EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Mutfak Robotu Kuponundan First Lady’lige…

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> RÖPORTAJLA R
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Prş Arl 04, 2008 12:33 am    Mesaj konusu: Mutfak Robotu Kuponundan First Lady’lige… Alıntıyla Cevap Gönder

Mutfak Robotu Kuponundan First Lady’liğe…

AÇIK İSTİHBARAT’IN NOTU: Yazarımız Fatma Sibel Yüksek’in Ağustos ayında Yeni Harman’a verdiği röportaj, internet ortamında yer almadığı için pek çok okuyucumuz, bu ilginç röportaja ulaşamadıklarını bildirdi. Okuyucularımızdan gelen istek üzerine, Yeni Harman’dan Kutlu Esendemir’in Fatma Sibel Yüksek ile yaptığı röportajı yayımlıyoruz.

“Ömer Çelik, 2000 yılında sınıf atlayacağını hissetmiş olmalı ki , estetik ameliyatla burnunu düzelttirdi… Miskinler ve düşkünler dergâhı gibiydi o zamanlar Yeni Şafak’ın Ankara bürosu. Fazilet Partisi’nde “yenilikçi-ak saçlı” ikiliği baş göstermişti. “Yenilikçi” denilen ekipten olanların Erbakan Hoca genel merkeze girişlerini bile yasaklamıştı; Meclis’e gitseler DSP’nin, ANAP’ın tacizlerinden duramıyorlar, 28 Şubat şartlarıydı, askerler durmadan sorun çıkarıyor…Yeni Şafak’ta buluşurlardı. Abdullah Gül çok mesai yapmıştır bizlerle beraber. Büroda saatlerce otururlardı Mustafa Karaalioğlu ile birlikte. Ofisin çaycısı İbrahim isyan ederdi, “Çay bitti, kahve bitti, yenisini alacak para yok..Bunlar hâlâ niye oturuyor!” diye. Sabah işe gelirdik ki Abdullah Bey orada…Hanımefendi de, yani Hayrünisa Hanım da uğrardı ara sıra. Yeni Şafak’ın kuponlarını biriktirip ansiklopedi, mutfak robotu falan aldığı olmuştur. Bizim sekreter kızlarla oturup muhabbet ederdi.



Önce geçen ayın en önemli olayı ile konuya girmek istiyorum. AKP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmaması sizi şaşırttı mı?

Mark Parris’in açıklamalarından sonra şaşırtmadı. Siyasi ve ekonomik kriz tehlikesinin Anayasa Mahkemesi yargıçları üzerinde etkili olduğu anlaşılıyor. ABD uzun süre bu konuya mesafeli durmuştu. Parris’in “karar muhtemelen bir Cuma günü çıkacak” dedikten sonra, ''Bir ay öncesine oranla kapatmanın önüne geçecek bir çözümün ortaya çıkması olasılığını daha yüksek görüyorum.Bir uzlaşmaya varılmaması durumunda alternatif, birbirine karşı iki tarafın da uçurumdan düşmesidir'' demişti. Demek ki bir uzlaşmaya varılmış…Parris’in mesajları üzerinden gidersek, şimdi “birbirine karşı iki tarafın” ikisi de birden uçurumdan düşmeyecek mi, yoksa sadece birisi mi düşecek? Anayasa Mahkemesi’nin vereceği kararları bizden iyi bilen Parris’e bu soru da sorulmalı. Bir bakıma hayırlı bir sonuç olduğunu düşünmek lazım. “Mağdur” söylemine yine sığınacaktı AKP, Türkiye biraz daha bedel ödeyecek belki ama, siyasi partilerin halk tarafından görevden uzaklaştırılması en iyisi. Tabii adil bir seçim yapılabiliyorsa….

***

AKP’yi iyi tanıyan bir gazeteci olarak Anayasa Mahkemesi’nin aldığı Hazine yardımının yarı yarıya kesilmesi, Başkan Haşim Kılınç tarafından, “AKP’ye ciddi bir ihtar” olarak nitelendi. Bu ihtar, AKP’nin yeni stratejisini nasıl etkileyecektir?

Valla mahkemenin tezi öyle. AKP’nin bu sonuçtan bir ders çıkarması temenni ediliyor. AKP’nin ve Başbakan Erdoğan’ın siyasi üslubunu iyi kötü tanıdıysak, böyle bir ders çıkarma olmayacaktır. Bu süreçten sonra AKP’nin daha da sertleşeceğini, muhalefetin üstüne daha çok gideceğini öngörmek lazım. Tartışmalar bitmeyecek. AKP’nin kapatılmaması ve bundan istenen derslerin çıkarılması veya çıkarılmaması AKP üzerindeki tartışmaları bitirmez. AKP’nin ‘yola geleceğini’ ummak, boş bir beklentidir. Daha karmaşık bir siyasi tabloya doğru gidiyoruz diye düşünüyorum. ***

Daha birkaç yıl önce sizi gazeteci olarak Başbakanlık binasının önünde görürken, şimdi sizi Ergenekon davasından tutuklu sanıkların bulunduğu cezaevi kapılarında ve işsiz bir gazeteci olarak görüyoruz. Bu süreç nasıl gelişti?

Güçlüler ve iktidar sahipleriyle aramı iyi tutamıyorum ben. İslamcı arkadaşlarımızın değimiyle “mustazaflar” (zayıf ve mazlum olanlar), zulme uğrayanlar safına psikolojik olarak kendimi daha yakın buluyorum. Başbakanlık muhabirliğine başladığım sıralar, basın eliti ve o elitin arasına girmeye azmedenler cephesinde Tansu Çiller'in, Mesut Yılmaz'ın eteğinde dolaşma modası vardı. Erbakan, Erdoğan, Gül, silme “tu kaka” insanlardı. Hatta böyle tavassut işlerini fazla sevmeyen rahmetli Ecevit'e “yakın olmaktan” ekmek yiyen gazeteciler de çıktı. Yıllar boyunca, bir tek haber yazmadan, “Ben Ecevit'in manevi oğlu gibiyimdir” diyerek 09.30-16.30 arası Ankara bürolarında mesai yapıp yüksek maaşlar alan gazeteciler gördüm. Böyle insanı alçaltıcı haller, zaman içerisinde tepki oluşturuyor. Bünye meselesi; güçlü insanların koltuğu altında sırıtan bir insan fotoğrafı vermekten acayip utanıyorum.

Liderlere yakın olup sizin deyiminizde “ekmek yiyen” gazetecilerden anımsadıklarınız kimler acaba?

Şimdi isim verirsem gürültü çıkarırlar. Bir kısmı geçmişte kalmış, önemsiz isimler. Şu anda, Sabah ve Star gazetelerinde çok böyleleri. Başbakan’a yakın olmak şart değil, Emine Hanım’ın komşusunun bilmem nesi de olabilirsiniz, Mücahit Arslan’ın hemşehrisi de…Cemaatan referans getirmek de önemli. Bir de böyleleri var. Gazeteciliği cebine basın kartı koyup Meclis’te dolaşmak zannediyorlar..

Yeni Şafak’a geçişiniz nasıl oldu?

O yıllarda da bu tür ilişkilere kafam bozulmuş ve kalkıp Yeni Şafak gazetesine gitmiştim. Düzgün bir gazeteydi o zaman Yeni Şafak; şimdiki gibi yalaka değildi. Adamakıllı muhalefet yapılıyordu. Kadrosunda düzgün insanlar mevcuttu. Şimdi çok farklı çizgilerde olsak da Hakan Albayrak'ı, Abdullah Muratoğlu'nu, İbrahim Karagül'ü, Gökhan Özcan'ı fikirleri itibarıyla değil ama karakter olarak pek takdir ederim, delikanlı insanlardır. Ama diğerlerinde incelenmeye değer bir transformasyon gerçekleşti. Ömer Çelik, Mustafa Karaalioğlu, Ahmet Kekeç gibi insanlar, parasızlıktan kıvranan ama idealist, haksızlığa uğramışlığın onurunu taşıyan adamlardı. Birden bire zenginleştiler, saldırganlaştılar, geldikleri yerleri unutmaya başladılar. Ömer Çelik’in ödenmemiş faturadan dolayı evindeki elektrik sayacını sökmüştü belediye. Hepimiz için her gün kapıya bir alacaklı dayanırdı. Maaşlar doğru düzgün ödenmiyordu, perişandık. Şimdi bakıyorum, Harley Davidson koleksiyonları yapıyorlar, lüks arabalardan inmiyorlar. Hatta Ömer Çelik, 2000 yılında sınıf atlayacağını hissetmiş olmalı ki , estetik ameliyatla burnunu düzelttirdi… Miskinler ve düşkünler dergâhı gibiydi o zamanlar Yeni Şafak’ın Ankara bürosu. Fazilet Partisi’nde “yenilikçi-ak saçlı” ikiliği baş göstermişti. “Yenilikçi” denilen ekipten olanların Erbakan Hoca genel merkeze girişlerini bile yasaklamıştı; Meclis’e gitseler DSP’nin, ANAP’ın tacizlerinden duramıyorlar, 28 Şubat şartlarıydı, askerler durmadan sorun çıkarıyor…Yeni Şafak’ta buluşurlardı. Abdullah Gül çok mesai yapmıştır bizlerle beraber. Büroda saatlerce otururlardı Mustafa Karaalioğlu ile birlikte. Ofisin çaycısı İbrahim isyan ederdi, “Çay bitti, kahve bitti, yenisini alacak para yok..Bunlar hâlâ niye oturuyor!” diye. Sabah işe gelirdik ki Abdullah Bey orada…Hanımefendi de, yani Hayrünisa Hanım da uğrardı ara sıra. Yeni Şafak’ın kuponlarını biriktirip ansiklopedi, mutfak robotu falan aldığı olmuştur. Bizim sekreter kızlarla oturup muhabbet ederdi.

Peki Yeni Şafak’ın standartlarının yükselmesi hangi sürece denk geldi?

Yeni Şafak’ta “dönüşüm” Fehmi Koru’nun Ankara Temsilcisi yapılmasıyla başladı benim gözlemlerime göre. 1999 sonu veya 2000 başlarıydı. Fehmi Koru’nun gelişiyle birlikte gazetenin profili değişmeye başladı. Temsilcilik görevleriyle ilgilenmezdi, öyle çalışan takımıyla pek muhatap olmazdı. Bizim anlayamayacağımız, gizemli bir takım “üst düzey ilişkiler” içerisindeydi. Ecevit hükümeti ve askerlerle irtibatı yoktu ama yılda en az 2 kez ABD’ye gider ve mutlaka 3 ay kalırdı. Yabancı konukları gelir giderdi. Sıradan muhabirlerle değil, kendisine “ilişki getirenlerle” ilgilenirdi. Fehmi Koru’nun göreve gelmesiyle birlikte Yeni Şafak “yerellikten” ve “gariban sınıfın gazetesi” olmaktan çıkmaya başladı. Tabii konu dağıldı, aslında Yeni Şafak’ın dönüşüm-dönüştürülme süreciyle ilgili anlatılacak çok şey var ama siz benim kişisel serüvenimi sordunuz.

Yoo... Buyrun devam edin...

2000 yılında Sabah gazetesine geçtim ben, böylece Yeni Şafak’la yollarımız ayrılmış oldu. AKP ve onunla birlikte Yeni Şafak’taki bazı unsurlar iktidara geldiklerinde Sabah’tan da ayrılmıştım; Radikal gazetesinin başbakanlık muhabiriydim. Doğrusu sevinmiştim “halkın içinden” gelen kadroların iktidara gelmesine. Fakat, geçirdikleri değişimi zaman içinde görmeye başladım. Başbakanlığı kurum ve kadro olarak iyi tanıyan muhabirlerden birisi sayılıyordum. Radikal’le anlaşamayınca o dönem TMSF’nin yönetimine geçmiş olan Star gazetesine geçtim. Başbakan’ın çevresindeki benim tanıdığım Yeni Şafak’çılar gitmiş, yerlerine bambaşka insanlar gelmişti. Artık zengindiler, küresel ilişkileri ve girip çıktıkları sosyal çevrelerle övünmeye başlamışlardı. Giydikleri elbiselerin kalitesi çok yükselmişti. Yeni Şafak’taki sefillik günlerini kimse hatırlamak istemediği gibi, o günlerden çıkıp gelen bazı “eski dostlar” da rahatsızlık yaratıyordu. Tanrı tarafından yeniden yaratılmış gibiydiler. Fazla şey bilmeye ve fazla gözlem yapmaya başlamıştım. -Ki bir gazeteci için, hele de bir muhabir için en zararlı şeydir.- Oysa onlara kayıtsız şartsız itaat eden, kendisine lütfedilenlere şükreden, sorunsuz- tek tip insanlar lazımdı. Suyumun ısındığını 2005 yılında hissetmeye başladım. Zaten bir kitap yazmaya başlamıştım ve bu kitapla birlikte beni Star’da taşıyamayacaklarını biliyordum. “Tazminatımı verin, gideyim” dedim ama kabul etmediler, “Yok biz seni illâ atacağız” dediler. Öyle de yaptılar. Sonraki yıllarda AKP iktidarı, sizin de bildiğiniz gibi, hatta kitap da yazdınız bu konuda, medyada çok güçlendi. Kitabımda ve internet sitelerinde yazdığım şeyler yenilir yutulur gibi değildi onlar açısından. Kazara bir-iki yerde işe başladım, hiç birinde üçüncü ayı göremedim. Telefon edip attırdıkları da oldu, kendiliğinden korkup atanlar da oldu. O gün bu gündür, hariçten gazel okuyan gazeteciler arasındayız. Sizin de dediğiniz gibi, son zamanlarda da hapishane duvarlarının dibinde beklerken takılıyoruz meslektaşlarımızın objektifine…

Sizi işten kim attırıyordu? Somut bir bilgiye ulaştınız mı?

Somut bilgiler var tabii. Ama her zaman olduğu gibi muhatapları bunu inkâr edecektir. Star’dan ayrılmamdan sonraki dönemde Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer’in özellikle uğraştığını biliyorum. Akif Beki de Başbakanlığa girişimi yasaklayarak en azından kurumlara “Bunu işe alırsanız, Başbakanlık’ta çalışmasına izin vermem” mesajını vermiş oldu. Ben hayatını Başbakanlık muhabirliğinden kazanan bir insanım, yasaklı bir gazeteciyi işe alıp da kim başını belaya sokmak ister?

Ergenekon Davası’nda tutuklu bulunan Behiç Gürcihan’ın nişanlısısınız. Kendisi 2 ay önce, ikinci kez gözaltına alınıp tutuklanırken de kendisinin yanında ve evindeydiniz. Gözaltı sürecinde nelere tanıklık ettiniz?

Evlilik hazırlığı yapıyorduk biz. Bu nedenle İstanbul’a sık sık geliyordum, oturacağımız evi düzenlemeye falan çalışıyorduk. Tutuklanmasaydı, bu ay düğün yapmaya hazırlanıyorduk. Behiç Gürcihan, söylediğiniz gibi geçen yıl da aynı kapsamda gözaltına alınmış, ancak savcılık sorgusundan sonra serbest bırakılmıştı. Bu Ergenekon dalgaları başladığında, yeniden gözaltına alınabileceğini düşünüyordum açıkçası. Hayır, herhangi bir şey yaptığından değil, ama fotoğrafta eksik bir şeyler vardı sanki. Hep emekli memurlar, bankacılar, astsubaylar üzerinden giderek kimseyi “derin devlet” tablosuna ikna edemezlerdi. Behiç Gürcihan’ın üzerinden bir “General’in oğlu tutuklandı!” haberine ihtiyaç vardı. Bir cenahın tepkisini ölçtüler böyle yaparak ve oradan operasyonu hangi noktalara yönlendirebileceklerini yokladılar. Dikkat edilsin, 5.5uncu dalga olarak tek kişilik bir operasyonla tutuklandı Gürcihan; yani Eruygur ve Tolon paşalardan hemen önce. İkincisi, sahibi olduğu Açık İstihbarat sitesinde çok sıkı sistem analizleri yapıyordu. İyi bir stratejist, güçlü bir kalem. Ve mayınlı alanlarda fazla gezinmeye başlamıştı. Örneğin ben bir gazeteci ve bir, “Ankaralı” olarak iktidarın ‘yerli kanadını’ tanıyıp yazabiliyorum ama Behiç Gürcihan küresel planlara ve ilişkilere de hakim bir adamdır. Robert Kolej mezunu, üniversiteyi ABD’de okumuş ama ‘milli kalmış’ bir Türk. sitesinde kullandığı nick name “oyunbozan” dır örneğin. Türkiye’nin böyle sert çizgilerle dönüştürüldüğü bir ortamda, “oyunbozan” tutuklanmasa şaşırırdım.

Gözaltına alınma nasıl oldu?

Sabah 06:00’da geldiler eve. Nazik davrandılar, arama işlemleri uzayınca birlikte kahvaltı ettik hatta. Aralarında, pek çok terör örgütünün çökertilmesinde görev almış tecrübeli polisler var benim gördüğüm kadarıyla ve bunlar, karşılarında bir ‘terörist’ olmadığının farkındalar. Hatta, Behiç Gürcihan’ın deyimiyle, “Terörle mücadeleden çok evrakla mücadele şubesi’ne” dönüşmüş olmaktan da muzdaripler. Yorulmuşlar, bu Ergenekon operasyonunun artık bir an önce bitmesini, gerçek görevlerine dönmeyi istiyorlar. İlgili mahkemenin kararını ve savcının gözaltı emrini okudular. Evi aradılar ama, belirli bir şey aradıklarını zannetmiyorum. Ev, Behiç’in babasına ait. Dolayısıyla, ona ait olan eşyalar da var. Özellikle, babasının görev dönemlerinden kalma bazı evraklarla ilgilendiler. Bir kısmını aldılar. Bir tanesi, Genelkurmay’ın Amerikan gizli istihbarat servisleriyle ilgili yaptırdığı bir çalışmaydı örneğin. Bu sadece bir bilgi notu olarak hazırlanmış ve resmi evrak arşivine girmemiş. Behiç de herhangi bir yazısında veya kitaplarında kullanmış değil. Bir de baba Gürcihan’ın NATO’da görev yaptığı dönemlerde, Türkiye’yi temsil eden her üst düzey kamu görevlisine verilen “Ermeni Soykırımı İddialarına Karşı Tezler” adlı bir kitap var. Onu da aldılar. Baba Gürcihan, televizyonlara, “O belgeler bana ait” diye açıklama yapmasına rağmen, Behiç’in tutuklanma nedenleri arasında “devletin gizli belgelerini bulundurmak” da var. Benim merak ettiğim, Amerikan gizli servisleri ve Ermeni soykırımı iddialarına karşı Türk devletinin tezlerini içeren belgelere ‘Türk polisi ve savcısı’ neden ‘gizli örgüt belgesi’ muamelesi yapıp adam tutukluyor? Burası işgâl altında bir ülke de biz mi farkında değiliz? Neyse, Behiç Gürcihan’ın ikinci kez aynı suçlamayla gözaltına alınması ‘tutuklama niyetini’ ortaya koyuyordu aslında. Avukatımız da, kendisi de yasal itiraz haklarını kullandılar ama tutuksuz yargılanma talebimiz, diğer sanıkların çoğunda olduğu gibi kabul edilmedi.

Gözaltı sırasında sizin evde bulunmanız, AKP’ye yakın yayın organlarında “hayret”le karşılandı. Gürcihan ile nişanlı olduğunuz bilinmiyor muydu?

Hayretle karşılandığından değil, canları terbiyesizlik yapmak istedi. Bu olay üzerinden beni de yıpratmaya giriştiler. Yaratılmak istenen iki izlenim var; birincisi toplumun ahlâk değerlerine göndermede bulunarak, “Gece yarısı bekar bir erkeğin evinde bayan gazetecinin ne işi var?” spekülasyonunu yaratmak. İkincisi, “Bir gazeteci örgüt evinde ne arıyordu?” sorusunu sordurtmak. Gazeteciliği gerçekten çok hemzemin düzeyine indirdiler. Birincisi, ben bu adamla nişanlıyım, evlilik hazırlığı yapıyorum; ikincisi orası bir “örgüt evi” değil, benim ve nişanlımın evlendikten sonra oturacağımız, çocuklarımızı büyütmek istediğimiz ev. Üçüncüsü ve en önemlisi, Gürcihan’ın gözaltına alındığı sırada yanında olduğumu Açık İstihbarat sitesinde yazdığım yazıyla kendim duyurdum. “Bayan gazetecinin o evde olduğu ortaya çıktı” diye bir şey yok. Bu derece alçaldılar. Bu cenahın parasıyla kurulmuş veya iki reklam için hükümete dalkavukluk yapan bazı internet sitelerinde “Fatma Sibel Yüksek Ergenekoncuyla gizlice nişanlanmış!!” diye haberler yayınlandı. Yahu ben Gülben Ergen miyim ki gizlice nişanlanmış olayım? Kamuoyuna ne benim nişanlandığımdan, nişanlanmadığımdan? Basına davetiye mi göndermeliydim “gizlice nişanlanmış” olmamak için. En ahlâksız haber de 2 yıl Başbakanlık muhabirliğini yaptığım Star gazetesinde yayınlandı. Güler Kömürcü’nün evliliği ile birleştirip, “Ergenekon terör örgütü tutukluları ile gazeteciler arasındaki evlilikler dikkat çekiyor” diye haber yaptılar. “Gece Behiç Gürcihan’ın evinde olduğumu” da özellikle vurgulamışlar. Okuyanlar da, “Ergenekon sanıkları ile gazeteciler arasında furya halinde evlilik hareketi var” zanneder. Bu haberde en etik olmayan unsur, kendi gazetelerinde görev yaptığım dönemlerde bir yurtdışı görevinde çektirdiğim fotoğrafı kullanmaları. Yani kendi özel arşivlerini böyle maksatlı bir habere malzeme yapmışlar. Görev sırasında çektiğimiz fotoğraflar, yaptığımız görüşmeler, yazdığımız haberler o gazetenin mahremidir, namusudur. Biz bu insanlara mı teslim etmişiz emeklerimizi? Çok yazık! Mustafa Karaalioğlu’nu aradım, “Yahu özür dilerim, evlenirken Star gazetesinden izin almayı unutmuşum!” dedim. “Hükümete, ‘Ergenekoncuların’ medeni haklarını kısıtlayıcı yasalar getirmeyi önerecek misin?” diye sordum. “Vallahi, billahi ben Irak’taydım, haberim yok. Çok ayıp etmişler” dedi. Sonra gazetenin okur temsilcisine arattı beni. Haberle ilgili itirazım, bazı önemli kısımları çıkarılarak yayınlandı ama ne fayda…

Daha önce Yeni Şafak ve Star gibi AKP’ye yakın yayın organlarında çalışmıştınız. Sizin açınızdan bu zor dönemde o kurumlardan sizi arayıp “geçmiş olsun” dileğinde bulunan olmadı mı?

Geçmiş olsun dileğinde bulunmak ne kelime, az önce anlattığımız gibi, bu olay üzerinden linç kampanyasına bile giriştiler. Ürkütücü bir ruh hali içindeler. Sanki gözleri dönmüş gibi. Önlerine çıkan her şeyi yakıp yıkma isteğiyle yanıp tutuşuyorlar. Siyasi olanla insani olan arasında hiçbir ayrım yapmıyorlar; çekirge sürüsü gibiler. Bu derece büyük bir kini nerede ve nasıl edindiklerini anlamakta zorlanıyorum. Oysa yetişme tarzı itibarıyla, manevi ve ailevi değerlere saygılı insanlar olmaları beklenir. Şimdi maalesef, tabii hepsi için söylemiyorum, her türlü insanlık suçunu işleyecek, her türlü yargısız infazı gerçekleştirecek bir ruh hali içindeler. İnanın bu terbiyesizlikler, 28 Şubat’ta bile kendilerine yapılmadı. İktidar sarhoşluğuyla faşistleştiler. Böyle giderse Allah’ın gazabına uğrayacaklar; çünkü Allah azgınlık edeni cezalandırır.

Sözettiğiniz kişileri yakından tanıyorsunuz. Bu kişilerin mazlumluktan faşistliğe geçiş evreleri sadece “iktidar sarhoşluğu” ile açıklanabilir mi?

Hayır, sadece iktidar sarhoşluğu ile açıklanamaz. Belki daha derin sınıfsal analizler yapılabilir bu durum için. Faşizmin kitle tabanı, halkın en geri bırakılmış kesimlerin oluşmuştur hep. Hayatını hep fare deliğinde geçirmeye mahkûm edilmiş, kin ve intikam hissi dolu insanlar var. Kendilerine yapılan haksızlıkların gerçek muhataplarıyla hesaplaşmayı göze alamadıkları için gözlerine kestirdiklerinin hayatını karartıyorlar. Madem 28 Şubat’la hesaplaşmak istiyorsunuz, hani Çevik Bir nerede? Madem Kürtler adına 12 Eylül ile hesaplaşmak niyetindesiniz, hani Kenan Evren nerede? Diyarbakır cezaevinin sorumluları nerede? Halka bok yedirenler nerede? Yok böyle bir hak arayışı. Ayak takımının iktidarı ele geçirmesi ve yılların hıncını yanlış insanlardan çıkarmaları var sadece. Bunu söyleyince de “ sen halkı beğenmiyor musun” diye üstümüze çullanıyorlar. Ayak takımı ayrı şeydir, halk ayrı şeydir. Şimdi böyle çok tehlikeli bir süreç ve çok tehlikeli bir kadroyla karşı karşıyayız. Dediğiniz gibi, sadece ‘iktidar sarhoşluğu” ile açıklanamayacak bir tehditle karşı karşıyayız. Pol Pot’un ölüm mangalarını hatırlayın…

Gürcihan ile nasıl tanışmıştınız?

Artık AKP ve onunla arayı iyi tutmaya çalışanlar tarafından basında barındırılmayacağımı anlamıştım. Tek şansım, geçimimi sağlayamasam da kalemimi kırmamak için internet sitelerinde yazmaktı. Ama oralar da medyayı ele geçiriş kapsamında kısa bir sürede istila edildi. En yakın arkadaşlarım bile “gel benim sitemde yaz” diyemediler. Demin söylediğim gibi ‘kazara’ başladığım bir-iki yerden de tez zamanda uzaklaştırıldım. Bu şartlar altında, “iktidara eyvallahı olmayan ve olmayacak bir yer bulup orada yazmalıyım” diye düşündüm. Açık İstihbarat’ı takip ediyordum. Özellikle Behiç Gürcihan’ın yazıları gayet cesur geliyordu. Bir mail attım ve sitelerinde yazmak istediğimi bildirdim. Gürcihan beni daha önce kitabımdan ve gazetecilik faaliyetlerimden tanıyormuş; kabul etti. Böylece Açık İstihbarat’ta yazmaya başladım.

İdeolojik olarak, nişanlınız ile aynı dünya görüşünü mü benimsiyorsunuz?

Aslında tamamen değil. O daha solda duruyor. Gözaltına alındığında Terörle Mücadele Şubesi’nde ziyaretine gittim, kendisini “Sağ Terör Birimi”nde sorguluyorlardı. Herhalde çok bozulmuştur(!) Beni “sol terör örgütleri” kapsamında tutuklasalar vallaha ben de bozulurum… Sonra Behiç’in daha idealist bir insan olduğunu söyleyebilirim, halka ve devlet içinde temiz kalabilmiş unsurlara daha fazla güveniyor o…Ben, biraz daha ‘sokaktan’ geldiğimi düşünüyorum. Halkın ve devletin menfaatleri gerektirirse ne kadar ‘satıcı’ olabileceklerini biliyorum. Galiba İstanbullular’da idealizm daha fazla. Mustafa Kemal ve arkadaşları da idealist Osmanlı subayları değil miydi? Neticede, “millilik” konusunda Behiç Gürcihan ile aynı yerde duruyoruz. ABD ve AB emperyalizminin, veya başka bir tür emperyalizmin ülkemizi yönetmek istemesine, dizayn etmeye, devşirme politikacılar ve gazeteciler vasıtasıyla egemenlik kurmaya çalışmasına öfke duyuyoruz.

Gürcihan’ın babası, emekli Tümgeneral Ali İhsan Gürcihan oğlunun tutuklanmasını nasıl karşıladı? Zira kendisi NATO’da görevliyken, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ile birlikte görev yapmışlardı.

Babasının görev dönemlerine ilişkin konularda pek konuşmayız. Ali İhsan Gürcihan, her Türk babası gibi evlatlarının huzuru ve mutluluğu için çabalayan bir baba. Behiç’in suçlu olmadığı konusunda bir an bile tereddüt etmedi. Tutuklanmasının bütün aşamalarında arkasında durdu. Oğlunu kendisi yetiştirdiği, ülkesini her şeyin üstünde tutmasını öğreten kendisi olduğu için kızamıyor haliyle. Ama bütün ömrü boyunca ülkesi için çalışmış bir asker olarak oğluna ve kendi silah arkadaşlarına “terörist” muamelesini yapılmasını kabul edemiyor. Benim gördüğüm kadarıyla baba Gürcihan, halkın içinden gelme, halka çok yakın bir üst düzey subay. Çocuklarına da mutevazılığı ve halkı sevmeyi öğretmiş, Behiç’in tutuklanması olayında kimseden ayrıcalık talep etmedi. Cezaevi kapılarında beklerken kendiliğinden tanıyanlar çıkmadıkça, kimseye kimliğini söylemedi. Tabii çok ilginç bir süreçten geçiyor Türkiye…Cezaevlerinin dış güvenliğini sağlayan jandarmalar, ömürlerinde ilk kez bir “mahkum babasını” görünce hazırola geçiyorlar. Tolon ve Eruygur Kandıra Cezaevi’ne götürüldüklerinde de asker ve bir kısım sivil personel hazırola geçmiş. Bunu devlet terbiyesi almayanlar, Türkiye’yi çadır devletine çevirmeye kalkışanlar anlayamaz. Böyle bir sevgisi ve bağlılığı var Türk milletinin ordusuna… “Yasalar kimseye ayrı uygulanamaz” diyenler önce kendi dokunulmazlıklarını kaldırıp yürekleri yetiyorsa bağımsız Türk yargısının karşısına çıksınlar. Benim nişanlım kimseden ayrıcalık istemiyor, yaptığı her şeyin hesabını Türk yargısına vermeye de yüreği yetiyor. Tek talebimiz, adil yargılanma.

Siz, nişanlınızın babasına, “İhsan Bey, neler oluyor böyle. Şu duruma bir müdahale edin” dediğiniz oldu mu?

Ben Ali İhsan Gürcihan’ı Ankara’da gazetecilik yaptığım dönemlerde, Genelkurmay İstinbarat Başkanı olarak, isim olarak tanıyorum. O dönemlerde tanışmışlığım yok. Yanlış hatırlamıyorsam, 2005 yılında emekli oldu. Tanışmamız daha sonraları, Behiç vasıtasıyladır. Doğrusu, askerlerle siviller arasında veya gazetecilerle askerler arasında olaylara yaklaşım bakımından bazı mantık farkları var. Askerler, 18 yaşında girdikleri bir disiplinin içinde neredeyse elli yıl kalıyorlar. Bütün kişilikleri ve hayat felsefeleri bu kurumlarda şekilleniyor. Devlete bağlılık hisleri çok güçlü; üstelik devlet ne kadar saçmalamış olursa olsun… Biz siviller öyle değiliz, devlet saçmalamaya ve bize haksızlık yapmaya başlarsa, biz de “saçmalama” hakkımızı kullanırız... Tabii gücümüz yetiyorsa…Gücümüz yetmeyince de “yalakalık yapma” hakkımızı kullanırız. Ali İhsan Gürcihan, hayatının her konumunda devleti temsil etme sorumluluğunu üstlenmiş bir insan olarak, devlete olan inancını hiçbir aşamada yitirmedi. Kırgınlık yaşadığını ama bunu ‘karşıtlık’ hislerine dönüştürmediğini hissediyorum. Ben olsam, ülkesi için yazıp çizmekten ve düşünmekten başka bir suçu olmayan oğlumun özgürlüğünü ve hayatını pazarlık konusu yapanlara zorluk çıkarırdım.

Nişanlınız, tutuklanıp konulduğu Bayrampaşa Cezaevi’nden daha sonra nakledildiği Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nde hangi koşullarda yaşıyor?

Bayrampaşa Cezaevi’nde şartlar gerçekten çok kötüydü. Çek-senet suçları tutuklularının koğuşunda kalıyordu. Ziyarete gittiğimizde, her taraftan ter ve küf kokuları geliyordu resmen. Bu koku burnumdan hiç gitmeyecek. Orada on gün kadar kaldı, sonra Tekirdağ F Tipi cezaevine nakledildi. Ergenekon davası sanıklarının bir bölümü orada yatıyor. Üçer kişilik koğuşlarda kalıyorlar. Televizyon ve gazete imkanları var. Her koğuşun da kendine ait bir havalandırma bahçesi var anladığım kadarıyla. Biri açık olmak üzere yakınlarıyla ayda 4 kez görüşebiliyorlar. Haftada bir kez de telefon etme hakları var. Kitap, dergi, internet çıktısı ve savunmalarıyla ilgili belgeler verilebiliyor. Behiç tutuklandığında, rahmetli Kuddusi Okkır hastaneye yeni nakledilmişti. Behiç şimdi onun koğuşunda ve onun yatağında yatıyor. Okkır’la tanışamadılar ama ölümü Behiç’i çok üzdü.

Ergenekon soruşturması kapsamında sanık sıfatıyla yargılanan Güler Kömürcü ile tanışır mısınız?

Güler Kömürcü ile tanışmam. Yazılarını ara sıra okurdum. Evliliği ve özel hayatı konusunda yapılan yayınların gazetecilik etiğine aykırı olduğunu düşünüyorum. Her yetişkin insanın evleneceği ve birlikte olacağı kişiyi seçme hakkı vardır. Kadın gazeteci olmasının istismar edildiğini düşünüyorum. Gazetecilerin özel hayatları ile haber konusu olmaları hoş değil. Bu nedenle Star gazetesinde haber yapılmamdan çok rahatsız oldum ben. Güler Kömürcü konusuna dönersek, elimizdeki iddianameden yazılanlara bakarak o iddianamede adı geçenler hakkında fikir oluşturamam ancak böyle bir iddianameyi yazabilenler hakkında fikir oluşturabilirim. İddianamede Güler Kömürcü’nün yaptığı telefon konuşmalarının üzerinde çok durulmuş; dolayısıyla bundan sonra da ismi üzerinde çok spekülasyon yapılacak gibi görünüyor. Birileri, isminizi sürüme koymaya karar vermişse yapacak bir şeyiniz yok demektir.

Gürcihan, daha önce eleştirdiği insanların da bulunduğu bir davadan yargılanıyor ve onlarla aynı cezaevinde kalıyor. Bu durum, kendisinde nasıl bir ruh hali yaratmış durumda?

Behiç Gürcihan, Kuvvai Milliye Derneği Başkanı Fikri Karadağ’ı silahla yemin etme görüntüleri nedeniyle eleştirmişti. Şimdi onunla aynı hücrede kalıyor. Bildiğim kadarıyla daha önce tanışıklıkları yoktu, böylece tanışmış oldular; Behiç de eleştirilerini yüzünü karşı söyleme fırsatını bulmuştur artık. Behiç Gürcihan’ın İlhan Selçuk’u, Doğu Perinçek’i, Kemal Kerinçsiz’i eleştiren yazıları da var. Çoğuyla birebir tanışıklığı da yok. Onlar da Behiç’i hiç tanımazlar. Trajikomik bir durum tabii..Hayatınızda hiç görmediğiniz, dahası fikirlerini bile paylaşmadığınız insanlarla birlikte, “Hükümeti yıkmak ve ülkede darbe ortamı oluşturmak isteyen bir örgütün” üyesi olmakla yargılanıyorsunuz. Tuhaf bir durum. Behiç Gürcihan’ın ruh hali nasıldır bilemem ama, Veli Küçük ile İlhan Selçuk’u aynı örgütün içine sokan iddia sahiplerinin çok güçlü deliller ortaya koymak gibi bir zorunlulukları var. Asıl onların ruh halini merak ediyorum.

Bir general babanın tutuklu oğlu olmak, kendisini nasıl etkiledi?

“Generalin oğlu” diye anılmaktan rahatsız olduğunu biliyorum. Onun müstakil bir kimliği, kişiliği ve birikimi var. “Behiç Gürcihan’ın generalin oğlu olduğu ortaya çıktı!” diye zekadan yoksun haberler yazanlar bile çıktı; sanki baba-oğul birbirlerini inkâr ediyorlarmış gibi... General oğulları sadece büyük şirketlerin yönetim kurulu üyesi falan mı olurlar yani? İşte böyle Behiç Gürcihan gibi halktan insanlarla birlikte cezaevlerinde yatan general oğulları da oluyor demek ki. Bu konuda ezber bozduğu için halktan birisi olarak kendisiyle gurur duyuyorum.

Bu noktada, Özden Örnek’in “Darbe Günlükleri”ne ve Çalık Grubu’nda çalışan oğlu Burak Örnek’e getirmek istiyorum sözü. Ankara’da gazetecilik yaparken aile olarak Örnek’ler dikkatinizi çekiyor muydu?

Hayır, ben Ankara’da gazetecilik yaparken orduyla hiç ilgilenmedim. Ankara’da gazetecilik, ihtisas esasına dayalıdır biliyorsunuz. Benim alanım Başbakanlık, bürokrasi ve iktidar partileriydi. Askerlerle ve aileleriyle hiç tanıma fırsatım olmadı. Ama Tolga Örnek ile Behiç tanışıyorlar sanıyorum. Babaları yurtdışında görev yaparken, yaz aylarında gidip çeşitli muzırlıklar yaparlarmış birlikte...

Ankara’yı iyi bilen bir gazeteci olarak, Savcı Zekeriya Öz’ün Ergenekon iddiannamesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ankara’yı iyi bilen bir gazeteci miyim bilmiyorum; ancak Ankara üzerine konuşabilecek bir gazeteci olduğum söylenebilir. Ankara’yı bilen veya bilmeyen birinin Zekeriya Öz’ün iddianamede kurduğu mantığı anlayabilmesi zor. “Devletin içine sızmış” bir örgütten söz ediliyor ama bu örgütün MİT’le ve TSK ile bağlantısı yok! Bu iki kurumda bağlantılarınız olmadan ülkeyi “darbe ortamına” nasıl sürükleyebilirsiniz ki? Dünyanın en büyük darbesine kalkışsanız bile, dilek ve temenni düzeyinde kalır. Herkes, özellikle Ergenekon davası üzerinden Türk devletiyle hesaplaşmak isteyenler, bu iddianame açıklandığında hayal kırıklığına uğradılar. “Hele iddianame bir açıklansın, görürsünüz” diyenler, şimdi “En azından bu işin bir ucundan tutulmuş oldu” demeye başladılar: Ne demek, “İşin ucundan tutulmuş oldu?” Bir iddianname, işin ucundan falan tutamaz. Ya bütün bağlantıları ortaya çıkarırsınız, ya da böyle bir davayı hiç açmazsınız. Siz, “İşin ucundan tutacaksınız” diye insanlar aylardır cezaevlerinde yatıyor, işlerinden güçlerinden oldular, kimisi hayatını kaybetti. Bu ne kadar pişkin bir yaklaşımdır... İddiannameyi kaleme alanların AKP hükümetine büyük bir sempati duydukları hissediliyor. İnsanlar arasındaki hükümeti eleştiren telefon konuşmalarına kafayı çok fena takmışlar. Hükümete karşı olanların bütün eylem, söylem ve faaliyetleri suç kapsamında görülüyor. Hükümetin değişmesini, yerine başka bir hükümetin gelmesini istemek en demokratik haktır. İddianame, “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni yıkmaya çalışmak” suçlamasından geçilmiyor. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni yıkmaya çalışmak suç, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yıkmaya çalışmak serbest!

İddianname, çeşitli bölümleriyle eleştirilirken, Danıştay baskını, Gazi mahallesinde yaşanan olaylar ve özellikle Veli Küçük ile ilgili olarak çarpıcı iddialar ortaya koyuyor. Siz bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çarpıcı iddialar ortaya konuluyor da çarpıcı deliller ortaya konulamıyor. Önemli olan bu iddiaların somut delillerle birlikte ortaya konulabilmesi. Gazi mahallesi olayları 1995’te oldu. Aynı iddianame, örgütün Göktürk yazıtlarına dayanan 600 yıllık geçmişinin 1999 yılında reorganize edildiğini söylüyor. Tarihler tutmuyor, nasıl olacak şimdi? Danıştay baskınıyla ilgili Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi bir karar vermiş. Ergenekon soruşturmasını yürütenler, davanın bu soruşturma ile birleştirilmesi için muhtelif başvurular yapmışlar ama ilgili mahkeme kabul etmemiş. Buna rağmen, “Hayır, bu davanın illâ Ergenekon ile ilişkisi var” deniliyor. Nasıl çıkılacak bu işin içinden? İlhan Selçuk’un Danıştay hakimlerini öldürttüğüne iknâ olabilmemiz için, çok güçlü yeni deliller ortaya konulmalı ki; Danıştay suikasti davasının yeniden görülmesi gereksin. Öyle iki savcı istedi diye olmaz ki bu işler. Göreceğiz bakalım ortaya hangi yeni delilleri koyacaklarını. Veli Küçük meselesine gelince… Veli Küçük’ün görev yaptığı dönemlerin bütün boyutlarıyla aydınlığa kavuşturulması çok önemli. Bu işlerde Küçük’ün kişisel sorumluluğu nedir bilmiyoruz ama faili meçhul cinayetlerin en fazla işlendiği bir dönemden, bütün devlet sorumluları kendilerini sıyıracak, sadece Veli Küçük adlı bir subay cezalandırılacak. Olmaz öyle şey. Bu ülkede, PKK ile mücadele yöntemlerinin ne olacağına her zaman devletin ortak iradesi karar vermiştir. Varsa yapılan yanlışlar -ki var- devleti o dönem yönetenlerin hepsi, bütün kişi ve kurumlar sorumludur. Başbakan’ın ikide bir örnek verdiği İtalya’daki temiz eller operasyonunda eski bakanlar, başbakanlar, üst düzey bürokrat ve askerler yakalarından tutulup yargıç huzuruna çıkarıldı. Buna rağmen, İtalya bugün hâlâ futbol mafyasının yönettiği, sevgililerin, mankenlerin bakan yapıldığı bir ülke olmaktan kurtulmuş değil. Var mı bizde İtalya’daki gibi bir temiz eller iradesi? Hem kim yapacak bunu? Kabinesinde dünyanın en zengin insanlarını barındıran, icraatlarıyla ilgili hiçbir hesabı vermek istemeyen, dokunulmazlıkları kaldıramayan, 1 Mayıs’ta işçileri eşek sudan gelene kadar dövdüren AKP mi? Oğullarını askere bile göndermeyen, gemicik sahibi yapan Tayyip Erdoğan mı? Hiç inandırıcı değil…

Gözaltına alınanların büyük bölümü, emekli orgeneraller Hurşit Tolon ve Şener Eruygur dışında İstanbul kadrosundan oluşuyor. Türkiye’nin Ankara odaklı yönetildiği düşünüldüğünde, siz bu durumu nasıl açıklıyorsunuz?

Ergenekon adı verilen örgütün Ankara ayağının olmaması, üzerinde çok düşünülmesi gereken bir durum..Devlet içinde örgütlenmeye çalışmış bir örgüt ama devletin içinde ve Ankara’da izine rastlanamıyor. Soruşturmayı yürütenlerin, olayı Ankara’ya bağlamak için bir çaba sarfettikleri anlaşılıyor. Genelkurmay’a yazılar yazılmış, MİT’e yazılar yazılmış, çeşitli suikast davalarına bakan mahkemelere yazılar yazılmış yok, yok… Böyle bir örgütün varlığını Ankara’da kimse kabul etmiyor. Devlet içinde çöreklendiği iddia edilen ve korkunç eylemler gerçekleştirdiği öne sürülen bu örgütün Ankara’da ne sivil, ne resmi kurumlar içinde uzantısı yok! Eruygur ile Tolon deseniz, zaten ununu eleyip eleğini asmış emekliler. “Bunlar, kendi dönemlerinde tasarlanmış darbelerden mi yargılanacaklar?” diye soruldu. Ona bile net yanıt verilemiyor. Hatta, Özden Örnek’e ait olduğu öne sürülen darbe günlüklerinin bu davanın kapsamına alınmadığını başsavcı bizzat açıkladı.. E o zaman devlet bu örgütün neresinde? Çok şüpheli bir durum… Emekli orgeneralleri Orduevi’nden gözaltına aldıracak kadar güç ve yetki almış bir savcı, Ankara sözkonusu olunca neden sadece bazı kurumlara yazı yazmakla yetindi? 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararı bile ‘tartışmalı’ hale getiriliyor da, MİT ve Genelkurmay’ın “Bizde böyle bir örgüt yok” demesiyle soruşturmanın en önemli ayağı neden eksik bırakılıyor? “Valla biz buraya kadar gelebildik, 1 numaraya da kimsenin ulaşabileceği yok..Herkes istediği yorumu yapsın artık” diye ortada bırakılabilecek bir dava mıdır bu? Devletin gücü sadece Muzaffer Tekin’e ve Fikri Karadağ’a mı yetti yani? Ankara’ya gelince her şey bıçakla kesilmiş gibi kesiliyor. Neden acaba? Ankara’ya bir kez girince, işin içine herkesin girmesinden mi korkuluyor? Şu şunu tanır, bu bununla kahve içmiş mantığından gidilecekse, Ankara’da ‘hesabı verilemeyecek” kahve içmişlikler mi var acaba? Ankara’ya kadar gittikten sonra, böyle bir örgütün Başbakanlığın koridorlarına, parti genel merkezlerine, Enerji Bakanlığı’nın salonlarına, Papermoon’daki yemeklere sızmadığını kim garanti edebilir? Sapla saman Ankara’da karışacaktı, asıl kimin eli kimin cebinde fotoğrafları Ankara’da çıkacaktı da onun için mi Ankara’da sadece Eskişehir otoyolunun kenarındaki ATO’ya kadar gidilebildi?

Ankara Ticaret Odası (ATO) Başkanı Sinan Aygün 15 gün tutuklu kaldıktan sonra, itirazı sonuç verdi ve serbest bırakıldı. Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay’ın tutuklanmasına ise gerek görülmedi. Sizin açınızdan burada dikkat çekici bir durum var mı? Aygün’ün, Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek ve Başbakan’ın önemli danışmanlarından Mücahit Arslan ile AKP’den kimi çevrelerle de yakın olduğu biliniyordu.

Aslında ikisinin de serbest bırakılması hakkaniyetli bir karardır. Sinan Aygün de Mustafa Balbay da diğer tutukluların büyük bir çoğunluğu gibi, CMUK’taki “tutukluluk hali” şartlarını taşımıyorlardı. O bakımdan ikisinin serbest bırakılması vicdanları bir parça rahatlatmıştır. Ama, “Ankara neden teğet geçiliyor?” sorusu burada da peşimizi bırakmıyor. Sinan Aygün’ün “ağabey” diye hitap ettiği biriyle yaptığı telefon görüşmeleri dinlemeye takıldı. Sinan Aygün, “Bu kişinin kimliği bir devlet sırrıdır, ancak hakimin kulağına söylerim” diye tuhaf bir savunma ortaya attı. Hiç kimse de, “Devlet sırrının ne olduğuna sen karar veremezsin, ceza muhakemeleri usulünde ‘hakimin kulağına söylemek’ diye de bir yöntem yoktur” demedi. “Ağabey” meselesinin üstüne gidilmedi, üstü örtüldü resmen. Sonra, Hürriyet’ten Enis Berberoğlu, bu “ağabeyin” hükümetin önemli bakanlarından biri olduğunu ve Sinan Aygün’ün o kişi ile askerler arasında bir konuda aracılık yaptığını yazdı. Aygün bu haberi yalanladı ama pek geçiştirmeci bir üslupla yalanladı. Sonra Hürriyet gazetesi de bıraktı işin peşini. Bu ağabeyin kim olduğu çok önemli. Acaba Sinan Aygün, Ergenekon operasyonunda tam da ‘kırmızı çizginin’ başladığı yerde duran bir isim miydi? Sinan Aygün’ün ilişkileri deşilmeye başlanırsa, içinden sadece hükümet karşıtları ve ulusalcılar mı çıkacaktı dersiniz? 1 Temmuz’da gözaltına alınanlarla ilgili ek iddianame düzenleniyor biliyorsunuz. Bakarsınız, bu soruların cevabını o ek iddianamede görebiliriz. Sinan Aygün’ün hükümet çevreleriyle de yakın temasta olduğu doğru. Örneğin Başbakanlığın en gizemli ismi Mücahit Arslan ile çok samimi olduklarını biliyorum. Belki de doğal bir ilişkidir bu. Mücahit Arslan bir işadamı. Sinan Aygün de işadamlarının şirketlerini ticaret siciline kaydeden bir oda başkanı. Neden kesişme noktaları olmasın?

Mücahit Arslan’ın AKP için önemi nedir? Kendisi ne iş yapar?

Mücahit Arslan’ın hiçbir resmi sıfatı yoktur. “Başbakan’ın özel danışmanıdır” sadece. Devlette böyle bir kadro yok ama Mücahit Arslan’ın Başbakan’ın makam odasının hemen dibinde tam donanımlı bir çalışma ofisi, sekreteri ve şoförü vardır. Mesasinin büyük bir bölümünü Başbakanlık’ta geçirir. Para ve harcama konularında binadaki tek gayrı resmi yetkilidir. İdari ve Mali İşler Daire Başkanları onun onayını almadan iş yapmazlar. Bu konuda Açık İstihbarat’ta yazdığım “Başbakanlık’taki kayyum masası (Mücahit Arslan, avize ve tuvalet musuğu)” adlı bir yazı var. Orada mizahi bir dille anlatmıştım Başbakan’lıktaki ihale işlerinin nasıl döndüğünü. Tarihi bina, 6 yıllık AKP iktidarı boyunca defalarca tadilattan geçti. “Musluklar eskidi” gerekçesiyle bazı firmalara ihalesiz musluk işi verildi, “Ampüller patlak” denildi, falanca firmaya binlerce ampül aldırıldı. Tarihi binanın ahşap kapı ve pencerelerini söküp ‘pimapen’ taktırdılar, bundan ötesi var mı? Bu alım ve satımların hepsine resmi hiçbir yetkisi olmayan Mücahit Arslan karar veriyor. 6 yılda 3 tane İdari ve Mali İşler Daire Başkanı eskitti Başbakanlık. Kendi atadıkları bu bürokratlar, bir noktadan sonra neye dayanamayıp da ya görevden alınıyorlar, ya da kendileri istifa ediyor?***

Siz, aynı zamanda, Ergenekon sanıklarından bir grubun da yazarlığını yaptığı acikistihbarat.com sitesinde de yazıyorsunuz. Gürcihan’ın da nişanlısısınız. Hiç, “gözaltına alınırım” kaygısını yaşadınız mı?

Valla gözaltına alınma konusunda bir ölçü yok, herkes gözaltına alınabilir. Benim kuaför bile, “Abla, cep telefonumun başına 1 getirip tuşladım, beni de dinliyorlarmış” diyor…İstanbul ve İstanbul’daki dernekler, sivil toplum kuruluşları ağırlıklı gidiyorlar. Bizim sitenin sağ tarafındaki yazarlar sütununda benden başka kimse kalmadı. Bu yazarlar da zaten Açık İstihbarat’ta yazdıkları için değil, iddianameye dahil edilen kişi ve derneklerle bir biçimde irtibatlı oldukları için alındılar. Ben, 86 sanık ve iddianamede adı geçen yüzlerce kişinin içinde sadece Behiç Gürcihan’ı tanırım, o da söylediğiniz gibi benim nişanlım. Suç olduğu için söylemiyorum ama yalnızlığı seven kişiliğimden dolayı öyle derneklerle, sivil kuruluşlarla falan hiç işim olmadı. İstanbul’da Kadıköy’le Karaköy’ü halen birbirine karıştırıyorum. Dolayısıyla İstanbul’da her ne arıyorlarsa, pek yardımcı olabileceğimi sanmıyorum. Yine de arzu ederlerse alabilirler tabii, korkunun ecele faydası yok. Bir de Karacaoğlan’ın şu dizelerini pek severim ben: “Harami var diye korku verirler; benim ipek yüklü kervanım mı var?”

Olası bir gözaltı durumunda, sizin Ankara ile ilgili olarak anlatacağınız en çarpıcı şey ne olurdu?

Valla ne soracaklarına bağlı. Dediğim gibi Ergenekon’u sadece Türk milletinin varoluş destanı olarak bilirim ben ve isminin siyasi bir operasyona verilmesinden son derece rahatsızım. İddianameden okuduğumuz kadarıyla, insanlarla eş, dost ve akrabalarıyla yaptıkları telefon geyikleri bile saatlerce sorulmuş. Bu sorulara cevap verecek olursam pek yorulurum. Devletin güvenlik güçleri ve savcılarını da benim sıradan hayatımın ayrıntılarıyla meşgul etmek istemem. Ankara’yı nedense kimseye sormadıklarını az önce konuştuk. Ben, ulusalcı çete falan bilmem ama, meselâ Başbakanlığa nüfuz edememiş bir derin devlet çetesine de çete demem. Gladyo tipi örgütler, iktidarın gücüne sarılmış muhterislere lazımdır, 86 adet baldırı çıplağa değil. Bir ülkedeki iktidarla bağlantısı olmayan üç-.beş başıbozuğa hiç kimse ‘Gladyo’ kurdurmak için para harcamaz. Gladyo’ya ihtiyaç duymak için iktidar olmak ve onu sonsuza kadar ayakta tutmak için her yola başvuracaklardan olmak gerekir. Bakın, Başbakanlığın örtülü ödeneğinden 2 yıl içinde çok büyük paraların harcandığı tespit edildi. CHP milletvekillerinin verdiği soru önergeleri ya ciddiyetsiz cevaplarla geçiştiriliyor, ya da hiç cevap verilmiyor. Hani millet iradesine saygılıydınız siz? Soru önergesi, millet iradesinin tezahür ettiği TBMM’nin en önemli denetim mekanizmalarından birisi değil midir? Neden cevap vermiyorsunuz örtülü ödenekle ilgili sorulara? “Örtülü ödeneğin hesabı verilmez” diye bir şey yok. Başbakanlık bütçesinde görünen kalemlerden birisidir, sadece ismi “örtülü ödenek” diye geçmez. Başbakanlık örtülü ödeneği üzerindeki tasarruf yetkisi kime ait? Başbakan’a mı, Müsteşar’a mı, yoksa yasalar önünde tamamen yetkisiz bir danışmana mı? Sonra, ATV ve Sabah’ın satışında Vakıfbank ve Halkbankası’ndan kullandırılan teminatsız krediler, siyasi tavassut olmadan verilebilecek bir şey mi? “Bizim hiç dahlimiz yok” diyenler, hem “Millet iradesine saygı” istiyorlar, hem de bu milletin gazetecisini aptal yerine koyuyorlar. Türkbank’tan kredi vermeye kalkışarak yandaş medya kurdurmaya çalıştığı için Mesut Yılmaz’ın siyasi hayatı bitti bu memlekette. Hükümeti devrildi, yüce divanlarda yargılandı. Şimdi siz kalkmış, Çalık Grubu’na verilen bu kredilerin normal olduğuna ikna olmamızı bekliyorsunuz. Ankaralı gazetecilerin, şayet gözaltına alınırlarsa bu türden anlatacakları çok vaka vardır diye düşünüyorum. Devletin içinde “gayr-ı nizami” uzantılarınız olmadan ne Başbakanlık örtülü ödeneğine ilişebilirsiniz, ne de devlet bankasından ona buna kredi sağlayabilirsiniz. Bilmem anlatabiliyor muyum?

Örtülü ödenekten bu paraların nerelere gittiği konusunda herhangi bir bilginiz var mı?

CHP’nin Başbakan’ın yanıtlaması istemiyle verdiği soru önergesi çok önemli. Ben artık gazetecilik yapmıyorum. O soruları takip eden gazeteciler, isterlerse çok önemli bilgilere ulaşabilirler. Ben bu bilgilere sahip olsam bile değerlendirebileceğim bir mecra yok.

On yıla yakın süredir Başbakanlık muhabirliği yaptınız. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın özel gezilerine katıldınız. Kendisini yakından tanıyorsunuz? Bu operasyon sizce Başbakan’ın iradesi altında mı yürütülüyor?

Behiç Gürcihan, “Ergenekon’un Arkasındaki Mutabakatlar” diye, olup biteni dört başı mamur bir şekilde açıklayan iyi bir yazı yazdı. Ben de bu operasyonun bir ‘mutabakat ürünü’ olduğunu düşünüyorum. Bir hukuki soruşturmanın, Başbakan’ın iradesi altında yürüdüğünü açıkça iddia edemem. Kendisi, “Bizim dışımızda” diyor. Ama tutuklananların terkibine baktığımızda, ağırlığın hükümet ve genelkurmay muhaliflerinden oluştuğunu görüyoruz. Dikkat edin, “genelkurmay karşıtları” demiyorum, “genelkurmay muhalifleri”….Bir de ülkemizdeki yabancı istihbarat faaliyetlerini deşifre edenlerle, Ermeni soykırımı iddialarına karşı çıkanlar var tutuklular arasında. Tabii bir de bölücülükle mücadele etmiş, ömürlerini PKK terörünü önlemeye adamış askerler var. Bu fotoğraf, operasyonun “dış etkenleri” de içeren bir mutabakatın ürünü olduğunu ister istemez düşündürür. Herkesin bir kontenjanı var belli ki, Başbakan’ın hatırını mı kıracaklar…

Bu konuda Başbakan’ın akıl hocaları kimler olabilir?

Gerçekten bilmiyorum. Başbakan’ın son yıllarda çok yalnızlaştığını düşünüyorum. Etrafındaki yerel figürler birer ikişer tasfiye oldu. Şu sıra kimlerle teşrik-i mesai yaptığını kestirmek güç..

Türkiye, oldukça kanlı süreçler yaşadı. 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, ‘80’den sonra PKK ile yürütülen savaş, faili meçhuller, suikastler ve Susurluk süreci... Bu süreçte adı geçip dokunulamayan kimileri, “Ergenekon terör örgütü” iddiannamesiyle cezaevinde. Sizce bu dava, Türkiye’nin aydınlık yarınlarına ışık tutacak mıdır ya da bir kıvılcım mıdır?

Az önce söyledim, böyle bir temizlik operasyonunun AKP gibi bir iktidarın yapması doğaya aykırı. Susurluk’ta gerçek bir bağlantı yakalanmıştı ve devlet içindeki zaten ömrü tükenmiş yasadışı oluşumların önemli bir bölümü tasfiye edildi. Burada, siyasi iradenin kararlılığından çok, söylediğim gibi doğal bir tükeniş süreci etkili oldu. Kamuoyu destek verdi, çünkü çetelerin varlığına inanıyordu. Siz şimdi bana İlhan Selçuk’la Behiç Gürcihan’ın Gazi olaylarından Danıştay suikastine kadar Türkiye’nin son 20 yılındaki bütün cinayetleri işleyen bir örgütün mensubu olduğunu anlatıyorsunuz. Böyle şey olur mu? Buna kim inanır? Kamuoyunu iknâ edemedikçe daha da çılgınlaşıp saçmalık üstüne saçmalık yapıyorlar. Kim karar veriyor bu kara propagandaya? Aşk romanı yazarı Ahmet Altan mı? Kocası Amerikan yetkilisi olan Yasemin Çongar mı? Ahmet Altan’ın olduğu yerde ot bittiği nerede görülmüş… Evet bir gladyo vardır. Bunu nereden biliyoruz? Bunu okuduklarımızdan biliyoruz, Türkiye’nin yakın tarihinden biliyoruz. Gladyo NATO orjinli bir örgütlenmedir ve karanlık iktidarlarla karanlık dış odakların ilişkisinden doğmuştur. 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de olanlar tabii ki aydınlığa kavuşsun. PKK ile mücadele adı altında Kürtlere acı çektirilmiş ve zulüm yapılmışsa onlar da ortaya çıksın. Ama bu toplumun ortak ve samimi iradesiyle olur. Milli varlıkları sata sava şahsi servetler edinmiş insanların aceleciliği ve kindarlığıyla değil. Ergenekon adı altında yürütülen hareket, aklı olan herkesin gördüğü gibi AKP’nin ve onun dış destekçilerinin muhalifleri sindirme girişiminden başka bir şey değildir. Bu iddianameden mağduriyet çıkar, başka da bir şey çıkmaz. İzleri çok zor silinebilecek bir kin tohumu ektiler. Bu ülke 50 yıldır Menderes’e yapılanları unutamıyor; şimdi aynı şey orduya ve milli unsurlara yapılıyor. AKP’yi de oyuna getirdiklerini düşünüyorum. “Size derin devleti çözdüreceğiz, siyasi hanenize artı yazdıracağız” diye kandırdılar AKP’yi.

Taraf Gazetesi, CHP Lideri Deniz Baykal’ı da Ergenekon ile ilişkilendirdi. Yakında belgelerini açıklayacaklarmış.

Eh Taraf’tan da bu beklenirdi doğrusu. Yasemin Çongar ve Ahmet Altan, iddianameyi yazanların ‘danışmanları’ gibi davranıyorlar. “Belge” dedikleri, iddianamede yer alanlar gibiyse aman almayalım, kafamız yeterince yoruldu. Yasemin Çongar bıraksın Deniz Baykal’ı falan da daha 17 yaşındayken Moskova’larda, Washington’larda ne işler yapıyordu; onları açıklasın. 1987 yılında Öğrenci dernekleri kurdurdukları öğrenciler işkencelerden geçerken, kendisi neden bir kez bile gözaltına alınmadı onu anlatsın

- Geçmiş dönemde, Ankara’da çalıştığınız iktidara yakın kimi gazeteler, Ergenekon davası ile ilgili olarak müthiş bir tavır içinde. Bunlardan en önemli isimlerden biri de Şamil Tayyar, dava kapsamında önemli makalelere imza attı. Siz Tayyar’ı nasıl tanırsınız?

Şamil Tayyar önemli bir isim olmadığı gibi, son derece de önemsiz makalelere imza atıyor. AKP’nin “kendi gazetecilerini” henüz yaratamadığı dönemlerin ürünüdür Şamil Tayyar. Devşirme bir adamdır. Hayatı muhabirlik komleksleriyle geçti. İnsan muhabirlikte yıllanınca öyle olur. Sizi yönetici yapmazlar, tecrübesi sizden az olan insanların altında çalışmaya zorlanırsınız. Zaman içinde depresyon yaratır bu durum. Şamil Tayyar’a sadece Yeni Şafak çevresinde yöneticilik şansı tanıdılar. Milliyet ve Sabah gibi gazetelerde bu kifayeti göremediler. Sabah’ta birlikte çalıştık, Ali Ekber Ertürk’ün bir hafta önce yazıp da gazeteye sokamadığı haberleri Şamil bir daha yazardı, “Oooo! Şamil haber yazmış!” diye manşet yaparlardı. Az haber yazan gazetecilerin böyle, “Yazdım mı tam yazarım” şeklinde bir havaları vardır Ankara’da. Şamil Tayyar’ın AKP’den, cemaatten veya ciddi istihbarat kaynaklarından beslendiğini sanmıyorum. Dahası, Ergenekon meselesinde bu kadar öne çıkmasından rahatsız olunduğunu da biliyorum. “Operasyon Ergenekon” adlı kitabı yazdıktan sonra kanal 24’teki programınına son verdiler ve uzun süre köşe yazdırmadılar. Hatta, internet sitelerine, “Beni içimizdeki İrlandalılar bitirdi” diye manidar demeçler verdi. Mustafa Karaalioğlu’nun kendisinden hiç hazzetmediğinden eminim. Ama Ergenekon meselesinde adı bir kere öne çıktı, geri çekemiyorlar. Bilgileri yüzeysel. Sürekli yalanlanmış haberleri ısıtarak gündem yaratmaya çalışıyor. Fikri takibi çoktan unutmuş, böyle bir medyaya her türlü ikinci el bilgiyi yutturabilirsiniz. Şamil de onu yapıyor. Veli Küçük ile Alpaslan Arslan’ı aynı karede gösterdiği iddia edilen fotoğraftaki kişinin Arslan olmadığı ortaya çıktı, bu fotoğraf iddianamede bile yer almadı. Şamil yazdığı yazı dizisinde hâla bu fotoğrafı örgütsel ilişkilerin en önemli delillerinden biri olarak anlatıyor. Star’da bir ekipler savaşı var şu an. Şamil’in arkasında kimse yok aslında, sadece “spekülasyon olur” diye görevden alam&
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> RÖPORTAJLA R Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com