gerek intihar bir bakıma tutunamayanların ortak kaderi olmuştur. En değerli varlık olan insanı değersizleştiren ve sıradan bir meta durumuna indirgeyen şeytan icadı kurulu düzenlere karşı tutunamayanlar tarafından geliştirilen en anlamlı tepki olmuştur intihar. Toplumsal genetiği tutunamama üzerine kurulu bir milletin tarihsel trajedisinin Selim Işık gibi bireysel trajediler üretmesine şaşmamak gerekiyor bu yüzden.

Binlerce yıldır millet olarak bir tutunamama hali yaşıyoruz. ilk günkü gibi göçebe bedenlerimiz ve ruhlarımız. Binlerce yıldır ne zamana ve coğrafyaya; ne felsefeye ve dine; ne dile, kültüre, sanata; ne de başka bir şeye tutunamıyoruz. Orta Asya’nın bozkırlarından Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan Anadolu’ya sel gibi akmışız. Yetmemiş Viyana kapılarına dayanmışız. Üç kıtada at koşturmuşuz. Sonra Anadolu’ya çekilmişiz. Sonra köyden kente, Doğu’dan Batı’ya göçmüşüz, sonra çalışmak için Almanyalara Fransalara gitmişiz. Orta Asya’nın bozkırlarında başlayan yürüyüşümüz devam ediyor hâlâ. Göçebelikten yerleşik düzene tam olarak geçemiyoruz bir türlü ve tutunamadığımız coğrafyalarda bir oraya bir buraya savrulup duruyoruz.

Fiziksel anlamda bir coğrafyaya tutunamayışımız beraberinde düşünsel ve ruhsal savrulmayı da getiriyor. Şamanizm’den Budizm’e, Budizm’den İslamiyet’e varan bir inanç yolculuğu; tam anlamıyla yerleşik düzene geçememenin doğal bir sonucu olarak özgün bir felsefi ekol, kültür, sanat ve edebiyat oluşturamama; Orta Asya’dan Batı’ya doğru yürüyüşümüzde geçtiğimiz güzergâhlardaki mukim ve kadim kültürlerin büyüsüne kapılma, önce Fars sonra da Arap kültürüne hayranlık duyma; Farsça ve Arapçayı Türkçenin yerine bilim ve sanat dili olarak tercih etme fiziksel ve zihinsel tutunamayışımızın göstergeleri olarak karşımıza çıkıyor hep.

Daha bitmedi Selim Bey, savruluşumuz devam ediyor. Son iki yüz yıldır modernleşme ve Batılılaşma adı altında son bin yıllık süreçte meydana getirdiğimiz kültür ve medeniyet unsurlarımızı inkâr etmek ya da değiştirmekle meşgulüz. Fars ve Arap kültürü hayranlığı, yerini son iki yüz yılda Fransız, Alman, İngiliz, Amerikan hayranlığına bırakmış durumda. Dilimiz, edebiyatımız, sanatımız kısacası kültürümüz artık Batıdan esen rüzgârlara göre şekillenmekte. Kısacası gelgitlerimiz, savruluşlarımız ve yeniden tutunma çabalarımız devam etmekte. Her tutunma çabamız yeni bir trajedi doğurmakta. Trajedilerimiz acılar, yıkımlar ve kaybedişlerle beslenmekte. Bu anlamda aslında tutunanların tutunma çabası da topyekûn millet olarak zamana, mekâna, felsefeye, sanata tutunamamanın içimizde yarattığı ontolojik sızıyı bastırma girişimi olarak anlam kazanmakta.

Zamana ve mekâna tutunamayışımızın yarattığı sorunları farklı bir yeteneğimizle aşmayı başardık aslında Selim Bey. Yerleşik düzenlerin oluşturduğu kültür ve medeniyet unsurlarını kendi milli kalıbımızda eriterek bize has bir terkibe ulaşmak millet olarak en büyük becerimizdi belki de. Selçuklu; Orta Asya, İran ve İslam kültür ve medeniyetinin bir terkibi iken, Osmanlı da Selçuklu tecrübesiyle Bizans’ın terkibi olarak hayat bulmuştur. Çevreyi etkileyecek ve çekim gücünün içine alacak kadim medeniyetler oluşturamasak da kadim kültür ve medeniyetlerin terkibinden bize has bir dünya yaratarak coğrafyamıza bin yıllık süre zarfında tutunmaya çalışmış olmak ve sonra yeniden fiziksel ve zihinsel bir savruluşa ve tutunamama durumuna duçar olmak bizim trajedimizdi.

1920’lerin millet iradesine dayanan cumhuriyet anlayışından tekrar İngiliz Tanzimatçılığına evrilen Cumhuriyetle birlikte bizi köklerimizden koparmaya çalışanlara karşı verdiğimiz tutunma mücadelesinden bahsetmeye bilmem gerek var mı Selim Bey? Bizi köksüzleştirmek ve savurmak isteyenlere karşı bazen asr-ı saadet sevdası, bazen sosyalizm davası, bazen sağcılık ve solculukla tutunmaya çalışmamız, tutunma çabalarımızın tutunanlara benzeme garabetiyle sürekli sekteye uğramış. Tutunanlara öykünüp tutunmaya çalıştıkça onlara benzemişiz, onları taklit etmişiz ve tersinden yeni düzenler kurma sevdasına düşmüşüz. İyisi mi Selim Bey, bizler biz olarak bir tutunma çabası içinde olmadan ve tutunma hevesiyle psikolojik ve sosyolojik bir mutasyona uğramadan yürümeye devam edelim.

Bu büyük fotoğraf içinde senin bireysel tecrüben küçük bir ayrıntı gibi görünse de fotoğrafın bütününü tam olarak görebilme adına önemli ipuçları sunmakta bizlere aslında

Senin yazdığın şiirleri şerh eden ve senin entelektüel kişiliğinin bir yansıması olarak kurgulanmış bir kişilik olan Süleyman Kargı senin şahsında tutunamayanlar için bak neler söylüyor. Biraz uzun olsa da olduğu gibi alıntılamadan edemeyeceğim.

“Selimin içgüdüleri iyi gelişmemişti. Çıkarını pek bilmezdi. Oysa… Çıkarlarını düşünemeyenler unutulacaklardır. Her olayda bir kenara çekilenler gerçekten de bir kenarda kalacaklardır. Yaptıkları işlerin gizli kalmasını isteyenler bunda başarıya ulaşacaklardır. Kimse, onların varlığıyla tedirgin olmayacaktır. Bir gün öldükleri zaman, arkalarında küçük bir iz, bir anı, bir gözyaşı, bir eser bırakmadan yok olacaklardır. Gazetedeki ölüm ilanı bile, yedinci sayfada bir kenarda kalacak kimsenin gözüne çarpmayacaktır. Hayattan çıkarı olmayanların, ölümden de çıkarı olmayacaktır. Ölüm bile onların adlarını duyurmaya yetmeyecektir. Herkesin mezarında güller ve menekşeler büyürken, onların mezarlarını otlar bürüyecektir. Mezarları bir kenarda kalmasa bile, büyük ve muhteşem anıtların arasına sıkışıp kaybolacaktır. Cennetteki muhallebicide de garson onlarla ilgilenmeyecektir. Ağız tadıyla bir keşkül yiyemeden masadan kalkacaklardır. Gene de garsona bir bahşiş bırakmak zorunda kalacaklardır. Hayattan çıkarı olmayanların hayatı, çıkmaza sürüklenecektir. Kendini beğenmişliğin cezasını daha bu dünyadan çekmeye başlayacaklardır. Sıkıntılarını kimseyle paylaşmasını bilmedikleri için, yalnız başlarına ıstırap çekeceklerdir. Duygu alışverişinden nasipleri olmayacaktır. Duygusuz, hareketsiz, tatsız bir hayat yaşadıkları sanılacaktır. Istırapları, ne yüzlerindeki çizgilerden, ne de saçlarının beyazlaşmasından anlaşılacaktır. Çektikleri acılarla, yüzlerinin buruşmasına, saçlarının beyazlaşmasına izin verilmeyecektir. Güldükleri zaman sevinçli, ağladıkları zaman kederli oldukları sanılacaktır. Hayattan çıkarları olmadığı da asla kabul edilmeyecektir. Böyle bir yanlışlığa düşülmeyecektir.

Aslında, hayattan çıkarları olduğu ispat edilecektir; çıkarlarını korumak için canları çıktığı halde bunu beceremedikleri için, çıkarları yokmuş da bir şey beklemiyormuşçasınagillerden göründükleri yüzlerine vurulacaktır. Onlar da bu saldırılara karşılık bulamayacaklardır. Kendilerini yokladıkları zaman, bütün ileri sürülenlerin gerçek olduğunu, hayatlarını boş yere harcadıklarını, ne yazık ki artık çok geç kaldıklarını onlar da açık ve seçik olarak göreceklerdir. İşte o anda dahi, delice bir harekette bulunmalarına, anlamsız bir hayatı anlamlı bir şekilde bitirmelerine göz yumulmayacaktır. Kendilerini öldürmeyeceklerdir. Onlara anlatılacaktır ki, böyle bir davranış bütün yaşamlarıyla çelişki içindedir, gerçekle bir ilişkisi yoktur: kendilerini öldürürlerse, onlar hakkında varılan isabetli yargıları çürütmek için gene boş bir çaba göstermiş olurlar. Bu hiçbir şeyi değiştirmez. Onlar, bu rezilliğe katlanarak sürünmeye devam edeceklerdir… “

Selim Kargı ne güzel anlatmış değil mi? Seni, bizi yani tutunamayanları. Sahi bu beş para etmez sefih hayata tutunup da ne yapacağız? Değer mi buna? Küçük burjuvalar gibi küçük burjuva dünyasının küçük çıkarları peşinde mi koşacağız biz de? Bizi biz yapan, eşyaya insan olmanın şerefiyle tepeden bakan kimliğimize ve kişiliğimize ihanet mi edeceğiz?

Hayır! Varsın bunlar çıkarlarını bilmiyor desinler; varsın bizi bir köşede unutsunlar; başarılarımız sahiplenilsin başarısızlıklar bizlere fatura edilsin; varlığımız kimseyi tedirgin etmesin; bir gün öldüğümüz zaman, arkamızdan küçük bir iz, bir anı, bir gözyaşı, bir eser bırakmadan yok olalım; gazetedeki ölüm ilanımız yedinci sayfa da bile yer bulamasın ve kimsenin dikkatini çekmesin; sıkıntılarımızı kimseyle paylaşmadan yalnız başımıza ıstırap çekelim; duygusuz, hareketsiz, tatsız bir hayat yaşadığımız sanılsın; varsın bize ahmak muamelesi yapılsın ama; biz onların beş para etmeyen dünyalarına tutunmadan onlara tepeden bakmaya, onların hayatlarına burun kıvırmaya ve onların dünyalarını küçümsemeye devam edelim.

Son bir şey daha Selim Işık! Tutunamayanlar tutunanların dünyasına bir gün intihar etmenin dışından daha farklı tepkiler gösterebilme becerilerini geliştirebilirlerse, tutunamayanların makûs talihi işte o zaman değişmeye başlayacaktır.
haber10



Peren Birsaygılı
İslamcılar oğuz atay’ı neden sevmedi?

Ben öteden beri romancıları meselesi olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayırmış bu yüzden de elime aldığım her romanı bu insiyakla okumaya başlamışımdır. Sayfalarda ilerleyip, elimde tuttuğum romanın yazarının meselesi olmayanlar sınıfına dahil olduğunu sezdiğim an ise okumayı derhal bırakırım. Zira toplumsal hayata ve insanoğlunun ızdıraplarına ayna tutmayı başaramamış, dolayısıyla içinde bulunduğu çağın vicdanı olmaktan uzak bir takım yazılı metinlerle oyalanmak ziyadesiyle zaman israfı gibi gelir bana. Boşa kürek çektiğim hissini uyandırır, sıkar, bunaltır. Üstelik gereksiz yere gözlerinizi yormuş olmanız da cabası… Bu yüzden bir sayfa dahi fazla okumak artık düpedüz zul gelir.


Meselesi olan romancı ile kurulan ilişki ise bambaşkadır. Bu kez kaybolursunuz sayfalar arasında. Saatler birbirini kovalar. Yazar bazen hiç farkında olmadığınız bir noktaya dikkat çekerek sarsar sizi. Bazen ise zaten bir süredir zihninizde evirip çevirmekte olduğunuz düşünceleri kulağınıza fısıldayarak hayretler içerisinde kalmanıza neden olur. Aklınızın içinde türlü görüntüler, her akşam kapınızı çalan can sıkıcı fakat yokluğu da bir türlü tasavvur edilemeyen eski dostlar gibi düşünceler belirlemeye başlar. Her sayfada biraz daha kalabalıklaşır hesaplaşmak zorunda olduğunuz suretler. Biraz daha artar artık bir parçası olduğunuz o serüvenin çekim alanı. Ve böylece kapılıp gitmiş, siz de ortak olmuşsunuzdur yazarın arayışına.

Yazarımızın ise izini sürdüğü tek bir şey vardır aslında; İnsan…

Evet Tehlikeli Oyunlar’da "Nihayet insanlık da öldü. Haber aldığımıza göre, uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık, dün hayata gözlerini yummuştur. Şaşılacak olansa, insanlıktan payı olanların onun ölümünü nasıl seyrettikleri, ölümüne nasıl katlandıkları; dahası, insanlığın ölümü'nü hızlandıran, ondan nasibini alanların, paylarını almayanlar kadar cesur olmayışlarıdır; gidişatı görüp işine daha fazla sarılmak yerine ümitlerini kaybedip köşelerine çekilmeleridir.” diye haykıran Oğuz Atay’dan bahsedeceğim.


Cemil Meriç'in ifadesiyle “Hastalıklı, çılgın sevgilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit olan sağ ve sol kavramlarını 'ti'ye almakla kalmayıp, kavramlara takılmanın çok ötesi ve üstüne çıkarak sadece insanî değerlerin oluşturduğu bir atmosferin hikayesini yazmış” olan Oğuz Atay’ı anlatmaya çalışacağım.

Ancak vurgulamak istediğim böyle bir adamın varlığının Türk edebiyatı için ne büyük bir kazanç olduğu falan değil. Uzun uzun Oğuz Atay’ın sahip olduğu eşsiz edebi dehadan bahsetmek niyetinde de değilim. Zira “Tutunamayanlar” hiç süphesiz Türk Edebiyatı’nın en büyük başyapıtları arasındadır. Bireyin her şeyden önce kendiyle savaşmasını hayati bir sorun olarak masaya yatıran “Tehlikeli Oyunlar”, unutulmaz kahramanı “Hikmet Benol” üzerinden, kişinin önce kendini alt etmeden toplumsal eylemlere soyunamayacağını böylesine detaylı anlatan nadir eserlerdendir. Peki ya bir insan sevdiği bir hikayeyi belli aralıklarla en fazla kaç defa okuyabilir ki? Beş defa, bilemediniz on defa… Aynı hikaye hiç kırk küsur kere okunur mu? “Demiryolu Hikayecileri” okunur. Hatta kimse bu hikayenin adeta bir Dostoyevski ustalığı ile yazıldığını inkar edemez. Ya da hiç kimse aynı kitapta yer alan “Beyaz Mantolu Adam”ın okuyucu üzerinde tıpkı Gogol’un “Palto”sundaki kadar şiddetli bir tesir bıraktığını görmezden gelemez.

Velhasıl Oğuz Atay okumadan Türk Edebiyatı’ndan söz etmek çok büyük bir gaflet olur.

İşte bu yüzden “Türkiye İslamcılığı Oğuz Atay’ı neden sevmedi?” sorusunun cevabını arıyorum.

1960’lı yıllardan itibaren dünyada yaşanmaya başlayan değişimi ilk fark eden ve fark etmekle kalmayıp bu değişiminin Türkiye üzerindeki etkilerini en iyi analiz eden Oğuz Atay, neden Türkiye İslamcılığı tarafından daima görmezden gelindi, küçümsendi veyahut yabancılaştırıldı, işte bunu merak ediyorum.

Eğer edebiyatının en önemli vasıflarından birisinin, içinde bulunulan sosyal ve siyasal zemini ayrıntılarıyla tasvir etmek olduğu konusunda hemfikir isek, Oğuz Atay’ın yazdığı her satırın ne ciddi bir belge niteliği taşıdığını neden kavrayamadılar, bunu anlamaya çalışıyorum.

Ve iki tür cevap beliriyor zihnimde.

Bunlardan ilki; Roman kültürleri maalesef beşinci sınıf hidayet romanlarıyla sınırlı kalmış ’80 sonrası Türkiye İslamcılığının, Oğuz Atay’ın adeta Nietzschevari bir ironiyle ete kemiğe büründürdüğü kahramanlarını çözümlemeye yanaşmayacak kadar tembel oluşuydu.

Zira kötü kitaplar insanı düşünce tembelliğine alıştırır.

İşte bu yüzden, öncesinde rezil bir hayat süren adamların-kadınların, gayet yavan bir dille kaleme alınmış o hidayet öykülerini anlatan kitaplarla oyalanmak, gerçek edebiyatından lezzetinden yoksun bir tembelliğe alıştırmıştı onları da.

Bir yazarın, tıpkı Maksim Gorki gibi kendi ideolojisi çerçevesinde yazmak istemesi gayet doğaldı, bu yüzden Müslüman kimliğini ön planda tutan yazar-çizerler de dinleri çerçevesinde eser üretmek isteyebilirlerdi pekala. Ancak bunların belirli bir estetiğe ve zeka pırıltısına sahip olmasının gerekliliğe de asla göz ardı edilmemeliydi.

Oysa bu göz ardı edildi ve temel tezi modernleşme sürecinin Türkiye’yi içine sürüklediği ahlaki çöküş olan bu berbat kitapların yazarları sırf mahalleden oldukları için baş tacı edilirken, Oğuz Atay görmezden gelindi. Ufuklar daraltıldı, zihinler tembelleştirildi, insanlar derya içinde deryadan habersiz balıklar gibi aynı bayatlamış

öykülerin içine hapsedildi ve bütünün önüne kalın bir perde çekildi.

İşte bu yüzden “Nasıl ezberlenir Allah’ım Arapça dua eden insanın kemiklerinin Latince isimleri” diye hayıflanan Selim Işık’ın bu sözlerindeki müthiş ironiyi göremediler. Oysa Selim Işık, İslamcılığın sürekli karşı tezler oluşturmaya çalıştığı modernitenin, insan üzerinde meydana getirdiği kalın ve ince tüm kırılmalarının yansıması olan bir karakterdi. Demek ki; “İslam moderniteyle bağdaşır mı?” sorusuna cevap aramaktan canları çıkan kesimler, kendilerini gerçek edebiyatın lezzetine bırakmalı, yeni yetişen nesillere de bunu işaret etmeli ve ara sıra Oğuz Atay’a da kulak vermeliydiler. Zira "Bir silgi gibi tükendim ben. Başkalarının yaptıklarını silmeye çalıştım; mürekkeple yazmışlar oysa. Ben kurşun kalem silgisiydim, azaldığımla kaldım." gibi yüzlerce ifadede tezahür bulmuştu bu kırılmalar. Ancak okurken insanın içini acıtan bu cümlelerin sahibini tanıyamadılar maalesef.

İkincisi ise ve biraz daha okumuş yazmış olan kesimlerin gerekçesi ise; Oğuz Atay’ın romanlarında-öykülerinde ön plana çıkan intihar-ölüm temasına karşı oluşları ve bu yüzden de yazarı “arabesk” olarak nitelendirişleri idi.

Oysa, Oğuz Atay’ın roman ve öykülerinde anlatılanlar, intiharın eşiğine gelmiş insanların hezeyanlarından ibaret değildi. O büyük bir isyan edebiyatçısıydı. İntiharı da asla bir çözüm olarak sunmuyordu. Bunun böyle olduğunu iddia etmek, Oğuz Atay’ı hiç ama hiç anlayamamış olmaya işaret ediyordu sadece. Zira kahramanları, psikolojik anlamda çaresizliğe düşmüş, güçsüzlüklerini intihara yönelik eyleme geçirmiş kimseleri falan değil çok daha fazlasını ifade ediyorlardı ve her şeyden önce hikayesi olan bir sürecin kahramanlarıydılar.

Hikayeler ise, Doğu-Batı ikileminde tercihini Batı’dan yana yapan resmi ideolojinin yarattığı sosyal trajedinin kahramanları etrafında dönüyordu. Tıpkı çok sevdiği Tanpınar’ın Doğu’yla Batı arasında binamaz kalmış kahramanları gibi, modernleşme ve gelenek arasında sıkışmış insanların öyküsünü yazmıştı Oğuz Atay da.

Beceriksiz bir oyuncu gibi sağa sola yalpalayan, tutunamayanların trajedisini kaleme almıştı.

Yalnızlık, sessizlik ve anlaşılamamak… Bunlar tıpkı yarattığı kahramanlar gibi, onun da trajedisiydi aslında…

Zira hayatının son günlerinde günlüğüne "Kimseye söyleyemeden, içimde kaldı, kayboldu dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız."diye yazdıktan sonra, “Sonumuz hayırlı değil herhalde onun gibi” demiş ve kendini Tutunamayanlar’ın o unutulmaz kahramanı Selim Işık’a benzetmişti.

Uzun sözün kısası bu dünyadan beyaz mantolu bir adam gelip geçti işte.

Türk edebiyatının yetiştirdiği en büyük yazarlardan olan Oğuz Atay, son günlerinde dahi devam eden terk edilmiş acısı ile “Ben buradayım ey okur! Ya sen nerdesin?” diye sorarak veda etti hayata. En büyük projesi olan “Türkiye’nin Ruhu” nu yazmaya ömrü yetmedi maalesef.

Ve Türkiye siyasal, kültürel ve sosyal tarihinin geçirdiği evreleri, kavganın gürültünün en yoğun olduğu dönemlerde dahi tüm ideolojik önyargılardan uzak, tamamen insani bir bakış açısı ile ele almaya başarmış olan Oğuz Atay hakkında yapılacak en ufak bir değerlendirme ya da gösterilecek en ufak tecessüs dahi bir hakkın teslimi anlamına gelecek iken, Türkiye İslamcılığı Oğuz Atay’ın hakkını hala teslim etmedi.

İşte bu yüzden bugün İslamcı camia, senelerdir görmezden geldiği, önemsemediği, küçümsediği ve yabancılaştırdığı bu adama özür borçlu.

Adeta insan zekasına hakaret bazı kitapları İslami roman diye millete okuturken, Oğuz Atay adını unutturdukları için çok büyük bir özür borçlular hem de…

perenbirsaygili@gmail.com
haber10

Oğuz Atay/Tutunamayanlar'dan

Herkes geçer diyor, geçer mi Olric?
Herkes ne bilir acımı.
Herkes ne bilsin acımızı.
Yaşar gibi yapmaktan, özlemez gibi yapmaktan, iyiymiş gibi yapmaktan, nefes alıp onu içimde tutmaktan, o nefeste bogulmaktan sıkıldım.
Ki nefessizlikten değil nefesten boğulmaktır marifetimiz Olric.
- evet efendimiz.
- Bana katıldığını bilmek güzel. arada ses vermen güzel. içimin sesi de olmasa ölürüm yalnızlıktan.

Ekleyen: Felsefe Kulübü

"Cam kırıkları gibidir bazen kelimeler, ağzına dolar insanın. Sussan; acıtır, konuşsan; kanatır."
Oğuz Atay

"Gel seninle bir daha ağlayalım ;
yaşanmışlara, yaşanmamışlara bir de hiç yaşanmayacaklara .."
Oğuz Atay
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> EDEBÎYAT Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com