EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Türkler

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA TARİHİ
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Eyl 02, 2009 12:17 am    Mesaj konusu: Türkler Alıntıyla Cevap Gönder

TÜRKLER, COĞRAFYA VE ANAYURTLAR / Dursun YILDIRIM (*)




ÖZET
Bu yazıda tarih boyunca üç kıta üzerinde mevcut olup gittikleri coğrafyaları vatanlaştıran ve dünyaya düzen veren Türklerin bugün içinde bulunduğu kaos durumu ve yakalandıkları bilinç tutulması sorgulanmaktadır. Dünü bilmeyenler, bugünü anlayamaz ve inşa edemez; yarını ise, asla hazırlayamaz gerçeğinden hareketle bütün güçlüklere ve olumsuzluklara rağmen Türklerin külleri içinde sakladığı kordan bir gün yeniden dirilerek yeryüzündeki varlıklarını sürdürüp tarihî yolcuklarını devam ettireceklerine dair olan inanç ise korunmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Türk, coğrafya, ana yurt,
Asya, Türkistan.
TURKS, GEOGRAPHY AND HOMELANDS
ABSTRACT
In this article it has been investigated of the chaos and the blackout situation which the Turks experience today, who have existed on three continents during history and nationalized the geographies where
they settled and brought regulation to the world. Ones who do not know yesterday could not understand and construct today, and can never be
prepared for tomorrow, therefore, up to the idea, the faith lies deep inside that the Turks would rise out of the ember hidden by the ashes, carry on their existence in


I.Türkler

Dünya üzerinde mevcut iki türlü insan topluluğu vardır:

1) kadim < tarih öncesi, yâni milâd öncesi tarih > zamanlardan beri var
olup tarihin ezelden itibaren biçimlendirdiği toplumlar;

2) yeni zamanların < tarihî zamanlar burada bahis konusu > biçimlendirip
ortaya çıkardığı toplumlar gibi. Tarihin başlangıcından günümüze
erişinceye kadar, ‘dünya medeniyeti’ diye tanımlanan olağanüstü
birikim, bu toplumların yaratılarının toplamından ibaret olan şeydir.
Bu birikimin ortaya çıkmasında, yaşam tarzlarına, yetenek ve
kapasitelerine bağlı yaratıcılıklarına ve üreticiliklerine göre, belirtilen biçimde tarih içinde vücud bulmuş her bir toplumun bir payı vardır.
Fakat bu payın niteliği, niceliği ve medeniyet sürecine etkinliği
birbirine eşit değildir ve eşit olması da, içinde bulundukları ve sahip
oldukları özellikler ve şartlar nedeniyle beklenemez.
Payların nitelik, nicelik ve etkinlik açısından çeşitlilik göstermesi, hem insan tabiatına < yaratılıştan bağışlanmış bireysel özelliklerin farklılığı nedeniyle > ve hem de toplumun başlangıçtan itibaren kendini gösteren biçimlenme tarzına < yaşam tarzı ve örgütlenme modeli çeşitliliği bakımından > aykırı bir durum ortaya çıkarmaz. Her bir toplumun tarih içindeki yürüyüşü, medeniyete ve dünya düzenine katkısı sahip bulundukları şartlar, yaradılıştan getirdikleri kapasite ve yetenekler ile, bunların vücud verdiği
yaratıcılıkların kazandırdığı etkinlik ile yakından ilişkili ve sınırlıdır.
Atın bilinmediği toplumlarda ‘hareket’ alanı ve etkinlik sınırlıdır.
Denizin olmadığı yerde gemi teknolojisi bir ihtiyaç olarak doğup
gelişmez. Atı kullanan toplumların açısından güneşin doğduğu ve
battığı yerlerin mesafesi yere bağlı yaşayan toplumların kendileri için belirlediği mesafelerden farklıdır ve bu farkı yaratan her birinin sahip olduğu yaşam tarzıdır.

Kadim zamanlarda vücud bulan toplumların önemli bir bölümü kendi zamanlarında cereyan eden mücadeleler içinde; önemli bir bölümü ise, yeni zamanlarda < Maya, Aztek, İnka medeniyetleri ve bunların soykırıma uğratılarak yaratıcıları yok edilen toplumlar > Avrupalı istilâcılar eliyle tarih sahnesinden ayrılıp gitmişlerdir.

Fakat, bu kadim zaman toplumlarının, dünya medeniyeti inşacılarının ve Türkler, Coğrafya ve düzen kurucularının bir kısmı şu veya bu neden ile tarih sahnesinden çekilmiş ise de, bir kısmı da ezelden beri sahip oldukları toplum varlıklarını koruyup geliştirerek yollarına, tarih içindeki yürüyüşlerine devam etmektedir. Türkler, kadim ve yeni zamanlarda vücud bulan toplumlar arasında birinci grupta yer alır.

Türkler, yeryüzünde, her türlü yaşam tarzını denemiş ve
bunların içinde varlığını muvaffakiyet ile koruyarak yürüyüşünü
sürdüren kadim milletlerden biridir. Bunu yaparken daima içinde
bulundukları şartları, imkân ve kabiliyetleri gözettikleri, yapılanmaları ve dönüşümleri temel çatıyı tahrip etmeyecek, mefluç duruma sokmayacak bir biçimde yaptıkları anlaşılıyor. Kadim zamanlardan itibaren maceralarına bakıldığında, dünyaya ve insana bakışlarının değişmediği ama geliştiği gözlenir. Bir başka temel özellikleri, yeni zamanlar da dahil, ezelden beri dünya düzenini inşa ettiklerinin, toplumların bugüne gelip çıkmasında önemli ölçüde koruyuculuk görevi yüklenmiş olduklarının farkındadırlar ve bugün, yetersiz yönetim yapılarına, yeterli ve gerekli düzeyde ergin ve bilinçli kadrolara sahip olamayışın ezikliği içindedirler.

Zamanın hükûmranları ve onların kâhyaları, toplumda
yarattıkları eziklik psikolojisinin 1820’lerden itibaren giderek
derinleşmesine özel bir çaba sarf etmişlerdir. Türkler, bu yüzden sahip oldukları Önavrasya Türk imparatorluğu topraklarını yitirmişlerse de, bundan yeni bir cumhuriyet yaratmayı da becermişlerdir. Bugün bu cumhuriyet toprakları bir takım hükûmran ve kâhyalar eliyle yeniden biçimlendirilmek isteniyor veya böyle bir görüntüde takdim ediliyor, görünüyor veya göstertiliyor, bilemiyorum. Tarih, bütün bu olup bitene belgeler ışığında baktığında yeterli ve gerekli doğrulukta tasvirini yapacaktır. Her kaos hâli, aynı zamanda, yeni bir doğum hâli olabilir.

Ben bu süreçlerde Türklerin, işleyen/akan suyun bir gün taşı
deleceği sabrı içinde hareket ettiğini, harekete hız kazandıracak ve
yeniden eski işlevine kendini döndürecek tedbirleri aldığını
düşünüyorum, yahut öyle olmasını umuyorum. Biliyorum, belki bu
‘ummak’ eyleminin burada olmaması icap eder; ama, şu sıralar
herkeste bir çok şeyin yanlış gittiği konusunda bir izlenimi varmış gibi görünüyor. Aynı zamanda, tamiri oldukça zor şeylerin rahneler açarak toplum içine salındığını görüyorum. Tarihin böyle bir sürecine tanıklık edince, ‘ummak’ fiilini bu yazıda neden söylediğimi tam olarak ifade edemiyorum. Belki, bu söz ile gelecektekilere, pek çokları gibi, olanları yaşıyorum ve olacakları görüyorum ve elimdeki güç bundan ibaret demek istemiş olabilirim. Bundan da tam emin değilim.

Her ne ise, bu sözü uzatmadan konuya geri dönmek daha doğru
olacaktır, diye düşünüyorum.

Türkler, eski dünya diye tanımlanan üç kıta üzerinde mevcut
olmuşlar ve bu büyük coğrafya üzerinde yurt kurup yaşamışlardır ve bugün de bu hayatlarını, zamanın tüm olumsuz şartlarına rağmen,
devam ettirmektedirler. Merkezi Avrasya ile Önavrasya toprakları
Türklerin hükûmran olduğu tarihî coğrafyanın en önemli kısmını
oluşturur. Bu coğrafyaya Afro-Önavrasya toprakları da yeni zamanlar içinde dahil olmuştur. Türkler, bu geniş tarihî coğrafya üzerinde eski dünya düzenini kuran, toplumların hayatını tanzim eden, dünya barışını tesis edip bunu yürütmekle kendini yükümlü kılan bir medeniyete sahiptir. Türklerin hükûmran olduğu bu geniş tarihî coğrafya üzerinde bazen tek bir yönetimde, bazen de ayrı ayrı
yönetimler hâlinde yaşadığı gözlenir.

Kadim zamanlarda Türklerin komşuları olan kadim milletler,
batıda Makedonlar, Grekler ve Önasya kavimleri; güneyde Ahamenid İran’ı, Hintliler ve Afganlar vardır. Doğu ve güneydoğu komşuları Koreliler ile Çinlilerdir. Merkezi Avrasya coğrafyasının kuzey sınırlarını doğudan batıya uzanan ve Baltık denizi ile buluşan insansız ‘tundra’ kuşağı ve bataklıklar oluşturur.

Türklerin tarihi, bu komşuları yanı sıra, Sümer/Sumer/Şumar
adıyla bilinen kadim medeniyet ile ilişkileri olduğunu biliyoruz.
Ayrıca, Türklerin, komşuları gelip çağırdığında, onlara yardım ettiği
ve bozulan toplum ve devlet düzenlerini yeniden inşa edip idarelerine teslim ettiğine dair tarihi kayıtlar bugün elimizde vardır. Bu konudaki kayıtların bir kısmı kadim kaynaklardan Süryanî Mikâil tarafından toplanmıştır. Bunlardan bir kısmı dilimize tercüme edilmiş olup muhtelif yazılarımda da onlardan söz edilmiştir.

Dünü bilmeyenler, bugünü anlayamaz ve inşa edemez;
yarını ise, asla hazırlayamaz. Bu durum ise, toplumlara ve devletlere
cehalet hâkim olduğu zaman ortaya çıkar. Şüphesiz, cehaletin hâkim ve hükûmran olduğu bu toplumlarda insanlar, sadece kendi
cehennemlerini değil, aynı zamanda gelecek kuşakların da
cehennemini yaratmak ile uğraşırlar. Cehaletin cehenneme
dönüştürdüğü bir devlet yapıları ise, milletlerini uzun bir süre bu
cehennemde yakar kavurur. Toplumlar böyle süreçlere iradelerini
yitirirken düşerler. Tarih, toplumlara ibret olsun diye bilgeliğin ve
cehaletin yaratılarını birlikte geleceğe taşır.

Türkler, bugün yeryüzünde birbirinden kopuk, dağınık ve aralarında mevcut tarihî ve organik bağlar tahrip olmuş bir biçimde yaşamaktadır. Bilgisizlik, sığlık, başkalaşmışlık, kendine ve kendinden başkalarının ağzı ile söz etmelik akımları toplum hayatında bugün, etkinliğini bilim ve kelâm mertebesinde sürdürmektedir. Türkler, dünya üzerinde, karşılaştıkları tüm bu güçlüklere, idareci ve münevver fıkdanına rağmen, Tanrı’nın bir mucizesi olarak yeryüzünde var olmayı sürdürmekte ve kesintisiz bir biçimde tarihî yoluna devam etmektedir. Külleri içinde sakladığı kor’dan bir gün yeniden dirilip eski işlevine geri dönebilir. Türklerin bu rüyasının gerçek olup olmayacağını elbette tanıklarına zaman gösterecektir. Akla ziyan işler yerine bilimi, teknolojiyi; cep ve mide yerine milleti ve devleti; yiyip içip eğlenmek yerine geçmişi ve geleceği için yaşayan ve yaşatan kuşaklar tarih sahnesine çıkıp şimdinin yerini alınca bu rüya neden gerçek olmasın ki?

II. Coğrafya ve Türklerin Anayurtları

İnsanlar, aynı güneş, ay ve yıldızlar altında bulunsalar da,
yaşadıkları yerler itibariyle birbirinden farklı tabiat ortamları içinde
bulunurlar. Tarihi oluşumlarını, gelişimlerini ve tarih içindeki
yürüyüşlerini hep bu tabiat ortamı biçimlendirir. Eski dünya dediğimiz üç kıta üzerinde yer alan toplumlara ve onların yarattığı medeniyetlere baktığımızda bunların iki büyük alanda vücûd bulduğunu görürüz. Bunlardan biri Akdeniz-Hint Denizi havzaları etrafında ortaya çıkan yerleşik, toprağa ve denize bağımlı yürüyen devletlerin medeniyetleridir.

İkinci medeniyet alanı ise, Avrasya denen, Büyük
Okyanusya’dan Atlas kıyıları arasında yer bulan geniş yeryüzü
parçasıdır. Karpatlar, Kafkaslar, Hazar, Kopet Dağları, Himalaya
silsilesi ile Çin’e varan bu alanın güney sınırlarını belirler. Batıdaki
ucu Kara Ormanlar ve Baltık kıyıları ile nihayetlenir. Doğu ucunda
Ordos yaylaları, Sarı Irmak’ın dirseği üstü ve yüksek dağlar vardır.
Kuzeyini doğudan batıya uzanan tundra kuşağı çizer. Bu geniş alan
üzerinde Türkler, güneşin doğduğu yerden güneşin battığı yere kadar, yâni bu hat üzerinde at ile ulaşılabilecek her yerde Türkler kendi medeniyetlerini yaratıp kurmuşlardır. Sibirya kuşağı yerler, Türkistan < iç ve dış Moğolistan, bugünkü kuzey İran, kuzey Afganistan, Çin’de kalan Hami, Hoten, Kaşgar, Urumçi ve tüm Doğu Türkistan >, Karadeniz’in kuzey kıyıları ve düzlükleri, Kara Ormanlar’a kadar Orta Avrupa, Balkanların bir kısmı bu alanın içinde yer alır.

Türkler, yukarıda belirlenen coğrafyanın üzerinde uzun yüz
yıllar hâkimiyet tesis etmiş ve medeniyetini buralarda hâkim kılarak, dağınık yaşayan insanların toplumlaşma süreçlerine önemli katkılar sağlamış, onları düzene koyup örgütlemiştir. Günümüz toplumlarının önemli bir bölümü Avrasya’nın Avrupa kısmında böyle bir süreç geçirmiştir. Bunların önemli bir bölümü bugünkü hüviyetlerini Türk kavimleri ile olan karışımdan ortaya çıkarmışlardır. Pek çoğunun dili, bu yüzden ‘kırma’ bir mahiyettedir. Din etkisi ve Türklerin çoğun içinde yeni bir karışım yaratma yetenekleri nedeniyle bu süreçler pek çok zaman tabii olarak yaşanmış ve tarih içinde tamamlanmıştır. Bu
gerçeği yeterince bildiğimiz, gerekli ve yeterli doğrulukta
öğrendiğimiz veya böyle bir bilincimiz veya ihtiyacımız olduğu da
söylenemez. Ana aygıtın ihtiyacı yok ise, böyle bir ihtiyaç bilinci
oluşmamış ve tedbir alacak yeteneği ve kapasitesi ortadan kalkmış ise, belki aklı başa devşirme açısından bir sarsıcı onu yeniden ana
işlevlerine geri döndürebilir, diye düşünüyorum. Travma geçirmeye
mahkûm bırakılmış toplumlarda ve onların aygıtlarında kendine dönüş hareketlerine tarihin tanıklığı vardır. Belki bugün kimi toplumlar için bugün bilinmeyenler, o zamanlar geri döndüğünde aranıp bilinir duruma getirilir.

Burada, peki bunlar bugün neden bilinmiyor, sorusu
sorulabilir. Bu sorunun kısa yanıtı, aryanist teorinin günümüz bilim
dünyasında henüz sosyal ve beşeri bilimler üzerindeki etkisini
yitirmediği ve bu bilimlerin politik ve stratejik tabiatlarını muhafaza
ettiği biçiminde verilebilir. Bu alanları çalışacak donanımlı bilim
adamı sahibi olamamak ve alanlar üzerine uzman çalıştıramamak
elbette başkalarının kusurudur, denemez. Tarih ve medeniyetini henüz başkalarının çalışmaları ile öğrenme düzeyini aşamamış toplumlarda, buna ihtiyaç duyan bir bilinç oluşamamış ise, orada bir ‘aygıt’ sorunu olduğu gerçeği dışında başka bir sorun olduğu düşünülemez.

Toplumların tarihi yeryüzünde bugün ‘saldım çayıra Mevlâm kayıra’ mantığı ile yürümüyor. Aklın, yaratıcılığın ve gücün doğru yerde, doğru zamanda ve doğru bilgelik içinde kullanımı toplumların kendi geleceğini belirleyici en büyük yöneticidir. Bunlara sahip olanlar ve olmaya devam edenler, tarihi yürüyüşlerini yeryüzünde devam ettireceklerdir.

Üç kıtadan oluşan eski dünya üzerinde Türklerin anayurt
kurduğu, yaşadığı, hâkimiyet tesis ettiği ve yaşamadığı alanları
‘Avrasya’ terimini ölçüt alıp birkaç yazımda tanımlayarak adlamıştım.

Bunları bir kez daha burada belirtmek istiyorum. Çünki, aryanist teori yanlılarının izlediği politik ve stratejik bilimsel <!> tarih teorileri, uydurma arkeolojik ve filolojik açıklamalar ve bilimsellik kisvesine büründürülüp tedavüle sürülmüş yaklaşımlar çerçevesinde ileri sürülen görüşler ile Türklerin anayurdu ‘Uzak Asya’ üzerine
yerleştirilmeye çalışılıyordu. Uzak Asya, esasında Türklerin tarihi
yurtlarının sınırları ile deniz arasında kalan toprakları anlatır.
Türklerden Sakhaların bir bölümü, Kore, Mançu, Tunguz kavimleri ve güneydoğuda yer alan Çin halkının tamamına yakını Uzak Asya kültür plânında müşterekliklerimiz azımsanamaz bir boyuttadır.

Ancak, bu gerçeklikler, Slavcılık nedeniyle örtülmekte ve kendine
öteki yaratarak yaşamak tercih edilmektedir.

Dünya üzerinde yaşadığı ve var olduğu coğrafya dışına,
başka bir coğrafyaya geçerek orada kendine yeni anayurt kurma ve
bunu sürekli hale getirme kapasite ve yeteneğine sahip iki ulusa tarih tanık olmuştur. Bunlardan ilki kadim zamanlardan beri tarih
sahnesinde var olan Türklerdir. İkincisi, yeni zamanlar içinde ulus
kimliği kazanmış olan Anglo-Saxon kavimleridir. Tabii, burada
vurguladığım İngiliz devletler topluluğu ülkeler değil, Avusturalya,
Yeni Zelanda, Kanada ve Amerika gibi kimlik ve kimliği ile
egemenliklerini tesis ettikleri anayurtları ve devletleri belirtmek
istiyorum.

Önavrasya’ya yeniden dönecek olur isek, Selçuklu
hanedanlığının attığı yeni yurt temellerinin beylikler çağında
kökleştiği ve Osmanlı hanedanlığı döneminde ise, üç kıta üzerinde
dünya düzenini belirleyici bir genişliğe ve güce erişmiştir.
Ve şimdi neredeyiz, diye düşünme sürecine girmiş bir
coğrafyada zorlanıyoruz. Her gün silinen ve her gün kendine ait
olmayanlar ile yenilenen zihinler hiç şüphesiz bir gün düşünmeye
ihtiyaç duymayacak bir coğrafyada yaşamaya alışır ve hiçbir zaman
kim olduğunu sorgulamak, veya nereye doğru akıp gittiğini araştırmak gibi bir sorunu olmaz.

Bâzen manzaralara bakıp yaşlandığımı düşünüyorum ve
kendi kendime, galiba bu tarihi dünden bugüne inşa edip gelecek
nesillere emanet bırakanların arkada bıraktığı Türkler, artık bu
topraklar üzerinde, bu coğrafyalarda bulunmuyor ve herhalde her biri güzel atlara binip bir yana gitmiş diye düşünüyor ve üzülüyorum.

*
Prof. Dr., Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü. dursun2@gmail.com14 Dursun YILDIRIM
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 4/8 Fall 2009
the world and go on their journey throughout the history
despite the whole difficulties and troubles.
Key Words: Turk, geography, motherland, Asia,
Turkestan.

Kaynak: http://www.turkishstudies.net/Makaleler/1502364263_3-yıldırımdursun1812.pdf

Sibirya Türklerinin mitolojisinde Ay, Güneş ve yıldızlar
19 Mart, 09:33



Bugünkü konumuz Sibirya bölgesinde yaşayan Türk halklarının (Tuvalar, Altaylar, Hakaslar, Teleutlar, Yakutlar v.s.) mitolojisinde Ay, Güneş ve yıldızların yeridir.

Türk mitolojisinde güneş, önceleri daha büyük bir öneme sahipti. M.S. 763 de Uygurlar "Mani" mezhebini kabul edince, yavaş yavaş "Ay" da büyük bir önem kazanmaga başlamıştı. Bununla beraber Büyük Hun Devleti zamanında hem güneşe, hem de aya, ayrı ayrı saygı gösterildikten sonra, kurbanlar kesildigini de biliyoruz. "Türklerde güneş doğunun, ay da batının sembolü idiler". Tabiî olarak zaman zaman, bütün bu düşünce düzenleri değişe durmuşlardı. Meselâ, Teleut Türklerine ait bir efsanede, "Ay kuzeyin ve güneş de, güneyin sembolü idiler". Bu yönleme, göğün en üst katında duran "Gök kartalı"nın duruşuna göre yapılmıştı. Söylendiğine göre, "Bu kartalın sol kanadı ayı, sağ kanadı da güneşi örtüyordu". Bu duruma göre kartalın başının doğuya bakması gerekiyordu. Bu duruş da, Türk mitolojisine uygun bir yönleme idi. Yine aynı efsaneye göre ay, karanlıklar ve geceler diyarı olan kuzeyin; güneş de aydınlığın hüküm sürdügü ve gündüzler diyarı olan güneyin sembolü idiler.
Fakat eski Türklerde, "Güneş doğunun sembolü idi". Onlara göre güneiin doğduğu yön, çok önemli idi. Esasen yönlerin söylenişinde kullanılan deyimler de hep güneşle ilgiliydi. Meselâ "Gün batişi" "Gün doğuşu" gibi. Göktürkler, yönlerini tayin ederlerken, yüzlerini doğuya, yani güneşin doğduğu yöne dönerlerdi. Bunun için de doğuya "Ilgerü", yani "İleri" demişlerdi. Oğuz Destanı'nda da, sabaha, tan ağirmasına ve gün çıkmasına büyük bir önem verilmişti. "Bütün hayat, o gün ve güneşle başliyordu. Güneş battıktan sonra ise, her şey duruyordu". Böyle bir anlayiş, atlı Türkler ve savaş düzeninde yaşayan kavimler için, normal görülmelidir. Altay bölgesinde yaşayan Türk Şamanlarının kapıları da, daima doğuya açiliyordu. Halbuki normal olarak Türk halkları, güneş görebilmeleri için, kapılarını güneye açarlardi. Görülüyor ki, dinî ve manevî bir görevi olan Şaman, bu umumî kaideyi bozuyor ve eski din düzenine uyuyordu. Gerek Yakut Türklerinde ve gerekse Altay yaratılış destanlarında, "Cennet ile hayat ağacı da doğu bölgelerinde bulunuyorlardı".
Türklerde genel olarak, "Güneş-Ana" ve "Ay-Baba" deyimleri kullanılıyordu. Bu sebeple bütün masal ve efsanelerde, güneşin dişi ve ayın de erkek olarak rol oynadığını görüyoruz.
Yakut Türkleri, ay ile güneşi iki ayrılmaz kardeş gibi kabul ediyorlardı. Onlara göre "Güneş Tanrısı" (Kün-Toyon) daha önemli idi. Yakut efsanelerinde, "Ay ile güneşin aralarında kavga ettiklerini de görüyoruz. Büyük kahramanlar ve iyi insanlar, genel olarak ay ile güneşin himayesinde idiler. Kötü ruhlar ise onlarla, süresiz olarak savaş halinde idiler. Bu kötü ruhların bazen, güneşi kovalayıp yakaladıkları da oluyordu. Güneş tutulması olayı, böyle kötü ruhların güneşi maglûp edip de, ele geçirdikleri zaman meydana geliyordu. Yakutlar, ay ve güneş bayramını da ilkbaharda yaparlardı".
Altay Türklerine göre, "Büyük Tanrı Ülgen, ay ile güneşe dokunan bir dağda otururdu. Bazi hikayelere göre ise Tanrı Ülgen, ay ile güneşin daha da ötelerinde idi. Onun tahtı, çok uzaklardaki yıldızlar üzerinde kurulmuştu. Esasen, ay ve güneşi yaratan da, yine Tanrı Ülgen idi. Güneşin kırıntılarından meydana gelmiş ve insanlara daima iyilik getiren bir Tanrı da vardı. Bu Tanrının adı, "Suyla" idi. Bu Tanrı insanları daima korur ve onların gök altında rahat ve huzur içinde yaşamalarını sağlardı.
Yıldızlar Türk kavimlerinde daima önemli bir rol oynamışlardı. Eskiden beri dünyanın tanınmış at yetiştirenleri ve savaşçıları olan Türkler, yıldızlardan bir yandan günlük hayatlarında istifade ederlerken, diğer yandan da onlar için efsaneler düzmüş ve şiirler yazmışlardı. İyi bir yildiz bilgisi, atçı ve harpçı bir kavim için, hayati bir önem taşırdı. Akınlar kervanların ve sürülerin yola çıkışı, meraya gidiş, yatış ve kalkış, hep yıldızlara göre yapılırdı. Bu sebeple, yıldız bilgisi, Türkler arasında baslıca iki bakımdan önemli sayılmıştı:
1. Vakti öğrenme bakımından, yıldız bilgisi çok faydalıydı. Özellikle, yeni bir hayatın başlayacağı sabaha yakın saatlerde, bu konuda sağlam bir bilgiye sahip olma, Türk toplumuna büyük faydalar sağlıyordu.
2. Yıldız bilgisi ile yönleri ve yolu bulma, atlı ve savaşçi kavimler için, ihmal edilemez bir bilgi idi.
Gerek vakti ve gerekse yolu bulmak için, iyi kullanılan böyle bilgiler, bir topluma birçok faydalar sağlıyorlardı. Yine aynı bilgiler, o toplumun gözlerini ve dikkatlerini de göğe çeviriyorlardı. Bu ilgi, toplumda bir yandan sağlam ve şaşmaz yıldız bilgisi meydana getirirken; diger yandan da göğün ve Tanrının bu degişmez düzeni için insanlarda hayranlık uyandırmaktan geri kalmıyordu.
Tamamını oku: http://turkish.ruvr.ru/2014_03_19/Turk-mitolojisinde-Ay-Gunes-ve-yildizlar/

Hakkari'de 4 bin yıllık Türk mezarı
10.05.2008

HAKKARİ'DE 4 BİN YILLIK TÜRK MEZARI
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Veli Sevin de Anadolu kapılarının Malazgirt'le açılmadığını Türklerin binlerce yıl önce Anadolu'da var olduklarını iddia etti Türklerin Anadolu'ya 1071 Malazgirt Zaferi'yle girmediği tezini öne süren Afyon Kocatepe Üniversitesi'nden Prof. Dr. Ekrem Memiş'ten sonra, Türk Tarih Kurumu adına Anadolu'da kazı çalışmaları yürüten Yüzüncü Yıl Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Veli Sevin'den de önemli açıklamalar geldi. Sevin, Hakkari Bölgesi'nde milattan önce 2 binli yıllara uzanan Türk mezar taşları bulduklarını belirtti.

ANADOLU'DAN ASYA'YA GİTTİK

Anadolu'da binlerce yıl öncesinde Türklerin yaşadığı tezi destek buldu. Prof. Dr. Ekrem Memiş'in yıllarını vererek araştırdığı, milattan önce 2 binli yıllarda bir Türk krallığının bulunduğu ve bu krallığın soylarının Hurilere dayandığı gerçeği, arkeolojik kazılar yapan Prof. Dr. Veli Sevin tarafından da savunuldu. Sevin, Yakındoğu, Ön Asya, iran, Azerbaycan, Hatay ve Hakkari bölgelerinde Türklerin binlerce yıldır yaşadığına ilişkin bulguları olduğunu aktardı. "Hakkari bölgesinde milattan önce 2 binli yıllara ait Türk mezar taşları bulduk. Bu da Türklerin Anadolu'ya Malazgirt'le girdiği tezini çürütüyor. Hatta ben Orta Asya'dan geldiğimize de inanmıyorum. Olsa olsa Anadolu'dan oralara bir gidiş olabilir. Çok uzaklardan gelmedik. Zaten buradaydık"
Kaynak : Bugün,

Oğuzlar, öğüzler, okuzlar ve öküzler
NAMIK KEMALZEYBEK
02/09/2009

Çok zeki ve çok okuyan ve belleği çok güçlü birisi M. BARDAKÇI...
Tarihle ilgili bilgisi çok...
Çok biliyor ve çok yanılıyor... Bilgi birikiminin gölgesinde çok da yanıltıyor...
‘Çok bilen çok yanılır’ atalar sözünün ispat değeri olmasa da açıklama bakımından önemi ortada...
Birçok konuda bildiğini değil, ilginç bulduğunu gerçekmiş gibi anlattığını görüyorum.
Söz gelimi ‘Oğuz’ sözünün geçtiği yerlerde yüzünde çocuksu bir ifade beliriyor; dilini dışarı çıkarıp içeri çekiyor ve kesin hükmünü bildiriyor: Oğuz kelimesi ‘Öküz’den gelme imiş...
İzleyicisi çok... İtirazlar geliyor: ‘Hayır öküzden’ değil: ‘Okuz’dan gelmedir. ‘Ok’ boy demektir,
okuz ise boylar...
Karşılık hiç sekmeden veriliyor. Hemen kâğıt, kalem ve Arapça yazıdaki ‘Kaf’ ve ‘Kef’ ayrımı... Nasılsa bilen az... Akan sulan duruyor, duran sular akmaya ve tersine akmaya başlıyor.
Bardakçı’nın şifreleri ilginç bir araştırma konusu olurdu. Birisi bu eski yazı meselesi... Diğeri ise işine geldiğinde ‘Otoritelere sığınma...’
Oğuz sözü öküz sözünden mi gelir yoksa başka görüşler de var mıdır?
Oğuzlar deyince ilk akla gelen bilgin kim? Bence Prof. Dr. Faruk Sümer... Bakalım o ne demiş:
Hocanın Oğuzlar adlı eserinin A.Ü. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi yayınlarından çıkan eserinin ikinci baskısının 1. sahifesini açıyorum. Oğuz
Adının Menşei başlığı altında:
“Oğuz adının menşei hakkında birçok fikirler ileri sürülmüştür. Ünlü Macar bilginlerinden S. Nemeth Oğuz sözünü ok+uz şeklinde tahlil etmiştir. Ona göre ‘ok’, boy (kabile), ‘z’ cemi edatıdır. Böylece oğuz boylar demektir. Gerçekten okun eski zamanlarda boy anlamına geldiği biliniyor. Batı Gök-Türk devleti on boya dayanmakta olup, bu on boya “on-ok” denilmekte idi. Okun boy anlamına geldiğinin izi Oğuz elinin boy teşkilatında da görülmektedir. Oğuz eli bilindiği gibi iki kola ayrılmakta bunlardan birine ‘Boz-ok’ ötekisine ‘Üç-ok’ adı verilmektedir.
Ancak başta W. Bang olmak üzere, bazı âlimler Oğuz’da ğ sesinin olması dolayısıyla Nemeth’in bu fikrine itiraz etmişlerdir. Son yıllarda ise Oğuz adının aslı hakkında başka izah tarzları ortaya atılmıştır. Biz S. Nemeth’in fikrini kabul etmeye mutemayiliz.”
Böyle söylüyor ünlü bilgin... Eserinin ilerleyen bölümlerinde ise ‘Oğuz’ların bilgi alanına çıkış dönemlerinde Barlık Irmağı kıyılarında yaşadıklarını yazıyor. Sonraki dönemlerde de Oğuz yerleşmelerinin ve Oğuz şehirlerinin Irmak kenarlarında oluştuğunu görüyoruz. Oğuz sözünün aslı gerçekten ‘Okuz’ ise Öküz sözünün eski anlamı acaba neydi? Bardakçı ile değerli Hoca Ortaylı’nın eğlence konusu yaptıkları gibi sadece ‘Boğa’ mı? Yoksa...
Bilim işlerinde soru sormayı ve araştırmayı hiç bırakmamak gerekir. Biz de öyle yapalım ve Kaşgarlı Mahmud’un yazdığı ‘Divanı Lügatüt Türk’e’ bakalım. Oğuz sözüne en yakın söz hangisi ‘Öğüz’ kelimesini buluyoruz. Ve işte anlam: “Nehirlerin tümüne verilen ad.”
Peki Irmak boylarında yaşamayı seçen Oğuzlara ‘Irmaklı’ anlamında Öğüzlü adı verilmiş ve sonra da Oğuz biçimine dönüşmüş olamaz mı?
Olabilir de olmayabilir de... Ama Arap harfleriyle kelimenin nasıl yazıldığı kaziyeyi muhakeme olamaz...
Oğuz adının aslında hangi sözden geldiği o kadar önemli mi?
Yoo... Niye o kadar önemli olsun ki? Ne kadar önemliyse o kadar önemli...
Ancak!...
Türklüğe karşı yeni haçlı seferlerinin başladığı bir dönemde ısrarla Türklükle ilgili kavramlara karşı karalamalar yapılması önemsiz mi? Anlamsız mı?
Sadece rastlantı mı?
Söz gelimi... Şu ilkel anlayışlara kim TÖRE adını yakıştırmış?.. Ya Ümraniye davasına
ERGENEKON adını kim ver miş?
Böyle bir dönemde Oğuz’u da Öküz yapmak önemsiz mi?

Radikal

İskit Türklerinde Yazı

Çok geniş bir coğrafyaya yayılan İskitler Ön Asya’ya da giderek orada belirli bir süre kalmışlardır. Gerek Herodotos’un bahsettiği gerekse Sus ve çevresinde bulunmuş olan çivi yazılı metinlere dayanarak Andreas David Mordtmann’ın ileri sürdüğüne göre, onlar bugünkü İran ve hatta Anadolu içlerine kadar olan yerlerde nüfuzlarını hissettirmişlerdir. MÖ VII. yüzyılın başlarında Asur İmparatorluğu sınırına kadar ulaşan İskitlerin 290 MÖ IV. yüzyılın başlarında hâlâ Anadolu’nun doğu kesiminde bir güç olarak bulunmaları291 onların çivi yazısı kültür sahasında ne kadar uzun bir süre kaldığını göstermek bakımından büyük önem taşır.

Bilim âleminde çivi yazısı olarak kabul edilen ve MÖ 3100 yıllarında Sumerliler tarafından icat edilmiş olan yazı etkisini miladi yıllara kadar sürdürmüştür.292 Bu yazı Mezopotamya sınırlarını aşarak Anadolu, İran ve Yunanistan’a kadar yayılmıştır. İskitler Ön Asya’ya doğru yöneldiklerinde bu yazı Asurlular, Persler ve Urartulular tarafından kullanılmaktaydı. Yani İskitler çivi yazısı kültür sahasına girmişler ve bu sahanın odak noktasında uzun sayılabilecek bir süre kalmışlardır.

İskitlerin çivi yazısı kültür sahası içerisinde epeyce bir süre kalmaları bu yazıya yabancı kalmadıklarını göstermektedir. Sus’ta bulunan yazıların, hakiki manada Türk olan Sakalara ait olduğu Mordtmann tarafından belirtilmektedir. Ayrıca, bu yazıların dilini Türk-Ugor diliyle bağlantılı görmekte ve bunu Sakaca olarak adlandırmaktadır.293 Bu metinler bize onların çivi yazısını öğrendiklerini ve bu kültür sahası içerisinde kullandıklarını göstermektedir.

Kazakistan’da Alma-Ata yakınında Esik Kurganı’nda bulunan runik yazı da büyük önem taşımaktadır. Bu yazı hakkında değişik görüşler beyan edilmiştir. Bazıları bu yazının ilgili küçük çanağın üzerine sonradan yazıldığını ileri sürmüştür.294 Bu görüşü savunanların karşısında Türkologlar, bu yazının Orhun-Yenisey tipinde olup Eski Türkçe olduğunu, Altay dilleri grubuna dâhil bulunduğunu ve runik bir alfabe ile yazılmış olduğunu ileri sürmektedir.295

Esik Kurganı’ndan çıkarılan horizontal yazı yirmi altı harften oluşmakta ve Orhon-Yenisey yazılarını hatırlatmaktadır.296 Bu yazı önce de üzerinde durduğumuz üzere, Süleymanov tarafından “Han’ın oğlu yirmi-üç yaşında yok oldu (Halkın?) adı sanı da yok oldu” şeklinde gönümüz Türkçesine aktarılmıştır.(http://goo.gl/h0kdKe )297 Yine ona göre burada kullanılan yirmi altı harf Göktürk metinlerinde kullanılan harflerin ilkel şekilleri olup kullanılan kelimeler de yine Göktürkçede geçen kelimelerin eski şekilleridir.298

Pavlador bölgesinde Bobrovoye köyü yakınlarında yapılan arkeolojik kazılar sonucunda bir kurganda Saka dönemine, MÖ V-IV. yüzyıllara tarihlendirilen runik yazı ele geçirilmiştir. Bir altın gem kayışı üzerinde tutturulmuş kemik nazarlık bir karaca şeklinde oyulmuş ve bunda sağdan sola “beyaz maral” yazısı okunabilmiştir. Nazarlık üzerindeki runik yazının Türkçe konuşan Sakaların yazı sistemi olduğu belirlenebilmiştir. Bu yazı, runik yazının Güney Sibirya ve Kazakistan’daki atlı kavimler arasında, ancak çok geç çıktığı yolundaki önce ortaya atılan görüşün belirgin bir biçimde yanlışlığını ortaya koymuştur.299 İskitler çivi yazısı kültür sahasına ulaşıp İran’dan Anadolu içlerine kadar nüfuz ettikleri ve burada bir müddet hâkimiyet kurdukları zaman zarfında çivi yazısını öğrenmişlerdir. Bunu açık bir şekilde Sus’ta bulunmuş olan çivi yazılı metinler göstermektedir. Buradan ele geçirilen metinlerin dilinin de Türkçe ile bağlantılı olması ve Sakalara ait olduğunun belirlenmesi, onların çivi yazısını öğrendikleri ve kullandıklarını göstermektedir. Esik Kurganı’ndan bulunan küçük bir çanağa yazılmış olan yazının da runik yazı olduğu ve daha sonraki Göktürk yazısının öncüsü olduğu kabul edilmektedir. Esik Kurganı’nda bulunmuş olan bu yazının karakteri, kullanılan harfler ve şekilleri, Orhun-Yenisey yazısının karakteri, harfleri ve şekilleriyle karşılaştırılmış ve onların aynı olduğu belirlenerek Esik Kurganı’nda bulunan yazının Orhun-Yenisey yazısının prototipi olduğu kabul edilmiştir.

Prof.Dr. İlhami Durmuş'ın İskitler Makalesinden

Resim : Sus Kenti (https://tr.wikipedia.org/wiki/Susa) ve Çevresinde Bulunan Çivi Yazılı Türkçe Kelimeler


290 Luckenbill; s.517. 49
291 Ksenophon; IV, s.18.
292 E. Bilgiç; “Atütürk, Fakültemiz ve Kürsümüz, Sumerlilerin Tarih, Kültür ve Medeniyetleri”, DTCF Atatürk'ün 100. Doğum Yılına Armağan Dergisi, Ayrı Basım, Ankara, AÜ Basımevi, 1982, s.107.
293 Mordtmann; s.77.
294 K. A. Akişev; Kurgan Issık, Iskuvtso, Moskova, 1978, s.59.
295 Akişev; s.59.
296 Süleymanov; s.85.
297 agm.; s.3.
298 agm.; s.1-3. 50
https://www.facebook.com/pages/Prof-Dr-Kaz%C4%B1m-Mir%C5%9Fan/106688482950?ref=stream

TATAR TÜRKLERİ
Cahit ALPTEKİN

Moğollar arasındaki “Tatar” adı bir Moğol boyunu ve Moğolistan sahasındaki Türk-Moğol boylarını ifade etmekteyken Türk dünyasında, özel olarak Kıpçak bozkırlarında, ortaya çıkan “Tatar” adı ise Kıpçak Türklerini ifade etmektedir. Artı olarak bugünkü Moğolistan sahasında
ise, geçmişte Tatar olarak adlandırılmış Otuz Tatar, Dokuz Tatar gibi Türk kabilelerinin yaşamış oldukları bilinmektedir. Kıpçak sahasını fetheden Batu’nun ordusunun büyük bir kısmını yine Türkler oluşturmuşlardır ve orduda çok az sayıda bulunan Moğollar, Deşt-i Kıpçak sahasındaki Türklerle karışarak kısa sürede eriyip gitmişlerdir. Ele geçirilen ülkede de, ele geçiren orduda da azınlıkta olan bir grubun sayıca ve kültürce üstün olanlar arasında Türkleşmesi kaçınılmaz bir sonuçtur. Kazan’daki, Kırım’daki Türkler Kıpçak Türkçesiyle anlaştılar, anlaşırlar ve Karadeniz’in kuzey sahasında yaşayan Türklere “Tatar” adı Ruslar tarafından verilmiştir.

Çarlık devrinde Ruslar, ele geçirdikleri bütün “Türk” boyları için “Tatar” sözünü kullanmışlardı. Ancak Ruslar, bu dönemde bu adı hiçbir zaman “Moğol” anlamında kullanmamışlardı. Ruslar, bu Türklere “Tatar” demekle beraber “Türk” kökenli olduklarını inkâr edemediklerinden, onlara “Türkî” (Türkler) de demişler. Türkiye Türkleri için ise “Turok” adlandırmasını kullanmışlardır. Bu tabirler İngiliz ve Amerikan eserlerine de geçerek Rusya Türkleri “Turkic”, Türkiye Türkleri ise “Turkish” olarak adlandırılmıştır. Sovyet devrinde ise “Tatar” sözünün Türk manasında kullanılması terk edilerek, bunun yerine her Türk boyunun kendi adını kullanması, her boyun adının ayrı birer millet adıymış gibi öğretilmesi sistemi kabul edilmişti. Bu sistem, siyasi amaçlarla tatbik edilen bir sistemdi ve amaç: “Türk camiasından olmadıklarına inanan Başkurt, Kazak, Kırgız, Özbek gibi suni milletlerin yaratılmasıydı.” Türk boyları için ayrı ayrı alfabeler ve yazı dilleri geliştirildi. Ayrıca onlara tarihi bakımdan birbirleriyle ilişkisi olmayan ayrı milletler oldukları fikri aşılanmaya çalışıldı. Amaç Türkiye Türkleri ile Rusya’daki kardeşlerinin bağlarını koparmak ve bu kardeşlerimizde “biz Türk değiliz” inancını yerleştirmekti. Türkiye’deki Tatar kardeşlerimizin bir kısmı da, kendilerine empoze edilen bu düşüncenin sonucu olarak, “Biz Türk değil Moğol’uz, Tatarız” gibi tarihi temeli olmayan düşüncelere saplandılar.

Bu makalemiz de gerçekleri yazmaya, otorite kabul edilen araştırmacıların yazdıklarından örnekler vermeye çalıştık. Umarım okuyana faydası olur; çünkü Rusya Türkü: “Men Kazanga Baramen” derken Türkiye Türkü “Ben Kazana Varamam” demekle ne kadar yakın olduklarını ifade etmektedirler. Aradaki tek fark Kıpçak lehçesi ile Oğuz lehçesi arasındaki farktır.

Tamamı: : http://goo.gl/uPtBU5
Tatarların Kimliği: http://goo.gl/VlfpIL
Kırım Tatar Türklerinde Karşılaştırmalı Halk İnaçları : http://goo.gl/MpYgNg
Tatar Efsaneleri : http://goo.gl/FKv3PV
İdil Tatarları : ekitap.kulturturizm.gov.tr/dosya/1-18642/h/idiltatarlari.pdf
Sibirya Tatar Türkleri : http://goo.gl/chcFz4
Tatar Türklerinin Mevsimlere Ait gelenekleri : http://goo.gl/TS2YvD
Tatar Türklerinin Düğün Geleneği : http://goo.gl/amV25i
Tatar Türklerinin Cenaze Merasimleri: http://goo.gl/NMkBXs
Tatar Türklerinde Mitoloji: http://goo.gl/GoUz5N
Festos Diski : http://goo.gl/UIABrO
Tatar Yayı : http://goo.gl/eVDkXB
K.Mirşan'a Göre TATAR: OK TÜRKLERİ’nden AT-ATA-UR’larır

B.Tarhan

Kaynak: https://www.facebook.com/pages/Prof-Dr-Kaz%C4%B1m-Mir%C5%9Fan/106688482950?ref=stream

UZ ĞUZ OĞUZ ADININ ETİMOLOJİSİ
Prof.Dr. Fuzuli Bayat



Oğuzlar, Bizans kaynaklarında Uz, Arap ve Fars tarih kitaplarında Guz veya Ğuz, Göktürk Yazıtları’nda Oğuz (Tokuz Oğuz), Rus ve Hazar salnamesinde Torki, Tork, Troçin adları ile bilinmektedir. Bu etnonimin boğa (öküz) adı ile alakalı olduğu daha açık görülmektedir. Ancak, öküz kelimesinin boğaya oranla daha eski olduğunu söylemek gerekir.Öküz, bugünkü anlamda olduğu gibi koşuk hayvanı değildi. Ayrıca bayraklarında ak ve kara koç resimleri çizip, kendilerine Akkoyunlular, Karakoyunlular diyen eski Hunlar – Ortaçağ’ın Oğuzları- hiç şüphesiz, dişi, boynuzsuz hayvanla, erkek, boynuzlu hayvanı karıştırmazdı. Sadece, eski Türkçe’nin kony olan ve Uygur döneminde y sesi ile konuşulan ağızlarda koy, n sesi ile konuşulan ağızlarda ise kon şeklinde mevcut olan bu kelime, hem koç hem de koyun anlamlarında kullanılırdı.

Oğuz etnonomini ok'la bağlantılı sayanların sayısı bir hayli çoktur. (M.Marguart, J. Nemeth vb.)
Mevcut literatüre istinaden Oğuz adının etimolojik açıklamalarını aşağıdaki şekilde sınıflandırmak mümkündür :
1. Oğuz, öküz sözünden gelmedir. Bu, halk etimolojisine daha yakın olup halk arasında Oğuz'un boynuzlu tasavvur edilmesiyle de benzeşmektedir. Bu etimolojiyi ileri süren bilim adamları A.Bernştam, D.Sinor ve L.Bazindir.
2. Oğuz, ağuz, ağız südüanlamında olup, ilk insan demektir. Bu etimolojiyi esasen İ.Berezin veP.Pelliot savunmuştur.
3. Oğuz, nehir, çay anlamında olan ögüz kelimesinden türemiştir.S.Tolstov'un yaklaşımı böyledir.
4. M.Seyidov'a göre Oğuz, tan yerinin doğmakta olan tanın tanrısı anlamına gelir.
5. L.Ligeti, A. Kononov, L.Gumilyov'a göre Oğuz, ok-boy, kabile ve uz çoğul ekinden oluşup kabileler demektir.
6. Oğuz insani kişi anlamı bildirir. Bunu esas savunan bilgin Marquart'tır.
7. Budberg'e göre Oğuz, ugur kökünden gelip boynuz anlamını içermektedir.
8. 1993'te bu etnonimin değişik bir etimolojisini vermiştik. Bizim varyantta Oğuz ise, Türkçede ruh can anlamını veren öz/ös ve herşeyibilen öge (öge bilen kişi, <ög akıl<ö düşünmek fiilinden) sözlerinden oluşmuş semantik dallanmalar geçirerek kahin, hükümdar,antroponim, etnonim gibi anlamlara vesile olmuştur.

Oğuz adı, Türk dünya modelinin antropogonik kavranma şekli olup makrokozmosun ve mikrokozmosun hemen hemen bütün katmanlarını modellereştirir. Bu bağlamda dilcilerin teklifettikleri her etimolojilerin her biri bu kozmik modelin bir katmanını oluşturur.

Tamamı : http://www.karam.org.tr/Makaleler/790182865_bayat.pdf

Eski Türk Tıbbı

Türklere ait en eski yazılı tıp metinleri Turfan seferleri sırasında bulunan Uygur dönemi yazmalarıdır. Şu anda Berlin Üniversitesi Turfan Yazmaları Koleksiyonunda bulunan bu metinler Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat tarafından Zur Heilkunde der Uiguren I, II (1930-1932) adlı Almanca kitapta ele alınıp incelenmiştir. Söz konusu eserde ele alınıp incelenen yazmalardan anlaşıldığına göre, bu dönemde Türkler, hastalıkların tedavisinde kuş eti, yılan derisi, kunduz hayası gibi hayvansal tedavi maddeleri ve soğan, sarımsak, turp, ayva, bal gibi muhtelif sebze-meyveler, otlar ve gıdalar kullanmışlardır.

http://goo.gl/Qgzxwb

UYGUR TIP METİNLERİNE TOPLU BİR BAKIŞ : http://goo.gl/Ocj4GH

Akupunktur Uygur Türklerinin buluşudur :
http://goo.gl/s6ySfv

ESKİ ANADOLU TÜRKÇESİNDE ECZACILIK TERİMLERİ: http://goo.gl/dU0p8o

Eski Türk Tıbbı : http://goo.gl/y72ebc

ESKİ TÜRK TIBBINDA ÖLÇÜLER VE ÖLÇME USULLERİ : http://goo.gl/RCpMGX

Destanlarında Halk Hekimliği : http://goo.gl/iA7ZjQ

Kıbrıs'ta (Alaşya) Uygur Türklerinin İzleri : http://goo.gl/5K5BuQ

Sayısal Turfan Arşvi : http://goo.gl/37eyHn

Sayfa Yönetiminden B.Tarhan

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10151883407162951&set=a.389988797950.168537.106688482950&type=1&theater

Türk Kültüründe Keçe

Büyük Hun devletinin, Orta Asya kavimlerini ilk defa bir bayrak altında toplaması bakımından Türk kültür tarihi içerisinde büyük bir yeri ve önemi vardır. Aslında M.Ö. Birinci Bin'de Kuzey Çin'de görülen ve Çin kaynaklarında Hiyon-nu adı ile tanınan Asya Hunları; atlı bozkır kültürü içerisinde, belirli bir anlayış, örf ve adetleri ile yaşayan, geniş orta bölgelerde Türkçe konuşan en eski Türk topluluklarındandır.
Konar-göçer yaşayış içinde bulunan bu toplulukların en önemli ihtiyaçları, barınaklar olmuştur. Keregü, kerekü ve yurd adı verilen ve bir ahşap konstürksiyondan meydana getirilen yuvarlak planlı karkasın üzerine kalın keçe örtülülerle kaplanan bu çadırlar, eski çağlardan beri Türklerin en kutsal barınağı olmuşlardır.
Türk boyları çadırlarının dışında kullandıkları keçeleri aynı zamanda çadırlarının içini döşemede de kullanmışlardır. Çok renkli bezemelerle elde edilen keçeler ve özenle dokunmuş halı ve kilimlerle döşenen çadırın orta kısmı ocak için açık bırakılmıştır. Normal büyüklükte bir yurdu kaplayan keçe örtüler, yaklaşık 300 kg. yün ile elde edilmiştir. Yurdun bir köşesinde, sıcak durması ve fermantasyonu kolaylaştırması için keçe ile sarılmış bir kımız tulumu bulundurulmuştur.
Pazırık kurganlarında at iskeletleri ile birlikte bir çok tepme keçe eyer örtüsü bulunmuştur. Genellikle dağ keçisi, geyik, aslan gibi hayvanların mücadelelerini konu alan kompozisyonlara veya bitkisel bezemelere yer verilen bu eyer örtülerinin kenarları sarkan kordonlarla veya püsküllerle zenginleştirilmiştir. Ayrıca bu ürünlerin gerek zemininde gerekse bezemelerinde yün elyafının doğal rengi kullanıldığı gibi tepme keçe üretiminden önce (elyaf halindeyken) veya üretiminden sonra (yüzey halinde) renklendirilmiştir. Elde edilen renkli tepme keçe yüzeyler daha sonra kompozisyona uygun şekilde kesilmiş keçe veya deri üzerine yerleştirilmiş ve aplike tekniği uygulanarak bezenmiştir. Bu ürünlerde kullanılan aplikasyonlar dikilmek veya yapıştırılmak suretiyle oluşturulmuştur.
Hepsi : http://goo.gl/hqqIQe
Ayrıca:
http://goo.gl/E7SRXS
http://goo.gl/PLtN6D
Foto : Pazırık Kurganı, M.Ö. 4-5-6. yy. Hermitage Müzesi http://goo.gl/pBpKtI , http://goo.gl/bExibu , http://goo.gl/BtEgSD, http://goo.gl/03p0rU
B.Tarhan
Kaynak: https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10152014083682951&set=a.389988797950.168537.106688482950&type=1&theater

Kür Şad İhtilali
Yılmaz Öztuna (*)



Teoman Yabgu’nun Kuzey Asya’da Büyük Türk Hakanlığı’nı kurduğu yıldan, Milattan önce 220 yılından, 854 yıl geçmişti. Milad’ın 634. yılında Büyük Türk Hakanlığı, mühim bir kriz devresine girmişti. Bu çağda, Büyük Türk Hakanlığı’nın başında Göktürk hanedanı bulunuyordu. Türklerin en büyük ve an’anevi düşmanı, Çin İmparatorluğu idi. Göktürk hanedanından gelen 10. Büyük Türk Hakanı Çuluk Kağan Çinliler, bir Çin prensesi olan eşi İçing Hatun eliyle zehirletmişlerdi. 621 de zehirlenerek ölen Çuluk Kağan’ın yerine kardeşi Kara Kağan geçti. Kara Kağan, zayıf bir şahsiyetti. Çinli eşinin entrikalarıyla büsbütün yanlış hareketler yapmaya başladı. üst üste gelen soğuklar ve kıtlık yılları da Türk illerinde büyük zararlar meydana getirdi. Bu durumdan faydalanan Çinliler, kuzeye, Türk ülkelerine büyük bir ordu gönderdiler .Kara Kağan yenildi. 100.000 Türkle beraber Çinlilere esir oldu. 4 yıl Çin’de yaşadı Kederinden öldü.

Çinliler, Kara Kağan’ın yerine Doğu Göktürk prenslerinden Sirba Kağan’ı Türk imparatoru ilan ettiler .Sirba Kağan, bir kukladan ibaretti. Hayatı 9 yüzyıla yaklaşan Türk devletinin, Çin’e tabi olduğunu kabul etmek mecburiyetinde kaldı. Yüzyıllarca Çin’in ve bütün Asya’nın efendisi olan Türkler, bu utandırıcı boyunduruktan silkinmek için fırsat gözlüyor, kendilerine bir lider arıyorlardı. Bu lider, ortaya çıkmakta gecikmedi. Bu kahraman, Çuluk Kağan’ın küçük oğlu, İçing Hatun’un üvey oğlu ve Kara Kağan’ın yeğeni, genç bir Türk imparatorluk prensiydi. Adı Kür Şad’dı. 40 kişilik bir ihtilal komitesi kuruldu ve Kür Şad’ı, çeşitli meziyetlerinden ötürü komitenin başbuğu seçti. Çinliler’i Türk yurdundan kovmak ve Çin’de esir yaşayan Türkleri kurtarmayı amaç edinen bu ihtilal komitesi başarı kazanırsa, Kür Şad hakan olmayacak ve siyasetten çekilecekti. Zira ihtilal tamamen milli bir gaye ile yapıldığından, hiç bir Türk’ün gönlüne şüphe düşmemesi lazımdı. Kür Şad’ın imparator olmak gayesiyle başa geçtiği söylenmemeliydi. Nitekim önce komite üyelerinden birkaçı, Kür Şad’m müstakbel hakan olarak ilan edilmesini teklif etmiş, fakat bu teklif, Kür Şad tarafından kesinlikle reddedilmişti. Bunun üzerine, ihtilal başarıya ulaşırsa, Kür Şad’ın ağabeyinin oğlu, yani yeğeninin hakan yapılması kararlaştırıldı.

Bu sıralarda Çin’de 18. imparatorluk hanedanı olan Tanglar’dan 2. imparator Li Şih-min hüküm sürüyordu. Li Şih-min 40 yaşında ve 13 yıldan beri tahtta idi. Çin, 50 milyon nüfusuyla dünyanın en kalabalık devletiydi. Kuzey Çin’de boyunduruk altında yaşayan yüz binlerce Türk, her an yok edilmek tehlikesiyle karşı karşıyaydı.

Türk ihtilal komitesinin planı şöyleydi : İmparator Li Şih-min esir edilecek, Türk illerine kaçırılacak, sonra Çin sarayında esir bulunan Türk ileri gelenleri ve Çin boyunduruğundaki Türk topraklan ile değiştirilecekti. İhtilal başarıya ulaşır ulaşmaz, yani Çin İmparatoru ele geçirilir geçirilmez, bütün Türkler ayaklanacaklar, rastladıkları Çinli’yi öldürüp istiklal kazanacaklardı.

Çin İmparatoru’nun her gece kılık değiştirerek başkenti Çangan şehrinde dolaştığı, Türkler tarafından haber alınmıştı. Bir sokak baskınıyla İmparator’un esir edilmesi, oldukça kolaydı. Ancak bu işin yapılması kararlaştırılan gece, aksi bir tesadüfle, büyük bir fırtına patlak verdi. İmparator sarayından çıkmadı. Kür Şad, gecikilirse ihtilalin duyulacağından ve Türklerin kılıçtan geçirilmesinden korktu. Akıl almaz bir cesaretle, imparatorluk sarayını basıp İmparator’u silah kuvvetiyle ele geçirmek kararını verdi. Arkadaşlarının, Çinliler’le kıyas kabul etmez derecede iyi silah kullanmalarına güveniyordu.

Gerçekten o gece 40 Türk asilzadesi, Çin imparatorluk sarayını bastı. Pek kanlı bir vuruşma oldu. Yüzlerce Çinli muhafız, 40 Türkün keskin nişancılığı ve vuruş mahareti karşısında can verdi. Türk okları ve kılıçlan, yıldırımlar gibi yağıyor ve değdiği yerden sütunlar halinde kan boşanıyordu. Ancak Çin İmparatoru’nun hassa kuvvetleri, yerden mantar bitercesine çoğalıyor, bir ölü muhafızın yerini on kişi alıyordu. Öyle bir an geldi ki, Kür Şad, İmparator’un ele geçirilmesine imkan olmadığını anladı. Sarayı terk etmek emrini verdi. Ancak yaya olarak kaçmaya kalkışmak delilikti. Mutlaka binecek at bulmak icap ediyordu. Sarayı basan Türkler, sokaklarda göze çarpmamak için atsız gelmişlerdi. Tek yol, sarayın has ahırını basıp at ele geçirmekti. Öyle yapıldı. İmparatorun has ahırına giren Kür Şad ve 39 arkadaşı, seyisleri öldürdüler. Buldukları atlara atladılar. Bütün muhafız duvarlarını parçalayarak saraydan çıkıp gittiler. Şehir surlarının bir kapısını zorlayıp Çin başkentinden de çıktılar. Ancak arkalarından bütün bir Çin ordusu geliyordu. Vey ırmağı kıyısına gelince, amansız takip, korkunç bir vuruşma ha!ini aldı. Irmağa varan Kür Şad ve 39 yoldaşı, suyu geçemeden çinli1er tarafından durduruldular .Birkaç yüz Çin askeri, Türk oklarıyla vurulup düştü. Fakat 40 Türk’te artık değil dövüşecek, yay çekip kılıç savuracak takat kalmamıştı. Göz yaşartıcı, pek haşmetli bir kahramanlık sahnesi içinde, güneşin ışınları karanlığın perdesini yırtmaya başladığı anlarda Kür Şad ve 39 arkadaşı, canlarını mümkün olduğu kadar pahalıya satmak için, son gayretlerini harcadılar Her dakika bir Türk, Vey ırmağının san topraklar üzerine seriliyordu. Bir an için çevresine bakmak fırsatı bulan ve vücudunda düşman silahı değmemiş yer kalmayan Kür Şad, kendisinden başka kılıç sallayan kimse göremedi. Arkadaşlarının hepsi ö1müştü. Son kılıcını savurdu. Şanlı atalarını, Teoman’ı, Oğuz Han’ı, Bumin ve İstemi Kağanlar’ı hatırına getirdi. Gözlerini yumdu ve 39 arkadaşının vefalı göğüslerine doğru düştü. Kanının son damlasına dek savaşan Kür Şad en sonunda ölmüştü, fakat yenilmemişti.

Bütün Türk illerinde, hiç bir kuvvet tarafından karşı konulmasına imkan olmayan bir İstiklal rüzgarı esti. 639 yılının karanlık ve fırtınalı bir gecesinde 40 Türk’ün hayalden dahi geçirilemeyen baskını, Çinlileri kalplerinin derinliklerine kadar titretti. Kürşad ve kırk çerisinin yaptıkları ihtilalden sonra korkuya kapılan Çinliler, Siganfu’daki bütün esir Göktürkleri mecburen serbest bıraktılar. Göktürkler kırküç yıl boyunca dağınık bir şekilde yaşadılar. Kürşad’ın başlattığı bu hareketle 682 senesinde Bozkurt başlı sancak tekrar kaldırıldı ve Kutluk Şad (İlteriş Kağan) ile Bilge Tonyukuk İkinci Göktürk Devleti’ni kurdular.

* Kaynak: Türk Tarihinden Yapraklar

Sputnik News'ten ilginç bir analiz: Cezayir Türkleri



Cezayir Türkleri: Osmanlı İmparatorluğu'nun etkili mirası
27.08.2015

Cezayir'de 'Osmanlı diasporasına hayır' ve 'İktidar Cezayirli milliyetçilerin olmalı' sloganları altında başlayan gösteriler, ülkedeki önemli azınlık gruplardan 'Cezayir Türkleri' üzerine araştırma yapılmasını önemli kılıyor.

Cezayir Türkleri, Osmanlı İmparatorluğu'nun 16. ve 18. yüzyıllar arasında Asya'nın batısında ve Kuzey Afrika'da gerçekleştirdiği fetihler sonucunda ortaya çıktı. Bir kısmı, başta Arap nüfus olmak üzere ‘yerel halka karışmayı' başardı, bir kısmı ise kısıtlı bir topluluk içinde, yerli halkla kaynaşmadan hayatını sürdürüyor.
Ülkedeki etnik azınlıkların sayısını azaltma politikası izleyen Cezayir yönetimi, Türklere de bu kuralı uyguladı. Çeşitli kaynaklara göre, Türklerin Cezayir nüfusundaki oranı yüzde 5 ile yüzde 25 arasında değişiyor.

2014 nüfus sayımlarında çıkan 38 milyon kişilik sonuç baz alındığında, 760 bin ile 9,5 milyon arasında bir Türk azınlıktan söz etmek mümkün. 760 bin rakamı, saf Türkleri işaret ediyorken, diğer kaynakların rakamı ise farklı halklarla ‘karışmış' Cezayir Türkleri'ne ait olabilir. Bunların yanında, özellikle İngiltere ve Fransa'da olmak üzere, Avrupa ülkelerinde de binlerce Cezayir Türkü bulunduğunu belirtmek gerekiyor.

ANKARA'NIN CEZAYİR POLİTİKASI GÜNÜMÜZÜ NASIL ETKİLİYOR?
Ankara, Cezayir Türkleri'ni kayıt altına alıyor ancak diaspora içinde Türkçe konuşulması ve kültürün yaşatılması gibi konularda herhangi bir önlem almıyor, Türk pasaportu verme gereği görmüyor. Bunun nedenlerinden biri, ülkedeki Türk vatandaşlarını Cezayir milliyetçileri önünde zor duruma düşürmemek olabilir. Ankara'nın Cezayir'i 1972'ye kadar resmen tanımaması, belki de bugün yaşanan zorlukların kaynağını teşkil ediyor.

YEREL HALKLA EVLENMEYEN TÜRKLER HIZLA YÜKSELDİ

18. yüzyılda Cezayir Türkleri, gördükleri baskı sonucu yerel halkla aile kurma pratiğini azalttı. Yerel halkla evlilik yapan Türkler'e tanınan ayrıcalıklar kaldırıldı. Yerel halkla evlenmeyen Türkler ise, devlet içinde başarı basamaklarını daha hızlı tırmandı.

Debaltsevo'da yıkılmış evler
© SPUTNİK/ IRİNA GERASHCHENKO
Ahıska Türkleri: Yardımları nedeniyle Türkiye'ye minnettarız
Uygulanan bu yaptırımlar, Cezayir Türkleri arasındaki bağlılığı arttırdı ve çıkarlarını daha fazla korumalarını sağladı. Bu sayede Fransızlar, Cezayir'i aldıklarında sömürgecilere karşı koydular, Arap ve Berberilere karşı kendilerini savunabildiler.
TÜRKLERİN ÜST DÜZEY GÖREVLERDE BULUNMASI RAHATSIZ EDİYOR

Son dönemde Cezayir Türkleri'ne yönelik karşıtlığın artması, ülkedeki sosyo-ekonomik durumun kötüleşmesi ve ülke yönetimindeki farklı gruplar arasındaki gerilimin yükselmesiyle ilişkili olabilir.

Türklerin üst düzey görevlerde bulunması, yaşanan gelişmelerin sebeplerinden biri. Bu isimler arasında, farklı gruplarda olmalarına rağmen, Cezayir ordusunun gizli servisi DRS'nin başında Muhammed Meden, halef Atman Tartag ve Devlet Başkanı Abdülaziz Buteflika yer alıyor.

Irak ve Suriye gibi Arap ülkelerinde ayrıcalıklara sahip olmayan Türklerin Cezayir'de bu kadar çok üst düzey mevkiye sahip olması, 500 yıl boyunca Cezayir içinde dağılmalarını önleyen bağlılık sayesinde gerçekleşti.

2. DÜNYA SAVAŞI CEZAYİR TÜRKLERİ'Nİ GÜÇLENDİRDİ

2. Dünya Savaşı ve Hindistan-Çin savaşlarında askeri tecrübe edinen Türkler, Fransa'dan bağımsızlık kazanmadan önceki dönemde Ulusal Kurtuluş Cephesi içindeki iktidar mücadelesinde üstünlüğü ele geçirdi. Bağımsızlığına kavuşan Cezayir'in ilk lideri Ahmed Ben Bella'nın devrilmesinin ardından Türkler, iktidardaki güçlerini pekiştirdi ve bunu günümüze kadar taşımayı başardı.

MUHALEFET OSMANLI KARŞITI PROPAGANDA İMKANINA SAHİP

Bugün ise 'Osmanlı diasporası'nı Arapça'yı yok edip yerine Fransızca'yı yerleştirmekle suçlayan radikal İslamcılar, Cezayir Türkleri için tehdit oluşturuyor. Buteflika, son 15 yılda bu tehditleri yönetimde söz sahibi olan 'yasal' İslamcıların desteğiyle ortadan kaldırdı. Ancak bugün bu önlemler yeterli olmayabilir. Artık Cezayir muhalefeti, kitleleri iktidara karşı mücadeleye çekmek için Osmanlı karşıtı söylemler kullanabilir.

Kaynak: http://tr.sputniknews.com/analiz/20150827/1017384034.html#ixzz3k3Z3KNJK

İlber Ortaylı: "Irak diye bir memleket yok; Irak dediğimiz yerdeki Türklük, Anadolu'dan daha evveldir"
18 Ekim 2017



Tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı, "Irak diye bir memleket yok, onu bilin. Bunların hepsi maalesef 1'inci Cihan Harbi'nden çizilen coğrafyalardır. Cetvelle çizildi" dedi. Ortaylı, Suriyelinin 'Suriyeliyim' dediğini ancak Iraklının 'Iraklıyım' diyemediğini söyledi.

Alanya'da düzenlenen 2'nci Uluslararası Akademik Araştırmalar Kongresi’nde konuşan Ortaylı, Irak haritasının İngiliz Gertude Bell tarafından çizildiğini belirterek, "Kolonyal ofis bunu Irak'ı çizmek için görevlendirdi ve o da cetvelle çizdi" ifadelerini kullandı.

"Kerkük'ün kurtarılması babında 4 şehit verildi"

Konuşmasına Kerkük meselesiyle başlayan Prof. Dr. Ortaylı, şunları söyledi.

"Bugünkü konumuz Kerkük, çok sıcak bir konu. Son olarak dün yine 4 şehit verildi, Kerkük'ün kurtarılması babında. Haberlerde dikkatinizi çekmiştir, 'Irak ordusu' diye bahsediliyor. Irak ordusu diye bir şeyin ne kadar mevcut olduğunu bilmiyorum. Oradaki büyük destek Türk ordusundan geliyor ve İran da var. Hatta ve hatta çok belirgin bir ölçüde başka tür gerillalar da katılıyor. Irak'ın kuzeyinde Kürt Muhtar Bölgesi var. Bunun güney bölgesinde çok münakaşalı olarak ilhak edilmeye çalışılan Kerkük ve Erbil var. Bunlar iki tane büyük ve Türklerin yaşadığı kentlerdir. Bu bir coğrafyadır, onun üzerinde duracağım. Irak diye bir memleket yok, onu bilin. Bunların hepsi maalesef 1'inci Cihan Harbi'nde çizilen coğrafyalardır. Cetvelle çizildi.

"Dinleri uysa, tarihleri uymaz"

Amerika haritasına bakarsanız, böyle cetvelle çizilen bir sürü eyalet var. Bunlar gerçekten otonomdur, onu da söyleyeyim, fakat burada farklı etnikler yaşamaz, göçmenler dışında. Fakat Ortadoğu'da böyle bir sınır olamaz. Çünkü Ortadoğu'da muhtelif etnik gruplar vardır. Bunlar aynı dili konuşsa bile dinleri uymaz. Dinleri uysa, tarihleri uymaz, o uysa mantaliteleri uymaz. Ortadoğu çok alengirli olması lazım. İşte o Irak haritası zengin bir İngiliz olan Gertude Bell tarafından çizilmiştir. Kolonyal ofis bunu, Irak'ı çizmek için görevlendirdi ve o da cetvelle çizdi."

"Büyük Ortadoğu Projesi falan yok"

Büyük Ortadoğu Projesi olarak adlandırılan şeyin gerçekleşemeyeceğini söyleyen Ortaylı, şöyle devam etti:

"Büyük Ortadoğu Projesi falan diyorlar, yok öyle bir şey. Şimdi bu suni olarak çizilen dünya patladı. Öyle büyük projeleri burada kimse çizemez. Onu aklınızdan çıkarın. Burada oturan insanlar, derbeder milletlerdir. Aralarında sağlam bir ideoloji yoktur. Devletlerinde, 'devlet nedir' farkında değillerdir. Bağlılık ve sadakatleri vatan ve devlet değil, aynı sülale ve aşirettir. Vatan-ül Arap tamamen suni ve siyasi bir laftır. Hiçbir şey de ifade etmiyor. Mısırlı 'Mısırlıyım' diyor, Suriyeli 'Suriyeliyim' diyor, Filistinli 'Filistinliyim' diyor, ama Iraklı 'Iraklıyım' diyemiyor. Çünkü bir bütünlük değil, kendine 'Bağdadi' diyor. Bağdadi de bir eyalet, bir kültür. Bizim bugün Irak dediğimiz yerdeki Türklük, Anadolu'dan daha evveldir. Yani bugün, hani böyle başladılar, 'Bayır-Bucak Türkmenleri' falan gibi aptal laflar. Yani 4'üncü Levent Türkleri ile Beşiktaş Türkmenleri gibi laflar söylesen, İstanbul'da bu kadar manasız olur. Bayır-Bucak diye bir şey yok, orası Türkmen bölgesi. Şurası bir gerçek; Türkiye inşallah çok uzun sürecek bir Ortadoğu probleminin içine girmez ve kendini zamanında toparlayarak bazı meseleleri halleder."
T24
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cum Ekm 20, 2017 9:56 pm    Mesaj konusu: ‘TÜRK RUHU’ DEDİĞİMİZ ŞEY Alıntıyla Cevap Gönder

‘TÜRK RUHU’ DEDİĞİMİZ ŞEY (*)
Hakan YAMAN
20 Ekim 2017



Eğer hadiselerin tutarlı bir dünya görüşü etrafında sebep netice ilişkilerine bakmak yerine, cımbızla çekilmiş kulaktan dolma bir bilgiyle bütüne dair kati bir netice elde etmeye yeltenirseniz, Kuyucu Murat Paşa’nın Celali isyanları karşısında takındığı tavizsiz ve merhametsiz tutum asabiyet duygunuza dokunabilir ve hatta Osmanlı’nın Türk düşmanı olduğunu ima eden bazı batıcı sürüngenlerin pompaladığı maskaralıklara prim vermenize sebep olur. Tıpkı yabancı bir devletle işbirliği yapıp mensubu olduğu devleti arkadan vurmaya yeltenen hainleri cezalandırdığı için Yavuz Sultan Selim Han’ın Kürt ve alevi düşmanı olduğu propagandasına inanılması gibi…

Kuyucu Murat Paşa’nın Celali isyanlarına karşı verdiği sert tepkiyi doğru okuyabilirsek, Osmanlı’nın kavimciliğe bakışını daha sağlıklı göreceğimize şüphe yok. Celaliler Türk’tür; devlete asi gelmiş, ordu ne zaman küffarla cenge çıksa Anadolu’ya Moğol istilacılarını andıran zulümleri reva görmüştür. O kadar büyümüşlerdir ki, saraya dahi ajanlarını yerleştirmiş ve devlete güpegündüz meydan okur duruma gelmişlerdir. Kuyucu Murat Paşa Anadolu’ya kan kusturan bu “Türk” çetesinin defteri dürülmeden dışa karşı hiçbir hamlenin mümkün olmadığını Padişahına bildirmiş, ikna etmiş ve bazıları otuz bin çapulcuya erişecek kadar büyüyen “Türk” Celalilerin emdiği sütü burnundan getirmiş, ihanetlerinin bedeli olarak cesetlerini kuyulara atmıştır. Eğer Yavuz Sultan Selim Han’a buğz eden kökten batıcı faşist Kürtlerin mantığı ile meseleye bakacak olursak, “bir Hırvat devşirmesi olan Kuyucu Murat Paşa, yüz bin Türk’ü öldürdü” diye bas bas bağırıp, Osmanlı’ya ait ne varsa kin kusmak lazım. Nitekim kökten batıcı Türk ulusalcılığı da bunu yapmakta bir beis görmüyor. Batıcı Türk ulusalcısıyla batıcı Kürt ulusalcısının tarihi ne kadar ortak okuduğuna dikiz…

Oysa Kuyucu Murat Paşa’nın Celali isyanları karşısında takındığı tutum, Yavuz’un Şah İsmail’le işbirliği yapan Şii Kürtlere takındığı tutumun benzeridir. İhanetin söz konusu olduğu yerde mezhep, ırk ve hatta din kimliği ile cezadan kurtulamazsın. Bilakis kendi ırkına ve dinine hainlik etmenin bedeli çok daha ağır olmak icap eder. Bir Türk’ü Türk olduğu için öldürmekle, hain olduğu için öldürmek arasında, tarihe namusluca bakmakla, batı emperyalizmi hesabına kahpelik etmek için bakmak kadar büyük bir fark vardır. Aynı şekilde Kürt’e Kürt olduğu için saldırmakla, ihanetini cezalandırmak için üstüne yürümek arasındaki aziz fark… Nitekim kökten batıcı Kürt faşizminin temsilcisi PKK çetesi, geçtiğimiz ay içinde sırf kendisi gibi düşünmüyor diye onlarca Müslüman Kürt’ü öldürmedi mi? Onun kendi ideolojisi adına Kürt öldürmesi Kürt düşmanlığı olmuyor ama onun hainliğine karşı Anadoluculuk ruhuyla bütün Müslümanları beraber olmaya davet etmek Kürt düşmanlığı sayılıyor, öyle mi? Buna inanacak kadar Kürt faşizminin etkisinde kalmış kişiler için akıl fikir diliyoruz.

Türkçülüğün ve Kürtçülüğün doğuşu azınlıkların milliyetçilik davasından çok sonradır. Bu ülkede milliyetçilik kavgasına düşen son zümre Türkler ve Kürtlerdir. Tanzimat aydını İmparatorluğun dağılışını engellemek için Osmanlıcılık gibi içi boş bir hayalle kendisini kandırıyordu. Bunlara göre dini, dili, milliyeti, kültürü ne olursa olsun, Osmanlı sancağı altında yaşayan herkes Osmanlıydı ve Devlet-i Âliye’ye sahip çıkmalıydı. Halbuki bu çocukça fikir ancak devletin zaafa uğramadığı ilk 250 yıllık aşk ve fedakârlık döneminde ciddi bir anlam taşıyabilirdi.

Aralarında dinî, millî ve manevî bağ olmayan kavimleri bir arada tutabilmenin yolu her zümreyi memnun kılacak adalet mekanizmasının yanında iktisadî refah ve güçlü bir otoriteyle mümkün olabilir; böylece değişik din ve milliyetten kavimler ortak menfaat paydası olarak aynı devleti sahiplenebilirdi. Ortak menfaat “ortak zahmet”e dönüşünce, yani tespihin maddi bağı kopunca taneler dağılacak, kendilerini bambaşka bir manevi iklimin çocuğu hisseden kavimler otoritenin zaafa uğradığı ilk fırsatta ortaklık sözleşmesini feshetmenin yoluna bakacaktır ve tarih boyunca hep böyle olmuştur. Bu sebeple Tanzimat aydınının Osmanlıcılığı bugünün dünyasında tartışılmaya değer bir fikir değildir. Ama Amerika’nın pek yakında benzer bir duruma düşme ihtimali bakımından önemlidir.

Anadolu merkezli baktığımızda Türk ve Kürt’ü ortak bir kader çizgisinde görüyoruz. Bu sebeple Necip Fazıl’ın Anadoluculuğu üzerinde ayrıca durulması gerektiğini düşünüyoruz. Necip Fazıl’ın 1920’lerde bulduğu Anadolu, çölleşmeye yüz tutmuş bir bozkır denizidir. Türk ve Kürt bu kaderi ortak yaşamış ve buna rağmen Devlet-i Âliye’nin mirasına yine son bir varlık şevkiyle ve kurtuluş iradesiyle bu iki halk sahip çıkmıştır. Sonuna kadar, en zor günlerde bu iki kavmi bir arada tutan sır neydi? Elbette Ehl-i Sünnet’e dayalı iman ve İslâm kardeşliği…

Osmanlı’yı yıkmak ve ümmet bütünlüğünü parçalamak için pompalanan kökten batıcı Türk ve Kürt ulusalcılığı birbirinin zıttı gibi dururken aslında el birliği ile Necip Fazıl’ın adına Anadoluculuk dediği ve bizi yedi düvele karşı bir arada tutan “o mübarek oluş sırrını” baltalamaktadır. Böylece Türk başta olmak üzere, Kürt, Laz, Çerkez ve Arap, bu coğrafyada ne varsa topunu birden “muasır medeniyete erişmek için” batı emperyalizmine peşkeş çekmek gayesindedir.

Kökten batıcı milliyetçiliklerin ortak yönü çoktur. En başta, her türlü İslâmî hassasiyeti “gericilik” olarak damgalar. Ama sıkışınca “şehitlik”, “birlikte rahmet vardır” ve benzeri İslâmî ölçüleri istismardan kaçınmaz. Kürt ve Türk batıcılaşması bu noktada kardeştir, pragmatisttir, küfründe bile samimiyetsizdir. Onlar tarafından dayatılan ulusalcılık Anadolu’ya ait değildir. Bu milletin “ruh kökünden” beslenmez. Parçalayıcıdır, sevgisizdir, imansız ve kalleştir. Birbirlerini nefret üstünden beslerler. Öz kültür ve medeniyetinden tiksinir, batıcı hayat tarzına tapınırlar.

Bu oyunu kırmanın yolu Büyük Doğu-İBDA’nın temellendirdiği ve Anadoluculuk adını verdiği ruh ve hassasiyete dayalı milliyetçiliği kuşanmaktır. Vatansız düşünce olmaz. Milletler inancın ete kemiğe bürünmüş yaşayan halleridir. Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü’ne Millet ve Milliyetçilik bahisleri açması elbette sebepsiz değildir.

Milliyetçilik esasen bir ideoloji değil, “psikoloji” olduğu için, bu kavramın üzerinden düşünce üretmeye gayret eden her yazar, kendi mizaç ve meşrebine göre bir milliyetçilik tanımı yapmış, değişik bir anlayış benimsemiştir. Öyle ki, milliyetçiler “millet” tanımında bile birleşememiştir. Aynı şekilde Turancılar “Turan”, Anadolucular ise Anadoluculuk üzerinde anlaşamamıştır.

Bunu özellikle belirtme ihtiyacı hissediyoruz; çünkü bağlısı olduğumuz Büyük Doğu-İBDA dünya görüşünün temellerinden birisi olan Anadoluculuk fikri ile bu türden Anadoluculukların birbirine karıştırılmasını istemeyiz. Nasıl ki, “insan” davasını merkez alışımıza bakarak kimse bize hümanist diyemezse, bütün insanlığa şamil davamızın mekanda merkezi olarak Anadolu coğrafyasının seçilmiş olmasından dolayı da, kendisine Anadoluculuk adı verilen, birbirinden farklı ve çeşitli görüşlerle bir tutulmak istemeyiz.

Bizim Anadoluculuğumuz dar bir mekan nazariyesinin ötesindedir ve insan bedeninin kalbe muhtaç oluşu gibi ; Anadolu coğrafyası, dünya çapında davamıza kan pompalayan merkezi organ hükmündedir.

Bizim Anadoluculuğumuzun bir mekân nazariyesinden ibaret olmak yerine, “bütün insanlığa dağıtımı kabil, beşeriyet çapında” bir davanın unsuru olduğunu bizzat Necip Fazıl’ın kaleminden göstermek icap eder. “Bâbıâli” isimli eserinin son başlığını ırkçı-Turancı Nihal Atsız’a ayırmış ve onunla arasında geçen bir konuşmaya yer vermiştir:

“Bir milletin hayrı diye bir dâvâ olamazdı. Ancak bütün insanlığa dağıtımı kâbil, beşeriyet çapında bir dâvâ…

Ona sordum:

– İslâmiyet hakkında ne düşünüyorsunuz?

Hemen cevap verdi:

– Milletimin dinidir; hürmet ederim!

– Ya milletinizin dini Şamanlık olsaydı?..

– ………..

İslâma böyle bir iltifat, onu topyekûn reddetmekten beterdi. Kıymet, millete verilmiş ve İslâm tâbi mevkiine düşürülmüş oluyordu. Halbuki biz, Türk’ü müslüman olduğu için sevecek ve müslümanlığı nispetinde değerlendirecek bir milliyetçilik anlayışı peşindeydik ve bu anlayışa “Anadoluculuk” ismini veriyorduk. Bir konferansımızda, 15 yıl sonra söyleyeceğimiz gibi, “eğer gaye Türklükse mutlaka bilmek lâzımdır ki, Türk müslüman olduktan sonra Türktür!” tezini güdüyorduk.” (Necip Fazıl Kısakürek, Bâbıâli, Büyük Doğu Yayınları, 4.Basım, Aralık 1990, Sayfa: 394,395)

Büyük Doğu-İBDA Anadolu’nun tarihî, siyasî ve içtimaî şartlarında ortaya çıkmış, tarih muhasebesini bu noktadan yapmış, doğu ve batıyı bu merkezden hesaba çekmiş ve bunu yaparken “İslâm’ın saffet ve asliyetinden” zerre feda etmemiş, bilakis ne yaptıysa “İslâm’ın saffet ve asliyeti” için yapmış biricik dünya görüşüdür.

Mensubiyet duygusu olmadan hizmet olmaz. Büyük Doğu-İbda anlayışımızda, milliyetçilik bir ideoloji değil, “psikoloji”dir. Bir insanın ailesini, akrabasını, köyünü sevmesi kadar tabii bir ruh hâli olup, parçalayıcı değil, birleştiricidir. Nasıl ki ailemize ve akrabamıza duyduğumuz sevgi onların her fiilini kayıtsız şartsız benimsememizi gerektirmez ve bilâkis “dost acı söyler” hesabı onları uyarma sorumluluğumuzu ihtar ederse, aynı şekilde, milletimizin fikirde zaafını ortaya koymak ve yanlış olduğu noktada “dur!” diyebilmek en haysiyetli milliyetçilik gereğidir. Mensubiyet hissine dayalı bu “psikoloji” kuru kuruya böbürleniş değil, sevdiklerimizin en iyi, en faydalı ve en sevilen olması için hiç durmaksızın çalışma mükellefiyetidir. Bu anlamda milliyetçilik İslâm’a ve Müslümanlara hizmet yarışıdır.

İbda Mimarı, Tilki Günlüğü’nde Türk’ü tanımlıyor: “Bu mânâda Türk de, mefhum olarak, “Allah adamları, Allah’ın dostları, Allah’ın askerleri” mânâsına uygun düşer… Demek ki Şeriat davasının dışında kalan insan sınıfları, kendilerine “Türk” ismini almış olsalar bile, bizim Büyük Doğu davamızın hecelediği “Türk” davasının kastı dışındaki “hayvandan aşağı” insan zümrelerini teşkil ederler!..” (Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü, Cilt: 6, İbda Yayınları, 1.Basım, Ekim 1994, Sayfa: 235)

Yine Tilki Günlüğü’nün aynı cildinde, muhtevasında “Türk” vurgusu yer alan Üstad Necip Fazıl’a ait bir yazının hemen ardından Kumandan’ın şu ikazı yapması çok mühimdir ve Üstad’ın eserlerindeki Türk lafzına nasıl bakılması gerektiğinin ölçüsüdür. Üstad’ın, “biz sussak mezarımız konuşacaktır” cümlesiyle biten yazısının hemen ardından İBDA Mimarı ikazını yapar:

“Said ve Suud Üstadım “Mezarımız Konuşacaktır!” derken, “Türk” lâfzından şu “maymun Türk”leri kastetmediğini anlamak için, Türk’ün “Allah’ın askeri” mânâsına gelişini hatırlamak yeter… Bu mânâdan sonra, “ismi Cemil, kendisi cemil” hesabı bir uygunluktaki “Türk”se, ne alâ!..” (a.g.e. Sayfa: 288)

Hangi yoruma dayanırsa dayansın, İslâmî bir temelde meşruiyet zemini aramayan her türlü milliyetçilik, batıcı ihanetin bir parçasıdır ve bizim adına Anadoluculuk dediğimiz hakiki milliyetçiliğin düşman kutbudur.

Bizim için Türk Müslüman’sa Türk’tür. Ve din ölçüsü: “inananlar kardeştir!” Müslümanlar birbirini sever. Demek ki Türk, başka kavimlere mensup Müslüman kardeşini sevdiği kadar Türk’tür. Kürt de aynı şekilde, Müslüman Türk ve Müslüman Arap kardeşini sevebildiği kadar Kürt… İslâm dışı bir sebeple bunlardan herhangi birisi diğerine düşmanlık güder ve ihanet ederse Anadolu’ya ihanet etmiş, kendi kavmine sonsuzluğun kapılarını açan imana sırt çevirmiş, onu büyük bir medeniyetin sütunu yapan ruhu baltalamış bir alçak olarak bizim Anadoluculuk görüşümüzün imha hedefleri arasında yerini alacaktır.

Bu vatanı ve üzerinde yaşayan milleti batı emperyalizmine peşkeş çekmeye yeltenen her kim olursa Kuyucu Murat Paşa’nın celali eşkıyasına reva gördüğü muameleyi yapmak Türk’e tarih borcudur.

Milletinin mutluluğunu istemeyen bir milliyetçilik düşünülebilir mi? Gerçek milliyetçilik en özlü biçimde milletinin saadetini, mutluluğunu istemektedir. Ve bu milletin dünya ve ahirette tek gerçek saadet kaynağı İslâmiyet’tir. Gerçek milliyetçiler kendi kavimleriyle İslamiyet arasına örülen duvarı yıkmak için savaşan ve Anadolu’yu bütün dünyaya emsal teşkil edecek ve ruh üfleyecek bir iman davasının mekânda sembolü yapmak için gecesini gündüzüne katanlardır. Bu gayenin dışına ve zıddına düşenler ise Türk’ün de, Kürt’ün de, Laz’ın da, Çerkez’in de hainidir. Hangi milliyetperver milletinin ebedi kurtuluşa ermesi dururken sonsuz azaba düşmesini ister? İşte bizim Anadoluculuğumuzu besleyen bu ruhtur.

İBDA Mimarı, Ölüm Odası’nın 2. cildinde Anadolu ve Anadoluculuk bahsini bin bir meseleye yol verecek tedâi zenginliği içinde ele alırken, eserin bir yerinde ANADOLU’yu BERZAH sırrına bitişik değerlendirmesi ve BERZAH’ın iki tarafı olarak işaretlemesi, “derinliğine insan meselesi” kadar “genişliğine toplum meselelerinin” de yol haritasını bize çizmektedir:

“Bu iki deniz, hissin zâhirî ve bâtınî bütün KAİNAT ve İNSAN nesne ve keyfiyet suretlerini şâmil bir mânâ arzederken, birleşememenin bütün müşterek ve zıd unsurlarını BERZAH kavramında toplar. Bunun, ben “çocukluğumdaki benim”, Anadolu mânâ olarak asıl, bu cüssenin gelişmesi boyunca ortaya çıkan problemleri, vücud azalarının vücud bütünlüğüne ve muvazenesi amacına mecbur edilmesi gibi, BERZAHIN iki tarafı olarak kabul edilir. “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir!” sırrının verimine temin vesilesi ve “lâftan anlamayanın hâli kötektir!” cezasının görüneceği ölçü ve ölçülendirmelere tâbî ANADOLUCULUKTAN başka, meselelerin çözülmesini söyleyen çok da, meselelerin derinliğine İNSANA doğru çözümünün ölçülerini gösterebilen yok.” (Salih Mirzabeyoğlu, B-7 “Tarih” – 2.Cilt, İbda Yayınları, 1.Basım, Nisan 2013, Sayfa: 413, 414)

Bizim genişliğine toplum meselesi olarak süzdüğümüz: “Lâftan anlamayanın hâli kötektir!” cezasının görüneceği ölçü ve ölçülendirmelere tâbî ANADOLUCULUK…”

Bütün etnik ayrılıkçı, bölücü ve faşist unsurları “lâftan anlamayanın hâli kötektir” kelâmına ısmarlayarak, yine İBDA Mimarının ölçülendirmesini hatırlıyoruz:

“Beylik kavim ismi hâlinde kendini ne hissedersen hisset, ne türden melez olursan ol, oradan mekânı ANADOLU olan İSLÂMÎ hüviyete su taşı. MUTLAKA. Demek ki, bizim sözünü ettiğimiz ANADOLUCULUK, ne kendini bir keyfiyet ve kültür ifâdesine kavuşturabilen, ne de çerçöpler gibi kendini ifâde edemeyen kavim ve kavimsizler mozaiği değil, tek başına ve âlâ olmaya niyet bir İNSAN tipinin de tarif edenidir. Nasıl ki, “toplum ailelerden meydana gelmiştir!” diye, bugün ailelerin hâli belli, böyle bir mozaik taneleri yerine, bütün aileleri ANADOLUCULUK ruhu altında nasiplendirmek ve ANADOLUCULUK ruhunu besleyici kılmak anlayışı. ANADOLUCUYUM, ANADOLUCUYUZ! Sözümüz eksik kalmasın: Fikrimizin ulaştığı heryer, bedende uzuv, tecelli eden ruh, ANADOLUDUR. Nefs birdir.!” (Salih Mirzabeyoğlu, B-7 “Tarih” – 2.Cilt, İbda Yayınları, 1.Basım, Nisan 2013, Sayfa: 408)

Batı entelektüelinin kendi coğrafyasını “batı düşüncesinin ulaştığı her yer batıdır” ifadesiyle tarif ederek, yayılmacı bir kültür istilasına ideolojik zemin hazırlamasına mukabil, İBDA Mimarının, “fikrimizin ulaştığı heryer, bedende uzuv, tecelli eden ruh, ANADOLUDUR” hükmüyle karşılık vermesi nihayetinde bütün bir Doğu-Batı muhasebesinin çözüleceği hesaplaşma noktasıdır. Bu çerçevede Irak’tan Afganistan’a kadar her yer Anadolu davasının bir tezahürüdür.

Büyük Doğu-İBDA külliyatında “Allah adamı” mânâsına gelen gerçek Türk bu ruhun aksiyoncu seciyesidir. Çünkü Türk ruhu dediğimiz şey, İslâm imanının pırıltısından başka bir şey değildir. Batı dünyasında yüzlerce sene Türk’ün Müslüman’la eş anlamda kullanılmasının sırrı da burada yatar. Esasen yağma ve istilaya gelen Haçlı sürüleri yüzlerce sene karşılarında “Allah adamı” Türk’lerden başkasını görmemiş ve her defasında onlara toslamıştır. Viyana kapılarında da aynı “Allah adamlarının” fetih rüyasıyla yüzleşmişlerdir. Bu sebeptendir ki, batının Türk’e düşmanlığının altında yatan aslında İslâm’a olan düşmanlığıdır.

(*) Sn. Hakan YAMAN’ın bu yazısı matbu olarak çıkan ADIMLAR’ın ikinci sayısının kapak yazısıydı, 2 Aralık 2014 tarihinde sitemizde de yayınladığımız bu yazıyı Milliyetçilik etrafında meselelerin konuşulduğu ve tansiyonun yükseldiği bugün bizim anlayışımıza bir nebzede olsa göstermesi açısından tekrar yayınlıyoruz

Adımlar Dergisi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA TARİHİ Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com