EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

ABD'nin BOP adlı emperyalist planı

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Cmt Şub 09, 2008 1:12 am    Mesaj konusu: ABD'nin BOP adlı emperyalist planı Alıntıyla Cevap Gönder

ABD'nin BOP adlı planının tam tercümesi
Erdal Sarızeybek
erdalsarizeybek@gmail.com
07.09.2013



BOP Haritasını çizen Amerikalı bir asker Ralph Peter’s’dir. Çizdiği harita ve bu haritaya ek gerekçeleri “Kanlı Sınırlar, Daha İyi Bir Ortadoğu” başlığı altında açıklamış ve bu ABD Silahlı Kuvvetler Dergisi’nin Haziran 2006 baskısında yayınlanmıştır. BOP haritası öylesine açık yazılmıştır ki “bu planın uygulanması sonucunda Türkiye’nin kaybedeceği” vurgusu da uluslararası ilişkiler açısından hiçbir kaygı duyulmaksızın yapılmıştır. Aşağıda bu makalenin tam tercümesini bulacaksınız, aynı zamanda Türkiye'deki siyasetin nereye gittiğini de açıkça göreceksiniz. İşte ABD'nin BOP haritasına ek görünür gerekçe sunan planı:

“Uluslararası sınırlar hiç bir zaman tamamen adil değildir. Fakat sınırların birbirlerine zorladığı veya ayırdığı tarafları maruz bıraktığı adaletsizliğin derecesi çok önemli bir fark yaratır. Bu fark çoğu zaman özgürlük veya baskı, hoşgörü veya mezalim, kanunun veya terörizmin hüküm sürmesi hatta barış veya savaş arasındaki farktır.

Dünyadaki en gelişigüzel ve tahrif edilmiş sınırlar Afrika ve Orta Doğu’dadır. Kendi çıkarlarını düşünen (kendi sınırlarını tanımlarken yeteri kadar problem yaşamış olan) Avrupalılar tarafından çizilmiş olan Afrika’nın sınırları milyonlarca yerli sakinin ölümünü provoke etmeye devam etmektedir. Ancak Orta Doğu’daki adaletsiz sınırlar – Churchill’den bir alıntı ile – yerel olarak tüketilebilecek miktardan daha fazla sorun üretir.

Orta Doğu’nun işlevsiz sınırlardan çok daha fazla problemlere sahip olmasına karşın – kültürel tıkanıklıktan, skandal eşitsizlikler ve ölümcül dini aşırılıklara kadar- bölgenin toplu başarısızlığını anlama çabasındaki en büyük tabu İslam değil, kendi diplomatlarımız tarafından tapınılan çirkin ancak kutsal uluslararası sınırlardır.

Tabi ki ne kadar katı olursa olsun, hiç bir sınır değişikliği Orta Doğu’daki tüm azınlıkları aynı anda mutlu edemez. Bazı durumlarda etnik ve dini gruplar bir arada yaşamakta, birbirleri ile evlenmekte ve birbirlerine karışmaktadır. Başka yerlerde kan bağı veya inanç bağı temelli birleşmeler günümüzdeki taraftarlarının beklediği kadar mutluluk verici olmayabilir. Bu makale ile birlikte verilen haritalarda öngörülen sınırlar, Kürtler, Beluclar, Şii Araplar gibi en kayda değer “kandırılmış” nüfus gruplarının maruz kaldığı yanlışları düzeltmeye çalışmakla birlikte Orta Doğu Hıristiyanları, Bahailer, İsmaililer, Nakşibendiler ve diğer birçok sayısal olarak küçük olan azınlıkları yeteri derecede temsil etmez.

Ve unutulması güç bir yanlış, bölge ile ödüllendirmekle asla düzeltilemez: Ölmekte olan Osmanlı İmparatorluğu tarafından Ermenilere uygulanan soykırım.

Ancak burada yeniden tasavvur edilen sınırların düzeltemediği tüm haksızlıklara rağmen, bu derece büyük hudut revizyonları olmadan, daha barış içinde bir Orta Doğu asla göremeyiz. Sınırlar ile oynanmasına şiddetle karşı çıkan kişiler bile, mükemmel olmasa dahi, İstanbul Boğazı ve İndus ırmağı arasındaki ulusal sınırların daha adil bir şekilde değiştirilmesine yönelik bir çalışma ile iştigal etmekten fayda göreceklerdir. Uluslararası devlet idaresinin hatalı sınırların yeniden düzenlenmesi için hiç bir zaman etkili araçlar -savaşa ramak kala- üretmediğini kabul ederek, Orta Doğu’nun “organik” sınırlarını anlamak üzere zihinsel bir çaba gösterilmesi önümüze çıkan ve çıkmaya devam edecek olan zorlukların derecesini anlamamıza yardımcı olur. Düzeltilene kadar nefret ve şiddet üretmeye devam edecek insan yapısı muazzam deformasyonlarla karşı karşıyayız.

“Düşünülemez” olanı düşünmeyi reddeden ve sınırların değişmemesi gerektiğini söyleyenlerin yüzyıllar boyunca sınırların sürekli değiştiğini hatırlamalarında fayda vardır. Sınırlar hiç bir zaman statik olmadılar, ve Kongo’dan, Kosova ve Kafkaslara kadar olan sınırlar günümüzde dahi hala değişiyorlar.

5,000 yıllık tarihten bir diğer kirli sır da şudur: Etnik temizlik işe yarar.

Amerikalı okuyucular için en hassas olan sınır konusu ile başlayalım: İsrail’in komşuları ile makul bir seviyede barış içerisinde yaşamak için herhangi bir ümide sahip olması için, 1967 yılından önceki sınırlarına -meşru güvenlik kaygıları için gerekli yerel ayarlamalar yapılarak – geri dönmesi gereklidir. Fakat binlerce yıllık kan ile lekelenmiş bir şehir olan Kudüs’ü çevreleyen bölgelerin durumu bizim ömrümüz süresince çözümsüz kalabilir. Tüm tarafların tanrılarını birer emlak kodamanı haline getirdiği bir konuda toprak için yapılan savaşlar en az petrol zenginliği veya etnik çatışmalar için yapılan savaşlar kadar açgözlülük barındırır. Bu sebeple üstünde fazlasıyla çalışılmış olan bu konuyu bir tarafa bırakalım ve göz ardı etmek için çok uğraşılmış konulara dönelim.

Balkanlar ve Himalayalar arasındaki adaletsizliği ile ünlü topraklardaki en göz alıcı haksızlık bağımsız bir Kürt devletinin yokluğudur. Orta Doğu’da bitişik bölgelerde yaşayan 27 ile 36 milyon arasında Kürt vardır (bu rakamlar muğlaktır zira hiç bir devlet dürüst bir nüfus sayımı yapılmasına müsaade etmemiştir). Günümüz Irak nüfusundan daha büyük olan bu grup, düşük nüfus tahminini bile göz önünde bulundurduğumuzda Kürtleri dünyanın kendine ait bir devleti olmayan en büyük etnik grubu yapmaktadır. Daha kötüsü, Kürtler, Ksenofon’un zamanından beri yaşadıkları tepe ve dağların bulunduğu bölgeyi kontrol eden her devlet tarafından ezilmiştir.

Amerika Birleşik Devletleri ve koalisyon ortakları Bağdat’ın düşmesinden sonra bu haksızlığı düzeltmek için ellerine geçen muhteşem fırsatı görememişlerdir. Uyumsuz parçaların birbirlerine Frankenştayn canavarını andıran şekillerde dikilmesinden oluşan bir devlet olan Irak, o anda üç küçük devlete bölünmeliydi. Korkaklık ve vizyon eksikliğinden bunu başaramadık ve Iraklı Kürtleri yeni Irak hükümetini desteklemeleri konusunda zorladık – ki bunu iyi niyetimize karşılık olarak isteyerek yapıyorlar. Ancak özgür bir halk oylaması gerçekleştirilecek olsaydı, hiç şüpheniz olmasın ki Irak Kürtlerinin neredeyse %100’ü bağımsız olmak için oy verirlerdi.

Şiddetli askeri baskılara maruz kalan ve on yıllar boyunca “dağ Türkü” olarak nitelendirilmek suretiyle kimlikleri yok edilmek istenen Türkiye Kürtleri de aynı şekilde oy verirlerdi. Ankara’nın önünde bulunan Kürt sorunu son on yıl içerisinde bir miktar kolaylaşmış olmasına rağmen baskı yakın tarihlerde tekrar yoğunlaştı ve Türkiye’nin doğusundaki beşte birlik bölümü işgal edilmiş bir bölge olarak görülmelidir. Suriye ve İran Kürtleri de mümkün olsa bağımsız bir Kürdistan’a katılmak isterlerdi. Dünyanın meşru demokrasilerinin Kürt bağımsızlığını muzaffer kılmayı reddetmeleri medyamızı sık sık heyecanlandıran beceriksizce yapılan hafif günahlardan çok daha kötü bir insan hakları ihmalidir.

Ayrıca Diyarbakır’dan Tebriz’e kadar uzanan bağımsız bir Kürdistan, Bulgaristan ve Japonya arasında en Batı yanlısı devlet olacaktır.

Bölgede yapılacak adil bir düzenleme Irak’taki üç Sünni ağırlıklı bölgeyi budanmış bir devlet haline getirecektir ve bu bölgeler zaman içerisinde Akdeniz’e yönelmiş bir Büyük Lübnan’a kıyılarını kaybetmiş olan Suriye ile birleşmeye karar verebilir ki bu durumda Fenike yeniden doğmuş olur.

Eski Irak’ın Şii güneyi, Basra Körfezinin çoğunu çevreleyecek bir Arap Şii Devletinin temelini oluşturur. Ürdün mevcut bölgesini koruyacak ve güneye doğru Suudi’lerden alacağı bir bölge ile genişleyecektir. Doğal olmayan Suudi devleti Pakistan kadar büyük bir parçalanma görecektir.

Müslüman dünyasındaki geniş tıkanıklığın temel sebeplerinden biri Suudi Kraliyet Ailesinin Mekke ve Medine’ye kendi hükümranlıkları gibi muamele etmeleridir. İslam’ın en kutsal ibadet yerlerinin dünyanın en yobaz ve baskıcı rejimlerinden birinin – hak edilmemiş muazzam petrol zenginliğini yöneten bir rejim- polis-devlet kontrolü altında olması sayesinde Suudiler, disiplinci ve toleranssız inançlarına ait Vahabi vizyonlarını kendi sınırlarından çok ötesine yansıtma imkanını bulmuşlardır. Suudilerin zenginliğe ve bu sayede nüfuza sahip olmaları peygamberin zamanından bu yana Müslüman dünyasının, ve Osmanlı işgalinden (Moğol işgali değil idiyse) bu yana Arapların başına gelen en kötü şey olmuştur.

İslam’ın kutsal şehirlerinin yönetiminde bir değişikliğe gidilmesine Müslüman olmayanların bir etkisi olamayacak olmasına rağmen, Mekke ve Medine’nin İslami Kutsal bir Devlet – Müslüman Vatikan’ı gibi bir oluşum- içinde dünyanın en önemli Müslüman okulları ve hareketlerinin temsilcilerinden oluşan dönüşümlü bir konsey tarafından yönetiliyor olması ve bu sayede muazzam bir inancın geleceği hakkında fetva verilmesi değil tartışılabilmesine imkan tanındığını hayal edin. Gerçek adalet -ki hoşumuza gitmeyebilir- Suudi Arabistan’ın kıyısal petrol sahalarını bu bölgede nüfusu yoğunluğu bulunan Şii Araplara ve güney doğu çeyreğini ise Yemen’e verir. Riyad çevresindeki bakiye Suudi Bağımsız bölgesine sıkışan Suudiler, İslam’a ve dünyaya çok daha az zarar verebilme imkanına sahip olacaktır.

Ele avuca sığmayan sınırları ile İran, topraklarının büyük bir bölümünü Birleşmiş Azerbaycan, Özgür Kürdistan, Arap Şii Devleti ve Özgür Belucistan’a kaybedecek, ancak günümüz Afganistan’ında bulunan Herat bölgesini kazanacaktır, bu bölge tarihsel ve dilbilimsel açıdan Pers İmparatorluğuna eğilimlidir. İran aslında tekrar etnik bir Pers devleti haline gelecektir ve cevaplanması gereken en zor soru Bandar Abbas limanını tutması mı yoksa Arap Şii Devleti’ne mi terk etmesi gerektiği olacaktır.

Afganistan Batı’da Pers’e kaybedeceği bölgeyi Pakistan’ın kuzey batı cephesindeki kabilelerin Afgan kardeşleri ile birleşmesi neticesinde (yaptığımız bu egzersizin amacı olmasını istediğimiz şekilde harita çizmek değil, yerel halkın tercihleri doğrultusunda harita çizmektir) doğuda kazanacaktır.

Doğal olmayan bir başka devlet olan Pakistan, Beluc bölgesini Özgür Belucistan’a kaybedecektir. Geriye kalan “doğal” Pakistan, Karaçi yakınlarında batıya doğru bir bölge haricinde tamamiyle İndüs’un doğusunda kalacaktır.

Birleşik Arap Emirlikleri’nin şehir devletlerinin karışık bir kaderi olacaktır-gerçekte de muhtemelen olacağı gibi. Bir kısmı Arap Şii Devletine katılarak Basra Körfezinin çoğunu çevreleyebilir (Pers İran’ına müttefikten ziyade karşı denge olarak gelişmesi ihtimali olan bir devlet). Tüm katı kuralcı kültürler ikiyüzlü olduğu için, Dubai’nin de ihtiyaçtan zengin ahlaksızlar için oyun bahçesi statüsü korunacaktır. Kuveyt mevcut sınırları içerisinde kalacaktır, Umman gibi.

Her durumda yapılan bu sınırların teorik olarak yeniden çizilişi, etnik yakınlık veya dini eyaletçiliği yansıtır- bazı durumlarda ikisini birden yansıtır. Tabi ki eğer sihirli bir değnek sallayarak konuştuğumuz sınırları değiştirebilecek olsak, bu değişikliği seçici ve titiz olarak yapmayı arzu ederiz. Ancak, değiştirilmiş haritayı incelediğimiz ve bugünkü sınırları gösteren harita ile karşılaştırdığımızda, 20nci. yüzyılda İngiliz ve Fransızlar’ın çizdiği sınırların,19ncu yüzyıldaki büyük utanç ve yenilgilerden çıkmaya çalışan bölgede sebep olduğu büyük yanlışlıklar hakkında bir fikir sahibi olmamız mümkündür.

İnsanların isteklerini yansıtan bir şekilde sınırların düzeltilmesi imkansız olabilir. Şimdilik. Ancak zamanla – ve kaçınılmaz sonucu olarak kan döküldüğünde- yeni ve doğal sınırlar ortaya çıkacaktır. Babil birçok kere düşmüştür. Bu esnada üniforma giyen erkek ve kadınlarımız terörizme karşı güvenliğimiz, demokrasi umudu ve kendiyle savaşması kaderi olan bir bölgedeki petrol kaynaklarına erişim için savaşmaya devam edecekler. Ankara ve Karaçi arasındaki bölgedeki mevcut insani bölünmeler ve zoraki ittifaklar, bölgenin kendine verdiği acılar ile birleştiğinde aşırı dincilik, suçlama kültürü ve teröristlerin istihdamı için mümkün olabilecek en uygun zemini sunmaktadır.

Erkekler ve kadınlar sınırlarına pişmanlık ile baktıkça, düşmanlar için de hevesli bir şekilde bakarlar. Dünyanın ihtiyaç fazlası teröristleri ve kısıtlı enerji kaynakları ile Orta Doğu’nun mevcut deformasyonları, düzelecek değil aksine kötüleşecek bir durum vaat etmektedir. Ulusalcılığın sadece en kötü yönlerinin tutunduğu ve dinin en bayağı yönlerinin, hayal kırıklığına uğramış bir inanca hükmetmekle tehdit ettiği bir bölgede, Amerika Birleşik Devletleri, müttefikleri ve hepsinden önemlisi, silahlı kuvvetlerimiz sonu gelmeyen krizleri bekleyebilirler. Irak, ümit ile ilgili karşıt bir örnek teşkil ediyor olsa bile – eğer gereğinden önce topraklarını terk etmez isek- bu büyük bölgenin geri kalan kısımları hemen hemen her cephede daha kötüye giden problemler sunmaktadır.

Eğer büyük Orta Doğu’nun sınırları, kan bağı ve inanç bağının doğal bağlantılarını yansıtacak şekilde değiştirilemez ise, bölgede dökülen kanın bir bölümünün bizim kanımız olmaya devam edeceği hususunu dini bir inanç hususu gibi kabul etmemiz gerekecektir.

Kim kazanır – Kim Kaybeder:

Kazananlar: Afganistan, Arap Şii Devleti, Ermenistan, Azerbaycan, Özgür Belucistan, Özgür Kürdistan, İran, İslami Kutsal Devlet, Ürdün, Lübnan, Yemen.

Kaybedenler: Afganistan, İran, Irak, Kuveyt, Pakistan, Katar, Suudi Arabistan, Suriye, Türkiye, Birleşik Arap Emirlikleri, Batı Şeria.

Ralph Peter's

(Amerikalı bir albay)

Türkiye, ülkemiz ve milletimizin bölünmez bütünlüğünü hedeflemiş ve kendi hükümetinin de yer aldığı bu BOP projesinin işleyişini durdurmak zorundadır. Aksi halde zaten ağır ve yakın bir tehdit altında olan Türkiye, varlık ve bekasını sürdürme imkanı bulamayacaktır. Irak’ta olan bitenler, Suriye’de halen yaşanmakta olan süreç bu tespitimizin doğruluğunu destekleyen açık kanıtlardır.

Eğer ki bir siyasi iktidar düşmanla işbirliği yaparak bir ulusun ve devletin varlık ve bekasını açıktan tehlikeye düşürüyorsa, böylesi bir siyasi iktidara karşı bir ulusun direnişi suç değil anayasal meşru müdafaa oalarak görülmeli ve değerlendirilmelidir.

Kaynak: Erdal Sarızeybek, Nil'den Fırat'a Devlet Oyunları, Pozitif Yayınları, Ekim 2012.

Not: Bu yazı ABD Silahlı Kuvvetler Dergisi Haziran 2006 basında yer alan BOP haritasının da yer aldığı Ralph Peter's'in İngilizce makalesinin tamamının tercümesidir.

http://www.erdalsarizeybek.com.tr/

Yeni Harita çiziliyor
15.04.2017



Paramparça olan ırak... Paramparça olmasına ramak kalan Suriye... Son hedef Türkiye... Ve basın-yayın organlarında ilk kez göreceğiniz bu kare...

Birinci Dünya Savaşı’nda Siyonist lobisini arkasına alarak Ortadoğu’yu paramparça eden İngilizlerin “kanlı cetveli”, Kuzey Irak’ta tekrar masaya kondu. Önceki gün İngiltere Dışişleri Bakanlığı’ndan üst düzey yetkililer Kuzey Irak’ta Mesud Barzani ile “özel” bir görüşme yaptı.

Başkent Erbil’de gerçekleştirilen toplantıya İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın Ortadoğu ve Afrika’dan Sorumlu Devlet Bakanı Tobias Martin Ellwood başkanlığında, Bağdat Büyükelçisi Frank Baker ve bakanlığın bazı danışmanları katıldı. Başkanlıktan yapılan açıklamada, toplantıda İngiltere Parlamentosu Güvenlik Komisyonu’nun DEAŞ’la mücadele kapsamında etkili bir güç olarak Peşmerge Güçleri’nin desteklenmesini öngören kararlarına vurgu yapıldı. Ayrıca iki taraf da DEAŞ sonrası dönemde Musul ile ilgili isteklerini ortaya koydu.

İNGİLİZLER BİR ASIRDIR SINIRLARIMIZLA MEŞGUL

Kuzey Irak’taki bağımsızlık referandumu ve DEAŞ’ın konuşulduğu açıklanan toplantıda, masada harita üzerinde yapılan çalışma basın yayın organlarında “ilk kez göreceğiniz” bu kareye yansıdı. Harita ve toplum mühendislikleriyle meşhur İngilizler, İslam dünyasının yakasından bir türlü düşmüyor. Bir asırdır onlarca devletin sınırlarını kanlı cetvelleri ile çizen İngilizler, şimdi de Kuzey Irak’ı kıskaca aldı. IBKY Başkanı Mesut Barzani ile görüşen üst düzey İngiliz diplomatların masa başında harita üzerindeki pozlarını Millî Gazete’nin manşeti ile ilk kez göreceksiniz.

ORTADOĞU VE AFRİKA'DAN SORUMLU İSİM

Harita ve toplum mühendislikleriyle meşhur İngilizler, İslam dünyasının yakasından bir türlü düşmüyor. Bir asırdır onlarca devletin sınırlarını kanlı cetvelleri ile çizen İngilizler, şimdi de Kuzey Irak’ı kıskaca aldı. IBKY Başkanı Mesut Barzani ile görüşen üst düzey İngiliz diplomatlar, dünya kamuoyuna haritalı poz vermeyi de ihmal etmedi. Başkent Erbil’de gerçekleştirilen toplantıya İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın Ortadoğu ve Afrika’dan Sorumlu Devlet Bakanı Tobias Martin Ellwood başkanlığında, Bağdat Büyükelçisi Frank Baker ve bakanlığın bazı danışmanları katıldı. Başkanlıktan yapılan açıklamada, toplantıda İngiltere Parlamentosu Güvenlik Komisyonu’nun DAEŞ’la mücadele kapsamında etkili bir güç olarak Peşmerge Güçleri’nin desteklenmesini öngören kararlarına vurgu yapıldı. Ayrıca iki taraf da DAEŞ sonrası dönemde Musul ile ilgili isteklerini ortaya koydu.

İNGİLİZ DİPLOMATLARIN ŞAŞIRTAN IRAK İLGİSİ

Görüşmede Tobias Martin Ellwood İngiliz hükümetinin Peşmerge güçlerine askeri destek kararına atıfta bulunarak, yaşanan gelişmelerin kendileri açısından önemli olduğunu ve “Kürdistan’ın” demokratik yapısıyla bölgede örnek olmasını istediklerini ifade etti. İngiltere arasındaki siyasi ve askeri ilişkiler ve DAEŞ sonrası Irak’taki gelişmelerin de konuşulduğu görüşmede Kuzey Irak Yönetimi İngiltere Temsilcisi Karwan Cemal ve İngiltere’nin Bağdat Büyükelçisi Frank Baker de hazır bulundu. İngilizlerin bu kadar büyük bir diplomat ile Erbil’e çıkarma yapması, Kürtler başta olmak üzere tüm İslam dünyasını tedirgin etti.

KUZEY IRAK, BAĞDAT İLE İLETİŞİME DEVAM ETMEK İSTİYOR

İngilizlerle yapılan manidar görüşmenin yanında Neçirvan Barzani de Irak Dışişleri Bakanı İbrahim Caferi ve beraberindeki heyeti kabul etti. Ziyaretten dolayı Irak Dışişleri Bakanı’na teşekkür eden Neçirvan Barzani, “Her zaman, süregelen sorunlarla ilgili Bağdat’la diyalog içinde olmak gerektiğine inanıyor” dedi. Irak Dışişleri Bakanı İbrahim Caferi ise, “Her iki taraf arasında işbirliği devam etmeli ki bu sayede teröristler büyük yenilgiye uğramalı” diye konuştu.
Kaynak: Millî Gazete

Fehmi Koru: Referandum günü canınızı sıkmak istemezdim, ama...
Fehmi Koru
16 Nisan 2017



"Tarihi bilmezsek hep şaşırırız"

Referandum günü canınızı sıkmak istemezdim.. ama tarihi bilmezsek hep şaşırırız..

Herhalde referandumla ilgili yoğunlaşma sebebiyledir; yoksa Milli Gazete’nin fotoğraflı haberini Barzani Ailesi’ne yakın Rudaw sitesinin sağladığı bilgiler ile geliştiren Hürriyet’in başlığı bu denli havada kalmazdı.

“Çok tartışılacak fotoğraf: Harita başında” başlıklı haber..

Fotoğrafta, Irak’ın kuzeyindeki bölgenin cumhurbaşkanı Mesut Barzani ve bölge yönetiminin dışişleri bakanı Falah Mustafa ile İngiltere dışişleri bakanlığının Ortadoğu ve Afrika’dan sorumlu devlet bakanı Tobias Martin Ellwood ve İngiltere’nin Bağdat büyükelçisi Frank Baker bir harita üzerinde çalışırken görülüyor..

Churchill’in hıçkırığı

Öyle bir fotoğrafın biraz daha eskisine bir yerde rastlamadım, ama gözümde canlandırabiliyorum: Yıl 1921.. Sir Winston Churchill.. Kahire’de.. İngiliz yönetiminin karargâh olarak kullandığı otelde.. elinde cetvel.. önüne Ortadoğu haritasını açmış.. yeni ülkelerin sınırlarını çiziyor…

Sıra tarih boyunca hiç var olmamış Ürdün’e ve onun doğuda Suudi Arabistan’la arasındaki sınırına geldiğinde.. biraz önce mükellef bir sofradan kalkmış olan Winston Churchill’i hışkırık tutuyor ve elindeki cetvel.. harita üzerindeki çizgiyi çizerken kayıyor..

İşte Ortadoğu haritası ve işte sağ aşağıda ‘Churchill hıçkırığı’….

İnanmadıysanız Ortadoğu haritasının o kısmına bakınız…

Araplar o kısmı bugün bile ‘Hâzukat Winston’ (Winston’un hıçkırığı) diye anar…

Ortadoğu’da hâlâ süregiden sorunların temelinde İngilizlerin çizdiği o harita yatar…

Hürriyet’in ‘çok tartışılacağını’ sandığı haritayı da yine İngilizler mi çizecek?

O başlığın sebebi, herhalde, referandum kampanyası sırasında çıkan AB üyesi ülkelerle sürtüşmelerde sürekli Türkiye’nin yanında görüntüsünü vermiş İngiltere’nin böyle bir işe soyunmasının getirdiği şaşkınlık olmalı.

Türkçesi bizlerden farksız ve sosyal medyayı fazlasıyla esprili kullanan İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Richard Moore’a beslenen sempati de o şaşkınlığa yansıyorsa hiç şaşırmam.

Ne yapalım dünyamız böyle bir dünya…

MI5.. MI6.. ve Fransa ile İngiltere..

Geçen hafta bir AVM’deki kitapçı zincirlerinden birine ait bir mağazada son çıkan eserlere göz atarken, İngilizce bölümünde, daha önce haberdar olmadığım ‘A Line in the Sand’ (Kumda Çizgi) ile karşılaştım.

Yazarı James Barr tarihe meraklı bir meslektaşımız. Daily Telegraph’tan bir gazeteci.

454 sayfalık eserde Ortadoğu’nun İngilizler eliyle yeniden oluşturulduğu dönem anlatılıyor.

Kitabın en başlarında daha önce sorulsa da cevabı alınamayan bir soru karşılığını buluyor.

Şu soru: “Filistin’de kendi devletlerini kurmak üzere örgütlenmiş Yahudi teröristlerin İngiliz yönetimini sona erdirmek üzere sahneledikleri eylemleri kim finanse ediyor, onlara silâhları kim sağlıyordu?”

Barr’ın ‘Yahudi terörist örgüt’ diye andığı Hagana örgütü idi; örgütün en görkemli eylemi de, 22 Temmuz 1946’da İngilizler’in Filistin’de karargâh olarak kullandıkları King David Oteli’nin bombalanması…

Değişik milliyetlerden 91 kişi hayatını kaybetmişti o eylemde…

Hagana örgütünü kim finanse ediyor, militanlarına silâhları kim veriyordu?

Yazar, 2007 yılında, daha önce günyüzü görmemiş bir belgeyle karşılaşır; daha doğrusu yukarıdaki soruya cevap teşkil eden birkaç cümleyle…

İngiliz istihbarat örgütü MI5’ın bir görevlisi 1945 yılında Ortadoğu’yu dolaşmış, dönüşte dış istihbarat birimi MI6’ten bazı ajanlarla da görüşmüş ve izlenimlerini bir rapor haline getirmiş…

Raporda dikkat çeken cümleler şunlar:

“Teröristler Fransızlardan destek alıyor gibi. (..) Biz ‘çok gizli’ bazı kaynaklardan Fransız görevlilerin bölgede Hagana’ya gizlice silâh sattığını öğrendik; ayrıca Filistin’de huzursuzluk çıkarma niyetleriyle ilgili raporlara da ulaştık.”

Bilindiği gibi, Birinci Dünya Savaşı sırasında, İngiltere Fransa ile el ele vererek sonunda Osmanlı Devleti’nin tarihe karışmasını getirecek bir işbirliği ile Ortadoğu’yu birlikte yeniden dizayn etmişlerdi.

‘Sykes-Picot anlaşması’…

İngiliz ajanın raporunu yazdığı sırada (yıl 1945) Fransa Nazi işgali altındaydı ve İngiliz askerleri Fransa’nın işgalden kurtulması için Almanlar ile savaşıyordu…

“Biz” diyor Barr, “Fransa kurtulsun diye savaşır ve ölürken.. güya müttefikimiz olan Fransızlar.. İngiliz askerleri ve görevlilerini Filistin’de öldürsünler diye.. Yahudi teröristlere gizlice arka çıkıyorlardı.”

Fransa İngiltere’ye bunu yaptı da.. İngiltere başkalarına hiçbir yanlışlık yapmadı mı?

Geçmişte yaptıysa.. bugün de.. müttefik bildiklerine yapamaz mı?

Harita çizmek İngilizler’in eski meşgalesi…

En tepedeki fotoğrafa bir de bu bilgiler ışığında bakın.
T24

AB-D emperyalizminin son çaresi: Cihada karşı pezevenklik...
Oğuz Gürses
09.12.2010

AB-D müslümanlardaki cihad şuurunu bulandırmak, şehidlik arzunu söndürmek için her yıl milyarlarca dolar harcıyor...

Bunun için...

Ferdî/kişiye özel veya içtimaî/toplu olarak zihinleri kontrol altına almaya çalışıyor...

Bu konuda hergün yeni teknik ve taktikler üretip insanlar üzerinde deniyor ve anketler ve gözlemler vasıtasıyla da bunların etkili olup olmadıklarına kontrol ediyor...

Müslümanları Allah Resûlü'nün gösterdiği doğru Yol/Ehl-i Sünnet’ten saptırmak, onun tamamladığı "güzel ahlâk"tan uzaklaştırmak için...

İçki, kumar, fuhuş, uyuşturucu, futbol taraftarlığı, uyuşturan müzikler, her türden boş lâf ve boş işler(magazin/dedikodu) gibi ne kadar şeytanî tuzak varsa hepsini birden kuruyor/kullanıyor..

Maksat Müslümanları hedonizm bataklığında boğarak İslâm'dan uzaklaştırmak...

Bu olmazsa...

Müslümanları Doğru yol/Ehl-i Sünnet anlayışından koparıp abuk sabuk anlayış/mezhep/tarikatlara yönlelendirmek için emrindeki binlerce teolog, psikolog, sosylog, şarlatan hoca, sahte şeyh, dandik müridlere oluk oluk para akıtıyor...

Ama ne yapsa olmuyor...

Emperyalizmin küresel saldırısına karşı küresel cihad İslâm’ın adalet kılıcı olarak, her gün yeni mevziler ve zaferler kazanarak büyüyor...

"Güneş yenilenmez göz yenilenir" (*) düsturuna uygun olarak...

Doğru Yol/Ehl-i Sünnet’in yer yer hasarlanmış/pörsümüş anlayışı Büyük Doğu-İbda ismiyle tecdid olunarak/yenilenerek, bir güneş gibi yeniden doğuyor....

Hedefi açık...

Küresel Adalet, küresel barış, küresel kardeşlik, küresel güvenlik, küresel refah için:

Küresel iktidar...

Şeytan'ın çöken “Yeni Dünya Düzeni”ne karşı; İslâm'ın "Yeni Dünya Düzeni"...

***

Zamanı gelmiş bir fikrin iktidarını hiçbir gücün engeleyemeyceği çok kişi tarafından bilinen bir gerçekse de...

Huylunun huyundan vazgeçmeyeceği de bir başka gerçek...

AB-D emperyalizmi gücünün en son sınırına vardığı için hızlı bir çöküş sürecine girmiş olsa da...

Umutsuzca çırpınmaya devam ediyor...

İşte bunun son örneği şu haber:

[Cihada Karşı "Umutsuz Ev Kadınları"

Wikileaks'ten sızan belgelere göre Amerikan dizileri ve şovları Suudi gençleri cihattan soğutma konusunda ABD propagandasından daha başarılı oluyor.

Guardian gazetesinde yayımlanan belgelere göre, Suudi Arabistan’daki Amerikan kaynakları, Cidde’deki Amerikan elçiliğine, "Umutsuz Ev Kadınları ve David Letterman ile Geceyarısı Şovu gibi programlar, gençlerin cihadı reddetmelerinde, yüzmilyonlarca dolarlık Amerikan propagandasından daha etkili oluyor" doğrultusunda rapor gönderdi.
Suudi Arabistan’ın MBC 4 kanalında sansürsüz ve Arapça alt yazılı yayınlanan bu tür programların, krallığın radikal unsurlara karşı "fikir savaşı"nın bir parçası olarak yayınlandığı belirtiliyor.

"David Letterman: Etki Ajanı" başlıklı gizli bir yazıda, bu programların Washington’ın ana propaganda cihazı olan, ABD tarafından finanse edilen El Hurra haber kanalından daha etkili olduğuna işaret ediliyor.

Belgelerde diplomatlar, Eva Longoria, Jennifer Aniston ve David Schwimmer gibi ünlülerin cazibesinin, bu programları yayınlayan ticari televizyonun etkisinin El Hurra’dan daha çok olacağını gösterdiğini ifade ediyorlar.

2009 tarihli bir yazıda "Suudiler artık dış dünyayla çok ilgileniyorlar ve herkes becerebilirse ABD’de eğitim görmek istiyor. ABD kültüründen daha önce hiç olmadığı kadar etkileniyorlar" deniliyor. ]
(TRT, 08.12.2010)

Bu haberin özeti şu: AB-D emperyalizmi'nin son çaresi: Cihada karşı pezevenklik...

Namusa karşı fuhuş...

Ahlâka karşı ahlâksızlık...

İnsan onuruna karşı kirli para...

İnsanca yaşamaya karşı lüks, şatafat ve sefehat/hedonizm...

Böyle bir savaşı sizce hangi taraf kazanır?..

Dipnot:

*[ - İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir.
- Anlayış mı?.. Nurun aynadaki aksi… Aynayı yenilemek…
- Güneş yenilenemez, Göz yenilenir.
- İslâm, başı ve sonu olmayan ebedî yeninin ismi… Ona her ân biraz daha nüfuz etmektir ki, yenilik…
- “Bir günü bir gününe eş geçen aldanmıştır” hadisindeki sonsuz hikmettir ki, yeninin ve yeniliğin sırrını getirmiştir.
(..)
- Emevî ve Abbasî devrelerini takip ederek Türk’ün eline geçen İslâmî devlet livası, 600 küsur yıllık gerçek devlet hayatının ancak 250 senesinde böyle bir nesle yataklık etmiş, ondan sonra 300 yıl korkunç bir aşk ve üstün anlayıştan yoksunluk çığrına girmiş, 100 küsur senedir de, aynı ham yobaz ve kaba softa idrakinin tersine dönük şekliyle bütün cehdini İslâm’a karşı çıkmakta bulmuştur.
- O gün bugündür ki, nesillere kahraman diye tanıtılanlar, İslâm’dan tiksinmenin fikrî ve fiilî icracıları olmuştur.
- İslâmı, zatından zerre feda etmeden olanca saffet ve asliyetiyle kucaklayabilecek ve nefslerinde yenileyecek nesillerin böylece köküne kibrit suyu dökülmeye başlanınca din ihtiyacından büsbütün kurtulamayan muvâzaacı mizaçlar her tarafta işi reformculuğa dökmüş; ve olduğu gibi bir İslâm yerine, oldurulmak istenildiği tarzda bir İslâm’a kapı açmaya bakılmıştır.
- Reformcu, İslâm’ı şu veya bu görüş ve mezhep lokomotifine bağlamak, onu zatına ve aslına göre değil, kendi şahsî nefsine ve idrakine iliştirmeye kalkmak, böylece çürük gördüğü bir binayı kendince payandalamaya yeltenmek bakımından, İslâma cepheden zıt olanlardan daha tehlikelidir; ve İslâmı kalb ve göz yenilenmesi yoluyla koruyacak olan nesil, cemiyet dairesi içinde kendisine üç düşman tanıyacaktır; aşksız ham yobaz, duygusuz kâfir, nasipsiz reformcu… Yani ruhu, kör nefsinde kabuklaştıran, büsbütün inkâr eden ve ikisi arasında arabuluculuğuna kalkışan…
- İslâm, 500 yıl kılıcını elinde tutan Türkiye’de bozuldu ve her yerde altüst oldu. Bu, ancak Türkiye’de düzelirse her yerde sağlığa kuvuşabileceğine ait İlâhî bir ihtar…
- İslâmı yenileyecek olan nesil, bu ruh ve madde felâketleri Türkiye’sinde son ve som, hepçi ve bütüncü tepki hâlinde zuhur etmekle mükellef…
- Bunca zevalin ardından ancak kemâl çığırı açılabilir…] Bkz: Necip Fazıl Kısakürek, Akıncı Güç kadrosuna ithaf: İSLAMI YENİLEMEK, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul.
Kaynak: http://millibirlikruhu.blogspot.com/

'Türkiye için Birinci tehdit ABD'dir!'



Aşağıdaki Yazı 9 yıl önce yazılmıştır. Emekli Amiral İlker Güven'in ABD kongresi'nin yüz yıl önce hazırladığı Türkiye’yi Hıristiyan eyaletlere ayırmak projesi ile ilgili makalesi çerçevesinde, Kürtlerin bu proje için taşeron olarak kullanıldıkları ve proje tamamlandığında Kürtlerin de Anadolu'da yerlerinin olmayacağı tezini işlemektedir. Buna göre Türkiye (Hem Türkler, hem Kürtler) için 'Birinci tehdit'in ABD olması gerektiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. ABD kongresi'nin yüz yıl önceki bu planı güncellenerek BOP adı altında 'Nil'den Fırat'a Büyük İsrail' projesine dönüştürülmüş ve taşeron olarak yine Batıcı Kürtçüler seçilmiş ve takviye olarak da AKP bu işe memur edilmiştir. İlgi ve dikkatle okuyacağınızı umuyoruz.
(EF)


Birinci tehdit ABD'dir!
Arslan BULUT
yenicaggazetesi.com.tr
28/09/2007

Emekli Amiral İlker Güven’in makalesinden ABD Kongresi’nin 100 yıl önceki Türkiye’yi Hıristiyan eyaletlere ayırmak projesinden bahsetmiştik. Dikkatli okurlarımız, bu eyaletlerin isimlerini Paflagonya projesi ile ilgili incelemelerimizden hatırlayacaktır.

2001 yılında İtalyanların “Veneto’dan Batı Karadeniz Bölgesi’ne” sloganlı bisiklet gezisinin arkasından, küreselleşmenin “yerel yönetimlere otonomi vermek ve milli hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak” projesi çıkmıştı. Bu proje, Tayyip Erdoğan’a CFR tarafından AKP kurulurken gönderilen memorandumda ortaya konulmuştu.

“Köklere Dönüş Projesi” dosyası ile birlikte Bartın’da dağıtılan haritaya göre şehir devletlerinden oluşacak federe devletlerin adları şöyleydi: Trakya, Bitinya, Misiya, Lidya, Karya, Likya, Pamfilya, Firikya, Kilikya, Kapadokya, Galatya, Paflagonya, Pont, Ermeniya, Antakya, Mezopotamya.
Görüldüğü gibi haritada Kürtlerin adı bile geçmiyor! Demek ki Kürtleri, işte bu harita için kullanmak istiyorlar!

* * *

Meselenin bir diğer önemli tarafı, Kongre’nin Türkiye’yi parçalama projesine bahane olarak kullandığı gerekçelerdir:

* “1891 yılında Maraş’ta bulunan Hıristiyan okulunun yıkılması ile devam eden Hıristiyan mülklerine verilen zararlar.
* Maraş ve bölgede bulunan Hıristiyan-Ermenilerin can ve mal güvenliğinin bulunmadığı
iddiaları.
* Hıristiyanların ülkede can güvenliğinin bulunmaması, ülkedeki mallarına sahip çıkamamaları, ülkeye giriş ve çıkışta sorun yaşamaları.
* Ermenilerin özellikle Rusya’ya yakın olan bölgede politik, dini, kültürel ve her konuda özgür ve özerk yaşama istekleri.
* Amerikan vatandaşlarının Osmanlı İmparatorluğunda insanlık dışı davranışlara muhatap oldukları iddiaları.
* Amerikan okulları ve bu okullardaki Amerikan (Hıristiyan) vatandaşlarının güvenlik ihtiyaçları.
* Amerika’nın Hıristiyan birliğini toparlayabilecek güçte oluşu, bu güçle beraber Müslümanlığın yarattığı yıkımları sonlandırma isteği. Müslümanların dinlerinin öğrettiği çağdaş olmayan yönetim şeklinin değiştirilerek, insan haklarına saygının sağlanması..”
* * *
Güven diyor ki,

* “100 yıl önce ileri sürülen iddialara bakıldığında 11 Eylül New York İkiz Kuleler saldırısı sonrası ABD Başkanı Bush’un ağzından kaçırdığı Haçlı Seferleri stratejisi ile tam bir uyum içinde oldukları görülmektedir.
* Bush yönetimi, bugün terörist olarak ilan ettiği PKK terör örgütünü illegal yollardan besliyor, himaye ediyor ve siyasal olarak da destekliyor! PPK terörü de en başta ABD desteği sayesinde Türkiye’de masum insanların canlarını almaya devam ediyor.
* Yine Bush yönetimi, Kuzey Irak’ta barınan PKK terör örgütüne karşı operasyon yapmak isteyen Türk Silahlı Kuvvetlerinin karşısına dikiliyor ve hatta tehdit ediyor. Bir de yetmiyormuş gibi Türk askerlerinin başına çuval geçirip özür dahi dilemiyor.
* Yine Bush yönetimi, Kuzey Irak’ta üstlenen PKK terör örgütüne silah veriyor. Bu silahlar Türkiye’de yakalanan teröristlerin üzerinden çıkmasına rağmen yönetimin haberi yokmuş, nasıl intikal ettiğini bilmiyormuş gibi takiyeden de kaçınmıyor.”

Demek ki Türkiye için birinci tehdit ABD’dir!

Tuncay Mollaveisoğlu: Korsan nehrinde Musul…
19 Eki, 2016



Musul kilit taşıdır Irak’ın…
Çekerseniz Irak bölünür…
Irak’ın bölünmesi, ABD’nin “nükleer tehdit” bahanesi ile Saddam diktasını devirdiği sürecin devamıdır…
Hep söylüyoruz; hedefte Büyük Ortadoğu Projesi var…

***
Musul, BOP’un da kilit taşıdır aynı zamanda…
Planlanan Kürt devletinin başkenti olmaya adaydır.
Bölgede “dünya bilek güreşi şampiyonası” yaşanıyor.
Emperyalizm; İngilteresi, Amerikası ve bağlı devletleri ile Musul’da.
Musul her sıklete göre değil… Herkes gücü oranında sesini yükseltiyor.
Türkiye “benim de bileğim güçlü” diyerek bölgesel dizaynda söz sahibi olmak istiyor.
Haklı mı? Evet, sonuna kadar haklı…
Ama yeterince güçlü değil…
Gücünü bölgesel ittifaklar ve Avrasya güçleri ile artırmak zorunda.

***
Ankara, bölgede Irak Merkezi Hükümeti’ne karşı Barzani’yi destekleyen bir politika sürdürdü… Haklı gerekçeleri vardı; Barzani kendi alanında PKK’nın etkinliğinden rahatsızlık duymaya başlamış, Türkiye bu “rahatsızlığı” PKK’ya karşı kullanmak istemişti.
Ancak her zaman olduğu gibi burada da denge kaçtı… Kuzey Irak’taki petrollerin taşınması ve sahipliği tartışmasında Türkiye, Barzani’yi destekleyince Merkezi Hükümet ile ipler iyice koptu. Ankara’nın Barzani sevgisi yalnızca PKK’ya karşı birlik olmak değildi, Kuzey Irak’ın doğal kaynaklarının taşınması ve pazarlanmasında iş alacak Türk iş adamları kimlerdi? Barzani ile hangi “ekonomik” anlaşmalar yapılmıştı, ayrı bir yazı konusudur…
Erdoğan-Barzani yakınlaşması nedeniyle “stratejik müttefikimiz” ABD, mesajlarını Irak Merkezi hükümeti aracılığı ile veriyor.
Ne diyor Merkezi hükümet?
“Türkiye’yi burada istemiyoruz.”
Hatta Arap Birliği bile “istemeyiz” diyen aynı koronun içinde! Türkiye Suudi Arabistan siyasetini de gözden geçirmelidir!
Irak’ta 63 ülke var ama Türkiye olmasın!
Hamaset yapmıyorum; ülke tarihleri açısından, kısacık bir zaman öncesine kadar Türklere ait olan Musul’u, emperyalist bir işgal sonucu kaybetmiştik. Şimdi o işgalciler IŞİD bahanesi ile bölgede yeniden at koşturuyor!
Üstelik kendi askerleri ölmüyor. Bölgenin bin yıllık sakinlerini birbirine düşürerek kaostan besleniyorlar; bölüp, parçalayıp, yutacaklar…
İşte Türkiye bu noktada ayağına basıyor oyun kurucuların…
Çıkarlarımız ABD ile açıkça çatışıyor.
Irak, Suriye, İran ve Türkiye toprak bütünlüğünü korumalı!
Ama büyük oyun bunun tam tersini hedefliyor!
Biraz açmamız gerek;
ABD’nin önümüzdeki dönemde tüm politikası Asya’ya girmek… Ama orada Çin ve Rusya gibi “dişli” rakipler var… Bir süre sonra açıkça karşı karşıya gelecekler! ABD bu sert kapışmanın öncesinde arka bahçesini düzenlemek zorunda. İsrail’in yanına ikinci bir İsrail olan Kürt devletini kuracak, bu güvenilir basamak üzerinden Asya’ya yüklenecek!
Bu nedenle Musul’u “kurtarma” operasyonuna daha yukardan bakılmalı.
Türkiye bölgesel “yayılmacı” hayalleri bir kenara bırakıp kendi sınır güvenliğine, iç güvenliğine yoğunlaşmalı.
Musul meselesine Cumhuriyet tarihini karalayarak, sözde Osmanlıcılar’ın Musul hamaseti ile iç politikayı dizayn etmeye çalışarak, manüple ederek yaklaşılmamalı!
Ankara’nın birinci görevi yüzbinlerce Türkmen’i korumak ve kurulan oyunda söz sahibi yapmak olmalıdır.
İkinci ve sürekli ısrar etmesi gereken konu Irak’ın toprak bütünlüğü ile ilgilidir.
Açıkça görüldüğü gibi bir dönem BOP’un eş başkanı ilan edilen Erdoğan, ABD ile olan ulusal çıkar çatışmasında doğru bir refleks ortaya koymuş, karşılığında bölgeden dışlanmak durumunda kalmıştır.
Türkiye hızla dengeleri yeniden kurmalı, bölge ülkeleri ile “ulusal güvenlik” başlıklı bir iş birliğine öncülük etmelidir. Avrasya güçleri ile olan ilişki derinleşmelidir.

***
Musul’da başlayıp Akdeniz’in doğusuna uzandığı açıkça belli olan koridor, milyar dolarlık bir para nehrinin de yatağıdır… Bu nehrin korsanları bölge ülkelerini, insanlarını terörle terbiye etmeye çalışıyor, kendi yarattıkları ejderhalarla korku salıp, onlarla savaşarak gitmemek üzere bölgeyi denetimleri altına alıyorlar.
Türk askeri Suriye’de korsan nehrini ikiye bölüyor. 1250 km’de temizlik sağlandı.
Musul ise askerî olmasa da politik olarak doğru hamleleri bekliyor.
Yeniçağ

Batının İslamı Ayrıştırma Projeleri
Nurullah Aydın

Makam hırsı, şöhret hırsı, para hırsı ile kişilik bozukluğu olan tipler; ajanlık, işbirlikçilik için en uygun tiplerdir. Hele bir de birazda statü kazandırıldı mı, salyalı tipleri bir bakarsınız ki siyasi lider, din adamı hocaefendi şeyh görüntüsü ile saygınlık kazandırılmaya çalışır..

Biat ettirici psikolojik yöntemler de uygulanınca alın size siyasi ya da din önderi..

Aynı uygulama her alanda geçerli.. Siyasi iktidara getirilenlere bir bakın! Hangi tipler İslam ülkerinin yöneticileri..

Tarih boyunca yaşanan bu gerçeklik şimdi de İslam dünyası için uygulanıyor.. ABD sahte dinler oluştururken özellikle İslam dünyasına ucube tipleri, din adamı olarak lanse etmeye ağırlık veriyor. CIA himayesinde okullar zinciri ile İslam dünyasında zehir kusucu faaliyetlerine devam ediyor..Bazı pskolojik sorunu olan tipler de peşinden gidebiliyor..

Dün böyleydi bugün de böyle ne yazık ki! Müslümanlar kurtuluş simidi olarak nedense lanse edilen kişilik bozukluğu olan tiplere biat etme zaafiyetinde bulunabiliyor.

Geçen yüzyılda; İngilizlerin İslam ülkelerindeki vahdaniyeti bozma girişiminde uyguladığı yöntemi, bu kez

ABD ılımlı İslam dinlerarası diyalog safsataları ile uygulamaya çalışıyor.

Peki ama neden;

Bakın; Osmanlı İmparatorluğunun şemsiyesi altındaki Ortadoğu coğrafyasını, İngilizler hangi stratejik planla ele geçirdiler?

Yaşanan tarihi gerçekler doğru değerlendirilirse, bugün yaşananların pek de farklı olmadığı görülecektir.

İngilizler; Hz. Muhammed'in anne ve babasının kabrini yok eden, Peygamberimizin kabrini yıkmayı isteyecek kadar sapkın bir mezhep olan Vahabi Mezhebinin (ki bu yıkıma Atatürk engel olmuştur) Arap yarımadasını ele geçirmesini sağlayarak; Arapların Osmanlıyı arkadan vurmasının temellerini atmıştır.

Dört hak mezhepten biri olmayan ve kendi dışında diğer mezhep inananlarını dışlayarak kafir ilan eden Vahabi mezhebinin; bugün Kutsal topraklara sahip olması İngilizlerin sayesinde olmuştur. Haçlı zihniyetinin neler yapabildiğine örneklerden biridir Vahabilik mezhebi.

Bu mezheple ilgili en ilginç bilgi ise Saddam arşivlerinin Amerika'ya götürülüp tercüme edilmesi ile gün yüzüne çıkmıştır. Mart 2008'de Washington Post gazetesinde yayınlanan bu haberde Vahabiliğin kurucusu olan Şeyh Muhammed bin Abdülvahhab'ın dedesi Bursalı bir Yahudi. Washington Post'un köşe yazarı Al Kamen Pentagon'un; Saddam dönemine ait kamyonlarca yer tutan arşiv belgelerinden önemli bulunanları, İngilizce'ye çevirterek beş cilt halinde bir araya getirilmesini sağladığını yazdı.

Tercüme edilen bu belgelere göre, Şeyh Abdülvahhab'ın dedesinin adı Süleyman değil Şulman'dı. 16. Yüzyılda Bursa'da yaşayan Yahudi bir tüccar olan Şulman, daha sonra Şam'a göç etti. Sakal bıraktı, Müslüman sarığı sardı; ancak büyücü olduğu suçlamasıyla Osmanlı yönetimi tarafından Şam'dan kovuldu.

Batı öteden beri; kendisi savaşmak yerine ülkeleri ve halkları birbirine düşman etmeyi ve onları savaştırmayı başarmıştır. Yüzlerce yıl Doğu topraklarını istila etme teşebbüsünde bulunan emperyalist Batı; savaşla elde edemediğini hile ile elde etmiştir. Batı akılcı, Doğu ise kadercidir. Bu yüzden Doğu insanlarını birbirine düşürmek için en iyi yöntem; din olarak belirlemiş ve bu konuda da başarılı olunmuştur.

İngilizler; toplumları birbirine düşürme hedeflerini gerçekleştirmek için Arabistanlı Lawrence'den çok önce İngiliz ajan Humpher'ı görevlendirmişti. Humpher; kaleme aldığı hatıralarında görevini açıkça yazmış:

"1710 yılında İngiltere Sömürgeler Bakanlığı beni Mısır, Irak, Hicaz ve Osmanlı Halifelik merkezi İstanbul'da casusluk yapmak ve gizli bilgiler toplamak için gönderdi. Benim görevim Müslümanları birbirine düşürmek ve sömürüyü İslam ülkelerine sokabilme yollarını aramak için yeterli bilgileri toplamak idi. Bu amaçla Ebu Hanife'den çok bildiğini ve Sahih-i Buhari kitabının yarıdan fazlasının hiçbir işe yaramadığını iddia eden Abdülvahhab'la dost olmuştum; Sürekli olarak onu, Allah seni büyük bir dahi olarak yaratmış, sana Ali ve Ömer'den daha fazla akıl vermiş diye tahrik edip, eğer sen Peygamber zamanında yaşasaydın, kesin olarak onların yerine geçerdin diyerek yüreklendirdim."

Batı’nın 1700'lü yıllardaki istila ve sömürü isteği; günümüze kadar artarak devam etmiştir. Her biri emperyalist Batı'nın ajanı olarak çalışan misyonerlerin başkanı Samaul Zouimer; sömürgeci Hıristiyanların fikirlerinde bir değişiklik olmadığını 1935 yılındaki beyanında açıkça göstermiştir: "Sizden Müslümanları Hıristiyan yapmanızı istemiyorum. Sizin asıl göreviniz Müslümanları İslam'dan uzaklaştırmaktır. Eğer bunda başarılı olursanız, İslam memleketlerinin sömürge haline gelmesi için fetih yollarını aşan ileri karakollar kurmuş olursunuz"

Bugün Katolik/Protestan misyoner çok yönlü faaliyetlerine devam ediyor. Devasa mali kaynağa sahip yeni dini örgütlenmeleri görünce tarih tekerrür ediyor demek lazım.

İslam dünyasnının kurtuluşu Müslımanların kendilerine önder diye seçtiklerini gözden geçirmelerine bağlıdır..Tabi psikolojik sorunu olanlar bunun ne anlama geldiğini düşünemez bile. Çünkü gözler, kör kulaklar sağır kapler mühürlü ise yapacak birşey yoktur.

Günün Sözü: Rakibinin ne yaptığını ve ne yapacağını bilmezsen, oyuna her zaman gelirsin.

Kaynak: Nurullah Aydın

'Ilımlı İslam' diyerek 'Gerçek İslam'a saldıran şu dinsiz münafıklar
İsrafil K.KUMBASAR
israfilkumbasar@yenicaggazetesi.com.tr
08/02/2008

Gerçek ‘İslam’, Allah’ın bir dinidir.

‘Ahiret inancının’ tamamlayıcı birer unsurları olan ‘cennet’, ‘cehennem’, ‘şehitlik’, ‘gazilik’ gibi kavramlar, yeryüzünü kendi çıkarlarına göre yeniden şekillendirmeye çalışan emperyalizmin karşısında direnen Müslümanların elinde hâlâ ‘etkin bir silah’ olarak duruyor.

‘Tebliğ’, ‘cihad’ ve ‘fetih’ kavramları, yeryüzünün efendilerini hâlâ korkurtmaya devam ediyor.

‘Ilımlı İslam’ ise bir ‘Pentagon’ imalatıdır.

Washington’da programlanıp ‘işbirlikçiler’ aracılığı ile ‘İslam dünyasına’ dayatılıyor.

Görünürdeki hedefi, ‘Yahudilik’ ve ‘Hristiyanlık’ gibi ‘İslam’ dinini de ‘ilahi orijininden’ uzaklaştırmak, ‘tarihi köklerinden’ kopartmak, insan tarafından tasarlanmış ‘ideolojiler’ benzeri ‘seküler’ bir yapıya kavuşturmaktır.

Asıl hedefi ise, Allah’ın dinini, ‘emperyalizmin emellerine’ hizmet eden bir araç haline getirmektir.

Bütün müslümanları ‘yeni dünya düzenine’ sadık birer köle yapmaktır.
‘Ilımlı İslam’ kavramını icat edenler, Müslümanları kandırmak için ‘hoşgörü’ ve ‘diyalog’ denilen iki aracı kullanıyorlar.

* * *

‘Büyük Ortadoğu Projesi’ adı altında Ortadoğu’yu ‘Büyük İsrail’ temelleri üzerine yeniden şekillendirmeye çalışan Amerika, Müslümanların direnişini kırmak için son yıllarda ‘Ilımlı İslam’ programına dört elle sarıldı.
‘Pilot bölge’ olarak seçilen yer ise Türkiye.

Kelime-i Şehadet’ten “Ve yine şehadet ederim ki Hz. Muhammed O” nun kulu ve elçisidir” bölümünün atılmaya kalkışılması...

“Allah katında hak din İslamdır” mealindeki ayet-i kerimenin ‘diğer din mensuplarını’ rahatsız ediyor diye cuma hutbelerinden çıkarılması...

“Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin” mealindeki ayetin cami duvarlarından indirilmesi...

Camilerde ‘VİP uygulamasına’ geçilmesine yönelik artmaya başlayan talepler...

‘Kadınlı-erkekli’ namaz denemeleri...

‘Dinde reform yapılması’ çağrıları...

‘Tek kelime’ Arapça bilmeyenlerin ellerine sözlükleri alıp ‘Kur’an’daki ayetleri’ kendi kafalarına göre tefsir etmeye cüret etmeleri...

Aslında ‘Ilımlı İslam’ denemelerinin tezahüründen başka bir şey değildir.

* * *

Ancak, kavram kargaşasının yaşandığı, ‘at’ izinin ‘it’ izine karıştığı bir ortamda, kamuoyunda ‘İslam’ ile ‘Ilımlı İslam’ kavramlarının da yanlış algılanmaya başlandığını görüyoruz.

İnananlar, ‘Ilımlı İslam’a karşıdırlar.

‘İslam’ dininin özünü bozacağı, İslamiyeti ‘Allah’ın dini’ olmaktan çıkarıp, emperyalizmin bir ‘sömürü aracı’ haline getireceği için karşıdırlar.
İnanmayanlar da ‘Ilımlı İslam’a karşıdırlar.

İnanmayan, ama ‘inanıyormuş’ gibi görünerek ‘takiye’ yapan ‘ateist’ münafıklar ise, içerisinde sadece ‘İslam’ kelimesi geçtiği için karşıdırlar.
Türkiye’yi teslim almak isteyen emperyalistler, ‘Ilımlı İslam’ kavramı yerine, mesela ‘ılımlı liberalizm’, ‘ılımlı sosyal demokrasi’, ‘ılımlı çağdaşlık’, ‘ılımlı zırvalık’ kavramlarını kullanmış olsalar eğer, eminiz ki hiç bu kadar rahatsız olmayacaklar.

Ama işin içinde ‘İslam’ olunca kırmızı görmüş tosuncuklar gibi deliye dönüyorlar.

İslam dinini ‘kendi şahsi menfaatlerine’ alet eden, ama İslam ile hiçbir alakaları olmayan ‘işbirlikçi’ din tüccarlarını bahane edip, ‘Ilımlı İslam’ üzerinden Allah’ın dini olan ‘Gerçek İslam’a saldırıyorlar.

* * *

Türk milliyetçiliğini, Türk milletine ait kavramlar yerine Yahudi kökenli olan ve temsilci olarak katıldığı ‘Sion kongresinde’ bütün Yahudiler’in Türkiye’ye yerleşmelerini ve ‘Türkçe’ isimler kullanmalarını savunan Moiz Kohen’in (Tekin Alp) kitaplarından öğrenip, Türk milliyetçilerinin arasına sızmaya çalışan bazı ‘sözde’ Türkçülerin de ‘bilerek’ veya ‘bilmeyerek’ ateist münafıkların etkisinde kaldıklarına şahit oluyoruz.

Ey Türk milliyetçileri...

Ey ülkücüler...

Sakın ola ki ‘sizden’ gibi görünen ipleri aslında ‘Ilımlı İslam’ projesini kurgulayan ‘aynı merkezin’ elinde olan ihanet çevrelerini ‘tuzağına’ düşmeyin.

‘Ilımlı İslam’ ile aslında neyi kastettikleri belli.

‘Türklük’ gibi ‘İslamiyete’ de sahip çıkmak Türk milliyetçilerinin/ülkücülerin birinci görevidir.

Sinsi bir şekilde unutturulmak istenen o sloganları yeniden hatırlamaya var mısınız:

- “Türklük bedenimiz, İslamiyet ruhumuz...”
- “Rehber Kur’an, hedef Turan...”
- “Kanımız aksa da zafer İslam’ın...”
- “Çağrımız, İslam’da dirilişedir...”

yeniçağ

Araplar bizi arkadan vurdu mu?
Avni Özgürel
13 Haziran 2010

Filistin meselesi, Gazze’nin kuşatılmışlığı, Mavi Marmara Gemisi’ni hedef alan İsrail saldırısı ve üzerine eklenen İran nükleer silah tartışmalarında Ankara’nın sergilediği tavrın gündeme taşıdığı ‘eksen kayması’ tartışması. Son birkaç haftanın tartışma konusu buydu.

Sözünü ettiğim süreçte tedirginlik yansıtan yorumların, Türkiye’nin Ortadoğu coğrafyasında geliştirdiği yeni ilişkiler ağında kaydettiği baş döndürücü gelişmeye kuşkuyla bakan tahlillerin dayanağı malum: Araplarla bu denli içli- dışlılık, Ortadoğu meselesine bu seviyede müdahil olmak hayra alamet değil; Araplar bize ihanet etmişlerdi, Türkiye’nin ABD ve İsrail’le ilişkileri stratejik boyutta, hatta hayatidir!.

Bu yazıda meselenin siyasi tartışma boyutuna ilişkin bir değerlendirmeye girecek değilim. Ancak tahlilin yakın tarihe yaslanan yanı, yani kaba hattıyla Arapların 1. Dünya Savaşı’nda bize ihanet ettiği iddiası üzerinde durulmaya ve tashihe muhtaç.

Şerif Hüseyin kimdi?

Şerif Hüseyin imparatorluğun son döneminde ‘Mir-i Miran - Beylerbeyi- rütbesiyle Mekke Emiri’ydi. Şerif ailesinin diğer fertleri olan Haydar ve Cafer pasalar gibi Istanbul’da ikamet ediyor, Şûra-yı Devlet azalığı yapıyor, paşa rütbesine bağlı maaş alıyordu. Sultan 2.Abdülhamid’in fazla itimad etmemesinden dolayı kendisinin Mekke Emirliği’ne getirilmediği, bu göreve İttihat Terakki iktidarında Sultan Reşad’ın muvafakatiyle getirilebildiği de.

Şerif Hüseyin, savaşın Osmanlı aleyhine döndüğünün belli olduğu noktada İngilizlere yanaştı. Ünlü casus Lawrence’in girişimiyle de Arapları tek bir bayrak altında toplayacak Arap kralı, hatta imparatoru olacağına inandırıldı. Ondan istenen kaderini savaşı eninde sonunda kaybetmeye mahkum Osmanlı’ya değil Londra’ya bağlamasının hakkında hayırlı olacağını kabul etmesiydi. Bayrak açtığı takdirde kendisine para, silah, cephane, erzak dahil her türlü yardım yapılacaktı.

Şerif’in talepleri

Yayınlanmış İngiliz belgelerine göre İngilizlerle işbirliği yapmasına karşılık kendisinin talep ettiği coğrafya Mersin ve Adana’yı içine alacak şekilde İran sınırı ve Basra Körfezi’ne uzanan, doğuda Hint Denizi, batıda Kızıldeniz’le sınırlı bölgedir. Bilinen onun İngilizlerle pazarlığının 1916 senesi ortasında son bulduğu ve 27 Haziran 1916’da ünlü isyan bildirisini kaleme alıp açıkladığı. Askeri bakımdan Şerif’in etrafında topladığı gücün ciddiye alınacak yanı yoktur. Onun yanında isyana katılanlar Medine çevresinde parayla tutulmuş birkaç bedevi kabileden ibarettir. Mekke, Taif, Cidde bölgesindeki kabileler isyana katılmamışlardır. Daha önemlisi ne Bağdat ne de Şam’da Şam’da 40-50 kişilik bir grup dışında- isyan denilebilecek seviyede bir hareket olmamıştır.

Şerif Hüseyin’in hareketi askeri bakımdan ehemmiyetsizdir ancak İngilizlerin propaganda gücü sayesinde onun isyanın yol açtığı psikolojik tahribat büyük olmuştur. O kadar ki, kimi analizlerdeki hâkim görüş şudur: Balkan Harbi’nin Yemen isyanı yüzünden kaybedilmesine benzer şekilde Suriye’nin elden çıkmasına yol açan Filistin cephesinin çökmesi Hicaz isyanından kaynaklanmıştır.

Gerisi malum; Şerif Hüseyin, Osmanlı’nın Hicaz’ı boşaltmasından sonra Mekke’de emirligini ilan etti. Fakat bugün Suudi hanedanının kurucusu Abdülaziz b. Suud tarafından devrildi. Önce oğlu Şerif Ali lehine krallıktan feragat ettiyse de Abdülaziz b. Suud karşısında tutunamayıp oğlu Ali’yle birlikte İngilizlere sığınıp Kıbrıs’a kaçtı, orada öldü.

İngilizler Hüseyin’in Medine Emiri tayin ettiği oğlu Abdullah’ı da Suud’lardan kaçırıp Amman’a yerlestirdiler.. Ve Ürdün Kralı ilan ettiler. Ama Abdullah İngilizlerle bağını koparmaya kalkınca öldürüldü ve yerine oğlu Tallal geçti. Bir süre sonra akli dengesi bozulan Tallal tahtı oğlu Hüseyin’e bırakıp İstanbul’a geldi ve eski imparatorluk başkentinde tedavi gördü. Şerif Hüseyin’in küçük oğlu Faysal’ın Suriye Emiri olma hayali de Fransa engeline takıldı. İngilizler onu Bağdat’a götürüp Irak Kralı ilan ettilerse de Irak halkı peşpeşe birkaç darbede sonunda kendisini ve bütün ailesini öldürdüler.

Sonuç olarak Şerif Hüseyin’im büyük Arap imparatorluğu hayalinden bugüne Ürdün Krallığı kaldı.

Ve Cemal Paşa’nın öfkesi

İttihat Terakki’nin iktidara geldiği ilk sene Meclis-i Mebusan’ın 245 üyesinden 75’i Arap’tı. Ama Birinci Dünya Savaşı’na girdiğimizde bu sayı 5’e inmişti. İmparatorluk çatısı altında yaşayan diğer uluslar milliyetçilik derdine düştüğü halde o zaman kadar böyle bir düşünce taşımayan, daha ötesi dış dünyada kendilerini Türk olarak tanıtmakta beis görmeyen bir halktı Araplar. Örneğin yıllar sonra Arjantin devlet başkanı olan Karlos Menem’in ailesi Lübnan’dan göç ettiğinde el- Türko lakabını almıştı.

1. Dünya Savaşı içinde Filistin ve Çanakkale cephesinde savaşa katılan Araplar’ı soğutan Cemal Paşa’nın ‘tehcir’ siyaseti ve Arap milliyetçisi olarak belirlediği aydınları Şam’da idam ettirmesi oldu. Tehcir denildiğinde bizin aklımıza Ermeniler geliyor. Oysa ilk tehcir uygulamasına Suriye’de Araplar muhatap oldular. Binlerce insan zorunlu olarak Anadolu’ya göç ettirildi. Ve tarihi birlikteliğe son darbeyi 6 Mayıs 1916’da Şam’da 21 Arap aydınını idam ettirerek Cemal Paşa vurdu.

Son bir not olarak Mustafa kemal’in gerek milli mücadele süresince gerekse savaş bittikten sonra Araplara muhalif bir tavır içinde olmak bir yana mutasavver Türk- Arap federasyonu dahil ileriye matuf kimi düşünceleri kendisini ziyaret eden Arap heyetlerine ifade ettiğini de kaydedeyim. Kaldı ki Atatürk gelecekte İslam ülkelerinin hilafet makamına ihtiyaç olduğu fikrinde ittifak etmeleri halinde TBMM’nin manevi şahsiyetinde mündemiç olan İslam hilafetinin yeniden ihdas edilebileceği fikrindeydi...
Radikal

Putin: Suudi Arabistan’da da demokrasi yok ama kimse orayı bombalamaya kalkmadı
19.09.2013



Rusyanun Sesi radyosunun haberine göre; Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Rusya Federasyonu ve ABD arasında samimi bir diyalog oluşturulması gerektiğine inandığını ifade ederek yine de herkesin sadece belirli modellere göre yaşayamayacağını belirtti.

Uluslararası Valday tartışma kulübü üyeleriyle yapılan görüşmede Putin, “Aslında her şeye rağmen, bir birimizi dinleyebilmek, duyabilmek ve argümanlarımızı anlayabilmek için Amerikalılar ve Avrupalılarla samimi bir diyalog kurmalıyız.” dedi.

Putin Suriye konusına değinerek: “Suriye’de "zulüm" nedir? Esad ailesinin 40 yıldır iktidarda olması mı? Buna bir zulüm diyemeyiz. Orada demokrasi mi yok? Amerikan elitine göre – yok. Bakın, Suudi Arabistan’da da demokrasi yok ama kimse orayı bombalamaya kalkışmıyor” dedi.

Mısır’daki durumu hatırlatan Rusya Federasyonu Başkanı, orada başa dönüldüğünü ve yeniden kargaşalar baş gösterdiğini belirterek: “Dünyada bir takım genel modellere göre yaşayamayan ülkeler ve bölgeler var. Orada toplumlar ve gelenekler farklı; bu farklılıkları da olduğu gibi kabul etmeniz gerekir.” dedi.

Batının Libya saldırısına da değinen Putin, Batılı güçlerin orada da demokrasi için mücadele verdiklerini” hatırlatarak “Nerede şimdi o demokrasi?” diye sordu ve “Şİmdi Libya'da Herkes herkese karşı savaşıyor. Amerikan Büyük elçisini de öldürdüler.” dedi.
haber93

5 ÜLKE PARÇALANACAK 14 ÜLKE KURULACAK!
01 Ekim 2013

New York Times Gazetesi, Ortadoğu haritasının yeniden çizilebileceğini ve 5 devletten 14 yeni devlet çıkabileceğini iddia eden haritalı bir analize yer verdi.

PARÇALANMA POTANSİYELİ YÜKSEK 5 ÜLKE

Deneyimli dış politika analisti ve gazeteci Robin Wright'ın haritalı analizine göre, gelecekte en büyük parçalanmayı ise Suudi Arabistan yaşayacak. Wright'ın analizine göre parçalanma potansiyeli taşıyan devletler Irak, Suriye, Suudi Arabistan, Yemen ve Libya olarak belirtildi.

SURİYE - IRAK

Alevistan, Kürdistan, Sünnistan, Şiistan
Suriye'nin parçalanmasıyla bu iki ülkenin olduğu coğrafyada en az 4 devlet ortaya çıkabilir. Akdeniz sahili boyunca Lazkiye merkezli bir Arap Alevisi devleti oluşurken, Kuzey Irak'taki Kürdistan Özerk Bölgesi ile Suriye'nin kuzeyindeki Kürt bölgelerinin birleşimininden, Türkiye'nin Hatay dışında bütün güney sınırı boyunca uzanan Erbil merkezli yeni bir Kürdistan doğacak. Irak'ın güneyinde Basra merkezli yeni bir Şii devleti doğarken, Suriye ve Irak'ın Bağdat ve Şam'ı da içeren sünni vilayetlerinde yeni bir Sünni Arap devleti doğacak. Ancak özellikle Irak'taki parçalanma ihtimali gerçekleşirse kolay gerçekleşebilecek bir parçalanma olmayacağı öngörülüyor. Musul ve Kerkük'te Kürt-Arap, Bağdat ve çevresi konusunda Şii-Sünni savaşı yaşanabilir.

SUUDİ ARABİSTAN

Wright'ın analizine göre Suudi Arabistan'da krallık gelecek prenslere geçtikçe, Suudi öncesi dönemden kalan derin kabile ayrımlarının derinleşerek bölünmeyi başlatma olasılığı gündemde. Bu senaryoya göre ülke, Hürmüz Körfezi bölgesindeki Doğu Arabistan, Hicaz'da Batı Arabistan, Yemen'e yakın bölgede bir güney Arabistan ve kuzeyde bir Kuzey Arabistan kurulacak. Ülkenin orta kesimnde ise Riyad merkezli bir Vehhabi Arabistan oluşacak.

YEMEN

Yakın zaman önce birleşen Yemen, Güney Yemen'deki referendum sonrası yeniden Kuzey ve Güney Yemen diye iki ayrı ülkeye bölünebilir. Bölünme sonrası Güney Yemen tamamıyla Suudi Arabistan'a da katılabilir. Bu durumda, Hint Okyanusu'nun Arap Körfezi'ne doğrudan irtibat kazanacak Suudi Arabistan'ın İran'ın Hürmüz Körfezi'ni kapatma korkusu da yok olacak.

LİBYA

Kabileler arasındaki büyük rekabet ülkeyi parçalanmaya götürebilir. Bu durumda, ülkenin doğuda Bingazi merkezli Sirenakya ve batıda Trablusgarp adlı iki devlete bölünmesi ihtimali var. Hatta, güney batıdaki Fizan da ayrılarak üçüncü bir devlet daha oluşturabilir.

Haber Kaynağı: yuzdeyuzhaber

Eski ABD askeri Ken O'Keefe İsrail'in Ortadoğu hedeflerini anlattı
11.01.2017



Eski Amerikan deniz komandosu olan Kenneth O'Keefe, katıldığı bir televizyo programında yaptığı konuşmada İsrail'in Ortadoğu'daki hedeflerini anlattı. Video sosyal medyada izlenme rekorları kırıyor.

Irak Savaşı'na karşı çıkarak ABD ordusundan ayrılan ve Bağdat'a canlı kalkan oalrak giden aktivist Ken O'Keefe, atıldığı televizyon programında İsrail'in Ortadoğu politikasını değerlendirdi. Konuşmasında dikkat çeken ayrıntılara yer veren O'Keefe, "İsrail'in temel hedefleri, 'Büyük İsrail Projesi' doğrultusunda büyümek ve gelişmekti. Bunun için de bölgede mezhepçi nefret ve şiddetin tohumlarını ekmemiz gerekirdi" ifadelerini kullandı.

Gazze ambargosunu kırmak için hareket eden ve 10 vatandaşımızın şehit edildiği Mavi Marmara gemisinde de bulunan Ken O’Keefe, Mavi Marmara’ya saldırı sırasında iki İsrail komandosunun silahlarını alıp onları etkisiz hale getirdi. O'Keefe, gemi Aşdod Limanı'na yanaştırıldıktan sonra tüm gönüllüler Türkiye’ye sınır dışı edilirken, Gazze’ye gitmekte ısrar ettiğinden İsrail askerleri tarafından dövüldü.

ABD VATANDAŞLIĞINI REDDETTİ

Birinci Körfez Savaşı'na donanma komandosu olarak katılan Ken O’Keefe, daha sonra savaş karşıtı bir aktivist olarak eylemlere katıldı. 2003 yılında Irak savaşını önlemek için "canlı kalkan" olan O'Keefe Bağdat'a gitti. Irak Savaşı nedeniyle Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlığını reddeden ve ve pasaportunu yırtan O'Keefe, büyükannesinin İrlandalı olması nedeniyle İrlanda vatandaşlığına geçti. O'Keefe Ağustos 2008'de Özgür Gazze Hareketi'nin Gazze ablukasını kırma amacıyla gönderdiği gemilerden birine kaptanlık yaptı ve kendisine Filistinliler tarafından Filistin vatandaşlığı verildi. Hayatını değiştiren etkenlerden biri olan eylem ise Filistinli Fadiwa Dajani ile evlenmesi oldu.

Ken O'Keefe İsrail askerleri tarafından dövüldü

İSRAİL ASKERLERİNİN SİLAHINI ELE GEÇİRDİ

Mayıs 2010'da İsrail ordusunun saldırısına uğrayan Mavi Marmara gemisine katıldı. Saldırısı sırasında iki İsrailli deniz komandosunun silahlarını ele geçirdi. Bütün aktivistlerin Türkiye'ye sınır dışı edilmesinin ardından Gazze'ye gitmekte ısrar ettiği için İsrail askerleri tarafından dövüldü. Aynı zamanda Filistin vatandaşı olan O'Keefe, Filistin vatandaşlık kağıtlarını gösterip Gazze’ye gitmekte ısrar edince İsraillilerin kötü muamelesiyle karşılaştı. Çarşamba günü Ben Gurion Havaalanı’na transfer edilen Ken O’Keefe’nin Filistinli olduğunu kabul eden İsrail makamları, belgelerin yanlış olduğunu ileri sürdüler. İsrail polisi ve yetkililer tarafından başından dövülen ve büyük bir olasılıkla kaburga kemikleri kırılan vücudunun çürük içinde olduğu görüldü. Daha sonra İsrail'de can güvenliği kalmadığı için Türk Hava Yolları uçağı ile kanlı elbiseleriyle İstanbul'a geldi. Ken O’Keefe’i İstanbul’da İrlanda Konsolosluğu yetkilileri karşıladı.
TV5

Tuncay Mollaveisoğlu: Suriye’de ne oldu?
29 Mar, 2017

Gazetecilik tarihimin en önemli sorularından biriydi… Suriye, Türkiye’ye yıllarca terör ihraç etmiş, PKK’yı beslemiş, terörist başını topraklarında barındırmıştı. Uzun yıllar sonra Türkiye’nin kararlılığı ve askeri hazırlığı karşısında Öcalan’ı göndermek zorunda kalmışlardı. Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde ise aniden bu geçmiş unutuldu ve Suriye ile sınırlarımız neredeyse kalkma aşamasına geldi. İlişkiler olağanüstü derecede ileri boyuta taşındı. Erdoğan-Esad kardeşliği dünyanın gündemindeydi. Bu kardeşliği iki ülkenin ekonomisi ve güvenliği penceresinden ayakta alkışladık. Doğru olan buydu… Ama sonra Erdoğan ani bir dönüşle Esad ile düşman oldu. Neydi bu dönüşün nedeni?!

TELE 1’de yayınlanan TV programımda Genelkurmay İstihbarat Dairesi Eski Başkanı İsmail Hakkı Pekin’e sordum. Yanıtı önemliydi; “Türkiye, Suriye’de ABD’nin isteği ile, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Esad ile iyi ilişkiler geliştirdi. Türkiye, Esad’ı ABD’nin isteklerine ikna edemeyince bu kez de şiddet kullanarak, silah zoru ile Esad ‘ikna edilmek istendi’ dedi.

İşte Suriye’deki u dönüşümüzün öz cümle ifadesi… Bu tespiti; Suriye’ye defalarca giden, önemli görüşmeler yapan, Türkiye-Suriye ilişkilerinin yeniden normalleşmesi için büyük çaba harcayan emekli bir paşanın yaptığını unutmayalım… Batak politikanın çıkışı ise yine Esad ile stratejik iş birliğinden geçiyor…
İlk Kurşun

Sözcü yazarı: Erdoğan, ABD'yle yapılan Zarrab pazarlığını açıklasın; "İran'la ilgilenecek" ülke Türkiye mi?
24 Nisan 2017



"Türkiye'yi 'üst akıl'dan kurtarmak için, öncelikle 'Zarrab pazarlıklarının' içeriğinin açıklanması gerekiyor"

Sözcü yazarı Zeynep Gürcanlı, ABD'de tutuklu yargılanan Reza Zarrab davasına ilişkin Türkiye’ye gelerek Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’la görüştükleri ortaya çıkan, ABD Başkanı Donald Trump'ın danışmanı Rudolph Giuliani'nin "Görevim ABD ile Türkiye arasında, ABD ulusal çıkarlarına uygun bir anlaşma yapmak" şeklindeki sözlerini köşesine taşıdı. Giuliani'nin "hem Zarrab, hem de Amerika'nın çıkarları" için Ankara'ya geldiğini, Erdoğan'la "pazarlık" yaptığını savunan Gürcanlı, "Cumhurbaşkanı Erdoğan'a düşen, pazarlıklarda 'Türkiye'nin çıkarlarının nasıl korunduğunu' açıklamaktır. ABD Dışişleri Bakanı Tillerson geçen hafta bunu açık açık dile getirdi; 'Biz İran'ı rüşvetle kısa bir süreliğine ikna ettik, sonra birileri onlarla ilgilenmek zorunda kalacak' dedi. Sakın bu 'İran'la ilgilenecek' ülke Türkiye olmasın?" diye sordu.

Zeynep Gürcanlı'nın Sözcü gazetesinin bugünkü (24 Nisan 2017) nüshasında yayımlanan "Cumhurbaşkanı Erdoğan’a çağrı: 'Zarrab pazarlığını açıklayın'" başlıklı yazısı şöyle:

Reza Zarrab davasında çok ilginç gelişmeler yaşanıyor.
Türkiye ile ABD arasında, Zarrab'ı salıverecek bir “anlaşmadan” bahsedilmeye başlandı.
Açıklamayı yapan, Zarrab'ın avukat olarak tuttuğu Rudolph Giuliani.
New York eski Belediye Başkanı da olan ve ABD Başkanı Donald Trump'a yakınlığı ile tanınan Giuliani, mahkemeye verdiği ifadesinde, dava sürecindeki rolünün “Türkiye ile ABD arasında, Amerikan ulusal çıkarlarına uygun bir anlaşma sağlamak” olduğunu söyledi.

Buradaki “Amerikan çıkarlarına uygun” sözünün altını özellikle çizmek gerekiyor.
Giuliani, hem Zarrab, hem de Amerika'nın “çıkarları” için Ankara'ya geldiğini, Türkiye Cumhuriyeti'nin en tepe noktasındaki isimle, Cumhurbaşkanı Erdoğan'la “pazarlık” yaptığını açıkça ifade etti.
Peki ya “Türk çıkarları”?
İşte karanlıkta kalan nokta bu;
Zarrab'ın avukatları ile en üst düzeyde sürdürülen bu pazarlıklar konusunda Türk tarafından, “Türkiye'nin çıkarının ne olacağı”, ya da “Türkiye'nin herhangi bir çıkarı olup olmadığı” konusunda herhangi bir açıklama yapılmadı.
Değil açıklama Türk yetkililer Erdoğan ile Zarrab'ın avukatları arasında bir görüşme yapıldığından bile şimdiye kadar hiç bahsetm
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Ekm 27, 2010 12:59 am    Mesaj konusu: AKP Siyaseti İsrail Planı ile At Başı Gidiyor Alıntıyla Cevap Gönder

Kaddafi’nin kuzeni Rus basınına konuştu: Batı’nın hedefi Türkiye Mosa'ab
14:22 30.01.2017
Fuad Safarov

Libya’nın devrik lideri Muammer Kaddafi’nin kuzeni Ahmet Kaddaf el Dem, Batı’nın hedefleri arasında Türkiye ve İran’ın olduğunu da iddia etti.

Rus NTV televizyonuna konuşan Libya ordusu eski generali olan El Dem, Rusya’nın hava operasyonunun ABD ve NATO’nun Ortadoğu'ya yönelik planlarını bozduğunu kaydetti. El Dem şu ifadeleri kullandı: “Batı Libya’nın Afrika ülkelerinin lideri olarak görmek istemez. Onlar Irak’ı yerlebir ettiler. Şimdi Suriye ve Yemen’e saldırıyorlar. Hatta Türkiye ve İran da onların hedefi olabilir.”

'PUTİN BATI'NIN ORTADOĞU PLANLARINI BOZDU'
El Dem açıklamalarına şöyle devam etti: “Rusya Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da büyük bir krizi önledi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ABD ve NATO’nun bölgedeki planlarını bozdu, Suriye’de cinayeti önledi. Rusya bölgede denge kurmayı başardı. ABD eski Başkanı Barack Obama 'Hata yaptık' (Kaddafi’nin devrilmesi hususunda) dedi. O zaman çıkıp Libya halkından özür dilesinler. Libya halkı ABD, NATO ve BM’den konuyla ilgili izahat da talep edecek. Libya yerlebir edildi. 1 milyon insanımız Avrupa’ya kaçtı… Batı ve işbirlikçileri bölgede ihtilafın ve korkunç olayların sona ermemesinden yana.”
Kaynak: Sputnik

‘Rusya, Suriye'ye müdahil olmasaydı Büyük Ortadoğu Projesi gerçekleşmiş olacaktı'
Sputnik/ Iliya Pitalev
28.09.2016

Hüseyin Hayatsever Konu: Rusya'nın operasyonu sonrası Suriye (19) 0134560 Emekli Korgeneral Erdoğan Karakuş, Rusya'nın Suriye'deki operasyonlarının birinci yılını doldurmasını değerlendirirken "Rusya, Suriye'ye müdahil olmasaydı Büyük Ortadoğu Projesi gerçekleşmiş olacaktı. Büyük Ortadoğu Projesi'nin gerçekleşmesi de bölgedeki bütün ülkelerin daha büyük acılarla karşı karşıya kalmasına neden olacaktı" dedi.

Karakuş, Rusya'nın 30 Eylül 2015'te Suriye yönetimine destek için başlattığı hava operasyonlarının birinci yılını doldurmasına ilişkin Sputnik'e değerlendirmelerde bulundu. "Keşke Ortadoğu'ya hiçbir ülke müdahale etmese de bu ülkeler kendi kendilerini yönetseler" diyen Karakuş, "Ama kaynaklar söz konusu olunca bütün küresel güçler her yerde o kaynakları, jeopolitik ortamı kendilerine çevirmek amaçlı hareketleri söz konusu oluyor. Maalesef Büyük Ortadoğu Projesi bunlardan bir tanesi. Büyük Ortadoğu Projesi en son Suriye'ye kadar geldi" dedi.

'YANLIŞ HESAP ŞAM'DAN DÖNDÜ'

Suriye krizinde Birleşmiş Milletler'in (BM) yetersiz kaldığını ifade eden Karakuş, "BM bu konuda fevkalade yanlış işler yaptı, güçlülerin yanında yer aldı ve bu olayların oluşmasında önemli rol oynadı, maalesef BM'nin görevini yerine getirememesi nedeniyle iki süper güç konumundaki devlet de Suriye'de karşı karşıya geldi. Burada tabi yanlış hesap Bağdat'tan değil Şam'dan döndü bana göre" diye konuştu.

'ESAD, KAYDA DEĞER BİR HALK DESTEĞİNE SAHİP'

Suriye Devlet Başkanı Esad'ın kayda değer bir halk desteğine sahip olduğunu, fakat bu durumun dikkate alınmamasıyla körüklenen çatışmalarla Suriye'ye felaket getirildiğini ifade eden Karakuş, "Rusya, Suriye'ye müdahil olmasaydı Büyük Ortadoğu Projesi gerçekleşmiş olacaktı. Büyük Ortadoğu Projesi'nin gerçekleşmesi de bölgedeki bütün ülkelerin daha büyük acılarla karşı karşıya kalmasına neden olacaktı" dedi. Böyle bir senaryoda Suriye'nin toprak bütünlüğünün de korunamayacağını, Suriye'nin kuzeyinde PYD yönetiminde bir devlet oluşturulmasının da söz konusu olabileceğini kaydeden Karakuş, şöyle devam etti:

'ÜÇÜNCÜ DÜNYA HARBİNE GİDECEK BİR DURUM SÖZ KONUSU OLACAKTI'

"Bu oluşum da tabi doğrudan ABD ve İsrail'e bağlı olacağından hiçbir zaman için dünyaya barış ve özgürlük, demokrasi getirmesi söz konusu olmayacaktı. Ortam daha gergin olacaktı, hatta üçüncü dünya harbine gidecek bir durum söz konusu olacaktı. Bu nedenle Rusya'nın burada müdahalesi bu ortamı değiştirmiş, Büyük Ortadoğu Projesi'nin durmasına neden olmuştur. Burada önemle söylemek istediğim husus, başlangıçtan beri Türkiye'nin dış ilişkilerdeki hatalarının bu ortamı körüklemiş olması. Türkiye'nin yöneticileri bunu çok daha önce görebilselerdi ve Esad'a yapılanı uygun görmeselerdi başlangıçtan itibaren bütün bunlar söz konusu olmazdı ve Rusya'nın da oraya müdahale etmesine gerek kalmayabilirdi. Bu bölgenin devletleri kendisini yönetecek güçte olmalıdır, tamamen hür ve bağımsız olmalıdır diye düşünüyorum."
Kaynak: Sputnik

Prof. Dr. Tülay Özüerman: GERÇEĞİN YALANLA İMTİHANI
24 Ara, 2016



ozuerman-2 “Post-truth” Oxford sözlüğü tarafından, sonuna geldiğimiz yılın kelimesi seçilmiş, Türkçe’ye “gerçek sonrası”, “gerçek ötesi” …. diye çevriliyor. Yanlışlar ve yalan üzerine kurulu düzensizliğin sürgit halinin süslü ifadesi diye de özetleyebiliriz. Yalanla inşa edilen herşeyi anlatan bir kelime türetmişler. Ne kadar çok yalan söyleyebiliyorsanız o kadar fazla yer kaplıyorsunuz da diyebiliriz.

Post-truth politics (gerçek ötesi siyaset); gerçeğin, doğruların, olguların önemini yitirmesini anlatan bir kavram olarak günümüz sürecini özetliyor… Gerçeklerden ve doğrulardan hızla uzaklaştığınız, uydurulan yalanları doğruların ve gerçeğin yerine ikame ettiğiniz…

“Söylenenin yalan olduğunu bildiğiniz halde, onu önceki doğrunuzun yerine yerleştirmelerine seyircilik etme hali” için de bir kelime icat edildi mi onu bilmiyorum. Öncekinin önemsiz ve değersiz olduğunu anlatıp, elinize “bu senin yeni doğrun” diye tutuşturulanla ilerleyenin peşinden gitmenin adına, “gerçeklerden kaçış” diyebiliriz, ya da gerçeğin yalanla imtihanı!… Önceki sizi var eden değerleri boşaltıp, kendinizin terk ettiği alan yarattıkça sizi yeniden inşa eden yalanlarla kuşatılma halinden söz ediyorum.

Dünya sistemi dönüş(türül)ürken, yeniden kurgulanan düzen(sizliğ)i meşrulaştıracak ne kadar çok süslü kavram üretildi!..

Önceki süreçleri anlatan, açıklayan, doğrular üzerine inşa edilmiş ne varsa, hepsini kendimizin terk etmemiz tembih edilirken, yeni bir dilin inşası üzerinden önceki kavramlar, süreçler, kişiler, kurumlar….. sorgulanıyor. Gerçeklerin üstünü tam örtemiyor, ama olsun; yalanın üzerine yeni bir şey inşa edilebiliyor.

İdeolojilerden artık kimse söz etmiyor; “önceki siz”i sürekli kuşatan hızlı bir döngünün içinde, karşı ideolojinin inşa sürecine dahil ediliyorsunuz bir şekilde. Önceki ideolojinin temel kurum ve değerlerini boşaltarak, “ben geliyorum” demeden ilerliyor. Benliğinizi tanımladığınız ortak değerlerin sürekli aşındırılışına tanıklık eder buluyorsunuz kendinizi. Anılarınız siliniyor. Bakıyorsunuz, önceki yaşadığınız yerlerin adlarını, yollarını, binalarını bir bahane ile değişmiş buluyorsunuz.

“Yeni” kavramı ile, rejimin, yani devleti var eden ideolojinin dönüştürüldüğünü anlatmaya çalışırlarken, bir yandan da, önceki süreçlerle ilgili karalayıcı propagandaya da maruz bırakılıyorsunuz. Bazen dizilerle, bazen doğrudan siyasetle, bazen de siyasetin memur ettikleri ile yoğun bir tek yönlü propaganda ağı ile kuşatılmış beyinleriniz, diğer yandan sürekli ama çeşitlenen içerikli terör başlıklı felaketlerle, bir de sınırlarınızda yoğunlaşmış savaş tehdidi altında, her gün yitirilen canlarla başka bir Türkiye’nin inşa sürecine tanıklık eder buluyorsunuz kendinizi. Bu arada, Başkanlık, Cumhurbaşkanlığı derken…. süreci kalıcılaştıracak BOP Anayasası’na doğru çalışmalar hız kesmeden devam ediyor.

Siyasal rejimin dönüşümü için, bir yandan önceki sistemin işleyişi zorlaştırılırken, diğer yandan yeniden inşa edilenin üretilmesini sağlayacak koşullar yaratılır.

Türkiye, BOP sürecinde yaratılan ideolojik kırılmayı, anayasa ile meşrulaştırmaya sürükleniyor. Aslında; bugün yaşayan ikna edilmiş halkın oylarıyla egemenliğin geniş yetkilerle donatılmış tek kişiye devrini öngören bir ön değişiklikten sonra, köklü dönüşüm sürecine geçişi o(na)ylamayı konuşuyoruz. Buna, sandıktan çık(arıl)ınca, “milli irade” deniliyor. Ancak iradeler karşı duruş ile var ediliyorsa, o “milli irade” sayılmıyor; susturulması gereken irade sınıfına giriyor.

İktidar yanında olanın iradesi makbul; diğerleri, yok hükmünde!…

(..)

Batı’ya kafa tutuyor, yüzümüzü doğuya dönüyoruz; ama bir yandan da tam da Batı’nın istediği gibi, Ortadoğu’ya örnek bir İslam devleti olma yolunda ilerliyoruz.

Düşününce; kendisine yapıştırılan post-truth kelimesi, sadece geride bırakacağımız yılı değil, içinden geçtiğimiz süreci en iyi tanımlayan olduğu konusunda desteği hak ediyor.

* * * * *

(..)
Bunu göremeyenlere gösterecek akıl hala var. İş, bu aklı devreye sokacak iradeyi ortaya koymakta. Muhalefete çok iş düşüyor. Sadece siyasal değil, toplumsal muhalefeti de yeniden var etmek ve görünür kılmak için ne çok sebep var!…
İLK KURŞUN

İLERİ HABER, AMERİKANCI BOP MİLİTANI SOSYALİSTLER
30 Ocak 2016



26 Ocak günü gece 03:00 saatlerinde Kadıköy’ün “ileri”ci Bağdat Caddesi’nde gerçekleşen tecavüz olayı sonrası yaptığı ilk haberinde, alıntıladığı hadiseyi “… saldırganın genç kızı ağzını kapatarak ve sürükleyerek bir apartmanın arka bahçesine götürdüğü ve burada bıçak tehdidiyle tecavüz ettiği…” şeklinde veren “İleriHaber.org”, olayın görüntülerinin ortaya çıkmasından sonra, haberde verdiği “saldırganın genç kızı ağzını kapatarak ve sürükleyerek bir apartmanın arka bahçesine götürdüğü” bilgisinin yalan olduğu ve ardından ortaya çıkan tecavüzcünün kimlik bilgileriyle birlikte PKK sempatizanı bir Kürtçü oluşunu gizlemek için, şirretçe maniplasyon haberlerine başvuruyordu.

Bu çerçevede öğlen saatlerinde yaptığı “Tecavüze Uğrayan Kadın İçin Twitterda Skandal Anket” başlıklı haberini değiştirerek, tetikçi “haber” başlığını şu şekilde değiştiriyordu:

“Twitter’da skandal anketi düzenleyen şahıs, İBDA-C sanığı çıktı!”

amerikanci-bopcu-sosyalist-ileri-haber-2

Haberin önceki fotoğrafını da değiştirerek, Şamil İğde’nin “Üç Hilâl Tek Yıldız” mavi Gökbayrak önündeki resminden rahatsız olup Türk Düşmanlığı yapan site, Şamil İğde etrafında kurguladığı haberde ADIMLAR Dergisi’ne ve ADIMLAR üzerinden İslâm’a saldırıyor, hedef gösteriyordu.

Hadiseyi “twitter” başta olmak üzere köpürten Etnik Kürtçü, BOP’çu Sosyalistler, “tecavüzcüyü korumak”la suçladıkları Şamil İğde’ye ve onun üzerinden ADIMLAR Dergisi’ne, İslâm’a saldırıyor ve bir “kamuoyu oluşturma” gayretine giriyorlardı.

Ancak, hadiseyi köpürten bu zihniyetin söz konusu propagandasının asıl niyetinin, Şamil İğde ve Adımlar Dergisi’ne saldırarak, bizzat Tecavüzcüyü korumak olduğu gelinen aşamada gün gibi ortadadır.

Tecavüzcü ile ilgili haberlerde, tecavüzcünün adını “C.A.” ve fotoğraflarını deforme ederek veren, buna karşın gönüldaşımızı açık ismi “Şamil İğde” olarak fotoğrafıyla hedef gösteren bu zihniyet, Twitter ve diğer sosyal Faşist Propaganda sayfalarında Şamil İğde’nin adres ve aile bilgilerini paylaşarak hedef göstermekteydi.

Ne tecavüzcünün cezalandırılması ve ne de bir hakikat kaygısı güden, Tecavüzcü’nün bir PKK Sempatizanı “İlerici” olduğu ortaya çıkınca suskunluğa bürünen bu zihniyetin, üzerindeki ahlaksızlık-namussuzluk çamurunu karşısında mücâdele edene atma davranışına biz, kısaca, “fahişenin atik davranıp, namuslu muhatabını fahişelikle suçlaması” diyoruz.

Kendilerinden olan tecavüzcü Cengiz Ay’ı koruyan Etnik Kürtçü – BOPçu Sosyalistlerin diyalektik ölçüsüdür bu!

Faşistliklerini gizlemek için karşılarına kim çıkarsa “faşist” diyen AMERİKANCI SOSYALİST, BOP militanları.

“İLERİ” ETNİKÇİ SOL

Anadolu’da çıkışı ve gelişimi itibariyle Türk Solu olarak bu topraklarda mücadelesini sürdüren Sol’un çoğunluğu, Kürtçü Sosyalistlerin “faşist” propagandaları karşısında Türklüğünden vaz geçerek, bugün buz gibi Faşist-Kürtçü olmuştur.

Sol’un Çayan ve Gezmişlerin verdikleri mücâdele sonrasında Etnik Kürtçülüğün etkisine girmesi ve özellikle Amerika’nın Irak işgâli sonrasında, bölücü mücâdele anlayışında “ilkesiz fırsatçılık” prensibini başa almasıyla;

Emperyalist işgalden faydalanma (BOP Kürdistanı kurma) şeklinde harekete geçen ve “Kobani’ye destek” sloganları altında Amerikan uçaklarının himâyesinde ortaya koyduğu “pragmatizm”le hareket eden İleri Haber ve benzerlerinin, Sosyalist mücadele geleneği ile nasıl bir ilişkileri vardır, tartışılır.

Emperyalist Batı’nın yedeğinde “mücadele” etmeyi reddeden samimi Sosyalistler bir yana, Sol’un kahir ekseriyetini oluşturan bu zihniyet, görünen o ki, sadece ama sadece Etnikçilik üzerinden nefes alma derdinde…


SABIKALAR

Bahse konu site ve aynı zihniyete sahip FAŞİST-BOP’çu borazanların ADIMLAR Dergisi’ni hedef göstermesi yeni değil.



Kamuoyuna ilan edilen ve halka açık olarak 07 Ekim 2014 tarihinde gerçekleştirilen Bayramlaşma Toplantısı’nın görüntülü kaydını, ADIMLAR Dergisi YouTube sayfasında yayınlamamızın ardından, “İleri Haber”in de aralarında bulunduğu “Amerikancı Sosyalist” siteler, 6-7 Ekim 2014 olaylarındaki suçlarını gizlemek için BOPçu diyalektiklerini konuşturmuş, Dergimiz ve çalışanlarını hedef göstermişlerdi.

Bu çerçevede “İleriHaber”in “İstanbul’da IŞİD’cilerden ‘iç savaş’ toplantısı” başlığıyla dergimizi hedef gösterdiği “ihbar haber”, İslâm-Türk ve Ehl-i Sünnet Düşmanı BOPçu militanlarda karşılığını bulmuş ve dergimiz 25 Mart 2015 tarihinde bombalanmıştı.

Dergimizde düzenlenen ve hemen bütün kesimlerden katılımcıların bulunduğu (Saadet Partilisinden, HüdaPar’lısına, AKP’lisinden MHP’lisine ve Alperenlerine) Bayramlaşma Toplantısı’nda gündeme alınan hususların gerçekliği ve doğruluğu, Amerika-Barzani-AKP-İsrail-PYD-PKK’nın ortaklaşa yürüttüğü saldırıların geldiği aşamada, bugün çok daha net gözükmektedir. “Kobani” bahanesiyle Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde ayaklanarak onlarca vatandaşımızın katledildiği 6-7 Ekim olaylarında, Etnikçilik ve BOP Militanlığı karşısındaki duruşumuzun sıhhati karşısında “İleri Haber”in tetikçilik yaptığı haberin fotoğrafı:


FAŞİST-AMERİKANCI SOSYALİST PROPAGANDA

Yayıncılık yaptığını iddia eden İleriHaber ve benzer BOPçu Sosyalist(!) yayın organlarının, Basın Kanunu çerçevesinde yayın yapan bir Dergi’yi ve çalışanlarını hedef gösterdiği bu tetikçi yayınları sonrası, yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi, BOPçu teröristler tarafından Dergi büromuz bombalı saldırıya uğramıştı.

Gönüldaşımız Ünsal Zor’un şehid olduğu, Plâtform Başkanımız Ali Osman Zor ve Platform Sözcümüz Cem Türkbiner ile birlikte dergi yazarlarımızdan Cüneyt Karan ve Salih Sevim’in yaralandığı saldırının tetikçiliğini-hazırlayıcılığını üstlenen İleri Haber’in, 25 Mart 2015 tarihli saldırı sonrasında, bahse konu yayınını haber yapan Sözcü Gazetesi, “Adımlar Dergisi saldırısını o örgüt üstlendi” başlıklı haberinde “İleri Haber”’in tetikçiliğini okuyucularına şu şekilde duyuruyordu:

7

“Dergiyi hedef haline getiren en önemli gelişme, 19 Ekim 2014 tarihinde yaşandı. Sol tandanslı bir internet sitesi, örgütün internet sitesinden alıntı yaparak dergi yöneticilerinin gerçekleştirdiği toplantıyı haberleştirdi. “İstanbul’da IŞİD’cilerden ‘iç savaş” toplantısı” başlığıyla servis etti.”

İfâdelerde yer alan “haberleştirdi” kelimesine “İleriHaber” sitesinin ilgili linkini ekleyen Sözcü’nün bu haberi karşısında, tam da yukarıda bahsettiğimiz BOPçu Sosyalist diyalektiği gereği harekete geçen söz konusu site, her şey ortadayken, utanmadan, iğrenç komünist tepkileriyle “Sözcü Gazetesi İleri Haber’i Hedef Gösterdi” başlığıyla kendilerinin hedef gösterildiklerini yazmışlardı. “İleri”, böylece üzerindeki “Amerikancı-Tetikçi” çamurunu, haberi yapan Sözcü Gazetesi’nin üzerine atma telaşına düştü… Üstelik, yine bir basın mensubunu, haberi yapan isim olan Şenol Gezer’in adını zikrederek hedef gösteren BOP Borazanları’nın şımarık tavırları bununla da sınırlı değil…

Bu FAŞİST Amerikancı-Sosyalist propagandanın şirretliğine, bu topraklarda hiçbir kesim yetişemez.



ADIMLAR NİÇİN HEDEFTE?

Adımlar’la hiç ilgisi olmaksızın, kişisel twiter hesabından yapılan bir anketten, Adımlar’ın Irak ve Suriye Politikasına zıplayıp, oradan da tekrardan Adımlar’ı ve kadrosunu hedef gösteren bu Amerikancı Sosyalist sitenin tavrı nasıl izah edilebilir?

Müslüman Mahallesinde Batı gücünün şımartmasıyla salyangoz satabileceğini düşünen, her davranışından, yayınlanan her yorumundan, katıksız İslâm Düşmanı olduklarını haykıran bu site ve çevresinin ADIMLAR Dergisi’ni hedef alması şaşırtıcı değil.

Fakat, İslâm, Vatan ve Millet davası etrafında yayıncılık mücâdelesini yürüten onca kesim ve yayın organları varken, BOP Militanı Sosyalistlerin, özellikle ADIMLAR Dergisi’ne düşmanlığı, tek başına “İleri Haber” ve çevresinin İslâm Düşmanı olmalarıyla izah edilemez.

Bunun sebebi, ADIMLAR’ın bu zihniyetin bağlı olduğu Esas Düşman Amerika Terör Örgütü’ne karşı mücâdele etmesi ve “İleri Haber” ve benzerlerinin Amerika’nın bölgemizdeki işbirlikçileri olduğu gerçeğini ortaya koymasıdır. İleri Haber ve benzerlerinin Amerika’nın kara gücüne mensup olan Etnik-BOPçu Kürtçülüğün borazanlığını yapmalarıdır.

ADIMLAR’a saldırmalarının tek sebebi budur!

Başka hiçbir sebep yok!

ADIMLAR, hiçbir şekilde, Hristiyan-Yahudi Batı Dünyasının maddi-manevi desteğiyle nefes alan bu çevrenin ismini-cismini bilmezken, hiçbir zaman dikkate almamış ve kendileri hakkında bir şey yazmamışken, bunlar, Ekim 2014’te ADIMLAR’ı hedef gösteren yayınlar yapmaya başladılar.

Felluce’de, Ramadi’de, Kerkük’te, Bağdat’ta, Ebu Gureyb’te tecavüz edilen Arap kadınları, bugün PYD-PKK’nın aynı şekilde Ayn-el Arab (Kobani), Cerablus ve sair işgal ettiği bölgelerde Türkmen ve Arap kadınlara yaptığı saldırılara en ufak tepki göstermeyen bu tecavüzcü Amerika-PYD-PKK borazanları, 25 yıldır süren bu işgâllerde kadınlarımıza yapılan tecavüzleri, gerçek işgâli örtmekten başka bir “haber” anlayışına imza atmadılar.

“Biji Obama!” sloganları etrafında ve hükümetin “açılım”la kendilerine açtığı alanda örgütlenme imkânı bulan BOP Militanı Amerikancı Sosyalistler’in TEMEL KARAKTERLERİ Ehl-i Sünnet Düşmanı, Türk Düşmanı Amerikancı olmalarıdır!

İhbarcılığı, hedef göstermeyi meslek edinmiş bir zihniyetten bahsediyoruz!

Mezhep şövenisti, sapık, İslâm Düşmanı, bu toprakların değerlerine düşman, faşist bir zihniyete dikkat çekiyoruz!

Terör Örgütü Amerikan’ın Sosyalist Cephesi ve borazanlarından söz ediyoruz!

ADIMLAR’ın Din-Vatan-Millet temel değerleri etrafında sürdürdüğü tavizsiz mücâdele anlayışı karşısında bunlar;

İslâm, Türk ve Ehl-i Sünnet Düşmanı!

Bu çevrelerin mezhepçiliğinin, Ermeniciliğinin ve Kürtçülüğünün ortaya koyduğu karakter bu…

Batı’nın bu yapılara desteği de bu yüzden!

İşbirlikçi bu yapılar, İşgâlci-emperyalist Batı’nın coğrafyamızda Esas Düşman gördüğünü Esas Düşman bilmiş anlayışlar:

İslâm-Türk ve Ehl-i Sünnet düşmanlığında ha Amerika ha BOP’çu Sosyalistler, ha İsrail, ha ikinci İsrail için borazanlık yapan BOP Militanları…

Bu borazanların “devrimci dil” diyerek kullandıkları şirret propaganda, Sovyet Bolşeviklerin kullandığı Devrimci Dil’in üçüncü, beşinci sınıf taklidi olmaktan “ileri”ye gidemiyor. Bolşevik Devrimi’nde devrime muhatap düzen bekçileri ve Çarlık düzeninin unsurları için ifâde edilen “gerici” ve “gericilik” kavramını alıp, Anadolu’da, Türk Milleti’nin öz değeri olan İslâm’a saldırının aracı yapanlar… 100 yıl geride olanın da gerisine düşen bu “İlerici”lerin temsil ettiği gericiliğin “kalite”si de bu kadar.

Bu zihniyetin, “AKP’ye muhalefet” anlayışlarının altında da AKP’nin “İslâmcı görünümü” yatmaktadır. Yoksa, bunların AKP’nin Amerikancı-İsrailci-AB’ci-Barzani’ci-NATO’cu politikalarıyla hiçbir sorunu yok. AKP’nin politikalarıyla aynı yoldalar zaten.

BOP Plânı etrafında AKP’nin Amerikancı İslâmcılığı yanında, aynı projenin Amerikancı Sosyalistleri…

Neticede, gelinen süreçte, Batı’nın kucağında “sosyalist”lik oynayanların bu topraklarla hiçbir alâkaları kalmamış, “işgalci-yabancı” safında yer tutmuşlardır.

Ekim 2014’ten beri kendisini bize “arzeden” bu site başta olmak üzere, “Amerika’nın Kara gücü” olmayı kabul etmiş ve “Küçük Amerika Düzeni”nin devamı için mücadele veren BOP militanlarını daha sıkı takip ederek ve bundan sonraki tutum ve davranışlarını göz önünde tutarak yayınlarımıza devam edeceğiz.
Kaynak: Adımlar dergisi

AKP Siyaseti İsrail Planı ile At Başı Gidiyor
Erdal Sarızeybek
acikistihbarat.com
25.10.2010



İsrail, Müslüman coğrafya ile kuşatılmıştır. İsrail’in tüm çevresi Müslüman ülkelerle çepeçevre sarılmıştır. Yahudi olan tek devlettir İsrail bu coğrafyada, ancak kendini kuşatanlar içinde de Yahudi olan çoktur.

Bu durumda bize göre, İsrail’in yaşayabilmesi için iki temel strateji ortaya çıkmaktadır; birincisi, bölgedeki Müslüman ülkeleri parçalayarak güçsüz hale getirmek ve kendine tehdit olmaktan çıkarmak.

İkinci ise, bölge ülkeleri içerisindeki gerek Yahudi gerekse Hıristiyan unsurları kullanarak, Müslüman ülkelerin yönetimini ele geçirmek.

Her iki halde de İsrail bölgede yaşama şansı bulacak ve kendini güvenceye alacaktır. İsrail’i bölgesel hatta küresel projeler çerçevesinde değerlendirirken, bu durumu göz ardı etmemelidir.

Yahudi düşünürler belki de uzun yıllar İsrail için bir yaşam stratejisi belirleme çabası içerisine girmişlerdir. Çünkü dinler tarihinin güçlü olduğu Arap coğrafyasında bir Yahudi devletini yaşatmak gerçekten zordur. Bu coğrafyada can derdine düşen bir İsrail’in varlığı nasıl korumak, nasıl güçlendirmek, ötekileri nasıl zayıflatmak, nasıl parçalamak gibi arayışlar içerisine girmiş olması, ancak bu tabloda anlaşılabilir.

Burada konu edeceğimiz İsrail’in beka stratejisi içinde de bu endişeler açıkça görülmektedir;

“Bugün insanlık tarihinde yeni bir çağın ilk aşamalarını yaşamaktayız. Bu tarih daha önceki tarihe hiç benzememektedir ve özellikleri de bugüne kadar bildiklerimizden tamamen farklıdır. Bu yüzden bir taraftan bu tarihi dönemi meydana getiren merkezi gelişmeleri anlamamız ve öte taraftan bu yeni duruma uygun bir dünya bakışı ve operasyonel bir stratejiye ihtiyacımız bulunmaktadır. Yahudi devletinin varlığı, refahı ve sebatı, içişleri ve dışişlerinde yeni bir çerçeveye adapte olmasına bağlı olacaktır.”

Dünya Siyonist dergisi Kivunim’de, 1982’nin Şubat ayında sessiz sedasız bir makale yayınlandı.

Makalenin adı; “1980’lerde İsrail İçin Strateji”.
(Açık İstihbarat : Makalenin orijinali için tıklayınız: http://cosmos.ucc.ie/cs1064/jabowen/IPSC/articles/article0005345.html )

Yazarı; Yahudi bir diplomat olan Oded Yinon, destekleyicisi ise Yahudi düşünce önderlerinden biri olan İsrael Shakak[1].

Makalede ele alınan temel strateji ile bugün Türkiye’de tanık olduğumuz “Alevi-Sünni” ve “Türk-Kürt” tartışmalarıyla, demokrasi ve insan hakları adına yapılan “Kürtçülük” tartışmalarının temelindeki etnik-dini ayrıştırma stratejisi bire bir aynıdır.

Bu plan şimdiye kadar Türkiye’de hiç gündeme taşınmadı, ama şimdi üzerinde konuşulmalıdır.

Bu plan incelenmelidir. Sadece ayrıştırma stratejisi yönüyle değil, Orta Doğu’da İsrail’in amacını kavramaya çalışanların ve bu alanda akademik bilgi sahibi olmak isteyenlerin bu makaleyi incelemesi gerekir.

Bu yetmez, Türkiye’nin ulusal güvenliği konusunda çalışma yapan herkesin, hatta Orta Doğu’da Türkiye’yi bekleyen tehditler ve bölge ülkelerindeki ortaya çıkması muhtemel olaylar konularında görevli ve yetkili olan herkesin bu makaleyi dikkatle analiz etmesi gerekir.

Ciddi bir makaledir bu, stratejik planlar içeren bir makaledir bu. Başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerini ilgilendiren bir çalışmadır bu, dikkatten kaçırılmaması şarttır.

Bu makalenin önsözü İsrael Shakak tarafından yazılmış. Bölge hakkındaki ana fikri kısa, açık ve net;

“Takip eden yazı, benim fikrime göre, şu anki Siyonist rejimin (Sharon ve Eitan’ın) Orta Doğu için doğru ve detaylı planını temsil eder, bu plan tüm bölgenin küçük eyaletlere/bölgelere bölünmesi ve mevcut tüm Arap bölgelerinin yok edilmesidir.”

Shakak bu girişiyle aslında uygulaması istenen stratejinin temel özelliğini de ortaya koyuyor; bölgeyi etnik köken, dini mezhep temelinde ayrıştırma;

“İsrail stratejik düşüncesinde, tüm Arap devletlerinin daha küçük parçalara bölünmesi hep tekrar tekrar görülen bir kavramdır. Örnek vermek gerekirse, Ze’ev Schiff, Ha’aretz’in askeri muhabiri (ve muhtemelen bu konuda İsrail’de en çok bilgiye sahip kişi), bir yazısında Irak’ta İsrail için olabilecek en iyi şeyin:” Irak’ın Şii ve Sünni devletler ve Kürt tarafının ayrılması” (Ha’aretz 6/2/1982) olacağını yazmıştır. Aslında planın bu yüzü oldukça eskidir[2].”

Dinler tarihi bir yana, bu kitapta İsrail’i, “PKK-Barzani-Talabani-Irak” çerçevesinde ele aldığımız için, özellikle Irak’ın geleceği için uygulaması düşünülen stratejiyi yakından görmemiz gerekmektedir. Çünkü ilk hedef Irak gösterilmekte ve ardından Irak’ın parçalanarak Kürt devletinin hayata geçirilmesinden söz edilmektedir.

Shahak’ın, “Planın bu yüzü oldukça eskidir” derken anlatmak istediği ise 1920’nin Sevr projesidir. Çünkü Irak’ta Kürt devleti demek; Sevr projesinde geçen “Kürdistan” demektir.

Yahudi düşünür İsrael Shahak planın önsözünde, Irak’ın nasıl parçalanması gerektiği konusunda ana stratejiyi ortaya koyduktan sonra, planın mimarı Oded Yinon detaylara giriyor ve Irak’ı kalemiyle parçalıyor.

Planın Irak bölümü dikkatlice okumaya değer:

“Irak, bir kere daha çoğunluğun Şii ve yönetimdeki azınlığın Sünni olmasına rağmen özünde komşularından hiç farklı değildir. Nüfusun %65’i politik konularda söz sahibi değildir. %20’lik elit bir zümre tüm gücü ellerinde tutmaktadır. Buna ek olarak Kuzey’de büyük bir Kürt azınlık vardır ve yönetimdeki rejimin kuvveti, ordu ve petrol gelirleri olmasa, Irak’ın gelecekteki durumu Lübnan’ın geçmişteki ve Suriye’nin bugünkü durumundan hiç de farklı olmazdı. İç çatışmanın tohumları ve bir iç savaş, özellikle Irak’ta Şii’lerin doğal liderleri olarak kabul edilen Humeyni’nin İran’da başa geçmesinden sonra daha bugünden kendini belli etmektedir”.

Oded Yınon, planının ilerleyen bölümlerinde ayrıntılara girerek Irak’ın neden parçalanması gerektiğini de anlatıyor;

“ Bir taraftan petrol zengini olan ancak diğer taraftan parçalanmış bir ülke olan Irak’ın İsrail’in hedeflerine aday olması garantidir. Bizim için Irak’ın feshi, Suriye’nin feshinden bile daha önemlidir. Irak Suriye’den daha güçlüdür.

Kısa vadede İsrail’in en büyük tehdidi Irak’ın gücüdür. Bir Irak-İran savaşı Irak’ı parçalayacak ve bize karşı geniş bir cephede çatışma organize etmesine imkan vermeden çökmesine sebep olacaktır. Araplar arasındaki her türlü çatışma kısa vadede bize yardımcı olur ve Suriye ve Lübnan’da olduğu gibi önemli bir hedef olan Irak’ın parçalanması için yolu kısaltır. Osmanlı döneminde Suriye’de olduğu gibi Irak’ta da etnik/dini bazda bölgelere bölünme mümkündür. Üç büyük şehir etrafında üç (veya daha fazla) eyalet var olacaktır: Basra, Bağdat ve Musul ve güneydeki Şii bölgeler Sünni ve Kürt kuzeyden ayrılacaktır. Mevcut İran-Irak çatışmasının kutuplaşmayı derinleştirmesi olasıdır.”

Peki, neden Irak ve neden önce Irak?

Bu sorulara cevabı dinler tarihinde aramamız gerekiyor…

Hz. Davut zamanında, yaklaşık MÖ. 1030 yılında, Kudüs başkentli ilk Yahudi devleti kuruldu.

Bu Yahudi devleti Hz. Süleyman’ın ölümden sonra iç çekişmeler yüzünden ikiye ayrıldı; güneyde başkenti Kudüs olan Yahuda Krallığı ile kuzeyde başkenti Samiriye olan İsrail Krallığı[3].

Bu bölünmenin getirdiği zayıflıktan yararlanan Asur Kralı III. Tiglat-Pileser İsrail Krallığını ortadan kaldırdı[4]. Bu işgal sırasında Asur İmparatorluğu içinde değişik yerlere dağıtılan ve asimile olan on dolayındaki İsrail (Yahudi) kabilesi tarih içinde yok olup gitti.

Kendilerini hala İsrailoğullarının gerçek torunları olarak gören 200 kadar Yahudi ailesi(Samiriler ya da Samariten) ise Nablus’ta kaldı.

Yahuda Krallığına gelince, ne garip tesadüftür ki onu da tarihten silen yine bir Irak uygarlığı oldu, Babil. MÖ. 589’da Babil Kralı Nabukadnezar (Buhtunnasır) tarafından Yahuda yıkıldı[5].

Yahuda Krallığının yıkılmasıyla Kudüs’te bulunan Yahudi halkın bir kısmı Babil ülkesine yani bugünkü Irak’a sürgüne gönderildi.

Tevrat’a göre, Irak’la İsrail arasında böylesi bir tarihsel bir olay mevcuttur. Bu tarihe göre Irak suçludur, çünkü İsrail Krallığını tarihten silmiş ve Yahudileri Irak’a sürgün etmiştir. Irak suçludur, çünkü Yahuda Krallığını da yok etmiş ve Yahudileri bir kez daha Irak’a sürgüne göndermiştir.

Oded Yinon’un makalesinde Irak’ın ilk hedef seçilmiş olması belki de bu yüzdendir. Kim bilir belki de İsrail, o günkü geçmişlerinin izini bugünün Irak’ında bulmuş ve belki de yönetime bile getirmiştir, kim bilir?

Oded Yinon’un kaleme aldığı bu stratejik plan oldukça uzundur. Mısır’dan başlayıp Pakistan’a kadar uzanan tüm bölge ülkelerinin siyasi analizlerini kapsamaktadır. Bu ülkelerin kendi iç sorunlarını çözmedeki kabiliyetsizlikleri sıkça anlatılmakta ve bu durumun bölge ülkeleri için bir zafiyet olduğu ileri sürülmektedir.

Yapılan analizlerde, bu ülkelerdeki özellikle etnik köken ve dini mezhep farklılıklarının, yine bu ülkeleri ayrıştırmak için kullanılabileceği dile getirilmektedir...

“Körfez ve Suudi Arabistan’daki dengeler içinde sadece petrol olan bir kumdan ev üstüne inşa edilmiştir. Kuveyt’te, Kuveytliler nüfusun sadece %25’ini oluşturmaktadır. Bahreyn’de Şii’ler çoğunluktadır, ancak güç onlarda değildir. Birleşik Arap Emirlikleri’nde Şii’ler yine çoğunlukta olmasına rağmen Sünni’ler yönetimdedir. Amman ve Kuzey Yemen içinde aynı şey geçerlidir. Marxist Güney Yemen’de bile önemli bir miktarda Şii azınlık bulunmaktadır. Suudi Arabistan’da nüfusun yarısı yabancıdır, Mısır ve Yemenlidir ama Suudi bir Azınlık gücü elinde tutmaktadır.”

İsrail’in güvenlik planında Mısır’ın önemli yeri var, tıpkı Irak gibi.

Yine tesadüfün garipliği, nasıl ki İsrail’in Irak’la dinsel tarih açısından bir geçmişi var ise, aynı şekilde Mısır’la da var.

Nasıl mı?

Önce plana bakalım, bakalım Yahudiler Mısır’ı nasıl parçalamayı düşünüyor, önce görelim;

“Mısır günümüzdeki politik görünüşe göre ve artan Müslüman-Hıristiyan ayrışması dikkate alındığında zaten hâlihazırda bir cesettir. Mısırı coğrafi olarak farklı bölgelere bölmek İsrail’in Batı cephesindeki politik hedefidir. Mısır birçok otorite merkezine bölünmüş ve parçalanmıştır. Eğer Mısır parçalanırsa, Libya, Sudan ve hatta daha uzaktaki devletler mevcut şekilleri ile varlıklarını sürdüremez ve Mısır’ın çözülmesi ile birlikte onlar da çöküşe katılır.

Mısır’ın yukarı bölümünde Hıristiyan Kıpti bir devlet ile birlikte merkezi bir hükümet olmadan bölgesel güçleri ile bir kaç zayıf devlet düşüncesi, tarihi gelişimin anahtarıdır ve barış anlaşması ile sekteye uğramış olsa bile uzun vadede kaçınılmazdır.”

“Neden Mısır” sorusunun cevabı için ise yine geriye gidelim, eski çağlardaki eski Mısır ile eski İsrail arasında geçtiği düşünülen olaylara doğru bir uzanalım ve bakalım neler yaşanmış Yahudilerle Firavunlar arasında;

“Tevrat’ın bir bölümü olan Tekvin’de Hz. İshak’ın oğlu olan Yakub’un isminin Yahova(Allah) tarafından İsrail olarak değiştirdiğine yer verilir. Nitekim Yakub’un 12 oğlu arasında en çok sevdiği Yusuf’un, onu kıskanan kardeşleri tarafından bir kuyuya bırakılması ve onun Mısırlı tüccarlar tarafından Mısır’a götürülmesiyle olaylar başlar"[6]…

Hz. Yusuf önce Mısır Firavun’unun vezirine satılır. Vezirin karısı Züleyha’nın iftirası üzerine Firavun tarafından cezalandırılarak zindana atılır. Orada Yusuf’la tanışan bir saray görevlisi, Yusuf’un çok iyi bir rüya yorumcusu olduğunu öğrenir ve Firavun’a söyler. Bunun üzerine Yusuf zindandan çıkarılır ve yaptığı rüya yorumunun Firavun tarafından beğenilmesiyle Mısır hazinesinin başına getirilir.

Bu olaylar gerek Tekvin’de, gerekse Kur’an’da benzer olarak anlatılmaktadır. Hz. Yusuf, Firavun’un rüyasını Mısır’da yedi yıl bolluk ve ardından yedi yıl kuraklık olacağı şeklinde yorumladığı için, bolluk döneminde gerekli tedbirler alınır.

Kuraklık başladığında ise Mısır’a birçok kabile gelir. Bunların arasında Hz. Yusuf’un babası ve kardeşleri de vardır. Yusuf onları görür ve yanına alarak Mısır’a yerleşmelerini sağlar. Böylece İsrailoğulları Mısır’a yerleşmiş olur.

Ancak zaman içinde İsrailoğullarının Mısır’da çoğalmasından rahatsız olan Firavun, İbrani(Yahudi) kadınlarından doğan tüm erkek çocukların öldürülmesini emreder. Bunun üzerine Hz. Yakub’un oğullarından Levi’nin sülalesinden bir kadın dünyaya getirdiği erkek çocuğunu bir sepete koyarak Nil nehrine bırakır. Firavun’un eşi bu çocuğu bulur, alır ve eşi Firavun II. Ramses’le birlikte büyütür. Bu çocuk Hz. Musa’dır.

Ancak Musa’nın peygamberlik iddiası, o sırada tahta bulunan III. Ramses ile Musa’nın karşı karşıya gelmesine yol açar ve Allah, Hz. Musa’dan Mısır’ı terk etmesini ister. Musa, kavmini alarak Mısır’dan çıkar. Bu olaya “Exodus” denilmektedir ve Exodus’un MÖ yaklaşık 1176’da gerçekleştiği tahmin edilmektedir.

Dinsel tarihte yaşandığı ileri sürülen bu olayda, Mısır Yahudilere karşı suçludur. En başta Hz.Yusuf’u kaçıran bir Mısırlıdır, suçludur. Ardından Mısır yönetimi Yahudi kadınların çocuk doğurmasını yasaklamıştır, bu yüzden suçludur. Derken Mısır Yahudileri kendi ülkesinden kovmuştur, bu nedenle İsrail’e karşı suçludur. Belki de bu yüzden İsrail Mısır’ı parçalamayı kafasına çoktan koymuştur.

Orta Doğu’da Müslüman coğrafyasını parçalamaya Irak ile başlayan, Mısır’la devam eden Oded Yınon’un ortaya koyduğu bu strateji kapsamında Lübnan ve Suriye de vardır. Sınırı değiştirilecek ülkeler içinde yer alan Suriye, Yınon’un kaleminden nasibini almakta ve bu kalem Suriye’yi üçe, dörde hatta beşe bölerek parça parça etmektedir;

“Suriye ve daha sonra Irak’ın feshi ve Lübnan’da olduğu gibi etnik ve dini bölgelere ayrılması İsrail’in uzun vadede Doğu cephesindeki bir numaralı hedefidir ve bunun için kısa vadede bu devletlerin askeri gücünün feshi ana hedeftir. Suriye etnik ve dini yapısına istinaden tıpkı bugün Lübnan’da olduğu gibi birkaç eyalete bölünecek ve kıyıda Şii-Alevi bir eyalet, Halep bölgesinde Sünni bir eyalet, Şam’da Kuzey komşusuna düşman olan bir diğeri Sünni eyalet olacak ve Dürziler de belki bize ait olan Golan’da, mutlaka Havran’da, Kuzey Ürdün’de başka eyaletler kuracaklardır. Bu gelişmeler uzun vadede barış ve güvenlik için garantör olacaktır ve bu hedef bugün bile erişebileceğimiz bir noktadadır.”

Yınon’un İsrail planı Ürdün’ü de tasfiye etmektedir;

“Ürdün kısa vadede stratejik bir hedeftir, uzun vadede ise değildir zira feshinden ve Kral Hüseyin’in uzun hükümranlığının bitmesi ve kısa vadede yönetimin Filistinlilere geçmesinden sonra gerçek bir tehdit. Mevcut yapısı ile Ürdün’ün uzun süre var olması ihtimal dahilinde değildir ve İsrail’in hem barışta hem savaşta sürdüreceği politika mevcut rejim esnasında Ürdün’ün tasfiyesi ve yönetimin Filistinli çoğunluğa devri yönünde olmalıdır.”

İsrail bu plan ile ortaya koyduğu “Beka Stratejisi” içerisinde nükleer silahların yeri ilk plandadır ve bu silahlar İsrail’in en büyük korkusudur. Bu korku Oded Yınon’un satırlarına da yansımıştır;

”Nükleer ve konvansiyonel silahların gücü, miktarı, hassasiyetleri ve kaliteleri bir kaç yıl içinde dünyamızın çoğunu alt üst edebilecek güçtedir ve buna karşı durabilmek için İsrail olarak kendimizi konumlandırmamız gerekmektedir. Bu Batı dünyasının ve bizim varoluşumuza karşı ana tehdittir.”

Günümüzde İran’ın uranyum zenginleştirme çabaları, İsrail tarafından bir nükleer silah elde etme arayışı olarak algılanmakta ve İsrail bunu hayati tehdit olarak görmektedir. Bildiğimiz kadarıyla Körfez’de nükleer silah sahibi tek ülke vardır, o da; İsrail’dir. Bu bölgede İran’ın da nükleer silah sahibi olma gayretleri İsrail’i korkutmaktadır. Bu korkuyu yenebilmek için de İsrail, İran’ın bu yöndeki çalışmalarını ne pahasına olursa olsun, engelleme çabasına girmiştir. Nükleer başlıklı füze taşıyan İsrail gemilerinin İran körfezine yakın bölgelere gönderilmesi, Akdeniz’de yüzlerce uçağın katıldığı İsrail tatbikatlarının yapılması, hep bu çabanın sonuçlarıdır.

ABD’nin İran’a karşı “askeri seçenek her zaman masa üstündedir” açıklamasını da bu çerçeve içinde görmek ve İsrail’in korkuları temelinde değerlendirmek gerekmektedir.

ABD’nin bu açıklaması nettir ve İran’a şu mesajı vermektedir; “Nükleer silah yaparsan, seni vururum.”

Neden? İsrail’in güvenliği için.

Yahudi düşünürler Türkiye’nin etnik yapısını da araştırmaktan geri kalmamıştır.

İsrail planında Türkiye için yapılmış analizler yine etnik ve dinsel temeldedir. Bu düşünürler Müslüman coğrafyadaki etnik farklılıkları bir zayıflık olarak görmüş ve planlarını da bu temele oturtmuşlardır. Bu görüş belki Irak için önem taşıyabilir ama Türkiye’de bu planın mevzi kazanması oldukça zordur. Çünkü geçmişte benzeri temelde kışkırtmalar yapılmış ancak başarışlı olamamış ve Türkiye’de sağduyu galip gelmiştir. Erdoğan siyasetinin, tüm gerçekler ortada iken, açılım adı altında ülkemizdeki etnik farklıkları gündeme taşınması bu çerçevede oldukça kuşkuludur.

Peki, Erdoğan siyaseti bunu biliyor mudur? Elbette biliyor.

Önce Yahudiler ne düşünmüş bizim için, birlikte okuyalım;

“Arap’lar gibi, bölünmüş olsalar da diğer Müslüman devletler de benzer bir durumla karşı karşıyadırlar. İran nüfusunun yarısı Farsça konuşan bir gruptan oluşur ve diğer yarısı da etnik olarak Türk bir gruptur.

Türkiye’nin nüfusu Türk- Sünni Müslüman bir çoğunluk (%50 civarı) ve iki büyük azınlıktan oluşur; 12 milyon Şii Alevi ve 6 milyon Sünni Kürt. Afganistan’da 5 milyon Şii nüfusun üçte birini oluşturur. Sünni Pakistan’da 15 milyon Şii devletin varlığını tehdit etmektedir. Fas’tan Hindistan’a ve Somali’den Türkiye’ye uzanan ulusal etnik azınlık resmi, istikrarın yokluğuna ve tüm bölgenin hızlı bir şekilde dejenere olmasına işaret eder. Bu tablo ekonomik tabloya eklendiğinde tüm bölgenin nasıl ciddi problemlere karşı koyamayacak kâğıttan bir kule şeklinde inşa edildiğini görebiliriz.”

Oded Yinon’un yazdığı, İsrael Shahak’ın destek verdiği bu gözden kaçırılmış ve ülkemiz gündemine hiç taşınmamış olan bu plan, İsrail’in yeni sınırlarını da çizmektedir;

“Gelecekteki tüm politik durumlar ve askeri birleşmelerde de açıkça bilinmelidir ki, yerli Arap’ların sorununun çözümü ancak İsrail’in Ürdün nehrine ve ötesine kadar olan bölgede var olması halinde gelecektir. Bu içinde bulunduğumuz çağda ve içine yakında girecek olduğumuz nükleer çağda var olmak için ihtiyacımızdır. Artık Yahudi nüfusunun dörtte üçünün nükleer bir dönemde büyük bir tehlike yaratan ve yoğun bir şekilde yerleşilmiş olan kıyı şeridinde yaşaması mümkün değildir.”

Bu plan, Erdoğan’ın Ak siyasetinin görmezden geldiği bu kara plan, İsrail’i dünya Yahudileri için tek devlet göstermektedir;

“Dünyada yaşanacak hızlı değişimler dünya Yahudiliğinde de değişikliklere sebep olacaktır ve bu durumda İsrail sadece son çare değil tek varoluş imkanı olacaktır. Amerika Yahudilerinin ve Avrupa ve Latin Amerika’daki cemaatlerin bugünkü halleri ile gelecekte var olacaklarını varsayamayız. “

Haçlı ya da Bizans projesinin bir uzantısı olarak, “vaad edilmiş topraklar” da bir Yahudi devletinin kurulması fikri, geçmişi yüzyıllara dayanan bir projedir ve küreseldir.

Bu fikir, İngiltere’nin, 1917 Balfour Deklarasyonuyla, Birinci Dünya savaşı sonunda Filistin’de bir Yahudi Devleti’nin kurulacağını açıklaması üzerine hayata geçirilmiştir.

Açıklamayı yapan İngiltere olmasına karşın, projeyi Amerika uygulamış ve 1948’de İsrail devletinin kurulmasıyla adımını Ortadoğu’ya atmıştır. İsrail ABD için önemlidir, çünkü bir yanda “Nil’den Fırat’a kutsal toprakları” ele geçirmeyi düşleyen bir İsrail vardır, öte yanda ise İran ve Irak’ı tarihsel bir öç için hedef seçmiş bir İsrail vardır.

Nedir bu öç?

MÖ. 500’lü yıllarda İsrail’in ilk devleti olan Yahuda’yı yıkan Babil’dir, yani bugünkü Irak. Ardından Yahuda’yı vuran ise Persler’dir, yani bugünkü İran. Günümüz Orta Doğu coğrafyasına baktığınızda, binlerce yıl önce Yahuda’yı vuranlar, şimdi, İsrail’in hedefindeki ülkeler konumuna gelmiştir; Babil yıkılmıştır, Persler ise sıradadır. Bu nedenle İsrail, ABD’nin bölgedeki projeleri için önemlidir.

Ancak, ABD’nin düşündüğü gibi proje yürümedi.

İsrail kurulduğu günden bugüne bir türlü varlığını güvence altına alamadı ve olası savaşların beşiği olmaktan kurtulamadı. Buna karşın projede Bizans’ın çıkarlarını koruyacak bir İsrail’in yaşaması, büyümesi ve sağlam müttefikler bulması öngörülmüştü.

Peki, bu nasıl yapılacaktı?

Enerji havzalarını ele geçirmeyi amaçlayan ABD, 1991 Körfez savaşıyla silahlı güçlerini Ortadoğu’ya getirdi. 2002’de Afganistan’ı, 2003’te de Irak’ı işgal etti.

ABD’nin projedeki hedeflerine ulaşabilmesi, yine de, o kadar kolay değildi; bir yanda bölgesel bir güç olan Türkiye, öte yanda İran ve peşi sıra nükleer güç sahibi olan Pakistan vardı. ABD’nin çıkarlarını koruyabilmesi için bu güçlerin zayıflatılması, parçalanması ve bu ülkelerin yerine ABD’nin sözünü dinleyecek küçük ve zayıf yönetimlerin iş başına gelmesi gerekiyordu ama nasıl, nasıl olacaktı bu iş?

Üstelik olası nükleer gücü ve desteklediği radikal İslami guruplarıyla İsrail’e tehdit oluşturan bir İran meselesi vardı.

Bu Haçlı Orduları nasıl bir strateji geliştireceklerdi ki hem İsrail varlığını güçlenerek sürdürecek, hem bölge ülkeleri parçalanacak ve de İran tehdit olmaktan çıkarılacaktı?

İşte bu aşamada İsrail yani Yahuda’nın Çocukları devreye girdi ve Yahuda planı uygulamaya konuldu ama siyaset bu ihaneti görmezden geldi.

Yahuda(İsrail) planı nedir? Müslüman ülkleri etnik ve dini farklılar temelinde ayrıştırıp parçalamaktır.

Peki, Erdoğan siyasetinin ülkemizde yaptığı siyaset nedir?

Cevabı açık ve net; etnik ve dini temelde ayrıştırma…

Öyleyse söylediklerimiz doğru; Erdoğan Siyaseti, İsrail (Yahuda) Planı ile atbaşı gidiyor, hem de dolu dizgin…

(Açık İstihbarat : Erdal Sarızeybek'in Kurt Kapanı isimli kitabından alıntı )

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Israel Shahak Kudüs’te bulunan Hebrew Üniversitesinde organik kimya profesörüdür ve İsrail insan hakları ve medeni haklar birliğinin yönetim kurulu başkanıdır. Shahak yazıları adında bir yazı yayınlanmıştır, bunlar İbrani basınından bazı makalelerin derlemesidir ve kendisi de birçok makale ve kitabın yazarıdır, bunlardan biri de Yahudi devletinde Yahudi olmayan isimli kitaptır. Son kitabı ise İsrail’in küresel rolü: Baskı için Silahlar’dır, AAUG tarafından 1982 yılında basılmıştır. Israel Shahak: (1933-2001)

[2] Bu eser orijinal olarak İbranice KIVUNIM(Yönler), ’de yayınlanmıştır. Musevilik ve Siyonizm için bir dergi;Sayı No, 14--Kış, 5742, Şubat 1982, Editör: Yoram Beck. Yazar komitesi: Eli Eyal, Yoram Beck, Amnon Hadari, Yohanan Manor, Elieser Schweid. Tanıtım bölümü / Dünya Siyonist Organizasyonu, Kudüs.

[3] Geçmişten Günümüze Orta Doğu, siyaset, s.36, Tayyar Arı, 2004, Alfa Yayınları.

[4] Asur Krallığı, Aslen Kuzey Irak'ta, Dicle kıyısında bulunan Aşur / Asur (Qalat Şarqat) şehri ve çevresinde yaşayan bir Sami toplulukken özellikle MÖ. 2000 sonrası Doğu-Batı arası global ticaretten faydalanarak gelişmiş ve topraklarını genişleterek bir imparatorluğa dönüşmüş eski bir uygarlık.

[5] Babil, Mezopotamya'da, adını aldığı Babil kenti etrafında kurulmuş, Sümer ve Akad topraklarını kapsayan eski bir imparatorluktur. Babil'in merkezi bugünküIrak'ın El Hilla kasabası üzerinde yer almaktadır. Kuzey Babil Devleti ise, Şırnakilinin İdil ilçesi güneyinde Babil köyünde kurulmuştur. Babil halkının büyük bir kısmıSami ırkındandırlar.

[6] Geçmişten Günümüze Orta Doğu, siyaset, Tayyar Arı, 2003, Alfa Yayınları.

BOP'un hedefi İslam dünyasının istiklalini yok etmektir
Prof. Dr. Nurullah Çetin
15 Mart 2014

Bugün İslam dünyasına yönelik olarak uygulanan Büyük Orta Doğu Projesinin ana hedeflerinden biri, İslam ülkelerinin kendi başlarına, bağımsız iradeleriyle kendi kendilerini yönetmelerine izin vermemektir. Yani İslam ülkelerini siyasî ve idarî açıdan köleleştirmek, bağımsız iradeleriyle kanun ve anayasa yapmalarına izin vermemektir. Bu durumun kavramsal karşılığı da istiklali yani bağımsızlığı yok etmektir. Emperyalist Batının İslam ülkelerinin istiklalini yok etmeye dönük politikaları, ta Tanzimat’tan bu yana devam ediyor. Bugün olduğu gibi Mehmet Akif döneminde, Millî Mücadele döneminde de temel hedef, istiklâlimizin yok edilmesiydi. Bu durumun farkına varan Akif, Nasrullah Camii’nde verdiği vaazında şöyle diyor:
“Şimdi bir mühim mesele var. Onu inceleyelim. Neden İngilizler bizim mahvımızı temin için bu kadar uğraşıyorlar? Evet, bunlar Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında “Biz bütün milletlerin istiklali için harbediyoruz!” tekerlemesini sürekli tekrar edip durdukları için mahkumiyetleri altında bulunan yüz milyon müslümana da istiklal sevdası geldi. Mısır’da, Hind’de birbiri ardınca isyanlar başladı. Vakıa İngiliz bu isyanları kendisine mahsus olan müthiş bir vahşetle bastırdı. Lakin bunların bir daha baş kaldıramamaları için dünyada hiçbir Müslüman memleketin müstakil kalmaması lazımdı. Mütarekeden sonra ise müstakil olarak iki Müslüman hükûmet kalmıştı ki biri biz idik. Diğeri ise İran idi. Biliyorsunuz ki İran İslam hükûmetinin icabına baktılar. İngiliz himayesini lanet halkası gibi Acemlerin boynuna geçirdiler. O halde yalnız biz kaldık. Ey cemaat–i Müslimîn! İngilizin asıl düşmanlığı bizedir. Çünkü biz asırlardan beri hilafeti elimizde tutuyoruz. Asırlardan beri İslâm âleminin başında olarak Haçlı ordularıyla çarpışıyoruz. Dünyanın bütün Müslümanları selametlerini, kurtuluşlarını yıllardan beri âşık oldukları istiklallerini bizden bekliyorlar.”
Akif’in burada üzerinde yoğunlaştığı temel hususlarla günümüz arasında paralellikler kuralım:
– O zaman İngilizler, bizim yani Türklerin ve diğer müslümanların mahvına uğraşıyorlardı. Bugün de Amerika ve onun çocuğu olan Avrupa, aynı amaç uğruna çalışmalarına devam ediyor.
– O zaman İngilizler, Birinci Dünya Paylaşım Savaşının başında dünyaya şu propagandayı yaymışlardı: “Biz bütün milletlerin bağımsızlığı için savaşıyoruz!”. Bugün de Amerika, Irak’a ve diğer İslam ülkelerini işgal ederken “Biz oralara demokrasi götürüyoruz” diyor. Bunlar dünya kamuoyunu aldatmaya, kandırmaya, uyutmaya dönük boş laflardır. Asıl amaç, İslam ülkelerini işgal ve istila ederek zenginliklerimizi yağmalamaktır.
– O zaman Mısır’da ve Hindistan’da bağımsızlık sevdasına düşen Müslümanlar, İngiliz işgaline karşı ayaklandılar. Bunun üzerine İngilizler, bu isyanları sert bir şekilde bastırdı ve istiklallerini yani bağımsızlıklarını ellerinden aldı. Oraları iyice kendisine bağlayıp esir aldı. Bugün de Amerika ve Avrupa, beraberce bağımsızlık davası güden İslam ülkelerini bir bir işgal ediyor, diktatörlükleri yıkıyoruz, yerine demokrasi getiriyoruz, diye kendisine bağlı köleler haline getiriyor.
– O zaman İngilizlerin asıl düşmanı biz idik. Çünkü İslam dünyasının liderliği Türklerde idi. Asırlardan beri İslam dünyasını korumak için haçlılarla biz savaştık. İslam dünyası, bağımsızlıklarını ve kurtuluşlarını bizden bekliyorlardı. Bugün de Amerika’nın ve Avrupa’nın asıl düşmanlığı Türk milletinedir. Çünkü İslam dünyasına liderlik kabiliyeti yine Türklerdedir ve bugün siyasi, ekonomik, kültürel ve askerî anlamda bütün modern ve postmodern Haçlı saldırılarına karşı koyma kabiliyeti ve iradesi yine Türklerdedir. O yüzden Türk milletini çökertmek, etkisiz hale getirmek; hatta yok etmek istiyorlar. O yüzden bugün Büyük Orta Doğu Projesinin temel hedefi Türk milletidir.

http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel%2C12009179%2Fbop-un-hedefi-islam-dunyasinin-istiklalini-yok-etmektir%2Fprof-dr-nurullah-cetin
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pts Oca 30, 2017 10:27 pm tarihinde değiştirildi, toplam 8 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal May 29, 2012 8:26 pm    Mesaj konusu: Amerikan İşgal Programında: NATO, 12 Eylül ve 28 Şubat Alıntıyla Cevap Gönder

Amerikan İşgal Programında : NATO, 12 Eylül ve 28 Şubat
Kaan Turhan
Açık İstihbarat
16.05.2012

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Tarabya Köşkü'nde ağırladığı ABD'den misafirleri Senatör John Mccain ve Joseph Lieberman Türkiye'ye iltifatlar yağdırmıştı. Türk Hükümeti'nin masraflarını yüklendiği senatörler Suriye sınırına gitmiş, mülteci kamplarını gezmişti. Amerikalı politikacılar, mültecilere kucak açan Türkiye'ye minnettar olduklarını, insani yardımların Türkiye'nin demokrasiye bağlılığını gösterdiğini söylemişti.[1]

Suriye’nin Dostları grubu olarak kendilerini ifade eden, Suriye ulusal çıkarlarına karşı örgütlendirilen Esad muhalifleri, batı emperyalizmi tarafından silahlandırılmaktaydı.

Öyle ki, “Suriye'nin Dostları”na 01.04.2012 tarihinde İstanbul'da ev sahipliği yapmıştı, Türkiye. Emperyalistlerin arkasında olduğu her oluşumdan, gerici AKP'nin çıkması, emperyalizmi arkasına alanın gericileşeceği tezini destekliyordu.

“Toplantı esnasında Suriye’den gelen açıklamalar da diplomasi yolunun iyiden iyiye köreldiğini[1]” göstermekteydi. Sedat Laçiner, AKP'nin Esad muhaliflerine kucak açmasını, diplomatik kanalların iyiden iyiye köreldiği noktasında değerlendiriyor ve Suriye'de bir iç savaş senaryosu planlayan Amerikan propagandasının sözcülüğünü üstlenmiş oluyordu.

Türkiye'nin ileri demokrasisi, AKP faşizmiyle birlikte tüm doğu ülkeleri için umut(!) olmaya devam etmekteydi.

Bölge merkezli dış politika yerine, Amerikan çıkarlarına uygun Barzani ve İsrail çeperinde hareket politikası yerleşmişti. Emperyalizme hizmette kusur etmeyen AKP kadrolarına İran'dan sert açıklamalar gelmişti.

İran Meclisi Milli Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu Başkanvekili İsmail Kevseri, “Maalesef, Türk yetkilileri yeterince dürüst değiller. Çünkü kendi sözlerini söylemiyorlar. Ankara, bir nevi dünya emperyalizminin taşeronu ve aracı haline gelmiştir. Erdoğan ve Türkiye'deki karar vericiler, kendileri karar veremiyor ve onlara dikte edilenleri yapmaktalar” demişti.

Dikte edilenlerle hareket ettiği komşu ülkesi tarafından söylenen Türkiye'de bu durumu, bağımsız dış politika olarak görenler maalesef ki çoğunluktaydı. Özellikle yandaş medya, kendisine vazife çıkarmaktaydı. Özellikle başbakanın danışmanı olan Yalçın Akdoğan ilginç bir yazı kaleme almıştı:

“Küreselleşen dünyada gözlemlediğimiz bir husus, bazı devletlerden büyük şirketlerin, çok uluslu finans yapılarının ve sınırları aşan sermaye dayanışmalarının stratejik ilişkilerin denklemini, mahiyetini ve şeklini değiştirdiğidir. Mesela birbirine hasım görünen büyük ülkelerdeki Yahudi sermayesi birbiriyle iyi ilişki içinde kalarak başat güç olma özelliğini koruyor. Devletler, tavır takındıkları ülkelere özel şirketler üzerinden girebiliyor ve her türlü manipülasyonu yapabiliyor... Türkiye doğalgaz ve petrol ihtiyacının önemli kısmını Rusya ve İran’dan karşılıyor. 2013’te inşaatı, 2019’da işletmesi başlayacak nükleer santralleri de Rusya ile yapacak. Türkiye’nin enerji projelerine ABD’li şirketlerin katılımı büyük önem taşıyor, bu ise devletin yeni modeller geliştirmesine ve bunun zeminini oluşturmasına bağlı, yoksa kendi haline bırakılan bu düzende özel şirketlerin harekete geçmesi hiç mümkün görünmüyor.[2]”

Akdoğan, Amerikan şirketlerinin Türkiye'de etkinliğinin artırılması noktasında, sermaye hareketlerinin yönünün Amerikalılardan yana yaşanmasından yana politika tercih edilmesi gerektiğini açıkça yazıyor. Şirketleri, Rusya ve İran'la yürüyen anlaşmalar gereği, bu ülkelerin stratejik hamlelerine karşı ABD merkezli şirketler olarak tanımlanmaktaydı. AKP, Rusya ve İran'la olacak olan gelecekteki projelerde hamle yapmalı ve denge kurmalıydı.

Elbetteki kapitalizmden yana ve ABD çıkarlarından yana.

Dengeden kastedilenin de aslında, Amerikan ağırlığının önceliğinin olması gerektiği olarak anlaşılmaktadır.

Dolayısıyla, “Türkiye’de yeni bir rejim kuruluyor-kuruldu. Yeni rejim emperyalist düzen içinde farklı bir yere oturuyor. Emperyalizmin gereksinimleri sosyalist sistem sonrasında değiştiği için, Türkiye’ye bakışı, Türkiye’den beklentileri de değişmiştir. Burada, bir çevre ülke olarak Türkiye ile sistemin tepesindeki emperyalist blok arasındaki ilişkilerde, kapitalist üretim ilişkilerinin kalıcılığı zemininde bir süreklilik, ancak kapitalist üretim ilişkilerinde yaşanan iktisadi/siyasi gereksinimler, krizler ve emperyalizm ile sosyalizm-sol arasındaki güç ilişkilerinin değişmesine bağlı olarak da bir kopuş söz konusudur. Türkiye emperyalist sistemin çevresinde, fakat, yeni işlevlerle, yeni misyonlarla, yeni sorumluluk ve olanaklarla yüklü durumda, tutulmaya devam edilmektedir.
AKP iktidarının kendisi de bir darbedir: 12 Eylül’den, 28 Şubat’tan destek alarak, güç kazanarak iktidara yerleştirilen bir partidir bugün iktidarda olan.
Şimdi AKP, üzerine yüklenen görevinin gereği olarak, eski rejimin tüm kalıntılarını ortadan kaldırmakta ve İslami referanslı, kendi gibi düşünmeyen bütün muhalefet odaklarını, Kemalist, Kürt, Alevi, sosyalist demeden ortadan kaldıran bir yeni rejim kurmaktadır. Bu yeni kuruluşun parlamenter teamüller çerçevesi içinde yapılıyor olması, kurulan rejimin otoriteryen özelliğini gizleyemez. Faşizm parlamento aracılığıyla da tesis ve icra edilir.
Bütün bu nedenlerle, demokrasi, askerlerin yargılanması demek olamaz. Bir dönemin Alevi, Kürt, sosyalist düşmanlarının yargılanması demokrasi olarak kutsanamaz.[3] İlker Belek'in saptamalarında olduğu gibi, Türkiye'de bir faşizm iktidara gelmiş ve ülkeyi alt üst etmiştir.

(..)



Merdan Yanardağ, AKP'nin mağdur edebiyatında 28 Şubat ve 12 Eylül'ün yerini irdelemişti:

“Bilindiği gibi, uzun süredir İslamcı-muhafazakâr çevreler, yeni muhafazakârlar ve kendi hayatlarına ihanet eden kimi liberaller 28 Şubat üzerinden bir mağduriyet edebiyatı oluşturmaya çalışıyorlardı.

Bir ılımlı islam rejimi olarak İkinci Cumhuriyetin tarihsel gerekçesini oluşturmak, onun ideolojik ve ahlaki arka palanını kurmak için böyle bir mağduriyet söylemine ihtiyaçları vardı. (..)
Dahası aynı İslamcılar Soğuk Savaş döneminde ABD’nin hizmetine girdiklerini de itiraf etmişti. Sadece kör inanç böyle bir sicile haklı gerekçeler bulabilirdi. Sinsi, iki yüzlü ve hileye dayalı bir mücadele yöntemleri vardı. Durum böyle olunca sözkonusu çevrelerin topluma bir “mazlum” profili vermeleri, kendi taleplerini bütün ulusun talebi olarak yeniden kurmaları gerekiyordu. İşte 28 Şubat onlara bu olanağı sundu. Geliştirilen sahte mağduriyet edebiyatı bu ihtiyacı karşıladı...



28 Şubat esas olarak AKP’nin ve başta Fethullah Gülen hareketi olmak üzere “ılımlı islamcı” diye düşünülen güçlerin önünü açmıştır. AKP 28 Şubat’ın çocuğudur.

Öyle ki, 28 Şubat döneminde Refah Partisi parçalanmış ve kendilerine “yenilikçi” diyen ekip desteklenerek önü açılmıştır. AKP, iktidar olmak için Batı ve ABD ile çatışmak yerine onlarla uzlaşmak gerekliliğini gören ve anlaşmayı tercih edenlerin partisidir. Bu nedenle Milli Görüş hareketini ve Erbakan'ı terk ettiler. AKP’nin kuruluşu 28 Şubat döneminde hem askerler hem merkez medya hem de Batı ve ABD tarafından büyük bir hararetle desteklendi. AKP, Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir parçası, ılımlı İslam siyasetinin taşıyıcı örgütü olarak tasarlandı..[4]”


AKP her hamlesinde mağduriyeti kullanmaktaydı.

Öylesine ki, gerçeklerin üzeri örtülüveriyordu. 12 Eylül'ün ürünü olan yapının parçası AKP'nin, 12 Eylül'le hangi noktada hesaplaşacaktı ya da 28 Şubat'çılarla hangi yüzleriyle karşı karşı geleceklerdi.

Tevfik Çavdar'ın dediği gibi:

“Cehalet, gafletin yani aymazlığın anasıdır. Size katılıyorum. Evren’i ve Cunta’yı suçlayın. Onların Şili’deki kanlı cuntadan hiçbir farkı yoktu. Ama (..) ilk ölümcül adımının Özal tarafından atıldığını bir an olsun aklımızdan çıkarmayalım. Neo-Liberal ekonominin gereği olarak yapılan özelleştirme furyasında 45 milyar dolar değerinde taşınmaz, Sanayi ve Banka vb Kamu Tesisi yağma edildi.[5]”

Neo-liberal soygun sonucu, Özal'ın kapitalizmi Türkiye'ye sonuna kadar açtığı 12 Eylül sonrası dönemde, kamu kaynak ve varlıkları ortadan kaldırılmaktaydı. AKP döneminde yapılan özelleştirmelerse, 12 Eylül'ün hesabını soracak AKP'nin, bir 12 Eylül çocuğu olarak belinde taşıdığı kamayı halkın bağrına dayadığı benzetiminde anlam kazanmaktaydı.

Fetullahçı yandaşların başı olan Hüseyin Gülerce'yse, 12 Eylül'le Ergenekon ve Balyoz davaları arasında ilişkiler kurmakla meşguldü. Şöyle yazmıştı:

“Ergenekon ve Balyoz davaları, 12 Eylül yargılaması boyunca daha iyi anlaşılacak, itibarsızlaştırılmaktan, vesayetçi himayeden kurtulacaklardır. Vesayetin kalemleri çok daha mahcup olacaklardır. Varsa eğer, yüzlerindeki kızarıklığı gizleyemez hale geleceklerdir... Darbecilik, cuntacılık sürekli gündemde kaldıkça Ergenekon dostlarının sesi kısılacaktır. 12 Eylül yargılaması Ergenekonculara en büyük darbeyi indirecektir.
Düşünün, 12 Eylül acılarını daha şimdiden mahkeme salonuna, ekranlara taşıyan insanların o yürek burkan feryatlarını... Onlar darbenin acımasızlığını, insan onuruna indirilen balyozları her gün hatırlatacaklar. Bir darbe olduğunda ne acılar çekilmiş her gün insanların gözü önüne gelecek. Ergenekoncuların süngüsü asıl bundan sonra düşecek. Artık işleri çok daha zor...[6]”


(..)

Bu kara propaganda da Yeni Şafak yazarı Osman Özsoy o kadar ileri gitmiştir ki, ergenekon ve balyoz gibi davalarda iddianamelerde yazılmayan ve savcılar tarafından hâkimlere şifahi olarak söylenen çok daha “derin” bilgilerin olduğunu savlamıştır:

“İddianamelerde ülke ismi zikredilmemesinin makul bazı gerekçeleri olabileceğini düşünüyorum. Bir dava dosyasının iddianamesinde bir ülkeyi suçlayıp, 'içişlerimize karışarak, hükümeti devirmeye çalışan çevrelere destek verdiğiniz yönünde elimizde somut bilgiler var' demek kolay değildir. Böyle bir iddianın sadece yargı açısından değil, iki ülke ilişkilerini siyasi, askeri, diplomatik pek çok açıdan derinden etkileyecek bir tablo ortaya koyması kaçınılmazdır. Hiçbir ülke, diğer bir ülkeyi dünya kamuoyunun önünde bir konuda suçlayıp ardından hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam edemez.

Devletlerin ilgili birimleri bunları bilirler ve konuyu yüksek sesle dillendirmeden gerekli stratejiyi ona göre belirlerler. Savcıların bu konuda gösterdiği özenin anlaşılabilir nedenleri olduğu ortadadır. Silivri'de devam etmekte olan pek çok davanın savcılarının, gerek diğer ülkelerle bir sorun ve kriz yaşamama, gerekse de davanın içeride dallanıp budaklanıp çok farklı mecralara akıp gitmemesi adına, iddianamelere yazdıkları suçlamalardan çok daha fazlası hakkında hâkimlere şifahi bilgilendirme yaptıklarını düşünüyorum. İddianameler ortada olduğu halde, tutukluluk durumlarına itirazların reddedilmesinde bunların etkili olduğunu düşünüyorum. Interpol'ün Ergenekon ve İrticayla Mücadele Planı davalarının firari sanıkları hakkında Türk makamlarının yaptığı kırmızı bülten başvurularını reddetmesi de bu tür derin ilişkilerle irtibatlı olabilir.[7]”

Türkiye'de kara propaganda merkezi adeta fabrika gibi işlemektedir.
(..)

Zaman Gazetesi yazarı İslamcı Ali Bulaç'ın dahi, NATO'yla ilişkileri sorgulayan, İslam dünyasıyla NATO'nun hiçbir zaman bir araya gelemeyeceğini ifade ettiği yazıları bile yadırganmıştır.

Ancak Ali Bulaç'ın saptamaları dikkatle okunacak niteliktedir. Bulaç şunları ifade etmiştir:

“İslam Dünyası ile NATO arasında çıkar birliği yoktur ve bu NATO'ya üye olan bütün ülkeler için geçerlidir. Yani konumlanışı, yeni tehdit değerlendirmesi ve el'an yürüttüğü savaşlar dolayısıyla Türkiye de, ilk ve son tahlilde İslam Dünyası'nın yanında değil, NATO ittifakının aktif üyesi olması hasebiyle İslam Dünyası'nın karşısında, ona hasmane tutuma sahip bulunan küresel bir gücün yanında yer almış bulunmaktadır. Dünyanın enformasyon donanımını kendinde toplamış bütün stratejistleri ve uzmanları bir araya getirseniz, bu gerçeği değiştiremezsiniz…
NATO'nun müdahaleleri giderek genişliyor. Suriye, Lübnan, İran ve başka İslam topraklarına da yayılabilir, biz Türkiye olarak yine propoganda makinasını hareket geçirip "Ne kadar büyük bir ülke olduğumuzu, bölge halkının bizi nasıl hayranlıkla izlediğini, işgal altındaki ülkelerde Müslüman halk Türk bayrağını görünce nasıl hüngür hüngür ağladığını" anlatmaya çalışacağız. Bir gün bakacağız ki, İslam Dünyası tümüyle tıpkı Moğol ve Haçlılar zamanındaki gibi yabancı güçlerin istilası altına girmiştir, biz de bu istilanın parçası olmuşuz. Ki benim kaygım zaten o güne gelmeden bizim de aynı istilaya uğrayacak olmamızdır.[8]”


Bulaç bir başka yazısında:

“28 Kasım 2006'da Letonya'nın başkenti Riga'da gerçekleştirilen NATO zirvesi tarihinin önemli kararlarından birini almıştı. Buna göre NATO sadece askeri olarak değil, "medeniyetler ittifakı" çerçevesinde de kendine yeni bir misyon belirliyordu.

NATO 1949'da kurulduğu tarihten 1989'a kadar Sovyetlere ve Doğu Bloku'na karşı bir savunma ittifakı olarak iş gördü. 1990'ların başından itibaren "bölgesel krizlere karşı müdahale gücü" olarak yeni bir görev tanımı yaptı, Riga zirvesiyle yeni bir misyon üstlenme aşamasına geldi.

Paradox, NATO'nun en büyük gücü -ve aslında gizlenemez patronu- olan ABD'nin bir yandan "medeniyetler çatışması" tezi çerçevesinde (hâlâ) Ortadoğu'da operasyonlar yürütür ve çatışmaların -mezhep ve etnik savaşların- derinleştirilmesine çalışırken, öte yandan BM'nin öncülüğünde başlatılmış bulunan "medeniyetler ittifakı" zemininde NATO'ya yeni misyonların yüklenmesine onay vermesidir.

Hemen söyleyelim, paradox gibi görünen şey, zahirde olanla zamirde olan arasındaki söylem farkından kaynaklanmaktadır, gerçekte Batı cephesinde yeni bir şey yok.

Dönemin NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer, birliğin artık "jandarma rolü oynama" yerine, "küresel ortaklıkları sağlamlaştıracak bir rol üstlenmesi" gerektiğini söylemişti… NATO'nun "medeniyetler ittifakı" çerçevesinde yeni bir pozisyon alması ve kendine küresel ortaklar araması yeni bir cephenin teşkili anlamına gelir ki, bu ittifakta yer alacak medeniyetler içinde "İslam medeniyeti"nin asli ve sahih hüviyetiyle yer almayacağı sonucu çıkar.

NATO'nun yeni konseptine göre, ittifak halinde olan medeniyetlerden eğer İslam ittifakı içinde yer alacaksa, "Batı'nın küresel çıkarlarına itiraz etmeyen, Batı değerleriyle uyum içinde olan İslam" olacaktır, itiraz edenler hakkında verilecek hüküm "terörist" ilan edilip etkisiz hale getirmektir.[9]”

NATO, 4 Nisan 1949'da Sovyetler Birliği'ne ve komünizm tehlikesine karşı Avrupa'nın güvenliğini sağlamak üzere kurulmuş askerî bir ittifaktı. 1990'lara kadar bu amaçla görev yapması anlaşılır bir durumdu. Ne var ki 1991'de Sovyetler'in tarih sahnesinden çekilmesinden, komünizmin çökmesinden ve Varşova Paktı'nın dağılmasından sonra, "illet ortadan kalkınca hüküm de ortadan kalkar" fehvasınca NATO'nun da kendini feshetmesi gerekirdi.

Soğuk Savaş boyunca tehdit ya ittifaklardan veya ulus devletlerden kaynaklanıyordu, bu tarihten sonra tehditler organize suç örgütleri, insan kaçakçılığı ve terörizm gibi kaynağını sosyo-ekonomik sorunlardan alıyordu ki, bu sorunların çözümü askerî güç kullanmak değil, sosyal ve ekonomik tedbirler almak, daha adil ve yaşanabilir uluslararası bir düzen tesis etmekten geçiyordu.

"Küreselleşme" adı altında bütün dünyaya dayatılan liberal kapitalizm eşitsizlikleri derinleştirdikçe çatışma ve tehdit potansiyelleri o oranda arttı. Batı, sorunu, adaletli ve paylaşımcı bir düzenle çözmek yerine, daha çok askerî güç oluşturmakta, NATO'yu "küresel jandarma"ya dönüştürmekte buldu.

Bosna ve Kosova müdahalelerinden sonra, bu sefer müdahale alanını İslam dünyasını merkez alarak "kitle imha silahlarının yaygınlaşması; çökmüş devletlerde ve rejimlerde ortaya çıkan kaosun istikrarı bozması ve terörizm" gibi gerekçelerle tehdit tanımını kendisi yaparak her yere müdahale edebileceğini deklare etti ve bunu yaptı da.

NATO 1999'da genişleme kararı aldı, 2006 Riga zirvesinde Bosna ve Kosova operasyonlarını öne sürerek sınır ötesi operasyonlar kararı aldı -Afganistan ve Irak'ta görevler üstlendi- hiç üstüne vazife değilken "insanî görevler" adı altında ülkelerin -tabii sadece İslam ülkelerinin- eğitim, sosyal ve ekonomik yapılarına karışmaya başladı.

Halen NATO'nun askerî operasyonları, işgal ve bombalamaları sürüyor.

Temmuz 2011'de aynı anda NATO kuvvetleri tam 6 İslam ülkesini (Afganistan, Pakistan, Yemen, Irak, Libya ve Somali) bombaladı, binlerce masum insanı katletti.

Yeni dönemde NATO'nun belirlediği stratejik hedefleri şu şekilde sıralamak mümkün:

1) İslam dünyasının Batı karşısında -veya Batı'nın izni dışında- güç birliği oluşturmasına imkân vermemek;

2) Batı'ya karşı koyabilecek herhangi bir gücün teşekkülüne engel olmak;

3) Bölgede İsrail'den daha güçlü ve daha etkin bir gücün oluşmasına fırsat vermemek.

4) İslam dünyasının enerji kaynaklarını, enerji nakil hatlarını, beşeri ve tabii zenginliklerini kontrol etmek;

5) İslam'ın sosyo-kültürel bir din, alternatif bir medeniyet ve bölgesel-küresel bir sistem olarak iddia sahibi olmasının önüne geçmek.[10]”

Ali Bulaç'ı gerçekleri yazmaya iten nedenler, kara propagandanın bu denli kirli bir medya imparatorluğu kurmasından başkaca bir anlam ifade etmemektedir.

Bulaç, NATO'yu İslam dünyası ve Türk dünyası için batının bir suikast silahı olduğunu ifade etmesi ve medeniyetler ittifakı, dinlerarası diyalog gibi çabalarla İslamiyetin İsevileştirilmesi projesinin yaşamsal önemde olduğunu bir kez daha anımsatmamıza yardımcı olmuştur.

“Eğer bugün darbeleri sanık sandalyesine oturtabiliyorsak, burada siyasi iradenin hakkını da vermemiz gerekiyor. En büyük pay, yaptığı güçlü liderlikten dolayı Başbakan Erdoğan'a ait. Böylece ürkek demokrasiden, erkek demokrasiye geçtik.[11]”

diyebilen yazarların olduğu bir ülkede, Ali Bulaç'ın etkisi ne kadar olabilecektir, tartışmalıdır.

Ya da:

“Türkiye'nin vesayet düzeni uzun süre bu duygu ve güdülerle savaştı. Kökleri koparmaya, kimliği yontmaya çalıştı. Soruyu ve bilmeyi yasak, merakı tehlikeli kıldı. Bunun içindir ki, Türkiye'nin 1980 sonrası yaşadığı değişimin, en önemli yönü, toplumun tarihi, kökü ve kimliğiyle buluşmasıdır. Rejimin bunlarla tanışması ve barışmasıdır.[12]”
diyebilen kara propagandistin olduğu bir ülkede...!

Halbuki 12 Eylül ruhu, dışa açılmanın, dış ticarette liberalleşmenin, mali politikaların sınırsız ve sorunsuz uygulanmasının, gelir ve vergi dağılımı adaletsizliğinin, yeni sömürgeciliğin iç yansıması olarak yaşarken, Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin iktidarını da buldu.

12 Eylül’ün seçimsiz dönemi ve seçimli dönemin tek parti iktidarı dönemi dahil, önceki dönemlerde, “sermaye sınırsız korunup, emek sınırsız bastırılırken”, AKP, eksikleri tamamlayarak uygulamaları pekiştirdi; (..).[13]”

12 Eylül rejiminin çocuğu olan AKP, 12 Eylül'le hesaplaşma adı altında mağduriyetini dillendire durmuş ve ardından da 28 Şubat “darbesi”ni gündeme yerleştirmiştir. Elbette yine aynı kanaatlerle ve aynı kavram bozundurmalarıyla: “vesayet düzeni kalkıyor”, “darbeciler yargılanıyor”, “intikam alınıyor”...

28 Şubat'ın generallerinden olan ve AKP'ye yakın bir şirkette yönetim kurulu üyeliği yapan Orgeneral Çevik Bir hakkında tutuklama kararı çıkarılmış ve kendisi 28 Şubat'ın mimarı olarak hapsedilmiştir.

Middle East Quarterly dergisinde on yıl önce, “İstikrar için formül: Türkiye artı İsrail” başlığı altında özetle şunları söylemişti, Çevik Bir:

“Necmettin Erbakan İsrail’i, ebedi bir düşman olarak görüyordu. İsrail ile Ankara arasındaki anlaşmaları iptal etmeye söz vermişti.(...) Ülkenin yüzünün İslâm’a dönmesini ve İsrail ile ilişkilerin riske atılmasını izlemeyeceğiz. Erbakan kontrol altında tutuldu. Türkiye, İsrail ve MGK baskısıyla İslâmcı Başbakan, istifasını sundu.”[14]

Senaryo açık bir biçimde ortadaydı:

“30-31 Mayıs 1998 tarihlerinde ABD’de Amerikan Ulusal Savunma Enstitüsü bir toplantı düzenledi. Eski CIA Ankara İstasyon Şefi Graham Fuller ile ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi Planlama Dairesi görevlisi Prof. Henry Barkey, toplantıda senaryolarını açıkladılar.

Senaryoya göre “Kahramanmaraş, Sivas, Erzincan, Kayseri ve Çorum’da cuma namazında camilerde bombalar patlayacak. Ayaklanan halk, valiliklere, kaymakamlıklara yürüyecek. Polis halkın önüne geçemeyince askeri birlikler devreye girecek. Laik-anti laik, Alevi-Sünni çatışması patlak verecek. Ağırlıklı olarak Sünnilerin safına geçen polis, askeri birliklerle çatışmaya girecek. Radikal İslamcılar, ayrılıkçı Kürtlerle birleşerek orduya karşı silâhlı mücadeleye başlayacaklar. Orduda çözülmeler baş gösterecekti.”

Böyle olmadı ama Cumhuriyet mitingleri ile o karşıtlık oluşturuldu ve muhafazakar halkın tepkisi sağlanarak AKP, iktidara getirildi. Bu arada Amerika’nın cami bombalama planlarından Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları sorumlu tutularak hapse atıldı..

ABD, 1997 yılının haziran ayında, AKP iktidarın bugünkü açılım söylemi ile bire bir örtüşen bir Türkiye raporu hazırlatmıştı. Yine Graham Fuller ve Henri Barkey imzasını taşıyan raporda,

“Bir değişim gerçekleştirmek için sivil politik liderler çok zayıf. Türkiye’de bu sorunu askeri olmayan yöntemle çözme cesaretini gösterecek lider yok”
deniyor ve cesur bir lider bulunması gerektiği işleniyordu.

Refah Partisi’nden sonra Fazilet Partisi’nin de kapatılacağı süreçte, Graham Fuller Türkiye’de artık Kemalizm’in modasının geçtiğini ileri sürüyor ve “Fazilet Partisi’ndeki gençlerin baskın çıkacağını ve Yenilikçi Hareket’in ılımlı İslâma liderlik yapacağını” söylüyordu!

Fuller bu sözleri Abdullah Gül ile gizli bir görüşme yaptıktan sonra söylemişti. Nitekim aranan lideri buldular ve iktidara getirdiler.

Yetmedi, Büyük Orta Doğu Projesi eş Başkanlığına tayin ettiler. Yetmedi, Erdoğan’ı Arap Baharı’nın öncüsü haline getirdiler.

Yetmedi, Libya’ya NATO gücünü davet ettirdiler. Yetmedi, Kandil’e operasyon için Türkiye’nin Güneydoğusu’na NATO’yu davet ettirdiler.

Yetmedi, Suriye sınırına NATO gücünü davet ettirdiler...

Bu davetler yapılırken de Türk kamuoyunu, içerideki operasyonlarla oyaladılar. Direnç odaklarını, etkisizleştirdiler. 28 Şubat Amerikancı bir darbeydi. Türkiye’nin ABD ile birlikte Irak’a girmesinin en hararetli savunucusu da Çevik Bir idi. Şimdiki iktidar da Amerikancı...

Amerikancıların Amerikancılardan hesap sorması tamamen hedef saptırmadır. Türkiye’nin Suriye üzerinde sürdürdüğü Amerikancı operasyonu örtme ve gizleme işlevi görmektedir. Dizginler Amerika’nın elindedir.[15]

Yeni Osmanlı, Yeni Sol, Yeni Düzen ve Aynı Sömürge Türkiye

1947 sonrasında batılı dünya düzeninin 'sadık' bir müttefiki olan Türkiye son dönemde daha da ötesine geçti. Şimdi aynı zamanda 'stratejik ortak' konumunda. Bu ortaklık genelde 'doğudan gelen' tehditlere karşı yapılmaktaydı. Irak'la başlayan süreç İran ve Suriye'yle sürecekti.[16]

İthal tehdit algılamalarıyla örülü bir siyasal ortamı oluşturmanın koşulu, elbette ki muhalefetin niteliğinin belirlenmesinden geçmekteydi.

İktidar sadık müttefik olarak konumlandırılmıştı ki, bağımlı bir muhalefet de pekiştireç olacaktı.

Hatta Graham Fuller, açık ve seçik olarak: “Türkiye'de daha çok sol hareket görmek isterdim” diyecekti! CHP'nin muhalif(!) varlığı yetmemekteydi.

CIA, yeni ve özgün fikirleriyle, Türkiye'nin yeni konumuna uygun bir sol(!) tasarlamaktaydı. Taraf, Birikim çevresinde toplanan “eski solcu liberal yığınak”la işi götüremeyeceklerini, onların miadını doldurduklarını ve sol harekete yeterince nüfuz edemediklerini düşünmüş olacaklar ki[17], “içeriden bir dönüşüm” arzulamaktalar.

Bundan sonrası için her sol söylemle oluşturulmuş yapı, mevcut sol siyaset üreten kesimlerdeki radikal ya da tereyağından kıl çeken ince hareketlerle yapılacak kadro değişimleri bile izlenmesi gereken konular olacaktı.

Yapılacak yeni düzenlemeler ya da benimsenecek yeni söylemler, Noam Chomsky'nin solculuğuyla eş değer olacağı aşikârdır.

Chomsky, Ortadoğu'nun Osmanlılaştırılmasını uzun vadede akla yatkın bulmaktadır.

Nihai olarak, ABD'nin, İsrail ve uzun vadede Türkiye aracılığıyla Ortadoğu'nun birbirine düşman etnik ve dinsel cemaat devletçiklerle, Osmanlı İmparatorluğu gibi bir sistemi Ortadoğu'nun ihya edilmesi olarak düşünür. Bu planın Türkiye'de ilk uygulayıcısı Turgut Özal'dı.[18] Şimdiki uygulayıcısı başbakan Erdoğan'dan daha da hevesli olan ve uluslararası arenada da kabul gören Ahmet Davutoğlu olduğu gün gibi açıktır.



Mehmet Ali Güller'in saptamasıyla[19], Davutoğlu'nun taşeron müttefikliği şöyle açıklanabilirdi:

“Dışişleri Bakanı Ahmet DAvutoğlu Ortadoğu'da “yüzyılın muhasebesi yapıldığını” belirterek hedefini ilan etti:

'Ortadoğu'dan çıkışımızın 100. yılı... 1911'le 1923 yılları arasında nereleri kaybetmişsek, hangi topraklardan çekilmişsek 2011'le 2023 yılları arasında o topraklarda tekrar kardeşlerimizle buluşacağız. Uluslararası düzeni de yeniden inşa edeceğiz.”

Davutoğlu, 'Ortadoğu Birliği' diye isimlendirilen Türkiye, Ürdün, Lübnan ve Suriye arasında imzalanan deklarasyon sonrasında yaptığı açıklamada: “İnşallah zamanla bu diğer bölge ülkelerini de kapsayacak şekilde gelişecektir.” dedi.

Davutoğlu, Washington'da kendisiyle röportaj yapan gazeteci Jackson Diehl'e “Osmanlı milletler topluluğu” hedefini anlattı:

“İngiltere eski sömürgeleriyle bir milletler topluluğu halinde, neden Türkiye eski Osmanlı topraklarında, Balkanlarda, Ortadoğu ve Orta Asya'da yeniden liderlik kurmasın?”
demekteydi. Türkiye, dışişlerinde Amerikan hakimiyet ve yakın müttefik stratejisine uygun konumlanmaktaydı.

“Türk askerinin Afganistan'da ne işi var” diye soranlara,

“İçine kapalı bir butik devlet mi istiyorlar? Türkiye bir butik devlet değildir. Türkiye dünyaya açık bir devlettir ve güçlü bir devlettir. Güçlü bir devlet olmanın gereği de budur. Bunu yapmak durumundayız.”
diye yanıt veren Tayyip Erdoğan, ABD'nin “açıklık”, “stratejik müttefiklik” bağlamına vurgu yapmaktaydı.

“ABD'nin en çok önem verdiği şey, dünyanın her tarafının ABD'nin askeri müdahalesine açık tutulmasıdır. Hem NATO'nun yeni Strateji kavramına, hem de ABD'nin yeni güvenlik stratejisinde, NATO ve ABD'nin, görülecek lüzum üzerine dünyanın istediği yerine müdahale hakkına dokunulamayacağının altı döne döne çizilmektedir. Bu hakka dokunmaya kalkışanların nasıl yanacağı, diplomatik dilin sınırlarını zorlayacak bir biçimde betimlenmeye çalışılmaktadır.

Bu hakkın lafta kalmayıp, gerçekten kullanılabilir olması için de ABD'nin gerekli gördüğü yerlerde askeri üsler oluşturmasının önemi vurgulanmaktadır. Buna göre söz konusu olan, dünyanın gerisinin ABD ve Batı'ya açık tutulmasıdır. O zaman, kendi topraklarında ABD'ye askeri üs sağlayanlar, dünyayı kendi ülkelerine değil, ülkelerini ABD'ye açmaktadırlar. Dünyaya açık devletten kasıt budur. ABD, dünyanın diğer ülkelerinin kendi malî sermayesinin ve doların dolaşımına açık tutulmasını istemektedir. Son otuz yıldır, ezilen ya da gelişen dünyanın milli devletlerinin tasfiyesi için bütün gücüyle uğraşması bu nedenledir. Hatta kendi icadı olan, “Ilımlı İslam”ın en önemli yönünü, “İslam'ı, Batı'yla bütünleşmenin önüne engel çıkaran bütün unsurlarından arındıracak yeni bir tefsire tabi tutma”nın oluşturması da bu amaçladır. Açık ekonmiden kasıt da budur.[20]”

Richard Holbrooke, Amerikan emperyalizminin Türkiye'yi tanımladığı biçimde, siyasal ortamı “ılımlı islam demokrasisi”yle anmaktaydı:

“11 Eylül'den beri, ABD dünyanın her yerinde ılımlı İslami demokrasiler istiyoruz diyor. İşte, sadece iki tane var. Türkiye ve Malezya. Türkler çok dramatik seçim yaptı. Barış içinde ve dürüst seçimler oldu. Ilımlı bir Müslüman parti, meşruiyetini Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Atatürk'ten alan ünlü milliyetçi partileri mağlup etti. Bu ılımlı Müslüman parti, İsrail'le de iyi ilişkiler içinde ve AB'ye üyelik istiyor. Ben de bunu kuvvetle destekliyorum.[21]”

Holbrooke, Amerika'nın hedeflediği ılımlı islam siyasetinde başrol oynayan AKP'yi destekliyordu.

12 Eylül'ün sonucu neo-liberal politikalarda belirleyici olan islamcı, liberal entelektüel tortunun nasıl bu başarıyı yakaladığı da ABD'nin çıkarlarıyla barışık olmasıyla açıklanabilirdi.

“TÜSİAD ve ABD için Erbakan, yüzü Doğu'ya dönük, anti-liberal ve anti Batıcı olarak güvenilir bir siyasi lider değildi.”

örneğin ve “28 şubat 1997'de, ABD-TÜSİAD mutabakatıyla TSK'nın postmodern darbesi geldi...

28 Şubat sonrası TÜSİAD, elindeki son merkez sağ – merkez sol barutunu da 2002'ye kadar tüketti. 2002 seçimlerinde, bitkin atlarının yerine koşacağı dingin atı yoktu TÜSİAD'ın.

28 Şubat'ta defterini dürdükleriyse Milli Görüş gömleklerini atarak Gülen ve ABD'yle mutabakat sağladılar, iktidara talip oldular. 12 Eylül mahsulü seçim barajının da yardımıyla tek başlarına iktidara geldiler. Şimdi, hesap sırası İslamcı fillerdedir. Yargı-asker vesayetinden, TÜSİAD'dan hesap sorulup sivil darbelerini yaparlarken kendi içlerinde de AKP Cemaat hesaplaşmasına tutuştular ve böyle sürüp gidiyor.[22]”

(..)

28 Şubat, Erbakan karşıtlığıyla yetinmişti, Gülen'e dokunulmamıştı. 28 Şubat'ta İmam Hatip liselerinin orta kısımları kapatılırken, Gülen'in öncülük ettiği 150 civarındaki kolejden bir tanesinin bile kapatılmaması olgusunu, ehven-i şerci bir tavırla değerlendirmek mümkündü. (..)"[23]

AKP faşizminin Türkiye'yi getirdiği nokta, ileri demokrasiyle ya da demokrasinin herhangi bir türeviyle açıklanabilir bir durumla bağdaşmamaktaydı.

AKP ileri demokrasi savlarıyla gelmişti ve ahmak liberallerin, birtakım eski solcu taslaklarının gözlerini boyamayı da başarmıştı. Sonra yırtıcı hayvanlar gibi, kurnaz ve örgütlü, hedeflerine adım adım ilerledi. Bugün geldiğimiz noktada ileri bir demokrasiden değil, olabilecek en kötü, en baskıcı, en ikiyüzlü, en ürkütücü bir yönetim biçiminden söz edebiliriz. Ülke siyasetinde yalan ve demagoji hiçbir zaman bu kadar ikiyüzlü bir kılığa bürünmemişti.”[24] diye tanımlıyordu, Ataol Behramoğlu.

Tayyip Erdoğan'ın kalemşörlerinden Fehmi Koru, Star'da, 28 Şubat Amerikancı darbesinin 10. yılında Ertuğrul Özkök'ün 27.02.2007'de yazdığı yazı hakkında,

'şu hüküm cümlelerini de okuyalım' diyor ve Özkök'ün yazısından şu paragrafı alıntılıyor:

“Belki onuncu kez yazıyorum. 28 Şubat sürecinde yazdığım her yazının altındaki imzam aynen duruyor. 28 Şubat, Türkiye demokrasisinin gerçek bir balans ayarıdır.”

Ergenekon, Balyoz vs. soruşturmalarının Türkiye'nin demokratikleşmesinin önünü açmak için yapıldığı gerekçeleri sıralanmıyor muydu?

Yoksa başka bir ülkede mi okumuştum o yazıları, değerlendirmeleri?

Türkiye'nin 'ileri demokrasi'sini inşaa ettiği varsayılan Ergenekon, Balyoz soruşturmalarını yazan ve AKP'nin baş kişisinin 'kalemşörlerim' dediği kargalar topluluğunun, hep bir ağızdan: 'demokrasi', 'vesayet sistemi', 'asker rejimi' vs. lafazanlıklarıyla sorumlu/sorumsuz herkesi zan altında bıraktıkları bir hukuksuzluk ortamını kendileri hazırlamamış gibi, geçmişin hesabını sorarken aynı dili kullananların tuzağına düşüyor.

Ha Ertuğrul Özkök, ha Fehmi Koru; ikisi de Amerikancı çizginin 'ulu mimarları' oyununda, sahnenin dekorlarını kuranlardır. Özkök'ün Amerikancı darbe 28 Şubat'ta ne yaptıysa; şimdi Koru da 2002'de iktidara gelen Amerikan destekli Kürtçü-İslamcı siyasal partinin sivil darbesinde onu yapıyor. Hizmet, hizmettir anlayışı egemendir.

28 Şubat konusunda, laiklik konusundaki atılımlar neye yaramıştır?

Amerikan destekli bir iktidarın yapı taşları daha 1994'lü yıllarda, bizzat Amerikan ajanlarıyla görüştürülüp; Abdullah Gül'ün geleceğin başbakanı olarak görülmesinden; Tayyip Erdoğan'ın geleceğin lideri olarak tanımlanmasından bellidir.

Meseleyi dallanıp, budaklandırmanın anlamı var mı bilmiyorum? Duru bir bilinçle, sakin bir kafayla düşünüldüğünde; 28 Şubat da, 2002 Amerikancı sivil darbe de ortadadır!

Kaldı ki, 7 Şubat 2009’da eski Refah Partisi milletvekili Bahri Zengin şunları söylemişti:

“28 Şubat öncesinde 1-2 yıl boyunca Refah Partisi içinde görüş ayrılığı çıktı; anti-Amerikan Erbakan’a karşı, ABD ile işbirliği yapılarak amaca ulaşılacağını ifade edenler bulunuyordu.” Zaten 28 Şubat süreci başlarken ABD büyükelçiliğinde ve İstanbul büyük sermaye çevrelerindeki hareketlenmelerin izi sürüldüğünde, “ılımlı ve uyumlu İslam formülüne 28 Şubat süreci ile ulaşıldığı açıkça görülür”.

Amerika tamamen işin içindedir.

Erol Manisalı'nın çözümlemelerine göre 28 Şubat’ın sonuçları:

- Kimi askeri çevreler, “şeriatçı düzen yavaş yavaş yerleştiriliyor ” düşüncesi ile ve “iyi niyetle” tepki gösteriyorlardı . (ABD - Batı Çalışma Grubu - büyük sermaye) üçgeni, bu “iyi niyeti” kullanarak harekete geçti.

- “Üçüncü dünyacı” ve ABD karşıtı Erbakan sıkıştırılıp tasfiye ettirilerek onun yerine “Batı kapitalizmi ve ABD ile işbirliğine soyunmak isteyen ılımlı ve uyumlu İslam iktidara getirilecekti.” Ve bu yapıldı.

- Avrasya ve İslam dünyasına karşı bir hareket olarak bu operasyon ABD için çok önemliydi. Büyük Ortadoğu Projesi’nin ilerlemesi buna bağlıydı. İşin nasıl tezgâhlandığı Rand Corporation’ın Türkiye ve bölge raporlarında yazılıdır.

Kimlerin hangi formülle getirileceği isimleriyle, cisimleriyle sayılmıştı.

Bu bağlamda, “tamamen karşı uçlarda gösterilmek istenen 28 Şubat süreci ve Ergenekon arasında” ilginç ortak hedeflerin bulunduğunu görmek gerekir.

Her ikisinden de kazançlı çıkanlar Amerika ve AKP olmadı mı?


[1] Yılmaz Polat, Cumhurbaşkanı Gül ABD'li Senatörlere Ne Dedi?, Yurt Gazetesi, 14.04.2012

[2] Yalçın Akdoğan, Serbest Piyasa ve Stratejik Ortaklık, Star, 10.04.2012

[3] İlker Belek, 28 Şubat Operasyonu: Yine Bir AKP Müdahalesi, Sol, 16.04.2012

[4] Merdan Yanardağ, Şu 28 Şubat Nedir, Ne Değildir?, Sol, 13.04.2012

[5] Tevfik Çavdar, Biraz Ciddiyet Beyler..!, Sol, 09.04.2012

[6] Hüseyin Gülerce, Ergenekonculara 12 Eylül Darbesi, Zaman, 06.04.2012

[7] Osman Özsoy, Silivri Davalarının Yurtdışı Bağlantısı, Yeni Şafak, 17.04.2012

[8] Ali Bulaç, NATO, Türkiye ve İslam Dünyası, Zaman, 09.04.2012

[9] Ali Bulaç, NATO’nun Yeni Misyonu, Zaman, 05.04.2012

[10] Ali Bulaç, NATO’nun Alan Dışı Stratejisi, Zaman, 07.04.2012

[11] Abdülkadir Selvi, Ürkek Demokrasiden Erkek Demokrasiye, Yeni Şafak, 14.04.2012

[12] Ali Bayramoğlu, Derin Tarih, Yeni Şafak, 07.04.2012

[13] Ali Rıza Aydın, 12 Eylül ve Yargılama Yanılsaması, Sol, 12.04.2012

[14] Hasan Demir, Çevik Bir(ler)in Sonu!, Yeniçağ, 16.04.2012

[15] Arslan Bulut, Operasyonun Perde Arkası, Yeniçağ, 13.04.2012

[16] Nazif Ekzen, Yeni Türkiye'nin Düzeni, Aydınlık, 05.04.2012.

[17] Atilla Akar, Graham Fuller ve CIA'nın Solcuları, Yurt, 09.04.2012

[18] Halit Payza, ABD'nin Ortadoğu Politikası ve Chomsky, Aydınlık, 29.03.2012

[19] Mehmet Ali Güller, Davutoğlu'nun Yeni Osmanlı Tuzağı, Aydınlık, 15.04.2012

[20] Semih Koray, Dünyaya Açık Devlet Nedir?, Aydınlık, 23.03.2012

[21] Yılmaz Polat, CIA'nın Muteber Adamı, Ulus Dağı Yayınları, 2. Basım, Ankara – 2008, s. 126

[22] Mustafa Sönmez, Sıkıldık Bu Fil Tepişmesinden..., Cumhuriyet, 20.04.2012

[23] Deniz Hakan, Ehven-i Şerle Mahkûmiyet, Aydnlık, 23.03.2012

[24] Ataol Behramoğlu, Ülke AKP'ye Teslim, Cumhuriyet, 31.03.2012

Kaynak ve yazının tamamı için: http://www.acikistihbarat.com/

Sputnik: ABD ordusu, Türkiye sınırına zırhlı araç konuşlandırdı
28 Nisan 2017



Türkiye'nin YPG'ye hava harekâtı yapmaması için koalisyon uçakları sınırda uçuş yaptığı iddia edilmişti

Rus haber ajansı Sputnik ABD ordusunun Suriye'nin kuzeyinde Türkiye sınırına zırhlı araçlar konuşlandırdığını iddia etti. Adımın Türk Silahlı Kuvvetleri'yle (TSK) YPG arasında çatışmaları önlemek amacıyla atıldığı iddia edildi.

Sputnik’te yer alan haber şöyle:

"Ankara'nın PKK'nın Suriye'deki uzantısı olarak nitelendirdiği YPG kaynaklarından edinilen bilgilere göre, ABD askerleri akşam saatlerinden itibaren zırhlı araçlarını Kobani'den Kamışlo'ya kadar sınır hattı boyunca konuşlandırmaya başladı."

"ABD ile görüşmeler yürüttük"

Sputnik’in konuştuğunu bir YPG yetkilisi şunları söyledi:

"Türkiye'nin bize saldırmasını önlemek amacıyla ABD ile görüşmeler yürüttük. ABD'ye, Türkiye'den bir kez daha saldırı gelmesi halinde Rakka operasyonunu durduracağımızı ve tüm gücümüzü sınıra kaydıracağımızı söyledik. ABD'li yetkililer, saldırıların kesilmesi için yoğun çaba gösterdiklerini dile getirdi."

"Koalisyon uçakları uçuyor"

Öte yandan ABD öncülüğündeki koalisyon uçaklarının Türkiye'nin YPG'ye hava harekatı yapmaması için Türkiye-Suriye sınırında uçuş yaptığı iddia edildi.

Sputnik’ten Hikmet Durgun’un haberine göre, PYD yöneticisi Ewwas Eli, koalisyon uçaklarının dün gece boyunca Kobani-Tel Abyad sınırında uçuş yaptığını belirtti.

Ewwas Eli, koalisyon uçaklarının sınırda uçtuğunu iddia ederek şunları söyledi:

"Koalisyon uçakları dün gece Kobani ve Tel Abyad üzerinde uçuşlar yapıyordu. Sınır üzerinde gelip gidiyorlardı. Uçaklar Kobani'den Fırat suyuna kadar gidip geliyordu. Koalisyon uçakları Suriye'nin kuzeyini korumak için uçuşlar yapıyordu ancak koalisyondan henüz resmi bir açıklama yapılmadı. Biz bunun resmi bir şekilde yapılmasını istiyoruz. Koalisyon resmi bir şekilde desin ki 'Biz Suriye'nin kuzeyini koruma altına aldık.' Koalisyonun kendi askeri de var Suriye'nin kuzeyinde. Uçuşları hem kendisi hemde bizler için savunma amaçlı. Bize göre Suriye'nin kuzeyine ve YPG'ye yönelik bir saldırı olmaması için koalisyon uçakları uçuş yaptı."

ETİKETLER
pyd ypg tel abyad türkiye koalisyon ewwas eli

Kaynak: T24

Uluç Kılıçoğlu: Kürdistan hangi dili konuşuyor
24.10.2014



(..)

Sene 1991…

ABD I. Körfez Harekatı:

Sonuç: Kuzey Irak Özerk Kürt Yönetimi.

Sene 2003

ABD II. Körfez Harekatı:

Sonuç: Kuzey Suriye Özerk Kürt Yönetimi.

Plan bu. Büyük Kürdistan yani.

***

Not düşeyim: Kul plan yapar, Allah gülermiş…

***

Peki, bu Kürdistan nece konuşur: Mehmet Yiğittürk bakın ne diyor:

“Üniversitelerdeki öğretmenlerin yüzde 90'ı yabancı. Okullardaki en önemli dil İngilizce. Eğitim İngilizce ve Arapça yapılıyor. Amerika bu üniversitelere denklik hakkı tanıyor. Ve bölgedeki cemaat okulları? Onlar da İngilizce eğitim yapıyor. Soranice ile anlaşılamadığı takdirde, günlük hayat İngilizce ile devam ediyor. Yani orada İngilizce konuşulan bir Kürt devleti kuruluyor."

Kobani, direniş, PYD filan…

İşin özeti:

Dün İngiltere, bugün ABD,

Şimdi de Kürdistan…

Müdür, söylemiştim: Aynı dili konuşurlar…
Odatv.com

Şirvan Barzani: Irak'la boşanmak istiyoruz.
30 Aralık 2014



Kuzey Irak'taki üniversiteler bundan böyle 'edu.krd' domaini kullanabilecek

Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani'nin yeğeni ve işadamı Şirvan Barzani'nin "Biz Kürtler Irak'la boşanmak istiyoruz" açıklaması ile yeniden gündeme gelen "bağımsız Kürdistan" tartışması uluslararası alanda da kabul görüyor. Bu kapsamda "Kürdistan" adı uluslararası alan kodu olurken bundan böyle web sayfaları ".edu.kurd" kodunu kullanacak. Milliyet gazetesinden Namık Durukan’ın haberine göre, bu adımın Kürdistan Bölgesi'nin bağımsızlık yolunda tanıtılmasına da büyük katkı sağlayacağı belirtiliyor.

‘Kürdistan’ adı uluslararası alan koduna girdi

IŞİD'in Musul'u işgal etmesinin ardından Kürt topraklarının bir bölümünde hakimiyet kurarken Irak Kürt yönetiminin yapmayı düşündüğü bağımsızlık referandumu da ertelendi. Merkezi Bağdat yönetimi ile Erbil, Kürt yönetimi arasında başta petrol olmak üzere bir çok alanda yaşanan sorun IŞİD işgali ile dondurulmuştu. IŞİD'in bölgede geriletilmesi ve bu örgüte yönelik kapsamlı operasyonların gündeme gelmesi ile Kürtlerin bağımsızlık isteği yeniden gündeme geldi. Son olarak Reuters'a açıklama yapan Mesud Barzani'nin yeğeni, işadamı Şirvan Barzani, Irak haritasının değişmesi gerektiğini, mevcut haritanın gerçek bir yapı ve doğal sınırlar üzerine çizilmediğini söyledi.

IŞİD'e karşı yürütülecek stratejiyle ilgili olarak ABD'li bir generalle bir araya geldiğini belirten Barzani aralarında geçen konuşmayı, "Benim planımı sordular. Ben planımın Sykes-Picot'u (Ortadoğu'nun şu anki haritasının çizildiği 1916 yılında Fransa ile İngiltere arasında imzalanan anlaşma) değiştirmek olduğunu söyledim" sözleri ile aktardı.

İspanya Marbella'daki tatil planlarını iptal edip, peşmergeye komuta etmek üzere cepheye giden Şirvan Barzani, "artık Irak'la boşanmak istediklerini" ifade ederek şunları söyledi:

"Irak gerçek değil. Sadece harita üzerinde var. Ülke kendi kendini öldürüyor. Şiiler ve Sünniler bir arada yaşayamıyorlar. Bizim onlarla birlikte yaşamamızı nasıl bekleyebilirler? Bizim kültürümüz farklı. Kürt mantalitesi farklı. Biz boşanmak istiyoruz."

'Kürdistan' internet 'domain'lerinde
Devletleşme konusunda bir çok alanda adım atılırken son olarak bölgenin uluslararası tanıtımına hizmet etmesi açısından internet alanında da önemli bir adım atıldı. Kürdistan Bölge Hükümeti resmi web sitesinde yer alan habere göre, Kürdistan Bölge Başbakanlığı, yazılı bir talimname ile eğitim Bakanlığı ve Kürdistan Bilimsel Araştırmalar Merkezi'nden Kürdistan'daki tüm üniversite ve akademilerden web sayfalarının domainlerini (.edu.krd) olarak değiştirebileceklerini duyurmasını istedi. Bu yönlü adımın aynı zamanda bölgenin bağımsız devlet olması açısından tanıtılmasına büyük katkı sağlaması bekleniyor.

Kürdistan Bölgesi’nde bulunan üniversiteler bundan böyle Kürdistan Bilim ve Teknoloji Dairesi Müdürlüğüne başvurarak (.edu.krd) domaini kullanabilecek. Şu ana kadar bölgede Irak’ın domaini kullanılıyordu.
Cumhuriyet

Eski AK Parti vekili Dülger: Bu Anayasa değişiklik paketi, bir ABD projesidir
03.04.2017



Eski AK Parti Antalya Milletvekili ve eski TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı Mehmet Dülger, anayasa değişiklik paketinin bir ABD projesi olduğunu söyledi.

DYP ve Büyük Türkiye Partisi'nin kurucularından AK Parti eski Antalya Milletvekili ve TBMM Dışişleri Komisyonu eski Başkanı Mehmet Dülger, BirGün'e konuştu.

Anayasa değişiklik paketinin bir ABD projesi olduğunu söyleyen Dülger, sözlerini şöyle sürdürdü:

"CIA eski Türkiye şefinin 2006'da Beyaz Saray'a sunduğu bir Türkiye raporu var. Raporda, ‘Eğer ABD'nin çıkarı Türkiye'de bir federal devlet kurulmasıysa, mutlaka ve öncelikle yargıyı, orduyu, meclisi ve hükümeti tek elde toplayan başkanlık rejimine geçilmelidir. Tek adamı ikna etmek, birbirini denetleyen yapıyı ikna etmekten çok daha kolay olacaktır' deniyor. Sonuç olarak bu Anayasa değişiklik paketi, bir ABD projesidir."

'MECLİS'TE BİR TANE 25 YAŞINDA MİLLETVEKİLİ VAR MI?'

Referanduma sayılı günler kala anayasa değişiklik paketini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Önce şunu sormak lazım, bugün Türkiye'de Anayasa değişiklik paketine ya da Başkanlık sistemine ihtiyaç var mıdır? Kesinlikle hayır. Mevcut Anayasa'nın bazı maddelerinin değiştirilmesi ile bu sorun rahatlıkla çözülebilir. Bir de bu yeni pakete neresinden baksanız sorunlu. Örneğin, bu paket milletvekili yaş sınırını 18'e çekiyor değil mi? Ama bundan birkaç yıl önce milletvekili yaşı 25'e düşürülmüştü, bir bakın bakalım bugün Meclis'te bir tane 25 yaşında milletvekili var mı? Yok, çünkü amaç oy almak.

18 yaşında bir genci milletvekili olarak görmek, aynı gencin sokakta ya da kampüste fikrini ifade etmesine de açık olmayı gerektirmez mi?

Elbette. Eğer gerçekten gençleri ülke idaresinde söz sahibi yapmak gibi bir istek varsa, bırakın o adam her ortamda fikrini söylesin. Bir de "Biz özgürlükler tanıdık" gibi ifadeler kullanıyorlar. Bu ne demek anlamıyorum. Annesinden doğan bir çocuk özgürdür zaten, devletin görevi özgürlük vermek değil, bütün özgürlüklerin garantisi olmaktır. Ama bakıyorsunuz, Türkiye'de en tanınmak istenmeyen özgürlük ifade özgürlüğü. Başbakan diyor ki, itaat et rahat et. Oysa siyaset itaat edilen değil, bilakis müzakere edilen yerdir.

Siyaseti itaat etmek olarak algılarken demokratik bir anayasa hazırlamak mümkün müdür?

Mümkün değil. Tek kişi sorumluluğu alsın istiyorlar. Türkiye'deki Başkanlık sistemi ABD ile karşılaştırılıyor ya, ben bu örneğe daha önce değinilmemiş bir açıdan değineyim. Bakın, Trump 20 Ocak'ta göreve başladı ve hâlâ kabinesi yok. Neden biliyor musunuz? Adalet Bakanı olması beklenen kişi, bundan 30 sene önce yazmış olduğu bir metindeki ifadelerinin ABD'deki adalet anlayışıyla bağdaşmayacak ifadeler olması nedeniyle Adalet Bakanı olamadı. Şimdi Türkiye'ye bakalım; AKP, milletin bilgi eksikliğinden istifade etmek suretiyle sanki hükümeti seçiyormuşuz gibi yanlış bir algı yaratıyor. Hayır, biz hükümeti seçmiyoruz, hükümetin başında olacak adamı seçiyoruz. Bu adam canının istediğini AB Bakanı yapar. Üstüne, Başkanı 4 senede bir seçiyorsan hükümeti de onaylamış oluyorsun. Bu durumda kimsenin hiçbir şey söyleme hakkı kalmıyor.

'BEN MERKEZ SAĞ TEMSİLCİSİYİM, AKP MERKEZ SAĞ PARTİSİ DEĞİL'

AK Parti'nin ilk döneminde milletvekili idiniz. Ancak şimdi AK Parti'ye muhalifsiniz. Neden bu noktaya geldiniz?

Başlangıçta AKP'ye dair bir ümit vardı. Ama yavaş yavaş değişti. AKP dini duygulara hassas bir parti olarak başladı. Ama sonra dini temel alan bir siyaset oldu, bu olmaz. Yani enflasyonu önlemenin dini veya milli bir yolu var mı, hayır yok, ekonomik bir yolu var. Şimdi çok yanlış bir şekilde, milletin aklında AKP'nin bir merkez sağ parti olduğu izlenimi var. Hayır değildir. Ben merkez sağ siyasetin temsilcisiyim. Türkiye'nin bugün acilen merkez sağ siyasete ciddi bir biçimde ihtiyacı var, ama (Cumhurbaşkanı Erdoğan) Recep Tayyip Bey hiçbir zaman merkez sağ demedi, AKP de merkez sağ partisi değil.

Nedir o zaman?

Partinin derinliğini, niyetlerini bilemem ama partide bulunduğum süreç içerisinde bazı halleri izahtan kaçındıklarını gördüm. Bunu izah et dediğinde edemiyorlar.

Ne gibi halleri?

Bakın, benim AKP'de tasvip edilmememin nedenlerinden birini anlatayım. Biliyorsunuz, AKP 3 ayda bir Kızılcahamam'da toplantılar yapardı. Bir toplantıdaki dış politikayla ilgili konuşmada Recep Tayyip Bey Büyük Ortadoğu Projesi'nin eşbaşkanı olduğunu anlattı ve bolca alkış aldı. Ardından Dışişleri Bakanı çıktı, o da aynı şeyleri anlattı. Ben el kaldırdım ve "Burada madem aile içindeyiz, bana Büyük Ortadoğu Projesi nedir, bizim eşbaşkanı olmamız nedeniyle bize düşen görevler nelerdir, bizim Türkiye olarak böyle büyük bir projede yerimiz ne olacak" diye sordum. Cevap olarak "Öğle tatili geldi" cevabını aldım. Hiçbir açıklama yok. Bu benim için çok büyük bir soru işaretidir.

'GÜNDEMDEKİ HİÇBİR ŞEY HAKKINDA KONUŞULMUYOR'

Benim babam da Demokrat Parti'de milletvekili idi. Ama hiçbir zaman AKP'nin yaptığı siyaset gibi bir siyaset olmamıştır Türkiye tarihinde. Örneğin Demokrat Parti'nin zabıtlarını incelendiğinizde, grup toplantıları içinde milletvekillerinin (idam edilen eski Başbakan) Adnan Menderes'e nasıl her şeyi sorup onu nasıl salladığını görürsünüz. Ama AKP ne yapıyor, salı günleri öğlen çıkıyor konuşuyor, sonra Allahaısmarladık, nedir bu? Gündemde neler var oysaki, gündemdeki hiçbir şey hakkında konuşulmuyor, sadece alkış ve tezahürat. Oysa ben şunu da çok iyi hatırlıyorum, Adalet Partisi grup toplantısında (eski Cumhurbaşkanı Süleyman) Demirel bir defasında alkış olduğunda, "Bir dakika" demişti, "Alkış yok, burası bir meclis çalışmasıdır. Burayı maça çevirmeye hakkınız yok. Kim yaparsa çıkarılacak."

'FIRAT KALKANI NEDEN BİTTİ? VERDİĞİMİZ ŞEHİTLER NE OLACAK'

Yeni anayasa paketinin meclisi bu derece işlevsizleştirecek olması çok da sürpriz değil herhalde.

Evet, Meclis'in fonksiyonuna ilişkin AKP'nin bakışı çok ilkel. Meclis kanun yapar diyorlar. Oysa meclis sadece kanun yapmaz, denetleme de yapar. Dahası, meclis bir zemin olarak milletin sözünü dile getirdiği yerdir. Şimdi bu Anayasa değişiklik paketine göre bir başkan ve yeteri kadar yardımcısını kendisi seçecek. Yeteri kadar yardımcı kaç tanedir, o yardımcılar kim, yetkileri ve sorumlulukları nedir, biz bunları bilmiyoruz. Seçilmemiş bir adam yardımcı oluyor. İşte ben getirilen bu teklife ‘‘Hayır" diyorum. Şimdi zaten hesap verilmiyor, bu Anayasa paketi ile hesap verme işi tamamen ortadan kalkacak. Geçen günlerde Dışişleri Bakanımız ABD'nin Dışişleri Bakanı ile görüştü. Ben bilmek istiyorum, ne konuştular? Bu bizi son derece ilgilendiren bir konu, neden açıklanmıyor? Fırat Kalkanı nasıl ve neden bitti, orada verdiğimiz şehitler ne olacak? Ama bunun açıklaması yok.

'MERKEZ SAĞ HALA SÜRÜ ZİHNİYETİNDE'

Az önce Türkiye'nin bugün acilen merkez sağ bir partiye ihtiyacı olduğunu söylediniz. Neden böyle bir ihtiyaç olduğu fikrindesiniz?

Evet ben öyle düşünüyorum ama merkez sağ benimle mutabık değil. Merkez sağı temsil eden camia diyor ki "Kardeşim, bir adam gösterin oyumuzu ona verelim." Bir sürü ve çoban zihniyeti. Ben de diyorum ki zamanımız, özellikle genç nesil için, ortak akıl zamanıdır. Merkez sağ hâlâ Türkiye'de bir adam arıyor. Terörü bilecek, milli eğitimi, dış politikayı, ekonomiyi bilecek bir adam. Ama böyle bir adam yok. Her adam ayrı bir şeyi bilir. Ortak akıl oturup ortaya çıkarır. Ama merkez sağ buna hazır değil. İkincisi de, merkez sağdaki arkadaşlarımız diyorlar ki, "Biz iktidara alışığız, iktidarın dışında yapamayız." Her daim iktidarda olmak, iktidarın nimetlerinden faydalanmak istiyorlar. Ben, tuğla tuğla bir bina yapar gibi çıkaracağınız bir şeydir iktidar diye düşünürken, onlar bizim kaybedecek o kadar zamanımız yok diye düşünüyorlar. İşte bu, merkez sağın zaafıdır. Bu nedenle de ortaya çıkan her türlü popüler liderin peşinden giderek onun meşruiyetini sağlarlar. AKP'nin peşinden gittikleri gibi.

Referandum sürecinde başka şartlar altında kolaylıkla bir araya gelmeyecek görüşler bir araya geliyor. Bunun yeni oluşumlara gebe olduğu açık. Siz ne düşünüyorsunuz?

Elbette. Hayır'cılar kazansın veya kazanmasın, başka şartlarda hiç yan yana gelmeyecek adamların yan yana gelmiş olması çok önemli tabii. Çünkü Türkiye'de artık siyasi çerçeveyi değiştirmemiz lazım. Yani ben iktidara geleceğim, sizin gırtlağınıza basacağım olmamalı. Yaşanan hayatta nihai noktada birbiriyle itişmeyecek şekilde insanlar gruplaşacaklardır. (..)

'RIZA SARRAF AKP'NİN YUMUŞAK KARNI'

Rıza Sarraf davası kapsamında Halkbank Genel Müdür Yardımcısı New York'ta çıkarıldığı mahkemece tutuklandı. Devamı gelir mi?

Rıza Sarraf davası AK Parti'nin yumuşak karnıdır. Soruşturma daha da genişlemez çünkü bir yararı yok. Rıza Sarraf konuştu, bu Halkbank'ın genel müdür yardımcısı ABD'ye giderken tutuklanacağını bile bile gitti. Mayın eşekleri vardır, mayın döşeli araziye önden onları gönderirler. İşte bu adam gönderildi. Ama bana kalırsa devamı gelmeyecek, çünkü edinilen bilgiler ABD tarafından buraya karşı koz olarak kullanılacak.

Siz, partinin ilk döneminde siyaset yapmış bir isim olarak, AK Parti'nin 15 yıllık iktidarından ne öğrendiniz?

AKP bu 15 yılda neyi gösterdi biliyor musunuz? Dine hassas camianın, 90 yılın intikamını almak dışında, bir medeniyet ya da refah referansı, Türkiye'nin ilerlemesi konusunda programı ve düşüncesi olmadığını gösterdi. Sadece ve sadece "Bizi adam yerine koymadılar, bizim inancımızı paspas yaptılar" diyerek rövanşla uğraştılar ki söyledikleri de doğru değildi. AKP'nin benim içinde milletvekili olduğum zamandan beri son derece rahatsız eden bir tutumu vardır, o da kendilerini nimet olarak görmeleri ve onlardan önce hiçbir şey yapılmamış gibi davranmaları.

'FORMASYON DEĞİL SADAKAT İSTENİYOR'

Ama sokaktaki insan öyle demiyor. İktidar partisinin proje üreten parti olarak yarattığı algı bir mitten ibaret midir?

Bugün Türkiye'nin en önemli meselesi üretimdir. Oysa AKP üretim değil, sadece inşaat yapıyor. Ama inşaat geçicidir. Bir sene sonra ne olacak? Türkiye'nin en büyük bir başka meselesi de göçtür. AKP bütün iddiasına rağmen GAP'ın şu anda yüzde 58'i yapılmıştır, oysa GAP'ın düşünülme tarihi 1967'dir. Yani 50 yıl evvel düşünmeye başladığınız bir entegre proje hâlâ tamamlanmış değil. AKP iktidarda olduğu dönemde doğru düzgün bir tek proje yapmadı.

Şimdi demek istediğimi anlıyor musunuz, ben kişiye karşı değilim, ama hiçbir proje üretmediler, bu nedenle de onlara karşıyım. Gerçekten proje yapsalardı istihdam doğardı. Bir de çok kötü bir şey yaptılar. Ben milletvekili iken Recep Tayyip Bey, "Bundan böyle terfiler performansa bağlı olacak" dedi. Başarılı iseniz yükseleceksiniz. Ben de bunun için mühim olanın iş tarifi olduğunu söyledim. İşi tarif etmediğiniz zaman performansı nasıl ölçeceksiniz? Ama nihayetinde şu bir gerçek ki, formasyon istenmiyor, sadakat isteniyor.

Neden bu kadar içe kapalı bir hale geldik?

Çünkü bizde milletin iktidarın yapacağı şey hakkında bir düşüncesi yok. Sadece iktidarı kullanmak istiyor. İnsanlar ne yazık ki tebaa olarak muhafaza ediliyor, vatandaş olmaya geçemedik. Vatandaş olsaydık her şeyi sorgulayacağımız gibi bu Anayasa'yı da sorgulardık, mesela derdik ki, bu anayasa değişiklik teklifinin darbesavar olduğu söyleniyor, bu doğru mudur?

Hiçbir anayasa darbeye izin verir mi acaba? Hayır vermez, çünkü darbe yapılırken izin alınmaz. Ben 6 tane darbe gördüm, darbenin ne olduğunu bilirim. 15 Temmuz'da darbe tekniğini bilmedikleri için kötü senaryolar gerçekleşmemiştir. Yoksa bunu önleme konusunda hükümetin hiçbir etkisi yoktur.

'FETÖ'NÜN SİYASİ UZANTILARINA DOKUNAMAZLAR, ÇÜNKÜ…'

Darbeleri 'savmak' için, anayasanın darbesavar olmasından daha öncelikli olan, FETÖ'nün siyasetteki uzantılarına dokunmak değil midir?

Dokunamazlar, dokunmayacaklar. Çünkü dokundukları kişi "Ben seninle beraber değil miydim?" diyecek. Ne cevap verecek o zaman dokunan?
Unutturmaya çalışacaklar. Size daha fazlasını anlatayım. CIA eski Türkiye şefinin 2006'da Beyaz Saray'a sunduğu Türkiye raporu var. Raporda, "Türkiye'nin bu şekliyle ABD politikalarının yanında olacağından emin olamayız, ülkeyi kuranlar denetim mekanizmasını çok sıkı tutmuşlar. Hükümeti ikna ettiğimizde meclis, meclisi ikna ettiğimizde ordu, orduyu ikna ettiğmizde yargı karşımıza çıkıyor" deniyor. "Eğer ABD'nin çıkarı Türkiye'de bir federal devlet kurulmasıysa, mutlaka ve öncelikle yargıyı, orduyu, Meclis'i ve hükümeti tek elde toplayan başkanlık rejimine geçilmelidir. Tek adamı ikna etmek, birbirini denetleyen yapıyı ikna etmekten çok daha kolay olacaktır" deniyor. Çünkü neden biliyor musunuz? Eğer o bir kişi ABD çıkarlarına yardım etme konusunda tereddüt ederse, bir kişi üzerine kurulmuş bir yapıyı yıkmak ABD için sorun olmaz. Sonuç olarak bu Anayasa değişiklik paketi, bir ABD projesidir. Recep Tayyip Erdoğan, il başkanı olduğu zamanda böyle bir şeyi kabul etmemişti, şimdi neden ediyor?

Kaynak: Sputnik

Kim “Kobaneci” kim MHP’li?
Soner Yalçın
24 Ekim 2014

“Kobane… Kobane…” diye bağırıyorsun.
Peki… Bağır…
Ama gerçekleri de bil kardeşim!
Adı; İsmail Hakkı Olcay Ünver…
Tanır mısın?
Adını duymuşluğun var mı?
ODTÜ’den 1979’da inşaat mühendisi olarak mezun oldu. Ankara Belediyesi’nde kanalizasyon inşaatında çalışırken, ODTÜ’de master yaptı.
NATO bursuyla ABD’ye gidip Teksas Üniversitesi’nde doktora yaptı. Su uzmanı oldu! Bir devlet kurumu olan Aşağı Colorado Nehri Kurumu’nda çalıştı. ABD’de faaliyet alanı sulama olan IRRISCO şirketine danışmanlık yaptı.
Türkiye’ye dönünce Güneydoğu Anadolu Projesi’nin (GAP) başına getirildi.
GAP’ın başında 13 yıl kalarak rekor kırdı…
Ayrıca:
Dünya Su Konseyi’nde (DSK), Başkan Yardımcılığı yaptı.
Uluslararası Su Kaynakları Birliği’nde (IWRA), Genel Sekreterlik yaptı.
Uluslararası Hidrolik Enerjisi Birliği’nde (IHA), konsey üyeliği yaptı.
Uzatmayayım; kimi Washington’da olmak üzere bazı vakıflarda görev yaptı.
Ve Time dergisi tarafından 1999’da “Avrupa Vizyoneri” seçildi.
Neden seçilmesin? İsrail ve ABD’lilerin dikkatini GAP’a çekmek için 13 yıl uğraştı; 28 heyet gezdirdi.
Niye İsrail ve ABD demeyiniz.
AB’nin, Türkiye’yi birliğe alma şartlarından biri neydi:
“Şayet birliğe katılırsan, Fırat ve Dicle havzasına giren bölgelerdeki suların idaresi yalnız senin elinde olmayacak; içinde AB ülkeleri ve İsrail’in bulunduğu konsorsiyuma verilecek!”
Hadi AB ülkelerini anladık da, AB üyesi bile olmayan İsrail ne işti?
Evet, yavaş yavaş konuya geliyoruz; bu GAP’ta bir sır vardı…
Büyük Hata’nın ödülü
GAP Türkiye’nin hayaliydi…
GAP dünyanın ikinci, Türkiye’nin ise en büyük entegre projesiydi…
GAP’ın elektrik üretiminden başka bir diğer önemli ayağı sulamaydı; yani tarımdı.
Hedef, susuz Güneydoğu topraklarını suyla buluşturarak tarım üretimini geliştirmekti. Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Gaziantep, Kilis, Siirt, Şanlıurfa, Şırnak ve Mardin’in yoksulluğunu-işsizliğini bitirmekti. Öyle ya, tarım gelirleriyle kişi başına gelir yüzde 209 artacaktı! Böylece proje tamamlandığında bölgedeki feodal yapı kırılacaktı.
Evet proje gerçekleştirildiğinde, Türkiye enerji ve tarımda çok önemli sorunlarını çözmüş ve dışa bağımlılıktan kurtulmuş olacaktı. GAP umuttu…
Kollar sıvandı.
40 yılda 28 hükümet oluk oluk para akıttı. Örneğin; tarımsal ürünün gelişimini saat saat takip etmek için, 9 şehre 75 uydu izleme istasyonu bile kuruldu.
Neler neler yapıldı. Sonra ne oldu?
1.8 milyon hektar sulanacaktı; sadece yüzde 15’i sulanabildi!
Ve üstelik anlaşıldı ki, sulama tekniği de yanlıştı; dünyanın bıraktığı ilkel bir metotla, açık tarlada salma sulaması yaparak toprağın tuzlanmasına sebep olunmuştu! Keza…
Drenaj kanallarının yapımı ihmal edilmişti! Tarlaların yanından geçen kanallar vardı ama tarlaya su vermiyordu. Toprak çoraklaşmıştı. Maddi zarar, 1 milyar 700 milyon dolar idi!
Yanlış sulama kasıtlı mı yapıldı?
Sulama projeleri neden ihmal edildi?
“Kobane…” diye bağıran kardeşim; “Kobane”nin iki adım yanındaki Suruç’un -öncelikle sulanması gereken- en kurak ovasına neden yıllardır su verilmediğini hiç merak ettin mi? Suruç Sulama Projesi neden yıllardır yapılmıyor? Suruç köylüsü kuraklığa, yoksulluğa, tarım işçiliğine neden mahkum ediliyor?
Tepe üzerinden “Kobane”yi seyreden Suruçlu gençlerin neden işsiz bırakıldığına hiç kafa yordun mu?
Birileri zamanında yordu…
GAP’tan sorumlu Devlet Bakanı Abdüllatif Şener, GAP’ın başındaki Olcay Ünver’i görevden alınca medya yazdı; “Takunyalı Bakan, bir laik bürokratı görevden aldı!”
Ünver hemen ABD’nin Ohio Kent State Üniversitesi’nde iş buldu. Oradan BM’ye transfer oldu. Artık, BM’nin Dünya Su Değerlendirme Programı (WWAP) Koordinatörü idi!
GAP’ı susuz bırakan, yanlış sulama yaptıran bürokratın yükselişi ilginçti.
Bakan Şener’in başına gelenleri biliyorsunuz.
“Kobane” diyen kardeşim gel sana birini daha tanıtayım…
Sadece Ecevit
Adı, Prof. Dr. Hüsnü Yusuf Gökalp…
Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ni bitirdi.
Akademisyendi. Pamukkale Üniversitesi Gıda Mühendisliği Bölüm Başkanlığı yaparken MHP’den vekillik teklifi aldı. Milletvekili oldu ve ardından 57’nci koalisyon (DSP-MHP-ANAP) hükümetinde Tarım ve Köyişleri Bakanlığı (28 Mayıs 1999- 18 Kasım 2002) yaptı.
Bakan koltuğuna oturunca ilk yaptığı, GAP Yüksek Kurulu’na neden tarım bakanlarının yer almadığını sorgulamak oldu. Türkiye’nin en büyük tarım projesi tarım bakanından habersiz yürütülüyordu!
Bakan Gökalp, GAP’ta nelerin döndüğünü merak etti; araştırdı. Sonucu bakanlar kurulunda söyledi:
“GAP’ta sulama projeleri yıllardır İsrail, ABD ve AB ülkeleri tarafından engelleniyor.”
Bakan Gökalp bu oyunu bozmak istedi. Turgut Özal tarafından kapatılan; Su Ürünleri Genel Müdürlüğü, Toprak Su Genel Müdürlüğü, Gıda İşleri Genel Müdürlüğü, Zirai Mücadele ve Karantina Genel Müdürlüğü, Tarımsal Garanti ve Yönlendirme Kurulu’nun tekrar açılmasını istedi. Su Konseyi Kanunu ve Tarım Kanunu çıkarmak için büyük mücadeleler verdi. Fakat… Bakanlar Kurulu’nu aşamadı.
Bakan Gökalp’e tek destek veren sadece Başbakan Bülent Ecevit’ti. Ama onun da sözü koalisyon hükümetinin bakanlar kuruluna geçmiyordu.
Ve Prof. Dr. Gökalp, “yapmak istediklerim İsrail’in, ABD’nin ve AB’nin işine gelmedi. Yapmak istediğim her şey bakanlar kurulunda engellendi” diyerek MHP’den istifa etti.
Ey “Kobane” diye bağıran kardeşim!
Şimdi bana söyler misin:

Kim takunyalı? Kim MHP’li? Kim laikçi?
Ya da kim “Kobaneci”?

“Kobane” için halkı sokağa çağıranların Kürt köylüsü yok edilirken niye hiç sesleri çıkmadığını bir düşün!
Sonra… İnan birlikte bağırırız; birlikte mücadele ederiz!.. Söz.
Kaynak: Sözcü

Tuncay Mollaveisoğlu: Emperyalist zoka!
17 May, 2017



Türkiye’nin getirildiği noktaya bakar mısınız?

Cumhurbaşkanı Erdoğan uzun süredir ABD’ye; “Rakka operasyonunu bizimle yap, YPG-PYD ile yapma” diyor.
Bunun bir mantığı var; ABD’nin IŞİD’e karşı operasyonunda PKK’nın Suriye uzantılarını kullanması, onları kendi kara gücü olarak görmesi ve nihayetinde ağır silahlarla ve teknoloji ile donatmasının önüne geçmek.
Peki öyle mi oldu? Hayır…
Türkiye’nin IŞİD ile savaşta ABD’ye Suriye PKK’sı yerine Mehmetçiği önermesi, hepimizin üzerinde durup düşünmesi gereken bir sonuçtur.
Nasıl bu sonuca sürüklendik?
Nasıl oldu da Mehmetçiğimizi, Türk askerini emperyalizmin çıkarlarına hizmet noktasına getirildik?
***
“Monşerler” olarak aşağılanan Türk Dışişleri bürokrasisi “Türkiye Orta Doğu bataklığından uzak durmalıdır” pozisyonunda ısrar ederken, Ahmet Davutoğlu ile başlatılan “Yeni Osmanlıcılık” rüyası Türk askerinin pazarlık konusu olmasına kadar geldi dayandı!
Hep hatırlatıyorum; Soros’un yıllar önce “en iyi ihraç ürününüz ordunuzdur!” açıklaması Emperyalizmin niyetini berrak bir su gibi ortaya koyan sözlerdi!
Türk askeri; Amerikan, İngiliz, Fransız, Alman askerinin önünde siper olsun!
O dönemde dünyayı yöneten dev şirketlerin “para sihirbazı” Soros’a, “satılık askerimiz yok” diyerek tepki göstermiştik!
Ancak AKP iktidarı adım adım bu planın içine çekildi. Yeni Osmanlıcılık palavrası ile AKP’ye Orta Doğu’nun anahtarını vermeyi vaat etmişti ABD…
Suriye ile önce, can ciğer kuzu sarması, ardından kanlı bıçaklı düşman oluşumuzun nedeni de aynı merkezlerin yönlendirmesiydi…
“Sizin çıkarlarınız için akıtılacak Mehmetçik kanı yok!” duruşundan, IŞİD’e karşı operasyonu PKK yerine, Türkiye ile yapın savrulmasına…
Emperyalizm işte böyle taşlarını örer… Havucu gösterip zokayı yutturur! Türkiye kırk satır mı, kırk katır mı noktasına getirildi!
ABD’de yapılan görüşmelerde umarız Türk askeri bu kanlı pazarlık masasından kaldırılmıştır.
Türkiye’nin Rakka’da uğruna savaşacağı bir ulusal güvenlik endişesi artık yok. Çünkü tehdit, YPG-PYD üzerinden Suriye sınırımıza kaydırılmış durumda.
Erdoğan’ın ziyareti öncesinde ABD Başkanı Trump’ın Suriye’deki “müttefiklerini” ağır silahlarla donatma kararını onaylaması Türkiye için bir skandaldır.
Ziyaretin iptal edilmesi yerinde olurdu. ABD’nin Türkiye’nin ulusal güvenliği ile ilgili haklı kaygılarını yok sayması ve üzerine gitmesine bir karşılık verilmeli.
***
Ne yapmalı?
Türk Cumhuriyetleri ile birlikte Avrasya dünyanın yeni ağırlık merkezi olmuş durumda. Genç ve dinamik nüfusu, enerji kaynakları ve üretim gücü ile Avrasya Batı’nın da ilgi odağı…
Türkiye; Rusya-İran-Çin-Suriye gibi aynı gökyüzünü paylaştığı ülkelerle derin bağlar geliştirmeli…
Ancak AKP iktidarının bunu başarması iki açıdan zor görünüyor.
Birincisi; Avrasya’da samimi bulunmuyor.
Rusya ile yakınlaşıp, Şangay İşbirliği Örgütü’nde fotoğraflar ve iş birliği mesajları verip, ABD’nin göz kırpması ile hızla ve yeniden Atlantik’e yüzünü dönen bir iktidar var.
İkincisi; Batı’nın elinde AKP’ye karşı bazı kozları tutuyor olması… Zarrab’ın ABD’de tutuklanması, Halkbank üst düzey yöneticisinin aynı davada yine tutuklu olarak yargılanması, Türkiye’deki rüşvet trafiğinin devletin en tepe noktal
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Sal May 16, 2017 10:26 pm tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Nis 24, 2017 11:58 pm    Mesaj konusu: BOP'un hedefinde sırada Türkiye ve İran var Alıntıyla Cevap Gönder

BOP'un hedefinde sırada Türkiye ve İran var
Prof. Dr.İzzettin
08.01.2018



Bir Amerikan projesi olan BOP eşbaşkanığı görevini yüklendik ve atanmak nasıl bir duyguysa(!), bayağı mutlu olduk! Hâlbuki içte icra erkini baskılayabilmek için derdik ki, atanmışlar daima seçilmişlerin altındadır. Demek ki, kimin atadığına, kimin seçtiğine bağlı olarak bu kural farklı uygulanıyormuş! Her neyse, artık Ortadoğu şekillendiriliyordu, patronlar ve görevliler artık işe koyulmuştu. Epey bir zaman sonra, hatta nerede ise iş işten geçtikten sonra anladık ki, birincisi patron bayağı akıllı ve uzun görüşlü imiş, ikincisi ise BOP ifadesindeki “büyük” sıfatı Ortadoğu’yu değil, gizlenmiş şekilde ima edilen İsrail’i simgeliyormuş. Projenin yaşama geçirilmesinde alt hedefte ise Ortadoğu’nun harmanlanması, yönetimlerin yeniden yapılandırılması ve üç büyük gücün zayıflatılması varmış. İlk iki alt hedef konusunda epey yol alındı. Özellikle yönetimlerin şekillendirilmesinde asıl hedefin Ortadoğu’yu yumuşak karnı olan mezhep çatışmasına sürükleyerek, hem genelde büyük bir karmaşa oluşturmak, hem de iki ana devleti mezhep çatışmasında karşı karşıya getirmek olduğu anlaşılıyor. Bu durumu akillerimiz bir yana, “yetmez, ama evet”çi entellerimiz dahi anlayamadı! Tarih boyunca askerleri ile olduğu kadar, sporda güreşçileri ile karşı karşıya gelmiş olup birbirine kesin üstünlük sağlayamamış olan, şimdilerde de Ortadoğu’da liderlik iddiasında yarışan iki gücün çatışması, emperyalizmin öyle bir işine gelirdi ki! Ne var ki, bunlardan birini Ortadoğu sahasına salmak gerekirdi.

Akademik alandaki çalışmalar sorunları anlık görüntüleri ile değil, simülasyon yöntemleri ile ileri dönemlerde oluşabilecek potansiyel tehlikeleri ile ortaya koyup, istihbarat ya da siyasi karar örgütlerine planlama zemini hazırlarlar. Bu zemin üzerinde yönetsel ve askeri stratejisini belirleyen devletler çeşitli örtülü politikaları ile ilk kademede uzaktan yönetim yeğler, gerekli noktalarda “dost görüntülü fiili müdahale”ye yönelir, son kertede ise fiili müdahale ile amaca ulaşmak isterler. Tabiatıyla uluslararası düzlemde işler her zaman planlandığı kadar muntazam seyretmez, öngörülmedik ya da hesaplanamadık engeller projeyi saptırabilir ya da akamete uğratabilir. İlginçtir ki, böylesi öngörülmedik durumlarda projenin akamete uğratılmasından safça ya da siyasi hırsla projeye atlayanlar rastlantısal olarak korunmuş olabilir.

SIRADA TÜRKİYE VE İRAN VAR

BOP’un asıl amacında ittifak ediyorsak, bu projeyle amacın, Ortadoğu’nun uluorta yeniden şekillendirilmesi değil, bir amaç doğrultusunda bilgili ve bilinçli yapılandırılmasının hedeflenmiş olduğu konusunda da hemfikir olmamız gerekir, diye düşünüyorum. Ortadoğu projesinin alt unsurlarından olan üç büyük devletten Mısır halledilmiş olduktan sonra, sıra iki büyük devlete gelmiş olmalıdır. Açıktır ki, bu devletler Türkiye ve İran’dır. Bu iki gizli rekabet içindeki gücün karşı karşıya getirilmesinde önemli aracın, Ortadoğu insanının yumuşak karnı olan mezhep meselesi olabilir diye düşünülmüş olabilir. O zaman mezhep konusunu önce Ortadoğu’da genel hassas bir mesele olarak görece zayıf devletler üzerinden kaşımak ve kızışmış bu ortamda tarafları karşılaştırmak hesaplara denk gelebilir. Şii hâkimiyetindeki devlet yapısı kanser gibi içine girilemeyecek kadar sert doku niteliğinde olduğundan, belki aynen yıllar öncesi, İran-Irak çatışması benzeri bir çatışma ülkeyi açabilir, diye düşünülebilir. Peki, projenin Sünni cephesi nasıl oluşturulacaktı? O da planlanmıştı herhalde; bölgede siyasal kadrosu hesaplanmış başat bir devlet liderliğinde örtülü mezhep çatışması oluşturmak, tarafların saflaşmasında önemli bir hamle olabilirdi! Böylece akademik çevrelerin işaret ettiği ve çağımızda Batılıları fevkalade ürküten “medeniyetler çatışması” farklı dinler arasında değil, aynı din içinde mezhep çatışması olarak yaşanacak ve Batı’nın fevkalade ürktüğü potansiyel sorun kendi kapsam alanı dışında yaşanabilecek kanlı bir mücadele ile zayıflatılmış olacak diye düşünülmüş olabilir. Bu proje ile Batı dünyası akademi-siyaset-istihbarat işbirliği ile önemli bir sorunu “önceden müdahale” (proactive) yöntemi ile çözmüş olacaktı.

Sürecin böylesi bir derin işbirliği ve müdahale durumunu gerçekten yansıtıp yansıtmadığını, görüntü benzer olsa da, tam olarak bilemem! Bu yazıyı yazmamdaki amaç, Batı dünyasında görülen siyaset ve eylem alanındaki hesaplı yürüyüş karşısında Doğu dünyasının hâkim tek gücün etkisinde basiretsiz sürüklenişi ve tamamıyla rastlantısal olarak büyük bir badireden şimdilik kurtulmuş olmasının senaryosunu çizerek, bundan böyle işlerin çoklu muhakeme ve karar süreçleri ile yürütülmesini ilgililere salık vermektir.

TÜRKİYE’NİN ŞANSI RUSYA’NIN SAHNEDE OLMASI

Sürecin fiili görüntüsü altında senaryoyu canlandırırsak, gerçeğe ne kadar uyumlu olup olmadığını görebiliriz. Sanırım önce Mısır ile ilişki emperyalistler tarafından kesildi. Türkiye’nin rejimi açısından bu durum hayırlı görülebilir olmakla beraber, ülkelerin ayrıştırılması açısından oldukça önem arz eden bir konudur. Ardından BOP uygulamasının önemli adımını oluşturan Suriye politikasında saplanmak durumunda olduğumuz badire, Rusya’nın son anda duruma el koyması ile engellenmedi mi? Suriye içindeki ayrışmada ve Türkiye’ye göçte nasıl bir mezhep ayrışmasında ve/veya yeniden toplulaşmanın şekillenmesinde istihbaratın acaba haberi var mı ya da rolü oldu mu?

Ortadoğu’nun ve bu arada Türkiye’nin çok önemli bir şansı Rusya’nın sahnede olması ve tek emperyalistin sahada istediği gibi at koşturmasını engellemesidir. Eğer durum tersi olsa idi, emperyalist patronun simülasyon öngörüleri tek yönetici aklı ile alt edilecek bir şey olmayacak ve durum fevkalade vahim sonuçlara sürüklenebilecekti. Ortadoğu’da şu anda cereyan eden siyasi ve kısmen askeri hareketlenme çok ciddi olup, tek adam mantığı ile sonucu görülebilecek ve alt edilebilecek bir basitlikte seyretmemektedir. O nedenle, şu ana kadar yapılmış olan ve oldukça gururumuzu rencide eden yanlış adımların tekerrür etmemesi için tek otorite ve karar merkezi anlayışından uzaklaşıp, parlamento, basın, üniversite ve kamuoyu işbirliği ile hareket edilmelidir. Böylece, hem öngörüler daha isabetli yapılabilir hem daha sağlam adım atılabilir, hem de akıllı patronun manevralarına tav olunmaz. Tarih geriye sarılamaz, hele de geriden gelen doku zaman içinde parçalanmış ve bir ulus devlete dönüşme cesametine gelmişse. İstenmese de olumlu dokular zaten sosyolojik olarak tevarüs eder, ama olumsuz dokuların yeniden oluşturulmasına yönelmek toplumsal tarih bilincini reddetmektir; beyinlerde oluşturulan anlık zahiri parıltılar gerçeğe gözümüzü kör etmemelidir.

SOL BAŞAT ROL OYNAMALIDIR

Emperyalizm karşısında tek otorite mantığını çok net algılamalı ve karşı çıkmalıyız. Türkiye tek otorite anlayış ve yönetiminden güçlü parlamento, güçlü kuvvetler ayırımı yapısı, güçlü ve yansız adalet organı, güçlü ve yansız medya ve üniversite kurumları ile ancak halkını ayağa kaldırır ve Batı emperyalizmine karşı durabilir. Bu yapılanmada sol başat rolü oynamalıdır, çünkü şimdiye kadarki sürüklenme, tek parti diktatörlüğünü yeğleyen burjuva taklidi yapılanma, onun yanında gelişemeyen proletarya ve ayağa kalktığı savlanan yeterliliğini kanıtlayamamış sosyal dokuların ürünüdür. Bu yapılanma toplumu derin karanlığa çekerek her gün ve emperyalizmle her karşılaşmasında ulusal itibar ve gururumuz biraz daha zedelenircesine eritmektedir.

Lütfen artık toparlanalım; adalet, bilim, medya başta olmak üzere tüm kurumlarımızı yansızlaştıralım, ayağa kaldıralım ve topluma hizmete sunalım. O zaman siyasilerimiz içe ve dışa karşı daha güçlü olur ve dış temaslarında ülkemizi rencide edici sorulara muhatap olmayacağı gibi, içte de kinsiz ve birleşmiş toplum yapısı ile daha müreffeh ve huzurlu bir yaşama adım atarız.

İzzettin Önder

Odatv.com

Sözcü yazarı: Erdoğan, ABD'yle yapılan Zarrab pazarlığını açıklasın; "İran'la ilgilenecek" ülke Türkiye mi?
24 Nisan 2017



"Türkiye'yi 'üst akıl'dan kurtarmak için, öncelikle 'Zarrab pazarlıklarının' içeriğinin açıklanması gerekiyor"

Sözcü yazarı Zeynep Gürcanlı, ABD'de tutuklu yargılanan Reza Zarrab davasına ilişkin Türkiye’ye gelerek Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’la görüştükleri ortaya çıkan, ABD Başkanı Donald Trump'ın danışmanı Rudolph Giuliani'nin "Görevim ABD ile Türkiye arasında, ABD ulusal çıkarlarına uygun bir anlaşma yapmak" şeklindeki sözlerini köşesine taşıdı. Giuliani'nin "hem Zarrab, hem de Amerika'nın çıkarları" için Ankara'ya geldiğini, Erdoğan'la "pazarlık" yaptığını savunan Gürcanlı, "Cumhurbaşkanı Erdoğan'a düşen, pazarlıklarda 'Türkiye'nin çıkarlarının nasıl korunduğunu' açıklamaktır. ABD Dışişleri Bakanı Tillerson geçen hafta bunu açık açık dile getirdi; 'Biz İran'ı rüşvetle kısa bir süreliğine ikna ettik, sonra birileri onlarla ilgilenmek zorunda kalacak' dedi. Sakın bu 'İran'la ilgilenecek' ülke Türkiye olmasın?" diye sordu.

Zeynep Gürcanlı'nın Sözcü gazetesinin bugünkü (24 Nisan 2017) nüshasında yayımlanan "Cumhurbaşkanı Erdoğan’a çağrı: 'Zarrab pazarlığını açıklayın'" başlıklı yazısı şöyle:

Reza Zarrab davasında çok ilginç gelişmeler yaşanıyor.
Türkiye ile ABD arasında, Zarrab'ı salıverecek bir “anlaşmadan” bahsedilmeye başlandı.
Açıklamayı yapan, Zarrab'ın avukat olarak tuttuğu Rudolph Giuliani.
New York eski Belediye Başkanı da olan ve ABD Başkanı Donald Trump'a yakınlığı ile tanınan Giuliani, mahkemeye verdiği ifadesinde, dava sürecindeki rolünün “Türkiye ile ABD arasında, Amerikan ulusal çıkarlarına uygun bir anlaşma sağlamak” olduğunu söyledi.

Buradaki “Amerikan çıkarlarına uygun” sözünün altını özellikle çizmek gerekiyor.
Giuliani, hem Zarrab, hem de Amerika'nın “çıkarları” için Ankara'ya geldiğini, Türkiye Cumhuriyeti'nin en tepe noktasındaki isimle, Cumhurbaşkanı Erdoğan'la “pazarlık” yaptığını açıkça ifade etti.
Peki ya “Türk çıkarları”?
İşte karanlıkta kalan nokta bu;
Zarrab'ın avukatları ile en üst düzeyde sürdürülen bu pazarlıklar konusunda Türk tarafından, “Türkiye'nin çıkarının ne olacağı”, ya da “Türkiye'nin herhangi bir çıkarı olup olmadığı” konusunda herhangi bir açıklama yapılmadı.
Değil açıklama Türk yetkililer Erdoğan ile Zarrab'ın avukatları arasında bir görüşme yapıldığından bile şimdiye kadar hiç bahsetmedi.
Giuliani resmen Amerikan çıkarları için “pazarlık yaptığını” duyurduğuna göre, şimdi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a düşen, pazarlıklarda “Türkiye'nin çıkarlarının nasıl korunduğunu” açıklamaktır.
"Eyyy YPG!" bitti, "Eyyy İran!" geldi

Son dönemde yaşanan gelişmelere bakıldığında, aslında Giuliani ile yapılan pazarlığın ne olabileceğinin işaretlerini de çıkarmak mümkün.
ABD, Suriye ve Irak'ta İŞID'e karşı mücadelesinde ana unsur olarak Kürtleri kullanıyor.
Bu çerçevede, Musul'da savaşan Barzani'nin peşmergeleri için ABD Dışişleri Bakanlığı bu hafta 295 milyon dolarlık silah ve mühimmat hibesini onayladı.
Şimdi benzer yardımın Suriye'deki YPG/PYD'ye yapılacağı kulislerde konuşuluyor. Bu konuda Trump yönetiminin önündeki tek engel, Ankara'nın YPG/PYD'yi terörist ilan etmiş olması.
ABD şimdilerde Türkiye'ye yönelik diplomasisini, Ankara'nın YPG/PYD'ye yönelik vetosunu aşmak için kurguluyor;
ABD Dışişleri Bakanı Tillerson'un Ankara'ya yaptığı son ziyaret de;
ABD Başkanı Trump'ın, referandum sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı araması da;
Erdoğan'ın Mayıs'ta Washington'a davet edilmesi de;
Hatta Trump'a en yakın isimlerden Giuliani'nin koltuğunun altına Zarrab dosyasını alıp Ankara'da Erdoğan'la “pazarlık masasına oturması” da hep Washington'un diplomasi atağının parçası.
Üstelik, Amerikalılar bu diplomasi atağında başarılı olmuş gibi de görünüyorlar; son dönemde Ankara'dan da YPG/PYD'ye çok fazla ses çıkarılmamaya başlandı; Eleştiri tonu düştü. YPG/PYD'nin Rakka operasyonunun “başat gücü” olması, Ankara açısından adeta “sümen altına” itiliverdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Washington ziyaretiyle bağlantılı olarak, Trump'ın çok yakında YPG/PYD'ye doğrudan silah ve mühimmat verilmesine ilişkin talimatı imzalaması, kimseyi şaşırtmamalı.

Pazarlığın İran ayağı da var mı?

Ancak Washington'ın Ankara'ya yönelik bu “diplomasi atağının” tek ayağı YPG/PYD değil; işin bir de İran bölümü var.
Donald Trump, seçim kampanyası boyunca dış politikada iki konuya ağırlık verdi:
* Ortadoğu'da İsrail'in çıkarlarının korunacağı vaadi;
* İran'la Obama dönemindeki uzlaşmanın ortadan kaldırılacağı sözü.
Şimdi yeni Amerikan yönetimi, Ortadoğu politikasını bu iki unsur üzerine kuruyor.
Washington elbette, İran'la girişeceği büyük itişmeyi “doğrudan” değil, “güçlü bir ülke” üzerinden yapacak. ABD Dışişleri Bakanı Tillerson geçen hafta bunu açık açık dile getirdi; “Biz İran'ı rüşvetle kısa bir süreliğine ikna ettik, sonra birileri onlarla ilgilenmek zorunda kalacak” dedi.
Sakın bu “İran'la ilgilenecek” ülke Türkiye olmasın?
İlginçtir, Tillerson'un İran'a yönelik sert çıkışlarıyla aynı zamanda, Cumhurbaşkanı Erdoğan da Tahran yönetimine yönelik kullandığı dili çok sertleştirdi. Referandum sonrasında dış politika konusunda yaptığı ilk açıklamalarda Erdoğan, “İran'ın Pers yayılmacılığı anlayışı, son zamanlarda bayağı baş ağrıtmaya başladı” dedi.
Çok ciddiye aldığım bir söz vardır; “Tarih tekerrürden ibarettir…”
1980'li yıllarda Saddam'ın Irak'ı ile Humeyni'nin İran'ı arasındaki savaş, her iki ülkenin de yıkımı ancak bazen açık, bazen el altından iki tarafa da silah satan ABD'nin daha da güçlenmesiyle sonuçlanmıştı.
Bölgede, İran ile Türkiye arasında çıkabilecek benzer bir çatışmanın sonucu da farklı olmaz.
Ne diyordu Cumhurbaşkanı Erdoğan ve yandaşlar; “üst akıl…”
Şimdi o “üst akıl” devrede.
İlk yaptığım çağrıyı, bir kez daha yineliyorum;
Türkiye'yi “üst akıl”dan kurtarmak için, öncelikle Saray ile ABD arasındaki “Zarrab pazarlıklarının” içeriğinin açıklanması gerekiyor.
Durum çok ciddi; “Bir kişi” ya da “bir zümre” değil tüm Türkiye tehlike altında…

Ankara kulisi: Amaç AİHM'den kurtulmak mı?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın referandum sonrasındaki ilk vaadi, idam cezasını geri getirmek oldu.
Zamanlama son derece ilginç…
Tam da CHP'nin tartışmalı referandum oylamasını AİHM'e götürmekten bahsettiği saatlerde geldi Cumhurbaşkanı'nın idam açıklaması…
AİHM'in bulunduğu Strasbourg'dan son dönemde gelen haberler hiç iç açıcı değil üstelik Türkiye hakkında açılan davaların sayısı her geçen gün artıyor.
Tutuklu gazeteciler;
KHK'yla işten atılan kamu çalışanları;
Mallarına el koyulanlar…
On binlerce kişi gözünü AİHM'e dikmiş durumda…
Bir tane “pilot” davada, tek bir karar yetecek. Eğer AİHM başvuranları haklı bulursa, binlerce, yüzbinlerce Euro'luk tazminat cezaları art arda gelecek.
Bir de buna AİHM -az ihtimal de olsa- referandum konusunda CHP'yi haklı bulan bir karar verirse, AKP hükümetinin işi ciddi şekilde zora girecek.
Bundan kurtulmanın en kısa yolu ise AİHM'in çatısı altında faaliyet gösterdiği Avrupa Konseyi'nden çıkmak.
Erdoğan da, AKP hükümeti de biliyor. İdamın geri getirilmesi demek, Türkiye'nin kurucu üyesi olduğu Avrupa Konseyi'nden atılmak demek.
İdam tartışmasının altında gerçekte bunun yattığı konuşuluyor kulislerde…
Şimdi artık ses de çıkarıyorlar; alenen bir de küfür ediyorlar…
T24

Tuncay Mollaveisoğlu: Emperyalist zoka!
17 May, 2017



Türkiye’nin getirildiği noktaya bakar mısınız?

Cumhurbaşkanı Erdoğan uzun süredir ABD’ye; “Rakka operasyonunu bizimle yap, YPG-PYD ile yapma” diyor.
Bunun bir mantığı var; ABD’nin IŞİD’e karşı operasyonunda PKK’nın Suriye uzantılarını kullanması, onları kendi kara gücü olarak görmesi ve nihayetinde ağır silahlarla ve teknoloji ile donatmasının önüne geçmek.
Peki öyle mi oldu? Hayır…
Türkiye’nin IŞİD ile savaşta ABD’ye Suriye PKK’sı yerine Mehmetçiği önermesi, hepimizin üzerinde durup düşünmesi gereken bir sonuçtur.
Nasıl bu sonuca sürüklendik?
Nasıl oldu da Mehmetçiğimizi, Türk askerini emperyalizmin çıkarlarına hizmet noktasına getirildik?
***
“Monşerler” olarak aşağılanan Türk Dışişleri bürokrasisi “Türkiye Orta Doğu bataklığından uzak durmalıdır” pozisyonunda ısrar ederken, Ahmet Davutoğlu ile başlatılan “Yeni Osmanlıcılık” rüyası Türk askerinin pazarlık konusu olmasına kadar geldi dayandı!
Hep hatırlatıyorum; Soros’un yıllar önce “en iyi ihraç ürününüz ordunuzdur!” açıklaması Emperyalizmin niyetini berrak bir su gibi ortaya koyan sözlerdi!
Türk askeri; Amerikan, İngiliz, Fransız, Alman askerinin önünde siper olsun!
O dönemde dünyayı yöneten dev şirketlerin “para sihirbazı” Soros’a, “satılık askerimiz yok” diyerek tepki göstermiştik!
Ancak AKP iktidarı adım adım bu planın içine çekildi. Yeni Osmanlıcılık palavrası ile AKP’ye Orta Doğu’nun anahtarını vermeyi vaat etmişti ABD…
Suriye ile önce, can ciğer kuzu sarması, ardından kanlı bıçaklı düşman oluşumuzun nedeni de aynı merkezlerin yönlendirmesiydi…
“Sizin çıkarlarınız için akıtılacak Mehmetçik kanı yok!” duruşundan, IŞİD’e karşı operasyonu PKK yerine, Türkiye ile yapın savrulmasına…
Emperyalizm işte böyle taşlarını örer… Havucu gösterip zokayı yutturur! Türkiye kırk satır mı, kırk katır mı noktasına getirildi!
ABD’de yapılan görüşmelerde umarız Türk askeri bu kanlı pazarlık masasından kaldırılmıştır.
Türkiye’nin Rakka’da uğruna savaşacağı bir ulusal güvenlik endişesi artık yok. Çünkü tehdit, YPG-PYD üzerinden Suriye sınırımıza kaydırılmış durumda.
Erdoğan’ın ziyareti öncesinde ABD Başkanı Trump’ın Suriye’deki “müttefiklerini” ağır silahlarla donatma kararını onaylaması Türkiye için bir skandaldır.
Ziyaretin iptal edilmesi yerinde olurdu. ABD’nin Türkiye’nin ulusal güvenliği ile ilgili haklı kaygılarını yok sayması ve üzerine gitmesine bir karşılık verilmeli.
***
Ne yapmalı?
Türk Cumhuriyetleri ile birlikte Avrasya dünyanın yeni ağırlık merkezi olmuş durumda. Genç ve dinamik nüfusu, enerji kaynakları ve üretim gücü ile Avrasya Batı’nın da ilgi odağı…
Türkiye; Rusya-İran-Çin-Suriye gibi aynı gökyüzünü paylaştığı ülkelerle derin bağlar geliştirmeli…
Ancak AKP iktidarının bunu başarması iki açıdan zor görünüyor.
Birincisi; Avrasya’da samimi bulunmuyor.
Rusya ile yakınlaşıp, Şangay İşbirliği Örgütü’nde fotoğraflar ve iş birliği mesajları verip, ABD’nin göz kırpması ile hızla ve yeniden Atlantik’e yüzünü dönen bir iktidar var.
İkincisi; Batı’nın elinde AKP’ye karşı bazı kozları tutuyor olması… Zarrab’ın ABD’de tutuklanması, Halkbank üst düzey yöneticisinin aynı davada yine tutuklu olarak yargılanması, Türkiye’deki rüşvet trafiğinin devletin en tepe noktalarına kadar ulaşması, ABD’nin elinde Zarrab ve ilişkileri ile ilgili hangi bilgi ve belgelerin olduğunun tam olarak bilinemiyor olması, AKP iktidarının üzerinde bir tehdit unsuru olarak kullanılıyor.
İşte tam da bu nedenle “tek adamlık” emperyalist bir tuzaktır diye yazdım. TV programlarında altını çizdim.
Referandum da aynı güçlerin tezgahı!
Erdoğan’ı “tek adam” haline getiren bu tuzak ABD’nin elini güçlendiriyor. Çünkü pazarlıkta artık karşısında bir Meclis yok… Bir halk iradesi yok… Bir millet egemenliği yok… Anayasa yok, hukuk yok, Türk yargısı yok! Sadece Erdoğan var.
Türkiye için, Yasama, Yürütme ve Yargıyı temsil eden tek kişi…
Küresel güçlerin en sevdiği model… Bir sonraki hali diktatörlüktür…
Oysa;
Demokrasi ve hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı, ülke liderleri için bir emniyet sübabıdır aynı zamanda…
Baskılara karşı Meclis’i ve yasaları göstermek, hukukun üstünlüğüne ve bağlayıcılığına işaret etmek liderleri uluslararası ilişkilerde kurtaran bir durumdur.
Tıpkı 1 Mart tezkeresinde olduğu gibi… AKP, ABD’ye dönüp; “ne yapalım TBMM’den geçmedi” diyerek verdikleri sözün üzerinde millet iradesi olduğunu beyan etmişlerdi. ABD buna karşılık ne diyebilirdi?!
Ama artık Meclis olmadığına göre pazarlıkta Erdoğan’ın eli oldukça zayıf… Baskıyı yayabileceği zeminler ortadan kaldırıldı.
Zoka tam da budur işte… Büyük balığı hayal ederken oltaya takılmak…
yeniçağ
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com