EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Ey OsmanlI Geri Gel!/israel Shamir

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> İSLÂM DÜNYAS!
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Ekm 24, 2008 11:51 pm    Mesaj konusu: Ey OsmanlI Geri Gel!/israel Shamir Alıntıyla Cevap Gönder

İsrael Shamir
Ey Osmanlı Geri Gel!



Kermil Dağı’nda, köyden az büyük Zichron Yaakov adında bir sevimli kasaba vardır. Şimdi şarapları ve Fransız restoranlarıyla tanınan bu yer 1. Dünya Savaşı’nda İngiliz yanlısı bir Siyonist casus şebekesi olan NILI’nin ini idi. Şebeke üyeleri öndegelen Siyonist göçmenler ve Osmanlı vatandaşı olan bu kişiler Mısır’daki İngiliz ordusu ile ilişki kurup onlara Türk kuvvetlerinin konum ve harekat bilgilerini sızdırarak sonuçta imparatorluğun yenilgisini hazırladılar. İlişkili oldukları kişilerden biri Haim Weizman’dı. O, isteksiz İngilizlerden zorla Balfour Deklarasyonu’nu koparacak ve Yahudi Devleti’nin ilk cumhurbaşkanı olacaktı. Bugüne dek NILI İsrail’de saygıyla anıldı. Okul çocukları onun müzesine götürülerek onlara Yahudilerin ancak Yahudilere sadık olacağı öğretildi; eğer bu sadak için gerekiyorsa herhangi bir güce ihanet edilebilirdi.

Onların ülkeleri Osmanlıya ihanet için iyi bir nedeni vardı; çünkü eğer imparatorluk yaşasaydı, ne Yahudi Devleti denen canavar, ne tecrit duvarı ardına sürülen milyonlarca toprağın yerlisi, ne aynı derecede ezilmiş ve gecekondulara doldurulmuş göçmen işçiler ve karşılarında malikaneler içinde birkaç zengin Yahudi olmayacaktı. aynı şekilde çaresiz bir Irak’a ABD saldırısı ve sonuçta yüzbinlerce ölü ve acı hiç olmayacaktı, çünkü Irak o güçlü imparatorluğun parçası olacaktı.

İmparatorluğun yıkılışından sade Ortadoğu çekmedi. NATO uçakları asla Belgrad’ı da bombalayamazdı, eğer imparatorluk bizimle olaydı. Hatta ilk ayrılan eyalet Yunanistan’ın şimdi Euro tarafından ekonomisi mahvedilmiş ve zengin Kuzeylilerin otelcisi haline getirilmezdi. Onun da, Rumların, İskenderiye’den İstanbul’a dek imparatorluğun kalburüstü ahalisi olduğu günleri özlemek için iyi bir nedeni var.

İmparatorluk kurucu unsur olan Türklere Avrupa hayrandı ve onlardan korkuyordu, oysa şimdi onlar da Frankfurt ve Londra’nın çöpçü-bulaşıkçılarının istenmeyen rakipleri haline gelmiş durumda.

Şimdi kimi Türk liderler AB’ye girmek hülyalarıyla kendilerini avuturken, belki de artık imparatorluğu geri getirmeyi düşünmeye başlamamızın tam sırası. Aslında imparatorluk çok büyük ve etkisiz olduğundan yıkılmadı: En görkemli zamanlarında bile Brezilya ya da Rusya’dan küçüktü. O yıkıldı, çünkü toy yerel elitler zehirli ulusçuluk meyvasından yediler; bunu onlara Batılı lafazanlık üstadları sunmuştu.

Avrupa’nın icadı olan ulusçuluk, muhtemelen Ortaçağ’ın kara veba salgınından daha çok insan öldürdü. Dahası, o imparatorluğa makul bir seçenek de sunamadı. Oysa orada düzinelerle kavim, kabile barış içinde birlikte yaşıyordu. Kopan ülkelerin hiçbiri başarılı bir devlet kuramadı. Ve Batılı yırtıcılar, giderek daha ve daha da küçük gruplar arasına kavga ekmeye devam ettiler, şimdi Türkiye ve Irak’taki Kürt hadiselerinde görüldüğü gibi. Nasır ve Baas Pan-Arabizmi, Bin Ladin İslamcılığı, Ziya Gökalp ve Halide Edip Pantürkizminin hepsi de Batı’nın ilerleyişini durduracak güvenilir bir ideoloji oluşturmakta aynı başarısızlığa uğradılar. Belki Batılı kardeşlerin kitabından kendimize bir yaprak ödünç almalıyız. AB ile Avrupa, bin yıl önce çökmüş Şarlman imparatorluğunu yeniden kurdu; bizim İmparatorluğumuz ise hala insanların zihninde, görkemli saraylarda, kalelerde, camilerde ve kiliselerde dipdiri. Tekrar kurulan imparatorluğumuz tüm Bizans sonrası kazanımları kucaklamalı: Türkiye’nin, Ortadoğu’nun, Balkanların, Rusya, Ukrayna ve Orta Asya Türki cumhuriyetlerinin birlikte parlak bir geleceği var.

Bizans’ın iki parlak varisi Rusya ve Osmanlı İmparatorlukları, yüzlerce yıl birbiriyle savaştılar. ama aynı şey, Batı Roma’nın varisleri Fransızlar ve Almanlar için de doğru. Eğer Batının ezeli düşmanları birleşiyorsa bu niye Doğu’da da olmasın?

Bu yaz Rusya ve Ukrayna’yı gezdiğimde, Ruslar ve Türkler (ya da Rus tabiriyle Tatarlar) arasında çok benzerlik gördüm. “Bir Rus’u hamamda keseleyin, altından Türk çıkar,” Churchill’in purosundan derin bir duman çekerken söylediği söz. “Tersi de doğru,” der büyük Rus tarihçisi ve Rus Doğuculuğunun babası Leon Gumilev. Gerçekten Rusya, Müslüman Türkler ve Ortodoks Slavların ortak ülkesi olarak doğdu. Gumilev, Batılı “Tatar (Türk) boyunduruğu” efsanesini yıktı ve Moskova devletini Cengiz evladı Altınordu’nun varisi ilan etti. “Rusya cesur Türklerle birliği sayesinde yenilmezdir,” diyen Gumilev, Batı’yı Rus kimliğine en büyük tehdit gördü.

Milli Bolşevik lider ve ünlü yazar Edward Limonov geçenlerde yazdığı yazıda Rusya için “Alman kaplamalı Türkiye” dedi. Ruslar halen “şarovari”yi (şalvar) çok sever, ki aynısı Anadolu köylüsü ve eski Osmanlının giyimidir. Aynı Türkler gibi çömelir, bağdaş kurarlar der Limonov. Rusların Türklere bu yakınlık hissi Avrupa’nın Türk kuşkusundan çok farklıdır. Sinemada da bunun etkisi görülür: Yeni Rus süper prodüksiyonu “Türk Gambiti” Plevne’deki Rus-Türk savaşını, Hollywood’un (Amerikan düşmanlarına, ç.n.) takındığı ırkçı tavırdan çok farklı sergiler ve Gazi Osman Paşa’yı bir kahraman olarak gösterir.

Türk-Slav beraberliği çok gerilere gider. Ukrayna’nın kuzeyinde eski Rus prensliklerinin başkentleri Novgorod, Çernigov ve Kiev’i ziyaret ettim. Bu şehirlerin Rus beyleri Türk prensesleriyle, steplerin kızlarıyla evlenmişler ve Türk savaşçıları, onların saray heyetlerinin hep bir parçası olmuş. 12. y.y.dan kalma bir Rus destanında Novgorod Prensi İgor Türk steplerine akın yapar, ama yenilgiye uğrar. Onu esir eden Konçak Han, onu kızıyla evlendirir ve Novgorod’a dönerler. Rus soylularının önemli bölümü hala Türk adları taşır, “Lolita”nın yazarı Nabokov ya da 2. Nikola zamanının en zengin prensi Yussupov gibi.

Son çıkan kitabı “Avrasya Senfonisi”nde St. Petersburg’lu yazar Van Zaichik küremizin bu bölümü için farklı bir kurgusal tarih yazar: Eğer Türk Altınordu İmparatorluğu’nun hakanı bilge Sertak Han (Aziz Aleksandr Nevski onun arkadaşıdır) kendisine düzenlenen suikastten kurtulsa ve Ruslarla Türkler müreffeh bir devlette birlikte yaşamaya devam etselerdi ne olurdu? Van Zaichik devam eden imparatorluğa “Ordus” (orj: Hordus) der. “Ordus”, “Ordu” ve “Rus” kelimelerinin bir bileşenidir. Avrasya’nın çok daha geniş bölgelerine yayılmıştır. Hordus’ta modernlik gelenek ve dinle buluşur; aile kurumu ayaktadır; tektük zengin kapitalistler varsa da sınırsız servet birikimi hoşgörülmez. “İşbirliği (imece) yapıyor, bencilliğimize engel oluyoruz”, Ordus’un sloganıdır; bu Doğu’nun modelidir. Camiler ve kiliseler çok sayıdadır; vatandaşlar ise birlik içinde yaşar. Bu farklı dünya seçeneği Ruslar için o kadar çekici olmuştur ki, caddelerde, tamponlarında “Xochu v Hordus” (“Ordus’ta yaşamak istiyorum”) yazan kaç araba gördüm. Bu arada Ordus’un bir de Kudüs “vilayet”i (orijinal kelime, ç.n.) vardır. Hitler Almanyası’ndan kaçan birçok Yahudi buraya sığınır (evet bu farklı dünyada da Hitler Almanyası vardır), ama burada yerli halkla eşit vatandaşlar olarak yaşarlar.

Yeni ve parlak Rus tarihçisi Fomenko “heretik” bir tarih seçeneği sunar : Onun dünyasında bir büyük devlet ya da “İmparatorluk” hep vardır ve Boğaz kıyısındaki şehir onun doğal başkentidir. Geçmişte böyle olsun ya da olmasın, gelecekte böyledir.

Avrasya’da hakimiyet kavgaları vermek yerine Türkler, Slavlar, Araplar (ve küçük komşuları) güçlerini birleştirebilir, Konstantiniye’yi (İstanbul bu ismin farklı okunuşudur) ortak başkent ve imparatorluk hükümeti payitahtı yapabilir. Konstantiniye bizim Brüksel, New York ve Pekin’e cevabımız olabilir. Yüzyıllar sürmüş hakimiyet kavgaları Avrasya’da nice savaşlar çıkarmış iken, birlik tüm istekleri tatmin edebilir: Ruslar da Türkleri oradan çıkarmadan İstanbul’u başkent edinebilirler; Türkler ise Kırım ya da Taşkent’le komşu olur, Yakutistan’ın uzak elmas madenleri ve Pravoslav Türklerinin diyarları, tek bir Rusla savaşmadan elde edilir. Ortadoğu birkez daha, hep ait olduğu Avrasya’ya dahil edilir; Washington’dan, Londra’dan, Brüksel’den gelecek emirlere boyun eğmez. Çok uzak bir yer olmaktan çıkan Türkiye Bağdat’la Kiev’den, Belgrat ve Kahire’den, Vladivostok ve Ankara’dan gelenlerin buluşma yeri olur.

Bir kez daha çift başlı kartalı Doğu uygarlığımızın, Ortodoks ve Müslümanların birliğinin sembolü olarak yükseltelim, hükümdarımıza iki ünvanı, İslam halifesi ve Ortodoksların imparatoru sıfatını verelim, küçük milliyetçilikleri geçmişe gömelim ve tarihte yepyeni bir çağ başlatalım. Bu Doğu Milletler Topluluğu (Commonwealth), Doğu Roma’nın, Bizans’ın Rus ve Osmanlı imparatorluklarının bu varisi devasa maddi ve manevi kaynaklara hakim olacak, bir süpergüç olacak, Birleşik Avrupa, ABD ve Çin’in karşısına çıkacaktır.

Bu Milletler Topluluğu hem manevi hem maddi amaçlarla birleşecektir. Doğu ve Batı metafizik temellerde bölünmüştür. Batıda Mammon (Para Tanrısı) galip gelmiştir. Batı iştaha korkunç bir imanı, bireyci başarıya dizginlenemez hırsı, alabildiğince tüketme hak hatta görevini kabul etmiştir. Dayanışmaya, “insanın mutlak özgürlüğü” adı altında egoizmi tercih etmiştir. O kadını erkeğe benzetmeye çalışarak yok etmiş, erkeği kadınla rekabete sokup yok etmiştir. Tanrı’yı reddetmiştir, kiliseleri bomboştur, şehirleri iş merkezlerinin etrafına kuruludur; bizimkiler ise bilgi, sanat ve duanın etrafına kurulu.

Doğu daha Hıristiyan kalmıştır; bence İslam Ortodoks Hıristiyanlıktan, Jean Calvin’in Kalvinist Protestanlığının olduğundan daha uzak değildir. Doğu Mammon’u reddeder, çünki biz Tanrı’ya inanırız; bizce manevi ihtiyaçlar maddeden önce gelir, hiçbirimiz Hz. İsa’yı reddetmeyiz. Kadınlara saygı gösteririz, çünkü Hz. Meryem’i reddetmeyiz. Doğu hala tabiatı sever, ahlaksız zenginliği kötüler, emeğe saygı duyar, uyumu başarının üstünde tutar. Adam gibi erkekleri ve hanım gibi kadınları severiz, çünkü gelenek ve aileye saygılıyız.

Batı göçebe bir uygarlık düşler; burası aile ve topraktan kopuk atomize bireylerin bir açık toplumudur. Doğu Milletler Topluluğu’nda biz başka yönde ilerleyeceğiz. Göçü zorlaştırıp sermaye hareketini teşvik edeceğiz. Özerklik taraftarıyız; çünkü özerk iradeler kendi yerel ihtiyaç ve isteklerini daha iyi bilirler.

Batı özel mülkiyetin kutsallığını savundu. Biz de o küçük iken ona saygılıyız, ama aşırısını reddediyoruz. Biz süper zenginlere ağır vergi koyacağız, gerekirse malını millileştirecek, şirin bir Anadolu ya da Sibirya köyüne yeniden eğitime göndereceğiz. Milli kaynaklar özelleştirilmeyecek, yabancılara toprak satışı yasaklanacak, köylüler toprağından edilmeyecek. Kenti değil köyü teşvik edeceğiz. Batı özel hayatın her alanına müdahale ederken biz Doğu’nun kadim özgürlüklerini savunacağız. Komşularımıza çok iyi dost olacağız; ama bunu istemezlerse de yaman düşman olacağız.

Bu hayal, Avrupalı, Kuzey Amerikalı ve Çinli süpergüçlerin vatanlarımızı sömürgeleştirmesine karşı tek çıkış yoludur. Yoksa sömürgeleşme devam eder.

ÇEVİREN: ALTAY ÜNALTAY
Kaynak: Yarın dergisi-Eylül 2005
www.yarindergisi.com

Osmanlı’nın yıkılışı en çok Araplara zarar verdi
Dr. Sair Duri *



ARAP VE TÜRKLER SİYAM İKİZİ GİBİ
Araplar ve Türkler siyam ikizleri gibidir. Ortak tarihleri bin yıla uzanır. Aralarındaki ilişki ise Ukrayna ile Rusya arasındaki ilişkiden daha derindir. Fakat Batı, 1. Dünya Savaşı sonunda her ikisini ayırmak için amansız bir operasyonda bulundu ve bu operasyon iki milleti, minimum düzeyde yaşam sürdürmek için Batı’nın gıda ve oksijen tüplerine ihtiyaç duyan kötürüm iki millete çevirdi.

OSMANLI OLARAK MODERNLEŞSEK, DAHA İYİ OLMAZ MIYDI?

1917 yılında, Araplar ile Türkler arasındaki kopukluğu haklı çıkaracak ikna edici tek iç sebep Batı’nın, büyük parçaları yutulması kolay küçük parçalara bölme eğilimidir. Yolsuzluk ve yöneticilerin zulmüne dair bütün söylenenleri kabul etsek dahi, iktidar sorununu bir iç sorun ve çözümünü de Osmanlı içinde görme imkanımız yok muydu? Bu devletin geri kalmışlığıyla ilgili konuşmalara gelince; parçalanmak modernleşmenin şartı mı? İlişki kurulması imkansız kırılgan küçük birimlere bölünmek yerine büyük nüfusla birlikte geniş Osmanlı atmosferi içinde modernleşme kavgasına girmek daha güzel olmaz mıydı? Osmanlı devletinde kötü yönetimden yolsuzluğa ve iktidarı kötüye kullanmaya kadar bahsi geçen bütün sorunların, bağımsız ve kendi kaynaklarına iyi şekilde egemen olan büyük bir devlet içinde düzeltilmesi mümkün.

FRANSA-ALMANYA İLİŞKİSİ ÖRNEK OLMALI

Her halükarda Batı’nın gözetiminde 1917 yılında olanlar oldu. Ancak Türkler, devletin merkezi ve kurumları ellerinde olduğu için kendi işlerini idare edebildiler. Tarihi şartlar sebebiyle Batı, modern Türk devletinin Sovyetler Birliği’nin önünde set olması için yeniden rehabilite edilimesini kabul etti, ancak buna karşın kendi Arap-İslam coğrafyasından tamamen izole etti. Hal böyleyken Arapların akıbeti Türklerin akıbetiyle ölçülemeyecek derecede daha kötüydü. Zira Batı, Araplara vaat ettiği ulus devletin üçte birini dahi vermedi. Onları parçaladı ve Siyonist oluşumu kalplerine ekti.

Araplar Osmanlı devletinin yıkılmasından en fazla zarar görenlerdir ve Arap siyasileri Batıyla işbirliği yaparak bu devletin yıkılması için en fazla çaba sarf edenlerdir. Üstat Muin Beşur 1. Dünya Savaşı sonrası Arapların durumunu, hareket halindeki Türk lokomotifinden kopan tren vagonlarına benzetiyor. Vagonlar raylara atılmış vaziyette kalırken, lokomotif yoluna devam etti.

Tarih geri gelmez ve geri getirmek girişimi boşunadır. Fakat buna karşın bozulmalar düzeltilebilir, dayatılan zorlamalara karşı çıkılabilir. Araplar ile Türkler arasında 1917’den bu yana yaşananlar, dayatılan zorlama bir süreç olup Arap ve Türk milletlerinin çıkarlarıyla hiçbir ilişkisi yoktur. Bu süreç komşular arasında yoğun ilişkiyi öngören hayatın mantığına aykırıdır.

1997 yılında bir gazeteci, Necmettin Erbakan’a Suriye ile Irak’la hayal ettiği ilişkinin şeklini sormuş ve Erbakan, ‘Fransızlar ile Almanlar arasında şimdiki ilişki gibi bir ilişki’ şeklinde yanıt vermişti. Almanya ile Fransa yaş ve kuruyu yakan bitirici savaşlara girdiler, ancak bugün aralarında AB sancağı altında birlik düzenine varan bir eşgüdümlü ilişki söz konusu. Ortada bireylerin, kültürün, malların ve sermayenin dolaşımına açık sınırlar var. İşte istediğimiz bu. Peki bu birliktelik onlara reva da neden bize haram? Siyaseti bir yana bırakın ve Erdoğan’ın davranışını istediğiniz gibi açıklayın. Ancak Erdoğan’ın izole edilmesi çağrısı yapanlara bir sorumuz var: Acaba Anadolu’daki ihtiyar bir kadının kalbinin Kudüs için atmasını engelleme imkanının var mı? Şayet bunu yapabilirseniz, bizler izolasyon yolunda arkanızdan gitmeye hazırız.”

* Londra’da Arapça yayımlanan El Arap gazetesi, 19 Şubat 2009, Arapçadan çeviri: HALİL ÇELİK

NTV

Mustafa ÖZCAN
Vakit
Neo Osmanlıcılığa neden karşılar?
24 Şubat 2009

Cengiz Özakıncı gibiler, Samuel Huntington’dan menkul: “Türkiye İslâm’ın Lideri Olmalı” gibi sözlerden yola çıkarak Huntington gibilerini hilafetçi olarak nitelendiriyorlar ve bundan dolayı da Noah Feldman gibilerini de yanına katarak Siyonist çevrelerin hilafetçi olduklarını ileri sürüyorlar.

El insaf! Belki de bu sözler Siyonizmin hizmetinde olan sözlerdir. Bu tarihçiliğin Turgut Özakman’ın tarihçiliğinden hiçbir farkı yoktur.

Tarih mühendisliğinden ibarettir. Yahudilerin tarih boyunca ilişkilerine kuşbakışı baktığımızda kısaca şu gerçeği görürüz: Hıristiyanlık ve Sasani mücadelesinde ve akabinde İslâm ile Hıristiyanlık mücadelesinde Yahudiler kah o tarafla kah bu tarafla olmuşlardır.

Merkezkaç gücü temsil eden Yahudiler 614 yılında Kudüs’ü fethedip, Haç’ı indiren ve Hıristiyan halkı kılıçtan geçiren Sasanilerin tarafını tutmuşlardı. O zaman Müslümanlar ise Rum Suresinin de ortaya koyduğu gibi Ehl-i kitap olma özelliğinden dolayı Hıristiyanları yani Bizansı, Sasaniler karşısında desteklemiştir.

Haçlılar döneminde ve 1492 yılında ve sonrasında da Haçlılar karşısında Yahudiler Müslümanlarla birlikte oldular. Bu sayede Osmanlı topraklarında barınabildiler. Siyonizm ideolojisiyle birlikte ise bu ittifak nihai olarak çökmüş ve sona ermiştir. Modern dönemde ise tam tersine dönerek; İslâm dünyasına karşı Batı ile olmuşlardır. Hilafet ayakta kalsaydı İsrail devleti kurulamaz ve Siyonizm emellerine ulaşamazdı.

Dolayısıyla Siyonistlerin, hilafeti ve Osmanlıyı ihya etmek istediklerine dair iddialar ancak bir mizah konusu olabilir. Tarihi gerçeklere aykırı olduğu gibi en hafif tabiriyle bühtandır. Delilden önce mantık gelir. Ve burada Özakıncı’nın kendisine göre serdettiği deliller mantıktan ari yani çıplaktır. Dolayısıyla Huntington gibi ‘Herkes kendi çöplüğünde ötsün’ diyen medeniyet ırkçılarını kriter alanlar yanlış bir perspektifin esiri olmuşlardır. Keza Papa 16’ıncı Benediktus da Türkiye’nin İslâm alemine dönmesini istemiştir. Zira her ikisi de kutuplaşmacı ve çatışmacıdır. Birisi dini anlamda diğeri medeniyet ve seküler anlamda. Yoksa onlar hilafeti istiyor değiller aksine Müslümanları istemiyorlar. Kümelerin birbirinden farklı olduğunu söylüyorlar. Herkes kendi ait olduğu kümeye gitsin diyorlar. Bu hilafet istemekse evet adamlar hilafet istiyorlar. Batı’nın altına dinamit koymak istiyorlar!

Ve gerçekten de Cengiz Özakıncı, Huntington ve Papa taraftar olduğu için mi hilafete karşı çıkıyor yoksa hilafete karşı olduğu için mi onların sözlerine kulak kabartıyor? Tevekkeli boşuna ‘şıracının şahidi bozacı’ dememişler! Elbetteki onlar taraftar olduğu için değil kendisi karşı olduğu için onların görüşlerine delil olarak başvuruyor. Bu durumda Raid Salah gibi Siyonizme karşı hilafeti panzehir olarak gören Filistinlileri acaba niye delil kabul etmez?

Onların taleplerini görmüyor mu yoksa görmek mi istemiyor? Görse ezberi bozulacaktır da ondan görmüyor. İsrail mesela kimlik aşınmasına uğramamak için Filistinlilerle aynı çatı altında ve demokratik tek devlet yapısı altında buluşmak istemiyor. İpe un sermek maksadıyla tek devlet çatısı yerine çift devlet teklif ediyor ama bu onun çift devleti kabul ettiğini göstermez. Gösterseydi bu kavga 1948 yılından beri devam eder miydi? Huntington ve Papa’nın bize yol göstermesi buna benzer. ‘Sizi içimize almak istemiyoruz, ne haliniz varsa görün’ diyorlar bu kimileri tarafından bize yer gösterdikleri şeklinde algılanıyor. Hani gösterdikleri yer?

¥

Özakıncı (yeniçeri demek daha doğru olur belki de) ‘Türkiye’nin Siyasî İntiharı “Yeni Osmanlı Tuzağı” kitabında yeni Osmanlıcılığı ve hilafeti bir emperyalizm ve Siyonizm projesi olarak görüyor, gösteriyor. Halbuki tam tersi doğrudur. Bu Fransız Devriminin getirmiş olduğu hürriyet, eşitlik ve kardeşlik sloganlarının birbirine zıt olduğunu anlamamak gibi bir bedbahtlıktır. Özgürlük ile eşitlik ifadelerinin slogan dışında buluştukları nerede görülmüştür? Bu eşyanın tabiatına aykırıdır. Ama ezberciler, slogancılar 200 yıldan beri tekrar edip dururlar. Yıllar yılı bu teslis/üçleme milletlerin afyonu olmuşur. Hilafetin emperyalist bir proje olarak gösterilmesi de böyle bir üllizyondur. Şapkadan tavşan çıkarmaktan daha beter bir sihirbazlık ve madrabazlık örneğidir. Bir yazar arkadaş, Mümtaz’er Türköne’nin ‘Türk milliyetçiliğini “Küçük Türkiye milliyetçiliği”, Yeni Osmanlıcılığı ise büyük düşünmek’ olarak takdim etmesini milliyetçiliğe hakaret telakki ediyor ve ardından şu yargı cümlesini sarf ediyor: “Oysa bugün için Osmanlıcılık yapmak, ‘Büyük İsrail’ projesine hizmet etmektir.”

Bu cümleler sanki Cengiz Özakıncı’nın mahut satırlarından yansımış gibidir. Bir gerçek ancak bu kadar makus ve zıt olarak takdim edilebilir. Burada yeni Osmanlıcılık ve hilafet meselesi peşinen emperyalizmin yeni malzemesi ve araçları olarak takdim edilmeye çalışılmaktadır. Bu tarihi gerçeklerin tamamen tersyüz edilmesidir.

09/02/2009 tarihli Radikal gazetesindeki ‘Ya ABD’nin Türkiye’ye ihtiyacı...’ başlıklı yazısında Ceyda Karan tam da AB üzerinden Cengiz Özakıncı’ya susturucu cevabı veriyor: “İsrailli bir uzman, çok değil, iki yıl kadar önceki bir İsrail ziyaretimde ‘Türkiye’nin sırf Osmanlı’nın mirasçısı olması sebebiyetiyle dahi Ortadoğu’daki meselelere fazla karışmasını arzulamayacağını’ söylemişti…” İsrail ve ABD aklını peynir ekmekle mi yemiş ki neo Osmanlıcılığı veya hilafeti istesin! Aslında dünyanın sulhü sükünü açısından belki onların da buna ihtiyacı var. Lakin ABD ile İsrail arasındaki özel bağlar gevşemeden ve kopmadan ABD, İsrail namına bunu istemeyecektir ve istemesi de mümkün değildir. Filistin tarafından Raid Salah gibilerin açıklamaları ile Ceyda Karan’ın referans verdiği bir İsrailli uzmana atfettiği ifadeler çok açık bir biçimde Cengiz Özakıncı gibilerin tezini çürütüyor ve nakzediyor. Aksini savunmak sapla samanı karıştırmaktır. Koç’a veya Besim Tibuk’a göre rota tayin edilmez. Belki Ekmeleddin İhsanoğlu’nun dediği gibi temsiliyet sorunu çözülmesi ve Batı’nın ve dünyanın bölgede bir muhatap bulabilmesi için ortak bir mekanizmanın olması hem bölge hem de dünya yararına olacaktır.

Ama bunu söylediğinizde bile karşınıza çıkarlar ve dana altında buzağı ararlar. Çünkü onlar için bölge düzeni üzerinden Türkiye düzeni önemli değildir önemli olan içine kapanmış bir Türkiye’dir. İdeolojik olarak ancak o şekilde rahat edebilirler. Fakat içe kapanmak bizi zayıflatırken bölgesel ve uluslararası tehditleri de artıracaktır. Onlar için önemli mi? Gerekirse Tuncer Kılıç Paşa’nın seslendirdiği gibi arkalarını Rusya ve Çin’e dayarlar ve onların hamiliğine sığınırlar. Gerekirse patron değiştirirler. Batı’nın kuyruğu olmaya razı olmazken giderler bu defa da başkalarının peşine takılırlar. Kuyruk olacağımıza neden lider olmuyoruz? Bu sadece bizim değil bölgenin de belki dünyanın da ihtiyacıdır. Görmek istemeseler bile.

Mustafa Özcan - Vakit


Osmanlı kurulsun Erdoğan halife olsun



Erdoğan'ın Davos çıkışı, Yeni Osmanlı projelerini doğurdu. Arap gazetesi Dar El Hayat, "Osmanlı kurulsun, Erdoğan dünyadaki Müslümanların lideri (halife) olsun dedi.

04/02/2009

Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Davos'ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres karşısındaki çıkışıyla birlikte "Yeni Osmanlı" projeleri gündeme geldi. Gazze'de Cuma günü gerçekleşen yürüyüşte "hepimiz yetmiş milyon Abdülhamid'iz" sözlerinin ardından, Lübnan gazetesi Dar El Hayat'tan da halifelik talebi geldi.

Lübnan'da günlük olarak yayınlanan Dar El Hayat gazetesinde Cihad El Hazen imzasıyla yayınlanan yazıda, Başbakan Tayyip Erdoğan’a övgüler yağdırıldı. El Hazen, Osmanlı İmparatorluğu’nun yeniden kurulmasını hayal ettiğini, Erdoğan’ın halife ilan edilip tüm Müslüman dünyasının liderliğini almasını istediklerini yazdı.

"Bir anlık öfkeyle de olsa İsrail lideri Şimon Perez adlı 'şarlatana' haddini bildiren Erdoğan, tüm dünyaya Müslümanların masum insanların öldürülmesine nasıl tepki verilmesi gerektiğini öğretti" diyen Hazen, Erdoğan'ın ucuz bir siyasi kazancın peşinden koşmadığını, tam bir Müslüman gibi davranarak, Müslümanların ölümüne sessiz kalmadığını söyledi.

Erdoğan'ın tüm Müslümanların onur ve şerefini savunduğunu söyleyen Hazen, "Bu yüzden Erdoğan’a büyük bir teşekkür borçluyuz" dedi.

Hazen, Arap bir işadamının, kendisine "Erdoğan bizim gibi Arapların kendimizden utanmamızı sağladı. Onunla gurur duyuyoruz" dediğini aktardı.

Hazen şöyle devam etti: "Bir Türk televizyonu olay sonrasında benimle röportaj yaptığında onlara canlı yayında söylediğimi şimdi burada tekrarlamak istiyorum: Erdoğan bir Müslüman olarak bizi gururlandırdı. İsrail zulmüne sessiz kalan liderlerimiz yüzünden Arap olduğumuzdan utanıyoruz. Onurumuzu ve şerefimizi Erdoğan kurtardı. Osmanlı Devleti yeniden kurulmalı. Erdoğan halife seçilmeli. Müslüman dünyasının başına geçmeli. Irak, Filistin, Kuzey Afrika, Lübnan gibi birçok ülkede seçimler yapılıyor. Erdoğan hangisine katılsa kazanır."
http://www.anadoluhaberim.com/haber_detay.php?haber_id=1330


Nagehan ALÇI
Akşam
Osmanlı Junior (*)
10 Aralık 2008

ABD’nin muhafazakâr yayın organlarından Christian Science Monitor ilginç bir tespitte bulunmuş. Dün bazı Türk gazetelerinde tespitin geçtiği makale ile ilgili haberler vardı, belki görmüşsünüzdür. Şöyle demiş CSM: Ankara son dönemdeki arabuluculuk çabaları ve çok yönlü dış politikası ile adeta bir ‘light Osmanlı’ portresi çiziyor.

* * *

‘Light Osmanlı’ benzetmesi teğet geçilecek bir benzetme değil. ‘Öyle mi?’ ve ‘neden?’ diye durup düşünmemiz bu günü algılamamız açısından çok önemli. Bu yüzden bu kavram ile ne kastediliyor ve bunun ‘Türkiye’ ile arasında ne gibi farklar var sorularına cevap bulmak şart.

* * *

Sanırım cevabı bulmak için öncelikle ülkemizin nasıl bir güç olduğunda hemfikir olmamız gerek. Önde gelen Türkiye uzmanı Prof. William Hale dış politika önceliklerimiz ve dünya siyasetindeki ağırlığımızı anlatırken ‘middle power’ (orta güç) kavramını bize uygun bulur.

* * *

Middle Power (orta güç) güçsüzler ve süper güçler arasındaki kategori. Bu kategoriye giren ülkeler genellikle süper güçlerin bölgedeki çıkarlarını kullanarak ve kendi çıkarlarını güçlendirerek hareket ediyor ve kendilerine sınırları belli bir nüfuz alanı yaratıyorlar. İşte Hale’e göre Türkiye böyle bir güç.

* * *

Acaba son dönemdeki çabalar, İsrail-Suriye, Afganistan-Pakistan, ABD-İran arasındaki arabuluculuk çalışmaları ve hem Rusya’ya hem de ABD’ye yakın siyaset Türkiye’nin middle power’lıktan super-power’lığa evrilme çabaları mı? CSM’deki makalenin yaptığı ‘Light Osmanlı’ benzetmesi de bunun bir sonucu mu?

* * *

Sanırım bu sorulara cevap vermek için Türkiye’nin dünya siyasetindeki karar yetisine bakmak gerek. Bugün farklı coğrafyalara açılmak ve problemli alanlarda ‘avukatlığa’ soyunmak ülkemizin imajını tazelese de Türkiye, dünyanın karar merkezlerinden biri olmaktan tabii ki ve hâlâ uzak. (Bu iş öyle BM Güvenlik Konseyi üyeliği ya da AB adaylığı ile olacak kadar basit değil).

* * *

Özellikle son dönemde yoğunlaşan pro-aktif siyaset çabaları bizim yalnızca ‘middle power’ imajımızı tazeliyor. Öyle ‘dev bir güç’ olma yolunda ilerlediğimizi filan göstermiyor.

* * *

Osmanlı olabilmek için bırakın Ortadoğu’yu dünya siyasetinde ve ekonomisinde belirleyici olmak gerek. Bu yüzden ‘Light Osmanlı’ tanımı fazlasıyla ‘light’ olmuş. Sanırım CSM Ortadoğu’daki çabaları görüp kafasında bir Osmanlı hayali canlandırmış ancak gerçeğin hayale uymadığını görünce de başına bir ‘light’ eklemiş. Ama olmamış. Oryantalist gözlükler Batı basınını bir kez daha kör etmiş!

(*) (Küçük Osmanlı)

Aziz Üstel/Star
Osmanlı İmparatorluğu’nun dönüşü!

Foreign Policy (Siyasi Politika) dergisinde Schliffer adlı yazarın kaleme aldıkları çok ilginç doğrusu.

Ali Babacan’ın, bir şubat günü Yemen’e gidişini anlatıyor. Yemen’de yüz yıllar öncesinden kalma, çamur ve tuğladan yapılma bir binanın önüne yürüyor Babacan ve binanın önüne gelince, yatağanlarını çekmiş, hazırolda bekleyen, çeşitli kabilelerin reislerini gördü. TC Dışişleri Bakanı önce şaşırdıysa da, sonradan bu karşılama biçiminin, yıllarca önce Osmanlı Valilerine yapılan bir ‘hoş geldin töreni’ olduğunu anladı. Ardından yerel danslar, davullar. Aşağı yukarı bir yüz yıldan bu yana hiç Türk böyle karşılanmamıştı Yemen’de.

Daha düne kadar, Türk Hükümetlerinden kimse Yemen’e uğramazdı bile. Sadece Yemen’e mi? Orta Doğu’daki ülkelerin hemen hemen hiçbirine. Cumhuriyetin kurluşundan bu yana, Türk hükümetleri, Doğu’yu, geri kalmışlıkla aynı bodrum katına oturturken, çağdaşlığı hep Batı’da aradılar.

Tabi, yüz yıllar boyu Osmannlı yönetiminde yaşayan Araplar da Türkiye’ye kuşku ve kaygıyla yaklaştı.

Bugün bunlar değişiyor.

Ve ‘Türk olan her şey moda olmaya başladı. Gerek Orta Doğu’da gerek Balkanlar, Türki devletler ve hatta Kafkaslarda. En basit örneği Türk dizileri rating rekorları kırıyor Arap ülkelerinde. Lübnan kaynaklı MBC uydu kanalı, salt Türk dizileri yayınlıyor ve ortalama 85 milyon kişi bu Arapça dublajlı dizileri izliyor.’

Bu arada, Londra’da yayınlanan Al Şark-ül Avsat adlı Arapça yayınlanan gazete, ‘Osmanlı İmparatorluğu’nun Dönüşü’ başlıklı uzunca bir yazı yazdı.

Bu strateji değişimi ve dış politika uygulamasının mimarı, şimdiki Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’dur hiç kuşkusuz. Davutoğlu’nun, sık sık değindiğim,

Stratejik Derinlik - Türkiye’nin Uluıslararası Konumu adlı kitabı, bu stratejinin ne olması gerektiğini açıklamıştı. ‘Türkiye, tarihsel bağlarına sırt çevirerek, siyasi ve ekonomik çıkarlarını da elinin tersiyle bir kenara itiyor!’ diye yazmıştı Davutoğlu kitabında. Sonunda stratejisi meyvelerini vermeye başladı! Türkiye’nin Suriye,İran ve Irak’la ticareti 2005-2008 yılları arasında, 7.3 milyar dolardan 14.3 milyar dolara fırladı! Daha on yıl önce neredeyse Suriye’yle savaşın eşiğine gelen Türkiye, bu gün Şam’la çok iyi ilişkiler içinde.

Düne kadar geçmişine ve Osmanlı’ya sırt çeviren Türkiye, bu gün Osmanlı mirasına sahip çıkmaya başladı. Bu, Cumhuriyeti, laikliği, Atatürk’ü inkar etmek değil koskoca bir imparatorluğun iyi yanlarını almak, benimsemek ve sahip çıkmak demek!

Mustafa ÖZCAN
VAKİT
Yeni Türk yüzyılı
03 Haziran 2009
21’inci yüzyıl ile alakalı olarak çeşitli öngörüler dile getirilmiştir. Neoconlar 20’nci yüzyıl gibi 21’inci yüzyılı da yine Yahudi-Amerikan yüzyılı yapmak istemişlerdir.

PANAC adlı projeleri de bunun ispatı nevindendir. Kimileri de, 21’inci yüzyıla Çin yüzyılı olarak bakmakta veya hayal etmektedir. Acaba bu yüzyıla Türk yüzyılı olarak bakan da var mıdır? Şimdiye kadar doğrudan bunu teyit eden bir Türk projesi bilmiyoruz. Lakin Batılılar ve onların arkasından Araplar, Türkiye’nin Heartland yani dünyanın kalbi ve kalbistanı olduğunu ve 21’inci yüzyıla dünyanın kalbinin damgasını vuracağını ve hükmedeceğini söylemektedirler. Kimileri temelleri 19’uncu yüzyılda ortaya atılan heartland projesine de yeni Osmanlıcılık gibi karşı çıkacaklardır. Olsun! Arap yazarlarından Dr. Osman el Muayni dünyanın kalbinin Avrasya olduğunu ve Avrasya’nın kalbinin de Türkiye olduğunu beyan ediyor. Soğuk Savaş döneminde kalbistan veya heartland, Doğu ile Batı arasında bölünmüş ve kimlik kaybına ve krizine uğramıştı. 21’inci yüzyılda ise Doğu ile Batı arasındaki farkların izole olmasıyla birlikte Anadolu veya dünyanın kalbi yeniden eski kimliğine kavuşmaya ve bürünmeye başladı. Türkiye, dünyadaki üç kıtayı birbirine bağlıyor. Laik kimliğiyle Batı’ya ve Avrupa’ya açılırken Türk kimliğiyle Orta Asya’ya ve İslami kimliğiyle de Ortadoğu’ya açılıyor. Huntington ve Papa 16’ncı Benediktus, Türkiye’nin Batı yerine İslam dünyasına yönelmesini tavsiye etmişti. Türkiye gücünü İslam dünyasından alarak Batı yoluna yeniden devam edebilir. Nitekim, Yavuz’dan sonra Kanuni Sultan Süleyman yeniden ve duraksamadan Batı’ya yürümüştür. SSCB’nin çöküşü yani 1991 yılıyla birlikte Türkiye’nin güneşi yeniden parlamaya başlamıştır. SSCB’nin çöküşü Türkiye’nin yeni miladı olmuştur. ABD’nin Afganistan ve Irak’ta sürçmesi de ikinci miladıdır. Soğuk Savaşın ortadan kalkmasıyla birlikte Türkiye’nin öneminin kalıp kalmadığı tartışılırken Türkiye figüran olmaktan çıkmış, bilmeden aktör ve faktör haline gelmiştir. Batı’nın SSCB karşısındaki vekili olmaktan çıkmış, kendi vekili olmuştur.

¥

Irak’ın Saddam sonrasında denklem dışına çıkmasıyla birlikte Arap basınında bir ifade dikkati çeker olmuştur. Gıyabu’l Arab. Yani Arapların yokluğu. Bu yokluğu ilk değerlendiren ülkelerden birisi İran olmuştur. Lakin son RAND raporunda olduğu gibi İran’ın yayılma istidadı zayıftır. Yayılma istidadı tek boyutludur; sadece ABD ile gerilim üzerinedir. Bu siyaset güven kaybettiğinde veya değişikliğe uğradığında kendini iptal edecektir. İran bölge gücüdür ama İslam dünyasının küresel gücü değildir. Bölge ülkeleriyle kimlik sorunları vardır. Orta Asya ile alakalı olarak etnik kimlik farkı olduğu gibi, Arap dünyasıyla da mezhebi kimlik sorunu yaşamaktadır. Bunlara ilaveten bir de bölgeyle tarihi irtibatı zayıftır. Türk hakimlerinin Merv ve Rey’de oturdukları dönemden sonra İran’ın bölgeyle tarihi bağları zayıflamıştır. İki Körfez Savaşı sonucu gelen Arapların yokluğu pekişirken Türkiye’nin rolü ve varlığı yavaş yavaş devreye girmiştir.

ABD’ye yönelik güvensizlik ve İran korkusu nedeniyle Araplar Türk nüfuzu karşısında alternatifsizdirler. Ortadoğu’da hep böyle olagelmiştir. Abbasi döneminde Bermekiler ve İran nüfuzundan ve entrikalarından bıkan ve bunalan Araplar çareyi Türklere açılmakta bulmuşlardır. Pers veya İran nüfuzunu Türk nüfuzu izlemiş ve bu nüfuz bir daha da 1917’ye kadar sökülememiştir. İran daima öncü olmuş lakin yerini bir müddet sonra Türklere bırakmıştır. Tarih yeniden tekerrür etmektedir. Devrim sonucu gelen İran rejimi Safevilerin devamı olarak görülmeseydi Türkiye’nin yerini İran alabilir ve yeni bir Selçuklu idaresi gibi boy atabilirdi. Lakin tarih farklı bir şekilde tecelli etmiştir. İran’daki rejim Safevilerin değil de Selçukluların devamı olarak algılansaydı, yine de 21’inci yüzyıl Türk yüzyılı olacaktı. Fakat bu defa İran üzerinden gerçekleşecekti.

¥

Dr. Osman Muayni Türkiye’de bir üçüncü cumhuriyet döneminden bahsetmektedir. Geçenlerde belki de bunu en iyi somutlaştıran ifadelerden birisi Ahmet Davudoğlu’nun sözleri olmuştur: “Şu anda çevremizdeki bölgelerde Türkiye'nin iradesi, haberi, onayı olmadan herhangi bir gelişme yaşanmaz. İnşallah Cumhuriyet'in 100'üncü yılını kutladığımızda Türkiye'nin onayı ve haberi olmaksızın dünyada hiçbir şey olmayacak”. Osman el Muayni, Özal dönemine ikinci cumhuriyet derken AKP dönemine de üçüncü cumhuriyet demektedir. Bu dönemin genel ideolojisini de Abdulaziz Buteflika’nın ifade ettiği gibi Yeni Osmanlıcılık olarak isimlendirmektedir. Yeni Amerikan yüzyılı yerine yeni Türk yüzyılı yükseliyor. Bunun coğrafi dayanağı, heartland yani dünyanın kalbidir ve bu kalp Turan ile Arabistan’ı ya da Türkistan ile Arabistan’ı birleştirmekte ve Batı’da da boy atmaktadır. 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başlarında, Batıda çeşitli jeopolitik teoriler geliştirilmiştir. 'Kara Hakimiyet Teorisi'nin kurucusu İngiliz Halford Mackinder (1861-1947), 'Demokratik İdealler ve Hakikatler' adlı eserinde; 'Devletler, ya karada güçlü, ya da denizde güçlüdür. Eğer her ikisinde de güçlü ise, artık bu amfibi (karada ve denizde güçlü) devlettir. Yani her tür devletten daha güçlüdür.' der. Dünyanın kalbi teorisi Mackinder’e aittir ve Osman el Muayni buna dayanarak yeni bir Türk yüzyılından bahsetmektedir. Bunun ideolojik yüzü de bu defa Orta Asya’yı da kapsayacak şekilde yeni Osmanlıcılık olacaktır. Avrasya’nın kalbi, Türkiye’nin hedefi, Orta Asya ile Ortadoğu’yu ya da Arabistan ile Türkistan’ı birleştirmek olmalıdır. Türk yüzyılının nabzı bu bölgede atmaktadır. Kenarlarını unutmadan. Tabii ki bu Türk yüzyılı İslam kimliği içinde bir Türk yüzyılı olmaya adaydır...

Mustafa Özcan - Vakit

Jirinovski:"20 yıl sonra karşınızda İstanbul'dan Altay'a kadar uzanan Turan'ı bulacaksınız"


06 Temmuz 2009 Rusya Liberal Demokrat Parti lideri ve Duma Başkan Yardımcısı Vladimir Jirinovski, milletvekillerini Turan devletinin kurulması planlarına karşı kayıtsız kalmakla suçladı.
Rusya Duması tarafından Rusya Savunma Bakanlığı'nın Kırgızistan topraklarındaki sismik istasyon yeri kirası sözleşmesini onaylaması üzerine Duma'da bir konuşma yapan Jrinovski, söz konusu sözleşmenin büyük Turan devleti yolunda atılan bir adım olduğunu savunarak, milletvekillerini sert bir dille eleştirdi. Yaptığı konuşmada Kırgızistan'ın Müslüman bir ülke olduğunu ve bu ülkede konuşulmakta olan dilin de Rusça'dan ziyade Türkçeye yakın olduğuna dikkat çeken Jirinovski, "20 yıl sonra karşınızda İstanbul'dan Altay'a kadar uzanan Turan'ı bulacaksınız. İşte o zaman Kırgızistan'daki Rus sismik istasyonların kapatılması için yeni sözleşmeler imzalamak zorunda kalacaksınız" dedi. Kırgızistan'ın hem Rusya ve hem de Amerikalılarla sözleşmeler imzaladığına dikkat çeken Jirinovski, "Buna halklar dostluğu denmez, bu apaçık bir ticarettir. Türkler de para ile oraya sokuluyor. Cami ve oteller yapıyorlar. Orası çok tehlikeli bölgedir ve uyuşturucu kaçakçılığı ve direnişçilerin eksik olmayacağı bu bölgede bir zaman huzur ve istikrar olmayacak" dedi. Rusya'nın Kırgızistan'la ilişkilerinde iki temel seçeneği bulunduğunu savunan Jirinovski "Bu seçeneklerden birincisi ve en doğru olanı bu bölgeyi Çar Rusya'sı dönemindeki gibi idaremiz altında tutmaktır. İkinci seçenek ise en azından eski Sovyetler Birliği'ndeki gibi oradaki varlığımızı korumaktır" dedi. Kırgızistan'a yönelik mevcut politikaların yanlış olduğunu vurgulayan Jirinovski, "Şimdiki demokratik yaklaşımlar kabul edilemez. Onlar bizden hep para isteyerek bizi soymaya devam edecekler. Ve karşılığında hiç bir güvenlik garantimiz de olmayacak. Paralarımızı boşuna harcıyoruz. 20 yıl sonra tarih ve sosyoloji uzmanları Jirinovski zamanında uyarmıştı diyerek parmaklarını ısıracaklar" dedi. Kırgızistan'ın işbaşındaki veya daha sonra işbaşına gelecek Cumhurbaşkanı'nın bir gün mutlaka şimdi onaylanan sözleşmeyi iptal ederek Rus sismik istasyonlarını millileştireceğini ve daha sonra ise söz konusu istasyonlardan alınan bilgileri Moskova'ya değil Ankara'ya yollayacağını savunan Jirinovski, "Bu sözleşmeyi bugün onayladınız. Fakat parayı boşuna harcadığımızı ve bu istasyonu er geç kaybedeceğimizi de unutmayınız" şeklinde konuştu.

netgazete

07 Temmuz 2009 Salı
İSRAİLLİ SİYONİST KORSANLAR!
Yılmaz Dikbaş

Siyonist İsrail ordusu 27 Aralık 2008-18 Ocak 2009 sürecinde tam 22 gün, gece gündüz Gazze’deki savunmasız Filistin Müslüman halka saldırdı.
Aralarında sayıda çocukların da bulunduğu en az 1 400 sivili öldürdü, 50 bin evi yıktı, 800 sanayi tesisini yerle bir etti, 200 okulu harabeye çevirdi, 39 cami ve 2 kiliseyi dümdüz edip geçti.

Siyonistlerin buyruğundaki ABD bu kanlı katliama yalnız sessiz kalmakla yetinmedi, gemilerle Siyonistlere silah ve cephane taşıdı. Aydınlanma Devrimi geçirip uygarlaşmış olduğu iddia edilen AB ülkeleri ise bu insanlık vahşetini uzaktan izledi…

Ama dünyada bu soykırıma sessiz kalmayanlar da vardı.

11 ülkenin insan hakları savunucuları, “Özgür Gazze Hareketi” adlı bir oluşumda bir araya geldiler. Laf üretmediler, oralara buralara duyurular, bültenler fakslamadılar, gösterişli basın toplantıları yapmadılar. “İnsanlığın Ruhu” adını verdikleri küçük bir gemiye ilaç, yiyecek, inşaat malzemesi ve çocuk oyuncakları yükleyerek Kıbrıs’tan Gazze’ye doğru denize açıldılar.

30 Haziran 2009 Salı günü, Gazze kıyılarından 23 mil uzakta, yani uluslararası sularda, Siyonist İsrail ordusunun deniz kuvvetleri, “İnsanlığın Ruhu” gemisine saldırdı. Gemiyi ele geçirdiler, içindeki 21 insan hakları savunucusunu tutuklayıp zorla İsrail’e götürdüler.

21 kişinin arasında, Nobel ödüllü Mairead Maguire ve ABD eski milletvekili Cynthia McKinney de bulunmaktaydı.

İsrailli Siyonist korsanlar tarafından tutuklanıp zorla götürülmeden kısa bir süre önce, hareketin başkanı ve bu deniz seyahatinin koordinatörü Huwaida Arraf şunları söyledi:

“Hiç kimsenin bizim bu küçük gemimizin İsrail’e karşı bir tehdit oluşturacağına inanması mümkün değildir. Biz bu gemide ilaç, sıhhi araç ve gereç, inşaat malzemeleri ve çocuk oyuncakları taşıyoruz. Yolcularımız arasında Nobel ödüllü bir kişi ve ABD’nin bir eski milletvekili bulunmaktadır. Gemimiz Kıbrıs limanından ayrılmadan önce arandı ve güvenlik taramasından geçirildi. Seyahatimizin hiçbir anında İsrail karasularına girmedik.”

Huwaida Arraf sözlerini şöyle bitirdi:

“İsrail’in silahsız ve savunmasız gemimize yapmış olduğu bu bilinçli ve önceden planlanmış saldırısı, uluslararası yasaların çok açık bir biçimde çiğnenmesi demektir. Hemen ve koşulsuz olarak serbest bırakılmamızı talep ediyoruz.”

Öyle anlaşılıyor ki, çok iyi niyetli olan Arraf, Siyonist İsrail’in kurulduğundan beri hiçbir uluslararası yasayı, BM Genel Kurul kararlarını ve BM Güvenlik Konseyi kararlarını tanımadığını bilmiyordu!

İsrailli Siyonist korsanlar tarafından kaçırılan Nobel ödüllü Mairead Maguire ise şunları söylüyordu:

“Biz bu yardımı taşımakla, Gazze halkına bir ümit vermek istedik. Böylece deniz yolunun onlara açılmasını umduk. Bundan böyle onların, İsrail’in saldırısı sırasında yıkılmış olan okullarını, hastanelerini ve binlerce evlerini yeniden inşa edecek malzemeleri taşımaya başlayabileceklerini göstermek istedik. Biz bu girişimle, Gazzelilerin yanında olduğumuzu, yalnız olmadıklarını duyurmayı amaçladık.”

İsrailli Siyonist korsanların uluslararası sularda ele geçirdikleri gemide, insan hakları savunucusu yolcular arasında bir de Nobel ödüllü kişinin olduğunu öğrenince merak ettim. Acaba yolcular arasında bizim Nobel ödüllü Orhan Pamuk da var mıydı? Her fırsatta ‘Biz Türk Aydınları olarak…’ diye ortaya çıkarak kameralar önünde insan haklarını savunup tumturaklı demeçler veren Yaşar Kemal, Zülfü Livaneli, Akın Birdal, Şener Yurdatapan da bu gemide olabilir miydi? Sözde kıyımlardan dolayı Ermenilerden özür dileyecek kadar pusulayı şaşırmış, AB Hibecilerinden Mine Kırıkkanat, Prof. İbrahim Kaboğlu, Prof. Atilla Yayla, Prof. Halil Berktay, Ertuğrul Kürkçü, Ethem Mahçupyan, Mehmet Ali Birand, Adalet Ağaoğlu, Murat Belge ve Mazlumder de “İnsanlığın Ruhu” adlı geminin yolcuları arasında mıydı? Gemideki yolcu listesinde gözlerim, kırk yıllık Mason Çetin Altan’ın oğullarını, Aydın Doğan Medyası’nın azılı demokrat, aşırı insan hakları savunucusu köşe yazarlarını da aradı…

İsrailli Siyonist korsanların uluslararası sularda saldırdıkları “İnsanlığın Ruhu” adlı gemide tutsak aldıkları kişilerin listesini aşağıda veriyorum. Ben bu listede bizimkilerden hiçbirinin adını göremedim, bir de siz bakın, belki görebilirsiniz!

Mairead Maguire, Nobel ödülü sahibi, İrlanda.
Cynthia McKinney, eski milletvekili, ABD.
Denis Healey, geminin Kaptanı, UK.
Adam Qvist, Dayanışma çalışanı, Danimarka.
Adam Shapiro, Belgesel film yapımcısı, ABD.
Adnan Mormesh, Dayanışma çalışanı, UK.
Theresa Mcdermott, Dayanışma çalışanı, İskoçya.
Kathy Sheetz, hastabakıcı ve film yapımcısı, ABD.
Halid Abdülkadir, mühendis, Bahreyn.
Huwaida Araf, ‘Özgür Gazze Hareketi’ Başkanı, ABD.
Osman Abufalah, El-Cezire TV’nin yazarı, Ürdün.
Fathi Jaouadi, gazeteci, UK.
Mansur Al-Abi, El-Cezire TV kameramanı, Yemen.
İsmail Blagrove, belgesel film yapımcısı, UK.
Fatima Al-Attawi, yardım derneği çalışanı, Bahreyn.
Derek Graham, elektrikçi, kaptan yardımcısı, İrlanda.
Halid Al-Shenoo, üniversite hocası, Bahreyn.
Alex Harrison, Dayanışma çalışanı, UK.
Kaltham Ghloom, Dayanışma çalışanı, Bahreyn.
Juhaina Alqaed, gazeteci, Bahreyn.
Lubna Masarwa, Filistin insan hakları aktivisti, Filistin.
Bir süre önce, Aden Körfezi’nde Somalili korsanların saldırıları yoğunlaşınca hemen BM Güvenlik Konseyi toplandı ve Batı ülkelerinin deniz kuvvetlerinin o bölgeye gönderilmesine karar verdi. Bu bağlamda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin deniz unsurları da Somalili korsanları yakalama ve ticaret gemilerini korumayla görevlendirildi. Medya bunu, “Asker korsan avlamaya gidiyor” diye duyurdu.[1]

Peki, şimdi İsrailli Siyonist korsanları kim avlamaya gidecek?

Uluslararası yasaları, evrensel hukuk kurallarını, BM Genel Kurul kararlarını, BM Güvenlik Konseyi kararlarını dinlemeyen İsrailli Siyonistlere kim dur diyecek?


[1] Milliyet, “Asker korsan avlamaya gidiyor”, 10.02 2009

http://anadoluhaber.blogspot.com/2009/07/anadoluhaber-dogu-turkistan-katliam.html

Mustafa ÖZCAN
Üç vilayet, üç halka
12 Temmuz 2009

1 Mart tezkeresi geçirilseydi bugün komşularımızla münasebetlerimiz hangi düzeyde olurdu veya nasıl etkilenirdi hiç düşündünüz mü?

1 Mart tezkeresinin geçirilmemesi sonucunda Kuzey Irak'taki yapı veya Kürtler 'Türkiye'ye katılabiliriz!' noktasına gelip çattılar. 1 Mart tezkeresi geçseydi bize daha da yabancılaşacakları kesindi. Aslında yakınlaşma bu coğrafyanın yüklediği bir zorunluluk veya çaresizlik. Zira Sünni Arapların Arap dünyasına katılması ve Şiilerin de İran'a yaslanmaları halinde ülkeye ve bölgeye yabancılaşacak olan Kürtler çareyi Türkiye'ye katılmakta görüyorlar.

Bunun nedenlerinden birisi ırkdaşlarının büyük bir kısmının da Türkiye'de yaşaması. Peki, gerçekten de bu istek ne derece bölge yapısına uygun ve uygulanabilir? Henüz şartlar tam olgunlaşmış değil. Hâlâ tarafların birbirlerine bakış açısı çarpık. Kürtler aslında Bağdat'a ve Basra'ya entegre olarak onun üzerinden Türkiye ile ilişkilerini geliştirmeliler. Yabancılaşarak değil. Türkiye de bir ikilem içinde.

Kürtlere tam yaklaşarak Bağdat'ı kaçırmak ve onu İran'ın kucağına itmek istemiyor. Bununla birlikte, coğrafyanın dayattığı yakınlığa da karşı duramıyor ve Erbil ve Süleymaniye ile ilişkileri pekiştiriyor ve geliştiriyor. Uluslararası Kriz Grubu ABD sonrasında Irak'ın Yugoslavya gibi çözülmesi ve dağılması halinde Kürtlerin bir biçimde Türkiye'ye katılabileceklerini ve katılmayı arzu ettiklerini öngörüyor.

Bu öngörü doğru olmakla birlikte henüz bu yönde sağlıklı bir formül geliştirilebilmiş değil. Teklif edilen formül sağlıklı değil. Kürtlerin, Araplara yabancılaşması Türkiye açısından arzu edilebilir bir durum değil. Zira, şuubi (ırkçılığa dayalı) çözülmeler ve çözümler çözüm değil.

Kürtler bir nevi pretoktara tabir edilen himayeye mazhar bir rejim teklif ediyorlar. Bu noktada Osmanlı sonrasındaki Misak-ı Milliye dayalı Musul vilayetinin bir şekilde Türkiye'ye katılmasını ve bağlanmasını çözüm olarak teklif ediyorlar ya da basına öyle aksediyor.

Türkiye'de Kürt meselesinin çözümünü de Türkiye'nin AB'ye girmesinde ve AB üzerinden çözümlenmesinde görüyorlar. Dolayısıyla Kürtler hâlâ çözümü şuubi veya en azından yabancı model ve formüllerde arıyorlar. Bu kapı ise kapalı. Birincisi, Irak'ın dağılması ve parçalanması öncelikli olarak Arap dünyası açısından büyük bir travma olacaktır. Arapları çok zayıflatacaktır.

İkinci olarak, Türkiye ve İran gibi bölgesel ülkeleri güçlendireceği gibi İsrail'e de ilaç gibi gelecektir. Lakin İsrail açısından belki de zayıf bir Irak, parçalanmış ve parçaları öteki yapılara ve vücutlara kuvvet vermiş bir modelden veya seçenekten daha yeğdir. Tabii Irak'ın dağılması bölgesel kargaşayı daha da artırmazsa.

Kimileri Irak'taki çözülmede Türkiye'ye en yakın unsurun Kürtler olacağını söylemektedirler. Halbuki, bu çok da doğru değil. Bizim Kürtlerle beraberliğimiz Yavuz'la birlikte başlamıştır ve kesintiye uğramamıştır. Halbuki Araplarla beraberliğimiz Abbasiler döneminden ve tahditle El Mu'tasim Billah'dan beri devam etmektedir. 1917'den beri ise ilişkiler kesintiye uğramıştır. Sıkıntı buradadır. Çözüm Kürtlerin de Irak sonrasında bu kesintiye ve bu vesile ile Türkiye'ye katılmaları değil aksine çözüm bu tarihi kesintinin tamirinde ve Arap ve Türk buluşmasında ve kaynaşmasındadır. Bu itibarla, Türkiye üç vilayet ve üç halka siyaseti gütmelidir.

Yavuz, Şah İsmail'den dolayı Irak'ta zayıf Şii bağına mukabil Kürtleri denge unsuru olarak görmüş ve onları istimale ve yanında tutma siyaseti izlemiştir. Lakin günümüzde sadece ve 'kerhen' bizimle olmak isteyen Kürtler değildir. Onun dışında belki de gönüllü olarak Iraklı Sünniler Türkiye ile birlikte olmaya can atıyorlar. Tarık Haşimi, Musul'dan Türkiye bir askeri üs verilmesini teklif etmiştir. Dolayısıyla, Iraklı Sünniler Suudi Arabistan'dan ziyade gönülleri bizimledir ve tarihen bize yakın ve tabidirler. Rebii Hafız gibi birçok Iraklı Sünni yazarın görüşü ve beklentisi de bu yöndedir.

Türkiye onlarla ilgilense onlar Türkiye ile daha fazla ilgileneceklerdir. Gelelim Şiilere. Türkiye, Musul, Bağdat ve Basra ile köprü kurduğu gibi Irak'ın üç önemli topluluğuyla da aynı şekilde bağ kurmalıdır. Bunların başında coğrafi olarak Kürtler ve sırasıyla Sünniler ve Şiiler gelmektedir.

Osmanlı döneminde bizim Şiilerle herhangi bir sıkıntımız olmamıştır. İran denklem dışı kaldığı müddetçe Iraklı Şiilerin kaderi Osmanlı ile birlikte olmuş ve bundan da şikayet de etmemişlerdir. Bu anlamda, Anadolu'da yaşanan Süni-Alevi gerilimi o bölgelerde yaşanmamıştır.

Kürtlerin AB üzerinden teklif ettikleri çözüm bir şuubi çözümdür ve ne onlara ne de bize yarar getirir. Kürtler bu bağlamda Buteflika'nın teklifinin de gerisinde kalmışlardır. Çözüm Misak-ı Milli midir yoksa Misak-ı Osmani midir? Buteflika daha büyük modeli; Misakı Osmani'yi çözüm olarak teklif ve takdim ediyor.

Bu halka halka gelişebilir. Bunu Irak'ta üç vilayet ve halka şeklinde olgunlaştırabiliriz. Bu halkalar üzerinden de Körfez'e açılabilir ve ulaşabiliriz. Ve Kürtlerin öngördüğü çözüm aynı zamanda 1991 yılında Holbrooke'un ortaya attığı ve Joe Biden'ın destek verdiği çözüm modeline uygundur. Bu çözüm değil, çözüm suretinde çözümsüzlüktür.

Kanaatime göre, çözüm yolda ama çözümün tamamı AKP sonrasında...


Mustafa ÖZCAN / Milli Gazete

29 Temmuz 2009 Çarşamba
"Osmanlı’nın intikamını almaya çalışıyorlar"

Bulgaristan Başmüftü vekili Vedat Ahmet, Osmanlı’nın emaneti olan Bulgaristan Müslümanlarının çok ciddi sıkıntılar içerisinde olduğunu dile getirdi.
Bulgaristan'da İslam yayıldıkça İslam karşıtı saldırılar da hızla artıyor. Geçtiğimiz günlerde Bulgaristan Başmüftülüğü ve 16 Bölge müftülüğünün yayınladığı bildiri ile alakalı olarak konuştuğumuz Başmüftü vekili Vedat Ahmet, Osmanlı'nın emaneti olan Bulgaristan Müslümanlarının çok ciddi sıkıntılar içerisinde olduğunu dile getirdi. Yayınlanan bildiride Müslümanlara karşı son yıllarda hızla artan ırkçı saldırılara, Bulgaristan devletinin politikalarına ve izin verilmeyen cami ve İslam Merkezi yapımına değinilmişti. Vedat Ahmet'te kendilerine sürekli engel olan Sofya Büyükşehir Belediye Başkanının önceki gün Başbakanlığa gelmesi ile sıkıntıların giderek büyüyeceğinden endişe ettiklerini söyledi.

Bulgaristan Başmüftü vekili Vedat Ahmet; “Irkçı partiler Bulgaristan'ın yeniden İslamlaştığını iddia ederek çok sert bir şekilde saldırıyorlar. Sofya'da yapmak istediğimiz 2. camiye müsaade etmeyen belediye başkanının ülkenin başbakanı olması da sıkıntılarımızı iyice büyütebilir” dedi.


Bulgaristan Başmüftülüğü tarafından hazırlanan fakat Sofya Büyükşehir Belediyesi'nin engel olduğu İslam Kültür–Eğitim Merkezi'nin projesi


Bulgaristan Müslümanlarına karşı sürdürülen zulmün en büyük göstergelerinden olan ve 1598 yılında Bosnalı Mehmet Paşa adında hayırsever bir zengin tarafından Mimar Koca Sinan'a yaptırılan Kara Cami, şimdilerde Kilise olarak kullanılıyor.


Bulgaristan Başmüftü vekili Vedat Ahmet; “Irkçı partiler Bulgaristan'ın yeniden İslamlaştığını iddia ederek çok sert bir şekilde saldırıyorlar. Sofya'da yapmak istediğimiz 2. camiye müsaade etmeyen belediye başkanının ülkenin başbakanı olması da sıkıntılarımızı iyice büyütebilir” dedi. Bulgaristan Devleti'nin resmi olarak 1 Milyon Müslüman olduğunu kabul ettiği ülkede Müslümanlar nüfusun %20'sini oluşturuyorlar ve gerçek rakamın 1.5 Milyon olduğunu iddia ediyorlar. Bulgaristan'da İslam yayıldıkça İslam karşıtı saldırılar da hızla artıyor. Geçtiğimiz günlerde Bulgaristan Başmüftülüğü ve 16 Bölge müftülüğünün yayınladığı bildiri ile alakalı olarak konuştuğumuz Başmüftü vekili Vedat Ahmet, Osmanlı'nın emaneti olan Bulgaristan Müslümanlarının çok ciddi sıkıntılar içerisinde olduğunu dile getirdi.

BAŞMÜFTÜLÜK: İSLAM KARŞITI IRKÇI SALDIRILAR ARTTI

Bulgaristan Başmüftülüğü ise geçtiğimiz günlerde 16 bölge müftüsü ile birlikte bir bildiri yayımlayarak, bazı devlet kurumları ve siyasal örgütlerin ülkedeki Müslümanlara karşı ırkçı bir yaklaşım içinde olduklarını belirterek duruma isyan ettiler. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Parlamento Başkanına gönderilen bildiride, “Müslümanlara karşı son yıllarda artan saldırgan tavır ve ön yargılar endişe verici boyuta ulaştı” denildi. Bulgaristan'daki Müslüman cemaatin, geleceği göremeyen, boş konuşan politikacıların hedefi haline geldiğinin belirtildiği bildiride, bu konuda ilgili devlet kurumlarının zaman kaybetmeden gerekli tedbirleri alması istendi. Bulgaristan Müslümanlarının sadece, kendi kültürel-dini kimliği ile yüzyıllarca bu topraklarda yaşayan atalarının gelenek ve miraslarını korumaya çalıştıklarının belirtildiği bildiride, Müslüman topluluğunun, eski komünist rejimin asimilasyon politikası uygulayarak el koyduğu tarihi miras ve kültürel değerlerini koruma girişimlerinin “İslamlaştırma girişimi” olarak algılandığı belirtildi. Ülkedeki Müslümanların, 1989 yılında sona eren komünist rejimin sebep olduğu manevi çöküşün etkilerini halen aşmaya çalıştığının ifade edildiği bildiride, şunlar kaydedildi: “Bulgaristan Müslümanları psikolojik baskı altında tutulmaktadır. Devlet güvenliğinden sorumlu kurumlar bile, Müslüman topluluğa karşı belli siyasi çevreler tarafından yürütülen yalan ve karalama kampanyasının adeta destekleyicisi durumuna gelmektedir.”

CAMİLERE YÖNELİK 110 SALDIRI YAPILDI

Ülke genelindeki Osmanlı emaneti camilere yapılan ırkçı saldırıların da dile getirildiği bildiride buna karşılık tek bir suçlunun dahi henüz yakalanmadığına vurgu yapıldı. Bildiride; “Komünizm rejiminin yıkılmasından bu yana camilerimize toplam 110 saldırı düzenlenmiştir. Bütün bu gelişmeler haklı olarak bizleri kaygılandırmaktadır” denildi. Bildiride, komünist rejimin el koyduğu çok sayıdaki vakıf mülkünün iadesi konusunda da hiçbir ilerleme sağlanamadığı kaydedilerek, buna karşılık Ortodoks, Musevi ve Ermeni cemaatlerinin, tüm mülklerini hiçbir sorunla karşılaşmadan devletten geri aldıkları belirtildi. Bulgaristan Müslümanları Başmüftüsü Aliş Haci, Yüksek İslam Şurası Başkanı Basri Pehlivan ve Başmüftü yardımcıları ile 16 bölge müftüsünün imzaladığı bildiride, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Parlamento Başkanı'ndan Müslümanların bu sorunlarına çözüm getirilmesi için girişimlerde bulunmaları istendi.

“BULGARİSTAN YENİDEN İSLAMLAŞIYOR” DİYEREK SALDIRIYORLAR

Başmüftü vekili Vedat Ahmet ise kendilerine sürekli engel olan Sofya Büyükşehir Belediye Başkanının önceki gün Başbakanlığa gelmesi ile sıkıntıların giderek büyüyeceğinden endişe ettiklerini söyledi. Ahmet; “İçinde bir caminin de yer aldığı İslam Kültür-Eğitim Merkezi projesi için yaptığımız inşaat izni başvurusuna hala yanıt gelmemiştir. Bu proje çok önemliydi çünkü İslam Konferansı Teşkilatı'ndan (İKT) akademik akreditasyon almamız için 'İslam Kültür–Eğitim Merkezi'ni bir an önce açmalıyız. Sofya'da yaşayan 30 bine yakın Müslüman için hizmete açık sadece tek bir cami var ve bizim bu Eğitim Merkezimiz içerisinde de olmasını planladığımız küçük tatbikat camii sorun oldu. Biz de bunun üzerine bunu çıkarttık. Bu tür cami taleplerimiz büyük sorun oluyor. Burgaz'da da 10.000 Müslüman var ve orada yapılması planlanan camiye de izin vermediler. Sofya belediyesi ikinci bir caminin inşası konusunda Başmüftülüğün talebine yanıt vermemektedir ve şimdi bu başkan, ülkenin başbakanı oldu. Sıkıntılarımız giderek artabilir. Zaten İslam düşmanı ve Osmanlı'nın intikamını bizden almak isteyen bazı Milliyetçi Partiler sürekli bize saldırıyorlar. Biz çeşitli ülkelerin büyükelçiliklerini geziyoruz, sıkıntılarımızı anlatıyoruz fakat Bulgaristan'daki bu zihniyet değişmeden sorunlar çözüme kavuşamaz. Irkçı partiler Bulgaristan'ın yeniden İslamlaştığını iddia ederek çok sert bir şekilde saldırıyor” diye konuştu.

MUSTAFA R. ÖZGÜR - VAKİT

Serdar Akinan
Uzaktaki yakın barış

Amerika'nın çok önemsediğim bir özelliği vardır. Düşünce kuruluşları...
Küresel ve bölgesel fallar açmakta pek mahirlerdir.

Askeri, ticari, siyasi, kültürel ve ekonomik trendleri okurlar.

Bu veri denizinde boğulmadan ve aslında o denizin hacmine katkı da sunarak meseleleri ABD çıkarları ekseninde değerlendirip, gene bu aygıtın kolektif bilincine sunarlar.

Fakat Türkiye'yi okumakta kesinlikle çaresizler diye düşünüyorum.

Mesela dün... 'Ermenistan açılımı'na dair bir takvim ve çerçeve açıklandı.

George Friedman, CIA'in yan kuruluşu STRATFOR'un kurucusu...

'Önümüzdeki 100 Yıl: 21. Yüzyıl İçin Öngörüler' adlı bir kitap yazdı.
Öngörüleri hayli ilginç...

Türkiye ile ilgili öngörülerine baktığımızda belli tespitleri var.

İlki şu: Türkiye’nin sınırları istikrarsız bir hal alacak.

Ermenistan-Türkiye sınırının 'kaçınılmaz' olarak açılacağını öngörüyor Friedman...

Ancak bu açılımın çatışmayı davet edeceğini de belirtiyor.
2040 gibi Türkiye'nin gerçek bir küresel güç olacağı iddiasında yazar...

Friedman, bu güç ekseninin yerel, bölgesel ve hatta 2050 gibi küresel bir çatışmaya yani yeni bir dünya savaşına yol açacak önemde olduğunu savlıyor.

Burada durup şunu hatırlamak gerek. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu aslında Uluslararası İlişkiler Profesörü'dür. Ve, bilen bilir, 'Stratejik Derinlik' adında bir kitabı vardır. Ve çok mühimdir.

Kitap ortaya bir teori atar. O da şudur:

Türkiye, soğuk savaş sonrası oluşan yeni düzende yani küreselleşme sürecinde basit bir 'köprü' değil, Ortadoğu ve Orta Asya'nın yeniden şekillenmesinde 'katalizör' olan bir güçtür.

Bu gücün DNA'sında Türkiye'nin 'tarihi derinliği' yatar. Ve bu aslında bir fırsat alanıdır.

Neden?

AK PARTİ'nin varoluş dinamiklerinden biri de Amerika'nın Ortadoğu, Balkanlar ve Orta Asya'daki 'Soft power: Yumuşak güç' ihtiyacına yanıt verecek bir ideolojik/pratik arka plan sunabilmesidir.

Ancak, konjonktür, genel itibarıyla sadece AKP'nin değil Türkiye'nin işine de geliyor. Bu sahici ve önemli bir gerçek.

Siyasetten bağımsız yalın bir veri...

Yani iktidarda kimin olduğundan bağımsız olarak...Türkiye'nin son yıllardaki 'öngörülemeyen' dış politika salınımı (1 Mart tezkere reddi, Halid Meşal ziyareti, Sezer’in Şam ziyareti, One minute şoku, Tahran’la yakınlaşma, Nabucco’yu imzalayıp bir yandan Güney Akım’ı devreye sokmak) aslında sürekli marka imajına ve hatta kimliğine yansıyor.

Ermeni açılımını da bu çerçevede okumak gerek...

Bu tartışma büyük kıyamet kopartacak... AKP içeride, tıpkı Kürt açılımında olduğu gibi, dayak yiyecek ama atılan adım Ermenistan’la ilişkilerimizde; soykırım baskısında Türkiye’nin elini rahatlatacak.

İktidarda kim olursa olsun bu mahallenin artık bir 'haşarı çocuğu' var...Türkiye...

Her taşın altından çıkan, maraza çıkartan, çok kimlikli, çok kültürlü, etkin...
Yani demem o ki...

Davutoğlu, vakti zamanında tam olarak bunu mu kastetti...Yoksa Washington, 'Aman da bunları kullanalım...' mı dedi... Önemli değil...

Bu kaotik dış politika kalıplara sığmıyor ve işin özünde Türkiye'nin etki alanı muazzam genişliyor.

Akşam

Ahmet Özcan
‘Augustus eşiği’

M.Ö. 31 yılında Roma imparatoru Octavianus, Yunanistan'ın batı kıyılarında, Mısır’da bir Doğu İmparatorluğu kurmaya çalışan Marcus Antonius ve Cleopatra'nın ordusunu yendi. Ardından Roma’da tek otorite olarak Augustus (yüce) ünvanını aldı. Roma Cumhuriyetini askeri, mali,siyasi ve sosyal reformlarla yeniden yapılandırdı ve Roma büyük bir imparatorluğa dönüştü.

Alman kökenli ABD’li yazar Herfried Münkler, ‘İmparatorluklar-Eski Roma’dan ABD’ye dünya egemenliğinin mantığı (İletişim,2008) isimli kitabında, Roma’daki yaşanan bu değişim sürecini ‘Augustus eşiği’ kavramı etrafında tartışır. Cumhuriyetin düşmanlarını yenerek bütün enerjisini iç reformlara yöneltip sağlamlaşma aşamasını tamamlaması ve imparatorluğa dönüşmesinin kritik eşiğidir bu aşama.

Münkler, tarih boyunca bir çok imparatorluğun bu aşamada takıldığını ve eşiği geçemediği için kısa süreli bir parlamadan sonra yıkılıp gittiğini söyler.

ABD’nin 11 Eylül sonrası yürütmeye başladığı politika çerçevesinde emperyal güç, emperyalizm, imparatorluk, hegemonya, liderlik gibi kavramları tarihi ve güncel örnekleri eşliğinde tartışan yazar, örtük bir şekilde ABD’nin ‘Augustus eşiği’nde olduğunu ve henüz Roma gibi uzun yaşayıp yaşamayacağı belli olmayan bir emperyal hegemon güç olduğunu ileri sürer.

Kitapta bir diğer önemli kavram ‘emperyal çevrim’ dir. Uzun süre yaşayan imparatorlukların geçici gerileme dönemlerine rağmen farklı koşulları değerlendirerek kendini yenilemesi ve yeniden emperyal bir düzeye yükselmesini ifade eden bu kavramla yazar, İspanya, Osmanlı Rusya ve Britanya imparatorluklarının farklı tarihsel dönemlerini irdeler.

Augustus eşiği, devlet iktidarının küresel bir otoriteye dönüşmesidir. Emperyal çevrim ise büyük bir devletin en zayıf anında bile sürekliliğini sağlayacak dinamiklere yaslanarak küllerinden yeniden doğması demektir.

Aktium savaşı antik tarihin dönüm noktasıdır. Doğu Roma’nın İstanbul’un fethiyle birlikte imparatorluk mirasını Osmanlı’ya devretmesi gibi, Antik Mısır imparatorluğu da bu savaşla mirasını yeni Roma’ya devretmiştir. Tarihte büyük İmparatorluklar emperyal miraslarını yeni güçlere bu tür büyük ve kritik savaşlarla devretmiştir.

Antik Mısır’ın kolonisi olan Yunan şehir devletleri, Girit, Roma vilayeti ve Tuna kıyıları, M.Ö 6. yüzyılda Pers istilası nedeniyle Mısır’dan kaçan seçkinlerin yeniden toparlandığı mekanlardı. Böylece tarih sahnesine özgün birer uygarlık merkezleriymiş gibi sunulan ve aslında antik Mısır’ın yeni formları olan şehir devletleri çıktı. Nitekim M.Ö. 4. yüzyılda doğu seferine çıkan Büyük İskender ve ordusu, aslında Antik Mısır ordusuydu ve Pers istilasına son vermek için organize edilmişti.

Mısır, kendisi olarak bu süreçten ciddi bir tahribatla çıktı ve imparatorluk merkezi olma özelliğini kaybetti. İşte M.Ö. 31 yılında yapılan Aktium savaşı, Romalı komutan Antonius ile Mısır kraliçesi Kleopatra’nın ilişkisi şahsında son defa Mısır merkezli bir imparatorluk kurma deneyiminin fiyaskoyla sonuçlanmasını sağlamıştı. Böylece devir teslim tamamlanmış ve bölgesel imparatorluğun yeni merkezi Pers güçlerinin uzanamayacağı Roma kasabası olmuştu. Roma imparatorluğu, bu manada Mısır’ın devamıdır.

Bu tarihsel gelişim, bize büyük güçlerin yükseliş ve düşüşüne dair kritik sonuçlar vermekle birlikte, yeni güçlerin sahneye çıkışına dair önemli bir gösterge sunar. Her yeni güç, ancak ve sadece bölgesindeki başka bir hegemon gücü tasfiye ederek doğabilir. Aynı anda aynı bölgede iki veya daha fazla eşit hegemon olamaz. Dolayısı ile, hem bölgesel hem de küresel egemenliğin mantığı son tahlilde güç yarışı ve çok boyutlu bir savaşla işler.

Bugüne gelirsek, tabii ki ABD hegemonyasının bu tarihsel deneyimlerle birlikte analiz edilmesi önemlidir. Özellikle bu devasa gücün akıbeti konusunda Roma deneyimi çok önemli ipuçları verir, Ki ABD’li analizciler diğer batılı güçlerde olmadığı kadar ABD ile Roma arasında tarihsel, siyasal veya askeri benzeştirmelere sıkça başvurur.

Ama şimdilik küresel egemenlik ve ABD’yi bir kenara bırakıp, bu tarihsel birikim eşliğinde kendi bölgemizi ele almalıyız. Devletler, Dinler ve İmparatorlukların doğum yeri olan Mezopotamya-Akdeniz havzasının politik tarihini bilmeden, bugün ve geleceğe dair doğru bir analiz yapılamaz. Olan biteni tarihin ritmik çevrimi ve coğrafyanın zorunlulukları eşliğinde ele almadan yapılan her değerlendirme eksik olacaktır. Tabii ki tarih her gün yeniden yazılır ve her yeni gelişme bizatihi kendi koşulları ve içeriği ile öncesiz bir durumdur. Ancak tarih ve coğrafya, bu yeni durumun olasılıklarını ve sınırlarını kavramamızda yardımcı olur. Ayrıca muazzam bir deneyim laboratuarı olarak önümüzü görmemize ışık tutar.

Türkiye, emperyal bir mirascı olarak er ya da geç yeniden büyüyecektir. Bugün var olan siyasi ve coğrafi pozisyonu, bir emperyal çevrim sürecinin ürünüdür. Osmanlı dağıldıktan sonra içine girilen fetret dönemi mutlaka sona erecek ve yeni bir emperyal dönem başlayacaktır. Bu öngörü, tarihi ve coğrafi ritmin potansiyellerine dayanır. Ama bundan sonrası, yani yeni bir emperyal çevrimin ne zaman, nasıl, hangi merkezde ve hangi formla başlayacağına bugün var olan iradeler ve eylemler belirleyecektir.

Türkiye Cumhuriyeti devleti, bölgesel hegemonya için en öncelikli adaylardan biridir. Jeopolitik ve jeokültürel dinamikleri şimdilik potansiyel halinde bir imkan olarak durmaktadır. Bugün ve bundan sonra yaşanan ve yaşanacak her bölgesel gelişme, öncelikle bu objektif gerçekliğin hareketi içinde değerlendirilmelidir. Türkiye’nin tarihsel ve coğrafi hegemon kimliği buraya kadar bir tercih değil, bir zorunluluktur. Yani Türkiye’ye teklif edildiği veya dayatıldığı varsayılan neo Osmanlıcılık türünden misyonlar, teklif edenlerin özel icadı değil, gördükleri potansiyeli manipüle etme çabalarıdır. Ancak bu konuda Türkiye’ye ait bir kararlılık ve yönelim henüz ortada yoktur. Bu noktada eski dünya düzeninin Türkiye’deki personelinin yen


En son Ekim tarafından Cum Ekm 24, 2008 11:57 pm tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Ekm 09, 2009 12:24 am    Mesaj konusu: Milli Tanzimat, Bölgesel Birlik ve Dar'us Selam Alıntıyla Cevap Gönder

Ahmet Özcan
Milli Tanzimat, Bölgesel Birlik ve Dar'us Selam

Yaşadığımız coğrafyanın bize ait tam ve kuşatıcı bir jeopolitik adı yoktur. Tarihte Roma ve Osmanlı, birer jeopolitik adlandırma olarakta kullanılmıştır. Antik dönemde ise Mezopotamya, Anadolu ve Akdeniz havzasının tümünü birden ifade eden bir isim yoktur. Yunan kaynaklar, Ege'nin karşı kıyısından itibaren tüm coğrafyayı Asya olarak tanımlamıştır. İran kaynaklarında ise kuzeydoğusuna Turan, güneybatısına Babil denmiş, ama batısına şamil bir ifade kullanılmamıştır. Ancak Roma dönemiyle birlikte İran kaynakları da Rum ve Roma adlarını kullanmaya başlamıştır.

İslam çağlarında 'Rum' ve 'Roma' isimlerini kullanmak yaygındır. Selçuklu ve Osmanlı kaynakları da klasik döneme kadar bu isimleri kullanır. Osmanlı Padişahlarının bir ünvanı da 'Sultan-ı İklim-i Rum'dur. Osmanlının son dönemlerinden itibaren artık tüm Osmanlı mülkü olan topraklar için 'Memaliki Osmani', yani Osmanlı toprakları ifadesi kullanılmıştır.


18. Yüzyıldan itibaren sömürgeciliğin yönünü doğuya kaydıran batılı güçler, önce helenik Asya ifadesini, sonra ise artık günümüze kadar yerleşen Doğu (Orient, Şark) adını takmışlardır. İngilizlerin Doğu Hind Kumpanyası şirketi, bölgenin bütün haritalarını güncellemiş ve Britanya açısından tanımlamalar ve bölümlemeler yapmıştır. Dünya, halen işte bu Britiş diliyle konuşmaktadır.


İngiliz emperyalizmi, Londra merkezine göre, Türkiye coğrafyasını Önasya, güneyini Orta doğu ve doğusunu da Orta Asya, Güney Asya ve Uzak Doğu olarak tanımlamıştır. Evet, bu bölgeler Londra'ya göre, ön, orta, güney ve uzak'tır. İngilizlerin bu harita dili, ilginç bir şekilde Osmanlı'yı yıkmayı kafaya koydukları 20. yüzyılın başlarından itibaren, bu coğrafyaya Osmanlı demeyi terk etmiştir. Hatta, o tarihlerde, Osmanlı toprakları, önce Hindistan valiliği ve ardından Basra'daki İngiliz konsolosluğunun görev alanı olarak Orta şark ve ön asya olarak tanımlanmıştır.


Fransa ve Almanya için de aynı tanımlamalar geçerlidir. Fransa, Napolyon sonrası bir dönem Doğu ifadesiyle en çok Mısır'ı, Almanya ise Hindistan'ı kastetmiştir. 20. yüzyıl başlarından itibaren, bu ülkelerin sömürge hedeflerine göre Doğu'nın sınırları ve tanımı da değişmiştir. Almanya'nın Ostpolitik-Doğu'ya doğru siyaseti, II.Wilhelm'le birlikte Ortadoğu'dan başlayarak Rusya'yı da içine alan bugünkü Avrasya coğrafyasını ifade etmek kullanılmıştır.


Avrasya coğrafyasını bir bütün olarak 'okuyan' perspektifin ilk örnekleri Alman jeopolitikçileridir. Ruslar, daha sonraları Alman bakış açısını aynen alarak Avrasya ifadesini geliştirmişlerdir.


Tüm bu sömürgeci haritalandırma süreci boyunca, doğu'dan, özellikle kendi coğrafyamızdan bir tanımlama çabası görülmez. İran ve Osmanlı devletleri, adeta istiladan önce teslim olmuş gibi, 18. yüzyıldan itibaren batıdan yapılan bütün tanımları kabullenmiş ve devlet evraklarında da kullanmaya başlamıştır. Resmi metinlerdeki tanımlamalar ve isimlendirmeler, bu devletlerin müttefik ilişkilerine göre ufak tefek değişiklikler geçirmiştir. Ama, dünyayı ve kendini jeodezik okuma biçimi, sömürgeci saldırılara muhatap olmadan çok önce istilaya maruz kalmıştır.


I.ve II. Dünya savaşları, esas itibariyle işte bu şark meselesi yani doğu'nun zenginliklerini paylaşma temelinden çıkmıştı. Çatışan taraflardan Almanya saf dışı edilince, Alman jeopolitik bakışı da muhalefete düştü. Halende Alman jeopolitikçilerin literatürü, anglo-sakson jeopolitik okuma biçimine muhalif olanların tek dili durumundadır. Avrasya kavramı bunlardan biridir. Ancak, Brzezinski'nin 1980'lerinden sonunda çıkan kitabıyla beraber artık bir Anglofil Avrasya kavramı olduğunu da biliyoruz.


Soğuk savaş dönemiyle birlikte gücünü ve misyonunu ABD'ye 'ödünç veren' İngiltere'nin jeopolitik haritasının içinde yaşamaya devam ediyoruz. ABD, Soğuk Savaşla beraber bu haritaya her hangi bir şey eklemiş sayılmaz. Dil, hala o iki yüz yıl önceki Britiş dili. Ve son dönem gündeme getirilen ABD merkezli tüm jeopolitik projelerde aynı dilin bir tekrarından ibaret. 'Büyük Ortadoğu' ya da 'Genişletilmiş Ortadoğu' ifadeleri, İngilizlerin Orta Şark'ının güncellenmiş hali. Medeniyetler söylemi ise, A. Toynbee ile başlayan ve Bernard Lewis'le devam ettirilen, batı'yı uygarlık olarak tanımlama çabasının devamından ibaret. Batı uygarlığı, bir İngiliz-Alman ortak yapımı kavramdır. 18. yüzyılda Gottingen Üniversitesinde icat edilmiştir. Tıpkı bu uygarlığa kök bulmak için uydurulan Hind-Avrupa dil grubu ve Yunan-Roma geleneği gibi. Böylece tablo tamamlanmıştır. Bu batılı masalın özeti şudur: 'İnsanlığın en eski toplumları olan Avrupalılar sadece şimdi değil tarihin eski devirlerinde de uygarlıklar kurmuş ve dünyaya yaymışlardır. Geri kalan uygarlıklar, ya Asyadaki ve Amerikadaki gibi birer kült'tür, ya da İslam gibi artık Ortaçağ'da kalmış ve aslında kökü de yine batıya -Yahudi, Hind veya yunana-ait geçici bir barbar halklar uyanışından ibarettir. Bu barbarlık, modern çağlarla birlikte tarihe gömülmüş ve artık tek uygarlık olan batıya adapte oldukları ölçüde yaşama şansları olan bu halklar, her hangi bir iddiaya ve alternatife sahip değildir.'

Evet, Bütün hikayeleri işte budur. Bu hikayede tek bir doğru cümle yoktur.


Yani eski şark meselesi de, yeni BOP-GOP'ta, işte bu jeokültürel sömürgeci bakışın ürünüdür. Bu bakış, 1839 Tanzimat'ından sonra başlayan batıya bağımlılık süreci boyunca sürekli olarak bölgemizi parçalayıp yeni siyasal birimler icat etmeyi temel ilke edinmiştir. Hiçbir büyük bütün'e göz yummayan bu ilke ile, I. Dünya savaşında Osmanlı parçalanmış, II. Dünya savaşından sonra ise bazı bölgelerde daha küçük birimler oluşturulurken, parçalanmış devletçiklerin bir çoğunda da batı yanlısı iktidarlar iş başına getirilmiştir.

Şimdi kimilerine göre III. dünya savaşı sayılan Soğuk Savaş sonrası yaşanmaktadır. Ve galip taraf, 'ganimet' üzerinde paylaşım amaçlı tadilatlar yapmaktadır. Genişletilmiş Ortadoğu olarak tarif edilen ve Fas'tan Orta Asya'ya kadar uzatılan 'ganimet' bölgesinde yürütülen operasyon, yine bildik böl-parçala-yönet ilkesine dayalıdır. Etnik ve mezhebi bölünmelerin teşvik edildiği bu süreç, 'medeniyetler savaşı' diyerek batı kamuoyuna, 'İslamcı terör'le savaş diyerek bölgedeki batıcı oligarşik elitlere, demokrasi ihracı diyerek rakip empreyal güçlere karşı meşrulaştırıcı dillerle savunulmaktadır.


Batı olarak kodladığımız emperyalist geleneğin tarihi, aslında yeni değildir. Yeni olan tek şey, batılıların etnopolitik kimlikleridir. Elen, Frank ya da Anglo Sakson maskeyle dolaşırlar. Hedefleri ise İskender'den beri hiç değişmemiştir: Doğu'nun zenginlikleri.


M.Ö. 300'lerde İskender seferleri, Doğu'nun zenginliklerine el koymak için yapılmıştır ve Sonuçta Hindistan'a kadar istila eden İskender orduları bütün bölge devletlerini yıkarak her bir komutana bir egemenlik bölgesi düşecek şekilde yeni siyasal birimler kurmuştur. Bu dönem boyunca Yunanca, Mısır, Anadolu, İran ve hatta Hindistana kadar en yaygın dil haline gelmiştir.


11.-12. yüzyıllardaki haçlı seferleri Kudüs'ün işgaliyle sonuçlanmış ama İskender kadar başarılı olamayarak batılıların yüzlerce yıl sürecek doğu ve İslam komleksiyle sonuçlanan bir yenilgi ile bitmiştir.


Son haçlı seferi olan 1204 yılında ise, haçlılar istanbul'u işgal ederek Doğu Roma'nın zenginliklerini yağmalamakla yetinmiş, 1270'lerde çekilmek zorunda kalmışlardır. Bu işgal sırasında ise doğu Roma'daki işbirlikçi hizipler Rumca yerine latinceyi resmi dil yapmış ve Ortodoks mezhebi terk ederek Katolik kilisesinin öğretilerini dayatmıştır. 70 yıllık bu işgal döneminden sonra, yeniden iktidarı alan Doğu Roma, Osmanlı devletinin bayrağı devralmasına kadar anti Latin bir çizgiye kaymış ve bölgenin işgalcilere karşı yeniden toparlanması misyonu görmüştür. Bu misyon, Osmanlı devletiyle tahkim edilmiş ve 18. yüzyılda Navarin'de Osmanlı donanması yakılana kadar, batılılılar bölgeye sokulmamıştır.


19. yüzyılda Tanzimatla başlayan batıya teslimiyet süreci Osmanlının dağılmasıyla sonuçlanmış ve ardından İskender sonrası dönem gibi, batıya bağımlı ve batıyla işbirliği içindeki elitlerin yönettiği bir çok siyasal birim kurulmuştur.
Bu dönem boyunca da işgalcilerin dili ve kültürü egemen kılınmış ve bölgedeki tüm halklar arasına mayınlar döşenerek bir araya gelmeleri engellenmiştir.


İşte şimdi, bu sürecin en son sahnesi sergilenmektedir ve var olan parçalanmış durum dahi daha küçük parçalara ayrıştırılmak istenmektedir. Bu amaçla, bölgedeki en büyük iki güç olan Türkiye ve İran'a sıra gelmeden önce geri kalan ülkeler parçalanmakta ve bu sırada bu iki ülkeye bölgesel güç misyonları veriliyormuş gibi yapılarak Şii ve Sünni dünyanın ağalıkları adı altında daha kalıcı bölünmelerin taşları döşenmektedir. Şimdilik kürt kökenli toplulukları siyasal sahneye çekerek yürütülen ve hem Türkiye'ye hem de İran'a bölünme korkusu ile şantaj yapılan bu operasyonun nihai hedefi, her iki ülkeyi gerek bir biriyle vuruşturarak, gerekse ters yönlere koşullayıp tüketici bir rekabete sokarak parçalamaktır. Hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır ki, batılı hiçbir güç bu bölgede bir toparlayıcı potansiyel güce kalıcı olarak tahammül etmeyecektir. Bu manada, gerek İran'a el altından sunulan NeoPers misyonu gerekse Türkiye'ye aynı şekilde teklif edilen Neo Osmanlı misyonu gibi, bölgesel sosyolojinin yönelimine uygun ballı tekliflerin, geçici ve sahte rol teklifleri olduğu unutulmamalıdır. Bu teklifi kabul edecek bir İran en fazla bir Safevi karikatürü olur. Yine bu teklife boyun eğen bir Türkiye ise en fazla yeni ve büyük bir İsrail haline dönüşür. Gavurun projelerinden kimseye hayır gelmez.


Bölgedeki asli güçlere düşen, İskender'i ve haçlıları bu coğrafyada tutunamaz hale getiren dinamiklere, yani sosyolojiye, yani millete ve değerlerine yaslanarak sahici birlik projelerini uygulamaya sokmaktır. Bu amaçla, emperyalizmin temel ilkesi olan böl-parçala-yut'a karşı, biteviye ve inatla, birleş, bütünleş ve diren ilkesini temel almak gerekir. Devletlerin bütün siyasetlerinin en derindeki asli ivmesini bu ilke oluşturmalıdır. Güncel siyasi alt üst oluşlar içinde her koşulda bu ilke gözetilmeli ve yürütülen operasyonun nihai maksadı gözetilerek, tam zıddı yönde bir nihai maksat belirlenmelidir.


Bunun için, öncelikle Dünyaya, bölgeye ve kendi ülkesine Britiş gözüyle bakma alışkanlığı terk edilmeli ve yüzyıllar sonra ilk kez Doğu Roma- selçuklu-Osmanlı-Türkiye gözüyle yeni bir jeodezik perspektif geliştirilmelidir. Bu bakışaçısı, coğrafyaya kendi eski ve tabii büyük sınırlar dahilinde bakmayı öğretecektir. Sahte sınırlar daha sahtelerini çizmek için yıkılırken, gerçek ve tek sınır olan batıyla savaş sınırı bir kez daha çizilmeli, geri kalan bütün sınırlar kaldırılmalıdır.


Batıyla savaş sınırı, tıpkı Misak-ı Milli gibi, bir gümrük çizgisini değil, bir ilkeyi, topraklarımızın ve halklarımızın ve tüm mazlum ve mahrum dünyanın haysiyet ve istiklalini koruma ilkesini ifade eder. Ne zaman ve nerede bu ilke çiğnenirse, düşman oradadır.


Cebeli Tarık'tan Afrikaya, Kızıl denizden Altaylar'a, Tanrı dağlarından Hind körfezine kadar olan bölge, bizim coğrafyamızdır, geniş vatanımızdır ve tek bir siyasal birim tarafından yönetilmelidir. Bu coğrafyaya ister Avrasya, ister Asya, ister Doğu, ister Osmanlı-Selçuklu sentezi densin, isterse yeni bir isim verilsin, sonuç değişmez. Burası bizim, bu coğrafyada yaşayan tüm halkların, tüm dinlerden, mezhep ve meşreplerden insanların özgürlük ve barış yurdudur. Dünyaya işte burada durarak bakmaya başlamak, her işin başıdır. Bura'nın herhangi bir noktası fark etmez. Hepsi bize aittir ve her hangi bir noktasına dönük tecavüzden bu coğrafyada yaşayan herkes sorumludur. Bu manada Afganistan ve Irak işgali, Türkiye'nin işgalinden farksız bir tecavüzdür.


Bu tek ortak coğrafyayı vatan bilen bir idrakin siyasal kavrayışı da tek devlet ilkesidir. Bütün bu coğrafyanın tek bir siyasal çatı altında yönetilmesi, siyasal düzeyde savunulacak en önemli ortak hedef olmalıdır. Zaten bu coğrafya ne zaman tek bir siyasal irade tarafından yönetilmişse o zaman barış ve huzur gelmiş, ne zaman birden çok siyasi birim ortaya çıkmışsa işgallere ve iç savaşlara kapı açılmıştır. Tarihimizde 400 yıl barış dönemi tek ortak devlet sayesinde yaşanmış, ama son iki yüz yıldır bu devlet adım adım çürüdükçe fitne dönemi başlamıştır. Bu nedenle, özellikle son yüzyılı parçalanmalarla geçiren bütün bölge halklarına birlik ve bütünleşme projeleri teklif edilmelidir. Ortak siyasal iradenin olgunlaşmasına dönük ekonomik ve kültürel altyapı oluşturacak her tür çaba desteklenmelidir.

Bu irade üç aşamalı bir süreçle olgunlaştırılabilir.


1. Aşama; Milli Tanzimat olarak ifade edeceğimiz, ulusal bağımsızlık ve kalkınma aşamasıdır. Batıya bağımlılığa son verme amacıyla, İngiliz tanzimatının tam tersi bir vektör harekete geçirilerek, bölgedeki tüm ülkelerin milli modernleşme süreci tamamlanmalı, kalkınma sorunları işbirliği içinde çözülmeli, ortak Pazar ve ortak eğitim havuzları oluşturulmalı, gümrük birliği gibi kaynaşma ve dayanışma projeleri gündeme getirilmelidir. Küresel ölçekte tüm bölge sorunlarında dayanışmacı siyasetler uygulamak dış politikanın temeli yapılmalıdır. İKÖ, ECO, KEİB gibi kurumlar daha etkin kılınmalı, yenileri eklenmeli, Filistin, Irak, Kıbrıs, Kafkasya, Bosna, Kosova, Keşmir gibi sorunlarda paralel siyasetlerin savunulacağı bir zemin oluşturmanın yolları aranmalıdır. Milli Tanzimat, ulusal iradelerin anti emperyalist tahkimi ve bölgesel dayanışma içinde modernleşme yöntemlerinin millileştirilmesi demektir. Batıcılık türleri ebediyen tasfiye edilmeli ve üretim, tüketim, paylaşım sorunları yerli dinamiklerin önü açılarak giderilmeye çalışılmalıdır.


2. Aşama, Bölgesel üst birlikler kurmaktır. Yaşadığımız süreç göz önüne alınırsa, acilen Türkiye, Irak ve Suriye arasında bir birlik projesi gündeme alınabilir. Bu proje İran'a da teklif edilebilir. Aynı şekilde bu birlik çabası Balkanlar ve kafkaslar'da da farklı formülasyonlarla gündeme getirilebilir. Böyle bir bölgesel üst birlik, hem bu ülkelerin bölünme riskini bertaraf edecek hem de diğer komşu ülke halklarının bu birliğe katılımını teşvik edecek bir ters bütünleşme sürecini harekete geçirecektir. Bölünme tehdidi, iç konsolidasyon yanında dış bütünleşmeler yoluyla da bertaraf edilebilir.


3. Aşama ise, Milli Tanzimat ve Bölgesel birliklerin sonuçlarının tek bir havuzda toparlanmasını içerecektir. Bu aşama, bir ortak ideanın yeniden hayata geçirilmesini, yani Daru's Selam'ın, Barış Yurdunun tekrar tesisini ifade etmektedir.


Ülkemiz ve bölgemiz, bu birlik ve ideaya muhtaçtır. Evrensellik ve modernleşme, ancak böyle bir çerçeve içerisinde gerçekleşebilir. Batıcı Tanzimatçılıkla buraya kadar gelinmiştir. Bundan sonrası bu yoldan parçalanmaya, iç savaşlara, etnikçi ve mezhepçi fitnelerle boğuşmaya ve adı Türk içi gavur bir yönetici ekonomi-politiğin kulları olmaya gider.


Kim ki hala bu yolu bize yol diye sunmakta, hala bu yoldan fareli köy kavalcılığı yapmakta, hala bize gavurun çobanlığını sunmaktadır, o haindir.
Kim ki, her şeye rağmen birlikten, dayanışmadan, direnmeden, tarihten, dinden, ulusal bütünleşmeden, millilikten, vatandan, barıştan ve adaletten bahsetmektedir, o bizdendir. Ayrıntılar önemli değildir. Herkes işte bu iki yoldan birini seçip, kendi üslubu ve usuluyle safını gösterecektir. Bizim safımızı seçenler, bizim büyük tarihsel dirilişimizi Kuran'dan, Marks'tan, Hacı Bektaş'tan, Paflikyan'dan, Mevlana'dan, Yunus'tan, Mehmet Akif'ten ya da Mustafa kemal'den delillendirebilir. Türkçe'nin yanında, Kürtçe, Çerkezce, Arnavutça, Arapça, Farsça, Ermenice, Süryanice,lazca, Boşnakça, Gürcüce, Bulgarca, Yunanca, Slavca, Peştunca, Hinduca vb. ifade edebilir. Hepsi bizimdir, hepsi bizim dilimizin lehçeleridir..Bizim dilimiz, insanın, Ademin, vicdanın ve merhametin dilidir.
Tahammül edemeyeceğimiz tek dil, Britiş kafasıyla her dilden konuşabilen gavurcadır.


Endüstri devrimi, bir grup bilim adamının, Aydınlanma bir grup entelektüelin, Amerika Birleşik Devletleri, bir grup Püriten beyaz adamın, Britanya imparatorluğu bir grup İngiliz aristokratın, Avrupa Birliği bir grup Avrupalı elitin hayallerinin ve ihtiraslarının ürünüydü.


Biz çok uzun bir zamandır hayalleri ve ihtiraslarını büyük tarihsel doğumlara yol açacak bir tarzda yönetebilen bir grup insan çıkartamaz olduk.
Şimdi işte bu eşikteyiz. Bir grup insana, bölgemizdeki her ülkede, ülkemizdeki her ilimizde, her camiada, bir grup hayalpereste, maceracıya, ütopik ve romantik kesin inançlıya, bir grup 'Mümin'e ihtiyacımız var. Herkesin maceracı, hayalci olması toplumları felakete götürür, biliyoruz. Ama herkesin hesapçı, rasyonel, gerçekçi, çok akıllı, temkinli ve tedbirli olmasından da son derece rasyonel ve iyi hesap edilmiş ama bize ait olmayan bir dünya kurulur.


Başımızda yeteri kadar bize ait olmayan dünyaların adamı olmaya teşne kifayetsiz muhteris var. Olmayan, dava adamıdır. Derinlerden gelen kolektif bilinçaltının sesidir. Büyük dirilişin nefesidir. Hepimizin o insan yanıdır. O inanmış ve inandığından emin olan saf Adem yanımız. Mümin, işte bu yanıyla yaşayan ve konuşandır. Büyük ayağa kalkışlar, hesap kitap bilenlerle değil, imanla gerçekleşir. Hesap kitap bilenler, bu imanın sonuçlarını düzenler.

Bazı vakitler vardır ki, akıl, matematiği değil, aşkı ifade eder. Aşk, ademin Adem olma ateşi demektir.. İnsanlık, bu idrakle, bu ateşle ayakta durur. Kötü zamanlardan ve kötü ruhlardan koruyan dua, işte bu idrakin eylemi ve söyleminden ibarettir. Allah, Ademe ruhundan üflemeyi sürdürmektedir. O ruh, işte bu ateş ve idraktir.


Artık bu idraki ve ateşi taşıyan bir grup mümin'in çıkma ve konuşma vaktidir.
Tarih, büyük bir rövanşın, insanlığın barbarlıktan soracağı büyük hesabın ayak sesleriyle ilerlemektedir.


Biz, bunun bize ve çocuklarımıza nasip olmasını diliyoruz.

YARIN Dergisi, Mart-2005
ahmetozcan1@yahoo.com

24 Kasım 2009
İngilizler 'Osmanlı'cılığa Çok Kızgın
İngiliz Financial Times gazetesi, “Türkiye’nin Osmanlı Misyonu” başlıklı analizde, Türkiye'nin dış politikasından çok rahatsız olduklarını açık açık ifade ediyor..

Ankara’nın aktif dış politikasına ilişkin tartışmalar hız kazanıyor. Son olarak Financial Times gazetesi, “Türkiye’nin Osmanlı Misyonu” başlığını kullandığı uzun bir analizinde, Türkiye’nin diplomatik girişimlerinin hızı ve kapsamının, hem Türk, hem de Batılı gözlemcilerin arasında soru işaretlerini yarattığını savunurken, Türkiye’nin, yeni politikaların ne ölçüde eski müttefiklerini rahatsız edebileceğini değerlendirmesi gerektiğini de yazdı. “Türkiye’nin Ortadoğu ile ilgili tercihleri, ülkenin kimlik krizine bağlı gibi görünüyor” görüşünü dile getiren gazete, “Türkiye’nin yeni dış politikasının sonraki sınav İran olacak” dedikten sonra, “Ankara, zor tercihleri yapmaktan daha ne kadar kaçınabileceği belli değil” yorumuna da yer verdi.
Ekonomi gazetesi Financial Times’in Türkiye’ye tam bir sayfa ayırdığı son sayısında AKP hükümetinin dış politikasını değerlendirirken “Türkiye’nin Osmanlı Misyonu” başlığını kullandı. Gazete, Türkiye muhabirini Delphine Strauss’un imzasını taşıyan analizinde “İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AK), Türkiye’nin, Müslüman dünyasının liderliğinde ve uluslar arası diplomasinin en üst kademelerinde yeniden bir yer edinmesi amacıyla Balkanlardan Bağdat’a, bir zamanlar padişalarca yönetilen topraklarda yeniden angaje oluyor” yorumunu yaptı.
Dış politikasının “mimarı” olduğu vurgulanan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, AKP’yi eleştirenlerin kullandığı “neo Osmanlılık” etiketini reddederek “komsularla sıfır sorun” sloganını tercih ettiği kaydedildiği analizde Türkiye’nin istikrarsız bir bölgede bir istikrar gücü olma hedefinin ABD ve AB’den övgü kazandırdığına dikkat çekildi.

-“SORU İŞARETLERİ YARATILDI”

İngiliz gazetesi, Türkiye’nin büyüyen ekonomik gücü ve diplomatik kabiliyetinin Washington ve diğer başkentlerin karşı karşıya bulunduğu en zorlu sorunlar konusunda etkin olmasına imkan sağladığını belirtikten sonra da diplomatik girişimlerinin hızı ve kapsamının, hem Türk, hem de Batılı gözlemcilerin arasında Türkiye’nin hepsi ile baş edebilmesine ilişkin soru işaretlerinin yarattığını da yazdı.
Son dönemde Ermenistan, Suriye ve Kuzey Irak gibi önemli dosyalarda atılan adımlara da dikkat çeken gazete “Ancak, diplomasi inceliklerini küçümseyen bir başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan, yeni dostluklar kurma potansiyelinin eskilerine zarar verebileceğini gösterdi” görüşünü dile getirdi.
Bu çerçevede Türkiye-İsrail ilişkilerinde yaşanan gerginlikler ve Türkiye-İran yakınlaşması üzerinde durulduğu analizde bu konularda Batı’da gösterilen sert tepkilere de gönderme yapıldı.
Financial Times, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Dış Politika Başdanışmanı İbrahim Kalın’ın Türkiye’nin aktif politikasının AB üyeliği konusunda duyulan hayal kırıklığının sonucu olmadığı sözlerine de işaret ettikten sonra “Ancak eğer Türkiye, eskiden kendisini daha küçük bir ortak olarak gören ülkeler ile yarışırsa AB ile sürtüşmeler artabilir” diye yazdı.

-“ERDOĞAN’IN İRAN İLE İLGİLİ TUTUMU KIZGINLIK YARATTI”

Batılı diplomatların Davutoğlu’nun, Fransa’nın Suriye ile İsrail’i barıştırma girişimine “destekleme isteksizliği”ne işaret ederken Erdoğan’ın İran ile ilgili tutumunun “kızgınlık” yarattığını söylediklerini belirten gazete, Türkiye’nin, “Etkinliğinin ne kadar büyük olduğunu ve yeni politikaların ne ölçüde eski müttefikleri rahatsız edebileceğini” değerlendirmesini gerektiğini de savundu.
“Türkiye’nin Ortadoğu ile ilgili tercihleri, doğru veya yanlış ülkenin kimlik krizine bağlı gibi görünüyor” değerlendirmesini de yapılan analizde şu görüşler de dile getirildi:
“Dini ibadet giderek daha görünür ve kamuoyu daha büyük bir güç haline geldiği bir ülkede dış politikayı elbette ki İslam dünyası ile artan yakınlık şekillendirir. Sayın Erdoğan’ın Gazze veya İran’ın hükleer program ile ilgili açıklamaları, sokaktaki görüşlerin hem kabulü hem de güçlendirici gibi görünüyor.”
İngiliz gazetesi, Türkiye’nin daha önce Türk cumhuriyetlerine yönelik açılımının sonucunda ticari ilişkiler iyi bir düzeye çıkarken ülkenin nüfuzunun Çin veya Rusya’ya oranla “sınırlı” kaldığını belirtirken Ermenistan ile ilişkiler onarılmasının sonucunda Azerbaycan’da görülen tepkileri anımsattı.
“Türkiye’nin yeni dış politikasının bundan sonraki sınavı İran olur” diyen Financial Times, Erdoğan’ın, Washington ve Brüksel’de neden İran’ın nükleer programını “barışçıl ve insani” olarak savunduğunu izah etmeye zorlanabileceğini öne sürdü.
Bu çerçevede görüşleri yansıtılan Batılı analistler ise, Türkiye’nin NATO üyesi ve AB adayı olarak ABD ve Avrupa’nın yanında yer alması beklenebileceği ancak Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak “bağımsız” hareket etmek ve komşularla karşı karşıya gelmemek isteyeceği belirtilirken “Ankara ne kadar uzun bir süre zor tercihleri yapmaktan kaçınabileceği belli değil” yorumunu da yaptı.
aktifhaber

OSMANLI'YI CİHAN DEVLETİ YAPAN 150 SIR
28 Kasım 2009

Osmanlı'nın üç kıtaya yayılarak güçlü bir devlet olmasındaki en önemli sır neydi? İşte eğitimci-yazar Ali Karaçam son kitabında Osmanlı'yı Osmanlı yapan 150 sırrı anlattı.
Eğitimci-yazar Ali Karaçam, siyasi, ekonomik, toplumsal, kültürel ve dini alanlarda yaptığı araştırmalar sonucu ortaya çıkardığı, Osmanlı Devleti'nin, üç kıtaya yayılarak güçlü bir devlet olmasındaki sırlarını, 'Osmanlı'yı Cihan Devleti Yapan 150 Sır' kitabında topladı.

Tarih eğitimi de alan Karaçam, AA muhabirine yaptığı açıklamada, toplum olarak Osmanlı tarihinin genel olarak siyasi, kültür, toplumsal yapısının ve medeniyet yönlerinin bilinmediğini belirtti.

Okullarda daha çok savaşların veya antlaşmaların öğretildiğini dile getiren Karaçam, Osmanlı'nın 60 farklı etnik grubu hoşgörü çerçevesinde yüzyıllarca bünyesinde barındırdığını, bunun doğru bir şekilde anlaşılması gerektiğini anlattı.

Karaçam, bu amaçla, tarih alanında önemli çalışmalar yapan Halil İnalcık, Yusuf Halaçoğlu, İlber Ortaylı ve birçok tarihçinin kitabını okuduğunu ve harmanladığı bilgiyle böyle bir kitap yazmaya karar verdiğini ifade ederek, kitaptaki daha çok Osmanlı'nın büyük bir devlet olmasındaki sosyal, siyasal, dini ve kültürel sırları, açıklamalar ve anekdotlarla vermeye çalıştığını bildirdi.

Ali Karaçam, 'Osmanlının üç kıtaya yayılarak güçlü bir devlet olmasındaki en önemli sır, himayesi altındaki etnik unsurlara hoşgörü çerçevesinde davranması ve onların dini özgürlüklerini kısıtlamamasıdır' dedi.

Karaçam, kitapta, 'Osmanlı devlet yönetimi', 'Osmanlı toplumu', 'Osmanlı ekonomisi', 'Osmanlı'da kültür ve sanat' ile 'Osmanlı'da eğitim ve öğretim' bölümlerinin yer aldığını kaydetti.

-PADİŞAH İSTEDİĞİNİ YAPAMAZDI-

Osmanlı'nın, klasik döneminde çeşitli soylardan gelen ve farklı inanç sistemlerine mensup insanların, barış içinde bir arada yaşamasının başarıldığı ve bu toplum düzenine ve barışına, 'Nizam-ı Alem' adının verildiği anımsatılan kitapta, bütün Osmanlı yöneticilerinin bu ideal uğrunda fetihler yaptığı, zaferler kazandığı, Müslim ve gayrimüslim ayrımı yapmadan insanların uzun süre huzur içinde yaşadığı anlatılıyor.

Osmanlı yöneticilerinde, 'Ölürsem şehit, kalırsam gaziyim' düşüncesinin hakim olduğu, 'İlayı Kelimetullah' yani 'Allah'ın adını yeryüzüne yayma davası' uğruna üç kıtaya yayılma mücadelesi verildiği aktarılan kitapta, 'ufuk gibi, yaklaştıkça uzaklaşan mekanın söz konusu olmadığı', bir ideal olan 'Kızıl Elma'nın Osmanlı'nın 'motor gücünü' oluşturduğu kaydediliyor.

Kitapta, padişahların günlük faaliyetlerinin programlı olduğu, genellikle üç saatin ibadet ve Kur'an-ı Kerim, iki saatin tarih ve benzeri kitaplar okumaya, altı saatin ülke sorunlarını yardımcı ve danışmanlarla görüşmeye, dört saatin gezmeye ve avlanmaya, dokuz saatin ise ailesiyle beraber olmaya ve dinlenmeye ayrıldığı ifade ediliyor.

Vatandaşın, padişahın yersiz bulduğu iradesine karşı çıkabildiği, padişahın hukuku çiğneyemediği, hiç kimsenin görevine müdahale edemediği belirtilen kitapta, şöyle bir anektoda yer veriliyor:

'1812'de 2. Mahmud, bir ramazan gecesi sesini çok beğendiği bir imamın, Beylerbeyi Camisi'nde teravih namazını kıldırmasını ister. Bu durum sarayın yüksek dereceli memuru olan silahtar ağa tarafından caminin imamına iletilir. Cami imamı, 'Buranın imamlığı görevinde bulunduğum sürece, benden başka kimse namaz kıldıramaz' diyerek padişahın isteğini reddeder.'

Padişahların sanatta halka örnek olmasının, tarihe önem vermesinin, kibirli olmamasının, devletin işleyişinin bir disiplin çerçevesinde yürümesinin, bürokratların seçiminde hassas davranılmasının, devlet kadrolarının uzmanlardan oluşmasının, padişahların ordunun başında bulunmasının, emeklilikte de hizmete devam edilmesinin, padişahların tebdil-i kıyafetle denetim yapmasının, Osmanlı'nın yönetim sırları arasında olduğu anlatılan kitapta, Osmanlı'nın çok geniş bir alana yayılması nedeniyle, idari yönden bazı ayrıcalıklara sahip bulunan sancak ve eyaletler bulunduğuna yer veriliyor.

Kitapta, sadrazamlarla vezirlerin, devlet işleriyle ilgili padişahlarla görüştükleri hususların gizli kalması için saraya zeki ancak 'Bizeban' adı verilen işitme engellilerin alındığı belirtiliyor.

-BEKARLAR İÇİN VAKIFLAR KURULURDU

Osmanlı'nın toplumsal yaşamında, düzeni ve yönetim felsefesini, 'Daire-i adliye'yi (adalet dairesi) hakkaniyet çemberinin oluşturduğu ifade edilen kitapta, sivil toplum kuruluşlarının toplumsal yaşama katkısının büyük olduğu, sorunlu ailelerin pozitif düşüncelere yönlendirildiği, günlük yaşamda kibarlığın önemli bir değer olduğu, komşuların aileden biri olarak görüldüğü, toplumda inanç özgürlüğünün bulunduğu, hayvanları korumak için vakıfların kurulduğuna dikkat çekiliyor.

'Bekarları Evlendirme Vakıfları' aracılığıyla maddi durumu iyi olmayan bekar gençlere destek verildiği, bu şekilde toplumsal bir ihtiyacın giderilmeye çalışıldığı anlatılan kitapta, Osmanlı'nın toplumsal düzeni hakkında şu bilgilere yer veriliyor:

'Osmanlı'da yalancı şahitliği önlemek için çeşitli tedbirler alınmıştı. Yalancı şahitliği belirlenen kişi, kadının (hakim) emriyle muhzırlar (adli polis) tarafından uyuz bir eşeğe bindirilerek suçunu bağıran tellalın eşliğinde, caddelerde dolaştırılıp teşhir edildikten sonra serbest bırakılmaktaydı. Yalancı şahitliği tespit edilen, hayatının sonuna kadar şahitlik etme hakkını kaybederdi. Yalancı şahitlere, yapılan iş devlet güvenliğini sıkıntıya sokacaksa, hapis, padişahın şahsına zarar verecekse idam cezası verilmekteydi. Osmanlı'da ekonomik yaşamın kalbi olan çarşılar, esnafın çarşıda toplanmasının ardından dua okunarak açılırdı. Köylülerin, 'avarız akçası vakfı' adı verilen ortak bir fonu vardı. Fonda biriken paradan, borç verilmesi sebebiyle bir ölçüde sosyal yakınlaşma sağlanıyordu. Osmanlı'da toplum hayatında kitabın önemli bir yeri vardı. Öyle ki hediyeleşme geleneğe dönüşmüştü. Padişah 4. Mehmed, Edirne'de oğlunun evlenmesi dolayısıyla yapılan düğünde, hediye olarak oğluna yüklü miktarda kitap vermişti.'

Fatih Sultan Mehmed, Eyüp ve Ayasofya medreselerinde öğretmenlik okuyanlar için genel medreselerden farklı program öngörüldüğü, öğretmen adaylarına Arapça, edebiyat, dil bilgisi, matematik derslerinin yanı sıra tartışma kurallarının öğretildiği, adab-ı muhasebe ve usul-ü tedris dersleri de verildiğine dikkat çekilen kitapta, kahvehanelerin ise birer eğitim yuvası olduğu, vatandaşların kahvehanelerde, kitap okuduğu, satranç oynadığı, gazeller okuduğu, eğitim konularında sohbetler yapıldığı ifade ediliyor.
haber10

04 Aralık 2009 16:01
ABD Osmanlı'yı Arıyor
Osmanlı'nın parçalanmasına ‘barışı bitirecek son barış yaratıldı' yorumunu yapan Newsweek'de yer alan makale, 'ABD ve Batı hatalarıyla Türkiye'yi yükseltti' dedi.

Amerikan Newsweek dergisi bu hafta yayımladığı "Türklerin zaferi" başlıklı makalede, "Ortadoğu’da yaşadığımız talihsizliklerin sürpriz kazançlısı Türkiye oldu" ifadesini kullandı.

Amerikan Newsweek dergisi bu hafta "Türklerin zaferi" başlıklı bir makalede Türkiye'nin yeni dış politikasını değerlendirdi.

Owen Matthews ve Christopher Dicket imzasıyla yayımlanan yazıda, "Ortadoğu’da yaşadığımız talihsizliklerin sürpriz kazançlısı Türkiye oldu" ifadesi kullanıldı.

ABD ve Batı’nın Ortadoğu’da on yıllardır yaptığı hataların Türkiye’yi bölgesel güç olarak yükselltiği savunuldu. Yazıda, siyasi nüfuz anlamında Türkiye’nin bölgede rakibi olmadığı vurgulanıyor.

ABD’nin 2003’teki Irak işgaliyle bölgeye istikrar getirme girişiminin tam ters bir sonuç doğurduğu ve ‘komşularla sıfır sorun’ politikası izleyen Türkiye’nin bu savaştan siyaseten kazançlı çıktığı ifade edien yazıda yer alan ifadeler şöyle:

“I. Dünya Savaşı’nı 'savaşlar dönemini bitirecek son savaş’ olarak görme eğilimindeki zamanın siyasetçileri Osmanlı İmparatoruğu’nu parçalayarak aslında ‘barışı bitirecek son barış’ı yarattı. Nitekim o son barışı, bölgede sonu gelmeyen sömürgeci kötü yönetimler, darbeler, ihtilaller ve cihatçı şiddet izledi. Bölgeye düzen getirme iddiasıyla ABD liderliğindeki ittifakın Irak’ı 2003’te işgal etmesi Irak’ta bir güç boşluğu yarattı ve onu tüm bölge için bir istikrarsızlık kaynağı haline getirdi.

Osmanlı’nın koltuğuna oturan Türkiye ise kargaşanın dışında durmak için elinden geleni yaptı; hatta 2003 işgalinde ABD güçlerinin kendi topraklarından geçmesine bile izin vermedi. Buna rağmen, bugün bakıldığında savaştan kazançlı çıkan taraf, pek çok gözlemcinin düşündüğünün tersine, İran değil Türkiye oldu.

TÜRKİYE’NİN BÖLGEDE RAKİBİ YOK
Amerikan firmaları umutsuzca kenarda beklerken Türkiye, Irak’ın en büyük ticaret ortağı olmak için İran’la yarışıyor. Bölgesel etki anlamındaysa Türkiye’nin rakibi yok. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, uzun zamandır Amerika’nın kontrolü altındaki bir coğrafyada Türkiye’nin bağımsız siyasetini geliştirmek için çalışıyor. Önümüzdeki hafta Başkan Obama’yla görüşmek üzere Washington’a uçacak. Ancak sadece birkaç hafta önce Tahran’da İran Cumhurbaşkanı ve “iyi dostu” Mahmud Ahmedinejad ile omuz omuza poz verdi, İran’ın nükleer programını savundu.

BATI KURUMLARINDAN NEFRET HAVASI
İsrail’le ilişkilerin zedelenmesi ve Sudan Başkanı Ömer El Beşir’in soykırım suçu işlemiş olamayacağı iddiası gibi Batı’yı rahatsız eden gelişmelerin dışında, Washington’ı belki en çok rahatsız eden konu, Ankara’nın yeni siyasi tavrını, pratikte ulusal çıkarları savunma kaygısından daha çok gizlenmiş bir İslami ideolojinin belirliyor olması ihtimali. Erdoğan dinle siyaseti birbiriyle karıştırmadıklarını ısrarla söylese de, iktidardaki AKP Türkiye’nin laik sistemini tehdit ettiği gerekçesiyle yüksek mahkemelerde sık sık suçlandı.

Aynı paralelde, son beş yılda Avrupa’ya yönelik bir soğuma ve Batı kurumlarına karşı nefret havası yaratıldı. Ve hükümetteki hiç kimse, Amerika karşıtlığının hızla artmasını önlemeye yönelik bir girişimde bulunmuyor.

TÜRKİYE, KIYMETLİ BİR ORTAK OLDU
Öte yandan Türkler’in, onların çıkarlarını düşünmeyen Batı’ya karşı hissiyatları mazur görülebilir. ABD, Soğuk Savaş sırasında Kremlin’i bölgeden uzak tutmak için İran şahı gibi Batı yanlısı despotları, sivillerden yönetimi üç kere zorla devralan Türkiye’deki generalleri destekledi. Sonuç Amerika için felaket oldu. Çünkü kendi halkı tarafından bile sevilmeyen güvenilmez müttefikler yaratıldı. 2003’te Bush yönetiminin Irak işgali için Türkiye topraklarını kullanma amacıyla Ankara’ya yoğun baskı yapması anti-Amerikan nefreti doruğa ulaştırdı.

O gün belki Türkiye’nin ABD’yle ilişkilerinin tabana vurduğu gündü. Ama aynı zamanda, Türkiye’nin ekonomik toparlanma, bölgesel güç olma ve ABD’yle farklı bir ilişki kurma döneminin de başlangıcı oldu. Gerçekten de Türkiye’nin bölgedeki yeni duruşu, ülkeyi her isteneni yapan bir araçtan ziyade Washington için çok daha kıymetli bir ortağa dönüştürebilir.

TÜRKİYE'NİN İMPARATORLUK GÜCÜNÜ TESİS ETMESİ İMKANSIZ
Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalandığı günden bu yana dünya kökten değişti ve Türkiye’nin yaklaşık 350 yıl süren imparatorluk gücünü yeniden tesis etmesi imkansız. Ancak dünya, 60 yıldır süren bu “barışı yokeden ‘barış’ dönemi”ni sonlandırma yönünde adım atmaya çalışırken, hiçbir ülke dağılan parçaları yerine yerleştirme konusunda Türkiye’den daha iyi durumda değil.

aktifhaber

“Filistinliler olarak bizler hala Osmanlı'nın ve İslam Hilafeti'nin bir parçası olduğumuz günlerin hayaliyle yaşıyoruz”
04 Ocak 2010, 00:37 Anadolu Haber

Türkiye ayağı İnsani Yardım Vakfı (İHH) tarafından organiz edilen “Filistin'e Özgürlük Konvoyu” dün akşam Suriye'nin Lazkiye limanından Mısır'ın El-Ariş limanına doğru yola çıktı.

Konvoyun Lazkiye limanından ayrılması vesilesiyle dün Lazkiye limanında veda töreni düzenlendi.

TÜRKİYE BİZE ÇOK YARDIM ETTİ

Türkiyeli hayır kurumlarının Filistin halkına desteğine de değinen Ebu Semra, “Türkiyeli hayır kurumlarıyla Filistin'in içinde ve dışında ortak birçok etkinlik gerçekleştirdik. Türkiyeli hayır kurumları bize yardım eli uzattı ve hayır faaliyetlerimizde bize çok yardım etti” şeklinde konuştu.

OSMANLI'NIN VE İSLAM HİLAFETİ'NİN BİR PARÇASIYIZ

“Filistinliler olarak bizler hala Osmanlı'nın ve İslam Hilafeti'nin bir parçası olduğumuz günlerin hayaliyle yaşıyoruz” diyen Ebu Semra Türkiye ile ilgili duygularını şu cümlelerle dile getirdi:

TÜRKİYE'NİN DÖNÜŞÜ MÜBAREK BİR DÖNÜŞTÜR

“Bugün bize dönüp sıkıntılarımıza kulak veren ve yaralarımızı sarmaya çalışan Türkiye'ye teşekkür ediyoruz. Türkiye'nin bu dönüşü mübarek bir dönüştür. Kendi diyarınıza hoşgeldiniz. Kudüs sizin ve bizim ortak diyarımız.”

İSRAİL BOTLARI TACİZ HAREKETLERİNDE BULUNUYOR

Ayrıca konvoy araçlarını taşıyan Ulusay 6 gemisinin Mısır'a doğru 40 kilometre açık denizde gitmesine rağmen İsrail hücum botlarının gemiyi 1 kilometre mesafeden takip ettikleri bildirildi. Gemi mürettebatında bulunanlar Bülent Yıldırım'ı uydu telefonla arayarak İsrail hücum botlarının yakın takipte taciz hareketlerinde bulunduğunu bildirdiler.

haber vaktim

Yusuf Kaplan
Gel ey Osmanlı! Gel ve toparla, ruh üfle şu çivisi çıkmış dünyaya!

Zorlu bir tarihî dönemeçten geçiyor medeniyet coğrafyamız… Zorlu ama zorunlu bir uyanış ve direniş, silkiniş ve diriliş sürecinden…

Yeniden insanlığın vicdanı olmaya aday olduğumuzun ipuçlarını, işaretlerini sunuyoruz bütün insanlığa, bütün dünyaya…

Filistin'e yardım eli uzatmaya giden insanlığın vicdanı inanmış yüreklerin, önlerine duvar gibi örülen uydu ve uyduruk Mısır rejiminin Firavun askerlerine karşı verdikleri, gösterdikleri el-Ariş'in kış mevsiminin tam orta yerinde soğuk, dondurucu kış gecesinde, sabaha kadar sürdürdükleri soylu direniş, köleleri, köle ruhlu uydu Arap rejimlerini korkuttu...

İnsanî Yardım Vakfı İHH'nın, efsaneleşen başkanı Bülent Yıldırım'ın soğukkanlı, soğukkanlı olduğu kadar da basiret, feraset dolu ve zekice öncülüğünde el-Ariş'te gerçekleştirilen derin varoluş ve kardeşlik ruhu, Batı kâbusunun İslâm dünyasının başına musallat ettiği uydu Arap rejimlerinin ne kadar uyduruk, ne kadar dayanıksız olduğunu göstermeye yetti.

Batı kâbusunun uydusu Mısır'ın firavun ruhlu ruhsuz “askerleri”, İHH'nın öncülüğünde dünyanın dört bir tarafından gelerek Gazze'li kardeşlerinin yardımlarına koşan diriliş ve direniş erlerinin gösterdikleri vicdan yürüyüşü karşısında şaşkına döndüler, dünyaya rezil kepaze oldular…

Uydu Mısır rejimi, kendi elleriyle ördüğü el-Ariş'teki duvara tosladı… Bu duvar da, İsrail'in Gazze'yi açık hapishaneye dönüştüren vahşî, barbar duvarı da yıkılacak bir gün… O gün yakındır artık…

El-Ariş'teki duvara toslayan sadece uydu Arap rejimleri değil… El-Ariş'te asıl duvara toslayan Batı emperyalizmidir… Bir taraftan demokrasi, insan hakları, özgürlükler nutukları atıp, öte taraftan da Osmanlı medeniyet coğrafyasında ihdas ettiği uyduruk uydu Arap rejimlerinin her ne pahasına olursa olsun yaşaması için olağanüstü çaba gösteren iki yüzlü Batı hegemonyasının nedenli vicdansız, ruhsuz ve vahşî emellere ve temellere dayandığı el-Ariş'teki direnişle bir kez daha deşifre edilmiş, beyaz maske düşmüştür…

El-Ariş'teki direniş, Afganistan'da, Irak'ta ve şimdi de Yemen'de İslâm dünyasına karşı sürdürülen küresel savaşa gösterilen bir isyandır… İsrail'in yarım asırdır Filistinlilere cehennem hayatı yaşatan vahşîliklerine bir isyandır… Batılı sömürgecilerin İslâm dünyasının tabiî kaynaklarını yağmalamalarına bir isyandır… Ve demokrasi, özgürlükler, insan hakları sloganıyla Batılıların dünyanın dört bir tarafında insanlığa karşı işledikleri cinayetlere, gerçekleştirdikleri işgallere ve saldırılara bir isyandır…

Arap dünyasının öndegelen Baasçı, Arap milliyetçisi yöneticileri bile, İslâm dünyasının toparlanmasının ancak yeni bir Osmanlı ruhu ve misyonuyla mümkün olacağına inanıyorlar… O yüzden, Başbakan Erdoğan'ın Davos'taki “one minute!” çıkışı ve ardından gerçekleştirilen vizelerin kaldırılması, ortak bakanlar kurulu toplantıları, yakın ticarî, kültürel ve siyasî işbirliği projeleri gibi somut adımlar, Türkiye'yi yeniden İslâm dünyasının vicdanı yapmaya yetti…

Sadece İslâm dünyasını mı? Elbette ki, hayır! Yüzyıllardır Batılı emperyalistlerin insanlıkdışı katliamlarına, yağmalamalarına, yıkımlarına, kültürel sömürgelik biçimlerine maruz kalan Afrika, Latin Amerika ve Güney Asya ülkelerinin ve halklarının da vicdanı yaptı Türkiye'yi, Türkiye'nin dürüst, çaplı ve kucaklayıcı girişimleri…

Batı kâbusunun Asya'nın, Latin Amerika'nın ve Afrika'nın üzerine kara bir bulut gibi çöktüğü sömürgecilik ve emperyalizm çağlarında Osmanlı medeniyeti, zor zamanda, o zorlu zamanda, çöküş asrında bile “insanlığın son adası” olduğunun bilincindeydi… O yüzden Afrika'da İngilizlere, Fransızlara direnen masum insanlara yardım elini uzatan Osmanlı olmuştu… Yine o yüzden toplumların kimyasını bozan, insanları hormonlaşmış yaratıklara dönüştüren “ölümcül” İngiliz sömürgeciliğine karşı taa İrlandaların imdadına koşan yine Osmanlı olmuştu…

Tarihin yeniden yazıldığı ve yapıldığı yepyeni bir şafağın arefesindeyiz… Arap dünyasında son 7-8 yıldan bu yana Osmanlı medeniyetiyle ilgili yayınlarda büyük bir patlama yaşanıyor… Ciltler dolusu kitaplar, birkaç sayıyla yetinilmeyen Osmanlı özel sayıları yayımlayan onlarca entelektüel, akademik dergi yayını… Gazete köşelerinde art arda yayımlanan Osmanlı medeniyetini, Osmanlı medeniyetinin etik, estetik ve adalet ilkelerinin kaynağı olan insanlığın vicdanı özniteliğini hatırlayan ve hatırlatan yazılar, araştırmalar…

Batı hegemonyasının kabusa dönüşüşüne ve Osmanlı'nın yepyeni bir ruhla, bedeli ağır ödenmiş bir hâlet-i ruhiye ile yeniden gelişine tanık oluyoruz… Evet insanlık “gel ey Osmanlı!” diyor artık… Gel ve toparla! Esaslı, kanatlandırıcı, herkese hayat ve varoluş imkânı sunan kalıcı bir ruh üfle şu çivisi çıkmış dünyaya!”

Yeni Şafak

Sahibini arayan rol!
28 Ocak 2010, 00:06
Mustafa Özcan

Bölgede bir rolünü arayan ülke var, bir de rolünün aradığı ülke var. Bu bağlamda ve anlamda, El Ahram Stratejik Araştırmalar Merkezi’nde çalışan Vahid Abdulmecid’in Türkiye ile alakalı dikkat çekici bir analizi var.

Vahid Abdulmecid, 1950’li yıllarda Cemal Abdunnasır’ın unutulmuş bir sözünü aktarıyor. ‘Bölgede sahibini arayan bir rol var, biz de bu sahibini arayan rolün peşindeyiz…’

Şimdi aynı durumun Türkiye için de geçerli olduğunu söylüyor. Türkiye’nin bölgede rol aramasından ziyade rolün kendisini aradığını ve dolayısıyla ‘sahibini arayan madalya’ örneğinde olduğu gibi bölgede de oynanması gereken bir rol olduğunu ve bu rolün sahibini aradığını ve bu sahibin de Türkiye olduğunu belirtiyor. 1950’li yıllarda Eisenhower’ın bir doktrini vardır ve bu doktrin ‘boşluğu doldurmak’ adıyla anılmaktadır.



Bir bakıma Nasır’la aynı tespiti yapmış gözüküyor. Amerikan başkanları genelde doktrinleriyle birlikte anılır. Carter’ın SSCB’nin Afganistan’ı işgal etmesinden sonra Körfez’le ilgili ortaya attığı bir doktrin vardır. ‘Carter doktrini’ olarak bilinir. 1980’lerin başında vazedilen bu doktrinin özü, Körfez savunmasıdır ya da Körfez’in ABD’nin hayat alanı olduğudur ve bu alan çerçevesinde gerekirse her türlü ihtimali göze alacaklarının ilanıdır. Bir diğer benzeri doktrin ise Truman doktrinidir ve gerekçesi aynıdır yani Sovyet yayılmacılığıdır.

1946 yılında Sovyet Rusya üç ana yönde yayılma çabalarına hız vermiştir. Stalin, İran üzerinden Ortadoğu petrolleri ve Basra Körfezi'yle Hint okyanusu, Türkiye üzerinden Boğazlar’a ve Doğu Karadeniz’e yayılmak istemektedir. Kars-Ardahan’la birlikte Giresun, Gümüşhane ve Bayburt’a kadar olan bölgeyi Sovyet peyki ve aynı zamanda anavatanı Gürcistan’a ilhak etmek istemektedir. İngiltere ise İkinci Dünya Savaşı sonrasında yorulmuş ve çaptan düşmüştür ve Rus yayılmacılığıyla ancak ABD’nin baş edebileceğini öngörmektedir. Gelişmeler bu çerçevede cereyan eder.

Bundan dolayı İngiltere, 1947 Şubatında Amerikan hükümetine, biri Türkiye ve diğeri de Yunanistan hakkında olmak üzere iki memorandum (muhtıra) verir. Bu memorandumlarda, Türkiye'nin Batı savunması için önemi belirtilerek Türkiye'ye hem ekonomik ve hem de askeri yardım yapılması teklif edilir lakin İngiltere'nin bu yardımları yapamayacağı ve hatta Yunanistan'daki askerlerini dahi geri çekmek zorunda bulunduğu ve dolayısıyla sorumluluğun ABD’ye düştüğü belirtilir.

¥
ABD kararını vermekte gecikmez. Başkan Truman, Amerikan Kongresi'ne 12 Mart 1947 günü gönderdiği mesajında, Türkiye ve Yunanistan'a 400 milyon dolarlık askeri yardım yapılması için kendisine yetki verilmesini istedi. Bu mesajda, Türkiye'nin toprak bütünlüğünün korunmasının Ortadoğu düzeninin korunması için bir zaruret olduğu belirtiliyor ve Türkiye ile Yunanistan'ın kanat bölgesinde adeta ikiz olduğu ve güvenliklerinin birbirine bağlı olduğu vurgulanıyor. Yardımın Kongre'deki tartışmaları sırasında, Amerikan dışişleri bakanlığı yetkilileri, Türkiye'nin Sovyet baskısı altında bulunmasının, boğazlardan Çin'e kadar olan bütün Ortadoğu ve Asya'yı tehlikeye attığını belirtmişlerdir. Truman doktrini savaş sonrası Amerikan dış politikasında, sonuçları günümüze kadar ulaşan olağanüstü önemde bir dönüm noktası oluşturur. Bunun içindir ki, Truman doktrini karşısında Sovyet basını büyük tepki göstermiştir.

Şimdi bölge Amerikan sonrası döneme hazırlanıyor. Bu dönem yeniden yapılanma ve karılma dönemidir. Burada birkaç oyuncu ülke var. Sayılı Arap düşünürlerinden Burhan Galyon gibilerine göre Arapların genel manzarası fecaat arz ediyor.

Tamamen denklem dışında bulunuyorlar. Ya da savunma pozisyonundalar. Buna mukabil, dost meclislerinde kimi arkadaşların da değindiği gibi sözgelimi Irak’ta İran, nüfuz sahibi iken Türkiye rol sahibi bulunuyor. Lakin denklem süratle Türkiye’nin lehine değişmektedir. Araplar da seyirci düzeyinde bulunuyorlar. Bu bağlamda, Mısırlı düşünürlerden Tarık Bişri bir konuşmasında Ahmedinejad’ı izlediği populist politikalar açısından Nasır’a benzetmiştir. Nejad her ne kadar ateşli hitabet tarzıyla Nasır’a benzese de Nasır’ın ‘bölgede bizi arayan bir rol var’ deyimi acaba iki ülkeden hangisine isabet ve intibak ediyor?

Türkiye’ye mi yoksa İran’a mı?

Vahid Abdulmecid’e göre, İran bölgede rol ararken, rol Türkiye’ye bakmakta, onu beklemekte ve aramaktadır. Dolayısıyla, Nejad Nasır’a benzese de Nasır’ın tarif ettiği rol Türkiye’ye bakmaktadır. İlginçtir, Nasır sonrasında Nasır takımı olarak bilinen Muhammed Hasaneyn Heykel hatta bir derece Fehmi Huveydi gibi isimler de Tarık Bişri’nin analizi doğrultusunda bölgenin yeni Nasır adayı olan Nejad’ın peşine takılmış görünüyorlar.

Galiba Nasır’ın adamları Nejad’ın, rolü de Türkiye’nin arkasında gözükmektedir.

Mustafa ÖZCAN
Anadoluhaber


04 Haziran 2010
Türkiye Bayrağıyla Hutbe Verdi
Hamas lideri İsmail Haniye, Cuma hutbesinde yaptığı konuşmada Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a Gazze halkına verdiği destekten dolayı teşekkür etti.

Gazze'deki Ömeri Camii'nde cuma namazını kıldıran Hamas yönetiminin Başbakanı İsmail Haniye, cuma hutbesinde, 31 Mayıs tarihinin İsrail'in çöküşünün başlangıcı olduğunu ve yardım gemilerine düzenlenen kanlı operasyonun bölgede bir dönüm noktası olduğunu belirtti. Haniye, Filistin halkına yardım ve desteklerinden dolayı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a teşekkür etti.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün İsrail ile ilişkilerin eskisi gibi olmayacağını belirttiğini de sözlerine ekleyen Haniye, bölgedeki en büyük problem olduğunu belirttiği Gazze'deki kuşatmayı kaldırmak için herkesi işbirliğine çağırdı. İsrail'in Gazze'yi işgal stratejisinin başarısızlığa uğradığını belirten İsmail Haniye, sabrın galip geldiğini sözlerine ekledi.

Kaynak:Timetürk

10 Haziran 2010
Enver Paşa: "Amerika ile savaşıyoruz"

Türkiye'nin İsrail'e yaptığı 'one minute' uyarısının benzerinin Osmanlı Ordular Başkumandan Vekili Enver Paşa tarafından 1917 yılında Amerika'ya söylenilmesi istendiği ortaya çıktı.

Enver Paşa, 3. Gazze Savaşı'nda İngiltere ile savaştıkları dönemde Amerika'nın İngiltere'ye destek verdiğini ve Filistin'de Yahudi bir devletin planlandığına dikkat çekiyor. Asıl savaşın Osmanlı Devleti ile ABD arasında yaşandığına dikkat çeken Enver Paşa'nın "kızıl hilal damgalı" gizli belgesi Osmanlı arşivinde ortaya çıktı.

Adanalı Tarihçi Cezmi Yurtsever, Amerika'nın desteği ile İngiltere ve Osmanlı orduları arasında gerçekleşen 3. Gazze savaşı'nın sona erdiği 8 Ekim 1917 tarihinde "Amerika ile savaşıyoruz" mesajının verildiği gizli istihbarat raporunu Dışişleri Bakanlığı'na bildirdiği kaydetti. Yurtsever, "Osmanlı arşivinde Başkumandanlık, şube-2/47420. numara 8280'de kayıtlı bulunan ve üzerinde çok gizli olduğunu yansıtan mektupta şu ifadeler yer alıyor:"Dışişleri Bakanlığına. Filistin'de Yahudi Hükümeti Kurulmasına dair.' Devletli Efendim Hazretleri. Amerika Birleşik Devletleri Reisi Wilson'un 17-9-1917 tarihli İsviçre gazetelerine gönderilen telgrafların içinde yazılı olanlara bakılırsa işbaşındaki Rusya Hükümeti'ne hususi bir mektup yazıp Filistin'de bir Yahudi hükümeti tesisi kararlaştırılmış olup amaçların gerçekleşmesi için çalışılacağı Rusya'nın dahi yardımda bulunması istendiği Bern Ateşe militerliğinden bildirilmiştir. Bu konuda bilgi sahibi olunması. 8 Kasım 1917. Osmanlı Ordular Başkumandan Vekili Enver."

Enver Paşa'nın kızıl hilal damgalı gizli mektubunda yazılanları doğrulayan ve Osmanlı ile ABD'nin Filistin'de İsrail Devleti ile savaş halinde olduğunu açıklayan ayrıntılı rapor Viyana Büyükelçisi Hüseyin Hilmi Paşa tarafından 14 Kasım 1917 tarihinde "Mahremdir(Gizlidir)" başlığı altında Osmanlı Dışişleri Bakanlığı'na bildirildiğine dikkat çeken Yurtsever, raporda Enver Paşa'nın görüşlerini doğrulayan şu görüşlere yer verildiğine dikkat çekiyor: "Filistin'in bağımsız bir hükümet şekline dönüştürülerek idaresinin Musevilere verilmesi Amerika Reisicumhuru tarafından Siyonistlere söz verilmiştir. İngiltere Hükümetinin bu sözlere katıldığı Viyana'da gizlice toplanan Siyonist komitesinin Ameri ve İngiltere Siyonistlerinden gelen raporlardan öğrenildi.

İngiltere Dışişleri Bakanı Balfur tarafından (Siyonizm Destekcisi) Lord Rotschild'e gönderilip hemen her memleketin basınına verilen 7 Kasım 1917 tarihli mektubun içinde yazılı olanlar adı geçen topraklarda (Filistin'de) bir İsrail Hükümetinin kurulması İngiltere'nin kesin kararıdır. 17 Kasım 1917, Viyana Büyükelçisi Hüseyin Hilmi"

Tarihçi Cezmi Yurtsever,gizli belgede Enver Paşa'nın savaştıklarını kişilere desteğin ABD'den geldiğini anlatıyor. Yurtsever, "Osmanlı'ya bağlı Filistin topraklarında Amerika'nın lojistik destekleri ile gerçekleşen 3. Gazze savaşı sonrasında İngiliz ordusu 9 Aralık 1917 tarihinde Kudüs'e girdi. Bu savaşta Osmanlı ordusu 25 bin civarında asker kaybetti. Sayıları 50 bine ulaşan Osmanlı askerlerinin Filistin'in muhtelif yerlerindeki toplu mezarlarının fotoğraflarını çekme ve arşivleme görevi Kudüs'teki Amerikan kolonisi gerçekleştirdi. Çekilen fotoğraflar ABD'nin Kongre Kütüphanesi Filistin tarihi fotoğraflar bölümünde dosyalandı. Enver Paşa'nın gizli mektupları ve ABD'li Kudüs Kolonisi'nin çektiği savaş fotoğraflarının ayrıntılarını www.cezmiyurtsever.com sitesinde de yayınlayarak bilgileri dünya kamuoyu ile de paylaşıyorum."diyor.
aktifhaber

“Türkiye İslam’ın yeni merkezi”

Hamas’ın kurucularından Mahmud El-Zahar İtalyan gazetesine çarpıcı açıklamalar yaptı.
16 Haziran 2010

İtalyan gazetesi Corriere della Sera’da bugün Hamas’ın kurucularından Mahmud El-Zahar’la yapılan özel bir söyleşi yayımlandı.

Gazze’de gerçekleştirilen söyleşide “İran şeytan değil. Kardeşlerin birbirine yardım etmesi İslami bir görevdir” diyen El-Zahar, Türkiye’nin son günlerdeki konumuyla ilgili de ilginç tespitler yaptı.

“ERDOĞAN BİLİYOR Kİ…”
El Zahar, İtalyan gazetecinin “ABD ve AB Gazze’ye ablukanın hafifletilmesini isterken Arap kardeşlerinizin sizi dışlaması bir paradoks değil mi” sorusuna şöyle cevap verdi:

“Arap halkı Gazze’deki kuşatmaya karşı. Utanması gerekenler sadece Arap toplumunu yönetenler, Arap hükümetleri. Mesela Türkiye şu anda Arap halklarının daha çok desteğini alıyor. Erdoğan yeni bir insan. İslam dünyasında gürültü koptuğunda Batı bunu hiçbir zaman anlamıyor. Ama anlayan birisi var, o da 500 yıldan beri Müslümanlar’ın lideri olan Osmanlılar. Bunu Erdoğan biliyor: Türkiye İslam’ın yeni merkezi.” habertürk

Balkanlarda canlanan Osmanlı ruhu: Ayvaz Dede Şenlikleri
Kevser TOPKAR
ktopkar33@gmail.com

Ankara Bosna Dayanışma Grubu, Araştırma Ve Kültür Vakfı Ankara Şubesi ve Keçiören Belediyesinden 170 Bosna sevdalısıyla bu seneki Ayvaz Dede şenliklerine katılmak için yola çıktık. Bugün hepimizin zihninde ülke sınırları kavramının harita üzerindeki çizgilerden ne kadar farklı olduğunun en bariz delili Ayvaz Dede şenliklerinde yaşadıklarımızı, gönlümden hiç silinmeyecek izlerini kelimelerin kifayet ettiği kadarıyla yazmaya çalışacağım.

Konakladığımız Saraybosna’dan ikibuçuk-üç saat sonra Travnik’e ulaştık. Bundan beşyüz yıl önce Ayvaz Dedenin yürüyerek gittiği Ayvatovitsa’ya hep birlikte yürümek için merasime start verilecek meydanda yavaş yavaş toplanmaya başladık. Bu yürüyüş sadece yaya değil aynı zamanda her bölgeden atlı grupların da iştirak ettiği tarihteki fetihlerin ruhuyla birlikte canlanmış resmiydi sanki. İlk şaşkınlığım yaşlısı, genci, kadını, erkeği, başörtülüsü, başı açığı bütün insanların ellerinde taşıdıkları Türk bayraklarıydı. Türkiyede bile bu kadar Türk bayrağını milli bayramlar da dahil bir arada görmemiştim. Sadece yediden yetmişe tüm insanların ellerinde değil yürüyüşe katılan her atlının elinde, atların başlarında, atlı arabaların üzerlerinde, heryerde Türk bayrağı ve buna eşlik eden yeşil sancaklar, lailahe illallah yazılı bayraklar meydanı yeşil ve kırmızı bir sele dönüştürmüştü. Katılanlar da şahitlik edeceklerdir Bosna-Hersek bayrağı o kadar azdı ki böylesi bir tevazu ile sevgilerini aynı dili konuşmamakla birlikte bayrak üzerinden ortak bir lisan oluşturarak ifade etmeleri gönüllerimizde silinmesi imkansız izler bıraktı.

Meydandaki cami ve kabristanda okunan dualarla tekbirler eşliğinde ellerinde sancaklar ve bayraklarıyla Saraybosnanın her bölgesinden yerel kıyafetleri ve çiçeklerle süslü atlarıyla süvariler halkı selamlayarak yürüyüşü başlattı. Her bölgenin atlılarının ardından yayalar da yedi kilometrelik dağa tırmanış yürüyüşüne iştirak etti. Yürüdüğümüz yol Ayvaz dedenin yürüyerek geçtiği yoldu. Anlatılanlara göre Horasan erenlerinden olan Ayvaz dede bu bölgeye islamın tohumlarını saçmak için gelmişti. Yağışsız geçen kışın ardından kurak bir yaz hüküm sürerken halk susuzluktan muzdarip olmuştu. Ayvaz dede kırk gün boyunca insanların su ihtiyacını gidermesi için Allah’a dua ettikten sonra rüyasında dağın içindeki kayanın yarılıp oradan su fışkırdığını görür. O kayayı arayıp bulduğunda gerçekten de kaya yarılmış ve arasından su akmaktadır. Bu suyu ağaç oluklarla halkın yerleşim bölgesine taşır. Ayvaz dedenin mucizesine şahit olan hristiyanlar islamiyeti kabul ederler. O günden beri topluca islamiyete geçilen bugünün yıldönümleri kutlanmaktadır.

Kutlamalar yedi kilometrelik dağa tırmanış, Ayvaz dedenin dua ettiği yerde dua ve namaz kılınması, yaylanın düzlüğünde ilahiler, Türkiyeden programa iştirak eden mehter takımı gösterimleri ve konuşmalarla sona erdi. Ayvaz dedenin rüyasında görerek bulduğu yarılmış kayanın arasından geçtik, soğuk suyundan içtik ve aynı yolu yürüyerek geri döndük.

Bu sene onbeşbin kişinin yürüyüşe katıldığı ifade edildi. Aliya İzzet Begoviç ve savaş boyunca gösterdiği onurlu mücadelesi islam ruhunun bu topraklarda yeniden canlanlanmasına vesile olduğu için bügün gittikçe artan bir ivme kazanarak Osmanlının ruhunun canlandığına tanıklık ediyoruz. Bu gezi boyunca ziyaret ettiğimiz her yerde şehit mezarları, katliama uğramış köyler, yıkılmış, terkedilmiş evler gördük. Aslında bitmemiş bir savaşa tanıklık ettik. Adeta dantel gibi bir Bosna Hersek haritasından içinden geçtik. Müslüman bölgesi, sırp bölgesi, hırvat bölgesi ardından tekrar müslümanların bölgesi, sırpların içinde kalmış bir müslüman Boşnak köyü.... tekrar savaşa müsait hale getirilmiş bir bölüşüm. Ülkemde ve Ortadoğu’da, Ortaasya’da olduğu gibi. Bu insanların savaş döneminden daha zor şartlar altında yaşadıklarının farkına varmak bu gezinin en önemli neticesi oldu.

Kendilerini bizim devletimizin bir parçası gören bu halkın dillerimiz, kıyafetlerimiz farklı farklı da olsa çok değil sadece bir yüzyıl önce vatan topraklarımız olan bir coğrafyada yaşadıklarını, Balkanların hiç de uzak olmadığını özellikle bu geziye iştirak eden gençlerimize hissettirdik. Ayvaz dede karşılıklı bir coşkuyla tarihimizin kopmamış bir parçasıyla kucaklaşma merasimine dönüştü. Bilmenin yetmediği yaşamanın da gerektiğinin bilinciyle Bosna’dan ayrılırken Türkiye haritası eskisinden çok farklıydı. Osmanlı ruhunu giderken bu topraklarda bir gün yeniden canlanması için bırakmıştı. O ruhu canlı ve dinamik bulmanın heyacanı yüreklerimizi istila etti. Vatan parçamız Bosna’dan bu duygularla, Başçarşıdaki sebilden tekrar buraya dönmek arzusuyla su içerek ayrıldık.

2 Temmuz 2010 habertaraf

Afrikalılar, Osmanlı torunlarını bekliyor
20:30 - El Cezire televizyonunun internet sitesinde Salih Sunusi imzasıyla yayımlanan yazıda, Türkiye'de eksen kaymasının yaşanmadığı, "Türkiye'nin bulunduğu coğrafyada kendi etkinliğini arttırmak, doğu ve güneydeki komşularıyla ilişkilerini güvence altına alarak batıya tam yönelmek istediği" kaydedildi. Yüzyıllardır fakir Müslüman Afrika ülkelerinin batılılar tarafından sömürüldüğü belirtilen yazıda, "Bölge halkı, Osmanlı devletinin torunlarının onları sömürge devletlerinin elinden kurtaracağına inanıyor" denildi. 05.07.2010 ANKARA netgazete

"Erdoğan Bir Kanuni Değil!"
01 Ağustos 2010
El Kaide’nin ikinci ismi Ayman El Zevahiri, Türk yöneticilerine çok ılımlı oldukları eleştirisini getirdi.

Hürriyet'in The Daily Best'e dayanarak yaptığı habere göre Zevahiri, İslam dünyasından övgü alan Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Müslüman bölgeleri koruma konusunda Kanuni Sultan Süleyman ile kıyaslanamayacağını belirtti.

El Kaide’nin beyni olarak da bilinen Zevahiri, 2010’un ilk yarısında El Kaide’nin internet üzerinden yaptığı yayınlarda neredeyse hiç görülmüyordu.

Geçen hafta yayınlanan bir video görüntüsüyle yeniden gündeme gelen Zevahiri, 2009’da öldürülen El Kaide’nin liderlerinden Mustafa Ebu el Yezid’e, ABD’nin Afganistan ve Pakistan’da yenilgiye uğratılacağı sözü verdi.

Zevahiri, Yezid’le birlikte ‘ABD ve Yahudi ajanı’ olarak tanımladığı Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’a karşı 1981’de düzenlenen suikastta yer almıştı

FİLO BASKINI VURGUSU

Zevahiri, konuşmasının büyük bir bölümünü İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ambargoyu yarmaya çalışan Türk filosuna ayırdı. Ancak, Zevahiri, Türkiyeli liderleri Gazze’deki ablukanın kaldırılmasına yardımcı olmak için çok az şey yaptıkları gerekçesiyle eleştirdi.

Zevahiri “Osmanlı İmparatorluğu Müslüman bölgeleri korumak için ordularını ve tüm filosunu gönderirdi” dedi ve bugün Türkiye’nin ancak İsrail tarafından “kurtlar arasında kalmış sığır durumuna düşürülen” bir avuç gemi gönderebildiğini söyledi.

El Kaide’yi daha da sinirlendiren şey ise, Erdoğan’ın bu örgütün acımasız şiddet içeren cihat anlayışıyla çelişen ılımlı, şiddet yanlısı olmayan İslam’ı temsil etmesi.

“Türk insanı Osmanlı İmparatorluğu’nun İslam’ı ve özellikle Filistin’i savunmakta gösterdiği göz kamaştırıcı rolünü üstlenmeli” diyen Zevahiri’nin Osmanlı için sarf ettiği övgülerin sınırı yok.

“Onlar ‘açgözlülere’ karşı duran kutsal savaşçılar ve “yaklaşık beş asır İslam’ın savunucularıydı” diyen Zehaviri, bugün ise Arap devletleri ve Türkiye’nin Kanuni Sultan Süleyman’ın orduları ve donanmaları yerine sadece birkaç gemi toplayabildiğini belirtti.

‘ERDOĞAN BİR KANUNİ DEĞİL’

‘Erdoğan bir Kanuni Sultan Süleyman değil’ diyen Zevahiri , ‘O da Sedat gibi sadece savaşa girmemek için taviz verenlerden biri’ ifadesini kullandı.

Zevahiri ve El Kaide çok uzun zamandır Osmanlı’ya hayranlık duyuyor. Zevahiri defalarca Osmanlı’nın Viyana’nın kapılarından Arap Denizi’ne kadar hüküm sürdüğü altın çağa değindi. Ona göre Osmanlı’nın bu dönemleri, İslam’ın yeniden canlandırması gereken bir model olmalı. Bu, İslam dünyasını ya da en azından büyük bir kısmını bir araya getiren halifeliğe dönüşmeli, Batı’yı geri püskürtmeli ve uluslararası politik sahnede bir oyuncu haline gelinmeli.

Zevahiri, Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisini, İslam’ın bugünkü zayıflığına yol açan darbe olarak gördüğünü belirtti ve yenilginin İslam dünyasını hala üzerinden atmaya çalıştığı “psikolojik mağlubiyet ve ideolojik çöküş dalgası” içine soktuğunu söyledi.

HAYAL AMA ÇILGINCA DEĞİL

Bazıları Zevahiri’nin sözlerini ve El Kaide’nin tarihi talep listesini çılgın fanatiklerin tutarsız sözleri olarak göz ardı edebilir. Ancak Zevahiri’nin Osmanlı’ya olan tutkusu daha derin bir şeyi de gözler önüne seriyor. El Kaide’nin üst düzey liderleri erken çağlarda Arabistan’da var olmuş bir nevi hayali devlet oluşturmaya çalışmıyor.

Onlar, İslam’ın tıpkı Osmanlı’nın yüzlerce yıl boyunca gerçekleştirdiği gibi egemen güç olmasını istiyor. Bunu elde ederlerse İsrail’i yok edebilir ve yeni halifelikleri için İspanya ve Çeçenistan gibi kaybedilmiş toprakları elde edebilirler.

Bu fikri destekleyenler yalnız değil. Pakistan’daki müttefikleri Leşkar-i Tayyibe, Osmanlı’nın Batı’da yükselişte olduğu dönemde Hindistan’ın büyük kısmını yönetmiş olan Babür İmparatorluğu’nu kurmak gibi çılgın fikirlere sahip. Onlar gibi Endonezya’daki bazı cihatçılarda Güneydoğu Asya’yı kontrolüne alacak bir halifelik fikri taşıyor.

(..) Ancak düşmanların kafasının içine girmeniz ve ne istediklerini anlamak, bazen cihatçı kâbusların içinde dolanmanıza neden olsa da önemli bir şey.

* Saban Ortadoğu Çalışmaları Merkezi’nin üst düzey üyelerinden Bruce Ridel’in “The Search for al Qaeda: Its Leadership, Ideology and Future” kitabından alıntılanmıştır.
aktifhaber

Lübnan'da çok bilinmeyenli denklemler
Deniz Ülke ARIBOĞAN
deniz.ulke@aksam.com.tr
21 Ocak 2011

Dış politika karar alıcıları açısından, bırakın Ortadoğu'da gelişen sorunları çözmeyi bir tarafa, anlamayı öğrenmek bile epeyce zaman alıyor. Son derece kaygan bir zeminde ayakta durabilmek ve çok boyutlu bir düşünce üretme yeteneğine sahip olmak, bölgede var olabilmenin olmazsa olmaz koşulları arasında. En basit bir aşiret hesaplaşmasının bile yüzlerce yıllık bir tarihsel derinliğe sahip olabileceğini, her şeyin görünen yüzünün ardında bir de psikopolitik içerik bulunduğunu ve küresel mücadelelerin neredeyse hepsinin çeşitli formlarda bu mikro alana olduğu gibi yansıdığını bilmek gibi zorluklar da cabası.

Ortadoğu hükümdarların hükmettiği değil, hükümdarlara hükmeden bir coğrafya. Tarihi de böyle, bugünü ve yarını da böyle olacak. Değişim rüzgarlarının en sert estiği dönemlerde bile değişmeyen bazı kuralları var. Biz de buradan hareketle son Lübnan hükümet krizini anlayabildiğimiz boyutlarıyla (!) değerlendirmeye çalışalım.

1 Bölgenin herhangi bir ülkesinde ortaya çıkan bir kıvılcımın 'domino etkisi' yaratarak tüm çevreyi saran bir yangına dönüşmesi sürpriz olmaz. Hele olay bir de Lübnan gibi tüm Ortadoğu coğrafyasının küçültülmüş bir versiyonunda gerçekleşiyorsa, konunun Lübnan'dan ibaret kalması mümkün değil. Olayın bir ucu Şii kanadı temsil eden İran ve Suriye'ye, bir ucu İsrail'e, bir ucu Sünni tarafı temsilen Suudi Arabistan, Katar ve Ürdün'e, bir ucu tarihi misyonu bakımından (özellikle Sünni demiyorum) Türkiye'ye, bir ucu da bölgede yaşayan Hıristiyanlara ister istemez dokunmak durumunda. Bu bakımdan Lübnan krizlerinin kalp krizi olduğunu ve ciddiye almak gerektiğini bir kez daha vurgulayalım.

2 Türkiye'nin Lübnan'da gelişen hükümet krizine hemen müdahil olması, kendisine biçtiği son dönem dış politik misyonu bakımından da beklenen bir durum. Hariri'nin Suudi Arabistan yerine Türkiye'ye gelmesi ve Katar ile Türkiye'nin derhal ortak inisiyatif alması, çare beklenen tarafın kim olduğunu gösteriyor. Lakin bugün gelinen noktada önce Suudilerin, şimdi de Türkiye ve Katar'ın arabuluculuk misyonundan çekilmiş olması manidar. Her ne kadar Türkiye çözüm için bir yol haritasının oluşturulduğunu belirtse de Suudi Arabistan'dan gelen 'durum tehlikeli, Lübnan bölünebilir' açıklamasını dikkatle okumak gerek. İşler giderek kızışıyor. Irak'ta gerçekleşen son terör saldırıları ise büyük bir çatışmanın sinyallerini veriyor.

3 Lübnan krizinin yaratabileceği en keskin tehdit, tüm bölgede yangına dönüşebilecek bir Sünni-Şii çatışmasının kıvılcımını üretmesi olur. Bilindiği gibi Hizbullah, Birleşmiş Milletler tarafından Refik Hariri suikastında rol oynamakla suçlanıyor. İlk başlarda bu konuda Hizbullah destekçisi olması sebebiyle Suriye'ye dönen oklar, bugünlerde ise Hamaney'i ve İran'ı hedefe oturtuyor. Türkiye'nin Lübnan konusunda arabuluculuk masasına oturur oturmaz İran'ı da sürece dahil etmeye çalışması konuyu bir Sünni-Şii diyalektiği içerisine oturtmadan, yerel-konjonktürel bir mesele olarak tutma çabasını gösteriyor. Görünen o ki, işin büyümesinden ve nihai noktada İran ile karşı karşıya kalmaktan endişe ediliyor. Lübnan Özel Mahkemesi'nin raporunun açıklanmasından
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Oca 29, 2010 10:23 pm    Mesaj konusu: Yeni Kıta Amerika'nın Keşfi Alıntıyla Cevap Gönder

Yusuf Kaplan
Yeni Kıta Amerika'nın Keşfi Avrupa İçin Ne Anlam İfade Ettiyse

Önce Şam'da yakınlarda yaşanmış anlamlı bir anekdot aktarayım: Yaklaşık 10 kişilik bir Türk grubu, Şam'ın otantik mutfağıyla ünlü seçkin büyük lokantalarından birine girdiklerinde, lokanta sahibi, lokantada bulunan herkesi, 1 dakikalık saygı duruşunda bulunmaya davet eder. Ve herkes hiç çekinmeden, homurdanmadan, aksine seve seve ayağa kalkarak lokantalarını “teşrif eden” Türk grubuna 1 dakikalık saygı duruşunda bulunur.

Bu bizzat yaşanmış anekdotu, Suriye'deki kültür elçilerimizden sevgili Sıddık Yıldırım kardeşim anlattı; Şam'a Şamlı yazarlar, gazeteciler, sanatçılar, televizyoncular ve işadamlarıyla, bağrında Şam'ın manevî ve tarihî mimarlarını barındıran Kasiyon Dağı'nın tepesinden, zirve noktasından doyasıya baktığımız, bol bol Humus-Trabzon esprileriyle kardeşliğimizi perçinlediğimiz, derinleştirdiğimiz, Şam semasına nakşettiğimiz nezih bir Şam lokantası akşamında…

Şundan kesinlikle emin olabilirsiniz: Bu tür anekdotlar, hâdiseler, el-ân Suriye'nin, Suudi Arabistan'ın, Körfez'deki Arap ülkelerinin, Mısır'dan Fas'a kadar Kuzey Afrika'daki Müslüman ülkelerin hepsinde de yaşanıyor… Ve Arap dünyasında sadece halklar değil, Marksist, milliyetçi ve tabiî İslâmcı aydınlar, sanatçılar, yazarlar ve düşünürler arasında da şöyle bir efsane dilden dile anlatılıyor, aktarılıyor: “Eğer Tayyip Erdoğan, Türkiye'de seçimi kaybedecek olursa, Suriye'de, Mısır'da, Fas'ta ve sözkonusu diğer ülkelerde adaylığını koysa, kesinkes başbakan seçilir.”

Bu elbette ki, olacak iş değil. Bunu da, yazının başında aktardığım anekdotu da, Türkiye'nin son yıllarda başta Suriye, Irak, Lübnan, Filistin ve diğer Arap ülkeleriyle gerçekleştirdiği derin ilişkilerin Arap dünyasında nasıl aksülamel bulduğunu göstermek için aktardım, sizlerle paylaştım.

Gerçekten de Türkiye, son birkaç yılda, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ve münhasıran da Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun kimi zaman ortaklaşa, kimi zaman kişisel gayretleriyle gerçekleştirdikleri dış politika açılımının, Türkiye'nin, dolayısıyla İslâm dünyasının dünyanın geleceğinin şekillenmesinde bizim tahmin edebileceğimizin çok ötesinde büyük ufuklara, atılımlara imkân tanıyabileceğini henüz bütün boyutlarıyla idrak edebilmiş durumda değiliz.

Yeni Kıta olarak adlandırılan Amerika'nın keşfi, Avrupa için ne anlam ifade etmiş ve ne tür bir fonksiyon icra etmişse, şu ân bizim için “yeni kıta” sayılabilecek, medeniyet iddialarımızı terkettiğimizden, yönümüzü, rotamızı yitirdiğimizden bu yana zoraki olarak “kayıp kıta” hâline getirmeye, unutmaya çalıştığımız İslâm dünyasının, münhasıran da Arap dünyasının keşfi aynı anlamı ifade ve benzer bir fonksiyonu icra edecek…

Bize gösterilen bu derin teveccühün, samîmî sevginin ve saygının yalnızca Türkiye'nin son yıllarda Arap dünyasıyla kurduğu derin, samîmî, dürüst ve sonuç alıcı ilişkilerin sonucu olduğunu düşünmek basit, yanıltıcı bir yaklaşım olur.

Çağımızın en büyük tarihçilerinden Fernand Braudel'in önemli bir tespiti var. Üstad, “Bir insanın, bir toplumun hayatındaki en uzun ömürlü şey, kolektif hafızadır” der. Bizim Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu'dan oluşan Osmanlı coğrafyasında yaptığımız tarih, kendiliğinden sona ermiş bir tarih değil; düvel-i muazzama denen İngilizlerin, Rusların, Fransızların ve İtalyanların uzun zamana yayılan saldırgan, sömürgeci, emperyalist stratejilerinin ve politikalarının ürünü olarak durdurulan, sonra da cumhuriyet döneminde unutturulan, yok sayılan, üstü örtülen, dünyanın büyük kaosların, katastrofların eşiğinden geçtiği şu dondurucu, boğucu, yok edici kış mevsiminden herkesi kanatlandırıcı, herkesi bağrına basıcı, herkese güller sunucu bir bahar mevsimine nasıl geçebileceğimizin köklü, asil ve hâlen taptaze ipuçlarını barındıran esaslı bir tarih; geleceğin tarihi bu; geleceğin tarihini şekillendirecek dinamikleri, barışı, adaleti, hakkaniyeti, vicdanı, ahlâkı, estetiği, kısacası anlam haritalarını yeniden bütün insanlığa sunabilecek ama inatla, ahmakça ve insafsızca üstü örtülmeye, bastırılmaya, yok sayılmaya çalışılan fakat hâlâ yaşayan, her gittiğimiz yerde bizimle dolaşan, bizim peşimizi bırakmayan, her yerde izleri, ruhu, dinamizmi karşımıza çıkan canlı, capcanlı bir tarih bu.

İslâm medeniyetinin yaşadığı birinci büyük krizi aşmamızı mümkün kılan medeniyet kurucu ve medeniyeti koruyucu küresel bir rol oynamamızı mümkün kılan, öncü, önaçıcı, önderlik edici köklü bir tecrübe… O yüzden, İslâm dünyasında attığımız her adım, bu tarihî tecrübenin içtenliği ve derinliğiyle doğru orantılı olarak kat be kat yankılanıyor…

Yenişafak

Nasuhi Güngör
‘Devlet Aklı’ ve Sünnilik

Geçtiğimiz Perşembe akşamı TRT 2’de Dünya Postası’na gazeteci-yazar Akif Emre’yi konuk ettik. Gündemde İran vardı ve devrimin 31. yıldönümünde komşumuzun geldiği yeri konuştuk. Keyifli bir programdı; en azından İran ve bölgemizle ilgili bazı ezberlerin ötesine geçmeye çalıştık.

Bizde İran ya da bölgemizle ilgili konuşacağınız her başlık, Batı’da üretilen ve sözümona ‘anlamayı kolaylaştıran’ bazı kalıpların baskısı altında kalıyor. Bunları aşabilmek için bir parça tarih bilgisine, en azından bu coğrafyada neler olup bittiğine doğrudan bakmaya ihtiyacımız var.

***

Program sonrasında dış politikayı yakından izleyen bir dostum aradı ve ilginç bir değerlendirme yaptı. ‘Üç gazeteci farklı çizgilerde olsanız bile bir noktada birleştiniz. Hepiniz klasik Sünni refleksten yola çıkarak analiz yapıyorsunuz.’

Türkiye’nin dış politikada yakın geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde söz sahibi bir ülke olması, elbette beraberinde bazı tartışmaları, bir o kadar da kuşkuları besliyor. Sözgelimi İran’ın dünya sistemiyle yaşadığı çatışmayı konuşurken, ister istemez Türkiye’nin buradaki rolüyle ilgili farklı tezler gündeme geliyor.

Kimilerine göre, mesela Cengiz Çandar, Ahmedinecad yönetiminin ortaya koyduğu tavır ve Türkiye’nin buna destek olması, iki ülkenin, özellikle de bizim aleyhimize gelişiyor.

Öte yandan Türkiye’nin, İran’ın ‘Şii merkezli jeopolitik etkinliğine’ karşı bir denge olduğunu, hatta bu anlamda Sünni dünyanın önder ülkesi olarak şekillendirildiğini savunanlar da var.

Bunların hepsi üzerinde konuşabiliriz. Kendi payıma iki ülkenin tarihten gelen dostluğunun, aynı zamanda bir rekabeti barındırdığını, ancak iki tarafın devlet tecrübesinin birbirini anlamaya hayli uygun olduğunu söyleyebilirim.

***

Bunlardan hareketle asıl söylemek istediklerime gelince. Türkiye’de kendimizi tarif ederken yaşadığımız sıkıntılar ya da çizdiğimiz bazı sınırlar var. ‘Sünni’ olmak galiba bunlar arasında özel bir yere sahip.

Bugün kısık sesle yahut sanki bir ayıbı gizlercesine ifade edenler olsa da, tüm bunlar Türkiye’nin yeni ‘devlet aklı’nda ‘Sünni Müslüman’ reflekslerin ağırlıkta olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Elbette Türkiye ‘mezhep’ merkezli bir dış politika üretmiyor. Öte yandan memleketimizin ‘Sünni’ oluşunun kimileri tarafından bugün ‘farkedilmesi’ de tesadüf değil.

Türkiye’nin güçler dengesinde varlığından sözedilir hale gelmesinin dışarıdan içeriye, içeriden dışarıya pekçok farklı etkenle açıklanması mümkün. Ancak kabul edelim ki, kendi tarihi ve değerleriyle barışan bir ülkenin devlet aklını şekillendirirken bir kenara bırakamayacağı avantajları vardır.

***

Aylar geçiyor, yıllar geçiyor, sorunlarımızın başlıkları değişmiyor. Ancak gerek Kürtlere, gerekse Alevilere yönelik algıların, yaklaşımların ‘devlet katında’ değişiyor olması çok önemli.

İşin zor tarafı ise henüz önümüze gelmedi. Ama şimdiden oraya bakmanın yararlı olduğunu düşünüyorum. Daha güçlü bir Türkiye’ye vatandaşlarının hak ve özgürlükler çıtasını yükseltmeden yürümek imkansız. Ancak aynı şekilde vatandaşlarınızı bir hedef ve gelecek kurgusu etrafında birleştirmek zorundasınız.

Başkalarının Sünni Müslüman (hatta Ortodoks) olarak bizi tarif etmesini bir kenara bırakalım. Şahsen Sünni-Hanefi Müslüman reflekslerin ‘devlet aklı’nda yer bulmasından asla rahatsız değilim; hatta yeterince yeralmadığından şikayetçiyim.

Üstelik, böyle bir aklın Kürtlerin de, Alevilerinde dertlerine deva olacak bir Türkiye’yi inşa etmek için tek çıkış olduğunu

düşünüyorum.

Star

Sultan Abdülhamid'in Kılıcını Yeniden Elinize Alın
04 Mayıs 2010, 11:00Anadolu Haber
İslami Cihad hareketi liderlerinden el Bataş, Türkiye'den II. Abdulhamid'in kılıcını yeniden eline almasını beklediklerini söyledi.

İslami Cihad hareketi'nin Gazze'deki önde gelen liderlerinden Halid el Bataş, Türkiye'den II. Abdulhamid'in kılıcını yeniden eline alarak zayıfları korumasını, Filistin'i desteklemesini beklediğini söyledi.

Halid el Bataş'la yaptığımız röportajı sunuyoruz:

FİLİSTİN İSLAMİ CİHAD HAREKETİ

Sayın Halid el Bataş, İsrail’in gerek Gazze gerekse bölgedeki diğer direniş eksenindeki ülkeleri hedef alan saldırı tehditlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

İsrail’in tehditleri, saldırıları hiçbir zaman durmadı, artarak devam etti. Esasında İsrail’in tehditleri değil devam eden düşman saldırıları var. Kadın, yaşlı, çoluk çocuk demeden kalkımızı bombalıyor, Gazze’ye uyguladığı ambargo devam ediyor, sınır kapıları hala kapalı, Kudüs Yahudileştiriliyor, Sinagoglar inşa ediliyor, Müslümanların akidesi ve ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa’yı hedef alan saldırılar aralıksız sürüyor. Bütün bunlar, tehdidinden de ötesinde bir saldırının olduğunun göstergesidir.

Düşmanın saldırıları, bundan sonra da artarak devam edecek. Düşmanın saldırılarına ve tehditlerine karşı olarak da tüm Müslüman ve Arapların, Filistin halkını, Kudüs’ü ve mukaddesatı korumak, Halil İbrahim Camii’nde olduğu gibi Mescid-i Aksa’nın da Müslümanlar ve Araplar arasındaki ikiye bölünmesini engellemek için harekete geçmelerini istiyoruz.

Peki İsrail’in Gazze’ye saldırı düzenlemesi mümkün mü?

Elbette, düşmanın Gazze’ye karşı yeni bir savaş açması her an mümkündür. Çünkü görevde olan Siyonist hükümet, bize göre tecrit edilmiş bir halde. Bunu aşmak için de Suriye’ye, Gazze’ye ve hatta İran’a savaş açması mümkündür. Fakat Siyonistlerin Gazze’ye savaş açması daha büyük olasılık. Çünkü Hizbullah ve diğer cephelerle kıyasladığımız zaman Gazze daha zayıftır.

Bununla birlikte yeni bir savaşın sınırları sadece Gazze olmayacak. İsrail’in Hizbullah’ı, Suriye’yi ve İran’ı tehdit etmesini göz önünde bulundurursak kapsamlı bir savaşın çıkacağını söyleyebiliriz. İsrail ahmakça bir girişimle savaşa kalkıştığında bölgenin tamamı tutuşacaktır. Böyle bir savaşın sonuçlarından da İsrail sorumlu olacaktır. Çünkü İsrail, bölgedeki en büyük şeytandır.

Fakat herkes bilmeli ki artık bölgedeki güç dengeleri artık değişti. İsrail, bundan sonraki hiçbir hezimeti kaldıramaz.

İsrail’in saldırı tehditlerine karşı İslam dünyasının yanıtı ne olmalıdır?

İsrail’in özellikle de Gazze’ye düzenlediği saldırılara, Kudüs’teki mukaddesatı hedef alan saldırılara ve Ortadoğu’yu, İslam ve arap ülkelerini tehdit etmesine yanıt olarak İsrail’le tüm ilişkilerin kesilmesi ve büyükelçilerin geri çekilmesi gerekmektedir.

Mukaddesatın ve Filistin’in korunması için İran ve Türkiye gibi yeni güçler, bölgeye müdahil olmalıdır. İslam ülkeleri arasında gerçek bir vahdete muhtacız..

İsrail’in Gazze, Suriye, Lübnan ya da İran’a savaş açması halinde İslami Cihad’ın muhtemel yanıtı ne olacak? İsrail’in herhangi bir ülkeye saldırması halinde bölge ülkelerine karşı ortak karşılık vermesi mümkün mü?

İslami Cihad’ın kararları kendi elindedir. İsrail, bölge ülkelerine savaş açsa da açmasa da İslami Cihad zaten İsrail’e karşı savaşıyor. İsrail’in saldırılarına karşı ortak yanıt verilmesi meselesine gelince henüz direniş cephesi diyebileceğimiz İran, Suriye, Lübnan ve Filistin arasında, vuku bulacak savaşı ortak bir odadan yürütülmesinin söz konusu olmadığını söyleyebiliriz. Savaşı aynı odadan yürütme, Şşan sadece öneri olarak gündemde bulunuyor. Bunun için uzun uzun düşünmek gerekiyor. Hareketler arası koordinasyon olmalı, uzun süren ve sık sık görüşmeler yapılmalıdır.

Hamas Hareketi’yle ilişkileriniz nasıl?

Hamas Hareketi’yle “Filistin topraklarının Filistinlilere ait olduğu ve cihadın kurtuluş için tek yol olduğu” stratejisinde ittifak halindeyiz. Hamas’la ilişkilerimiz çok iyi. Bunda hiçbir şüphe yok. Adeta Hamas’la İslami Cihad, birbirini tamamlamaktadır.

Bununla birlikte zaman zaman ihtilaf ettiğimiz hususlar oluyor. Mesela Hamas, seçimlere girdi ama İslami Cihad girmedi. Hamas hükümette ama İslami Cihad, hükümete girmedi. Bazen sorunlar da yanlış uygulamalar da çıkıyor. Fakat tüm sorunları, düzenlediğimiz görüşmelerle, diyalogla çözüme kavuşturuyoruz. Aramızda kesinlikle çatışma yok. Hamas da İslami Cihad da direniş hareketidir.

Batı Şeria’daki Hükümetle Hamas Hükümeti arasında ne derce fark var?

Ramallah hükümetinin yaptığı tehlikeli uygulamalarla Hamas hükümeti arasında ciddi farklar var. Batı Şeria’daki uygulamalar, doğal değil. Batı Şeria’daki Fetih ya da Fayyad hükümeti, İslami Cihad, Hamas ve diğer direniş hareketlerine mensup Filistinlileri hukuka aykırı yollarla kaçırmaktadır. Mücahidleri ödüllendirecekleri yerde tutukluyorlar. Batı Şeria’daki hükümet, kontrolü altındaki şehirlere yanlışlıkla giren Yahudileri, İsrail hükümetine teslim ediyor. Batı Şeria hükümetiyle İsrail arasında müzakereler ve güvenlik işbirliği anlaşması devam ediyor.

Bu, Filistin için büyük bir felakettir. Gittikleri bu yoldan geri adım atmalarını ve halkın isteklerine, tercihlerine dönmelerini beklemekteyiz. İslami Cihad, Kudüs Seriyyeleri, İzzeddin el Kassam ve Aksa Şehitleri, Filistin halkını savunan güçler olduğunu, düşmanın da İsrail olduğunu bilmeleri gerekiyor.

Arap rejimlerinin Filistin davasına karşı duruşunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bildiğiniz gibi son olarak İsrail’le müzakereleri desteklediklerini açıkladılar.

İsrail’le müzakereleri desteklemeleri, zaafiyet içerisinde olduklarının göstergesidir. Bunun anlamı, Arap dünyasının işgalciyi desteklemesidir.

Onlar, İsrail’in elçiliklerini ülkelerinde açıyor, İsrail’le güçlü ilişkiler kuruyor ve son olarak Filistin ile İsrail arasındaki barış müzakerelerini destekleyerek yeni bir suç işlemiş oluyorlar. Onlar, işgalciyi destekliyorlar. Fakat onlardan beklenen İsrail’in desteklenmesi değil, Filistinlinin, Kudüslünün, Gazze’deki işçilerin desteklenmesidir. Onlar, Obama ve Mitchell’in isteklerini kabul ederken Filistin halkının isteklerine olumlu yanıt vermiyorlar. Eğer onlar Filistin’i kurtarmaktan acizseler, direnişi desteklesinler.

Arap ülkelerinin bu duruşuna karşılık ben, İsrail’e karşı mücadele için İran ve Türkiye’nin de katılacağı güçlü bir İslami-Arap ekseninin oluşturulmasını arzu ediyoruö. Filistin’in sabitelerinin desteklenmesi için Suriye, Türkiye’ye ve İran’ın daha etkin rol oynamasını bekliyoruz.

Türkiye’nin bölgede oynadığı rolü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle biz, kardeş Türkiye halkına, Başbakan Erdoğan’a, Cumhurbaşkanı Gül’e ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na selamlarımızı sunuyoruz. Çünkü Türkiye Filistin’den hiçbir zaman tavizde bulunmadı.

Biz, Türkiye’nin İsrail’le olan askeri anlaşmalarını, tatbikatlarını unutmuş değiliz. Aralarında koordinasyon var, karşılıklı olarak elçiliklerin bulunuyor. Fakat gördüğümüz kadarıyla iktidardaki hükümetin, Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün metodu, öncekilerden farklı.

Türkiye’nin şuandaki duruşuyla biz, II. sultan Abdulhamid’in Filistin’den tavizde vermeyen duruşunu hatırlıyoruz. II. Abdulhamid, Filistin topraklarının satılması önerisine karşı meşhur olan “Cesedimin param parça olması Filistin’in zerre parçasını satmamdan daha hayırlıdır” sözünü söylemişti. Biz, bu duruşu saygıyla anıyoruz. Şimdi Türkiye, bu asil duruşuna dönüyor.

İslami Cihad olarak Türkiye’nin bölgede büyük bir İslami devlet olduğunu düşünüyoruz. Türkiye’nin mukaddesatı koruyabilmesi ve Filistin davasına destek verebilmesi için İslam ülkeleriyle olan ilişkilerini güçlendirmelerini istiyoruz. Arapların Filistin davasından taviz verdiği bir dönemde Türkiye’nin Filistin’e, mukaddesatın savunulmasına ve Kudüs’e vereceği desteğin diğer İslam ülkelerinin vereceği destekten daha etkili olacağını düşünüyoruz.

Türkiye’nin bir kez daha tamamen köklerine dönmesini ve bir kez daha II Sultan Abdulhamid’in kılıcını eline alarak zayıfların yanında durmasını ümid ediyoruz.

isra haber

Ahmet Özcan
‘Augustus eşiği’

M.Ö. 31 yılında Roma imparatoru Octavianus, Yunanistan'ın batı kıyılarında, Mısır’da bir Doğu İmparatorluğu kurmaya çalışan Marcus Antonius ve Cleopatra'nın ordusunu yendi. Ardından Roma’da tek otorite olarak Augustus (yüce) ünvanını aldı. Roma Cumhuriyetini askeri, mali,siyasi ve sosyal reformlarla yeniden yapılandırdı ve Roma büyük bir imparatorluğa dönüştü.

Alman kökenli ABD’li yazar Herfried Münkler, ‘İmparatorluklar-Eski Roma’dan ABD’ye dünya egemenliğinin mantığı (İletişim,2008) isimli kitabında, Roma’daki yaşanan bu değişim sürecini ‘Augustus eşiği’ kavramı etrafında tartışır. Cumhuriyetin düşmanlarını yenerek bütün enerjisini iç reformlara yöneltip sağlamlaşma aşamasını tamamlaması ve imparatorluğa dönüşmesinin kritik eşiğidir bu aşama.

Münkler, tarih boyunca bir çok imparatorluğun bu aşamada takıldığını ve eşiği geçemediği için kısa süreli bir parlamadan sonra yıkılıp gittiğini söyler.

ABD’nin 11 Eylül sonrası yürütmeye başladığı politika çerçevesinde emperyal güç, emperyalizm, imparatorluk, hegemonya, liderlik gibi kavramları tarihi ve güncel örnekleri eşliğinde tartışan yazar, örtük bir şekilde ABD’nin ‘Augustus eşiği’nde olduğunu ve henüz Roma gibi uzun yaşayıp yaşamayacağı belli olmayan bir emperyal hegemon güç olduğunu ileri sürer.

Kitapta bir diğer önemli kavram ‘emperyal çevrim’ dir. Uzun süre yaşayan imparatorlukların geçici gerileme dönemlerine rağmen farklı koşulları değerlendirerek kendini yenilemesi ve yeniden emperyal bir düzeye yükselmesini ifade eden bu kavramla yazar, İspanya, Osmanlı Rusya ve Britanya imparatorluklarının farklı tarihsel dönemlerini irdeler.

Augustus eşiği, devlet iktidarının küresel bir otoriteye dönüşmesidir. Emperyal çevrim ise büyük bir devletin en zayıf anında bile sürekliliğini sağlayacak dinamiklere yaslanarak küllerinden yeniden doğması demektir.

Aktium savaşı antik tarihin dönüm noktasıdır. Doğu Roma’nın İstanbul’un fethiyle birlikte imparatorluk mirasını Osmanlı’ya devretmesi gibi, Antik Mısır imparatorluğu da bu savaşla mirasını yeni Roma’ya devretmiştir. Tarihte büyük İmparatorluklar emperyal miraslarını yeni güçlere bu tür büyük ve kritik savaşlarla devretmiştir.

Antik Mısır’ın kolonisi olan Yunan şehir devletleri, Girit, Roma vilayeti ve Tuna kıyıları, M.Ö 6. yüzyılda Pers istilası nedeniyle Mısır’dan kaçan seçkinlerin yeniden toparlandığı mekanlardı. Böylece tarih sahnesine özgün birer uygarlık merkezleriymiş gibi sunulan ve aslında antik Mısır’ın yeni formları olan şehir devletleri çıktı. Nitekim M.Ö. 4. yüzyılda doğu seferine çıkan Büyük İskender ve ordusu, aslında Antik Mısır ordusuydu ve Pers istilasına son vermek için organize edilmişti.

Mısır, kendisi olarak bu süreçten ciddi bir tahribatla çıktı ve imparatorluk merkezi olma özelliğini kaybetti. İşte M.Ö. 31 yılında yapılan Aktium savaşı, Romalı komutan Antonius ile Mısır kraliçesi Kleopatra’nın ilişkisi şahsında son defa Mısır merkezli bir imparatorluk kurma deneyiminin fiyaskoyla sonuçlanmasını sağlamıştı. Böylece devir teslim tamamlanmış ve bölgesel imparatorluğun yeni merkezi Pers güçlerinin uzanamayacağı Roma kasabası olmuştu. Roma imparatorluğu, bu manada Mısır’ın devamıdır.

Bu tarihsel gelişim, bize büyük güçlerin yükseliş ve düşüşüne dair kritik sonuçlar vermekle birlikte, yeni güçlerin sahneye çıkışına dair önemli bir gösterge sunar. Her yeni güç, ancak ve sadece bölgesindeki başka bir hegemon gücü tasfiye ederek doğabilir. Aynı anda aynı bölgede iki veya daha fazla eşit hegemon olamaz. Dolayısı ile, hem bölgesel hem de küresel egemenliğin mantığı son tahlilde güç yarışı ve çok boyutlu bir savaşla işler.

Bugüne gelirsek, tabii ki ABD hegemonyasının bu tarihsel deneyimlerle birlikte analiz edilmesi önemlidir. Özellikle bu devasa gücün akıbeti konusunda Roma deneyimi çok önemli ipuçları verir, Ki ABD’li analizciler diğer batılı güçlerde olmadığı kadar ABD ile Roma arasında tarihsel, siyasal veya askeri benzeştirmelere sıkça başvurur.

Ama şimdilik küresel egemenlik ve ABD’yi bir kenara bırakıp, bu tarihsel birikim eşliğinde kendi bölgemizi ele almalıyız. Devletler, Dinler ve İmparatorlukların doğum yeri olan Mezopotamya-Akdeniz havzasının politik tarihini bilmeden, bugün ve geleceğe dair doğru bir analiz yapılamaz. Olan biteni tarihin ritmik çevrimi ve coğrafyanın zorunlulukları eşliğinde ele almadan yapılan her değerlendirme eksik olacaktır. Tabii ki tarih her gün yeniden yazılır ve her yeni gelişme bizatihi kendi koşulları ve içeriği ile öncesiz bir durumdur. Ancak tarih ve coğrafya, bu yeni durumun olasılıklarını ve sınırlarını kavramamızda yardımcı olur. Ayrıca muazzam bir deneyim laboratuarı olarak önümüzü görmemize ışık tutar.

Türkiye, emperyal bir mirascı olarak er ya da geç yeniden büyüyecektir. Bugün var olan siyasi ve coğrafi pozisyonu, bir emperyal çevrim sürecinin ürünüdür. Osmanlı dağıldıktan sonra içine girilen fetret dönemi mutlaka sona erecek ve yeni bir emperyal dönem başlayacaktır. Bu öngörü, tarihi ve coğrafi ritmin potansiyellerine dayanır. Ama bundan sonrası, yani yeni bir emperyal çevrimin ne zaman, nasıl, hangi merkezde ve hangi formla başlayacağına bugün var olan iradeler ve eylemler belirleyecektir.

Türkiye Cumhuriyeti devleti, bölgesel hegemonya için en öncelikli adaylardan biridir. Jeopolitik ve jeokültürel dinamikleri şimdilik potansiyel halinde bir imkan olarak durmaktadır. Bugün ve bundan sonra yaşanan ve yaşanacak her bölgesel gelişme, öncelikle bu objektif gerçekliğin hareketi içinde değerlendirilmelidir. Türkiye’nin tarihsel ve coğrafi hegemon kimliği buraya kadar bir tercih değil, bir zorunluluktur. Yani Türkiye’ye teklif edildiği veya dayatıldığı varsayılan neo Osmanlıcılık türünden misyonlar, teklif edenlerin özel icadı değil, gördükleri potansiyeli manipüle etme çabalarıdır. Ancak bu konuda Türkiye’ye ait bir kararlılık ve yönelim henüz ortada yoktur. Bu noktada eski dünya düzeninin Türkiye’deki personelinin yeni döneme ilişkin itirazları(Ulusalcılık,Ergenekon, her ne isimle anılırsa anılsın bu unsurların itirazları kendi imtiyazlarını korumaya dönük görünmektedir), son tahlilde bu odaklardan bağımsız olarak Türkiye için bir pazarlık kozu, büyük güçler içinse bir ayakbağıdır.

Aynı denklem, bölgede büyük güçlerin plantasyonu ve ayar merkezi misyonu olan İsrail için de geçerlidir. İsrail’de iktidarda olan güçler de henüz çerçevesi muğlak görünen yeni dönemde bölgesel misyonlarını Türkiye’ye kaptırma endişesiyle direnmektedir.Onların bu direnişi de bir tür pazarlık kozudur. Bu bağlamda, hem büyük güçler-(adını ABD-İngiltere koalisyonu olarak zikredebiliriz.) içinde hem de bu Türkiye ve İsrail devletleri içinde kıyasıya bir çatışma, çekişme ve rekabet yaşanmaktadır.

Türkiye’nin AK Parti iktidarı ile içine girdiği canlanma süreci, tarihi ve coğrafi dinamiklerle daha barışık kadroların varlığı ile potans halindeki emperyal çevrim dinamiğini harekete geçirme işaretleri vermektedir. İsrail’deki eski düzen yanlısı güçler ise buna karşı harekete geçmiş ancak Türkiye’de başaramadıkları kapsamlı direnişi hem İsrail’de ve hem de bölgesel düzeye yayarak sürdürme peşinde görünmektedirler.

Bu bağlamda Türkiye’deki –adını, içeriğindeki tuhaf hukuksal hataları ve sunumdaki abartılı söylemin yanlışlarını saklı tutarak anlaşılsın diye kod adı Ergenekon olan – eski düzen personeli ve İsrail’deki iktidarla ABD ve İngiltere içindeki NeoCon olarak ifade edilen ama kapsamı aslında daha derin ve geniş olan güçler arasında ortak ve paralel bir pozisyon vardır. Obama ile temsil edilen yeni bir döneme geçiş çabalarını sabote etme eylemleri için Türkiye ve İsrail kullanılmaktadır. Türkiye’de, hükümetin her yenilik çabası sabote edilerek, İsrail’de ise Türkiye’deki bu sabotajlara destek verilerek sürecin çatışmalı denkleminde yer almaktadır.

(PKK denilen örgüt içindeki unsurların da zaman zaman bu sabotajlarda rol aldığı görülüyor)

Bu genel fotoğraf içinde şimdilik yaşanan güncel gelişme ile ilgili şunlar söylenebilir:

- Türkiye, bir 'Augustus eşiği'ndedir.

- Bölgesel hegemonya için bütün olası rakiplerini yenmek zorundadır.

- İsrail, bu süreçte Türkiye’ye rakip ve hasım olarak artık açıkça tavrını belli etmiştir.

- Türkiye’nin hızlı bir şekilde İsrail, PKK ve Ergenekon denilen şeklen bir birinden bağımsız ama özünde ortak eski düzen unsurlarını kontrol altına alması gerekmektedir.

- Bu manada Ergenekon davalarının hukuk çerçevesinde tamamına erdirilmesi,

- PKK ve İsrail’in ise dönüşüme zorlanması öncelikli gündem olmalıdır.

- İsrail’de Netanyahu-Liberman çetesi, mutlaka yıkılmalıdır.

- AK Parti hükümeti, bu çeteyi yıkamazsa, kendisi yıkılacaktır.Türkiye bütün imkanları ile İsrail'in dönüşümünü bu çetenin tasfiyesi üzerinden sağlamaya dönük çok yönlü bir politika geliştirmelidir. İsrail'de pasifist-barışçıl muhalefetin etkin olacağı bir iktidar yapısı bölge barışı için ömcelikli bir adım olacaktır.

- Gazze konvoyuna saldırı ile başlayan yeni süreç, İsrail’deki çetenin genel olarak Türkiye misyonuna özel olarakta AK Parti ile temsil edilen sosyal ve siyasi iradeye açtığı bir savaştır.

- Yeni dönemin başlangıcı için bu olaylar bir bela değil, bir rahmet ve fırsat olarak değerlendirilmelidir.

- Türkiye kendisine açılan bu yeni Aktium savaşını mutlaka kazanmak zorundadır.

- Bu savaşın galibi, PKK ve Ergenekon’la temsil edilen diğer fitne ve belaları da bertaraf edecektir.

- Ancak böyle bir zafer sonunda Augustus eşiği geçilecek, ve hem Türkiye’de hem bölgede hem de dünyada yeni bir dönem başlayacaktır.

- Yeni dönem, savaş ilanı karşısında korkmayan, paniklemeyen, bedavadan elde edilmiş konforlu ilişkilerle değil, kriz yöneterek, bedel ödeyerek, düşmanlığa misliyle cevap vererek, savaş anında halka itidal değil daha fazla savaşçı ruh pompalayarak, savaşı politikanın bir aracı ve diplomasiyi bu savaşçı iradenin emrinde bir silah olarak gören kurmay kadrolarla inşa edilecektir.

- Bu olayların bir an önce sukunetle bitmesini isteyen ve kaldıkları yerden el bebek gül bebek devlet yönetmecilik oynamaya devam etmek isteyenler, artık farklı bir dönemin başladığını ve eski düzen çetelerinin tam anlamıyla yenilene kadar her tür sabotaja devam edeceğini, yani daha bir çok krizin güçlü iradelerle yönetileceği bir süreç yaşanacağını beklemelidir.

- Türkiye, kendisine yönelik en büyük sabotaj olan iç çatışmalarla zayıf düştüğü noktalarda yani ulusalcı veya liberal, Türk ve Kürt, Alevi ve Sünni, Laik ve İslamcı tüm güçlerini ortak bir gelecek için seferber edecek büyük bir terkib arayışına sokulmalıdır.

- Son olarak: İsrail’deki çetenin Savaş ilanına altı boş küfürlerle karşılık vermeye kalkanlara yönelik isyanımızın nedenlerini kavrayamayanlara da eski Çin filozofu Sun Tzu’dan bir çift söz;

- “Akıllılar savaşmadan kazanır akılsızlar ise kazanmak için savaşır. Ama savaş kaçınılmazsa zafer için yapılacak tek şey savaşı iyi yönetmektir.”

- “Güçlü olamazsan zayıfta olamıyorsan bu işin sonu yenilgidir.”

haber10

Beyrut’ta Hizbullah’tan binlerce kişilik gıyabi namaz

Gazze’ye yardım götürürken saldırıya uğrayan ve hayatlarını kaybeden 9 Türk yardım gönüllüsü, Hizbullah tarafından, Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta düzenlenen bir gösteriyle anıldı
00:49 | 06 Haziran 2010 Milliyet








Beyrut’un banliyö bölgesinde binlerce kişinin katılımıyla düzenlenen gösteri alanı Türk, Lübnan ve Hizbullah bayraklarıyla donatıldı. Gazze’ye yardım götürürken İsrail askerinin saldırısı sonucu hayatını kaybeden 9 Türk için alanda sembolik olarak 9 tabut yer aldı. Hayatlarını kaybeden Türkler için Kuran okunan gösteriye video konferans yoluyla katılan Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, Türkiye’nin gösterdiği çabaları övdü.

İbrahim Karagül:
Katliam: Fergana ateşi Orta Asya'yı yakacak!

"Üç gündür Kırgızistan'ın Oş şehrinde Özbek ahaliye karşı bir katliam yapılmaktadır. Kalaşnikoflarla silahlanan Kırgız gençleri ve askeri üniformalı meçhul gruplar savunmasız Özbek ailelerini kurşuna dizerek katletmektedir. Oş şehrindeki Özbeklere ait yüzlerce ev ve bina yakıp yok edilmiştir. Özbek tiyatrosu, Özbek Üniversitesi ve Özbek TV binası ateşe verilmiş, tamamen yanıp kül olmuştur. Öldürülen Özbeklerin sayısı resmi açıklamalara göre 800, bağımsız haberlere göre 2000'in üstündedir. On binlerce yaralı var. Kırgızistan'ın güney sınırından Özbekistan'a geçen kaçak sayısı resmi rakamlara göre 170 bini geçmiş durumdadır. Zorbalık ve katliam Oş şehrinden başka vilayetlere yayılmaya başladı. Celalabad şehrindeki askeri birlik, Kırgızlar tarafından basıldı ve şimdi bu silahlanan gruplar, Celalabad'ı da Oş gibi virane ve mezarlığa çeviriyor, bölge halkını kurşuna diziyor.

Bu facianın Şanghay İşbirliği Örgütü'nün Taşkent'teki toplantısına rastlaması asla rastlantı değildir. Fakat bu örgüt üyesi devletlerden ses çıkmamıştır. Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov tarafından bu katliama karşı "Kırgızistan'ın iç işi" diye bir açıklama dışında hiç bir tedbir alınmamıştır. Vahşet karşısında Kırgızistan'ın geçici hükümeti çaresiz bir tutum sergilemektedir. Devlete ve askere ait zırhlı araçlar çetelerin ellerine geçmiş ve katliamda rahatça kullanılmaktadır. Dünya kamuoyu sessizliğini korumaya devam ediyor. Bu katliama dur diyecek kimse yok..."

Muhammed Salih, Özbekistan muhalefet lideri, bu küçük ülkede yaşanan dehşeti böyle özetliyor. 2005 yılından beri, küresel güçlerin oyun alanına dönüştürülen Kırgızistan; Lale Devrimi'nden sonra "Görev tamamdır. Bu küçük ülkeye yönelik ABD müdahalesi Gürcistan'daki Gül Devrimi ya da Ukrayna'daki Turuncu Devrim'den çok daha önemlidir" açıklaması ile zafer ilan edenler tarafından kanlı bir iç savaşa, etnik savaşa sürüklenmiştir.

Oş kentinin yüzde kırkını, Celalabad'ın yarısını oluşturan Özbekler, yeryüzünün en karışık ve hassas bölgelerinden biri olan Fergana Vadisi'nde bütün bölgeyi sarsabilecek bir vahşetin ortasında kaldılar. Stalin tarafından Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan arasında bölünen Fergana, ABD'nin terörle mücadele hedeflerinden biri. Buradaki Özbekler, daha önce İslam Kerimov'a isyan etmiş ve bu isyan çok kanlı bir şekilde bastırılmıştı. Yine bu bölgenin insanları, Kerimov'a muhalefet edip Afganistan'da üslenmişler, orada da ABD tarafından kıyıma uğratılmıştı.

Fergana bölgesindeki huzursuzluk, bu katliamla sınırlı kalmayabilir. Bölgedeki bütün ülkeleri istikrarsızlaştırabilir hatta savaşa sürükleyebilir. ABD, Rusya ve Çin arasında yoğunlaşan güç mücadelesi, son örnekle gördüğümüz gibi bütün Orta Asya'yı tehdit eder hale gelmiştir.

Orta Asya'da sınır, kaynak ve etnik gerilimlere dayanan savaşlar henüz yaşanmadı. Er geç bölgede bu gerekçelere bağlı olarak çatışmalar bekleniyordu. Çok hassas, çok kırılgan olan etnik dengelerle böylesine acımasızca oynayanlar, bu ülkeleri birer garnizon devlete dönüştürmeye çalışıyor.

Bölgenin en sakin ülkesini kanlı bir iç savaşa ve darbelere sürükleyen şey, sadece ülkenin yoksulluğu, liderlik sorunu ya da etnik huzursuzluğu değil. Lale Devrimi'nden bu yana sürekli bir yerlere savrulan Kırgızistan, şimdi bütün Orta Asya'yı ateşe atacak bir tehlike haline dönüştürüldü. ABD ve Rus askeri üsleri arasındaki rekabet, rejimi/yönetimi de mevsimden mevsime değiştirir oldu.

Afganistan merkezli istila hareketi bir yandan Pakistan'ı iç savaşa sürüklerken diğer yanda Orta Asya'ya doğru genişliyor. Bu genişlemenin nerelere uzanacağını kestirmek çok güç. Ama öyle görünüyor ki; Fergana Vadisi, küresel kırılmanın ve güç mücadelesinin en keskin en kanlı merkezlerinden biri haline gelecek. Buradaki kriz sadece Özbekistan'ı, Kırgızistan'ı ve Tacikistan'ı değil, Orta Asya'dan Güney Asya'ya kadar bütün bölgeyi sarsıcı etkiler gösterecek.

Küçük ülkedeki büyük güç mücadelesiyle ilgili başka ayrıntılar da verelim. Kırgızistan'daki ABD üssünden ayda 25 bin ABD-NATO askeri transfer ediliyor. Karaçi'den Afganistan'a ulaşan lojistik hattı, ağır saldırılar yüzünden işlemez hale gelirken bu bölge ABD ve NATO güçleri için daha fazla öne çıktı.

Kırgızistan, Afganistan eroininin Asya pazarlarına ulaştırılmasında kritik bir güzergaha dönüştü. Özellikle Oş kenti, yani Kırgızisbtan'ın güney başkenti, büyük eroin güzergahının ana istasyonlarından biri. Kaosun en önemli sebeplerinden biri bu ticaret!

ABD'nin Afganistan'ı işgalinden sonraki beş yıl içinde, afyon üretimi olağanüstü bir artış gösterdi. Ağustos 2007'deki BM verilerine göre neredeyse bir milyon hektar alanda afyon üretimi yapılır olmuştu. İşgal sırasında 185 ton üretim varken bugün bu rakam 8 bin 200 tona çıktı. Bu, dünya genelindeki afyon üretiminin yüzde 93'üne tekabül ediyor. Rus Federal Narkotik Servisi, Afganistan'da bugünkü afyon üretiminin mali karşılığının yaklaşık 64 milyar dolar olduğunu, çok az bir miktar dışında bu paranın küresel uyuşturucu mafyasının kontrolünde olduğunu açıkladı. Jeopolitik gerekçelerin dışında işgalin nasıl bir endüstri oluşturduğu ortada değil mi? Peki bu pastayı kimler paylaşıyor acaba? "Mafya" tanımını biraz geniş yapmakta fayda var. Uyuşturucu pazarı sadece Afganistan'ı değil, Kırgızistan'ı da hem garnizon devlete hem de nekrotik devlete dönüştürdü.

Şimdi, beş milyon nüfuslu Kırgızistan'daki bir milyon Özbek tehdit altında. Adeta kitlesel kıyım yaşanıyor. On binlerce insan bölgeden kaçıyor. Özbekistan'ın Fergana bölgesindeki şehirlerde, kasabalarda mülteci kampları kuruluyor. Yarın rüzgar tersine döner ve Özbekler Kırgızları katletmeye başlarsa o zaman ne olacak?

Bölgedeki hiçbir ülke, bu tür kanlı çatışmalara sessiz kalamaz. Ortadoğu'yu ateşe verenler, Afganistan-Pakistan'ı yıllardır savaşta tutanlar, kriz haritasını genişletiliyor ve Orta Asya'ya yönlendiriyor.

(..)

Yeni Şafak

İsrael Shamir
Türkiye anahtardır

Türkiye'de bombalar patlamaya başladı, terörist bombalamalar ve saldırılar düzenleniyor. Neredeyse her gün Türk askerleri ve siviller öldürülüyor. Cinayetler, zahirde Kürt teröristler PKK tarafından işleniyor ama aslında İsrail'in Türk bağımsızlığına karşı yeni bir adımıdır bu. İsrail'in yüreklendirdiği PKK, terörist faaliyetlerini İzmir'e taşıdı, Ege ve Karadeniz sahillerine kadar genişletti.

İsrail, Kürt teröristleri yıllardır eğitiyor, silahlandırıp teçhizatlandırıyor; İsrailliler, Irak Kürdistanı'nı kendi toprakları haline getirdiler; İsrailli işadamları Kerkük petrolünün İngiliz hâkimiyeti döneminde olduğu gibi Hayfa'ya akması için beklerken kendi işlerini çeviriyorlar. Kürtler, yıllardır İsrail'in gizli saklı bir aletiydi; şimdi faaliyete geçmiş olmaları, İsrail'in Türklere bir ders vermek istediğini gösterir.

ABD'de önde gelen neocon dergisi “frontpagemag”, Türkiye'nin Filistine verdiği desteğe misilleme olarak Kürtlere destek verilmesi için açıkça çağrıda bulundu. Bir başka Yahudi düşünce kuruluşu, Türkiye'ye zarar vermek amacıyla yüzyıllık Ermeni trajedisini kınamak için ABD Kongresini seferber etmekten bahsetti. Yahudi lobisi, yıllarca Türkiye'nin tarafını tuttuktan sonra taraf değiştirmeye ve Ermeni iddialarını desteklemeye karar verdi. Bu yüzden de Türkiye her yönden saldırı altında. Popüler İsrail sloganında denildiği gibi “kuvvet işe yaramıyorsa, daha fazla kuvvet kullanılması” beklenebilir.

31 Mayıs 2010 tarihindeki Filo katliamını da izah eder bu. Mavi Marmara saldırısı, gitgide bağımsızlaşan Türklere kısa ve ani bir şok olması amacıyla düzenlenmişti. İsrailliler, Türkleri korku ve dehşete sevkederek itaat ettirmeyi amaçladı; Mavi Marmara'da kan banyosu emrini vermeleri bu yüzdendi. Artık bildiğimiz üzere, İsrailli komanadolar direnişle karşılaşmadan evvel ateş etmeye başlamışlardı. Beyzbol için değil boyun eğdirmek için oradaydılar. Cinayet, bir sürpriz veya yanlış hesabın sonucunda işlenmedi. Türkiye'ye karşı açık bir saldırıydı.

İsrail'in Türkiye'yle çatışması, câni bir baskının talihsiz sonucu değildir. İkisi arasındaki cepheleşme, katliamdan iki hafta önce 17 Mayıs 2010'da artmıştı. Türkiye, Brezilya ile birlikte, etrafı sarılı İran'la nükleer yakıt takas anlaşmasını imzalamış, Tahran Bildirgesi yayınlanmıştı. Bu bildirge, ABD-İsrail'in İran'ı bombalamazdan evvel İran'a ölümüne müeyyide uygulama planlarını raydan çıkarabilecektir.

İsrail, İran'ın mahvoluşunu görmek istiyor; Irak'ın yıkılışını istediği kadar Gazze'nin açlıktan kırılmasını ve geri kalanların da gözlerini korkutmayı istedi. Nükleer takas anlaşması, müeyyidelerin altında yatan mantığı baltaladı. İsrail lobicilerinin ABD ve Avrupa'daki tüm fesat planları bir anda silindi. Hakikat, müslümanların dediği gibi: “Onlar tuzak kurarlar ama Allah daha iyi tuzak kurar.”

İsrail, Türkiye-Brezilya-İran anlaşması haberlerini büyük bir darbe olarak kabul etti. İsrail'de yayınlanan gazeteler “kurnaz Türkler ve İranlılar bizi mağlup etti” diye manşetler attılar. O kadar da çabuk değil. ABD Dışişleri Bakanlığı “bu ayaktakımının neyde mutâbık kaldıklarını umursayan da kim? Birisini bombalamaya karar vermişsek, bombalayacağız. Gerçeklerin kafamızı karıştırmasına müsaade etmeyeceğiz” diyerek hasarı asgariye indirdi. New York Times'dan Thomas Friedman “Holokost inkarcısı bir hayduta” hayat hakkı tanınmasından duyduğu hayal kırıklığını ifade ediyordu.

Takas anlaşmasını pişkinlikle göz ardı eden BM Güvenlik Konseyi 9 Haziran'da müeyyideleri onayladı. Müeyyide kararını desteklemeleri için Moskova ve Pekin'e rüşvet verildi ya da şantaj yapıldı. Pekin, Kuzey Kore üzerinde bir karşılaşmadan sakınmak için top oynamayı tercih etti. Batırılan Güney Kore gemisi hikâyesi, Kuzey Kore'ye saldırı bahanesi yarattı ve böylesi bir saldırı, Çin'e zarar vermekle neticelenebilecekti. Çinliler, batılıların Sincan ve Tibet'e karışmalarından dolayı da savunmasız.

Ruslar ise kıymetli hediyeler aldılar: Ukrayna, Rusya'nın kollarına geri döndü; Gürcistan marjinalleştirildi; yeni nükleer anlaşma, Rusların bekleyeceği başka herşeyden çok daha iyiydi. Aynı zamanda, Moskova, Ruslara düşmanlarının bela tohumları ekme kabiliyetlerini hatırlatan bir terörist saldırının acısını çekmişti. Ancak Türkiye, müeyyidelere karşı oy kullandı, Ortadoğu için güvenilir bir mihver olarak yeni bölgesel rolünü ispatladı.

Türkiye ve İsrail arasındaki çatışma, İran'la yapılan nükleer takas anlaşmasıyla başlamadı: Ocak 2010'da, İsrail dışişleri bakan yardımcısı Dani Ayalon, Türk büyükelçisini davet etti ve kameralar önünde aşağıladı. Şark usûlüne göre, Büyükelçi Çelikkol'a Ayalon'un koltuğundan daha alçakta duran bir koltuk gösterildi. Ayalon, büyükelçiyle tokalaşmadı ve kameralar çekim yaparken yanında hazır bulunan gazetecilere ibrânice konuşarak şöyle dedi: “Daha alçakta duran bir koltuğa oturduğunu ve masada yalnızca İsrail bayrağının olduğunu göstermek istiyoruz.”

Yahut da bir yıl önce Ocak 2009 tarihinde, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Davos'ta yapılan Dünya Ekonomi Forumu'ndan kalkıp gittiğinde başladı. Erdoğan, Gazze'deki kitlesel katliamı haklı gören Şimon Peres'e cevap verirken batılı moderatörün sözünü kesme teşebbüsü üzerine canı sıkılmıştı.

Veyahut da 2007 Eylül'ünde, İsrail uçakları Türkiye üzerinden uçup “müsaadenizle” bile demeksizin Suriye'yi bombaladığında başladı.

Hatta daha önce bile olabilir, Türkiye, asırlık, (...) Kemalizm ideolojisini bertaraf ederek bağımsızlığını ileri sürdüğünde başlamıştı. Mustafa Kemal Atatürk'ün laik ulusçuluğu, Osmanlı için bir tuzak olmuştu. (...) Kemalist Türkiye, zorunlu olarak NATO üyesi, Arapların, İranlıların düşmanı, Amerika'nın uysal uydusu, İsrail'in sâdık müttefiki ve Kürtlerin ezeni oldu.

Türkiye reformdan geçsin diye elinden geleni yapan Avrupalılara artık teşekkür etme vakti geldi. Türkiye'yle nihayeti olmayan müzakereler yürüten Avrupa, ordunun iktidar üzerindeki demir bileğini çekmesini talep etti. Avrupa'nın bu nazik teşviki olmasaydı, Türkiye halen...tarafından yönetiliyor olurdu.

Geçen Noel'de Türkiye'yi ziyaret etmiş ve Gazze için yola çıkmaya hazırlanan eylemcilerle görüşmüştüm. Türkiye iyi iş çıkarıyor: Ekonomik kriz yok, ekonomik büyüme istikrarlı bir şekilde devam ediyor, Kürtlerle barış yapıyor, Ermenilerle barış yapmak için cesur atılımlar gerçekleştiriyor ve din ile özgürlük arasında mükemmel bir denge var. Dileyen hârika bir şekilde restore edilmiş Osmanlı câmisinde ibadetini yapabilir; dileyen bir kafeye giderek nefis Türk şarabını içebilir. Kızlar ne başörtülerini çıkarmaya zorlanıyorlar ne de kollarını örtmeye.

ABD Savunma Bakanı Robert Gates, “Türkiye'yi kaybettik” dedi ve Türkiye'yi kabul etmeyi reddeden Avrupa Birliğini suçladı. Fakat bu ret için Avrupalılara teşekkür etmeliyiz. Türkiye'nin AB'de olmasını istemiyoruz; Türkiye'ye kendimiz için, bölge için ihtiyaç duyuyoruz.

Avrupa Birliği'nin bölgesel emsali bir Ortadoğu Birliği kurmak gibi büyük bir plan var. bu yeni oluşumun başında olmak, Türkiye için doğru yerdir. Avrupa Birliği'nin bir yere kadar Şarlman İmparatorluğu'nun restorasyonu olması gibi, bir bakıma, Osmanlı İmparatorluğunun restorasyonu olacaktır bu. Fark şu ki Avrupa asırlarca parçalı bir haldeyken, bizim bölgemiz 1917'e kadar birleşikti. Tam siyasi birlik, uzun vadeli bir bakış açısı içerisinde söz konusu olsa bile, bu amaç doğrultusunda iyi bir başlangıçtır.

Türkiye ve Arap komşuları arasında serbest ticaret anlaşmaları hâlihazırda var; mânevi boyut hazır zira İstanbul, Hilâfetin son pâyitahtıydı. Türkiye, şimdi de Siyonist aşırılıklar dâhil bölgesel sorunlarla ilgilenecek bölgesel bir Uluslararası Mahkeme kurabilir. Avrupa halen Siyonist kontrolün kıskacında ve Uluslararası Adalet Divânı ve Hague'daki Uluslararası Ceza Mahkemesi Siyonist suçluları yargılamak için uygun yerler değildir. Dahası, bulundukları coğrafi mekan, geçmişin Avrupa merkezci dünyasını anımsatmaktadır. Bölgesel bir mahkeme, işgal altındaki Irak'ta ve diğer Ortadoğu ülkelerindeki savaş suçlularının hesabını inandırıcı bir şekilde görebilir. Richard Falk ve hâkim Goldstone gibi büyük hukukçular hâkim kürsüsüne davet edilebilir.

(Doğu'da) Uluslararası Mahkeme'nin kurulması, bölgenin kolonizasyondan kurtuluşu ve istikbalde Ortadoğu Birliği olarak birleşmesi yönünde atılmış ciddi ve gerçekçi bir adımdır.

Kaynak:ZNet
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı

Osmanlı karaltısından ürkmek!
Mustafa ÖZCAN
2 Ocak 2011

1991 yılında Orta Asya kapıları yüzümüze açılınca birileri kulağımıza şöyle fısıldamıştı: Büyük abi rolüne soyunmaktan kaçın. Yoksa Türki cumhuriyetleri ürkütürsün! Onlara Türkiye'den başka herkes ağabey olabilir. Gam değil. Lakin Türkiye olmasın zira eski defterler açılabilir ve İslam dünyasının makus talihi yenilebilir. Şimdi de Ortadoğu'nun kapılarının açılması karşılığında aynı uyarıları burada da yapıyorlar ve 'sakın Osmanlı'dan ve modelinden bahsetmeyin. Kurusıkınız hakiki hale gelebilir; ne olur ne olmaz 'diyorlar. Bu nedenle Mısır'ın milli eğitim müfredatında Hazreti Ömer ve Amr İbnu'l As'dan ziyade Napolyan'a atıf ve gönderme yapılır. Ruhu ezikliğin devamı için buna ihtiyaç vardır. Bu baptan olmak üzere Macid Arsan Geylani 'Hakeza adet el Kuds ve hakeza zahara cilu Selahaddin' adlı kitabında gerek İsrail'in gerekse Batıların Salahaddin Eyyübi'ye atfa ve tarihi şahsiyetinin anılmasına zinhar karşı çıktıklarını ve anılmasının canlanmasına vesile olacağından ürktüklerini yazar. Aynı şey Osmanlı karaltısı için de geçerlidir. Pek uymasa da Batılıların bu husustaki refleksini en iyi bir biçimde ancak şu deyim izah edebiliriz: İti an sopayı hazırla! İngilizcesinde de 'speak of the devil'dır. Bunun tersinden de versiyonları vardır. 'İyi adam lafının üzerine gelir' derler. Osmanlı da lafının üzerine gelmemesi için herhalde anmamak ve bahsetmemek ve ademe mahkum etmek gerekir. Osmanlı'yı anmak bir tarafa ne kadar karalansa yeğdir.

İçeride ve dışarıda Osmanlı'nın düşmanları çoktur. Zira, Osmanlı bir umuttur. Endonezya'dan Bosna'ya ve Asya steplerinden Saraybosna'ya kadar mazlum milletlerin solmayan umududur. İşte bu umudu ve emeli kırmak için Osmanlı ademe mahkum edilmelidir. Esasen, Cezayir Devlet Başkanı Abdulaziz Buteflika, Türkiye ile birlikte Commonwealth'a benzer Osmanlı Milletler Topluluğu kurulmasını teklif etmiştir. Sarkozy bunun bir benzerini deneyerek Fransa çekirdeği etrafında Arap devletlerini bir araya getirmek istemiştir. Kimse onun bu projelerine hayır demiyor. Lakin mesele Osmanlı olunca iş değişiyor. Keza İsmail Cem de bazen Osmanlı'ya atıfta bulunurdu lakin kimyasına yakıştıramadıklarından olacak üzerine pek giden olmazdı. 'Bu adam da ne diyor?' denmezdi! Türkiye'nin mihverini oynatacak demezlerdi. Şimdi ise AKP belli belirsiz bazen sahipleniyor bazen de reddi mirasta bulunuyor lakin yakıştırmaların ardı arkası kesilmiyor. Şayet AKP ideolojik manada Osmanlıcılığa sahip çıksaydı mevcut Arap rejimleriyle ilişkisini geliştiremezdi ve bu, eşyanın tabiatını aykırı olurdu. Nedeni, Arap rejimleri ideolojik olarak Osmanlı'ya pek sıcak bakmazlar. Varlık nedenleri anti Osmanlıcılıktır. Türkiye'yi yanlarında görmek isteseler de aralarında veya içlerinde görmeye pek alışık değillerdir. Bundan dolayı Beşşar Esad iki de bir Avrupalılara Türkiye'yi içlerine almaları gerektiğini söylüyor ve tavsiye ediyor. Zira, onlar için bir ayağı Avrupa'da olan Türkiye dengededir.

Bundan dolayı da İsrailli liderler gibi Arap ve İranlı liderler de hep Türkiye'nin Avrupa Birliği istikametini teşvik etmişlerdir. AB yerine hiçbir İranlı liderden Türkiye merkezli yeni bir Osmanlı kurulmasını isteyeni duydunuz mu? Bediüzzaman'ın aksi yöndeki temenni ve beklentilerine rağmen hala ABD politikaları İttihad-ı İslam'dan yana değildir. Bundan dolayı Wikileaks sızıntıları Osmanlı karaltısından ve fikriyatından bir öcü gibi bahsediyor. Kendimizi pek kandırmayalım. Bu savletlere karşı da Dışişleri Bakanı Ahmet Davudoğlu kendisini savunurken Osmanlı atıflarını veya yakıştırmalarını psikolojik bir harekata benzetiyor. Bugün Osmanlıcılık ifadesi irtica benzeri basmakalıp suçlamalardan birisine dönüşmüştür! Peki ne yapmak lazım? Yapılması gereken ajitasyon yapmadan doğru tabirler kullanmaktan kaçınmamaktır. Gerçi hocalarımızdan birisi duvarındaki Osmanlı haritası yeterli gelmemiş olmalı ki yerine dünya haritası ikame etmiş ve kendisini öyle teselli ediyor! Hâlâ Osmanlı veya İslam dünyası atıfları önümüzde tabu olarak duruyor. Ahmet Davudoğlu'nun Osmanlı kavramının kullanılmasını bir manipülasyon veya psikolojik harekat olarak nitelemesi gibi Başbakan Erdoğan da kendisini İslam dünyasının lideri olarak selamlayan dövizlere veya pankartlara izin vermemiş ve 'İslam dünyası lideri' ibaresini sildirtmiştir. Doğrusu da budur zira gömleğini çıkardığını söyleyen AKP, ideolojik olarak Osmanlı ile bağlarını kesmiştir. Bunu reklam aracı yapmak getirisi kadar zarara da yol açan bir keyfiyettir. Gizli ajanda iddialarını gündeme getirir. En iyisi fincancı katırlarını ürkütmemektir! Ne de olsa proje gerçek sahibine yakışır.
Mlîi Gazete


Lübnan'da çok bilinmeyenli denklemler
Deniz Ülke ARIBOĞAN
deniz.ulke@aksam.com.tr
21 Ocak 2011

Dış politika karar alıcıları açısından, bırakın Ortadoğu'da gelişen sorunları çözmeyi bir tarafa, anlamayı öğrenmek bile epeyce zaman alıyor. Son derece kaygan bir zeminde ayakta durabilmek ve çok boyutlu bir düşünce üretme yeteneğine sahip olmak, bölgede var olabilmenin olmazsa olmaz koşulları arasında. En basit bir aşiret hesaplaşmasının bile yüzlerce yıllık bir tarihsel derinliğe sahip olabileceğini, her şeyin görünen yüzünün ardında bir de psikopolitik içerik bulunduğunu ve küresel mücadelelerin neredeyse hepsinin çeşitli formlarda bu mikro alana olduğu gibi yansıdığını bilmek gibi zorluklar da cabası.

Ortadoğu hükümdarların hükmettiği değil, hükümdarlara hükmeden bir coğrafya. Tarihi de böyle, bugünü ve yarını da böyle olacak. Değişim rüzgarlarının en sert estiği dönemlerde bile değişmeyen bazı kuralları var. Biz de buradan hareketle son Lübnan hükümet krizini anlayabildiğimiz boyutlarıyla (!) değerlendirmeye çalışalım.

1 Bölgenin herhangi bir ülkesinde ortaya çıkan bir kıvılcımın 'domino etkisi' yaratarak tüm çevreyi saran bir yangına dönüşmesi sürpriz olmaz. Hele olay bir de Lübnan gibi tüm Ortadoğu coğrafyasının küçültülmüş bir versiyonunda gerçekleşiyorsa, konunun Lübnan'dan ibaret kalması mümkün değil. Olayın bir ucu Şii kanadı temsil eden İran ve Suriye'ye, bir ucu İsrail'e, bir ucu Sünni tarafı temsilen Suudi Arabistan, Katar ve Ürdün'e, bir ucu tarihi misyonu bakımından (özellikle Sünni demiyorum) Türkiye'ye, bir ucu da bölgede yaşayan Hıristiyanlara ister istemez dokunmak durumunda. Bu bakımdan Lübnan krizlerinin kalp krizi olduğunu ve ciddiye almak gerektiğini bir kez daha vurgulayalım.

2 Türkiye'nin Lübnan'da gelişen hükümet krizine hemen müdahil olması, kendisine biçtiği son dönem dış politik misyonu bakımından da beklenen bir durum. Hariri'nin Suudi Arabistan yerine Türkiye'ye gelmesi ve Katar ile Türkiye'nin derhal ortak inisiyatif alması, çare beklenen tarafın kim olduğunu gösteriyor. Lakin bugün gelinen noktada önce Suudilerin, şimdi de Türkiye ve Katar'ın arabuluculuk misyonundan çekilmiş olması manidar. Her ne kadar Türkiye çözüm için bir yol haritasının oluşturulduğunu belirtse de Suudi Arabistan'dan gelen 'durum tehlikeli, Lübnan bölünebilir' açıklamasını dikkatle okumak gerek. İşler giderek kızışıyor. Irak'ta gerçekleşen son terör saldırıları ise büyük bir çatışmanın sinyallerini veriyor.

3 Lübnan krizinin yaratabileceği en keskin tehdit, tüm bölgede yangına dönüşebilecek bir Sünni-Şii çatışmasının kıvılcımını üretmesi olur. Bilindiği gibi Hizbullah, Birleşmiş Milletler tarafından Refik Hariri suikastında rol oynamakla suçlanıyor. İlk başlarda bu konuda Hizbullah destekçisi olması sebebiyle Suriye'ye dönen oklar, bugünlerde ise Hamaney'i ve İran'ı hedefe oturtuyor. Türkiye'nin Lübnan konusunda arabuluculuk masasına oturur oturmaz İran'ı da sürece dahil etmeye çalışması konuyu bir Sünni-Şii diyalektiği içerisine oturtmadan, yerel-konjonktürel bir mesele olarak tutma çabasını gösteriyor. Görünen o ki, işin büyümesinden ve nihai noktada İran ile karşı karşıya kalmaktan endişe ediliyor. Lübnan Özel Mahkemesi'nin raporunun açıklanmasından sonra durumun vahametinin daha da artması mümkün. Tam nükleer görüşme masasına oturmuşken İran'ı yeni bir yüzüyle gündeme getiren bugünkü gelişmeler, önümüzdeki dönemde hem İran hem de bölge açısından zor günlerin kapıda olduğunu gösteriyor.

4 Ortadoğu krizleri tarih boyunca barış masalarında dünyanın büyük güçlerinin yer aldığı ortamlarda, dış müdahalelerle çözülmüştür. Son krizde ilk defa masanın etrafında bölge ülkeleri yer almakta ve mesele, konuyla direkt ilgili tarafların inisiyatifiyle çözülmeye çalışılmaktadır. Bu bakımdan 'Aman ne güzel' diye başlayan süreç, tarafların arabuluculuktan çekilmesinden sonra 'imdat, yardıma gelin' noktasına varırsa, Batı'dan şikayet etmeyi de bir kenara bırakmanın zamanıdır derim. Sahaya çıktıktan sonra, 'ne kötü futbol oynanıyor' diye şikayet etmenin alemi yok.
Kaynak: Akşam

Türkiye'nin Osmanlı özlemi
Sergey Balmasov
21 Eylül 2011



Osmanlı imparatorluğunun yıkılmasından 100 yıl sonra Türkiye tekrar uluslararası arenaya giriş yapıyor ve 19-20. yüzyıllarda kaybettiklerini tekrar elde etmek için yoğun çaba harcıyor.

Ankara yetkililerinin planı komşu devletlerin tamamının çıkarlarına ters düşüyor. Bu devletler içerisinde muhakkak Rusya da yer alıyor.

Son haftalarda Türk yetkililerinin politik hamlelelerini analiz edelim. Şunun göz önünde tutulması gerekiyor. Bu hamleler İsrail, Suriye, Irak, İran ve AB ülkelerinde önemli ölçüde endişelerin artmasına neden oldu.

Özellikle de Ankara ile Tel Aviv arasında yaşanan gerilimin dikkatli bir şekilde incelenmesinde fayda var. Bu gerilimin devam etmesi durumunda iki ülke arasındaki birlik ve beraberliğin devam etmesi düşünülemez. Türkiye yöneticileri Filistinlilere büyük oranda destek veriyor, İsrail nükleer programının incelenmesi maksadıyla uluslararası kurumlarla işbirliği yapmağı düşünüyor. Bunun yanı sıra doğalgaz ile zengin Akdeniz havzasında İsrail tarafından yapılan araştırmalara engel olacağını ifade ediyor.

En önemlisi ise Türkiye'nin 7 Eylül tarihinde yapmış olduğu açıklama. Açıklamada Mısır ile askeri ittifak kurulacağına dair iddia yer alıyordu. Bu iddia İsrail'in endişelerin önemli ölçüde artmasına neden oldu. Hatırlanacağı üzere açıklama sonrasında Başbakan Erdoğan'ın Mısır ziyareti gerçekleşti.

Bu ziyaret Ortadoğu'nun tamamı için tarihi bir öneme sahip. Burada bir konu daha kesinlikle unutulmamalı. Son dönemde hem Mısır hem de Türkiye içerisinde İsrail karşıtlığı had safhaya ulaştı. Bunun yanı sıra Kuzey Afrika ülkelerinin bir kısmında halk ayaklanmaları hala devam ediyor. Yaşanan bu gelişmeler karşısında İsrail'in endişelenmesi anlaşılabilir bir durum.

Ortadoğu'da gerçekleşebilecek muhtemel olaylar içerisinde en olumsuzunun da değerlendirilmesi gerekiyor. Nitekim 1960-1970'li yıllarda İsrail kendisine düşman olan ülkelerle çevriliydi. Şimdi bu durum tekrarlanabilir. Türkiye'nin düşmanları içerisinde yer alması İsrail'i çok daha kötü duruma düşürebilir. Ankara'nın müttefikliğinin bitmesi Arap ülkelerinin tamamının İsrail'e karşı gelmesinden çok daha tehlikeli olabilir.

Bölge uzmanlarının bir kısmı Türkiye'nin askeri konuda etkinliğinin artmasının da İsrail açısından endişe verici olduğunu ifade ediyor. Hatırlanacağı üzere Türkiye Gazze'ye "Özgürlük filosu" göndermeye hazırlandığını ve filonun Türk savaş gemileri tarafından korunacağını açıkladı. Bunun yanı sıra Kızıldeniz'de konuşlandırılacak askeri birliklere ilave askeri destek verilmesi gündemde. Erdoğan'ın İsrail'in Akdeniz kıyılarına filo göndermeyi planladığı düşünüldüğü zaman Türklerin Tel-Aviv yönetimini deniz ablukası ile tehdit ettiği anlaşılmış olur.

Türkiye İsrail ilişkilerindeki gerginliğin sadece 2010 yılına has olmadığının da unutulmaması gerekiyor. Türkiye'de İslami güçlerin hükümete gelmesinden ve dış politikada daha etkin hale gelmesinden sonra 2008 yılından başlayarak taraflar arasında gerilimin arttığı da bilinen bir gerçek. Son altı ay içerisinde Başbakan Erdoğan bu doğrultuda özel bir çaba sarf ediyor.

Ayrıca Türk yöneticilerin İsrail aleyhinde yürüttükleri politikanın onların gerçek niyetlerini saklayamadığı da ifade edilmeli. Türk dış politikası İsrail karşıtlığından çok daha ötesine endekslenmiş durumda.

Birincisi Türk askeri deniz güçlerinin Kızıldeniz'de konuşlandırılacak olması daha ziyade orada İran gemilerinin bulunmasına karşılık olarak yapılıyor. Bunun yanında Türkiye batı ülkeleri açısından stratejik öneme sahip bölge içerisindeki gücünü de göstermiş olacak. Bölgenin Basra Körfezi'nden taşınan petrol ulaşımına ev sahipliği yaptığı unutulmamalı.

İkincisi Türkiye'nin Arap ülkelerinin tamamı ile nasıl bir politika takip ettiğini değerlendirelim. Ankara açık bir şekilde Suriye'yi tehdit ediyor, Kuzey Irak'a asker gönderiyor, Libya aleyhinde NATO askeri operasyonlarına katılıyor. Hüsnü Mübarek başkanlığı döneminde Türkiye'nin bölgede en önemli rakiplerden birisi olarak görüldüğünün göz önünde tutulması ve unutulmaması gerekiyor.

Doğal olarak bu iki devletin hala rakip olduğunun altı çizilmeli. Ancak Mübarek döneminde Mısır batı ülkelerinin sınırsız desteğine sahipti. Şu anda ise durum farklılık arz ediyor. Ülke genelinde devrim değişimi daha yeni başladı. İslami güçler gözle görülür bir şekilde aktifleşiyor. Türkiye bu durumda ekonomik işbirliği ve askeri teknik alandaki yakınlaşma ile bu ülke içerisinde etkisini arttırabilmenin peşinde.

Yaşanan gelişmelerin "Arap baharı" diye isimlendirilen halk ayaklanmaları ile bağlantılı olduğu da unutulmamalı. Ayaklanmalar otoriter rejimlerin ortadan kalkması ile sonuçlanıyor. Türkiye bu durumda kendi gerçeklerinin dünya kamuoyundan saklanması ve bölgesel gücünü artırma peşinde.

Burada bir konunun daha önemine vurgu yapılmalı. Mısır ve Suriye Müslüman Kardeşleri Teşkilatı Erdoğan ve Gül gibi İslam yanlısı liderleri destekliyor. Burada konu sadece ideoloji beraberliği değil aynı zamanda yeni başlayan küresel oyunun dışında kalmama isteği de öne çıkıyor. Batı ülkeleri ise toplum üzerinde fazla etkisi bulunmayan ancak buna rağmen Müslüman Kardeşler gibi teşkilatlara da sempati duyan liberal güçleri destekliyor. Sonuçta batı ülkelerinin hamlelerinin kendileri açısından olumlu bir şekilde tamamlanacağı tahmin edilebilir.

İsrail Türkiye'nin hamlelerini temkinle karşılıyor. İsraiili yöneticiler Türk yetkililerinin açıklamalarının kendilerinden ziyade Araplar içerisinde sempati kazanmayı hedeflediğinin farkındadırlar.

Bir konunun daha göz önünde tutulması gerekiyor. Türk İsrail sorunu Ankara'nın Tel-Aviv karşıtlığından ziyade Akdeniz ve Güney Avrupa içerisinde kaybettiği etkinliğini tekrar kazanma anlamına geliyor.

Türk yetkililer aktifliğinin İsrail'e karşı yöneldiğini göstermek için özel bir çaba sarfediyor. Nitekim İsrail sınırlarına kısa bir süre içerisinde askeri gemilerin gönderileceği belirtiliyor.

Birkaç gün önce kabul edilen ve "Barbaros operasyonu-Ege koruması" ismini taşıyan yeni askeri deniz stratejisinin incelenmesi de konunun anlaşılması için yeterli oluyor. Yeni stratejiye göre Türk gemilerinin Kıbrıs ile İsrail arasında konuşlandırılması hedefleniyor. Bununla da Türkiye sadece İsrail'i değil Kıbrıs ve Atina'yı da etkilemiş olacak. Bu durumda İsrail aleyhinde yapılan açıklamaların kamufle olması için – gerçek hedef Güney Avrupa- yapıldığı anlaşılıyor.

Son altı ay içerisinde Ankara Kıbrıs Rum kesimi aleyhinde sert bir politika izliyor ve sınırlarında bulunan petrol-gaz kaynaklarının Yunan şirketleri tarafından imal edilmesini engellemeye çalışıyor. Şöyle ki Türkiye'nin AB ile ilişkilerinden sorumlu bakanı Egemen Bağış açık bir şekilde bunun önlenmesi için askeri güç kullanacaklarını açıkladı. Türk dış politika hamleleri bununla da sınırlı kalmıyor. Türkiye aynı zamanda Adriyatik Denizi'nde de deniz kuvvetlerini hızlı bir şekilde etkinleştirmenin peşinde. Kısa bir süre içerisinde 14 Türk savaş gemisinin görevlendirileceği biliniyor. Ankara Müslüman ülkesi Bosna'da da etkisini artırmayı hedefliyor ve bu konuda AB'ye gerekli uyarılar yapılmış durumda.

On sekizinci yüzyılın ortalarında Osmanlı imparatorluğunun güç kaybı yaşadığını ve dünyanın çeşitli noktalarında etkisini azalttığına dair hatırlatmada bulunalım. Fas bölgesinden Balkan ve Kafkaslara kadar geniş coğrafyada etki kayboluyordu. Bunun kanıtı olarak savaşların peş peşe kaybedilmesi gösterilebilir. Bunların içerisinde Rusya ile savaşlar da yer alıyor.

Nihai olarak on dokuzuncu yüzyılın ortalarında Osmanlı imparatorluğu "Avrupanın hasta adamı" ismini aldı. Bu değerlendirme Rusya (1877-1888), Balkanlar ve İtalya ile savaşların kaybedilmesi ile kanıtlanmış oldu. 1912-1913 yılları arasında yapılan savaşlar sonrasında Libya, İtalya tarafından ele geçirildi.

Birinci dünya savaşının kaybedilmesi sadece Osmanlı devletinin yıkılması ve Arap ülkelerini kaybetme anlamına gelmiyordu. Bu dönemde Türkiye'nin kendisi de bağımsız devlet olarak varlığının devam ettirememe riski ile karşı karşıyaydı.

Her ne kadar Mustafa Kemal 1922 yılında Yunanistan'ı yenmesine rağmen 1918 kaybının Türkler tarafından telafi edilemeyeceği düşünülüyordu. Ancak Türkiye 100 yıl güç toplayarak tekrar kaybettiğini elde etmeye odaklandı. Doğal olarak Türk aktifliğinin Kırım ve Kafkasya'da da kendisini göstereceğine kesin gözüyle bakılmalı. Bu durum Rusya tarafından da endişe ile karşılanıyor.

Dünya Bülteni için Rus Pravda Gazetesi'nden İbrahim Ali tarafından tercüme edilmiştir.
haber10

Osmanlı İmparatorluğu son dünya düzeniydi
Erhan Afyoncu
eafyoncu@bugun.com.tr
26 Haziran 2011

Amerikan Newsweek dergisinde Tarihçi Niall Ferguson tarafından "Ortadoğu`nun Bir Sonraki İkilemi" başlığıyla kaleme alınan makalede, `Türkiye`nin kaslarını esnettiği bu dönem ardından yeninden canlanmış bir Osmanlı İmparatorluğu ile karşılaşabiliriz" yorumu yapıldı. Tam imparatorluktan ayrılan ülkelerle tekrar yakınlaştığımız bir dönemde Araplar`ı manipüle edebilecek bir yazı da olsa bu makale bir gerçeğe parmak basıyor. Yıllarca görmediğimiz, unutmak istediğimiz, küçümsediğimiz Osmanlı İmparatorluğu`nun izleri her alanda devam ediyor.

Osmanlı`yı keşfettik

1990`lı yıllarda Sovyetler Birliği`nin dağılmasından sonra dünya yeniden şekillenmeye başladı. Dünyanın yeniden şekillendiği bu dönemde Amerika ve Türkiye Osmanlı İmparatorluğu`nu yeniden keşfetti. Amerika kendi yeni dünya düzenini kurmaya çalışırken Kafkaslar`dan Balkanlar`a, Ortadoğu`dan kuzey Afrika`ya her yerde karşısına Osmanlı İmparatorluğu`nun izleri çıktı. Emperyalistlerin bütün çabalarına rağmen Osmanlı`nın izleri silinmemişti. Yönünü Batı`ya çevirip, asırlarca hükmettiği ülkelere bakmayan Türkiye de bu dönemde Osmanlı geçmişini yeniden keşfetti. 1999`daki 700. yıl kutlamaları tarihimizle barışmamızın dönüm noktası oldu. Bosna, Kosova, Makedonya gibi birçok ülkede problemler ortaya çıktıkça Türkiye bu bölgelere yardım eli uzatmaya başladı. Batı ise Osmanlı canlanıyor diye bu ülkeleri bizden uzaklaştırmaya çalıştı. Bu bölgelerde fazla bir nüfusa ve siyasi ağırlığa sahip olmayan devletlere samimi olarak yardım edecek Türkiye`den başka ülke de yok.

Modern dünyayı şekillendirdi

Osmanlı İmparatorluğu denilince her şeyiyle tarih olmuş, gitmiş; ondan günümüze bir şey kalmamış gibi düşünülür. Ancak 600 yıldan fazla bir süre dünyanın en önemli coğrafyasında hakimiyet kuran ve iki büyük imparatorluktan birisi olan Osmanlı İmparatorluğu bugünkü dünyanın oluşmasındaki en önemli aktörler arasındadır. Osmanlı İmparatorluğu`nun bugünkü dünyanın Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu gibi en problemli üç bölgesinin de içinde olduğu çok geniş topraklar üzerinde 600 yıl süren hakimiyetinin günümüze tesiri çok büyüktür. Osmanlılar`ın izlediği siyasi ve dini politikalar günümüz modern dünyasının şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Asırlarca Osmanlı idaresi altında bulunmuş ülkelerin pek çok karakteristiği de bu dönemde şekillendi. Budin`den Basra`ya kadar uzanan bölgedeki dini ve etnik gruplar Osmanlı idaresi altında oluştu. Osmanlı mimarisi ve şehircilik anlayışı, hakimiyeti altındaki birçok yerde şehirlerin şekillenmesinde önemli tesirlerde bulundu. Nitekim 2003`te bir makale kaleme alan David Fromkin bu gerçeği, "Başkan Bush`un bazı bölümlerini değiştirmek istediği Ortadoğu`nun çoğu karakteristiğinin 500 yıllık Osmanlı idaresinde şekillendiği açıkça görülüyor" şeklinde ifade etmişti.

30`a yakın devlet

Osmanlı İmparatorluğu`nun hakim olduğu sahada Arnavutluk, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Cezayir, Etiyopya, Filistin, Hırvatistan, Irak, İsrail, Karadağ, Katar, Kıbrıs, Lübnan, Libya, Macaristan, Makedonya, Mısır, Moldova, Romanya, Sırbistan, Suudi Arabistan, Suriye, Tunus, Umman, Ürdün, Yemen ve Yunanistan kurulmuştur. Ayrıca bugünkü Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Sudan ve Ukrayna`nın da bazı kısımları Osmanlı toprağı olmuşlardı. Bütün bu bölgelerde asırlarca süren Osmanlı hakimiyeti günümüz dünya politikasına da etki eden derin izler bıraktı. Nasıl ülkemizdeki en önemli eserler Osmanlı döneminden kalmaysa, Os
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> İSLÂM DÜNYAS! Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com