EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Prof. Ortaylı: Mübadeleyi Yunanistan istedi

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Ksm 17, 2008 7:48 pm    Mesaj konusu: Prof. Ortaylı: Mübadeleyi Yunanistan istedi Alıntıyla Cevap Gönder

Prof. Ortaylı: Mübadeleyi Yunanistan istedi, Türkiye kabul etmek zorunda kaldı
03 Eylül 2017



Tarihçi ve yazar İlber Ortaylı, "Şu bir gerçektir. 1924 mübadelesi Venizelos tarafından getirildi" dedi. "Türkiye’de moda bir saldırı başladı; 'Cumhuriyetçiler etnik temizlik yapmak için mübadeleyi ortaya çıkardılar' deniyor. Bir kere mübadele iki taraflı bir anlaşmadır. Tek taraflı olmaz" diyen Ortaylı, "Nitekim Venizelos, giriştiği büyük macerada acı gerçeği görünce bu sefer doğruya döndü ve elindeki mevcut Yunanistan’ı kalabalıklaştırmak için Anadolu’daki Helen nüfusu istedi. Büyük devletleri de buna ikna etti ve Türkiye de bunu kabul etmek zorunda kaldı" ifadesini kullandı.

Hürriyet'te İlber Ortaylı'nın "Her mübadele bir yaradır, izi kalır" başlığıyla (3 Eylül 2017) yayımlanan yazısı şöyle:

Modern Balkan ülkelerinin, bazı tarihi gerçekleri reddetmek gibi ciddi bir arızası var. Bu, Ortadoğu’ya da bulaştı. Oysa ki, imparatorluk tarihi bir milli tarih gibi okunamaz. Peki, bunları niçin yazıyorum? Çünkü mübadeleden bahsedeceğim. Bana çok sorulan bir soru bu... Çok sıkıntılı bir süreçtir mübadele... Sanatlar yok olur, kabiliyetler yok olur. Siz Romanya-Bulgaristan hududundaki Dobruca’dan bir aileyi alıp ta Elazığ’a yerleştireceksiniz. Zor bir süreç... Milyonlarca Anadolu Helen’inin Yunanistan’da çok mutlu zamanlar yaşamadıklarını da söylemek gerekir.

İMPARATORLUKLARDAN geriye bir miras kalır. Bu miras, günlük dilimizde de yer alır. Mesela Türkiye Türkçesindeki pek çok kelime... Bir binaya baktığımda ilk anda aklıma gelen kelimelerden bazılarını söyleyeyim: Anahtar, kilit, temel... Bunlar Rumcadır. Azerbaycan’da ‘anahtar’ diye bir kelime yoktur örneğin, “Açkı” derler, “Bağlamak” derler. Yine mesela ‘çatı’ kelimesi Farsçadır. “Yalının fenerini poyrazda yaktım” diye bir cümle kurduğumuzda orada sadece yakmak Türkçedir. Yalı, fener ve poyraz... Üçü de Rumcadır.

Farsça ve Arapça kelimeler bizim edebiyatımız ve lisanımızda çokça yer alır ama biz Türkçeyiz. Çünkü imparatorluğun kadim bazı müesseseleri var ve biz bunları aynıyla tevarüs etmişiz. Bu mirası reddetmek toplumu izmihlale yani erimeye götürür.

Modern Balkan ülkelerinin, bazı tarihi gerçekleri reddetmek gibi ciddi bir arızası var. Bu, Ortadoğu’ya da bulaştı. Oysa ki imparatorluk tarihi, bir milli tarih gibi okunamaz. Peki, bunları niçin yazıyorum? Çünkü mübadeleden bahsedeceğim. Bana çok sorulan bir soru bu...

Mübadeleyi biz istemedik!

Biz çok büyük bir deprem geçirdik. Bazı tarihi olaylar kalıcı izler bırakır. Bu depremin adı, Birinci Cihan Harbi’dir. Bu harbin en mühim sonuçlarından birisi ise mübadele olmuştur. Bu mübadelenin, her şer olayda olduğu gibi hayırlı tarafları da olmuştur. Ama nüfus değişimi genelde büyük bir dramdır; yaradır ve izleri kalır.

Şu bir gerçektir. 1924 mübadelesi Venizelos tarafından getirildi. Türkiye’de moda bir saldırı başladı; “Cumhuriyetçiler etnik temizlik yapmak için mübadeleyi ortaya çıkardılar” deniyor. Bir kere mübadele iki taraflı bir anlaşmadır. Tek taraflı olmaz. Nitekim Venizelos, giriştiği büyük macerada acı gerçeği görünce bu sefer doğruya döndü ve elindeki mevcut Yunanistan’ı kalabalıklaştırmak için Anadolu’daki Helen nüfusu istedi. Büyük devletleri de buna ikna etti ve Türkiye de bunu kabul etmek zorunda kaldı. Çünkü bizim artık bazı konularda daha fazla direnecek halimiz yoktu. Trablus’tan beri on sene aralıksız harp etmiş bir millettik. Birinci Cihan Harbi, başkaları için dört yıl sürmüşse de bizim için on yıl sürmüştür. Bu konularda bizim yeni devletimiz beynelmilel konsorsiyuma karşı koyabilecek güçte değildi. Dolayısıyla mevcut şartlar iki ülke arasında nüfus mübadelesini zorunlu kılmıştır diyebiliriz.

Göç ettikleri şehirlerin adlarını 'Nea' diye andılar

Mübadele ile birlikte Anadolu’dan bir buçuk milyon kadar insan karşı tarafa göç etmiştir. Bunlar muhtelif şehirlerden gitmişlerdir ve bugünkü Yunanistan’da göç ettikleri şehirlerin adlarını ‘nea’ yani ‘yeni’ diye anarak yeniden yaşatmışlardır. Nea Fokea, Nea Samson, Nea Arteka gibi... Türkiye’ye ise o topraklardan beş yüz bin kadar insan geldi. Mevcut yerleşmelere iskân edildiler.

Bu sayılara dikkat edelim. Mesela Yunanistan, sigara tabakaları için tütünü bile dışarıdan almak zorunda kaldı çünkü tütün tarımı bitti. Mübadele, hiçbir zaman akıllı bir ekonomik tedbir değildir. Öyle ki, ekonomik faaliyetler belli toplumlarda belli grupların içinde yapılır. Kuyumculuk belli bir grubundur, tütüncülük belli bir grubundur. Siz onları atarsanız, o sektör çöker. Bu durumun farkında olanlar da vardı elbet. Mesela Kayseri’de, Niğde’de esnaf toplanıyor ve “Lütfen bu insanları göndermeyin. Biz burada aynı dükkânı bile açamayız” diyorlardı.

Muhavcr kabul etmeye alışık olduğumuz için...

Biz muhacir kabul etmeye alışkın bir memleketiz. 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nden (93 Harbi) beri Balkanlar’dan muhacir kabul ediyoruz. 1856 Kırım Savaşı dönemindeki muhacirleri ise Bulgaristan vilayetlerimize yerleştirmiştik. Anadolu’ya pek gelmemişlerdi. Ancak 93 Harbi’nden itibaren gelmeye başladılar.

Mübadele ile Türkiye’ye gelen nüfus için özel çalışmalar yapılmıştır ve bu kitle büyük ölçüde memnun kalmıştır. “Tam memnun kaldılar” demiyoruz, kalamazlardı da. Çünkü dünyada hiçbir göçmen geldiği memleketi tamamen sevemez, eskisini özlemeye devam eder. Kendisine verilenler ilk anda durumunu düzeltmesini sağlamaz. Bu bir genel vakıadır.

Yine de bizim göçmen kabul etme alışkanlığımızın etkisiyle Yunanistan’a göre sorunları daha çabuk hallettik. Rumeli’den, Kafkasya’dan, Kırım’dan, Rusya’dan göçmen alma geleneğimiz sayesinde büyük sosyal krizler çıkmadığı gibi ‘iç evlilikler’ dediğimiz evlilikler de vuku buldu, yerlilerle akraba olundu ve Anadolu bu göçlerden yararlandı.

Ama şunu unutmayalım, muhaceret ya da mübadele... Çok sıkıntılı bir süreçtir bu. Sanatlar yok olur, kabiliyetler yok olur. Siz Romanya-Bulgaristan hududundaki Dobruca’dan bir aileyi alıp ta Elazığ’a yerleştireceksiniz. Zor bir süreç... Milyonlarca Anadolu Helen’inin Yunanistan’da çok mutlu zamanlar yaşamadıklarını da söylemek gerekir. Örneğin Anadolu’da sosyalizm gibi bir derdi olmayan bu insanlar oraya gidince sosyalizme meylettiler. Çünkü burada tuzu kuru sayılırlardı. Ancak orada başka dertlerle ve sınıf ayrışmalarıyla uğraşmak zorunda kaldılar. Buraya gelenler ise kısmen, bazı şeylere intibak edemedilerse de Türkiye’nin değişim ve gelişiminde çok büyük faydalar yarattılar.

Kısacası, biz coğrafyayı bilmek zorundayız. Türkiye’nin, etnik temizlik için mübadele yaptığı iddiası ne tarihidir ne de ahlakidir!

Oğuz Türk'ü Karamanlı Türkler mübadeleye nasıl gönderildi?

BU mübadele esasen Türk-Yunan mübadelesi de değildi. Peki neydi? Müslüman-Ortodoks mübadelesi idi. Bu sebeple tek kelime Rumca bilmeyen Karamanlı Ortodoks Türk nüfus da Yunanistan’a gönderildi. Karamanlı Türkler, Oğuzlardı. Ortodokslardı ancak Türklerdi. Türkçeleri, belki bizim Türkçemizden daha temizdi. Yunan alfabesiyle Türkçe yazarlardı. İncilleri dahi böyleydi, Yunancayı hiç bilmezlerdi. Bu topluluğun gitmesiyle birlikte Türkiye önemli bir grubunu kaybetti. Göndermek mecburiyetindeydik çünkü Yunanistan ve büyük devletler grubu onları da mübadeleye dahil ettiler.

Bize gelen nüfus ise Selanik’ten, Yanya’dan, Batı Trakya’dan, adalardan ve özellikle de Girit’ten gelen Müslümanlardır. Girit’ten gelenler orada Türkçeyi epeyce unutmuşlar ve mektepte de hiç öğrenmemişlerdi. Yani Müslümanlardan Türkçeleri zayıf olanlar vardı
T24

Benden selam söyle yeni chp ’ ye !
Yılmaz ÖZDİL
HÜRRİYET
16 Ocak 2013

Allah’ın lütfudur incir. İnsanlık tarihinden eskidir.
Sapından “süt” süzülür.
Ki, mitolojide “ana”dır.
Oysa, erkeği de vardır.
Peki nasıl döllenir?
Doğanın mucizesidir…
Erkek-dişi incir arıları, ki, incir sineğidir aslında, inciri yatak odası olarak kullanır. O yatak odasından bu yatak odasına uçarken, incirin de döllenmesini sağlar. Bazen hava bozar. İlk buldukları kuytuya, içinde yaşam barındırmayan, terk edilmiş, metruk evlerin bacasına sığınırlar. En korunaklı yerdir, bacanın dibindeki ocak… Ve rüzgâr, toprağı savurup biriktirir ocağın dibinde… Arının narin kanatlarında taşıdığı incir tozu, buluşur o toprakla… Boy verir.
*
Hani “ocağına incir ağacı dikildi” derler ya… Budur.
*
Ocağına incir ağacı dikilmiş bir kadının torunuyum ben.
*
Evini, köyünü, yurdunu, dünyaya geldiği toprakları ebediyen terk etmek zorunda kalan; defolup gideceksin dedikleri Girit’ten pılısını pırtısını toplayıp, Anadolu’ya göç eden Nazlı’nın torunu.
*
Yiğit adamdı dayısı, burda doğdum burda öleceğim dedi, Rum çeteciler vurdu. Kız kardeşi bebekti, yolda koleradan öldü. Katır sırtındaydılar. Öz vatanlarında ama, bilmedikleri adreslerde, hangi meçhulde defnettiler o kızıl saçlı minik kızı, hatırlamıyordu. Babasının ağaçlara vura vura, haykıra haykıra ağladığını hatırlıyordu sadece…
Annesinin o günden sonra bir daha asla gülmediğini.
*
Ben ise, yaşlılığını hatırlıyorum, Nazlı’nın… Adraçimu diye okşardı saçımı, adamım yani… Kendi Hanyalı, gönlünü kaptırdığı Süleyman, Aksaraylı… Götür beni Mevlânâ’ya dedi, götürdü Süleyman… Mecaz değil, Hanya’yı da gördü, Konya’yı da Nazlı!
*
Herkes anlatır, anneannem çarşaflıydı, babaannem başörtülüydü filan diye… Benimki, tülbentle bile örtmedi iyi mi, beline kadar örerdi.
Mustafa Kemal âşığıydı.
*
Hanya, Antep, Diyarbakır, Urfa, Mardin üzerinden incir poleni gibi savrulduğu İzmir’de… Kordon’da salep yudumlayıp, cigara tellendirip, dalgın dalgın denize bakarken yakalardım onu… Gözü ufukta, sanki Girit’in ışıklarını görecekmiş gibi… Garibanız o zamanlar, içimizde uktedir, götüremedik maalesef, 80’ini gördü, bi daha Girit’i göremedi. Ah Hanya, ah Kandiye diye diye son kez göçtü gitti.
*
İki kere yabancıydı benim canım kırtikozum… Orada oldurmadılar, burada da tam olamadı.
*
Yunanlar kitap yapar bu tür öyküleri… Film yapar, dizi yapar. Eleni anlatır, Eftemiya anlatır, okumuşsunuzdur belki, hüzünlenmişsinizdir. Biz pek yapmayız. Hem geleneksel tembelliğimizden, hem de, alt tarafı alın yazısı olarak kabulleniriz olan biteni… Onların bize dediği gibi, senin yüzünden oldu demeyiz. Neticede, bizimle aynı kaderi paylaşan, hayat asfaltının farklı istikametlerinde yol alan insan evlatlarıdır. İşgalcilerle bir tutmayız. Düşman gözüyle bakmayız.
*
Uzatmayayım… Dünyanın en çok sırtından hançerlenen, çocuklarını büyüttüğü komşuları tarafından en çok ihanete uğrayan milletimin, çileli, sessiz sedasız ferdiydi Nazlı.
*
Ve, dün öğreniyoruz ki…
“Yeni CHP”nin mebusu olan bi arkadaş, Dido Sotiruyu’nun Benden Selam Söyle Anadolu’ya isimli romanını okumuş, o yıllarda Ege’de Rumlara “etnik temizlik” yaptığımızı anlatıyormuş o roman…
Kesmişiz el âlemi.
*
Pasaport’tan karaya çıkan Yunan askerlerinin çizmelerini öpüp, ne kadar Türk kanı içerseniz o kadar sevaba girersiniz diye takdis eden Hrisostomos, Türk-Yunan dostluk derneği başkanıydı demek ki!
*
Girit’i bi daha göremedi…
İyi ki ömrü vefa etmedi, bu utanç verici günleri de görmedi Nazlı.

Mübadele Sabetay Operasyondu
17 Kasım 2008

Vecdi Gönül "mübadele"yi Türkiye'nin hayrına zannediyor ama mübadele ile Sebataylar Türkiye'de bir taşla iki kuş vurdular ve çifte operasyon yaptılar...

Sabetayların Rumları mübadeleyle sürdürerek vurdukları iki kuş:

BİRİNCİ KUŞ: Öncelikle 1453’ten beri en güçlü ve en ayrıcalıklı unsur olan ve Lozan ile kazanacakları azınlık statüsü neticesinde iyice kuvvetlenecek bulunan Rumların -ki bu arada Sabetaycılar Müslüman oldukları için azınlık statüsünden yararlanamayacaklardı- Türkiye içindeki nüfusları azaltılarak nüfuzları kırılacaktır. Nitekim bugün Türkiye’deki Rum nüfus 2 bine düşmüştür. Bu görüşe göre Lozan ile adaların verilmesi dahi bilinen birçok sebep ve Türkiye’yi istenilen güçte tutma arzusunun yanı sıra Rum nüfusun azaltılmasına yöneliktir. Bu arada Rumlar ile Yahudiler arasındaki tarihi ve onmaz husumet de bu operasyonda rol oynamıştır denmektedir.

İKİNCİ KUŞ: Vurulan ikinci kuş, mübadele ile Yunanistan sınırları içinde kalan birçok Sabetaycının Türkiye’ye sokulmasıdır. Mübadelenin başladığı yıl 1923’tür. Akabinde 29 Ekim 1923’te Türkiye’de yeni bir kazanımla Cumhuriyet ilan edilmiştir. Bu devirde Agop Martayan [Dilaçar], Moise Cohen gibi isimlerin yanı sıra karşımıza yine Ali Canib [Yöntem] ve Ziya Gökalp çıkar ve Prof. Zafer Toprak’ın deyimiyle ‘Selanik Milliyetçiliği’ işlemeye başlar.


Mübadele olmasaydı ulus devlet kurulamaz mıydı? Mübadele Sabetaycıların nasıl bir operasyonuydu?

TEYFUR ERDOĞDU / Dr. Yıldız Teknik Üniversitesi

Uzun bir süredir 301. madde yani Türklük tartışılırken gündeme tekrar mübadele konusu geldi. Mübadele ile Türklük arasındaki bağa bir kez daha ama bu sefer derinlemesine bakmak yerinde olacak. Kısaca mübadele diye bahsedilen Lozan’da (1923) onaylanan ve 1924’ün sonuna kadar yoğunluklu yaşanan ve 1930’daki İnönü-Venizelos sözleşmesine kadar devam eden ve Mübadele Anlaşması’yla (30 Ocak 1923) başlayan Türk ve Yunan nüfus değişimidir. Pekiyi mübadeleye kimler tabi tutulmuştur?

İstanbul ve Gökçeada ile Bozcaada’da oturanlar hariç Türkiye’deki tüm Rumlar ile Batı Trakya’dakiler hariç Yunanistan’daki bütün Müslümanlar. Türkiye’den Rumlar Yunanistan’a oradan da Müslümanlar buraya ‘sürülmüştür’. Muaf tutulanların ise 1 Aralık 1926 Atina Anlaşması’na kadar başlarına birçok iş gelmiş, mallarına el konulmuş, haklarına tecavüz edilmiştir.

Sürülenlerin sayısına gelince rakamlar bize şunu söylüyor: Toplamda yaklaşık 1,5 milyon Rum Yunanistan’a gitmiş ve yaklaşık 500 bin Müslüman Türkiye’ye gelmiştir. Kafa sayısını bırakıp göçürtülenlerin niteliklerine baktığımızda karşımıza farklı bir tablo çıkıyor: Türkiye’den gönderilen Rumlar arasında onbinlerce Karamanlı vardır. Kimdir bunlar? İbadetlerinde, günlük yaşantılarında, hatta küfürlerinde bile Türkçe’den başka lisan kullanamayan Ortodokslar. Yunanistan’dan gelenlerinse hepsi Müslüman’dır ancak büyük kısmı Türkçe bilmemektedir. Bildikleri lisan, içinde Türkçe kelimeler bulunan diyalekt Yunanca’dır. Tam da bu noktada karşımıza incelenmesi gereken Türklük yani Türk’ün kim olduğu meselesi çıkıyor.

Karamanlılar Türk’tü

Türk tarihinin herhangi bir evresinde II. Meşrutiyet’ten önce Türk bir ırkın adı olarak anılmazken, Türk, ilk kez 1900’lu yılların hemen başında bir ırkın adı olarak geçmeye başlar. Başını Yusuf Akçura’nın çektiği ‘Soysopçu Türkçü’ kimi yazarlara göre Türk, bir ırkın adıdır ve bunun içine Müslüman olsun veya olmasın Türk kanı taşıyan herkes girmektedir. Buna karşın başını Ziya Gökalp’ın çektiği ‘İslamcı Türkçü’ yazarlara göreyse bütün Türkler Müslüman’dır ve Müslüman olmayan Türk değildir. O dönemin yazarları arasında bir tek Ali Canib [Yöntem] o da sadece tek bir makalesinde (Genç Kalemler, II/4, 26 Mayıs 1911) Türk’ü bir ırkın adı olarak kabul etmez ve ona göre Türk, gayet laik bir çerçeve içinde din ve kavim farkı olmaksızın aynı dili konuşanların oluşturduğu topluluktur.

Hatta ‘Türk olmak için ‘Ben Türküm!’’ demek káfidir. Daha sonra Ali Canib bu görüşünü İttihad ve Terakki Partisi’nin para musluklarını açmasıyla -ki bu görüş tartışmalıdır- bir müddet hasıraltı eder ve partinin aynı zamanda genel kurul üyesi olan Ziya Gökalp’ın İslamcı Türkçü fikrine yaklaşır. 1922’de geldiği nokta itibariyle bir makalesinde ‘Müslümanlığı... Türklerin millî dini’ olarak tarif eder (Genç Anadolu, 4, 16 Şubat 1922). Bir dönem Rus gizli servisinde dahi Türkçülüğün lideri olarak görülen ve çıkardığı Sırat-ı Müstakim dergisinde Türkçülere yer veren Arnavut asıllı Mehmed Ákif de bu yıllarda (1921) kaleme aldığı İstiklal Marşı’nda doğrudan Türk, İslam ve Müslüman kelimelerini kullanmasa da üstü örtülü biçimde ‘Kahraman ırkıma bir gül...’ diyerek işgalcilere karşı çıkan tüm Müslümanları Türk ırkı olarak tanımlar.

Bu görüşlerin dönem üzerinde etkili olduğu şüphesizdir. Nitekim Atatürk iktidarının başındaki siyasalarda Milli Mücadele atmosferi içinde Türklük için Müslümanlığın şart koşulduğunu görüyoruz. Bunun sonucunda örneğin mübadele ile Türkçe’den başka dil bilmeyen Karamanlılar, Rum’dur ve Türk değildir diye yurtdışına göçertilirken -bunlar kendilerini ırken, lisanen ve ádeten Türk olarak tanımlıyorlardı (Anadolu’da Ortodoksluk Sadası, 1923, sayı: 14)-, Yunanistan’dan Türkçe dahi bilmeyen ama tek özellikleri Müslümanlık olanlar, Türk’tür diye ülke içine alındılar. Ayrıca Atatürk, Mübadele Anlaşması’ndan 10 gün önce (20 Ocak 1923) ‘fesat ve hıyanet ocağı Patrikhane’nin de Türkiye’den çıkarılarak Yunanistan’a atılması gerektiği...’ni söylüyordu (Hákimiyet-i Milliye, 20 Ocak 1923). Bu konuda hükümet başarılı olamadı ama Fener Patriği K. Arapoğlu sınır dışı edildi.

Selanik milliyetçiliği

Mübadeleyi açıklamada bu yaklaşımın yanında iki farklı görüş daha vardır: Bunlardan birincisine göre mübadele İngiltere temsilcisi Lord Curzon ve Milletler Cemiyeti’nden F. Nansen önderliğinde Avrupalı büyük güçler tarafından Türkiye’nin ve Yunanistan’ın zayıflatılması için uygulamaya konmuştur. Öyle ki her iki ülkede mübadele neticesinde sonuçları II. Dünya Savaşı’na kadar sürecek ekonomik sıkıntılar yaşanmış ve iktisaden dışa bağımlılık artmıştır.

Komplo teorisi olarak kabul edilebilecek diğer görüşe göreyse zafer mi hezimet mi, tartışması bir yana Türkiye’nin tapusu olarak kabul edilen Lozan Antlaşması’yla onaylanan mübadele, Sabetaycıların Türkiye’yi kurtarma, kurma ve yüceltme operasyonunun bir parçasıdır. Böyle düşünen yazarlara göre bir taşla iki kuş vurulmuştur:

Öncelikle 1453’ten beri en güçlü ve en ayrıcalıklı unsur olan ve Lozan ile kazanacakları azınlık statüsü neticesinde iyice kuvvetlenecek bulunan Rumların -ki bu arada Sabetaycılar Müslüman oldukları için azınlık statüsünden yararlanamayacaklardı- Türkiye içindeki nüfusları azaltılarak nüfuzları kırılacaktır. Nitekim bugün Türkiye’deki Rum nüfus 2 bine düşmüştür. Bu görüşe göre Lozan ile adaların verilmesi dahi bilinen birçok sebep ve Türkiye’yi istenilen güçte tutma arzusunun yanı sıra Rum nüfusun azaltılmasına yöneliktir. Bu arada Rumlar ile Yahudiler arasındaki tarihi ve onmaz husumet de bu operasyonda rol oynamıştır denmektedir. Vurulan ikinci kuş, mübadele ile Yunanistan sınırları içinde kalan birçok Sabetaycının Türkiye’ye sokulmasıdır. Mübadelenin başladığı yıl 1923’tür. Akabinde 29 Ekim 1923’te Türkiye’de yeni bir kazanımla Cumhuriyet ilan edilmiştir. Bu devirde Agop Martayan [Dilaçar], Moise Cohen gibi isimlerin yanı sıra karşımıza yine Ali Canib [Yöntem] ve Ziya Gökalp çıkar ve Prof. Zafer Toprak’ın deyimiyle ‘Selanik Milliyetçiliği’ işlemeye başlar.

‘Türklük laik bir idealdir’

Gökalp 1922’den beri önceki yazıları ile çelişkili biçimde hilafet aleyhine yazılar kaleme almaktadır: ‘Hilafet, siyasi hayatı kokuşturur’ (Küçük Mecmua, 24, 27 Kasım 1922). 3 Mart 1924’e gelindiğinde hilafet, Atatürk’ün iktidarında Millet Meclisi’nin kararıyla ilga edilir. Bu arada Ali Canib birçok yerde artık: ‘Bizce Türklük ‘laik’ bir idealdir... ve Türk olmak için ‘Ben Türküm!’ demek káfidir’ diye yeniden yazmaya başlar. Kısa bir süre sonra da 20 Nisan 1924 Anayasası’yla Türklük tanımı yine değişir ve ‘Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur...’ denir (m. 88). Bu sefer Türklük dinden ve ırktan bağımsız, daraltılmış Osmanlılığa benzetilir ve Müslümanlık ile arasındaki bağ koparılır. Hatırlayalım 1876 tarihli Kanuni Esasi’de de Osmanlılık şöyle tarif edilir: ‘Devlet-i Osmaniye tabiyetinde bulunan efradın cümlesine, herhangi din veya mezhepten olur ise olsun bilá-istisna Osmanlı tabir olunur...’ (m. 8). Kısa bir süre sonra laiklik konusunda bir ilerleme daha kaydedilir ve hem 29 Ekim 1923’te yapılan Anayasa değişikliğinde hem de 1924 Anayasası’nda korunan ‘Türkiye Devleti’nin dini, din-i İslam’dır...’ ibaresi, 10 Nisan 1928’te değiştirilerek ‘...dini, din-i İslam’dır...’ ibaresi çıkarılır (m. 2).

Birkaç yıl sonra da Ziya Gökalp’ın I. Dünya Savaşı yıllarında yazdığı Vatan şiirindeki ‘Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur’ temennisi Temmuz 1932’de ezanın Türkçe okunması kararı ile gerçekleşir. Bu isimler, bu dönemde gerçekten bu kadar etkili midirler? Evet. Özellikle Ali Canib ve Ziya Gökalp, Atatürk’ün Selanik’ten kalma hem mesai, hem milletvekili olmaları hasebiyle meclis, hem sofra arkadaşlarıdır ve hem de sözleri ve nazları Atatürk’ün yanında geçmektedir. Sonuç olarak derinlemesine bakıldığında Cumhuriyet tarihinin bu kıymetli verileri bir yönden mübadelenin karanlıkta kalan yüzünü aydınlatırken bir yönden de bugün 301. maddeyi anlamamız için önemli ipuçları sunmaktadır.

aktifhaber
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com