EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

ASHAB/SAHABELER

 
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ŞERİAT
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Çrş Eyl 24, 2008 12:10 am    Mesaj konusu: ASHAB/SAHABELER Alıntıyla Cevap Gönder





ASHAB/SAHABELER

Ö. Faruk Akıncı

Ehl-i Sünnet alimleri, ashabın arasındaki ihtilaflara karışmamış, dilierini tutmuşlardır.. O yüce insanların doğru/hak için zıtlaştıklarını ve doğru bildiklerinin arkasına gerekise hayatlarını da koymaktan çekinmediklerini idrak etmişlerdir. Yani onlar arasındaki ihtilafların mal mülk, makam mevki değil içtihad ihtilafı olduğu gerçeğini söylemişlerdir.

Ehl-i Sünnet alimlerinin kendilerine rehber edindiği bazı ayet ve hadisler şunlardır:

Muhacir ve Ensar ile onların yolundan gidenlerden Allah razıdır.

(Tövbe suresi100)

Ağaç altında sana söz veren müminlerden Allah razıdır.

(fetih suresi18)

Allah onların her birine(sahabeler) hüsnayı(cenneti)vaadetti.

(Hadid suresi10)

(Hudeybiye sırasında)Ağaç altında benimle sözleşenlerden hiç biri cehenneme girmez.

(Müslim,Ebu Davud,Tirmizi)

Biz onların (sahabe)hepsinden razıyız,onlar da Allah'tan razıdır.

(Mücadele suresi22)

Allahu teala benim için en iyi insanları sahabi,bazılarını da eshar (zevce tarafından akraba) olarak ayırdı.Onlara dil uzatanlara lanet olsun.

(Hakim)

Ashabımın kusurları,yanlış hareketleri olacaktır.Ancak Allahu teala benim hatırım için onların kusurlarını affedecektir. Eshabımın kusurlarını söylemeyin,kalpleriniz onlara karşı değişir.

Ashabım arasında fitne çıkacak, o fitnelere karışanları Allahu teala benimle olan sohbetleri hürmetine af ve mağfiret edecektir.Sonra gelenler bu fitnelere karışan Ashabıma dil uzatarak Cehenneme girecektir.

(Müslim)

Ashabımın hiç birine dil uzatmayın,onların şanına yakışmayan bir şey söylemeyin...

(Ebu Davud)

Fitne veya bid'at yayıldığı, ashabım kötülendiği zamanda, hakkı bilen,bilgisini müslümanlara duyursun.Hakkı ya da doğru yolu bildiği halde duyurmayanlara Allahu teala ve melekler ve bütün insanlar lanet eylesin...

(Hatib,Deylemi)

Ashabımı kötüleyen hariç kıyamette herkesin kurtulma ümidi vardır.

(Hakim)


HÂLİD BİN VELÎD HAZRETLERİ
09-06-2007



Hz. Peygamberin, hakkında "ne güzel kul" diye buyurduğu sahabî.

Nesebî, Hâlid b. Velid b.Muğire b. Abdillah b. Amr b. Mahzum. Annesinin ismi Lübâbe olur. Hz Meymune'nin yakın akrabasıdır. Hz. Hâfid'in lakabı Seyfullah (Allah'ın Kılıcı)'dır. Hz. Peygamber (s.a.s.) Mute savaşındaki başarısından ötürü onu Allah'ın kılıcı diye övmüştür. Künyesi Ebû Süleyman'dır. Yedinci hicrî yılında müslüman oldu (İbn Hacer, el-İsâbe, I, 413)

Hz. Hâlid (r.a.)'ın doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Mekke'nin şerefli ve itibarlı ailelerinden biri olan mahzum oğullarındandır. Ordu komutanlığı Hz. Hâlid'in ailesinin bir imtiyazıydı. Uhud savaşında ve Hudeybiye sulhu esnasında Hâlid b. Velid, Kureyş ordusunun komutânlarından birisiydi.

Hudeybiye anlaşmasından sonra Hz. Peygamber umre için Mekke'ye gidince Hâlid'in daha önce müslüman olan kardeşi Velid'e Hâlid'i sordu. Hz. Peygamber Halid gibi bir insanın müşriklerin içinde kalmasının şaşılacak bir durum olduğunu belirtti. Velid kardeşi Halid'e Peygamber (s.a.s)'in bu iltifatını bildiren bir mektup gönderdi. Bunun üzerine Hz. Halid müslüman olmak için Mekke'den yola çıkınca, yolda Amr b. el-Âs ile karşılaştı ve beraberce Mekke'den Medine'ye gelip müslüman oldular. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 158).

Hz. Hâlid hicrî sekizinci yılda yapılan Mute savaşına bir nefer olarak katıldı. Ordu komutanlarının sırayla şehîd olması üzerine Ashab istişâre ederek komutayı Hz. Hâlid'e vermiş. Hz. Peygamber Medine'de olup bitenleri haber verip komutanların şehid düşmesini anlattıktan sonra komutayı Allah'ın kılıçlarından birinin aldığını söylemiştir.

Bu olaydan sonra Hz. Hâlid Seyfullah (Allah'ın Kılıcı) diye anıldı. Halid (r.a.) komutasına aldığı orduyu kalabalık düşman karşısında bozguna uğratmandan Medine'ye getirmeyi başardı (İbn Hacer, el-İsâbe, I, 413).

Hz. Hâlid, Mekke fethinde süvarilerin komutanı idi. Ordunun sağ kanadını kontrol ediyordu. (Müslim, Sahih, II,103). Mekke fethinde müslümanlara karşı çıkan küçük gruplarla Hz. Hâlid çarpışmıştır.

Huneyn savaşında Hâlid büyük cesaret ve yararlılık göstermiştir. Hatta bu savaşta yaralanınca Hz. Peygamber ziyaretine geldi, dua etti. Hâlid şifa.buldu (İsdü'l-Gâbe, II, 103).

Mekke fethinden sonra Hz. Peygamber Nahle'deki Uzza putunu kırmaya Halid b. Velid'i gönderdi. Hâlid Uzza putunu kırıp geri döndü.

Taif kuşatmasına katıldı. Hz. Peygamber (s.a.s.) Dumetu'l-Cendel'in hristiyan emiri Ukeydir'in üzerine Halid'i gönderdi. Hz. Halid Ukeydir'i yaban sığırı avlarken yakaladı ve esir aldı; teslim olmayan kardeşini öldürdü. Diğer kardeşi ve Ukeydir'i esir alarak ganimetlerle birlikte Hz. Peygamber'e getirdi.

Hicrî onuncu yılda Necrân'a Hârisoğullarım İslâm'a davet etmek için gönderildi. Onları üç gün müddetle İslâm'a davet etti. Necrânlılar müslüman oldular.

Hz. Ebû Bekir Hâlife olunca Hz. Hâlid'i komutan olarak yalancı Peygamberlerin üzerine gönderdi. Yalancı Peygamber Tulayh b. Huvaylid'i Buzaha'da mağlup etti sonra Temimoğulları üzerine yöneldi ve Mâlik b. Nuveyra'nın komutasındakilerle karşılaştı. Mâlik'i silah bırakmasına rağmen esir etti ve öldürdü. Hz. Ömer, Hâlid'i bu olayda hatalı davrandığı gerekçesiyle kınamıştır.

Daha sonra Museylemetu'l-Kezzâb'a karşı sefere çıktı ve onu Yemâme sınırında Akraba denilen yerde mağlub etti ve öldürttü.

Yalancı Peygamberlerle olan mücadelesinden sonra zekat vermeyen kabileler üzerine gönderildi. Onları da sindirdi. Daha sonra Hicrî oniki yılında Irak'a İranlılara karşı gönderildi. İki ay zarfında Iran Sâsânî, ordularını bozguna uğratarak Hire'yi zabtetti ve Fırat çevresini hâkimiyeti altına aldı.

Suriye sınırında Bizanslıların ordu hazırladıkları haberi gelince hilâfet merkezinden Hz. Hâlid'e Irak bölgesinin komutanlığını Müsenna'ya bırakarak Şam'a gitmesi emri verildi. Hicrî onüçüncü yılda Bizanslıları Acnadeyn'de mağlup ederek Şam'a doğru püskürttü. Hz. Hâlid şehri muhasara etti ve hicrî ondördüncü yılın receb ayında Şam (Dımaşk) şehrini zabtetti. Daha sonar Humus'u fethetti. Yermuk savaşında Bizanslıları bozguna uğrattı. Kudüs'ü kuşattı ve teslim aldı. Bütün Suriye mıntıkası müslümanların eline geçti.

Hicretin 17. yılında Hz. Ömer, Hâlid b. Velid'i komutanlıktan indirdi. Hz. Hâlid'in komutanlıktan ahmşının sebepleri ve azledildiği yıl tarihçiler arasında ihtilaflıdır. Genel kanaate göre, Hz. Ömer, hilâfet merkezine döndükten sonra Hâfid'i azletti. Ama bu rivayet gerçeği yansıtmamaktadır. Hz. Ömer hilafetinin beşinci senesi, yani hicretin 17. senesinde Hz. Hâlid'i azletmiştir.

Komutanlıktan alınışı ile ilgili olarak bir çok sebepler ileri sürülmektedir. Bu sebepleri şöyle sıralayabiliriz: Hz. Hâlid bir çok insana kumanda ediyordu. Ancak sert mizaçlı olup sert muamele ediyordu. Kimsenin sözünü dinlemiyor, kendi fikrinden başkasına kıymet vermiyordu. Hatta birçok işlerde hilâfet merkezinin görüşlerine de müracaat etmiyordu.

Irak topraklarını İslâm topraklarına dönüştürdükten sonra Halife Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in emrinin hilâfına hacca gitmiş ve bu duruma Hz. Ebû Bekir çok üzülmüştü. Kendi başına buyruk bir tavrın içinde hareket ediyordu. Bundan dolayı Hz. Ömer (r.a) zaman zaman Hz. Ebû Bekir Efendimize Hz. Hâlid'i komutanlıktan azletmesini istemişti. Hz. Ebû Bekir (r.a) daima şöyle cevaplandırmıştı: "O, Allah'ın kılıcıdır, bu kılıcı kınına sokmak doğru değildir."

Hz. Ömer'in hilâfeti döneminde de Hz. Halid'in tutumunda bir değişiklik olmadı. Yine bildiği gibi devam etmekteydi. Ancak Hz. Ömer (r.a) Onu hemen azletmedi. Bir çok defalar kendisini uyardı, ve bu konuda mektuplar gönderdi. Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir (r.a) zamanındaki meseleleri de ona hatırlattı.

Komutanlıktan alınışının ikinci sebebi ise, müslümanların genelinde şöyle bir fikir oluştu, fetihlerin gerçekleştirilmesi Hz. Halid'in kabiliyet ve kahramanlığından kaynaklanmaktadır. Fetihlerin yegane sebebinin Hz. Halid olarak gösterilmesi elbette bir yanlışlıktı. Savaşların zaferlerle neticelenmesinde onun dehasını da gözardı etmek mümkün değilse de ondan ibaretmiş gibi göstermekte doğru değildir.

Üçüncü sebep; Hz, Halid (r.a) ordu masraflarında pek fazla israf yolunu tutmuştu. Ordu ekranına bol para dağıtması diğer mücahidlere kötü örnek oluyordu. Bu hususta şâirler mübalağalı şiirler bile yazmıştı. Eş'as b. Kays'a bir defasında onbin dinar bahşiş vermişti. Olay halife Hz. Ömer (r.a)'e intikal etti. Hz. Ömer Hz. Ebu Ubeyde b. el-Cerrâh ile haber gönderdi. "Bu kadar bol parayı müslümanların malından yani ordu tahsisatından verdi ise müslümanlara hıyanet etmiştir. Kendi kişisel payından, kendi cebinden vermiş ise israf etmiştir. İkisi de câiz değildir." Halife Hz. Ömer, Hz. Hâlid'i azlettikten sonra hilâfet merkezine çağırıp, sorguya çekti. Bol para harcadığından bahsetti. Hz. Hâlid, Ganimetten eline geçen hissesinin hesabını verdi. Hesabı temiz vermişti. Hz. Ömer Hz. Hâlid'i iltifat ve ikramla karşıladı. Gönlünü aldı. Yazdığı ve her tarafa gönderdiği fermanlarda; Hz. Hâlid'in, kusur veya herhangi bir kabahatinden dolayı azledilmediğini, ancak bütün müslümanların zihinlerinin aydınlanması için, yani bu kadar İslâm futuhâtının yalnız Hz. Hâlid'in kolunun kuvvetiyle meydana gelmediğini herkesin bilmesi için azlettiğini bildirdi.

Hz. Ömer, Hâlid'i idari görevlere getirdi. Bir yil kadar valilik yaptı sonra istifa etti (Müstedrek, II, 297).

Hz. Hâlid (r.a) cihâd duygusu ile şehitlik arzusu ile dopdolu bir mü'mindi. Cihâd meydanları onun için Allah'a en yakın meydanlardı. Kendisi şöyle der: "Ben harp meydanında mücahede ve mücadeleden aldığım zevki, hiçbir zaman zifaf gecesinin keyfinden alamam" En büyük arzusu cihad meydanlarında şehid düşmekti. İran üzerine yürürken, İranlılara şu haberi gönderdi: "Sizin dünyayı sevdiğiniz kadar Âhireti seven bir ordu ile üzerinize geliyorum".

Hz. Halid şirke ve küfre karşı çok şiddetli idi. Müslüman olduktan bir sene kadar sonra Uzza putunu yıkmak için gittiğinde Uzza'ya şiirle şöyle seslenir: "Ey Uzza bu geliş seni ta'zim için değil seni inkâr içindir. Çünkü ben gördüm ki Allah seni değersiz kılmıştır." (İbn Esir, Üsdü'l-Gâbe, II, I10).

Hz. Hâlid savaşçı olduğu kadar şahsi fazilet ve ilim konusunda da üstündü. Fırsat buldukça Hz. Peygamber'in sohbetlerinden istifade etmiş, Medine'de onun etrafında bulunan ilim ve irfan ashabı arasında Hz. Hâlid'in bulunduğu zikredilmiştir. Üç-dört mesele ile ilgili fetva verdiği de rivayet edilir.

Hz. Hâlid'in Buhârî, Müslîm ve diğer hadis kitaplarında Hz. Peygamberden onsekiz hadis rivayet etmiştir. (İbn Hacer, el-İsâbe, I, 413).

Rasûlullah. Hâlid'in şecâat ve cesaretini muhtelif zamanlarda muhtelif yerlerde medhetmişti. Mekke fethinden sonra müslümanlar, her tarafa toplanıp Mekke'ye girdikleri zaman Hâlid görününce, Hz. Peygamber Ebû Hureyre'ye: "Bu gelen kimdir?" diye sormuştu. Ebû Hureyre: "Hâlid b. Velid'dir" demiş. Onun üzerine Hz. Peygamber: "Bu Allah'ın ne iyi bir kuludur" buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 1360).

Hz. Peygamber yine onun hakkında "Hâlid Allah'ın Kılıcıdır" buyurmuştur. Yine Hâlid hakkında: "Hâlid b. Velid'e gelince, o herşeyini sizin için vermiştir, nesi var nesi yok harplerde Allah yolunda sarfetmiştir" (Ebû Dâvûd, Sünen, I, 163).

Hz. Hâlid gönderildiği seriyyelerde ve yaptığı muharebelerde Allah rızasını ve Allah'ın dinine davetini esas almıştır. Nitekim Yermuk savaşında Rumların komutanına savaş meydanında İslâmı tebliğ etmiş ve komutan Corc onun daveti ile müslüman olmuştur.

Hz. Peygamber'in şahsına karşı da çok büyük hürmeti olan Hz. Hâlid onun isminin mücerred anılmasından bile rahatsız olmuş; savaşlarında kazandığı muvaffakiyeti Hz. Peygamberin sakalından bir kaç taneyi sarığının içinde taşımasına bağlamıştır (İbn Hacer, el-İsabe, I, 413-415; İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Ğâbe, II, 109-112).


Yirmibin Altın

Hazret-i Ebû Bekr 'r.a.' bütün mal ve mülkünü fîsebilillah sadaka verip, bir hırka ile evinde otururken, bir kimse gelip, kapıyı çaldı. Hazret-i Ebû Bekr dışarı çıkıp, kapıda duran kimdir diye bakdı.
- Ne istersin
- Yâ Ebâ Bekr! Onikibin akça borcum var. Bugün vermemin son günü. Muhakkak vermem lâzım. Şimdi, lutf ve kerem edip, benim bu borcumu ödeyip, beni kurtar.
- Görmez misin beni, bütün malımı, giyeceklerimi Allahü teâlâ yoluna verdim. Hattâ arkamdaki elbisemi de bir fakîre verdim. Şimdi bir hırka giyip, oturuyorum. Mal ve giyecek kalmadı. Senin borcunu nereden ödeyeyim.
- Biliyorum ve işitdim ki, sende mal kaldı. Senin fadlından ümîd ederim ki, benim bu borcumu ödeyesin.
Hazret-i Ebû Bekrin yapacak bir şeyi kalmadı. Bir yehûdîye vardı. Onikibin akçe istedi.
- İnşâallahü teâlâ yarın öğleden sonra malını vereyim.
- Yâ Ebâ Bekr, yarınki gün malımı bulup vermez isen, ne olur.
- Eğer yarın öğleden sonra senin malını bulup, vermezsem, kendimi sana köle eyledim. Dilersen satıp, parasını al, istersen beni köle gibi kullanırsın.
Bu sözleşme üzerine o yehûdî çıkarıp, hazret-i Ebû Bekre onikibin akçe verdi. Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü anh' da o akçeyi o borçlu fakîre verip,
- Borcunu ver, dedi.
Kendisi, oturup, Allahü teâlâ hazretlerine tevekkül eyledi. Yarın vaktinde ödemeği va'd etdiğim, bu borcu ben nereden alıp, ödeyeceğim, diye düşündü. Hiçbir çâre bulamadı. Varıp, o yehûdîye köle olayım diye kalbinden geçdi. Bu şekilde düşünürken, hazret-i Âişenin evine vardı. Selâm verip,
- Yâ kızım Âişe. Bilmiş ol ki, dün bir yehûdîden onikibin akçe alıp, bir fakîrin borcunu ödedim. Bugün öğleden sonra, akçeleri ödemem lâzım. Akçeleri bulup, ödemezsem, kendi nefsimi o yehûdîye verdim. Şimdi vâcib oldu ki, kendimi o yehûdîye köle eyliyeyim. Yâ kızım, âhıret hakkını halâl eyle. Sağ ve asân ol. Ben gidiyorum.
Hazret-i Âişenin 'radıyallahü teâlâ anhâ' kalbi mahzûn olup, ağladı. İkisi berâber ağladılar. Hazret-i Ebû Bekr kızının yanından ağlıya ağlıya çıkdı, gitdi.
Hazret-i Âişe annemiz ağlarken, mübârek gözünden bir damla yaş indi. Yere düşdü. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin kudretinden bir nûrânî cevher halk oldu. Hazret-i Âişe bu cevheri görüp, sevindi. Babasını çağırdı. Hazret-i Ebû Bekr dönüp geldi.
- Ne dersin yâ kızım!
- Allahü teâlâ bana merhamet eyledi. Gözümün yaşından bir cevher yaratdı. Şimdi var, bu cevheri alıp, pazara götür, satıp, borcunu edâ eyle.
Ebû Bekr-i Sıddîk da o cevheri alıp, pazara gitdi.
Hak Sübhânehü ve teâlâ, Cebrâîl aleyhisselâma emr eyledi ki,
"Yâ Cebrâîl, Habîbim ve Resûlüm Muhammed Mustafânın zevcesi Âişenin göz yaşından kudretim ile bir cevher halk eyledim. Kulum Ebû Bekr o cevheri, pazara satmağa gidiyor. Şimdi çabuk var. Cennetde, kudret hazînemden yirmibin altın al. Bir nûrdan tabak içine koyup, Ebû Bekrin önüne var. O cevheri satın al. Bana getir ki, o cevher bana gerekdir. Arşıma o cevheri koyayım ki, onun nûru arşımda ışık saçsın. Ve de mü'min kullarımın kabri o cevher ile münevver olsun [aydınlansın]."
Cebrâîl aleyhisselâm da yetişip, Cennetin hazînesinden yirmibin altını, bir nûrdan tabak içine koydu. İnsan sûretinde, hazret-i Ebû Bekrin pazar içinde önüne geldi.
- Yâ Ebâ Bekr! Elindeki nedir, satar mısın.
- Satarım.
- Kaça verirsin.
- Onikibin akçaya veririm.
- Bunun değeri onikibin akça değildir. Yirmibin altın vereyim.
- Eğer o fiyâta alır isen sen bilirsin.
- Şimdi aç eteğini.
Ebû Bekr hazretleri eteğini açdı. Cebrâîl aleyhisselâm eteğine altınları dökdü. Hazret-i Ebû Bekr alıp, evlerine geldi. Gördü ki, akça aldığı yehûdî kapı önüne gelmiş. Çağırıp der ki,
- Yâ Ebâ Bekr, gel akçamı ver; yâhud kölemsin; seni hizmetde kullanırım.
Ebû Bekr hazretleri, ardından varınca; o yehûdî ayak sesini duyup, arkasına bakdı. Gördü ki, gelen Ebû Bekrdir.
Yehûdîye dedi ki,
- Aç eteğini.
Açdı. O yirmibin altını yehûdînin eteğine dökdü.
Yehûdî dedi ki,
- Bu altın nedir.
- Yirmibin altındır. Borcuna tut.
- Senin bana borcun onikibin akçadır.
- Bu altın senin akçenin berekâtıdır.
Sonra o yehûdî altının birini eline aldı. Gördü ki, bir yanında, (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah) yazılmış. Diğer tarafında (Kulhüvallahü ehad sûresi.) yazılmış. Kudret kalemi ile yazı yazılmış. Yehûdînin kalbine bir hâl gelip, hidâyet-i rabbânî yetişdi. Dedi ki,
- Yâ Ebâ Bekr! Bildim ki, senin dînin hakdır, gerçek evliyâsın. Muhammed aleyhisselâm da hak Peygamberdir.
Şehâdet kelimesi söyleyip, sadakatle müslimân oldu. O altını din aşkına cümle fakîrlere dağıtdı. Kendisi ehl-i havâsdan oldu 'radıyallahü anh'. Ma'lûmdur ki, Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin menâkıbı ve keşfi ve kerâmetleri nihâyetsizdir. Had ve hudûdu mümkin değildir.

Kaynak: Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin

Şehid Saahabe Saad Hazretleri
ENDER TEKİN

Yüzü simsiyahtı. Ama kendisi boyamamıştı ki!
Kaldı ki, kalbi bembeyazdı.
Buna rağmen onu basite alanlar vardı.
Dedi ki:

– Ya Resûlallah, yüzümün siyahlığı cennete girmeme mani midir?
– Asla!
– O halde beni niçin insanlar hor görüyorlar, kimse bana niçin kızını vermiyor?
– Amir bin Veheb’in evine git ve “Resûlullah selamı var, kerimeni bana nikahlamanı emretti” de.
Siyah yüzlü genç hemen adrestedir. Kızın yanında babaya selamı aynen tebliğ eder ve teklifi de açıkça anlatır.
Baba kızgın, hemen reddeder. Ancak, teklifi dinleyen kızcağız babasını ikaz eder:
– Babacığım, vahiy gelir de sonra seni mahcup eder. Ne biliyorsun bu olayı Rabbimin emretmediğini? Efendimiz (sav)’in o emri tebliğ buyurmadığını? Hemen git, Resûlullah’tan özür dile ve beni o gence nikâhla. Resûlullah’ın uygun bulduğunu ben de uygun bulurum.
kızının ikazıyla mescide koşan baba özür diler:
– Söylediğinin doğru olup olmadığını bilmiyordum. Demek ki doğruymuş. Kızımı verdim. Şu anda nikahlısıdır.

Efendimizin gence emri:
– Git, evini hazırla, aile oturacak şekilde döşe.
– Benim ev döşeyecek tek dirhemim bile yok!..
– Öyle ise Ali’ye, Osman’a, Abdurrahman bin Avf’a git. Onlar sana ikişer yüz dirhem versinler.
Uçarcasına gider. Onların her biri, emredilenden fazla yardımda bulunurlar ve sıra çarşının yolunu tutmaya gelmiştir. Bir ev hazırlamak için gerekli para elde mevcut. Hele zevcesi, ümidinin de üstünde bir azizedir âdeta…

Çarşı yolunda hızla giderken kulağına bir ses gelir. Önce anlayamaz, duraklar ve nefesi kesilircesine dinler. Evet, evet yanlış anlamamıştır, doğrudur. Ses herkese ilan etmektedir:
– Ey kendini Allah’a asker bilen Müslümanlar!
Derhal atınıza binin, cihada yönelin. Ordu mescidin dışında beklemektedir. Siz böyle gün için varsınız dünyada! Düşman ani baskın yapacak!

Şimdi ne olacak?.. Cihada mı gitsin, evlenmeye mi?.. Yönünü hemen değiştirir, demirciler çarşısına gider. İlk işi bir kılıç, sonra bir zırh, daha sonra da bir at almak olur. Elindeki paranın hepsini de harcamıştır. Ama cihad için lazım olan silahını da tamamlamıştır…
Sıçradığı atının üzerinde kuş gibi uçar, bekleyen orduya toz duman içinde karışır.
– Bu genç, herhalde Bahreyn’den gelen biridir, derler. Ancak onun siyahlığını fark eden Resûlullah Aleyhisselam:

– Sen Saad mısın? buyurur.

– Evet, deyince de dua eder:

– Ceddine saadetler!

Kumlu çöllerden geçilir, tozlu yollardan gidilir ve nihayet düşmanla müthiş bir savaş başlar… Herkes cesaretle ileri atılır. Ama içlerinden biri herkesten de cesaretle atılır; saldırdığı tarafın adamlarını sağa sola püskürtür. Neden sonra meydan sakinleşir, düşman kaçmış, müşrikler yok olmuşlardır. Şehitler tespit edilirken, bir ses:
– Allahü Ekber! Evlenmek üzere olan Saad da şehit!
Efendimiz onun cesedi başına gelir, mahzun şekilde bakar:
– Seni Havz-ı Kevserimin başında bekleyeceğim!
Bir hayret nidası daha:
– Allahü Ekber!
Sonra döner, oradakilere hitap eder:
– Kılıcını, mızrağını ve atını alın, kendisini gönüllü
olarak isteyen kızcağıza verin. Babasına da deyin ki:
– Kızını vermekte tereddüt ettiğin siyah yüzlü gence Allahü Teâla cennet hurilerini lâyık gördü!
Ve hayret nidaları birbirini takip eder:
– Allahü Ekber! Allahü Ekber!
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cmt Ksm 18, 2017 10:08 pm    Mesaj konusu: İSLÂMA MUHATAP ANLAYIŞA DAİR: 12 / SAHABELER Alıntıyla Cevap Gönder

İSLÂMA MUHATAP ANLAYIŞA DAİR: 12 / SAHABELER
Selim Gürselgil
18 Kasım 2017



HAZRET-İ EBU BEKİR

İlk adı Abdülkâbe olup, İslâm’dan sonra Allah Resûlü’nün ona Abdullah adını verdiği kaydedilir. Azabdan azad edilmiş mânâsına “Atîk“; dürüst, sâdık, emin ve iffetli olduğundan dolayı da “Sıddîk” lâkabıyla anılmıştır. Teym Oğulları kabilesinden olan Ebû Bekir‘in annesinin adı Ümm’ül-Hayr Selma, babasınınki Ebû Kuhâfe Osman’dır. Künyesi Abdullah ibn-i Osman ibn-i Âmir ibn-i Âmir… ibn-i Murcâ… et-Teymî’dir.

Hazret-i Ebû Bekir, milâdî 571’de Mekke’de dünyaya gelmiş, güzel hasletlerle tanınmış ve iffetiyle şöhret bulmuştur. İçki içmek Câhiliye döneminde çok yaygın bir âdet olduğu halde o hiç içmemiştir. O dönemde Mekke’nin ileri gelenlerinden olup, Arabların neseb ve ahbâr ilimlerinde meşhur olmuştur. Kumaş ve elbise ticaretiyle uğraşan Ebû Bekir, hayatı boyunca Kâinatın Efendisi’nin yanından ayrılmamış, çocukluğundan itibaren aralarında büyük bir dostluk kurulmuştur. Kâinatın Efendisi birçok hususlarda onun görüşünü tercih ederlerdi. Umûmî ve husûsî olan önemli işlerde ashâbıyla müşavere eden Allah’ın Sevgilisi, bazı hususlarda özellikle Ebû Bekir‘e danışırlardı.

Teym Oğulları kabilesi Mekke’de önemli bir yere sahibdi. Ticaretle uğraşıyorlar, sosyal temasları ve geniş kültürleri ile tanınıyorlardı. Babası Mekke eşrafından olan Hazret-i Ebû Bekir, Mekke’de “eşnak” diye bilinen kan diyeti ve keffaret ödenmesi işlerinin yürütülmesiyle görevliydi.

Hazret-i Ebû Bekir, Hira dağından dönen Allah Resulü ile karşılaştığında, Allah Resulü O’na, “Allah’ın elçisi” olduğunu söyleyip –mealen– “Yaratan Rabbinin adıyla oku” (Alâk, 1) diye başlayan âyetleri bildirdiği zaman, hemen “Allah’ın birliğine ve senin O’nun Resûlü olduğuna imân ettim” demiştir. Hazret-i Hatice‘den sonra Kâinatın Efendisi’ne ilk imân eden odur. Kâinatın Efendisi İslâm’ı tebliğinin ilk zamanlarında kiminle konuştuysa en azından bir tereddüt görmüş, ancak Hazret-i Ebû Bekir tereddütsüz bir şekilde kabul etmiştir. Sonraları Allah Resûlü, “bütün insanların imânı bir kefeye, Ebû Bekir’inki bir kefeye konsa, onun imânı ağır basardı” buyurmuşlardır. Sıddîk Ebû Bekir, hayatının sonuna kadar tüm varlığını İslâm’a adamış, bütün hayırlı işlerde en başta gelmiştir.

Hazret-i Ebû Bekir, Mekke döneminde güçlü kabilelere mensub kişileri İslâm’a kazandırmaya çalıştı, öte yandan müşriklerin işkencelerine maruz kalan güçsüzleri, köleleri korudu; servetini eziyet edilen köleleri satın alıp azad etmekte kullandı. Bilâl, Habbab, Lübeyne, Ebû Fukayhe, Âmir, Zinnîre, Nahdiye, Ümmü Ubeys bunlardandır. Kendisi de Mescid-i Haram’da müşriklerin saldırısına uğramış olan Ebû Bekir, iman ettikten sonra İslâm’ı tebliğe gizli gizli devam ediyordu. Annesi Selma, hanımı Ümmü Ruman ve kızı Esma da iman etmişti. Cennetle müjdelenen ilk müslümanların çoğu, onun davetiyle İslâma girmiş olanlardı.

Hazret-i Ebû Bekir, Kâinatın Efendisi’nin halifesi olduktan sonra, O’nun vefâtıyla Arabistan’da Mekke ve Medine dışındaki bölgelerde görülen dinden dönme hareketlerine, yalancı peygamberlere karşı savaş açtı. Esved’ül-Ansî, Müseylemet’ül-Kezzâb, Secah, Tuleyha gibi yalancı peygamberlerle yapılan savaşlarla bu zararlı unsurlar yok edilmiş, isyan bastırılmış, zekât yeniden toplanmaya ve Beyt’ül-Mâl’e konulup dağıtılmaya başlanmıştır. İçte isyancılarla mücâdele edilirken, dışta da iki büyük imparatorluğun, İran ve Bizans’ın ordularıyla karşılaşılmıştır. Gerçekten İslâm ordusu fethettiği yerlerde kimseye zulmetmemiş, adaletiyle düşmanların takdirini kazanmış, müslüman olmayıp da cizye vererek İslâm’ın himayesine giren milletler huzur ve emniyet içinde yaşamışlardır. Irak ve Suriye, onun halifeliği zamanında, biri İran’dan, diğeri Bizans’tan alınmıştır.

Hazret-i Ebû Bekir, Ridde harblerinde, vahiy kâtiplerinin ve Kur’an hafızlarının birçoğunun şehid olması üzerine, Hazret-i Ömer‘in Kur’ân’ın toplanması fikrine önce sıcak bakmamışsa da sonra ona hak vererek, Kur’ân âyetlerinin toplanmasını sağlamıştır. Allah Resulü zamanında peyderpey inen vahiy, kâtiblerce ceylan derilerine, beyaz taşlara, enli hurma dallarına yazıldığı gibi, ashâbın çoğu da Kur’ân hâfızı idi. Ebû Bekir, Zeyd bin Sâbit‘in başkanlığında bir heyet teşkil ederek, herkesin elindeki âyetleri getirmesini emretti. Böylece bütün âyetler toplandı ve “Mushaf” meydana getirildi. Bu Mushaf Ebû Bekir‘den Ömer‘e, ondan da kızı Hafsa‘ya geçti ve Hazret-i Osman zamanında çoğaltılarak Dâr’ül-İslâm’ın bütün vilâyetlerine dağıtıldı.

Hazret-i Ebu Bekir‘in çok bilinmeyen bir özelliği, İslâm tasavvufunun da kendisinden başlamasıdır. Gerçekten bütün hak tasavvuf ekolleri, iki koldan gelir: Birisi Hazret-i Ebu Bekir‘den gelen “gizli zikir” kolu, diğeri Hazret-i Ali‘den gelen “açık zikir” koludur. Gizli zikir’i, Allah Sevgilisi, Hazret-i Ebu Bekir‘e Hicret sırasında gizlendikleri mağarada öğretmişlerdir. Açık zikir’i ise Hazret-i Ali‘ye hususen öğretmişlerdir… Böylece bütün hak tarikatler, ya Hazret-i Ebu Bekir‘den gelmiş ve “Sıddıkî” diye anılmış veya Hazret-i Ali‘den gelmiş ve “Alevî” diye anılmıştır. Müzik ve sanatlar Alevî kolda, sadelik ve gizlilik ise Sıddıkî kolda gelişmiştir.

15 Ekim 2012

HAZRET-İ ÖMER

Roger Garaudy, Hazret-i Ömer‘in devesine kölesiyle nöbetleşe bindiği tabloyu alıyor ve şöyle diyor:

– Adalet ve hukukta aklın devrimidir bu!

Gerçekten de Hazret-i Ömer, bir adalet timsali… Hani bir İslamî incelikle heykeli demiyoruz, timsali diyoruz; adaletin müşahhas hali… Salih Mirzabeyoğlu, hukuka giriş niteliğindeki eserinde Hazret-i Ömer ve döneminden uzun uzadıya tablolar verir ve eserini bir nevi O’na izafetle kaleme alır:

-“Hakkı temsil ve dâvâsını ispat kaydiyle, devlet başkanına alkış kadar yuha da herkesin hakkıydı; ve dünyada hiçbir idare, kanun önünde eşitlik prensibine bu ölçüde misal olmadı.”

Çizgi çizgi bazı hikmetleri:

– O’nun zamanında İslâm ülkesi, dünyanın en zengin ülkesi haline gelmişti. Bununla birlikte, Halife Ömer öldüğünde, mintanında 14 tane yama vardı.

– O’nun atadığı İskenderiye valisi, O’nun oğlunu, şeriata aykırı davrandığı için, kamçılattı. (Günümüz baba oğul ilişkilerini de hatırlayarak kıyaslayın.)

– O’nun devrinde hiç kimse, bir başkası üzerinde üstünlük, ayrıcalık ve tavır sahibi olamadı; hattâ kimse kimseye küçümseyici bir lakab bile takamadı.

– O’nun murahhası Maaz, Bizans’a elçi gönderilince, altına serilen ipek halıya işaret ederek, “Ben fukaranın hakkını ve kanını sömürerek dokunmuş bir halıya oturmam” dedi.

– O’nun devrinde, bütün vilâyetlerde, toplumun dertlerini ve yöneticilerden şikâyetlerini dile getirebileceği “vefd” adlı kurumlar oluşturulmuştu ve bunlar bir heyet hâlinde merkeze geliyorlardı. Hazret-i Ömer, halka, bu konudaki haklarını ellerinden bırakmamalarını, kendilerini yöneticilere ezdirmemelerini sıkı sıkı tenbihliyordu.

– Müslümanların bâtıl itikatlar ve putlar edinmeleriyle şiddetle savaştı. Hattâ Allah Resulü‘nün diğer müslümanlarla altında buluştuğu bir ağaç, O’nun devrinde fazlaca saygı görmeye başlayınca, hemen kestirdi.

Vesaire…

15 Haziran 2012

HAZRET-İ OSMAN

Hazret-i Osman ilk Müslümanlardan ve daha hayattayken cennetle müjdelenenlerden… Şöyle yapmış, böyle yapmış; sahabidir, yaptığı da içtihaddır. Bunun üzerinde spekülâsyon yapmak ne Şiîlere, ne de Selefîlere düşer.

Yalnız benim çok sevdiğim taraflarından biri, kendi anlattığı müslüman oluş hikâyesi. Bir teyzesi var; ismini bilmiyoruz. Kendisi müslüman mı, yoksa mahallede her şeyi bilen, arasıra çok tuhaf, sırrına kimsenin akıl erdiremediği laflar eden kadınlardan biri mi, onu da bilmiyoruz.

Bir gün bu teyze hasta oluyor. Osman bin Affan da onu ziyarete gidiyor. Teyze, bu ziyaret sırasında “sen evlen” diye tutturuyor. “Tamam, olur” falan derken, birdenbire şöyle bir laf ediyor:

-“Sen Peygamber kızıyla evleneceksin!”

Osman bin Affan şaşırıyor. “Bu devirde peygamber mi olur, eskidendi onlar!“… Üstelik çevrede bırak Peygamberi, onun gölgesi, gölgesinin kokusu bile yok. Soruyor tabii olarak, “kimdir o Peygamber, nedir, bunu iddia eden birisi mi vardır da, onun haberi yok?..

Teyze şöyle diyor:

-“El Emin… O’na vahiy gelmeye başladı. Sen O’nun kızıyla evleneceksin!”

Kızdı, evlenmekti bir tarafa, böyle bir şey nasıl olur? El Emin Peygamberlik dâvâsı mı gütmekte? Bu iş nedir, ne değildir diye soruşturmak üzere Ebu Bekir‘e gideyim diye düşünüyor. Gidiyor. Hazret-i Ebu Bekir müslüman olmuş o sıra. Ona da anlatıyor bildiklerini. O da müslüman oluyor. Yani, Ebu Bekir yerine Ebu Leheb‘e gitse, “O’nun amcasıdır” falan diye; farklı bir sonuç doğacak belki… Nasip işte; böyle bir şey… Doğru yerde, doğru zamanda karşına çıkıyor.

Ve seneler sonra Hazret-i Osman, bir değil, iki Peygamber kızıyla evlenecek ve “zinnûreyn – çifte nur sahibi” lâkabını alacak. Teyzesi muhtemelen o günleri görmemiştir.

Ekleme: Önemli kaynaklardan İbn-i Hacer‘in “İsabe” adlı eserinde, bu kadının ismi Kurayz kızı Sa’de olarak geçiyormuş.

17 Aralık 2011

HAZRET-İ ALİ

Haricîler, üç kişiyi öldürmek için plan yapıyorlar: Ali, Muaviye ve Amr bin ül As… Sadece ilk suikastleri başarılı oluyor. Hazret-i Ali o sırada, Şam’da halifeliğini ilân etmiş olan Muaviye‘nin üstüne gitme hazırlıkları yapıyor. Karışık bir durum… Haricîler iki tarafı da kâfirlikle suçluyor, ama bütün “başarıları”nı da Ali taraftarlarına karşı kazanıyorlar…

Olayın başına dönelim. İlk halife seçimi… Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer‘in ve Ebu Ubeyde‘nin elini tutup, “bunlardan birini seçin” diyerek ortaya çıkıyor. Ama ikisi birden Hazret-i Ebu Bekir‘i seçiyor. Hazret-i Ali, henüz Allah Resulü‘nün cenazesi yapılmamışken böyle bir seçim yapılmasına kızıyor. Ancak sonra iş böyle olunca sonradan kendisi de Hazret-i Ebu Bekir‘e biat ediyor. İki yıl boyunca o ne emrederse, eksiksiz yapıyor. Zaten kimsede bir itiraz yok Hazret-i Ebu Bekir‘e; bir iki Medineli hariç… Herkes, Allah Resulü‘nün onu işaret ettiğini, namazı ona kıldırdığını biliyor.

İki yılın sonunda, Hazret-i Ebu Bekir, yerine Hazret-i Ömer‘i tayin ederek vefat ediyor. Hazret-i Ali ilk itaat edenlerden… Hiçbir görevden kaçınmıyor, ona tam bir bağlılıkla kendi işlerini devam ettiriyor. Hazret-i Ömer ölürken, “Sadece benim oğlum halife olamaz, hilafet saltanata dönüşmemeli, bunun dışında tüm müslümanlar olabilir” diye vasiyet ediyor. Yine de 6 kişilik bir heyeti tavsiye ediyor ki, “Halife bunların arasından seçilirse daha iyi olur.“

Bu altı kişilik heyette Hazret-i Ali de var. Kendi deyimiyle, ilk defa olarak, kendisinin seçilmesini uygun görüyor. Altı kişiden dördü aday olmuyor, iki kişi kalıyor: Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali… Cennetle müjdelenmiş 10 sahabiden biri olan Abdurrahman bin Avf, “içinizden hangisini seçersem razı mısınız” diye soruyor. İkisi de senin seçimine razıyız diyorlar. Hazret-i Osman‘ı seçiyor. İlk biat eden de Hazret-i Ali oluyor. Sadece ilk biyat eden değil, onun en yakını, en büyük yardımcısı…

Gelgör ki Hazret-i Osman döneminde işler karışmaya başlıyor. İtaatsizlikler, suistimaller görülüyor. Yemen tarafından kendilerine Hazret-i Ali yandaşları diyen ilk şia nüveleri zuhur ediyor. Hazret-i Ali‘nin hakkının gasbedildiğini savunuyorlar. Hazret-i Osman‘ın hilâfetinin sonlarına doğru Hazret-i Ali‘nin bazı mevzularda kendisine muhalefet ettiği biliniyor. Ancak Hazret-i Ali, şia gruplarına yine de yüz vermiyor. İbn-i Sebe‘yi kovuyor. Kendisi itaatten ayrılmadan, fitneye bulaşmadan muhalefet ediyor.

Dönemin sonları. Mısır’a vali tayini meselesi… Hazret-i Ebu Bekir‘in oğlu (Hazret-i Ali‘nin de üvey oğlu) Mısır’a tayin edilmiş giderken, yolda birini yakalıyor. Üstünü arayınca “gelenleri öldürün” diye bir mektub… Tartışma var aslında burada, “katledin” mi deniyor, “kabul edin” mi, tam net değil… Ama hadiseler “katledin” denirmiş gibi… “Kim yazdı bunu?” Bir isyan kafilesi halinde Medine’ye varıyorlar. Hazret-i Osman kendisinin yazmadığını söylüyor. Mervan bin Hakem‘in yazdığı düşünülüyor. Hazret-i Osman‘dan onu kendilerine teslim etmesini istiyorlar. Etmiyor. Evini kuşatıyorlar. Bu sırada Hazret-i Ali, oğulları Hasan ile Hüseyin‘e Hazret-i Osman‘ın kapısında nöbet tutturuyor, bir şey yapmasınlar diye… Ama bir boşluk bulup yandaki evden giriyorlar ve Hazret-i Osman‘ı şehid ediyorlar.

Mekke ve Medine ileri gelenleri yeni halifenin Hazret-i Ali olması konusunda görüş birliğine varıyorlar. Ona biat ediyorlar. Bu sırada Hazret-i Aişe, isyan bayrağı açıyor. “Osman‘ın katilleri cezalandırılsın!” Ama durum o kadar nâzik ki, ilk ânda Hazret-i Ali‘nin buna imkânı yok. Hazret-i Aişe, yanına topladığı kişiler, Talha ve Zübeyr gibi iki büyük sahabi, Basra’ya geçiyor ve isyan! Hazret-i Ali gidip isyanı bastırıyor. Hazret-i Osman‘ın katillerini cezalandıracağına söz veriyor. Hazret-i Aişe isyan ettiği için çok pişman oluyor ve bir daha hiçbir olaya karışmıyor. Talha ve Zübeyr çatışmalarda öldürülüyor. (Cemel Vak’ası)

Olaylar bir türlü durulmuyor. Bu sefer Şam’da Hazret-i Muaviye isyan ediyor. Bir taraftan da Haricîler ve Şiîler gibi, iki tarafın da dışında, ama iki tarafta da tesirli gruplar zuhur ediyor. Hazret-i Ali, Hazret-i Muaviye‘yi ilk karşılaşmada yeniyor. (Sıffin Savaşı) Ne var ki, Hazret-i Muaviye yanlısı Amr bin ül As hile ile Hazret-i Muaviye‘yi halife seçtiriyor. (Hakem Olayı) Hazret-i Ali bu hileyi tanımıyor ve Irak ve Arabistan’da halifeliğini sürdürüyor. Fitne iyice büyüyor. Herkes birbirine giriyor. Ve derken Haricîler, “Hakem olayında Allah’tan başka hakem tayin edilmiştir, iki taraf da kâfirdir” diyerek isyan bayrağı açıyorlar. İbn-i Mülcem adlı Haricî’nin Hazret-i Ali‘ye yaptığı suikast ve onun şehadeti…

Haricîliğin tıynetini gösteren bu olay üzerinde daha sonra çok duracağız. Haricîliğin o günkü tutumu, bugün de meselâ tasavvuf düşmanları ve Selefîler içinde sürer: “Allah’tan başka veli tayin edenler kâfirdir” derler. Hazret-i Ali efendimiz, bunlara çok nasihat etmiş, ancak yola getirememiş, sonra da feci şekilde ezmiştir. Onun kılıcından kurtulan birkaçı suikast düzenlemiştir.

Hazret-i Ali‘ye Basra’da İbn’ül Kevvâ ve Kays bin İbad adındaki adamlar soruyor:

– Halifelikte neden ısrar ediyorsun? Bu sana Allah Resûlü‘nün bir vaadi midir?

– Hayır, öyle bir vaadi yoktur. Zaten öyle bir vaadi olsaydı kimseye bırakmazdım bu işi!

Diyor Allah’ın Arslanı. Ve yukarıdaki hadiseleri anlatmaya başlıyor. İlk iki halifeye tam olarak itaat ettiğini, üçüncüsünün seçimi sırasında kendisini lâyık gördüğünü, seçilmeyince ona da itaat ettiğini, ama dördüncü sefer aday olmadığını, Mekke ve Medine halkının kendisini seçtiğini, rakibinin (Muaviye) kendisine hiçbir konuda denk olmadığını, bu yüzden harekete geçtiğini söylüyor.

Ne Haricî, ne Şiî duygular taşımaksızın, gelelim o çok iyi bilinen Ehl-i Sünnet prensibine:

– Hazret-i Ali tabii ki haklıydı, ama Hazret-i Muaviye de bir sahabiydi: Müslümanlıkta sahabilere taan etmek yoktur!

22 Şubat 2012

Adımlar dergisi

İSLÂMA MUHATAP ANLAYIŞA DAİR: 13 / KADIN SAHABELER
2 Aralık 2017



Hazret-i Aişe

Hazret-i Adem‘den günümüze kadar gelmiş geçmiş bütün kadınların en halis örneklerinden, Hazret-i Aişe… Yarışılamayacak bir üstünlük vardır onda: Kâinatın Efendisi‘nin eşi ve “En Büyük Doğrulayıcı“nın kızı olmaklık…

Şu yaşta evlenmiş, bu yaşta ayrılmış, hiç bakmayacağım oraya… Bunlar gereksiz ayrıntıdır: Bir tabloda aslolan, hangi boyadan kaç gram kullanıldığı değil, resmin resim olarak değeridir. O evlenmiş bu boşanmış dedikodusuna hiç girmeden, bu resmin resim olarak değeri şudur:

-“Dininizin yarısını bu hümeyrâdan öğrenin!“

Hümeyrâ: Hafif kızıl, pembe benizli… Hakkında böyle bir hadis… Ve O, Allah Resulü‘nün ölümünden sonra bir öğretmen, bir önder… Herkesten en büyük saygıyı gören… Fakat sonra Hazret-i Ali‘ye karşı isyan ediyor; O’nun tarafından affediliyor… Şunu bilmek lazımdır ki, Hazret-i Ali, gerek O’na, gerekse diğer isyan edenlere karşı haklıydı; fakat onlar da sahabedirler ve redde mevzu değildirler.

Bu hakikati Şiilerle Haricîlere anlatmak mümkün olmamıştır. Bugün Hariciler yok denecek kadar az kaldıysa da, onların açtıkları yoldan giden sapkınlar az değil. Şianın “bazı sahabeleri kabul bazılarını red” tavrından esen soğuk rüzgârların ise hâlâ Hazret-i Aişe hakkında atıp tutma refleksi aşıladığı ortada. Modern versiyonlarında, Hazret-i Aişe gibi bir “örnek kadın” imajını reddetmiş olmanın eksikliği hissediliyor ve O’na karşı Hazret-i Fatıma çıkarılmaya çalışılıyor. Yani, şu feminizan çağda büsbütün kadın düşmanı demesinler Şiaya diye, Hazret-i Fatıma‘yı O’nda olmayan vasıflarla öve öve bitiremiyorlar.

Hazret-i Fatıma, Hazret-i Aişe gibi aktif mücadelenin içinde değildi ki! Hatta tam aksine, modern kadıncılık dâvâsına en son malzeme çıkacak yerdedir Hazret-i Fatıma. O’nun yeri ve değeri ayrı… Hakkında ölçü şu:

-“Fatıma benden bir parçadır ve saygıda benim hükmümdedir!“

Müslümanlardan büyük saygıyı hak eden kadın… Fakat Hazret-i Aişe‘den mizaç olarak farklı, bu da çok tabiî bir şeydir: Herkes aynı tipte olacak, herkes aynı yollardan geçecek diye bir şey yok ki! Bütün kadınlar iş hayatının ve kariyer mücadelesinin içinde olacak diye bir kural da yok. Bazıları olur, bazıları olmaz. Bazıları için aile saadeti her şeyin önünde gelir ve buna da aynı derecede saygı duymayı bilmek lazım. “Anne” tipinin korunması ve kapitalizmin yaşanan bir süreci olan “kadın ortaklığı”na karşı mücadele de kadın haklarına dahildir!

Ben feminizmi bir yönüyle anlıyorum: Kadın hakları mücadelesi günümüzde gereklidir. Bir salgın başladı: Herifler cayır cayır kadın öldürüyor. Biraz bayağı olacak ama, benim hayat tarzıma uygun olduğu için rahatlıkla dile getiririm: “Erkekliğe sığar mı?“… Hayır, yanlış anlaşılmasın, sadece hayat hakkı noktasında demiyorum: Kadın hakları mücadelesi, toplum hayatı içinde Hazret-i Aişe örneğinin doğmasına zemin hazırlayıcı ölçüde gereklidir. Anladınız!

Fakat ben feminizmin bir yönünü anlamıyorum. Kadın ve erkek arasında, bütün hakları tam olduğunda bile bir özdeşlik bulamazsınız. Bütün yollarını açın; yine de kadınlardan çok az kimsenin fikre ilgi duyduğunu görürsünüz. Felsefe tarihinde kadın filozof örneği yoktur; zorlamaya gerek yok, gerçekten yoktur. Doğuda da, batıda da bu böyledir. Bunu kadın daha az değerlidir anlamında almayın; tabiatı başkadır ve belki de daha değerlidir. “Kim aradı diyelim diyebilen sekreter” tipini ortaya koymak, onun hakikî değeri karşısında bir devrim sayılmaz.

İslâm tarihinde hak mezheb sayılan Eşarîler, kadın Peygamber olmadığını ve olamayacağını kabul ederler. Yine hak mezheb sayılan Maturidîler ise prensip olarak olabileceğini, ama pratikte olmadığını düşünürler. Oysa velâyet için durum böyle değildir. Kadın veliler gelmiştir ve toplumlarında çok büyük saygı görmüşlerdir. “Seyyidetünnefîse” (Güzellerin Efendisi) lakablı bir veli, bütün evliya içinde en büyüklerinden sayılır. Hazret-i Rabia, kezâ… Ve daha başkaları…

Ancak İslâm toplumu içinde Hazret-i Aişe örneğinin tarihî olarak devam etmediği eleştirisinin haklı yönleri olabilir; tarih farklı yönde cereyan etti. Düşünün; Hazret-i Ömer, “Benden sonra benim oğlum hariç bütün müslümanlar halife olabilir” diye vasiyet etmiş ve müslümanların liderliğinin babadan oğula geçmemesi için uyarmıştı. Oysa yüzlerce yıl müslümanlar saltanatla yönetildi. Bu da bunun gibi.

O halde, Hazret-i Aişe örneğine uyarak, feminizme bir yönüyle hak vereceğiz, diğer yönüyle vermeyeceğiz demektir. Hak verdiğimiz yönü şudur: Artık geçmiş çağlarda olduğu gibi kadınlar kadın oldukları için birtakım sosyal ve siyasî görünüş yollarından tard edilemez. Bugün okuyan ve aktif mücadelenin içinde olan bir Müslüman kadın tipi var ve onun kendi aslî görünüşüyle bu mücadeleden el çektirilmesi artık mümkün değildir. Müslüman genç kızlar tesettürleriyle okullara da girecek, okullarının gerektirdiği iş kollarında da görüneceklerdir.

Gelgelelim bütün hakları tamam olduktan sonra, kadından kendisinde olmayanı beklemeye, onun tabiatını bozmaya ve onu erkekleştirmeye, erkekle eşitlemeye de karşı duracağız. Kadını aile ve ahlâk duygusundan tamamen koparıp bayağı sokak serüvenlerine atmaya dönük akımlara da kendi dünyamızda sed çekeceğiz. “Aslan aslandır, ha erkek, ha dişi” denilmiştir; aslan olabildikten sonra kadından da erkekten de olacak… Ama nihayet kendi tabiatlarını yıkmaya kalkmadan; erkek “erkek” ve kadın da “kadın” olarak kalacak!

19 Aralık 2012

İfk Hadisesi

“Âyet diye bir şey yok, onlar hep uydurma” diyenler için, bu hadise adetâ ganimet gibi. Var ya böyle bir şey; Hazret-i Aişe kervandan geri kalmış, onu bir görevli bulup getirmiş ve bunu gören münafıklar da dedikodular çıkarmışlar ya… Kefere tayfa için off, ne yangınlar çıkar buradan…”Bize tam da böyle şeyler lâzım!”

Peki, bunu aldığınız aynı kaynaklardan şuna niye bakmıyorsunuz: Âyet geldiği zaman, neler olurmuş? Allah Resulü‘ne inanan binlerce adam, bu konuda nelere şahid olmuşlar? Nasıl anlatırlar? Bunları da aynı kişiler rivayet etmiyor mu? Bunlar da aynı kaynaklarda geçmiyor mu? Niye işinize gelenleri seçip de, “o zamanki adamlar bizden daha aptalmış” taklaları atıyorsunuz?

Ben öyle sanmıyorum. Eski kaynaklarda müşriklerin, şimdiki gibi, bu işle alay ettikleri anlatılır. Allah Resulü onlara şöyle demiş bir gün:

– Şehadet kelimesini söyleyin, Fars ve Bizans imparatorlukları sizin olsun!

Bu, tam da onların anlayacağı dilden konuşmak… Anlayacakları dilden, yani onların hal diline tam uygun; ama akıllarının almayacağı kadar da sıradışı… Fars ve Bizans imparatorlukları mı? Daha aynı şehirdeki iki kabile arasında en küçük bir anlaşma yok. Binlerce senedir Arabistan’da hiçbir birlik ve dayanışma görülmemiş. Sürekli savaş halindeler birbirleriyle; sürekli birbirini yiyorlar. Bizans ve Fars imparatorlukları ise, o dönemin ABD’si ile Rusya’sı.

Tabii kahkahalarla gülüyorlar bu söze: Olacak şey mi hiç? O’nu gördükleri zaman da “İşte Bizans ve Fars imparatorluklarını devirecek adam!” diye alay ediyorlar. Oysa çok değil 50 yıl içinde, binlerce yıldır olmayan neler olacağını biliyoruz.

Şu var: Âyet geldiği zaman neler olduğunu müslümanlar görüyor. Allah Resulü‘nün üstündeki devenin bile ne hallere girdiğini, onun ne kadar ağır, dağların taşların taşıyamayacağı bir şey olduğunu… Çevresindekiler şahid oluyorlar bunlara. Neler olduğunu, neler olmakta olduğunu görüyorlar. Kendileri yaşıyorlar. Olağanüstü, hiçbir şeye benzemeyen bir şey olduğu için bu adamların hiçbiri yolundan dönmüyor. Bir teki bile… İşkencelerin en ağırlarına aldırmıyorlar.

Mucizelere şahid oluyorlar. Tek tek anlatıyorlar bunları. Aynı kaynaklarda geçiyor, çok uzağa gitmeye gerek yok. Aynı adamlar anlatıyorlar. Ama zamanın keferesi bunlara ilgi duymuyor. O illâ dedikodulardan, iftiralardan, evlenmelerden, boşanmalardan kendine göre bir şey sızdıracak. “Bir şeyler olabilir mi acaba?”

Olamaz. Çok açık… Hazret-i Aişe’nin masumiyeti hakkında âyet vardır ve âyet üzerine ileri – geri konuşulamaz. He sizin için âyet yok ve siz dedikodulara bakarsınız, onları konuşursunuz, işinize gelen yerlerden bir şeyler bulup acaba buradan yıkabilir miyiz uğraşı verirsiniz. Ama şunu da bilin: Buradan size kısa süreli bir eğlenceden başka bir şey çıkmamıştır, çıkmayacaktır.

Geçin bunları. Daha büyük meseleler var. Siz onların ne olduğunun da farkındasınız. Ondan bu huzursuzluk. “Çok eğleniyorum” havasındaki kâbus.

5 Ocak 2012

Hazret-i Fatıma

Allah Resulü‘nün biricik kızı, Hazret-i Fatıma. Hem de öyle bir kız ki, İlahî beyanla müjdelenen… Hani, doğan çocuklarının peşpeşe ölmesi üzerine, kâfirler Allah Resulü ile “ebter – soyu kesik” diye alay etmişlerdi. Bunun üzerine Kevser Sûresi nazil olmuş, Allah Resulü‘nün soyunun Kevser havuzunun damlaları gibi misilsiz olacağı müjdelenmişti. İşte o müjdenin canlı delili Hazret-i Fatıma… Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin‘in, yani bütün bir şerifler ve seyyidler soyunun annesi… Hakkında hadis:

-“Fâtıma benden bir parçadır ve saygıda benim hükmümdedir!”

Onun Hazret-i Ali ile evlenmesi de destanlık. Biribirine denk ve yakışan iki genç. Hazret-i Ali 20’li yaşlarına henüz girmiş, bir rivayete göre 22’sinde, Fâtıma ise 15 civarı… Bundan daha ideal bir evlilik olabilir mi? Bir çokları istiyorlar, Allah Sevgilisi‘nin biricik kızını. Hiçbirine verilmiyor. Hazret-i Ali geliyor. “Dünyalık neyin var?” İşte bir at, bir zırh… “Atın sana lazım olacak, zırhını sat da düğün hazırlıklarına başla”… Ve buyuruyorlar:

-“Allah, Fâtıma’yı Ali’ye vermemi emretti!”

Son derece sade, basit bir düğün ve son derece sade bir hayat. O kadar ki, Hazret-i Fâtıma, bazen çocuklarına yedirecek bir hurma tanesi bile bulamayacak… Kâinatın Efendisi‘nin fakirliği olduğu gibi kızına geçmiştir. Bunu ne bugünün kapitalist tıynetli müslümanları, ne de bütün varlığını parayı bulmaya ve zengin olmaya adayan zavallıları anlamazlar. Hadis:

-“Fakirliğim şerefimdir!”

Ali Şeriatî‘yi hatırlıyoruz. Ali Şeriatî‘nin en kötü kitabı nedir? Ebu Zer mi? Hayır! “Fatıma Fatımadır”… Şiiler modern kadın tartışmalarına girmeye kalktıklarında, Hazret-i Aişe‘yi reddetmiş olmanın ezikliğini hissederler ve Hazret-i Fatıma‘yı onda olmayan vasıflarla övmeye kalkarlar. Oysa ne alâkası var? Hazet-i Fâtıma, Hazret-i Aişe gibi sosyal mücadelenin içinde değil ki, daima kocasının arkasında ve çocuklarının başında. Kendisinden bir feminist kahraman yaratmaya elverişli bir hikâyesi yok onun!

Allah, Hazret-i Aişe‘ye “müminlerin annesi” sıfatını layık gördü, ama beşerî anlamda annelik duygusunu vermedi. Oysa Hazret-i Fâtıma, beşerî anneliğin de örneği kılındı. Allah’ın Hazret-i Fâtıma‘yı dünya kadınlarının hepsinden üstün kıldığı şeklindeki hadisi rivayet eden de, yine Hazret-i Aişe. Şimdi burada kadın dâvâsını bayraklaştıranlara söylemek isterim: Hazret-i Aişe gibi sosyal mücadelenin içinde bir kadın olunabileceği gibi, Hazret-i Fatıma gibi ailesinde fâni olmuş bir kadın örneği de geçerlidir. Bu bir mizaç işidir. Belki modern çağda bunu söylemek zor ama, kadının anne olmaya da hakkı vardır!

Siz “anaç” der ve güler misiniz buna? Ben de “cennet anaların ayakları altındadır” derim.

1 Ocak 2013



Hazret-i Hatice

Allah Sevgilisi‘nin ilk sevgilisi, “Temiz ve Büyük Hatice“… Tahire, Kübra ve Hatice isimleri ondan gelir.

Daha önce evlenmiş, boşanmış, çocukları olmuş. Derken Allah Resulü ile evlenmiş. Evlenirken, şöyle olmuş, böyle olmuş. Amcası şöyle demiş, babası böyle demiş. Babasını iknâ etmek için şöyle bir yol tutmuş.

Evlenmek, sevmek, boşanmak, geçinememek falan; yahu bunlar ne kadar insanî şeylerdir. Bunlar üzerinde spekülâsyon yapılır mı? “Aa, halası ne diyo bak, buradan saldıralım!” Halası kim ya? İki kişi anlaşmış, evlenmeye karar vermişler, geriye çevre düzenlemesi kalmış.

Neyse, şunu demek istiyorum: Şimdi ortada böyle bir şey var. Onu “İlahî” olarak görmek iman’dır, “insanî” olarak görmek de akıl… İman bazı insanlarda vardır, ama akıl herkeste olmalıdır. Ha, ikisi de yoksa, hani ne işin İlahî tarafını, ne de insanî tarafını görmeyip, illâ bir şeylerden yangın çıkarmaya çalışıyorsan… Böyle bir tıynetteysen…

Kusura bakma da, dilerim o yangında önce sen yanarsın!

Selim GÜRSELGİL

8 Aralık 2011

Kaynak: Adımlar dergisi

Selim GÜRSELGİL: İSLÂMA MUHATAP ANLAYIŞA DAİR: 14 – BAZI SAHABELER
10 Aralık 2017



Ebu Zerr-i Gıfarî

Ebu Zer Hazretleri ilk Müslümanlardan. Baştan ayağa zühd, vecd ve aşk kesilmiş bir imân heykeli. Kâinatın Efendisi’ni ilk gördüğünde, O’na şöyle hitap ediyor:

– Selâmünaleyküm!

Ve bu selâm, Müslümanlar arasında musafahanın alâmeti oluyor. İlk söyleyen Ebu Zer Hazretleri…

Allah’ın Resûlü tarafından çok sevilen ve “İslâm’ın Mesihi” diye adlandırılan Ebu Zer Hazretleri, Hazret-i Osman’ın halifeliği döneminde Şam’da, Şam Valisi Muaviye’yi zenginlik ve gösterişle itham edip muhalefete başlıyor. Muaviye bu büyük sahabe ile başa çıkamıyor ve onu Halife Osman’ın yanına, Medine’ye gönderiyor. Halife ile Ebu Zerr arasında şöyle bir konuşma geçiyor:

– İnsanlar zenginleşiyor, mal ve mülke rağbet ediyor. Hâlbuki Kur’ân ve Sünnette bu eğilimin ne kadar kötülendiğini bilirsin. Niçin emretmiyorsun da onlar ihtiyaçtan fazla mallarını ihtiyaç sahiplerine dağıtsınlar.

Halife Osman, “zühd zorla olmaz” diyor. “Ben Allah Resûlü’nden görmediğim bir şeyi yapamam” diyor. Nihayet Ebu Zerr, ben bunları görmeye dayanamayacağım diyerek Rebeze köyüne inzivaya çekiliyor. Halife Osman ona birkaç keçi, birkaç koyun geçimlik olarak veriyor. Fakir bir hayat yaşayan Ebu Zerr Hazretleri öldüğünde de çoluk çocuğuna sahip çıkıyor.

….

Şimdi bu tablodan yangın çıkar mı? Bakalım:

Ebu Zerr Hazretleri itirazında haklıydı. Mal ve mülk, servet ve para, her imanı bozar, her davayı lekeler, her ahlâkı çürütür. Müslümanların bunlara rağbet etmeye başlaması, Müslüman ahlâkını bozmuştur.

Ancak Hazret-i Osman’ın reyi, daha kuşatıcıdır. Çünkü İslâm’ın zühdü övdüğünü bilmekle beraber, insanları zühde zorlamayı emretmediğini de belirterek, bu mevzudaki ölçüye sadık kalmıştır.

Günümüzde bu dava çok büyütülüyor. Biliyorsunuz, son zamanlarda İslâm’ın “infak” sözünü diline dolayan ve her cümlesine “infak” diye başlayan kesimler de ortaya çıktı. Bunlar, İslâm’ın zekât emrini bile yetersiz buluyor, hatta tanımıyorlar. Zekâttan söz edenlere “şirk dini mensupları, müşrikler” diyorlar. “İnfak o şeydir ki, İslâm’ı sosyalizmin aynı yapar. Kur’ân neyse Das Kapital odur” demeye getiriyorlar.

İnfak nedir, infak? İnfak, malını ve mülkünü Allah yolunda harcamaktır. Ashab-ı Kirâm’ın yaptığıdır. Mal biriktirmeye, zenginleşmeye kıymet vermemek, eline geçeni Allah yolunda ve ihtiyaç sahipleri için sarfetmektir. İnfak özünde zühddür ve zühd övülmüş bir şeydir; ama zühd’de zorlama yoktur.

Zekâtta zorlama olur mu? Olur. Zekâtını vermeyene kılıç çekmek de, zekât için kan dökmek de caizdir. Ama infak için bunları yapamazsın. İnsanları infak yapmaya teşvik edebilirsin. Ama onların malına, mülküne zorla el koyamazsın. İslâm’da bu yoktur. İslâm mülkiyeti ve sermayeyi sınırlar ve cemiyet yararına kılar; ama yasaklamaz.

İslâm kapitalizm olmadığı gibi sosyalizm de değildir. İslâm “mülkiyet hakkına bağlı cemiyet sermayedarlığı”dır. İslâm’da kapitalist bir sınıf olmadığı gibi bu sınıfın görevlerini üstelenmiş ceberrut bir devlet anlayışı da yoktur. Devlet nâzımdır ve gerçek bir sosyal devlettir.

30 Nisan 2013

Ebu Hureyre

Vay anam vay neler dönmüş ya! Ben vakt-i zamanında bir arkadaşa dediydim: Bunlar beni molla edecekler en sonunda… O da bana dediydi: Derviş ol derviş… Olanları yeni yeni görüyorum ve şu ânki hava durumuna göre molla olmaya doğru gidiyorum.

Bizim için din malûm bir şeydi. Nasıl namaz kılınır, nasıl oruç tutulur, haramlar nedir, helâller nedir gibi… Oysa bu malûm şey, elimizden alınmak isteniyor bugün; meçhulleştirilmek, karartılmak, bulandırılmak ve bu bulantı içinde yok edilmek isteniyor. Bir taraftan Kur’ân’a, öbür taraftan Sünnet’e öyle büyük bir saldırı yöneltilmiş ki, şimdiye kadar bunları ciddiye almayarak sadece gaflet uykusu uyumuşuz. Ey ahâli, uyanın, din elden gidiyor!

Yok aga yok, bir Molla Kasım lâzım buraya… Ben Ebu Hureyre‘ye saldırının boyutlarını yeni farkettim. Daha doğrusu, sabah ezanına kadar böyle bir saldırı olduğunu bile bilmiyordum. Öyle anlaşılıyor ki, hadisleri ortadan kaldırmayı hedefleyenler, Ebu Hureyre‘ye özel bir kinle saldırıyorlar.

Üşenmedim, “Kur’ân’daki din” adlı siteye ilişkin verilen linkleri tek tek açtım ve okudum. Bu başlıkta yeri olmayan kısımlara yeri geldiğinde gireceğim. Yalnız burada Ebu Hureyre adlı sahabi ile ilgili yazılanlara değinmek istiyorum.

Düşündüm: Başka hiçbir şey bilmesem, araştırmasam, Ebu Hureyre‘yi sadece bu sitede yazılanlardan öğrensem, ne yapardım? Yüzde yüz etkilenirdim. Etkilenmekle kalmaz, afallardım. Çünkü bu siteyi hazırlayanlar, öyle ustaca hile yapıyorlar, öyle ince yerlerden saldırıyorlar ki, bir bakışta her şey gerçekmiş gibi görünüyor.

Ama yağma yok: Çıplak göze, güneş doğuyor ve batıyormuş gibi görünse de aklımızla biliyoruz ki, aslında dünya güneşin etrafında dönüyor… Bu iş de böyle. Çıplak göz ve kuru mantık oyununa girdin mi, sonuç ortada: Bakın nasıl herkes Ebu Hureyre‘ye sövmeye başlamış durup dururken!

Öncelikle Ebu Hureyre hakkında hüküm vermek için, onun anlattıkları dayanak seçiliyor. Yani, onun rivayet ettiği hadisleri çürütmek için, yine onun rivayet ettiği hadislerden meded umuluyor. Böyle bir şey olabilir mi? Yani, söylediklerinin bir kısmına inanacağız (işimize gelenlere), diğer kısmına inanmayacağız (işimize gelmeyenlere)…

Ebu Hureyre madem yalancı “Ömer hadisle uğraştığım için bana kızdı” dediği yerde de pekâlâ yalan söylemiş olabilir? Madem yalancı, Hazret-i Aişe, “ben bunları duymadım” deyince, “ayna ve sürme seni Peygamber’in meclisinden uzak tuttu” karşılığını verdiğini söylediğinde de yalan söylemiş olabilir? Orasına niye inanıyorsun da ötesine inanmıyorsun?

Bunu yapmak için sözleri yarım yamalak alıyorlar. Mânâlarından kopararak alıyorlar. Hadis âlimleriyle ilgili yazacaklarımda bunları daha geniş göstereceğim. Diyor ki mesela “Kuran’daki din” adlı site: “Allah zamandır“… Böyle bir hadis varmış güya… Böyle bir hadis yok. Şöyle bir hadis var:

“Dehre sövmeyiniz. Dehr Allah’ın isimlerindendir!”

Aynı şey mi bunlar? Ben Allah’tan tasavvuf okuyorum da “dehr” üzerine yazılmış ciltler dolusu şerhten haberim var. Yoksa dehr eşittir zaman demektir, zaman da Allah’tır, biber de acı gerçekler de… Cinayet!

Pekâlâ: Ebu Hureyre Hazret-i Aişe‘nin bilmediği hadisler rivayet ediyor diye inanmıyorsun da (buradan delil getiriyorsun), Hazret-i Aişe‘nin rivayet ettiği hadislere çok mu inanıyorsun? Yoo, sadece palavra: Maksad, Ebu Hureyre bir aradan çıksın da, sonra da Hazret-i Aişe de başka bir biçimde yıkılır.

Kezâ Hazret-i Ömer bahsi… Hazret-i Ömer‘i “en büyük zâlim” olarak gören tipler, iş Ebu Hureyre‘ye gelince, Hazret-i Ömer adaletine sığınıyorlar birdenbire. Oysa “bana kızdı” diyen de Ebu Hureyre! Sadece bu kadarını alıyorlar ve geri kalanını anlatmıyorlar.

Hadisler yazılmamıştır başlangıçta, Kur’ân’la karışmasın diye… Allah Resûlü, bazı kimselerin yazmasını isterken, bazı kimseler yazacak olduğunda da engellemişlerdir. Bunlar da sahih (Ebu Hureyre kaynaklı) hadislerde var!

Yine Ebu Hureyre çürütülmek için Şia kaynaklarına başvuruluyor ve güya Hazret-i Ali‘nin sözlerinin kitablaştırıldığı Nehc’ül Belâğâ adlı eserde, Hazret-i Ali‘nin Ebu Hureyre‘yi kasden “necaset – pislik” dediği belirtiliyor. Şiî hayal gücüne bakın siz! Ebu Hureyre gariban, kimsesiz, Yemenli bir göçmen ya; kendi asalet anlayışına ondan hadis öğrenmeyi yakıştıramıyor; İblis gibi “ben ondan daha yüksek yaratılışlıyım, ona secde etmem” diyor.

Hazret-i Ali‘nin Nehc’ül Belâğâ diye bir kitabı yoktur ve bu kitabın Hazret-i Ali‘den kaç yüzyıl sonra yazıldığı tartışma konusudur; bu bir… İkincisi, mantığa dikiz:

– Nitekim Buhârî ve Müslim‘in naklettiklerine göre, Ebû Hureyre şöyle demiştir: “Siz, Ebû Hureyre‘nin çok hadis rivâyet ettiğini söyleyip duruyorsunuz. Ben fakir bir kimseydim. Karın tokluğuna Allah Resûlü‘ne hizmet ediyordum. Muhâcirler çarşıda, pazarda alışverişle, ensâr da kendi malları, mülkleriyle uğraşırken, ben Allah Resûlü‘nün meclislerinin birinde bulunmuştum. Buyurdu ki: ‘İçinizden kim cübbesini yere serer de ben sözümü bitirdikten sonra toplarsa benden duyduğunu bir daha unutmaz!’ Bunun üzerine ben üzerimdeki hırkayı yere serdim, Allah Resûlü de sözünü bitirince, onu topladım. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, o andan sonra ondan duyduğum hiçbir sözü unutmadım.” (Müslim, Fadâil’üs-sahâbe, 159; Buhâri, İlim, 42).

Şimdi sözü buradan alıyorlar ve ne diyorlar, biliyor musunuz: “Ebu Hureyre, Allah Resûlü‘nün yanına din için gelmemiştir, kendi karnını doyurmak için gelmiştir, söylediği sözlere itibar edilmez, meczubun tekidir”… Yahu insaf arkadaş, o sözden bu mânâ mı çıkıyor?

Yok yok, molla edecek bunlar beni… Sakalı uzatıyorum, cübbe siparişi de verdim, kollayın kendinizi!

5 Nisan 2013

Hasan bin Sabit

“Allah Resûlü’nün şairi” diye bilinen adam Hasan bin Sabit’e, Bedir savaşına katılamadığı için eksiklik izafe ediyorlar. Allah Resûlü buyuruyor:

-“Hasan’ın şiirleri, sizin oklarınızdan daha tesirlidir.”

Kendisi de şöyle diyor:

“Bir insan ha aslan pençesinde paramparça olmuş

Ha olmuş şiirimin nişanı

Aynı kaderdir onu bekleyen

Annesi yakında ağlayacak ona!”

Borges‘te okumuştum andıran bir hikâye. Eski bir şair, kendini överken, “benim şiirimin nişan aldığı kimse, şu şu hastalıklara yakalanır, kahrolur” gibi laflar ediyor. Kaç türlü cilt hastalığına falan yol açan…

– Şiir neymiş, ne olmuş?

Veya…

– Aslında şiir nedir?

Bilmiyoruz. Tıpkı “ateşin yaktığını biliyoruz ama, ateşin ne olduğunu bilmiyoruz!” diyen modern filozofun duygusu…

Ve şöyle bir hikmet:

-“Allah’ın sır hazinesi Arş’ın altındadır ve anahtarı şairlerin diline verilmiştir!“

“Her şeyden önce kelâm vardı” ve şiir işte bu sırrın; kelâm sırrının, ezel sırrının, gönül sırrının elçisi…

8 Ocak 2012

Süheyb-i Rumî

İlk Müslümanlardan olan Süheyb-i Rumî, tıpkı Selman-ı Farısî veya Bilâl-i Habeşî gibi, Mekke’ye köle tüccarları tarafından köle olarak getiriliyor. Bu olay, müslümanların ilk çıkış zamanına rastlıyor. Sonra bir şekilde kurtuluyor kölelikten. Ticarete atılıp, zengin de oluyor. “Azadlı – mevalî” statüsünde yalnız. Ne köle, ne hür; ikisi arası…

Bu sırada İslâm’ı tanıyor, etkileniyor, müslüman oluyor. Çok işkence görüyor. Yolundan dönmüyor. Hicret zamanında Mekke’den çıkıp gitmek istiyor. Müşrikler yakasına yapışıp, “hoop” diyorlar, “sen buraya köle olarak geldin, aramızda zengin oldun. Bu halinle çıkıp gidemezsin!” O da bütün servetini onlara bırakıyor: “Şimdi gidebilir miyim?” Müşriklerin mânâsız bakışları altında, tek başına, yalın ayak, başı kabak, Medine’ye gidip müslümanlara katılıyor.

Sahabenin sevilenlerinden oluyor. Sonraları, Hazret-i Ömer öldüğünde, üç gün onun yerine vekâleten halife de olacak…

Süheyb-i Rumî, aslen Musullu. Soyu, eski bir Arab familyası olan Nemr Oğullarından. Babasının adı Sinan, annesinin adı Selma. Bizanslılar tarafından esir edilmiş ve Bizanslılar’dan köle olarak alınmış olduğu için “er-Rumî” diye biliniyor.

Rumî karışık bir sıfat. Roma’dan geliyor ve kelimenin ilk anlamı “Romalı” demek. İlk zamanlar, Frenkleri de kapsayıcı olarak, Batılıları, Avrupalıları ifade için kullanılıyor. Daha sonra Roma İmparatorluğu ortadan kalkınca, Bizans’a ve onun yaşadığı Anadolu’ya “Rum” adı veriliyor. Nihayet Bizans da ortadan kalkınca, sadece “Anadolulu” anlamında “Rumî” kullanılıyor. Meselâ Mevlânâ Celâleddin-i Rumî‘den maksud, “Anadolulu Mevlânâ Celâleddin“dir.

Hikâyenin devamı da var: Türkler Anadolu’ya yerleştikten sonra, Ortadoğu’da Rumî kelimesi “Anadolu Türkleri” anlamında kullanılıyor. Anadolu Türkleri ise Anadolu’ya “Anadolu” adını verip, “Rumeli” veya “Rumî” diye Balkanlar’a hamlediyorlar. Bizans İmparatorluğu’ndan kalma halka ise “Rum” diyorlar. Bunun yanında, Avrupalılar’a “Frenk”, Elenler’e “Yunan”, Anadolu ve Kıbrıs’ta yaşayan Bizans bakiyesi halka ise “Rum” diyorlar.

Şu var ki, Kur’ân-ı Kerîm’de “Rûm Suresi” vardır ve hiç şüphesiz bütün bu tarihî açılımlarda yürüyücü bir mânâdır.

27 Aralık 2011

Selim GÜRSELGİL

Kaynak: Adımlar dergisi
Etiketler:
ADIMLAR Allah Resulü anlayış Ebu Hureyre Ebu Zerr Hazretleri Ebu Zerr-i Gıfarî Hasan bin Sabit Hazret-i Aişe Hazret-i Ömer HAZRET-İ OSMAN İslam İslâm’a Muhatap Anlayış Mevlânâ Celâleddin Muaviye Sahabeler selim gürselgil Süheyb-i Rumî
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ŞERİAT Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com