EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

28 Şubat
Sayfaya git 1, 2  Sonraki
 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Prş Şub 28, 2008 11:20 pm    Mesaj konusu: 28 Şubat Alıntıyla Cevap Gönder



Evetçiler Kürdistan bayrağını şimdiden astılar
1 Mar, 2017
Rıza Zelyut



Ey AKP’li kardeşlerim! Görüyorsunuz, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Binali Yıldırım, hayır diyecek olanları PKK ile aynı safta olmakla suçluyorlar ve terörist göstermeye çabalıyorlar.
Peki, bu PKK’nın hedefi nedir?
-Kürdistan adlı bir devlet kurmak.
Kürdistan’ın ilk ayağı ABD desteği ile Irak’ın kuzeyinde kuruldu. Bölücülerin ve İsrail-Amerika hattının “Büyük Kürdistan” adı altında kurmaya çalıştığı devletin şu anki başkanı Mesut Barzani. Irak’ta temeli atılan Kürdistan’a Suriye ve Türkiye topraklarından da bölgeleri katmaya çabalıyorlar. Bu işin Suriye’deki ayağını PYD elebaşısı Salih Müslim, Türkiye’deki ayağını da PKK elebaşısı Abdullah Öcalan yürütüyorlar.
Yani Mesut Barzani, Salih Müslim, Abdullah Öcalan, aynı Kürdistan projesi için terör yapan elemanlardır. Abdullah Öcalan ne ise Mesut Barzani de odur.
ERDOĞAN ONAY VERDİ
Barzani’nin başında olduğu “İkinci İsrail devleti” Kürdistan’ı dünyada resmen tanıyan hiçbir ülke yok.
Gördünüz: Kürdistan’ın temelini atan Mesut Barzani; dünyada ilk kez Türkiye’yi yöneten AKP iktidarı tarafından devlet başkanı gibi kabul edilmiştir.
Ve Türkiye’de Kürdistan bayrağı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın onayı ile göndere çekilmiştir.
Çünkü bu bölücü Barzani’yi Türkiye’ye davet eden, onu devlet başkanıymış gibi karşılatan Sayın Erdoğan’dır.
Böylece PKK’nın ana hedefine Türkiye arka çıkmış; onu kabul etmiştir.
Tarihimizde bir ilk olan bu rezalet neden oldu?
* Bütün yazılarımda gösterdiğim bir gerçek var: Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD tarafından BOP eşbaşkanı olarak seçilmiştir. BOP’un amacı Ortadoğu’daki ülkeleri parçalayarak burada öncelikle bir Kürdistan kurmaktır. İşte bu yüzden Barzani bayrağı Türk bayrağının yanında göndere çektirilmiştir.
* İkinci gerekçe daha belirgin: Mesut Barzani üstünden yürüyerek Kürt kökenli yurttaşlarımızın evet oyu kullanmasını sağlamak.
Bir evet için, Türkiye’yi bölecek projelere bile geçit veriliyor…
Ey AKP’li kardeşlerim! Soruyorum sizlere: Türkiye’nin güneydoğusunu da içine alacak bir Kürdistan kurulmasına evet mi hayır mı?
ERBAKAN’I 28 ŞUBAT DEĞİL TALEBELERİ YIKTI
Cumartesi günü ünlü siyasetçilerimizden Necmettin Erbakan’ın 6. Ölüm Yıldönümü töreni vardı. Üşenmeyip tek tek baktım; holding medyasının hiçbirisi o toplantıyı görmedi.
Sonra, Erbakan Hoca’nın yardımıyla yayın hayatına atılmış olan siyasal dincilerin elindeki kanallara baktım. O da ne? Kanal 7, “Hoca”sını yok sayıyordu. Tv Net, Ülke TV, TGRT, Beyaz TV, Kanal A, A Haber çizmişlerdi Prof. Erbakan’ı.
TRT kanallarını taradım. Uyduruk konularla doldurulmuş onca devlet kurumlarında da adı sanı geçmiyordu Hoca’nın.
Belli idi ki yoğun bir baskı uygulanmıştı. “Görmeyin, göstermeyin!” diye emretmişlerdi televizyonlara…
Bu durum aklıma 28 Şubat sürecini getirdi. Şimdi; Erbakan Hoca’yı yıkan süreç olarak 28 Şubat öne çıkartılıyor ya…
Hayır!
Necmettin Erbakan’ı yıkan, 28 Şubat değil, kendi yetiştirdiği ve çok güvendiği talebeleri oldular.
Çünkü 28 Şubat, Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül ikilisini iktidara taşımak için ABD-İsrail eksenince gündeme getirilmiştir.
ETTİKLERİNİ BULDULAR
Peki Necmettin Hoca’yı en sıkışık anında içten vuran o talebeler bugün ne durumda?
Birisi yükselip şimdi padişah yetkilerini ister hale gelirken diğerlerinin tümü ettiğinin bedelini gördü.
İlk elenen Abdüllatif Şener oldu.
Abdullah Gül, etkisiz eleman haline getirildi.
Bülent Arınç’a susturucu takılıp dışarı itildi.
Ahmet Davutoğlu iyice itibarsızlaştırıldı.
İdris Naim Şahin çarpıldı gitti.
Pek açılımcı Beşir Atalay, Öcalan’a kurban edildi.
Cüneyt Zapsu silindi gitti.
Diğerlerine bakın; itilip kakıldıklarını göreceksiniz.
Dedim ya, 28 Şubat sürecinde Fazilet Partisi’ni parçalayarak Amerikan dümen suyuna giren bu sözde Yenilikçiler, ettiklerinin karşılığını buluyorlar; bulacaklar.
CUMHURİYET TARİHİNDE BÖYLE PARTİZANLIK GÖRÜLMEDİ
Ayıptır, ayıp!
Polis otomobillerine bile parti bayrağı astırıyorsunuz.
Buna hangi vicdan evet der?
Aydınlık

Tuncay Özkan: Erbakan'ı, Gülen devirdi
09 Ekim 2016

CHP İzmir Milletvekili Tuncay Özkan, 28 Şubat'ın arkasındaki asıl gücün Fetullah Gülen olduğunu ileri sürdü. Halk TV'de yayınlanan Uğur Dündar'la Halk Arenası programına katılan Tuncay Özkan, 28 Şubat sürecini ve Doğan Medya Grubu Başkan'ı Mehmet Ali Yalçındağ ile Enerji Bakan'ı Berat Albayrak arasında geçtiği iddia edilen e-postaları değerlendirdi.

'ERBAKAN'I DEVİREN FETHULLAH GÜLEN'DİR'

“Bana sorarsanız, 28 Şubat'ta Erbakan'ı deviren Fethullah Gülen ve adamlarıdır. Hemen Erbakan iktidardan düşmeden önce 'gitmelidir' diyen de Fethullah Gülen'dir. Gazeteci dediğiniz adam elinde kamerayla Müslüm Gündüz'ü kapısının önünde beklemez. Böyle bir görevimiz yok bizim. Nereden geliyor bu görüntüler? Bunları polis çekip, gazetecileri çağırıp, 'Çok önemli operasyona gideceğiz' diye gazetecileri o kapılara çağıranlardır. 28 Şubat'la ilgili olarak, o ortamı hazırlayanlar polis müdürleridir.
Cumhuriyet

1000 YIL UTANACAKSINIZ
28 Şubat 2011

Meclis Dikmen Kapısı önünde bir araya gelen kurumlar, “28 Şubat’ı unutmadık 1000 yıl utanacaksınız”, “28 Şubat’ı unutmadık kuklayı da biliyoruz kuklacıyı da” yazılı dövizler açtılar.

MAZLUMDER, Mekdav, İHH, DSİP, Başkent Kadın Platformu, Özgür Eğitim Sen, ASDER ve AKV, 28 Şubat Post Modern Darbe’nin yıl dönümü dolayısıyla Meclis önünde basın açıklaması yaptı.

Meclis Dikmen Kapısı önünde bir araya gelen kurumlar, “28 Şubat’ı unutmadık 1000 yıl utanacaksınız”, “28 Şubat’ı unutmadık kuklayı da biliyoruz kuklacıyı da” yazılı dövizler açtılar.

Kurumlar adına açıklama yapan MAZLUMDER Ankara Şube Başkanı Üstün Bal, Ordunun, yüksek mahkemelerin, medyanın, bazı siyasi çevrelerin, büyük sermayenin ve bazı sivil toplum kuruluşlarının el ele vererek gerçekleştiği ve bin yıl süreceği söylenen 28 Şubat darbesinin üzerinden 14 yıl geçtiğini hatırlattı. Bal, 28 Şubat darbesinde, ordunun dönemin seçimle başa gelen hükümetini düşürdüğünü, milyonlarca insanını fişlendiğini, başörtülü öğrencilerin şiddete maruz kaldığını, ikna odalarında” baskıya uğradığını, kamu personelinin sürgün ve meslekten men edildiğini söyledi.

“28 ŞUBAT: IRKÇI FIRTINA, KORKU İMPARATORLUĞU, APOLET EGEMENLİĞİ”

28 Şubat darbesinin, özellikle medya eliyle yarattığı ırkçı fırtınanın tetikçileri harekete geçirdiğini ve İHD eski Genel Başkanı Akın Birdal’a suikast düzenlendiğini belirten Bal, “28 Şubat bir korku imparatorluğu yaratmayı hedefledi. Uğruna özgürlüklerimizi askıya almamızı istedikleri bir korku imparatorluğu. Halkın aptal yerine konduğu, özgürlüklerin lağvedildiği, hukukun, siyasetin, medya ve ekonominin apoletlilerin egemenlik sahasına dönüştürüldüğü bir korku imparatorluğu” şeklinde konuştu.
“Darbeciler, başörtüsü yasağını, faili meçhulleri, insanların kurşunlanmasını, ırkçılığı, askeri vesayetin hep istediler. Suskun, sindirilmiş, bölünmüş, birbirine düşmanlaşmış bir toplum istediler” diyen Bal, darbe tehlikesinin bir daha yaşanmaması için darbe giriminde bulunanların ve gerçekleşmemiş darbelerin sorumlularının yargılanması gerektiğini vurguladı. Bal, 12 Eylül darbecileri gibi fiilen darbe yapmamış 28 Şubatçı paşaların ve Süleyman Demirel’inde yargılanması gerektiğini kaydetti.
http://www.facebook.com

28 Şubat bilinmeyeni; FİNANS İSRAİL'den
15 Şubat 2010
Anadolu Haber

ABDden geldiği finansını ise İsrailin sağladığı belirlendi

28 Şubat süreceyle 54. Hükümete karşı girişilen post modern darbenin kriptosunun ABD’den geldiği finansını ise İsrail’in sağladığı belirlendi

Türkiye’de irtica yaygaralarının arkasındaki asıl gücün ABD ve İsrail olduğu açıklandı. 54. Hükümete karşı girişilen post modern darbenin kriptosunun ABD’den geldiği finansını ise İsrail’in sağladığı belirlendi.

28 Şubat sürecini mercek altına alan İsmail Müftüoğlu, Belgeler Konuşuyor (Milli Görüşte Kırılma) isimli kitabında ilginç belgelere yer verdi.

Kitabında 28 Şubat tezgahının startını veren ABD kriptosunu yayınlayan Müftüoğlu, “Başbakanlık Müsteşarı Yaşar Yazıcıoğlu’da bunu açıkladı. Türkiye’de ABD ve İsrail’in çıkarlarına ters düşen Erbakan hükümetinin kurulması üzerine 28 Şubat’ın startı 15 Ekim2006 tarihinde ABD kriptosu ile verildi. ABD dışişleri bakanlığının Büyükelçiliğe gönderdiği bu kripto ile Uluslar arası ve yerli işbirlikçilerine adeta direktif verdi. Onlar da harekete geçtiler.” Dedi.

Kripto öncesinde CIA Başkanı George Tenet, Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir, MGK Genel Sekreteri Hava Orgeneal İlhan Kılıç’ın ABD’de biraraya geldiğini anlatan Müftüoğlu, ABD, önce hükümet ortağı DYP’nin Türkiye’de islami söylemi ılımlılaştırmaya yönelik baskı yapmasını istemiş, ardından da TSK devreye girerek sonu post modern darbe ile biten hükümete karşı emir komuta zinciri ve hukuka aykırı işlere imza atmışladır.” Şeklinde konuştu.

İŞTE BELGE
Yaşar Yazıcıoğlu’nun açıklamalarını teyit eden çok önemli bir belgeyi, Prof. Dr. Necmettin Erbakan’dan istihsal ile, kitabımızda aktarmakta fayda mülahaza ettik. Belge aynen şöyledir;

“GİZLİ
Aksiyon:POL
Bilgi: AMB, DCM
Tarih: Ekim 1996
Kimden: Devlet Bakanı, Dışişleri Bakanı (Warren Cristopher)
Kime:Ankara Büyükelçiliği, Acil
Bilgi: Millî Güvenlik Konseyi, Washington, Acil
Kime: Atina Büyükelçiliği, Acil
Beyrut Büyükelçiliği, Acil
Moskova Büyükelçiliği, Acil
Sofya Büyükelçiliği, Acil
Geneva Amerikan Misyonu, Acil
NATO Amerikan Misyonu, Acil
BM Amerikan Misyonu, New York, Acil
BT
GİZLİ
E.O. 12958: DECL: OADR
ETİKETLER:PEPR, MPOL, NATO, TU, US
KONU: TÜRK DIŞ POLİTİKASI
REFERANS: (A) Ankara 3583, (B) Devlet 299138
1. S – Metnin Tamamı
2. Departmanımız, Türk Hükümetinin millî eğilimlerinden ve Başbakan Erbakan’ın ideolojisinden ilham alarak dış politikayı Batı’dan ayırıp Arap ve Müslüman dünyasına doğru yeniden yönlendirmesinden dolayı derin endişe içerisindedir. Kanaatimizce, Türkiye’nin İran, Irak, Libya, Nijerya ve Sudan ile bağlarını kuvvetlendirmek konusundaki mevcut tutumu, bizim millî menfaatlerimize aykırıdır (düşmancadır).
3. Doğruyol Partisi, Erbakan’ın radikal İslâmî söylemlerini (taahhütlerini) ılımlılaştırmada başarılı olamadığına göre, kendisinin Refah Partisi ile koalisyonu verimsiz görünmektedir. Biz inanıyoruz ki, Tansu Çiller’in koalisyondan çekilmesi Erbakan’ı düşürür ve ülkeyi erken genel seçimlere götürür. Sonuç kesin olmamakla birlikte, Refah Partisi büyük bir ihtimalle seçimlerden eskisinden daha güçlü olarak çıkacaktır.
4. Türkiye, Birleşik Devletlerin Anahtar Stratejik ortağı olarak kalmak mecburiyetindedir ve onun bu pozisyonunu gerçekleştirip sürdürmedeki başarımız, bizim millî menfaatlerimizi doğrudan etkileyecektir. Türk Askeriyesi, bu sonucu elde etmeye doğru daha büyük çaba sarf etmesi için harekete geçmeye zorlanmalıdır. Bu konudaki aksiyon plânlarınızı ve yorumlarınızı bekliyoruz.
BT
GİZLİ”

MOSSAD 28 ŞUBATÇILARA 17 MİLYAR DOLAR AKTARDI

O ödemde Türkiye’de kumandalı bir hükümetin kurulabilmesi için MOSSAD’ın 17 Milyar Dolar aktardığına vurgu yapan Müftüoğlu, “Paranın büyük bir kısmı Mesut Yılmaz hükümetinin kurulması için harcanmıştır. Mesut Yılmaz ANAP-DSP ve DTP hükümetini 30.06.1997 tarihinde kurmuştur. Adeta ara rejim hükümeti görevi gören bu hükümet 28 Şubat MGK kararlarını uygulamaya koyarak temel eğitimi 8 yıla çıkardı. Daha sonra askeri baskılardan kurtulmak için Batı Çalışma Grubu’nu yerini alacak Başbakanlık Takip ve Koordinasyon kurulunu oluşturdu” şeklinde konuştu.

İSRAİL PARA KARŞILIĞI NE İSTEDİ

İsrail Para’ya karşılık Türkiye’deki işbirlikçilerinden Erbakan hükümeti ile mücadele etmelerini istiyor ve Mücadelenin reçetesi olarak da Alan Makovsky’nin tesbitlerinin uygulanması olarak gösteriyordu. Alan Makovsky, Erbakanla mücadele yöntemlerini şöyle sıralıyor.
Taraftarlarınca Erbakan İç ve Dış politikada mutlaka yalnız bırakılmalıdır.Ayrıca Erbakan’ın söylemleri sert bir dille yanıtlanmalıdır.

Erbakan’a ekonomi ve siyaset açısından ince ayar (fine tuning) yapılmalı, yani askeri darbe yerine sivil darbe yapmak için balans ayarı yapılmalıdır..

ABD’nin Türkiye’deki yandaşları desteklenerek Erbakan yalnızlığa itilmelidir.

Askeri işler dahil Amerikan ilişkilerinden Erbakan haberdar edilmemelidir.

Laiklik Mutlaka desteklenmelidir.

Erbakan’dan mutlaka uzak durulmalı, kendisine soğuk protokol kuralları uygulanmalı, Washington’a davet edilmemelidir.

Erbakan hakkında menfi kampanyalar düzenlenmelidir.

ABD ERBAKAN’DAN NE İSTEDİ

İsmail Müftüoğlu, 54. Hükümetin güvenoyu alması üzerine ABD’nin Peter Tornoff’u Başbakan Erbakan’la göüşmek üzere Ankara’ya gönderdiğini belirterek, “Tornof, Washington’un bölgedeki çıkarlarına saygı gösterilmesi şartı ile, hükümetle işbirliği yapabileceklerini ifade etti. ABD ve NATO’nun Türkiye’deki tesis ve üstlerinin azaltılıp çoğaltılmasına hükümetin karışmamasını, Çekiç Güç operasyonlarına müdahale etmeke, Kuzey Irak’ta kurulacak olan Yahudi Kürt devletine ses çıkartmamak, İMF ve Dünya Bankası ile mutabık bütçe hazırlamak ve İslam eksenlik kuruluşlardan uzak durulmasını itiyordu” dedi.

ÇEVİK BİR İSRAİL ÇIKARLARI İÇİN Mİ ÇALIŞTI?

Darbe’nin ayak sesleri olarak görülen Sincan’da tankların yürütülmesine “Balans ayarı” yorumunu yapan Dönemin Genel kurmay 2. Başkanı Çevik Bir’in hükümetler arası imzalanması gereken anlaşmaları gizli kaydıyla İsrail’le imzaladığına vurgu yapan Müftüoğlu, “23 Şubat1996 tarihinde İsraille imzalanan Askeri Eğitim ve İşbirliği Anlaşması, sivil iktidar yerine Çevik Bir tarafından imza altına alınmıştır. Meclise sunularak kabul edilmeyen bu anlaşma gizliliğini hala korumaktadır. Bu anlaşmanın imzalanmasının ardından Çevik bir önce ABD’ye sonra da İsrail’e davet edildi. Yahudi kuruluşu JİNSA tarafından Yüksek Cesaret ödülü verildi.” Şeklinde konuştu.

HAKİMLERE İRTİCA BİRİFİNGİ

Hükümete karşı mücadele sivillere güvenmeyen Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak 5.5.1997 tarihinde Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına gönderdiği bir yazı ile Ankara görev yapan tüm hakim ve savcıları Genelkurmay’da irtica birifingine davet etti. Çevik Bir’in 28 Şubat darbe emirlerinde ise şu talimatlar veriliyordu, “Basın Yayın organları devreye girecek, Aczi mendiler gündemde tutulakca, Batı Çalışma Grubu çalışanlarına psikolojik harekat kursu verilecek, subay eşleri fişleme yapacak, Özel ve vakıf yurtları habersiz denetlenecek zayıf yönleri medyada afişe edilecek, Özel kasada tutulan emirler kimseye gösterilmeyecek okunup imha edilecek. “

RP’NİN KAPATILMA DOSYASI’NI BATI ÇALIŞMA GRUBU HAZIRLADI

İsmail Müftüoğlu, RP’nin kapatılması için açılan dava dosyasının Genel Kurmay’da hazırlandığına vurgu yaparak, “28 Şubat süresince RP’nin kapatılması ile ilgili başsavcılığın dosyası genel kurmay tarafından hazırlanmıştır. Üzerinde gizli yazılı belgelerin bulunduğu dosya Başsavcılık tarafından Anayasa Mahkemesine havale ediyor. Anayasa Mahkemesi belgeyi Genelkurmay’a iade ediyor. İstanbul 4. Asliye Mahkemesi’nde açılan bir dava ile ilgili olarak Mahkeme, belgeleri Sacılık’tan, Anayasa mahkemesinden istiyor. Her iki kurumda belgelerin Genel Kurmay Başkanlığı’na gönderildiğini yazıyorlar. Genel Kurmay Başkanlığı ise böyle bir belgenin olmadığını iddia ediyor.
8sutun/ İsmail Zelvi

31 Ocak 2010
Başaranlara Hesap Soran Yok!

Cumhuriyet eski Savcısı Gültekin Avcı,"Savcılar açık bir cunta olan 28 Şubat'ı çok net ve hiçbir tereddüde mahal vermeden mutlaka soruşturmalı" dedi.

28 Şubat'ın açık ve net bir darbe olduğunu belirten eski Cumhuriyet Savcısı Gültekin Avcı, savcıların herhangi bir ihbar beklemeden harekete geçmelerini söyledi. Avcı, medyada çıkan haberlerin ve kamuoyuna yansıyan konuşmaların yeterince açık ve net olduğunu belirterek, "Erzincan'da silahlı askeri araçların yürütülmesi 28 Şubat benzeri bir hareketti. Bu faaliyetlerin bir daha yaşanmaması için 28 Şubat soruşturulmalıdır" diye konuştu.
28 Şubat sürecinde, Türk Ceza Kanunu'nun 311 ve 312. maddeleri ile silahlı örgüt kurma suçlarını düzenleyen 314. maddelerine giren fiilerin işlendiğini ifade eden Avcı, "Tankların yürütülmesi ve Milli Güvenlik Kurulu kararları ile Refah Partisi kapatılmış, hükümet düşürülmüştür. Dönemin Refah-Yol Hükümeti üyeleri ile görüşülerek bu cuntanın soruşuturulması gerekir" dedi.

12 Eylül soruşturması için bu yıl içinde zamanaşımı süresinin dolacağını ifade eden Avcı, 28 Şubat süreci için de bu sürenin dolmasının beklenmemesi gerektiğini söyledi. Balyoz Harekat Planı'nı hazırladığı iddia edilen eski 1. Ordu Komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan'ın da kurucuları içinde olduğu ifade edilen Batı Çalışma Grubu'nun (BÇG) "İllegal" bir yapılanma olduğunu söyleyen eski Savcı Avcı, şunları kaydetti:

"İllegal BÇG'ye legal bir elbise giydirmek amacıyla EMASYA Protokolü imzalanmıştı. Ancak EMASYA'nın kendisi de kanunlara aykırıdır. Yani elbise hukuki açıdan dar gelmiştir. Görüyoruz ki, Çetin Doğan, Balyoz'dan önce de 28 Şubat'ta olduğu gibi 'Darbeye kalkışma' fiilini işlemiştir. O zaman 'Ergenekon soruşturulurken neden 12 Eylül ve 28 Şubat soruşturulmuyor' şeklindeki tereddütler de giderilmiş olur."

TÜRKİYE'DE ŞARTLAR DEĞİŞTİ

Ergenekon soruşturması yelpazesinde bir bütün olarak iddiaların soruşturulması gerektiğini vurgulayan Gültekin Avcı, 28 Şubat şartlarının çoktan aşıldığını dile getirdi. Fişlenen gazetecilerin bir araya gelerek suç duyurusunda bulunabildiklerini söyleyen Avcı, "Aydınlarda bu aşılmıştır. Türkiye'de demokratik aydınlar bir numara daha büyümüştür. Ben savcılarımızın harekete geçerek 28 Şubat'ı da soruşturacaklarına eminim. Ancak geç kalınmamalıdır" dedi.

Erzincan'da zamanlama önemli

Erzincan'da askeri araçların yürütülmesi ile ilgili olarak da Avcı, "Zamanlaması savcılar için fevkalade anlamlıdır. Araçların bağlı bulunduğu 3. Ordu Komutanı Saldıray Berk, savcılar tarafından ifadesi alınmak istenmiş ama ifade vermeye gitmemiştir. Bütün bu olaylar bize 28 Şubat sürecini hatırlatmaktadır. Genelkurmay'ın açıklaması tatmin edici değildir. Genelkurmay kamuoyunca yanlış anlaşılmalara mahal vermeyecek bir şekilde açıklama yapmalıdır" şeklinde konuştu.
Kaynak: Yenişafak

Kıvrıkoğlu vurulsaydı Çevik Bir komutandı

Kıbrıs olayının yaşandığı tarihlerde bir başka olay daha vardır günlerce akıllarda kalan... Bir emekli kurmay yarbayın devrin Cumhurbaşkanı Demirel’e yazdığı mektup. Bu mektup, Cumhurbaşkanlığı tarafından “kişiye özel” olmasına rağmen Genelkurmay Başkanlığına gönderilmiş, bu yüzden mektubun sahibi yarbay hapse atılmıştı.
Mektup’ta çok önemli iddialar vardı.
Bunların arasında da, “KKTC’deki tatbikatta, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’na suikast düzenlendiği” konusu yer alıyordu.
Mektubun altında, satırları yazan emekli yarbayın imzası da vardı.
Yavuz Yıldar...
“28 Şubat” yılı dolmuş, Mart ayı sürüyordu bu mektup yazıldığı zaman. Güya bir sivil iktidar ve Çankaya vardı ama asıl olan, Çevik Bir ve adamlarıydı her tarafta... Ve tabii bu durumda Çankaya’ya yazılmış bile olsa “kişiye özel mektup” söz konusu olamazdı yani!..
Kaldı ki; Emekli Yarbay Yavuz Yıldar’ın mektubu öyle “sıcaktı” ki Demirel elini değdirse kül olacağını hissedecek kadar tecrübeliydi zaten!..
Yarbay Yıldar’ın mektubunda Türk Silahlı Kuvvetlerinde bir yapılanma-kadrolaşmadan söz ediliyor, “ürkütücü” boyuta gelen mezhep kadrolaşması iddiası bulunuyor, Cumhurbaşkanı olarak konudan haberdar olması isteniyordu Demirel’in..
Mektupta, GATA, Okullar Dairesi Başkanlığı, Tayin Daireleri Başkanlığı gibi yerler işaret ediliyordu...
İşte o satırlar arasında bir de şu yazılıydı..
“Orgeneral Kıvrıkoğlu’nun Kıbrıs’ta kurtulması mucizedir!..”

Kıvrıkoğlu’nun kurtulması

Kurmay Yarbay Yavuz Yıldar, Cumhurbaşkanı Demirel’e gönderdiği mektubunda Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’na, Kıbrıs’ta düzenlenen suikastın “Allah’ın bir lütfu ile atlatıldığını” yazıyordu..
Yarbay çok önemli iddialarla Cumhurbaşkanı’nın huzuruna ulaşmayı göze almıştı ve beyanı çarpıcıydı...
“Orgeneral Çevik Bir’in Genelkurmay Başkanı olması için ya Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun ortadan kaldırılacağı ya da Karadayı’nın görev süresinin bir yıl uzatılacağını öne sürüyordu”.
Mektupta, “Millet olarak duamız her iki teşebbüsün de başarısızlıkla sonuçlanması olduğudur” diyordu..
Yarbay Yıldar mektubunda, “İkinci teşebbüsün Cumhurbaşkanı’nın katkısını gerektirdiği belirtilerek, bu senaryonun engellenmesini istemek için de yazdığını” anlatıyordu. (Bu mektup Demirel’de kalmadı, o dönem Çevik Bir’in adamı olarak ünlenen Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak’a ulaştı.. Yarbay Yıldar hapse girdi ama sonra beraat etti.)
Sözün özü, 28 Şubat’ın en hızlı günlerinde, Çevik Bir’in yıldızının en parlak döneminde, bir muharip Kurmay Yarbay, Kara Kuvvetleri Komutanı’na “suikast” teşebbüsünü dillendiriyordu..

Kıvrıkoğlu’nu tasfiye!..

Yarbay Yavuz Yıldar, KKTC’deki “olayı” anlatırken uzmanlığını da kullanıp, kesin ifadelerde bulunmuştu. Tatbikat sırasında, Kıvrıkoğlu’nu sıyırıp Albay Vural Berkay’ı bulan kurşunun “sekme” olmadığı, direkt hedefe geldiği iddiasındaydı;
“Seken mermi, omlet gibi olur; dağılır. 100-150 metre uzaklıktan hedefi vuramaz. Koca bir top parçası olsa, gülle gibi isabet eder ama, burada seken mermiden söz edemeyiz...” diyordu.
Mermi, Kıvrıkoğlu’nu bulsaydı!?.
Bulmadığı için o dönemin kapalı kapıları ardında “başka senaryolar” hep konuşuldu... Yarbay Yıldar’ın bahsettiği “2. seçenek, Karadayı’nın görev süresinin bir yıl uzatılması” konusu çok yoğunlaştı. Ama tutmadı, çünkü sonrasında Karadayı’nın Demirel sonrası Köşk telaffuzu vardı. Mesut Yılmaz ve Demirel bu işe ustaca taş koydular, Çevik Bir’in “atakları” onları aslında çok rahatsız ediyordu...
Sonra?.. “Ağustos 1999’da Hava Kuvvetleri Komutanı İlhan Kılıç, Deniz Kuvvetleri Komutanı Salim Dervişoğlu, Birinci Ordu Komutanı Orgeneral Çevik Bir, Harp Akademileri Komutanı Necati Özgen ve Batı Çalışma Grubu’nun başı olduğu ileri sürülen Ege Ordu Komutanı Doğu Aktulga emekli oldu...”
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kıvrıkoğlu dönemi başladı...
Bu dönem ise bir başka “çekişme-kadrolaşma” yaratacaktı!..
İlerde!..

Paşa Ev Koleksiyonu Kurmuş
07 Mayıs 2009
Ergenekon iddianamesinin ek klasörlerine konulan Örnek'in günlüklerinde, Salim Paşa'nın yolsuzluklarına yer veriliyor. Günlüklerde "Seks partisi" de var...
İlişkili HaberlerTüm Haberler
Ergenekoncular Birbirine GirdiTaraf'ta Ergenekon HaberleriETÖ Hesaplarına Şok KıskaçStar'da Ergenekon HaberleriSabah'ta Ergenekon Haberleri

28 Şubat'ın emlak getirisi: Salim Paşa'ya 5 yılda 11 ev ve arsa

Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'e ait olduğu ileri sürülen ve Ergenekon iddianamesinin ekleri arasında yer alan günlüklerde 1997 - 1999 döneminde görev yapan eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Salim Dervişoğlu'nun adının karıştığı yolsuzluk iddialarına yer verildi.

İddianamenin ekleri arasına konulan "günlük'lerdeki ifadeler şöyle:

1 FEVKALADE LÜKS BİR BİNA: 23 ARALIK 2000

(Em. Yüzbaşı Suat Hızarcıoğlu'ndan alınan bilgiler)

- Salim Paşa 1995ten bu yana 11 ev, 4000 metrekare arsa, 3 otomobil satın almış, 1 Eylül 99, 1 Eylül 00 arasında 17 kez yurt dışına gitmiş. Evlerden Acarkent'te yapılanın resmini gördüm, fevkalade lüks.

- Remzi ağabey ile Salim Paşa kavga etmiş, Paşa bir miktar parayı Remzi ağabeyin kızı Selva'ya iade etmiş. Selva da parayı Salim Paşa'ya, 'Bu para Fransızlarla yapılan son işten sana düşen payın son taksidi, diyerek iade etmiş.

- Salim Paşa'nın parası Switzerland Union Bank'taymış.

RÜŞVET SÖZLEŞMESİ: ARALIK 2002-OCAK 2003

- 31 Aralık'ta müteahhit Feridun Toydemir geldi. Bir sözleşme kopyası verdi. Toydemir, Suat Hızarcioğlu, Ahmet ve Mehmet Dervişoğlu 24-01-2000'de imzalamış. Deniz Kuvvetleri ve Sahil Güvenlik'le yapılacak tüm ihalelerde ortak hareket edeceklerine kârı eşit olarak böleceklerine dair bir sözleşme.

MOLDOVA'DA SEKS PARTİSİ: 17-18 MAYIS 2001

- Moldova'ya gitme meselesini tekrar duydum. Bana gidenlerin Tayfun, Tanju, Cengiz, Yalçın, Çanakkale'de 2000'de ikmal destekte görev yapanlar ve müteahhitler olduğunu, Şubat 2000'de orada bir ev tutulduğunu, seks partisi düzenlendiğini belirtti.

- Alb. Cengiz, Alb. Tayfun, Yzb. Yalçın hafta sonlarında Host Hotel'de ve geceliği 5000 dolar olan mankenler ile, organizeyi Ayhan Çarıkçılar yaparsa kendi evinde Rus kızları ile alem yapmaktadır.

ON BİN DOLARI BASTIRAN: 29 KASIM 1999

- Yzb. Yalçın'ın para karşılığı asker ataması yaptırdığına dair bazı bilgiler var. Ben daha Dz. K.K. Kurmay Bakanı iken Burak'ın (Örnek'in oğlu) arkadaşları Ömer ve Metin Usta 10.000 dolar karşılığı askerliklerini hiç birliklerine uğramadan yaptıklarını söylediler... İstanbul'a atama yapıldığını tespit ettim ama parasal ilişkiyi tespit edemedim.
Kaynak: Habertürk

28Şubat Bumerangı
Tamer Korkmaz

“Faşizm Tarihi”nden bir yaprak… Bugün, 28 Şubat “askeri müdahalesi”nin on birinci yıldönümü…

Şimdiye kadar hakkında çok fazla konuşulmuş, sayısız tartışmalar yapılmış olsa da…

28 Şubat'ın asıl mahiyeti hâlâ ortaya çıkarılabilmiş değil!

* * *

28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısından çıkan bildiri temelinde şeklen “hafif darbe” diye tanımlansa da…

28 Şubat Süreci darbeler tarihimizin en fazla kirli çamaşıra sahip, en karanlık askeri müdahalesiydi…

Yani?

Faili meçhuller açısından kesinlikle ilk sıradadır!

Malum süreçte, Batı Çalışma Grubu'nun imza attığı fişlemeler “bu milletin evlatları”nı ve “bu milletin değer yargıları”nı hedef alan sistematik bir operasyondu…

28 Şubat, “irticai kalkışma”ya karşı laik Türkiye Cumhuriyeti devletinin rejimi korumak maksadıyla giriştiği “meşru müdahale” olarak sunuldu…

Böyle bir değerlendirme, büyük bir gözbağcılık numarası idi:

Laiklik istismarına dayalı…

Perde arkasındaki “çok kirli operasyonu” gizlemeyi amaçlayan…

Kamuoyunu yanıltmaya yönelik “şaheser bir aldatmaca”ydı, bu laikçi söylem…

O dönemde hakimiyeti elinde bulunduran “ABD-NATO'ya bağlı-bağımlı “Gizli İktidar/Derin Devlet” yapılanması “İrticaya Karşı Topyekun Savaş” ekseninde 28 Şubat sürecini kurgulayarak…

“Millet düşmanlığı”nı o güne kadarki en ileri noktaya taşıyıp, zorbalığını “faşizm standartları”na/ zirveye çıkarmıştı…

“Batı” Çalışma Grubu, “Gizli İktidar”ın ABD'ye ait oluşunun sembolüydü!

“Gizli İktidar”ın yüz binlerce vatandaşını fişleyip hedef tahtasına koyması, sadece “çürütmeye dayalı hükmetme zorbalığı”nın değil…

“Yerli, milli” tüm unsurlara karşı bitmek tükenmek bilmeyen husumetinin kanıtıydı…

28 Şubat, gerçekte olmayan “irticai kalkışmaya karşı” değil; “millete karşı sistematik bir kalkışma”ydı!

Perde arkasında kalan gerçek mahiyeti dikkate alındığında, 28 Şubat'ın Türkiye için en karanlık nokta olduğu kesindir…

Hadisenin püf noktası da buradadır…

Ne demişler? “Sabah yaklaştıkça gece kararır!”

Zaten hakim olan “gizli güç odağı”nın 28 Şubat marifetiyle bu konumunun da ötesine geçip milletin değer yargılarına karşı yok edici bir hamle yapması üzerine…

Faşizan tavrının bir nevi bumerang etkisi meydana getirip, malum süreci çok fazla geçmeden -birkaç yıl içinde- tersine çevirmesi gibi bir sonuç ortaya çıkmıştır!

Org. Kıvrıkoğlu'nun bütün engellemelere rağmen Genelkurmay Başkanı olmasıyla gelişip; finalinde “Gizli İktidar”ın lağvedildiği, Türkiye'nin ABD'nin yörüngesinden çıktığı “tarihi bir netice”den söz ediyorum…

“28 Şubat Bumerangı”nı…

“Süper güç ABD”nin, (..) sahte ve kurmaca gerekçelere dayalı Irak İşgali'nde ağır bir yenilgiyle karşılaşması; bölgeye yaşattığı son derece kanlı bedelle birlikte bu sonucun dönüp Washington'ın dünyadaki/Ortadoğu'daki konumunu vurması gibi de düşünebiliriz...

* * *

Final Notu: 28 Şubat'ın kovboylarından Emekli Org. Doğu (Batı olmalıydı) Silahçıoğlu'nun geçenlerde İstiklal Marşı'na karşı giriştiği manidar saldırıyı bu yazıda anlattıklarım çerçevesinde değerlendirmenizde fayda vardır!
yeni şafak

28 Şubat, ticari hayatı nasıl etkiledi
28 / 02 / 2008
11 yıl önce yapılan 28 Şubat postmodern askeri darbesinin siyasi hayata olduğu kadar ticari hayata da olumsuz yönde çok etkisi oldu. İşte 28 Şubat'ın ticari hayata yaptığı etkiler:

Türkiye 28 Şubat askeri darbesinin yaptığı etkileri tartışıyor. Bu zamana kadar siyasi ve sosyolojik alandaki olumsuz etkileri tartışılan 28 Şubat’ın ilk defa ticari hayata yaptığı etkileri tartışıldı.

28 Şubat’ın, “Ticari Hayata Etkileri”ni masaya yatıran, Esnaf ve Sanatkârlar Derneği’nin (ESDER) paneline katılan konuşmacılar, sürecin ardından Türkiye'de ekonomik olarak büyük kayıplar yaşandığını belirterek, yaşanan sürecin küresel güçlerin eliyle yapıldığına dikkat çektiler.

Panele Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Osman Altuğ, Dünya gazetesi yazarı ekonomist Uğur Civelek, Zaman gazetesi yazarı ekonomist Hüseyin Sümer ve MÜSİAD Ankara Şube Başkanı Hüdaverdi Çakır konuşmacı olarak katıldı. TV5 Ankara Temsilcisi Mustafa Kurdaş'ın yönettiği panelin açılış konuşmasını yaptı.

"KÜRESELCİLER RAHATSIZ OLDULAR"

İki turdan oluşan panelde ilk konuşan ekonomist Uğur Civelek oldu. 28 Şubat post modern darbesinin daha geniş bir perspektiften değerlendirilmesi gerektiğini belirten Civelek, olayın küresel güçlerin etkisiyle olduğunu söyledi. Türkiye'nin küreselleşmeden hep zararlı çıktığını söyleyen Civelek, sözlerine şöyle devam etti: "Küresel aktörler, hep kendi emirlerinde çalışacak iktidarlar ararlar. Önce iktidarlara planlar veriliyor. Ardından borç veriliyor. Kısacası ülkede asla üretim istenilmiyor. Sadece tüketim isteniliyor. Karşı çıkan iktidarlar ise CIA ajanları tarafından hemen çeşitli propaganda ve oyunlarla iktidar düşürülür ve aynı senaryo yeni iktidarlar için bir daha yazılır. Bu süreç hep böyle devam eder. Türkiye'nin artık zamanı kalmadı. Şartlar böyle devam ederse her şeyimizi kaybederiz. Ülke olarak biz bir aileyiz. Artık birbirimizi eleştirmeyi bırakıp, birlik olmalıyız. Güçlenmek istiyorsak sadece tüketmeyi bırakıp, üretime geçmeliyiz. Aksi takdirde Türkiyemiz kaybeder. Aklını kullanmayan insanların inancı da olmaz. Dünyada üç tane yönetim sistemleri vardır. Bunlar; demokrasi, monarşi ve anarşidir. Türkiye anarşiyle monarşi arasında bir yerdedir ve 60 yıldır da bundan kurtulmadı." "TÜRKİYE'DEKİ SİSTEM PARAKSİDİR"Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Osman Altuğ'da Türkiye'de demokrasi olmadığını söyleyerek, "Parası olan istediğini söyler, yazar ve istediği gibi de yaşar. Buna ancak paraksi denir. Türkiye'deki sistem ancak bu olur" dedi. Refahyol Hükümeti döneminde Başbakan'a danışmanlık yaptığını belirten Altuğ, Refahyol Hükümeti döneminde Türkiye'nin ilk defa denk bütçe gördüğünü söyledi. Osman Altuğ, sözlerine şöyle devam etti: "Refahyol Hükümeti birçok alanda ilkler gerçekleştirdi. Denk bütçenin yanında memur, işçi, emekli maaşları yüzde yüzün üzerinde zamlandı. İnsanlarda alım gücü yükselince esnaf ve sanatkârlarımız da haliyle rahat bir dönem geçirdi. Biz o dönemde üreten bir ekonomi modeline geçtik. Faizleri hem aşağıya çektik hem de vergilere tabi tuttuk. Reel faiz yüzde 2'lere kadar düştü. Ancak Türkiye'nin kayıtlı, üreten bir ekonomiye geçmesinden rahatsız olan çevreler oldu. Türkiye'de suni gündemler oluşturarak, 28 Şubat'ın oluşmasını sağladılar. Onlar Türkiye'nin kalkınmasını kesinlikle istemiyorlar. Sadece üretmeden, yorulmadan paradan para kazanarak ayakta kalmaya çalışıyorlar. Türkiye artık döviz-faiz-borsa üçgeninden kurtulmalıdır.

"28 ŞUBAT'TA ESNAFA KAZIK ATILDI"

Kayıtlı ekonomi kalkınmanın temel öğesidir. Kayıt dışı ekonominin olduğu bir yerde iki devlet vardır. Biz Refahyol Hükümeti döneminde kayıtdışı ekonomiyi bitirmek için en büyük parayı madeni 1 lira yapacaktık. Ve "Akıllı Kart" getirecektik. Para küçük olduğu için kimse yanında para taşımazdı. Kartla yapılan her alışverişte kayıtlı olacaktı. Büyük banknotlarla kayıtlı ekonomiye geçilmez. Zaten Refahyol'un düşürülmesinin altında da ekonominin iyiye gitmesi yatıyor. Bazıları rahatsız oldular. Hükümet'i düşürdüler. 28 Şubat süreciyle esnafa kazık atılmıştır, faizler artmaya başlamış, sistem rantiyecilerin eline geçmiştir." "KAYBEDEN TÜRKİYE OLDU"Panelde konuşan Hüdaverdi Çakır, Türkiye'nin, 1960'lı yıllardan başlayarak geçirdiği süreçler hakkında değerlendirmelerde bulunurken, ülkenin sanayi anlamında beklenilen düzeyde kalkınamadığını, bunun da ülkenin sanayiden anlamayan kesimler tarafından yönetilmesinden kaynaklandığını belirtti. Türkiye'nin, denk bütçeyi hedefleyip gelirleri kadar harcamayı amaçlarken, şimdi ise ''çılgın'' bir tüketim içinde bulunduğunu ve bu tüketimle israfın arttığını anlatan Çakır, ''28 Şubat süreci öncesi birilerinin inine şiş sokuldu, birilerinin düzeni bozuldu. Bu sürecin ardından Türkiye'nin büyük kayıpları oldu. Bu gürültünün içinde kayıplar 50-80 milyar dolarları buldu'' diye konuştu. Meslek liseleri konusuna da değinen Çakır, sözlerine şöyle devam etti: "Türkiye'de bir yandan işsizlik artarken, biz sanayiciler olarak kalifiye eleman bulamıyoruz. Bu 28 Şubat'ın sonucudur. Avrupa'da meslek liselerinde okuyanların sayısı yüzde 75 seviyesinde iken, bu oran ülkemizde 25'lerde kaldı. Bu acı bir durumdur. Meslek liselerinin önünü kapatmak, vasıfsız insan yetiştirmektir. Mantığını anlayamıyorum."

"SERMAYEYİ RENKLERE AYIRDILAR"

Zaman gazetesi yazarı ekonomist Hüseyin Sümer de 28 Şubat sürecinde bazı çevrelerin suni gündemler oluşturarak, Anadolu sermayesinin güçlenmesinden rahatsız olduklarını söyledi. 28 Şubat'ı bir film senaryosuna benzeten Sümer, sözlerine şöyle devam etti: "Anadolu aslanları kavramı yavaş yavaş güçleniyordu. Üretim çeşitlendi. Bunu hazmedemeyen çevreler, bu iş çevrelerine yeşil sermaye ismini vererek onları dışladılar. Çünkü Anadolu sermayesinin güçlenmesini kesinlikle istemiyorlardı. Ancak şu var. 28 Şubat onları durdurmamıştır. Bugün kendinden emin bir şekilde yine güçlendiklerini rahatlıkla görebiliyoruz."
stargündem

28 Şubat Anma Yazısı
01 Mart 2009
Karadayı'nın 28 Şubat sürecini deşifre kasedinde bilinmeyen ne var? Kasetle ortaya çıkan ilginç çirkinlikler.

Gülay Göktürk/Bugün

"İyi saatte olsunlar" bizlere 28 Şubat'ın yıldönümü vesilesiyle bir Karadayı kaseti daha göndermişler.


Hepsi öğreticiydi ama bu bir başka öğretici.

Günün anlam ve önemine bundan daha uygun bir kaset düşünülemezdi.

Al kaset çözümünü, koy 28 Şubat Anma Yazısı yerine, olsun bitsin...

"Askeri vesayet rejimi nasıl yürür" konulu bir konferans mı vereceksin, aç kaseti, dinlet katılımcılara, yeter...

Aslında kasetin bir "haber değeri" yok. Karadayı'nın anlattıklarını hepimiz zaten biliyorduk.

Bu yüzden generallerin icraatları babında pek ilginçliği yok kasetin. Asıl ilginç taraf, generallerin "işbirlikçilerine" bakışını, değerlendirmelerini ve üslubunu görmek...

Biliyorsunuz, bir önceki kasette, Erkan Mumcu'ya 367 konusunda yaptığı baskıları anlatıyor ve Meclis'e girme dedim. Girmedi. Halk seçsin şeyini getiren de bu p......" sözleriyle talimatları doğrultusunda hareket eden siyasilere ne kadar "saygı" duyduğunu da çarpıcı bir biçimde ortaya koymuş bulunuyordu.

Bu kasette aynı "saygılı" ifadenin Mesut Yılmaz versiyonunu dinliyoruz.

Bir Bodrum buluşmasında, Mesut Yılmaz'ı almış karşısına ve direktiflerini sıralıyor: "1-Siyasi partiler kanununu değiştireceksiniz. 2-Seçim kanunu mutlaka değişecek. 3- Sekiz yıllık eğitimi mutlaka sağlayacaksınız. 4- Milletvekilliği dokunulmazlığını kürsü dokunulmazlığına çevireceksiniz... 7-8 tane şey söyledim, hepsini sırıtarak dinledi" diyor. Ama sonra 8 yıllık zorunlu eğitimin 5 artı 3 şekline dönüştürülmeye kalkılması üzerine fena halde "ihanete uğradığını" hissedip yine ağzını bozuyor: "Sahtekar bunlar. Burada karar veriyoruz, bir milletvekili kalkıyor önerge veriyor, hemen onu Meclis'te ayarlıyorlar, Yaşar Tüycü...(...) Sonra 8 yıla zor çektik. Onlar bu kadar adi adam, şimdi, Mesut Yılmaz da kaypak."

Bu satırları okuyunca Mesut Yılmaz'a 28 sürecinde takılan "onbaşı" lakabının ne kadar yerine oturduğunu da görüyorsunuz.

Kasette, Erbakan'ın generallerin her dediğini yapan uysal koyun olmasının onlar nezdinde hiçbir sempatiyi ve saygıyı hak etmediğini, karargahtan çıkmayan ve "haberimiz olmadan hiçbir şey yapmazdı" dediği Onur Öymen'i nasıl postaları yerine koyduklarını ibretle okuyoruz.

Bu hep böyledir. Güç sahipleri, gücün etrafında pervane olanları kullanırlar kullanmasına ama sinek kadar değer vermezler. Yüzlerine güler, arkalarından böyle konuşurlar.

Ben kaset çözümünü en çok bu bakımdan sevdim. En çok bu yüzden sevindim o konuşmaların deşifre olmasına. Belki dedim, bundan sonraki darbe ya da yarı darbe teşebbüslerinde generallerin önünde sıraya girip hizmet sunmaya hazırlananlar, arkalarından nasıl konuşulacağını görürlerse, ileride bu konuşmalar ortaya dökülünce çoluk çocuklarına rezil olmamak için ayaklarını denk alırlar.

Demokrasiye ihanet yeteri kadar büyük bir suçtur zaten. Ama bunun üstüne bir de demokrasi düşmanları tarafından bile böyle aşağılanmak, yapılanın siyasi bir suç olmanın ötesinde bir karakter bozukluğunun işareti olduğunu dank ettirir kimi kafalara.

Karadayı ses kaydında her şeyi anlatıyor

28 Şubat Soyguncuları...
01 Mart 2009
Başbakan Erdoğan'ın, Demirel'e tartışılan 'aile fotoğrafı'yla yüklenmesi akıllara 28 Şubat sürecindeki 47 millar dolarlık soygunu getirdi..

28 Şubat süreci, ekonomiye ağır bir bedel ödetti. 9 Aralık 1999'da IMF'ye gönderilen iyi niyet mektubuyla başlatılan program, ağır aksak yürüyordu. 22 Aralık 1999'da Egebank'la birlikte 7 bankaya el konuldu. 2001'de kriz derinleşti. 19 Şubat'taki MGK'da ise tarihî bir olay cereyan etti.

Cumhurbaşkanı Sezer, Başbakan Ecevit'e anayasa kitapçığı fırlattı. Ecevit, toplantıyı terk etti; ülkede 'kriz' olduğunu duyurdu. Bu açıklama üzerine piyasalar karıştı. Bir gün sonra dalgalı kura geçildi. Repo faizi, yüzde 7 bin 500'e tırmandı. Dolar 68 kuruştan 95 kuruşa fırladı. Türk halkı yarı yarıya fakirleşti.

1998-2003 yılları arasında 22 banka battı. Bankaların batma sebebi topladıkları mevduatı yasal sınırların dışına çıkarak kendi grup şirketlerine kredi olarak kullandırmalarıydı. Başta İmar Bankası, Pamukbank, Toprakbank ve Egebank olmak üzere batan bankalar, TMSF'ye devredildi. Batık kredilerin Hazine'ye yükü ağırdı: 47 milyar dolar. Eski Cumhurbaşkanı Demirel'in yeğeni Murat Demirel, Egebank'ı, 'Teşekkül oluşturup sistemli ve planlı olarak 1 milyar 200 milyon dolar zarara uğrattığı' iddiasıyla yargılandı. TMSF Başkanı Ahmet Ertürk, o dönemki tabloyu şöyle özetledi: "Politikacı-bankacı, politikacı-işadamı gibi kurulan karanlık ilişkiler sistemin çökmesine ve arkasında milyonlarca dolarlık enkaz bırakmasına sebep oldu."

Batan bankalarda, 28 Şubat sürecinde rol oynayan komutanların görev alması da dikkat çekti. Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman İnterbank'ta yönetim kurulu üyesiydi. Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya da batan Bankekspres'in sahibi Korkmaz Yiğit'in danışmanıydı. Hortumlanan Etibank'ın Yönetim Kurulu'nda ise Oramiral Vural Beyazıt bulunuyordu.

İşte tartışılan 'aile fotoğrafı'

Başbakan Erdoğan, Batman'da bankaların hortumlanmasına temas ederken ilginç bir fotoğrafa göndermede bulundu. Söz konusu fotoğraf Süleyman Demirel'in kayınbiraderi Ali Şener'i ziyaretinde çekilmişti. Ancak bu karedeki isimler hakkında daha sonra ağır suçlamalarda bulunulmuştu. İşadamı Kamuran Çörtük'ün (ayakta soldan ikinci) sahibi olduğu Bayındırbank, TMSF'ye devredildi. Çörtük hakkında bankayı 115 milyon dolar zarara uğratmaktan dava açıldı. Cavit Çağlar, (ayakta sağ başta) İnterbank'ın içini boşaltarak devleti 1 milyar 269 milyon dolar zarara uğratmakla suçlandı. Ali Şener'in (ayakta soldan üçüncü) adı ise arsa yolsuzluğuna karıştı.
aktifhaber

Çevik Bir'in İsrail'e Yolladığı Mail
30 Haziran 2009
Org. Karadayı'nın makam odasının içerisine 'kozmik oda' inşa ettirmesi, akıllara Çevik Bir'in İsrail'in en üst düzey askeri yetkilisiyle yaptığı yazışmaları getirdi...
İlişkili HaberlerTüm Haberler
Öcalan'ı Bir Mi Kurtardı?Yahudileri Memnun Edemedi Büyükelçiden Açıklama GeldiBu Ziyarette Tahrik mi Var?Polisler Bugün Oh Diyor!

Yeni Şafak'tan Taha Kıvanç'ın yazısının ilgili bölümü...

Dün bizim gazetede çıkan dönemin Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı'nın makam odası içerisine kendisinden başkasının girmesine izin vermediği bir 'kozmik oda' inşa ettirdiği haberini okuduğumda, aklıma hemen Avni Özgürel'in geçen hafta Radikal'de yazdığı 'olay' geldi. Adını vermediği 'Bir' asker kişiyi anlatıyordu yazısında; “Ortadoğu'da söz ve iddia sahibi ülkelerin (herhalde 'İsrail' kast ediliyor, TK) askeri karar vericilerinin gözünde 'en muteber şahıs' sayılıyor” imiş o 'Bir' asker kişi...

'Kozmik oda' inşa ettiren komutan, kurum içi iletişimi de denetim altına almış; hem de bir altındaki komutana bile haber vermeden... “Herkes kurum dışına çıktıktan sonra” diyor Radikal yazarı, “Bilgi işlem elemanları istihbarat personeliyle birlikte bütün bilgisayarlarda kimin hangi dosyalar üzerinde çalıştığını kontrol edip ister kayıtlı ister silinmiş olsun, mutadın dışında bir şey gördüklerinde bunu ertesi sabah '1 numara'nın önüne koyuyorlardı.”

Kuşkulu ortamlar için yerinde bir tedbir... Dönemin güçlü 'Bir' komutanının bilgisayarında 'Ortadoğu ülkelerinden birinin en üst düzey askeri yetkilisi' ile yazıştığı fark edilmiş denetimlerde... Gönderdiği notta şu yazıyormuş: ? Bu ağustosta İstanbul'a gitmem söz konusu; aksi halde Ankara'ya işin başına gelmem mümkün _değil. Sonrasında büyük kulis dönecek haliyle. Ertesi sene emekli de edebilirler. İki ihtimale göre de planımı yaptım. Şayet emekli ederlerse cumhurbaşkanı olmayı düşünüyorum..."

Gönüllerde ne aslanlar yatıyor, görüyorsunuz...

Yazıda bir ayrıntı daha var ki, işte o müthiş: Güçlü 'Bir' komutan emekliliğe hazırlanırken 17 Ağustos (1999) depremi olmuş... Kafasında daha yüksek bir koltuk ve oradan da Çankaya var ya, bunu fırsat bilmiş o komutan...

Gerisini Avni Özgürel'den okuyalım: “Onbinlerce insan enkaz altında yardım beklerken bir zamanlar kurumunun göz bebeği olan kişi ' fırsat bu fırsat' diyerek Ankara'ya sıkıyönetim ilânı için şantaj yapıyor, 'Sıkıyönetim ilân edin, kurtarayım İstanbul'u' diyordu. Dediği yapılsa olağanüstü halin gereği olarak hakkındaki emeklik kararı yürürlükten kalkacak, önü bir daha engellenemeyecek şekilde açılacaktı.”

Karargâh restini görmüş ve emeklilik yazısı elden gönderilmiş; kendisi için 'devir-teslim' töreni de yapılmamış... Sonra? “Sonra ödüller aldığı ülkelerin himayesinde hiçbir şart altında üzerine gelinmeyeceği güvencesiyle köşesine çekildi” diyor Radikal yazarı...

'Demokrasi' vurgusu yapanlar, aslında, 'kozmik oda inşası' ve 'sefertasıyla işe gitme' ihtiyacını ortadan kaldırmak istiyorlar...

Çevik Bir'den İrtica Parası!
14 Temmuz 2009 Tabip Kıdemli Albay Prof. Dr. Mustafa Kahramanyol'un 1997'de Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) kararlarıyla ordudan atılması konusunda ilginç iddialar ortaya atıldı.

Kahramanyol'un eski eşi Nurcan Akçay, kocasının irticacı diye ordudan atılması için aralarında dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir'in de olduğu üst rütbeli bazı subayların kendisine para ve iş teklif ettiğini, asılsız mektup yazdırdıklarını öne sürdü. Bu mektup sebebiyle Akçay'a Mehmetçik Vakfı'nda iş verilmiş. Ancak Albay Kahramanyol, açtığı boşanma davasında bu duruma dikkat çekince Akçay, Çevik Bir'in yazısıyla 1998'de işten çıkarılmış. Albay, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurunca Genelkurmay'ın davayı kaybetmemesi için ikinci bir mektuba daha ihtiyaç duyulmuş.

Akçay, bu talebi de yerine getirmiş ve bunun karşılığında Mehmetçik Vakfı'nın İstanbul TEM Otoyolu üzerindeki akaryakıt tesislerinde çalışmaya başlamış. Fakat buradan da yolsuzluklara göz yummadığı için kovulmuş. Nurcan Akçay, Genelkurmay eski 2. Başkanı emekli Orgeneral Çevik Bir'in Belçika'da NATO karargahında görev yaparken yaşanan bir olaydan dolayı Kahramanyol'a karşı kin beslediğini savunuyor. Akçay'a göre Bir, kendisini kullanarak irtica kılıfıyla eski kocasından intikam aldı. Albay Mustafa Kahramanyol, eski eşinin söylediklerini hayretler içerisinde okuduğunu belirtiyor.

Savcıları göreve çağırdı

Adaleti Savunanlar Derneği Onursal Başkanı Prof. Dr. Ahmet Alper, Nurcan Akçay'ın açıklamalarıyla ilgili olarak savcıları göreve çağırıyor. Prof. Dr. Alper, Kahramanyol'un eski eşinin ifadelerinin 28 Şubat sürecinde yaşanan ahlaksızlıklara ve çete faaliyetlerine iyi bir örnek teşkil ettiğini söylüyor. 28 Şubat sürecinde buna benzer çete faaliyetlerinin yürütüldüğünü iddia eden Prof. Dr. Alper, "28 Şubat döneminde ne şekilde ahlaksızlıklar yapıldığını bu açıklamalar çok iyi şekilde göstermektedir. Silahlı Kuvvetler içerisinde bazı insanlar kendi fikirlerinde olmayan kişileri tasfiye etmek için her türlü yolu denemişlerdir. 'Sen böyle dersen, sen böyle yaparsan, biz sana iş buluruz, para buluruz' diyen bir grup var. Maalesef bunlar YAŞ kararlarının yargı denetimine açık olmaması sebebiyle olan işlemler. YAŞ kararları bu şekilde devam ettiği sürece Türkiye'de hukuk devletinden bahsedilemez. Bu açıklamalar karşısında savcıların hiç vakit kaybetmeden takibat başlatmasını istiyoruz." şeklinde konuşuyor.

Mustafa Kahramanyol ise eski eşinin söylediklerini küçük dilini yutarak okuduğunu belirtiyor. Aradan geçen sekiz yıl içinde çok zor günler yaşadığını anlatan Kahramanyol, YAŞ kararları ile Silahlı Kuvvetler'den uzaklaştırılan bin 500 kişinin hakkının geri verilmesini istiyor. Her biri üniversite bitirmiş yetişkin olan çocuklarının kendisine "Baba biz seni çok seviyoruz. Ama bu işin içinde hakikaten bir şey yok mu? İrticai olaylara karışmış olamaz mısın?" diye sorduklarını anlatan Kahramanyol, "Bir babanın böyle bir soru ile karşılaşması bile ağırdır." diyor. Kendisi gibi sıkıntı çeken YAŞ'zedelerin sıkıntılarının giderilmesi için TBMM'yi göreve çağırdığını ifade eden Kahramanyol, şöyle devam etti: "Gerekli Anayasa değişikliği yapılmalı. Bizlere yapılanlar utanç verici bir hukuk çiğneme olayıdır. Normal şartlarda her kuvvet komutanı disiplinsiz olarak mütalaa ettiği her subayı re'sen ordudan çıkarabilir. Ama bu takdirde bu subay Askerî Yüksek İdare Mahkemesi nezdinde dava açabiliyor. YAŞ tarafından çıkarıldığı takdirde hakkını arayamıyor. Bu, hukukun çiğnenmesidir. Kanun çiğnenmesi değil; çünkü bunlar ihtilal kanunları. 1983'ten bu yana Türk milletinin gözünün içine baka baka hukuku çiğniyorlar. Düne kadar silah arkadaşı olarak gördükleri bizleri torbaya koyup denize atarken hiç mi vicdan azabı çekmiyorlar? Bugün Silahlı Kuvvetler'den zorla ayrılmak durumunda bırakılan subay ve astsubaylar çok sefil duruma düşmüş durumda. Millete hizmet etmiş kişilerin millet tarafından ellerinden tutulması lazım. Bunu sağlayacak makam ve mevki TBMM'dir."

Kahramanyol, intihar eden GATA eski komutanı Tümgeneral Prof. Dr. Fahrettin Alparslan'ın ölümünden birkaç gün önce kurulan komployu itiraf ettiğini söyledi. Kahramanyol, "Alparslan, 1997 Kasım ayında intihar etmeden birkaç gün önce beni çağırdı. 'Mustafa, sana çok büyük haksızlıklar ettik. Vicdan azabı içerisindeyim' dedi. Bunların bir kısmını anlattı. Görüşmemizden birkaç gün sonra da intihar etti." dedi. Mustafa Kahramanyol, YAŞ kararıyla ihracının ardından özel hastanelerde çalışmasının bile engellendiğini söyledi.

Bana söylenenleri yazdım

"GATA İstihbaratı beni defalarca Ankara'ya çağırdı. Eşi olduğum için güvenilir olacağımı ve belge olarak kabul edilebileceğini belirttiler. Ağustos şûrasının yaklaştığını, bu mektubun dosyasına konulacak en önemli delil olacağını söylediler. Mustafa Bey'in irticai faaliyetlerle ilgili olduğunu, vatan hainliği yaptığını yazmam istendi. Bilgim olmadığı halde, söyledikleri konuları mektuba ekledim. Mektubu yazmamı Çevik Bir'in adamı olduğu bilinen GATA İstihbaratı'nda görevli C. Binbaşı istedi."

Eşlerin kavgası etkili oldu

"Çevik Bir'in ikinci eşi ile Mustafa Bey'in benden önceki eşi Belçika'da araba kullanmayı öğrenirken, korna çalma yüzünden kavga etmiş. Çevik Bir bu olayla ilgili olarak Mustafa Bey'i yanına çağırmış. Mustafa Bey, randevulu hastaları olduğu için gelemeyeceğini söyleyince Çevik Bir, odasına gidip 'Savunmanı hazırla.' dedikten sonra tehdit falan etmiş. Yıllardır bu husumetin devam etmesi, bence eski eşimin ordudan atılmasında çok etkili oldu. Onlar dikecekleri elbisenin modelini çoktan tasarlamışlardı. Dikişte kullanılacak iplik rengini bana belirlettiler."

Tolon, 'İşini bitireceğiz' dedi

"Şubat 1997'de boşanma davası açtığı için eşime çok öfkeliydim. Bu psikoloji içerisinde iken ailece görüşmekte olduğum generallerden Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu ve Hurşit Tolon'a aile içindeki sıkıntılarımı anlatmak ve maddi sıkıntılarıma bir çere bulunması için Genelkurmay'a gittim. Hurşit Paşa, anlattıklarım kendisini etkilemiş olacak ki, bana 'Kahramanyol'u bu defa affetmeyeceğim. Durumuyla ilgili olarak Genelkurmay'da iki general arkadaşım ile görüşüp işini bitireceğim.' dedi ve beni GATA komutanına gönderdi."
aktifhaber

Ertosun'un Bitirdiği Savcı Konuştu
01 Ağustos 2009
Anarşinin kol gezdiği Bayrampaşa Cezaevi'nde sükuneti sağlamasına rağmen Ali Suat Ertosun'un ihracına neden olduğu Özdemir'den çarpıcı iddialar...

Eski Bayrampaşa Cezaevi Savcısı Necati Özdemir, meslekten ihracına Ali Suat Ertosun'un neden olduğunu iddia etti. Özdemir PKK'nın silah bırakma teklifini Çevik Bir'in reddedişini de anlattı.

Eski Bayrampaşa Cezaevi Savcısı Necati Özdemir, 32 kişinin hayatını kaybettiği Hayata Dönüş operasyonları zemininin cezaevleri üzerinden karanlık oyunlar düzenleyen derin güçler tarafından organize edildiğini iddia etti.

Özdemir, "Bir şekilde bu şartlar hazırlandı. Ergin kardeşler ve Alaaddin Çakıcı Kartal Cezaevi'ne konuldu. Orada bir birine kırdırmak istendi. Bayrampaşa Cezaevi'nde 4-5 kişi idarenin koridorlarında öldürüldü. Diğer cezaevlerinde benzer olaylar yaşandı. Adım adım operasyona hazırlık süreci başladı." dedi.

Meslekten ihracına sebep olan soruşturmaları dönemin Adalet Bakanlığı Başmüfettişi Ali Suat Ertosun'un yürüttüğünü söyleyen Özdemir, "O gün Necati Özdemir'i bitiren güç, bugün Zekeriya Öz'ü bitirmek istiyor." ifadesini kullandı.

Türkiye'nin cezaevlerindeki anarşi olaylarıyla sarsıldığı yıllarda dönemin hükümeti tarafından Bayrampaşa'ya atanan Necati Özdemir, kısa süre içinde cezaevi içinde sükuneti sağlamıştı.

Devletin birçok kademesinin "Hâkim değiliz, Bayrampaşa Cezaevi'ne giremiyoruz" açıklamalarını yaptığı ve operasyon başlatmaya karar verdiği bir dönemde Bayrampaşa Cezaevi'nde göreve başlamıştı. Yaklaşık 1,5 sene görevde kaldığı Bayrampaşa Cezaevi'nde mahkûmlarla kurduğu diyaloglar sayesinde çok sayıda sorunu çözmüş ve cezaevinin kapılarını basına açmıştı.

Ardından hakkında 'yetkilerinin elinden alınması' kararı çıkarılmış ve dönemin Adalet Bakanlığı Başmüfettişi Ali Suat Ertosun tarafından soruşturmaya tabi tutulmuştu. Özdemir hakkında yapılan soruşturmalardan bir sorun çıkmamış ancak, soruşturmanın üzerinden yaklaşık 4 sene geçtikten sonra HSYK'nın kararıyla meslekten ve avukatlıktan ihraç edilmişti.

Cihan'ın sorularını cevaplayan eski Savcı Necati Özdemir, HSYK Üyesi Ali Suat Ertosun'un düzenlediği basın toplantısında "Hayata Dönüş operasyonları o dönemde daha fazla kan akmasını engelledi." sözlerini yorumladı.

Göreve geldiğinde yaptığı çalışmalarla kısa süre içinde Bayrampaşa Cezaevi'nde sükûneti sağladığına anlatan Özdemir, "Benim Bayrampaşa'da göreve gelmemle birlikte birçok şey tersine döndü. Kum saati tersine döndü. Hazırlanmış olan planlar uygulanamadı. 1 hafta sonra aynı kararlılıkla operasyonu yapmak için cezaevine geldiler ve ben izin vermedim. 'Cezaevine sokmam' dedim, sokmadım. 'Bunu yapabilmek için ya beni burada öldürürsünüz ya da yetkimi kaldırırsınız' dedim. Gece saat 3-4'e kadar her anlamda birçok yetkili ile birlikteydik. Operasyon yapılamadı. " şeklinde konuştu.

"OPERASYONUN ŞARTLARI ADIM ADIM HAZIRLANDI"

Mahkûmlarla kurduğu diyalogdan ve cezaevlerine operasyon şartlarını ortadan kaldırılmasından sistemin içinde bulunan karanlık güçlerin büyük rahatsızlık duyduğunu belirten Özdemir, "İnsanların serbest yaşamlarında özgür bir şekilde yaşamazken, orada burada öldürülürken, devletin 'giremiyoruz' dediği yerde, her türlü kötülüğün kaynağı olarak gösterilen yerde güzel şeyler oldu.

'Biz cezaevinde arama yapamıyoruz' diyorlardı. Biz kameralarla arama yaptık. Sabancı suikastıyla ilgili soruşturma yapılamıyordu. 2 sanık yurt dışında. 'Ercan Kartal içeride. Cezaevine giremiyoruz' bahanesiyle soruşturma yapılmıyordu. Ben görüştüm tutukluyla, ifadeye götürdüm, bomba gibi patladı, bu da rahatsızlık uyandırdı. Sabancı suikastının çözülmesini istemeyenler aynı derin güç nezdinde rahatsızlık yarattı. "

Operasyon sürecinin ise adım adım hazırlandığına dikkat çeken Özdemir, "Benim görevden ayrılmamın hemen ardından operasyon yapamazlardı. Bunu kamuoyuna anlatamazlardı. Şartlarının hazırlanması gerekiyordu. Bir şekilde bu şartlar hazırlandı. Ergin kardeşler ve Alaaddin Çakıcı Kartal Cezaevi'ne konuldu. Orada birbirine kırdırmak istendi. Bayrampaşa Cezaevi'nde 4-5 kişi idarenin koridorlarında öldürüldü. Diğer cezaevlerinde benzer olaylar yaşandı. Adım adım operasyona hazırlık süreci başladı. F tiplerinin yapılması önemli bir argüman olarak toplumun karşısına konuldu. Bunlarla kamuoyuna hazırlandı ve arkasından bu operasyonun düğmesine basıldı." ifadelerini kullandı.

Ergenekon'un o dönemdeki derin gücün devamı olduğuna işaret eden Özdemir, "Operasyonların yapılma şartlarını o derin güç organize etti. Bu gün için tabiî ki bunların bir kısmı tasfiye olmuştur. Ergenekon soruşturması kapsamında da bir sürü eyler gördük. Ergenekon bu derin gücün devamıdır. "
"O GÜN NECATİ ÖZDEMİR'İ BİTİREN DERİN GÜÇ BU GÜN ZEKERİYA ÖZ'Ü BİTİRMEK İSTİYOR"

Cezaevinden ayrıldıktan sonra mahkumlarla veda konuşması yaptığını belirten Özdemir, bu konuşmada ifade ettiği sözlerin çarpıtılarak basına yansıtıldığını belirtti. Özdemir, tüm ısrarlarına rağmen Ertosun'un konuşmasının ses kayıtlarını incelemeden gazetelerin küpürlerine göre dosya hazırladığını savundu. Ali Suat Ertosun'un o dönemde görevden ihracını isteyen güçler tarafından seçilmiş birisi olduğunu iddia eden Özdemir, Ertosun'un soruşturmada delilleri karartarak suç işlediğini öne sürdü.

Soruşturmalar sırasında Ertosun'un cezaevinde adeta 'terör' estirdiğini öne süren Özdemir, "Delileri karartarak, suç işledi. Gazetelerden ve basın kuruluşlardan ses ve görüntü dökümlerini getirmedi. İhracım için dosya hazırladı, cezaevinde tam anlamıyla bir terör estirdi.

Benim lehime ifade verecek ne kadar namuslu çocuk varsa hepsini yıldırdı. Takdirname verdiğim veya teklifi bakanlıkta bulunan herkesi cezalandırdı. İstediği kişiden istediği modda ifadeler aldı. Necati Özdemir'i bitirmek isteyen derin güç, bu gün de Zekeriya Öz'ü bitirmek istiyor." ifadelerini kullandı.

"Ertosun'un seçilmiş birisi olduğunu düşünüyorum." diyen Özdemir, "Eğer seçilmiş biri olmasaydı Necati Özdemir'e takdirname verirdi. Beni soruşturmaya alan kurul üyeleri daha sonra Neşter operasyonunda gözaltına alındılar. Meslekten istifa etmek zorunda bıraktılar." şeklinde konuştu.

"ERTOSUN İSTİFA ETMELİDİR"

HSYK üyesi Ali Suat Ertosun'un Ergenekon sanığı Ergin Aydın'la görüştüğü fotoğraflarla ilgili 'Aile yakınım' açıklamasını değerlendiren Özdemir şunları söyledi: "Onu da çok sıradanlaştırıyor. Bir HSYK üyesi bir bakan rastgele işler yapamaz, rastgele yaşayamaz, rastgele ilişki kuramaz . Gerektiğinde babası ile bile konuşamaz. Bunlara dikkat etmek durumundadır. Artık bu insanlar kendileri olmaktan çıkmıştır. Başka bir şeyi temsil ediyorlar. Hepimizin vefa duyguları var, borçları var. Vefa başka bir şey, görev başka bir şey. Bir hâkim, savcı yargılaması devam eden birisiyle görüşürse meslekten çıkarılır. Sayın Ertosun da o mesleğin vakarını, görev yaptığı kurulun vakarını düşünerek yapacağı en iyi şey istifa etmek ve savcıların korkulu rüyası olmaktan çıkmalıdır."

Bayrampaşa Cezaevi'nde yatan PKK terör örgütü üyelerinin ve dışarıdan kendisiyle temas kuran üst düzey PKK'lıların 'Biz silah bırakmak istiyoruz. Bu iş artık halk savaşına doğru gidiyor. Bunun da ne Kürt halkına, ne Türk halkına ne de bu devlete bir yararı olur. Herkes zarar görür. Bu işi ancak sen çözersin" diyerek kendisinden istekte bulunduğunu söyleyen Özdemir, konuyu görüşmek için dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'yı aradığını, yurt dışına gideceği için kendisini Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir'e yönlendirdiğini söyledi.

"BİZ ASKERİZ. ÖLMEK ÖLDÜRMEK İÇİN VARIZ, GEREKİRSE 10 MİLYON İNSAN ÖLÜR"

Çevik Bir ile Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanı Çetin Sanver'in de beraberlerinde yer aldığı bir görüşme yaptıklarını söyleyen Özdemir, PKK'nın silah bırakma teklifini Çevik Bir'e ilettiğini belirtti. Özdemir, "Şart olarak şu söylendi; Eğer bunda samimiyseler çıksınlar, 'Biz özür diliyoruz, pişman olduk. Askerden özür diliyoruz, Genelkurmay'dan özür diliyoruz. Türklerden özür diliyoruz. Bu savaşı pişman olarak bırakıyoruz. desinler' dedi. Ben de 'Hasan Sabbah'tan bu yana bunu söyleyerek silah bırakan bir örgüt var mı dünyada?' dedim. 'Hayır', 'Peki bunlar bunu der mi?', 'demezler', 'Peki niye istiyoruz böyle bir şeyi?" sözlerini kullandı.

Yaklaşık 2,5 saat süren görüşmede bunun tarihi bir fırsat olduğu konusunda ısrar ettiğini aktaran Özdemir, "O arada şunu söyledim; 'Peki bu savaş gerilla savaşından sokağa dönerse -1997 yılında konuşuyoruz- halk savaşına dönerse ne kadar sürer bu halde?' '20 yıl sürer' dediler. 'Peki kaç milyon insan ölür?', '10 milyon ölebilir' dediler ve ben ayağa kalktım büyük tepki gösterdim. 'Kim ölüyor paşam, nasıl ölüyor! Kimin halkı ölüyor.' Sakin olarak şunu söylediler; 'Savcı bey kızma, biz askeriz, ölmek ve öldürmek için yetiştik. Bu bizim mesleğimiz. Biz işin siyasetinde ve ölü sayısında olmayız.' cevabını verdi." diye konuştu.

Genelkurmay'ın aynı yıllarda 28 Şubat sürecini organize etmekle uğraştığı için Kürt sorunu ile ilgilenmediğini ileri süren Özdemir, "O günlerde işleri vardı. 28 Şubat'la uğraşıyorlardı. Daha önemli işler vardı. Türk insanını yeniden yapılandırma modelleri, insanların üniversitelere girememesiyle ilgili hazırlıklar, başı örtülü olarak üniversitelere hiç girilememesiyle ilgili hazırlıklar, karanlık örgütler kurarak insanları öldürülmesi ile ilgili, Susurluk'la meşguldü, kimi kurtaralım kim yatsın hesapları vardı." iddiasında bulundu.

Özdemir, "Konuyu neden siyasi iktidara götürmediniz?" sorusuna ise şu cevabı verdi: "Adalet Bakanı Şevket Kazan Bey'le görüşme talebim oldu. Ancak tayin için geldiğimi zannederek görüşmeyi kabul etmedi. Ayrıca o gün bunu çözmeye muktedir bir siyasi iktidar yoktu. Kendi varlığını ortadan kaldıracak deklarasyonu hükümete yazdırdılar MGK'da sonuç olarak."
aktifhaber

28 Şubat Belgeleri Erdoğan’ın Kasasında mı?
Müyesser YILDIZ
muyesseryildiz@avazturk.com
25 Ocak 2010

5 bin sayfalık “Balyoz” belgelerinde yer aldığı iddia edilen bilgiler ve bunlar etrafında yürütülen tartışmalardan sonra şuna iyice ikna oldum; Eni konu 28 Şubat’ın “sivil” modelini yaşıyoruz!..

İnsanın aklına ister istemez şu soru geliyor; Acaba 28 Şubat belgeleri iktidarın kasasında mı? Genelkurmay’ın yavaş yavaş içine kapandığı, dinleme ve izlemeye karşı tedbir aldığı 2003 yılı ve sonrasındaki belgeleri dahi ele geçirenlerin, neredeyse işportada servise konan 1997’ye ait 28 Şubat belgelerini derlememiş olması mümkün mü?

Başbakan Erdoğan hafta sonunda, “Bundan sonra kim bilir neler çıkacak” derken, herhalde bir bildiği var.

Aklınıza hemen şu sorunun gelmesi normal…“Milli Görüşü çökerten, İslamcılara dünyayı dar eden, Fethullah Hoca’nın defterini düren 28 Şubatçılar olduğuna göre, belgeler ellerindeyse neden en önce onların yakasına yapışıp, hesap sormuyorlar?..”

Çok doğru, ama şunları da unutmayalım…Milli Görüş çökertildi, AKP yaratıldı…Siyasal İslamcılarla mücadele ediyoruz derken, samimi Müslümanlar devlet-millet karşıtı cepheye itildi…Defteri dürüldü denilen Fethullah Hoca, ABD’de küllerinden yeniden doğdu vs.vs…

Peki, 28 Şubat kimin projesiydi? ABD-İngiltere-İsrail’in…Özellikle ABD ve İngiltere’nin belgelerine bakın; bir iki göstermelik “demokrasiye bağlıyız” mesajı dışında, 28 Şubat aleyhtarı bir tavır var mı? Hatta, “Erbakan’dan kurtuldukları” için bir göbek atmadıklarını göreceksiniz…

Bugün 28 Şubat sayesinde iktidar olan AKP’nin en büyük destekçileri kim; ABD, İngiltere ve bilumum AB ülkeleri…Ya İsrail?..Konjonktürel itiş-kakışları ciddiye almayın!..

28 Şubat’ın mimarı Çevik Bir’e gelince; İsrail’in en meşhur lobisi JİNSA, “yılın devlet adamı nişanı” ile ödüllendirmedi mi? Aynı örgüt yıllar sonra Başbakan Erdoğan ve dönemin Dışişleri Bakanı Gül’e ne taktı; Cesaret Nişanı!..

Bir iddia daha var; 28 Şubat’ın psikolojik harbinde, Çevik Bir ve ekibine danışmanlık yapan isimler, şimdi de AKP’ye “politik psikoloji” konusunda yardım ediyormuş…

28 Şubat’la, bugün arasında son bir küçük benzerlik daha aktarayım…Oğlu, “TSK silah bıraksın” diyen en büyük “Türk Büyüklerinden” Taha Akyol geçenlerde, “Çevik Bir’in, Aydın Doğan’ın önüne bir liste koyduğunu” açıkladı.

Taha Bey’in söylediklerine göre, Aydın Bey ne yapmış; Direnmiş, Bir’e tek bir kelle bile vermemiş!..Bugün Aydın Doğan’ın önüne kim parti parti “atılacaklar-görevden alınacaklar” listesi koyuyor;

Başbakan Erdoğan…Aydın Bey ne yapıyor; istenenleri harfiyen yerine getiriyor, ama yine de batmaktan kurtulamıyor!..Ve Başbakan Erdoğan bir yandan, “7 yıl, 8 yıl, 10 yıl öncesine gidelim, köşe yazarlarına kimler müdahale ediyordu…” hatırlatmasını yapıyor, öte yandan kâh, “Köşe yazarları da her gün yazmasın”, kâh, “Hafta sonu yaptığımız açılışları sadece 5 TV verdi…Bir de vermeyenler var” diye dertleniyor!..

Tüm bunlardan dolayı, “28 Şubat’ın sivil modelini yaşıyoruz” diyorum. Dahası, bu sürecin 12 Eylül ve 28 Şubat’ın devamı olduğunu, 1980’de başlatılan “darbe süreci” son ermeden, yani “Yeni Türkiye Cumhuriyeti”nin kuruluşu tamamlanmadan, ne Evren ve Çevik Bir’den hesap sorulmayacağını, bu iki isme ait planların, “Taraf-Maraf”a manşet yapılmayacağını iddia ediyorum!..
avaztürk

Şok İddia! Çevik Bir kimin danışmanı?
02 Mart 2010
Refahyol Hükümeti’nin Adalet Bakanı ve Milli Görüş’ün lider kadrosunun önemli ismi Şevket Kazan’dan çok önemli bir iddia geldi.

Şevket Kazan, 28 Şubat sürecinin önde gelen komutanlarından dönemin Genelkurmay 2’nci Başkanı emekli Orgeneral Çevik Bir’in Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın gizli danışmanlarından olduğuna dair duyumlar aldıklarını söyledi. Kazan “Çok ciddi duyumlarımıza göre, Çevik Bir İsrail’le ilgili askeri konularda Başbakan Recep Tayip Erdoğan’a gizli danışmanlık yapıyor” dedi.

Başbakan Erdoğan’ın Katar’daki temaslarına Alan Makovsy’nin de katıldığını hatırlatan Kazan, “Makovsky 28 Şubat sürecini, ABD Başkanı Savunma Başdanışmanı sıfatıyla 1996 yılında hazırladığı raporla tetikleyen kişi” diye konuştu. .

Kazan, 28 Şubat sürecinin perde arkasındaki gerçek gücün, şimdi AKP’nin arkasında olduğunu da belirtti.

Kazan, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın 28 Şubat ile ilgili “O zaman yetkili olduğunu söylediğiniz kişi 'Bin yıl sürecek' demişti, görüyorsunuz 10 yıl bile sürmedi” açıklamaları çerçevesinde günümüzde yapılan yargılamaları hatırlattı.Kazan, “Bugünkü yargılamalar kesinlikle 28 Şubat süreci ile ilgili değil. Bugünkü olanlar, mevcut hükümetle ilgili gelişmeler çerçevesinde olmuştur. 28 Şubat ile ilgiliyse Çevik Bir nerede, o dönemin Genelkurmay Başkanı nerede” dedi. Kazan sözlerini şöyle sürdürdü:

“28 Şubat sürecinin üzerine gidilmesi, sadece o tarihte yapılan Milli Güvenlik Kurulu çerçevesinde irdelenmemeli. Refah Partisi’nin kapatılma sürecinin de iyi irdelenmesi, o kararı verenlerin de bilgilerine başvurulması gerekir.”
avaztürk

Doğan'ın Villasında İrtica Brifingi
12 Şubat 2010
Çevik Bir, Erol Çakır, Hüseyin Eren ve Aydın Doğa
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Pzr Nis 13, 2008 12:27 pm    Mesaj konusu: 28 Subat sürecine ait skandallara bir yenisi eklendi Alıntıyla Cevap Gönder

"28 Şubat'ın ABD adına en önemli ayağı Morton Abramowitz'di"
15 Mart 2010



Hürriyet, Sabah ve diğer gazetelerde MİT adına habercilik yapanları, Eski Sabah Yayın Yönetmeni Ergun Babahan, isim isim saydı..

- İSTİHBARAT kurumları, ajan gazetecilere şu adamı yıpratın der ve onlar da suçlayıcı haberleri ve yazılarıyla yıpratırlar. Biz Sabah’ta ajan olarak bir tek Ünal İnanç’ı bilirdik.

- HÜRRİYET Grubu’nda ise Fatih Altaylı’nın ve Tuncay Özkan’ın Milli İstihbarat Teşkilatı ile ilişkileri biliniyordu. Eski MİT yöneticisi Mehmet Eymür onların ismini açıkladı.

- FATİH Altaylı ile Tuncay Özkan, Mesut Yılmaz’ın önünde bir tartışma yapmışlar.

- “MİT’TE kim maaşlı, kim gönüllü çalıştı” diye atışmışlar. Güya biri paralı, biri gönüllüymüş.

- ASKERLERİN mesajları bize, Sabah’ın Ankara Temsilcisi Fatih Çekirge üzerinden geliyordu.

- HÜRRİYET devlet gazetesidir. Onların askerlerle ilişkisi çok farklıydı. Onlar askerle iç içe gibidir.

- DOĞAN ve Sabah Grubu ayda bir buluşurdu. Ertuğrul Özkök, Zafer Mutlu, Aydın Doğan, Mehmet Ali Yalçındağ, Dinç Bilgin, Kenan Sönmez Beyti’nin üst katında biraraya gelirdi.

- ERBAKAN, Türkiye’nin Başbakanı olarak gittiği Libya’da, Kaddafi’den fırça yemişti. Sonra Abramowitz Sabah’a gelip ‘Türk askerlerini tanıyamıyorum. Sünepe olmuşlar’ gibi laflar etti.

- 28 Şubat’ın organizasyonunda, Amerikan devleti adına en önemli ayak Morton Abramowitz’di.

- ŞERİAT tehlikesi yaşandığına inanıyorduk. Ahmet Vardar, Salih Memecan, Can Ataklı karşıydı.

- EN önemli işim, yazarları tek tek sansürlemekti. Hükümet yanlısı, asker karşıtı ise silerdim.

- ÇİLLER’E Erbakan’la koalisyon kurdu diye çok öfkelendik. Kendimizi ihanete uğramış hissettik.

Ergun Babahan: ‘Kartel, Beyti’de buluşuyordu’

“Hürriyet’le Sabah arasında kartel ilişkisi kuruldu. Ertuğrul, Zafer, Aydın Doğan, Dinç Bilgin, Yalçındağ, Sönmez Beyti’de akşam yemeğinde her şeyi konuşuyorlardı.”

“28 Şubat’ı ABD organize etti. Amerikan devleti adına en önemli ayak eski Ankara Büyükelçisi Abramowitz’ti. Sabah’a çok gelip gitti. Dinç Bey’le birkaç kez konuştu.”

“Zafer Mutlu toplantıda, manşeti “De-de rahatsız” yapalım dedi. Çekinip vazgeçti. O anda Fatih aradı. “De-de manşeti atmışsınız. Asker aradı. Yapmayın” dedi.”

* * *

NEDEN: ERGUN BABAHAN

Türkiye’de medyanın günahı çoktur. Darbecilerle, muhtıracılarla, andıççılarla işbirliği yapmış, çok insanın da canını yakmıştır. Genellikle de kendi günahlarının üstünü örtüp gerçekleri saklamıştır. Dinç Bilgin son zamanlardaki açıklamaları ve itiraflarıyla bu örtüyü önemli ölçüde kaldırdı. Medyanın kendisiyle yüzleşmesinin ve hesaplaşmasının yolunu açma konusunda ciddi bir katkıda bulundu. Bugün de 28 Şubat döneminin yakın tanıklarından gazeteci yazar Ergun Babahan yaşadıklarını ve gözlemlerini anlattı. Medyanın generallerle ve siyasilerle ilişkilerini, medyada çalışanların yaptıklarını, nerelerden rant kazandıklarını, haberleri nasıl yayınladıklarını okuduğunuzda bir kere daha “aman Allahım” diyeceksiniz. Medyanın önde gelen isimlerinden olan Ergun Babahan, hukuk fakültesini bitirdikten sonra bir süre avukatlık yaptı ve gazetecilikte karar kıldı. İzmir’de Yeni Asır’da başlayan gazetecilik hayatı, Sabah gazetesinde devam etti ve 1999 yılına kadar İstanbul’da Sabah’ta dokuz yıl yazıişleri müdürlüğü ve genel yayın müdürü yardımcılığı yaptı. 1999-2001 yılları arasında Yeni Binyıl gazetesinin genel yayın yönetmeni olan Ergun Babahan, 2002’de Sabah’ın genel yayın yönetmeni oldu. Halen Star gazetesinde köşe yazarlığı yapan Babahan, Kanal 24’te de hafta içi her sabah gündemi tartışıyor.

* * *

NEŞE DÜZEL: Siz 28 Şubat döneminde Sabah Gazetesi’nin yönetim kadrosundaydınız. O günlerde neler yaşandığını çok iyi biliyorsunuz. O günlerde gazete yönetimleriyle generaller arasındaki ilişki nasıldı?

ERGUN BABAHAN: Ben o dönemde yazıişleri müdürüydüm. Genel Yayın Müdürü Zafer Mutlu’dan sonra gazetede ben vardım. Askerlerin mesajları bize, Sabah’ın Ankara Temsilci Fatih Çekirge üzerinden geliyordu. Mesela Zafer Mutlu Alevidir ve Kürttür. Ankara bürodan sık sık, Zafer Mutlu’nun bu Alevi ve Kürt kimliğinin onun aleyhine kullanılabileceği mesajları gelirdi. Bu da Zafer Mutlu’yu çok tedirgin ederdi.

Kim gönderiyordu bu mesajları?

Herhalde asker gönderiyordu. Zaten Çiller hükümeti düşürülürken ve DYP dağıtılırken, hükümetten istifa etmeleri için kimi bakanlara Alevi kökenlerinden dolayı çok baskı yapıldı.

Gazete merkezlerine generallerden talimatlar Ankara üzerinden ne şekilde gelirdi?

Gazete merkezlerine generallerden talimatlar Ankara üzerinden ne şekilde gelirdi?

O sırada Sabah’ın Ankara temsilcisi olan Fatih Çekirge, “Şu paşayla konuştum” diye bizi telefonla arardı. Fatih’in bizimle yaptığı konuşmalardan anlardık askerlerin ne isteyip ne istemediklerini. Askerler hoşlanmadıkları bir şey yayınlandığında Fatih’i telefonla arıyorlardı. O da bize, “Çok rahatsız oldular, köpürdüler” diye haber veriyordu.

Diğer gazetelerde de aynı sistem mi işliyordu?

Bildiğim kadarıyla Ertuğrul Özkök, askerlerle yakın bir gazeteci. Zaten Hürriyet devlet gazetesidir. Dolayısıyla onların askerle ilişkisi bizimkinden çok farklıydı. Askerlerle iç içe gibidir onlar. Ama şu var. Biz o dönemde Tansu Çiller’e, Necmettin Erbakan’la koalisyon kurdu diye çok öfkelendik. Sabah Grubu olarak kendimizi ihanete uğramış olarak gördük.

Niye?

Sabah’ın sahibi Dinç Bilgin Avrupa yanlısıydı ve askerin siyasete müdahale etmesine karşıydı. Tansu Çiller Sabah’ın siyasetçisiydi. Sabah Grubu, DYP Başkanı Tansu Çiller’i çok destekledi. Onun için çok kavga etti ve epey tiraj kaybetti. Ama Çiller’in bu desteğe rağmen gidip Necmettin Erbakan’la koalisyon için anlaşması ve RefahYol hükümetini kurması Dinç Bey’i şoke etti. O günü çok iyi hatırlıyorum.

O gün tam olarak ne yaşandı?

Fatih Çekirge Ankara’dan telefonla aradı. “Tansu Hanım, Erbakan’la hükümeti kuruyor” dedi. Ben, gene de çok emin olamadığım için “RefahYol’a doğru” diye bir manşet attım. Manşeti görünce Dinç Bey’in yüzü asıldı. “Oğlum olmayacak şeylere amin diyorsunuz. Böyle bir şey mümkün olabilir mi? Aydın Bey’le (Aydın Doğan) ben varız. Böyle bir koalisyon mümkün değil. Biz buna karşıyız” dedi. Dinç Bey, Çiller’in medyayı karşısına alamayacağını, medyaya rağmen RefahYol hükümetini kuramayacağını düşünüyordu.

Niye bu kadar emindi?

Çünkü o dönemde siyasiler çok zayıftılar. O akşam Zafer Mutlu Londra’dan aradı. “Tansu Hanım beni aradı, koalisyon protokolünü imzalamış. ‘Erbakan başbakan’ diye manşet yapalım” dedi. İki sene Erbakan, iki sene Çiller başbakan olacak diye protokol imzalamışlar. Nitekim Sabah’ın Çiller’le ve hükümetle ilişkileri ondan sonra gerilmeye başladı. Hatta Hyaatt Oteli’nde bir Sabah yöneticisi için verilen davette, Dinç Bey, Çiller için, “Hata yaptı, bedelini öder” dedi.

Sabah Grubu’nun askerlerle yakın ilişkisi o günden sonra mı başladı?

Türkiye’de gazetelerin Ankara bürolarının askerle ilişkisi zaten hep vardı. Çünkü asker, politik hayatın bir gerçeğiydi. O sıralar, Genelkurmay’a davet edilmek, bir asker, general tanımak çok önemliydi. Hürriyet Grubu ise zaten o dönemde Çiller’le kanlı bıçaklıydı. İşte o sırada Doğan Grubu’yla Sabah Grubu arasında kartel ilişkisi kuruldu.

Kartel ilişkisi ne demek?

Fiyatı beraber belirleyeceklerdi. Birbirlerinden adam almayacaklardı.

O dönemde medyaya bu iki grup hâkimdi. Birinden ayrılan sonsuza kadar işsiz kalıyordu, gazeteciliği bırakmak zorunda kalıyordu. Köle ticareti gibi bir durum değil miydi bu?

Tabii.

Gazetecilere karşı yapılan bu anlaşmanın bir benzeri siyasetçilere karşı da yapıldı mı o dönemde peki?

Tabii... Doğan ve Sabah Grubu ayda bir Beyti lokantasının üst katında toplanırdı. Ertuğrul Özkök, Zafer Mutlu, Aydın Doğan, Mehmet Ali Yalçındağ, Dinç Bilgin, Kenan Sönmez akşam yemeğinde buluşuyorlardı ve o yemekte her şeyi konuşuyorlardı. Hürriyet hep askerciydi de... Sabah Grubu öyle değildi. Sabah, 28 Şubat döneminde değişti. Bir de o zaman Amerika’nın eski Ankara büyükelçisi Abramovitz Sabah’a çok gelip gitti. Dinç Bey’le konuştu.

Anlamadım...

Erbakan, Türkiye’nin Başbakanı olarak gittiği Libya’da, Kaddafi’den çadırda fırça yemişti. Bu fırçadan sonra Abramowitz geldi mesela. “Türkiye gibi bir devlet nasıl böyle bir aşağılanmaya katlanabiliyor? Bu Türk askerlerini tanıyamıyorum. Sünepe olmuşlar,” falan gibi... laflar etti. Zaten 28 Şubat’ın organizasyonunda, Amerikan devleti adına en önemli ayak oydu.

28 Şubat’ı ABD mi organize etti sizce?

Tabii... Yanılmıyorsam... Abramowitz, bu iş için devreye girmeden önce, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nda Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerden bütün Türkiye ve bölge uzmanları ortak bir toplantı yapıyorlar. Darbe değil ama, darbe benzeri bir müdahale üzerinde anlaşıyorlar. Yol haritası o şekilde çiziliyor. Abramowitz o sırada emekli büyükelçiydi. Türkiye’yi çok iyi bilen ve herkesi tanıyan biri olarak Türkiye’ye gelip gidiyordu. O zamanlar, Zafer Mutlu’yla yaptığı görüşmelerde, ikisi arasındaki tercümeleri ben yapıyordum. Abramowitz, Dinç Bey’le de bir, iki kez görüştü.

Abramowitz ne istiyordu medyadan?

28 Şubat’ın altyapısını hazırlıyordu herhalde. RefahYol hükümetinin Türkiye’ye zarar verdiğini düşünüyordu. Sanıyorum Erbakan’ın bölge politikasından İsrail çok rahatsız olmuştu. O sırada Erbakan’ın kabinesinde Abdullah Gül ve Abdüllatif Şener bakandılar ama Erbakan’a karşı kimsenin sesi çıkamıyordu.

Peki, Refah kapatıldı yerine AKP kuruldu ve ilk seçimde Abdullah Gül başbakan oldu. ABD, Gül’ün başbakanlığına karşı çıkmadı, öyle değil mi?

Bilmiyoruz. Bakın şimdi Ergenekon soruşturmasıyla, 2002 -2003 darbe planları ortaya çıkıyor. Demek ki AK Parti hükümetine karşı bir darbe için altyapı hazırlıkları yapılmış. Belki Genelkurmay karargâhının bu planlarla doğrudan bir ilgisi vardı ve sonra yaşanan gelişmelerle tablo değişti. Çünkü şu bir gerçek. 1960 ihtilalinden sonra, alt kadrolar yanlış yapmasınlar diye orduda öyle müthiş bir istihbarat ağı kuruldu ki, Genelkurmay karargâhının ve Genelkurmay başkanının bilgisi olmadan orduda hiç bir darbe hazırlığı yapılamaz.

ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz, bu aybaşında gene ortaya çıktı ve Türkiye’nin İran’la ve Rusya’yla artan ilişkileriyle ilgili yeni uyarılarda bulundu. İsrail’le gerginliğin ABD’deki muhafazakâr kesimleri kızdırdığını, Başbakan Erdoğan’ın Gazze’de yaşananlara ‘soykırım’ demesinin Türkiye’nin Batı’daki duruşuna zarar verdiğini, Türkiye ile ABD ilişkilerinin önümüzdeki birkaç yılda zorluklar yaşayacağını söyledi. Abramowitz, Türkiye’deki kutuplaşmanın daha derinleşeceğine de dikkat çekti. Koalisyon hükümeti olasılığını bile dile getirdi. Abramowitz’i yakından izlemiş biri olarak, onun bu yeni açıklamalarını nasıl yorumluyorsunuz?

Obama, Ermenistan sınırının açılmamasına çok bozuldu. Abramowitz, Amerikan yönetiminin AK Parti hükümetinden rahatsızlığını ortaya koyuyor. Amerika’yla ilişkilerde sıkıntılı bir dönem başlıyor. İsrail lobisinin görüşlerini dile getiren ama neocon olmayan biridir Abramowitz. Amerikan politikasında önemlidir. Eğer yaşı ilerlemiş olmasaydı, bugün Obama yönetiminde yer alırdı. Abramowitz, Türkiye konusunda söyledikleri kabul gören biridir. Ben olsam, onun sözlerini ciddiye alırım.

Gazeteci-asker ilişkilerine dönersek... Generallerden gazetelere talimatlar gelir miydi?

Gazeteci-asker ilişkilerine dönersek... Generallerden gazetelere talimatlar gelir miydi?

Ankara büroya gelirdi.

Neler yazılmasını isterlerdi?

Sincan olayını çok önemserlerdi. “Dört yıldızlı uyarı”, “Komutanlar rahatsız” gibi manşetler atılmasını isterlerdi. Bu manşeti hangi generalin attığını bilemiyorum. Belki o manşeti general atmazdı da, bizim Ankara büro manşet bulamayınca bunu oturup yazardı... Ama şu var. Bu herhalde bizim de işimize geliyordu. Dediğim gibi o sırada hem Çiller’e büyük bir öfke vardı. Hem de Erbakan’a, “Türkiye’yi Suudi Arabistan yapacak” diye bir güvensizlik vardı. Bizim de o sırada, solculuktan gelen ateist damarımızla, dinle ilgili her şeye şüpheyle bakan laikçi damarımız birleşmişti. RefahYol koalisyonunun, hayat tarzımızı değiştireceğini düşünüyorduk ve askeri doğal müttefikimiz olarak görüyorduk.

Psikolojik harbin ürünü olduğu apaçık olan o Fadime manşetlerine gerçekten inanıyor muydunuz?

Şeriat tehlikesi yaşandığına yüzde yüz inanıyorduk. Bizler aktif laiklerdik. Sadece rahmetli Ahmet Vardar ve Salih Memecan bu yayın politikasına ve askerle işbirliğine çok kesin karşı çıkıyorlardı. Can Ataklı, Çiller’e yakındı, o da benimsemiyordu. Mehmet Barlas da yayın politikasına karşı çıkıyordu. Geri kalan herkes RefahYol hükümetinin gitmesini istiyordu.

Darbeyle gitsin, öyle mi?

Biz o dönemde, askerle müttefik olmaktan rahatsız değildik. Türkiye’yi belaya sürükleyen bir hükümete karşı düzen kavgası veriyorduk biz. 28 Şubat’ı darbe olarak görmemiştik.

Bugün baktığınızda ne görüyorsunuz peki?

Korkunç tabii.

Askerler, nelerin yazılmasına kızarlardı?

Askerler, kendilerini eleştiren, hükümeti öven yazıların yayımlanmasını istemiyorlardı. Ben 28 Şubat sürecinin sonuna doğru depresyona girdim zaten. Benim o dönemde gazetede en önemli işim, oturup bütün köşe yazılarını okumak ve yazarları tek tek sansürlemekti. 28 Şubat’taki baskılar, bizlerde öyle tuhaf bir duygu ve ruh hali yaratmıştı ki... En ufak bir cümle bile hükümet yanlısı, asker karşıtı gelebiliyordu bize. Ben o bölümleri yazılardan siliyordum.

Yazarları çok sansürlediniz mi o günlerde?

Çook... Bir korku atmosferi yaratılmıştı. Düşünün, 28 Şubat’ın generali Erol Özkasnak, Mehmet Altan için “Onu süngüye oturtup Güneydoğu’da dolaştırırım” demişti. Faşizmin ne olduğunu, o döneme baktığımda şimdi daha iyi anlıyorum. İnsanın bayağı ruhunu ele geçiriyor faşizm. Bir gün Zafer Mutlu yazıişleri toplantısına geldi, Manşeti, “De-de rahatsız” yapalım dedi.

De-de mi?

Derin devlet yani... Sonra, “Bu manşet, bela çıkarır başımıza” dedi ve de-de başlığından vazgeçtik. Beş dakika sonra Fatih Çekirge Ankara’dan telefonla aradı. “De-de manşeti atıyormuşsunuz. Beni aradılar. Yapmayın” dedi. Haber anında askere gitmiş.

Ajan gazetecilerin sayısı basında çok mu fazladır?

Ajan gazetecilerin sayısı basında çok mu fazladır?

Çok fazladır. Meşhur bir Hayri Birler olayı vardır. Hürriyet’in Ankara bürosunda ikinci adam olarak çalışırken, esas işi açığa çıkıyor ve Hürriyet’ten ayrılıyor ve gerçek işine geri dönüyor. MİT’in Diyarbakır bölge müdürü oluyor.

Bu ajan gazeteciler ne yaparlar?

Karakter suikastı yaparlar. İstihbarat kurumları, onlara şu adamı yıpratın der ve onlar da yıpratırlar. Suçlayıcı ve çarpıtma haberleri ve yazılarıyla yıpratırlar. Biz, Sabah Grubu’nda ajan gazeteci var mıydı, varsa bunlar kimlerdi, bilmiyorduk. Bir tek Ünal İnanç’ı biliyorduk. O da Ankara büroda alt kademede biriydi. Ama Hürriyet Grubu’nda Fatih Altaylı’nın, Tuncay Özkan’ın MİT’le ilişkileri biliniyordu. Biz de öyle bilinen gazeteci yoktu.

Onlar nasıl biliniyordu peki?

Eski MİT yöneticisi Mehmet Eymür, onları açıkladı. Zaten geçen gün bir gazeteci arkadaşımız anlattı. 28 Şubat’tan sonra gazeteciler Mesut Yılmaz’la yemekteler. Fatih Altaylı’yla Tuncay Özkan, Yılmaz’ın önünde, “MİT’te kim maaşlı, kim gönüllü çalışıyordu” tartışması bile yapmışlar birbirleriyle. Yani kendileri anlatıyorlar bunu. Güya biri paralı çalışıyormuş, biri de gönüllü. Kendi aralarında bu konuda atışıyorlar. “Sen MİT’ten para alıyorsun, yok ben almıyorum, sen alıyorsun” diye kendi aralarında tartışmışlar.

Şaka değil, değil mi bu?

Hayır, şaka değil.

O dönemde Sabah’ın sahibi olan Dinç Bilgin de, gazetelerde Ankara bürolarının çok önemli rolleri olduğunu söyledi. O dönemde diğer gazetelerin Ankara bürolarının askerle ilişkisi nasıldı?

Hepsinin askerle ilişkisi iyiydi. 2002 yılında ben Akşam Gazetesi’nin temsilcisi olarak Ankara’ya gittim. Kimi temsilcilerin generallerle samimiyetini görünce çok şaşırdım. Doğrusu o kadar içli dışlı olduklarını bilmiyordum. Bazıları generallerle tenis de oynuyordu. Öyle ilişkiler vardı yani...

Askerler yazarlara kızarlar mıydı?

Kızarlardı tabii. Yanılmıyorsam... Hüseyin Kıvrıkoğlu, Dinç Bey’i Genelkurmay’a çağırdı. O sırada Çetin Altan ve Mehmet Altan Sabah’ta, Ahmet Altan da Yeni Yüzyıl’da yazıyordu. Genelkurmay Başkanı, onları Dinç Bey’e şikâyet etmiş. Yani kibarca, gazeteden çıkarın bunları demek istemiş. Dinç Bey, “Çetin Altan bir edebiyat ustasıdır. Ahmet Altan şöyle iyi yazardır, Mehmet Altan da profesördür” demiş.

Sonuç ne olmuş?

Dinç Bey zaten hiç dilini tutmazdı. Onlara, “Askerler siyasete karışmamalı” gibi konuşmalar yapardı. Kıvrıkoğlu’yla o konuşmadan sonra Dinç Bey, “Onları ikna ettim” diyerek Ankara’dan döndü. Bence Dinç Bey’in hapse girmesinde o konuşmanın bile payı vardır. Doğan Grubu’nda eski bürokratlar, milletvekilleri, bakanlar hep bir köşede tutulur. Sabah’ta hiç öyle şey olmadı.

Güneş Taner, eski bakan olarak Sabah’ın yönetimine girmedi mi bir dönem?

Sabah’ın yönetim kuruluna girdi. Bankanın alımında destek oldu diye, o da bir teşekkürdü herhalde...
Kaynak: Taraf gazetesi

28 Şubat'ın beyni cezaevinde
27 Şubat 2010
Anadolu Haber

28 Şubat'ın beyni Çetin Doğan, 28 Şubat'ın 13. yıldönümünde "cunta lideri" olduğu iddiasıyla cezaevinde!

Balyoz Güvenlik Harekat Planı’na ilişkin soruşturma kapsamında gözaltına alınan 1’inci Ordu eski Komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan ile emekli Korgeneral Engin Alan çıkarıldıkları İstanbul 10’uncu Ağır Ceza Mahkemesi’nce tutuklandı. 28 Şubat'ın beyni Çetin Doğan, 28 Şubat'ın 13. yıldönümünde "cunta lideri" olduğu iddiasıyla cezaevinde!

28 ŞUBAT BİN YIL SÜRECEK DİYEN PAŞA
Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun '28 şubat ne zaman bitecek?' sorusuna verdiği yanıt hala hafızalarda: "28 Şubat bin yıl sürecek"

28 ŞUBAT'IN 13 YIL DÖNÜMÜNDE CEZAEVİNDE
Tarih 27 Şubat 2010. 28 Şubat'ın 13. yıldönümüne bir gün var. 28 şubat sürecinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken okuduğu şiir nedeniyle cezaevine gönderilen Tayyip Erdoğan bugün başbakan. O sürecin beyni Batı Çalışma Grubu'nun (BÇG) Başkanı emekli Orgeneral Çetin Doğan "Balyoz" operasyonu kapsamında "cunta lideri olduğu" iddiasıyla bugün cezaevinde.

ANDIÇLAMA VE FİŞLEME FAALİYETLERİ
1997 yılında sonradan kurgulama olduğu ortaya çıkan Müslüm Gündüz, Fadime Şahin gibi olaylarla 'İrtica geliyor' algısı kamuoyuna aşılanmış, Sincan'da tankların yürütülmesiyle başlayan süreç, 28 Şubat'ta toplanan MGK'da tarihi '28 Şubat Kararları' olarak anılan bir dizi kararın alınması ve Erbakan hükümetinin istifaya zorlanmasıyla sonuçlanmıştı. Çetin Doğan'ın başında olduğu Batı Çalışma Grubu (BÇG) bu süreçte kişi ve kurumları karalama ve görevden almayla sonuçlanan yoğun bir andıçlama ve fişleme faaliyeti yürütmüştü.

TUTUKLANDI
Emekli Orgeneral Çetin Doğan, 'Balyoz' operasyonunda gözaltına alınarak TCK'nın 312. maddesi kapsamında "Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etmek" suçundan tutuklandı.

'BİR NUMARA' YI YERİNDEN SIÇRATAN NOT
24 Haziran 2009
İki haftadır belge tartışıyoruz ve ortada sonuç diyebileceğimiz bir şey yok...
Ya da, eskilerin alta tükürsek sakal üste tükürsek bıyık dediği türden bir durum var.

Olabilecek en kaba haliyle tasarlanıp o şekilde kurgulanmış bir tuzağın, ‘kör parmağım gözüne’ üslupla kaleme alındığı metin ilk bakışta insanda ister istemez ‘ sahte’ olduğu hissini uyandırıyor.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin stratejik karar odağı Genelkurmay’ın çatısı altında çalışan ve herhalde kendisinden beklenen hizmete uygun vasıfları dolayısıyla özel olarak seçildiğini düşünebileceğimiz bir albayın, demokratik rejime açıktan saldırı planlayıp bunu proje diye kaleme alabileceğine inanmak zor.

İnanmak zor, zor olmasına; lakin geriye dönüp bugüne kadar yaşadıklarımıza baktığımızda İsmet Berkan’ın ‘Schrödinger’in Kedisi’ hatırlatmasındaki duruma benzer bir halin olması ihtimalini kaale almaksızın akıl yürütmek de pek kolay değil.

Geçmişte neler olduğunu, üzerine kitaplar yazılmış hadiseleri uzun uzadıya sıralayacak değilim burada...

28 Şubat demem yeter herhalde.

İzin verirseniz olabilecek şeylerin boyutunu göstermesi bakımından o günlerden bir anekdot aktarayım.

10 yıl önce Genelkurmay, MİT, emniyet dahil pek çok kamu kuruluşunda ne bugünkü gibi ciddi seviyede belge sızıntısı kuşkusu, ne de buna bağlı ileri teknoloji ürünü güvenlik duvarları vardı.

Bilgisayar ve internetin sunduğu imkânlardan yararlanılıyordu yararlanılmasına ama her görevlinin kendi şifresiyle sisteme giriş yapıp yetki sınırları dahilinde dosyalar üzerinde çalışabildiği, iş bittikten sonra ‘disc’i kapatmak suretiyle istenmeyen erişimin engellediği ortam mevcuttu ve ‘sil’ komutuyla hafızadaki kayıtlı bilginin tamamen yok olduğu varsayılıyordu. Haliyle kişisel e-mail erişim imkânlarının sıradan şahsi şifre engeli dışında merkezi sistemle ilintilendirilip kopyalanması falan da düşünülmemişti...

Bunları anlattım, zira nakledeceğim anekdotun zemini teknoloji.

Olayın kahramanı çalıştığı kurumda her ne kadar ikinci adam mevkiinde olsa da kamuoyunda ‘ birinci’ sayılan, fizik yapısıyla girdiği her ortamda dikkat çeken bir kişiydi. Yanı sıra kurumun gücünün kendisinde tecessüm ettiğine inanılan, tehditkâr, pervasız, etkili, belirleyici, kararlı v.s...

Nihayet, bu kişinin geçmişte yurtdışında önemli görevlerde bulunduğunu, Ortadoğu’da söz ve iddia sahibi ülkelerin askeri karar vericilerinin gözünde ‘en muteber şahıs’ sayıldığını ve ‘ Güç elimdeyken neden herkesi saf dışı edip Türkiye’yi ben idare etmeyeyim’ düşüncesiyle hareket ettiğini de kaydedeyim.

Söz konusu kişinin bir dönem zirvesinde çalıştığı kurumun bilgisayar güvenliği konusunda ne durumda olduğunu yukarda yazdım. Ama o dönemde önemli ve sadece kurumun ‘bir numara’sının bilgisi dahilinde bir tedbiri uygulaya geldiğini söylemem gerek...

Tedbir şuydu: Akşamları herkes kurum dışına çıktıktan sonra bilgi işlem birimi elemanları istihbarat personeliyle birlikte bütün bilgisayarlarda kimin hangi dosyalar üzerinde çalıştığını kontrol edip ister kayıtlı ister silinmiş olsun, mutadın dışında bir şey gördüklerinde bunu ertesi sabah ‘ bir numara’nın önüne koyuyorlardı. İstisnasız bütün personeli kapsayan izlemeye kahramanımızın bilgisayarı da tabiydi elbette.

Bir akşam elemanlar ‘İkinci Adam’ın bilgisayarında mailleri kontrol ederken Ortadoğu ülkelerinden birinin en üst düzey askeri yetkilisiyle yazışmaya rastladılar. “Benim bu ağustosta İstanbul’a gitmem söz konusu. Aksi halde Ankara’ya işin başına gelmem mümkün değil. Sonrasında büyük kulis dönecek haliyle. Ertesi sene emekli de edebilirler. İki ihtimale göre planımı yaptım. Şayet emekli ederlerse cumhurbaşkanı olmayı düşünüyorum...”

Bu notu okuduğunda ‘Bir numara’nın yerinden sıçradığını söylememe gerek yok sanırım.

Hikâye şöyle sonlandı: Kahramanımız beklendiği gibi ve teamüle uygun olarak İstanbul’a gitti. Gitti gitmesine ama ertesi yıl işler beklediği gibi gitmedi. Bir numara ve onun destek aldığı diğer önemli kişiler ‘Bundan kurtulmamız lazım’ dediler ve onu emekliye sevk etmeye karar verdiler.

Ancak tam bu sırada 17 Ağustos günü İstanbul büyük bir felaket yaşadı. Merkez üssü Adapazarı olan deprem İstan-bul’u da vurdu... Önemli kurumun böylesi durumda derhal ve bütün imkanlarıyla kurtarma faaliyetine katılması beklenirdi ama bağlı birimler kahramanımızın emriyle yerlerinden kıpırdamadılar.

Onbinlerce insan enkaz altında yardım beklerken bir zamanlar kurumunun göz bebeği olan kişi ‘ fırsat bu fırsat’ diyerek Anka-ra’ya sıkıyönetim ilanı için şantaj yapıyor ‘ Sıkıyönetim ilan edin kurtarayım İstanbul’u’ diyordu. Dediği yapılsa olağanüstü halin gereği olarak hakkındaki emeklik kararı yürürlükten kalkacak önü bir daha engellenemeyecek şekilde açılacaktı. Köşeye sıkışmıştı ‘Bir numara’ ama kısa bir tereddütün ardından resti görmeye karar verdi. Kahramanımızın emeklilik tebligatı yazılıp zarflandı ve görevi devralacak kişinin eline verilip yollandı.

Gerisini hatırlayan çoktur...

Mutad devir- teslim töreni bile yapılmadı onun için. Elbisesini çıkardıktan sonra adı hâlâ gazetelerin birinci sayfalarındayken Cumhurbaşkanı olmayı denedi...

Sonra...

Sonra ödüller aldığı ülkelerin himayesinde hiçbir şart altında üzerine gelinmeyeceği güvencesiyle köşesine çekildi...

AVNİ ÖZGÜREL-RADİKAL

'TSK'nın Canına Okudunuz'

10 Mayıs 2009
Dönemin Donanma Komutanı Oramiral Salim Dervişoğlu ile Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir’in kavgaları ve hep özür dilemek zorunda kalan taraf...

Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu iddia edilen günlüklerde 28 Şubat döneminde bazı komutanlar arasında yaşanan bazı kavgalar da anlatılıyor.
Emekli Orgeneral Şener Eruygur’da bulunan ve Ergenekon davasının ek klasörlerine giren günlüklerde, dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir ile dönemin Donanma Komutanı Oramiral Salim Dervişoğlu arasında yaşanan iki kavga ayrıntılı olarak anlatılıyor.

‘Dervişoğlu Çevik Bir’den özür diledi’
Günlüklere göre birinci kavga şu şekilde yaşandı:
Oramiral Salim Dervişoğlu ile (Çevik Bir’in) aralarının gergin olduğunu ve hatta kavga ettiklerini biliyordum. Bu gerginliğin nedenini ben Salim Paşa’dan hem de Çevik Paşa’dan aşağıdaki gibi dinledim. Çevik Paşa’ya göre aralarındaki gerginlik Güven Paşa tedavi için ABD’ye gittiğinde Salim Paşa’nın deniz kuvvetlerine vekâlet ettiği sırada meydana geldi. Bu sırada Gölcük’te yapılan bir tören için Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı’nın Gölcük’e gelişinde, Salim Paşa onun yerine Refah Partisi Milletvekili Şevket Kazan ve iki milletvekili ile ilgilenmiş ve Genelkurmay Başkanı o sıralarda yapılacak olan komutanlar toplantısında, “Kendisinin bu konudan çok alındığını ve 28 Şubat hareketi ile mücadele edilen bir anlayışın temsilcilerine karşı, emrindeki bir komutanın bu kadar ilgi göstermesini içine sindiremediğini” dile getirmesini istedi.
Nitekim bir ara boşluk olunca, “Bu mücadelenin herkes tarafından aynı şekilde desteklenmesi gerektiğini ve 28 Şubat’ın bu maksatla yapıldığının çok iyi bilinmesi gerektiğini” söylemiş ve “ama buna rağmen bazı komutanların hala Refah Partisi milletvekillerini mücadele edilen zihniyetin temsilcileri olarak görmek yerine, onlara çok yakın tavır aldıklarını” söylemiş. Ve örneği Refah Partili Şevket Kazan ve arkadaşlarını davet etmesi ve onlara yakınlaşması olarak göstermiş.
Tabii birden kızılca kıyamet kopmuş. Salim Dervişoğlu, “Ben onları oraya komutanın emriyle davet ettim” diye bağırınca Çevik Paşa da, “Ama o zaman sen komutandın, niye davet ettin?” demiş.
Bunun üzerine yüksek sesle tartışma devam edince Genelkurmay Başkanı toplantıya ara verip Salim Paşa ile özel görüşmüş ve bu görüşmede Genelkurmay Başkanı, “Çevik Bir’e konuyu gündeme getirmesi için ben emir verdim, yaptıkların hatalıydı. Bu nedenle Çevik’ten özür dile” demiş. Salim Paşa da Çevik Bir’e gitmiş. O da kendisini misafir odasında bir saate yakın bekletmiş. Sonra kabul etmiş, Salim Paşa özür dilemiş.”

Dervişoğlu: Doğru değil
Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Salim Dervişoğlu: “Çevik Bir Paşa’yla gayet tabii ki fikir ayrılıklarımız vardı. Ama tartışıp bunları Genelkurmay Başkanı’na kadar intikal ettirmemiz yoktur. İğrenç bir şey olarak görüyorum. Bir genelkurmay başkanı gelecek, bir kuvvet komutanına ‘Gidin barışın, özür dile’ diyecek. Biz çocuk muyuz? Milyon kere doğru değil, diyorum.”

Silahlı Kuvvetler’in canına okudunuz’
Dervişoğlu, ikinci kavgayı bu kez 28 Şubat döneminin etkin isimlerinden Genelkurmay Adli Müşaviri Tümgeneral Erdal Şenel yüzünden yine Çevik Bir’le yaşadı. Bu olay, günlükte şöyle anlatıldı:
“Diğer bir olay ise, Deniz Kuvvetleri’nden bir subayın ihracı ile ilgili bir belge nedeniyle patlak verdi. Bu subayın ihracıyla ilgili olarak herkes olumlu oy vermesine rağmen, bir kişi çekimser kalmış ve bir süre daha bu kişinin denenmesini istemişti. Salim Paşa da hiçbir mütalaa yazmadan yazıyı olduğu gibi göndermişti.
Halbuki ihraç için herkesin olumlu oy vermesi gerekiyordu. Bu nedenle Genelkurmay Adli Müşaviri Erdal Şenel durumu görüşmek üzere Deniz Kuvvetleri karargâhına geldi. Salim Paşa bir müddet sonra Erdal Paşa’ya hakaret ederek ‘Silahlı Kuvvetler’in canına okudunuz, aklınızı başınıza alın’ diye bağırır ve kovar. O da gidip Çevik Paşa’ya rapor eder. Çevik Paşa, Salim Paşa’yı telefonla arar ve yaptığının doğru olmadığını söyler. Tam bu sırada ben Salim Paşa’nın odasına girdim, önceleri sakin bir şekilde konuşuyordu. Sonra birden kıpkırmızı oldu ve bağırıp çağırmaya başladı. Ağzına geleni söylüyordu. Sonunda telefonu kapattı.
Bana dönüp ‘Çevik’le görüşüyordum’ dedi. Çevik Paşa da durumu gidip Genelkurmay Başkanı’na rapor etmiş. Bundan sonrası kişiye göre değişik hikâye... Genelkurmay Başkanı, Salim Paşa’yı çağırır ve konuyu bildiğini, Çevik Paşa’nın kendi bilgisi dahilinde hareket ettiğini ve özür dilemesini söyler.
aktifhaber

28 Şubat'ta Kadın İstediler
10 Şubat 2009
"28 Şubat'ta Ali Kalkancı- Fadime Şahin olayını Sisi ile birlikte organize etti. Şahin'in yerine benden kadın istediler"

Kalkancı olayını Sisi ve Oğuztan birlikte organize etti...

Ergenekon'un tutuklu sanığı Ümit Oğuztan'ın eski sevgilisi Alkan, "28 Şubat'ta Ali Kalkancı- Fadime Şahin olayını Sisi ile birlikte organize etti. Şahin'in yerine benden kadın istediler"dedi...

Ergenekon davasında tutuklu olarak yargılanan ve 28 Şubat sürecinde Fadime Şahin ve Ali Kalkancı olayını tezgahladığını itiraf eden gazeteci Ümit Oğuztan'ın 16 yıl önce bir klipte rol aldığı ortaya çıktı. Klipte Oğuztan, sorgu odasında elbiseleri yırtık vaziyette ifade verirken, elleri kelepçeli bir şekilde rol alıyor. Klibinde rol alan eski sevgilisi Serpil Alkan ise "5 yıl evimde zorla yaşadı" dedi.

“Oynadığı rolü yaşıyor”

Oğuztan'ın kendi klibinde yer aldığını sonradan öğrendiğini belirten Alkan, "Klibi kendi oluşturmuş. Ben çektikten sonra, kendisini montajlattırmış. Klipte kalemleri kelepçelettirerek, beyin ve kendi kitaplarının resmini koyarak, düşünce özgürlüğünün olmadığını iddia etmiş. Harçlığını bile ben verdim. Allah'ın sopası yok ki. Klipte oynadığını 15 sene sonra yaşıyor" diye konuştu.

28 Şubat Postmodern darbesinde Fadime Şahin ve Ali Kalkancı olayını Oğuztan'ın Sisi lakaplı Seyhan Soylu ile organize ettiğini anlatan Alkan, "Sisi ile Oğuztan bana figürasyondan bir kadın ayarla demişti, fakat ben ayarlamamıştım. Sonra Fadime Şahin ismindeki kadını bulmuşlar. Daha sonra telefonla birbirlerini tebrik ediyorlardı. Şahin bu olaydan sonra tanınmamak için estetik olmuş. Yüzünü değiştirmiş. Acıyorum o kadına" dedi.

“Şantaj yaptılar”

Oğuztan'ın Sisi ile ortaklaşa bazı yerlere gizli kamera koyarak yüksek mevkilerdeki memurlara ve bakanlara şantaj yaptığını iddia eden Alkan, Oğuztan ile Sisi'nin bunları hep telefonda görüştüğünü ileri sürdü.

Pornodan 2 bin yıl hüküm giydi

28Şubat sürecinin psikolojik havasının oluşturulmasında önemli görevler üstlenen Oğuztan, kamuoyunda 2 bin yıl hüküm giymiş bir porno yazarı olarak da biliniyor. Oğuztan, 28 Şubat sürecinde ünlü travesti Sisi ile birlikte Ali Kalkancı dosyasını hazırlayıp Emine Kalkancı'yı televizyona çıkmaya ikna eden ekibin içinde yer aldı. Sisi ile birlikte çıkardığı 28 Şubat'ın ünlü "Strateji'' isimli derginin genel yayın yönetmenliğini yaptı.

TBMM Uğur Mumcu Cinayetini Araştırma Komisyonu'na başvurarak, ifade veren Oğuztan, Mumcu'nun yanı sıra Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis ve JİTEM Komutanı emekli Binbaşı Ahmet Cem Ersever'in devlet sırrının ortaya çıkmaması için öldürüldüklerini iddia etti.

Müstehcen kitaplar yazdı

Oğuztan, 1990 yılından itibaren yazdığı müstehcen kitapları ile de tanınıyor. Oğuztan, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Organize Şube eski Müdürü Adil Serdar Saçan gibi isimlerle 'Haber Objektif' isimli dergide çalıştı. Oğuztan son olarak İstanbul Chanhell TV'nin Haber Daire Başkanlığı görevini yürüttü.
aktifhaber

28 Şubat’ın ‘ağır silah’ faturası
13 Ekim 2008
Şamil Tayyar/Star

28 Şubat sürecindeki kritik tartışma konularından biri, kuşku yok ki köstebek vakasıydı. Kavganın çıkış noktası ise Hürriyet Yazarı Enis Berberoğlu’nun 17 Mart 1997 tarihinde yayınlanan yazısı oldu.

Berberoğlu, kimliği meçhul bir polis şefinin, 167 bin kişilik polis teşkilatı ve 7 bin kişilik özel timin askeri darbe karşısındaki en önemli güç olduğu yolundaki açıklamasına yer verirken, bu polis şefinin Bülent Orakoğlu olduğu iddiasını yazısına ekledi.

Orakoğlu, Berberoğlu’nun yazısındaki bu iddiayı yalanladı ancak macun tüpten çıkmıştı. Askeri kesim, Orakoğlu’na öfke püskürüyordu.

Öfkenin sıcaklığı henüz soğumadan Mayıs içinde başka bir tartışma alevlendi. Askerliğini Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda yapan emniyet istihbarat mensubu onbaşı Kadir Sarmusak’ın Batı Çalışma Grubu’nun faaliyetleriyle ilgili ‘gizli’ belgeleri sızdırdığı iddiası gündeme düştü. Bu iddia, Milli Güvenlik Kurulu’nun 31 Mayıs tarihli toplantısının da önemli gündem maddesiydi.

Gazeteci Hakan Akpınar, ‘28 Şubat Post Modern Darbenin Öyküsü’ kitabında Genelkurmay Başkanı Karadayı’nın hükümete şu uyarısını yazdı: ‘Bir süredir Genelkurmay ve bazı askeri birliklerimizin polis tarafından gözetlendiği yolunda duyumlarımız var. Bu bizi fazlasıyla rahatsız etmektedir.’

Askere göre Sarmusak, emniyet adına casusluk yapıyor ve Genelkurmay ile kuvvet komutanlıklarının faaliyetleri hakkında rapor hazırlıyordu. Orakoğlu, toplam ‘174 bin kişilik emniyet ordusu’ ifadesinin kendine ait olmadığını ısrarla söylese de o günlerin heyecanlı konularındandı.

O iddia, Refahyol sonrası dönemde emniyetin zayıflatılmasına yönelik operasyonun ‘gerekçesi’ oldu.

Polise ağır darbe

Refahyol döneminde Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu’na atfen piyasaya yayılan ‘Darbe ihtimaline karşı TSK karşısında emniyetin güçlendirildiği’ iddiası, Mesut Yılmaz hükümeti döneminde yeniden depreşti. Askeri ve sivil fişlemeye paralel olarak emniyetin etkisizleştirilmesi projesi, Genelkurmay tarafından devreye sokuldu. Yılmaz ise kayıtsız kaldı.

Genelkurmay Başkanlığı, 4 Şubat 1998 tarihinde Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bir yazı göndererek, ‘TSK sefer planlarının gözden geçirilmesi ve güncelleştirilmesi hazırlıkları kapsamında bölgemizdeki gelişmeler ve genel siyasi ortam dikkate alınarak’ planlama yapıldığını bildirdi.

Bu nedenle Emniyet Genel Müdürlüğü envanterinde bulunan ağır silah, mühimmat ile araç ve malzemenin muhtemel bir seferberlik-savaş halinde askeri maksatlarla kullanılabilecek olanların envanterinin çıkarılmasını istedi. Bu silahların TSK sefer planlarına dahil edileceği duyuruldu.

Duyuruda yer alan ‘...genel siyasi ortam dikkate alınarak...’ ifadesi özellikle dikkat çekiciydi. Yazı üslubuna genel olarak bakıldığında, emniyetin kontrolsüz büyüdüğü ve TSK açısından tehdit oluşturduğu sinyalini almak mümkündü.

Bu yazıdan sonra Genelkurmay ve Emniyet yetkilileri, 11 Şubat 1998 günü bir araya gelerek, ağır silahlarla ilgili envanter çalışması başlattılar.

Toplantıdan 6 gün sonra, DTP kontenjanından hükümette Başbakan Yardımcısı ve Milli Savunma Bakanı olarak görev alan İsmet Sezgin, İçişleri Bakanlığı’na gönderdiği (17 Şubat 1998) yazıda, emniyet envanterindeki ağır silahların bir bölümünün terörle mücadele ve OHAL Yasası kapsamında 1993 yılında alındığını ancak bu işlemlerin yasada açık hüküm bulunmasına rağmen Milli SavunmaBakanlığı’nın izni alınmadan gerçekleştirildiğini öne sürdü.

Sezgin’in yazıda bir iddiası daha vardı: ‘1997 yılından itibaren OHAL bölgesindeki iç güvenlik sorumluluğunun fiilen Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na geçmesi ve 1993 yılındaki koşulların ortadan kalkması nedeniyle Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ağır silah ve araçlara ihtiyacının olmayacağı değerlendirilmektedir.’

O halde?

Sezgin, yazının son bölümünde ağzındaki baklayı çıkardı: ‘Askeri amaçlı savaş silahı olarak mütalaa edilen EK-A’daki silahların 3212 sayılı yasanın ihtiyaç fazlası mal ve hizmetlerin satış, hibe, devir ve elden çıkarılması kapsamında Genelkurmay Başkanlığı’na devredilmesini rica ederim.’

Polise deniyordu ki: Terörle mücadele artık fiilen askerin işi, artık sana ihtiyaç yok, o nedenle elindeki ağır silah ve araçları teslim et...

İşte o silahlar

Sezgin, bu mektubu ayrıca, ilgi için Genelkurmay ve İçişleri Bakanlığı’na, bilgi için de Başbakanlık ve MGK Genel Sekreterliği’ne gönderdi. Mektuba eklenen ve Topçu Kurmay Albay Güneş Önal tarafından hazırlanan listede teslimi istenen ağır silah ve mühimmatın dökümüne yer verildi.

Ağır silahlar:

1-60 havan (28 ilde, 326 adet)

2-RPG-7 roket (35 ilde 377 adet)

3-40 Launçher (43 ilde, 1.634 adet)

4-MG 3 Makineli tüfek (38 ilde, 438 adet)

5-12.7 Makineli tüfek (39 ilde, 239 adet)

6-M-60 Makineli Tüfek (19 ilde, 50 adet)

7-FN-240 Makineli Tüfek (25 ilde, 75 adet)

8-40 MM Laun MK/19 (38 ilde, 114 adet)

Mühimmat:

1-RPG-7 mühimmatı (5.700 adet)

2-Uçaksavar mühimmatı (12.7 mm, 140 bin adet)

3-MG-3 mühimmatı (MG-3 mm, 440 bin adet)

4-Laun MK/19 Bombaatar (40 mm, 2 bin 300 adet)

5-Havan mühimmatı (60 mm, yok)

6-M-203 bombaatar (40 mm, 7 bin 300 adet)

Bu yazıdan hemen sonra emniyet envanterindeki bu ağır silah ve mühimmat, periyodik olarak Genelkurmay’a devredildi. Askerle birlikte terörle mücadelede önemli pozisyonu olan emniyete, ‘artık senin bu silahlara ihtiyacın kalmadı’ denilerek elindeki ağır silah ve mühimmatın alınması, hele bu girişimin Genelkurmay adına bir bakan tarafından yapılması o döneme ait unutulmaması gereken bir dersti.

Şimdi tekrar başa döndük. 28 Şubat sürecinde dağıtılan ve ellerinden ağır silahları alınan Özel Harekat Timleri yeniden Doğu’ya gönderiliyor.

Mesut Yılmaz, İsmet Sezgin ve Çevik Bir başta olmak üzere tüm sorumlulara sormak gerekmiyor mu: Bu 10 yılın hesabını kim verecek?
aktifhaber

Her Camide Bir Genelkurmay Ajanı
16 Nisan 2008
Korgeneral Çetin Doğan imzası ve Genelkurmay Başkanı'nın emriyle 80 bin camiye ajan gönderildi. Halen yürürlükte olan emrin içeriğinde ne var? Neler yapıldı?

Batı Çalışma Grubu'nun, 28 Şubat sürecinde, 80 bin cami ve cemaatini fişlediği de ortaya çıktı. "Gizli" bir emirle camilere 'personel' gönderilerek, imamlar, cemaat ve hutbeler hakkında rapor istendiği belirlendi. 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında oluşturulan Batı Çalışma Grubu'nun (BÇG) arşivlerinde yer alan bir belge Türkiye genelindeki bütün camilerde verilen vaaz ve hutbelerin takip altına alındığını ortaya koydu.

Dönemin Genelkurmay Başkanlığı Harekat Daire Başkanı Korgeneral Çetin Doğan imzası ve Genelkurmay Başkanı'nın emriyle tüm kuvvet komutanlıklarına gönderilen yazıya göre, camilerde verilen cuma hutbeleriyle bayram namazı hutbeleri takip altına alınarak cami cemaati hakkında da rapor tutulması isteniyor.

EMİR HÂLÂ YÜRÜRLÜKTE

3 maddelik emre göre "özellikle Cuma ve bayram namazları başta olmak üzere gayri muayyen zamanlarda verilen hutbe ve vaazların personel görevlendirilmek suretiyle takibi ve tespit edilen hususların yer ve zaman belirtilerek rapor edilmesi" talep ediliyor, bu hususun bizzat ilgili garnizon komutanı tarafından yapılması talimatı veriliyor. "Gizli' ibareli emre göre görevlendirilecek personelin hassasiyetle seçimi ve sivil makamların konudan haberdar edilmemesi konusunda uyarılar da yapılıyor. Uzmanlar Diyanet İşleri Başkanlığı verilerine göre yaklaşık 80 bin cami olduğuna dikkat çekerek, "O dönemin hassasiyeti göz önüne alındığında bütün camilerin, imamların ve cemaatin de takip altına alındığı, bunların da sivil makamlardan gizli olarak yapıldığı ortaya çıkıyor. Ama asıl sorun bu emrin hala uygulanıp uygulanmadığı. Çünkü emrin yürürlükten kalkması için gerekli genelgenin yayınlanmadığı biliniyor" açıklamısında bulundu.

İŞTE TARTIŞMALI EMiR

Laiklik aleyhtarı faaliyetler;

1- Muhtelif kaynaklardan, camilerimizde laiklik aleyhtarı vaazlar verildiği, bu vaazların içeriğinde suç teşkil eden ibareler olduğu, hutbe ve vaazların verilmesinde Diyanet İşleri Başkanlığı'nca yayınlanan dokümana uyulmadığı öğrenilmiştir.
2- Garnizon Komutanlıklarınca, özellikle cuma ve bayram namazları olmak üzere gayri muayyen zamanlarda verilen hutbe ve vaazların personel görevlendirilmek suretiyle takibinin, tespit edilen hususların yer ve zaman belirtilerek rapor edilmesinin laiklik aleyhtarı tutum ve davranışları önlemeye yönelik çalışmalar için faydalı olacağı değerlendirilmektedir.
3- Konunun hassasiyeti dikkate alınarak görevlendirilecek personelin seçimi ve görev icrasının, garnizon komutanlıklarınca bizzat takip ve kontrol edilmesi, daha ast makamlar ile sivil makamlar arasında yazışma yapılmaması uygun mütaala edilmektedir.
Kaynak: Bugün

İNÖNÜ'DE EMİR KOMUTA ZİNCİRİ
13 Nisan 2008
28 Şubat sürecine ait skandallara bir yenisi eklendi. Malatya İnönü Üniversitesinde yaşanan skandalın ayrıntıları...

28 Şubat sürecinin bir ayıbı daha gün yüzüne çıktı. Malatya İl Jandarma Komutanlığı, irticaî faaliyetlere karıştıklarını öne sürdüğü 7'si profesör 41 öğretim üyesinin ismini, 'gereğinin yapılması' için İnönü Üniversite Rektörlüğü'ne iletiyor.

Öğretim üyelerinin irticaî faaliyette bulunduklarına ilişkin yasal dayanak ve belge bulamayan rektörlük, fişlenen hocaların sicilini bozmak için hayalî suçlar isnat ediyor. Öğretim üyelerinin eşlerinin başörtülü olması ya da başörtüsü yasağına karşı çıkması sebebiyle fişlendiği belirtiliyor. Hocaların başlattığı hukuk mücadelesi ise sürüyor.

Kebapçıların bile fişlendiği 28 Şubat sürecine ilişkin Malatya İnönü Üniversitesi'nden iki ayrı gizli belge ortaya çıktı. Belgelerde ilki, 11 Kasım 1998 tarihli. Dönemin İl Jandarma Komutanı Önder Çakır imzası ile İnönü Üniversitesi Rektörlüğü'ne bir yazı gönderiliyor. 20 öğretim üyesinin isminin yer aldığı liste rektörlüğe iletiliyor. Üniversitenin kapalı mekanlarına erkeklerin sakallı, kızların türbanlı girdiğinin belirlendiği söylenen yazıda bu öğretim üyeleri için gerekli işlemin yapılması isteniyor.

İkinci belge, 2 Şubat 2000 tarihini taşıyor. Dönemin rektörü Prof. Dr. Ömer Şarlak'a İl Jandarma Komutanı Kıdemli Albay Sedat Kunduz'un gönderdiği bir listeyi kapsıyor. Kunduz, irticaî faaliyetleri YÖK tarafından saptandığını belirttiği 41 öğretim üyesinin isimlerini ve karşısına ne tür faaliyette bulunduğunu yazan listeyi rektörlüğe göndermiş. 7'si profesör olan 41 kişi 'başörtüsü yasağına karşı olmak ve eşleri başörtülü olmak'la suçlanıyor. Rektörlüğün durumdan vazife çıkararak fişlemeleri öğretim üyelerinin sicillerine işlediği sonradan anlaşılıyor. Rektörlük, haklarında yasal dayanak ve yargı kararı olmayan hocaların sicilini 'irtica' gerekçesiyle bozamayınca 'hayalî' suçlar üretiyor. Bu öğretim üyelerine, başarısızlık, disiplinsizlik gibi kendileriyle ilgisi olmayan 'bahane'lerle düşük not veriliyor.

Rektörlüğün hukuk dışı uygulamasını fark eden öğretim üyeleri, konuyu tek tek yargıya taşımış. Edinilen bilgilere göre, haksız yere fişlenen ve sicilleri bozulan öğretim üyeleri idare mahkemelerine açtıkları davayı birer birer kazanıyor. İdare Mahkemesi, idarî ve adlî soruşturma dahi yapılmayan ve suç işledikleri belgelenmeyen bu kişilere yapılanların hukuka uymadığına karar veriyor. İnönü Üniversitesi'nin şimdiki rektörü Fatih Hilmioğlu, idare mahkemelerinden gelen bu kararları Danıştay'a taşıdı. İdare mahkemelerinin hocaların lehine verdiği karar, Danıştay'ca bozuldu. Danıştay'ın geri gönderdiği kararlar, İdare Mahkemesi'nde bir kez daha görüşülecek.
(Zaman)

28 Şubat'ın ünlü ismine 43,5 yıl hapis
19 Ekim 2010
İstanbul'da, "uyuşturucu imal ve ticareti" yaptığı iddia edilen 16 sanığın yargılandığı davada, tutuklu sanıklar Ali Kalkancı ve Abdulkadir Ekicioğlu'nun "suç örgütü kurma" ve "uyuşturucu imal ve ticareti yapma" suçlarından 9,5 ile 43,5 yıl, 12 sanığın da 1 ile 25,5 yıl arasında değişen hapis cezalarına çarptırılması istendi. netgazete

28 Şubat sürecinde Erbakan`a yönelik operasyonun ABD kaynaklı olduğunu ortaya koyan belgenin kaynağı belli oldu
16 Aralk 2010
Anadolu Haber

Necmettin Erbakan`ın 28 Şubat sürecinde iktidardan darbeyle indirilmesi talimatının ABD`den geldiğini gösteren belgenin nereden geldiği merak ediliyordu. Böylesine gizli bir belge Erbakan’ın eline nasıl geçti? Ne zaman geçti? Şimdiye kadar neden açıklanmadı?

Şamil Tayyar, Necmettin Erbakan`ın elindeki belgenin hikayesini bugünkü köşesinde şöyle anlattı:

"1996 yılının sonuna doğru, henüz 28 Şubat 1997 tarihli meşhur Milli Güvenlik Kurulu toplantısından önce Devlet Bakanı Abdullah Gül’e bir mektup gönderiliyor. Mektubun üzerindeki posta adresi, İsviçre... Gönderenin ismi ve adresi zarfın üzerinde yazılı değil. Balyoz sürecindeki gibi mektubu postalayan meçhul biri... Gül, zarfı açınca, ABD Dışişleri Warren Cristopher imzalı ve darbe talimatını içeren ulusal güvenlik belgesiyle karşılaşıyor. Hemen danışmanı Murat Mercan’ı yanına çağırıyor, belgeyi okuyunca gözlerine inanamıyorlar. Mercan, belgeyi, çok acil şekilde tercüme edip Abdullah Bey’e teslim ediyor. O da İngilizce orijinal metinle birlikte tercüme edilmiş metni kimseye söylemeden Başbakan Erbakan’a götürüyor. İkisi baş başa görüşüyorlar. Görüşme sonrası belgenin sahte olup olmadığı birkaç koldan araştırılıyor, “gerçektir” bilgisine ulaşılınca oyunu bozmak için yeni bir yol haritası oluşturuluyor.

Murat Mercan da belgeyle ilgili iddiaları teyit etti, “Doğrudur o belge İsviçre’den isimsiz gelen bir postadan çıktı, tercümeyi bizzat ben yaptım, köşenizde yayınladığınız belge benim tercüme ettiğim belgedir” dedi.

Mercan’ın yorumu şöyle oldu: “Güvenilir kaynaklardan araştırdık, o belge gerçek bir belgedir.”

Çevik Bir'e kötü haber!
3 Mart 2011

Sultanahmet'tek iİstanbul Adliyesi önünde toplanan BBP üyeleri adına açıklama yapan İstanbul İl Başkanı Bayram Karacan, kamuoyunun gündeminde bulunan ''Ergenekon'' davası ile ilgili çeşitli soruşturmalar yapıldığını belirterek, sözlerini şöyle sürdürdü:

''Kafes, Balyoz, Eldiven adları verilen darbe planlarıyla ilgili gözaltılar oldu. Önemli sayıda insan tutuksuz olarak yargılanıyor. Bütün bunlar olup biterken, medyada her gün yorumlar yapılıyor fakat ne hikmetseErgenekon davasıyla ilgili her tür yorumlar yapılırken sürekli gündemde tutulurken, icra edilenler tarafından bizzat bu 'postmodern bir darbedir' diye adlandırılan 28 Şubat süreciyle ilgili herhangi bir girişim ve işlem yapılmıyor.
Kendilerinin bizzat itiraf ettiği Anayasal suç olan bu darbeyle ilgili herhangi bir işlem yapılamaması çok garip, tuhaf ve dikkat çekilmeye değer bir konudur. Bugün biz28 Şubatsürecinin en önemli aktörlerinden biri olan ve Batı Çalışma Grubunun başkanı olan Çevik Bir hakkında suç duyurusunda bulunuyoruz. Çevik Bir'in ve onun o dönemde beraber görev yaptığı arkadaşları hakkında yargı mensuplarının, medya mensuplarının, yani 28 Şubat postmodern darbesine destek verenlerin, aynı 'Ergenekon' davası sürecinde olduğu gibi yargılanması, soruşturmalar geçirmesi ve o dönemde yaşanan mağduriyetler ile ilgili taleplerde bulunduk.''

Açıklamanın ardından gruptakiler, dönemin 2.GenelkurmayBaşkanı Orgeneral Çevik Bir hakkında hazırladıkları suç duyurusu dilekçesini İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına sundular. haber10

Mehmet Ali Birand'tan TARİHİ İTİRAF

Türkiye bir yandan hukuki olarak geçmişi ile yüzleşirken diğer yandan da medya olarak karanlık geçmişe ışık tutuyor.
Video Haber/Aktifhaber

12 Eylül referandumundan sonra Türkiye'de çok şey değişti, değişiyor. 12 Eylül askeri darbesi için resmen soruşturma açıldı. Darbenin başındaki isim olan Kenan Evren'in evinde de olsa ifadesi alınacak. Üstelik sadece darbe değil, Türkiye'yi 12 Eylül'e götüren provokasyonlar da soruşturulacak. 1 Mayıs 1977 Taksim olayları, Maraş'taki olaylar...

Türkiye hukuki olarak 12 Eylül'le hesaplaşırken medya da bazı isimler pandoranın kutusunu açtı. Daha önce Menderes'i ipe götüren 1960 darbesinin, 12 Mart Muhtırasının ve 12 Eylül'ün belgeselini yapan Mehmet Ali Birand, son darbenin, 28 Şubat'ın belgeselini yapıyor.

Dün Yazı İşleri programına katılan Birand, belgesel projesinden bahsederken 28 Şubat süreciyle ilgili tarihi itiraflarda bulundu.

Özeleştiri yapan ve bu süreçte bazen yalpaladığını itiraf eden Birand, "Neler yaşanmış inanamazsınız, nasıl kandırılmışız, nasıl oyunlar içinde kendimizi yutturmuşuz ve bu süreçte medya ne haltlar karıştırmış... İnanamazsınız." dedi.

Evet Türkiye artık geçmişi ile yüzleşiyor...

İşte Mehmet Ali Birand'ın o tarihi itirafları: http://www.aktifhaber.com/mehmet-ali-birandtan-tarihi-itiraf-439334h.htm

28 Şubat'ın Bir Uygulaması Daha Tarih Oldu
17 Eylül 2011
Kur'an Kurslarında 28 Şubat sürecinin yansıması olan yaş sınırı kaldırıldı. Artık her yaştan çocuk yaz kurslarına gidebilecek.

Kur'an öğrenmenin artık yaşı yok

12 yıllık yasak, yapılan değişiklikle sona erdi.
Kur'an kurslarında yaş sınırlaması getiren yasa değişikliği 22 Ağustos 1999 tarihinde alınmıştı.
Bir süredir devam eden tartışmaların ardından Hükümete gereken adımı attı . Kanun Hükmünde Kararname ile Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki kanunda değişiklik yapıldı .
Böylelikle "ilköğretimin 5 inci sınıfını bitirenler için tatillerde yaz Kur'an kursları açılır." ifadesi kaldırıldı.
Yeni düzenleme , Diyanet İşleri Başkanlığına imam hatip ve Kur'an Kursu öğreticisi ünvanlı sözleşmeli bin kişinin alınmasını da öngörüyor. TRT

"Kesintisiz eğitim" saçmalığının 28 Şubat NATO darbecilerinin dayatması olduğu gün yüzüne çıktı
12 Mart 2012



Aktifhaber'in haberi:

EKREM PAKDEMİRLİ'DEN MESUT YILMAZ İTİRAFI

CHP’nin kaldırılmaması için var gücüyle çalıştığı kesintisiz eğitim sisteminin, 28 Şubat cuntasının projesi olduğu iyice gün yüzüne çıkıyor.

Ekrem Pakdemir'liden 8 yıllık kesintisiz eğitimle ilgili çarpıcı itiraf:

ANAP’lı eski bakanlardan Ekrem Pakdemirli, 8 yıllık kesintisiz eğitimin perde arkasını anlattı. Mesut Yılmaz’a 8 yıllık kesintisiz temel eğitim yasasını Meclis’ten çıkarması ve uygulaması karşılığında hükümeti kurma görevinin verildiğini ve ANAP grubunda “Ancak bu şartla bize hükümeti veriyorlar” denildiğini belirten Pakdemirli, “8 yıllık kesintisiz eğitim, askerler tarafından Mesut Yılmaz’a dayatıldı. ‘Hükümeti bu şartla alırsan al’ denildi. O zaman Mesut Bey’e ‘Almayın, mecbur muyuz hükümet kurmaya? Bırakın tarihle yüzleşsinler’ dedim. O ise ‘Türkiye’yi hükümetsiz bırakmamak lazım. Türkiye yol kavşağında. Darbe olsa daha mı iyi?’ diye kendisini savundu. Ancak zaten darbe yapılmıştı. Sen bir şey diyorsun, Genelkurmay hemen bir bildiri yayınlayarak ‘Bu bizim görevimiz’ diyor. Sen de geri adım atıyorsun. Bu darbe değil de nedir? Başbakan mısın, ordunun taşeronu musun?” dedi.

“YILMAZ TAŞERON OLMAYI KABUL ETTİ”

Parti olarak 5+3 kesintili sistemde karar kılmalarına rağmen, Yılmaz’ın aniden fikir değiştirdiğine dikkat çeken Pakdemirli, “28 Şubat sürecine kadar hep kesintili 5+3 sistemini savunuyorduk. Grupta o kadar konuşuldu.

Kitap bile bastık. Kütüphanelerde var, ANAP yayınları olarak. Ancak Sayın Mesut Yılmaz bir gecede fikir değiştirdi. Aldığı talimatla ‘Kesintisiz olacak’ dedi. Bunun üzerine büyük tartışmalar yaşandı. 8 yıllık kesintisiz eğitim fevkalade yanlıştı. Yılmaz taşeron olmayı kabul etmişti. Bu taşeronluk karşılığında başbakanlık yaptı ama tarihe iyi bir anı bırakmadı” diye konuştu.

“CHP 28 ŞUBAT’I MEŞRU GÖRDÜĞÜ İÇİN SAHİP ÇIKIYOR”

Yeni Akit'in haberine göre kesintisiz eğitimin faydadan çok zarar getirdiğini ifade eden Ekrem Pakdemirli, “Bir eğitimci olarak söyleyebilirim ki; dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde kesintisiz eğitim yok. Her çocuğu belli yaşlarda mesleğe yönlendiriyorlar. Ama maalesef CHP devlet partisi olduğu için ve o darbeleri meşru saydığı için onun ürünlerine evet diyebiliyor. Benim onlara tavsiyem önyargılı olmasınlar, ciddi eğitimcilere sorsunlar. Gelişmiş ülkelere bakıp ona göre karar versinler” değerlendirmesinde bulundu.

28 Şubat sürecinde başbakanlığı merhum Necmettin Erbakan’dan devralan Mesut Yılmaz’ın ilk icraatı, 8 yıllık kesintisiz eğitimi yasalaştırmak olmuştu.

Partisinden ve kamuoyundan gelen itirazlara aldırış etmeyen Yılmaz, “Siyasi hayatıma mal olsa bile bu kanunu çıkaracağım” demişti. Tartışmalar sırasında İmam Hatip okulları için “Yarasa” ifadesini kullanmaktan çekinmeyen Yılmaz, askerin kendisine dikte ettiği düzenlemeleri bir bir hayata geçirmişti. Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı da internete düşen ses kaydında, 8 yıllık kesintisiz eğitimin yasalaştırılmasını Mesut Yılmaz’dan kendisinin istediğini itiraf etmişti.

Karadayı, ses kaydında “Mesut Bey, size altın tepside iktidar teslim ediyoruz. Bunu iyi değerlendirin, dedim. Sekiz yıllık eğitim, milletvekili dokunulmazlığı, 7 tane şey saydım. Hepsini sırıtarak dinledi” diyordu.
haber1001

MESUT YILMAZ: PAŞAM DARBE İHTİMALİ VAR MI?
05 Mart 2012



28 Şubat'ın 15. sene-i devriyesi, diğerlerine göre itiraflar anlamında daha verimli oldu. Satıraralarına, gazete köşelerine sıkışmış öye diyaloglar var ki...
Bir siyasetçi, bir askere, "Paşam darbe ihtimali var mı, Paris'e gideceğim de" diye sorar mı?

28 Şubat sürecinde sormuşlar. Anavatan Partisi Genel Başkanı Mesut Yılmaz, 28 Şubat'ın mimarlarından Çevik Bir'e, Paris'e gitmeden önce bu soruyu sormuş: Paşam darbe ihtimali var mı?

Çevik Bir de "yok" deyince Mesut Yılmaz "gönül rahatlığıyla" Paris uçmuş...

28 Şubat süreci ve medya ilişkisi üzerine itiraflar bir bir dökülmeye başlandı. Yukarıdaki diyalog ise son günlerin en çok konuşulan ismi Can Ataklı'nın 1997 yılındaki köşe yazısından bir alıntı...

Bugün Yazarı Adem Yavuz Arslan, Çevik Bir ile Mesut Yılmaz arasındaki rezalat diyaloğu yazdı...

"Paşam darbe yapacak mısınız, Paris'e gideceğim de!"

Bugünlerde 28 Şubat ve Medya başlıklı hararetli tartışmalar var.

Dönemin aktörlerinden gelen itiraflar, baskıyla istifa ettirilen bakanlar, kurulup bozulan hükümetler ve daha neler neler...

Açıkçası 28 Şubat sürecinde öyle şeyler yaşandı ki günlerce konuşmak mümkün.

Mutlaka konuşulmalı da.

YASAL DÜZENLEMELER MUTLAKA HAYATA GEÇİRİLMELİ

Yeni 28 Şubat'ların yaşanmaması için o dönemin muhasebesi yapılmalı, tekrarının yaşanmaması için de gerekli yasal düzenlemeler hazırlanmalı.

Çünkü her zaman Tayyip Erdoğan gibi güçlü lider, her zaman yüzde 50 oy alan bir iktidar olmaz.

28 ŞUBAT VE MEDYA

Kim ne derse desin 28 Şubat'ta askerin kılıç şakırdatması üzerine hücuma kalkan medyanın irdelenmesi şart.

VIP Araştırma o döneme ait binlerce sayfa gazeteyi inceleyip ortaya çok çarpıcı bir 'galeri' çıkartmış.

Bugün ifade özgürlüğü diye ekran ekran dolaşan bazı 'büyük gazeteciler'in hangi haberlere ve yorumlara imza attıklarını görünce 'vay be' dememek mümkün değil.

İşte ilginç bir örnek:

Can Ataklı, Sabah'taki köşesinde 5 Mart 1997 günü önce Refah'a uzun uzun eleştirilerini sıraladıktan sonra muhalefet partisine de 'Nerdesiniz?' diye soruyor.

Ataklı'nın köşesinden alıntılayarak devam edelim:

"Partinin genel başkanı önce Paris'e gidiyor. Olabilir, uluslararası bir toplantıdır, söz verilmiştir. Üstelik Türkiye için faydası vardır mutlaka. Ama rezalet gidişte başlıyor. Mesut Yılmaz, Çevik Bir'i arayarak 'Paşam bir darbe ihtimali var mı, ben kalayım mı' diye soruyor. 'Merak etmeyin' cevabını alınca gidiyor." Benzeri ifadeleri dönemin Refah milletvekilleri de anlatmıştı.

Düşünebiliyor musunuz?

Bir ana muhalefet partisi lideri kendini o kadar kaptırmış ki, 'Paşam darbe ihtimali var mı' diyebiliyor.

Hatırlanacağı gibi Ertuğrul Özkök de o dönemde gazete yönetimi olarak Çevik Bir'i ziyaret ettiklerini, Emin Çölaşan'ın da Bir'e "Onu bırakın da darbe yapacak mısınız" diye sorduğunu canlı yayında itiraf etmişti.

O dönemin gazete sayfaları arasında dolaştığınızda daha neler görüyorsunuz neler...

MEDYANIN 28 ŞUBAT PROVASI 1000 YIL HATIRLANACAK...

Özetle, 28 Şubat manşetleri ve köşe yazılarına bakınca şunu söylemek mümkün: 28 Şubat bin yıl sürmedi ama Türk medyasının o dönemki 'üstün performansı' 1000 yıl hatırlanacak.
aktifhaber

Etiketler: mesut yılmaz, çevik bir, 28 şubat, can ataklı, darbe

Karadayı' Çevik Bir'i suçladı: "Çevik Bir emir-komuta zincirinin dışına çıkmıştır, ben by-pass edilmişim."
05.01.2013



Karadayı'nın 28 Şubat soruşturması kapsamında verdiği savcılık ifadesinin ayrıntılarına ulaşıldı.

"Çevik Bir emir-komuta zincirinin dışına çıkmıştır, ben by-pass edilmişim."

Bu sözler 28 Şubat soruşturması kapsamında tutuklama kararıyla mahkemeye sevk edilen ve ardından serbest bırakılan eski Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'ya ait.

İfadesinde, kendisi hakkında suç duyurusunda bulunan eski Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir'i suçlayan Karadayı şunları söyledi:

"Demokrasiye bağlılığımızın hiçbir zaman dışına çıkmadık. Ben 53 senelik askerim, şeref madalyası taşıyan bir subayım. Meclis Darbe Komisyonu'na kendi rızamla gittim.

Çevik Bir bundan alınganlık gösterip, suç duyurusunda bulunmasaydı, bu muameleye maruz kalacak mıydım? Ama her şeye rağmen bir hırsla bu açıklamaları yapmıştır. Ona kırgın değilim."

'EMİR-KOMUTA ZİNCİRİNİN DIŞINA ÇIKILDI'

Edinilen bilgiye göre soruşturma savcısı Mustafa Bilgili, Karadayı'ya Batı Çalışma Grubu belgelerini gösterdi ve "Bunlardan bilginiz var mı?" diye sordu.

Belgeleri inceleyen Karadayı, Çevik Bir'in emir-komuta zinciri dışına çıktığını iddia etti ve şöyle devam etti:

"Şerefimle temin ederim ki, bu belgeleri hayatımda ilk kez görüyorum. İkinci başkan olarak Çevik Bir'in kuvvet komutanlarına hitaben kaleme aldığı bu belgeler askeri yazışma usullerine uygun degildir.

İkinci komutan, kuvvet komutanlarına benim bilgim, talimatım olmadan yazı yazamaz, talimat veremez. Ben kurmay binbaşı iken Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'na bir yazı yazdım ortalık birbirine girdi. Kuralların dışına çıkılmıştır. Görülüyor ki süreçte by-pass edilmişim."

'DEMİREL'Lİ SAVUNMA

Karadayı kendini savunurken, dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in, "Karadayı kendisine yakışmayacak bir davranışta bulunmamıştır" açıklamasının bulunduğu gazete kupürünü savcıya delil olarak sundu.

YURTDIŞINA ÇIKAMAYACAK

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın yürüttüğü 28 Şubat soruşturması kapsamında önceki gün önemli bir gelişme yaşanmıştı.

Savcının talimatı üzerine Ankara'ya getirilen dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, 3.5 saat süren savcılık sorgusunun ardından tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edilmişti.

Ankara Özgürlük Hakimi Halil İbrahim Kütük, "Soyut şüphe başlı başına tutuklama gerekçesi yapılamaz. Adli kontrol yeterliyse tutuklama istisnadır" kanaatiyle Karadayı'yı tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakmıştı.

Hakkında yurtdışı çıkış yasağı konulan Karadayı, her çarşamba karakola giderek imza verecek.
NTVMSNBC

4 emekli generale "28 Şubat" tutuklaması
13 Şubat 2013



Mahkemeye sevk edilen 5 emekli askerden 4'ü hakkında tutuklama kararı çıktı.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının yürüttüğü 28 Şubat Soruşturması kapsamında ifadeleri alınan 5 şüpheliden 4'ü tutuklandı. 1'i ise adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı.

Savcılık sorgularının ardından tutuklama istemiyle TMK'nın 10. maddesiyle görevli Ankara Nöbetçi 3. No'lu Hakimliği'ne sevk edilen, 5 şüpheliden emekli Orgeneral Orhan Yöney, emekli Oramiral Hayri Bülent Alpkaya, emekli Korgeneral Köksal Karabay ve emekli Koramiral Altaç Atılan tutuklandı.

Emekli Tümgeneral Ersin Yılmaz ise adli kontrol şartıyla salıverildi.
TRT
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Şub 18, 2009 10:33 pm    Mesaj konusu: Ali KalkancI Alıntıyla Cevap Gönder

28 Şubat'ın En Gizli Belgeleri
28 Şubat 2009

13:1828 Şubat'ta Darbenin en gizli emirleri, komutanlar arası yazışmalar, tedbirler, kullanılacak gazeteciler... Taraf 28 Şubat'ın en gizli belgelerini yayınladı...
[img]http://www.aktifhaber.com/images/news/91490.jpg [/img]
Taraf Gazetesi, 28 Şubat'ın 12. yıldönümünde başta Çevik Bir olmak üzere dönemin Generallerinin Refahyol hükümetini devirme planlarını içeren çok ama çok gizli resmi yazışmaları yayınladı

Etkileri hâlâ süren post-modern darbenin 12. yıldönümünde, başta Çevik Bir olmak üzere dönemin generallerinin Refahyol hükümetini devirme ve toplumu biçimlendirme planlarını içeren resmî yazışmalar ilk kez Taraf’ta... 28 Şubat sürecinin, dönemin Genelkurmay’ınca, “irticacı” grupların Silahlı Kuvvetler dahil bürokrasiye, topluma ve siyasete sızdığı iddiasıyla tetiklendiğini gösteren belgelerde “Bu tehditle mücadele ordunun birinci önceliğidir” deniyor. Çevik Bir imzalı gizli belgede, Refahyol’a ve Milli Görüş hareketine askerî müdahale yapılmazsa, bu çizgideki partilerin 2000’de yüzde 34, 2005’teyse yüzde 67 oy alarak iktidara gelip rejimi değiştireceği öngörüsünde bulunuluyor.

Dindarlaşmanın tehdit olarak algılandığını kanıtlayan belgelerde, “laik kesimin aymazlık içinde olduğu” ve gidişata “dur” demenin orduya düştüğü ancak bunun medya ve sivil toplum kullanılarak yapılması gerektiği ifade ediliyor.

Bundan 12 yıl önce, 28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik Kurulu toplantısında irtica ile mücadele kapsamında 18 maddelik kararlar alınmış ve tarihe “postmodern darbe” olarak geçen bu süreçle ilgili olarak Taraf, 28 Şubat süreciyle ilgili bugüne kadar kamuoyuna yansımayan çok önemli bir belgeye ulaştı. Elimizdeki belge 28 Şubat sürecinin en önemli aktörlerinden biri olan dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir’in imzasını taşıyor. 6 Mayıs 1997 tarihli “Gizli” damgalı 12 sayfalık rapor, 28 şubatın yol haritası niteliği taşıyan karar ve emirlerden oluşuyor. Bu raporun yanı sıra başta Jandarma Genel Komutanlığı olmak üzere Genel Kurmay Başkanlığı içerisindeki birçok birim arasındaki “Gizli” damgalı yazışmalara ve belgelere de ulaştı.

“Zamanında harekete geçilmesi...”

28 şubat sürecinin yol haritasının belirlendiği ve kamuoyuna ilk kez yansıyan belgelerde, Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde Batı Çalışma Grubu Rapor Sistemi’nin oluşturulduğu ve Batı Harekat Konsepti’nin yayımlandığı belirtilip, Türkiye genelinde “Her türlü gelişmenin sürekli takip edilerek ilgili makamların zamanında harekete geçirilmesi” “sorumluluk bölgesi ayrımı gözetilmeksizin” isteniyor. Kişilerin, kurumların, ticari firmaların, kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanların fişlenmesinin istendiği belgede, “Jandarma Genel Komutanlığı’nın yurdun en ücra köşesine kadar ulaşan yaygın teşkilat yapısı ve vatandaşlarla olan ilişkileri nedeniyle her türlü gelişmeyi anında tespit edebilecek imkanlara sahip olduğuna” da vurgu yapılıp, jandarmanın nasıl bir yol izleyeceği de anlatılıyor.

İşte 28 şubat sürecinin perde arkasına ışık tutacak, irtica ile mücadele yöntemlerin anlatıldığı, o dönem basında çıkan pompalı silahlar başta olmak üzere kuran kursları başta olmak üzere, sekiz yıllık eğitim kararlarına giden süreçle ilgili resmi raporlardan çarpıcı satır başları...

Darbenin ‘gizli’ emirleri

Dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir tarafından hazırlanan 6 Mayıs 1997 tarihli “Batı Harekat Konsepti” başlıklı 12 sayfadan oluşan gizli belgede “irtica” ile mücadele adı altında yapılması gerekenler ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Sivil toplum örgütleri, aydınlar ve Atatürkçü çizgideki kurum ve kuruluşların mücadeleye ortak edilmesi istenen belgedeki ayrıntılar 28 Şubat dönemine ışık tutuyor. Belgenin “Mücadele Esasları” başlıklı bölümünde şu maddeler dikkat çekiyor:

Mücadele zarureti doğmuş

Türkiye Cumhuriyetinin üniter yapısına, ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğüne yönelen terör tehdidi, Türk Silahlı Kuvvetlerinin başarı ile sürdürdüğü iç güvenlik harekatı sonucu büyük çapta etkisiz hale getirilmiş ve terörist gruplar baskı altına alınmış, buna karşılık devletin laik ve demokratik yapısını hedef alan irticai faaliyetler ciddi bir tehdit oluşturmaya başlamış ve terörle mücadelede olduğu gibi bu tehdide de Türk Silahlı Kuvvetlerinin birinci önceliği vererek bilinçli ve kararlı bir mücadele başlatma ve ısrarla sürdürme zarureti doğmuştur.

Köklü tedbirler

İrticai faaliyetlerinin daha fazla gelişmesini önlemek ve ulaştığı bu seviyeden daha alt seviyelere çekerek Cumhuriyetin temel nitelikleri olan Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olma özelliklerini ilelebet muhafaza etmek maksadıyla, köklü tedbirler alınmasına ihtiyaç duyulmuştur.

TSK polemiğe girmesin

Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye Cumhuriyetinin temel niteliklerini koruma ve kollama yükümlülüğünün bilincinde olarak, siyasi çatışma ve polemiklerin üstünde kalmak suretiyle yüce Türk milletinin büyük çoğunlugunun beklentileri ve duyarlığı paralelinde, bütün ağırlığını irticanın daha fazla mesafe katetmesini önlemede kullanılacaktır.

Aydınlar göreve

Türk aydının halktan kopukluğuna karşılık din elitinin halkla yakınlığıda İslam hareketinin güç kazanmasında önemli bir etkendir. Laik aydınların halkla paylaşılacak ortam temalar bulması, yakınlaşması ve onun hizmetinde olduğunu hissettirmesi son derece önemlidir. Şüphesizki eğitimdeki atılımlar, fikri paylaşımı ve dolayısıyla bütünleşmeyi hızlandıracak ve Türk insanının bu milletin ferdi olmaktan onur duymasını kolaylaştıracak bir yoldur.

Lâik kesim aymazlık içinde

Ülkenin sürüklendiği karanlığı gören laik kesim Türk Silahlı Kuvvetlerinin varlığından ve bir gün mutlaka bu gidişata dur diyeceğinden emin olmanın rahatlığı ve aymazlığı içindedirler. Türk toplumuna bir taraftan TSK’nın anayasa ve kanunlarla kendisine verilen Türkiye Cumhuriyetini koruma ve kollama görevini yapacağını doğal bir şekilde izah ederken, diğer tarafdan özellikle irtica ile mücadeleye TSK’nın siyasi polemiklerin içine çekmenin sakıncaları hatırlatılmalıdır.

Psikolojik harekât

İrtica ve mücadelede kullanılacak en güçlü öğe psikolojik harekettir. Batı çalışma gruplarından ve konuyla ilgili görevlerde çalıştırılacak personelin bir plan dahilinde Psikolojik Hareket Kursu’ndan geçirilmeleri sağlanmalıdır. İrticai görüş yanlısı basın ve yayın organları ile irticai görüşü benimsenmiş şahıslar her platformda Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve ebedi önderimiz Atatürk’ün dine karşı olduğu temasını işlemekle ve halkımızın nazarında Atatürk’ü ve Türk Silahlı Kuvvetlerini yıpratmak için korkunç bir psikolojik hareket icra etmektedir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Türk milletinin bağrından çıktığı kesinlikle dinsiz olmadığı gibi, dini inançların korunmasına ve en iyi şekilde yaşanmasına hizmet ettikleri gerçeği daima göz önünde bulundurulacaktır.

OKUYUP İMHA EDİN

Genelkurmay yazışmaları ve Çevik Bir’in eliyle yazdığı notta, darbe emirlerinin çok gizli tutulması, asla çoğaltılmaması, okunduktan sonra derhal imha edilmesi ve imha edildiğinin bildirilmesi isteniyor, çünkü... Darbe belgeleri, Genelkurmay’ın “Batı Çalışma Konsepti” adı altında dindar kesimin cemaatlerini, derneklerini, okullarını, yurtlarını, mahallelerini ve köylerini fişlediğini kanıtlıyor. Belgelerde “irticacıların” orduya sızmasının önlenmesi, sızanların tasfiyesi ve tasfiye sonrasında sivil hayatta iş bulmalarının engellenmesine yönelik ayrıntılı talimatlar yer alıyor. İrticaî kesimin “şeriat” düzeni getirmek için silahlanmaya başladığı endişesine yer veren belgelerde, bunu önlemek için pompalı tüfek ruhsatlarının yeniden düzenlenmesi kararı var.

Çevik Bir’in 29 Nisan ve 6 Mayıs 1997’de gönderdiği emirlerle ilgili olarak 12 Kasım 1998’de Jandarma Genel Komutanlığı “İrticai faaliyetlerin takibi ve rapor edilmesinde görülen aksaklıklar” başlığı ve “gizli” damgalı bir yazıyla tüm Jandarma Bölge Komutanlıklarını uyarıyor. Aksaklıkların yerine getirilmesini müteakip “emrin imha edilmesi” isteniyor.

Tatil günlerinde rapor gelmiyormuş

Dönemin Kurmay Başkanı Korgeneral Çetin Haspişiren imzalı belgede “Ağrı Belediye Başkanı’nın Atatürk hakkındaki konuşmasını medyadan öğrendik. 2. Jandarma Komutanlığı’nın duyarsız kalması dikkat çekmiştir” denilerek, bölge komutanlıklarının daha dikkatli olmaları uyarısı yapılıyor. Aynı belgede tatil günlerinde raporların Ankara’ya iletilmesinde de aksaklıklar olduğuna dikkat çekilerek bunun giderilmesi isteniyor.

İşte Çevik Bir’in gönderdiği emirden sonra, aksaklıklarla ilgili Jandarma Genel Komutanlığı’nın alt birimlere gönderdiği yazıdan satır başları:

Batı Hareket Konsepti

1- “İrtica tehdidinin daha fazla büyümesini önlemek amacıyla ülke düzeyinde meydana gelebilecek her türlü gelişmeyi sürekli takip ederek alınması gereken tedbirler bakımından ilgili makamları zamanında harekete geçirmek üzere Batı Çalışma Grubu Rapor Sistemi oluşturulmuş ve ilgi (b) ile Batı Hareket Konsepti yayınlanmıştır.

2- Bu duruma göre irticai unsurların faaliyetlerinin sorumluluk bölgesi ayrımı gözetmeksizin devamlı olarak takip edilmesi, elde edilen bilgiler ve meydana gelecek gelişmelerin, vakit geçirilmeksizin üst makamlara bildirilmesi gerekmektedir.

3- Bununla birlikte konu hakkında alınan bazı duyumlar ve meydana gelen bir kısım gelişmeler, önemsiz olduğu düşüncesiyle Jandarma Genel Komutanlığı’na rapor edilmemekte, durum medyadan ve diğer kaynaklardan öğrenilmektedir. En son olarak Ağrı Belediye Başkanı’nın Atatürk aleyhine yaptığı konuşmayla şehirdeki bazı cadde ve meydanların isimlerinin yandaşlarına mesaj verecek şekilde değiştirildiği basından izlenmiştir. Laik ve Demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmaya yönelik faaliyetlerin alanen yapılması karşısında 2. Jandarma Komutanlığı’nın duyarsız kalması dikkat çekmiştir.

4- J. Gn. K’lığının yurdun en ücra köşesine kadar ulaşan yaygın teşkilat yapısı ve vatandaşlarla olan ilişkileri nedeniyle her türlü gelişmeyi anında tespit edebilecek imkanlara sahiptir. Bu nedenle;

a. Sıralı birlik komutalarınca ilgili personel tekrar uyarılacak, sorumluluk bölgesindeki gelişmelerin yakınen takip edilmesi ve konu hakkında üst makamların zamanında bilgilendirilmesi sağlanacaktır.

b. Polis bölgesinde meydana gelen irticai nitelikli olaylar dahil, önemli olaylar emniyet müdürlükleri/amirlikleri ile koordinede bulunarak rapor edilecek, bu hususta özellikle tatil günlerinde görülen aksaklıklar giderilecektir.

c. Raporlar açık ve anlaşılır şekilde hazırlanacaktır.

5- Her amir tarafından astların bu konuda sözlü olarak uyarılmasını, yukarıda belitilen hususların yerine getirilmesini müteakip emrin imha edilmesini rica ederim.”

İvedi olarak bildirin

7 Kasım 1997 tarihli Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Fikret Ö. Boztepe imzalı 5 sayfadan oluşan el yazısıyla yayınlanan bir genelgede de “irticanın birinci öncelikli tehdit olma özelliğinin devam ettiği” vurgulanıp, “Batı Eylem Planı” doğrultusunda alınacak önlemlerin ve derlenen bilgilerin üst makamlara “ivedi” olarak bildirilmesi emrediliyor. Toplam 7 maddeden oluşan emrin son maddesi ise oldukça ilginç: “Bu emir okunduktan sonra imha edilecek, imha edildiği bildirilecektir.”

Çevik Bir’in elyazısıyla

Dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir’in el yazısıyla 12 Eylül 1997’de daha önce Hava, Deniz, Kara, Jandarma ve Harp Akademilerine gönderdiği yazılı emirlerle ilgili olarak bu emirlerin yerine getirilmesinde izlenecek yöntemle ilgili altı maddelik talimatname:

1- Hiçbir kademeye yayınlanmayacak.
2- Kesinlikle fotokopi yapılmayacak.
3- Hiçbir kimseye gösterilmeyecek.
4- Devamlı kilitli kasada bulunacak.
5- Yapılması gereken hususlar bizzat Bölge Komutanı tarafından yapılacak.
6- Yapılan bütün çalışmalar bu dosyanın ekinde bulundurulacak.

Generallerin fişleme formu

Fişlemelerle ilgili bir de form hazırlanıp, tüm Türkiye çapındaki alay düzeyindeki komutanlıklara gönderilmiş. Form iki bölümden oluşuyor. “İrticai faaliyetler içerisinde bulunan kuruluşlar” ve “Yasalara aykırı görülen tesisler.” Bu formda özel okullar ve özel dershanelerde çalışanların ve okuyanların isim isim tespit edilmesi, öğrenci kapasitesi gibi bilgiler istenip, Ankara’ya gönderilmesi emrediliyor. Yasalara aykırı görülen tesisler bölümü ise kendi arasında üçe ayrılıyor: Kuran kursları, özel öğrenci yurtları ve özel eğitim kurumları.

Gizli belgede irtica paranoyası

Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’in imzaladığı 6 Mayıs 1997 tarihli gizli belgenin “İrtica faaliyetlerinin hali hazır durumu” başlıklı bölümünde Türkiye Cumhuriyeti’nin “büyük bir irtica tehditi ile karşı karşıya kaldığı” savunularak, Milli Görüşçüler, radikal İslamcılar ve tarikat gibi grupların şeriata dayalı İran benzeri bir İslam Cumhuriyeti kurmak istediği ileri sürülüyor. İrticai grupların hedeflerine ulaşmak için büyük bir kararlılık ve inançla ilerlediği belirtilen belgede, “İrticai grupların, amaçları doğrultusunda insan gücünün yetiştirilmesi ve bu insanların devletin kilit noktalarında görev alarak kadrolaşma gayretlerini organize etmesi yönünde aldıkları mesafe dikkat çekmektedir” ifadelerine yer veriliyor.

Çevik Bir imzalı gizli belgede şöyle deniyor:

Hedef TSK

“İrticai kesim; amaçlarına ulaşmada en büyük engel olarak TSK’yı görmektedir. Bu nedenle TSK’ya sızma girişimlerini büyük bir gizlilik içerisinde ve inatla sürdürmektedir. İrticai kesim, belirtilen hedefin tahakkuku amacıyla bir taraftan İmam Hatip Okulu mezunlarının Harp Okullarına girmesi yönünde yasa değişikliği dahil çeşitli alanlarda mücadele verirken, diğer taraftan askeri öğrencilere, astsubaylara ve uzman erbaşlara el atmaktadır.

Basını kullanıyorlar

Ülkemizdeki özgürlük ortamı irticai kesim tarafından en üst düzeyde kullanılmak suretiyle amaçları doğrultusunda yayın yapan görsel ve yazılı basın vasıtasıyla halkın dini duyguları istismar edilmekte ve kitleler etki altına alınmaya çalışılmaktadır.

Bahse konu gruplar, iktidarın silahla ele geçirilmesi gerektiğinde ihtiyaç duyacağı silahlı gücü yaratma ve silah temin etme yönünde büyük atılımlar göstermekte ve bu maksatla başta radikal İslami gruplar olmak üzere hızla silahlanmakta, irticai görüşür benimseyen personelin bu konuda eğitilmesi için Milli Gençlik Vakfı tarafından inşa ettirilen öğrenci yurtları içerisinde atış poligonlarına yer vermekte ve “özel koruma timleri” teşkil ederek irtica ordusununun alt yapısını oluşturmaya gayret etmektedir. Sonuç olarak; Atatürk’ün kurduğu laik Türkiye Cumhuriyeti tarihinin hiç bir döneminde görülmeyen irticai bir tehdit ile karşı karşıya bulunmaktadır.”

Devlet kuşatılıyor

Belgenin “İrticai faaliyetlerin yakın gelecekteki durumuna dair değerlendirme” başlıklı bölümünde ise milli gelir ve işsizlik oranları verilerek buradan doğabilecek olası “tehditlere” dikkat çekiliyor. İrticai çevrelerin çocukları kendi istekleri doğrultusunda eğitmek için büyük gayret içinde olduğu ileri sürülen belge, “Bu kapsamda, 561 İmam Hatip Lisesi’nde; kabiliyetli, zeki, çalışkan ve fakat çoğu yoksul ailelerin çocuğu yaklaşık 493 bin öğrenci şeriat esaslarına göre yetiştirilmektedir. Bu okullardan mezun olanların sayısı 1995 yılı için (53 bin 553) ihtiyacın (1995 yılı için 2 bin 288) 23 katıdır. Şeriatçı görüşe göre yetiştirilen bu personel, özellikle hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakülteleri ile Polis Akademilerine yöneltilmekte ve kamu kurum ve kuruluşlarına yerleştirilerek devlet kuşatılmaya çalışılmaktadır” ifadeleri kullanılıyor.

‘2005’te yüzde 67 oy alacaklar’ tahmini

Çevik Bir imzalı gizli belgede “irticai kesim” adı verilen siyasi partilerin alacağı oy oranları da tahmin ediliyor. Belgede şu ifadeler yer alıyor: “Mevcut seçim yasası ve eğitim sisteminin devam etmesi halinde; 2000 yılı Milletvekili Genel Seçimlerinde milli görüşçü partilerin din eğitimli seçmenin etkisiyle toplam oyların yüzde 34’ü ile tek başına iktidara gelerek, ülkede dine dayalı devlet düzenini kurabilecek her türlü değişikliği yapabilecekleri, 2005 yılı genel seçimlerinde ise yaklaşık 6,5 milyon ilave din eğitimli seçmenin etkisiyle toplam oyların yüzde 67’sini alarak her konuda mutlak çoğunluğu elde edebilecekleri değerlendirilmektedir.”

Haber: Mehmet Baransu/Taraf

HERŞEYİ AYDINLATAN SES KAYDI
27 Şubat 2009

Org. Karadayı, üç darbede aldığı etkin rol ve 28 Şubat'ta yaptıklarını bir bir itiraf ediyor..

Emekli Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı'nın 4. ses kaydı da internete düştü.

Karadayı bu ses kaydında 27 Mayıs, 12 Eylül ve 28 Şubat askeri müdahalelerinde oynadığı rolü kendi ağzıyla itiraf ediyor.

27 Mayıs'tan önce ortalığı kan gölüne çevirenleri polislerin yakalayıp cezaevine gönderdiğini, kendilerinin ise arka kapıdan sokağa bıraktıklarını itiraf eden Karadayı, darbeleri nasıl oluşturduklarını da anlatıyor.

Darbe için gerekli adamları gerekli yerlere atadığını belirten Karadayı, 28 Şubat'la ilgili ise Mesut Yılmaz ve Demirel'le kurdukları tezgahı bir bir anlatıyor.

Çiller'in bir korumasının kendilerine bilgi taşımasından, Erbakan'a yaptığı baskılara kadar pekçok konuda itiraflarda bulunan ve "ben neler yaptım, sicili bozuk adamım" diyen Karadayı, Mesut Yılmaz'a iktidarı altın tepside hediye ettiklerini ve Demirel'in Cumhurbaşkanı'yken kendi sözünden çıkmadığını örnekleriyle anlatıyor.

Karadayı, CHP'li Onur Öymen'in de kendi adamları olduğunu belirtiyor...

İŞTE O SES KAYITLARI VE KAYDIN TAM DÖKÜMÜ

İŞTE BİRİNCİ VİDEONUN DEŞİFRESİ:

27 MAYIS’TAN 28 ŞUBAT’A: DARBELERİN PERDE ARKASI

"Şimdi ben tabi 27 Mayıs’a iştirak ettim fiilen, 27 Mayıs’ta Davutpaşa’daydım ben, Orhan Erkanlı falan vardı, o zaman 27 Mayıs bana hemen ertesi gün görev verdiler. Davutpaşa’daki işleri bitirdik, o Zeki Şahin, Bümin Yamanoğlu, ondan sonra neydi, Kemal Binatlı bunlar merkez komutanı, onları aldık oraya Davutpaşa’ya bir sürü insanlar alındı. Onları biz oradan Yassıada’ya gönderdik, Yeşilköy Havalimanından, onlar gelirdi, toplanırdı, gönderirdik.

Şimdi bir de üniversiteler faaliyete geçerdi, bağırır şey yapardı, o zaman üniversitelerde muazzam bir kaynama vardı, bunlar, üniversiteler partiye karşı çok şeydi, biliyorsunuz 555k falan vardı. Üniversiteler hükümete karşıydılar. Nümayişler yapıyorlar bilmen ne yapıyorlardı. Polis, onlardan yakalarlardı. Kamyon kamyon bize adam gönderirlerdi. Davutpaşa’yı hapishane zannediyorlardı herifler.

Biz çocuklarla akşam otururduk, top oynardık, yemekler yedirirdik, akşam arka kapıdan gönderirdik. Bu olayı ben anlattığım zaman, orda şey vardı, Alemdaroğlu dedi ki “Komutanım ben de onların içindeydim beni de saldınız” dedi. Kemal Alemdaroğlu onu da almış getirmişler, ondan sonra biz akşam arka kapıdan göndermişiz.

Şimdi tabi, ondan sonra Davutpaşa’da iş bittikten sonra irtibat bürosuna aldılar, irtibat bürosunda Yassıada ile irtibatlıyız. Gittim geldim devamlı. İşte o davalara falan girerdim. Ara sıra Yassıada’da ormanın içinde dahi otururdum sabaha kadar, neler geçirdik, hiç uyumadan, koltuk altında silah, ondan sonra şeyden sonra ayrıldık tabi, akademiyi kazandıktan sonra ayrıldık.

12 EYLÜL’DEKİ ROLÜ

12 Eylül’de de vardım, ben planlama grubundaydım, bizim sabıkamız fazla. 12 Eylül’de ben Mamak tugay komutanı idim. Ankara’daki operasyonu yapan adamdım, ki oraya gelirlerdi, hapishaneye, Recep Ergün vardı.. Allah Rahmet eylesin. Orda da biz daha evvel planlama grubuyduk, tayin dairesindeydim, beni oraya vereceklerdi. İhtilal hazırlanırken, biliyordum ben, benim planlamam şöyle oluyordu, belirli şahısları kritik yerlere atıyordum, çünkü tayin daire başkanıydım.

Tayin daire başkanı idim, oraya ben şeyle atıyordum, kim biliyordu, Nurettin Ersin biliyordu, Mehmet paşa biliyordu kara kuvvetleri kurmay başkanı, Kenan Evren biliyordu tayinleri, bir de ben cebimde şey yapıyordum, katiyen kimse bilmezdi onu. Ondan sonra yalnız ben oraya gideceğim, Mamak’a gidecektim. Mamak’ta o Kırıkkale de bana bağlı. Kırıkkale’de işçiler var, fabrika var, oradan da bazı sesler geliyor. 12 Eylül’de biz bundan da endişe ettik,

Oraya Kırıkkale’ye alay komutanı, bir alayımız vardı orda, kim atayayım kim günlerce düşündüm sonra Atilla Ateş’i atadım. Allah razı olsun çok iyi oldu yalnız şöyle bir terslik oldu, 10 Eylül günü Atilla ordan bana geldi Kırıkkale’den, dedi komutanım annemi kaybettim dedi, o şeyli Kastamonulu, ondan sonra Taşköprülü oraya gideceğim dedi, müsaade eder misiniz dedi, atla git dedim yarın gece saat 11’de burada olacaksın dedim en geç, ama anlamış, söyleyemiyorsun da…

Kim vardı orada yarbay, yarbay vardı yardımcısı. Yarbaya da özel bir mektup yazdım. Dedim ki bu mektup Atilla gelmezse, Allah korusun olabilir ki gelmeyebilir, bu mektup benim emrimle, benden müsaade olmadan açılmayacak dedim. Ben oku dediğim zaman açacaksın. Gelince alay komutanına vereceksin bunu. Atilla paşa gelirse alay komutanına vereceksin bunu, bana soracak öyle açacak dedim.

Allah korusun yani.. ondan sonra gece tabi oturuyorum 11 Eylül akşamı, gece oturuyorum. Ben zaten 2 ay evvel çocukları gönderdim Antalya’ya. 1 sene evvel zaten 6-7 ay evvelinden, seçim başladı o zamanlar çıktı ortaya. 2-3 ay evvel 4 ay evvel. Ertelendi biraz. Şimdi tabi günleri unuttum, ben hanımı, Mamak’a gittim Mamak kışlasında kalıyordum, çocukları gönderdim Antalya’ya, kampa gönderdim.

Ama hanıma bile söylemedim. Siz kalın dedim. Bazı sıkıntılar var, Mamak’ta çalışıyorum, anladılar onlar da tabi. Artık şehirle alakamı kestim ben. Oraya gittim. Orda yatıyorum, orda kalıyorum. Allah rahmet eylesin Eşref Bitlis Bolu’daydı, oradan da 2 tabur getirdik, o da bana misafir oldu. Komando taburu getirdi. Sabıkalı adamız, sicili bozuk bir adamım.

28 ŞUBAT’TA DEMİREL İLE ORTAK HAREKET VE PARTİ KAPATMADAKİ ROLÜ

Hocayı Demirel ile konuştum, dedim mutlaka gitmesi lazım, biliyorsunuz dev gazeteler verdi nizamiyeden döndük dedim.. Nizamiyeden döndük lafı enteresandır yani, bu demektir ki bir halt olmasaydı biz… ne dersem onu yaparlardı, hocaya ayrıl dedim ayrıldı. Daha ne olsun?

Bunu cumhurbaşkanı şey, herkes bunu kabul etti. Biz bunu yapacağız. Ben onu neden yayınladılar bilemiyorum, bir sebebi olmalı onun bir sebebi olmalı, bir de şimdi burada genelkurmayın diri durması lazım. Biz partiyi kapattık yavv. Vala aynı kafadan gidiyorlar kafaların değişmesi lazım.

ONUR ÖYMEN BİZDEN HABERSİZ SİYASİ ADIM ATMAZ

Onur Öymen gelecek bana, bakalım, buluşacağız. Telefon etti Ankara’dan, görüşmemiz lazım dedi. Peki dedim. Görüşeceğiz konuşacağız. Dürüst, kafası çalışır. Ben genelkurmay başkanıyken o dışişleri bakanı müsteşarıydı. Devamlı birlikte çalışırdık. Son derece o karargahta, bizim gizli karargahta bizim 2. Başkan ordaydı. Gider gelirlerdi. İrtibat sağlardık ve birbirimizden haberimiz olmadan hiçbir siyasi şeylik yapmaz. O zaman çok iyi işledi işler.

MESUT YILMAZ’A ALTIN TEPSİDE İKTİDAR TESLİM ETTİK

Ben Mesut Yılmaz’la 28 Şubat’tan sonra Bodrum’a gitmiştim hatta gazeteler yazdı, manşet attılar Karadayı yoruldu da Bodrum’a gitti falan diye, o zamanın gazetelerine bakarsan. Şimdi orda Mesut Yılmaz ile beraber bir araya geldik, hamım, Berna hanım benim hanım dördümüz oturduk, şeye şunu söyledim Mesut beye dedim ki; Mesut bey, size altın tepside bir iktidar teslim ediyoruz. Altın tepside önünüze kondu. Bunu iyi değerlendirin dedim, kimin yanında eşinin yanında. Berna hanımın yanında gayet dikkatli dinliyorlar, biz sizin arkanızdayız, sizi sonuna kadar destekleyeceğiz, ama dedim benim bazı taleplerim var, bu taleplerim,

1: Siyasi partiler kanunu değiştireceksiniz, 2: Seçim kanunu mutlaka değişeceksiniz, 3: Sekiz yıllık eğitimi mutlaka sağlayacaksınız, 4: Milletvekilliği dokunulmazlığını kürsü dokunulmazlığına çevireceksiniz.

Ondan sonra 7 tane şey saydım, siyasi parti kanunu, seçim kanunu, milletvekili dokunulmazlığı, 8 yıllık eğitim kanunu, unuttum notlarımda var, 8 tane, 7 tane şey söyledim, hepsini sırıtarak dinledi.

Sonra cumhurbaşkanı dedi ki bana bize ikimize bir arada otururken, sayın genelkurmay başkanın bazı fikirleri var dedi. Bunu dedi 3’ümüz bir araya gelelim de dedi konuşalım, basından gizli, zaman zaman toplandık biz, görüştük biz. 8 yıllık eğitim konusu açıldı, çocuklara ilkokul talebelerine kuran kursu yarışması yaptırıyorlar, hanginiz iyi okuyacak hanginiz. Öyle şey olur mu yavv,

Çocuk o zaman Kuran’a düşecek, Kuran ezberlemeye kalkacak, elinde bir dosya var, şu kadar ince bir şey, dosya şöyle, boyuna çeviriyor ben konuşurken, dedi ki bunu yaparsak şu kadar dersliğe ihtiyaç var, şu kadar şeye dershaneye ihtiyaç var, yapmayacaksanız dedim hocadan ne farkınız var…"

İŞTE İKİNCİ VİDEONUN DEŞİFRESİ:

"Ondan sonra neyse geldik, 8 yıllık eğitime karar verdik, 8 yıllık eğitime değişecek diye. Komisyondan geçti, bana dediler ki istihbarattan geldiler efendim bunlar 8 yıllık eğitimi 5+3 yapacaklarmış, önerge vermişler, sahtekar bunlar, burada karar veriyoruz, bir milletvekili kalkıyor önerge veriyor, hemen onu mecliste ayarlıyorlar, Yaşar Tüycü.

Allah biliyor ya inanmadım, ya dedim olmaz öyle şey cumhurbaşkanı ile konuştum, başbakanla konuştum, komisyona sevk ettirdim,komisyon kabul etti, yani hükümet, onun başında başbakan var, inanmadım, sonra meclise gelindi, hakikaten 5+3 dendi adamlar kabul etti, sonra 8 yıla zor çektik. Onlar bu kadar adi adam, şimdi Mesut Yılmaz da kaypak.

BENİ GÖREVDEN ALMAYA KALKTILAR!

Beni emekliye ayırmaya kalktılar,28 Şubat olmadan önce, bunların bende belgeleri var. Bir gün şeydeyim Pazar günü, oturuyorum ben, köşkün bahçesinde, hava gayet güzel, nizamiye ye bir şey gelmiş, köşkün nizamiyesi var ya sivil bir adam gelmiş, Ahmet’e demiş ki, Ahmet benim emir subayım, ben demiş ki ben komutanı çok seviyorum,

Ben demiş Tansu hanımın yanında çalışıyorum, onun korumasıyım, komutana Tansu hanımın masasını karıştırırken, gözünden şöyle bir mektup buldum yazı buldum. O yazıya da çok üzüldüm, komutana bunu getiriyorum gizlice, oradan getirdim, demiş,

Baktım okudum, şöyle yazıyor, cumhurbaşkanına teklif ediyor diyor, cumhurbaşkanını test ediyor, genelkurmay başkanını emekliye ayıralım, kararname hazırlayalım, cumhurbaşkanına götürelim,

Cumhurbaşkanına diyelim ki, sen askerden yana mısın, sivilden yana mısın, demokrasiden yana mısın, onu zorlayalım imzalatalım cumhurbaşkanına çünkü genelkurmay başkanının tayini cumhurbaşkanı karar veriyor.

Onun üzerine ben bunu okudum. Çevik Paşa’yı çağırdım aşağıda, köşkte oturuyor, 50 metre aşağıda köşkte oturuyor, otur şöyle Çevik hemen okuttum okudu dedim Çevik bunlar tehdit, bana vız gelir dedim kesinlikle.

Sen dedim mantık şu mu, var mı, bir başbakanlık koruması, başbakanın masasında ona ait evrakı bulacak, dedim ki, bunun bir fotokopisini alın, fakat o gün de Pazar, evde fotokopi yok, Ahmet fırladı nizamiyeye gitti.

Oradan muhafız alayına gidecek, muhafız alayında, tabii herkes izinli, zaten adam orda bekliyormuş, demiş ki benim hemen almam lazım, beni mahvederler.

Aradan bir dünya zaman geçti, o meclis toplandı, AKP gurubu ne diyorlar ona en küçük gurup onların, ondan sonra bu kararında içerdiği 2’şer sayfalık bir karar alıyorlar, onların içinden bir tek Necmettin Cevheri, karşı geliyor.

Bu diyor çok tehlikeli bir şey diyor, biz bunu 12 Eylül’de yapamadık diyor. Bu bakımdan böyle bir şeye kesinlikle ben taraftar değilim diyor Necmettin Cevheri.

Ondan sonra bunu merkez karar yönetim şeyinden sonra 2 saat sonra bana rahmetli Güven Erkaya telefon etti, komutanım sizi dedi, bana bunu getirdiler ama el altından bizim de istihbarat çalışıyor, tabii hemen o şeyi masanın içine koydum.

Komutanım dedi böyle böyle, ziyaret edeceğim dedi ben hemen gel dedim, oturdu biraz durgun şey üzüntülü, çıkarttı kağıdı önüme koydu, ona da gelmiş, iki sayfa belge, ondan sonra bende önüne koydum bana da geldi şimdi dedim, dedim bunları ver bana.

Bunların hepsi gözdağı, ne yapabilirler, bir halt yapamazlar, yani bizim alternatiflerimiz var, bir şey yaparken alternatifsiz şey yaparken alternatifsiz bir iş yapmam, onun üzerine sonra Tansu Çiller beni ziyarete geldi, gelmek istedi, fakat kabul etmedim.

Milli savunma bakanı geldi bana dedi ki, Tansu Hanım başbakan yardımcısı vekili, Tansu hanım dedi sizinle görüşmek istiyorlar dedi, ben işim var şimdi haber veririm dedim, vermedim.

On gün sonra tekrar eve telefon etti, bizim, hanım çıktı, Tansu hanım dedi, ondan sonra ben çıktım dedi ki, sayın genelkurmay başkanım sizinle görüşmek istiyorum dedi. Ondan sonra peki dedim ben size haber veririm dedim.

Çok önemli bir şey söyleyeceğim dedi, çok önemli bir şey söyleyeceğim size dedi, peki dedim ertesi günde kuvvet komutanları tesadüfen bir araya geleceğiz. İşte yemek yedik, yemekten sonra, dedim ki arkadaşlar bu Tansu Hanıma birinci sefer kabul etmedim biliyorsunuz, basında yazdı bunu.

İkinci sefer, dün akşam bana telefon etti böyle böyle dedi ne diyorsunuz, şimdi bazıları dedi ki, komutanım bu kahpe, bu kahpe dedi, yani kamuoyuna ordu bize ihtilal yapamaz, darbe yapamaz efendim, havasını yaratmak için geliyor, söyleyeceği bir şey yok.

Mesela bunlardan bir tanesi, Allah selamet versin, Hikmet Köksal, onun üzerine bazıları evet dedi bazıları, Güven Paşa dedi ki, komutanım çok önemli bir şey söyleyeceğim dediğine göre bu başbakan yardımcısı, dışişleri bakanı, kabul etmemiz lazım dedi.

İşte dedim ben genelkurmay başkanıyım dedim kabul ediyorum dedim, geldi, yani geldi oturdu, ben kapıda karşılamadım, yüzbaşı, nöbetçi subay da karşıladım, odamın içerisinde karşıladım, ondan sonra otururken bana dedi ki beni çok rencide ettiniz, dedi.

Daha otururken daha beni çok rencide ettiniz dedi. Siz de dedim bizi çok üzdünüz dedim. Ben dedim size, bu parti ile iktidar olmayın çünkü ANAP’ta şeyden olmuştu. ANAP’lı şeyin kitabında vardır benim söylediklerim, meclis başkanı vardı ya o zamanlar, doktor,

Son dakkada ben ona haber gönderdim, gazeteler yazdı bunu,bazı kitaplarda da var, geldi bana işte kesinlikle bu akşam iptal edin dedi, ben iptal ettirdim, program hazırlandı, imza edecekler, o akşam Mesut Yılmaz’a şey yapılacak,

Fakat ben Brüksel’e gittim Brüksel’deydim, Bükreş’e gittiğim zaman, bunlar böyle anlaştılar, bu sefer şeyle Tansu Hanımla, hala daha Tansu Hanım’a dedim ki bunlarla koalisyon yapmayın, koalisyon yaparsanız partiniz biter dedim, şimdi bana ne dedi biliyor musun, şimdi ne yapmamız lazım dedi.

Şimdi dedim istifa etmeniz lazım dedim. Ondan sonra şimdi deniz bitti istifa etmeniz lazım dedim. Sonra kakacaktı, ben dedim hepsini söyledim şimdi şeyiniz yok. İstifa etmeniz lazım dedim, bundan sonra masadan şeyi aldım.

Bir dakika, kalkıyordu masadan, bir dakika dedim, merkez karar yönetim kurulunun verdiği kararı, şöyle tuttum buna ne diyorsunuz dedim, daha okumadan şöyle baktı, bu yanlış dedi, bu yalan dedi, okumadan, bu yalan dedi.

DEMİREL SÖZÜMDEN ÇIKMAZDI

Okumadan tabii, bunu kaçırmadım, hemen gittim cumhurbaşkanına telefon ettim, görüşmek istiyorum. Cumhurbaşkanına hepsini aynen anlattım, birinci sefer ne dediyse anlattım, cumhurbaşkanı kalktı ben dedi, deli miyim dedi.

Böyle dedi bu adamların saçma saçma şeyiyle sizin emeklilik şeyinizi nasıl onaylarım falan dedi. Demirel cumhurbaşkanlığını fevkalade iyi yaptı, ilişkilerimiz de fevkalade iyiydi. Hatta bir gazeteye beyanat verdi,

Darbeyi Karadayı falan önledi diye, tabii çok iyi ilişkilerimiz vardı, ben ne dersem onu yapardı. Mesela Adana’ya gidecek efendim şu mesajı verirseniz iyi olur, kesinlikle, bir de bir birimizden hiçbir şeyi saklamazdık."
aktifhaber

Karadayı Mumcu'ya Görünmüş!
23 Şubat 2009
367 krizinde 'Ordu darbe yapacak' diyerek vekilleri Meclis'e sokmayan Erkan Mumcu, 28 Şubat'ta da aynı yönteme başvurmuş. Mumcu'nun ismi ifşa edildi..

367 krizinde 'Ordu darbe yapacak' diyerek ANAP'lı vekilleri Meclis'e sokmayan Erkan Mumcu, 28 Şubat sürecinde de aynı yöntemle milletvekillerini korkutarak istifaya zorlamış..

Aksiyon Dergisi, bugün piyasaya çıkan sayısında 28 Şubat sürecine ilişkin çarpıcı bir dosya yayınlıyor. İstifalarıyla Refah-Yol Hükümeti'nin yıkılmasına sebep olan milletvekillerinden Hikmet Aydın, 'post-modern darbe' olarak siyasi tarihimize geçen olayın perde arkasında yaşanan gelişmeleri ifşa ediyor.

Aydın, 1977'deki 'Güneş Motel olayı'nı hatırlatacak cinsten hadiselere şahit olmuş. DYP'den istifa etmesi için darbeyle tehdit edildiğini kaydeden Aydın, bunu yapan ANAP'lı yöneticinin ismini de veriyor. Daha sonra yardımcılığını yaptığı Erkan Mumcu'nun, kendisine, "Askerler darbe yapacak, ilk seni alacaklar." dediğini anlatıyor. Aydın'a göre, Refah-Yol ortağı DYP resmen kundaklandı ve ardından parayla Hüsamettin Cindoruk liderliğindeki Demokrat Türkiye Partisi kuruldu. Aydın, transferde para döndüğünü de iki arkadaşının tartışmasında öğrenmiş: "Gözümün önünde ANAP'lı bir milletvekili, DTP'li arkadaşına 'Sen şu adamdan 750 bin dolar almadın mı!' diye tepki gösterdi."

Siyasi tarihe 'post-modern darbe' olarak geçen olayın 12. yılında, dönemin iki şahidi Aksiyon Dergisi'ne konuştu. İstifalarıyla Refah-Yol Hükümeti'nin yıkılmasına sebep olan milletvekillerinden Hikmet Aydın ve DYP lideri Tansu Çiller'in danışmanı Şükrü Karaca. Derginin haberine göre, iki ismin anlattıkları o dönem perde arkasında yaşanan gelişmeleri ifşa ediyor.

Çiller'in eski danışmanı Karaca'nın anlattıkları 28 Şubat'ı uygulamaya koyan askerler arasında yaşananları ortaya koyuyor. Karaca'ya göre, Susurluk kazasından sonra kamuoyunda oluşan tepkiyi 28 Şubat cuntası kullandı ve eleştirilerin hükümete yönelmesini sağladı. Dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı da 28 Şubat sürecine ite kaka dahil oldu. Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir rol çalarak ön plana çıktı. Bir'in daha sonra 'balans ayarı yaptık' dediği Sincan'da tank yürütme hadidesi ise bir acizliğin ifadesiydi. Karaca, 28 Şubat süreci ile Kıbrıs'ta yaşanan 'serseri kurşun' arasında da ilginç bir bağ kuruyor. Aksiyon'un geniş yer ayırdığı dosyada bu döneme ilişkin birçok perde arkası olay anlatılıyor. Dergi ayrıca, post-modern darbeye götüren adımlar, 28 Şubat lügatçesi ve dönemin aktörlerine yer veriyor.
aktifhaber

Ali Kalkancı Captagon Baronu Çıktı
18 Şubat 2009

Ali Kalkancı'ya ait Kalkale Kimya Sanayi'nde, İstanbul Narkotik polis ekiplerinin yaptığı baskında 2 milyon adet uyuşturucu hap ele geçirildi.

Ali Kalkancı'ya ait Kalkale Kimya Sanayi'nde nasıl uyuşturucu hap üretildiği ortaya çıktı. Normalde deterjan üretilen fabrikada Hindistan'dan getirilen makinelerle saatte 60 bin adet Captagon isimli uyuşturucu hap üretildiği öğrenildi.

İstanbul Emniyet Müdürlüğü Narkotik Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekiplerinin dün operasyon düzenlediği ve 2 milyon adet uyuşturucu hapın ele geçirildiği Ali Kalkancı'ya ait Haramidere'deki fabrikada ilginç görüntüler kameralara yansıdı. Deterjan üretim için kurulan işyerinde ilaç fabrikalarında bulunan makineler kullanılarak uyuşturucu hap üretildiği görüldü.

Hindistan menşeli makinelerde hammaddenin önce karıştırılarak hamur hale getirildiği daha sonra bu maddelerin kalıplara döküldüğü belirtildi. Özel kalıplar sayesinde istenilen boyutta üretim yapılabildiği ve seri üretim gerçekleştirildiği öğrenildi. Makinenin saatte 60 bin adet uyuşturucu hap basabildiği, elde edilen hapların başka makineye götürülerek fırınlama yapıldığı ve kullanıma hazır hale getirildiği belirtildi. Kilogramı 7 bin TL olan Captagon isimli hapların daha çok Afrika ve Arap ülkelerinde alıcı bulduğu öğrenildi. Baskında 2 milyon adet uyuşturucu hapla birlikte makinelerin yanı sıra uyuşturucu hammaddesi de ele geçirildiği belirtildi.

Dünkü baskında atölyede çalışan 5 kişi gözaltına alınmıştı. İşyeri sahibi Ali Kalkancı ise polis tarafından her yerde aranıyor.
aktifhaber

Taksim'de 28 Şubat Protestosu
28 Şubat 2009

Taksim'de, "Post-modern darbe" olarak nitelendirilen 28 Şubat süreci, Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği üyeleri tarafından 12. yılında protesto edildi.

Özgür-Der üyesi yaklaşık yüz kişilik grup, 28 Şubat'ı protesto etmek için Taksim Meydanı'nda toplandı. "28 Şubat darbecileri yargılansın. Ergenekon bataklığı kurutulsun" yazılı pankart açan grup, "28 Şubat sürüyor duyuyor musun? 28 Şubat yargılandı mı? Hayır, Ergenekon çetesi dağıldı mı? Hayır, 28 Şubat Org enekon, Halk ve hak düşmanı cuntacılar gata kulli yapıyorlar." yazılı dövizler taşıdı.

Grup adına basın açıklaması yapan Özgür-Der üyesi Güney Uzun, 28 Şubat sürecini ve sonrasında yaşanan gelişmeleri anlattı. "28 Şubat darbesinin üzerinden 12 yıl geçti" diyen Uzun, Özgür Der olarak darbelere, çetelere, cuntalara hayır demek ve lanetlemek için burada toplandıklarını söyledi. "Darbeciler yenilecek İslami direniş kazanacak, Darbeciler yargılansın gasp edilen haklar geri verilsin, Darbecilere karşı direniş adalet özgürlük" şeklinde sloganlar atan grup basın açıklamalarının ardından olaysız dağıldı.
aktifhaber

Aydın Menderes'ten Hüsamettin Cindoruk'a tepki: "Hiçbir zaman babamın avukatlığını yapmadı"

28 Şubat 2009 Aydın Menderes'ten Hüsamettin Cindoruk hakkında ilginç açıklama. Cindoruk, kamuoyunda iki farklı özelliğiyle tanınan bir isim. Hem 28 Şubat darbesinin önemli aktörlerinden biri hem de darbe mağduru Adnan Menderes'in avukatı. Cindoruk, Refahyol'un yıkılma sürecinde DYP'deki istifaları organize eden isimdi. Kurduğu parti ile koalisyon hükümetinin de ortağı oldu. Menderes'in avukatı olduğu iddiası, Cindoruk'un 28 Şubat'taki rolü ile örtüşmüyordu. Menderes'in oğlu Aydın Menderes, sürecin yıldönümünde soru işaretini ortadan kaldırdı: "Cindoruk, hiçbir zaman babamın avukatlığını yapmadı. Aileden birinin dahi avukatlığını üstlenmemiştir. Menderes'in avukatı olarak tanıtıldığında sessiz kalmış, böyle tanıtılmasında pişkince bir memnuniyet içerisinde gözükmüştür."

CİNDORUK'A SERT ELEŞTİRİ
Zaman gazetesinin haberine göre; Menderes, 28 Şubat süreciyle ilgili de önemli tespitlerde bulundu. 28 Şubat'ın aradan bin yıl geçse de 'demokrasi ve hukuk devleti adına kara bir gün' olarak anılacağı görüşünde. "28 Şubat hedefine ulaştı" diyen Cindoruk'a da tepkili: "Tartışılması gereken 28 Şubat'ın bir hedefi olup da bu hedefin gerçekleşip gerçekleşmemesi değil, bir askerî müdahale olarak meşruiyetinin olup olmadığıdır. Cindoruk, hedef saptırıyor. 28 Şubat halkımızın da kabul ettiği gibi bir askerî müdahaledir. Yüksek yargı organı mensuplarının Genelkurmay'a çağrılmaları ve onların da büyük bir bölümünün çağrıya icabet etmiş olması, Türkiye'de demokrasi ve hukuk devleti adına kara bir gün olarak hatırlanacaktır." Menderes, Cindoruk'un, "Darbelere siyasiler neden oluyor" yönündeki açıklamasını da eleştiriyor: "Bu söylemin kabul edilmesi durumunda 12 Mart ve 12 Eylül darbelerine Cindoruk'un da parçası olduğu Adalet Partisi'nin sebep olduğu sonucunun ortaya çıkar. Cindoruk'un niçin 2007'deki e-muhtırayla düşünceleri değişmiştir? Bizim onu bilmemiz doğal olarak mümkün değildir."
netgazete

'Beşli Çete'nin mimarından 'piyon' itirafı
“Beşli Çete”nin mimarlarından TİSK Başkanı Refik Baydur, 28 Şubat ‘post-modern’ darbesinin 12. yılında şok itiraflarda bulundu.01 Mart 2009 00:25

Aslan Değirmenci'nin haberi

28 Şubat’ta asker ile STK’lar arasındaki işbirliğini ifşa eden Baydur, askerin talepleri ve brifingleri doğrultusunda meydanlara döküldüklerini, askerler ile dirsek teması halinde olduklarını itiraf etti. Baydur, Org. Karadayı ile emir subayı vasıtasıyla, Tümgeneral Özkasnak ile de direkt makamında görüşmeler yaptığını söyledi.

28 Şubat döneminde postal yalayan ve cuntacılara en büyük desteği alanlarda veren “Beşli Çete”nin mimarı TİSK Başkanı Refik Baydur’dan 12 yıl sonra Vakit’e dudak uçuklatan itiraflar geldi.

Şu anda TİSK Yönetim Kurulu Üyesi ve Kimya, Petrol, Lastik ve Plastik Sanayii İşverenleri Sendikası’nın (KİPLAS) Başkanı olan Baydur, 28 Şubat’ta dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ile emir subayı vasıtasıyla, Genelkurmay Genel Sekreteri emekli Tümgeneral Erol Özkasnak ile de direkt makamında görüştüğünü itiraf etti. Asker tarafından davet edildiği brifinglere çok sayıda sivil toplum temsilcisiyle birlikte katıldığını belirten Baydur, Karadayı’nın kendisine teşekkür etme gerekçesini ve yolladığı mesajı da yıllar sonra açıkladı. Ergenekon sanığı Hurşit Tolon’u da tanıdığını belirten Baydur, onunla görüşmesinde geçen ilginç diyalogları da ilk kez Vakit’e anlattı.

KARADAYI VE ÖZKASNAK İLE ŞOK GÖRÜŞME

Baydur, Karadayı’nın 28 Şubat’tan hemen sonra kendisine, “Biz gerekeni yaptık. Siz de alanlarda üstünüze düşeni yerine getirdiniz. Ancak görev bitmedi. Siz onları ve alanları kontrol etmeyi ihmal etmeyin”, Özkasnak’ın ise, devletin en gizli istihbarat raporlarını göstererek, “İşte İslamcılar böyle örgütleniyor. Durum iyi değil” dediğini söyledi.

İŞTE ŞOK İTİRAFLAR

Karadayı’nın mesajını emrindeki Albay ile ilettiğini, Özkasnak ile de direkt makamında görüştüğünü belirten Baydur, bakın o karanlık süreci nasıl anlattı:

“KARADAYI HEM TEŞEKKÜR ETTİ HEM DE MESAJ VERDİ”

“Ben ve yüzlerce kişi komutanların dış ve iç politika konusunda verdikleri konferanslara katıldık. İstanbul’da Harp Akademisi’ne çağrıldık. Bize tuğgeneral ve tümgeneral konferans verdi. Çok güzel bir konferanstı. Bu konuda bir yazı yazdım. Büroya geldiğimde beni bir albayın aradığını söylediler. Telefonunu almış arkadaşlar. Hemen aradım. Albay meğer Karadayı Paşamızın Halkla İlişkiler Müdürüymüş. Çok memnun oldum. Kendisi konuşmamızda bana, ‘Ben çıkan yazıları keser ve Sayın Paşamıza alır götürürüm. Sizin son yazınızı da götürdüm. O yazınızı kendisine okumamı istedi. Baştan sona kadar okudum. Çok memnun oldu ve sizi arayıp, teşekkür etmemi istedi. Kendisinin sizlere çok selamı var’ dedi. Ayrıca bir de Paşanın şu mesajını iletti. Paşa bana, ‘Biz üzerimize düşeni yaptık. Siz de öyle... Ancak görev bitmedi. Sivil toplum olarak siyaseti izlemeye devam edin. Alanları boş bırakmayın’ dedi.”

ÖZKASNAK’TAN İLGİNÇ PSİKOLOJİK YÖNTEM

“Bir gün Özkasnak ile makamında görüşmem oldu. 28 Şubat’tan hemen önceydi. Söz konusu gelişmeleri değerlendirdik. Kendisi, yanına emir subayını çağırdı. Özkasnak, emir subayına, ‘Misafirimize Türkiye’de neler oluyor bir göster’ dedi. Özkasnak’ın emir subayı bana bilgisayarda birçok görüntü gösterdi. O görüntülerde çok sayıda toplantı vardı. Açıkça bana dini örgütlenmeleri gösterdi. O görüntülerde Fethullah Bey de vardı. Alınan istihbaratları da gösterdi. Yazılar vardı, onları da okuduk. Cemaatlerin teşkilatlanmalarını bana anlattılar. Ve sonunda kendisi bana, ‘İşte İslamcılar böyle örgütleniyor. Durum iyi değil’ dedi. Ben de onunla düşüncelerimi paylaştım.”

DEMİREL İLE DE GÖRÜŞMÜŞLER

“28 Şubat döneminde Erbakan Hoca’nın askerle anlaşması gerekirdi” diyen darbeci Baydur, “Hoca hata yaptı. Direndi. Neye direniyorsun. Git anlaş askerle. Asker zaten seni bekliyor. Erbakan Hoca, Demirel gibi davranmalıydı. Biz Demirel ile de defalarca görüştük. Karşılıklı uyarılarımız oldu. Ama hep anlaşmasını bildik” diye konuştu.

HURŞİT TOLON’U DA YAKINEN TANIYORMUŞ…

Konuştukça açılan ve açıldıkça şok itiraflarda bulunan Baydur, bugün de beşli çeteye ihtiyaç duyulduğunu ifade ederek bakın neler dedi: “Baksanıza bugün de rejim tehlikesi ile karşı karşıyayız. Laikliğe sahip çıkmak zorundayız. AKP’liler Milli Görüş gömleğini filan çıkarmış değiller. Zihniyet aynı… Ekonomi de kötü. Üstelik bir de Ergenekon var. Ülkenin iki saygın gazetecisi olan Balbay ve Selçuk Ergenekoncu diye sorgulanıyor. Cumhuriyet gazetesine yapılanı demokrasi ile bağdaştıramıyorum. Bir yerde gariplik olduğu ve hükümetin yönlendirdiği ortada... Büyük bir haksızlık ile karşı karşıyalar.” Baydur, Ergenekon Terör Örgütü sanığı Hurşit Tolon’a da sahip çıkan mesajlar verdi.
VAKİT

ALİ KALKANCI POLİSE İTİRAF ETTİ
01 Mart 2009

Uyuşturucudan yakalanan Ali Kalkancı'dan Veli Küçük, 28 Şubat ve Ergenekon itirafları...

28 Şubat'ın 'sahte şeyhi' Ali Kalkancı polise, Veli Küçük ile ilgili şok itiraflarda bulundu: “Borç batağındaydım. Veli Küçük bana para verdi. Paraların devamı geldi. İyice muhtaç oldum, istediklerini yapmak zorunda kaldım.”

Haramidere'deki kimya fabrikasında narkotik polisinin düzenlediği baskında 2 milyon captagon hapı ele geçirilen 'sahte şeyh' Ali Kalkancı'nın polisteki ifadesinde Veli Küçük, 28 Şubat ve Ergenekon ile ilgili ilginç itiraflarda bulunduğu ortaya çıktı. Kalkancı, borç batağına girince Veli Küçük'ün kendisine para yardımı yaptığını, bu nedenle her dediklerini yapmak zorunda kaldıklarını söyledi.

28 Şubat'ın önemli isimlerinden biri olan Kalkancı, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Narkotik Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekiplerinin Haramidere'deki fabrikasına yaptığı operasyonda 2 milyon adet captagon hap ele geçirilmesi nedeniyle aranıyordu. Avukatı ile savcılığa teslim olmaya hazırlanar Kalkancı Beşiktaş Adliyesi yakınında bir otomobilde gözaltına alınmıştı.

ONLARA MUHTAÇ OLDUM

Kalkancı'nın gözaltındayken Ergenekon örgütü ile ilgili olarak şok itiraflarda bulunduğu öğrenildi. 28 Şubat sürecinde Veli Küçük'ten para aldığını anlatan Kalkancı, “28 Şubat döneminde çok borçtaydım. Fatih'te İsmailağa cemaatine gider gelirdim. Ayrıca kendi cemaatim de vardı. Borçlarım arttığı dönemlerde Veli Küçük bir tanıdığını bana gönderdi ve bana para yardımında bulundu. Daha sonra bu paraların devamı geldi. İyice muhtaç oldum onlara. İstediklerini yapmak zorunda kaldım. Daha sonra Emire ile evlendim. Emire'nin babası çok zengindi ve şirketine ortak olacaktım.”

BENİ FADİME İLE EVLENDİRDİLER

Polisin sorguda Kalkancı'ya, Fadime Şahin'le ilgili sorular sorduğu da öğrenildil. Kalkancı, başına gelenlerden çok korktuğunu ve pişman olsa da bir noktadan sonra geri dönemediğini belirterek, “Bana para yardımında bulunanlar, Veli Küçük benden Fadime Şahin'i nikahıma almamı istedi. Fakat Fadime Şahin ile aramızda bir şey olmadı. Sadece nikahıma aldım” dedi.

GİZLİ TANIK ANLATMIŞTI

Yeni Şafak'ın 7 Ağustos'taki sayısında ifadelerine manşetten yer verdiği gizli tanık, Kalkancı ile Şahin'in skandallarının 28 Şubat'a zemin hazırlamak için Ergenekon tarafından tezgahlandığını söylemişti. Tanık şu iddialarda bulunmuştu: “Şeyh olarak lanse edilen Ali Kalkancı alkolikti. Skandalların talimatı Veli Küçük'ten geldi. Organizasyonu, Turgut Büyükdağ'ın sahibi olduğu Strateji dergisinin yayın yönetmeni Ümit Oğuztan ile Sisi yaptı. Sisi, Aksaray'da bir müzikholde çalışan Fadime Şahin'i, tesettür kıyafetleri giydirerek Çarşamba'da cemaatlerin içine sokup staj yaptırdı. Kalkancı da umreye gönderildi. Aczmendi şeyhi Müslüm Gündüz'ün etrafına, sahte müritler ayarlandı”

Kalkancı'nın captagonları

Ali Kalkancı'nın sahibi olduğu Kalkale Kimya fabrikasında imal ettiği öğrenilen 2 milyon adet captagon hapı basına gösterildi. Kalkancı, polise verdiği ifadede “Uyuşturucuyu kolay para kazanma yöntemi olduğu için tercih ettim. Beni bu işe yanımda çalışan Veli Dönmez bulaştırdı” dedi. Kalkancı, “uyuşturucu madde imal etmek ve ticaretini yapmak” suçundan tutuklanarak cezaevine gönderildi.

(Yeni Şafak)

"28 Şubat ve 27 Nisancılar da yargılanmalı"
TBMM Başkanvekili Meral Akşener'den çarpıcı açıklama

07.03.2010
TBMM Başkanvekili Meral Akşener, ''Darbe yapmayı hayal etmiş olanlarla, bu konuda eylem yapmış olanların farklı şekilde değerlendirilmemesi gerek'' dedi.

Akşener, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla konferans vermek için geldiği Denizli'de, konferanstan önce gazetecilere açıklama yaptı.

Bir gazetecinin, ''Genel Başkanınız, Çevik Bir'in yargılanmasını söylemişti, siz o dönemde tehdit edilmiştiniz, suç duyurusunda bulunmayı düşünüyor musunuz?'' şeklindeki sorusunu cevaplandıran Akşener, o dönemde bu konularla ilgili çok şeylerin konuşulduğunu, cevaplarının verildiğini, esas olanın bugüne bakmak olduğunu söyledi.

Emekli Orgeneral Çevik Bir ile ilgili olarak, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin söylediklerine katıldığını belirten Akşener, ''Son dönemde, Sarıkız, Ayışığı, Kafes ve adını takip etmekte aciz kaldığı pek çok darbeye, cuntaya yönelik iddia ve hukuki süreçlerin olduğunu'' ifade etti.

Akşener, şöyle devam etti:

''Fakat şimdi de şöyle bir şey çıkıyor ortaya, yani bu bir hafta evvel 4 kuvvet komutanı gözaltına alındı. Burada insanların ne yaptığından ziyade biz neyi izledik, çekyatta mı yattılar, somyada mı yattılar, çay mı içtiler, kahve mi içtiler, sabah kahvaltısında ne yediler? Ama şu kadar süre de orada tutuldular. Şimdi böyle bir resimle karşı karşıyayız. Yani bir iddia var, iddianame var. Bu insanların da bellerinde silah varken herhangi bir şey olmamış, bellerindeki silahı teslim etmişler, PTT konumunda, yani pijama, terlik, televizyon durumundayken bu cunta hevesleriyle ilgili iddiaya göre işte gözaltına alındılar.''

Darbe yapmayı hayal etmiş olanlarla, bu konuda eylem yapmış olanların farklı şekilde değerlendirilmemesi gerektiğini vurgulayan Meral Akşener, şunları ifade etti:

''Bu arada eylem yapmışlar var. Ne yapmışlar, birisi 27 Nisan'da... Ne olmuş, zamanın Genelkurmay Başkanı bizatihi kendi eliyle yazdığını ifade ettiği bir bildiri koymuş. Şimdi bu bildiri, (Sayın Ömer Çelik'in son dönemdeki sözlerini ele alırsak), kese kağıdı haline çevrilmiştir. Doğrudur, kese kağıdı haline çevrilmiştir, ama o bildiriyi yazan el bu arada ödüllendirilmiştir. 1 trilyon 200 milyarlık bir arabada gezmektedir ve sağdır. Şimdi, bu arkadaşımız ortada. 28 Şubat sürecinde Başbakan'a sövenler, balans ayarı yapanlar, demin söylediğiniz arkadaşla ilgili olarak, (Çevik Bir) bu arkadaş da sağ. Bir iktidar düştü sonuç itibariyle. Teşebbüs halinde hayal edenler, böyle bir şeyi hayal edenler, böyle bir şeyi yapsak ne olur diye düşünenlerle ilgili hukuki süreci işliyor. İşlesin, ona da bir şey demiyoruz. Ama, bu arada bu işi yapmış olanların durumu, çok ilginç. Onlarla ilgili yargılama sürecinin olması gerektiğini söyledi genel başkanımız. Ben de aynı fikirdeyim.''
habertürk

Generalden 28 Şubat İtirafı
24 Aralık 2010

Balyoz'da sanık olan ve YAŞ'ta terfi alamayınca Deniz Harp Okulu Komutanlığı görevinden istifa eden Tuğ. Türker Ertürk'ten 28 Şubat itirafı.
Balyoz Darbe Planı davasının 196 sanığından biri olan eski Deniz Harp Okulu Komutanı Tuğamiral Türker Ertürk, "Haber 61.net" adlı haber sitesindeki köşe yazısında tarihi itirafta bulundu. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin de zaman zaman hatalar yapabileceğini belirten Ertürk, bunlardan birinin 28 Şubat darbesi olduğunu yazdı. Ertürk "28 Şubat korkunç bir hataydı" dedi. Ertürk, 28 Şubat döneminin Başbakanı Necmettin Erbakan için de 'Fikirlerini paylaşmasanız da, kendisi antiemperyalisttir, asla işbirlikçi değildir' tespitinde bulundu.

TSK ASLA HATA YAPMADI DEMİYORUZ

Hakkında Balyoz Darbe Planı kapsamında soruşturma yürütüldüğü gerekçesiyle Ağustos'taki Yüksek Askeri Şura'da Tümamiralliğe terfi ettirilmeyen Ertürk 'Bize sahip çıkılmadı' diyerek Deniz Harp Okulu Komutanlığı'ndan istifa etmişti. Emekliye ayrılan Ertürk, "Haber61.net" adlı yerel bir internet sitesinde köşe yazmaya başladı. Ertürk, geçtiğimiz salı günü yayınlanan köşe yazısında tarihi itiraflarda bulundu. "Biz asla Türk Silahlı Kuvvetleri hata yapmamıştır demiyoruz. Soğuk savaş sırasında olduğu gibi, sonrasında da bir sürü hata yapılmıştır' ifadelerini kullanan Ertürk, 28 Şubat post modern darbesinini 'Korkunç bir hata' olarak niteledi ve şunları yazdı:

'Özellikle 28 Şubat korkunç bir hatadır. Sayın Necmettin Erbakan'ın fikirlerini paylaşmayabilirsiniz fakat kendisi antiemperyalisttir, işbirlikçi asla değildir.'
Kaynak: Yenişafak

"Refah-Yol Hükümeti dik durabilseydi..."
Mesut Yılmaz uzun bir aradan sonra ilk kez HABERTÜRK TV'de Belkıs Kılıçkaya'ya konuştu
27 Ocak 2011

Namık Kemal Zeybek'in Demokrat Parti Genel Başkanlığı'na seçilmesinin ardından partisinden istifa eden Rize Bağımsız Milletvekili Mesut Yılmaz, uzun süren sessizliğini HABERTÜRK TV ekranlarında bozdu. Canlı yayında Belkıs Kılıçkaya'nın sorularını yanıtlayan Mesut Yılmaz, 28 Şubat sürecinde yaşananlarla ilgili çarpıcı açıklamalarda bulundu.

"Refah-Yol dik durabilseydi..."

O dönemde Başbakanlık koltuğunda oturan Necmettin Erbakan'ı yaşanacaklar konusunda uyardığını belirten Yılmaz, "Ama dönemin hükümeti bazı şeyleri öngöremedi" diye konuştu. Refah-Yol hükümetinin 28 Şubat 1997 tarihinde alınan ve süreci başlatan MGK kararları karşısında dik duramadığını öne süren Yılmaz, "Başta Erbakan olmak üzere hükümet bu kararlara karşı dik durabilseydi, asker daha ileriye gidemezdi. Alınan kararların bazılarını kabul edip uygulayabilirlerdi ama kararların altına imza atıp öte taraftan karşı faaliyet içine girmek yanlıştır" dedi.

"28 Şubat'ın en büyük zararını ben yaşadım"

"Öte yandan bakarsanız 28 Şubat sürecinin en büyük zararını da ben gördüm" diye konuşan Yılmaz, dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ve Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir ile yaşadığı 'Batı Çalışma Grubu' tartışmasını şöyle anlattı:

"Sayın Demirel yaşanan olaylardan sonra hükümet kurma görevini bana verdi. Baktım ki; Batı Çalışma Grubu Genelkurmay'da çalışmalarına devam ediyor. Bir gün Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ile haftalık görüşmemizde 'Paşam Batı Çalışma Grubu'nun amacı ne?' diye sordum. Dedi ki; Hükümet Türkiye'yi irticaya götürüyordu, buna karşı tedbir almak için kuruldu. Hükümetin gittiğini söyledim ve 'Neden bu Batı Çalışma Grubu hala çalışmalarına devam ediyor?' diye sordum. 'Genelkurmay İkinci Başkanım size anlatsın bir gün' dedi. Sonra Çevik Bir geldi ve bana birtakım bilgiler verdi. Dedim ki; 'Paşam bunların hiçbirine gerek yok, Artık biz sivil irade olarak bunların takibini yaparız.' Batı Çalışma Grubu kalktı nihayetinde ama kalkmış olmasına rağmen zaman zaman Genelkurmay'dan açıklamalar yapılıyordu. Bu açıklamalar aslında belki bilinçli, belki bilinçsiz ama hükümetin otoritesini sorgulayan açıklamalardı. Ben bu konudaki rahatsızlığımı her zaman belirttim."
habertürk

28 Şubat Mağdurları İçin Ne Yaptınız?
04.03.2014



Ağbaba, ''Malatya Davası" diye bilinen ve Malatya'da uzunca yıldan beri cezaevinde yatan Zekeriya Şengöz ve Fahri Memur'la ilgili ne yaptınız?''

CHP Malatya Milletvekili Veli Ağbaba, “AKP’nin on yedi yıldan bu yana 28 Şubattan beslenip, büyüdüğünü, her ağzını açtığında "28 Şubat" dediğini ancak 28 Şubatın gerçek mağdurlarıyla ilgili bir düzenleme yapmadığını belirterek,AKP Milletvekillerine “İsmi 28 Şubatla özdeşleşmiş ve on beş yıldan beri tek başına bir hücrede kalan Salih Mirzabeyoğlu'yla ilgili ne yaptınız? Yine "Malatya Davası" diye bilinen ve Malatya'da uzunca yıldan beri cezaevinde yatan Zekeriya Şengöz ve Fahri Memur'la ilgili ne yaptınız? “ diye sordu.

DOSTMODERN DARBE

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Malatya Milletvekili Veli Ağbaba, TBMM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, “ Cezaevinden baktığımızda bugünkü durum 28 Şubattan çok daha feci, çok daha karanlıktır, çok daha büyük mağduriyetler yaşanmaktadır.” diyen Ağbaba, “28 Şubat postmodern darbe ise bugün yaşadıklarımız "dostmodern darbe"dir.Hem 28 Şubat döneminde cezaevinde yatmış hem de bu dönemde cezaevinde yatmış bir kişiye dedim ki: Siz 28 Şubat döneminde de mahkûm oldunuz, yattınız, şimdi de cezaevindesiniz; aradaki farkı söyler misiniz? "Sayın Vekil, sorduğun soruya bak." dedi. "28 Şubatta yaptıklarımızdan dolayı yargılandık, şimdi ise yapmadıklarımızdan dolayı, iftiradan dolayı yargılanıyoruz." dedi.”şeklinde konuştu.

GERÇEK MAĞDURLARDAN BESLENİYOR

CHP’li Vekil Ağbaba, “AKP, on yedi yıldan bu yana 28 Şubattan beslendi ve büyüdü. Her ağzını açtığında "28 Şubat" dedi, "darbe" dedi. Tankların önünde direnemeyenler iktidar oldu. AKP, on iki yıldan beri Hükûmet, 28 Şubatla ilgili sadece ağlıyor ve gerçek mağdurların çekmiş olduğu zulümlerden besleniyor. 28 Şubatın gerçek mağdurlarıyla ilgili bir düzenleme yapmadı şimdiye kadar; örneğin, ismi 28 Şubatla özdeşleşmiş ve on beş yıldan beri tek başına bir hücrede kalan Salih Mirzabeyoğlu'yla ilgili ne yaptınız? Yine "Malatya davası" diye bilinen ve Malatya'da uzunca yıldan beri cezaevinde yatan Zekeriya Şengöz ve Fahri Memur'la ilgili ne yaptınız? Sadece ve sadece bundan beslendiniz ve büyüdünüz.”dedi.

http://www.malatyaaktuel.com/inx/haber-47979-28_Subat_Magdurlari_Icin_Ne_Yaptiniz.html


En son Ekim tarafından Pts Mar 08, 2010 2:00 am tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Mar 01, 2009 10:34 pm    Mesaj konusu: Askerî entrika olarak 28 $ubat Alıntıyla Cevap Gönder

Sahibinden, kullanışlı...
UMUR TALU

"Gizli belgeler"in filan açıklanmasına gerek yoktu...
Çünkü gizleyecek utanç bile yoktu.
(Taraf Gazetesi "Darbe Emirleri" başlığıyla 28 Şubat 1997 müdahalesinin bazı askeri talimatlarını yayınladı.)
Her dönemin önemli özelliklerinden biri o dönemin de ciddi bir niteliğiydi.
Gazetecilerin kullanılması, yönlendirilmesi.

Uyum
"Andıç" sadece kimi gazetecinin uydurma belgelerle hedef gösterilmesi değildi.
Esas, böyle her adımda medyanın, öteki gazetecilerin yönlendirilmesi, kullanılması idi.
Sadece bazı gazetecilerin susturulmak istenmesi, kiminin susturulması değildi.
Medyanın "ağır" kısmının aynı başlıklarla, aynı haberlerle, aynı manipülasyon ve aynı sansürlerle aynı mecradan beslenip konuşturulması idi.
"Kartel piyasası" da buna ek imkân vermişti.
Bayilere, ilan verenlere, daha güçsüz basına, kendi çalışanlarına "kartel baskısı" uygulayan "tek" elci yapı, kolayca "tek" sesli hale de gelebiliyordu.
En azından manşetler, haberler.
İki, üç patronun, iki, üç yönetmenin, üç, beş temsilcinin "senkronizasyonu" kolayca sağlanıyordu.
İktidar istendiği biçimde değiştirilip yenisi oluştuğunda da, bu kez yeni hükümetin ve ona "yandaş" 28 Şubatçı büyük medyanın, iki büyük grubun kendi yayınlarını, manşetlerini, haberlerini, ekonomi sayfalarını, gazetecilerini aynı şekilde kullanması, meselenin sadece "askeri baskı" olmadığını gösteriyordu ama!
Sonradan olup bitenler de.

Huyum
Mesele en basit ama en ağır ifadesiyle utanmazlıktır.
Gazetecilerin;
Özellikle şöhretli yazar, becerikli yayın yönetmeni, duayen başyazar, kıymetli murahhas aza, usta yazıişleri, lacili Ankara temsilcisi, etkili enkırmen olarak temayüz etmişlerin, kendilerini, vicdanlarını, kalemlerini, sütunları, sayfaları, manşetleri, ekranları kullandırmaktan utanmamasıdır.
Darbelerden de, müdahalelerden de, koalisyonlardan da, güçlü iktidarlardan da gazeteciliğe düşen esas utanç budur.
Çünkü devir değişir, utanç değişmez.
İktidarlar değişir, utanç oradan oraya yayılır.
Utanç dediğime bakmayın; hâkim olan utanmazlıktır.

Suyum
Büyük gazeteciler;
Önemli değerleri de, kurumları da, basın özgürlüğünü de savunur gibi yaparken...
Maalesef, çokça...
Tekelci piyasa, asker yahut sivil iktidar tarafından kullanılan gazetecilik türü, ihaleler, vergi ihtilafları, borsa katakullileri, sipariş kanunlar ve hukuksuzluklar etrafında saf tuttular.
Savundukları "değerler" değil, çokça "maddi, mali değerler" idi.
"Müessese" değil, "müesses nizam, müessir çıkarlar" idi.
"Basın özgürlüğü"nden ziyade, "basının kullanılması özgürlüğü" idi; gazetecilere hapis cezası getiren ısmarlama kanunları bile desteklediler veya gık çıkarmadan izlediler.
Bir iktidara karşı savunulur gibi yapılan basın özgürlüğü ve demokrasi ihlallerini askeri otorite karşısında asla hatırlamamaktan utanmadılar.
Askeri otorite karşısında demokratlığı öğrenen nicesi yakın oldukları iktidarın basın kuşatmalarını asla mesele etmedi.
Dün iktidar muhalifi olanlar ile yandaş kartel diye suçladıkları sonradan yer değiştirdi.
Hoş, 28 Şubatçı kartelci gövdenin çok yönlü tahakküm niyeti hiç bitmedi ama diğerlerinin iktidar muhalifliği, iktidara mesafesi büyük ölçüde eriyiverdi.

Kuyum
Bu utanç baki.
Çünkü şaşırtıcı biçimde, utanmazlık yaygın.
Patron tarafından, iktidar tarafından, asker tarafından, maddi çıkarlar veya çeşitli odaklar tarafından kullanılmak tüm cephelerde yaygın.
Birbiriyle çok sert çatışanların önemli bölümü bile aslında aynı utanmazlığı paylaşıyor. Bir gücün vicdanlarını, ruhlarını iğdiş etmesinden sıkılmıyorlar. Bunu etkinlik, kudret, daha beteri, gazetecilik sanıyorlar.
Sadece tarafları farklı. Esas aynı.
Bir ötekinin yüzüne tükürür gibi yaparken o ıslak aynadaki kendi suretine hayran kalan pişkinlik o yüzden.
Onca dik duran, durmaya çalışan gazeteciyi tenzih ederekten.
sabah

Artık yetti: Andıç için kimse özür dilemeyecek mi?
07 Mart 2009
M.Ali Birand/Posta

Genelkurmay eski Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın, Milliyet yazarı Taha Akyol’a yazdığı mektup olmasa, büyük olasılıkla bu yazıyı yazmayacaktım. Ancak, doğrusu artık çok ağırıma gittiği için, içimden haykırmak geliyor:
“Ayıptır. Yaptıklarınız yetmiyormuş gibi, şimdi de üç maymunu oynuyorsunuz...”
Özellikle Karadayı’ya hiç yakıştıramadım.
Bugüne kadar ANDIÇ olayını hiçbir zaman kullanmadım. Fazla da düşünmedim. Zira ben geçmişte yaşamam. Daima ileriye bakarım. Hayatımın en güç günlerini yaşamış olmama rağmen, Çevik Bir’e dahi düşmanlık duymadım. Bugün herhalde geri dönüp yaptıklarına bakınca, mutlaka pişman oluyor ve “saçma sapan hareket etmişim”diyordur.
Beni isyan ettiren nedir biliyor musunuz?
Koskoca bir eski Genelkurmay Başkanı’nın kalkıp , Andıç olayından hiç haberi yokmuş gibi davranmasıdır. Türk Genelkurmay Başkanlığının nasıl çalıştığını birazcık bilen en deneyimsiz kişi dahi, ANDIÇ gibi bir planlamanın 1 inci Başkanın haberi olmadan yapılamayacağını bilir.
Sayın Karadayı eğer merak ediyorsa, bu işleri kimlerin yaptığını hemen söyliyeyim...
Dönemin Genel Sekreteri Erol Özkasnak, bir albayın cenaze töreninde yaptığı konuşmada kameraların önünde “Cengiz Çandar ve M.Ali Birand gibi hainler içimizde yaşıyor” dediği için yolladığım şikayet faksını “Siz kim oluyorsunuz da, Genelkurmay Başkanına faks yollamak cesaretinde bulunuyorsunuz“ diye basbar bağırmış ve sinirime hakim olamayıp, “Asıl siz kim oluyorsunuz?” diye elimdeki telefonu duvarda parçaladığımı anlatsam, inanır mısınız ?
Aynı kişinin “Komutanım adına sizi arıyorum. M.Ali Birand’ın 32.Gün programını ekranlarınızda görmek istemiyoruz” diyerek, defalarca Show TV’ nin o dönemlerdeki sahibi Erol Aksoy’u aradığını söylesem ne dersiniz? Aksoy buralarda. Sorun size anlatacaktır.
Özkasnak’ın “Komutanım” dediği kişi, İkinci Başkan Çevik Bir idi.
Başka tanık istiyor musunuz?
Sabah gazetesinin o dönemdeki Genel Yayın Yönetmeni Zafer Mutlu’ya sorun...O dönemde Sabah’ın Ankara temsilcisi olan Fatih Çekirge’ye sorun. Size kimlerin ne dediğini anlatacaklardır.
10 yıldır aldırmıyorum, ancak artık bu kadarı da fazla geldi.
10 yıldır gelip geçmiş Genelkurmay Başkanlarından hiçbiri basit bir özür dileme nezaketini dahi göstermediler. Sanki yapılanlar çok doğalmış, gerekirse yine yapılabilirmiş gibi bir yaklaşımla, ANDIÇ olayını görmezden geldiler.
Şimdi de kalkıp emri kimin verdiği tartışması yapılıyor.
Yeter artık.
Hiç değilse bir hata yapıldığını kabul edin.
Karadayı’dan bunu beklerdim. Yaşını başını almış, olgun bir Komutan olarak eski defterleri kapatabilirdi.
Hadi o yapmadı, bugünkü Genelkurmay da hiç düşünmedi mi?
Genelkurmay Başkanı Başbuğ, herhangi bir konuşmasında bu talihsiz olaya değinip, nezaket içinde tüm mağdurlardan özür dilemesi, bazı yanlışlıkların yapıldığını söylemesi hoş olmaz mı?
Böyle bir jest TSK’yı küçültmez, aksine büyütür.

Asker kadar bazı gazeteciler de sorumludur
Bu konuya bir daha geri dönmek istemiyorum, ancak iki kelime de kendi meslektaşlarıma edeceğim.
28 şubat döneminde kendini askerden de daha asker gören kimi meslektaşlarımın yazılarında veya programlarında, bizleri nasıl yerden yere vurduklarını hiçbir zaman unutmayacağım. Bunlardan bazıları özür dileme büyüklüğünü gösterdiler. Ancak bir bölümü var ki, o günlerde yapmadıkları kalmadı, oysa bugün Ergenekon olayında mağdur duruma düşünce “Nerdesiniz, neden bizi yalnız bırakıyorsunuz” diye bağırıyorlar.
Arkadaşlar, bu iş böyledir işte.
Devlet bugün bana bu muameleyi layık görürse, yarın senin de sıran gelir.
İyisi mi, gelin hep birlikte ilkeleri savunalım. Gazeteciysek, gazeteciliğimizi bilelim. Partileri veya Güvenlik Kuvvetlerinin üzerinden politika yapmaya kalkmayalım.
Ben hep gazetecilik yaptım ve o sayede bugün hala mesleğimin tepesindeyim. Bir dönem hayatımı zehir eden askerler ise emekli köşelerinde günlerini geçiriyorlar.
Nihayet içimi döktüm ve rahatladım.
İyi hafta sonları...

Askerî entrika olarak 28 Şubat
Mümtaz'er Türköne
Zaman
28 Şubat'ın üzerinden 12 yıl geçtikten sonra, gazetelere dökülen eski Genelkurmay Başkanı Karadayı'nın ses kaydı, ikna edici bir değerlendirme vesilesi. Bu ses kaydında, Bizans'a taş çıkartan entrikalar, ayak oyunları var.
Balkan Savaşları sırasında bile ordu bu kadar siyasetin içinde değildi. Bir siyasî partinin operasyon elemanları değil, koskoca ordunun Genelkurmay başkanı kumpaslar kuruyor, dalavere çeviriyor. 28 Şubat, bu konuşma kaydı ile aydınlanıyor.

Önce 28 Şubat'ı hatırlayalım. Fadime Şahin ve Ali Kalkancı adı ile iki psikolojik harekât uygulaması tezgâhlanıyor. Sadece iki örnekle Türkiye irtica tehdidi ile karşı karşıya bırakılmış ve irtica tehdidi anlam kazanmış oluyor. Sonra 18 maddelik nota, MGK kararlarına dönüşüyor. Hükümet düşürülüyor. Yargı bağımsızlığı, üniversitelerin itibarı darmadağın oluyor. Devletin ekonomik iktidarı kurtların eline geçiyor. Ülke derin bir ekonomik krize sürükleniyor. Özgür düşünen her kalem vatan haini olmakla suçlanıyor. Ülkede terör estiriliyor. Devletin çivisi çıkıyor. Hukuk yok ediliyor. Fişlemelerle, yargısız infazlarla ülke, Afrika'nın en geri ülkelerinden daha geri, ilkel bir ülke haline dönüşüyor.

Ne için?

Karadayı'nın ses kaydı bu sorunun cevabını veriyor. Ama söyledikleri değil.

28 Şubat'ta asıl tezgâha gelen askerlerden başkası değil. Tezgâh peşinde koşarken tezgâha düşen onlar. Askerlerle sınırlı bir 28 Şubat muhasebesi hepimizi yanıltır.

28 Şubat sivil-asker geniş bir koalisyonun eseri. Bu koalisyonun başında ise büyük sermaye yer alıyor. Büyük sermayenin medya uzantısı ile birlikte sürükleyici güç karşımıza çıkıyor. Askerler tahrik ediliyor; yalnız irtica ile değil, iktidar imkânı ile. Ve düğmeye basılıyor. Karadayı'nın ses kaydı üzerinden askerler üzerine söylenecek çok şey var. Bugün 28 Şubat'ın sahipleri sıfatıyla ortalıkta dolaşan asker yok. Onlar ancak Ergenekon soruşturması veya Karadayı'nın ses kaydı vesilesiyle gündeme geliyor. Aslında bilinen ilam ediliyor. 28 Şubat en çok askere zarar verdi. 2007'de 27 Nisan e-muhtırasının boşlukta kalmasının en temel sebebi 28 Şubat'ın kötü mirası oldu. Belki Ayışığı ve Sarıkız gibi darbe teşebbüslerini akim bırakan da 28 Şubat'ın yol açtığı güvensizlik olmuştur. 28 Şubat, askerin iktidar gerekçesi olarak kullandığı irtica tehdidinde ciddiyet namına bir şey bırakmadı. 27 Nisan bildirisinin kaleme alanların elinde patlaması, bu sonuca bağlanmalı.

Gırtlağına kadar gündelik siyasetin içine batmış bir ordu, kendi mensuplarına bile güven vermez. Bir ordunun savaşma yeteneğini, caydırıcılığını sağlayan şey disiplini ve itibarıdır. Demokrasi 28 Şubat'ın yaralarını sararak yoluna kaldığı yerden devam etti. Ama ordunun sarsılan itibarı hakkında aynı hükmü vermek hâlâ mümkün gözükmüyor.

Karadayı'nın ses kaydından çıkartılacak en önemli derslerden biri, milletvekili dokunulmazlıkları ile ilgili hüküm. Generallerin sahip olduğu dokunulmazlıkların çok azına sahip olan siyasetçilere, dokunulmazlığın çok görülmesinin sebebi ne? Dokunulmazlıklar neden bu kadar önemli? Dokunulmazlıklar sınırlanınca milletvekillerinin kimler tarafından dokunulabilir olacağı sorusu, sebebi de anlatıyor. İktidar askerî entrikalara daha açık hale geliyor, müdahale için tehdit ve yıldırma önündeki anayasal engel kalkıyor. Demek ki, milletvekillerinin dokunulmazlığı çok önemli. O zaman CHP'nin anayasa değişikliğini salt milletvekili dokunulmazlığı ile sınırlandırmaya kalkmasının arkasında bu entrikaları aramak lâzım.

28 Şubat, ordunun itibarını sermaye yaparak girişilen bir devlet içi iktidar mücadelesi idi. Arkada büyük sermayenin kendi programı vardı. Kuralların yok edildiği bu program da başarıya ulaşamadı. 28 Şubat, vahşi kapitalizmin önündeki bariyerleri kaldırdı. Ülke, Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizine sürüklendi.

28 Şubat'ı, bataklığa çevirdiği ülkede batağa saplanan bu geniş koalisyonun hikâyesi olarak yeniden yorumlamalıyız.

Çevik Bir, 28 Şubat döneminde Kanal 7'de çalışan Ahmet Hakan Coşkun için yargıya baskı yapmış
05 Mart 2009
Radikal gazetesi yazarı Akif Beki, Ahmet Hakan'ın Kanal 7'de çalıştığı dönemde, dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir tarafından Ahmet Hakan için de yargıya baskı yapıldığını söyledi.
Kanal 24'te yayınlanan “Gündem Manşet” programının yorumcuları Ergun Babahan ve Akif Beki, bugün Zaman Gazetesi’nin “28 Şubat’tan Yargıya Emir” başlıklı haberini yorumladı. Haber7 sitesinde yer alana habere göre; 28 Şubat sürecinde, gazeteci Nazlı Ilıcak ile ilgili davada yargıya baskı yapıldığına dair ortaya çıkan belgelerin olduğu belirtilen haberden sonra Akif Beki dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir’in yargıya müdahelesinin onu şaşırtmadığını söyledi. Akif Beki, benzer müdahelelerin aynı dönemde yine Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir tarafından Ahmet Hakan için de gönderildiğini açıkladı.

HABERİN ÖZETİ
Bugün Zaman gazetesinde yayınlanan haber şöyle idi: "Gazeteci Nazlı Ilıcak'ın 'Vesayet rejimine karşıyız', 'Yeter söz milletin' yazıları nedeniyle Genelkurmay Başkanlığı'nın Adalet Bakanlığı'na yaptığı suç duyurusunu dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir'in yakından takip ettiği anlaşıldı. Zeytinburnu savcısının bilirkişi raporu doğrultusunda verdiği takipsizlik kararından rahatsız olan Çevik Bir, buna 'genelkurmay başkanı namına' 'gizli' ibareli bir yazıyla itiraz ediyor. Ilıcak'ın yazısının değerlendirilmesi için 'bilirkişiye gerek olmadığı'na dikkat çekilerek, dosyanın en yakın ağır ceza mahkemesine gönderilmesi 'rica' ediliyor."
netgazete

Erbakan Aleyhine Konuş Kurtul
07 Mart 2009

İlnur Çevik, Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak tarafından karargaha çağrılıp, kendisine Erbakan hakkında verilen şok emri anlattı.

Refahyol hükümeti döneminde Başbakan Necmettin Erbakan'ın özel danışmanlığını yapan gazeteci İlnur Çevik, 28 Şubat'ın bugüne dek hiç bilinmeyen bazı ayrıntılarını açıkladı. Dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak'ın kendisini arayıp karargaha çağırdığını anlatan Çevik, "Çok net konuştular. 'Ülkeyi siyah ve beyaz olarak görüyoruz. Arası yok. Erbakan hakkında çık televizyonlara konuş. Seninle ilgili beyaz sayfa açalım' dediler. Kanalların başındaki ünlü isimleri sayıp, açıklama için istediğimi seçebileceğimi söylediler" diye konuştu. Turkish Daily News'in eski sahibi Çevik, Yeni Şafak'a 28 Şubat'la ilgili çarpıcı açıklamalar yaptı.

HEPSİ ÇEVİK BİR'İN ADAMLARI

O dönemde Erbakan'ın özel danışmanlığını da yapan Çevik, Özkasnak'ın daveti üzerine karargaha gittiğini ve garip bir teklifle karşılaştığını söyledi: "Özkasnak beni davet etti. 'Çay içelim' dedi. O sırada karargahta brifingler veriliyordu. Brifinge çağırmadılar, herhalde bana bu şekilde aktaracaklar' diye düşündüm, gittim. Özkasnak'ın odasına aldılar. Odada Özkasnak, o zaman İstihbarat Başkanı Fevzi Türkeri, Genelkurmay Adli Müşaviri Erdal Şenel ve isimlerini bilemediğim iki paşa daha vardı. Çevik Bir'in adamlarıydılar" dedi.

YA BİZDENSİN YA DA...

"Görüşmenin Erbakan'ın Başbakanlık'tan istifa ettiği 18 Haziran 1997 tarihinden birkaç gün önceydi. Görüşme bir saat sürdü. Çok net konuştular. 'Biz bu ülkeyi siyah ve beyaz olarak görüyoruz. Akla karayı ayıracağız. Bunun arası yok. Erbakan hakkında çık televizyonlara konuş. Seninle ilgili beyaz sayfa açalım' dediler. Televizyon kanallarının başındaki isimlerin hepsini saydılar. İsimler arasında sadece M. Ali Birand yoktu. Bana, 'Bunlardan istediğini seç, programına çıkaralım' dediler."

SÜNGÜ KULLANACAĞIZ

Televizyona çıkma ve Erbakan aleyhine konuşma teklifini kabul etmediğini belirten Çevik "Ben ne Erbakan Hoca'ya bir şey söylerim ne de televizyona çıkarım. Siz ne istiyorsunuz' dedim. 'Erbakan'ın istifasını istiyoruz. Yeni hükümet kurulacak. İstifa etmezse, işin sonu darbeye gider. Biz kararlıyız, gerekirse süngü bile kullanırız' dediler. Hoca'ya gider 'istifanızı istiyorlar' derim ve gazetede yazarım. Benden başka bir şey de beklemeyin dedim" diye konuştu.

GEÇMİŞİNE BAKTIK, TEMİZSİN

"Geçmişine baktık. Bu hükümetten hiç nemalanmamışsın. Gazetene hiç yardım yapılmamış. Mercedes araban var. 10 yıldır değiştirmemişsin, dediler. Banka hesaplarımı incelemişler. Hepsini detaylı olarak aktardılar. 'Hedefimiz Samanyolu grubu, Ülker, İhlas ve sonra sıra Kanal 7'ye sıra gelecek ama baş hedef Samanyolu diyorlardı."

Kulağınla duydun mu

İlnur Çevik, Özkasnak'ın tehdidinden sonra Demirel'e ardından Erbakan'a gittiğini ifade etti. Çevik'in anlattığına göre Erbakan'ın tepkisi şu şekilde oldu: “İstifanızı istiyorlar, dedim. 'Kulağınla duydun mu' diye sordu. Görüşmeyi anlattım. Başka bir şey söylemedi. Sadece 'bakalım' dedi. Başkaları da gitmiş Hoca'ya. Aralarında Cavit Çağlar da var. Aynı şeyi söylemişler. Akabinde hoca istifa etti. Erbakan'ın istifasıyla sürecin bitmediğini belirten Çevik, Jandarma Komutanı Şener Eruygur'un hem Cengiz Çandar, hem de kendisiyle uğraşmayı sürdürdüğünü dile getirdi: “Tavrımızı değiştirmedik. Turkish Daily News'i kaybetmemiz, Aydın Doğan'ın eline düşmemiz, aile olarak Doğan eliyle gazeteden atılmamız hep bunun devamıydı. Çandar'ın, CNN'den atılması da... Eruygur ve Aytaç Yalman, size cephe almış, dediler. Her şeyi kaybettik." Çevik, rahmetli Yalçın Özer'in Türkiye'deki yazılarına son verilmesini ise şu şekilde anlattı: "Yalçın Özer'i karargaha davet etmişlerdi. Enver Ören hemen beyaz bayrak açtı. Askerlerle arası düzelsin diye Ali Baransel'i aldı. Onlar da Ören'in tavrından cesaret alıp, Özer'i paraladılar.”

Onlar, Mesut'u hazırlamış

”Genelkurmay'dan çıktıktan sonra Çankaya'ya çıkıp Demirel ile görüştüm. Hem danışmanlığını yapmıştım, hem de manevi oğluydum. 'Bu işi istifayla durdurmazsak niyetleri kötü' dedi. Erbakan'a söyleme konusunda tereddüt ettim. 'Onlar Mesut'u hazırladı, bu iş olacak' dedi. Çevik'in açıklamaları akla dönemin Genelkurmay Başkanı Karadayı'nın internete düşen ses bandını getirdi. Karadayı kasette, "Mesut Bey size altın tepside bir iktidar teslim ediyoruz. Bunu iyi değerlendirin" dediğini anlatıyordu. Demirel ise istifa için Erbakan'a baskı yapılmadığını iddia etmişti.
aktifhaber

Karadayı ve Çevik Bir'e suçduyurusu
12 Mart 2009
Darbelere sessiz kalan milletvekili tabusu kırılıyor. Karadayı ve Çevik Bir'e suçduyurusu.

İsmail Hakkı Karadayı ve Çevik Bir hakkında suç duyurusunda bulunan Denizli eski Milletvekili Aykurt, ayrıca Kenan Evren Bulvarı'nın isminin değiştirilmesi için de dilekçe verdi.

Denizli eski Milletvekillerinden Mustafa Kemal Aykurt, emekli Orgeneraller İsmail Hakkı Karadayı ile Çevik Bir hakkında, ''Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya ve hükümeti ıskat etmeye teşebbüs'' gerekçeleriyle Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunduğunu açıkladı.

TBMM'de 21. dönem DYP Denizli Milletvekili olan Avukat Mustafa Kemal Aykurt, Denizli Gazeteciler Cemiyeti'nde düzenlediği basın toplantısında, Anayasa'nın ilk 4 hükmünün Türkiye Cumhuriyeti'nin omurgasını oluşturduğunu ve ''egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu'' hatırlattı.

Aykurt, Eski Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı'ya ait olduğu ileri sürülen ses kaydındaki konuşmalar ile Eski Genelkurmay 2. Başkanı Emekli Orgeneral Çevik Bir'in imzasını taşıdığı iddia edilen ''gizli'' ibareli belgelerin gazete ve internet sitelerine düştüğünü hatırlattı. Bu konularla ilgili hiç bir tekzip veya açıklama yapılmadığını belirten Aykurt, kimsenin Anayasa'ya dayanmayan bir devlet yetkisini kullanamayacağını ifade etti.

Emekli Orgeneraller Karadayı ve Bir hakkında, ''Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya ve hükümeti ıskat etmeye teşebbüs'' ettikleri iddiasıyla Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na iletilmek üzere Denizli Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyurusu dilekçesi verdiğini açıklayan Aykurt, şunları söyledi:

''Şüpheliler, haiz oldukları güce dayanarak devletin müesses nizamlarını yıkmak için örgütler kurmuşlar, insanlarımızı fişlemişler, Andıç, Batı Çalışma Grubu gibi birtakım isimler altında teşkilatları devreye sokarak illegal fiiller ve işlemler yapmışlardır. Şüphelilerin, düşündükleri fiilleri hayata geçirebilmek için, hepimizin gurur ve övünç kaynağı büyük Atatürk'ü istismar ederek, kendi emellerine alet ederek, ülkede kaos yaratmaya ve birtakım insanları abartarak sahneye koyup darbeye malzeme topladıkları kendi beyanlarında sabittir.

Bu eylemler, Anayasa'nın açık ihlalidir. Anayasa'mızın belirlediği parlamenter demokrasimizin ve hukukun üstünlüğünün korunması ve ayakta kalması için birey olarak demokratik hakkımızı kullanıyoruz.''

Avukat Aykurt ayrıca, ''Kenan Evren Bulvarı'' isminin değiştirilmesi için de Denizli Belediye Başkanlığına dilekçe verdiğini kaydetti.
aktifhaber

"Yazıcıoğlu Kafana Sıkarlar"
03 Nisan 2009

2 kilometre öteden alnının ortasından vururlar tehditine Yazıcıoğlu, "Söyle ona Yazıcıoğlu iki kilometreyi beklemez, adamın yanına gelir ve kafasına sıkar"

Yazıcıoğlu, 28 Şubat sürecinde Meclis'teki odasında ölümle tehdit edilmiş

Post modern darbe olarak nitelendirilen 28 Şubat sürecinde "Millete karşı çevrilen namluya selam durmam" diyen Büyük Birlik Partisi (BBP) Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu'nun o dönem ölüm tehdidi aldığı ortaya çıktı. Meclis odasında kendisini ölümle tehdit eden milletvekiline Yazıcıoğlu, "Seni kim gönderdiyse söyle ona, Muhsin Yazıcıoğlu iki kilometreyi beklemez. Adamın yanına gelir ve kafasına sıkar." demiş.

BBP Genel Başkanı Yazıcıoğlu, 28 Şubat'ta aldığı ölüm tehdidini Saadet Partisi (SP) Genel Başkanlığı'na seçilen Numan Kurtulmuş'a 'hayırlı olsun' ziyaretinde anlatmış. Bu ziyarette Yazıcıoğlu'na eşlik eden BBP MKYK Üyesi İlker Kayalıoğlu, Yazıcıoğlu'nun nasıl tehdit edildiğini Cihan Haber Ajansı'na açıkladı.

Meclis odasında iken birilerinin sürekli randevu almak istediğini dile getiren Kayalıoğlu, olayı şöyle anlattı: "Meclis'ten bir milletvekili randevu alıyor. Genel Başkanımız karşılıyor. O esnada genel başkanımıza sokularak diyor ki 'Efendim sizin duruşunuz çok beğeniliyor. Çok güzel bir duruşunuz var. Çok takdir ediliyorsunuz fakat bir noktada sizden rahatsızlık duyuluyor. Erbakan hükümetine çok yakın duruyorsunuz. Onun lehinde açıklamalarda bulunuyorsunuz.' Genel Başkanımız da diyor ki; biz kim yaparsa yapsın doğru olanın yanında, yanlış yapanın karşısında oluruz. Bu kişi, genel başkanımızın ifadesiyle bir kurumdan emekli olmuş ama o sırada milletvekili. Akabinde tekrar geliyor ve "Yarınki güven oylamasında evet derseniz eğer sizin için sıkıntı olacak." diyor. Genel başkanımız da diyor ki ne sıkıntı olacak? Biz düşündük, değerlendirdik, en doğru karar bu. Dolayısıyla biz tavrımızı orada ortaya koyacağız. Bu şahıs genel başkanımıza sokularak diyor ki, 'Efendim, birilerinin elinde öyle bir silah var ki kişinin yanına da yaklaşmasına gerek yok. 2 kilometre öteden alnının ortasından vuruyor.' Genel Başkanımız masadan kalkıyor ve yakasına yapışıyor diyor ki; seni kim gönderdiyse söyle ona Muhsin Yazıcıoğlu iki kilometreyi beklemez, adamın yanına gelir ve kafasına sıkar."

'YAZICIOĞLU'NUN KAZASI'NIN BİTLİS'İN KAZASINDAN FARKI YOK'

Birilerinin Muhsin Yazıcıoğlu gibi bir liderin olmasını istemediğine dikkat çeken Kayalıoğlu, daha önceki trafik kazalarının kanaatince bir uyarı olduğunu savundu. Bu uyarıları genel başkanlarının hiç dikkate almadığını anlatan Kayalıoğlu, "Ben başkanımıza haddim olmadan birkaç kez, 'efendim biraz daha dikkat edelim. Koruma sayısını artıralım.' dedim. Kaza kadere iman etmiş bir liderdi. Bu şeylere itibar etmiyordu, kimseyle de paylaşmıyordu. O böyle birşeyin başına geleceğini hakikaten biliyordu. Fakat inanmışlık böyle birşey. Bize de asla yanlış yapmayın, dümdüz gidin, sağa-sola sapmayın derdi. Ne açıklarsa ülkenin menfaatine açıklardı. Çok şey biliyordu. Ama genel başkanımız yarınlarla ilgili çok umutluydu. Hep yeşil ışık yakıyordu. Yarınlarda bir gül devrimi olacağına inanıyordu. Umudunu hiç yitirmemişti." diye konuştu.

Kayalıoğlu, Muhsin Yazıcıoğlu'nun hayatını kaybettiği helikopter kazasının Eşref Bitlis, Adnan Kahveci, Vali Yazıcıoğlu hadisesinden farklı olmadığını da vurguladı.
aktifhaber

Tarihi 28 Şubat Sırrı Aydınlandı
11 Nisan 2009
Şubat'ta darbe hazırlığını ve BÇG'yi deşifre eden belgeleri kimin ortaya çıkardığının sırrı hiç aydınlanmamıştı. O sır Yazıcıoğlu'nun ölümüyle aydınlandı.

Ahmet Ünal/KanalAHaber

Yazıcıoğlu, 28 Şubat ve gizli belgeler

Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun 28 Şubat’taki tavrı üzerine çok şeyler yazıldı. Fakat birazdan yazacağım konunun ayrıntılarını muhtemelen kendisi de bilmiyordu.

Telekulak olayının tartışıldığı günlerdeydi. Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu ve onbaşı Kadir Sarmusak hakkında ‘köstebek’ haberleri gazetelerde yayınlanmaya başlamıştı.

Muhsin Yazıcıoğlu’nu bir TV kanalında gördüm. Elindeki belgeleri gösteriyor ve “bu belgeler yayınlanırsa 28 Şubatçıların ne olduğunu herkes anlayacak” şeklinde sözler sarfediyordu. O günlerde görev yaptığım Zaman Gazetesi’nde, Yazıcıoğlu’nun yakını bir arkadaşım kanalıyla belgeleri istettim. Birkaç gün sonra, biri Deniz öteki Kara Kuvvetleri komutanlıklarına ait iki ayrı gizli emir elimdeydi.

Haber Zaman Gazetesi’nde birinci sayfadan fakat küçük sütunlarda yayınlandı. Belgelerin küpürünü kullanmadığımızdan olacak kamuoyundan beklediğim büyüklükte tepki oluşmadı. Gazete yönetimi büyük ihtimalle, Silahlı Kuvvetleri yıpratmamak ve kamuoyunda infial uyandırmamak kaygısıyla fazla büyütmek istemiyordu.

Necmettin Erbakan 28 Şubat kararlarını imzalayıp uygulamaya geçirmesine rağmen post- modern müdahale süreci hızlanıyordu. Komutanlar 13 Haziran 1997 akşamı Çankaya’da Süleyman Demirel’in işgal ettiği Cumhurbaşkanlığı Köşkü yakınındaki Camlı Köşk’te toplanmış ve müdahale kararını tartışmıştı.

Başkent’teki hemen herkes pimi çekilen bombanın mandalının ne zaman serbest bırakılacağını konuşuyordu. ABD - Türkiye arasındaki laiklik ve demokrasi vurgulu mesaj trafiğini hızlanmıştı. ABD’nin terazinin hangi tarafına ağırlık vereceği merakla bekleniyordu. Asker nizamiyeden çıkmak üzere, “ileri marş!” emrini bekliyordu.

Kamuoyunun gerçekleri daha yaygın kanallardan öğrenmesi gerekiyordu. Deniz Kuvvetleri’ne ait 5 Mayıs 1997 tarihli belgeyi Sabah gazetesindeki bir muhabir arkadaşıma verdim. Kara Kuvvetleri’ne ait diğer belgeyi ise bir gün sonra Milliyet’e vermeyi planlıyordum. Ertuğrul Özkök, 28 Şubat müdahalesini açıkça desteklediğini söylediği için Hürriyet’in kullanmasını beklemiyordum.

10 Temmuz 1997 tarihli Sabah'ta haber belgesiyle birlikte manşetten yayınladı. Manşette şöyle yazıyordu:

“SABAH onbaşı Kadir Sarmusak'ın Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'ndan çaldığı gizli belgeyi ele geçirdi. İçişleri eski Bakanı Meral Akşener'in “darbe hazırlığını ortaya çıkardık” diye açıkladığı belgede Batı Çalışma Grubu'nun bazı kurum ve kuruluşlar hakkında istediği bilgilerin toplanması için yayınlanan emir yeralıyor.”

“Kişiye özel” ve “Batı Çalışma Grubu Bilgi İhtiyaçları” konulu belge ile BÇG ilk kez resmen deşifre oluyor ve Türkiye’deki resmi veya sivil bütün yetkililerin ‘fişlendiği’ ortaya çıkıyordu. İçişleri Bakanı Meral Akşener belgeyi Başbakan Necmettin Erbakan’a, o da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e iletmişti. 31 Mayıs tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısının gündem maddesi olan belgede, biyografileri ve siyasi görüş/yönleri ile fişlenecek kişi ve kurumlar şöyle sayılıyordu:

Tüm dernekler, vakıflar, meslek kuruluşları, işçi ve işveren sendikaları ve konfederasyonları, Yüksek öğrenim kurumları (fakülte, yüksek okul ve enstitüler), Yurtlar (Kredi ve Yurtlar Kurumu'na bağlı, kurum kuruluşları bağlı, özel yurtlar), Üst düzey yöneticiler (Vali, Kaymakam, Büyükşehir Belediye Başkanları, Belediye Başkanları) ile diğer mülki makamlarda bulunan görevlilere (Müdür, Daire Başkanları)…

Yerel askeri makamlara, “İl Genel Meclis ve Belediye Meclis üyeleri, Siyasi parti il ve ilçe teşkilatları yönetim kadroları, Yerel TV, radyo, gazete, dergi ve diğer basın-yayın kuruluşları…” hakkında da bilgi toplamaları emrediliyordu.

Ertesi gün, vermeyi düşündüğüm ama vermediğim diğer belge ilginç bir tesadüfle Milliyet gazetesinde geniş bir şekilde yer aldı. Aslında bu belgenin içeriği daha vahimdi. Subay ve astsubaylar eş ve çocukları ‘muhbir’ konumuna düşürülüyordu. Anladığım kadarıyla belgeler yüksek tirajlı gazetelere ulaştırılmış ancak kullanılamıyordu!

Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın alt birimlerine dağıtılan Kişiye Özel ve “Haber Toplama” konulu 14 Şubat 1997 tarihli emri şöyleydi: (Bazı kelimelerin altı vurgu açısından tarafımdan çizilmiştir)
“1. Türkiye Cumhuriyetini ve Silahlı Kuvvetleri iç ve dış tehditlere karşı koruma ve kollamak, her Türk vatandaşının olduğu kadar T.S.K.leri personeli ve onların eş ve çocuklarınında en büyük milli görevidir.
2. Bu bakımdan kara Kuvvetlerinin tüm personeli ve aileleri birer haber toplama vasıtasıdır.
3. Tüm Kara Kuvvetleri personeli ve ailelerinin elde edeceği her türlü belge, bilgi ve haberi bu konunun üst komutanlık tarafından bilinip bilinmediği yorumunu yapmadan silsileler yoluyla üst komutanlığa ulaştırması ve personelin bu hususta bilgilendirilmesi ilgi ile emredilmiştir..”

Birkaç gün içinde Türkiye’nin gündemi değişmiş, belgeleri kullanmayan TV ve gazete kalmamıştı. BÇG’nin kurucu Oramiral Güven Erkaya basın toplantısı düzenleyip kendisini savunmak zorunda kaldı. Darbe hazırlıklarının en önemli isbatı sayılan belgeler deşifre olmuş ve 28 Şubatçılar zor duruma düşmüştü.

Belgelerin yankısı sürerken 17 Temmuz’da, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Mahkemesi, Bülent Orakoğlu'nun, “devletin güvenliğine ilişkin bilgi ve belgeleri elde etme” suçundan tutuklanmasına karar verdi.

Duruşmalarda, Orakoğlu’nun suçlandığı belgenin ‘taslak’ olduğu, imzalı nüshasının ise Sabah’ta yayınlanan belge olduğu anlaşıldı. Askeri makamların, Mahkemeye 'suç unsuru' taslağın kopyasını gönderdiği ortaya çıktı. Taslağın aslına ulaşamayan Mahkeme, gizliliği kalmayan yani basında yayınlandığı için aleniyet kazanan belge sebebiyle mahkumiyet verilemeyeceğine hükmederek Orakoğlu’nu 12 Eylül 1997’de tahliye etti.

Orakoğlu, hapisten çıktıktan sonraki yazı ve konuşmalarında bu belgenin Sabah’ta nasıl yayımlandığını merak ettiğini, bunu anlarsa 28 Şubat’ı daha net yorumlayabileceğini belirtiyor.

“Millete yöneltilen silaha selam durmam” diyerek 28 Şubat’ta darbeye karşı çıkan Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun, müdahale sürecinin deşifresinde de önemli bir payı vardı.

Sonsuzluğun Sahibi’ne ulaşması dualarımızla…

***

MUHSİN YAZICIOĞLU'NUN ORTAYA ÇIKARDIĞI BELGELER






Evlilik Cüzdanında Eşi Başörtülü
06 Mayıs 2009

Eruygur'da ele geçirilen ve ek klasörlerde yer alan belgede, kimlik kontrolünde evlilik cüzdanında eşi başörtülü olan subaylar tespit edilerek sürgün edilmiş.

Ek klasörlerde yer alan Şener Eruygur'da ele geçirilen 7 Şubat 1997 tarihli ve 'Kars İl Jandarma Komutanlığı' başlıklı gizli belgenin altında, dönemin il jandarma komutanı Halil Ayan imzası bulunuyor. Belge, Erzurum Jandarma Bölge Komutanlığı'nın 5 Şubat 1997 tarihinde çıkardığı mesaj emrinin tebliği anlamını taşıyor.

Söz konusu belgede, eşlerine sağlık fişi ve askeri kimlik kartı çıkarmak isteyen askerlerin müracaatları sırasında yanlarında getirdikleri 'evlilik cüzdanları'na yapıştırılan fotoğrafların kayıtlara geçirildiği yer alıyor. Bununla birlikte eşleri tesettürlü subay, astsubay ve uzman jandarma çavuş kimlik ve görev yerlerinin bildirilmesi de isteniyor.

Aynı klasörde yer alan 'gizli' başka bir belgede ise askerlere eşlerinin giyimi konusunda baskı yapılması ifadeleri yer alıyor. İzmit'te bulunan, Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na bağlı 15. Kolordu Komutanlığı'na ait belgede tarih kısmının üzeri çizilmiş. Ancak belgenin içeriğinden 28 Şubat sürecinin temellerinin atıldığı 1996 yılına ait olduğu anlaşılıyor. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hikmet Bayar'ın 23 Nisan 1996 tarihinde 3. Kolordu Komutanlığı'nın 1., 26. ve 66. Zırhlı Tugay komutanlıklarını denetlemesi sırasında gördüğü noksanlıklara binaen, üzerinde durulmasını emrettiği konuları içeren belgenin C fıkrasında şu ifadelere yer verilmiş: "Görevinde başarılı personelden eşleri çağdaş kıyafette olmayanlar, önce amirlerince çağrılarak nasihat ve ikaz edilecek. Büyüklerin örnek olması konusunda telkinlerde bulunulacak. Durumunda değişiklik olmadığı takdirde ise alınacak tedbirlere ilaveten atama teklifleri yapılacaktır."

Şener Eruygur'a ait 32. klasörde yer alan 'personel durum takip çizelgesi', 28 Şubat sürecinde asker eşlerine yönelik takibatın ne denli baskıcı olduğunu ortaya koyuyor. 1996 yılında kullanıldığı anlaşılan çizelge; giyim-kuşam tarzı, sosyal faaliyetler, propaganda faaliyetler ile müspet-mengi gelişmeler ve kanaat başlıkları altında dört ana maddede oluşturulmuş. İşte belgedeki bazı ifadeler: "Karşı cins ile tokalaşma, birlikçe yapılan aile toplantılarına katılıp katılmadığı, bayramlaşmalara katılıp katılmadığı, çay, kermes vb. sosyal faaliyetlere katılıp katılmadığı, aile ziyaretleri ve misafirliklerde haremlik-selamlık uygulaması olup olmadığı, evinde süs eşyası, biblo, resim olup olmadığı."

Evlilik cüzdanındaki fotoğraftan fişleme

Ek klasörlerde yer alan bir diğer 'gizli' belgenin içeriği ise şöyle:

1- BÖLGE Komutanlığı bağlılarında görevli bazı subay, astsubay ve özellikle uzman çavuşların, evlenme cüzdanlarına yapıştırılan eşlerinin fotoğraflarının tesettürlü olduğu tespit edilmiştir.

2- BU durumdaki personel eşlerine askeri kimlik kartı almak için müracaat ettiklerinde eşlerinin çağdaş görünümlü fotoğraflarını bu belgelere yapıştırmakta, ancak günlük yaşamında yine tesettür giymeye devam etmektedirler.

3- YAPILACAK bir çalışmaya esas olmak üzere bizzat birlik komutanlarınca; a) Evlenme cüzdanlarında tesettürlü fotoğrafı bulunan ve bu kıyafet ile yaşamlarını sürdüren subay, astsubay ve uzman jandarma çavuş kimlik ve görev yerlerinin b) Bu durumdaki subay, astsubay, uzman jandarma çavuş kimliklerinin tespit edilmesi, istendiğinden 12 Şubat 1997 tarihine kadar bildirilmesini rica ederim.
aktifhaber

ÇEVİK BİR'E KÖTÜ HABER !
11 Temmuz 2009
Askeri kişilere sivil mahkemelerde yargılama yolunu açan düzenlemenin onaylanması ile birlikte davalar açılmaya başlanıyor...
İHD başkanıyken 11 yıl önce uğradığı suikast sonucu ölümden kurtulan DTP Diyarbakır Milletvekili Akın Birdal, askeri kişilere sivil mahkemelerde yargılama yolunu açan düzenlemenin onaylanması ile birlikte olayın azmettiricisi olduğu iddia edilen dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir ve MGK eski Genel Sekreteri Erol Özkasnak hakkında dava açmaya hazırlanıyor.

Bir ve Özkasnak'ın cezalandırılması için bugüne kadar iki kez yargıya başvurduğunu ancak bir sonuç alamadığını ifade eden Birdal, ikili hakkında yeni bir suç duyurusunda bulunacağını söyledi.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylanan iki maddelik yargı reformu darbecilere ağır ceza mahkemelerinin yolunu açarken, geçmişte soruşturulamayan birçok olay da yargıya taşınacak.

Buna göre, Ayışığı, Sarıkız, Yakamoz ve Eldiven kod adlı darbe teşebbüslerinde bulunan dönemin bazı kuvvet komutanları ve generallerinin yanı sıra Şemdinli davası, 28 Şubat sürecinde andıç hazırlayan dönemin generalleri de sivil yargı önünde hesap verecek.

Asker kişilere sivil mahkemelerde yargılanabilmesini açan düzenleme geçmişte mağdur olan birçok kişiye de umut oldu. Bunlardan biri de Ergenekon sanığı da olan Semih Tufan Gülaltay`ın suikastından ağır yaralı kurtulan Akın Birdal.

Emekli general Çevik Bir`in hazırladığı ve MGK`nın eski Genel sekreteri Erol Özkasnak tarafından gazetelere servis edildiği iddia edilen andıç yayınlandıktan 15 gün sonra suikaste uğrayan Birdal, Çankaya'dan onay alan yargı reformuyla, demokratik ve hukuk devletine dönüş konusunda çok önemli bir sivil iradenin ortaya konduğunu vurguladı.

Birdal, "Olması gereken de buydu. Gerçekten demokratik hukuk devletinde olmayan bir yargı vardı. Geçmişte sıkıyönetim özel mahkeme, DGM askeri sivil mahkeme vardı. Ama şimdi tek sivil mahkeme var. Üyesi olmak istediğimiz AB sürecinin hukukuna da uygundur. Bu ileri demokratik bir adımdır. Bundan sonra adil yargılıma hakkı için yargı bir reforma gerek var. Zihniyetteki militarizmi sivilleştirmek gerekiyor. Hâlâ askerden daha çok askerci insanlar ve zihniyet var. Bunun yıkılması lazım. Bununla askerin olmamasını kast etmiyorum. Bir aşama bir adım. Şimdi sırada hukukun üstünlüğünü muktedir kılmak gerek. Bu kararın onaylanmasını çok olumlu buluyorum." diye konuştu.

Yargı reformunun kendisi gibi mağdur olan binlerce kişi ve kuruma umut olduğunu vurgulayan Birdal, şöyle konuştu: "Konuyu avukat arkadaşlarımla görüşüyorum. Çevik Bir ve Özkasnak hakkında suç duyurusunda bulunacağız. Pazartesi günü konuyu değerlendirip hafta içinde, gerçekten o birçok kişinin işten atılmasına, kurumların kapatılmasına ve bizim hayatımıza kastettirmeye yönelik bu andıçın hesabını vermeliler sivil yargı önünde. O zaman askeri yargı müşaviri izin vermedi, müdahale oldu. O dönemde işleyen mekanizmayı çok iyi biliyoruz. Bu yasayı, en azından bunun kullanılıyor olmasını, demokratik kamuoyuna göstermek gerekiyor. Geçmişe dönük, Şemdinli, 28 Şubat, darbe günlükleri ve planlarının yeniden ele alınması gerekiyor."
haber10

Çevik Bir'den İrtica Parası!
14 Temmuz 2009
Tabip Kıdemli Albay Prof. Dr. Mustafa Kahramanyol'un 1997'de Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) kararlarıyla ordudan atılması konusunda ilginç iddialar ortaya atıldı.

Kahramanyol'un eski eşi Nurcan Akçay, kocasının irticacı diye ordudan atılması için aralarında dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir'in de olduğu üst rütbeli bazı subayların kendisine para ve iş teklif ettiğini, asılsız mektup yazdırdıklarını öne sürdü. Bu mektup sebebiyle Akçay'a Mehmetçik Vakfı'nda iş verilmiş. Ancak Albay Kahramanyol, açtığı boşanma davasında bu duruma dikkat çekince Akçay, Çevik Bir'in yazısıyla 1998'de işten çıkarılmış. Albay, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurunca Genelkurmay'ın davayı kaybetmemesi için ikinci bir mektuba daha ihtiyaç duyulmuş.

Akçay, bu talebi de yerine getirmiş ve bunun karşılığında Mehmetçik Vakfı'nın İstanbul TEM Otoyolu üzerindeki akaryakıt tesislerinde çalışmaya başlamış. Fakat buradan da yolsuzluklara göz yummadığı için kovulmuş. Nurcan Akçay, Genelkurmay eski 2. Başkanı emekli Orgeneral Çevik Bir'in Belçika'da NATO karargahında görev yaparken yaşanan bir olaydan dolayı Kahramanyol'a karşı kin beslediğini savunuyor. Akçay'a göre Bir, kendisini kullanarak irtica kılıfıyla eski kocasından intikam aldı. Albay Mustafa Kahramanyol, eski eşinin söylediklerini hayretler içerisinde okuduğunu belirtiyor.

Savcıları göreve çağırdı

Adaleti Savunanlar Derneği Onursal Başkanı Prof. Dr. Ahmet Alper, Nurcan Akçay'ın açıklamalarıyla ilgili olarak savcıları göreve çağırıyor. Prof. Dr. Alper, Kahramanyol'un eski eşinin ifadelerinin 28 Şubat sürecinde yaşanan ahlaksızlıklara ve çete faaliyetlerine iyi bir örnek teşkil ettiğini söylüyor. 28 Şubat sürecinde buna benzer çete faaliyetlerinin yürütüldüğünü iddia eden Prof. Dr. Alper, "28 Şubat döneminde ne şekilde ahlaksızlıklar yapıldığını bu açıklamalar çok iyi şekilde göstermektedir. Silahlı Kuvvetler içerisinde bazı insanlar kendi fikirlerinde olmayan kişileri tasfiye etmek için her türlü yolu denemişlerdir. 'Sen böyle dersen, sen böyle yaparsan, biz sana iş buluruz, para buluruz' diyen bir grup var. Maalesef bunlar YAŞ kararlarının yargı denetimine açık olmaması sebebiyle olan işlemler. YAŞ kararları bu şekilde devam ettiği sürece Türkiye'de hukuk devletinden bahsedilemez. Bu açıklamalar karşısında savcıların hiç vakit kaybetmeden takibat başlatmasını istiyoruz." şeklinde konuşuyor.

Mustafa Kahramanyol ise eski eşinin söylediklerini küçük dilini yutarak okuduğunu belirtiyor. Aradan geçen sekiz yıl içinde çok zor günler yaşadığını anlatan Kahramanyol, YAŞ kararları ile Silahlı Kuvvetler'den uzaklaştırılan bin 500 kişinin hakkının geri verilmesini istiyor. Her biri üniversite bitirmiş yetişkin olan çocuklarının kendisine "Baba biz seni çok seviyoruz. Ama bu işin içinde hakikaten bir şey yok mu? İrticai olaylara karışmış olamaz mısın?" diye sorduklarını anlatan Kahramanyol, "Bir babanın böyle bir soru ile karşılaşması bile ağırdır." diyor. Kendisi gibi sıkıntı çeken YAŞ'zedelerin sıkıntılarının giderilmesi için TBMM'yi göreve çağırdığını ifade eden Kahramanyol, şöyle devam etti: "Gerekli Anayasa değişikliği yapılmalı. Bizlere yapılanlar utanç verici bir hukuk çiğneme olayıdır. Normal şartlarda her kuvvet komutanı disiplinsiz olarak mütalaa ettiği her subayı re'sen ordudan çıkarabilir. Ama bu takdirde bu subay Askerî Yüksek İdare Mahkemesi nezdinde dava açabiliyor. YAŞ tarafından çıkarıldığı takdirde hakkını arayamıyor. Bu, hukukun çiğnenmesidir. Kanun çiğnenmesi değil; çünkü bunlar ihtilal kanunları. 1983'ten bu yana Türk milletinin gözünün içine baka baka hukuku çiğniyorlar. Düne kadar silah arkadaşı olarak gördükleri bizleri torbaya koyup denize atarken hiç mi vicdan azabı çekmiyorlar? Bugün Silahlı Kuvvetler'den zorla ayrılmak durumunda bırakılan subay ve astsubaylar çok sefil duruma düşmüş durumda. Millete hizmet etmiş kişilerin millet tarafından ellerinden tutulması lazım. Bunu sağlayacak makam ve mevki TBMM'dir."

Kahramanyol, intihar eden GATA eski komutanı Tümgeneral Prof. Dr. Fahrettin Alparslan'ın ölümünden birkaç gün önce kurulan komployu itiraf ettiğini söyledi. Kahramanyol, "Alparslan, 1997 Kasım ayında intihar etmeden birkaç gün önce beni çağırdı. 'Mustafa, sana çok büyük haksızlıklar ettik. Vicdan azabı içerisindeyim' dedi. Bunların bir kısmını anlattı. Görüşmemizden birkaç gün sonra da intihar etti." dedi. Mustafa Kahramanyol, YAŞ kararıyla ihracının ardından özel hastanelerde çalışmasının bile engellendiğini söyledi.

Bana söylenenleri yazdım

"GATA İstihbaratı beni defalarca Ankara'ya çağırdı. Eşi olduğum için güvenilir olacağımı ve belge olarak kabul edilebileceğini belirttiler. Ağustos şûrasının yaklaştığını, bu mektubun dosyasına konulacak en önemli delil olacağını söylediler. Mustafa Bey'in irticai faaliyetlerle ilgili olduğunu, vatan hainliği yaptığını yazmam istendi. Bilgim olmadığı halde, söyledikleri konuları mektuba ekledim. Mektubu yazmamı Çevik Bir'in adamı olduğu bilinen GATA İstihbaratı'nda görevli C. Binbaşı istedi."

Eşlerin kavgası etkili oldu

"Çevik Bir'in ikinci eşi ile Mustafa Bey'in benden önceki eşi Belçika'da araba kullanmayı öğrenirken, korna çalma yüzünden kavga etmiş. Çevik Bir bu olayla ilgili olarak Mustafa Bey'i yanına çağırmış. Mustafa Bey, randevulu hastaları olduğu için gelemeyeceğini söyleyince Çevik Bir, odasına gidip 'Savunmanı hazırla.' dedikten sonra tehdit falan etmiş. Yıllardır bu husumetin devam etmesi, bence eski eşimin ordudan atılmasında çok etkili oldu. Onlar dikecekleri elbisenin modelini çoktan tasarlamışlardı. Dikişte kullanılacak iplik rengini bana belirlettiler."

Tolon, 'İşini bitireceğiz' dedi

"Şubat 1997'de boşanma davası açtığı için eşime çok öfkeliydim. Bu psikoloji içerisinde iken ailece görüşmekte olduğum generallerden Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu ve Hurşit Tolon'a aile içindeki sıkıntılarımı anlatmak ve maddi sıkıntılarıma bir çere bulunması için Genelkurmay'a gittim. Hurşit Paşa, anlattıklarım kendisini etkilemiş olacak ki, bana 'Kahramanyol'u bu defa affetmeyeceğim. Durumuyla ilgili olarak Genelkurmay'da iki general arkadaşım ile görüşüp işini bitireceğim.' dedi ve beni GATA komutanına gönderdi."
aktifhaber

Avni Özgürel
Radikal Gazetesi
Basın neden itibarsızlaştı?
23 Eylül 2009

Yaşadığımız hengamelerin asker ve siyaset cephesini çok tartıştık, çok didikledik.. Ne oldu, neden oldu sorularına cevap olmak üzere kaleme alınmış onlarca hatırat, araştırma, binlerce makale var..
Bütün bu zaman zarfında ayna tutulmamış tek kesim medyadır.. Oysa dev isimlerin yıkılıp sahneden çekildiği, o güne kadar ne adı ne basına ilgisi bilinmeyen yenilerin ortaya çıktığı bir alt-üst oluş sürecidir yaşanan.. Banka ve medya sahibi olmak işadamı olmanın rüknü saylıyordu bir zamanlar.. Bankalar içini boşaltmak yasaklanınca elden çıkarıldı veya battı, bankalarla aynı çatı altındaki medya da sahibi açısından işlevini yitirdiği için işportaya düştü... 12 ulusal TV kanalından altısının aynı anda satışta olduğu savruluş dönemidir sözünü ettiğim.. Korkmaz Yiğit, Cavit Çağlar, Karman Çörtük ve benzeri hadiselerinin sadece siyaset ve bankacılık yanını tartıştık hep.. Bunların arkasında yatan medya planı bilinmedi, yazılmadı, unutulmaya terkedildi!..
28 Şubat işte bütün bunların üzerine geldi ve tabir caizse tüy dikti!.. Ve ne siyasette ne basında itibar bıraktı..
Çok partili hayata geçiş sonrası tarihimize bu pencereden bakıldığında, son yarım asrın bir yönüyle basın üzerinden siyasete baskı, diğer yönüyle siyaset üzerinden basını kontrol mücadelesiyle geçtiği görülür.. Arsa spekülasyonundan tutun elde kalmış yumurtaların devlet eliyle okullarda ‘ gıda yardımı’ adı altında dağıttırılmasına, elbirliğiyle darbe ortamı oluşturup iktidar paylaşımı planlarına kadar uzar hikâye..
Anlatmak istediğim itibarsızlaşmanın bugüne mahsus olmayıp zaman içinde oluştuğu...
27 Mayıs sonrasında ihtilali ve Adnan Menderes’in idamını avuçlar parçalanırcasına alkışladıktan sonra rüzgâr tersine estiğinde ‘ Hz. Menderes dün gece Eyüp sırtlarında göründü’ diye atılmış manşetler, Eyüp sırtlarında beyaz bir at üzerinde Menderes’i gördüğünü iddia eden vatandaşlarla yapılmış röportajlar var mazide.. Sonra 22 Şubat 1962 gecesi dağıtıma verilecekken son anda geri çekilip balya balya imha edilen Talat Aydemir’in boy fotoğrafı yanında ‘Kahraman Albay’ özel baskıları!.. Keza hafızamda çakılı bir başka örnek: Devletin sol kendisini ‘ köpeksiz köyde değneksiz geziyor sanmasın’ diye siparişle hazırlattığı ‘ İşte Komando Kampı’ haberi..
Ağzımızı yaya yaya Süleyman Demirel’i eleştiririz ‘ Dün dündür, bugün bugündür’ dedi diye.. Sadece eli kalem tutanların değil hepimizin mizacıydı aslında onun özetlediği.. Rahmetli Bülent Ecevit’e 1977’de başbakanlığı sırasında kontrgerillaya ilişkin geçmişte söyledikleriyle o gün söylediklerini nasıl bağdaştırdığını sorduğumda ‘ Şimdi o aşamayı geride bıraktık’ demişti.. Geride kaldı dediği ‘ o aşamanın’ Ecevit’in hayatını sonlandırmaya nasıl azmettiğini 1999’da gördük!.. ‘Öldü de milletten saklanıyor’ imasıyla kurgulanmış haberleri kimse unutmadı herhalde..
Dün darbecilerin bu maksatla kurup yönettiği, adı Ergenekon’a çıkmış yapının uç elemanlarını cansiperane savunanların bugün ‘ ateşin demokrat’ kesilmesinin yadırganmadığı; hasbel kader ordu bünyesinde etkinlik kazanıp sonra tasfiyeye uğrayan maceraperest bir grubun bilir-bilmez ürettiği ‘andıç’ belgelerini kendilerine verilmiş ‘demokratlık diploması’ gibi her vesileyle burnumuza dayayanlara‘ Ne bu tafra? Kim olduğunu ben anlatayım mı’ diyenin çıkmadığı; ‘Belediye başkanlığı sırasında Tayyip Bey’in danışmanıydım, iyi tanırım’ diye salına salına gezip itibar devşirenlere ‘Seni neden işten attı’ diye sormanın akla gelmediği ülke burası.
Hükümet erkanının ‘Akşam bana uğra iki tek atıp, biraz laflayalım’ diye arayabildiği, hükümeti kuracak kişiden yönettiği gruba ‘ bakan kontenjanı’ istemenin hak görüldüğü, hatta işaret edilen kişi arzulanan bakanlığa atanmadığında başbakana öfke kusulabildiği, bir tür ‘ asrı saadet’ döneminden geçtik, geliyoruz..
NOT: Selde kimin ihmali var, dere yatağında yapılanmaya kim izin verdi, kim vermedi kavgasına bakmayın... Yarın Kadir Topbaş çıkıp, ‘ Kırk yılda bir olur böyle durumlar, alın bu arazileri temizleyin, ister TIR garajı olarak işetin, ister üzerine site kurun’ dese kaç kişi ‘ Ben.. ben..’ diye birbirini boğazlar görürüz... Adapazarı depreminde ölü ya da ağır yaralı kişileri nakletmek için İstanbul’dan giden ambulanslarda kaç kişinin böbrekleri alındıktan sonra morglara indirildiğinin hesabı tutuldu mu ki?


Şubat'çı DTP'li Oldu
17 Ekim 2009
DTP'nin yeni kadrosunda dikkat çeken isim. 28 Şubat sürecinin aktörlerinden Perinçek'in yetiştirmesi Faik Bulut DTP'li oldu...Haberi

DTP'nin geçtiğimiz günlerde gerçekleşen 3. Olağanüstü Kongresi'nde 90 kişilik yönetim kadrosunda Faik Bulut ismi dikkat çekti. .

28 Şubat döneminde irtica ile mücadele kararlarının alındığı meşhur MGK toplantısında askerlerin dosyalarından çıktığı iddia edilen fotokopiler, Faik Bulut'un kitaplarından derlenmişti. Dönemin aktif siyasetçilerinden merhum Muhsin Yazıcıoğlu, 28 Şubat kararlarını MGK'ya taşıyan komutanların kullandıkları cümlelerle Faik Bulut'un "Tarikat Sermayesinin Yükselişi" isimli kitabındaki cümlelerin aynı olduğuna dikkat çekmişti. Bu durumu dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e ileten Yazıcıoğlu, sadece 'ilgileneceğim' yanıtı almıştı. Yine aynı dönemde medya ve yargıya yönelik brifinglerde kullanılan bilgilerin de Faik Bulut imzalı olduğu ileri sürüldü.

Faik Bulut'un ismi Doğu Perinçek'in yetiştirdiği gazeteciler listesinde de geçiyor. "Tecrübeli gazeteci ve köşe yazarı" olarak nitelenen Bulut'un bilinen tek muhabirlik deneyimi Perinçek'in Aydınlık dergisinde çalıştığı üç aylık dönem. Bulut'un Kürt haklarının savunucusu olarak ortaya çıkmasının aksine, yazdığı kitaplar cemaat, tarikat ve din ekseninde dolaşıyor.

"Yeşil sermaye" hakkında yazdığı kitapların dışında, Alevilikle ilgili yazdığı "Ali'siz Alevilik" kitabı da Alevi cemaatinden tepki çekmişti. Çok kısa sürede 18 tane kitap çıkaran Faik Bulut'un kitaplarındaki kaynakların da neredeyse tamamı gazetelere dayanıyor.

Bulut'un diğer bir özelliği ise Filistin Kurtuluş Örgütü'ne katılmaya Türkiye'den giden Marksist kadro içerisinde yer alması. 1970'li yılların yükselen atmosferinde de Bulut'u Dev-Genç ve Aydınlık fraksiyonları içerisinde görmek mümkün.

Bulut'un ismi son olarak 2005 yılında TÜYAP kitap fuarındaki bir konuşmada gündeme gelmişti. "PKK'ya tam olarak bir terör örgütü diyemeyiz." diyen Bulut, aynı zamanda tutuklanan DEP milletvekillerinin tahliyesinden sonra Abdullah Öcalan'ın da gündemindeydi. Öcalan, Leyla Zana'ya yazdığı mektupta yeni kurulacak bir partinin başına Faik Bulut'u önermişti.

Bulut son olarak İşçi Partisi'nin yayın organlarında uzun yıllar çalışmış olan gazeteci Soner Yalçın'ın odatv isimli web sitesinde yazılar kaleme alıyordu.
aktifhaber

KALKANCI'DAN PORNOLU SAVUNMA
29 Kasım 2009
Ali Kalkancı'nın polisteki ifadesi: "Karımın pornosuyla şantaj yaptılar"

'Bana, karım Emire’nin porno görüntüleriyle şantaj yaptılar'

İşte 28 Şubat'ın sahte şeyhi Kalkancı'nın polis ifadesi

28 Şubat’tan sonra uzun süre sesi soluğu çıkmayan Ali Kalkancı, geçen Şubat’ta İstanbul’da yapılan bir operasyonla yeniden sahne almıştı. Operasyonda kendisine ait Kalkale Kimya adlı fabrikada ele geçirilen 2 milyon adet uyuşturucu hap nedeniyle gözaltına alınan Kalkancı, poliste 28 Şubat’tan Fadime Şahin’le olan ilişkisine, Veli Küçük’ten Ergenekon’a kadar birçok konuda sorgulanmıştı. İşte “uyuşturucu madde imal etmek ve ticaretini yapmak” suçundan tutuklanan Kalkancı’nın, 25 sayfalık ifadesinde öne çıkanlar:

Fadime benden yüz bulamadı, Müslüm’e gitti

Polis: Eğitim durumunuz?

Kalkancı: İlkokul mezunuyum.

Polis: Mesleğiniz ve aylık geliriniz?

Kalkancı: Serbest meslekle uğraşıyorum. Ayda 1.800 lira gelirim var.

Polis: Özgeçmişinizi anlatın?

Kalkancı: 1973 yılında babamın Almanya’dan emekli olması nedeniyle Türkiye’ye döndük. Bayrampaşa’ya yerleştik, 1982 yılında ilk evliliğimi yaptım. Bu evlilikten 2 çocuğum oldu. 1992’de Çarşamba Cemaati’nin etkisine girdim. Seyit olduğum için bir gece rüyamda insanlara faydalı işler yapmam gerektiği ile ilgili rüya gördüm. Bu rüyadan sonra Balat’taki evimi Tekke yaptım. 1995 yılında Emire Ersoy ile evlendim. Bu evlilik nedeniyle ilk eşimle aramız açıldı ve ayrıldık. 1996 yılında tekkemize gelen Fadime Şahin’le tanıştım. Mürşit ile mürit arasındaki ilişkiyi aşması nedeniyle onu ikaz ettim. Bir senaryonun parçası gibi beni bir takım olaylara çekmek istemesi nedeniyle kendisini kovdum. Fadime Şahin daha sonra benimle yapamadıklarını Müslüm Gündüz’le yaptı. Ardından da 28 Şubat sürecinde bir komplonun içine çekildim.

Küçük’ü değil ama Öztürk’ü tanıyorum

Polis: Ergenekon örgütüne üye misiniz?

Kalkancı: Değilim.

Polis: Ergenekon operasyonunda gözaltına alınan Veli Küçük, Zekeriya Öztürk, Turgut Büyükdağ’ı tanıyor musunuz?

Kalkancı: Veli Küçük’ü tanımıyorum. Ama diğerlerini bana her türlü komployu kuran, maddi manevi zarara uğratanlar olarak tanıyorum.

Polis: Gürbüz Çapan, Tuncay Güney, Şener Eruygur, Hurşit Tolon’u tanıyor musunuz?

Kalkancı: Gürbüz Çapan’ı hemşerim olduğu için tanıyorum. 2008 yılında da bana gelip belediye başkanı olabilmesi için destek istedi. Diğerlerini tanımıyorum.

Polis: Ergenekon dokümanlarında ’Naylon Terör Örgütleri’ kurulması ve bunların yönetilmesiyle ilgili kısım var. Bu konuda ne biliyorsunuz?

Kalkancı: Bu konuda bilgim yok.

Polis: Tuncay Özkan’ı tanıyor musunuz? Ajandasında ‘Ali Kalkancı şevki mühendis tarikatı’ şeklinde not bulundu. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?

Kalkancı: Tuncay Özkan’ı tanımıyorum. Not hakkında da bilgim yok.

Hani bir salak şeyh vardı onunla görüşüyor musun?

Polis: Zekeriya Öztürk (Ergenekon sanığı eski binbaşı) ve Cengiz Palacan (Emekli üsteğmen) arasında geçen bir telefon konuşması şöyle:

-Z.Ö: Cengiz nasılsın? Bir şeyh vardı, salak olan. Onunla görüşüyor musun?

-C.P.: Kalkancı mı? Görüşmüyorum ama Beylikdüzü’nde olduğunu biliyorum. Kendisine ulaşabilirim.

-Z.Ö. Tamam, ulaşıp gereğini yapın. Bu görüşme hakkında ne diyeceksiniz?

Beni Star’a çıkarıp Uzan’dan 3 milyon dolar aldılar

Kalkancı: Bu iki kişi, Çınar Farma Kimya’da gizli ortaklarımdı. Benden şantajla para alırlardı. Her seferinde de büyükleri olarak Veli Küçük’ün ismini kullanırlardı. 28 Şubat sürecinde Ümit Oğuztan ve adamları beni zorla alıkoydular. Beni Strateji Dergisi’ne götürdüler. Oğuztan sakalımı kesmem gerektiğini söyledi. Takım elbise ve kravat getirdiler. Sonra JİTEM üyesi olduğunu öğrendiğim bir kişi sakalımı zorla kesmeye başladı. Beni tuttukları odadan seslerini duyuyordum. Star, Show TV, Kanal D, ATV’yi aradılar. Benimle ilgili pazarlık yaptılar. “Cem Bey, Ali Kalkancı’yı sana getiriyorum. Büyük reyting alacaksınız” dediklerini duydum. Sonra da programa çıkmam karşılığında Uzan’dan 3 milyon dolar aldıklarını öğrendim. Turgut Büyükdağ, ellerinde eşim Emire Kalkancı’nın porno görüntülerinin olduğunu söyleyip bana şantaj yaptı.

SKANDALLARIN BAŞ AKTRİSİ

Aczimendi Tarikatı’nın lideri Müslüm Gündüz, Fadime Şahin’le basılmış, ardından da Ali Kalkancı’nın zikir ayinlerine gelen Şahin’i iğfal ettiği iddia edilmişti. Bu tarikat ve seks skandalları olay yaratmış, aylarca haberlere konu olmuştu.

Hâlâ şeyh olmanın acı ve cezasını çekiyorum

Polis: Tuncay Güney’in bir televizyon programında “Ali Kalkancı Esenyurt’ta içki içerken şeyh oldu. Bunu da bir binbaşı yaptı” açıklamasına ne diyeceksiniz?

Kalkancı: İsmi geçen binbaşı Zekeriya Öztürk’tür. Tuncay Güney’i tanımıyorum. Esenyurt’a da hemşerim olan Gürbüz Çapan’ın yanına gidiyordum. Ama kimse beni şeyh yapmadı. Ben kendim oldum. Acısını ve cezasını şimdi de çekiyorum.

Polis: Ortağı olduğunuz Kalkale Kimya’da bulunun uyuşturucuyla ilgili neler söyleyeceksiniz?

Kalkancı: O konuyla ilgili bilgim yok. Operasyonun detaylarını da bilmiyorum. Bu nedenle de o konuyla ilgili konuşmak istemiyorum.

Polis: Operasyon sırasında 4’üncü katta bir odada 40 adet CD bulundu. Bunlardan birinin içinde hayvan pornosu görüntüleri bulundu. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?

Kalkancı: CD bana ait değil. Fabrikada çalışanlardan birinin olabilir.

GİZLİ TANIK ANLATMIŞTI

‘Bu olayların hepsi Ergenekon tezgahı’

Ergenekon kapsamında, geçen yaz savcılara ifade veren bir “gizli tanık”, Ali Kalkancı ile Fadime Şahin’in 28 Şubat’a zemin hazırlamak için Ergenekon tarafından görevlendirildiklerini iddia etmişti. Ergenekon iddianamesinin ek delil klasörleri arasında da yer alan ifadede gizli tanık özetle şunları söylemişti: “Ali Kalkancı alkolikti. Skandalların talimatı Veli Küçük’ten geldi. Organizasyonu, Turgut Büyükdağ’ın sahibi olduğu Strateji dergisinin yayın yönetmeni Ümit Oğuztan ile Sisi yaptı. Sisi, Aksaray’da bir müzikholde çalışan Fadime Şahin’i, tesettür kıyafetleri giydirerek Çarşamba’da cemaatlerin içine sokup staj yaptırdı. Kalkancı da umreye gönderildi. Aczimendi şeyhi Müslüm Gündüz’ün etrafına, sahte müritler ayarlandı.”

KİMDİR?

Şeyh mi, şarlatan mı uyuşturucu taciri mi?

Ali Kalkancı, Aczimendi Tarikatı’nın lideri Müslüm Gündüz ve Fadime Şahin gibi isimlerle 28 Şubat’ın sembol isimlerindendi. İlkokul mezunu olan Kalkancı, herhangi bir dini eğitimi olmadığı halde Fatih’te tarikat kurup yönetmişti. Erbakan’ın kurduğu Refahyol iktidarı sırasında Kalkancı ve Müslüm Gündüz’ün Fadime Şahin’le seks skandalları patladı. 28 Şubat’ın ardından ortadan kaybolan Kalkancı, sakal kesip, dergahını kapattıktan sonra da işadamı kimliğiyle öne çıktı. Geçen Şubat’ta da uyuşturucudan tutuklandı. Hala cezaevinde.

Kaynak: Savaş Akın/Vatan
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Prş Oca 07, 2010 12:53 am    Mesaj konusu: DİNÇ BİLGİN 28 ŞUBAT DÖNEMİNDE YAŞANANLARI ANLATTI Alıntıyla Cevap Gönder

On üçüncü yılında 28 Şubat bitti
İsmail Küçükkaya
ismail.kucukkaya@aksam.com.tr

Her günümüz 'gerçek mi film mi' ayırt edemeyeceğimiz kadar çarpıcı ve şaşırtıcı olaylarla geçiyor.
Yaşanan büyük çalkantının devlet krizine dönüşmesine ramak kala Cumhurbaşkanı Gül devreye girdi. Bu defaki, yargı başkanlarıyla yaptığı veya muhalefetle düşünüp denediği 'iyi niyetli ama nafile' turlardan farklıydı. Gül, aynı anda 'Başbakan Erdoğan'ı ve Genelkurmay Başkanı Başbuğ'u Köşk'te kabul etti.
'Başkomutanı' sıfatını taşıdığı Türk Silahlı Kuvvetleri'nın 'ciddi durum' değerlendirmesini önemsediğini gösterdi.
O fotoğraf başka hiçbir sonuç üretmese bile önemlidir, faydalıdır, dışarıya 'mesaj' verecek niteliktedir.
Belli ki; Erdoğan ve Başbuğ 'açıkça konuşmaya, tartışmaya' gelmişlerdi, ikisinin de çantası 'hazırlıklıyım' işaretiydi.
Zirve açıklaması ise 'benzerine hiç rastlamadığımız' türdendi, 'darbe olmayacak' vurgusuyla tarihe geçti.
Hemen hemen aynı anlarda İstanbul Beşiktaş Adliyesi'nde üç eski kuvvet komutanı sorguya alınmıştı. Eşzamanlı yürüyen iki süreç işliyordu: Aynı takvimde birbirine paralel yürüyen iki gündem...
Açıklamaların ve yüzey görüntüsünün aksine, gerçekçi analiz için ikisinin de sonuçlarının birbirini etkileyeceği kesindi.
Sadece bugün değil, biraz dünün yansıması, çokça yarının muhtemel senaryolarını belirlemesi açısından...
Belki bir de Saldıray Berk'le ilgili gelişmeleri bu akışa üçüncü bir kol olarak ilave etmek zorunlu...

DEMOKRATİKLEŞME Mİ RÖVANŞ MI?
Büyük resmi görebilmek, 'nedenleri' anlayabilmek ve bundan sonra olacakları sezebilmek adına biraz geriye dönelim:
28 Şubat 1997 Türkiye'sine...
Sonradan, eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu '28 Şubat bin yıl sürecek' demişti. İki gün sonra 28 Şubat'ın on üçüncü yıldönümü ve bugünün anlamı şudur: 28 Şubat artık bitmiştir.
Yorumunuz, bulunduğunuz noktaya, kendinizi pozisyonladığınız yere göre değişebilir.
Kimine göre 'Türkiye demokratikleşiyor', kimine göre
'28 Şubat'ın rövanşı alınıyor.'
Bence her ikisi de bir ölçüde gerçek. Böylesi toplumsal sonuçlar doğuran tarihi bir olayın 'diyalektik karşıtlığını üretmemesi' beklenemezdi, işte o yaşanıyor bugün.
28 Şubat'ın iklimi, duygusu sona erdi, toplumsal zihin o psikolojiyi geride bıraktı.
O travma tedavi edildi. Fakat bu kez yeni travmalar kapıda... Sadece tarafları ve onların rolleri değişti. Sonuçta, AKP kendisini doğuran süreci nihayete erdirdi, tüm olumlu-olumsuz yan etkileriyle...
Şimdi 1997 Türkiye'si ile günümüz arasındaki en önemli 'ara istasyona' bakalım: 27 Nisan e-bildirisine...

İKİ CEMİL ÇİÇEK ARASINDAKİ FARK
Bugüne gelmek kolay olmadı, köprünün altından akan sular içinde 'en taşkını' 27 Nisan'dı.
HSYK'nın Erzurum savcılarının yetkilerini aldığı günün akşamında Başbakanlık'ta bir zirve vardı. O toplantının bittiği dakikalarda NTV'den arayıp görüşümü sordular, 'Başbakanlık'ta 27 Nisan duygusu hakim' demiştim.
O yorumumda, zirveye katılan iki isimden aldığım havayı yansıtmıştım. Sonrasında gelişmeler o yönde aktı, Sadullah Ergin'in ve Bülent Arınç'ın açıklamaları yine çok sertti. 27 Nisan'da Cemil Çiçek 'hazırlanan çok sağlam içerikteki meydan okuyucu metni duyurmuştu' ama sesi titriyordu. Derken seçime gittik, hükümet 27 Nisan'ın hediye ettiği rüzgar sayesinde fazladan on puanlık kazançla sandıktan çıktı. Bugün o görüntüden tek bir fark var, önemli bir fark. Cemil Çiçek'in üzerine ihale edilen yeni manevra...

GENELKURMAY ZİYARETİ...
Hükümet bu kez değişik bir strateji yürütüyor. Başbakan Vekili Çiçek Genelkurmay'a gitti, ayrıca 'seçim' kararı çıkmadı, bunu Arınç gibi, çok etkili düzeyde savunanlar olsa da...
Tarihsel olarak farklı bir konjonktürdeyiz. Uluslararası dengelerin ürettiği, desteklediği bu konjonktür
28 Şubat'ı ve 27 Nisan'ı olduğu gibi, bugün krizin eşiğindeki daha büyük kavgaları 'dışarıda' bıraktı. Köşk açıklamasındaki gibi, 'Çözüm bulunacak ama anayasal düzen içinde.' Nitekim dün akşam üç paşanın bırakılması da normalleşmenin kolay sağlanmasına zemin olarak görülebilir.
Artık, iş o noktaya geldi ki; sandıktan ne çıkarsa çıksın çok fazla anlamı kalmayabilir ve AKP bir daha mağdur ve mazlum olmayacak. Sistem de bu tuzağa düşmüyor. Bugünün mağduru konumuna TSK yerleşti.
Yarın değil, öbür gün 28 Şubat. Yıldönümüne kudretli komutanların sorgulandığı, yargılandığı sahneler eşlik ediyor. Arka planda, 8 yıllık iktidara 'irtica tehdidi' olarak bakan kimi rejim unsurları ve bazı askerlerle, Cumhuriyeti kuran ordunun kimi üst rütbeli isimlerini 'Ergenekoncu, darbeci, hatta terörist' gözüyle gören bir anlayışın mücadelesi var. Çetin Doğan'ın 28 Şubat sürecinde Batı Çalışma Grubu'nun başkanı olduğunu da not düşelim.
Önümüzde iki kritik seçim duruyor, birisi 12'nci Cumhurbaşkanını belirleyecek... İrtica gündemde yok, milli güvenlik siyaset belgesi değişirse irtica iç tehdit olmaktan da çıkacak. Evet, 28 Şubat bitti. Kıvrıkoğlu'nun tam cümlesini hatırlamanın zamanı: 'İrtica tehdidi bin yıl sürse
28 Şubat süreci de bin yıl devam edecektir. Bitmiş değildir.'
Siz ne dersiniz, on üçüncü yıldönümünde bu öngörü tuttu mu, o sözlerin bugün geçerliliği var mı?
Akşam

28 Şubat işte böyle uygulanmış
08 Şubat 2010
Anadolu Haber

"Psikolojik Harekat Faaliyetleri Görev Sonuç Raporu"nda, 1997-2001'de Sultanbeyli'de 'irtica' ile nasıl mücadele edildiği anlatılıyor.

Vakit'in ele geçirdiği Genelkurmay Başkanlığı Psikolojik Harekat Daire Başkanlığı bünyesinde hazırlanmış olan, 11 Temmuz 2001 tarihli "Gizli" ibareli "Sultanbeyli İlçesi Psikolojik Harekat Faaliyetleri Görev Sonuç Raporu"nda, 1997 yılından 2001'e kadar Sultanbeyli'de irtica ile nasıl mücadele edildiği; kaç Kur'an kursu ve öğrenci yurdunun kapatıldığı, başörtülüler ve sakallı insanlarla ile nasıl mücadele edildiği anlatılıyor.

Genelkurmay Başkanlığı Psikolojik Harekat Daire Başkanlığı bünyesinde hazırlanan, 11 Temmuz 2001 tarihli "Gizli" ibareli bir raporda, Sultanbeyli ilçesindeki sözde "irticai" durumun "psikolojik harekat faaliyetleri" bakımından incelendiği ortaya çıktı. "1'nci Psikolojik Harekat Tabur Komutanlığınca İstanbul Sultanbeyli ilçesinde siyasi ve irticai yapılanma, siyasi partilerin amaçları ve faaliyetleri, halk üzerindeki etkinliği, propaganda vasıtaları ve kullanılan temalar konusunda icra edilen Psikolojik Harekat faaliyetleri ile ilgili hazırlanan Görev Sonuç Raporu ilgi ile alınmış ve önemli görülen hususlar müteakip maddelerde arz edilmiştir" denilen raporda, ilçede yaşayan insanların tek tek Türkiye'nin hangi bölgesinden geldikleri, siyasi eğilimleri, kültürel ve etnik aidiyetleri, okuma yazma oranı, karşılaştırmalı cami ve okul sayılarına kadar bir çok veri yer alıyor. Raporda ayrıca, 1997 yılından 2001'e kadar Sultanbeyli'de irtica ile nasıl mücadele edildiği, kaç Kur'an kursu ve öğrenci yurdunun kapatıldığı, camilerin nasıl denetim altına alındığı etraflıca anlatılıyor.

JİTEM PERSONELİNİN KATKISI VE SİVİL AJANLARLA HAZIRLANMIŞ

Raporun nasıl hazırlandığıyla ilgili bilgi verilirken de JİTEM'in varlığı açıkça kabul edilirken, şu ifadeler dikkat çekiyor: "Sultanbeyli ile ilgili tespit edilen hususlar, Sultanbeyli ilçesinde kamu kurum ve kuruluşlarında görev yapan memurlar, ilçe kaymakamı, JİT personeli, esnaf ve yerel halk ile yüz yüze iletişim kurularak elde edilmiştir."

CAMİ –OKUL KARŞILAŞTIRMASI
"Sultanbeyli ilçesi mutaassıp ve dindar yapılı ailelerden oluşmaktadır. İlçe bu nedenle her türlü dini istismara açıktır. İlçede toplam cami sayısı 104 iken, okul sayısı 24'tür. Camilerden 84'ü faal halde olup, geriye kalanı inşaat halindedir. Görevli imamların 35'i kadrolu, 49 imam ise valiliğin onayı ile fahri imam olarak görev yapmaktadır."

SİYASİ PARTİLER YÖNÜNDEN...

"1997 yılında yapılan genel ve yerel seçimlerde kapatılan Refah Partisi ve devamı olan Fazilet Partisi toplam oyların yüzde 68'ini alırken, bu oran 1999 yılında yüzde 20 azalmış ve yüzde 48'e düşmüştür. Buna karşın HADEP'in oyları yüzde 20'ye çıkmıştır. Kapatılan FP ile HADEP'in etnik milliyetçilik bağlamı dışında dini yönden yapılanmasında benzerlik vardır. FP'nin oylarındaki düşmenin nedeni HADEP'in seçime girmesidir."

Kapatılan FP'nin seçmenlerinin çoğunlukta olduğu bu bölgede Hizbullah Terör Örgütü, İCCB-AFİD, İBDA-C, Müslüman Kardeşler Kısas Savaşçıları, Süleymancılar, Fethullah Gülen Grubu, Nur Cemaati, İsmailağa Cemaati, Milli Gençlik Vakfı sempatizanlarının faaliyetleri vardır."

C:Documents and SettingsTimeturkBelgelerimResimlerimsultanbeyli1.jpg

YEREL YÖNETİCİLER HAKKINDA İDDİALAR

Sultanbeyli İlçesi eski Belediye Başkanı Ali Nabi Koçak hakkında iddialara da yer verilen raporda, Koçak'ın ilçeye dindar ailelerin yerleşmesine gayret gösterdiği ve bu konuda belediye imkanlarını kullandığı öne sürülüyor. Bu konuda şu ifadeler dikkat çekiyor: "1989 yılında belediye ve 1992 yılında ilçe olan Sultanbeyli'nin bugünkü irticai duruma gelmesinde en büyük bay sahibi olan kişi olmuştur."

"TSK'NIN ETKİN MÜCADELESİYLE SARIKLI VE FESLİ GEZENLERE ARTIK RASTLANMIYOR"

"Geçmişten günümüze Mülki İdarenin ve TSK'nın etkili çalışmalarıyla ilçede sarıklı ve fesli dolaşan insanlara rastlanılmamaktadır. Ancak bu durum, bireylerin siyasi ve ideolojik düşüncelerinden vazgeçtiklerini göstermemektedir."

BUNLARIN ÇOĞUNLUĞU TAYYİP ERDOĞAN'DAN YANA TAVIR ALACAKLAR

"İlçeye bağlı bütün mahallelerde FP'nin seçmen kitlesi çoğunluktadır. FP'nin kapatılmasıyla, gelenekçi ve yenilikçi kanat şeklinde tabir edilen iki oluşum meydana gelmiştir. Bu oluşumların partiye dönüşmesi halinde, parti seçmeninin büyük bir kısmının Recep Tayyip Erdoğan'dan yana tavır alacağı öğrenilmiştir."

MAHALLE MAHALLE ANALİZ

"Gazi, Ahmet Yesevi, Battal Gazi, Fatih, Hamidiye, Hasan Paşa, Mecidiye, Mehmet Akif Ersoy, Turgut Reis, Yavuz Sultan Selim mahallelerinde irticai yapılanma diğer mahallelere göre daha fazladır. Bu mahallelerde radikal dini grupların kaçak olarak oluşturdukları, sık sık yerini değiştirdikleri ve Kur'an Kursu olarak kullandıkları evlerin olduğu öğrenilmiştir."

SAKALLAR KAYMAKAM MARİFETİYLE KESTİRİLMİŞ

"Ali Nabi Koçak'ın belediye başkanlığının dürülmesinden sonra belediyede çalışan memurların sakalları ilçe kaymakamı tarafından belediye binasına berber gönderilerek kestirilmiştir. İlçe genelinde kadınların mensubu olduğu tarikata göre giyindikleri gözlenmiştir."


EVLERDE DİNİ VAAZLAR VERİLİYOR

"İlçede İmam Hatip kökenli bayanlar ev ev dolaşarak dini vaazlar vermekte, genelde akşam saatlerinde faaliyet göstermekte, Kur'an-ı Kerim'in yaş gözetilmeksizin öğrenilmesi için gönüllü olarak çalışmaktadırlar. Bu bayanların radikal dini gruplar tarafından desteklendiği değerlendirilmektedir."

ÖĞRETMENLER DE FİŞLEMEDEN NASİBİNİ ALMIŞ

"İlçede görev yapan 879 öğretmenden 300'ü Refah Partisi iktidarı dönemini kapsayan süreçte göreve başlamış, büyük bir bölümünün FP'nin ve BBP'nin görüşünü taşıdıkları öğrenilmiştir."

DİNİ YAYINLAR DA RAHATSIZLIK KONUSU


"İlçede 91.80 frekansından yayın yapan Sultan FM radyosu dini ağırlıklı yayın yapmaktadır. İlçede yerel gazete olarak yayın hayatına devam eden Merhaba Gazetesi'nin basım yeri Bağcılar ilçesi olup, yönetim yeri ise Sultanbeyli'dir. Gazete, FP eğilimlidir."

CAMİ DERNEĞİ ÇOK OKUL DERNEĞİ AZ

"İrticai grupların özellikle kullandıkları camiler; Merkez, Ulu ve Gazi camileridir. İlçede toplam dernek sayısı 168'dir. Bu derneklerden cami derneği 68 iken, okul derneği ise 6'dır... Bu vakıf ve derneklerin yönlendirmesiyle ilçede toplumsal olay olabileceği değerlendirilmektedir."

İLÇEDE HİÇ SOLCU YOK

"İlçede genel yapısı itibariyle sağ eğilimli olup, sol gruplar yok denecek kadar azdır. İlçede iş merkezi, apartman, dükkan, butik vb. yerlerin isimlerinin çoğunlukla dini ağırlıkta olduğu görülmüştür."

BUNLAR DA İCRAATLARI:

KUR'AN KURSLARINI KAPATTIK, CAMİ İNŞAATLARINI DURDURDUK

Raporda, dönemin İlçe kaymakamı Hüseyin Eren ile birlikte TSK unsurlarının yardımıyla irticaya büyük darbe vurulduğu belirtilerek, bu konuda yapılan çalışmalar ise şöyle sıralanıyor:

"Zorunlu sekiz yıllık kesintisiz İlköğretim Yasasına karşı oluşturulan irticai protesto gösterileri etkin ve kararlı tavır konularak sona erdirilmiştir. 1500 kişilik erkek yatılı Osmanlı Kur'an Kursu, 500 kişilik kız yatılı Emir Sultan Kur'an Kursu, 100 kişilik erkek yatılı Cüppeli Selahattin Kur'an Kursu kapatılmıştır. 1000 kişilik Yusuf Hacegan Yakup Sani Vakfı Cami ve Kültür külliyesi inşaatı durdurulmuş ve mühürlenmiştir. 50 kişilik hukuka aykırı ve Kur'an eğitimi verilen 2 işyeri kapatılmıştır."

YURTLARI KAPATTIK VAKIFLARI MÜHÜRLEDİK

"200 kişilik Abdurrahman Gazi Öğrenci Yurdu, 200 kişilik Özel Erdoğan Öğrenci Yurdu, 100 kişilik Özel Sultanbeyli ve Bahçelievler Öğrenci Yurdu ve 200 kişilik Özbilen Öğrenci Yurdu hukuka aykırı ve irticai faaliyetlerinden dolayı kapatılmıştır. Milli Gençlik Vakfı temsilciliği il genelindeki uygulama doğrultusunda kapatılmış ve 5 kattan oluşan binası mühürlenmiştir."

İMAM HATİP ARAZİSİNE EL KOYDUK

"Türk Hava Kurumu tarafından, İlim Yayma Cemiyetine Anadolu İmam Hatip Lisesi yapılmak üzere hibe edilen 15 dönüm arsaya Kaymakam tarafından el konulmuştur. İlim Yayma Cemiyetince İmam Hatip Lisesi olarak yaptırılan 64 derslik 6 katlı binanın bu amaçla açılması uygun görülmemiş, il valisinin onayı ile Sultanbeyli Prof. Gediktaş Lisesine dönüştürülmüştür. Fatih Mahallesi Cami Yaptırma Derneğine ait cami yeri okul arsasına dönüştürülmüş, 8 ay içerisinde okul yapılarak Namık Kemal İlköğretim Okulu adı altında hizmete sunulmuştur."

CAMİLERDE YARDIM OLAYINA SON VERDİK

"Camilerde her Cuma yardım toplanmasına son verilmiş, izin alınmak kaydıyla ayda bir kez ve makamca uygun bulunması şartına bağlanmıştır."

BAŞÖRTÜLÜLERE GÖZ AÇTIRMIYORUZ

"Devlet memurları kılık kıyafet yönetmeliği ile devlet memurları kanunu disiplin hükümlerine aykırı tutum ve davranışlarda bulunan, Atatürk ilke ve devrimlerine, ulusal demokratik laik sosyal hukuk devletine, cumhuriyet rejimine karşıtlığın bir siyasi simgesi olarak türban takan 57 öğretmen hakkında soruşturma açılmış, 6 ders ücretli öğreticinin görevlerine son verilmiş, soruşturma sonunda 52 öğretmen türbanını çıkartmış, çıkartmayan 5 öğretmen görevden uzaklaştırılmıştır. Sağlık teşkilatına başka yerlerden türban nedeniyle yerleri değiştirilerek naklen atanan 2 doktor, 2 laboratuvar teknisyeni, 7 hemşire, toplam 12 sağlık personeli Kaymakamlık tarafından görevden uzaklaştırılmıştır."

SONUÇ VE TEKLİFLER

Raporun "Sonuç ve Teklifler" bölümünde, irtica ile etkin mücadele konusunda, ilçede görev yapan memurlar, JİT personeli ve "bilgi akışı sağlayan" yerel halktan kimseler ve bazı esnaflar" ile yüz yüze iletişimin sürmesi öneriliyor. Din görevlilerinin rotasyon kapsamına alınması ve kurulacak özel okul, yurt ve Kur'an kurslarının sıkı denetimi ve takibi isteniyor. Ayrıca sonuç kısmında, irticai işlere bulaştığı öne sürülen kimselerin mal varlığının iyi araştırılması ve bu konuda istihbari bilgi sağlanmasının önemine de işaret ediliyor. Raporun sonunda ise, Sultanbeyli'de yaşayan insanların nereden geldiklerine ilişkin "Sultanbeyli ilçesinde yaşayan vatandaşlarımızın illere göre dağılım" tablosu veriliyor.
(Kaynak: Vakit)

ESKİ MEDYA İMPARATORU DİNÇ BİLGİN 28 ŞUBAT DÖNEMİNDE YAŞANANLARI ANLATTI
04 Ocak 2010
Röportaj: Fadime Özkan/Star

Bilgin: 28 Şubat döneminde askeri bürokrasi, yargı ve basın rejimin üç ayağı olmuştu. Ben de dönemin egemenlerindendim. Çok büyük kabahatlerimiz oldu.

Bir dönemin muktedir medya imparatoru, şimdi sıkıntıda olan en büyük rakibinin işten el çekmesini nasıl değerlendiriyordu acaba? Aydın Doğan için ne düşünüyor, ne hissediyor, ne diyordu? Ya, Sabah-Hürriyet çekişmesinde en çok, karşı manevralarından tanıdığı amiral gemisinin kaptanı Özkök için?

Dinç Bilgin, Sarıyer’de kızının evinde misafir, çünkü evi yok. Üzerine kayıtlı hiçbir mal varlığı kalmamış. TMSF’ye borçlarını ödemiş. Kendisiyle hesaplaşmış. Rahatlamış. Günlerini kitap okuyarak geçiriyor. Ama yeni hayatına da alışamamış aslında. En çok çalışmayı, gazete çıkarırken yaşadığı heyecanı özlediğini söylüyor. 28 Şubat sürecinde diğer egemenlerle birlikte oynadığı rolle ilgili ise çok büyük pişmanlık duyuyorum, diyor.

• Sabah’ın çıktığı, en büyük olduğu yıllar Özallı değişim yıllarıydı...

Sabah değişimin gazetesiydi. Özal’a yapmadığını bırakmasa da Özal’ın gazetesiydi. Ona hayrandım, bizim gazeteci takımı hayran değildi. Sabah’ın onunla bu kadar uğraşmaması için mücadele de verdim ama engel olamadım. Manşeti ertesi gün herkesle bir okuyan demokrat bir gazete patronuydum. Ama Sabah zamanın değişim ruhunu iyi okuyan bir gazeteydi.

• Türkiye bugün de değişiyor.

Türkiye insanıyla barışma çabasında. Demokratik dönüşüm heyecan verici. Başarısız olması imkansız. Hükümet başaramasa da, muhalefet ne yapsa da. Zamanın ruhu bu. Yaşlı adamların kavgaya devam demesinin önemi, anlamı yok. 20 yaşında çocukları birbirleriyle çarpıştırmalarını akıl almıyor. Pandoranın kutusu açıldı bir kere.

TROYKA İKİ AYAKLI KALDI

• Asker sivil ilişkilerindeki köklü değişimi nasıl okuyorsunuz?

Eski Türkiye’de hepimizin payı var. Beyin yıkanmışlığımız, yalanlarımız vardı. Ben de binlerce yanlış yaptım. Bir muhasebe yaptım. Yaptım da o sorumluluktan kurtuldum mu? Hayır. Günah çıkartıyor değilim, böyle hissediyorum. Bilerek olmasa da kötülük yapmamış olmanız imkansız. Tank sürücüsü gibisiniz. En azından sincapları karıncaları ezerseniz. Eleştiriye alışmamış, eleştiriyi vatana ihanetle bir tutan kurumlar var ama zamanla alışacaklar, eleştirildikçe güçlendiklerini görecekler. Kendi insanını değil dışarıdaki düşmanını korkutacaklar. Bu da eleştiriyle özeleştiriyle, zamanın ruhunu iyi koklamakla oluyor.

• 28 Şubat BÇG’nin, derin yapıların aktif olduğu ve darbe yapmadan istediği sonucu aldığı bir dönemdi. Aynı amaç ve yöntem sonra da girdi devreye ama sonuç alamadı. Şimdi tasfiye ediliyor...

Ama denemeler sürecektir. Eski egemenler evlerinde oturup sinirleniyorlar, karıları konuşuyor onlar köpürüyorlar. Kolay bir şey değil. Bunu söylüyorum çünkü o eski egemenlerden birisi de bendim. (gülüyor) Kolay kabul etmeyecekler ama eski dünya geri gelmeyecek. Bunu zamanında 4, 5 gazetesi, 40 dergisi, bir televizyonu olan, bir zamanların Dinç Efendisi söylüyor. 28 Şubat dönemini yaşadım. Ne yaptığımı, ne olduğunu biliyorum.

• Ortak hissiyat neydi: Eyvah çevreden merkeze geliyor, pay istiyorlar, düzenimiz bozuldu, gibi bir şey mi?

Kişisel olarak şunu söyleyebilirim: Sabah’ın yenilmişliği başlıyordu, gazete dışı beceremeyeceğim işlere girmiştim. Bir de çok zenginleşmiş, iyi yaşamaya başlamıştım. İşlerden uzak kaldım. Türkiye değişmişti. Enerji şirketleri satılacak, biri İhlas’a biri Erol Aksoy’a biri Aydın Doğan’a. Böyle bir dönem. Demokrasilerde 4. kuvvet olması gerekirken 2., 3. güç olmaya başlayan bir basın kurulmuştu. Eski Sovyetlerde troyka diyorlar; KGB, Kızıl Ordu, Parti. Anayasal demokrasilerde yasama yürütme yargı olması gerekirken Türkiye’de rejimin üçayağı; askeri ağırlıklı bürokrasi, yargı ve basın olmuştu. Şimdi basın ayağı çekilince troyka iki ayaklı kaldı, zorlanmaya başladı. O dönemde herkes başkasının işini yapmaya başlamıştı, gazeteler hükümetleri kurup indiriyor, askerler nasıl gazete çıkarılacağını tarif ediyor -gerçi hala ediyorlar ama-, yargı kendisini yasamanın yerine koyuyor. O dönemde pek çok yanlış yaptık. Bugün de sürüyor hatalar ama yine de çok iyi biri yola girdi Türkiye, çok da keyifleniyorum.

• O dönemde medya darbe iklimi yaratmakta, siyaset alanını daraltmakta aktif bir rol üstlenmişti. Sizin gazeteleriniz, televizyonunuz da pek gayretliydi...

Öyleydi ama bunu bilemezdik.

• Bilemez miydiniz gerçekten!

Haklısınız. Hitler Almanya’sında Yahudileri kampa götüren Almanların sonradan ‘bilmiyorduk’ demesi gibi oldu. İşin doğrusu, kendi adıma bilmiyordum ama öğrenmek kurcalamak sorgulamak da istemiyorduk. Bu konuda çok büyük kabahatimiz var. Başımızı derde sokmadan sorabilir miydik? (düşünüyor) Sormadık çünkü konformist olmuştuk hepimiz. İşimiz tıkırında. Bozulmasını istemiyorduk. Demek istediğim evet, hepimizin dolabında iskeletler var. Yorum Farkı’nı izliyorum, çok zaman Mehmet’ten (Barlas) yana oluyorum, öbürüne göre daha demokrat. Ama 12 Eylül döneminde en yakın arkadaşı Evren’di. Askeri hücumbotla boğazda yalısına gelmişti Evren, biz de davetliydik. Türkiye o zaman öyleydi, hepimiz şartlanmıştık.

KABAHATİMİZ ÇOK BÜYÜK

• Gönüllü, hesaplı bir şartlanmışlık...

Medya hakikaten o kadar güçlü mü ki? Bugün güçlü bir hükümet var her şeyi sorabiliyor mu? Silahlı güçten herkes korkar. O tarihte de korkuluyordu. Mesut Yılmaz 28 Şubat sonrasında iktidara geldi ama daha ilk ayında zamanın genelkurmay başkanından yediği fırçayı hatırlayın. Hükümetin başının çekindiği şeyleri o dönemde basından bekliyorsunuz. Taraf gazetesi hesap soruyor ama o da gazete değil. Kağıt sıkıntısı çekiyor, borçları, davaları var. Demokrat olmak cesaret ve bedel isteyen bir şey, kolay değil. Ben gazete sahiplerinin başka iş yapmaması için uzun zaman mücadele ettim, herkes de aferin demedi. Sonra ben de yaptım o yanlışı. Ama başaramadım diğerleri gibi, onlar galip çıktı o işten.

Vatan Milliyet satışı sevmediğiniz karınızı boşamak gibi

• Ertuğrul Özkök’ün Hürriyet’in genel yayın yönetmenliğinden ayrılması, Aydın Doğan’ın görevini kızına bırakması çok önemli mi sizce? Başbakan’ın istifası kadar önemli diyenler de oldu!

Yok canım, o kadar da değil. Doğan grubunda bir şey değişmez. Odaları değişecektir sadece. Aydın bey işi kızına, o da profesyonellere bırakacakmış ama karar yetkisi onlarda kalacağına göre bir şey değişmez. Zaten profesyoneller yönetiyordu.

• Doğan grubuna ait Star tv, Vatan ve Milliyet için Akın İpek’in adı geçiyor. Girişim başarılı olur, kan uyuşur mu?

Hayatın bana öğrettiği şeylerden biri bu: Olmayacak diye bir şey yok, niye olmasın? Türkiye’de ciddi bir toplumsal yarılma, o yarılmanın önemli bir kısmında da Milliyet okurları var. Son derece muhafazakar, açılım deyince tüyleri ürperen insanlar. Hasan Cemal, Taha Akyol bile aykırı kalıyor Milliyet’te. Gerçi Zafer (Mutlu) yumuşatmaya çalışıyor ama... o yüzden yeni sahibe okur tepkisi olması mümkün. Ama Vatan daha kolay olur. Sabah geleneğinden geldiği, Beyaz Türklerle, eski Kürtlere hitap ettiği için. Tv öyle değil. Herkes izliyor, sorun olmaz. Ama anlamadığım bir şey var.

• Nedir anlamadığınız şey?

Şimdi adam (Akın İpek) masa sandalye almıyor, marka alacak. Markalar da para kaybediyor. Değerleri nasıl hesaplanacak? Kar eden bir şeyi alırken karı çarparsınız bir çarpanla, değeri ortaya çıkar. Zarar eden bir şeyi eksiyle çarpınca, ne çıkacak? Demek ki her halükarda Aydın bey kar edecek. Zarar eden malı satınca ne geçecek eline? İnsanın sevmediği karısını boşaması gibi, kaynanasını da veriyor yanında. (kahkahalar) Gazeteleri o bastığı ve dağıttığı için de gerçek patron olmaya devam edecek. Gerçi şimdi adam okuyacak şimdi bunları, gazeteleri almayacak... (gülüyor)

• Yabancı sermaye girer mi?

Zor. Sektör cazip değil şu an. Gazeteler klonlanmış gibi birbirinin aynı.

Ertuğrul pay almadı yahu!

• Gazetemi kontrol edemedim diyorsunuz. Aydın Doğan da Hürriyet için ‘devletin gazetesidir’ demişti. Ne oluyor, güç çok büyüyünce o gücü kullanmak isteyenler mi giriyor devreye?

Evet aynen öyle oluyor.

• Gazetenin bir silaha dönüşmesine engel olunamıyor mu peki?

İşiniz sadece gazeteyse satışlarla, reklamla ilgilenirsiniz. Rahatsızınız ama medya dışında işiniz varsa o işiniz için medyadaki avantajlarınızı kullanıyorsanız iş başka bir kulvara giriyor. Ertuğrul’a kızanlar diyorlar ki şöyle yaptı böyle yazdı. Adamcağız patronun işlerinden pay may almadı yahu?

• Öyle davranmasaydı ne olurdu?

Kapının önüne konurdu muhtemelen. O konuda gazetecilerin seçme şansının olmadığı dönemler oldu. Uzan denemesi mesela. Hürriyet gibi daha büyük ve daha açık bir gazeteyi patronun kontrol etmesi zordur.

• 411 el kaosa kalktı manşeti sadece bir manşet değil bir zihniyetin ürünü.

O çok ayıp bir manşet. Ama bir kaza. O yüzden masada farklı görüşler de olmalı.

Rekabetten Doğan galip çıktı

• Aydın Doğan ile çok sert rekabet etmiştiniz. Mehmet Barlas mesela “Dinç Bilgin’i Aydın Doğan bitirdi” demişti. Doğan’ın da sizin için “Onu geldiği yere İzmir’e göndereceğim” sözü var dolaşan...

İzmir’e dönmediysem de başardı adam. Ama ben de hatalar yaptım. Bu sadece onun başarısı değil ama Sabah ve Hürriyet grubu arasındaki mücadeleden onlar galip çıktı, evet.

• Siz kaybettiniz medya grubunuzu. Doğan da büyük borç altında büzülüyor..

Ama o grubun para kazandıran organları Hürriyet ve Kanal D. Diğerleri zaten zarar ediyor. Aydın Doğan bunları satarsa hafifler. Hem diğerlerinin karar yetkisi yine onda olacağı için bu bir yenilgi olmaz.

• Yine de şu kesin: Eski rakibiniz artık eski gücünde değil. Bu durum yüreğinizi soğutuyor mu biraz?

Hayır, hayır. Enteresandır kendimle hesaplaştıktan sonra çok rahatladım ben. Öyle hislerim yok.

Dönüşümü iyi okuyan kazanır

• Türkiye’nin geçirdiği dönüşüm medya açısından ne gibi imkanlar barındırıyor?

Tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar önemli bir dönüşümden geçiyoruz. Hayal edilemeyecek muhteşem şeyler oluyor. Doğru okuyan gazete patronu kazanır da.

• Son dönemde medyaya giren sermayeler farklı sektörlerden...

Hepsinin gazete dışında işleri var, gazetelere büyük bir fedakarlıkla para yatırıyor ve para kaybediyorlar. Mutlaka içlerinde büyük kabiliyetleri olanlar vardır ama diğer işlerini tasfiye edip gazetecilik yapmaları lazım değişimin öncüsü olabilmeleri için. Gazetecilik yapacaklarsa, başarılı olmak istiyorlarsa diğer işlerini tasfiye edecekler. Gazeteyle yatacak gazeteyle uyanacaklar. Tiraj düşünce çare arayacak, bunu yan iş olarak görmeyecekler. Ben de sadece gazetecilik yapıyorken başarılıydım.

Doğan nasıl bir medya patronu?

• Siz dededen gazete sahibiydiniz ama mesela en büyük rakibiniz Aydın Doğan dışarıdan gelmişti sektöre. Medya patronu olmak diğer sektörlerden farklı bir pozisyon. Zamanla nasıl bir medya patronu oldu Aydın Doğan?

Mutlaka öğrendi. Bir gazeteyi baştan başlatmadı ama satın aldığı gazeteleri yaşattı. Sabah rekabetinde bir sinerji yarattı ve en büyük rakibi Sabah’ı alt etmeyi başardı. Gazete patronluğunu bilmiyor demek imkansız, iyi bir iş adamı olduğu ise muhakkak. En azından benden kat kat becerikli olduğu meydanda. (gülüyor)

• İzmir merkezli Yeni Asır’la 1985’te İstanbul’a geldiniz, Sabah’ı çıkardınız sonra diğerlerini ve bir medya imparatoru haline geldiniz. Siz nasıl bir medya patronuydunuz?

Benim bir şansım vardı. Gazete patronu bir babanın oğluyum. Ailem gazetecilik dışında hiçbir işle meşgul değildi. Ya gazetecilikte başaralı olacaksın ya yok olacaksın, öyle bir nokta. Yeni Asır devletçi, otorite yanlısı değil demokrat, liberal, batıya dönük, yenilikçi okurunun yanında bir gazeteydi. Ben İstanbul’a Sabah’ı çıkarmak için tek başıma geldim ama Yeni Asır’ın o genleriyle geldim. Sabah muhteşem bir formüldü, tuttu.

YARIN

(Medyaya geri dönecek mi? Tüm borçlarını ödedi mi? Basının bugünkü durumunu nasıl görüyor? Yaşadıklarıyla nasıl başetti? hayattan ne öğrendi?

28 Şubat sürecinde bir komutan, Cumhuriyet gazetesine telefon açıp 3 ismin işten çıkartılmasını istemiş

22 Ocak 2010 28 Şubat sürecinde Cumhuriyet gazetesine telefon açan bir komutanın, ikisi yazar biri muhabir 3 ismi gazetede görmek istemediklerini dönemin yöneticisi Cumhuriyet yazarı Hikmet Çetinkaya açıkladı. Çetinkaya, bugünkü yazısında, "28 Şubat sürecinde, Genelkurmay'ın kimi gazetecilerin işlerine son verilmesini istediğini, bazı meslektaşlarımızın işlerinden ayrılmak zorunda kaldıklarını biliyoruz. O dönemde yöneticiydim... Bir komutan beni telefonla arayıp şöyle demişti: 'Aydın Engin, Oral Çalışlar ve Erzurum muhabiriniz Recep Kapucu'yu gazetenizde görmek istemiyoruz'" diye yazdı
netgazete

MGK Koridorlarında Bir Hizbul Tahrirci
Gazeteci Ömer Şahin'in KanalA'daki Görüş Farkı programına katılan 28 Şubat sürecinin kilit isimleri Prof.Dr.Mümtaz'er Türköne ve Hüseyin Kocabıyık,tarihi açıklamalar yaptı.
18 Şubat 2010
28 Şubat'ta yaşanan ve bugüne kadar bilinmeyen bir dizi olayı ilk kez anlatıldı. Son yargı krizini değerlendiren Türköne ve Kocabıyık,AK Parti'ye kapatma davası açılabileceğini söyledi

HizbuL Tahrirciyi MGK'nda gördüm

28 Şubat sürecinin akılda kalan "irtica" görüntüleri arasında Fadime Şahin, Ali Kalkancı, Aczmendiler biliniyor. Hizbul Tahrir isimli bir örgütte Kocatepe'de eylem yapmıştı. Eylemde en önde yer alan ve polisle mücadele eden sakallı birisi dikkat çekiyordu. "İrtica" eyleminin en ön safındaki o isim meğer devletin en kritik birimi olan MGK'da görevliymiş. Hüseyin Kocabıyık, 2002 yılında Azerbaycan'la ilgili bir çalışmasından dolayı Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç tarafından davet ediliyor.MGK'ya giderek Kılınç ve Başyardımcısı İlker Başbuğ ile görüşen Kocbayık,daha sonra öğle yemeğine kalıyor. Yemek sonrası ise çarpıcı bir sahne yaşanıyor.Kocabıyık, "Hizbul Tahrirci olarak bilinen o en öndeki göstericiyi MGK koridorlarında gördüm" diyerek o karşılaşmayı anlattı.

BİR GENERAL YÜZBAŞIYI BİZİ ÖLDÜRMEKLE GÖREVLENDİRDİ

28 Şubat'ta Tansu Çiller'in başdanışmanlığını yapan Mümtaz'er Türköne ve Hüseyin Kocabıyık hakkında dönemin kudretli bir generali ölüm emri vermiş.

"BÇG içinden bir general" diyerek o ismi açıklamayan Hüseyin Kocabıyık, MHP'li Meclis Başkanvekili Meral Akşener ve Emniyet İstihbarat eski Başkanı Bülent Orakoğlu'nun da bildiğini söylediği olayı şöyle anlattı: "BÇG içinde bir general, 'ismini vermeyeyim' diyor ki, Çiller ABD'ye kaçacak ama bu danışmanları moral veriyor, güç veriyor. Bizim imha edilmemiz talimatını veriyorlar. Ordu içinden bir subaya bu işi emir olarak veriyorlar. O arada içişleri bakanı Meral Akşener soluk soluğa büromuza geldi, anlattı. Bize koruma vereceğini söyledi. Önce şaşırdık, üzüldük. 'Özel tim koruma vereyim' diye ısrar etti. Yurt dışına çıkın telkini de oldu. Biz istemedik. Evden Ayetel Kürsü'yü okuyup çıkıyorduk. Yıllar sonra generalin ekibinden bir kurmay albaydan öğrendim. Emir, özel kuvvetlerden yüzbaşıya verilmiş. O yüzbaşı hedef araştırması yapınca, "ben bu emri kabul etmiyorum" demiş. Olayın üzerini kapattılar."

ÇİLLER'E ÇEKTİĞİMİZ FAKS GENELKURMAY'DA GÖRÜLÜYORDU

Türköne ve Kocabıyık, o dönemde Tansu Çiller ile olan görüşme ve yazışmaların Genelkurmay Başkanlığı'nca izlendiğini de açıkladı.

Bu konuda çarpıcı bir anekdot anlatan Kocabıyık, şunları söyledi: "Bir gün Tansu Hanım Genelkurmay Başkanı'na gitti. Orgeneral Karadayı, masasının üzerine faksları dizmiş. Bizim Tansu Hanım'a gönderdiğimiz fakslar aynı anda Genelkurmay'a da gidiyormuş. Paşa, "Bakın, her şeyden haberimiz var" demiş. Tansu Hanım, Genelkurmay merdivenlerinden inerken arayıp söyledi."
aktifhaber

28 ŞUBAT KARARLARI PENTAGON'DAN ÇIKMIŞ
28 Şubat 2010
Bin yıl sürecek denilerek 28 Şubat 1997'de Türkiye'de halk yeni bir darbe şekliyle tanıştı: 28 Şubat post-Modern darbesi. Peki bu darbenin ömrü neden kısa oldu

28 Şubat kararlarının alındığı MGK toplantısında yaşananları anlatan Şevket Kazan, "MGK toplantısında RP'den bir tek Erbakan vardı. Askerler Pentagon'da hazırlanmış 18 maddeyle toplantıya giriyor" dedi.

28 Şubat 1997... Bu tarih Türk siyasi tarihi için çok önemli bir tarih. Silahlı kuvvetlerin silahıyla değil, başka organları, sivilleri, siyasileri devreye sokarak yaptığı 'postmodern bir darbe' olarak anılıyor Türkiye'de. 1000 yıl süreceği söyleniyordu ama 2010 Türkiye'sinde sürmediği, süremeyeceği görülüyor. Çünkü, 28 Şubat aslında, milletin ruhuna, değerlerine uymayan, yapay, sanal ve zorlama bir süreç olarak ortaya çıkıyor. Çünkü, millet iradesi zorlama olarak alınan kararlara çok sıcak bakmadı. Siyaset mühendisliği yapan askeri mantığın çok fazla uzun sürmediği ve süremeyeceği görüldü aslında.

Ama 28 Şubat'ın hala yansımaları bugün de var sosyal hayatta. Başları örtülü diye üniversite kapılarında kalan gençliğini yaşadığı travma, katsayı adı verilen uygulama ile istedikleri okullara gidemeyenler, ordudan atılanlar, mürteci damgası yiyenler ve 28 Şubat'tan sonra bu kararlar nedeniyle tutuklanan yaklaşık 7 bin 400 kişi. Bu dizimizde 28 Şubat sürecini öncesi ve sonrasıyla ele almaya çalıştık. Bu süreçte yaşanan siyasi süreçleri hatırlatmaya gayret gösterdik. 28 Şubat'a nasıl gelindiğini, getirildiğini dile getirdik. Keşke 28 Şubat sadece bir tarih olarak takvim sayfasındaki yerini alsaydı ama Türk tarihine çok derin izler bırakarak geçti.


27 Mart 1994'de yapılan yerel seçimler Türkiye'de iktidara doğru yeni bir siyasi hareketin yaklaştığını göstermesi açısından önemliydi. İstanbul ve Ankara gibi iki büyük metropol kentinin büyükşehir belediye başkanlık seçimleri, bazı kesimlerin beklemediği, ancak siyasetle yakından ilgilenenlerin ve halkın nabzını tutanların şaşırmadığı bir sonuçla bitmişti. Ankara'yı ve İstanbul'u Refah Partisi'nin adayları Melih Gökçek ve Recep Tayyip Erdoğan kazanmıştı. Parti toplamda da yüzde 19.06'lık bir oy oranıyla Türkiye'nin ANAP'tan sonra ikinci büyük partisi olmuştu.

Üç büyük gazetenin Ankara'daki temsilci ve yazarlarının Mesut Yılmaz'ın evinde seçim gecesi yaptıkları toplantının ardından 'Vatandaş ANAYOL dedi' manşetleri atıldı. 28 Şubat post modern darbesinden önce, iktidar formüllerinin seçim sonuçlarına göre değil de, bir zihniyetin önünü kesmek için 'öncü 28 Şubatlar' yaşanmaya başlamıştı bile.

1996'nın ilk günlerinde kurulan ANAYOL hükümeti adeta kör topal gitmeye çalışıyor, hatta gidemiyordu. Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi Refahyol koalisyon hükümetini kurdular. Hükümet güvenoyu aldıktan sonra özellikle ekonomik alanda atılımlar yapmak için kolları sıvadı. Hatta güvenlik kuvvetlerinin maaşlarına yüzde 71'e varan zamlar yapılarak bir anlamda askere 'iyi geçinme' mesajı verilmişti.

ABD'DEN İLK MESAJ GELDİ

Ancak hükümetin kurulmasından hemen sonra ABD'de yapılan bir toplantı, Refahyol Hükümeti'nin geleceği ile ilgili olarak denizaşırı yerlerde de planlar yapıldığı izlenimlerini veriyordu. O günlerin şahidi dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan, hükümet güvenoyu aldıktan 20 gün sonra ABD'de bu toplantının yapıldığını dile getirerek şu değerlendirmeyi yaptı: "Güvenoyundan 20 gün sonra ABD'de Washington Enstitüsü'nde bir panel düzenleniyor. Konusu 'Erbakan'ın başbakanlığında Türkiye nereye gidiyor?' Panelist Alan Makovski. O tarihte TSK'nın adeta ABD'deki danışmanı. Bu toplantıda deniyor ki, Erbakan hiçbir zaman İsrail ve ABD'nin menfaatine hareket etmez, milli politikalar izler. Onun için Türkiye'nin başında Erbakan'ın bulunması ABD'nin aleyhinedir ve o zaman en kısa sürede başbakanlıktan uzaklaştırılmalıdır. Bunun için bir iki yol var. Bir tanesi Erbakan'ı hükümette başarısız kılmaktır. Mesela, Türkiye ekonomik sıkıntı içerisinde Dünya Bankası'na başvuracak ve kredi vermeyeceğiz. IMF'ye başvuracak kendisini refüze edeceğiz. AB ile birtakım ilişkiler kurmak isteyecek, karşı çıkılacak.Tansu Çiller de refüze edilmiş olan hükümetten çekilecek ve hem biz kurtulacağız, hem de Türkiye diye düşünüyor. Makovski, RP'ye karşı Türkiye içerisinde en büyük gücün askerler olduğunu bu panelde dile getirmişti. İkinci plan Erbakan başarılı olursa üzerine kurulu. O partinin içerisinde radikaller ve gençler var. Parti içinde radikallere karşı hareket geliştireceğiz. Medya gücünü de devreye sokarak partinin bu gençlerin eline geçmesini sağlarız. Bunu yaptığımız takdirde mesele yok. Bu şekilde hedefimize ulaşacağız diye plan yapılıyor. Biz hükümet olur olmaz aynı zamanda vakit kaybedilmeden ABD'de planlar uygulamaya konulmuş.

İSLAM DÜNYASINA GEZİ

Başbakan Erdoğan, hükümetinin ilk ayında daha önceki başbakanların izlemediği bir yol izlemişti. Daha önceki hükümetler iktidara geldikten kısa bir süre sonra ABD ile temasa geçerken Türk başbakanlar da Washington'a doğru yola çıkmak için randevu beklerdi. Ancak o bunu yapmadı, hatta ABD'nin bile tepkisini çekebilecek olan islam ülkelerini kapsayan 10 günlük bir geziye çıktı. Müslüman ülkelerin oluşturacağı D-8 oluşumu için ilk adımları atan Erbakan'ın bu gezisi için Şevket Kazan şu değerlendirmeleri yaptı:

"Hoca geziye çıkınca, ABD Dışişleri Bakan yardımcısı Nicolas Burns ABD adına yaptığı konuşmada Erbakan'ın bu seyahate çıkmaması gerektiğini, ABD ile Türkiye arasındaki dostluğun yara alacağını söyleyen konuşmalar yaptı. ABD, o sırada silah yardımını kesecek kadar tehdit etmişti bizi ama biz aldırmadık. Erbakan Hoca BM'de bulunan 60 islam ülkesiyle birlik oluşturmak istiyordu. Hoca'nın gezisinde görüşmeler başlamıştı. Silahlı Kuvvetler'den bazı rahatsızlık sesleri ortaya çıktı o zaman."

LİBYA GEZİSİ

Erbakan'ın özellikle müslüman ülkelere yönelik açılımı 1996'nın Ekim ayında da sürüyordu. 2 Ekim'de bir haftalık Mısır, Libya ve Nijerya gezilere çıkıldı. Ancak bu gezilerde yaşanan bazı sıkıntılar Erbakan Hoca'yı iç kamuoyunda zora soktu. Kaddafi'nin Türkiye'deki terör ve Kürt devleti kurulmasıyla ilgili sözleri ve bu sözlere cevap verilemediği iddiaları Türk kamuoyunda da tepkiyle karşılandı. Ardından 24 Ekim'de D-8'in ilk imzaları Türkiye'de atıldı ve start verildi.

SUSURLUK KAZASI

Refahyol hükümeti döneminde birçok olayın yanısıra büyük bir kamyon kazası yaşandı. Ancak bu kamyon-mercedes otomobil çarpışması Türkiye'de bazı gerçeklerin ortaya çıkmasına neden olurken, bu olayla ilgili gelişmelerin bile hükümeti zora sokması için çaba harcandı. O dönemi Adalet Bakanı Şevket Kazan şu şekilde aktarıyor:

"Hükümet, 'Susurluk olayının üzerine gitmedi' dendi. Biz 3 Ocak 1997'de Susurluk olayını her yönüyle bitirdik. Bu olayın üç yönü var. Birincisi trafik kazasıdır, bu boyutu cezasıyla birlikte Susurluk'ta halledildi. İkinci boyutu, o olayda hayatını kaybeden Abdullah Çatlı'ya verilmiş sahte pasaport olayı. O zaman kabinede bulunan Mehmet Ağar'ın Emniyet Genel Müdürü iken verdiği pasaport nedeniyle Danıştay'ın karar vermesi lazım. Danıştay'a intikal ettirilen bir safha var. Oradan karar gelecek ki, adliyede dava açılabilsin. Üçüncü olay ise, DGM'yi ilgilendiren olaydı. İstanbul DGM alanı içerisinde olduğu için olaya el koydu. Sedat Bucak ve iki emniyetçi hakkında DGM dava açtı. Böylece biz Susurluk'u A'dan Z'ye bitirdik."

ABD'den Erbakan'ı bitirin emri

Bu arada yurtdışında hükümete yönelik masabaşında teoriler üretilirken, hükümet karşıtları da sahaya inmeye başlamıştı. İlk olarak 23 Temmuz'da Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, Başbakan Erbakan ve yardımcısı Tansu Çiller'e karargahta bir irtica brifingi vererek sert uyarılarda bulundu. Dönemin Adalet bakanı Şevket Kazan, 28 Şubat'ın dış kaynaklı olduğu yönündeki iddiasını, başka bir iddiayla kuvvetlendiriyor. Kazan, Erbakan'ın başbakanlığındaki hükümetin bitirilmesi için resmi yazıyla talimat verildiği ve bunun ABD'nin Ankara büyükelçiliğine gönderildiğini belirtiyor. Kazan, "Şu anda Erbakan Hoca'nın evinde, kasasında 31 Ekim 1996'da ABD'nin Ankara büyükelçiliğine gelen bir kripto var. O kriptoda açıkça, ABD büyükelçiliğine diğer komşu ülkelerin Amerikan elçiliklerini de haberdar etmek suretiyle Türkiye'de Erbakan hükümetinin düşürülmek üzere elden ne gelirse yapılması gerektiğini belirten bir ihtar var. AB üyesi ülkelere de gitmiş bu kripto. Pentagon'dan gelen bir kripto" diyerek 28 Şubat'a ilginç bir boyut da katıyor.

Bu kez sivil kuvvetler halletsin

Şevket Kazan, 1997 Ocak ve Şubat aylarında Türkiye'deki irticai faaliyetler olarak iddia edilen faaliyetlerin işaret fişeğini dönemin Deniz Kuvvetleri komutanı Oramiral Güven Erkaya'nın Hürriyet'in Genel Yayın Yönetmeni'ne verdiği demeç olduğuni dile getiriyor. 22 Aralık'ta Erkaya "Bu kez sivil kuvvetler halletsin" dediği demecinin ardından Müslüm Gündüzler, Fadime Şahinler, Ali Kalkancılar, Aczmendiler yürüyüşleri, lamba yakıp söndürme eylemleri ortaya çıkıyor. Kazan, Fadime Şahin'in şeyhlerle birlikte yakalanmasının hepsinin sistemli olduğunu ve bir yönden yönlendirildiğini belirterek, "Bunun kimin tarafından organize edildiğini hükümetten ayrıldıktan sonra açıklanmaya başladı. O dönemle ilgili Sisi denilen kişinin organizasyonla ilgili açıklamaları oldu. O tarihte yapılan bu çalışmalar Genelkurmay Harekat Dairesi'nde organize ediliyor. O zaman Harekat Dairesi'nde kim var? Çetin Doğan. Balyoz Harekat Planı'nı yapan kişi. 1997 yılının Genelkurmay Harekat Dairesi Başkanı. Kendisi daha sonra söyledi, yargıdaki brifingleri ben düzenledim dedi. Ayrıca Erkaya, MGK'nın irtica konusuyla toplanması için Demirel'den talepte bulunuyor. Önce Aralık MGK'sına istiyor Demirel koymuyor, Ocak MGK'sına istiyor konulmuyor, en son Şubat MGK'sına irtica gündemi konuluyor." Bir askeri yetkili açıklamaları devam ediyor. Erkaya, MGK'nın irtica ile toplanması Aralık ayı toplantısı için istiyor. Demirel koymuyor. Ocak'ta konulmasını istiyor Ocak'ta konulmuyor. Israr edince konuluyor. Ve 28 Şubat'ta tarihi toplantı yapılıyor" ifadelerini kullanıyor.

9 saatlik MGK toplantısı

Refahyol'un iktidara gelmesine rağmen muktedir olmaması için yapılan yoğun çalışmalar 28 Şubat Milli Güvenlik Kurulu toplantısında zirveye çıktı. Oramiral Erkaya'nın MİT'e hazırlattığı 'Türkiye'deki radikal dinci akımların rejime tesirleri' konulu raporla beraber 28 Şubat toplantısı başladı. Tarihin en uzun toplantısı 9 saat sürdü. Toplantıda Türkiye'nin tarihine damga vuracak, kimileri tarafından 'postmodern darbe' olarak adlandırılacak bir akşam yaşandı. Cumhurbaşkanı Demirel'in başkanlığında, komutanların yanısıra, DYP'liler ve RP kanadını temsilen sadece Erbakan Hoca vardı. 9 saatlik toplantının büyük bir bölümü askerlerin irtica konusunda duydukları endişelerini dile getirmekle geçti. Askerlerin sözcüleri durumundaki Erkaya, toplantının büyük bir bölümünde konuştu, kimi zaman sert ifade ve üsluplar da kullandı.

İKTİDARI BİTİRME TOPLANTISI

Çiller'in çok konuşmadığı toplantının en son bölümünde Başbakan Erbakan konuştu. Daha sonra Erbakan bakanlarıyla bu toplantıyı ve konuşmaları detaylı bir şekilde bakanlarıyla paylaşıyor. O paylaştığı bakanlardan Şevket Kazan o akşamı Yeni Şafak'a şöyle aktardı:

"MGK geceyarısına kadar sürüyor. En son konuşuyor Erbakan Hoca. Güven Erkaya sözcü olarak saatlerce konuşuyor. Dosyalar yapmışlar, fotoğraflar getirmişler. RP'nin kapatılmasına delil gösterilen gazete küpürleri getirmişler. Bunlarla irtica hortladı, bunu önlemek için ne yapalım diyorlar. RP'yi yükselten ne? Kendilerince imam hatipler, Kuran kursları, önlerine getiriyorlar. MGK'da RP'den tek kişi var. Erbakan. O MGK'da enine boyuna konuşuluyor. Askerler 18 maddeyle geliyor, bu da Pentagon'da hazırlanmış. Erbakan Hoca gece 10.00'da söz almış. Tansu Çiller fazla konuşmuyor, konuştuğunda da askerlerin sözlerine karşı bir tepki yok. Askerlerin okuduğu 18-20 maddelik kararın kabulu isteniyor MGK kararı olarak ve laikliğe aykırılık olarak. O sırada Erbakan Hoca'nın elinde Anayasa kitabı yok. Cumhurbaşkanı Demirel'in önündeki Anayasa kitapçığını alıyor. Önce 'siz laikliğe aykırılık olarak şu tedbirler alınsın diyorsunuz. Madde madde söylüyorsunuz, bunun da anayasaya dayanarak alındığını söylüyorsunuz. Anayasa'da demokratik, laik, sosyal hukuk devleti diyoruz, bu çekirdek. Ama bunun çevresinde bazı şeyler var. Bunlar toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı olmak. Yani üç tane daha çember var. Siz bu tedbirleri alalım derken toplumun huzuru bozuluyor mu önce ona bakacaksınız. Laikliğe aykırılık var ama toplumun huzuru bozuluyor mu? Toplumun huzuru bozulmuş gibi gösteren bir taraf var. Sizin dosyalarınızla medya bozulmuş gibi gösteriyor' Erbakan bu sırada anketleri gösteriyor. TÜSİAD tarafından yapılan RP'nin iktidarda kaldığı takdirde 2000 yılında yüzde 35'e 2005 yılında yüzde 66'ya çıkacağını gösteren anketleri gösteriyor ve devam ediyor: 'Siz insan haklarını rencide ediyorsunuz. İmam hatiplerin orta kısımları kapatılsın, cami inşaatları durdurulsun diyorsunuz. Toplumun huzurunu neden bozuyorsun. Laikliğin varlığına aykırılığı bir itham haline getirmek için yapılıyor bunlar. Bunlar yapıldığı takdirde toplumun huzuru bozulacaktır. Hiçbir zaman MGK kararı içine böyle bir şey konulamaz. Ülkenin genel durumu gözden geçirilmiş diyerek klasik metin yazalım. Ayrıca madem laiklik açısından oluyor denirse sonuna kadar laikliği tartışalım."

KAPIDA GAZETECİLER BEKLİYOR

Erbakan'ın bu sözleri üzerine Demirel'in devreye girdiğini belirten Kazan, Demirel'in Erbakan'a, "Efendim geç oldu. Aşağıda bekliyor medya. Bu satten sonra devam edemeyiz" dediğini aktarıyor. Erbakan, "O zaman yarın devam edelim MGK'ya" diyor. Onu da kabul etmiyorlar. O zaman Demirel, 'MGK Genel sekreteri askerlerin istediği bu maddeleri incelemek üzere hükümete bildirsin, hükümet değerlendirsin. Tavsiye kararının ekinde olsun' diyor. Bunun üzerine de Hoca da 'tamam' diyor. İmzalanmış birşey yok o gece. MGK Genel Sekreteri İlhami Kılıç iki gün geldi gitti. Erbakan hoca 'asla MGK kararı olarak imzalamam' diyor. Hoca, 'MGK kararı 4 madde olacak. Kıbrıs ve diğer genel konular olacak. 18 maddelik yazı da hükümet tarafından incelenecek' diyor. Toplantı o şekilde bitiyor ve ilgili bakanlara gönderilen tavsiye kararları konusunda bakanlıklar görüşlerini daha sonra bildirip Erbakan'a iletiyor, o da MGK'ya gönderiyor."

Özkasnak tehdit edince telefonu duvara fırlattım

Medya ve yargı eliyle yürütülen darbe sürecinin on binlerce mağduru var. İnançları nedeniyle fişlenen, işinden atılan ve birçok hukuk dışı uygulamaya maruz kalan binlerce kişinin hayatı altüst oldu. Farklı görüşleri savunan gazeteciler de stotükonun hedefi oldu. O dönemde farklı görüşleriyle ön plana çıkan gazeteciler Mehmet Ali Birand, Mehmet Altan ve Nazlı Ilıcak, Zaman'a yaşadıkları mağduriyeti anlattı.

Askere yönelik eleştirilerini sakınmayan üç gazeteci aynı isim tarafından tehdit edilmiş. Bu isim dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak. Gazeteci Mehmet Altan, Çevik Bir'e en yakın isim olarak görülen Özkasnak'ın, Sabah Gazetesi yönetimini arayıp, "Onu süngü ucunda sınır sınır gezdiririm." dediğini anlatıyor. Mehmet Ali Birand, Özkasnak'ın kendini arayıp 'Siz kim oluyorsunuz da Genelkurmay Başkanı'na faks çekiyorsunuz?' diye payladığını, bunun üzerine telefonu duvara fırlatıp kırdığını söylüyor. Nazlı Ilıcak ise patronu Mehmet Emin Karamehmet'in Ankara'ya çağırılarak işten atılmasının istendiğini anlatıyor.

Yazımı karakolda gördüm

Mehmet Altan, askeri sinirlendiren olayın 28 Şubat sürecinde yüzde 72 oranında zamlanan asker maaşlarıyla ilgili yazısı olduğunu belirtiyor: "30 yıllık bir öğretmenin maaşının, askeri kariyere yeni başlayan birisinden daha az olduğunu yazmıştım. Bu yazı üzerine Erol Özkasnak, o dönem Sabah'ın Genel Yayın Yönetmeni Zafer Mutlu'yu arayıp 'Onun makatına süngü sokup sınır sınır gezdireceğim' demiş, benim hakkımda." Mehmet Altan, bu tehdidin işe yaradığı ve Dinç Bilgin ile Zafer Mutlu'nun haftada 4 gün olan yazılarını bir güne çektiğini söylüyor. Altan, kendisi hakkında Çevik Bir'in Dinç Bilgin'le görüştüğünü de Hasan Cemal'ın Kürtler adlı kitabından öğrenmiş! Bu olaydan bir yıl sonra Özkasnak'ın muhalif gazetecileri Güneydoğu gezisine götürdüğünü belirten Mehmet Altan, "O yazıyı, Şırnak'taki bir askerî karakolda görünce inanamadım." ifadesini kullanıyor.

28 Şubat'ın hışmına uğrayan gazetecilerden birisi de Mehmet Ali Birand. Andıçlara da adı giren gazeteci, 28 Şubat döneminde 'telefon ve mektup kampanyalarıyla' sürekli tehdit edildiğini söylüyor. En unutamadığı olayı şöyle anlatıyor: "Eskişehir'de bir şehit cenazesinde konuşan bir muvazzaf albayın Cengiz Çandar'ı ve beni ismen hedef gösterip 'içimizdeki hainler' dediğini hiç unutmam. Albayı şikayet etmek için Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'ya faks çekmiştim. Bizi hedef gösterdiğini söylemiş ve özür dilemesini istemiştim. Bir süre sonra Erol Özkasnak beni arayıp 'Siz kim oluyorsunuz da faks çekiyorsunuz?' diye paylamıştı. Telefonu duvara vurup kırdığımı hatırlarım." Birand, 32. Gün'ü yayından kaldırması için Çevik Bir'in, Show TV'nin o zamanki sahibi Erol Aksoy'a baskı yaptığını da hatırlatıyor.

Askerlerin gazetecilere baskısını en ağır yaşayan isim ise Nazlı Ilıcak. 28 Şubat uygulamalarını, Teoman Koman Paşa'nın Susurluk Komisyonu'na ifade vermekten kaçmasını ve Cavit Çağlar'ın yanında çalışmaya başlamasını eleştirdiğini söyleyen Ilıcak, "Erol Özkasnak, yazılarım nedeniyle Mehmet Emin Karamehmet'i Ankara'ya makamına çağırmış. Karamehmet'i azarlayacak derecede uyarıda bulunmuş. Bütün bunlar neticesinde, 1997 sonunda Karamehmet benim işime son verdi." şeklinde konuşuyor

Canımı acıtmak istediler

Nazlı Ilıcak, TRT'yle yaşadıkları bandrol davasını da bu süreçle ilişkilendiriyor. Ilıcak, bu nedenle oğlunun yurtdışına kaçtığını belirtiyor. Bu hukuksuzluğu kendisinin canını acıtmak istediklerine yoran Nazlı Ilıcak, yurtdışında çalışan oğlu Mehmet Ali Ilıcak'ın askerlik tecilinin yapılması gerektiği halde, dönemin Seferberlik Daire Başkanı'nın önce "Tabii ki askerliğini tecil edebilir." dediğini, kendi oğlu olduğunu öğrendikten sonra da "Nazlı Ilıcak'ın oğlu ise gelsin burada askerliğini yapsın." diyerek büyük bir hukuksuzluk sergilediğini sözlerine ekliyor.

Süreçte akılda kalan sözler

Gülay Göktürk (Yeni Yüzyıl): Gazeteler Genelkurmay'ın açıklamasını "Ordu rahatsız oldu, ordu sinirlendi, ordu fena halde kızdı" gibi başlıklarla ve büyük puntolarla sürmanşetten verdi diye; haberi kaleme alan editörler de açıklamayı "Bir nevi muhtıraya" benzetti diye biz de sinip oturacaksak...

Tansu Çiller: Muhalefet tekelci sermaye ve kartelci medya ile anlaşarak 'darbe kışkırtıcılığı' yapıyor. (Mayıs 97)

Erzurum Bölge Komutanı Tuğgeneral Osman Özbek: Adam olan adam gidip o krala misafir olmaz. Ben bunu kabul etmiyorum. Başbakan değil bilmem ne bakanı olursa olsun... Ulan pe... (17 Nisan 97)

Bir gazetenin muhabiri: Komutanım haberlerimizde bir eksik var mı? Komutanın cevabı: Yanlış veya eksik yok. Gayet güzel. (3 Haziran 97, Radikal)

SABAH: Türkiye sizinle gurur duyuyor /Hürriyet: Gerekirse silah bile kullanırız. (Savcılara ve basına verilen brifingle ilgili manşetin başlıkları)

SÜNGÜ TAKAR GEZDİRİRİM

Mehmet Altan: Benim başımı belaya sokan yazı, profesörlerin ve generallerin maaşlarını kıyaslayan yazıydı. Telefon edip gazete yönetimine, onun makadına süngü takar, cepheleri gezdiririm demişti.

Çevik Bir'den Milliyet Gazetesi yönetimine: Albright'ın açıklamasını neden bu kadar büyüttünüz? Şimdi oraya da mı iki general göndermem gerekiyor?.. (Milliyet, ertesi gün haberleriyle kendini affettirdi)

Mehmet Barlas: Bana Taha Akyol anlattı: "Çevik Bir Aydın Doğan'ı eleştiriyor. 'Gazetendeki bazı yazarlar türban konusunda, genç kızların başörtüsü konusunda yanlış yazıyor' diyor. Aydın Bey, Çevik Bir'e 'gel kendileri ile konuş' diyor. Bunun üzerine Çevik Bir gazeteye geliyor. Genelkurmay ikinci başkanı yazarlar ile toplantı yapıyor. Taha Akyol kendisine soruyor. 'Niye Türk toplumunun geleneklerine bu kadar karşı çıkıyorsunuz? Bunun için Türkiye'de çok değerli sosyologlar var. Niye onlara danışmıyorsunuz?' diyor. Çevik Bir de 'Eğer sosyologlara danışırsak bu konudaki kararlılığımız dağılır.' diyor.

Cumhurbaşkanı Demirel: Bazen siyasal çoğunluk sayısal çoğunluktan önemlidir. (Hükümeti kurma görevini sayısal çoğunluğu olan Çiller'e değil de Mesut Yılmaz'a vermesini böyle savundu.)

Mesut Yılmaz: Höt dendiğinde kaçanların ülkeye de, devlete de yararı yoktur. (Mart 98. Asker bildiri yayınlayınca geri adım attı.)

YAĞLI KAZIĞA OTURTURUZ

Bir general: "Git söyle o kadına, ileri geri konuşmasın. Gelirsek İçişleri Bakanlığı'nın önünde yağlı kazığa oturturuz..." (İçişleri Bakanı Meral Akşener'e yönelik söylenen söz.)

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel: Merve Kabakçı ajan provokatör. (Başörtüsüyle Meclis'te yemin etme girişimine gösterdiği tepki)

Sabah yazarı Can Ataklı: Türk basını çok kötü bir sınav verdi. 28 Şubat süreci içerisinde özellikle büyük gazete ve televizyonların yaptığı haberlerin yüzde 90'ı (doksan) yalandır. Biz yazdık, biz okuduk... Şemdin Sakık'ın ifadelerine o satırlar, (Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand'ı terör örgütüyle irtibatlı gösteren ifade) İstanbul sosyetesiyle sıkı fıkı olan bir komutan tarafından eklendi. Yayımlanmaması halinde gazeteyi batırmakla tehdit etti. (Öküz Dergisi'ne yaptığı açıklama, 22 Aralık 99)

Çevik Bir: Kin kusanları bir süre izleyeceğiz. Hemen açığa çıktılar. Diğerlerinin de tıynetleri görüldü. Bunların dinle, imanla, Allah'la ilgileri yok. Sırf menfaatleri para. (Cumhurbaşkanı adaylığına tepki gösterenlere verdiği cevap)

Cengiz Çandar (Sabah): Hizbullah'ı palazlandırıp, bir cinayet makinesi haline dönüşmesinde başrolü oynayanlar 28 Şubat'ta ne rol aldılar. Bir hafızanızı yoklayın bakalım. Susurluk üzerine 28 Şubat'ın gelmesiyle örtbas edilmedi mi?

Hürriyet Gazetesi başyazarı Oktay Ekşi: Bazı arkadaşlarımıza iftira edenlere yardımda bulunmuş gibi olduk. Böyle adi bir tertibin içinde devletin bulunabileceğini nereden bilebilirdik? (Sakık andıcının gazetesinde yayımlanmasıyla ilgili günah çıkardı.)

Eski Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Özkasnak: O dönemde Genelkurmay karargâhıyla çalışabilmek için askerî kaynaklı haber kırıntılarını bile manşet yaparak komutanlara yaranmaya çalışan, karargâh bir şey söylemeden haber kaynaklarını ihbar eden kalemler, bugün benim kaynak soruşturması yaptığımı iddia eden kalemlerdir. Espri yapmaya cüret bile edemezlerdi.

Bülen Ecevit: Medyaya büyük sermayeler giriyor ve bunlar politikada fazlasıyla etkili oluyor. Bu durum beni rahatsız ediyor. RTÜK Yasası benim hükümetim tarafından çıkarıldı ama her şeye gücümüz yetmiyordu. (5 Şubat 2003)

Eski TOBB Başkanı Fuat Miras: Askerlerin müdahalesine iki gün kalmıştı... Biz bütün Türkiye'de üretimi durduracaktık. Hayat felç olacak, elektrik, su kesilecekti... Hükümet mecburen çekilecekti. (4 Haziran 2001)

Mehmet Ali Birand: En demokratımız dahi, Refah'a karşı asker kartını kullanmakta bir sakınca görmedi. (2 Mart 2007)
aktifhaber

Pazarlamacı Kılığında Eş Fişlemesi
05 Aralık 2010
Bin 637 subayın ordudan atıldığı 28 Şubat darbesinde akıl almaz bir fişlemenin yapıldığı ortaya çıktı.
Subayların evine, adres sorma ve pazarlamacı kılığında giren istihbaratçıların kadın ve kızların kıyafetlerini en ince detayına kadar rapor ettiği belirlendi. Üstelik tüm bunlar Jandarma Genel Komutanı'nın emriyle yapılmış.

Türkiye, 28 Şubat darbesinde ağır bedeller ödedi. Brifinglerle hareket eden yargı ve 'üst düzey komutanlar'ın beyanatlarına endekslenen medya hala tartışmaların odağında. Akademisyenlerden siyasilere, iş adamlarından büfecilere kadar toplumun her kesimi fişlendi. Bu süreçte TSK bünyesinde de inanılmaz bir fişleme operasyonu yürütüldüğü ortaya çıktı. TSK'dan uzaklaştırılmak istenen subayların evlerine 'pazarlamacı' kılığında istihbaratçılar gönderilmiş. Adres sorma bahanesiyle bile subayların kapıları çalınmış. Kadınların, kızların üstlerindeki elbiseler en ince detayına kadar rapor edilmiş.

Bu süreçte bin 637 subay ve astsubay TSK'dan atıldı. YAŞ kararıyla mağdur edilen askerler 12 Eylül'de kabul edilen referanduma kadar yargıda haklarını arayamıyordu.

JANDARMA KOMUTANIN EMRİYLE

Fişleme emrinin 28 Şubat sürecinin Kurmay Başkanı Korgeneral Çetin Haspişiren imzasıyla 29 Ağustos 1998'de Jandarma İstihbarat Grup Komutanlığı'na gönderildiği belirlendi. 'Araştırma' konulu emirde; "J. Gn. K.lığının 28 Ocak 1998 gün ve İSTH: 3570-1-9B İKK Ş. (25391) sayılı emri, 16 Nisan 1998 gün ve İSTH: 3590-216-98 İKK Ş. (93906) sayılı emri ve 27 Nisan 1997 gün ve PER: 7200-216-97/ P1. Ynt. D. Disipmor Ş. (102546) sayılı emri" esas alınıyor. Haspişiren, bu emirler doğrultusunda, kimlik bilgileri ve iletişim adresleri yazılı 3 subay hakkında araştırma yapılmasını istiyor. Toplanan bilgilere mutlaka belge eklenmesini isteyen Haspişiren, "Ek-A Formatı" olarak nitelendirilen şablon sorular doğrultusunda toplanan bilgilerin en geç 9 Ekim 1998'e kadar İstihbarat Başkanlığı'na gönderilmesini rica ediyor. Belgede 'Jandarma Genel Komutanı emriyle' ifadesi yer alıyor.

TELEFONLAR KAYIT ALTINDA

İstihbarat elemanlarının yakın takibe aldığı 3 TSK personeli kritik görevler ve illerde görev yapıyor. Açık adresleri ve telefon numaralarına kadar bilgileri yazılan ve araştırılması istenen TSK personellerinin ilk sırasında MGK Genel Sekreterliği'nde görev yapan Jandarma Yüzbaşı H.V. yer alıyor. Bir diğer isim Diyarbakır Hava Grup Komutanlığı İstihbarat şubesinde görevli Jandarma Yüzbaşı İ.Ö. Bir diğer asker Hakkari İl Jandarma Komutanlığı'nda görev Komutan Yardımcısı olarak görev yapan Jandarma Üstçavuş H.C.

MİSAFİR GELDİĞİNDE NASIL OTURUYOR?

İstihbaratçılar araştırılması istenen askerlerle ilgili 'İrticai Bilgiler Formu' başlıklı bir belge dolduruyor. 'Özel' mührü bulunan fişleme belgesinde yapılan tahkikatla ilgili şablon halinde 12 soru yer alıyor. Son olarak komutan kanaati bölümünün yer aldığı belgede uyarı mahiyetindeki şu madde dikkat çekiyor:

"Personel hakkındaki komutanlık kanaati, yukarıda belirtilen bilgileri tamamlayıcı veya açıklayıcı mahiyette olmalı, çelişkili olmamalıdır."

İlk soruda, personelin Atatürk ilke ve inkılapları ile 'devrim kanunlarına' aykırı tutum ve tavır içinde olup olmadığı irdeleniyor. 'Erkek ve kadın olarak karşı cinsle tokalaşıp tokalaşmadıkları?' diye soruluyor. Personelin okuduğu gazete ve kitaplar ile gittikleri dernek veya lokaller de yakın takibe alınmış. İrticai faaliyet yürütüldüğü öne sürülen mekanlar arasında 'Kuran kursu, Mescit ve Cami' yer alıyor. Askerlerin evlerine misafir geldiğinde nasıl oturulduğu araştırılması istenen bir diğer husus.

TÜRBAN TABİR EDİLEN KIYAFET

Formda özellikle subay eşlerinin başörtüsü takıp takmadığı üzerinde duruluyor. Fişleme formunun 4. sorusunda 'Eşlerinin başına türban tabir edilen kıyafet giyip giymediği?' ibaresi yer alıyor. Aynı hususu araştırmak düzenlenen 5. soruda, "Eşinin tesettür tabir edilen yaz-kış tamamen kapalı bir kıyafet giyip giymediği" deniliyor.

Bu hususları araştıran istihbaratçılar birbirinden ilginç yöntemlere başvuruyor.

BLUZ UZUN KOLLU, ETEK UZUN

İstihbaratçılar, 3 Ekim 1998'de Jandarma Yüzbaşı H.V.'nin evinde yaptıkları fişleme faaliyetini şöyle anlatıyor:

"Adresine pazarlamacı kisvesiyle gidildiğinde kapıyı açan ve J. Yb. H.V.'nin eşi olduğu değerlendirilen 40 yaşlarındaki bayanın gözlüklü, başı açık, üzerinde uzun kollu bluz ve ayak topuklarına kadar uzun etekli olduğu, başına türban tabir edilen kıyafet giymediği. 17.10.1998'de aynı eve adres sorma bahanesiyle gidildiğinde kapıyı açan ve J. Yb. H.V.'nin kızı olduğu değerlendirilen 16 yaşındaki bayanın başı açık modern giyimli olduğu görüldü."

ÜZERİNDE PENYE PİJAMA VARDI

Jandarma Yüzbaşı İ.Ö.'nün evi istihbaratçıların ikinci adresi oluyor. 30 Eylül 1998'de Yüzbaşı Ö.'nün evindeki istihbari faaliyet fişleme notlarında şu şekilde yer alıyor:

"Adres sorma bahanesiyle ikametgah adresine gidildiğinde kapıyı açan eşinin başında tülbent tabir edilen ince başörtüsü, üzerinde uzun kollu bir gömlek ve penye pijamalı olduğu görüldü."

İstihbarat elemanları son olarak Hakkari'de görev yapan Üstçavuş H.C.'nin eşine ulaşamadıklarını rapor haline getirerek araştırmalarının devam ettiğini belirtiyor.

AYRILIRKEN ÖDÜL ALDI!

Korgeneral Çetin Haspişiren, 2000'de YAŞ kararıyla emekliye sevk edildi. Düzenlenen törende Ergenekon sanığı emekli Tuğgeneral Levent Ersöz ile birlikte dönemin Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman'ın elinden hizmet belgesi ve çeşitli hediyeler aldı. Haspişiren, yaptığı konuşmada görevinden 'vicdan huzuruyla ayrıldığını' ileri sürdü. Haspişiren, 'Jandarma kırsala çekilmeli' önerisini ise sert bir dille eleştirerek, "Bu sözlerin altında sinsi amaçlar yatıyor" ifadesini kullandı.
Kaynak: Bugün


En son Ekim tarafından Pts Mar 22, 2010 1:57 am tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Şub 28, 2010 11:43 pm    Mesaj konusu: 'Babam Yaşasa Silivri'de Olurdu' Alıntıyla Cevap Gönder

28 Şubat 2010
'Babam Yaşasa Silivri'de Olurdu'
28 Şubat'ın hayatta olmayan mimarı Güven Erkaya'nın oğlu Argun, o döneme ilişkin ilginç(!) tespitlerde bulundu.
Röportaj: Sanem Altan / Vatan

28 Şubat'ın hayatta olmayan mimarı Güven Erkaya'nın oğlu Argun, Erbakan'ın verdiği yemeğe dışardan rakı getirtilmesini ilginç bir şekilde yorumluyor. Argun Erkaya; "Babam yaşasa bugün Silivri!"de olurdu" diyor.

28 Şubat’la ilgili güzel, hatırlandığında insanı gülümsetecek bir anı ancak bu şekilde olabilirdi zaten. Argun Erkaya ile 28 Şubat röportajı yapmak. Argun, 28 Şubat’ın mimarlarından Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’nın oğlu. Ama buluştuğumuzda çok şaşırdım. Galatasaray Lisesi’nden, turizmci, 45 yaşında, kibar, yumuşak neredeyse konuşmak istediğim konuyla hiç ilgili gözükmeyen, gülümseyen biriydi karşımdaki. Fikirlermiz taban tabana zıt ama tüm röportaj boyunca gülerek, bazen gözlerimiz dolarak konuştuk. Gerçekten artık benim güzel bir 28 Şubat anım var.

* 28 Şubat post modern darbesinin üzerinden 13 yıl geçti. Babanız bu hareketin mimarlarından Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya. Siz o dönemde kaç yaşındaydınız?
32 yaşındaydım. Babam hep 28 Şubat’ın mimarlarından gibi gösteriliyor ama bunu hiçbir zaman tek başına yapmadı. Orada bir komuta kademesi vardı. Ne yaptılarsa hep beraber yaptılar. Sözcülüğü babama düştü sanırım, o yüzden çok fazla öne çıktı. Ama laiklik çok önemliydi onun için, ondan hiçbir zaman ödün vermedi. Bu konuda hiç yumuşamadı.

* 28 Şubat zamanında babanız dolayısıyla Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, bir başka Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’in günlükleri, Balyozda adının geçmesi, Eski Kuzey Saha Komutanı Feyyaz Öğütçü’nün tutuklanması, deniz kuvvetlerinin bir birliğinde Adi Başbakan parolası seçilmesi, kod adı Kafes Planı. Denizciler askerler arasında diğerlerinden biraz daha fazla “hassas” galiba laiklik konusunda...
Aynı şeyi ben de düşündüm, hatta geçen yaz Hurşit Tolon’la karşılaştım, ona da sizin bana sorduğunuz gibi sordum, “Niye bunlar ağırlıklı denizci” dedim. O da cevap veremedi, bilmiyor. Ben de bilmiyorum. Ama denizciler inanılmaz baskın gerçekten.

Babam orucunu da tutardı içkisini de içerdi, dinsiz değildi

* Güven Erkaya 2000 yılında vefat etti. Yaşıyor olsaydı, son üç senede olanları nasıl değerlendirirdi sizce?
Babam çok çalışan biriydi. Emekli olduktan sonra da durmadı, başbakan Mesut Yılmaz’ın Boğazlar konusundaki baş danışmanı oldu. Ben de onu düşünüyorum, şu anda yaşıyor olsaydı, kimbilir nerede olurdu? Herhalde Silivri’de. Biz oraya gidiyor, geliyor olurduk. Aklım almıyor bu olanları. Atatürkçü olanları böyle durumlara düşürmek ayıp gerçekten. Laik oldun mu dinsiz gibi gösterirlerdi, o 28 Şubat döneminde de. Oysa ki bilirim her gemide bir Kuran vardır. Babam orucunu da tutardı, içkisini de içerdi. Ramazan ayında ibadetini de yapardı.

* Babanızın o dönem Erbakan’ın, Askeri Şura toplantısında verdiği akşam yemeğinde rakı istemesi, çok konuşulmuştu. “Güven Erkaya ve içki” denilence aklıma bu geliyor.
O bir protestoydu. 39 derece ateşi vardı o yemekte. Ayakta zor duruyordu. Hastaydı. O işler çok abartıldı. Benim babam dinsiz bir adam değildi tabii ki. Çok da okuyan bir adamdı. O yüzden bu işler böyle yansıtılınca, üç dört defa Kuran’ı okudu. Her sabah 06.30’da kalkıp okurdu. Kuran’ı iyi bilirdi. Din karşıtı değildi. Erbakan ve Refahçıların devleti uzun vadede ele geçirmeye çalıştıklarını düşünüyordu. “2005-2010 yılında bunu başaracaklarını ümit ediyorlar” derdi babam. Erbakan’ın yemeğine giderken anneme demiş ki “Büyük bir ihtimalle bize içki vermeyecekler, basını da bunu ispatlamak için çağıracaklar.” Annem de “Ne evhamlısın olmaz, öyle şey” demiş. Şura yemeklerinde basının davet edilmesi alışık olunan bir şey değilmiş çünkü. Gittiğinde kapıda basını görünce iyice anlamış. Yemek başlamış, babam garsondan rakı istemiş. Garson “Yok efendim” demiş. Babam ısrarla istemiş. Sonra, emir subayından dışarıdan rakı almasını rica etmiş. Rakı gelmiş bardağına koymuş. Amacı Erbakan’ın oyunun bozmakmış yani.

İrtica Türkiye için PKK’dan daha büyük tehlike derdi

* Neden bu kadar kuvvetli bir şekilde irticanın geleceğine inanıyordu. Babanızı bu kadar korkutan şey neydi aslında?
96 Ocak’ta, Herkes PKK’dan yakınıyordu, babam “İrtica Türkiye için PKK’dan daha büyük tehlike” demişti. Buna çok inanıyordu. “Bir parti yüzde 50’nin üstünde oy bile alsa, demokrasinin kuralları uygulanacak diye şeriata dayalı bir din devleti kurulmasına hiç kimse göz yummaz. Halk bunu askerden ister. Umarım işler bu raddeye gelmez” derdi. Hatta hatırlıyorum, darbe olacak korkusu yayılmıştı o sırada, babam darbe yanlısı biri değildi ama bu korkunun işe yaradığını düşünmüştü. Ve Genelkurmay Başkanı’na “Bu korkuyla Erbakan seçime gider koltuğu Çiller’e bırakır, Demirel de görevi Çiller’e değil Mesut Yılmaz’a verir. Bu taktiğin olması için karargahların ışıklarını daha çok açalım ve konuşma dozunu artıralım” demişti. 163’üncü madde kalktığı için irticayla nasıl mücadele edilecek yeni bir yasa lazım derdi. Hükümet ve Meclis bunu yapmazsa meşruiyeti tartışılır derdi. Aslında arkasından bir cümlesi daha varmış ama İsmail Hakkı Karadayı’nın ricası üzerine onu söylememiş, “O zaman bir boşluk doğar o boşluğu da dolduracak anayasal kuruluşlar vardır.”

Tansu Çiller darbe olacakmış havasını başbakan olmanın yolu gibi gördü

* Özer Çiller bana yaptığımız röportajda “28 Şubat Erbakan’a değil Tansu’ya yapıldı” demişti. Babanızla yaptığınız sohbetlerde askerin Çiller’e karşı olduğunu hissetmiş miydiniz?
Babam şahıslara karşı değildi. Ama şöyle bir şey hatırlıyorum, başbakanlık sanırım dönüşümlü olacaktı, Erbakan ve Tansu Çiller arasında. Tansu Hanım sanki darbe olacakmış gibi olan havayı, başbakan olmak için yararlanabileceği bir şey gibi düşündü ve bu ortamı destekledi. Ama sonra darbe olacak bilgisini askerlerin aleyhine kullanmak istedi. Bülent Orakoğlu vardı başında, bir istihbarat birimi kurmuşlardı, İçişleri Bakanı Meral Akşener’e bağlı. Deniz Kuvvetleri İstihbarat Bölümü’ne de babam anlatmıştı, bir casus sokuyorlar. Darbe olacak bilgisini topluyorlar. Çiller’in bu darbe girişimini engellemek için komutanların hepsini emekli etmek istiyor. Bilmiyorum herhalde Demirel’in kendisini seçmeyeceğini öğreniyor. Babam, Cumhurbaşkanı Demirel’e giden kararnameyi görmüş. Ama sanırım Demirel görmeden Münif islamoğlu, Demirel’in danışmanı, onu babama getirmiş. BÇG kurulduğunda da yine Deniz Kuvvetleri’nden bir er bunu Çiller’e ulaştırmıştı.

* Sanki babanızla röportaj yapıyormuşum gibi sorular sormaya başladım, beni bağışlayın lütfen ama bilebilirsiniz belki diye soruyorum. Hepimizin detayları merak ettiği konular bunlar çünkü...
Ben babamla çok vakit geçiremedim aslında. Biz de çoğu şeyi gazetelerden okurduk ama babam hangi cümleyi kurmuş bilirdim. “Bu sefer de işi Silahsız Kuvvetler çözsün” lafını duyduğumda kimin söylediğini bilmiyordum ama hemen babamın söylediğini anladım. Telefon açtım, sordum “Evet” dedi. Demokrat bir adamdı. Sohbetlerinde hep Türkiye’yi anlatırdı, soru bile sordurmazdı, açık konuşurdu. Taner Baytok ve babamın söyleşi kitabında çok anısı var anlattığı. Hepsine asla vakıf değilim ama tabii ki takip ediyorsun bir şekilde. Bildiğim bir şeylerse anlatarım size.

Demirel’in bir dönem daha Cumhurbaşkanı olmasını istedi

* Demirel 28 Şubat sürecinde askerin güvendiği biri miydi?
Babam 7 yıllık Cumhurbaşkanı olduğu sürede çok başarılı buluyordu Demirel’i. Hatta 5+5 formülü tartışılmıştı bir ara... Babam Demirel’in bir dönem daha Cumhurbaşkanı olmasını istemişti. “Demirel laiklikten taviz vermedi” derdi. Silahlı Kuvvetler’in yanında yer aldı.

* Aslında babanız irtica tehdidini MGK gündemine aldırmak için çok uğraşmış değil mi?
MGK toplantılarında irtica sorunun bir türlü gündeme aldıramamıştı. “Aldıramıyorum” derdi. Epey bir uğraştı, sonunda aldırabildi. Bir MGK’da konuşma yapmış sonra da...

* Batı Çalışma Grubu’nu kurdu...
“MİT Başbakan’a, içişleri Çiller’e bağlı, bilgi alamayız” endişesi duyuyordu babam. Sokaktan gelecek ayaklanmaları bilebilmek adına bilgi toplamayı istiyormuş. Böyle doğmuş o grup. Genelkurmay’a babam teklif etmiş bir grup kurmayı. Asker tehlike olarak kabul ettiği her şey hakkında plan da yapar grup da kurar, çünkü tehlike anında ne yapacağını önceden belirler. Kadir Sarumsak bilgi sızdırmıştı, bu gazetelere düşmüştü, iş öyle büyümüştü. Yapılan normal bir şeydi.

Çocukken ondan korkardım bakışları sert ve keskindi

* İyi bir lişkiniz vardı sanırım babanızla..
12 yaşında Galatasaray Lisesi’ne girdim, yatılıydım, babamlar zaten İstanbul’da bile değildi, sadece yaz tatillerinde beraber oluyorduk. Lisenin son senesinde de turizme bulaştım. 14 sene profesyonel turist rehberliği yaptım. Yani neredeyse hiç evde yoktum ben. Tam rahat vakit geçirecektik ki, hastalandı bu sefer. Ama en iyi, yakın arkadaşlarımdan biriydi babam. Her şeyi konuşabiliyordum onunla. Yeri doldurulamadı bizim için. Dertleşip akıl aldığım, önemli karar arifelerinde isteyerek danıştığım biriydi. Fikirlerine değer verirdim. “Şunu yap, bunu yap” demezdi, “Ben böyle düşünüyorum” derdi. Ben düşünürdüm, “Doğru söylüyor” derdim, kendim yapardım. Sıcak biriydi, sevecendi. Özel hayatında sert biri değildi. Çok çalışırdı. Eve gelen biri de değildi. Geldiğinde de çalışırdı ama desteğini hiç eksik etmedi bizden. Analiz ve tahlil yeteneği çok yüksekti. Çocukken muğriplere gitmeyi çok severdim. Devir teslim törenlerine ailecek katılalım isterdi babam, onlara beraber katılırdık. Çocukken korkardım aslında. Bakışları keskin, etkileyiciydi. Karşısında duramazdım. Sonra korkuyla dolu bir ilişkimiz olmadı. Hatta “16 bin kişiye söz geçiriyorum, bir oğluma söz geçiremiyorum” derdi. Saygı hep vardı. Hiç “Sen” demedim. “Baba naber?” derdim gerçi ama...

Emir komuta mantığı bana çok ters. Asla asker olmak da istemezdim. Disiplin de bana göre değil. Hiç dayanamazmışım. Ama düşünüyorum şimdi, 1974 Kıbrıs çıkartmasında babamın komutasındaki Kocatepe muhribi battı. 36 yaşındaydı babam o sırada, ben şimdi 45 yaşındayım, aklım almıyor yapabildiklerini. Gemi battığında çok üzülmüştük. Ben 9 yaşındaydım, babamın ne iş yaptığını ilk o zaman anlamıştım. Gölcük’teydik, gemi evin önünden geçmişti, o tuhaf bir histi.

Güven Erkaya kimdir?

1938 doğumlu Güven Erkaya, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin çeşitli kademelerinde görev yaptı ve 1992-97 yılları arasında Oramiral oldu. Kıbrıs Barış Harekatı sırasında Türk uçakları tarafından vurularak batan Kocatepe muhribinin komutanıydı. 28 Şubat sürecinde Deniz Kuvvetleri Komutanlığı yapıyordu. 24 Haziran 2000’da vefat etti.

Vakit’in “Hakkımızı helal etmiyoruz” manşeti bel altıydı

“Dinci basın çok acımasız ve bel altından vurdu çoğu zaman. O zaman çok öfkelenmiştik. Vakit’ten Abdurrahman Dilipak ve Hasan Karakaya’ya tazminat davası açmıştık. ”Hakkımızı helal etmiyoruz“ manşeti hem çok üzdü, hem de çok sinirlendirdi. Davayı kazandık. 15’şer milyarlık davalardı. Ödemediler, ”Belge elimize ulaşmadı“ dediler. Buna inanmıyorum. Çünkü bir vasıtayla benim iletişim bilgilerimi bulup faks gönderdiler. Hatta faksı size getirdim, bakmak isterseniz. Faizlenmiş sonra bu. Bu miktarlara gelmiş. Hatta hâlâ ödemediler. Uğraşıyorlar.”

“Masonum” denmez ama evet ben Masonum

“Masonum. Özgür Masonlar grubu vardır, oradayım. Başka bir grup daha var. Aynı mantık ama yöntemlerimiz farklı. Ben 2000 yılında girdim. Ölmeden önce babama da sordum, ”Tabii gir, güzel bir şey, kötülüğü yok“ dedi. Kendisi değildi ama muhtemelen arkadaşları vardı. Ben kendimi geliştirmek, entelektüel düzeyimi artırmak, daha iyi insan olmak için girdim. Amacımız, ham taşı küp haline getirmektir, pürüzsüz hale getirmektir. Bu, kendi kendinizle hesaplaşıp kötü yanlarınızı ortaya çıkarıp törpülemeniz içindir. Kendinizi eğitiyorsunuz. ”Masonum denmez aslında. Bu gelinebilecek en büyük mertebe, öyle hemen Mason olamazsınız. Olmaya çalışırsınız, işin felsefesi bu. Tassavvufa benzer yanları vardır. Toplantılar yaparız. Her seferinde bir konu seçilir. Biri o konuyu araştırıp anlatır. Ahilik, sabetaycılık gibi, ben genellikle Atatürk’ü çok merak ederim, bu konuda araştırıp konuşma yaparım. Bir ritüeli, bir şekli var. Bir açılış yapılır.”


28 Şubat'ın Başındaki İsim Kim?
01 Mart 2010
28 Şubat döneminde hapse atılan Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe, 13 yıllık suskunluğunu bozdu ve şok açıklamalarda bulundu.

28 Şubat süreci, bir anlamda onun 10 Kasım 1996’da yaptığı konuşma ile başladı. Bu konuşma ona pahalıya mâl oldu, Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Şükrü Karatepe belediye başkanlığı koltuğundan oldu, cezaevine girdi ve siyasi hayatı noktalandı. 28 Şubat’ın en önemli aktörlerindendi ama o gün bugündür sessiz. “Acaba ne yapıyor” diye merak edip, aradım ve konuştu. Anlattıkları 28 Şubat sürecinde siyasetçilerin yaşadığı “kâbus gibi günlerin” özeti adeta. Bir hükümetin alaşağı edilişinin öyküsü. Milletin oyu ile Meclis’e girip çoğunluğu elde eden Refah Partisi ile atanmışlara ve güç odaklarına baş kaldırıp koalisyon kuran DYP Genel Başkanı Tansu Çiller’in eski liderinin koordinatörlüğünde nasıl cezalandırıldığını da Karatepe’den dinledim.
RÖPORTAJ: Seda ŞİMŞEK / Bugün

** 28 Şubat sürecinin fitilinin sizin 10 Kasım 1996’da yaptığınız konuşmada söylediğiniz ‘’Törenlere içim kan ağlayarak katıldım. Beni sakın laik sanmayın’’ sözlerinizle ateşlendiği değerlendiriliyor.

Bu Türkiye’nin siyasi rejimi ile alâkalı bir sorun. Benim konuşmam o kadar da önemli değil. Ben o güne kadar hep konuşuyordum, ondan sonra da daha keskin konuşmalarım oldu. O konuşmayı yaptıktan sonra hep kendime hayret etmişimdir, “Ne kadar önemli bir insanmışım. Ne kadar tehlikeli sözler söylemişim” diye...

O SÖZLERİ SÖYLEMEDİM

** ”Törenlere içim kan ağlayarak katıldım. Beni sakın laik sanmayın” gibi sözleri, bunları bile bile niye söylediniz?

Ben o sözleri söylemedim. Laiklik meselesini başka bir bağlamda söyledim. Bir gün önce, 9 Kasım akşamı yapılan bir toplantıda, valinin, rektörün, ildeki A protokolü dediğimiz kişilerin bulunduğu bir toplantıda, generaller yakında darbe olacağını, Tayyip Erdoğan ile Melih Gökçek’in görevden alınacağını ifade ettiler. Ben de “Onları alacaksanız, beni de alırsınız, bana da ceza verirsiniz” dedim. Bu sözün sahibi bana “Yok, sizi almayız, çünkü siz laiksiniz” dedi. Ben o söze karşı tepki olarak o ifadeyi kullandım.

** Aslında laik misiniz?

Kişisel olarak insanların istedikleri gibi inanmaları ya da inanmamaları hakları olduğuna, herkesin inandığı gibi yaşama hakkı olduğuna, buna göre kişisel hayatını, sivil hayatını düzenleme hakkı olduğuna inanıyorum. Ben laikliği benimsemiş bir insanım.

KAYSERİ’YE ÖZEL PROGRAMLAR

** Generaller mi karar veriyor, Tayyip Bey ile Melih Bey’in görevden alınacağına?

Sadece bir kişi değildi, birkaç kişiydiler. Bu sözle neyin kastedildiği, çok açık. Darbe olduğunda insanlar nasıl cezalandırılırsa öyle cezalandırılacaklar. Ama, 28 Şubat sürecinin cezalandırma prensibi değişik oldu. O güne kadar olmayan şekilde yargı gündeme geldi. Hukukçular, özellikle yüksek yargıçlar topluca Ankara’da Genelkurmay’a davet edildiler ve brifing aldılar.

** Hakkınızda konuşmanızdan ötürü soruşturma açılınca, dans etmeniz, Atatürk rozeti takmanız bir pişmanlık ifadesi miydi?

Atatürk rozetini ben her zaman takarım, bugün de takarım Beni en çok rencide eden bu konudur. Ben keyfimden çıkıp dans filan etmedim. Kayseri’de bu olay cereyan edince, Kayseri’ye yönelik özel programlar yapmaya başladılar. Ankara’dan bir Atatürk treni kalkmıştı, gidip bu treni istasyonda karşıladık. Yine, garnizon komutanı, generaller, vali, belediye başkanı, rektör var. Akşam da kültür merkezinde bir opera vardı. Operanın adı “Öylesine bir opera.”

YAKINLARIM ÇOK ACIMASIZDI

Operanın bir sahnesinde “Hayat mı opera, opera mı hayat” diye bir bölüm var. Sahneden inen oyuncular ön sırada oturan valiyi ve eşini, rektörü, bütün protokolü kaldırıyor, bir kere dönüyorlar, oturuyorlar. Sıra bana geldi. Beni de bir hanım tuttu elimden kaldırdı ve bir defa döndük ve oturdum, hepsi bu kadar. Söylediklerine göre dans etmişim, ben nasıl dans ettim onu anlamadım. Sonra o hanıma da soruyorlar, “Kimi dansa kaldırdınız” diye, o da “Sırada kim varsa ben bilmiyorum ki, ben oyunumu oynuyordum” diyor. Bu oyunun bir sahnesiydi sadece...

** Ama, bu konuda da çok eleştirildiniz.

Sadece siyasi rakiplerimiz, karşımızdakiler değil de kendi çevremden insanlar da ne kadar acımasız olduklarını gösterdiler, çok acımasız davrandılar. Eşimle oturuyordum, bize yaklaşırlarken doğrusu kalkmayı da düşündüm, yani onun doğuracağı neticeyi düşündüm. Arkamızdan “Bak bak yeniden göze girmek için dans etti” diyeceklerini hissetmiştim, çünkü yargılamam devam ediyordu. O anda acaba terk etmek mi daha kötü, bu mizansene katılmak mı daha kötü olur diye düşündük. Orada kalmayı, programa devam etmeyi uygun gördük.

Mahkemeye bile kilit vurdular

** Sizinle ilgili süreç nasıl gelişti?

Konuşmamdan sonra benimle ilgili dava açıldı, Kayseri’deki mahkeme benim hakkımda takipsizlik kararı verdi. Benimle ilgili takipsizlik kararı veren mahkemeyi 1 hafta sonra kapattılar. Mahkeme tamamen kapandı. Mahkeme başkanı bana geldi “Hocam bizi kapattılar. Bizi Ankara’ya bağladılar. Bir araç verirseniz dosyalarımızı yükleyip Ankara’ya götüreceğiz” dediler, “kamyon mu istersiniz, otobüs mü istersiniz” diye sorduk, “Otobüs olursa dosyalarımızı koltuklara koyarız” dediler. 2 otobüs verdik, dosyalarını, bütün malzemelerini otobüse yüklediler ve Ankara DGM’ye getirdiler. Sonra, benim Kayseri’deki dosyam Ankara’ya intikal etti. 5 ay sonra Kuşadası’nda yaşayan bir avukat Ankara DGM’ye itiraz etti, “Şükrü Karatepe’nin konuşması bir Türk vatandaşı olarak beni rencide etti. Takipsizlik kararına itiraz ediyorum” dedi. Bunun üzerine Ankara DGM benim dosyamı görüşülmek üzere en yakın DGM olan İstanbul’a gönderiyor. İstanbul DGM’de bir hafta sonu nöbetçi yargıç da “suçsuzsa beraat eder” diyerek, benim yargılanmama karar veriyor.

Yargılanmadan mahkum edildim

** Darbe yemiş bir anayasa hukukçusu olmak nasıl bir duygu?

Ben yargılanmadan mahkûm edildim, hiç yargılanmadım. Savunmam yapılmadı. Gıyabi tutuklandım. Arkadaşlarım tutuklanmam için belediyeye polislerin geldiğini bana haber verdiler ve ben belediyeyi terk ettim, değişik bir yoldan, Yozgat üzerinden Ankara’ya kadar gelip, mahkemeye teslim oldum. Mahkeme gıyabi tutuklamayı, vicahiye çevirdi. Yani yüzüme karşı tutukladığımı söyledi, sonra erteledi. Bir süre sonra yargılamam yapılacaktı. Terslik ya da denklik olacak ya, Ankara’da mahkemem var, aynı gün Demirel belediyeyi ziyaret edecek. Üstelik belediyenin yaptırdığı kültür merkezinin temelini atacak. Bunun üzerine avukatlarım Cumhurbaşkanlığı’nın amblemi üzerinde bulunan devletin resmi davetiyesini ekleyip, yargılamamızın erken yapılması ya da bir başka güne ertelenmesi için dilekçe verdiler. Ama, ben orada Cumhurbaşkanı’nı ağırlıyordum, Anadolu Ajansı benim ceza aldığımı geçti. Ben yargılanmadan mahkûm oldum. Yargıç dosyayı açıyor, “Sanığın dosyada mazeret dilekçesinin olduğu görüldü” diyor geçiyor, dilekçemle ilgili bir karar vermiyor. Yasaya göre bu dilekçenin okunması, dilekçenin kabul edilmesi ya da reddedilmesi, neden reddediliyorsa gerekçesinin yazılması lazımdı.

28 Şubat Çiller’e karşı yapıldı

** Sizce 28 Şubat bu kesime karşı mı, Erbakan’a mı, Çiller’e mi karşı yapıldı?

28 Şubat sürecinin başında, işin koordinatörü olarak Demirel vardı. Bu anlamda birinci derecede darbe DYP’ye yapıldı. Çünkü, Demirel önce Çiller’i cezalandırmak istiyordu, bitirmek istiyordu. Netice olarak evet Erbakan’ın partisi kapatıldı, kapanan parti tekrar kuruldu, ama DYP o zaman bölündü ve bir daha ayağa kalkamadı. Neticeleri, hatta amaç bakımından ben darbenin öncelikle DYP’ye ve Çiller’e yapıldığını düşünüyorum. “Sen bize yardımcı olman gerekirken, böyle bir tutum içine girmemelisin, Refah’la nasıl iktidar kurarsın, bizim söylediğimiz gibi nasıl yapmazsın” diye en çok Çiller’e kızıyorlardı ve en çok onu cezalandırdılar.

Yargı kötü sınav verdi

** Türk yüksek yargısı maalesef 28 Şubat’ta çok kötü bir sınav vermiştir. Tamamen rejime müdahale eden, yasal olmayan, yetkili olmayan güçlerin amaçlarına hizmet etmiştir. Bugünlerde yargıçlarla ilgili yine aynı görüntüyü izliyoruz ve bunun daha ciddi bir mesele olarak ele alınması gerektiğini düşünüyorum.

YAHYALI’DA KADINLAR KOĞUŞUNDA KALDIM...

28 Şubat sürecinin zalimliklerini yaşadığını söyleyen Karatepe, “Cezaevi benim için çok mutlu geçmiştir. Kadın mahkûm olmadığı için kadınlar koğuşunu bana verdiler” dedi.

** Yahyalı Cezaevi’ne girdiniz, nasıl geçti günleriniz?

Zaman zaman orayı özlüyorum. Ceza alsam da ceza evine girsem şeklinde değil ama, öyle bir arınma dönemi bir daha mümkün olsa da yaşasam diye arzu ediyorum. Çünkü, dışarıda üstüme çok geldiler.

** Nasıl üstünüze geldiler?

Bu 28 Şubat sürecinin zalimliklerini çok yaşadım. Bir gün televizyonda vatandaş bilincinden söz ediyorum. “Sanıldığı gibi bu şehrin sorumluluğu sadece burada yaşayan 5 generale ait değildir, sadece valiye, belediye başkanına ya da devlet memurlarına ait değildir. Bütün vatandaşların bu şehre karşı sorumluluğu vardır” diyorum. “Sen akşam orada generallere hakaret ettin” diyorlar. Çünkü, kendilerini Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından bir kesim olarak görmüyorlar. Sonra bir savcı geldi, Kayseri’de benimle ilgili durmadan dava açıyor.

** Her seferinde ifade verdiniz

Keyifle gidiyorum, “Niye böyle konuştun” diyor. Hocayım, kanunların ruhundan başlıyorum, Solon’dan devam ediyorum, bir saat konuşuyorum, adam ikinci sorusunu soruyor öğle oluyor, üçüncü sorusunu soracak ofluyor, pufluyor... O istiyor ki üç cümle bir şey söyleyeyim, özür dileyeyim. Savcı sorgulamaktan yoruluyor. Bir gün bu adamcağız, “Sizden rica ediyorum, lütfen hiç konuşmayın. Bana emir verildi. Siz nerede ağzınızı açar, bir cümle söylerseniz, ben sizinle ilgili soruşturma yapacağım. Adliyeye davet edeceğim. Lütfen konuşmayın” dedi. Böyle bir ortamda biz belediye başkanlığı yapıyorduk. Sinirlerimiz gerilmişti.

** Cezaevine girince o nedenle “Kurtuldum” mu dediniz?

Tabii, cezaevi benim için çok mutlu geçmiştir. Politik mahkûm olduğum için, yönetmelik gereği diğer mahkûmlardan ayırdılar. Kadın mahkûm olmadığı için kadınlar koğuşunu bana vermişlerdi.

Şükrü Karatepe kimdir?

Şükrü Karatepe, 1949’da Kayseri’de doğdu. 1973 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. 1983 yılında siyaset bilimi doktoru, 1989 yılında Anayasa doçenti oldu. 27 Mart 1994’te milletvekili seçimleri ile birlikte yapılan yerel seçimlerde Refah Partisi’nden Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi. Kayseri’de 10 Kasım 1996’da yaptığı konuşma nedeniyle Ankara 1 No’lu DGM’de yargılanarak, 1 yıl hapis ve 5 yıl siyaset yasağı cezası aldı. 24 Nisan 1998’de cezaevine girdi. “Darbeler, Anayasalar ve Modernleşme”, “Tek Parti Dönemi”, “Anayasa Hukuku’na Giriş” gibi eserleri bulunmaktadır. İngilizce bilen Karatepe, evli ve üç çocuk babası.

ŞUBAT GAZETECİLERİNE PAŞA ÖDÜLÜ
02 Mart 2010
İşte 28 Şubat darbesine alkış tuttukları için ödüllendirilmesi istenen gazeteciler.

28 Şubat'ı post modern bir darbe olarak yaptıklarını itiraf eden Erol Özkasnak, Genelkurmay Başkanlığı Basın Yayın Halkla İlişkiler ve Tanıtım Daire Başkanlığı'na gönderdiği yazıda, Türk Silahlı Kuvvetlerini kamuoyunda en iyi şekilde tanıttıklarını iddia ettiği isimleri tek tek yazdığını ve yazarlara işbirliği ve hizmetlerinden ötürü takdir mektubunun gönderilmesini istiyor.

EMİRLERİ YERİNE GETİRENLERE TAKDİR VE TEŞEKKÜR

Erol Özkasnak yaptığı hukuksuzluklara alkış tutan gazeteciler için, "Söz konusu basın mensuplarına, bu çalışmalarında gösterdikleri işbirliğinden ve vermiş oldukları hizmetlerden dolayı takdir ve teşekkürlerimi bildiren mektuplar yazılacaktır" diyor.

İşte 28 Şubat darbesine alkış tuttukları için ödüllendirilmesi istenen gazeteciler.

Yücel Yener (TRT Gn. Md.), Güntaç Aktan (TRT), Ertürk Yöndem (TRT), Ertuğrul Özkök ve Sedat Ergin (Hürriyet), Derya Sazak ve Fikret Bila (Milliyet), Mehmet Yılmaz, İsmet Berkan (Posta), Zafer Mutlu, Fatih Çekirge (Sabah), Bilal Çetin ve Okay Gönensin (Yeni Yüzyıl), Orhan Erinç ve Mustafa Balbay (Cumhuriyet), Sebahattin Önkibar ve Kenan Akın (Türkiye), Ali Kırca ve Baki Şehiroğlu (ATV), Uğur Dündar ve Mehmet Akarca (Kanal D), Murat Saygı ve Mithat Sirmen (SHOW TV), Ufuk Güldemir ve Ümit Aslanbey (STAR TV), Murat Yetkin ve Nuri Çolakoğlu (NTV), Hulki Cevizoğlu ve Ardan Zentürk (Kanal 6), Bülent Öztürkmen ve Zafer Ali Aytaç (HBB), Ceyhan Batur (C TV), Ferhan Şaylıman (FLAŞ TV), Ali Baransel ve Metin Özer (TGRT), İlnur Çevik (TDN), Metin Yılmaz (AKŞAM), Mehmet Güler (AA), Elvan Baransel (AA) ve Mehmet Karaman (İHA)

28 ŞUBAT'TA KULLANILDILAR BALYOZ'DA DA KULLANILACAKLARDI

28 Şubat darbesinde TSK'dan gelen emirler doğrultusunda yazan ve darbeyi destekleyen gazeteciler, 2003 yılında hazırlanan Balyoz Darbe Planında da kullanılacak yazarlar arasında bulunuyor. 28 Şubat'ta cuntacılarla işbirliğinden dolayı takdir edilen Ertuğrul Özkök, Uğur Dündar, Ali Kırca, Sedat Ergin, Yücel Yener, Fikret Bila, Mehmet Yakup Yılmaz, Zafer Mutlu, Fatih Çekirge, Mustafa Balbay, Sebahattin Önkibar, Baki Şehirlioğlu, Nuri Çolakoğlu, Murat Yetkin, Hulki Cevizoğlu, Ali Baransel ve Mehmet Güler isimli yazarlar Org. Çetin Doğan başkanlığında hazırlanan Balyoz Darbe Planında da kullanılacak isimlerin başında yer alıyorlar.

EROL ÖZKASNAK: POST MODERN BİR DARBE YAPTIK

28 Şubat sürecinde yaşananlarla ilgili yine 28 Şubat'ta kullanılan Milliyet'e konuşan dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak, 28 Şubat'ta post modern bir darbe yaptık itirafında bulunmuştu. Özkasnak, "Tek bir mermi atılmadı, tek bir burun kanamadı. Tıpkı NATO'nun Varşo Paktı'nı teslim alması gibi" demişti. Cuntacı Erol Özkasnak şu açıklamalarda bulunmuştu: "28 Şubat, günün koşullarına uygun bir yöntemde gerçekleştirildi. O günün dünya ve ülke koşullarında 12 Mart ve 12 Eylül gibi klasik bir müdahale yapılamazdı. Cumhuriyetin karşılaştığı tehlike, bir tek mermi atılmadan, demokratik mekanizmaların harekete geçirilmesiyle bertaraf edilmiştir. Silahsız kuvvetler kavramını kullanmamızın nedeni ve amacı budur."

"DEMİREL'İ ÇAĞIRDIK"

"28 Şubat sürecinin başlangıcı 11 Ocak 1997 tarihidir. O tarihte dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Demirel, Genelkurmay'a davet edilmiş ve kendisine 28 Şubat günü Milli Güvenlik Kurulu'nda verilen bilgileri içeren bir brifing sunulmuştur. Cumhurbaşkanı'ndan başlayarak bu bilgiler toplumun aydınlatılması amacıyla basına, yargıya ve üniversite mensuplarına tekrarlandı."

28 ŞUBAT'IN ETKİLERİ

"Bugün 28 Şubat'ı küçümsemeye çalışanların bilmesi gereken bir gerçek de şudur: O süreç başarılı olmasaydı 18 Nisan 1999 seçim sonuçları alınamazdı. Cumhuriyete karşı irticai faaliyetlerin kaynağı olan akımlara 18 Nisan'da verilen oy desteği düşmüşse, bunun nedeni 28 Şubat'tır."
(Kaynak: Vakit)

28 Şubat'ın Yalancıları
Muharrem Bayraktar
Yeni Mesaj

28 Şubatın yıldönümünde “ağzı olan konuşuyor.”

28 Şubatta darbecilerin önünde eğilenler bugün “şöyle yaptık, böyle yaptık” diye ahkâm kesiyorlar. Şevket Kazan “ Askerler, pentagon’da hazırlanmış 18 madde ile 28 Şubat toplantısına girdiler” diye konuştu.

Dönemin Refah Parti’li en etkin bakanının beyanına göre “28 Şubatta alınan kararlar Pentagon’un dayatmasıydı.”

İyi de o zaman sormazlar mı insana

“Siz katıksız milli görüşçüler olarak neden Pentagon kararlarına imza attınız? Pentagon kararlarına imza atarak neden bu devletin başına tarihi boyunca gelen en büyük felaketlerden birini yaşattınız? Koltuğu düşünmeyip de ülkeyi düşünseydiniz ve Erbakan istifa edip o kararları imzalamasaydı bütün bunları yaşayacak mıydık?

28 Şubat Kararları bir anlamda Pentagon ve Erbakan kararları olmuş olmuyor mu? "

AKP’li Bülent Arınç çok daha beylik laflar etti. “Bin yıl sürecek denilen 28 Şubat on yılda sona erdi!”

Allah Allah!

Demek 28 Şubat’ı on yılda bitirdiniz?

Gerçekten 28 Şubat’ın kararları, etkileri, siyasete verdiği dizayn ortadan kalktı mı?

28 Şubat ne demekti?

Üniversitelerde başörtüsü yasağıydı.

İmam hatip mezunlarının katsayı engeli yüzünden üniversitelere girememesiydi.

Kesintisiz 8 yıl eğitime geçilmesiydi.

8 yıllık temel eğitimi bitirmeyen çocukların Kuran Kurslarına gidememesiydi.

Gerisi faso fiso!

28 Şubat deyince aklımızda kalanlar bunlar.

Peki, gelelim bugüne.

Bugün imam hatiplilere üniversite kapısını kapatan katsayı uygulaması devam ediyor mu?

Ediyor.

İmam hatiplilere üniversiteye yasak mı?

Yasak.

Başörtülülere üniversiteye yasak mı?

Yasak.

Kuran Kurslarına herkes çocuğunu gönderebiliyor mu?

Gönderemiyor.

8 yıllık temel eğitimi bitirmeyen çocuklara Kuran Kursu yasak mı?

Yasak.

Eee nasıl oluyor da 28 Şubat on yılda bitmiş oluyor!

Kimseyi kandırmayın beyler. “Yuh” çekerek, “tuh” çekerek seçmeninizi hoşnut eder, onun “gerçekleri görmesini” engelleyebilirsiniz ama her şeyin bir sınırı var. Uyuyanlar bir gün uyanır.

28 Şubat zihniyetinin ortaya koyduğu en ağır ve en acı yasaklar olan Kuran Kursu, başörtüsü ve imam hatiplilere üniversite yasağı bugün aynen devam ederken, hükümet bu konuda en küçük bir adım dahi atamamışken, Bülent Arınç’ın “Bin yıl sürecek denilen 28 Şubat on yılda bitti” sözü bir masaldan ibarettir.

28 Şubat yasakları aynen devam ediyor.

Değişen bir şey yok.

Ama bu “Müslüman halk” değişti.

Gerçeği görmekten uzak bir halk haline geldi.

“Benim gibi düşünen bir siyasi iradeyi iktidara taşıdık da neden çocuğumu hala Kuran Kursuna korka korka gönderiyorum? Neden kızım başını örterek okuluna gidemiyor? Neden imam hatipte okuyan oğluma üniversite yasak?”

diye sormuyor.

Efsunlanmış adeta.

Çevik Bir dönemi ile şimdi dönem arasında ne fark diye muhasebe yapamıyor.
Birilerinin gemicikleri çoğalırken benim kızımın “başörtücüğü” neden hala yasak diye düşünemiyor.

“Yahu bu yasaklar Ecevit zamanında vardı ve ben her gün protesto eylemi yapıyordum, şimdi niye susuyorum” diye sormuyor.

Karşısında böyle bir halk olunca da Bülent Arınç “28 Şubat on yılda bitti!” diye sallıyor.

Sayın Arınç ve yanındakiler “biz ne büyük hata ettik ki şu Müslümanların en büyük sıkıntılarını hala çözemiyoruz. Acaba yaptığımız şeyleri nefisimiz için mi, Allah rızası için mi yaptık?" diye sormuyorlar.

Bu topraklarda CHP’li solcu başbakan Şemsettin Günaltay, imam hatiplerin açılması kararına imza attı da “Müslüman Erbakan” imam hatiplerin kapanması kararına nasıl onay verdi diye muhasebe yapmıyorlar.

“Bunda ibret alınacak, ders çıkarılacak, başları duvara vurulacak “ne günah ettik Ey Rabbim?”

denilecek bir hikmet yok mu acaba diye akletmiyorlar.

Hocaefendi 28 Şubat’ı da savunmuştu
04 Mart 2010 Perşembe 12:31
Müyesser YILDIZ

Fethullah Gülen’in, sadece 12 Eylül darbesini değil, 28 Şubat post modern darbesini de onayladığı ortaya çıktı.

28 Şubat için, “Türkiye’de sistem, demokrasi açısından bir darboğazdan geçti” değerlendirmesini yapan Gülen, “Bir kangrene neşter vurulmuştur… Bir uçurumdan geriye dönülmüştür” dedi.

Gülen, 28 Şubat’tan 6 ay sonra gelişmelere ilginç bir isme değerlendirdi. Bu isim bugün Taraf Gazetesi üzerinden TSK’ya saldıran Yasemin Çongar’dı. O dönemde Milliyet Gazetesi’nin Washington temsilcisi olan Çongar’ın, Gülen röportajı üç bölüm halinde yayınlandı.

RP’nin Kapatılacağını ABD’lilerden Duydu

Çongar, Gülen’e ilk olarak, “Geride kalan siyasi krizin tortusunu” sordu. Gülen, şunları söyledi:

“Türkiye’de sistem, demokrasi açısından bir darboğazdan geçti denebilir. Türkiye bir kaostan çıktı, hemen birdenbire mutlak hayra açılması düşünülemez. Askeriyenin müdahalesi oldu. Biraz askeriyenin isteğiyle o çizgide bir hükümet kuruldu. Bunda başkalarının oyunları da oldu. Bunlar demokrasinin hâkim olduğu, olunmasının istendiği bir ülkede sevimli şeyler değildi, olmaması gerekli şeylerdi. Fakat tıpkı bir kangren olmuştu... Buna neşter vurma manasında bir şey yapıldı. Birdenbire böyle kaoslu bir durumdan, nizama, intizama, ahenge geçilmesi elbette pek mümkün değil. Fakat şu anda bir uçurumdan geriye dönülmüştür.”

28 Şubat sürecinden sonra RP’yi bekleyen geleceği de değerlendiren Gülen, milletin “mağduriyete” prim vermeyeceğini belirtip, şu ilginç tespitlerde bulundu:

“Refah’taki oy büyük çoğunluğu itibariyle gayri memnunların oylarıdır. Kimisi ev, kimisi mahalle, kimi göç probleminin halli, kimisi küçük bir destek peşindedir. Ve kimisi de, bir iki asırdan beri uzak kaldığımız tarihi değerlerimiz, dinamiklerimize sanki böyle yeniden dönülecek gibi, acaba devletler muvazenesinde yoksa bir Kanuni dönemini yeniden idrak mi edeceğiz gibi hülyalar yaşayan insanlar olabilir. Bütün bu telakkiler zannediyorum, oy potansiyelinin yarısı kadarını bugüne tevci etmiştir. ‘Mağduren, manzulen bir kenara itildiler. Bu millet mağdurun yanında yerini alarak oy bakımından daha bir zenginleşmiş olarak karşımıza çıkacaklar’ şeklinde düşünmüyorum.”

Gülen bu röportajda, “Amerikalı yetkililerin, kendisine intikal ettiği kanaatlere göre Refah’ın kapatılacağı” tahmininde de bulundu.

Türkiye’de Din Özgür

Gülen, “Türkiye’de din özgürlüğü” olup olmadığı konusunda ise şunları anlattı:

“Türkiye’de bana göre, İslâm hak ve özgürlükleri, hür düşünce, hür teşebbüs dünyada çok ender yerlerde var olan düzeydedir. Türkiye, İran’dan çok müsaittir, çok yumuşaktır, hatta Suudi Arabistan’dan daha hürdür, dinsel duyguları açığa vurma, yaşama açısından. Güney Irak’tan, Libya’dan, Fas’tan, Tunus’tan, Cezayir’den daha hürdür. Bu hürriyetin kadri bilinmeli. Daha fazla demokrasi istiyorsak, onu da demokratik yollarla istemeli… Türkiye’de dini hayatı yaşama, düşünme adına bir kısıtlama yoktur aslında. Herkes şahsi ibadetini yapar, bir yönüyle ailevi çerçeve içinde Müslümanlığı yaşamasına kimse müdahale etmez. Bazıları Müslümanlığın o yanını yaşarken, ifrat etmişlerdir. Tali meseleleri, temel meseleler diyeceğimiz şeylerin yerine koyar gibi yapmışlardır. Buna karşılık bazıları da biraz rejim adına, siyasi ideoloji adına fazlaca hassas hale getirmişlerdir. Türkiye’deki kavga, ifratla tefritin kavgasıdır, aklıselimin kavgası değildir. Birileri olmayacak şeyler istemiş, öbürleri de olmayacak şekilde karşı koymak istemişlerdir.”

8 Yıllık Eğitim ve İmam Hatipler

Gülen’in o günlerde, 28 Şubat’ın en önemli sonucu olan ve malum camiada büyük tepki gören 8 yıllık eğitim uygulamasından da çok fazla rahatsız olmadığı görüldü.

“İslâmi olan, olmayan kesim” şeklinde ayırım yapılmasına karşı çıktığını belirten Gülen, “Ama birileri çıkıp, onun bayraktarı gibi görünüyorlarsa, hakları var mı, yok mu, ayrı bir mesele” vurgusunu yaptıktan sonra sözlerini şöyle sürdürdü:

“Bu Türk Milleti de mecburi 8 yıl eğitim yapsın diyorlar, ben de arzu ederim, keşke 11 yıl mecburi eğitim yapsalar. Ancak bütün bunlar planlanırken, yine ifratla, tefrit yaşandı. Ben şahsen herkesi hoş görmek istiyorum. Bence Türk toplumu artık bir ölçüde kendini arayışı çok gerilerde bırakmış, ne olmaya çoktan karar vermiştir. Allah’a inanılması gerektiğine inanmışsa, onu bundan kimse geriye çeviremez. Ortaokuldan sonra mı, ilkokuldan sonra mı, liseden sonra mı, nerede fırsat bulursa, dinini öğrenecek icabında… Dengeli davranmakta yarar var. Acaba kesintisiz eğitim diyenler, dini eğitim yapılmasın mülahazasını mı taşıyorlar? Ben böyle düşünen, böyle diyenlerin hepsini töhmet altında bulundurmuş, onların hissiyatlarına saygısızlıkta bulunmuş olurum. Çünkü böyle diyenler aynı zamanda, başka projeler de teklif ediyorlar, diyorlar ki ilkokuldan din dersleri koyalım.”

Gülen, Yasemin Çongar’a, İmam-Hatip okullarının kapatılması tartışmalarına ilişkin görüşlerini de açıkladı. Bu okullara ihtiyaç olduğunu, Atatürk zamanından bu yana açıla geldiğini, Batılılaştığımız bir dönemde bile bu sürecin durdurulmadığını anlatan Gülen, Türkiye’yi idare edenlerin bu okulun kapatılmasını teklif ettiğini sanmadığını bildirdi. Gülen, özetle şunları söyledi:

“Aklından geçirenler, bunu kafalarından çıkarmalılar. Bu, kavga meselesi oluyor. Öbürleri de İmam Hatip’te millet dinini öğrenemezse katiyyen öğrenemez gibi bir yanlış mülahazayı kafasından çıkarıp atsın. İmam Hatip’te okumadığı halde, ortaokulda, lisede okumuş, hiç ilahiyat görmemiş bir yığın imanlı ve bilgili insan, İmam Hatip mevcudunun elli katı Allah’ına, peygamberine, Kur’an’ına inanan insan vardır.”
avaztürk

08 Mart 2010 07:33
28 Şubat'taTSK Tüm İşi Bırakmış Tek Derdi...
20 Haziran 1997 tarihli ve dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'nın imzasını taşıyan belgede "irtica" korkusu PKK'nın bile önüne geçmiş...

Birçok subayın fişlenerek ordudan atıldığı 28 Şubat sürecinde, 'irticayla mücadele'nin tehdit algılanmasında PKK terörünün bile önüne geçtiği, dönemin Genelkurmay Başkanı tarafından bizzat dile getirilmiş.

20 Haziran 1997 tarihli ve dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'nın imzasını taşıyan belgede, 'Laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nin doğrudan bekasına yönelik ve tehdit değerlendirmesinde 1. önceliği alan iticai faaliyetlere karşı bütün personel gerekli hassasiyeti ve dikkati göstermek mecburiyetindedir' ifadelerine yer veriliyor. Bazı komutanlıklara ve Milli Savunma Bakanlığı'na gönderilen yazıda, o günlerde ordudan ihraç edilen ve takip edilen subaylar ise 'hain' olarak yaftalanmış: "Devletin bütün kademelerine sızan irticai kesim, karşısında en büyük engel olarak TSK'yı görmekte ve TSK'ya sızabilmek için her çareyi denemekte, her imkânı kullanmaktadır. Demokrasiye gönülden inanan, laik cumhuriyeti ve Atatürk ilkelerini korumaya and içmiş TSK mensupları içlerine sızma gayretinde olan bu hainlere karşı son derece dikkatli ve hassas olmak mecburiyetindedir."

Belgede, Karadayı'nın irticacı olarak tanımladığı TSK personeline karşı müsamaha gösteren komutanlara da gözdağı verilmiş: "Islah olmaz duruma girenler, tarikatlara üye olanlar, fiilen irticai faaliyetler içinde aktif rol oynayanlar hakkında derhal ayırma işlemlerine başlanılacak ve bu konuda en küçük bir müsamaha gösterilmeyecek, zafiyet gösteren komutan ve amirler hakkında da gerekli yasal işlem yapılacaktır."

Karargahta yedek subaylara görev verilmeyecek

'Sızma' iddiaları, o dönemde de gündemdeymiş: "TSK'nın bünyesinde kalması gereken önemli ve gizli konular, komutanlıklarca yeterli İKK tedbirleri alınamaması ve özellikle büyük karargahlarda personel güvenliğine gereken titizliğin tam olarak gösterilememesi nedenleriyle, basına ve yetkisiz kişilere sızdırılmakta, böylece birçok hassas konu art niyetli kişi, kuruluş ve organlarca TSK aleyhine istismar edilmektedir."

Sızmaları önlemek için başvurulacak tedbirler ise şöyle sıralanmış: "Her seviyede birlik komutanı, Kh. ve kurum amirliklerince gizliliğe riayet ve İKK tedbirleri bir kez daha gözden geçirilecek, güvenlik soruşturmaları tam olarak yapılacak, bilmesi gereken prensibi daima göz önünde tutulacak ve özellikle büyük karargahlarda profesyonel olmayan Yd.Sb., erbaş ve erlere zorunlu olmadıkça görev verilemeyecektir."
aktifhaber

Can Ataklı
Bir türlü yerine oturtulamayan 28 Şubat

Sevgili okurlar; darbe planlarına, muvazzaf orgenerallerin bile “terörist” ilan edilmesine, gazetecilerin, bilim adamlarının bir yılı aşkın süredir tutuklu kalmalarına alıştık. Ne yazık ki örneğin Mustafa Balbay tam bir yıldır hapiste ama bizler ancak “Olur mu böyle şey” diyebiliyoruz, elimiz kolumuz bağlı olarak.

28 Şubat gösterileri

Bir hafta önce 28 Şubat olarak bilinen dönemin 13. yıldönümü nedeniyle Türkiye’nin çeşitli yerlerinde “gösteri” adı altında çocukça eylemlere tanık olduk. Ellerinde “Darbelere Hayır” türü pankartlar taşıyanlar, tatlısu ortamında kendilerince esip gürlediler. “İslami yaşam biçimine” övgüler düzdüler, darbecileri lanetlediler.

28 Şubat darbe miydi?

Dün ne yediğini bile unutan bir hafızaya sahip toplumumuz kendilerine demokrat süsü verenlerin etkisiyle 28 Şubat’ı askeri bir darbe girişimi olarak algılıyor bir süredir. Aklına esen ya kalemi eline alıyor yazıyor ya da TV ekranlarından bağırıp çağırıyor 28 Şubat dönemine lanetler yağdırarak. Peki gerçekten 28 Şubat bir darbe ya da darbe girişimi miydi?

Darbe değildi

28 Şubat bir darbe değil, irticayla mücadele adı altında siyasal İslamı egemen kılmak, planlanmakta olan Büyük Orta Doğu Projesi’ne Türkiye’yi hazırlamaktı. 1990 yılına kadar Türk Silahlı Kuvvetleri’ne komünizmi önleme görevi yükleyen NATO ve ABD, bu kez Silahlı Kuvvetler’i siyasal İslamı güçlendirmek adına görevlendirmişti.

Merkez sağı çökertme

Büyük Orta Doğu Projesi için solun kullanılması mümkün değildi. Merkez sağ ise içinde dinsel motifler barındırmasına karşın, milli nitelikte olduğu için bu projeye destek veremezdi. Bu proje ancak İslami kimliğini öne çıkaran bir siyasi hareket tarafından yürütülebilirdi. Bu nedenle düğmeye basıldı, Türk Silahlı Kuvvetleri bir kez daha “tarihi” misyonunu üstlendi.

Çıkar savaşları

Burada kafaları karıştıran, bir kısım medya ile bir kısım büyük sermayenin de bu oyunun içinde olmasıdır. Ancak hemen belirteyim ki, bu ilginç plandan hiç haberi olmayan bu kesimler kendi çıkar savaşları adına olup biteni anlamadan oyunun parçası oldular. Böylelikle operasyon aslında asker eliyle değil bizzat bu kesim tarafından kotarılmış oldu.

Basit bir örnek

Bu görüşü çok iddialı bulanlara bir örnek vermek istiyorum: İktidar hiç korkmadan ve çekinmeden Silahlı Kuvvetler’e yönelik yoğun bir operasyon yapıyor. Emeklisine muvazzafına bakılmadan her rütbeden subay aşağılayıcı biçimde göz altına alınıyor, tutuklanıyor. Taa PKK ile en sert mücadele dönemlerinden bile hesap sorulurken bir döneme hiç dokunulmuyor.

Tuhaf gelmiyor mu?

Bilmem hiç dikkatinizi çekti mi, sokaklarda “Darbeye Hayır” gösterileri yapılıyor, maskeli demokratlar her fırsatta 28 Şubat sövgüsü yapıyor, ama şu ana kadar 28 Şubat döneminin tek bir ismi hakkında bile herhangi bir soruşturma yapılmadı, suçlamada bulunulmadı. Bu tuhaf değil mi? Gerçekliği saptanmamış planlarla onlarca subay tutuklanırken, sokaklarda tank yürütenlere bir şey olmuyor.

Ya Yaşar Büyükanıt

Haydi biraz ileri atlayalım. Yine onca darbe söylentisi ile generaller tutuklanırken “gece yarısı muhtırası yazdığı” bilinen bir eski Genelkurmay Başkanı dört çeker arabasıyla zevk-i sefa içinde geziyor. Eğer varsa bir darbe için en açık kanıt olan bu muhtıraya rağmen hiçbir şey yapılmaması da tuhaf değil mi?

İşlev önemlidir

Bunlar tuhaftır tabii de tesadüf değildir. Çünkü önemli olan işlevdir. 28 Şubat AKP’yi iktidar yapmıştır. 27 Nisan muhtırası ise AKP’ye yüzde 47 oy kazandırmıştır. Hiç kimse ekmek yediği tekneyi pislemez. Maskeli liberaller ne kadar yırtınırsa yırtınsın ne 28 Şubat için ne de 27 Nisan için kimse kılını kıpırdatmayacaktır.

PKK’ya dokunan yanıyor

Aynı dönemlere bir de başka açıdan bakalım. Yine dikkatinizi çekiyor mu bilemiyorum ama, Ergenekon, Balyoz, ıslak imza gibi iddialarla tutuklanan subayların neredeyse tamamının PKK terörüne karşı aktif görevlerde yer aldığını görüyoruz. Kısaca, PKK’ya dokunanların yandığını düşünmek çok da yanlış değil.

Amerikan operasyonları

ABD ilk Körfez harekâtından sonra Kuzey Irak’ı “hiç kimseye ait olmayan bölge” ilan etmişti. Burada Saddam’ın zulmünden kaçan Kürtler vardı ve tabii bir de PKK. ABD, Çekiç Güç adı altında bölgeye yerleşmişti. PKK’nın eylemlerine göz yumuluyordu çünkü o dönem Amerikan politikası böyleydi.

Oyun bozan askerler

Buna karşın artık “komünizmle mücadele” misyonu kalmayan Türk Silahlı Kuvvetleri PKK terörüne karşı çok çetin bir mücadele veriyordu. “Düşük yoğunluklu harp” kuralları gereği PKK’lı teröristler çok ağır darbeler alıyordu. Nitekim 1990’ların sonuna gelirken bölgedeki terör faaliyetleri neredeyse sıfır noktasına kadar indirilmişti.

ABD bunu unutmaz

ABD bölgedeki oyununun bozulmasından elbette rahatsızdı. Bunun için o tarihlerde dikkat çekmeyen pek çok karşı eylem yapıldı. PKK’ya silah ve yiyecek-ilaç yardımı açıktan yapıldı, operasyon yapan Türk timleri tuzaklara çekildi, en olmadık yerlerde Amerikan askerleri Türk askerinin karşısına çıkıverdi. Ancak bunlar o tarihlerde çok önemsenmedi.

28 Şubat sonrası

28 Şubat’ta yönetimde bulunan komuta heyeti PKK terörünün de çok aşağıya çekilmiş olmasını fırsat bilerek ABD ile ilişkileri tekrar iyi hale getirdi ve üzerine düşeni yaparak “milli” olan merkez sağı tasfiye etti. Ancak bu dönemden sonra işbaşına gelen komuta heyeti ise beklenmedik biçimde milli davrandı 28 Şubat döneminin izlerini silmek için kolları sıvadı, laik demokratik cumhuriyet konusundaki hassasiyet yeniden önem kazandı.

Hassasiyet ama neye yarar

2000’li yılların Genelkurmay’ı NATO’ya rağmen Cumhuriyet konusunda hassasiyet gösterdi ama atı alan da Üsküdar’ı geçmişti artık. Konjonktür gereği darbe yapılması olanaksızdı. Asker sadece yakındı, kapalı toplantılarda esti gürledi. Ama bilmediği şey, bunların hepsinin kaydedildiği ve kullanılmak üzere saklandığı idi. Derken bunların ortaya çıkarılacağı gün gelip çattı.

Operasyon başlıyor

İşte sevgili okurlar, iktidar seçimi yeniden kazanmak, böylelikle dış desteğin sürmesini sağlamak, Türkiye’yi dönüştürme projesinde engelleri kaldırmak ve dışarıdan gelecek talepleri daha rahat karşılayabilmek adına düğmeye bastı. Ergenekon’la başlayan darbe soruşturması, giderek ABD’nin en öfke duyduğu PKK ile mücadele dönemlerine kadar uzatıldı.

(..)

Vatan gazetesi

İki Darbe Arasında
Dr. Burhan Özfatura
11 Mart 2010

İskender Pala, bir edebiyat profesörü. Halen, Uşak Üniversitesinde öğretim üyesi.

- Türkiye’de, Divan edebiyatını en iyi bilen ve sevdirmek için, en gazla çalışan, edebiyatçıların başında gelmektedir.

- Bana göre, İskender Pala’nın kitaplarını okumamış olmak, (özellikle ‘Katre-i Matem ve Babil’de Ölüm- İstanbul’da Aşk” isimli romanlarını) büyük bir eksikliktir. Zira, bu kadar akıcı bir üslûbu, zengin bir kelime hazinesini, her kitapta bulmak mümkün değildir.

- Kendisinin, “İki Darbe Arasında” isimli, yeni çıkan kitabını; sık sık akan gözyaşlarımı silerek, soluksuz biçimde okudum. Ve çok etkilendim. Zira, yazılanlar ile ilgili olarak; kendi hayatım ve Türkiye Gazetesinde “ Dış Politika” konularında yazan, emekli albay ağabeyim M. Necati Özfatura’nın hayatı ile ilgili, benzerlikleri düşündüm.

- İskender Pala ; İstanbul Üniversitesi / Edebiyat Fakültesi / Tür Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. 1982 yılında, edebiyat öğretmeni olarak, Türk Silahlı Kuvvetlerinde göreve başlamış. Ve 15 yıllık bir çilenin içine adım atmış.

Niçin? Eşinin başı örtülü olduğu, kendisi de gizli gizli namaz kıldığı ve leblebi ile rakı içen kesimden olmadığı için.

Çok çalışkan / üretken / bilgili olması; 15 yıl boyunca, devamlı olarak itelenmesine ve neticede (mecburi hizmetinin bitimine çok az bir süre kalmış olmasına rağmen) ( T.C. tarihinin en yüz kızartıcı dönemlerinden biri olan 28 şubat ortamında; yine en acımasız / hukuk dışı ve keyfi uygulama olan YAŞ kararı ile) Silahlı Kuvvetlerden ihraç edilmiş. Kendisi gibi, ( tümünün dosyası, ödül / tebrik ve takdirle dolu) Üç bini aşan mazlumun arasına dahil edilmiş.

İşin daha da ağırı; her yerde dindarlığı bir etiket gibi kullanan kesimden, bir Allahın(CC) kulu çıkıp da , “ bir ihtiyacın var mı” diye sormamış.

Yazarın, özetlemeye çalıştığım, tespitlerine gönülden katılıyorum:

1- YAŞ kararları, gerekçe olarak, “ disiplinsizlik” maddesine dayanmaktadır. Halbuki, bu mağdurların, tümüne yakınının sicil dosyası, taltifname / takdirname / üstün başarı ödülü ve madalyalar ile doludur. YAŞ kararı ile tüm yargılanma hakları ellerinden alınmaktadır. Suçsuzluğun ispatı engellenmektedir.”

( Ağabeyim, M. Necati Özfatura; Işıklar Askeri Lisesinde ve Harp Okulunda başarılı bir öğrenci idi. Önce topçu, sonra Uçaksavar, sonra da Füzeci oldu. ABD de eğitime gönderildi. Benim SBF’den mezun olduğum yıl; bir Yüzbaşı olarak, Ankara Hukuk Fakültesini bitirdi. Bu arada, Ordu Dil Okulunun, Rusça bölümünü bitirdi. Rusça / İngilizce ve Fransızca bilir. Batarya komutanı olarak(uçaksavar) peşpeşe, 7 yıl, İstanbul birincisi oldu. Üç yıl, üst üste, NATO/ Füze atışlarında birinci oldular.

Çok çalışkan, üretken, devamlı araştıran vatanını çok seven biridir. Ama, - çok büyük suç olarak(?) – dindardır. Gizli gizli namaz kılar? İçki içmez? Belden aşağı konuşmalara karışmaz? Ve de en önemlisi (çok genç yaşta, Rahmete kavuşan) değerli yengemin, başı örtülü idi.

Neticede, Eskişehir’de görevli iken; 12 Martın baskıcı döneminde, İrfan Özaydınlı’nın talimatları ile, Re’sen emekli edildi. Pes etmedi, yargıya gitti ve kazandı, Ordu’ya döndü. Sonra da, yıllar geçince, kendi isteği ile emekli oldu.

Ama, devamlı ezildi, küçümsendi, engellendi. Kurmay olması önlendi.

Dış politika konusunda (özellikle , Orta- doğu / Türk ve İslam Dünyası / Afganistan / Bosna Hersek mevzularında) Türkiye’ nin , en çok birikime sahip kişilerinden biridir. Çok sayıda kitabı vardır.

Tek eksiği; Laikçi kesime yaranamamış olmasıdır.

(NATO birinciliklerini kimseye bırakmadıkları dönemde, başarının önde gelen mimarlarından biri de, Elektronik Astsubayı Ömer Okçu idi. Bir elektronik üstadı idi. Kimdir, bu Ömer Okçu? Müstear adı ile Hekimoğlu İsmail. Yani, bir diğer lâikçilik mağduru)

2- “ 28 Şubat komutanlarının; ideolojik tutkuları, toplum mimarlığına soyunma gayretleri; bu davranışların gerekçeleridir. “ (Elbette; medyanın / yüksek yargının / holding patronlarının / sendikaların / bir türlü demokrasiyi hazmedemeyen, birtakım Sivil Toplum Örgütleri ve Meslek Odalarının da, teşvik / alkış ve tahrikleri unutulmamalıdır.)

3- “ Bilemezdim ki, iyiliğin bilgisine sahip olmayanlara, diğer bütün bilgiler zarar verir. Bilemezdim ki, bilgi bilgisizleri acıtır. Bilemezdim ki, askerlikte önde olmak da, arkada olmak da iyi değildir. Bilemezdim ki, bildiğini göstermek, çok zaman bir hatadır. Önde olmak, insana düşman kazandırır.”

4- “ İlk askerlik sicilim, düşük olmuştu. Veren, sağcı diye biliniyor ve gizli gizli namaz da kılıyordu. Kendi adamını koruyor, denmesinden korkmuştu.”

5- “ Hıristiyan misyonerlerin cirit attığı, Müslüman Ülkemizde, dindar ile dinciyi, din ticareti yapan ile dine hizmet etmek isteyeni, aynı kefeye koyan, bir yobaz / laikçi anlayışı vardır.”

6- “ Refah Partisi Genel Başkanı Erbakan; İmam –Hatip Okullarını, partisinin arka bahçesi gibi gördüğü yorumlarına çanak tutuyor; askeri etkilemek için de “ Biz bu seçimde, en fazla oyu lojmanlardan aldık” diyebiliyordu.

Aynı Erbakan, kendi memuru Karadayı Paşayı, merdivenlerde karşılıyor; “ Asker ile aramızda uyum vardır” diye asılsız açıklamalar yapıyordu.

Aralık 1996 tarihli YAŞ toplantısında, ihraç edilen sayısı (163) bir rekor idi. Erbakan, hiç itiraz etmeden, tümünü imzaladı ve bunların atılmayı hak ettiklerini de söyledi. “

7- “ Önce telefonlarımız çalmaz oldu. Sonra, aradığım insanlar yok çıkmaya başladı. İşsizdim ve hiçbir gelirim yoktu.

Nerede o dostlar. Onların çoğu, her başları sıkıştıkça sizi arar, fi- sebilillâh yardım isterler. Çoğu din ve dava adına söze başlar. İstediğini garantilemeden ayrılmaz. Sizi, kendi görüş ve ideolojisine alet eder, bedava hizmet alır, sizi kullanır. Ona göre, menfaatin adı dava ve hizmet olmuştur.

Onlar, halâ dini konularda kahramanlığı elden bırakmazlar. En sağlam Müslüman olarak geçinirler. Ruh haritaları, menfaatle çizilmiş, bir kuru kabuktan öte değildir.

Yetkili kişiler, adımızı anmaktan bile vazgeçtiler. Buna, sağcılık hastalığı diyorum. Sol düşünceye sahip insanlar, bu korkaklığa asla düşmezlerdi ve düşmediler de. Ama, sağcıların ekseriyeti, nedense- cesaret özürlü- yaratılmışlardır.

Ateş düştüğü yeri yakar ve bir serçe olsun, gagasıyla size bir damla su getirmez, yangını söndürmeye. Böyle durumlarda, en çok morale ve paraya ihtiyaç vardır. Ama, insanlar, sizden ikisini de esirgerler.

Sevgilerin yalan, dostlukların sahte olduğunu görürsünüz.”
( Ben, bu yorumlara gönülden katılıyorum. Zira, sağcı geçinenlerin, nasıl koltuk dostu olduğunu, nasıl çıkar peşinde koştuğunu; hergün sizi arayan bu tiplerin, koltuktan ayrılınca, nasıl vefasız olabildiğini; bizzat yaşadım.

Rabbim, İslamiyeti, bu tür din bezirganlarından korusun.)

Evet, Bu güzel, ibret tablosu eseri herkese (Sayın komutanlarımız da dahil olmak üzere) tavsiye ediyorum.

Şüphesiz, en fazla ibret dersi alması gerekenler de; başta Erbakan olmak üzere, Milli Görüşçü’lerdir. Zira, en büyük vebal onlara aittir.

aktifhaber

Eski medya patronu Erol Aksoy da suskunluğunu bozdu: "Paşalar, Mehmet Ali Birand'ı işten at diye aradı"

15 Mart 2010 28 Şubat post modern darbesinin kilit isimlerinden emekli general Çevik Bir ile emekli general Erol Özkasnak'ın medyaya yaptıkları baskılar tek tek gün yüzüne çıkıyor. Çevik Bir'in o dönem medya patronu olan Erol Aksoy'a "32. Günü yayından kaldır, Mehmet Ali Birand'ı işten at" talimatı verdiği, Aksoy'un da "Paşam mahkeme kararı yok" sözü üzerine de, "30 bin şehit var sen daha ne kararı istiyorsun" cevabı aldığı ortaya çıktı.

SIK SIK MÜDAHALE EDİYORLARDI

Sabah Grubu'nun eski patronu Dinç Bilgin'in ardından, yine 28 Şubat sürecinde Show TV'nin sahibi konumunda olan Erol Aksoy da darbe sürecinde gazetecilere yapılan baskılarla ilgili Star gazetesine açıklamada bulundu. Aksoy, 28 Şubat sürecinde Çevik Bir ve Erol Özkasnak'ın sık sık yayınlara müdahale etmek için aradığını belirterek, hatta Çevik Bir'in o dönemde Show TV'de yayınlanan ünlü gazeteci Mehmet Ali Birand'ın yaptığı 32. Gün programının yayından kaldırılması için, çok büyük baskı yaptığını vurguladı. Aksoy, Çevik Bir ile 32. Gün programının kaldırılmasıyla ilgili yaptığı görüşmenin ayrıntılarını şöyle anlattı:

'TAMAM' DEMEK ZORUNDA KALDIK

"Bir gün, Çevik Bir paşa telefonla aradı ve o dönemde Show TV'de yayınlanan 32. Gün programının derhal yayından kaldırılmasını ve Mehmet Ali Birand'ın da işten atılmasını istedi. Ben de 'Efendim, yayını kaldırmak için bir mahkeme kararı gerekli. Yoksa hiçbir neden yokken programı nasıl kaldıralım' dedim. Paşa bunun üzerine sinirlendi. '30 bin şehit var. Sen daha ne mahkeme kararı arıyorsun? Onların kararını düşünmüyor musun? Bu programı hemen yayından kaldırıp, adamın işine son vereceksin' dedi. Biz de tamam deyip, telefonu kapatmak zorunda kaldık.”

BİRAND'LA OTURUP KONUŞTUK

Erol Aksoy, Çevik Bir'den gelen telefon üzerine, 32. Gün'ün yapımcısı Mehmet Ali Birand ile görüştüğünü ve durumu kendisine anlattığını kaydetti. Aksoy, Birand ile görüşerek programa teknik bazı gerekçeler göstererek, birkaç hafta ara verdiklerini, ardından da tekrar yayınlamaya başladıklarını ifade ederek, bu kez de telefonun Özkasnak'tan geldiğini kaydetti. Aksoy, şunları anlattı: "Çevik Bir'den gelen telefon üzerine, 32. Gün programına teknik bazı gerekçeler öne sürerek bir ya da iki hafta ara verdik. Bunu da Birand ile görüşerek yaptık. Bir-iki aranın ardından tekrar yayına başladık. Program yayınlanır yayınlanmaz bu kez, dönemin generali Erol Özkasnak aradı ve Çevik Bir'in sözlerine benzer ifadelerle, yayına derhal son verilmesini istedi. Biz de kesintilerle programı yayınlamayı sürdürdük. Ancak, o dönem zorlu bir süreçti."
netgazete

Paşa’dan şikâyetçiyim!
Ahmet KEKEÇ
akekec@stargazete.com
14 Ekim 2010

Hanefi Avcı’dan çıktığı iddia edilen ses kayıtlarından biri de, 28 Şubat darbesinin yaratıcısı, başlatıcısı, her bir şeyi olan emekli Orgeneral Çevik Bir’e aitmiş.

Paşa’yı da çağırıp “Şikâyetçi misin?” diye soracaklar mı?

Ertuğrul Özkök şikâyetçi olacağını söylemiş.

İyi yapmış bence... Özel hayatlara uzanan kulakların bir şekilde çekilmesi gerekiyordu.

Dilerim çekilir...

Dilerim bu soruşturma ciddi bir başlangıç olur da, “uzun kulaklar ülkesinde” yaşamaktan kurtuluruz...

Fakat benim aklım fikrim Çevik Bir’de...

Kimlerle teşrik-i mesai halindeyken dinlemeye takıldı? Dinleyenler kimlerdi? Demek ki, icabında Paşa’yı da tarassut altında tutacak bir güç, bir irade var bu ülkede.

Hanefi Avcı “Ben değilim” diyor.

Belma Akçura’nın kitabında, “Evet, binlerce yasa dışı dinleme yaptım, mahkemeden izin almadan yüzlerce ev baskını gerçekleştirdim” şeklinde samimi bir itirafı var ama, Fatih Altaylı’ya gönderdiği mektupta evinde bulunduğu iddia edilen arşivin kendisine ait olmadığını, “birileri tarafından getirilip oraya bırakıldığını” söylüyor...

Bilemem...

İşin gerçeğini mahkeme çıkarsın ortaya.

Mahkeme ayrıca, Çevik Bir’e gadredenlerin yakasına da yapışsın...

Ki, bize de, “eski bir gadredici” olan Çevik Bir’in “eserlerini” teşrih masasına yatırma fırsatı doğsun.

Hemen aklıma “andıç” vakası geliyor.

Paşa’nın direktifiyle Şemdin Sakık’ın ifadeleri arasına sokuşturulduğu iddia edilen “andıç metni”ne göre, bazı gazeteciler (ve insan hakları savunucuları) PKK’yla sıcak işbirliği halindeydiler ve örgütten para alıyorlardı.

Bu alçaklar şunlar:

Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar, Mahir Kaynak, Mahir Sayın, Mehmet Altan, Ahmet Altan, Akın Birdal... İlaveten, Milli Gazete ve Vakit Gazetesi çalışanları...

Metin elden ele dolaştırıldı ve sonunda “Lütfen yayınlar mısınız?” ricasıyla ülkenin en bağımsız iki gazetecisi olan Ertuğrul Özkök’le Zafer Mutlu’nun önüne konuldu.

Emir yüksek yerdendi... Ve emir her türlü demiri kesiyordu... Üstelik ülkesiyle milletiyle bir ve beraber olmamız gereken “kritik günlerden” geçiyorduk ve karargâhtan gelen her emir baş göz üstüneydi...

Bağımsız gazeteciler, ellerine tutuşturulan “karargâh çıktısını” sorgusuz sualsiz manşete çektiler.

Başyazar Oktay Ekşi de, durumdan vazife çıkararak, “Alçakları tanıyalım” başlıklı güzel bir yazı yazdı.

Sonra ne mi oldu?

Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar kovuldu... İnsan hakları savunucusu Akın Birdal kurşunlandı... Vakit Gazetesi bombalandı...

Bu yaratıcı fikrin babası Çevik Bir de, herhalde zaferini taçlandırmak için, Cumhurbaşkanlığına aday olduğunu açıkladı.

Şimdi elimizde bir andıç metni, iki gazete manşeti, “Alçakları tanıyalım” başlıklı bir başyazı ve ilaveten Çevik Bir adlı bir mütekait general, Zafer Mutlu ve Ertuğrul Özkök adlı iki mütekait genel yayın yönetmeni ve Oktay Ekşi adlı bir başyazar var.

Bunların toplamından oluşan şeye “28 Şubat süreci” adı veriliyor.

Diyorum ki, gün gelir de, sürecin mağdurlarını da ifadeye çağırıp “Çevik Bir’den şikâyetçi misiniz?” diye sorarlar mı?

Neden olmasın!

Ben şikâyetçiyim... Şimdiden rengimi belli etmiş olayım!
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Mar 22, 2010 2:00 am    Mesaj konusu: 28 Şubat'ın yıldönümü ve provokasyon Alıntıyla Cevap Gönder

Başbakanlık Koridorlarında Bir "CIA Ajanı"
Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat
18.08.2010

Ergenekon duruşmaları, sadece hukuk tarihine geçecek rezaletler, insanlık dramları ve içinde kin taşıyan bir siyasi iktidarın topluma ve adalete nasıl büyük kötülükler yapabileceğine ilişkin dersleri barındırmıyor.

Ergenekon davaları, bütün bu kirliliğin, yozlaşmanın, devlet olmaktan ve insan olmaktan çıkışın ortasında önemli bilgileri, olayları ve ilişkileri de gün ışığına çıkarıyor.

Genelllikle canı yakılmış sanıkların haklı bir isyan sonucu verdikleri bilgiler oluyor bunlar ve çoğu basında yer bile almıyor. Çünkü Ergenekon davaları, neyi ne kadar ortaya çıkaracağı; kimin ne kadar deşifre edileceğinin önceden belirlendiği bir proje...

Bu büyük enformasyon kirliliği içinde bir önemli haber daha kaynadı.

Yeniçağ gazetesinin Ergenekon duruşmalarını izleyen muhabiri Salim Yavaşoğlu, eski Jandarma İstihbarat Daire Başkanı, tutuklu sanık Emekli Tuğgeneral Levent Ersöz'ün sorgusunu diğer gazetelerde yer almayan bir ayrıntıyla haberleştirdi.

Levent Ersöz'ün sorgusuyla devam eden son duruşmada, ortaya atılan kimi darbe planlarının CIA tarafından servis edildiği iddiası gündeme gelmişti.

Konu, üye hakim Sedat Sami Haşiloğlu'nun Levent Ersöz'e

“Jandarma İstihbarat Başkanı olduğunuz dönemde darbe planlarını size getiren Faruk Demir’in CIA ajanı olduğunu belirlemişsiniz. Hakkında ne gibi işlem yaptınız?”

şeklindeki sorusuyla gündeme geldi.

Yeniçağ'ın ve oradan alıntı yapan Açık İstihbarat''ın haberinde de okuduğunuz gibi Ersöz, Faruk Demir'in CIA ajanı olduğunun kendisinin emekliliğinden sonra kanıtlandığını belirterek

"Benim dönemimde ortaya çıksaydı gereğini yapardım"

dedi.

Demir'in CIA görevlisi olduğunun ne zaman ortaya çıktığı, kendisiyle kimlerin işbirliği içinde olduğu, CIA ajanı sıfatıyla devletin hangi faaliyetlerine sızdığı ve hangi faaliyetleri yönlendirdiğini ortaya çıkarmak artık o soruyu soran Sedat Sami Haşiloğlu'nun ve mahkeme heyetinin görevi.

Bakalım, Ergenekon davaları devlet içindeki CIA görevlileri konusunda nereye kadar gidebilecek?

Yoksa bu bilgi de "Ergenekon'un meczupları" konumunu üstlenmiş olan Kuvva-i Milliye derneğinin hâmisinin Tayyip Erdoğan'ın bacanağı çıkması gerçeğinin kapatılması gibi unutturulacak mı?

Konumuz Faruk Demir...

Kendisini 1997 yılında ANKA Ajansı'nın Başbakanlık muhabiriyken tanıdım. ANAP-DSP-DTP koalisyonu işbaşındaydı.

28 Şubat'ın "kudretli generalleri" bu zayıf hükümetin her yaptığından haberdar olmak istiyorlar, 28 Şubat kararları çerçevesinde hergün hükümetten mantıklı mantıksız bir dizi istekte bulunuyorlardı.

Başbakanlık Takip Kurulu da esasen "kamuda irticacı avlamaktan" ziyade bu ihtiyaç için kuruldu.

Askerler, sadece yazışma ve bilgi alma yoluyla değil bizzat Başbakanlığın içinde olmak, yapılan ve yapılmayan işleri bizzat denetlemek istiyorlardı.

Tabii bu duruma, askeri vesayetle işbaşına gelmiş tabansız bir hükümetin karşı koyması beklenemezdi. Askerler ne istese yapılıyordu ama gerek Mesut Yılmaz'ın, gerek Bülent Ecevit'in bu durumu tam olarak içlerine sindirdiklerini söylemek haksızlık olur. "Sivil" insanlar olarak belli bir ölçüde rahatsızlık duydukları ama bir şey yapamadıklarını söylemek en insaflı yorum olur.

Mesut Yılmaz'ın Gürcistan'a giderken uçakta gazetecilere askerlerin hükümet üzerindeki baskısını ima edip, isim telaffuz etmekten çekindiği için ( Başbakan'ın uçağının içi o dönemde de dinleniyor olabilir) elleriyle omuzlarını işaret ederek "rütbeliler" demeye çalıştığını, bu acıklı hareketin de uçakta bulunan Mehmet Ali Birand tarafından haber yapıldığını hatırlayanlar çıkacaktır. Mesut Bey, bu yüzden Birant'a uzun süre dargın kalmıştı...

Faruk Demir olayına dönecek olursak..

İşte askerlerin hükümeti bu kadar pervasızca denetlemek ve yönlendirmek istediği bir ortamda Başbakanlık koridorlarında aniden kısa boylu, tıknaz, genç, espritüel, ve oldukça konuşkan bir adam peydah oldu.

Siyaset ve bürokrasi ile ilgili her konuda bir görüşü vardı.

Enteresan olan, Müsteşar Yaşar Yazıcıoğlu'nun makam odası başta olmak üzere istediği yere rahatça girip çıkabilmesi, üst düzey bürokratlara "sen" diye hitap etmesi ve gerektiğinde dikte edici üslûplar kullanabilmesiydi.

Başbakanlık koridorlarında daha önce rastlamadık bir tür olan bu insan modelinin "görevinin ne olduğu"sorulduğunda, personelden sorumlu bürokratlar bile

"Genelkurmay'a yakın bir arkadaş olduğu söyleniyor"

demekten öteye gitmiyorlardı.

Faruk Demir'in çok konuşma özelliği, vurguladığı ilişkilere ihtiyatlı yaklaşmayı gerektirir ama kendi gözlemlerime dayanarak Genelkurmay ile oldukça yakın bir ilişki içinde olduğunu söyleyebilirim. Bazı üst düzey askerlerle de oldukça senli-benli ilişkiler içindeydi.

Özellikle Genelkurmay'ın çıkmasını istediği bir yasa, tüzük veya yönetmeliğin istenilen sürede ve istenilen içerikte hazırlanıp hazırlanmadığını sıkı takip ederdi. Başbakanlığın en kozmik birimlerinden birisi olan Kanunlar ve Kararlar Dairesi'ne girip çıkmak Faruk Demir için kantinde çay içmek gibi bir şeydi..

Bir keresinde, Müsteşar Yazıcıoğlu'na Kanunlar ve Kararlar Dairesi'nden evrak götüren genç bir kavası koridorda durdurup elindeki dosyaya baktığını bugün gibi hatırlıyorum.

Faruk Demir'in mesai saatleri dışında kullandığı mekânlar, Ankara'nın en üst düzey siyasetçi, bürokrat, asker, istihbaratçı ve gazetecilerinin mesken tuttuğu lüks lokanta ve cafelerdi. Papermoon yanlış hatırlamıyorsam o dönem henüz yoktu. Yukarıda anılan zevatın uğrak yerleri arasında "Ivy" adlı bir cafe ile, yanındaki şimdi adını hatırlayamadığım lüks balıkçı lokantası vardı.

İlginçtir, Ankara aristokrasisinin bir başka gözde mekânı da o dönem Turkish Daily News gazetesinin imtiyaz sahibi İlnur Çevik tarafından işletilen Daily News Cafe idi.

Bu mekânın özelliği hem 28 Şubat'ın etrafındaki gazeteci siyasetçi ve bürokratlar, hem de İlnur Çevik'in yakın arkadaşı, o dönemin güya "mağduru" Fehmi Koru tarafından ortak kullanılıyor olmasıydı.

İki tarafın buluşup temas kurduğu yer burasıydı.

Daily News Cafe'nin müdavimleri arasına, fakir bir köşe yazarıyken sonradan birileri tarafından "keşfedilip" maddi ve sosyal durumu düzeltilen Ömer Çelik, ardından da Mustafa Karaalioğlu eklendi.

Burada yapılan konuşmalar Tayyip Erdoğan'a Ömer Çelik tarafından, Necmettin Erbakan'a da Mustafa Karaalioğlu tarafından günü gününe iletilmekteydi.

Tabii Daily News Cafe'nin en sadık müdavimleri arasında Amerikan Büyükelçiliği'nin Türk siyaseti ile yakından ilgilenen yetkililerinin bulunduğunu da unutmuyoruz...

Faruk Demir konusunun dağıldığını düşünmemenizi rica ederek şu önemli ayrıntıyı da eklemek istiyorum:

Son derece şen şakrak bir adam olan İlnur Çevik, 28 Şubat'la ilgili gelişmeleri her nedense pek keyifle izliyordu.

Kendisine "irticacı" damgası vurulamayacağı için pek rahattı ve bu rahatlıkla Fehmi Koru gibi sözümona "mağdur İslamcı aydınlara" hamilik yapıyordu. 28 Şubat'çılarla "mağdur islamcıların" Cafe'sinde buluşup konuşmalarından oldukça memnun bir hali vardı.

İlnur Çevik'in o dönem asıl ilgi alanını, kimsenin üzerinde durmadığı Kuzey Irak oluşturmaktaydı.

Burada bir radyo istasyonu kurmuştu. Yılın neredeyse yarısını orada geçiriyor, Türk girişimcilere "Burada gelecek var, gelin bigane kalmayın" çağrıları yapıp duruyordu. (Senenin 1997 olduğunu ve Irak'ın işgalini kimsenin rüyasında bile görmediğini hatırlatalım...)

Daily News Cafe'nin "seçkin" müdavimleri arasında Kuzey Irak'la yakından ilgilenen bir diğer kişinin de Faruk Demir olduğunu belirtelim...

Demir'in Başbakanlık'taki evrak takibinden sonra en ilgi duyduğu alan Kuzey Irak'tı.

Kendisinin, Kürtçe'nin bütün lehçelerini mükemmel anlayıp konuşabilen bir "abimiz" olduğunu da bilmeyenlere duyuralım...

Zaza asıllıydı...

Bu yüzden kendisine, biraz da attığı üst düzey havalardan dolayı "Allah'ın Zazası" derdim...

Bu "Allah'ın Zazası" bir gün,

"Sana çok önemli bir şey söyleyeceğim. Suriye'den yakında çok değerli bir paket alacağız. Ve bu paket, Türkiye'nin gelecek 20 yılını şekillendirecek"

dedi...

Bir gazetecinin yarım yamalak bilgi verip arkasını getirmeyen bütün haber kaynaklarına kızdığı gibi kızdım ve

"Be hey Allah'ın Zaza'sı! söyledin bir şey, bari azıcık ucunu aç. Ne demek istedin şimdi sen, bari biraz da bilgi ver"

dedim ama bütün ısrarlarıma rağmen "Bu kadar söylerim" deyip sustu.

Bu istihbaratı kime soracak, nasıl doğrulatacak ve detayları kimden alacaktım? Tabi hiç bir şey yazamadım, olay orada kaldı.

Faruk Demir'i her gördüğümde

"Konuştu Bal Kabağı diye haber yazıp o 'bal kabağının' altına da senin fotoğrafını koyacağım, haberin olsun"

diye taciz edip durdum.

Her zamanki gevrek gülüşüyle kahkalar atarak Başbakanlık koridorlarında kaybolup gitti.

Faruk Demir bu "ham bilgiyi" bir gazeteci ile paylaştığında sene 1998'di. Yaklaşık 1,5 yıl sonra Abdullah Öcalan'ın "şartlı" bir paket halinde Türkiye'ye teslim edildiğini biliyorsunuz...

Faruk Demir'in Başbakanlık'taki tuhaf mesaisi, DSP azınlık hükümetinin başlarına kadar sürdü. Yaşar Yazıcıoğlu döneminde, baktılar ayak altında bu kadar dolaşması dikkat çekiyor ve rahatsızlık yaratıyor; hiç bir resmi sıfatı olmayan bu "görevliye" bir ara oda bile tahsis ettiler.

Hem de nerede bilin?

Kozmik Oda'nın hemen dibinde!

Hani şu Mesut Yılmaz'a Türkank'ın satışı konusunda gelen istihbarat notunun kaybolup gittiği Kozmik Oda'nın dibinde...

Ahmet Şağar'ın müsteşarlığı döneminde ya Hüsamettin Özkan'ın "askerlerle doğrudan ilişkiden sorumlu Bakan" vazifesini üstlenmesi, ya da görevin ifâ edilmiş olmasından dolayı "Allah'ın Zazası" Başbakanlık'tan çekildi.

Kısa bir ortadan kayboluştan sonra "NTV'nin strateji danışmanı" sıfatıyla karşımıza çıkıp televizyon yorumları yapmaya başladı.

O dönem Mehmet Emin Karamehmet'in "sağ kolu" olarak anılan ve gelmiş geçmiş bütün hükümetlerin önemli aktörleriyle samimiyet kurma becerisine sahip olan gazeteci Nuray Başaran'la da arası oldukça iyiydi. Ergenekon ek delillerine göre ikisi birlikte Levent Ersöz'ü de ziyaret etmekteymişler...

Ersöz'ün "Faruk Demir'in CIA ajanı olduğundan" (kendisinin iddiasıdır) ne zaman şüphelenmeye başladığını ve kendisiyle ne düzeyde bir ilişki içinde olduğunu bilmiyoruz.

At izi it izine karışmış vaziyette çünkü....

Bildiğimiz, devletin en üst düzey istihbarat yetkililerinden biri (Levent Ersöz) tarafından "CIA ajanı" olarak saptanan bir şahsın, Başbakanlığın en kozmik odalarına elini kolunu sallayarak girebildiği ve Genelkurmay'ın en üst düzey yetkilileriyle ahbap-çavuş ilişkiler kurabildiği..

Faruk Demir, o dönem çok üst düzey bir generalin kendisine "kızını vermeye çalıştığını" bile anlatıp gülüyordu; ne kadar doğru olduğunu bilmiyoruz.

Şimdi, "Faruk Demir'in CIA ajanı olduğu" iddiası çerçevesinde sorulması gereken sorular, kurulması gereken mantıklar var:

Faruk Demir eğer CIA ajanıysa;

(Açık İstihbarat : Faruk Demir'in "ajan" olmaktan çok CIA-MİT Genelkurmay arasında bir "istihbarat kavası" olma ihtimali daha yüksek bir ihtimal olarak değerlendirilmelidir. Eskimoların buz üzerine yüzlerce kelimesi olduğu gibi ajan kaynayan bir memleketin de "ajanlık"üzerine yüzlerce kelime üretmesi gerekiyor)

28 Şubat'ın gerçek mimarı CIA ise;

28 Şubat, AKP'yi iktidara getirmiş olan süreç ise...

Böyle bir "sanal darbenin" yarattığı "ters efektle" iktidara gelmiş olan AKP, bugün CIA tarafından arzulandığı gayet belli olan bir anayasa değişikliği yapmaya kalkışıyor ve bunun adına da "darbelerle mücadele"diyorsa...

Siz kimi, hangi suçtan yargılıyor;

"Ergenekon" adını koyduğunuz Gladyo'yu nerelerde arıyorsunuz Sayın hakim ve savcılar?

Yusuf Kaplan
28 Şubat bitmedi; yumuşak sekülerleşme devrimi'yle toplumu 'bitirdi'

Diğer askerî müdahalelere "darbe" diyoruz; ama 28 Şubat'a sadece "darbe" demiyoruz; "28 Şubat süreci" diyoruz aynı zamanda. Neden?

Şundan: 28 Şubat, bu topluma, askerî darbelerden çok daha fazla darbe vuran sosyal, siyasî, kültürel ve entelektüel bir dönüşüm projesidir. O yüzden derin bir süreçtir: Adına Toplumun bütün hücrelerine derinlemesine nüfûz ederek toplumu tepeden tırnağa dönüştürmeyi hedefleyen bir kendi kendini sömürgeleştirme süreci.

Bugün, "28 Şubat bitti", derken kastedilen şey, militerleşme olgusudur: Kaldı ki, bunun da henüz tam olarak bittiğini söyleyemeyiz; bu bağlamda kısmî bir normalleşme süreci yaşadığımızı söyleyebiliriz yalnızca: Bu normalleşme sürecinin nihâî noktasına götürülebilmesi, köklü kurumsal reformlarla mümkündür. Bugüne kadar girişilen bu tür girişimler, köklü fikrî temellerden ve stratejik hedeflerden yoksun olduğu için başarıyla sonuçlanamamış, geri tepmiştir.

1908'den itibaren bu ülkede "kale" içeriden fethediliyor ve ülkenin omurgasını tavandan çökertecek bir kendi kendini sömürgeleştirme süreci yaşanıyor: Türkiye, Batılılar tarafından sömürgeleştirilmeye gerek kalmadan içeriden gerçekleştirilen zihnî bir sömürgeleştirilme ameliyesine tabî tutuluyor.

Tavandan sömürgeleştirme girişimine, 28 Şubat'la birlikte, tabandan sömürgeleştirme girişimi ilâve edilmiştir. O yüzden, 28 Şubat, klasik bir askerî darbe değil, yumuşak bir sekülerleşme devrimi'dir: Türkiye'yi, bu toplumun temel iddialarını, ruhunu, toplumun en derin hücrelerine kadar nüfûz ederek bitirme çabası.

Bu nedenle, 28 Şubat'ın bittiğini söylemek, 28 Şubat projesini kavrayamamak demektir. Dolayısıyla burada asıl konuşulması gereken yakıcı sorun, 28 Şubat'ın Türkiye'yi, toplumun temel iddialarını, değerlerini, dinamiklerini, ruhunu bitirme sürecine girdirmeyi ve bu süreci halen derinlemesine hayata geçirmeye devam etmeyi nasıl başardığı meselesidir.

Bu başarının nedeni, 28 Şubat'la başlatılan yumuşak sekülerleşme devriminin, bu toplumun ruhunu yok edecek, omurgasını çökertecek, kültürel değerlerini çözecek, iddialarını nihâî olarak bitirecek bir süreci gerçeğe dönüştürmüş olmasıdır.

28 Şubat'la birlikte, İslâmî duyarlıklar, değerler, ölçüler, ölçütler bütün toplum kesimlerinde gözle görülür bir şekilde aşınmış; görünüşte, dindarlaşmada patlama yaşanmaya başlanmış ama adına dindarlaşma denen fenomenin, gerçekte, dini darlaştırma, bireysel alana hapsetme, hayattan uzaklaştırma süreci olduğu fark edilememiştir bile.

28 Şubat süreciyle birlikte maruz bırakıldığımız yumuşak sekülerleş/tir/me devrimi, toplumdaki İslâmî duyarlıkları aşındırmakla, toplumu ayakta tutan omurgayı çökertmiş, değerleri çözmüş, dinamikleri tuzla buz etmiştir. Ve Özal dönemi liberalizmini mantîkî sonuçlarına ulaştıran bu süreçte patlak veren çıkarperestlik, kariyerperestlik, egoperestlik, pop, top ve starperestlik gibi sosyo-kültürel dekadans biçimleri, Türk toplumunu, Batı toplumlarının kötü bir karikatürüne dönüştürmüştür.

Dahası, İslâmî duyarlıkların aşınmasıyla birlikte, etnik kimlikler, ulusalcılık, Kemalizm, milliyetçilik gibi altkimlikler üst kimlik olarak kemikleşmeye, farklı toplum kesimleri arasında ürpertici kutuplaşmalar köksalmaya başlamıştır.

Sonuçta, farklılıkların alabildiğine azmanlaş/tırıl/dığı, ortak paydaların ise azaltılmaya, hatta yok edilmeye çalışıldığı bir çıkmaz sokağın eşiğine fırlatılmış durumdayız.

28 Şubat'ın İslâmî kesimlerdeki sosyo-kültürel ve entelektüel sonuçları ise daha da tahripkâr olmuştur: Sözgelişi, gayr-ı meşrû cinsel ilişkilerde, başı örtülü kızlarla erkekler arasında parklarda, sokak aralarında yaşanan aşk ilişkilerinde; İslâmî kesimlerdeki boşanma oranlarında, hırsızlık, yolsuzluk, dolandırıcılık, komisyonculuk olaylarında; yoksul, kimsesiz insanların, sessiz yığınların sorunlarına duyarsızlaşma biçimlerinde ürpertici patlamalar yaşanmaya ve işin daha da vahimi, bütün bu sosyo-kültürel çözülmeler, yozlaşmalar normalmiş gibi algılanmaya, görmezden gelinmeye başlanmıştır.

En önemlisi de, 28 Şubat "devrim"i, en fazla kültürel alana darbe vurmuş, kültürel alanı bitirmiştir. Medeniyete, medeniyetler ittifakına bu kadar vurgu yapan AK Parti hükümeti, ne yazık ki, yaşanan bu çok yönlü bitişi, çözülmeyi göremediği için, kültür alanında tam bir fiyasko ve hezimet ile karşı karşıyayız...

Oysa bilim, düşünce, sanat ve hayatı da içine alacak şekilde en geniş anlamıyla kültür'de varlık gösteremeyen bir toplumun, uzun vadede, varlığını sürdürebilmesi bile zordur.
Yenişafak

28 Şubat'ın yıldönümü ve provokasyon
AVNİ ÖZGÜREL
28/02/2010
Hareket Ordusu, 2 Abdülhamid’i tahttan indirmek istemişti... Kanuni’nin veliahtı Şehzade Mustafa bir komplo sonucu katledilmişi... 28 Subat Necmettin?Erbakan başbakanlığında oluşturulan Refahyol hükümetini hedef aldı...



Kanuni oğlunun kendisini tahttan indirmeye hazırlandığına delil olarak gösterilen sahte mektuba inandırıldı ve veliahd şehzade Mustafa katledildi. 5. Murad'ı tahttan indirmek için Viyana'dan getirtilen doktor 'deli' raporu yazmayı reddedince basın devreye sokuldu. 31 Mart Vakası'nda İttihatçılar, ayaklandırdıkları askerin yanına paşa üniforması giymiş subaylar gönderip Abdülhamid adına şapka giyilmesine dair ferman okudular...

Türkiye uzun zamandan beri darbe planları üzerine konuşuyor... Ergenekon Davası diye isimlendirdiğimiz soruşturma/davanın çerçevesi bu. Yapılan yayınlardan ve ortaya atılan iddialardan anlaşılan o ki kıyamet kadar darbe planı ve bu planlara ilişkin kimisi yürürlüğe konulmuş muhtelif eylem hazırlıkları mevcut.
Tesbih ne zaman koptu sistemin taneleri ne zaman dağıldı sorusuna yıllardır Türkiye’nin NATO’ya girişini takiben 27 Mayıs darbesiyle diye cevap veriyorum. Kendine göre gelenekleri, değer yargıları, terfi düzeni ve strateji anlayışı olan TSK, savunma anlayışını teamülleriyle uyumsuz farklı bir çıpaya bağladığından beri düzen tutturamadı. Aradan 13 sene geçmiş olmasına rağmen mesullerine soru yöneltilmeyen, açtığı kapı kapatılamayan 28 Şubat’ın son olmadığı da 2007 senesinin 27 Nisan ayında göründü. 28 Şubat’ın yıl dönümü askerin siyasete müdahale için gerekçe oluşturma girişimlerinin geçmişine bakma vesilesi.

Osmanlı’da darbe
Fatih dönemine kadar uzanan örnekler var elbette ama daha yakın dönemlere gelindiğinde perdelenmeye gerek duyulmayan hadiselerle dolu Osmanlı tarihi. Bunların en ünlülerinden biri Kanuni’nin şehzade Mustafa’yı öldürtmesine sebep olan sahte mektup tanzimi. Hürrem Sultan’ın kendi çocukları olan Beyazid ya da Selim’in tahta çıkmasını temin etmek için giriştiği komplonun ürünüydü sözünü ettiğim mektup. Padişahın sevgili eşi Hürrem Sultan kızı Mihrimah’ın eşi Sadrazam Rüstem Paşa’yı kullandı bu tuzak için. Şehzade’nin mührü taklid edildi ve veliahdın İran Şahı’na
yazdığı mektuptur diye sahte bir belge tanzim edilip İran hududundaki nöbetçiler tarafından ele geçirilmişcesine Kanuni’ye sunuldu. Mektupta yazılana göre şehzade babasının artık kocadığı ama tahtı bırakmamakta direndiğini söylüyor, kendisine zor kullanarak hakkı olanı almaktan başka yol kalmadığını anlattıktan sonra Şah’tan destek istiyordu. Bu, düşmanla işbirliği demekti, dolayısıyla affı mümkün değildi... 1553’te Konya Ereğlisi’de kurulan İran seferi ordugahı oğlunun ihanetine uğradığı duygusuyla hareket eden Kanuni’nin öfkesine tanık oldu.
Üçbuçuk asır sonra Osmanlı Sarayı bir başka provokasyona sahne oldu. Mithat Paşa çevresinde kümelenen ‘dörtlü çete’ Sultan Aziz’i tahttan indirip katlettirdikten sonra tahta çıkmasını sağladığı 5. Murad’tan beklediği yaklaşımı göremeyince, amcasının katlinden dolayı asabi buhran geçirmekte olan padişahı ‘deli’ ilan etmeyi planladı. 5. Murad’ın süs havuzunda yüzmeye kalktığı, huzuruna çıkan devret ricalini saltanat geleneğinde olmayan şekilde kucaklayıp öptüğü, merdiven inmek isterken çıktığı dedikoduları yayıldı. İngiltere’nin tavsiyesiyle Viyana’dan getirtilen asabiye mütehassısına muayene ettirilen padişah için doktordan ‘tedavisi mümkün olmayacak şekilde akıl hastasıdır’ şeklinde rapor vermesi istendi. Doktor ‘Birkaç hafta sakin bir ortamda istirahat kafidir’ şeklinde rapor tanzim ettiyse de verdiği belge basına ‘Padişahın deli olduğu dünyaca ünlü Avrupalı doktor tarafından tesbit ve tescil edildi’ diye yansıtıldı. Kamuoyu böyle oluşturulduktan sonra son darbe şeyhülislam fetvasıyla vuruldu. Ve 5. Murad tahttan indirilip Çırağan Sarayı’na konuldu.

Komitacılık ve Karbonari
‘Komitacılık’ Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülme sürecinde Balkanlar’da ortaya çıkan çeteleşmenin adı. Çete değil de ‘komita’ denmesinin sebebi çapul-talan-gasp dışında siyasi bir hedefe yönelmiş görünmeleri. Gayrimüslim gruplar açısından bakıldığında Bulgaristan’da, Makedonya’da, Arnavutluk’ta ve nihayet Anadolu’da Ermeni gruplarının benimsediği bir silahlı örgüt modeli komita. Türk tarihi açısından bakıldığında ise merkezi otoriteyle kavgalı, saraya öfkeli, değişimin ancak askeri darbeyle mümkün olacağına inanan subay ve erattan oluşan illegal yapı. Komitacılığın ilham kaynağı ise İtalyan Karbonari teşkilatı... Ağırlıkla kömür madeni işçilerini çatısı altında toplayan, adını da buradan alan Karbonari masonik bir yapıydı ve kendilerini ‘duvar işçisi’ sayan masonlar tarafından örgütlenmişti. İtalya’nın yanı sıra Fransa’da da etkili olan Karbonariler sayısız ayaklanma, suikast teşebbüsü ve darbe girişimiyle ünlüydü. Balkan Komitacılığı diye bilinen çeteleşme bunu örnek aldı. Makedon, Bulgar ve Arnavutlardan sonra Türkler de benzer yarı masonik yarı militer yapıda örgütlendi. Masonluğa mahsus gizli tekris törenleri, yeminler, sır arkadaşlığı kavramı v.s.
İmparatorluğun Selanik, Manastır gibi kentlerinde görevli genç subayların yöneldiği bu örgütlenmenin hedefi Avrupa’nın öfke duyduğu Sultan 2. Abdülhamid’ti. Dolayısıyla ihtilalci genç subaylar sadece birlikte hareket ettikleri gayrı Müslim komitacılardan değil batı basını tarafından da parlatılıyorlardı.
Kendilerini hedefe taşıyacak her yol mubahtı örgütün gözünde. Suikast gerçekleştirebilir, provokatif eylemler düzenleyebilir, çıkardıkları kargaşanın sorumluluğunu idareye yükleyebilirdi. Nitekim 31 Mart Vak’ası olarak bilinen hadise böyle organize edilmişti.

31 Mart’ta ittihatçı oyunlar
Rumi takvime göre 31 Mart, miladi takvime göre 13 Nisan 1909’da meydana gelen ayaklanma 2. Abdülhamid’in kışkırttığı ‘gerici isyan’ olarak anlatıla geldi. Oysa geçen zaman içinde gün ışığına çıktı ki hadise İttihatçıların 1908 darbesinin devamından ibaretti. Padişah gerçekten düzmece bir ayaklanmayı vesile edip İttihatçıları safdışı bırakmayı ve istibdad idaresini güçlendirmeyi amaçlamış olsa, olayı alevlendiren derme çatma Avcı Taburları’nı kullanmak yerine, herhalde kendi emrindeki 30 bin mevcutlu ve tam donanımlı saray muhafız birliğini kullanırdı. 2. Abdülhamid’in kendisini tahttan indirmek için gelen Hareket Ordusu karşısında bile bu askeri gücü kullanmamış olması da herhalde bu kanıyı doğrular. Nitekim ‘Şeriat isteriz’ sloganıyla yürüyüşe geçip Sultanahmet Meydanı’nda toplanan askere nasihatçı olarak gönderdiği başkatibi Ali Cevat Bey ve Harbiye Nazırı Ethem Paşa’nın ağzından okuttuğu bildiri de bu yöndedir: “Evlatlarım! Siz ne istiyorsunuz? Şeriat mı? Bu nasıl lakırdı? Şeriat-ı Muhammediye hamd olsun bakidir ve daimidir. Padişahımız, halife-i Resulullah’tır ve devletimiz de devlet-i İslamiye’dir.
Şeriata ne oldu ki, şeriat isteriz diyorsunuz? Şeriat’a kimse dokunmadı, dokunamaz. Kimden şeriat İstiyorsunuz? Bize bu Şeriat’ı ihsan eden Allah’tır. Bekçisi de Allah’tır. Birtakım cahilane sözlerin aslı yoktur.Bunlara kulak vermeyin. Padişahımız, halife-i Resulullah Efendimiz Hazretleri
bilmeyerek vaki hatalarınızı affeyledi. Artık kışlalarınıza gidin oğullarım.”
İsyanın tertipçilerinin olayın içine kendisini çekmek için bir grup askeri destek vaadi alabilmek düşüncesiyle Yıldız Sarayı’na gönderip görüşme talebinde bulunduklarında Abdülhamid’in yüz vermeyip görüşme isteklerini reddettiği bilinir. İttihat Terakki’nin ünlü isimlerinden Rıza Nur da bu kanaattedir: “Bu vak’ayı Abdülhamid tertip etti dediler.Yalandır. Zavallının bunda hiçbir dahli yoktur. Bunu mevsüken (= belgelere dayalı) biliyorum. Abdülhamid’den tehlike yoktu. Şeriat meselesi laftan ibaretti.”
Olayın şahitlerinden Mustafa Turan ‘tezgâhın’ provokasyon karakterini şöyle anlatır: “Taburların içine sabah erkenden paşa kılıklı bir grup girdi. Askerin içtimasından (=toplanmasından) sonra bir paşa elindeki Abdülhamid adına uydurulmuş sahte bir şapka giyme fermanı okudu.”
Ok yaydan çıkmıştı artık. Sultan Hamid’in 10 Nisan’daki çıktığı son cuma selamlığında söz konusu ferman konusunda, “Benim böyle bir fermanım yoktur. Tahkikatım bunun bazı düşmanlar tarafından tertip edilmiş maksatlı bir siyasi olay olduğunu teyit etti” demesi ne basında yer aldı ne camideki cemaat dışında kimse tarafından işitildi. Bir kısmı er, çavuş kıyafeti giyerek askerleri Sultanahmet Meydanı’na taşıyan İttihatçı subaylar arzuladıkları sonucu almış, din elden gidiyor, şeriat isteriz, Padişahım çok yaşa sloganlarıyla askeri galeyana getirmişlerdi. Ve o andan sonra olayların gelişiminde rol üstlenmeyecek taburları başıboş bırakıp Hareket Ordusu’na katılmak için miting alanını terk edip Selanik’e gitmelerinde sakınca yoktu. Ayaklanma belli bir kıvama geldikten sonra tertibin son perdesi olarak meşruiyeti kurtarmak ve isyanı bastırmak gayesiyle
sivil gönüllülerle birlikte mevcudu 15 bin kişiyi bulan başı bozuk ‘Hareket Ordusu’ İstanbul’a yürüyüşe geçti.
Ve 28 Şubat
Komitacı gelenek İttihat Terakki’yle orduya yerleşti. 27 Mayıs öncesi Ankara ve İstanbul’da teşkil edilen cuntalar, 27 Mayıs sonrası İstanbul’da Harb Akademileri’nde planlanan yeni darbe, Albay Talat Aydemir’in 22 Şubat ve 21 Mayıs darbe girişimleri, 12 mart öncesi General Cemal Madanoğlu’nun liderliğindeki komita bu geleneğin uzantısından başka bir şey değildi. Talat Aydemir’in İstanbul’daki cunta toplantısını İttihatçı Mahmut Şevket Paşa’nın konağında toplaması dahi İttihatçıların bünyesinden çıkan ama İttihatçılara muhalif ‘Halaskar Zabitan’ yani ‘kurtarıcı subaylar’ anlayışının aradan uzun zaman geçse de devam ettiğinin göstergesi. Keza 21 Mayıs darbe girişimi sonrası İstanbul’da Taksim’deki Atatürk anıtına ‘Harbiyeli Aldanmaz’ bandıyla bırakılan çelengin ifade ettikleri de.
28 Şubat ‘post modern darbe’si ve yakın zamanda gerçekleşen 27 Nisan çıkışı farklı üslupla ve saikle ama aynı zihniyetin eseri olarak gerçekleşti. Özellikle 28 Şubat şeriatçı bir düzen kurma hevesindeki iktidara karşı askerin direnmesi kılığına sokulması bakımından 31 Mart’ın çağdaş versiyonu hüviyeti kazandı...

Radikal

28 Şubat, AKP'yi iktidar yaptı.
28 Şubat 2010,
Mehmet Bekaroğlu 28 Şubat, yarattığı mağduriyetle AKP'yi iktidar yaptı. Şimdi Erdoğan bu mağduriyetin bitişini yaşıyor. İnişe doğru dönüm
Bugünkü kavga, güçlünün güçsüzü patakladığı kavga değil. Şartlar eşit. İki taraf da psikolojik savaş yöntemlerini kullanıyor. Halk farkında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve kurmaylarıyla geçmişte birlikte siyaset yapan, Saadet Partisi ve Fazilet Partisi'nin eski yöneticilerinden psikiyatrist Mehmet Bekaroğlu, 28 Şubat'ın yıldönümünde AKP iktidarına yönelik çarpıcı değerlendirmelerde bulundu.

Önce Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan ardında da Necmettin Erbakan ile yollarını ayıran Bekaroğlu, bu isimlere yönelttiği eleştiriler nedeniyle yıllardır 'Müslüman solcu' olarak diye biliniyor.

Ankara'da 'özellikle' bir 28 Şubat günü açtığı muayenehanesini kapatmak zorunda kalarak İstanbul'a yerleşen Bekaroğlu ile AKP iktidarını ve gündemdeki tartışmaları konuştuk. Bekaroğlu'nun değerlendirmeleri şöyle:

MAĞDURİYETİN SONU

'28 Şubat yarattığı mağduriyetle AK Parti'yi iktidar yaptı. Şimdi ise Erdoğan ve partisi bu mağduriyetin bitişini yaşıyor. Sadullah Ergin'in açıklaması 27 Nisan'da Cemil Çiçek'in açıklamasına benzetildi. Ama o zamanki haklı bir mağduriyetti. Şimdi biraz farklı. Bu taktik tutar mı emin değilim. İnişe doğru bir dönüm noktasındayız.'

SAVAŞ TEKNİKLERİ AYNI

'AK Parti artık 'biz güçlüyüz' havasında. Bunu en iyi anlatan Avni Doğan'ın 'şimdi de biz fişliyoruz' sözleridir. Şimdiki kavga, güçlünün güçsüzü patakladığı kavga değil artık. Eşit güçler arasında bir kavga. İkisi de psikolojik savaş yöntemleri kullanıyor. Millet ve halk bunun yavaş yavaş farkına varıyor.' 'Kendilerine uygulananları başkalarına uyguladıkları anda AK Parti mağduriyetini kaybetmiştir. Bir yerde 'yeter' denecek kendilerine de. 28 Şubat'ta askerlerin dinlettiğine benzer biçimde özel telefon görüşmeleri bu kez Ergenekon'da yayınlanıyor. Aynı ahlaksızlık. Aynı psikolojik savaş teknikleri. Bunlar bu teknikleri kullanmaya başlayınca masumiyetlerini, meşruiyetlerini, mağduriyetlerini kaybetti. Halbuki karşılarındakinin yöntemleriyle oynamak yerine, halk desteğiyle devam etmeliydiler.'

ZAAFLARI EŞİTSİZLİK

'Çok eleştirilecek yönleri var bu iktidarın. 'Cip' benzetmesini ilk ben yaptım. Bir başörtülü kadın yağmurda eskice pardösüsü, iki çocuğu ile durakta bekliyor. O arada cipiyle geçen başka bir örtülü kadın onların üzerine su sıçratıyor. Durum bu. 'Müslümanlık'ta bu olmaz, siz bunu yaptınız' demiştim. Çok tuttu.' 'AK Parti'ye yapılacak muhalefetin en temel noktası eşitlik olmalı. Eskiden muhafazakar insanlar varoşlarda aynı mahallelerdeydi. Şimdi ayrıldılar. Zenginleşen farklılaştı, mahalleyi terk etti korunaklı sitelere çekildi. Artık eşit değiller. Buradan patlak verecek. Eşitlikçi, vicdanı rahat bırakan, bu milletin değerleriyle problemi olmayan muhalefet indirecek bu iktidarı.'

DIŞ DESTEKLE GELDİLER

'Bu arkadaşlar 'biz reel siyaset yapıp dünya gerçeklerini dikkate alacağız' diye çıktılar yola. İçerideki vesayetçi baskı rejimini dışarıdaki güçlerle dengeleyerek iktidar oldular. AB, ABD, Yahudi lobisi kim akla geliyorsa herkesten destek aldılar. Ekonomik olarak da Kemal Derviş'in programını harfiyen uyguladılar. Ortadoğu'da ve diğer bölgelerde Türkiye'den ne bekleniyorsa onu yaptılar. ABD'nin söylediği 'model ortaklık' bu coğrafyadaki İslamcıları ehlileştirmek ve AK Parti gibi yaparak iktidara getirme planıdır. Ilımlı müslümanlar ve seçilmiş muhafazakarlarla devam edecekler'.

28 ŞUBAT BİTTİ Mİ? '1000 yıl sürer deniyordu.

28 Şubat'ı o dönem de Türkiye'deki gelişmeler olarak kabul ederseniz süremedi. Ama yukarıda anlattığım ılımlı İslam modeli düşünüldüğünde 28 Şubat aslında Ortadoğu'da olup bitenlerdir. Türkiye'deki sonucu AK Parti, bölgemizdeki sonucu ise büyük Ortadoğu projesidir...'

HEDEFİ CUMHURBAŞKANLIĞI

'ErdoĞan müthiş bir dindardır, kadere inanır. Allah'ın lütfunu tamamlayacağına inanır. Hedefi cumhurbaşkanı olmak. Kendisini 3. Abdülhamit gibi görüyor. O kesimlerde Abdülhamit'in önemi büyüktür.' 'Erdoğan'ın seçime yakın kullanacağı kozlar, onun iradesinin dışında öne çekiliyor. Yargıyla bu kadar sert kavga, kapatma davası gibi unsurlar seçim kazandıracak, arkasından cumhurbaşkanlığı getirecek şeyler. Öyle inanıyor. Ama bu sünger daha su çeker mi bilmiyorum. Cumhurbaşkanlığı için riske edip işleri de bozabilir. Yol kazaları olabilir.'

GÜL-ERDOĞAN ÇEKİŞMESİ BİR HAYAL

'Görev süresi bitince Gül emekli olur. O cenahta herkes Gül'ün Erdoğan'dan ötürü başbakan ve cumhurbaşkanı olduğunu bilir. Laikçi kesim hep Gül-Erdoğan çekişmesi bekledi ve bekliyor. Ama bu bir hayal. Böyle bir şey yok. Taraflarındaki adamları kuruyor bu söylentileri.'

ERDOĞAN PADİŞAHLIKTA HOCA'YI GEÇTİ

'Başbakan'ın iki zaafı var. Biri kendisi germe politikası ustalarından. Soğuk savaş döneminde yetişti. En yumuşak konuşurken bile olmuyor. Beceremiyor. Tabiatı bu. İkincisi de Erdoğan'ın kafasında bence bir 'tam demokrasi' anlayışı yok. Kendilerine karşı olan sisteme karşı çıkarken onun yerine herkese söz hakkı veren demokrasi inşa edilmiyor. Karşıdaki mutlak doğruya karşı o da 'ben doğruyum' diye geliyor. Eleştiriye asla tahammülü yok. Hele hele parti içinde eleştiriye hayat hakkı hiç yok. Oysa parti kurulurken yenilikçilerin en öne çıkan tarafı parti içi demokrasiyi savunmalarıydı. Erbakan parti içinde padişahlıkla suçlanıyordu. Ama Hoca'nın müthiş özelliği vardı. Herkesi dinlerdi. Erdoğan onun çok ötesinde padişah oldu. Kimseyi de dinlemiyor.'

GÜÇLÜLER, ZAYIFLARI DÖVDÜ

Psikyatrist Bekaroğlu, 28 Şubat döneminde Trabzon'da öğretim görevlisiydi. Bekaroğlu o dönemi 'Hakkımdaki yayınlar yüzünden İlkokul 2. sınıftaki çocuğuma arkadaşları 'Baban Atatürk düşmanıymış, sen okula gelme' dediler. Güçlüler, zayıfları böyle 'dövüyor'du' diye anlattı. 1998'de FP'den milletvekili seçilen Bekaroğlu, partinin kapatılması sürecinde Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül'den gelen AKP davetlerini reddetti. 2009'da geri döndüğü SP'den İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı olan Bekaroğlu, oyların yüzde 5'ini topladı.

ÇANKAYA ZİRVESİ DOLMABAHÇE BULUŞMASI GİBİ

'Son operasyonlar tarihidir. Ben destekliyorum. Benim rahatsız olduğum, aynı Dolmabahçe görüşmesi gibi bu kez de Başbakan İspanya'dan gelsin de Genelkurmay Başkanı ile görüşsün diye beklenmesi. Kapalı kapılar ardında bir şey çevriliyor havası. Yaşananların yeni, kurulanın tam demokrasi olduğunu tartışmalı hale getiren işte bu tavırlar. Kendisi kapalı kapılar ardında bir şey yapınca normal, başkaları yapınca problem oluyor.'

PAZARLIK İMAJI YANLIŞ

'Köşk'teki toplantıda gözaltındaki komutanlar için 'bu tutuklansın, bu tutuklanmasın' pazarlığı yapılıyor mu bilemiyorum. Ama böyle bir izlenim doğması, sürmekte olan yargı sürecine, savcılara, hakimlere yazık eder çünkü çok önemli işler yapıyorlar. Dün Veli Küçük ile ilgili laf söyleyemiyorduk. Bugün bir cunta yapılanması ciddi ciddi yargılanabiliyor.'

EN BÜYÜK YARAYI TEKEL'DEN ALDI

'ErdoĞan Tekel işçilerine müdahale gibi bir hata yapmaz. Zaten büyük yanlış yaptı ama bu yargı ve asker olayları onu örttü. En büyük muhalefet Tekel işçisinden geldi, en büyük yarayı da oradan aldı.' 'Cumhurbaşkanı ve Başbakan'ın eşlerinin başlarının örtülü olması örtülü-örtüsüz, dinci-laik demeden emekçilerin işten atılmasını engelleyemiyor bu ülkede. Abdestli MÜSİAD'ın da, başı açık TÜSİAD'ın da krizde ilk aklına gelen işçi çıkarmak.'

UTKU ÇAKIRÖZER/Akşam

Kızım sana Susurluk diyorum sen irtica anla
Aziz Üstel
Star Gazetesi
04 Nisan 2010

Kurumlar arası itiş kakış sürüyor Türkiye’de.
Yalnız bunun bir iyi yanı var: Her şey kamuoyunun gözleri önünde; hiçbir şey kapalı kapılar ardında kalmıyor.

Eline yasa ya da darbe anayasası nedeniyle bazı güçler geçirenler, bu güçlerin ellerinden gideceğini anladıkları an basıyorlar yaygarayı.

Yaygaraya gerekçe olan söylem hiç değişmiyor: “Cumhuriyet elden gidiyor!”

Örneğin 28 Şubat.

İrtica ha geldi ha gelecek; şeriat kapıdan giremedi bacadan sızdı derken bir gecede 40 milyar dolar buharlaştı. Ama kimsede gık yok! Susurluk hasıraltı mı sümen altı mı ne edildi; gene sessizlik egemen ortalığa! Aslına bakarsanız kavganın, laiklikle falan hiçbir ilgisi yok! Kavga, sermayenin el ve yön değiştirmesinden kaynaklanıyor. Sermaye yavaş yavaş Anadolu’ya kayıyor. Eyvah ki ne eyvah! Sermaye Anadolu’ya kaydıkça da buna hemen yaftalar yapıştırılıyor: Yeşil Sermaye... Dinci Sermaye!

Bu yaftaların hepsi palavra! Sermaye ister muhafazakarda, ister liberalde, ister sosyal demokratta olsun. Önemli olan bu sermayenin nasıl yatırım yaptığı. İs

tihdam sağlayıp sağlamadığı. Ürettiğinin kaçta kaçını iç, kaçta kaçını da dış piyasalara satabildiği. Geçmişte, gümrük duvarlarının ardında, çürük mallar üretip bunu yüzde bin karla satarken bu gariban millete, irticadan falan söz eden yoktu! Kimse şeriat geliyor diye yaygara koparmıyordu! Peki bu yaygaraları koparanlara niye inanıyoruz?
Oğuz Ağca’nın yaptığı küçük bir araştırmaya göre, Türkiye’de insanlar okumuyor. Örneğin, okuma alışkanlığında Türkiye, 178 ülke arasında ancak seksen altıncı olabilmiş. Bundan kırk beş yıl önce, Türkiye’de, her yıl, ortalama, 23 milyon 386 kitap basılırken, bugün, bu sayı 2 milyonlara düşmüş! Türkiye zenginleşiyor ama kitap okuma oranı düştükçe düşüyor. Araştıran yok. İnternet magandaları dilediklerince sallıyor, yalan yanlış şeyler yazıyor. Ve bunlara inanıyor insanlar, özellikle de gençlik. Biraz zaman ayırsalar, birazcık zahmet edip okusalar, nelerin gerçek nelerin yutturmaca olduğunu öğrenecekler. O zaman da, önlerine pişirip pişirip sürülen aynı çorbaya kaşık sallamaktan vazgeçecekler!

SP Genel Başkanı Kurtulmuş: 28 Şubat ve 27 Nisan ile de hesaplaşılsın
15 Eylül 2010
Anadolu Haber

Saadet Partisi (SP) Genel Başkanı Numan Kurtulmuş, referandumun bir siyasi sonucunun bulunmadığını belirterek başarı ve zaferin milletin olduğunu söyledi. Referandumdan çıkan oyların paylaştırılmasını doğru bulmadığını vurgulayan Kurtulmuş, payın milletin olduğunu, partilerinin ise referandumun yapılmasına büyük katkısı olduğunu ifade etti. Kurtulmuş, sadece 80 darbesiyle değil 28 Şubat ve 27 Nisan ile de hesaplaşılmasını istedi.

Parti genel merkezinde basın toplantısı düzenleyen Kurtulmuş, milletin yanlış siyasi polemiklere rağmen demokrasiden yana olduğunu ortaya koyduğunu kaydetti. Referandumda vesayetçi sisteme karşı olunduğunun gösterildiğini dile getiren Kurtulmuş, milletin egemenliğinin öneminin anlaşıldığını belirtti. Bütün öngörülerinde haklı çıktıklarını savunan Kurtulmuş, iktidar ve muhalefet parti genel başkanlarının kampanya döneminde yaşananlardan rahatsız olduklarını dile getirmelerinin sevindirici olduğunu ifade etti. Nitelikli çoğunlukla evet çıkmasının güzel olacağını anlatan Kurtulmuş, bu değişikliğin son değil başlangıç olduğuna dikkat çekerek tartışmaların referandum sonuçları üzerinden yapılmasının ise Türkiye'ye vakit kaybettireceğini dile getirdi.

13 Eylül'de Türkiye'de siyasi ve hukuki bir dönemin başladığını vurgulayan Kurtulmuş, diyalog zeminlerinin her zaman açık tutulması gerektiğini belirterek siyasetin tutarlı, kararlı ve şeffaf olması gerektiğini kaydetti. Yeni anayasa değişikliği için çok geniş kapsamlı çalışmalar yapılması gerektiğinin altını çizen Kurtulmuş, Türk Silahlı Kuvvetleri(TSK)'nin Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanması, İç Hizmet Kanunu 35. maddenin kaldırılması konularında artık hiçbir mazeretin kalmadığını ifade etti.

"28 ŞUBAT İLE DE HESAPLAŞILSIN"

Cumhurbaşkanı'nın görev ve yetkilerinin yeniden düzenlenmesi gerektiğini vurgulayan Kurtulmuş, referandum sonuçlarıyla milletin "iktidara artık düzenleme yapmamak için bir mazeretinin kalmadığı, muhalefete ise statükonun yanında durmayın mesajı"nı verdiğini belirtti.

Bundan sonra asıl sorulması gerekenin yeni anayasanın nasıl ve kim tarafından yapılacağı konusunu olduğunu dile getiren Kurtulmuş, "Seçilmiş Anayasa Meclisi"nin gündeme gelmesi gerektiğini savundu. Başbakanın referandumdan sonra yaptığı konuşmanın demokrasiye katkı sunduğunu dile getiren Kurtulmuş, fakat anayasa çalışmaları için Burhan Kuzu'ya talimat vermesine tepki gösterdi. Anayasanın hiçbir partinin olamayacağını vurgulayan Kurtulmuş, değişikliğin 2011 genel seçimler sonrasına bırakılmasının talihsizlik olacağını söyledi.

12 Eylül'de yapılan referandumda sadece 80 darbesiyle değil 28 Şubat ve 27 Nisan ile de hesaplaşılması gerektiğini vurgulayan Kurtulmuş, geçmişle tam bir hesaplaşmanın yapılması gerektiğinin altını çizdi. Yeni Anayasa değişiklik çalışmalarında üzerlerine düşen görevi karşılıksız yerine getirmeye hazır olduklarını anlatan Kurtulmuş, mutabakat ve diyalog zemininin sürekli açık tutulması gerektiğini belirtti. Silahların ve terörün gölgesinde siyasetin olamayacağını vurgulayan Kurtulmuş, Kürt sorununun çözülmesini de istedi.

28 Şubat mağdurları
Muharrem Bayraktar
Yeni Mesaj

“28 Şubat süreci bazı kesimleri dümdüz ezen, bazı kesimleri ise ezmiş gözüküp ihya eden bir post modern darbe olma özelliği taşıyordu. Birçok mütedeyyin kişi ve grup bu süreçten çok ciddi derecede mağdur olarak çıktı.
Zaman gazetesi yazarı ve Fethullah Hoca’nın adeta sağ kolu olan Hüseyin Gülerce bir internet sitesine verdiği mülakatta şöyle diyor: “Biz 28 Şubat sürecini yaşadık. Ben o dönem Zaman gazetesinin genel müdürüydüm. 1995’ten 1999’a kadar yayından matbaaya, her türlü idarenin başındaki insandım. Tankla tüfekle bir camianın üzerine gelindiği bir dönemden bahsediyoruz. Peki, onun gazetesini, okullarını da didik didik etmezler miydi? Bakınız o dönemde Ankara’daki Samanyolu Koleji’ne altı ayda 80 defa müfettiş gitti. Öğrenciler, “Derslerde öğretmenlerimizden çok müfettiş görüyoruz” dediler. Veliler, “Çocuklarımız adam akıllı eğitim alamayacak mı?” diyerek isyan etti ve arkadaşlarımız rahmetli Ecevit’e şikâyete gittiler. Ve Ecevit inanamadı. Milli Eğitim Bakanı arayıp teyit edince şaşırdı.”
Hocaefendinin Ankara’daki kolejine 80 defa müfettiş gitmiş! Ama Başbakan Ecevit’in haberi yokmuş. Haberdar olunca tabi her şey süt liman olmuş.
Aynı dönemde Haydar Baş’a sempati duyanların kolejlerine de baskınlar yapıldı. Bu baskınlar “teftiş amaçlı” değil, kapatma amaçlıydı. Başbakan Ecevit “Fethullah Gülen’in okullarına dokunmayın talimatını verirken “Haydar Baş’ınkileri kapatın” diye dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’a talimat gönderiyordu.
Bunun üzerine İstanbul Bahçelievler ve Maltepe’deki 3 koleje kapatılma emri gitti. Birinin gerekçesi yanındaki camiden gelen ezan sesi idi. Diğerinde ‘merdiven genişliğinin 5 santimetre daha küçük olması!’ gerekçe gösteriliyordu (okul 7 yıllıktı ve o güne kadar bütün denetimlerden başarı ile geçmişti!), bir diğerinde masanın üzerinden Yeni Mesaj gazetesinin bulunması kapatılma sebepleri arasında yer alıyordu. Gelen müfettişlerden daha sonra öğrendik ki “amaç denetim değil, okulların kapatılması idi.”
Ve kapatıldılar.
Hem de eğitim sezonunun tam ortasında. 28 Şubatçılar neyin intikamını alıyorlardı bilinmez taptaze çocukları, pırıl pırıl öğretmenleri okulsuz bırakmışlardı.
Fethullah Gülen’e dokunmayın diyen Ecevit’in “Haydar Baş’a dokunun” diye verdiği talimat çok sert bir şekilde yerine getirilmişti.
Ama ne gariptir bu baskınların mağduru olan Haydar Baş ve sempatizanları “28 Şubatçı ve askerci” ilan edilmiş, ama 28 Şubat’ın hiçbir kurumuna dokunmadığı Fethullah Gülen ise 28 Şubat mağduru olmuştu.
Keşke o süreçte hiç kimse zarar görmese idi.
Keşke o süreçte hiçbir Müslüman mağdur edilmese idi.
Ama gerçek mağdurlar çamur atıp sahte kahramanlar yaratma peşinde olanlar en azından kul hakkını düşünmek zorundadırlar.”

Odatv.com

El Elden Üstündür: Herkesi Dinleten 28 Şubatçıları Da Avcı Dinletmiş... Kötü mü Etmiş...

Yasin Oğuz'un Yazısı:

Avcı Generalleri Böyle Dinlemiş

Avcı'nın dinleme listesinde ne ararsan var: Ünlü manken sevgilisinden hastalık kapan general... Korkmaz Yiğit'in ofisinde iş yapan Kuvvet Komutanı...
Beşiktaş’taki İstanbul Adliyesi’nin önünde beklemek artık gazetecilerin rutini oldu. Önce Ergenekon davasının sanıkları özel yetkili mahkemeye geliyordu. Ardından Ergenekon’la aynı kapsama alanına giren davaları takip ettiler. Şimdi ise Hanefi Avcı’nın mağdurlarını bekliyorlar. Beşiktaş’taki adliye binası da hergün birbirinden önemli konukları ağırlıyor.

Avcı’nın dinleme merakını bilmeyen yok. Avcı da bunu zaten hem kitabında hem de Belma Akçura ile yaptığı konuşmada anlatıyor. Ancak dinleme kayıtları ortaya döküldüğünde Avcı bunları inkar yoluna gitti. Aynı Ergenekon sanıkları gibi “Günler önce boşalttığım makamımda bu çantayı niye bırakayım?” dedi. İlk bakışta doğru bir soru. Olayı biraz araştırdığınızda ise karşınıza başka gerçekler çıkıyor. Avcı sanılanın aksine ne makam odasını, ne de lojmanını bırakmıştı. Gözaltına alındığı güne kadar da buraları kullanmakta bir beis görmedi. Eskişehir Emniyet Müdürlüğü’nde görevli herkes de bu gerçeğin şahidi.

Gelelim asıl konumuza. Avcı içlerinde generallerin, MİT'çilerin, gazetecilerin de bulunduğu pek çok ismi dinletti. “–Miş” demiyoruz, çünkü dinlemeleri yaptırdığını gayet iyi biliyoruz. Bunların bir kısmını da zaten “Hanefi Avcı’nın Anlatamadıkları” dizisinde yazdık. İsteyenler sitemizden o diziyi bulup tekrar yazılanları okuyabilir.

Daha önce yazdıklarımızın arasında Enis Berberoğlu’nu hatırlatalım. Berberoğlu, Susurluk Skandalı’nın ardından Hanefi Avcı ile ilgili çeşitli tarihlerde yazılar kaleme aldı. Skandaldan kısa bir süre sonra da Milli Güvenlik Kurulu’nun ünlü 28 Şubat bildirisi geldi. Bu bildiri aynı zamanda bir sürecin adı oldu. İşte Berberoğlu tam bu dönemde ismi kamuoyunun sürekli gündeminde olan Avcı için bir yazı kaleme aldı. O yazıda Berberoğlu Avcı için “Fethullahçı” diyordu. Avcı yakın çevresine renk vermese de Berberoğlu için hiç iyi şeyler düşünmüyordu. Daha sonra Berberoğlu’nun yazısındaki iddialar için kendisiyle görüşen gazeteciye ilginç ipucları veriyordu. Avcı’ya göre Berberoğlu’nun en önemli haber kaynağı Ünal İnanç’tı. İnanç askerden, MİT’ten ve polisin bir kanadından aldığı bilgi ve dedikoduları Berberoğlu’na taşıyordu. Avcı ayrıca Enis Berberoğlu’nu korkaklıkla itham ediyordu.

Avcı’nın bir diğer önemli kurbanı ise Güven Erkaya’ydı. Erkaya 28 Şubat Süreci’nin başat aktörlerinden birisiydi. Süreç neredeyse Çevik Bir ve Güven Erkaya adı ile özdeşleşmişti. Avcı bu nedenle Erkaya ile ilgili her türlü bilgiyi büyük bir dikkatle not alıyordu. Önce Erkaya’nın damadı Ardan Kıratlı ile ilgili bilgi topladı. Ardından da kızının özel hayatını incelemeye aldı. Erkaya’nın kızı Yalova’da AKSA fabrikasında çalışıyordu. Avcı Erkaya’nın çevresinde özellikle kızının ilişkileri üzerinde çok durmuştu. Yine Erkaya ile dost, arkadaş olan emekli paşaları da mercek altına almıştı. Bunlar içerisinde hiç kuşkusuz en önemlisi Doğan Grubu’nda görev yapan Orhan Karabulut’tu. Karabulut emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı’ydı ve Erkaya ile abi – kardeş gibiydiler.

Ancak Erkaya’nın dinlenmesinin asıl nedeni Korkmaz Yiğit ile ilişkisiydi. Yiğit İstanbul’da inşaat işleri ile uğraşan, ultra zengin bir işadamıydı. Daha sonra gündemi bir hayli meşgul edecek olan “Türkbank Skandalı”nın baş aktörüydü. İşte Güven Erkaya emekli olduktan sonra Korkmaz Yiğit’in kendisine tahsis ettiği bir daireyi ofis olarak kullanmaya başlamıştı. Erkaya’nın telefon faturaları bile Yiğit tarafından ödeniyordu.

Bu bilgiler üzerine Avcı diyecekti ki “Biz mafya lideri Alaattin Çakıcı’yı dinliyorduk. Bu sırada Korkmaz Yiğit’e ulaştık. Korkmaz Yiğit’i dinlerken de karşımıza Güven Erkaya çıktı.” Halbuki gerçek tam tersineydi. Tamam Avcı Alaattin Çakıcı’yı dinletiyordu ama Çakıcı’nın bağlantılarında hiçbir şekilde Güven Erkaya’yı işaret eden bir bilgiye ulaşamamıştı. Erkaya’yı Korkmaz Yiğit’in baskı parasını ödediği kartviziti av haline dönüştürdü. Bu kartvizite ulaşan Avcı, üzerinde yazan bilgileri araştırınca Erkaya’nın Korkmaz Yiğit’in kendisine tahsis ettiği daireyi ofis olarak kullandığını anladı. Ardından da Erkaya’yı dinlemeye aldırdı.

Ancak bu dinlemeler içerisinde hiç şüphesiz en “flaş”ı Çevik Bir’in dinlenmesi. Çevik Bir’in dinlendiği daha 28 Şubat Süreci içerisinde ortaya çıkmıştı. Bir’le ilgili ilk dinleme kayıtları 1999’da internete düştü. Bu dinlemelere göre Bir, Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde görev yapan bir doktorla görüşüyordu. Dinlemeyi ilginç kılan Bir’in farklı bir isimle randevu almış olmasıydı. Ayrıca o günlerde Bir’in magazin dünyasından ünlü bir isimle ilişki yaşadığı kulislerde konuşuluyordu. İşte Bir Paşa bu ilişki sırasında bir hastalık kapmıştı ve bunun için doktorundan kendi adıyla randevu almayı riskli görüyordu. Ancak Bir tüm uğraşlarına rağmen bu sırrını koruyamadı. Konuşmaları daha o dönemde internete düştü. Avcı’nın anlattıklarına göre Bir’in dönemin ünlü mankenlerinden Sevda Demirel’le ilişkisi vardı.

Mehmet Ali Yılmaz’ı yakan ise Sedat Peker’le olan ilişkisiydi. İsterseniz yazıyı burada keselim ve yarın bu ilişkinin devamını öğrenelim. Yılmaz’ın Peker bağlantısı, Peker’in “Küçük Onur”la samimiyeti, Yılmaz’a sahte resim satarak kazık atmaya kalkan müzayedecinin yaşadıklarını yarın yazalım.

Kaynak: Liberalses

Akşener: O kişi Çevik Bir değildi!
23 Ekim 2010

Akşener 28 Şubat'ın ünlü olayının kahramanının Çevik Bir olmadığını söyledi: 'Kazıkçı paşanın adını çocukları mahçup olmasın diye söylemiyorum'

Röportaj: Deniz GÜÇER

28 Şubat döneminin İçişleri Bakanı Akşener, darbe haberini Çiller’in isteğiyle Şevket Kazan’a ilettiğini söyledi. Kendisi için “Yağlı kazığa oturturum” diyen generalin iddia edildiği gibi Çevik Bir olmadığını açıkladı. Ama o ismi vermekten çekindi...

TBMM Başkanvekili, MHP Milletvekili Meral Akşener Meclis kürsüsünün en otoriter ismi olarak biliniyor. Muhalefeti bırakın iktidar milletvekilleri de hem sevdikleri hem de saygı duydukları Akşener’i kızdırmamak için oldukça dikkatli davranıyor. 28 Şubat döneminin kapı kıran İçişleri Bakanı Akşener VATAN’a konuştu ve yıllar sonra “yağlı kazık” meselesiyle Şevket Kazan’ı “Darbe olacak” diye uyardığı iddialarına açıklık getirdi.

1982 anayasasına itiraz ettiniz ve soruşturma geçirdiniz. Bu pakete itirazlarınız da epeyce konuşuldu.

1982 anayasası referandum sürecinde yoğun bir tek taraflı propaganda uygulandı. Bugünün hızlı demokratı bazı gazeteciler, muhafazakar kesimin kanaat önderleri, dini grupların ileri gelenleri anayasayı destekleyen açıklamalarda bulundular. Hatta anayasayı hazırlayan hocalarca, “Bu anayasa Allah korkusuyla hazırlandı, bismillah ile yazıldı. Bu anayasaya zorunlu din dersleri konarak gelecek nesiller dinsizlikten korunuyor” denilerek milliyetçi-muhafazakar kesimler ikna edilmeye çalışıldı. Bu propagandalardan benim gibi milliyetçi-muhafazakâr ailelerin de yer aldığı kesimler etkilendi. Bizler liderimiz ve arkadaşlarımızın hapiste olmaları ve ağır işkence gördüklerinin bilicinde olarak “hayır” oyu verirken, yakınlarımızın birçoğu bu dini gerekçeler ile “evet” oyu verdiler.

Cuntadan farkı yok

Başbakan Erdoğan’ı Kenan Evren’e benzettiniz. ‘Hayır’ları dikkate alacağını belirten balkon konuşması sizi ikna etmedi mi?

Sayın Başbakan’ın anayasa referandumunda kullandığı söylem ve kullandığı yöntemlerin benzerliğine dikkat çekerek ‘Tayyip bey bana Kenan Evren’i hatırlatıyor’ dedim. Çünkü Bugün hayır diyenler nasıl darbe yanlısı ve demokrasi düşmanı ilan edilmişlerse, 1982 yılında da anarşist ve vatan haini ilan edilmişlerdi. 1982 anayasası doğru şartlarda hazırlanmadığı için 16 kez değişmesine rağmen kimseyi memnun edememiştir. Bugün de demokratik yollar tüketilmeden, tartışma ve uzlaşma aranmadan tek yanlı bir anayasa değişikliği yapılmıştır. Kullanılan yöntemin cunta tarafından uygulanan yöntemden bir farkı yoktur.

Pek ikna olmadınız galiba...

Sayın Erdoğan’ın her seçimden sonra balkon konuşması yapmayı gelenek haline getirdiği anlaşılıyor. 2007 balkon konuşmasının ne kadar arkasında olduysa bunun da o kadar arkasında olacaktır. Başbakan Türk milletini hala seçmen olarak görmektedir. Bir başbakanın halkı vatandaş olarak görmesi gerekir. Bunu gerçekleştirmedikçe AKP’nin genel başkanı kalmaya devam edecektir. Başbakan’ın konuşmalarının gerilim artırıcı, uzlaşmaz, kavgacı ve toplumu kutuplaştırıcı olduğu gerçeği bunun böyle devam edeceğinin de işaretidir. Türkiye’nin en gelişmiş yerleri olan batı kıyılarında yaşayan insanlarımızın çoğunluğunun referandumda hayırcı olmasını, kendi tabiri ile demokrasi düşmanı olmasını, Başbakan’ın batılı dostlarına nasıl izah edeceğini doğrusu çok merak etmekteyim.

Darbe haberini ilettim

Sadece 12 Eylülcüler değil, 28 Şubatçıların da yargılanmasını istemiştiniz. Buna 27 Nisan bildirisini yayınlayan isimler de dahil edilebilir mi?

Başbakan dikkat ederseniz 1960 ihtilalini ve 12 Eylül darbesini hatta Alevi Dedesi Seyit Rıza’nın idamını dahi tartışıyor, esiyor, gürlüyor, ağzına geleni söylüyor. Ama kendileriyle doğrudan ilgili olmasına rağmen iki hadiseden hiç ama hiç söz etmiyor: 28 Şubat süreci ve 27 Nisan muhtırası. Sizce manidar değil mi? Halk sanıyor ki 28 Şubat sürecinde tank yürüten paşa, her gün medyada beyanatları çıkan genelkurmay 2. Başkanı ve diğerleri Silivri Cezaevi’nde tutuklu. 27 Nisan’da muhtıra veren eski Genelkurmay Başkanı hakkında Başbakan’ın ağzından bırakın suçlamayı, bir sitem dahi duydunuz mu? Muhtıra verdikten 4 ay sonra emekli olan Genelkurmay Başkanı’nı devlet şeref madalyası ile ödüllendiren, altına 1 milyon 200 bin TL’lik lüks makam arabası tahsis eden acaba muhtıra verilen Başbakan Erdoğan değil miydi? Yoksa bütün bunlar bir kurgu olmasın! Ne demişti: ‘Sırlarımız benimle mezara gider.’ Derler ya, pazara değil mezara kadar. Dostluk dediğin böyle olur.

28 Şubat’ta sizin darbe olacağını öğrenip Şevket Kazan’ı aradığınız hep konuşulur. Doğru mu? Bu söylentileri mutlaka Sayın Çiller’e de ilettiniz. Tepkisi ne oldu?

Sayın Çiller, Sayın Erbakan’ı, Şevket Kazan vasıtası ile bilgilendirmemi istedi. Ben de ilettim.

Siz 28 Şubat’ın en mücadeleci isimlerinden biriydiniz. “Yağlı kazığa oturturum” diyen komutana yönelik cevabınız hala konuşulur. O olay neydi ve o komutan iddia edildiği gibi Çevik Bir miydi?

Çevik Bir değildi. 28 Şubat sürecinde demokrasi dışı taleplere direndiğim için çirkin bir tehdit, üst düzey bir komutan tarafından, İçişleri Bakanlığı Müsteşarı vasıtasıyla gönderildi. Bu şahsın adını hiç söylemedim. Nedeniyse eşinin ve çocuklarının kamuoyu karşısında mahcup olmalarını istemeyişim.

Hanefi Avcı dik durdu

Hanefi Avcı Devrimci Karargah soruşturması nedeniyle tutuklandı. 28 Şubat’a en çok karşı çıkan isimlerden biriydi. Nasıl yorumluyorsunuz?

Sayın Avcı ile bakanlığım döneminde beraber çalıştık. Kendisini dürüst ve çalışkan bir bürokrat olarak tanıyorum. 28 Şubat sürecindeki antidemokratik talepler karşısında dik durabilmiştir. Yazdığı kitap üzerinden yapılan tartışmalara baktığımda, ülkemizdeki kutuplaşmanın 28 Şubat sürecinden daha derin bir hale geldiğini üzülerek görüyorum.

Ergenekon davalarıyla ilgili ne düşünüyorsunuz? 28 Şubat’a kadar uzanır mı sizce?

Kamuoyunda Ergenekon davası diye bilinen davada 28 Şubat sürecini aktif olarak yöneten üst düzey hiçbir general sanık olarak bulunmamaktadır. Savcının mahkemeye sunduğu iddianamede de bu hususta benim takip edebildiğim kadarı ile herhangi bir iddia yoktur. Bugün o dönemin sonuçlarına baktığımda ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ne ait bir hazırlık olduğunu görüyorum.

28 Şubat siyaseti rayından çıkardı mı?

Bugün vardığımız nokta 28 Şubat sürecini kurgulayan iradenin amacına ulaştığını göstermektedir. Siyasete makas değiştirtilmiştir. Bu kurgunun gerçekleşmesi için gerekli siyasi tasfiye yapılmıştır.

E-muhtıradan sonra darbe planları adeta ortalığa saçıldı. Balyoz gibi. Bu iddiaları darbenin kıyısından geçmiş biri olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Size bu soruyu sorduğunuz için teşekkür ederim. Bu ülkede tapu davası 20 yıl, cinayet davası 10 yıl, vergi davası 5 yıl sürmemelidir ama maalesef sürebiliyor. Ama Türk ordusu gibi Mete Han ile başlayan 2200 yıllık tarihi bir geçmişe sahip bir ordu mensupları hakkında kendi halkını ve camisini bombalama davası 5 saat bile bekleyemez. Türkiye’nin en öncelikli meselesidir. Biran evvel aydınlatılmalıdır.

Türban konusunda bir kadın milletvekili olarak çözüm öneriniz nedir?

Bugüne kadar MHP ve CHP’nin katkısı ile çözümü mümkün olan bu hususta artık bizlere ihtiyaç kalmamıştır. Referandumdan sonra Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın değişen yapısı ile benimde anti demokratik bulduğum bu yasağın önündeki tüm engeller kalkmıştır. Şimdi AKP TBMM, resmi daire, yargı, hastane gibi kamusal veya kamusal olmayan alanlar için türban, başörtüsü, çarşaf ve bunun gibi kıyafetlerin hangilerini yasaklayacak, hangilerini serbest bırakacak hep birlikte göreceğiz. Şimdi mesele hangi alanlarda hangi kıyafetin AKP tarafından yasaklanacağıdır.

(..)

Yüzde 42’yi ve yüzde 58’i nasıl okuyorsunuz?

Referandumda oy kullanabilecek seçmen sayısı yaklaşık 51 milyon kişiydi. Evet oyu verenlerin sayısı yaklaşık 21 milyon kişi olduğuna göre 30 milyon kişi referandumda “evet” dememiştir. Bence önemle üzerinde durulması gereken husus 30 milyon kişinin bu anayasa değişikliğinin faydalı olacağına inanmamasıdır.

(..)

YAĞLI KAZIK OLAYI

28 Şubat sürecinde dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener’e bir general tarafından ‘Gelirsek o kadını yağlı kazığa oturturuz’ mesajı gönderildiği konuşulmuştu. Uzun zaman bu generalin Çevik Bir olduğu konuşulmuş, mesajın da Akşener’e müsteşarı Teoman Ünüsan aracılığıyla iletildiği belirtilmişti. Akşener’in de buna yanıtı, ‘Söyleyin ona, ben Balkanlıyım. Kazık deyince aklıma Balkanlı olan Kazıklı Voyvoda geldi. Kazıklı Voyvoda’yı da iyi tanırız. Ama unutulmasın ki, Kazıklı Voyvoda da bir homoseksüeldi’ olmuştu. Çevik Bir yılarca bu sözü kendisinin söylemediğini ifade etmişti. Ankara kulislerinde sözü dönemin Genelkurmay İstihbarat Başkanı’nın söylediği Ankara kulislerinde konuşulmuş ve Akşener de bu iddiayı yalanlamamıştı.

VATAN

28 Şubat 2011: İrtica iç tehdit değil
Prof. Nevzat TARHAN
27 Şubat 2011

Artık irtica Genelkurmay tarafından da iç tehdit algılanmıyor. Demek ki 28 Şubat temelsiz ve dayanaksız bir süreçmiş. Bu yazı 28 Şubatçıların öküzün altında buzağı arayıp bulamadıklarını gözler önüne seriyor...
28 Şubat 1997 Postmodern Darbenin en büyük gerekçesi irtica tehlikesi idi.

MGK’ya sunulan raporlarda ve 18 maddelik bildirgede tehlike üç ana başlıkta toplanıyordu.

1-Devletin içinde irticai kadrolaşma ve sızma vardı. TSK’deki subayları biz tasfiye ettik MGK kararı ile bütün devlet kurumlarındakiler tasfiye edilmeliydi.

2-İmam Hatip Liseleri siyasal İslam’ın arka bahçesi olmuştu ve Kuran Kursları her tarafta yaygınlaşmıştı. Eğer önlem alınmazsa yapılan istatistiklere göre 2005 yılında Türkiye İran gibi olacaktı.

3-Tarikat ve Cemaatler yasa dışı yapılar olup iç tehdit olarak Türkiye’de Din devleti kurma konusunda hızla ilerlemektedirler.

Bütün bunlar doğru olsa bile mücadele yöntemi elinde silah olan askeri bürokrasinin siyasi faaliyet içerisine girerek “Demokraside balans ayarı, Silahsız kuvvetleri göreve çağırma, Gazetelere topyekun Savaş başlıkları attırma, toplumu fişleme ve toplumun büyük bir kısmını iç tehdit ve kitlesel düşman olarak algılama ve savaş açma yöntemi olmamalıydı. Gelişmiş rejimler duyum, vehim, kuruntu ve paranoya ile değil somut gerçeklerle hareket ederlerdi.

Halk seçimle geleni yine seçimle değiştirebilirdi. Mamafih Yemen’de İslamcı Islah Partisi iktidar ortağı olarak iktidara geliyor başarılı olamadığı için sonraki seçimde kaybediyor ve hükümetten düşüyordu. Türkiye’de fırsat verilmediği için o gün Postmodern Darbe ile uzaklaştırılan kadrolar 5 yıl sonra 2002 Kasım seçimlerinde tek başlarına iktidar olabildiler.

14 yılın sonunda ne oldu.

1-Silahlı Kuvvetlerden savunma hakkı bile verilmeden YAŞ kararı ile uzaklaştırılan 1635 subay astsubay yasa dışı bir eyleme karışmadılar. Demek kanıtlar çürükmüş ve tehdit algısı yanlışmış.

2-Siyasal İslam olarak tanımlanan İmam Hatip Liseliler ve Kuran Kursu öğrencileri yasadışı bir eyleme karışmadılar. Demek EMASYA planları temelsiz bir korkudan kaynaklanıyormuş.

3-Sosyolojik bir yapı olan tarikat ve cemaatlerin yasadışı siyasi ve devlet talepleri yokmuş ki bir adet sonuçlanmış yargı kararı oluşmadı. Tam tersi Ergenekon,Kafes, Balyoz, askeri casusluk gibi darbeci ideoloji taraftarlarının oluşturduğu derin yapıların devlete karşı işlenen suçları yargı sürecine girdi. Demek 28 Şubat süreci dost ve düşmanını karıştırma süreci imiş.

4-Askeri bürokrasinin başarılı Psikolojik harekât operasyonu ile düşürülen iktidar 8,5 yıldır iktidarda ve Türkiye İran gibi olmadı. Tam tersine bütün Ortadoğu Türkiye gibi demokrasi ile İslamiyeti sentez etme başarısı olan Türk modelini örnek aldı.

Bugün Kuzey Afrika’da Tunus, Mısır, Libya halk hareketlerinde Türkiye Modeli’nin kesin etkisini bütün bağımsız siyaset bilimciler açıkça beyan ettiler. Demek 28 Şubat Postmodern darbesi yanlışmış.

5-28 Şubat 1997’de toplumun eğilimleri üzerinde hiç bir bilimsel çalışma yapılmadı. Hatta Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’in gazeteci Taha Akyol’a söylediği gibi “Bilimsel çalışmalar bizim kararlılığımıza zarar verir” cahilane önyargısı genel kabul gördü ki kasden bilimsel alan çalışması yapılmamıştı.

Gerçekte Türk toplumu ile İran toplumunun dokusu aynı değildi ve İslam dininin İran yorumu Anadolu kanaat önderlerince kabul görmüyordu. Türkiye’de yetişen İslam alimleri özellikle Bediüzzaman Said Nursi “Rızaya dayalı yönetim olan demokrasinin istibdata dayalı bir din devletinden daha çok İslam’a yakın olduğu” tezini Münazarat isimli eserinde Meşrutiyet döneminde açıkça yazmıştı.

28 Şubatta söz sahibi darbe ideolojisi ve stratejistleri Türk toplumunu ve değerlerini doğru okuyamadıklar için orta vadede başarısız oldular.

6-2010 yılında Milli Güvenlik Siyaset Belgesi yani kırmızı kitap değişti ve MGK imzaladı. Artık irtica Genelkurmay tarafından da iç tehdit olarak algılanmıyor. Demek ki 28 Şubat temelsiz ve dayanaksız bir süreçmiş.

7-Paranoid korku algısı ile sağlıklı korku algısının farkı şöyle anlaşılır. Güven duygusu insanın en temel ihtiyacıdır. Bu duyguyu oluşturmak için insan aklı sorgulama yapar.

Evde oturuyorsunuz kapınız çalındı temeli olan bir korkunuz varsa kişiyi tanımadan kapıyı açmazsınız. Bu sağlıklı bir tepkidir. Temelsiz bir korkunuz ve zarar görme duygunuz varsa duruma uygun olmayan bir biçimde sürekli kapı çevresinde yığınak yaparsınız evinizi silahlarla doldurursunuz, en ufak kıpırtı ile saldırıya geçersiniz. Öngörüleriniz boş çıktıkça yalnız kalırsınız. Böylece hayatı hem kendinize hem de birlikte yaşadığınız kişilere dayanılmaz yaparsınız.

28 Şubat sürecinde üretilen Batı Çalışma Grubu raporları hep temelsiz ve dayanaksız çıktı. Bu durum ya paranoyadır ya da tasarlanmış planlanmış bir Psikolojik Savaş projesidir,özetle o dönem komutanlarının kullanıldıklarının acı bir göstergesidir.

Türkiye’de İran tipi rejim isteyen var diyenler ispatlamak zorundaydılar. Hukukun temel ilkesi “İspat külfeti müddeiye aittir”. Ülkemizde İran tipi bir rejimi kabule hazır toplum yoktu. Sonuç olarak 28 Şubat’ın kanıtları çürük çıktı.

Haber 7

Gölçük'te ele geçirilen istihbarat belgelerinde Ali Kalkancı'nın uyanıklığıyla ilgili bilgi notu da çıktı
10.03.2011


Gölcük Donanma Komutanlığı'nda askeri casusluk soruşturması kapsamında yapılan aramalarda ele geçirilen istihbarat notlarında 28 Şubat döneminde sahte şeyh Ali Kalkancı'nın, insanları etkilemek için Japon malı yürüyen bir postu zikir ayinlerinde kullandığı yer aldı.
Özel Kuvvetler Komutanlığı'nda görevli bir binbaşının Batı Çalışma Grubu (BÇG) için hazırladığı istihbarat notlarında yer alan bilgilere göre 28 Şubat'ı kurgulayanlar, Ali Kalkancı'yı şeyh yapmak için bir plan hazırladı. Plan için Japonya'dan ithal edilen uzaktan kumandalı post kullanıldı. Ali Kalkancı 28 Şubatçıların kendisine verdiği bu postu, zikirlerde kolundaki saat vasıtasıyla hareket ettirerek kendisini izleyen cemaat nezdinde saygınlık kazandı.

'HOCA POSTU CANLANDIRDI'

Cemaat üyeleri, titreşim sistemiyle ağır ağır hareket eden postu görünce şaşkına döndüler ve "Hoca, ölmüş hayvanın postunu bile canlandırdı. O da zikir ediyor" diyerek Ali Kalkancı'nın müridi oldular. Aczmendi tarikatı lideri Müslüm Gündüz'le adı anılan Fadime Şahin de bu dönemde Kalkancı'nın müridi oldu. Post olayıyla ilgili istihbarat notlarında adı geçen Tuncay Güney de yaptığı açıklamada, Kalkancı'nın elektronik bir post kullanarak müritlerini etkilediğini doğruladı. Gölcük'teki istihbarat notları arasında sahte şeyh Ali Kalkancı ile Aczmendi tarikatı şeyhi Müslüm Gündüz ve Fadime Şahin'le ilgili bilgilere de rastlandı.

Sabah'ın edindiği bilgilere göre Gölcük'te ele geçirilen belgeler doğrultusunda Özel Yetkili Savcı Fikret Seçen, casusluk ve şantaj soruşturmasından ayrı "28 Şubat soruşturması" adı altında yeni bir soruşturma başlattı.

2011/... numara ile kaydedilen yeni soruşturma kapsamında Gölcük'te ele geçirilen pek çok istihbarat notu, belge, dijital arşiv görüntüleri ve VHS kasetler inceleniyor.

ERBAKAN'LA İLGİLİ FİŞLER

Dijital arşive aktarılmış görüntülerde ve VHS kasetlerde merhum Necmettin Erbakan ile 2001'de trafik kazasında hayatını kaybeden İskenderpaşa Cemaati Lideri Mahmut Esat Coşan ve İsmailağa Cemaati Lideri Mahmut Ustaosmanoğlu'nun gizlice çekilmiş görüntülerinin bulunduğu öğrenildi. Erbakan'ın çocukları ve damat
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Arl 29, 2010 10:30 pm    Mesaj konusu: Postmodern Darbe(!) Sırları Alıntıyla Cevap Gönder

Postmodern Darbe(!) Sırları
29 Aralık 2010

Mesut Yılmaz'a yumruk, Çevir Bir'den Erbakan'a maaş telefonu, darbede Çetin Doğan imzası, Öcalan'a suikast girişimi, Batı Çalışma Grubu ve dahası...
'28 Şubat'ın Oluşumunda Koç Grubunun, Rahmi Koç'un büyük etkisi vardır'

'Rahmi Koç Çiller'i Gümrük Birliğine karşı tehdit etti ardından Hürriyet'in 'CIA ajanı' ve Milliyet'in 'Mal varlığı' manşetleri geldi'

'Medya patronları Sultanahmet mitingi sonrasında behemahal Çiller'i cezalandırma kararı aldı'

'Yılmaz'a Budapeşte'de atılan yumruğun arkasında istihbarat var, Mehmet Eymür ve Mehmet Ağar'ın da bulunduğu yapı yönlendirdi saldırıyı'

'Yediği yumruk Yılmaz'ı Demirel ile yakınlaştırdı ve Başbakanlık yolunu açtı'

'Çevik Bir maiyetini toplayıp Erbakan'a telefon açtı 'maaşımızı yükseltin, yoksa bildiri yayınlarız'dedi, maaşlar artırıldı'

'28 Şubat'ta bir çok andıçın altında Çetin Doğan'ın imzası vardır ve hepsi Anayasa suçuydu'

'28 Şubat'ın Yürütmesi Çetin Doğan projesiydi, her aşamasında Çetin Doğan vardı'

'Öcalan'a suikast girişiminin Mesut Yılmaz tarafından engellenmesinin doğru tarafı vardır'

'Yılmaz'ın 'Suikastı ihbar ettiği' bilgisi Öcalan'ın ifadesine konacaktı, bir savcçı önledi'

'Batı Çalışma Grubu 94'de Çiller- Türkeş- Karayalçın'a laiklik mitingi yaptırdı, ilk eylemiydi'

'Çiller 28 Şubat'ta Demirel'e 'Laiklik nerede tehlikede' diye mektup yazdı, Demirel 'Ben laiklik tehlikede demiyorum' diye cevap verdi'

TRT Haber’de dün gece Kozmik Oda programının konuğu olan Tansu Çiller’in 1995-99 yılları arasındaki başdanışmanı Hüseyin Kocabıyık Rıdvan Memi’nin sorularını yanıtladı.. Hüseyin Kocabıyık, programda çok tartışılacak açıklamalar yaptı, işte o şok açıklamalar!

‘28 ŞUBAT’IN OLUŞUMUNDA KOÇ GRUBUNUN BÜYÜK ETKİSİ VARDIR’
“28 Şubat’ın oluşumunda büyük sermayenin ve bilhassa Koç Grubu’nun büyük etkisi olmuştur. Tepede büyük sermaye 28 Şubat diye bir şeyin gerçekleşmesini, organize edilmesini istedi. Ve büyük sermayeye bağımlı, büyük sermayenin alt kümesi bir medya vardı ve bu medya harekete geçti. Büyük sermaye beka kaygısını, bakın beka kaygısı diyorum ve kendi ekonomik doktrinini orduya yani askerlere laiklik tehlikede, irtica tehdidiyle karşı karşıyayız şeklinde projekte etti. Ve askerle büyük sermeyenin bu teşviğini bu şekilde tercüme ettiler. Rahmi Koç Gümrük Birliği’ni istemedi. Çünkü bütün kurduğu o sanayi tesislerinin batacağına inanıyordu. Rekabet edemeyeceğine inanıyordu. 28 Şubat’ı kazıdığım zaman ben büyük sermayeyi gördüm.”

‘RAHMİ KOÇ ÇİLLER’İ GÜMRÜK BİRLİĞİNE KARŞI TEHDİT ETTİ ARDINDAN HÜRRİYET’İN ‘CIA AJANI’ VE MİLLİYET’İN ‘MAL VARLIĞI’ MANŞETLERİ GELDİ’

Kozmik Oda’da Rıdvan Memi ile Hüseyin Kocabıyık arasındaki en ilginç diyaloglardan biri dönemin medya-iktidar ilişkileri sorgulanırken yaşandı, işte o diyalog;
“Hüseyin Kocabıyık: Ben şunu gördüm. Tansu Hanım’ın üzerine çok acımasızca geldiler. CİA ajanı diye Hürriye Gazetesi 9 sütuna manşet attı. Ardından mal varlığı”

Rıdvan Memi: Milliyet’in...
HK: Evet...
RM: Neyin arkasından geldi bunlar?
HK: Gümrük Birliği süreci...Baktılar ki Tansu Hanım hızla işletiyor, orada Tansu Hanım’ı tasfiye etmek istediler.
RM: Bunun yapılacağına dair herhangi bir tehdit var mı öncesinde?
HK: Var tabi. Büyük sermaye tarafından.
RM: Büyük sermaye derken yine aynı ismi mi algılayacağız? Rahmi Koç mu?
HK: Evet aynı isim. Bu tehdit yapılmıştır. Şüphesiz saygın bir insan ama Rahmi Bey son 20 yılda Türk siyasetinde önemli etkileri olan bir insan olmuştur. Gümrük Birliği sürecine bağlı olarak 28 Şubat düşüncesinin ortaya çıkmasında onun tutumunun payı vardır. Ondan sonra 2001 yılında Tayyip Erdoğan imajı yükselmeye başlayınca “Tayyip Bey’in 1 milyar doları vardır” demiştir. İki gün sonra yargı harekete geçmiştir. Sonra onun için de özür dilemiştir Rahmi Bey. Hatta koltuğunu bile terk etmek zorunda kalmıştır. Rahmi Bey gibi saygın bir ailenin önemli bir isminin çıkıp bir gün kamuoyu önünde öz eleştiri yapması gerekiyor. Bunu yaparsa toplumdaki saygın kişiliği devam eder ve geleceğe de intikal eder. Bunu yapmazsa ben ya da başkaları Rahmi Bey’i her zaman tartışmaya açacaklardır. Bu kaçınılmaz.

‘MEDYA PATRONLARI SULTANAHMET MİTİNGİ SONRASINDA BEHEMAHAL ÇİLLER’İ CEZALANDIRMA KARARI ALDI’

Rıdvan Memi’nin sözkonusu süreçte 1997 yılında Tansu Çiller’in başta Aydın Doğan olmak üzere medya patronlarını hedef aldığı Sultanahmet Mitingini sorması üzerine Hüseyin Kocabıyık’ın söyledikleri dikkat çekiciydi:

“Gelmiş geçmiş bütün sağ partiler medya sektörüyle, iş çevreleriyle girift ilişkiler kurdular bunu biliyoruz. Özal da yaptı, Demirel de yaptı. Hatta Tansu Hanım da bir dönem yaptı. Ama bir takım sermaye grupları ve medya devletle öyle özel ilişkiler kurmuşlar ki devlet bunlara sürekli olarak kredi, teşvik ve çeşitli kolaylıklar yapmak zorunda olan bir kurum adeta. 1994 ekonomik krizi olmuş bir takım sıkı para politikaları uygulanacak. Ve Tansu Hanım bunları kesti bir kere burada bir problem çıktı. Mitingin sonrasında artık Tansu Hanım’ın cezalandırılması kararı çıktı medya patronları tarafından. Korkunç bir saldırı yapıldı ve öyle sürdü.”

‘YILMAZ’A BUDAPEŞTEDE ATILAN YUMRUĞUN ARKASINDA İSTİHBARAT VAR, MEHMET EYMÜR VE MEHMET AĞAR’IN DA BULUNDUĞU YAPI YÖNLERDİRDİ SALDIRIYI’

“O dönemde bir takım sivil gruplar vardı, devletin elinin altında tuttuğu tiplerden insanlar. İstihbarat örgütlerimizin elinin altında böyle insanlardan oluşan gruplar vardı. O ara Mesut Bey çeteler falan diye bu işlerin üstüne gidince ki amacı da başbakanlığı ele geçirmekti. İstihbarat örgütleri yönlendirdiler Mesut Bey’e saldıran insanları. Devlet içindeki o kavga var ya. Mesut Bey’le kavgalı olan insanlar da vardı devlet içinde. Mehmet Eymür’den Mehmet Ağar’a kadar. Muhtemelen o organizasyon yönlendirildi oraya.

‘YEDİĞİ YUMRUK YILMAZ’I DEMİREL İLE YAKINLAŞTIRDI VE BAŞBAKANLIK YOLUNU AÇTI’

“Mesut Bey o yumruğu yedikten sonra bir tür alternatif haline geldi. Sağda Tansu Çiller Erbakan ve diğerleri bir tarafa Mesut Yılmaz bir tarafa. Mağdur oldu ama sağ siyasetçiler Susurluk baskısı altındayken bir bakıma da siyasi alternatif haline geldi. O yumruk bir bakıma Mesut Bey’i ayrıştırdı. Demirel’le yakınlaştırdı. Zaten Mesut Bey’in başbakan olması anormal bir süreçtir. O basit bir intikam yumruğuydu. Bizim üzerimize fazla gelme yumruğuydu. Ama böyle siyasi bir sonucu oldu.”

‘ÇEVİK BİR MAİYETİNİ TOPLAYIP ERBAKAN’A TELEFON AÇTI ‘MAAŞIMIZI YÜKSELTİN, YOKSA BİLDİRİ YAYINLARIZ’ DEDİ, MAAŞLAR ARTIRILDI’

Rıdvan Memi: 28 Şubat sürecinde bir anekdot var. Çevik Bir yanından bir grup asker varken toplanın bakın ne yapacağım diyor ve Sayın Erbakan’ı arayıp maaşları yükseltin yoksa bildiri yayınlayacağım diyor. Niye yapıyor bunu? Daha önemlisi maaşlar yükseldi mi?

Hüseyin Kocabıyık: Tabi yükseliyor. Ve muazzam bir zam yapılıyor. Ben bunu Tansu Hanım’dan dinledim. Sayın Erbakan Tansu Hanım’ı arıyor ve çok üzüntülü bir şekilde bu olayı anlatıyor. Tansu Hanım da merak etmeyin ben ilgileneceğim siz üzülmeyin demiş. Çevik Bir karargahta çok popüler o günlerde. Biraz da nefsani bir şey sanıyorum. Çevresine albaylar, genç subaylar, işte maiyetindeki subayları toplamış bir liderlik gösterisi yapıyor. Ben siyasi iktidar üzerime bu kadar etkili bir adamım. Tabi maaşlar da yükseltiliyor. Muazzam şekilde yükseltiliyor.

‘28 ŞUBAT’TA BİR ÇOK ANDIÇIN ALTINDA ÇETİN DOĞAN’IN İMZASI VARDIR VE HEPSİ ANAYASA SUÇUDURU’

Rıdvan Memi: Diyorsunuz ki Çetin Doğan’ın 28 Şubat döneminde aldığı her nefes, attığı her adım suçtur. Neden?

Hüseyin Kocabıyık: Birçok andıçın altında Çetin Doğan imzası vardır. O andıçların hepsi anayasa suçudur. O andıçları gördüm tabi. Örnekleri de var bende. Çetin Doğan, bana göre son 50 yılda Türk ordusunun Harbiye Mektebi’nde yetişmiş en parlak subay. Çetin Doğan eğer yeteneklerini ve enerjisini askerlik mesleğine verseydi muazzam bir sistem adamı olabilirdi. Ama o yeteneklerini ve enerjisini cunta darbe vs işlerle harcadı. 28 Şubat’ın her aşamasında ben Çetin Doğan’ı gördüm. Ama Çetin Doğan hiç konuşulmadı. Oysa Çetin Doğan her şeyin arkasında olan insandı. Ben o zaman biliyordum bunu.

Rıdvan Memi: 28 Şubat bir Çetin Doğan projesi miydi?

Hüseyin Kocabıyık: Bana göre biraz da öyleydi. Ya da şöyle söyleyeyim. Bakın Batı Çalışma Grubu’nda bir kurmay zekası vardı tabi. İşte o kurmay zekası bana göre Çetin Doğan’ın zekasıydı. Bakın 28 Şubat’ın hemen sonrasında Kıvrıkoğlu geldi ve 28 Şubat ekibini Kıbrıs’taki kurşundan sonra (Suikast girişimi) dağıttı. Ama Çetin Doğan’a bir şey olmadı.

‘ÖCALAN’A SUİKAST GİRİŞİMİNİN MESUT YILMAZ TARAFINDAN ENGELLENİŞİNİN DOĞRU TARAFI VARDIR, YILMAZ’IN ‘SUİKASTI İHBAR ETTİĞİ’ BİLGİSİ ÖCALAN’IN İFADESİNE KONACAKTI, BİR SAVCI ÖNLEDİ’

Rıdvan Memi: Bazı askerlerin Öcalan’ın ifadelerine Mesut Yılmaz ismini karıştırmak istediklerini ve bir DGM savcısının buna engel olduğunu söylüyorsunuz. Öcalan’ın hangi ifadelerine ve nasıl?

Hüseyin Kocabıyık: Bu olayı birkaç kişi bilir. Biri de benim. Mesut Bey’e böyle bir tuzak kuruluyordu. Sanıyorum 99 yılıydı.

Rıdvan Memi: Yani Abdullah Öcalan Mesut Yılmaz aleyhine bir ifade mi verecekti?

Hüseyin Kocabıyık: Şemdin Sakık’la bazı gazeteciler için uygulanan metodun aynısı işte. Aynı metodu Mesut Yılmaz için kullanacaklardı. Bir tevatür var ya, hoş onun doğru tarafları da var.

Rıdvan Memi: Öcalan’a suikastın (Mesut Yılmaz tarafından) önlenmesi meselesi mi ?

Hüseyin Kocabıyık: Suikastın önlenmesi meselesi. Onu koyacaklardı. Bize Mesut Yılmaz haber verdi gibi bir şey söyleyecekti Öcalan. Sonra bir savcı buna izin vermedi benim bildiğim.

‘BATI ÇALIŞMA GRUBU 94’DE ÇİLLER-TÜRKEŞ-KARAYALÇIN’A LAİKLİK MİTİNGİ YAPTIRDI’

“2007 den sonra yapılan Cumhuriyet mitinglerinin bir benzeridir bu.Bugün karşımıza Ergenekon olarak çıkan darbeci vesayetçi zihniyetin o vakit toplumu önümüzdeki dönemde laiklik irtica gerilimine hazırlamaya başladığını görüyoruz. Belli ki bu üç lider Türkiye’de böyle bir tehdidin varlığı konusunda ikna edilmişler. Ben bunun karargahın içinde sonra karşımıza BÇG olarak çıkan cunta hareketi tarafından yapıldığını düşünüyorum. BÇG o tarihte kuruldu. 94 Taksim Mitingi BÇG’nin ilk eylemiydi aynı zamanda.”

‘ÇİLLER 28 ŞUBAT’TA DEMİREL’E ‘LAİKLİK NEREDE TEHLİKEDE’ DİYE MEKTUP YAZDI, DEMİREL ‘BEN LAİKLİK TEHLİKEDE DEMİYORUM’ DİYE CEVAP VERDİ’

Rıdvan Memi: 28 Şubat’tan 23 gün kadar önce sayın Demirel’in Erbakan’a bir uyarı mektubu gönderdiğini biliyoruz. Siz bu mektubun içeriğini biliyor musunuz?
Hüseyin Kocabıyık: Biliyorum. O uyarı mektubunu da gördüm ben üstelik. Orijinalini de gördüm. Uyarı mektubunda şunu söylüyor, Laikliğin tehdit altında olduğuna dair algılar var. Bunlara dikkaty edelim gibi bir şey. Bu minval üzere yazılmış bir mektup. Demirel üniversitelerde laikliğin tehdit altında olduğunu söylüyordu biz de Tansu Hanım’la konuştuk dedik ki “Gelin Demirel’e bir mektup yazalım”. Bir mektup yazdı Tansu Hanım Demirel’e ve dedi ki, “Sayın Cumhurbaşkanım laiklik hangi konuda ve nerede tehlikedeyse bize bildirin gereğini hemen gereğini yapmaya hazırız” dedi. Cevap geldi Demirel’den “Ben laiklik tehlikede demiyorum ki. Böyle inananlar var diyorum” dedi. O mektup da Tansu Hanım’ın elinde bir tarihi belge olarak duruyor.” aktifhaber

Taraf'tan 28 Şubat Sürprizi
28 Şubat 2011
28 Şubat'taki kritik MGK toplantısı sonrası 13 Mart'ta toplanan Bakanlar Kurulu'nda kim ne dedi?

13 Mart 1997 Perşembe...28 Şubatgünü yapılan tarihî Milli Güvenlik Kurulu’ndan ancak 15 gün sonra toplanabilenBakanlar Kuruluüyeleri Başbakanlık Merkez Bina’nın altı salonundalar.
6 mart günü yapılması planlanan Bakanlar Kurulu toplantısı bakanlar biraraya getirilemediği için bugüne ertelenmişti. O günkü toplantının yoklar listesinde Antalya’da olan Devlet BakanıAbdullah Gülve Küba’da olan Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna var.

Bildiri bakanlara okunuyor

Toplantıyı açan Başbakan Necmettin Erbakan gündemin birinci maddesini açıklıyor: “Milli Güvenlik Kurulu kararları.”

Erbakan “Bakanlar Kurulu üyeleri doğrudan bilgi sahibi olsun” diyerek MGK kararlarını ve MGK’nın basına yaptığı açıklamayı okuması için sözü Devlet Bakanı Lütfü Esengün’e veriyor. 15 gündür basında hükümete muhtıra olarak verilen MGK bildirisi bir bakan tarafından hükümet üyelerine okunuyor.

Çiller: Gerekeni hemen yapalım

İlk sözü Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller alıyor. Postmodern darbe sürecine karşı meydanlara bile inen, darbe sürecine karşı sert açıklamalar yapan Çiller’in 28 Şubat’tan sonraki ilk Bakanlar Kurulu’nda konuşması şaşırtıcı. Çiller MGK bildirisindeki önerilerin bir an önce hayata geçirilmesini istiyor ve hükümetin Refah kanadını açıklamaları konusunda uyarıyor:

“Türkiye çok ciddi bir dönemden geçiyor. Biraz önce kararı okunan Milli Güvenlik Kurulu anayasada yeri olan bir kuruldur. Bu kararlarla ortaya çıkan hususların gereği yapılacak, ilgili bakanlar bu konudaki çalışmaları hassasiyetle yürütecekler ve alınacak tedbirler de kısa, orta ve uzun vadeli olarak düşünülecektir. Kısa vadeli olanlar hemen uygulamaya konulacak, orta ve uzun vadeli tedbirlere yönelik olarak özellikle yasa gerektiren, ek mali kaynak gerektiren hususların tekrar Bakanlar Kurulu’nca değerlendirmeye alınacaktır. Bu çalışmaların ciddiyetle yürütülmesi ve kamuoyuna da bu meseleler üzerine ciddiyetle gidildiği mesajının verilmesi gerekmektedir.”

Başkanlarınıza hâkim olun

Çiller daha sonra sözü hükümet ortağına getiriyor ve özetle “tabanınıza ve belediye başkanlarınıza hâkim olun, tahrik etmeyin” diyor: “Her iki parti kendi kimlikleriyle yürümeye devam edecekler. Ancak yapılacak beyanlarla bazı unsurların tahrik edilmesi halinde bu, hükümeti etkileyecektir... Demokratik bir rejimin hükümet üyeleri olarak herkesin üzerine düşeni yapması gerekir. Ortamı bozmaya hazır bir medya, onlarla işbirliği halinde bazı kesimlerin de olduğu göz önünde bulundurularak bu durumun aşılması gerekir. Hükümetin işbirliği içinde tabana, belediye başkanlarına da hâkim olunarak hükümet icraatının öne çıkarılacağı bir atmosferin sürdürülmesi gerek.”

Mesajımı anladığınızı sanıyorum

Çiller devam ediyor: “Bu ileri sürülen iddiaların haksızlık olduğunu ileri sürmek mümkün. Ancak mesele haklı olmak meselesi değil. Siyasi bir oluşum meydana getirildi. Bu yüzden toplumda bir uzlaşma yaratmak gerek, toplumun kucaklanması gereken bir dönemden geçiyoruz. Hükümetin toplumsal uzlaşma üzerine kurulduğu baştan ifade edilmişti. Milli Güvenlik Kurulu kararlarını kısa, orta ve uzun vadede icraata koyacağımızı ve iyi bir dayanışma içerisinde işin gereğinin yapıldığını topluma da ileterek bunun üstesinden geleceğimize inanıyorum. Bunun için ilgili başkanların ilk etapta gerekli icraatları ortaya koymaları ve bunu da kamuoyuna bildirmeleri gerekiyor. Milli, Savunma, Adalet, İçişleri ve Milli Eğitim bakanları gereğini yapmaları ve buna ilişkin mesajları kamuoyuna vermeleri lazım. Hükümete ilişkin yapılacak icraatlarda, Bakanlar Kurulu’nda karar verilmeden konuşulmamalı...”

Çiller konuşmasını son bir uyarı ile bitiriyor: “Vermiş olduğum mesajın satırlarını ve satır aralarını bütün üyelerin iyi anladığına inanıyorum.”

Erbakan: Çiller’e katılıyorum

Ve söz yeniden Başbakan Erbakan’a geçiyor. Salon uyarı ve imalarla dolu Çiller’in sözlerine Erbakan’ın yorumunu merakla bekliyor. Erbakan’ın çıkışı da en az Çiller kadar şaşırtıcı: “Sayın Çiller konuyu fevkalade güzel ortaya koydu. Konuşmalarına aynen katılıyorum. Tek kelime bile ilave veya çıkarmaya lüzum görmüyorum...

İrtica İsrail’de de var

İrtica konusunda Sayın Çiller’in temel tesbitine katılıyorum.İrticakonusu bu hükümetle ilgili değil. İcraatımız ortada, herşey anayasaya uygun yapılıyor. İrtica ve kaba softalık bir nevi hastalık. Bu Türkiye’ye has bir konu değil, mesela İsrail‘de buhastalıkTürkiye’den çok daha fazla. Bugün Avrupa’da da dini taassup var. Ortaçağ’da Avrupa bu hastalığı bütün şiddetiyle yaşadı.

Evren de Özal’ı uyarmıştı

Türkiye’de bu hastalık bugün meselesi değildir. 27 Aralık 1987 tarihli belgeye bakın. O tarihte, yani 10 sene evvel Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı, Turgut Özal’ın Başbakan olduğu dönemde toplanan Milli Güvenlik Kurulu‘nda irtica faaliyetlerinde alınması gereken tedbirler hakkında bilgi alınmıştır. Ek listede ise belirtilen tedbirlerin uygulanmasının hükümete bildirilmesine karar verilmiştir.

Listeye baktığımızda bugün alınması gerekli görülen tedbirlerin hepsinin o listede bulunduğu görülüyor. Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere irtica konusu bugünün meselesi değil. 10 sene önce de aynı mesele vardı, konunun bu hükümetle ilgisi yok. Bugün bu sorunu hükümete izafe etmeye kalkışmak medyanın bir oyunu. 10 sene evvel Milli Güvenlik Kurulu’nun bu 22 maddelik listesini hiç kimse bugün olduğu gibi 20 tane canlı yayınla takip etmedi. Bugünkü durumda asıl maksat irtica ve irtica ile mücadele değil, medyanın asıl maksadı hükümeti yıkmaktır.

Tavsiyeler isabetli

Ancak hükümet, irticayı önlemek için kesinlikle kararlı ve inançlıdır. İrtica ve laikliğin ne olduğuna medeni bir şekilde bakıldığında ortada ciddi hiçbir meselenin olmadığı görülür. Böyle körü körüne birtakım dogmatik hareketlerde bulunulmasının da kimseye faydası yok. Ancak bu şekilde düşünenler her zaman var. İBDA-C ve Cemalettin Kaplan’ın uzun uzun filmleri gösteriliyor, bunlar tasvip görülen hareketler değildir. Bu tür taşkınlıklar ve şuursuz hareketlerle mücadele hükümetin en samimi dileğidir. Bakanlar Kurulu irtica ve gericilikle mücadelede kesinlikle kararlı olacaktır. Bu hususta gösterilen tepkiler ciddi şekilde ele alınıp gerekenler yapılacaktır.”

Taraf

14 yıl sonra 'yasaksız' üniversite
1 Eylül 2011
Yasakçı zihniyetin 28 Şubat'la birlikte başörtülü öğrencilere kapattığı üniversite kapıları, 14 yıl sonra 'resmen' aralandı. Bir çok mağdur eğitime kaldıkları yerden başlıyor.

28 Şubat sürecinde başörtülü olduğu gerekçesiyle okullarından atılan ya da eğitimleri yarım kalan yükseköğretim öğrencileri, ilk kez bu yıl, eğitimlerine kaldıkları yerden devam edecek.

"Sınırsız Öğrenci Affı" olarak bilinen öğrenci affıyla birlikte 28 Şubat süreci dahil, geçmişte başörtüsünden dolayı, okullarından uzaklaştırılan mağdur öğrenciler de, ilk kez bu yıl yarım bıraktıkları okullarına yeniden kayıt hakkı kazandı. Torba yasanın 173. maddesindeki düzenleme çerçevesinde 25 Temmuz'a kadar başvuru yapan öğrenciler, 2011-2012 akademik takviminde okullarına kayıt yaptırabilecek. Son olarak 1998 yılında çıkarılan yükseköğretim öğrencilerine yö-nelik afta 'başörtüsü' engeline takılan öğrenciler, böylece hiçbir şarta bağlı kalmadan eğitimlerine devam edebilecek. 98'de çıkarılan afta, 28 Şubat mağdurlarına 'geri dönüş' yolu açılmış, ancak başvuruda şarta bağlanan 'başı açık fotoğraf' nedeniyle, başını açmak istemeyen mağdurlar düzenlemeden faydalanamamıştı.

SINIRSIZ AF HERKESİ KAPSIYOR

Bazı kamu alacakların yeniden yapılandırılan, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile çok sayıda kanunda değişiklik yapan torba tasarı ile aynı anda yürürlüğe giren af sonrası öğrencilere üniversitelerden Eylül ayında 'onay' cevabı verilecek. Başvuruları alan üniversiteler, geçmiş tarih sınırı olmadan, herhangi bir şekilde üniversiteyle ilişiği kesilmiş olan öğrencilerin durumlarını inceleyecek. Aftan terör eylemlerine katılanlar dışında tüm öğrenciler faydalanabiliyor. Şartara uyan öğrencilere "kayıt yaptırabilirsiniz" denildikten sonra öğrenciler kayıt evraklarıyla ikinci başvurularını yapabilecek. Bu işlemlerin ise Eylül ayı içinde tamamlanması öngörülüyor.

İLK KEZ TAMAMEN SERBEST

Anayasa ya da ceza kanunlarında olmamasına rağmen yıllarca keyfi olarak uygulanan başörtüsü yasağı, uygulamada da ilk kez bu yıl tamamen kalktı. Bu yıla kadar, üniversite giriş sınavı için öğrencilerin çektirdiği fotoğraflarda "açık saçlı olma" şartını koyan YÖK, ilk kez bu yıl, giriş belgesinde ve üniversite sınavlarında başörtüsüne vize verdi. Uygulamanın oldukça önemli olduğunu ifade eden Mazlum Der İstanbul Şube Başkanı Cüneyt Sarıyaşar, "Maalesef öğrencilerimiz yıllardır yasalarımızda olmamasına rağmen böyle ucube bir yasağın mağduru oldu. Yasağın kalmasından söz edemiyoruz. Zira yasak yoktu. Ama bu anlayışsız uygulama, yerine gelen farklı bir anlayışla normalleşti. Bu açıdan YÖK'ün aldığı karar ve öğrenci affıyla ilk kez bu yıl öğrenciler sıkıntı çekmeden kayıt yaptırabilecekler" dedi.

40 yaşında sıralara dönüyor

Şubat ayında yürürlüğe giren öğrenci affından faydalanan 28 Şubat'ın başörtüsü mağdurlarından Nevin Öner, aradan geçen 14 yıl sonra eğitimine kaldığı yerden devam edecek öğrencilerden biri... İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dokümantasyon ve Enformasyon Anabilim Dalı öğrencisi olarak yükseköğrenimine 1996 yılında başlayan Öner, 2008 yılında başörtüsü nedeniyle 'disiplinsizlik' suçlamasıyla okuldan atıldığını ifade ederek, "Şimdi 40 yaşında bir anneyim. Başvurumu yaptım. Bu ay sonunda gelecek cevaba göre 14 yıl önce dirsek koyduğum sıraya bir daha oturacağım. Buruk bir sevinç... Giden onca hayat karşısında sevindiğimi söyleyemeyeceğim" dedi.

YÖK yeni bir düzenleme yapmalı

Ayrımcılığa Karşı Dayanışma Derneği (AKDER)Başkan Yardımcı Neslihan Akbulut, 14 yıl sonra üniversite kapılarının bu öğrencilere açılmasına rağmen bazı sorunların ortaya çıktığını söyledi. Akbulut, şöyle konuştu:

"O zamanlar 20 yaşında olan öğrenci, bugün 34 yaşında muhtemelen birkaç çocuğu olan bir anne... Yine o yıllarda gurbete çıkarak okuyan ve okuluyla ilişiği kesilen binlerce öğrenci, şimdi memleketlerinde olduğundan, yeniden bağlı oldukları okullara dönmelerinde büyük engeller var. Ekonomik, kültürel ve ailevi sebepler Amasya'da oturan bir öğrencinin atıldığı İstanbul Üniversitesi'ne gelmesi çok güç. YÖK'ün bununla ilgili düzenleme yapması şart. En azından aynı bölüm olmak şartıyla, bu öğrenciler bulundukları ile en yakın üniversiteyi seçebilmeli" dedi.
haber10

28 Şubat Dönemi'ne ait fişleme belgeleri TBMM'de
30 Aralık 2012
Cumhurbaşkanlığı Süleyman Demirel Arşivi'nden TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu'na gönderilen belgeler, YAŞ kararıyla ordudan ihraç edilen personelin Genelkurmay Başkanlığı tarafından sivil hayatta takibinin yapıldığı ve takip sonuçlarının fişleme listeleri halinde Cumhurbaşkanlığı'na gönderildiğini ortaya çıkardı.
Meclis'in internet sitesinde yayınlanan TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Raporu'nun eklerinde, Cumhurbaşkanlığı'ndan Komisyon'a gönderilen 28 Şubat dönemine ait, bugüne dek gün yüzüne çıkmamış bazı fişleme kayıtları yer aldı.
Bu kayıtların, ''Cumhurbaşkanlığı Süleyman Demirel Arşivi''nden çıktığı da listelerin üzerindeki kaşelerden anlaşılıyor.
Raporun eklerinde yer alan bilgi ve belgelere göre; ''irticai faaliyet ve yaşam biçimi'' iddia ve gerekçeleriyle, YAŞ kararıyla ordudan ihraç edilen personelin Genelkurmay Başkanlığı tarafından sivil hayatta takibi yapıldı ve bu takip sonuçları da fişleme listeleri halinde Cumhurbaşkanlığı'na gönderildi.
TRT
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Sal Şub 28, 2012 6:30 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Arl 29, 2010 10:34 pm    Mesaj konusu: Postmodern Darbe(!) Sırları Alıntıyla Cevap Gönder

Postmodern Darbe(!) Sırları
29 Aralık 2010

Mesut Yılmaz'a yumruk, Çevir Bir'den Erbakan'a maaş telefonu, darbede Çetin Doğan imzası, Öcalan'a suikast girişimi, Batı Çalışma Grubu ve dahası...
'28 Şubat'ın Oluşumunda Koç Grubunun, Rahmi Koç'un büyük etkisi vardır'

'Rahmi Koç Çiller'i Gümrük Birliğine karşı tehdit etti ardından Hürriyet'in 'CIA ajanı' ve Milliyet'in 'Mal varlığı' manşetleri geldi'

'Medya patronları Sultanahmet mitingi sonrasında behemahal Çiller'i cezalandırma kararı aldı'

'Yılmaz'a Budapeşte'de atılan yumruğun arkasında istihbarat var, Mehmet Eymür ve Mehmet Ağar'ın da bulunduğu yapı yönlendirdi saldırıyı'

'Yediği yumruk Yılmaz'ı Demirel ile yakınlaştırdı ve Başbakanlık yolunu açtı'

'Çevik Bir maiyetini toplayıp Erbakan'a telefon açtı 'maaşımızı yükseltin, yoksa bildiri yayınlarız'dedi, maaşlar artırıldı'

'28 Şubat'ta bir çok andıçın altında Çetin Doğan'ın imzası vardır ve hepsi Anayasa suçuydu'

'28 Şubat'ın Yürütmesi Çetin Doğan projesiydi, her aşamasında Çetin Doğan vardı'

'Öcalan'a suikast girişiminin Mesut Yılmaz tarafından engellenmesinin doğru tarafı vardır'

'Yılmaz'ın 'Suikastı ihbar ettiği' bilgisi Öcalan'ın ifadesine konacaktı, bir savcçı önledi'

'Batı Çalışma Grubu 94'de Çiller- Türkeş- Karayalçın'a laiklik mitingi yaptırdı, ilk eylemiydi'

'Çiller 28 Şubat'ta Demirel'e 'Laiklik nerede tehlikede' diye mektup yazdı, Demirel 'Ben laiklik tehlikede demiyorum' diye cevap verdi'

TRT Haber’de dün gece Kozmik Oda programının konuğu olan Tansu Çiller’in 1995-99 yılları arasındaki başdanışmanı Hüseyin Kocabıyık Rıdvan Memi’nin sorularını yanıtladı.. Hüseyin Kocabıyık, programda çok tartışılacak açıklamalar yaptı, işte o şok açıklamalar!

‘28 ŞUBAT’IN OLUŞUMUNDA KOÇ GRUBUNUN BÜYÜK ETKİSİ VARDIR’
“28 Şubat’ın oluşumunda büyük sermayenin ve bilhassa Koç Grubu’nun büyük etkisi olmuştur. Tepede büyük sermaye 28 Şubat diye bir şeyin gerçekleşmesini, organize edilmesini istedi. Ve büyük sermayeye bağımlı, büyük sermayenin alt kümesi bir medya vardı ve bu medya harekete geçti. Büyük sermaye beka kaygısını, bakın beka kaygısı diyorum ve kendi ekonomik doktrinini orduya yani askerlere laiklik tehlikede, irtica tehdidiyle karşı karşıyayız şeklinde projekte etti. Ve askerle büyük sermeyenin bu teşviğini bu şekilde tercüme ettiler. Rahmi Koç Gümrük Birliği’ni istemedi. Çünkü bütün kurduğu o sanayi tesislerinin batacağına inanıyordu. Rekabet edemeyeceğine inanıyordu. 28 Şubat’ı kazıdığım zaman ben büyük sermayeyi gördüm.”

‘RAHMİ KOÇ ÇİLLER’İ GÜMRÜK BİRLİĞİNE KARŞI TEHDİT ETTİ ARDINDAN HÜRRİYET’İN ‘CIA AJANI’ VE MİLLİYET’İN ‘MAL VARLIĞI’ MANŞETLERİ GELDİ’

Kozmik Oda’da Rıdvan Memi ile Hüseyin Kocabıyık arasındaki en ilginç diyaloglardan biri dönemin medya-iktidar ilişkileri sorgulanırken yaşandı, işte o diyalog;
“Hüseyin Kocabıyık: Ben şunu gördüm. Tansu Hanım’ın üzerine çok acımasızca geldiler. CİA ajanı diye Hürriye Gazetesi 9 sütuna manşet attı. Ardından mal varlığı”

Rıdvan Memi: Milliyet’in...
HK: Evet...
RM: Neyin arkasından geldi bunlar?
HK: Gümrük Birliği süreci...Baktılar ki Tansu Hanım hızla işletiyor, orada Tansu Hanım’ı tasfiye etmek istediler.
RM: Bunun yapılacağına dair herhangi bir tehdit var mı öncesinde?
HK: Var tabi. Büyük sermaye tarafından.
RM: Büyük sermaye derken yine aynı ismi mi algılayacağız? Rahmi Koç mu?
HK: Evet aynı isim. Bu tehdit yapılmıştır. Şüphesiz saygın bir insan ama Rahmi Bey son 20 yılda Türk siyasetinde önemli etkileri olan bir insan olmuştur. Gümrük Birliği sürecine bağlı olarak 28 Şubat düşüncesinin ortaya çıkmasında onun tutumunun payı vardır. Ondan sonra 2001 yılında Tayyip Erdoğan imajı yükselmeye başlayınca “Tayyip Bey’in 1 milyar doları vardır” demiştir. İki gün sonra yargı harekete geçmiştir. Sonra onun için de özür dilemiştir Rahmi Bey. Hatta koltuğunu bile terk etmek zorunda kalmıştır. Rahmi Bey gibi saygın bir ailenin önemli bir isminin çıkıp bir gün kamuoyu önünde öz eleştiri yapması gerekiyor. Bunu yaparsa toplumdaki saygın kişiliği devam eder ve geleceğe de intikal eder. Bunu yapmazsa ben ya da başkaları Rahmi Bey’i her zaman tartışmaya açacaklardır. Bu kaçınılmaz.

‘MEDYA PATRONLARI SULTANAHMET MİTİNGİ SONRASINDA BEHEMAHAL ÇİLLER’İ CEZALANDIRMA KARARI ALDI’

Rıdvan Memi’nin sözkonusu süreçte 1997 yılında Tansu Çiller’in başta Aydın Doğan olmak üzere medya patronlarını hedef aldığı Sultanahmet Mitingini sorması üzerine Hüseyin Kocabıyık’ın söyledikleri dikkat çekiciydi:

“Gelmiş geçmiş bütün sağ partiler medya sektörüyle, iş çevreleriyle girift ilişkiler kurdular bunu biliyoruz. Özal da yaptı, Demirel de yaptı. Hatta Tansu Hanım da bir dönem yaptı. Ama bir takım sermaye grupları ve medya devletle öyle özel ilişkiler kurmuşlar ki devlet bunlara sürekli olarak kredi, teşvik ve çeşitli kolaylıklar yapmak zorunda olan bir kurum adeta. 1994 ekonomik krizi olmuş bir takım sıkı para politikaları uygulanacak. Ve Tansu Hanım bunları kesti bir kere burada bir problem çıktı. Mitingin sonrasında artık Tansu Hanım’ın cezalandırılması kararı çıktı medya patronları tarafından. Korkunç bir saldırı yapıldı ve öyle sürdü.”

‘YILMAZ’A BUDAPEŞTEDE ATILAN YUMRUĞUN ARKASINDA İSTİHBARAT VAR, MEHMET EYMÜR VE MEHMET AĞAR’IN DA BULUNDUĞU YAPI YÖNLERDİRDİ SALDIRIYI’

“O dönemde bir takım sivil gruplar vardı, devletin elinin altında tuttuğu tiplerden insanlar. İstihbarat örgütlerimizin elinin altında böyle insanlardan oluşan gruplar vardı. O ara Mesut Bey çeteler falan diye bu işlerin üstüne gidince ki amacı da başbakanlığı ele geçirmekti. İstihbarat örgütleri yönlendirdiler Mesut Bey’e saldıran insanları. Devlet içindeki o kavga var ya. Mesut Bey’le kavgalı olan insanlar da vardı devlet içinde. Mehmet Eymür’den Mehmet Ağar’a kadar. Muhtemelen o organizasyon yönlendirildi oraya.

‘YEDİĞİ YUMRUK YILMAZ’I DEMİREL İLE YAKINLAŞTIRDI VE BAŞBAKANLIK YOLUNU AÇTI’

“Mesut Bey o yumruğu yedikten sonra bir tür alternatif haline geldi. Sağda Tansu Çiller Erbakan ve diğerleri bir tarafa Mesut Yılmaz bir tarafa. Mağdur oldu ama sağ siyasetçiler Susurluk baskısı altındayken bir bakıma da siyasi alternatif haline geldi. O yumruk bir bakıma Mesut Bey’i ayrıştırdı. Demirel’le yakınlaştırdı. Zaten Mesut Bey’in başbakan olması anormal bir süreçtir. O basit bir intikam yumruğuydu. Bizim üzerimize fazla gelme yumruğuydu. Ama böyle siyasi bir sonucu oldu.”

‘ÇEVİK BİR MAİYETİNİ TOPLAYIP ERBAKAN’A TELEFON AÇTI ‘MAAŞIMIZI YÜKSELTİN, YOKSA BİLDİRİ YAYINLARIZ’ DEDİ, MAAŞLAR ARTIRILDI’

Rıdvan Memi: 28 Şubat sürecinde bir anekdot var. Çevik Bir yanından bir grup asker varken toplanın bakın ne yapacağım diyor ve Sayın Erbakan’ı arayıp maaşları yükseltin yoksa bildiri yayınlayacağım diyor. Niye yapıyor bunu? Daha önemlisi maaşlar yükseldi mi?

Hüseyin Kocabıyık: Tabi yükseliyor. Ve muazzam bir zam yapılıyor. Ben bunu Tansu Hanım’dan dinledim. Sayın Erbakan Tansu Hanım’ı arıyor ve çok üzüntülü bir şekilde bu olayı anlatıyor. Tansu Hanım da merak etmeyin ben ilgileneceğim siz üzülmeyin demiş. Çevik Bir karargahta çok popüler o günlerde. Biraz da nefsani bir şey sanıyorum. Çevresine albaylar, genç subaylar, işte maiyetindeki subayları toplamış bir liderlik gösterisi yapıyor. Ben siyasi iktidar üzerime bu kadar etkili bir adamım. Tabi maaşlar da yükseltiliyor. Muazzam şekilde yükseltiliyor.

‘28 ŞUBAT’TA BİR ÇOK ANDIÇIN ALTINDA ÇETİN DOĞAN’IN İMZASI VARDIR VE HEPSİ ANAYASA SUÇUDURU’

Rıdvan Memi: Diyorsunuz ki Çetin Doğan’ın 28 Şubat döneminde aldığı her nefes, attığı her adım suçtur. Neden?

Hüseyin Kocabıyık: Birçok andıçın altında Çetin Doğan imzası vardır. O andıçların hepsi anayasa suçudur. O andıçları gördüm tabi. Örnekleri de var bende. Çetin Doğan, bana göre son 50 yılda Türk ordusunun Harbiye Mektebi’nde yetişmiş en parlak subay. Çetin Doğan eğer yeteneklerini ve enerjisini askerlik mesleğine verseydi muazzam bir sistem adamı olabilirdi. Ama o yeteneklerini ve enerjisini cunta darbe vs işlerle harcadı. 28 Şubat’ın her aşamasında ben Çetin Doğan’ı gördüm. Ama Çetin Doğan hiç konuşulmadı. Oysa Çetin Doğan her şeyin arkasında olan insandı. Ben o zaman biliyordum bunu.

Rıdvan Memi: 28 Şubat bir Çetin Doğan projesi miydi?

Hüseyin Kocabıyık: Bana göre biraz da öyleydi. Ya da şöyle söyleyeyim. Bakın Batı Çalışma Grubu’nda bir kurmay zekası vardı tabi. İşte o kurmay zekası bana göre Çetin Doğan’ın zekasıydı. Bakın 28 Şubat’ın hemen sonrasında Kıvrıkoğlu geldi ve 28 Şubat ekibini Kıbrıs’taki kurşundan sonra (Suikast girişimi) dağıttı. Ama Çetin Doğan’a bir şey olmadı.

‘ÖCALAN’A SUİKAST GİRİŞİMİNİN MESUT YILMAZ TARAFINDAN ENGELLENİŞİNİN DOĞRU TARAFI VARDIR, YILMAZ’IN ‘SUİKASTI İHBAR ETTİĞİ’ BİLGİSİ ÖCALAN’IN İFADESİNE KONACAKTI, BİR SAVCI ÖNLEDİ’

Rıdvan Memi: Bazı askerlerin Öcalan’ın ifadelerine Mesut Yılmaz ismini karıştırmak istediklerini ve bir DGM savcısının buna engel olduğunu söylüyorsunuz. Öcalan’ın hangi ifadelerine ve nasıl?

Hüseyin Kocabıyık: Bu olayı birkaç kişi bilir. Biri de benim. Mesut Bey’e böyle bir tuzak kuruluyordu. Sanıyorum 99 yılıydı.

Rıdvan Memi: Yani Abdullah Öcalan Mesut Yılmaz aleyhine bir ifade mi verecekti?

Hüseyin Kocabıyık: Şemdin Sakık’la bazı gazeteciler için uygulanan metodun aynısı işte. Aynı metodu Mesut Yılmaz için kullanacaklardı. Bir tevatür var ya, hoş onun doğru tarafları da var.

Rıdvan Memi: Öcalan’a suikastın (Mesut Yılmaz tarafından) önlenmesi meselesi mi ?

Hüseyin Kocabıyık: Suikastın önlenmesi meselesi. Onu koyacaklardı. Bize Mesut Yılmaz haber verdi gibi bir şey söyleyecekti Öcalan. Sonra bir savcı buna izin vermedi benim bildiğim.

‘BATI ÇALIŞMA GRUBU 94’DE ÇİLLER-TÜRKEŞ-KARAYALÇIN’A LAİKLİK MİTİNGİ YAPTIRDI’

“2007 den sonra yapılan Cumhuriyet mitinglerinin bir benzeridir bu.Bugün karşımıza Ergenekon olarak çıkan darbeci vesayetçi zihniyetin o vakit toplumu önümüzdeki dönemde laiklik irtica gerilimine hazırlamaya başladığını görüyoruz. Belli ki bu üç lider Türkiye’de böyle bir tehdidin varlığı konusunda ikna edilmişler. Ben bunun karargahın içinde sonra karşımıza BÇG olarak çıkan cunta hareketi tarafından yapıldığını düşünüyorum. BÇG o tarihte kuruldu. 94 Taksim Mitingi BÇG’nin ilk eylemiydi aynı zamanda.”

‘ÇİLLER 28 ŞUBAT’TA DEMİREL’E ‘LAİKLİK NEREDE TEHLİKEDE’ DİYE MEKTUP YAZDI, DEMİREL ‘BEN LAİKLİK TEHLİKEDE DEMİYORUM’ DİYE CEVAP VERDİ’

Rıdvan Memi: 28 Şubat’tan 23 gün kadar önce sayın Demirel’in Erbakan’a bir uyarı mektubu gönderdiğini biliyoruz. Siz bu mektubun içeriğini biliyor musunuz?
Hüseyin Kocabıyık: Biliyorum. O uyarı mektubunu da gördüm ben üstelik. Orijinalini de gördüm. Uyarı mektubunda şunu söylüyor, Laikliğin tehdit altında olduğuna dair algılar var. Bunlara dikkaty edelim gibi bir şey. Bu minval üzere yazılmış bir mektup. Demirel üniversitelerde laikliğin tehdit altında olduğunu söylüyordu biz de Tansu Hanım’la konuştuk dedik ki “Gelin Demirel’e bir mektup yazalım”. Bir mektup yazdı Tansu Hanım Demirel’e ve dedi ki, “Sayın Cumhurbaşkanım laiklik hangi konuda ve nerede tehlikedeyse bize bildirin gereğini hemen gereğini yapmaya hazırız” dedi. Cevap geldi Demirel’den “Ben laiklik tehlikede demiyorum ki. Böyle inananlar var diyorum” dedi. O mektup da Tansu Hanım’ın elinde bir tarihi belge olarak duruyor.” aktifhaber

Erdoğan bir imza ile 28 Şubat'a son verdi
1 Ocak 2011
28 Şubat döneminin etkili kurumlarında BÇG'nin devamı olan Başbakanlık Takip Kurulu lağvedildi. Başbakan imzalı gizli bir genelgeyle kurumlara irtica ile mücadele görevi veren tüm metinler yürürlükten kaldırıldı.

Seçkin ERGÜN'ün haberi

Bugün gazetesinin haberine göre, 28 Şubat darbesinde kurulan BÇG'nin devamı niteliğindeki Başbakanlık Takip Kurulu da lağvedildi. Artık kanunsuz fişlemelerin, kara propagandanın bahanesi yok...

Darbe girişimleriyle yüzleşen Türkiye, demokratikleşme adına önemli bir adım daha attı. Hukuki tanımı olmayan 'irtica nm I Milli Güvenlik Siyaset Belgesinden (MGSB) çıkarılmasının ardından ka- I mu kurumlarına irtica ile mücadele görevi veren Başbakanlık genelgeleri iptal edildi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın imzası ile yayımlanan 2010/27 sayılı gizli bir genelge ile 28 Şubat kalıntısı onlarca belge yürürlükten kaldırıldı. Kaldırılan belgeler gizli olduğu için, sadece sıra sayı numaralarına atıf yapıldı. İsimleri ve muhtevasına dair bir bilgi verilmedi. Batı Çalışma Grubunun devamı olarak oluşturulan Başbakanlık Takip Kurulu da lağvedildi. Böylece kanunsuz fişleme ve izlemelerin bahanesi kalmadı.

BÇG tarih oldu

Batı Çalışma Grubu (BÇG) 28 Şubat Süreci'nde Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Oramiral Güven Erkaya tarafından kurulmuştu. Buradan kamuoyuna yansıyan ilk belge emniyet, vali, vakıf, yurt vb. kurumlar ve bu kurumlann yöneticileri hakkında detaylı bilgilerin toplanmasını öngören andıç oldu.

Darbeye suçüstü

Ardından İçişleri Bakanı Meral Akşener, bir basın toplantısı düzenleyerek BÇG'nin darbe hazırlığı içinde olduğunu açıkladı. BÇG kaynaklı raporlar doğrultusunda sayısız manşet atıldı. Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş bunlardan birini RP'nin kapatılmasında delil olarak Anayasa Mahkemesine bile sundu. BÇG, Anasol-D hükümeti döneminde de etkiliydi. Bir süre sonra Başbakan Mesut Yılmaz, BÇG yerine Başbakanlık Takip Kurulunun devreye girdiğini ifade etti.

Başbakanlık Müsteşarı başkanlığında ayda bir toplanan kurulun görevi 'irtica ile mücadelede koordinasyonu sağlamak' olarak belirlendi. Yılmaz ve Bülent Ecevit hükümetleri döneminde aktif olarak çalışan ve mütedeyyin kamu görevlilerinin hayatını kâbusa çeviren kurul, 2002'de AK Parti'nin gelmesi ile etkisizleşmekle birlikte varlığını korudu. Başbakan Erdoğan'ın son genelgesi ile kurul tarihe karışmış oldu.

İnternet andıcına darbe!

Hükümetin bu girişimiyle Genelkurmay'ın iletişim araçlarıyla kamuoyuna yönelik psikolojik savaş yüretmesinin önüne geçiliyor. TSK'nın 42 propanda 400'ü aşkın kara propganda sitesi kurarak işlettiği 'internet andıcı' ile ortaya çıkmıştı. Genelkurmay, bunu Başbakanlığın direktifleri çerçevesinde yaptıklarını ileri sürmüştü. Bunun Çizerine Başbakanlık sözü edfen belgeyi istedi. Genlkurmayizni 1999'da eski Başbakan Bülent: Ere-vit'in imzaladığı bir metne dayandırdı. Son adımla izleme ve fişlemeye dayanak gösterilebilecek tüm metinler yürürlükten kalktı.

Sırada güvenlik mevzuatı var

Hükümet, demokratikleşme adımlarına güvenlik mevzuatı ile devam edecek. Seferberlik ve Savaş Hazırlıkları Kanunu daha demokratik hale getirilecek. Hangi işlemlerin seferberlik hazırlığı kapsamında sayılacağı neyin sayılamayacağı açıkça belirtilecek. Kaldırılan EMASYA protokolü gibi askere sivil alanda müdahale imkanı veren İl İdaresi Kanunu değişecek.

Çoğu gizli olan; İç Güvenlik Strateji Belgesi, Güvenlik Yönergesi, NATO Yönergesi, Seferberlik Yönergesi, Alarm Yönergesi, Doğal Afet Yönergesi ele alınacak. Balyoz Planı gibi hukuk dışı girişimlerin önüne geçebilmek için bu gibi güvenlik tatbikatlarının hangi durumda, ne zaman, ne yapılacağı, bu tatbikatlara, toplantılara kimlerin katılacağı açık ve net bir şekilde yazılacak. Bu planlar kuvvet komutanı ve Genelkurmay Başkanı'ndan gizlenemeyecek.

Fişleme talimatı

BÇG'den kamuoyuna sızan bir belgede vakıf ve yurtların fişlenmesi isteniyordu. Bu belge 'sebebiyle Emniyet istihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu ve polis Kadir Sarmusak askeri mahkemede yargılandı.

Bugün

28 Şubat'a giden yolu medya manşetlerle açtı
24 televizyonunda yayınlanan bir programda Türkiye'yi adım adım 28 Şubat'a götüren gazete manşetleri tek tek hatırlatıldı

28 Şubat 2011
Anadolu Haber

Türk siyasi tarihine postmodern darbe olarak geçen 28 Şubat kararlarının yıl dönümünde Kapatılan Nokta Dergisi'nin yayın yönetmeni Alper Görmüş, vefat eden Saadet Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan'ın ölümüyle ilgili medyanın yayınlarında "son derece pişkin olduğunu" söyledi. Görmüş, "Medya bugün Erbakan'ın ölümünde iki yüzlü davranıyor." dedi.

Görmüş, Cihan TV Network bünyesindeki 'Akşam Ajansı' programına telefonla katıldı. Görmüş, 28 Şubat döneminin Başbakanı olan Prof. Dr. Erbakan'ın ölümüyle ilgili medyanın bugün çok pişkin olduğunu söyledi. Görmüş, "Necmettin Erbakan, 28 Şubatçılığın bir uzantısı olan belki de karargahı saymak gereken o dönem ki medyanın ağır ve çok haksız saldırılarına uğramış bir şahsiyetti. Fakat o her zaman, bunlara çelebilikle cevap verdi. Bakıyorum medyaya çok pişkin, suçlarını ve ahlaksızlıklarını kedinin pisliği örter gibi örtmüş bir medyayla karşı karşıyayız. Bugün gerçekten iki yüzlü davrandığını görüyoruz. Bence Erbakan'ın naşının defnedilmesinden sonra işin bu yanını da deşmek ve göstermek gerekiyor bunu yapmalıyız. Çünkü Necmettin Erbakan'a o süreçte haksız biçimde çok fazla tepki ve saldırılar yapıldı." dedi.

"HASDAL'A SİVİL ZİYARETLER SERBEST BIRAKILSA ÇOK İNSAN BİRİKİR"

Kapanan Nokta Dergisi'nin Genel Yayın Yönetmeni Alper Görmüş, 28 Şubat sürecinin bugün hangi noktaya geldiğine dair önemli bir tespit de bulundu. Görmüş, "28 Şubat bin yıl sürecek dediler, ne hale geldi, değerlendirmesindeki haklılığın yanı sıra hakikaten de Türkiye'nin bu tür, meşruiyet dışı müdahalelere karşı ne kadar yol aldığını görüyoruz. 28 Şubat'ın asli aktörlerinin hareket kabiliyetinin azalmasına rağmen, onların zihniyetlerinin sivil bir bedende yeniden ortaya çıktığını görmemiz gerektiğini hep hatırlatmaya çalışıyorum. Her yıl da bir vesile buluyorum. Bu yıl da şu soruyu sordum: 'Hasdal'a Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının ziyaretinden yola çıkarak, 28 Şubat gününde Hasdal'a sivil ziyaretler serbest bırakılsa orada ne kadar insan birikir? Eminim çok insan birikir. Çünkü gerçekten de o zihniyet, çok tuhaf bir şekilde geniş sivil kitleler tarafından tevarüs edildi. Buna çok dikkat etmek gerekir. Bu zihniyet laik, kentli, modern olarak kendisini tanımlayan geniş kitlelere sirayet etti. O anlamda yeni bir biçime bürünmüş olarak bu zihniyet varlığını sürdürüyor. Bunu çok büyük tehlike olarak görüyorum. Mesela cumhuriyet mitingleri siviller tarafından yapıldığı halde o zihniyetin devamıdır. Kendisini böyle tarif eden siviller arasında marjinalize olmasından sonra ancak 28 Şubat'ın her anlamda bittiğini söyleyebiliriz." ifadelerini kullandı.

Gazeteci Ali Bayramoğlu’nun 24’te hazırlayıp sunduğu Demokrasi Arşivi programında 28 Şubat darbe sürecinde medyanın oynadığı rol belgeleriyle gözler önüne serildi.
10 ARALIK 1996

Ankara’da dün toplanan Rektörler Komitesi, yargı ve basın üzerinde yaratılmak istenen baskılardan “ciddi şekilde endişe duyduğunu” açıkladı. 61 rektörün katıldığı rektörler komitesi bir deklarasyon yayınlayarak, Susurluk ve basına baskı konularında sert uyarılarda bulundu. Deklarasyonu YÖK Başkanı Kemal Gürüz okudu.



29 ARALIK 1996

Aczmendilerin aylardır firarda olan lideri Müslüm Gündüz, müridlerinin 24 yaşındaki kızı ile bir evde yarı çıplak durumda polis tarafından basıldı.

11 OCAK 1997

Erbakan, tarikat tartışmalarının ayyuka çıktığı bir sırada, Başbakanlık Konutu’nda bu akşam 51 tarikat ve cemaat liderine iftar veriyor.

2 ŞUBAT 1997

İran’ın Ankara Büyükelçisi Bagheri, Sincan Belediyesi’nin düzenlediği Kudüs gecesinde şeriat çağrısı yaptı. Dünyanın terörist ilân ettiği Hamas ve Hizbullah örgütleri liderlerinin posterleri altında yaptığı konuşmada, İran Büyükelçisi’nin sözleri sık sık tekbirlerle kesildi.

12 HAZİRAN 1997

Genelkurmay Başkanlığı, ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmaya çalışan irticaya karşı mücadelede gerekirse silah kullanacağını’ açıkladı.

3 ŞUBAT 1997

Sincan’da dün sabah 15 tank ve 20 kadar kariyer ilçeden geçerek Yenikent’teki tatbikat alanına gitti.

3 ŞUBAT 1997

Son dönemde şeriat yanlılarının gövde gösterisiyle gündeme gelen Sincan’da dün sabah 20 tank ve 15 kariyer geçit yaptı.

3 MART 1997

MGK bildirisini imzalamadığı gibi türbanı gündeme getirmeye hazırlanıyor. Erbakan pes etmiyor

HOCAYA 1 HAFTA SÜRE

3 MART 1997- RADİKAL: “DYP Grubu, dün Çiller’e ‘Bu hükümetten derhal çekilelim. Artık bu iş bitti’ restini çekti. RP’ye başbakanlığın devri için bir hafta süre tanındı.

1 MART 1997

MGK’nin 9 satlik toplantısında özellikle şeriat girişimlerine karşı çıkılması istendi.

Bir kulağımda Mesut Yılmaz diğerinde ise Çevik Bir vardı

Emekli ve muazzaf askerlerle görüşürek yaptığı haberlerde son dönemde öne çıkan Fikret Bila, bir gazete de yayınlanan röpartajında 28 Şubat döneminde ilginç bir anısını anlattı. Bila “28 Şubat’ta pek aleyhte yayın yapmadınız ama. Yani asker mi, Erbakan mı tercihinde askeri seçmediniz mi” sorusuna şu cevabı verdi: “Ve o zaman haber, hem 28 Şubat’ı sahneye koyan, uygulayan askeri kaynaklardan, hem de ona karşı gelmeye çalışan sivil kaynaklardan çok süratli bir şekilde geliyordu. Hani ben bir kulağımda Çevik Bir, bir kulağımda Mesut Yılmaz’la konuştuğumu biliyorum, aynı anda aradıklarında. Onların yine ben hiçbirinin özlerine dokunmadan yan yana asker bunu söylüyor, başbakan bunu söylüyor diye tarafsız bir şekilde verdim.”

'Erbakan Acil Düşürülmeli 'Kodlu ABD Belgesi!
Behiç Kılıç

Makovsky'nin Erbakan İle Nasıl Mücadele Etmeli başlığıyla 1997'de 'Amerikan Menfaatlerini Korumak' sloganını kullanan Middle East Quarterly dergisindeki yazısını okuyalım.

28 Şubat 2011
Anadolu Haber

28 Şubat Darbesi ABD'deki Yahudi lobisince dayatıldı.

Alan Makovski, 1997 yılında Washington Enstitüsü Yakın Doğu çalışmalarının üst düzey üyesiydi. Makovsky, uzun yıllar ABD Dışişleri Bakanlığı Güney Avrupa Yakın Doğu Şefi olarak görev yaptı..

Refah-Yol Hükümeti kurulur kurulmaz Bay Makovski, Türkiye’nin büyük sermaye gazetelerinde boy göstermeye başladı..! ABD Merkezli bu Yahudi Lobici, Erbakan Hükümetine sert muhalefet ediyor, yazıları da Türk Gazetelerinde yer buluyordu..

Makovski, Refah-Yol kurulur kurulmaz, Türk Gazetelerinde bu hükümetin kurulmasını dayatıyordu..

Daha sonra, bu şahsın, ABD Merkezli faaliyetleri ile 28 Şubat’ın temellerini attığı ortaya çıktı.. Tabii ABD yönetiminin alt yapısı sayesinde..

Nitekim Necmettin Erbakan da hükümetinin ABD tarafından organize eddilen oyun sonucu yıkıldığını söylemişti..

Erbakan Hükümeti kurulur kurulmaz, ABD medyasında yazılar yazan ve Washington yönetimine bir rapor sunan Alan Makovski, Erbakan’ın ABD’nin menfaatlerine nasıl aykırı olduğundan söz edip, Erbakan’dan kurtulmak için neler yapılması gerektiğine kadar bir dizi madde sıralamıştı..

Makovsky’nin bu makalesi aynı zamanda Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı PKK’dan Kıbrıs’a, İran’dan Irak’a karşı bir sürü sorunun cevabını içinde barındırıyor. Erbakan’ın daha o dönemde dikkat çektiği ABD’nin Ortadoğu’daki planlarına, ancak yıllar sonra varabilmiş bir Türkiye’nin, neden kendi menfaatlerini koruyan bir hükümete (Refah-Yol) karşı darbe yaptığı da bir başka soru işareti olarak kalıyor.

Makovsky’nin ‘Erbakan İle Nasıl Mücadele Etmeli’ başlığıyla 1997’de ‘Amerikan Menfaatlerini Korumak’ sloganını kullanan Middle East Quarterly dergisindeki yazısını okuyalım..

Alan Makovsky`nin yazısı

***

Türkiye’nin yeni İslamcı Başbakanı Necmettin Erbakan kısa bir süre önce İran ile imzaladığı 23 milyar dolarlık gaz anlaşmasının ardından NewYork Times Gazetesi’nden Thomas Friedman ‘Türkiye’yi Kim Kaybetti?’ başlıklı bir makale yazdı. Gerçekte, Türkiye kaybedilmiş değil. Türkiye hala laik, Batı yanlısı ve demokratik bir ülke. Bununla birlikte, İslamcıların eşi görülmemiş bir şekilde güç sahnesinde görülmeleri Türkiye’nin kaybedilmemesini garantilemek için çok fazla şey yapması gereken Amerikalılar için bir uyarı niteliği taşıyor.

DIŞ DEVAMLILIK, İÇ DEĞİŞİKLİK

Erbakan, Aralık 1995 yılındaki genel seçimlerde oyların yüzde 21’ini alarak başbakanlığı kazandı ancak Erbakan’ın başbakan olması bir şans eseriydi.

Daha önemlisi, Erbakan ve partisinin gücüne rağmen, Türkiye’de hala dış politika ve güvenlik alanlarındaki karar mercilerinde Batı yanlısı dinamikler egemen durumda. En önemli dış politika kararları Milli Güvenlik Kurulu’nda alınıyor. Bu Kurul, 5 üst düzey askeri ve 5 üst düzey civil yöneticilerden oluşuyor. 1982 Anayasası’nın Milli Güvenlik Kurulu’na sadece tavsiye kararı verme yetkisi tanımasına rağmen, Bu kurulun aldığı kararlar neredeyse hiç değiştirilemez. Mevcut Milli Güvenlik Kurulu üyeleri arasında tek İslamcı Erbakan. Süleyman Demirel ve Tansu çiller’in laik Doğruyol Partisi’nin diğer üç üyesi de askerle aynı şekilde Batı yanlısı ve laik bir politikadan yana.

MGK, Erbakan’ın kimlerle görüşeceğini, ne söyleyeceğini, nereye seyahat edeceğini kontrol edemez, ancak şu ana kadar geleneksel Türk dış politikası yönünü korumuş vaziyette. Türkiye bir NATO üyesi ve ABD ile olan güvenlik bağları sağlam duruyor. Erbakan başa gelmeden önce çekiş Güç’ü ve İsrail ile yapılmış tüm askeri anlaşmaları iptal edeceğini söyledi. Hükümete gelir gelmez, Erbakan’ın en üst düzey dış politika danışmanı Abdullah Gül, İsrail ile en azından bundan sonra herhangi bir askeri anlaşmanın olmayacağını belirtti. Erbakan hükümete geldiğinden beri çekiş gücün süresi iki defa uzatılmış ve İsrail ile üç askeri anlaşma imzalanmış. Kısacası, güvenlik ile ilgili konularda askeriyenin görüşleri hala hakim durumda. İki defa siyasi yasaklı duruma gelmiş olan Erbakan, askeriyenin Yahudi devletiyle ilişkileri inşa etme kararlılığını da kabul etti.

MGK, Erbakan’ın kimlerle görüşeceğini, ne söyleyeceğini, nereye seyahat edeceğini kontrol edemez. Ancak Erbakan ve partisinin güçlerini gelecekte artırmak ve Batı karşıtı bazı politikalarını uygulamak için iyimser sebepleri var. Refah Partisi’nin büyük gelirleri, organizasyonları ve sadık üyeleri var ve en önemlisi 400 belediyede temiz yönetim ünü ile 1984’ten beri her seçimde arttırdığı oyları, partiyi daha da güçlendiriyor. Daha fazlası, Refah Partisi çok rahat bir ortamda çalışmalarını yapıyor. Refah Partisi’nin üyelerinin ve liderlerinin mezun olduğu Imam Hatiplere büyük bir ilgi var ve insanlar kayıt için sıra bekliyor. Refah Partisi’nin popüler olmasının bir diğer nedeni ise, ekonomik ve sosyal alanlarda laik politikacılarının uyguladığı yanlış politikalar, yolsuzluk ve mafya ile bağlantılardır. Türklerin birçoğu Refah Partilileri dürüst ve azimli görürken, laik politikacıları bencil ve kötü olarak görüyor. Eğer laik politikacılar daha iyi çalışmazlarsa, Batı yanlısı Türkiye radikal bir şekilde yönünü çevirebilir. Bu sebeplerden dolayı Türkiye’nin sosyal ve politik trendi bu ülkenin laik ve Batı yanlısı kalmasını isteyenlerin endişelerini haklı kılıyor.

ERBAKAN’IN DIŞ POLİTİKASI

Son çeyrek yüzyılda Erbakan ve partisi Amerika Birleşik Devletleri’ni emperyalist olmakla suçlayıp NATO’nun Türkiye’yi sömürdüğünü dile getirdiler. Siyonizmi ve Yahudileri kınayan Erbakan ve partisi, Türkiye’nin Batı ile entegrasyonunu savunan Türkleri de takliçi Batıcılar olarak nitelediler. Bunun yerine ise Türkiye’nin İslam ülkeleriyle birlikte Islam NATO’su, Islam Serbest Pazarı ve İslam Birleşmiş Milletleri’ni kurmasını istediler.

Erbakan hükümete geldiğinden beri söylemlerini biraz ılımlılaştırsa da, ana tercihlerinde herhangi bir değişklik olmamıştır. Başkakan olarak ilk ziyaretlerini Müslüman ülkelere gerçekleştiren Erbakan, Iran ile gaz anlaşması imzalamıştır. Erbakan’ın en önemli dış politika atağı en kalabalık 8 müslüman ülkeyi bir araya getirerek, bu ülkelerin ekonomik ve siyasi işbirliği yaparak G-7’ye karşı bir balans yapmasını amaçlamıştır. Erbakan bu şekilde G-7 ve D-8’in yeniden biraraya gelerek ‘İKİNCİ YALTA’ konferansında yeni bir dünya düzeni kurulmasını istemektedir. Müslüman dünyasıyla ilgili bu girişim ve önerilere karşılık, Erbakan henüz Batı dünyasını ziyaret etmemiş ve Avrupa Birliği liderlerinin Dublin Zirvesi’ndeki davetini de redetmiştir.

NATO’DAN UZAK BİR POLİTİKA

Erbakan ülkesinin üye olduğu NATO’dan farklı bir politika sergilemektedir. Tartışmalı Libya seyahati sırasında Erbakan, BM tarafından 1992’de uygulanmaya başlayan ambargoyu kınadı ve bu ambargonun kaldırılmasını istedi. Erbakan Batı’nın Libya’yı terörist olarak göstermesini bir propaganda olarak niteledi ve asıl terörismi Amerika ve İsrail’in işlediğini ima etti. Erbakan Libya’nın 1986 Amerikan hava saldırısına gönderme yaparak, Libya’nın terörizmden en çok çeken ülkelerden olduğunu söyledi. Erbakan, PKK’nın öldürdüğü binlerce vatandaşına da işaret ederek, ülkesinin de son 20 yılda terörismden en çok çeken ülkelerden olduğunu dile getirdi. Erbakan bu tuhaf seyahatini Libya ile imzaladığı terörisme karşı ortak çalışma anlaşmasıyla sonuçlandırdı.

ERBAKAN, ‘PKK’YI ABD DESTEKLİYOR’ DİYOR

Batılı hükümetler ve medya Erbakan’ın bu açıklamalarını görmezden geldi. Sadece Türk basını çok az bir şekilde sayfalarında yer verdi. Bunlar, Muammer Kaddafi’nin Kürt bağımsızlığını istemesinin gölgesinde kaldı. Ankara şiddetli bir şekilde bir Kürt devletine karşı çıkıyor. Kendi sınırları ötesinde olsa bile. Batılılar, Erbakan’ın açıklamalarına ve hareketlerini görmezden geliyor, bunun sebebi Erbakan’ın henüz Batı yanlısı Türk dış politikasını değişterememesinden kaynaklanıyor. Filistin Hamas örgütü ve Mısır Müslüman Kardeşler teşkilatının üyelerinin 1996 yılındaki Refah Partisi kongresine davet edilmeleri ise görmezden gelindi.

Erbakan’ın Amerika ve İsrail karşıtı söyleminin başka örnekleri de var. Aralık (1996)’ta, Erbakan, Amerika’yı çekiç Güç’ü kullanarak Türkiye’nin Güneydoğusunda bir Kürt devleti kurmayı planladığını iddia etti. Bu tür iddialar daha önce de başka Türk politikacılar tarafından dillendirildi ancak bir başbakan düzeyinde ilk kez. Erbakan ayrıca İsrail’i Nil ve Fırat nehirleri arasında kalan tüm bölgeyi, Türkiye’yi de kapsayan, işgal amacı taşımakla suçluyor. Refah Partili iki milletvekili bu görüşü İsrail elçisinin Hatay’ı ziyaret etmesiyle birlikte daha da iler götürdüler.

AMERİKAN MENFAATLERİNE TEHDİT

MGK tarafından kontrol edilse bile Başbakan olarak Erbakan, Amerikan menfaatlerine ve Türk Amerikan işbirliğine meydan okuyor. Erbakan’ın hükümette olması Amerikan ve Avrupa yönetimlerinin işini zorlaştırıyor. Erbakan’ın komplocu yaklaşımı ve Batı karşıtı söylemleri, Türkiye’nin dostu olarak bilinen birçok kişiyi de uzaklaştırıyor. örneğin, birçok önemli Yahudi-Amerikan kuruluşları Türkiye’ye olan ziyaretlerini ertelediler Erbakan’ın politikalarına duydukları kaygıdan dolayı. Üçüncü olarak, Erbakan açık olarak İran, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Sudan ve Filistin’deki Müslüman teşkilatlara sempatiyle baktığını dile getirdi, ki bunlar önemli güvenlik riski taşıyor. MGK üyesi ve başbakan olarak Erbakan NATO’nun ve ABD’nin gizli güvenlik belgelerine ya ulaşmış ya da ulaşmış olacak. Erbakan’ın Dışişleri Bakanlığı diplomatları olmadan Iran, Suriye ve Irak temsilcileri ile sık sık görüşmesi bu konuda endişe duyulması için önemli bir sebep. Erbakan, İran gezisinde Türkiye ve İran’ın savunma sanayinde işbirliği yapmasını önermiş ve Iran devlet Başkanı Rafsanjani’ye Türkiye’nin üretiminde ortak olduğu F-16 uçak fabrikasını gezdirmeyi söz vermiş. Askerler buna karşı.

ERBAKAN AMERİKAN ÇIKARLARINA TERS

Dördüncüsü ve en önemlisi, Erbakan bir ideolog olarak Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırmak istiyor, bu ise Amerikan menfaatlerine tamamen ters bir politika. Erbakan, toplumu birçok yönde dönüştürmeyi planlıyor ve bunu da dış politika uzmanlarının görmediği bir şekilde içerden yapıyor. Mesela, Refahlı bakanlar üst düzey 400 bürokratı kendi parti sempatizanlarıyla değiştirmiştir. Refah Partili yöneticilerin Dışişleri Bakanlığı’na lobi çalışmasında bulunarak dini okul mezunlarından da diplomat alınması istediği bildiriliyor. Refah Partili bir milletvekili imam hatip mezunlarının askeri akademiye kabul etmesini teklif etmiş ancak bu şimdilik askeriye tarafından rededilmiştir. Refah Partili Adalet Bakanlığı’nın yüksek hakim ve savcıların görev yerlerinin değiştirilmesi için uygulamaya başladığı rotasyona Türkiye Barolar Birliği karşı geçti ve bu karşı durma Bakanlığı şimdilik vazgeçirdi. 1995’te Erbakan’ın parlamento grubu Anayasa’nın islami düzenlemeler yasağına ilişkin maddeyi kaldırmak için çalıştılar.Erbakan ve partisi koalisyon ortağı olmadan bir hükümet kursalardı, İslami bir toplum oluşturmada amaçlarına daha çabuk ve kısa yoldan ulaşabilirlerdi.

AMERİKAN POLİTİKASI

Amerikalılar, çok az nadir görülebilecek bir şekilde müttefiki olan bir ülkenin başbakanının Amerikan menfaatlerine zararlı olacak politikalarını nasıl ele alacakları ikilemiyle karşı karşıyalar. Şimdiye kadar henüz bir kriz yok. Ancak söylendiği gibi, Erbakan dış politikayı kontrol etmiyor ve Türk dış politikası şimdilik Batı yanlısı olarak devam ediyor. Bu yüzden Amerika büyük değişikliklerden ziyade küçük ayarlamalar yapması gerekiyor. Washington ikili bir politika uygulamalı: Uzun dönem Amerikan menfaatlerini ve Türkiye’nin Amerikan dostlarını desteklemek, Erbakan ve destekçilerinden uzak durmak. Böyle bir politika birkaç ögeden oluşur:

1. ABD DOSTLARINI DESTEKLEMEK: Asker dahil Amerikan yanlısı Türkler, kamuoyuna Türkiye’nin Amerika ile olan ikili bağlarının değerini göstermeli. Buna karşılık olarak Washington uzun vadeli ilişkilerini etkileyen tüm konularda Türkiye’yi desteklemeli. Güvenlik bağları Türkiye ve Batı’yı birbirine bağımlı kılarken, bu aynı zamanda Türkiye’nin Batı’dan yana durmasında etkili bir araç. Bu yüzden Amerika Türkiye’nin ABD silahlarına ulaşabileceğine dair garantisine devam etmeli. Bu hususta, Clinton yönetimi samimi bir şekilde Türkiye’nin silah satın alımına karşı ABD yönetimindeki muhalefetle yüzleşmeli. Son aylarda Türkiye’ye söz verilen silahların iadesi bloke edilmiş durumda. Bunun sonucu olarak, Birçok Türk Washington’un Türkiye’ye gizli silah ambargosu uyguladını söylüyor. Bu iddia aynı zamanda 1975-1978 yılları arasındaki silah ambargosunu hatırlatıyor (Türkiye’nin Kıbrıs müdahalesine gerekçe olarak) ve ABD’ye karşı olan hoşnutsuzluğu da artırıyor. Erbakan’ın Refah Partisi’nin anti-Amerikancı duruşunu göz önünde bulundurursak, siyaseten bu durumdan en çok Refah Partisi yararlanacaktır. Laik Türkler gizli olarak ABD’ye Türkiye’yi Erbakan’ın eline bırakmaması için yalvarıyorlar.

2. LAİKLİĞİ DESTEKLEKLENMESİ: Laiklik konusundaki kararsızlık Batı yanlısı sistemin içerisindeki Amerikan dostlarını zayıf bırakıyor. Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Nicholas Burns, Erbakan’ın başa gelmesinden kısa bir süre sonra gazetecilere yaptığı açıklamada, laikliğin Türkiye ve ABD’nin iyi ilişkilerinde bir koşul olmadığını söyledi. Türk laikliğini hep önemsemiş olan ABD’nin bu önemli manevrası, içerdekilerin söylediği gibi, bir yanlıştı. Bu bir Türk gazetecesinin sorusuna aceleyle verilmiş bir cevap olup, ABD’nın resmi pozisyonunu yansıtmamaktadır. Daha da ötesi, daha sonraki Dışişleri Bakanlığı açıklamaları (o zamanki ABD’nin BM Temsilcisi Madeleine Albright dahil) Burns’un daha önceki açıklamasını geri çekerek Washington’un Türkiye’nin laikliğine verdiği önemi belirttiler. Yine de Burns’un yorumu arkasında bir kalıntı bıraktı ve O’nun açıklamaları İslami basında Amerika’nın Erbakan Hükümetine destek verdiğine dair kanıt olarak gösterildi. Bazı Türk laikleri, ABD’nin Erbakan’a karşı yeterince sert tavır takınmadığından şikayetçi.

3. ERBAKAN’DAN UZAK DUR: Amerikan yönetimi, Erbakan’ın siyasi kredisini artıracak herhangi birşeyden uzak durmalı ve resmiyetten öteye gitmemelidir. özellikle Washington’a çağırmamalıdır. Washington’un Türkiye’nin iç politikasını etkileme gücü sınırlı ancak Amerikan’ın onayı Türk politikacılar için önemli. Bu yüzden Erbakan hükümete geldikten bir hafta sonra ABD elçisinin 4 Temmuz’da verdiği partiye katıldı ve büyükelçi ile samimi fotoğraflar çektirdi. Eğer mümkünse, Amerikan yönetimi Erbakan ve arkadaşlarından ziyade laik bakanlar ve yüksek bürokratlarla çalışmalı. Bazı hususlarda bu ABD’nin Türkiye’ye karşı olan geleneksel politikasından farklı olarak daha az yardımcı olacağı anlamına gelebilir. Mesela, Amerika, Refah Partisi’nin halkçı ve bütçeyi zorlayan politikalarını başarması için IMF’deki nüfuzunu kullanmamalı. Ekonomik performans Türkiye’de hükümetlerin yumuşak karnıdır, birçok ülkede olduğu gibi. Refah Partisi’ne hiçbir şekilde ne uluslararası ekonomi kuruluşlarından yardım yapılmasına izin verilmeli ne de halkı memnun edecek politikaların başarıya ulaşmasına.

4. ERBAKAN’IN SÖYLEMİNE SERT CEVAP VERİLMELİ: Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Burns Erbakan hükümetinin ilk haftalarında Washington’un Erbakan’ın hareketlerini ve söylemlerini dinleyeceğini ve izleyeceğini söyledi. Bir bakıma Washington şimdiye kadar bunu yaptı. örneğin, Washington Erbakan’ın Libya gezisini eleştirdi ancak Erbakan’ın ABD’ye yönelik terörizm suçlamalarına ve Kaddafi ile birlikte terörizme karşı yapacakları planlara karşı sessiz kaldı. Bu yaklaşım Türkiye’de geri tepti, çünkü Türkler Kaddafi’yi sevmiyor ancak başbakanlarının Tripoli’yi ziyaret etmesini de destekliyorlar. (Erbakan’ın bu ziyareti Libya ile olan dostluktan ziyade bu ülkenin Türk şirketlerine olan borçlarını ödemesi için yapılmış bir çaba olarak görülüyor) Washington Erbakan’ın ‘ABD, PKK’ya destek veriyor’ iddialarına da cevap vermedi. Washington bunları kesin bir şekilde yalanlayarak özür istemeliydi. Belli ki, Washington Erbakan ile sürekli bir söylem muharabesine girmek istemiyor. Ancak, bunları kabul eder görüntüsü vermemek için ABD Erbakan’ın daha kötü suçlamalarını görmezlikten gelemez. İki yönlü bir politikayı bu şekilde uygulamak basit olmayacak. Washington Erbakan’a soğuk olacağı için Türkiye’nin uzun vadeli menfaatlerine zarar vermeyi istememeli. Türkiye’ye yapılacak gerekli yardımlar kaçınılmaz olarak Erbakan’ın politik saygınlığını artıracaktır. Washington Türk Başbakanı’na fırsat kollayıp sözlü olarak hakaret etmemeli, ancak uygun olduğunda sert bir şekilde cevap vermeli. Bu politika çok ince bir şekilde ve duruma bağlı olarak uygulanmalı. Erbakan Hükümeti gerekli ekonomik önlemleri aldığında, IMF yardımı için ABD desteği uygun olur. Erbakan’ın Ağustos 1996’da İran’a yaptığı ziyaret esnasında imzaladığı 23 milyar dolarlık gaz anlaşması, enerji alanında sıkıntı çeken Türkiye’de geniş bir destek buldu. Bu yüzden Türkiye’ye karşı olası bir yaptırım (İran ve Libya yaptırımlarına bağlı olarak) geri teper ve anti-Amerikancı duyguları artırır. Bu da Erbakan’ın avantajına olurdu.

5. TÜRKİYE’NİN ÖNEMİNİ BELİRT: Türkiye’nin ABD menfaatleri için olan stratejik önemi aşikar. Türkiye NATO’da ve Irak’ın kuzeyini gözetleyen Kuzey Keşif Gücü’nde başat bir role sahip ve Boşnak ve Hırvat Federasyonu’nun ordusunun eğitiminde rol alıyor. Orta Asya’da Tahran ve Moskova’dan farklı olarak daha ılımlı bir politika izliyor. Arab-İsrail barış girişimini destekleyen Türkiye aynı zamanda terörizmi destekleyen komşu üç ülkeye karşı bir savunma hattı görevi görüyor. Türkiye aynı zamanda müslüman Orta Doğu’daki tek demokrasi ve bu yüzden Amerikan desteği daha aleni ve güçlü bir şekilde üst düzey Amerikalılarca dile getirilmeli

6. ANLAŞILIR BİR POLİTİKA GELİŞTİR VE TUTARLI BİR ŞEKİLDE UYGULA: Soğuk savaş bittiğinden beri Amerika 8 yıldır Türkiye’ye karşı değişken bir politika izlemektedir. Neredeyse Dışişleri Bakanlığı’nın Avrupa ilişkilerinden sorumlu her yeni yardımcısı yeni bir politika uyguluyor. Türkiye önceleri Sovyetlerin yıkılmasıyla stratejik önemini kaybetmiş olarak görüldü. O zamanlar Kuveyt krizi Türkiye’nin yeniden önemli stratejik bir servet olarak görülmesine neden oldu. İnsan hakları Clinton yönetiminin başlangıcından 1995’e kadar en önemli konu olarak gündemde kaldı. Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Holbrooke Türkiye’yi Avrasya’daki Amerikan menfaatlerinin merkezinde düşündüğü zaman, insan haklarının önemli olmasına rağmen, bunun Türkiye ile ABD ilişkilerine zarar verilmesine izin verilmeyeceğini vurguladı. Holbrooke’un 1996’da ayrılması ilişkilerde bir duraklama meydana getirdi, bu aynı zamanda Erbakan’ın sunmuş olduğu belirsizliklerden de kaynaklandı. Sadece Holbrooke’ın kısa süren görevinde Ankara, Washington’un küresel stratejilerinde kendisine ne derece önem verdiğine dair kesin bir kanaate sahipti. Holbrooke’un bu politikası aynı zamanda bir model teşkil ediyor ve ABD buna geri dönmeli. Son yıllarda Washington Türkiye’ye karşı tutarlı ve prensipli bir politikadan uzak hareket ediyor. Bu hususta, Erbakan dönemi belki Amerikalıların soğuk savaştan beri ihmal ettikleri Türkiye’yekarşı daha tutarlı bir politika izlemeleri konusunda yararlı olabilir.
Kaynak: haber365

'Askerler Türkçe ezan istedi'
01.03.2011

28 Şubat kararlarının alındığı MGK toplantısında açıklanmayan pazarlıklar yapıldığını iddia eden gazeteci Fehmi Çalmuk, "Askerleri Erbakan ikna etti" dedi

TSK'nın 28 Şubat sürecinde ezanın Türkçe okunması dahil 6 istekte daha bulunduğu öne sürüldü. Gazeteci Çalmuk'a göre Erbakan saatler süren pazarlıkla askerleri ikna etti.
NTV canlı yayınına katılan Gazeteci Fehmi Çalmuk, 28 Şubat kararlarının alındığı Milli Güvenlik Toplantısı'nda açıklanmayan pazarlıklar yapıldığını ileri sürdü. Çalmuk'un iddiasına göre, 28 Şubat kararları, 18 değil 24 maddeydi. Milli Güvenlik Kurulu tutanakları açıklanırsa bu gerçeğin ortaya çıkacağını belirten Çalmuk, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin istekleri arasında açıklanmayan başlıklar olduğunu dile getirdi. Çalmuk, ortaya çıkmayan 6 maddenin Necmettin Erbakan'ın saatler süren pazarlıklar sonucunda gerçekleşmediğini açıkladı. Çalmuk'un iddiasına göre, askerlerin istekleri arasında çarpıcı başlıklar var:

* Ezanın tekrar Türkçeleştirilmesi,
* Fethullah Gülen'in tutuklanması
* İlahiyat Fakülteleri'nin azaltılması
* İmam Hatip Liseleri'nin tamamen kapatılması.

Çalmuk diğer maddeleri açıklamaktan kaçınırken adres olarak MGK arşivlerini gösterdi. Çalmuk, gizli belgelerin açıklanması durumunda askerlerle Erbakan arasındaki pazarlıkların da gün yüzüne çıkacağını söyledi.

Yeni Şafak

28 Şubatçılar bu zulmü de yaptılar!
Erkam Tufan AYTAV
01 Mart 2011

Said Nursi! Cumhuriyet'i bir dönem yöneten bazı kadroların adını nefret ve korkuyla andığı ünlü alim. Öyle korku salmış ki hasımlarına, ölümden yıllar sonra altına sığındığı ağaç bile korkutmuş onları:
"Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde, bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım.

Zaman oldu ki hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti’ demişti Bediüzzaman Said Nursi ve arkasından eklemişti; Bana bu kadar eziyet edenlere hakkımı helal ediyorum. Onlara beddua bile etmiyorum"

İşte seksen yedi yıllık ömrü böyle geçmişti. Vefatı sonrasında da rahat bırakılmadı. 1960 darbecileri bu kadar eziyeti yeterli bulmamışlar olmalılardı ki naşını bile Urfa’daki kabrinden alıp bilinmez bir yere kaçırdılar.

Merak etmiş olabilirsiniz buraya kadar 28 Şubatçıların zulmü nerede diye? Biraz sabredin geleceğim.

Üstad 1926/34 yılları arası sekiz sene Barla’da sürgün olarak kalır. Eserlerinden Sözler, Mektubat, Lemaların yarısı burada telif edilir. Bahar aylarında Çam Dağına çıkar, dağın zirvesinde ağaçlar içerisinde insanlardan uzak bu mekânda ibadetle meşgul olurdu.

Gerçekten görülmeye değer bir yerdir Çam Dağının zirvesi. Barla ve Eğirdir Gölü ayağınızın altındadır. Her yer ormanla kaplıdır. Geceleri yıldızları tutar gibi olursunuz.

İşte o mekânda, tam zirvede, uçurumun kenarında kurumuş bir katran ağacı vardır. Üstad Hazretleri bu katran ağacının tepesine çıkar sabahlara kadar zikredip tefekkür edermiş.

Üstadın vefatından sonra talebelerinden rahmetli Bayram Yüksel abi çürümeye yüz tutmuş o katran ağacını yıkılmaması için ortasına beton dökmüş ve dışına da vernik kaplamış.
Çünkü o katran ağacı adeta Risale-i Nur hizmetinin bir nevi sembolüdür. Üstad hazretlerinden yadigârdır.

28 Şubat süreci içerisinde bir helikopter dağın tepesine konar, o katran ağacı kesip uçurumdan aşağı atılır. Sene 2001... Bu da yetmez Üstad’ın üstüne çıktığı tepenin en yüksek çam ağacını da keserler. Bu ağaç civardakilere göre bir hayli sıra dışıdır. Diğer ağaçların dalları yukarı doğru iken, onun dalları aşağıya doğrudur. Adeta doğal basamaklar gibi kullanılsın diye aşağıya doğru eğilmişlerdir. Nitekim Üstad da, talebeleri de, kolaylıkla, tepenin zirvesindeki en yüksek ağacın en tepesine kolaylıkla çıkarlar. Maalesef 28 Şubat’cılar onu da keserler.

Ne hayatı boyunca ne de vefatından sonra rahat bırakılmamış, naşı bile kaçırılmış olan Bediüzzaman Said Nursi’nin kuru katran ağacına bile tahammül edemezler. Ancak Üstad öyle gönüllerde yer etmiştir ki ne cenazesini kaçıran1960 darbecileri ne kuru katran ağacına bile tahammül edemeyen 28 Şubatçılar onu bu milletin kalbinden silememişlerdir.

Bir gün yolunuz Çam Dağına düşerse kesilen o katran ağacının yerine bir fidan dikildiğini göreceksiniz.

O esnada kulağınızı esen rüzgâra verin, o uğultular içerisinde Üstadın ‘Milletimin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur’ dediğini işiteceksiniz. Ruhun Şad olsun.

Erkam Tufan Aytav - Haber 7
erkamaytav@hotmail.com

Emekli Paşa 'Kullanılmış' 40 Gazeteciyi Açıkladı

28 Şubat'ın cuntacıları, işledikleri suçu meşrulaştırmaya çalışan gazetecileri ödüllendirdiği ortaya çıktı. İşte ödüllendirilenler...

01 Mart 2011
Anadolu Haber

Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Erol Özkasnak ve Kurmay Kıdemli Yüzbaşı M. İhsan Tavazar imzalı “Basınla Temas” başlıklı belgede, 28 Şubat sürecinde kullanılan gazetecilere teşekkür mektubu gönderilmesi talimatı verilmiş.

28 Şubat zulmüne alkış tutan gazetecilerin ödüllendirilmesini emreden belgede çoğu Doğan Grubu'nun yazarları olmak üzere tam 40 gazeteci var.

28 Şubat'ı post modern bir darbe olarak yaptıklarını itiraf eden Erol Özkasnak, Genelkurmay Başkanlığı Basın Yayın Halkla İlişkiler ve Tanıtım Daire Başkanlığı'na gönderdiği yazıda, Türk Silahlı Kuvvetlerini kamuoyunda en iyi şekilde tanıttıklarını iddia ettiği isimleri tek tek yazdığını ve yazarlara işbirliği ve hizmetlerinden ötürü takdir mektubunun gönderilmesini istiyor.

EMİRLERİ YERİNE GETİRENLERE TAKDİR VE TEŞEKKÜR

Erol Özkasnak yaptığı hukuksuzluklara alkış tutan gazeteciler için, “Söz konusu basın mensuplarına, bu çalışmalarında gösterdikleri işbirliğinden ve vermiş oldukları hizmetlerden dolayı takdir ve teşekkürlerimi bildiren mektuplar yazılacaktır” diyor.

İşte 28 Şubat darbesine alkış tuttukları için ödüllendirilmesi istenen gazeteciler:

Yücel Yener (TRT Gn. Md.), Güntaç Aktan (TRT), Ertürk Yöndem (TRT), Ertuğrul Özkök ve Sedat Ergin (Hürriyet), Derya Sazak ve Fikret Bila (Milliyet), Mehmet Yılmaz, İsmet Berkan (Posta), Zafer Mutlu, Fatih Çekirge (Sabah), Bilal Çetin ve Okay Gönensin (Yeni Yüzyıl), Orhan Erinç ve Mustafa Balbay (Cumhuriyet), Sebahattin Önkibar ve Kenan Akın (Türkiye), Ali Kırca ve Baki Şehiroğlu (ATV), Uğur Dündar ve Mehmet Akarca (Kanal D), Murat Saygı ve Mithat Sirmen (SHOW TV), Ufuk Güldemir ve Ümit Aslanbey (STAR TV), Murat Yetkin ve Nuri Çolakoğlu (NTV), Hulki Cevizoğlu ve Ardan Zentürk (Kanal 6), Bülent Öztürkmen ve Zafer Ali Aytaç (HBB), Ceyhan Batur (C TV), Ferhan Şaylıman (FLAŞ TV), Ali Baransel ve Metin Özer (TGRT), İlnur Çevik (TDN), Metin Yılmaz (AKŞAM), Mehmet Güler (AA), Elvan Baransel (AA) ve Mehmet Karaman (İHA)

28 Şubat darbesinde TSK'dan gelen emirler doğrultusunda yazan ve darbeyi destekleyen gazeteciler, 2003 yılında hazırlanan Balyoz Darbe Planında da kullanılacak yazarlar arasında bulunuyor.

28 ŞUBAT'TA KULLANILDILAR BALYOZ'DA DA KULLANILACAKLARDI

28 Şubat'ta cuntacılarla işbirliğinden dolayı takdir edilen Ertuğrul Özkök, Uğur Dündar, Ali Kırca, Sedat Ergin, Yücel Yener, Fikret Bila, Mehmet Yakup Yılmaz, Zafer Mutlu, Fatih Çekirge, Mustafa Balbay, Sebahattin Önkibar, Baki Şehirlioğlu, Nuri Çolakoğlu, Murat Yetkin, Hulki Cevizoğlu, Ali Baransel ve Mehmet Güler isimli yazarlar Org. Çetin Doğan başkanlığında hazırlanan Balyoz Darbe Planında da kullanılacak isimlerin başında yer alıyorlar.

EROL ÖZKASNAK: POST MODERN BİR DARBE YAPTIK

28 Şubat sürecinde yaşananlarla ilgili yine 28 Şubat'ta kullanılan Milliyet'e konuşan dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak, 28 Şubat'ta post modern bir darbe yaptık itirafında bulunmuştu.

Özkasnak, "Tek bir mermi atılmadı, tek bir burun kanamadı. Tıpkı NATO'nun Varşo Paktı'nı teslim alması gibi" demişti.

Cuntacı Erol Özkasnak şu açıklamalarda bulunmuştu: "28 Şubat, günün koşullarına uygun bir yöntemde gerçekleştirildi. O günün dünya ve ülke koşullarında 12 Mart ve 12 Eylül gibi klasik bir müdahale yapılamazdı.

Cumhuriyetin karşılaştığı tehlike, bir tek mermi atılmadan, demokratik mekanizmaların harekete geçirilmesiyle bertaraf edilmiştir. Silahsız kuvvetler kavramını kullanmamızın nedeni ve amacı budur."

“DEMİREL'İ ÇAĞIRDIK”

"28 Şubat sürecinin başlangıcı 11 Ocak 1997 tarihidir. O tarihte dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Demirel, Genelkurmay'a davet edilmiş ve kendisine 28 Şubat günü Milli Güvenlik Kurulu'nda verilen bilgileri içeren bir brifing sunulmuştur.

Cumhurbaşkanı'ndan başlayarak bu bilgiler toplumun aydınlatılması amacıyla basına, yargıya ve üniversite mensuplarına tekrarlandı."

28 ŞUBAT'IN ETKİLERİ

"Bugün 28 Şubat'ı küçümsemeye çalışanların bilmesi gereken bir gerçek de şudur: O süreç başarılı olmasaydı 18 Nisan 1999 seçim sonuçları alınamazdı. Cumhuriyete karşı irticai faaliyetlerin kaynağı olan akımlara 18 Nisan'da verilen oy desteği düşmüşse, bunun nedeni 28 Şubat'tır."

Kaynak: Habervaktim





























Gölçük'te ele geçirilen istihbarat belgelerinde Ali Kalkancı'nın uyanıklığıyla ilgili bilgi notu da çıktı
10.03.2011


Gölcük Donanma Komutanlığı'nda askeri casusluk soruşturması kapsamında yapılan aramalarda ele geçirilen istihbarat notlarında 28 Şubat döneminde sahte şeyh Ali Kalkancı'nın, insanları etkilemek için Japon malı yürüyen bir postu zikir ayinlerinde kullandığı yer aldı.
Özel Kuvvetler Komutanlığı'nda görevli bir binbaşının Batı Çalışma Grubu (BÇG) için hazırladığı istihbarat notlarında yer alan bilgilere göre 28 Şubat'ı kurgulayanlar, Ali Kalkancı'yı şeyh yapmak için bir plan hazırladı. Plan için Japonya'dan ithal edilen uzaktan kumandalı post kullanıldı. Ali Kalkancı 28 Şubatçıların kendisine verdiği bu postu, zikirlerde kolundaki saat vasıtasıyla hareket ettirerek kendisini izleyen cemaat nezdinde saygınlık kazandı.

'HOCA POSTU CANLANDIRDI'

Cemaat üyeleri, titreşim sistemiyle ağır ağır hareket eden postu görünce şaşkına döndüler ve "Hoca, ölmüş hayvanın postunu bile canlandırdı. O da zikir ediyor" diyerek Ali Kalkancı'nın müridi oldular. Aczmendi tarikatı lideri Müslüm Gündüz'le adı anılan Fadime Şahin de bu dönemde Kalkancı'nın müridi oldu. Post olayıyla ilgili istihbarat notlarında adı geçen Tuncay Güney de yaptığı açıklamada, Kalkancı'nın elektronik bir post kullanarak müritlerini etkilediğini doğruladı. Gölcük'teki istihbarat notları arasında sahte şeyh Ali Kalkancı ile Aczmendi tarikatı şeyhi Müslüm Gündüz ve Fadime Şahin'le ilgili bilgilere de rastlandı.

Sabah'ın edindiği bilgilere göre Gölcük'te ele geçirilen belgeler doğrultusunda Özel Yetkili Savcı Fikret Seçen, casusluk ve şantaj soruşturmasından ayrı "28 Şubat soruşturması" adı altında yeni bir soruşturma başlattı.

2011/... numara ile kaydedilen yeni soruşturma kapsamında Gölcük'te ele geçirilen pek çok istihbarat notu, belge, dijital arşiv görüntüleri ve VHS kasetler inceleniyor.

ERBAKAN'LA İLGİLİ FİŞLER

Dijital arşive aktarılmış görüntülerde ve VHS kasetlerde merhum Necmettin Erbakan ile 2001'de trafik kazasında hayatını kaybeden İskenderpaşa Cemaati Lideri Mahmut Esat Coşan ve İsmailağa Cemaati Lideri Mahmut Ustaosmanoğlu'nun gizlice çekilmiş görüntülerinin bulunduğu öğrenildi. Erbakan'ın çocukları ve damatlarıyla ilgili ayrıntılı biyografik istihbarat raporlarının da Gölcük'te bulunan belgeler arasında yer aldığı kaydedildi.

haberpan

M. Ali Birand'dan 28 Şubat Yorumu
09 Ağustos 2011
Mehmet Ali Birand, 28 Şubat sürecinde yaşadıklarını, o dönemi anlatan bir belgeselde, çok çarpıcı ifadelerle anlattı...
28 Şubat sürecinin canlı tanıklarından biri olan Mehmet Ali Birand, o döneme ilişkin yaşadıklarını hazırlanan bir belgesel filminde anlattı.

Birand, belgeselde o dönem ordunun gazete ve televizyona baskı yaptığını, yazıları ve programının durdurulmak istendiğini söyledi. O dönemde yazmış olduğu yazıların asker tabanında oluşturduğu rahatsızlığa vurgu yapan Birand, verilen brifinglerde Fethullah Gülen hareketi ve Necmettin Erbakan'a yönelik duyulan kaygıları anlattı.

''HÜKÜMET ASKERE BİR ŞEY SÖYLEYEMİYORDU''

Yalçın Doğan'la beraber çıktıkları Tiflis gezisinden de bahseden Birand, belgeselde Mesut Yılmaz'la aralarında geçen ilginç bir diyaloğu da anlattı. Bu diyaloğu ertesi gün köşesinde dile getirdiğini ifade eden Birand, ardından Genelkurmay'ın konuya ilişkin bir açıklama yaparak Mesut Yılmaz'ı yerden yere vurduğunu söyledi. Bu olaydan sonra askerin andıç olayında elinin biraz daha güçlendiğini ifade eden Birand, o dönemde hükümetin askere hiçbir şey söyleyemediğini belirtti.

''ASKERİN BU KADAR DANGALAK OLABİLECEĞİNE İNANMADIM''

Genelkurmay'ın "PKK ile işbirliği içinde olan gazeteciler" listesi yayınlaması konusunda da konuşan Birand , bu listede kendini adını görmesini, ''Ben askerin bu kadar dangalak olabileceğine inanmadım'' şeklinde yorumladı.

Ensonhaber
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş Ksm 07, 2013 8:23 pm tarihinde değiştirildi, toplam 4 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Mar 01, 2011 11:06 pm    Mesaj konusu: Mirzabeyoğlu Davası Hakkında Alıntıyla Cevap Gönder

Mirzabeyoğlu Davası Hakkında(*)
Av. Harun Yüksel

Yeni Devir Hukukçular Derneği’nin nazik davetine sağlığımın elverişli olmaması sebebiyle katılamadım.

Derneğin Başkanı Av. Sayın Ali Rıza Yaman kardeşimin verdiği ev ödevi çerçevesinde bu metni hazırladım. Bu önemli panelin hayırlara vesile olmasını dilerken değerli katılımcı ve izleyicileri saygıyla selâmlıyorum...

Mirzabeyoğlu’nun “terör örgütü lideri olduğu” gerekçesiyle gözaltına alınıp, tutuklanıp, idama mahkûm edilmesi sürecinin üzerinden 12 yıl geçti...

Mirzabeyoğlu’na yapılan bu isnadın ne kadar haksız hukuksuz, delilsiz mesnetsiz bir isnad olduğu mahkemeden başlayarak her zeminde sözlü ve yazılı olarak defalarca izah ve ifade edildi...

Bugün de katılımcı arkadaşlar bu konu üzerinde hassasiyetle duracaklardır...

Mirzabeyoğlu’nun şahsını hedef alan bu zincirleme haksızlık ve hukuksuzluklar, üç açıdan irdelenebilir...

Bunun birincisi ve en kolay anlaşılabilir olanı insanî açıdır:

Herhangi bir insanın, herhangibir yer ve zamanda, herhangi bir şekilde haksızlık ve hukuksuzluğa maruz kalması, bu haksızlığın derecesi her ne olursa olsun vicdan sahibi her insanı incitir/incitmelidir...

Bir haksızlıktan incinen insan vicdanı, o haksızlık ortadan kalkıncaya kadar sızlamaya devam eder...

Bunun için de, insanlar bir başka insana haksızlık yapıldığında o haksızlığın giderilmesi için harekete geçerler...

Mirzabeyoğlu’na yapılan haksızlık 12 yıldır sürüyor ve 70 milyonluk bir ülkede bu haksızlığı kaldırmak için bir şeyler yapmaya çalışan insan sayısı ne kadar az...

Burada kendimize sormamız gereken soru şu:

Sorun nerede?

Mirzabeyoğlu’nun maruz kaldığı vahim haksızlığın bu ülke insanına yeterince ulaştırılamamasında mı?

Yoksa bu ükede vicdanının sesini dinleyen insanların oranının, cüzdanının sesini dinleyen insanların oranı karşısında ortaya çıkan negatif tabloda mı?

Birincisinde...

Veya ikincisinde...

Veya birincisiyle ikincisi bir arada...

Ne farkeder?..

Her durumda ortada insanî açıdan derhal giderilmesi gereken ciddi bir problem olduğu açık...

İnsanî yani ahlâkî...

Ahlâk olmadan insan ve vicdan olur mu?

***

Bu konuda İkinci açı hukukî açıdır:

Haksızlıkla hukuk birbirinin zıddı kavramlardır...

Birinin olduğu yerde diğeri yoktur...

Hukuk haksızlıkları kaldırmak için vardır...

Kime karşı yapılırsa yapılsın, yapılan büyük veya küçük bir haksızlık ortadan kaldırılamıyorsa orada hukukun varlığıdan bahsedilemez...

Mirzabeyoğlu’na yapılan çok vahim haksızlık 12 yıldır sürdüğüne göre, bu ülkede kimse hukukun varlığından söz edemez...

Söz eden yalancıdır...

Bir ülkede hukuk yoksa, o ülkede yaşayan hiç kimsenin ırz, can ve mal emniyeti yoktur...

O kadar yoktur ki...

Dün mirzabeyoğlu’na yapılan hukuksuzluğun bir parçası olan DGM başkanı bugün, Silivri toplama kampı kapılarında “Bu ülke de hukuk yok mu?” diye bizim ona Mirzabeyoğlu Davası’nda, Mirzabeyoğlu’na yapılan hukuksuzluğu anlatmak için 12 yıl önce kullandığımız cümleleri birebir kullanarak feryad ediyor...

Bu ülkede hukuk olsaydı, sen Mirzabeyoğlu için kalemini bu kadar pervasızca kırabilir miydin?

***

Bir ülkede hukuk yoksa problem hukukî değil siyasîdir...

O zaman geldik üçüncü ve üzerinde en az durulan ama asıl çözümün üretilebileceği bakış açısına...

Yani siyasete...

Hayır, “yargının siyasallaşması”ndan sözetmiyorum...

Onun için bile eğri veya doğru bir hukuka ihtiyaç var...

Burada hukukun hiç olmamasından sözediyorum...

O’nun kalemler kırılarak idama mahkûm edildiği duruşmadan çıkarken söylediği şu sözü hatırlayın: “Tiyatro bitti!”

“Yargılama bitti!” değil...

Tiyatro bitti...

Tiyatro nedir?

Gerçek olmayan, varolmayan, tamamiyle hayalî, kurgusal bir takım olayları bize o anda yaşanıyormuş gibi gösteren bir gösteri sanatı...

Bir tiyatro oyununda bir duruşma sahnesi düşünün...

Hakimler heyetinden savcısına, sanığından avukatlarına, zabıt kâtibesinden, mübaşirine, tutuklu sanığı oraya getirip arkasında dikilen jandarmalara, gözü yaşlı ve kalbi endişeyle çarpan sanık yakınlarına, meraklı ve arsız gazetecilere, seyircileri mimlemek/fişlemek için oraya gelmiş sivil polislere kadar herkes, tam bir mahkeme dekoru içinde yerli yerinde...

Herşey yerli yerinde ama bu tiyatro oyununun hukukla ne alâkası var?

Bunun hukukla ne alâkası olabilirse, Mirzabeyoğlu Davası’nın da hukukla alâkasının ancak o kadar olduğunu bu oyunda kendisine beceriksiz bir avukat rolü düşen biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim...

“Tiyatro bitti!” cümlesi, bu davayı izah bakımından, hem hukukî alanda hem de edebî alanda kıyamete kadar unutulmayacak bir nitelemedir.

Mirzabeyoğlu’na yapılan haksızlığın mahiyeti doğru anlaşılmadan bu haksızlığın nasıl giderilebileceği de doğru anlaşılamaz...

Mirzabeyoğlu, adlî bir hata, hukukî bir eksikliklik, delillerin değerlendirmesinde yapılan bir yanlışlık sebebiyle idama mahkûm edilmemiştir...

Siyasî bir merkezin aldığı bir kararla siyasi bir saldırıya uğramıştır...

Bu siyasî merkez, O’nu “suikast yaparak kahramanlaştırmamak için”, adliye eliyle infaz yolununu tercih edilmiştir.

Bu “siyasî merkez” neresidir?

Niçin böyle bir karar almıştır?

Bu karar nasıl ortadan kaldırılabilir?

Mirzabeyoğlu’nun maruz kaldığı haksızlığı gerçekten ortadan kaldırmak niyetinde olanların bu üç sorunun doğru cevaplarını bulması gerekir...

Bu konuya girersek ne bende anlatacak takat kalır ne sizde dinleyecek sabır...

O yüzden çok kısaca değinip gerisini irfanlarınıza ve ihlâslarınıza havale edeceğim...

Bu Siyasî merkez içte değil dıştadır...

Onun ismi “Batı emperyalizmi”dir...

Batı emperyalizmi, hegemonyası altındaki ülkelerdeki saldırılarınıl genellikle o ülkeden seçtiği taşeronlarına yaptırır...

Çok mecbur kalmadıkça ateşe elini doğrudan sokmaz maşa kullanır...

İçinizde 12 yıl öncesini hatırlayanlar varsa o dönemin 28 Şubat NATO darbesi dönemi olduğunu da hatırlıyor olmalıdır...

Bu saldırının maşaları da işte o 28 Şubat darbecileridir...

28 Şubat NATO darbesi hernekadar TSK’daki NATOCU subaylar eliyle kotarılmış görünse de, bu darbe esas olarak NATOCU siyasetçi, hakim, savcı, polis, istihbaratçılardan oluşan sivil bürokratlar, işbirlikçi medya, işbirlikçi sivil toplum kuruluşları eliyle yürütülmüştür.

Bugün şahit olduğumuz yanlışlardan biri Mirzabeyoğlu’na yönelik saldırının Batı emperyalizminin bugünkü taşeronlarına yanaşarak, yalvararak, yaltaklanarak çözülebileceğini sanmaktır...

Düşman’a yanaşarak, yalvararak, yaltaklanarak kazanılmış siyasal bir başarı var mıdır ki; düşmanın taşeronlarına yanaşarak, yalvararak, yaltaklanarak kazanılmış bir siyasî başarıya ümit bağlanabilsin?

Adam insan olsa ahlâkı olur, ahlâkı olsa vicdanı olur, vicdanı olsa insafı, merhameti ve haysiyeti olur...

Haysiyeti olsa işbirlikçi olmaz...

Batı emperyalizmi küresel bir saldırıya geçmiştir... Bunun önünde engel olabilecek herkesi ve her şeyi imha etmeye kararlıdır...

Böyle bir saldırı ancak küresel bir karşı taarruzla yokedilebilir...

Bunun adına siyasî literatürde vaziyete göre bazen ayaklanma, bazen, isyan, bazen devrim, bazen de savaş deniliyor...

Siyasî bir fikirden, ideolojiden o ülkenin irfanına uygun devrimci bir dil geliştirilmeden de devrim/inkılâp olmaz, ihtilâl olur, isyan olur ayaklanma olur ama devrim/inkılâp olmaz...

Burada sözü misâl olsun, emsâl teşkil etsin diye İbda Fikriyatı’nı bünyeleştirmiş ve hadiselere o fikrin verdiği geniş perspektiften bakabilen aksiyoncu bir entellektüele, Ali Osman Zor’a bırakmak lâzım...

Ülkesinde yaşayıp da gözünün önünde olup bitenlere düşmanın propagandasının zihnine çizdiği sınırlar içinden bakarak, düşmanın istediği cevapları verenlere, düşmanın istediği yerde durararak, düşmanın istediği gibi davranmayı siyasî tavır zannedenlere inat binlerce kilometre öteden bakın nasıl doğru teşhis ve tespitler yapıyor:

- Türkiye'de Özal'la başlayan yeni paradigma süreci -12 Eylül'le de başladığını söylemek mümkün- bugün “Eşbaşkan” Tayyip Erdoğan ve AKP ile devam etmekte. Mevcut yapının ismi ne şu ne bu, sadece “Batıcı düzen”... Batıcı düzenin yürümesi ve düzen lehine tıkanıklığın aşılması için kurgulanan yeni paradigma, geçerliliği test edildikten ve Batıcı düzen lehine kitleler devşirildikten sonra, İslâm coğrafyasına “model” olarak sunulmasına karar verildi.

- Eski paradigma mensuplarıyla ortaklaşa yapılan “28 Şubat operasyonu”yla eskiye duyulan tepkinin şiddeti arttırılırken, diğer taraftan yeni paradigma ve mensuplarının yeri sağlamlaştırıldı.

- Eğer paradigmaya duyulan tepkiyi örgütleyip ve bu tepkiyi düzenin kendisine yönelterek iktidarı ele geçirirseniz, bunun adı devrim olur. Bu da şu demektir, paradigmalar, değişim-devrim dönemlerinde düzenin gerçek sahipleri tarafından kendi lehlerine olarak kurgulanır.

- 28 Şubat operasyonuna duyulan tepkiyi, devrimci hareket, nihayetinde örgütlemeyi başarmış ve hedefe bir adım mesafede 99 yılına girmişti. Fakat 3 aylık hapisle parlatılan yeni paradigmanın figüranı, düzenin gerçek sahiplerinin maddi ve manevi bütün desteğini arkasına alarak, tabiri caizse bu tepkiyi çaldı. Ve böylece, Hıristiyan-Yahudi Batıcı düzeni değiştirmeye ramak kala İslâm Devrimi'nin önünü kesmeyi başardılar.

- Yeni paradigmanın bir düzen değişimi olmadığını, sadece zihinlerdeki algıyla oynanarak düzen değişimi gerçekleştirildiği hissini yaşattığını ve böylece bir taraftan mevcut düzen bütün kurum ve kuruluşlarıyla devam ederken, diğer taraftan da devrimci hareket ve fikirlerin benzeri ve sahtesi kullanılarak, bunun devrimin önünün kesilmesi demek olduğunu anlamak gerekir.

- Tekrar etmek gerekirse, “paradigma”, kesinlikle “düzen” mânâsına gelmez. Paradigma değişimi, mevcut düzenin tıkandığı dönemlerde, onun yürütülmesi ve kuvvetlendirilmesi için yapılan zihni operasyonlardır.

- Bu mânâda, dünyaya hâkim Batı hayat tarzı ve Hıristiyan-Yahudi Batı düzeni açısından değerlendirdiğimizde, Suudî Arabistan'daki sözde “şeriat” düzeniyle Türkiye'deki “laik” düzen arasında herhangi bir fark yoktur.

(..)

- Bugüne geldiğimizde, Asya Kıtası'nda yaşanan son gelişmeler bize gösteriyor ki, şu an için Batı'nın kendi düzenini yürütebilmek için, elinde, “Ilımlı İslâm” paradigmasından farklı veya daha elverişli bir paradigma mevcut değil. Ya bu paradigmayla işleri yürütmeye devam edecek, yahut yavaş yavaş geldiği yere, yani evine geri dönecek.

- Eğer, Özal'la birlikte başlayıp Eşbaşkan Tayyip Erdoğan ile neticelenen Ilımlı İslâm paradigmasının mânâsını bu güne kadar anlamamış ve onu çözememişsek, bize geçmiş olsun. “Algımız”ın -gerçeğin değil- ve “algılar”ın esiri olarak yaptığımız, hiçbir aksiyon doğurmayan çer-çöp değerlendirmeler de bizim olsun.

- Bütün ideolojiler ve davalar, bağlılık iddia edenler tarafından yükseltilir veya batırılır. “Vitrin”de, mevcut düzenin yürütülmesinin aleti olan paradigma ile yapılan her türlü işbirliği görüntüsü, heyecanı ve iktidar arzusunu öldüreceği, buna bağlı olarak da “donma”, “çözülme” ve “çürüme”yi beraberinde getireceğinden, paradigmanın tam çöküş anında altında kalınması mukadder olur. “Kaim” ve “Daim”den olmak, paradigmaların üstüne çıkmayı gerektirir. (**)

Ali Osman Zor’a kalbî bir selâm yolladıktan sonra...

Bu ülkenin saygıdeğer entellektüellerinden bir başkasına...

Aynı zamanda meslekdaşım da olan sayın Suat Parlar’a geçelim ve sosyalist bir devrimci aydınımızın çok geniş ve kıymetli Türkiye analizinden kısa bir bölüme kulak verelim:

- 12 Eylül yargılanamaz. Bu sisteme işkence, katliam, yargılı veya yargısız infaz suç olarak duyurulamaz. Kendini devrimci diye tanımlayan hiç kimse bu sistemden adalet dilenemez. Bu sistemden adalet dilenciliği, bu sistemi meşrulaştırmak anlamına gelir.
- Bu sistemin yargılanmasının tek yolu, bu sistemdeki sınıfsal egemenliği ortadan kaldıracak bir girişimin parçası olabilmekle ve bunu sonuca ulaştırmakla mümkündür.
- Bunun haricinde 12 Eylül yargılamalarından söz etmek ve 12 Eylül yargılamalarını, 12 Eylül'den sorumlu olan tekelci sermayenin ekonomik, politik, hukukî iktidarına emanet etmek ikiyüzlülük değil ise, nedir?
- Bu söylem ile yürümek sistemle bütünleşmenin siyasetidir. Bunun başka bir anlamı yoktur. (***)

Devrimlerin dili, devrimlerin niteliği bir birinden farklı da olsa birbirine çok benzer...
İşte devrimin dili, devrimcinin eşya ve hadiselere bakışı böyle bir şeydir...

Böyle bir siyasî dil olmadan/oluşmadan hiçbir fikir aksiyon kalıplarına dökülemez...

Mirzabeyoğlu bu sebeple 12 yıldır betondan bir hücrede esir olarak tutulmaktadır.

Bunun vebali bu ülkede yaşayan herkesin omuzlarındadır...

Hepinizi saygıyla selâmlıyorum...

* Av. Harun Yüksel'in, Yeni Devir Hukukçular Derneği'nin FİKRİ İDAM TEŞEBBÜSÜ "Mirzabeyoğlu Davası" NİÇİN'i- NASIL'ı- SONUÇ'u başlıklı panel'e gönderdiği konuşmanın tam metnidir. (Tarih: 17.04.2011)

** Ali Osman Zor'un, "ASİ ASYA AYAKTA
TÜRKİYE’DEN TÜRKİSTAN’A KITA ÇAPINDA CEPHELER" başlık yazı dizisinden alınmıştır. Bu yazı için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3500

*** Av. Suat Parlar ile yapılan "ANAYASAL KUŞATMA ve SERMAYE" başlıklı söyleşiden iktibas edilmiştir. Bu söyleşinin tamamı için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3735

Yasallık, meşruiyet, demokrasi ve iktidar - 1
Nuray Mert
10 Mart 2011

‘Haklı’, ‘haksız’, ‘doğru’, ‘yanlış’, ‘iyi’, ‘kötü’ münakaşası ve muhasebesi yapmanın imkânsız hale geldiği bir ortama doğru hızla sürükleniyoruz. Bu ortam, iktidar için de, muhalefet edenler için de, ortada kalan vatandaş için de kötü bir ‘hal’dir. Önce bunu teslim edelim!

Bir toplumda herkesin haklısı, doğrusu, iyisi bu kadar birbirinden ayrılırsa bu durum artık sadece ‘fikir ayrılığı’ diye tarif edilemez. Nihayetinde adalet de, hukuk da, haklı, doğru ve iyi gibi temel değerler de asgari uzlaşma zemini üzerinden işler. Bu zemin ortadan kalkarsa, ‘yasal’ ve ‘meşru’ olan arasındaki makas açılır ve siyasi-toplumsal kriz yaşanır.

Kutuplaşma ötesi

Maalesef, ‘her şey çok iyi gidiyor’ dışında söylenen her şeye, ‘korku salınmaya çalışılıyor’, ‘darbe ortamı olgunlaştırılmak isteniyor’ ithamı yapılıyor. Böyle bir ortamda, ‘kriz’ dediğimde, ‘vay, kriz mi çıkarmaya çalışıyorsun!’ diye hücuma uğrayacağımı biliyorum. Kaygı duyulması gereken bir soruna değinmek, kaygı kampanyası değil, kaygı yaratan gelişmelere karşı en önemli tedbirdir. İktidarlar, eleştiri ve kaygıları dikkate alırsa, bunlara karşı güvence oluşturur ve bu eleştirilere karşı en iyi cevabı vermiş olur. Mevcut durum bu değildir.

Yukarıda işaret ettiğim gibi, ‘toplumsal-siyasal gerilim ve kutuplaşmanın artması’ derken, sıradan bir sorundan söz etmiyoruz. ‘Yasal’ ve ‘meşru’ olan arasındaki mesafe giderek daha fazla ayrışıyor, asıl mesele budur. Bu ‘kutuplaşma’ ötesi bir durumdur. Ancak, Türkiye’de bu durum yeni değil, demokratik-leşmenin en büyük sorunu öteden beri bu haldir. Şimdilik daha gerilere gitmeyelim, yakın geçmişte olanları hatırlayalım. 28 Şubat olayı ve ortamı, bu türden bir krizin en iyi örneklerindendir. Mevcut statüko, toplumsal talepleri görmezden gelmekte ısrar ettiği ölçüde, ‘yasal’lığa sığındı. Askeri müdahaleler bile ‘yasal’ kılıfına sokulmakla kalmayıp, ‘yasallığı’ bizzat tanımladılar. Bu çerçeve, yasallığı dar kalıp ve ölçüler etrafında tanımlamakta ısrar etti. Başörtüsü yasağı başta olmak üzere, din ve vicdan özgürlüğüne ilişkin sorun ve talepleri, ‘yasal’/yasaklar ile savuşturmaya çalıştı, parti kapattı ve sonuçta, bu alanda yasalar toplumun bir kesiminin gözünde ‘meşruiyet’ini kaybetti.

Yasallık ve meşruiyet açısından yaşanan bu kriz, AKP’nin toplumsal gücü ardına alarak iktidar olması ile başka bir noktaya taşındı. AKP iktidarı, yasallık kıskacında bastırılmaya çalışılan toplumsal taleplerin, demokratik meşruiyet çerçevesinde karşılık bulmasını sağladı. Yasallık kıskacı buna rağmen baskılama aracı olarak işletilmeye çalışıldı; başörtüsü yasağı Anayasal zemine taşındı, AKP hakkında kapatma davası açıldı. Bu açıdan, AKP iktidarının ve onu destekleyen çevrenin, ‘darbe’ ve ‘yargı darbesi’ kaygı, kuşku ve hatta ‘öfke’si sebepsiz değildir.

Kör bir silah...

Yasalar, ilahi normlar gibi gökten inmez. ‘İsterse toplumun yüzde doksanı farklı düşünsün, yasa yasadır!’ diyen bir siyasi sistem ayakta kalamaz. Nitekim, bu kafada olan 28 Şubat süreci kısa sürede büyük bir yenilgiye uğramıştır. Hâlâ 28 Şubat zihniyetinde ısrar edenlere, yasallık ve meşruluk gerilimi ve krizi üzerine söylenecek bir şey yok. Ancak, bu sürecin içinden, Başbakan’ın deyimi ile ‘çarpışa çarpışa çıkan’ mevcut iktidar çevresinin, bu meseleyi en iyi değerlendirebilenler olması gerekirdi.

Ancak, öyle olmadı. Mevcut iktidar da, az gitti, uz gitti, eski statükonun benzeri bir raya oturdu. Mevcut iktidar da, artık farklı toplumsal kaygıları, talepleri, itirazları ‘meşru’ saymayıp, ‘yasallık’ ile savuşturmaya çalışıyor. Geçmişte kendisine karşı kullanılan yöntemler ve dar kalıplara sıkıştırılan ‘yasallığın’ nasıl kör bir silah olduğunu görüp, çarenin bu silahı artık bir yana bırakmak gerektiği olduğunu teslim etmek yerine, onu yeniden eline alıyor, kendi kafasına göre nişan alıp kullanmaya başlıyor. AKP iktidarının büyük bir ‘demokratikleşme’ imkânı ve dinamiği olması, onun içinden geçtiği süreci tersine çevirmesi ile olabilecekti.

Bugün bu imkânı elinin tersi ile itmiş görünmesinin en büyük nedeni, bazılarının sandığı gibi, zamanında ‘demokrasiyi’ bir araç olarak kullanması ve demokratik yollarla iktidara geldikten sonra demokrasiyi askıya almaya girişmesi değil, ‘demokrasi’ anlayışının fevkalade sorunlu olmasıdır. Mevcut iktidar zihniyetine göre, demokrasi, iktidarın her yaptığının ‘meşru’ olması ve ‘yasal’ olanın bu meşruiyet çerçevesinde yeniden tanımlanması değildir. Meşruiyet ve yasallık arasında açılan makası daraltmanın yolu, gerçekten de ‘yasallığın’, meşruiyet çerçevesinde yeniden tanımlanmasıdır. Mesela, başörtülü kadınların milletvekilliğinin önünün açılmasıdır.

İktidarın demokrasi ve demokratikleşmeye ilişkin sorunu, meşruiyet ve yasallık ilişkisini toplumsal barış istikametinde yeniden tanımlama anlayışı değil, meşruiyetin yegâne kaynağının ‘çoğunluk’ ve çoğunluğun oyları olduğu anlayışıdır. Bu, demokrasi açısından çok önemli bir meseledir, o nedenle izninizle bu konuyu yarına erteleyeceğim.

Milliyet























Fikre Özgürlük Platformu: "28 Şubat darbe sürecinde verilmiş bütün yargı kararları iptal edilsin"
18 Mays 2011

28 Şubat Müslümanlara yönelik bir sürek avının başlatıldığı, halka karşı “Topyekûn Savaş” manşetlerinin atıldığı, Kelime-i Tevhid’in suç unsuru sayılıp, örgüt bayrağı diye sergilendiği, Kur’an Kurslar’nın basıldığı, “Çocuklara küçük yaşta Kur’ân öğretilmesin” diye MGK toplantılarının yapıldığı, bunun için “Sekiz yıllık kesintisiz eğitim” dayatmalarının yapıldığı, başörtüsüne düşmanlık naralarının atıldığı, kısaca bütün İslâmi değer ve sembollere savaş açıldığı Allahsız ve ahlâksız bir darbe süreciydi.

Amerika ve İsrail destekli yürütülen bu darbe sürecinde, ön cephede “medya”, onun hemen yanında da, 28 Şubat darbecilerinin “BRİFİNGLEDİĞİ” yargı yer almaktaydı.

Bu dönemde binlerce Müslüman değişik bahaneler altında, kılıfına uydurulup, “emir komuta” zinciri içinde verilen “brifingli yargı” kararlarıyla mahkûm edildi.

“Artık bu kararların yeniden gözden geçirilmesi ve darbecilerin yargılanmasının zamanı gelmiştir” diyen Fikre Özgürlük Platformu;

15 Mayıs Pazar günü bu konu ile ilgili bir basın açıklaması yaparak, imza kampanyası başlattıklarını duyurdular.

Fikre Özgürlük Platformu, 28 Şubat darbe sürecinde verilmiş bütün kararların iptal edilmesini ve 28 Şubat darbecilerinin yargılanmasını istiyor.

“28 Şubat darbecilerince ‘brifinglenmiş’ yargı tarafından verilen bütün kararlar iptal edilmelidir, hukuka ve adalete saygısı olan, kendisini demokrasi ile tarif edenlerin en öncelikli olarak yapmaları ve gündeme getirmeleri gereken konu budur” diyen Fikre Özgürlük Platformu adına basın açıklaması yapan Şükrü Sak şunları söyledi:

BASIN AÇIKLAMASI

Salih Mirzabeyoğlu; 28 Şubat sürecinde hukuksuz bir şekilde tutuklanıp, yine 28 Şubat darbecilerince BRİFİNGLENMİŞ yargı tarafından idama mahkum edilmiş, hukuktan edebiyata, şiirden hikâyeye, fizikten dile, matematikten resime, mitolojiden estetike, iktisattan ahlâka kadar 56 tane eserin altında imzası bulunan Müslüman bir Fikir adamıdır.

Adil bir hukukun üstün olduğu ülkelerde asla yaşanmayacak bir haksızlığa maruz kalan S. Mirzabeyoğlu, amir-memur, ast-üst ilişkilerinin hukukta daha bir belirgin hâle geldiği, hukukun bütün kurum ve kuruluşlarıyla rafa kaldırıldığı, Müslümanlara yönelik sürek avının başlatıldığı bir süreç olan 28 Şubat sürecinde tutuklanmış, davasının İddianame ve Gerekçeli Kararı'nda da geçtiği şekilde, “her ne kadar bir eylemi ve eylem talimatı olduğu tespit edilememiş olsa da” idam kararı almıştır.

Salih Mirzabeyoğlu tam 12 yıldır cezaevindedir. 12 yıllık cezaevi hayatının son 6 yılını tek kişilik hücrede geçirmekte, 11 yıldır da Telegram –Zihin Yönlendirme- işkencesine maruz kalmaktadır.

Bir fikir adamına yapılan işkenceyi önlemek; hükümetin en temel görevlerinden biri olsa da mevcut hükümet bu konuda son derece duyarsız bir tavır sergilemektedir.

Biz “Fikre Özgürlük Platformu” olarak;

Müslümanlara yönelik Allahsız ve ahlâksız bir sürek avı başlatan 28 Şubat Darbecilerinin yargılanmasını…

Bu darbe sürecinde tutuklanan, mağdur edilen, yargılanan ve BRİFİNGLENMİŞ yargı kararlarıyla mahkum edilen bütün Müslümanlarla ilgili kararların iptal edilmesini…

Başta Salih Mirzabeyoğlu olmak üzere verilen kararların kaldırılmasını…

Bu süreçte Haksızlığa ve adaletsizliğe uğrayan bütün Müslümanların haklarının iade edilmesini istiyoruz.

FİKRE ÖZGÜRLÜK PLATFORMU

28 Şubat ve 'Hayata Dönüş' mağdurunun feryadı
Nagehan Alçı
17 Ocak 2012

Taş atan çocuklar için, slogan attığı için tutuklanan çocuklar için çıkarıyoruz sesimizi. Gücümüz yettiğince. Ama... Bir de çocukken tutuklanıp, cezaevlerinde büyüyen, inanılmaz işkencelerden geçip, ceberut bir rejimin insanlık dışı uygulamalarına maruz kalanlar var. Tüm bu eziyet yetmezmiş gibi şimdi yeniden tutuklanma tehlikesi altında olanlar. İşte onlardan biri: Yakup Köse...
Onun hikayesi 28 Şubat rejiminin utanç verici zalimliğine rastlıyor. O rejimin yüz karası 'Hayata Dönüş Operasyonu' ile devam ediyor. 14 yaşındayken evinde bulunan bir dergi yüzünden tutuklanıyor ve terör örgütü üyeliğinden idama mahkum ediliyor Yakup. Hikayesi uzun, acı. Tüm detayları burada yazacak yerim yok ama bugün yakın geçmişteki hukuksuzluklarla hesaplaşmak için bir sayfa açıldıysa bu ülkede, Yakup'un hikayesi tam da hesap sormanın neden şart olduğunu yüzümüze çarpan bir örnek. Ben özellikle utanmadan 'Hayata Dönüş Operasyonu' denen katliam operasyonuyla ilgili bölümü buraya almak istiyorum. Şayet 28 Şubat süreci yargılanacaksa ki yargılanması şart ve süreç de oraya doğru gidiyor, bu tekil hikayeleri unutmamalıyız. Sözü Yakup'a bırakıyorum:
***
'Tutuklandığımda 1.40 boylarında 40 kiloydum. Ailem çevrem şaşkın... Cezaevinde saçlarım kesildi ağzım burnum kırıldı. Adli koğuşta yattım. 4 ay sonra cezaevi mazgalı açıldı ve bir gardiyan aldı beni, gittik bir imza attırdılar ve elime koca bir dosya tutuşturdular. İzmir DGM tarafından hazırlanan iddianamem artık elimdeydi. Suçum anayasal düzeni cebren silahlı örgüte üye olarak yıkmaya teşebbüs madde 146/1 idam cezası... Hiçbir suçlamayı kabul etmiyorum, velev ki ettim, bir çocuğa uygulanan bu tutumlar doğru mudur? İzmir DGM de yargılanmam başladı. 28 Şubat zihniyetinin şahsım için yaptığı 2. hukuk skandalı çocuk mahkemesinde yargılanmam gerekirken DGM'de yargılanmaktı. Bu arada büyüyordum. Bandırma cezaevine sevk edildim.
***
Sene 2000, Ramazan ayı bayrama 3 gün var. Koğuşlarımız hayata dönüşçüler tarafından basıldı. Yani devletin denetimi altında olan cezaevini bastılar, korumakla yükümlü oldukları bir arkadaşımı katlettiler ben dahil 9 arkadaşımı ağır yaraladılar. Bu operasyon sonucu Eskişehir'e sevk edilerek hücrelere konduk. Birkaç ay sonra devlete isyan etmekten dava iddianameleri gelmeye başladı. Düşünebiliyor musunuz? Baskınları onlar yaptılar, onlar öldürdüler, onlar yaraladılar arkasından cezaevinde devlete isyan etmekten dava açtılar! Adliyeye ifade vermeye gittim, orada dayanamadım ve yanımda katledilen arkadaşım için 'Hasan Meriç'i öldüren katiller hesap verecek' diye bağırdım. Bu yüzden Ankara DGM (28 Şubat savcısı) Nuh Mete Yüksel tarafından örgüte yardım yataklık suçundan dava açıldı ve 4 yıl 8 ay ceza aldım! İdam artı 4 yıl güzelmiş dedim ve bu mahkemenin kararında çıkışta yine askerlerin arasında 'katiller hesap verecek' dedim. Bunun üzerine bir dava da İstanbul DGM tarafından açıldı ve oradan da 4 yıl 8 ay ceza aldım. Bu iki dava da 28 Şubat yargı karalarının mahsulüdür. 10 sene cezaevinde yattıktan sonra AK Parti'nin uyum paketleri vesilesiyle birçok davam düştü birkaçında ceza indirimine gidildi, yattığım on yıl da göz önünde bulunduruldu ve 2005'te tahliye oldum. Ancak daha sonra 28 Şubat'ın o dönemde açtığı Bandırma Cezaevi'ndeki baskınla alakalı Bandırma 2. Asliye Ceza Mahkemesi 11 yıl sonra karar verdi. Ben ve arkadaşlarım 7 yılla 11 yıl arasında değişen hapis cezalarına çaptırıldık. Şimdi Yargıtay'a gönderiliyormuş dosya. Şayet onaylanırsa bunca yıl hukuksuz bir şekilde yattığım cezaevine geri döneceğim. Tahliye edildikten sonra kendime nihayet bir hayat kurdum. Sesimi duyun. Bize yapılan hukuksuzlukları görün...'
***
Şayet Türkiye bir hukuk devleti olmaya doğru gidiyorsa Yakup'un hikayesini göz ardı etmemeliyiz. Hayata Dönüş Operasyonu'nun sorumluları yargılanmalı. Gençlerin hayatını karartanlar ortaya çıkarılmalı, 28 Şubat tüm yapısı ve destekçileri ile mercek altına alınmalı...
Akşam

28 Şubat davasında 37 tahliye
Sinan Onuş
Ankara
14 HAZİRAN 2013



Ankara 13. Ağır Ceza Mahkemesi, 28 Şubat davası kapsamında tutuklu 75 sanıktan 37'sinin tahliyesine karar verdi. Davanın ilk duruşması ise 2 Eylül 2013 Pazartesi görülecek.

İddianameyi geçen hafta kabul eden mahkemenin, "suçlamaların düşük yoğunlukta olmasını ve tutukluluk sürelerini" göz önüne alarak tahliyesine karar verdiği 37 kişi arasında, MHP İstanbul Milletvekili Engin Alan ile eski Kara Kuvvetleri Komutanı Erdal Ceylanoğlu da bulunuyor.

Mahkemenin tensip zaptına göre, soruşturma aşamasında haklarında tutuklama kararı çıkarılan sanıklar Cevat Temel Özkaynak, Eser Şahin ve Erdoğan Öznal'ın yokluklarında tutukluluklarının sürmesine, sanık Sedat Arıtürk hakkındaki yakalama emrinin de devamına karar verildi.

Ayrıca dönemin Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı ile Mehmet Başpınar hakkındaki adli kontrol uygulamalarına da devam edilecek.

14 ayrı gözaltı dalgasından sonra oluşturulan 28 Şubat davası iddianamesi, 1309 sayfadan oluşuyor.

Haklarında dava açılan 103 sanık hakkında Refah-yol hükümetini devirmeye, düşürmeye iştirak suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası isteniyor.
İddianamede, bir numaralı sanık olarak emekli Orgeneral tıklayın İsmail Hakkı Karadayı, iki numaralı sanık olarak da dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral tıklayın Çevik Bir yer alıyor.

Sanıklar arasında Batı Çalışma Grubu'nu (BÇG) kurduğu iddia edilen Çevik Bir, Balyoz davasında ağırlaştırılmış mahkumiyet alan Çetin Doğan, emekli Tümgeneral Erol Özkasnak, eski kuvvet komutanları Ahmet Çörekçi, Hikmet Köksal, Teoman Koman, Fevzi Türkeri, Erdal Ceylanoğlu, eski MGK Genel Sekreteri İlhan Kılıç, MHP Milletvekili emekli Korgeneral Engin Alan gibi isimler yer alıyor. Davanın tek sivil tutuklu sanığı ise eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz.

İddianamede, BÇG'nin faaliyetleri kapsamında bazı sivil toplum örgütlerini çalışmaların içine çektikleri, basın yayın organlarını kullanarak hükümet üyeleri üzerinde baskı oluşturdukları, Sincan'da tank geçişi yaparak hükümete ve üyelerine gözdağı verdikleri, YÖK'te görev yapan bazı öğretim üyelerini fişleyip görev yapamaz hale getirdikleri şeklinde birçok iddiaya yer veriliyor.

İddianamede ayrıca 199'u asker olmak üzere toplam 438 sivil mağdur yer alıyor. Sivil mağdurların başında da dönemin Başbakanı Tansu Çiller'in adı geçiyor.
BBCT
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş Ksm 07, 2013 8:19 pm tarihinde değiştirildi, toplam 7 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Mar 01, 2011 11:06 pm    Mesaj konusu: 28 Şubat Medyası Alıntıyla Cevap Gönder























"Eşinin kaç tane pardösüsü var?"
11 Aralık 2011

28 Şubat'ta yaşananlar bir bir ortaya çıkıyor

28 Şubat post-modern darbe sürecinde Genelkurmay Başkanlığı Mobil Destek Komutanlığı'ndaki görevinden uzaklaştırılan eski Astsubay Kıdemli Üstçavuş Bayram Koçdoğan, o döneme ilişkin yaşadıklarını anlattı.

28 Şubat sürecinde subay ve astsubay eşlerinin fotoğraflarının istendiğini, eşlerinin kaç tane, hangi pardösüleri giydiğine kadar takip edildiğini söyleyen Koçdoğan, eşi başörtülü olanların büyük zorluklar yaşadığını belirterek, kendileri ile birebir çeşitli görüşmelerin yapıldığını, ikna olmayanların ordudan uzaklaştırıldığını ifade etti.

Genelkurmay Başkanlığı Mobil Destek Komutanlığı'nda görevliyken 28 Şubat sürecini yaşayan Koçdoğan, 28 Şubat sürecinde subay ve astsubay eşlerine ait 3 adet fotoğraf istendiğini, böylece Batı Çalışma Gurubu (BÇG)'nun yoğun olarak fişleme yapıp, takip ettiği dönemin başlamış olduğunu dile getirdi.

Başörtülü fotoğraf veren subay ve astsubaylarla birebir görüşmeler yapıldığını kaydeden Koçdoğan, kendisi ile de iki kez görüşüldüğünü söyledi. Koçdoğan, o günleri şöyle anlattı: "Eşimin başörtüsünü ve pardösüsünü çıkarttırmam istendi. Bu görüşmelerden yaklaşık 10 gün sonra 'kişiye özel gizlilik dereceli yazı' ile ikaz edildim. Bu belgelerin orijinallerini hala saklıyorum. Bu görüşmeleri Tuğgeneral olan 2'nci sicil amirim yapmıştı. Nisan-1998 yılında ise 3'üncü sicil amirim Oramiral T.U., 2'nci sicil amirim Tuğgeneral Y.A.'nın makam odasına çağırdı. 20 dakika kadar bana nasihat etti. Bu konuşma esnasında bana 'Eşinin kaç tane pardösüsü var?' diyerek ilginç bir soru yöneltti. Ben de 2 adet, birisi yazlık birisi kışlık dedim. Renklerini soracak kadar basitleşmesine çok şaşırdım. Lavicert ve kahverengi diye söyledim. Aferin doğru söylüyorsun dedi. O zaman anladım ki bizi takip ediyorlar, raporluyorlar, belki de fotoğraflarımızı çekiyorlardı."

Koçdoğan, bu mülakattan sonra toplam 11 adet takdirnamesinin olmasına, 1 gün dahi cezası olmamasına rağmen 'Disiplinsizlik' suçlaması ile ordudan re'sen ihraç edildiğini kaydetti.
haber5
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pts Arl 12, 2011 12:30 am tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Mar 01, 2011 11:15 pm    Mesaj konusu: 28 Şubatçılar Yargılansın! Alıntıyla Cevap Gönder























28 Şubatçılar Yargılansın!
2 Mayıs 2011 Pazartesi günü 28 Şubat ve o darbenin uygulayıcılarından hesap sormak adına Sultanahmet adliyesinde buluşuyoruz
30 Nisan 2011
Anadolu Haber

Kamuoyuna;

Bizim için hak; hukuktur!

Hukuk; adalettir!

Adalet; zulmün olmamasıdır!

Zalimin önündeki en büyük engel; hukukçudur!

Hukukçu; zalimin en büyük düşmanı olduğu için, tam bağımsız ve millî bir seciyenin sahibidir!

Kâmil bir hukukçu için en büyük zulüm; Atlantik ötesinden gelen emirlere göre hareket etmektir!

Hukukun amir-memur, ast-üst ilişkilerine göre işlediği bir yapıda en büyük zalimler; "hukukçu" kisveli memurlar ve onun adetâ amirleri konumunda olan kişilerdir!

“28 Şubat”; işte hukukçu kisveli bu memurların ve onların adetâ amirleri konumunda olan kişilerin yaptığı bir sürek avının adıdır!

Amerika'nın “Bizim Çocuklar” dediği kişiler üzerinden yaptığı 28 Şubat operasyonunda;

Tarihin gördüğü en büyük hukuksuzluklara imza atılmış,

“Hukukçu” kisveli memurlar, NATOcu subayların karşısında tesbih tanesi gibi dizilip brifing/emir almış,

NATOcu subaylarca adliyenin arka kapılarından bağımsız olduğu söylenen hâkimlere güya “nezaket” ziyaretinde bulunulmuş,

Görülmekte olan kimi dosyalar hakkında “çok derin” fikirler beyan edilmiş,

Bu “nezaket” ziyaretlerinin ardından da birçok insan 18 yaşından küçük olmasına rağmen idam cezası almıştır.

Bunlardan biri de Yakup KÖSE'dir.

Yakup KÖSE; 28 Şubat sürecinde içeri alındığında daha 14 yaşındaydı.

“Örgüt üyesi olduğu” gerekçesiyle tutuklandı,

28 Şubat hukukuna göre ve DGM'lerde yargılandı,İdam cezası aldı,

Ve hayatının yarısını cezaevinde geçirmek zorunda kaldı.

Evinde buldukları legal bir dergiden yola çıkarak Yakup KÖSE'ye idam cezası veren hukukçular ve onların adetâ amirleri pozisyonunda olan Çevik BİR vd. NATOcular,

Sanki bu ülkede sürek avları yaşanmamış,

Sanki bu ülkede insanlar öldürülmemiş,

Sanki bu ülkede insanlar evlerinden, yerlerinden, yurtlarından edilmemiş,

Ve sanki bütün bunların müsebbibi kendileri değilmiş gibi elini-kolunu sallayarak dışarıda dolaşmakta,

Büyük şirketlere danışmanlık yapmakta,

Ve hayatlarını devam ettirmektedirler.

Kendi özgücümüze güvenerek ve sadece buna dayanarak Çevik BİR vd. 28 Şubatçılardan hesap soran bizler;

Türkiye'de adalet gerçekten varsa ve hukuk gerçekten üstünse bunu ortaya çıkarmak adına;

Çevik BİR başta olmak üzere 28 Şubat'ta görev yapan bütün NATOcuların yargılanmasını talep ediyor,

Her ne olursa olsun bu davanın takipçisi olacağımızı ilân ve beyan ediyoruz.

Çevik BİR vd. 28 Şubatçılardan İstanbul (Sultanahmet) Adliyesi'nde, 2 Mayıs 2011 Pazartesi günü, saat 12'de Hesap Soruyoruz!

Saygıyla duyrulur.

O idam isteği o günün gereğiymiş!
Meryem Dal
05 Aralık 2011



28 Şubat sürecinde yazar Salih Mirzabeyoğlu'na idam cezası verilmişti. Aradan geçen onbir senenin sonunda hakim Çetinbaş "MİRZABEYOĞLU DAVASINDA HATA YAPMIŞ OLABİLİRİM" itirafında bulundu.


28 Şubat sürecinde yazar Salih Mirzabeyoğlu'na idam cezası verilmişti. Aradan geçen onbir senenin sonunda hakim Çetinbaş "Mirzabeyoğlu davasında hata yapmış olabilirim" itirafında bulundu.

(İddia olunan) Ergenekon Terör Örgütü avukatlarından eski hakim Metin Çetinbaş tarafından verilen bu idam cezasının şimdi hatalı olduğu hakimi tarafından itiraf ediliyor.

28 Şubat bitti denilen bir süreçte, dosyasında da somut bir suç isnad edilemediği görülen Mirzabeyoğlu'nun içerde tutuluyor olması vicdanları rahatsız ediyor.

Salih Mirzabeyoğlu'nun her hangi bir eyleminin bulunmadığının İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi savcısı Ali Yorulmaz'ın 12/01/1999 tarihinde mahkemeye sunduğu iddianamede de mevcut olduğu belirtiliyor.

28 Şubat şartları başka imiş!

Emekli Hakim Metin Çetinbaş’ın Salih Mirzabeyoğluna idam cezası verdiği Gerekçeli Kararda "şahısların herhangi bir hiyerarşik yapılanması olmaksızın birbirlerinden bağımsız hareket eden cephe hareketleri oluşturulduğu kendiliğinden zuhur adıyla oluşturulan bu cephelerin bağımsız olarak değişik eylem kararı alarak bu eylemleri gerçekleştirdikleri belirtilmiştir." ifadelerinin dikkate alınarak yazar Salih Mirzabeyoğlu'nun (Salih İzzet Erdiş) özgürlüğüne kavuşmasının önündeki hukuksuz engellerin kaldırılması vicdanların talebi.

Zira Mirzabeyoğluna idam cezası veren eski hakim yeni Ergenekon avukatı Metin Çetinbaş’ın verdiği röportajda söyledikleri durumu çok net açıklıyor:

"Biz Mirzabeyoğlu davasında o günkü şartlara göre karar verdik"

"Mirzabeyoğlu davasında hata yapmış olabilirim"

http://www.dunyabizim.com/manset/8100/o-idam-istegi-o-gunun-geregiymis.html

“Devlete ihaneti gördük”
06 Aralık 2011
“Post-modern Darbe” olarak nitelendirilen “28 Şubat” sürecini deşifre eden haberlerimizi değerlendiren Emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi, “Belgeler ile devlete ve millete nasıl ihanet edildiğini gördük” dedi.

ASLAN DEĞİRMENCİ / ANKARA-

28 Şubat’a zemin hazırlayan ‘Batı Çalışma Grubu’nun illegal faaliyetlerini belgeleriyle deşifre eden haberlerimizin ardından gazetemize konuşan Emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi, “Belgeler ile devlete ve millete nasıl ihanet edildiğini gördük” dedi.

28 Şubat sürecini “Karanlık bir dönem” olarak değerlendiren Tanrıverdi, “Kabul edilemez faaliyetlerin TSK içinde yürütüldüğünü duyuyor ancak bir türlü ispatlayamıyorduk. Bir gün mutlaka o sürece ait yapılan haksızlıkların belgeleri ile deşifre olacağını biliyorduk. Ve o gün geldi. Sizler büyük bir gazetecilik başarısına imza atarak karanlık sürece ışık tuttunuz. Şimdi illegal faaliyetlerde bulunanların yargı önünde hesap vermeni zamanı” şeklinde konuştu.
Ortaya çıkan fişlemeleri ‘resmi ideolojinin dayatması ve ürünleri´ olarak değerlendiren Tanrıverdi, “Ortaya çıkan belgeleri incelediğimizde sözde hizmet adına ülkeyi kamplara böldüklerini görüyoruz. Bunun nedeni resmi ideoloji ve ters inanç anlayışıdır.
İnançlarından dolayı dindarları hedef almayı başka şekilde açıklayamayız. Kurum içi ve dışı tüm ülkeyi fişlemek hukuksuzluktur. 28 Şubat 1997 Post Modern darbesi, ülkenin manevi değerlerine büyük bir darbe indirmiş, hukuk dışı işlemlerle suçsuz insanları büyük mağduriyetlere uğratmıştır” diye konuştu.
milatgazetesi.

28 Şubat Devam Mı Ediyor
16 Aralk 2011
28 Şubat yargısı tarafından idama mahk3um edilen Yakup Köse ve arkadaşlarına yine ceza yağdı. Onlarca Müslüman 10 senenin üzerinde hapis cezasına çarptırıldılar.

28 Şubat uygulamalarından bir tanesi de cezaevi operasyonlarıydı.

Solcu tutuklulara yapılan "Hayata Dönüş" saldırılarından sonra Bandırma'da da İslamcı tutuklulara "Noel Baba" saldırısı yapılıyor ve gayri hukiki biçimde hükümlü ve tutuklulara Asker tarafından silahla müdahale ediliyordu..

Onlarca yaralı ve ölümlerin yaşandığı bu olaylar dönemin sivil-asker yetkilileri tarafından bizzat kordine edilip uygulanıyordu .

Bugün o döneme ait yapılan cezaevi saldırılarından Bandırma Cezaevi ile ilgili karar açıklandı. Ve şu anda dışarıda olan ve normal hayatlarını idame ettiren insanlar o karanlık dönemin bir yansıması olarak cezalandırıldılar..

daha önce yaptığı açıklamalarında bu olaylara değinen ve 28 Şubat döneminde 14 yaşında olmasına rağmen idam cezası verilen Yakup köse'de bu cezalandırılanlar arasında bulunuyor...

2000 yılında cezaevlerine düzenlenen "Noel Baba" saldırısında Bandırma cezaevinde yaralanan Yakup köse bir açıklamasında ,"cezaevine yapılan baskında, koğuşların tarandığını ve yakıldığını, Hasan Meriç'in öldürüldüğünü, 10 kişinin de ağır yaralandığını anlattı. Olayda kolunun kırıldığını, hastaneye tedaviye gönderilmek yerine, Eskişehir cezaevine sevk edildiğini" dile getirmişti.
haber1001

28 Şubat'ın "Harbiye Orduevi Birifingleri" Mercek Altında!
17 Ocak 2012



28 Şubat sürecinde 1. Ordu tarafından düzenlenen Harbiye Orduevi'ndeki gizli brifinglere katılan asker ve siviller Özel yetkili savcılar tarafondan soruşturma konusu yapıldı.
Aralarında Salih Mirzabeyoğlu'na idam cezası veren eski DGM hakimi Metin Çetinbaş'ın da bulunduğu birçok asker, sivil, yargı mensubu ve gazetecinin bu brifinglere katıldığı Av. Doğan Yıldırım tarafından Yeni Akit gazetesine açıklanmıştı.


Yeni Akit'in haberi:

O Birifingler Mercek Altında!

Ergenekon avukatlarından Doğan Yıldırım'ın akit'e yaptığı açıklamalar üzerine harekete geçen Balyoz savcıları, 28 Şubat dönemi ve sonrasında yapılan Harbiye Orduevi toplantıları ile brifinglere katılan yargı ve medya mensuplarını mercek altına aldı.

MURAT ALAN / İSTANBUL

Balyoz soruşturmasına bakan savcıların 28 Şubat dönemi ve sonrasında yapılan Harbiye orduevi toplantılarını mercek altına aldığı ortaya çıktı. Cuntanın brifinglerle yönlendirdiği yargı ve medya mensupları hakkında araştırma yapıldığı belirtildi. 1. Ergenekon davasının avukatlarından Doğan Yıldırım’ın gazetemize yaptığı açıklamadan sonra ifade için İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına çağırıldığı, Yıldırım’ın 4 saatlik ifadesinde darbe çalışması içerisinde yer alan medya ve yargı mensupları hakkında önemli bilgiler verdiği vurgulandı.

YILDIRIM 4 SAAT İFADE VERDİ

28 Şubat yargı brifingleri ve bu brifinglerin katılımcılarını deşifre eden Ergenekon davası avukatı Doğan Yıldırım, Beşiktaş Adliyesi’nde ifade verdi. Yaklaşık 4 saat süren ifadesinde Yıldırım, 1. Ordu Komutanlığında düzenlenen brifinglere ilişkin önemli beyanlarda bulundu. Balyoz, Ergenekon ve Kafes davalarında sanık olan eski Güney Deniz Saha Komutanı Koramiral Kadir Sağdıç, eski Kuzey Deniz Saha Komutanı Koramiral A.Feyyaz Öğütçü, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Plan ve Prensipler Başkanı Tümamiral Ramazan Cem Gürdeniz ve darbe günlüklerinin sahibi eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’i tanıdığını söyleyen Yıldırım, katıldığı toplantılardan birinde Kadir Sağdıç’ın darbe imaları ile dolu bir sunum yaptığını belirtti. İfadesinde Yıldırım, “Sağdıç’ı uyardım, ‘Bunlar çok tehlikeli şeyler kardeşim, başınıza iş açarsınız’ dedim. O da bana ‘Doğan’cığım kendi başımıza yapmıyoruz, yukarının, Genelkurmay’ın haberi var’ dedi. O zaman anladım ki öyle bir iki amiralin işi değil bu operasyon. Organize bir plan, toplu bir kalkışma bu’ dediği ifade edildi.

“28 ŞUBAT’IN SİVİL ÖRGÜTLENMESİ HARBİYE ORDUEVİ’NDE YAPILDI”

Bahçelievler davasından tutuklanan Haluk Kırcı ve Mehmet Ali Ağca ile 1. Ergenekon davası sanığı Fuat Turgut’un avukatlığını yaptığını söyleyen Doğan Yıldırım’ın, Genelkurmay ve sivil uzantılarının hükümeti yıkma planına bizzat şahitlik ettiğini söylediği belirtildi.

Balyoz savcılarına 1. Ordu Komutanlığına ait Harbiye Orduevi tesislerinde tertiplenmiş çok gizli bir toplantıya katıldığını söyleyen avukat Doğan Yıldırım, darbenin sivil kadrolarına bu toplantıda brifing verildiğini belirtti. Yıldırım, toplantıda Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, dönemin 1. Ordu Komutanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, Balyoz’un bir numarası eski 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan, Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak, birçok yargı üyesi ve medya mensuplarının bulunduğunu ifade etti. Yıldırım, süren soruşturmalara konu birçok yeni ismi işaret etti.

“BRİFİNG MEDYASI HEDEF ÜRETTİ

Anti ”demokratik uygulamaların tamamının geri planında o toplantıda alınan kararların olduğunu ifade eden Yıldırım, sorgusunda brifing medyasının 28 Şubat ve daha sonrasında planlanan Balyoz planı için zemin hazırladığını iddia etti.

28 ŞUBAT SORUŞTURMASINA DA KATKI SAĞLAYACAK

Doğan Yıldırım’ın ifadelerinin Ankara Cumhuriyet
Başsavcılığının başlattığı 28 Şubat soruşturmasıyla da bağlantılı olduğu ifade ediliyor. Yıldırım’ın ifadesinin bir kopyasının Ankara’ya gönderileceği belirtiliyor."
haber1001

Şeref Malkoç: 28 Şubat'ta öyle yanlışlar yapıldı ki...
21 Ocak 2012

HAS Parti Kocaeli İl Divan Toplantısında konuşan, HAS Parti Genel Başkan Yardımcısı Şeref Malkoç, ''28 Şubat döneminde o kadar büyük haksızlıklar yapıldı, öyle büyük yanlışlıklar yapıldı ki hala onun izleri devam ediyor'' dedi.

Malkoç, 28 Şubat sürecinin herkesin içinde bir yara olarak kaldığını dile getirerek, şunları kaydetti:

''28 Şubat döneminde o kadar büyük haksızlıklar yapıldı, öyle büyük yanlışlıklar yapıldı ki hala onun izleri devam ediyor. Bu kadar sıkıntı ve acı çekilmiş, on binlerce insan mağdur edilmiş ama halen 28 Şubat'ın failleri ortalıkta dolaşıyor, haklarında işlem yapılmıyor. Bunun için geçen pazartesi dilekçeyi getirdik, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına verdik. Savcı beye 'Bizim görevimiz bunlarla ilgili olarak suç duyurusunda bulunmaktır. Sizin göreviniz bu suçu işleyenleri yargının önüne çıkarmak, onlardan hesap sormaktır' dedik. İnşallah bu konunun sıkı bir takipçisi olacağız. Sizin de elinizde bilgi, belge varsa mutlaka bize yön verin, çünkü bir müddet sonra o bilgi ve belgeleri Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına göndereceğiz.''
haber10
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş Ksm 07, 2013 8:17 pm tarihinde değiştirildi, toplam 9 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Mar 01, 2011 11:32 pm    Mesaj konusu: 28 Şubat Medyası Alıntıyla Cevap Gönder

Seçimlerin Aynasında TSK: Ordu Milletin Aynı -3-
Oğuz Gürses
10.07.2011



1960’da 27 Mayıs’la başlayan NATO darbeleri süreci içinde, TSK’da görülen milletten/halktan kopuş sürecinin, 28 Şubat darbesiyle birlikte aleni bir millet/halk düşmanlığına dönüşmesi ve bu millete ve bu milletin bütün millî ve manevî değerlerine karşı “bin yıl sürecek” bir topyekûn savaş ilan edilmesiyle de bu durum, tam bir hak düşmanlığına da dönüştü...

Bin yıllar içinde oluşan ordu-millet geleneği tükenip kopma noktasına gelmişti ki...

Bu sürecin zirve noktası olan ve her satırından bu halkın bütün millî ve manevî değerlerine kin ve nefret akan o alçakça 27 Nisan Muhtırasından sonra bir şey oldu...

Enterasan bir şey...

Sanki "görünmez bir el", mucizevî bir şekilde bu süreci bir anda tersine çeviriverdi...

“Bin yıl süreceği” kibirle ilan edilen bu halka karşı kin ve nefret savaşının bütün unsurları, önce bocalamaya, sonra patinaj yapmaya, sonra da çıktıkları halk düşmanlığının zirvesinden Silivri-Hasdal istkametine doğru başaşağı kaymaya başladılar...

Bu kayma halen devam ediyor...

Bu süreç, bu hızıyla sürerse, yakında Silivri ve Hasdal’ın kapasitelerini çok aşan bir durumla karşılaşılması çok muhtemel...

Şimdi... “

“Vaaay! Millîci subaylar ve aydınlar Amerikancı iktidar tarafından Silivri’ye Hasdal’a tıkılıyor” muhabbetleri gırla gidiyor...

Şüphhesiz kurunun yanında yaşın yanma ihtimali her zaman vardır...

Ama çoğunluğu itibarıyla Silivri ve Hasdal cemaatini oluşturanların içinde...

27 Mayısla başlayan ve 27 Nisanla sonuçlanan hiçbir NATO darbesinden herhangi bir şikâyet, rahatsızlık veya pişmanlık ifade edenine rastlanılmadı...

Bilakis, Mahkeme salonlarında savunma niyetine yapılan bütün açıklamalar 27 Mayıs, 12 Mart, 28 Şubat ve 27 Nisan darbecilerinin açıklamalarındaki hak ve halk düşmanı öğelerin neredeyse birebir aynıdır...

Öyleyse ne milliciliği?

Her fırsatta, bu milletin bütün millî ve manevî değerlerine karşı kin ve nefret dolu ifadelerle saldıranlar hangi milletin “millîcileri”dir?

Her halde bu milletin değil...

Mahkeme salonları birer kürsüdür...

Burada söylenenleri elimden geldiği kadar dikkatle takip etmeye çalışıyorum...

Bugüne kadar NATO planları çerçevesinde, TSK’yı "bağrından çıktığı milletten" koparmanın ana araçları olan NATO darbelerinin yanlışlığından bahseden, bunlarda yer aldığı, bunlara yardım ve yataklık ettiği için pişmanlık ifade eden bir tek sanık ifadesine rastlamadım...

Her insan şu veya bu sebeple yanlış/hata yapabilir...

Yanlış/hatadan dönmek fazilettir...

27 Mayıstan bu yana bu halka yapmadığı zulüm, işkence ve düşmanlık kalmayan NATO darbe süreçleriyle ilgili bir eleştiri, özeleştiri, pişmanlık ifade eden Silivri veya Hasadl cemaati mensubu oldu mu olmadı mı?

Olmadı...

O davalarda sanıklara isnad edilen suçların ve o suçlamaların mesnedi olan deillerin, doğru veya yanlış, geçerli veya geçersiz oldukları ayrı bir bahis...

Neticede doğru veya eğri bir yargılama süreci yürüyor...

Konumuz o değil...

Konumuz bu sanıkların “millîci” olup olmadıkları, “millîci” oldukları için AB-D/NATO tarafından tasfiyeye tabi tutulup tutulmadıkları...

İçlerinde az sayıda vatanseverin olması mümkün olan bu asker ve sivil sanıkların genel profilleri itibariyle Batıcı-NATO’cu, AB-D’ci ve İsrail’ci bir profil verdikleri çok açık...

Herhagibir duruşmada bu sanıklardan -Perinçek grubu hariç-, NATO, AB-D ve İsrail aleyhine tek bir söz eden oldu da ben duymadıysam o başka...

Peki AB-D/NATO bunları, yani kendi adamlarını niçin tasfiye ediyor?..

Algı yanılması buradan kaynaklanıyor...

Bunları AB-D/NATO tasfiye ettirdiğine göre bunlar “millici”...

İlk anlarda ben de aynı yanılgıya düştüm...

Ancak biraz dikkatli bakınca gördüm ki...

AB-D/NATO, bunları” millîci” oldukları için değil, Yeni Dünya Düzeni plânlarına en uygun partneri bunların dışında AKP’de bulduğu için....

AKP’ye yol verip, bu yolda bilmeden takoz olmaya çalışan kendi adamlarını, işine engel oldukları için gözden çıkarmıştır.

Meselâ emekli Orgeneral Hurşit Tolon, emekli Orgeneral Şener Eruygur, Mehmet Haberal, İnönü Üniversitesi eski rektörü Fatih Hilmioğlu, İstanbul Üniversitesi eski rektörü Kemal Kılıçdaroğlu, emekli Orgeneral Çetin Doğan, Mehmet Haberal ve benzerleri en az Tayyip Erdoğan kadar AB-D’ci, NATO’cu ve İsrail’ci değil midir?..

Bizim bu sözde “millîci”lerin hayattan, dünyadan, geçmişten, gelecekten anladıkları tek şey kaba bir hedonizm (içki ,içmek, zina etmek, teşhircilik/röntgencilik yapmak, kumar oynamak kısaca Allah neleri yasak ettiyse onları yapmak)den ibaret olduğu ve bunu da “ilericilik, çağdaşlık, cumhuriyetçilik, laiklik” zannettikleri için....

AB-D/NATO’nun içki içmeyen, zina etmeyen, kumar oynamayan, dans etmeyen bu gericiler yerine kendileri gibi “çağdaş, ilerici, laik, cumhuriyetçi”leri seve seve tercih edeceğini düşünerek, birden fazla darbe planı hazırlayarak AB-D/NATO’ya arzettikleri, her defasında da “bu işleri bırakın, bizim planlarımıza taş koymayın” ihtarını almalarına rağmen bu emre itatasizlik ettikleri dava dosyası ve Wikileaks’den sızan belge ve bilgilerden açıkça anlaşılmıyor mu?..

İşte bu sebeple...

AB-D/NATO’nun da kendisi için çok hayatî olan “Yeni Dünya düzeni”nin en önemli operasyonu olan “Büyük Ortadoğu Projesi”ni korumak ve söz dinlemeyen bu eskimiş adamlarını terbiye etmek için Silivri ve Hasdal’a dolrurulmalarına izin verdiği izlenimi doğmuyor mu?..

AKP’nin ve Fetullah Gülen’in, ABD/NATO’dan icazetli İslâmcılığı/müslümancılığı ne kadar “gerçek İslâmcılık/müslümancılık” ise Silivri ve Hasdal cemaatinin çoğunluğunun millicilikleri de o kadar “gerçek millîcik”tir...

Bizim bu çakma millîciler, ayık kafayla bir kere dünyaya bakabilselerdi, AB-D/NATO’nun işbirlikçisinin dinine, imanına, imansızlığına, laikliğine, mezhebine, içkisine, sıçkısına, zinasına, kumarına, giyimine, kuşamına bakmadığını, sadece işe yarayıp yaramayacığına baktığını, Suudî zorbalar ile Körfez’deki zorbalarla nasıl canciğer kuzu sarması dost olduğundan bile anlayabilirlerdi...

Halâ anlayamadıklarına göre, ortada psikiyatristleri ilgilendiren vahim bir “anlama ve anlamlandırma” problemi olduğu görülüyor...

Asker veya sivil bütün gerçek “millîci/vatanseverler"lerin "İslâmcı/milliyetçi/solcu/sosyalist/devrimci/liberal” diye ayırmaksızın başımızın üstünde yerleri var...

Biz onlardan onlar da bizdendir...

Sahtelerinin ise canları cehenneme...

(Devam edecek)

Kaynak: http://millibirlikruhu.blogspot.com/2011/07/secimlerin-aynasnda-tsk-ordu-milletin_10.html







BİRAND'DAN 28 ŞUBAT-KASET İTİRAFI
02 Haziran 2011
CNN Türk'te "Medya Mahallesi"ne konuk olan Mehmet Ali Birand, hem Ayşenur Arslan'ın hem de Türkiye'nin ezberlerini bozdu.

Mehmet Ali Birand, geçtiğimiz günlerde birer hafta arayla çok kritik iki yazı kaleme aldı.

Bir dönem “Emret Komutanım” kitabıyla askerin nasıl yetiştirildiği anlatan Birand tarihi itiraflarda bulundu.

Önce darbecilik genlerimize işledi dedi sonra da ana akım medyayı adeta çıldırtacak o açıklamayı yaptı: Laik kesim darbe için askeri hep kışkırttı.

Birand, bugün darbe soruşturmalarını görmezden gelen, Ergnekon davasını sulandırmaya çalışan Ayşenur Arslan’ın “Medya Mahallesi” programındaydı.

Birand yaptığı açıklamalarla deyim yerindeyse Aşyenur Arslan’ın dağıttı.

Mehmet Ali Birand öyle açıklamalar yaptı ki Ayşenur Arslan ne diyeceğini şaşırdı, hemen savunma pozisyonuna geçti.

Askerin siyasi hayatımıza her daim müdahale ettiğini belirten Birand, 28 Şubat sürecinde yayınlanan kasetlerle ilgili Ayşenur Arslan’ı abondone eden şu açıklamayı yaptı:

“Fethullah Gülen’in kasetlerini getirdiler yayınladınız. Nerden geldi o kasetler bir yerlerden geldi. Onu yayınlayın dediler yayınladınız. Bunu yayınlayın diye Genelkurmay...”

İşte Birand’ın Ayşenur Arslan’ın ayarını fena halde bozduğu ve aslında Türkiye’de tüm ezberleri bozduğu açıklamalardan satırbaşları;

*Biz devlet her şeyden önemlidir, devletin önüne hiçbirşey geçemez diye büyütülmedik mi?

* Biz devlet büyüğü ne derse doğrudur diye büyütülmedik mi?

* Biz mahkemelerde hakimlerin devleti gözeten kararlarını görmedik mi?

* Devlet hep ön planda olmadı mı?

* İsmet Paşa’dan Özal’a kadar hep devlet demedik mi?

* Bizim için Genelkurmay parlamentodan daha önemliydi

* Türkiye’nin laik kesimi bunu yaptı, buna inandı. Bu böyleydi, biz böyle büyütüldük. Ve bunu kışkırttık.

* Bir takım işe yaramayan politikacılar anayasa hazırlayıp askerlere götürmediler mi?

* Medya olarak biz askerlerin her dediğini yapmadık mı?

* Fethullah Gülen’in kasetlerini getirdiler yayınladınız. Nerden geldi o kasetler? Bir yerlerden geldi. Onu yayınlayın dediler yayınladınız.
Bunu yayınlayın diye Genelkurmay…

Programın devamında Mehmet Ali Birand, Ayşanur Arslan'a 28 Şubat'ta Fethullah Gülen'le ilgili Ali Kırca ile beraber yayınladıkları kasetlerin kaynağını sordu.

Bu soru karşısında adeta şok olan Ayşenur Arslan önce biraz durakladı sonrada "bilmiyorum" dedi ve ekledi: Bilsem de zaten söylemem...
Aktifhaber

TÜSİAD ve medyanın desteğiyle...
02 Haziran 2011

28 Şubat sürecinde 1657 Türk subayı Ordudan atıldı!

*28 şubat sürecinde sadece Diyanet'e bağlı 4000 kadar KUR'AN KURSU kapatıldı...

*8 yıllık kesintisiz eğitim cinayetiyle KUR'AN KURSLARI ve özellikle HAFIZLIK bitirildi, yok edildi! Kur'an'a savaş açıldı!

*28 Şubat sürecinde 5000 kadar Müslüman Türk kadını; sırf başörtülü diye işten memurluktan atıldı, istifa ettirildi..

*Başörtülü öğrencilerin, kızların okuma hakları ellerinden alındı..

*Meslek liselerine ve meslek liselilere yönelik alçakça düşmanlık yapıldı..Önleri kesildi..
aktifhaber

Yakup Köse ve arkadaşlarının yargılandığı mahkeme sanıklara ceza verdi ama zaman aşımından dolayı dava düştü
29 Haziran 2011
Anadolu Haber

Yakup Köse ve 30 arkadaşının yargılandığı Bandırma cezaevi operasyonu ile ilgili mahkeme bugün beşiktaşta ki eski adı DGM olan Ağır Ceza binasında gerçekleştiridi.

Hasan Meriç adlı tutuklunun asker kurşunları ile öldüğü ve birçok kişinin de ağır birşekilde yaralandığı operasyon'dan Ufak bir ayrıntı, solcu tutsakların kadığı cezaevlerine yapılan operasyonun ismi "Hayata Dönüş" iken Müslüman tutsakların kaldığı cezaevine yapılan operasyonun ismi NOEL BABA OPERASYONU idi...

Sabahın erken satlerinde Ağır Ceza mahkemesinin önüne gelen insanlar 28 şubat döneminde 14 yaşında İdam cezası ile cezalandırılan Yakup Köse'ye destek için toplandılar.

Mahkeme önünde Mazlum- Der İstanbul şubesi de basın açıklaması yaptı.Mahkeme saatinin 9:30 olarak bildirilmesine rağmen dava akşama doğru 4:30 civarında görüldü.Akşam saatlerine kadar davanın görüleceği yerde insanlar sürekli sirkilasyon halinde sonucu öğrenmek için beklediler.Analiz Merkezi Haber sitesi genel yayın sorumlusu gazeteci-yazar Fatih Tezcan'da Yakup Köse'ye destek için mahkeme önüne gelenler arasındaydı..
Mahkeme uzun süreli bekleyişin ardından nihayet sonuçlandı.Bir kişi hariç yargılanan bütün herkese ceza verildiği ancak zaman aşımından ötürüde bu cezaların uygulanabilirliğinin kalktığı mahkeme başkanı tarafından açıklandı.

Bu karar'dan sonra akıllarda şu soru kaldı.Zaman aşımı olmasaydı,Yakup Köse ve arkadaşları 28 Şubatçılar tarafından cezalandırılarak cezaevine yeniden gireceklerdi

O halde 28 Şubat devam ediyor !

Mazlum Der'den Yakup Köse Açıklaması!

MAZLUM-DER İstanbul şubesi'nin 28 şubatta henüz 14 yaşında iken idam cezası verilen Yakup Köse ile ilgili basın açıklamasını yayınlıyoruz.

01 Temmuz 2011
Anadolu Haber

MAZLUMDER İstanbul Şubesi'nin Basın Açıklaması

Yakup Köse’nin uğradığı haksızlık bir an önce tazmin edilmelidir
Bugün burada 14 yaşında bir çocuğun peşini bırakmayan, hayatını bir hayalet gibi takip eden süreçten nasıl geçtiğine tanıklık ediyoruz.
Aslında uzun yıllardır devam eden çoğumuzun bilemediği, anlayamadığı bu hayat hikâyesinin bazı başlıklarına, son günlerde, bazı köşe yazılarından sonra biraz daha yakınlaştık.
Henüz 14 yaşında iken Çeçenistan’a destek amaçlı yapılan bir gösteriye katıldıktan sonra yasadışı örgüt üyesi olmak gibi birçok mesnetsiz iddiayla; gözaltı-soruşturma-baskı altında ifade-idamlık-hükümlü-adi suçlu gibi belki de ilk defa duyduğu kavramlarla bir girdabın tam merkezinde bulmuştu kendini.
28 Şubat sürecinde pek çok özgürlüğün suç olarak nitelendirildiği, hukuktan ve insan haklarından farklı kendine özgü bir sistemi ve hukuk anlayışı olan bu dönemin izlerinden, söndürdüğü hayatlardan sadece biridir Yakup Köse…
Bu dava ile ilgili olarak, yaşının küçük olması sebebiyle yargılama-tutukluluk-hükümlülük şartları tamamen farklı olması gerekirken lehine olan hiçbir hükümden faydalanamaması, yargılama aşamasında mevcut olan haklardan yararlanamaması, adil olarak yargılamasının yapılmaması, ifadelerinin baskı altında ve işkence ve tehditle alınması, kendisine yapılan işkenceleri tespit ettirememesi gibi bir çok hak ihlalini sıralamak mümkündür.

Çocukken girdiği ve yüz kızartıcı, adi suçlularla yan yana kaldığı cezaevlerinde geçirdiği zamanları, sıkıntıları, çocukluğun ve ergenliğin getirdiği stresi, insanlara duyduğu nefreti, güvensizliği, ailesinin içinde bulunduğu sıkıntının sebebi olduğu düşüncesi, sevdiklerine karşı zedelenen güven duygusu, pek çok kutsalının oluşmadan harap olması gibi halleri bütün bunları yaşamayanların anlaması mümkün değildir.

Bütün bu yaşadıklarından sonra hiçbir şeyi unutmadan fakat her şeyi bir kenarda bırakmaya çalışan Yakup Köse, tam hayata yeniden başlarken şimdi de yeni-haksız-şok edici bir suçlama ile karşı karşıya bulunmaktadır. Bugün burada olmamızın sebebi de budur. Yakup Köse ve arkadaşları Aralık-2000’de bulundukları cezaevinde iken devletin yürüttüğü bir operasyon sonucu yaşanan vahim sonuçlardan fazlasıyla etkilenmişlerdir. Birazdan muhtemelen karar duruşması olan dava ise Hayata Dönüş Operasyonu denilen bu saldırının sonucunda Yakup Köse ve diğerlerinin bulunduğu koğuşun duvarında bıçak bulunması, onları Cürüm İşlemek Sebebiyle Teşekkül Oluşturmak suçunun sanığı yapıvermiştir.
Biz burada yargılamayı, hukuk ve adaletin yerini bulması için, etkilemeyi amaçlıyor ve soruyoruz:
1. Cezaevi gibi iyi korunan bir yere suç aletlerinin girmesi nasıl mümkün olur?
2. Böyle bir durum mümkün olsa bile; bu yönetimin, denetleyenlerin, dönemin hükümetinin zaafı ve sorumluluğu sayılmaz mı?
3. Hukuka uymayan uygulamaların gerçekleştirildiği bir operasyon sonucu elde edildiği iddia edilen bulgular aynı uygulamaların sonucu olamaz mı?
4. Bütün yurtta infial yaratan, canını kurtarmaya çalışan üstelik tutsak insanların bu çabalarına karşılık ölümcül saldırıların yapıldığı bu olaydan sonra yapılan tespitler kimler tarafından gerçekleştirilmiştir? Bir heyet var mıdır? Bir hukukçu, müdafi bu incelemeler sırasında bulunmuş mudur? Deliller elde edilirken hukuka uygun hareket edilmiş midir?
5. Suç için delil sayılan cisimlerde kriminal inceleme yapılmış mıdır?
Sonuç olarak bir odaya birkaç insanı bir süreliğine koysanız bu insanlar ya birbirleriyle dayanışma içerisine girecekler ya da çatışma yaşayacaklardır. Zor şartlarda bir araya gelen insanların birbirine bağlanması çok normaldir. Üstelik her koğuşta mutfak için elzem olan bir bıçak suç için yeterli olacaksa bütün cezaevlerinde bulunan kişilerin Cürüm İşlemek için Teşekkül Oluşturmak suçundan yargılanması gerekir.
Ayrıca burada Ceza yargılamasının amacından da söz etmek gerekir. Ceza Yargılamasının amacı, hiçbir duraksamaya yer vermeden maddî gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Bu araştırmada, yani gerçeğe ulaşmada mantık yolunun izlenmesi gerekir. Gerçek; akla uygun ve realist, olayın bütünü veya bir parçasını temsil eden kanıtlardan veya kanıtların bütün olarak değerlendirilmesinden ortaya çıkarılmalıdır, yoksa bir takım varsayımlara dayanılarak sonuca ulaşılması, ceza yargılamasının amacına kesinlikle aykırıdır.
Bu davada sanıklar hakkında isnat edilen suç ile ilgili şüpheler giderilmemiştir. Şüpheden Sanık Yararlanır İlkesi, hukukun varlığından beri sanığı koruyan, öğretide ve uygulamada tartışmasız kabul edilen bir ilkedir. Buna göre, bir suç işlediği iddiasıyla yargılanan kimse hakkında mahkûmiyet kararının verilebilmesi için, o kimsenin suçlu olduğunun yüzde yüz oranında kesin olması, ispatlanmış bulunması gerekir. Bu noktadaki yüzde birlik bir şüphe dahi, sanığın beraat etmesine yol açar. Basit bir suç işleme şüphesiyle başlayan ceza muhakemesi, bu şüphenin yenilmesiyle sona erecektir. Böylece masum bir kimsenin cezalandırılmasındansa, suçlu bir kimsenin serbest bırakılması daha üstün tutulmaktadır. Her yargılamada olduğu gibi burada da bu ilkelere dikkat edilmelidir.
Sonuç olarak insan hakları savunucuları olarak bizler:
• Bütün bu veriler ve dünyanın edindiği tecrübeler ışığında Yakup Köse’nin ve bu dava sanıklarının beraat ettirilmesi gerektiğini“ 28 Şubatın etkisi 1000 yıl sürecek” diyen bir zihniyeti haklı çıkarmadan, bu darbenin gerçekleştirilmesinde katkısı bulunan bütün şahısların yargılanarak cezalandırılmasını,
• Bu konuda mağdurları önceleyecek, henüz izleri ve tanıkları zamana karşı yenilmeden 28 Şubat Darbesi ile ilgili bütün verileri kapsayan, bilhassa mağdur olanların mağduriyetlerinin boyutları ve zararlarının tespitini içermek üzere, içinde barolardan üyelerin ve mağdur vekillerinin de bulunduğu Meclis Araştırma Komisyonu kurulmasını ve sonuçlarının kamuoyu ile paylaşılmasını,
• 14 yaşında idam cezasına çarptırılan ve daha pek çok hakları ihlal edilen Yakup Köse’nin uğradığı haksızlığın, bir an önce tazmin edilmesi gerektiğini deklare ediyoruz…

MAZLUMDER İstanbul Şubesi...

28 Şubat ayılığı Azerbaycan'da hortladı...

Bu konuda Taraf'ın haberi Şöyle:

Azerbaycan '28 Şubat'ını Yaşıyor !
11 Temmuz 2011

Azerbaycan '28 Şubat'ını Yaşıyor !
‘Kardeş ülke’ Azerbaycan, 28 Şubat krizinin ikizini yaşıyor. Müslümanlar, “Türkiye’nin acı tecrübelerini yaşamak istemiyoruz” diyor.
* Başörtülüler devlet hastanelerinde doğum yapamıyor,

* Başörtülü fotoğrafla nüfus cüzdanı alamıyor,

* Trenlere binemiyor

* Devlet okullarında eğitim alamıyor.

Türkiye 28 Şubat sürecini geride bırakırken, Azerbaycan kendi 28 Şubat’ına başlıyor. Ortodoks laik rejimin gittikçe sertleştiği ülkede, bir süredir başörtülüler devlet hastanelerinde doğum yapamıyor, başörtülü fotoğrafla nüfus cüzdanı alamıyor, hatta trenlere bile binemiyordu. Ancak 7 ay önce birdenbire başlayan devlet okullarında başörtüsü yasağı, Müslüman kamuoyunun boykotuna neden oldu. Sokak gösterileri ve gözaltılarla gelişen süreçte son olarak 100 bin imzayı hedefleyen bir protesto kampanyası başlatıldı.

NE KADAR TANIDIK SÖZLER...

Devlet Başkanı İlham Aliyev’in kurmayları tepkilere “Azerbaycan’ın İran olmasına izin vermeyeceğiz” mesajlarıyla yanıt verirken, muhalifler, “Azeri halkının Türkiye’deki başörtüsü mücadelesini yeterince bilmemesinden” şikayet ediyor.

PERDE ARKASINDA İSRAİL ETKİSİ

Başörtüsü eylemlerinin başındaki isimlerden Ilgar Ibrahimoğlu yaşananları “Türkiye’nin acı tecrübelerini yaşamak istemiyoruz” sözleriyle özetliyor. Polisin kötü muamelesinden Aliyev’i soumlu tutmak istemediğini söyleyen Ibrahimoğlu’na göre perde arkasında İsrail var:

“Burada halkımıza AKP’nin başettiği zorlukları anlatıyoruz. Rusya’da başörtüsü yasağının olmadığını anlatıyoruz. Azerbaycan halkı, İslam aleminin parçası olduğunu idrak etmeye başlamıştı. Mavi Marmara’yı, ‘One Minute’ meselesini gördük, hissettik. İsrail’in ülkenin dindarlaşmasından rahatsız olduğunu, bu nedenle hükümeti etkilediğini düşünüyoruz.”

İlahiyatçı Elşad Miri’nin iddiası ise daha çarpıcı. Miri’ye göre Azerbaycan’ın başörtüsü sorunu Bülent Ecevit’in Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu’nun Bakü’yü ziyaretiyle başladı: “Bostancıoğlu’nun Türkiye’ye dönmesinin ardından okullardan başörtülü kızlar toplandı. Ancak tepkiler üzerine geri adım atıldı. Çünkü Azerbaycan’da ateizmden dine dönüş var. Sosyalizm geride bırakıldı ve İslam’ın önü açıldı.”

Sosyalistler de yasağa karşı

Ülkede yasağa karşı çıkanlar muhafazakarlardan ibaret değil. Örneğin Sosyalist gazeteci Memet Süleymanov Süleymanov, “Siz benim ateist olduğuma bakmayın. Bence başörtüsü yasağının hiçbir anlamı yoktur. Kadın isterse başını örtmelidir, okuluna girebilmelidir. Azerbaycan’da İslam devrimi ihtimali yoktur. Aliyev, şeriat tehlikesini gerekçe göstererek iktidarını meşru kılmaya çalışıyor” diyor.

Sosyaldemokrat siyasetçi Zerdüşt Alizade ise daha açık konuşuyor: “Türkiye”de Kemalizm yüzünden insanlar mağdur edilmekteydi, burada Leninizm yüzünen mağdur edilmektedir. Halk, Leninizme dönmek istememektedir. İslamcılar şimdilik siyasette etkin değildir. Ancak gelecekte belli ki iktidara sahip olacaklardır. Aliyev’in geri adım atacağını düşünüyorum. Ama ne kadar kurban verilecek bilemiyorum.”

Öte yandan rejimi yönetenlere göre ‘okullarda üniforma anayasal zorunluluk’; dolayısıyla ‘Azerbaycan’da başörtüsünün yasaklanması sözkonusu değil’.

Azerbaycan Respublikası Dini Kurumlarla İş Üzere Devlet Komitesi (Diyanet İşler Başkanlığı) yaptığı açıklamada “Başörtüsü kamusal alanda serbest değil. Çünkü herkes kanunun talepleri karşısında eşit. Bu durum kasıtlı olarak vicdan özgürlüğüne aykırı gösterilmek isteniyor” sözleriyle uygulamayı savunuyor. Ancak Eğitim Bakanı Mısır Mermedov’un başörtüsü hakkındaki fikirleri çok daha keskin: “Başörtüsü karanlık geçmişin kalıntısıdır. Uygar devletleri örnek almalıyız.”
taraf

28 Şubat kalıntıları kaldırılsın

28 Şubat post modern darbesinin ardından inançlı halka uygulanan yasaklar aradan 14 yıl geçmesine rağmen hala devam ediyor. Sivil Toplum Kuruluşları da devam eden bu çağ dışı yasakların bir an önce kalkmasını ve hükümetin bu konuda artık bir adım atmasını istiyor

27 Austos 2011
Anadolu Haber
28 Şubat sürecinin üzerinden 14 yıl geçmesine rağmen hala birçok yasak devam ediyor. İmam Hatip Liselerinin orta kısımlarının kapatılması, kat sayı engeli, karma eğitim, başörtüsü yasağı, Kur’an eğitimi önündeki yaş sınırı gibi yasaklar uygulanmaya devam ediyor. Yasakların devam etmesini protesto eden STK’lar inanç önündeki engellerin bir an önce kaldırılmasını istiyor. Bu kapsamda Mazlum-Der 20 ilde eş zamanlı gerçekleştirdiği eylemlerde Kur’an Eğitimi önündeki 12 yaş sınırının kaldırılmasını istedi. 12 yaş altı çocuklara temsili Kur’an dersi verilen eylemlerde hükümetin bir an önce bu sorunu çözmesi gerektiği belirtildi.

GEÇMİŞİ UNUTMADIK

İstanbul Beyazıt meydanında düzenlenen eylemde konuşan Mazlum-Der yönetim kurulu üyesi Ahmet Refik Partal, “Buradan yetkililere sesleniyoruz. Artık yeter. Kur’an öğrenimine 28 Şubat sürecinde konulan bu yasağa son verin. Halkı Müslüman olan bu ülkede Kur’an’a vurulan bu yasak kalksın” diyerek yasağın bir an önce kaldırılmasını istedi.

Mazlum-Der İstanbul Şube Başkanı Cüneyt Sarıyaşar da 28 Şubatın sonuçlarından bahsederek, “28 Şubat sürecine kadar olan süreci unuttuğumuzu sanmasınlar. Bu ülkenin 7 düvele karşı verdiği mücadeleden sonra halkın iradesine çöreklenenlerin kurduğu bu devletin halka 80 yıldır yaptığı zulmü de unutmadık. Biz sosyal hayattan dini-kitabı silmeye çalışanları unutmadık. Bunu gelecek nesillerimize de anlatacağız” dedi.

BASKI VE DAYATMALAR KALDIRILSIN

Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği (Özgür-Der) de Beyazıt Meydanında düzenlediği protesto eyleminde başörtüsü yasağının ve okullarda her sabah çocuklara tekrarlatılan andımız’ın kaldırılmasını istedi.

Özgür-Der Genel Başkanı Rıdvan Kaya, yüce yaratıcının emirlerine uygun bir hayat sürdürme çabalarının egemenleri rahatsız ettiğini söyleyerek, bu rahatsızlığın onları çeşitli baskı ve zalimane uygulamalara sevk ettiğini belirtti. Eğitim alanında muhatap olunan baskı ve dayatmaların bu kapsamlı zulüm mekanizmasının bir tezahürü olduğunun altını çizen Kaya, sözlerini şöyle sürdürdü: “Kızlarımızın başörtüsüyle uğraşan zihniyeti lanetliyoruz. Bizim kızlarımızın inançları gereği olarak başlarını örtmelerinden size ne. Biz kimseyi örtünmeye icbar etmediğimiz gibi, kimsenin örtümüzle uğraşmasına izin vermeyiz” dedi.

Milli Eğitim Bakanlığına da seslenen Kaya, şunları söyledi: “Bu komediye, saçmalığa, ayıba son verin. Bir yandan, ‘Haydi kızlar okula’ diye kampanyalar yürütüp, diğer yandan başörtülü oluşları gerekçe göstererek kızlarımızın yüzüne okul kapılarını kapatma tutarsızlığından vazgeçin”

ÇOCUKLARINIZI BAŞÖRTÜSÜZ OKULA GÖNDERMEYİN

Rıdvan Kaya’nın ardından Mustazaf-Der İstanbul Şubesi adına Cemal Çınar da bir konuşma yaptı. Akıl baliğ olan kız çocuklarının başörtüsüz okullara gönderilmemesi çağrısında bulunan Çınar hoca, bu konuda kararlı olduklarını söyledi. Her sabah okullarda çocuklara andımız adı altında Müslümanların inancıyla çelişen bir dayatmanın uygulandığını belirten çınar hoca, andımız dayatmasının da bir an önce kaldırılması gerektiğini dile getirdi. Ayrıca 8 yıllık kesintisiz eğitimin de acil bir şekilde kaldırılmasını isteyen Çınar hoca, artık Müslümanların inançlarıyla çelişen uygulamaların kaldırılması gerektiğinin altını çizdi.

doğru haber

Ergun BABAHAN/ Star
28 Şubat asıl şimdi sona erdi
03 Eylül 2011

Dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, “Bin yıl sürecek” demişti.
İç politikadaki etkileri 2002 seçimlerinin ardından birer birer silinmeye başladı.

EMASYA’dan üniversitede başörtü yasağına kadar 28 Şubat’ın birçok mirası ortadan kaldırıldı.

Dışişleri Bakanı Ahmed Davutoğlu’nun dün açıkladığı kararlarla, 28 Şubat’ın dış politika ve askeri alandaki hegemonyası da sona ermiş oldu.

28 Şubat benim kişisel tecrübeme göre, İsrail ve Washington’daki Yahudi lobisinin önderliğinde gerçekleşti.

Türkiye’de İslamcı gördükleri bir iktidarı görevden uzaklaştırmakla kalmadılar, Ankara’nın askeri ve dış politik hamlelerini de kendi çıkarları doğrultusunda belirlediler.

Dönemin önde gelen askerlerinin en azından bir kısmının bu lobilerle bağlantılı silah şirketlerinin temsilcisi olması tesadüf olmasa gerek.

Şimdi, The New York Times gazetesi ön bilgileri daha önceden sızan Birleşmiş Milletler raporunu yayınladı.

Daha doğrusu raporun bu gazeteye sızdırıldığı ortada.

Rapor İsrail’i mutlu edici, Türkiye için ise rahatsız edici unsurlar taşıyor.

Rapor, her şeyden önce İsrail’in Gazze’ye yönelik ablukasını ‘’haklı ve yerinde’’ bir önlem olarak değerlendiriyor.

Rapor, Mavi Marmara gemisindeki bir kesim yolcunun gemiye çıkarma yapan İsrailli komandoların ‘’organize ve aşırı’’ bir direniş gösterdiğini öne sürüyor.

İsrail’in Mavi Marmara’ya karşı uluslararası sularda operasyon yapması konusunu eleştirmeyen rapor, 8 kişinin ölümüne yol açan baskında İsrail’i sadece aşırı ve gereksiz güç kullanmakla suçluyor. Kimi yolculara bir kaç el ateş edildiğini, kimin arkadan vurulduğuna işaret ediyor.

BM, İsrail’den olay için özür değil ama tam bir üzüntü açıklaması ve can kayıpları için tazminat ödemesi yapmasını bekliyor.

4 kişilik panelin hazırladığı rapor, Mavi Marmara’nın organizatörü İHH’yı sert bir dille eleştiriyor.

Böyle bir raporun ilk ve doğrudan sonucu, İsrail’in Türkiye’den özür dilemeyi kesinlikle reddetmesi olacaktır.

Bu açıdan ilk bakışta İsrail için diplomatik bir kazanım gibi görülebilir.

Ama ilk bakışta...

Bu raporun ve Türkiye ile ilişkilerin bozulması İsrail için uzun dönemde son derece zarar verici olacaktır.

Davutoğlu’nun askeri ilişkileri askıya alma ve temsilciliklerin seviyesini düşürme kararını açıklaması bunun açık bir göstergesi.

Ankara ilk günden itibaren özür konusunda kesin bir tavır ortaya koydu.

Buna ek olarak Başbakan Erdoğan İsrail ile ilişkilerin düzelmesi için Gazze ablukasının kaldırılmasını şart koştu.

BM’nin ablukayı haklı gören değerlendirilmesinin ardından bu da imkansız görülüyor.

AK Parti veya bu geleneğin daha uzun süre iktidarda kalma geleneğini ve Türkiye’de Filistin hassasiyetini gözönüne aldığımızda ve bölgedeki gelişmeleri gözönüne aldığımızda, İsrail önemli bir müttefikini kaybetmiş görünüyor.

İsrail için gerçekçi politika Türkiye ile ilişkilerini bir şekilde düzeltmekten geçiyor.

Türkiye’deki gelişmeleri yakından izlediklerine göre, artık bölgenin şımarık ve sorumsuz çocuğu rolünü sürdürmelerinin olanaksız olduğunu görmeleri gerekir.

11 yıl pazarcılığın ardından hayata tutundu

13 Eylül 2011 28 Şubat post-modern darbe sürecinde disiplinsizlik suçlaması ile Türk Silâhlı Kuvvetleri'nden ihraç edilen Ahmet Okçu, işsiz kaldıktan sonra önce eşi tarafından terk edildi, ardından 11 yıl boyunca pazarcılık yaptı. Ekonomik olarak iflas eden Okçu için iade-i itibar adeta inanılmaz bir rüya oldu. Her türlü zorluğa göğüs geren Okçu, Adalet Bakanlığı bünyesinde çalışmaya başlayacak olmasının heyecanını yaşıyor.
12 Eylül 2011 referandumunun kabul edilmesiyle birlikte YAŞ kararlarına yargı yolu açıldı. Oylamanın ardından YAŞ kararlarında 'disiplinsizlik' gerekçesiyle haksız yere ordudan uzaklaştırılan subay ve astsubayların, iade-i itibarlarını iade eden yasa tasarısı 17 Şubat 2011'de TBMM tarafından kabul edildi. Ordudan şura kararları ile uzaklaştırılan 2 bin 500'e yakın askerin, uzun yıllarca çektikleri sıkıntılarına çözüm bulunmuş oldu. YAŞ mağduru bin 543 subay ve astsubay, Milli Savunma Bakanlığı'na müracaat ederek haklarının iade edilmesini talep etti. TSK'da görev yapan emsalleri ile aynı yasal haklara kavuşma hakkına sahip oldu. Hakları iade edilen subay ve astsubayların bir sıkıntıları daha var. YAŞ mağdurları, OYAK primlerinin ve geriye dönük maaşlarının iade edilmesini istiyor. Mağdurlar, maaş ve OYAK ikramiyelerinin de ödenmesi ile tam haklarını almış olacaklarını dile getirdi.
Kırıkkale'de ikamet eden Okçu'nun ordudan ihraç edilme süreci ve sonrası adeta film serüveni gibi. Edirne'de Kara Kuvvetleri Komutanlığında görev yaptığında İstihbarat Şubesinde olduğunu kaydeden Okçu, 28 Şubat döneminde ordu içinde komutanları tarafından psikolojik baskı altında kaldığını ifade edtti. Okçu, her ay 2 defa yapılan kokteyllere eşinin başörtüsünü çıkararak katılması yönünde talimatlar aldığını kaydetti. Bu sözler karşısında eşini kokteyllere götürmediğini belirten Okçu, 'Biz inançlarımız doğrultusunda yaşadık. Maddi olarak düşünseydim. Eşimin başörtüsünü çıkarttırır. Rahatça bir hayat sürerdim. O yüzden götürmedim. Ama bizi çok zorladılar." dedi. Okçu, bir süre orduda görev yaptıktan sonra 'disiplinsizlik' suçlaması ile 2000 yılında ordudan ihraç edildiğini söyledi.

"ANNEM, BABAM, EŞİM BENDEN VEBALI GİBİ KAÇTI"
Okçu, ihraç edilmesinden sonra bütün yakınlarının 'vebalı' gibi kendisinden ka çtığını kaydederek, "Annem, babam, kardeşlerim bütün tanıdıklarım akrabalarım beden kaçtı. Bir Allahın kulu bana elini uzatmadı." şeklinde konuştu. Olaylar sonrasında çok kırıldığını belirten Okçu, dedesinin kardeşinin "Oğlum orası peygamber ocağı, sen bir halt işlemişsin ki seni oradan attılar." şeklinde sözler sarf ederek yargısız infazda bulunduğunu söyledi.
Ailesi tarafından yalnız bırakılan Okçu, en kötü olayın ise eşinin eşyâsını toplayarak evi terk ederek, boşanmaları olduğunu dile getirdi. Ordudan ihraç edilmesinin boşanma sebebi olduğunu belirten eski Astsubay, eşinin mahkemede "Ordudan atıldığı için boşanmak istiyorum" dediğini söyledi. Okçu, "Eşime bir kere bile vurmuş, darp etmiş değilim. Küfür, hakaret gibi şeyler hiç olmadı. Ama o beni terk etmeyi tercih etti." dedi.

"11 YILLIK PAZARCILIĞIN ARDINDAN HAYATA TUTUNMA FIRSATI"
İşsiz kaldıktan sonra başka yerlerde iş bulamadığını belirten Okçu, son çare olarak pazarcılık yapmaya karar verdiğini ancak bazı gizli ellerin pazarcılar odasına kayıt yaptırmasına dahi izin vermediğini dile getirdi. Okçu, 'Pazarcılar Odasına girmemem için benim dosyamı orada çıkartmaya çalıştılar. Çok zor günler geçirdim" ifadesini kullandı. '11 yıl boyunca pazarcılık yaptım. Çok sıkıntı çektim' diyen eski Astsubay, nihayetinde iade-i itibar yasası ile birlikte suçsuz olduklarının ortaya çıktığını, yeniden eski yaşantısına dönme fırsatının doğduğunu kaydederek, Ankara'da Adalet Bakanlığında görev yapmaya hazırlandığını söyledi.
netgazete

Balyoz sanığı Albay'ın İsyanı: "12 Eylül ve 28 Şubat'ın arkasında kim varsa bugünkünün arkasında da aynı güç var''
06 Ekim 2011


Balyoz davasının tutuklu sanıklarından Albay Önsel, savunmasında ağır suçlamalarda bulunarak 28 Şubat'ın hıncının kendilerinden alındımak istendiğini ileri sürdü.

''Balyoz planı'' davasının tutuklu sanığı Kurmay Albay Mustafa Önsel savunmasında, ''Henüz doğmadığım 1960 ihtilalinin, öğrenci olduğum 12 Eylül'ün, uygulamalarının çoğunu yanlış bulduğum 28 Şubat'ın hıncı bizden çıkartılıyormuş gibi hissediyorum'' dedi.

İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesindeki duruşmada savunmasını yapan Önsel, hakkındaki suçlamayı şiddetle reddettiğini belirterek, savunma değil suçlama yapacağını söyledi.

İlki 22 Şubat 2010 olmak üzere geçen yıl 2 kez tutuklanıp tahliye edilerek 4 ay tutuklu kaldığını anlatan Önsel, bu yıl yine şubat ayında tutuklanıp özgürlüğünün gasp edildiğini, bundan dolayı ruhunun bu haksızlığa isyan halinde olduğunu dile getirdi.

28 ŞUBAT'ÇILARA NİÇİN DAVA AÇILMIYOR

''Post modern darbe diye yakın tarihin kayıtlarına giren 28 Şubat ile ilgili dava açılsın bakalım'' diyen Önsel, ''Bu hiç gündeme getirilmez. O dönemin en namlı generalini yandaş ticari kuruluşlarda danışman olarak çalıştıracaksın, onunla ABD'lerde JINSA denilen Yahudi kuruluşunda sarmaş dolaş olacaksın, beni de darbeci olarak yargılatacaksın. Bu durumu şiddetle kınıyorum'' şeklinde konuştu.

Şu anda Bir ihtilal mahkemesinde yargılandığı düşüncesine sahip olduğunu ifade eden Önsel, ''Henüz doğmadığım 1960 ihtilalinin, öğrenci olduğum 12 Eylül'ün, uygulamalarının çoğunu yanlış bulduğum 28 Şubat'ın hıncı bizden çıkartılıyormuş gibi hissediyorum. Şu anda aslında demokrasi görünümlü bir darbe, bir dikta rejimi yaşıyoruz. 12 Eylül'de, 28 Şubat'ta neler olduysa bugün de benzer, hatta daha da kötü şeyler oluyor. 12 Eylül ve 28 Şubat'ın arkasında kim varsa bugünkünün arkasında da aynı güç var'' dedi.

Önsel, 31 yıl boyunca teniyle bütünleşen ama şimdi ayrı düştüğü üniformasıyla konuştuğunu belirterek, şunları kaydetti:

''İhanet odaklarıyla işbirliği yaparak, tarafımıza bu iftiraların atılmasına ve geleceğimizin haksız yere karartılmasına, hürriyetimizin gasp edilmesine sebep oldular. Onları lanetliyorum. Bu ihanetleri unutulmayacak. Gelecekleri için geçmişlerini satan bu çakalları suçluyorum. En büyük kinimiz onlaradır. Lanetimiz gelecek kuşaklarını da kucaklayacaktır.''

"ESKİ KOMUTANLARINI DA ELEŞTİRDİ"

Suçlayacağı bir başka grubun ise geçmişte ''Komutanım'' dedikleri kişiler olduğunu kaydeden Önsel, şöyle devam etti:

''Asker lafı eğmeden, bükmeden söyler. Sorulduğunda 'Var da diyemem, yok da diyemem' diyen sevgili komutanım şimdi rahat uyuyabiliyor musun? Ya sen, durup dururken saçma Nisan bildirisi yayımlayarak siyasete şekil vermeye çalışan pek sevgili komutanım. Biz cezaevinde mağdur iken zırhlı aracınla gezmekten mutlu oluyor musun? Sahi şu Dolmabahçe'de baş yetkili ile sen ne konuştun? Hangi konuda ikna edildin? Yoksa bizlere yapılacak operasyonlara yeşil ışık orada mı yakıldı? Ne verdin? Sana da mı kaset gönderdiler yoksa? Yıllarca görev nedeniyle ayrı kaldığım eşimden ve çocuklarımdan hukuksuzca ayrı bırakılırken siz torunlarınızı gönül rahatlığıyla sevebiliyor musunuz?''

Halen görevde olan komutanlarına seslenen Önsel, "(Çok üzülüyoruz. Hukuki süreç, sabır) diyenlere, silah arkadaşlığı ölmüş diyorum. Yönetiyorum zannettiğiniz ordunun sahte CD’lerle beli kırılmış siz kime komutanlık yaptığınızı sanıyorsunuz?" dedi.
haber1001

"28 Şubat"a Soruşturma
22 Kasım 2011
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı "28 Şubat" süreciyle ilgili soruşturma başlattı.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı suç duyuruları üzerine harekete geçerek soruşturma başlattı.

28 Şubat 1997 yılında Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonrası alınan kararlarla adını Post Modern Darbe olarak Türk siyasi tarihine yazdıran süreç, aradan geçen 14 yılın ardından soruşturma konusu oldu.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı o dönemle ilgili gelen suç duyurusu ve şikayetleri dikkate alarak soruşturma başlattı.
Daha önce askeri casusluk ve şantaj soruşturması çerçevesinde yapılan aramalarda 28 Şubat süreci ile ilgili olarak bazı gizli ibareli bilgi ve belgelere ulaşılmıştı.
TRT

“BRİFİNG MEDYASI HEDEF ÜRETTİ, KOLLUK KUVVETİ DELİL, YARGISI MÜEBBET VERDİ”
29 Kasm 2011
28 Şubat darbesine yönelik soruşturma devam ederken, Av. Doğan Yıldırım Harbiye'de gizli bir toplantı yapıldı, önemli kararlar alındı, dedi...

- O toplantıya katılanlardan biri de, hakim Metin Çetinbaş idi... Çetinbaş, brifingte alınan kararlar doğrultusunda Salih Mirzabeyoğlu’na idam cezası verdi.

28 Şubat darbesine yönelik soruşturma devam ederken, Akit; yaşanan süreci deşifre eden çok önemli bir tanığa ulaştı... Av. Doğan Yıldırım; “Harbiye’de gizli bir toplantı yapıldı, önemli kararlar alındı, dedi... O toplantıya katılanlardan biri de, hakim Metin Çetinbaş idi... Çetinbaş, brifingte alınan kararlar doğrultusunda Salih Mirzabeyoğlu’na idam cezası verdi.

HATA YAPMIŞ OLABİLİRİM DEMİŞTİ

İBDA-C Dâvâsı’na bakan ve Salih Mirzabeyoğlu’na idam cezası veren hakim Metin Çetinbaş; daha sonra yaptığı açıklamada; “Verdiğim karar yüzde yüz doğrudur diyemiyorum... Biz o günkü şartlara göre karar verdik, hata yapmış olabiliriz” diyerek, “brifingte alınan kararlara” gönderme yapmıştı... Adana DGM’nin; “Mirzabeyoğlu dosyasının takipsizliğine” karar vermiş olması da, hakim Metin Çetinbaş’ın; “Brifingte alınan kararları uyguladığı” yorumlarını güçlendiriyor.

HARBİYE ORDUEVİ’NDE TOPLANMIŞLAR

Bahçelievler davasından tutuklanan Haluk Kırcı ve Mehmet Ali Ağca ile 1. Ergenekon davası sanığı Fuat Turgut’un avukatlığını yapan Doğan Yıldırım, Genelkurmay ve sivil uzantılarının hükümet yıkma planına bizzat şahitlik ettiğini söyledi. 1. Ordu Komutanlığına ait Harbiye Orduevi tesislerinde tertiplenmiş çok gizli bir toplantıya katıldığını söyleyen avukat Doğan Yıldırım, darbenin sivil kadrolarına bu toplantıda brifing verildiğini belirtti. Yıldırım, toplantıda Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, dönemin 1. Ordu Komutanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, Balyoz’un bir numarası eski 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan, Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak, dönemin DGM Başsavcısı, mahkeme başkanları, Susurluk ve İBDA-C davasında hakimlik yapan Metin Çetinbaş, eski İstanbul Barosu Başkanı Kazım Kolcuoğlu, İstanbul Valisi Erol Çakır, Doğan medyasında görev yapan birçok gazetecinin bulunduğunu ifade etti.

28 ŞUBAT’IN SIR ŞAHİDİNDEN TARTIŞMALARA SEBEB OLACAK AÇIKLAMALAR

Kayseri’deki ofisinde görüştüğümüz Doğan Yıldırım sorularımıza şu cevapları verdi:
Akit: Türkiye’de önemli isimlerin avukatlığını üstlendiniz, Haluk Kırcı, Mehmet Ali Ağca bunlardan birkaçı. Sizin savunduğunuz kişilerin birçoğu sağcı hatta ülkücü diyebiliriz; siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Doğan Yıldırım: Kayseriliyim, çocukluğum burada geçti. Temel eğitimi tamamladıktan sonra Deniz Harp Okulu’nu kazandım siyasi çekişmeler yüzünden daha sonra atıldım. Türk Milliyetçisi olarak tanımlıyorum kendimi, dediğiniz gibi birçok önemli isme avukatlık yaptım.

“İLK EYLEMLERİ YARGIDAKİ ALEVİ KADROLAŞMASI”

Akit: 28 Şubat döneminin şu ana kadar gizli kalmayı başarmış tanıklarından olduğunuz söyleniyor?
Doğan Yıldırım: Doğrudur (gülüyor) o döneme ilişkin birçok şey gördük yaşadık. Dönemin öncesi ve sonrasına vakıf biriyim. 28 Şubat aslında 1997’de değil Özal’ın ölümüyle başlayan bir süreç aslında. İlk eylem yargıdaki kadrolaşma oldu. Yargıdaki ilk kadrolaşma maalesef söylemek zorundayım bu bir siyasi parti görünümü (CHP-SHP) altında Alevi kadrolaşmasıydı. Bariz bir şekilde Alevi hakim ve savcılar kilit noktalara atandı.

Bu belki konumuz dışı ama merhum Türkeş’in Seyfi Oktay’ın desteklenmesi gerektiğini belirttiğini biliyorum..
Akit: Merhum Türkeş’in de... ilginç yani Ergenekoncu mu demek istiyorsunuz?
Doğan Yıldırım: Soruşturması ve davası süren Ergenekon yapılanmasından çok daha büyük bir yapılanma var aslında. Bu henüz tam olarak idrak edilebilmiş değil. Soldan sağa doğru hilal gibi dizilen gizli bir ittifak. Bu ittifak soldan sağa doğru yayılarak her iki grubu da kontrol eden gizli bir yapılanma. Sol kesimi idare eden isim isim verebileceğimiz insanlar var. Sağ grubu da hakeza. Kendi tanımlamalarına göre hilalin merkezinde birleşiyorlar örnek olarak merhum Türkeş beyi verdim. Hatta açık olarak talimat verdiğini biliyorum kendi partisine, ‘Seyfi Oktay’ı destekleyeceksiniz’ dediğini biliyorum. Ne ilginçtir değil mi?

Akit: Doğru ise dehşet verici ama asıl konumuza dönelim istiyorum.

Doğan Yıldırım: Tamam asıl konumuza dönelim. Ergenekon’da da sanık olan Seyfi Oktay’dan sonra gelen Mehmet Moğultay ile kadrolaşma tamamlanmış oldu ve bu kadro yargıda terör estirmeye başladı. Rahşan Affı olarak bilinen genel af çalışmasında sağcı mahkûmlar içeride tutuldu. Bahçelievler katliamından dolayı idam cezası alan müvekkilim Haluk Kırcı bu kuvvetin yargıdaki kadroları tarafından tahliye edilmedi. Fakat politik olmayan kişiler tahliye edildi. Mesela İzol Aşiretinden Mustafa İzol, 7 kişinin katili Mustafa İzol tahliye edildi. Dönemin Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Mehmet Kolukısa’ya dilekçe verdik. Adam ‘ben kabul etmem bunu’ dedi. Neden diye sorduğumda, ‘ben tarafım kardeşim kabul etmem’ dedi. Üsküdar o dönem stratejik bir mahkemeydi. O anlamda oranın kilit noktalarına kendilerine yakın kişileri atamışlardı. Adalet Alevi kadroların eline geçmişti. Ben bugünki durumu da bu kadroların tasfiyesi olarak görüyorum.

“28 ŞUBAT’IN SİVİL ÖRGÜTLENMESİ HARBİYE ORDUEVİ’NDE YAPILDI”

Akit: O dönem DGM’lerinde nasıl bir hava hakimdi?
Doğan Yıldırım: DGM’lere gelecek olursak PKK’nın insan kaynakları ve ekonomik altyapısını çökertmek için kurulsa da asıl hedefi derin devletin izlerini örtmek, Müslümanları baskı altında tutmak olmuştur. Bunlara talimatın gittiği nokta da Genelkurmay’dı. Devletin askeriyesi, Genelkurmay’ı Yargıtay, HSYK ve diğer mahkemeleri ile pek sıkı fıkıydı. Şahidi olduğum toplantılarda nasıl tavır alacakları izah ediliyordu.
Akit: ‘Şahidi olduğum’ dediniz, açar mısınız?
Doğan Yıldırım: Benim saklayacak gizleyecek hiçbir şeyim yok. Birazdan söyleyeceklerimle istiyorum ki gerçekler açığa çıksın. 28 Şubat post modern darbesinin sivil örgütlenmesi askerin sivilleri koordinesi Harbiye Orduevi’nde yapıldı. 1. Ordu Komutanlığı’na bağlı Harbiye Orduevi’nde toplantı yapıldı. Benim de katıldığım toplantıya yargı mensupları başta olmak üzere akademisyenler ve o dönem çok etkili olan birçok gazeteci katıldı. Toplantıda irticadan ve hükümetin irticayı körüklediğinden bahsedildi. Buna karşılık toplantıya katılanların koordineli harekete etmesi ve kendi konumlarından doğan gücü lehte kullanmaları gerektiği vurgulandı.

“KARADAYI, KIVRIKOĞLU VE ÇETİN DOĞAN ORADAYDI”

Akit: Bu çok önemli bir açıklama. Yani karargâhın gizlice toplandığını söylüyorsunuz kimler katıldı isim verebilir misiniz?

Doğan Yıldırım: Elbette gizli ve seçmece bir toplantıydı. Harbiye Orduevi’nin konferans salonuna girdiğimde içeride Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, dönemin 1. Ordu Komutanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, ne ilginçtir şimdi Balyoz’un bir numarası eski 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan, Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak ve daha birçok asker vardı.

“İBDA-C DÂVÂSININ HAKİMİ...”

Akit: Sivillerden kim vardı?

Doğan Yıldırım: Dönemin DGM Başsavcısı, mahkeme başkanları, hatta Susurluk ve İBDA-C davasında hakimlik yapan şu meşhur hakim Metin Çetinbaş da vardı. Ve hatta Çetinbaş kürsüde konuşma yaptı. Herkes protokoldeki yerine göre oturuyordu. Resmi bir toplantı havasındaydı. Ön sıralara baktığımda yanlış hatırlamıyorsam İstanbul Barosu Başkanı Kazım Kolcuoğlu vardı.

“İSTANBUL VALİSİ EROL ÇAKIR, TUNCAY ÖZKAN DA İÇERİDE”

Akit: Toplantıda basından kimler vardı?

Doğan Yıldırım: Epey zaman oldu hepsini hatırlamak zor ama şimdi Ergenekondan sanık olan Tuncay Özkan, Erol Mütercimler, Milliyet yazarı Yalçın Doğan ve şu an Doğan Medyasında görev alan birçok isim vardı. En ön sırada ise dönemin İstanbul Valisi Erol Çakır’ın oturduğunu gördüm.

“BRİFİNG MEDYASI HEDEF ÜRETTİ, KOLLUK KUVVETİ DELİL, YARGISI MÜEBBET VERDİ”

O dönem yapılan anti demokratik uygulamaların hepsinin geri planında o toplantıda alınan kararların olduğunu biliyorum. Toplantıya katılan DGM hakimleri karşılarına gelen dosyaları buna göre değerlendirdi. Delil aramadı gerekçe önemli değildi. Brifing Medyası irticacı yaftasıyla hedef üretti, brifinge katılan kolluk kuvveti bu kişiler hakkında sahte delil üretti, yargısı ise dosyada suç var mı yok mu umursamadan irticacı diye yaftalanan kişilere müebbet hapis cezası ve hatta idam cezası verdi. İBDA-C davası Susurluk davası ve benzeri birçok dava bunun neticesi. Bunların araştırılması aydınlatılması lazım, bu anti demokratik uygulamaların deşifre edilmesi, hesap sorulması lazım.
Kaynak : YENİ AKİT GAZETESİ

MAZLUMDER: "Salih Mirzabeyoğlu davası başta olmak üzere, 28 Şubat döneminde yapılan bütün siyasi yargılamaların yenilenmesi gerekir"
02 Aralık 2011



MAZLUMDER Salih Mirzabeyoğlu davası başta olmak üzere, 28 Şubat döneminde yapılan bütün siyasi yargılamaların yenilenmesi gerektiğini ifade etti.

MAZLUMDER'in bu konudaki açıklaması şöyle:

28 ŞUBAT YARGILAMALARI YENİDEN YAPILSIN!

28 Şubat darbe süreci birçok boyutuyla tartışılmış, bazı mağduriyetler giderilmiş bazıları ise giderilmeye çalışılmaktadır. Ancak 28 Şubat darbe düzeninin ‘hazır ol!’ vaziyette beklettiği ve brifingler verdiği yargı mensupları eliyle oluşan mağduriyetler henüz konuşulma düzeyine bile gelmedi.

Bu sürecin mağdurları arasında birçok örnek sayılabilir. Salih Mirzabeyoğlu (Salih İzzet Erdiş) da bu örneklerden birisi olup, 6 No’lu DGM tarafından 2001 yılında idam cezası ile cezalandırılmıştır.

Mirzabeyoğlu hakkında; lideri olduğu iddia edilen İBDA-C örgütünün eylemlerine doğrudan doğruya katılmamış olsa da kitapları aracılığıyla örgüt mensuplarına yön verdiği, lidersiz bir örgüt düşünülemeyeceği için örgütün liderinin kendisi olduğu ve örgüt lideri olarak eylemlerden sorumlu tutulması gerektiği iddiaları ile “Anayasal Düzeni silah zoru ile değiştirmeye teşebbüs” suçundan ceza istenmiş ve mahkemece idam ile cezalandırılmıştır.

Söz konusu kararı veren mahkeme başkanının dönemin brifinglenen hâkimlerinden olması yanında, son günlerde gazetelere yansıyan beyanları da Mirzabeyoğlu kararı dâhil bu süreçte verilen kararları tartışmalı hale getirmek için yeterlidir ve getirmiştir.

Hâkim ve savcıların ordudan brifing aldığı, yargının ordu-medya ve çeşitli STK’lar aracılığıyla baskı altına alındığı, hâkimlerin “DGM’de siyasi baskı görmediğim dava olmadı” mealinde ve verdikleri kararlarda yanlış yapmış olabilecekleri yönünde beyanlarda bulunduğu, duruşmalar boyunca dile getirilen telegram dâhil bütün işkence iddialarının kulak ardı edildiği bir ülkede yapılan siyasi yargılamaların adil olmadığı ortadadır.

MAZLUMDER olarak, Salih Mirzabeyoğlu davası başta olmak üzere, 28 Şubat döneminde yapılan bütün siyasi yargılamaların yenilenmesi (iade-i muhakeme) gerektiğini ifade ederiz.
Saygılarımla

Ahmet Faruk ÜNSAL
MAZLUMDER Genel Başkanı
Haber1001

Bu da Emniyet'in 28 Şubat planı
19 Aralk 2011
28 Şubat sürecinde 6 milyon kişiyi fişleyen Batı Çalışma Grubu ;nun talimatlarını deşifre eden ' Milat' Emniyetin Yavuz PH Planı'na ulaştı.

İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından postmodern darbe sürecinde hayata geçirilen Yavuz PH Planı' na göre, 1998 yılında vakıf, dernek, yurt, Kur'an kursu, şirket ve camilerin hukuksuz bir şekilde fişlendiği görülüyor.
28 Şubat sürecinde TSK gibi Emniyet’te milyonlarca kişiyi fişlemiş. 28 Şubat’a zemin hazırlayan ‘Batı Çalışma Grubu’nun emirleri, yasadışı fişlemeleri, ihbarcıları ile yazışmaları, üst düzey yöneticilerin ve subay-astsubayın takibi, oluşturulan özel istihbarat şebekesi ve raporlama sistemini gözler önüne seren ‘Milat’ Emniyet Genel Müdürlüğünün “Yavuz PH Planı”na ulaştı.
Skandal plan

İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından postmodern darbe sürecinde hayata geçirilen “Yavuz PH Planı” na göre, 1998 yılında vakıf, dernek, yurt, Kur’an kursu, şirket ve camilerin hukuksuz bir şekilde fişlendiği görülüyor. Plan çerçevesinde halkın güvenliğinden sorumlu olan polis memurlarından kıyafet genelgesi kapsamında başörtüsü avına çıkması da isteniyor.

Planın amacı laiklik…

Tüm illerdeki emniyet müdürlüklerine gönderilen 07 Temmuz 1998 tarihli ‘Gizli’ mühürlü planda, fişleme faaliyetlerinde eğitim öğretim kurumlarında görevli bazı personelden faydalanıldığı görülüyor. “Yavuz PH Planı”nın uygulamaya sokulduğu belirtilen belgede, planın devreye sokulma gerekçesi laikliği korumak olarak açıklanıyor.
‘Aman kimse duymasın’ uyarısı

Emniyet mensupları tarafından icra edilecek faaliyet programının neler olduğunun bildirildiği belgede, gönderilen fişleme formlarının ivedi doldurulup rapor haline getirilerek Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele ve Harekât Daire Başkanlığına teslim edilmesi isteniyor.
Belgede, planın uygulanmasında sürecin zedelenmemesi için gizliliğe riayet edilmesi, yetkisiz şahıs ve kurumlara açıklanmaması isteniyor.

İşte faaliyetler

“Yavuz PH Planı” kapsamında yapılacak faaliyetlerden bazıları şunlar:
- İrticaya karşı personelin bilgilendirilmesi,
- Kamuoyunun aydınlatılması,
- Laiklik konusunda personele eğitim,
- Yapılacak tüm faaliyetlerde TV, radyo, gazete, seminer gibi yöntemlerden faydalanılması,
- Aydınlatma için bilim adamlarından destek alınılması,
- İrticai faaliyetlere karışanlar hakkında yasal işlem yapılması,
- Kıyafet genelgesinin uygulanmasının sağlanması,
- İrticai faaliyetlerde bulunan vakıf, dernek, yurt, Kur’an kursu, şirket ve camilerin takibi ve kontrolü
Milat Gazetesi

Orgeneral Çevik Bir Mercek Altında
01 Ocak 2012
Gölcük Donanma Komutanlığı'nda bulunan 28 Şubat belgelerinin Ankara'ya gönderilmesi, sürecin yasadışı oluşumu Batı Çalışma Grubu'nun (BÇG) illegal faaliyetlerinin de soruşturulasının kapısını da araladı.
Gölcük'te ele geçirilen 28 Şubat belgelerinin Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderilmesi, gözleri dönemin aktörlerine çevirdi. Soruşturma kapsamında eski Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir'in faaliyetlerinin mercek altına alınacağı ve ifadesine başvurulabileceği öğrenildi.

Gölcük Donanma Komutanlığı'nda bulunan 28 Şubat belgelerinin Ankara'ya gönderilmesi, sürecin yasadışı oluşumu Batı Çalışma Grubu'nun (BÇG) illegal faaliyetlerinin de soruşturulasının kapısını da araladı. 28 Şubat süreci ile ilgili inceleme kapsamında Gölcük Donanma Komutanlığı'nda ele geçirilen belgelerin Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderilmesi, gözleri dönemin aktörlerine çevirdi. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın kendisine gönderilen belgeler ışığında soruşturma için bir savcı görevlendireceği ve dönemin sorumluları hakkında işlem yapacağı öğrenildi. Soruşturma kapsamında Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir'in de faaliyetlerinin de mercek altına alınacağı ve ifadesine başvurulabileceği öğrenildi. BÇG'nin mimarı olarak bilinen eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya'nın hayatını kaybetmesi sebebiyle hakkındaki iddialar düşecek.

6 MİLYON KİŞİ FİŞLENMİŞTİ

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nın Askeri Casusluk soruşturması kapsamında 6 Aralık 2010 tarihinde Gölcük Donanma Komutanlığı'ndaki aramalarda tarihe post modern darbe olarak geçen 28 Şubat sürecine ilişkin birçok belge de ele geçirilmişti. Deniz Kuvvetleri'nde yapılan ve 28 Şubat sürecinde 6 milyon kişiyi fişleyen yasadışı Batı Çalışma Grubu'nun "talimatları uygulansın" diye 2005'e kadar bölge komutanlıklarına yazılı emirler gönderildiği ortaya çıktı. Balyoz ana davasına konu "Plan semineri"nin yapıldığı 5-7 Mart 2003 tarihinden yaklaşık 1 hafta sonra 13 Mart 2003'de bölge komutanlıklarına yazılan emirle 28 Şubat dönemi talimatları doğrultusunda fişleme yapılmasının istendiği belirlenmişti. Balyoz darbe planı ve Poyrazköy iddianameleri de BÇG talimatlarının hala kullanıldığını belgelemişti. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Karadeniz Bölge Komutanı Tuğamiral Deniz Kutluk'un hazırladığı raporda, tüm bilgi toplama çalışmalarının BÇG tarafından yapılacağı belirtiliyor. Hazırlanan raporda 1 Mayıs 1997 emirlerine göre düzenlendiği bilgileri yeralıyor. Balyoz tutuklusu emekli korgeneral Engin Alan'ın 2'nci kolordu komutanı olarak imzaladığı 24 Aralık 2002 tarihli yazıda, 3 Kasım seçimlerinden sonra irticai faaliyetlerde artış olduğu savunularak fişleme formlarının doldurulması emredilmişti.

FİŞLENEN TANIKLAR DA DİNLENECEK

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın Başsavcılığın soruşturma başlatması durumunda dönemin mağdur tanıkları da dinlenecek. Bu kapsamda aralarında Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand gibi fişlenen gazeteciler, Bülent Orakoğlu gibi Emniyet müdürleri, Genelkurmay birinfingine katılmadıkları için andıçlanan hakim ve savcılar, eşleri başörtüsü sebebiyle ceza alan memurlar, yeşil sermaye denilerek ticari faaliyetleri engellenen şirketlerin sahipleri gibi birçok kişi "tanık" olarak dinlenecek.

Balyoz sanığı Doğan talimat veriyordu

BÇG, 1 Mayıs 1997'de başladığı fişleme faaliyetlerini, AK Parti'nin 9 yıldır kesintisiz sürdüreceği iktidarının başlangıcı olan 3 Kasım 2002'de "İrticai faaliyetler artıyor" diyerek Balyoz sanığı Çetin Doğan imzasıyla sürdürdü. Doğan'ın talimatları 2004 yılında Deniz Kuvvetlerine gönderildi. Mesut Yılmaz hükümeti döneminde lağvedilmdiği açıklanan BÇG'nin 2005 yılına kadar faaliyetlerini sürdürdüğü ortaya çıktı.
Yeni Şafak

28 Şubat Kayseri İmam Hatip'te sürüyor
02.01.2012



Çevik Bir'in "etkisi bin yıl sürecek dediği" ama yaptırımlarından çoğu tarih olan 28 Şubat'ın zulmü Kayseri'de devam ediyor.
Binlerce başörtülü öğrenci binbaşı mağduru! Kayseri Atatürk Kız Teknik Meslek Lisesi'ndeki depremzede öğrenciler ile Merkez İmam Hatip Lisesi öğrencilerinin başörtüsü krizi yaşandığı iddia edildi.
Mazlumder'in açıklamasında yer alan bilgilere göre, Kayseri Atatürk Kız Teknik Meslek Lisesi'nde başörtülü olduğu için derslere alınmayan depremzede öğrencilerin baskılara dayanamayarak Açık Öğretim Lisesi'ne kaydoldu.

Merkez İmam Hatip Lisesi öğrencileri de Milli Güvenlik dersinde başörtülü oldukları gerekçesiyle derse alınmadığını öne sürdü.

Mazlumder yaptığı yazılı açıklamada, Merkez İmam Hatip Lisesi'nde Milli Güvenlik derslerine giren Binbaşı'nın başörtülü oldukları gerekçesiyle kız öğrencileri derse almadığı iddiasına yer verdi. Açıklamadaki iddialar şu şekilde: “Velilerden gelen tepkiler üzerine okul yetkilileri böyle bir olayın olduğunu ve kız öğrencilerin derslere girmediğini söylediler. 2600 öğrencinin eğitim gördüğü okulda derslerine giremeyen öğrencilerin ders kayıtlarında “yok” yazıldıklarını bildiren ve bu durumdan rahatsız olan veliler, kızlarının Milli Güvenlik dersine giremedikleri için dersten başarısız sayılma korkusu yaşadıklarını ve bu nedenle kızlarının psikolojisinin bozulduğunu belirttiler. Binbaşı'nın öğrencilere 'Bana hocam değil, komutanım deyin!' dediği öğrenildi.”

Mazlumder Kayseri Şube Başkan Vekili Ahmet Taş konuyla ilgili olarak, Mili Güvenlik derslerine tarih öğretmenlerinin girmesi gerektiği yönünde açıklama bulundu. Taş “ Atanamayan öğretmenlerin tamamı gençlerden oluşuyor ve görev aşkıyla yanıyor. Biz bunları okullara almayıp, resmi üniformalı subayları derslere öğretmen olarak alıyoruz. Yanlışlık burada başlıyor. Biz söz konusu subayı değil, uygulamayı eleştiriyoruz. Kışlada görevli biri okulda yer aldığında pedogoji eksikliğinden dolayı uyum sağlayamıyor. Askeri kurumlar tabii ki önemli; ama herkes kendi görevini yapmalı. Onca tarih öğretmeni boşta gezip atama beklerken resmi görevlilerin milli güvenlik derslerine girmesi ve derse girdiği okullarda kendi kurumlarının ön şartlarını dayatması kabul edilebilir bir durum değil” dedi.
tumhaber.com.tr/

HAS Parti, 28 Şubat darbe sürecini yargıya taşıdı...

16 Ocak 2012
HAS Parti, 28 Şubat postmodern darbesi süreci ile ilgili olarak dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ve Genelkurmay 2'nci Başkanı Çevik Bir ile diğer yetkililer hakkında Ankara Adliyesi'ne giderek Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundu.

HAS Parti üyeleri, saat 11.00'de Ankara Adliyesi'ne geldi. Burada açıklama yapan Genel Başkan Yardımcısı Şeref Malkoç, suç duyurusunun o dönemde mağdur olanların aracılığıyla özellikle dönemin Genelkurmay 2'nci Başkanı Çevik Bir, Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak, Osman Özbek ve dönemin YÖK Başkanı Kemal Gürüz ve diğer ilgililere yönelik olduğunu söyledi.

HAS Parti 'nin Cumhuriyet Savcılığına yaptığı suç duyurusunun gerekçesinin ise, 'Cebir ve şiddet kullanarak TBMM ve Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemek' olduğu bildirildi.

ERBAKAN'A OMUZ ATAN PAŞALAR VARDI

HAS Parti Genel Başkan Yardımcısı Şeref Malkoç ise yaptığı açıklamada şunları söyledi:

"O dönemi hatırladığımızda Genelkurmay karargahında, dönemin Başbakanı Erbakan'a omuz atan askerler vardı. Türkiye Cumhuriyeti devletinin Başbakanına ağır hakaretlerde bulunan, devlet geleneğine ve terbiyesine uymayan sözler söyleyen paşalar vardı. Hiç kimsenin yaptığı yanına kar kalmamalı. Yargıtay'daki, Danıştay'daki hakim ve savcıları, Genelkurmay karargahına çağırıp, talimatla oturtan, kaldıran, alkışlatan komutanlar vardı. Bu yanlışlıklar milletimizin vicdanında kanayan yaradır. Yine bu dönemde on binlerce yavrumuz okulundan, eğitim hakkından edildi. Binlerce insanımız fişlendi. Türkiye'de bir daha bunların olmaması için biz bu dilekçeyi veriyoruz.''

Kaynak : http://www.internethaber.com/sira-28-subatin-komutanlarinda-395715h.htm#ixzz1jfWpZ6Hc

Salih Mirzabeyoğlu’nun avukatları 28 Şubatla ilgili açılan soruşturmalara müdahil olacak
29 Ocak 2012



Taraf gazetesi'nin haberi

28 Şubat’a Bitaraf Kalmayacaklar

İBDA-C lideri olduğu iddiasıyla tutuklanan ve ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan Salih Mirzabeyoğlu’nun avukatları 28 Şubat süreciyle ilgili açılan soruşturmalara müdahil olacak. Mirzabeyoğlu’nun Bolu F Tipi Cezaevi’nde kaldığı süre boyunca işkencelere maruz kaldığını iddia eden avukatı Ali Rıza Yaman, “İddianamede örgütle bağlantısını gösteren tek somut delil yok” dedi. 1980 askerî darbesinin soruşturulmaya başlatılması, 28 Şubat post-modern darbesi döneminde tutuklanarak cezaevine gönderilen ve bu süreçte zarar gören kişilere umut oldu. 28 Şubat döneminde yapılan operasyonlarla tutuklanarak Bolu F Tipi Cezaevi’ne gönderilen ve idam cezasıyla yargılanan Salih Mirzabeyoğlu'nun avukatları suç duyurusunda bulunmaya hazırlanıyor.

Mirzabeyoğlu’nun avukatlığını da yapan Ali Rıza Yaman, Taraf ’a yaptığı açıklamada “Mirzabeyoğlu 28 Aralık 1998’de, bir ilkokulun önünde alındı. Kendisine herhangi bir arama, yakalama, kimlik vb. hiçbir şey ibraz edilmiyor. İddianameye konu olan ev ve arabadaki arama tutanakları da emniyette imzalatılıyor. Bu olay medyaya “terör örgütü lideri yakalandı” olarak lanse edildi. Oysa ki, kendisinin hakkında hiçbir arama, yakalama kararı yoktur” dedi.

Talimat vermediğini biliyoruz ama...

İBDA-C iddianamesinde Mirzabeyoğlu’nun 98 eylemden sorumlu tutulduğunu belirten Yaman, ancak yine iddianamede “örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tesbit edilememiştir” dendiğini anımsatarak, şunları söyledi: “Buna rağmen Mirzabeyoğlu idam cezasıyla yargılandı ve cezası ağırlaştırılmış müebbet hapse çevrildi. Halen Bolu F Tipi Cezaevi’nde tek kişilik hücrede kalmaktadır. Başta telegram işkencesi olmak üzere birçok işkenceye maruz kalmıştır.”

Fethullah Gülen 28 Şubat’ta ne yaptı?
Ahmet Hakan
1 Mart 2012



ŞUNLARI yaptı:

- Ordunun dönemin hükümetinden daha demokrat olduğunu söyledi.

- Refah Partisi’nden ayrışmaya çalıştı.

- “Ben Erbakan gibi değilim, daha hoşgörülüyüm” mesajı verdi.

- En kritik günlerde Erbakan’a “istifa et” çağrısı yaptı.

- 28 Şubat’ın egemenleriyle diyalog yollarını aradı.

- Bu arada Refahyol hükümeti devrilip yerine yeni hükümet kurulduğunda Zaman gazetesi 9 sütuna “Hayırlı olsun. İşte kardeş kavgasına son verecek hükümet” manşetini attı.

Yani?

Fethullah Gülen direnmedi. Direnmediği gibi işbirliğine de açık durdu.

*
Yeni Türkiye’de...

- Ortalık 28 Şubat diye inlerken...

- Zalimler deşifre edilirken...

- Mazlumlar anılarını anlatırken...

- Herkeslere “sen 28 Şubat’ta neredeydin” sorusu sorulurken...

- Sincan’da tankların geçtiği caddede eylemler yapılırken...

- 28 Şubat belgeselleri ekranları kuşatırken...

Fethullah Gülen’in 28 Şubat’ta nerede durduğu sorusu hiç sorulmuyor.

28 Şubat’a dair her şeyi açıkça konuşuyoruz, tartışıyoruz, hiçbir eksik bırakmıyoruz, her türlü anımsatmayı yapıyoruz ama nedense sözü bir türlü Fethullah Gülen’in duruşuna getirmiyoruz.

*

Anlayışsız değilim.

Fethullah Gülen...

- 28 Şubat’ta kaybedeceği çok şey olduğunu düşünmüş olabilir.

- Okulların kapılarına kilit vurma tehlikesini hissetmiş olabilir.

- Refah’ın yanlış stratejilerle kendisini de hedef haline getirdiğini düşünmüş olabilir.

- “Hizmet”in büyük darbe alacağına inanmış olabilir.

Bütün bunları anlayabilirim.

Ama bu anlayışım, ancak bunların ifade edilmesi halinde söz konusu olur.

Ortalığın “28 Şubat” diye inlediği, “28 Şubat’a itiraz etmeyenin dövüldüğü” bir günde...

28 Şubat’ta karşı destan yazan Gülen Hareketi’ne mensup kalemlerin, önce sağlam bir 28 Şubat muhasebesi yapmaları, ancak ondan sonra 28 Şubat’a karşı kalem sallamaları gerekir.

*

Gülen Hareketi, bu konuda “hiçbir şey olmamış gibi” yapma lüksüne sahip değildir.
(..)
Hürriyet
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş Ksm 07, 2013 8:14 pm tarihinde değiştirildi, toplam 4 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Oca 29, 2012 2:52 am    Mesaj konusu: Mirzabeyoğlu'yla yaşayan 28 Şubat Alıntıyla Cevap Gönder

Mirzabeyoğlu'yla yaşayan 28 Şubat
23 Ocak 2012
CAN GÜROLA

Uluslararası tekellerin önüne çıkacak tüm engelleri acımasızca ezdiği bir süreçte, AKP'nin 28 Şubat'ı devam ettirdiğini görememek aptallıktır.

Bugünlerde İslami kesim içinde sıklıkla tartışılan bir konu var. İBDA hareketinin fikri önderi Salih Mirzabeyoğlu’nun mahkeme süreci ve süregelen cezası sebebiyle özgürlük talebinin yükseltilmesi gerektiğini dile getiriyorlar. Bilhassa durumu devletin ceberut geleneğine bağlayarak olayı demokrasi ekseninden ele alma gayreti içindeler. İslami entelijansiya diyebileceğimiz bu ‘çok hassas’ kesimin olayı her zamanki demokrasi fenomenolojisine hapsederek, masalsı bir kurgulamayla 28 Şubat’ı bloklar arası çatışmanın dönemsel bir tezahürü şeklinde resmediyorlar. Çevik Bir’in İsrail tatilleri, Erbakan’ın Libya seferi yerine Kudüs Gecesi ve türban zulmü şeklinde bir retorik onların her zamanki tercihi. Çünkü bu eksende tartışmak ‘suya sabuna karışmayan’ şile bezi gömlekli arkadaşların, edebiyat dergisi çıkararak, Üsküdar’ın muhtelif kitabevlerinde çay içerek zaman öldüren Cahit Zarifoğlu hayranlarının temel tercihi. ‘Cihad-ı Ekber ve Kelam’ savunması zaten 12 Eylül sonrası dillerinden düşmedi. Bu kesim öyle cıvıktır ki, işler ciddileşmeye başlayınca olayı sürekli duygularla, albenili sözlerle ateşlemekten geri durmaz ama mevzu hırlaşmaya dönünce arazi olmak konusunda has Etiyopyalı’yı utandıracak deparları vardır.

28 Şubat’ta ne olmuştu? sorusunu nereden okuyacağımız çok önemli Mirzabeyoğlu konusunda. Devletin hakim bürokratik kastı olan Kemalistler, köylülüğün ve işçi sınıfının kent iktisadına yeni katılmış kesimlerinin desteğiyle iktidara gelmiş hükümete karşı darbe yaptı. Necmettin Erbakan, ideolojik nosyonu olan küçük ve orta köylülüğün muhafazakar partisini kurarak romantik milliyetçi bir çıkış diyebileceğimiz ‘Milli Görüş’ fikriyatıyla ileri götürmeye çalışıyordu. ANAP döneminde İMF ve neoliberalizm politikaları tarafından mağdur edilmiş memur ve emekli kesiminin de Erbakan’ın antiemperyalist söylemlerinden etkilenerek oylarını yağdırdığı bir gerçekti o dönem.

Erbakan kendisini iktidara getiren kesimlerin talepleriyle Uluslararası Sermaye’nin talepleri arasındaki farkı sürekli bir dengede tutmaya çalışsa da durum sürekli bir kültür savaşımı şeklinde basına yansıtılıyordu. Bugün ‘endişeli modern’ diye tabir edilen ve AKP’ye oy veren kesimlere koyun derken kendisi o dönemler koyunun önde gideni olan kesimlerde üstyapıdan dayatılan bu çatışma retoriğini aynen benimsemişlerdi. İttihad-ı İslam’a güvenen Erbakan ve yandaşlarının Ortadoğu monarşilerinin petrol parasıyla İMF’ye karşı bir cephe örebilme hayallerine vurulan darbe işte tam bu noktada gerçekleşti. Sincan’da tanklar yürüdü, muhtıra verildi, postmodern darbe denilen şey gerçekleşti. Türkiye İsrail silah sanayisine göbekten bağlandı, Morton Abramowitz Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ü neoliberalizmin yeni kitle partisini yaratmak üzere Milli Görüş’ün kongresine gönderdi vs. vs. vs...

İşte tam bu süreçte İBDA hareketi operasyon üstüne operasyon yedi. ANAP ve sonrasında son derece tatsız bir devlet macerası olan SHP-DYP döneminden bir başka güçlü çıkış yapan kesim olan devrimcilere karşı 95-96 operasyonlarıyla startı veren devlet 19 Aralık katliamıyla ’magnum opus’unu tamamlarken imha dalında, aynı süreçte küçük burjuva idealistler diyebileceğimiz İBDA hareketini de ihmal etmiyordu. Hareketin temeli her ne kadar solculara karşı kontra bir halde gözükse de ’68 ve ’78 döneminden farklı olarak ayrıksı biçimde kendi özörgütlülüğünü oluşturmayı başarabilmişti. Polis tarafından eline silah verilip devrimcilerin üzerine salınan kontra örgütlenmelerden farklı olarak bağımsız bir siyasal hattı savunuyorlardı. Ne Rusya ne ABD diyorlardı, Necip Fazıl’ın fikir dünyası, Başyücelik Devleti ve diğer türevi fikirlerle zaten farklarını ortaya koymuşlardı.

Salih Mirzabeyoğlu 1998’de tutuklandı ve mahkemesi başladı. Mahkemeyi anlatmaya gerek yok, DGM’lerin klasik hukuksuzlukları diyebileceğimiz bir olaylar silsilesi. Sonrasında İBDA hareketine yapılan 19 Aralık katliamının muadili Noel Baba operasyonu. Hikmet Sami Türk’ün devlet adamı pozları, mahkumları diri diri yakma dalında jüri özel ödülü…

Bugün gelinen noktada hareketin yayın organlarından BARAN veya Furkan dergisi takip edilirse görülecek şey, hareketin hâlâ fikir namusu ve düşünsel paradigmasından sapmadığıdır. Hele BARAN dergisi RED dergisiyle beraber Fethullah’a karşı en sert manşetleri atan yayın organıydı geçen senelerde... ABD, Rusya, Fethullah Gülen, AKP ve diğerlerine yürüttükleri muhalefet hâlâ sürüyor. Bir yerlerden İslami sol çıkarmaya çalışan arkadaşların bu hareketin uzun geçmişinde de farklı bir şey söylemediğini bilmesi lazım, yani o ‘hakiki siyasal İslam’ tabir-i caizse ‘delikanlı şeriatçı’ bu arkadaşlarda vücuda gelmiş durumda bir nevi, eyyamcılık, tolerans sıfır. Uluslararası pek çok bağlantıları var, Çakal Carlos bunlardan biri, Orta Asya’da ciddi bir hareket yaratmış durumdalar. CIA ve Rus istihbaratı tarafından bazı kovuşturmalar gerçekleştirildi kendilerine karşı.

Şimdi böyle bir hareketin fikri önderinin AKP gibi ABD’ye göbekten bağlı bir hükümet tarafından serbest bırakılabilmesi mümkün müdür? Olaya ekonomi/politik açıdan yaklaşmadan, 24 Ocak kararlarını algılamadan ve dolayısıyla sadece 28 Şubat’ı bir başlangıç vesilesi yaparak sorunu algılamaya çalışmak kadar salakça bir şey yoktur. Uluslararası tekellerin önüne çıkacak tüm engelleri acımasızca ezdiği bir süreçte, AKP’nin 28 Şubat’ı devam ettirdiğini görememek aptallıktır.

Yavan bir demokrasi söylemi ise esasında demokrasinin kimin demokrasisi olduğunu faş etme noktasında çok yararlı. Çünkü sürekli hak, hukuk sözleriyle reel ile nitel arasındaki çarpıklık kendiliğinden diyalektik mantığın olguyla bütünleşmiş dünyasında anında ortaya çıkıyor. Denklemin temelinde çıkarlar savaşı söz konusu olduğu zaman genel geçer bir hukukun, herkese eşit işletilen, bağımsızlığı tözüymüş gibi yeni üretilen liberal ütopyanın var olmamasının yegane sebebi de keza bu. Kullanılan retoriği en başta eleştirirken türban davasına indirgenmiş 28 Şubat anlayışına ve iyiler-kötüler çatışması (Firavunlar - Yezidler) olarak algılanan pejoratif jargonun yavanlığına vurgu yapmıştım, bugün modernizmin demokrasi söylemi de aynı yavanlığın format atılmış hali. Bir ilüzyon olarak esasında Türkiye özelinde işlevini çok güzel görüyor. Strauss ideolojileri yeni dinler olarak tanımlamıştı, ona bir ek yapmak gerekirse bugün iktidarın hegemonyası bizim olayları algılayış biçimimizde kullandığımız kavramlarla aynı minvalde ilerliyor, bunun en çok kullanıldığı yer ise İslamcı-liberal retorik. Fakat her dini görüşün değişen paradigma karşısında çaresiz ve çelişik kalması gibi AKP’nin demokrasi söylemi de Mirzabeyoğlu konusunda yetersiz kalacaktır. Kavramların gerçekliğe ergimesi yani demokrasinin bir ön takısı olması gerektiği, AKP’nin ve efendilerinin demokrasisi olduğunun vurgulanması da ciddi bir öneme haizdir işte. Bu o kadar önemli bir noktadır ki belki de böylece 28 Şubat’ın gerçek mağdurları diyebileceğimiz ve ezilmişliğe tepkisini kültürel bir doktrinle ifade edip Erbakan’ı iktidara getirmiş olanlar bu sayede 28 Şubat’ın dini bir sebeple ilintisi olmadığını anlayacaktır.

Bu yüzden Mirzabeyoğlu’na yönelik özgürlük kampanyası iki şeyin samimiyetini açığa çıkaracaktır. İslami kesim içerisinde durumu hâlâ ‘pis laiklerin, demokrasi karşıtı jakobenlerin komplosu’ şeklinde bir şablonu kullanarak algılayan çocuksu zihniyetle, tabloyu geniş biçimde algılayan ve dolayısıyla hakiki bir mücadele vermek isteyenleri ayrıştıracak bir samimiyet. Günümüzün siyasal İslamcıları arasında muktedirlik tartışmaları ve Ebu Zerr romantizmiyle süslenmiş ‘Nasıl yozlaştık?’ sorgusu revaçta. Bu sorunun yanıtı da aynı şekilde ‘kapitalist modernite’ adını verdiğimiz şeyin baştan sona etik algılayışa sahip Ortodoks dini yorumlara karşı nasıl bir çelişki içinde olduğunun cevabının verilmesiyle ortaya çıkacaktır. Bu da olguya dönük bir samimiyet testi olacaktır ve yukarıda anlattığım naif entelijans tiplerin tercihini Erol Yarar’dan mı yoksa İhsan Eliaçık’tan mı yana kullanacağı ortaya çıkaracaktır. Ezcümle bu ayrışmalar yararlıdır çünkü bir zamanlar Felluce sokaklarında var güçleriyle korkusuzca direniş çağrısı yapan imamlarla, Obama sevdalısı El-Ezher Üniversitesi imamlarının arasındaki farkın anlaşılmasını sağlamaktadır.

Kaynak: http://www.red.web.tr/site/haber_detay.asp?haberID=1392


"28 ŞUBAT TUTMAYINCA BALYOZA YÖNELDİLER"
30.01.2012

YENİ AKİT GAZETESİ'NİN ŞÜKRÜ SAK İLE RÖPORTAJI:

28 Şubat darbesinden istediği verimi alamayan cunta yapılanmasının, Balyoz planı öncesi darbe şartlarını olgunlaştırmak için yaptığı provokatif eylemlere ışık tutacak çok önemli bir tanığa ulaştık.

Noel Baba Operasyonu’nda yaralanan Gazeteci Yazar Şükrü Sak, yıllar süren suskunluğunu Akit’e bozdu. Şükrü Sak’la ‘Noel Baba’ operasyonunu ve operasyona ilişkin bilinmeyenleri konuştuk.

25 Ocak 2000 tarihinde Metris Cezaevi’ne yapılan askerî operasyonda bir tutuklu hayatını kaybetmiş, onlarcası da yaralanmıştı. 28 Şubatçı zihniyet Müslümanlarla adeta alay edercesine operasyonun ismini “Noel Baba” koymuştu. Akit, Balyoz darbe planı öncesi Müslümanlara karşı başlatılan provokasyon dalgasını ortaya koyan olaylardaki sır perdesini aralayan şok bilgilere ulaştı.

Dönemin Başbakanı merhum Necmettin Erbakan’a, ‘Başbakan değil, istersen bilmem ne bakanı ol p.z’ deme cüretini gösteren küfürbaz general Osman Özbek’in provokatif operasyon öncesi Metris Cezaevi’ne gittiği ortaya çıktı. Ergenekon sanıkları ile yaptığı görüşmeyle gündeme gelen HSYK Üyesi Ali Suat Ertosun’un ise operasyon sonrası cezaevine giderek revirde yatan yaralılarla konuştuğu belirtildi. Başta Bakırköy Cumhuriyet Savcı Celil Demircioğlu olmak üzere yirmiden fazla kişinin bu duruma tanık olduğu vurgulandı. İşte operasyondaki derin bağlantıları ortaya koyan o röportaj:


Akit: Kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

Şükrü Sak: Adım Şükrü Sak. Gazeteciyim. Uzun yıllar Taraf, Akıncı Yolu, Akıncı Yol dergilerinde Genel Yayın Yönetmenliği yaptım. 28 Şubat’ın Müslümanların üzerine kabus gibi çökmeye davrandığı dönemlerde, darbe heveslilerine bu toprakların gerçek sahibinin Müslümanlar olduğunu hatırlatan tavizsiz bir çizginin sesiydi bu yayın organları...

Akit: Siz de 28 Şubat sürecinde gözaltına alınıp tutuklandınız...

Şükrü Sak: Evet

Akit: Suçunuz neydi?

Şükrü Sak: O dönemde gözaltına alınmanız veya tutuklanmanız için illa ki bir “suç” işlemenize gerek yoktu. Müslüman bir kimliğinizin olması kâfiydi. Ama dediğim gibi bizim suçumuz(!) galiba, Büyük Doğu - İbda dünya görüşü çizgisinde yayın yapmaktı... Bu da, “Müslümanlara topyekûn savaş” açanlar için en büyük suçtu. (Biz bu suçu severek ve isteyerek işlemeye devam edeceğiz, hangi dönem olursa olsun fark etmez, bunu da belirtelim) Akit’in o dönemdeki arşivine bir bakın; işlenen hukuk cinayetlerinin faillerini, gerçek hukuk ve adalet önünde yargılayacak olsanız üç-dört “Silivri” daha inşa etmeniz gerekebilir.

Akit: 25 Ocak 2000 tarihinde yapılan ‘Noel Baba Operasyonu’na gelecek olursak..

Şükrü Sak: Bir kere, Müslüman bir fikir adamı olan Salih Mirzabeyoğlu ve arkadaşlarına karşı yapılan bir operasyona “Noel Baba” adını vermek, bu saldırıyı yapanların, alaycı-müstehzi ve hukuk tanımaz karakterlerini gösteren bir örnek. Fakat daha sonra, kendilerinin düştüğü durumu özetleyen şu satırlar da yine onlardan bir yazara ait:
(Devlet, yakalayıp cezaevine koyduğu Salih Mirzabeyoğlu’nu cezaevine yaptığı ve 12 saat süren kanlı bir baskın sonucunda yeniden cezaevinde ele geçirdi...)
İşte, Salih Mirzabeyoğlu’na karşı yapılan operasyona, “Noel Baba” adını verenlerin düştüğü durum da bu. Aynı şekilde, sol kesime yapılan operasyona da “Hayata dönüş” adını vermişlerdi biliyorsunuz.

Akit: Noel Baba operasyonu bundan önceydi sanırım?

Şükrü Sak: Evet, 25 Ocak 2000 tarihinde Metris Cezaevi’nde Salih Mirzabeyoğlu ve İBDA-C davasından tutukluların kaldığı koğuşa yapılan Noel Baba Operasyonu, Hayata Dönüş operasyonundan on ay önce yapıldı...

Akit: Yapılan operasyonu anlatır mısınız biraz? Ne oldu, nasıl oldu?..

Şükrü Sak: Sabah saat dört gibi cezaevine giren asker, doğrudan ateş etmeye başladı. Koğuş pencerelerinden kurşun yağdırıyorlardı. Sonra, koğuşun çatısını delmeye başladılar. Açtıkları deliklerden gaz bombaları, kimyasal bombalar, içeriğinin ne olduğunu bilmediğimiz patlayıcılar atıyorlardı. Hedef gözeterek ve kasıtlı olarak, dört duvar arasındaki insanları öldürmeye çalışıyorlardı. Başka bir ifadeyle devlet can güvenliğinden sorumlu olduğu insanların canına kastediyordu. Asıl hedef de Salih Mirzabeyoğlu idi. Sıkılan kurşunlarla 15 arkadaşımız yaralandı, Sancar Kartal isimli 20 yaşındaki bir gönüldaşımız şehid oldu. Ben de, koğuşun tavanında açtıkları delikten sıkılan G-3 mermisi ile bacağımdan vuruldum.

Akit: Peki operasyona sabah 4’te başlanmasının sebebi ne? Uykuda yakalamak mı?

Şükrü Sak: İlk akla gelen o olsa da aslında halkı uykuda yakalamak istediler. Operasyona sabaha karşı saat dörtte başlamalarının nedeni, iki saat içinde, gün ağarmadan işi bitirip, “isyan çıktı, isyanı bastırdık” deyip hadiseyi kapatmak içinmiş. Nitekim hadise plânladıkları şekilde gitmeyince, Metris Cezaevi’nin etrafını, içerisi görülmeyecek şekilde, belediye otobüsleri ile kapatarak operasyonu sürdürdüler. Sabah hadiseyi duyan ve cezaevinin önüne gelmeye başlayan tutuklu yakınlarını da gözaltına aldılar ve cezaevinin 500 metre yakınına kimseyi yaklaştırmamışlar. Bu arada atılan bombaların haddi hesabı yoktu, Genelkurmay’da gaz bombası stoğunun bittiğini de daha sonra öğrendik. Saldırıdan sonra koğuşun fotoğrafını gördüyseniz, buradan insanın nasıl sağ çıktığına hayret edersiniz..

‘ERTOSUN REVİRE GELDİ’

Akit: Operasyondan öncesinde ve sonrasında gözlemlediğiniz ilginç bir durum var mı?..

Şükrü Sak: Olmaz mı? 25 Ocak sonrası, ben yaralı olarak Metris’in revirinde yatarken, o zaman Cezaevleri Genel Müdürü olan Ali Suat Ertosun, yanında savcılar, yardımcıları ve cezaevi müdürü de olduğu halde, on beş yirmi kişilik bir kalabalıkla geldi. Ertosun tehdit ima eden şu sözleri söyledi “İsteseydik hepinizi öldürürdük, yıktırmayacağız size bu devleti! Bu Cumhuriyet bizim, söyle bakalım nasıl yıkacaktınız, hadi şimdi söyle” diye konuşmaya başlayınca, ben de Ertosun’a “Sen devlet değil, görev ve sorumlulukları kanunla belirlenen bir şahıssın sadece!” karşılığını verdim.

Akit: Olaya şahit kim vardı başka, ismini hatırlıyor musunuz?..

Şükrü Sak: Başta Bakırköy Cumhuriyet Savcısı Celil Demircioğlu olmak üzere yirmiden fazla şahidi vardır.

‘ERBAKAN’A KÜFREDEN PAŞA GELDİ’

Akit: Röportaj öncesi bir generalden daha bahsettiniz?..
Şükrü Sak: Tabiî nasıl unutulur, kamuoyunda “Başbakan Erbakan’a küfür eden paşa” diye bilinen ve Metris’e operasyon yapıldığı sırada Genelkurmay Harekât Daire başkanı olan Osman Özbek geldi. Yasak olmasına rağmen yanında altı yedi tane silahlı koruması vardı, kaldığımız B-1 ve B-2 koğuşuna gelerek “gözdağı” vermeye çalıştı. Özbek’in Genelkurmay’da hazırladığı belirtilen harekat plânının gezdiği mekânları incelemek için geldiği ifade edilmişti. Özbek’in gezerken “Bu arada düşmanlarımızı da yakından görmüş oluruz” diye konuştuğunu da belirtmeliyim.

‘Darbe için şartlar olgunlaştırılıyordu’

Akit: Bu operasyonlar neden yapıldı?..

Şükrü Sak: Noel Baba Operasyonu bittiğinde, Metris Cezaevi tam bir harabeye dönmüştü. Sadece koğuşların yeniden yapılması iki aydan fazla sürdü. Brifing medyası aylarca ‘Müslümanlar cezaevlerinde yeninden palazlandı, başları 28 Şubat’ta yeterince ezilmedi’ propagandası yaparak henüz ön hazırlık sürecindeki Balyoz planına zemin hazırladı. Darbeciler iyi bilir, şartlar olgunlaşmadan darbe olmaz!

Kaynak: Yeni Akit

28 Şubat döneminde Genelkurmay brifingine katılan hakim ve savcılar için soruşturma
16 Şubat 2012


Star gazetesinin haberi:

Karargahtaki brifinglere katılana 28 Şubat sorgusu

Mustafa Türk

Ankara Özel Yetkili Savcısı Bilgili, 28 Şubat ile ilgili soruşturma kapsamında Genelkurmay brifingine katılan savcı ve hakimleri belirliyor. Belirlenen listede yer alan isimlerin aldığı kararlar gündeme getirilecek.

ANKARA Özel Yetkili Savcısı Mustafa Bilgili’nin 28 Şubat postmodern darbesi döneminde Genelkurmay brifingine katılan hakim ve savcılar için başlattığı incelemede Karargah’a katılımcıların isimlerini sordu. Katılan savcı ve hakimler, listenin belirlenmesinden sonra tek tek ifadeye çağrılacak. Aldıkları kararlar tekrar gündeme getirilerek değerlendirilecek.

O brifinge neden gittiniz?

Başsavcıvekilliği, 28 Şubat ile ilgili soruşturmada çarpıcı bir karara imza attı. 28 Şubat yargı kararlarını masaya yatıran Savcılık, Karargaha giderek Genelkurmay’ın irtica brifinglerine katılan hakim, savcı ve avukatların listesinin çıkartılmasını istedi. Soruşturma kapsamında isim isim çağrılarak ifadesi alınacak yargı mensuplarının verdiği bilgilerle soruşturmanın seyrinin netlik kazanacağı belirtildi. O dönem verilen yargı kararlarına ilişkin yürütülecek soruşturma kapsamında, üst düzey yargı mensuplarına “görevi kötüye kullanma” ve Karargahtan talimat alındığı gerekçesiyle “kuvvetler ayrılığı ilkesini çiğneme” soruşturması yürütülmesi bekleniyor. Ankara Başsavcılığı, soruşturma sürecinde o dönem görev yapan emekli yargı mensuplarının ifadesine başvurmayı planlıyor. Başsavcılığın ifadeler kapsamında 28 Şubat’ta Karargah’taki brifinglere katılan yargı üyelerine “Neden gittiniz? Neler anlatıldı? Yargı kararlarını değiştirecek talimat verildi mi?” gibi sorular yönelteceği belirtildi.

Yargı kararları da inceleniyor

Genelkurmay Orbay salonunda yapılan brifinglerde Genelkurmay İstihbarat Başkanı Korgeneral Çetin Saner ile İstihbarata Karşı Koyma ve Güvenlik Dairesi Başkanı Tümgeneral Fevzi Türkeri, “irticai faaliyetler”i anlatmıştı. Yargı üyelerine, “Baktığınız davalarda dikkatli olun. Cumhuriyet tehlikede. Rejimi ve laikliği koruyun, kararlarınızı buna göre verin. Laiklik ilkesine aykırı faaliyette bulunanlara müsamaha göstermeyin” talimatı verilmişti. Ankara Özel Yetkili Başsavcıvekilliği,çok sayıdaki suç duyurusu üzerine 28 Şubat sürecine ilişkin soruşturma başlatmıştı. Savcılığın 28 Şubat sürecinde yaşanan yargı skandallarını da mercek altına aldığı öğrenildi. Ayrıca dönemin gazete haberlerinin de delil olarak dosyaya girdiği öğrenildi.

KOMUTANLAR DA ÇAĞRILABİLİR

Soruşturmayı yürüten Ankara Özel Yetkili Cumhuriyet savcısı Mustafa Bilgili’nin gerek görmesi halinde dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir, kuvvet komutanları, Sincan’da tankları yürüten Erdal Ceylanoğlu’nun ifadesine başvuracağı öğrenildi. Soruşturma savcısı Bilgili, Refahyol hükümetinin kurulmasından Başbakan Necmettin Erbakan’ın istifasına kadar olan sürece ilişkin tüm bilgi ve belgeleri incelerken 28 Şubat kararlarının alındığı Milli Güvenlik Kurulu bildirisini de mercek altına aldı. Savcılık, Türk Ceza Kanunu’nun 312. maddesi uyarınca, cebir ve şiddet kullanmadan Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmalarına kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etme iddiasıyla soruşturmasını sürdürüyor. Soruşturmada şüpheli olarak yer alan isimler ise şöyle: Dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Kara Kuvvetleri Komutanı Hikmet Köksal, Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya, Hava Kuvvetleri Komutanı Ahmet Çörekçi, Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman, Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir, MGK Genel Sekreteri İlhan Kılıç, Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak, Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı Doğu Aktulga.

Basın Açıklaması; 28 Şubat Bolu F Tipi Cezaevi'nde Devam Ediyor!
22.02.2012



28 Şubat Bolu F Tipi Cezaevi'nde Devam Ediyor!

Kamuoyu'na;
1. Tam bağımsız ve millî devletlerde hak; hukuk, hukuk; adalet, adalet de; zulmün olmamasıdır!

2. Zulmün önündeki en büyük engel; hukuk, zalimin düşmanı da; tam bağımsız bir seciyenin sahibi olan hukukçudur!

3. Günümüzde kâmil bir hukukçu için en büyük zulümlerden biri de; Atlantik ötesinden gelen emirlere göre hareket etmektir!

4. Hukukun amir-memur, ast-üst münasebetine göre şekillendiği bir yapıda en büyük zalimler; 'hukukçu' kisveli memurlar ve onların amirleri konumunda olan kişilerdir!

5. “28 Şubat”; işte hukukçu kisveli bu memurların ve onların amirleri konumunda olan kişilerin yaptığı sürek avının bir diğer adıdır!

6. ABD'nin “Bizim Çocuklar” dediği kişiler eliyle yapılan 28 Şubat Operasyonu'nda;

• Hukukçu kisveli memurlar NATOcu paşalardan emir ve talimat almıştır!

• NATOcu paşalar adliyenin arka kapılarından bağımsız olduğu söylenen mahkemelere “nezaket” ziyaretlerinde bulunmuş, nezaket ziyaretlerinin ardından birçok genç daha 18 yaşından küçük olmasına rağmen idam cezası almıştır!

• İstanbul'un göbeğinde, Fatih'te kılık- kıyafet avına çıkılmıştır!

• Refah Partisi kapatılıp, Prof. Dr. Necmettin ERBAKAN gibi siyasîler siyasetten uzaklaştırılmış, R.Tayyip Erdoğan'a okuduğu şiirden dolayı ceza verilmiştir!

• M. Esad COŞAN gibi bir fikir ve ilim adamı bile Avusturalya'ya göçmek zorunda bırakılmıştır!

• En az yarım asırdır bu ülke çocuklarına K. Kerîm öğretmekten başka hiçbir gaye taşımayan Kur'an kurslarına baskınlar yapılmıştır!

• Mustazaf- Der, Mazlum-Der, Özgür-Der, ÖNDER, İHH, MÜSİAD, MGV ve İLKAV gibi birçok dernek, vakıf ve mensubuna baskı yapılmıştır!

• Nurettin Şirin, İrfan Çağrıcı, Mehmet Kutlular, Mehmet Pamak, Müslüm Gündüz, Hüda Kaya, Mehmet Göktaş, Bülent Yıldırım, Mehmet Emin Akın gibi birçok yazar ve dernek yöneticisine zulmedilmiştir!

• Gençleri üniversiteye hazırlamanın haricinde bilinen başka bir faaliyeti olmayan belli-bazı dershanelere baskı yapılmış, bu dersanelerin kurulmasına öncülük eden isimler Amerika'ya gitmek durumunda bırakılmıştır!

• Akit, Milli, Yeni Şafak, Zaman, Yeni Asya ve Selam gibi birçok gazete baskılara maruz kalmıştır!

• Akıncı Yolu gibi o döneme damgasını vuran dergilerin yöneticileri ölümle tehdit edilmiştir!

• İskender Pala, Nevzat Tarhan, Ahmet Sınav gibi akademisyenler Türk ordusundan atılmıştır!

• Atlantik ötesinden gelen emirler doğrultusunda hareket edip, millet-ordu gelenek ve mânâsına saldırı düzenlenmiş, tek suçu Anadolu insanı olmak olan binlerce tam bağımsız ve millî bir seciyenin sahibi subay ordudan ihraç edilmiştir!

• O gün için 41, bugün içinse 60'a yakın eseri olan, 28 Şubat sürecinde tutuklanıp, 28 Şubat hukukuna göre yargılanan, sübut bulan tek eylemi kitap yazmak olan, 'olsa olsa budur' mantığı üzerine bina edilen hükümlerle sırf fikrinden dolayı
idam cezası verilen, tam 13 yıldır cezaevinde, son 7 yıldır da üç metrekarelik tek kişilik hücrede tutulan, 12 yıldır da “Telegram -Zihin Yönlendirme-” isimli işkenceye maruz bırakılan Salih MİRZABEYOĞLU'na ve O'nun şahsında
Anadolu insanına Atlantik ötesinden gelen emirler doğrultusunda gayrı-ahlâkî ve gayrı-insanî birçok saldırıda bulunulmuştur!

7. Şimdiye kadar yapılan ve hiçbir zaman millî olmayan bütün darbelerde olduğu gibi 28 Şubat darbesinde de hedef; milletin millî ve manevî değerleri olmuş, darbenin ardından millî ve manevî değerleri taşıdığı vehmini verenler iktidara gelmiş ve gerilen ortamda sûreta bir yumuşama görülmüştür. Oysa ki değişen; işin tonu ve üslubu olmuş, Dreyfus ve Rosenbergler Davası gibi zulümle eşdeğer olarak
anılması gereken bir dava olan ve adaletin HÂLÂ tecelli etmediği görülen Mirzabeyoğlu Davası'nda olduğu gibi, zulüm daha rafine bir şekilde devam etmektedir!

8. Biz bugün Dreyfus ve Rosenbergler Davası'ndan haberdarsak, bunu borçlu olduğumuz kimselerin başında; Emile Zola ve onun yolundan giden haysiyetli
aydınlar gelmektedir! 'İleri demokrasi'den, 28 Şubat'la hesaplaşmaktan bahsedildiği şu günlerde Mirzabeyoğlu Davası ısrarla unutturulmak isteniyorsa; bunu borçlu
olduğumuz kimselerin başında; zamanın aydınları gelmektedir!

9. Tıpkı Dreyfus ve Rosenbergler Davası gibi baştan sonra bir hukuksuzluk örneği olan, davasına bakan her iki hâkim tarafından emir ve talimatla hareket edildiği itiraf edilen, kararı veren mahkemeler kaldırılsa da hükmü HÂLÂ cari olan, hukuksuzluğu artık her türlü ispat ve izahtan vareste olduğu için hiçbir kayıt, şart ve taleple bağlı olmaksızın RE'SEN ve yeniden görülmesi gereken Mirzabeyoğlu Davası'nda adalet
HÂLÂ tecellî edip, zararlar tazmin edilmemişse; 28 Şubat farklı aktörler eliyle 15 yıldır devam ediyor demektir!

10. 'İleri demokrasi'den, darbelerle hesaplaşmaktan, devletin sebebiyet verdiği zararları tazmin etmesi gerekliliğinden bahsedildiği şu günlerde 28 Şubat kararları kaskatı bir
vakıa olarak devam ettiği için, sürecin aktör ve sonuçlarıyla hesaplaşmaya buradan başlanılması gerektiğini düşündüğümüz Bolu F Tipi Cezaevi'nde, 28 Şubat 2012'de, saat 14'de yapacağımız basın açıklamasına herkesi bekleriz.

Saygıyla duyrulur.
2 Şubat 2012.
yenidevir.hd@gmail.com

MBR haber


Kurtulmuş: "28 Şubat'la hem siyasete hem de Türkiye sosyolojisine müdahalede bulunuldu"
20 Şubat 2012



Has Parti Genel Başkanı Kurtulmuş, 'postmodern' ya da 'e-muhtıra' gibi tabirlerle darbelerin hafifletilmemesi gerektiğini söyledi. "27 Nisan da, 28 Şubat da birer darbedir" diyen Kurtulmuş, 28 Şubat'ın 'kendi mantığı içinde en başarılı darbe' olduğunu belirtti.

Kurtulmuş, "28 Şubat'la hem siyasete hem de Türkiye sosyolojisine müdahalede bulunuldu" dedi

Has Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş, 28 Şubat ve 27 Nisan müdahalelerinin 'postmodern', 'muhtıra' gibi ifadelerle hafifletilmeye çalışıldığını belirterek, "Her ikisi de, 28 Şubat da 27 Nisan da darbedir" dedi. Kendi mantığı açısından 28 Şubat'ın diğer 4 darbeden daha başarılı olduğuna dikkat çeken Kurtulmuş, 1997'deki süreçte sadece siyasete değil, ülkenin sosyal yapısına da müdahale edildiğini kaydetti. Kurtulmuş, "Öyle bir Türkiye oluşturalım ki bir daha hiç kimse aklının ucundan andıç hazırlamayı, darbe yapmayı geçiremesin" diye konuştu.

SOSYAL YAPIYA MÜDAHALE EDİLDİ

Rahmetli Özal, bir tatil beldesinde kısa şortla askeri denetlemişti. O zaman bütün Türkiye bunu konuştu. "Türkiye'de işler değişiyor. Artık bir daha ihtilal olmaz" denildi. Ama Özal'dan sonra iki tane nurtopu gibi ihtilal oldu. Bunlardan birisi 28 Şubat'tır. Bunun etkisini azaltmak için 'postmodern' dediler. İkincisi ise 27 Nisan 2007'dekidir. Onun da etkisini azaltmak için 'e-muhtıra' dediler. Her ikisi de darbedir. 'Postmodern', 'muhtıra' falan değil, adı darbedir. Özellikle 28 Şubat Türkiye'deki 5 tane darbeden kendi mantığı açısından en başarılısıdır. Diğer bütün darbeler siyasete müdahaledir; 28 Şubat siyasete müdahaleyle birlikte Türkiye sosyolojisine müdahale etmeyi amaçlamıştır. 27 Nisan'la ilgili suç duyurusunda bulunacağız. Bizim işimiz sistemin kendisiyle. Öyle bir Türkiye oluşturalım ki, bir daha hiç kimse andıç hazırlamayı, darbe yapmayı aklının ucundan dahi geçiremesin.

İFADE KRİZİ SİYASİ İRADEYE TAVIR

MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve diğer MİT mensupları hakkında soruşturma başlatılmasını doğrudan doğruya siyasi iradeye karşı yapılmış bir hareket olarak telakki ediyoruz. Biliniyor ki, Oslo görüşmeleri Sayın Başbakan'ın takdiriyle, seçilmiş bir hükümetin takdiriyle yapılmış görüşmelerdir. Dünyada bütün modern devletlerin istihbarat örgütleri bu tür görüşmeler yapar. Siz bunu niye gizli saklı Oslo'da yapıyorsunuz, gelin İstanbul'da Ankara'da yapın.
Yenişafak Gazetesi

YÖK'e Ait 300 Klasöre El Konuldu
24 Şubat 2012

28 Şubat Soruşturmasında Ankara Adliyesi'nde bugün hareketli dakikalar yaşandı.

Soruşturmayı yürüten savcı YÖK'e ait 300 klasöre el koydu.

Has Parti elindeki delilleri savcıya teslim etti, Özgür Eğitim-Sen suç duyurusunda bulundu.

Has Parti Genel Başkan Yardımcısı Şeref Malkoç suç duyurusunda bulunduktan sonra toplanan delilleri 2 CD halinde savcıya teslim etti.

Malkoç, CD'lerin içeriğinde TSK içindeki illegal grubun faaliyetleri ve basının nasıl yönlendirildiğine dair belgeler olduğunu belirtti.

Tanıkların bir kısmının 28 Şubat döneminde görev yapan bakanlar olduğunu bildiren Malkoç, Bülent Orakoğlu, Hasan Celal Güzel ve dönemin Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller gibi kişilerin de tanıklık yapabileceğini ifade etti.

28 Şubat ile ilgili Ankara Adliyesi'ne gelen bir başka grup, Özgür Eğitim-Sen'e aitti.

Sendika yetkilileri, gerçek olmayan olaylarla kamuoyunu yönlendirdiği gerekçesiyle dönemin gazete sahipleri ve yazarları hakkında suç duyurusunda bulundu.
TRT

Evlilik Cüzdanlarında 'Başörtülü Avı'
24 Şubat 2012





28 Şubat’ın 15. yıldönümünde yeni belgeleri ortaya çıktı.

28 Şubat soruşturmasına delil olarak sunulan belgelere göre, dönemin Genelkurmay Harekat Daire Başkanı Korgeneral Çetin Doğan, camilerdeki hutbe ve vaazları kontrol için personel görevlendirilmesini, yer ve zaman tespiti yapılarak raporlaştırılmasını istemiş.

Star’ın ele geçirdiği ve 28 Şubat soruşturmasıyla günyüzüne çıkan belgeler, post modern darbenin baskı ve kontrol mekanizmasını da ortaya koyuyor.

Doğan, vaazları da fişletmiş

16 Nisan 1997’de Genelkurmay Başkanlığı’ndan tüm kuvvet komutanlıklarına gönderilen “kişiye özel-gizli” ibareli Korgeneral Çetin Doğan imzalı yazıda şöyle denildi: “Garnizon Komutanlıklarınca öncelikle Cuma ve bayram namazları olmak üzere gayri muayyen zamanlarda verilen hutbe ve vaazların personel görevlendirmek suretiyle takibinin ve tespit edilen hususların yer ve zaman belirtilerek rapor edilmesinin laiklik aleyhtarı tutum ve davranışları önlemeye yönelik çalışmalar için faydalı olacağı değerlendirilmektedir.”

Çetin Doğan’ın “Genelkurmay Başkanı emriyle” ibaresini eklediği yazının sonunda, “konunun Garnizon Komutanlıklarınca bizzat takip ve kontrol edilmesi ve daha ast makamlarla sivil makamlar arasında yazışma yapılmaması” uyarısı yapılıyor.

Evlilik cüzdanlarına yakın takip

Dönemin Erzurum Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Osman Özbek imzalı bir diğer belge de, “ivedi” olarak 1997 Nisan ayında faksla gönderilen bir talimat yazısı. “Evlenme Cüzdanı ve Sağlık Fişlerine Yapıştırılan Fotoğraflar” konulu talimatta bölge komutanlığında görevli bazı subay , astsubay ve özellikle uzman jandarma çavuşların evlenme cüzdanlarına yapıştırılan eş fotoğraflarının tesettürlü olduğunun tespit edildiği ifade edildi.

Talimatta şöyle denildi: “Yapılacak bir çalışmaya esas olmak üzere bizzat birlik komutanlıklarınca A-Evlenme cüzdanlarında tesettürlü fotoğrafı bulunan ve bu kıyafet ile yaşamlarını sürdüren subay, astsubay ve uzman jandarma çavuş kimlik ve görev yerlerinin, B-Evlenme cüzdanlarında tesettürlü fotoğraflar bulunan ancak halen çağdaş kıyafetli olan subay, astsubay ve uzman jandarma çavuş kimliklerinin tespit edilerek 15 Şubat 1997 tarihine kadar bildirilmesi..” Yazının altında “müsaade eden” olarak Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Osman Özbek ismi bulunuyor.

Çiller’e ‘onbaşı’ kampanyası

Dönemin Güney Deniz Saha Komutanı Bülent Alpkaya imzalı “kampanya” konulu bir diğer yazıda da Tansu Çiller aleyhine kampanya başlatıldığı duyuruluyor. 1997 Eylül ayında gönderilen “gizli” yazıya “kampanya katılım formu” eklenerek, DYP Genel Başkanı Tansu Çiller aleyhine kampanya başlatılması isteniyor.
TRT

BBP'den '28 Şubat'a suç duyurusu
24 Şubat 2012
BBP Genel Başkan Yardımcısı Çayır, dönemin komutanları Çevik Bir, Erol Özkasnak ve Erdal Ceylanoğlu hakkında suç duyurusunda bulundu
Büyük Birlik Partisi (BBP) Genel Başkan Yardımcısı Remzi Çayır, ''28 Şubat sürecinde Sincan'da tankları yürüterek, milli iradeyi hiçe saydıkları ve milleti sindirmeye çalıştıkları'' iddiasıyla dönemin komutanları Çevik Bir, Erol Özkasnak ve Erdal Ceylanoğlu hakkında suç duyurusunda bulundu.
haber1001

"28 Şubat Hala Devam Ediyor"
24 Şubat 2012



28 Şubat 1997`de yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan kararlarla başlayan ve birçok zulmü de beraberinde getiren postmodern darbesinin etkilerinin hala devam ettiği belirtildi.

GAZİANTEP - 28 Şubat 1997`de yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan kararlarla başlayan ve İslam`a karşı olan ordu ve bürokrasi merkezli darbe süreci Türkiye siyasi tarihine Kara bir sayfa daha ekledi. 28 Şubat, Cumhuriyet tarihinde halkı sindirmek için girişilen darbelerin sonuncusu olarak bilinse de etkileri ve yol açtığı mağduriyetleri hala devam ediyor.

28 şubat döneminde tam olarak ne yapılmak istendi… Hukuk nasıl işledi... O döneme ait somut örnekler neler… O dönem uygulamaya konan ve hala devam eden haksızlıklar neler... Tüm bunları 28 Şubat dönemine bir hukukçu olarak şahit olmuş Av. Halil Kılıç ile konuştuk.

Mazlum- Der`in eski şube başkanı da olan Av. Halil Kılıç, 28 Şubatın, Batının Amerika`nın öncülüğünde yaptığı bir operasyon olduğunu belirterek, bu darbenin Muhatabının da Müslümanlar olduğunu söyledi.

Hukuk Adaletsizlikler İçin mi Kullanılıyordu?
O dönemde hedefteki kişinin Müslüman olması durumunda hukuk aracılığıyla yok edilmeye çalışıldığını dile getiren Kılıç, "Hâkim onlardan, savcı onlardan, polis onlardan... Dolayısıyla mahkeme göstermelik bir şey... Başı sonundan belli bir oyun..." ifadelerini kullandı. O dönemde Salih Mirzabeyoğlu davasına baktığını hatırlatan Kılıç, bu davanın da diğer mustazafların davalarında olduğu gibi, başı sonundan belli bir dava olduğunu ifade etti.

28 Şubat döneminde başta hakimler olmak üzere herkesin adeta emireri gibi davrandığını belirten Av. Kılıç, "Nitekim Mirzabeyoğlu Davası`nda İddianame`yi kabul eden hâkim Sedat Karagül yıllar sonra bir gazeteye itirafta bulunuyor; "İBDA-C davası da dahil olmak üzere baskı görmediğim hiçbir dava olmadı" diyor... Baskı gördüğünü açıkça söyleyen bu hâkim, Mirzabeyoğlu`nu öldürmek için Metris Cezaevi`ne düzenlenen ve Noel Baba adı verilen operasyona ve bunu yapanlara, operasyonu yapanlar hakkında hiçbir şey yapmamak suretiyle, destek çıkmıştır" diye konuştu.

Bir de Brifing Hadisesi Var
Yargı mensuplarını brifing verilmesini hatırlattığımız Av. Halil Kılıç: "Evet... Av. Doğan Yıldırım`ın mühim ifşaatları oldu... 28 Şubat sürecinde, I. Ordu Komutanlığı`na ait Harbiye Orduevi tesislerinde tertiplenen bir toplantıdan bahsediyor...
Toplantıya dönemin Genelkurmay Başkanı İ. Hakkı Karadayı katılıyor. Noel Baba operasyonunda aktif görev alan ve zamanın DGM`lerine arka kapılardan `nezaket ziyaretlerinde bulunmasının ardından 17 yaşındaki çocuklara idam cezası verilmesine sebep olan I. Ordu`nun o dönem ki başkanı H. Kıvrıkoğlu katılıyor... Balyoz Davası`nın bir numaralı sanığı Çetin Doğan katılıyor... Erol Özkasnak var... " dedi.

Değişen Mevzuatın Müslümanlara Sağladığı Bir Fayda Yok
Son zamanlarda Elazığ İhya-der ve Adıyaman örneğinde olduğu tamamen yasal olarak faaliyetlerini sürdüren İslami STK`lara verilen ağır cezalar ve sizin de avukatlığını yaptığınız Şahmerdan Sarı davası var. Bu davalarda da hala Müslüman şahsiyetlere ağır cezalar veriliyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Şeklindeki sorumuzu da yanıtlayan Av. Kılıç, "Değişen tüm kurumların ve mevzuatların İslam`a sağladığı hiçbir şey yok. O gün de İslami dernekler, vakıflar terör Örgütü bahanesiyle kapatılıp üyeleri cezalandırılıyordu. Bugün de aynı bahaneyle kapatılıp cezalandırılıyorlar. O gün de cemaatler, cemaat önderleri kurgularla cezaevine atılıyordu, bugün de atılıyor.

Birçok Müslüman o dönemde hukuksuz süreçlerin ardından ceza aldı... Birçoğu hala cezaevinde... Hükümet, 28 Şubat`la hesaplaşacağını söyleyerek iktidara geldi... Bu üçüncü dönemi... Ancak hâlâ birçok insan, verilen hukuksuz kararlar yüzünden cezaevinde zulüm görüyor... Hükümet 28 Şubat`la gerçekten hesaplaşmak istiyorsa elini çabuk tutarak yapması gereken ilk şey, o dönemde görülen ve emir-komuta mantığıyla işleyen mahkemelerce verilen kararları herhangi bir talep, kayıt ve şarta bağlı kalmaksızın, re`sen ve yeniden ele almaktır. Ardından mazlum Müslümanların zararlarını tazmin etme yoluna gitmelidir. Ancak o zaman gerçek manada 28 Şubat`la hesaplaşılmış olur. Aksi halde kendileri de 28 Şubat`ın yürütücüleri konumunda olurlar."Dedi.

Şefik Mert - İLKHA

Kaynak: http://www.dogruhaber.com.tr/Haber/28-Subat-Hala-Devam-Ediyor-24798.html





28 ŞUBAT'TAN BUGÜNE MAĞDURLAR VE AKTÖRLER?
27 Şubat 2012



28 Şubat sürecinde, tepkilere rağmen uygulamaya sokulan kararlardan eser kalmadı. O dönemin mağdurları ise bugün devletin zirvesinde.
Cumhuriyet tarihine ‘Post modern darbe’ olarak geçen ve dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun ‘Bin yıl sürecek’ dediği 28 Şubat süreci, 15 yıl’ın sonunda, hem aktörleri hem de uygulamalarıyla tarih oldu. 28 Şubat süreciyle gelen üniversiteye girişte katsayı, orta öğretimde 8 yıllık kesintisiz eğitim, şehirlerde EMASYA protokolü ve fişlemeler tarihe karıştı. O dönemde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan alınan ve ‘Muhtar bile olamaz’ denilen Recep Tayyip Erdoğan üç kez üst üste Başbakan seçilirken, Abdullah Gül Cumhurbaşkanı oldu. Ankara’da Özel Yetkili Savcılık 28 Şubat süreciyle ilgili inceleme başlattı. Süreçte yer alan Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur, YÖK Başkanı Kemal Gürüz ve İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu, Orgeneral Çetin Doğan, sahte şeyh Ali Kalkancı gibi isimlerse Ergenekon-Balyoz davası kapsamında ‘darbe girişimi’ iddiasıyla yargılanıyor.

İşte, 28 Şubat sürecinin aktörleri ve mağdurları ile o dönemde getirilen öne çıkan düzenlemelerin bugünkü durumu:

DAYATMALAR BİR BİR TARİH OLDU

Askere, valiliğin izni olmaksızın toplumsal olaylara müdahale yetkisi veren Emniyet Asayiş Yardımlaşma (EMASYA) protokolü 4 Şubat 2010 günü yürürlükten kaldırıldı.

‘İrticacı’ fişlemesiyle ordudan atılan subay ve personele, 12 Eylül Referandumuyla itibarları iade edildi ve mağduriyetleri giderildi.

Üniversitelerde, meslek liselilerin üniversiteye girmesini neredeyse imkansızlaştıran ‘katsayı uygulaması, YÖK tarafından 30 Kasım 2011’de yayınlanan genelgeyle kaldırıldı.

O dönemde Kur’an Kursları’na gitmek için getirilen 12 yaş sınırı, 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’da değişiklik öngören Kanun Hükmünde Kararname ile kaldırıldı.

MGK kararları doğrultusunda üniversiteye başörtülü olarak giremeyen öğrencilere üniversite kapıları açıldı.

28 Şubat’ta meslek liseleri ve İmam Hatip’lerin orta bölümünü kapatan 8 yıllık kesintisiz eğitim ise, Milli Eğitim Bakanlığı’nın 4+4+4 kesintili formülüyle aşılmaya çalışılıyor.

15 YILDA ÇOK ŞEY DEĞİŞTİ

28 Şubat sürecinde İstanbul Belediye Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan bugün Başbakan, partisi kapatılan Abdullah Gül Cumhurbaşkanı oldu. Dönemin Genelkurmay Harekat Daire Başkanı Orgeneral Çetin Doğan Balyoz, Jandarma Komutanı ise Ergenekon sanığı durumunda.

AKTÖRLER SANIK MAĞDURLAR ZİRVEDE

Necmettin Erbakan: Dönemin Başbakanı. 27 Şubat 2011’de vefat ettiğinde milyonu aşkın kişi tarafından dualarla uğurlandı.

Abdullah Gül: Dönemin Devlet Bakanı, 58. hükümette Başbakan, 59. hükümette Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı, 28 Ağustos 2007’de ise 11. Cumhurbaşkanı oldu.

Recep Tayyip Erdoğan: 1997’de İstanbul Belediye Başkanı iken okuduğu şiir nedeniyle hapis cezası aldı. Kurduğu AK Parti, 3 Kasım 2002’den itibaren 3 kez iktidara geldi. 12 Haziran 2011 tarihinde yapılan seçimlerde halkın yüzde 50’sinin oyunu alarak yeniden Başbakan seçildi.

İsmail Hakkı Karadayı: Genelkurmay Başkanı’ydı. 1998’de emekli oldu.

Çevik Bir: Dönemin kudretli generali Genelkurmay 2. Başkanı’ydı. 1999’da 1. Ordu Komutanlığı’ndan emekli oldu. Ergenekon soruşturması kapsamında ifadesine başvuruldu, 28 Şubat soruşturmasında ifadesine başvurulması bekleniyor.

Şener Eruygur: Dönemin Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur, Ayışığı, Sarıkız, Yakamoz Darbe Planları nedeniyle Ergenekon davasında ‘üst düzey örgüt yöneticisi’ olduğu iddiasıyla yargılanıyor.

Hurşit Tolon: 1.Ordu Komutanlığından emekli oldu. Ergenekon davası kapsamında, ‘darbe girişimi’ iddiasıyla tutuklandı. Halen yargılanıyor.

Kemal Gürüz: Dönemin YÖK Başkanı. ‘İkna Odaları’ gibi psikolojik işkence metotları onun döneminde devreye sokuldu. Ergenekon terör örgütü davasından yargılanıyor.

Kemal Alemdaroğlu: Dönemin İstanbul Üniversitesi rektörü. Ergenekon davasının sanıklarından.

Mesut Yılmaz: 28 Şubat’la Başbakan oldu. DSP-MHP-ANAP koalisyonunda yer alarak Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı oldu. Şimdi partisiz.
aktifhaber

"TÜRKİYE'DE İSLAM'I DEĞİŞTİRMELİYİZ!"
27 Şubat 2012



"Tayin dairesi mutlaka elimizde olmalı. Cepheye o namussuzları sürün. Kadrolaşma çok önemli... Askeri okullarda büyük kadrolaşma yaptık..."

- Alevi olmayan herkesin antilaik olma ihtimali uzun vadede de olsa olabilir... Bizden olmayana hiçbir zaman tam güvenmeyeceksin...

- Acaba, yeğeni Aleviliğini ortaya koyucu yanlışlıklar yaptı da ondan hareketle paşamız yıpratıldı bilmiyorum.

- Her yerde irtica var kampanyası başlatılsın.

- Tayin dairesi mutlaka elimizde olmalı. Cepheye o namussuzları sürün. Kadrolaşma çok önemli.

- Askeri okullarda büyük kadrolaşma yaptık. Özellikle sınıf subaylarının çoğunu bizden atadık.

- Şu anda Atatürk dışında kullanabileceğimiz kim var?

- Biz Türkiye’de İslam ile bağlantılı görülen ama bu dini tamamen değiştirecek bir Türkiye Aleviliği yaratmak zorundayız.


Taraf'tan Mehmet Baransu'nun yazısı:

‘PİRUS’
27.02.2012
Mehmet Baransu/ Taraf

Yarın 28 Şubat sürecinin 15. yıldönümü. Bugün sizlerle o dönem posta kutularına konan mektuplardan birini paylaşacağım. İçerik “gizli bir toplantıda konuşulan notlar”dan alınma. Anlatılanlar gerçek.

Konuşma bir korgeneralle, tuğgeneral arasında geçiyor. Toplantıya katılan diğerleri ise dinlemek ve not almakla meşgul. İşte o mektuptaki bazı satırlar ve 28 Şubat’ın perde arkası.

“Korg.: ...Biz ne diyoruz; Alevi olmayan herkesin antilaik olma ihtimali uzun vadede de olsa olabilir. İşte dincilerin çok kızdığı Çevik Paşa. Bu adamdaki milliyetçilik duygusu sokaktaki adamınki kadar fanatik. Bırak Çevik Paşa’yı, sen de, ben de Aktulga Paşa’ya ne kadar güveniyoruz? Adam elli kere dini kabul etmediğini söylüyor. Sonra da öyle bir şey söylüyor ki karşında bir faşist var sanıyorsun. Bizden olmayana hiçbir zaman tam güvenmeyeceksin...

Tuğg.: Ne olacak? Ne yapmalıyız?

Korg.: Bu soruna bu kadar değişken bulunduğu, bu kadar sistemsiz olan bir ülkede cevap vermek zor. Ancak doğruluğundan emin olduğum bazı şeyler şunlar. Ordunun müdahalesini sağlamak için, orduda ve sivil toplumda irticanın yükselişini seyredin... Bırak tehlike iyice büyüsün.

...Altı ayda bir büyük gürültülerle ordudan adam atarsanız, yarın darbe yapma gerekçeniz kalabilir mi? ... Paşa bu işi çok iyi götürdü. Ama iki yıldır üzerine gidiliyor. Nerede yanlış yaptı bilmiyorum. Acaba, yeğeni Aleviliğini ortaya koyucu yanlışlıklar yaptı da ondan hareketle paşamız yıpratıldı bilmiyorum. ... Paşa, geleceğin komutanı olabilirdi.

Herkes ne pahasına olursa olsun kendisini gizleyecek. Eğer, birlikte bilinen biri varsa onu vitrin yapın. Ama o da bizimkilerle gezmesin. Her yerde irtica var kampanyası başlatılsın. Sadece eşi kapalı olan, namaz kılan değil, yarın irticaya kaçması muhtemel herkesi yazın, şikayet edin. Onların adına dinci dergiler, gazeteler gönderin. Akrabalarının adını öğrenin, onların isimleriyle başlarını belaya sokan mektuplar gönderin. Hatta kart gönderirseniz okunması daha kolay olur.

Tuğg.: Komutanım, bunları bu sene okullarda kısmen yaptık. Ama artık bu sözlerinizden sonra bunları emir kabul ederiz.

Korg.: Bu konularda emir beklenmez. Kafanızı çalıştırın. Din bizim için, bizim için derken aklına ne gelirse gelsin herşeyi kastediyorum, zararlıdır. Bizden olan birlik komutanları, yoksa laik komutanlar sıkıştırılmalı, çokça eğlence düzenlenmeli. Dansöz, Rus revüsü ne bulursanız getirin. İçkiyi zorlayın. Din ve milliyetçilik duygusunun nasıl zayıflatılacağı, nasıl yok edileceği açık. Bunları uygulayın. Okullara da öğrencilerin kız arkadaşlıklarını teşvik edin. Yapabiliyorsanız Osmanlı hayranlığını kırın, Türkler’in üstün bir ulus olduğu safsatasını yıkın. Özellikle cinsel konularda sınırları zorlayın. Hanımlarımız aile gezmelerinde, eğlencelerde dekolte giysin. Hanımlarımız diğerlerinin hanımlarını açık giymeye teşvik etsin.

Güneydoğu’da bizimkiler postu deldirmesin. Buna yönelik önlemleri alın. Tayin dairesi mutlaka elimizde olmalı. Cepheye o namussuzları sürün. Kadrolaşma çok önemli. Çevik Paşa’nın yerine bizden akıllı biri olsaydı, Karadayı Paşa’nın daha verimli olmasını sağlardık. Burası çok önemli. Genelkurmay Başkanı senden olmazsa bile ona sahip olarak kullanabilirsin...

Tuğg.: Komutanım, askeri okullarda büyük kadrolaşma yaptık. Özellikle sınıf subaylarının çoğunu bizden atadık.

Korg.: Arkadaşlar çok çalışsın. Morallerini bozmasın. Bizim olmayan bu devlet mutlaka bizim olacaktır. Atatürk, çok çalıştığı için böyle olmadı mı? Atatürk deyince aklıma geldi. Bazılarımız sağda solda “Atatürk, ... Kürtleri katletti” gibi lüzumsuz sözler söylüyormuş. Bunları durdurmak lazım. Şu anda Atatürk dışında kullanabileceğimiz kim var?

Buna benzer bir hata da Kürt konusunda yapılıyor. Bazı Aleviler, hatta askerler “Ordu, Alevi-Kürt köylerini boşaltıyor. Onlara zulüm yapıyor” diyor. Sana ne Alevi-Kürt köylerinden. O Aleviler bizim istediğimiz çizgide mi?

...Maltepe’de görev yapan öğretmen ...(Balıkesir Teknik Astsubay Hazırlama Okulu) akrabasından kart gelmiş.. Kartın içinde de “Tavil Abi” (... yüzbaşının lakabı olarak kullanılan ve daha önce de Şah İsmail’in kullandığı bir isim) deniyormuş. İnsan kendisini böyle yakar mı? Bana bu kartı yıllar önce İstihbarat Dairesi’nde gösterdiler. Buradaki bir yanlışlık da Şah İsmail’in adının alınması. Ne uğraşıyorsun artık o adamlarla. Bizim için İran hangi yönetimde olursa olsun örnek olmak zorunda değil. Biz Türkiye’de İslam ile bağlantılı görülen ama bu dini tamamen değiştirecek bir Türkiye Aleviliği yaratmak zorundayız Kurban kesen, namaz kılan Alevilik olur mu? Bu İslam değil mi? Zaten böyle yaşayanlar Alevilik’ten çıkarak karşı tarafa geçmiyor mu?”

Mektubun içeriğinden bazı satırlar böyle. Bu ve buna benzer mektupların yer aldığı, 28 Şubat ve 2003-2004 yılında yaşananları anlattığım kitabım çok yakında okurla buluşacak. PİRUS’ta bu generallerin isimlerini, psikolojik harp yapan kimi medya mensuplarını ve daha fazlasını okuyacaksınız.

Etiketler: 28 Şubat, darbe, postmodern darbe, Erbakan, Çiller, Yılmaz, İrtica, medya, basın, gazeteci, laiklik, TSK, kadrolaşma, Askeri okullar, Alevi
Kaynak: aktifhaber

"‎28 Şubat İçtihadı"
28.02.2012

[Cumhuriyet ve laiklik şimdiye kadar hiçbir dönemde bu denli tehlikeye girmediği için, onu korumakla görevli kesimler, haklı olarak sesini yükseltmektedir.

Millî Güvenlik Kurulu bir anayasal kurumdur ve kendi İçtihatları gereği ülke ve rejim için tehdit ve tehlike gördükleri hususlarda tedbir ve teklif getirmeleri elbette sorumlulukları gereğidir ve bu içtihatları yanlış bile olsa kendilerine sevap getirir. Bu konuda daha çok söylenecek söz vardır. Ama toplumun bazı kesimleri bunlarıhazmetmeye henüz hazır değildir.”..]

(Fetullah Gülen, Kanal D, 17 Nisan 1997 Yalçın Doğan’la Güncel programı)

MGK 28 Şubat döneminde ictihad etmiş; hatalı olsa bile sevab almıştır..

O halde bu ülkede balyozu, andıcı vs yi 'de bıraksaydınız da, onlar da ictihadlarından sevab kazansalardı ya!..

Sevab kazanmak isteyen bu adamların Silivri'de oluşu sizi bu kadar sevindirmeseydi ya!

Eğer sevabdar oluyor-olacaklarsa bu iyiliğe neden şimdi engel oluyorsunuz?

Eğer 'siyaset ve tedbir bağlamında o dönemde böyle konuştuk' diyorsanız bu kadar ileriye gitmeye gerek var mıydı?

Birilerine adeta 'bana dokunmayın' diye yalvarmak durumunuzu kurtardı fakat izzetinizi kurtardı mı?..
m.şemran

Ekleyen: Sefine
Kaynak: http://www.facebook.com/

İki darbe iki mağdur: Selahaddin Eş, Salih Mirzabeyoğlu
Salih Tuna
28/02/2012

Biri 32 yıl evvel vuku buldu, diğeri 15 yıl evvel. Biri klasikti, diğeri postmodern. Biri 12 Eylül, diğeri 28 Şubat.

Her iki darbenin de mağduriyeti bitmeyen iki mazlumu var: 12 Eylül'ün Selahaddin Eş Çakırgil, 28 Şubat'ın Salih Mirzabeyoğlu.

İkisini de beğenmeyebilir, görüşlerine katılmayabiliriz.

Lakin ikisi de sadece yazar; unutmamamız gereken bu.

Yani ikisi de mazlum, ikisi de mağdur.

Ve, ikisi de annesinin cenazesine katılamadı. (Vatandaşlıktan çıkartılan Selahaddin Eş tam 32 yıldır Türkiye'ye gelemediği için annesinin cenazesine katılamadı; Mirzabeyoğlu Bolu F Tipi'nde ağırlaştırılmış muhabbet cezasına çarptırıldığı için.)

Selahaddin Eş'i 12 Eylül öncesinde, Mili Gazete'nin en velut yazarı olarak hatırlıyorum.

"Ben de yazdım" başlığı altında anılarını tefrika eden Celal Bayar'a öyle bir "çakmıştı" ki, o gün (henüz orta mektep sıralarındaydım) bugündür unutmam.

Kemalist rejimin sağcısına solcusuna ölümüne muhalifti.

Kemal Ilıcak'ın Tercüman'ında ("Köşebaşı" sütununda) arzı endam eden merhum Ergün Göze'ye de demediğini bırakmazdı.

O siyah-beyazlı dönemde "arama motoru" falan yoktu ama hiçbir "arama motoruna" ihtiyaç duymayacak kadar müthiş bir hafızaya sahipti

Çağrışımı bol yazılar kaleme alırdı.

Şura ve Tevhid gibi 12 Eylül öncesinin kült dergilerinin vazgeçilmez yazarlarındandı.

Hüseyin Üzmez vakasına kadar da Vakit gazetesinde yazdı.

Çok şükür 12 Eylül darbesi yargılanıyor şimdi.

Ne ki, şana şöhrete dünya malına zerre miskali tenezzül etmeyen bir fikir ve aksiyon adamı olan Selahaddin Eş'in mağduriyeti devam ediyor hâlâ.

Bugün 28 Şubat darbesinin 15'inci yıldönümü. Hep birlikte lanetleyeceğiz bu postmodern darbeyi.

Ama bu darbenin "lanetlediği" Salih Mirzabeyoğlu hâlâ mağdur, hâlâ mahpus damında çürütülüyor.

Mirzabeyoğlu 12 Eylül öncesinde "Gölge" dergisini çıkarıyordu.

Ünlü karikatürist Yalçın Turgut'un unutulmaz desenleriyle katkıda bulunduğu "Aydınlık Savaşçıları" adlı kitabında yer alan şiirlerini bu dergide dercetmişti.

Yazıları gündem oluşturuyor, şiirleri meydanlarda "söyleniyordu."

Ali Bulaç'tan Hilal Kaplan ve Teodora Doni'ye kadar birçok köşe yazarı Mirzabeyoğlu'na yapılan zulmü daha evvel dile getirmişti.

"Yeni Devir Hukukçular Derneği" de dün yaptığı açıklamada bu zulmü gündeme getirdi: "28 Şubat'ın en büyük mazlumlarından biri olan Salih Mirzabeyoğlu 13 yıldır zindanlarda ve Telegram - Zihin Kontrolü işkencesine maruz./ 56 eseri bulunan mütefekkire müebbet hapis cezası biçildi. / O davanın hakimi, şimdi Ergenekon sanıklarının avukatı Metin Çetinbaş'ın 'Hata yapmış olabilirim' itirafı ve gizli toplantılarda aldığı brifingler sonucu bu idam kararını verdiği gazetelerde belgelendi. / Davanın ilk hakimi Sedat Karagül'den ise şu sözler döküldü: 'İBDA - C davası da dahil olmak üzere baskı görmediğim hiç bir dava olmadı, hep baskı gördüm.' İşte mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu'na yapılan tüm bu hukuksuzluk ve adaletsizliklerin başlangıcının yıl dönümü 28 Şubat'ta, 28 Şubat'ın halen devam ettiği Bolu F Tipi Cezaevi önünde Yeni Devir Hukukçular Derneği tarafından yapılacak Basın Açıklamasına desteklerinizi bekliyoruz..."

Yeni Şafak

Oktay VURAL: "28 Şubat AKP’nin de doğum günüdür."
27.02.2012



MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural, Meclis’te düzenlediği basın toplantısında 28 Şubat darbesinin yıldönümü münasebetiyle bu darbe ile ilgili değerlendirmeler yaptı.

"28 Şubat bize aslında bir takım millet dışı darbelerin nerelerde tezgahlandığını, hangi amaçlar için tezgahlandığını ve bugün ortaya çıkan gelişmelerin nasıl yorumlanması gerektiğini ortaya koymaktadır” diyen Vural, 28 Şubat’ın meyvelerini, sonuçlarını bugünkü Türk siyasetinin içinde bulunduğu ortamla değerlendirmek gerektiğini ifade ederek, böyle bir vicdani muhasebeye ihtiyaç olduğunu söyledi.

Vural, “Aslında 28 Şubat son yıllarda başarılı şekilde sürdürülen gerilim siyasetinin, kayıkçı kavgasının adı olmuştur. Adeta din ve laiklik ekseninde tahterevalli siyaseti sonucu AKP ve CHP’nin de siyasette kalmalarının yolu açılmıştır” dedi.

28 Şubat’ın aslında uluslararası bir projenin Türkiye ayağı olduğunu savunan Vural, “28 Şubat’tan önce kim ne diyordu, 28 Şubat’tan sonra bugün Türkiye’yi yönetenler ne diyor? Bu yönüyle bakıldığı zaman aslında 28 Şubat böyle bir uluslararası projede taşeronluk üstlenecek olan bugünkü iktidarın, yani AK Parti’nin de doğum günüdür. AK Parti, 28 Şubat’ı bu nedenle telin etmek yerine doğum günü olarak kutlamalı. Recep Tayyip Erdoğan da 28 Şubat belgeselinde ‘Orada bir yerde belki geleceği kazandık’ diyor. Demek ki 28 Şubat esas itibariyle bugün Türkiye’de oynanan oyunlar ve sonuçları itibariyle yöneten zihniyetin dönüşmesi itibariyle başarılı olmuş bir darbedir” diye konuştu.

MHP Grup Başkanvekili Vural, AK Parti’nin artık ‘istismar edeceği, mağduru olmayacağı mazlum tiyatroları kuracağı bir alana sahip olmadığını’ söyleyerek, “28 Şubat sonucunda fikir ve siyaset namuslarını dönüştürüp, 28 Şubat’ın arzu ettiği küresel ortama ram olanlar bugün ele geçirdikleri bu güçle bu milleti susturmaya, hakkını elinden almaya çalışıyor” dedi.

28 Şubat’la hedeflenen siyasetteki transformasyonun başarılı olduğunu ve dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan’ın siyasal düşüncesinin dışlandığını belirten Vural, “Onunla beraber yürüyenler onu bir kenara atmışlar ve bugün bambaşka bir siyasal düşünceyle Türkiye’yi yönetiyorlar. Aslında bunun sorgulanması lazım” dedi.

28 ŞUBAT’IN TÜRKİYE’DEKİ SONUCU AKP, BÖLGEDEKİ SONUCU BOP-

Başbakan Erdoğan’ın yıllar önce “Müslüman ve laik olunmaz” yönündeki sözlerini Mısır’da “Türkiye laiktir laik kalacak” yönünde sloganlara başvurması bir dönüşüm değil midir?” diye soran Vural, “28 Şubat’ın Türkiye’de sonucu AKP’dir, bölgemizdeki sonucu ise Büyük Ortadoğu Projesi’dir. Muhafazakâr soslu demokrat görünümlü bir bölgesel piyonun allanıp pullanıp Anadolu’nun müteddiyen milliyetçi halkına yutturulmasının bir ayağından başka bir şey değildir” dedi.

“28 Şubat, eski statükonun yerine kökü dışarıda yeni bir statükonun tesisidir."

“Bugün 28 Şubat’la hesaplaşıyoruz’ diyen iktidara bu açıdan bakılmasını isteyen Vural, daha önce “AB’ye Hrıstiyan Klübü’ diyen, “Adil Düzen’i savunanların 2002 yılından sonra nelerden vazgeçip kaç yeni gömlek giydikleri düşünüldüğünde bu hesaplaşmanın ne kadar sahte olduğunun görülebileceğini söyledi. Vural, “28 Şubat, eski statükonun yerine kökü dışarıda yeni bir statükonun tesisidir. Ilımlı İslam görüntüsü ile muhafazakâr demokrat adı altında neo-con’ların, neo-conilerin amaçlarına dönük adımların atılarak Türkiye’nin iddialarından vazgeçilmesidir” dedi.

Vural, eski Başbakanlardan Necmettin Erbakan’ın Kıbrıs fatihi olarak görülürken onunla siyaset yapanların bugün Kıbrıs’ı Annan’a satanlar olarak dönüştüğünü savunarak “Tarihte nerede görülmüş böyle bir dönüşüm” dedi.

"Evren Paşa’ya karşı çıktık Recep Paşa’ya mı karşı çıkmayacağız”

“28 Şubat sürecinde medyaya brifingler veriliyor” diye eleştirilirken bugün genel yayın yönetmenleri ile Başbakan’ın toplantıları için “Bunlar ne?” diye soran Vural, bugün de aynı yöntemlerin uygulandığını savundu. Gazetecilere uygulanan akreditasyonunun başka bir boyutla devam ettiğini anlatan Vural, “28 Şubat andıçları yerine AKP andıçları” dedi. Fişlemelerin bugün de AKP iktidarı sürecinde devam ettiğini savunan Vural, “Aynı sudan içmişler. Evren Paşa’ya karşı çıktık Recep Paşa’ya mı karşı çıkmayacağız” dedi. Vural gücü alanların milletin üzerinde baskı kurarak düşüncesini değiştirmeye çalıştığını ileri sürdü. Vural, “28 Şubat Türkiye’de politik dönüşümü sağlamak istemiştir. Bu dönüşüm sağlanmıştır, ama bu dönüşüme muhalefet edenleri susturmak için 28 Şubat yönetimi gibi bir anlayışla Türkiye yönetilmeye çalışılıyor” dedi.

"Zulmün yerine, şekline, zamanına değil bizzat varlığına karşı çıkılması gerekir"

Zulmün yerine, şekline, zamanına değil bizzat varlığına karşı çıkılması gerektiğini anlatan Vural,Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın aynı konularda geçmiş yıllarda yaptığı açıklamalarla bugün yaptıkları açıklamaların birbirleriyle ne kadar çelişkili olduğunu, AB, din, laiklik konusundaki dün söyledikleriyle bugün söyledikleri arasındaki farkları iPad’inden dinletti. Vural, “Bu da benim belgeselim. Herkes elini vicdanına koysun” dedi.

"Bugün 28 Şubat ürünlerinin 28 Şubat mağduru rolünü oynadığı bir tiyatroyu izliyoruz"

Vural konuşmasını şöyle sürdürdü:

- "28 Şubat kimleri donusturmustur?Bugün Türkiye'yi yönetenlerin 28 Şubat oncesi ve sonrası siyasi goruslerinde nasıl bir dönüşüm sağlanmıştır?"

- "Bugün 28 Şubat ürünlerinin 28 Şubat mağduru rolünü oynadığı bir tiyatroyu izliyoruz. Ve 28 Şubat’ın ne kadar başarılı olduğunu görüyoruz. Çünkü 28 Şubat’la Adil düzenciler AB’ci oldu, İslam Ortak Pazarını savunanlar, ABD'nin model ortagi oldu. 28 subat olmasaydi bugun turkiyeyi yonetenler milli gorus gomlegini çıkartırmıydı? 28 Şubat Türkiye’de teslimiyetçi AKP'nin tohumunun atilma tarihidir."

- "28 Şubat olmasaydı hristiyan kulubü dedikleri AB'ye girmek icin papa heykeli altında Erdoğan ve Gül imza atarlarmiydi? 28 subat olmasaydi Bir zamanların adil düzencisi Arınç'ın bugun , “valla ben hala adil düzeni anlamış değilim” dermiydi? 28 Şubat olmasaydı kuresellesmede insan hakkı, adalet yok diyen Erdogan küreselleşmeye bütün kalbimle inanıyorum Dermiydi? 28 Şubat olmasaydı, ABD dusmanimdir diyen Erdoğan ABD kadim dostum Dermiydi? 28 Şubat olmasaydı Erdoğan Mısır'a laiklik ihraç etmek istermiydi?"

- "28 Şubat olmasaydı Erdoğan Irak'taki isgalci ABD askerleri icin dua edermiydi? 28 Şubat olmasaydı ABD'nin BOP projesi icin Irak'a müdahalesine Türkiye yeşil ışık yakarmiydi? 28 subat olmasaydi israil'in amaclarına uygun dis politika muhafazakarim diyen bir parti tarafindan benimsenirmiydi?
- "28 Şubat siyasete millet DISINDA kabul edilemez mudahaledir.Uluslararasi odaklarla isbirligi yapan siyaset terzilerinin kurgusudur. 28 Şubat siyaseti yeniden tanzim etmistir.Sonuçta bugün turkiyeyi yönetenlerin siyasi düşüncesini donusturmustur. 28 Şubat'ın siyasette yol açtığı dönüşümün aktorlerini sizlerle paylaştım.Yaşadığımız siyasi tarihin gercekleri bunlar."

MBR Haber

Merve Kavakçı: Yemin Töreni esnasında beni Recai Kutan'ın odasına kilitlediler!



1999 yılında TBMM'deki milletvekili yemin töreninde başörtülü olduğu için yemin ettirilmeyen Merve Kavakçı İslam, Beyaz Tv'de çarpıcı açıklamalar yaptı. Yemin töreni esnasında Recai Kutan'ın odasına kilitlendiğini öne süren Kavakçı, askerin dönemin Cumhurbaşkanı Demirel vasıtasıyla "Yemin ederse müdahale ederiz" mesajı gönderdiği iddia etti.

Türkiye'nin ilk başörtülü milletvekili Merve Kavakçı İslam, başörtüsüyle TBMMye girmesinin ardından yaşadıklarını 28 Şubatın 15 nci yıldönümünde anlattı. Beyaz Tv'de ekrana gelen Acı-Kahve programına Amerika'dan telefonla bağlanan Merve Kavakçı İslam, Sevilay Yükselir ve Özay Şendir'in sorularını yanıtladı.

O dönemin DSP Milletvekili Masum Türker ve Fazilet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan'ın Fazilet Partisi ile Merve Kavakçı'nın meclise getiriliş saati konusunda anlaştıklarını söylediklerini hatırlatan Sevilay Yükselir 'Gerçekten bir anlaşma var mıydı? 'sorusunu Merve İslam Kavakçı'ya yöneltti.

KAÇLA GÖÇLE KİM NEREYE GELİYOR

Kavakçı, Masum Türker ve Recai Kutan'ın bahsettiği bilginin kendisine iletilmediğini kaydederek 'Söyledikleriniz ne kadar ilginç. Gelen kim seçilmiş bir milletvekili. Gelen kim hukuk çerçevesinde seçilen bir insan. Başkalarından ve diğer milletvekillerinden farkı olmayan bir insan. Yani sayın Türker'in söylediği aslında Türkiye'de Kemalizmin ne kadar trajikomik bir düştüğünü de ifade etmiş oluyor. Kaçla göçle nereye kim geliyor? 'ifadelerini kullandı. Kavakçı sözlerine şöyle devam etti:

BANA ÖYLE BİR BİLGİ GELMEDİ

Aslında bunu yargılıyoruz. 28 Şubat'ı yargıladığımız için bu meselenin üzerinde durmak istiyorum. O kaça ve göçe, gece gelmeye mecbur bırakan zihniyeti sorguluyoruz. Türkiye bunu aşmalı. O dönem partide hiç bir strateji belirlenmedi. Sayın Kutan'a saygım sonsuz, fakat yanlış hatırlıyor, hafızasını tekrar yoklaması gerekiyor. Bana ulaşan öyle bir bilgi olmadı.

BAŞÖRTÜMDEN DOLAYI YAPTILAR

Biz FP'yi o gün beni gizlice, gecenin bir vaktinde suçlu gibi sokmak zorunda bırakan zihniyeti masaya yatırıp onu sorgulamamız gerekiyor. Merve Kavakçı başında inancından dolayı örtüsü var diye, ona bir suçlu muamelesi yapılmak isteniyor idi, partide bunun korkusu içinde belli bir arayış içine girmiş olabilir. Bana ulaşan öyle bir bilgi olmadı.

BENİ ODAYA KİLİTLEDİLER

Ben 2 Mayıs gecesi yemin ederken adım 2.defa okunduğu sırada beni Recai beyin odasına çağırdılar ve kapıyı kilitlediler. Dışarı çıkmama müsaade etmediler. Ben orada adımın okunmasını sadece seyrettim. Ve ben gerekli tepkiyi orada Recai beye verdim.

ASKER DEMİREL'LE MESAJ GÖNDERMİŞ

Küba'da bir toplantıda karşılaştığım FP Milletvekili rahmetli Rahmi Zengin bey ve Turhan Alçelik'te yeni bilgiler verdiler. Askeri cenahtan Demirel vasıtasıyla genel başkanlığa bir uyarı yollanmış. Eğer yemin ederse müdahale ederiz şeklinde. Bunun üzerine parti, beni bir yerde kendi başıma bırakmış oldu. Ben bunu 2001'de öğrendim.

MİLLETVEKİLİ EYLÜL'DE YEMİN ETSİN DEMİŞ

Yeni öğrendim şey ise Nevzat Yalçıntaş beyefendi bir hatıra kaleme aldı orada da kendisi söylüyor. Yalçıntaş bana 'Sana bir milletvekili görevlendirildi. Sana şu haberi getirecekti 'Yemin etmeyeceksin. Ortalık şu an çok karışık. Eylül ayını bekleyeceksin ve o zaman yemin edeceksin 'dedi. Ben ısrarla Nevzat beyden bu vekilin ismin sordum ama bana söylemedi.

28 ŞUBAT HALA BİTMEDİ

Bu gerçeklerin hiçbiri benim 550 milletvekilinden biri olarak herkes gibi saat 3'te yemin etmeme engel olan zihniyeti bugün sorgulamamıza engel olmamalıdır. Asıl masaya yatırılması gereken zihniyet bu zihniyettir. Darbe girişimlerini parçalamaya çalışan bir akım var, diğer taraftan onun tekrar girişimleri söz konusu olabiliyor. 28 Şubat biz başörtülü kadınlar açısından bitmedi. Ak Parti'nin başörtülü kadınlar çerçevesinde bitirmeye niyeti var mı? Onu da bilmiyorum.
http://www.hport.com.tr/


[size=24]Mehmet Baransu'dan şok
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş Ksm 07, 2013 7:58 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş Mar 08, 2012 10:01 pm    Mesaj konusu: 28 Şubat’tan Mahşere Kalan İade-i İtibar Alıntıyla Cevap Gönder

NATO'cu 'Batı Çalışma Grubu'na gözaltı
13.04.2012



Hasparti'nin şikayeti ile başlatılan 28 Şubat İhtilali soruşturması Ankara özel yetkili Cumhuriyet savcılığının dün verdiği gözaltı ve ev arama kararlarıyla yeni bir aşamaya geldi.

Dünkü gelişmeler özet olarak şöyle:

13 NİSAN 2012

Eski Genelkurmay İkinci Başkanı emekli orgeneral Çevik Bir'in de aralarında olduğu çok sayıda emekli asker, 28 Şubat soruşturması kapsamında gözaltına alındı.

Soruşturma kapsamında dönemin emekli orgeneral Çevik Bir de dahil 31 emekli asker hakkında arama ve gözaltı kararı çıkarılmıştı.

Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekilliği'nin yürüttüğü soruşturma kapsamında İstanbul'da gözaltına alınan eski Genelkurmay 2. Başkanı emekli Orgeneral Çevik Bir'in de aralarında bulunduğu 9 kişi, İstanbul Adalet Sarayı'ndaki adli tabiplikte sağlık kontrolünden geçirildi.

Ardından Çevik Bir ve beraberindekiler uçakla Ankara'ya, buradaki Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'ne götürüldü.

Özel Yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekilliği "mağdur olanların '28 Şubat'la ilgili yaptığı suç duyuruları üzerine" dönemin askeri yetkilileri hakkında soruşturma başlattığını duyurmuştu.

Soruşturmada zanlılar, ''Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etmek'' suçlaması ile karşı karşıya.

Soruşturma kapsamında sabah saat 08.00'den itibaren İstanbul, Ankara, Çanakkale, Niğde ve Eskişehir'de 31 adreste terörle mücadele şube müdürlüğü ekipleri tarafından arama yapıldığı bildiriliyor.

Soruşturma kapsamında gözaltı kararı çıkarılan 31 kişinin isimleri ise şöyle:

Ankara'da: emekli Tuğgeneral Abdullah Kılıçarslan, emekli Kurmay Albaylar Hüsnü Dağ, Arslan Daştan, Oğuz Kalelioğlu, Sezai Kürşatökte, Ahmet Nazmi Solmaz; emekli Kıdemli Albaylar Serdar Çelebi, İbrahim Selman Yazıcı, emekli Albaylar Mustafa Kemal Savcı, Ziya Batur, Ruşen Bozkurt, Mehmet Şinasi Çalış, Aburrahman Yavuz Gürcüoğlu, İsrafil Aydın, Yahya Cem Özarslan; emekli binbaşı Ahmet Aka; emekli Başçavuş Hamza Özaltun.

İstanbul'da: emekli Orgeneral Çevik Bir, emekli Tuğgeneraller İdris Koralp, Ünal Akbulut; emekli albaylar Yüksel Sönmez, Eser Şahan, Cengiz Çetinkaya; emekli Binbaşı Salih Eryiğit; emekli yüzbaşılar Orhan Nalcıoğlu, Mustafa Babacan; emekli Başçavuş Necdet Batıran, Aydın Karaşahin.

Çanakkale'de: emekli Astsubay Ahmet Tarık Yelkenci; Niğde'de emekli Kıdemli Albay Ümit Şahintürk.

Eskişehir'de: emekli Albay Alican Türk.

Soruşturma 28 Şubat döneminin askeri yetkililerini kapsıyor.

Özel Yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekilliği Hasparti ve 28 Şubat'ta mağdur olanların yaptığı suç duyuruları üzerine" soruşturma başlatmıştı.

Gözaltılar konusundaki ilk değerlendirmeler de şöyle:

'Demokratik temizlik'

Gümrük ve Ticaret Bakanı Bakan Hayati Yazıcı 28 Şubat soruşturması kapsamında yapılan aramalarla ilgili olarak konuştu.
Yazıcı "Demokratik alanda temizlik yapılıyor. Türkiye'de artık dizginleri halk, millet eline aldı. Hak ve özgürlükler yükseliyor. Hepimiz adalete güvenmeliyiz. Bu süreçte rol almayanlar aklanacaktır" diye konuştu.
Bakan yazıcı, Ankara'da katıldığı bir programda soruları yanıtladı.
"Bu tür operasyonlar, sorgulamalar, yargılama süreçleri demokratik alanda var olan engelleri kaldırmak, o alanda temizlik yapmak anlamına geliyor" dedi.

Gazetecilerin sorularını yanıtlayan Adalet Bakanı Sadullah Ergin ise "Türkiye yaşadıklarıyla yüzleşmek zorundadır" dedi.

28 Şubat operasyonlarıyla ilgili bir değerlendirme de CHP lideriKemal Kılıçdaroğlu'ndan geldi..CHP Parti Meclisi toplantısı öncesi konuşan Kılıçdaroğlu "Adalet intikam duygusuyla aranmaz" dedi.

Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Şerafettin Kılıç, Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekilliği'nce 28 Şubat sürecine ilişkin başlatılan soruşturmayla ilgili olarak, ''Çevik Bir'in 'balans ayarı yapıyoruz' derken gün gelip başka balans ayarları yapılabileceğini de bilmesi gerekirdi'' dedi.

Numan Kurtulmuş; “28 Şubat İsrail ile Amerika’nın desteklediği bir ihtilaldir!

Has Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş, 28 Şubatçıların gözaltına alınması ile ilgili açıklamalar yaptı.

Kurtulmuş: “Soruşturmanın başlamasını çok doğru bir adım olarak karşılıyoruz. Bununla birlikte bu soruşturma halkın da beklediği bir gereklilikti. Millete yapılan bu zulmün karşılıksız kalmamasını bekliyoruz. “ açıklamalarında bulundu.

Kurtulmuş: 28 Şubatçıların yargılanması için Has Parti önemli bir adım atmıştır!

“16 ocak 2012 de biz has parti olarak 28 Şubatçıların yargılanması için bir başvuru yaptık. Böylelikle Türkiye’de ilk defa bir siyasi parti tarafından böyle bir süreç başlatılmış oldu. Sonucunun da alınacağını ümit ediyoruz.”

Surecin önemine değinen Kurtulmuş, “Bizim amacımız kişiler ile değildir, amacımız bir zamanlar Türkiye’ye çok pahalıoya maal olan, onbinlerce insanın madur olduğu bir dönemin aydınlatılmasıdır.” İfadelerini kullandı.

Numan Kurtulmuş: 28 Şubat İhtilalini yapanlar Türkiye’nin sosyolojisini bozmuştur!

“28 Şubat sadece Türkiyenin siyasetine müdahale değildir, 28 Şubat aynı zamanda Türkiyenin sosyolojisine yapılmış bir müdahaledir. Bu darbe ile kitlelerin yukarı doğru hareket etmelerinin önü kesilmesi amacıyla yapılmıştır. Nice akademisyen arkadaşımız görevlerinden uzaklaştırılmış, binlerce öğrenci arkadaşımız okullarından atılmış ya da okuma imkanı verilmemiştir.

28 şubat siyasetin yanı sıra ekonomiye, iş dünyasına brokrasiye, eğitimcilere, üniversitelere, öğrencilere, özetle Türkiye’nin tüm kılcal damarlarına kadar etki etmiştir.

Bu bakımdan 28 Şubat, 27 mayıstan ve 12 eylülden daha kapsamlı ve derin izler bırakmış, yaralar açmıştır.”

“28 Şubat İsrail ile Amerika’nın desteklediği bir ihtilaldir!”

Has parti Genel Başkanı ayrıca bu ihtilalin içerisinde uluslararası desteklerin de olduğunun altını çizdi.

“Ayrıca 28 Şubat ihtilali sadece askerin eli ile yapılmamıştır. Bu işin içinde siyasiler ve siviller de vardır. Medyada da yer alan birçok farklı yöntemle operasyonlar yapılmış ve darbe süreci hazırlanmıştır.

Bir önemli nokta daha varki bu en acı olanıdır. 28 Şubat Türkiyenin karanlık iç güçlerinin yanısıra, Dış Ülkelerin de destekleri ile oluşmuştur.

Özellikle Amerika ve İsrail 28 Şubatçılara destek vermiştir.”

Hukuk 28 Şubatta zülüm aracı oldu

İnsan Hak ve Hürriyetleri Vakfı İHH Genel Başkanı Bülent Yıldırım: Hukuk 28 Şubatta zülüm aracı haline getirildi

28 Şubatın ekonomik boyut gündeme gelmedi. İnanan kesimlere bir taraftan zulüm edilirken diğer taraftan da 150 milyar dolara yakın o dönemde yolsuzluk yapıldı ve bunların üstü örtüldü. 28 Şubatta gördük ki hukuk istenildiği zaman zulmün aracı haline getirilebiliniyor. Bugün de herkes bundan ders almalı ve hukuku zülmün değil adaletin bir aracı haline getirme noktasında ders almalı. 28 Şubat için bu yapılanlara bir yandan hamd ederken diğer yandan da içimiz buruk, çünkü dünyanın her yerinde Müslümanlara 28 Şubat uygulanıyor. Bu anlamda daha çok yolumuz var ve biz adalet inancımızı kaybetmiyoruz. 28 Şubatta verilen yargı kararlarından hepimiz mağdur edildik, cezaevlerine konulduk, Bu haksızlıklarında giderilmesi ve bu kararlarında haksız olduğunun tescil edilmesi gerekiyor.

"28 Şubat süreci ülkemizin tarihi içerisinde kara bir lekedir"

AGD Genel Başkanı Salih Turhan: Yargılama sürecinin adil ve etkilerden uzak geçmesi de çok önemlidir

“28 Şubat süreci ülkemizin tarihi içerisinde kara bir lekedir. Bu lekenin temizlenmesi yolunda yürütülen bu soruşturmanın titizlikle yürütülmesi ve gerçek sorumlularının adaletin önüne çıkarılması fevkalade önemlidir. Yargılama sürecinin adil ve etkilerden uzak geçmesi de çok önemlidir, soruşturmayı bulandırmaya kalkacak grupların gürültülerine aldırmadan adil bir yargı süreci işletilmelidir. Çünkü böylesi girişimlerle ülkenin dinamikleri, enerjisi gücü ve kuvveti sekteye uğratılarak birçok mağduriyet yaşatılmış, memleket evlatları çeşitli zulümlere düçar edilmiştir. Bu mağdurların başında da ülkeye, ülke evlatlarına hizmet eden MGV gelmektedir.28 Şubatın en önemli mağduru MGV dır. MGV kapatılmış ve 163 kalem mal varlığına el konulmuştur. Bu yürütülen çalışma hususun da gerçekten samimiyseler MGV ye iadeyi itibarı sağlanmalı, yeniden açılarak ve el konulan malları iade edilerek bu samimiyetlerini ortaya koymalıdırlar. Bu gün ülkemizde ve coğrafyamızda yaşanan bütün bu olumsuzluklar bu nevi kalkışmalarının sonucudur. Tarih gösterdi ki MGV bu ülkenin birlik harcıdır. Bu bakımdan süreci yakinen takip edeceğimizi ifade etmekte yarar görüyorum.

Verilen kararlaryok sayılsın

Mazlumder Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal: Verilen kararlarda yok hükmünde sayılsın
Geç kalınmış bir karar olarak bunu görüyoruz, daha erken yapılmalıydı. Gerek 12 Eylülde gerekse de 28 Şubatta belli insanların gözaltına alınmaması ile yetinmemek lazım. Bu darbe süreçlerinde emir komuta zinciri ile yapılan bütün kararların iptal edilmesi ve yok hükmünde sayılması gerekiyor. Bunun için bir yasama kararı gerekiyor. Biz Mazlumder olarak bu darbe dönemlerindeki kararların yok edilmesi için bir kampanya düzenliyoruz. Bu kararlar geçersiz sayılırsa toplumun adalet duygusu da yerine gelir ve zararlar tanzim edilmiş olur.

Sevinçliyim...

Özgürder Genel Başkanı Rıdvan Kaya: Sevinçliyim ve hamdediyorum
Bu gelişme karşısında sevinçliyim ve hamdediyorum. Bu adamları polislerin arasında bir gördükten sonra çok fazla talebimiz olacak. Uzun süredir Türkiye’de darbecilikle yüzleşme adına birileri bu yüzleşmeyi karalamak adına demagoji yürüttü. Bu insanların göz altına alınması ile bu demagoji çürüdü. Bütün kirlilik ve sorumlularla hesaplaşmayı çok olumlu bir gelişme olarak görüyoruz. Çok fazla zulüm işlendi ve çok fazla mağduriyet yaratıldı bunun giderilmesi kolay olmayacak. Zalimin yanına yaptığının kar kalmayacağını gösteren bir süreç bu. Bu süreç devam edecek. Yıllardır dile getirdiğimiz istek ve arzularımızın bugün gerçekleşiyor olması nedeniyle şükrediyoruz

Bizi de kendilerine benzettiler

Medeniyet Derneği Genel Başkanı Kazım Sağlam: 28 Şubatçılar bizi de kendilerine benzettiler
Biz imtikan peşinde değiliz adalet istiyoruz ve diyoruz ki suçlar cezasız kalmasın. Bu atılan adımın toplumda yeni kamplaşma ve düşmanlığa vesile olmamasını istiyoruz, birlerinin bu konudaki çabalarının da gözden kaçırılmaması gerekiyor. Laiklerinde yaşama hakkı bizim güvencemiz altındadır, ama laikler nerede durduklarını netleştirsinler bizde ona göre tavır takınacağız. Zulmün yanında yer almamalı kimse. Biz 28 Şubat’ın da hedefine ulaştığını düşünüyoruz. 28 Şubatçılar paniklemesin çünkü bizi de kendilerine benzettiler.

Arkadaşlarımız hala cezaevinde

Aksa Dayanışma Vakfı AKDAV Genel Başkanı Davut Güler: Arkadaşlarımız hala cezaevinde tutuluyor
Biz de 28 Şubat sürecinde operasyona uğradık, vakıflarımıza dava açıldı, gelen misafirlerimiz taciz edildi. O dönem biz yetkililere dedik ki, “Milleti çok tahrik ediyorsunuz adeta siz yerin altına zorluyorsunuz” dedik” Hiçbir soruşturma olmadığı halde, başörtü olaylarından dolayı, Malatya olaylarının faturasını bize yüklediler, arkadaşlımız terör suçundan 15 yıl ceza aldılar ve bu arkadaşlarımız hala içeride. Bu mağduriyetlerin de giderilmesi gerekiyor. Bir çok Müslüman’ı haksız yere, uyduruk belgelerle tutukladılar ve bun insanlar hala içeride.Atılan adım çok olumlu ve geç kalınmış bir adım. Bunun hukuki anlamda karşılığını bekliyoruz. Türkiye’nin yaşanılır bir ülke olması anlamında çok olumlu adımlar bunlar. 28 Şubatçıların halk üzerinde yarattıkları korku kayboluyor ve halk normalleşmeye doğru gidiyor.

Mağdurlar müdahil olabilmeli

Araştırma ve Kültür Vakfı Genel Başkanı Cevat Özkaya: Mağdurlar davaya müdahil olabilmeli
28 Şubat sürecinde hukukun siyasete alet edildiği bir süreç yaşandı. Bu süreçteki hukuksuzlukların sorgulanması adına bu gözaltı süreçlerinin önemli olduğunu düşünüyorum. Nasıl ki 12 Eylül davasına insanlar müdahil oldularsa, 28 Şubat süreci için de mağdur edilen insanların davaya müdahil olmalarının yolu açılmalıdır. Bu davaların sembolik önemleri var ama sembolik önemlerinden öte cezalandırılma ile sonuçlanması kamu vicdanını rahatlatır ve mağdurların yargıya olan güvenini artırır.28 Şubat süreci diğer darbelerden farklı olarak ordu ile halk arasındaki mesafeyi uçurum seviyesine getirmişti. Bu mesafenin ordunun millet yanında yer alması ile kapanması ile gerekiyor. Bu davanın bu sonucu sağlaması gerektiğini düşünüyorum...

BBCT/Timetürk/gazeteboyut/Habertürk
haber1001

28 Şubat’tan Mahşere Kalan İade-i İtibar
Ömer Altaş
5 Mart 2012



Öteden beri insanların mesken inşası için kazdıkları temellerde nice karıncanın yuvası dağılmış ve bu durum umurlarında olmamıştır.

Yaşlı, genç ya da yavru karıncaların feryadı, amacını gerçekleştirmek isteyen insanların kullandıkları makinelerin gürültüsü arasında yok olmuştur.

Birbirini gördüğü an kapışan siyah ve kırmızı karıncalar ve onların açlıkları, toklukları, kol, bacaklarının kopması, ezilmeleri, çalışkanlıkları ve yararlılıkları konuları insan soyunun aklına bile gelmemiştir.

Bu kıyım insanoğlunun sonraki yaşamında da gündem olma başarısı gösteremeyecektir.

İnsanın kendi soyuna, çevresine, milletine, akrabasına ve hatta kardeşine yaptığı kalkışmalar dikkate alındığında söz konusu karıncaların hikâyesi önem bile taşımaz.

28 Şubat 1997 tarihli faşist darbede de böyle bir detay var. On binlerce genç kız ile katsayı mağduru gencin ömür boyu mahkum olacakları, o uğursuz politikanın yarattığı “kötü kader” .

Siyaset uzmanları, uluslararası siyaset bilimciler, sosyologlar, jeopolitikçiler, partililer, gazeteciler ve aydınlar, 28 Şubat darbesini çok boyutlu olarak analiz ededursunlar.

Yapımcıları, 28 Şubat darbesini Atatürk devrimlerine karşı gelişen toplumsal gerici muhalefeti sonsuza kadar susturmak amacıyla yaptıklarını söylesin.

Birileri, 28 Şubatın İrtica’ya karşı yapıldığı iddiasının İrtica’nın “i”si kadar gerçekle alakası olmadığını söylesin.

Bazıları, Kemalist rejimin Susurluk Kazası vakasıyla içindeki pisliklerin kamuoyuna yansımasını engellemek amacını taşıdığını belirtsin.

Ötekiler, 28 Şubat darbesi, “sınıfsal, siyasal nedenselliklerin koşulladığı ilişkilerden kaynaklanan ve ülkenin kapitalistleşme süreçleri içerisinde şekillenen gelişiminin parçası olan krizlerin yol açtığı asıl kaynakları görmezden gelsin”, desin.

Berideki milliyetçiler, biz de askerin gazına geldik aslında desin.

Enternasyonalist hukuk savunucuları , “Ne Şeriat Ne Darbe “ ve “Ne Refah Yol ne Hazır ol” şeklinde slogan atsın.

CHP, SP ve HAS Parti, 28 Şubat AKP’ye ebelik yapmak için planlanmıştır diye söylensin.

Ve Trans Atlantikçi istihbarat uzmanları, Samuel Huntington’un kitabını okumuş olsunlar. Medeniyetler Çatışması Ve Yeni Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması adlı çok tartışılan önemli kitabı etüt eden ekip, yazarını yuvarlak masa toplantısına çağırmış olsun.

Basına kapalı olarak yapılan toplantı da Huntington oyun kurucu “ceosuna” şunları izah etsin: “Arkadaşlar bakın, dünya artık eski dünya değil, sizler yanlış yoldasınız, küreselleşme sürecini iyi okuyamıyorsunuz.

Atatürk İslam’ın geçmişini reddederek Türkiye’yi “parçalanmış bir ülke” haline getirdi (Sh.98). Türkiye eninde sonunda bu çelişkisini sırtından atacaktır.

Bu nedenle bize düşen görevler var. Öncelikle demokrasinin Türkiye’de iyice yerleşmesini desteklememiz gerekir. Türkiye, Fas’ta olduğu gibi çok partili sistemi uyguladığı sürece kökten dincilik daha zayıf bir duruma düşürecektir (Sh.161).

Türkiye İslam’ın stratejik çekirdek devletidir. Bir gün Türkiye Batı dünyasına üyelik için yalvarıp duran bir dilenci olarak oynadığı hüsran verici ve aşağılayıcı rolden vazgeçebilir (Sh.263).

Kendi medeniyet kümesinde bir parya konumundan çıkarak bu medeniyetin lideri haline gelebilir. Bunun için Atatürk’ün mirasını tamamen reddetmek zorunda ve bunu yapacaktır. Bu durum Atatürk gibi güçlü bir lideri gerektirir. Onun için biz akıllı olmalıyız. Kemalizm’in devrimleri tamamen siyasal devrimler olması nedeniyle jakoben ve halk desteği zayıf (Sh.264). “

Samuel, kahvesini usulca yudumladıktan sonra şöyle devam etmiş olsun: “Ayrıca daha önemli bir şey var; İran’ın veya Suud’ların temsil edeceği dini liderliğe karşı Ortadoğu’da, Kafkaslarda ve Balkanlarda Türkiye İslam’ına ihtiyacımız var. Çin ve Rus jeopolitiğini düşünün (Sh.210). Medeniyetler çatışması kendi kara sularına çekilirken Türkiye’nin İslami liderliğine sıcak bakmamız bizim menfaatimize görünüyor.”

Samuel P. Huntington’u dinleyen deniz aşırı oyun kurucular, ikna olarak Türkiye’de daha İslami bir iktidar erkinin göreve gelmesi için plan yapmış olsunlar.

28 Şubat gibi bir darbeyi organize ederek ya da destekleyerek İslami kesime absürt yöntemlerle cepheden saldırıp kamuoyunu iyiden iyiye hazırlamış olsunlar.

Böylece bir taşla iki kuş vurarak hem eski rejimi itibarsızlaştırarak tasfiye etsinler hem de Yeni Türkiye’nin oluşumunda arzu ettikleri şekilde bir köşe kapsınlar.

Darbeci Çevik Bir’in, “ Demokrasiye balans ayarı yaptık” dediği 28 Şubat üzerine hangi senaryo konuşulursa konuşulsun hiçbiri, mağdurlarının vicdanlarına inen asıl darbe yanında kayda değer bir önem kazanmaz.

İnsanlar tarafı oldukları bir sebeple mağdur olduklarında bunu bir şekilde yüreklerinde tolere etme yeteneğine sahipler, unutabilirler. Hiçbir sebebe dayanmadan ve onu haklı gösterebilecek hiçbir girişim içinde bulunmadan başlarına gelen şeylere ise yine dayanır ama ömrü boyunca sorunu oluşturanlara lanet okurlar.

Bu lanetin ülkemizde iki alanda kendini gösterdiğine şahit oluyoruz.

Birincisi, anlamsız bir savaş nedeniyle Doğuya askeri göreve gönderilen gencecik çocukların göğüslerinden vurularak toprağa düşmelerini hayal eden annelerin ve dağa çıkan çocuklarının ardından kardeş kavgasını iliklerine kadar hissederek derdini kimselere anlatma şansı bulamayan annemiz gibi annelerin lanetidir.

Diğeri, bir hiç uğruna bütün bir ömürlerini etkileyen ikna odalarında karşılaştıkları aşağılık, süfli tutumun yarattığı travmayı yaşayan gencecik kızların ve üniversiteye girişte katsayı nedeniyle hayalleri çalınan henüz bıyıkları terlememiş meslek liseli gençlerin derin laneti.

28 Şubatın üzerinden değil 15 yıl değil 1000 yıl geçse bu lanet yaratanlarının alnında izlerini koruyacak.

Nice genç erkek ve nice genç kız Boğaziçi, ODTÜ gibi üniversitelere gidebilecekken çok daha az puanlı fakültelere gitmek durumunda kaldı.

Binlercesi katsayı eşitsizliği nedeniyle sınavda bir fakülteyi kazanacak kadar soru işaretlemesine rağmen ve ailelerinin eğitim masraflarının karşılığını vermek için can atarlarken, hiçbir yeri kazanamadılar.

Arkadaşlarından, mahallelilerinden ve akranlarından geri kaldılar.

Başörtülü oldukları için lisesini ve üniversitesini terk etmek, Tıp Fakültesini, Mühendisliği, Hukuk Fakültesini, Siyasalı bırakmak zorunda kaldılar.

Büyük hayallerle geldikleri büyük şehirlerinden köylerine, şehirlerine dönerek aşmaya çalıştıkları hayata umutsuzca tekrar mahkûm oldular.

Bazıları önce melankolizme sonra şizofreniye düştü, Bakırköy’de yattı.

Okuyamadıkları ve moralleri bozuk olduğu için yanlış evlilik yaptılar.

Yanlış iş seçimlerine mecbur kaldılar.

Aynı dönem arkadaşlarının başarılarının ve yükselişlerinin ardından bakakaldılar.

Daha iyi bir eş, daha iyi bir iş, daha iyi bir kariyer için güçlükler içinde yoluna konulmuş bütün imkânları ellerinden alındı.

Kimileri dava arkadaşları ile hayatını kurdu ama eşi sonradan davasından uzaklaşarak bir kez daha yalnız bırakıldı.

İkna odasına çağrılan, inancı nedeniyle maruz kaldığı bu sarsıcı sorgulamaya polis koridorunda giden, annesinin bakkala bile yalnız göndermeyecek kadar üzerine titrediği kızlar “size de, sisteminize de özgürlüğüme uzanan ellerinize de hayır” diyerek ikna odalarından ayrıldılar.

Yaşadıkları incitici muameleye dayanamayarak gözlerinden yaşlar aktı.

Tam bu sırada bir din adamı, tam da savaşın ortasında “Başörtüsü teferruattandır” şeklinde bir beyanat verdi.

“Demek teferruat ha! Demek bu başımdaki teferruat öyle mi?” diyerek katıla katıla ağladılar.

28 Şubatın mağdur ettiği on binlerce gencin hayatlarının geri kalan kısımlarında sosyal ve psikolojik olarak neler yaşadıklarını tahmin etmek zor değil.

Seçilmiş bir milletvekilinin Meclis’te ekranların önünde alkışlarla tempo tutularak “Çık dışarı!” diye yaka paça dışarı atılmaya çalışıldığı bir ülke burası. Şimdi bu milletvekilinin yıllar sonra itibarının iade edilmesi konuşuluyor.

Peki, üniversite hazırlıktaki katsayı eşitsizliği nedeniyle ve başlarına bir şekilde taktıkları başörtüleri nedeniyle hayatları kararan bu gencecik çocukların itibarlarını kim iade edecek?

Bu çocukların hak mahrumiyetlerini telafi edecek bir sistem var mı bu dünyada?

“Biz sizi birtakım eksiltmelerle imtihan edeceğiz” ( Bakara Suresi 155.Ayet), “Üzülmeyiniz, gevşemeyiniz, inanıyorsanız siz üstünsünüz” ( Ali İmran Suresi 139.Ayet ), “Allah sabredenleri, direnenleri sever” ( Ali İmran Suresi 146.Ayet ) diyen Kuranı Kerim’in ayetlerinde teselli bulmak kolay mı?

Eskiden insanların sınavları mallardan, canlardan ve ürünlerden “eksiltme” ile gerçekleşirken bu gençlerin sınavları hayallerinden, geleceklerinden, kariyerlerinden ve itibarlarından “eksiltme” ile gerçekleşti.

Ne çetin bir sınav değil mi?

Oramiral Güven Erkaya’nın 24 şubat 1997 tarihinde söylediği ‘’İrtica PKK dan daha tehlikelidir” sözü Kürt bölgesindeki kanın oluk gibi aktığı bir dönemde söylenmişti.

Batı Çalışma Grubu adlı illegal faşist organizasyon başkanı Güven Erkaya’nın bu açıklamasından tam bir gün sonra 25 Şubat’ta, Türk-İş, DİSK ve TESK’in “Laiklik Ve Demokrasi Sahipsiz Değil” bildirisinin kamuoyuna sunulması orada burada görülen başörtülü genç kızların eşarpları altına saklanmış zehrin varlığına mı işaret etmek amacını taşıyordu?

Bu genç kızlar başörtülerinin, erkeler ise kirli sakallarının diplerine ve meslek liseliler kitap sahifelerinin arasına yerleştirdikleri Şarbon zehiri sporlarını, Japonya’nın 1942 yılında Çin’e karşı kullandıkları ve başarılı oldukları Biyolojik Silahlar gibi modern, batılı ve “üstinsan” (bkz. Nietzsche) laik elitlere karşı mı kullanacaklardı acaba?

Yoksa ömürlerinin sonlarına gelmiş bu apoletli mağrur koca adamlar çocukları yaşındaki bu gencecik fidanlara neden kast etsinler!

Hele iki dil bilen, eğitimli, çekirdekten yetişme ticaret adamı, kaliteli kumaşlardan imal edilmiş takım elbiselerine uyumlu ipek kravatları ve kreatif ipek cep mendilleriyle binlerce kişiyi istihdam edecek kadar yetenekli, her koşulda görünebilen marka saatli, her biri ayrı seksi ve güçlü salon beyefendileri durup dururken böyle bir şeye neden kalkışsınlar ki!

Kendi oluşturup manipüle ettikleri kirli organizasyonlar hariç içinde bir tek illegal silahlı örgüt dahi barındırmayan irtica dünyası bizim bilmediğimiz özel nedenlerle PKK’dan daha tehlikeli olsun.

Ama irtica tanımı içine alınan bütün kötülüklerin suçu neden nice güçlükler içinde üniversitelerinde ve liselerinde “anne kuzusu” olarak okuyan başları örtülü genç kızlara ve meslek liselilere yüklenmişti?

Kolluk kuvvetlerini, üniversite kapılarına, lise önlerine, hatta sokaklara salan başlarına örtü koyan insanlara karşı kırmızı pelerin gördüğünde yerinde duramayan boğalar gibi hareket etmesini sağlayan derin nefrette neyin nesiydi?

Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun tarihi ifadesiyle “bin yıl” süreceğini ifade ettiği argümanın altı ne kadar boşmuş ki bütün iktidar aygıtları kendilerinde olmasına rağmen on yıl geçmeden yok oldu?

Kemalist rejimin jakoben oligarşisini böylesine kötü bir politikaya kimler itmiş olabilir?

Samuel Huntington’un kitabının giriş bölümündeki haritalara bir bakın.

İnsanlar uyurken şeytanın kölelerinin yarattığı güvenlik kuşağı bölgelerinde yer alan ülkelere ve oralarda bitmek bilmeyen iç ve dış çatışmalara göz atın.

Asıl düşmanın entelektüel perde arkasındaki çirkin yüzünü fark edeceksiniz.

Deşifre olan asker-sivil darbecilerin hiçbiri şaşırtıcı bir şekilde çıkıp mertçe “Evet halkıma karşı savaştım ve sebepleri şunlardır, pişman değilim, yine yaparım” diyemedi.

Bu toprakların insanları sadece bir nedenle mert olmazlar; ihanet!

Karıncayı bile ezmemek kültürüne sahip bu topraklarda sadece bir nedenle çocuklarına kıyılır; vesayet!

Bu topraklarda, millete ve milletin değerlerine kastedenlere karşı her zaman varız, tarafız ve bu savaşta cephenin en önündeyiz.

28 Şubatın çoluk çocuğa karışan mağdurlarının bu kez kendi çocuklarının itibarlarının telafisinin mahşere kalmasını sağlayacak yeni kalkışmalar olmasın diye, önce bizi vurun.
Kaynak: haber10

BARANSU'DAN CANLI YAYINDA ŞOK İDDİALAR
04 Nisan 2012



Mehmet Baransu, dün akşam katıldığı canlı yayında bomba iddialarda bulundu. Baransu, Gölcük'te bazı gazetecilerin ses kayıtlarının olduğunu öne sürdü.
Taraf Gazetesi'nde yayınlanan belgelerle Türkiye'de gündemi belirleyen gazetecilerden Mehmet Baransu, Habertürk TV'de ekrana gelen Teke Tek programında, Fatih Altaylı'nın sorunlarını yanıtladı.

GAZETECİLER AÇIKÇA SUÇ İŞLEDİ

28 Şubat döneminde, askerler ve siyasilerle birlikte gazetecilerin aldığı tavrın da sorgulanması gerektiğine işaret eden Baransu, bazı gazetecilerin 28 Şubat sürecinde açık açık suç işlediğini ifade etti. Baransu, karargahtan emir alan gazetecilerin bulunduğunu açıkladığı konuşmasında bir de iddiada bulundu.

SES KAYITLARI VAR

28 Şubat generallerinden Erol Özkasnak'ın gazetecilere tebrik mektupları gönderdiğini öne süren Baransu, 28 Şubat medyasında yer alan bazı gazetecilerin toplantılara katıldığını ve bu toplantılardaki ses kayıtlarının olduğunu öne sürdü.

Baransu sözlerine şöyle devam etti;

"Erol Özkasnak'ın gazetecilere gönderdiği tebrik mektupları var bunlar biliniyor kimse de inkar etmiyor, karargaha gidip talimat alanlar var. Bunların kayıtları var. Gölcük'te bulunan ses kayıtları olduğu söyleniyor. Gazetecilerin de olduğu söyleniyor. Ki Gölcük dönemin Batı Çalışma Grubu'nun merkezi olarak bilinir"
aktifhaber

20 Sivil Toplum Örgütü: 28 Şubat'ın Brifingli Mahkeme Kararları İptal Edilsin
02 Nisan 2012



Ankara'da bir araya gelen 20 sivil toplum örgütü temsilcisi, 28 Şubat sürecinde alınan brifingli yargı kararlarının iptal edilerek, yeniden muhakeme yolunun açılmasını istedi.


Burnunuzun Yeni Görünümüne Hayran Kalacaksınız Yalnızca 29-T
Ankara'da bir araya gelen 20 sivil toplum örgütü temsilcisi, 28 Şubat sürecinde alınan brifingli yargı kararlarının iptal edilerek, yeniden muhakeme yolunun açılmasını istedi. Sivil toplum örgütü temsilcileri, yargı kararlarının iptali için imza kampanyası başlattı.

28 Şubat mağdurları ile Metropol Otel'de bir araya sivil toplum temsilcileri adına konuşan Mazlumder Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal, brifingli yargı kararlarının iptal edilerek, yeniden muhakeme yolunun açılmasını istedi. "28 Şubat 1997 tarihinde gerçekleşen Milli Güvenlik Kurulu toplantısında alınan ve ilan edilen kararlar ile ve sonrasında hukuk dışı yapılanmalar eliyle kurumlara ve sivil siyasete müdahale edilmiştir" diyen Ünsal, sözlerine şöyle devam etti: "İdari işlemlerin usul ve esas yönünden geri alınamaz bir işlem hüviyetine bürünmesi, brifing almış hakimlerin önünde adil yargılanmanın ihlal edilmesi, mağduriyetlere yönelik yargılamaların hukuksuz bir yapı tarafından karara bağlanması sebebiyle, 28 Şubat sürecindeki tüm yargılamalar hukuka aykırı olarak yürütülmüştür. 28 Şubat sürecinde, Kuvvet Komutanlıklarından, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde, 'Batı Çalışma Grubu' adı altında illegal bir yapılanma kurulmuştur. İdarenin bütünlüğü ilkesine göre, idare kuruluşu ve teşkilatları ile bir bütündür ve idari teşkilatların oluşumu kanunlarla düzenlenir. 'Batı Çalışma Grubu', kuruluşu ve işleyişi bakımından tümüyle hukuk dışı bir yapılanma olup, idarenin bütünlüğü ilkesine aykırıdır."

Batı Çalışma Grubu'nun aldığı hukuksuz kararlar ve fişlemeler sonucu birçok kişinin görevinden alındığını, öğrencilerin eğitim haklarından yoksun bırakıldığını, disiplin cezaları ile üniversitelerden ilişiklerinin kesildiğini ve farklı görüş ve ideoloji sahiplerinin hürriyeti bağlayıcı cezalarla tecziye edildiğini vurgulayan Ünsal, sözlerini şu şekilde sürdürdü: "Hukuksuzluk uygulamalarına karşı dönemin hukuk yargılamaları da çare olmamış, ideolojik kararlarla insanların hayatları karartılmıştır. Bu sebeple, binlerce insanın hayatını karartmış olan 28 Şubat süreci siyasi yargı kararlarının iptal edilerek yeniden muhakeme yolunun açılması gerekmektedir. STK'lar olarak, konuyla ilgili yasa çalışmasının yapılması talebiyle imza kampanyası başlatmış olduğumuzu kamuoyuna duyuruyoruz."

14 YAŞINDA CEZAEVİNE KONULAN KÖSE: BENİ YENİDEN YARGILAYIN

28 Şubat sürecinde daha 14 yaşında iken Çeçenistan'a destek gösterisine katıldığı için idamla yargılanan ve 10 yıl hapis yatan Yakup Köse ise toplantıda, post modern darbe sürecinde verilen kararların yargısız infaz niteliğinde olduğunu kaydetti. 14 yaşında iken tüm hukuki haklarının elinden çalındığını ifade eden Köse, "Henüz 14 yaşındaydım. Çeçenistan halkına destek eylemine katıldım ve baba evime baskın yapıldı. Annemin gözleri önünde yere yatırıldım. Ellerimden kelepçelendim. Gözlerimi kapattılar. TEM şubede 7 gün tutuldum. Mahkemem 3,5 dakika sürdü ve tutuklandım. Hücrelere kapatıldım. İşkence gördüm. Halen suçumu bilmiyorum. Ama bugün daha sivilleşen bir Türkiye var. Yeni Türkiye'de yeniden yargılanmak istiyorum. 28 Şubat süreci ile hesaplaşılmasını ve ellerimizden çalınan hakların iade edilmesini istiyorum." diye konuştu.

İKNA ODASI MAĞDURU GÖKDEMİR: HESAP VERSİNLER

İkna odası (başörtüsü) mağduru Hanife Gökdemir de, karanlık odalarda yaşadıklarını anlatarak, şunları söyledi: "Şimdi haklarımızı gasp edenlerden hesap sorulmasını bekliyoruz. İkna Odaları, başörtüsü kullanan üniversiteli bayan öğrencilerin başörtüyle eğitim almalarını engellemek için yasal dayanaktan yoksun fiili bir uygulamadır ve sayısızca mağdur yaratmıştır. İkna odaları, gençlerin psikolojik ve manevi olarak çökertildiği, tehdit edilerek başörtülerinden taviz verilmesinin istendiği, kişisel hak ve özgürlüklerin yok sayıldığı bir işkence odası mahiyetindedir."

Destek veren sivil toplum kuruluşları şöyle: Ahde Vefa Platformu, Ankara İnanç Özgürlüğü Platformu, Ankara Gençlik Eğitim Merkezi Derneği, Araştırma Kültür Vakfı, ASDER, Bab-ı Ali Ehlibeyt Vakfı, Hür Beyan Hareketi, Hak-İş Sendikası, İLKDER, İNFAK, Memur-Sen, Özgür Eğitim Sen, Vahdet Vakfı, Toç Bir Sen, Başkent Kadın Platformu, Anadolu Gençlik Derneği, Milli Türk Talebe Birliği, Birlik Vakfı, Salih Mirzabeyoğlu İçin Hukuk Platformu.

Kaynak: http://www.haberler.com/



Postmodern darbenin ABD kaynaklı gerçek belgesi
Talimatlar dışarıdan, işbirlikçiler içeriden
14 NİSAN 2012



Daha önce Millî Görüş Lideri Merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan'ın gündeme getirdiği 28 Şubat postmodern darbesinin ABD kaynaklı kriptosunu Millî Gazete tekrar gündeme taşıyor...


Ahmet Açıkay

28 Şubat göz altılarının başladığı şu günlerde göz altına alınan generallerden sonra gözler, darbenin gerçek nedeninin ne olduğuna çevrildi. O dönemde Türkiye'yi ekonomik olarak iyi bir çıkışa doğru götürmek için sömürü musluklarını kısarak havuz sistemini kuran ve uluslar arası camiada da bölgenin en etkili ülkesi olmak için D-8 denilen oluşumu kuran Refah-Yol Hükümeti'ne karşı gerçekleşen post modern darbenin gerçek nedeninin yurt dışı kaynaklı olduğu bir kez daha belgelendi. Geçtiğimiz yıl vefat etmeden önce bir televizyon kanalında 28 Şubat postmodern darbesinin ABD kaynaklı kriptosunu kamuoyuyla paylaşan Milli Görüş Lideri Merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan'ın gösterdiği o belgeyi Milli Gazete tekrar kamuoyuyla paylaşıyor.

ABD'den gelen kripto belgesine göre dönemin hükümeti olan Refah-Yol'un en kısa sürede iktidardan uzaklaştırılması gerektiği vurgulanıyor. ABD Dışişleri Bakanı Warren Cristopher'in imzansın yer aldığı 15 Ekim 1996 tarihli çok gizli kriptolu belge ABD'nin Ankara Büyükelçiliği'ne gönderiliyor. Belgede bilgi notu olarak da Atina, Beyrut, Moskova, Sofya elçilikleri ile Geneva, NATO ve BM Amerikan misyonlarına da ulaştırılıyor.

REFAH PARTİSİ ABD'NİN MENFAATLERİNE AYKIRI

Türkiye'nin bölgede ABD'nin etkisinden çıktığına dikkatlerin çekildiği belgenin ilk maddesinde şu ifadeler, 28 Şubat MGK'sından aylar önce yurt dışından darbenin nasıl planlandığı gözler önüne seriliyor: "ABD Türk hükümetinin milli eğilimlerinden ve Başbakan Erbakan'ın ideolojisinden ilham alarak dış politikayı batıdan ayırıp Arap ve Müslüman dünyasına doğru yeniden yönlendirilmesinden dolayı derin endişe içerisindedir. Kanaatimizce Türkiye'nin İran, Irak, Libya, Nijerya ve Sudan ile bağlarını kuvvetlendirmek konusundaki mevcut tutumu, bizim milli menfaatlerimize aykırıdır, düşmancadır."

DOĞRU YOL ÇEKİLMELİ

Belgenin ikinci maddesinde ise dönemin Refah-Yol Hükümeti'nin iktidar ortağı olan Doğru Yol Partisi ile ilgili. DYP'nin koalisyondan çekilerek hükümeti düşürülmesinin gerektiğinin vurgulandığı ABD kriptosunda, "DYP, Erbakan'ın radikal İslami söylemlerini ılımlaştırmada başarılı olamadığına göre, kendisinin RP ile koalisyonu verimsiz görünmektedir. Biz inanıyoruz ki, Tansu Çiller'in koalisyondan çekilmesi Erbakan'ı düşürecek ve ülkeyi genel seçimlere götürecektir. Sonuç kesin olmamakla birlikte RP büyük ihtimalle seçimlerden eskisinden daha güçlü olarak çıkacaktır" cümleleri dikkat çekiyor.

ASKER HAREKETe GEÇİRİLMELİ

Belgenin son kısmında ise Türkiye'nin ABD'nin anahtar stratejik ortağı olarak kalmasını mecburiyetinden söz edilirken, askerin de bu noktada harekete geçirilmesi gerektiği belirtiliyor. Belgede, ayrıca ABD'nin Ankara Büyükelçiliği'nden de bu noktada planlar ve yorumlar isteniyor. "Türkiye, Birleşik Devletlerin anahtar stratejik ortağı olarak kalmak mecburiyetindedir ve onun bu pozisyonunu gerçekleştirip sürdürmedeki başarımız, bizim milli menfaatlerimizi doğrudan etkileyecektir" denilen belgenin devamında ise "Türk askeriyesi, bu sonucu elde etmeye doğru daha büyük çaba sarf etmesi için harekete geçmeye mecbur edilmelidir. Bu konudaki aksiyon planlarınızı ve yorumlarınızı bekliyorum" önerileri yer alıyor.
Milli Gazete

Sivil işbirlikçiler de soruşturmaya dâhil edilmeli
13 NİSAN 2012

Saadet Partisi Genel Başkanı Mustafa Kamalak, 28 Şubat sürecinin 'en kalleşçe darbe' olduğunu belirterek, soruşturma başlatılmasının sevindirici olduğunu, o dönemin sivil işbirlikçilerinin de soruşturmaya dâhil edilmesi gerektiğini söyledi.

Saadet Partisi Genel Başkanı Mustafa Kamalak, 28 Şubat süreci ile ilgili soruşturma başlatılmasının sevindirici olduğunu, o dönemin sivil işbirlikçilerinin de soruşturmaya dahil edilmesi gerektiğini söyledi. Kamalak, konuyla ilgili açıklamasında, 28 Şubat sürecinin 'en kalleşçe darbe' olduğunu belirtti. Kamalak, "Bunun soruşturulması sevindirici. Demokraside darbeye müsamaha ile bakılamaz. 28 Şubat'ta tarihimizin en haince en sinsi darbesi yapıldı. Kendisini bu millete vakfetmiş olan Milli Görüş denk bütçe yapmıştı, kötü mü etmişti. İşçiye, memura, emekliye yüzde 50 vermişti. İslam âlemini birleştirme çabası içerisine girmişti. Birileri yolu kesmeye gayret etti. Asker burada kullanıldı. Tabii ki kullanılmış olmak suçu ortadan kaldırmaz. Çevik Bir'in gözaltına alınması kararı yerinde bir karar. Mesut Yılmaz'ın da soruşturulması gerekiyor. Mesut Yılmaz da demokrasiye çomak soktu. Asil aktörler holdingler ve patronlar. Bunların 22 bankanın içini boşalttıklarını biliyoruz. Muslukları kısılanlar askeri ve bir takım darbe heveslisi sivilleri maşa olarak kullandı. Medya tekel durumunda idi. Medyayı silah gibi kullandılar." dedi.

Soruşturmanın millet ve demokrasi adına sevindirici olduğunu, sonuna kadar gidilmesi gerektiğini ifade eden Kamalak, 'bunun için Mesut Yılmaz gibilerin soruşturulması ve cezalandırılması' gerektiğini vurguladı.

DARBEYLE ELDE EDİLEN MEVKİ VE MAKAMLAR GERİ ALINMALI
Demokrasinin bir gereği olarak hiçbir suçun soruşturma dışı kalmaması gerektiğini kaydeden Kamalak, açıklamasında şunları dile getirdi: "Darbeler yargılanmalı diyorduk, şu an darbeler sorgulanıyor. Meclis'te komisyon kuruldu. Bunu takdir ediyoruz, olması gereken buydu. Ayrıca darbe yoluyla elde edilmiş bütün mevki ve makamlar geri alınmalı. Cemal Gürsel devlet mezarlığından çıkarılmalı, cumhurbaşkanlığı iptal edilmeli. Aynı şekilde Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığı iptal edilmeli, emekli maaşı kesilmeli, edindiği mallar da hazineye devredilmeli, Marmaris'teki yazlığı da mağdurlara tahsis edilmeli."

MESUT YILMAZ'DA SORUŞTURULMALI
Kamalak, "Çevik Bir'in gözaltına alınması kararı yerinde bir karar. Mesut Yılmaz'ın da soruşturulması gerekiyor. Mesut Yılmaz da demokrasiye çomak soktu. Asıl aktörler holdingler ve patronlar. Bunların 22 bankanın içini boşalttıklarını biliyoruz. Muslukları kısılanlar askeri ve bir takım darbe heveslisi sivilleri maşa olarak kullandı. Medya tekel durumunda idi. Medyayı silah gibi kullandılar." dedi.

Bilgin 28 Şubat döneminde basın uydurma haberler yayınladı
13 NİSAN 2012



İSTANBUL - Eski Sabah Gazetesi'nin Sahibi Dinç Bilgin, 28 Şubat döneminde, basının, yargının, siyasetin, üniversitelerin ve birçok kurumun ordununu baskısı altında kaldığını söyledi. Bir yemekte Çevik Bir ve Erol Öskasnak'ın Sabah Gazetesi yazarlarını kendisine şikayet ettiklerini belirten Bilgin, "Basın demokratik mücadele yerine, uydurma haberleri yayınladı." dedi.

28 Şubat soruşturması ve bu kapsamda yapılan gözaltılar Türkiye'nin gündemine oturdu. Dönemi yakından gören eski Sabah Gazetesi sahibi Dinç Bilgin, ordunun basın ve diğer kurumlar üzerindeki baskısını Cihan Haber Ajansı'na değerlendirdi.

28 Şubat döneminde bir çok kurum gibi basının da askerin baskısı altında olduğunu ifade eden Dinç Bilgin, askerler tarafından davet edildiği bir yemekte yaşadıklarını aktardı. Yemekte, Çevik Bir ve Erol Özkasnak'ın kendisine gazetesinin köşe yazarlarını şikayet ettiğini söyleyen Bilgin, "Ben Ankara'da Genelkurmay'a bir defa davet edildim. O dönemde Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı beni yemeğe davet etti. Yemekten önce bir odada Çevik Bir ve Erol Özkasnak ile beraber oturduk. Aramızda pek tatlı olmayan bir tartışma geçti. Sabah yazarlarını şikayet etti. Sabah'ta yazanlardan şikayet etti. Yani yazarların, onların istediği tarzda yazı yazmadıklarından şikayetçi oldular. Ben de elimden geldiği kadar anlatmaya çalıştım ki; gazetelerin işleyişi askeri işleyişe benzer işleyiş değil. Fakat o adamlara onu anlatmak, o tarihte pek mümkün değildi. Buna pek nazik olmayan tepkiler gösterdiler. Ben de o tarihte güçlü, kocaman bir basın patronu olduğum için biraz küstahça cevap verdim. Aramızda tatlı olmayan şeyler geçti. Onlar bana birtakım örnekler verdi. Ben onlara Türk ordusunun, Fransız ordusu, İngiliz ordusu gibi olması gerektiğini söyledim. O konuşma bittikten sonra, Genelkurmay Başkanı'nın yanına gittik. Orada kısa bir konuşmadan sonra mükellef bir yemek yedik çıktık." dedi.

'BASIN DEMOKRATİK MÜCADELE YERİNE UYDURMA HABERLERİ YAYINLADI'
28 Şubat döneminde askerin en büyük müttefikinin yargı olduğunu belirten Bilgin, basının bu kurumlarla mücadeleye girecek gücünün olmadığını ileri sürdü. Bilgin," Dediğim gibi o tarihte en güçlü kurum askeriyeydi. Ondan sonrada en büyük müttefikleri yargıydı. Bunlarla iyi geçinmeyen, karşı duranın gideceği yerde, işte Nuh Mete Yüksel'in karşısına gitmek olurdu. O zamanın savcılarını, o zamanın yargısını bir düşünün. Şöyle bir aklınıza getirin. Bu tür baskılara basın demokrat bir tepki vermedi, veremedi. Hükumetler de veremedi, yargı da veremedi, üniversiteler de veremedi. Türkiye'nin 700 bin mevcutlu ordusu var. Tankları, topları var. Basının onlarla mücadeleye girecek gücü yok. Mücadele etse gidecekleri mahkeme, Sabih Kanadoğulu'nun, Nuh Mete Yüksel'in yargısı. Ne yapabilirdi basın? Yani yeterli derecede demokratik kavga yapmadı basın. Tam tersine şimdi uydurmasyon olduğunu öğrendiğimiz haberleri yayınladı. Mücadele edemediğim için üzüntü duyuyorum. Ama insaflı sorduğumda yapabilir miydik diye, belki cesur davranabilirdik doğrusu." şeklinde konuştu.

'TİYATRO AKTÖRLERİNİ MÜRTECİ DİYE SOKAĞA SALMIŞLAR'
Askerlerin uydurma haberler yaptırdığını vurgulayan Bilgin, tiyatro sanatçılarını 'mürteci' diye sokağa çıkardıklarını söyledi. Bilgin sözlerini şöyle sürdürdü; " Merkez medya için söylüyorum. Genelde bu tip haberler Ankara büroları aracılığıyla oluyordu. Yani Ankara bürosunun başında kim varsa, Genelkurmayla daha iyi ilişkiler içinde olmak istiyor. Türkiye'nin en güçlü kurumu, o tarihte ordu olduğu için en önemli haber kaynağı da askeriye. Gazeteci öyle büyük menfaat elde etmek için değil de, haber elde etmek için onlarla iyi geçinmek istiyor. O tarihteki askerler de şimdi öğreniyoruz ki uydurmasyon haber yayınlamak, andıçlar yayınlamak gibi işlere bulaşmışlar. Tiyatro aktörlerini mürteci diye sokağa salmışlar. Bunu samimiyetle söylüyorum, bunları o tarihte bilmemiz mümkün değildi. Ankara büroları da büyük gazetelere servis ettiler. Bu gibi basın rekabeti var. O işi daha da alevlendirdi. Mesela şimdi size enteresan bir şey anlatayım: 28 Şubat'taki tanklar yürümüştü. Sincan'da yürüyen tankların resmini Sabah muhabiri çekiyor, Hürriyet atlıyor. Ondan sonra büyük gürültü yapıyorlar bir daha yürütüyorlar tankları, Hürriyet resim çeksin diye. Yani o derecede rekabet var gazeteler arasında."

Medyanın o dönemde iyi bir imtihan veremediğine dikkat çeken Bilgin, "O dönem merkez medya iyi imtihan vermedi. Askeri vesayetin organlarına karşı durma işlevini yerine getirmedi. Yerine getirilebilir miydi diye sorarsanız? Biraz insaflı davranmak lazım. O dönemde kimse karşı duramadı. Yargı, üniversiteler, profesörler kimse karşı duramadı. Ben kendi hesabıma diyorum, daha demokratik olabilirdik o tarihte. Olamadık." şeklinde konuştu.

'ÇAĞIRIRLARSA İFADE VERİRİM'

Dava sürecinde, çağırıldığı takdirde seve seve ifade vermeye gideceğini söyleyen Bilgin, demokrasiden ve her türlü vesayetin sona ermesinden yana olacağını söyledi. Bilgin, "Elbette demokrasiden yana, her türlü vesayetin sona ermesinden yana olacağım. Tarafım belli her türlü militarist yapıya karşıydım eskiden beri oda devam etti zaten. Bu 28 Şubat dönemlerinde kötü imtihan verdiğimiz doğrudur. Ama işin evveliyatına bakmak lazım. Ben Demokrat Parti kökenli bir aileden geliyorum. Biz hiçbir zaman vesayet yanlısı olmadık. Nama vesayetle etkili bir şekilde mücadele edebildik mi? Etmedik. " şeklinde sözlerini tamamladı.
Milli Gazete
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş Ksm 07, 2013 7:53 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cum Nis 13, 2012 10:59 pm    Mesaj konusu: 15 soruda 28 Şubat, Batı Harekât Konsepti ve Batı Çalışma Gr Alıntıyla Cevap Gönder



28 Şubat 3. dalgada 9 tutuklama
27 Nisan 2012



Özel yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekilliği'nin yürüttüğü 28 Şubat Soruşturması kapsamında gözaltına alınan 11 kişiden eski Jandarma Genel Komutanı emekli Orgeneral Fevzi Türkeri'nin de aralarında bulunduğu 9 kişi tutuklandı.

Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi Nöbetçi Hakimliği'ne çıkarılan zanlılardan eski Jandarma Genel Komutanı emekli Orgeneral Fevzi Türkeri, emekli Korgeneral Yıldırım Türker, Tuğgeneral Lokman Ekinci, Tuğgeneral İsmail Hakkı Önder, Albay Yahya Kemal Yakışkan, Albay Mustafa Köseoğlu, Albay Mehmet Haşimoğlu, Albay Atilla Kurtay ve Astsubay Adem Demir tutuklandı, emekli Albay Mehmet Aygüner ve emekli Astsubay Şeref Kavalalı serbest bırakıldı.
haber1001

2. Dalgada Özkasnak Dahil 8 Tutuklama
Erol Özkasnak dahil 8 kişi, 28 Şubat Soruşturması kapsamında tutuklandı.
21 Nisan 2012



28 Şubat Soruşturmasının ikinci dalgası kapsamında emekli Tümgeneral Erol Özkasnak'ın da bulunduğu 8 kişi tutuklandı.

Özel yetkili cumhuriyet savcıları, aralarında dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri emekli Tümgeneral Özkasnak'ın da bulunduğu 11 kişinin tutuklanmalarını talep etmişti.

28 Şubat soruşturmasının ilk dalgasında, aralarında dönemin Genelkurmay 2'nci Başkanı emekli Orgeneral Çevik Bir'in de bulunduğu 18 kişi tutuklanmıştı.
haber1001

28 Şubat soruşturmasında 2. Dalga: 12 gözaltı daha
19 NİSAN 2012



BBCT'nin haberi:

28 Şubat soruşturmasında 12 gözaltı daha

28 Şubat soruşturması kapsamında 12 kişi hakkında daha gözaltı kararı çıktı.
Hakkında gözaltı kararı alınan dördü muvazzaf, sekizi emekli toplam 12 şüpheli arasında emekli Tümgeneral Erol Özkasnak da var.

Diğer isimlerse şöyle:

Ankara'dan Albay Bahaddin Çelik, Albay Ahmet Dağcı ve Piyade Albay Mustafa Hakan Bural,
Afyon'dan Afyonkarahisar Hava Meydan Komutanı Kurmay Albay Seyfullah Sönmez,
İstanbul'dan emekli Kıdemli Albay Yaşar Bülent Aksaray, Emekli Kıdemli Albay İbrahim Reşit Çağın, emekli Yarbay Güneş Kıral ve emekli Yarbay Bülent Yanaşık,
İzmir'den emekli Hava Albay Osman Bülbül,
Adana'dan Albay Mustafa İhsan Tavazar,
Eskişehir'den emekli Albay Veli Seyit.

Özel yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekilliği'nden yapılan açıklamada zanlıların "Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etmek" suçu çerçevesinde soruşturulduğu bildirildi.

Gözaltı kararı öncesinde Ankara, İstanbul, İzmir, Eskişehir, Bodrum, Adana ve Afyonkarahisar'da 12 adreste aramalar yapıldı.

28 Şubat döneminin Genelkurmay Genel Sekreteri, emekli Tümgeneral Erol Özkasnak'ın Bodrum'daki evinde bu sabah terörle mücadele ekipleri tarafından arama yapılmıştı.

Anadolu Ajansı'nın haberine göre bir ara evinden dışarı çıkarak otomobilinden bir şey alan Erol Özkasnak, gazetecilere dönerek ''Lütfen rahatsız etmeyin, biraz sonra zaten rahatsız edileceğim'' dedi.

Soruşturma kapsamında geçen hafta 29 kişi daha gözaltına alınmıştı.

Bunlardan dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir ile 17 kişi daha tutuklandı.

Operasyona adını veren 28 Şubat 1997'de MGK toplantısı yapılmış ve "irtica ile mücadele" amaçlı bir dizi karar açıklanmıştı.

Bu kararlar Refah ve Doğru Yol Partileri koalisyonuna yönelik bir darbe olarak da değerlendirilmişti.






28 Şubat soruşturması kapsamında Çevik Bir dahil toplam 18 kişi tutuklandı



28 Şubat soruşturmasında tüm gözler Ankara Adliyesindeydi. İfadelerinin ardından hakim karşısına çıkarılan 12 kişiden 9'u tutuklanarak Sincan cezaevine gönderildi.

Tutuklanan isimler arasında emekli Orgeneral Çevik Bir de var. Böylece soruşturma kapsamında iki günde 18 kişi tutuklandı, 11 kişi serbest bırakıldı.

28 Şubat soruşturmasında gözaltına alınan 29 kişinin sorgusu tamamlandı...
İlk gün hakim karşısına çıkan 16 kişiden 9'u tutuklanarak cezaevine gönderildi.

7 kişi ise tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı, ancak haklarında adli kontrol uygulanmasına karar verildi. Ardından soruşturmada ikinci güne girildi...

Geriye kalan 13 şüphelinin sorgusunu cumhuriyet savcıları Mustafa Bilgili ve Kemal Çetin ile özel yetkili 5 cumhuriyet savcısı yürüttü.

Emekli Orgeneral Çevik Bir de ifadesi alınan isimler arasındaydı. 13 kişiden Emekli Astsubay Ahmet Tarık Yelkenci savcılık sorgusunun ardından serbest bırakıldı...

Diğer isimler ise nöbetçi mahkemeye sevk edildi. Nöbetçi hakimin, ilk olarak emekli Orgeneral Çevik Bir'in ifadesini aldığı belirtildi.

Mahkeme sonucunda, Emekli Orgeneral Çevik Bir dahil 9 kişinin tutuklanmasına karar verilirken, 3 kişi de serbest bırakıldı.
Tutuklananların isimleri şöyle:

Emekli Tuğgeneral Ünal Akbulut, emekli kurmay albay Oğuz Kalelioğlu, emekli kıdemli albaylar Serdar Çelebi ve Yüksel Sönmez, Emekli albaylar Ruşen Bozkurt, Ziya Batur,Yahya Cem Özaslan ve Alican Türk.

Tutuklanan 9 kişi, Ankara Emniyet Müdürlüğü'ne ait 2 minibüsle Sincan Cezaevi'ne götürüldü.

Öte yandan, nöbetçi hakimlikte serbest bırakılan 3 zanlıya, adli kontrol hükümleri uyarınca ''yurtdışına çıkış yasağı'' konuldu.

Böylece 28 Şubat soruşturması kapsamında gözaltına alınan şüpheli 31 kişiden 18'i tutuklandı.

11 kişi serbest bırakılırken, 2 kişiye yurt dışında oldukları için ulaşılamadı.
TRT

28 Şubat soruşturmasında 9 tutuklama
15/04/2012



28 Şubat soruşturması kapsamında tutuklanmaları talebiyle mahkemeye sevk edilen 16 emekli askerden 9'u mahkeme tarafından tutuklandı.

Özel yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekilliği’nin yürüttüğü 28 Şubat soruşturması kapsamında 16 zanlının savcılık sorgusu tamamlandı. İfadesi alınanlar tutuklanması istemiyle nöbetçi mahkemeye sevk edildi. Ankara Adliyesi’nde 5 savcının sorguladığı 16 zanlının ifadesinin alınması yaklaşık 13 saat sürdü. Nöbetçi Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'ne sevk edilen 16 zanlıdan 7'si serbest bırakılırken aralarında Emekli Tuğgeneralle Abdullah Kılıçarslan'ın da bulunduğu 9'u tutuklandı.
Tutuklananların kimlikleri şöyle:

“Emekli tuğgeneraller Abdullah Kılıçarslan, İdris Koralp; emekli kurmay albaylar Hüsnü Dağ, Sezai Kürşat Ökte; emekli albaylar Abdurrahman Yavuz Gürcüoğlu, İsrafil Aydın; emekli Binbaşı Salih Eryiğit; emekli yüzbaşılar Mustafa Babacan, Orhan Nalcıoğlu.”

Mahkeme, emekli kurmay albaylar Arslan Daştan, Ahmet Nazmi Solmaz; emekli Kıdemli Albay İbrahim Selman Yazıcı; emekli albaylar Mustafa Kemal Savcı, Mehmet Şinası Çalış; emekli binbaşı Ahmet Aka ve emekli Astsubay Başçavuş olduğu bildirilen Aydın Karaşahin'in serbest bırakılmasına karar verdi.

13 SAAT SORGU

Özel Yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekilliği tarafından yürütülen 28 Şubat Soruşturması çerçevesinde gözaltına alınanlardan Emniyet’te sorgusu tamamlanan aralarında Emekli Tuğgeneraller Abdullah Kılıçarslan ile İdris Koralp’in de bulunduğu 16 zanlının ifadesi, Ankara Adliyesi’nde alındı. Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nden 2 minibüsle iki grup halinde adliye getirilen zanlılar Ulus Devlet Hastanesi ve Gazi Mustafa Kemal Hastanesi’nde sağlık kontrolünden geçirildi.

SİNCAN’DA TANKLARIN YÜRÜTÜLMESİNİN AMACI HÜKÜMETİ YIKMAK MIYDI?

Savcıların zanlılara ortalama 40’ar soru yönelttiği öğrenildi. Savcıların zanlılara ağırlıklı olarak Batı Çalışma Grubu’nun (BÇG) kurulması ve faaliyetleriyle ilgili sorular yönelttiği, Milli Güvenlik Kurulu kararları ve hükümeti buna bağlı aldığı kararlarına yönelik konular ile Bakanlar Kurulu kararlarının sorular arasında yer almadığı öğrenildi.

Genelkurmay Psikolojik Harekat Dairesi Başkanlığı tarafından hazırlanan, “irtica ile mücadele” başlıklı raporların da sorulduğu ifadede, BÇG’nin, ‘hükümetin görevini yapmayı engellemek ve psikolojik harekatla hükümeti yıkmayı amaçlayıp amaçlamadığı”, Sincan’da tankların yürütülmesinin de bu amacın bir parçası olup olmadığı soruldu.

Zanlılara ayrıca “BÇG faaliyetleri içinde yer aldınız mı?”, “Batı Çalışma Grubu’nun amacı neydi?”, “İrticaya destek veren Ülker gibi markaların askeri marketlerde satışının yasaklanmasına ilişkin tamimnameden haberiniz var mı?”, “(Kombassan gibi irticai kuruluşlar takip edilsin, baskı altına alınsın) şeklindeki karardan haberiniz var mı?”, “Psikolojik harekat çalışmalarında Atatürkçü Düşünce Derneği kullanıldı mı?” şeklinde sorular yöneltildi. Zanlılara yöneltilen sorular arasında “fişleme” konularının da yer aldığı öğrenildi.




15 soruda 28 Şubat, Batı Harekât Konsepti ve Batı Çalışma Grubu
Doğan Akın
12.04.2012

28 Şubat dönemine ilişkin soruşturmaya ilişkin ilk dalganın Batı Çalışma Grubu faaliyetlerini merkez aldığı anlaşılıyor. Batı Çalışma Grubu çalışmaları, Genelkurmay İkinci Başkanı olarak Çevik Bir'in imzası bulunan Batı Harekât Konsepti'ne dayanıyor.

28 Şubat süreci ve döneme ilişkin belgelerin içeriğini soru ve cevaplarla ele alalım.

1- “28 Şubat süreci” ne anlama geliyor?

28 Şubat süreci, adını 28 Şubat 1997'de yapılan ve 8 saat 50 dakika süren Milli Güvenlik Kurulu toplantısından alıyor. 28 Şubat sürecinde, Necmettin Erbakan liderliğindeki Refah Partisi ve Tansu Çiller liderliğindeki Doğru Yol Partisi'nin ortaklığıyla kurulan REFAHYOL koalisyonu hedef alındı. Sürecin sonunda Erbakan 28 Haziran 1996'da oturduğu Başbakanlık koltuğunu Çiller'e devretmek üzere 30 Haziran 1997'de terk etti. Ancak yeni hükümeti kurma görevini partisinden çok sayıda milletvekili istifa ettirilen Çiller değil, dönemin ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz aldı ve REFAHYOL koalisyonu sadece bir yıl yaşayabildi.

'Yaptırım' uyarısı içeren MGK açıklaması


2- 28 Şubat 1997'deki MGK'dan sonra ne açıklandı?

Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel başkanlığında yapılan toplantıda iki önemli metin hazırlandı. Metinlerden birisi, MGK'dan sonra yapılacak açıklamaydı. 4 maddelik bu açıklamanın son maddesi “Toplantıda bilhassa Anayasa ve Atatürk milliyetçiliğine bağlı demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olarak belirlenen Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı çağdışı bir kisve altında zemin oluşturmaya yönelik rejim aleyhtarı faaliyetler de gözden geçirilmiş” ifadesiyle başlıyor ve izleyen paragraflarda “laikliğin sadece rejimin değil demokrasinin ve toplum huzurunun da teminatı olduğu” vurgulanıyordu. Laikliğin tehdit altında olduğu savunulan bildirinin sonunda açıkça “yaptırım” ifadesi kullanılmıştı:

“Açıklanan bu esaslar aksine davranışların, toplumumuzda huzur ve güveni bozarak yeni gerginliklere ve yaptırımlara neden olacağı değerlendirilmiş, bu konuda alınacak ve alınması gereken tedbirler uygun bulunarak bu tedbirlerin Bakanlar Kurulu'na bildirilmesine karar verilmiştir.”

18 maddelik 28 Şubat kararları

3- MGK'da kararlaştırılan ikinci metin neydi?

Ünlü MGK kararları. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Necmettin Erbakan, Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller ile MGK üyesi bakanların da imza attığı kararlar toplam 18 maddeden oluşuyordu.

Kararların özünü “laikliğin korunması için yasaların uygulanması, gerek görülüyorsa yeni yasal düzenlemeler yapılması; tarikat bağlantılı yurt, okul ve vakıfların denetim altına alınması; zorunlu temel eğitimin kesintisiz olarak 8 yıla çıkarılması; Milli Eğitim'in ihtiyaç düzeyinde din adamı yetiştirmesi; dinî tesislerin Diyanet, yerel yönetimler ve ilgili makamların koordinasyonuyla yapılması; tarikat faaliyetlerine son verilmesi; irticaî faaliyetleri nedeniyle ordudan atılanlar üzerinden TSK'yı dine karşı gösteren yayınların kontrol altına alınması; TSK ile ilişiği kesilen personelin kamu kurumlarında çalıştırılmaması; TSK'ya aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek için alınan tedbirlerin bütün kamu kuruluşlarına ve özellikle üniversite ve eğitim kurumlarında da uygulanması; aşırı dinci kesimin faaliyetlerinin yasal ve idari yollarla önlenmesi; Anayasa, Siyasi Partiler Yasası, Türk Ceza Kanunu ve özellikle Belediyeler Kanunu'na aykırı faaliyetler ve faillerle ilgili yasal ve idarî önlemler alınması; Türkiye'yi çağdışı görünüme yöneltecek uygulamalara mani olunarak kıyafet düzenlemelerine uyulması; silah ruhsat işlemlerinin yeniden düzenlenmesi; kurban derilerinin rejim aleyhtarı örgütlere gitmesinin önlenmesi; özel üniforma giydirilen koruma uygulamalarına son verilmesi; ülke sorunlarının çözümünü “millet kavramı yerine ümmet kavramı” bazında ele alan girişimlerin önlenmesi ve Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkındaki 5816 sayılı kanunun istismar edilmemesi” oluşturuyordu.

Sırasıyla özetlediğimiz bu 17 madde dışında diplomatik ilişkiler nedeniyle açıklanmayan, ancak daha sonra kamuoyuna yansıyan 10. madde de, İran'ın Türkiye'deki rejim aleyhtarı faaliyetlerinin önlenmesini içeriyordu.

Sürecin köşe taşı Genelkurmay'daki brifingler

4- 28 Şubat 1997'deki MGK kararlarından sonraki sürece damgasını vuran ne oldu?

Genelkurmay Başkanlığı'nda verilen brifingler. Başbakanlık binasının arkasındaki Genelkurmay karargâhındaki brifingler dizisi, 28 Şubat kararlarından iki ay sonra, 29 Nisan 1997'de başladı. Brifinglere yargı üyeleri, kamu yöneticileri, üniversiteler ve gazeteciler davet edildi. Dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan, 10 Haziran'da verilecek brifinge yargı mensuplarının katılmasına izin vermediğini duyurdu. Ancak bu duyuruya rağmen, başta yüksek yargı kurumlarının başkan ve üyeleri dahil olmak üzere brifinge katılım yüksek düzeyde oldu. O kadar ki, daha sonra AKP hükümetlerinde Milli Savunma Bakanı olacak Vecdi Gönül de, Sayıştay Başkanı olarak 10 Haziran 1997'de verilen brifinge katıldı. Genelkurmay, “yoğun istek üzerine” yargıya verilen brifingi 12 Haziran'da tekrarladı. Arada, yani 11 Haziran'da Genelkurmay'a gazeteciler davetliydi. “Gerekirse silah kullanırız” başlıkları, bu brifingin ardından atıldı.

5- Brifingler nasıl yapılıyordu?

Brifinglerde açılış konuşmasını Genelkurmay İstihbarat Başkanı Korgeneral Çetin Saner, sunumları AKP iktidarı döneminde, 2004 yılında Jandarma Genel Komutanlığı'na atanan Fevzi Türkeri yapıyordu. O sırada Tümgeneral olarak Genelkurmay İstihbarata Karşı Koyma Dairesi Başkanlığı görevinde bulunan Türkeri'nin yanı sıra Genelkurmay İstihbarat Başkanı Korgeneral Saner, Genelkurmay Harekât Başkanı Korgeneral Çetin Doğan, Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak, Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı Tuğamiral Ruhsar Sümer'in de aralarında bulunduğu askeri yetkililer katılıyordu. Genelkurmay Başkanlığı Orbay Salonu'nda perdeye yansıtılan metinler, şemalar ve fotoğraflar eşliğinde yapılan brifinglerde yeri geldiğinde diğer askeri yetkililer de söz alıyordu.

Brifinglerde duyurulan önemli kararlar

6- Brifinglerde neler anlatılıyordu?

Ana mesaj; REFAHYOL hükümetinin laik cumhuriyete tehdit olduğuydu. Başbakanlığın arkasındaki Genelkurmay karargâhında tehditler sıralanırken Başbakan Necmettin Erbakan'ın fotoğrafları da, Başbakanlık Konutu'nda tarikat ve cemaat önderlerine verilen yemek bağlamında perdeye getiriliyordu.

Brifinglerde bu mesaj dışında yapılan en önemli açıklama; Genelkurmay'ın cumhuriyete yönelik tehdit değerlendirmesini değiştirdiği ve Korgeneral Çetin Saner tarafından duyurulan “Batı Harekât Konsepti” ile bu konsepte dayalı olarak kurulan “Batı Çalışma Grubu”ydu.

Türkeri'nin sunduğu brifing, “Türkiye Cumhuriyeti yönetiminin İslami kurallara göre düzenlenmesini esas alan siyasal İslam'ın, bütün irticaî ve radikal unsurların ulaşmak istediği nihaî hedef olduğu” ifadesiyle başlıyordu. Bu akımların “çok partili siyasal düzene geçişin ardından verilen tavizler sonucu demokrasi şemsiyesi altında çalışmalarına hız verdiği, laik devlet olgusunun sulandırıldığı” anlatılıyordu. Daha sonra, güncel irticaî gelişmelerin sıralanmasına geçiliyor ve bu bölüm, doğrudan hükümetin adı telaffuz edilerek şu ifadelerle başlıyordu:

“Şimdi önem ve önceliğine binaen, siyasi İslam'ın gelişimi doğrultusunda irticaî faaliyetlerdeki önemli olayları arz edeceğim.

Haziran 1996 ayında, bugünkü koalisyon hükümetinin oluşturulmasını müteakip irticaî kesimin siyasal İslam'ı gerçekleştirme yolunda başta teşkilatlanma ve kadrolaşma olmak üzere, planlı ve hızlı bir ivmeyle tüm alanlarda yoğun faaliyetlere giriştiği görülmüştür.

Bu kapsamda; laikliğe aykırı söz ve davranışları ile tanınan bazı tarikat liderlerine devrim yasalarına aykırı kıyafetleriyle geldikleri Başbakanlık Konutu'nda yemek verilerek bu çeşit kişilerin devlet katında itibar gördükleri ve eylemlerini hoş karşılandığı kanıtlanmaya çalışılmış, böylelikle siyasal İslam taraftarı sempatizanlarına kimlik kazandırmak maksadıyla olumlu mesaj verilmiştir.

Brifingde daha sonra Kayseri'den Sincan'a gözlenen gelişmeler özetleniyor, “irticaî kesimin sahip olduğu” medya ve sermayeye işaret ediliyor, bu yayınlarda PKK'nın görüşlerinin tartışmaya açıldığı, “Milli Gençlik Vakfı ile (kapatılan) HADEP'in cumhuriyet rejimine karşı ortak mücadele başlattıkları” öne sürülüyor, ardından İran, Libya, Suudi Arabistan ve Sudan, Türkiye'deki faaliyetleri bağlamında ayrıca ele alınıyordu.

'Lüzumunda silah kullanırız'

7- Gerekirse “silah kullanılacağı” nasıl dile getirildi?

Brifingde yukarıda özetlediğimiz sunuş yapıldıktan sonra Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) kararı şöyle duyuruldu:

“Buraya kadar arz edilen iuç ve dış gelişmelerin Türkiye Cumhuriyeti devletini hedef alması, Cumhuriyet'in temel niteliklerine karşı özellikle laikliği dinsizlik olarak algılayan siyasal İslamcı bir zihniyetin hâkim olması yönünde gayret sarf edilmesi,

Türk Silahlı Kuvvetleri'nin durumdan vazife çıkarmak ve İç Hizmet Kanunu'na göre verilen ana görevleri doğrultusunda tehdidi yeniden değerlendirmesi keyfiyetini ortaya çıkarmıştır.

Bu noktadan hareketle; bilindiği üzere TSK'nın görevi, 211 sayılı TSK İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesinde 'Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti'ni kollamak ve korumaktır' şeklinde belirlenmiştir. Bu madde 1935 tarihli İç Hizmet Kanunu'nda da (Ordu Dahili Hizmet Kanunu – D.A) aynı şekilde ifade edilmektedir.

Bu görev TSK İç Hizmet Yönetmeliği'nin 85/1. maddesinde 'Vazifesi, Türk yurdu ve cumhuriyetini iç ve dışa karşı, yüzumunda silahla korumak' şeklinde ifade edilmiştir.

Bu nedenle, dışarıdan gelebilecek bir tehlikenin bertaraf edilmesi TSK'nin bir görevi olduğu gibi, Anayasa tarafından belirlenen Cumhuriyet'in niteliklerini değiştirmeye ve ortadan kaldırmaya yönelik olarak içeriden ve dışarıdan gelecek tehlikelere karşı Türk yurdunun ve Anayasa ile tayin edilmiş Türkiye Cumhuriyeti'nin korduma ve kollanması TSK'nın görevidir. TSK bu görevini yapabilmek için dış tehdidi olduğu gibi iç tehdidi de değerlendirmek zorundadır. Bu husus, Türkiye'nin milli askeri stratejisinin vazgeçilmez bir öğesi olup, hayatî millî menfaatlerimizin bir neticesidir.”

Birinci öncelikli tehdit ve Batı Çalışma Grubu

8- Genelkurmay “tehdit” değerlendirmesini tek başına nasıl değiştirdi?

Brifingde, “iç tehdit değerlendirmesinin TSK'nin aslî görevi olduğu ve mevcut mekanizmaya aykırı bir işlem yapılmadığı, bilakis Genelkurmay Başkanlığı'nın yasa gereği re'sen (kendiliğinden) yapmak zorunda olduğu bir görev olduğu, durumdan vazife çıkarmanın da askerin görevleri arasında bulunduğu” savunuldu. Genelkurmay İstihbarata Karşı Koyma Daire Başkanı Türkeri, Genelkurmay Başkanlığı ve MGK'ya ilişkin mevzuata dikkat çektikten sonra şunları söyledi:

“Bu itibarla; Türkiye'deki irticaî faaliyetlerin yarattığı tehdidin, Genelkurmay Başkanlığı'nca bölücü terör tehdidiyle aynı düzeye çıkarılmasında izlenen usul de, yürürlükteki mekanizmaya uygundur.”

9- Batı Çalışma Grubu, iç tehdit değerlendirmesinin değiştirilmesine bağlı olarak mı kuruldu?

Evet. Tümgeneral Fevzi Türkeri bu durumu, brifingde şöyle ifade etti:

“İrticaî faaliyetler TSK tarafından değerlendirilerek 28 Şubat 1997 tarihinde toplanan MGK'da başlıca gündem maddesini olmuştur. Ancak bundan sonradır ki, TSK irticaî faaliyetleri iç tehditte bölücü terör ile aynı seviyeye, yani birinci önceliğe yükseltmiş ve bu duruma bağlı olarak Batı Çalışma Grubu oluşturulmuş ve faaliyete geçirilmiştir. İşte bu teşkilatın oluşturulması ile TSK tarafından siyasal İslam'ın ülke genelinde resmi çıkarılarak irticaî faaliyetlere ilişkin ülke boyutundaki genel görüntü tüm yönleriyle yakınen takip ve kontrol altında izlenmektedir.”

Türk Ceza Kanunu'nun devlet düzenini değiştirmeye yönelik din propagandasını yasaklayan 163. maddesinin kaldırılmasının boşluk yarattığının da savunulduğu brifingler, “Tek millet, tek vatan, tek devlet, tek dil, tek bayrak” ifadeleriyle sona eriyordu.

28 Şubat sürecinin temel belgesi

10- Batı Harekât Konsepti nedir?

28 Şubat 1997'deki MGK kararlarından sonra oluşturulan yeni “İç Güvenlik Harekât Konsepti” bağlamında kaleme alınan Batı Harekât Konsepti, 28 Şubat sürecinin inşasındaki temel belgelerdendir.

Bu konsepti kamuoyuna açıklayan ilk isim, Genelkurmay'daki brifiglerin açılış konuşmasını yapan Genelkurmay İstihbarat Başkanı Korgeneral Çetin Saner'di. Saner, açılış konuşmasında brifinglerin amacını “Anayasa'da esasları belirtilen Cumhuriyet rejimini yıkarak, yerine dinî esaslara dayalı siyasal İslam düzenini kurmak isteyen irticaî unsurların ulaştığı boyutları gözler önüne sermek”olarak açıklıyor ve bu yolda geliştirilen “Batı Harekât Konsepti”ni, İç Güvenlik Harekât Konsepti'nden hareketle şöyle özetliyordu:

“Bu (İç Güvenlik) konseptle, teröre karşı etkin etkin bir mücadele sürdürülmüştür. Bugün ise bölücü terör örgütü tehdidinin yanı sıra irticaî unsurlar, eylem ve faaliyetleriyle Cumhuriyet rejimini aşındırmış ve halen ulaşmış olduğu boyutları itibarıyla bölücü terör örgütüyle birlikte iç değerlendirmemizde birinci öncelikli tehdit konumuna gelmiştir.

TSK, yasaların kendisine vermiş olduğu vazife doğrultusunda giderek artan irticaî faaliyetleri değerlendirmiş ve buna istinaden Batı Harekât Konsepti'ni oluşturmuş ve nasıl daha önce iç güvenlikle ilgili bir teşkilat yapmış ise bu konsepte istinaden de Batı Çalışma Grubu'nu kurmuştur.”

Batı Harekât Konseptindeki imza ve içerik

11- Batı Harekât Konsepti belgesi kimin imzasını taşıyor, içinde ne var?

Belge, o sırada Genelkurmay 2. Başkanı olan Çevik Bir'in imzasını taşıyor. Ancak Bir'in imzasının üzerinde “Genelkurmay Başkanı emriyle / Namına” ibaresi bulunuyor.

Yaklaşık 20 sayfalık belgede “DURUM” ana başlığı altında önce “İrticaî faaliyetlerin halihazır durumu” alt başlığına yer veriliyor. 22 madde içeren bu alt başlık, brifing metinlerine paralel bir özetten sonra, “Sonuç olarak; Atatürk'ün kurduğu laik Türkiye Cumhuriyeti tarihinin hiçbir döneminde görülmeyen irticaî bir tehdit ile karşı karşıya bulunmaktadır. Ülkenin içinde bulunduğu durum tehlikeli bir gidişin sinyallerini vermektedir. Ülkemiz sonu belli olmayan bir karanlığa doğru hızla yol almaktadır” ifadesini içeriyor.

“DURUM” ana başlığı altında yer verilen ikinci alt başlık “İrticaî faaliyetlerin yakın gelecekteki durumuna dair değerlendirme” ifadesini taşıyor. Bu alt başlık altında da, “Gelir dağılımı dengesizliğinden kaynaklanan tehdit”, “İşsizlikten kaynaklanan tehdit”, “Türk milletinin dinine, örf ve âdetlerine bağlılığından kaynaklanan tehdit”, “Eğitim sisteminden kaynaklanan tehdit”, “Diğer devletlerin rejim ihraç gayretlerinden kaynaklanan tehdit”, “İrticacı örgüt, tarikat, vakıf ve derneklerin mali gücünden kaynaklanan tehdit”, “Yazılı ve görsel basın ve yayın organlarından kaynaklaan tehdit” ve “Anayasal ve yasal mevzuat” başlıkları yer alıyor.

'2000 yılında iktidarı ele geçirecekler'

“İrticaî hareketlerin yakın gelecekteki durrumuna dair değerlendirme” 2000 yılına ilişkin şu projeksiyonla sona eriyor:

“Tamamıyla irticaî örgüt ve partilerin lehine, laik ve demokratik cumhuriyet taraftarlarının aleyhine gelişen bu şartlar ve ortamda süratle değişiklik sağlanamadığı takdirde 2000 yılında meşru yoldan iktidarı ele geçirecekleri ve yanlarına aldıkları halk desteğiyle de Cumhuriyet'in temel niteliklerinde istedikleri şekilde değişiklik yapacakları, eğer bugünden ciddi ve köklü tedbirler alınamaz ise önümüzdeki birkaç yıl içinde mücadele etme ve önlem alma imkânının bile kalmayacağı değerlendirilmektedir.”

Batı Harekât Konsepti belgesinde “DURUM”dan sonraki ikinci ana başlıkta “MÜCADELE ESASLARI” yer alıyor. 23 maddeden oluşan ve “psikolojik harekât”a ağırlık verilen bu bölümde; “irticaî basına karşı Atatürkçü çizgideki kurum, kuruluş, dernek ve basının desteklenmesi; köy uygulamalarına başvurulması; TSK dışındaki Atatürkçü oluşumların neler yapabileceğinin planlanması; gericiliğe karşı olan ancak ilmî yetersizlik ve yol-yöntem bilmediği için etkisiz kalan kişi, kurum ve basın organları mensuplarının aydınlatılması ve yönlendirilmesi; mümtaz bilim ve din adamları kanalıyla irticacıların kendi silahlarıyla vurulması; devletteki kadrolaşma ve kilit makamlara getirilenlerin takip edilmesi ve tespitlerin adli makamlara iletilmesi; subay-astsubay ve güvenilir devlet memurlarının öğretmen eşlerinin gönüllü olarak irtica faaliyetlerinin beşiği olan okul, dersane ve yurtlarda görev almalarıyla buraların kontrolünün sağlanması; oluşturulan Batı Çalışma Grubu'nun elemanlarının mücadelede en güçlü öğe olan psikolojik harekât kursundan geçirilmesi; Batı Çalışma Grubu'nda her kademede irticaî olay ve faaliyetlerle ilgili bir bilgi bankası oluşturulması; bilgi bankası için çok iyi bir istihbarat ağı oluşturulması” talimatları sıralanıyor.

Bu bölümde ayrıca “Türk aydının halktan kopuk” olduğu belirtiliyor ve “Ülkenin sürüklendiği karanlığı gören laik kesim TSK'nın varlığından ve bir gün mutlaka bu gidişata dur diyeceğinden emin olmanın rahatlığı ve uyuşukluğu içindedir” ifadesi kullanılıyor.

'Bahsedilen gün gelmiştir...'

12- Batı Harekât Konsepti'nde “siyasi iktidar” doğrudan söz konusu ediliyor mu?

Evet. Hem durum tespitinin yapıldığı bölümlerde bu yönelim dikkat çekiyor, hem de belgedeki son ana başlık olan “SONUÇ”ta, “Sorun bir yanıyla bir siyasal iktidar meselesidir. Bu nedenle soruna halkın sahip çıkması ve geniş bir cephe oluşturması gerekmektedir. Bu hususu gerçekleştirmede TSK gereğinden fazla öne çıkmadan ve günlük siyasi mücadelenin içerisinde görünmeden Atatürkçü güçlere gereken desteği vermelidir” deniliyor.

Belge şu paragrafla sona eriyor:

“İçinde bulunduğumuz şu dönemde, 'Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi'ni tekrar okumaya ve iliklerimizde hissetmeye ihtiyacımız olduğu inancındayım. Bahsedilen gün gelmiştir. Kahraman Türk Silahlı Kuvvetleri bu mücadeleden de yüzünün akıyla çıkacaktır. Muhtaç olduğu kuvvet damarlarındaki asil kanda mevcuttur.

Gereğini arz/rica ederim.”

BÇG'nin fişleme talimatı

13- Batı Çalışma Grubu nasıl çalıştı ve ne oldu?

BÇG, istihbarat çalışmalarına ağırlık verdi ve Başbakanlık personelinin de katılımının sağlandığı çalışmalarda “fişleme” uygulamalarıyla dikkat çekti. BÇG, REFAHYOL'un ardından 55. Hükümeti kuran Mesut Yılmaz döneminde Başbakanlık Takip Kurulu olarak çalışmalarını sürdürdü, AKP iktidarı döneminde lağvedildi.

28 Şubat döneminde onbaşı Kadir Sarmusak tarafından Deniz Kuvvetleri'nden dışarı çıkarılan 5 Mayıs 1997 tarihli aşağıdaki belge, Batı Çalışma Grubu çalışmalarının belgesel bir özetini oluşturuyor. “Deniz Kuvvetleri Komutanı Namına / Emriyle” Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanı Koramiral Aydan Erol'un imzasını taşıyan belgeyi aynen aktarıyorum:

İLGİ: Dz. K.K.lığının 1 Mayıs 1997 gün ve İSHT. 3429-1-97/İKK.Ş (307) sayılı yazısı

1.Batı Çalışma Grubu faaliyetlerine yönelik olarak ilgi ile gönderilmesi istenen bilgi ve raporlara ilave olarak aşağıda belirtilen bilgilerin de derlenmesi ihtiyacı doğmuştur. İl ve ilçelerdeki:

a.Tüm dernek, Vakıflar, meslek Kuruluşları, İşçi ve İşveren Sendikaları ve Konfederasyonları,

b.Yüksek Öğrenim Kurumları (Fakülte, Yüksek Okul ve Enstitüleri),

c.Yurtlar (Kredi ve Yurtlar Kurumu’na bağlı Kurum ve Kuruluşlara bağlı yurtlar)

d.Üst düzey yöneticiler (Vali, kaymakam, Büyükşehir Belediye Başkanları) ile diğer mülkî makamlarda bulunan görevlilere (Müdür, Daire Başkanları) ait biyografiler, anılan şahısların siyasi görüş/yönleri,

e.İl Genel Meclis ve Belediye Meclis üyeleri,

f.Siyasi Parti İl ve İlçe yönetim kadroları,

g.Yerel TV, radyo, gazete, dergi ve diğer basın-yayın kuruluşları,

2.Anılan bilgilerin değerlendirilmesinde gizliliğe azami dikkat gösterilecek, gerektiğinde bölgedeki diğer askeri makamlar ile işbirliği yapabilecektir. Temin olunan bilgiler 12 Mayıs 1997 tarihine kadar Ek’te belirtilen formatlara uygun olarak bilgisayar ortamında hazırlanarak yazılı ve disketlere kayıtlı olarak Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na GİZLİ/KİŞİYE ÖZEL gizlilik derecesinde gönderilecektir. Bu tarihe kadar temin edilemeyenler, teminini müteakip bekletilmeksizin aynı usullerle gönderilecektir.

14- Çevik Bir 28 Şubat sürecinin neresinde, süreç nereye uzanabilir?

Kamuoyunda, dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ve kuvvet komutanlarının da önüne çıkacak kadar odağında bulunuyor. Sincan'da tankların yürütülmesi üzerine “Demokrasiye balans ayarı yaptık” sözleriyle dikkat çeken Çevik Bir, PKK'nın önemli ismi Şemdin Sakık'a aitmiş gibi gösterilen kurgu ifadelerde Cengiz Çandar ve Mehmet Ali Birand'ın da aralarında bulunduğu çok sayıda ismi “PKK'dan para alıyor” gibi gösteren “andıç” skandalında da öne çıkan isimdi.

İlginçtir; Çevik Bir ve dönemin simge isimlerinden Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak, daha sonra komuta kademesinde dışlanan isimler oldular. Genelkurmay 2. Başkanlığı'ndan 1. Ordu Komutanlığı'na atanan Çevik Bir'in, Genelkurmay Başkanı olmak için Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na uzanma planına onay verilmedi ve emekliye sevk edildi. Daha sonra Cumhurbaşkanlığı'na aday olmaya yönelen Bir, bu girişiminde de destek bulamadı. Özkasnak da, 28 Şubat sürecinden sonra terfi ettirilmedi ve TSK içinde tasfiye edilen isimler arasında yer aldı.

15- 28 Şubat'ta emir – komuta zinciri içinde hareket edilmesi ne anlama geliyor, soruşturma nereye uzanabilir?

Soruşturma dönemin Genelkurmay başkanlarına kadar uzanabilir. Nitekim, Çevik Bir'in Batı Harekât Konsepti altındaki imzası “Genelkurmay Başkanı emriyle / Namına” başlığı altında yer alıyor.

Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e de verilen brifing dizisinin de Genelkurmay Başkanı talimatı ve bilgisi dahilinde Genelkurmay Karargâhı'nda yapıldığı biliniyor.

Ancak soruşturmanın 28 Şubat kararlarını mı, yoksa kararların ardından yukarıda özetlediğimiz süreci mi esas aldığı henüz bilinmiyor. Kararların esas alınması durumunda, dönemin Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakanı Necmettin Erbakan, Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller ile MGK'nın diğer sivil üyelerinin MGK kararlarının altındaki imzaları tartışma gündemine gelecek.

Anayasa uyarınca cumhurbaşkanları sadece “vatana ihanet”le suçlandıkları için Demirel'e uzayacak bir soruşturma 28 Şubat kararlarının ancak “vatana ihanet” sayılması durumunda söz konusu olabilecek.

Bu nedenle Demirel'in durumu Kenan Evren'inkinden farklı görünüyor. Evren, “Cumhurbaşkanı” olarak değil “darbe yapan Genelkurmay Başkanı” olarak yargılanıyor.

Kaynak: http://t24.com.tr/yazi/15-soruda-28-subat-bati-harekat-konsepti-ve-bati-calisma-grubu/4964

"ÇEVİK BİR İŞKENCE YAPTI"
14.04.2012
Köstebek davasında gizli belgeleri sızdırmakla yargılanan 28 Şubat'ın simge ismi Onbaşı Sarmusak, 15 yıl sonra konuştu.

Vatan gazetesine açıklamalarda bulunan, Kadir Sarmusak, "28 Şubat sürecinde en çok mağdur olan benim. İşkence gördüm. 11 günüm kayıp benim, ölebilirdim. Müdahil olacağım" dedi.

"ÇEVİK BİR İŞKENCE YAPTI"

28 Şubat sürecinin en önemli aktörlerinden "Onbaşı Sarmusak" olarak bilinen Mehmet Kadir Sarmusak, 28 Şubat operasyonları için çarpıcı açıklamalarda bulundu. Türkiye'de olay yaratan 'Köstebek Davası'nda dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkan Vekili Bülent Orakoğlu ve Yardımcısı Hanefi Avcı ile birlikte yargılanan Sarmusak'ın, Deniz Kuvvetlerindeki Batı Çalışma Grubu belgelerini Emniyet İstihbarat Dairesi'ne sızdırdığı öne sürülmüştü. Askeri Mahkeme'de yargılanan ve dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir tarafından işkence gördüğünü söyleyen Sarmusak bu davadan beraat etti. Şimdi ise İstanbul'da kariyerine polis olarak devam ediyor.

"28 ŞUBAT'TA EN ÇOK MAĞDUR OLAN BENİM"

İşte Sarmusak'ın anlattıkları: "Henüz bir dava açılmadı ancak 28 Şubat sürecinde en çok mağdur olan kişi benim. Hakkında sahte belge düzenlenen kişi benim. Ben yargılandığım davada, beni mahkum ettirmek için Çevik Bir'in hakim albay ile birlikte sahte belge düzenlediğini ispatlamış bir kişiyim. Bu soruşturmanın ortaya çıkışı aslında o davayla ilgilidir. Savcılık bizden ne talep edecek ne olacak biz de bekliyoruz. Yani her an çağrı gelebilir bize. Çağrı gelmezse de bir dava açıldığında gidip müdahil olacağım."

"ERGENEKON'UN MERKEZİ"

"Şu anda konuşulanlar gerçeklerin yüzde 10'unu içeriyor. Esas gerçekler ortaya çıktığında bu ciddi sansasyonel etki yapar. Bugün Ergenekon adı altında servis edilen tüm çalışmanın esas kökeni 28 Şubat'tır. Bundan önceki yapılan tüm müdahaleler yapılanlar yanlıştır. Şu anda merkeze gidiyorlar. Eğer 28 Şubat'a dokunamazsanız Ergenekon'u ortaya çıkartamazsınız. Çünkü Ergenekon mantığı 28 Şubat'ta şekillendi."

"HERŞEYİ İKİ ALBAY PLANLADI"

"Yakalama kararı çıkarılan Albay E.Ş. esas operasyonun merkezidir. Yakalanmadı o, yurt dışına çıkmış olabilir. Esas bomba Binbaşı M.A. yakalandığı zaman ortaya çıkacak. Şimdi neden yakalama kararlarında o yok bilmiyorum. Bu işi iki binbaşı planladı: M.A. ile L.E... Zaten L. E. Ergenekon'dan içeride. Albay M.A.'nın ismi de çok temiz değil. O daha önce çok büyük bir kantin soygunu yaptı."

"ACZİMENDİLERİN ÇOĞU ASKERDİ"

"Şu anda Iceberg'in görünen yüzünü açıyorlar. Soruşturma ilerledikçe hepsinin hakkında yakalama kararı çıkartılacağına ben eminim. Eğer konuşursak çok şeyin aydınlığa çıkacağına eminim. Ben bu zamana kadar hiç konuşmadım. 15 yıl geçti! Siz askeri sorgunun ne demek olduğunu biliyor musunuz? 11 günüm kayıp benim. Nerede olduğum belli değil. Hiçbir kaydım tutulmadı. Beni öldürmeyi de düşündüler. Ama adamlar o kadar emin şekilde pazarlık ettik ki, eğer ben ölseydim bugün saklı kaldı dediğiniz birçok şey piyasada olacaktı. Aczmendilerin durumu neden sorgulanmıyor. O dönem Aczmendilerin yüzde 40'ı asker kökenliydi. Bunlar fotoğraflarla tespit edilmişti. O başörtü eyleminde halkı galeyana getirmek isteyenlerin 20'sinin rütbeli asker olduğu tespit edildi. Hanefi Avcı cezaevine girdiği gün bu askerlerin ismini açklayacağını söylemişti. Ertesi gün serbest kaldı."

"PAŞALAR BORSADAN ÇIKTI"

"Ben sizin bazı belgelere ulaşmanıza yardımcı olabilirim. Borsa hesapları vardı bazı komutanların. Sincan'da tanklar yürümeden önce bu hesaplardan nasıl çıktıklarına, meclisin içindeki insanlardan nasıl bilgi akışı sağladıklarına ulaşmanızı sağlayabilirim. İnşallah sonu aydınlık olur. Ama Türkiye'de ben aydınım diyerek Türkiye'yi karanlığa gömen birçok kişi kendi karanlıklarında boğulacak."

"DEMİREL BENİ İHBAR ETTİ"

"Beni ihbar eden Sayın Demirel'dir. TSK kuvvetleri içinde faaliyet gösterdiğimi ihbar edip, beni yakalatan, onca çileyi çekmeme, 4 ay hapis yatmama, onca işkence görmeme asıl sebep kişi Demirel'dir. Biz o dönem bu belgelerin yasa dışı olduğunu kabul edemedik. Neden, çünkü eğer kabul ederseniz siz suçu kabul etmiş oluyorsunuz. Yani oradan belge çıkartmayı kabul etmiş oluyorsunuz. Halbuki çıkan belgelerin nereden nasıl çıktığı hala daha keşfedilmiş değil."

"28 Şubat'ın Koordinatörü Demirel'dir"

Beşir Atalay: "Dönemin Cumhurbaşkanı Demirel 28 Şubat'ın koordinatörüdür."

Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in 28 Şubat'ın koordinatörü olduğunu söyledi.
Kırıkkale'de konuşan Atalay, Demirel'in davalara müdahil olmamasının da bu yüzden normal olduğunu belirtti.
Beşir Atalay şöyle konuştu:
"12 Mart 1971 oda bir yazılı belgedir. Hükümete karşı siyaset grubuna karşı ama o zaman sayın Demirel, O belge çıkınca şapkasını alıp gitmiştir. Sayın Demirel 12 Eylül davasında ben müdahil olmam diyor. Ama müdahil olmaz zaten. Çünkü ondan sonraki 28 Şubat sayın Demirel'in eseridir. 28 Şubat'ın kordinatörü sayın Demirel'dir. Bunu da böyle bilin biz bunu böyle biliyoruz."
TRT

Cengiz Çandar: 28 Şubat'ın Amerika’ya ve İsrail’e giden bir boyutu var
17 Nisan 2012



Neşe Düzel'in Cengiz Çandar'la 28 Şubat darbesiyle ilgili olarak yaptığı röportaj bu darbenin karanlık yüzüne ışık tıutuyor:

Cengiz Çandar: 28 Şubat darbesinde İsrail var

“ABD post-modern darbeyi destekledi. Meğer 28 Şubat’tan iki hafta sonra, 12 Mart cumartesi günü Washington’da Dışişleri Bakanı Albright’ın çağrısıyla bakanlığın yedinci katında, Türkiye toplantısı yapılmış.”

“Bernard Lewis, Paul Wolfowitz, Richard Perle hepsi orada. Türkiye’ye ilişkin olarak ne yapılmalı, o gün konuşulmuş. Toplantıdan çıkan sonuç, ‘doğrudan askerî bir darbe olmadan bu hükümet gitmeli’ olmuş.”

***

NEDEN CENGİZ ÇANDAR

Bu ülkede sivillerin desteklemediği hiçbir darbe olmadı. Her darbe sivil ayaklarıyla toplumun üzerine yürüdü ve halkı ezdi geçti. Ama darbelerin içinde en açıkça hazırlananı herhalde 28 Şubat oldu. 1997 yılından başlayarak, merkez medya, büyük iş dünyası, yargı, üniversiteler, sendikalar, işveren örgütleri, dönemin cumhurbaşkanlığı makamı ve bir kısım siyasiler, askerlerle el ele verip koca ülkeyi, bir çadır tiyatrosuna çevirdiler. Halkı irticayla korkutmak için yapmadık rezillik, alçaklık bırakmadılar. Her akşam televizyon ekranlarında hu çeken adamların görüntüsünün arkasında, kendileri aşağılık işler çevirdiler. Topluma karşı psikolojik savaş yürüttüler. İnsanların hayatlarını kararttılar, cinayetler işlediler, tuzaklar kurdular, iftiralar attılar, fişlediler, işten attırdılar. Anadolu sermayesini bir süreliğine öldürdüler, bankalara ve ihalelere saldırdılar, ülkeyi soydular. Sonra da çaldıklarının parasını 2001 kriziyle halka ödettiler. Belki de yapılan soygunun büyüklüğünden ve katılımcılarının yaygınlığından olmalı, 28 Şubat darbesi en yavaş soruşturulan darbe oldu. Ve nihayet geçen Perşembe 28 Şubat’la ilgili ilk operasyon, darbenin beyni denen Batı Çalışma Grubu’na yönelik yapıldı. Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı emekli Orgeneral Çevik Bir’le birlikte otuza yakın emekli asker gözaltına alındı. Biz de bu hafta, 28 Şubat’ta andıçlanan ve darbenin en mağdurlarından biri olan Cengiz Çandar’la konuştuk. Yılların gazetecisi Cengiz Çandar’la, Genelkurmay’da andıç adı altında hazırlanan tertipleri, 28 Şubat’ın medya ayağını, o dönemde asker-medya ilişkisini, birtakım sivillerin askerlerle birlikte yürüttüğü psikolojik harbi ve 28 Şubat’ın dış bağlantılarını masaya yatırdık. Cengiz Çandar, Timaş Yayınları’ndan çıkan “Çıktık Açık Alınla” kitabında, 28 Şubat post-modern darbe sürecini, öncesi ve sonrasıyla çok çarpıcı bir biçimde anlattı.

***

NEŞE DÜZEL: 28 Şubat darbesiyle ilgili operasyon başladı. Siz, o dönemde andıçlanmıştınız, iftiraya uğramıştınız. 28 Şubat davasına müdahil olacak mısınız ileride?

CENGİZ ÇANDAR: Henüz karar vermedim. Siyasi terminolojimize andıç ilk bizimle girdi ve andıç yüzünden büyük bedel ödedim ama gene de bireysel meselem olarak görmüyorum ben bunu. 28 Şubat öyle tuhaf bir süreç ki! 1998 yılında Genelkurmay da bize yönelik yapılan tertiplerin adının henüz andıç olduğu bilinmiyordu o sırada. Gerçek ancak 2000 yılında ortaya çıktı. Babam düzmece haberlerin yayınlandığı yılın sonbaharında öldü ve ölümüne kadarki süre içinde büyük kahır çekti. Çünkü...

Evet çünkü...

Çünkü bize yapılan ideolojik bir suçlama değildi. Akçalı bir suçlamaydı. Düşünün, PKK’dan para alıyorum ve karşılığında yazı yazıyorum. Andıçla atılan iftira bu! Babamı kahreden şey, çok yakın arkadaşlarının bile, “Hiç beklemezdik. Nasıl yaptı bu çocuk bunu? Çok üzüldük” demeleri oldu. Oysa biz andıçlanmıştık!

Siz 28 Şubat’ta, Şemdin Sakık’a ait olduğu söylenen düzmece bir ifadeyle andıçlandınız. Bununla ilgili bir dava açıldı mı?

Açılmadı. Aksine dava kapatılsın diye çağırıldım ben DGM’ye.

PKK’nın iki numaralı ismi Şemdin Sakık’ın bu konuda resmen ifadesi alındı mı peki?

Onu bilmiyorum ama, Sakık bana avukatıyla haber gönderdi ve kesinlikle ifadesinde bizim adlarımızdan söz etmediğini söyledi. Zaten andıç işinin özeti şudur. Bazı isimlere karşı bir psikolojik savaş yapılmak isteniyor ve bu operasyonun bir parçası olarak Sakık’ın ifadesi manipüle ediliyor. İfadesine bizim isimlerimiz yapıştırılıyor.

Siz o dönemde andıçla ilgili bir dava açtınız mı peki?

Bir karanlık noktası da budur işin. Hukuk dışı ne varsa yapıldı bu konuda. Mehmet Ali Birand, DGM’de dava açmaya çalıştı, kendisiyle ilgili suç duyurusunda bulundu, “Ben suçluyum, ifademi alın” dedi ama mahkeme hiç oralı olmadı. PKK’dan para almakla suçlanıyor ve DGM oralı olmuyor. Bir ay sonra 1998 haziranında DGM’ye çağırıldım ben. Dosyayı kapatacaklarmış! Dosyayı kapatabilmeleri için de benim ifademi almaları gerekiyor. Savcı ifadeye başlarken bana Sakık’ın ifadesini uzattı. “Ne diyorsunuz?” dedi.

Ne dediniz?

İfadeye baktım gazetelerde bizimle ilgili yer alan suçlamalara ilişkin hiç bir şey yok. Aksine şöyle bir şey var. Ona bizim isimlerimiz sorulmuş. O da, “Biz bu kişileri genel olarak devlet yanlısı görürüz. Yalnız onların bir farkı var. Bunların, Kürt sorununun çözümü konusunda resmî politikadan farklı çözüm önerileri var” diyor. İfadesinin sonlarında da Öcalan’ın basını nasıl gördüğüyle ilgili bir başka soruya, “Öcalan, Türk basınını satın alınabilir kişiler olarak görür” diyor. O söylediklerinin bizimle alakası yok. Savcıya, “Bu ifadede bizi suçlayan bir şey yok ki” dedim. Savcı, “Basında çıkan yazılar var ya” dedi.

Şemdin Sakık’ın, yakalandıktan sonra verdiği ifadesinde, sizin isimlerinizi vererek, PKK’dan para aldığınızı söylediği haberleri çıkmıştı medyada. Bunu mu söylüyor savcı?

Evet. DGM savcısına, “Sakık’ın ifadesi bana verdiğiniz mi yoksa basında çıkanlar mı?” dedim. “Benim verdiğim” dedi. “O zaman ben niye buradayım? Benim değil, benimle ilgili iftiraları atanların, yayımlayanların burada olmaları ve ifade vermeleri gerekir” dedim. Bana, “Burası Türkiye, böyle şeyler olmaz” dedi. Dava böylece kapatıldı. İki yıl sonra da bu işin andıç olduğu ortaya çıktı! Size bir özet yapayım. Çünkü olaylar şöyle gelişti. 28 Şubat kararlarının bildirildiği Milli Güvenlik Kurulu toplantısı 1997’de yapıldı. Bizim hedef olduğumuz andıç tertibi ise bir sene sonra 1998’in ilkbaharında gerçekleşti. İki yıl sonra da bunun Genelkurmay’da hazırlanmış andıç olduğu ortaya çıktı.

Andıçlanan gazeteciler kimlerdi?

Ben, Mehmet Ali Birand, Akın Birdal... Andıçta, bizim itibarlarımızı yok etmek üzere bize karşı operasyonel bir adım atılması gerektiği belirtiliyordu. Bunun, medyada kendilerine yakın şahsiyetlerle temas edilerek yapılacağı söyleniyordu. Ve gerektiğinde, “Altanlar” denerek, “Ahmet Altan ve Mehmet Altan’la da ilgili aynı operasyon yapılabilir” deniyordu. Yani bizimle ilgili yapılacak olan tertipler, icap ettiği takdirde Altanlara da yayılacaktı.

Hangi gazetelerde çıktı bu haber?

28 Şubat döneminde Sabah gazetesinde çalışıyordum. Sabah ve Hürriyet’te manşet oldu bu haber. Bir gece önce de Kanal D ana haberlerde, Uğur Dündar tarafından bizim isimlerimiz verilerek birinci haber olarak okundu aynı metin.

28 Şubat soruşturması ve davası, sadece askerlerin soruşturulmasıyla ve sanıklığıyla sınırlı kalabilir mi?

Tarihimizle ilgili ciddi bir soruşturma ve yüzleşme yapılacaksa askerlerle sınırlı kalamaz. Mesela 28 Şubat darbesine çok önemli bir katkısı var Demirel’in. Zaten 28 Şubat’ın özelliği post-modern darbe olmasıdır. Yani bunu, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül’den ayırt eden bir özelliği var. Arkasında askerin olduğu, fakat siviller tarafından icra edilmiş bir darbedir bu.

Siviller kim?

İş dünyası, siyasetçiler, yargı, üniversite camiası, üniversite öğretim üyeleri, kitle örgütleri, sendikalar, odalar ve en önemlisi medya! Medya bu ülkede her zaman darbelerin meşrulaştırıcısı, savunucusu olmuştu ama yürütücüsü olmamıştı. 28 Şubat’ta yürütücüsü oldu. Önceki darbelerde Ankara ve İstanbul Radyoevi’ne ve Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne tankları gönderir, iktidara el koyardınız. 28 Şubat böyle olmadı.

Nasıl oldu?

28 Şubat, zamana yayılarak yapıldı. Adına onun için 28 Şubat süreci deniyor zaten. Bu sürecin her aşamasında medya kullanıldı. Darbe, toplumun beyni yıkanarak hazırlandı ve icra edildi. Biliyor musun? Post-modern darbe sözcüğünü ilk ben yazdım. O dönemde bir köşe yazımın başlığı olarak “post-modern darbe” kullandım. Ondan sonra post-modern darbe denmeye başladı zaten. Mucidi ben değilim ama...

Mucidi kim?

28 Şubat MGK’sı olmuş. Haziran ayıydı, gazeteye yazımı yazıyordum. İlnur Çevik aradı. “Daily News için Çevik Bir’le röportaj yaptım, çok ilginç” dedi. Biraz anlattı ve laf arasında da “Çevik Bir, 28 Şubat’a post-modern darbe diyor” dedi. Telefonu kapattıktan sonra İlnur’u tekrar aradım, “Post-modern darbe lafını yayımlayacak mısın? Off the record olabilir, başını belaya sokma” dedim. “İyi ki uyardın, sorayım” dedi. Aradı, “O bülüm ‘off the record’muş” dedi. Ben de ona “Çok iyi. O zaman ben bunu isimsiz olarak kullanayım” dedim ve post-modern darbe lafını kendi gözlemim olarak yazdım. Sonra bu laf yayıldı. Amerika’dayken...

Amerika’ya da mı yayılmış bu sözcük?

Beni bir davette Bernard Lewis’le , “post-modern darbe kavramını ilk kullanan kişi” olarak tanıştırdılar. Bernard Lewis bana, “Bu kavram nereden sana ait oluyor? Ben bunu daha önce duydum” dedi. Lewis’in bizim Genelkurmay’la çok sıkı ilişkileri var malum. “Ben bu sözcüğü hep Genelkurmay’da duydum” dedi.

Bernard Lewis bir tarihçi. Onun ne işi var Genelkurmay’da?

Kendisi Neo-conların... Amerika’daki İsrail lobisinin beyni. Bizim Genelkurmay’la hep sıkı ilişkileri oldu onun.

28 Şubat’la ilgili geçen hafta gözaltına alınanların hepsi Batı Çalışma Grubu’yla ilişkili askerler. Size yönelik andıç operasyonunu da BÇG mi yaptı?

Kuvvetle muhtemel. BÇG diye hudayinabit bir istihbarat örgütlenmesi oluştu orada. BÇG’nin sadece askerlerden ibaret olmadığı kanısı var bizde. BÇG’nin sivil ayakları da var. Medya ayağının da olması icap ediyor. Bakın... Medyaya bizimle ilgili çıkan düzmece haberi bir bilgi notu olarak gönderdiler! Haber, Genelkurmay’da hazırlanmıştı ve iki gazeteye verildi. Aynı metin hem Kanal D’de okundu hem de iki gazetede yayımlandı. Rahmetli Ufuk Güldemir, bana, “Haber Milliyet’e de geldi ben direndim, koymadım” dedi ama...

28 Şubat sırasında medya böyle mi kullanıldı? Medya ile darbeci askerler arasındaki ilişkiler böyle mi yürüdü?

O dönemde Tümg. Erol Özkasnak Genelkurmay sözcüsüydü. Çevik Bir’in sağ koluydu. Ona aşk derecinde hayranlık duyan biriydi. Medya ile ilişkiyi, basının manipülasyonunu Özkasnak yürütüyordu. O sırada Sabah’ta çalıştığım için yazı işlerine haberler nasıl geliyor görüyordum.

Haberler nasıl geliyordu?

Haberler iki koldan geliyordu. Ankara bürosundan Fatih Çekirge üzerinden de geliyordu. Zaten diğer gazetelere de haberleri Ankara temsilcileri üzerinden veriyorlardı. Kimi durumlarda da doğrudan İstanbul’a telefon ediyorlardı. Bizimle ilgili andıç haberi çıktıktan sonra Mehmet Ali Birand’ın Sabah’la ilişkisi kesildi. Benim ise gazeteyle ilişkim sürdü ama yazılarım durduruldu. Ben tanığım, Erol Özkasnak gazeteye o dönemde ciddi baskı yaptı, bu adamı atsanıza diye telefonlar etti. Genel yayın müdürü Zafer Mutlu o sırada beni savundu.

Birand’ı niye korumadılar?

Birand’la başka sorunları da vardı ama bir de Dinç Bilgin, iki kişi için direnmemiz çok zor diye düşünüyordu.

Niye zor?

Bunu bana Zafer Mutlu o zaman açıklamıştı. O dönemde gazeteler banka ve ihaleler alıyorlardı. 28 Şubat’ın en ayıp yönlerinden biri budur. Sabah, o sırada Etibank’ı alıyordu. Türkiye öyle bir yer ki, iktidarda olan size imkân veriyor ya da vermiyor. O sırada iktidar askerdeydi. Dolayısıyla bazı işlerin yapılabilmesi için askerlerin onayı gerekiyordu. Zaten askerle iyi geçinebilmek için bütün şirketlerin yönetim kurullarında askerler vardı.

28 Şubat’ta Cumhuriyet tarihinin en büyük soygunu oldu. Bu soygunun bedelini vatandaş 2001’de feci bir ekonomik krizle yoksullaşarak ve işsiz kalarak ödedi. Sadece bankaların içinin boşaltılması, vatandaşa 380 milyar liraya mal oldu. Vatandaş bu faturayı fakirleşerek ödedi.

Öyle... 28 Şubat sürecinde yaşananlar o kadar aleniydi ki! Ama medya kontrol altında tutulduğu ve manipüle edildiği için bunlar yazılmadı. 28 Şubat darbesi göstere göstere yapıldı! Herkes belli roller üstlendi. Demirel, hükümet kurma görevini Mesut Yılmaz’a verdi. Aradan 10-15 gün geçti, parlamento aritmetiği birden değişti ve DYP’den istifalar başladı. Yılmaz’ın partisi ANAP aniden Meclis’te en büyük parti oldu. Hüsamettin Cindoruk ve Ecevit’le koalisyon yapıldı.

Bu milletvekilleri hangi tehditlerle DYP’den ayrıldılar? DYP’nin içi nasıl boşaltıldı? ANAP’ın içi nasıl dolduruldu? Bütün bunlar sizce 28 Şubat soruşturmasıyla ortaya çıkacak mı?

28 Şubat soruşturmasının çok ciddi yapılması gerekiyor. Çünkü hâlâ çok itibarlı bir sürü ismin dâhil olmasını gerektiren bir içeriğe ve doğaya sahip bu darbe. 28 Şubat’ın yıldızı Çevik Bir’di ama beyni, düşünen adamı dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’ydı. O dönemde Hürriyet’e, “Sıra sivil kuvvetlerde!” demişti.

Sivil kuvvetler kim?

TESK, TİSK, DİSK, TOBB... Bu örgütlerin o zamanki yöneticileri hangi telkinlerle böyle bir blok kurdular? İşçi sendikalarıyla işveren sendikaları müştereken hareket ediyor. Olabilecek şey mi bu?

28 Şubat darbesinin yürütücüleri olarak başka kimler var?

Bir şekilde ABD var. ABD, doğrudan askerî darbeyi desteklemedi ama 28 Şubat darbesini destekledi. Post-modern darbeyi destekledi.

Neye dayanarak söylüyorsunuz bunu?

Ben buna tanık oldum. 1999-2000 yıllarında Amerika’daydım. Türkiye’yle ilgili müşterek bir kitap yazımı projesine katıldım. Kitabın çeşitli bölümlerinin yazarları toplantı yapıyoruz. ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz kitabın editörü. İsrail lobisinin düşünce kuruluşu Washington Institute’ın Türkiye bölümünün başında olan Alan Makovsky de toplantıda. Makovsky sık sık Ankara’ya gider gelir, Genelkurmay’a girer çıkardı. Kahve molasında Makovsky Abramowitz’e “Sen yedinci kattaki toplantıda niye yoktun” diye sordu. Ben “ne toplantısı” diye merak ettim.

Ne toplantısıymış?

Meğer 12 Mart 1997’nin cumartesi günü Washington’da dönemin Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın çağrısı üzerine Bakanlık binasının yedinci katında Türkiye ile ilgili bir toplantı yapılmış. Bu toplantı, 28 Şubat kararlarının alındığı MGK toplantısından hemen iki hafta sonra düzenlenmiş. Hatırlayın... RefahYol, haziranda iktidardan gitti. Bernard Lewis, Paul Wolfowitz, Richard Perle hepsi toplantıdaymış. Türkiye’ye ilişkin olarak ne yapılmalı, o toplantıda konuşulmuş. O toplantıdan çıkan genel eğilim, “doğrudan askerî bir darbe olmadan bu hükümet gitmeli” olmuş.

Amerika niye RefahYol’un gitmesini istedi?

Ben de sordum. “Amerika, tekerine çomak sokanı ekarte eder ama Erbakan size bir şey yapmadı. Amerika’nın büyük ulusal çıkarlarını tehdit etmedi. Aksine onun zamanında İsrail’le ilişkiler gelişti. En önemlisi Saddam kuvvetlerini Kuzey Irak’a soktuğu zaman, CIA ile irtibatlı olduğu iddia edilen beş bin Kürt’ün Türkiye üzerinden çıkartılıp Guam Adası’na gönderilmesinde size destek verdi” dedim. Abramowitz, “Türkiye ile Amerika arasındaki ilişkilerde yazılı olmayan bir kod vardır. Erbakan bu kodu bozdu. Amerika, ne yapacağı kestirilemeyen, kontrol edilemeyen müttefikten hoşlanmaz” dedi. Erbakan ilk dış gezisini, kendisine yapma dendiği halde İran’dan başlattı. İkinci gezisini Mısır, Libya ve Nijerya’ya yaptı.

28 Şubat sadece iç güçlerle yapılmış bir darbe değil mi?

Hayır. Amerika’nın en İsrail yanlısı çekirdeği de dâhil bu darbeye. O dönemde iktidarda Clinton yönetimi var. O yüzden doğrudan askerî darbeyi istemediler. 28 Şubat’ın simge ismi olan Çevik Bir o dönemde çok muteber biriydi. Amerika’da iki tane aleni, kote edilmiş İsrail lobisi var. Çevik Bir’in bunlarla o kadar yoğun ilişkisi vardı ki, 2000 yılında ilk kez ihdas ettikleri “uluslararası devlet adamı” ödülünü Bir’e verdiler. Bir’in Demirel’den sonra cumhurbaşkanı olması gerektiği fikrini yaydılar. Çevik Bir’in İsrail askerî sanayileriyle de çok sıkı ilişkileri vardı.

Emekli olduktan sonra İsrailli silah firmalarının temsilcisi olmadı mı?

Evet. Dolayısıyla Türk Silahlı Kuvvetleri ile İsrail establisment’ı ve Amerika’daki İsrail yanlısı çekirdek kadrolar arasındaki çok yoğun ve yakın ilişkiyi görmeden 28 Şubat’ı anlayamayız. Bir de tabii dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın hiç mi haberi ve onayı yok olup bitenlerde? Mesela dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya, o sırada Londra Büyükelçisi olan Özdem Sanberk’e, “Andıç sırasında ben Çevik Bir’e söyledim. Bunu yapmayın dedim. Bu iş sızar ve Bumerang gibi dönüp bizi vurur, yaralar, dedim. Ama dinlemediler” diyor.

28 Şubat neden sizi hedef seçti?

Ben andıçlandıktan sonra Paris’e gittim. Sönmez Köksal da MİT Müsteşarlığından yeni ayrılmış ve Paris Büyükelçisi olmuştu. Eşi Filiz Akın’la birlikte üçümüz konuşuyoruz. Andıçla ilgili olarak bana, “Her birinizin değişik nedenleri var” dedi. “Sana askerler, Kürt meselesindeki rolünden ötürü öteden beri diş biliyordu.” Talabani ve Barzani’yle Cumhurbaşkanı Özal arasındaki ilişkilerin kurulmasını sağladım ben. Yani Irak Kürtleriyle ilişkilerin kurulmasının mimarıyım. Bir tabunun Cumhurbaşkanı üzerinden yıkılmasıydı bu. Bir de tabii ben 28 Şubat’a başından beri çok sert karşı koydum.

Peki, darbeci paşalar Mehmet Ali Birand’a niye kızmışlar?

Birand’ın iki büyük kusuru oldu askerî algılamaya göre. Bir, Abdullah Öcalan’ı ve Osman Öcalan’ı ekrana çıkarttı. İki, Emret Komutanım kitabının son halini yayımlanmadan önce göstermedi. Kitaptaki maaş bordroları, astsubay maaşları onları çok rahatsız etmiş.

Erol Özkasnak, Mehmet Altan’ı da, yazısında maaş konusuna girdiği için Zafer Mutlu aracılığıyla tehdit etmemiş miydi?

Onun da yazıları azaltıldı o dönemde Sabah’ta zaten.

Gazetenizin bu andıçlama karşısındaki tutumu ne oldu? Sizin suçsuz olduğunuzu biliyorlar mıydı?

Beni kendi tarzlarına göre korumaya çalıştılar. Zafer, “Zerre kadar inanmıyoruz ama yayımlamaya mecburuz” dedi. Ben “niye” diye üsteleyince de “Bankam var” dedi. O günkü gazete benim gözümün önünde hazırlandı. Bazıları yakın arkadaşlarım... Sayfayı yapıyorlar... Kendilerini işe vermişler. Arada bir gözleri bana takılıyor. “Yaa, şu rezalete bak” diyorlar ve sonra bizimle ilgili haberi koymaya ve işlerini yapmaya devam ediyorlar.

28 Şubat’ta medyanın rolü neydi?

Zafer Mutlu ve Ertuğrul Özkök merkez medyanın iki genel yayın müdürüydü. Sabah ve Hürriyet, 28 Şubat’ın meşrulaştırılması ve kamuoyuna enjekte edilmesinde başrolü oynayan iki ana gazete oldu. Zafer Mutlu andıcı, oradaki iftiraya inanarak yayımlamadı. Kendisini bunu yapmaya mecbur hissetti. Bir yandan da beni korumaya çalıştı. Özkök, “Bunun ayıbını hayatım boyunca taşıyacağım” dedi. Bakın... Bu konuyu medya etiği açısından tartışabilirsiniz ama bu kişileri, andıcı ve darbeyi yapanlarla aynı yere koyamazsınız. Çevik Bir’le, Erol Özkasnak’la ve Demirel’e aynı muameleye maruz bırakamazsınız onları. O zaman iş, cadı avına dönüşür. İş, McCartizm’e doğru kolaylıkla gider.

Peki, sizce ne yapılmalı?

Medyada şunların açığa çıkması lazım. Bir, Batı Çalışma Grubu denen ve aslında illegal muamele görmesi gereken yapıda medyadan insanlar var mı? İki, Andıçta, “Operasyon bize yakın gazeteciler aracılığıyla yürürlüğe sokulacak” deniyor ya. Bu gazeteciler kim? İşte o zaman darbe örgütlenmesinin belli kademeleri çıkar ortaya. Üç, Milli Güvenlik Akademisi’nde ders alan ve ders veren gazeteciler kimler? Dört, MGK’nın Toplumla İlişkiler diye bir dairesi vardı. Orada da gazeteciler vardı. Onlar kim? Beş, Toplumla İlişkiler Dairesi, psikolojik harbi nasıl yürüttü? Kimleri istihdam etti? Bunların arasında bir sürü üniversite hocası, akademisyen var mesela. Bunlar somut olarak ortaya çıkmalı.

Sizce neden 28 Şubat davası en yavaş ilerleyen dava oldu?

28 Şubat’ın diğer çıplak darbelerden farklı olarak çok daha girift dış bağlantıları var. İnce dengeleri var. İşin, Amerika’ya ve İsrail’e giden bir boyutu var.

İsrail destekli bir darbe miydi 28 Şubat?

Tabii öyleydi. Türkiye-İsrail işbirliği ve askerî ilişkileri 28 Şubat’la nereden nereye gitti, hangi rakamlara ve mali boyutlara vardı görmek gerekir.

Neşe Düzel -Taraf

28 Şubat'ın "Cesur Yürek"i: Meral Akşener
29 Nisan 2012



Haber Zoom'un haberi:

Akşener darbecilere böyle rest çekti!

28 Şubat MGK'sında dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener, komutanlara işte böyle rest çekmiş!

28 Şubat'ın en tartışmalı MGK'sında dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşenir'in, askerlere başörtüsü konusunda karşı çıktığı ortaya çıktı. Dönemin MGK kararlarını en son imzalayan isim olan Akşener, başörtüsünü üniversitelerde yasaklanmasını isteyen komutanlara Sütçü İmam'ı hatırlattı, Fransız askerlerini örnek gösterdi.

Eski İçişleri Bakanı Meral Akşener'in, 28 Şubat 1997'de yapılan MGK toplantısında komutanlara, başörtüsüne el uzatan Fransız askerlerinin başına gelenleri ve Sütçü İmam'ı hatırlattığı ortaya çıktı. Kendi deyimiyle "eski bir pardösü, ucuz bir eşarp, ayağında topukları yenmiş bir çift siyah ayakkabı, yanında da elinden tuttuğu kabak kafalı bir çocuk olan kadının" irtica örneği olarak lanse edilmesine kızan Akşener, komutanlara şu uyarıyı yapıyor: "Ben polislere emredeceğim ve bu hanımın başındaki örtüyü çektireceğim...
Fransız askerleri de çekmişti Maraş'ta. Bunun karşılığına hazır mısınız?"

BİN YIL BÖYLE BİTTİ

Meral Akşener, bu anekdotu 28 Şubat darbesini anlatan ve 3 cilt olarak yayımlanan "Bin Yılın Sonu" isimli kitap için kendisiyle yapılan röportajda anlatıyor. 28 Şubat 1997 tarihindeki meşhur toplantının perde arkasıyla ilgili ilginç bilgiler veren Akşener, MGK toplantılarına katılmadan önce askerlerin bu toplantılara çok iyi hazırlandıklarını düşündüğünü, ancak ilk MGK'da büyük bir şok yaşadığını vurguluyor. Çünkü dosyalarda sadece gazete manşetleri vardır. Askerler gazete manşetleriyle gelince o da onlara gazete manşetleriyle cevap verdiğini, hatta Tansu Hanım'la Erbakan Hoca "işaret edip susturmasınlar" diye onlara arkasını dönerek konuştuğunu aktarıyor.

"GİDEN VALİYİ GÖREVDEN ALIRIM"

O dönemde başta yargı ve medya olmak üzere birçok alanda askerler tarafından verilen brifinglerden biri de valilere verilmek istenmişti. Ancak Akşener, "Brifinge 81 ilin valisi gitse 81'ini de açığa alırım." restini çekince asker bu riski göze alamadı: "Benim hakikaten açığa alabileceğime kanaat ettiler. Ben de böyle bir skandalı göğüsleyecektim, en çok kellem giderdi. Bunu askeriye göz alamadı, brifing yapılmadı."

Meral Akşener, 28 Şubat'ta işadamlarının sürece kastını da yaşadığını bir örnekle anlatıyor: "Sayın Barlaslar'ın evindeydik. Konuşmamızın bir yerinde, evdeki davetlilerin ve iş hayatının önemli aktörlerinden biri, bizi suçlayıp, 'şeriatı getirecek bir yapıyla beraber olduğumuzu' ifade etmişti. Ben de 'Siz böyle diyorsunuz da, beni nasıl korkutacaksınız? Yeter artık dersem ne yapacaksınız?' dedim. Bu esnada yemek yiyorduk. Masadan bir bıçağı aldım, 'Alın, atın bana. Ben inanıyorum ki ömrüm bitmediyse bu bıçak bana değmeyecek, ömrüm bitmişse Allah sizi vesile kılacak. Haydi, beni korkutun bakalım.' dedim. Daha sonra o arkadaş sofrayı terk etti."

"PROTESTO İÇİN SAÇLARINI KAZIKACAKTI"

Akşener'in biri İstanbul, diğeri Marmara Üniversitesi'nde okuyan iki yeğeni de başörtüsü yasağı nedeniyle mağdur oluyor. Bir gün yeğenlerinden biri ağlayarak yanına gelip 'Bir şey yapmamız lazım' deyince Akşener şu teklifi yapıyor: "Dedim ki '50-100 kız bulun, bunların bir kısmının başı açık da olabilir. Size destek veren arkadaşlarınızı çağırın. Saçlarınızı kazıtın ve torbalara doldurun. Rektörün yanına gidip sen kıl-tüy istiyormuşsun, diyerek o torbaları bırakın. Ben de o zaman orada aranıza gelip heyecana kapılırsam herkesin ortasında saçlarımı kazıtabilirim."



Çevik Bir:"1 numara ben değilim, O"
3 Aralık 2012
28 ŞUBAT soruşturmasında sona gelinirken bir numaralı sanık olan dönemin Genelkurmay 2’nci Başkanı emekli Orgeneral Çevik Bir’den sürpriz suçlama geldi.

Çevik Bir, tutuklu bulunduğu Sincan Cezaevi’nde soruşturmayı yürüten Mustafa Bilgili’ye bir dilekçe gönderdi.

Bir, kendisinin 2’nci Başkan olarak sadece karargahtan sorumlu olduğunu ifade ederek, gerçek sorumlunun dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı olduğunu söyledi. Cumhuriyet Savcısı Mustafa Bilgili, 28 Şubat soruşturmasına ilişkin iddianameyi yazma aşamasında sona geldiği ifade edildi. Bilgili’nin yeni bilgi ve deliller doğrultusunda ikinci bir iddianame daha hazırlayacağı kaydedildi. İkinci iddianame hazırlanmasında gelen sürpriz ihbarların etkili olduğu kaydedildi. Bunlardan en dikkat çekeni ise Çevik Bir’den geldi.

Cumhuriyet’in haberine göre, yaklaşık 8 aydır Sincan Cezaevi’nde tutuklu bulunan Çevik Bir, avukatı aracılığıyla savcılığa bir dilekçe gönderdi. Dilekçede, İsmail Hakkı Karadayı’nın suçlandığı belirtildi. Çevik Bir dilekçesinde, Genelkurmay 2’nci Başkanı’nın sadece karargahtan sorumlu olduğunu, diğer kuvvet komutanlıklarına emir verme yetkisinin bulunmadığını söyledi. Çevik Bir, görevini emir-komuta zinciri içinde yaptığının altını çizerek, Karadayı’nın haberi olmadan bu çalışmaların yapılmayacağını vurguladı. Çevik Bir, savcılık ifadesinde de REFAHYOL hükümetini devirmeye çalışmadıklarını belirterek MGK kararları doğrultusunda görevini yaptığını ve çalışmalardan ı Karadayı’nın haberi olduğunu anlatmıştı. Savcı Bilgili’nin 60’ı tutuklu 90 kişiye darbeye teşebbüsten ağırlaştırılmış müebbet hapis isteyeceği kaydedildi.
haber10

Çevik Bir, Karadayı adına Yargı'da terör estirmiş
8 Aralık 2012



28 Şubat sürecinde Çevik Bir ‘Genelkurmay Başkanı adına’ yüzlerce suç duyurusu yaptı. ‘Takipsizlik’ verilen dosyaları emirle yeniden açtırıp, istediği gibi karar çıkarttı. Emre itaat etmeyen hakim-savcı sürgün edildi.

HAMZA ERDOĞAN / STAR

TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’na Adalet Bakanlığı’ndan yeni gelen belgeler, 28 Şubat sürecinde TSK’nın, mahkemelere ve Adalet Bakanlığı’na resmen emir ve talimatlar yağdırdığını ortaya çıkardı. Buna göre, kendileri ile ilgili en küçük bir eleştiri yapan gazeteciler hakkında Adalet Bakanlığı’na suç durusunda bulunan 28 Şubatçıların, takipsizlikle sonuçlanan yada kapanan dosyaları talimatla yeniden açtırdıkları ve lehte karar aldırdıkları görülüyor. Üstelik kararın istedikleri yönde çıkması için dosyaları ‘derhal’ vurgusuyla askeri üyelerin bulunduğu Ağır Ceza Mahkemelerine aldırmışlar. Talimatlara uymayan hakim ve savcılardan bazılarının yerini değiştirilmiş, bir kısmına ise cezalar verilmesi sağlanmış. Yargıya verilen talimatların çoğunun altında ise dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ‘namına’ Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’in imzaları var.

Çevik Bir, yargıya emir veriyor

STAR, Adalet Bakanlığı’ndan geç geldiği için Meclis Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu raporuna girmeyen belgelere ulaştı. Adalet Bakanlığı’ndan yeni gelen belgelerde, BÇG’nin başındaki Çevik Bir’in yargıya yönelik şok yazışmaları yer aldı. Gelen belgelerde askerin, özellikle Adalet Bakanlığı ve mahkemeler üzerinde kurduğu baskının sadece brifinglerle sınırlı kalmadığı anlaşıyor.

[b]İsteğimiz işlemi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş Ksm 07, 2013 7:50 pm tarihinde değiştirildi, toplam 12 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Nis 22, 2012 11:29 pm    Mesaj konusu: 28 Şubat Soruşturması Suriye Rüşveti mi Alıntıyla Cevap Gönder

28 Şubat Soruşturması Suriye Rüşveti Mi -1-
Alihaydar Can
23.04.2012



Düğün deği bayram değil...

Bir sabah uyandık ki...

28 Şubat’ın vitrindeki anlı şanlı lideri TEM polislerinin arasında gidiyor...

28 Şubat NATO darbesi hangi yıl yapılmıştı?

1997'de...

Kaç yı geçmiş aradan?

15 yıl....

Darbe olduğu hakkında yapanlar da dahil hiç kimsenin en ufak bir şüphesi olmayan bir suç için...

15 yıl boyunca kılını kıpırdatmayan adlî bürokrasi...

Ne oldu da bu uzun uykusundan uyanıverdi?

1998’de harekete geçse deliller topşanacak şu bu filan hantal adliye bürokrasisi için normal...

1999, 2000, 2001...

İçinde fail olarak yargı mensuplarının da bulunduğu darbe süreci tam gaz yürürken...

Hangi savcı da, bırakın soruşturma açmayı, o tarafa dönüp bakmaya bile yetecek bir mecal olur?..

Eyvallah...

3 Kasım 2002...

AKP tek başına iktidar...

2003... 2004... 2005... 2006...

Adliyeden tık yok...

Yahu adamlar iktidar oldular ama bürokrasi 28 Şubat’ın bürokrasisiydi...

Pekiyi..

2007...

AKP yine tek başına iktidar...

Türk adliyesi neyi bekliyor?

2007’den bu yana 5 yıl daha geçmiş...

Bu arda AKP bir seçimden daha tek başına iktidar olarak çıkmış...

Bir sabah bakıyoruz ki...

“Yat yat yat!”

“Al al al!”

“Vurmayın lan vurmayın lan!”

Klasik polis üslubunda olmasa bile...

Batı Çalışma Grubu isimli illagal ihanet örgütünün üst düzey yöneticileri TEM polisleri arasında paşa paşa terörle mücadele şubesine dolduruluyor...

Bu Tam da “Düğün değil bayram değil bu ne iş?” durumu değil midir?..

28 Şubat’ın DGM savcılarından biri kapatmaması gereken bir dosyayı kapatmak için ifadeye çağırdığı Cengiz Çandar’a “Burası Türkiye, olur böyle şeyler” diyor... (1)

Aynı dönemin terörle mücadele sorgucusu da “Salih Mirzabeyoğlu’na “Kimseyle görüşmediğini, kimseye emir ve talimat vermediğini biliyoruz, ama yapacak bir şey yok, yukarıdan bastırıyorlar, örgüt lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin” diyor... (2)

Savcı "Yukarısı öyle istediği için" dosya kapatıyor...

Sorgucu polis "Yukarısı öyle istediği için" bir fikir adamına idamlık suç yüklüyor...

Hakimler ortada somut bir delil olmadığı halde "Yukarısı öyle istediği için" idam cezası veriyor...

Dönem 28 Şubat NATO darbesi dönemi...

"Yukarısı" ne isterse o oluyor...

Politıkacılar "Yukarısı öyle istediği için" işadamlarının kendi bankalarını soymalarına göz yumuyor...

Dünya tarihinin en büyük banka soygunları bu dönemde yapılıyor...

Bu soygunların faturası iktisadî bir kriz manüple edilerek halka çıkarılıyor...

Fukara halk yüzlerce milyar dolar tutan bu faturayı halen kuzu kuzu ödemeye devam ediyor...

AKP iktidara geldiği 8 yıl içinde bu soygunun faturası olarak uluslarası ve iç tefecilere tam 408 milyar Tl. borç faiz ödemesi yapıyor (2010 sonu itibariyle)...

15 yıldır olan biten ortadayken...

“Yukarısı öyle istediği için” hiçbir savcı bu kirli dosyanın kapağını açamamışken...

Bir sabah uyandığınızda illegal Batı Çalışma Grubu’nu TEM polislerinin refakatinde, uygun adım Terörle Mücadeleye götürüldüğünü gördüğünüzde...

Ne düşünebilirsiniz ki?..

“Düğün değil bayram değil, bu nasıl iş”ten başka?

Bu durumda...

Buna en uygun cevap...

“Demek ki yukarısı böyle istemiş” değil midir?

Bence öyledir...

“O zaman kim bu yukarısı?”

Sorusunun cevabını bulmalıyız ki...

Olan bitene dair doğru fikir sahibi olup, doğru değerlendirmeler yapabilelim...

Dipnotlar:

1-) Neşe Düzel, “Cengiz Çandar: 28 Şubat darbesinde İsrail var”, 16.04.2012, Taraf gazetesi.
2-) “YDHD 25 Ocak'ta Bolu'da Basın Açıklaması Yapacak” , 23.01.2012, http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3343


(Devam edecek)
Bu yazı dizisinin devamı için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?p=6140#6140

Çiller’e fotoğraf şantajını bir medya grubu yaptı
23 Nisan 2012



Çiller’in Başdanışmanı Hüseyin Kocabıyık, Star gazetesinden Fadime Özkan'a 28 Şubat’la İlgili Önemli Açıklamalar Yaptı

Kocabıyık: Devleti sömürerek beslenen sermaye gruplarının ve İstanbul medyasının Çiller düşmanlığı RP koalisyonuyla o kadar arttı ki, yıldırmak için doktorundan çalınan çıplak fotoğraflarla dahi şantaj yaptılar.

15 yılın ardından nihayet 28 Şubat darbesinin sorumluları ilk kez hukuki, vicdani ve ahlaki olarak hakikatli şekilde hesaba çekilirken, dönemin önemli tanıklarından Hüseyin Kocabıyık ile konuşmamak olmazdı. Mesele hukukun konusu olduktan sonra ‘rahatlayan’ ve artık konuşmaktan geri duran Sayın Kocabıyık sağolsun beni geri çevirmedi; Türkiye toplumuna ve tarihine karşı sorumluluğunun bilincinde olarak çok önemli açıklamalarda bulundu.

Kocabıyık, zinde güçlerin Refah-Yol hükümetinin ‘zayıf halkası’ olarak gördükleri DYP’nin genel başkanı Prof. Dr. Tansu Çiller’e 1995’ten itibaren siyasi danışman olarak hizmet sunmuş, Refah-Yol hükümetinin kurulmasında Çiller’in görevlendirmesiyle görüşmeleri bizzat yürütmüş, dolayısıyla olayların birebir tanığı olmuş önemli bir isim. Kocabıyık halen ATV-Sabah grubunda danışmanlık, Yeni Asır gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor.


(..)

BANA ‘KARAKUTU’ DEMEYİN

Evet. Siz 28 Şubat döneminin önemli tanıklarından birisiniz. Sizin için Tansu Çiller’in “kara kutusu” deniyor.

Kara kutu tabirini sevmiyorum.

Ne denmesini isterseniz? Önemli bir tanıksınız, her şeyi kaydeden anlamında.

28 Şubat döneminin Refah-Yol hükümeti içinde siyasi danışmandım. Evet, etkili, kuvvetli bir danışmandım. Çalıştığımız insanlar bize güveniyorlardı ve bir takım imtiyazlar tanıyorlardı. Bu yüzden kuvvetli danışmanlardık.

REFAH-YOL HÜKÜMETİNİ KURAN BENİM

Refah-Yol hükümeti kolay kurulan bir hükümet olmadı: Refah Partisi seçimlerden birinci parti olarak çıktı, Demirel de hükümet kurma görevini Erbakan’a verdi ama RP Meclis’ten tek başına güvenoyu alacak sayıya sahip değildi. Diğer partiler de onunla koalisyona yanaşmıyordu ve nihayetinde Anavatan Partisi ile Doğru Yol Partisi Ana-Yol hükümetini kurdu. Fakat o da ancak üç ay yaşadı. Hükümeti kurma görevi tekrar Necmettin Erbakan’a tevdi edildi ve Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi, 28 Şubat’ın hedef tahtasına oturtulan koalisyon hükümetini kurdu. Refah-Yol hükümetinin kuruluşunda “özel yetkili siyasi danışman” olarak özel bir rolünüzün olduğu söylenebilir mi?

Bunu bugüne kadar hiç söylemedim, söylemekten biraz utandım. Biraz da kendimle ilgili böyle şeyleri konuşmayı benimseyemedim. Aldığımız aile terbiyesi gereği herhalde. Sonuçta ben Konyalı muhafazakar bir ailenin çocuğuyum. Ama siz, çok sevdiğim, saydığım birisiniz ve röportaja başlamadan doğruları açıkça söylemem konusunda beni uyardınız.

Estağfurullah. Buyurun lütfen.

Evet, ben Refah-Yol’un oluşmasında belki de en önemli, en etkili, en belirleyici rolü oynamış insanım, bunu ilk defa söylüyorum. Bunun şahidi Tansu Hanım ve Refah Partisi’nin yöneticileridir. Başta Şeref Malkoç, Şevket Kazan, Fehim Adak ve Tansu Çiller tabi. Siyasi ekipler zaten görüşüyorlardı ama Tansu Hanım bu ilişkiyi benim üzerimden götürmek istedi. Kendisi aradı, bu dileğini söyledi bana. Ben hatta “Efendim, bunu siyasi kadrolarınız yapsa daha iyi olmaz mı” dedim. “Hayır, onlar Erbakan Hoca’nın karşına geçiyorlar, Erbakan Hoca saatlerce konuşuyor, onları ikna edip gönderiyor. Ben böyle bir şey istemiyorum. Sen daha iyi konuşur, derdimizi anlatırsın” dedi. Ben de “peki” dedim. “Şimdi Sayın Erbakan’ı arayacağım. Hüseyin Kocabıyık benim danışmanımdır, kendisi çok güvendiğim bir arkadaşımdır, o ne söylerse ben söylemiş kabul edeceksiniz, diyeceğim” dedi. Ben bu yetkiyle gidip Erbakan Hoca’yla aşağı yukarı 40-45 saate yakın, 3-4 gün boyunca saatlerce baş başa konuştum, zaman zaman tartıştım. Zaman zaman birbirimizi kızdırdık. Sonunda İçişleri Bakanlığı’nda tıkandık.

HOCA: YOKSA MGK’DA HİÇ REFAHLI OLMAYACAK

Nasıl?

Nur içinde yatsın rahmetli Hoca, çok kıymet verdiğim bir insandı hakikaten. Ondan sonra da ilişkimiz hep sürdü. Rahmetli Hoca diyordu ki “İçişleri Bakanlığı’nı veremeyiz. Verirsek Milli Güvenlik Kurulu’nda hiç Refah Partili olmayacak”.

Daha en baştan, en korktuğu nokta MGK’da yalnız kalmaktı yani…

“Hocam” dedim “Bunu talep eder ısrar ederseniz bu hükümet kurulmaz. Ben buraya sizinle bu işi halletmeye geldim”.

Çiller için de İçişleri Bakanlığı vazgeçilmezdi herhalde, böyle kesin bir direktif verdiğine göre?

Tabi, ertesi gün bozuluyordu zaten, zor toparlandı işler. Sonunda Hoca olmaz dedi, ben de sinirlendim. Hocanın bir ikna etme mantığı vardı, ben bunu çözen nadir insanlardan biriyim. Hoca çok iyi bir motor mühendisiydi. Siyasi bir meseleyi de motor gibi düşünüyor, bütün mekanizmayı öyle kuruyordu. Karşısındaki insana motoru yani siyasi mevzuyu anlatıyordu. Motoru, parçalara ayırıyor sonra o parçaları tek tek anlatıyordu ve sonra tek tek birleştiriyordu. Bu arada karşısındaki de perişan ve kafası karmakarışık halde ‘haklısınız Hocam’ diyordu. Ben bunu çözdüğüm için Hoca bana motor parçalarını anlatırken “işte bak bu su motoru” falan derken ben de diyordum ki “hayır Hocam, o Mercedes motorunun parçası”. Bu sefer Hoca’nın kafası karışıyordu. Böylece Hocayı müzakerede kontrol etme imkanı bulmuştum.

‘BAŞBAKAN OLMANIZ BİN YILIN OLAYIDIR’

Sonra?

Yarı gerçek, yarı espri müzakere böyle sürüyor sonra tekrar başa dönüyoruz. Ben bir ara biraz sinirlendim. Saygı sınırlarını da biraz zorlayarak “Hocam sizinle müzakere yapılmaz, ben gidiyorum. Bu hükümet de olmaz. Siz neyin müzakeresini yaptığınızın hala farkında değilsiniz, kendinizi meydanlarda zannediyorsunuz” dedim. Kapıya yöneldim. “Dur bakalım, nereye gidiyorsun” dedi. Geriye döndüm hışımla. Parmağımı sallayarak “Sizin başbakan olmanız bin yılın en önemli olayı, ama siz bunu görmüyorsunuz” dedim, çıktım.

Evet?

Arkamdan geldi, “Gel buraya, kaçmak yok öyle” dedi. İçeriye girdik, baktım Hoca ikna oldu. Fakat ertesi sabah, yeniden bir deneme yaptılar. İçişleri bizde kalır mı diye. DYP’nin kararı çok sert oldu. “O halde Tansu Hanım grup toplantısında açıklar bu hükümetin olmadığını” dendi. Hoca hemen beni aradı ve “Tamam, istediğiniz gibi olsun” dedi. Ben de Tansu Hanım’ı aradım “Tamamdır” dedim. Hükümet böyle kuruldu.

ERBAKAN’LA ANITKABİRE GİTTİK

Of. Ne kadar zor ve yorucu olmuş.

Aradan 15 yıl geçmiş, benim söyleyip kazanacağım bir şey yok. Ortaya çıkması bakımından anlattım ama kendi mütevazılığım içerisinde söylüyorum bunu. 28 Şubat’ı Sayın merhum Erbakan Hoca ile ben Sayın Tansu Hanım’ın talebi üzerine kurduk. Hocanın özel kalemi de şahit buna. Hükümetin kurulduğunun ertesi günü Anıtkabir’i ziyaret ederken Sayın Erbakan beni sabah her zamanki nezaketiyle çağırdı. Arabasına, yanına bindirdi. “Senin de gelmeni istiyorum. Çünkü senin sayende kuruldu” dedi. Biz Erbakan Hoca’yla Başbakanlığının ilk sabahı makam arabasında yan yana oturarak onun isteğiyle Anıtkabir’e gittik.

Siz kaç yaşındasınız o zaman?

29, 30 herhalde.

(..)

ÇİLLER OLİGARŞİK SOYGUNU GÖRDÜ

Peki. Çiller malum, Susurluk döneminde askerin çok sevdiği bir siyasetçisiydi. Ama Refah ile hükümet kurduğu yani “irticanın hortlamasına” neden olduğu için aynı odaklarca “suçlu” ilan edildi, hırpalandı. Sorum şu: Refah Partisi oy oranını artırdıkça ve belediyeleri bir bir almaya başlayınca ve sandıktan da birinci parti olarak çıkınca zaten sert bir “irtica geliyor” rüzgarı estirilmeye başlanmıştı, zinde güçler huzursuz görünüyordu. Ki “Çoban Sülü” lakaplı Ispartalı Süleyman Demirel’in bile ürktüğü “irtica tehlikesi”nden “ultra beyaz” yalı çocuğu Tansu Çiller ürkmedi mi, nasıl kurdu hükümeti?

Tansu Hanım’ın çok ciddi çekinceleri vardı aslında. Nitekim Tansu Hanım 1994 yılında başbakanken rahmetli Türkeş ve o zaman SHP’nin başında olan, başbakan yardımcısı olan Murat Karayalçın’la beraber Taksimde laiklik mitingi yaptı. 95 seçim kampanyası tamamen Refah Partisi tehlikesi söylemi üzerine kuruldu. Ve bu endişelerinde samimi idi. Bizim onunla çalışmaya yeni başladığımız dönemlerde, analizlerimizin, değerlendirmelerimizin Tansu Hanım üzerinde etkili olduğunu düşünmüşümdür hep. Bunu övünme payı çıkartmak için söylemiyorum ama sonuçta Tansu Hanım bir iktisat profesörüydü. Rasyonel bir insandı ve Türk toplumundaki gelişmeleri iyi analiz ettiğinizde, önüne iyi analizler koyduğunuzda büyük bir ciddiyetle okuyordu. Bir kısmına katılıyor, bir kısmına katılmıyordu. Tartışıyorduk ve bunlardan bir şeyler öğreniyordu. Öğrenme arzusu çok büyük bir siyasetçiydi.

İkna edilebilen bir siyasetçiydi.

Tabi. Tansu Hanım bütünüyle rasyoneldi. Zaman içerisinde Tansu Hanım devleti tanıdıkça bu oligarşik dünyanın devlet kaynaklarını nasıl sömürdüğünü gördü. Avrupa Birliği ve Gümrük Birliği yolculuğunda İstanbul’un beyaz Türklerinin, sermaye gruplarının nasıl engelleyici roller üstlenebileceğini gördü. Ve bunlardan hayrete düştü.

İRTİCA SÖYLEMİ SİLAHLI SOYGUNU PERDELEMEK İÇİNDİ

Ve irticanın da pompalanan bir şey olduğunu gördü.

İrticanın da yapılan bu soygunu perdelemek için öne çıkarılan bir şey olduğunu gördü. Fonda irtica ve laiklik tehlikede sembolü müziği çalıyor ve Türkiye’deki oligarşik yapı korkunç bir faiz düzeniyle devlet hazinesini soyuyor, resmen. Tansu Hanım bunu gördü. O yüzden 94 krizinden sonra ağırlıklı olarak faiz düzeninin değişmesi için bazı kararlar aldı, ilk tepkiyi buradan çekti zaten. Ondan sonra Avrupa Birliği ve özellikle Gümrük Birliği meselesine ağırlık verdi. Nitekim büyük sermaye Gümrük Birliği işinden çok rahatsız oldu. Tansu Hanım tehdit ettiler. Açıkça söyleyebilirim. Koç Grubu Tansu Hanım’ı bu konuda açıkça uyardı.

Nasıl uyardı?

“Türkiye’yi Gümrük Birliği’ne sokarsanız yerli sanayi çöker” dendi. Tansu Hanım da buna karşılık “Hayır, demokrasinin de Türkiye’nin de gelişmesi buna bağlı. Serbest piyasa üzerinde rekabet ortamını kuramazsak Türkiye bir adım ileriye gidemez” dedi, bu fikri savunuyordu. Nitekim bana göre, 28 Şubat’ın sebebi de buradan türedi.

Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne girişiyle özellikle İstanbul medyası ve büyük sermayenin Tansu Hanım’a aleni düşmanlığının başlangıç tarihi nerdeyse aynıdır. Ondan sonra Refah Yol’la koalisyon meselesi oldu. Tansu Hanım’ın rezervleri, korkuları Refah-Yol kurulurken de vardı ama dediğim gibi rasyonel bir insan, tanışıyor, konuşuyordu. Bir de demokratik bir düzen var sonuçta, seçim olmuş ve böyle bir parlamento aritmetiği var. Tansu Hanım önce Ana-Yol’la denemiş, Refah Partisi ile kurmayayım diye ama daha hükümetinin birinci ayında Mesut Yılmaz “Çamurun üzerinde oturmam” diye ortağına bir bakıma çamur atmış. Nitekim o hükümet bozuldu. Anayasa Mahkemesi bozdu. Yapacak başka bir şey yoktu. Refah-ANAP koalisyonu olmadı, başka seçeneği yoktu Türkiye’nin. Ya erken seçime gidilecekti, ya Refah–Yol koalisyonu kurulacaktı.

(..)


Refah Partisi 28 Şubat’ın oluş nedeni ile ilgili olarak iki temel neden gösteriyor; dışarıda D-8, içeride havuz sistemine geçtiğimiz için başımıza bu işler geldi diyorlar. Katılır mısınız?

Bir miktar katılırım, bütünüyle değil. Bu, kendi açılarından bir değerlendirme. Bu söyledikleri Amerika’nın 28 Şubat’ı yapanlara kesin bir hat çekmemesinin nedenlerinden birisidir. Amerika Türkiye’de bir silahlı darbeyi istemedi. Ama Refah-Yol hükümetini devirmeye çalışanlara da bir miktar cesaret verdi.

AMERİKA REFAH-YOL’U DÜŞÜRMEK İSTEDİ Mİ?

Cengiz Çandar’ın bahsettiği, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın 7. katındaki toplantıya dair siz ne biliyorsunuz?

Hükümeti ABD mi düşürdü sorusuna benim verebileceğim cevap, yukarıdaki cevaba binaen evet ama hayırdır. Bana göre 28 Şubat’ı kurgulayan büyük sermaye ve iş çevreleridir. Bunların bu işin üzerine abanmalarının, askeri kışkırtmalarının sebebi, Refah-Yol hükümetinin yaptığı iki önemli şeydir: 1) Büyük sermayenin en büyük geliri faizdi ve hükümet bu faiz düzenini bozacak bir havuz sistemi geliştirdi. Oligarşik sermaye inanılmaz derecede rahatsız oldu bundan. Düşünün, büyük holdingler gelirlerinin neredeyse yüzde 80’ini faizden elde ediyorlardı, devlete durmadan yüksek faizle para satıyorlardı. Hükümet havuz sistemi ile buna engel oldu. 2) Hükümet, bedelsiz ithalat diye bir şey çıkardı ve Türk halkına daha ucuza, daha sağlam ve daha kaliteli, konforlu bir otomobile binebileceklerini gösterdi. Bu da çok önemliydi. Cumhuriyet tarihi boyunca yüksek gümrük duvarlarıyla kendisini koruyan ve halka teneke satan çevreler bundan çok rahatsız oldu. Buradan kendileri için bir beka sorunu çıkardılar.

AMERİKAN LOBİLERİ DEVREYE GİRDİ

Burada olanların ABD ile nasıl bir ilişkisi vardı?

Bahsettiğim bu çevreler yabancı sermayenin Türkiye’deki distribütörü, acenteleriydi sonuçta. Bu network işledi. Tansu Hanım’ın girişimleri olmuştur bu konuda. ABD Dışişleri bakanı Albright üzerinde baskı kurdu Tansu Hanım, “Türkiye’de askeri darbe istemiyor ve demokrasiyi destekliyorsanız bunu açıkça belirtin” dedi. Çünkü Türkiye’de bazı çevreler Amerika’nın Türkiye’de bir darbeyi arzu ettiğini söylüyordu. “Böyleyse de bilelim, değilse de bilelim” diye baskı kurdu. Hem Albright hem Clinton Türkiye’de demokrasinin zarar görmemesi gerektiğine dair çok açık ve kuvvetli mesajlar verdiler. Ama Amerikan Devleti bürokratları ve bir takım etkili lobiler, bir takım adamlar, oturdular, Türkiye’de hükümeti silah kullanmadan, çeşitli siyasal veya baskı yöntemleriyle devirmeyi amaçlamış çevrelere ciddi ciddi cesaret verdiler. Sanki dış dünya da bu hükümetin gitmesini istiyormuş gibi bir hava pompaladılar Amerika’dan. Dolayısıyla burada post-modern diye tabir edilen darbeye Amerika’dan bir destek olduğu görülüyor. Ama Amerikan yönetiminin açık teyit edilmiş bir desteği değil bu, daha çok bürokratların ve lobilerin desteği.

ASKERLE SINIRLI KALSIN DİYENLERE İYİ BAKIN

28 Şubat hiyerarşisi asker merkezli görünmekle birlikte siz aksini söylüyor ve sermaye merkezli bir darbe hiyerarşisi kuruyorsunuz. Askerin MGK’daki dayatmasına gelen kadar önce ve asıl olarak çıkarları zedelenen sermayenin görülmesi gerektiğini, askerin 28 Şubatta araçsal bir pozisyonu olduğunu söylüyorsunuz. Ama soruşturma başladıktan sonra “Çevik Bir’le, Erol Özkasnak’la yetinelim, davayı genişletmeyelim, bakın paşaları verdik, anlaşalım” gibi bir hava da estiriliyor?

Can alıcı bir soru bu. Kim söylüyor bunu? 28 Şubat’ta silahsız kuvvetler olarak nitelendirilen, bana göre 28 Şubat’ın asıl kurgulayıcıları olan, askerlere strateji danışmanlığı yapmış olan bir takım gazeteciler, genel yayın yönetmenleri ve iş çevresinden kişiler. Askerlerle sınırlı tutulsun, Çevik Bir’in, Erol Özkasnak’ın canına okunsun, bu iş başka yerlere uzanmasın, diyorlar. Bunu söyleyenlerin 28 Şubat’ı kurgulayanlar olması ilginç. Ben de diyorum ki, öyle yağma yok, suçu askerlerin üstüne yıkıp kaçmak yok, 28 Şubat’ta kimim dahli varsa, yargı sürecinde hesabını vermesi gerekiyor, öyle olursa bir darbe yargının denetiminden geçmiş olur, toplumun sırtından bir kambur ancak bu şekilde atılır.

NEDAMET GETİRENİ AFFEDEBİLİR MİYİZ?

Bir de sorumluların nedamet getirme beklentisi var. Dönemin aktif isimleri gözyaşları içinde nedamet getirse, kamuoyu önünde özür dilese, bir daha asla deseler, onların yargılanmasına gerek kalmazmış gibi bir algı da yaratılıyor? Ki şahsi olarak ben, bunu asla yeterli bulmuyorum ve onların yargılanmasını isteme hakkımdan vazgeçmiyorum. Siz ne düşünüyorsunuz?

Meselenin iki boyutu var. 1) Hukuki boyutu. Hukuken işlenmiş bir suç varsa suç işleyen nedamet getirdi, görmezden gelelim, affedelim diyemezsin. Savcı dosyayı açmışsa, kim suç işlediyse bunu yargılaması gerekir. 2) Ahlaki boyutu. Yargısal olarak hiçbir müeyyidesi olmayan ama ahlaken dibe batmış, medya ahlakı, gazetecilik ahlakı bakımından yerlerde sürünen, ahlak problemleri durumu var. Nedamet getirmek, özür dilemek, yanlış yaptık demek, bu ahlaki sorumlulukları ortadan kaldırır. Mesela ben o dönemde ahlaksızca davranan bir takım gazeteciler bunu yapsa ben affedebilirim, meseleyi kapatabilirim. Ama bu insanlar böyle yapmıyorlar. Yani bir taraftan, savcı bizi de çağıracak diye bacakları titriyor ama bir taraftan da aradan 15 yıl geçmiş, her şey ayan beyan ortaya çıkmış, kendilerinin rolleri açık seçik ortada ve toplum bunları artık rahatça konuşuyor, deliller, dökümler yayınlanıyor ama adamlar hala diyorlar ki biz yaptıklarımızın arkasındayız. İşte beni, en çok sinirlendiren şey bu!

Hala kendilerinde bir güç ve temizlik dürüstlük paklık, karşılarındakilerde de saflık vehmediyorlar.

Bu ülkede bu insanlar onlarca yıl dokunulmaz olmuşlar. Bir tür yarı tanrı yazarlar, genel yayın yönetmenleri, gazeteciler türemiş. Hala bu statülerini korumak istiyorlar. Koruduklarını zannediyorlar. Ama ben de diyorum ki, o devir değişti. Türkiye darbelerle hesaplaşacaksa rolü olan tüm insanlar yargılanmalı.

O GAZETECİLERİN NE YAPTIĞINI GÖRDÜM

28 Şubat bağlamında bir gazeteci listeniz var sizin: Ertuğrul Özkök, Uğur Dündar, Haluk Şahin, Fatih Çekirge, Zafer Mutlu, Fatih Altaylı, Ali Kırca ve Hasan Cemal’den oluşan. Benim de şahadet edeceğim isimler var bu listede ama olmasına şaştığım isim de var?

Benim isimlerin hiç birine özel bir olumsuz duygum, husumetim yok. Ben kişilerle uğraşmıyorum, uğraşmak istemiyorum. Ama ben o tarihi yaşamış birisiyim. O tarihin içinde, merkezinde bulundum. Devletin bütün kayıtlarını gördüm. İki başbakan vardı ve o iki başbakana gelen bütün belgeleri gördüm. Tansu Hanım’a gelen tüm belge, bilgi, dosyayı, her şeyi gördüm. Bu insanların 28 Şubat’ta işledikleri fiillerin bir kısmı suçtur, bana göre. Bir kısmı da ahlaken affedilmez şeylerdir. Ne yaptıklarını gördüm, bunlar kayıtlı, bilinen şeyler. Bunları dosya, dosya koyabilirim önünüze. Geçen gün Haluk Şahin hakkımda suç duyurusunda bulunmuş, cevabi yazımda sekiz dosya koydum ifademe. On tane daha koyabilirdim. Yani o dönemde, 28 Şubat’ın mağduru olan bizim gibi insanları kimse hafife almasın. Ben kişilerle uğraşacak olsam gerçekten çok can acıtırım. Ama benim derdim o değil. Bu insanlar çok kötü sınavlar verdiler ve topluma bunun maliyeti çok ağır oldu. Siz öyle şeyler yaptınız ki Türkiye’de demokrasi, adalet duygusu, siyaset paramparça oldu, toplum büyük acılar çekti, çok büyük maliyetler ödedi. Benim hareket noktam burası.

DÜNDAR NİYE TEKZİP ETMİYOR O HALDE?

Refah-Yol hükümetinden çekilmesi için Sayın Çiller’e yapılan baskılara gelmek istiyorum. Sizin hatırlattığınız bir vakaya, Emin Çölaşan’ın Sakıncalı Gazeteci kitabının 107. sayfasındaki bilgiye göre: Uğur Dündar bir gün, Çiller’in doktorundan çalınmış yarı çıplak fotoğraflarını Emin Çölaşan’a gösteriyor. Bu ayıp daha sonra Ertuğrul Özkök’le tekrarlanıyor. Ve hatta fotoğraflar Çiller’in siyasi rakibi Mesut Yılmaz’a da gösteriliyor. Ve hatta fotoğraflar inceletiliyor gerçek mi diye…

Emin Çölaşan kitabında fotoğrafların nasıl elden ele dolaştığını anlatıyor. Uğur Dündar en yakın arkadaşı ve Emin Çölaşan yalan söylüyor, bu gerçek değil demiyor. Tekzip edilmemiş bir şey bu.

O fotoğraflar gazetecilerin ellerinde dolaşıyorken Sayın Çiller ve siz nasıl haberdar oldunuz bundan?

Bakın ben bu konuyu Uğur Dündar’a bir husumetten dolayı açmadım. Onu incitmek de istemedim. Benim bir yaptığım şey bir dönemin karakterini ve insanları ne hale getirdiğini ortaya koymak. Bir soru üzerine, 28 Şubat’ın diğer darbelerden farklı olarak hangi yöntemleri kullandığını, gayrı-ahlaki şantaj, korkutma gibi yöntemleri kullandığını anlatırken örnek verdim. Emin Çölaşan’ın kitabını açın bakın, anlatılıyor işte, dedim. O dönemde Tansu Hanım’a bu fotoğraflarla şantaj yapıldı. Biz bunu o gün yaşadık. Bu şantaj yapılmış.

ŞANTAJI YAPAN UĞUR DÜNDAR DEĞİL

Kim yaptı şantajı?

Şantajı yapan Uğur Dündar değildi.

Kimdi? Siyasi rakibi miydi, medya grubu muydu, sermaye grubu muydu?

Medya kaynaklıydı, Tansu Hanımla o odaklar arasında iş ve medya dünyasından belli isimler vardı, onlar üzerinden geliyordu. Size o kadar çok böyle olay anlatabilirim ki, artık kim yaptı hatırlamıyorum. Ama şöyle olurdu: Gazetecilerin barları vardı, akşamları burada otururlardı. Onlardan haber gelirdi Tansu Hanım’a veya eşine veya parti yöneticisine.

Konuşulanların duyulması istenirdi yani?

Tabi, böyle bir şekilde duyuruldu. Bunu Tansu Hanım benden daha iyi bilir.

FOTOĞRAFI YAYINLAMAYA HAZIRLANMIŞLAR

“Şunu yapar ya da yapmazsanız fotoğrafları kullanmayız” gibi somut bir cümle kurulmadı yani, değil mi?

Tabi. Çölaşan’ın kitabında o fotoğrafların nasıl elden ele dolaştığı anlatılıyor. Ben orada en fazla şuna takıldım, fotoğraflarla ilgili Tansu Hanım’la birlikte bir şantaj yaşadığımız için. Bir kere bu ikisini birleştirdiğinizde bir anlam ifade ediyor. O fotoğrafları o kadar çok kişiye göstermişler ki, onlardan biri de yapmış olabilir. Bana göre Uğur Dündar çoluk çocuk sahibi, bu kadar rezil bir şey yapamaz. O fotoğraflar sizin elinizde dolaşıyor ve şantaj yapılıyor Tansu Hanım’a, bir. İkincisi, o kişi bir siyasi parti lideri, cumhuriyetin ilk kadın başbakanı ve siyasi rakibine gösteriliyor. Üçüncüsü, bu fotoğraflarla bahsettiğim gazetenin bu şantajla alakası var. Niye var? Emin Çölaşan’ın kitabında Çölaşan soruyor, “Sahte olmasın bu fotoğraflar?” Cevap “Hayır, tetkik ettirdik”. Niye tetkik ettiriyorsun?

Çünkü yayınlamaya hazırlanıyorlar. Öyle mi?

Tabi.

ÇİLLER İSTİFA KARARI VERMİŞTİ

Ve haliyle sizde de bir şantaj algısı oluştu?

Algı değil. Fiili bir şantaj oldu o fotoğraflarla ilgili. O vakit bizi çağırdı Tansu Hanım. Eşi vardı, Mümtazer Türköne vardı. Bak isimler veriyorum. Tansu Hanım çok üzgündü. “Bunlar iyice zıvanadan çıktılar, benim istifa etmemi istiyorlar. Bunun için yapıyorlar” dedi. Çünkü koalisyonun zayıf karnı olarak Tansu Hanım’ı görüyorlardı. Tansu Hanım’ı yıldırıp istifa ettirecekler. Ve hükümeti bitirecekler. Bu hükümet yıkma eylemi aynı zamanda. “Bu kadar adileşeceklerini beklemiyordum. Benim iki tane çocuğum var ya, bunu nasıl yaparlar, bu kadar ahlaksızlık olur mu” dedi. Kadıncağız çok üzüldü tabi.

Haklı olarak. Nasıl bir karar çıktı peki o toplantıdan?

“Lanet olsun, yazacağım istifa mektubumu” dedi. Biz dedik ki “Efendim olur mu öyle şey? Öyle teslim olmak var mı? Demokrasi mücadelesi bu, savaşacaksınız. Merak etmeyin, hiçbir şey yapamazlar”. Tavrımızı öyle koyduk. Tansu Hanım da sonuçta bizim gibi düşündü ve “haklısınız, devam” dedi.

DEMİREL, HÜRRİYET VE PERİNÇEK

Bir de Çiller’in CIA ajanı olduğuna dair şantaj mekanizması işliyor değil mi?

Evet. Yine Emin Çölaşan’ın kitabının 106. sayfasında Süleyman Demirel’in yakın arkadaşlarının Çiller aleyhine nasıl sahte bir CIA ajanı belgesine 400 bin dolar vererek satın aldığını, onun da sonra sahte çıktığını anlatıyor. Çölaşan’ın dediği insanlar DYP’nin içinde Demirel’e yakın adamlar. Ki 400 bin dolar verip sahte belge alacak kadar gözleri dönmüş, düşünün. İkinci bir kesim daha var bunu iddia eden; Doğu Perinçek ve ekibi. Üçüncü kesim Hürriyet Gazetesi. Hürriyet Gazetesi 17 veya 18 Temmuz 1997 tarihli manşetinde, İstanbul baskısında da manşet, Anadolu baskısında da dokuz sütuna “Çiller CIA ajanı” diye manşet attılar. Bir ayağı da bir takım gazeteciler. Bunlar arasında Oktay Ekşi, Fatih Altaylı, Uğur Dündar var. Bu insanlar şunu yaptılar: Mesela biriyle konuşuyorlar Çiller’le ilgili, ne hikmetse o konuşulan CIA ajanı ve o yazılıyor. Çiller ve CIA ajanı kelimeleri aynı cümleler içinde geçiyor ve toplumun bilinçaltında CIA ismiyle Çiller ismini yan yana getiriyorlar. Yaptıkları şey, psikolojik savaş. Bütün bu veriler, bilgiler Genelkurmay Adli Müşavirinin önünde dosya olarak tutuluyor. Ve Çiller CIA ajanı iddiasıyla soruşturma açılıyor. Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı yürüyün dese, Çiller’in işi bitti. Divan-ı harbe gitti.

TANSU HANIMI DİVAN-I HARBE GÖNDERİYORLARDI

Karadayı’yı tutan nedir?

Utanç duygusu. İşin yalan olduğunu biliyor. Sonuçta Genelkurmay Başkanı, orgeneral ve bu kadın terörle omuz omuza mücadele etmiş, utanç duyuyor, insanlığından utandığı için o dosyayı çöpe atıyor. Olay, yoksa böyle organize bir şeydi işte. O kadar açık ki. Şimdi sanki bütün bu olaylar hiç olmamış veya birbirinden farklıymış, alakasızmış gibi düşünmek iddia etmek insanın kendi dehasına hakarettir. Ve tarihe karşı da ayıptır.

ÖLÜM TEHDİTLERİ O KADAR ARTTI Kİ

Peki, bunların dışında kamuoyunun bilmediği sizin bildiğiniz başka şantaj yöntemleri var mıydı Sayın Çiller’e karşı kullanılan?

Bakın bunu da yine ilk defa söylüyorum. Tansu Hanım, çok ölüm tehdidi aldı. Bir süre sonra tehditler o kadar çoğaldı ki Tansu Hanım artık korkmaz oldu. Hatta her tehdit artık nerdeyse Tansu Hanım’a zevk veriyordu. O hale geldi. Tansu Hanım’a yapılan tamamen bir insani deformasyondur. Bir gün bir adam geldi. “Biz Güvercinlik Jandarma Tesisleri’nde ders aldık” dedi “Çiller’i bombayla uçuracağız”. Teybe aldık adamın konuşmalarını. Tansu Hanım’a götürdük. Dedi ki “O kadar çok ki, hiç üzerinde durmuyoruz, işimize bakıyoruz”.

PRENSES DİANA GİBİ ÖLDÜRECEKLERDİ

Devletin o kadar istihbarat birimi var, suikast hazırlıklarına karşı bir tedbir, çalışma yok muydu?

Polis istihbaratı, MİT sürekli haberdar ederdi. Kendine göre önlemler de alıyordu. Mümtezar Türköne ile ikimizi de vuracaklardı. İçişleri Bakanı Meral Akşener koşarak geldi, sizi vuracaklar, size koruma vereceğim, dedi. Birkaç gün koruma ile gezdik, sonra sıkıldık, gönderdik korumaları. Her sabah yedi Ayetel Kürsi okuyup evden çıkıyorduk.

Başbakan Erbakan 10 günlük yurt dışı seyahatine çıktığında Çiller de Başbakanlığa vekalet ediyordu. Başbakanlığa giderken arabasının tekeri patladı. Mercedes 320, ki bu arabalar kolay kolay arıza yapmaz. Tekerleklerinin ikisinin de patlaması imkansız bir şeydir. Bu arabalar arkadan çekişlidir, savurur yani. Prenses Diana aynen böyle öldü biliyor musunuz? İki arka teker patlamış, kesin orada suikast var. Fakat biz o kadar alıştık ki üzerinde bile durmadık. Hatta Tansu Hanım’a espri de yaptım “Ben size söylüyorum, rejim meselesi vardır, siz inanmıyorsunuz” diye. “Bakın iki teker birden patladı dedim, çok kilo alıyorsunuz, rejim gerekir” diye. Ertesi gün haberlerde Tansu Çiller diyet yemeğini Başbakanlığa getirdi, tabakta domates, salatalık ve beyaz peynir vardı diye. Bu kadar gırgıra alır olduk, o kadar çok tehdit geldi ki.

“KOALİSYONDAN AYRIL, BAŞBAKAN YAPALIM”

Siyasete ilk başladığında Çiller o kadar dayanıklı bir siyasetçi değil gibiydi. Refah-Yol döneminde daha dirençli oldu sanki?

Siyaset ve devlet işleri insanları çekiç ve örs arasında gibi bir kılıç gibi keskinleştiriyor. Siyasetin böyle öğretici tarafı var, Tansu Hanım da bütün bu süreçlerden geçti tabi. Ben her zaman söylerim Tansu Hanım’ın eleştirecek birçok şeyini bulabilirisiniz ama demokrasi, Türkiye’nin ileriye gitmesi, refahı konusunda samimi fikirleri vardı ve mücadelesini de verdi diye. 28 Şubat’ta Tansu Hanım’a “Refah Partisi’nden ayrıl, seni başbakan yapalım” dendi. Tansu Hanım bunu bizimle tartıştı ama demokratik bulmadık ve başımıza ne gelirse gelsin mücadeleye devam kararı verdik. Tansu Hanım bu kararı vermiştir, ben şahidim.

ÇÖLAŞAN’A HAVADAN 1.5 MİLYON DOLAR

Siz diyorsunuz ki “Emin Çölaşan her yıl patronundan maaşı dışında 1.5 milyon dolar alıyor”. Nedir bunun izahı?

Ben şu iddiadayım: 28 Şubat’ta bir hesaba göre 50 milyar dolar, bir hesaba göre 80 milyar dolar, Bülent Gedikli’nin yaptığına göre de 291 milyar dolar bu ülkenin parası uçmuş, birilerinin cebine girmiş. Ben diyorum ki bu para kimin cebine gitmiş ise 28 Şubat’ı onlar kurguladı, destekledi. Çünkü bu para askerin cebine gitmemiş. Silahlı soygun diyorlar ya buna, bana göre askerin 28 Şubattaki rolü de oradaki silahın rolüdür. Asker 28 Şubat’ta kullanıldı. Çevik Bir de söyledi bunu sonradan. Mahkemede de söyleyecektir eminim.

Umarım. Emin Çölaşan mevzuuna dönersek…

Ben diyorum ki 28 Şubat aynı zamanda bir takım gazetecilerin, genel yayın yönetmenlerinin, televizyoncuların büyük oranda iş adamlarının, daha küçük oranda da bu saydığım medya mensuplarının fonlandığı bir olaydır. Ortada yağmalanan bir para var. Bu para bir tür servet aktarımı olarak küçükten başlayarak yukarıya doğru herkesin hacmi, büyüklüğü oranında, oynadıkları role göre dağıtıldı. 28 Şubat’a destek veren yazarçizer takımının hepsi varlıklı insanlar, hepsi yalıda, yalıvari evlerde oturuyor ve hepsinin milyonları var. Gözümüz yok ama bunun kalemle, yazarak elde edilmeyeceği ortada. 28 Şubat aynı zamanda devlet kaynaklarını servet olarak aktardı. Emin Çölaşan’ın adını veriyoruz ama onun burada bir suçu yok. Patronu ona kazandığı paradan vermiyor. Patronu ona o parayı, 28 Şubat soygunundan payına düşen paradan veriyor. Benim iddiam bu.

Bunu kanıtlayabilir misiniz?

Kanıtlarım, matematik bilen herkes bunu kanıtlar. Önce Aydın Doğan’ın 15 sene evvelki servetine bakın sonra da 10 sene sonrakine. Normal bir ticari faaliyetle kazanılmayacak bir rakam çıkar ortaya. Gayet kolay anlaşılabilecek mantıklı bir şey söylüyorum ben, kimseyi de suçlamıyorum. Düzen buydu, mekanizma buydu.

DİNÇ BİLGİN’E OLAN AYDIN DOĞAN’A NİYE OLMADI?

2001 krizini durup dururken yaşamadı sonuçta Türkiye. Banka sahibi, burnu düşse eğilip almayacak medya patronları ve büyük bir yırtıcılıkla hortumlanan, içi boşaltılan bankalar vardı. Hortumdan, soygundan sonra bir iktidar değişikliği oldu ve TMSF kamunun çalınan paralarının peşine düştü fakat devenin kulağı kadar bir parayı ancak geri döndürülebildi. Ama şu da oldu: Mesela o dönemin muktedir medya patronu Dinç Bilgin’in mallarına el konuldu, Bilgin hapis yattı, bugün başını sokacağı bir eve sahip değil. Ve fakat yine o dönemin diğer muktedir ve aktif medya patronu Aydın Doğan’ın kılına dokunulmadı. Rakipleri elendi o hüküm sürmeye devam etti. Niye böyle oldu, Dinç Bilgin’in başına gelen onun başına niye gelmedi?

Onun sebebi şu. Aydın Doğan ile ilgili bir vergi kaçakçılığı tespiti ve müdahalesi oldu, 2007’de. 2007’ye kadar Doğan yine Türkiye’nin dokunulmaz, dokunanın yandığı bir isim oldu. Dikkat edin, Türkiye’de son darbe girişimi 2009’da oldu. Ve esas itibariyle 2009 tarihine kadar Aydın Doğan medyası AK Parti hükümetine açıkça muhalefet etti. Bunu şöyle de okumak mümkün, geçmiş özellikle 28 Şubat tecrübelerimize bakarak. Aydın Doğan medyası Balyoz Eldiven Ergenekon gibi faaliyetlerin bir sonuca varabileceğini umdu. Ta ki 2010 referandumuna kadar. 2010 referandumunda Doğan gittiği yolun yanlış olduğunu, çevresindeki adamlarca yanlış yönlendirildiğini anladı ve genel yayın yönetmeni dahil başka değişiklikler yaptı, yapıyor. Bir de Dinç Bilgin gibi çok amatörce hatalar yapmadı, işi kitabına uydurdu. Ama 2010’a kadar hep o kibri, dokunulmaz tavrını devam ettirdi.

UĞUR DÜNDAR’A MEYDAN OKUYORUM ÇÜNKÜ

Siz Uğur Dündar’a da diyorsunuz ki “çık karşıma”. Niye?

Uğur Dündar beni kızdırdı. Kimse televizyona çıkıp bana hakaret falan edemez. Eden olursa bedelini ödetirim. Ben şahıslarla polemiğe girmek istemiyorum, mevzu bir soruyla açıldı, e bu da bir gerçek. Kimse bunları yalanlayamaz. Ben kendiliğimden de bir şey söylemiyorum. En yakın arkadaşının kitabında yazıyor bu. Benim gözümde Uğur Dündar iki çocuk babası, ailesi olan bir insan. Ben onu toplum önünde deşifre etmek gibi bir rolü de tasarlamış değilim. Ama bakın ona ve herkese söylüyorum. Bu ülkede bir 28 Şubat yaşandı. Benim bir annemin ve babamın olduğunu ispat edeceğim bir fotoğrafım dahi yok biliyor musunuz?

Anlamadım. Niye yok?

28 Şubat’ta çünkü evime girip hard diskimi, arşivimi, biriktirdiğim dokümanları, dosyaları, fotoğraflarımı aldılar götürdüler. Bu, 28 Şubat’ın en dramatik vakalarından birisidir. Şimdiye dek söylemedim ama benim annemin babamın resmi yok. Bütün albümümü özel arşivimi aldılar götürdüler. 28 Şubatçılar yaptı bunu. Biliyorum tabi kimin yaptığını. 28 Şubat bu kadar zalim bir şeydi işte ve bu insanlar, isimlerine, bu halkın onlara verdiği şan ve şöhrete, itibara, servete yakışmayacak roller oynadılar. Ali Kırca, Uğur Dündar, Ertuğrul Özkök. Ama onlar demokrasiye değil darbeci güçlere destek verdiler. Bunu eleştirmeyecek miyiz? O tanrı gazetecilik dönemi bitti, ben bunlara bunu hatırlatmaya çalışıyorum. Hala o rolü oynamaya kalkarlarsa büyük yara alırlar. Mütevazı olsunlar, medeni olsunlar. Medeni insan özeleştiri yapar. Televizyona çıkıp “ben bembeyaz bir adamım, yaptığım her şeyin altına imza atarım” demesinler. Böyle söylersen altına imza atamayacağın belgeleri çıkarır koyarlar önüne. Çok açık söylüyorum.

SUSMAMALI, KONUŞMALI

Peki. Tansu Çiller neden konuşmuyor? Dönemin ağır mağdurlarından biri hâlbuki. Olmayacak baskılara, çirkin şantajlara maruz bırakılmış. Hal böyleyken aşırı tedbirli oluşu, suskunluğu bambaşka bir manaya bürünebiliyor.

Tansu Hanım hakkında ben bugüne kadar onu incitecek tek bir kelime söylemedim, söylemem de. Hep onun üstün vasıflarını anlatmışım, onu takdir eden şeyler söylemiştir. Ama Tansu Hanım tuhaf bir şekilde konuşmuyor. Oysa bizim topluma karşı, bu ülkenin tarihine karşı bir sorumluluğumuz var da onun yok mu? En fazla onun var. Konuşması lazım. Evinde pusuya yatıp neyi bekliyor bilmiyorum.

TANSU HANIM ÇOK ISTIRAP ÇEKTİ

Niye konuşmuyor olabilir?

Tansu Hanımı o kadar hırpaladılar ki, 28 Şubat’ı hatırlatacak her konuşma tartışma ona acı veriyor olabilir. Bir kadın düşünün. İdealist amaçlarla Türkiye’yi AB’ye sokmak için falan uğraşıyor. Terörle mücadele ediyor, risk alıyor. E kocasından, çocuklarından vuruyorlar, kendine her türlü şantajı yapıyorlar, ölüm tehditleri alıyor. Hükümet kurma hakkı ona ait ama ona vermiyorlar. Askerler gazeteler onu CIA ajanı ilan ediyor. Askerler tank namlusunun önüne koyup resmini, odalarına asıyorlar. Biz o günleri yaşadık. Tansu Hanım çok ıstırap çekti. Sanırım o günleri hatırlamak istemiyor.

Belki de. Ama bana yine de çok naif bir yorum gibi geldi. Çünkü Tansu Hanımın siyasi sorumluğu devam ediyor. Kaldı ki kınanacak, hesap verecek ve utanacak olanlar ona bunu yapanlar.Üstelik olayların üzerinden 15 yıl geçti ve artık bu darbe, hukukun konusu. Konuşmak için neyi bekliyor olabilir ki? Şimdi değilse ne zaman?

Doğru söylüyorsunuz. Ben de böyle düşünüyorum ve ben Tansu Hanımı bugüne kadar hiç eleştirmedim ama bu konuda eleştiriyorum. Çıkıp Türk siyasi tarihinde oynadığınız rolü tamamlamanız lazım. Siz daha o rolü tamamlamadınız. 28 Şubat, o zaman ve sonra olanlar. Bu hesap her şeyden önce sizin hesabınız. Bunu göreceksiniz. Korktuğunuz bir şey yoksa.

DYP ÜZERİNDE KURULAN BASKI YÖNTEMLERİ

Tansu Hanım üzerinde olduğu gibi DYP üzerinde de bir yıldırma ve yıpratma yoluyla hükümetten çekilmesini sağlama kumpası oynanıyor o dönemde. Anlatır mısınız neler oldu, nasıl oldu?

Bu topyekun bir savaştı, saldırıydı, askeri terminolojiyi bilerek kullanıyorum. Neredeyse bir karargahtan idare edilen ama farklı güçlerle ve farklı silahlarla sürdürülen, bir partinin bir hükümetin üzerine abandılar. 1) Bir taraftan asker şunu yapıyordu: Genelkurmay Başkanı (İsmail Hakkı Karadayı) ve Kara Kuvvetleri Komutanı (Hüseyin Kıvrıkoğlu)başta olmak üzere tanıdıkları milletvekillerini, diyelim ki laiklik duyarlılığı olan milletvekillerini çağırıp “derhal istifa edin yoksa çok kötü olacak” diye korkutuyorlar. Açıkça “gerekirse darbe yaparız” diyorlardı. Orta yerlerde “Yassıada’da yer ayırtılmış” gibi şeyler konuşuluyordu. 2) Bir diğer saldırı odağı medyaydı. Medya iki türlü saldırıyordu itibar suikastları ve yolsuzluk dosyaları şantajları yaparak. Mesela Çiller’e CIA ajanı diyor, yazılarının her satırında “şaibe hanım”, “yolsuzluk” laflarını kullanıyorlardı. Tansu Hanımı babasından kalan malıyla “rezil ettiler”, yolsuzluk yaptı diyerek. Babasından kalan mal yahu, ben biliyorum, inceledim çünkü. Ve ayrıca da, hükümetin bakanlarını ve milletvekillerini hakkınızda dosya var, bunu yayınlayacağız diyerek istifaya zorluyorlardı.

TEK TEK TEHDİT ETTİLER

Dönemin Turizm Bakanı Bahattin Yücel’in istifasının şantajla sağlanması vakası gibi.

Onun gibi birçok bakan için de geçerliydi bu tür şantajlar. 3) Bir başka saldırı odağı iş dünyasıydı. Onlar da ulaşabildikleri milletvekillerine, “kaçın canınızı kurtarın” diyorlardı. 4) Diğer odak kumarhane sektörüydü. Kumar borcu olan milletvekillerini onlar hallediyorlardı otel lobilerinde. Ya kumar borçlarını siliyorlardı ya da ekstradan para veriyorlardı. 5) Bir başka ve çok önemli saldırı odağı ise Cumhurbaşkanı Demirel’di. Demirel tek tek, bütün bakanları ve milletvekillerini, tabi Tansu Hanıma çok yakın olanlar hariç aramıştır ve korkutmuştur. “Kardeşim görmüyor musunuz rezaleti, memleketin başı belaya girecek, şu olacak bu olacak” demiştir. Darbe korkusu salıyordu yani. Bütün bunlar yaşandı.

RECAİ KUTAN YANLIŞ SÖYLÜYOR

Sayın Recai Kutan “Ortağımız Doğru-Yol partisi çürük çıktı” diyor.

Doğru Yol Partisi çürük falan çıkmadı, Doğru Yol Partisinin üzerine beş koldan müthiş bir saldırı tertip edildi. O 40-50 milletvekili böyle gitti. Durup dururken gitmez kimse. İnsanlar korkutuldu, tehdit edildi, satın alındı. Bakın isim vermeyeceğim, dostum olduğu için. Bir bakan, kabinenin de en saygın ve cesur bakanlarından birisidir. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Hüseyin Kıvrıkoğlu yemeğe çağırıyor ve bir an önce istifa etmesi için münasip bir dille tehdit ediyor. O sayın bakan koşarak bizim büroya geldi, bu adamı hiç kimse korkutamaz ama gözleri faltaşı gibi açılmıştı. “Yemekten geliyorum, kara kuvvetleri komutanı Kıvrıkoğlu böyle söyledi” diye. Bu derece yani. Yaptırılan başka şeyler de oldu.

ÇAKICI’YA OLMADIK İFTİRA ATTIRDILAR

Ne gibi şeyler?

Bu davayı yürüten savcının Alaattin Çakıcı’yı kesin sorgulaması lazım. Çünkü Çakıcı bir gün Flash Tv’ye çıktı ve Tansu Çiller’in Amerika’da bir barda zenci bir çavuşla içki içtiğini ve sonra bardan onunla çıkıp gittiğini söyledi.

Ayy… Ne kadar pespaye!

Tabi. Bakıyorsun, kim bu adama bunu yaptıran diye, arkasından dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı çıkıyor. Savcının Alaattin Çakıcı’yı sorgulaması, sana bunu kim dedirtti, diye sorması lazım. Bakın kim çıkacak altından. Böyle şeyler yaşandı o dönemde. Korkunçtu.

Recai Kutan o günlerde de Refah Partisi’nin en önemli isimlerinden biriydi. “Ortağımız çürük çıktı” değerlendirmesi bütün bu olup bitenlerden bigâne olduğu anlamına mı gelir yoksa?

Recai beyin yaptığı şu: Bugün Refah Partisi üzerinde hala baskı var, o belgeyi imzaladınız dik durmanız gibi. Recai Bey bir bakıma kendilerini affettirmeye çalışıyor. Ben anlayışla karşılıyorum ama doğru değil. Siz sorumluluğu DYP’nin üzerine yıkarsanız bu darbeyi ve darbecileri meşrulaştırmış olursunuz. Demokrasilerde bir partinin çürük çıkıp çıkmamak gibi bir mecburiyeti de yoktur ayrıca. İkincisi, sonra biri de çıkar der ki “ RP de az şey yapmadı canım, kalktı Başbakanlıkta tarikat şeyhlerine yemek verdi, Hilton’da verseydi”. Bunlar 28 Şubat’ın gerekçeleri oldu sonuçta, Taksim’e cami vesaire. Hem cami yaptıramıyor hem lafını ediyor hem de darbeye sebep oluyorsunuz diyebilir. Bunların hiçbirine ben katılmıyorum, Başbakan istediği yerde istediği kişiye iftar verir kimse karışamaz ama siz DYP çürük çıktı derseniz DYP’liler de çıkar size böyle söyler. Asıl konuşulması gereken şey de konuşulmaz. Ve siz de sorumluluğu darbecilerle paylaşmış olursunuz.

CİNDORUK SARHOŞ HALDE ÇANKAYA’YA ÇIKIYOR VE…

Başbakan Erbakan’ın istifasını sunmasının ardından Cumhurbaşkanı Demirel’in hükümet kurma görevini Tansu Çiller’e vereceği, böylece hem krizin aşılacağı hem de iki parti arasındaki protokolün işleyeceği yönünde bir beklenti, bir su-i zan vardı. Fakat öyle olmadı. Sorum şu: Yeni hükümete güvenoyu vereceğine dair toplanmış onca vekil imzası, teamüller ve bu iyi niyetli beklenti dışında Demirel’in hükümet kurma görevini Çiller’e vereceğine dair herhangi bir söz, işaret, teminat var mıydı Çankaya’dan? O dönemki tavrı pek açık ve keskin olan Demirel’e neden ve nasıl güvenildi?

Size bir şey anlatacağım, geç öğrendim ama işin aslını öğrendim: Demirel’in siyasi hayatı boyunca söylediği ve en akılda kalan sözlerinden biri “Bulun 226’yı, düşürün hükümeti”dir. Parlamento aritmetiği esastır Demirel’in siyasi hayatında. Anayasal bir zorunluluk yok ama teamüller var ve teamüller gereği de hükümet kurma görevini Sayın Çiller’e verecekti aslında. Zaten geçmişte kendisinin de başına bu tür şeyler gelmiş. Süleyman Demirel’in en yakınındaki kişiden dinlediğim anekdot şu: Ertesi sabah Çiller gidecek ve Süleyman Demirel ona hükümeti kurma görevi verecek. O gece bir ziyaretçisi var Demirel’in: Hüsamettin Cindoruk. Kafayı çekmiş bir vaziyette, sarhoş halde Çankaya’ya çıkıyor ve Demirel’e diyor ki: “Böyle bir şey yapamazsın, çünkü” diyor “Anayasada sana tanınmış yegâne hak, hükümeti kurma görevini istediğine vermek. Kimseye zorunlu değilsin”. Ve öyle zannediyorum ki bu tehditvari sözler üzerine Demirel, Cindoruk’un şerrinden korktuğu için –ki Cindoruk Demirel ile zaman zaman karşı karşıya gelmiştir uzun siyasi hayatları boyunca- ertesi gün görevi Çiller’e vermedi, başka hesaplar yaptı. Bu anekdotu anlatan çok güvenilir biri olduğu ve Demirel’in en yakınındaki kişi olduğu için ben inanıyorum buna.

Ahir ömründe böyle bir şeye niye tevessül etmiş olabilir Demirel?

Sonuçta evet, kendi partisini darmadağın etti, demokrat geçmişini berhava etti, bambaşka bir Demirel çıktı karşımıza. Ve millet, bana göre daha Demirel ölmeden Demirel’i sildi. Bu büyük bir talihsizlik tabi böyle bir geçmişi olan biri için.

CESARETSİZLİKLERİ İKİSİNİN DE SONU OLDU

28 Şubat’ın akışını değiştirmek mümkünken değiştirmemek, halkın oyuyla yetkiler kuşanmış, sorumluluklar almış kişilerin görevlerini yerine getirmemiş olması, halkın iradesini üç paralık etmesi de çok büyük talihsizlik. O meşhur ve berbat kararların alındığı gün MGK’da farklı davranmak Erbakan ve Çiller için neden mümkün olmamış?

Evet, Erbakan ve Çiller farklı davranabilirlerdi ama davranamadılar. Bana göre başlarına gelen ne varsa o geceki cesaret eksikliğinden kaynaklandı. Kaldı ki özellikle Sayın Çiller’e danışmanları olarak biz birinci sınıf bir servis yapmıştık Mümtazer Türköne ile birlikte. Olacakları öngördük, bir hafta öncesinden bir senaryo hazırladık ve hatta rejileştirdik. Kim ne söyleyecek, ne nasıl olacak, yazdık. Özü şuydu: askerler gelecekler o salonda sizi her türlü şekilde istiskal altına alacaklar. Önlerinde dosyalar olacak ve hakikaten Türkiye’de korkunç bir irticai tehdit var gibi yapacaklar, hakaretler edecekler, sizi baskı altına alacaklar ve oradan bir bildiri çıkartmaya çalışacaklar, size de bunu imzalatacaklar. Demirel de şu rolü oynayacak… Bunu söyledik ve hepsi doğru çıktı! Ve Çiller’e de, şöyle yapmalısınız diye öneride bulunduk. Dedik ki, siz “o dosyalara bakabilir miyim” deyip alacaksınız önünüze, bakacaksınız. Hepsi gazete kupürü…

BÇG ve darbeci medya ortak yapımı asparagaslar…

Sonra “Milletin seçtiği bir hükümeti siz bu gazete kupürleriyle mi itham ediyorsunuz. Ayıp değil mi, devlet ciddiyetine yakışır mı? Siz ne yapmak istiyorsunuz, amacınız ne? Anayasal bir kurumda, anayasal yetkilerinizi böylesine istismar ederek anayasa suçu işliyorsunuz, farkında değil misiniz” diyecek ve o dosyaları askerlerin kafasına fırlatacaksınız. Sayın Başbakan’a da “burada kalamayız, burada başka şeyler oluyor” diyerek dışarıya çıkmaya davet edeceksiniz. Başbakan çıkmasa da siz çıkacak ve gazetecilere “İçerde Türkiye Cumhuriyeti hükümetine açıkça darbe girişimi var, gereğini yapacağız” diyeceksiniz. Evinize gidip beyaz elbise giyecek ve Meclise arkadaşlarınızla gidecek, yabancı basını da davet edecek ve diyeceksiniz ki “bu kadın ya burada ölecek ya da demokrasiye karşı darbe girişiminde olan bu askerler emekli edilecek”. Onların görevden alınma kararını Başbakan’a imzalatacaksınız ve götürüp Demirel’in kucağına bırakacaksınız. İmzalamazsa hükümetten çekileceksiniz. Budur. Bunu Tansu Hanım önce benimsedi sonra yapamadı.

ABDULLAH GÜL O TAVRI GÖSTERMİŞTİ

Çiller bunu niye yapamadı?

Sorduğumda “ortağıma güvenemedim” dedi, Erbakan bu tür şeylere sıcak bakmayan biriydi, yalnız kalmaktan korktu. Ama yapılmalıydı. Gerekirse o gece her ikisi de istifa etmeliydi. O saldırıyı o gece püskürttün püskürttün, yoksa teslim alırlar ve aldılar nitekim. Bir daha iflah olamazsın, öyle de oldu. O günlerde, şimdiki Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül, ofisimize gelmişti. Kendisi bizim çok sevdiğimiz bir insandı. Kendisine bu hazırlıklarımızı gösterdik. Okudu, “ah dedi, keşke yapılsaydı, ben de Hoca’ya “Bu kararlar suç, bunları imzalamak ayrı bir suç. Gerekirse seçime gidelim, kararları Meclise taşıyalım dedim” dedi. Abdullah Gül o günlerde bu tavrı göstermiştir, altını çizmem lazım.

ASKER FİİLİ DARBE YAPMAYI HİÇ DÜŞÜNMEDİ

Demirel, fiili darbeyi bizzat savuşturan kişi olarak, bir nevi demokrasi kahramanı olarak lanse etti, ediyor, edebiliyor kendisini. Hatta sonradan Refah ve Fazilet Partisine kapatma davası açan ve iddianamesini bir fantezi-korku roman yazarı coşkusuyla “kan içici vampirler”, “matastas yapan urlar” gibi hukuk dışı ve ultra-tuhaf tanımlarla süsleyen Cumhuriyet Savcısı Vural Savaş da böyle bir misyon biçti kendine. Sorum şu: O dönemde Demirel’in ve diğer darbe bağımlılarının yarattığı, herkes inansın ve tırssın istediği gibi askerler hakikaten bilfiil darbe yapma niyetinde miydi sizce? Yoksa ölümü gösterip sıtmaya razı etmek mi istiyorlardı?

Amerika’nın rolünü de konuştuk, diğer boyutlarını da. Bence bunca şeyi alt alta koyunca bir şey net olarak ortaya çıkıyor. Asker en başından bu yöntemi yani silah kullanmadan sonuç almayı amaçlayan bu yöntemi benimsedi. Güven Erkaya’nın “Bir Asker, Bir Diplomat” adlı anı kitabında yayınlandı bu.Orada görüyoruz ki, bunu değerlendiriyorlar aslında. “Darbe için ortam yok, beklersek gecikeceğiz, şimdi yaparsak da böyle yapacağız” diyorlar. Dolayısıyla bir kurmay değerlendirmesinden geçiyor bu. Silahlı darbe olamayacağı ortaya çıkmış. O zaman böyle bir plan ortaya çıkmış ve kafalarına çok da yatmış bir kurmay planı bu. Nitekim Erol Özkasnak’ın yaptığı bir açıklamada da belirtiliyor: Sorumluluğu sadece silahlı kuvvetlere değil toplumun her kesimine dağıtmak ve onları da işin içine katmak. Biz bu işi tereyağından kıl çeker gibi yaptık diyor. Bu planlanmış bir şey, tesadüf değil.

28 ŞUBAT’IN ARDINDAKİ ZEKÂ

Geçmiş fiili darbelerin hepsi kaba saba olmakla birlikte kendi içlerinde bir gelişme de görülüyor. 28 Şubat evvellerine göre daha sofistike mesela. 27 Nisan da 28 Şubat’a göre. Ama 28 Şubat’taki o kurmay zekânın dönemin en aktif ve şov sever askeri Çevik Bir’e ait olmadığını, kamuoyu önünde ağzını açtığı birkaç denemede böylesi bir zekâ ve entelektüel düzeyden uzak olduğunu tecrübe etmiştik. Sizce kime aitti o akıllar fikirler?

Bunun bence iki boyutu var. 1) İçerde bu askeri harekât planları yapan bir askeri zekâ, bir askeri kurmay var. Bu Çetin Doğan idi. Doğan, Cumhuriyet döneminde TSK’nın yetiştirdiği en iyi, en zeki kurmaylardan birisidir ama bu zekâsını nerelerde kullandığını görüyoruz. Nitekim 28 Şubat Batı Çalışma Grubu’nun operasyon belgelerinin altında Çetin Doğan’ın imzası vardır. 2) Bir dış zekâ vardır. Bu dış zekâ, askerin zekâ ve yeteneklerini ölçebilen, onları kullanma kabiliyeti olan bir zekâ. Bana göre bu, büyük sermayenin zekâsı. Bir şeyi unutmayın dünyadaki en zeki insanlar sermaye sahipleridir. Çok zeki oldukları için çok büyük teşkilatlar kurmuş organizasyonlar yapmış ve para kazanmışlardır. Ben herkese Erol Toy’un İmparator’unu okumasını tavsiye ederim. Okudukları zaman 28 Şubat’ın arkasındaki büyük zekâ kim, anlamış olurlar. (Roman, küçük bir bakkal dükkânından ekonomi-politik bir imparatorluğa uzanan yolları anlatıyor ve Vehbi Koç’u imliyor. F.Ö.)

BABA İLE BACININ ARASINI NİYE AÇILDI?

Çiller’i siyasete kazandıran, kamuoyuna takdim eden, siyasete hazırlayan isim Demirel. Ama sonradan Çiller’e “kadın olmasan seni camdan atardım” gibi kaba saba sözler dahi sarf edebiliyor. Ne oluyor da araları zamanla böyle oluyor?

Bu aslında siyasette bir anlamda normal. Mesut Yılmaz ile Özal arasında da benzer bir şey yaşandı. Bir kere Süleyman Demirel’in DYP’nin başında görmek istediği isim değildi Çiller. İsmet Sezgin’i istiyordu, “İsmet ağabey” formülü vardı kafasında. Demirel’e rağmen genel başkan ve başbakan oldu Çiller. Bir bu var. İkincisi Tansu Hanım, Demirel’in kadrolarını çok erken tasfiye etti. Demirel bunu hazmedemedi. Üçüncüsü Tansu Hanımın kendine özgü bir yönetme, hükümet etme anlayışı vardı. Demirel ise bekliyordu ki gelsin, bir bilen olarak sorsun. Tansu Hanım bunu fazla yapmadı. Bir de aradaki insanlar sürekli ikisinin arasını açmak yönünde çalıştılar.

28 ŞUBAT’IN BİLİNMİYENLERİNİ SAVCI ÇIKARACAK

28 Şubat’ın şüphesiz birçok boyutu var: Bir sapma olarak görülen dindar nesillerin biçilmesi, yeniden tornaya sürülmesi yahut merkeze yürüyüşlerinin önünün kesilmesi gibi sosyolojik; “yeşil sermaye” diye adlandırılan Anadolulu girişimcilerin çıktıkları yerde boğulması gibi ekonomik; etlenip budaklanıp sandıktan çıkan ve hükümet ortağı olacak cesamete ulaşan bir siyasi hareketin başının ezilmesi gibi politik boyutları var. Bir taşla birçok kuşun havada avlandığı bir operasyondan bahsediyoruz kısaca. Soruşturma başladı, 28 Şubat artık hukukun konusu ama söyler misiniz, yıllardır konuşup durduğumuz ve sanki konuşulmadık boyutu kalmamış sandığımız 28 Şubat’ın ne kadarını konuşuyoruz biz?

28 Şubat’ın aşağı yukarı üçte ikilik kısmı konuşuldu. Geri kalan bölümünde sanırım yargı safhasında ve sonrasında konuşacağız. Çünkü Gölcük’te çıkan belgelerde neler var, tam olarak bilmiyoruz. Ki 28 Şubat’ın asıl kök belgeleri onlar, öyle anlaşılıyor. Orada kozmik odaya giren savcı aynı zamanda 28 Şubat soruşturmasını yürüten savcı. Kozmik odaya girip orada 28 Şubat’a dair bir şey görmemek, bulmamak imkânsız. Nitekim 28 Şubat soruşturmasını yürüten savcı çok akıllıca hareket ediyor. Son derece titiz ve son derece akıllıca hazırlanmış bir takvimi var belli ki. 28 Şubat’a bizim baktığımız gibi bakmıyor. Biz 28 Şubat bir sermaye-medya, bir organizasyon, bir koalisyon diye politik bir değerlendirme içinden bakıyoruz ama savcı öyle bakmıyor. Gayet teknik bakıyor, tamamen hukuk mantığıyla, suç üzerinden ve hukuk teknikleriyle bakıyor, çok da doğru yapıyor. 28 Şubat’ta Batı Çalışma Grubu diye bir şey var ve bunun icraatları var. Suçlar işlenmiş. Savcı tamamen işte o suçlar üzerinden yürütüyor soruşturmasını. Suçun nelerle bağlantılı olduğunu, nerelere sirayet ettiğine bakıyor. Anlaşılıyor ki hiçbir sektörü, zümreyi, kesimi (hani bizim darbe destekçisi dediğimiz) doğrudan hedef almadan suç kavramı üzerinden gidecek. Zaten bu savcının, bu çalışmasının içine dahil olanın işi zor bana göre. Bir de tabi suç kavramına belki doğrudan girmeyen ama ahlaki suç dediğimiz, bir hükümeti devirmek üzere atılmış manşetler ve onları gazeteciler de var. Asli değilse de feri, dolaylı katkılar sağlanmış. Böylesi bir darbe yargılamasında bunlar dosyanın içinde mi kalır dışında mı kalır bilemiyorum artık.

GÜVEN ERKAYA ADD’Yİ ÖRTÜLÜ ÖDENEKLE FONLADI

Sizin bir iddianız var: Dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’nın 28 Şubat sonrası için de yatırım yaptığını, örtülü ödenekten para aktararak Atatürkçü Düşünce derneğinin yurt içinde ve yurt dışında örgütlenmesi için fonladığını söylüyorsunuz. Bunu açalım, bu önemli.

Bakın. Ben askerliğine hem ahlakına çok güvendiğim bir kurmay subaydan bizzat dinledim. O kurmay subay emekli bir insandı. Hem Karadayı hem Kıvrıkoğlu döneminin karargah subayıydı. Güven Erkaya daha emekli olmadan bu çalışma başlamış zaten ve genelkurmay kaynaklarını kullanmış. Kendisi için kullanmış denmiyor, bakın. O subay yakınım da bana bunu bir ihbar gibi anlatmadı. Kıvrıkoğılu genelkurmay başkanı olduğunda, “Hüseyin Kıvrıkoğılu da darbeye yatkın generallerden diyorlar, doğru mu” diye sorduğumda “hayır” dedi, “kesinlikle doğru değil. Hüseyin Kıvrıkoğlu çok ciddi bir askerdir ve darbeye karşıdır”. “Ama” dedim, “28 Şubat bin yıl sürecek diyen oydu”. “Hikaye o laf” dedi, “bağlamından koparıldı. Hüseyin Kıvrıkoğlu, bu darbecilerin, 28 Şubatçıların hiçbirini sevmez. Ciddi bir komutandır”. Nitekim genelkurmay başkanı olduğunda örtülü ödenek harcamalarına bakıyor ve çekilen bu paraların nereye gittiğini soruyor. Güven Erkaya Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurmak için… denilince çok öfkeleniyor. “Böyle rezalet mi olur” diyor “derhal bunu kesin”. Bu olayı bana bu vesileyle anlatmıştı o kurmay subay. Ben de diyorum ki General Kıvrıkoğlu şu anda sağ, hayatta. İlgili savcılar kendisine bunu sormalıdırlar. Böyle bir şey olmuş mudur olmamış mıdır? Güven Erkaya rahmetli öldü gitti. Onu rencide etmek, tarih önünde onu suçlamak için söylemiyorum ben, onunla hesabımız olmaz ama 28 Şubat denilen olayın bir de ardılları var, onu ispatlayacak bir şey bu.

Ardılları? 27 Nisan, Cumhuriyet mitingleri, nevzuhur darbe planları gibi mi?

Bakın, ADD Atatürk’ün ismini şanını yüceltmek için çalışan bir dernek olsa mesela ben, yasal mı değil mi bilmem ama oraya para aktarılmasını normal karşılarım.

GÜVEN ERKAYA’NIN ÇEVİK BİR’DEN FARKI

Ben karşılamam. Ne münasebet? Askerin görevi askeri ve gayet pratiktir, bu onun işi değil.

Elbette, TSK’nın görevi değilse de anlayışla karşılamak da mümkün olabilir ama karşımızdaki ADD böyle değil. ADD ideolojik darbe kültürüne destek veren bir aparat olarak karşımıza çıkıyor. Zihinsel tuvalinizin üzerine koyun ve bakın: Güven Erkaya, 28 Şubat, Atatürkçü Düşünce Derneği, Cumhuriyet mitingleri, ADD’nin başkanları. Şener Eruygur işte, Ergenekon’da Balyoz’da yargılanıyor… Cumhuriyet mitingleri Ergenekon davasında yargılanıyor, mitinglerin aktörü bunlar. O zaman şu çıkıyor ortaya: Güven Erkaya’nın Çevik Bir’den bir farkı vardı. Erkaya daha müesses düşünüyordu, daha iyi bir kurmaydı ve 28 Şubat’ın bin yıl sürmesini asıl isteyen Güven Erkaya idi. 28 Şubat’ın kalıcı olması için kendi ideolojik taşıyıcısını, sosyal networkünü ve toplumsal kurumlarını oluşturmak istemişti. Bunun için de Genelkurmay kaynaklarını Atatürkçü Düşünce Derneği için kullandı. Öyle değilse ben Erkaya’nın ruhundan özür dilemeye hazırım, ama Hüseyin Kıvrıkoğlu sağ, ona sorulsun, öyle mi değil mi diye.

KURŞUN ATAN DA YİYEN DE…

İsminizin önüne ya da arkasına eklenen, peşinizden gelen, 28 Şubat ile ilgili iki çift kelam ettiğinizde karşı hamle olarak önünüze sürülen ve sözlerinizi çürütmesi umulan bir eski “sözünüz” var, Çiller’in siyasi danışmanı olarak konuşma metnine yazdığınız ve ona “söylettiğiniz”: “Kurşun atan da yiyen de şereflidir” sözü. Malum 90’lar Kürt meselesi ve PKK ile mücadele bakımından çok zor, çok kirli ve sıkıntılı yıllardı. Faili meçhuller, köy boşaltmalar, JİTEM, Susurluk, kirli ilişkiler… Bu söz hangi bağlamda ne için söylendi, var mıdır Allah aşkına bunun bir savunusu, nedir?

Çok açık, gayet net: Bir kere biz Mümtazer Türköne ile birlikte 1995 yılının Mayıs ayının sonunda Çiller ile çalışmaya başladık. 1995’in Mayıs ayı şu demektir: Faili meçhuller, güneydoğu olayları şunlar bunlar 1993-95 arasında yaşanmış olaylar. Bizim bu olaylara hiçbir şekilde dahlimiz yok. Bu bir. İkincisi, siz de “Çiller’e söylettiniz” dediniz. Bu doğru değil. Liderler konuşmalarını ya irticalen yapar ya da danışmanları hazırlar. O sözler o liderin ağzından çıktığı andan itibaren, o sözler artık kimsenin değildir, o liderindir. Bunun hesabı sorulacaksa Çiller’den sorulması lazım. O Çiller’e ait bir sözdür. Üçüncüsü, o konuşmanın metnini çok iyi hatırlıyorum. Tecessüs duygusu yok artık gazetecilerde ve ben buna hayret ediyorum. Parlamentoda yapılmış bir konuşma bu, grup konuşması. Biri oraya baksa hangi bağlamda söylendiğini de görür. O günlerde Susurluk olayı olmuştu ve Mesut Yılmaz güvenlik güçlerinin üzerine acımasızca geliyordu. Refah-Yol’u yıkmak isteyen başkalarınca da örgütlenen o “bir dakika karanlık” eylemi yapılıyordu. Muhalefet Türkiye’nin terörle mücadelesini dahi eleştiren bir dil kullanıyordu. Şimdi Çevik Bir meselesinde de konuşuluyor. Hatta Mehmet Eymür söyledi hatırlayın, Öcalan’a yapılacak suikasti Genelkurmay’dan ispiyon ettiler dedi, Mesut Yılmaz’ın adı karıştı, Eyüp Aşık’ın adı karıştı. Böyle bir dönemden geçiyordu Türkiye. Herkes güvenlik güçlerine saldırmaya başlamıştı. Tansu Çiller terörle mücadele vermiş bir liderdi ve kendisini de biraz güvenlik güçlerinin hamisi görüyordu. Saldırılar olmaya başlayınca devletin savunma refleksini koruma ihtiyacı duydu. O konuşmayı bu amaçla yaptı. Hatta o günlerde polis elbisesi, asker elbisesi giyerek özel kuvvetlere, özel time falan gitti. O metinde Türkiye’nin teröre karşı verdiği mücadeleyi, şehit olan askerleri anlatıyor, şehitlerin manevi hatırasına selam gönderiyor ve diyor ki; “Devlet için kurşun sıkan da kurşun yiyen de şereflidir”. Tamamen asker bağlamında söylenmiş bir sözdür o. Ama sonradan MİT’in, polisin kullandığı bir takımadamlar pırtlak gibi ortaya çıkınca, herkes o cümleyi aldı, vay sen bunu Abdullah Çatlı için mi kullandın, falan dedi. Bu da yapıştı kaldı. Ama işin aslı budur ve o söz Mümtazer’in ya da benim değil Sayın Tansu Çiller’in sözüdür.
(..)

Kaynak: Star gazetesi



28 Şubat Soruşturmasında Son Gelişmeler
03 Mayıs 2012

28 Şubat soruşturması, Ankara Adliyesi'ni yine hareketlendirdi.

Ancak bu sefer Savcı Mustafa Bilgili'nin ziyaretçileri şüpheliler değil, yaşananlardan mağdur olan isimlerdi.

Dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu, 4 saat savcıya ifade verdi, çıkışta " hem tanık hem mağdur olarak ifade verdim savcıya 9 klasör sunduk" dedi.

Savcının odasına giren ikinci isim Hasan Celal Güzel oldu.
28 Şubat soruşturmasını yürüten savcı Mustafa Bilgili, o döneme tanıklık eden aynı zamanda mağdur olan isimleri dinlemeye başladı.

İlk isim dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu'ydu.
Orakoğlu'nun ifadesi 4 saat sürdü.

Orakoğlu ifadesinin ardından "Hem mağdur olarak hem de dönemin en yakın şahitlerinden biri olarak, mağdur ve tanık sıfatıyla sayın yetkili savcıya o dönemle ilgili bildiklerimizi 9 klasör olarak sunduk. Darbecilerle birlikte hareket eden sivil unsurlarla ilgili çok ciddi belgeler olduğunu sorulan sorulardan anlamış bulunuyorum." açıklamasını yaptı.

Adliyeye gelen ikinci isim Hasan Celal Güzel'di.

Güzel adliye girişinde "Benim 15 yıl önce darbeyi ihbar ettiğim evrakı da bulmuşlar. Herhalde bu çerçevede görüşlerime başvuracaklar." dedi.

Güzel, savcı Mustafa Bilgili'nin odasında 2 saat kaldı.

Çıkışta da şu açıklamaları yaptı:

"28 Şubatla ilgili bütün konular. Benim ihbar ettiğim konular vardı suç duyurusu vardı, evraklar ve vesikalar vardı hepsi vardı."

Dönemin İçişleri Bakanı, bugünün Meclis Bakanvekili Meral Akşener de savcı Mustafa Bilgi'ye tanık sıfatıyla ifade verecek .
TRT

28 Şubat Soruşturmasında 4. Dalga
08 Mayıs 2012

28 Şubat soruşturması kapsamında 9 ilde 15 adreste aramalar yapılıyor.

Türkiye güne, 28 Şubat soruşturması kapsamında gerçekleştirilen 4'üncü dalga operasyon ile başladı. 6'sı muvazzaf olmak üzere 17 asker hakkında gözaltı kararı çıkarıldı.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma ile ilgili bir açıklama yaptı.Açıklamada, 9 ilde 15 adreste arama yapıldığı belirtildi. 6'sı muvazzaf, 11'i emekli 17 şüpheli hakkında da gözaltı kararı verildiği bildirildi.
Buna göre, Ankara'da 4, İstanbul'da 3, İzmir'de 2, Kars, Erzincan, Denizli, Kocaeli, Uşak ve Balıkesir'de birer adreste arama yapılıyor.
İstanbul'da Emekli Tümgeneral Çetin Dizdar ve Emekli Albay Mithat Kiziroğlu'nun evlerinde aramalar tamamlandı. Çetin Dizdar ve Mithat Kiziroğlu gözaltına alındı.
Ankara'daki arama noktaları arasında Fevzi Çakmak Sitesi Askeri Lojmanları, Yücetepe ve emekli korgeneral Hakkı Kılınç'ın Anıttepe'deki evi de bulunuyor.
Erzincan'da 3'üncü Ordu Kurmay Başkanı Tümgeneral Berkay Turgut'un ofisinde yapılan arama tamamlandı. Gözaltına alınan
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Sal May 08, 2012 9:02 pm tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Nis 29, 2012 8:09 pm    Mesaj konusu: Mehmet Bekaroğlu 28 Şubat'ı anlattı Alıntıyla Cevap Gönder

28 Şubat ona hâlâ sürüyor
ÖZGÜR TOPUZ
20/05/2012



Madem bu günlerde 28 Şubat mağdurlarından bahsediliyor, 'irtica tehdidi' algımız için sunulan Mirzabeyoğlu'nu da bir hatırlayalım artık.

“Ben yıllardır şiir yazamıyorum. Bu durum, bu dilden anlayan kimseye birçok şey söylemeli...”

Salih İzzet Erdiş, bilinen adıyla Salih Mirzabeyoğlu, yaşadıklarının vahametini son çare bu sözlerle anlatmaya çalıştı. 12 Şubat 2010’da Bolu F Tipi Cezaevi’nden avukatı aracılığıyla ‘halden anlayacaklara’ böyle seslendi. İBDA-C örgütünün lideri olmak suçundan mahkûm. Örgüt isminin benzerliği (THKPC) kadar, cezaevinden seslendiği ‘dil’ de bugüne kadar sosyalistlerden duymaya alışık olduğumuz bir dil. 1 Mayıs ’ta ‘sosyalist Müslümanlar’ı görünce herkes şaşırıverdi ama ‘bu dilden anlayan’ları o çok daha önce şaşırtmıştı aslında.

Tam da açılan soruşturmayla 28 Şubat’ın mağdurlarını konuşmaya başlamışken, üstüne 1 Mayıs ’taki sürpriz eklenince bir Mirzabeyoğlu portresi ‘farz’ oldu. 28 Şubat mağdurları derken, daha çok ‘legal siyasi’ figürlerden bahsediliyor. Üstelik bugün birçoğu devlet katında.

Kürt isyanı sürgünü

Mirzabeyoğlu ise yaklaşık 14 yıldır hapiste. Bunun son 11 yılı hücrede. Bu hazin ‘kader’ ona dedelerinden kalmış bir miras sanki; “Mutki aşireti reisi Hacı Musa Bey, onun oğlu İzzet Bey, onun oğlu Hacı Muammer Bey ve onun oğlu Salih Mirzabeyoğlu (...) Bizim aile, babaannem, babam ve halam, Muş’tan Konya’ya mecburi iskânla sürgün geliyorlar...” (Tilki Günlüğü kitabından)
1950’de Erzincan’da doğan Mirzabeyoğlu, ilk, orta ve liseyi Eskişehir’de okuyor. 15 yaşındayken Necip Fazıl Kısakürek’le tanışıyor. Büyük hayranlık duyduğu Kısakürek’in fikirleriyle ilerliyor. Çok sayıda makale ve kitapla İslami Büyük Doğu Akıncıları akımının (kendinden zuhur diyalektiği) felsefi altyapısını oluşturuyor. Fikirleri etrafında ‘İBDA’ grupları oluşuyor. Hiyerarşik irtibata girmeyen gruplar şeklindeki bu yapılanmalar İslam devleti kurma mücadelesine girişiyorlar. Üstelik arada Mahir Çayan, Deniz Gezmiş gibi sosyalist devrimcilere selam çakıyorlar.

İki tabanca, bir pompalı

Türkiye’nin siyasi tarihindeki illegal ve marjinal örgütlere göre oldukça küçük sayılabilecek bu gruplar, 28 Şubat’ın ‘şeriat ve irtica tehdidi olduğu yönünde algı yaratarak siyasete şekil verme harekâtı’ için paha biçilmez malzeme oluyor. İşte ‘28 Şubat mağduru Mirzabeyoğlu’ hikâyesi burada başlıyor:
29 Aralık 1998 sabahı, çocuğunu okula götürmek için evden çıktıktan sonra gözaltına alındı. ‘Hüce evinde yakalandı’ diye yazıldı. Terör örgütü İBDA-C’nin lideri olduğunu kabul etmesi istendi. Sadece fikirlerini yazdığını söylese de, polis “Aslanım, kimse kitaplarını okumayacak. Buradan savcının önüne ne giderse o” dedi. 4 Ocak 1999’da tutuklandı. Anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüsle suçlandı. Silahları ise iki tabanca ile bir pompalı tüfekti.

DGM’ye ‘Noel Baba’ hediyesi

6 ay boyunca duruşmalara katılmadı. 25 Ocak 2000’de sabaha karşı, Metris Cezaevi’ne büyük bir operasyon yapıldı. Bir tutuklunun öldüğü bu operasyona verilen ad pek manidardı: “ Noel Baba.” (19 Aralık’ta başlayan, sosyalistlerin katledildiği operasyona da “Hayata Dönüş” adı verilmişti.)
Mirzabeyoğlu adliyeye getirildiğinde, ağır işkenceden geçtiği anlaşılıyordu. Ayakta zor duruyordu, saçı sakalı zorla tıraş edilmişti. Yüzü kanlıydı. Medya olayı, ‘Metris’in üç aslanı yolunmuş tavuk’, ‘Tıraş olurken yüzünü kesti’, ‘İşte bu kadar’, ‘Kafasını jandarmanın copuna çarptı’ gibi başlıklarla verdi.

Bu örgüte bir lider lazım!

Operasyonun gerisi ‘olağanüstü’ mirası 28 Şubat brifinglerinde bir kez daha ‘update edilmiş’ olan yargıya kalmıştı. Mirzabeyoğlu, mahkemenin ilk hâkimine, “Ben bıçak yaparım. Onunla isteyen ekmek doğrar, isteyen insan” dese de, 2 Nisan 2000’de, yeni gelen hâkim tarafından “İdam” kararı verildi. Mirzabeyoğlu “Tiyatro bitti” dedi. Yargıtay onadı. Dosya ön sırayı kapıp Meclis’e bile gönderildi. O ara idam kaldırılınca, ceza ‘ağırlaştırılmış müebbet’e çevrildi. Davanın ilk hâkimi emekli olduktan sonra, DGM hâkimliği sırasında hep baskı gördüğünü itiraf edecekti. İkinci hâkim (emekli olduktan sonra müdafiliğini yaptığı Ergenekon sanıklarının “En iyi Kürt ölü Kürt’tür” sözünü mahkemede “Kürtlerin öldürülmesini temenni etmek suç mu?” diye savundu.) “Hata yapmış olabilirim” diyecekti.

Artık cezaevi günleri başlamıştı. Önce Kartal F Tipi sonra Bolu F Tipi... Bir kez intihara teşebbüs etti. ‘Zihin kontrol (Telegram) yöntemi’ne kadar varan işkenceler gördüğünü söylese de duyan olmadı. Üç ay önce annesi vefat ettiğinde (22 Ocak 2012) Bursa’daki cenaze törenine katılma talebini de duyan olmadı. Tıpkı, dosyasındaki tuhaflıklara, adaletsizliklere bakan olmadığı gibi. Oysa ki daha gözaltına alınmadan 4 ay önce, Adana Devlet Güvenlik Mahkemesi Mirzabeyoğlu’nun yakalanması için İstanbul Başsavcılığı’na yazı göndermişti. İstanbul “Kendisi kitap basan, dergilerde makaleleri çıkan bir şahıs. İstanbul hudutları dahilinde hiçbir örgütsel faaliyete katıldığı, talimat ve emir verdiği bilgisi yoktur” diye yanıt vermişti.

Mahkeme kararında ise şöyle denildi: “Kumandan Kod Salih İzzet Erdiş’in örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tespit edilememiş olmakla beraber... Lidersiz bir örgüt düşünülmediği gibi, örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer...”

Mazlumun dilinden Dersimli anlar

Hukuk, yani hak ve adalet duygusunu yaralayan bu karardan sonra unutuldu Salih Mirzabeyoğlu. 28 Şubat adaletsizliğinden bahseden günün ‘siyasileri’ bile hatırlamak istemezken, üstelik ‘o dilden’ anlayanların katledildiği Sivas’ı İBDA’cıların dergisi ‘Taraf’ övmüşken, geçen hafta Dersimli milletvekili Hüseyin Aygün hatırlatmaya çalıştı onu. Tıpkı, Mirzabeyoğlu’nun mürşidi Necip Fazıl’ın herkesin sırtını döndüğü Dersim katliamını tüm çıplaklığıyla ortaya koyması gibi. Çünkü zulme uğrayanlar, mazlumun dilinden en iyi anlayanlardır. Çünkü “Bir kişiye yapılan haksızlık tüm topluma yöneltilmiş bir tehdittir” ve “Haksızlığa karşı susarsanız, hakkınızla birlikte onurunuzu da kaybedersiniz.”

Kaynak: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1088532&CategoryID=77

Anahtar Kelimeler
Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl, Ergenekon , 1 Mayıs , Devlet Güvenlik Mahkemesi , Türkiye , Adana , İstanbul , İslam , Deniz Gezmiş , Noel

CHP'Lİ AYGÜN'ÜN SALİH MİRZABEYOĞLU İLE İLGİLİ BASIN TOPLANTISI
11 Mayıs 2012



CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, Salih İzzet Erdiş'in avukatlarıyla birlikte parlamentoda düzenlediği basın toplantısında, Salih İzzet Erdiş'in yıllardır tecritte tutulduğunu belirterek ''28 Şubat'la hesaplaşmanın yolunun o dönemin doğurduğu mağduriyetleri gidermekten geçtiğini'' söyledi.

CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, Salih İzzet Erdiş'in avukatlarıyla birlikte parlamentoda düzenlediği basın toplantısında, Salih İzzet Erdiş'in yıllardır tecritte tutulduğunu belirterek ''28 Şubat'la hesaplaşmanın yolunun o dönemin doğurduğu mağduriyetleri gidermekten geçtiğini'' söyledi.

CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla Bolu F Tipi Cezaevi'nde bulunan ve kamuoyunda ''Salih Mirzabeyoğlu'' olarak bilinen Salih İzzet Erdiş'in yıllardır tecritte tutulduğunu belirtti.

CHP'li Aygün, ''Mirzabeyoğlu davasının, 28 Şubat'la hesaplaşma konusunda hükümetin samimiyetsizliğini bir kez daha ortaya koyduğunu savundu.

CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, sözlerinde şunları kaydetti:

''Eğer DGM'ler hukuksuz mahkemelerse, 1990'lı yıllarda mağdur olmuş bütün kişilerin sorunlarına çözüm bulunması gerekir. Mirzabeyoğlu da bunlardan biridir. Yıllardır tecritte tutulmaktadır. Hükümet bir taraftan 28 Şubat'la, darbelerle hesaplaştığını iddia ediyor, diğer yandan tecrit, işkence ve çeşitli mağduriyetlerin sürmesi karşısında ses çıkarmıyor.

Mirzabeyoğlu Davası, 28 Şubat'la hesaplaşma konusunda Hükümetin samimiyetsizliği hakkında bilgi vermektedir." dedi

Salih İzzet Erdiş'in avukatı Ali Rıza Yaman da ''Mirzabeyoğlu Davası''nın başladığı tarihin 28 Aralık 1998 olduğuna işaret ederek, ''Salih Mirzabeyoğlu, eşi ve çocuğuyla birlikte o zaman için ilkokula giden diğer çocuğunu almak üzere okula gittiğinde saldırıya uğramıştır. Bu kişilerin polis oldukları Emniyet'te anlaşılmıştır'' diye konuştu.

Avukat Ali Rıza Yaman, Erdiş'in sistematik fiziki işkencelerle geçen bir yargılama sürecinden sonra ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum edildiğini, çeşitli F Tipi cezaevlerinde tecritte tutulduğunu ve halen ''telegram'' (zihin yönlendirme) adı verilen bir işkenceye maruz bırakıldığını iddia etti.

Ali Rıza Yaman, ''Saldırıya uğradığında 41 eseri bulunan Salih Mirzabeyoğlu, olağanüstü bir dönemde, DGM'nin yargılayıp mahkum ettiği bir kişidir. Bu bakımdan dava yeniden görülmelidir. Eğer 28 Şubat'la hesaplaşılacaksa, darbenin sonuçlarından başlanılmalıdır. Mirzabeyoğlu davası, bu sonuçların en önemlileri arasındadır'' dedi.(13:04)

Kaynak:http://www.meclishaber.gov.tr/develop/owa/haber_portal.aciklama?p1=121728


Mehmet Bekaroğlu 28 Şubat'ı anlattı
21 Nisan 2012



HAS Parti Genel Başkan Yardımcısı ve İstanbul İl Başkanı Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu, Vatan Gazetesi'nden Deniz Güçer'in sorularını yanıtladı.

28 Şubat döneminin öne çıkan isimlerinden eski vekil, HAS Parti İstanbul İl Başkanı Mehmet Bekaroğlu, o süreçte eski Başbakan Erbakan'a 'İstifa edelim, on binlerce kişi Türkiye genelinde oturma eylemi yapalım' dediğini ancak Erbakan'ın provokasyon endişesiyle bu öneriyi geri çevirdiğini söyledi. 'Demirel'in de yargılanması gerekir' diyen Bekaroğlu, 28 Şubat'ı VATAN'a değerlendirdi...

Çevik Bir'in savunmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hem saçma hem de ironik. Saçma, çünkü organize bir müdahaleyi, emir komuta zinciri içinde kotarılan bir toplum mühendisliği uygulamasını hedefin birinci sırasındaki insanın, darbenin devirdiği dönemin Başbakanı' nın emri ile yapağını söylüyor, ironik olması bence 1982 Anayasası'nın vesayet sistemine vurgu yapmasıdır. O Anayasa ile kurulan vesayet sisteminde MGK gibi kurumlarla darbenin hedef aldığı seçilmiş hükümete kendi ölüm fermanı imzalatabiliniyor. Çevik Bir, "Beni yargılamadan önce 12 Eylül'ün vesayet sistemini, anayasayı değiştirin, vesayet kurumlarım kaldırın" demiş olabilir.

Sorgulama size göre BÇG ile sınırlı mı kalacak?
BÇG ile sınırlı kalması mümkün değil, nitekim ikinci dalga geldi. Bence askerlerle sınırlı kalmayacak, kalmamalı. Eğer askerlerle sınırlı kalırsa bu soruşturmarun anlamı olmaz, eksik kalır. Çünkü 28 Şubat'm iş dünyasından medyaya, üniversitelerden siyasete çok sayıda aktörü ve faili var. Ama şunu ifade etmek isterim. 28 Şubat bir cadı avıydı ama 28 Şubat soruşturması bir cadı avına dönüştürülmemeli. Sıruılar iyi tespit edilmeli; sorumlular mutlaka yargı önüne çıkarılmalıdır, örneğin; medya 28 Şubat müdahalesinde önemli bir araçtı. Ama 28 Şubat'ta hükümetin ya da dindar kesimin aleyhine yazan herkesi yargı önüne çıkaramazsınız.

Siyasi ayağında sizin en sorumlu tuttuğunuz isimler kimler?
28 Şubat'ın siyasi ayaklan bellidir. Başta Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve 28 Şubatçılarla işbirliği yapan, 28 Şubat hükümetini kuran Mesut Yılmaz. Aynca DYP grubunun dağılması ve hükümetin yıkılmasında önemli roller oynayan Yalım Erez gibi siyasiler var. BÇG'nin kayıtlarından, askerlerin vereceği ifadelerden aktif rol oynayan insanların isimlerinin ve delillerin ortaya çıkacağım düşünüyorum. Siyasi ayağı için yalanda TBMM'de kurulan Araştırma Komisyonu önemli ama mevcut İçtüzükle beklentileri karşılanmayacaktır. Bence Meclis önce iç tüzüğü değiştirsin, Araştırma Komisyonlanrun süre ve yetkilerini artırsın, ondan sonra komisyon kursun.

'Ülke ekonomisi çöktü'
Demirel nasıl yargılanacak, cumhurbaşkanı değil mi?
Kimileri cumhurbaşkanların ancak vatana ihanetle yargılanabileceğini söylüyor. Ben 28 Şubat'ta aynı zamanda vatana ihanet suçu işlendiğini düşünüyorum, iki sebeple vatana ihanet suçu işlenmiştir. Bir; geçen gün Cengiz Çandar tanıklığı ile anlattı. 28 Şubat'ın dış ayağı var. Müdahalenin ABD, ABD Dışişleri Bakanlığı ve Savunma Bakanlığı'nda planlandığına dair güçlü işaretler var. Başta Washington Instute olmak üzere araştırma kuruluşlarında Rerahyol'un düşürülmesi için raporlar hazırlanmış. 28 Şubat bir yönü ile ülke dışında planlanmış, en azından desteklenmiştir. Bu aktörlerin 28 Şubat aktörleri ile ; ilişkileri belli. İki; 28 Şubat'm ekonomik sonuçlan var. Soygunlar, yanlış ekonomik politikalar nedeniyle ülke ekonomisi en az 300 milyar dolar kaybetmiştir. 2001 krizi bu nedenle oldu, ülke ekonomisi adeta çöktü. Kemal Derviş gönderildi, ülke ekonomisi ı uluslararası sermayenin istediği şel kilde yeniden dizayn edildi. Tüm dar 28 Şubat'ta işlenen suçu vatana net suçu haline getirmektedir. O nedenle Süleyman Demirel de usulüne uygun şekilde yargılanmalıdır.

28 Şubat gerçekten Kemalizm'in köküne kibrit suyu dökmüştür
Kemalizm'in tek tip toplum projesi 28 Şubat saçmalıkları ile tarihe karışmıştır. 28 Şubat baskılan nedeniyle bunalan muhafazakarlar da yılana sarılmışlar; Demirel bunlan Yüce Divan'da söyler, savunma yapar. Ancak -o dönem bir savarım kullandığı ifade ile söyleyeyim- sokaktaki çocuk bile biliyor ki, 28 Şubat tanklarla-toplarla yapılmayacaktı. Biz o zaman duymuştuk ABD de zaten açık müdahaleye değil postmodern darbeye onay vermiş. Özkasnak'ın ifadesi açık değil mi; "Savaş veya çatışmaya girmeden, yani tanklarla tehdit ederek istekleri kabul ettirmek" diyor. Demirel'in yaptığı da budur. Sürekli olarak iktidan tanklarla tehdit etmiştir. Yani kast edilen suçun işlenmesinde en başta rol alan aktör Demirel'dir.

'Ateşe benzinle gittiler'
O dönemin sayılı açık sözlü isimlerinden biri olarak siz 28 Şubaf m faturasını kime kesiyorsunuz?
Hani bir söz vardır; "Ev sahibini sorgulayıp duruyoruz, hırsızın suçu yok mu?" diye. 28 Şubat'ta kapıyı dinamitlerle havaya uçurdular. Dolayısıyla ev sahibinin kullandığı kilidin kalitesini sorgulamak anlamsız. 28 Şubat, RFnin şahsmda İslamcıların yükselişi ve Anadolu'nun merkeze yürüyüşü durdurulmaya çakşıldı. Fatura başta ordu olmak üzere bu müdahaleye fiilen katılanlara kesilmelidir. Şunu söylemeden geçemeyeceğim: O dönem elbette ateşin üzerine benzinle giden, saçma sapan işler yapan insanlar da vardı. Mesela; Şevki Yılmaz. Şevki Yılmaz'in şimdi çıkıp, Başbakan'a da göndermeler yaparak, yalan yanlış bilgiler vermesi ve "Biz uyarmıştık, şöyle yapmıştık" demesi bence kelimenin en hafifi ile siyasi ahlaka sığmaz. ? Rahmetli Erbakan çok tartışılan MGK kararlarının alfana imza atmasaydı ne olurdu? Hoca 28 Şu bat'tan sonra parti liderlerini gezdi, demokrasiye destek istedi. Bu desteği alamadı. O zaman çıkıp ben de "Sine-i millete dönüyorum, istifa ediyorum" diyebilirdi ve bence bu çok müthiş bir şey olurdu, Türkiye'nin siyasi taiçerideki baskılan dışandaki güçlerle dengelemeyi öğrenmişlerdir. Busekilde anti-emperyalist, anti-Israil, antiBati islamcılık bitmiş; liberal, ılımlı, parayı seven, paranın getirdiği yaşama teslim olan yeni bir Müslüman tipi öne çıkmıştır. Müslümanlar artık Beyazıt'ta "kahrolsun israil, kahrolsun Amerika" diye bağırmıyor. Aksine rihini değiştirirdi. Hoca bunu yapmadı. Benim kanaatim açık darbeden korktuğundan böyle davranmadı, Hoca'run siyaset yapma tarzı böyleydi, böyle bir siyasi iklimde yetişmişti, koşullar bunu gerektirmişti.

'Hocaya direniş önerdim'
O gün parti olarak istifa etseydiniz ne değişirdi?
Bunu öngörmek zor ama bence bambaşka şeyler olurdu. Bir kere darbeciler bizim neler yapabileceğimizi hesap ederek hareket ediyorlardı. Erbakan Hoca'run reflekslerini ezberlemişlerdi. Toplu istifanın olmayacağım biliyorlardı. Parti olarak, tüm milletvekilleri istifa etseydik bence darbecilerin eli ayağı dolaşırdı. Çünkü başka bir ihtimal yoktu, B planlan yoktu, açık müdahale olmayacaktı. Hoca'ya toplu bir direniş teklif ettim. Dedim ki, "Hocam tüm milletvekilleri olarak istifa edelim, aynca tüm il ve ilçe binalarımızda on binlerce insan 48 saatlik oturma eylemi yapalım. Ama Hoca bunu kabul etmedi; "Provokasyon olursa ne yapacaksın, bir tedbirin var mı?" diye sordu. Bence Hoca'run siyaset tarzını, reflekslerini biliyorlar ve öyle davranıyorlardı. Bu siyaset tarzı ve refleksler de bu tür bir müdahaleyi açığa düşürmeye uygun değildi. ABD ve NATO ile birlikte Ortadoğu'da yapılan operasyonlara destek veriyorlar. Medeniyet iddialan da kalmadı, işte bakın 10 yıllık AKP iktidarına, medeniyet adına ne yaptılar? istanbul'un tarihi dokusunu yok ettiler, 144 tane kibir kulesi diktiler, Sultanahmet minareleri ile yanşan yüksek binalar yaptılar, hepsi bu. Kavakçı'dan sonra istifa etmeliydik.

Bir itirafınız oldu: "Merve Kavakçı olayından sonra istifa etmeliydim". Etmediğinize bugün pişman mısınız?

Evet, aslında Merve Kavakçı olayından sonra istifa etmeliydik. Çünkü seçmen iradesine müdahale edilmiş, bir milletvekili gözümüzün önünde Meclis'ten kovulmuştur. O zaman FP Grubunda yaptığımız değerlendirmede "darbeciler de böyle istiyor, bizi yıldırıp istifa ettirmek istiyorlar" denilmişti. Ama ben çok gittim geldim. Aslında evet istifa etmeliydim. Pişman mıyım, olmalı mıyım ayrı şey, çünkü istifa etmedik ama mücadelemizi sürdürdük ama ilkesel olarak baktığımda istifa etmeliydim diyorum. Merve Hanımla o günü tartıştık, kendisine yeteri kadar destek veremediğimizi söyledim. Özür de diledim.

O dönemde de milletvekillerine tehditler oldu mu?

Mesela Merve Kavakçı olayının yaşandığı yemin günü; rahmetli Aydın Menderes panik içindeydi, bana "Bekaroğlu, çok kötü şeyler olacak" dedi. Nitekim kendisi birkaç gün sonra istifa etti.

'Koç, Erbakan'a geldi'

Medyanın dışında hangi kesimleri sorumlu görüyorsunuz?

O dönemin ekonomisini ve faiz lobisini konuşmadan geçmemeliyiz. Açın o dönemin hesaplarını inceleyin, en önde olan 500 şirketin kârlarının ortalama yüzde 85'ini faaliyet dışı alanlardan sağladıklarını görürsünüz. Bu faaliyet dışı alan devlete verilen borçtan alınan faizlerdir. Erbakan Hoca'nın havuz sistemi bu hortumu kesti. İstanbul sermayesi buna çok kızdı.

Hatırlayanlar olacaktır; Rahmi Koç Ankara'ya geldi, Hoca ile görüştü, istediği devlet borçlanmalarının böyle radikal bir şekilde durdurulmamasıydı. Hoca kulak asmayınca düğmeye basıldı. O görüşmede Hoca'nın yanında Fehim Adak vardı. Havuz sisteminin de mucidi olan Fehim Adak'tan bunu sorabilirsiniz.

Grup Yorum konserine gitmenizi eleştirenler de oldu. Neden gittiniz?

Benim Grup Yorum konserine gitmemde şaşacak bir şey yok. Protest müzik yapan bir muzık topluluğu; en alttakilerin türkülerini okuyorlar. Grup üyelerinin siyasi görüşleri öyle ya da böyledir, bu beni de ilgilendirmez. Ben bu arkadaşların şiddeti benimsediklerine dair bir şey bilmiyorum. Davet ettiler ve bir jest olarak gittim. Eleştirenlere gelince onların amacı farklı, onlara aynaya bakmalarını öneririm, oturduklar, pisliği görmeyip bize çamur atmaları tam da onlara yakışır.

28 Şubat Soruşturmasında 5. Dalga Operasyonu
28 Mayıs 2012
28 Şubat soruşturması kapsamında 9 general ifadeye çağırıldı.

28 Şubat soruşturmasının 5'inci dalgası kapsamında, 9 emekli general ifadeye çağırıldı.

O dönem kuvvet komutanlığı da dahil önemli görevlerde bulunan emekli komutanlardan aralarında Çetin Doğan'ın da bulunduğu 5 emekli generalin ifadesi tamamlandı.

Ardından, 4 emekli general daha ifade vermek üzere Ankara adliyesine getirildi. 6 emekli generalin tutuklanması talep edildi.

Balyoz davası kapsamında tutuklu bulunan, dönemin Genelkurmay Harekat Dairesi Başkanı emekli Orgeneral Çetin Doğan ile yine Balyoz davasından tutuklu MHP milletvekili, dönemin Genelkurmay Plan Prensipler Başkanı emekli Korgeneral Engin Alan ve emekli Korgeneral Metin Yavuz Yalçın ifade için Ankara Adliyesi'ndeydi.

Muğla'da yaşayan Emekli Korgeneral Vural Avar ile, İzmir'de yaşayan emekli Korgeneral Kamuran Orhon da Ankara'ya getirilen diğer isimler oldu.

Dönemin Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri emekli Orgeneral İlhan Kılıç, eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Ahmet Çörekçi, eski Kara Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Hikmet Köksal ve eski Jandarma Genel Komutanı emekli Orgeneral Teoman Koman ilk grubun ifade işlemi tamamlandıktan sonra Ankara Adliyesi'ne getirildi.

Emekli Generaller şu sıralarda 28 Şubat soruşturması kapsamında kendilerine yöneltilen sorulara cevap veriyor.

Soruşturmayı yürüten Özel Yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekilliği gün içerisinde konuyla ilgili bir açıklama yaptı.

Başsavcıvekilliği, 9 şüpheli hakkında gözaltı ya da arama kararı bulunmadığını açıkladı.

Açıklamada, 25 Mayıs Cuma günü İstanbul, İzmir, Silivri ve Muğla Cumhuriyet Başsavcılıklarına yazı yazıldığı; 9 şüphelinin bugün için Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcı Vekilliği'nde ifade vermeleri için hazır edilmelerinin istendiği vurgulandı.
TRT

Mirzabeyoğlu İslâmcıların İmtihanıdır!
İsa Tatlıcan
08 Mart 2012



Meğer ne kadar çok demokrasi sevdalısı varmış bu ülkede.
Darbeye en az askerler kadar iştahlı olanlar basınımız, aslında askeri vesayeti hiçbir zaman gönülden desteklememiş!

Medyamız aslında, başörtüsü yasağına da, katsayı adaletsizliğine de, Merve Kavakçı’ya yönelik linç girişimine de, YAŞ’zedelere de, STK’lara yapılan baskılara da, Sincan’da yürüyen tanklara da, 28 Şubat’çıların Türkiye’ye ödettiği 300 milyar dolarlık faturaya da karşıymış.

CNN’Türk’te Can Ataklı-Aydın Doğan kavgasını izliyorum. Hepsi üzerlerine yapışan bu kara lekeden kurtulma peşinde. Aydın Doğan, hiçbir zaman siyasete yön vermeye çalışmadıklarını, darbecilerin yanında yeralmadıklarını iddia ediyor. İnandırıcı olabilmek için de avazı çıktığı kadar bağırıyor. Halk unutkan olabilir ama arşivler unutmuyor Aydın Bey!

Halkı aptal yerine koysalar da, 15 yıl sonra gelen tüm itirafları ve aklanma çabalarını Türkiye’nin normalleşmesi adına önemli birer gelişme olarak görüyorum.
Bu yıl tüm TV kanallarında, 28 Şubat belgesellerini ve günlerce süren haber dosyalarını izliyoruz. Gazeteler de farklı bir 28 Şubat mağduru bulma yarışında.

MİRZABEYOĞLU İSLAMCILARIN İMTİHANIDIR

Ancak her yıl olduğu bu yıl da 28 Şubat sürecinin belki de en büyük mağduru unutuldu. O, 1998 yılında bu yana yani yaklaşık 14 yıldır cezaevinde. 2005 yılından bu yana tecrit altında tutuluyor. 60 kitap yazmış, düşünmekten, konuşmaktan, tartışmaktan başka eylemi olmayan bir mütefekkir…

Yargının siyasallaştığı bir dönemin sembol ismi Salih Mirzabeyoğlu’ndan bahsediyorum.

Yargılandığı Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı tarafından da hiçbir eyleme katılmadığının altı çizilen Salih Mirzabeyoğlu, önce idam, daha sonra ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmış.

Mahkemeye çıkarıldığında gördüğümüzü dayaktan yara bere içinde kalmış yüzü ve Fatih Çekirge yönetimindeki Star gazetesinin yaptığı iğrenç yayın hala hafızamızda.

14 yıldır ailesi ve avukatı dışında kimse ile görüştürülmüyor. Mirzabeyoğlu’nun avukatı Ali Rıza Yaman, idam ile sonuçlanan yargılama sürecini şu cümlelerle özetlemiş: “Ortada hiyerarşi yok, eylem yok, eylem talimatı yok, tanışıklık yok… Buna rağmen ‘olsa olsa budur’ mantığı üzerine bina edilen bir hüküm var. Bu sakat mantıkla verilen karar, idam olmuştur. Özdemir Sabancı’yı öldürdüğü söylenen Fehriye Erdal’ın yaptığı eylemden, yaşamış olsalardı, Engels ve Marks sorumlu tutulup, onlara idam cezası verilebilir mi? Bunu hangi hukuk mantığı kabul eder?”

Kim ne derse desin Salih Mirzabeyoğlu Türkiye’deki İslamcıların imtihanıdır.
Tamam, söylemlerin ve kullanılan dilin kabul edilmemesini anlayabiliyorum. Hayatımızın hiçbir döneminde yolumuz kesişmemiş de olabilir. Ama yedi yıl boyunca üç metrekare hücrede yaşamak zorunda bırakılan Mirzabeyoğlu’nun hakkını savunamıyor olmak neyin nesi? “Bu zulmü hakkedecek ne yapmıştır” diye neden soramıyoruz?

Bir zulmü değerlendirirken kullandığımız ölçü, mazlumun yanlış olduğunu düşündüğümüz fikirleri olmamalıdır.

Merkez medyayı zaten geçtim, ama bu konuda kalem oynatmamakta ısrarlı muhafazakar yazarlarının içinde bulunduğu renk körlüğünü nasıl yorumlamak lazım bilmiyorum?

ADALET BAKANI SADULLAH ERGİN’E AÇIK ÇAĞRI

Aynı kuşaktan gelen, aynı siyasi ekolden beslenen birçok isim, bugün çok önemli makam-mevkileri işgal ederken, Mirzabeyoğlu’nun neden zindanlarda çürümeye terk edildiğini, bu konuda sessizliğin arkasında yatan nedenleri merak ediyorum.

Dışarıdan bakarak bir insanın suçlu ya da suçsuz olduğuna karar vermek elbette imkansız.
Bunu anlayabilmenin tek bir yolu var.

Öcalan’a özgürlük tartışmalarının yapıldığı, ev hapsinin pazarlık konusu haline geldiği günümüzde, Mirzabeyoğlu’nun da adil yargılanma hakkının mutlaka iade edilmesi gerekir.

28 Şubat sürecinin birifingli yargısının kurbanı olan Mirzabeyoğlu, yeniden yargılanmalı, gözaltı ve yargılanma sürecinde yaşanan hukuksuzluklar mutlaka araştırılmalıdır. Umarım bu çağrımız Adalet Bakanı Sadullah Ergin’e ulaşır.

Postmodern darbenin en büyük mağduru Mirzabeyoğlu ne zaman adil bir şekilde yargılanırsa, 28 Şubat süreci de o gün sona erecektir

Kaynak: Milat Gazetesi

Mehmet Bekaroğlu: "Darbe dönemi mahkemelerinin kararları iptal edilsin"
13 Haziran 2012



Halkın Sesi Partisi İstanbul İl Başkanlığı 12 Eylül ve 28 Şubat döneminde mahkemelerin aldığı kararların iptal edilmesini ve mağdurların haklarının iade edilmesini istedi.

HAS Parti İstanbul İl Başkanlığı ve Yeni Devir Hukukçular Derneği, İstanbul Adalet Sarayı önünde basın açıklaması yaptı. HAS Parti İstanbul İl Başkanı Mehmet Bekaroğlu, "Bugün darbelerle ve vesayet sistemi ile mücadele edildiği söylenmektedir. Bizler bu mücadeleyi desteklemekteyiz. Ancak darbeler ve vesayet sistemi ile mücadele darbeci ve vesayetçilerin kurdukları kurumlarla yapılamaz. 12 Eylül ve 28 Şubatçıların aldıkları kararların sonuçları duruyor. İnsanların mağduriyetleri devam ediyor. İçinde askerlerin de bulunduğu amir-memur, alt -üst ilişkilerine göre çalıştığı gerekçesi ile lağvedilen DGM'lerin kararlarının hala geçerli olması kabul edilemez. 12 Eylül ve 28 Şubat döneminde alınan bu sözde mahkeme kararlarının sonuçları ile beraber iptal edilmesi, mağdurların haklarının iade edilmesi gerekmektedir." dedi.

Kaldırılan DGM'lerin verdikleri bütün kararların iptal edilmesini ve bu davaların acilen ve resen yeniden ele alınmasını talep ettiklerini ifade eden Bekaroğlu, "Biz tüm darbe mağdurlarının haklarının iadesini istiyoruz. Salih Mirzabeyoğlu ve Merve Kavakçı, 28 Şubat darbesinin en çok mağdur ettiği sembol şahsiyetlerdir. Mirzabeyoğlu, 28 Şubat'ın DGM'leri tarafından haksız şekilde mahkum edilmiştir ve hala cezaevindedir. Kavakçı da başta vatandaşlık olmak üzere tüm haklardan mahrum edilmiştir. Mirzabeyoğlu'nun yeniden yargılanmasını ve Kavakçı'ya haklarının iade edilmesini talep ediyoruz." diye konuştu.

Çeşitli pankartlar açan HAS Partililere, Yeni Devir Hukukçular Derneği de destek verdi.

Basın Toplantısında Halkın Sesi Partisi İstanbul İl Başkanl Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu tarafından okunan bildiri aynen şöyle:

DARBEYLE HESAPLAŞMAK SONUÇLARIYLA HESAPLAŞMAKTIR!

“28 Şubat Yargı Kararları İptal Edilsin!”

Kamuoyuna;

Türkiye’nin en temel sorunlarından biri bağımsız bir yargı sisteminin tesis edilememesidir. Normal yargısının bile sorunlu olduğu Türkiye’nin bir de İstiklal Mahkemeleri, Yassıada Mahkemeleri, Sıkıyönetim Mahkemeleri, DGM’ler ve DGM’lerin yerini alan ÖYM’ler gibi olağanüstü dönem mahkemeleri var. İktidarı bir şekilde ele geçirenler, hukuku, kendilerini meşrulaştırma ve kurdukları vesayet sistemini tahkim etmenin aracı olarak görmüşler, yargı mensuplarına memur muamelesi yapmışlardır.
Bu şekilde adaleti tesis edip mağduriyetleri gidermek için var olması gereken yargının mağdur ve mazlum üreten bir mekanizmaya dönüştüğü açıktır.
Bugün darbelerle, vesayet sistemi ile mücadele edildiği söylenmektedir. Bizler bu mücadeleyi desteklemekteyiz. Ancak darbeler ve vesayet sistemi ile mücadele darbeci ve vesayetçilerin kurdukları sistemlerle yapılamaz. Darbecilerin kullandıkları araçlarla yapılacak mücadelede sadece yeni mağdurlar üretirsiniz.
Bugün darbecilerin yargılanıyor olması elbette çok önemlidir. Ne var ki 12 Eylül ve 28 Şubatçıların tesis ettikleri anayasa, yasalar ve kurumlar olduğu gibi yerlerinde durmaktadır, bunların ortadan kaldırılması için henüz radikal adımlar atılmamıştır. Daha da önemlisi 12 Eylül ve 28 Şubatçıların aldıkları kararların sonuçları duruyor, insanların mağduriyetleri devam ediyor. İçinde askerlerin de bulunduğu, amir-memur, ast-üst ilişkilerine göre çalıştığı gerekçesi ile lağvedilen DGM'lerin kararlarının hala geçerli olması kabul edilemez.
12 Eylül ve 28 Şubat döneminde alınan bu sözde mahkeme kararlarının sonuçları ile beraber iptal edilmesi, mağdurların haklarının iade edilmesi gerekmektedir.
Halkın Sesi Partisi İstanbul İl Başkanlığı ve Yeni Devir Hukukçular Derneği olarak bizler;
- Vesayet sisteminin bütünüyle tasfiye edilmesi için darbecilerin yaptıkları anayasa ve yasalar ile ihdas ettikleri kurumların ortadan kaldırılmasını,
- Olağan üstü dönemlerin kurumları olan, kararlarını amir-memur, ast-üst ilişkilerine göre alan ve evrensel hukuk ilkelerine uygun bulunmadıkları için kaldırılan DGM'lerin verdikleri bütün kararların iptal edilmesini, bu davaların hiçbir kayıt, şart ve taleple bağlı olmaksızın ivedilikle ve re’sen yeniden ele alınmasını,
talep ediyoruz.
- Darbelerle hesaplaşma sözde olmaz; darbelerle gerçekten hesaplaşanlar darbelerin sonuçlarını ortadan kaldırmak zorundadırlar, aksi takdirde samimi olmadıklarını ilan edeceğiz.
- Adalet ve hukuk devleti ilkesi eşitliği gerektirir; darbelerin bir grup mağdurun haklarını iade ederken diğerlerini mağduriyetleri ile baş başa bırakmak çifte standart ve samimiyetsizliğin ifadesidir. Biz kimliği, siyasi görüşü, mensubiyeti dikkate alınmadan tüm darbe mağdurlarının haklarının iadesini istiyoruz.
- Salih Mirzabeyoğlu ve Merve Kavakçı 28 Şubat darbesinin en çok mağdur ettiği sembol şahsiyetlerdir. Mirzabeyoğlu, 28 Şubat’ın DGM’leri tarafından haksız bir şekilde mahkûm eedilmiştir ve hala cezaevindedir. Merve Kavakçı da 28 Şubat döneminde haksız bir şekilde alınan Bakanlar Kurulu Kararı ile başta vatandaşlık olmak üzere tüm haklardan mahrum edilmiştir. Mirzabeyoğlu’nun yeniden yargılanmasını, Kavakçı hakkındaki Bakanlar Kurulu kararının kaldırılıp haklarının iade edilmesini talep ediyoruz.
- Yapay kutuplaşmalar ülkede gerçek anlamda demokrasi ve hukuk devletinin inşa edilmesini zorlaştırmakta, bundan da herkes zarar görmektedir. Herkesi yapay kutuplaşmalardan uzaklaşmaya, darbelerle samimi bir şekilde yüzleşmeye, birlikte adaleti ayağa kaldırmaya ve hukuk devletini inşa etmeye davet ediyoruz.
Saygıyla duyrulur. 13 Haziran 2012.

Halkın Sesi Partisi İstanbul İl Başkanlığı (haspartistanbul@gmail.com)
Yeni Devir Hukukçular Derneği (yenidevir.hd@gmail.com)

MBR Haber

iKurtulmuş: "28 Şubat'ın Türkiye'nin elitlerinin halkın çoğunluğundan korkması sonucu yapılmış bir iştir"
15 Nisan 2012

HAS Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş, ''28 Şubat, Türkiye'nin elitlerinin, halkın çoğunluğundan korkması sonucu yapılmış bir iştir'' dedi.

Kurtulmuş, Üsküdar Katibim Restoran'da düzenlenen toplantı ile İstanbul'daki bazı üniversitelerin kulüp, topluluk ve komisyon başkanlarıyla bir araya geldi.

Toplantıda konuşan Kurtulmuş, yeni bir anayasa yapılması gerektiğini ifade ederek, ''Anayasayı, bazıları bir hukuk metni sanıyorlar, ancak anayasa bir sistemin programlanmasıdır'' dedi.

Kurtulmuş, 1982 Anayasası'nda milletin oy vererek siyasete dahil olmasının önünün kesildiğini vurgulayarak, halk tarafından seçilmiş bir anayasa meclisi olması gerektiğini belirtti.

''28 Şubat, Türkiye'nin elitlerinin halkın çoğunluğundan korkması sonucu yapılmış bir iştir'' diyen Kurtulmuş, 28 Şubat'ın, 27 Mayıs'tan da 12 Eylül'den daha önemli bir ihtilal olduğunu savundu.

Kurtulmuş, 1950'den sonra Demokrat Parti ile Türkiye'de geniş toplumsal kesimlerin üst tarafa çıkmasının gerçekleştirildiğini ifade ederek, şöyle devam etti:

''28 Şubat'ta mesele sadece din meselesi değildir. Asıl mesele alt tabakanın yukarı çıkması korkusuydu. Bu sürecin hem sivil, hem parlamento, hem medya, hem de ekonomi ayağı vardır. Bunların hepsi ortaya çıkarılmalıdır. 'İrtica', 28 Şubat'ın korku aracıydı. 28 Şubat'ta, bu milletin 300 milyar dolar parası hortumlandı. 28 Şubat'ta on binlerce insanımıza işkence edildi. Binlerce öğrencinin bir kısmı psikolojik sorunlar içerisine düştü. Bir tanesini söyleyeyim İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi 5. sınıfından atılan bir öğrenci, aradan 15 yıl geçtikten sonra fakülteyi bitirmek için gayret ediyor. 28 Şubat böyle bakıldığı zaman çok etkili olmuştur. 28 Şubat çok kapsamlı bir projedir. Ayrıca 28 Şubat'ın dış bağlantıları da soruşturmalı ve ortaya çıkarılmalıdır.''

"28 ŞUBAT, HİÇ OLMAMIŞ GİBİ DAVRANILAMAZ"

Kurtulmuş, stratejik önemi çok yüksek, gelişme potansiyeli ve genç nüfusu olan bir ülkenin ikide bir geçmişe dönüp bakamayacağını, bunlara bakılırsa vakit kaybedileceğini belirterek, ''Önce Türkiye bütün bunların hakikatini ortaya koymak zorundadır. Yani arkamızı geçmişe rahatça yaslayalım ki geleceğe bakalım'' dedi.

Türkiye'nin geçmişinin karanlık olduğunu ifade eden Kurtulmuş, 60 yıllık çok partili siyasi hayatta 5 ihtilal olduğunu söyledi.

Kurtulmuş, ''Türkiye'de sadece ihtilal değil, bir sürü de şüpheli ölüm var. Rahmetli Turgut Özal, Muhsin Yazıcıoğlu, Recep Yazıcıoğlu'nun ölümü gibi... Aydın Menderes'in trafik kazası gibi üzerinde hala soru işareti olan ölümler ya da kazalar vardır'' şeklinde konuştu.

Hrant Dink, Uğur Mumcu, Muammer Aksoy gibi bir sürü karanlık cinayetlerin olduğunu ve bunların aydınlatılmadığını belirten Kurtulmuş, sözlerini şöyle sürdürdü:

''Bunları aydınlığa çıkaracak olan mahkemelerdir, bunu aydınlığa çıkaracak olan TBMM'nin Araştırma Komisyonu'dur. Arkamızı emniyete almadan, geleceğimize bakamayız. Hep geleceğimizle kavga ederiz. Bizim bu yüzden derdimiz 28 Şubat, Ahmet Paşa, Mehmet Paşa değildir. 28 Şubat, hiç olmamış gibi davranılamaz. Kim ne yaptıysa çıksın ortaya. Eli pisliğe bulaşmamış olanlar niye korkuyor ki- Biz diyoruz ki eli pisliğe bulaşmış olanlar ellerini yıkasın. Ama esas devlet elini yıkayacaktır ama yetmiyor, gerçekten egemenlik kayıtsız şartsız milletinse, bu sistemi, 12 Eylül Anayasası'nı, seçim yasasını değiştireceğiz ki geleceğimize aydınlık olarak bakalım.''

Kurtulmuş, kalıcı olanın, devlet veya toprak parçası değil millet olduğunu dile getirerek, ''Yeni Türkiye'de, oyuncuların değişmesi değil, oyunun değişmesi önemlidir. Biz diyoruz ki oyunun adını koyalım, oyunun adı millet olsun. Biz HAS Parti olarak ekonomik vesayete, askeri vesayete, dış vesayete karşıyız'' diye konuştu.

Toplantıya, HAS Parti İstanbul İl Başkanı Mehmet Bekaroğlu, HAS Parti İstanbul Gençlik Kolları Başkanı Tarık Kayan ve üniversite öğrencileri katıldı.

http://www.haberzoom.com/

28 Şubat'ın verdiği zarar 300 milyar dolar
AK Parti Erzurum Milletvekili Yavilioğlu, 28 Şubat sürecinde 300 milyar civarında bir kaybın olduğuna, sadece kamu bankalarının 50 milyar dolar zarar ettiğini dikkat çekti.Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu üyesi Cengiz Yavilioğlu, "28 Şubat sürecinde batırılan bankalardaki kayıp bile, 1985'ten itibaren yaptığımız tüm özelleştirme rakamlarının toplamından fazla" dedi.TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu üyesi AK Parti Erzurum Milletvekili Cengiz Yavilioğlu, komisyonun darbelerin ekonomik boyutu üzerinde durmasının çok önemli olduğunu belirterek sadece 28 Şubat sürecinde 300 milyar civarında bir kaybın olduğuna işaret etti. Star'da yer verilen habere göre 28 Şubat sürecinde bankaların görev zararının 50 milyar dolar olduğunu hatırlatan Yavilioğlu, bunun Türkiye'nin bugüne kadar tüm özelleştirmeden elde ettiği rakamdan fazla olduğunu söyledi. 22.07.2012 ANKARA netgazete

28 Şubat yargısı 'emir eri' gibiymiş...
22 Ekim 2012



28 Şubat'ta askerden brifing alan yargı mensuplarının skandal kararlar, bugünlerde mağdurların verdiği ifadelerle daha net ortaya çıkıyor

Furkan Sezgin- Dünya Bülteni /Haber Merkezi

28 Şubat sürecinde sivil birçok yargıcın askerin emrinde olduğu yönündeki iddialar giderek daha somut bir hal alıyor. Özellikle TBMM Drabeleri araştırma komisyonuna konuşan dönemin bazı tanıkları, o günlerde yaşadıkları ve tanık oldukları olayları anlatınca, sivil yargı ile asker arasındaki ilişkiler, daha net bir şekilde ortaya çıkıyor.

28 Şubat sürecinde bazı sivil yargıçların birebir askerin kontrolünde olduğunu belirten önemli olaylardan biri Yazar Canan Barlas'ın başına gelen bir olay oldu.

Darbeleri Araştırma Komisyonu'na konuşan Mehmet Barlas ve eşi Canan Barlas, 28 Şubat sürecinin önemli oluşumlarından Batı Çalışma Grubu(BÇG)'nun beyni olarak bilinen Güven Erkaya'yla aralarında geçen ve yargının halini gösteren bir olayı anlattılar.

Canan Barlas, bir uçak yolculuğu sırasında Güven Erkaya'ya ile tesadüfen aynı bölüme düştüklerini belirterek, o yolculuk sırasında Erkaya'nın, Mehmet Barlas hakkında, "Tansu Çiller'e yalakalık yapıyor. Bunların hepsinin hesabını soracağız" dediğini söyledi.

Canan Barlas, daha sonra yargıya taşıdığını belirttiği olayın, askerin etkisinde olan yargı tarafından tam tersi bir şekilde sonuçlandırıldığını ifade etti.

"GÜVEN ERKAYA EMİR VERMİŞ, DAVA KAPANDI"

Canan Barlas, başından geçen o olayı şöyle anlattı: "New York Havaalanında... Ben kızımla dururken, "Şuna bakın, yalakalık yapıyor Tansu Çiller'e. Bu yalakaların hepsinin hesabını göreceğiz." dedi. VIP lounge'da olduğu için zaten çok az insan vardı. Kızım yanımda, biz çok kötü olduk yani. Ve beni mahkemeye verdi. Ben bir yazı yazdım: "Erkaya Paşa çok yaşa!" diye. "Ayağını uzatmışsın, hem bir başbakana küfrediyorsun hem bir başyazara küfrediyorsun hem de böyle bir şeyin, bunların üstesinden yakında geleceğiz diye işaret ediyorsun..."
Ondan sonra benim yazım üzerine beni mahkemeye verdi ve benim mahkemeyi artık kazanacağım kesinken, mahkeme -o zaman, tabii, yargı da bunların içinde olduğu o kadar kesinki- mahkeme saatini bir saat öne almış, patronum Dinç Bilgin de beni suçlu çıkarmış, benim tazminat davamı da ödemiş... Tazminatını da Dinç Bilgin ödemiş çünkü bu Erkaya demiş ki: "Beni asla suçlu çıkarmayın bu şeyden, ne yapacaksanız yapın." O zamanın yargıçları da çok muhterem kişilermiş, bunu, bu davayı böyle hallettiler. Zaten, 28 Şubat'ta yirmi sekiz tane dava açıldı bana, tazminat davası, üç tane ceza davası açıldı. Bunların birini de Mesut Yılmaz açtı çünkü o dönemdeki ihaleler üzerine konuşuyorduk, verilen enerji ihalelerindeki yolsuzluklar üzerine konuşuyorduk. Allah'tan Rahşan affı geldi, ben bu otuz davadan kurtuldum, bu gazetecilikten de kurtuldum."

YARGIÇLARDAN İTİRAF: TALİMATLA MAHKUMİYET VERDİK, ÖZÜR DİLERİZ

Yazar Mehmet Barlas da, o dönemde kendisine yönelik açılan tüm davalarda yargının etki altında kalarak karar verdiğini vurgulayarak bunu verdiği bir örnekle dellilendirdi: "Mesela ben 28 Şubat döneminde kaybettiğim davaları... Mesut Yılmaz'a karşı bir dava kaybettim, 8 bin lira ödedim. Yazımda demiştim ki: "ANAP kongresinde Lütfullah Kayalar genel başkan olursa belki ANAP kurtulur." diye yazmıştım. Bana dava açtı. "Yazı yoluyla genel başkanlığımı engellemeye çalıştı." diye. Ankara'da bir asliye hukuk mahkemesi beni tazminata mahkûm etti. Emin Çölaşan "Yazdığı yazılardan ötürü sokağa çıkamıyorum." diye dava açtı, ona da tazminat ödedim. 28 Şubat'tan sonra, Canan hanımın davalarından bazıları devam ediyordu, gittim –adını söylemeyeceğim- bir yargı organına, yargıç ve savcı beni odalarına aldılar, "Kusura bakmayın. 28 Şubat'ta talimat geliyordu, sizi mahkûm ediyorduk, özür dileriz." dediler, kalan iki davayı düşürdüler.

MİRZABEYOĞLU DAVASI DA AYNIYDI

28 Şubat sürecinde yargının verdiği skandal kararlar sadece Barlaslar'la ilgili değildi. Dönemin önemli isimlerinden Salih Mirzabeyoğlu hakkında verilen mahkumiyet kararı da yıllardır tartışılıyor. Mirzabeyoğlu hakkında, hiçbir delil ve tanık olmamasına rağmen son olarak 2001 yılında sonuçlanan davada idama mahkum ediliyordu ancak Türkiye'de idam uygulaması olmadığı için Mirzabeyoğlu müebbet hapse mahkum edildi. Mirzabeyoğlu'nu idama mahkum eden hakim sonradan yaptığı itiraf gibi açıklamada "Kararın adil olduğunu söyleyemem" demişti.

DİLİPAK VE VAKİT GAZETESİ AYNI KADERİ PAYLAŞANLARDAN

28 Şubat yargısının mağdurlarından biri de Gazeteci Yazar Abdurrahman Dilipak ve Akit Gazetesi'ydi... Dilipak, dönemin emir altındaki yargı mensupları tarafından haksız yere, hayatını alt üst eden tazminat davalarıyla karşı karşıya bırakıldı.

Geçtiğimiz günlerde TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu'nca bilgisine başvurulan gazeteci yazar Dilipak, 28 Şubat sürecindeki skandal yargılamalarının simgesi haline gelen 'Şişli Terakki Davası'nı bireysel başvuru kapsamında Anayasa Mahkemesine götürmeye, ayrıca 28 Şubat soruşturmasını yürüten savcılığa da suç duyurusunda bulunmaya hazırlanıyor. 28 Şubat sürecinde askerlerin yargı mensuplarına iki kez verdiği brifingler, bu brifinglere katılan yargı mensuplarının askerleri ayakta hararetle alkışlaması 28 Şubat'ın simgelerinden biri haline gelmişti. 'Şişli Terakki Davası' işte bu skandal yargılamalardan birisi. 28 Şubat'ın simge davası haline geldi.

Kökenleri Selanik'teki Şemsi Efendi Haham Okulu'na dayanan ve yüzyıldan fazla bir zamandır faaliyet gösteren Şişli Terakki Lisesi'nin Nişantaşı'nda bulunan eski binası uzun bir süre boş bırakıldıktan sonra D.B. İnşaat Şirketine kiralandı. Yazar Ilgaz Zorlu ve Gazeteci-Yazar Abdurrahman Dilipak, Akit, Hürriyet, Aksiyon, Zaman ve Yenişafak gibi basın organları da bu çok değerli binayla ilgili haberler yaptılar.

Hürriyet gazetesi ile Dinç Bilginin sahibi olduğu Sabah gazetesi arasındaki rekabette, Doğan Medyasında çalışan Erdal Bilaller, Ufuk Güldemir, Semra Uncu, Erdal Şafak ve Soner Yalçın gibi yazarlar da, Ilgaz'ın iddialarını yorum yaparak köşelerinde yayınladılar. Bu iddialar haber olarak bir çok basın organında yeraldı. Onlar hakkında da İstanbul 3. Asliye Hukuk mahkemesinde dava açıldı. Aynı günlerde konu ile dolaylı olarak ilgisi olan başka bir konuda yazdığı yazı sebebi ile Akit yazarı Dilipak da hakkında dava açılanlar arasında yeraldı.

Yargılamanın sonunda Ilgaz Zorlu da dahil olmak üzere, sözü söyleyen ve bu sözleri yazı konusu yapan bütün gazeteciler hakkındaki dava reddedildi. Dilipak ise tazminata mahkum edildi.

AKİT GAZETESİ'NE LİNÇ

Yargılamada ilginç olan ayrıntı ise, Şişli Terakki Vakfı tarafından açılan tazminat davasında davalılar arasında adı yazılmakla birlikte, dava dilekçesinde, Dilipak'a ait ifadelerle ilgili suç isnadı yoktu. Buna rağmen diğer herkes hakkında dava reddedilirken Dilipak'ın cezalandırılması dikkati çekti. Terakki davası ile ilgili bir açıklama yapan Dilipak şunları söylüyordu: "Sabah ve Hürriyet grubu arasında rekabet var.. Teşvikiye'deki Şişli Terakki arsasının Dinç Bilgin'e verilmesi konuşuluyor. İddiayı gündeme getiren Ilgaz Zorlu. Bu açıklamayı haber yapan Hürriyet grubunun yazar ve muhabirleri.. O gün ben de tesadüfen Sabataylık üzerine yazmışım.. Dava dilekçesinde benimle ilgili bir suç isnadı yok. Ama yargılama sonunda Ilgaz ve diğerleri hakkındaki dava reddediliyor ve ben tazminata mahkum ediliyorum.. Sözü söyleyen serbest, yazan serbest, ben o konularla ilgili bir yazı yazdığım için tazminata mahkum oluyorum."

312 GENERAL DAVASI

Akit Gazetesi de, müstear isimler yazı yazan bir yazarının "On başı olamayacakların general olduğu ülke" diye yazdığı yazısı için 312 generalin toplu tazminat davasıyla karşı karşıya kalmıştı. Gazeteyi mahkum eden de yine o günlerin etki altındaki yargısıydı.
28 Şubat uygulamalarına o dönem manşet ve haberleriyle en büyük tepkiyi gösteren Akit ise, maddi ve manevi olarak çökertilmeye çalışıldı. Gazete binası defalarca kaleşnikoflarla tarandı. Saldırgan failler meçhul kalırken, saldırılara uğrayan gazete ise savcı ve polisler tarafından sık sık basıldı. Çalışanlar taciz edildi. Gazetenin basım ve yayımı engellenmeye çalışıldı. Bir köşe yazarının 'Onbaşı bile olamayacakların general olduğu ülke' başlıklı yazısı nedeniyle 312 general tarafından gazeteye 1 trilyon TL'ye yakın tazminat davası açıldı. Aynı süreçte skandal şekilde bu dava cezaya hükmedilerek bitirildi. 312 general davasını organize eden ve davada müşteki olarak yer alan generallerden bir çoğu Balyoz ve Ergenekon davasında sanık oldu.

Kaynak: http://media.dunyabulteni.net/250x190/2012/04/12/28-subat-hakimlere-brifing.jpg

Yarın gelirim dedi 9 yıl sonra döndü
26 EKİM 2012



Tayyar Tercan, 28 Şubat sürecinin sayısız mağdurundan yalnızca biri. O günlerde 20 yaşında olan Tercan, düğününün ertesi günü, hakkındaki soruşturmayı öğrenmek için gittiği emniyette gözaltına alınmış. 17 gün boyunca 'Filistin askılı' ve 'elektrikli' işkence görerek düzmece ifadeye imza atan Tercan, '1 günlük eşime 'birazdan gelirim' diyerek evden çıktım. 9 yıl sonra döndüm. 28 Şubat yargılamalarının tekrarlanması gerek' dedi
ALİ KUŞ / İSTANBUL

Cuntacıların 'post-modern darbe' dediği 28 Şubat sürecinde, dönemin yargıdaki aktörleri birçok hukuksuzluğa imza attı. Ankara'da bilişim şirketinde çalışan 20 yaşındaki Tayyar Tercan da bu hukuksuzlukların mağdurlarından biri. 8 Mayıs 1996'daki nikahından bir gün sonra polisin kendisini aradığı bilgisini alan ve Ankara Emniyeti Müdürlüğü'ne 'Hakkımdaki dosya neymiş' demeye giden Tercan, 9 yıl boyunca bir daha dışarı çıkamadı. Ankara Emniyeti'nin kendisini İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi'ne teslim ettiğini ifade eden Tercan, burada tam 17 gün boyunca Filistin askısı ve elektrikle işkence gördüğünü anlattı. 'Bir günlük eşime 'Birazdan gelirim' dedim. 9 yıl eve dönemedim' diyen Tercan'a, işkence sırasında polisler 'Senin karını da getiririz buraya...' şeklinde tehditler de savurmuş.

'KARINI DA GETİRİRİZ...'

İBDA-C üyesi olmak ve 7-8 kere bombalı eylem yapmakla suçlanan Tayyar Tercan, yaşadığı zor günleri şu ifadelerle anlattı: 'İstanbul Emniyeti'nde elektriğinden Filistin askısına kadar 17 gün işkence gördüm. Adli Tıp'a giderken krem sürdüler; elektrik izlerinin, morlukların gitmesi için, omuzlarıma ve edep yerlerime... Çoğu doktor kayış atardı ama beni muayene eden doktor atmadı, 'fiili olarak 3 gün iş göremez' raporu verdi. Sorguda bana 'tek tabanca' diye isim uydurdular. Başka isim bulamayınca 'sen bu eylemleri tek başına yaptın, tek tabancasın' dediler. Hem işkence görüyorum hem de adam, 'Senin karını getiririm buraya, bilmem ne yaparım' diyor. Ne yapabilirsiniz? 20 yaşındaydım. 15 yıl geçti hâlâ sol omzumda Filistin askısından kalan rahatsızlık var. Emniyet ifadem, eşimi getirip bilmem ne yapmakla tehdit edilerek zorla imzalatılmış ifadedir. O aşağılık zihniyetin neler yapabileceğini bildiğim için imzalamayı kabul ettim.'

HİÇBİR DELİL BULUNAMADI

İşkence altında zorla imzalatılan ifadesi dışında bomba atma iddialarına ilişkin başka hiçbir delil olmadığını dile getiren 28 Şubat mağduru Tercan, şunları söyledi: 'Kendimden bir şüphem olmadığı için Ankara Emniyet'ine kendim gidip teslim oldum. Bomba eylemlerini doğru bulmayan bir insanım. Hakkımdaki 7-8 adet bombalama iddiası gözaltında 6'ya düştü. Savcılığa geldik, bunlardan bir tanesinin hiç yapılmadığını belgeleriyle ispat ettim, 5'e düştü. Bir tanesinin de ben ifademde ses bombası demişim. Resmi olarak daha komplike parça tesirli bir bombaymış, onu belgeledim. Bana kabul ettirilen bir 'suç paketi' idi. Mahkeme örgüt üyeliğinden 12,5 yıl ceza verdi. Eylemlerle ilgili hiçbir şey bulamadı ancak zorlaya zorlaya bu cezayı verebildi. DGM'de 'Bu eylemleri yaptığına dair kanaat hasıl olmamıştır' denildi. Dosya Yargıtay'a gitti ve Sabih Kanadoğlu faktörü burada devreye girdi...'

Kimse '28 Şubat bitti' demesin

Sabih Kanadoğlu'nun başkanlığını yaptığı Yargıtay 9. Ceza Dairesi'nin, yerel mahkemenin verdiği 12,5 yıl hapis kararını bozduğunu söyleyen Tayyar Tercan, 'Emniyet ifadesinin dışında aleyhime hiçbir delil olmamasına rağmen 'Her birinden ayrı ayrı ceza isteyin' dendi ve ceza 36 yıla çıkarıldı. Sonra da 29,5 yıla bağlandı. 9 yıl hapis yattım' dedi. 'Sabih Kanadoğlu öncüsüydü bu işlerin' diyen Tercan, şunları kaydetti: 'Darbe döneminin yargı kararları halen fiilen uygulanıyor. Kimse '28 Şubat süreci bitti' demesin. 28 Şubat'a 'darbe' diyeceksin ama o adamların verdiği kararlar aynen kalacak. Böyle şey olmaz. 28 Şubat dönemi kararlarının tekrar ele alınması lazım. Darbe sürecinde bu hukuksuzlukları yapanların kesinlikle yargılanması gerekir. Eşim 9 yıl yolumu gözledi. Yolda gelip giderken ailelerimiz tacizlere uğradı. Ben 20 yaşındaydım, o 19... 500-1000 kilometre uzaktan gelip, kapıda göstermemeler, taciz etmeler... Her şey yaşandı. İnsanların hafızası zayıf, çabuk unutuyorlar. Allah fırsat vermesin bu insanlara, çok zalim insanlar.'

Kaynak: http://yenisafak.com.tr/gundem-haber/yarin-gelirim-dedi-9-yil-sonra-dondu-27.10.2012-418614


Altuğ: ’28 Şubat’ın sebebi silah ihaleleridir’
29 Ekim 2012



Erbakanın danışmanlığını da yapan Prof. Dr. Osman Altuğ, 28 Şubat dönemine ilişkin çok önemli açıklamalarda bulundu.


Eski Refah Partisi lideri Necmettin Erbakan`ın Başbakanlık yaptığı Refah-Yol hükümeti döneminde uygulamaya koyduğu ve 28 Şubat`la sona eren havuz modelinin terorisyenlerinden olan Prof. Dr. Osman Altuğ, 28 Şubat askeri müdahalesinin iptal edilen askeri ihaleler nedeniyle yapıldığını öne sürdü.

TV8'de yayınlanan ve Selahattin Sadıkoğlu'nun hazırladığı "Her Pazar Açıkça" programına İşadamı Zeynel Abidin Erdem ve ekonomi yazarı Cemil Ertem'le birlikte konuk olan Prof. Altuğ, 28 Şubat dönemi ile ilgili çarpıcı açıklamalarda bulundu ve "28 Şubat aslında silah lobilerinin temsilcilerinin savaşıydı" dedi.

İşte Osman Altuğ'un dile getirdiği çok çarpıcı iddialar:

"28 Şubat'ta aslında yaşanan mümessiller (temsilciler) savaşıydı. Askeri ihalelerin mümessilleri. 1996 yılında bu askeri ihalelerde Deniz Kuvvetleri'nin 8 milyar dolarlık bir ihalesi vardı. Kara ve Hava Kuvvetlerinin çok çeşitli ihaleleri vardı. Bu konu dönemin Başbakanı rahmetli Erbakan'ın görevlendirmesi sebebi ile benim de dikkatimi çekti. İsrail'le askeri uçakların modernizasyonu ile ilgili bir ihale vardı. Yeni lira projesini hazırladığımda (ki bugünkü iktidar bunun matbaa kısmına baktı) İsrail Yeni Şekel'e (İsrail para birimi) geçmişti. Oradaki uygulamaları da yerinde görmek üzere görevlendirildim. O dönemde İsrail'e giden ilk ve tek resmi temsilciyim. Ehliyet ve liyakat meselesi, rahmetli Erbakan'ın en önemli simgesiydi. İslamın ilkelerinden birincisi ehliyet ve liyakat, yani kalite ilkesidir. Ne oldu? Bu ihalelere bakıldı. Bir kısım ihaleler iptal edildi.Mesela bir gemide yüzde 40 komisyon! Bununla ilgili bilgiler bizim resmi kurmlarımızda vardır.

28 Şubat sürecinden sorna 54. hükümet görevden ayrıldıktan sonra bugüne kadar olan dilime baktığımız zaman, o zamanki askeri ihaleler ilgili kişilere verilmiştir. Yani, ihale adresine ulaşmıştır. Kimileri verilmiştir, kimileri uygulama aşamasındadır ama sayın Başbakan büyük bir yüreklilikle 'vermiyorum' demiştir.

Altuğ, 'Toplam rakam 8 milyar dolar mıydı?' sorusuna ise "Onlar küçük rakamlar" diyerek cevap verdi.

Prof. Altuğ, "Rakam söyleyebilir misiniz?' sorusuna ise "Söylemiyim, bunlar devlet sırrı" diyerek cevap verdi.

Prof. Dr. Osman Altuğ, "Bu ihalelerin neden iptal edildikleri, bu ihalelere kimlerin katıldıkları, Rus silah tacirlerini burada kimlerin temsil ettiği, ABD ve diğer ülkelerin temsilcilerini ve bunların geliş gidiş şekilleri araştırılsın" dedi.

Altuğ, Devlet Denetleme Kurulu (DDK) var, Başbakanlık Denetleme Kurulu var, bu kayıtlar bütün kurumlarda var" şeklinde konuştu.

"DOLAYLI VERGİ NAMERTLİKTİR"

"Türkiye'de siyasetin finansmanı kontrol ve denetim altına alınmadıkça demokratik bir siyaset sistemi kurulamaz. Sermayenin faşizmi hüküm sürer" diyen Prof. Dr. Osman Altuğ, öncelikle ekonomi kayıt altında olmalı ve herkes gelir vergisi konusunda kayıt altına almalı. Kayıtdışı ekonominin hem teşvikçisi hem de şikayetçisi devlettir. En büyük küpürlü para da 1 lira olacak. Ama bunu yapacak siyasi irade lazım. Delikanlılık budur. Namert gibi milletin arkasına dolanarak dolaylı vergi alıyorsun bu mertlik değildir" dedi.
http://yarenturkhaber.com/

Çevik Bir, Karadayı adına Yargı'da terör estirmiş
8 Aralık 2012



28 Şubat sürecinde Çevik Bir ‘Genelkurmay Başkanı adına’ yüzlerce suç duyurusu yaptı. ‘Takipsizlik’ verilen dosyaları emirle yeniden açtırıp, istediği gibi karar çıkarttı. Emre itaat etmeyen hakim-savcı sürgün edildi.

HAMZA ERDOĞAN / STAR

TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’na Adalet Bakanlığı’ndan yeni gelen belgeler, 28 Şubat sürecinde TSK’nın, mahkemelere ve Adalet Bakanlığı’na resmen emir ve talimatlar yağdırdığını ortaya çıkardı. Buna göre, kendileri ile ilgili en küçük bir eleştiri yapan gazeteciler hakkında Adalet Bakanlığı’na suç durusunda bulunan 28 Şubatçıların, takipsizlikle sonuçlanan yada kapanan dosyaları talimatla yeniden açtırdıkları ve lehte karar aldırdıkları görülüyor. Üstelik kararın istedikleri yönde çıkması için dosyaları ‘derhal’ vurgusuyla askeri üyelerin bulunduğu Ağır Ceza Mahkemelerine aldırmışlar. Talimatlara uymayan hakim ve savcılardan bazılarının yerini değiştirilmiş, bir kısmına ise cezalar verilmesi sağlanmış. Yargıya verilen talimatların çoğunun altında ise dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ‘namına’ Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’in imzaları var.

Çevik Bir, yargıya emir veriyor

STAR, Adalet Bakanlığı’ndan geç geldiği için Meclis Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu raporuna girmeyen belgelere ulaştı. Adalet Bakanlığı’ndan yeni gelen belgelerde, BÇG’nin başındaki Çevik Bir’in yargıya yönelik şok yazışmaları yer aldı. Gelen belgelerde askerin, özellikle Adalet Bakanlığı ve mahkemeler üzerinde kurduğu baskının sadece brifinglerle sınırlı kalmadığı anlaşıyor.

İsteğimiz işlemi yap acil bilgi ver

Adalet Bakanlığı’ndan gelen çok sayıdaki belgelerde, TSK’nın, 28 Şubat sürecinde tüm yazılı basın taranarak kendileri aleyhinde olan yazı ve haberler varsa, kendilerine suç isnat eden yada tenkit eden ne kadar yazı varsa bunlarla ilgili Adalet Bakanlığı’na suç duyurusunda bulundukları görülürken, sonucundan da Genelkurmay Başkanlığı’nın acilen haberdar edilmesi talep ediliyor. Yazışmaların baskı unsuru olarak kullanılması dikkat çekiyor. Suç duyurularındaki temel suçlamanın “devletin askeri kuvvetleri alenen tahkir ve tezyif edilmektedir” klişesi olması da dikkat çekiyor.

Bakanlık takipçisi olmuş

Savcılıklara yapılan suç duyurularının ardından Çevik Bir’in ‘gizli’ ibareli yazışmalarla Adalet Bakanlığı’ndan ivedi olarak bilgi istediği görülüyor. Bakanlıkların, ilgili makamlardan dosyalarla ilgili aldıkları bilgi ve belgeleri ise Genelkurmay Başkanlığı’na ‘Arz olunur’ ibaresi ile çok kısa sürede ulaştırdıkları anlaşılıyor.

Beğenmedim ağır cezaya gitsin

Genelkurmay Başkanlığı, o dönemde sadece suç duyurusu yapmakla kalmamış, suç duyurusunda bulundukları dosyalara bakan hakim ve savcıları yakın markaja da almış. Açtıkları davaların sonuçlarını beğenmeyince müdahale etmişler. Örneğin gazetecilerle ilgili yapılan suç duyurularında takipsizlik kararı verilince derhal harekete geçip itiraz ettikleri görülüyor. Çevik Bir imzalı yazılarda, mahkemelere “Siz... takipsizlik verdiniz. Derhal dosyayı Ağır Ceza mahkemesine gönderin” diyerek savcı ve hakimlere doğrudan talimatlar verildiği görülüyor.

Emre karşı gelene ceza var

Belgelere göre, ayrıca, Çevik Bir imzası ile açılan davalarda istenen sonuçlar alınmayınca zorbalığa başvurulmuş. Buna göre, kendi talimatlara uymayan ya da istedikleri yönde karar vermeyen hakim ve savcıları cezalandırmışlar. Bunun için özellikle hakimler hakkında Adalet Bakanlığı ile HSYK üzerinden baskılar kurulmuş. Hakim ve savcıların tayinleriyle ilgili bizzat müdahil olmuşlar. Çok sayıdaki belgelerden bunların bir kısmında yer değiştirme bir kısmında ise cezalar verdikleri anlaşılıyor.

‘Postallı demokrasi’ dedi Yazıcıoğlu’nu cezalandır

GENELKURMAY’IN 28 Şubat sürecinde hakkında suç duyurusu yaptığı binlerce kişilik isim listesi de belgeler arasında. Ancak; suç duyurusunda bulunanların çoğunluğunu gazeteciler, siyasetçiler ve STK temsilcileri oluşturuyor. Bunların arasında Nazlı Ilıcak ve merhum BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu dikkat çekiyor. Özellikle Yazıcıoğlu hakkında Meclis’te yaptığı “Türkiye Cezayir olmayacak; ama Suriye de olmayacak” sözü başta olmak üzere çeşitli konferanslarda yaptığı konuşmalarla sürece karşı çıkışını özetleyen “Postallı demokrasi istemiyorum” şeklindeki beyanatları tek tek tespit edilerek hakkında tek suç duyurusunda bulunulmuş.

KAPANAN DOSYA AÇILDI BİR’İN İSTEDİĞİ KARAR ÇIKTI

KOMİSYONA gelen belgeler arasında, Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi H. Atasoy, başörtüsüyle kampusa girdiği için “Bir yarıyıl yükseköğretim kurumundan uzaklaştırma” cezası aldı. Kararın iptali için dava açtı. Davayı inceleyen Bursa 2. İdare Mahkemesi, disiplin cezasının uygulanmaması için “Yürütmenin durdurulmasına” karar verdi. Ancak BÇG devreye girdi. Mahkemenin Başkanı Sabri Ünal Aydın Bölge İdare Mahkemesi üyeliğine, mahkemenin üyesi Mehmet Ali Ceran ise Gaziantep Vergi Mahkemesi üyeliğine gönderildi. Yerlerine atanan yeni hâkimler kanalıyla, dosyanın yeniden açılmasını sağlanarak dava öğrenci aleyhine sonuçlandırıldı.

Star Gazetesi

BÇG’yi deşifre edenler, manşetlerde vatan haini!
7 Ocak 2013



BÇG'yi deşifre eden eski İçişleri Bakanı Meral Akşener, eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu ve polis memuru Kadir Sarmusak’ın, dönemin medyası tarafından ‘vatan hainliği’ ile suçlandığı ortaya çıktı.


Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü 28 Şubat soruşturmasıyla gündeme gelen Batı Çalışma Grubu’nu (BÇG ) deşifre eden eski İçişleri Bakanı Meral Akşener, eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu ve polis memuru Kadir Sarmusak ’ın, dönemin medyası tarafından ‘vatan hainliği’ ile suçlandığı ortaya çıktı. Akşener, Orakoğlu ve Sarmusak hakkında ‘vatana hıyanet’, ‘köstebek’, ‘devlete savaş açmışlar’ manşetlerinin atıldığı görüldü.

28 Şubat kararlarının uygulanması ve denetlenmesi için illegal kurulan BÇG, askerliğini onbaşı olarak Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda yapan polis memuru Kadir Sarmusak’ın yapı hakkındaki belgeleri Bülent Orakoğlu’na vermesiyle deşifre oldu. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan Emniyet İstihbarat Dairesi’ne belge ve bilgi sızdırıldığı iddiasıyla haklarında askeri mahkemede dava açılan Kadir Sarmusak ve Bülent Orakoğlu, beraat etti.

Dönemin medyası ise, ortaya çıkan illegal yapı yerine belgeleri deşifre eden Orakoğlu, Akşener ve Sarmusak’ı ‘vatan haini’, ‘köstebek’ ve ‘casus’lukla suçladı. Akşener için ordunun içine casus sokarak bilgi topladığı haberleri ön sıralara çekildi. Gazetelerde olay; ABD’de 1972-1974 yılları arasında dinleme olayının ortaya çıkmasıyla başlayan ve Başkan Richard Nixon’un istifasıyla sona eren Watergate skandalına benzetildi.

BÇG belgelerinin ortaya çıkmasıyla ilgili açılan davada savcı, belgelerin orijinallerini 11 Eylül 1997 tarihli resmi yazıyla Genelkurmay’dan istedi. Ancak Genelkurmay Başkanlığı belgeleri göndermedi. Nisan 2012’de başlayan 28 Şubat soruşturmasında ise orijinal belgeler Genelkurmay’dan tekrar istendi. Genelkurmay’dan gelen belgeleri inceleyen savcı, ‘darbeye teşebbüs’ten soruşturma başlattı. Soruşturma kapsamında aralarında Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir ve emekli Orgeneral Teoman Koman’ın da bulunduğu 31 kişi tutuklandı. Dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ise İstanbul’da gözaltına alınıp Ankara’ya götürüldü. Karadayı, adli kontrol uygulanarak serbest bırakıldı.

BATI ÇALIŞMA GRUBU (BÇG)

Batı Çalışma Grubu (BÇG), ‘postmodern darbe’ olarak nitelenen 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararlarının uygulanmasını denetlemek için Güven Erkaya’nın komutanı olduğu Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde yasa dışı olarak kurulmuştu. Dönemin önde gelen komutanlarından Erol Özkasnak, BÇG’nin fikir babasının dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’in olduğunu söylemişti.

Yasa dışı grup, bu dönemde irticai faaliyette bulunduğunu iddia ettiği 6 milyona yakın insanı fişlemişti. Bu fişlemeler sırasında sadece askeri personel değil, asker ailelerinin de kullanıldığı belirtilmişti. Kur’an kursları, özel yurtlar, vakıflar ve dernekler gibi birçok özel ve kamu kuruluşunu markaja alarak fişleyerek binlerce insanı mağdur eden BÇG, Mesut Yılmaz’ın başbakanlığı döneminde yasallaştırılarak ‘Başbakanlık Takip Merkezi’ne dönüştürülmüştü.

28 Şubat döneminde atılan manşetlerden bazıları ise şöyle:

Milliyet: Orakoğlu’nu suçu vatana hıyanet

Milliyet: Köstebek operasyonları

Milliyet: Devlete savaş açmışlar

Milliyet: Oyunu köşk bozdu

Milliyet: Koman sert çıktı

Hürriyet: Türk Watergate’i; İçişleri Eski Bakanı Akşenir’in ordunun içine casus sokarak bilgi topladığı ortaya çıktı. Ankara, ABD’de Başkan Watergate olayının benzeri ile sarsıldı.

Hürriyet: Müthiş itiraf; Casus onbaşının ifade tutanağı

Hürriyet: Akşener için suç duyurusu

Hürriyet: Ankara’da bomba gibi patlayan olaylar oldu; Akşener'e orduyu tahkirde inceleme

Hürriyet: Yalan tutanaklar; MGK’a toplantısında Çiller ve Akşener casusluk olayını bildikleri halde ‘Bilmiyoruz’ dediler.

Sabah: Skandal

Sabah: Akşener’den ağır itham

WATERGATE SKANDALI

Watergate skandalı; 1972-1974 Amerika Birleşik Devletleri'nin başkentinde gelişen ve Başkan Richard Nixon'un istifa etmesiyle sonuçlanan siyasi bir skandaldır. ABD'nin başkenti Washington’da bulunan bir otel ve iş merkezinin adı olan Watergate’te 17 Haziran 1972 günü 5 hırsız polis tarafından yakalandı. Derinleştirilen soruşturma sonunda hırsızların; ABD Başkanı olan Richard Nixon'un partisi Cumhuriyetçi Parti ile bağlantılı olduğu ve amaçlarının Demokratik Parti'nin telefonlarını gizlice dinlemek üzere mikrofonlar yerleştirmek olduğu ortaya çıktı. Dinleme skandalının ortaya çıkmasıyla Başkan Nixon istifa etti.
haber10

28 Şubat'ta 3 tutuklama daha!
15 Şubat 2013

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın yürüttüğü 28 Şubat soruşturması kapsamında savcılık sorgularının ardından tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edilen 6 emekli askerden 3'ü tutuklandı, 3'ü ise adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı.
TMK'nın 10. maddesiyle görevli Ankara Nöbetçi 3 No'lu Hakimliği'nde sorgulanan 6 emekli askerden, emekli Koramiral Aydan Erol, emekli Tümgeneral Şevket Turan ve emekli Tuğamiral İsmail Ruhsar Sümer tutuklanırken, emekli Korgeneral Ahmet Atalay Efeer, emekli Tümamiral Mustafa Özbey ve emekli Tuğgeneral İzzettin Gürdal adli kontrol şartıyla salıverildi.
Emekli Orgeneral Ergin Celasin ise savcılık sorgusu sonrasında serbest bırakılmıştı
haber7

'EMRİ UYGULADIK' SAVUNMASI ÇÜRÜDÜ
24 Şub
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cmt Şub 16, 2013 12:05 am tarihinde değiştirildi, toplam 12 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal May 29, 2012 9:30 pm    Mesaj konusu: Amerikan İşgal Programında : NATO, 12 Eylül ve 28 Şubat Alıntıyla Cevap Gönder

Amerikan İşgal Programında : NATO, 12 Eylül ve 28 Şubat
Kaan Turhan
Açık İstihbarat
16.05.2012



Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Tarabya Köşkü'nde ağırladığı ABD'den misafirleri Senatör John Mccain ve Joseph Lieberman Türkiye'ye iltifatlar yağdırmıştı. Türk Hükümeti'nin masraflarını yüklendiği senatörler Suriye sınırına gitmiş, mülteci kamplarını gezmişti. Amerikalı politikacılar, mültecilere kucak açan Türkiye'ye minnettar olduklarını, insani yardımların Türkiye'nin demokrasiye bağlılığını gösterdiğini söylemişti.[1]

Suriye’nin Dostları grubu olarak kendilerini ifade eden, Suriye ulusal çıkarlarına karşı örgütlendirilen Esad muhalifleri, batı emperyalizmi tarafından silahlandırılmaktaydı.

Öyle ki, “Suriye'nin Dostları”na 01.04.2012 tarihinde İstanbul'da ev sahipliği yapmıştı, Türkiye. Emperyalistlerin arkasında olduğu her oluşumdan, gerici AKP'nin çıkması, emperyalizmi arkasına alanın gericileşeceği tezini destekliyordu.

“Toplantı esnasında Suriye’den gelen açıklamalar da diplomasi yolunun iyiden iyiye köreldiğini[1]” göstermekteydi. Sedat Laçiner, AKP'nin Esad muhaliflerine kucak açmasını, diplomatik kanalların iyiden iyiye köreldiği noktasında değerlendiriyor ve Suriye'de bir iç savaş senaryosu planlayan Amerikan propagandasının sözcülüğünü üstlenmiş oluyordu.

Türkiye'nin ileri demokrasisi, AKP faşizmiyle birlikte tüm doğu ülkeleri için umut(!) olmaya devam etmekteydi.

Bölge merkezli dış politika yerine, Amerikan çıkarlarına uygun Barzani ve İsrail çeperinde hareket politikası yerleşmişti. Emperyalizme hizmette kusur etmeyen AKP kadrolarına İran'dan sert açıklamalar gelmişti.

İran Meclisi Milli Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu Başkanvekili İsmail Kevseri, “Maalesef, Türk yetkilileri yeterince dürüst değiller. Çünkü kendi sözlerini söylemiyorlar. Ankara, bir nevi dünya emperyalizminin taşeronu ve aracı haline gelmiştir. Erdoğan ve Türkiye'deki karar vericiler, kendileri karar veremiyor ve onlara dikte edilenleri yapmaktalar” demişti.

Dikte edilenlerle hareket ettiği komşu ülkesi tarafından söylenen Türkiye'de bu durumu, bağımsız dış politika olarak görenler maalesef ki çoğunluktaydı. Özellikle yandaş medya, kendisine vazife çıkarmaktaydı. Özellikle başbakanın danışmanı olan Yalçın Akdoğan ilginç bir yazı kaleme almıştı:

“Küreselleşen dünyada gözlemlediğimiz bir husus, bazı devletlerden büyük şirketlerin, çok uluslu finans yapılarının ve sınırları aşan sermaye dayanışmalarının stratejik ilişkilerin denklemini, mahiyetini ve şeklini değiştirdiğidir. Mesela birbirine hasım görünen büyük ülkelerdeki Yahudi sermayesi birbiriyle iyi ilişki içinde kalarak başat güç olma özelliğini koruyor. Devletler, tavır takındıkları ülkelere özel şirketler üzerinden girebiliyor ve her türlü manipülasyonu yapabiliyor... Türkiye doğalgaz ve petrol ihtiyacının önemli kısmını Rusya ve İran’dan karşılıyor. 2013’te inşaatı, 2019’da işletmesi başlayacak nükleer santralleri de Rusya ile yapacak. Türkiye’nin enerji projelerine ABD’li şirketlerin katılımı büyük önem taşıyor, bu ise devletin yeni modeller geliştirmesine ve bunun zeminini oluşturmasına bağlı, yoksa kendi haline bırakılan bu düzende özel şirketlerin harekete geçmesi hiç mümkün görünmüyor.[2]”

Akdoğan, Amerikan şirketlerinin Türkiye'de etkinliğinin artırılması noktasında, sermaye hareketlerinin yönünün Amerikalılardan yana yaşanmasından yana politika tercih edilmesi gerektiğini açıkça yazıyor. Şirketleri, Rusya ve İran'la yürüyen anlaşmalar gereği, bu ülkelerin stratejik hamlelerine karşı ABD merkezli şirketler olarak tanımlanmaktaydı. AKP, Rusya ve İran'la olacak olan gelecekteki projelerde hamle yapmalı ve denge kurmalıydı.

Elbetteki kapitalizmden yana ve ABD çıkarlarından yana.

Dengeden kastedilenin de aslında, Amerikan ağırlığının önceliğinin olması gerektiği olarak anlaşılmaktadır.

Dolayısıyla, “Türkiye’de yeni bir rejim kuruluyor-kuruldu. Yeni rejim emperyalist düzen içinde farklı bir yere oturuyor. Emperyalizmin gereksinimleri sosyalist sistem sonrasında değiştiği için, Türkiye’ye bakışı, Türkiye’den beklentileri de değişmiştir. Burada, bir çevre ülke olarak Türkiye ile sistemin tepesindeki emperyalist blok arasındaki ilişkilerde, kapitalist üretim ilişkilerinin kalıcılığı zemininde bir süreklilik, ancak kapitalist üretim ilişkilerinde yaşanan iktisadi/siyasi gereksinimler, krizler ve emperyalizm ile sosyalizm-sol arasındaki güç ilişkilerinin değişmesine bağlı olarak da bir kopuş söz konusudur. Türkiye emperyalist sistemin çevresinde, fakat, yeni işlevlerle, yeni misyonlarla, yeni sorumluluk ve olanaklarla yüklü durumda, tutulmaya devam edilmektedir.

AKP iktidarının kendisi de bir darbedir: 12 Eylül’den, 28 Şubat’tan destek alarak, güç kazanarak iktidara yerleştirilen bir partidir bugün iktidarda olan.
Şimdi AKP, üzerine yüklenen görevinin gereği olarak, eski rejimin tüm kalıntılarını ortadan kaldırmakta ve İslami referanslı, kendi gibi düşünmeyen bütün muhalefet odaklarını, Kemalist, Kürt, Alevi, sosyalist demeden ortadan kaldıran bir yeni rejim kurmaktadır. Bu yeni kuruluşun parlamenter teamüller çerçevesi içinde yapılıyor olması, kurulan rejimin otoriteryen özelliğini gizleyemez. Faşizm parlamento aracılığıyla da tesis ve icra edilir.
Bütün bu nedenlerle, demokrasi, askerlerin yargılanması demek olamaz. Bir dönemin Alevi, Kürt, sosyalist düşmanlarının yargılanması demokrasi olarak kutsanamaz.[3] İlker Belek'in saptamalarında olduğu gibi, Türkiye'de bir faşizm iktidara gelmiş ve ülkeyi alt üst etmiştir.

(..)



Merdan Yanardağ, AKP'nin mağdur edebiyatında 28 Şubat ve 12 Eylül'ün yerini irdelemişti:

“Bilindiği gibi, uzun süredir İslamcı-muhafazakâr çevreler, yeni muhafazakârlar ve kendi hayatlarına ihanet eden kimi liberaller 28 Şubat üzerinden bir mağduriyet edebiyatı oluşturmaya çalışıyorlardı.

Bir ılımlı islam rejimi olarak İkinci Cumhuriyetin tarihsel gerekçesini oluşturmak, onun ideolojik ve ahlaki arka palanını kurmak için böyle bir mağduriyet söylemine ihtiyaçları vardı. (..)
Dahası aynı İslamcılar Soğuk Savaş döneminde ABD’nin hizmetine girdiklerini de itiraf etmişti. Sadece kör inanç böyle bir sicile haklı gerekçeler bulabilirdi. Sinsi, iki yüzlü ve hileye dayalı bir mücadele yöntemleri vardı. Durum böyle olunca sözkonusu çevrelerin topluma bir “mazlum” profili vermeleri, kendi taleplerini bütün ulusun talebi olarak yeniden kurmaları gerekiyordu. İşte 28 Şubat onlara bu olanağı sundu. Geliştirilen sahte mağduriyet edebiyatı bu ihtiyacı karşıladı...



28 Şubat esas olarak AKP’nin ve başta Fethullah Gülen hareketi olmak üzere “ılımlı islamcı” diye düşünülen güçlerin önünü açmıştır. AKP 28 Şubat’ın çocuğudur.

Öyle ki, 28 Şubat döneminde Refah Partisi parçalanmış ve kendilerine “yenilikçi” diyen ekip desteklenerek önü açılmıştır. AKP, iktidar olmak için Batı ve ABD ile çatışmak yerine onlarla uzlaşmak gerekliliğini gören ve anlaşmayı tercih edenlerin partisidir. Bu nedenle Milli Görüş hareketini ve Erbakan'ı terk ettiler. AKP’nin kuruluşu 28 Şubat döneminde hem askerler hem merkez medya hem de Batı ve ABD tarafından büyük bir hararetle desteklendi. AKP, Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir parçası, ılımlı İslam siyasetinin taşıyıcı örgütü olarak tasarlandı..[4]”


AKP her hamlesinde mağduriyeti kullanmaktaydı.

Öylesine ki, gerçeklerin üzeri örtülüveriyordu. 12 Eylül'ün ürünü olan yapının parçası AKP'nin, 12 Eylül'le hangi noktada hesaplaşacaktı ya da 28 Şubat'çılarla hangi yüzleriyle karşı karşı geleceklerdi.

Tevfik Çavdar'ın dediği gibi:

“Cehalet, gafletin yani aymazlığın anasıdır. Size katılıyorum. Evren’i ve Cunta’yı suçlayın. Onların Şili’deki kanlı cuntadan hiçbir farkı yoktu. Ama (..) ilk ölümcül adımının Özal tarafından atıldığını bir an olsun aklımızdan çıkarmayalım. Neo-Liberal ekonominin gereği olarak yapılan özelleştirme furyasında 45 milyar dolar değerinde taşınmaz, Sanayi ve Banka vb Kamu Tesisi yağma edildi.[5]”

Neo-liberal soygun sonucu, Özal'ın kapitalizmi Türkiye'ye sonuna kadar açtığı 12 Eylül sonrası dönemde, kamu kaynak ve varlıkları ortadan kaldırılmaktaydı. AKP döneminde yapılan özelleştirmelerse, 12 Eylül'ün hesabını soracak AKP'nin, bir 12 Eylül çocuğu olarak belinde taşıdığı kamayı halkın bağrına dayadığı benzetiminde anlam kazanmaktaydı.

Fetullahçı yandaşların başı olan Hüseyin Gülerce'yse, 12 Eylül'le Ergenekon ve Balyoz davaları arasında ilişkiler kurmakla meşguldü. Şöyle yazmıştı:

“Ergenekon ve Balyoz davaları, 12 Eylül yargılaması boyunca daha iyi anlaşılacak, itibarsızlaştırılmaktan, vesayetçi himayeden kurtulacaklardır. Vesayetin kalemleri çok daha mahcup olacaklardır. Varsa eğer, yüzlerindeki kızarıklığı gizleyemez hale geleceklerdir... Darbecilik, cuntacılık sürekli gündemde kaldıkça Ergenekon dostlarının sesi kısılacaktır. 12 Eylül yargılaması Ergenekonculara en büyük darbeyi indirecektir.
Düşünün, 12 Eylül acılarını daha şimdiden mahkeme salonuna, ekranlara taşıyan insanların o yürek burkan feryatlarını... Onlar darbenin acımasızlığını, insan onuruna indirilen balyozları her gün hatırlatacaklar. Bir darbe olduğunda ne acılar çekilmiş her gün insanların gözü önüne gelecek. Ergenekoncuların süngüsü asıl bundan sonra düşecek. Artık işleri çok daha zor...[6]”


(..)

Bu kara propaganda da Yeni Şafak yazarı Osman Özsoy o kadar ileri gitmiştir ki, ergenekon ve balyoz gibi davalarda iddianamelerde yazılmayan ve savcılar tarafından hâkimlere şifahi olarak söylenen çok daha “derin” bilgilerin olduğunu savlamıştır:

“İddianamelerde ülke ismi zikredilmemesinin makul bazı gerekçeleri olabileceğini düşünüyorum. Bir dava dosyasının iddianamesinde bir ülkeyi suçlayıp, 'içişlerimize karışarak, hükümeti devirmeye çalışan çevrelere destek verdiğiniz yönünde elimizde somut bilgiler var' demek kolay değildir. Böyle bir iddianın sadece yargı açısından değil, iki ülke ilişkilerini siyasi, askeri, diplomatik pek çok açıdan derinden etkileyecek bir tablo ortaya koyması kaçınılmazdır. Hiçbir ülke, diğer bir ülkeyi dünya kamuoyunun önünde bir konuda suçlayıp ardından hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam edemez.

Devletlerin ilgili birimleri bunları bilirler ve konuyu yüksek sesle dillendirmeden gerekli stratejiyi ona göre belirlerler. Savcıların bu konuda gösterdiği özenin anlaşılabilir nedenleri olduğu ortadadır. Silivri'de devam etmekte olan pek çok davanın savcılarının, gerek diğer ülkelerle bir sorun ve kriz yaşamama, gerekse de davanın içeride dallanıp budaklanıp çok farklı mecralara akıp gitmemesi adına, iddianamelere yazdıkları suçlamalardan çok daha fazlası hakkında hâkimlere şifahi bilgilendirme yaptıklarını düşünüyorum. İddianameler ortada olduğu halde, tutukluluk durumlarına itirazların reddedilmesinde bunların etkili olduğunu düşünüyorum. Interpol'ün Ergenekon ve İrticayla Mücadele Planı davalarının firari sanıkları hakkında Türk makamlarının yaptığı kırmızı bülten başvurularını reddetmesi de bu tür derin ilişkilerle irtibatlı olabilir.[7]”


Türkiye'de kara propaganda merkezi adeta fabrika gibi işlemektedir.
(..)

Zaman Gazetesi yazarı İslamcı Ali Bulaç'ın dahi, NATO'yla ilişkileri sorgulayan, İslam dünyasıyla NATO'nun hiçbir zaman bir araya gelemeyeceğini ifade ettiği yazıları bile yadırganmıştır.

Ancak Ali Bulaç'ın saptamaları dikkatle okunacak niteliktedir. Bulaç şunları ifade etmiştir:

“İslam Dünyası ile NATO arasında çıkar birliği yoktur ve bu NATO'ya üye olan bütün ülkeler için geçerlidir. Yani konumlanışı, yeni tehdit değerlendirmesi ve el'an yürüttüğü savaşlar dolayısıyla Türkiye de, ilk ve son tahlilde İslam Dünyası'nın yanında değil, NATO ittifakının aktif üyesi olması hasebiyle İslam Dünyası'nın karşısında, ona hasmane tutuma sahip bulunan küresel bir gücün yanında yer almış bulunmaktadır. Dünyanın enformasyon donanımını kendinde toplamış bütün stratejistleri ve uzmanları bir araya getirseniz, bu gerçeği değiştiremezsiniz…
NATO'nun müdahaleleri giderek genişliyor. Suriye, Lübnan, İran ve başka İslam topraklarına da yayılabilir, biz Türkiye olarak yine propoganda makinasını hareket geçirip "Ne kadar büyük bir ülke olduğumuzu, bölge halkının bizi nasıl hayranlıkla izlediğini, işgal altındaki ülkelerde Müslüman halk Türk bayrağını görünce nasıl hüngür hüngür ağladığını" anlatmaya çalışacağız. Bir gün bakacağız ki, İslam Dünyası tümüyle tıpkı Moğol ve Haçlılar zamanındaki gibi yabancı güçlerin istilası altına girmiştir, biz de bu istilanın parçası olmuşuz. Ki benim kaygım zaten o güne gelmeden bizim de aynı istilaya uğrayacak olmamızdır.[8]”


Bulaç bir başka yazısında:

“28 Kasım 2006'da Letonya'nın başkenti Riga'da gerçekleştirilen NATO zirvesi tarihinin önemli kararlarından birini almıştı. Buna göre NATO sadece askeri olarak değil, "medeniyetler ittifakı" çerçevesinde de kendine yeni bir misyon belirliyordu.

NATO 1949'da kurulduğu tarihten 1989'a kadar Sovyetlere ve Doğu Bloku'na karşı bir savunma ittifakı olarak iş gördü. 1990'ların başından itibaren "bölgesel krizlere karşı müdahale gücü" olarak yeni bir görev tanımı yaptı, Riga zirvesiyle yeni bir misyon üstlenme aşamasına geldi.

Paradox, NATO'nun en büyük gücü -ve aslında gizlenemez patronu- olan ABD'nin bir yandan "medeniyetler çatışması" tezi çerçevesinde (hâlâ) Ortadoğu'da operasyonlar yürütür ve çatışmaların -mezhep ve etnik savaşların- derinleştirilmesine çalışırken, öte yandan BM'nin öncülüğünde başlatılmış bulunan "medeniyetler ittifakı" zemininde NATO'ya yeni misyonların yüklenmesine onay vermesidir.

Hemen söyleyelim, paradox gibi görünen şey, zahirde olanla zamirde olan arasındaki söylem farkından kaynaklanmaktadır, gerçekte Batı cephesinde yeni bir şey yok.

Dönemin NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer, birliğin artık "jandarma rolü oynama" yerine, "küresel ortaklıkları sağlamlaştıracak bir rol üstlenmesi" gerektiğini söylemişti… NATO'nun "medeniyetler ittifakı" çerçevesinde yeni bir pozisyon alması ve kendine küresel ortaklar araması yeni bir cephenin teşkili anlamına gelir ki, bu ittifakta yer alacak medeniyetler içinde "İslam medeniyeti"nin asli ve sahih hüviyetiyle yer almayacağı sonucu çıkar.

NATO'nun yeni konseptine göre, ittifak halinde olan medeniyetlerden eğer İslam ittifakı içinde yer alacaksa, "Batı'nın küresel çıkarlarına itiraz etmeyen, Batı değerleriyle uyum içinde olan İslam" olacaktır, itiraz edenler hakkında verilecek hüküm "terörist" ilan edilip etkisiz hale getirmektir.[9]”

NATO, 4 Nisan 1949'da Sovyetler Birliği'ne ve komünizm tehlikesine karşı Avrupa'nın güvenliğini sağlamak üzere kurulmuş askerî bir ittifaktı. 1990'lara kadar bu amaçla görev yapması anlaşılır bir durumdu. Ne var ki 1991'de Sovyetler'in tarih sahnesinden çekilmesinden, komünizmin çökmesinden ve Varşova Paktı'nın dağılmasından sonra, "illet ortadan kalkınca hüküm de ortadan kalkar" fehvasınca NATO'nun da kendini feshetmesi gerekirdi.

Soğuk Savaş boyunca tehdit ya ittifaklardan veya ulus devletlerden kaynaklanıyordu, bu tarihten sonra tehditler organize suç örgütleri, insan kaçakçılığı ve terörizm gibi kaynağını sosyo-ekonomik sorunlardan alıyordu ki, bu sorunların çözümü askerî güç kullanmak değil, sosyal ve ekonomik tedbirler almak, daha adil ve yaşanabilir uluslararası bir düzen tesis etmekten geçiyordu.

"Küreselleşme" adı altında bütün dünyaya dayatılan liberal kapitalizm eşitsizlikleri derinleştirdikçe çatışma ve tehdit potansiyelleri o oranda arttı. Batı, sorunu, adaletli ve paylaşımcı bir düzenle çözmek yerine, daha çok askerî güç oluşturmakta, NATO'yu "küresel jandarma"ya dönüştürmekte buldu.

Bosna ve Kosova müdahalelerinden sonra, bu sefer müdahale alanını İslam dünyasını merkez alarak "kitle imha silahlarının yaygınlaşması; çökmüş devletlerde ve rejimlerde ortaya çıkan kaosun istikrarı bozması ve terörizm" gibi gerekçelerle tehdit tanımını kendisi yaparak her yere müdahale edebileceğini deklare etti ve bunu yaptı da.

NATO 1999'da genişleme kararı aldı, 2006 Riga zirvesinde Bosna ve Kosova operasyonlarını öne sürerek sınır ötesi operasyonlar kararı aldı -Afganistan ve Irak'ta görevler üstlendi- hiç üstüne vazife değilken "insanî görevler" adı altında ülkelerin -tabii sadece İslam ülkelerinin- eğitim, sosyal ve ekonomik yapılarına karışmaya başladı.

Halen NATO'nun askerî operasyonları, işgal ve bombalamaları sürüyor.

Temmuz 2011'de aynı anda NATO kuvvetleri tam 6 İslam ülkesini (Afganistan, Pakistan, Yemen, Irak, Libya ve Somali) bombaladı, binlerce masum insanı katletti.

Yeni dönemde NATO'nun belirlediği stratejik hedefleri şu şekilde sıralamak mümkün:

1) İslam dünyasının Batı karşısında -veya Batı'nın izni dışında- güç birliği oluşturmasına imkân vermemek;

2) Batı'ya karşı koyabilecek herhangi bir gücün teşekkülüne engel olmak;

3) Bölgede İsrail'den daha güçlü ve daha etkin bir gücün oluşmasına fırsat vermemek.

4) İslam dünyasının enerji kaynaklarını, enerji nakil hatlarını, beşeri ve tabii zenginliklerini kontrol etmek;

5) İslam'ın sosyo-kültürel bir din, alternatif bir medeniyet ve bölgesel-küresel bir sistem olarak iddia sahibi olmasının önüne geçmek.[10]”

Ali Bulaç'ı gerçekleri yazmaya iten nedenler, kara propagandanın bu denli kirli bir medya imparatorluğu kurmasından başkaca bir anlam ifade etmemektedir.

Bulaç, NATO'yu İslam dünyası ve Türk dünyası için batının bir suikast silahı olduğunu ifade etmesi ve medeniyetler ittifakı, dinlerarası diyalog gibi çabalarla İslamiyetin İsevileştirilmesi projesinin yaşamsal önemde olduğunu bir kez daha anımsatmamıza yardımcı olmuştur.

“Eğer bugün darbeleri sanık sandalyesine oturtabiliyorsak, burada siyasi iradenin hakkını da vermemiz gerekiyor. En büyük pay, yaptığı güçlü liderlikten dolayı Başbakan Erdoğan'a ait. Böylece ürkek demokrasiden, erkek demokrasiye geçtik.[11]”

diyebilen yazarların olduğu bir ülkede, Ali Bulaç'ın etkisi ne kadar olabilecektir, tartışmalıdır.

Ya da:

“Türkiye'nin vesayet düzeni uzun süre bu duygu ve güdülerle savaştı. Kökleri koparmaya, kimliği yontmaya çalıştı. Soruyu ve bilmeyi yasak, merakı tehlikeli kıldı. Bunun içindir ki, Türkiye'nin 1980 sonrası yaşadığı değişimin, en önemli yönü, toplumun tarihi, kökü ve kimliğiyle buluşmasıdır. Rejimin bunlarla tanışması ve barışmasıdır.[12]”
diyebilen kara propagandistin olduğu bir ülkede...!

Halbuki 12 Eylül ruhu, dışa açılmanın, dış ticarette liberalleşmenin, mali politikaların sınırsız ve sorunsuz uygulanmasının, gelir ve vergi dağılımı adaletsizliğinin, yeni sömürgeciliğin iç yansıması olarak yaşarken, Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin iktidarını da buldu.

12 Eylül’ün seçimsiz dönemi ve seçimli dönemin tek parti iktidarı dönemi dahil, önceki dönemlerde, “sermaye sınırsız korunup, emek sınırsız bastırılırken”, AKP, eksikleri tamamlayarak uygulamaları pekiştirdi; (..).[13]”

12 Eylül rejiminin çocuğu olan AKP, 12 Eylül'le hesaplaşma adı altında mağduriyetini dillendire durmuş ve ardından da 28 Şubat “darbesi”ni gündeme yerleştirmiştir. Elbette yine aynı kanaatlerle ve aynı kavram bozundurmalarıyla: “vesayet düzeni kalkıyor”, “darbeciler yargılanıyor”, “intikam alınıyor”...

28 Şubat'ın generallerinden olan ve AKP'ye yakın bir şirkette yönetim kurulu üyeliği yapan Orgeneral Çevik Bir hakkında tutuklama kararı çıkarılmış ve kendisi 28 Şubat'ın mimarı olarak hapsedilmiştir.

Middle East Quarterly dergisinde on yıl önce, “İstikrar için formül: Türkiye artı İsrail” başlığı altında özetle şunları söylemişti, Çevik Bir:

“Necmettin Erbakan İsrail’i, ebedi bir düşman olarak görüyordu. İsrail ile Ankara arasındaki anlaşmaları iptal etmeye söz vermişti.(...) Ülkenin yüzünün İslâm’a dönmesini ve İsrail ile ilişkilerin riske atılmasını izlemeyeceğiz. Erbakan kontrol altında tutuldu. Türkiye, İsrail ve MGK baskısıyla İslâmcı Başbakan, istifasını sundu.”[14]

Senaryo açık bir biçimde ortadaydı:

“30-31 Mayıs 1998 tarihlerinde ABD’de Amerikan Ulusal Savunma Enstitüsü bir toplantı düzenledi. Eski CIA Ankara İstasyon Şefi Graham Fuller ile ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi Planlama Dairesi görevlisi Prof. Henry Barkey, toplantıda senaryolarını açıkladılar.

Senaryoya göre “Kahramanmaraş, Sivas, Erzincan, Kayseri ve Çorum’da cuma namazında camilerde bombalar patlayacak. Ayaklanan halk, valiliklere, kaymakamlıklara yürüyecek. Polis halkın önüne geçemeyince askeri birlikler devreye girecek. Laik-anti laik, Alevi-Sünni çatışması patlak verecek. Ağırlıklı olarak Sünnilerin safına geçen polis, askeri birliklerle çatışmaya girecek. Radikal İslamcılar, ayrılıkçı Kürtlerle birleşerek orduya karşı silâhlı mücadeleye başlayacaklar. Orduda çözülmeler baş gösterecekti.”

Böyle olmadı ama Cumhuriyet mitingleri ile o karşıtlık oluşturuldu ve muhafazakar halkın tepkisi sağlanarak AKP, iktidara getirildi. Bu arada Amerika’nın cami bombalama planlarından Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları sorumlu tutularak hapse atıldı..

ABD, 1997 yılının haziran ayında, AKP iktidarın bugünkü açılım söylemi ile bire bir örtüşen bir Türkiye raporu hazırlatmıştı. Yine Graham Fuller ve Henri Barkey imzasını taşıyan raporda,

“Bir değişim gerçekleştirmek için sivil politik liderler çok zayıf. Türkiye’de bu sorunu askeri olmayan yöntemle çözme cesaretini gösterecek lider yok”
deniyor ve cesur bir lider bulunması gerektiği işleniyordu.

Refah Partisi’nden sonra Fazilet Partisi’nin de kapatılacağı süreçte, Graham Fuller Türkiye’de artık Kemalizm’in modasının geçtiğini ileri sürüyor ve “Fazilet Partisi’ndeki gençlerin baskın çıkacağını ve Yenilikçi Hareket’in ılımlı İslâma liderlik yapacağını” söylüyordu!

Fuller bu sözleri Abdullah Gül ile gizli bir görüşme yaptıktan sonra söylemişti. Nitekim aranan lideri buldular ve iktidara getirdiler.

Yetmedi, Büyük Orta Doğu Projesi eş Başkanlığına tayin ettiler. Yetmedi, Erdoğan’ı Arap Baharı’nın öncüsü haline getirdiler.

Yetmedi, Libya’ya NATO gücünü davet ettirdiler. Yetmedi, Kandil’e operasyon için Türkiye’nin Güneydoğusu’na NATO’yu davet ettirdiler.

Yetmedi, Suriye sınırına NATO gücünü davet ettirdiler...

Bu davetler yapılırken de Türk kamuoyunu, içerideki operasyonlarla oyaladılar. Direnç odaklarını, etkisizleştirdiler. 28 Şubat Amerikancı bir darbeydi. Türkiye’nin ABD ile birlikte Irak’a girmesinin en hararetli savunucusu da Çevik Bir idi. Şimdiki iktidar da Amerikancı...

Amerikancıların Amerikancılardan hesap sorması tamamen hedef saptırmadır. Türkiye’nin Suriye üzerinde sürdürdüğü Amerikancı operasyonu örtme ve gizleme işlevi görmektedir. Dizginler Amerika’nın elindedir.[15]

Yeni Osmanlı, Yeni Sol, Yeni Düzen ve Aynı Sömürge Türkiye

1947 sonrasında batılı dünya düzeninin 'sadık' bir müttefiki olan Türkiye son dönemde daha da ötesine geçti. Şimdi aynı zamanda 'stratejik ortak' konumunda. Bu ortaklık genelde 'doğudan gelen' tehditlere karşı yapılmaktaydı. Irak'la başlayan süreç İran ve Suriye'yle sürecekti.[16]

İthal tehdit algılamalarıyla örülü bir siyasal ortamı oluşturmanın koşulu, elbette ki muhalefetin niteliğinin belirlenmesinden geçmekteydi.

İktidar sadık müttefik olarak konumlandırılmıştı ki, bağımlı bir muhalefet de pekiştireç olacaktı.

Hatta Graham Fuller, açık ve seçik olarak: “Türkiye'de daha çok sol hareket görmek isterdim” diyecekti! CHP'nin muhalif(!) varlığı yetmemekteydi.

CIA, yeni ve özgün fikirleriyle, Türkiye'nin yeni konumuna uygun bir sol(!) tasarlamaktaydı. Taraf, Birikim çevresinde toplanan “eski solcu liberal yığınak”la işi götüremeyeceklerini, onların miadını doldurduklarını ve sol harekete yeterince nüfuz edemediklerini düşünmüş olacaklar ki[17], “içeriden bir dönüşüm” arzulamaktalar.

Bundan sonrası için her sol söylemle oluşturulmuş yapı, mevcut sol siyaset üreten kesimlerdeki radikal ya da tereyağından kıl çeken ince hareketlerle yapılacak kadro değişimleri bile izlenmesi gereken konular olacaktı.

Yapılacak yeni düzenlemeler ya da benimsenecek yeni söylemler, Noam Chomsky'nin solculuğuyla eş değer olacağı aşikârdır.

Chomsky, Ortadoğu'nun Osmanlılaştırılmasını uzun vadede akla yatkın bulmaktadır.

Nihai olarak, ABD'nin, İsrail ve uzun vadede Türkiye aracılığıyla Ortadoğu'nun birbirine düşman etnik ve dinsel cemaat devletçiklerle, Osmanlı İmparatorluğu gibi bir sistemi Ortadoğu'nun ihya edilmesi olarak düşünür. Bu planın Türkiye'de ilk uygulayıcısı Turgut Özal'dı.[18] Şimdiki uygulayıcısı başbakan Erdoğan'dan daha da hevesli olan ve uluslararası arenada da kabul gören Ahmet Davutoğlu olduğu gün gibi açıktır.



Mehmet Ali Güller'in saptamasıyla[19], Davutoğlu'nun taşeron müttefikliği şöyle açıklanabilirdi:

“Dışişleri Bakanı Ahmet DAvutoğlu Ortadoğu'da “yüzyılın muhasebesi yapıldığını” belirterek hedefini ilan etti:

'Ortadoğu'dan çıkışımızın 100. yılı... 1911'le 1923 yılları arasında nereleri kaybetmişsek, hangi topraklardan çekilmişsek 2011'le 2023 yılları arasında o topraklarda tekrar kardeşlerimizle buluşacağız. Uluslararası düzeni de yeniden inşa edeceğiz.”

Davutoğlu, 'Ortadoğu Birliği' diye isimlendirilen Türkiye, Ürdün, Lübnan ve Suriye arasında imzalanan deklarasyon sonrasında yaptığı açıklamada: “İnşallah zamanla bu diğer bölge ülkelerini de kapsayacak şekilde gelişecektir.” dedi.

Davutoğlu, Washington'da kendisiyle röportaj yapan gazeteci Jackson Diehl'e “Osmanlı milletler topluluğu” hedefini anlattı:

“İngiltere eski sömürgeleriyle bir milletler topluluğu halinde, neden Türkiye eski Osmanlı topraklarında, Balkanlarda, Ortadoğu ve Orta Asya'da yeniden liderlik kurmasın?”
demekteydi. Türkiye, dışişlerinde Amerikan hakimiyet ve yakın müttefik stratejisine uygun konumlanmaktaydı.

“Türk askerinin Afganistan'da ne işi var” diye soranlara,

“İçine kapalı bir butik devlet mi istiyorlar? Türkiye bir butik devlet değildir. Türkiye dünyaya açık bir devlettir ve güçlü bir devlettir. Güçlü bir devlet olmanın gereği de budur. Bunu yapmak durumundayız.”
diye yanıt veren Tayyip Erdoğan, ABD'nin “açıklık”, “stratejik müttefiklik” bağlamına vurgu yapmaktaydı.

“ABD'nin en çok önem verdiği şey, dünyanın her tarafının ABD'nin askeri müdahalesine açık tutulmasıdır. Hem NATO'nun yeni Strateji kavramına, hem de ABD'nin yeni güvenlik stratejisinde, NATO ve ABD'nin, görülecek lüzum üzerine dünyanın istediği yerine müdahale hakkına dokunulamayacağının altı döne döne çizilmektedir. Bu hakka dokunmaya kalkışanların nasıl yanacağı, diplomatik dilin sınırlarını zorlayacak bir biçimde betimlenmeye çalışılmaktadır.

Bu hakkın lafta kalmayıp, gerçekten kullanılabilir olması için de ABD'nin gerekli gördüğü yerlerde askeri üsler oluşturmasının önemi vurgulanmaktadır. Buna göre söz konusu olan, dünyanın gerisinin ABD ve Batı'ya açık tutulmasıdır. O zaman, kendi topraklarında ABD'ye askeri üs sağlayanlar, dünyayı kendi ülkelerine değil, ülkelerini ABD'ye açmaktadırlar. Dünyaya açık devletten kasıt budur. ABD, dünyanın diğer ülkelerinin kendi malî sermayesinin ve doların dolaşımına açık tutulmasını istemektedir. Son otuz yıldır, ezilen ya da gelişen dünyanın milli devletlerinin tasfiyesi için bütün gücüyle uğraşması bu nedenledir. Hatta kendi icadı olan, “Ilımlı İslam”ın en önemli yönünü, “İslam'ı, Batı'yla bütünleşmenin önüne engel çıkaran bütün unsurlarından arındıracak yeni bir tefsire tabi tutma”nın oluşturması da bu amaçladır. Açık ekonmiden kasıt da budur.[20]”

Richard Holbrooke, Amerikan emperyalizminin Türkiye'yi tanımladığı biçimde, siyasal ortamı “ılımlı islam demokrasisi”yle anmaktaydı:

“11 Eylül'den beri, ABD dünyanın her yerinde ılımlı İslami demokrasiler istiyoruz diyor. İşte, sadece iki tane var. Türkiye ve Malezya. Türkler çok dramatik seçim yaptı. Barış içinde ve dürüst seçimler oldu. Ilımlı bir Müslüman parti, meşruiyetini Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Atatürk'ten alan ünlü milliyetçi partileri mağlup etti. Bu ılımlı Müslüman parti, İsrail'le de iyi ilişkiler içinde ve AB'ye üyelik istiyor. Ben de bunu kuvvetle destekliyorum.[21]”

Holbrooke, Amerika'nın hedeflediği ılımlı islam siyasetinde başrol oynayan AKP'yi destekliyordu.

12 Eylül'ün sonucu neo-liberal politikalarda belirleyici olan islamcı, liberal entelektüel tortunun nasıl bu başarıyı yakaladığı da ABD'nin çıkarlarıyla barışık olmasıyla açıklanabilirdi.

“TÜSİAD ve ABD için Erbakan, yüzü Doğu'ya dönük, anti-liberal ve anti Batıcı olarak güvenilir bir siyasi lider değildi.”

örneğin ve “28 şubat 1997'de, ABD-TÜSİAD mutabakatıyla TSK'nın postmodern darbesi geldi...

28 Şubat sonrası TÜSİAD, elindeki son merkez sağ – merkez sol barutunu da 2002'ye kadar tüketti. 2002 seçimlerinde, bitkin atlarının yerine koşacağı dingin atı yoktu TÜSİAD'ın.

28 Şubat'ta defterini dürdükleriyse Milli Görüş gömleklerini atarak Gülen ve ABD'yle mutabakat sağladılar, iktidara talip oldular. 12 Eylül mahsulü seçim barajının da yardımıyla tek başlarına iktidara geldiler. Şimdi, hesap sırası İslamcı fillerdedir. Yargı-asker vesayetinden, TÜSİAD'dan hesap sorulup sivil darbelerini yaparlarken kendi içlerinde de AKP Cemaat hesaplaşmasına tutuştular ve böyle sürüp gidiyor.[22]”

(..)

28 Şubat, Erbakan karşıtlığıyla yetinmişti, Gülen'e dokunulmamıştı. 28 Şubat'ta İmam Hatip liselerinin orta kısımları kapatılırken, Gülen'in öncülük ettiği 150 civarındaki kolejden bir tanesinin bile kapatılmaması olgusunu, ehven-i şerci bir tavırla değerlendirmek mümkündü. (..)"[23]

AKP faşizminin Türkiye'yi getirdiği nokta, ileri demokrasiyle ya da demokrasinin herhangi bir türeviyle açıklanabilir bir durumla bağdaşmamaktaydı.

AKP ileri demokrasi savlarıyla gelmişti ve ahmak liberallerin, birtakım eski solcu taslaklarının gözlerini boyamayı da başarmıştı. Sonra yırtıcı hayvanlar gibi, kurnaz ve örgütlü, hedeflerine adım adım ilerledi. Bugün geldiğimiz noktada ileri bir demokrasiden değil, olabilecek en kötü, en baskıcı, en ikiyüzlü, en ürkütücü bir yönetim biçiminden söz edebiliriz. Ülke siyasetinde yalan ve demagoji hiçbir zaman bu kadar ikiyüzlü bir kılığa bürünmemişti.”[24] diye tanımlıyordu, Ataol Behramoğlu.

Tayyip Erdoğan'ın kalemşörlerinden Fehmi Koru, Star'da, 28 Şubat Amerikancı darbesinin 10. yılında Ertuğrul Özkök'ün 27.02.2007'de yazdığı yazı hakkında,

'şu hüküm cümlelerini de okuyalım' diyor ve Özkök'ün yazısından şu paragrafı alıntılıyor:

“Belki onuncu kez yazıyorum. 28 Şubat sürecinde yazdığım her yazının altındaki imzam aynen duruyor. 28 Şubat, Türkiye demokrasisinin gerçek bir balans ayarıdır.”

Ergenekon, Balyoz vs. soruşturmalarının Türkiye'nin demokratikleşmesinin önünü açmak için yapıldığı gerekçeleri sıralanmıyor muydu?

Yoksa başka bir ülkede mi okumuştum o yazıları, değerlendirmeleri?

Türkiye'nin 'ileri demokrasi'sini inşaa ettiği varsayılan Ergenekon, Balyoz soruşturmalarını yazan ve AKP'nin baş kişisinin 'kalemşörlerim' dediği kargalar topluluğunun, hep bir ağızdan: 'demokrasi', 'vesayet sistemi', 'asker rejimi' vs. lafazanlıklarıyla sorumlu/sorumsuz herkesi zan altında bıraktıkları bir hukuksuzluk ortamını kendileri hazırlamamış gibi, geçmişin hesabını sorarken aynı dili kullananların tuzağına düşüyor.

Ha Ertuğrul Özkök, ha Fehmi Koru; ikisi de Amerikancı çizginin 'ulu mimarları' oyununda, sahnenin dekorlarını kuranlardır. Özkök'ün Amerikancı darbe 28 Şubat'ta ne yaptıysa; şimdi Koru da 2002'de iktidara gelen Amerikan destekli Kürtçü-İslamcı siyasal partinin sivil darbesinde onu yapıyor. Hizmet, hizmettir anlayışı egemendir.

28 Şubat konusunda, laiklik konusundaki atılımlar neye yaramıştır?

Amerikan destekli bir iktidarın yapı taşları daha 1994'lü yıllarda, bizzat Amerikan ajanlarıyla görüştürülüp; Abdullah Gül'ün geleceğin başbakanı olarak görülmesinden; Tayyip Erdoğan'ın geleceğin lideri olarak tanımlanmasından bellidir.

Meseleyi dallanıp, budaklandırmanın anlamı var mı bilmiyorum? Duru bir bilinçle, sakin bir kafayla düşünüldüğünde; 28 Şubat da, 2002 Amerikancı sivil darbe de ortadadır!

Kaldı ki, 7 Şubat 2009’da eski Refah Partisi milletvekili Bahri Zengin şunları söylemişti:

“28 Şubat öncesinde 1-2 yıl boyunca Refah Partisi içinde görüş ayrılığı çıktı; anti-Amerikan Erbakan’a karşı, ABD ile işbirliği yapılarak amaca ulaşılacağını ifade edenler bulunuyordu.” Zaten 28 Şubat süreci başlarken ABD büyükelçiliğinde ve İstanbul büyük sermaye çevrelerindeki hareketlenmelerin izi sürüldüğünde, “ılımlı ve uyumlu İslam formülüne 28 Şubat süreci ile ulaşıldığı açıkça görülür”.

Amerika tamamen işin içindedir.

Erol Manisalı'nın çözümlemelerine göre 28 Şubat’ın sonuçları:

- Kimi askeri çevreler, “şeriatçı düzen yavaş yavaş yerleştiriliyor ” düşüncesi ile ve “iyi niyetle” tepki gösteriyorlardı . (ABD - Batı Çalışma Grubu - büyük sermaye) üçgeni, bu “iyi niyeti” kullanarak harekete geçti.

- “Üçüncü dünyacı” ve ABD karşıtı Erbakan sıkıştırılıp tasfiye ettirilerek onun yerine “Batı kapitalizmi ve ABD ile işbirliğine soyunmak isteyen ılımlı ve uyumlu İslam iktidara getirilecekti.” Ve bu yapıldı.

- Avrasya ve İslam dünyasına karşı bir hareket olarak bu operasyon ABD için çok önemliydi. Büyük Ortadoğu Projesi’nin ilerlemesi buna bağlıydı. İşin nasıl tezgâhlandığı Rand Corporation’ın Türkiye ve bölge raporlarında yazılıdır.

Kimlerin hangi formülle getirileceği isimleriyle, cisimleriyle sayılmıştı.

Bu bağlamda, “tamamen karşı uçlarda gösterilmek istenen 28 Şubat süreci ve Ergenekon arasında” ilginç ortak hedeflerin bulunduğunu görmek gerekir.

Her ikisinden de kazançlı çıkanlar Amerika ve AKP olmadı mı?

[1] Yılmaz Polat, Cumhurbaşkanı Gül ABD'li Senatörlere Ne Dedi?, Yurt Gazetesi, 14.04.2012

[2] Yalçın Akdoğan, Serbest Piyasa ve Stratejik Ortaklık, Star, 10.04.2012

[3] İlker Belek, 28 Şubat Operasyonu: Yine Bir AKP Müdahalesi, Sol, 16.04.2012

[4] Merdan Yanardağ, Şu 28 Şubat Nedir, Ne Değildir?, Sol, 13.04.2012

[5] Tevfik Çavdar, Biraz Ciddiyet Beyler..!, Sol, 09.04.2012

[6] Hüseyin Gülerce, Ergenekonculara 12 Eylül Darbesi, Zaman, 06.04.2012

[7] Osman Özsoy, Silivri Davalarının Yurtdışı Bağlantısı, Yeni Şafak, 17.04.2012

[8] Ali Bulaç, NATO, Türkiye ve İslam Dünyası, Zaman, 09.04.2012

[9] Ali Bulaç, NATO’nun Yeni Misyonu, Zaman, 05.04.2012

[10] Ali Bulaç, NATO’nun Alan Dışı Stratejisi, Zaman, 07.04.2012

[11] Abdülkadir Selvi, Ürkek Demokrasiden Erkek Demokrasiye, Yeni Şafak, 14.04.2012

[12] Ali Bayramoğlu, Derin Tarih, Yeni Şafak, 07.04.2012

[13] Ali Rıza Aydın, 12 Eylül ve Yargılama Yanılsaması, Sol, 12.04.2012

[14] Hasan Demir, Çevik Bir(ler)in Sonu!, Yeniçağ, 16.04.2012

[15] Arslan Bulut, Operasyonun Perde Arkası, Yeniçağ, 13.04.2012

[16] Nazif Ekzen, Yeni Türkiye'nin Düzeni, Aydınlık, 05.04.2012.

[17] Atilla Akar, Graham Fuller ve CIA'nın Solcuları, Yurt, 09.04.2012

[18] Halit Payza, ABD'nin Ortadoğu Politikası ve Chomsky, Aydınlık, 29.03.2012

[19] Mehmet Ali Güller, Davutoğlu'nun Yeni Osmanlı Tuzağı, Aydınlık, 15.04.2012

[20] Semih Koray, Dünyaya Açık Devlet Nedir?, Aydınlık, 23.03.2012

[21] Yılmaz Polat, CIA'nın Muteber Adamı, Ulus Dağı Yayınları, 2. Basım, Ankara – 2008, s. 126

[22] Mustafa Sönmez, Sıkıldık Bu Fil Tepişmesinden..., Cumhuriyet, 20.04.2012

[23] Deniz Hakan, Ehven-i Şerle Mahkûmiyet, Aydnlık, 23.03.2012

[24] Ataol Behramoğlu, Ülke AKP'ye Teslim, Cumhuriyet, 31.03.2012

Kaynak ve yazının tamamı için: http://www.acikistihbarat.com/

28 Şubat'ın bedeli 75 milyar dolar
30.11.2012
Darbe Komisyonu Raporu'nda, 28 Şubat'ın maliyeti çıkarıldı. Raporda, 2001 krizi sonrası gayri safi milli hasıla düzeyinde toplamda 75 milyar dolar azalış meydana geldiği belirtildi

Meclis Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Raporu'nda, "28 Şubat sürecinin ülke ekonomisine maliyetine" ilişkin tespitler yapıldı. Raporda, 28 Şubat darbesinin Türkiye üzerinde yapmış olduğu etkinin ekonomik boyutunun ele alındığı belirtilerek şöyle denildi: "2001 krizi sonrasında finansal sistemin güçlendirilmesi sürecinde kamu bankalarının görev zararlarının ülkeye maliyeti 21.9 milyar dolar seviyesindedir. Bankacılık görevini yerine getiremeyecek hale gelen şirketlerin yönetimlerine TMSF tarafından el konulmuştur. TMSF'nin yönetimlerini devraldığı 25 banka için 31.4 milyar dolarlık kaynak ihtiyacı doğmuştur. Sonuç olarak özel sektör ve kamu sermayeli bankaların yeniden yapılandırılmasının ülkeye maliyetinin 53.3 milyar ABD doları olduğunu ifade edebiliriz" denildi. 28 Şubat süreci sonrasında şoklara karşı kırılganlıkların daha da yükselmesiyle 1999-2001 arasındaki ekonomik küçülmelerin yatırımlara olumsuz yansımalarının 47 milyar dolar civarı olduğu kaydedilen raporda, 1997-2007 periyodunda yaklaşık 119 milyar dolar fazladan faiz giderlerine harcama yapıldığı ifade edildi. 1999'da ani sermaye çıkışlarının ardından ekonomide yüzde 6.1, 2001'deki sermaye çıkışları sonrasında ise gelir seviyesinde yüzde 9.5 daralma söz konusu olduğu belirtilen raporda, "İki dönemdeki sermaye çıkışları sonrasında gayri safi milli hasılada toplamda 75 milyar dolar azalış meydana gelmiştir" denildi.

OYAK 3. BÜYÜK OLDU

2001 krizinde Türk Lirası'nın değer kaybı nedeniylede ihracat, ithalat ve dış borç servisin yaklaşık 13.8 milyar dolarlık ek maliyet getirdiğinin ifade edildiği raporda 2000-2008 aralığında IMF'den alınan yaklaşık 48.7 milyar dolar destek kredisinin maliyetinin 6 milyar dolar olduğuna yer verildi. 1960 darbesi sonrasında kurulan OYAK'ın 28 Şubat sonrasında siyasal etkinliğini kullanarak finans sektöründe, özellikle de bankacılık alanında önemli gelişmeler kaydettiğine işaret edilen raporda, "OYAK bu etkin gücü sayesinde Sümerbank'ı TMSF'den çok uygun bedel karşılığında satın almış ve kârlılığını önemli düzeyde artıran nadir kuruluşlardan birisi olmuştur. 28 Şubat öncesinde sıralamaya giremeyen OYAK 2000 yılında 4.9 milyar dolarlık ciroyla Koç ve Sabancı Holding'den sonra üçüncü sıraya yerleşmiştir" denildi.

İstihbaratta CIA-FBI ayrımına gidilmeli
Darbe Komisyonu Raporu'nda, Türkiye'de istihbarat birimi enflasyonu olduğu ve 2010'da kaldırılan EMASYA protokolü dahilinde tüm istihbari bilgiler askerin elinde biriktiği, fişlemenin doğal hale geldiği belirtildi. Raporda, "İç güvenlik istihbaratı, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı'na bırakılmalı. MİT, ana istihbarat servisi olarak dış istihbarata yönelmeli. CIA-FBI ayrımına gidilmeli" denildi.
Kaynak: Sabah

28 Şubat’ın çilesini en fazla o çekti çekmeye devam ediyor
07.12.2012
Ruşen Çakır
rcakir@gazetevatan.com



Salih Mirzabeyoğlu ile baş başa iki saat

Ruşen Çakırİzzet Salih Erdiş, 28 Şubat sürecindeki yargılama sonucu “somut delil bulunmamasına rağmen” örgüt lideri olduğu gerekçesiyle önce idama sonra müebbete mahkum oldu. Eserlerinde Salih Mirzabeyoğlu maslahını kullanan Erdiş 14 yıldır cezaevinde.

VATAN yazarı Ruşen Çakır, 60’a yakın kitabının dörtte birini ‘içerde’ yazan Erdiş’le cezaevinde konuştu.

Önceki gün öğleden sonra, Bolu F Tipi Cezaevi’nde tek kişilik hücrede yatmakta olan Salih Mirzabeyoğlu ile (gerçek adı İzzet Salih Erdiş) yaklaşık iki saat açık görüş yaptım. En son yaklaşık 25 yıl önce sohbet etmiştik, 13 yıl önce de kendisini uzaktan gördüm. Hafif kilo alması ve tabii yaşlanması dışında bıraktığım gibi bir Mirzabeyoğlu bulduğumu söyleyebilirim. Galiba aradan bir çeyrek yüzyıl geçmesine rağmen pek bir şeyin değişmediğini sohbet sırasında ağzımdan dökülen şu sözler özetliyor: “İnan bana, senin söylediklerini 25 yıl önce de anlamıyordum, şimdi de anlamakta zorlanıyorum!”

Mirzabeyoğlu’nu biraz bilenler, onun kitaplarına şöyle bir göz atmış olanlar ne demek istediğimi çok iyi anlamışlardır. Çünkü o Türkiye’deki İslami hareket içinde bir başka dalga boyutunda yazan, çizen, fikir üreten ve belki de yaşayan biriydi ve hâlâ öyle. “Üstad” gördüğü ve son yıllarında en yakınında olduğu Necip Fazıl Kısakürek’in yoğun etkisi altında felsefi yönü hayli ileri ve derin bir İslamcılık yorumu geliştiren, bunu yine Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” adını verdiği düşüncesinden esinlenerek “İbda” diye adlandıran Mirzabeyoğlu’nu 25 yıl öncesinin ortalama İslamcı söyleminin çerçevesi içinde anlamak, anlamlandırmak zordu, bugün de öyle.

Genç yaşta ideolog

Mirzabeyoğlu ile ilk kez 27 yıl önce, İstanbul Cağaloğlu’nda, takipçilerinin çıkardığı Tavır Dergisi’nin bürosunda karşılaştık. Ben 23 yaşında mesleğe yeni atılmış bir gazeteciydim. O ise 35 yaşında olmasına rağmen çoktan “ideolog” olarak tanımlanıyordu. Kendisiyle Nokta Dergisi’nin “Dinci Gençlikte Patlama” başlığıyla çıkan kapak dosyası için söyleşi yaptım ama benim somut sorularıma son derece soyut ve bir haber dergisinin sınırlarını epey zorlayan cevaplar vermiş olduğu için bunu yayınlama imkanımız olmadı. Bu nedenle bana kızgındı, ama arada sırada Tavır’a uğradığımda çay-sigara eşliğinde sohbetlerimize, mesafeli de olsa devam ettik. (Ben 15 yıl önce bıraktım ama Mirzabeyoğlu günde yaklaşık 3 paket sigara (Tekel 2000) içmeyi sürdürüyor.)

Onu yıllar sonra Metris Cezaevi’nde İbdacı tutukluların 5 Aralık 1999’da çıkarttıkları olaylardan kısa bir süre sonra uzaktan görme şansım oldu. Olayların aslını doğrudan kendilerine sormak için bir ziyaret günü Metris’e gitmiştim ve tanıdığım bazı genç İbdacılarla görüşüyordum. Tam o sırada tel örgülerin diğer tarafında büyük bir hareketlilik oldu ve diğer tutukluların saygı gösterileri arasında içeri Mirzabeyoğlu girdi. En uca oturup ailesiyle görüşen Mirzabeyoğlu’nu ne doğru düzgün görebildim, ne de kendisiyle konuşma imkanım oldu.

Ne kusur işledi?

“Değişmemiş” diyorum ama tam bir çileyle geçmiş 14 yılın ondaki insani, duygusal yönü daha fazla ön plana çıkarmış olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Öyle ki, o duygusal atmosferde kendisine şu soruyu sorma cüreti bile gösterebildim: “Bu süre içinde İslamiyet ile, Allah ile ilişkini yeniden düşündün mü?”

Sanıyorum 25 yıl önce kendisine bir şekilde buna benzer bir soru sorsam ağzımın payını alırdım ama Mirzabeyoğlu bu soruma hiç kızmadı, hatta belki memnun bile olmuştur ve tereddütsüz şu cevabı verdi: “Bir tek defa bile Allah’a sitem etmedim. Kusuru hep kendimde buldum.”

Peki Mirzabeyoğlu ne kusur işledi ki 14 yıldır içerde, 3 metrekarelik hücrede dışarı çıkma imkanı olmadan ömrünü geçiriyor? Hızla hatırlayalım: Kamuoyu onu, küçük çaplı da olsa bazı terör eylemlerine karışmış olan İBDA-C’nin lideri olarak tanıyor. Nitekim kendisi bu suçlamayla 28 Aralık 1998 günü, büyük kızının okuduğu ilkokulun bahçesinde, eşi ve çocuklarının gözleri önünde gözaltına alındı. Hızlı bir yargılamanın ardından 2 Nisan 2001 tarihinde idama mahkum edildi, idam cezasının kaldırılmasıyla birlikte cezası ağırlaştırılmış müebbete çevrildi.

Nevi şahsına münhasır

Ama tarafsız bir gözle dosyasını inceleyecek bir hukukçu, onun 28 Şubat sürecinin olağanüstü yargısının bir mağduru olduğunu kavrar. Ayrıca benim gibi Türkiye’de İslami hareketi, Mirzabeyoğlu’nu ve İbda/İBDA-C olgusunu az buçuk bilen birileri de sağa sola atılan molotof kokteylleriyle Mirzabeyoğlu arasında doğrudan bağ kurmanın akıldışı olduğunu bilir. Nitekim mahkeme “somut delil bulunmamasına rağmen” onun örgüt lideri olduğuna hükmetti.

28 Şubatçıların çok aradığı günah keçilerinden birisi olduğu için Mirzabeyoğlu’nun başına bunların geldiği açık. Ancak 10 yıldır AKP tarafından yönetilen Türkiye’de onun hücresinde unutulmuş olmasını sadece 28 Şubat’la açıklayabilir miyiz? Sanmıyorum. Örneğin iç içe geçmiş iki nedenin altını çizebiliriz:

1) İslami hareket içinde “nevi şahsına münhasır” bir isim olan Mirzabeyoğlu ve onun başlattığı İbda hareketi, diğer İslami gruplara karşı oldukça mesafeli ve hatta yer yer saldırgan bir tutum benimseyerek baştan yalnızlığı seçmişti;

2) 1990 ortalarından itibaren gerçek güçlerinin çok üstünde bir meydan okuyuşla ortaya atılan İbdacılar çok ciddi darbeler yiyip iyice marjinalleştiler, öyle ki Mirzabeyoğlu’na bile uzun bir süre yeterince sahip çıkamadılar.

“Telegram işkencesi”

Önceki gün, hep olduğu gibi Mirzabeyoğlu anlattı, ben dinledim. Mirzabeyoğlu, cezaevinde yıllar boyunca “Telegram” adını verdiği bir işkenceye maruz bırakıldığını söylüyor, hatta bu konuda iki ayrı kitabı da var (60’ya yakın kitabının dörtte birini içerde yazmış). Avukatlarından Ali Rıza Yaman “telegram”ı şöyle özetliyor:

“Telegram, düşünce formunun, sistem zihniyetinin dışarıdan değiştirilmesi teşebbüsüne ve bu maksatla iradenin, kimliğin, kişiliğin parçalanmasına yönelik olarak yapılan bir işkence türüdür. Telegram, insan iradesini ele geçirerek, istenildiği gibi yönlendirilmeye çalışılması için yapılan yeni bir işkence türüdür. Telegram işkencesinin felsefi, fiziki, ruhi, ilmi, tıbbi, teknik, mühendislik, metafizik, psikolojik, parapsikolojik, nörofizyolojik, vs... birçok yönü vardır. Şayet bir kişinin bu alanlara dair asgari bir malumatı yoksa kolaylıkla ‘böyle bir şey olamaz’ diyebilir. Elektro- manyetik dalgalarla yapılan işkenceyi bildik hukuk ve tıp mantığıyla ispatlamak pek mümkün değildir. En büyük işkence de budur.”

Mirzabeyoğlu uzun uzun “telegram” yüzünden başına neler geldiğini, sık sık “anlatabiliyor muyum?” diye sorarak anlattı, ben de başımı “evet” anlamında salladım ama anlamış olduğumu sanmıyorum. Yanlış anlaşılmasın, onun iddialarının asılsız olduğunu savunmuyorum; sadece avukatı Yaman’ın da dediği gibi söz konusu alanlarda bilgi sahibi değilim. Yapabileceğim tek şey, devletten, uzmanları görevlendirip Mirzabeyoğlu’nun iddialarını araştırmasını talep etmek olabilir.

Ama daha başka bir talebim daha var: 28 Şubat sürecinde alelacele sonuçlandırılan Mirzabeyoğlu ve onunkine benzer dosyaların mahkemelerce yeniden ele alınmasını mümkün kılacak yasal düzenlemeler yapılması.

Mirzabeyoğlu bana, “Hakikaten cezaevinde yaşayan insanlar var, ama ben öyle biri değilim” diyerek özgürlük beklentisini dile getirdi, ama hemen arkasından şunu da ekledi: “Eğer başka türlü davransaydım şu an burada olmazdım.”

Ne demek istediğini çok iyi anladığımı sanıyorum. Benim tanıdığım Mirzabeyoğlu gurur ve onuruna çok düşkündür, yani çektiği çilelerden kurtulmak veya bunları azaltmak için eğilip bükülecek biri değildir. Umarım onun bu dik duruşu özgürlüğüne kavuşmasını daha da geciktirmez.

Sonuç olarak Mirzabeyoğlu ülkemizde sayıları hiç de az olmayan düşünce suçlularından biridir ve en kısa sürede kendisine yapılan haksızlığın sona erdirilip özgürlüğüne kavuşması sadece o ve sevenleri için değil tüm Türkiye için hayırlı olacaktır.

KİMDİR?

Salih Mirzabeyoğlu tam 14 yıldır cezaevinde

1950’de Erzincan’da doğan İzzet Salih Erdiş’in yazı ve şiirleri lise yıllarında Babıali’de Sabah gazetesinde yayınlanmaya başladı. 1970’li yılların ortalarında Milli Selamet Partisi’ne yakınlığıyla bilinen Akıncılar Derneği’nin kurucularından oldu. Gölge ve Akıncı Güç dergilerini çıkarttı. Necip Fazıl Kısakürek yönetimindeki Büyük Doğu-Rapor (1979-80) seçkisinde yazılar yazdı. 12 Eylül askeri darbesinden sonra bir süre arandı, ancak tutuklanmadı. 1984’ten sonra yazı hayatına ağırlık verdi. Erdiş 1991’de bir süre tutuklanıp serbest bırakıldı. 1998’de tekrar tutuklandı ve idamla yargılandı. İdam cezası kalkınca ömür boyu hapse mahkum edildi. 60’a yakın kitabı İbda Yayınları tarafından yayınlandı.

Kaynak: http://haber.gazetevatan.com/Haber/497678/1/Gundem

Karadayı Çankırılı değil Dersim’liymiş
22.01.2013



28 Şubat sürecinin bir numaralı ismi Org. Karadayı’nın, aslında Çankırılı olmadığı, yıllarca gerçek kimliğini sakladığı ortaya çıktı.

Özenle kamufle olan Karadayı, Genelkurmay Başkanlığı koltuğuna oturduktan sonra dindarlara kan kusturmuştu.
İşte Karadayı’nın gerçek kimliği…

Geçtiğimiz günlerde gözaltına alınan 28 Şubat darbesinin Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı’nın Çankırı’ya sürülen Dersimli bir Alevi olduğu öne sürüldü. İddiaya göre, kamuoyunda Çankırılı olarak bilinen Karadayı, aslında 1930 Dersim Pülümür olayları esnasında Çankırı’ya sürülen bir Dersim Alevi’siydi.

Karadayı’nın bu gerçeği yıllarca silah arkadaşları ve kamuoyundan özenle gizlemesi dikkat çekiyor. 28 Şubat öncesi de kimliğini sır gibi saklayan Karadayı, TSK’nın başına geçtikten sonra mütedeyyin kesime kan kusturmuştu. 28 Şubat sürecinin organizatörlüğünü yapan Karadayı, Refahyol’un iktidardan uzaklaştırılmasında da başrol oynamıştı.

Dersimli gazeteci Mehmet Yürek de, Karadayı’nın kimliğini saklamasıyla ilgili şunları söylüyor: “İsmail Hakkı Karadayı, M. Kemal’in bilgi, emir ve direktifleriyle Kazım Orbay kumandasında gerçekleştirilen 1930 Dersim-Pülümür tedip ve tenkilinin (katliam) sürgünü bir ailenin çocuğudur. Sürgün yeri Çankırı ilidir.

Karadayı ailesinin kendilerini ve çocuklarını koruma refleksiyle Sünni mezhebinin vecibelerini ve gereklerini yerine getirdikleri doğrudur. Bu durum tamamıyla takiyyedir.

Bu bilgiyi emekli Cumhuriyet Savcısı- yazar (Türk Pen Kulübü Yöneticisi ve Cumhuriyet gazetesi yazarlarından) İsmet Kemal Karadayı vasıtasıyla öğrendim.”
internethaber.com

İşte o MGK kararının orijinal belgeleri
21 Şubat 2013
HABER 10-Özel

28 Şubat'ın MGK fişlemelerini ve bürokrat kıyımını yayınlıyoruz. Haber10 23 Haziran 1999 günü Cumhurbaşkanı Demirel başkanlığında toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nun infaz (!) listesine ulaştı.



Süleyman Demirel Başkanlığında, 1999 yılında toplanan MGK’da dindar bürokratların pasifize edilmesi için kararlar alındığı ortaya çıktı. Bu kararların ardından İçişleri Bakanlığı’nın devreye girerek, bürokrat avına başladığı tespit edildi. Post-modern darbe sürecinde ne kadar mütedeyyin üst düzey bürokrat varsa önce fişlenmiş, ardından pasif göreve atanmış.

57. hükümetin ilk MGK toplantısına, kabine üyelerinden Milli Savunma Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu ve İçişleri Bakanı Saadettin Tantan'ın yanı sıra Emniyet Genel Müdür Vekili Turan Genç de ilk katılan yeni isimlerdi.

Kimler yoktu ki…

Cumhurbaşkanı Demirel başkanlığında yapılan MGK toplantısına, Başbakan Bülent Ecevit, Başbakan Yardımcıları Devlet Bahçeli ve Hüsamettin Özkan, İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Derviş Salimoğlu, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlhan Kılıç, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Rasim Betir, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Ersin Celasin ve Dışişleri Bakanı İsmail Cem ile diğer kurul üyeleri katılmıştı.

Sürek avı

Yıllardır büyük sır olan toplantının içeriği hakkında bugüne kadar çok şey yazılsa da MGK’nın aldığı kararlar ve gizli belgeler deşifre olmamıştı. “Bugün olsa yine imzalarım” diye sürekli 28 Şubat kararlarını savunan Demirel’in ve kurul üyelerinin imzasıyla alınan kararlar incelendiğinde inançlı Vali ve Kaymakamların tasfiye kararının o toplantıda alındığı görülüyor. Belgeler incelendiğinde, MGK toplantısının ardından İçişleri Bakanlığının ise sürek avı başlatarak, inançlı kadroların içini boşalttığı anlaşılıyor.

İşte skandal fişlemeler

MGK, sonrası İçişleri Bakanlığı tarafından devletin zirvesindeki isimler şu şekilde fişlenmiş:

“Eşi başörtülüdür”, “Eşi Kur’an kursu öğretmeni”, “İrtica eğilimlidir”, “8 yıllık kesintisiz eğitim ve Atatürk karşıtıdır”, “Dini toplantılara katılır”, “Kur’an kurslarına yardım eder”, “Sosyal faaliyetlere katılmaz”, “Süleymancıdır”, “Nurcudur”, “Tarikatçıdır”, “Mesai saatlerinde namaza gitmekledir”, “Laikliğe karşıdır”, “Kombassan yöneticileri ile temastadır.”

İşte belgeleriyle MGK Toplantısında alınan kararlar ve sonrasında yapılan skandal işlemler:

Belgelerin tamamı için: http://www.haber10.com/galeri/cf3387cb-167c-e211-b7d2-14feb5cc1801

Haber10

'EMRİ UYGULADIK' SAVUNMASI ÇÜRÜDÜ
24 Şubat 2013



28 Şubat tutuklularının tahliye taleplerini reddeden hakim, “Hiçkimse suç olan bir fiil için emir veremez. Veren de yerine getiren de suçludur” dedi.

"Eylemleri emir komuta zincirinde yaptık" diyerek tahliye talebinde bulunan 28 Şubat soruşturmasının tutuklu sanıklarına yanıt geldi.

Verilen emri uyguladık savunması kuvvetli suç şüphesini ortadan kaldırmaz.

28 Şubat soruşturması kapsamında tutuklanan, aralarında Genelkurmay eski 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir’in de bulunduğu birçok komutan, tutukluluk hallerine itiraz etti.

“Suça konu eylemleri emir komuta zinciri içinde yaptık. Emri uygulamaktan başka çaremiz yoktu” diyen komutanlar, tahliyelerini talep etti.

Şüphelilerin taleplerini değerlendiren 3 No’lu Özgürlük Hakimi Halil İbrahim Kütük, amir ve emirlere mutlak itaatin ast açısından suç teşkil etmeyeceği iddiasını değerlendirirken bu savunmanın kuvvetli suç şüphesini ortadan kaldırmayacağını ifade etti.

Anayasa’nın 2. maddesine vurgu yapan Kütük kararında, “Hukuk devleti olmanın zorunlu sonuçlarından birinin de kamuda yeri ve sıfatı ne olursa olsun hiçbir kimse hiçbir adla kanunun suç saydığı bir fiilin işlenmesi emrini verme erkine sahip bulunmamaktadır” dedi.

SUÇ İŞLEME ERKİ YOK

“Devletin erkleri arasında suç işleme erki yoktur” denilen kararda, “Kanunun suç saydığı bir fiilin işlenmesi isteği hiçbir zaman hukuki bir işlem olan emrin konusu olamaz” ifadesine yer verildi.

Emir yerine getirilirse, emri yerine getiren ve verenin suçlu olacağının vurgulandığı kararda “Konusu suç olan emir hiçbir surette yerine getirilemez” denildi.

Tutukluluk hallerini devamına...

Dosyada bulunan delilleri tek tek sıralayan Hakim Kütük, haklarında ağırlaştırılmış müebbet istenen şüphelilerin, kaçma ve delilleri karartma şüphesi bulunduğu gerekçesiyle tutukluluk hallerinin devamına karar verdi.

Bugün Gazetesi

"Başörtülü öğretmenlere acımayın"
26 Şubat 2013



28 Şubat sürecinin önemli aktörlerinden Çevik Bir’in, İstanbul’daki bütün müfettişleri toplayarak ‘irtica’ brifingi verdiği ortaya çıktı.

Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’nde gerçekleşen ‘acil ve gizli’ toplantıda müfettişlere seslenen Bir’in, hedefinde başörtülü öğretmenler vardı: “Başörtülü öğretmenlere sakın acımayın.”
Post-modern darbe sürecinde görevleri nedeniyle en çok eleştirilen meslek gruplarının başında müfettişler geldi. Bazı müfettişlerin, önemli fişlemelere imza atan Batı Çalışma Grubu’na (BÇG) bağlı çalıştığı ve darbecilerin tetikçiliğini yaptığı ileri sürüldü. 28 Şubat’ın müfettiş gerçeğini araştıran Zaman, post-modern darbeden 16 yıl sonra önemli bir bilgiye ulaştı. Dönemin 1. Ordu Komutanı Orgeneral Çevik Bir’in İstanbul’daki tüm müfettişleri bir araya toplayarak brifing verdiği ortaya çıktı. 1998’in Ağustos ayında 1. Ordu Komutanı olan Çevik Bir’in İstanbul’daki ilk icraatının bu brifing olduğu belirtiliyor.

Emekli Müfettiş Muhammet Alkaç, Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’nde ‘gizli’ koduyla gerçekleşen toplantının tanıklarından biri. Alkaç, “Bizi valilikten aradılar. Acil ve gizli diyerek AKM’ye çağırdılar. Ne toplantısı olduğunu bile bilmiyorduk.” diyor. Alkaç’ın verdiği bilgiye göre toplantı Çevik Bir’in isteği üzerine İstanbul Valisi Erol Çakır tarafından düzenleniyor. Yaklaşık bin kişinin katıldığı toplantıya müfettişlerin yanı sıra bazı okul müdürleri de iştirak etmiş. Alkaç, salona girişi sırasında Bir’in başbakan gibi karşılandığını anlatıyor: “Hedefinde başörtülü öğretmenler vardı. ‘Tespit ettiğiniz başörtülü ve irticacı öğretmenlere sakın acımayın. Onlara göz açtırmayın. İşinizi adam gibi yapın’ dedi. Konuşmasını bitirdiğinde salonda bir alkış tufanı koptu. Arkadaşlarıma baktım. Herkes korkudan alkışlıyordu. Bir’den önce konuşan valiyi bile öyle alkışlamadılar.” Haklarında açılan soruşturmalara ve baskılara dayanamayan bazı müfettişler mesleği bırakarak başka kurumlara geçti. Onlardan biri de süreçte Ağrı’da görev yapan Müfettiş Fahri Sevimli. Bayrampaşa Belediyesi’nde belediye müfettişi olarak çalışıyor.

BASKIYA DAYANAMAYIP İSTİFA ETTİ

8 yıllık kesintisiz eğitimin hayata geçirilmesi sürecinde İHL’lerin orta kısımlarının kapatılması gündeme gelince bazı sivil toplum örgütleri gazetelere ‘İmam hatiplere dokunmayın’ diye bir ilan veriyor. Sevimli de o ilanı gazeteden keserek, şehrin merkezindeki bir kırtasiyeye asıyor. Gerisini Sevimli’den dinleyelim: “Emniyete çağırıldık. Ardından savcılığa sevk edildik. Meğer hakkımda ‘Afiş yapmak, çoğaltmak, asmak’ suçlarından 6 ay ile 2 yıl arası hapis istemiyle dava açılmış. Valilik de ayrı soruşturma açtı. Dava 1 yıl sürdü. Beraat ettim. Milli eğitim müdürü, ‘Kimsenin kılığına kıyafetine bakmayacaksınız. Sadece başörtülüleri tespit edeceksiniz’ diyordu. Bir gün izin istemek için milli eğitim müdürüne gittim. Vermedi. ‘Neden’ diye sorunca cebinden valinin bizzat yazıp verdiği bir kağıdı çıkardı. Kağıtta eşimin de dahil olduğu başörtülü öğretmenler listesi vardı. Bana, ‘Senin yüzünden vali bey bana ‘Daha çalıştırdığın müfettişin eşinin başını açtıramadın. Kimin başını açtıracaksın?’ diye fırça attı. ‘Bir de izin mi istiyorsun’ dedi.”

‘Gözyaşları içinde başını açan öğretmeni unutamam’

Darbe sürecinde Ağrı ve Sivas illerinde görev yapan Müfettiş Doğan Ceylan, halen Ankara’da görev yapıyor. Aynı zamanda Müfettişler Derneği’nin de yöneticisi. Mesleğine 1997’de Ağrı’da büyük ideallerle başlayan ve daha ilk yılında 28 Şubat’la tanışan Ceylan, başörtülülere göz yumduğu için inceleme geçiren müfettişlerden biri. 28 Şubat sürecinde yaşadığı acı bir olayı şöyle anlatıyor: “Aday öğretmenlerin adaylığının kaldırılması sınavı için milli eğitim müdürlüğünde toplandık. Milli eğitim müdürü, sınava gelen bir aday öğretmenden başını açmasını istedi. Kızcağız tabii çok üzüldü. Gözyaşları içinde başını açmak zorunda kaldı. Sadece ekmeğinin peşinde koşan ve Anadolu’nun en ücra yerine ülkesine hizmete gelmiş gencecik bir öğretmenin yaşadığı bu durum beni çok etkiledi. Dışarı çıktım, ben de ağladım. Duvarları yumrukladım. Orada çaresiz kalmak çok acı verdi bana. O günü hâlâ bugün gibi hatırlarım ve her hatırladığımda gözlerim dolar. Ben de muhafazakâr bir insanım. O öğretmen benim kızım, kardeşim ya da eşim olabilirdi.”

Zaman

Eski Kara Kuvvetleri Komutanı tutuklandı
28 Şubat 2013



28 Şubat soruşturması kapsamında yeni tutuklama kararları çıktı.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının yürüttüğü 28 Şubat Soruşturması kapsamında bugün ifadeleri alınan 5 zanlıdan 2'si tutuklandı.

Soruşturmayı yürüten savcıların tutuklama talebiyle mahkemeye sevk ettiği, eski Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Erdal Ceylanoğlu ile emekli Tümgeneral Yücel Özsır tutuklandı.

Eski Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Aslan Güner, emekli Tümgeneral Mehmet Başpınar ile muvazzaf Albay Mehmet Cumhur Yatıkkaya, adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı.

Soruşturmada bugüne kadar 104 emekli ve muvazzaf asker ifadeye çağrıldı, bunlardan 75'i tutuklanarak cezaevine gönderildi.
TRT

28 Şubatçı Albay'dan Salih Mirzabeyoğlu Yakınması
08 Mayıs 2013



28 Şubat soruşturması kapsamında tutuklanan emekli kıdemli albay Alican Türk, özgürlük hâkimlerine gönderdiği mektupta içeride tutulmalarının sebebi olarak, 14 yıldır cezaevinde olan mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu'nu gösterdi. Özgürlük hâkimlerine gönderdiği mektubun bir örneğini de Sabah Gazetesi yazarı Nazlı Ilıcak'a göndermiş. Ilıcak bugünkü köşesinde mektubu yayınladı. Alican Türk'ün Salih Mirzabeyoğlu'yla alakalı satırları şöyle :

"Bu, hukukla ilgisi olmayan bir siyasi dava; yapay gerekçelerle temellendirilmeye çalışılan açık bir psikolojik harekât faaliyetin Önceleri 28 Şubatçıların da Ergenekon ve Balyozcular gibi, Öcalan'a ve KCK'lılara karşı rehin tutulduğunu düşünüyordum. Genel af sürecinin işletilebilmesi için, üst düzey askerlerden oluşan "terörist!" grubun da içeri alınması ve davaların aşureye çevrilmesi gerekiyordu.

Şimdi Ergenekon ve Balyozculardan farklı olarak, bizim rehineliğimizin Öcalan ve KCK'lılara değil, Salih Mirzabeyoğlu ve İBDA-C'cilere karşılık olduğunu düşünüyorum."
habervaktim

28 Şubat sanığından Yahudi kuruluşu itirafı
26/10/2013



28 Şubat sanıklarından Orhan Yöney, Çevik Bir'in de aralarında bulunduğu, Yahudiler'le yapılan toplantı ile ilgili itiraflarda bulundu.
Ankara 13 Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam eden 28 Şubat yargılamasında Üye Hakim Hakan Oruç, sanıklardan 28 Şubat döneminin Strateji Dairesi Başkanı emekli Orgeneral Orhan Yöney’e, “ABD’deki bir Yahudi komitesinin Çevik Bir ve sizin de katılımınızla yaptığı bir toplantı var. Toplantı hangi amaçla yapıldı? O dönem Genelkurmay’da görevli generaldiniz, neden bir yabancı kuruluşla konuşma gereği hissettiniz veya onlar neden hissetti?” sorularını yöneltti. Yöney, görüşmeyi doğrulayarak “Genelkurmaya heyet geldiğinde o toplantılarda bulunurdum. Gelen heyet bir Yahudi kuruluşuydu. İkinci başkandan zaman zaman toplantı istekleri olurdu. Sorulan sorulara bakarsanız, bize, bir şeyler söyletmek istediklerini görürsünüz. ‘Müdahale yapacak mısınız’ diye soruyorlar. Ve bazı şeyleri söyletmek istiyorlardı” ifadelerini kullandı.
netgazete

28 Şubat davasında tahliye sayısı 71'e çıktı
Sinan Onuş
Ankara
7 KASIM 2013



28 Şubat davasında MGK eski Genel Sekreteri Şükrü Sarıışık tahliye oldu
Ankara 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde bugün görülen 28 Şubat Davası'nın 32. duruşmasında 15 sanık daha tahliye edildi.
"Delil durumu ve kaçma şüphesi olmadığı için" tahliye edilen ve aralarında eski Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Şükrü Sarıışık da bulunduğu 15 sanık için yurtdışına çıkış ve adli kontrol hükümleri uygulanacak.

Mahkeme, davanın iki numaralı sağını emekli Orgeneral Çevik Bir, Çetin Doğan, emekli Tümgeneral Erol Özkasnak, Kenan Deniz ve emekli Tuğgeneral İdris Koralp'in ise tutukluluklarının devamını kararlaştırdı.
Davada tutuklu sanık sayısı 5'e düşerken dava sürecinde verilen 4. tahliye kararı ile birlikte tahliye tıklayın edilenlerin sayısı 71'e yükselmiş oldu.

1309 sayfalık iddianame

14 ayrı gözaltı dalgasından sonra oluşturulan 28 Şubat davası tıklayın iddianamesi, 1309 sayfadan oluşuyor.
Haklarında dava açılan 103 sanık hakkında Refah-Yol hükümetini devirmeye, düşürmeye iştirak suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası isteniyor.
İddianamede, bir numaralı sanık olarak emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, iki numaralı sanık olarak da dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir yer alıyor.

Sanıklar arasında Batı Çalışma Grubu'nu (BÇG) kurduğu iddia edilen Çevik Bir, Balyoz davasında ağırlaştırılmış mahkumiyet alan Çetin Doğan, emekli Tümgeneral Erol Özkasnak, eski kuvvet komutanları Ahmet Çörekçi, Hikmet Köksal, Teoman Koman, Fevzi Türkeri, Erdal Ceylanoğlu, eski MGK Genel Sekreteri İlhan Kılıç, emekli Korgeneral Engin Alan ve eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz gibi isimler yer alıyor.

İddianamede, BÇG'nin faaliyetleri kapsamında bazı sivil toplum örgütlerini çalışmaların içine çektikleri, basın-yayın organlarını kullanarak hükümet üyeleri üzerinde baskı oluşturdukları, Ankara'nın Sincan ilçesinde tank geçişi yaparak hükümete ve üyelerine gözdağı verdikleri, YÖK'te görev yapan bazı öğretim üyelerini fişleyip görev yapamaz hale getirdikleri şeklinde birçok iddiaya yer veriliyor.
BBCT

28 Şubat Davası kapsamında hapsedilenlerin avukatları: Ya aynı mantıkla tüm imzacılar
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pts Arl 02, 2013 7:24 pm tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Mar 06, 2013 12:55 am    Mesaj konusu: Son topyekün savaş devam ederken Alıntıyla Cevap Gönder

28 ŞUBAT SENİN BABAN!
İsmail Şanal
Ara 09, 2013



Elbette bin yıl sürmeyecek ama bugün altın çağını yaşıyor 28 şubat...

Mağdur edebiyatını hazzın doruklarında yaşam tarzı haline getiren, saymakla bitmeyecek kadar gereksiz adam 3 günlük sürecin 15 yıldır suyunu çıkarıyor...

28 Şubat'ın tek muhatabı Necmettin Erbakan; 15 yıldır mağdurculuktan ekmek yiyen muhafazakar demokratların suratına daha o günlerde, kararın tarihi akış önünde bir nokta kadar önemsiz olduğunu dile getirerek şamarı indiriyor.

Bugünün demokrasi putperesti muhafazakarlar ,28 şubattan sonra yoluna devam eden milli görüş hareketiyle dış politika, ekonomi, sanayi gibi birçok konuda taban tabana zıt olduğu gibi maneviyatçılığı da bir gömlek gibi yırtıp atmışlardır.

Dindar nesil masalı anlatan başbakan ve saz arkadaşları henüz yumurtadan çıkmadan referansımız İslam değil diye tüm dünyaya haykırıyorlardı...

Bugün demokrasi ayini yapan cemaatler, tarikatlar, dernekler, sendikalar, kıllar, yünler 2000'lerin başlarında 'Takiyye' diye bir ürünün pazarlamasını üstlenmişlerdi.Uzun yıllar boyunca hükümetin gerçekleştirdiği bütün ihanetlerin de kılıfı takiyye olmuştu.

Başarısını defalarca kanıtlamış bir senaryo taslağı olan 'iyi polis-kötü polis' küresel emperyalizmin sadece sinema endüstrisinde değil siyaset sektöründe de baş tacıdır.

Soldan birilerini iktidara taşırken 'şeriat gelecek' yaygarası koparan beyaz yakalı CIA personelleri, sağdan birilerini iktidara taşırken de 'din elden gidiyor' şarkısını tasavvuf müziği eşliğinde söyletiyor.

11 yıldır Orkestra şefliğini ABD büyükelçisinin yaptığı neo-liberal AKP korosuna bir göz atalım ki kimlerin nasıl seçildiğini ve kadroya geçtiğini, kimlerin ahengi niçin bozduğunu ziyadesiyle bilelim.

Merak edilmesi gereken şudur ki ilk günden beri Akp'ye taparcasına itaat eden bir sürü irili ufaklı kurum neden 11 yıl sonra başbakanın bir öksürmesiyle apar topar imza yağdırdı.

2014 Belediye seçimlerinde 1989 Anavatan'ı gibi muazzam bir çöküş yaşayacağını bilen Erdoğan 'biz daha ölmedik' konsepti oluşturmuş olacak ki yenilgi bazlı öfkesini artık kimselerden gizleyemiyor.

Seçimlerden ve siyasi partilerden çok daha önemli olan toplumun ahlaki değerleridir.

Ahlakın asla menfaatten daha önemli olmadığını haykıran, maneviyatın nasıl erozyona uğradığını ve hassasiyetlerin nasıl nakite çevrildiğini bize en omurgasız haliyle ispatlayan 97 Sivil toplum kuruluşuna minnettarız...

Değerlerinizi koltuklarınızla takas ederek başladınız Batı'nın en sadık kapıkulları olduğunuz bu 'kutsal' yolculuğa...

Namus idi bir müslümanın en kıymetli varlığı ve yüzbinlerce Irak'lı kadının namusunu kirlettiniz duacısı olduğunuz amerikan askerleriyle!

Değerleriniz makam araçlarınız oldu artık...

Tıpkı 'şerefin nerede' diye sorulduğunda benim şerefim develerimin sırtında yüklü diyen Ebu süfyan gibi...

Ak prenses ve 97 cücelerin hiçbiri yüzbinlerce müslümanın iffeti kirlenirken rahatsız olmamıştı üstelik genlerinde zerre kadar onur bulunmayan bu kalabalıklar kıyamete kadar bu ihaneti omuzlarında taşıyacaklardır.

İnançlarımızdan bahsetmek haddiniz değil 97 cüceler!

İnandıklarımızın tamamına yakınını siz çoktan inkar ettiniz .İnkar edemediğiniz bir Allah'ın varlığı kaldı ki onu da zaten birçok müşrik inkar etmiyordu...

Neye inanıyorsunuz?

Doksanlarda ateşli konuşmalarınızda iki cümlede bir tekrar ettiğiniz İslam birliğine mi? Hayır!

Sizler Bitik Avrupa birliğinin son fedailerisiniz!

Anadolumuzun bir zamanlar övünç kaynağı olan aile yapısını astronomik bütçelerle tahrip eden iğrenç medya yapımları da batıya özenen kimliksiz gençler de sizin eseriniz!

Özelleştirip peşkeş çektiğiniz milli kurumlarımızdı o gençlerin gelecek ümitleri...

Doksanlarda ahitleştiğiniz gibi zulümleri bitireceğinize mi inanıyorsunuz? Hayır!

Zulümlere son vermek şöyle dursun sizler İslam coğrafyasındaki bütün zulümlerin sarsılmaz destekçilerisiniz!

Terör organizatörlerinin bile hayal kırıklığı yaşadığı, işgalden vazgeçtiği Suriye'de sarsılmaz bir sadakat ile batıyı işgale davet eden sizlersiniz!

Mezhepleri inkar edip İslam çatısı altındaki Hak inançlara saldıran, katliam fetvaları uyduran, Allah'ın ismini anarak müslüman öldüren sizlersiniz!

Günümüzün Firavunu Amerika Birleşik Devletlerinin stratejik müttefikleri, yegane kölelerisiniz!

Sizler Siyonizmin karın tokluğuna savaştırdığı Kabe'yi yıkmaya gelen Ebrehe ordusunun fillerisiniz!

Sizler Alemlere rahmet Peygamber efendimizin aleyhinde kurulan Dırar mescidinin tuğlalarısınız!

Sizin inandıklarınız demokrasiden başkası değildir!

Demokrasi dininin amentüsü çoğunluğa imandır!

Demokrasi dininin en faziletli zikri sandıktır!

Tarih boyunca Hak ve batıldan başka bir şey süregelmemiştir.Bütün peygamberler batılla mücadele etmiştir ve batılı temsil edenlerin güçten başka bir dayanağı olmamıştır.

Bugün güce yaslanıp milli irade etiketiyle ticaret yapanlar iradesizlerin en önde gidenleridir.

Hükümetin maddi kaynaklarını iliklerine kadar sömürüp hayır kurumu gibi anılmak isteyenler 28 Şubat'ın gözbebeği mason localarının fotokopisidir.

Peki niçin pensilvanya cemaati etle tırnak gibi götürdüğü ilişkide on yılın sonunda ipleri kopardı?

Zahmet olacak ama Kuran meali açıp okursanız menfaat için birlikte olanların menfaatler bitince nasıl birbirine girdiğini 1400 yıl önce birçok ayette anlatıldığını görürsünüz...

Dershaneler kapanmalı mı kapanmamalı mı?

70 yıldır bu ülkede Milli Eğitimle ilgili her kararı Fulbright komisyonu ve Abd büyükelçisi alıyor.

Bu ihanet anlaşması fesh edilmeden eğitim konuşmak israftır.

F-Dershaneleri kapansa bile özel okullara dönüşeceği için pensilvanya cemaatinin ekonomik krallığını sarsmaz.

Bir itirazım da kavram karmaşasınadır. Çalıntı soru ticareti yapan kurumlara dershane yerine darphane ismi kullanılmalıdır.

Helali haramı sorgulamayan bir toplum emperyalizmin Anadolu'da nihai hedefidir

İğneden ipliğe ne kadar gereksiz mevzu varsa saatlerce anlatıp Nato, Avrupa birliği, Büyük Ortadoğu projesi hakkında tek kelime etmeyen Devlet kurumlarını peşkeş çekenler, çalıp çırpanlar hakkında ağzını açmayan sosyal medya hocaları ahiriniz ateş olacak!

Allah Kuran'da şöyle buyuruyor: Zulmedenlere meyletmeyin sonra size ateş dokunur Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur sonra yardım göremezsiniz (HUD-113)

Elbette binlerce insanın gönül verdiği yandaş kurumların da yaptığı hayırlı işler var, inkar edilmemeli!

Mekkeli müşrikler bile ticaretleri için hacılara su dağıtıyordu...

Akp hükümetinin aktif rol oynadığı işgallerde zulüm gören coğrafyalara yapılan erzak, ilaç gibi yardımlar da günümüzün başlıca takıntıları haline geldi.

Silah desteğiyle savaşa müdahil olanların yardımsever olarak anılması da akıl tutulması olmalı.

Neyse ki Ortadoğu'da Clinton'u koltuğundan eden Amerikan hezimeti belini doğrultamadı da savaş tamtamcısı sosyal medya rabiacıları belediye seçimlerine odaklandılar.

Demokrasiden başka tutunacak dalı olmayan sivil lejyonerler Suriye'de işgal beklerken DÖ4T oldular,
Küresel sömürgeciler hep DÖ4T olsun!

Dinle beni muhafazakar!
Gözünü aç çocuk, artık büyüdün!
Kimliksiz olmanın sebebi galiba henüz babanı tanımıyor olmandı,
Bak on küsur yaşına geldin artık toparlan! 28 ŞUBAT SENİN BABAN!

Kaynak Güncel Meydan

Son topyekün savaş devam ederken
Ömer Altaş
28 Şubat 2013

Sosyal ve siyasal yaşam Türkiye’de sadece iki salınım noktası arasında gider gelir aslında.

Bunlardan biri İslamlık diğeri İslam dışılıktır.

Diğer noktalar salınım eğrisinin tam ortasından ikiye ayrılan rotanın söz konusu iki temel noktayla irtibat araçları.

Tarikatlar, Nurculuk, Süleymancılık, Şeyh Sait hareketi, Milli Nizam, Ülkücülük, Nizamı Alem, Büyük Doğu Hareketi, Akıncılık, Hikmet Kıvılcım Solculuğu, İslami hareketler sarkacın bir tarafındaki kürenin içinden ilham alır.

Laiklik, Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Türkçülük, Ulusçuluk, Kürtçülük, Devletçilik, Halkçılık, Çağdaş Uygarlık Düzeyi, Avrupa Birliğicilik, Batıcılık, Ergenekon Avrasyacılığı, Türk solculuğu, Medeniyetler İttifakı, Pozitivizm ve Liberalizm sarkacın diğer küresinin sertliğini besler.

Atmosfer içinde din bilinci dışındaki her olgu yapısal değişime uğruyor.

Maddi, somut ve pozitivist nesnelerin tamamı din formatının iç varlıkları olarak daima yeniden yaratılıyor.

Pozitivizm’in kendini enikonu ancak “karşı din” formatıyla gerçekleştirebildiğinin farkında mısınız?

Bu alt metinden hareketle 28 Şubat post modern askeri darbesi; ne askeri vesayettir, ne de siyasal bir darbedir.

28 Şubat 1998 post modern askeri darbesinin özü savaştır: İslamlığa karşı son topyekûn savaş!

Bu karşıtlık Cumhuriyet tarihi boyunca sürdü.

Gerçek ve diğer anlamları cari olsa da bu topraklarda, Cumhuriyetçilik asıl olarak İslami referans sisteminden inhiraf etme düzenidir.

Halkçılık hilafet ideolojisinin ilgası, Devletçilik yeni Batıcı devletin kutsanması, Milliyetçilik kafatası Türkçülüğünün yeni bir din olarak üretilmesidir. Laiklik dinin bütün görünür unsurlarını etkisizleştirme ilkesi. Batı demokrasisi ise modernleşme süreçleri tamamlanan Müslüman halkların sermaye tanrısına adandığı mabettir.

Liberalizm, Kemalizm’in tükenişini gören aydın Kemalistlerin yeni rol modellemesidir.

Liberalizm bu topraklarda Kemalist ideolojinin yeni dünya koşullarına uyarlanmak için yeniden üretilmesidir.

Estetize edilen Liberalizm de gerçekte İslam dışılığın modern, naif ve kadife karşıtlığının adıdır.

Liberal elitler; eş kökleri muhafazakâr Kemalistlere İslamcılara kızdıklarından daha fazla öfkeliler.

Çünkü onlar; muhafazakâr Kemalistleri, İslamlığı nötrleştirmenin en doğru yolunun liberalizm olduğunu anlamayan ve bu nedenle kendi mezarını kazan “gericiler” olarak tanımlarlar.

28 Şubat post modern askeri darbesinde aynı zamanda Muhafazakâr Kemalizm’in de tasfiyesi vardır.

28 Şubatın Kemalizm’i tasfiye etmeyi istemesi, Kemalistlerin İslamiyet’e karşı etkin ve bitirici mücadele verememesinden kaynaklanıyor.

Bu mantık ileride Ak Parti’nin Kemalizm’i tasfiyesini kolaylaştıracak zemini hazırlamıştır.

28 Şubat iradesi İslamlığın bir gen olduğunu ve bu inanç geninin yaralı hali ile bile 10 asır yaşayabileceğini tasarladı.

“28 Şubat gerekirse 1000 yıl sürecek!”

28 Ocak 1999 tarihinde o günkü devletin zirve noktası Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun tarihi ültimatomunda bu bilinç var.

Çok kereler daha izleyebileceğim The Last Of The Mohicans filminde Kızılderili neslinin son üç bireyinden küçük kardeş Uncas’ın uçurumdan aşağı atılışı gibi Son Müslüman yok edildikten sonra ancak pozitivist (pagan) felsefenin hayat bulacağına inandılar.

İslam terminolojisinde düz bir hukuk arayışının aracı olan Şeriatı şeytanlaştırdılar.

“Kahrolsun Şeriat” diye organize yürüyüşler düzenlediler.

Ensest bir ilişkiyi açığa çıkarmış gibi “Namaz kılıyorlar, Oruç tutuyorlar” şeklinde manşetler attılar.

Başörtü olayında dünyanın en büyük travmasından birine imza attılar.

O günden bugüne makûs talihine hala ağlayan binlerce üniversiteli genç kızın kırılan hayatları onarılamıyor.

On binlerce genç kız alanlardan dışlanıp ağır gelecek kaygısını yüreklerine gömerek evlerinde oturuyorlar.

Binlercesi psikolojik tedavi gördü.

Hiçbir zaman eline silah almayarak sadece düşünce platformunda mücadele veren on binlerce İslamcı genci sürdüler, önlerini kestiler, toplumdan dışladılar, suç istinat etmeden hapishanelere attılar.

On binlerce devlet memuru bir hiç uğruna bir gün içinde işsiz kaldı.

Dini terminolojiden birini hayatında sadece bir kez kullanmış insanları bile takibe alıp fişlediler.

Nice akademisyen akademik kariyerinden oldu.

Unutuldu ama ülkemizde bu nedenle tutunamayan ve hayatı öyle devam edecek olan mağdur binlerce erkek var.

CHP milletvekili Veli Ağbaba'nın da isyan ettiği gibi Zekeriya Şengöz ve Fahri Memur benzeri içeride nice tutuklu, açılmış davaları hala süren insanlar var.

Yakında bu realitelerin belgeselleri yapıldığında yaşanan dramlar şaşkınlıkla fark edilecektir.

28 Şubat iradesi; Kemalizm’in Alevilik, Ermenilik, Kürtlük ve İslamlık gibi dört düşmanlık üzerinden oluşturduğu devleti dönüştürerek sadece bir tek karşıtlığa kilitledi: İslamlık.

Bu anlamda kamuoyu baskısını azaltmak için diğer muhalefet topluluklarına sahte baskılar uyguladı.

Özel Harp Dairesi kaynaklı profesyonel yöntemlerin kullanıldığı çok kapsamlı psikolojik harekât başlattı.

28 Şubat askeri darbesi iradesi bu nedenle PKK’nın mimarlarıyla Kandil’de düzenli olarak işbirliği görüşmeleri yaptılar.

İrtica ile mücadeleyi el ele vererek birlikte yürütelim başlığında buluştular.

Solun, Alevilik üzerinden yarattığı mücadele hattının bütün neferlerini Ergonekon’un kilit noktalarına yerleştirdiler.

Alevi halkının bin yıllık kardeşliğini İslam düşmanlığı üzerinden ideolojik olarak yeniden kodlamaya çalıştılar.

Cevabını merak ettiğim soru şu: 28 Şubat 1997 askeri harekâtıyla halkına savaş açanlar halkın mahkûm edildiği karşı savaşı organize etmesine neden alınganlık gösteriyorlar?

İkinci soru: Bu nasıl bir sahici dava imiş ki kendi savaşlarında teslim alınanlar arasında dobra dobra gerçeği konuşan bir tane dahi kahraman çıkaramadılar?

Bunlar kendileri sadece savaşırken karşı taraftan neden diyalog yöntemlerini uygulanmasını bekliyorlar?

28 Şubat mantığı savaşını nice mevziler kaybetmesine karşın dört bir taraftan hala sürdürüyor.

28 Şubat askeri darbesi ve Ergenekon ekibinin dışarıda kalanlarının yeni karargâhının güvenli Kandil bölgesi olacağı kehanet değil.

Zıt kutuplar algısının ortaya çıkardığı ironiyi görüyor musunuz?

İmralı Barış Süreci; bize, kardeşliğe, birlikte yaşamaya ve ülke demokrasisine ait olanlarla bunlara karşı savaşa devam edecekleri ayrıştıracak ve tek merkeze mahkûm edecek bir süreç.

28 Şubat 'psikololik askeri darbesi'nin 16. yıldönümünde bile savaşa devam edenlere savaş açılanlar iki türlü tepkiden birini verir.

Ya savaşır ya da teslimiyetin herhangi bir türüne meyleder.

omeraltass@gmail.com
https://twitter.com/altasyalvac
haber10

Dönemin EDOK Komutanı Emekli Korgeneral İzzettin İyigün tutuklandı
06 Mart 2013



28 Şubat soruşturması kapsamında bir tutuklama kararı daha çıktı.

Soruşturma kapsamında ifade veren Emekli Korgeneral İzzettin İyigün tutuklandı.

İyigün, 28 Şubat döneminde Eğitim ve Doktrin Komutanlığı görevini yürütüyordu.

İstanbul'dan polis nezareti ile Ankara'ya getirilen İzzettin İyigün Batı Çalışma Grubu faaliyetleri kapsamında ifade verdi.

İyigün, yaklaşık 4 saat süren ifade verme sürecinin ardından tutuklanması istemiyle mahkemeye sevk edildi.

Tutuklanan İzzettin İyigün'ün Sincan cezaevine gönderildi.
TRT

28 Şubat davasında 9 sanık tahliye oldu
5 EYLÜL 2013



Ankara 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen 28 Şubat davasında aralarında davanın tek sivil sanığı eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz’ün de bulunduğu 9 kişi hakkında tahliye kararı çıktı.

Mahkeme heyeti, 36 sanık ile avukatlarının beyanlarını dinledikten sonra 9 sanığın tahliyesine, 27’sinin ise tutukluluk halinin devamına karar verdi.

Kemal Gürüz’ün yanı sıra, emekli Korgeneral Kamuran Orhon, eski MGB Genel Sekreteri İlhan Kılıç, Çetin Saner, Hakkı Kılıç, İzzettin İyigün, Ahmet Çörekçi, Abdullah Kılıçarslan ve Hikmet Köksal da tahliye oldu.
Mahkeme heyeti, tahliye edilen sanıklara adli kontrol şartı getirdi.

Halen tutuklu bulunan sanıkların yargılanmasına yarın devam edilecek.

28 Şubat davası iddianamesi, 1309 sayfadan oluşuyor.
Dava açılan sanıklar hakkında dönemin Refah-Yol hükümetini devirmeye, düşürmeye iştirak suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası isteniyor.

İddianamede bir numaralı sanık olarak emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, iki numaraları sanık olarak da Batı Çalışma Grubu’nu (BÇG) kurduğu iddia edilen dönemin Genelkurmay ikinci başkanı Orgeneral Çevik Bir yer alıyor.

İddianamede ayrıca, BÇG’nin faaliyetleri kapsamında bazı sivil toplum örgütlerini çalışmalara dahil ettikleri, medya organlarını kullanarak hükümet üyeleri üzerinde baskı oluşturdukları, Sincan’da tank geçişi yaparak hükümete ve üyelerine gözdağı verdikleri, YÖK’te görev yapan bazı öğretim üyelerini fişleyip görev yapamaz hala getirdikleri iddiaları da yer alıyor.
BBCT

MGK: 28 Şubat'ta Erbakan'ın İmzası Yok
23 Eylül 2013



Erbakan'ın 28 Şubat MGK kararlarında imzasının olmadığı resmi belgelerle ispatlandı. MGK'nın mahkemeye sunduğu 28 Şubat MGK tutanakları Erbakan'ın kararların altına imza atmadığını ortaya koydu.

Ve Erbakan'ın 28 Şubat MGK kararlarında imzasının olmadığı resmi belgelerle ispatlandı. MGK'nın mahkemeye sunduğu 28 Şubat MGK tutanakları Erbakan'ın kararların altına imza atmadığını ortaya koydu.

MGK'nın, 28 Şubat 1997 tarihli tutanağında,Türkiye'de şeriat hukukuna dayalı bir İslam cumhuriyeti kurmayı amaçlayan aşırı dinci grupların, demokratik laik ve sosyal hukuk devleti olan cumhuriyete karşı oldukları ifade edilerek, alınacak tedbirler konusunda hükümete tavsiyede bulunulduğu belirtildi.

Milli Güvenlik Kurulu'nun (MGK), 28 Şubat 1997 tarihli tutanağında, Türkiye'de şeriat hukukuna dayalı bir İslam cumhuriyeti kurmayı amaçlayan aşırı dinci grupların, demokratik laik ve sosyal hukuk devleti olan cumhuriyete karşı oldukları ifade edilerek, alınacak tedbirler konusunda hükümete tavsiyede bulunulduğu belirtildi.

Tutanaklar, sabah duruşmada okundu. Dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan’ın, “Bu kadar saat oldu, şimdi kararları önlerine koydular imzaladılar olmasın, biz bunları bir inceleyelim” yorumunu yaptı. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de “Doğru söylüyorsunuz sayın başbakan. Aceleye getirilimesin başbakan ve genelkurmay başkanı da incelesin. Zaten redakte edilecek yerleri var onlar da yapılsın” dediği kayda geçti.

Ankara 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nce görevlindirilen iki naip hakim, 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu (MGK) tutanağı ve kararlarını inceledi.

Mahkeme hakimleri, inceleme sonucunda dava konusuyla ilgili bölümleri tutanak altına aldı.

Buna göre, 26 Şubat 1997 tarihli "gizli" ibareli bir tutanakta, 28 Şubat saat 15.00'de Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nde toplantı gerçekleştirileceği, burada, "özel müzakere (Kurul üyeleri) başlığı altında", "Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti Devletine yönelik irtica tehdidin boyutları nelerdir ve bunlara karşı alınması gereken önlemler neler olmalıdır?" konusunun ele alınacağı belirtildi.

Toplantıya dair MGK'nın basın bildirisinde ise "Türkiye'de laikliğin sadece rejimin değil, aynı zamanda demokrasinin ve toplum huzurunun da teminatı ve bir yaşam tarzı olduğu" ifadesi geçti.

"406" SAYILI KARAR

MGK'nın, "406" karar sayılı "gizli" ibareli belgesinde şunlar kaydedildi:

"1- MGK, 28 Şubat 1997 günü sayın Cumhurbaşkanı başkanlığında, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı, Milli Savunma Bakanı, İçişleri Bakanı, Kuvvet Komutanları, Jandarma Genel Komutanı ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sektereterliği'nin iştirakleri ile aylık olağan toplantısını yapmıştır.

2-Kurulun bu toplantısında, esasları ve nitelikleri Anayasa'da belirlenmiş Atatürk milliyetçiliğine bağlı demokratik, laik ve sosyal hukuk devletimizin ve cumhuriyet rejimimizi yıkmak, onun yerine bir siyasal yeni düzen kurmak amacıyla yürütülen yıkıcı faaliyetler ve yapılan beyanlar ile bunların oluşturduğu tehdit ve tehlikeler gözden geçirilerek değerlendirilmiştir."

GÖRÜŞ BİRLİĞİNE VARILAN HUSUSLAR

Toplantıda görüş birliliğine varılan hususlar şöyle:

"a- Ülkemizde şeriat hukukuna dayalı bir İslam cumhuriyeti kurmayı hedefleyen grupların, Anayasa'nın tanımladığı demokratik laik ve sosyal hukuk devletimize karşı çok yünlü bir tehdit oluşturduğu,

b- Cumhuriyet ve rejim aleyhtarı aşırı dinci grupların laik ve anti laik ayrımı ile demokratik laik ve sosyal hukuk devletini güçsüzleştirmeye yeltendikleri,

c-Türkiye'de laikliğin sadece rejimin değil, aynı zamanda demokrasinin ve toplum huzurunun da teminatı ve bir yaşam tarzı olduğu,

d- Devletin yapısal özünü oluşturan sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri anlayışından vazgeçilemeyeceği, yasalar gözardı edilerek yapılan çağdışı uygulamaların takipsiz kalmasının hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağdaşmayacağı."

HÜKÜMETE TAVSİYE

Toplantıda alınan kararlar şöyle:

"a- Türkiye'de şeriat hukukuna dayalı bir İslam cumhuriyeti kurmayı amaçlayan aşırı dinci grupların, demokratik laik ve sosyal hukuk devleti olan cumhuriyetimize karşı oldukları, çok yönlü tehdidin önlenmesi amacıyla EK A'daki tedbirleri kısa, orta ve uzun vade içerisinde alınmasının Cumhuriyet Hükümetine tavsiye edilmesi,

b- 2945 sayılı MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanunu'nun 9. maddesine uygun olarak MGK Genel Sektereterliği tarafından; ekte belirtilen tedbirlere ilişkin Bakanlar Kurulu kararları ile Bakanlar Kurulu kararı haline getirilmeyen uygulamaların sonuçları hakkında belli süreler içerisinde Başbakan, Cumhurbaşkanı ve MGK'ya bilgi verilmesi."

Bu kararın altında, dönemin Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı, Milli Savunma Bakanı, İçişleri Bakanı ile kurulun asker kökenli üyeleri olan Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Kara Kuvetleri Komutanı Hikmet Köksal, Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya, Hava Kuvvetleri Komutanı Ahmet Çörekçi ile Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman'ın imzaları bulunuyor.

İRTİCAYA KARŞI TEDBİRLER

Belgede, irticai faaliyetlere karşı alınacak "tedbiler" şöyle sıralandı:

"-Anayasamızda, cumhuriyetin temel nitelikleri arasında yer alan ve yine anayasanın 4. maddesi ile teminat altına alınan laiklik ilkesi büyük titizlikve hassasiyetle korunmalı, bunun korunması için mevcut yasalar hiçbir ayrım gözetmeksizin uygulanmalı, mevcut yasalar uygulanmada yetersiz görülüyorsa yeni düzenlemeler yapılmalı.

-Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okullar, devletin yetkili organlarınca denetim alıtna alınarak, Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği Milli Eğitim Bakanlığı'na devri sağlanmalı.

"8 yıllık kesintisiz eğitim"

-Genç nesillerin körpe dimağlarının öncelikle Cumhuriyet, Atatürk, vatan ve millet sevgisi, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma ülkü ve amacı doğrultusunda bilinçlendirilmesi ve çeşitli mihrakların etkisinden korunması bakımından;

a- 8 yıllık kesintisiz eğitim, tüm yurtta uygulamaya konulmalı,

b- Temel eğitim almış çocukların, ailelerinin isteğine bağlı olarak devam edebileceği Kuran kurslarının, Milli Eğitim Bakanlığı sorumluluğu ve kontrolünde faaliyet göstermeleri için gerekli idari ve yasal düzenlemeler yapılmalı.

"Tarikatların faaliyetlerine son verilmeli"

-Cumhuriyet rejimine ve Atatürk ilke ve inkılaplarına sadık din adamları yetiştirmekle yükümlü, Milli Eğitim Kuruluşlarının Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun özüne uygun olarak ihtiyaç düzeyinde tutulmalı.

-Yurdun çeşitli yerlerinde yapılan dini tesisler, belli çevrelere mesaj vermek amacıyla gündemde tutularak, siyasi istismar konusu yapılmamalı, bu tesislere ihtiyaç varsa, bunlar Diyanet İşleri Başkanlığı'nca incelenerek mahalli yönetimler ve ilgili makamlar arasında koordine edilerek gerçekleştirilmeli.

-Mevcudiyetleri 677 sayılı yasa ile men edilmiş tarikatların ve bu kanunda belirtilen tüm unsurların faaliyetlerine son verilmeli, toplumun demokratik, siyasi ve sosyal hukuk düzeninin zedelenmesi önlenmeli.

"TSK'ya sızmalar önlenmeli"

-İrticai faaliyetleri nedeniyle Yüksek Askeri Şura kararları ile Türk Silahlı Kuvvetleri'nden ilişkileri kesilen personel konusu istismar edilerek TSK'yı dine karşıymış gibi göstermeye çalışan bazı medya gruplarının, Silahlı Kuvvetler ve mensupları aleyhindeki yayınları kontrol altına alınmalı.

-İrticai faaliyetleri, disiplinsizlikleri veya yasa dışı örgütlerle irtibatları nedeniyle TSK'dan ilişikleri kesilen personelin diğer kamu kurum ve kuruluşlarında istihdamı ile teşvik unsuruna imkan verilmemeli.

-TSK'ya aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek için mevcut mevzuat çerçevesinde alınan tedbirler; diğer kamu kurum ve kuruluşları, özellikle üniversite ve diğer eğitim kurumları ile bürokrasinin her kademesinde ve yargı kuruluşlarında da uygulanmalı.

"İran'a karşı tedbir"

-Ülkemizi çağ dışı bir rejimden ve din istismarının sebep olabileceği muhtemel bir çatışmadan korumak için, İran İslam Cumhuriyeti'nin ülkemizdeki rejim aleyhtarı faaliyet, tutum ve davranışlarına mani olunmalı, bu maksatla İran'a karşı komşuluk münasebetimizi ve ekonomik ilişkilerimizi bozmayacak, fakat yıkıcı ve zararlı faaliyetlerini önleyecek bir tedbirler paketi hazırlanmalı ve yürürlüğe konulmalı.

- Aşırı dinci kesimin Türkiye'deki mezhep ayrılıklarını körüklemek suretiyle toplumda kutuplaşmalara neden olacak ve dolayısıyla milletimizin düşmanca kamplara ayrılmasına yol açacak çok tehlikeli faaliyetler yasal ve idari yollarla mutlaka önlenmeli.

"Pompalı tüfeklere dikkat"

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Siyasi Partiler Yasası, Türk Ceza Yasasına ve bilhassa Belediyeler Yasasına aykırı olarak sergilenen olayların sorumluları hakkında gerekli yasal ve idari işlemler kısa zamanda sonuçlandırılmalı ve bu tür olayların tekrarlanmaması için her kademede kesin önlemler alınmalıdır.

Kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye'yi çağdışı bir görünüme yöneltecek uygulamalara mani olunmalı, bu konudaki kanun ve Anayasa Mahkemesi kararları taviz verilmeden öncelikle ve özellikle kamu kurum ve kuruluşlarında titizlikle uygulanmalıdır.

-Çeşitli nedenlerle verilen, kısa ve uzun namlulu sulahlara ait ruhsat işlemleri, polis ve jandarma bölgeleri esas alınarak yeniden düzenlenmeli, bu konuda kısıtlamalar getirilmeli. Özellikle pompalı tüfeklere olan talep dikkatle değerlendirilmeli.

"Kurban derisi toplattırılmamalı"

-Kurban derilerinin, mali kaynak sağlamayı amaçlayan ve denetimden uzak rejim aleyhtarı örgüt ve kuruluşlar tarafından toplanmasına mani olunmalı, kanunla verilmiş yetki dışındaki kurban derisi toplattırılmamalı.

-Özel üniforma giydirilmiş korumalar ve buna neden olan sorumlular hakkında yasal işlemler ivedilikle sonuçlandırılmalı ve bu tür yasa dışı uygulamaların ulaşabileceği vahim boyutlar dikkate alınarak, yasa ile öngörülmemiş bütün özel korumalar kaldırılmalı.

-Ülke sorunlarının çözümünü "Millet kavramı yerine ümmet kavramı" bazında ele alarak sonuçlandırmayı amaçlayan ve bölücü terör örgütüne de aynı bazda yaklaşarak, onları cesaretlendiren girişimler yasal ve idari yollardan önlenmeli.

"Atatürk'e yapılan saygısızlıklar"

-Büyük kurtarıcı Atatürk'e karşı yapılan saygısızlıklar ve Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkındaki 5816 sayılı kanunun istismar edilmesine fırsat verilmemeli.

Tutanakta, bu maddelerin ardından "18 Şubat 1997 tarih ve 406 sayılı MGK kararlarının ekidir. 2 sayfa ve 18 maddeyi ihtiva etmektedir." denildiği, belgenin dönemin MGK Genel Sekreteri Hava Orgeneral İlhan Kılıç tarafından imzalandığı bildirildi.

Belgenin, 6 Mart 1997 tarihli yazı ile Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği tarafından karar gereği için Başbakanlığa, bilgi için Genelkurmay Başkanlığına, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğine, MGS.Bşk.lığına gönderildiği aktarılan tutanakta, söz konusu yazıyı da Orgeneral Kılıç'ın imzaladığı belirtildi.

"İrtica tehdidinin boyutları" konulu takdim

Tutanakta, "Milli Güvenlik Kurulu Toplantı Tutanağı" başlıklı "çok gizli" ibareli 1. sayfasında "Tarih 28 Şubat 1997, saat 15.00, yer Cumhurbaşkanlığı Köşkü Çankaya" yazılı tutanağın 28 Şubat Davası'nde görülen suçla ilgili kısmının 22. sayfadan itibaren başladığı ifade edilerek, şunlar kaydedildi:

"Bu sayfada Sayın Cumhurbaşkanı'nın talimatları üzerine kurul üyeleri, MGK Genel Sekreteri Koordinasyon Müşaviri ve MİT Müsteşarı dışındaki zevatın salondan ayrıldığı, kurul gündeminin 3. maddesinde (Özel Müzakere) yer alan 'Atatürk Milliyetçiliği'ne bağlı demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti Devletine yönelik irtica tehditinin boyutları nelerdir ve bunlara karşı alınması gereken önlemler neler olmalıdır' konulu takdimin MİT Müsteşarı Büyükelçi Sönmez Köksal tarafından Kurul'a sunulduğu yazılıdır. (Dosyanın son bölümünde bu sunuma ilişkin 31 sayfadan ibaret çok gizli ibareli sunum metninin yer aldığı bu metinde, sadece irticai konularla ilgili olarak genel değerlendirmelerin yapıldığı görülmüş, bu sunum dava dosyamızdaki yargılama konusuyla doğrudan ilgili olmadığından özeti tutanağa geçirilmemiştir.)

Aynı sayfada Genelkurmay Başkanı'nın (İsmail Hakkı Karadayı) söz alarak, konuyla ilgili olarak Genelkurmay Başkanlığı'nca da bir çalışma yapıldığını, uygun görülürse bu takdimin de yapılmasından sonra müzakereye geçilmesini teklif ettiği, bu teklifi Sayın Cumhurbaşkanı'nın (Süleyman Demirel) uygun bulması ile bu konudaki takdimi yapmak üzere Genelkurmay İstihbarata Karşı Koyma ve Güvenlik Dairesi Başkanı Tümgeneral Fevzi Türkeri'nin salona alındığı, takdimin yapıldığı ve konunun müzakeresine geçildiği yazılıdır. (Tutanakta Fevzi Türkeri'nin yaptığı belirtilen irtica ile ilgili takdimin metni olmadığından, konusunun dava dosyamızla ilgili olup olmadığı belirlenememiş, buna ilişkin herhangi bir ifadeye ve belgeye rastlanmamış, sadece Fevzi Türkeri'nin terör tehdidine yönelik olarak yaptığı 9 sayfalık sunuma ilişkin tutanakların olduğu görülmüştür.)"
http://www.gazetekamu.com/mgk-28-subatta-erbakanin-imzasi-yok.html

28 Şubat Davası kapsamında hapsedilenlerin avukatları: Ya aynı mantıkla tüm imzacılar yargılanmalı ya da bizim müvekkillerimiz serbest kalmalı
02 Aralık2013



Haber Merkezi (Seda Bugari) - Taraf Gazetesi'nden Mehmet Baransu'nun açtığı son 'bavuldan' çıkan 2004 Milli Güvenlik Kurulu (MGK) tartışması Cemaat- AKP arasında süregelirken, benzer MGK kararlarına imza ettiği için hapsedilen askerlerin mahkumiyeti iyice tartışılır hale geldi.

“Gülen'in tüm faaliyetlerinin incelenmesi ve tedbirlerle engellenmesi”ne yönelik olan ve altında Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül'ün de imzaları bulunan kararlara yönelik çıkan haberlere; AKP'den “İmzaladık ama uygulamadık” diye açıklamalar gelirken, Taraf dün kararların uygulandığı ve Gülen okullarının Ömer Dinçer koordinasyonunda fişlendiğine dair belgeler yayımladı. Yeni belgelere yalanlama gelmemesi üzerine, 28 Şubat Davası avukatları YURT'a konuştu: “Ya o kararda imzası olanlar da yargılansın, ya da müvekkillerimiz serbest bırakılsın. Hukuk herkese aynı işlemelidir.”

O MGK SUÇ İSE BU DEĞİL Mİ?
Albay Çetin Doğan’ın avukatı Hüseyin Ersöz, önce davadaki ana suçlamayı hatırlattı: “Davada sanıklara yöneltilen suçlamaların başında 28 Şubat 1997 yılında gerçekleşen MGK toplantısında alınan kararlar ile bu kararların icrası için yapılan işlemler geliyor. Bu kararların tamamı, irtica ile mücadele alanında gerçekleştirilmesi planlanan faaliyetlere dönük olarak alınıyor. Bu kararlar çerçevesinde Genelkurmay ve İçişleri Bakanlığı görevlendirilerek çalışmalar yapması isteniyor. Bu da Başbakanlığın koordinesinde gerçekleşiyor. Kısacası tüm faaliyetler yasal zeminde yürütülüyor. Ancak iddianamede, bu kararların yürütülmesi için gerçekleşen toplantılar ve diğer faaliyetler 'Erbakan Hükümetinin düşürülmesi için yapıldı' şeklinde bir değerlendirme yer alıyor..”

'İKİ MGK KARARI DA AYNI'
Ersöz, Gülen'in “Kolumu kanadımı kırdılar” dediği 2004 MGK kararlarıyla 1997 MGK kararlarını ise şöyle karşılaştırdı:
“Tıpkı 1997 yılındaki MGK Toplantısında olduğu gibi irticai faaliyetlere dönük çalışmalar yapılması için Genelkurmay ve İç İşleri Bakanlığı görevlendiriliyor. Hatta Taraf Gazetesi'nde yayınlanan belgelerden de anlaşılacağı üzere bu konuyla ilgili raporlar hazırlanarak fişlemeler dahi gerçekleştiriliyor.
28 Şubat sürecini eleştiren mevcut hükümetin benzer nitelikteki kararlara imza attığını görüyoruz. Bu Erdoğan hükümetinin samimiyet sınavında başarız olduğunu, 28 Şubat Davası'nın da tıpkı Balyoz ve Ergenekon davaları gibi siyasi saiklerle açılmış olduğunu bizlere gösteriyor.”

KAMU VİCDANI RAHATLAMALI
Her hukukçunun “Madem 2004 MGK Kararları ve sonrasında yürütülen faaliyetler suç değil, o zaman 28 Şubat Davası'nda dönemin komutanları ve YÖK Başkanı neden yargılanıyor?" diye sorduğunu belirten Ersöz, “Bu davada tutuklu olan sanıkların serbest bırakılması kamu vicdanının rahatlaması için çok önemli” notunu düştü.

'BU BELGEYLE BERAAT İSTEYECEĞİM'
Genelkurmay eski Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın avukatı Erol Aras da ortada ciddi bir çelişki olduğu görüşünde:
“Ben bu belgeyi mahkemeye sunarak müvekkilim hakkında beraat isteyeceğim. Çünkü artık olması gereken tek şey bu. Şimdi ortaya çıkan belge şunu gösteriyor ki, 2004 yılında alınan kararlarda aynıdır. Ve bu kararların daha sonradan uygulandığını gördük. Bizim yargılandığımız 1997 tarihli MGK kararları suç ise, 2004 tarihinde imzalanan MGK kararlarının da suç sayılması gerekiyor. Yok eğer o suç değilse, bizim yargılandığımız MGK kararlarının da suç olmaması gerekiyor. Çünkü birebir örtüşen kararlardır bunlar. O yüzdendir ki bu kararlara imza atan tüm hükümet yetkililerinin yargılanması gerekir.”
Yurt Gazetesi

Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu tutanaklarında Alaaddin Kaya'nın anlattığı ilginç 28 Şubat hatıraları



syf-5

[..][..]
ALAATTİN KAYA–Şimdi, daha başka bir boyut kazandıracağım. Medyadan daha fazla şey söylemek istemiyorum, medyanın durumu pek hoş değil.
Siyasetçiler açısından da söylenmesi gereken, bence bildiğim ve önem verdiğim iki husus var, onları da aktarmak istiyorum.
Birincisi, zaman zaman elimize gelen belgeler, bilgiler nedeniyle bazı şeylerde daha faydalı olalım, bazı şeyleri daha öne alalım gayretiyle siyasilerle görüşmelerimiz oluyordu. Ben bu görüşmelerin birisinde Sayın Gülen’le Sayın
Başbakanımız Tansu Çiller beraberken yanlarında bulundum. Bu görüşmede Sayın Gülen kendisinde bulunan bazı bilgi, belgeleri kendisine vermek istedi ve dedi ki “Bakın, bazı yanlışlar oluyor, bazı sıkıntılar oluyor, bazı hareketlenmeler var.”
Bunu daha söylemeye fırsat vermeden Tansu Hanım’ın şu ifadesi oldu Sayın Gülen’e “Lütfen, dengeli olalım Hocam.” dedi.
Hoca Efendi şaşırdı, yani ne yapacağını şaşırdı ve dosyaları topladı ve çıktı dışarıya. Önemli bir kare olarak kabul ediyorum
ben bunu.
Bir tanesi de bizzat benim yaşadığım bir hadise.
BAŞKAN–Nerede oldu, Başbakanlık makamında mı?
ALAATTİN KAYA–Başbakanlıkta değil.
BAŞKAN–Nerede oldu?
ALAATTİN KAYA–İzmir’de Yamanlar Koleji’nin ödül töreninde oldu.
BAŞKAN–Siz davet ettiniz onun üzerine mi geldi? Tansu Çiler, Başbakan...
ALAATTİN KAYA–Yetkilisi değildim, ben sadece gazeteci sıfatıyla gitmiştim ama Sayın Gülen de oradaydı
Sayın Tansu Çiller de oradaydı.
BAŞKAN–Bir önceden randevulaşma değil, bir karşılaşmadan söz ediyorsunuz.
ALAATTİN KAYA–Beraber bir randevulaşma değil ama oraya her ikisi de davetli oldukları için, oradabulundukları için. Yani, bu lafın altını çizerek söylüyorum, “Dengeli olalım.”
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul)–Ne dedi Tansu Hanım?
ALAATTİN KAYA–“Dengeli olalım.” ifade bu.
Şimdi, Sayın Milletvekilim lütfen söyleyeceklerimi şey yapmasın, rahmetli Erbakan Hocam ile ilgili çok enteresan bir şey söylemek istiyorum, o da şu: Yine o günlerde, yine bu günlerde olduğu gibi memleket sever insanların bize gönderdikleri belgeler, bilgiler oluyordu, kasetler
oluyordu. Yani, bugün var da o gün yoktu diye bir şey yok, o gün gün yüzü
göremiyordu, hepsi o kadar. Yani o gün de yine ordunun içinde veyahut çeşitli mihraklarda yaşananlar belgelenerek bize gönderiliyordu. Bir kısmı kapalı kapılar ardında birkaç kişiyle paylaşılıyor, bir kısmı yetkililerle paylaşılıyor... Sayın Hocam, rahmetli Hocam ilk şûraya girecek, askerî şûraya girecek, buna askerî kanat çok ehemmiyet veriyor. Benim elimde bulunan
ses kaydında geçenler şunlar, diyor ki: “Ya bu adam bize sorarsa, bir vatandaşın atılması için kaç imzaya ihtiyaç var?” orada kararlaştırıyorlar, birisi 5 diyor birisi 10 diyor 46 da karar kılıyorlar, 46 imza deniyor, o başlığı atlıyorlar. İkinci sordukları sual, kendi aralarında tartışıyorlar, “İyileştirme adı altında bir kısım askerleri geri aldık diyelim...” diyorlar. Bunun üzerine onda da adet tartışması oluyor ve 6 da karar kılıyorlar. Benzeri 3-5 tane madde ve ciddi korkuları var. Arkasından da “Bu yaptığımız anayasal suçtur, bizi bulsalar yakarlar.” diyorlar, bu ifadelerde var. Bir üçüncüsü ise, daha önemlisi, daha şûra olmamış,atılacakların sayısının 76 olduğu geçiyor konuşmalarda, daha şûra yok.
BAŞKAN–Kasetlerde.
ALAATTİN KAYA–Kasetlerde...
BAŞKAN–Bu kasetler bu o esnada Erbakan’ın elinde mi?
MEHMET ŞEKER (Gaziantep)–Kim dinliyor bunları?
ALAATİN KAYA–Vallahi bugün ele geçen belgeleri kim dinlemişse o gün de onlar dinlemişler, ben bilemem...
BAŞKAN–O kasetler size mi ulaştı?
ALLATTİN KAYA–Bana ulaştı, evet. Ben ne yaptım?
BAŞKAN–Siz ne yaptınız?
ALLATTİN KAYA–Ben ne yaptım, önemli olan o zaten, o tarafını anlatmak istiyorum. Ben bunu birisini incitmek amaçlı söylemiyorum ama neticede bu gerçekler.
BAŞKAN–Biz de olaylar netleşsin diye bu soruları soruyoruz.
ALAATTİN KAYA–Benim de, derdim o zaten. Ben de bu kaseti Erbakan Hoca’ya götürdüm, Başbakandı, daha şûra başlamamış. Oğuzhan Asiltürk Bey ile beraber kendisine izah ettik “Hocam, durum bundan ibarettir, bu insanlar, oradaki
bulunan paşalar, bunların haberleri yok, bu alt tarafta kotarılıyor bu hadiseler. O insanların da bundan haberleri yok. Siz sorsanız, bu 46 imzayı görmek istiyorum deseniz 46 imza çıkartamayacaklar. 6 tane iyileştirme adı altında kullandığınız
ifadeyi, kim bu 6 kişinin ismi deseniz, size yarım tane adam ismi veremezler.” Erbakan Hoca bunu pek dikkate almadı.
Oğuzhan çok rahatsız oldu, defaatle ikaz etmesine rağmen olmadı.
Çok da enteresan başka bir gelişmesi oldu işin:
Hocabirinci gün şûraya gitmedi, ikinci gün gitti. Şûra açıklandı, Hoca’nın bir beyanatı, İzmit’te oluyor bu beyanatı, dedi ki: “Vallahi şûrada çok uğraştım, 150’ydi 76’ya düşürdüm.” dedi, aynen böyle.
Şimdi ben daha fazlasını söylemeyeyim. Aradan bir süre geçti...
BAŞKAN–Varsa söyleyin daha fazlası.
ALLATTİN KAYA–Yok, yani anlayan anlıyor, ben ne yapabilirim ki yani.
Çok iyi niyetliliğimizden olabilir, her şey olabilir, bilemem ne oldugunun.
Ama bildiğim başka bir şey var. Yine o rahmetli oldu, Necati Çelik, Çalışma Bakanıydı. Bir ziyaret sırasında, görüşme sırasında böyle çok her şeyin iyi gittiği inancım belirten konuşmalar yapıyor, ben de çekingenliklerimi anlatıyorum,
diyorum ki: “Arkadaşım bakın; şöyle oluyor, böyle oluyor, şûrada böyle bir sıkıntı var, burada böyle bir sıkıntı var çok iyi kontrolde tutulamıyor bazı hadiseler.” gibi laflar ediyorum ve arkasından ben
bunu biraz evvelki sizlere aktardığım bölümü anlattım kendisine. Hiçbir şey söylemedi, çekti gitti. Bir saat kadar sonra telefon açtı, “Hocam sizden kaseti istiyor.” dedi
.
Ben dondum kaldım, yani ben Hoca’ya daha evvelden bu kaseti götürmüşüm, Oğuzhan ile beraber dinlettirmişim, Oğuzhan Bey’e sorabilir, edebilir. Bendeki belgeyi tekrar almak için uğraşılıyor ve ne amaçla kullanılacak ben hâlen bilmiyorum. Ben de orada dedim ki yani “Rüyaların kaseti mi olur kardeşim, ben rüyamda görmüştüm.” dedim kapattım
hadiseyi, o günün şartları da onu gerektiriyordu.
Şimdi efendim, siyasiler açısından da böyle pek de sağlıklı olmayan iki tane kötü örnek vermiş oldum ama biz bunları geride bıraktığımız inancını yaşayabilmek için daha dikkatli olmamız gerektiğini hissediyorum ve hâlen ben rahat
uyuyamıyorum, yani bu arada da arkadaşlarımla bunu paylaşmak istiyorum. Ben hâlen her şeyin iyi gittiği inancını yaşayamıyorum, çok güzel şeyler oluyor, çok güzel şeyler olacak da, bu inancımı da kaybetmedim ama biz teyakkuzu elden
bırakmayalım diye de bu satır başlarıyla bu bölümü bence bitiriyorum, benim söyleyeceklerim bu kadar.
Kaynak: http://arsivlemesemolmazdi.blogspot.com/

28 Şubat'ın İstihbarat Daire Başkanı Romanya'da kafasına sıktı
13 Şubat 2015



Karşı Gazete'nin haberine göre 28 Şubat davasının aranan komutanı Romanya’da bir bankta ölü bulundu!

Albay Eser Şahan, 28 Şubat sürecinde Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda İstihbarat Daire Başkanı olarak görev yapıyordu.

28 ŞUBAT SORUŞTURMASIDA ARANIYORDU

10 yıldır Romanya'da ikamet ettiği ileri sürülen 66 yaşındaki emekli Albay Eser Şahan'ın cesedi bir bankta bulundu. Yanında bir de tabanca bulunan Şahan, 28 Şubat sürecinde Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nda İstihbarat Daire Başkanı olarak görev yapıyordu.

Albay Eser Şahan, 28 Şubat sürecinde Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda İstihbarat Daire Başkanı olarak görev yapıyordu. Çok sayıda fişleme belgesinde Şahan’ın imzasının olduğu öne sürülüyordu.

28 Şubat soruşturması kapsamında aranan emekli Albay Eser Şahan Bükreş’te ölü bulundu.

CESEDİ BANKTA BULUNDU

Cihan Haber Ajansı'ndan Ömer Said Burgazlı'nın haberine göre, Bükreş’in Drumul Tabrei bölgesinde akşam evinden gezinmek için çıktığı belirtilen Şahan’ın cesedi bir bankta bulundu. Cesedin yanında Şahan’a ait tabanca bulundu.

SIĞINMA TALEBİNDE BULUNMUŞ

10 yıldır Romanya’da ikamet ettiği ileri sürülen 66 yaşındaki emekli albayın, 3 yıl önce Romanya hükümetinden sığınma talebinde bulunduğu kaydedildi. Romanyalı eşiyle birlikte yaşayan Şahan’ın 2 çocuğu olduğu öğrenildi.
haber 93

Doğan'ın Villasında İrtica Brifingi
12 Şubat 2010
Çevik Bir, Erol Çakır, Hüseyin Eren ve Aydın Doğan... Tek bir amaçları var: 28 Şubat kararlarını dindar insanlar üzerinde en ağır şekilde nasıl uygularız...

1-28 Şubat'ın mimarlarından Org. Çevik Bir, Aydın Doğan'ın villasında, dönemin İstanbul Valisi Erol Çakır'a, uygulanacak baskılar konusunda 4 saat brifing verdi.

2 - O dönemde Sultanbeyli'de terör estirmeye başlayan Kaymakam Hüseyin Eren hakkında, 52 suç duyurusu yapıldı. Ancak, Vali Çakır bunları sümenaltı etti.

3 - Sultanbeyli'de uygulanan baskı ve hukuksuzluklar gündeme getirilirken, kartel medyası Kaymakam Hüseyin Eren'i ‘kahraman' ilan etti.

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin(ÇYDD) 2003 tarihli toplantısında, Sultanbeyli'de görev yaptığı dönemde demokratik ve hukuki olmayan yöntemleri kullandığını itiraf eden ve şimdilerde Bursa Vali Yardımcılığı görevine getirilen Hüseyin Eren ile ilgili çarpıcı gerçekler bir bir ortaya çıkıyor. 28 Şubat döneminde sözde başarıları ile laikçi çevrelerce yılın kaymakamı bile seçilen Hüseyin Eren hakkında rekor düzeyde suç duyurusu olduğu bildirildi. Yaptığımız kısa bir araştırmada, Eren hakkında cumhuriyet savcılığına 52 defa suç duyurusunda bulunulduğu, suç duyurularının tamamının o dönemde İstanbul'da mütedeyyin insanlara zulmeden Vali Erol Çakır tarafından soruşturma izni verilmeyerek engellendiği ifade edildi.

ÇEVİK BİR BRİFİNG VERMİŞTİ
Bilindiği gibi dönemin İstanbul Valisi Erol Çakır 10 Mayıs 1998 yılında 1. Ordu Komutanı Org. Çevik Bir ile, medya patronu Aydın Doğan'ın Çamlıca'daki villasında dört saat görüşmüş, post modern darbenin mimarı Çevik Bir tarafından baskı ve yasakları nasıl uygulayacağı yönünde brifing almıştı. Erol Çakır bu tarihten sonra il genelinde adeta bir kıyım yapmış, binlerce başörtülü kamu personelini işten atmış, İmam Hatiplerde dahi başörtüsü takılmasını yasaklamıştı. Çakır, Küçükköy İmam Hatip Lisesi'nde başörtülü kız öğrencilerin üzerine panzer yürüterek ün salmıştı. Avrupa yakasında özellikle Fatih Çarşamba, Anadolu yakasında ise kaymakam Hüseyin Eren vasıtasıyla Sultanbeyli ilçesinde yaşayan vatandaşlar hedef alınmıştı.

İDARE MAHKEMESİ DE DAVA AÇMAYA GEREK GÖRMEMİŞ
Sultanbeyli Kaymakamı Hüseyin Eren tarafından işten atılan kamu personeli ve mülkleri yağmalanan vakıf yöneticilerinin suç duyuruları Erol Çakır tarafından soruşturma izni verilmeyerek engellenince, birçok mağdur bu defada idare mahkemesine başvurduğu, burada da hakim engeline takılan mağdurların başvurularının reddedildiği öğrenildi. Hüseyin Eren ise, o dönem basına verdiği demeçlerinde aleyhinde yapılan suç duyurularını reddeden İstanbul'daki idare mahkemesi yargıçları ile İstanbul Valiliğine şükran borçlu olduğuna değiniyor.

SULTANBEYLİ'DE EYLEM GÜNÜ
Yaşanan zulüm ve baskılara tepki gösteren sivil toplum kuruluşları bugün Sultanbeyli'de eylem yapacak. Mazlumder, Sultanbeyli Platformu, Darbe Savarlar Birliği, Adalet Platformu ve aralarında Sultanbeyli eski Belediye Başkanı Ali Nabi Koçak'ın da bulunduğu çok sayıda kişi Cuma namazı sonrası Sultanbeyli Merkez Camii önünde bir araya gelerek 28 Şubat sürecinde Sultanbeyli'de yapılan hukuk dışı uygulamalar protesto edecekler. Protesto gösterisi saat 13.00'te başlayacak. Protesto gösterisi sonrasında Sultanbeyli Adliyesine gidilerek dönemin 2. Zırhlı Tugay Komutanı emekli Tümgeneral Doğu Silahçıoğlu ve dönemin Sultanbeyli ilçe Kaymakamı Hüseyin Eren hakkında suç duyurusunda bulunulacak.
Kaynak: Vakit

Av. Mehmet TIĞLI: SOYKAN VESİLESİ İLE
26 Mayıs 2017



Konjonktürel davalar ile ilgili yazımıza Akademya Dergisi Editörü Sayın Soykan vesilesi ile devam edebiliriz.

28 şubat sürecinde, sıradan gösterilere bile anayasal düzeni ortadan kaldırmaya yönelik davalar açılmış, kanun kapsamına girmeyen fiiller zorlama ve uydurma yorumlarla dahil edilmiş siyasetin direktifi polis fezlekesi olmuş, polis fezlekesine iddianame kaşesi, iddianameye de hüküm mührü vurularak hedef alınan kitle mensuplarına ağız uçuklatacak cezalar verilmiştir.

Konjonktür değişmiş lakin hükümler mer’iliğini korumuştur. Sayın SOYKAN’ın tutuklanarak cezaevine gönderilmesi de 28 Şubat hukuksuzluğun da hazırlanan soruşturma, iddianame ve ilamın neticesidir. 28. Şubatın bir darbe olduğu her kesim tarafından bilinen bir gerçek olması ve AKP’nin bu darbeye karşıymış gibi bir söylemle iktidara gelmesi bu sürecin mağdurlarının mağduriyetlerini ortadan kaldırmaya yetmemiş, adeta mağdurların kendi başının çarelerine bakmaları istenmiş, hukuksuzluğun giderilmesi kendilerinin mücadelesine bırakılmıştır.

Sayın Soykan kesinleşmiş bir mahkeme kararının infazı için cezaevine gönderilmiştir. Kolluğun ya da yakalama kararını infaz edecek savcılığın yapabileceği bir şey yoktur kararı uygulamak dışında. Yapılacak husus Siyasi iradenin o dönemin yargılamalarının hukuksuz olduğunu hatta kararı veren hâkimlerin sırf bu nedenle şu an yargılandığını da göz önünde bulundurarak o dönem siyasi soruşturma ve yargılamalarını geçersiz kılacak sicil afları getirmesi gerekmektedir. Sorumluluk Mecliste ve siyasi iradededir. Seslenilmesi gereken adres orasıdır.

Soykan’ın tutuklanması ile ilgili Akit Gazetesinin “fetocu hâkimler işbaşında mı” tarzı verdiği haberler konuyu saptırma ve sulandırmadan başka bir işe yaramaz. Mağdurların problemlerini çözmez, sadece hadiseyi sulandıranlara 28 Şubatçı ve “fetocu hakimler”in kararları nedeni ile oluşan mağduriyetlerin siyasi kredilerini yemelerine vesile olur. Sayın Soykan gibi cezaevinde “adaletin” tecelli edeceğini bekleyen binlerce mağdur vardır. On binlercesi ise o dönemin hukukdışı kararlarını Demokles’in kılıcı gibi ensesinde hissetmekte, birçoğunun da memleketinden uzakta mağduriyetleri devam etmektedir. Bu mağduriyetlerin vebali siyasi iktidarın, en önemlisi de kendi çocuğunu hukuksuzluğa uğradığı gerekçesiyle bir anda kanunun elinden çekip alan BEŞ TEPE’nin üzerindedir.

Birileri mağdur olurken,diğerlerinin, bu mağduriyetlerin toplum nezdindeki kredilerini yemesi en büyük ahlaksızlık ve adaletsizliktir.

En büyük kötülük ise adaletsizliğin ta kendisidir ve muhakkak bir karşılığı vardır.

Bu durumun ve herkese farklı işleyen adalet anlayışının görülmediğini zannetmeyin sakın. O kadar çok mağdur var ki ADALET, HUKUK deyince her kes kulaklarını dikiyor.

Bizden söylemesi ve uyarması…

Kaynak Adımlar dergisi

28 Şubat'ta atılan akademisyen: "Bin yıl sürecek" demişlerdi, AKP'yle devam ediyor!
29 Mayıs 2017



"Şu anki durum eski devlet reflekslerinden başka bir şey değil; buna 'Yeşil Kemalizm' diyorum"

28 Şubat döneminde işten atılan Berrin Sönmez, dönemin

Başbakanı Bülent Ecevit başkanlığında 28 Şubat 1997’de toplanan Milli Güvenlik Kurulu'nda (MGK) söylenen, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’na atfedilen "28 Şubat gerekirse bin yıl sürecek" ifadesini hatırlatarak "28 Şubat devam ediyor, devlette devamlılık dedikleri şey bu olsa gerek. Şu anda yapılan şey eski devlet reflekslerinden başka bir şey değil. AKP devletin teslim aldığı kesimlerin oluşturduğu bir parti. Şimdi de devletin teslim aldığı bu kesim devlete vefa borcunu öder gibi, devlet ideolojisini resmîleştirdi, tek devlet, tek bayrak ve rabia sloganlarıyla" şeklinde konuştu.

Yeni Asya gazetesinin haberine göre, 28 Şubat sürecinde Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde akademisyen iken işten atılan isimlerden biri olan Berrin Sönmez, "28 Şubat bin yıl sürer dedikleri zaman çok kızmıştık, sürmedi sürmeyecek, bakın bitiyor dediğimiz zaman kendimizi güçlü hissediyorduk. Şimdi ben büyük bir hayal kırıklığı içindeyim çünkü o günün mazlumu olan insanlar o günün fikirlerini tekrar iktidara taşıdı. 28 Şubat devam ediyor, devlette devamlılık dedikleri şey bu olsa gerek. Devlet her siyasi partinin kılığına girerek kendisini sürdürüyor. Şu anda yapılan şey eski devlet reflekslerinden başka bir şey değil. Buna 'Yeşil Kemalizm' diyorum” ifadelerini kullandı.

"Dindar insanlar haksızlığa alıştırıldı"

Normalde "merhamet ve vicdan ölçüsü" güçlü olması gereken dindar ve mütedeyyin insanların yapılan bunca haksızlığa alıştırıldığını belirten ve bunun için "yavaş yavaş ısıtılan suya alıştırılan" kurbağa örneği veren Sönmez, "Dindar kesim şu anda ısıtılan suda bir kazanın içinde. Aslında tepkiler var, ama çok açık karşı koyuşlarla bunu ifade edemiyorlar" dedi ve bunun gerekçelerini Artı Gerçek’te yer alan haberde şöyle açıkladı:

"Bir kere camiaya gönülden bir bağlılık, maddi bağlılık var ama her şeyden öte korku var. AKP iktidardan düşerse her şey eskisi gibi olacak, başörtüsü yasağı geri gelecek endişesi var. Bu endişe inançlı insanların kendilerinin başkalarına zarar vermesine engel olamıyor. Buna gönülden buğzetmekle yetiniyor. Gönülden buğzetmek yeterli değil. Bu açık bir tepkiye dönüşebilir ama bu korku daima pekiştiriliyor ve yeniden üretiliyor. Her seçim sürecinde yeni korkularla halk bağlı tutuluyor iktidara.”

"Sadece devlet adına zulmedenlerin kimliği değişti"

Sönmez, o günden bugüne zulmün devam ettiği ve sadece zulmedenlerin kimliğinin değiştiğini şu sözlerle dile getirdi:

"O günden bugüne değişen tek şey devlet adına zulmedenlerin kimliğinden başka bir şey değil. Bizim ülkemizde daima halk devletten kötek yiyor. Devlet bir torna- tesviye tezgahı gibi. İnsanları, dini, etnik grupları kendi istedikleri biçime sokacak biçimde sürekli bu tezgaha alıyorlar. 28 Şubat sürecinde dindar kesim dönüştürüldü. Aslında AKP, 28 Şubat sürecinin dönüştürdüğü, mutedil hale getirdiği bir dindar kesimin partisi. Mutedil hale gelerek gömlek değiştirerek iktidar olabildiler. Devletin teslim aldığı kesimlerin oluşturduğu bir parti. Şimdi de devletin teslim aldığı bu kesim devlete vefa borcunu öder gibi, devlet ideolojisini resmîleştirdi, tek devlet, tek bayrak ve rabia sloganlarıyla. 28 Şubat’ın sürecini brifinglerle hatırlıyoruz. Yargıçlar, akademisyenler, silâhlı kuvvetler tarafından sürekli brife edilirlerdi. O brifinglerde aldıkları bilgilerle karar verirlerdi. Böyle bir yapıda iktidar olan AKP, o brifinglerde, atılan ‘tek bayrak, tek devlet, tek dil, tek devlet’ sloganını resmileştirdi, tüzüğüne aldı. Burada değişen hiçbir şey yok kimlikten başka. 28 Şubat süreci bunların uzun ömürlü olanını getirdi.”

ETİKETLER
28 Şubat berrin sönmez bülent ecevit milli güvenlik kurulu mgk genelkurmay başkanı hüseyin kıvrıkoğlu rabia
T24
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR Tüm zamanlar GMT
Sayfaya git 1, 2  Sonraki
1. sayfa (Toplam 2 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com