EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Amin Maalouf

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> EDEBÎYAT
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Tem 17, 2009 11:26 pm    Mesaj konusu: Amin Maalouf Alıntıyla Cevap Gönder

Yusuf Tosun
Çivisi Çıkmış Dünya



Amin Maalouf’u daha çok romanlarıyla tanıdı Türk okuyucu. Özellikle bir klasik haline gelen Afrikalı Leo Kitabı Amin Maalouf ismi ile adeta özdeşleşti. Daha önce yayımlanan Semerkant, Tanios Kayaları, Doğunun limanları, Işık Bahçeleri, Yüzüncü Ad, Ölümcül Kimlikler eserleri ile okuyucu onu daha da yakından tanıma imkanına kavuştu.

27 yaşına kadar Lübnan’da yaşayıp daha sonra Fransa’da yaşamına devam eden Amin Maalouf’un denemelerden oluşan yeni kitabı “Uygarlıklarımız Tükendiğinde” alt başlıklı“Çivisi Çıkmış Dünya” eseri medeniyetler çatışması bağlamında kötü bir sona doğru giden insanlığı hoşgörü çığlığıyla uyarmaya çalışıyor. Küresel ısınmadan siyasi politikalara kadar birçok konuda açık yüreklilikle birlikte yaşama için “yol haritası”, başka bir ifade ile bir türlü “pusula” ortaya koymaya çalışıyor.

“Pusulasız bil halde” yeni yüzyıla girildiği ön kabulüyle 20.y.y. analizinde bulunan Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya” çalışmasını daha önce yayınladığı ve kendi iç dünyasının yansımaları olan “Ölümcül kimlikler” eseriyle birlikte okunduğunda daha bir anlamlı oluyor.

Yazarın “Ölümcül Kimlikler” eserindeki görüşleriyle paralellik ve tamamlayıcılık gösteren “Çivisi Çıkmış Dünya” çalışması, bir düşünürün dünyanın baş döndürücü gidişatına karşı bir sorumluluk bilinciyle kaygılarını, endişelerini dile getiriyor.

Doğu ve Batı medeniyetleri arasında kıyaslama ve analizlerde bulunuyor kendince.

Bir başka anlamda dünyanın o kötü, olumsuz gidişatına karşı eli-kolu bağlı vaziyette isyanını dile getiriyor bu çalışma.

İslam dünyasını yüzyıllık körlük, batı dünyasını da yüzyıllık açgözlük ile tanımlayan Amin Maalouf, Türkiye, Mısır, İran ve Arap dünyasından yola çıkarak derin analizlerde bulunur.

Hem bir doğulu, hem de bir batılı olarak Amin MAALOUF, İslam dünyasını geniş bir şekilde masaya yatırıyor ve özellikle Atatürk ve Nasır modelleri üzerinde saptamalarda bulunuyor. Özellikle Türkiye ve Atatürk ile ilgili analizleri çarpıcı yorumlarla okuyucuya sunuluyor.

Mısır ve Arap tarihini de geniş bir şekilde ele alan Maalouf, sıra İran örneğine gelince Şah Rıza’nın nasıl kendi sonunu hazırladığına dikkat çekiyor.

Özellikle, Amin Maalouf’un Mısır tarihi analizi (Nasır, Enver ve Sedat dönemi) 1980’li yıllarda bir nevi İslam dünyasında hızla boy gösteren radikal İslamcı grupların da tarihçesini de ortaya koyuyor gibi.

Zaman zaman Amerika politikalarına da gönderme de bulunan yazar, haklı olarak; “Dünya nüfusunun %5’ini temsil eden Amerikan yurttaşlarının oylarının bütün insanlığın geleceği üstünde geri kalan %95’ten daha belirleyici olduğu anda, dünyanın siyasal yönetiminde bir işleyiş bozukluğuna” dikkat çekiyor.

Ama açıkçası; eser bir bütün olarak değerlendirildiğinde, Amerika ve Avrupa eleştirisinin objektif yapılmadığını, batı uygarlığının doğu medeniyetine karşı şirin gösterilmeye çalışıldığı da dikkatli gözlerden kaçmıyor.

Dünyadaki gidişatı bir yalıyara tırmanan ve bir sarsıntı yüzünden dengelerini yitiren bir grup dağcıya benzeten yazar, okuyucuyu bir yığın olumsuzluk ve çaresizlik baş başa bırakıyor. Anlaşılıyor ki dünya; büyük bir çıkmaza doğru sürükleniyor..

Amin Maalouf 20.yüzyıl tecrübesinden yola çıkarak son derece önemli saptamalarda bulunuyor. Ona göre; “Değerler, içi boşaltılmış bir sözcüktür ve değişkendir. Maddi konular ile tinsel konular arasında rahatlıkla gidip gelebilir.” Andre Malraux’a ait olduğu tahmin edilen; “21.yüzyıl ya dindar olacak, ya da (var) olmayacaktır.” sözünden çıkışla dinin, birey ve toplum için ne kadar önemli ve vazgeçilmez olduğunu seslendirmeye çalışıyor. Sovyetlerin dinin yokluğunda ne kadar zarar gördüğünü örnek verirken, öte taraftan dinin aşırı bağımsızlığından da doğan zararları dillendiriyor.

Öyle anlaşılıyor ki rahat, huzurlu ve müreffeh bir gelecek için ben merkezli projeler artık değerlerini yitiriyor ve uygulama zemini daralıyor. Artık hem dinin varlığını ve hayat içerisindeki yerini kabul etmemiz, hem de “öteki” olarak algıladığımız kesimleri en ince ayrıntısına kadar tanıyıp ona göre toplumsal yaşam projeleri geliştirmemiz gerekiyor. Bunun için de ötekilerin edebiyatlarını bilmemiz, tanımamız gerekiyor. Çünkü “bir halkın özel yaşamı edebiyatıdır.” Toplumlar edebiyat aracılığı ile; “Tutkularını, özlemlerini, düşlerini, yoksunluklarını, inançlarını, çevresindeki dünyaya bakışını, kendisini ve buna bizde dahil olmak üzere başkalarını nasıl algıladığını edebiyatla açığa vurur.”

İdeolojilerin gelip geçici, dinlerin ise kalıcı olduğu 21.yüzyıl tecrübesinden yola çıkan Amin Maalouf; “Dinleri gizil anlamda yok edilemez kılan şey, yandaşlarına kimlik bağlamında demir atacakları bir liman sağlamalarıdır.” tespitiyle önemli bir açılımda bulunuyor ve “… şimdiye dek, son sözü hep din söyledi” son hamlesiyle taşı gediğine koyuyor.

Ancak Amin Maalouf un burada göz ardı ettiği husus; bütün bu önemli tespitler için tam yüz yıl beklemiş olmasıdır. Aslında dinin son sözü söylediği ve tırnak içerisinde “yandaşlarına güvenli bir liman sağladığı” yeni bir tespit değil zaten. Yüzyıllardır aşikar olarak var olan bir gerçekliktir. Ancak 21.yüzyılın başı itibariyle, 20.yüzyılı geriye dönük okuyup çeşitli saptama ve gelecekle ilgili önerilerde bulunan Amin Maalouf, aslında bilinen ama bu yüzyılın başında dile getirilmesi gereken önemli uyarılarda ve öngörülerde bulunuyor. Herhalde bu uyarı ve öngörüleri önemli kılan en önemli unsur söyleyenin kendisidir. Kitabı Fransızca yayımlandıktan kısa bir süre sonra Türkçe’ye çevrilmesinin en bariz açıklaması da bu olsa gerek.

kitabının yazılış amacını dile getiren yazarın kendi cümleleriyle nokta koyalım:

“Umutsuzluk vaazları verilmemeli, ama için ivediliğine dikkat çekilmeli. Öte yandan, bu kitabı yazmamdaki amaç da bu. Geç kalındığını, ama çok geç kalınmadığını söylemek. Çöküşü ve gerilemeyi önlemek amacıyla bütün gücümüzle harekete geçmemenin bir intihar bir suç alacağını söylemek hala harekete geçilebileceğini, hala olayların akışının değişebileceğini, ama bunun için kararsız, korkak, bayağı değil, cesur ve yaratıcı olmak gerektiğini söylemek. Düşünce ve davranış alışkanlıklarımızı kökünden değiştirme ve öncelikler ölçeğimizi yeniden oluşturma cesaretinin gösterilmesi gerektiğini göstermek”

Yusuf TOSUN
haber10

TADIMLIK

Pusulasız bir halde girdik yeni yüzyıla.

Daha ilk aylardan başlayarak, dünyanın hepten çivisinin çıktığını düşündüren kaygı verici olaylar meydana geliyor; üstelik bunlar birçok alanda birden gerçekleşiyor – entelektüel dünyanın, finans dünyasının, iklimin, jeopolitiğin, etiğin çivisi çıkmış durumda.

Şurası da bir gerçek ki arada sırada umulmadık, yararlı dönüşümlere de tanık olunuyor; o zaman da açmaza sürüklendiklerini fark eden insanların, öyle ya da böyle, sanki bir mucize eseriyle bu açmazdan çıkmanın yollarını bulacağına inanmaya başlanıyor. Ama bunun hemen sonrasında bambaşka, daha karanlık, daha sıradan insani itkileri açığa vuran başka kargaşalar açığa çıkıyor ve türümüzün manevi yetersizliğinin eşiğine varıp varmadığı sorgulanıyor yine; tabii eğer hâlâ ilerlemeyi sürdürüyorsa; ya da birbiri ardında sıralanan onca kuşağın kurmaya çabaladığı şeyi yeniden tartışma konusu edebilecek şekilde gerilemeye başlamadıysa.

Burada söz konusu olan ne bir binyıldan diğerine geçerken hissedilen akıldışı sıkıntılar, ne de değişimden ödü patlayanların ya da değişim hızından korkanların ezelden beri ortaya attıkları, durmaksızın yineledikleri lanetler. Benim derdim bambaşka; Aydınlanma Çağı’nın bocaladığını, zayıfladığını ve kimi ülkelerde sona ermek üzere olduğunu gören bir Aydınlanma yanlısının; bir zamanlar özgürlüğün, dünyanın tamamına yayılmakta olduğuna inanan, şimdiyse ona yer olmayan bir dünyanın biçimlendiğini gören, eli kolu bağlı biçimde fanatizmin, şiddetin, dışlamanın ve umutsuzluğun yükselişine tanık olan bir özgürlük tutkununun; her şeyden önce de, aslında sadece, pusuda bekleyen yok oluşa boyun eğmek istemeyen bir yaşam âşığının endişeleri benimkiler.

Hiçbir yanlış anlama olmasın diye ısrarla belirtiyorum: Şimdiki zamana burun kıvıranlardan değilim ben. Çağımızın bize sağladığı şeylerin hayranıyım, son icatları yakından takip edip zaman kaybetmeden gündelik yaşamıma katıyorum onları; tıp ve bilgi-işlem alanlarında kaydedilen ilerlemeler nedeniyle, önceki bütün kuşaklardan çok daha ayrıcalıklı bir kuşağa dahil olduğumun bilincindeyim. Ama gelecek kuşakların da modern yaşamın meyvelerinin tadını çıkarabileceğinden emin olmadan, onların rahatlıkla tadına varamıyorum.

Kaygılarımda aşırıya mı kaçıyorum? Buna pek inanmıyorum ne yazık ki. Hatta, tersine, çoğu doğrulanıyormuş gibi görünüyor gözüme, ilerleyen sayfalarda göstermeye çalışacağım şey de bu; amacım belgelerle doldurulmuş bir dosya sunmak değil, ne de özsaygıyla hareket edip bana ait bir savı savunmak; ben tehlike var diye bağırıyorum ve bu duyulsun istiyorum sadece; öncelikli niyetim çağdaşlarımı, “yol arkadaşlarımı”, bindiğimiz geminin artık dalgalı denizde akıntıya kapıldığına, yolunun, yönünün, görüş alanının, pusulasının bulunmadığına ve batmasını engellemek için acilen bir atılım yapılması gerektiğine inandırmak için doğru sözcükleri bulmak. Denizde önümüzü görerek seyredip, birtakım engellerden kaçınarak ve işleri zamana bırakarak şu hızımızı korumamız yeterli olmayacak. Zaman müttefikimiz değil bizim, yargıcımız. Şu an zaten cezamızın erteleme sürecini yaşıyoruz.

Kendiliğinden denize ilişkin imgeler geliyorsa akla, belki de, öncelikle kaygılarımı şu basit ve sert saptamayla açmalıyım: İnsanlık, evriminin günümüzdeki evresinde, tarihte eşine rastlanmayan yeni tehlikelerle karşı karşıya ve bunlar yepyeni küresel çözümler gerektiriyor; yakın gelecekte bu çözümler bulunmazsa uygarlığımızı büyük ve güzel kılan şeylerden geriye hiçbir şey kalmayacak; kaldı ki, bugüne dek, insanların farklılıklarını aşacağını, düş gücüne dayanan çözümler geliştireceğini, ardından onları hayata geçirmek adına birleşip seferber olacağını ummamızı sağlayabilecek pek az ipucu var; hatta belirtilere bakılırsa dünyanın çivisinin çıkması sürecinde ileri bir evreye gelindiği ve bir gerilemenin önüne geçmenin artık güç olduğu düşünülebilir.

İlerleyen sayfalarda, çeşitli düzen bozuklukları ayrı bölümler halinde ve sistemli bir şekilde ele alınmayacak. Ben daha çok bir fırtınanın ertesi günü, daha şiddetli başka bir fırtına geliyorum derken, bir bahçede gezinen gece bekçisi gibi davranacağım. Adam elinde bir lamba, sakınımlı adımlarla ilerliyor; sık bir ağaç kümesine, ardından bir başkasına ışık tutuyor, ağaçların arasında bir yol keşfediyor, geri dönüyor, kökünden sökülmüş yaşlı bir ağacın üstüne eğiliyor; sonra bir burna yöneliyor, lambasını söndürüp panoramayı bütünüyle görmeye çalışıyor.

Kendisi ne bitkibilimci, ne tarımbilimci ne de peyzaj mimarı; bu bahçedeki hiçbir şey de onun değil. Ama sevdiği insanlarla birlikte burada yaşıyor ve bu toprağa etki edebilecek her şey onu yakından ilgilendiriyor.

http://www.ykykultur.com.tr/kitap/?id=2042


BASINDAN

Amin Maalouf, 29 Mayıs 2009'da İpek Cem'in hazırlayıp sunduğu ve NTV'de yayınlanan Global Leaders programına konuk oldu. Söyleşinin deşifresini aşağıda bulabilirsiniz.

İpek Cem'in bu haftaki konuğu, Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf. Doğudan gelen ve dünyaya Batıdan seslenen Maalouf, her fırsatta Batı ve Doğu kültürlerinin her ikisine ait olduğunu dile getiriyor. Hatta Osmanlıya kadar uzanan aile köklerini anıyor ve İstanbul'a olan özlemini "istisnasız bütün kitaplarımda mutlaka İstanbul geçiyor" diyerek ifade ediyor.

İpek Cem: Son kitabınız Çivisi Çıkmış Dünya, Doğu-Batı, İslam gibi konuları işliyor. Tarihsel gelişimin aksine, medeniyetlerin barış içinde yaşayabileceğine dair ümitli misiniz?


Amin Maalouf: Medeniyetlerin barış içinde, birarada yaşamayı başarmaktan başka şansları olmadığına inanıyorum. Aslında, öğrenilmesi gereken, birarada yaşayıp yaşayamayacakları değil, bunun "nasıl" gerçekleşeceği. Çünkü her şekilde hepimiz bu dünyada, aynı dünyada yaşıyoruz. Ve bu dünya, farklı kültürlerden, farklı medeniyetlerden, farklı halklardan, farklı dillerden oluşuyor. Beraber yaşamayı gerçekten öğrenmek zorundayız.

İpek Cem: Kitaplarınızın birçoğunda, geçmişe bir özlem, nostaljik bir bakış söz konusu. Farklı kökenlerden insanların bir arada barışı koruyarak yaşadığı zamanlardaki Orta Doğu'nun geçmişine bir özlem var. Barışçıl dönemlerden farklı kimliklerin tolere edilmediği bu döneme nasıl geldik? Birçok kişi batılı devletlerin bölge siyasetini suçluyor. Orta Doğu'yu şu an nasıl görüyorsunuz?

Amin Maalouf: Tarih, ne yazık ki yeniden yazılamıyor. Ancak tarihi yeniden yazabilsem, farklı şekilde yazardım. Tarihi yeniden yazabilseydim, Birinci Dünya Savaşı'nı farklı şekilde sonuçlandırırdım. Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalamak yerine, onu başka bir şekle dönüştürürdüm. Bu, büyükbabamın hayaliydi. Bu şekilde konuşunca geçmişe saplanıp kalınmış gibi bir hava oluyor ama bende biraz geçmişe özlem var. Bence tek otorite altında, bir arada yaşayan farklı halklardan, farklı kültürlerden oluşan büyük imparatorlukların olması fikri, gerçek bir parlamenter demokratik rejim içerisinde, çoğunluk sistemiyle seçilmiş bir devlet başkanıyla daha farklı bir hale gelebilirdi. Ben, çok uluslu, çok kültürlü devletleri tercih ediyorum. Yakın doğunun ve merkez Avrupa'nın bölünmesi, bir sürü küçük devleti ortaya çıkardı. Dünya savaşlarına veya bölgesel savaşlara sebep olan bu küçük devletler hiçbir zaman tam bir istikrar sağlayamadı, gelişemedi. Bazı şeylerin farklı şekilde yaşanmasını gerçekten isterdim. Peki, burada hata kimin? Birinci Dünya Savaşı'nı kazanan iktidarların kesinlikle biraz suçu var. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Versay ve Sevr'de yapılan antlaşmalar son derece yıkıcıydı. Bir yazar bu antlaşmayı "barışa son veren barış" şeklinde adlandırmıştı ve bu bir gerçek. Bu antlaşmaları yapan kişilerin tamamen sorumsuz davrandıkları bir gerçektir. Savaşları, çatışmaları tahrik edecek davranışlarda bulundular, hem de yalnızca Yakın Doğu'da değil, Avrupa'daki çatışmaları, Yakın Doğu'daki çatışmaları, Uzak Doğu'daki çatışmaları tahrik ettiler. Kısacası gerçekten yıkıcıydı. Diğer yandan bölgedeki halkların da sorumluluğu var. Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemi, öyle bir dönemdi ki, "biz halkımızı farklı bir temel üzerinde, farklı şekilde yapılandırmak istiyoruz" diyebilecek kadar öngörülü ve aydın sadece birkaç kişi vardı. Çoğunluksa kendini farklı hayallere kaptırmıştı. 1916 yılında Arap dünyasında, İngiltere tarafından desteklenen o meşhur isyan başlatıldı. Tüm milletler, kendi devletlerini kurmak istedi. Bunları bugün yargılamak elbette doğru değil, o zamanın şartları buydu. Dönemin gerektirdiği bir şeydi, herkesin kendi devletini kurma hayali vardı. Ama Yakın Doğu ülkelerine baktığım zaman kendi kendime "bu şekilde bitmemeliydi, başka bir yol bulunmalıydı. Bir arada yaşamayı sağlayacak bir yol bulunmalıydı." diye düşünüyorum. Gerçekten "ziyan olmuş" gibi bir hissiyata kapılıyorum.

İpek Cem: Mısır'la Orta Doğu'daki demokrasi eksikliğinden söz ediyorsunuz. Ayrıca Araplar, kendi içlerinde bölünüyor ve ortak hareket edemiyorlar. Yeni dünya düzeninde artık Osmanlı İmparatorluğu yok ve ulus-devletler ön planda. Arap dünyası içinde daha doğru bir beraberlik gerçekleşebilir mi?

Amin Maalouf: Bugünün Arap dünyasının en temel sorunlarından biri, bana göre, tam olarak meşruluğu olmayan yöneticilerin varlığı. Meşru değiller çünkü genelde demokratik bir seçimle başa gelmiyorlar. Çünkü ekonomik veya onlara meşruluk kazandıracak herhangi bir alanda başarıya imza atmış değiller. Belli bir zafer kazanmış değiller. Dolayısıyla yöneticiler, meşru değil. Arap dünyasındaki birçok kişi, biraz da yasal olmayan yollardan, hükümetin gerçekleştiremeyeceği siyasi hareketlerle ilgileniyor. Dolayısıyla Arap dünyasında ciddi bir iktidar sorunu yaşanıyor. Kitabımda Nasır döneminden biraz bahsettim. Çünkü bir yandan gençliğime tekabül ettiği için o dönemi yaşadım ve diğer yandan o dönemin başlıca yöneticisi olan Nasır'ın çoğunluğa dayanan bir meşruluğu vardı. İnsanlar, onun söylediklerine inanıyordu. İnsanlar, onun söylediklerinin kendi duyguları, kendi amaçları olduğuna inanıyordu. Ve böyle bir şey Arap dünyasında artık yok, bu da ciddi bir sorun. Arap dünyasının durumu bana yazık olmuş, dedirtiyor. Bunu şu anlamda söylüyorum, Arap dünyasından insanlarla ne zaman bir arada bulunsak, ister Paris'te olalım, ister Beyrut'ta, ister başka bir yerde, bir nevi yas tutuyoruz. Çünkü Arap dünyasının tamamının başına gelenlere bakıyorsunuz ve durum hep çok acıklı. Irak'a bakın, Gazze'ye bakın, birçok ülkeye bakın. Bu, gerçekten trajik bir durum. Arap dünyası, muhtemelen tarihte şimdiye kadar gelmiş geçmiş en kötü dönemini yaşıyor. Pek de yaşlı olmamama rağmen, benim gençliğimde bile farklı bir dönem yaşanıyordu. Dünyada Arap dünyasına karşı bir saygı vardı. İnsanlar kendilerini ifade eder, dinler, bunları göz önünde bulundururdu. Bugünse Arap dünyası giderek geri çekiliyor ve acı çekiyor. Öyle görünüyor ki hiçbir zaman dinlememişler. İşler böyle gitmeye devam mı edecek? Umarım etmez, umarım etmez. Ama ciddi anlamda bir sıçrama yapmaları, bilinçlenmeye başlamaları gerek.

İpek Cem: Az önce meşruluktan bahsettiniz. İslam dini, bazı gruplar ve hükümetler için giderek bir meşruluk kaynağı haline gelmeye başladı. Bu durum böyle sürüp gidecek mi?

Amin Maalouf: Din ve siyaset arasındaki ilişki son derece karmaşıktır. Sorunun boyutlarından biri de, soğuk savaşın bitişinden sonra farklılıkların esas olarak biyolojik farklılık olduğu bir dünyaya geçiş yaptık. Bu dünyada daha çok kimlik farklılıkları vardı. Bu durum, Müslüman dünyası için geçerli olduğu kadar tüm dünya için geçerlidir. Arap dünyasında, çok daha belirgin bir şekildedir. Nasır'ın bozgunuyla milliyetçiliğin gerilemesi ve aynı zamanda sosyalizmin gerilemesi, Arap ülkelerinin çoğunda kötü sonuçlanan diğer deneyimlerle beraber, elbette bir çeşit ideolojik boşluğa yol açtı. İnsanlar da kendiliğinden, doğal bir şekilde, doğal yollardan kazandıkları tek bir ideolojiye bağlandılar. Bu da dindi ve elbette din, manevi roller dışında başka görevler de üstlendi. Çünkü din, aynı zamanda akılcı bir role de sahiptir. Dinin etrafında şekillenen bir akılcı seferberlik çeşidi vardır. Dinin etrafında şekillenen bir sosyal talep de vardır. Ve din, teoride bu rolleri üstlenmezken gerçekte birçok farklı rol üstlendi. Dinin herhangi bir milliyetçi ideoloji rolü olamaz. Ancak başka bir milliyetçi ideolojinin yokluğunda din, bu görevi de üstlenmiştir.

İpek Cem: Size göre, Arap dünyasında meşru liderliğin olmayışı ve grupların bölgede söz sahibi olması, dinin daha da hâkim bir konum kazanmasına sebep oluyor. Aynı zamanda savaşlardan ve bölgedeki istikrarsızlıktan dolayı bu ülkelerden Avrupa'ya, Amerika'ya ve başka yerlere çok fazla göç ediliyor. Göç, kitaplarınızda önemli bir yer tutuyor. Sizce Avrupa göçe nasıl bakıyor?

Amin Maalouf: Bana sorarsanız göç eden kişi için göç, bir şans olabilir. Aynı zamanda üzücüdür belki ama bir şans haline gelebilir. İnsanları tarafından terkedilmiş bir toplum açısındansa, bu bir fakirleşmedir. Dünyanın her yanında, özellikle Arap dünyasında, gerçek bir kan kaybı olan göç kavramını yakından tanıyan çok fazla toplum var. Her alanda kalifiye olan birçok insan, başka ülkelerde yaşayacak. Bu, tam bir felaket. Ama bence göç kavramından yola çıkarak başka bir yere varmak gerekiyor. Ne demek istediğimi açıklayayım. Birçok toplumda, yurt dışından gelmiş birçok insan yaşamaktadır. Bu kişiler iki toplum arasında, içinde doğdukları toplum ve düşünsel toplumları arasında bir buluşma noktası olabilirler. Bana sorarsanız bu insanlar, bu görevi üstlenmeleri için yüreklendirilmelidir. Örneğin ana dillerini kaybetmemeleri için yüreklendirilmelidirler. Bulundukları ülkenin dilini öğrenmeliler ama diğer yandan ana dillerini de korumalılar. Bu kişilerin iki toplum arasında bir dolaşım sağlayabilmeleri gerektiğine inanıyorum. Her iki yöne de geçiş yapabilmeliler, bulundukları toplumdan doğdukları topluma veya doğdukları toplumdan yaşadıkları topluma bir elçi olabilmeliler. Herkesin "öteki"ni tanıması gereken bir dünyada yaşıyoruz. Bunu özellikle de, uzun süre dünyanın geri kalanını tanımasına gerek olmadığına inanan batı ülkeleri için söylüyorum. Güney ülkelerinde yaşayan birçok insan kuzey ülkelerinin dilini öğrenir. Kuzey ülkelerinde yaşayan çok az insan güney ülkelerinin dilini öğrenir. Bilmelerine gerek olmadığını düşünürler. Bence bu, aldatıcıdır, bence günümüzde insanlar, diğer kültürleri öğrenmelidir, diğer dilleri öğrenmelidir. Ve bu kültürün taşıyıcısı olanlar, bu dilin taşıyıcısı olanlar, kendi ülkelerindeyken, onlara yönelmelidirler. Başka şeyler de öğrenilmelidir. Çünkü öğrenme daima iki yönlü olmalıdır.


İpek Cem: Kitaplarınızda göçmenliğin yarattığı birikimden söz ediyorsunuz. Halbuki göç eden kişiye bakıldığında genelde kendi ülkesini terk ettiğinden zor durumda olduğunu düşünürüz. Siz farklı kimlikleri zenginlik olarak algılıyorsunuz. Bu zenginlik anlayışını yakalayabilecek miyiz?


Amin Maalouf: Bir insanın kimliğinin son derece karmaşık ve ince olduğunu düşünüyorum. Bence bir insan, herhangi bir dini aidiyete, ulusal veya dilsel aidiyete indirgenemez. Herkesin kendi kimliğinin karmaşıklığının farkına varması çok önemlidir. Diğerleri de bu bilince vararak onu desteklemelidir. Örneğin, göç edenlerin, kendi kimlikleri içinde, hem kökenindeki toplumun elemanlarını hem de içinde yaşadıkları toplumun elemanlarını barındırdıklarını anlamaları çok önemlidir. Ve kendi kimlikleri içerisinde bu farklı elemanları yaşatabilmelidirler. Ve bunun doğru olduğu çocuklarından bellidir. Farklı toplumlarda büyüyen ve yerlerinin, ait oldukları toplumun hangisi olduğunu bilemeyen çocuklar. Bazen kendilerini her iki topluma da ait hissetmezler. Kimliklerin karmaşıklığının farkına varılmasını sağlamak oldukça önemlidir. Bu kişiler, her iki milliyeti, her iki ya da üç dilini de sahiplenmeli, kabul edilmişlik hissine sahip olmalı ve kimliklerinin karmaşıklığından dolayı üstlendikleri bir görev olduğunu anlamalıdır. Bana sorarsanız, insanların kültürel haysiyete ihtiyaçları vardır. Bu, son derece temel bir şeydir. İnsanlar, dünyanın neresinde olurlarsa olsun, dillerine saygı duyulduğunu, kültürlerine saygı duyulduğunu hissetmek isterler. Kendilerine saygı duyulduğunu hissettikten sonra başkalarıyla yaşayabilirler.



İpek Cem: Lübnan doğumlusunuz. 1976 yılından beri Fransa'da yaşıyorsunuz. Fransa ve Avrupa'nın göçmen politikası çağa ayak uyduruyor mu?



Amin Maalouf: Bana öyle geliyor ki göç sorununa iyi bir çözüm kimse tarafından bulunamamıştır. Hatta bence birçok ülkede durum daha da kötüleşiyor. Sizin de söylediğiniz gibi 33 yıldır Fransa'dayım, Avrupa'daki gelişmeye şahit oldum ve bence bazı şeyler tam olarak oturmadı. Uzun bir geleneğe sahip olan ülkeler gördüm, örneğin Danimarka gibi, Hollanda. Son yıllarda çok ciddi sorunlar oluştu. Göç konusunun çok daha belirgin şekilde, çok daha derin bir şekilde incelenmesi gerektiğine can-ı gönülden inanıyorum ve şimdiye dek bu, yapılmadı. Bugün herhangi birinin çıkıp da "biz, bir çözüm bulduk, biz, bu sorunları hallettik." diyebileceğini sanmıyorum. Hiç kimse bu sorunları gerçekten halledemedi.



İpek Cem: Bildiğiniz gibi Türkiye, Avrupa Birliği'ne üyelik sürecinde. Belki göç değil ama büyük bir ülkenin, bir Doğu ülkesinin Avrupa'yla bütünleşmesi fikri, birçok Avrupa liderini endişelendiriyor. Türkiye'yi ve bölgeyi çok iyi tanıyan birisi olarak siz, Türkiye'yi Avrupa'nın parçası olarak görüyor musunuz?



Amin Maalouf: Bence iki taraf birbiriyle mükemmel bir şekilde bir arada yaşayabilir. Türkiye, Avrupa'ya çok önemli şeyler kazandırabilir, özellikle de bir hassasiyet kazandırır. Avrupa'nın çok az tanıdığı ve hiçbir bağlantısının olmadığı koca bir dünya var. Bence bu başlıca, tamamlayıcı boyutu ortaya çıkarmamak çok büyük bir hata olacaktır. Ayrıca Müslüman dünyasıyla dışarıdan anlaşabilmeyi sağlayan bir sözleşme olduğunu söylemek de aldatıcı olacaktır. Makul tavır, "Komşularımdan biri olarak, Müslüman dünyasıyla olan ilişkilerimizi düzenlemeyi bilmeliyiz" şeklinde olmalı ve bu beraberliğin bir parçası olarak kabul edilmelidir. Ne yazık ki zihinler, buna henüz hazır değil. Bu konuda da bir gerileme var diye düşünüyorum. Yirmi yıl öncesinde her şey daha kolaydı. Bugünse konu Müslüman dünyası olduğunda, sabit fikirler ortaya çıkıyor. Bunlar, bir yana bırakılamıyor ama ben, kendi adıma üzülüyorum.



İpek Cem: Kitaplarınız, dünya çapında milyonlarca kişiyi etkiliyor. Çoğu kitabınız, bizi yüzlerce yıl öncesine götürüyor. Yeni bir romana başlamak için ilham kaynağınız nedir?



Amin Maalouf: Bana ilham veren unsurlardan biri bugünün dünyasından kopma isteği. Ben, bugünün dünyasına kendini pek uyumlu hisseden biri değilim. Ülkem olan Lübnan'ı gözlemliyorum ve kendi kendime tarihin farklı bir döneminde yaşasam daha mutlu olacağımı düşünüyorum. Birçok şeyin mümkün olduğu eski dönemlerle buluşmayı istiyorum. Bazen olumlu hikâyeler dediğim ve bir şekilde günümüz çağının zehirine çare olabilecek kitaplarımla bir şeyler yaratmayı seviyorum. Kurgu ve kurgu ile tarihin birleşimi bu amacı biraz gerçekleştirebilir diye düşünüyorum.



İpek Cem: Bugünlerde Lübnan'a gidiyor musunuz?



Amin Maalouf: Geçen sene üç defa gittim. Ülkeme kavuşmak, her zaman çok büyük bir zevktir. Dağda bir evim var. Bu ev, nesillerden beri benim aileme ait. Dağ şehrime her kavuştuğumda çok duygulanıyorum. Ama orada pek fazla vakit geçiremediğim de bir gerçek.



İpek Cem: Lübnan'daki sıkıntılar çok uzun süredir devam ediyor. Lübnan'da istikrar adına, bir arada yaşayabilme adına bir gelişme gözlemliyor musunuz?



Amin Maalouf: Bu ülkedeki sorun, birleşme ve ayrılma, uzlaşma ve çatışma evrelerinin ard arda yaşanması. Ne yazık ki ben, bunun böyle devam edeceğine inanıyorum. Yine gerilme, çatışma ve sonra da anlaşma dönemleri yaşanmaya devam edecek. Gelecekte çok uzun soluklu bir barış dönemi, rahatlık göremiyorum. Ne Lübnan'da ne de orduda.



İpek Cem: Birçok insan Orta Doğu'nun bugünkü sıkıntılarında İngiltere ve Amerika'yı sorumlu tutuyor. Amerika'da Obama hükümeti görevde. Bu gelişmede kalıcı barışa yönelik bir umut görüyor musunuz?



Amin Maalouf: Ben, Amerika'daki yeni yönetimi eskisiyle kıyasladığımda Yakın Doğu için çok büyük bir heyecan duyuyorum. Ama yalnızca Yakın Doğu için değil. Bence Amerika'nın kendisi şu anda bir değişim yaşamakta. Ve değişen bir Amerika'ya ihtiyacımız var. Çünkü Amerika'nın son yıllarda çizdiği tablo, son derece yıkıcıydı. Amerika'nın başında manevi değerleri yüksek seviyede bir ismin bulunmasını son derece önemli buluyorum. Ben güveniyorum. Obamanya gibi şeylerden bahsedildiğini sanmıyorum. Çok daha ciddi davranılması gerektiğini düşünüyorum. İnsanların yönlendirilmeleri konusunda ciddi değişiklikler yapılmalı. Dünyanın, daha farklı hareket eden bir Amerika'ya ihtiyacı var. Ve Obama gibi birinin varlığı neredeyse mucizevî. Yakın Doğu'nun sorunu, ki bu sorun onlarca yıldır varlığını sürdürüyor, ben doğduğumda bile bu sorun mevcuttu. Bir çözüm bulunabilecek mi? Gerçekten umuyorum ama son derece şüpheci yaklaşıyorum. Bazı şeyler son derece karmaşık. Bu bölgede çok fazla hayal kırıklığı yaşandı. Bazen kendi kendime benim dönemimde bir çözüm bulunamayacağını düşünüyorum.



İpek Cem: Son kitabınız Çivisi Çıkmış Dünya'da dikkatimi çeken diğer bir unsur etnik meselelerdi. Siyasi alanda etnik köken daha belirleyeci olmaya başladı, özellikle Orta Doğu'da. Ve tabii dinden de bahsettik. Sizce bu bağlamda yerleşik ön yargılarımızdan kurtulabilecek miyiz?



Amin Maalouf: Gördüğüm tek çözüm eğitim ve kültür. Barışı ve bir arada yaşamayı destekleyen bir eğitime gerçekten çok ihtiyacımız var. Bunlar kendi kendine olacak şeyler değil. İki toplumun yan yana olması, onların dost olacağını, birbirlerini anlayabileceklerini göstermez. Tarihe bakıldığında, yüzyıllar boyunca yan yana yaşamış birçok toplumun bugünün dünyasında, öncesine göre daha iyi anlaştıkları söylenemez. Bugün nasıl bir arada yaşanabileceğinin öğretilmesine gerçekten çok ihtiyacımız var. Burada bence iş, yazarlara düşüyor ve elbette siyasi otoritelere, kültüre. Ötekilerle bağ kurmalı, onları anlamalıyız. Farklı diller öğrenmeliyiz, tüm dünyanın eserlerini okumalıyız. Ötekilere karşı yaklaşım şeklimizi değiştirmeliyiz. Biliyorsunuz, günümüzde hepimiz birbirimize son derece karışmış şekilde yaşıyoruz. Seyahat etmenin kolaylığı, iletişim kurmanın kolaylığı sayesinde. Hâlâ böyle bir dünya için gerekli tutuma, düşünce şekline sahip olamıyoruz. Böylesine karmaşık bir dünyada yaşamayı öğrenmeliyiz. Dünyayı geniş, çoğul bir millet gibi görebilmeliyiz. Bence gelecek nesillerin de en büyük görevi bu olmalıdır.



İpek Cem: Yeni kitabınız "Pusulamızı Kaybettik" diyerek başlıyor. Bu kitabınızda siyasete felsefi bir bakış mevcut. Bundan sonraki kitabınız böyle mi olacak yoksa roman anlatımına geri mi döneceksiniz?



Amin Maalouf: Ben, öncelikle bir roman yazarıyım, kendimi roman yazarak ifade ederim. Ancak roman yazarları da vatandaştır. Tarihin bazı zamanlarında vatandaşların "dikkat, dünya kötüye gidiyor" demesi gereken zamanlar vardır. Bugün de durum, budur. Dünyanın gidişatına baktığımda çok ciddi bir endişe duyuyorum. Ben, tüm insanlar için endişeleniyorum. Bence dengesizliklerle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Ekonomik dengesizlik, iklimsel dengesizlik, düşünsel dengesizlik, her alanda. Böyle bir durumda, bir vatandaş, işi gücü bir yana bırakıp, benim durumumda roman yazmayı bırakıp, söylenmesi gereken şeyleri söylemelidir. Bu kitap, esasında bir tehlike çanıdır. Bu kitap, insanlara, öncelikle de okuyucularıma, "dikkat, gerçekten tehlikede olan bir dünyada yaşıyoruz, eğer çocuklarımızın ve torunlarımızın en az bizler kadar iyi yaşamasını istiyorsak bu dünya hakkında tekrar düşünmeliyiz", diyor.



İpek Cem: Kitabınızın sonunda yine de geleceğe dair umut var.



Amin Maalouf: Endişeyi dile getirmek gereklidir ve diğer yandan umut olmadığını söylemekse, sorumsuzluktur. Yazan kişi çözüm yolları bulmaya ve umudunu korumaya çalışmalıdır, bence bu, onun görevdir. Umut yoksa yazmanın anlamı da yoktur.



İpek Cem: Kafanızda tasarladığınız yeni bir kitap var mı? Bunun oluşumundaki yaratıcılık süreci nasıl gelişti?



Amin Maalouf: Evet, başka bir roman projem var. Önümüzdeki haftalarda, mümkün olduğunca hızlı bir şekilde üzerinde çalışmaya başlayacağım. Ve çalışırken her zamanki gibi bir adada, küçük bir evde kendimi her şeyden soyutlayacağım ve yazmaya başlayacağım. Çok kısa bir süre içerisinde yapmayı düşündüğüm şey, bu.



İpek Cem: Hangi dönemde geçecek? Yine geçmişe dönüş mü olacak?



Amin Maalouf: Çok fazla değil. Sadece birkaç on yıl kadar.

İpek Cem: Ülkemizde çok tanınan bir yazarsınız. Hiç Türkiye'ye gelip okuyucularınızla buluştunuz mu?

Amin Maalouf: Türkiye'de birçok kere bulundum. Çok derinden bağlı olduğum bir ülke. Bir gün, birinin bana söylemesi üzerine, istisnasız tüm kitaplarımda mutlaka İstanbul'dan bahsettiğimi fark ettim. Türkiye'nin benim tarihimde ve düşüncelerimde bir yeri olduğu, doğru. Gitmeyi istiyorum, gelecek yıl gitmek gibi bir planım var. Ama bunu kesinleştirmek için çok erken. 2010'da gitmeyi planlıyorum.

İpek Cem: Bu görüşme için teşekkür ederiz.

Amin Maalouf: Teşekkürler.

http://www.ykykultur.com.tr/kitap/?id=2042

Çivisi Çıkmış Dünya’ya eleştiriler
27 Mayıs 2009 Çarşamba 07:25

Arap asıllı Fransız yazar Amin Maalouf, son kitabı 'Çivisi Çıkmış Dünya'da uyardı. "Batı'sıyla Doğu'suyla medeniyet çöküyor!"
Arap asıllı Fransız yazar Amin Maalouf, son kitabı ‘Çivisi Çıkmış Dünya’da, Batı uygarlığına yer yer sert eleştiriler getiriyor. Yazar’ın Türkiye hakkında yazdığı bölümlerde İstiklal Savaşı, devrimler ve Mustafa Kemal’e dair ilginç tespitler var.

Lübnan doğumlu Fransız yazar Amin Maaoluf, dünyanın hızla sürüklendiği açmazdan, bir yazar ve entelektüel olarak varolduğu Batı dünyasını sorumlu tutuyor. Doğu ve Batı uygarlığı arasındaki farklılıkları değerlendirirken, yıllarca dayatılan ‘Batı uygarlığı’ yerine yeni bir çözüm sunan Maaoluf, medeniyetlerin sonunun geldiği uyarısını yapıyor. Müslüman dünyaya da ağır eleştiriler yönelten yazar, Türkiye hakkında da ilginç fikirler öne sürüyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün, Batı’nın yenilmez ordularına karşı ortaya koyduğu zaferin, daha sonra kurulan cumhuriyete ve peş peşe gerçekleştirilen cumhuriyet devrimlerine meşruiyet kazandırdığını belirtiyor.

HALKINI GURURLANDIRDI

Kitapta Türkiye ve Atatürk hakkında şöyle ifadeler bulunuyor: ‘... hem yenilmez olarak ün salmış düşmanlarına direnme gözüpekliğini sergilemesi, hem de bu savaşımdan galip çıkması- onun meşruiyet kazanmasına yol açmıştır. Kısa süre içinde, ‘ulusun kurucusu’ konumuna gelen eski subayın Türkiye’yi ve Türkleri istediği gibi yeniden biçimlendirmek için uzun süreli bir gücü vardır artık. Azimle işe koyulur. Osmanlı hanedanına son verir, halifeliği kaldırır, din ile devlet işlerini birbirinden ayırır, sıkı bir laik sistem kurar... (Bütün bunlar olurken) Halkı da onu izlemiştir.

Çok da şikáyet etmeden, gelenekleri ve inanışları altüst etmesine izin vermiştir, çünkü halkını tekrar gururlandırmıştır. Halka haysiyetini geri veren kişi ona pek çok şeyi kabul ettirebilir. Ondan fedakárlıklar isteyebilir ve hatta buyurganca davranabilir; halk yine de sözünü dinleyecektir; sonsuza dek değil, ama uzun süreliğine...’
(Soner Can)
internethaber
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> EDEBÎYAT Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com