EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Kapitalizm=AB-D HegemonyasInIn Sonu

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Pzr Eyl 21, 2008 12:06 am    Mesaj konusu: Kapitalizm=AB-D HegemonyasInIn Sonu Alıntıyla Cevap Gönder



Rus uçağının Moskova, Suriye, Tahran, Ankara turu!
İsmet Özçelik
30 Eki, 2017



Suriye ve Irak’taki gelişmeler ABD’nin kabusu. İşleri her geçen gün kötüye gidiyor. Bu durum Washington’dan yapılan açıklamalara da yansıdı. Rusya, Türkiye, İran, Irak, Suriye yönetimleri birlikte hareket edince ABD’nin eli ayağı dolaştı.
“2. İsrail” hesapları altüst. Kerkük hesapları duvara tosladı. Musul hesapları boşa çıktı. Sincar’da kara kara düşünüyor. Irak ordusu Suriye ve Türkiye sınırını denetim altına almak üzere. Şimdilerde “kara gücü” PKK’yı kurtarma derdinde.
Suriye’de de işler iyi değil. Deyr ez Zor’da Suriye ordusu ile Irak ordusu sırt sırta geldi. ABD güney koridoru planlarken tam tersi oluyor. Suriye ordusu Haseke’ye güneyden koridor açmak için hareket halinde.

ABD FİTNE PEŞİNDE

ABD bütün gücüyle Rusya, Türkiye, İran, Irak, Suriye işbirliğini bozmaya çalışıyor. Bütün ajanları faaliyette. Tehdit, şantaj, havuç, sopa her yolu deniyor.
“İktidar” vaadiyle içerdeki adamları da devrede. Rusya, İran, Irak, Suriye karşıtı hamleler yapıyorlar. Ama sonuç almaları zor. Bazıları umutlansa da Türkiye tercihini yapmış durumda. Geri dönüş de gözükmüyor. “Gemiler yakıldı” dersek pek de yanlış olmaz.
Anlayacağınız ABD zorda. Bölge ülkelerinin işbirliği her geçen gün pekişiyor.

RUSYA’NIN MEKİK DİPLOMASİSİ

Peki bu işbirliğinde hiç sorun yok mu? Elbette var. Önümüzdeki süreçte de olacak. Mücadele varsa sorunlar da yaşanır. Ama çözülüyor.
Geçtiğimiz günlerde önemli gelişmeler yaşandı. Kremlin’in envanterine kayıtlı “Tupolev Tu-154” tipi bir uçak sürekli havadaydı.
21 Ekim’de Moskova’dan Suriye’ye uçtu. 22 Ekim’de Suriye-Moskova’ya hareket etti. 24 Ekim’de Moskova-Tahran seferini yaptı. Aynı gün Ankara Esenboğa Havaalanı’na indi. 26 Ekim’de yeniden Moskova’ya döndü. Sonra tekrar Suriye…
İçinde kim vardı bilmiyorum Ama ne için tur attığını anlamak hiç de zor olmasa gerek. Başkentlerin havasına bakılırsa işler yolunda.

TAHRAN’DA DURUM

23. İran Basın Fuarı için 3 gündür Tahran’dayım. Konuştuğumuz İranlılar da gelişmelerden memnun. ABD’nin yeni ambargo girişimlerine karşı kendilerini daha güvende hissediyorlar.
Rusya, Türkiye, Irak, Katar, Lübnan, …
Başta Çin olmak üzere Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ülkeleri…
Dünyanın yarısından fazlasını yanlarında görüyorlar.
Bölge ülkelerinin bölge sorunlarına el koymasının, ABD’yi bölgeden kaçırtacağını düşünüyorlar.
Bunları söyleyen resmi yetkililer değil. Onlarla görüşmelerimizi yarından sonra yapacağız.
Sokaktaki halkın görüşleri böyle.

İRADE VAR

Bizler işin bu noktaya geleceğini sürekli anlattık. Bunun bir istek değil, zorunluluk olduğunu söyledik. Gelişmeler bizim için sürpriz değil. Ama bir yıl önce anlattıklarımıza “hayal” diyenler, şaşkın.
Türkiye’nin ezici bir çoğunluğu gelinen noktadan memnun. Rusya, İran, Irak, Suriye için de aynı şey geçerli. Karamsarlık yerini umuda bırakmış durumda. Irakta da, Suriye’de de zafer havası var.
“Bölgesel işbirliği iradesinin” hakim olmasından bütün bölge halkları sevinçli.

BUNLAR DAHA BAŞLANGIÇ

Konuştuğum hemen hemen herkes bu işbirliğinin üstünde titriyor. “Aman bu iş sekteye uğramasın, kimse ABD oyununa gelmesin” diyor.
İşin içinde olanlarda moraller yerinde. Önümüzdeki dönem için daha iyi gelişmeler olacağını, bölgenin huzura kavuşacağını vurguluyorlar.
“Bu daha başlangıç” ifadesini kullanıyorlar.
Haydi hayırlısı..!

Aydınlık

Putin’in danışmanı: Liberal Dünya Düzeni çöküyor, Büyük Avrasya Ortaklığı şart
21 Eki, 2017



Putin danışmanı Karaganov, Liberal Dünya Düzeni’nin çöktüğünü yerini ‘Büyük Avrasya Ortaklığı’nın alması gerektiğini belirtti
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in dış politika danışmanı Sergey Karaganov, Batı’nın askeri üstünlüğü ile kurulan Liberal Dünya Düzeni’nin çökmekte olduğunu ve “Büyük Avrasya Ortaklığı” temelinde yeni bir düzenin kurulması gerektiğini savundu.
Karaganov, MEMRI internet sitesinde yayınlanan “Gelecekteki Dünya Düzeni” başlıklı yazısında, Batılı ülkelerin askeri üstünlüğünü kullanarak diğer uluslar adına söz söyleme hakkını kendinde gördüğü “liberal düzenin” artık sürdürülemez duruma geldiğini kaydetti.
Yeni Şafak’ın aktardığına göre, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile Batılı ülkelerin tek taraflı pek çok müdahaleye giriştiği, Irak ve Libya örneklerinde olduğu gibi, bu müdahalelerin daha büyük kaosa sebep olduğunun altını çizen Karaganov, Batı’nın “özgürlük” iddiasının içinin ise tamamen boş olduğunu belirtiyor.
Nükleer silah sahibi ülkelerin sayısındaki artışın güç dengelerini derinden sarstığını değerlendiren Karaganov, askeri güçle rakip devletlere diş geçiremeyen Batılı ülkelerin elinde tek silah olarak “yaptırımlar” kaldığını kaydediyor. Kremlin’in etkili danışmanlarından Karaganov önümüzdeki 15 yılla ilgili tahminde de bulunarak, nükleer ve siber silahların yeni küresel düzenin belirlenmesinde etkin rol oynayacağını dile getiriyor.
ATLANTİK İTTİFAKI’NIN YERİNİ ALACAK
Sergey Karaganov, Avrupa ile birlikte Rusya, Çin ve diğer yükselen Avrasya güçlerinin birlikte oluşturacağı Büyük Avrasya Ortaklığı’nın, Atlantik İttifakı’nın yerini alarak yeni küresel düzeni belirlemesi gerektiğini savunuyor. Batı’nın askeri üstünlüğünün sona ermesi ile Liberal Dünya Düzeni’nin de çöküşe geçtiğini belirten Karaganov, yeni güçlerin, öncelikle de Avrasyalı güçlerin, yeni düzende söz sahibi olması gerektiğini belirtiyor. Çin’in “Tek Yol Tek Kuşak” projesinin yeni ittifakın şekillenmesinde önemli rol oynayacağını belirten Kremlin Danışmanı, ABD’nin yeni düzene katkısının önemli olduğunu ama öncelikle içinde bulunduğu “toplu çılgınlık” durumundan çıkması gerektiğini vurguluyor.
LİBERALİZM ÇIKMAZA GİRDİ
Yazıda, Batılı ülkelerin her geçen gün kendi gündemlerini, kültürel ve siyasi değerlerini diğer ülkelere dayatmakta zorlandığına da dikkat çekiliyor. Diğer ülkelerden gelen direnişin, Batı’da derin bir hayal kırıklığına sebep olduğunun da altı çiziliyor.
Putin’in danışmanlık görevinde bulunan Karaganov, Avrupa’nın küresel rekabet gücünü kaybettiğini ve bunun ABD’yi de etkilediğini belirterek, söz konusu durumun “Trump fenomenini” de açıkladığını iddia ediyor. Karaganov, ABD’nin, Liberal Dünya Düzeni’nin çıkmaza girdiğini farkederek, Donald Trump’ın başkanlığa yükselişi ile bu çıkmazdan bir çıkış arayışı içinde olduğunu savunuyor.
15 YILI SİBER SİLAHLAR BELİRLEYECEK
“Gelecekteki Dünya Düzeni” adlı yazıda, önümüzdeki 15 yılı nükleer ve siber silah gücündeki yükselişin belirleyeceği de iddia ediliyor. Yeni düzenin üzerine kurulacağı askeri-siyasi yapıda da değişiklikler olacağı değerlendirilen yazıda, Kuzey Kore’nin nükleer güç olmasından sonra, Güney Kore ve Japonya’nın da hızla bu teknolojiyi elde etmek isteyeceğinin altı çiziliyor. İran’ın da üzerindeki baskı devam ederse, kısa sürede nükleer silah teknolojisini geliştireceği de yazıda iddia ediliyor. Karaganov, siber silahların da en az nükleer silahlar kadar etki oluşturma kabiliyetine ulaşacağını vurguluyor. Kremlin danışmanı, siber silahların etkisinin çok taraflı caydırıcılığın kurulmasını sağlayarak, yeni düzenin doğuşunu destekleyebileceğini iddia ediyor.
İlk Kurşun

Bağımsız dış politikaya iyi bir örnek: Şili, Kuzey Kore ile ilişkilerini kesmeyi reddetti
17 Ağustos 2017



Güney Amerika ülkesi Şili'nin Dışişleri Bakanı Heraldo Munoz, hükümetin ABD'nin "Kuzey Kore ile ilişkilerinizi kesin" talebini kabul etmediğini bildirdi.

Güney Amerika ülkesi Şili'nin Dışişleri Bakanı Heraldo Munoz,Munoz, gazetecilere yaptığı açıklamada, ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence'in ülkeye yaptığı ziyaret sırasında dile getirdiği, "Kuzey Kore ile tüm diplomatik ve ticari ilişkilerinizi kesin" talebini reddettiklerini belirtti.

Ülkesinin böyle bir girişimde bulunmaya niyeti olmadığını ifade eden Munoz, "ABD'nin isteğine saygı duyuyoruz ancak Şili ilişkilerini sürdürecektir" dedi.
Anahaber

Brzezinski“Çalkantılı bir dönemde stratejik güvensizlik nasıl ele alınmalı”
Mustafa Birol Guger
12 Oca, 2017



ABD’nin küresel egemenlik stratejisinin mimarlarından Zbigniew Brzezinski güncel bir makalesinde, ABD’nin uluslararası sorunların çözümünde düşmanca bir tutum izlemek yerine Rusya ve Çin ile diyalog geliştirmesi gerektiğini ifade etti

Kıdemli stratejist Brzezinski, Huffington Post için kaleme aldığı, “Çalkantılı bir dönemde stratejik güvensizlik nasıl ele alınmalı” başlıklı makalesinde, dünyada yaşanan küresel güç krizine ilişkin çözüm önerileri sundu. Brzezinski makalesinde ABD, Rusya ve Çin arasında diyalog temelli bir bağlantı kurulması gerektiğinin altını çizdi.

Brzezinski daha önce sıkça söz ettiği, ‘ABD’nin mutlak bir şekilde aleyhine olacak iki önemli denklem’i bu makalesinde de benzer ifadelerle tekrarladı. Bunlardan ilki, Rusya’nın bölgesinde daha da güçlenerek Avrupa siyasetinde ağırlığını hissettirecek bir oyuncu haline gelmesi. İkincisi ise tüm stratejik çelişkilere rağmen Rusya ve Çin arasında istikrarlı bir ittifakın tesis edilmesi.

Brzezinski’ye göre, “Rusya’nın [egemenlik] özlemlerinin gerçekleşmesi ancak, sahip olduğu kıtasal üstünlüğün, Avrupa’nın önde gelen oyuncularından biri olmaya evrilmesi ile mümkün…”

İşte, Brzezinski’nin “Çalkantılı bir dönemde stratejik güvensizlik nasıl ele alınmalı” başlıklı makalesinin ayrıntılı özeti:

EN TEHLİKELİ SENARYO: RUS-ÇİN ORTAKLIĞI

Şunun kabul edilmesi gerekir ki; ABD’nin Çin politikası, Washington ile Pekin arasındaki daha samimi ilişkiler kurulmasını sağlayacak olan stratejik bakış açısının eksikliği yüzünden giderek daha muğlak hale geldi. Çin ve Rusya arasında, iki ülkenin siyasi-ideolojik dinamikleri ve ABD’nin başarısız politikaları sonucu stratejik bir ittifak kurulması tehlikesi ortaya çıktı. ABD, Çin’e potansiyel bir düşman gibi davranmamalıdır. Zira bu durum ABD’nin Asya’daki en önemli müttefiki Hindistan’ın aleyhine olur. Bu durum aynı zamanda, Çin ile Rusya arasında tesis edilecek daha yakın bir bağlantıyı neredeyse garantiler. Hiçbir şey ABD için böylesi bir yakınlaşmadan daha tehlikeli değildir.

‘ABD, AVRAYSYA’DAKİ GELİŞMELERE SEYİRCİ KALACAK’

Sahip olduğumuz birikim bizlere şunu gösteriyor ki; Avrasya’daki bölgesel anlaşmazlıklar jeopolitik açıdan dengesiz ve bazen çatışmaya açık ya da çatışmayı tetikleyici durumlar ortaya çıkarabilir. ABD bu durumda muhtemelen olanı biteni uzaktan izleyen bir gözlemci olacak ve bir yandan da ölçülü bir biçimde Japonya ve Güney Kore ile ikili ilişkilerini geliştirmeye devam edecek.

TÜRKİYE’DE YÜKSELEN MİLLİYETÇİ DALGA…

Ortadoğu‘da dini nefretlerin yol açtığı iç savaşlar; İran‘daki aşırılık yanlıları tarafından körüklenen nükleer çatışmalar; Türkiye‘de alevlenen ve muhtemelen Rus ordusu tarafından desteklenen milliyetçi dalganın jeopolitik hedefleri; tüm bu parametrelerin her biri büyük bir bölgesel patlama ihtimalini işaret ediyor.

Bu durumda verilebilecek en ideal jeopolitik yanıt Birleşik Devletler, Çin ve daha sonra Rusya arasında üçlü bir bağlantının sağlanmasıdır. Büyük nükleer güçlerin üçü için de potansiyel olarak tahrip edici sonuçları olan bölgesel belirsizlikler yoğunlaştıkça; neler yapmamız gerektiğini düşünmenin zamanı geliyor.

Sormamız gereken sorular:

– Mevcut durum Çin’in çıkarlarını tehdit edebilir ve onu Rusya ile, Birleşik Devletler’e karşı tehdit teşkil edebilecek son derece sıkı bir askeri işbirliğine zorlayabilir mi?

– Ya da Rusya’nın küresel duruşu, üç büyük askeri gücün (Amerika, Çin, Rusya) Ortadoğu ile ilgili konularda daha yakın işbirliği içinde olduğu bir dünya çerçevesinde daha saygın bir hale gelebilir mi?

BRZEZINSKI KİMDİR?

David Rockefeller Trilateral Komisyonu‘nun kurucu başkanı olan ve bir dönem Henry Kissinger ile birlikte çalışan Zbigniew Brzezinski, 2. dünya savaşı sonrası dönemin önde gelen ABD dış politika stratejistlerinden biri oldu. Aktif faaliyet döneminde ABD istihbarat kurumunun en kıdemli üyelerinden biri olarak Carter ve Obama yönetimlerinde üst düzey danışman olarak görev yaptı.
Brzezinski, 1997 senesinde yayınlanan ‘Büyük Satranç Tahtası’ adlı eserinde, küresel güç mücadelesini bütün boyutlarıyla ele aldı; ABD için gelecekte risk teşkil edebilecek potansiyel tehditleri sınıflandırdı.
Brzezinski nihayet 17 Haziran 2016‘da The American Interest dergisi için yazdığı “Yeni küresel saflaşmaya doğru” başlıklı makalesinde, “Birleşik Devletler halen dünyanın siyasal, ekonomik ve askeri açıdan en güçlü varlığıdır ancak, bölgesel dengelerdeki karmaşık jeopolitik değişim göz önüne alındığında, artık küresel emperyal bir güç değildir” saptamasını yaptı.

Kaynak: İlk Kurşun

Alman parlamenter: ABD'nin küresel hakimiyeti geçmişte kaldı
09.12.2016



Almanya Federal Meclisi'nde Solcu Partili milletvekili Wolfgang Gehrcke, ABD'nin tek başına küresel egemenliği elde tuttuğu dönemin geçmişte kaldığını belirtti.

Bunu tüm dünyanın farkına vardığını söyleyen Gehrcke, "ABD bunu yavaş yavaş anlamaya başlıyor ve bu onlar için ağır bir süreç. Eskiden, dünyanın iki süper gücü Rusya ve ABD'nin silahsızlanma ve istikrar konularını görüştüğü dönemde, durum oldukça güvenliydi. Ama ABD tüm kararları tek başına alabileceği hayaline kapılınca durum çok kötüleşti. Bu Ortadoğu'da sayısız soruna dönüştü" dedi.
'SAVAŞ ÇIKARTIYOR AMA BİTİREMİYOR'

Ortadoğu krizinin Irak savaşının sonucu olduğunu ve bundan ABD'nin sorumlu olduğunu kaydeden Gehrcke, "ABD, Yugoslavya'daki savaştan da sorumlu, zira bu savaştan sonra Kosova'da istikrarsız bir durum oluştu. ABD artık ihtiyaç duyduğu kararları dünyaya dayatma gücünde değil. Belki tek başına savaşlar başlatabiliyor ama tek başına bu savaşların sonuçlarını ortadan kaldıramıyor" diye konuştu.

Yeni güvenlik sistemlerine ihtiyaç olduğunu ifade eden Gehrcke, "Bunun için Birleşmiş Milletler değişmeli. Birleşmiş Milletler, ABD'nin egemenliğine alternatif olabilirdi. ABD yerine kararları, Rusya ve Çin'in üye olduğu Şanghay Örgütü gibi birliklerin almasını isterdim. Bunu Donald Trump'a da anlatmak gerekir. O, güçlü olsa da artık tek başına küresel kararlar alamaz" yorumunda bulundu
Sputnik

Kaliforniya, ABD’den ayrılmayı planlıyor
27 Eyl, 2016



ABD’deki ‘Yes California!’ hareketinin lideri Louis Marinelli, eyaletin ülkenin geri kalanından ayrılması konusunda referandum organize etmeyi planladıklarını açıkladı.

Moskova’daki ‘Milletler diyalogu: Halkların kendi kaderini belirleme hakkı ve çok kutuplu dünyanın inşası’ adlı forumun ardından basın toplantısında konuşan Marinelli, “Kampanyamız, ‘ABD’nin dış politikası olmadan yaşayabiliriz’ açıklamasının ardından başlamıştı. Bağımsız ülke olarak yaşayabiliriz. ABD’nin agresif dış politikasına katılmak yerine savunma harcamalarını azaltabilir ve Kaliforniya halkının hayat kalitesini iyileştirebiliriz” dedi.

Planlarını Kaliforniya sakinleriyle de paylaştıklarını ifade eden ABD’li siyasetçi, “Kaliforniyalılarla konuşuyoruz, onları bilgilendiriyoruz ve onlar buna çok iyi tepki veriyor” diye konuştu. Marinelli, referandumun yapılması için belli sayıda imza toplamaları gerektiğini belirtti.

Daha önce RT televizyonuna konuşan Marinelli, ‘Yes California!’ hareketinin Kaliforniya bağımsızlık referandumu için Kırım deneyimini kullanabileceğini ve Rusya’nın desteğine güvendiklerini açıklamıştı.

Moskova’da, 25 Eylül’de, ‘Milletler diyalogu: Halkların kendi kaderini belirleme hakkı ve çok kutuplu dünyanın inşası’ başlıklı II. Uluslararası Konferans düzenlendi. Konferansa Kalifornia, Teksas ve Katalonya’nın yanı sıra dünyanın dört bir yanından ulusal kurtuluş hareketlerinin temsilcileri katıldı.
tr.sputniknews.com

G-20 Zirvesi ve küreselleşmenin iflası
HAYRİ KOZANOĞLU
06.09.2016



Çin anti-kapitalist/prekapitalist coğrafyaları da fetheden kapitalizm, sistemin kendi mantığı içerisinde bir çıkış yolu bulamıyor.

G-20 liderler zirvesi 4-5 Eylül tarihlerinde Çin’in Hangzu kentinde gerçekleştirildi. 2008’de küresel finansal krizin patlak vermesiyle, “G-7 elitler topluluğunun” kapsama alanının yetersizliği ortaya çıktı ve dünya ekonomisinin yüzde 85’ine hükmeden 20 ülke ilk kez Washington’da bir araya geldi. O günden beri G-20 küresel sorunların tartışıldığı başlıca ekonomik forum niteliği kazandı.

Hangzu zirvesi, Çin’in dünya sahnesinde iddialı bir aktör haline gelişinin tescillendiği dönüm noktası olarak da düşünülebilir. Bu nedenle Pekin, hiçbir fedakârlıktan kaçınmadan 1 milyar dolara bir toplantı merkezi inşa etti, kentin ünlü Batı-Gölünü tamamen ışıklandırdı. Hangzu’nun, Çin’in ilk küresel markası Ali Baba’ya ev sahipliği yapması da ayrı bir imaj parlatma fırsatı yarattı.

Başkan Xi Jinping toplantı öncesi, tartışmaların küresel büyümenin hızlandırılması, yenilikçiliğin teşviki ve dünya ticaretindeki engellerin kaldırılmasına odaklanmasını arzuladığını söyledi. Bu ifade dolaylı olarak da, insan hakları ihlallerini, Güney Çin Denizi’ndeki kıta sahanlığı çekişmelerini ve çelikteki aşırı üretim iddialarını gündeme getirmeyin iması taşıyordu.

Zirve öncesinde IMF tartışmalara zemin niteliğinde bir rapor yayınladı. Metinde, düşük büyüme, yavaşlayan dünya ticareti, çok çok cılız yatırım eğilimlerine dikkat çekildi. Gelişmiş ülkelerin umudu ABD 2016’nın ikinci çeyreğinde sadece yüzde 1.1 büyürken, Çin yavaşlasa da yüzde 6.7’lik bir tempo yakalamayı başarmıştı. IMF dahi, o sınırlı büyümenin meyvelerinin yalnızca en zenginlere nasip olduğunu, düşük gelirlilerin sebeplenemediğini söylemekten çekinmedi. Deflasyon demekten uzak durup, çok düşük enflasyonun reel faizleri yukarı çektiğini ve yatırım eğilimini baltaladığını ifade etti. G-20 liderlerinin büyüme ve yatırımı canlandırmak için koordineli davranmalarının gereğini vurguladı.

Tahmin edilebileceği gibi Hangzu zirvesinden dünya ekonomisini canlandıracak bir ortak irade çıkmadı. ABD-AB-Japonya üçlüsü, dünya piyasalarını ucuz çeliğe boğduğunu öne sürdükleri Çin’e yüklenmeyi tercih ettiler. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ardı ardına beşinci yılda da dünya ticaretinin yüzde 3 eşiğinin altında, 2016’da ancak yüzde 2.8 artmasının beklendiğini açıkladı. DTÖ’ye göre tüm dünyada korumacılık eğilimleri artıyor, 29 Bunalımı’nı çağrıştıracak bir içe kapanmacı eğilim gözleniyor. Kollektif emperyalizmin temsilcisi Washington-Brüksel-Tokyo üçlüsü ise, sorunu saptamak yerine Pekin’i günah keçisi ilan etmeyi yeğliyor.

Bilindiği gibi Trans Pasifik Ortaklığı (TPP), Asya-Pasifik bölgesindeki 12 ülke arasında, sadece ve sadece Çin’i izole etmek amacıyla devşirilmiş bir anlaşma. Çin ise, yükselen güç olarak kendi ihtiyaçlarına uygun tasarımlardan geri durmuyor. Yeni İpek Yolu- Bir Kuşak Bir Yol- projesiyle Avrasya’yı boydan boya kuşatan bir ekonomik entegrasyon projesine imza atıyor. Asya Altyapı Yatırım Bankası’yla da altyapı finansmanı sağlıyor. Özellikle projenin İran ve Rusya ayakları yeni bir jeopolitik konumlanmanın ekonomik altyapısı izlenimi uyandırıyor.

Büyük resme bakıldığında 2008’de patlak veren küresel finansal ve ekonomik krizin çok yönlü etkileri sürüyor. Kapitalizm ekonomik, politik, ideolojik ve ekolojik çıkmazdan bir türlü kurtulamıyor. Hem gelişmiş Kuzey ülkelerinde, hem de kalkınma çabalarındaki Küresel Güney’de geniş emekçi kitlelerin yaşam standartları durmadan geriliyor. Artık, IMF’nin bile kabul ettiği gibi, gelir ve servet dağılımı adaletsizlikleri giderek artıyor.
Özellikle 1980’lerden beri egemen olan; özelleştirme, liberalleşme, kuralsızlaşma yoluyla sermayenin önündeki tüm engelleri kaldıran, “eğitim, sağlık, sosyal güvenlik” dahil kamu hizmetlerini piyasanın güdümüne sokan neoliberal kapitalizm tıkanmış durumda. Küreselleşme rüzgarıyla bu ilişkileri tüm dünyaya yayan, başta Çin anti-kapitalist/prekapitalist coğrafyaları da fetheden kapitalizm sistemin kendi mantığı içerisinde bir çıkış yolu bulamıyor. 29 Büyük Bunalımı sonrasındaki gibi, çoğunlukla kamu işletmeleriyle kitlesel mal ve hizmet üretimine dayanan, Refah Devleti uygulamalarıyla emekçilerin “etkin talebini” destekleyen yeni bir birikim rejimi de tasarlanamadı. Panama Belgeleri’nde ortaya saçıldığı gibi, zenginler vergi ödeme yükümlülüğünden bile kaçınıyor. Krizin başlarında G-20 zirvesinde söz verilen vergi cennetlerinin denetim altına alınması, üst düzey yönetici ikramiyelerinin kısıtlanması, finansal kazançların vergilendirilmesi, temel gıda ve ihtiyaç maddelerinin finansal spekülasyon konusu olmaktan çıkarılması gibi, “palyatif önlemler” dahi hayata geçirilemedi.

Muhalif seslerin, emek kesimi temsilcilerinin kapitalist küreselleşmesinin sonunun geldiğini söylemelerinin haber değeri olmayabilir. Ne var ki, Davos Dünya Ekonomik Forumu’nun sitesinde yayınlanan bir makale de, “küreselleşmenin raf ömrünün dolduğu”nu kabul ediyor, “fikri değil ama kelimeyi çöpe atalım” önerisinde bulunuyor. (Pedro Nicolaci da Costa, “Dump Globalization: the word, not the idea”). Neoliberal itikadın sınırları dışına çıkmadan küreselleşmenin kaçınılmazlığını savunmaya devam etse de, zengin ülkelerde düşük ve orta gelirli çalışanların yaşam standartlarının gerilediğini kabulleniyor.
Nobel ödüllü iktisatçı Joseph Stiglitz’in, “eğer küreselleşme toplumun çoğunluğunun yararına işleyecekse, güçlü sosyal-korunma önlemleri uygulanmalı” önerisine sığınıyor. Kapitalist küreselleşmenin kendi mantığı içerisinde sosyal boyutun nasıl sağlanacağı ayrı bir tartışma konusu olsa da, küreselleşmenin en yavuz savunucusu bir kurumun temsilcisinin süngüsünün düşmesi, neoliberal-piyasacı rüzgarların dindiğinin açık bir kanıtı.

Martin Jacques da, The Guardian’daki “Neoliberalizmin ölümü ve batı politikasında kriz” makalesinde, sade yurttaşın neoliberalizme tepkisinin iyice kabardığına dikkat çekiyor. Jacques’a göre, 1980’den beri yaşam standartları ve sosyal hakları gerileyen insanlar sağ ve sol populizme sarılıyor. ABD’de Bernie Sanders’e (Sol) ve Donald Trump’a (Sağ) yönelen, özellikle beyaz işçiler aslında statükoya baş kaldırıyor. Trump’ın Müslümanlara ve Meksikalılara yönelik ırkçı ve yabancı düşmanı söyleminin ardında, hem ABD’nin saldırgan dış politikasına tepki, hem de emek piyasasındaki rekabetin işçi sınıfına ödettiği bedeller yatıyor. Trump başkanlık seçimini kaybetse de, Sanders’in Demokrat parti adaylığı bin bir hileyle engellense de, küreselleşmenin getirdiği eşitsizliklere muhalefet dinmeyecek. (The death of neoliberalism and the crisis in Western politics. The Guardian 21 Ağustos 2016).

İşgücü maliyetleri düşük, döviz rezervleri güçlü olan Çin ise küreselleşmenin baş savunucusu pozisyonunda. Hangzu zirvesinde Jinping korumacılık eğilimlerine ve bilançolarındaki aşırı borçlanma risklerine işaret etti. Yükselen bir güç olan Çin’in önüne, “Tukidides tuzağı” tehdidi konuluyor. Harvard Üniversitesi’nden Graham Allison 2012’de, Atina’nın yükselişine Sparta’nın savaşla karşılık vermesine referansla, ABD ile Çin arasında bir savaşın kaçınılmazlığına dikkat çekti. Güney Çin Denizi anlaşmazlıkları üzerinden tüm bölge ülkelerini Çin’e karşı seferber etmeye çalışan ABD’nin saldırgan hamleleri böyle bir endişeyi besliyor. Çin ise, Ege Denizi üzerinden küçük bir coğrafi alana sıkışan metaforun geçerli olmadığını savunuyor. Ekonomik küreselleşmenin, uluslararası kurumsal yapıların, devletler arasında karşılıklı bağımlılığın ve nükleer caydırıcılığın böyle vahim bir sonucu engellemesi gerektiğini öne sürüyor.

Giovanni Arrighi de, 1970’lerin ABD için sinyal krizi olduğunu, nihai krizin ise finansallaşma sonucu geldiğini savunur. ABD ekonomik gerilemesine karşın, kahreden askeri gücüyle hegemonyasını kolay teslim etmeyecektir. Üç emperyal strateji söz konusudur. Birincisi ve en ılımlısı, Henry Kissinger’ın Çin’le bir uzlaşma zemini sağlamayı ve aynı zamanda onu siyasi-iktisadi mekanizmalarla çevrelemeye devam etmeyi öngörendi. Diğerleri ise, Çin’e karşı bir yeni soğuk savaş açmak veya Çin’i komşularıyla birbirine düşürüp, onlar savaşırken kenardan “mutlu üçüncü” rolünde kıs kıs gülerek izletmekti.

G-20 zirvesi, Arrighi’nin endişelerini dağıtacak bir uzlaşma iklimi doğurmadı. Zaten dünyanın ezilenlerinin ana öznesi olmadığı bir “çıkış yolu” fazla gerçekçi görünmüyor. Gelgelelim neoliberalizmin, kapitalist küreselleşmenin yaldızlarının döküldüğü bir dünyada solun ideolojik açılımlarına daha uygun bir ortam bulduğu da inkâr edilemez
Kaynak: BirGün

China Times 'Rusya-Çin işbirliği ABD hegemonyasını sarsıyor'
19.04.2015



Sputnik News'in haberine göre; China Times gazetesi, Ukrayna krizi ve Batılı ülkelerin yaptırımlarının Rusya ve Çin arasındaki işbirliğinin genişlemesine neden olduğunu, bunun da ABD'nin dünyadaki hakimiyeti için bir tehlike olduğunu yazdı.

China Times gazetesi, Çin ve Rusya arasındaki ilişkileri ve bu ilişkilerin dünya düzenine etkilerini değerlendiren bir makale yayımladı.
Çin'in açıklık politikası ve Rusya'nın doğu yöneliminin birbiriyle ilişkili olduğu belirtilen makalede şu ifadeler yer aldı:

"Rusya-Çin ilişkileri, üç ülkeler grubu arasında (Çin-Rusya, Çin-Güney Kore, Japonya-Hindistan) en hızlı gelişeni oldu. Ukrayna krizi ve Batılı ülkelerin yaptırımları etkisiyle genişleyen bu işbirliği, günden güne ABD'nin hakimiyeti için bir tehdide dönüşüyor."

Rusya ve Çin arasındaki ticaret hacminin 100 milyar dolar olduğunu, Rusya'nın Asya Altyapı Yatırım Bankası'na (AAYB) katılma kararını, iki ülke arasında Rus avcı uçaklarıyla ilgili varılan ticari uzlaşıyı ve ülkelerin Karadeniz'de ortak bir deniz tatbikatı düzenlemesinin beklendiğini anımsatan gazete, 'tüm bunların Moskova ile Pekin'in, Soğuk Savaş'ın bu yeni döneminde ABD'ye karşı koyabilmek için kendilerine stratejik bir konum belirlediği anlamına geldiğini' yazdı.
Haber 93

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN ÇÖKÜŞÜ YAKLAŞIYOR
FLOYD BROWN
CAPITOL HILL DAILY
ÇEVİRİ: ERKAN GÜÇİZ
07.06.2013



Her Cuma, devletin yaklaşan, kaçınılmaz çöküşü hakkında yazıyorum. Bu yazılarım çok ilgi ile karşılanıyor ve sorular geliyor. Bugün sıkça sorulanlardan bazılarına cevap vermek istiyorum.

Sizin aklınızda olanlar da olabilir bunlar.

En çok sorulan, “Floyd, nasıl diyebiliyorsun, devletin çöküşü kaçınılmaz diye; geleceği bilemezsin.” Cevabım basit; ben matematik eğitimi aldım.

Pek çok bilim dalında cevaplar pek kesin olmayabilir. Küresel ısınma mı var? Küresel soğuma mı var? Birkaç iklim bilimi uzmanını bir araya getirin; yalnız iki değişik cevap değil bir yığın olasılık ve ilgi çekici cevaplar çıkar ortaya.

Ancak bu deneyi matematikçilerle yapın, hepsinin bulduğu çözüm aynı olacaktır. Matematik yalan söylemez, denklemler değişmez. Tek değişen problemin verileridir.

Bu yüzden kendime tam güvenle, Amerika çökecektir diyorum. Aslında ABD devletinin çöküşü Enron şirketinin iflası kadar kesin. Çünkü son 40 yıl, politikacılarımız yerine getiremeyecekleri vaatlerde bulundular, ödeyemeyecekleri çekleri imzaladılar.


HAK EDİNME DENKLEMİ

Bu hafta Federal Hükümetin, Emekli, Dul-Yetim ve Özürlü maaşlarını ödeyen sandığın 2013 yılı raporunu inceledim. Geleceğin fotoğrafı korkunç. Bir yıldan kısa bir zamanda, Sosyal Güvenlik Kurumunun açığı, geçen yılki dehşet verici 8,6 trilyonluk tahminin üstüne 1 trilyon daha büyümüş.

Sonuç şu: Sosyal Güvenlik Kurumunun önümüzdeki 75 yıl içinde, şu an elimizdekinden 9,6 trilyon dolar daha fazla paraya ihtiyacı olacak. Ve bu günkü vergi sistemiyle yeteri kadar para toplanamaz.

Washington’daki ve Beyaz Saray’daki liderlerimiz halka, sosyal güvenlikleri için vaatlerde bulundular fakat bunları yerine getirecek parayı toplamak imkânsız.

Bu 9,6 trilyon dolarlık açıktan daha kötüsü Sosyal Güvenlik Kurumunun bu günkü kaynak yetersizliği. Pek çok konuda bütçe kısıntıları son derecede büyük. İşin acı tarafı, orta sınıf Amerikan vatandaşlarının cebindeki son kuruşa kadar hepsini alsak da bu açığı kapatacağımızı sanmıyorum.

ABD’nin, 2011 yılı Gayrisafi Millî Hasılası 15 trilyon dolar; neden politikacılar ekonomimizin altından kalkamayacağı sosyal güvenlik haklarını vaat ediyorlar. Tek cevap, onlar matematiğin ne olduğunu bilmiyorlar. Aşikâr olan o ki Barack Obama basit dört işlemi yapamaz.

Dolayısıyla veriler değişmedikçe iflas ve çöküş kaçınılmaz. Yarın sabahtan başlayarak, harcadığımız yalnız cebimizdeki kadar olursa durum temelinden değişecek. Fakat politikacılardan bu harcamaları dengeli bir bütçe düzeyine indirmelerini istemek, Lindsay Lohan’dan içkiyi, daha da ötesi, John Belushi’den uyuşturucuları bırakmasını istemek gibi bir şey.


AMERİKA NE ZAMAN ÇÖKECEK?

Yukarıdaki devamlı olarak sorulan ikici soru. Cevabı yine basit: Çökmeye başladık bile.

30 yaşın altında iseniz ne demek istediğimi biliyorsunuz. 30 yaşın altında olanlara yetecek kadar iş alanı yok. Amerika, seçkin üniversitelerden diplomalı parlak zekâları ya Walmart’ta kutu taşımaya, ya da Denny’s de garsonluğa gönderiyor. Benim tanıdığım gençler, bırakın kendi alanlarında iş bulmayı, herhangi bir iş bulmakta güçlük çekiyorlar. İnanmıyorsanız, yakınınızdaki 30 yaşın altındakilere sorun, haklı olduğumu göreceksiniz.

Bunun sebebi hükümetimizin endüstriyi yok etme politikası. Amerika yavaş yavaş servetimizle birlikte imalât gücümüzü de eritti. Şimdi dünyanın en zengin %1’i, gezegenin toplam servetinin %39’unu kontrol ediyor. Buna karşıt en alttaki %50’si dünyadaki paranın yalnız %1’ine sahip.

Küresel finans ve politika sistemleri dünya varlıklarını zirvedeki zenginlere aktarıyor. Bu nasıl oldu diye soruyorsunuz. Dünya zenginleri çok büyük miktarda paraları ABD ve diğer ülke hükümetlerine borç olarak verdi. Borçlanma üzerine kurulu para ve finans sistemlerimiz sıradan vatandaşın ve devletin varlıklarını küresel bankacılık sektörüne aktarıyor.

Sonra, “yıkılamayacak kadar büyük” dedikleri bankalar baskı ile değeri olan her şeyi yutuyorlar; dünyanın doğal kaynakları, kârlı işler ve arazi. Politikacıların bize vadettikleri sosyal güvenliğe onların ihtiyaçları olmadığı için de devletin çökmesi umurlarında değil.

Sonunda, bu kontrolsüz hırs devleti çöküş noktasına getirecek.

kaynak: https://www.facebook.com/Banu.Avar.Hayranlari

Immanuel Wallerstein
Ekonomik krize uzun vadeli bakış

Bunalım baş gösterdi. Gazeteciler basbayağı bir durgunluk dönemine girip girmediğimizi ekonomistlere sorarken hala çekingenler. Bunlara bir an bile inanmayın. Dünya çapında neredeyse her yerde yayılan işsizlikle patlak verdiği görülen bir bunalımın başlangıcındayız. Sıradan insanların sonuçlarını yükleneceği klasik bir nominal deflasyon halini de alabilir, yine değerlerin deflasyona uğradığı ve sıradan insanların daha da kötü etkileneceği bir hiperenflasyon halini de alabilir.

Herkes bu bunalımı neyin tetiklediğini soruyor. Warren Buffet’ın “finansal kitle imha silahları” olarak tanımladığı türev yatırım araçları mı? Yüksek riskli mortgage kredisi mi? Yoksa petrol spekülatörleri mi? Bu, herkesin birbirini suçladığı bir oyun ve pek önemi yok. Fernand Braudel’in tanımladığı gibi, kısa vadeli olaylar, gerçeğin üzerine örtülmüş tozdur ve bunlara odaklanmamak gerekir. Neler olduğunu anlamak istiyorsak, daha açıklayıcı olana; kalıcı olana bakmalıyız. Bunlardan biri orta vadeli konjonktürel dalgalanmalardır. Bir diğeri, uzun vadeli yapısal eğilimlerdir.

Kapitalist dünya ekonomi, en azından birkaç yüzyıldır, iki tür konjonktürel dalgalanma ile karşı karşıya kalmıştır. Bunlardan biri Kondratieff dalgaları diye tabir edilir, tarihsel olarak 50-60 yılı kapsarlar. Diğeri ise daha da uzun süren hegemonik döngülerdir.

Hegemonik döngüler bakımından, Birleşik Devletler 1873’ten itibaren yükselen bir hegemonya mücadelesi içindeydi, 1945’te tam bir hegemonik üstünlüğü elde etti ve 1970’lerden itibaren yavaş yavaş düşüşe geçti. George W. Bush’un çılgınlıkları bu yavaş düşüşü ivmelendirdi. ABD hegemonyası gittikçe görünmez hale geliyor. Normalde olması gerektiği gibi, çok kutuplu bir döneme girdik. Birleşik Devletler güçlü olmaya devam ediyor, hatta belki de hala en güçlü dönemlerinde ancak, gelecek on yıllar içinde diğer güçlere oranla düşüşte olmayı sürdürecek. Bunu değiştirmek kimsenin elinde değil.

Kondratieff dalgalarının ise farklı bir zamanlaması vardır. Dünya, Kondratieff B devresinden 1945’te çıktı ve modern dünya sistemde A evresine hızlı bir çıkış yaptı. 1967-73 aralığında en yükseğe ulaştı ve düşmeye başladı. Halen içinde olduğumuz B evresi önceki B evrelerine göre oldukça uzun sürdü.

Kondratieff B evresinin özelliklerini 1970’lerden beri yaşadığımızdan iyi biliyoruz. Üretici faaliyetlerden, özellikle de en kârlı olduğuna inanılanlarından elde edilen kâr oranları düşer. Sonuç olarak, yüksek kâr elde etme beklentisindeki kapitalist, temelde spekülasyon üzerine dönen finansal alana yönelir. Üretim faaliyetleri, kârlılığı daha da düşmesin diye, merkez bölgelerden dünya sistemin başka bölgelerine taşınır ve daha düşük personel maliyetlerini daha düşük işlem maliyetleri ile öderler. Bu, Detroit’teki, Essen’deki, Nagoya’daki işler ortadan yok olurken, fabrikaların neden Çin’de, Hindistan’da, Brezilya’da çoğaldığını açıklıyor.

Spekülatif balonlara gelince, bazı insanlar onlardan çok para kazanır ve spekülatif balonlar er ya da geç patlar. Bu Kondratieff B evresinin neden bu kadar uzun sürdüğü sorulursa cevap, ABD Hazinesi ve Merkez Bankası, Uluslararası Para Fonu ve onun Batı Avrupa’daki işbirlikçileri ve Japonya gibi güçlerin piyasaya dünya ekonomiyi destekleyici düzenli ve etkili müdahalelerde bulunmalarında aranmalıdır: 1987 (hisse senedi krizi), 1989 (tasarruf ve kredi çöküşü), 1997 (Doğu Asya finansal krizi), 1998 (Uzun Vadeli Sermaye Yönetimi fiyaskosu)... Bu güçler, önceki Kondratieff B evrelerinden öğrendikleriyle sistemi yenebileceklerini düşündüler. Ne var ki bunu başarmak doğası gereği bir yere kadar mümkündü. Henry Paulson ve Ben Bernanke bunu yaşadıkları hayal kırıklığı ve muhtemelen şaşkınlık sonucu öğreniyorlar. Bu kez, en kötüyü savuşturmak kolay olmayacak, hatta belki de imkansız…

Geçmişte, dünya ekonomi, bir dönem tekelvari hale gelen yeni icatlara dayanarak gördüğü hasarın öcünü aldı. Tıpkı öncekilerde olduğu gibi, krizin Dünya halkalarına verdiği tüm zararın ardından, insanlar çıkıp da hisse senedi piyasasının yeniden yükselişe geçeceğini söylediklerinde buna gerçekten inanıyorlardı. Belki de birkaç yıl sonra dedikleri gibi olabilir.

Ne var ki, kapitalist sistemi 500 yıldır sürdüren bu güzel döngüsel modelle çatışan yeni bir şey var artık. Yapısal eğilimler döngüsel modellerle çatışabilir. Kapitalizmin bir dünya sistem olarak temel yapısal özellikleri, grafiksel olarak, yukarı doğru eğimli bir denge şeklinde gösterilebilecek belli kurallar ile işler. Tüm sistemlerin yapısal dengesinde olduğu gibi, buradaki problem, zamanla eğrilerin denge noktasından uzaklaşmaya başlamasıdır ki, bunları tekrardan denge durumuna getirmek imkansızlaşır.

Sistemi denge noktasından uzaklaştıran nedir? Kısaca anlatmak gerekirse, 500 yıldan fazladır kapitalist üretimin üç ana maliyetinin -personel giderleri, girdiler ve vergi- muhtemel satış fiyatları kadar kesintisiz artmış olmasıdır ki, ciddi sermaye birikiminin temeli olan tekelvari üretimlerden yüksek kârlar elde etmek bugün bu yüzden imkânsızdır. Bu, kapitalizmin en iyi becerdiği şeyde çuvalladığını göstermez. Bu tam olarak, kapitalizmin bunu nihayet ilerideki birikimin altını oyacak kadar iyi yaptığının işaretidir.

Sistemin (karmaşıklık teorisinin diliyle konuşmak gerekirse) çatallandığı bu noktaya gelindiğine ne olur? İlk sonuç, dünya sistemimizin şu an yaşamakta olduğu ve muhtemelen bir 20-25 yıl daha yaşayacağı aşırı bir kaotik karmaşıklıktır. Herkes aniden kendisi için daha iyi olacağını düşündüğü tarafa sürüklenirken, kaostan iki seçenekten ve çok farklı yollardan biri ile yeni bir düzen çıkacaktır.

Şu anki sistemin devam edemeyeceğini gönül rahatlığı ile öne sürebiliriz. Tahmin edemeyeceğimiz ise, bunun yerine hangi yeni yolun tercih edileceğidir çünkü bu, sonsuz tane ayrı baskının sonucu olacaktır. Fakat er ya da geç yeni bir sistem kurulacaktır. Bu, kapitalist sistem olmayacaktır ama ondan çok daha kötü (daha kutuplaşmış ve hiyerarşik) veya çok daha iyi (görece demokratik ve eşitlikçi) bir sistem olabilir. Bu yeni sistem tercihi zamanımızın dünya çapındaki ana siyasal mücadelesidir.

Bizim, halihazırdaki kısa vadeli geçici beklentilerimize gelince, her yerde ne olduğu gayet açık. Korumacı bir dünyaya doğru gidiyoruz, (küreselleşme denen şeyi unutun). Üretimde hükümetin çok daha doğrudan rol oynadığı bir dünyaya doğru gidiyoruz. Birleşik Devletler ve Büyük Britanya, bankaları ve ölen büyük endüstrileri kısmen devletleştiriyorlar. Kaynakların, hükümet odaklı popülist bir yeniden dağıtımına doğru gidiyoruz. Ortanın solunda sosyal demokrat bir hal de alabilir, aşırı sağ otoriter bir hal de. Devletlerin içinde daha da küçük paylar üzerine çıkan akut sosyal çatışmalara doğru gidiyoruz. Kısa vadede, genel olarak çok sevimli bir tablo görünmüyor.

15 Ekim 2008

[Binghmaton.edu adresindeki İngilizce orijinalinden Açalya Temel tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]


Santiago Alba Rico

Kapitalizmin krizleri: Demagoji ve gerçekçilik

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) yaklaşık bir milyar insanın açlıktan etkilendiğini ve bu insanların hayatlarını kurtarmak için 30 milyar dolarlık yardıma ihtiyaç olduğunu açıkladığı gün, altı merkez bankası (ABD, Japonya, Kanada, İngiltere ve İsviçre) finans piyasalarına özel bankaları kurtarmak için 180 milyar dolar aktardı.

Böylesi bir veri karşısında, yalnızca iki alternatif mümkün: ya demagog olacağız ya da gerçekçi. Arz talebin doğal kuralını göz önüne alırsak dünyada ekmeğe estetik cerrahiden, sıtma ilacına son moda kıyafetlerden (ve hala ev yapmaya mortgage kredisinden) daha çok ihtiyaç olduğunu söyleyebilirim; ve eğer Avrupa yurttaşlarına ülkelerindeki para rezervlerinin yaşamları mı yoksa bankaları mı kurtarmak için kullanılmasını tercih ettiklerini sormak için “Kantçı bir referandum” önerseydim, hiç şüphesiz demagog olurdum. Sağduyu ve ahlak kurallarına aykırı olarak, bir sigorta şirketini ya da bankacılık sektörünü iflastan kurtarmanın binlerce çocuğa yiyecek sağlamaktan, kasırga kurbanlarına yardım etmekten ya da Dang hastalığını tedavi etmekten daha acil, gerekli, uygun, etkili ve insanlığa daha faydalı olduğunu kabul etseydim gerçekçi olurdum. Şöyle izah edelim: test edilmesine izin verilmeyen bir düzgün döngü demagojidir; izin verilebilir bir alternatifi olmayan sivri bir gaddarlık ise gerçekçidir. İnsan çok şeye ya da az şeye sahip olmak –hatta bir şeylere sahip olma isteğine sahip olmak- için, düzgün döngüleri bir kenara bırakmalı ve sivri uçları kabul etmelidir. Kapitalizmi yöneten örgütlü azınlık –bakanlar, bankerler, çokuluslu yöneticiler, broker’ler (borsa simsarları; ç.n) ve finans medyası- refah zamanlarında Hayek’i kibirle anabilir ve kriz yaklaştığındaysa soğukkanlılıkla devletin müdahalesini talep edebilirler, çünkü dokunulmazlıklarının bizim bağımlılığımızla orantılı olduğunu bilirler.

Bu nedenle, kabul etmeliyiz ki Avrupa yurttaşları farazi bir Kantçı referanduma (bankalar mı yoksa yaşamlar mı), sevdiklerimize sarılmaktan çocuklarımızın gülümsemesine kadar kastettikleri her şeyde ayrıcalığın onlara ait olduğunun farkında olarak, şüphesiz gerçekçi bir biçimde bankalar lehine karşılık verecektir. Bizi yöneten organize azınlık hepimizi esir almış durumda ve eğer onlara gerekli kefareti ödemezsek hepimizi öldürebilirler. Esir alınmış insanlık için, bu şantaja son vermek ve dürüstlüğü, merhameti, duyarlılığı ve dayanışmayı yerine koymak gerçekçidir. Bir sistem ki, işler iyi gittiğinde bir milyar insanı açlıktan öldürüyor, işler kötü gitmeye başladığındaysa kalanı için benzer bir şeyi öngörüyor, bu yalnızca ahlaksız bir sistem değil, aynı zamanda bir ekonomik yıkımdır. Bu anlamda, gazeteci Iñaki Gabilondo haklı, devrimci bir tutumda ve pek çok kişi onu dinliyor. [1] Ama, söylemsel olarak etkili olabilirse de, mevcut durumu Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla bağdaştırmak yanlış olacaktır, çünkü eğer kapitalizm Sovyetler Birliği’nin çöküşü için bir şeyler yapmışsa, (zaten mevcut olmayan) Sovyetler Birliği’nin de kapitalist can çekişme karşısında bir şey yapabileceği söylemek mümkün değildir. Basitçe, kapitalizm işlemiyor. Altı güçlü devletin işbirliği içinde harekete geçtiği, öncülük ettiği, bir araya gelerek ekonomiye bütünsel olarak müdahale ettiği ortak eylemler de var, buna “plan” diyoruz. Marx zamanında kapitalizm “dünyanın bazı bölgelerindeki bir istisnaydı” ve eğer tüm yeryüzünü kapladıysa, bu devletin sürekli müdahalesi sayesindedir, kesintisiz bir “plan”, topraklardan tahliyeler, askeri müdahaleler, korumacı araçlar, darbeler ve uluslararası anlaşmalarla tekrar tekrar uygulandı.

Tarih boyunca hiçbir zaman bir ekonomik deneyim, imha etme gücünün onun üstünlüğünü gösterdiği güçlü araçlar ya da uygun koşullar kazanmamıştı. Son altmış yılda, küresel kapitalizmin için çalışan organize azınlık, serbestçe yorum getiren uluslararası kuruluşların (IMF, Dünya Bankası, DTÖ, G-8 vb.) tümü tarafından hesaplanamaz ölçülerde desteklendi, tüm engellere karşı liberalleştirme politikalarını kabul ettirdi ve dünya çapında ekonomiyi özelleştirdi. Dünyanın bütün güçleri ve kuruluşlarınca desteklenen, korunan, ayakta tutulan, 200 yıllık serbest var oluş sonrasında, bu öldürücü zırvalık, bir milyar insanı açlıktan öldürüyor ve eğer bir şeyler yapmazsak, bu sorumluktan kaçarsak, kalanlarımız da birbirimizi öldürdükten sonra gömüleceğiz.

Görüldüğü kadarıyla bankaları ve sigortacıları kurtarma planı işe yaramıyor. Peki ya yaşamları kurtarmak? O henüz test edilmedi. Kapitalizm ve sosyalizm benzer dünyalarda ya da eşit koşullarda mücadele etmediler, her biri kendine has, steril laboratuarındaydı. Daha doğrusu, sosyalizm tarihsel kapitalizm karşısında ona karşı bir savunma olarak ortaya çıktı ve asla başarısızlığa uğramadı, çünkü kendini bir model olarak ispat edecek desteğe ve araçlara asla sahip olmadı.

Ayrıca hâlihazırda daha umut verici bir durumu az da olsa sezebiliyoruz: sömürgecilik ve azgelişmişlik tarihine kısaca göz attığımızda, sosyalizm Küba için, kapitalizmin Haiti ya da Kongo için yaptıklarından çok daha fazla şey yapmıştır. Eğer biri “tek ülkede sosyalizm”den söz ederse, bu “tek ülkede kapitalizm”in de eşit derecede imkânsız olduğunu unutmaktır ve bu yüzden tüm piyasayı ele geçirmeye ve tüm ilişkileri yeniden üretmeye muktedir güçlü bir uluslararası organizasyon yaratılmıştır. Eğer Birleşik Devletler olanaklarını insan hakları ve sosyal haklar için seferber etmeye karar verseydi, eğer FAO sosyalist Küba tarzıyla yönetilseydi, uluslararası ticaret için model olarak DTÖ değil ALBA modeli geçerli olsaydı, Güney Bankası IMF kadar güçlü olsaydı, zapt edilmez kapitalistler için yapısal uyum programları yürüten tüm uluslararası kuruluşlar kamusal harcamaları arttırmaya, ulusal kaynakları kamulaştırmaya, sosyal hakları ve işçi haklarını korumaya çalışsalardı, altı güçlü ülkenin merkez bankası kasırgadan zarar görmüş bir ülkedeki sosyalizmi korumak için topluca harekete geçselerdi ne olurdu? Organize azınlığın bunun gerçekleşmesine izin vermeyeceğini söyleyebiliriz fakat işe yaramayacağını söyleyemeyiz.

Küba, dünyada konutlarının yüzde 15’i kasırga tarafından tahrip edilen dünyadaki tek ülke, gerçekçilik yaşamları kurtarmak anlamına gelmeyi sürdürüyor ve demagoji ise kardeşinden yiyecek çalmak anlamına geliyor. ABD’de de benzer bir kasırga yaşandığında Teksas Başsavcısının afet kurbanlarını cinsel suçlardan koruma operasyonu düzenlemek için ekonomik yardım talep etmesi bir demagojiydi. Iñaki Cabilondo şimdi ebedi ve doğal olduğunu düşünen milyonlarca İspanyol’a: bankaları kurtarma planının işe yaramayacağını söylüyor. Peki ya yaşamları kurtarma planı? Gerçekçi olmak için tek yol dürüstlük, merhamet ve dayanışma için demagojiye ve suça son vermek.

dipnot:

[1] 10 Eylül 2008’de kendini “ilerici, dijital, periyodik” olarak adlandıran El Plural’ın aktardığına göre, Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) destekçisi ünlü televizyon sunucusu Iñaki Gabilondo’ya göre “Mevcut ekonomik model iflas ediyor.”

http://www.rebelion.org/noticia.php?id=72951&titular=i%F1aki-gabilondo:-%22el-modelo-econ%F3mico-vigente-ha-fracasado%22-

Dün verilen 4. kanaldaki raporda Iñaki Gabilondo’nun dediğine göre, “Endişeli finansçılar durmayacaklar. Piyasaları kurtarmak için devletler harekete geçiyor, fakat piyasalar bir tımarhane, sistemin kökeninde güvensizlik hâkim. Bu şartlarda, önceki koşullara döneceğimiz ya da bunun kolay yoldan sona ereceğini söylemeye devam etmek saçmadır. Böyle bir şeye başlamak imkansızdır çünkü tünelden çıkıldığı zaman asla girdiğimiz yerde olamayız; başka bir yerde başkaları için oluruz çünkü şu anki ekonomik model başarısız olmuştur”

Saygın gazeteciye göre aynı zamanda “Eğer liberalizmin mali devleri kamulaştırmaktan daha büyük bir krizi olursa, bu ABD için de iflas anlamına gelecektir.” Cevap daha net olamazdı: 1989da sosyalizmin çöktüğü gibi liberalizm çöküyor. Bear Stearns, Fannie Mae, Freddie Mac, AIG liberalizmin Berlin Duvarıdır.

“CEOE (İspanya İş ve Sanayi Konfederasyonu) Başkanına göre İspanya’da çok açık biçimde ‘serbest piyasa ekonomisinin bir desteğe ihtiyacı var’. Evet, doğru duydunuz. Günün sonunda yörüngenin sonundaydık, 2000’de patlayan teknoloji balonu Enron olayı gibi belirtilere karşı gereken önemi vermedik. Spekülasyon, boş laf, açgözlülük başlıca düşünme biçimleri, kesintisiz büyümenin gerçekçilik yasalarında yeri yok, fakat ekonomini temel dogması bu. Evet, sona erdi, tünelden ne zaman çıkacağımız sorun değil, fakat çıkacağız ve çıkmalıyız. Bu kriz yalnızca ekonomik değil, ve sonlanmayacak, korumayla tersine çevrilmeyecek.”

24 Eylül 2008

[Rebelion’da yayınlanan İspanyolca orijinali, Tlaxacala tarafından İngilizceye çevrilmiş, Tlaxcala’daki İngilizce çevirisi de Melek Zorlu tarafından Sendika.Org için Türkçeleştirilmiştir]

www.sendika.org

Harold James

Krizin jeopolitik sonuçları

Princeton – Yatırımcıların ve siyasetçilerin kaygılı zihni, Büyük Buhran benzetmelerine takılıp kalıyor. Fakat 1931 dersi, ancak kısmi olarak mâli ve ekonomiktir. 1931 buhranı, jeopolitik bir sahnede oynanan mâli drama olduğu için öylesine büyük ve öylesine yıkıcı yaşanmıştır.

Bugünün tartışmalarından iki şaşırtıcı sonuç çıkıyor fakat içlerinden sadece biri adamakıllı hazmedildi. Birincisi, kamu sektörünün harekete geçmesine ihtiyaç var. İkincisi, böylesi bir hareket, karmaşık bir hareket olacaktır zira küresel bir dünyada yardım ihtiyacı sınırları aşmaktadır.

Birincisi, özel sektör çözümleri denendi ama kısa bir süre içerisinde başarısız oldu. Gerçekten kötü bir krizin temizleyici olması, bu başarısızlığın en büyük avuntusu. Borcunu ödeyemez haldeki işletmeler kapanır gider, kötü krediler silinir ve borç verenler yeni bir güvenle tekrar borç verebilirler.

Goldman Sachs gibi en güçlü Amerikan yatırım bankasından gelen ve ABD Hazinesinin başına geçen Hank Paulson, temizlik kumarını Lehman Brothers'ın gümlemesine müsaade ederek oynadı. ABD'nin iflastan kurtarma kültürüne müsamaha gösteremeyeceğini savundu. Amerikan yönetiminin bu tepkisi, Amerikan ekonomisinin geneli itibariyle sağlamlığına ve Amerikan finans piyasalarının, sağlam işletme uygulamalarını teşhis edebilecek kadar yeterince sofistike olduğuna yorulmalıdır.

Büyük Buhran döneminde Amerikan Hazinesinin başındaki Andrew Mellon, finans sahasında âbidevi bir isimdi. 1929'da menkul kıymetler piyasasında panik çıkması karşısında Mellon'un verdiği hüküm dillere düşmüştü: "İş gücünü tasfiye et, borsayı tasfiye et, çiftçileri tasfiye et...sistemi çürüklerden temizle."

Yüksek riskli bahis, 1929'da olduğundan daha fazla kazandırmadı 2008'de. Aksine, bir kurtarmanın gerçekleşmemesi daha fazla kurtarmayı gerekli kılıyor: şimdi AIG kurtarılmalı, HBOS kurtarılmalı. Bunların son kurtarmalar olması da muhtemel değil. Devrilecek veya kurtarılacak bir sonraki kurumun adının anıldığı listeler uçuşuyor.

Bunaklık alâmeti gösteren böylesi bir mâli sistemde sadece aşağı yukarı sınırsız kaynaklara sahip kurumlar med-cezire kapılmayabilir. Böylesi kurumlar, kendi kendine yeten örgütlerdir; mesela güçlü banka havuzları. ABD Hazinesi 14 Eylül pazar günü, bu tür bir havuz oluşturmaya çalıştı.

Ne ki kendi kendine yetmek, derin bir belirsizlik ikliminde yeterli gelmez. Hükümetler veya merkez bankalarının eyleme geçmesine de ihtiyaç var zira hem büyük hem de yeterince hızlıdırlar. Fannie Mae ve Freddie Mac ve sonra da AIG gibi dev mâli kuruluşların yardımına ancak onlar yetişebilirdi.

İkinci soru ise şu: bu işi nasıl bir hükümet becerebilir? Her hükümetin harcı değildir. Orta çaplı Avrupa hükümetleri muhtemelen orta çaplı kurumları kurtarabilecektir ancak söz konusu olanlar dünya finans sisteminin kalbindeki dev mâli kurumlar ve bu yüzden ateş gücü yüksek her halde iki tane hükümet bulunmaktadır: Amerika ve Çin.

1931'de bu işin üstesinden gelebilecek sınırlı sayıda hükümet vardı. Yaşlı ekonomik güç Britanya, hayli tükenmiş ve başkasına yardım etmeye mecâli kalmamıştı. Dünya rezervleri muazzam bir şekilde ABD'de toplanmaya başlamıştı.

İktisat tarihinin büyük ismi Charles Kindleberger'ın vurguladığı gibi 1931'de dünya çapında etkili olan Büyük Buhrandan akla yatkın çıkış yolu ABD'den birkaç adım ötedeydi. Dünya çapında yapılacak kurtarmaların yükünü omuzlamamak için Amerikalıların ikna edici her tür nedenleri mevcuttu o zamanlar: Avrupa'ya daha çok para göndermek, paraları kanalizasyondan aşağı bocalamaktan farksız görünebilirdi; mâli yıkımı doğuran bir dünya savaşını Avrupalılar yapmamış mıydı hani? Böylesi bir kurtarma hareketi, ekonomik bakımdan uzun vâdeli bakabilen bir aklı gerektirirdi; fakat siyasi bakımdan kısa vâdede getirisi yoktu, başarı şansı olmayacaktı.

Çin, bu yüzyılın Amerikasıdır. Ortadoğu ve bilhassa Çin egemen varlık fonlarının, Amerika ve Avrupa kurumlarının borçlarına el atması sayesinde 2007 yılındaki kredi sıkıntısı, acısız bir şekilde atlatılmıştı. Bugüne ise Çin egemen varlık fonu'nun (China Investment Co.) Lehman Brothers'ı satın almaktan vazgeçmesi yüzünden gelindi. CIC'ın arkasını dönüp gitmesi, tarihin başka bir seyir izleyebileceği bir an olarak değerlendirilecek gelecekte.

Çinlilerin geri çekilmesi için mebzul miktarda sebep olacaktır. Amerika'nın 1931'deki durumuna benzer bir mantık söz konusu. Pekin'de dillendirilen savlar akla yatkın duruyor: Büyük bir belirsizlik mevcut ve egemen varlık fonu büyük miktarlarda para kaybedebilirdi. CIC başlangıçta Lehman'dan para kaybedecekti. Daha duygusal düşünceler de var: 2008, 1997- 1998 Doğu Asya mâli krizindeki Amerikan beceriksizliğinin acısının çıktığı yıldır belkide.

Küreselleşmiş dünya ekonomisinin hayatta kalmasında Çin'in çıkarlarının olduğunu görmek üzereyiz. Siyasi savlar böylesi bir operasyona karşı çıkıyor, 1931'de olduğu gibi. Ekonomik durumun kurtarmayı gerekli kıldığını yalnızca uzak görüşlü kimseler görecektir.

Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın


Joseph Stiglitz
Finansal kriz: İki Yüzlülüğün Meyvesi

O kadar çok felaketle karşı karşıyayız ki, incelemek için hangisini seçerseniz seçin. 1929’daki Wall Street çatırtısı ile karşılaştırılan finansal krizdeki yeni alçalış, finansal kurumlardaki sahtekarlık ve politika yapıcılardaki kabiliyetsizlik düzeninin bir meyvesidir.

Bizler iki yüzlülüğe alışkın hale geldik. Bankalar, düzenlemeye tabi tutulmaları gerektiği önerilerini veya anti-tröst tedbirlerine yönelik herhangi bir hareketi reddediyorlar. Ancak, ne zaman ki sorunlar ortaya çıkıyor, birden bire devlet müdahalesini talep ediyorlar; bunların kurtarılmaları gerekiyor veya batmak için çok büyük ve önemli oluyorlar.

Ancak, er geç her zaman güvenlik ağının ne kadar büyük olduğunu öğreniyoruz. FED ve hazinenin kurtarma konusunda isteğinin limitinin işareti Wall Street’in en önemli isimlerinden biri olan yatırım bankası Lehman Brothers’ın çöküşüyle geldi.

Büyük soru her zaman sistematik risk konusunda yoğunlaşıyor: Bir kurumun çöküşü finansal sistemin hepsini ne ölçüde tehlikeye atabilir? 1994 Meksika finansal krizi örneğinde olduğu gibi Wall Street sistematik riskleri abartmada her zaman çabuk davranır ancak kendi işlemlerinin inclenemesine izin verme konusunda isteksizdir. ABD Hazine Bakanı Henry Paulson geçen hafta mortgage devleri Fannie Mae ve Freddie Mac’e hükümet kurtarışını gerektirecek yeteri kadar sistematik risk olduğu kanısına varırken Lehman için yeterli sistematik risk olduğu kanısına varmadı.

Şu anki finansal kriz güvendeki feci yıkımdan meydana geliyor. Bankalar birbirlerinin borçları ve varlıkları üzerine büyük bahisler oynadı. Karmaşık işlemler riski başka yere taşımak ve varlıkların kaygan değerlerini gizlemek için tasarlandı. Bu oyunda kazananlar ve kaybedenler var. Bu bir sıfır toplamlı oyun değil, negatif toplamlı oyunudur. İnsanlar finansal sistemin aldatıcılığının farkına varıp risk almaktan kaçınınca kayıplar oluşuyor.

Finansal piyasalar güvene bağlıdır ve bu güven erozyona uğruyor. Lehman’ın çöküşü en azından güvendeki yeni düşüşün güçlü bir sembolü.

Güvendeki kriz bankaların ötesine geçti. Küresel bağlamda Amerikan politika yapıcılara olan güvende bir azalma var. Temmuz ayında Hokkaido’da gerçekleşen G-8 toplantısında ABD en sonunda tekrar düzlüğe çıkılacağına dair güven verdi. Haftalardan beri hiç birşey yapılmadı ama hükümet uzmanlarına olan küresel güvensizlik doğrulandı.

1929 Buhranı ile nasıl ciddi bir karşılaştırma yapmamız gerekiyor? Birçok ekonomist çöküşün bu ölçeklerde gerçekleşmesini önlemek için parasal ve finansal enstrümanlara ve anlayışa sahip olduğumuza inanıyor. Hal böyle iken IMF ve Amerikan hazinesi birçok ülkenin merkez bankası ve maliye bakanı ile birlikte, 1998’de Endonezya’yı ekonomik felakete sürükleyen kurtarma politikalarını destekleyebilir. Ayrıca, Irak’taki savaşın kesin şekilde kötü yönetimi idare eden ve Katrina Kasırgası’ndaki afetle mücadeleyi gerçekleştiren hükümetin politika araçlarına karşı inanç duymak çok zordur.

Amerikan finans sistemi; riskleri yönetme ve sermayeyi tahsis etme gibi iki önemli sorumluluğunda çuvalladı. Sektörün tamamı yapması gereken şeyleri yapamadı. Örneğin, faiz oranları yüksekken veya konut fiyatları düşerken evlerinde kalmalarını sağlayacak kritik riskleri yönetmede Amerikalılara yardımcı olacak ürünler oryaya çıkarmak gibi. Sektör şu anda düzenleyici yapısında değişiklikle karşılaşmalıdır. Üzülerek söylemek gerekirse, Amerikan finans sisteminin birçok kötü unsuru – zehirleyici mortgagelar ve onlara neden olan uygulamalar- dünyanın geri kalanına ihraç edildi.

Bütün bunlar inovasyon adı altında gerçekleştirildi ve düzenleyici girişimler inovasyonları bastırıyor iddiasıyla geri itildi. Onların inovasyon yaptıkları doğru, ama ekonomiyi daha güçlü yapacak bir şekilde değil. ABD’nin en iyilerinden ve en parlaklarından bazıları yeteneklerini ekonomide etkinliği ve bankacılık sisteminin güvenliğini sağlayacak düzenleme ve standartlardan kurtulmak için harcadılar. Ne yazık ki bunlar çok başarılıydılar ve bizler – ev sahipleri, çalışanlar, vergi mükellefleri- bedeli ödüyoruz.

(The Guardian, 16 Eylül 2008, Joseph Stiglitz, The fruit of hypocrisy)

Kaynak:ekopolitik.org

Salih MERİÇ
ABD stili kapitalizmin sonu

ABD’de geçen yaz Temmuz ayından itibaren başlayan ipotekli emlak kredisi (mortgage) krizi alınan tüm tedbirlere rağmen derinleşerek ve boyutları artarak devam ediyor ve ABD stili kapitalizmi temellerinden sarsıyor.

200’lerin başından bu yana devam eden ve suni bir balon gibi büyütülen ABD emlak ve konut piyasasında banka ve mali kuruluşlar mortgage kredisi vermek için adeta birbirleriyle yarışmışlar ve sonunda aslında kredi verilmeyecek kişilere de usulsüz krediler vererek zaten patlayacak olan piyasanın temellerine dinamitleri yerleştirmişlerdir. Bu usulsüz kriterlerle kredi verilen kişiler aldıkları milyarlarca dolar krediyi gecen yıldan beri ödeyememeye başlayınca zincirleme reaksiyonda başlamış oldu. Önce küçük bir kaç banka battı ve bu tür kredi veren kurumlar ve Citigroup gibi büyük kuruluşlar muazzam zararlar açıklamaya başladılar, tabii bu döngü başlayınca da ABD’nin büyüme oranı düştü, işsizlik artışa geçti ve enflasyon arttı. Nitekim işsizlik %6,1 ile son 17 yılın en yüksek oranına ulaşmış durumda, Enflasyon ise % 5,9 gibi ABD için rekor bir düzeye ulaştı. Petrol ve gıda fiyatları artışıyla da “Amerikan rüyası”nı yaşamak isteyen milyonlarca insanın günlük hayatı olumsuz etkilenmeye başladı.

ABD Yönetimi ilki yılbaşında 114 milyar dolar, ikincisi ise Temmuz ayı sonunda 170 milyar doları bulan iki ekonomik canlandırma paketi açıklamasına rağmen kriz durmadı. IndyMac adlı bankanın batışı ile 30 milyar dolar uçtu. Eylül ayı başında ise önce Fannie Mae ve Freddie Mac adlı yarı devlet kuruluşu dev mortgage kredisi sağlayıcısı kurumlara el konuldu. Bu kuruluşlara sistemin çökmemesi için el konulduğu ve 300 milyar dolar kaynak aktarılacağı açıklandı. Ardından 158 yıllık yatırım bankası olan Lehman Brothers adlı kuruluş iflas etti, Merrill Lynch gibi sektör lideri Bank of America’ya 50 milyar dolar gibi haraç mezat bir fiyata satıldı. Morgan Stanley, Goldman Sachs ve Washington Mutual’ın da yolda olduğu söyleniyor.

Lehman Brothers olayından sonra Amerikan kapitalizminin merkezi olan Wall Street’te daha önce 1929’lardaki “büyük buhran”dan bu yana görülmemiş bir panik havası başlayınca Başkan Bush, ABD Merkez Bankası FED Başkanı Bernanke ve federal borsa düzenleyici kurluluşu olan “Securities and Exchange Commisson” (SEC) Başkanı Cox birlikte açıklama yaparak sistemin daha kötüye gitmemesi için 500 milyar dolar ile 1 trilyon dolar arasında bir büyüklükte kötü mortgage kredileri yüzünden zorda olan ve likidite sıkıntısı olan tüm bankaları kurtarmaya karar verdi. FED’in son bir yılda aldığı ard arda yedi faiz indirim kararı da piyasayı yatıştırmadı. Şu an ABD’de faiz oranı sadece %2.

Son yardım paketindeki rakamların büyüklüğü oldukça çarpıcı. Türkiye’nin Gayrı Safi Yurtiçi hasılasının 670 milyar dolar olduğu dikkate alınırsa paketin büyüklüğü Türkiye GSMH’sından daha büyük. ABD’nin GSMH’sı ise 13 trilyon dolar, kişi başı millî gelir ise 43 bin dolar. Bu pakette ortaya koydu ki ABD kolay kolay uzun süre sağlam büyümeye geçemeyecek.

Dünya ekonomisinin motoru konumundaki ABD ekonomisinin bu gidişatı tabii tüm dünya borslarını vurdu. Bunun üzerine geçen hafta Perşembe günü ünlü İngiliz gazetesi Financial Times “Amerikan stili kapitalizme elveda” manşeti attı. Bu krizden sonra hiç bir şey aynı olmayacak! ABD düzenleyici kurumları tüm karmaşık ve etkili mekanizmalarına rağmen bu krizde çaresiz kaldı ve beklenen kontrolü sağlayamadı. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” olarak özetlenen liberal ekonomik mantık temelinden çöktü.

Türkiye de bu krizden nasibini alacak ancak 2001 krizi sonrası yapılan yapısal refomlar ekonominin dayanıklılığını ve bu tür şoklara dayanıklılığını artırdı. Borsanın da %70 i yabancıların elinde olduğu düşünüldüğünde etkisi sınırlı olacaktır. Ancak büyüme ve enflasyonda petrol ve gıda fiyatları artışıyla olumsuz gelişmeler beklemek lazım. En önemlisi ise özel sektör ve devlet için artık dışarıdan uygun faizle kredi bulma devri kapanmıştır. Herkes ayağını yorganına göre uzatmalıdır. Öyle görülüyor ki zor günler kapıda!

21 Eylül 2008 Pazar
aktifhaber


Fehmi Koru

Karizma bir kere çizildi mi

03 / 10 / 2008 10:20

Bir süpergüç bu kadar itilip kakılmaya nasıl dayanabilir? 'Süpergüç' olmak, ekonomik ve askerî açıdan başkalarından çok çok üstün olmayı gerektiriyor. Yalnız o kadar da değil; askerî açıdan ve ekonomik olarak başkalarına üstünlük kurabilmesi için, o ülkenin, siyaseten istikrarlı olması da şart. Bugünün dünyasında, demokratik istikrara sahip, askerî gücüyle başkalarına meydan okuyabilen, ekonomisi örnek bir ülke kendisinin 'süpergüç' olduğunu iddia edebilir.
Dev ekonomisi, teknolojiyi iyi kullanan kalabalık ordusu ve her bakımdan iyi işleyen demokrasisi ile ABD, hiç kuşkusuz, dünyanın tek 'süpergücü' idi.
Amerikalı dostlarımız hiç kusura bakmasınlar, George W. Bush'un sekiz yıllık iktidarı sırasında, ABD'nin süpergüç karizması fena halde çizildi. Şu sıralarda yaşananlar, Bush'un giderayak ülkesine yaptığı son kötülükler... 11 Eylül'de ikiz kuleler ile Pentagon'a saldıran uçaklardan daha fazla zarar verdi ülkesine Bush...
Afganistan ve Irak maceralarında yolun sonuna gelindi. İki ülkede de istediği türden düzenleri kurduramadı ABD. Afganistan'da Taliban güçleri Hamid Karzai rejimini devirmek için fırsat kolluyor; Irak'ta ise her şey pamuk ipliğine bağlı. Karizmasını çizdiren ABD, iki ülkede de yeni sıkıntılara kapı aralıyor...
Bir ara bizim gazetelerde vaktiyle 'Vasfi Tembeler' adıyla yayımlanan beceriksiz Amerikan askeri karikatürleri, güncel birer gerçek olarak dünya halklarının zihinlerine kazınıyor.
Bazılarımıza 'sürpriz' gelse bile, gelişmeleri yakından izleyen pek çok ekonomiste göre, ABD'nin şu anda yaşadığı ekonomik kriz, nicedir, “Geliyorum” demekteydi. Aylar önce kendini gösteren 'mortgage krizi' daha büyük bir patlamanın işaret fişeği gibiydi. Dışarıdan sapasağlam görünen o ünlü bankalar ve burnundan kıl aldırmaz finans kuruluşları birer birer döküldü bu süreç içerisinde... Meğer hepsi birer kâğıttan kaplanmış...
Hem askerî açıdan, hem de ekonomik güç olarak ABD'nin 'süpergüç' olma iddiası bir süredir yerlerde sürünüyor...
Bari hiç değilse siyaseten istikrarlı bir tablo çizebilseydi ABD... Son bir hafta içerisinde Washington'da iki partinin sadece kendi çıkarlarını düşünerek oluşturduğu politikalar yüzünden, ABD'nin bir süpergüç olarak portresi, düzeltilmesi çok zor kalıcı darbeler aldı. Küçük çıkar hesapları yüzünden krize karşı alınması gereken tedbirleri partilerin ötelemesi sadece ödenecek faturayı büyütmekle kalmadı, ABD'nin her şeye rağmen istikrarlı çalışan bir demokrasiye sahip olduğu algılamasını da tuzla buz etti.
(..)
Bir süpergücün kendini bu kadar itilip kakılır hale düşürmesi, karizmasını çizdirmesi başka ülkeler için bir fırsat aralığı teşkil ediyor. Özellikle de Türkiye gibi ülkeler için...
f.koru@hotmail.com

Yeni Şafak

Immanuel Wallerstein
Birleşik Devletler’de iç savaş mı?

Tabuların her şekilde yıkılmasına yavaş yavaş alışıyoruz. Dünya basını bankaları “millileştirmenin” iyi bir fikir olup olmadığı tartışmaları ile dolu. Kusursuz pazar kapitalizminin Süperlibertaryan peygamberi Ayn Rand’ın müridi Alan Greenspan bile son olarak bankaları her yüz yılda bir millileştirmenin gerekli olduğunu ve belki de bunun tam zamanı olduğunu söyledi. Muhafazakar Cumhuriyetçi senatör Lindsay Graham da ona katıldı. Sol Keynesyen Alan Blinder bu fikrin artılarını ve eksilerini tartıştı. Eksilerin artılardan biraz daha fazla olduğunu fark etmesiyle, bu konuda New York Times’a yazarak entelektüel enerjisini harcamaktan çekinmedi.

Muhafazakâr çevrelerden gelen millileştirme tasarıları dikkat çekerken, şimdi de Birleşik Devletler’de bir iç savaş olasılığına ilişkin tartışmaları duymaya başladık. Antikomünist ideolojinin havarilerinden, Başkan Carter’ın güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski 17 Şubat sabahı bir talk-show’a katıldı. Kendisinden, önceden vurguladığı Birleşik Devletler’de sınıfsal çatışma ihtimalini, dünya çapındaki ekonomik çöküş çerçevesinde değerlendirmesi istendi.

Brzezinski, durumdan üzüntü duyduğunu çünkü “milyonlarca işsiz insanın zor günler geçirdiğini” söyledi. Bunlar, “sıra dışı bir servetin Amerikan tarihinde görülmemiş düzeyde, birkaç kişinin elinde toplandığını” fark etmiş olan insanlardı.

Brzezinski dinleyicilere 1907’deki büyük bankacılık krizinde, ünlü finansçı J.P. Morgan’ın bir grup zengin finansçıyı evine davet edip kütüphan
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Ksm 04, 2008 5:23 pm    Mesaj konusu: Kapitalizm Çöktü... Devletlerini de Biz Çökertelim! Alıntıyla Cevap Gönder

Üretmek, tüketmek, yok etmek!
Fikret Başkaya
28 Haziran 2014



Neoliberal küreselleşme çağında tüm toplumlar daha çok üretime ve daha çok tüketime kilitlenmiş durumda. Üretim artarsa, ekonomi büyürse işlerin yoluna gireceği söyleniyor. Lâkin her üretim artışının sonunda beklenen sonuç ortaya çıkmıyor, işler daha da sarpa sarıyor. Kapitalist ürettiğine değil, üreteceğine bakar. Gözü ürettiğini görmez. Onu önündekine değil de ilerdekine, gelecektekine baktıran da çılgın rekabettir. Aslında kapitalist, “ileriye doğru kaçmaya mahkûm” bir bireydir ve bu yüzden de bireysel iradesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Rekabet onu her seferinde daha çok üretmeye mecbur eder. Zira daha çok üretemez ise, daha büyük bir artı-değer kitlesine el koyamaz ise, toplam artı-değerden daha büyük pay alamaz ise, rakipler tarafından yutulur, alan dışına itilir, yarışı kaybeder. Tabii daha çok üretmek de, daha çok satmakla mümkündür. Kapitalizm koşullarında bu işi başarmanın yolu, kapitalizmin kendi suretinde bir insan yaratmasından geçiyordu. Ancak o zaman insanlara ihtiyaçları olmayan şeyleri satmak mümkün olurdu. Şimdilerde çok sayıda gereksiz, dahası zararlı şeyin üretiliyor ve satılıyor olmasının sırrı orada yatıyor.

Bir insan ihtiyacı olmayan şeyleri satın almaya, her seferinde daha çoğunu satın almaya nasıl ikna edilebilir? Eğer refahın ve mutluluğun daha çoğa sahip olmaktan geçtiğine inanırsa... Refah ve mutluluğa ulaşmanın daha çok maddi şeye sahip olmaktan geçtiğine dair bir yanılsama içindeyse. Tabii, kapitalizm dahilinde herkesin üretilen ve satılan her şeye sahip olması mümkün değildir. Zira birilerinin (azınlığın) daha çoğa sahip olması için, başkalarının (çoğunluğun) satın alamaz duruma getirilmesi gerekiyor. Sistemin işleyişinin bir sonucu olarak, zenginlik giderek küçük bir grubun elinde toplanıyor. Çoğunluk yeterli bir gelire ve dolayısıyla satın alma gücüne sahip olamıyor. Netice itibariyle, toplum çoğunluğu sürecin dışına atılıyor. İşte üretimin her seferinde “lüks mallara”, gereksiz ve zararlı şeylere yönelmesinin, insanların da ihtiyaçları olmayan şeyleri satın almasının sebebi bu. Ve sonuç ortada: Bir tarafta en hayati ihtiyaçlarını karşılayamaz durumda olan, açlıkla, yoksullukla cebelleşen, sefalet ortamına itilmiş milyarlarca insan, diğer tarafta dünyanın zenginliğine el koyan ve yön veren dar bir küresel oligarşi ve çevresi ve onu taklit edebilen bir küresel orta sınıf... İşte “büyüme”, “kalkınma”, “ilerleme”, “demokrasi’, “hukuk devleti”, “hukukun üstünlüğü”, “insan hakları”, vb. dedikleri böyle bir şey...

Fakat hepsi bu kadar değil, aşırı düzeyde zenginlik ve yoksulluk üreten ve aradaki uçurumu derinleştiren bu süreç, bir de ekolojik bozulmaya neden oluyor. Başka türlü ifade edersek, insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehlikeye atacak düzeyde canlı yaşamın temelini aşındırıyor. Her geçen gün sosyal mahiyetteki sorunlar büyüyor, ekolojik riskler derinleşiyor ve insanlara “ilerde” işlerin yoluna gireceği” söyleniyor... Ve hedef ufukta bir çizgi gibi uzaklara kayıyor... Küresel oligarşinin adamları ve onların uzantıları ve müttefikleri olan “yerel” mülk sahibi sınıfların sözcüleri, “yoksulluğun kökünü kazımaktan” söz ediyorlar. En son verilen tarih 2015’ti ve 6 ay sonra doluyor. Lâkin vaad edilen sürede yoksulluk daha da artmış bulunuyor. Hem neoliberal çılgınlık, saldırganlık ve küstahlık pupa-yelken yol almaya devam edecek, her şey özelleştirilecek, metalaştırılacak, parayla alınır-satılır hale gelecek ve hem de yoksulluğun kökü kazınacak! Bu, insanlarla alay etmek değil midir? Eğer gerçekten yoksullukla mücadele diye samimi bir kaygı olsaydı, açlık 6 ay içinde insanlığın gündeminden çıkardı. Zira dünyada akıl almaz bir “zenginlik” stoku var. Ve yapılacak iş de çok basit... Nasıl, bir zamanlar kölelik yasaklanmıştı, o zaman hemen yoksulluğu da yasaklarsınız, aşırı gelir dağılımı adaletsizliğine son verirsiniz, olur- biter. Herkesin olan, hepimizin olan, toplumdan gasp edilen, asıl sahiplerine iade edilir! Birilerinin yoksulluğu, başkalarının herkese ait olana ve olması gerekene el koymasının sonucu olduğuna göre... Daha önce de yazdım, eğer dünyadaki zenginlik [gelir] eşit bölüşülseydi, her dünyalıya günde 19, ayda 570, yılda 6840 euro düşecekti. Bu 5 kişilik bir aileye yılda 34 200 dolar [yaklaşık 95 760 TL] düşecek demektir... Öyleyse neden yoksullukla mücadele söylemi hep gündemde? Böylece küresel oligarşi ve bir bütün olarak yeryüzünün egemenleri kendi konumlarını “meşrulaştırmak” istiyorlar. Asıl amaç asla yoksullukla mücadele değil... Amaç oyalamak için aldatmak... Bu nedenle, “yoksullukla mücadele söylemi” yoksullar cephesini değil, zenginler taifesini angaje ediyor!

Aşırı üretim ve tüketime endeksli geçerli neoliberal kapitalist işleyiş, akıl almaz bir israf ve yok etmek anlamına geliyor. Sistemin mantığının ve işleyişinin bir gereği olarak, satın alınan malların ve hizmetlerin sürekli yenilenmesi ve yenilenme hızını artması gerekiyor. Bu amaçla da reklamlar devreye sokuluyor. Tabii medyanın ve moda endüstrisinin rolünü de unutmamak gerekir. Aksi hale sistemin işlerliği mümkün olmazdı. Satın alınan şeyler, eskimeden kullanımdan düşüyor, normal ömrünü doldurmadan çöpe atılıyor. Bu amaçla modeller sürekli olarak yenileniyor. Ürünlerin, eskime/demode olma ömrü önceden, üretim aşamasında programlanıyor. Bir ürünün ne kadar zamanda kullanılamaz hale geleceğine üretici şirket karar veriyor. Buna “programlanmış eskime” deniyor... Bir insanın sapa sağlam bir aleti, kullandığı bir nesneyi atıp, yenisini alması, bu tür bir saçmalığa tevessül edebilmesi ancak düşünme yeteneğini yitirdiğinde, sorumluluk duygusundan arındığında mümkündür. Yedek parça üretimi bilinçli olarak savsaklanıyor ve yedek parçaya ulaşım zorlaştırılıyor. Dört yaşındaki arabasını yenileyen birine: “Neden böyle bir şey yaptığını” sorduğumda, “bundan sonra çok masraf çıkarır...” cevabını vermişti... İnsanlar öyle bir reklam bombardımanı altında, öylesine reklam kölesi olmuş durumdalar ki, elindekini atıp yenisini almadan edemiyor... Buna çöpe atma-satın alma refleksi de diyebilir siniz... Yani tam bir “şartlı refleks hâli”! Her yıl cep telefonunu değiştirmenin mantığı nedir? Her üç-dört yılda yeni bir araba satın almak ne anlama geliyor? Kapitalist sistem insanı insanlıktan çıkarmış durumda. Yepyeni pencere perdeleri neden değiştirilir? Ortalama insan, artık ne yaptığını, yaptığının ne anlamıma geldiğini bilmiyor. Bir şey üretmek için hammadde, enerji ve emek gerekir ve bir şeyi kullanım ömrü dolmadan çöpe atmak, hammadde, enerji ve emek israfı demektir. Daha da ötede doğayı kirletmektir. Her yıl çoğu plastik su ve süt şişesi olmak üzere doğaya 260 milyon ton plastik atık (çöp) atılıyor. Bir plastik torbanın ortalama kullanım zamanının 12 dakika olduğu tahmin ediliyor, lâkin toprakta çözülebilmesi için 400 yıl gerekiyor... Ve yerin altından çıkarılan madenler, enerji kaynakları, topraklar, vb. sınırsız değil. Bu tempoyla kullanım devam ederse [zira genel eğilim daha da artacağını gösteriyor], bu saçmalık daha ne kadar sürdürülebilir ?

O halde bu sefil durum nasıl mümkün oluyor? Değirmenin suyu nereden geliyor ve yapılanın anlamı nedir? Malûm, üretmek ve tüketmek aynı zamanda yok etmektir... Emperyalist oligarşinin ve “yerli oligarşilerin” bu şımarıklığı ve hovardalığı, şimdilerde Güney denilen dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerin doğal kaynaklarının ve emeğinin aşırı sömürüsü ve yağması sayesinde mümkün oluyor. Ve bu yeni ortaya çıkmış bir durum da değil... Kristof Kolomb’un macerasına kadar gerilere gidiyor. Eğer yoksul ülkelerin madenlerine, enerji kaynaklarına, emeğine, tarım ürünlerine, emperyalist devletler ve onların çokuluslu şirketleri tarafından yok pahasına el konmasaydı, bu günkü üretim ve tüketim çılgınlığı mümkün olur muydu? Gardroplar yılda bir kaç defa yenilenir miydi, cep telefonları, araba modelleri, vb. bu kadar hızlı değişir miydi? Bir cep telefonunun bir buzdolabından daha çok enerji tükettiğini biliyor musunuz?

Eğer Güneyin doğal kaynaklarına, maden ve enerji varlığına, biyolojik çeşitliliğine Batı tarafından el konulmamış olsaydı, topraklarında neyin nasıl yetişeceğine emperyalist odaklar karar vermeseydi, söz konusu ülkeler kaynaklarını kendi refahları ve kalkınmaları için kullanmış olsalardı, bu günkü saçma üretim ve tüketim çılgınlığı mümkün olur muydu? O ülkelerin onca insanı açlık ve yoksullukla cebelleşir durumda olur muydu? Mallar bu kadar ucuza üretilebilir ve bu kadar ucuza satılabilir miydi? Dünyanın beşinci büyük çokuluslu şirketi oyan Total, ortaklarına yılda 10 milyar dolar kâr payı dağıtıyor. Bu rakamın bir çok ülkenin milli gelirinden fazla olduğunu unutmamak gerekir. Bu şirket eğer Kongo’nun, Gabon’un, Nijerya’nın petrolünü, Birmanya’nın doğal gazını, vb. ve diğerlerinin enerji kaynaklarına el koymamış olsaydı, bu mümkün olur muydu? Eğer bu şirket, o ülkelerin yöneticilerini satın almamış olsaydı, bu talan mümkün olur muydu?

Oldum olası ucuza üretip, ucuz satmak bir marifet sayılıyor. Bir şeyi “ucuz üretmenin” ve “ucuza satmanın” ne demeye geldiği neden hiç bir zaman tartışma konusu yapılmıyor. Ucuza üretmenin ne demeye geldiğini merak edenler Soma’ya baksınlar. ABD’nin, Avrupa’nın, Japonya’nın, bir bütün olarak sanayileşmiş ülkelerin II. Dünya savaşı sonrasındaki ekonomik başarısı, yoksul (yoksullaştırılmış demek daha doğru) ülkelerin petrolünü, stratejik öneme sahip madenlerini ve biyolojik çeşitliliğini sudan ucuza kullanmaları sayesinde mümkün olmuştu... Üçüncü Dünya ülkelerinin o zamanki yöneticileri, yağma ve talanı sınırlama girişiminde bulunduklarında başlarına neler geldiğini meraklılar biliyor...

Tuhaf bir şekilde “ucuza üretme” adına insanlar aşırı sömürüye maruz bırakılıp, yoksullaştırılıyorlar. Aslında ucuza üretmek kârı büyütmektir. Kapitalizm dahilinde ucuzun öteki adı yüksek kârdır... Kârın büyüyebilmesi için ücretlerin olabildiğince düşürülmesi gerekir. Sonuçta geniş emekçi kesimler yoksullaşıyor ve üretilen “ucuz” malları satın alamaz hale geliyor. Bu sefer de bankalar devreye girip insanları borçlandırıyor. Şu ünlü “tüketici kredisi”... Ve herkesin cebinde bir kaç kredi kartı... Fakat gözden kaçan bir şey var, insanlar karınlarını doyurmak için bile bankalar tarafından rehin alınıyorlar ama üretilen gıda maddelerinin yaklaşık yarısı çöpe atılıyor... Ve bu skandal nedense pek tartışma konusu yapılmıyor! Velhasıl dünya nüfusunun %20’sinin maddi refah içinde yüzebilmesi, geri kalan %80’nin yaşam için gerekli şeylerden mahrum olması sayesinde mümkün oluyor!

Aslında durum çok açık ve çözümü de sanıldığı kadar karmaşık ve zor değil. İşlerin sarpa sarmasının, insanlığın bir bütün olarak sayısız sorunlar, kötülükler, riskler, belirsizliklerle yüz yüze gelmesinin, yaşamın anlamsızlaşmasının ve gezegen riskinin ortaya çıkmasının biricik nedeni, herkesin olana, herkesin olması gerekene birileri tarafından el konulmasıdır. Şimdilerde “Büyük İnsanlık” küresel bir çitlemeye maruz bırakılmış durumda. O halde bu yanlış, haksız ve mantıksız durumu aşmaktan başka çare yok. Yoksullaştırılmış çoğunluk maruz kaldığı bu adaletsizliği hiç bir zaman kabullenmedi. Zaten öyle bir şey eşyanın tabiatına de aykırı olurdu. XVII. yüzyılda, İngiltere’de ortak topraklara (common land) yeni yetme kapitalistler tarafından el konulduğu ünlü çitleme yıllarında, halkın itirazı bir anonim şiirin birinci dörtlüğünde şöyle ifade edilmişti:


Çaldı diye herkesin olan kazı

Adamı asıp kırbaçladılar kadını

Saldılar lâkin zalimin büyüğünü,

Herkesin olanı kaz kafalıdan çalanı (1)

Gerçi itiraz hiç bir zaman eksik olmadı ama geride kalan dönemde bu yanlış ve haksız durumu düzeltmek de mümkün olmadı. Şimdi bu işi başarmayı zorunlu kılan başka bir neden de söz konusu: Vakitlice bu yanlış düzeltilmez ise, insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmayabilir. Zira, toplum-doğa metabolizması artık sorunlu hale gelmiş bulunuyor. Başka türlü söylersek, kapitalizm dahilinde insan toplumlarının etkinliği, doğanın kendini yenilemesine mâni.

-------
(1) Çeviri, Aydın Ördek tarafından yapılmıştır

Kaynak: http://www.ozguruniversite.org/index.php/fikret-bakaya/guenluek/1542-ueretmek-tueketmek-yok-etmek

Masal bitti: 'Hasta adam'lar çoğalıyor!
İbrahim Karagül
20 Nisan 2011



Kredi derecelendirme kuruluşu Standard&Poors, ABD'nin kredi notunu durağandan negatife çevirdi.

Dünyanın ekonomik devi, beyni, 2009 kriziyle sarsılan gücünün duraklama dönemine girdiğini, artık güvenilir bir ekonomi olmadığını, giderek içe kapanmak zorunda olduğunu, süper güç masalının sonuna gelindiğini az çok biliyorduk.

Ama artık bu masalın bittiğini söyleyebiliriz. Siyasi, askeri, teknolojik ve ekonomik açıdan "gücüne erişilemez" dev, çaresizlik içinde kıvranırken, deprem Avrupa'yı da sarsmaya başlarken bizler tarihsel bir kırılma yaşandığına, güç kaymalarının zorunlu olduğuna, küresel güç dengesinin değişeceğine dair tartışmaları Türkiye'ye taşımaya çalışıyorduk.

Öyle de oldu... Önce ABD'yi vuran deprem sonra Avrupa'yı dağıttı. Avrupa Birliği projeleri, süper Avrupa fikri zayıfladı. AB ülkeleri, "herkes başının çaresine baksın" diyerek birlik ruhunu hızla terketti. Son on yılda, bütün birikimlerini, değerlerini hızlı bir şekilde terk ettiği gibi... Çaresizlik, çözümsüzlük derinleşti. Güçlü ekonomileri, bırakın diğer üyeleri kurtarmayı, kendilerini kurtarma telaşına düştü. Birlik düşüncesi, jeopolitik hedef olmaktan çıkıp kültürel, içe kapanmacı, diğerlerini düşman bilen bencil bir boyut aldı.

Bugün Yunanistan, İspanya ve İrlanda'yı batıran, İspanyayı batırmak üzere olan, İngiltere'yi "Avrupa'nın hasta adamı" haline dönüştüren kriz, kısa süre sonra bütün kıtada sosyal patlamalara, aşırı sağın yükselişine hatta yeni bir ırkçılık dalgasına kadar uzanacak bir tehdit haline geldi. Artık Avrupa'nın, kendini düşünmekten dünya ile ilgilenecek mecali kalmadı. Yakın gelecekte bir çıkış yolu da görünmüyor.

ABD de aynı durumda. Artık sermaye de vizyon da bu ülkelerden kaçıyor. Başka adreslere, iklimlere yöneliyor. ABD'nin kredi notunun negatife çevrilmesi, aslında gecikmiş bir tespit. 2009'da bu yapılmalıydı ve gerçek de buydu. İki kıta da durgunluktan gerilemeye doğru hızla güç kaybediyor. Bu aşamada neler olur?

İşte burası önemli. Bırakalım küresel vizyonları, dünyaya öncülük etmeyi, bu ülkeler dünya için dehşet bir tehdide dönüşebilir. Çaresizlik, yeryüzünün kaynakları üzerinde hiç görülmemiş talana, kavgaya, savaşlara neden olabilir. Kaynak ve gıda savaşları insanlık tarihinin en hazin sayfalarını aralayabilir.

Bunlar kimseye şaşırtıcı gelmesin. Büyük savaşlara, buhranlara bakın. Hepsi benzer gerekçelerle başlamadı mı? İnsan ırkının yaşadığı en büyük trajediler açgözlülükle başlamadı mı?

Kuzey Afrika'dan Orta ve Doğu Asya'ya uzanan kuşakta başlayan, genişleyerek büyümesi beklenen değişim ve arayışta bu çaresizliğin etkileri çok fazla. Bu ülkeleri varolan ekonomik sisteme entegre etmek ve kaynaklarını denetim altına almak büyük krizden çıkış arayanların hedeflerinden biri. Mesela Libya'nın tam bağımsız merkez bankası gibi. Direnişçilerin yaptıkları ilk iş Bingazi'de bir Merkez bankası kurmak oldu. Size de tuhaf gelmiyor mu?

ABD'nin krizi öncelikli güvenlik tehdidi ilan etmesi aslında bütün bu açıklamaları içeriyor. İlk kez böyle bir şey oldu. Ne İslamcı tehdit, ne Çin ne Batı medeniyetine yönelen tehditler. Onlar için tek tehdit algılaması vardı o da kriz.

16 istihbarat kuruluşundan oluşan ABD Ulusal İstihbaratı, bu tehdidi şöyle açıklamıştı: "Zaman en büyük düşmanımız. Krizden çıkış ne kadar uzun sürerse, ABD'nin stratejik çıkarlarına zarar verme gücü o kadar yüksek olacaktır. Kriz dünyanın dörtte birinde istikrarsızlığa yol açacaktır. Mevcut rejimi tehdit eden risk faktörleri artmaktadır. Çöküşten kurtulamayan ülkeler yıkıcı korumacılığa yönelebilirler..." ABD için kriz artık bir rejim meselesidir...

Uzun zamandır krizin siyasal, toplumsal sonuçlarına, dünya genelinde yol açacağı jeopolitik güç kaymalarına hatta harita değişiklikleri ihtimaline dikkat çekiyoruz. Küresel hal alsa da, krizin nihayetinde en büyük zararı merkez ülkelere vereceğini, bu ülkelerin güçlerinde ve etkinliklerinde ciddi daralma yaşanacağını, özellikle Amerika'nın küresel liderlik rolünde ciddi gerileme söz konusu olacağını, bugünkü ekonomik sistemin açıklarını kapatmakla krizin sona erdirilemeyeceğini, İkinci Dünya Savaşı sonrası sistemin çöktüğünü, yeni güç dengelerinin oluşacağını, bu değişimin çok ciddi bölgesel çatışmalara yol açacağını, kaynak ve ticaret savaşları döneminin başlayacağını ısrarla vurguladık. Hala aynı kanaatteyiz. Yeni güçlerin, aktörlerin tarih sahnesine çıkacağına inanıyoruz.

"Krizin üstesinden gelindi" iyimserliklerine hiçbir zaman inanmadım. İyimserlik pazarlanıyor, psikolojik bir operasyon yürütülüyor sadece. Şimdiye kadar çözüm yolunda hiçbir esaslı adım atılmadı. Sadece ürkütücü sonu biraz erteleyecek tedbirler alındı. Trilyon dolarlar merkez bankalarından piyasaya akıtıldı. Sonuç? Hiçbir şey...

Para akıtılan yerler, mekanizmalar zaten krizin sorumlusuydu. Vergiler aynı yerlere gidiyordu. Bunun sosyal sonuçları üzerinde de duruldu. ABD ve bazı Avrupa ülkeleri olağanüstü hal yasalarını revize ettiler. Ürkütücü düzenlemeler içeren bu hazırlıklar aslında onları nasıl bir gelecek korkusunun sardığına da işaret ediyordu.

Krizin jeopolitik çözülmelere yol açacağına yönelik inancımız giderek güç kazanıyor. Bu çözülme, sadece Ortadoğu coğrafyasında olmayacak. Arap Baharı'nın mimarları gibi görünenlerin çok yakında Avrupa başkentlerinde aynı öfkeyle yüzleşeceklerini şimdiden söyleyelim.

Kahire'de, Şam'da, San'a da sokakları saran ateş, yarın Paris'te, Londra'da, Marsilya'da, ABD kentlerinde de görülecek. Asıl rejim değişikliği o zaman olacak...

Yeni Şafak

Kapitalizm Çöktü... Devletlerini de Biz Çökertelim!
SEZAİ KIRLANGIÇ

Çöken sadece kapitalizm değil, onunla birlikte gelen yaşam biçimi, üretim biçimi, tüketim biçimi ve inançtır. Çöken sadece kapitalizm değil, son 400 yıldır tüm dünyayı kasıp kavuran insanlık düşmanı, tabiat düşmanı barbar Batıcılık ve sömürgecilik anlayışıdır. Çöken sadece kapitalizm değil, beraberinde besleyip büyüttüğü, cemiyete has sermayeyi urlaştırma ve kanser etme pahasına oluşturduğu ‘çok uluslu karunlar’dır.

Çöken sadece kapitalizm değil, son dört yüzyıldır milletlerin üstüne estirdikleri soykırımcı ve yağmacı terörist faaliyetlerin odaklandığı, devletleştiği ABD özelinde ki ‘Deccaliyet’tir, şeytancılıktır. Çöken sadece kapitalizm değil, devletleri, milletleri, toplumları, aileleri parçalamak, bölmek, yönetmek ve sömürmek esasına dayanan çekirdek aile endüstrisidir. Evet, batı kendine has sömürgeci tavrının ‘bumerang etkisi’ne maruz kalması sonucu çökmektedir, çökmüştür. Afganistan, Irak, Somali, Darfur, Bosna, Çeçenistan bu etkiyi açığa çıkarmış olmanın, derinleşmesini sağlamanın ve ulvileşen bir heyacanla ‘dönüşümü’ kolaylaştırmanın haklı onuruna sahiptirler. Bu haklı onuru elde edişlerini Emperyalizme karşı direnişlerinde, yabancı sermaye işgaline karşı duruşlarında, çok uluslu şirketlerin küreselleşme- globalleşme tuzaklarına düşmeyişlerinde ve her ne şekilde olursa olsun her şartta Batı ve Batıcılığa karşı savaşılabileceğini göstermelerinde aramak gerekir.

Onca işbirlikçi tedarikine ve teknolojik üstünlüğüne rağmen Batı, bu çıplak ‘İNSAN’ın taarruzları karşısında tükenme aşamasına gelmiş ve ‘İNSAN’ karşısında yenilgisini kabul etmek zorunda kalmıştır. Tarihin sonu misali müjdeledikleri Neoliberal yapı ‘İNSAN’ tarafından ilgi görmemiş, maddi refah sömürgeciyi bile mutlu etmemiştir. Evet; sömürgecinin ekonomik sistemi kapitalizm çökmüştür ve çöküşün meydana getirdiği dalgalar boyunca nizam vermeye çalıştığı her kurum, her faaliyet ve oluş da çökmüştür, çökmek üzeredir. Bu yüzden hiç vakit kaybetmeden, toparlanmasına fırsat verilmeden, son ve som tekmeyi, en yüksek dozda en ağır darbede ‘ortak acıları olan’ antiemperyalist unsurlar vurmalıdır.

Ve yine aynı unsurlar bir daha köleleşmemenin, sömürgeleşmemenin temel yapısını oluşturacak olan ‘tatbik fikir’ etrafında örgüleşmelidir. Son günlerde meydana gelen iç ve dış mihraklı olaylar her ne sebeple ve her kimden destekli olursa olsun, ülkemizin kendi içinde kaynamasına, kendi problemleri arasında boğulmasına ve lüzumsuz etnik ve siyasi kargaşalar arasında hakiki kurtuluşun yitip gitmesine bu manada global kapitalizmin toparlamasına ve sömürgenin hegemonyasının sürmesine sebeb olacağından dikkatlice değerlendirilmelidir. Globalizma Karşıtlığı ya da Global Başkaldırı

1) Başlığımız etrafında mevzuumuzu şekillendirmeye başlamadan önce zikretmemiz gereken terkib üstü bir hakikat var. Fikir ve aksiyonun bir arada zevk idraki halinde arzı endam ettiği bir veliye ait bir menkıbe… Aynı zamanda urlaşmış sermayenin ve tekelleşme sonucu gelen fahiş fiyat endeksinin neye sahip olununca alt edileceğini ve yine aynı urlaşmış sermayenin ‘topluluk’ hakikati p e r s - pektifinde hangi nitelikleri kuşanınca dışa atılacağını işaretlemesi bakımından bir reçete hükmünde menkıbe. “Tasavvuf deryasının incilerinden ‘Risale-i Kuşeyriye’ isimli kitapta İbrahim Ethem Hazretlerine ait bir menkıbeye rastladım.

Tac ve tahtını yele ve nefsini Allah’a vermiş büyük velî, şöyle bir sual karşısında kalıyor. – Et pahalılandı; ne yapacağız şimdi? Velî cevap veriyor: - Öyleyse çok ucuzladı demektir! Satın almaz ve yemezsiniz olur biter; değeri sıfıra kadar düşer.’(…) İktisat ilminin üretici ve tüketici arasında ‘arz ve taleb’ diye isimlendirilen temel faktörü, üreticiden ve aracıdan gelmesi mümkün her türlü zalim davranışa karşı gereken mukavemet gücünü tüketiciden beklerken, onun toplu direnme ve dayanışma duygusundan mahrumluğudur ki, başımıza bu hâli getiriyor ve devlet gözü önünde bizi talan ediyor.”

2) Keyfiyet sahibi insanların, kemiyette çok keyfiyette zayıf insanlara üstün oluşu hikmeti çerçevesinde; Global Kapitalizma’ya ve onun sömürgeciliğine karşı çıkmak keyfiyet, şahsiyet ve sadakat sahibi insanların birlikleri sonucu kemiyete yön vermeleri, onları ‘hakikî’ birer ‘insan’ muamelesine tabi tutmaları ve devletleşmeleri ile mümkündür.

Bu kuşatıcı hakikati ifade ettikten sonra global kapitalist saldırılara karşı savunma ve taarruz gösteren anlayışlara, ideolojilere geçebiliriz. Solun bakışı; bir kısmı kapitalist zihniyete karşı oluştan ve özel m ü l - kiyeti kabul etmey i ş t e n kaynaklanan bir peşin fikirle tümden reddetmekte, diğer bir kısmı ise hem birinci gibi reddetmekte hem de zımnen olumlu görüp bunu komünist sisteme geçmek için ciddi bir aşama olarak görmektedirler. Küresel kapitalizmin sembollerine ve yine küresel kapitalizmin insanı yok edici politik, ekonomik, kültürel etkilerine karşı çaplı bir karşı çıkış yapmamış, aksine küresel kapitalistlerin yayılmacılığını kolaylaştırıcı ‘yerel aktörlere, yerel değerlere, yerel yaşam biçimine’ karşı mücadele etmiştir.

Sol bu manada emperyalizmin kaynağına karşı ciddi bir eylemlilik içerisine girmemiş ve Fransa, Davos’ta vb yerlerde düzenlenen uluslararası ekonomi devlerinin toplantılarında salt ‘sözlü protesto’dan ibaret davranış içerisine girmişlerdi. Oysa İslâmî gruplar Global sermaye karşıtlığını ve yapılması gerekeni, canları pahası 11 Eylül Dünya Ticaret Merkezi taarruzu ile bütün dünyaya göstermişlerdi. Milliyetçi bakışı; yerel değerlerin, milli unsurların muhafaza edilmesi ve yabancılaşma şeklinde zuhur eden ulusal sermayenin yok edilişini kabullenmemesi dolayısıyla Global sermayenin imha edilecek hedefleri arasındadır.

Milliyetçi unsurlar her ne kadar kendilerine bu reva görülse de kendilerini “uygar” (!) dünyanın (global kapitalist) dışında görmek istemezler, bu yüzden kerhen bir karşı çıkışları söz konusudur. İslâm bağlısı grupların görüşü; bir kısmı kendilerine sağlanan bal kokusu verilmiş sahte bir İslâmî yaşam biçimini yeterli görmüş, şeriatsız, tasavvufsuz, cihadsız Ilıman İslâm adını verdikleri neo-liberal bir anlayış ile İslâm’ın temel hakikatlerine zıt (Kelime’i Tevhid, faiz, zina, rüşvet vs.) yeni bir hayat tarzını benimsemiş, bir grup ise kendisine gerçekleştirilen maddî-manevî saldırılara karşı mücadele zemini meydana getirmiş, bir fikre muhtaç fakat maddî-manevî büyük fedakarlıklar ile global kapitalizmin işkencelerine, işgallerine karşı savaş alanı oluşturmuş, bir diğer grup ise kurtuluşun, pazarlıksız Allah ve Resûlü demekte olduğunu ve yine bu kavganın kime karşı olduğunu ve ne istediğini bilen, nasıl yapacağını bilen ve bunun için elinde ‘tatbik fikri’ olan, fikir ve aksiyonu bir arada götüren münevverlerin görüşüyle hareket sahası oluşturmuştur. Bütün bunların yanında kapitalist ideolojinin yaygın olduğu Hıristiyan dünyasında da şiddetli tepkilere sebeb olmaktadır.

Bunun en başında işsizliğin, fuhşun, aile parçalanmalarının, askerî operasyonların çoğalması ile meydana gelen toplumsal rahatsızlık, yok edici ve nefretle karşılanıcı bir öfke boşalması şeklinde zuhur etmektedir. Bunun en bariz örneği 11 Eylül taarruzunda İkiz Kuleler’in yıkılışını büyük bir zevk ve neşe ile seyreden Amerikalıların takındığı tavırdır.

Tatbik fikir, doğru düşünce olmadan düşünme faaliyeti olmayacağı hikmeti… Doğru düşünce olmadan doğru tek adım bile atılamayacağı hakikati… Global Kapitalist düşünce yerine yine Global bir düşünce sistemi… Ancak birincinin insanı, tabiatı ,ruhları tahribatına, karşılık, insanı, tabiatı, hayatı muazzam bir ahlâkî anlayış ve ekonomik kuşatma ile sarmalayacak, en küçük bir ferdinin veya parçasının bile zarar görmeyeceği bir düşünce sistemi. Global çapta bir inkılâp, global çapta bir başkaldırı… “Yanlış ekonomik ve kültürel temellere dayalı adaletsiz küreselleşmeye direniş, Korten’in de söylediği gibi, tek başına kaybeden bir stratejidir. Direnişin önüne çözüm koymak gerekmektedir. Bize göre mevcut tahribatı önleyecek gündelik direnişler sürerken onun önüne bir düşünce devrimi koymak gerekmektedir. Çünkü bugünkü adaletsiz küreselleşme düzeninin kökleri, Kartezyen düşünce sisteminden beslenen Batı’nın mekanik dünya yaklaşımına uzanmakta ve oradan beslenmektedir.

Mevcut yanlış dünya düzenine alternatif ararken ilk yapılacak şey, yanlış dünya düzeninin Kartezyen düşünce sistemini terk etmek, onun yerine yeni bir düşünce sistemi getirmektir. Yani düşünce sisteminde bir devrim yapmak gerekmektedir.”

3) Dünya çapında bir inkılâp… Dünya çapında bir kurtuluş reçetesi, iktisadî, siyasî, ahlâkî tüm çıkmazları İskender’in düğüm çözen kılıcı gibi tek bir celsede çözecek, insanlığa beklediği ve özlediği nizamı kana kana içirtecek bir nizam…

Bu nizam Başyücelik Devleti’dir. Beklenen Büyük Doğu - İBDA inkılâbıdır. Ve yapılması gereken Büyük Doğu Mimarı Necip Fazıl’ın ifadesiyle şudur: “İslâm vecd ve imanının, ana sütünden daha beyaz ve daha temiz çarşafı üzerinde Yirminci Asrın dünyasına ait şifalı ve zehirli ne kadar yemiş varsa hepsini silkeledikten sonra, bizden olan her şeyi çekici ve bizden olmayan her şeyi itici bir ana kıyas vâhidine sahip, sağ elimizde Allahın kul parmağı girmemiş biricik Kitabı ve sol elimizse insanoğlunun olanca fikir ve iş kütüphanesi, ânî bir şahlanışla, kendi kendimizi bulma!.. Kurtuluşumuzun ve dünya çapında kurtarıcılığımızın reçetesi sadece budur: Ve bu reçetenin temel unsuru İslâmiyet’tir.”

4) Bu mana çerçevesinde yapılması gereken Batı’ya ait ne varsa reddetmek, satın almamak, elden çıkarmak, imha etmek, kabul etmemek ve işbirlikçisi kim varsa, ne ise, nasılsa aşağılamak, kovalamak ve ‘Batıcılar Batı’ya’ sloganını pratiğe, eylemliliğe dönüştürmek. Dinimize, Kitabımıza, Peygamberimize, Vatanımıza, Toprağımıza, İnsanımıza küfreden, hakaret eden, aşağılayan kim varsa, kim olduğuna bakmadan, hoşgörü martavalı arkasına sığınan domuzcuklarının domuzluklarına aldırmadan, yapılması gerekeni yapmak ve asla hakareti, aşağılamayı, ihaneti yutmamak. Tahvil kağıtları, borsa, dolar, petrol, teknolojik aygıtlar, yiyecek ne varsa batı ve batıcıya dair reddetmek, çürütmek, geri döndürmek, kabul etmemek ve aynı zamanda imha etmenin yollarını aramak ve imha etmek. Batının ve batıcıların yeniden toparlanmasına fırsat vermemek için bu elzem ve gerekli.

Ey Müslümanlar duyuyor musunuz sesimizi. Şuncağız olsun fedakârlık etmeyecek misiniz, yoksa koltuklarınızda kolanızı yudumlayıp, banka hesaplarınızı ve kasalarınızdaki dolarları kontrol edip hâlâ tapındığınız ‘Kapitalizm’ ile mal biriktirme telaşında mısınız?

Çocuklarınız mı evlenecek, ya da büyüyorlar, eğitim falan, sınava mı hazırlanıyor?

Ya İlâhî sınavınız, o ne olacak?

Çocuklarınızı nasıl kurtaracaksınız, hangi dershane kurtaracak sizi ve çocuklarınızı kapitalizm ateşinden ve ihanetinizin, tembelliğiniz, vurdumduymazlığınızın bedeli olarak cehennem ateşinden. Kısaca; özelde ‘Müslüman’ın, genelde anti-emperyalist bütün unsurların çöküşte payı olmayanlar gibi gevezelik yapmaya, çöküşü geciktiren hareketsizlik hastalığına düşmeye ve düşmanın toparlanmasına fırsat vermeye dair hiçbir vakitleri, hiçbir mazeretleri yoktur. Aksine çöküşü hızlandırmaya ve kendi nizamını kurmaya mecbur hatta mahkûmdur. Çünkü Batı ve Batıcılığın tarihi bellidir, kapitalizmin acımasızlığı ortadadır. Bu yüzden tek seçeneği vardır;
YA İNSANA-TABİATA DOST BAŞYÜCELİK DEVLETİ YA İNSANLIK DÜŞMANI GLOBAL KAPİTALİZM…

Başyücelik Devleti’ne doğru Allah bizi; şehadet, gaza, ibadet, amel ve aksiyon yönünden zenginleştirsin, korkaklardan ve seyircilerden ayrı kılsın, mal ve can endişesi taşıyarak Rahman ve Rahim olanın bereketinden kaçanlardan eylemesin. Amin!

‘İNSAN’ KENDİ TARİHİ- Nİ YAZIYOR!

Dipnotlar: 1) Aylık Dergisi, Ekim sayısı, ‘Global Kapitalizm’ adlı dosya çalışmasından alınmıştır. 2) Salih Mirzabeyoğlu, Parakut’a, İbda Yay., s: 11. 3) David C. Korten, Dünyayı Yöneten Şirketler, Dr Cemil Çakmaklıya ait Önsöz, Etkileşim Yay, s: 11. 4) Necip Fazıl Kısakürek, İdelocya Örgüsü, BD Yay., s: 85.
Baran

Çanlar, dünya sisteminin çöküşü için çalıyor
Yusuf Kaplan
ykaplan@yenisafak.com.tr
05 Ocak 2009

Gazze'de yakın zamanların en büyük insanlık trajedilerinden biri yaşanıyor! Ama BM, AB, Arap Birliği gibi tam da bu tür durumlar için varolan uluslararası örgütlerin yöneticileri ürpertici, vicdansızca açıklamalar yapmaktan geri durmuyorlar!

BM toplanıyor, hiçbir karar almadan dağılıyor. Hatta BM Genel Sekreteri, toplantıdan önce, “yaptırım gücü olacak hiçbir karar alamayacaklarını” üzüntüyle açıklayarak toplantıya giriyor!

AB'nin dönem başkanı Çek Başbakanı, İsrail'in saldırısını “savunma savaşı” olarak nitelendirebiliyor! Arap Birliği yönetimi, yaptığı açıklamayla, bu örgütün ne kadar güdümlü ve absürd bir örgüt olduğunu bir kez daha ispat ediyor, dünya âleme rezil oluyor!

Dünyanın gözü önünde 1,5 milyon Gazzelinin İsrail'in karadan, havadan ve denizden giriştiği saldırılar karşısında BM'nin, AB'nin, Arap Birliği'nin hiçbir şey yapamaması, ama buna mukabil bir milyon kişinin katıldığı, Çağlayan'ın Çağlayan olalı ilk kez bu kadar büyük bir mitinge tanık olduğu İstanbul'da ve dünyanın dört bir tarafında yapılan, İsrail'i kınayan mitingler, mevcut dünya sisteminin çöküşünün, halkların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi çağrılarının en çarpıcı, en somut göstergelerinden biridir.

Çağlayan mitinginde de açıkça gözler önüne serildiği gibi, Filistin'deki savaş, Filistin ile İsrail arasında yaşanan lokal bir savaş değildir; bu savaş, insanın onurunun korunması çağrısında bulunan dünya halklarıyla, insanın onurunu ayaklar altına almakta hiçbir sakınca görmeyen açgözlü, sürgit azmanlaşan, dünyaya Darwinci orman kanunlarıyla çeki düzen vermeye kalkışan seküler-kapitalist dünya sistemi arasında yaşanan bir savaştır.

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan dünya sistemi, BM'siyle, NATO'suyla, Dünya Bankası'yla, IMF'siyle, AB'siyle, güdümlü, iliştirilmiş küresel medya rejimiyle dünyaya orman kanunlarıyla çeki düzen vermeye çalıştığı ve haksızlığı, adaletsizliği, hukuksuzluğu, işgalleri, kriz politikalarını, böl-yönet stratejilerini, zayıf halkları birbirine düşürme şeytansı ve ilkel manevralarını eksene aldığı için felsefî olarak da, ahlâkî olarak da, siyasî olarak da çökmüştür! Hem de üzerinden yarım asır geçmeden çökmüştür. Seküler- kapitalist dünya sisteminin vicdanı yoktur; ilkeleri yoktur; insanlığa huzur ve barış armağan edecek kuşatıcı kurumları yoktur: Sadece lordlarının çıkarları vardır. Dünyanın beşte birini oluşturan nüfusuyla, dünyanın kaynaklarını sömürmekte, insanlığın geri kalan kısmını açlığa, yoksulluğa, hukuksuzluğa, çatışmalara mahkûm etmekte sakınca görmediği ve insanlığa insanca, hakça, sulh ve selâmetin hâkim olduğu bir dünya sunamadığı için çökmüştür!

İsrail'in 9-10 gündür, Gazze'de estirdiği terör havasına dünya sisteminin engel olmak şöyle dursun, destek vermesi, arka çıkması, seküler-kapitalist sisteminin iflasının bir göstergesidir!

Yeni bir dünya kurulmalıdır. Ve yeni bir dünya kurulacaktır. Çünkü dünya, bu azman, açgözlü, orman kanunları üzerine bina edilen, güçlü olanın istediğini yapabildiği seküler-kapitalist dünya sistemiyle sadece daha büyük felâketlerin eşiğine sürüklenecektir!

Seküler-totaliter ve dünya sisteminin kölesi Arap ülkelerinin liderleri Gazze'deki katliama seyirci kalırken, yaklaşık bir milyona yakın insanın sabahın erken saatlerinden itibaren İstanbul'da aynı coşku ve ruh ile gerçekleştirdiği Çağlayan mitingi, mitingde Erbakan'ın ve Saadet Partisi'nin yeni genel başkanı Numan Kurtulmuş'un yaptığı konuşmalar, yeni bir dünyanın dün olduğu gibi yarın da nasıl kurulacağını, hangi ilkeler üzerine kurulabileceğini, ruh-merkezi'nin, kök-merkezi'nin, merkez-üssü'nün neresi olduğunu apaşikâr bir şekilde göstermiştir. Yeni bir dünyanın, insanlığa din, dil, kültür ayırımı yapmadan gerçek anlamda yeniden sulh ve selâmeti armağan edecek evrensel bir medeniyetin nereden yükselebileceğini göstermiştir. Bu mitingin Saadet Partisi mitingine dönüştürülmemesi konusundaki duyarlılığından ötürü Numan Kurtulmuş yönetimi her türlü takdiri hak etmiştir.

Arap ülkelerinin kukla yönetimlerinin, antenlerini Washington'dan, Tel Aviv'den gelecek emirlere ayarladığı vakitlerde Başbakan Erdoğan'ın, Dışişleri Bakanı Babacan'ın ve İKÖ Genel Sekreteri Ekmeliddin İhsanoğlu'nun vakit kaybetmeden büyük bir diplomasi trafiği başlatmaları, bu çalışmalardan dikkate değer sonuçlar alınmasa da, yeni bir dünyanın kurulmasında neden Türkiye'nin kilit rol oynaması gereken ülke olduğunu göstermesi açısından çok önemlidir.

Evet, dört bir taraftan kuşatılan ve ateş altında kalan Gazze'de çanlar, seküler-kapitalist dünya sisteminin sonu için çalıyor. Dünya sistemi bitmiştir ve yeni bir dünyanın kurulmasında, dün olduğu gibi yarın da Türkiye kilit rol oynayacaktır. Bunun için, artık ezberlerimizi bozarak, şimdiden orta ve uzun vadeli büyük projeler hazırlamak zorundayız.
Yeni Şafak

Beyaz Saray Hayaleti
Fidel Castro,
Bundan üç yıl önce 10 Ekim’de dünya Wall Street finans krizinin etkisiyle şoka girdi. Banka operasyonlarını sürdürebilmek ve mevduat sahiplerinin para kaybetmelerini engellemek için Federal Hazine tarafından enjekte edilen milyon dolar değerindeki banknot sayısını bilmek mümkün değil.

G-7 Finans bakanları toplantısında aşağıdaki ölçütlerin yürürlüğe sokulması karara bağlandı:

"Sistem için önemli kurumları desteklemek ve bunların iflas etmesini engellemek amacıyla kesin ölçütler koymak ve her türlü aracı kullanmak.
"Kredi ve her türlü piyasanın donmasına engel olmak için tüm gerekli adımları atmak ve bankalar ile diğer finans kurumlarının likite ve kaynaklara ulaşmasını pek çok yoldan sağlamak.
"Bankaların ve diğer önemli finansal aracıların ihtiyaçlarına bağlı olarak tekrar güven sağlayabilmek amacıyla hem kamu hem de özel kaynaklardan yeterli miktarda sermaye sağlayabilmesini ve aileler ile iş yerlerine kredi verebilmesini sağlamak.
"İlgili mevduat ve garanti çerçevelerine ait ulusal güvenliğin sağlam ve istikrarlı olmasını sağlamak ve böylece küçük mevduat sahiplerinin mevduatlarının güvencede olduğuna dair güvenini sürdürmek
"Uygun olduğunda ipotek için ikinci piyasayı devreye sokmak üzere harekete geçmek..

Aynı gün ABD Hazine bakanı hükümetin hisseler alarak İngiliz insiyatifine dahil olacağını teyit etti. Hem ABD hem de İngiltere kar payı olarak açıklanan hisseleri alacaklarını duyurdu.

Finans bakanlarıyla yapacağı toplantıda Başkan Bush varlığının gereksiz olduğunu bir kez daha gösterdi..Bu toplantı cumartesi günü gerçekleşecek. 10 Ekim cuma günü neredeydi? Tabiki Miami’de. Florida Cumhuriyetçi adayları için bağış toplama kampanyasına katılıyordu.
Aslında Bush, yüzde 24 olan oy oranıyla ABD tarihinin gelmiş geçmiş en az desteğe sahip başkanı. Miami’deki iş adamları ve Küba çete liderleri ile görüşüyordu. İşte orada, manyaklık derecesine ulaşan
Küba karşıtlığı takıntısı ile İmparatorluğun iki dönemlik sıkıntılı başkanlık sürecinin sonunda bulunuyordu. Ve Küba karşıtlığının bir parçası olarak Reagan tarafından kurulan Küba-Amerika Ulusal Vakfı’nın dahi desteğine güvenemez durumda idi.

Tamamen demagojik nedenlerle bu kurum kamuya açık olarak Başkan'dan, fırtınalardan zarar görenlerin ailelerinden doğrudan yardım almasını engelleyen yasağı kaldırmasını istedi. Eski Hialeah Valisi olan ve Kongre üyesi Lincoln Diaz-Balart’ın baş rakibi Raul Martinez, rakibine kıyasla daha az oy almasına rağmen oy oranlarında Florida'nın ağırlığını koyarak sahteciliğe yönelip başkan olan bu kişinin mevcut siyasetini eleştirdi.

Dönem başkanlığını Fransa’nın üstlendiği AB 12 Ekim pazar günü, ABD'den "uluslar arası finans sisteminin yeniden kurulması" ile ilgili bir zirve toplamasını istemek konusunda anlaşmaya vardı. Bu, Avrupa bölgesindeki ülkelerle yaptığı toplantıdan sonra Sarkozy tarafından açıklandı.

Sarkozy, borsayı batıran finans krizinin kaynağına gitmek için ABD’ye ve diğer güçlere katılınması gerektiğini belirtti. AB’nin dönem başkanı Sarkozy, "Amerikalı dostlarımızı finans sisteminin yeniden kurulması için bir zirve düzenlemeye ikna etmeliyiz" dedi. Fransa başkanı, bunun bankalardan gelecek bir hediye olmayacağını vurguladı.

ABD başkanı George Bush, hiç kimse tarafından sevilmeyen ve dünyanın son yıllarda gördüğü en kötü ekonomik krizlerden birinin gölgesi altında kalan yönetiminin son 100 gününe girdi.

Öte yandan Brezilya Hazine Bakanı Guido Mantega, IMF’yi gelişmiş ülkeleri örnek almaya çağırdığı için eleştirdi. Mantega aynı zamanda, finans sisteminin gelecekteki reformunu bu ülkelerin standartlarının belirlememesi gerektiğini açıkladı.

IMF’nin lider organı olan Uluslar arası Para ve Finans Komitesi’nde Mantega, "Dünya korku içinde, mevcut krizin nasıl iyi modeller ve yönetim sistemleri olarak gösterilen ülkelerin siyasi zayıflıklarını ve hatalarını ortaya çıkardığını izliyor" dedi.

Bulunduğu konuma tuhaf ve sorumsuz yollarla gelmiş bulunan ABD başkanı paramparça olmuş bir ekonomi ile tüm NATO müttefiklerini ve Pasifik’teki en varlıklı askeri güce sahip olan ekonomik ve teknolojik işbirlikçisi Japonya’yı çok kötü bir duruma sokuyor.

Miami bugün bir tımarhane ve Bush da hayaleti.

Borsa daha fazla düşemez çünkü zaten tabana vurmuş durumda. Bugün, yarını tehlikeye atmak pahasına yapılan inanılmaz boyuttaki para enjeksiyonu sayesinde mutlu bir şekilde nefes alıyorlar. Ancak bu absürdlük devam edemez.

Bretton Woods parçalanıyor. Dünya asla eskisi gibi olmayacak.

Amerika'yı kim yönetiyor?
Paul Craig Roberts

Kudretinizin güçlü çıkar gruplarına hizmet etmekle sınırlı olduğunu görmek için Birleşik Devletler başkanı olarak seçilmek nasıl bir şeydir?

Hâkim sınıflar adına iyi iş çıkardığında kazançlı kurumsal makam edinebilir, fahiş konuşma ücretleri ve kârlı kitap sözleşmeleri imzalayabilir. Şayet bu başkan Clinton ve Obama gibi genç ise hayat şaaşalı bir dinlence olacaktır.

Birilerinin özel çıkarlarına karşı gelmek bir şey kazandırmıyor ve başarılı olamıyor. Özel çıkarın kamusal çıkar üzerindeki üstünlüğü 30 Nisan'da bir kez daha ispatlandı. Demokratların 1.7 milyon ipotek icrasını durdurmak ve ev sahiplerinin ipotekleri yeniden görüşmelerine izin vermek sûretiyle 300 milyar dolarlık net değeri (home equity) korumak için hazırladıkları yasa tasarısı, Demokratların 60 oyuna rağmen Senato'da reddedildi. Bankesterler 51'e 45 mağlup ettiler.

Doymak bilmez açgözlülükleri ve su katılmamış sorumsuzlukları yüzünden Amerikalıların emeklilik tasarruflarının yarısını süpürenler, ekonomiyi çökertenler ve ABD dolarının rezerv para statüsünü tehdit edenler yine bu aynı finans çetesi. Daha beter bir şöhrete sahip çıkar grubu tahayyül etmesi pek güçtür. Ancak "halkın temsilcilerinin" çoğunluğu, iki paralık bankesterlerin tâlimatına göre oy kullandı.

Kamunun yüzlerce milyar doları bankesterleri kurtarmak için harcandı fakat bazı Demokratlar ev sahiplerini bir miktar parayla kurtarmaya çalıştıklarında ABD Senatosu bankalardan yana tavır aldı. Senato'nun mottosu şu: "Yüz milyarlarca dolar bankesterlere, ev sahiplerine 10 cent bile yok."

Demokrat Senatör Dick Durbin, seçmenlerin bankesterler tarafından mağlub edildiğini kabul etti. "Samimi söylemek gerekirse bu yer, bankaların malı" dedi.

Nedenini anlaması zor değil. Ev sahipleri için hazırlanan tasarıyı boşa çıkaran Senatörler şunlar: Jon Tester, Max Baucus, Blanche Lincoln, Ben Nelson, Many Landrieu, Tim Johnson ve Arlan Specter. Haberlere göre bankesterler Tester'in kampanya fonuna yarım milyon dolar akıttılar. Baucus 3.5 milyon; Nelson 1.4 milyon; Landrieu 2 milyon; Johnson 2.5 milyon; Specter ise 4.5 milyon dolarlık yardım almıştı.

Ev sahipleri veya sağlık hizmetleri için üç kuruş para bulamayan aynı Kongre, askeri/güvenlik kompleksi için yüz milyarlarca dolar buluyor. Senato, Amerikalıların ipotekli evlerini kurtarmayı reddettikten bir hafta sonra, Obama'nın "değişim" yönetimi Kongre'den neoconların Irak savaşı için ilave 61 milyar dolar, yine neoconların Afganistan savaşı için 65 milyar dolar istedi. Kongre "evet yapabiliriz" diyerek bu talebi selamladı.

Bu yılın 533.7 milyar dolarlık savunma harcamasına 126 milyar dolar daha ilave edildi. 660 milyar dolarlık – muhtemelen düşük gösteriliyor – savunma harcaması, dünyanın ikinci büyük gücü Çin'in askeri harcamalarından on kat daha büyük.

"Dünya'nın tek süpergücünün" Irak ve Afganistan gibi ülkeler tarafından tehdit ediliyor olması nasıl mümkün olabilir? Eğer ki işgalcilere karşı gerilla kabiliyetinden başka bir askeri kapasitesi olmayan ülkeler tarafından tehdit edilebiliyorsa bu durumda ABD nasıl süpergüç olabilir?

"Bu savaşlar" aldatmacadır, Amerikan silah sanayini zenginleştirmek ve "güvenlik kuvvetlerinin" Amerikan vatandaşları üzerinde polis gücüne sahip olması için tasarlanmıştır.

Amerikalıların evlerini kurtarmak için üç kuruş para yok ama müslüman kadınları ve çocukları öldürmek, milyonlarca insanı mülteci durumuna düşürmek için yüz milyarlarca dolar var – ki mülteci durumuna düşen o insanların birçoğu ya isyancılara katılacak ya da bir sonraki göçmen dalgasıyla Amerikaya yönelecek.

Amerikan yönetiminin işleyişi böyle. Ve sanıyor ki kendisi "tepedeki şehir, dünya üzerindeki kandildir."

Amerikalılar Obama'yı seçtiler çünkü Bush'un faşistlerinin gereksiz, Amerika'nın şöhretini ve mâli gücünü tahrib eden, hiçbir kamu çıkarına hizmet etmeyen mücrim savaşlarını sona erdireceğini söylemişti. Ancak Beyaz Saraya yerleştikten sonra kendisini askeri/güvenlik kompleksi tarafından idare edilirken buldu. Savaş sona erdirilmedi, artık makbul görülmeyen Irak'tan daha makbul olan Afganistana nakledildi. Bu arada Obama, Pakistan'ın egemenliğini ihlal ederek Pakistan'daki hedeflere saldırmaya devam ediyor. Askeri/güvenlik kompleksinin Irak'ta süren tek bir savaş yerine daha zor şartlar altında sürdürülen iki savaşı var artık.

Onlarca yıl süren savaşların sonucunda kolay yoldan terfiyi gören Amerikalı komutanlar "Amerikan güvenliğine tehdit teşkil eden Talibana" cevap verdiler. "Onlar buraya gelmeden evvel biz gidip onları orada öldürelim" diyorlar. Amerikan yönetimindeki hiçkimse veya onun yüksek ücretli ajanlarının hiçbiri çıkıp da Afganistana odaklı Talibanın Amerika'ya nasıl gelebileceğini açıklamıyor. Amerikan kamuoyunun askeri/güvenlik kompleksinin zenginleşmesine destek vermesi için bu abartılı korku yeterli geliyor ve tabi bu esnada ABD nüfusunun emeklilik umudunu mahveden bankesterler Amerikalıların evlerine el koyuyor...

Pentagon bütçe belgelerine göre Afganistan savaşının mâliyeti, gelecek yıla kadar Irak savaşının mâliyetini aşacak. Harvard'ın bütçe uzmanı, Nobel ödüllü bir ekonomistine göre Irak savaşı, Amerikan vergi mükelleflerine 3 trilyon dolara patladı yani 3.000 milyar dolar cepten çıktı ve gelecekteki borç çoktan tahakkuk etti (gazilere yapılacak harcamalar vb şekillerde).

Şayet Pentagon haklıysa, o halde ABD hükümeti iki savaş için gelecek yıla kadar 6 trilyon dolar harcayacak demektir ki bu savaşların tek gâyesi silah imâlatçılarını ve "güvenlik" bürokrasisini zenginleştirmek.

Beşeri ve sosyal mâliyeti ise hazin; Amerikan bombalarının kasıp kavurdukları öyle sadece Iraklılar, Afganlar ve Pakistanlılar değil. Dahr Jamail'in bildirdiğine göre ABD ordusundaki psikyatristler, muharebe alanına üçüncü kez sevk edilen askerlerin yüzde 30'nun ruhi çöküntü yaşadıklarını tespit etmişler. Amerikan nesilleri boyunca devam edecek mâliyetler arasında intihar, işsizlik, boşanma, uyuşturucu ve alkol bağımlılığı, evsizlik ve hapsedilme de var.

Obama yönetimi Afganistan denilen "ölüm çölünde" dev bir askeri üs inşa ediyor. Niçin? Afganistan iç politikasıyla Amerikanın ne işi var?

Silah sanayini zenginleştirmekten başka bir işe yaramayan bu kaynak israfı da nedir böyle?

Çin ve bir yere kadar da Hindistan, yükselen güçler. Rusya, yeryüzündeki en büyük ülke, Amerika'nınki kadar korkutucu bir nükleer cephaneliği de var. Bankesterlerin savaşlarından ve yine bankesterleri kurtarmaktan doğan bütçe açıkları, ABD dolarının rezerv para statüsünü - ki Amerikan gücünün varıp dayandığı en önemli kaynaktır – baltalıyor.

Güvenliğiyle ilgisi olmayan ve bilakis güvenliğini tehdit eden, kudretini yiyip bitiren savaşları niçin yapyor Amerika?

Cevap: Askeri/güvenlik lobisi, haydut finansçılar ve AIPAC hâkimiyeti yüzünden. Amerikan halkının canı cehenneme.
çeviren: M.Alpaslan Balcı
Dünya Bülteni

"ABD, 2010'a Kadar Parçalanacak"
02 Eylül 2009
Rus siyaset bilimciden ilginç iddia: "Ülke 6'ya bölünecek ve paylaşılacak!"

Daha önceki yıllarda ABD’nin rakip ülkelerce 6 parçaya bölüneceğini öne
süren Rus siyaset bilimci Panarin, ABD’de çöküşün Temmuz 2010’a
kadar başlayacağını iddia etti.

BUNDAN 10 yıl önce ABD’nin, Sovyetler Birliği gibi parçalanacağı tezini ortaya atan ünlü Rus siyaset bilimci İgor Panarin, Birleşik Devletler’de kaosun gelecek 2 ay içinde başlayacağını ve ülkenin 2010 sonuna kadar çökeceğini öne sürdü. Rusya Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Diplomatik Akademi’de öğretim görevlisi olan Panarin, yeni kitabını tanıtmak için düzenlediği basın toplantısında, ABD’nin Temmuz 2010’a kadar çökme ihtimalinin yüzde 50’nin üzerinde olduğunu söyledi.

Panarin, ‘umudun başkanı’ olarak nitelediği ABD Başkanı Barack Obama’nın, hızla yaklaşan krizi önlemek için hiçbir şey yapmadığını dile getirirken, siyah başkanı, Sovyetler’in son lideri Mihail Gorbaçov’a benzetti. Panarin, ‘güzel konuşan, ancak ülkesini yönetemeyen Obama’nın ülkesini çöküşe götüreceğini kaydetti.

DOLARIN ÇÖKÜŞÜ

Japonya’da son seçimlerde iktidara gelen Japon Demokrat Partisi’nin de döviz rezervlerini dolardan başka bir birime çevireceğini öngören Panarin, bu değişimin doların çöküşünü hızlandıracağını iddia etti. ABD’nin 1865’teki Sivil Savaş döneminde olduğu gibi 6 değişik parçaya ayrılacağını savunan Panarin, bu parçaların da Çin, Meksika, Kanada, Rusya, Japonya ve Avrupa Birliği’nin kontrolüne gireceğini öngörüyor.
Aktifhaber

ABD'nin Aşil topuğu...
Selçuk Salih Caydi
2.8.12
Tek süper güç ABD, Doğuk Savaş'ın ardından Dovyetler Birliği ve Sosyalist Blok'un çökmesine rağmen, ordusuna yaptığı yatırımı azaltmayıp artırdı. Amerikan Ordusunun bütçesi, yaklaşık 700 milyar Dolar. Amerikanın en büyük rakibi Çin'in Halk Kurtuluş Ordusunun bütçesi ise sadece 78 milyar Dolar. Amerikan Ordusunun bütçesi, endüstrileşmiş tüm büyük devletlerin ordu bütçelerinin toplamına yakın. ABD neyi korumak için bu kadar büyük, bu kadar pahalı bir ordu besliyor?
Bu sorunun kuşkusuz birçok yanıtı var. Ama şimdiye dek pek üzerinde durulmayan yanıtların başında da, 'Dünya para sistemi' var. Kapitalist değer sisteminin, en belirgin ifade biçimi 'Para' olduğuna göre; sistemin bir numaralı merkez ulusdevleti ABD'nin askeri gücü ile Dolar merkezli para sistemi arasında hayatî bir bağ olmalı.
Kapitalizme özgü değer ve para sistemi, (15’inci yüzyıldan itibaren yaygınlaşan altın/gümüş para kullanımı sürecinde) 17'inci yüzyılda ortaya çıkmıştır. (Bkz. David Graeber “Debts” 2011). Kağıt para, Çin'de çok daha eski bir tarihe sahip olmasına rağmen Avrupa’da (ve daha sonra Osmanlı coğrafyasında) 18'inci yüzyıldan itibaren, devletin bir tür borç senedi olarak kullanılmaya başlanıp yaygınlaşmıştır. Devletlerin savaşları daha kolay finanse etmelerine yardımcı olan kağıt para sistemi (ve ona bağlı kredi/borç sistemi), paranın altına endekslenmesi ilkesine beşyüz yıl sadık kalmıştır.
Beşyüz yıllık altın endeksi devrine -ki bu dönemin sadece bir kısmı kapitalist döneme tekabül eder- 31 Aralık 1968'de Vietcong gerillaları son noktayı koymuştur. Güney Vietnam'da Saigon’u kısmen ele geçiren Vietcong'un Zaferi, ABD'nin II. Dünya Savaşı'ndan sonrasındaki ilk açık yenilgisiydi ve Richard Nixon'ın buna tepkisi, tarihin en ağır bombardımanı emrini vermesi oldu. Amerikan uçakları Vietnam’a, sadece iki yıl içinde dört milyon ton bomba attı. Nixon, savaş giderlerinin ülkenin altın rezervlerini fena halde aşındırdığını farkedip, Amerikan Doları'nın altın endeksine bağını 15 Ağustos 1971'de kopardı. O gün dünyada, serbest kur uygulaması başlamıştır. Bunun ilk sonucu, büyük bir enflasyon oldu. Yeni durumun avantajları da vardı tabii. Bu sayede, bir özel bankalar konsorsiyumu olan Amerikan Merkez bankası FED, canı istediği zaman para basabilecek hale geldi. Şapkadan tavşan çıkarmaya benzeyen bu garip durumi dünyada bir ilkti ve dünyada kabul görmesinin tek bir nedeni vardı, o da “Güçlü Amerika tablosu”ydu. Ve bu gücün en somut ifadesi, II. Dünya Savaşında Japonya'ya iki atom bombası atmaktan çekinmemiş "muzaffer" Amerikan Ordusuydu. Aynı dönemde, Ho Chi Minh'e selam gönderirken doğan 68’li hareketin hiç ilgisini çekmese de, beşyüz yıllık altın endeksi gitmiş, yerine Amerika’ya ve ordusuna güven endeksi gelmişti. Bu benzersiz durum, şimdi aklın sınırlarını zorlar bir krizle sürdürülemez hale gelmiştir. Çünkü, maddi karşılığı olmayan trilyonlarca Dolarlık paranın döndüğü sistem (yani borç senedinin döndüğü sistem), gelecekte trilyonlarca Dolarlık kapitalist katma değer üretileceğini varsaymaktadır –ki buna kesinlikle imkan yoktur. “Kapitalist toplumun bugünkü zenginliği, olmayan bir geleceğe dayanmaktadır.” (Ernst Lohoff, Norbert Trenkle “Die grosse Entwertung” 2012)

1971 sonrasının muazzam bir enflasyon döneminde, birçok ülke gibi Türkiye de Amerika'yı taklit edip gazete basar gibi para basmıştır. Dolar merkezli para sistemini o zaman sorgusuz/sualsiz kabul edip destekleyen endüstrileşmiş ülkelerin hepsi, (Almanya'dan Japonya'ya ve oradan Kore'ye kadar), II. Dünya Savaşı ve sonrasında Amerikan Ordusu tarafından işgal edilmiş ülkelerdi. Dolara sadık bu ülkelere daha sonra, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi gönüllü Amerikan uyduları da katıldı. Dolara güvenin, Ordunun gücü ile korunup garanti altına alınması, daha sonra bir model haline geldi. 2000 yılından itibaren petrolünü Dolar değil Euro ile satan Saddam Hüseyin’in Irak'ına karşı da aynı modelin yeni versiyonu uygulandı. İran, aynı nedenle hedef tahtasındaki yerini “koruyor” görünüyor.
Dolar bazlı dünya para sisteminde ABD'ye birşey satıp Dolar alan ülke, enflasyon nedeniyle aynı Doları, en çok kazanma umudu olan Amerikan tahvillerine yatırmayı tercih ediyordu. Eşyanın doğasıyla ilgili bir durumdu. Sanal ulusal para ulusal kaynağına geri dönüyor, borç sürekli yeni borçlarla yeniden yapılandırılıyor ve Amerika borçlarını asla ödemiyordu (Ama IMF üzerinden, ülkelerin borçlerını ödemesini sağlıyordu) Borçlarını ödemeyen, ama mal/hizmet ithal eden ABD, bir nevî bedavadan yaşıyor, ordusunu dünyanın her yerine müdahale edebilecek şekilde örgütleyebiliyor, aynı anda birden fazla savaşa girebiliyordu. ABD’nin pahalı ordusu olmasa, nisbeten borçsuz bir ülke bile olabilirdi, ama Dolar bazlı para sistemini koruyabilmek için güçlü olmaya, göç göeterisinde bulunmaya, mecburdu.
İlk kez 1960’lı yılların sonunda Amerika’da ortaya çıkan “kredi kartıyla borca yaşamak” anlayışı, ancak 1990'lı yıllarda yaygınlaştı ve bu yıllar, tarihte faizlerin neredeyse tamamen serbest bırakıldığı dönem oldu. İnsanlık tarihinde “Kötülük” ile en çok özdeşleştirilen meslek “tefecilik” (Graeber age.) ile kredi kartı faizleri yarışır hale geldi. Tefecilik adeta legalleşmenin eşiğine geldi. Borca yaşam, ABD için -asla ödeyemeyeceği- absürd seviyeleri görmüş bulunuyor.
Bu aşamada Çin, ABD’deki en büyük yatırımcı haline gelip, Amerikan Dolarının garantörü Amerikan Ordusunun en önemli finansörü haline geldi. Çin'in bunu neden yaptığı konusunda birçok spekülasyon mevcuttur. Benzeri bir uzun stratejiyi Çin, Hunlara karşı uygulayıp, hırçın göçebe savaşçısını yumuşatarak asimile etmiştir. Çin, Amerikan devlet tahvillerine büyük yatırımlar yapmaya devam ederse, bu durumun devamında ne olabileceğine bakıp bir tahminde bulunmak mümkün. ABD Çin’e bu ölçüde borçlanmaya devam ederse, günün birinde Çin'in sömürgesi olabilir. İşte bunun olmaması, tek bir şarta bağlıdır: Borçların silinmesine...
Tarihte borçlar, her zaman savaşla, (savaş sonrası yapılan anlaşmalarla) silinmiştir. Endüstriyel Amerikan Ordusu o kadar büyük, o kadar sofistike ve o kadar çok yönlü bir para bağımlısıdır ki, maaşını aldığı Çin'e karşı savaşması -bir yerden sonra- hiç de kolay olmasa gerektir. Amerikan Ordusu, bütün dünyada operatif güç halinde kalabilmek için her yıl en az yüzlerce milyar Dolar bulmak zorunda. Ama bu paranın şakır şakır basılıp askerlere dağıtılması yetmez. –O, işin en kolay tarafıdır. Zor olan kısmı, keyfe uygun basılan Dolarların, Amerika kadar, dünyanın heryerinde de paradan sayılmasıdır. Aslında reel değeri olmayan bu yeşil kağıtların Çin'de ve başka ülkelerde de para niyetine kabul edilmesi gerekir. Ancak o zaman ABD, birçok konuda imtiyazlı bir ülke olarak borçlarını döndürebilir ve halkına belli bir yüksek refah seviyesi sunabilir. İşte bunu kabul ettirmek, artık eskisi kadar kolay değildir. Dolar, her para birimi gibi, aynı zamanda Doları kullananların karşılıklı güven mutabakatı olmak zorundadır, bu şartlar altında işler. Doların, reel deerlerden tamamen koparak sanal bir değer haline geldiği (ve nasıl işlediği) artık çok daha iyi biliniyor. Finans dünyasına hakim olan o sofistike bilinmezlik, aslında bu absürdlükleri örtmek için düşünülmüş olmasına rağmen, artık mızrak çuvala sığmıyor.
Dolar sisteminin (Yuro gibi) taklitlerinin ortaya çıkması, Doların ABD hesabına nasıl işlediğinin artık iyice anlaşıldığını gösterir. ABD'nin bütün dünyaya vergi koymasına benzer bir şekilde işleyen Dolar bazlı para sisteminin yerini başka bir para biriminin/birimlerinin alması, Dolar sistemi sayesinde yaşayan ABD’nin sonu olabilir. Fakat ABD, dünyanın Dolar sisteminde kalması için Amerikan Ordusunu kullanmaya devam etmek istemekle birlikte, oyun alanı giderek daralmaktadır. Amerikan Doları'nın bir numaralı para birimi olduğu bir global para sisteminin iyi işleyebilmesi için, her ülkenin Amerikan dostu bir rejime/Hükümete “kavuşması” en ideal durumdur tabii! Günümüzde ABD'nin borçları o kadar yüksek, kapitalist para sistemi o kadar bozuktur ki, 2008 krizinden sonra sistemi yeniden krizsiz işletebilmek için savaşlar da yeterli olmayacaktır. Çünkü sorun, sadece 'Para Sistemi Dorunu' değil, bir bütün olarak kapitalist sistemin sorunudur. Reel Kapitalizmin para sisteminden önce, çalışma sistemi iflas etti. Bugün dünyanın her hangi bir yerinde sokakta insanlara, ülkelerindeki baş sorunun ne olduğunu sorsanız, "İşsizlik" diyeceklerdir. Kalıcı işsizlik ve iş alanlarının bütün bütün ortadan kalkması, geri dönüşsüz bir durumdur. “Üretimi artıralım” şeklindeki klasik klişe ile geleceğe umutla bakmak kesinlikle mümkün değildir. Kim niçin üretecek, ürettiklerini kime nasıl ve kaça satacak, karşıdakiler de bu kadar çok ve lüzumsuz ürünleri hangi parayla ve niye alacaklardır? Üretilen şeyler arttıkça, değerleri de düşmekte, dünya bir lüzumsuz modern üretim çöplüğüne dönüşmektedir. Paraya para kazandırmak için -sadece bu8 nedenle üretmek- kendi sınırlarına dayanmıştır. Karl Marx’ın deyimiyle “Kapitalist üretimin gerçek sınırı, kapitalin bizzat kendisidir.” (“Marx-Engels Werke” 1972. C.25, S.260)
ABD, sistemin son krizinin başladığı tarihten bu yana -dört yıldır, eskisi gibi her istediğini yapamıyor. Borçları mantık sınırlarını aştıkça, alacaklıları da bazı siyasî şartlar öne sürmeye, talepkar olmaya başladılar. Çin, ABD’yi, canı istedikçe para basmaması konusunda uyardı. Amerikan Ordusuna sınırsız kaynak aktarımı eskisi kadar kolay değil. Bu durum, etkisini hemen gösterdi. Yeni ve önemli bir durumdur. ABD, savaşlarını baska ordulara ihale etmeye yatkın bir görünüyor. Devasa Amerikan Ordusu'nu işler halde tutmak, giderek daha da zorlaşacaktır. Dolar sisteminin terk edilmesini, ABD'ye yeni şartlar dikte edilmesi izleyecektir. Gelişmeler, ABD'nin aleyhine işliyor ve bunun tersine döndürülmesi pek mümkün görünmüyor. Ama ABD yönetimi, Amerikan Ordusunun önemini herkesten iyi biliyor olmalı. ABD belli sınırlar dahilinde, savaşmaya devam edecek, gereğinde cebir ve şiddet kullanarak Doları ayakta tutmaya çalışacaktır. Amerika, merkezinde Amerikan Dolarının bulunduğu para sistemi için savaşıyor, ama kazanma ihtimali bulunmuyor. Zira Dolar bir yana, bugünkü para sistemin bile bir geleceği olamaz. ABD'nin aşil topuğu, Dolar. Bu nedenle, Dolara sadık, Doları militanca savunan ülkelere ihtiyacı var. Bu şartları yerine getirmeyenler kolayca "düşman" sayılabiliyor". ABD'nin 2008'de askeri doktrinini yenileyip, "çökmekte olan, halkının ihtiyaçlarını karşılayamayan devletler, ABD'nin ulusal güvenliğini birinci derecede tehdit etmektedir" mealindeki saptamalar da, Dolar konusundaki endişelerini göstermektedir. Böyle ülkelerde, (Somali ve Afganistan gibi yerlerde) ekonomi denen şey bile bulunmuyor artık. Sistem finali oynuyor. Dünya, altın endeksi devrinin ardından, Dolar bazlı para devrini ardında bırakmaya hazırlanıyor -hatta belki para çağını...
Ama bu başka bir hikaye.
http://konstantiniye.blogspot.com/2012/08/abdnin-asil-topugu.html#more

Petraeus’un Altı Aylık Rutin Denetlemesi
Bülent ESİNOĞLU
2 Eylül 2012
bulentesinoglu@gmail.com

Amerika Birleşik Devletlerinin Merkezi Haber Alma Teşkilatı CIA’in, Çuvalcı Paşası Petraeus, ülkemizi altı ay aralıklarla, muntazam olarak denetlemede bulunur. Bu denetlemede, görüşülecek konular; elbette, Suriye ve Türkiye’nin komşularıdır.

Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında yapılan bu denetlemeler, projenin geldiği aşamaları değerlendirm

ek, aksayan hususları gözden geçirmek ve BOP’un selameti için yapılacakları, BOP Eş Bakanlığı ile yerinde görüşmektir. Projenin uygulanmasında, Suriye için, bazı yeni durumların ortaya çıkması hasebiyle, yeni bir yol haritasına ihtiyaç vardır.

Bu cümle yanlış anlaşılmasın. BOP’tan vazgeçme veya başka bir yola gitme diye bir şey yoktur. Sadece bazı taktik değişikliklere ihtiyaç duymuşladır. Konuşulacak olanlar da bunlardır. Tabii Amerikan Genel Kurmay Başkanı David Dempsey’in açıklamaları elbette görüşülecektir. Demsey, Davutoğlu’nun Suriye’de kurulacak tampon bölge isteğine, olumsuz söylemlerde bulunması, Türkiye’nin yalnız bırakıldığı yorumlarına yol açmıştır.

CIA, Amerikan derin devletinin en yetkilisi olması hasebiyle, Demspsey’in bu açıklamalarının pek önemli olmadığı, Türk tarafından bu beyanatın dikkate alınmamasını, Petraeus Türkiye’den isteyecektir. Bu gelişte, İran’a petrol ve gaz ambargosu da, mutlaka görüşülecektir. İsrail yönünden, Türkiye’nin İran’a uyguladığı petrol ambargosu işlememektedir. Sadece Türkiye’nin İran’dan aldığı petrolde yüzde onluk bir azalma gerçekleşmiştir. Geri kalan alımlar altın karşılığında devam etmektedir. Petraeus, petrol alımlarının durdurulması ve başka tedarik kanalları yaratılmasında ısrarcı olacaktır. Çünkü İsrail öyle istiyor. Suriye’ye tekrar dönelim. "Suriye için yeni durum nedir?" derseniz... Suriye Devleti kendisini dışarıdan gelen saldırılara karşı savunmada, dayanıklı çıkmıştır. Halk büyük çoğunlukla devletinin yanında yer almış, dış destekli terörü temizleme noktasına gelmiştir. Durum bu olunca, Suriye’den Türkiye’ye geçen terörist ve mülteci miktarında artmalar olmuştur. PKK teröründe de artışlar olunca, Eş Başkanlık iç siyaset açısından, oldukça zor durumda kalmıştır. Bu durum karşısında, Eş Başkanlık, Suudi Arabistan ve Katar’dan daha fazla mali destek, Batıdan da daha çok siyasi destek istemektedir. İşte tam bu noktada, Amerikan derin devletinin başı ülkemizdedir.

Suudi Arabistan, Türkiye’ye daha fazla mali destek yerine, Amerika’nın, doğrudan, Suriye’ye askeri müdahalesini istemektedir. Daha dün, Suudi Kral bu isteğini bir kez daha yenilemiştir. Peki de, Amerika neden Askeri müdahaleden çekinmektedir? Suriye’ye müdahalenin bir dünya savaşına neden olacak noktada durmasıdır. Hem jeopolitik bakımından, hem de gelinen durum bakımından. Rusya’nın hemen her gün yeni bir kararlılık açıklamaları, Çin’in İran’ın arkasında sağlam durması, İran’ın zaten kendisinin kolay lokma olmaması, Amerika’nın elini soğutmaktadır. Bunların da ötesinde, Amerika’nın terörle savaş adı altında, yürüttüğü savaşlar vasıtası ile dünya denetimini sağlamak yerine, denetimin sürekli elinden çıkıyor olmasıdır.

Öyle görülmektedir ki, Amerika’nın artık ahlaksız (örtülü) savaşları yürütecek mecali bile kalmamıştır. Var olan askeri varlığını, söylemlerle etkin kılmaya çalışmaktadır. Peraeus’un gelip gitme sebebi de budur. Amerika’nın elinde, bir AKP iktidarından başka bir şey kalmamıştır.
Kaynak: http://www.guncelmeydan.com/

Amerika’nın istihbarat faaliyetleri için yaptığı bir yıllık harcama, dünya üzerindeki 113 ülkenin bütçesinden daha fazla…

ABD’de uzun dönemdir gizli tutulan, hükümetin, askeri istihbarat
faaliyetleri hariç yapılan harcamalarının 1 yıllık maliyeti toplam 75 milyar
dolar olarak açıklandı. Ulusal İstihbarat Başkanı Dennis Blair, istihbarat
harcama miktarını, 200 bin personelli istihbarat topluluğunun 4 yıllık
strateji planı çerçevesinde açıkladı.

Strateji planının artık gizliliği kaldırılan bölümüne göre de Amerikan
istihbarat kuruluşları ”İran’ın nükleer programını, Kuzey Kore’nin
değişiklik gösteren tutumlarını ve militan grupların kışkırttığı isyanları”
tehdit olarak görüyorlar.

El Kaide örgütüne karşı öncesine göre daha güçlendikleri değerlendirmesini
yapan Blair, mücadele alanları arasında Çin’in askeri modernizasyonu,
diplomasinin doğal kaynaklarla yönlendirilmesi ve Rusya gücünün artırma
çabalarını saydı. Blair, ”İlk kez içinde bulunduğumuz dünyayı iyi
anladığımızı düşünüyorum” dedi.

Yetkililer, Blair’in açıkladığı istihbarat harcamalarına ilişkin rakamın, 16
istihbarat kurumuyla Pentagon’un askeri istihbarat faaliyetleri
harcamalarını kapsadığını bildirdi.

ABD son yıllarda kimi gizli istihbarat harcamalarının açıklanması konusunda
adımlar attı ve 16 istihbarat kuruluşunun yalnızca 2008′de 47.5 milyar dolar
harcadığını açıkladı. Ancak bu rakamlar hala askeri istihbarat
faaliyetlerini kapsamıyor.

CIA’nın açıklanan bütçesi, yine CIA tarafından ortaya konan rakamlara göre,
bütçe rakamlarını paylaşan toplam 113 hükümetin bütçesinden daha fazla..

Aralarında Güney Afrika, Macaristan, Venezuela, Kolombiya, Malezya, Nijerya
Vietnam gibi ülkelerin de bulunduğu 113 ülkenin 2008 yılı bütçesi 75 milyar
doların altında kaldı. Çoğunluğunu Afrika ve eski Sovyet ülkelerinin
oluşturduğu 60′tan fazlal ülke ise yıllık iki milyar dolardan az bütçeye
sahip.
Kaynak: Dünya Bülteni

Dünyanın üzerinde dolaşan karabulut Avrupa sorunu
Yusuf Kaplan

Marx, Komünist Manifesto'ya, "Avrupa'nın üzerinde kara bulutlar dolaşıyor" diyerek giriş yapmıştı. Aradan handiyse bir buçuk asra yakın bir süre geçti; bu karabulutlar gitti geldi, gitti geldi ve şu ân Avrupa'nın üzerinde yeni kara bulutlar dolaşmaya başladı...


En son Ekim tarafından Pts Ağu 12, 2013 1:59 am tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Oca 31, 2010 1:14 am    Mesaj konusu: Dünyada ABD hakimiyetinin sonu geldi Alıntıyla Cevap Gönder

ABD, Çin, İran ve ekonomik krizde savaş konuşmak
Salih Selçuk



Komplo teorisi gibi!.. Savaş denince, tuzu kuru modern vatandaşların aklına sadece sinema filmlerinin geldiği bir devirde, yani günümüzde, onların zengin mahallesinde sıcak savaş olabilir mi? Bu soruyu soranlar mesela, Irak'ı hiç hesaba katmayanlar, Irak'ı televizyonda gördüğünde zaplayanlar... Böylelerini yerinden zıplatmak için, “Avrupa'nın göbeğinde bile sıcak savaşlar yaşanabilir” demek yeterlä aslinda. İstanbul'da veya Paris'te veya Londra'da veya Moskova'da yaşayanlar için savaş en son 1945'de bitmiştir ve o zamandan beri -Türkiye'de yaşanan düşük yoğunluklu savaş da dahil olmak üzere- yaşanan onca sıcak hengame savaş sayılmaz, çünkü modern vatandaşın “kutsal” yaşam alanına, alışveriş tapınaklarına, sitelerine girmemiştir. Ama şimdi, Yunanistan'ın ve belki İspanya ve Portekiz'in durumlarına bakarak, Prof. Michael Hudson gibi biri “Avrupa'daki borçlanmalardan dolayı savaşlar çıkabilir” derse buna kulak kabartan olur. Oluyor. Litvanya hükümetinin ekonomi danışmanı Hudson, Nisan ayı başında verdiği bir konferansta Yunanistan'ın sadece bir başlangıç olduğunu söylediğinde bunu pek yadırgayan olmamıştı. Birçok devletin benzeri duruma düşebileceği her yerde söyleniyor. Ama savaş!.. İşte bu yeni.

Mürekkep yalamış herkes, kapitalizm ile savaş arasında bir ilişki olduğunu duymuş veya okumuştur. Bütün büyük savaşların, büyük krizlerin ertesinde çıktığı da sır değildir. “Ama o savaşlar çıktığında dünya globalleşmemişti. Ülkeler birbirine bu kadar bağımlı değildi. Ayrıca ABD'yi kim yenebilir ki” diyerek bu kabustan uyanmak mümkün mü? O kadar kolay mı? Hiç değil. “Teorik” olarak: Krizler ne kadar büyükse, savaş tehlikesi de o oranda büyüktür. Tabii savaşın çeşitli biçimleri vardır. Kapitalizmle ilişkisi ise, borçlardan kurtulmak ve maddi karşılığı olmayan devasa miktardaki sanal parayı bilgisayar ekranlarından silmektir. Daha da önemlisi, savaştan sonra yeni bir büyüme eğrisi yakalayıp, sisteme yeni bir temiz sayfa açmaktır. Tabi tamamen teorik! Bu işlem, global bir mutabakatla yapılabilir. Sistemin varlığı söz konusuysa ve kapitalizmin “mantığı” dahilinde akıllara başka ihtimal gelmiyorsa, sınırlı bir savaş oyunu neden olmasın?!.. (Tabii savaşların kendi kuralları da vardır. Savaşlar kolayca kontrolden çıkabilirler)

Savaş deyince akla -nedense- sadece silah/külah geldiğinden, modern vatandaş hemen arkasına yaslanıp ABD'nin askeri gücünü sayılara dökebilir. Bu konudaki en güvenilir veriler de merkezi Stokholm'deki SIPRI'dedir. Bugünkülerden daha az ürkütücü olacağından, 2008 yılının askeri harcamalarına bakalım. ABD'nin askeri harcamaları 607 milyar Dolar, Çin'in 85 milyar Dolar. Rusya'nın 58 milyar civarında. Kısa kesmek gerekirse, ABD'nin harcamaları, bu iki ülke dahil olmak üzere Hindistan'ın, İngiltere'nin, Fransa'nın, Almanya'nın, Suudi Arabistan'ın, Japonya ve İtalya'nın askeri harcamalarının toplamından yüz milyar Dolar daha fazla. Bu hesabı yapanlara, 11 Eylül'ü yapanların askeri harcamalarını hatırlatmakta fayda var: Birkaç yüz bin Dolar bile değil. Artık savaşlarda modern silahlar tayin edici olmayabiliyorlar, ama “modern silahların kullanıldığı tüm savaşların galibi ABD'dir” gibi kanıtlanmamış bir teori de mevcut.

Askeri sayılar hiç de abartıldıkları kadar önemli değiller. Bugün eğer sayılardan bahsedeceksek, asıl tehlikeli sayılar askeri değil ekonomik sayılardır. Clinton döneminin sonunda ABD'nin devlet borçları 5.8 trilyon Dolardı, şimdi 12 küsür trilyon Dolar. Bu sayılar roket sayılarından önemlidir, çünkü maaşını alamayan uzman Amerikan askeri istifa eder ve o silahları kullanmazsa, askeri sayılar bir işe yaramayabilir mesela.

Hudson, Yunanistan'ın ve Doğu Avrupa ülkelerinin borçlarını ödemelerinin imkansızlığı üzerinde duruyor ve krizden çıkış yolu olarak soğuk soğuk “Tek yol savaş” diyor. Öyle mi? Neden?

Bilindiği üzere neoliberal ekonomilere geçen eski sosyalist ülkeler, ilk iş olarak tüm devlet firmaları ve mallarını özelleştirmişlerdi. Böylece, neoliberalizmin tipik özelliğine yatay geçiş yaptılar: Özelleştirmeler sonucu devlet gelirleri azalıp eğitim/sağlık/emeklilik/vs. gibi devlet hizmetlerini finanse etmek zorlaşınca, sürekli yeni krediler alındı. Devletler kredi faizi ödemekten helak oldular! Sürekli borçlanmak, neoliberalizmin özelliklerinin başında geliyor. Ama borçlanmanın da bir sınırı var. Ve şimdi o sınıra gelindiği anlaşılıyor. Hudson bunu söylemiyor elbette, ama halkların aniden fakirleşebileceğini ve buna karşı mutlaka sokağa inebileceklerini öngörüyor. Bunun nasıl olabileceği konusunda Yunanistan örneği var elimizde. 110 milyar Euro kredi alacağı söylendi. Bu krediyi geri ödeyebileceğini kimse düşünmüyor. Bu sayede sadece biraz zaman kazanılmış olduğunu söyleyenler hiç de az değil. Ama ödeme ihtimalinin olabilmesi için Yunanlıların maaşlarının üçte bir oranında düşürüleceği, vergilerin artırılacağı gibi önlemler var -ki, Yunanlılar daha bu önlemlerden önce meydanlara indiler. Hudson, sadece böyle durumlarda, hükümetlerin dikkati dışarıya çekmek ve halkı evde tutmak için komşu ülkelere karşı savaş provoke edebileceklerini söylüyor.

Savaş dedikodularının bundan ibaret olduğunu sanan aldanır. Güvenlik politikaları üzerine araştırmalar yapan 'Bundesakedemie für Sicherheitspolitik' adlı kurum, sistemin merkezinin Batıdan Doğuya kaymasını da gözönünde bulundurarak geçen yılın yaz aylarında yaptığı bir değerlendirmede Batı ile Doğu arasında silahlı bir savaşın olabileceği ihtimaline dikkat çekiyor. Burada Batı'dan anlaşılan ABD ve AB, Doğudan anlaşılan da Çin ce Rusya. Kurum, bu büyük savaşın başlangıcı olarak da Batı ekonomilerinin çöküşü ertesini gösteriyor. Burada hemen dikkat çekmek gereken ilginç konu şu: Çökme tehlikesi altındaki ülkeler, Doğu değil Batı ülkeleri.

Eğer bir çöküş korkusundan konuşuluyorsa, global bir ekonomide, Batıda olabilecek çöküşlerin Doğuyu etkilememesi mümkün mü? Elbette değil. Ama zamanın hızlı aktığı günümüzde, Doğunun çöküşü Batıdan birkaç yıl sonra gerçekleşirse, bu bile bütüncül çöküşün sonrasındaki yeni başlangıç için önemli bir konu olabilecektir. (-Tabii bütün bunlar, bugünün kar/zarar rasyonel mantığıyla yapılan hesaplardır. Gelecekteki başlangıçlardan sonra mutlaka “jeostratejik” yeni hesaplar olmak zorunda olmayabilir. Malum bu kavramın “jeo” dediğimiz kısmı yeraltı kaynaklarına, mesela petrole falan işaret etmektedir.) Böyle bir durumda, Batının çöküşünden önce savaşı başlatmak -Doğu için de- “mantıklı!” olabilir mi? Nerede başlatılabilir? İran'da... Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyesi bütün ülkelerin İran'a karşı yaptırım uygulama kararına katılması (Türkiye ve Brezilya'nın çabalarının boşa gitmesi), krizin sosyal sonuçlarından kurtulmak için kontrollü bir askeri gerilim üretmek fikrini ön plana çıkarabilir. Ama bu kez Irak'daki gibi büyük bir mutabakat olmadığı gibi, savaş finansmanı sorunu var. Savaş, yukarıda değindiğimiz nedenlerle yayılabilir. Şurası bir gerçek ki, olası bir savaş durumundan -bu savaş ne kadar büyük olursa olsun, modern bir savaş olduğu takdirde- bundan ABD yararlanabilir. Savaş endüstrisinden para kazanır, işsizliği azaltır borçlarını kısmen eritebilir vs. -Ama bu tahminler de klasik savaş teorilerine ve kapitalizmin konjonktürel krizlerine göre yapıldıklarından, tayin edici hatalar içeriyorlar.

Hataların başında, yaşanılan krizin konjonktürel bir kriz olduğu, krizden sonra kapitalizmin yeni bir yükseliş yaşayacağı varsayımı geliyor. Kapitalizmin savaşlarla aşılan krizleri, aynı zamanda kapitalizmin yeni bir aşamasına geçiş demekti. Kapitalizmin 1930'lu yıllara kadarki krizlerinin, sistemin kapsama alanının şehirlerden kırlara doğru genişletilmesiyle aşıldığını biliyoruz. Daha sonra savaş endüstrisi sayesinde krizlerin aşıldığı bir dönem geldi ve iki dünya savaşı yaşandı. 1970'li yıllardan sonra reel ekonomiden yeterince kar elde edilemediği için, sanal finans ekonomisinin yükseldiği görüldü. Ekonominin motoru sanal para haline geldi. Doğu Avrupa'daki kooperatist kapitalizmin çöküşünden sonra (-ki bu bal gibi bir ilk sistemsel çöküş örneğidir, çünkü çöken bir kapitalizm türüdür) neoliberal kapitalizmin özelleştirilen devlet/kamu mallarına doğru yeni bir genişleme alanı bulduğu söylenebilir. Fakat sanal ekonomi asıl lokomotif olduğu için, bu yeni durum, sanal ekonomi ile reel ekonominin birbirinden iyice uzaklaşıp birbirinden kopma noktasına gelmeleri sonucunu doğurmuştur. Bu durumun neden sürdürülemeyeceğine daha önce değinmiştik. Şimdi “teorikman” beklenen, kapitalin savaş sonrası yeni alanlara doğru genişleyebileceği hamhayalidir. Nereye genişleyecek?!.. Hadi “şimdi bilinmiyor. O gün gelsin bulunur” diyelim... Diyebilir miyiz? Kesinlikle Hayır. Çünkü boyutlar, bize bunun ümkansızlığını şimdiden göstermektedir. Her kriz ve savaş sonrası kapitale açılan yeni alan, bir öncekinden büyük/yaygın/derin olmuştur. Yeni ve bugünkünden daha büyük/yaygın/derin bir alanın bulunması imkansızdır, çünkü yoktur. Ve sadece bu kadar da değil. Marx'ın gösterdiği üzere, parasal değerin maddi muhteviyatının (Substanz) esası 'ücretli iş'tir. Sistem, artık sanal/finans kapitale dayandığından, çalışan sayısını mütemadiyean azaltmakta, yani intihar etmektedir. Bunu tersine çevrilmek ve dünyayı herkesin çalıştığı global bir 'ücretli iş' toplumu haline getirmek mümkün değildir. Yani kısaca: Savaş bu kez kapitalizmi yeni bir aşamaya taşımayacaktır, Marx'ın deyimiyle “Barbarlaşmaya sürükleyecektir.”

Kapitalizmden ve onun yaşam/düşünce biçimlerinden kurtulmak, insanın kendisini aşmak anlamına geliyor. Bunun ilk elementar biçimi, insani/kutsal değerleri yükselterek, ezilenlerden yana olmak, sosyal-devleti yeniden kurmak ve neoliberal politikalara kararlılıkla son vermektir. Kapitalist mantığın sürdürülmesi, yeni bir dünya savaşına neden olabilir. Ve savaşı önleyebilmenin en garantili yolu, kapitalizmin (para/kar mantığı başta olmak üzere) esiri olmaktan kurtulmaktır. Ama savaş olsun veya olmasın, (mesela savaş sonrası) ortaya çıkabilecek barbarlaşmış bir dünyaya, postkapitalist yeni bir düzen sunabilmek, ruh sahibi her makul insanın şimdiden hedefi olmak zorundadır. İnsanoğlu, kapitalizm hastalığından kurtulmaya mecbur.
www.konstantiniye.blogspot.com

Devletlerin iflas mekaniği, domino efekti ve Yunanistan
Salih Selçuk
5.2.10



Ekonomik krizde en önemli son gelişme ABD, Japonya ve AB ülkelerinin geçen yıl kesenin ağzını açarak özel bankaları paraya boğmalarıydı. Bu "yeniliğin" sistemi kurtardığı iddia edilmişti. Hatta yakında krizin aşılacağını söyleyenler de az değildi.
Dünya çapında bankalara trilyonlarca Dolar para dağıtıldı.
Amaç şuydu: Bankalara para verilecek, bankalar da reel ekonomiye kredi verecekler -ki, yatırımlar artsın, istihdam olsun, iş yerleri açılsın, (reel) ekonomi dönsün. Ekonominin dönebilmesi için de geniş kesimlerin elinde yeteri kadar para olmalı ki harcasınlar, üretilen onca ürün satılsın.
Ekonominin dönmesini paraya endekslemiş bir dünyada "mantıklı" gibi geliyor kulağa!
Ama bankalar, kapitalizmin "kar mantığı"nı izlediler ve parayı en çok kar getirecek "iş"lere yatırdılar -geniş kesimlerin refahı kimin umurunda?!
Reel ekonomi, 1970'li yıllardan başlayarak Sanal ekonomiden daha az "kar" getiren alan.

Bu krizde bankalara aktarılan devasa mikarlardaki paralar reel ekonomiye değil borsa ve spekülasyona aktı. Kapitalizme göre bu çok "normal"di. (Normal olmayan, paranın borsalara akmasına şaşanlar)
Sonuç şu:
Amerikan Yatırım bankası Goldman Sachs'ın 16 Ekim 2009'da yaptığı açıklamaya göre sadece Temmuz ile Eylül ayları arasındaki net karı 3.2 Milyar Dolar (Bir önceki yıldan dört misli fazla).
11 Kasım 2009'daki verilerine göre Britanyalı Barclays bankası üçüncü çeğrekte 4.4 milyar Pfund Sterlin ile bir yıl öncesine göre karını ikiye katladı. (Die Zeit, 14.1.2010)
Haberlere göre sadece 2009 Aralık ayında ABD'de insanların çalıştığı 85.000 iş pozisyonu çeşitli nedenlerle (rasyonellleşme veya iflas nedeniyle) ortadan kalktı (Telgraph, 8.1.2010).
Sırf spekülasyon nedeniyle petrol fiyatları geçen yıl iki misli arttı, şimdi de (6.2.2010) aniden düştü. Aynı şekilde altın fiatları da yüzde 30 artmıştı, birden düştü. Spekülasyon sonucu yükselen en komik şey de "portakal suyu konsantresi." Fiyatı yüzde 80 arttı! Bir de bakır fiyatları! Bilgisayardan buz dolabına ve cep telefonuna kadar tüm elektronik aletlerin değişmez maddesi bakırın fiyatı yüzde 150 arttı.
Neoliberal ekonominin ana motorunun sanal ekonomi olduğunu daha önce söylemiştik. Reel ekonomi artık, sadece onun peşinden, ona takılarak işleyebilen ikincil konumdadır. Bunun nedeni, reel (kapitalist) ekonominin ve ücretli iş sisteminin dünya çapındaki krizdir. Sistemin final krizi, 1970'li yıllardan itibaren reel ekonominin boğulmaya başlamasıyla kendini gösterdi demiştik. Ekonominin motorunun reel ekonomiden sanal ekonomiye kayması ve çalışma/iş krizi 1990'lı yıllarda dünya çapında bir olgu haline gelmiştir. 2000'li yıllar, sistem dışı kalan kalıcı işsizler ve ekonomisiz bölgeler devri olmuştu. Şimdi bu durumun giderek pekiştiği ve bozulmanın, sistemin merkezine ulaştığı bir dönem yaşanıyor. Yeni durumda, sistemin sürekli işsiz üretmek zorunda olduğunu -ama böylece kendi altını da oyduğunu- anlatmıştık. Sistem -reel ekonomi bazında- karlı olabilmek için üretimi çok fazla artırmak zorunda, çok daha fazla enerji, hammadde kullanmak zorunda. Oysa borsada kazanmak kolay -bir tık ötesinde! Ve reel ekonominin o sonsuz miktardaki (giderek daha da) ucuz ürünlerini alabilecek geniş kitleler de azalıyor. Neoliberal sistem insanları işsizleştirerek, iş yerlerini rasyonelleştirerek, geçici işçi statüleriyle vs. kendi altını oyuyor.

Son verilere bakarak söylenebilecek konuların başında, devletlerin konjonktürel programlar dahilinde bankalar üzerinden piyasaya sürmeyi denedikleri son para "yardımının", halkla doğrudan ilintili iş/üretim/isdihdam gibi temel sorunları çözmediğini, insanları rahatlatmadığını gösteriyor. Bunun sonucu, sosyal tepkinin hızla büyümesidir. Türkiye'de bu konu, iktidarın inanılmaz cehaleti ve sorumsuzluğu sonucu yeni bir Muhalefet ayağının doğurmuştur ve bu muhalefet, (tıpkı AKP'nin pek övündüğü gibi) 81 ilde örgütlü sahiden 'mazlum' bir muhalefettir. Şimdilik Tekel İşçileri tarafından temsil edilmektedir ama kendine temsilci bulmakta zorluk çekmeyeceği açıktır.

Dünyada büyük özel bankaların paraya boğulması sonucu genel ekonomi sayılarının "olumlu" görünmesine rağmen, sanal paranın sadece bankalarla ilişkili alanlarda yoğunlaşıp kaldığı ve reel ekonomiye ya hiç inmediği ya da çok sınırlı ölçüde ulaştığı söylenebilir.
Buna bakarak şu söylenebilir: Bankalara para banyosu, sistemin kendini döndürebileceği türde bir etki yapMAmıştır. Yeni bir para banyosu, bu kez doğrudan reel ekonomiyi "görecek" şekilde yapılması gerekebilir. (yani böyle yeni para banyoları gerekebilir) Daha önce verilen paranın reel ekonomiye ve halka inebilmesi için -Obama'nın yapmayı planladığı gibi- bankalara sıkı risk sınırları konabilir, veya daha yaratıcı önlemler alınabilir. Ama bunlar, sistemi kurtarmaya yeter mi? Maalesef Hayır. Artık ekonomi çevrelerinde de alenen konuşulduğu üzere, sistemi değiştirmeden aynen sürdürmek artık mümkün değildir. Şimdi düşünülmesi gereken, reformların dozu ve halkın -bu değişim sırasında- azami ölçüde korunmasıdır. Değişimi gönüllü/planlı/dinamik bir yaklaşımla yapanlar (mesela Türkler), post-kapitalist dönemde yarışa önde başlayacaklardır. O yüzden AKP'nin sosyo-ekonomi ötesi günlük "laf demokrasisi!" ve "katakullist" kurnazlık oyunlarıyla (politika bile değil) bir yere gidilemeyeceği halk tarafından hızla anlaşılmaktadır. Şimdi, (AKP/İslamcı kökenliler dahil) her kesimin sağduyulularının bir arada -yaratıcılık/kalite, bütünü gözetmek, nesnellik ve insani/kutsal değerleri önemseyen bir yaklaşımla- yeni döneme kararlılıkla adapte olmaya çalışmaları gerekiyor. Bunu yapabilecek bir anlayış ve irade ortaya çıkıyor -ki çok sevindiricidir.

Dünyadaki son para banyosundan korkunç boyutlarda zengin olan "elitler"in tüketim alışkanlıkları dikkat çekici ve yeni önlemlerin hangi istikamette olması bakımından da öğretici. Para banyosuyla yıkanan yeni zenginler, kazandıkları devasa paraları harcamıyorlar. Bir-ik ev, araba, yat ve kattan sonra durup, paralarını bankalara depone ediyorlar. Yani (reel) ekonomiye/tüketime pek bir faydaları olmuyor. Oysa -sistemin çökmemesi için- mutlaka olmak zorunda. Serveti 30 milyon Dolar üstü sanal para zenginlerinin sayısı, 1997'den 2007'ye kadar olan süre içinde ikiye katlandı. (Die Zeit, age.)
Burada devletlerin iflas dinamiğini ilgilendiren ilk konu ise, devletlerin bankalara pompaladığı parayla ilgili bir durum. Bu sanal paraların önemli bir kısmının, şapka-tavşan misali, ekranlardaki sayıların ardına birkaç sıfır ekleyerek oluşturulduğu artık sır değil... (Bu çok önemli)
Bizi ilgilendiren durum da şu: Madem paralar hiç yoktan ekranda yumurtlanabiliyor -yani aslında büyük ölçüde yoklar-, öyleyse para denen şeyin -en azından teorik olarak- kaldırılabileceğini, iptal edilebileceğini, şutlanabileceğini söyleyebiliriz...
Yani para yerine, -sanal da olsa- başka birşey koyarak işe başlayabiliriz ve en azından fakirlerden başlayarak insanları mecburen para peşinde koşarken her türlü haltı yemek zorunda kalmaktan kurtarabiliriz. -Kurtarmalıyız.
Devletlerin bu kadar yüklü miktarda parayı bankalara vermesi, -sanki o para varmış gibi davranmak- olayının absürdlüğünü göstermekle kalmadı, verilen paraların elbette belli bir "reelimtrak" dayanağının olması nedeniyle, parayı veren devletlerin sosyal giderlerden kısması anlamına da geldi. Yani daha az sosyal devlet, daha az kreş, daha az emekli maaşı, daha az -parasız- sağlık hizmeti vs... Milletin boğazından/sağlığından/sosyal yaşamından kısılan paraların, "piyasanın kanunları!" uyarınca bu paracı beylere "faiz" olarak ödendiğini herkes görüyor. Ve o "kanunlar!"ın canına okumaya hazırlanıyor. Şimdi neoliberal iktidarlar -tıpkı AKP iktidarının yaptığı gibi- bunu gören, Milletten korkuyor, bu devasa haksızlığa ses çıkarmamasını istiyor, Milleti tehdit ediyor. Çünkü o kapı bir açılırsa, Milletin onu Stürn'e kadar kovalayacağını biliyor. İnsanlar, bu paracı tiplerin şutlanmasınan sonra Dünyanın herkese yeteceğini artık tahayyül edebiliyorlar.

Başta ABD, AB ve Japonya'da olmak üzere, bankalara dağıtılan paralar, günün birinde (kısmen de olsa) geri alınabilecek düşüncesiyle verilmişti. Bankalar, bu paraları hiç ödemeyecekmiş gibi davranıyorlar -ki bu, mesela Obama'yı kızdırdı. Parayı alamazlarsa, üstelik tüm o finansal yükümlülükleri ve borçları devletler yüklenmişken, paraların bir kısmı da olsa geri dönmezse (daha korkuncu o paralar da batarsa -ki yeni balonlar oluştu bile!) bunun nasıl bir felaket olabileceğini ABD'de birileri mutlaka düşünüyordur!.. (Türkiye'de Emine Hanım'ın türbanı, Taraf'ın Balyozu, Fethullah'ın Ergenekonu, Genç Siviller'in GATA eyleminden fırsat bulunabilirse konuşulur -belki!) Benzersiz olan bu durumun dünyada nasıl bir yıkıma neden olabileceği henüz bilinmiyor. Devlet iflasları denen olay konusunda tecrübe var. Ama birbirine bağlı devletlerden bir-ikisinin iflası, hiç yaşanmamış bir durum.

Devletler, gelişmeler sonucu kendilerini birden finans piyasasının doğrudan içinde buldular, bizzat kendileri 'finans piyasası' oluverdiler. Ortada oynanan para, devletlerin bilgisayar tuşlarından türedi! Şimdi eski metodlarla, "kredilere" dayanarak konjonktür ayakta tutulmaya çalışılıyor. Kapitalizmi borçlanmadan ayakta tutmak şimdilik mümkün görünmüyor.
Devletler, özelleştirmeler/sınırsızpiyasa falan derken giderek daha az vergi toplayabiliyorlar ve varlıklarını/hizmetlerini ANCAK sürekli borçlanmayla sürdürebiliyorlar. Bu genel eğilim, neoliberal dönemin zayıflattığı ulus-devletlerin ortak sorunu.
Yunanistan örneği, bu borçlanmanın bir sınırının olduğunu gösterdi. Bu sınır, alınan borcun miktarıyla değil, çevrilebilir olmasıyla ilgili. Ve hayali paralarla falan da işlemesi şüpheli bir durum söz konusu. Kredi kuruluşlarının bir ülkenin kredi notunu düşürmesi, günümüzde birçok finans fonunun bilgisayar ortamında otomatik satış talimatına uygun olarak harekete geçmesine neden olabiliyor. Bu da ani para kaçışlarını tetikleyebiliyor, banka çöküşlerine benzer durumlar doğurabiliyor. Yunanistan, şimdi Portekiz (sonra belki İspanya, Ukrayna vd.) gibi ülkeler riskli olduklarından daha pahalı krediler alıp sürekli artan miktarda yüksek faize mahkum kalıyorlar ve borç ödeme/çevirme sıkıntısına girebiliyorlar. Bu sarmalı sürdürmek için sürekli daha fazla borç almak gerekiyor.
Şimdi bu sarmal, kendi sınırlarına dayanmak üzere. Yani Yunanistan gibi ülkeler çökme tehlikesi altında. Avrupa'da Portekiz, İspanya ve İtalya'nın tehlikeli sulara girmeleri çok önemli, çünkü Türkiye AB ülkeleri ile ekonomi üzerinden oldukça yoğun bir ilişkiye sahip. Ukrayna da aniden çökebilecek ülkelerden biri. (Pakistan da tehlike altında)
Dünya tarihi boyunca devletler, hiç bu kadar kısa sürede bu kadar çok borçlanmamışlardı. Devlet borçları, son bir-iki yıldır astronomik boyutlarda arttı. Sadece ABD'nin borçlarının, geçen yılın Ekim-Kasım ayları arasında üçyüz milyar Dolar civarında artarak yıl sonunda 1.400 milyar Doları görmesi, benzersiz bir duruma işaret ediyor. Böylesi absürd sayıların ne anlama geldiğini anlamak için komşu Yunanistan'a bakmak yeterli. Toplam borcunun 300 milyar Dolar olduğu söyleniyor. (Gerçekte ne kadar olduğu henüz bilinmiyor.) AB, Yunanistan'ın bir domino efektini harekete geçirebileceği korkusuyla Euro (Avro) bölgesini kurtarabilmek için Yunanistan'a mutlaka destek olmak zorunda. Ama Yunanistan'ın AB'ye şişirilmiş yanlış bilanço sunduğu, borcunun/açığının çok daha fazla olduğu ortaya çıktı ve güven sarsıldı. Yunanistan kurtarılamazsa, Euro bölgesindeki ülkeler, kendi borçlarını daha kolay çevirbilmek için, eski para birimlerine geri dönemek isteyebilirler. Çünkü o zaman kendi darpanelerinde para basabilirler. Şimdi para sadece Brüksel'de basılabiliyor. (Euro bölgesinin çökmesi Türkiye'yi nasıl etkiler, mutlaka tartışılmak zorunda)
Devlet iflasları yeni bir olgu değil. Türkiye Düyun-u Umumiye'yi unutmadı. İspanya 19'uncu yüzyıl boyunca tam 19 kez iflas etti. Ama iflaslar bu kez farklı. Çünkü ekonomiler -tarihte hiç olmadığı kadar- birbirine bağlı. Bu nedenle çöküşler birbiri ardına gelebilir. Tehlike burada. Bu bir sistemik çöküş haline gelebilir. Bunun olmaması elbette daha iyi, ama reformlar yapılmazsa er veya geç mutlaka olacaktır. Zayıf halkalardan başlayan bir çöküş, bütün dünyayı etkileyecektir. Büyük tarihçi Eric Hobsbawm'ın "Yeni bir Dünya savaşı çıkması için tüm şartlar mevcut" demesi -bu nedenle- çok yerindedir. Eski neoliberal vahşi piyasada ve ekrandaki bol sıfırlı sayılarda ısrar etmek, sistemin söz sahibi muktedirlerini -giderayak- bir savaşa ve enerji/yeraltı kaynaklarını yeniden paylaşmaya itebilir. Bunu önlemek, ancak değişerek ve değiştirerek mümkün.
Değişimden korkmamak gerekiyor.
(Bunu Türkiye'de, özellikle AKP ve iktidar çevrelerine anlatmak gerekiyor! Çünkü en çok özveride bulunması gereken çevrelerin başında onların rantiyecileri geliyor)
Yunanistan'ın iflası mutlaka önlenmek, veya Euro bölgesinden çıkarılmak zorunda. Değişim için zaman kazanmak önemli. Yunanistan düşerse bunu Portekiz izleyebilir dedik. Ardından İspanya ve İtalya gelebilir. İflas şampiyonu İspanya'da halen 4 milyon işsiz var.
Kaynak: http://konstantiniye.blogspot.com/

Sistemi aşmanın üçüncü yolu ve temel çelişkiler hakkında
Salih Selçuk

2010 yılının pek iç açıcı bir yıl olmayacağı konusunda maalesef geniş bir mutabakat var. Katılmamak elde değil. Ama benzeri karamsar ve karmaşık dönemlerin, her zaman yeniliklerin ve umutların da somut başlangıcını teşkil ettiklerini, tarihteki örneklerden biliyoruz. Global ekonomik krizin henüz dinmediği ve kriz aşılsa bile yenilerinin yaşanabileceği korkusu, günümüzdeki karamsarlığın belki de en önemli 'kaynağı' olmayı sürdürüyor. O halde kaynağa geri dönmek ve onu daha iyi tanımaya çalışmak, korkuyu yenmeye yardımcı olabilir.

Kapitalizm, hiç de sevimli bir terim değil. Ve yüz yılı aşkın bir süredir de esasen olumsuz anlamda kullanılıyor. Kapitalizm, ekonomik ilişkilerden sosyal ilişkilere ve günlük yaşam kültürüne, hatta düşünce biçimine kadar, yaşamla ilgili çok geniş bir yelpazeyi ilgilendiriyor. Günümüz krizinin, kapitalizmin krizi olduğunu söylemek de eskisi gibi solculara özgü bir hal değil. Bankacılardan Hristiyandemokrat politikacılara kadar, eskiden 'sağcı' sayılabilecek kesimler bile, 'kapitalizm' terimini olumsuz anlamda kullanıyorlar artık. Ayrıca sıklaşan krizler, bardağın dolu kısmından çok boş kısmının görülmesini ve 'kapitalizm' teriminin 'krizler'le özdeşleşmesini sağladı. Bu sıkıcı durumun tek avantajı, sistemin tekrarlanan krizlerine kalıcı çareler düşünmek işinin artık daha sıkı tutulması isteği ve sorunun daha ciddiye alınması. Şimdi asıl soru, kapitalizmin krizlerle de olsa yoluna devam edip edemeyeceği, veya daha ne kadar devam edebileceğidir. Özellikle çevrecilerin yaptıkları hesaplar çok karamsar. Krizin aşılacağı, büyümenin yeniden başlayabileceği müjdesi verenlere kimse inanamıyor. Sisteme olan güvensizlik, had safhada. Bu karamsarlığı ve belirsizliği sineye çekmek gerekmiyor.

Kapitalizmi değiştirmek düşüncesi, eskiden beri iki temel yaklaşımı esas almıştı. Bunlardan biri, ortodoks sol yaklaşımın 'devrim' fikri, yani kapitalizmin bir devrimle zorla sonlandırılıp yeni bir düzenin (sol için bu yeni düzen 'sosyalizm'dir) kurulması fikri. Diğer yaklaşım ise, insanların belli bir bilinç/anlayış seviyesine gelmeleriyle, kapitalizmi akıllı yöntemlerle aşacakları ve yeni bir düzen kuracakları ana fikri. İkinci anlayışın önşartı olan, 'kitlelerin bilinçlenmesi', her solcunun hayaliydi. Günümüzde bu aşamaya oldukça yaklaşıldığı söylenebilir belki. Ama bu iki anlayışın da zayıf bir noktası bulunmaktaydı. Kapitalizm devrimle veya çoğunluğun iradesiyle değiştirilmediği sürece ilelebet devam edebilir mi? Bu iki anlayışın zayıf noktası, kapitalizmin devrimle/reformla değiştirilmediği sürece ilelebet devam edebileceği gizli-varsayımıydı. Kendi haline bırakılmış, müdahale edilmeyen kapitalist sistemin yaşamını sürdürme imkanı bulunmuyor. Sovyetler Birliğinin çöküşünü önceden doğru tahmin eden ünlü düşünür Immanuel Wallerstein geçen yıl, kapitalizmin en fazla otuz yıllık ömrünün kaldığını söylemişti. Bu tahminine katılıyoruz. (Bkz., daha önce Haber10'da yayımlanmış "Kapitalizmin otuz yıllık ömrü mü kaldı?" başlıklı yazı. Tıklayınız.)

Güncel haliyle kapitalizmin kendi iç çelişkileri sonucu, dış müdahaleye gerek kalmadan kendiliğinden bozulması ve işlerlik sınırlarına dayanmak üzere olması, sistemi değiştirmek için daha somut veriler ve fırsatlar sunamaz mı? Bir defada toplumu altüst edip devrimle canların yanmasına neden olmaktansa, veya iradeyi işletip -ki işlemiyor, istek yok- bir dizi reform yapmaktansa, gerektiği (öne gelen) konularda aktif olmak, günümüz modern insanının doğasına daha uygun değil mi? Kuşkusuz evet.
(Ama "'Modern insan', dünyanın doğasına uygun mu?" sorusu saklı kalmak koşuluyla)

Kapitalizmin, ekonomiyi de aşan geniş anlamdaki krizi, onun değer sistemiyle ilişkili görünüyor. İşte bu konunun açıklığa kavuşturulması, kapitalizmin bundan sonraki kaçınılmaz çöküşünü/sonunu daha iyi anlamamıza ve ona göre konumlanmamıza yardımcı olabilir.

Bugün hakim ekonomi biliminin insanları yanılttığı en önemli yanı ve ekonomistlerin büyük eksikliği şu: Ekonomi "bilimi", kapitalizmin sadece maddesel yanıyla ilgileniyor (ve bunu belli/kısıtlı bir yaklaşım tarzıyla yapıyor). Üretim artmış mı, azalmış mı. İhracat artmış mı azalmış mı. Faiz oranları. GSMH'daki artış, azalış. Bütün bu kalemler, kapitalizme özgü bir değer sistemine göre belirlenmişlerdir. Özellikleri, parasal karşılıkları olmasıdır mesela. Ama biz 'para'dan daha önce çok söz ettiğimizden, bu kez kapitalizmin özgün değer sisteminden -yani (seküler) manevi yanının özelliklerinden bahsedeceğiz.

Kapitalizmi bugüne dek en iyi açıklamış düşünür olan Karl Marx, kapitalizmin bu özgün değer anlayışına kısaca (maddesel) 'Değer' (Wert) diyor ve bunu çok detaylı bir şekilde izah ediyor. Kapitalist 'değer'i anlamadan, kapitalizm sonrası (post-kapitalist) maddi değerleri, maddi zenginliği ve doğru anlamda maddi değer sistemini anlamak mümkün olmayabilir. Bunun özellikle anlaşılmasının önemi, kapitalist 'değer'in ilelebet/mutlak 'maddi değer' sanılmasından kurtulmakla ilgili bir durumdur. Kapitalist 'değer' insanlık tarihinde geçici bir görüngüdür, öyle olmak zorundadır -çünkü uzun yüzyıllar boyu sürdürülmesi kesinlikle imkansızdır. Bugün ulaştığı aşamada bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. (Eskiden de geçerli olsa idi, dünyanın sonu çok daha önce gelmiş olurdu, yaşanabilir bir dünya olmazdı)

Son zamanlarda biraz kısık sesle ifade ediliyor olsa da günümüzün en önemli klişelerinin başında, "kapitalizme birşey olmaz" efsanesi geliyor. Bu fikrin daha uzun cümlelerle ifadesi de genellikle şöyledir: "Solcular fi tarihinden beri 'kapitalizm çökecek' derler, ama çökmez. Her krizden sonra yeni bir yükseliş gelir, kapitalizm küllerinden yeniden doğar."
Kapitalizmin birden çöküp, tamamen ortadan kalkması elbette beklenmemeli. "Sosyalizm" (kooperatist kapitalizm) de birden kaybolmadı. Küba, Kuzey Kore, bugün de sosyalist olduklarını iddia ediyorlar. Çin Halk Cumhuriyeti, Çin Komünist Partisi tarafından yönetilmeye devam ediyor. Ama biz, "Sosyalizm sona erdi" diyoruz. Bunu, genel resme bakarak söylüyoruz. Kapitalizmin mecburen sona erecek olmasının nedeni, kapitalizmin ruhunu belirleyen 'Değiş-tokuş değeri' (veya 'Alış-veriş değeri') dediğimiz, -Marx'ın deyimiyle- 'Tauschwert'in işlevini yitirmesiyle ilgili bir durumdur. Kısacası: Kapital, kendi varlığıyla çelişmektedir -ve bu yeni bir durum da değildir. Ama artık taşınamaz boyutlara ulaşmıştır.

Marx, adını özellikle 'Kapital' koyduğu (mesela 'Sömürü', 'işçi sınıfı' falan koymadığı) kitabının birinci cildinde, 'Alış-veriş değeri'nin (yani paranın) içeriğini belirleyen temel faktörün 'ücretli iş / ücretli çalışma' olduğunu belirtiyor. Böylece çalışma süresi ve saat ücreti, 'kapitalist değer'in büyüklüğünü belirleyen reel ölçü oluyor (Marx-Engels Toplu Eserler. Berlin 1962. MEW, C.23, s.98). Bu konu, üzerinde yeniden, başka yazılarla durmayı gerektirebilecek kadar önemli. Ama kısaca hemen dikkat çekelim: Kitlesel kalıcı işsizlik sorununun, şişip şişip patlayan sanal para balonları sorununun kökeni, doğrudan bu relasyonla ilgilidir. Bozukluk köken itibariyle oradadır ve bu da yeni değildir -tam tersine eskidir ve artık taşınamaz boyutlardadır.

Marx daha önce, Kapital'in kendi içindeki temel çelişkiye dikkat çekmişti. Buna göre Kapital, "çalışma süresini mümkün olduğunca azaltmaya eğilimli"dir ve bu, kapitalizmin, "çalışma süresini, zenginliğin tek ölçüsü ve kaynağı olarak görmesi"ne rağmen böyledir (Grundrisse, s.593). Marx, bu çelişki sayesinde kapitalist üretim tarzının kendi kendini "havaya uçuracağını" söyler (Marx, aynı yerde, bir sayfa sonra). Kendi kendini havaya uçuracaktır, çünkü sistemin genel eğilimi şöyledir:
1. Mümkün olduğunca az ve ucuz işçi kullanmak. Çalışan haklarının olmadığı Çin (proleter!) diktatörlüğünde üç kuruşa onsekiz saat çalışan işçiler muazzam miktarlarda mal üretmektedirler. Kapitalizmin genel eğilimine optimal ölçülerde uygundur.
2. Üretilen ürünün reel değerini iş-gücü/iş-saati belirler. Marx'ın detaylandırdığı bu karmaşık konuyu şöyle özetleyebiliriz: Saat ücreti yüz Lira olan bir işçinin bir saatte ürettiği yüz kalem malın her birinin reel kapitalist değeri bir liradır. İşçinin maaşı düşünce veya üretim artınca, reel değer düşer. Doğada doğal olarak bulunan şeyler (arazi, hava/cıva) 'kapitalist mal' formatına girebilmeleri için, mesela önce ölçülmelidirler -ve bu bile bir ücretli iş sonucunda yapılmaktadır, yani doğrudan Marx'ın temel (kapitalist) 'Değer' kavramının kapsama alanına girmektedir.
3. Kapitalizm, o giderek daha ucuza malettiği ürünü daha fazla kar etmek için, çok daha fazlasına satmaya çalışır. Marx'ın tarif ettiği ve ancak çok sonra -zaman içinde- anlaşılabildiği üzere, ürün miktarındaki patlama ürünlerin değerlerinin ve buna bağlı olarak fiyatlarının düşmesiyle sonuçlanmıştır. Kar edebilmek için zaman içinde sürekli daha fazla sayıda üretmek gerekmiştir.
Kapitalizmin genel eğilimi şöyledir: Ürün miktarı sonsuza doğru artarken, tek tek ürünlerin değeri sıfıra doğru düşmektedir. Ve buna ek olarak işçi sayısı mümkün olduğunca azaltılmakta, üretim rasyonelleştirilmektedir. Kapitalizm, kendi değer sisteminin kökeni olan 'ücretli iş'in altını oymaktadır.
4. Bunun sonucu, artı değer üretmenin giderek zorlaşması ve artı değer üretimi genel eğiliminin sıfıra doğru düşmesidir. Bu çok önemlidir, çünkü kapitalizmin asıl amacı gerçek anlamda 'değer' üretmek falan değildir, sadece 'artı değer' (kar) üretmektir. Kapitalizm, kar etmeyen hiçbir işe girMEmenin adıdır. Şimdi bazıları şöyle düşünebilir: "Kapitalist metodları kullanarak, kar etmeyen veya artı değeri düşük tutan bir kapitalizm türü kursak olmaz mı?" Yanıt 'Hayır'dır. Sistem kar etmek, kazancını sürekli artırmak zorundadır, ve bu durum "isteğe bağlı" bir durum değildir, somut nedenleri vardır. (Tabii bunu da açıklamak zorundayız)

Kapitalizmin buraya kadar sözünü ettiğimiz yanı, kısaca 'Reel Kapital' dediğimiz, onun "en sağlıklı" sayılan, "alınteriyle çalışıp kazanan" yanıyla ilgilidir. ('Sanal Kapital'le ilgili değildir -daha oralara gelmedik!..) Şimdilik hemen belirtmemiz gerekirse, özellikle Avrupalı Sosyal Demokratlar arasında son kriz döneminde yaygınlaşan mantık şudur: "Gözü para hırsı bürümüş bankerler şeytandır, paşa-paşa çalışan ve üreten mütevazi işverenler ve işçileri melektir. Onları örnek alalım." Öyle midir? Hiç değil.
Asıl durum farklıdır: Bunların biri diğerini tamamlar. Sanal kapital, reel kapitalden doğmuştur ve reel kapital tıkandığı için bu kadar aktiftir/yükselmiştir ve şişip şişip zırt-pırt patlamaktadır. Sanal ve reel kapitalin ikisi de aynı şeyin faklı uzantılarıdır.

"Namuslu" kapitalizmin diline doladığı en önemli konu, 'Üretim'dir. Üretimi artırmak, genellikle "iyi bir şey" olarak sunulur ve amaçlanır -bu boşuna da değildir. Yukarıda göstermeye çalıştığımız gibi, bugün reel kapitalin artı değer üretebilmesi için üretimi sürekli -hem de çok fazla- artırması gerekir. Üretimin artırılması demek, aynı iş/çalışma süresi dahilinde, daha az işçiyle, daha fazla maddesel ürün/çıktı almaktır. Burada teknoloji devreye girer. Sistem, bu yeni formuyla, yeteri kadar kar edebilmek için, çok fazla mal üretmek (sürümden kazanmak) zorundadır. Kar etmek eskisi kadar kolay değildir. Borsada çok daha kolay, "işçisiz!", çok daha kısa sürede, çok daha fazla kazanılmaktadır. ABD'de 1970'li yıllarda altın standardının kaldırılmasının nedeni de esasen budur. Reel kapital artık eskisi kadar/oranda artı değer üreteMEmektedir. Artı değer elde edebilmek için mümkün olduğunca çok üretilen ürünlerin, en azından kar getirecek kadarının satılması gerekmektedir tabii. Ama siz giderek daha az işçi çalıştırır ve onlara (mecburen) daha az ücret öderseniz, ürettiğiniz malları alabilecek kitleyi sürekli azaltmış olursunuz. -Hatta bir noktadan sonra ürünlerinizi satamayabilirsiniz, veya kar edemeyebilirsiniz. Sistem, bu boğulma halini 1970'li yıllardan itibaren yaşamaya başlamıştır ve sırf bu yüzden 'Sanal Kapital' yükselmiştir. Şimdi geldiği nokta daha da vahimdir: Bu dinamiğin bir sonucu olarak, 'Kalıcı işsizler' diye bir sınıf doğmuştur ve bu insanlar, ne üretmekte ne de tüketmektedirler. Sistem dışı kalmışlardır. Eskiden bu garip durum, sadece Afrika, Irak, Afganistan gibi yerlerde görünüyordu. Son Kathrina Kasırgası felaketinden sonra, bu tür insanların ABD'de bile olduğunu gösterdi.
Şimdiki sorun, reel kapital boğulmak istikametinde ilerlerken, onun bir tür devamı/uzantısı olan sanal kapitalin de tıkanması sorunudur. Bunu özellikle belirtiyoruz, çünkü borsacılık/faiz terkedilip "üretim"e dönülünce dünyanın güllük-gülistanlık olacağını sananlar var. Maalesef doğru değildir. Kapitalizmde sadece denizler değil, okyanuslar da bitmiştir.

Kapitalizm aslen bir 'yanlış tasavvur' sorunudur. Reel karşılığı olmayan, sadece bilgisayar ekranında varolan sayılardan ibaret "büyük zenginlikler" bir tasavvur ve "inanç" meselesidir. Yani olmayan birşeye inanılmaktadır. Kapitalizmin "manevi" yanı, kapitalizme ve onun parayla ifade edilen değer sistemine körü körüne inanmakla ilgilidir.

Maddi değerler ve zenginlik, eskiden de vardı, ileride de olacaktır. Ama bunun ne olMAması herektiği üzerinde, kısacası 'Maddi değer' üzerinde durmalıyız. Verdiğimiz örnekte, üretilen malın, para ile ölçülen iş saati üzerinden, kitlesel üretimi arttıkça maddi/parasal değerinin düştüğünü anlatmaya çalıştık. Kapitalizmdeki zenginlik, Marx'ın da (yukarıda) tarif ettiği gibi sadece (maddi) 'Değer' bazlı bir zenginliktir. Sadece kapitalist sisteme özgüdür. Ve bu (kapitalist maddi) 'Değer' türü, kapitalist sistemin ruhudur (tabii buna "ruh" denebilirse!) veya sistemin 'iç çekirdeği/özü'dür denebilir.

Kapitalizmde maddesel zenginlik, kapitalizm öncesi toplumlardan çok farklıdır. Bu farka Marx, "Kapitalist toplumların zenginliği, muazzam bir mal birikimidir/toplamıdır" diye dikkat çekiyor (MEW, C.23, s.49). Aslında Mal, sadece parayı taşıyan malzeme olarak düşünülür. Bunun böyle olduğunu, 'Sanal Kapital'in son kırk yıllık büyük yükselişine bakarak da anlayabiliriz. Aslolan her zaman paradır, mal değil. Nitekim Marx, bunu da hemen belirtir (aynı yerde, bir sayfa sonra).

Kapitalizmden kurtuluş sadece üretim biçimini değiştirmekle -bu nedenle- olamaz. Önce mesela, dünyanın mala boğulmasını önlemek demek olan kapitalist 'mal formu'nu (formatını), mala/ürüne yaklaşım/bakış tarzını değiştirmek gerekmektedir. Çünkü bugünkü mantığıyla mal/ürün, kapitalist 'Değer' biçimi ve sistemine entegre olmuştur. Bunun anlamı, kitlesel üretimdir ve ürünlerin kişiliksiz/tüketilebilir olmalarıdır. Kalıcı değildirler. Zaten bu şekilde üretilebilmeleri için de kitlesel üretimi taşıyan kapitalist sisteme dayanmaları gerekir. Değer sistemin değiştirilmesi, kişiye özgü sağlam ve kalıcı ürünlerin az sayıda üretilmesi demektir. Yani her yıl milyonlarca cihazın çöpe gidip yeni nesillerinin çıkması değil, ürünlerin -kişiye özel- sürekli yenilenebilmeleri anlayışı demektir. Kapitalist değer sisteminin değiştirilmesi, en başta, çok yüksek bir maddi/manevi uygarlık demektir -ve muazzam çöp dağlarının, günlük yoğun üretim koşuşturmacasının olmaması demektir. (Elbette bundan ibaret değil)

Şimdi başa dönersek, bu temel sorunların, hızla bozulma/işleMEme veya çöküş aşamasında peyderpey insanların önüne geldikçe çözülmesinin -kapitalizmin aşılması konusunda- üçüncü yol olabileceğini söyleyebiliriz. Ama üçüncü yol, en az şerefli yoldur, çünkü sistemin zaten kendiliğinden sona erme aşamasıyla ilgilidir. Şerefli değildir, çünkü sistem sona ererken, yukarıda sözünü ettiğimiz nedenlerle atmosferi/çevreyi çok daha hızlı bir şekilde bozabilir. Üçüncü yol, sistem yanarken, "yangından mal kaçırmak" yoludur. Çünkü mücadeleci bir iradeden ziyade uyanıklık ve çalışkanlık gerektirir. Bir sonraki yazıda (veya bu yazıyı tamamlayarak) göstermeye çalışacağımız üzere, sistemin aynen devam etmesi, ancak, giderek çok daha hızlı bozulan bir atmosfer ve çevreyle mümkündür. Ayrıca krizlerin -aşılsa bile- hızla yeniden tekrar edeceği bir aşamada, savaşlara başvurma ihtimali çok yüksektir. Savaş gerekecektir, çünkü artı değer elde edilebilmesi için mobilize edilmesi gereken iş gücü, enerji ve hammadde miktarı katlanarak artmaktadır. Ve sözünü ettiğimiz bu durum, esas olarak "temiz" 'Reel Kapital' için geçerlidir. Sistemin güncel motoru olan 'Sanal Kapital'in desteklenebilmesi için gereken reel durumun sürdürülmesi de çok zordur. O halde sanal kapitalin daha büyük krizleri de muhtemeldir.
Üçüncü yolun bilinmeyenleri de vardır elbette: Mesela sistem, dünyayı iyice mahvedemeden işlemez hale gelebilir. Ama o durumda bile "kapıldım gidiyorum" mantığıyla kendini gelişmelerin akışına bırakmış iradesiz/isteksiz/korkak bir modern insanlık camiasının çok büyük bir bedel ödemesi muhtemeldir. Gelişmelere en azından kararlı bir şekilde müdahale edebilmek için istekli, iradeli, cesur, uyanık ve dikkatli olmak şimdi çok önemli.

http://konstantiniye.blogspot.com/2010/01/sistem-krizleriyle-nereye-kadar.html

Dünya'da ABD hakimiyetinin sonu geldi
31 Ocak 2010
Ana Haber

Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi ülkeler kendi çıkarları ve değerleri doğrultusunda ABD'ye karşı durmayı ve yükselen birer güç olmayı başardı.

ABD Başkanı Barack Obama bundan bir yıl önce göreve geldiğinde ülkesinin yeni dış politika anlayışının en önemli maddelerinden birinin “haydut devletler”le diyaloga geçilmesi olduğunu açıklamıştı. Ancak bugün Obama’nın Burma’dan Kuzey Kore’ye, Venezüella’dan İran’a kadar uzattığı elinin sıkılı yumruklarla karşılaştığını söylemek yanlış olmaz.

Birleşmiş Milletler (BM) eski Genel Sekreteri Kofi Annan’ın özel yardımcılığını yapmış olan Nadir Musevizade’ye göre Obama’nın diyalog politikasının başarısız olmasının nedeni Washington’ın dünya düzeninin değiştiğini henüz anlayamaması.

Newsweek için bir makale kaleme alan Musevizade, Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi ülkeler çoktan bu değişikliğin farkına vardığını savundu. Bu ülkeler bu sayede kendi çıkarları ve değerlerini savunarak gerçek birer güç haline geldiler.

Sovyetler Birliği’nin yıkılışından sonraki dönemde ABD’nin “dünya hakimiyeti”ne en büyük engeli de bu ülkeler çıkardı. Musevizade bugün Batı değerleriyle tanımlanan “uluslararası kamuoyu” fikrinin zayıfladığını ve ABD’nin de pek çok başka ülke tarafından haydut devlet olarak görülebileceğini belirtti.

YÜKSELEN GÜÇLER YARAMAZLARIN YANINDA

Bugün Washington’ın başka ülkeleri kendi gündemi etrafında bir araya toplayıp, liderlik etme şansı çok zayıf. Güçlü, kaynaşmış bir uluslararası kamuoyunun yokluğunda da ABD’nin geçmişin haydut devletleri üzerine yaptığı baskı tersine tepecek gibi görünüyor.

Batının çabaları yüzünden bu devletlerin aralarındaki ilişkiler gittikçe yakınlaşıyor. Burma Kuzey Kore’yle nükleer silah anlaşmaları yapıyor, İran Suriye’yle dostluğunu perçinliyor, Venezuela’yla Küba dost oluyor.

Dahası Türkiye, Brezilya, Çin ve Rusya gibi “yükselen meşru güçler” de bu nispeten zayıf “yaramazlar”ın yanında yer aldıklarını gizlemiyor. Washington haydut devletleri cezalandırmaya çalıştıkça rakipler bu devletlerle yatırım ve savunma anlaşmaları yapıyor.

Çin’in Burma’da, Rusya’nın İran’da, Brezilya’nın da Küba’daki yatırımlarının boyutları herkesçe biliniyor. Küresel yönetişimin kilit kurumları olan BM Güvenlik Konseyi, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) bu yükselen yeni güçlere karar mekanizmaları içinde yer vermekte gönülsüz davrandıklarını hatırlatan Musevizade, dolayısıyla bu ülkelerin bu kurumlardan çıkan yaptırım önerilerini destekleme ihtiyacı hissetmediklerini ifade etti.

LULA VE ERDOĞAN

Dış politikada bağımsızlıklarını son dönemde kazanan bu ülkeler konumlarının altını her gün daha kalın bir biçimde çiziyor.

Kısa bir süre önce Brezilya Cumhurbaşkanı Lula da Silva Mahmud Ahmedinecad’la birlikte yaptığı açıklamada söylediği, “Başkalarının da bizim düşündüğümüz gibi düşünmeleri gerektiğini düşünmeye hakkımız yok” cümlesi Batı dünyasının dışındaki ülkelerde ABD liderliğindeki Batı politikalarına göre daha fazla destek görüyor.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da Lula’dan birkaç gün önce Ahmedinecad’ı Türkiye’de ağırlamış ve İran’ın nükleer programının “barışçıl” amaçlar için olduğunda ısrar etmişti. Batı basını da tahmin edilebileceği gibi hem Lula’yı hem de Erdoğan’ı demokratik değerlere ve küresel dayanışmaya ihanet ettikleri için eleştirmişti.

Musevizade bu eleştirilerin önemli bir noktayı kaçırdığını savundu. Lula ve Erdoğan gibi demokratlar Ahmedinecad’ın yanında durarak Tahran hükümetinin protestocular üzerindeki baskısını destekleyip, nükleer programı gizlemeye çalışmıyor.

Türkiye ve Brezilya’nın liderleri asıl yapmak haydutların kim olduğunun belirlenmesinde söz sahibi olmak için niyetli olduklarını ve güçlerinin buna yeteceğini ortaya koymak istiyor.

WASHINGTON TEPKİLİ

Elbette ki dünyanın ağırlık merkezindeki değişiklik en çok Washington tarafından tepki görüyor. Obama’nın sağcı rakipleri yaşananları “Şer Ekseni”ne verilen tavizlerin kanıtı olarak görürken, solcular ABD’nin insan hakları ajandasına ihanet edildiğini savunuyor.

ABD’nin haydut devletleri yalnızlaştırma politikasının büyük bir hata olduğunu belirten Musevizade, bu ülkelerle ortaklık kurulmasının hem güvenlik hem de insan hakları politikaları açısından daha verimli sonuçlar getirebileceğini savundu: “Türkiye, Hindistan, Çin gibi ülkeler bu yönde politikalar geliştirmeye başladı bile. Washington’ın da en kısa zamanda bu gerçeğin farkına varması gerekiyor.”
Kaynak: Newsweek

ABD çökecek mi?
17 Aralk 2010

Ekonomide geleceği en iyi analiz eden iki isim İstanbul'da konuştu. Her ikisi de ABD için karamsar tablo çizdi

ABD ekonomisinin ne kadar sağlıklı bir durumda olduğuna ilişkin tartışma tüm hızıyla sürüyor. Dün Reuters haber ajansı konuyu detaylı ele alan bir analiz yazısı yayımladı. "ABDdünyanın hasta adamı mı?" başlıklı yazıda ABD'de 2003 yılından bu yana imalat sektöründe kepenk indiren işletme sayısının 20 bine ulaştığı, bunun ülkedeki niteliksiz işsiz sayısının hızla artmasına neden olduğu vurgulandı.

Reuters analizinde dünyanın en büyük tahvil yatırım fonuPimco'nun yöneticisi Bill Gross'un, "Son 20 yılda daha fazla refaha kavuşmak için sadece borçlandık. Bunun istikrarlı ve güvenli yolunun bir şeyler üretmek olduğunu unuttuk. Şimdi de bedelini ödüyoruz" sözleri de yer aldı.

2 MİLYON İŞSİZ

Bu tartışma dün İstanbul'da CNBC-e'nin 10. kuruluş yılı etkinlikleri kapsamında düzenlenen "Geleceği Görmek: Ekonomide 1000 günde neler olacak?" başlıklı konferasının da ana gündem maddesiydi. Konferansın konuşmacılarından Wall Street'in adı "Tatlı Cadı" ya çıkan ünlü bankacılık analisti Meredith Whitney, "ABD'de 2 milyon kişinin işsiz kalacağını tahmin ediyorum. Önceden işsiz kalan 3 milyon kişi ise işe geri alınmayacak" diye konuştu.

Zenginlerin ağır vergiler getirilen eyaletlerden ayrılarak başka eyaletlere taşınacağını, bu kapsamda göç hareketleri gözleneceğini ifade eden Whitney, "Bankacılık sektöründe ise 1.5 yılda 5000, 2015'e kadar 10 bin banka şubesi kapanır. Önümüzdeki 2 yılda ABD finans piyasasının yüzde 42'si borcunu çevirmekte daha da zorlanacak" diye konuştu.

Whitney, ABD Merkez Bankası Fed ile ilgili ise, "Orta sınıf Fed'in politikalarından fayda sağlamıyor. Bence hükümet sorumluluk almak istemiyor, bütün sorunları Fed'in çözmesini bekliyor. Fed, siyasi bir kurum haline geldi" değerlendirmesini yaptı.

ABD konusunda karamsar konuşan Whitney, Türkiye ekonomisine ise övgüler yağdırdı. Whitney, Türkiye'ninekonomik büyüme potansiyeli açısından önemli konumda bulunduğuna, ekonominin çeşitlilik arz ettiğine işaret ederek, bu çeşitliliğin işsizlikle mücadelede önemli bir unsur olduğunu söyledi. Türkiye'nin ticaret ortaklığı açısındaniyi bir bölümlendirme yaptığını belirten Whitney, "Bu, Türkiye'yi Avrupa'daki diğer ülkelere göre öne çıkarıyor. İhracat, ticaret hacmi için aynı şey geçerli" dedi.

TÜRKİYE'DEN ÇİFTLİK ALIN

Toplantıya video konferans bağlantısıyla katılan yatırım danışmanı Marc Faber ise Amerikan ekonomisinin iflasedeceğine inandığını ifade ederek, "Ama iflas etmeden önce de para basıyorlar" dedi.

Gelişmekte olan ekonomilerin hızlı büyüdüğüne ve bu ülkelerin bir araya geldiğinde, küresel ekonominin neredeyse yarısını oluşturduğuna değinen Faber, "Yatırımcılar, bence parasının en az yarısını gelişmekte olan ekonomilere yatırmalı. Yatırımcı olarak veya özel sektör olarak odaklanmamız gereken yer gelişmekte olan ülkeler olmalı" diye konuştu.

Faber ayrıca cazip olan iki yatırım aracının hisse senetleri ve emtia olduğuna dikkat çekerek, "Ben hisse senedinden yanayım. Düzeltme döneminde piyasadan çıkıp emlak ya da emtiaya girmek lazım. Emlak, arsa alın. Hatta Türkiye'den çiftlik alın" tavsiyesinde bulundu.

'ZENGİNLER GÖÇ EDECEK'

Meredith Whitney:
- Zenginler ağır vergiler getirilen eyaletlerden ayrılarak başka eyaletlere taşınacak
- 2 milyon kişi işsiz kalacak
- Zaten işsiz olan 3 milyon ise geri alınmayacak
- ABD'de büyüme bir tek kamu borcunda
- ABD'de işten çıkarılan 3 milyon insanın yakında yeniden işe alınması zor
- Bence hükümet sorumluluk almak istemiyor, bütün sorunları Fed'in çözmesini bekliyor. Fed, siyasi bir kurum haline geldi.

'DEVLET TAHVİLİ ALMAYIN'

Yatırım danışmanı Marc Faber:
- Amerikan ekonomisi iflas edecek
- Ama iflas etmeden önce para basıyorlar
- Yatırımcılar bence parasının en az yarısını gelişmekte olan ekonomilere yatırmalı
- Devlet tahviline yatırım yapmayın
- Cazip olan iki şey hisse senedi ve emtia. Ben hisse senedinden yanayım
- Altın ve gümüşü tutmak önemli
- Emlak, arsa alın. Hatta Türkiye'den çiftlik alın

Kaynak: Milliyet

Doların değerini artık ABD değil Çin belirliyor!

Ekonomist Ramazan Taş'tan yeni küresel sistem üzerine çok çarpıcı tespitler
11 Ekim 2011



Turgut Özal Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Bölüm Başkanı Prof Dr. Ramazan Taş, Çin ile Amerika arasında son zamanlarda ayyuka çıkan sesli kavganın, küresel güç kaymasının çıkardığı sürtünmenin sesi olduğunu belirtti.

İKİLİ TİCARETLERDE YERLİ PARA KULLANIMI

Ekonomist Taş, dünya ekonomisinde büyük bir değişim yaşandığına dikkati çekerek, ''Türkiye, Çin, Rusya gibi ülkelerin ikili ticarette dolar yerine yerli para kullanmaya başlamaları ve merkez bankalarının döviz rezervleri içindeki dolar payını azaltmaları doların rezerv para olmaktan yavaş yavaş çıkmasına, bu da Amerika'nın sırf dolar basarak havadan kazandığı senyoraj gelirinin tükenmesine yol açıyor'' değerlendirmesinde bulundu.

DOLARIN DEĞERİ FED'DEN ÇOK ÇİN'İN ELİNDE!

"Doların değerini, artık FED'den daha çok Çin'in elinde tuttuğu 3 trilyon dolarlık rezervi nasıl kullanacağı belirliyor'' diyen Ramazan Taş, düne kadar sadece reel ekonominin, üretimin ve ihracatın merkezi olan Çin artık finansal ekonominin de merkezi haline geldiğini söyledi. Taş, Çin'in elindeki 3 Trilyon doları ve cari fazlalarını artık ABD tahvillerine yatırmak yerine Asya, Afrika, Avrupa ve Latin Amerika'da değeri pul olmuş şirketleri satın aldığını belirterek, kamu diplomasisi ve ekonomik diplomasiyi de küresel marka olmak için kullandığını kaydetti.

KRİZİN MALİYETİ TÜM DÜNYAYA ÖDETTİRİLİYOR

Ramazan Taş, gelişmiş ülkelerin kendi başlarına çıkardıkları krizi fırsata dönüştürmek yerine krizi bütün dünyaya bulaştırarak krizin maliyetini bütün dünyaya ödettirme kurnazlığına ve erdemsizliğine gittiğini vurgulayarak, krizin derinleştikçe eski dünya düzeninin ayakta kalan son duvarlarının da birer birer yıkıldığını savundu.

"DOLAR TALEBİ BIÇAK GİBİ KESİLECEK"

Taş, ABD ve Avrupa menşeli uluslar ötesi bankaların her an batma tehlikesi içerisinde olması, ani mevduat çıkışı korkusuyla serbest rezerv olarak bankaların dolar talebini arttırdığı için doların değer kazandığını, ancak bundan sonra yatırımcıların dolarla yatırım yapmaya cesaret edemeyeceği için kısa süre içinde dolar talebinin bıçak gibi kesileceğini ve doların dünyanın rezerv parası olma özelliğini kaybedeceğini savundu.

"GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELER, GELİŞMİŞLERİ GEÇECEK"

Doğu ile Batı arasındaki ezeli rekabetin bugün ulaştığı kırılma noktasında bir kere daha ekonomik ve siyasi gücün İslam, Çin ve Hint medeniyetlerine geçtiğini iddia eden, Ramazan Taş, şunları kaydetti. ''Çin ile Amerika arasında son zamanlarda ayyuka çıkan sesli kavga, küresel ve kıtasal güç kaymasının çıkardığı sürtünmenin sesidir. Dünya ekonomisinin geleceği gelişmekte olan ülkelerin elinde olacak. OECD üyesi olmayan 129 gelişmekte olan ülke 2000 yılında dünya hasılasının sadece yüzde 40'ını üretirken, 2010 yılında yüzde 49'unu üretmeye başlamış ve gelişmiş ülkelerle üretim gücünü eşitlemiştir. Ancak yapılan tahminlere göre 2030 yılına gelindiğinde dünya hasılasının yüzde 57'sini üretmeye başlayacaklar ve böylece üretim gücünde gelişmiş ülkeleri geçeceklerdir. 2000 Yılında gelişmiş 29 OECD ülkesi, satınalma gücü paritesine göre, dünya hasılasının yüzde 60'nı üretirken 2010 yılında yüzde 51'ini 2030 yılında ise sadece yüzde 43'ünü üretebilecektir. 2010 yılı itibarıyla gelişmiş ülkelerin dünya hasılasındaki yüzde 51'lik payı ile gelişmekte olan ülkelerin dünya hasılasındaki yüzde 49'luk payına neredeyse eşitlenmiş, gelişmekte olan ülkeler gelişmiş ülkeleri bir bütün olarak yakalamayı başarmıştır.'' Taş yaptığı açıklamada, ''OECD tarafından yapılan tahminlere göre 2030 yılına gelindiğinde gelişmekte olan ülkelerin üretim gücü gelişmiş ülkelerin üretim gücünü aşacaktır.'' dedi.

"YENİ BİR EKONOMİK COĞRAFYA ŞEKİLLENECEK"

Taş, ''21. Yüzyıl boyunca mevcut ekonomik coğrafya değişerek yeni bir ekonomik coğrafya şekillenecektir. Ağırlık merkezi Türkiye, Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya olmak üzere gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere, batıdan doğuya doğru kalıcı bir zenginlik, servet, güç kayması olacaktır'' şeklinde konuştu.
Kaynak: habertürk

Dış İlişkiler Konseyi (CFR) Başkanı: Ortadoğu'da Amerikan rüyası bitti
29.11.06



ABD'deki etkili düşünce kuruluşlarından CFR Başkanı Haass'a göre, Orta Doğu'da Amerikan egemenliği çağı sona erdi...

ABD'deki etkili düşünce kuruluşlarından Dış İlişkiler Konseyi (CFR) Başkanı Richard Haass'a göre, Orta Doğu'da Amerikan egemenliği çağı sona erdi ve yeni bir çağ başladı.

Haass, saygın Amerikan dergisi Foreign Affairs'te yayımlanan "Yeni Ortadoğu" başlıklı yazısında, Amerika'nın Avrupa'ya benzer, barışçı, müreffeh ve demokratik bir Orta Doğu rüyasının sona erdiği yorumunda bulundu.

1990'lı yıllarda Kuveyt'in kurtarılışının, Arap yarımadasına uzanan Amerikan askeri varlığının ve Bill Clinton başkanlığı döneminde İsrail-Filistin anlaşmazlığına aktif çözüm arayışının, ABD'nin bölgedeki öncü rolünü ortaya koyduğunu belirten Haass, bununla birlikte çöküşün Irak'ın Mart 2003'teki işgaliyle başladığını yazdı.

O zamandan bu yana Irak'ın bir iç savaş sembolü haline geldiği ve Beyaz Saray tarafından reddedilmesine rağmen, artık bazı Amerikan medya organlarının bu deyimi kullanmaktan çekinmediği bir ortamda, Sünni ve Şiiler arasındaki gerilimin artık Irak sınırlarını aştığını, zaten teröristlerinin Ortadoğu'da önemli ölçüde bir anti-Amerikanizm zemini bulduğunu belirten Haass, İsrail-Filistin anlaşmazlığının iyice batağa saplanması ve Amerikalıların bu durumu düze çıkarmaktaki yetersizliğinin Ortadoğu'da Amerikan çöküşünü hızlandırdığını ifade etti.

Başta ülkelere nazaran Amerikan nüfuzunun bölgede hala etkili olduğunu savunan Haass, ABD'nin bundan böyle Filistin meselesini, İran konusunda direnme kapasitesini ortaya koyan Çin ve Rusya'yı ile AB'yi hesaba katarak ele alması gerekeceğine işaret etti.

Haass, ABD'nin görüşlerini benimsetmek için artık silahlı gücüne bel bağlamaması ve özellikle Filistin meselesi konusunda diplomatik önceliklerini gözden geçirmesi gerektiğini savunurken, eski ABD Başkanı Bill Clinton'ın ulusal güvenlik danışmanlığını yapmış olan Robert Malley de Haass'ın savunduğu görüşleri paylaştığını ifade etti ve "Irak savaşının sonuçları bölgedeki etkilerini yeni göstermeye başladı" dedi.

Amerikan sermayeli bir düşünce kulübü olan Ortadoğu Siyasi Etütler Enstitüsü Müdürü Robert Satloff gibi uzmanlar ise bölgede Amerikan çağının sona erdiğini kabul etmiyor. Satloff, "Arap ülkeleri bizi istiyor, kalmamız için bize yalvarıyor" diyor.

ABD Başkanı George Bush'un bugün Ürdün'e yapacağı ziyaret, Başkan Yardımcısı Dick Cheney'nin geçen hafta Suudi Arabistan'ı ziyaret etmesi ve Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice'ın Eriha'ya gidecek olması ise bu tezi doğrular nitelikte işaretler olarak algılanıyor.

Haass, İran tarafından desteklenen Hamas ve Hizbullah gibi radikal grupların son aylarda dikkate değer ölçüde güçlendiğini belirtti ve yazısını "Ortadoğu, gelecek on yıllarda eski Ortadoğu'yu aratacak kadar endişe kaynağı olmaya devam edecek" ifadesini kullanarak sonlandırdı.
Kaynak: Dünya Bülteni

ABD'de bütçe komisyonu çıkmazda
21 KASIM 2011

BBC'ye ulaşan haberlere göre, ABD'de federal bütçe açığını azaltmaya yönelik olarak, Washington'da yapılan görüşmeler çöküşün eşiğinde.

Bütçe açığını 1,2 trilyon dolar azaltmanın yollarını bulmakla görevlendirilen Kongre komisyonunun Çarşamba gününe kadar planını sonuçlandırması gerekiyor.

Ancak BBC Kuzey Amerika muhabiri Mark Mardell, Demokratlarla Cumhuriyetçiler arasındaki görüşmelerin 'başarısızlıkla sonuçlanmak üzere' olduğunu bildiriyor.

ABD'nin yoplam borcu 15 trilyon doları aşmış durumda.
Ülkenin borçlarını ödeyememesi ihtimalini savuşturmak ve ülkenin borçlanma tavanını yükseltmek için ,Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasında son dakikada varılan anlaşmayla Ağustos ayında bir komisyon kurulmuştu.

Demokratlar, bütçe açığının azaltılması için vergilerin artırılması gerektiğini savunuyor.

Cumhuriyetçiler ise kamu aracılığıyla yürütülen ve yaşlıları kapsayan Medicare ile yoksulları kapsayan Medicaid gibi sağlık destek programlarında, sosyal güvenlik programlarında kesintilere gidilmesini istiyor.

ABD'de Demokratlar, işsizlik maaşının artırılması ve sigorta priminin düşürülmesi gibi kısa vadeli ekonomiyi teşvik önlemlerini destekliyorlar.

Üyelerinin 6'sı Cumhuriyetçi, 6'sı da Demokrat olan komisyonun bugün Kongre Bütçe Bürosu'na bütçe açığının gerçek etkilerini değerlendirmesi için bir plan sunması gerekiyor.
Reuters haber ajansına göre, 12 üyeli komisyonun görüşmelerin başarısız olduğuna ilişkin bugün bir açıklama yapması bekleniyor.
Komisyon , 10 yılda federal bütçe açığını en az 1,2 trilyon dolar azaltmanın yollarını bulmakla görevlendirilmişti.
Komisyon, başarısız olursa bütçe açığını aynı miktarda düşürmek için savunma harcamalarında ve diğer harcamalarda kesintilere gidilecek.
BBC


En son Ekim tarafından Cum May 28, 2010 12:03 am tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Nis 13, 2010 9:23 pm    Mesaj konusu: BU SAVAŞ YÜZÜNDEN OBAMA'NIN GÖZÜNE UYKU GİRMİYOR Alıntıyla Cevap Gönder

Salih Selçuk
Kriz ve devletlerin zincirleme çöküş mekaniği



Ekonomik kriz, 2007 Temmuz ayından beri dünyanın bir numaralı gündem maddesi. Krizin başladığı yıl yirmidokuz bine yakın çalışanıyla, dünyanın en büyük bankalarından Lehman Brothers iflas edince, bankanın verdiği genel zararın elli ile yetmişbeş milyar Dolar arasında olduğu tahmin edilmişti. Diğer bankaların da batma korkusu, endüstrileşmiş zengin ülkeleri harekete geçirdi. 2008 sonunda ABD, AB ve Japonya'da -halkın vergilerinden oluşan- keselerin ağzı açıldı ve özel bankalar paraya boğuldu. Bankalara aktarılan paraların miktarı konusunda çelişkili sayılar telaffuz edilmekle birlikte, yardımın iki trilyon ile dört trilyon Dolar arasında olduğu söyleniyor. Bu sayede bankaların, birbiri ardından çöküp, reel ekonomiyi de beraberlerinde çöküşe sürüklemeleri (-kısa bir süreliğine) önlendi.

Şimdi asıl konu, bankalara verilen bu olağanüstü miktarlardaki paranın ne olduğu (ve bu kadar çok paranın -ekranlardaki sayılara yeni sıfırlar eklenivermediyse- nerden geldiği). Mayıs başında yaşanan ürkütücü borsa düşüşleri, bu önemli konuyu yeniden gündeme getirdi. Dünya basınının popüler gazeteleri ve dergileri ilk kez devletlerin zincirleme çöküşü ihtimalinden bahsettiler (mesela bkz. Der Spiegel 3.5.10). ilk önce gündeme gelen elbette Yunanistan oldu (ondan çok önce gündeme gelmiş olan İzlanda, İrlanda gibi ülkeler unutulmuş görünüyor) Durum biraz “garip.” Ortada/piyasalarda dolaşan devasa miktarlardaki paranın yatırım yaptığı alanlardan hiçbirinde yüklü kar edilememesi gibi bir durum söz konusu. Ve paranın gittiği, yatırım yapılan bu alanlar arasında reel ekonomi alanını sayan yok!

Bankalara trilyonlarca Dolar para pompalanmasının amacı, reel ekonominin canlandırılmasıydı. Bankalar, paraya sıkışan reel ekonomiye irili ufaklı krediler vermeliydiler -ki, yatırımlar artsın, istihdam olsun, geniş kesimlerin eline yeteri kadar para geçsin, -ki üretilen onca ürün tüketilsin, böylece (reel) ekonomi dönsün.

Ama sistemin mantığına uyan, beklentilere uymayan bir şey oldu ve bankalara verilen para reel ekonomiye değil sanal ekonomiye aktı. Çünkü reel ekonomiye yatırım yapıp kısa sürede yüksek miktarlarda kar etmek, 1970'li yıllardan beri düşen bir eğri çizmektedir. Günümüzde reel ekonomiye yatırım yaparak kar etmek oldukça zordur ve meşakkatlidir, ama borsada oynamak çok kolaydır. Bilgisayar faresinin bir tık ötesinde, birilerine maaş ödemeden çabuk kazanç elde etmek... Bunun sonucu şöyle oldu:

Sırf vahşi spekülasyon nedeniyle petrol fiyatları geçen yıl ikiye katlanmıştı. Aynı şekilde altın fiatları yüzde 30 artmıştı -artış hızla devam ediyor. Spekülasyon sonucu fiyatı en çok yükselen kalemlerden biri de portakal suyu konsantresidir mesela. Çok aranan ürün olmasından değil, sırf spekülatörlerin para sevdası yüzünden fiyatı yüzde 80 artmıştır. Vahşi piyasa ruhunu aynen devam ettiren bankaların kazançları ise inanılmazdır.

Amerikan Yatırım bankası Goldman Sachs'ın 16 Ekim 2009'da yaptığı açıklamaya göre banka, sadece Temmuz ile Eylül ayları arasındaki 3.2 Milyar Dolar kar etmişti (bir önceki yıldan dört misli fazla). 11 Kasım 2009'daki verilerine göre Britanyalı Barclays bankası üçüncü çeğrekte 4.4 milyar Pfund Sterlin ile bir yıl öncesine göre karını ikiye katlamıştır. (Die Zeit, 14.1.10) Bankalara verilen paralar sayesinde çökmekten kurtarılan global ekonominin halka pek yararının olmadığı gibi bir durum çıkmıştır ortaya. Haberlere göre sadece 2009 Aralık ayında ABD'de 85.000 iş pozisyonunun üzeri -başta rasyonalleştirme olmak üzere- çeşitli nedenlerle çizildi (Telgraph, 8.1.10). Bunun tek anlamı işsizliktir. Amerikan Hazine Bakanı Timothy Geithner 2010 yılında ABD kamu borcunun 1.6 trityon Dolara erişeceğini söyledi. Geçen yıl 1.4 trilyon Dolardı ve bu miktarın 300 milyar Dolarlık kısmı Ekim-Kasım aralığı içinde, yani bir ay içinde yapılmış borçlardı. Büyük bankalar sıkışınca devletlerden devasa paralar aldılar ve çökmekten kurtuldular. Fakat bu borçlar ortadan kalkmadı, devletler tarafından üslenilmiş oldu. Şimdi borçlanan devletler sıkışıyor ve borçların döndürülemez/çevrilemaz olabileceği bir aşamaya doğru ilerliyorlar. Bankalar borçlarını devletlere yüklemişlerdi. Ama devletlerin sıkışınca borçlarını yükleyebilecekleri bir yer yok. Borçlanmalar, alacaklı-verecekli devletleri karşı karşıya getirebilirler.

Krizin daha başında, (Kasım 2008'de) bankaların kurtarılması olayının, “borçların devletleştirilmesi” anlamına geldiğinden söz etmiştik (Bkz. Haber10'daki “İyimserlik katsayısı, 'güven endeksi' ve ekonomik kriz” başlıklı yazı). Halen ABD için çevrilebilir olduğu düşünülen bu devasa borç miktarının büyüme mekaniğinin, büyümeye nereye kadar izin vereceği önemli. Geçen yıl ve geçtiğimiz haftalarda iflasın eşiğine gelen Yunanistan örneği ve onu Portekiz, İspanya, Ukrayna, hatta İtalya gibi ülkelerin izleme ihtimali, krizin yeni aşamasında devlet borçlanmalarının kritik bir sınıra dayanmakta olduğunu gösteriyor. Mütemadiyen artan ve geriye ödenmesi artık imkansızlaşan borçlar daha nereye kadar sürdürülebilir? Globalleşmenin bir sonucu olarak giderek daha az vergi toplayabilen, varlıklarını özelleştiren ve esasen borçlanmalar özerinden dönebilen devletler, daha nereye kadar dönebilirler? Borçlanma sınırı neresi?

İspanya devleti 19'uncu yüzyılda borçlerinı ödeyemeyip tam ondokuz kez iflas etti. Osmanlı İmparatorluğu'nun iflası ve Düyun-u Umumiye de henüz unutulmadı. Fakat kapitalizmin ilk dönemlerindeki devlet çöküşleri, dünyanın bütününü etkilemiyordu. Çünkü ekonomiler aslen kendi milli sınırları içerisinde/dahilinde işliyordu. Bu yapı, zincirleme çöküşlere karşı bir garantiydi. Şimdi ulusal sınırlar ötesi global bir ekonomi var. Son zamanda sistem eski vahşiliğini yitirdiyse de, devletler birbirine bağlı, hatta bağımlı olmaya devam ediyor. Devlet iflaslarının bir domino etkisi yapması ve düşen bir devletin beraberlerinde başka devletleri de sürüklemesi gibi tehlikeli bir durum söz konusu. Sistem bir yerinden çökmeye başlarsa, bunun etkilerinin nereye kadar gidebileceği bilinmiyor -çünkü bu konuda edinilmiş bir tecrübe henüz yok. Mesela Yunanistan'daki olası bir devlet iflasının ve çöküşün boyutlarının -Türkiye veya İtalya açısından veya başka bir devlet açısından- ne olacağını kimse bilmiyor. AB'nin Yunanistan'a mutlaka yardım etmek zorunluluğunun ardında böyle bir haklı korku yatıyor. Bu nedenle Yunanistan gibi görece önemsiz bir ülke de olsa, çöküşü engellemek için azami çaba göstermek büyük önem kazanıyor. Ama galiba asıl soru şu: Bıçak sırtında seyreden bu durum nereye kadar sürdürülebilir? Ardından başka ülkeler gelirse -ki gelmesi bekleniyor- o zaman ne olacak, ülke nasıl kurtarılacak?

Kriz mekaniği bize, milli sınırlar içinde işleyen ve 'Yeni Milli Ekonomi' denebilecek ekonomilere dönüş istikametinde reformlar yapmadan devletlerin zincirleme çöküşünü önlemenin hiç de kolay olmayacağını gösteriyor. Henüz kimse kulak asmasa da, kronik işsizliğin hüküm sürdüğü yerlerden başlayarak alternatif milli ekonomik sistemleri devreye sokmanın zamanı geliyor. Bunlar da sır değil. Özelleştirmeleri durdurmak, ve mümkün olduğunca az para kullanan yerel kamusal mal/hizmet değiştokuşu/üretimi sistemleri örgüyleyerek (ve belki bazı kamulaştırmalarla) “işe” başlanabilir. Giderek ölümcül bir tuzağa dönüşen global ekonominin zincirleme reaksiyonlarından korunmak konusunu ciddiye almak ve o zinciri bazı yerlerinden kırmaya hazırlanmak gerekiyor.

Salih Selçuk
selcuksalihcaydi@gmail.com
www.konstantiniye.blogspot.com

BU SAVAŞ YÜZÜNDEN OBAMA'NIN GÖZÜNE UYKU GİRMİYOR
Mehmet Ali Güller
12.04.2010 10:58

ABD ile Çin arasında yaşanan 1. Ticaret Savaşı, Washington ve Pekin’in karşılıklı hamleleriyle zirveye ulaştı. Batı basını, Çin Dışişleri Bakanlığı’nın, Devlet Başkanı Hu Jintao’nun 12–13 Nisan’da Washington’da düzenlenecek nükleer güvenlik zirvesine katılacağını açıklamasını, tansiyonun düşmesi hatta buzların erimeye başlaması olarak değerlendiriyor. Ancak Washington ile Pekin arasındaki mücadelede zaman zaman tansiyon düşse bile siyasi ve ekonomik nedenlerden ötürü asla buzların erimeyeceği görülüyor.

ABD Çin’e silah çekti

Washington’un, Pekin’in bir parçası olarak kabul ettiği Tayvan’a Ocak ayında 6.4 milyar dolarlık silah satma kararı alması ABD-Çin 1. Ticaret Savaşı’nın kritik bir dönümü oldu. ABD Başkanı Obama’nın, Tibet ayrılıkçılığının lideri olan Dalay Lama ile görüşmesi ise ikinci kritik dönüm noktasını oluşturdu. 2009 yılı boyunca 1. Ticaret Savaşı’nda Pekin’e mevzi kaptıran Washington’un yanıtı gerek Tayvan gerekse Tibet üzerinden ayrılıkçılığa verdiği açık destekti. Daha net ifade etmek gerekirse, ABD açıkça Çin’e silah çekti!

Aslında ABD’nin 1. Ticaret Savaşı sürecinde ilk silah göstermesi, 5 Temmuz olayları olarak adlandırılan Sincian’daki kalkışmaydı. 5 Temmuz 2009’daki bu kalkışma, tıpkı daha önceki provalarında olduğu gibi Pekin yönetimi tarafından etkisizleştirilmişti.

Çin aynı kararlılıkla, ABD’nin Tayvan ve Tibet üzerinden silah göstermesine de pabuç bırakmayacağını ilan etti.

Çin Başbakanı Wen Jiabao, 22 Mart 2010’da Çin Kalkınma Forumu’nda “Ticaret ve para birimi savaşları zorlukları aşmamızı sağlamayacak, aksine işbirliğini geciktirecek” diyerek açıkça ABD’nin silah göstermesine meydan okudu!

Üstelik, ABD Deniz Kuvvetleri 27 Mart 2010’da yaptığı açıklamada, “Çin’in Tayvan yakınına uzun menzilli füze yerleştirdiğinden” şikayet ediyordu! Çin silaha karşı silah da demiş oldu!

Ticaret Savaşı’nda neler yaşandı

Çin, küresel ekonomik krizle birlikte çok sıkı bir “yeni korumacılık” anlayışı içine girdi. Çin Devleti çıkardığı ve de uyguladığı sert yasalarla, ülkesini yabancı şirketlere karşı korudu, daha açık ifade etmek gerekirse Çin Devleti yabancı şirketleri kontrol altına aldı!

Çin bu kontrol işini, “yerli inovasyon”, “patent kanunu”, “standart oluşturma” ve “onay süreci” diye özetleyeceğimiz dört yöntemle sağladı. Açalım:

1.. Yerli İnovasyon

“Yeni fikirlerin ticari bir yarara dönüştürülme süreci” olan inovasyon, Çin devleti tarafından 2009 sonbaharında politik bir hedef olarak belirlendi. Çin “yerli inovasyon” hedefiyle birlikte Çinli şirketlere vergi indirimleri uygulamaya, devlet teşvikleri sunmaya ve kamu ihalelerinde öncelik vermeye başladı. Bölge yönetimleri ve belediyeler, “yerli inovasyon” hedefi gereği, kendilerine bağlı kurumların alabileceği ürünler için listeler oluşturmaya başladılar. Değil yabancı şirket ürünleri, yabancı şirketlerin Çin’de ürettiği ürünler bile bu listelerde yer bulmakta zorlanıyorlar. Örneğin Şanghay’ın yayınladığı 500’lük listede sadece 2 yabancı şirketin ürettiği ürün yer bulabildi! (Businessweek, 28 Mart 2010)
Bu tür liste belirlemenin teknik olarak Dünya Ticaret Örgütü DTÖ kurallarının ihlali anlamı taşımadığının altını çiziyor Businessweek dergisi. Çünkü Çin, kamu tedarik politikalarıyla ilgili bir anlaşma imzalamadı henüz. Pekin’in bu anlaşmayı imzalayacağını söylemesi de yabancı şirketleri rahatlatmıyor çünkü Çin yönetimi, 15 yıllık geçiş dönemini anlaşmanın önkoşulu olarak dayatıyor. Üstelik kamu işletmeleri dışında hastanelerin, okulların da kamu tedarik listesine dahil edilmesi, yabancı şirketlere iyice kapıları kapatmış olacak.

ABD şirketlerinin Çin’in “yerli inovasyon” hedefinden duyduğu rahatsızlığın boyutu o kadar büyük ki, aralarında Microsoft, Boeing, Motorola, Caterpillar gibi en büyük şirketlerin yer aldığı yüzlerce çokuluslu şirket 26 Ocak 2010’da Beyaz Saray’a bir mektup yazdı. “Çin, yerel şirketlerinin ABD şirketleri karşısında güçlenmeleri için geniş kapsamlı politikalar geliştiriyor” saptamasıyla başlayan mektup şu temenni ile bitiyordu: “ABD Yönetimi’nin Çin’in ABD’li şirketler için büyük tehlike oluşturan politikalarına acilen eğilmesini istiyoruz”. (Businessweek, 28 Mart 2010)

2.. Patent Kanunu

ABD’li şirketleri iş yapamaz duruma getiren bir diğer yeni gelişme de Çin’in Ekim 2009’da çıkardığı yeni bir patent kanunu oldu. Yeni kanun, kamu tedarikinden yararlanmak isteyen şirketleri, yurtdışından önce Çin’de patent ya da ticari marka başvurusu yapmaya zorluyor. Pratik olarak bu durum, Çin dışında geliştirilen bir ürünün Çin’de satışını imkânsız kılıyor. Ya da ürünü dışarıda geliştiren yabancı şirketin Çin’de satış yapabilmek için patenti serbest bırakmasını, dolayısıyla da Çin Devleti ile ticari sırlarını paylaşmasını zorunlu kılıyor.

Bir şikâyetin altına üstelik tek başına asla imza atamayacağını söyleyen bir ABD şirketinin yetkilisi, çaresizliklerini şu sözlerle aktarıyor Businessweek Dergisi’ne: “Çinliler kalkan tırnağı koparmak konusunda çok başarılılar”!

3.. Standartlaştırma

ABD’li şirketlerin yakındığı üçüncü gelişme ise Çin’in standartlaştırma yani kural koyma atağı. Businessweek dergisi, Çin’in her yıl cep telefonundan otomotive bütün sektörlerde 10 bini aşkın yeni standart geliştirdiğini belirtiyor. Çin’deki Avrupa Komisyonu delegasyonunun standartlardan sorumlu yetkilisi Klaus Ziegler, “dünyanın geri kalanında bu kadar standart geliştirilmiyor” diye şikâyette bulunuyor. (Businessweek, 28 Mart 2010)

Standartlar, batılı şirketleri öyle zor duruma sokmuş ki, şimdiden pazardan çekilen pek çok şirket olduğu belirtiliyor. Ya çekilmeyenler? Örneğin Alman Continental şirketi yeni çıkan bir standart gereği Çin’de sattığı tüm araba lastiklerini Çinçe yazı karakteriyle damgalamakla meşgul!

4.. Onay Süreci

Batılı şirketlerin yakındığı dördüncü konu da “onay süreci”. Örneğin bir sigorta şirketi, Çin’de tek seferde yalnızca bir şube açabiliyor artık. Ve onay için en az 18 ay bekliyor! Bu süre, yerel sigorta şirketlerini batılı çokuluslu şirketler karşısında koruyor ve güçlendiriyor.

Çin ASEAN ülkeleri ile serbest ticarete başladı

ABD’yi ve şirketlerini yalnızca yukarıda özetlediğimiz dört yeni durum endişelendirmiyor elbette. Bir diğer endişe kaynağı da Çin’in pasifikteki ekonomi yığınağı!

Çin ile Güney Doğu Asya Ülkeleri Birliği ASEAN ülkeleri arasında serbest ticaret 1 Ocak 2010 itibariyle başladı. Yapılan anlaşmaya göre bu ülkeler arasında ithal edilecek malların yüzde 90’nına ithalat vergisi uygulanmayacak. Böylece ticaretin maliyeti düşecek ve hacmi büyüyecek. 2 milyar insanın yaşadığı ülkelerin bu anlaşması, bölgenin dünyanın en büyük serbest ticaret bölgesi olmasının ötesinde, siyasi anlamlar da taşıyor.

Japonya ABD’den kopup, Çin’e yaklaşıyor

Çin Güney Doğu Asya Ülkeleri Birliği ASEAN ile serbest ticarete başlarken, Doğu Asya ülkesi Japonya ile de hızla yakınlaşıyor. Japonya’nın ekonomik pozisyonu itibariyle ABD’den uzaklaşıp Çin’e yakınlaşması ise ABD-Çin 1. Ticaret Savaşı’nın çok önemli bir mevzisini oluşturuyor.

Bu tarihi gelişmenin sıçrama noktası 30 Ağustos 2009 seçimleriydi. Seçimlerde Japonya’yı 54 yıldır yöneten Liberal Demokratlar ve dolayısıyla ABD destekçiliği yenildi. İktidara Hatoyama liderliğindeki Demokratlar yani Asyacılar geldi. Öyle ki seçimleri kapaktan değerlendiren 5 Eylül 2009 tarihli İngiliz Economist Dergisi, “Japonya’da seçmenler bir partiyi değil, bütün bir sistemi yıktı” yorumunda bulundu!

Yeni yönetimin göreve geldiği daha ilk aylarda ABD’nin Okinawa Adası’ndaki kritik önem taşıyan askeri üssünü kaldırmak istemesi, değişimin ilk sinyaliydi. Aslında Japonya Başbakanı Yukio Hatoyama seçimlerden bir hafta önce New York Times’ta yayımlanan makalesinde işlerin hiç de eskisi gibi olmayacağını zaten ifade ediyordu. Hatoyama ABD kapitalizminin başarısızlığını eleştirdiği makalesinde, ABD’nin tersine çevrilemez bir gerileme içinde olduğunu vurguluyordu. Dikkat çeken bir başka konu da Hatoyama’nın AB’nin ilk dönemlerini model alan yeni bir Doğu Asya topluluğundan bahsedip, Çin’i anıp ABD’yi dışarıda bırakmasıydı! Nitekim sonrasında Japonya Dışişleri Bakanı Katsuya Okada, “yeni bir Asya çağının yaşanacağını” müjdelemişti.

“ABD Çin’i durduramazsa, dünya liderliğini kaybedecek”

ABD Başkanı Obama 2009 Kasım’ında Pekin’i ziyareti sırasında her ne kadar “iki ülkenin hasım olduğu anlayışı kader değildir” dese de, Çin-ABD 1. Ticaret Savaşı, siyasi bir savaş olarak da yorumlanıyor. “ABD ile ilişkilerimizdeki zorlukların sorumluluğu bize ait değil” diyen Çin Dışişleri Bakanı Yang Cieçi ise açıkça düşmanlığın adresini işaret ediyor! (AA 7 Mart 2010)

Kaldı ki ABD’nin tüm resmi ve gayri-resmi düşünce kuruluşları uzun zamandır Çin’e odaklanmış durumda. Hemen her raporun özeti şu şekilde: “ABD, 2025’e kadar Çin’i durduramazsa, dünya liderliğini kaybedecek!”

Şimdi ABD’nin saldırılarına karşı Çin’in ekonomik, siyasi ve askeri alanlardaki yanıtlarına bakalım.

1.. Ekonomi

Yukarıda ayrıntılarını özetlediğimiz dört gelişme, Çin’in ekonomi kalesinin surlarını oluşturuyor. Kalenin girişinde ise Yuan-Dolar paritesi var.

Çin küresel krizle birlikte Yuan’ı Dolar’a sabitleyerek, ABD ekonomisine önemli zararlar verdi. Washington yıl boyunca Pekin’den Yuan’ı serbest bırakmasını istedi. Ancak bu konuda da Washington’un açmazda olduğunu düşünenler var. Örneğin Brookings Enstitüsü’nden Kenneth G. Lieberthal, Yuan’ın serbest bırakılmasının sonuca o kadar da etki etmeyeceğini söylüyor: “Yuan’da yüzde 20 oranında bir değer artışı, Çin’in ihraç ettiği ürünlerde kullandığı petrol ve demir gibi ürünlerde ithalat maliyetini azaltır en fazla. Bu da ABD’ye bağlı ürünlerin nihai maliyetlerinde çok küçük bir artış demektir”.

Çin’in ise henüz netlik kazanmasa da, yeni bir politik hamle olarak Hu Jintao’nun Washington ziyareti öncesinde Yuan’ın Dolar karşısında bir miktar değerlenmesine izin verebileceği konuşuluyor.

Kalenin temelini ise Çin’in üretim esaslı ekonomisi oluşturuyor. Çin küresel krize rağmen 2009’un son çeyreğinde yeniden çift haneli büyümeyi yakaladı ve yıllık büyüme oranını 8.7’ye çıkardı.

2.. Siyaset

Çin bir yandan ABD’yi bazı jeopolitik alanların dışına çıkarmaya çalışıyor bir yandan da ABD’nin boşaltmak zorunda kaldığı bu alanlara yerleşiyor. Pekin yönetiminin son yıllarda Güney Amerika ve Afrika ülkeleri ile imzaladığı anlaşmaların sayısına ve hacmine bakılırsa, alan savunmasının ne anlama geldiği anlaşılacaktır.

Keza Çin, Irak’a yoğunlaşan ABD’nin boşalttığı Ortadoğu alanlarına da konumlanıyor.

Çin-Rusya ilişkileri tarihinin en parlak dönemini yaşıyor. Geçen yıl imzalanan stratejik ortaklık aynı zamanda BM Güvenlik Konseyi üyesi olan iki ülkeyi bir blok şeklinde ABD’nin karşısına dikiyor. Öte yandan 2011’de faaliyete geçecek Çin -Rusya petrol boru hattı, Washington’un Orta Asya politikalarına önemli darbe oluşturuyor.

Çin diğer yandan İran gibi ABD ile doğrudan karşı karşıya geldiği sorunlarda da Washington’a meydan okuyor. Çin’in Tahran politikasının temelini, ABD’yi “oyalayarak bıktırmak” oluşturuyor. Uzun süredir Washington’un İran’a yaptırım politikasının önünde duran Pekin, ABD’yi tam bir sinir harbinin içine çekti. Öyle ki, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Financial Times Gazetesi’ne göre, Çin’e enerji ve ticaret ortağı arıyor! Financial Times, sırf Çin İran’a yaptırımlara evet desin diye ABD’nin Suudi Arabistan’ı Pekin yönetimine sunduğunu da yazdı. (Financial Times, 15 Şubat 2010)

ABD’yi iyice açmazlara sokan ve hatta kendi adına ticari ortak aratır duruma sokan Pekin yönetimi yeni ve ilginç bir hamle yaparak 31 Mart günü BM’nin İran’a yaptırımları içeren taslağını kabul etti. Ancak Çin’in diplomasi ustalığını bilen uluslararası kaynaklar, hamlenin sonrasını okumaya çalışıyorlar.
Reuters’te yayınlanan bir analizde dikkat çeken bir saptama var. Her ne kadar Çin, İran’ı hedef alan taslağı kabul etse de, Pekin yönetiminin müzakereleri uzatıp İran’la kurduğu enerji ilişkilerini ve ekonomik ilişkileri tehdit edebilecek bir kararı engellemek için nüfuzunu kullanacağı belirtiliyor. (Reuters, 1 Nisan 2010)

Kaldı ki Reuters, üzerinde anlaşılan taslağın, yurtdışında daha fazla İran bankası açılmasına kısıtlama getirilmesini teklif etse de, İran’ın petrol ve doğalgaz sanayisine yaptırım uygulamasını öngörmediğine dikkat çekiyor!

Diğer yandan bugüne kadar İran’a yaptırım kararlarının da ciddi bir sonuç vermemesi Pekin açısından önem kazanıyor. Çin, BM Güvenlik Konseyi’nin Temmuz 2006’daki İran’a yaptırım içeren 1696 sayılı kararına da, Aralık 2006’daki İran’ın nükleer ithalatına ve ihracatına yaptırım uygulanmasını dayatan 1737 sayılı kararına da onay vermişti! Hatta Pekin 2007 yılında İran’ın silah ihracatına yasak getiren yaptırımları ve İran’ı uranyum zenginleştirme faaliyetlerini durdurmadığı için eleştiren yaptırımı da desteklemişti.

Ancak bu durum İran’ı hedefinden alıkoymadığı gibi, Pekin-Tahran çok boyutlu ilişkilerinin büyümesine de engel olmadı!

3.. Askeri

Çin’in Rusya ile stratejik ortaklık kurması, geçen yıl tarihte ilk defa Rusya’yla ortak askeri tatbikat yapması, Şanghay İşbirliği Örgütü’nü kurması ve büyütmesi askeri kalesinin surlarını oluşturuyor.

ABD-Çin savaşının çok önemli bir cephesi haline gelen Afganistan’daki kötü gidişat, Washington ve NATO’nun günden güne kaygılanmasına neden oluyor. Ancak burada da Pekin’in politikası ABD’yi tam bir sarmala sokmuş durumda. ABD’nin Afganistan’da başarısı da başarısızlığı da Çin’e yarıyor.

New York Times yazarı Robert D. Kaplan bu gerçeği “Pekin’in Afgan kumarı” başlıklı makalesinde şöyle dile getiriyor: “Bölgeye kan ve para dökenler Amerikalılar ama işin kaymağını Çinliler yiyor. Amerikalılar askeri ve diplomatik çabalarını ülkeden bir an önce çıkmaya odaklandırırken Çinliler burada kalıp çıkar sağlamak istiyor”. ABD’nin El Kaide karşısında kazanacağı bir zaferin Pekin’in çıkarına olacağını belirten Kaplan, ABD ordusunun içinde bulunduğu durumu Roma İmparatorluğu ya da 19. yy İngiltere’sinin durumuyla karşılaştırıyor: “ABD dünyanın uzak bir yerinde intikam almak, isyanları bastırmak ve medeniyeti tesis etmek için uğraşıyor. O esnada diğer büyük güçler de kenarda bekleyip ABD’nin sunduğu kamu yararından bedavaya faydalanmak istiyor” (Robert D. Kaplan, The New York Times, 7 Ekim 2009). Son olarak, unutulmuş bir haber hatırlatalım. ABD’nin 2002 Afganistan müdahalesi haberini veren ajanslar, yanı sıra küçük bir haber daha geçiyorlardı: Üst düzey bir Çin heyeti, Afganistan’daki madenlerle ilgili kapsamlı görüşmeler yapmak için, ABD müdahalesinden hemen önce Kabil’deydiler.

NATO ve Afganistan demişken… Pekin Yönetimi, Moskova’nın NATO politikasını taklit etmeye başladı. Hatırlanacağı gibi Putin, Rusya-NATO Konseyi’ni oluşturarak hem NATO’ya kama gibi girmiş hem de NATO’nun işlevini zayıflatmıştı. Şimdi aynı politikayı Pekin izliyor. Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ma Caoşü, 9 Şubat 2010’da yaptığı açıklamada, son dönemde NATO ile bazı temasları olduğunu hatırlatarak, ittifakla güvenlik, eşitlik ve karşılıklı yarara dayalı yeni güvenlik anlayışı temelinde eşit görüşmelere devam etmek istediklerini söyledi.

NATO’nun son yıllarda dönüşüm sürecine girdiğine ve yeni stratejik anlayışına uyum sağlamaya çalıştığına işaret eden Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ma, “NATO’nun dönüşüm ve düzenlemelerinin bölgenin ve dünyanın barışına ve istikrarına hizmet etmesini umuyoruz” diye konuştu. (AA 9 Şubat 2010)

Sonuç yerine: Obama’ya parmak sallayan Çinli yetkili

Peki, Çin’i böylesi atağa iten, ABD’yle açıktan bir ticaret savaşı yapmaya götüren neydi?
Çin 30 yıl boyunca dünyanın atölyesi görevini gördü. Çinli üreticiler bugüne kadar ürettikleri Nike ayakkabının ya da Apple iPhone’un gerçek değerinin çok küçük bir parçasını alabiliyorlardı. Artık Çin tedarik zinciri oluşturmak ve marka şampiyonları yaratmak istiyor. Bilişim sektöründe öne çıkan Lenovo, otomotiv sektöründe öne çıkan Chery gibi örnekleri artırmak ve dünya pazarlarına marka satmak peşindeler.

Son 10 yılda inanılmaz büyüme rakamları yakalayan ve her yıl ihracat şampiyonu olan Çin’in ihracat ve sermaye fazlası, artık kendi yerel devlerini yaratmak isteyen Pekin yönetiminin, batılı şirketlere koşulsuz imkânlar sağlama polıtikasına son verdi. (Fareed Zakaria, Newsweek, 18 Ocak 2010)
Newsweek’e göre, son 30 yıl boyunca sermaye kaynağı, pazar, teknoloji ihracatçısı, hatta siyasi müttefik olarak ABD’ye ihtiyaç duyan Çin’in artık Washington’a ihtiyacı kalmadı! Öyle ki son Kopenhag İklim Zirvesi’nde, Çin Başbakanı Wen Jiabao’nun heyetindeki bir yetkilinin ABD Başkanı Obama’ya bağırarak parmak sallaması siyasi çevrelerce Pekin’in Washington’a meydan okuması olarak yorumlandı.

1 Kasım 2009 tarihli Economist dergisi, ABD-Çin ilişkilerine ayırdığı özel dosyasında şu gerçeğe dikkat çekmişti: “İki ülke arasındaki ilişki yeni bir soğuk savaş yaratıyor”.

Üstelik bu soğuk savaşın şimdiki periyodunda ABD’nin eli kolu bağlı durumda. Los Angeles Times Gazetesi’nden Nina Hachigian “ABD’nin yapacak bir şeyi yok” saptamasında bulunduğu makalesinde çaresizliğin altını çizdi. ABD’nin Çin’i hayırseverlik yapmaya zorlayacak gücü olmadığını ancak oynanacak bazı kartlarının olduğunu belirten Hachigian, “Obama yönetiminin Çin’in tavrını değiştirmek için yapabileceği en etkili şey Pekin’in bahane olarak ortaya sürdüğü engelleri ortadan kaldırmaktır” dedi. (Nina Hachigian, Los Angeler Times, 30 Eylül 2009)

Sonuç olarak ABD’nin tek kutuplu dünyası sadece 20 yıl dayanabildi!

Birinci Ticaret Savaşı’nın Pekin lehine ilerliyor olması ABD’yi diğer alanlarda da bir adım geri atmaya veya daha da saldırganlaşmaya itecek.

Odatv.com

12.6.10
İyimserlik katsayısı, güven endeksi ve savaş tehlikesi
SALIH SELÇUK

İyimserliğin günümüz ekonomisi için ne kadar önemli olduğu yeni yeni anlaşılıyor. Modern kapitalist anlamda “Ekonomi” sahici bir bilim olsaydı, George W. Bush'un önce Afganistan'a sonra da Irak'a saldırısının, her türlü teamül ve uluslararası anlaşmayı çiğnemesinin, iyimserliği de vuracağı anlaşılırdı. Ama çok daha kötüsü oldu. Bush, Afgan ve Irak direnişine yenildi. (Yenilgisi, savaşı artık finanse edememesiyle ilgilidir) Bu noktada sadece iyimserlik değil, altın endeksinin Nixon tarafından kaldırıldığı 1971'den bu yana ekonominin ve finans dünyasının temel endeksi olan 'Güven Endeksi' de sarsıldı.
Sanal/fiktif (hayali) kapitalin sürdürülemez boyutlarda şiştiği ve sönerek hükmünü yitirmeye başladığı bir dünyada yaşıyoruz.
Tek bir örnek: 'Citigroup'un değeri, iki yılda 250 milyar Dolar eridi.' (1)
Sistemin garantörü ABD'nin ve prestijinin yaşamsal önemde olduğu, ekonomi “bilimi” tarafından maalesef anlaşılamadı. Anlaşılmış olsaydı, zırt-pırt arızalanan ve her arızası bir öncekine göre daha derin olan global sistemi değiştirmekten başka kalıcı/temel çözümün olmadığı da anlaşılabilirdi. İyimserlik konusu, bunun giderek anlaşılmasıyla ilgili bir durumdur. Çünkü, çok daha kötü yeni krizlere mahal vermeden, yapıcı ve yaratıcı çözümlerle kriz sarmalından çıkılabileceğine olan özgüven ancak bu şekilde artmaktadır.
Şimdi kriz atmosferinde iyimserlik/güven, hükümetler ve medya tarafından tehlikeli bir biçimde yanlış yorumlanıyor. Bunun baş sorumlusu da, bir ay sonrasını tahmin etmek konusunda bile her birinin ayrı telden çaldığı ekonomi “bilimci”leridir.
İyimserlik, mezarlıkta ıslık çalmak, susmak veya “polyannacılık”la olmaz. Ekonominin düzelmesi için her türlü eleştirinin susması, 'kapitalizm' sözünün gene eskisi gibi mümkün olduğunca ağızlara alınmaması, iyimserliğe değil, insanlığın ekonomik/sosyal intihar mekanizmasına hizmet eder. İyimserliği ve özgüveni aşındıran asıl tehlike, kapitalizme ısrarla “sonuna kadar” kapılanarak kapitalizm ötesini düşünmeyi reddetmektir. “Çağdaş ekonomi bilimi”nin ufku, kapitalizmle sınırlıdır ve bu durum, yakın gelecek için büyük bir tehlike oluşturmaktadır -çünkü kapitalizmin sürdürülemez bir sistem olduğu gerçeği, “ekonomistler” dışında matematikçiler, çevre bilimcileri, jeologlar, fizikçiler ve daha niceleri tarafından hergün sayısız makale ve kitapla yeniden kanıtlanıyor.
İyimser olunca tüm sorunların kendiliğinden, “piyasanın görünmez eli” tarafından çözüleceğini sananlar, buna inananlar yanılıyor. O “El”in daha önceki yüzyıllarda varolup olmadığıyla, ne ölçüde etkili olduğuyla ilgilenmiyorlar. Ekonominin insanların ruh haline neden bu kadar çok, (tayin edici ölçüde) bağlı/bağımlı olduğunu da merak etmiyorlar. Bu garip “irrasyonel” bağımlılık durumun/durumlarının, maddeden başka kuş tanımayan bir düzende nasıl olup da olabildiğiyle ilgilenmiyorlar! Üstelik bu absürd durumun, otuz küsür yıldır böylesi duyarlı ve tehlikeli bir hal aldığı da dikkatlerini çekmiyor.
2007'den beri sallanan finans piyasalarının bağlı olduğu 'Güven endeksi'nin -hatta kapitalist sistemin- nasıl işlediği konusunda “bilim”in kafası oldukça karışık görünüyor. Ekonomistlerin, gelişmeleri önceden tahmin etmek konusunda sınıfta kaldıkları açık. Ekonomi bir bilimse, belli temel verilere dayanarak ekonomistlerin de aynı/yakın sonuçlara ulaşmalarını gerekmez mi? Ama her ekonomist ayrı telden çalabiliyor. Bugün sistemin iflasından önce, ekonomistlerin ve bu “bilim dalı”nın iflasından söz etmek gerekiyor.
Günümüzde sosyo-psikolojik anlamda sağlıklı bir iyimserlik inşa edebilmek için, ekonomi/para/iş merkezli sistemi açıklamakta yetersiz kaldığı ve işe yaramadığı anlaşılan klasik ekonomi eğitimi/bilim ötesine geçen bir bakış açısı geliştirmek gerekiyor. Ancak tüm malum konvensiyonları sorgulayabilen çokyönlü yapıcı bir anlayışla, kriz sinyalleri veren ekonominin nasıl ve neden işlemediğini, nasıl ve neden sürdürülemez hale geldiğini anlamak ve belirsizliği/bilinmezliği aşarak somut bir iyimserlik kurmak mümkün olabilir.
İyimserlik, özellikle kötü zamanlarda lazımdır ve en kötü ihtimalin bile sarsamadığı, cesur ve mert bir yana sahip olabilmesi için, alabildiğine gerçekçi ve çok yönlü olması gerekir. Tatlısu iyimserliği zoru görünce önce paniğe kapılan, tehlikeye gözlerini kapatıp mezarlıkta ıslık çalmayı tercih eden, sonra da yelkenleri indirip duruma teslim olmayı seçen bir depresyona dönüşme eğilimi taşır. Tatlısu iyimserliği korkak ve miyoptur. Düşünmemeyi, günü birlik hareket edip, rüzgara göre yelken kırmayı tercih eder. Ama o rüzgarların bile dinmeye başladığı zor bir döneme girildiği anlaşılıyor. Artık, klasik asprin tedavisinden ve konjonktürel kriz teorilerinden fazlasına ihtiyaç var.
Yaklaşık otuz yıldan beri durmadan büyüyen spekülasyon ve kredi borçları balonu, dünya ekonomisinin esas dinamiğini oluşturuyor. Reel ekonomiye yatırım yapmak fazla kâr getirmediğinden, sermaye, finans piyasalarına kayıyor. Spekülatif “kazanç”, dünya ekonomisinin motoru haline geldi. Sadece tüketiciler değil, devletler de sürekli borçlanıyorlar, faaliyetlerini borçsuz döndürmekte zorlanıyorlar. Ve bu borçlanma sarmalının kendi sınırlarına dayandığını, Yunanistan'da görmek mümkün. Ortada, hemen bütün devletlerin benimsediği bir sistem söz konusu olduğundan, Yunanistan'ın iflasın eşiğine gelmesi istisna değil, giderek bir kural olabilir.
2008'de başlayan kriz, bir ‘aşırı sermaye birikimi’ sorunudur. Kısacası: Piyasalarda, dünyayı onlarca kez satın alabilecek kadar çok para dolaşmaktadır. Bu acaip durum “ekonomistler”i düşündürmüyor. Fakat saptamak için matematikçi olmak gerekmediği üzere: sadece bir adet dünya bulunuyor. Öyleyse, bu kadar çok paranın hayali olduğunu ve maddi karşılığının bulunmadığını söyleyebiliriz! Marx’ın daha 1857’de analiz ederek (2) adını ‘fiktif/sanal sermaye’ (fiktives Kapital) koyduğu duygusal/kurgusal/hayali sermaye türü, II. Dünya Savaşı öncesinin neredeyse üçyüz yıllık kapitalizm tarihinde yaşananların hepsinden daha ürkütücü bir krize girmiş görünüyor. Ürkütücüdür, çünkü hayali para miktarı/balonu ve günlük hayatı doğrudan veya dolaylı olarak hayali sermayeye bağlı olan insan sayısı olağanüstü fazladır. Hatta son otuz yıldır, bu sermaye türünün/balonunun sosyal bir yansıması olarak, adına 'Beyaz Yakalılar' denen yeni bir sosyal tabakanın/sınıfın da ortaya çıkmış olduğuna bakarak, 'çalışan ve çalışmayan insanların çoğunun' bu ucube durumdan doğrudan etkilenebileceğini söyleyebiliriz. Bu insanları korumak için sistemi aynen sürdürmeye çalışmak, patlayacağını bile bile balonu şişirmeye devam etmekten başka bir anlam taşımamaktadır. Balon ne kadar çok şişirilirse, o kadar şiddetli patlar.
Kriz aşamasında, sadece kapitalizme özgü yöntemlere/önlemlere bel bağlamaya devam etmek, daha fazla insanın daha kötü bir şekilde sistem tarafından vurulmasına razı olmak anlamına geliyor. Kapitalizm, bütün türleriyle “büyüme”ye endekslidir. Bu aynı zamanda, krizlerin de artan sıklık ve şiddette “büyümesi” demek oluyor. “Ekonomi” bir bilim dalıysa, ekonomistler oturup, neoliberal kapitalizmle veya kapitalizmin başka bir türüyle krizlerin nasıl aşılıp, iklimleri çökertmeden (en azından bir yirmi yıl daha) nasıl mutlu-mesut yaşanabileceğini biz fanilere kanıtlamak zorundadırlar. Ekonomistler dışındaki bilim adamlarının yaptığı hesaplar, sistemin sürdürülemez bir noktaya doğru hızla yaklaştığını gösteriyor. Yer altı kaynaklarının tükenmesinden tutun da atmosferin ve denizlerin/suyun daha fazla kirlenmeyi kaldıramayacağı hesaplarına kadar, tüm bilim, büyümeden yaşayamayan kapitalizmin sonunu ilan etmektedir. Kapitalist bir gelecek bulunmamaktadır. Kriz ile görüldüğü üzere, sanal para balonu, sistemin taşıyabileceği o kritik eşiği aşmıştır. Toplumsal huzursuzluğu önleyip, gelecek için umut kaynağı olacak yeni bir iyimserlik ve güven, artık böyle bir sistemin ve onun düşünsel çerçevesini aşamayan “Ekonomi bilimi” üzerine inşa edilemez.
Marx tarafından tarif edilmiş sistem mekaniğine göre; ağırlık merkezi spekülasyon, faiz amaçlı kredi ve fiyat dalgalanmaları olan sanal sermaye ile (3) onun reel karşılığı arasındaki fark büyüdükçe, finans krizi ihtimali de artar. Otuz yıl öncesine kadar geçerli olan bu 'konjonktürel kriz mekaniği'ne göre sanal sermayenin otuz yıl önce yeniden krize girmesi gerekiyordu. Fakat İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra en geç 1970'li yıllarda olması beklenen büyük finans kriz yaşanmadı. Onun yerine, sadece ‘zorunlu büyük kriz’ baskısını hafifleten ve Doğu Bloku’yla (ve Ortadoğu ülkeleriyle vs.) sınırlı kalan bir ekonomik çöküş yaşanmıştır. Parası pul olan reel sosyalizmin (yani kooperatist kapitalizmin) çöküşü, kapitalizmin başarı hanesine yazılamaz. Krizin (liberal) kapitalist bloka sıçramasını önleyen asıl etmen, altın endeksinin kaldırılmış olmasıydı. Paradoks gibi görünen bu duruma göre hayali/sanal sermaye, çökmek yerine (yani reel değerine dönmek yerine), yeni spekülatif mecralara akarak çökmeden çoğalmayı/şişmeyi sürdürebildi. Burada özellikle altı çizilmesi gereken durum şudur: Beklenen büyük kriz önlenmemiştir, sadece ötelenmiştir.
2008 krizine kadar geçen süre zarfında sanal sermaye balonu, reel gerçeklerden tamamen uzaklaşarak tarihte hiç olmadığı kadar şişip uçmuştur. Ne kadar şiştiğini anlamak için, Alman düşünür Robert Kurz'un tahminlerine bakılabilir. Günümüzde, dünyada dolaşan uluslarötesi paranın yaklaşık yüzde doksanyedisi, reel olmayan spekülatif sermayedir (4). Burada en rahatsız edici gerçek, sanal sermayenin -konjonktürel çöküşü ertelense de- önünde sonunda reel değerlere dönmek zorunda oluğudur.
Ücretli çalışanların ürettiği mal ve hizmetlerin, maliyetinden daha fazlaya satılması sonucu ortaya çıkan (üretime bağlı) artı değer birikimi, reel sermayeyi oluşturur. Dünyada reel sermayenin üretilmesinde temel rolü oynayanlar hâlâ işçilerdir (ve köylülerdir). Sanal sermaye ise 'kapitalist çalışma ve üretim sistemi' ile değil, spekülasyonla, fiyat dalgalanmalarıyla, faiz almak amacıyla verilmiş kredilerle vs. oluşur. Bu yüzden de duygusaldır ve güvene endekslidir.
Reel ekonomi sanal ekonomiyi artık taşıyamıyor. Reel/sanal dengesinin bozulmasındaki bir diğer etmen de, 1980'lerde yaşanan mikroelektronik devrim sonucu hızla yaygınlaşan bilgisayarların yol açtığı rasyonalleşmedir. Sistemi taşıyan üretici sınıfların (işçi-köylü) sayısı giderek azalmakta, daha az kişiyle daha çok üretim yapılabilmektedir. Temel özellikleri; (amacını “iş veren”in belirlediği) ücretli iş, kapitalizme özgü çalışma sistemi çerçevesinde üretilen somut mal ve hizmetler, onların paraya tahvil edilerek daha pahalıya satılmaları sonucu elde edilen artı değer olan bir sistem için rasyonelleşmenin anlamı, sistemin kendi altını oymasıdır. Son otuz yıllık ertelenen büyük finans/ekonomi krizi süreci, sistemin temellerinin fena halde aşındırıldığı bir döneme rastlamıştır aynı zamanda.
Son otuz yüzyıldır sanal sermayenin katlanarak büyümesinin ve balonun iyice şişmesinin en önemli nedenleri arasında; neoliberal döneme özgü özelleştirmelerden gelen paralar ve tabii devletlerin yüksek faizlerle borçlanmaları gelmektedir. Faiz ve spekülasyonla hızla artan bu paralar, dolaylı olarak tüketime yansıyıp reel ekonomiyi de canlandırdıklarından, motoru sanal sermaye olan neoliberal kapitalizmin temel politikaları arasında yeraldılar. 2008 Krizinin ilk “önlemi” olarak devletler, neoliberal politikaların bir devamı olarak, hızla eriyip sönen “özel” sanal sermayeye garantör oldular ve mevduatlara verdikleri devlet garantisini, mevduatların büyük bölümünü kapsayacak şekilde genişlettiler. Maddi karşılığı/değeri olmayan sanal sermayeye garantör olma eğilimi, tam bir felakete neden olmak üzere. Garantörlük, garantör olunan kişilerin (yani “özel” bankaların) borçlarını ödeyememeleri halinde, o borçları ödemek anlamına geliyor. Amerika ve Avrupa'da devletlerin trilyonlarca Dolar vererek kurtardıkları banka “operasyonları”nın ana fikri, “kriz nasıl olsa atlatılacak, bankalara verilen o paralar/borçlar da nasıl olsa bir şekilde geri ödenecek” varsayımından yola çıkmaktaydı. Böyle düşünmenin temel dayanağı, devranın aynen devam edeceği, sistemin aynen yoluna devam edeceği hesabına dayanmaktadır. Yani sanal sermaye balonu, patlamayacak seviyeye indikten sonra şişmeye aynen devam edecektir!
Krizin başında hiç hesaba katılmayan bir nokta çok önemlidir: Ya devletler garanti ettikleri o dipsiz/sonsuz sanal borçları bizzat ödemek zorunda kalırlarsa? Burada devlet olmanın gücü kullanılarak, “Borcumu bir kanunla sıfırlarım olur biter” de denemez. Çünkü global bir dünyada borç, 'kendi vatandaşına olan borç'tan, 'başka ülkeye olan borç'a çevrilmiş durumdadır. Sermaye sınırsızdır ve borç/kredi işleri de uluslararası/uluslarötesi bir durum arzetmektedir. Böyle bir ortamda, sonsuz miktardaki (sanal sermaye kökenli) alacak-verecek hesabının, devletler arası alacak-verecek hesabına dönüşmesi en büyük ihtimaldir. Borçların devletlere devri, sanal sermayenin sağ tarafı! Onlar sorumluluktan büyük ölçüde kurtulmuş oluyorlar. Ama, global alacak-verecek hesaplarının, uluslarötesi kolay kredi kaydırmaca alanının dışına çıkarak ulusallaşması, büyük bir savaş tehlikesini de beraberinde getirmektedir.
Devletin büyük bankalara trilyon Dolarlık yardımlar yaparak “piyasaları rahatlatması”, krizin devletleştirilmesi anlamına gelmiştir. Özel firmaların/bankaların borçlarını -ulusal sınırlar ötesi bir şekilde- bir kurumdan diğerine kaydırılarak “idare etmek” mümkün olabiliyor. Ama devletlerin borçlarını birinden diğerine kaydırmak mümkün değil. Ayrıca bu tür konuların çözülememesi halinde, devletlerin elinde savaş opsiyonu gibi Bir şey de var!
Sürekli ertelenen, faizin faiziyle artıp duran, üstüne bir de çürük kredilerin garantörlüğü yüklenen devlet borçlarının ödenme günü gelebilir. Böyle bir duruma Yunanistan'dan sonra en yakın ülkeler, sadece Balkan ülkeleri, İtalya, İspanya değildir. Japonya, hatta ABD, borç ödeyemez duruma gelebilir.
Amerikan Dolarının giderek dünya parası olma özelliğini yitirmesi, Avro'nun tehlike sinyalleri vermesi, bu ihtimalleri yükseltmektedir. On yıl öncesine kadar ABD'nin asla yenilemeyeceğini söyleyenler, Irak ve Afganistan'da olanlardan sonra susmak zorunda kaldılar. Şimdi de ABD'nin asla çökmeyeceğini söyleyenler, birkaç yıl sonra yutkunup susabilirler. Krizin devletleştirilmesi, önemli bir savaş potansiyeli taşıyor. Gerçek anlamda iyimser olabilmek için bunları konuşmak ve tabii sanal sermayenin onmaz krizini devlete satmasına son vermek gerekiyor. Maddi temeli olmayan bir iyimserlik, bu saatten sonra kimseden beklenemez.
Milliyet, 25 Kasım 2008
Marx-Engels-Werke (MEW) Cilt 25, s. 482-488, Berlin 1956
a.g.e.
Robert Kurz, 'Das Weltkapital', Berlin 2005, s. 234
Not: Yazı, iki yıl önce yayımlanmıştı. Güncelledik. Yeni kitabımıza da alıyoruz.
...
http://konstantiniye.blogspot.com/


Immanuel Wallerstein
'Amerika hantal bir dev'
23 Nisan 2011



Son 50 yılda ABD'nin Ortadoğu politikası üç ülke ile çok yakın ilişkilerine dayalı oldu: İsrail, Suudi Arabistan, Pakistan. 2011'de tüm üçü ile acayip ve çok temel biçimde farklı yollarda. Güncel bölgesel politikaları ile ilgili Büyük Britanya, Fransa, Almanya, Rusya, Çin ve Brezilya ile anlaşmazlık yaşadığı da kamuoyunun bilgisinde. Öyle görünüyor ki, neredeyse hiçkimse ABD ile anlaşamıyor ya da onun liderliğini kabul etmiyor. Durumun kontrol dışına çıktığını gören başkanın, dışişleri bakanlığının, Pentagon'un ve CIA'nın hayal kırıklığı işitilebiliyor.

ABD'nin neden İsrail ile bu kadar inanılması zor yakın bir ittifak içine girdiği çok tartışma götüren bir mesele. Fakat uzun yıllardır ilişkinin daha ve daha fazla İsrail'in şartlarını esas alacak şekilde daha fazla sıkı hale geldiği açık. İsrail mali ve askeri yardımlara güvendi ve asla Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde ABD'nin vetosunu yemedi. Şimdi olan şey şu, hem İsrailli politikacılar hem de ABD'nin destek zemini muntazam bir şekilde sağa kaymış görünüyor. İsrail iki şeyde ısrar ediyor: Filistin ile ciddi görüşmelerin tamamen ertelenmesi ve birilerinin İranlıları bombalayacağı umudu. Obama başka bir yönde, en azından ABD'nin iç politikaları ona izin verdiği ölçüde ilerlerdi. Tansiyon yüksek ve Netenyahu dua ediyor -tabi dua ediyorsa- Cumhuriyetçiler'in 2012 başkanlık zaferi için. Yine de kriz bundan önce de, BM Genel Kurulu, Filistin'i üye bir devlet olarak tanımayı oylarken patlak verebilir. ABD buna karşı savaşta kendisini kaybeden pozisyonunda bulacaktır.

Suudi Arabistan Washington ile Kral Abdul Aziz 1943'te Devlet Başkanı Franklin Roosevelt ile bir araya geldiğinden beri rahat ve sıcak ilişkiler içinde. Dünya çapında petrol politikalarını aralarında kontrol edebiliyorlardı. Askeri meselelerde işbirlikleri yaptılar ve ABD diğer Arap rejimlerini kontrol altında tutmada Suudilere güvendi. Fakat bugün Suudi rejimi, ikinci Arap isyanınca üst düzeyde korkutulmuşluk hissi içinde. Ve Mübarek'in ordusu tarafından tahtından edilmesine ABD'nin gönüllü onayı ve aynı şekilde Bahreyn'e Suudi müdahalesi ile ilgili eleştirilerine -yumuşak huylu olsa da- son derece üzgün. İki ülkenin öncelikleri şimdi oldukça farklı.

Soğuk Savaş döneminde, ABD Hindistan'ı Sovyetler Birliği'ne gereğinden fazla yakın bulurken, Pakistan rejimi ne olursa olsun ABD'nin (ve Çin'in) tam desteğine sahipti. Afganistan'da mücahitlere yardım etmek ve Sovyet birliklerini geri çekilmesini zorlamak için birlikte çalıştılar. Muhtemelen El Kaide'nin gelişimini haşinleştirmek için de birlikte çalıştılar. İki şey değişmiş durumda. Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD Pakistan'da düşkırıklığı yaratacak şekilde Hindistan ile daha sıcak ilişkiler geliştirmeye başladı. Ve ABD ile Pakistan, Afganistan'da ve Pakistan'da El Kaide'nin ve Taliban'ın, her ikisinin her zamankinden daha fazla büyüyen gücü ile nasıl başa çıkılacağı konusunda kuvvetli bir anlaşmazlık içinde.

Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra ABD dış politikasının öncelikli amaçlarından biri Batı Avrupa ülkelerini özerk politikalar geliştirmekten uzak tutmak oldu. Fakat bugün üç temel ülkenin -Büyük Britanya, Fransa ve Almanya- hepsi bunu yapıyor. Ne George W. Bush'un katı çizgisi ne de Barack Obama'nın daha yumuşak diplomasisi bunu yavaşlatabilmiş değil. Fransa ve Büyük Britanya'nın Kaddafi'ye karşı savaşta ABD'den daha aktif liderlik istemesi ve Almanya'nın neredeyse tam tersini söylemesi gerçeği, her üçünün bunları çok sesli ve güçlü bir şekilde söylemesi gerçeğinden daha önemsiz.

Rusya, Çin ve Brezilya ABD ile ilişkileri temelinde kartlarını dikkatli bir şekilde oynuyorlar. Üçü de ABD'nin bugünlerde neredeyse her konudaki tutumuna muhalefet ediyor. Yolları tamamen ayıramıyorlar (Güvenlik Konseyi'nde veto etmek gibi) çünkü ABD hala kullanabileceği pençelere sahip. Fakat açık bir şekilde işbirliği içinde de değiller. Obama'nın son Brezilya gezisi fiyaskosu -Obama Devlet Başkanı Dilma Rousseff ile yeni bir yaklaşım elde edebileceğini düşünmüştüm, ama yapamadı- ABD'nin şu an ne kadar az alkış aldığını gösteriyor.

Sonuç olarak, ABD iç politikası değişmiş bulunuyor. Çift taraflı dış politikası tarihte ve hafızalarda kaldı. Şimdi ABD Libya'da olduğu gibi savaşa girdiğinde kamuoyunu anketleri nüfusun yalnızca 50'si kadarının buna destek verdiğini gösteriyor. Ve her iki partiden politikacılar Obama'yı hem çok şahin hem de güvercin olmakla eleştiriyor. Her türlü tersine dönüşte tümü ona aniden saldırmak için hazır bekliyor. Bunun yol açabileceği şey, onu ABD'nin her yerde her şeye karışmasına zorlaması ve bu yolla bir zamanların tüm müttefiklerinin negatif tepkilerini kötüleştirmesi olabilir.

Madeleine Albright, herkesçe bilindiği üzre ABD'yi "elzem ulus" (indispensable nation) olarak adlandırmıştı. Dünya sahnesinde o hala bir dev. Fakat o nereye ve oraya nasıl gideceğini bilmeyen hantal bir dev. ABD'nin düşüşünün ölçüsü, bir zamanın en yakın müttefiklerinin hem isteklerine karşı gelme hem de bunu bu kadar açıkça söylemeye hazır olmaları. ABD'nin düşüşünün ölçüsü, ne yapmakta olduğunu açıkça söylemeye kendisini yeterli görmemesi ve her şeyin gerçekten kontrol altında olduğunda ısrar etmesi. ABD, Pakistan'da bir CIA ajanının serbest bırakılmasını ayarlamak için çok büyük bir meblağ ödedi gerçekten.

Tüm bunların sonuçları? Daha fazla küresel anarşi. Bundan kim yarar sağlayacak? Şu an bu ucu çok açık bir soru.

*Immanuel Wallerstein'in 20 Nisan 2011 tarihli makalesini Şenol Gürkan www.zcommunications.org adresinden alıntılayarak ETHA için çevirdi.

Kaynak: haber10

Amerika'da 'savaş bıkkınlığı' mı?
Immanuel Wallerstein
14 Mayıs 2011 .

Amerika Ortadoğu’da Afganistan, Irak ve şimdi Libya’da olmak üzere üç ayrı savaşın içerisinde bulunuyor. ABD’nin dünya genelinde 150’den fazla ülkede üssü bulunuyor. Askeri harekât tehdidinin bitmek bilmediği Kuzey Kore ve İran’la da ihtilaf içinde. Afganistan’a karşı 2002’de başlattığı savaş, Amerikan kamuoyundan yoğun destek gördü ve gerçekten ABD’ye diğer ülkeler nezdinde de oldukça arka çıkıldı. 2003 yılındaki Irak işgali de ülke kamuoyunda olabildiğince desteklendi fakat öteki ülkelerce aynı biçimde kabul görmedi. ABD şimdi Libya’yla ülke içerisinde çok az destek gördüğü, dünya kamuoyunun da büyük oranda karşısında olduğu bir yarı-savaş halinde.

Son kamuoyu yoklamaları, ABD halkının yalnızca Libya operasyonuna değil, Afganistan’da devam eden savaşa da karşı olduğunu gösteriyor. Anketörler Amerikan halkının “savaş bıkkınlığı”ndan bahsediyorlar ve buna ek olarak ABD’nin devam eden bu çatışmaların hiçbirinde galip taraf olmadığı yönündeki kanaatin hayli yüksek oranda olduğunu da vurguluyorlar. Libya çatışması sonu gelmez bir bataklık olacak gibi görünüyor. Afganistan’da, herkes politik bir çözümün peşinde, Taliban’ın hükümete dahil olması ve kısa bir zaman zarfında tam yetkiye sahip olması gerektiği alternatifleri de gündemde. ABD, 31 Aralık itibariyle Irak’taki güçlerini geri çekmeyi planlıyor. Irak’ta kalan 20 bin askerin Irak hükümetinin talebi dâhilinde orada bir süre daha kalması gündemde. Irak Başbakanı Nuri el Maliki bu eğilimde olabilir, fakat Sadr yanlıları böyle bir durum söz konusu olduğunda desteklerini çekeceklerini ve bu durumun hükümetin düşmesine neden olacağını dile getiriyorlar.

Daha da ilginç bir tablo, Amerikan iç politikasında önümüzdeki yıl başkanlık seçimine doğru ortaya çıkacağa benziyor. 1945’ten beri, Cumhuriyetçiler açıktan açığa militarizm propagandası yapıyorlar ve Demokratları zayıf tavır almakla itham ediyorlardı. Demokratlarsa zayıf tavırda olmadıklarını, pratikte tavırlarının, partilerinin başkanlık koltuğunda iken uyguladıklarından anlaşılacağı gibi, farklı olmadığını vurgulama gereğini hissediyorlardı. Gerçekten de ABD, Kore ve Vietnam saldırıları gibi en büyük saldırılarını Demokratların başkanlığı sırasında yapmıştı. Demokrat Parti içerisinde sol kanat olarak anılan, özellikle son savaşlar konusundaki eleştirel tutumu dolayısıyla kritik olan bir grup var. Fakat seçilmişlerin arasında bu grup azınlıkta ve büyük oranda da görmezden geliniyorlar.

Cumhuriyetçi Parti militarizmi desteklemek konusunda daha bütünleşik ve halihazırda savaşları destekleyen bir programa sahip. Biraz daha farklı bir bakış açısına sahip Cumhuriyetçi politikacılar azınlıkta. Partinin liberal kanadındaki, bu isimlerin en dikkat çekeni Teksaslı Cumhuriyetçi Ron Paul. Kendisi ABD’nin İsrail’e koşulsuz desteğinin kötü bir fikir olduğunu dile getiren nadir politikacılardan.

Şimdi başkanlık yarışında kimin yer alacağına odaklanmış durumdayız. Barack Obama demokratların adayı olacak. Parti içerisinde rakipsiz konumda. Cumhuriyetçi resimse hayli zıt. Başkan adaylığı için 10 ila 20 kişinin ismi geçiyor ve hiçbiri de net olarak favori konumda değil. Parti yarışı ardına kadar açık.

Bunun dış politika açısından anlamı nedir? Cumhuriyetçi aday olarak Ron Paul’ün adı da anılıyor. 2008’de bu kadar destekçisi yoktu. Şimdi daha iyi bir seçim kampanyası yürütüyor. Güçlü mali politikası açısından dikkate değer bir konumda olmasına rağmen asıl savaş konusundaki pozisyon alışı önemli. Aynı zamanda yeni bir aday da ringe çıkmış durumda: Gary Johnson, New Mexico’nun eski valisi. O da bir liberal ve savaş karşısındaki tutumu Paul’den daha güçlü. Johnson derhal ve tümüyle Afganistan, Irak ve Libya’dan çekinilmesini savunuyor.

Hiç kuşkusuz bu kadar çeşitli potansiyel adayın olduğu bir ortamda Cumhuriyetçi adaylar destek toplayabilmek için televizyon programlarına çıkacaklar ve tartışacaklar. Eğer Johnhon savaş konusundaki tutumunu seçim kampanyası argümanlarına dahil ederse, tüm Cumhuriyetçi adaylar onu destekleyeceklerdir.

Bu gerçekleştiğinde savaş konusunda bağlılıklarını göstermiş olan sözde “Çay Partisi Cumhuriyetçileri”ni keşfedeceğiz. Birdenbire, ABD bu konuyu tartışıyor olacak. Barack Obama merkezci konumunu sol bir pozisyona çekme uğraşına girecek. Merkezci konumunu koruyabilmek adına sola meyletmek zorunda kalacak.

ABD politikası açısından bu durum kritik bir eşik olacak. Askerlerin geri çekilmesi düşüncesi ciddi anlamda olanak kazanabilecek. Birileri kızgınlık içerisinde bunun ABD’nin güçsüzlüğünün göstergesi olduğu fikrini yaymaya çalışacak. Bazı açılardan bu, doğru da olacak. Çünkü bu ABD’nin düşüşünün bir parçası. ABD’li politikacılar savaşlara karşı olmayı savundukları takdirde kamuoyundan destek göreceklerdir. Jeopolitik ve ekonomik baskıların bileşimi sonucunda herkesin hissettiği o ki, burada oldukça yoğun bir savaş bıkkınlığı oluşmuş durumda.

[Binghamton.edu adresindeki İngilizce orijinalinden Melek Zorlu tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

Emperyal çöküş kaçınılmaz mı?

Birkaç yıl önce dış politika yapıcıları arasında, "ABD kendi anti-emperyalist geçmişini tamamen terk ederek bir imparatorluğa dönüşmeli mi?" diye bir tartışma vardı.

Justin Raimondo / antiwar.com Çeviri: Turgut Alp Boyraz

Ben o zaman bu “tartışma”ya gülmüştüm. Çünkü aslında ABD zaten bir imparatorluktu ve şimdi de gücünün zirvesine ulaşıyordu. Gücün zirvesine ulaşmaksa şu anlama geliyor: Bu noktadan sonrası hep yokuş aşağı.

Bill Clinton, George W. Bush ve Barack Obama dönemlerindeki Amerikan dış politikasına bakınca partizan olmayan gözlemcilerin bir şey dikkatini çekiyor.Süreklilik duygusu ve yükselen bir saldırganlık. Başkan Clinton Haiti, Bosna ve Kosova’ya askeri olarak giriş yaptı. Bunlardan son ikisi Sırbistan’a karşı bağımsızlık savaşı veren Müslüman azınlıklardı. Sonuç şu oldu: Bosna ve Kososva’nın her ikisinde de kalıcı bir ABD “birliği” (NATO himayesinde) ve Haiti’nin fiili olarak (de facto) hamiliğinin ilan edilmesi. Aynı zamanda Irak’a da girerek, yönetimde bulunduğu iki dönem boyunca aralıksız bir biçimde bombaladı ve çoğunluğunu yaşlıların ve çocukların oluşturduğu yarım milyon kadar Iraklının ölümüne sebep olan ambargoları zalimce devam ettirdi.

11 Eylül saldırılarının ardından Başkan George W. Bush iki büyük savaş ve dünya çapında gizli bir “gölge savaşı” başlattı. Ve bunlar Amerikan İmparatorluğu için İleri Derece Bir Atılım” olarak sunuldu. Irak’a saldırdık ve işgal ettik: Afganistan’a saldırdık ve tarihimizdeki en uzun savaşın koşullarını hazırladık. Bush yönetimi ayrıca gelecekteki müdahaleler için sahneyi hazırladı. İran’la tansiyonu yükseltti ve Orta Asya ve Kafkasya’daki eski Sovyet ülkelerine ulaşarak Rusya’yla rekabete tutuştu.

Düşman listesine yeni ek: Pakistan

Başkan Obama bir “savaş karşıtı” aday olarak yönetime seçildi. Irak işgalini eleştirdirirken, “ihmal edilmiş” Afgan cephesinin savunuculuğunu yaptı. Irak işgalinin asıl hedefimiz olan Afganistan ve Pakistan’da “terörizmle” savaşmaktan (El Kaide) bir sapış olduğunu iddia etti. Bu sonuncusu (Pakistan) bizim düşman listemize bir ekti. Ve o zaman pek dikkatleri çekmedi anacak bu yönetimin iş başına gelmesinden beri ön plana çıktı. İmparatorluk cepheyi alttan alta ama istikrarlı bir şekilde genişletiyordu. Irak’ta ve şimdide Afganistan’da ABD’nin açıkladığı “geri çekilme” aslında daha önceki başkanın karar verdiği şekliyle tamamen bir geri çekilmeyi kast ediyordu. En azından Başkan Bush’un ABD-Irak anlaşmasının öngördüğü buydu. Ancak Amerikalılar, yeni atanmış Savunma Bakanı olan Leon Panetta’nın geçenlerde söylediği gibi hala Irak’ta 1000 El kaide üyesinin bulunduğunu iddia ederek ortalıkta kalmayı deniyorlar. Yeni Savunma Bakanı, “ülke kırılgan bir yapıda olmaya devam ediyor ve inanıyorum ki orada şimdiye kadar elde ettiğimiz ilerlemeleri koruduğumuzdan emin olmak için zorunlu olan her ne adım varsa atmalıyız” dedi. Irak hükümetinin, Amerikalıların ülkelerinde kalmalarına izin verme noktasındaki isteksizliği sorulduğunda şunları ifade etti:

“Irak hükümetinin, ülkelerinde bir çeşit ABD askeri varlığının kalması için bir talepte bulunmayı değerlendirdiği bana çok açık bir şekilde görünüyor” ve peşinden “böyle bir talebin geleceğinden kesinlikle eminim” diye ekledi.

Obama yönetime geldiğinden beri, “radikal” Şii lider Mukteda el-Sadr ve onun takipçilerinin iktidardaki koalisyona katılmalarını hiçe sayarak, Iraklı kuklalarımıza, ABD’nin oradaki varlığını uzatması yönündeki taleplerine yol vermesi için baskı yapıyor. Sadr taraftarları, ABD’nin ilan edilen geri çekilme tarihinin ardından hala ülkelerinde kalmaya devam etmeleri halinde hükümetten çekilecekleri ve hatta silaha sarılacakları tehdidinde bulunuyor. Bu Obama yönetiminin hedeflerine çok açık bir şekilde hizmet edecektir. Orada kalmaya devam etmek için bir gerekçe sağlayacak ve bazı “sorunlu figürleri” de marjinalize edecektir.

Irak ve Afganistan bir ABD garnizonudur

Irak’taki ABD işgalinin ne olduğu çok açık: Tamamen ABD yardımına ve askeri desteğine bağımlı olan bir “bağımsız” devlet. Kısacası ABD hamiliğinde olan, içinde otuz kırk bin kadar “muharip olmayan artı kuvvet” bulunan bir garnizon.

Aynı şey Afganistan için de geçerli. Ancak süreç o kadar ileri değil. İşte bu sahte “geri çekilme”nin ilan edilmesinin sebebi bu. Afgan modeline bakalım şimdi: Fiilen Irak’ta olan durumun aynısı. Bir Amerikan garnizonu olmak. Afgan Devlet “Başkanı” Hamit Karzai için verilen bir akşam yemeğinde Bob Woodward ve Savunma Bakanı Rebert Gates , George W. Bush’a uyup Afganistan’ı ortada bıraktığı için pişmanlıklarını sunarak şunu ilan ettiler:

“Afganistan’dan erken çıkmıyoruz,” sonunda daha da ileri giderek Gates şunu söyledi, “Aslında hiç çıkmıyoruz.”
Şundan hiç kuşkunuz olmasın: Irak ve Afganistan, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden beri seri bir şekilde genişlemekte olan Amerikan İmparatorluğu’nun bir parçasıdır. Bu imparatorluğa Ortadoğu’nun büyük bölümü ve Libya müdahalesinin Amerikan mızrağının ucunu oluşturduğu Kuzey Afrika’nın bazı kısımları da dahildir.

Libya’da bizim NATO müttefiklerimizle birlikte olduğumuz muhakkak ama bu bir önceki yönetimle sadece biçimsel bir fark: Halihazırdaki çete “çok taraflılık” bayrağını sallarken, Bush ve Neoconlar yalnız başına gitmeyi tercih ettiler. Ancak sonuç yine aynı: sürekli genişleyen bir imparatorlukta işgal edilen bir vilayet, tamamen Batı yardımına ve batmamak için desteğine bağımlı bir halde.

Askeri üsler imparatorluğu

Soğuk savaş döneminde ABD, Chalmers Johnson’ın adlandırmasıyla bir “askeri üsler imparatorluğu” inşa etti. Bir dizi “zambak yaprağı” gibi olan bu üsler Washington’un Amerikan askeri gücünü dünyanın dört bir köşesine yaymasına imkan sundu. Komünizmin çöküşü ve ABD-Sovyet rekabetinin sona ermesiyle birlikte Amerikalılar çok seri bir şekilde davranarak çıplak kemiklerinin üzerine et ve deri giydirdiler.

Irak ve Afganistan’da biz bu ilhak etme işini Roma modelini takip ederek emperyalizmin daha geleneksel bir kalıbıyla yapıyoruz: himaye altına alınmış vilayetler kurup iç meselelerini kendilerinin yönetmesine izin veriyoruz. Tabi Amerikan çıkarlarıyla çatışmadığı ve ABD askeri birliklerinin, imparatorluğun sınırlarında gardiyanlık yapmalarına müsaade ettikleri sürece.

Bu sınırlar hep ileri itiliyor ve Obama yönetiminin Pakistan’daki hedefi de (Bir sonraki ABD hedefi) tıpkı Libya’da olduğu gibi yine böyle yapmak. Bu aynı zamanda Washington’un imparatorluk inşa edenleri için, bir önceki yönetimin “fetihleri” resmiyet kazandığı ve “meşru”laştığı zaman bunları tahkim etmek için bir için fırsat sunan bir dönem demek.
Bundan sonrası hep yokuş aşağı

Ana vatanda da imparatorluk kurumsallaşıyor ve resmi bir yapı alıyor. Ve başkan, dış politikadaki ve askeri alandaki egemenliğini şimdiye kadar başarılı bir şekilde savundu. Kongrenin otoritesini gasp ederek kendi yolunda ilerleyen Beyaz Saray bu konuda kendilerini eleştirenleri hiç dikkate almıyor. Ve bu hadise, Harry Truman’ın seçilmiş halkın seçilmiş temsilcilerine danışmadan Kore’ye asker göndermesinden beri böyle devam ediyor.

Birkaç yıl önce dış politika yapıcıları arasında, ABD kendi anti-emperyalist geçmişini tamamen terk ederek bir imparatorluğa dönüşmeli mi diye bir tartışma vardı. Ben o zaman bu “tartışma”ya gülmüştüm. Çünkü aslında ABD zaten bir imparatorluktu ve şimdi de gücünün zirvesine ulaşıyordu. Bu ise şu anlama geliyor: Bu noktadan sonrası hep yokuş aşağı. Amerikan İmparatorluğu genişliyor olabilir ancak ekonomik temelleri ölümcül bir hastalığa tutulmuş durumda. Bu hastalık ahlaki olduğu gibi aynı zamanda finansal da.

(..)

Justin Raimondo: Savaş karşıtı bir Amerikalı yazar ve antiwar.com’un direktör editörüdür.
http://www.dunyayayenisoz.com/

ABD çöküşünün dünya çapındaki neticeleri
Immanuel Wallerstein
25 Ağustos 2011

On yıl evvel, ben ve bazı kişiler Amerika’nın dünya sistemindeki çöküşünden bahsettiğimizde en iyi halde saflığımızdan dolayı küçümseyici tebessümle karşılanırdık. Amerika, dünyanın en ücra köşelerine kadar uzanan ve istediğini yaptıran tek süpergüç değil miydi? Siyasi tayfta yer alan tüm kesimlerin paylaştığı bir görüştü bu.

Bugün ise, ABD’nin çöktüğü, ciddi şekilde çöktüğü görüşü sıradanlaşmıştır. Çöküşü tartıştıkları takdirde çöküş gibi kötü bir haberin suçlusu olmakla itham edilmekten korkan birkaç Amerikalı politikacı hariç herkes bunu söylüyor. Hakikat şu ki çöküşün gerçekliğine bugün neredeyse herkes inanmaktadır.

En az tartışılan ise bu çöküşün dünya çapındaki neticelerinin neler olduğu-olacağıdır. Çöküşün iktisâdi nedenleri var elbette. Ancak ABD’nin bir zamanlar tasarruf ettiği jeopolitik güç üzerindeki tekeli kaybedilmiş olması başlıca siyasi neticelerden biridir.

7 Ağustos tarihli The New York Times’ın iş dünyası ekinde (Business Section) anlatılan bir bilgi notundan başlayalım. Atlanta’daki bir para yöneticisi, hisseleri satmasını ve parayı bir şekilde korunaklı yatırım ortaklığı fonlarına kaydırmasını isteyen zengin iki müşterisi adına “panik düğmesine bastı.” Para yöneticisi 22 yıllık iş hayatında böyle bir istekle daha önce hiç karşılaşmadığını söylüyordu. Bir benzeri daha önce görülmemişti. Gazete, Wall Street’in “nükleer şıkkı” diye nitelemişti bunu. Rotayı piyasalardaki akışa uygun tut diyen geleneksel tavsiyeye ters düşmektir bu.

Standart & Poor’s, ABD’nin kredi notunu AAA’dan AA’ya indirdi ki bu da benzersizdir. Fakat mülayim bir harekettir de. Çin’de Standart & Poor’un muadili olan Dagong, ABD kredi notunu çoktan A+’ya indirmişti; şimdi ise A-‘ye düşürdü. Perulu ekonomist Oscar Ugarteche ABD’nin bir “muz cumhuriyeti” olduğunu ilan etti. ABD’nin iyileşme ümitlerini korkutup kaçırmamak adına kafayı kuma gömme politikasını seçtiğini söylüyor. Geçen hafta Lima’da toplanan Güney Amerika Mâliye Bakanları ABD’nin ekonomik çöküşünün etkilerini çabucak tecrit etmenin yollarını ele aldılar.

Herkesin sorunu şu: Kendini ABD çöküşünün etkilerinden korumak çok zordur. İktisâdi ve siyasi çöküşün sertliğine rağmen, Amerika dünya sahnesinde bir dev olarak kalmayı sürdürüyor ve orada olup bitenler başka yerlerde büyük dalgalar oluşturuyor halen.

Şüphe yok, Amerikan çöküşünün en büyük etkisi bizâtihi ABD üzerindedir ve böyle olmaya devam edecektir. Politikacılar ve gazeteciler, Amerika’nın siyasi durumunun işlevsizliği hakkında açıkça konuşuyorlar. İyi de işlevsiz olmaktan başka mümkün olan bir şey var mıydı ki? En temel gerçek şu ki, katıksız çöküş gerçeği, Amerikan vatandaşlarını afallatmıştır. Amerikan vatandaşlarının çöküşün maddi sıkıntılarını yaşamalarından ve zaman ilerledikçe sıkıntılarının artmasından derin bir korku duymalarından ibaret değil mesele. Birleşik Devletlerin dünyada model ulus olarak Tanrı veya tarih tarafından “seçilmiş ulus” olduğuna inanmaları da var. Başkan Obama, Birleşik Devletlerin +AAA ülkesi olduğuna dair güvence veriyor onlara.

Obama’nın ve diğer tüm politikacıların problemi buna halen çok az sayıda insanın inanıyor olmasıdır. Ulusal gururun ve benlik bilincinin uğradığı şok ani ve müthiş oldu. Ülke bu şokla başa çıkıyor ama çok kötü bir şekilde. Halk, günah keçisi arıyor - ve hiç de zeki olmayan bir şekilde - suçlu olduğu farzedilen taraflarda arayarak yapıyor bunu. Öyle görünüyor ki son ümit, birilerini kabahatli bulmaktır; dolayısıyla da çare, otorite makamındaki kişileri değiştirmektir.

Federal yetkililer – Başkan, Kongre ve iki büyük parti – sorumlu tutulacak taraflar olarak görülüyorlar. Bireysel silahlanma ve ülke dışında askeri müdahalelerin azaltılması yönünde güçlü bir eğilim var. Washington’dakileri her şeyden sorunlu tutmak, siyasi istikrarsızlığa ve yıkıcı-mahvedici yerel mücadelelerin daha da şiddetlenmesine yol açar. Dünya sisteminde istikrarı asgaride olan siyasi teşekküllerden biri de ABD’dir diyeceğim.

Bu ise siyasi mücadeleleri işlevsiz olan ve dünya sahnesinde gerçek güç tasarruf edemeyen bir ülke haline getirmektedir ABD’yi. Bu yüzden de geleneksel müttefiklerin ve başkanın ülke içi siyasi tabanının ABD’ye ve başkanına duydukları inançta büyük bir azalma var. Gazeteler, Barack Obama’nın siyasi hataları hakkında analizlerle dolu. Bunun hakkında kim tartışabilir? Obama’nın benim kanaatime göre yanlış, ödlekçe ve bazen de büsbütün ahlaksızca olan düzinelerce kararlarını kolayca sıralayabilirim. Fakat Obama, siyasi tabanının alması gerektiğini düşündüğü kararları almış olsaydı sonuç çok farklı olur muydu diye de merak ediyorum. ABD’nin çöküşü, başkanlarının aldığı zayıf kararların değil dünya sistemindeki yapısal gerçeklerin neticesidir. Obama halen dünyanın en güçlü kişisi olabilir fakat hiçbir Amerikan başkanı, geçen yılların başkanları kadar güçlü ol/a/mıyor.

Döviz kurlarında, işsizlik oranlarında, jeopolitik ittifaklarda, vaziyetin ideolojik târif-tanımlarında akut, sabit ve hızlı dalgalanmaların olduğu bir döneme girdik. Bu dalgalanmaların çapı ve hızı, kısa vadeli tahminleri imkânsızlaştırmaktadır. Kısa vadeli (mesela üç yıllık) tahminlerde makul bir istikrar olmaz ise dünya ekonomisi felç olur. Herkes korumacı ve içe dönük olur. Hayat standardı düşer. Hoş bir resim değil. Amerikan çöküşünün birçok ülke için pek çok olumlu tarafları varsa da diğer ülkelerin bu yeni durumdan umdukları kazancı dünya gemisi şiddetle sarsılırken sağlayabilecekleri kesin değildir.

Daha aklı başında uzun vadeli analizler yapmanın, analizlerin ortaya koyduğu hakkında daha berrak ahlâki hükümler vermenin, bugün çakılıp kaldığımızdan daha iyi bir dünya sistemini 20-30 yıl zarfında kurma çabası içerisinde çok daha etkili bir siyasi eyleme girmenin vaktidir.

Kaynak: Agence Global
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Hzr 30, 2014 11:14 pm    Mesaj konusu: Dünyanın üzerinde dolaşan karabulut Avrupa sorunu Alıntıyla Cevap Gönder

Morales: "Ya yalancı kapitalizm ölecek, ya da yeryüzü ana"
24.04.2010

'İklim Değişikliği ve Yeryüzü Ana Hakları Dünya Konferansı'na evsahipliği yapan Bolivya lideri Evo Morales, 'bugün dünyanın yaşanabilmesi için vurdumduymaz kapitalizmin ortadan kalkması gerektiğini' söyledi. Koçabamba kentinde başlayan konferans çerçevesinde dün küçük bir stadyumu dolduran yaklaşık 20 bin kişiye seslenen Morales,'Sanayileşmiş ülkeler sözlerinde durmadıkları için burada bulunuyoruz. Ya yalancı kapitalizm ölecek, ya da yeryüzü ana 'dedi.

Evo Morales'in önderliğinde düzenlenen konferans ne yazık ki bizim medyada pek önemsenmedi;birkaç gazete ,iki üç köşe yazarı dışında entellektüel angaryalar kapsamında ,boş işler kategorisinde işlem gördü;ne borsayı,ne açılımı etkiledi.
Peki kapitalizmin doğaya yönelik kıyımı, insanlığa ne getirdi? diye soran Birgün Gazetesi'nden Adnan Bostancıoğlu ise konuya değinenlerden ; şöyle diyor yazar:

'Mutluluk ve refah mı?
Dünya zenginliklerinin yarısı tüm nüfusun yüzde 2’sinin elinde. Kaynakların yüzde 80’ini dünya nüfusunun yüzde 8’i tüketiyor. Bugün, her 6 kişiden 1’i su, sağlık hizmeti, elektrik gibi imkânlardan yoksun. Her gün 5 bin insan, kirli içme suyu nedeniyle ölüyor. 1 milyar kişi açlık sorunuyla yüzyüze.
İşte geldiğimiz yer burası.
Bu arada... İnsanlığın en radikal dönüşümleri yaşadığı son 250 yıla kapitalizm yön verdiği için, bugün gelinen noktanın faturasını da ona çıkartmakta elbette bir beis yok ama... Sosyalizm tecrübesinin sicilinin de parlak olmadığı hepimizin malumu. Üstelik “o rejimler sosyalist değil devlet kapitalizmiydi” demekle işin içinden çıkmak fazlasıyla kolaycılık olur. Sosyalist düşüncenin aslî kaynaklarının yaslandığı “insanın doğa üzerindeki egemenliği” paradigmasından “doğayla uyumlu bir hayat tahayyülüne” evrilmesi kaçınılmaz bir gereklilik. Yoksa “çiçekler ve böcekler” için değişen bir şey olmayacak. Yani insanlar için.'
Doğadan öğrenebileceğimiz temel bir bilgi var. Yaratılmış her şey, tabiat içinde yer alan zincirin bir başka parçasıyla birlikte hareket halindedir. Dünyada olan her varlık,kendi dışındaki önce yeryüzünün hafızası,sonra da kosmosun bilinciyle uyum içinde titreşmezse varlığını sürdüremez. Gezegendeki her canlı,bir diğerinin yaşam nedeni, dizinin bağlayıcı parçasıdır. Bu nedenle soluk alan her nefes,topyekun organizmanın, tam özgür olmayan vucudun otonom uzvudur. Kangren olan parçaysa canlı beden tarafından kaçınılmaz olarak red edilecektir. Aydınlanma devrimiyle birlikte insani aklın özgürlüğünü ilan eden Kantcı bilim bunu hâlâ görememiştir ; Diğer ekümenik ideolojiler kapitalizme göre kendilerini tanımlayıp/tasnif edip,pozisyon alıp, konuşlandıklarından, ortak bilince/kolektif kazanımlara bağlanacak 'aklı' özgür bırakmaları zordur..Acil eğitim,insanın kendini böcekle,yaprakla her tür hayvanla,bitkiyle yeryüzüyle ve kendi türüyle eşitlemesi olmalıdır. Tanrının yeryüzündeki halifesi söylemini bırakıp,yeryüzünün hizmetkarı olmadıkça kurduğu cehennemden insanın çıkışı yoktur. Ego bu eşitlemeyi yapamazsa, sistemler köle/efendi paradoksuyla devindikçe,sömürü üstünden artı değer üretme alışkanlığı olan sistemin yarattığı problemlerin çözümü imkansızdır.Hürriyet, adâlet, müsavat, uhuvvet diyerek, alanlarda 1 Mayıs'ları kutlayarak eşitlik gelmez. Doğayla kendini eşitleyecek insanoğlunun nihai amacı sınıfsız/sömürüsüz toplum özlemi bir hayal olmaktan çıkarsa,insanoğlu bu dünyadaki misafirliğini sürdürebilir ancak.Gerçek hak, hukuk, hürriyet, eşitlik ve kardeşliğe ertelenmesi imkansız hedefler olduğunun bilinciyle sahip çıkılmalıdır.Bunların insan soyunun yürümesi için uygulanabilir pratikler olarak siyasi terminolojiye girmesi için henüz vakit vardır.

Bu noktada sorumluluğu üstlerine alıp, toprakla birlikte acı çeken Evo Morales gibi bireyler/önderler, revize olmamış özgür düşünce ve kamuoyu önem kazanıyor..

Bolivya Cumhurbaşkanı Evo Morales, sanayileşmiş ülkelerin er veya geç bir uluslararası iklim mahkemesinin kurulmasını kabul edeceklerini söyledi. Bolivya'nın orta kesimindeki Cochabamba kentinde düzenlenen iklim konferansında bugün konuşan Morales, uluslararası iklim mahkemesi kurulması gerektiğini savundu.

Morales, "Sanayileşmiş ülkeler böyle bir mahkemenin kurulmasını kabul etmeyebilirler ama bir yandan da ne kabul edecekler?" diye sordu.

"Er veya geç, halk baskısıyla gelişmiş ülkeler iklime karşı işlenmiş suçları yargılamaya yönelik uluslararası iklim mahkemesi kurulmasını kabul edecekler" diyen Morales, yaptırım gücünün ülkeleri herhangi bir iklim ile ilgili bir protokolün hükümlerine uymaya zorlayacağını ifade etti.

Cochabamba Konferansı, Uluslararası İklim Mahkemesi Projesini, "Toprak Ana'nın" beyannamesi ve iklim ile ilgili dünya çapında bir referandum fikrini, Aralık ayında Meksika'nın Cancun kentinde düzenlenecek olan iklim ile ilgili görüşmelere sunacak.

Morales, Uluslararası iklim mahkemesi kuruluncaya kadar, Uluslararası Adalet Divanının iklime karşı işlenen suçları yargılamasını önerdi.

- "TOPRAK ANA'NIN" HAKLARI -
Toprağın haklarının insan haklarından daha önemli olduğunu belirten Bolivya Cumhurbaşkanı Evo Morales, toprağın korunması için bir "uluslararası hareket" başlatacağını duyurdu.

Cochabamba Konferansında gazetecilere açıklamalarda bulunan Morales, bugün kapitalizmin yarattığı tahribata karşı toprağı korumanın önemine değindi.

Morales, "Toprak Ana'nın" haklarını korurken, insan haklarını da korumuş olursunuz" dedi.

İnsanoğlunun Evrensel İnsan Hakları Beyannamesine kavuşmak için 2 bin yıl beklediğini ve nihayet 1948'de BM'nin bu beyannameyi onayladığını hatırlatan Morales, aynı mücadelenin bir "Toprak Ana" beyannamesinin kabulü için de verilmesi gerektiğinin altını çizdi.

Morales'e göre, başlatmak istediği toprağı korumaya yönelik "uluslararası hareket", Uluslararası İklim Mahkemesi Projesini veya iklim ile ilgili alınan kararlar hakkında referandum fikrini hayata geçirecek.

Cochabamba Konferansına, 15 binden fazla delege, sosyal hareket temsilcisi, çevreci veya Güney Amerikanın yerli halklarına mensup kişiler katıldı.

E.Çetin Girgin
Odatv.com

Dünyanın üzerinde dolaşan karabulut Avrupa sorunu
Yusuf Kaplan

Marx, Komünist Manifesto'ya, "Avrupa'nın üzerinde kara bulutlar dolaşıyor" diyerek giriş yapmıştı. Aradan handiyse bir buçuk asra yakın bir süre geçti; bu karabulutlar gitti geldi, gitti geldi ve şu ân Avrupa'nın üzerinde yeni kara bulutlar dolaşmaya başladı...

Bu yeni "kara bulutlar" Avrupa'yı fenâ hâlde sarsıyor, çatırdatıyor... Yarın, dünyamız, nasıl baş edeceğini bilemeyeceği yeni ve büyük bir sorunla boğuşmak zorunda kalacak: "Avrupa sorunu"yla.

Eğer Yunanistan'dan İngiltere'ye, Fransa'dan Portekiz'e kadar Avrupa'nın bütününe yayılma istidadı gösteren ekonomik kriz önlenemez de, şu an ürpertici ipuçlarını gördüğümüz ırkçılık ve islamofobia gibi büyük ölçekli bir sosyal ve siyasî kargaşaya dönüşecek olursa, işte o zaman, "Avrupa sorunu", yalnızca Avrupa'nın sorunu olmayacak, bütün dünyanın başına büyük felâketler gelmesine yol açacak küresel bir sorun, bütün dünyanın sorunu olacak.

Alain Touraine'in "Avrupa'yı Kurmak" başlıklı kışkırtıcı kitabında vurguladığı gibi, Avrupa, paradokslar kıtası veya yumağı: Bir çatışmalar ve uzlaşmalar coğrafyası.

Bütün insanlık tarihi inişli-çıkışlı bir seyrüsefer izliyor elbette. Ama Avrupa'nın yaşadığı tarihî seyrüsefer, hem mahiyeti, hem de maliyeti bakımından bütün insanlığı ilgilendiriyor öncelikli olarak: "Avrupa sorunu", hem bizzat Avrupa'nın kendi sorunu; hem de dünyanın sorunu çünkü.

Bütün Avrupa'yı sarma emareleri gösteren ekonomik kriz, çoktan sosyal ve siyasî krizlere dönüşmeye başladı bile: Fransa'dan Hollanda'ya, Almanya'dan Avusturya'ya ve İtalya'ya kadar, ırkçılık ve islamofobi birlikte tırmanışa geçmiş durumda: Fransa'da ırkçı Le Pen, hızla yükseliyor. İngiltere'de ırkçı Nationalist Party süratle tırmanıyor. Kezâ Holanda'da da, Avusturya'da da ırkçılık ve islamofobi kontrolden çıkmak üzere.

Avrupa'da ırkçılığın yükselişinin birincil gerekçesi görünüşte ekonomik kriz, gerçekte ise İslâm düşmanlığı. Fransa'da Bayan Le Pen, "Müslümanların cumaları sokaklara taşacak kadar camileri doldurmalarından kaygı duyduklarını" söylüyor. Müslüman göçmen nüfusun Fransa'dan "sürülmesi"nden sözediyor Fransız politikacılar. Sadece Le Pen değil, başkaları da. "Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik" sloganlarıyla dünyayı sarsan Aydınlanma'nın, Fransız Devrimi'nin çocuklarına bakar mısınız!

İslâm düşmanlığı, buzdağının görünen çok küçük bir kısmı yalnızca. Bir de görünmeyen büyük kısmı var: "Avrupa sorunu" sadece Avrupa'yı kaosa sürüklemekle kalmayacak. Avrupa'nın yaklaşık 400 yıldan bu yana bütün dünyanın temel entelektüel, siyasî, sosyal ve iktisadî kavramlarını ve kurumlarını belirleyen kıta olması nedeniyle, Avrupa'nın "çöküş"ü, bütün dünyayı etkileyecek büyük felâketlere yol açacak.

Çatışmaların ve uzlaşmaların Avrupa'sı, uzlaşmalardan ziyade çatışmaların dölyatağı olacak ve bütün dünyayı yeniden büyük çatışmaların eşiğine sürükleme tehlikesi sunacak gibi görünüyor.

O yüzden, "Avrupa sorunu"nun neden olacağı sorunların ve tehlikenin önlenebilmesi, önüne geçilebilmesi ve Marx'ın Avrupa'da kolgezdiğini söylediği kara bulutların dünyaya sıçramaması için Avrupa'yı yakından tanımak gerekiyor: Avrupalıların nerede, hangi durumlarda, nasıl hareket edebileceklerini kestirebilmek için buna şiddetle ihtiyacımız var.

Yazıyı iki yakıcı tespitle sonlandıralım:

Birincisi şu: Avrupa, yaratıcı ruhtan çok, yıkıcı ruhun hâkim olduğu bir kıta. Dünya tarihinin akışını değiştiren ve durduran bir yaratıcılık sözkonusu; ama üç asır içinde mevcut bütün medeniyetleri tarihten silen ya da fosilleştiren bir yıkıcılığa dönüşmüş "vahşî" bir yaratıcılık bu.

İkincisi de şu: Avrupa, dışarıdan kuruldu ve içeriden vuruldu ya da yıkıldı hep. Yani Avrupa'yı kuranlar "başkaları", yıkanlar ise kendileri oldu sürekli olarak.

Avrupa'da yaşanan ekonomik krizin bu kez bütün dünyanın geleceğini etkileyecek büyük sonuçları olacak: Onun için muhtemel ve müstakbel "Avrupa sorunu"na hazırlıklı olmak için Avrupa'nın nasıl kurulduğuna (ve yıkıldığına) biraz yakından bakmamız gerekiyor. Bu da Pazartesi günkü yazıya artık...
Yeni Şafak

İşbirlikçi Maliki'den sonra, Karzaî de ABD'ye "Go home!" dedi Darısı bizimkilerin başına
15 Mart 2012



İşgalci ABD'nin Savunma Bakanı Panetta ile görüşen Karzai, NATO'nun 2014'ten önce çekilmesini, Afgan köylerini ise derhal terk etmelerini talep etti.

İşgal altındaki Afganistan'ın işbirlikçi Devlet Başkanı Hamid Karzai, ABD'li bir İşgalci askerin 16 köylüyü katletmesinin ardından, İşgalci ABD ordusunun Afgan köylerinden derhal çekilmesini istedi. ABD Savunma Bakanlığı ise, Karzai'nin böyle bir talepte bulunmasına inanmakta güçlük çektiklerini açıkladı.

Haçlı işgali altındaki Afganistan Devlet Başkanlığı'nın bildirisine göre, ABD Savunma Bakanı Leon Panetta'yla görüşen Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai ülke güvenliğinin tamamının sorumluluğunu almaya hazır olduklarını söyledi. Karzai, 2014 yerine 2013'te devir sürecinin tamamlanmasını istediği belirtildi.

Afganistan'daki NATO haçlı işgal gücü İSAF, muharip güçlerin çekilmesine paralel olarak, ülke güvenliğinin sorumluluğunu aşamalı olarak Afgan güçlerine devretmeye başladı.

TALİBAN ABD İLE DİYALOĞU KESTİ

Taliban ise, internet sitelerinden yayımladığı bildiride, "ABD'nin devamlı değişen tutumu yüzünden, Amerikalılarla her türlü diyaloğun kesilmesine karar verildiği" belirtildi.

Taliban, her türlü görüşme için Guantanamo'da tutsak olan Taliban üyelerinin serbest bırakılmasını ön şart olarak ortaya koyuyor.

Görüşmelerden önce Taliban militanlarının silahlı mücadeleyi bırakmasını isteyen ABD, Guantanamo'da esir olan beş Taliban yetkilisinin Katar'a nakli konusunda henüz bir karar almadığını belirtmişti.
Haber1001

ABD'lileri Riyad'da vurdular: 1 ölü, 1 yaralı
14 Ekim. 2014

ntvmsnbc'nin haberine göre; Dünya'da ABD'liler için en güvenli yerlerden biri olan Suudi Arabistan'ın başkenti Riyad'da ABD vatandaşlarına silahlı saldırı düzenlendi. Saldırıda bir ABD vatandaşı ölürken, diğeri yaralandı.

Suudi Arabistan'ın başkenti Riyad'ın doğusunda otomobille seyir halinde olan iki ABD vatandaşına silahlı saldırı düzenlendi.

Otomobillerine açılan ateş sonucu bir ABD vatandaşı ölürken, diğeri de yaralandı.

Suudi Arabistan devlet medyasında yer alan haberlere göre, polis olayla ilgili bir kişiyi gözaltına aldı.
haber93



Soros'tan Euro Çökecek Kehaneti
23 Haziran 2010

Uluslararası yatırımcı ve Soros Fon Yönetimi Başkanı George Soros, Avroda yaşanan çöküşün artık inkar edilemeyecek seviyede olduğunu.....
Uluslararası yatırımcı ve Soros Fon Yönetimi Başkanı George Soros, Avroda yaşanan çöküşün artık inkar edilemeyecek seviyede olduğunu vurgulayarak, Almanya'nın izlediği ve riskleri artıran bütçe tasarrufu politikasının Avrupa projesini yerle bir edeceğini, avroyu ise tamamen çökerteceğini iddia etti.

Soros, Almanya'da haftalık yayınlanan Die Zeit Gazetesi'ne verdiği mülakatta, ekonomistlerin eleştirilerine hedef olan Almanya'nın yeni ekonomik planı ve avrodaki değer kaybı tartışmalarını değerlendirdi. Soros, Almanya'nın izlediği yeni ekonomik planı değiştirmediği takdirde Almanya'nın Avro birliğinden çıkmasının Avrupa'nın geri kalanı için yararlı olacağını söyledi.

Almanya'nın komşularını uzun dönemde ekonomik durgunluğa itecek deflasyon içine çektiğini de savunan Soros, bunun milliyetçilik, sosyal patlamalar ve yabancı düşmanlığına yol açabileceğini, yine bunun başlı başına demokrasiyi tehdit ettiğini ifade etti.

Soros, ''Almanya dünyadan tecrit oldu. Almanya niye ücretleri yükseltmiyor, niye diğer Avrupa ülkelerinin ekonomik olarak canlanmasına yardım etmiyor'' şeklinde konuştu.

Almanya Başbakanı Angela Merkel'in açıkladığı yeni ekonomik plan, gelecek dört yıl içinde 80 milyar avro (107 milyar dolar) bir bütçe kesintisi öngörüyor, Merkel yeni paketle Almanya'nın bütçe açığını 2013 yılı itibariyle Avrupa Birliği'nin belirlediği seviyeye çekmeyi planlıyor.

Merkel geçen günlerde, uygulanan yeni ekonomik planda ihracata yüksek oranda bağımlı kalındığı eleştirilerini fazla önemsemediklerini belirterek, bütçe açığını azaltmaya yönelik planı savunmaya devam etmişti
aktifhaber

İbrahim Karagül
Üç yüz yılın en büyük çöküşü!

"Piyasa Gurusu" diye ün yapan Robert Prechter, piyasaların son üç yüz yılın en büyük düşüşünü yaşayacağını öne sürerek, küresel ekonomik krizle ilgili oldukça ürkütücü bir tablo çiziyor. Ona göre; beş-altı yıl içinde borsalarda görülmemiş bir düşüş yaşanacak. Bu senaryo gerçekleşirse, bildiğimiz dünyadan eser kalmayacak demektir.

Böyle bir düşüşün sarsıcı etkileri, sadece piyasaları ve sadece ekonomiyi değil, dünyanın siyasi haritasını da değşitirecek, askeri güç dengelerini tepetaklak edecek, devletlerin/milletlerin çöküşünü ya da tarih sahnesine çıkışını hazırlayacak demektir. Senaryonun inandırıcı bulunmayacağını biliyor olmalı ki, "Ben kış geliyor, bir palto alın diyorum. Diğerleri size çıplak gezmenizi tavsiye ediyor. Eğer benim görüşüm yanlışsa size birşey olmaz, ama onlar hatalıysa ölürsünüz. Bu belli bir süre güvende olmak için verilmiş oldukça şefkatli bir tavsiye" diyor.

Küresel ekonomik kriz konusunda, milyarlarca insanı felakete sürükleyecek büyük bir yalanla karşı karşıyla olduğumuz bir gerçek. "Paniği önlemek" gibi masum bir gerekçeyle kamufle edilen bu yalan, paniği önlemenin çok ötesinde, varolan güç dengesini koruma, bazı ülkelerin gücün ve küresel iktidarın ellerinden kayıp gtimesini önleme kaygısına dayanıyor.

Krizle ilgili her türlü senaryo tartışıldı bugüne kadar. Ancak hiç bu kadar kötüsü söylenmemişti. Son aylarda, dünya genelinde görülen nisbi iyileşme işaretleri, aslında çok daha büyük bir sarsıntı öncesi sessizlikten başka bir şey değil. Sanki ABD'yi 2009'da vuran kriz bitmiş gibi, Yunanistan kurtuluşa ermiş gibi, İspanya ve İtalya paçayı kurtarmış gibi bir görüntü oluşturuluyor.

Bırakın Federal yönetimi, ABD'nin otuzu aşkın eyaleti batmış durumda. Borç 14 trilyon doları aştı. Avrupa'da, bırakın küçük ekonomileri, bazı büyük ekonomiler batmış durumda. Büyüme yüzde sıfıra doğru seyrediyor. Kamu borçları kontrol edilebilir düzeyini çoktan aştı.

Ve en önemlisi; bu son baharda Avrupa'da çok büyük şok dalgaları bekleniyor. Şirket batışlarının yanı sıra, ülke batışlarına tanık olacağız sanki. Türkiye, her ne kadar büyüme rekoru kırıyor olsa da, sonbahar şokunu nasıl atlatır, düşünmek lazım.

Her zaman söylediğimizi tekrarlayalım: Bu bir ekonomik kriz değil. Dünyanın güç haritasını değşitirecek bir buhran. Dünyada jepolitik çözülmelere, ülkelerin temel politikalarında radikal değişikliklere, bölgesel gerilimlere, sosyal patlamalara yol açabilecek bir buhran. Ve "büyük yalan"a inanıp sakın krizin atlatıldığını düşünmesin kimse. Daha şok edici gelişmelere hazır olmayı önermek, belki bu aşamada söylenebilecek tek sihirli cümle olacaktır.
Yeni Şafak

11 Eylül sonrasında…
Hayrullah MAHMUD
ABD süper güç olmaktan çıktı.

Ters tepen BOP operasyonu üzerinden, Rusya, Çin, İran, siyasal Kürtler ayağa kalktı.

AKP & Gülen iktidarında ise…

Almanya, her iki koldan ayağa kalktı!
Doğu / Batı…

Roma & Germen!

Erdoğan üzerinden, Doğu Almanya, Rusya, Çin, İran…

Vatikan & Kudüs ekseni “out” oldu.

Patrikhane & Tahran ekseni ise “in”!

Rusya & Çin (İran) AKP üzerinden süper güç olma yolunda!

“Konjonktürel fotoğraf” şimdilik kaydıyla böyledir.

Nokta!

Askerhaber.com

20.10.10
SELÇUK SALIH CAYDI
ABD, kaderini belirleyecek kararların eşiğinde mi?

Amerikan Merkez Bankası FED'in Başkanı Ben Bernake, Amerikanın finansal/mali durumunun artık tamir edilemez boyutlara ulaştığını ilan etti.
Amerika bir varoluş kriziyle karşı karşıya.
Radikal kararlar alınmazsa iki alternatif var:
Ya kriz içinde yeni bir kriz, ya da büyük bir savaş.

Barneke, ABD'nin yavaş yavaş ekonomik krizden çıkmakta olduğu söylemini değiştirdi.
FED Başkanı, davetli olduğu bir toplantıda yaptığı konuşmada, ekonomik krizden çıkışın da bir maliyetinin olduğu, bu maliyetin sadece tek tek bireylerin ve firmaların mali durumlarıyla ilgili olmayıp, devletlerin mali durumuyla da ilgili olduğunu söyleyerek, devletin uzun vadeli altyapı faaliyetlerini karşılayamayacak duruma düşme ihtimalinden söz etti. ABD, emeklilik ve sağlık giderlerini karşılayamayabilir. Bernake, "Bu yükümlülükleri yerine getirebilmek için siyasetin ve toplumun radikal kararlar alması ve bazı fedakarlıklarda bulunması gerekir" dedi. "Kazandığından daha fazlasını harcayan ülkelerde gelirlerin ve hayat standartlarının daha yavaş yükseldiğini tarih göstermiştir. Ve böyle yerlerde ekonomik krizler ve istikrarsızlık daha sık yaşanıyor."
FED ilk kez, sadece ABD değil, federal Amerikan devletlerinde de finansal sorunların aküt boyutlarda olduğunu kabul etti. FED, kamusal borçlanmanın hızlanarak artacağını düşünüyor, çünkü borçlanmayla birlikte borç faizleri de artacak. Bu durumu kötüleştirecek diğer gelişme, Amerikan nüfusunun yaşlanması ve emeklilik yaşındaki Amerikalı sayısının hızla artması.
Barneke'nin en önemli sözleri ise şunlar:
"Ekonomimizin tehlike altında olması, açık bir gerçek ve bu tehlike artıyor. Politikacıların buna uygun inandırıcı planlar yapmaları ve tehlikeyi azaltmaları gerekiyor."
http://konstantiniye.blogspot.com/

Kriz kahini Roubini Cape Town'da yaptığı açıklamalar da yine kara bir taoblo çizdi
03.11.2010

Krizin kahini Roubini gelişmiş ekonomilerin anemik büyüme sorunu yaşadığını yeniden dile getirdi.
ABD’de konut sektöründe fiyatlarları istenilen düzeye gelmediğini kaydeden New York Üniversitesi ekonomi profesörü Nouriel Roubini, Cape Town’da yaptığı konuşmada ABD büyüme rakamlarının da yıl sonunda yüzde 1 seviyelerinde olacağını dile getirdi.
Sandık heyecanı yaşayan ABD’de Temsilciler Meclisi Cumhuriyetçilerin kontrolünde daha fazla teşvikin önünü kapatıyor diyen Roubini, çift dipte FED’in parasal genişleme rakamının etkili olacağını söyledi.
Ekonomik iyileşmede U şekilli bir süreç yaşanacağını kaydeden Roubini, gelecek yılın; kamu ve özel sektöründe düşük harcama oranları, düşük tüketim, düşük bütçe ve tasarruf nedeniyle; acı dolu geçeceğini dile getirdi.
GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELER BALONLA KARŞI KARŞIYA
Nouriel Roubini, gelişmekte olan piyasalarda yaşanan parti havasının bir süre daha devam edeceğini ama büyüyen bir varlık balonun gölgesinde olacağını belirtti. Fiyatların yeniden başa dönebileceğini dile getiren kahin Roubini, tarihi düşük seviyedeki faizin rahatlığı ile yükselen piyasalara yatırımcının 60 milyar dolar akıttığını kaydetti.
Gelişmekte olan piyasaların oluşturduğu balonda yarı yolda olunduğunu kaydeden Roubini, parasal genişlemenin sağlanması ile ABD ve İngiltere’de akışın devam edeceğini belirtti.
BRIC’İN YENİ ÜYESİ AFRİKA OLABİLİR
Profesör Roubini uluslararası yatırımcının gelişmiş pazarlara oranla güçlü Rand ve yüksek faiz oranları nedeniyle Güney Afrika tahvillerine yatırdığını kaydetti. Roubini para akışının Afrika’ya kayması ile BRIC ülkeleri arasına Afrika’nın da katılabileceğini dile getirdi.
Roubini konuşmasında ABD konut piyasasına da değindi. Nouriel Roubini mortgageları korkutucu olarak değerlendirirken sektörün yeni bir krizin eşiğinde olduğunu sözlerine ekledi.
(Gazeteport/Ekonomi)

Bu kriz savaş çıkartır!
İbrahim KARAGÜL
ibrahimkaragul@gmail.com

Yunanistan'daki krizinin Avrupa'yı yayılacağı, aslında bunun bir Avrupa krizi olduğu konusunda neredeyse herkes hemfikir. Birçok çevre, Atina'nın içinde bulunduğu durumun, buzdağının görünen kısmı olduğunu, çok yakında Akdeniz ülkelerinin benzer durumlara sürüklenebileceğini biliyor. Nitekim; bu çevreler Portekiz, İtalya, İspanya ve İngiltere gibi ülkeleri daha şimdiden sıraya koydu ve tehlikeyi açıkça ilan etti.

2010 Avrupa için belki siyasi tarihinin en büyük kırılmalarından birine tanıklık edecek. Birlik projesi ya da Euro'nun geleceğine ilişkin endişeler artarken, Güney Avrupa ülkelerinin AB'ye inancı tartışılır hale gelirken, sadece devletlerin değil, batık ülkelere kredi veren, alacağı olan büyük bankalar için de iflas beklentisi gizlenemez oldu. Ayrıca, bu ülkeye verecekleri kredilerin çözüm olamayacağına da kimsenin inandığı yok. Öyle ki, 2010, özellikle ikinci yarı Avrupa'da ülke ve şirket iflaslarıyla geçebilir.

Geçtiğimiz yıl ABD'de, bu yıl da Avrupa'da yaşanan krizin bundan sonrası artık "ekonomik" bir gelişme değil. Siyasal ve sosyal sonuçları, belki ekonomik krizden çok daha derin olacak bir süreç yaşıyoruz. Öteden beri jeopolitik çözülme, güç kayması olarak nitelendirilen sürecin bundan sonraki aşamalarına, özellikle Türkiye gibi ülkelerin çok daha ilgiyle yaklaşması gerekiyor.

Korkulan, böylesine büyük bir bunalımın ciddi bölgesel gerilimlere, çatışmalara yol açması. 1929'dan bu yana yaşanan en büyük ekonomik krizse bu, ki öyle, o tarihten bu yana yaşanan savaşları, çatışmaları yeniden düşünmek lazım. Avrupa 11 Eylül'den sonra çok kültürlülük, bir arada yaşama projesini çöpe attı. Krizle birlikte sosyal politikaları çöpe atmaya başladı.

Bu kadarla kalacak mı? Krizden kurtulmak için büyük gerilimler tezgahlanabilir mi? Veya kaynak savaşları, pazar savaşları yaşanabilir mi? Bir şekilde, bu süreci etkileyecek bölgesel krizlerin çıkma ihtimali var mı? ABD ve Avrupa, Soğuk Savaş'tan sonra, ideolojik kamplaşmayı kaynaklara yönelik büyük bir kampanyaya dönüştürdü. Kriz, bu kampanyayı yoğunlaştırır çok daha tehlikeli hale getirir mi? Bunların hepsine evet demek mümkün. Öyleyse, yeryüzünün birçok bölgesinde kaynaklara odaklanan çatışmaların çıkması muhtemel görünüyor.

Şu an için en yakın tehlike, İran ve İsrail'i merkeze alan, iki ülkenin nufüz alanlarında da hissedilebilecek bir çatışma beklentisi. Her ne kadar İran'a yönelik bütün caydırıcı yöntemler başarısız olsa, askeri seçenek devre dışı kalmış gibi görünse de İsrail için hiç de öyle değil. Bütün endişeler, ABD ve Avrupa'nın, İsrail'in İran'a yönelik bir provokasyonunu önleyememesi üzerinde yoğunlaşıyor. Hemen her gün, İsrail'den ABD ve Avrupa'ya yönelik "İran'ın durduralım" çağrılarını, Suriye ve Hizbullah'a yönelik yeni iddialarını izliyoruz. İsrail Savunma Bakanlığı, İran ve Suriye'nin Hizbullah'a Scud füzelerinden sonra Hizbullah'a M600 füzeleri verdiğini öne sürdü. Onlara göre Hizbullah 2006'daki gücüyle ölçülemeyecek bir ateş gücüne ulaştı ve füze menzili Tel Aviv'e kadar uzanıyor.

Elbette bu bir propaganda savaşı. Ve elbette ABD ve Avrupa, İsrail'i durdurma konusunda hiç de samimi değil. Bölge genelinde yoğun stres birikimi hissedilirken ABD'den İsrail'e askeri destek devam ediyor. Almanya ile İsrail arasında denizaltı ve silah trafiği giderek büyüyor. İsrail'in böyle bir provokasyonuna yapılan yatırım riyakarlıkla gizlenemez hale geldi.

Philip Giraldi, "A Timetable For War" başlıklı yazısında, karamsarlık suçlamasını da göze alarak, böyle bir savaşın muhtemel olduğuna dair gerekçeleri ciddiye alınacak türden.

ABD Savunma Bakanı Robert Gates ve Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'un sözleri, Barack Obama yönetiminin aslında savaş istemediği inancını ortadan kaldırıyor. İsrail savaşı "varoluşsal" bir zorunluluk görüyor ama opsiyonları sınırlı. Washington'ın savaşı durdurma konusunda İsrail üzerinde yeterli nüfuzu yok. Ayrıca, Beyaz Saray, böyle bir savaşta İsrail'e askeri desteği kesmeyeceğini açıkladı. Savaş başladığında Kongre ve medya, Washington'ın İsrail'in yanında savaşa grimesini isteyecektir. Sonuç olarak İsrail, ABD'yi savaşa ikna edemese de, kendisi savaşı başlatıp ABD'yi savaşa sürükleyecektir...

Bu senaryo tutar mı tutmaz mı bilinmez. Ama İsrail merkezli bir çatışma beklentisi bu sıralarda çok yüksek. İran'ı açıkça karşısına alamasa da Güney Lübnan ya da Filistin üzerinden bir tahrik uygulanabilir.

Burada sorulacak soru şu. Böyle bir savaş, ekonomik kriz içinde boğulan ABD ve Avrupa'yı nasıl etkiler? Yakın tarihin ekonomik buhranları hep savaşla devam etmiştir. Benzer bir durum kuvvetle muhtemel. Ancak, böyle bir savaş, Pakistan'dan Akdeniz kıyılarına kadar bütün bölgeyi ateşe verecek olsa bile, Batı için çözüm olmayacak, onu bugünkünden çok daha tehlikeli bir noktaya sürükleyecektir. 7 Mayıs 2010 Yeni şafak

Immanuel Wallerstein
Birleşik Devletler’de iç savaş mı?

Tabuların her şekilde yıkılmasına yavaş yavaş alışıyoruz. Dünya basını bankaları “millileştirmenin” iyi bir fikir olup olmadığı tartışmaları ile dolu. Kusursuz pazar kapitalizminin Süperlibertaryan peygamberi Ayn Rand’ın müridi Alan Greenspan bile son olarak bankaları her yüz yılda bir millileştirmenin gerekli olduğunu ve belki de bunun tam zamanı olduğunu söyledi. Muhafazakar Cumhuriyetçi senatör Lindsay Graham da ona katıldı. Sol Keynesyen Alan Blinder bu fikrin artılarını ve eksilerini tartıştı. Eksilerin artılardan biraz daha fazla olduğunu fark etmesiyle, bu konuda New York Times’a yazarak entelektüel enerjisini harcamaktan çekinmedi.

Muhafazakâr çevrelerden gelen millileştirme tasarıları dikkat çekerken, şimdi de Birleşik Devletler’de bir iç savaş olasılığına ilişkin tartışmaları duymaya başladık. Antikomünist ideolojinin havarilerinden, Başkan Carter’ın güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski 17 Şubat sabahı bir talk-show’a katıldı. Kendisinden, önceden vurguladığı Birleşik Devletler’de sınıfsal çatışma ihtimalini, dünya çapındaki ekonomik çöküş çerçevesinde değerlendirmesi istendi.

Brzezinski, durumdan üzüntü duyduğunu çünkü “milyonlarca işsiz insanın zor günler geçirdiğini” söyledi. Bunlar, “sıra dışı bir servetin Amerikan tarihinde görülmemiş düzeyde, birkaç kişinin elinde toplandığını” fark etmiş olan insanlardı.

Brzezinski dinleyicilere 1907’deki büyük bankacılık krizinde, ünlü finansçı J.P. Morgan’ın bir grup zengin finansçıyı evine davet edip kütüphanesine kilitlediğini ve bankaları istikrarlı hale getirmek için kurulan fona para aktarana dek serbest bırakmadığını hatırlattı. Bunun yanında, “Paralı sınıf bugün nerede? Milyarların sahipleri neden bir şeyler yapmıyorlar?” diye sordu.

Ona göre bunlar gönüllülük temelinde bir şeyler yapmazsa “sınıflar arasında artan çatışma yaşanacaktı ve insanlar işsizliğin verdiği acıyla isyan edebilirlerdi bile.”

Müşterilerine –siyasetçiler, kamu görevlileri, işadamları ve yatırımcılar- özel Küresel Avrupa Beklentileri Bülteni yayınlayan Avrupalı bir kuruluş olan LEAP/Europe Şubat sayısını neredeyse eş zamanlı olarak, global jeopolitikteki bozulmaya ayırdı. Rapor hiç de sevimli bir tablo çizmiyordu. Avrupa’da, Birleşik Devletler’de ve Japonya’da iç savaş olasılığını tartışıyordu. Çatışmalara, yarı iç savaşa neden olacak “genel bir panik halini” öngörüyordu.

Uzmanların bir önerisi var: “Eğer ülkeniz ya da bölgeniz silahlara erişimin yaygın olduğu bir bölge ise yapabileceğiniz en iyi şey, tabii mümkünse… bölgeyi terk etmektir,” Bu ülkelerin başında da “silaha erişimin oldukça yaygın olması” tanımına uyan Birleşik devletler geliyor. LEAP/Europe başkanı Franck Biancheri “Birleşik Devletler’de dolaşımda 200 milyon silah olduğunu ve çeteler üzerinden ilerleyen bir sosyal şiddetin açıkça görüldüğünü” belirtti. Raporu yazan uzmanlar Amerikalıların uzun zamandır Avrupa’ya artan bir göç hareketi içinde olduğunu, bunun da “fiziksel tehlikeyi marjinalleştirme” arayışının sonucu olduğunu yazıyorlar.

Brzezinski Birleşik Devletler’in “paralı” sınıfını zorlayacak yeni bir J.P. Morgan çıkmasını beklemekteyken, LEAP/Europe raporu 2 Nisan’da Londra’da yapılacak G20 toplantısını katılımcıların “inandırıcı ve gözüpek” bir planla gelebilecekleri “son şans” olarak görüyor.

Bu analizler sol entelektüellerden veya radikal toplumsal hareketlerden gelmiyor. Bunlar, Birleşik Devletler’de ve Avrupa’daki kurumların parçası olan önemli analistlerin korkularını açıkça yansıtıyor. Kimileri ciddi korkular yaşadığında tabular sözlü olarak yıkılıyor. Bu yıkılış, J.P. Morgan’ın 1907’de finansçıları evine kilitlemesi gibi bir önlemi hedeflerlerken görünür oluyor.

Tabii, bunu yapmak bugün 1907’ye göre daha zor olurdu.

15 Mart 2009

[Binghamton.edu adresindeki İngilizce orijinalinden Açalya Temel tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com