EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

FEDAKÂRLIK AHLÂKI

 
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> AHLAKÎ DÜŞÜNCELER
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Cmt Ksm 24, 2007 9:41 am    Mesaj konusu: FEDAKÂRLIK AHLÂKI Alıntıyla Cevap Gönder



TC’nin 26. Genel Kurmay Başkanı kodese tıkılırken... -1-
Oğuz Gürses
07.01.2012



Ulusalcı gazeteci Banu Avar, eski Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’’un tutuklanması haberi üzerine facebook sayfasına, Mustafa Kemâl Paşa'nın 31 Temmuz 1920'de Afyonkarahisar Kolordu Dairesi'nde subaylara hitaben yaptığı konuşmadan bir bölüm koydu:

[Allah göstermesin milletin bağımsızlığı ihlâl edilirse bunun vebali subaylara ait olacaktır. Subaylar, izah ettiğim yüce, mukaddes ve bütün açılardan üzerlerine düşen vazife itibariyle, bütün mevcudiyetleriyle ve bütün dikkat ve felsefeleriyle, giriştiğimiz bağımsızlık mücadelesinde birinci derecede faal ve fedakâr olmak mecburiyetindedirler.

Şahsi ve hususi itibariyle de subaylar, fedakârlar sınıflarının en önünde bulunmak mecburiyetindedirler.

Çünkü düşmanlarımız herkesten önce onları öldürürler. Onları aşağılar ve hor görürler. Hayatında bir an olsa bile subaylık yapmış, subaylık izzetinefsini, şerefini duymuş, ölümü küçümsemiş bir insan, hayatta iken, düşmanın tasarladığı ve reva gördüğü bu muamelelere katlanamaz. Onun yaşamak için bir çaresi vardır; şerefini korumak! Halbuki düşmanlarımızın da kastettiği, o şerefi ayaklar altına almaktır.

Dolayısıyla subay için "ya istiklâl, ya ölüm" vardır. Fakat arkadaşlar ÖLMEYECEĞİZ, bağımsızlığımızı muhafaza ederek yaşayacağız ve milletimizi daima bağımsız görmekle bahtiyar olacağız.]

Görüldüğü gibi Avar’ın Mustafa Kemal Paşa üzerinden verdiği mesaj muvazzaf subaylara, ve özellikle de muvazzaf genç subaylara...

Banu Avar, Mustafa Kemal Paşa’nın o konuşmayı yapığı tarihte Osmanlı Ordusu’nun bir paşaşı olduğunu, o konuşmayı dinleyen askerlerin de Osmanlı Ordusu’nun subayları olduğunu ya göremiyor veya görmemezlikten gelmeyi tercih ediyor...

Hangi şık yüzünden bu tarihî gerçeği atlıyorsa atlasın, sonuç olarak bu durum; onun o konuşmayı günümüze getirdiğinde, bugünün subay tipilojisine beklediği/umduğu tesiri göstermeyeceğini anlamasına engel oluyor...

Tarih 31 Temmuz 1920...

Cumhuriyetin kurulmasına daha üç seneden fazla zaman var...

Yani O konuşmayı yapan da dinleyenler de, Osmanlı İmparatorluğu’nun askerî mekteplerinden mezun olarak subay olmuşlar...

Musatafa Kemal Paşa, Osmanlı Ordusu’nun bir kumandanı olarak, Osmanlı askerî mekteplerinde talim ve terbiye görmüş, aldığı bu talim ve terbiye ile askerlik irfanını bünyeleştirmiş subay kadrosuna, Osmanlı Subayın’ın temel vasıflarını hatırlatıyor...

Evet hatırlatıyor...

Çünkü bu söylediği vasıflar Osmanlı subayının “olmazsa olmazları”ndan...

Şimdi bu vasıflara yeniden bakalım...

"Milletin/Devletin bağımsızlığı subaylara emanet edilmiştir..."

"Bu bağımsızlık her hangi bir şekilde ihlal edilirse bunun bütün vebali subaylara ait olacaktır..."

O tarihte Milletin de devletin de bağımsızlığı çok ağır bir biçimde ihlal edilmemiş midir?

Edilmiştir...

Mustafa Kemal Paşa, hitabettiği subaylara bu ihlaldeki sorumluluklarını hatırlatıyor...

“Vebal sizin omuzlarınızdadır...” diyerek...

Bu vebalden ancak askerî mekteplerde öğrendikleri “Ya istiklâl Ya ölüm” düsturuna uygun davranarak kurtulabileceklerini ihtar ediyor:

-“Subaylar, izah ettiğim yüce, mukaddes ve bütün açılardan üzerlerine düşen vazife itibariyle, bütün mevcudiyetleriyle ve bütün dikkat ve felsefeleriyle, giriştiğimiz bağımsızlık mücadelesinde birinci derecede faal ve fedakâr olmak mecburiyetindedirler.”

-“Şahsi ve hususi itibariyle de subaylar, fedakârlar sınıflarının en önünde bulunmak mecburiyetindedirler.”

-“Çünkü düşmanlarımız herkesten önce onları öldürürler. Onları aşağılar ve hor görürler. Hayatında bir an olsa bile subaylık yapmış, subaylık izzeti nefsini, şerefini duymuş, ölümü küçümsemiş bir insan, hayatta iken, düşmanın tasarladığı ve reva gördüğü bu muamelelere katlanamaz. Onun yaşamak için bir çaresi vardır; şerefini korumak! Halbuki düşmanlarımızın da kastettiği, o şerefi ayaklar altına almaktır.”

-“Dolayısıyla subay için "ya istiklâl, ya ölüm" vardır.”

Dedikten sonra : “Fakat arkadaşlar ÖLMEYECEĞİZ” diyor..

Bu “ölmeyeceğiz”in” "Şerefimizi ve bağımsızlığımızı feda edeceğiz” anlamına gelmediği cümlenin devamından belli:

“Bağımsızlığımızı muhafaza ederek yaşayacağız ve milletimizi daima bağımsız görmekle bahtiyar olacağız.”

Yani savaşacağız...

Düşmanlarımızı yeneceğiz...

Böylece “Bağımsızlığımızı muhafaza ederek (şerefimizle) yaşayacağız”...

Bu konuşmada...

Bir Osmanlı subayının irfanında şeref kavramıyla, İstiklâl/tam bağımsızlık kavramının ne kadar içiçe geçtiğini, ayrılmaz bir bütün haline geldiğini görüyoruz...

Milletin ve devletin tam bağımsızlığı yoksa subayın şerefi de yok...

Peki Türkiye Cumhuriyeti’nin askerî okullarından mezun olan subaylar için bu kavramlar aynı şeyleri ifade ediyor mu?

Askerliğini yapan, liselerde millî güvenlik dersine giren subayları her hafta 40 dakika mecburen dinleyen veya Askerî törenlerde yapılan konuşmalara biraz kulak kabartan herkes bilir ki...

Osmanlı Subayı ile Cumhuriyet subaylarının öncelikleri çok farklıdır.

Mustafa Kemal’in o konuşmasındaki şu sözleri...

-“Şahsi ve hususi itibariyle de subaylar, fedakârlar sınıflarının en önünde bulunmak mecburiyetindedirler.”

Osmanlıyı Osmanlı yapan İslâm ahlâkının özü olan “fedakârlık”, yani kendinden önce başkasını (Dinini, vatanını milletini, annesini, babasını, kardeşini, evlâdını, eşini, dostunu, arkadaşını, hısımını, akrabasını, komşusunu vb) düşünerek davranma şuurundan sözediyor...

Bu “fedakârlık ahlâkı”ıdır...

“Fedakârlık” ise İslâm ahlâkının özüdür...

Bencillik ve hedonizm ise bu ahlâkın tam zıddır...

(Devam edecek)

Kaynak ve bu yazı dizisinin devamı için: http://millibirlikruhu.blogspot.com/


FEDAKÂRLIK AHLÂKINA GÜZEL BİR MİSÂL:ZENCİ MUSA
Oğuz Gürses



BD-İBDA dünya görüşümün dokuz temel prensibinden biri “ahlâkçılık”tır. İdeolocya Örgüsü’nde bu prensip şöyle anlatılır:

“«Kimin malını aldımsa, işte malım, gelsin alsın; kimin sırtına vurdumsa, işte sırtım, gelsin vursun!» diyen Allah Sevgilisinin ahlâkı…Buna muhtacız. (..)Ve bu ana-baba gününde, en soylu ahlâkın kaynağından gelen Türk milletinin, hem kendisine, hem de dünyaya ait ruhî ve içtimaî kıymetler kadrosunun dışında kaldığını, cesaret ve samimiyetle tesbit etmenin ahlâkı….” (1)

Aynı eserin “Ahlâk Kaynağımız” başlıklı bölümünde ‘ahlâkçılık’ın kaynağı şöyle işaretlenmektedir: “Bizim, olmuş ve olabilecek ahlâk kaynağımız adıyla ve sanıyla İslâm ahlâkıdır. Bunu anlayamadık; anlaşılacak olan buydu; anlaşılacak olan budur!
“Bir zamanlar ne olduksa bu ahlâkın yüzüsuyu hürmetine olduk; ve ne olmadıksa, bu ahlâkı gölgelendirmek ve sonra büsbütün karanlığa gömmek yüzünden olamadık. Bunu bilemedik; bilinecek olan buydu; bilinecek olan budur!”
(2)

İşte bu ahlâkın yoğurduğu toplumlar her alanda sayısız kahramanlar doğurdu ve o toplumlar, bu kahramanların omuzlarında yükseldi. Çoğunun isimleri de ve cisimleri de bilinmeyen, bilinenlerin ise unutulduğu/unutturulduğu bu kahramanların şu çöküş hengâmesinde yok olup gitmek ve tarih sahnesinden tarihin çöplüğüne fırlatılıp atılmak istemeyen herkes, kurtuluş/yeniden diriliş hamlesi için ilk ve en gerekli hamlenin; kaybettiğimiz “ahlâkımız”ı yeniden bulmak ve onun prensiplerine göre kendimizi yeniden inşa ederek, içimize sinmiş kötülüklerimizden arınıp, uzun zamandır kaybettiğimiz iyiliklerimize kavuşmak olduğunu idrak etmelidir.

Kendinizi “temiz ve iyi bir insan” sayıyor/sanıyorsanız şu sözlere kulak verin: “Eğer bir elinizle bugünkü ahlâk faciamızın müşahhas tecelli plânındaki tüyler ürpertici manzaralarını pençelemiyor; öbür elinizle de muhtaç olduğumuz ahlâkın mücerred inşası bakımından varılması mümkün yegâne teşhise işaret etmiyorsanız, biricik vatanî ve millî borcunuzu yerine getirmiyorsunuz demektir. (..)Bugün omuzlarındaki içtimaî şartlar altında gözü uyku ve vücudu et tutabilen insan, iyi ve temiz bir” (3) insan sayılabilir mi?

Kaybettiğimiz/kaybettirildiğimiz ahlâkımız o çöküş şartlarında bile öyle ferdî kahramanlar yoğurmuştu ki; insan onlara bakıp kuruluş ve yükseliş yıllarında sayısız namsız, nişansız kahramanlar olduğunu, onların nerede doğup, nerede yaşadıklarını ve neler yaptıklarını bilmese bile, yüzyıllarca süren bir adalet imparatorluğunun vücud bulmasındaki olağanüstü emeklerini hissedebiliyor... Ömer Seyfeddin’in bir hikâyesinde böyle güzel bir insana söylettiği: “Osmanlı’da yiğitlik sıradan bir iştir Hünkârım.” Cümlesinin edebî sanatlardan biri olan ‘mübalağa’ değil de hakikatin ta kendisi olduğunu idrak edebiliyor...

***
Sayın Cem Sökmen, “Mazlum Milletlerin vicdanı: Zenci Musa (4) başlıklı yazısında onlardan birinin olağünüstü hayatına ışık tutmuş:

[MAZLUM MİLLETLERİN VİCDANI: ZENCİ MUSA

O ölene kadar Osmanlı idealleri için savaşan Sudanlı bir kahramandı.


"Son dönem tarihimizde pek çok efsanevi şahsiyet vardır: Onların Osmanlı'yı ayakta tutabilmek için katlanmadıkları fedakârlık, göze almadıkları tehlike yoktur. Hepsinin "Biz ölsek de ümmet-i Muhammed (sas) yaşasın" idi.

Çoğu hayatları boyunca belki bir gün bile kendi keyifleri için enerji tüketmedi. Hep âli dâvâlar için koşturdular: Zenci Musa ve arkadaşları gibi. Onlar feragat ve fedakârlıklarıyla bu milletin vicdanı oldular
.
Mehmed Âkif Ersoy'a
"Eşref Bey'in emir eri Zenci Musa; Omuzundan arşa yükseldi nebi İsa (as)" dedirten Zenci Musa, tüm gönüllerde başköşede ağırlanmaya layık bir kahramandır.

Aslen Sudanlı olan Zenci Musa, Girit'te dünyaya gelmiş. Kahire'de yaşayan ve tam bir Osmanlı hayranı olan dedesi, Zenci Musa'yı, İslam'ı iyi öğrenmesi ve Osmanlı'yı yakından tanıması için yanına alıyor ve büyük ihtimam gösteriyor. Türk mahallesinde büyüyen Zenci Musa Türkçeyi çok iyi öğreniyor. Trablusgarp'ta Türk subaylar ve Şeyh Sunusi'nin önderliğinde İtalyanlara karşı verilen mücadeleye katılan Zenci Musa, buradan sonra artık Osmanlı Devleti için nerede tehlike baş gösterdiyse bütün heybetiyle orada biten kahraman bir asker olmuştur.

CEPHEDEN CEPHEYE KOŞAN ADAM

Zenci Musa, Birinci Dünya Savaşı'nda cepheden cepheye koşarken komutanı Eşref Bey'den (Sencer Kuşçubaşı) yeni görevlerinin Yemen'deki Yedinci Ordu'ya altın götürmek olduğunu öğrendi.
43 kişi değişik kılıklarla yolculuk yaparak Medine'ye vardılar. 300 bin altını Yedinci Ordu Komutanı Ahmet Tevfik Paşa'ya teslim etmeleri gerekiyordu.

43 kişi iki gruba ayrılarak yola çıktı. Fakat 1200 yıl önce Peygamber Efendimiz'in de harp ettiği Cembele mevkiinde 25 bin kişilik bir Bedevi-İngiliz kuvveti tarafından kıstırıldılar.

Eşref Bey'in başında bulunduğu grup ellerinden gelen her şeyi yaparak 1 gün 1 gecelik bir savaş verdi. Sonunda Eşref Bey esir alınıp Lawrence'in karşısına çıkarıldı; fakat Zenci Musa bu hengâmede grubuyla birlikte altınları kaçırmayı başardı.

12 Ocak 1917'de gerçekleşen bu savaş London Times gazetesinde sekiz sütun üzerine manşetten verilmişti.

İNGİLİZLERDEN KAÇIRILAN ALTINLAR

300 bin altını Yemen'de Tevfik Paşa'ya teslim etmeyi başaran Zenci Musa, Birinci Dünya Savaşı bittikten sonra Anadolu'da gerçekleştirilecek Milli Mücadele'ye destek vermek amacıyla İstanbul'a gelir.

Beyazıt Camisi'nde bir ikindi namazı çıkışında kendisini gören Ali Sait Paşa onun zor durumda olduğunu anlar ve ona şöyle der "Musa, emeklilik için bir dilekçe ver. Ben de tasdik edeyim, sana emekli maaşı bağlasınlar." Fakat Zenci Musa ona şu ibret dolu cevabı verir:
"Paşam, ben bu fakir milletten emekli maaşı alamam."

Bu cevaptan sonra Ali Sait Paşa, Zenci Musa'dan habersiz İstanbul hamallar kahyası Ferit Bey'e giderek kendisini birkaç gün sonra Zenci Musa ile birlikte ziyaret edeceğini söyler. Ferit Bey'den istediği, bu ziyaret esnasında Zenci Musa'ya bir iş teklifinde bulunmasıdır.

Bir araya geldiklerinde Ferit Bey, Zenci Musa'ya Karaköy gümrüğünde kahyalık yapması için teklifte bulunur. Bu teklif karşısında Zenci Musa, yine mükemmel seciyesinin yansıdığı bir cevap verir:
"Ben kahyalık yapmam, onu yaşlı bir Müslüman'a verin. Orada hamallık varsa yaparım."

Ve Zenci Musa, o büyük kahraman artık gümrükte hamallık yapmaya başlar.

"BU İŞ DAHA BİTMEDİ..."

İşgal kuvvetleri komutanı General Harrington, İstanbul'da Galata gümrüğünü gezdiği sırada, kendisine "İşte 300 bin altını Yemen'e kaçıran Zenci Musa bu!" denildiğinde hemen onun yanına gider ve şöyle der: "Eğer bizimle çalışırsan seni altına boğarım."

Zenci Musa'nın bu sözlere karşı verdiği cevap, bir kişinin değil; haysiyetin, asliyetin, şahsiyetin ve bin yıldır İslam medeniyetine bayraktarlık yapmış bir milletin cevabı idi: "Her teklif herkese yapılmaz. Bu sözleriniz beni ancak rencide eder. Benim bir devletim var: Devlet-i Osmanî; bir bayrağım var, ay-yıldızlı bayrak; bir kumandanım var, Eşref Bey. Bu iş daha bitmedi, sizinle mücadelemiz devam edecek..."

Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki "anlamak" fiili mana yükünü, ancak 2,5 milyon şehitle, 2,5 milyon hayatın sönüşüyle bitirilmiş Birinci Dünya Savaşı'nın sona erdiği günlerde, işgal edilmiş bir İstanbul'da, "Bu iş daha bitmedi" diye düşünebilen ve bunu işgalcilerin en yüksek rütbelisinin yüzüne ifade edebilen bir adamı anlayabilirsek devam ettirecektir.

İşte o Zenci Musa, gündüz Galata gümrüğünde hamallık yapıp, gece Milli Mücadele için Anadolu'ya silah kaçırırken vereme yakalanıyor.

Ali Sait Paşa'nın bütün ısrarına rağmen bir sanatoryuma yatmayı kabul etmeyen Zenci Musa, bavulunu alıp Üsküdar'daki Özbekler Tekkesi'ne gidiyor.

Zenci Musa veremden kurtulamayarak kısa süre sonra burada vefat ettiğinde, bavulundan bir Osmanlı haritası, Eşref Bey'in resmi ve kefen bezi çıkıyor.

Ey Zenci Musa, gittiğin yerlerde seninle yan yana yürümek vardı, vuruştuğunda omuz omuza, konuştuğunda gönül gönüle olmak vardı.

Senin gibi "tek başına bir millet" olan ecdâdımızı fatihalarla yâd ediyoruz. Ruhlarınız şâd olsun.


***

Dün bizi o çöküş şartlarında bile, “gemisini kurtaran kaptan, başkasından bana ne abi, ben çıkarıma bakarım” diyen bencil hayvanlar haline gelmemizi önleyerek, en kötü durumlarda bile iyi kalmamızı sağlayan İslâm ahlâkıyla bütün bağlarımızı kopardıktan /kopartıldıktan sonra nasıl “hayvandan da aşağı” yaratıklar haline dönüştüğümüz/dönüştürüldüğmüze dair herhangi bir misâl vermeyeceğim.

Nasıl olsa bir TV cihazınız vardır. İşgal medyasının ekranlarından, haber, yorum, magazin, tartışma, kadın, müzik, sinema programları veya reklâmlar vasıtasıyle, damarlarımıza 24 saat kesintisiz olarak vıcık vıcık bir ahâksızlık, şerefsizlik, namussuzluk, yavşaklık,. puştluk, bencillik, hırsızlık,uğursuzluk, arsızlık, yüzsüzlük şırınga edildiğini ve bizim, dünyanın en pis şeylerinden biri olan uyuşturucuya paçayı kaptırmış bağımlılar gibi, bu çirkef medya illetine bağımlı hale gelerek adım adım insanlıktan çıktığımızı zaten yaşayarak biliyorsunuzdur.

Bunu biliyorsanız, kurtuluşun bu olmadığını, böyle olmayacağı/olamayacağını, bunun sonunun herkes için felâket ve yokoluş olacağını da biliyor olmalısınız...

En kötü durumlarda bile Zenci Musa’lar gibi iyilik fedaileri çıkarabilen bir ahlâkın, ruhlarımızı acilen şeytanın bütün tasallutlarından kurtarıp, bütün kötü ve kötülüklere karşı savaşabilecek iyilik savaşçıları haline dönüştürmesini sağlamaktan başka çaremiz olmadığını da görüyorsunuzdur.

Öyleyse kolları sıvamak için daha ne/neyi bekliyoruz?

Son bir not: Bu tip kahramanlara eli de, gönlü de yatkın olan usta yönetmenlerimiz Osman Sınav ve Halid Refiğ, Zenci Musa ve benzeri güzel insanları film olarak beyaz perdeye veya dizi olarak beyazcama getirebilseler, iyiliğin yaygınlaşmasına önemli bir katkıda bulunabilirler diye düşünüyorum

Dipnotlar:
1-Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, Sayfa: 353 , 4. baskı, 1976, İstanbul.
2-Age, sh: 89.
3-Age, sh: 85
4-www.acikistihbarat.com


Baran Dergisi'nden

Salih Selçuk
Kahramanlığın krizi ve dünü, bugünü, yarını

Kahraman, başkaları için, kendini tehlikeye atarak iyi şeyler yapan kişidir. Bu anlamda kahramanlık,kamusal bir kavramdır. Eski kahramanların mitolojilerdeki ilk örnekleri, olağanüstü işler başaran olağanüstü insanlardı. Masallardaki kahramanlar da böyledir. Halkın kahramanlara duyduğu sevgiyi, potansiyel bir kaynak olarak sürekli yeniden ürettiği, çocuklarına sürekli yeniden aşıladığı anlatılardır masallar. Masallar güzeldir çünkü olağanüstünün olağan sayıldığı, kahramanlığın her zaman zafer kazandığı, iyiliğin ve masumiyetin asla ölmediği, hatta dünyada hüküm sürdüğü özlenen bir atmosferi yansıtırlar. İyiliğin ve güzelliğin tüm gücüyle hüküm sürdüğü bir atmosferdir masal. İnsan ruhunun daha çocuktan doğru bir şekilde işlenmesi ve insani/yüksek değerleri içselleştirebilmesi için gerekli arkaplan, önce masallarla (ve tabii müzikle) oluşur. Kahraman olabilmek için, önce o iyi/güzel değerlere şaşmaz bir şekilde inanmak gerekir. İlk kahramanlar bu yüzden Tanrısallıkla bağlantısı olan kişilerdir. Ve o ilk büyük kahraman tipinin son örnekleri Peygamberlerdir denebilir. Kuşkusuz daha sonra da büyük kahramanlar olmuştur, ama sonrakiler, ilk kahramanlardan çok daha dünyevidirler.

İlk kahramanlar köyleri, halkları, kişileri, insanın ruhunu kurtarırlardı. Bu konuda insanlar arasında pek de fark gözetmezlerdi. Mesela Sarı Saltık Balkanlar'da Hristiyan halkı, onlara tebelleş olan bir canavardan kurtarır. Saltukname, kurtulanların da bu kahramanlık karşısında Müslümanlığı kabul ettiğini yazar. Eski kahramanlar, kapitalizmin milliyetçilikler devrine kadar böyledirler. Ayrım yapmadan herkesin yardımına koşan ve hayatı pahasına başkalarının zor zamanında yetişen kişiler..

Kahramanlar, milliyetçilikler devrinde şekil değiştirerek, 'Milli Kahraman' halini aldılar. Gene kurtarıcı özelliğine sahip, ama 'Milli Dava'lar çerçevesinde yorumlandılar. Bu aşamada kahramanlığın “demokrat”laşmaya başladığını görüyoruz. Eskiden kahramanlar üstün özelliklere, meziyetlere, yüksek kalitelere sahipti. Oysa yeni kahramanların, cephede (milli) “düşman”a karşı savaşırken ölmesi kahraman olmalarına yetiyordu. Nitekim kapitalistleşmeyle başlayan milliyetçilikler çağında kahramanlar için dikilen heykel ve anıtlar portföyünün, ünlü/büyük şahsiyetlerden, askerlere doğru genişlediğini biliyoruz. En son şehit askerlerin anıtları dikildi. Anıtlar devri, kahramanlar devriyle birlikte sona erdi -ve bunun farkına pek varılmadı! (Herkes çok meşgul! Para peşinde koşmaktan etrafına bakamıyor)

Elbette milliyetçilikler devrinin milli askerleri de sahici kahramanlardır. Askerler ülkeleri için canlarını vermişlerdir ama bundan birkaç yüzyıl önce aynı şekilde ölselerdi bu sadece “normal” sayılacaktı. Şimdi, eskiden normal sayılan bir şeyin taltif edilmesini gerektiren yeni şartlar var. İnsanların “eşitlik, demokrasi” şartları altında (bunların ne olduğunu da herkes kendine yontarak yorumlayabiliyor) iyiden iyiye “Çağdaş ve de Modern Birey” olması -yeni bir durumdur. Bu insan türünün bugünkü hali, kahraman olmak istemiyor. Sadece tüketmek, zevklenmek, alıştığı işine gidip gelmek vs. ile ilgileniyor. Devlet/millet onu -aslında- fazla da ilgilendirmiyor. Devletten ziyade milli devletler ötesi firmaların, para ilişkilerinin ve tüketim odaklı global kapitalist yaşam biçiminin hakim olduğu bir dünya bu.

Kahramanlığı sürekli yeniden üreten eski değerler, mesela masallar, çocuklara pek anlatılmıyor artık. Eskiyle kıyaslandığında ninesinin dizinin dibinde masal dinleyerek büyüyen çocuk sayısı maalesef yok denecek kadar az. Çocuklar televizyonla büyü(tülü)yor. Anne-babalar sabırsız. Çocuğa önce emziği sonra televizyonu dayayıp, onunla uğraşmaktan kurtulmak istiyorlar. Sabır ve iyilik, eski insanların en önemli erdemlerinden, meziyetlerindendi. İnsanların birbirine ayıracak zamanları herzaman vardı -ve o zamanlar kimse bu kadar “Ben” değildi. Şimdi, cebi para gören herkes önemli sayıldığından ve buradan “Birey” denen birşey doğduğundan, kahramanlar da azaldı veya belli dar normlara sıkıştırıldı.

Günümüz dünyasında kahraman olabilmek/sayılabilmek için insanın hayatını mutlaka tehlikeye atması gerekmiyor artık!.. Mesela özel uçağını vererek, bir hastanın organ transplantasyonunun zamanında yapılmasını sağlayan bir iş adamı da kahraman sayılabiliyor. Veya Somali'deki aç çocuklara para toplamak da kahramanlık olabiliyor. Trend, kendinin ve başkasının hayatını -ne için olursa olsun- asla tehlikeye atmamak. Sistemin merkez ülkelerinde kaza/yardım durumlarında insanlar, “kahramanlık yapmamaları” konusunda uyarılıyorlar. Bu nedenle kazazedelerin ambulansı veya paşa paşa ölmeyi beklemesi “normal” sayılıyor. Kahramanlığın henüz yeterince “demokrat”laşmadığı, bireyselleşmenin sağlam dikiş tutturamadığı Türkiye gibi ülkelerde ise, kahramanlar çok daha fazla. İnsanlar -gereğini hissettiklerinde- kendilerini başkaları için daha kolay tehlikeye atabiliyorlar. Kahramanlık. Bu insani meziyet, şimdi (yeniden) çok önemli.

Kahramanlığın nasıl bitebildiği ve bunun sonucunun ne olduğuna en “canlı” örnek, galiba 1964 yılının Amerika'sında New York'ta yaşanan bir olay. 38 komşusunun gözleri önünde bir kadın ödürülüyor ve olaya tanık olan bir tek kişi bile kadına yardım etmiyor, üstelik polise de telefon etmiyorlar. Modern kapitalist “Birey”in vardığı yer burası. Kapitalist “özgürleşme”nin “bireyleşme”nin bir de böyle bir yanı var. İnsanı “canı tatlı”, “özel!” ve “Ben var ya Ben!..” yapıyor.

Başkaları için hayatını tehlikeye atmak bir yana, rahatını bile bozmak istemeyen bir yumuşakça türü, bir hominid oluştu... Sisteme özgü bu tip insanların Türkiye'de (ve diğer “az gelişmiş” ülkelerde) başka bir türü daha var ki, bunlar hominid'lerden de beter. Bu tipler hayatlarında en ufak bir riske girmemiş, okullardan sonra babaları/torpilleri/partileri sayesinde iş sahibi olmuş, hatta karılarını bile tanıdıkları aracılığıyla bul(dur)muş, markacı, tüketici, ama ille de (Batılı/Avrupalı) “Dünya vatandaşı” falan sayılmak isteyen tipler. Bunlara Türkiye'de bir de İslamcı versiyonları katıldı son zamanda. Onlar da -bu cinsin klasik versiyonunun özelliklerine ek olarak bir de- “Kendi islami hayatını yaşayan (?!) modern dünya vatandaşı” olma havasındalar. Bunların İslamlı ve İslamsız türü, -her ikisi de “Çok çağdaş” sayılmak istiyor. Çünkü ambalajları öyle!.. Ayrıca turist olarak her yere gidip dünyaya aval aval bakabiliyorlar. On yıl kadar önce beni şok eden bu tip Türk “Modern Birey”lerden biri, bana siteleri, gökdelenleri falan gösterip şöyle demişti: “Bir de bizi Avrupa'ya almıyorlar...” (O gökdelenlerden Kenya'da da var! Kenyalıları da Avrupa'ya almıyorlar ama?!)

New York'daki olay örneğine dönersek; sosyo-psikolog John Darley, bu tip olaylarda tanık sayısının çokluğunu, kurbanın dezavantajı sayıyor, ama asıl konuya hiç girmiyor (Die Zeit gazetesi 24.9.09). Konu, -kahramanlık bir yana- insanların nasıl bu kadar “rahat” (yani vicdansız) olabildiğiyle ilgili.

Sistemin bu orta tabakası, anlık/dönemsel rahatları için şimdi, 'Bana dokunmayan yılan bin yaşasın' mantığıyla korku içinde, ekonomik krizin düzeldiğinin/aşıldığının müjdelenmesini bekliyor (-tabii o, ekonomideki her düşüşten sonra defalarca müjdelenecektir!) “Finans krizi bitsin de ele güne rezil olmadan işimize devam edelim” diye düşünüyorlar. (Vesileyle hem yılana sarılmış oluyorlar hem de “elalemin ne dediği”ne... O elalem, sizin hakkınızdaki fikrini sizin maddi durumunuza endekslediyse, gerçekte size hiçbir zaman dost olmamıştır zaten!)

Herkesin kendine “Müslüman” olduğu bu “Birey” adacıkları atmosferinden kahraman çıkmayacağı malumdur. Oysa şimdi, kahramanlara eskisinden çok daha fazla ihtiyaç var. Dünya muazzam bir dönüşüm dönemine girdi ve dönüşüm, bugünün kahraman üretmeyen yumuşakçalarının keyfiyle gerçekleştirilebilecek/atlatılabilecek gibi değil. Bir halkın en korkunç duruma düştüğü zamanlar, kahramanların azaldığı ve kendi rahatı için her herzeyi yiyebilecek samimiyetsiz korkak “Birey”lerin çoğaldığı zamanlardır. Şimdi biraz öyle Maalesef. Bir diğer kötü durum da, yakın zamana dek alışıldık (mesela 'Milli') çerçeve dahilinde savaşmış resmi kahramanların özellikle küçümsenmesi ve aşağılanmasıdır.

Günümüzde, neoliberalizmin milli devlet düşmanı yaklaşımlarını Sol diye satan, neo-iberal Üçüncü Dünya aydınları, nedense kraldan çok kralcı, kapitalistten çok kapitalistçiler. Üstelik bunu açıktan dağil, sinsice yapıyorlar (mesela, “sorunların anası” kapitalizmden hiç bahsetmiyorlar). Daha da “ilginç” olanı, neoliberal statükoya sırtını dayayıp, milli/madalyalı kahramanlara haksızca saldırarak demokrasi “kahramanlığı” taslanabileceğini sanmalarıdır. Böyle durumlarda evrensel normlar/değerler mutlaka devreye girer. Çünkü para ve ahlaksızlık gibi, evrensel değerler de globalleşmektadir. Ulus/milli devletlerin madalyalı kahramanlarını -bugünkü olağanüstü şartlar altında, kulislerde olmayacak savaş ihtimalleri konuşulurken- ne Avrupa'da ne de başka bir yerde kimselere yedirmezler. Neoliberal dönemlerde kahramanlığın alabildiğine küçümsendiği malumdur. Çünkü kahramanlık, devletler ötesi neoliberalizmin düşmanı olan ulus/milli devletlerin patronajı altındadır bugün de. O yüzden, kahramanlarla dalga geçmek de kahramanlığı küçümsemek de, neoliberalizm için çok normaldir. Ama krizin aşılmadığı, kulislerde savaş ihtimallerinin konuşulduğu bugünün dünyasında, bir halkın kahramanlık ruhuna saldırmak, asla ve kat'a bağışlanamayacak sosyo-psikolojik bir suçtur.

selcuksalihcaydi@gmail.com
www.konstantiniye.blogspot.com

Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts May 18, 2009 9:31 pm    Mesaj konusu: Çocuklarını kurtardı, eşiyle yanarak can verdi Alıntıyla Cevap Gönder

Endonezya nasıl Müslüman oldu?



Kendi halinde bir tüccardı. Bir gün kumaşları gemiye yükledi. Endonezya'ya gitti, oraya yerleşti. İşini orada devam ettirdi. Kumaşları kaliteliydi. Tam da halkın aradığı cinstendi. Kendisi de kanaat sahibi bir insandı. Kazancı az olsun, temiz olsun düşüncesindeydi. Bir gün geç geldi iş yerine. Eleman iyi bir kâr elde etmişti sattığı mallardan. Merak etti, sordu:

- Hangi kumaştan sattın?

-Şu kumaştan efendim.

-Metresini kaça verdin?

-On akçeye.

-Nasıl olur?" diye hayret etti,

-Beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Bize hakkı geçmiş adamcağızın. Görsen tanır mısın onu?

Eleman gitti, müşteriyi buldu, getirdi. Dükkan sahibi müşteriyi karşısında görür görmez, helâllik istedi ve fazla parayı müşteriye uzattı. Müşteri şaşırmıştı. Böyle bir durumla ilk defa karşılaşıyordu.

-Ne demekti hakkını helâl et?

Olay kısa sürede dilden dile dolaştı. Çok geçmeden kralın kulağına kadar vardı. Sonunda kral kumaş tüccarını saraya çağırdı. Kral sordu:

-Sizin yaptığınız bu davranışı daha önce biz ne duyduk, ne de gördük. Bunun aslı nedir?

-Ben, dedi tüccar, bir Müslüman'ım. İslâm dini böyle emreder. Müşterinin bana hakkı geçmişti. Dolayısıyla kazancıma haram girmişti. Ben sadece bir yanlışı düzelttim.

Kral,

-İslâm nedir, Müslümanlık nedir? gibi peş peşe sorular sordu. Birer birer sorularını cevapladı. Kral ilk defa duyuyordu böyle bir dinin varlığını. Fazla zaman geçirmeden İslâm'ı kabul etti. Daha sonra kısa süre içinde de halk Müslüman oldu.

250 milyonluk nüfusa sahip olan bugünkü Endonezya'nın Müslümanlığı kabul etmesindeki sır sadece beş akçelik kumaştı. Yapılan tek şey vardı sadece: İnandığı gibi yaşamak, sahip olduğu güzellikleri çevresiyle paylaşmaktı. Efendimizin müjdesi herkese açık: "Doğru ve güvenilir tüccar, kıyamet gününde peygamberler, sıddıklar (doğrular) ve şehitlerle beraberdir." Yani, asıl etkili olan söz dili değil, hal diliydi. Konuşmaktan çok yaşamaktı. Anlatmaktan ziyade davranış dilinin devreye girmesiydi.

Kaynak : Mehmet Paksu, İman Hayata Geçince
Ekleyen: İbretlik İslami Kıssadan Hisseler

Çocuklarını kurtardı, eşiyle yanarak can verdi

Isparta'da evinde çıkan yangında kızı Pelin (16) ve oğlu Ferdi'yi (14) uyandırarak kurtaran Kemal İnan, eşini kurtarmak için girdiği evde eşi ile yanarak yaşamını yitirdi.

18 Mayıs 2009 11:43 haber7
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Önceki mesajları göster:   
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> AHLAKÎ DÜŞÜNCELER Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com