EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

İslâmI Emperyalizm adIna tahrif hareketi: Fetullahçılık
Sayfaya git 1, 2, 3  Sonraki
 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ÇÖPLÜK
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Sal Ksm 06, 2007 7:15 am    Mesaj konusu: İslâmI Emperyalizm adIna tahrif hareketi: Fetullahçılık Alıntıyla Cevap Gönder

New York'lu Kadın: “Kocamı Fethullahçılara Kaptırdım Oğlumu Asla Vermeyeceğim!”-1-
Oğuz Gürses



Hürriyet’ten Ayşe Arman hayatında ilk defa okkalı bir röportaj yapmış...

İnsanların apışarası nahiyeleriyle yatak odası sırları üzerine konuşmaktan özel zevk aldığı bilinen Arman, bu röportajıyla “kedi kedi olalı ilk defa bir fare tutmuş” dedirtiyor herkese...

“Kocamı Fethullahçılara kaptırdım oğlumu asla vermeyeceğim!” başlığıyla Hürriyet’te yayınlanan(1) bu röportajdaki muhatabını kısaca şöyle anlatıyor Arman:

“Leyla T., New York'ta yaşayan 36 yaşında bir reklamcı. İstanbul'da halkla ilişkiler yaparken bir ressama aşık oluyor ve onun peşinden New York'a gidiyor. Evleniyorlar, bir de oğulları oluyor. Ama günün birinde peri masalı bir kabusa dönüşüyor...”

Leyla T’nin hikâyesi ise kendi ağzından kısaca şöyle:

“- Ben Leyla T. 12 yıldır Amerika'da yaşıyorum. 24 yaşındayken, New York'ta yaşayan bir Türk ressama âşık oldum. Annemlere "Amerika'ya tatile gidiyorum" dedim, İstanbul'daki hayatımı geride bıraktım ve buraya yerleştim. Kafa olarak mükemmeldi. Türkiye'de ya erkek arkadaşınız olur ya sevgiliniz. Bir türlü, ikisi aynı insanda birleşmez. Ben şanslıydım, hem en yakın arkadaşım hem sevgilimdi, gözüm kapalı geldim Kafa olarak mükemmeldi. Türkiye'de ya erkek arkadaşınız olur ya sevgiliniz. Bir türlü, ikisi aynı insanda birleşmez. Ben şanslıydım, hem en yakın arkadaşım hem sevgilimdi, gözüm kapalı geldim.”

Hemen evleniyorlar...
Sonrası...

Leyla T.’nin anlatımıyla şöyle:

“İyi bir sosyal hayat, sanatçı bir çevre, sergiler, davetler enstelasyonlar... Rüya gibiydi her şey. Evliliğimizin 3. yılında bir de oğlumuz oldu. Ne kadar mutluyuz diyor, sürekli şükrediyordum ki kâbus başladı. Eşim 5 vakit namaz kılan bir adam oldu. Ramazanda içki içerdi, dinden uzak dururdu ama Fethullahçılarla tanışınca, inanılmaz bir değişim yaşadı. New York'ta yaşayan pek çok Türk, Fethullahçılardan rahatsız. Eşim dahil hepimiz, ‘Bunlar ne yapmaya çalışıyorlar? Neden kapı kapı dolaşıyorlar? Karşı bir dernek mi kursak? Öyle mi yapsak, böyle mi yapsak?’ derken; biri eşime, Sen savaş açtın ama bu insanları tanımıyorsun, gel bir gör!' demiş. Gidiş o gidiş. 1-3-5 derken, 'Çok iyi niyetli insanlar, ben yanılmışım' demeye başladı, toplantılarına düzenli gider oldu. Ruhunu dinlendiriyormuş, yoga yapıyor gibi hissediyormuş, bir tür meditasyonmuş, insanın kendi dinini öğrenmesinin nesi kötüymüş. Evin içinde Fethullah Gülen'in dergilerini, kitaplarını okuyor, DVD'lerini izliyor...”

Başlangıçta bir nevi “Lale Devri çocukları”ymışlar...

Hani, İmparatorluk çatır çatır çökerken “Varalım Göksu’ya bir alem-i ab eyleyelim” diyenlerin bugünkü versiyonu gibi...

***

Bir grup müslüman fedai, sömürgeci ABD İmparatorluğu’nu kendi ininde alnının çatısından vurarak cezalandırmış...

Paniğe kapılan “kâğıttan kaplan”, kendini ulaşılmaz kılan okyanuslarla çevrili müstahkem kalesinden çıkarak önce Afganistan’ı sonra da Irak’ı işgale yeltenmiş...

Kadın-erkek, çoluk çocuk, yaşlı genç, hasta sağlıklı milyonlarca müslümanı katletmiş, milyonlarcasını sakat bırakmış her iki ülkeyi de harabeye çevirmiş ama beklemediği çapta inançlı ve inatçı bir direnişle karşılaştığı için evdeki hesapların hiçbirinin bu çarşıya uymadığını; sömürgeciliğinin en etkin araçları olan dev bankalar, dev sigorta şirketleri ve dev sanayi ve ticaret şirketleri kumdan kaleler gibi devrilmeye başlayınca ancak anlayabildiğinden, çöküşü kaçınılmaz hale gelmiş...

ABD çökerken “globalleşme” adı altında kendine bağladığı bütün dünya devletlerini de zorunlu olarak beraberinde sürükleyeceğinden, global bir kaosun da kaçıılmaz hale geldiği tarihi anlarda..

Bu ülkenin en büyük gazetelerinden birinin röportajcısına Leyla T. bakın neler anlatıyor:

“Kendinizi benim yerime koyun, birlikte Soho'daki bütün barların altını üstüne getirdiğiniz adam, dünyanın en bohem adamı, Kuran'ı elinden düşürmüyor, 5 vakit namaz kılıyor ve "Allah için yapıyorum" diyor. Kafayı yiyecektim! Tamam ben de Allah'a inanıyorum ama ondaki bu 180 derecelik değişim beni korkuttu, öfkelendirdi, üzdü. Bir de kendimi aldatılmış hissettim, hayatını dinin esaslarına göre yönlendiren bir adam isteseydim, gider bir imamla evlenirdim.”

ABD’de her ay 600-700 bin kişi işsiz kalıyor... İşsiz kalanlar morgıç kredilerini ödeyemediği için evlerinden atılıyor...

Krizden önce sokakta yaşayan Amerikalı sayısı zaten 30-40 milyondu...

Krizden sonra bu rakam çığ gibi büyüyor...

Bütün şehirlerde uçsuz bucaksız çadır kentler oluşmuş...

İnsanlar 1 tas çorba için sosyal yardım kuruluşları önünde uzun kuyruklar oluşturuyor...

Leyla T. İse, Fetullahçıların tarumar ettiği hayatını nasıl toparlayabileceğini düşünüyor...

Kocasınından ümidi çoktan kesmiş...

Annelik içgüdüsüyle oğlunu kaptırmamanın/kurtarmanın derdine düşmüş...
Bu çok mu anormal?

Leyla T. açısından bakarsanız hayır...

Çünkü o, bunu bir anne olarak hayat memat meselesi yapmış...

Dünya bir tarafa oğlu bir tarafa...

Gözü başka bir şey görmüyor...

Zaten kendilerine üç kişilik minik bir dünya kurmuşlar...

“Rüyâ gibiydi” diyor ya...

Dünyadaki diğer insanların çoğu kan ağlarken...

"İyi bir sosyal hayat, sanatçı bir çevre, sergiler, davetler İyi bir sosyal hayat, sanatçı bir çevre, sergiler, davetler enstelasyonlar(2)... Rüya gibiydi... Soho'daki bütün barların altını üstüne getir”erek vur patlasın-çal oynasın bohem bir hayatın bohem/entellektüel/hedonist zevklerinin ebediyyen süreceğini zannetmek...

Aslında rüyâ filan da değil; aptalca bir hayâl/varsayım...

Böyle bir hayâli/varsayımı işsizlik, parasızlık, kendisinden daha alımlı/işveli bir kadın, bir kaza veya başka herhangi bir belânın her an bir kâbusa kolaylıkla döndürebileceğini hiç hesap etmeden yaşayıp gitmenin neresi akıllıca?..

Nitekim bu aptalca hayâlini/ varsayımını Fetulahçılar bir fiske ile tam bir kâbusa döndürüvermişler...

***

Buraya kadar okuduklarınızdan, Leylâ T.’nin derdinin Kocasının çılgınca bir bohem hayatı terkederek Kur’an okumaya, namaz kılmaya Fetullahçı gazete ve dergileri okumaya, Fetullah’ın zehirli vaazlarını dinlemeye başladığı ve onu da kendisi gibi olmaya zorladığı veya günün birinde zorlamaya başlayacağını zannederek bu kadar isyan ettiğini düşünebilirsiniz...

Arman da öyle zannetttiği için bu minvalde sorular soruyor:

[- Sizden dini kurallarına uygun olarak yaşamanızı istedi mi?
-Yok hayır. Ama ruhen iki ayrı uca yuvarlandığımızı hissettim. Bana, "Sana asla kapan demem. Dinde zorlama yoktur. Benim görevim bunları sana anlatmak, ister yaparsın, ister yapmazsın!" diyordu. Bir de, vaaz veriyor yani! Bilmem ne suresinde bu yazıyormuş, bilmem ne suresinde şu yazıyormuş.
Arkadaşları peki? Onlar ne dedi?
-Acayip dalga geçtiler. Her gittiğimiz yerde "Aaa sen Fethullahçı olmuşsun!" dediler. "Ne alakası var! Ben Fethullahçı değilim. Dinle ilgili bilgiler veriyorlar, gidip öğreniyorum" dedi durdu.
Kaç zamandır aynı şekilde devam ediyor?
-3 sene oldu. Ben tabii ruhsal çöküntü yaşadım, depresyon tedavisi gördüm. Anlamını kaybetti her şey. Bana kalkıp, "Atatürk alfabeyi niye değiştirdi?" diyor, "Bütün devrimleri neden tepeden inme yaptı, halk hazır değildi." Sinir oluyorum. Çünkü evimde bu tür şeyleri tartışmak istemiyorum. Hala kızıyor bana, neden bu kadar tepki gösteriyormuşum, neden abartıyormuşum. Çok eğitimli tiplermiş...
Siz tanıştınız mı?
-Bir kısmıyla mecburen. Bizim oturduğumuz yerdeki derneğin ismi Tamef. 25 yaşlarında üniversite mezunu çocuklar çalışıyor. Hepsi eğitimli, İngilizceleri de çok iyi. Oğlum yaşındaki çocuklara yöneliyorlar...
Nasıl yani?
-Forma veriyorlar, futbol oynattırıyorlar, yaz kamplarına götürüyorlar. E tabii 9- 10 yaşındaki çocuklar bu tür faaliyetlere deliriyor. New York dışında, 15 gün orman içinde kamp. Çocuğun umurumda değil Fethullah'ın kampı olması, gitmek istiyor. Benim oğluma da kafayı taktılar. Formalar, eşofmanlar, çantalar. Kesinlikle "Hayır!" dedim.]


Görüldüğü gibi Leylâ T. çılgınca bohem/hedonist bir hayat hülyâsından da, böyle bir hayatı bir süre birlikte paylaştıkları sevdiği adamdan da ümidini kesmiş...

O artık yalnızca annelik içgüdüleriyle bütün dikkatini oğlunu korumaya/kurtarmaya yöneltmiş...

Çünkü o artık, sadece bir anne...

Oğlunun açık ve yakın bir tehlike ve tehdide maruz kaldığını yüreğinin derinliklerinde hisseden bir anne...

Bu röportajı okuyan bir çok laik, aynı şeyin kendi başına geleceği korkusunu yüreğinde hissederek “kadın haklı canım, insan, evlâdının göz göre göre çağdışı bir yaşama doğru kayması karşısında nasıl sessiz kalabilir?” diyecektir...

Bu röportajı okuyan bir çok Fetullahçı da “Bak hele orospuya, Allah’tan belânı mı istiyorsun? Kocan da oğlun da cehennemde yanmaktan kurtulacak... Kızıp köpüreceğine sen de onların yolundan gitsene” diyecektir...

Ama mesele bu kadar basit değil...

Dipnotlar:
1-) Hürriyet ,11 Nis 2009.
2-) Enstelasyon: 1- Modern sanatta büyük bir sanatsal düzenlemeye verilen ad. Yerinde sanat. Yerleştirme. 2-Yerleştirme sanatı olarak dünya genelinde kabul görmüş bir sanat aktivitesidir. Pek çoklarına göre klasik anlayışları kemiren bir gelişimdir. Ama bu sadece görüntüdedir. Zira enstalasyon sanatçıları, sanatsal duruş ve mesajlarını uzaktan değil, doğrudan doğruya eserin içinden hareket ederek sanatsever veya diğer ilgililere duyururlar. Yani bu hal, heykel ve mimari arasındaki kopmaz ilişki gibidir. Çünkü mimarî yapılar aslında içinde gezilebilen heykellerdir. Yerleştirme de seyircinin eserin içine girip gezebildiği bir sanat eseridir. Bu yönüyle çok değerlidir. (İtü Sözlük)


(devam edecek)

Kaynak Baran dergisi

New York'lu Kadın: “Kocamı Fethullahçılara Kaptırdım Oğlumu Asla Vermeyeceğim!”-2-
Oğuz Gürses




Evet mesele bu kadar basit değil...

Çünkü sözkonusu olan tekil bir ailevî problem değil...

Bu problemin benzerleri Türkiye’de onbinlerce ailede yaşanıyor...

Kimse bu devasa sosyal problemin nasıl çözülebileceğine dair kafa yormuyor, fikir üretmiyor, projeler geliştirmiyor...

Bunun yerine kulüp tutar gibi; bütünlüğünü kaybetmiş, çökmek/dağılmak üzere olan onbinlerce aile fertlerinin ayrılık sebepleri doğrultusunda kamplaşılıyor siyasî/sosyal tercihleri dolayısıyla yanında durulan aile fertleri desteklenirken, diğerleri suçlanıyor...

Böyle bir yaklaşım o aileleri kurtarmak, restore etmek, yeniden yapılandırmak gibi bir kaygı taşımadığından... Bıçak sırtındaki bu ailelerin çöküşlerini/dağılışlarını hızlandırıyor...

Önce şuna karar vermemiz gerekiyor...

Dağılmak üzere olan bu ailelerin fertlerinin yanında karşılıklı saf tutarken maksadımız ne?

Üzüm yemek mi?

Bağcı dövmek mi?

Bağcı dövmekse bu tutum maksada çok uygun...

Yok maksat üzüm yemekse...

Önce problemi anlamak, sonra problemin nereden/nelerden kaynaklandığını araştırmak ve sonra da makul bir çözüm bulmak üzere kafa yormak gerekeceği açık...

***

Günümüzde aileler maalesef “çekirdek aile” olarak isimlendirilen karı-koca-çocuk/çocuklardan oluşan dar/zayıf bir toplum birimidir...

Eskinin büyükana-büyükbabalarla birlikte teyzeler amcalar yengeler dayılar halalar, kuzenler ve yeğenlerle sair hısım ve akrabalardan oluşan “aile” kavramı Batı düşüncesinin sömürgeci menfaatleri doğrultusunda küçültüle küçültüle ve küçüldükçe eskiden kendi içinde kolaylıkla çözebildiği meselelerin çoğunu toplumun sırtına bindire bindire son sınırı olan “çekirdek aile”ye kadar gelip dayandı...

Sonrası içtimaî felâket/sosyal facia/topyekûn çöküş...

Böyle bir felaket yaşamamak için önce “çekirdek aile”lerdeki erozyonu durdurmak sonra da aileyi olması gereken genişlik/güç ve etkinliğe kavuşturmak için problem çözücü fikirler geliştirmek gerekmektedir...

New York’lu Kadın'ın siyasî bir amaca yönelik değil de sırf ailesinin çöküşünü engellemeye yönelik samimî sözleri -bizi incitip rahatsız etse bile- problemi anlamamıza yardımcı olması bakımından çok önemli...

***

Evlilik, bir aile kurma niyetiyle karşı cinsten iki kişinin bir araya gelerek bir sözleşme yapmasıyla başlar...

Bu sözleşme insanî/ferdi, içtimaî/sosyal ve hukukî çok yönlü bir akittir..
İnsanî olarak; taraflar birbirlerine saygı, sevgi ve güven duydukları için “ölüm kendilerini ayırana kadar, iyi günde ve kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta, gençlikte ve yaşlılıkta, zenginlikte ve yoksullukta, birbirlerine bağlı ve sadık kalcaklarına” söz vererek aynı evi, aynı yatağı paylaşmaya başlarlar...

Bu evlilikten doğan çocuklarının sorumluluğunu üstlenerek birlikte büyütürler.

Evlilik içtimaî/sosyal alana, o alanı kuvvetlendirip devamını sağlayan temel unsurlardan biri olarak yansır...

Hukuk bu sözleşmenin geçerliliğini kabul ederek, bu evlilikten doğan karşılıklı hak ve mükellefiyet/yükümlülüklerin yerine getirilmesinini denetleyerek teminat altına alır...

***.

“- Ben Leyla T. 12 yıldır Amerika'da yaşıyorum. 24 yaşındayken, New York'ta yaşayan bir Türk ressama âşık oldum. Annemlere "Amerika'ya tatile gidiyorum" dedim, İstanbul'daki hayatımı geride bıraktım ve buraya yerleştim.”

Bir kadın bir adamı görüyor... Aşık oluyor... Onun için ailesini de ülkesini terkedip çok uzaklardaki bir ülkeye gözünü kırpmadan yerleşiyor...
Evleniyorlar...

“Rüya gibi” bir hayatı paylaşmaya başlıyorlar...

3 sene öncesine kadar hayatları böyle devam ederken birdenbire Fetulahçılar “Fredy Krueger”(3) gibi hayatlarına girip kadının kocasını kafaya alıyorlar ve kadın için “kâbus” başlıyor...

Fetullahçılar Adamı kafaya aldıktan sonra çocuğa da göz dkip kuşatmaya alıyorlar...

Kadın “adamı kaptırdım bari çocuğu kurtarayım” diye çareler arıyor...

Neticede dağılmak üzere bir aile ile karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz...

Çökmüş bir paradigma etrafında “zor”la ayakta tutulmaya çalışılan bir toplumun üyeleri olduğumuz için bu aile faciası karşısında refleks olarak taraf oluyoruz...

Bir kısmımız kadına hak verip acım acım acırken, diğer bir kısmımızsa adama hak verip kadına köpürüyoruz...

Ama ortada bir de çocuk var...

Onu unutuveriyoruz...

Ailenin dağılmasının en büyük yükünü omuzlamak zorunda kalacak ve bu dağılmadan en büyük ruhi hasarı görecek olan çocuk kimsenin umurunda değil..

***
Adam baştan Fetullahçı olsaydı ve kadın bunu bile bile evlenseydi şimdi şikayet etmekte kesin olarak haksız olurdu...

Ya şimdi ne diyeceğiz bu kadına?

Adamsa eski hayat tarzının yanlış olduğunu anladığı için ondan vazgeçmiş...

Haksız mı?

Sırf evlendi diye, şimdi yanlış bulduğu bir hayat tarzını sürdürmeye kim veya ne onu mecbur edebilir?

Adama “dön kardeşim eski yaşam biçimine, karını da çocuğunu da üzme” diyebilir miyiz?

Peki gayet net olarak “Ondaki bu 180 derecelik değişim beni korkuttu, öfkelendirdi, üzdü. Bir de kendimi aldatılmış hissettim, hayatını dinin esaslarına göre yönlendiren bir adam isteseydim, gider bir imamla evlenirdim.” diyen bu kadına, “yap bir fedakârlık sen de Fetullahçı ol da bari aileni kurtar” demek uygun bir teklif olur mu?

“Tak sepeti koluna, herkes kendi yoluna” desek..
O çocuk ne olacak?

***
Röportaja dönelim:

[Tüm bu hikâyede sizi en çok rahatsız eden şey ne?
-Bakın, benim kocam camiye gitseydi ve caminin hocasından böyle bir eğitim alsaydı ondan nefret etmezdim, onu suçlamazdım. Ben Fethullahçıların ne niyetle bu hizmetleri verdiklerini bilmiyorum. Bu kadar iyi olmalarının sebebi nedir? Neden dünyanın her yerinde okullar açıyorlar, neden küçücük çocukları topluyorlar, dini eğitim veriyorlar...
Okullarını gördünüz mü?
-Hayır ama o okullara devam edenleri gördüm. Bir arkadaşımın çok yaramaz bir oğlu vardı, Brooklyn'deki okula gitti, şimdi beyni alınmış gibi, karşılaştığı her büyüğün elini öpmeye çalışıyor. Tuhaf bir çocuk yarattılar, sanki çocuk değil, makine.]

Problemin kaynağını/başlangıç noktasını gösteren en önemli cümle şu: “Bakın, benim kocam camiye gitseydi ve caminin hocasından böyle bir eğitim alsaydı ondan nefret etmezdim, onu suçlamazdım.”

Kadın kocası dindarlaştığı için değil Fetullahçı olduğu için, üstelik de Fetullahçı olduğu süreçte “öyle olmamış/olmuyormuş” gibi yaparak kendisini kandırdığı için ondan nefret ettiğini açıkça ifade ediyor...

Çünkü Fetullahçılarla ilgili şüpheleri var: “Ben Fethullahçıların ne niyetle bu hizmetleri verdiklerini bilmiyorum. Bu kadar iyi olmalarının sebebi nedir? Neden dünyanın her yerinde okullar açıyorlar, neden küçücük çocukları topluyorlar, dini eğitim veriyorlar..”.

Bu şüpheler haksız mı?

Kadın, Fetullahçıların okullarına giden çocuklarla ilgili olarak: “Bir arkadaşımın çok yaramaz bir oğlu vardı, Brooklyn'deki okula gitti, şimdi beyni alınmış gibi, karşılaştığı her büyüğün elini öpmeye çalışıyor. Tuhaf bir çocuk yarattılar, sanki çocuk değil, makine.” derken dört dörtlük bir tespit yapmıyor mu?

Bu tespiti yapan bir annenin, oğlunu”ziyan olmaktan” kurtarmaya çalışması tabiî değil mi?

Demek ki bu problemi çözebilmek için kaynağından, yani Fetullahçılıktan başlamak gerekiyor...

Dipnotlar:
3-) Elm Sokağı Kabusu adlı filmin korkunç karakteri Freddy Krueger, Robert Englund tarafından canlandırıldı. 1984 yılında korku filmlerinin başarılı yönetmeni Wes Craven tarafından çekilen filmde, rüyalarında Freddy Krueger tarafından öldürülmeye çalışılan insanların öyküleri anlatıyordu. Film ilgi görünce serinin devamı çekildi.


(devam edecek)

Kaynak: Baran dergisi

New York'lu Kadın: “Kocamı Fethullahçılara Kaptırdım Oğlumu Asla Vermeyeceğim!”-3-
Oğuz Gürses



Fetullahçılığı bakarken şu üç şeyi kesin olarak birbirinden ayırmak lâzım...

1-) Fetullah Gülen ve bir avuç sırdaşından oluşan ”menhus tavan”...

2-) Bu “Menhus tavan” ın “gerçek İslâm” olduğunu iddia ettiği Fetullahçılık (ki; A-BD emperyalizmi çıkarlarına göre siyonist/haham/papaz/ tezgâhlarında üretildikten sonra cicili bicili “yerli” ambalajlar içine konularak vitrinlere çıkarılmış muharref/tahrif edilmiş sahte İslâm’dır) ...

3-) Fetullahçılar/cemaat (Fetullahçılığı gerçek İslâm, Fetullah’ı da Mehdî/Velî/müceddit sanarak, ibadet vecdi/heyacanı/ihlâsı ile kendini Fetullahçılığa adayanlar topluluğu)=”masum taban”...

Bu ayırım yapılmadan Fetullahçılıkla mücadele edilmeye kalkılırsa, tam da Fetullahçılığın istediği reaksiyon verilmiş olur...

Çünkü, bu ayırım yapılmadan toptancı bir dille küfür ve hakaret dolu genellemeler de eklenerek yapılmaya çalışılan mücadele...

Fetullah’ı, (gadre uğradığı, haksızlığa/küfüre/hakarete maruz kaldığı halde; bütün bunları, “Allah rızası için” gözyaşları içinde sinesine çekerek, cevap vermeye dahi tenezzül etmeyen) “yüce bir şahsiyet”. haline getirir...

Fetullahçılığın “düşmanlarını bile seven, onları bile hoşgörü ile diyaloğa davet eden sevgi, feragat ve fedâkârlık dolu bir dinin çağımıza uygun tek yorumu” olarak sunulmasına çok büyük katkılar sağlar...

Böylece Fetullahçılığa samimi bir imanla bağlı Fetulahçıların da, ne kadar zor ve çileli ama doğru bir yolda yürüdüklerine dair inançları pekişerek kesinleşir/keskinleşir, safları daha da sıklaşır/sıkılaşır...

Fetullah ve dar çevresi/lider kadrosu ile Fetullahçılık da birbirine karıştırılmamalıdır...

Zira Fetullahçılık, AB-D emperyalizminin, “Yeni Dünya Düzeni” ismini verdiği, içinde yaşadığımız dünyayı yeraltı ve yerüstü bütün kaynaklarıyla birlikte ele geçirerek, bütün dünya insanlarını kendilerine tabi/itaatkâr köleler haline getirmenin son büyük hamlesi olarak, ince ince planlanan en büyük eşkiyalık projesinin, Fetullah ve dar çevresine taşeron olarak ihale edilen kısmının adıdır...

Fetullahçılık, İddia edildiği veya zannedildiği gibi bütün marifeti kıyamete kadar hükmü baki olan bir dinin temel kaynaklarındaki bir kısım ezber bilgiyi konjonktüre göre eğip bükerek anlatmak ve istediği zaman salya sümük ağlamaktan ibaret köylü kurnazı bir TC emekli vaizinin cürmünü de, cismini de, çapını da aşan çok büyük bir işin, çok önemli bir ayağıdır ve bu işin gerçek patronu AB-D emperyalizmidir...

Yani Fetullahçılıkla mücadeleyi Fetullah ve dar çevresi ile ve/veya onları adam zanneden masum tavanla mücadele edilerek hakkından gelinebilecek bir iş olarak algılamak bu konuda yapılacak yanlışların en büyüklerinden biri olur...

İşin doğrusu Fetullahçılıkla mücadeleyi AB-D emperyalizmiyle yapılan/yapılması gereken topyekûn savaşın önemli bir parçası olarak algılamak ve ona göre strateji ve taktikler oluşturmaktır...

***

Bir tek misâl..

Geçmişi bir kenara bırakalım...

Son 15 yılda, AB-D Emperyalizmi Afganistan ve Irak’ı işgal ederek çoluk çocuk, kadın erkek, asker sivil, yaşlı genç milyonlarca müslümanı silahları ve ambargoları ile canavarca katlederken, sakat bırakırken her türlü iğrenç işkencelere tabi tutarken, İsrail’in Filistin halkına göstere göstere bir soykırım uygularken...

Bu köylü kurnazı emekli TC vaizinin ağzından kaatillere, işgalcilere, işkeneccilere karşı bir tek net cümle duyan...

Soykırıma ve binbir çeşit zulme uğramış Ümmet’in, hiç olmazsa masum çocukları, kadınları ve yaşlıları için bir tek damla gözyaşı döktüğünü gören...

Var mı?

Peki ya Irak Devlet başkanı Şehid Saddam Hüseyin, İsrail’e füze atacak diye, Yahudi çocuklar için üzüntüden kimin gözlerinin tüllendiğini unutabilen..

Var mı?

Müslümanlara karşı bu kadar hissiz/merhametsiz/duyarsız olan bu adam mı...

“Mehdi”..

“Velî”...

“Müceddit”...

“Yüce/bilge insan”?

Ama siz inanmasanız da, onun öyle olduğuna inanan onbinlerce insan var...

Bu saçma durumun izahını New York’lu kadın –işin farkına varmasa da- gayet açık/herkesin anlayabileceği bir misâlle bakın nasıl yapıyor:

“Bir arkadaşımın çok yaramaz bir oğlu vardı, Brooklyn'deki okula gitti, şimdi beyni alınmış gibi, karşılaştığı her büyüğün elini öpmeye çalışıyor. Tuhaf bir çocuk yarattılar, sanki çocuk değil, makine.”

Beyni alınmış gibi... Herkesin elini öpmeye çalışan... Her gördüğü sarıklıyı mehdi, velî müceddit zanneden tuhaf insanlar...

Sanki insan değil makineler...

İşte budur...

***

Bizim vicdanımız rahat...

Çünkü biz, Taraf dergisinden bu yana yaklaşık 20 yıldır bu adamın İslâmî misyona sahip bir lider değil, bir sahtekâr olduğunu haykırıp duruyoruz...

“Gerçek İslâm”ın yeni çağdaki, dil ve anlayış mihrakı olan İbda Fikriyatı mihengine vurulduğunda Fetullah’ın ve Fetullahçılığın ne olduğunu anlamak bizim için kolay olmasına karşılık; bizim dışımızdaki bütün İslâmî grup/cemaat/yapılanmalarda yakın zamanlara kadar hoşgörü ve himaye ile karşılanmasına duyduğumuz öfke ile zaman zaman sapla samanı birbirine karıştırmış olsak da, yukarıda belirttiğimiz ayırımı yapmayarak toptancı ve çok ağır hakaretamiz dil ve üsluplar kullanmış olsak da...

Kimse bizim bu tehlikeye, ta başından beri dikkat çektiğimizi inkâr edemez...

Arşivler ortada duruyor...

Dileyen gider bakar...

Yukarıda gördüğünüz Baran dergisi kapağı bile, tek başına, bu konuda çok şeyi ifade etmiyor mu?

O yüzden, 20 yıldır bu yayın çizgisinde yazılanları burada tekrar etmek yerine iki kısa iktibas yapalım...

***
Serdar Turgut’tan:

[ Fethullah Gülen cemaati o dönemde sıradan insanlara sahip çıkarak hem bizim modernleşmemizin sonucu olan büyük bir problemin patlamasını engelledi hem de cumhuriyetin oluşum biçimi nedeniyle yabancılaşmış olan insanların daha radikal fikirlere itilmelerini önleyici oldu. / (..)/ Bu açıdan bakarsanız ben cemaatte bir tehdit algılaması görmediğim gibi, yani Genelkurmay Başkanı'nın yaptığı tespite katılamıyorum. Aksine cemaatin varlığını bir güvence olarak görüyorum. Cemaat bir dönemden diğerine sancısız geçişi yani bir anlamda Türk modernleşmesinin sürekliliğini sağlamıştır./ (..)/Bu süreci, kuruluş felsefesi ve ekonomik zaruretler ile halkın değerlerinden koparak modernleşme sürecini başlatmış olan devletin tek başına başarması mümkün değildir. Cematin devlete yardımcı olması ihtimali vardır.] (4)

M. Şevket Eygi’den:

[ “Haçlılar, kriptolar, İslâm düşmanları şimdi yeni bir planı uygulamaya koymuşlardır.
Türkiye'ye İslâm gelecektir ama gerçek İslâm değil, onların istediği İslâm gelecektir.
Hattâ, Müslümanların başına bir Halife de geçirmeyi tasarlamaktadırlar. Kendilerinin istediği, kendilerine hizmet edecek fantoş bir halife.
İstedikleri İslâm nedir?
1. Fazlurrahman İslâm'ı. Bu konuda en büyük çalışmayı ve propagandayı Ankara Ekolü yapmaktadır.
2. Diyalog İslâm'ı.
3. Light, evcil, ılımlı, sulandırılmış İslâm.
4. Fıkıhsız, şeriatsız, mezhepsiz; beşerî bir ideoloji veya hümanizma haline dönüştürülmüş içi boş yeni bir İslâm.
5. Cihadsız bir İslâm.
6. Protestanlaştırılmış bir İslâm.
Tek cümle ile Siyonistlere, haçlılara, emperyalistlere, iç ve dış sömürgecilere zarar veremeyecek, aksine onların yararına çalışacak bir İslâm.
Maalesef bazı İslâmcılar bunları kabul etmişlerdir.]
(5)

****

“Yeni Dünya düzeni” insanoğlunun bugüne kadar gördüğü en kapsamlı, en şeytanî, en kirli projelerinden biri...

Belki de en büyüğü...

Hani kitaplarda “ahir zaman fitnesi” olarak geçen...

Ümmetin 1400 yıldır dehşetinden, şerrinden korunması için dualarında anmadan geçemediği büyük fitne...

Şeytan’ın son büyük fitnesi: “Deccaliyet”...

Acep bu mudur?

(devam edecek)

Dipnotlar:

4-) Serdar Turgut; “Cemaat cumhuriyetin sonucudur ve sorunlarının da çözümüdür” başlıklı makale, Akşam gazetesi, İstanbul.
5-) Mehmet Şevket Eygi’, “Ilımlı İslâm Tuzağı” başlıklı makale”, 14/04/2009, Millî Gazete, İstanbul


Kaynak: Baran dergisi

New York'lu Kadın: “Kocamı Fethullahçılara Kaptırdım Oğlumu Asla Vermeyeceğim!”-4-Oğuz Gürses



“Yeni Dünya düzeni”, Şeytan’ın son büyük fitnesi olan “Deccaliyet”se...

Onun önemli bir ayağı olan Fetullah ve Fetullahçlığın, “gerçek İslâm”ın tam zıddını temsil ettiği de bir hakikat olur...

O Zaman da, New York’lu Kadın’ın, kocasını Fetullahçılara kaptırdığı için üzülürken de, oğlunu onlara kaptırmamak için direnirken de, -işin aslının farkında olmasa da- kötü bir şey yapmadığı ortaya çıkar...

***
“Hani insan,’Ya çocuğumun uyuşturucu kullanan arkadaşları olursa, çocuğuma musallat olurlarsa’ diye korkar ya, benimki de o hesap. Resmen uyuşturucudan beterler. Eve telefon açıyorlar, ‘Leyla Hanım, bilmem nerede kurban kesilecek, bize yardım etmek ister misiniz?’ diyorlar. ‘Hayır!’ diyorum, ‘Bize katılmak ister misiniz, hayır işi yapacağız?’ ‘Hayır’ diyorum, ‘Niye öyle diyorsunuz, gelin tanışalım, sizi ağırlayalım, bizi yakından tanıyın’ diyorlar. Yine ‘Hayır!’ diyorum. İnanılmaz yüzsüzler, hiç yılmıyorlar. Sinir bozucu olan da şu: Hep terbiye sınırındalar. Ama ben onlarla savaşacağım. Kocamı Fethullahçılara kaptırdım, oğlumu asla vermeyeceğim!” diye konuşuyor New York’lu Kadın ama...
Şunları bilmiyor...
Bir proje ne kadar büyükse, taşeron sayısı da o kadar fazladır...

O yüzden de Fetullah da, Fetulahçılık da, Fetullahçılar da tek değil...

Her ne kadar Fetullah bu projenin “dinci kanat”ının” ana taşeronu ise de...

O’nun yanında kendisine iş ihale edilmiş irili ufaklı alt teşeronlar da oldukça çoktur...

“Dinci kanat”ta AKP’sinden, DİB’ine...

Mezhepsizlik fitnesini yaygınlaştırmaya çalışanından, Sünnî memlekette Şia propagandası yapanına...

Mealcisinden, müteşeyyih/sahte şeyhine...

Çakma sofisinden, “çıplak/çapkın uyarıcı”sına kadar çok sayıda sapık taşeron...

“Yeni Dünya Düzeni”nin önündeki son müstahkem kale olan “Ehl-i Sünnet-Gerçek İslâm” kalesini yerle bir etmek için gece gündüz harıl harıl çalışmaktadır.

Bunların adı Fetullah ve sapık yollarının adı Fetullahçılık olmasa bile...

Fetullah ve Fetullahçılıkla aynı misyonu ifa ettikleri açık...

Bu misyonu ifa ederken de, böyle bir hali içlerine sindiremeyen bir çok namuslu-dürüst-vatansever insanın dinden, imandan, İslâm’dan nefret etmesini sağlayarak “karşı taraf”a yeni “eleman”lar sağlanmasına yardımcı oluyorlar... Veya “doğru yol”da yürüyenlerin zihinlerini bulandırarak pusulalarını şaşırtarak yoldan çıkarıyorlar...
***
Bir de onların “karşı taraf”taki simetrikleri/izdüşümleri/gölgeleri var...

New York’lu Kadın bunları da bilmiyor...

“Yeni Dünya Düzenin”in “dinsiz-laik kanat”ında olanlar...

Kendilerine “Liberal,-solcu-ateist-laik-çağdaş-ilerici-Atatürkçü/Kemalist-ilerici” etiketlerinden herhangi birini yapıştırdıktan sonra..

Dünyada ve ülkede başka dert yokmuş gibi...

Kafadan “Gerçek İslâm”a ve onun sembollerine/değerlerine/temel prensiplerine saldıranından... Fetullahçılığı veya onun “dinci” türevlerini bahane ederek “Gerçek İslâm”a olan kinlerini bu yolla sinsice kusanına kadar...

Yüzlerce renk ve tonda yüzlerce isim-cisim adı altında, tek müştereklikleri bu ülkenin dinine imanına, Allah’ına, Peygamberine, mezhebine meşrebine ibadetine, örtüsüne/türbanına, ahlâkına, kültürüne, örfüne adetine, giyim kuşamına dili ve edebiyatına kısaca “hayat tarzı”na ölümüne düşmanlıktan ibaret olan...

“Yeni Dünya düzeni”nin “dinsiz-laik kanat” taşeronları da aslında, bu saldırgan halleriyle halkı dinî alanda Fetullahçılığın siyasî alanda AKP’nin kucağına ittiklerinin pekâla farkındadırlar...

Yoksa 28 Şubat gibi, 1000 yıl sürecek “mutlu bir dinsizlik dönemi” müjdecisi olarak tankları sokaklara sürenlerin bu eyleminden...

AKP gibi bir “Yeni Dünya Düzeni”nin taşeronu “dinci” iktidar/eşbaşkanlık/stratejik ortaklık doğabilir miydi?..

Ve o karambolde kendini ABD’nin kanatları altına atan, köylü kurnazı ,ezberci, bir küçük emekli TC vaizi; dünyanın en büyük melanet örgütlerinden birinin başı haline nasıl gelirdi?

Görünen o ki; bunlara, karşılıklı olarak “kötü adam” lık rolleri de ihale edilmiş...

Birbirlerine karşı Tecavüzcü Coşkun ve avenesi fonksiyonu da ifa ediyorlar.....

Hani her filmin sonunda seyircilerin alkışları arasında, “esas oğlan” tarafından yakalanıp eşşek sudan gelinceye kadar sopa yiyenler... Kurşunlananlar... Veya filmin ancak son karalerinde ortaya çıkan gerçek polislerin, kelepçeleyerek kodese tıktığı kötü adamlar gibi...

Baksanıza...

Adları Fetullah, işlerinin Adı Fetullahçılık, kendilerine verilen ad da Fetulahçılar değil...

Kendilerinin İslâm’la, imanla, Allah’la, Kitap’la, Peygamber’le ve müminlerle hiçbir bağ ve bağlantıları da yok... Hatta çoğu bunların hepsine de düşman ...

Ama Fetullah’a ve Fetullahçılığa ve AKP’ye en büyük katkıyı onlar sağlıyor... İnsanları Fetullahçılığın ve AKP’nin kucağına onlar düşürüyor... Fetullah’ı ve Fetullahçılığı ve AKP’yi onlar meşrulaştırıyor: Halkı denize iterek, bu yılanlara mecburen sıkı sıkı sarılmalarını temin ediyorlar...

Bunlar gerçek “Liberal,-solcu-ateist-laik-Kemalist” filan değiller; sadece etiketlerinde öyle yazıyor...

Meselâ CHP, Hürriyet gazetesi ve Cumhuriyet gazetesi gerçekten ne?

Solcu mu? Sosyal demokrat mı? Demokrat mı? Ateist mi? Laik mi? Faşist mi? Kemalist mi? Cumhuriyetçi mi? Miliyetçi mi? Halkçı mı? İlerici mi? Çağdaş mı? Devrimci mi? Liberal mi?

Ne?

Konjonktürel olarak emperyalizmin çıkarları hangi kılığa girmelerini gerektiriyorsa o...

Zaten bir partinin, bir gazetenin, bir kişinin, bir kurumun yukarıdakilerin hepsini birden aynı anda olması mümkün mü?

“Yeni dünya düzeninin “dinci kanat”ının dinle, imanla ilgisi nasıl göstermelikse, bunların da etiketlerinde adları yazılı fikir, felsefe ekolü, ideoloji,/dünya görüşüyle ile gerçek bir bağ ve bağlantıları yok...

Bu etiketleriyle, AB-D emperyalizminin “Yeni Dünya Düzeni” senaryosunda kendilerine düşen figüratif rollerini oynuyorlar... Senaryoda kendilerine hangi rol düşmüşşe, o rolün kılığına giriyorlar...
New York’lu Kadın’ın işin bu tarafını farkedemediği için, kocasını Fetullahçılara kaptırmanın öfkesiyle oğlunu da muhtemelen Fetullahçılığın öbür yüzü olan ÇYDD’lere ÇEV’lere SEV’lere kaptıracak ve muhtemelen onlar için ““Ben bunların ne niyetle bu hizmetleri verdiklerini bilmiyorum. Bu kadar iyi olmalarının sebebi nedir? Neden ülkenin her yerinde Ataevleri açıyorlar?Bu evlerde niçin kız ve erkekleri birarada yaşamaya zorluyorlar? Neden özellikle alevî, ateist ve Kürt ailelerin çocuklarına burs veriyorlar?, Neden özellikle küçücük çocukları, gençleri topluyorlar? Neden bir yandan kuduz bir İslâm düşmanlığı yaparken, öte yandan Hristiyan misyonerliği yapıyorlar?. Bu kadar parayı nereden buluyorlar?. AB, ABD ve kiliseler bunlara niçin para yardımı yapıyor” diye sorular sormayacak..
Onun yerine “bunlar ne iyi insanlar, melek gibiler” diye düşünüp çok sevdiği oğlunu kendi eliyle Fetullahçıların “dinsiz-laik kanat”ına teslim edecek...
Muhtemelen “Ben kimim ki; Laik-çağdaş-batıcı-AB-D’ci Hürriyet gazetesi benim söylediklerime sayfalarında yer veriyor?” diye de... “Haydi Hürriyet bunu yaptı diyelim: peki aynı röportajı Zaman gazetesi virgülüne dokunmadan niçin aynen iktibas ediyor?” diye de sormayacak...
Halbuki bu iki soruyu sorabilse, sadece bu soruların cevabı bile, Hürriyet’le Zaman’ın, aslında aynı kumpasın değişik maskeler takmış oyuncuları olduğunu ona kabak gibi/apaçık gösterebilirdi...
***
Kumpas çok büyük ve çok karmaşık... Anlaşılması ve aşılması kolay değil...

Baran dergisi bu yüzden “her kesimin samimilerine”, samimî olarak el uzatıyor...

Sayfalarını açıyor...

Tam bağımsız bir ülkede, özgür ve başı dik yaşayabilmek için ihtiyacımız olan “AB-D emperyalizmi ve onun taşeronlarıyla mücadelede millî birliğin” ancak böyle sağlanabileceğini gördüğü için...

New York’lu Kadın farkında değil ama; kendisinin de, kocasının da oğlunun da bir tek kurtuluş şansı var: Bu mücadeleden samimîlerin galip çıkması..

Kaynak: Baran dergisi

CUMHURİYET BU KADAR FAUST'U HİÇ ÜRETMEDİ
A.Mümtaz İDİL
04.04.2010

Faust, herkesin bildiği gibi, Goethe’nin ünlü tiyatro eserindeki kahramandır. Belli pazarlıklar karşılığı ruhunu Mephisto’ya, yani şeytana satan, ama sonunda kurtuluşu kendini öldürmekte bulan bir doktorun öyküsüdür.
Goethe’nin, kendinden önce de birkaç kez ele alınan bu öykü, her dönemde ruhunu şeytana satanların trajedisi olarak dünya edebiyatında tartışmasız yerini aldı.
Bunun çok basit bir nedeni vardı: Faustlar asla eksilmiyor, daha da kötüsü giderek artıyordu.
Az ya da çok, hayatında herkes Mephisto ile mutlaka bir pazarlığa girmiştir. Aksi düşünülemez.
Goethe, insanın her zaman tutkularının esiri olabileceğini eserlerinde işlediğinden, Faust ile Mephisto arasındaki alışverişte insanın mutlaka kaybedeceğinden yola çıkarak, dikkati “şeytanla pazarlığın” dışına çekmeye çalışmıştır. Yani, “eğer şeytanla pazarlığa girdiyseniz bunun bir bedeli olduğunu da kabul etmek zorundasınız,” temasını işlemiştir.
Türkiye şu anda, sayısı artık yüzleri bulan Faustlar tarafından kuşatılmış durumdadır. “Yandaş” diye adlandırılan ve ülkenin gidişinin iyi olmadığını gördüğü halde, bedelini çoktan aldığı ve sözleşmesini imzaladığı bir çıkar uğruna, Mephisto’nun dediğini yapmakta, sözünden bir adım bile dışarı çıkmamaktadır. Mephisto’ya daha da fazla yaranabilmek için, kendisine yüklenen “görevi” aşan bir çaba içinde bulunanlar da az değildir.

Goethe’nin Faust adlı trajedisine konusunu kendisinden tam yüz yıl önce doğmuş olan ve dünya edebiyatının en büyüklerinden biri sayılan, ünlü İngiliz yazar Christopher Marlowe’dan aldığı bilinmektedir.
Otuz yıllık yaşamının son yedi yılında yazmaya başlayan ve yazdıklarıyla kendisinden sonraki kuşağı, özellikle de yaşıtı sayılan William Shakespear’i derinden etkileyen Marlowe’un, “The Tragical History of Dr. Faustus” adlı tiyatro eserinden yola çıkan Goethe, belki de bu “nihilist” yazarın ulaşmayı amaçladığı hedefleri çoktan aşarak, günümüze kadar kahramanını sürüklemeyi başarmıştır.
Çünkü Goethe de bilmektedir ki, dünyadaki Faustlar hiç eksilmeyecek, hatta artarak varlıklarını şeytana adamayı sürdüreceklerdir.
Zaten insanlık tarihinin yakasını hiç bırakmayan “mephistolar,” sayesinde Marlowe’un, Goethe’nin ve son olarak da Thomas Mann’ın ele aldığı Dr. Faustuslar trajedisi unutulmamıştır ve insanlık var olduğu sürece de yaşayacaklardır.
Nitekim, Türkiye hiç bir döneminde olmadığı kadar Faustların varlığını ağır ve yok edici biçimde yaşamadı.
Ne Ali Kemal’ler bu dönemin Faustlarına yaklaşabildi, ne Fetret dönemi böylesine ağır bir katliamı, kardeşin kardeşi boğazlamasını yaşamadı.
İhanet diz boyu...
Fasutları numaralamaya kalksak, geçtim kurşun kalemi, tükenmez bile tükenir. Öylesine çoğaldılar ki, Türkiye tarihi bunu ileride “kara liste” olarak yayımlayacaktır. Sonuç ne olursa olsun... Hangi rejim Türkiye’ye egemen olursa olsun, fark etmeyecek ve Faustlar tek tek tarih önünde yargılanacaklar... Ne ceplerindeki dolarlar onları kurtaracak tarihin azgın sayfalarından ne de “nedamet” çığlıkları.
Dr. Faustus trajedilerinde Mephisto bellidir. O da Tanrı ile pazarlığa girişmiştir. Ama günümüz Mephistosu veya Mephistolarının kimliği ve sayıları belli değildir. Belli olan, onların Tanrı ile değil AB ve ABD ile pazarlığa oturmuş olmalarıdır. Tanrıları bellidir. Kurbanlarını da, bu güçlerden aldıkları “varlıklar ve vaadlerle” yanlarına çekerler.
Goethe’nin “Faust”unun giriş bölümü, Tanrı ile Mephisto arasındaki o ünlü diyalogla başlar. Tanrı melekleri ile konuşurken, araya Mephisto girer ve Tanrı’nın kendisini melekleri kadar sevmemesinden yakınır. Tanrı ise onu hep kötülükleri konuşmakla suçlar.
Kelime kelime olmasa da şuna benzer şekilde sürer diyalog:
Mephisto: Hayır yüce Tanrı! Ama yeryüzünde sefalet, alçaklık, nefret, intikam, zulüm sürdükçe, insanlar benden kurtulamazlar.
Tanrı: Ben onları bir çeşit sınavdan geçiriyorum.
Mephisto: Onlar da hep sınıfta kalıyorlar.
Tanrı: Faust’u tanıyor musun?
Mephisto: Şu doktoru mu?
Tanrı: Evet, benim saygın kulumu!
Mephisto: Demek ona güveniyorsunuz? Eğer izin verirseniz, kendi yöntemlerimle bu adamı nasıl yolundan saptırdığımı göreceksiniz.
İşte olay bu neredeyse insanlık utancı olan diyalogla başlar ve devam eder. Kuşkusuz, Mephisto dediğini yapacak, insanlık da edebiyat tarihinin en trajik kahramanlarından birini kazanacaktır.
Burada şeytana mı teşekkür etmek gerekir, Fausta mı, bu da ayrı bir tartışma konusu kuşkusuz...
Tanrı ile Mephisto arasındaki iddialaşmanın sonunda, üç büyük meleğin koro halinde söyledikleri ise durumu daha da vahimleştirip, traji-komik hale çevirmektedir:
“Ey Tanrının kulları! Tanrıdan asla umudunuzu kesmeyin. O sizlere annelerinizden daha sevecendir. Belaları ve şeytanları size acı çektirmek için değil, bulunduğunuz konumu yüceltmek için yaratmıştır.”
Faust’un Mephisto ile anlaşmasının temelinde “zevk” yatmaktadır. İnsanoğlunun dayanamadığı konuların en başında gelen özelliklerinden biri yani... Anlaşmanın özeti de şöyledir:
“Eğer rahatlayıp köşeme çekilirsem, bu benim sonum olsun. Kendimden hoşlanmamı sağlayacak kadar bana dalkavukluk edip beni kandırırsan, beni zevkle aldatabilirsen, bu benim son günüm olsun. Bir an, çok güzelsin dersem, beni zincire vurabilirsin. O zaman mahvolmaya razıyım.” İmza, Dr. Faust...
Bu “sıkı” anlaşmanın insanlığa öğrettiği en önemli kurallardan biri, insanın ruhunu şeytana bir kere satmasıyla binlerce kez satması arasında hiç fark olmadığıdır. İnsanlık tarihi kadar eski olan bu kural, Tanrılar katında genelleştirilmiştir. Her kötülüğün ilk adımının zor olduğu, ilk cinayeti, aldatmayı, sömürmeyi, kaytarmayı, kara yalanları, rüşveti, hırsızlığı vb., başarabildikten sonra, gerisinin kendiliğinden geleceği, aritmetik dizi hızıyla artacağı anlatılmaktadır. Evet, bu kadar basittir konu, ama insanın burnunun ucunu görmekte her zaman çektiği zorluğu Goethe yüz yıldan fazladır anlatıp durmaktadır. Çünkü birinci hata eğer tatlı sonuçlandıysa, ikincisi yinelenecektir. Yok eğer başarısızsa, birincinin hatasını örtmek için ikinci denenecektir. Ta ki, yıkım gelene kadar...
Kumar makinelerindeki ilk kolu çektikten sonraki kazanma hırsıdır şeytan, ya da “geceden kalma”nın sarhoşluğunu atmak bahanesiyle sabahın köründe içilen bir duble içki ya da önce iş gezileriyle başlayan “kaytarmaların” eve hiç dönmemeleriyle sürmesi, yerine konmak üzerine alınan bir “değerin” artık yerine konmamak üzere alınmaya başlaması ya da ne bileyim, hiç gereği yok gibi görünürken, insanın kendini olduğundan farklı göstermeye çalışmasıdır şeytan...
Ya da bile bile ülke bütünlüğünün ayaklarının altından kayıp gitmesiyle cebindeki dolarların artması arasında sıkışıp kalmış düşüncedir Mephisto...
Kendini kandırmaya bahane bulmaktır. Yalan olduğunu bile bile doğru gibi yazmaktır. İnancı ile düşüncesi arasınndaki tercihi kullanamamaktır... Arafta kalmaktır.
Masum beyaz yalanların, koyu karanlık çukurlara çekilmesidir.
Ama ne yazık ki, sayılarının çokluğu nedeniyle, Goethe’nin masum Dr.Faustus’u kadar büyük bir onur beklememektedir onları. Pişmanlık ve bunun bedelini ödemek asla söz konusu değildir.
Dünya, bu dünyanın nimetleriyle tüketilmelidir. Bunun maddi karşılığı, manevi tüm karşılıkların ötesindedir.
Dinci sömürü de budur. Mephisto ile kol kola dans ederken, inanan insanların başlarını “semaya” çevirmesini öğütlemektir.

Odatv

Cemaat'in CIA'le bağlantısı var mı?
Washington Post Gazetesi'nde Jeff Stein imzalı ilginç bir haber yer aldı. Üst düzey bir Türk istihbarat yetkilisi anılarını yazdığı kitabına dayandırılan haber Cemaat'in CIA ile ilişkilerini olduğu iddia ediliyor.

08 Ocak 2011
Anadolu Haber

Washington Post / Jeff Stein

Üst düzey bir Türk istihbarat yetkilisi anılarını yazdığı kitabında, merkezi Pennsylvania'da bulunan dünya genelinde yaygın ılımlı İslami hareketin, 1990’lı yılların ortalarından bu yana CIA’yı maskelediğini ileri sürüyor.

Emekli Türk istihbarat yetkilisi Osman Nuri Gündeş,“İhtilallerin ve Anarşinin Yakın Tanığı” adlı kitabında, eskiden imam olan nüfuzlu Fethullah Gülen liderliğindeki dinî hoşgörü hareketine bağlı dünya çapında 600 okul ile dört milyon mürit bulunduğunu belirtiyor.

Paris merkezli Intelligence Online haber bültenine göre, Gündeş, 1990’lı yıllarda hareketin Kırgızistan ve Özbekistan’daki okullarında "130 CIA ajanını barındırdığını" iddia ediyor.

Kitabın geçen ay basılmasından sonra Türkiye’de ortam hassaslaştı.

Gülen’in konuya ilişkin yorumu ise alınamadı.

Ancak Orta Asya’da uzun süre görev yapmış iki eski CIA yetkilisi, Gündeş’in iddialarına kuşkuyla yaklaşıyor.

Intelligence Online’a göre, "görüşleri genelde ABD politikalarına yakın" olan imam Gülen, tüm dinlere yönelik hoşgörülü yaklaşımıyla hareketini El-Kaide ve diğer radikal gruplara rakip kılarak Orta Asya, Orta Doğu ve hatta Avrupa ve Afrika’daki Müslümanların ilgisini kazanmaya çalışıyor.

Henüz İngilizceye çevirilmemiş olan kitap ile ilgili haber bültenine göre, Türkiye İstihbarat Teşkilatı MIT’in İstanbul eski şefi Gündeş ayrıca, "bizzat kendisinin 1990’lı yıllarda Gülen hareketi ile ilgili soruşturmaları yürüttüğünü" belirtiyor. Gündeş’in ne tür bir soruşturma yürüttüğü belli değil; dinî görüşleri de tam bilinmiyor ancak Türkiye’de radikal İslamcıların etkisi 1990’lı yıllarda artış kaydetmişti.

Gülen, 1998 yılında Türkiye’den ayrıldı ve hareketin merkezi olan Pennsylvania eyaletinin Saylorsburg kentine yerleşti. Intelligence Online tarafından yayımlanan habere göre, Gülen, ABD’de kalma iznini ancak 2008 yılında, CIA'nın üniversitelerdeki uzantıları olarak tanımlanan Fuller ve George Fidas aracılığıyla temin edebildi.

Bu iddiayı yalanlayan Fuller, "2006 yılının başlarında, düşmanları Gülen’in ABD’den sınırdışı edilip Türkiye’ye gönderilmesi yönünde baskı yaptığında FBI’a bir mektup yazmak oldu. 11 Eylül sonrasında Gülen’in tehlikeli bir radikal olduğuna ilişkin söylemler yayılmaktaydı. FBI’a yazdığım mesajda görüşlerimi bildirdim; yani ABD’ye yönelik herhangi bir tehdit oluşturmadığını ifade ettim. Tıpkı çağdaş İslam ile ilgilenen birçok bilim adamı gibi bugün de öyle düşünüyorum." diyerek sözlerini şöyle sürdürdü: "Gülen’i bir radikal ya da tehlikeli olarak görmüyorum. Hatta dünya genelindeki birçok İslami hareketlerle ilgili araştırma yapmış birisi olarak, Gülen hareketinin muhtemelen günümüz Islamiyetinin siyasal ve sosyal yapısının evrim geçirmesini sağlayabilecek en umut verici hareketlerden biri olduğu görüşünü taşıyorum."

Bu arada, ne yorumunu almak için Fidas’a ulaşılabildi ne de CIA'dan, Fidas ile ilgili sorulara cevap alınabildi. Fidas, George Washington Üniversitesi Elliot Uluslararası İlişkiler Okulu'nda ziyaretçi profesör ve Merkez İstihbarat Analiz ve Üretim Bürosu Yardımcılığında Direktör olarak görülüyor.

Tercüme: Byegm


En son admin tarafından Pts Ağu 25, 2008 1:30 am tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Cmt Hzr 28, 2008 9:04 pm    Mesaj konusu: FETHULLAH'IN KEFiLLERi iSLÂM DÜ$MANLARI! Alıntıyla Cevap Gönder

FETHULLAH GÜLEN'E AÇIK MEKTUP
Ahmet Özcan
6 Haziran 2010

Muhterem hocam,

Nazım Hikmet, Kuvayi Milliye destanı’nda Kartallı Kazım’ın dramatik öyküsünü anlatır. Milli Mücadeleye katılmıştır Kartallı bahçıvan Kazım, sıradan biridir. Ona bir gün görev verilir, Bir İngiliz ajanını vuracaktır. Kazım, yüreklidir, inanmıştır, kendini feda etmeye hazırdır. Ama adam öldürmek…İşte bu zordur. Ama görev kesindir, Kazım zorda olsa öldürür ajanı.

Nazım o güzel dizeleriyle anlatır bunu..

“…Demek istediğim,
böyle günlerde bile, böyle bir adamı bile bu çeşit öldürüp
ortalık duruldukta, yıllarca sonra mehtaba baktığın vakit
üzüntü çekmemek için,
ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak,
yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin,
Kâzım'ınki taştan değildi çok şükür,
fakat namuslu.
Ne malûm? dersen :
Dövüştü pir aşkına,
yaralandı birkaç kere
ve saire.
Ve kavga bittiği zaman
ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.
Kavgadan önce Kartal'da bahçıvandı,
kavgadan sonra Kartal'da bahçıvan...”

Muhterem hocam, Nazım Hikmet, bu dizeleriyle şunu anlatır bize, Öyle günler olur ki; tarlasında çalışan karıncayı bile incitmemiş sıradan bir insan adam öldürür. Ardından dava bitince döner tarlasına. Kaldığı yerden devam eder hayatına..dava adamlığı budur. Ne çiftlik sahibi kılar ne apartıman. Ve yıllar sonra mehtaba bakıp oturup ağlamaz ben ne yaptım diye. Çünkü onun davası çok büyüktür. Öldürdüğü kişi bir ‘adam’, yaptığı ise ‘katillik’ değildir zira.

Rahmetli annem anlatırdı, çocukken Ramazan aylarında Hasankale’ye köye giderlermiş. Orada muhterem pederinizin sohbetlerini dinlemiş birkaç defa. Hayal meyal hatırlardı. Sizinde aynı yaşlarda küçük bir çocuk olarak babanızın dizi dibinde, o anlatırken sessizce ağladığınızı söylerdi. Hafızası bu sahneyi hiç unutmamıştı.

Geçen gün fatih camiinde şehit cenazelerimizi kaldırırken bir yaşlı kadın ilişti gözüme. Kenara bir köşeye çökmüş, sessizce ağlıyordu. Kalabalıklarla, sloganlarla, nutuklarla hiç ilgilenmiyordu. Gözlerini sadece ayyıldızlı, kelimeitevhidli ve Filistinli bayraklarla sarılmış o güzel tabutlara dikmişti. Baktım o yaşlı, yoksul ve yorgun yüzüne, hiçbir yıkılmışlık yoktu, mağduriyet ve perişanlıktan eser yoktu. Son derece mağrur bir hüzündü gözyaşlarından akan. Peki niye ağlıyor acaba diye düşündüm. Bu onurlu ve cesur yüz, bu başı dik kartal gözler neden yaş döküyor?

Dün son şehidimizi uğurlarken gelen bir telefon sizin açıklamanızdan bahsetti. Daha ilk cümleleri duyarken aklıma bu soru geldi tekrar. Ve devamını dinlemeden kendi kendime konuşmaya başladım. O güzel yaşlı annemiz kaderimize ağlıyordu. Değiştirmek için çaba gösterdiğimiz yüz yıllık esaretimize göz yaşı döküyordu. Rehinelerimizi ve cesetlerimizi 24 saat içinde alabilmeyi zafer addedecek kadar derin bir rehine ilişkileri ağının kaderimiz olmasına ağlıyordu. Sandalyeyle İsrail komandosu kovalayıp altına kaçırtan O güzel çocukların, o 19 yaşındaki Furkan’ın cesaretinin ve kararlılığının devletimizde, ordumuzda, büyüklerimizde, ulu şahsiyetlerimizde neden olmadığını kavrayamayışına ağlıyordu. Bu cehaletinin kendi suçu olabilme ihtimaline ağlıyordu. Sizin 10 yaşından beri ağlayan gözlerinizin bu şehitler için ağlayamama ihtimaline ağlıyordu.

Diyorum ki hocam, şu kahpe saldırı vallahi büyük bir rahmet bizim için. Çok yönlü bir muhasebe ve büyük bir değişim için hepimizi test eden kritik bir imtihan. Devleti, Arap rejimlerini, batıyı, milletimizin farklı unsurlarını, batı ve doğu halklarını, sıradan Yahudileri, hristiyanları, diğer inançtan toplumları yani tüm insanlığı bir elekten geçirecek bu süreç. Hepimiz bir birimize hesap vereceğiz Allahtan önce.

Ve diyorum ki hocam, bu iş sandığımızdan da büyük. Bu esaret, bu rehine ilişkileri, bu küresel tezgah, bildiklerimizin de ötesinde çok girift kurgulanmış…

Ama sorun şu hocam, bazılarımız diyor ki, ‘gerçek bu kardeşim, bunu kabul edelim, gerçekçi olalım. rasyonel olalım. Hamasete, taşkınlığa, otoritelere kafa tutmaya kalkmayalım. Var olan gerçeklik içerisinde çok uzun vadeli, sessiz, derinden gidelim. Önemli köşeleri tutalım. Adamlarımızı her yere yerleştirelim. O büyük güne kadar karda yürüyüp iz belli etmeyelim, bazılarımız farklı kılıklara bürünsün, düşmanı şaşırtsın, onlara benzesin, bazılarımız o güne kadar hep düşmandan yana görünsün. Böyle böyle çalışalım. Hatta diğerleri gibi küçük değil büyük düşünelim. Şu Osmanlı haritası bile bize dar gelsin. Bizzat dünyanın merkezini ele geçirelim. Ama yavaş, sakin, sessiz ve derinden….böyle diyorlar hocam.

Başka bazıları da bunlara çok kızıyor. Takiyeyle iman yan yana durmaz diyor. Takiye bir süre sonra yol olur diyor. Kimlik ve kişilik olur diyor. Rehineler düşman askerlerin arasına sızarak kurtarılmaz diyor. Ağlamadan, dillerimiz dolaşmadan, şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı konuşalım diyor. Ruhumuzun içine kar yağar anamızdan doğduğumuz geceden beri diyor. heybemizi emektar makinalara yükleriz fikirlerimizi tıfıl vinçlere diyor biz koşu bittikten sonrada koşan atlarız diyor..diyor da diyor..

Ben de acizane diyorum ki hocam, insan neye inanıyorsa odur. Düşmanın gücüne inanıyorsan düşmanın güçlüdür. Kendi zayıflığından eminsen zayıfsındır. Rehin olduğunu düşünüyorsan rehin, aciz olduğunu söylüyorsan acizsindir.

Ve diyorum ki hocam, çok çok büyük hedefler, çok çok önemli amaçlar, çok çok gizli niyetler, çok çok derin yürüyüşler…çok çok açık yalanların çok çok utanmazca söylenmiş kılıflarından ibarettir. Kendimizi kandırmayalım güzel kardeşlerim, çocuklarımızı da zehirlemeyelim diyorum. Hayat, yaptığımız bilinçli tercihlerden ibarettir. Kimimiz açık, cesur ve net konuşur, kimimiz haindir, kalleştir, işbirlikçidir ve bunu saklamayı yol edinmiştir. Bazılarımız tüccar karakterlidir hayatı bir pazarlık ve kazanma-kaybetme oyunu olarak görür, bazılarımız asker ruhludur her şeye yenme-yenilme savaşı olarak bakar. Bir kısmımız sanatçı ruhludur güzel ve çirkini ayırt etmekle geçer hayatı, bir kısmımız köledir efendisinden aferin almaktır tüm gayreti..diyorum.

İster 6 milyar insan, ister 200 devlet, ister binlerce kavim, onlarca din ,yüzlerce mezhep olalım, insanın sadece iki yolu vardır diyorum hocam, ya adamdır ya değil…Allah, yani, o İsrail askerlerinin de Allahı olan, o sizin yanınıza da gelen veya haber gönderen askerlerin de, o Irak’ta, Afganistan’da çocukları bombalayan askerlerinde, o Auswictte Yahudi yakan askerlerinde Allah’ı olan mutlak irade, diyor ki hocam, “dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir, asıl hayat ebedi olanıdır.” Ve diyor ki hocam, onları çok güçlü ve yenilmez sanırsın, oysa onların düzeni bir örümcek ağı gibidir. Ve diyor ki hocam, Allahtan başka korkulacak, itaat edilecek, saygı duyulacak, güvenilecek ve inanılacak ciddi bir şey yoktur.sakın yolunuzu şaşırmayın, kendiniz seçilmiş zannedip başkalarına iftira atmayın, aşağılamayın, dışlamayın yani Yahudileşmeyin.

Son olarak muhterem hocam, diyorlar ki Fethullah Gülen Hocaefendi hazretleri, şöyle böyle demiş..Savaş halinde düşmanın işine yarayacak laflar etmiş. Tek vücut olmuş insanları bölecek, parçalayacak, eylem sahipleri hakkında istifham yaratıp kafaları bulandıracak sözler söylemiş, o büyük amaçları için o dünyayı kurtarmak için yaptığı faaliyetler uğruna Türkiyeyi ve Arap dünyasını feda etmiş. İlerde bir gün kendisinin bu derin vizyonunu anlayıp affederler ümidiyle bugünü hiçe saymış..

Onlara dedim ki hocam, annemin uzaktan da olsa çocukluk hatırası olan bu muhterem hocam, böyle bir şey yapmamıştır. Maksadı bu değildir, onun piri Kürd Said, benim pirim olan Kuşçubaşı Eşrefin adamıdır. Onun faaliyetleri doğunun haysiyet davasının büyük örgütü olan Teşkilatı Mahsusa’nın devamıdır. Onun, ince ruhu düşmana prim vermez. O zeki irade, yıkılmakta olana selam göndermez. O kararlı ve inanmış dava adamı yolunu şaşırıp takiyeyi yol edinmez.

Bana çok kızdılar hocam. Yanlık düşünüyorsun dediler. Zaten kaç gündür hep yanlış bakıyorsun deyip durmaktalar. Ne olursun hocam, beni aydınlatınız. Biz kartallı kazım soyundanız hocam, ne yaparsak taştan bir kalple değil, namuslu bir yürekle yaparız. Sonra bahçemizde işimize döneriz. Bu kafayla ne çiftlik sahibi olacağız ne apartıman, bari kalplerimizi rahatlat hocam..şakirtlerini de aydınlat, onlara da söyle, de ki, bir kez olsun kendi aklınızla kendi kalbinizle düşünün. Bir kez olsun haysiyetiniz hizmetlerinizin önüne geçsin, bir kez olsun insan gibi davranın, bir kez olsun robotluğu bırakıp canlı varlık tepkileri verin. Ben kendimden sorumluyum sizde kendinizden. ben fareli köy kavalcısı sizde fare değilsiniz. Bir defada olsa şahsiyetlerinizle kendi başınıza yüreğinizin götürdüğü yere gidin.

Sevgili hocam, sizden bir cevap istiyorum. Beni o cenazedeki yaşlı annemiz gibi ağlatmayın. Ben de sizin gibi çok hassas bir insanım. Nolursunuz hocam bir cevap verin. I.Meşrutiyet kavgasında Fuad Paşa’nın Namık kemal için, “onu bir ağacın dalına asıp altında ağlamak istiyorum” dediği gibi, sizde İHH’cıları asıp altında ağlamak istiyorsanız söyleyin o zaman, o yaşlı annemizi de alıp gelelim pensilvanyadaki çiftliğinizde bir ağacın altına oturup hep birlikte bu zalim kaderimize ağlayalım.Rehineleri kurtarmak yerine kendi esaretimizin yasını tutalım.

Ellerinizden öper, hürmet ederim hocam..

ahmetozcan1@yahoo.com
haber10

08 Mayıs 2009 Cuma
FETULLAH GÜLEN'E SORDU:BİZİ NİYE KANDIRDINIZ?

Bir süre önce Zaman gazetesinden ayrılıp Gazete Haberturk'e transfer olan Nihal B. Karaca, 'Gülen Cemaati'nin sözcüsü' konumundaki Hüseyin Gülerce'nin Star gazetesinden Fadime Özkan'a verdiği röportaja cevap verdi. "Sistem içi bülten" dediği Zaman gazetesinden ayrılan Karaca, artık 'cemaatle' organik bir bağı kalmadığından olsa gerek, Fethullah Gülen'in 'Başörtüsü füruattır' şeklindeki fetvasına gecikmeli de olsa bu röportaj üzerinden cevap verdi. "Ben 'şimdilik kendini kurtarmış' gibi olabilirim, bir kaç türbanlı 'bakan karısı' olarak yırtmış olabilir. Peki o zaman bu kadar türbanlı geç kız sormaz mı? Madem hiç de şart değildi bu başörtüsü, o zaman bizi niye yediniz, niye kandırdınız? Bıraksaydınız o zaman, hepimiz Nazlı Ilıcak gibi olsaydık, derdiniz neydi?"

İşte Nihal B. Karaca'nın hem cemaati, hem de Zaman gazetesini Hedef alan sözleri...

GAZETECİLER ve Yazarlar Vakfı Başkanı Hüseyin Gülerce, Star gazetesinden Fadime Özkan'a Gülen hareketi ile ilgili bir beyanat vermiş. Oldukça tatmin edici bir beyanat. Gülerce, ABD'de ikamet eden Gülen Hoca'nın nasıl yaşadığı, ne zaman döneceği, Ergenekon davası, Türkiye'deki demokratikleşme zemini ve Gülen'in bu zemine kattığı artılar, Gülen'in eğitim hayatına ve Türkçe'yi bir dünya dili yapma çabasına ilişkin hasbi çabaları konusunda bir hayli bilgi veriyor.

Gülen'e duyduğu sevgiyi gayet samimi ifadelerle anlattığı bölüm, özellikle çarpıcı. Gülen'i yakından tanımayanlara ve sempati duymayanlara, "Ne buluyorlar bu adamda hiç anlamıyorum" diyenlere, "Hayatta her şeyi anlamak zorunda değilsiniz" gibi bir cevap oluyor o sevgi.

SİSTEM İÇİ BÜLTEN

Aynı zamanda bir tabuyu yıkıyor. Gülen'i sevmenin neredeyse suç olduğu, Gülen'e sempati beslemenin ayıplanır bir şey haline geldiği bir ülkede, çok az kimse sevgisini bu kadar samimi ve bu kadar gerçekçi bir tonlama ile aktarmayı başarabilmiştir. Sistem içi bültenden değil, geniş bir kitlenin okuduğu Star gazetesinden bahsediyoruz çünkü. "Herkes görecek, hiiii" endişesi taşımadan, eteğinde taş saklamadan konuştuğu için takdir ediyoruz.

"BU KENDİMİ TUTMUŞ HALİMDİR"

Ama bu takdirin bir sınırı var. O sınır, başörtülü kadınların "kendilerini aldatılmış hissettiği" yerde başlıyor. Bu satırları okuduğunda, okursa tabii, hiç alınmasın, bilsin ki, bu kendimi tutmuş halimdir. Kendimi "aman ters bir cevap alırım" endişesiyle de tutuyor değilim. Zira bilirim ki Zaman gazetesi geleneğinde lâf dalaşına girme, polemiğe heves etme türü şeyler hoş karşılanmaz. Edeptendir. Bir kadınla polemiğe girmek ise hiç ama hiç hoş karşılanmaz! Hem edeptendir, hem kibirden...

HÜSEYİN GÜLERCE ÇYDD YETKİLİSİ GİBİ...

Gülerce, Fadime Özkan'ın F. Gülen'in 28 Şubat döneminde başörtüsüyle ilgili yaptığı "füruattır" açıklaması üzerine sorduğu soruya şöyle bir cevap veriyor:

"Füruat demek, öncelikli değil demektir. İslam'ın şartı 5, imanın şartı 6. Burada başörtüsü var mı, yok... Sayın Gülen, bu minval üzere konuşunca toplumdaki tansiyon düşüverdi. Hiç unutmuyorum, Nazlı Ilıcak, gazetesinde 'Sayın Gülen'i tanımıyorum, bu sözü ilk defa duydum ve ilk defa kendimi İslam dairesinde hissettim' diye yazdı"...

Şimdi ben günlerdir, bir din, hem de halis bir dindar tarafından, nasıl bu kadar "indirgenebilir" hale getirilir, ve Gülen'in 28 Şubat döneminde belki birtakım toplumsal endişelerle yaptığı bir açıklama, nasıl bu kadar hoptirilaylaylom bir tefsire maruz kalır, onu düşünüyorum ve anlamakta zorlanıyorum. Sormazlar mı, "Sayın Gülerce, 'emri bil ma'ruf nehyi anil münker' yahut 'dini tebliğ' iyiliği yayma, kötülükten caydırma da İslam'ın 5 şartı arasında değil, ama Kur'anda çok anlam yüklenilen bir meseledir, nasıl yani?" diye.

Sormazlar mı, "Allah'a şirk koşmak, yani dünyevi mevzuları, dünyevi arzu ve tamah nesnelerini, dünyevi otoriteleri Allah'ın ilahlığı ile yarışacak denli önemli saymak imanı yer bitirir, ama elimize tutuşturulan bu 'imanın 6 şartı' adlı reçetede 'şirk'ten bahsedilmez bile" diye.

Sayın Gülerce'ye sormazlar mı, "Dünyanın dört bir yanında okul açmak da İslam'ın, ya da imanın şartlarından biri değil, o zaman niye yapıyoruz ki bunları?" diye.

ÜMMETE KAKALANAN EMEVİ-ABBASİ YAKLAŞIMI

Gülerce'nin Emevi-Abbasi döneminde uydurulan ve ümmete kakalanan, Kur'anın mesajını hükümden düşürüp İslam'ın yaşanışını birkaç kalem ibadetle ve birkaç temel esasla sınırlama amacı güden bu yaklaşımı benimsemesi çok tuhaf. Çünkü bu argüman, Türkiye'de, Gülerce'nin röportaj boyunca şikayet ettiği kesimin, dinden ve dindarlardan nefret eden ve dini yaşantının kısıtlanmasını talep eden kimselerin kullandığı argümanın aynı. Onlar da "İslam'ın şartı 5, bunların arasında başörtüsü yok" diyorlar. İleri gidip, Kur'anda başı da örtmeyi gerektiren bir tesettür emrinin olmadığını da söylüyorlar, ilahiyatçı olmadığım için emin olduğum bir şey var: Nur suresi 30-31 ve Ahzab suresi 59. ayetler "Baştan aşağı örtünme" konusunda yeterince açık.

"Efendim, ben başımı boynumun altından başlatıyorum, demokrasi var" gibi çocuksuluklar teskin edicidir, insanı rahatlatır, ama gerçek değildir. İnanın buna, çünkü dini modernizme uyduracağız diye tepinip duran ilahiyatçılardan değilim. Acı gerçekleri görebilen herhangi biriyim.

Kur'an emrediyor, inkar etmemek şartıyla bu emri yerine getirmeyebilirsin emri yerine getirmemen, yahut gerektiği şekilde yerine getirememen, bu satırların yazarı gibi nefesinin kıytırıktan tesettüre yetiyor olması ya da türlü türlü bahanen olabilir, "Allah affetsin" dersin ve kendinden umudu kesmeden devam edersin.

Doğru, Allah'ın rahmeti sonsuz, dilerse hayatı boyunca her melaneti işleyen, ama tek bir kere içtenlikle/samimiyetle "Allah" diyeni affedebilir. Ama bu durum ayrı şey bu durumdan yola çıkarak, "hem zaten İslam'ın şartları arasında da yok" şeklindeki hava boşluğunu "rasyonalize etmek", bu tutumu "akılcılaştırmak" başka şey.

BEN 'YIRTMIŞ' GİBİ GÖRÜNSEM DE BAZI TÜRBANLILAR BaKAN KARISI OLSA DA BU TÜRBANLI GENÇ KIZLARIN GÜNAHI NEYDİ?

Kaldı ki bu ülkede inandığı gibi yaşamak, örtünebilmek isteyenlere engel olanlar herhalde "Allah'ın rahmeti" gerekçesiyle yapmadılar bunu. Yüzbinlerce genç kızın hayatı mahvoldu, olmaya da devam ediyor. Bir Nihal Bengisu Karaca'nın şimdilik "yırtmış" gibi görünmesi, birkaç babadan kalma sermayenin, işyerinin başında durup hasbelkader "iş kadını" görüntüsü veren başörtülünün "kaliteli" bir yaşam sürüyor olması, bir miktar başörtülünün "bakan karısı" filan olmuş olması, yüzbinlerce kadının içe dönük, kocaya bağımlı, eğitimsiz ve ekonomik özgürlükten "muaf" bir hayata mahkum kaldığı gerçeğini hükümden düşürecek değil. Haa tabii, sonuçta bu "kadının meselesi", öyle değil mi?

Herşey bir yana, bu kızlar çıkıp demezler mi, "Madem hiç de şart değildi bu başörtüsü, o zaman bizi niye yediniz, niye kandırdınız? Bıraksaydınız o zaman, hepimiz Nazlı Ilıcak gibi olsaydık, derdiniz neydi?" diye... Tamam. Sustum.

ZAMAN LE MONDE’U NASIL TAHRİF ETTİ?
Cemaate eleştirileri yok eden el çabukluğu marifet
02.01.2010 10:01

Fransız Le Monde gazetesinde Paris’in güneyinde bulunan Villeneuve-Saint-Georges banliyösündeki Fetullah Gülen okuluyla ilgili bir yazı çıktı. Zaman Gazetesi, bu yazıyı yer yer tahrif ederek, yer yer de sansürleyerek yayınladı.
Ancak Zaman’ın bu tahrifatı, gazeteci ve medya eleştirmeni Ragıp Duran’ın gözünden kaçmadı
Kendi blogunda olayı örnekleriyle açıklayan Duran’ın “Zaman’dan Sansürlü Le Monde Çevirisi” başlıklı yazısı şöyle:

Paris’deki Gülen Okulu hakkında Le Monde’un Istanbul muhabiri bir yazı yazmış. Orijinal metin iyi bir gazetecilik çalışması sayılır. Zaman gazetesi ise, Le Monde’daki haberi aktarırken, orijinal metinde Gülen Cemaati hakkındaki tüm eleştirel, olumsuz ve sorgulayıcı bölüm, cümle ve deyimleri temizlemiş. Ne gerek var?

İnternet’de 29 Aralık tarihli Le Monde’da ‘Les eclaireurs de l’islam suscitent la controverse’ başlıklı bir yazı yayınlandı. (Bkz. http://www.lemonde.fr/societe/article/2009/12/29/les-eclaireurs-de-l-islam-suscitent-la-controverse_1285751_3224.html). Bu başlığın çevirisi ‘İslami Aydınlatmacılar tartışma yaratıyor’. Le Monde’un Istanbul’da mukim Türkiye muhabiri Guillaume Perrier, zahmet edip Istanbul’dan kalkıp Paris’in banliyösüne gidip, oradaki Fetullah Gülen cemaatinin okulu hakkında bir inceleme yapmış ve sonuçlarını ‘Enquete’ (Araştırma) üst başlığıyla yayınlamış. Belli ki, Perrier davetli olarak Paris’e gidip kendi çalışma alanının dışında bir röportaj yapmış. Le Monde’un Paris’te herhalde yeterli eğitim muhabiri vardır!
30 Aralık tarihli Zaman gazetesinde de Paris mahreçli, Emre Demir imzalı ‘Türkler, Fransa'da göçmenlerin eğitim sorununa çözüm sağlıyor’ başlıklı bir yazı yayınlandı. (Bkz. http://zaman.com.tr/haber.do?haberno=933864&title=turkler-fransada-gocmenlerin-egitim-sorununa-cozum-sagliyor&haberSayfa=1)
Bu yazı sözümona Le Monde’daki yazıyı aktarıyor. Atlaya zıplaya yapılmış bir çeviri. Le Monde’daki yazıda Fetullah Gülen cemaati hakkında ne kadar kuşku uyandıran cümle varsa ya olduğu gibi es geçilmiş ya da tahrifatlı bir şekilde çevrilmiş. Mesele, teknik bir çeviri hatası ya da çeviride özensizlik değil. Le Monde’da çıkan bir yazıyı tahrif etmek…Bunu yapanlar kendilerini çok uyanık sanıyorlar. Çünkü hiç kimse, özellikle Fransa’da yaşayan Türkiyeliler ya da Fransızca bilen Türkiyeliler, hem Zaman’ı hem de Le Monde’u okumayacaklar değil mi? Muhabir Perrier orijinal haberinin Zaman’daki Türkçe çevirisini okuyunca Gülen Cemaatine daha fazla güven duyacak değil mi?

Zaman’ın çeviri sansürüne tuttuğu birkaç bölümü aktarayım:

• Le Monde’daki orijinal yazıda, en az iki kez, okulun mali ve esin kaynağı konusunda yetkililerin ‘discret’ (kapalı, ağzı sıkı) davrandığı yazılı. Türkçe metinde bunlar hiç yok.
• Okuldaki disiplinden sözederken Fransızca metinde , öğrenciler için ‘Sigara içmek, tükürmek, küfür etmek, telefon etmek sözkonusu olduğunda cezalar yağıyor’ cümlesi Türkçe namevcut.
• Okuldaki Fransız öğretmenlerin Katolik okullardan geldiğini belirtmiş Le Monde. Zaman, bu bilgiyi nedense yazmamış.
• Fransa’daki Gülen okulunun yetkilileri yerel yöneticilerle temasa geçtiğini Zaman yazıyor da, Le Monde’un ‘Yerel yetkililer mesela komünist belediye okul yöneticilerine pek güven duymuyor’ cümlesi yok.
• Zaman, ek bilgi ya da reklam amacıyla herkül.org sitesinden bahsediyor,Le Monde ise sadece ‘Bir internet sitesi diyor’.
• Le Monde Gülen tarikatinden sözederken ‘Bu tartışmalı tarikat Türkiye’de toplumu İslamlaştırmakla itham ediliyor’ diyor. Zaman da bu cümle yok.
• Zaman, Le Monde’da yayınlanan okul yetkilisi Nihat Sarıer’in şu cümlesini de beğenmemiş olsa gerek ki Türkçe haberine koymamış:
‘Bizim amacımız farklı. Biz iyi yurttaşlar yetiştirmek istiyoruz, İslamiyetin promosyonu yapmak istemiyoruz’.

• Le Monde’daki orijinal metinde yer alıp Türkçeye aktarılırken pas geçilen bazı cümle ve deyimler de şunlar:
- Okul, her türlü cemaatçi girişimi redediyor
- Okullar, Gülen Cemaatinin vitrini
- Muhafazakar Zaman gazetesi
- Örgüt (Cemaat) özellikle ABD’de kök salmış durumda, oradaki okulların Amerikan hıristiyan üniversiteleri ile yakın bağları var
- Amerikan Adliyesinin bir raporuna göre Cemaatin 25 milyar dolar…
- Cemaat, laik cumhuriyetin sürekliliğini tehdit ediyor…
- Cemaat mensupları, Türkiye’de bürokrasinin ve polisin içine sızıyor
- Mali kaynakları bir sır
- Cemaat, ABD dış politikasının Orta Asya ve Orta Doğu’da sıradan bir piyonu
- Işık Evleri…

Bu cümle ve deyimler çeşitli kaynaklara atfediliyor orijinal metinde. Zaman ise bu hassas(?) konulara hiç girmemeyi tercih etmiş.
Zaman’ın çaresizliği ortada: Paris’deki okulun tanıtımını yapmak için Istanbul’dan koca Le Monde’un muhabirini davet edeceksin, ağırlayacaksın. Onun yazdığı yazı tam istediğiniz gibi çıkmıyor. İçinde hatta başlıkta bir sürü ‘olumsuzluk’ var. Açıkça aleyhimize bilgi ve görüşler var ayrıca da Cemaatimiz hakkında kuşku yaratacak yargılar var. Ne yapalım? Koskoca Le Monde bizden sözediyor. Biz bu yazıdaki olumlu bölümleri alalım, olumsuzları görmezden geliriz.
Zaman’ın gazeteciliği işte bu!
Tabusu olan doğru dürüst gazetecilik yapamaz.
İşin içine Gülen, cemaat, Işık Evleri vs… girince Le Monde da tahrif edilir, New York Times da. Sonra da televizyon reklamlarında ‘Önyargısız olalım, etiket takmayalım’ muhabbetleri. ‘Sahtekar ve sansürcü Zaman’ desek şimdi, kültürlerarası diyaloga ihanet mi etmiş olacağız!

NOT: Ragıp Duran’ın Blog’undaki bu yazıyı görmemizi sağlayan “babilon” rumuzlu okurumuza çok teşekkür ediyoruz.

Odatv.com


FETHULLAH'IN KEFİLLERİ İSLÂM DÜŞMANLARI!
27/06/2008

Hürriyet Gazetesi'nden Razi Canikligil'in haberine göre Gülen'in ABD'de kalmasına yardımcı olmak için eski politikacılardan CIA ajanlarına kadar pek çok isim seferber oldu.

İşte Gülen'e yeşil kart için kefil olan o isimler:

George Fidas, Gülen'in I-140 yeşil kart başvurusu için mahkemeye sunulan destek mektuplarının ilk sırasında yer alıyor. CIA'dan Analiz ve Prodüksüyon Direktörü olarak emekli oldu. CIA'nın Balkan politikaları uzmanı ve halen Washington Universitesi Uluslarası İlişkiler Bölümü'nde ders veriyor. Yunan asıllı, Joint Military Intelligence Council'de de görevli.

Graham Fuller, Eski CIA ajanı ve yine eski "National Intelligence Council" Başkan Yardımcısı. "RAND Corporation"' da danışmanlık hizmeti veriyor.

Alexander Karloutsos, Gülen için mahkemeye mektup gönderenler arasında ikinci sırada. Merkezi New York'ta bulunan Amerika Yunan-Ortodoks Başpiskoposluğu'nda rahip. Mektubunda Gülen'den övgü ile söz ediyor.

Morton Abramowitz, ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi, halen "The Century Foundation" da görevli.

Ermin Başer, Mektupta eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın başdanışmanı olarak gösteriliyor. Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Konseyi yürütme kurulunda yer aldığı belirtiliyor.

John Obert Voll, Georgetown Üniversitesi İslam Tarihi profesörlerinden.

Ralph ve Richard Lazarus, Dartmouth College Antropoloji bölümü profesörleri

Yıldırım Akbulut, Eski Türkiye başbakanı

Mehmet Sağlam, Eski Milli Eğitim Bakanı, AKP Kahramanmaraş Milletvekili ve Meclis Milli Eğitim Komisyonu Başkanı.

Bernadette Andrea, San Antonio'daki Teksas Üniversitesi İngilizce, Klasikler ve Felsefe Profesörü

Paul Parker, Elmhurst College teoloji ve Din Bölümü profesörü

Floyt M. Schoenhals, Amerika Evangelical Lutheran Kilisesi Arkansan-Oklahama Bölge Sorumlusu, Başpapaz.

Murat Saraylı, TÜGİAD Yönetim Kurulu Başkanı. (TÜGİAD dün Hürriyet'e, "Murat Saraylı'nın görüşleri yönetim kurulumuzu bağlamaz" açıklaması gönderdi.)

Thomas Michel, Roman Katolik Kilisesi İsa Peygamber Dinlerarası Diyalog Sekreterliği Papazı.

Donald Senior, Catholic Theological Union Başkanı, Vatikan'ın atadığı papaz.

James Kenneth Echols, Chicago Lutheran School of Theology Başkanı

Jill Caroll, Profesör. Rice Üniversitesi Boniuk Merkezi Dini Hoşgörüde İlerleme çalışması idarecisi.

Lynn E. Mitchell, Houston Üniversitesi Dini çalışmalar Direktörü.

Sheryl L. santos, Texas Tech Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı.

David B. Capes, Houston Baptist Üniversitesi Hıristiyanlık ve Felsefe Profesörü

Terry Mathis, Universty of California, Riverside kampüsü papazı

Loye Ashton, Taugaloo College dini araştırmalar programı direktörü papazı Reverend)

Lawrence T. Geraty, La Sierra Üniversitesi

Ali Yurtsever, Rumi Forum

Kemal Öksüz, Niagara Vakfı

John L. Esposito, Profesör. Georgetown Üniversitesi kurucu Direktörlerinden. Mektubunda papaz ve eğitimci arasındaki farkı anlatıyor.

Mustafa Akyol / VATAN

Graham Fuller Gülen'e Neden Kefil Olur?

CIA Türkiye eski sorumlusu Graham Fuller'in ,ABD’den Yeşil Kart alabilmesi için Fethullah Gülen'e kefil olduğu ortaya çıktı. Aşağıda ki Graham Fuller analizini okuyunca acaba bu insanlar neden Fethullah Gülen’i destekliyor demekten kendinizi alamayacaksınız.

Graham Fuller Kimdir?

• Graham Fuller Harvard üniversitesi Rus İncelemeleri kürsüsü mezunu.
• CIA görevlisi olarak Ortadoğu’da aralıksız 20 yıl görev yaptı. 1964-67 yılları arasında İstanbul’daydı.
• ABD’ye dönünce CIA Ortadoğu bölgesi sorumlusu oldu.
• CIA yönetiminde ilk 10’a yükseldikten sonra CIA’dan ayrılıp Rand Corporation’a geçti.
• Tarık Buğra’dan Yaşar Kemal’e kadar yüzlerce Türk romanı okuyan Fuller’ın 1920’lerden bu yana Türk romanındaki siyasal ve kültürel temaları inceleyen bir kitabı var.
• Türkçe, Rusça, Arapça ve çince biliyor.

Graham Fuller’in,

“Türkiye’nin Yeni Jeopolitiği” adlı kitabının yanısıra yine ABD’li diğer bir Türkiye uzmanı Prof. Henri Barkey ile hazırladığı “Türkiye’nin Kürt Sorunu” adlı bir çalışması var. Araştırma, ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz, başkanlığını yaptığı Carnegie kuruluşu için hazırlanmış. Gramah Fuller, SSCB yıkılmadan önce “komünizm tehlikesine” karşı, sosyalist ülkelere komşu Müslüman ülkelerde, “yeşil kuşak” oluşturulması fikrinin de yaratıcısı.

“TüRKİYE’NİN KüRT SORUNU”

Fuller’in Barkey ile ortak çalışması olan “Türkiye’nin Kürt Sorunu” raporunda, sorunların yanısıra çözümlerden de bahsediliyor. Gazeteci Mehmet Ali Brand’ın, Sabah gazetesindeki köşeşisinde yer alan 14 Ağustos 1997 tarihli ve “ABD Gözüyle Kürt Sorunu” başlıkla yazısında, araştırmadan bölümler veriliyor. Buna göre, araştırmada etnik Kürtlük bilincinin bir daha geri dönülmeyecek şekilde artık yerleştiğine dikkat çekiliyor ve “Kürtler’in önünde 4 seçenek var” dendikten sonra şunlar sayılıyor:
- Bugünkü demokratik sistemde geleneksel Türk partilerinin içinde seslerini duyurabilmek.
- Kürt kökenli Türkler’in oylarını verecekleri partiler vasıtasıyla TBMM’ye girebilmek.
- İslamcı çözüm.
- Şiddete başvurmak.
Araştırma, Kürtler’in hem geleneksel partiler, hem de kendi partileri aracılığıyla TBMM’de seslerini duyurma çabalarında başarılı olamadıklarına dikkat çekiliyor. T.C. yasalarının “bölücülük” damgası vurarak tüm girişimleri engellediğini belirtiyor.
Geriye, “Refah” ve “PKK” seçeneğinin kaldığının altını çizen yazarlar, “Güçlü bir demokratik sistemi olmasına rağmen demokratik politikaların Kürtler’i hayal kırıklığına uğrattığını” ileri sürüyorlar.
“Refah Partisi, Kürtler’in Müslüman kimliğine hitap edebilmesini bildi. Erbakan, şiddeti reddeden bazı dinci Kürt milliyetçilerini partisinde toplayabildi. Ancak bunlar da, HADEP ve PKK’yı tercih eden laik Kürtler gibi, Şi kimlik noktasına gelince aynı isteklerde bulunuyorlar” diyen rapor, Refah’ın tam bir seçenek teşkil etmediğine de dikkat çekiyor.

Araştırmada ayrıca “PKK, Türk askerini yenememesine rağmen, politik ve askeri bir güç olarak varlığını sürdürmesini, ZAFER olarak görüyor... Türk güvenlik kuvvetlerinin büyük baskısına rağmen, PKK’nın aldığı tüm darbelere rağmen, çok masraflı bir silahlı mücadele sürdürmesi taraftarı olmayan Kürtler arasında dahi prestijini arttırmıştır... Politik yönden faal Kürtler’in, PKK’nın yok olmasının, Türk devletine karşı önemli bir pazarlık gücünü kaybetmeleri anlamına geleceğine inanıyor... PKK şeffaflaşmadığı, demokratikleşmediği ve diğer Kürt gruplarla diyalog kurmak istemediği için, bu çözümde diyalog kurulacak tek taraf niteliğini kazanamamaktadır...” deniliyor.
Fuller ve Barkey, Türkiye’nin son derece canlı bir sivil topluma, demokratik bir hükümete ve çok serbest bir basına sahip olmasına rağmen iş Kürt sorununa gelince, bu mekanizmaların işlemediğini dikkat çekiyorlar ve “Türk Devleti Kürt sorununu tamamen bir “güvenlik sorunu” şeklinde görüyor ve bundan dolayı dolayı son derece sıkı kısıtlamalar getiriyor” diyorlar.
“Basın çok dikkatli hareket ediyor ve kendi kendini sansürlüyor. Birkaç cesur gazete yazarı ve televizyoncunun dışında resmi açıklamalar ve resmi çizginin dışına çıkılmıyor... Entellektüeller ve akademisyenler de pek derine inmek istemiyorlar... Sivil politik liderler çok zayıflar ve Kürt sorununa girmeyi arzulamıyorlar. Bu cesareti gösterenlerin bir bölümü politik yönden kayba uğradılar, diğer bölümü ise, hiçbir kazanç elde edemedi... Kürt sorunu, Türkiye’nin tek etnik gruptan oluşmadığını, aksine bir mozaik olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır... Türkiye’de bu sorunu askeri olmayan yöntemlerle çözme cesaretini gösterecek lider yoktur” diyen araştırma, Türkiye’nin İslam dünyasındaki en ileri ve gelişmiş bir demokratik sisteme sahip olduğunu, devletin kendini reformlarla yenileyerek Kürt sorunun çözebileceğini belirtiyor.

ÇÖZÜM İÇİN NE GEREKİYOR
Araştırmanın en ilginç saptaması, çoğu çevrede ileri sürüldüğünün aksine, sorunun çözümünün askerler tarafından engellenmediğini, sorumluluk almak istemeyen siyasilerin tutumundan dolayı geciktiğini saptaması.

“önce terör bitsin, sonra reformlara girilir” yaklaşımının hatalı olduğu belirtiliyor. Savaş lobisinin giderek tehlikeli boyutlara ulaştığı vurgulanıyor. çözüm için öncelikle “Demokratikleşme kısıtlamalarının kaldırılması” üzerinde duruluyor. Bu bağlamda da, Kürt kökenli vatandaşların TBMM’de temsil edilmelerinin önemi ısrarla belirtiliyor ve tek çıkış yolunun “ekonomik-sosyal-kültürel-siyasi” önlemler olduğu ileri sürülüyor. Kürt kökenlilere “insan muamelesi yapılması” söz hakkı verilmesinin artık kaçınılmazlığına dikkat çekiliyor.

Haber Tarihi : 6/27/2008
Haber Editörü : Türk
Haber Kaynağı : turkbirligi

28 Haziran 2008 Cumartesi
Gülen’e ret gerekçesinde CIA ile ilişki kuşkusu


Ahu Özyurt ABD İçişleri Bakanlığı adına savunma yaparak Fethullah Gülen’in oturma izni başvurusunun reddedilmesini sağlayan savcıların gerekçeleri arasında, ‘Gülen hareketinin finansmanına CIA’in katıldığı kuşkusu’ da yer aldı.
Fethullah Gülen’in ABD İçişleri Bakanlığı’na başvurusunu yaptığı I-140 vizesinin reddedilme nedenleri ortaya çıktı. Amerikan yasaları gereği her sene kısıtlı sayıda verilen ve “iş, bilim, sanat, eğitim ve spor alanında olağanüstü yetenekli” kişilere oturma ve çalışma imkânı sunan vize talebinin reddedilme nedenleri arasında Gülen’in eğitim alanında başvuru yapmasına rağmen bu alanda direkt faaliyette bulunmaması ve bu konudaki “olağanüstü yeteneğini” belgeleyememesi gösterildi.

21 Kasım 2006 tarihinde Gülen’in I-140 vizesi için yaptığı başvuru İçişleri Bakanlığı tarafından bir yıl sonra reddedildi. 18 Aralık 2007’de bir kez daha aynı vize ve oturma izni için başvuran Gülen bu kez toplam 26 akademisyen, din adamı ve aralarında Morton Abramovitz ve Graham Fuller, Mehmet Sağlam gibi isimler tarafından kendisi hakkında yazılmış referans mektuplarını da mahkemeye sundu. Mart 2008’de Gülen’in temyiz isteği reddedildi. Mahkeme davacı Gülen ve davalı İçişleri Bakanlığı’ndan son bilgi ve belgelerini önceki gün tekrar istedi. ‘Para karşılığı yazdırıyor’
İçişleri Bakanlığı adına savunma yapan Savcı Patrick Meehan ve Mary Catherine Frye imzasıyla sunulan 4 Haziran 2008 tarihli belgelerde “Davalı, kendisinin din adamı olduğunu ve eğitim alanında çalışmalar yaptığını belirtiyor. Oysa, eğitimci olduğunu gösteren hiçbir belge sunmadığı gibi kendisini akademisyenlerle çevreleyip para karşılığı kendi görüşlerinin tartışıldığı konferanslarda konuşturuyor ya da görüşlerini yazdırıyor” saptaması yapıldı.
“Davacı’nın (Gülen) sunduğu deliller göstermektedir ki, kendisi siyaset ve din konularında çok etkili bir hareketi yönetmektedir. Ama bu çok özel yetenekte insanlara verilen vizeyi almasına hak veren bir alan değildir” diyen savcılık makamının kararı kabul gördü.
Gülen’in avukatları bu kararı da bozmak için “ara karar çıkartma” isteminde bulundu. Buna yanıt olarak 18 Haziran’da Savcılık makamınca Pennsylvania Doğu Bölgesi Mahkemesi’ne sunulan belgelerde şöyle denildi:

‘Din ve siyasetle ilgili’
“Davacı eğitim konusunda uluslararası alanda takdir kazandığını iddia etmektedir. Oysa kendisi, ‘olağanüstü yetenekli’ eğitimciler arasında olmadığı gibi eğitimci bile değildir. Kendisi delillerde de sunulduğu gibi büyük ticari kaynakları bulunan etkili dini ve politik bir hareketin lideridir. Dinlerarası diyalog ve tolerans da bu statüde vize verilen alanlar değildir.”
Gülen’in “dini hoşgörüyü eğitim kurumlarına içine sokan metotlar geliştirdiği iddiasına” da yer veren savcılık makamı “Ancak davacı, bu metotların ne olduğunu gösteren bir delil sunmamıştır. Yazıları bir müfredat modeli ya da metodoloji içermemektedir. Kendisinin eğitmenlik yaptığını belgeleyen bir delil dahi bulunmamaktadır” dedi.
Savcılık makamı ayrıca Londra’da Lordlar Kamarası’nda Gülen için düzenlenen toplantının da sadece o mekânda yapıldığını, Gülen’in Konferansı “İngiliz hükümetinin desteklediği” iddialarının yanıltıcı olduğunu belirtti.
Londra’daki Gülen Konferansı’ndaki sunumlardan faydalanan savcılık makamı “deliller de göstermektedir ki, davacı kendi hareketinin organize ettiği ve masraflarını karşıladığı toplantılarda bulduğu desteği kendisini ‘âlim’ olarak göstermekte kullanmaktadır” dedi.

‘CIA şüphesi bile var’
“Gülen hareketinin, yürüttüğü projelerin finansmanında kullanılan paraların büyüklüğü nedeniyle Suudi Arabistan, İran ve Türk hükümetleriyle gizli anlaşma içinde olduğu iddiaları dile getirilmektedir. CIA’in de bu projelere finansal ortaklık ettiği şüpheleri bulunmaktadır” diyen savcılık, Gülen’in sunduğu onlarca destek mektubundan hiçbirinin bir eğitimciden gelmediğini” ileri sürdü.

İkinci buluşma yalan
Gülen’in aldığı ödüllerin gerçek ödül bile sayılmasının şüpheli olduğuna yer veren Savcılık makamı, “Davacı’nın UNESCO ödülünü aldığı törende Papa 2. Jean Paul’le bir kez daha görüştüğü iddiası doğru değildir. Papa, ödül tarihinden altı ay önce ölmüştü” dedi.

Konuşma kasetleri yok
Gülen’in bütün kitaplarını Işık Matbaası’na bastırdığını belirten savcılık makamı, bunların bilimsel çalışma olduğunun söylenemeyeceğini, eğitimle alakası olmadığını, hepsinin dini yayınlar olduğunu belirtirken, Gülen’in eğitim ve sanatsal değer taşıdığı iddia edilen ve Türkiye’de çok tartışma yaratan konuşmalarının video kayıtlarının mahkemeye sunulmadığının altını çizdi.

Gelecek planları belirsiz
Savcılık, iddianamesinin son bölümünde Gülen’in “gelecek planlarını” açıklamadığını, eğitim alanında çalışmaya devam edeceğine dair hiçbir işaret vermediğini yazdı. İddianamede “Kendisi hakkında konferanslar düzenleyip yazılar yazdırması eğitim alanında olağanüstü bir faaliyet sayılmaz” denildi.

25 milyar dolarlık güç
Savcılığın önceki gün teslim ettiği yeni belgeler arasında da Gülen cemaatinin mali yapısına dair iddialar yer aldı ve cemaatin 25 milyar dolarlık bir büyüklüğe ulaştığına vurgu yaptı. “Okullar, gazete, üniversite, sendikalar, televizyonlar. Bunların birbiriyle ne kadar bağlantılı olduğu tartışılıyor. İş yapma şeklinde hiçbir şeffaflık yok” iddiasını dile getiren Savcılık, “Gülen’in kendi açıklamaları da gösteriyor ki, kendisi felsefesini eğitim yoluyla yayan bir din adamıdır ama eğitimci değildir” dedi.

Naylon üniversite şüphesi
Savcılık, Gülen’in ABD’de kurdurduğu Virginia International University’ye de değindi. Belgede, “Okulun hareketle ilişkisinin hiçbir yerde yer almadığı vurgulanarak, “Bu okulun ne kadar prestijli bir kurum olduğu tartışmalıdır” ifadesi yer aldı.

Referans verenler
Fethullah Gülen’in başvurduğu I-140 vizesine hak ka-zandığını mahkemeye ispat etmek için çok sayıda siyasetçi ve akademisyenden aldığı referans mektubu dosyanın içinde bulunuyor. Gülen’e referans veren isimler şöyle:
George Fidas: CIA’in “Analiz Bölümü Direktörlüğü” görevini yürüttü. Halen ABD?Genelkurmay İstihbarat Konseyi’nde de kadrosu olan Fidas mektubunda, Gülen için “Ahlaki değerleri Allah’a iman ve şiddetli laik eğitimle birleştiriyor” yorumunu yaptı. Fidas George, Washington Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde de öğretim görevlisi.
Graham Fuller :Eski Ulusal İstihbarat Konseyi Başkan Yardımcısı ve eski CIA Türkiye Masası şeflerinden olan Fuller, aynı zamanda RAND Corporation’ın danışmanı. Gülen için mektubunda, “Ülkedeki tartışmasız en büyük lider. Türkiye’de ve Müslüman dünyasında pek çok okul açtı” dedi.
Morton Abramowitz :ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi, halen Carnegie Endowment ve The Century Foundation üyesi. Gülen için yazdığı mektupta, “Gülen hareketinin kurucusu olarak Türkiye’de ve Asya’da eğitime büyük katkıları var” dedi.
Aleksander Karlutsos : ABD Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu’nun yardımcısı.
Emin Başer :8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın danışmanı, Kayseri Erciyes Üniversitesi’nde öğretim görevlisi. Mektupta Gülen’in çalışmaları için “İslamın şiddetten uzaklaşması gerektiğini savundu” diye yazdı.
John Obert Voll : Georgetown Üniversitesi İslam-Hıristiyan Anlayış Bölümü Başkanı ve İslam Tarihi Profesörü.
Ralph ve Richard Lazarus, Dale Eickelman : Darthmouth Üniversitesi Antropoloji Bölümü öğretim üyeleri.
Yıldırım Akbulut : Eski Başbakan ve eski Meclis Başkanı.
Mehmet Sağlam : Eski YÖK Başkanı ve eski Milli Eğitim Bakanı.
Bernadette Andrea : Teksas Üniversitesi İngilizce ve Felsefe Bölümü öğretim üyesi.
Paul Barker : Profesör. Elmhurts College, Teoloji ve Din Bölümü öğretim üyesi.
Rahip Floyd Schoenhals : Evanjelist Kilisesi Arkansas-Oklahoma sinodu.
Murat Saraylı : Eski Türkiye Genç İşadamları Derneği (TÜGİAD) Başkanı.
Rahip Thomas Michael : Katolik Kilisesi Cizvit Tarikatı mensubu. Gülen’in Papa’yla görüşmesine katılmıştı.
Rahip Donald Senior : Katolik Teoloji Birliği Başkanı.
James Kenneth Echols : Chicago Lutheran Teoloji Okulu Başkanı.
Jill Carroll : Profesör. Rice Üniversitesi, Boniuk Dini Hoşgörü Merkezi Başkanı.
Lynn Mitchell : Houston Üniversitesi Dini Çalışmalar Bölümü Direktörü.
Sheryl E. Santos : Teksas Teknik Üniversitesi Eğitim Fakültesi Başkanı.
David Capes : Profesör. Houston Baptist Üniversitesi, Hıristiyanlık Çalışmaları ve Felsefe Bölümü Başkanı.
Rahip Terry Mathis : California Üniversitesi Riverside Kampusu rahibi.
James E. Bowley : Millsaps College Dini Çalışmalar Bölümü Başkanı.
Rahip Loye Ashton : Tougaloo College Dini Çalışmalar Bölümü Başkanı.
Lawrence T. Geraty : La Sierra Üniversitesi Onursal Başkanı.
H. Ali Yurtsever : Washington Rumi Forum Başkanı.
Kemal Öksüz : Niagara Foundation (Niagara Vakfı) Başkanı.
John Esposito : Profesör. Georgetown Üniversitesi Prens Al Walid bin Tallal Müslüman-Hıristiyan Anlayış Bölümü Direktörü.

Gülen hangi vize için başvurdu?

Fethullah Gülen’e ABD’de süresiz oturma ve çalışma olasılığı vermesi için başvurulan I-140 statüsündeki vize, bilim, sanat, iş, eğitim ve spor alanlarında olağanüstü yetenek gösteren, uluslararası saygınlığı olan, bu faaliyetlerini ABD’de sürdürmek isteyen ve ABD’nin de bu faaliyetlerden faydalanacağı kişilere veriliyor.

http://anadoluhaber.blogspot.com/2008/06/glene-ret-gerekesinde-cia-ile-iliki.html

23 Ocak 2009 Cuma
AHMET HAKAN GÜLEN'E MEKTUP YAZDI!

Hürriyet Gazetesi yazarı Ahmet Hakan, Gülen'e köşesinden seslendi.
FETHULLAH GÜLEN'E APAÇIK BİR MEKTUP

(..)

Sayın Hocam... Bilmiyorum, "Pensilvanya" denilen yerden fark edebiliyor musunuz? Kurucusu olduğunuz cemaat, epey büyüdü, gelişti ve güçlendi... O kadar güçlendi ki... Memlekette ne zaman alengirli bir iş olsa, bazı çevreler hemen kulaklara "Bu ’F Tipi’ yapılanmanın işidir" diye fısıldıyorlar... Hani bizim mukaddesatçı çevrelerde Osmanlı’nın çöküşü bir "Siyonist komplo" ile izah edilir ya... İşte o hesap, bugün olup biten her türlü karışık iş "Fethullah Gülen komplosu" olarak açıklanıyor... "Yargıda ’F Tipi’ yapılanma" diyorlar... "Medyada ’F Tipi’ yapılanma" diyorlar... "Poliste ’F Tipi’ yapılanma" diyorlar... Diyorlar da diyorlar... Nasıl ki mukaddesatçı zihinler, kısa devre yapıp koca imparatorluğun çöküşünü tek bir etkene bağlamaya yatkın ise... Bugün bazı çevrelerin zihinleri de, her türlü alengirli işin arkasında sizin parmağınızı aramaya yatkın... "Bu iş Gülen’in işidir" diyorlar, başka da bir şey demiyorlar... Buna mukabil... Cemaatiniz önde gelenleri ise, ya susuyorlar, ya da "Ne alakası var kardeşim... Hocaefendi, Amerika’da ikamet eden kendi halinde halim selim bir zattır" diyorlar... İşte bu tutum hocam, komplocu zihinleri daha da kışkırtıyor... "F Tipi" kodlamasının popülaritesini artırıyor...

Sayın Hocam... Eğer bunu bir "kıskaç" olarak görüyorsanız... Eğer "Bırak Ahmet kardeşim... Biz böyle güçlü görünmekten mesuduz" demiyorsanız... Gelin, bu işe bir el atın... Hesaplaşın bu görüşle... Ama her şeyden önce şeffaf olun, açık olun... Geçiştirmeyin... Sessiz kalmayın...

Ve şu meşhur "Fethullah Gülen komplosu"nu muhatap alıp hakkıyla sorgulayın...

Mesela... Siz bir zamanlar "Milli Görüş" partilerinden uzak durup Ecevit’e, Demirel’e
yaklaşmayı denerdiniz... Neden şimdi AKP’ye tam siper destek olduğunuzu açıklayın...

Mesela... Sizin bir "Altın Nesil" yetiştirme fikriniz vardı... Bir nesil gelecek ve memleketi
kurtaracaktı... O nesil geldi mi? Memleketi kurtarıyor mu? Bunlara açıklık getirin...

Mesela... Siz haksız bir şekilde "terör örgütü lideri" olarak yargılandınız ve beraat
ettiniz... Ama sanki beraat etmemişsiniz gibi ABD’de kalmaya devam ediyorsunuz... Bu
durum, işin içinde bir "karanlık nokta" varmış gibi algılanıyor... Bu algıyı değiştirecek bir
şey yapın...

Mesela... "Ergenekon operasyonu"nda bir rolünüzün olup olmadığı meselesiyle açıkça
hesaplaşın...

Mesela... Amerika ile ne türden bir ilişkiniz olduğuyla ilgili herkesi tatmin edecek bir yanıt
geliştirin...

Mesela... Siyasi gücünüz ya da bağlantılarınız hakkında topluma bilgi verin...

Mesela... Bir zamanlar siz "tolerans" teorisini ortaya atmış, "devletin makbul İslamcısı"
idiniz... Neden her şey tersine döndü meselesine girin...

* * *

Kısacası hocam...

Madem "komplo", aklın kısa devre yapmasıdır...

O halde devreleri elden geçirin...

Açık olun, şeffaf olun...

"Fethullah Gülen" konusunu, "dokunulmaz bir konu" olmaktan çıkarın...

Hürriyet
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Prş Ağu 21, 2008 12:00 am    Mesaj konusu: GÜNEY'iN, F. GÜLEN iDDiALARI Alıntıyla Cevap Gönder

Bir İmaj Cemaati
Sezai Dilbilen

Fetullah Gülen zaten varolan bir yapılanmanın Anadolu'yu kaybetmek istemeyenlerin 1987'lerden itibaren şişirmeye başladıkları bir örgüttür. On binlerce çalışanı olan bir fabrika satıldığında muhakkak ki içindeki çalışanlar satılmaz, ama sonuç ona çıkar, onlarla beraber bu fabrika kıymetlidir ve öyle satılmıştır. Dolayısıyla Fetullah ve ekibi, cemaati bu mânâda satarken,

ihale ederken kafaların da bu çapta bir kar marjı vardır ve hesap bu çerçevededir

Sezai DİLBİLEN

Kişisel mânâda gizlilik esas teşkil ederken, aslında apaçık bir çıplaklık söz konusudur. Hüseyin Gülerce’nin sık sık buna vurgu yapması, kendilerinin gizli saklı bir şeylerinin olmadığını beyan etmesi, okullarının, işyerlerinin, gazetelerinin, TV’lerinin ve zaman zaman ‘ışık evleri’ adıyla anılan yerlerin kendilerine yeni yeni muhabbet duyanlara gezdirilmesi vs bu açıklığın işaretidir. Kapalı olan, bu yapının MİSYONUDUR. Kimine göre Fetullah ve örgütü İslâm misyonu ile hareket etmekte ve takıyye yaparak bu misyonu saklamakta, kimine göre ise tam tersi İslâm düşmanları ile işbirliği içerisinde İslâm Düşmanı bir misyonun parçası olarak hareket etmektedir. Biz ikincide karar kılanlardanız ve bunun içinde hayli sebebimiz ve hayli acımız vardır. Ayrıca şunu belirtmekte fayda mülahaza ediyoruz. Biz onu sevmiyoruz, tıpkı bir müminin münafığı sevmemesi gibi, biz onu sevmiyoruz tıpkı bir Haçlıyı sevmediğimiz gibi, biz onu sevmiyoruz tıpkı bir yahudiyi sevmediğimiz gibi, biz onu sevmiyoruz tıpkı Batı Medeniyetini sevmediğimiz gibi, biz ondan nefret ediyoruz tıpkı ABD ve İsrail’den nefret ettiğimiz gibi, biz onu aşağılıyoruz tıpkı Said’i Kürdi(Nursi) Hazretlerinin İngilizleri aşağıladığı gibi:

«S- Neden bu kadar İngiliz’den nefret ediyorsun? Musalahasını da istemiyorsun?

‘Sebeb bir değil, bindir. Bana en ziyade şedid görünen, manen ahlâkımıza vurduğu darbedir. Çekirdek halinde olan secaya-i seyyieyi içimizde inkişaf ettirdi. Hayatın yarası iltiyam bulur; izzet-i İslâmiye, namus-u millînin yarası pek derindir.

Edirne Camii’nde, bir İslâm hocasının lisanıyla, Venizelos gibi şeytan zalime dua ettirdi. Merkez-i Hilafette, müslümanlar lisanıyla hizb-üş şeytan olan İngiliz, Yunan askerlerini halaskâr (kurtarıcı), tathirci ilân ve karşısındaki güruh-u mücahidîni cani, zalim (terörist!) söylettirdi.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh:81)

Fetullah yaşadığımız zamanın Cemaleddin Efganisi, İmam Abduh’u dur. Dinlerin telfikı fikri uzun zamandır süregelen bir gaye olduğundan ve adı geçen bu kişiler geçmişte bilfiil İngiliz’in emri ile bu projenin yürütücüsü olduğundan, sözümüz geçerli ve dikkate değerdir. Yüz değişmiş, üslup değişmiş ama vazife değişmemiştir. Vazife aynıdır. Bu yüzden FTÖ’nün yayıncılık alanında propaganda zeminini teşkil eden NT mağazalarında Ehl’i Sünnet Vel Cemaat büyüklerine ait eserlerin bir kaçı dışında diğerleri bulunmaz, bulundurulmaz. Beyinler, FTÖ’ye yakınlığı ile tanınan Timaş, Nil Yayınları, Gonca yayınları, Sızıntı, Aksiyon vb. propaganda yapılanmalarının tertibinden ve filtresinden geçmiş eserler aracılığı ile hakikatlerden tecrid edilerek hastalıklı bir kültür ve gerici bir anlayış üzere biçimlendirilir. Burada yapılan işlem küreselleşen Hristiyan Batı Dünyasının Protestan mezhebine benzer bir anlayışı Müslümanların içine, ruhlarına yerleştirmektir. Evlerde, sohbetlerde konuşulan ve ‘Bam teli’ muhabbetleri ile sürekli işlenen mevzular bellidir ve sürekli bir tekrar ile zihinler hadım edilir.

Fetullah çevresinde geliştirilen fikir platformu mensuplarının genel karekteristik özelliği de; ‘at sahibine göre kişner’ deyiminin tezahürü gibidir. Ezik büzük, içten hesaplı, kendini savunamayan, olur olmaz her şeye itaat eden ve bir şeyler yapmak için başkasının yapmasını bekleyen tip. Kibirlerini bile seçkinlik gibi algılayan bir psikoloji. Neyse meramım bu değil tabi. Fetullah’ın nasıl “markalaştırılarak”, onun etrafında siyasi ve ekonomik çıkar elde edildiğine değinmekti. Dinî, ilmî yayınlar hazırlayan talebeleri, şakirtleri, bağlıları eserlerini bitirdikten, Fetullah Gülen imzasını attıktan sonra, iki ibare düşerler, “Hocaefendinin falan falan tarihler arasında ki vaazlarından çözümleme yapılarak yazılmış, düzenleme yapılmış ve redaksiyona tabi tutularak, kendisine gönderilerek yayın için izin istenmiştir.” Bunun gibi onlarca eser var, ona ait mi değil mi meçhul. Biride son günlerde çıkardığı ‘Enginliğiyle Bizim Dünyamız’. Bu eserin amacı, bir “dünya görüşü” oluşturma girişimi olmasıdır. Yetersiz ve zayıf okumalardan kaynaklanan yoğun bir eksiklik, kitap boyunca göze çarpmaktadır. Kitabın derlenmesinde ve yazımının yönetimde yer alan Prof İsmail Özsoy, kitabın önsözünde bakın ne diyor ‘… Hocaefendinin 1970’li yıllarda cami kürsülerinden verdiği vaazların çözümünün kendi kontrolünden geçmesinden ve sonraki dönemlerde farklı zamanlarda yazılmış bazı makalelerinin bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Kaynakların tespit ve tahrici de bir grup arkadaş tarafından yapılmıştır.’(s.19) Tam tiyatro var ya. Gerçi bizim için önemli olan “markalaşma” meselesini bir kayda bağlamaktı. O da bizce tamam.

Bir Siyonist Batı Projesi; FTÖ

Yeni bir yapılanma değil elbette, geçmişten beri Siyonist-Haçlı dünyasının bu yönde projeleri ve örgütlenmeleri vardı. Batı'ya eğitim için giden Osmanlı aydını, feleğini şaşırmış misali geri döndüğünde Batı çamurunu ülkeye taşımakta gecikmemişti. Onlarla gelişen birçok proje; Tanzimat fermanı, Islahat Fermanı, Mahkemelerin ayrışması, azınlıklar meselesi, konsolosluklar açılması ve yurdun birçok yerinde Batı kökenli okul ve ruhban okulları açılması “başarılı” sonuçlar veriyordu. Maskenin temizliği, niyeti gizliyor ve kişileri hedeflenen gayeye doğru tedrici olarak sürüklüyordu. İttihat ve Terakki bu projelerin en hası idi ve 31 Mart ayaklanması 'kullanılan maske olarak' mevzunun en babası idi. Ardından Cumhuriyet Devrimleri Projesi, CHP ve Demokrat Parti Projeleri, Darbe atraksiyonları gibi Batılılaşmanın sıçrama taşlarının uygulama alanına sokulması. Yüz yılı aşkındır İslâm coğrafyası bu kuşatmanın altındadır ve bu kuşatmaya rağmen de hayattadır. Batı, onları hayatta tutan ilim dallarını, yani âlimlerini, alfabelerini yok etmek ve kendi ilim adamlarını devreye sokmak istemiştir. Binlercesini kırmış, kırdırmış; dilini, kültürünü, ahlâkını içten devşirdiği hainler vesilesi ile bozmaya çalışmıştır. Bu faaliyeti her dönem sürdürmekte ve hiç ihmal etmemiştir.

Batı, Anadolu insanının istikamet bulmaması için sürekli olarak bazen hayat veriyor bazen ise bir öncekinden daha sert darbe ile sendeletiyordu. Bu tavır karşında dik durabilen, dinini, itikadını ve izzetini muhafaza edebilenler eritilmeye, yok edilmeye çalışılıyordu. Bu amaçla sahte hocalar ve modernist türedisi fasıklar vasıtası ile İslâm’ı ifsat komiteleri kuruluyor veya kurulmuş komiteler, kişiler destekleniyor, övülüyor ve halkın dini bunlardan öğrenmesi sağlanıyordu. Diğer yandan hakiki âlimler ise tahkir ediliyor, ayıpları araştırılıyor, iftira atılıyor, işkenceye tabi tutuluyor ve milletin karşısında itibarsız kılınıyordu. Bütün bunlara rağmen yolundan ve istikametinden sapmayan insanlarımız Batı çizgisine girmediği için, Batı sürekli yeni projeler ve programlar geliştirip adı geçen bu iğdiş etme, dumura uğratma faaliyetini birilerine ihale ediyordu. Bu ihaleyi alanlar tek bir koldan değil birçok koldan saldırıyordu. Kimi içten kimi dıştan, kimi güya birbirine muhalif, kimi ateşli taraftar, kimi hırçın İslâmcı! kimi olgun Kemalist, kimi sağcı kimi solcu fark etmiyordu. İslâm coğrafyasına, Anadolu insanının kültürüne, ruhuna bütün gücüyle saldırıyordu. Her dönemin rengi biraz daha netti. Siyah beyaz misali saldıran daha açıktı. Şimdi grileşerek saldırmaya başladılar. Fetullah Gülen zaten varolan bir yapılanmanın Anadolu'yu kaybetmek istemeyenlerin 1987'lerden itibaren şişirmeye başladıkları bir örgüttür. On binlerce çalışanı olan bir fabrika satıldığında muhakkak ki içindeki çalışanlar satılmaz, ama sonuç ona çıkar, onlarla beraber bu fabrika kıymetlidir ve öyle satılmıştır. Dolayısıyla Fetullah ve ekibi, cemaati bu mânâda satarken, ihale ederken kafalarında bu çapta bir kâr marjı vardır ve hesap bu çerçevededir. 1987'lerde itibaren Fetullah ve ekibi yönetime aldıkları yeni ekip arkadaşları ile büsbütün İslâm'dan kopmuş ve kendi iradeleri dışında bir iradeye teslim olmuşlardır. Şunu demek istemiyorum, Fetullah 12 Eylül'ün bir numaralı destekçisi idi malum, yine İlahiyat boykotlarını 'İslâm’da boykot olmaz' diyerek kırma alçaklığını gösteren adamdı, peki niye yeni bir iradeye teslim olsundu? Zaten aynı iradenin davasını güdüyordu. Durum o kadar basit değil, iş çığırından çıkıyor, insanlar Başörtüsü eylemleri ile İhtilal-İnkılâp fitilini ateşleyen İBDA ideolojisi ile tanışıyordu. Kitleler, şuurlara alternatif misali örgütlenme ve eylem geliştirme işini İBDA fikriyatıdan öğrenmeye başlıyordu. Aynı zamanda bölgede etkinliğini artırmak isteyen güçlere karşı fikir ve ahlâk plânında yeni oluşumların kapısı aralanıyor, Ehli Sünnet Ve'l Cemaat disiplini ile ruhlar yeniden inşa ediliyordu. Fetullah'ın yıldızı bu dönemlerde parladı ve Fetullah bu dönemlerde Batı ve Batıcıların dikkatini çekmeyi becerdi. İşte cemaati satışta, cemaati Batılı yeni dostlarına ihale ediş de bu dönemde gerçekleşti. İlerleyen zamanda AB-D'den aldığı destekle dini, ilmi hüviyet ile görünenlerle aynı masada görünmeye ve siyasi çeşitli kişilerle de sürekli irtibat içindeymiş izlenimi vermeye çalıştılar. 28 Şubat dönemi öncesi ve sonrasında bu açılım müthiş derecede yoğun ve karizma çizici havalardaydı. Tansu Çiller, Mesut Yılmaz ve Ecevit gibi siyasilerle samimi görüntüler sergilenip, birlikte hareket üzere anlaşmaları ve Süleyman Demirel'e şükran plaketi verilmesi, Türkiye'yi ziyarete gelen Yahudi İsrail lobisinin zirve örgütü ADL örgütünün zamanın Başbakanı, Genel Kurmay Başkanı'nı ziyaret ettikten sonra bir de Fetullah Gülen'i ziyaret ediyordu. Darbeci Çevik Bir ziyareti ve Fetullah Gülen ziyareti işbirliğin ve 28 Şubat vesilesi ile artırılan İslâm düşmanlığı ve Siyonizm'e ülkeyi peşkeş çekişin apaçık göstergesi işte budur. Bu kadar açık ve nettir.

FTÖ yapılanması içerisinde kendisine verilen görev, milletin dini duygularını istismar etmek ve yine aynı duyguların bastırılmasını sağlamaktı. Ekibi, bu iblisi şişirmesini ve pazarlamasını iyi bildi. Geçmişin getirdiği vaizlik mesleğinden dolayı elde ettiği dini ilimlerdeki birikim oldukça işine yarıyordu bu ekibin. Çıkardıkları gazete, dergi ve diğer yayınlar ile Fetullah'ı, halka mühim bir dava adamı, mağdur âlim, büyük bir veli gibi pazarladılar. Bunu yaparken de 'HİZMET-HİMMET' adı altında milleti sömürmeyi ihmal etmediler. Batı bu projede yerini aldıktan sonra işin rengi ve şekli daha şenlikli ve ateşli olmaya başladı. Batı, bu projeye dâhil edemediklerini bunlar vasıtası ile çiğnemeye, karalamaya elde ettiklerini ise şuursuzlaştırıp hadım etmeye koyuldu. Bütün bunları yaparken de projenin diğer kolunu teşkil eden karşıt fikirdekilerin de bu yöne saldırmasını sağladılar. Bunun neticesi olarak halk bu sahte hocaefendiyi bir halt sanıp etrafında birikmeye başlayacak ve hakiki İslâm bağlılarının önü böylece kesilecek ve tabanları eritilecekti. Ancak YANLIŞ HESAP İBDA'DAN DÖNER, DÖNDÜ.

İlerleyen zaman bu projeyi daha da deşifre etti, hem de ne deşifre. Lakin insan aklı unutkan ve günümüz enformasyon kuşatmasında zihnini, hafızasını kaybetmiş olduğundan yeryer hatırlatmak gerekiyor. Tarih; 7 Şubat 1998, Hürriyet Gazetesi, Yazar Ertuğrul ÖZKÖK. Ne diyor: “TÜSİAD'ın yayınladığı Görüş Dergisi'nin son sayısında, ''İslâm, Demokrasi ve Türkiye'' başlıklı çok ilginç bir makale var. Makalede Fethullah Gülen'le ilgili şöyle bir tahlil yapılıyor: ''Fethullah Hoca olayı, devletin resmi modernleştirme programı ile toplumun geleneksel değerlerini yeniden canlandırma işlevi görmüştür. Veya yaşama ihtiyacı veya arzusu arasında sıkışmış gibi görünen belli bir halk kitlesi için en barışçı ve uzlaştırıcı bir uyum ve entegrasyon projesi olarak görünmektedir. Bir yandan modernliğin getirdiği değerleri yok saymak istemeyen, ancak öbür yandan binlerce yıllık bir gelenek ve duyarlığın ürünlerine sırt çevirmek istemeyen bu kitle için Fethullah Hoca'nın temsil ettiği tez veya daha doğrusu sentez, en işe yarar proje olarak görünmektedir.''

Bugün uygulanan proje, yaşanan sahte kutuplaşma ve sözüm ona kavga bu kişilerin milletin gözü önünde de gerçekleştirdiği bir yalanlar seramonisinden başka bir şey değildir. Bu yapılanma bütünün içinde parça hüviyetindedir. Yani FTÖ BÜYÜK BİR PUZZLE'IN PARÇASIDIR. İslâm düşmanlığı için istikamet verilmiş NATO adlı terör örgütünün Ilıman İslâm/ Amerikan İslâmı çerçevesinde Gladyolaştırdığı F tipi çeteleşmenin adıdır. NATO politikaları çerçevesinde terör ve terörist tanımlarına azami dikkat göstererek yayın yapan FTÖ medyası kendi karşıtı gibi görünen diğer kukla ile sürekli cedelleşme içerisinde, bu işbirliğinin ve İslam'a, Müslüman'a olan düşmanlığının üstünü örtmektedir. Yürüttüğü eğitim faaliyetleri de bu çerçevede NATO'nun ileri karakolu olma mevkiin de bir cephe hükmündedir. Malûm olduğu üzere, bu okullarda eğitim veren binlerce İngilizce vb öğretmeni statüsünde AB-D'den CIA ajanları mevcuttur.(Delilleri ile BARAN 37.38. sayılarına bakılabilir.)Sırf bu yüzden Rusya ve bazı Asya ülkeleri bunları

CIA ajanlığı sebebi ile sınır dışı etmiş ve okulları kapatmıştır. Diğer taraftan bu CIA ajanlarının orada bulunması hem okulların faaliyetlerini kontrol altında tutmak hemde bu sebeple cemaat üzerinde, Anadolu insanı üzerinde etkinliğini artırmak istemektedir. Bu kısmen ortadadır. Bugün FTÖ yapılanmasının üst dilimi bu tür bir kadrolaşmanın sonucudur. Çünkü Fetullah 'Amerikasız bir şey yapılamayacağına, nefes bile alınamayacağına' iman ettiğini defaatle yayınlarında ve beyanlarında dile getirmiştir.

Devam edecek...

Sezai Dilbilen
Bir İmaj Cemaati: Fetullahçılar -2-

Görevli fetullah, sadece MİT’le irtibat halinde değildi, aynı zamanda MOSSAD’la da güçlü ilişkileri ve istihbarat alışverişleri vardı. Öyle ki siyasilerle görüşmeleri, uluslar arası lobilerle iletişimlerini bu kişiler aracılığı ile sağlıyordu. Burada, ifadelerimde fetullah sağlıyordu derken onun Bir Siyonist-Haçlı Projesinin parçası olduğu unutulmalıdır. Çünkü esas olan bu projenin etkinliğinin ve gücünün artırılmasıdır. Dolayısıyla ifadelerim fetullah için böyle ortamlar sağlanıyordu şeklinde anlaşılmalıdır.
Birkaç misal; Orgeneral Çevik Bir, TBMM Başkanı Çetin ve Dışişleri Bakanı Cem’den sonra Fethullah Gulen ile görüştü... 55 Yahudi örgütünü temsilen Türkiye’de bulunan 59 kişilik (AYOBK) Amerikan Yahudi Örgütleri Başkanları Konferansı Heyeti, Fetullah Gülen’in Türkiye’deki ve yurtdışındaki çabalarını önümüzdeki yüzyılın ‘Barış’ asrı olması acısından önemsediklerini ve söz konusu projeye büyük ilgi duyduklarını belirttiler... Görüşmede; Gülen’in, ABD’nin en etkili Yahudi Lobisi olan “ADL’nin (Anti-Defamation League) teklifiyle hazırladığı “hoşgörü ve diyalogla ilgili kitap” da gündeme geldi. Gulen, İngilizce olarak hazırlanan kitap üzerindeki çalışmalarının tamamlanmak üzere olduğunu, bittiğinde insanların hizmetine sunacağını söyledi. Kitap, ADL tarafından basılarak dünyanın dört bir yanında dağıtılacak...”
(10.03.1998, Zaman)
ADL malum, içinde birçok lobi, dernek gibi örgütleri ve mafya çetelerini barındıran güçlü bir İsrail örgütü. Ve temel gayesi dünya üzerinde ki Yahudi hâkimiyetini pekiştirmek ve Yahudi karşıtlığını azaltmak. Şimdi şu soruyu sormak lazım madem Fetullah İslam devleti peşinde, bu yahudilerin Fetullah’a bu kadar ilgilerinin, bu kadar övmelerinin, bu kadar desteklerinin sebebi ne? Yahudiler kafayı mı yedi de bizim haberimiz mi yok!
Gülenin Yahudi veya Hıristiyan olup olmadığına ya da herhangi bir mason örgütüne üye olup olmadığında dair henüz elimizde yeterince bilgi ve belge yok. Ama bir gerçek var ki; bütün Yahudi, Hıristiyan ve Mason dernekleri, örgütleri elbirliği vermiş, seferber olmuş Fetullah’a (FTÖ’ye) hizmet etmekteler. Misaller:
28 Şubat Terör’ünün Müslümanlar üzerinde işkenceye döndüğü bir dönemde, 1997’de verimli işçi statüsünü sağlamlaştırmak için ABD’ye giden Gülen, Ulusal İstihbarat Konseyi’nin eski Başkan Yardımcısı CIA ajanı Graham Fuller’in aracılığı ile Amerikan Merkezi İstihbarat Örgütü’nün (CIA) Ortadoğu Masası şefi ile gizlice görüşmeler gerçekleştirdi Graham Fuller uzun zamandır F.Gülen ile yakın ilişki içerindeydi. Bu dostlukları Kominizmle Mücadele Dernekleri’ne (80’den sonra Demokrasi Projesi adını aldı) dayanmaktaydı. İlerleyen dönemler de bu dostluk samimi bir birliktelik ve dava arkadaşlığı halinde sürdü. Bugün Timaş yayınların Graham Fuller’in etkisi önemli çaptadır. Yazdığı eserlerin birçoklarında ise Gülen hareketinin bir numaralı destekçisi olmuş ve sırf bu sebeble ‘Yeni Türkiye Cumhuriyeti’ adlı FTÖ projesinin belirginleştiren eser yazmıştır.
Tabi sadece Graham Fuller değildi Fetullah’ı (FTÖ) pazarlayan ve önünü açan. Mark Paris gibi Gülen’in, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Yakın Doğu ve Güney Asya Bölümü sorumlusu ve eski ABD büyük elçisi de vardır. Bu ismi Süleyman Demirel’i Fetullah Gülen ekibi tarafından organize edilen Hoşgörü Ve Diyalog ödülü töreninden, Süleyman Demirel’i Fetullah Gülen’in elinden Şükran Plaketi almaya ikna eden adam olarak hatırlarsınız. Bir başka isim; ABD’nin önde gelen think-tank kuruluşu Carnegie Vakfi’nin eski Başkanı ve ABD’nin en faal gruplarından Yahudi Lobisi’nin de önde gelen isimlerinden Abramowitz. Bu kişilerin sayesinde AB-D’de birçok kapı kendisine açılmış ve yine bir çok kişiye AB-D politikalarına karşı güvence verilmiştir. Bunu Fetullah bir röportajında şöyle ifade ediyor. “Kasım Gülek, Fethullah Gülen’le çok iyi dostluk ilişkileri içinde bulundu. Gülen, Kasım Gülek’le sık sık görüşürdü. Vefatı üzerine bu eski dostunun cenaze namazını kıldırmıştı. Fethullah Gülen’e sorduk: ‘Amerika, sizlerle ilgili referansı merhum Kasım Gülek’ten mi aldı?’ Gülen bu konuda şunları söyledi: ‘Kasım Gülek beyin baldızı Amerika’daydı. Yani Pentagon’la irtibatları vardı. Eğer kendisine değişik platformlardan, Beyaz Saray’dan sormuşlarsa ‘Bunlar nedir?’ diye, o da ‘Endişe edilecek bir şey yoktur’ demiştir, referans vermiştir.” (Yeni Yüzyıl gazetesi, 21 Ocak 1998) Kasım Gülek bildiğiniz gibi CHP millet vekili ve azılı bir İslam düşmanı, Moon tarikatının Türkiye sorumlusu olduğunu saklamayan bir adam. Peki bu adamın ilişkiler ne boyutta, kimlerle irtibat halinde, bunun için Gülen ilişkide olduğu kişilere bakmak yetiyor. 1992 yılında ABD’ye gittiğinde, Kasım Gülek’in Amerikan Ordusu’nda albay olarak görev yapan, daha sonra şüpheli bir şekilde ölen baldızı Aylin Rodomisli ilişkiye geçiyor ve onun aracılığıyla Pentagon ve CIA ile görüşmelerde bulunuyor. Burada yine bir ekip çalışmasında bahsediyoruz sayısı 10–15 arası bir ekibin faaliyetinden bahsediyoruz.
İşte Fethullah Efendi kurduğu bu ilişkiler sonucunda, 30 Kasım 1994’te Başbakan Tansu Çiller ile 20 Mart 1995’te Bülent Ecevit ile 10 Mayıs 1995’te zamanın TBMM başkanı Hikmet Çetin ile, 15 Mayıs 1995’te Mesut Yılmaz ile ve 1997 yılı Kasım ayında Vatikan’ın İstanbul temsilcisi Georges Marovitch, Kadim Süryani Katolik Cemaati Metropoliti Yusuf Çetin, Süryani Katolik Patrik Vekili Yusuf Sağ ve Kadim Süryani Cemaati Piskoposu Samuel Akdemir ile görüşmeler yaptı. 1996 yılında Asya Finansın açılışı yapıldı ve açılışa Başkan yardımcısı sıfatı ile Tansu Çiller katıldı. İstanbul Merkez kampusünde bulunan Fatih Üniversitesi, 08 Kasım 1996’da dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından açıldı. Aynı törene Alpaslan Türkeş’te iştirak etmişti. Fetullah Gülen, 11 Haziran 1997’de ABD’de önemli bir Musevi örgüt olan ADL başkanı Abraham Foxman ile görüştü. Bu görüşmeden sonra ADL başkanı Foxman, Kardinal John O’Conner ile Fetullahı bir araya getirip görüştürdü.1998 yılı Ocak ayında Ramazan ayı’nda Alarko grubunun iftarına katılmış ve Ramazan Bayramında Papa 2. John Paul kendisine özel bir bayram mesajı da göndermeyi unutmamıştı. Vatikan’a gitmeden zamanın başbakanı Ecevit’le de özel bir görüşme yaptı.
Tarih aralıkları, Müslümanların üzerine 28 Şubat Terör saldırılarının artırıldığı, Müslümanların canlarına, mallarına kastedildiği, siyasi arenadan hakiki Müslümanların izinin silinmeye çalışıldığı bir dönem olması projenin büyüklüğü ve alçaklığın seviyesini göstermeye yeterde artar bile.
F Tipi Balans;
Ergenekon Operasyonu
Sistem imaj yenileme derdinde, bütün dünyada bir imaj yenileme telaşı var. Obama ile Amerika kendi içinde bir imaj yenileme pozisyonu alırken diğer yandan kapitalizm ve sömürü düzenin ileri gelenleri dünya genelinde bir imaj yenileme derdindeler. Ekonomik kriz kadar sosyal buhranda ha patladı ha patlayacak durumda. Bu patlamanın kimleri helak edeceği ise bedahet halinde. Durum böyle olunca dünya çapında bütün emperyalist güçler ve onların işbirlikçileri yeni yüz, yeni tasarım fakat eski ruhla, dünya insanlarının önüne yeniden çıkmayı denemekteler. Türkiye emperyalistleri açısından da durum farklı değildir, bakmayın bu sahte kutuplaşmanın tarafları arasında ki cedelleşme ve şiddet gösterilerine. Bunlar AB-D İsrail çıkarlarında hem fikirdir, aralarında ki kavga efendisinden elde edeceği daha yağlı bir kemik içindir. Düzenlenen F Tipi operasyonlar çöken sistemi kurtarma ve başka 'EL'lere geçmemesi işbirlikçi FTÖ'nün elini güçlendirme ve imajını kuvvetlendirme operasyonlarından başka bir şey değildir, bu operasyonlar neticesidir ki, binlerce insan AKP nezdinde İslâm beklentisine girmiş ve radikalleşmemişlerdir. İmaj operasyonları her iki taraf içinde psikolojik amaç gütmektedir. Ringe anlaşmalı çıkan boksörlerin, ring boyunca taraftarları coşturma adına, şiddetin dozunu artırıp show yapmaları, 'mış' gibi kavga ile çok şiddetli dayak yiyormuş gibi davranarak heyecan atraksiyonları yaşatmaları misali bir şeydir bu.
Hem, en has adamlarından homoseksüel Tuncay Güney ne demişti: "Eskiden Gülen, Ergenekon'un bir alt yapılanmasıydı. Zamanla onu geçti. Emniyet'te güçlendi. 28 Şubat sonrası Ergenekon, Gülen oluşumunu tasfiye kararı aldı. Şimdi Gülen'le Ergenekon arasında çatışma var." Dememiş miydi? Demişti değil mi Hüseyin Gülerce. Burada sorulacak zarif bir soru var. Hüseyin Gülerce'nin bu yapılanma içerisinde görevi nedir, dini kökeni nedir, gayesi amacı nedir. Neşe Düzel Taraf Gazetesinde Röportaj yapmış bu adamla. İlginç anekdotlar var inancına, ahlakına ve amacına dair. Buyurun; "Dindar insanlar olarak bizim iki önemli problemimiz var. Birincisi, İslâmi bir şuurlanma sürecine girdik. Yani dinin özünü anlama, şekli ikinci plana atma süreci bu. Mesela Fethullah Gülen başörtüsü füruattır dedi. Yani, dinin öncelikli meselesi değildir dedi. Diyelim ki başörtüsüyle kalp kırıyorsunuz. Ben kalp kırmamanızı tercih ederim demektir bu. İkinci meselemiz de, demokratikleşme. Bir yandan AB süreciyle demokratikleşmeyi savunuyoruz, diğer yandan da eşcinsellerin evliliği gibi bu süreçte bizim dinen tasvip etmediğimiz pek çok meselenin karşımıza çıkacağını biliyoruz. Orada bir sıkıntı yaşıyoruz. Ayrıca siz isteseniz de istemeseniz de, demokratikleşmeyle birlikte bayanların toplumsal hayata daha çok katılmaları yaşayacağınız bir vaka olacak. O zaman bizim kadınlarımızı da daha çok görecekseniz hayatın içinde. Yani demokratikleşme, kadının görünür olmasını bize hazmettirecek, kabul ettirecek. Mesela bu camianın okullarda öğretmenlerinin, hastanelerde doktorlarının başı açık. Çok dindar olan eşleri bunu bir problem yapmıyorlar. Bizim camiamızda da, diğer dindar insanlar arasında da hayatın içindeki başı açık kadınların sayısı artıyor."(03.12.2007, Taraf) Hadiseye bakın Allah aşkına, bir siyasi parti lideri, devletin herhangi bir kademesinde etkinliği olan bir bürokrat gibi konuşmasına bakın. Ve dillendirdiği ideallerine ve kadınları hoşgörü ile soyundurma girişimlerine bakın. Laik kesimin zorla yapamadığını bunlar yumuşak yumuşak yapıyor.
(devam edecek...)

Kaynak: Baran dergisi

Fetullah Gülen KAÇ NUMARA?

Aşağıdaki iktibaslar Tuncay Güney’in İst. Emniyet Müdürlüğü, Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü tarafından 2001 yılında yapılmış olan sorgusundaki ifdesinden alınmış olup, bizim hiçbir katkımız yoktur.

BARAN

***
(….) o zamanda bir FETULLAH HOCA rüzgarı esiyordu ülkede, o yurda gelip giderken video kasetleri izlerdik biz ayrıca zaman gazetesinin çağoloğlu bürosundan Milliyet kitap veriyordu (sayfa,3)

FETULLAH Hoca için dedi artık büyümek kimse globalleşmeyi kullanmazken bunlar telafuz ederlerdi Globalleşeceğini söylerlerdi yani büyüyeceklerini bende dedimki ya hocam FETULLAH Hocanın bu kadar ….. FETULLAH Hoca Türkiye yi değil Dünya yı istiyor dedi Türkiye ye oynamadığını söyledi (s. 5)

1900 kaça kadar bu Özal a kadar Özal’ dan sonra bu misyonu devlet kademelerindeki popülistik örgütlenmeyi Fetullah Hoca ve Zaman Gazetesi ekibi aldı Türkiye Gazetesi de Özal o zaman onu da Tercüman Nazlı ILICAK’ lara karşı tutuyordu aslında çok ciddi devlette bir örgütlenmedir ha şimdi aklıma geldi ciddiye alacak bir şey Zaman Gazetesi ilk sahibi de Fethullah Hoca’ ya satan adam İsrailli bir ortak olduğunu asıl sahibi İsraillidir yani bir İsrailliyle ortak bir adamdır ilk Zaman’ ı kuran adam adını şimdi hatırlamıyorum çok ilginçtir bu ilişki Polislik olarak tabi ki şimdi siz polissiniz bu gözle ben şey yaparken söyleyecek şeyleri de kaçırıyor olabilirim(..) Ama Fethullah Hoca için ben bir örgüt olsam Melih AKTAŞ ve Mahir KAYNAK gibi efendim Nilüfer GÖLE gibi Boğaziçi Üniversitesinde tez hazırlıyor böyle insanları yanıma çekmem Gazeteciler ve Yazarlar Vakfını kuracağım bir grup kurmam çok önemli bir strateji çünkü hepsinin etiketleri var bende böyle bir şeyi çok isterim mesela bir örgüt kurmak için(…) Necabettin Albay biz Gazeteciler Yazarlar Vakfını kuruyoruz ya Fetullah Hoca öyle demişti her gün Mehmet DEMİRCAN la bizde birbirimizi kuruyoruz(s.9)

Hoca Efendi böyle söyledi nereden tanışırlar bu birlik komitesi dediğimiz Milli Mücadeleciler var geçmişte Milli Mücadelecilerden tanışırlarmış zaten Fetullah Hocanın bütün bu elemanlarına bakın Milli Mücadeleci elemanlardır

Milli Mücadeleciler Fetullah Hoca pardon Veli KÜÇÜK aslında Milli Mücadelecilerle hareket etmiş zamanında da beraber ama bizim haberimiz yok tabi ki bunu ben daha sonrada Veli KÜÇÜK beni tırnak içinde

T.G. : Fetullah Hoca bunlarla Komünizmle mücadele derneğinde Fetullah Hoca gönüllü Erzurum da kuranlardan… Milili Mücüdele kuruyor Fetullah Hoca da onun içinde hareket edenlerden… Komünizmle Mücadele derneğiydi o zaman (s,10-12)

orda fakat Veli Paşa’ nın da O DÖNEM KENDI KARARGAHININ BIR ÜST KATINDA MESCİT VARDI bu çok önemli bir şey siz albaysınız alay komutanısınız jandarma alay komutanısınız üst katında da mescit vardı Türk İslam Sentezini oturtmak çok şeydi yani savunuyordu böyle Fetullah Hoca nın şeyiydi ama Fetullah Hoca belirgin etmiyordu. (s.12)

T.G. : Ben bakın şimdi aklıma geldi, General Veli KÜÇÜK’ ün grubu değil bu grup, bu grubun adı ERGENEKON’ dur. Bütün bu askeri sivil cuntaya bakacaksanız bunların adı ERGENEKON‘ dur. ERGENEKON, sizin bildiğiniz MHP’lilerin demir dövdüğü grup değildir. Amerika’nın örgütlediği buradaki bir işte o NATO’ nun komünizmle mücadele zamanında kurmuş olduğu MHP’ lilerin fakat Türkeş’ i de çok sevmezler, ordu içerisinden çıkardıkları, bunlar subay kanatları, sivillerde vardır, sivilleri biraz kullanırlar profesörler falan (Tuncay Güney’in Emniyetteki ifadesi, sayfa 29.)

T.G : Özel Erbil Işık Koleji aynı Fetullah Gülen in kolejleri gibi bir kolej oranın çocuklarını yetiştirecekler.(…) 1992 1993 yani Samanyolu Televizyonundaydım ben o zamanlar(…)Ben sağladım. (….) Veli Paşa sağladı Veli Paşa Diyarbakır Alay Komutanı Eşref HATİPOĞLU ‘ nu aradı Eşref HATİPOĞLU bizi karşıladı ben Zaman Gazetesi Diyarbakır Bürosundan havaalanından bizi aldılar oranın bölge imamı Harun Hoca diye bir adamdı ya Harun ya da Haluk , Harun olsa gerek ama onla beraber o da belletmeler oraya gelmişti Fetullah Hoca nın Belletmeleri. (….) Tabi Fetullah Hocanın Bölge imamı oraya gidecek imamları da getirmişlerdi. (…) Cemaatin o imamlar konvoyla gelecekler biz helikopterle Diyarbakır Alay komutanı bizi oradan askeri helikopterle Silopi’ ye indik orda bizim yanımızda başka Tim lerde vardı zaten sivil değildi onlar sivildi de subaydı silahları falan vardı başlarında Binbaşı KAMER isimli birisi vardı çakır gözlü böyle bir adamdı sarışın onun üzerine hac konaklamada kaldık işte Botaş’ ta Ali yle tanıştırıldık falan ondan sonra karşıya geçtik Nehciban BARZANİ yle görüştük Nehciban dedi benim bölgem değil TALABANİ yle yeni yeni anlaşıyorlardı o dönem kavga etmiyorlardı savaştan yeni çıkmışlardı önce .....vereceğini söyledi halen şimdi ki Özel Erbil Işık Kolleji Fetullah Hocanın Bilgisayarlı Falan o binada devam etmektedir bilgisayarları falan buradan getirdiler bina onlardan orda ne yapıyorlar hem Türkmen çocuklarını eğitiyorlar hem de oradaki Kürtlerin ileri gelen ailelerini eğitiyorlar çok cüz’i miktarda bir para alıyorlar o para o çocukların giden imamların maaşlarını kurtarmaz.

Ben sık sık giderdim o gittiğimde mi 13 gün falan kaldım gittiğimde söylüyorlardı şu kadar kalacaksın işimizi bitireceksiniz Binbaşı TAMER Silopi’ye döneceksiniz yani Fetullah Hoca cephesini kapatırken unuttuğum kısımlardı. (s.18)

BARAN Dergisi Sayı: 121

HAKİMİ TAKİP EDEN ARAÇLA İLGİLİ GÖZDEN KAÇAN AYRINTI
31.12.2009 18:38

Hakim Kadir Kayan, Seferberlik Başkanlığı'na ait bilgilerin olduğu odalarda günlerdir arama yapıyor. Suç şüphesi olabileceğini düşündüğü belgeleri kopyalıyor.
Kayan, Genelkurmay Karargahı’ndan çıkıyor. Bir süre sonra Kayan’ı takip ettiği iddiası ile beyaz bir araç durduruluyor. Terörle Mücadele Şubesi polislerinin durdurduğu araçtan iki asker çıkıyor. Askerler Kayan’ı takip etmediklerini, bir yanlış anlama olduğunu, başka bir nedenle oradan geçtiklerini söylüyorlar.
Olayın bir komplo mu olduğu yoksa gerçekten bir takip mi yapıldığı şu an net değil. Ama takip iddiasında dikkat çeken bir ayrıntı var.
Takip iddiası nedeniyle arabayı durduran polislerle beraber görüntü alan bir kamera var. Kamera Cihan Haber Ajansı’na ait. Olay ile ilgili tek görüntüler de Cihan Haber Ajansı tarafından çekildi.
Geçtiğimiz günlerde de emniyet içinde cemaatleşmeyi eleştiren AKP Elazığ milletvekili Feyzi İşbaşaran’ın otomobili polisler tarafından durdurulmuş ve İşbaşaran ile polisler arasında yaşanan atışma basına yansımıştı. Polisler arasından çekim yapan kamera yine Cihan Haber Ajansı’na ait çıkmıştı. İşbaşaran ise bu çekim ile kendisine komplo yapıldığını iddia etmişti.
Kısa süre içinde polislerin müdahil olduğu ve yaşayanların komplo olduğunu iddia ettiği bu iki olayda da Cihan Haber Ajansı muhabirlerinin polisler kadar hızlı olması dikkat çekiyor.
Ankara’da kimsenin haberi olmadan gerçekleşen polis operasyonunu bir tek cemaatin ajansı ölümsüzleştiriyor. Sahi, Cihan Haber Ajansı muhabirleri bunu nasıl beceriyor?

Odatv.com
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Şub 03, 2009 1:44 am    Mesaj konusu: Diyalogdan maksat Alıntıyla Cevap Gönder

Diyalogdan maksat Hristiyanlaştırma çıktı!
Vatikan ve Papa, Türkiye'den hukûkî statü istiyor: Türkler'in hristiyanlaştırılması için orada olmalıyız


02 Şubat 2009 P Papa 16. Benediktus, Roma Katolik Kilisesinin "Türkiye'deki sorunlarının çözümü" için bir ikili komisyon oluşturma arzusunda olduklarını açıkladı.
Roma Katolik Kilisesinin lideri Alman Papa 16. Benediktus, bu isteklerini, Türkiye'den gelen Katolik piskoposlarını bugün Vatikan'da kabulü esnasındaki konuşmasında dile getirdi. Papa, "Umut ederiz ki örneğin bir ikili komisyon aracılığıyla daimi temas imkanı sağlanabilir" dedi.
Anadolu Papalık Temsilcisi Luigi Padovese başkanlığındaki heyete seslenen Papa, Roma Katolik Kilisesinin Türkiye'de halen hukuki bir statüye kavuşturulmadığını ve kilisenin mal varlığına ilişkin sorunlar bulunduğunu belirterek, "Cemaatinizin sorunlarına çözüm bulmak için sizlerin yetkililerle samimi bir diyaloğa hazır olduğunuzu biliyorum. Katolik Kilisesine ve mal varlıklarına hukuki bir statü kazandırılması da bu sorunlar arasında. Bu hukuki statünün tanınması, herkes için iyi olacaktır" diye konuştu.
Konuşmasında Türkiye'yi ziyaretine atıfta bulunmayan Papa 16. Benediktus, 5 Şubat 2006'da Trabzon'da bir cinayet sonucu öldürülen İtalyan papaz Andera Santoro'yu ismen andı.
Papa, Türkiye'nin Hristiyanlık tarihi açısından önemli bir coğrafya olduğunu da söyledi. Günümüz Türkiye'sinde insanların "İncil ile muştulanmaları" açısından Katoliklerin mevcudiyetlerini sürdürmelerinin önemine değinen Papa, "Peder Andrea Santoro gibi kimi kez hayatlarını da feda ederek, Mesih sevgisine oralarda tanıklık etmiş olan tüm Hristiyanları da burada saygıyla anmak istiyorum" diye konuştu.
16. Benediktus, konuşmasında, "Ekümenik Konstantinopolis Patriği" olarak nitelediği Fener Rum Patriği Bartholomeos'un geçen aylarda Vatikan'da düzenlenen piskoposlar konferansına katılmış olmasından memnuniyet duyduğunu da ifade etti.
netgazete

16 Mayıs 2009 Cumartesi
Fethullah Gülen'den kiliseye rekor bağış


Dinler arası diyalog, çalışmaları ile tanınan Gülen Cemaati lideri Fethullah Gülen'in bir kiliseye yaptığı yüklü miktardaki yardım, Akşam gazetesi yazarı Nagehan Alçı köşesine taşıyınca ortaya çıktı.

ALMANYA'NIN EN ÖNEMLİ KİLİSELERİNDEN


Almanya'nın en önemli Protestan kiliselerinden biri olan Dresden'deki Frauenkirche, 2. Dünya Savaşı'nda bombalanıp yerle bir olmuş bir yapıt. Bu kilise Doğu Almanya döneminde onarılamadı. Malum komünist yönetim böyle bir öncelik ve bütçe öngörmüyordu ibadet yerleri için.Daha sonra iki Almanya birleşti ve Frauenkirche'nin onarılması gerektiği tartışmaları alevlendi. Nihayet devlet ve bireysel inisiyatifler sayesinde kilisenin onarımına 1992'de başlandı.

ONARIMI 182 MİLYON EURO TUTTU

Restorasyon çalışmaları yıllar aldı ve Frauenkirche eski haline 2005'te yeniden kavuştu. O gün bu gündür Dresden'in en önemli noktalarından biri. İbadete de açık.Onarım için toplam 182 milyon Euro harcandı. Bunun 70 milyonu Alman devletinden geldi. Geri kalan ise kişi ve özel kurumların yardımları...

EN BÜYÜK BAĞIŞ GÜLEN'DEN

Geçtiğimiz günlerde restorasyon çalışmalarını üslenen vakfın yöneticilerinden biri ile konuşuyordum. Konu dönüp dolaşıp restorasyonun finansörlerine geldi. Bunun üzerine ismini vermek istemeyen Alman yönetici şöyle dedi: Devlet desteği dışında toplanan yaklaşık 110 milyon Euro'luk yardımın en büyük bölümü Türk bir dini liderden geldi. Bu lider Fethullah Gülen'di.

ABD'DEKİ KİLİSELERE DE YARDIM EDİYOR

Bu bilgi üzerine Gülen'in şimdiye kadar başka bir kiliseye yardım edip etmediğini araştırdım. Yakın çevresi onun bu tip yardımları gizli tuttuğunu, ABD'de bazı kiliselere yardımda bulunduğunu ama bunun kamuoyunda bilinmediğini söylediler.Ben Gülen'in Almanya'daki bir kiliseye yüz binlerce Euro bağışlamasını manidar buldum.Kilisenin


2. Dünya Savaşı'ndan sonraki hali..


Ve 'Frauenkirche' kilisesinin bugünkü hali..

HABER 1

http://anadoluhaber.blogspot.com/2009/05/fethullah-gulenden-kiliseye-rekor-bags.html

Serdar Akinan
Güzel günler göreceğiz çocuklar...

Nazım Hikmet bu şiirini elbette sonrasına dair yazdı... Yarına...
Ergenekon'da dünkü dalgadan sonra artık gülümsemeye başladım.
Öncelikle şu bilgiyi paylaşayım sizinle...
Cemaat büyük bir sıkıntıda.
ABD ve Almanya'da art arda önemli gelişmeler bekleyin.
Ulaştıkları güç ve bu gücün yarattığı 'sarhoşluk' iki şeyi açığa çıkardı.
İlki hoşgörüsüzlükleri...
Prof. Binnaz Toprak'a saldırıları bile tek başına bu hoşgörüsüzlüklerinin göstergesidir.
Kendilerini eleştirenleri artık açıkça tehdit eden bir saldırganlığa savrulmaya başladılar.
İkincisi ise etki alanlarının onlara terk edilemeyecek kadar büyük olduğu gerçeği...
Aslında bu iki olgu birleşti ve birileri onların gerçekten 'takiyye' yaptıklarını fark etti.
Cemaat, Erdoğan ve TSK'yı hedefe aldı.
ABD ise cemaati hedef tahtasına koydu.
Türkiye'yi gözünü kırpmadan çatışmaya sürükleyecek bu zihniyet, güç aldığını sandığı yapı tarafından tasfiye edilecek.
Bu bir hissiyat değil.
Bilgi.
Yalnız bu çok hızlı ve yumuşak olmayacak.
Bugün 'saldırıyı yürüten taraf', yarın 'saldırıya uğrayan taraflar' için hasımdır.
Yalnız dikkat edilmesi gereken şey şu...
Mart sonrası çok ciddi bir milliyetçi kabarma olacaktır.
Bu kabarma şayet artık kaçınılmaz olan ekonomik çöküşün sosyal patlamaya dönüştüğü sürece denk gelirse zincirleme bir reaksiyondan çekiniyorum.
Esnafın, işçinin, köylünün sokakta olduğu...
Türkiye'nin ayakta olduğu bir süreçte PKK art arda karakol basmaya başlarsa ne olur?
Aynı tarihlerde sözde Ermeni Soykırımı tasarısı Amerikan Kongresi'nde kabul edilirse?
Bu dalga neye dönüşür?
Bu dalganın yıkıcı etkisini ne durdurur?
Bu yıkıcı etkiyi frenliyecek pek bir şey yoktur. Ama durduracak tek bir şey vardır.
O zaman bir mahalle toptan tasfiye olur.
Ergenekon adı altında bugün Türkiye'de zulüm yapanı gerçekten çok acı bir son bekliyor.
Veballeri büyük.
Liberal aydın tayfasının halini ise hiç düşünmek bile istemiyorum.
Bu liberal aydınlardan bir ricam var... Şayet gerçekten namuslu iseniz gelin Hrant için bir şey yapalım.
Hrant'ın gerçek katillerini bulmak bence tek gerçek ortak hedefimiz olmalı.
Başbakan'ın imzaladığı Ramazan Akyürek hakkındaki soruşturma izninin gelin takipçisi olalım.
Bu soruşturma izninin nereye varacağını, arka planında ne olduğunu bilen biliyor.
Hrant'ın gerçek katilleri bu soruşturmanın sonundaki tünelde saklıdır.
Hadi bir parça samimiyseniz bu soruşturmanın ne olduğunu, hangi aşamada olduğunu köşelerinizde ısrarla dillendirin.
Takipçisi olun.
Cemaat'in bu soruşturmayı neden manşete çekip takipçisi olmadığını düşünün.
Cemaat artık beni endişelendirmiyor.
Onlar için artık sadece endişe duyuyorum...

akşam

24 Ağustos 2008
FETULLAHÇILAR SCİENTOLOGY İLE İŞBİRLİĞİNDE Mİ?


Haftalık olarak yayınlanan BARAN DERGİSİ bu haftaki sayısında ilginç bir haberle daha gündeme oturdu...

Fetullah Gülen'i manşete taşıyan Haftalık dergi Baran "Dinler arası diyalog "penceresinden yola çıkarak Scientology tarikatı ve kilisesi ile Fetullahçıların diyalog çatısı altında işbirliği içerisinde olduklarını ve bu tarikat ile Fettullah Gülen grubunun CIA bağlantılarını yazdı... Scientology adı ile ünlü bu tarikat Irak ve Afganistana uzanan coğrafyada ve tüm dünyada ki ve hatta Türkiyede de misyonerlik çalışmaları ile ünlü...

Yazının ayrıntıları gerçekten ilginç ve esaslı bir çalışmanın ürünü...

Bir bölümünü aktaracağımız bu Yazının Tamamını alıntı yaptığımız Baran dergisinden okuyabilirler.....




işte Baran Dergisinde Yer alan o yazıdan kesitler.....

" Bir kere ikisinin de, “diyalogcu”olması, bu yönde uluslararası büyük bir çaba içindebulunmaları, “bütün dinleri kabul edip, onlarla hemhal olmaları” tabiî ki bu iki sapkın oluşumun yollarını bir yerde kesiştirecekti. Nitekim öyle deoldu. Görüldü ki, ABD emperyalizminin para psikolojik harekât projesi içerisinde çok önemli bir yer kaplamış olan “Scientology Kilisesi” ile “Diyalog”
projesinin diğer önemli bir ayağı olan Sünnî(İslâm) dünyası içerisinden devşirilmiş ve tarih boyunca görülmüş en sapkın bir yapılanma olan“Fetullahçılık” birçok noktada kesişiyor."

FETULLAHÇILARIN CIA İLE İŞBİRLİĞİ

ÖZEL BÜRO

Türkiye’deki genel kanının aksine en büyük fişlemeyi Fetullahçı grup yapmaktadır. Milli İstihbarat,JİTEM, Emniyet güçleri Türkiye çapında yeterliölçülerde istihbarat çalışması yapamamaktadır.Oysa Türkiye’deki insanlar üzerinde en büyükve ayrıntılı fişleme operasyonunu gerçekleştirengrup Fetullahçılardır. Çünkü Fetullahçıların Türkiye’dekitüm okullarda, üniversitelerde, yargıda,TSK’da, devlet yurtlarında, bakanlıklarda, tümözel ve devlet teşekküllerinde yeterince yandaşlarıbulunmaktadır.Bu Fişleme operasyonu şu şekilde gerçekleşmektedir:Fetullahçı yandaşlardan, bulundukları ortamdakiyandaşlarına insanları müspet ve menfi olarakikiye ayırmaları istenir.Menfi yani olumsuzlar özel olarak fişlenir.Müspet yani Fetullahçı oluşuma olumlu bakanlarayrı olarak fişlenir.Bu fişlemeler Ankara, İzmir, İstanbul, Amerikave diğer yerlerdeki merkezi noktalarda toplanır.Gerekli yerlerde Fetullahçılara yardım edilir, referanssağlanır. Fetullahçıların genel fişleme metoduşu şekildedir. Her insana rakamsal bir değer verilir.

Buna göre:

GENEL FİŞLEME METODU

1.lik: Hizmetten uzak (Fetullahçılığa uzak)

2.lik: Nisbeten ılımlı

(Fetullahçılığa açık)

3.lük: Geleneksel (Dini eğilimi olan)

4.lük: Fetullahçılığı bilen (Eğilimli)

5.lik: Fetullah Hoca Müridi

Ehli Beyt: Kızılbaş

Ehli Tarik: Tarikat ehli
Radikal: Cihad taraftarı, mücahid olmayaeğilimli, fanatik görüşleri olan...

.......

Amerika’da bazı Fetullahçıların mesela NewJersey’de Arap-İslâm kökenli öğrencilerin arasına sokularak istihbarat çalışması yapması karşılığı parasal gelir elde ettikleri de bir gerçektir....

Örneğin Selim isimli bir Fetullahçı’nın NewJersey’de Mısır uyruklu Ahmad Kasım isimli öğrenciden cihadçı faaliyetler hakkında bilgi edinmek istediği, mücahid kardeşin olumlu karşılamasıkarşısında Arap kökenli öğrencilerin evlerine gittiği ve bu kişilerin isimlerini CIA ajanlarına sızdırdığıbir gerçektir. Ahmad Kasım, Muhammad Ezzet,Tarık al Jeyshi isimli kardeşler bu fişleme ne ticesinde FBI ve CIA tarafından takibe alınmıştır.Şu an bu kardeşler takibat altındadır. Ayrıca bu faaliyetlere New York’ta Ahmad Nawaz Sherif adlı Pakistan uyruklu bir Fetullahçının katıldığı da tespit edilmiştir. Bu işbirlikçi de aynı faaliyetlerleArap kökenli öğrenciler arasında istihbarat yapmaktadır.Fetullahçı Türklerden bazılarına Green Kardverilmesi ve bir zorluk çıkarılmadan Fetullahçıların kolaylıkla Amerika’da iş ve okul bulabilmesi CIA faaliyetleriyle paraleldir. Şu an tüm Fetullahçı eğitim kurumlarında Green Card uygulaması yönündeki teşvikler bu zaviyede değerlendirilmelidir.

Dolayısyla Fetullahçı-Amerikan ilişkileri bilinenden daha derin ve karanlıktır.Amerika ve tüm dünyada El Kaide oluşumlarında, Fetullahçılar tampon görevini görmek için Amerikalılar tarafından istihdam edilmektedir. Çünkü El Kaide’yedoğrudan ajan sokamayan CIA,Fetullahçılarla lokal dirsek temaslarıylaEl Kaide oluşumlarını yerinde tespit etmektedir.Potansiyel El Kaide mücahidlerini eylem sürecine geçmeden Fetullahçılar aracılığıyla yok etmek CIA için büyük biravantaj sağlamaktadır.

Fetullah Gülen ilahî bir vasıfla kitlelereempoze edildiğinden otoritesi tartışılmaz(Kadiri Mutlak) rolündedir. Ancak FetullahGülen bir beşerdir. Ne vahy ne de başka birşey almaktadır. Peygamberlerin bile zellelerivarken, masum ve günahsız İmam (!) Fetullah Gülen’in bu süreçte hata etmediğinden bahsetmek büyük bir hamakattir.

Bütün bunlardan sonra şunu söyleyebiliriz:
Sayın Mirzabeyoğlu’na tatbik edilmekte olan“Telegram-Zihin Kontrolü” işkencesine, bazıFetullahçıların esaslı bir şekilde dahil olduklarınadair oldukça fazla karine ve emare mevcuttur. Çünkü onlar, bu küresel projenin uygulayıcılarındanolan Scientology Kilisesinin en önemli partnerlerindendir.Bu gruba dâhil Zaman, Bugün gibi gazete paçavraları bu konuda birçok yalan haber yapmışlardır.

HABERİN YERİ ADLI SİTEDE Kİ HABER

"Abd'nin Houston kentin de Scientology tarikatı temsilcilerinin Özel olarak yaptığı toplantı da Fethullah Gülen'e teşekkür edildiği öğrenildi.Scientology tarikatı ünlü sinema yıldızı Tom Courise'ın bağlantılı olduğu tarikat olarak gündeme gelmişti.Özel davetiye ile katılım sağlanan toplantının Küresel Isınma kalkanlı konuşmada kürsüye çıkan Scientology tarikatı temsilcisi,Abd'de yaşayan Fethullah Gülen'e sık sık teşekkür ettiği bilgisi bizlere ulaştı.Cia bağlantısı tescilli olan Scientology tarikatı tüm Dünya da ki Misyonerlik faaliyetleri ile tanınıyor.Scientology tarikatı ile Fethullah tarikatının arasın da tek benzerlik Cia bağlantısı değil...Scientology’nin ekonomide işletmecilik, pazarlama, teknoloji pazarlama gibi hizmet sektörleri ile ilgilendiği biliniyor.Kendileriyle irtibat kuran herkesle mutlaka iletişime geçiyorlar.Küresel bir yönetim ağınca yönlendiriliyorlar. Yapısı çok sayıda örgüt ve gruptan oluşuyor.En üst birimi Los Angeles’taki ‘Dini Teknoloji Merkezi’ (RTC). Başındaki isim: David Miscavige.Scientology, bugün 40 yaşındaki, liseden terk ve ikinci kuşak bir kilise üyesi olan David Miscavige tarafından yönetiliyor."
Haberinyeri.net Özel
http://www.haberinyeri.net/Siyaset/Fetullah-Gulen-ve-Scientology_20668.html

ABD’nin Houston kentinde Scientology tarikatı temsilcilerinin özel olarak yaptığı toplantıda FetullahGülen’e teşekkür edildiği öğrenildi. Scientologytarikatı ünlü sinema yıldızı Tom Courise’ınbağlantılı olduğu tarikat olarak gündeme gelmişti.Özel davetiye ile katılım sağlanan toplantının‘küresel ısınma’ kalkanlı konuşmasında, kürsüyeçıkan Scientology tarikatı temsilcisinin, ABD’deyaşayan Fetullah Gülen’e sık sık teşekkür ettiğibildirildi.CIA bağlantısı tescilli olan Scientology tarikatı,tüm dünyadaki misyonerlik faaliyetleri ile tanınıyor.
Scientology tarikatı ile Fetullah tarikatının arasında tek benzerlik CIA bağlantısı değil!

kaynak: Baran Dergisi 85. sayı

'Ilımlı İslam' diyerek 'Gerçek İslam'a saldıran şu dinsiz münafıklar

İsrafil K.KUMBASAR
israfilkumbasar@yenicaggazetesi.com.tr
Yazı Tarihi: 08/02/2008

Gerçek ‘İslam’, Allah’ın bir dinidir.
‘Ahiret inancının’ tamamlayıcı birer unsurları olan ‘cennet’, ‘cehennem’, ‘şehitlik’, ‘gazilik’ gibi kavramlar, yeryüzünü kendi çıkarlarına göre yeniden şekillendirmeye çalışan emperyalizmin karşısında direnen Müslümanların elinde hâlâ ‘etkin bir silah’ olarak duruyor.
‘Tebliğ’, ‘cihad’ ve ‘fetih’ kavramları, yeryüzünün efendilerini hâlâ korkurtmaya devam ediyor.
‘Ilımlı İslam’ ise bir ‘Pentagon’ imalatıdır.
Washington’da programlanıp ‘işbirlikçiler’ aracılığı ile ‘İslam dünyasına’ dayatılıyor.
Görünürdeki hedefi, ‘Yahudilik’ ve ‘Hristiyanlık’ gibi ‘İslam’ dinini de ‘ilahi orijininden’ uzaklaştırmak, ‘tarihi köklerinden’ kopartmak, insan tarafından tasarlanmış ‘ideolojiler’ benzeri ‘seküler’ bir yapıya kavuşturmaktır.

Asıl hedefi ise, Allah’ın dinini, ‘emperyalizmin emellerine’ hizmet eden bir araç haline getirmektir.
Bütün müslümanları ‘yeni dünya düzenine’ sadık birer köle yapmaktır.
‘Ilımlı İslam’ kavramını icat edenler, Müslümanları kandırmak için ‘hoşgörü’ ve ‘diyalog’ denilen iki aracı kullanıyorlar.
* * *
‘Büyük Ortadoğu Projesi’ adı altında Ortadoğu’yu ‘Büyük İsrail’ temelleri üzerine yeniden şekillendirmeye çalışan Amerika, Müslümanların direnişini kırmak için son yıllarda ‘Ilımlı İslam’ programına dört elle sarıldı.
‘Pilot bölge’ olarak seçilen yer ise Türkiye.
Kelime-i Şehadet’ten “Ve yine şehadet ederim ki Hz. Muhammed O” nun kulu ve elçisidir” bölümünün atılmaya kalkışılması...
“Allah katında hak din İslamdır” mealindeki ayet-i kerimenin ‘diğer din mensuplarını’ rahatsız ediyor diye cuma hutbelerinden çıkarılması...
“Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin” mealindeki ayetin cami duvarlarından indirilmesi...
Camilerde ‘VİP uygulamasına’ geçilmesine yönelik artmaya başlayan talepler...
‘Kadınlı-erkekli’ namaz denemeleri...
‘Dinde reform yapılması’ çağrıları...
‘Tek kelime’ Arapça bilmeyenlerin ellerine sözlükleri alıp ‘Kur’an’daki ayetleri’ kendi kafalarına göre tefsir etmeye cüret etmeleri...
Aslında ‘Ilımlı İslam’ denemelerinin tezahüründen başka bir şey değildir.
* * *
Ancak, kavram kargaşasının yaşandığı, ‘at’ izinin ‘it’ izine karıştığı bir ortamda, kamuoyunda ‘İslam’ ile ‘Ilımlı İslam’ kavramlarının da yanlış algılanmaya başlandığını görüyoruz.
İnananlar, ‘Ilımlı İslam’a karşıdırlar.
‘İslam’ dininin özünü bozacağı, İslamiyeti ‘Allah’ın dini’ olmaktan çıkarıp, emperyalizmin bir ‘sömürü aracı’ haline getireceği için karşıdırlar.
İnanmayanlar da ‘Ilımlı İslam’a karşıdırlar.
İnanmayan, ama ‘inanıyormuş’ gibi görünerek ‘takiye’ yapan ‘ateist’ münafıklar ise, içerisinde sadece ‘İslam’ kelimesi geçtiği için karşıdırlar.
Türkiye’yi teslim almak isteyen emperyalistler, ‘Ilımlı İslam’ kavramı yerine, mesela ‘ılımlı liberalizm’, ‘ılımlı sosyal demokrasi’, ‘ılımlı çağdaşlık’, ‘ılımlı zırvalık’ kavramlarını kullanmış olsalar eğer, eminiz ki hiç bu kadar rahatsız olmayacaklar.
Ama işin içinde ‘İslam’ olunca kırmızı görmüş tosuncuklar gibi deliye dönüyorlar.
İslam dinini ‘kendi şahsi menfaatlerine’ alet eden, ama İslam ile hiçbir alakaları olmayan ‘işbirlikçi’ din tüccarlarını bahane edip, ‘Ilımlı İslam’ üzerinden Allah’ın dini olan ‘Gerçek İslam’a saldırıyorlar.
* * *

Türk milliyetçiliğini, Türk milletine ait kavramlar yerine Yahudi kökenli olan ve temsilci olarak katıldığı ‘Sion kongresinde’ bütün Yahudiler’in Türkiye’ye yerleşmelerini ve ‘Türkçe’ isimler kullanmalarını savunan Moiz Kohen’in (Tekin Alp) kitaplarından öğrenip, Türk milliyetçilerinin arasına sızmaya çalışan bazı ‘sözde’ Türkçülerin de ‘bilerek’ veya ‘bilmeyerek’ ateist münafıkların etkisinde kaldıklarına şahit oluyoruz.
Ey Türk milliyetçileri...
Ey ülkücüler...
Sakın ola ki ‘sizden’ gibi görünen ipleri aslında ‘Ilımlı İslam’ projesini kurgulayan ‘aynı merkezin’ elinde olan ihanet çevrelerini ‘tuzağına’ düşmeyin.
‘Ilımlı İslam’ ile aslında neyi kastettikleri belli.
‘Türklük’ gibi ‘İslamiyete’ de sahip çıkmak Türk milliyetçilerinin/ülkücülerin birinci görevidir.
Sinsi bir şekilde unutturulmak istenen o sloganları yeniden hatırlamaya var mısınız:
- “Türklük bedenimiz, İslamiyet ruhumuz...”
- “Rehber Kur’an, hedef Turan...”
- “Kanımız aksa da zafer İslam’ın...”
- “Çağrımız, İslam’da dirilişedir...”

yeniçağ


Ilımlı İslam ve ABD (1)

Malezya tartışmasının nasıl başladığını hatırlamakta yarar var.
Eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı, seneye Dışişleri Bakanı olması beklenen Richard Holbrook geçen ağustosta PBS TV'de bir söyleşide dedi ki:
"11 Eylül'den beri ABD, dünyanın her yerinde ılımlı İslami demokrasiler istiyor. İşte, sadece iki tane var: Türkiye ve Malezya... Türkler çok dramatik bir seçim yaptı. Ilımlı Müslüman bir parti, meşruiyetlerini Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Atatürk'ten alan ünlü milliyetçi partileri mağlup etti. Bu ılımlı Müslüman parti, İsrail ile de iyi ilişkiler içinde ve AB'ye üyelik istiyor. Ben de bunu kuvvetle destekliyorum."
"Ilımlı İslam" tanımının yarattığı antipatiye Malezya'dan gelen haberler de eklenince tüyler ürperdi. Çünkü Malezya da Türkiye gibi anayasa değişikliğine hazırlanıyordu ve "Malezya laik bir devlettir" maddesinin değiştirilmesi düşünülüyordu.
Malezya yüksek mahkemesi başyargıcı, şeriat hükümlerinin hukuk sistemine eklenmesini önermişti.
ABD'nin niyeti konusundaki kuşkular hepten arttı.
Bu niyeti daha iyi anlamak ve yaşanan gelişmeleri netleştirebilmek için, Amerikan stratejisinin zeminini oluşturan bazı raporları hatırlamakta büyük yarar var.

"Diplomatlarını eğitmeliyiz"
Bahsedeceğim raporlar "Rand Coorparation" imzasını taşıyor.
Amerikan dış politikasına yön veren bu etkili "fikir fabrikası", Donald Rumsfeld, Condoleezza Rice, Francis Fukuyama gibi uzmanlarıyla tanınıyor.
Rand Coorparation'ın ılımlı İslamcılarla yakınlaşma tavsiyesi, CIA'den Graham Fuller'ın Savunma Bakanlığı için hazırladığı 1990 "Türkiye'de İslam Köktenciliğinin Geleceği" başlıklı bir raporda yer aldı.
Muammer Aksoy'un, Çetin Emeç'in, Turan Dursun'un, Bahriye Üçok'un peş peşe öldürüldüğü yıldı o...
Merkez sağ krizdeydi. Erbakan'ın başbakan olmasına 5 yıl vardı.
Rand Coorparation, Amerikan yönetimi için bir rapor hazırlayıp 2 şey tavsiye etti:
"1) Türkiye'deki İslami hareketi daha yakından tanımalı, onların ideolojileri hakkında daha yakından bilgilenmeli ve diplomatlarını eğitmeliyiz.
2) ABD'nin İslamcı akımın ılımlı üyeleriyle resmi olmayan ilişkiler kurması yararlı olacaktır."
1999'da ABD Dışişleri Bakanlığı'nca hazırlanan "Din Hürriyeti Raporu"nda Fethullah Gülen'den "ılımlı İslami lider" olarak bahsedilecekti.

Radikal adımlar
Sonra Cheryl Barnard'ın raporu geldi.
Barnard, ABD'nin eski Irak büyükelçisi Zalmay Halilzad'ın Yahudi asıllı eşiydi. O da 2003'te "Sivil Demokratik İslam Raporu" hazırladı. Şöyle yazdı:
"İslam dünyası şu an gelişme yoksunluğu ve globalleşme ile uyumsuzluk sorunlarıyla boğuşuyor. Bugüne dek İslam dünyasında çare için bulunan milliyetçilik, Pan-Arabizm, İslam devrimi vb. kavramların da çözümde yetersiz kaldıkları görülüyor. İslam dünyası kendini tanımlama kavgasını yaşıyor. Peki ABD'nin bu kavgadaki öncelikleri neler? Önce İslamiyetten kaynaklanan şiddetin önlenmesi, sonra ABD'nin İslamiyete karşı olduğu imajından kaçınılması, daha sonra da İslam dünyasının demokratikleştirilmesine yönelik atılacak radikal adımların planlanması..."

İslam dünyası 4 parça
Barnard, raporunda İslam dünyasını 4 kategoriye ayırıyordu:
"1) Köktendinciler: Demokratik değerleri reddederler. İslami değerlerle yönetilen otoriter bir devlet biçiminden yanadırlar.
2) Tutucular: Tutucu bir toplum isterler. Modernleşme ve değişim konularına kuşkulu yaklaşırlar.
3) Modernistler: İslam dünyasının, globalleşmenin bir parçası olmasından yanadırlar. İslamda reform ve modernleşme isterler.
4) Laikler: Din ve devlet işlerinin ayrışmasından, Batı türü demokrasiden yanadırlar. Dini, bireysel düzeye indirgemeye çalışırlar."

Laikler soldan uzaklaşmalı
Peki ABD hangisini destekleyecek?
Raporda köktendincilerin terör eylemlerinin, baskılarının, yolsuzluklarının sürekli basına yansıtılarak aralarındaki bölünmelerin hızlandırılması tavsiye ediliyor.
"Tutucular"ın "köktendinciler"le ittifakının önlenip "modernistler"e yakınlaşmasının sağlanması, "tutucu"lar arasında özellikle Sufizm'in taban bulması için uğraşılması öneriliyor.
Ya laikler?
Raporda "Kemalistler"in ABD'ye yakın durmadıkları belirtiliyor ve şöyle deniliyor:
"Laiklerin köktendinci tehlike karşısında ABD ile aynı görüşte olmaları için uğraşılacak. Bu, laiklerin milliyetçilik ve sol akımlara yanaşması önlenerek gerçekleştirilecek."

Okullar açmaları sağlanmalı
Rapora göre, ABD'ye en iyi müttefik "ılımlı İslamcılar"...
Nasıl desteklenecekleri konusunda şunları öneriyor:
"Çalışmalarının, görüşlerinin yayımlanması ve dağıtılmasına maddi katkı yapılacak.
Daha geniş kitlelere özellikle gençlere ulaşmaları teşvik edilecek.
Sivil toplum kuruluşları kurmalarına, eğitim için yer bulmalarına ve politik süreç içinde gelişmelerine destek olunacak.
Görüşlerini yaymak için web sitesi, okul, enstitüler kurmalarının önü açılacak.
Ilımlı İslamın kitlelerin alternatifi olması sağlanacak."

Fethullah Gülen örneği
"Yönetim talebinden vazgeçirilmiş, sivil, demokratik bir İslam" modeli hedefleyen raporun sonundaki "Derin strateji" bölümünde daha somut öneriler var. Şöyle denmiş:
"Ilımlı İslamcıların cesur sivil liderler olmasına çalışılmalı. Demokrasi, insan hakları, kadın hakları konusunda etkili politikalar geliştirmeleri sağlanmalı. Sivil toplum örgütleri oluşturarak Ilımlı İslamcı liderlere yardım edilmesine çalışılmalı..."
Fethullah Gülen'in örnek olarak verildiği ılımlı İslamcıların ekonomik güç eksikliği dile getirilip maddi destek yapılması önerilmiş.
Bunlar, 3 yıl önceki önerilerdi. Etkileri ortada...
Bu yıl kuruluş, yeni bir rapor yayımladı ve çok daha ilginç öneriler yaptı. Onlara da çarşamba günkü yazımda değineceğim.
Not: Bu konuları bu akşam 20.30'da NTV'de Neden'de de tartışacağız.
can.dundar@e-kolay.net
25.09.2007/ Milliyet

Ilımlı İslam ve ABD (2)

Şu Malezya, daha doğrusu "ılımlı İslam" tartışmasının kökenini araştırıyorduk.
Pazartesi bu köşede Amerikan dış politikasına yön veren etkili düşünce kuruluşu Rand Coorporation'ın eski raporlarına yer verdim. Orada da görüldüğü gibi Rand, 1990'ların başından beri Washington'a, köktendincilere karşı, "anti-Amerikan" çizgideki laikler yerine ılımlı İslami örgütlenmeleri desteklemesini tavsiye ediyor.
Onların görüşlerini yayabilmeleri için okullar, enstitüler, web siteleri açmalarına maddi destek sağlanmasını istiyor.
Aynı kuruluş bu yıl da bir rapor yayımladı ve bu konuda yapılacakları somutlaştıran bir yol haritası çizdi.
26 Mart 2007 tarihli, 217 sayfalık bu son rapor "Ilımlı İslami Müslüman Ağı Oluşturmak" başlığını taşıyor.
Okuyunca insan Malezya tartışmasının nereden çıktığını daha iyi anlıyor.
* * *
Angel Rabasa, Cheryl Benard, Lowell H. Schwartz, Peter Sickle'ın imzalarını taşıyan rapor, önce Soğuk Savaş dönemini anımsatıyor.
O dönemki tehlike, nükleer silaha sahip Sovyetler Birliği'nin liderliğindeki komünizmdi.
Amerika, komünizmle mücadele için anti-komünist sendikalara, öğrenci derneklerine, yayın organlarına, siyasi partilere maddi destek yağdırdı. 1950'li ve 60'lı yıllarda ABD'nin parasal ve ideolojik desteğiyle palazlanan bu örgütler, sosyalizmin altını oymakta başarılı oldu.
Rand'a göre bugünkü tehdit "terörist eylemlerle Batı'ya saldıran Cihat hareketi..."
Rapor burada İslam ile Batı arasında bir "medeniyetler çatışması" değil, "geleneksel Vahabi İslamcılar"la "ılımlı Müslümanlar" arasında bir iç çatışma yaşandığı teşhisini yapıyor. Batı'nın bu çatışmada "yabancı taraf" olarak müdahalesinin sonuç vermeyeceğini, ama ılımlı Müslümanlara destek olabileceğini belirtiyor.
Soğuk Savaş'ta Sovyet yayılmacılığına karşı yapıldığı gibi, ılımlı Müslüman ağının genişlemesi için Amerika'nın "Marshall yardımı" türü bir destek programını yürürlüğe koymasını öneriyor.
* * *
Raporda Sufilerle ortaklık ihtimalinden söz edilirken Türkiye ile Malezya'nın adı birlikte zikrediliyor.
Peki kimler desteklenmeli?
İşte Rand'ın listesi:
1) Liberal ve laik Müslüman bilim adamları ve aydınları,
2) Genç ılımlı Müslüman akademisyenler,
3) Toplumsal önderler,
4) Kadın hareketi öncüleri,
5) Ilımlı gazeteciler ve yazarlar.
Bu faaliyetlerin İslam ülkelerinde değil, Batı'daki Müslümanlar arasında başlatılması, oradan diğer ülkelere yayılması tavsiye ediliyor.
* * *
Raporda bahsedilen ılımlı liderlerden biri Fethullah Gülen...
Gülen'in "ılımlı, modern, Sufi İslam"ı temsil ettiği belirtilerek şöyle deniliyor:
"Gülen, Hıristiyan ve Yahudilerle diyalog çalışması başlatmış, iki kez Patrik Bartholomeos ile görüşmüş, 1998'de Roma'da Papa'yı ziyaret etmiş ve İsrail'in Haham başının ziyaretini kabul etmiştir."
Rapora göre Gülen, "Devletin İslami yasalar dayatmasına karşı çıkıyor. İslami kuralların çoğunun, yönetimden ziyade insanların özel yaşamını ilgilendirdiğini vurguluyor. Bir inancın gereklerinin tüm topluma empoze edilemeyeceğini savunuyor."
"Demokrasinin İslamla, cumhuriyet fikrinin İslamın 'şûra' kavramıyla uyumlu olduğuna inanıyor. Düşüncelere katı denetim uygulayan her tür otoriter rejime karşı çıkıyor. İran, Suudi Arabistan rejimlerini eleştiriyor. Onun hoşgörüye dayalı, fanatizme kapalı 'Anadolu İslamı' yorumu, Araplarınkinden farklı..."
Bu son özellik, raporda aynı zamanda bir dezavantaj olarak vurgulanıyor:
"Gülen 'Türk İslamı'nı savunduğu için Türk kültürel sınırları dışında propaganda yapması zor olabilir."
* * *
70'lerde kimlerin maaşını ruble ya da dolarla aldığı merak edilirdi.
Günümüzde insan en çok Amerika'nın "ılımlı İslam Müslüman ağı" oluşturmak için maddi olarak desteklediği aydınları, akademisyenleri, toplumsal önderleri, gazeteci ve yazarları merak ediyor.
can.dundar@e-kolay.net
27.09.2007 Milliyet

DÜN 'FÜRUATA AİT', BUGÜN 'DİNİN AÇIK EMRİ'

Peki, ne oldu da o gün başörtüsü "Füruata ait" sözü öne çıkarken bugün "Başörtüsü dinin açık emridir" sözü başlığa çıkıyor? - Mahmut Övür'ün yazısı...
09.02.2008 09:13

Fethullah Gülen 97'den bugüne değişti mi?

Meclis'te türban meselesi çözülse bile siyasal sonuçları bitecek gibi görünmüyor. Tabii bir özgürlük sorunu noktalanmış olacak ama çözme biçimi daha çok tartışılacak.
Çünkü türban meselesinin demokratikleşme paketinin bir parçası olarak değil özel ele alınması, sadece laiklerle İslamcı kesimler arasında değil, demokrat aydınlarla muhafazakar aydınlar arasında da tartışma yarattı.
Bu, kısa sürede dinecek gibi de görünmüyor.
Şimdi bu tartışmaya bir yanıyla Fethullah Gülen Hoca da katıldı.
Siyasete ve siyasetle iç içe geçmiş meselelere hep mesafeli duran Gülen'in, önceki gün yaptığı başörtüsüyle ilgili açıklaması siyaset kulislerinde farklı yankılandı. Konu dini bir konu da olsa kimilerine göre "siyasi simge" olarak tartışılması nedeniyle, siyasetle iç içe geçmiş durumda.
Öyle veya böyle çözümü de bir siyasi mücadeleyle gerçekleşiyor.
İşte bu noktada Gülen'in tavrı dikkat çekiyor.
Fethullah Gülen son röportajında çok net ve açık bir tavır koydu ve başörtüsü dinin açık emridir" açıklamasını yaptı.
İçinde bulunduğumuz bu tartışmalı süreçte böylesine net ve kesin açıklama yapılması, 11 yıl önce yapılan bir söyleşiyi hatırlattı.
Şimdi o dönemlere gidelim.
28 Şubat sonrasıydı. O günlerde de türban tartışması vardı ve daha önemlisi post modern bir darbe süreci yaşanıyordu.
O sıcak ve gerilimli günlerde Fethullah Gülen'in Yeni Yüzyıl gazetesinde uzun bir röportajı yayınlandı.
Tarih 20 Temmuz 1997...
'Füruat' mı, 'dinin emri' mi?
Nevval Sevindi'nin yaptığı ve birçok konuda "ezber bozan" röportajın en çok yankı yaratan bölümü ise başörtüsüyle ilgiliydi.
Sevindi soruyor:
"..Yani kadınların başını örtmesi şart mıdır?
Gülen gerçekten şoke edecek bir cevap veriyordu:
"Kadının başını örtmesi meselesi bir iman meselesi ölçüsünde önemli değildir. Allah'a karşı kulluk, umumi manada kulluk meselesi ölçüsünde önem arz etmez bunlar. Başörtüsü füruata ait meselelerdir . Nitekim yani Allah'a iman meselesi ta Mekke'de efendimize tebliğ edilmiş. Namaz meselesi orada bize farz kılınmış, daha sonra zekat farz kılınmış. Ama tesettür meselesine gelince biraz farklı. Zannediyorum peygamberliğin 16'ncı, 17'nci senesinde Müslüman kadınların başları açıktır."
Gülen'in bu yaklaşımı döneme damgasını vuran "hoşgörü" sürecine de önemli katkı sunan bir yaklaşımdı.
Ama aynı zamanda İslami cemaatler arasında ciddi bir tartışma da yaratmıştı.
Özellikle başörtüsünü "Füruata ait mesele" diye nitelemesi, sadece kendi cemaatinde dalgalanma yaratmamış öteki cemaatlerin de hışmına uğramıştı.
Aradan tam 11 yıl geçti.
Birkaç gün önce bir internet sitesinde Fethullah Gülen aynen şöyle diyordu:
"Tesettür, gerçi dinin esasını teşkil eden imani meselelerden değildir; İslam'ın beş şartı arasında da yer almaz. Fakat, Kur'an'ın açık emridir. Farziyeti, hem Kur'an'la, hem Sünneti sahiha ile, hem de 14 asırlık İslam tarihindeki uygulamalarla sabittir. Nur Suresi'nin 31. ayetinde mü'min kadınların başlarını, boyunlarından ve göğüslerinden açık bir yer bırakmayacak şekilde örtmeleri emredilmektedir. Dinin bu konudaki emirleri mezkur ayetle de sınırlı kalmamıştır."
İki yaklaşım arasında benzerlikler olduğu kadar önemli farklar olduğu da kesin.
Peki, ne oldu da o gün başörtüsü "Füruata ait" sözü öne çıkarken bugün "Başörtüsü dinin açık emridir" sözü başlığa çıkıyor?
Mahmut Övür - Sabah

25 MİLYAR DOLARI YÖNETİYOR

27 Haziran 2008 09:17
ABD’de Yeşil Kart başvurusu reddedilen Fethullah Gülen’in Pennsylvania’daki Özel Hukuk Mahkemesi’nde görülen davasında savcı cemaatin 25 milyar dolarlık bir malvarlığını yönettiğini bildirdi. Savcı, Gülen’in iddia edildiği gibi eğitim uzmanı değil, dini veya siyasi lider olabileceğini belirtti
YEŞİL Kart başvurusu reddedilen Fethullah Gülen’in, ABD Vatandaşlık ve Göçmenlik Servisi aleyhine açtığı davada, Gülen’in finans kaynakları, dini ve siyasi kimliği ile ilgili çarpıcı ifadeler yer alıyor. Pennsylvania’daki Özel Hukuk Mahkemesi’nde görülen davada savcı, Gülen’in "öğretim yöntemleri geliştirmiş bir eğitimci" olmadığını savundu, cemaatin 25 milyar dolarlık bir malvarlığını yönettiğini iddia etti.

Dini lider yapar

Savcı Mary Catherine Frye’ın, yargıç Dalzell’e sunduğu son belgede ise ABD Vatandaşlık ve Göçmenlik Servisi ile temyiz mahkemesinin Fethullah Gülen’in başvurusunu reddetmekle doğru karar verdiği belirtiliyor. Gülen’in avukatları tarafından mahkemeye sunulan bir makalede, Gülen’in 1960’lı yıllarda çocuklar için dini yaz kamplarında dersler verdiği ve Türk-İslam sentezi fikrine uygun, çağdaş İslami faaliyetler sunacak özel eğitim kurumları açma düşüncesinin büyük takdir topladığı belirtiliyor. Bunu değerlendiren savcı Frye, "Bu aktiviteler kendisini eğitim uzmanı değil, dini ya da siyasi lider yapar" diye görüş bildirdi. Savcı Frye, Gülen’in uçsuz bucaksız holdingleri olan dini ve politik bir hareketin lideri olduğunu belirterek, şimdiye kadar başarı diye gösterdiği tüm çalışmaların kendi hareketi tarafından finanse edildiğini, ancak bunların dava ile ilişkili olmadığını, göçmenlik bürosunun hata yaptığına dair kanıt olmaması nedeniyle kararın onaylanması gerektiğini ifade ediyor.

Sitesinde yazdı

Gülen’in mahkemeye kendi iddiasını sağlamlaştırmak için sunduğu Avustralyalı Margaret Coffey’in yönettiği bir radyo programının kayıtları da savcı Frye tarafından değerlendirildi. Coffey’in şu ifadeleri Frye tarafından kayıtlara geçirildi: "Gülen hareketi, sermaye ile organize bir hareket olmadığını, hiyerarşik bir yapı ya da yetki ve sorumluluk sistemi içinde çalışmadıklarını iddia ediyor. Ama, 2006’da Gülen’in internet sitesinde yer alan bir yazıda; Gülen hareketinin 25 milyar dolarlık bir değere ulaştığı, Zaman başta olmak üzere pek çok gazete, televizyon kanalları, dergiler, bir banka, 600’den fazla okul ve Virginia International University dahil 6 üniversiteyi yönettiği belirtiliyor."

Ha Picasso ha Gülen

Davanın savcısı Mary Catherine Frye’ın "Gülen’in kürsüde konuşma yaptığına dair bir delil yok, nasıl olağanüstü yetenekli bir eğitimci bu" sözlerine Gülen’in avukatları şu şekilde açıklama getiriyor:

"Eğer Picasso’nun eserleri bir galeride sergileniyor da, Picasso orada yoksa bu bir Picasso sergisi değil midir? Müvekkilimizin çalışmaları tüm konferanslarda sergilendi, akademik materyaller sunuldu."

Gülen’in Pennsylvania’da açtığı itiraz davasında avukatları bu defa Gülen’in, ilahiyat ve politikada üstün yetenekli bir bilim adamı olduğunu ileri sürdüler. Daha önce savcı tarafından eğitimde bir metodolojisi olmadığı belirtilen Gülen’in avukatları müvekkillerinin eğitim metodolojisinin 4 kategoriden oluştuğunu kaydettiler. Bunlar "Dini hoşgörüyü laik müfredata entegre etmek, para hırsı için çalışmayan tecrübeli öğretmenleri çalıştırmak, okullara özel finansörler bularak politikacıların etkisi dışında tutmak ve aile ile toplumdan destek almak" olarak sıralandı.
Hürriyet

"Rabb'in Aciz Kulu" Fetullah Gülen'den "Pek muhterem Papa Cenapları"na



Pek muhterem Papa Cenapları,

Üç büyük dinin doğum yeri olarak bilinen toprakların dünyayı daha iyi yaşanabilir bir mekan kılma yolundaki kutsal misyonumuzu tam manasıyla bilen Türk halkından size en içten selamları getirdik. Yoğun gündeminizde bize zaman ayırarak sizinle müşerref olmayı bahşettiğiniz için zat-ı alilerinize en derin kalbi teşekkürlerimizi sunarız.

Papa 6. Paul cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinler arası Diyalog İçin Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik. İslam yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bunda en çok suçlanacak olan Müslümanlardır. Uygun bir yerdeki vakitli bir gayret bu yanlış anlamanın büyük oranda azalmasına katkı sağlayabilir. Müslüman dünyası, İslam'ın asırlarla ölçülen yanlış algılanmasını silip atacak bir diyalog imkanını bağrına basacaktır.

Beşeriyet, çelişen görüşler ortaya koydukları gerekçesiyle, zaman zaman bilim adına dini, din adına da bilimi inkar etmiştir. Bilginin tamamı Allah'a aittir ve din Allah'tandır. O halde bu ikisi nasıl çelişebilir? İnsanlar arasında anlayışı ve hoşgörüyü artırmaya yönelik dinler arası diyaloğa yönelik ortak gayretlerimiz çok iş görebilir.

Kendi memleketimizde şimdiye kadar çeşitli Hıristiyan mezheplerinin liderleriyle diyalog içinde olduk. Bu naçiz gayretlerin boşa çıkmadığını acizane ifade etmek isteriz. Amacımız bu üç büyük dinin inananları arasında hoşgörü ve anlayış yoluyla bir kardeşlik tesis etmektir. Bizler bir araya gelmek suretiyle sözde medeniyetler çatışmasının gerçekleşmesini görmek isteyen yolunu şaşırmış ve şüpheci kimselere karşı dalgakıranlar gibi, isterseniz bariyerler gibi deyin, karşı durabiliriz.

Geçen yıl bazı ünlü uluslararası bilim adamlarının katıldığı medeniyetler arası barış ve diyalog konulu bir sempozyum düzenledik. Bu gayretin başarısından aldığımız teşvikle bu tür etkinlikleri tekrarlamak istiyoruz. Halihazırda üç büyük dinin bağlıları arasındaki bağları güçlendirmeye yönelik olarak dinler arası diyalog konusunda Vatikan'ın da temsil edileceğini ümit ettiğimiz bir konferans düzenleme sürecinde bulunuyoruz.

Yeni fikirlerimiz varmış iddiasında bulunmuyoruz. Yine müsamahanıza sığınarak, bu misyonun hedeflerine yakından hizmet etmek için üstlenmek istediğimiz birkaç teklifte bulunmayı arzu ediyoruz. Hıristiyanlığın üçüncü bin yılına girişi münasebetiyle yapılacak kutlamalar vesilesiyle Ortadoğu'daki Antakya, Tarsus, Efes ve Kudüs gibi bazı kutsal yerlere müşterek ziyaretleri içeren birçok etkinlikler önermek istiyoruz. Bunu Sayın Cumhurbaşkanımız Demirel'in, cenaplarının ülkemizi ziyaretine ve mezkur kutsal mekanları göstermeye davetini tekrarlamak için bir fırsat addediyoruz. Anadolu halkı size misafirperverliğini göstermeyi ve şevkle selamlamayı hararetle beklemektedir. Filistinli liderlerle diyalog kurmak suretiyle Kudüs'ü birlikte ziyaret etmemize davetiye çıkarabiliriz. Bu ziyaret bu mübarek şehri Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanların, hiçbir kısıtlama, hatta vize dahi olmaksızın serbestçe ziyaret edebileceği uluslararası bir bölge olarak ilan etme gayretlerine yönelik dev bir adım teşkil edebilir.
Üç büyük dinden liderlerin işbirliği ile, ilki Washington DC'de olmak üzere muhtelif dünya başkentlerinde bir konferanslar serisinin gerçekleştirilmesini teklif ediyoruz. İkinci serinin zamanı için Hz. İsa'nın doğumunun 2000. yıldönümü ideal olabilir. Bir öğrenci değişim programı da çok faydalı olacaktır. İnançlı genç insanların birlikte eğitim görmesi birbirlerine yakınlıklarını artıracaktır. Öğrenci değişim programı çerçevesinde üç büyük dinin babası olduğu ikrar edilen Hz İbrahim'in doğum yeri olarak bilinen Urfa şehrindeki Harran'da bir ilahiyat okulu kurulabilir. Bu, ya Harran Üniversitesi'ndeki programların genişletilmesi suretiyle ya da üç dinin ihtiyaçlarını da temin edecek şumullü bir müfredata sahip bağımsız bir üniversite şeklinde gerçekleştirilebilir. Önerilen programlar aşırı büyük işler gibi algılanabilir; ama bunlar erişilmez değildir. Dünyada iki tip insan vardır. Bazıları kendilerini topluma adapte etmeye çalışır. Diğer bazıları ise topluma uymaktansa toplumu kendi değerlerine adapte etmek ister. Toplum bütün ilerlemeleri bu ikinci tip insanlara borçludur. Onları yarattığı için Rabb'e şükürler olsun.
M. Fethullah Gülen
Rabb'in aciz kulu
9 Şubat 1998

14 Mayıs 2009 Perşembe
"Güç ve İktidar Kavgası"
AHMET N. GÜVENER

Ak Parti’li politikacıları bile rahatsız edecek ölçüde pervasız bir tavırla kadrolaşmakta olan bu cemaatin hedefi, Türkiye’nin iktidarını elde etmektir.Bu sözler Boyut Haber yazarlarından AHMET N. GÜVENER'e ait.Yazar Ahmet Güvener, Gülen grubunun amacını şu cümlelerle özetled....İşte O yazı:

Gülen cemaatinin tek amacı siyasi güç ve iktidardır.
Ne zaman Fethullah Gülen cemaatinin tarzını ve siyasî manevralarını eleştiren bir yazı kaleme alsak, derhal düğmeye basılmış gibi standart eleştiri ve yorumlarla karşılaşıyoruz. Ne denilmekte bu eleştiri ve yorumlarda: Nasıl olur da siz Fethullah Gülen gibi bir din alimini eleştirirsiniz? Soru kökten yanlış. İslam tarihinde görüşleri eleştirilmeyen kaç İslam alimi var acaba? Peki Fethullah Gülen hazretleri onlardan daha mı büyük? Kaldı ki biz Fethullah Gülen’i, vaazlarında naklettiği bilgilerden ötürü mü eleştiriyoruz?
Gelin durumu özetleyelim: Fethullah Gülen’in başını çektiği bir cemaat, İslâmî hassasiyetlerle yıllar yılı hareket ettikten sonra belli bir güce erişmiştir. Bu süreçte, kimi siyâsî kombinasyonlar içinde bulunmuş, İslâmî hassasiyete sahip bir topluluktan ziyâde, güç peşinde bir lobi gibi hareket etmiştir. Çeşitli güç grupları arasında denge siyaseti güden cemaat bir gün, güç konusunda fazla öne çıkmış, siyasetin en tepesine tırmanmak ve iktidarı büsbütün elde etmek için atılgan bir tavır içine girmiştir. İşte cemaatin o günü, bu gündür.
Fethullah Gülen ve cemaati açıkça güç mücadelesi içindedir. Bunu yaparken de, bir İslâm sûfisi gibi veyâ bir ahlakçı gibi davranmaktan ziyâde, basbayağı partizan ve militan bir tutum içindedir. Tuhaf olan şu ki, partizan ve militan tavrın dibini bulan cemaat mensupları, kendilerine yönelik her eleştiride, cennetle müjdelenmişlere özgü bir zırh arkasında olmaları gerektiği pozuna bürünüvermektedirler. Senin aradığın iktidar ve güç iken, bu gücü elde etmek için hiçbir sınır tanımadan saldırıyorsan, ben ne diye sana peygamberlerin hak ettiği saygıyı göstereyim ki? Eğer istediğin güç ve iktidarsa, bu istek için her türden manevraya girişiyorsan, ben de sana yanlış gördüğüm yerde niye eleştiri yöneltmeyeyim ki?
Fethullah Gülen cemaati şu an açıkça Ak Parti’den yanadır ve bu partinin iktidarını son haddine kadar istismar etmektedir. Ak Parti’li politikacıları bile rahatsız edecek ölçüde pervasız bir tavırla kadrolaşmakta olan bu cemaatin hedefi, Türkiye’nin iktidarını elde etmektir. Fethullah Gülen cemaati, bu uğurda önlerine çıkan her engele bütün gücüyle ve ahlakî sabitelere boş vererek saldırmaktadır. Bürokraside kadrolaşan Gülen cemaati, kendilerinden olmayan herkesi yokluğa mahkûm eden bir taassup içindedirler. İslâmî hassasiyetlere sahip olan fakat Gülen’e biat etmemiş herkes, bu cemaatin ayrımcılığı karşısında şaşkınlık içindedir. Türkiye’de İslâmî cemaatler ilk kez böyle bir ayrımcı ve güç tapıncına ayarlı tavırla karşı karşıyadırlar.
Gülen cemaatinin son hamlesi, Saadet Partisi ve genel başkanı Numan Kurtulmuş aleyhine kampanyalara girişmek oldu. Ortodoks Patriği’ne, Hahambaşı’sına, Süryani liderine, eski Maocu yeni Gülen’ci liberallere gösterdikleri hoşgörüyle çelişen bir öfkeyle Saadet Partisi’ne ve Numan Kurtulmuş’a saldırmaktadırlar. Sebep basit: Güç ve iktidar kavgası. Herhalde bu saldırıyı da, Asr-ı Saadet ahlakıyla telif etmezler!
Sorun, Numan Kurtulmuş’un Cumhuriyet gazetesine röportaj vermesi imiş. İyi de pek muhterem cemaatçi arkadaşlar, sizin gazetenizde yer verdiğiniz her türden gayrı-millî ve Batı’cı adamdan yer kalsa da, Numan Kurtulmuş’a bir yer verseniz de, memleket aydınlansa. Üstelik anlaşılamayan şu, Ak Parti’li pek çok dostumuz bile Numan Kurtulmuş ismine sıcak bakarken, size ne oluyor? Yoksa siz, Numan Kurtulmuş’u kullanamayacağını bilen ABD’li dostlarınız adına mı kaygılanıyorsunuz? Sizin aranız daha iyidir onlarla. O ABD’li dostlarınıza deyin ki, Numan Kurtulmuş’tan ve Saadet Partisi’nden kaygılanmakta çok haklılar. Çünkü Saadet Partisi, ABD emperyalizminin ve onun yerli işbirlikçilerinin canına okumaya kararlıdır. Ha bu arada, şunu da unutmamak lazım: ABD kullandığı hiçbir gruba ve kişiye daha sonra hayat hakkı tanımamıştır. İşi bittikten sonra o grupları ve kişileri kullanıp atmıştır.
Son olarak belirtmekte fayda var: ABD desteğiyle iş görmüşlere yönelen hiçbir tasfiyede taraf olmayacağımı, bu kesimden bir zaman sonra yükselmesi muhtemel “yetişin ey Müslümanlar“ çağrısına aldanmayacağımı ve bu imdat arayışına “eden bulur” diye mukabelede bulunacağımı şimdiden ilan ederim.

BOYUTHABER.COM

TESETTÜR AYRINTI DEĞİLDİR
Mehmet Şevket Eygi

İMANIN şartları 6, İslâm'ın şartları 5'tir demek, onlardan başka şart olmadığı manasına gelmez. İmandaki 6, İslâm'daki beş şarttan maksat ana, temel, en esaslı şartlardır. Bunlardan başka şartlar da vardır:

1. Kur'ân'daki bütün muhkem kesin farzları, emirleri, yasakları kabul etmek.

2. Peygamber Efendimizin bir tevâtür yoluyla ulaşmış bütün kesin emirlerini, yasaklarını kabul etmek.

3. Allah'a, Resulüne ve "bizden olan" ulü'l-emre itaat etmek.

Adalet de İslâm'ın şartlarındandır. Adaletin din şartlarından olmadığını kim iddia edebilir?

Erkekler ve kadınlar için tesettür-i şer'î de şarttır. Çünkü tesettür Kitab, Sünnet, icmâ-i ümmet ile kesin bir farzdır.Münkiri mürted olur.

Cihad fî sebilillah da İslâm'ın şartlarındandır.

Kadınların tesettür için, o İslâm'ın şartı değildir, füruattır, ayrıntıdır demek son derece yanlış ve tehlikeli bir söylemdir. Tesettürün iki vechi vardır:

Birincisi imanla, inanmakla ilgilidir. Mü'min, tesettür emrinin Kitab ile, Sünnet ile, icmâ-i ümmet ile farz olduğuna inanacaktır.

İkincisi uygulamakla ilgilidir. Mü'min, tesettürün farz olduğuna inanmalı ve bunu hayatına, hayata uygulamalıdır.

Bu uygulamayı yapmaz ise tesettüre iman ettiği taktirde büyük günah işlemiş olur. İnanmazsa küfre düşer.

İslâm'daki bütün farzların, haramların, kesin emirlerin ve kesin yasakların inançla ilgili tarafları vardır. Onların farz, haram, emir, yasak olduğuna inanmak...

Şeriat hükümlerine, fıkha asla ayrıntı denilemez.

Din dilinde füruat başkadır, lügavî bakımdan teferruat (ayrıntılar) başkadır. İslâm'ın füruatı, teferruat değildir.

Namazın farz olduğuna inanılacak. Onu kılabilmek için fıkıh kitaplarındaki füruata ait bilgiler öğrenilecektir.

Akaid, fıkıh, tefsir, hadîs, ilmihal kitaplarında yazılı olan kesin farzlara, haramlara, emir ve yasaklara teferruat demek, şayet bu kelime ile o hükümler hafife alınıyor, önemsemezlik yapılıyorsa son derece tehlikeli ve vahim bir durum mevzuubahistir. Böyle bir şeyden Allah'a sığınırız.

İslâm'ın en önemsiz ve küçük görünen kesin hükümleri bile kutsaldır. Onlara hürmet edilmelidir, onlar asla küçümsenmemeli hafife alınmamalıdır.

Tesettür-i şer'î nedir?

İnanılması gereken kesin bir emirdir.

Bir farz-ı ayndır.

Kutsal bir hükümdür.

İslâm'ın ve Ümmet'in şiarıdır, bayraklaşmış bir sembolüdür.

Kesinlikle önemsiz bir ayrıntı, bir teferruat değildir.

Bunları bilmek ve söylemek için âlim olmak gerekmez. Bu bilgiler tevâtür derecesine ulaşmış kesin hükümlerdir.

İslâm'da kadınların başlarını örtmesi gerekmediği iddiası, koyu bir cehalete veya kötü niyete makrun bir hezeyandır.

Cumhur-i ulema ve ehl-i sünnet ve cemaat yolunda giden hiçbir Müslüman böyle bir hezeyan sarf etmez.
/..)
Şer'î tesettür ikiye ayrılır: Birincisi, vücudunu gereği gibi örtmek. İkincisi, namahrem erkeklerle ihtilat etmemek. Bu ikinci tesettürü bilen azdır.

Her amelde olduğu gibi tesettürde de niyet önemlidir.

Muhadderat-ı İslâmiye'nin (Müslüman kadın ve kızların) Allah rızası için örtünmeleri gerekir.
Milli Gazete
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Hzr 03, 2009 8:20 pm    Mesaj konusu: Fethullah Gülen'den U.Dündar'a Mektup! Alıntıyla Cevap Gönder

Peren Birsaygılı
Türkçe olimpiyatları mı, çocuk simsarlığı mı?

Türkçe Olimpiyatları’ndaki çocukları gördünüz mü?

Tanzanya’lı, Mogolistan’lı, Gana’lı ya da beyaz adam tarafından geri bırakılmış başka topraklardan gelen bir sürü çocuk vardı orada…

Yani önce adeta birer vahşi hayvan gibi avlanan, ardından ise eğitilip ehlileştirilerek! önümüze getirilen bir sürü minik beden…

Güzel gözlerini kocaman açmışlar, yüzlerinde şaşkın bir gülümseme birbirlerinin peşi sıra sahneye gelerek türkü söylemeye, kolbastı oynamaya veyahut şiir okumaya çalışıyorlardı…

Ve bu minik bedenler, gizli emperyalist güdülerle el çırpan kalabalıkların çıkardıkları gürültü içerisinde iyice şaşkına dönerken, kalemi de yüreği gibi temiz olan bir hanımefendi gerçek erdemin çoğu kez kalabalığın aksine gitmek olduğunu somut biçimde ispat etti bizlere.

Çok değerli dostum Emine K. Arslaner, ajans724.com sitesinde muazzam bir yazı kaleme alarak bu konudaki düşüncelerime tercüman oldu adeta.

Zira Robert Koleji, Saint Joseph, Notre Dame de Sion gibi okullarda uygulanan eğitim felsefesi, misyonerlik faaliyeti olarak yorumlanırken, aynı reflekslerle yola çıkıp geri kalmış ülkelerde; sessiz sakin, gözden ırak gönüllere yakın bir Türk milliyetçiliğini idealize eden okullar açmanın ne büyük bir çelişki olduğunun altını çiziyordu Emine K. Arslaner.

“Kendine yapılmasından hoşlanmadığın şeyi başkasına da yapma” şeklindeki İslami desturu merkez alarak düşündüğünde bu faaliyetlere içini rahatlatacak bir isim bulamadığından yakınıyor ve işte bu yüzden ne Kızılderili uşaklarının semah gösterisinin, ne Zimbabveli yavrucağın çaldığı sazın, ne de Tanzanya’lı ufaklığın okuduğu İstiklal Marşı’nın onu duygulandırdığını dile getiriyordu.

Ve Türkçe Olimpiyatlarının arkasında yatan mantığı anlamadığını ve hiçbir zaman da anlamayacağını söylüyordu.

***

Emine K.Arslaner’in yazısını okuduktan sonra, ehlileştirerek! önümüze getirilmiş olan o yavrucaklar tekrar gözümün önüne geldi.

Heyecandan titreye titreye Türkçe şiir okuyan Tanzanya’lı ufaklığı, kolbastı oynayan Gana’lı çocukları ve doruklarda yaşanan bir rasizmin gölgesinde kan ter içinde “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” diye debelenen diğer çocukları düşündüm bir süre.

Türkü söyleyenler, halay çekenler ya da mehter marşı okuyanlar…

Onları karşımıza getirenler, ellerinde birer elma şekeri okul kapılarında bekleyen simsarları anımsatıyorlardı bana. Bu yavrucakların işte böylesine bir bekleyişin sonucu avlandıklarını düşünmekten alıkoyamıyordum kendimi.

Ve henüz akli baliğ bile olmayan bu yavrucakların gösterisini alkışladığımızda, zihin dünyalarına edilmiş olan korkunç tecavüzü de tasdik etmiş olmuyor muyuz, diye düşünmeden edemiyordum.

Yapılması gerekenin yerel kültürlerin geliştirilmesini desteklemek olduğunu neden göremiyoruz, diye soruyordum kendi kendime.

Asimilasyondan uzak durarak…

Zira Tanzanya’lı, Mogolistan’lı, Gana’lı ya da beyaz adam tarafından geri bırakılmış başka topraklardan gelen savunmasız yavrucakların, bizlerin yavan alkışları arasında okuduğu Türkçe şiir ya da oynadıkları kolbastı Osmanlı’yı değil Fransız veyahut İngilizlerden miras bir yapıyı çağrıştırıyordu bana.

Fransızlar Arap çocuklarını böyle Fransızlaştırmamış mıydı?

Peki ya İngilizler böyle kendilerine benzeterek çiğnemeye çalışmamışlar mıydı Hintli minik bedenleri ?

İşte bu yüzden, İngiliz’i Fransız’ı ya da Amerikalı’yı lanetlerken, aynısı bir zihniyet sonucunda ortaya çıkan bu gösterileri alkışlamanın nasıl büyük bir tutarsızlık olduğunun görmezden gelinmesini aklım havsalam almıyordu…

Belki de amaçlanan gerçekleşmişti işte bir kez daha…

Yine çocuk masumiyetinin arkasına sığınılmış, daima iyi bir pazarlama malzemesi olan minik bedenlerin masumiyeti kullanılarak bir kez daha avlanmıştık…

Adeta ellerinde elma şekeri, okul kapılarında bekleyen simsarları andıran amcalar, bu kez içi boş bir milliyetçilik üzerinden bir kez daha şirin görünüvermişti gözümüze işte…

perenbirsaygili@gmail.com

Haber10


03 Haziran 2009 Çarşamba
Fethullah Gülen'den U.Dündar'a Mektup!

Geçtiğimiz hafta Uğur Dündar'ın Arenası'nda hakkındaki iddiaları yalanlayan Ahmet Hakan bugünki köşesinde F.Gülen'in Uğur Dündar'a yolladığı mektubu yayınladı.

Ahmet Hakan Coşkun bugünkü köşesinde Fethullah Gülen'in, son günlerin en çok tartışılan isimlerinden Uğur Dündar'a "kısa bir süre önce" gönderdiği mektubu yayınladı. Gülen, Dündar'a gönderdiği mektuba, "“Çok değerli, saygıdeğer yazar, yapımcı ve gerçek aydın Sayın Uğur Dündar Beyefendi...sözleriyle başlıyor. Ahmet Hakan Gülen'in mektubuyla ilgili düşüncelerini ise 5 maddede sıraladı.

İşte O mektup ve Ahmet Hakan'ın yorumu:

"GERÇEK AYDIN UĞUR DÜNDAR"

“Çok değerli, saygıdeğer yazar, yapımcı ve gerçek aydın Sayın Uğur Dündar Beyefendi...

Her zaman olduğu, şu son aylarda bir linç kampanyasıyla üzerime gelindiği bir dönemde de ortaya koyduğunuz demokrat tavır, gerçekçi anlayış ve cesaret örneği, son derece takdire şayan ve mucib-i teşekkür olmuştur.

Herkes gibi akan zaman ve süratle değişen hadiseler çerçevesinde bazı görüş, düşünce ve tavırlarımda birtakım değişmelerin görülmesi tabii olmakla birlikte, bu fakiri yakından tanıdığınızı sandığım biri olarak, hiçbir zaman kimseyi, hele bir milleti aldatmayacağımı takdir edersiniz. Hakkımda bir linç kampanyası başlatanların da esasen bunu bildiğini, fakat maksatlarının başk a olduğunu da, mutlaka herkesten çok iyi biliyorsunuz.

İlk günden bu yana, gerçek ve sorumlu bir aydın sıfatıyla daima demokrasinin, evrensel insan haklarının ve insani özgürlüklerin müdafii olarak gösterdiğiniz performans, inanıyorum ki, nesiller için örnek olacak mahiyettedir.

Gösterdiğiniz civanmertlik ve ortaya koyduğunuz vefadan dolayı en içten teşekkürlerimi ve bu münasebetle kalbi hürmetlerimi arz eder, Cenab-ı Allah’tan sıhhat, afiyet ve mutluluklar dilerim."
(Fethullah Gülen)

AHMET HAKAN'IN YORUMU

Fethullah Gülen’in görüşlerine her zaman çok ama çok önem vermiş biri olarak... Benim bu satırlardan çıkardığım sonuçlar şunlardır:

BİR: Uğur Dündar gerçek ve sorumlu bir aydındır. İKİ: Uğur Dündar cesur ve demokrattır. ÜÇ: Uğur Dündar evrensel insan haklarının savunucusudur. DÖRT: Uğur Dündar civanmert bir insandır. BEŞ: Uğur Dündar için “vefa”, İstanbul’da bir semt adı değildir. ALTI: Uğur Dündar nesiller boyu örnek alınacak hasletlere sahiptir.

Serdar Akinan
Cemaat'te 'Gizli bir yapılanma' mı var?

Bundan bir süre önce SKYTURK ekranlarında Cüneyt Özdemir'i konuk ettiğim bir program sırasında konu 'Cemaat''e gelmişti.
Cemaat konusunda oldukça yetkin bir isim olan Utah Üniversitesi'nden Prof. Dr. Hakan Yavuz yayınımıza bağlanmış ve belli tespitlerde bulunmuştu.
Prof.Yavuz, o programda
iki çarpıcı tespitte bulundu:
1. Cemaat, Opus Dei'leşti (Opus Dei: 2.8 milyar dolar serveti, 15 üniversitesi, 97 teknik okulu, 36 ilköğretim okulu olan, Vatikan'ı ve Papa'yı yücelterek Kilise'yi ikinci planda gören, halen Vatikan'da ve Katolik dünyadaki en etkili ve örtülü, laik yapılanma)
2. Fethullah
Gülen Hocaefendi 28 Şubat'ta, ''Türban Füruattır (İkincil önemdedir) diyerek pozisyon almıştır.
Zaman Gazetesi'nden Hüseyin Gülerce ise o sırada yayınımıza bağlanarak bu tespitlere neden
katılmadığını anlatmıştı.
Bu yayından bir süre sonra Prof. Hakan Yavuz Türkiye'ye geldi ve bu kez onunla baş başa bir başka program yapabildik...
O programda da 'Gülen hareketi''nin yeni pozisyonuna ilişkin çarpıcı tespitlerde bulundu.
Yayın sonrasındaki sohbetlerimizden ve sonrasında olgunlaşan bilgilerden süreci kendimce okudum ve şu çıkarsamaları yaptım:
1.Cemaat yurtdışında ciddi bir sıkışmaya giriyor. Hollanda'da, Azerbaycan'da ve ABD'de de (Obama ekibi eski ajandayı terk ediyor) cemaate karşı, 'karar vericiler'' arasında yeni bir zihinsel pozisyonlama oluşuyor.
2. Ergenekon süreci toplumda derin bir bölünme yarattı. Bir kesim, cemaatin bu soruşturmayı etkilediği hatta yönettiği kanaatinde... Bu süreci Avrasyacı bir kanadın tasfiyesi olarak görüyorlar. Cemaatin ise bu tasfiyede taşeronluk yaptığı inancındalar... Bu algı uzun vadede, birçok nedenden ötürü, harekete çok ciddi zarar verebilir.
3. Fethullah Gülen, cemaat içindeki belli isimlerin bazı inisiyatifler oluşturduğunu fark etti. Harekete zararlar verildiğini ve öncelikle 'hızla değişen küresel süreçten ötürü'' bu inisiyatiflerin kısıtlanması gerektiğini gördü.
Bu arada cemaatin en etkili mecrası Zaman Gazetesi'nde Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı açılım kıvamında şu tespitleri yaptı:
(...)Her kurumda olduğu gibi TSK'nın içinde de suça karışanlar olabilir. Bu soruşturma TSK'nın itibarını zedelemeyeceği gibi aksine itibarını artıracaktır. TSK içinde faaliyet gösterdiğini kendi belgelerine açıkça yazan örgütün faaliyetlerinden bahsederken, 'sözde TSK içinde faaliyet gösteren' dememizden daha doğal ne olabilir? Örgütle TSK'yı özdeşleştirmemek için 'sözde' kelimesini kullanıyoruz. Türk ordusunu korumak, TSK'yı istismar edenlere mi kalmıştır?(...)
(...)Ordusuna şehitlik, gazilik bahşeden, kışlasına 'peygamber ocağı' diyen bu millet, Silahlı Kuvvetler'in kışlasından çıkarak siyasetle iştigal etmesini istemez. Asker ne zaman siyasete bulaşsa vatandaşın yüreği ağzına gelir. Çünkü tarihin en acı tecrübeleriyle sabittir ki, ordu ne zaman siyasete soyunsa o zaman diliminde en ağır yarayı Mehmetçik alır. Ona duyulan saygı zedelenir, sevgi sarsılır. Cumhuriyet'ten önce de bu böyleydi. Mustafa Kemal'in üniformayı çıkarmadan siyasete soyunan askerlere gösterdiği tepki, tarihi doğru okumanın ürünüydü. Atatürk, çok yerinde bir hamle yapmış ve üniformalı siyasete müdahale etmişti. İkisi bir arada olamazdı çünkü...(...)
Bu yazıların ardından Taraf Gazetesi'nde, TSK aleyhine gene bomba bir iddia ortaya atıldı... TSK içinde birileri AKP'yi ve Cemaat'i bitirmek için planlar yapmıştı.
Ergenekon soruşturması kapsamında Avukat Serdar Öztürk'ün ofisinde, iddialara gore, polisler bir belge buldular. Nisan 2009 tarihli ve Deniz Kurmay Albay Çiçek imzalı belgede Fethullah Gülen ve AKP'ye karşı yapılması planlanan bir dizi komplo sıralanıyordu. Haberin altındaki imza Mehmet Baransu idi... Dağlıca baskınında PKK ile TSK'nın ortaklaşa hareket ederek askerlerimizi öldürdüğü iddiası gibi onlarca 'bomba gibi'' habere imza atan Mehmet Baransu'nun yegane kaynağının emniyet istihbarat olduğu öne sürüldü. Peki, Mehmet Baransu Taraf'tan önce nerede çalışıyordu? Cemaat'in haber dergisi Aksiyon'da...
Bu gelişmeden hemen sonra bir ilk gerçekleşti... Hocaefendi, Herkül.org sitesinde uzun bir açıklama yaptı... İşte bana göre 'tarihi olan'' açıklamalar:
(...) Maruz kalınan haksızlıkları herhangi bir müesseseye mal etmek doğru değildir. Milletin göz bebeği olan bir müessesenin kredisine dokunan her şey bize de dokunur.(...)(...)Bazı kimselerin hatalarından dolayı bir müessesenin tamamını suçlamak doğru olmaz. O ordu, İstanbul surları dibindeki ordu... O ordu, Çanakkale'de düşmanla göğüs göğüse savaşan ordu... O ordu, Misak-ı Milli sınırlarını belirleyen ordu... O ordu, milli mücadele veren ordudur... Ve o ordu, gelecek adına da çok şeyler vaat etmektedir. Kim bilir, belki de düşünceleri kirli bir kısım kimseler yaptıkları çirkinlikleri o müessese üzerinden yaparak, ordumuzu karalamaya ve halkın nazarından düşürmeye çalışmaktadırlar. Ben meseleye böyle bakıyorum ve gönlüm şiddetle arzu ediyor ki, işin aslı da böyle olsun.(...)
Konuşmanın tamamından ve süreçten şunu okuyorum:
Gülen Hareketi yeni bir pozisyon alıyor.
Nasıl ki TSK, birçok asimetrik dinamikten ve süreçten ötürü, Ergenekon sürecinde, kendi içindeki bir kanadın tasfiyesine göz yumuyorsa...
Cemaat, aynı ve veya benzer dinamiklerin (ve sürecin) aleyhine işlediğini en üst düzeyde gördü...
Küresel sistem değişirken, Türkiye'nin en önemli sivil hareketi, kendi içindeki örtülü yapılanmayı (şayet varsa) tasfiye edip, belli alt paydalarda, devletle senkronize adımları içeride ve Avrasya coğrafyasında atmaya başlayabilir mi?
Göreceğiz.
İşaret fişeği bizzat hareketin kurucusu tarafından atılmıştır.

Akşam

İSLAMİ CENAHTA NELER OLUYOR?
25 Temmuz 2008

İBDA-C adlı örgütü yakınlığıyla bilinen Baran Dergisi'nin 81. sayısında, Fethullah Gülen cemaatine karşı çok sert ifadelere yer verildi.

Salih Mirzabeyoğlu'nun sözlerinden sık sık alıntılar yapan Baran Dergisi Türkiye'nin tartıştığı başta Ergenekon Soruşturması olmak üzere olaylar hakkında ilginç değerlendirmelerde bulundu.

İşte Baran Dergisi'nin İslami cenahta çok tartışılacak değerlendirmesi:

"Türkiye'de ve bölgede yaşanan bu savaş, daha önce defalarca ifade ettiğimiz gibi, her gözün göremediği, her aklında kavrayamadığı taraflar arasındadır.

"Ulusalcılık", "Ergenekon" gibi isimlerle yapılan saldırılar, sadece savaşın gerçek taraflarını perdeleme gâyesi gütmektedir. Savaşın bir tarafının "küresel çapulcular" olduğu doğru olmakla beraber, diğer tarafının "ulusalcılar/millîciler" olduğu ifâdesi hakikatin perdelenmesine yöneliktir.

İslâmcılığı küreselciliğin içinde gösteren hin anlayış, ulusalcılığı/millîciliği de karşı tarafa yerleştirerek gerçek kutuplaşmayı gözden kaçırmaya çalışmaktadır. Ulusalcı/millîcilerin dine karşı malûm tutumlarını ön plana çıkarıp, İslâmcıların da, bunların dine karşı tutumlarına karşı olan tutumlarını istismar ederek yürütülmek istenen tek şey, Batı'nın İslâm Coğrafyası'nı talan etme operasyonunu saklama girişimidir.

Neticede, bu girişimin sahipleri ne ulusalcı/millîcidir, ne de İslâmcı! Bilakis, din ve vatan düşmanı yasadışı Fetullah-Talabani-Barzani Örgütü'ne mensub Deccal Komitesi'nin kadınlı-erkekli bir avuç işbirlikçileridir.

Ergenekon iddianâmesi hazırlanır hazırlanmaz yasadışı bu örgüt tarafından dergimiz BARAN'a karşı başlatılan plânlı saldırı girişimlerini, devam etmekte olan savaşın "gerçek tarafları" zaviyesinden değerlendirmek gerekir.

Bütün bu hususlar gözönüne alınarak herkesin "İslâmcı"lığını, "vatansever"liğini, "anti-emperyalist"liğini, "millîci"liğini, "hak ve hürriyet mücadelesi"ni yeniden gözden geçirmesi bu süreçte kendini dayatmaktadır.

Odatv.com

İsrail’den İzin İstemek...
Mehmet Şevket EYGİ
8 Haziran 2010

1. Mavi Marmara barış ve insanî yardım gemisi İsrail'e değil, Gazze'ye gidiyordu. Binaenaleyh oraya gidebilmek için İsrail'den izin istemesi ve alması gerekmezdi. Gazze, İsrail toprağı değildir, orada bir Filistin hükümeti vardır, Filistin bayrağı dalgalanmaktadır.

2. Yardım gemileri oraya niçin gidiyorlardı?.. Siyonist devletin inatla sürdürdüğü; hukuka, ahlâka, insanlığa, vicdana, adalete aykırı bir ambargoyu kırmak için... Gazze halkı işkence, baskı, sıkıntı, yokluk içinde yaşamaktadır.

3. Siyonistler Türk barış ve yardım gemisine saldırarak hiç lüzumu olmadığı halde kan dökmüşler, sivil ve masum insanları öldürmüşlerdir.

4. İsrail ordusunun dünyanın en etik ordusu olduğu iddiası kocaman bir yalandan ibarettir.

5. İsrail ordusu erkek ve kadın Yahudi askerleri karışık olarak hizmette tutmaktadır ve bunun sonucu olarak Musevî ahlâkına uymayan günahlar işlenmektedir. Bu hususu, durumu bilen ve protesto eden dindar Yahudilere sorabilirsiniz.

6. İsrailli araştırıcı Danny Kaplan'ın "Brothers and Others in Arm: The Making of Love and War in Israeli Combat Units" başlıklı kitabı İsrail ordusunun ahlâk ve fazilet konusundaki kötü durumunu açıkça ortaya koymaktadır.

7. Siyonistler Nazi Almanyasının temerküz kamplarından bahs edip duruyor. Hiçbir Alman temerküz kampı, Gazze esir kampından büyük ve kötü olamaz.

Gazze ambargosunu kırmak için yola çıkmış olan yardım gemilerinin İsrail devletinden izin istemeleri gerektiği iddiasının hiçbir tutar tarafı yoktur.

Gazze ambargosu kaldırılmalı, sivil halka eziyet edilmemeli, çocuklar öldürülmemeli, dünyanın her yerinden mazlum Filistinlilere sivil yardım gelmelidir.

Millî Gazete
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Hzr 23, 2009 8:47 pm    Mesaj konusu: İslâmI Emperyalizm adIna tahrif hareketi: Fetullahçılık Alıntıyla Cevap Gönder

Dr. Aliye Çınar
GÜLEN CEMAATİ: Sosyolojik Bir Çözümleme

Bu yazıda F. Gülen cemaatine spekülatif rant tuzağı veya modern dindarlık türünden sathi bir etiket koymak yerine, yapının temel dinamikleri bir toplumbilimci perspektifiyle analiz edilecektir.

Bu çözümlemeye kalkışırken özellikle Max Weber ve Sabri Ülgener’in farklı alanlardaki analizleri hemen zihinlerde yankılanmaya başlamaktadır. Özellikle Max Weber’in, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu isimli çalışması, önemli bir kılavuz olarak karşımızda durmaktadır. Elbette bazı yönleri ufuk olarak görmek, tıpa tıp bir uyarlama değildir. Zira her bir oluşumun kendine has doğuşu ve gelişimi vardır. Toplumsal yapıların farklılığı bile başlı başına önemli bir ayıt edici faktördür.

Toplumsal çözülmemde ilkin “tavan” ve “taban” ikiliğinin zihniyet oluşmasındaki önemine Weber ve Ülgener birlikte dikkatimizi çekmektedirler. Weber’in asıl vurgusu negatif transferin nasıl gerçekleştiği yönündedir. Uzun zaman üstte, manastır hücrelerinde, içe dönük bir arınma ve nefis terbiyesi olarak sürdürülen düzenli yaşama pratiğinin (riyazetin/Protestan ahlakının), reform hareketiyle birlikte, dışa yani tabana açılması bambaşka bir insan tipi doğurmuştur. Tanrı’nın şanını, israfsız gösterişsiz, fakat oldukça disiplinli ve (dakikası dakikasına) istikrarlı çalışma ile yüceltmenin mümkün olacağına inanmış iş ve vazife insanı. Kafa yapısı ile kapitalist insana oldukça benzemekte önceki riyazet ahlakı ile yetişen prototip. Sadece çalışma ile yükselmeyi hedeflemiş sonraki.

Gülen cemaati için de bu “taban” ve “tavan” ikiliği oldukça önemlidir. Zira. F. Gülen dünyayı her ne kadar müritlerinin gözünde küçültmese de, kendi yaşamında sadece ruhani yükselmeyi merkeze koymuş, ruhani dünyaya gözünü dikmiş bir din lideridir. O, “Kalbin Zümrüt Tepelerinde” gezinmeye odaklanmış bir tasavvufî öğreti içindedir. Takipçilerinin onun bahsettiği dünyaya tam olarak çıkması ne mümkün ne de onların bunu anlaması beklenen bir durumdur.

Tıpkı Said Nursi’nin şakirtlerine “sizin hizmetiniz ile benim risale yazmam aynı. Siz de bu şekilde hizmet ediyorsunuz” diyerek, taraftarlarının vazifeyi yüceltmeye başlaması gibi, Gülen de aynı öğretiyi aşılamıştır. Aslında bu din liderlerinin söylemlerinden ziyade, taban ve tavan arasındaki mesafe sadece yüceltmeyle kapatılabilirdi. Elbette aradaki mesafeyi açtıkça açacak başka mekanizmalar da vardır. Çünkü ‘ilm eksenli bir hareket olmadığı için, (alternatif bir paradigma üretecek bilgi oluşmamakta), mucize, keramet ve keşf gibi tamamen gaybi anlatılar devasa boşluklar oluşturmaktadır. Müridin yapacağı tek şey “itaat”tir. Hizmet için gece gündüz çalışma önemlidir. Açıkçası tavanda olgunlaştırılan fikirler tabana kadercilik ve tevekkül olarak yayılmaktadır.

Esasında bu husus, İslam tasavvufu için de fazlasıyla geçerli bir durumdur. İnsan-ı kâmil, dünya ile manevi boyut arasındaki onmaz uçurumu kapatmak için vardır. Ancak kâmil insan teçhiz edildikçe garip bir şekilde sistem içindeki gedik devasa bir boşluk olmaya başlamaktadır. Sözünü ettiğimiz sistem içinde de bu boşluğu, hizmet, daha tinsel çabalarla doldurmaya gayret edecektir…

Türk okullarının yaptığı son gelime Türkçe olimpiyatları oldukça anlamlıdır. Büyük kıvılcımları elbette küçük jestler doğurur. Bu anlamda sonuçtan hareket edersek, Türkçeyi dünyaya tanıtıcı bir çaba Türkçe olimpiyatları. Oldukça da dikkat çekti ve başarılıydı. Ancak Türkçenin (manevi ve maddi) anlam dünyasını dili yeni öğrenenlere taşıyabilme konusunda dinamonun ne kadar dolu olduğu tartışılacak bir konudur. Zira itaat ahlakı, aynı zamanda taklit ruhunu perçinlemiştir. Yaratıcı ruh ve orijinal insan tipi ilelebet tatile çıkarılmıştır.

Tavan ve taban arasındaki mesafeyi sadece mekanizmanın kendi yapısı açmıyor, aynı zamanda seküler ve materyalist dış dünya da beslemektedir. Ayakta kalmak için elbette çok çalışılması gerekmekte, rekabetçi pazara göre. Tıpkı Protestan ahlakını kapitalist dünyanın beslemesi gibi.. Anlaşılması zor, ruhani yolculuğa çıkamayan müridin üzülmesine gerek yoktur. Onun da yapacağı pek çok yeni alternatif vardır. Hatta bütün kodlar aynı; sadece tersine çevrilecek ancak aynı yol izlenecektir. Yani hazır bir patent var elde, kimisi (x) yolunu kimisi (y) yolunu takip edecektir. Niyet önemli olduğu için! aynı tepelerde buluşulacaktır. Hizmete kendini adayarak bir nur neferi olmaması için hiçbir sebep yoktur. Yeter ki samimi olsun…

Bu uğurda, seküler dünyaya eklemlenilmekte zorlanıldığı vakit, gerektiği kadar müsamahakâr olunabilecektir. Çünkü bu da hizmet adına yapılacaktır. Dolayısıyla pek çoklarının sistemi seküler bir dindarlık olarak görmesi bu durumla ilgilidir.

Bu noktayı “tavan” ve “taban” arasındaki gerilim olarak görmek mümkünken, aşırı zühdün gizliden gizliye dünyaya temayülü getirdiği de söylenebilir. Zira F. Gülen’in evlenmemekle, dünyayı ikincil olarak algılayan duruşu elbette takipçilerinde zıt bir mekanizmayı besleyecektir. Görünüşte ihvan ruhu, gerçekte rekabet dünyası.

Metafiziksel bir gerilimle bu dünyayı önemsizleştiren ve manevi tepelerde gezemeyenin bir kıtmirden daha aşağı olacağını söyleyen bir liderin müritleri, tam bir fedakârlık ve adanışı zaten ideal olarak düşüneceklerdir. Gece gündüz yemek pişirmek eğer bu amaç uğruna ise, o da zümrüd-i anka olabilecektir…

(devam edecek…)

aliyecinar@gmail.com.
Haber10

Doç. Dr. Aliye Çınar
Gülen Cemaati’nin Dindarlık Tipolojisi-II

Dindarlık tipolojilerinden bahsetmek, zımnen kişilik tiplerinden söz etmek demektir. Şüphesiz konumuz kişilik ve gelişimi değildir. Bu konuya, dindarlık dolayımlaması üzerinden değineceğiz. Kişi/fert, dini kimliğini teşekkül ettirirken, dahası geliştirip sahiplenirken genellikle ya yansıtmalı özdeşim ya da yüceltme mekanizmasını benimser. Elbette istisnalardan ziyade, genel temayül ilgilendirmektedir bizi. Hemen söylemeliyiz ki yüceltme mekanizması, cemaat psikolojisinde oldukça önemli bir şablondur. Sadece taban değil, tavan için bile bu tür kişiliklerden bahsedilebilir. Çünkü tavan, aynadır aynı zamanda tabana. Özellikle tabanın dindarlık algısı daha önemli konumuz açısından.

Erikson'un “kimlik, özdeşimlerin bittiği yerde başlar” sözünü yedeğimize alalım ilkin. Cemaatin bir ferdi, dindarlık teşekkülüne küçüklükten itibaren başlamış olsa da kendi yatkınlığına tam bir mecra bulacaktır cemaatte. Önce “yüceltme” öne geçecektir. Cemaatin ferdinin gözünde, lider ve onun ideal hikâyesi (asr-ı saadet), bir daha gerçekle teması kurulamayacak kadar idealize edilmiştir. Tavan ve tabanın ruhundaki doldurulamayan açlıklar sadece yüceltmeyle tutunacak bir zemin bulabilmektedir.

Ancak işin ilginç yanı, Erikson’un dediği durumun tam zıddı işlemekte burada. Kimlik özdeşimin tam olarak kurulmasıyla başlamaktadır. Yüceltme ile birlikte özdeşim ilelebet devam etmektedir. Özellikle tabanda, özdeşimin bırakılması mümkün değildir. Sürekli özdeşim, fert olmayı göze almamak demektir.

Böylece dinî lider, bir otorite olarak, kişilerin dindarlığındaki dış güdümlü bir odak işlevini görecektir. Dolayısıyla içselleştirilmiş, irtifa kazanmış bir ruhsal coşku ve dinginlik yerini, tarafgirlik heyecanına bırakacaktır. Cemaat hakkındaki bir ilerleme ve gelişme hizmet ehline motivasyon sağlayacaktır. Dolayısıyla dindarlık, dış güdümlü olarak gelişirken, dogmatikliği ve fanatikliği beraberinde getirecektir.

Hoşgörü platformları ise işin bir başka ilginç görünümüdür. Konuşulan dinler arası diyalog ve hoşgörü ilanları, deruni dindarlığa ulaşamamış kişilikler için, farklı bir yol haritasını göstermektedir. Bu da modern toplumların “liberal”liğidir. Zira muhafazakâr kişi, mülk edinmeyi merkeze alırken; radikal, ötekinin özerkliğini vurgular. Liberal ise aynı anda iki ata binerek, hem muhafazakâr hem de radikal olur. Gülen cemaati bu anlamda liberal bir hareket havası estirmektedir. Böylece de politik bir dinî kisveye bürünmüştür.

Ancak bu liberallik elbette oldukça farklı bir biçim almıştır. Çünkü aynı zamanda adeta “farklılık” ve “seçilmişlik” ruhu, cemaatin deyim yerindeyse, lehimidir. Kaynak bu lehimle yapılmaktadır. Oysa çok iyi bilinmektedir ki “ayrıcalıklı” olma psikolojisi gerçekte, büyümenin önündeki en önemli engeldir. Bu durumda Freud’u ciddiye almakla kalmayıp, ona şapka çıkartmak durumunda kalırız. Çünkü yetişkinliğin, sadece gençlerin kurduğu bir fantezi olduğunu kabul etmeye zorlanırız.

Dolayısıyla cemaat, Erving Goffman’ın kavramıyla, neredeyse total/tavizsiz/zoraki bir kurum hüviyetine bürünür. Zaten cemaat, kendini bir tür eğitim kurumu olarak takdim etmektedir. Ancak cemaatten, zoraki kuruma geçişte, özgürlük ve keyfilik iptal edilir. Çünkü bu kurum, bundan böyle üyelerinin kendi başlarına kişisel ilişki geliştirmesinin önüne geçer. Zoraki Tabip gibi “zoraki şakird” de zoraki kişiliğe bürünerek, kişisellikten arınmaktadır. Bu kurumlardaki baskıyı, söz konusu çelişkili durum beslemekte (Zoraki kişilik/kişisellikten arınma). Zoraki cemaati canlı tutan, cemaatin ülküsünün tekrar tekrar yorumlanmasıdır. Yorum, ideal imgenin/ülkünün geri beslenmesinden başka bir şey değildir. İşin ilginci, ideal ile gerçek arasındaki mesafe oldukça açılmıştır. Bu mesafenin kişisel kimlik bazındaki kökü şüphesiz, yüceltme mekanizmasına kadar gider.

Aynı zamanda bu mesafenin açılmasını, cemaat içinde dolaşan sahte maneviyat (psödo-maneviyat) algısından da test etmek mümkündür. Gerçekte Allah’ın razı olması demek, aklı, gönlü ve adaleti bir denge haline getirip, nefsin erleri olan haset, kin ve öfke gibi unsurları ilelebet kovmak demektir. Bu hasletleri kovup ve rızayı (cennet) kazanabilmek, ruhsal dinginlik, ahenk ve huzurdur. Acaba bu sağlanmakta mıdır? Yoksa pamuk ipliğiyle bağlı bir manevi algı, yerini menfaat urganına mı bırakmıştır?

Bu durumda asıl yazının başlığını bir soru olarak soralım: Dindarlık tipolojisinden ne haber? Çünkü sahte maneviyat, zoraki kişilik ve zoraki dindarlık getirecektir. Allah’a hizmet yerini, “cemaate hizmet”e bırakınca, ruhu büyütücü bir iman tipinden değil de zihinsel olarak iknayı merkeze alan, inanç ve akide eksenli bir dindarlıktan söz edilir olacaktır.

Zaten her ne kadar Said Nursi’nin bizatihi kendisi, iman nuruyla eserler kaleme alsa da yazıları ve şakirtleri, inanç trenine binmek durumdadır. Çünkü risaleler, pozitivizme meydan okuyucu kelam (rasyonel ilahiyat!) risaleleridir. Böylece sistem kendi içinde oldukça tutarlıdır. Zaten hareket noktası, Yunus’un “cennet cennet dedikleri, birkaç huri birkaç güzel isteyene ver anları bana seni gerek seni” dediği öğretiye uzaktır. Cennete odaklanan bakış, aslında cemaatin ikbalinin büyümesine dönüşmüştür. Dindarlık algısı içinde bu durum, tam olarak muhafazakârlıktır: Mülk edinmedir diğer adı.

İman eksenli bir dinde dönüşüm, ruhun yükselmesi, yeni keşifler ve coşkular önemliyken, inanç merkezli bir dinde de rutinler çok önemlidir. Rutin etkileşimler oldukça karmaşıktır. Önceden kestirilemez pek çok şey. Kesinlikle bir alfabesi yazılamaz. Adı üstünde rutin olsa da (çünkü kalıplaşmış tutumlarda zaman şuuru oldukça perdelidir), cemaat lideri fertlerin “ibnü’l vakt” olmasını ister. Ancak kalıplaşmış davranış geliştirmeye yatkın olan bu fertler için basiretli olmayı (doğru zamanda, doğru eylemi/nerede ve nasıl davranılacağını) genellikle üst mercideki bir akl-ı selim verecektir. Böyle olunca dış güdümlü, otoriteryan, telkin ve taklit ve de itaat merkezli bir dindarlıktan, zoraki bir cemaat ve dindarlık çıkacaktır.

Dahası iman fiilinde kaygı ve şüphe her daim şu ya da bu şekilde mevcutken, cemaate odaklanan bireylerde bu kaygı gitmiştir. Çünkü gelecek kaygısı da yoktur. Böyle olunca dinin en önemli özelliği olan yaratıcı düşüncenin bastırıldığı söylenebilir. Bunun farkında olan cemaat lideri, imandaki korku motifini telkin ederek, derinlere gömülmüş olan ilgi, bağlılık ve bunu besleyen kaygıyı canlı tutmaya çalışmaktadır.

Ancak şu bir gerçek ki akan suyun yatağını bulması gibi, cemaat kendi hedefiyle ve mekanizmasıyla örtüşen ferdi bünyesine alacağı gibi, bu formata uygun kişilikler de kendilerine yatkın (bu) kurumu bulacaktır. Çünkü nerdeyse alternatif bir yapı gibi oluşan cemaat içinde ortalama bir kişi, sürekli terfilerle bir yer elde edebilecektir. Onun için zoraki cemaatin menfaatle ilgili bir gizli açmazı veya avantajı da vardır. Büyük devlet içinde sıradan olmaktansa, cemaat içinde yetki sahibi olmak, bazen hesap edilen bir durumdur.

Bu anlamda sözünü ettiğimiz kişileri, bir çekirdek etrafında toplayıp, insanlığın “hizmetine” sunabilmek de başlı başına bir başarıdır. Çünkü bu ocağa girmemiş olsa, belki de insanlığın kökünü kurutmaya çalışıyor olunabilirdi! Zaten bu zoraki kişilik içinde sıkışıp kalan, ancak farklı şekilde var olma hamlesini yapabilecek olanlar, şefkat tokadının verdiği terbiyeyle yeni bir yol bulacaklardır! Çünkü onların ruhlarındaki var oluşsal kaygı bilakis körüklenerek sebebi bilinmeyen! iç sıkıntıya dönüşecektir…


Not: Bir önceki yazımızda, dilimizde takip etmek, takip eden anlamında çoğu zaman mürit kelimesinin gündelik dile giren anlamını dikkate alarak (teşbih) kullandık. Zira Gülen için hiçbir zaman şeyh demedik. Şüphesiz bir şeyh-mürit yapılanması (tarikat) değildir cemaat.

(Gülen Cemaati’nin Psikolojik Çözümlemesi ile yazı dizimiz devam edecek…)

aliyecinar@gmail.com
haber10

Doç. Dr. Aliye Çınar
Politik Teoloji Açısından Gülen Cemaati -III

Daha önce Gülen Cemaati’ni analiz ederken, riyazet ahlakının nasıl ve hangi aşamalardan geçerek kapitalist bir yapıya büründüğüne işaret etmiştik. Daha sonra zoraki bir kurum ve kişilik arasındaki ilişkileri tahlil etmiştik. Bu yazımızda ise ileri sürdüğümüz tezlerin bir sağlamasını yapmayı deneyeceğiz. Bunu da politik teoloji ekseninde ele alcağız. Dahası sadece söz konusu cemaat değil, ülkemizdeki tarikat ve cemaatlerin durumuna, Türkiye’nin din politikası üzerinden de zımnen bakmış olacağız. Öncelikle eksene alacağımız politik teolojinin ne olduğunu görelim.

Politik teoloji, en genel anlamda, Hıristiyan ilahiyatçıların yirminci yüzyılın kültür krizi karşısında kendi dinlerinin temeliyle ciddi bir şekilde yüzleşme teşebbüsünün adıdır. Ancak hâli hazırdaki teolojik çözümlerin hiçbirisinin modern kültür krizine çare olabilecek durumda olmadığı anlaşıldı. Çünkü hâlihazırdaki teoloji ve din de salt bir kültür formu olarak görüldüğü için bir değer ve anlam krizine çözüm olabilecek durumda değildi. Kısacası din herhangi bir kültürel yapı gibi telakki edilmeye başlandı. İşte politik teoloji, sözünü ettiğimiz sorunun köklerini ve çözüm önerilerini bulma teşebbüsünün adıdır.

Şimdi aynı durumu ülkemiz ve Gülen cemaati bağlamında ele alalım. Ülkemizde de gün geçtikçe bir ahlak ve anlam bunalımı yaşandığı söylenebilir. Bunun pek çok nedeni ve gelişim süreci vardır. Elbette bu yazıda bu konulara girecek değiliz. Ancak bir sorunun olduğu muhakkakak. Cinayet, intihar hatta toplu katliam haberleri, sözünü ettiğimiz tablonun önemli kareleridir. Bu problem karşısında -her ne kadar modernleşme adına din dışlanmaya çalışıldıysa da- emniyet sibobunun yani değer ve anlam sorununun can simidi olarak din ve geleneğin önemi açığa çıkmaktadır. Çünkü insanın bireyciliğinin ayyuka çıkması sonucunda, bir değer sorunu yaşandığı için farklı manevralar, benciliğin köküne kezzap suyu dökecek bir mekanizma iş başına geçmeliydi. Ancak benliği İsmail gibi feda edebilmek, aşkın bir güçle bağlantılı olmayı gerektirir. Aksi halde sözde aşkın güç, ancak gerçekte herhangi bir menfaat uğruna benlik terbiyesi amaçlananın aksine narsizmi beslemiştir veya şişkin bir egoyu bilemiştir.

İşaret ettiğimiz hususlar bir yana, ülkemizin modernleşme macerasıyla birlikte, din tartışmalı bir konu olmuştur. Sivil toplum kuruluşları veya cemaatler yanlış giden bir seyrin bazen sonucu bazen de takviye gücü olmuştur. Laiklik, din karşıtlığı olarak konumlanınca, şüphesiz sahte yapıntılar asıl bünye endamıyla varlık göstermeye başlamıştır. Bu da meselenin önemli bir yönüdür. Şimdi konumuz açısından sorumuzu net olarak soralım:

Dinin özellikle ahlak ve anlamı güncelleme boyutu dikkate alındığında, yaşanan kültür ve etnik sorunlar karşısında, dinî bir cemaat olan Gülen cemaati hangi paradigma ile yaşanan sorunlara neşter atabilmiştir? Eğer ileri sürdüğümüz sahte maneviyat ile biz bir gerçeği ıskaladıysak, şu halde bir alternatif olarak çözüm önerileri olmalıdır? Mesela din ve kültür ilişkisinin tıkandığı damarlarda Gülen cemaatinden nasıl bir çözüm gelebilir? Ahlak sorununun ele alınmasında cemaatin din dilinin anlaşılması hususunda özgün bir yorumu dahası anlaşılması konusunda (taklit ve tekrar metodu dışında)? bir çabası var mıdır? Kur’an anlatısı varoluşsal olarak hayatın içine nasıl dâhil edilmiştir veya edilebilmiş midir? Bir değer erozyonu yaşayan günümüz insanına şahsi-manevi gibi içi boş veya içselleştirilemeyen anlatılar dışında bir yol gösterebilmiş midir?

Çünkü modernleşme sürecimizde resmi din eğitiminin sıkıntılarını telafi etme vaadi olan sivil din odaklarının etkinliğini sağlama yapmanın en iyi yolunun bu olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Zira çıkış amacı ile geldiği nokta arasındaki yakınlık veya uçurum bize iyi ipuçları verecektir. Nitekim çatışma ve şiddet kültürüne, avutmanın yerine bir alternatif sunması gerekirdi. Şüphesiz tarafgirlik mantığıyla bir çevreye kilitlenen sempatizanlığı saymazsak.

Elbette bir teoloji enstitüsü ile cemaati karıştırmamalıyız. Ancak yaşan Kur’an ahlakı ve ülfet ahenginin –eğer böyleyse!– zaten kendiliğinden bir reçete sunması beklenmez mi? Tıpkı asr-ı saadetin teolojik bir kaygısı olmadan toplumu dönüştürdüğü gibi ileriye yönelik yaşam tortusu ve zamkı hibe etmesi gerekmez mi?

Acaba bu tasvir etmeye çalıştığımız tablo, İslam’ın toplusal hayata tecessüm edecek birlik ve bütünlüğü olarak görülen şahsi manevi şeklinde ifade edilen durum, cemaat kendi içine mi kilitlemiştir? Belki de bunun için çözüm bulunamıyor global ölçeğe. Ancak bu İslam’ın tevhid düşüncesiyle ne kadar örtüşmektedir? Sanki kapitalizmin sınıf anlayışını desteklemektedir! Görünüşte demokrat ve liberal bir izlenim verse de, gerçekte sadece cemaate ait olan kucaklanıp, diğerleri ötekileştirilmektedir. Bu anlamda farklı olan anlaşılamayacağı gibi, cemaatin ürettiği değerlerden bütüncül ve kucaklayıcı bir çözümün çıkması da beklenemez.

Bir başka açıdan düşünecek olursak, öznelliklere indirgenmiş bir “cemaat ferdi” ortaya çıkmaktadır. Ancak sözünü ettiğimiz eklemlenme durumundaki cemaat, S. Zizek’in ifadesiyle ‘olmayan parçanın parçası’ figürünü çağrıştırmaktadır. Böylece cemaat sınırlarında kaldığımızda, her bir fert bir bakıma hem İslam hem de dünya coğrafyasından kendi duruşuyla dışlandığı gibi, aynı zamanda kendi simgesel özlerinden de dışlanmış gözükmektedir. Dolayısıyla gösteren-gösterge ilişkisi açısından düşündüğümüzde, cemaat bir toplumsal beden olarak gösterge midir? gösteren midir? sorusunu sormalıyız. Örneğin bayrak bir milletin göstergesidir. Milet ise, bütün bu göstergelerle birlikte gösterendir, Türklüğün bütün yönlerini gösterir. Yine camii İslam’ın bir göstergesidir İslam dini ise gösterendir; Yahudilik ve Hristiyanlığın farklılıkları ve devamı yani İbrahimi geleneğin tecessüm etmiş, dahası arzı endam etmiş bünyesi. Bu bağlamda Gülen cemaatini nasıl ifade edeceğiz? Eğer bir gösterge ise, kapitalist pazarın bir göstergesidir. Rekabet, daha çok yayılma, emekte adaletten ziyade manevi sömürüyle yayılma ve güç politikası. Bunlar da ilkyazımızda söylediğimiz, manevi çıkışın nasıl kapitalleştiğini gösterir.

Meselenin bir başka boyut daha vardır. Onu da ifade etmeden geçmeyelim. Ruh ve beden ahengi gibi maneviyat ile para ahengi de oldukça önemlidir. Parayı yüceltme gerçekte ruhsal tatminsizliğin bir tezahürüdür. Aynı şekilde yoga vb. arayışlar da parayla tatmin olamamış kapitalist insanın bir arayışıdır. Aynı şekilde cemaat içinde eğitimin oldukça yüceltilmesi, enformasyon toplumuyla dirsek temasının dikkate alınması bir yana, cemaat liderinin idealindeki ancak gerçekleştiremediği eğitim seviyesini –bir vaaz kürsüsünden liderliğe terfi- yüceltmesiyle ilgilidir.

Nerden bakarsak bakalım cemaat için büyük dolaşımdan söz etmek mümkün değildir. Kendi içindeki küçük dolaşım varlığını seküler ve kapitalist bir bağlamla gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Elbette seküler yapının tıkandığı manevi yönü de sözde taşıdığını iddia ederek, sanki kucaklayıcı bir havaya bürünmüştür! Zira bir cemaat ferdi örneğin Tanzanya’da görevli olmayı büyük İslam dairesinin gücünden ziyade, cemaatin bekası adına yapmaktadır. Böyle olunca da, yazıda test etmeye çalıştığımız global ölçekte modernleşme karşısında İslam’ın cevabı gibi bir sorun ilgilendirmemektedir onu. Olsa olsa üst sınıfın bilinç altını şu meşgul etmektedir: Ayakta kalmak için bu modern dünyayla nasıl daha iyi eklemlenme sağlanılmalıdır ?

Acaba Cemaat’in yayılması gücü ve erk mücadelesi midir onunun temel motivasyon kaynağı; yoksa İslam şemsiyesinin büyüyüp genişlemesi midir? Daha önce ifade ettiğimiz riyazet ve maneviyat psikolojisinin yerini, çalışma ve disiplin ahlakına bırakmasıyla, her bir şakird, adeta İslam âlemi sallansa, yer yerinden oynasa dahi, şartlanmışlık psikolojisiyle cemaat içindeki işini özveriyle yerine getirecektir. Mesela Afganistan’da bir üniversite kurma idealiyle görünüşte İslam’ın şanının büyümesi öne çıkarılsa da, gerçekte cemaat bir alternatif olarak zayıf ve güçlü reflekslerle temas kurarak kendi içinde bir dünya olduğunu göstermeye çalışmaktadır.

Mademki politik teoloji açısından meseleye bakıyoruz, bu durumda İslam’ın temel anlayışlarında nasıl bir dönüşüm ve değişim vardır cemaat yapısında? İslam’ın temel tevhid anlayışı büyük oranda şahsi manevi olarak isimlendirilmiştir. Modern toplumlardaki ülkücülük anlayışının cemaat içindeki ifadesidir. İslam toplumunun en önemli karizmatik şahsiyeti, yerini cemaat liderine bırakmıştır. Bu anlamda Weber’in brokrasi ve içi boşaltılmış otorite kavramları derinden kendini göstermektedir. Modern devlet açısından düşünecek olursak, bu lider aynı zamanda devlet başkanı olarak yeniden tanımlanmıştır.

Dindeki mucize cemaat içinde daha çok keramet ve keşf olarak etkinliğini yeniden yapılandırmıştır. Hatta yapılan hizmetlerde bu kerametlerin devam ettiği kabul edilmektedir. Mesela Zaman gazetesinde, Abdullah Aymaz, kerametin nasıl etkin olduğunu, hayal dünyası içinde resmetmektedir (12/7/2009): Bir grup şakird hizmet için (yeni yayılma politikası masasında) konuşurken biri vecdle kendinden geçer ve şunlar tezahür eder! “Birden yakazada Efendimiz (sas) bir grup nuranî insanlarla birlikte içeriye girdi ve bana Seni buraya gönderen, yanılmadı! Bundan sonra da yanılmayacak!”dedi. Cemaatin fertlerini birbirine bağlayan yegâne bağ bu olmuştur. İbn Haldun’un ifadesiyle cemaatin “asabiyeti”dir bu! Gerçekle bağlarını koparmış maneviyat algısı, bir bakıma cemaat makinesinin aküsüdür. Zaten Kalbin Zümrüt tepeleri ideal yerdir.

Son olarak dinin temel adalet, sevgi, güç, ölçü ve mutluluk dinamikleri açısından cemaati gözden geçirelim. Adaleti mülkün temeli olarak düşündüğümüzde, cemaat içinde adalet nasıl tezahür etmiştir? Eşyayı ve varlığı yerli yerinde görebilmek anlamına gelen adalet çerçevesinde düşündüğümüzde, cemaat liderinin dinin kutbu olarak görülmesi zaten varlık hiyerarşinin sekteye uğratılması ve varlığın düzeninde tasarrufa gidilmesidir. Adaletin ibresini şaşırması akıl ve gönül boyutunda tarafgirlik içinde bir tahrifi getirecektir ki bunun diğer adı varlığın ifsat olmasıdır. Allah’tan alınan güçle varlık gösteren insan, cemaatte etkinliği oranında güçlü olacaktır. Cemaat lehine yapılan bir katkı güç olarak arzı endam edecektir. Ölçülülük ise cemaatin yükselmesine hizmet etmeye endeksli olacaktır. Dolayısıyla huzur ve mutluluk da cemaatin varlığıyla bağlantılıdır. Şahsiyet gelişiminin bütün yönlerinin topografyası, cemaati tasvir ettiğimiz durumla doğru orantılıdır.

Son söz yerine; yazıda meseleyi cemaat bağlamında ele aldık. Şu bir gerçek ki ülkemizdeki yanlış din politikası sadece bu cemaati değil, bütün tarikat ve sivil din örgütlerini beslemektedir. Sahte din politikası sahte maneviyatı pompalamıştır. Böylece sağlıksız bir din anlayışı, kurdun sisli havayı sevmesi gibi, sisli din odaklarını tercih etmiştir. Toplumdaki ve bürokrasideki hipokrasi (ikiyüzlülük) sözünü ettiğimiz mihrakların ekmeğine yağ sürmüştür. Dolayısıyla, yanlış din politikası, laiklik, din ve devlet ilişkisi gibi sorunlar gerçekçi olarak tekrar gözden geçirilmelidir.


Not: Daha önce psikanalitik bir bakışla yazımızı sürdüreceğimizi vaat etmiştik. Hem kişisel algılanabileceği hem de zımnen satır aralarında zaten bunu verdiğimiz düşüncesiyle tekrara düşmemek için kendimizi test etmeyi uygun bulduk. Söze vefa göstermediysek, özür dileriz.

aliyecinar@gmail.com
haber10

Serdar Turgut
serdarturgut@superonline.com
Bir popüler kültür analizi Gülen cemaati nasıl güçlendi?

Türkiye'de hemen herkesin kafasında olan isimdir Fethullah Gülen. Seveni de çoktur sevmeyeni de... Bazı insanları korkutuyor da ama bugünün Türkiye'sinde hemen herkes hangi tavırda olursa olsun, onu ve cemaatini mutlak düşünüyordur. Kendimden biliyorum; karşı olmak ve sevmek kamplaşması içine girmeyip de anlamayı istediği halde anlayamadığı, bir fenomenden anlayamamaktan kaynaklanan ürküntü yaşayanlar da var.
Örneğin; bizler cematin çok güçlü olduğunu, daha da güçleneceğini hissediyoruz fakat bunun nasıl olduğunu, bu gücün nereden kaynaklandığını tam anlayamıyoruz.
Tabii ki bizim anlayamadığımız güçlü manevi bağlantılar muhakkak vardır ama bu cemaatin Türkiye'de hızla bu kadar fazla kendisini seven ve güvenen insana ulaşabilmesi de en azından ilginç.
Ben din ya da teoloji uzmanı değilim ama cemaati, onu sevenleri açısından özel yapan noktanın sadece din yorumları ile bağlantılı olmadığını tahmin ediyorum. Meseleye genelde böyle bakanlar çoğunlukta bulunduğundan, cemaate direkt karşı olanlar, bu aşamada cematin para gücünü ve bunu 'kendi amaçları' için kullanmasını ön plana çıkarıp tavır alıyor.
Ben cemaatin bu topraklardaki manevi gücünün bu açıklamalardan hiçbirisiyle tam olarak açıklanamadığını düşünüyorum.
Kalpleri fethetmek zorunda olan bir söylemin, bu kadar hızlı ve yaygın biçimde bunu nasıl başardığını anlamak için, ben mutlaka kalpleri tutmaya yardımcı olacak bir popüler kültürel bağlantı kurulması gerektiğini düşünüyorum.
Yaklaşık 30 yıldır kafamı meşgul eden bir meseleyi çözmeye başlayınca bu bağlantıyı da daha net görmeye başladığımı düşünüyorum.
Bugün anlatacaklarım yeni konular değil. 'Peki öyleyse neden anlatıyorsun?' diye sorarsanız ben de 'Hatırlamak' için derim.
Bugün bize karmaşık gelebilecek bazı ilişkileri ve gelişmeleri daha iyi anlayabilmek için bazı konuları hatırlamamız ve bilgileri daha derli toplu gözden geçirmemiz gerekiyor.

'Ağlayan Çocuk' posteri
Bundan 30 yıl kadar önce, Türkiye'nin hemen her yerinde karşımıza çıkan, nereye bakıyorsak orada mutlaka bulunabilecek bir poster vardı. Gözünde bir damla yaşla bize bakan bir oğlan çocuğunun görüntüsü bulunuyordu o posterde. Eminim ki görünce 'Hah hatırladım bunu' diyeceksiniz. Çünkü hepimizin kolektif bilinçaltına yerleşti bu görüntü.
Benim aklımda yer etmiş olan bu konuyla en derin analizi Murat Belge, 4 Ocak 1980'de yayınlanan Demokrat gazetesinde yapmıştı.
Belge, bu posterdeki çocuk görüntüsünün insanları neden böyle etkilediğini anlamak için uğraşmış yazısında. 'Bizim toplumsal hayatımızda neyi temsil ediyor bu poster?' diye sorduktan sonra her zaman olduğu gibi belirli bir kalite düzeyini tutturarak yazan Belge'nin kendi sorusuna nasıl yanıtlar vermeye çalıştığını yazıdan alıntılar yaparak göstereceğim.
İşin ilginç yanı konu üzerinde hayli kafa yoran Murat Belge'nin, bu posterin Gülen cemaatine yakınlığı ile bilinen ve 1 Şubat 1979'da yayın hayatına başlayan 'Sızıntı' dergisinin ilk kapak resmi olarak basıldığından hiç söz etmemesidir. Çünkü posterin toplumda bu kadar hızla yayılıp benimsenmesinin temelinde Gülen cemaatinin de etkisi olduğu neredeyse kesin gibidir.
Arabesk kültürün klasik yayılma yolu olan uzun yol araçlarının arka camına asılarak Anadolu'ya yayılan bu poster, halkı derinden etkilemiş, onlar bu çocuk resmini hayatlarının damarına dokunan bir şeylerin sembolü olarak düşünmüş ve kabul görmüştür. Bu çok ilginç bir süreçtir. Gülen cemaati bu posteri insanların kalbine ulaşmak için kullanmıştır.
Lütfen bunu bir komplo teorisi olarak düşünmeyin. Çünkü posteri kapak resmi yapan 'Sızıntı' dergisinin o birinci sayısında, Fethullah Gülen'in 'M. Abdülfettah Şahin' takma adıyla yazdığı 'Bu Ağlamayı Dindirmek İçin Yavru' başlıklı yazı da var elimizde. Bundan da alıntılar yapacağım ve sembollerin bağlantı kurmada nasıl kullanılabildiğini siz de açıkça göreceksiniz.
Ama ilk önce Murat Belge'nin konuyla entelektüel boğuşmasını yaptığı yazıdan alıntılar vereceğim.

Murat Belge'nin yazısı
Küçük bir oğlan çocuk, gözünden yaş damlıyor, duruyor öylece. Otobüslerde var, kahvede var, biz aydınların biraz seyrek gittiği evlerde var
Neyi temsil ediyor bu resim?
İlk akla gelen cevap bu çocuğun öksüz olması. Türkiye'de öksüze karşı daima acıma duyulur; öksüz halk kültürünün bilinen ana tiplerinden birisidir.
(...)
Türkiye halkı çocukları karşısında suçlu bir halktır. Çocuk karşısında insanlarımızın paradoksal bir tavrı vardır. Biz bir yandan çocuk severiz. İnsanlar soyut olarak çocuğu sevmektedir... Garip biçimde herkes başkasının çocuğunu sever bizim toplumda.
Somut çocuk sevgisini başkalarının çocuğu ile yaşarız, kendi çocuğumuza sevgimiz soyuttur. Toplumumuz genellikle çocuklarına karşı suçlu bir toplumdur.
Kimsenin çocuğu olmayıp da herkesin çocuğu olabilecek (bizimkinden çok komşunun çocuğunu andıran bir çocuk) gözü yaşlı duruyorsa bu çocuk bilinçliliğinin çok derin mahzenlerinde uyuklayan duyguları uyandırılabilir. Bizi doğrudan suçlamaksızın suçluluğumuzun bir affettirme aracı olarak alıp evimize getirdiğimiz, nereden geldiğini bilmediğimiz, 'insanlık işte' gibi laflarla geçiştirdiğimiz gözyaşını da bizden en santimantal yollarla koparan bu çocuk elbette popüler olacaktır.
Yazının tam tadını alabilmek için elbette tümünü dikkatle okumanız gerekiyor. Bu yazı Belge'nin 'Tarihten Güncelliğe' adlı kitabında bulunabilir.
Evet; Belge posterin neden çok beğenildiğini anlamaya çalışıyor. O nedenle posterin cemaatin elinde ne işlevler gördüğü konusuna hiç girmemesi de normal sayılabilir.
Bir de Fethullah Gülen'in yazısını okursak, cemaatin bu çocuk resmini nasıl algıladığını ve anlamlandırdığını daha net görebiliriz.

Fethullah Gülen ne yazmıştı?
1 Şubat 1979'da yayınlanan bu yazının başlığı 'Bu Ağlamayı Dindirmek İçin Yavru'.
'Senin için bu yola atıldık. Acılarına ortak olmak ızdıraplarını dndirmek gönlünü abad etmek için. Bize gönül koyma, aheste-revlik ettik, vaktinde imdadına yetişemedik. Ama inan sinemizde hep Yakup'un gadri efganı hüküm olduğunu her gördükçe perişan kakul'ün kalbimde dağılıp büküldü, gözlerim doldu. Her feryadıma senin türkünden bir nağme katıp destanını dile getirmek istedi isem de iniltin içimi yaktı derdin gözümde büyüdü içim burkuldu
(...)
Dün bugünü doğurdu ve bugün ne olacağı belirsiz yarınlarını hazırlamakta. Yolların ayrımındasın şimdi yavrucuk. Şimdi bana müsaade et de şu badirede Bahadır'ın olayım.
Fevkalade bir yazı üslubu... Bunu kıskanarak söylüyorum. Yazı çok güzel, çünkü kalpten yazılmış.
Gülen cemaatinin toplumda hızla güçlenmesinin popüler temellerini belki şimdi biraz daha iyi anlamışsınızdır.
Ve cemaatin açtığı okullarda fakir çocuklar okutmasının, bu kapak resmi ve Fethullah Gülen'in yazısı bağlamında insanlar tarafından nasıl algılandığını, hissedildiğini de anlamış olmalısınız.
Bazı insanların 'hayır işi yapmak' diye basitleştirerek anlatabileceği fakir çocukları okullarda okutmak, cemaat tarafından poster ve bu yazı doğrultusunda hepimizden farklı anlamlar yüklenerek algılanıyor.
Belki de okullar kurmaya bu nedenle çok önem veriyorlar.
Bir son nokta da; kasetlerinden gördüm, Fethullah Gülen, insanlara yaptığı konuşmalarda sıkça ağlıyor. Yukarıdaki yazıyı okuduğunuzda onun gözünden akan yaşın, posterdeki çocuğun gözündeki yaşı dinleyenlere hatırlattığını görmek pek de zor olmasa gerek.

Yoksa lanetli mi?
Bu poster, sadece Türkiye'de değil dünyada da çok popülerdi. Şili, Santiago'da bir 'Cadılar Günü' partisinin afişinde bu poster kullanılınca ortalık toz duman olmuştu. Şili Medyumlar Birliği, 'Ağlayan Çocuk' tablosunun 30 yıldır dünyada lanet saçtığını ve Şili'de en az 80 kişiye uğursuzuk getirdiğini söyleyerek tablonun yasaklanmasını istedi.
İngiltere'de 1980'li yıllarda ortalıkta dolaşan bir şehir efsanesine göre bu tablonun bulunduğu evlerde yangın çıkıp, her şey kül olsa bile bu tablo hiçbir zaman yanmıyordu.
İtfaiyeciler bu nedenle o yıllarda bu tabloyu evlerine sokmazlardı. 1985'te 'The Sun' gazetesi bir kampanya düzenlemiş, okuyucularını bir meydanda toplayarak tabloyu yaktırmıştı.
Bu tür şehir efsaneleri beni şu anda ilgilendirmiyor ama 'Ağlayan Çocuk' efsanesi Türkiye'de nasıl algılanmış ve Gülen cemaati bu posteri nasıl anlamlandırmıştı? İşin bu yanı bence çok daha ilginç ve günümüzde olan biteni de hayli açıklayıcı.
Akşam

30 Mart 2008 Pazar
DİNLER ARASI DİYALOG BİR MASALDIR..

BİR Alman, büyük bir dinî cemaatin merkezi İstanbul’da bulunan tv’sinde dinlerarası diyalog programı yapıyor... Programın açılışı şöyle: Ekranda Sultanahmet Camii görünüyor bütün haşmetiyle... Kubbesinin ardından bir haç görünmeye başlıyor... Büyük bir haç... Haç yükseliyor, yükseliyor, yükseliyor ve camiden büyük hale geliyor, cami haçın gölgesinde kalıyor...
Bendeniz bu fotoğrafı sütunumda basarak, ismini vermeyeceğim tv müdürlüğünden açıkça sordum: Böyle bir program yaptınız mı, yaptınız ise açıklaması nedir?
Cevap vermediler...
Kur’an’a, Sünnete, İcmâ-i ümmete uygun İslâm 14 asırdan beri orijinal şekliyle devam ediyor. Dinimizde, başka dinlerde olduğu gibi ana kaynakların kayb olması, esasların tahrif edilmesi (çarpıtılması) talihsizlikleri görülmemiştir. Sadece, Peygamber Efendimizin buyurduğu gibi birtakım fırkalar zuhur etmiştir. Hadîs şudur:
“Ümmetim yetmiş üç fırkaya (parçaya) ayrılacaktır. Bunlar, biri dışında cehennemliktir. Ashab soruyor: Kurtulacak olan parça hangisidir? Efendimiz: Benim ve Ashabımın yolundan gidendir cevabını vermişlerdir.”
İslâm’ın uzun tarihinde zuhur eden fırkalardan biri “Kargacılardır” (Gurabiye taifesi). Bunların inancı şöyledir: Peygamberlik asıl Hz. Ali’ye verilecekti. Cebrail, vahyi getirirken, Hz. Ali ile Hz. Muhammed birbirlerine çok benzedikleri için şaşırdı ve Ali’ye tebliğ edeceğine Hz. Muhammed’e verdi...” (Gurab Arapça’da karga demektir)
İslâm tarihinde zuhur etmiş fırkaları, taifeleri öğrenmek isteyenler mufassal (ayrıntılı bilgi veren) kelam kitaplarını okuyabilir.
Hindistan’da zuhur etmiş bir din veya fırka var. Bunlar Kadiyanîlerdir. Mirza Gulam Ahmed Kadiyanî denilen kişi peygamber olduğunu, kendisine Arapça, Sanskritçe ve başka dillerde vahiy geldiğini iddia etmiştir. Emperyalist İngilizlerden destek ve yardım görmüş, gerçek Müslümanlıktaki cihad farizasını kaldırdığını ilan etmiştir. Birkaç madde hariç İslâm’ın diğer emir ve yasaklarını yerinde bırakmıştır. Bunlar kendi aralarında çeşitli kollara ayrılmıştır. Bir kolunun Kelime-i Şehadeti şöyledir: “Ben Allah’tan başka ilah olmadığına, Hz. Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna ve Mirza Gulam’ın nebi olduğuna şehadet ederim...”. Kütüphanemde Moris adasından (Mauritius) gönderilmiş Fransızca bir ilmihal kitabı var, Kadiyanîler tarafından yayınlanmış. Onun kapağında Arapça böyle bir “Şehadet” yer alıyor.
Tabiî ki, böyle bir inanç ve iddia küfürdür. Bu yüzden Pakistan’da ulema, Kadiyanîlerin Müslüman olmadıklarına dair fetva ve hükümler vermiş, parlamento da Kadiyanîliğin bir mezhep değil, din olduğuna dair kanun çıkartmıştır. Kadiyanîlerin Avrupa şehirlerinde camileri de bulunmaktadır.
Kadiyanîliğin en ılımlı kolu, Mirza Gulam Ahmed’in, nebi değil müceddid olduğuna inanan Lahorîlerdir.
1960’ların başlarında Kudüs’ün Arap bölümünde toplanan İslâm kongresine gitmiştim. O tarihte, kutsal şehrin tamamı İsrail’in elinde değildi, bir kısmı Ürdün’e aitti. Kongreye Kadiyanîlerden de delege gelmişti. Bizim gibi namaz kılıyorlardı ama itikadlarında, yukarıda anlattığım gibi büyük ve korkunç bir bozukluk vardı.
İslâm tarihinde zuhur etmiş sapıklıkların çoğu, birtakım hizip, fırka ve kliklerin kendi başlarındaki reisleri tanrı veya peygamber ilan ederek putlaştırmalarından kaynaklanmaktadır. Yine İslâm tarihinde hayli sahte Mesih vak’aları vardır.
Kur’an, Yahudi ve Hıristiyanları kendi ruhbanlarını erbab (tanrılar, rabler) haline getirmekle kınıyor. Bunda biz Müslümanlar için uyarılar vardır. Din büyüklerimizi, imamlarımızı, ulularımızı asla erbab haline getirmemeliyiz. Aksi takdirde dinden çıkar, ebedî felakete uğrarız.
Zamanımızda, eski asırlarda görülmemiş sapıklıklar ortaya çıkmıştır. Bir kısım Müslümanlar agresif İslâm düşmanı Haçlıları ve Siyonistleri dost ve velî (idareci) edinmişlerdir...
Kur’an, Sünnet ve icmâ İslâm’ı tek hak din olarak gösterdiği halde birtakım kişiler ve cemaatler, tahrif edilmiş dinleri de hak olarak kabul ediyor ve onların (Hz. Muhammed’i ve Kur’an’ı inkar eden) bağlılarının ehl-i cennet olduğunu söylüyor.
Bu yeni fırkaların müntesipleri (bağlıları), kendilerini uyaran, tenkit eden din kardeşlerine düşman oluyor, kuyularını kazan din düşmanlarıyla dost oluyor.
Bu anlattığım konularda Müslüman halkın ve gençliğin çok açık şekilde ve dinî gerekçeleri gösterilerek uyarılması din otoritelerinin en büyük vazifesidir. Lakin bu vazife yerine getirilmiyor.
Ankara’daki Diyanet’in üzerinde çok ağır baskılar vardır. Diyanet’in, Dinlerarası diyaloğu desteklemesi isteniyor. Nitekim güney illerimizden birinde bir dinlerarası bahçe yapılmış, buraya bir sinagog, bir kilise, bir de mescid inşa edilmiş ve büyük resmî törenle hizmete(!) açılmıştır.
Başka bir güney vilayetimizde bir yere tahtadan salaş bir köprü yapılmış, bunun üzerinden bir haham, bir papaz, bir de sarıklı ve cüppeli hoca geçirilerek dinlerarası diyalog ve kardeşlik tiyatrosu oynanmıştır.
Bozuk fırkaların bağlıları, kendilerine yöneltilen tenkitlere müthiş öfkelenmekte, uyarıları yapanlara sövüp saymaktadır.
Yeni türeyen fırkalarla, bilhassa diyalog fırkasıyla ilgili olarak bir ulema kongresi toplanmalı ve bu konuda, bir buçuk milyarlık İslâm dünyasına hitaben bir bildiri yayınlanmalıdır. Bu kongrenin gündeminde şu maddeler bulunmalıdır:
1. İslâm dini, Allah katında yegane hak dindir. Ondan başka, hak din yoktur. İslâm, hak din olmakta müşareket (ortaklık) kabul etmez.
2. Hazret-i Muhammed’in (Salat ve selam olsun O’na) risaletini (Resullüğünü kabul etmeyen, O’nu yalanlayan, O’na iman etmeyen) kimseler ve cemaatler ehl-i necat ve ehl-i cennet değildir.
3. Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah biz mü’min kullarının, İslâm düşmanlarını dost ve velî edinmesini kesin olarak yasaklamıştır.
4. Tevhid inancı ile Teslis inancı asla bağdaşmaz.
Türkiye’de medreseler kapatıldığı için din kültüründe büyük bir kopukluk olmuştur. Mısır’da, Hindistan’da, Pakistan’da, Arap ülkelerinde büyük ve güvenilir medreseler, İslâm üniversiteleri, ulema, müftüler bulunmaktadır. Diyalog meselesi ve diğer yeni fırkalar bunlar tarafından araştırılıp incelenmeli ve Müslümanlara bu araştırma ve incelemenin neticesi (halkın kolay anlayacağı bir lisan ile) ilan edilmelidir.
Benim yukarıda yaptığım tekliflerin hiçbir Müslümanı ve mü’mini gocundurmaması gerekir.
Şu veya bu şahsı hedef alarak söylemiyorum ama zamanımızda Türkiye’de ve başka İslâm ülkelerinde mehdi olduklarını iddia eden kimseler bulunmaktadır. Bunlar açıkça ilan-ı mehdiyet edemedikleri için gizlice propaganda yapmakta ve halkın taraftarlığını ve parasını toplamaktadır.

Bu konu hakkında da Müslüman halk uyarılmalıdır,(Dinlerarası Diyalog hakkında bilgi edinmek isteyenler www.diyalogmasali.com sitesine müracaat edebilir.)

Mehmet Şevket Eygi /milli gazete

Atılgan Bayar
Fatura Gülen Cemaati’ne mi çıkacak?
atilgan.bayar@aksam.com.tr

Cemaat bir adım atmazsa, şimdilik öyle olacak gibi görünüyor...

Bu is, bu sis, bu pus dağılınca, Gülen Cemaati’nin önünde ödemekte epeyce zorlanacağı bir fatura duracak gibi...

Benim anlamakta güçlük çektiğim ise, Türkiye’nin en büyük cemaatlerinden birinin bunu görmek konusunda neden bu kadar zorlandığı...

Birkaç kez yazdım...

Bu cemaatin medyalarının hiç de geleneğinde bulunmadığı şekilde ‘bağırması,’ kendilerini biraz tanıyanlar için bile oldukça şaşırtıcı... Açıkça görünüyor ki, bir kimya bozulmuş...

İkinci olarak... Türkiye’yi her seferinde şoklayan ‘belgeler’in bu cemaatin üyeleri, ya da üyeleri gibi görünen kişiler eliyle dağıtılması veya böyle olduğunun iddia edilmesi de çok ilginç...

Sanki tepki toplayan her ‘sızdırma’ olayının, her kampanyanın içinde ‘bu işin ucu Gülen Cemaati’ne gider,’ diyen oklar var...

Bence bu da hiç normal değil...

Çünkü, varsayalım ki bu ‘sızdırma’ işlemleri ve kampanyalar ‘Cemaat Kararı’ ile yapılıyor... O vakit, bu kadar kapsamlı istihbarat çalışması yapmaya muktedir cemaat niçin kendisini saklamayı beceremiyor, diye de sormamız gerekir...

Yoksa, diye düşünüyorum...

Mesela, kurumlara sızmalar olduğu gibi, Gülen Cemaati’ne de birtakım sızmalar oldu ve bu sızmalar birkaç yıl öncesine kadar milli değerlere bağlı olduğunu düşündüğümüz Cemaat’i bir belanın eşiğine doğru mu sürüklüyor?..

Cemaat, bu sızmaları teşhis edip, kurumlar kadar başarıyla mücadele edemiyor mu?

Bir sorunun daha tartışma antolojimizde bulunması gerekiyor:

Tıpkı, birilerinin kendilerini ‘derin devlet’ ismiyle etiketleyip devlet kurumları ile bağlantılı imajını vermeye çalıştığı gibi...

Acaba başka birileri de kendilerini ‘derin cemaat’ ismiyle etiketleyip, Cemaat gücünü kullanmaya çalışıyor olabilir mi?

Bu soruları sormamız gerekiyor...

Çünkü sözünü ettiğimiz Cemaat, öyle bir kalemde silinip atılabilecek bir cemaat değil.

Hem rakamsal olarak ciddi bir varlığı temsil ediyor...

Hem de geçmiş kayıtlarına baktığımız zaman ne devlet ile, ne de millet ile çatışmaya yönelik bir doğrultunun ipuçlarını görebiliyoruz...

Öyleyse?

Öyleyse, Türkiye’nin bütün kurum ve kuruluşlarının kendilerini yeniden düşündüğü bugünlerde Gülen Cemaati de son birkaç yılının iyi bir muhasebesini yapmak ve bu sırada iletişim üslubunu da gözden geçirmek durumunda olmalı...

Çünkü bunu yapmazsa; kendisi hakkında oluşan imajı sahipleniyor, kabulleniyor ve meydan okuyor, diye algılanacaktır...

Acaba birkaç adamın hırsı ve yabancı ülkelerin manüplasyonları devasa bir cemaati böyle algılanacak bir noktaya getirmiş olabilir mi?

Acaba Fethullah Gülen bugün cemaatinin algılanış biçiminden hoşnut mu? Daha önemlisi, Amerika’dan Türk kamuoyundaki ‘algı değişimi’nin farkına varabiliyor mu?

Bu Cemaat de herkes gibi son birkaç yılının muhasebesini; Türkiye’de herkesin hayal kırıklıklarını, öfkelerini, suçlama arzularını buraya yöneltmesinden ve bir ‘günah keçisi’ arayışının başlamasından önce yapmalı...

Akşam


En son Ekim tarafından Pzr Tem 19, 2009 11:10 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Tem 03, 2009 9:02 pm    Mesaj konusu: Cemaat ve TSK! Alıntıyla Cevap Gönder

18 Şubat 2010
Mahmud Hoca "Ustaosmanoğlu olan soyadımızı kullanarak, menfaat temin etmeye çalışanları her şeyden evvel Allah'a havale ediyorum" dedi.

Mahmut Ustaosmanoğlu, Cübbeli Hoca'nın sitesinden açıklama yaptı......


İŞTE HOCA'NIN SİTESİNDEN YAPILAN O AÇIKLAMA..

Cübbeli Ahmed Hoca'nın kendi sitesinde kamuoyunda "Mahmud Efendi" olarak bilinen Mahmut Ustaosmanoğlu'nun açıklaması yayınlandı. "Efendi hazretlerinden son dakika" başlığıyla yapılan açıklama şöyle:

MENFAAT PEŞİNDE KOŞANLARI ALLAH'A HAVALE EDİYORUM

"Son zamanlarda bazı gazete ve dergilerin adımızı ve soyadımızı izinsiz kullanarak rant sağlamaya çalıştıklarını üzüntüyle öğrenmiş bulunmaktayım.

Bu gazete ve dergilerde yayınlanan haberlerden, yazılanlardan, makalelerden haberimiz olmadığı gibi, iznimiz de yoktur. Ustaosmanoğlu olan soyadımızı kullanarak, hatta akrabalıklar ihdas ederek menfaat temin etmeye çalışanları her şeyden evvel Allah'a havale ediyorum.

Bugüne kadar Allah ve Resulünün buyurduklarını anlatma ve yayma dışında, legal veya illegal hiçbir kuruluşla ve özellikle de siyasetle alakamız olmamıştır. Bizim bazı kuruluşlara icazetimiz varmış gibi yapılan yakıştırmaları da kınıyorum. Bundan böyle bizim iznimiz alınmadan yapmış olduğumuz sohbetlerimizi dergilerinde, gazetelerinde kullananlar hakkında hukuki işlemlere tevessül edeceğimizi ilan eder, efkar-ı umumiyeye sağlık, sıhhat ve afiyetler dilerim."

Kaynak: aktifhaber

Bu açıklamanın niçin yapıldığını anlamak için şu linki tılayın:

http://millibirlikruhu.blogspot.com/2010/02/ismailagada-sicak-savas-basladi-bars.html

MAHMUD HOCA’NIN SON AÇIKLAMASININ SİYASÎ ANLAMI ÜZERİNE
Ethem S. Çalıkoğlu

AB-D Emperyalizmi’nin uzun yıllar önce ele geçirmek üzere harekete geçtiği Nakşî kalesi İsmailağa -verdiği şehidlere rağmen ve o şehidlerin akan kanlarının boşa akmadığını gösterircesine- direnişini azimle, inançla ve kararlılıkla sürdürüyor...

Düşünün: Elinde tesbih, dilinde zikir ve kalbinde imanından başka silâhı olmayan bir cemaatin en sevdiği hocaları cami içinde ve cemaate göstere göstere niçin vurulur?

Bunun emperyalist siyasî dilde tek bir anlamı var: “Ya bize kuzu kuzu teslim olursunuz, ya da hepinizin kafalarına camilerinizin ortasında işte böyle tek tek sıkarız...”

İsmailağa cemaati bu resti görmüştür: “Allah yolunda ölmek aslında ölümü yenmek, ölümsüzlüğe kavuşmaktır. Kurşunlarınız bize vız gelir...” demiştir.

Bu tehdidi sökmeyen “düşman”, bu defa daha sinsi bir yöntem geliştirmiştir: Cemaat içinden “ikna edilecek zaaflar”la malûl olanları ayartıp, ayarlayarak... Cemaati içten çökertmek...

Mahmud Hoca’nın açıklamasından da anlaşılacağı üzere bu zayıf karakterli kişiler bulunmuş ve “cemaat içinde fitne çıkarma operasyonu” için düğmeye basılmıştır...

Bu zayıf karakterli kişilere, AB-D yandaşı medyanın bütün ekran-sayfa-internet siteleri cömertçe açılmış ve “fitne tohumlarını" buralardan da atmalarına imkân ve fırsat verilmiştir...

Hedefe de cemamatin en sevilen isimlerinden Cübbeli Ahmet Hoca oturtulmuş; onun hakkında iğrenç dedikodular ve iftiralar sanki Mahmud Hoca tarafından dile getirimiş gibi piyasaya sürülmüştür...

Ancak bugüne kadar bin türlü düşman saldırısını Allah’ın izniyle püskürtmüş olan cemaat; Mahmud Efendinin son açıklamasıyla bunu da püskürtmüş Ehl-i Sünnet Vel Cemaat yolunda Her türlü Allah düşmanlarına düşman ve Allah dostlarına dost bir çizgide kararlı yürüyüşünü sürdüreceğini dosta düşmana bir kere daha ilân etmiştir.

Ben bu açıklamanın "Ustaosmanoğlu olan soyadımızı kullanarak, menfaat temin etmeye çalışanları her şeyden evvel Allah'a havale ediyorum" (*) diyen kısmıyla ilgili değilim...

Çünkü bir “Allah Dostu”nun bu kadar ağır bedduasına muhatap olan kişilerin böyle bir vebalin akıbetinden endişe edecek bir vicdanları olup olmadığını bilmiyorum...

Varsa tövbekâr olup aman dilemeye koşarlar...

Yoksa akıbetlerini ömrü olan görür...

İşin orası Allah’la Allah Dostu arasındaki bir sırdır ki, kurcalamak benim boyumu aşar...

Ama bu açıklamanın antiemperyalist bir duruşu açıkça ilânı var ki; bu, bu ülkenin bütün vatanseverlerini çok yakından ilgilendirir...

İsmailağa, bu açıklama ile Küresel emperyalist saldırı karşısında “Millî Kuvvetler”in yanında yer aldığını hiç bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde deklare etmektedir.

Ne demek istediğimi biraz daha açmak için Cemaat içinden sıhhatli haberler alan bir gazeteci olan Ahmet Takan’ın şu satırlarını dikkatlerinize sunuyorum:

İsmailağa Cemaati lideri Mahmut Ustaosmanoğlu cemaate, “TSK ile ilgili sözlerinize bundan sonra daha dikkat edin. Dolduruşa gelip sakın TSK aleyhinde konuşmalar da bulunmayın.TSK bizim için geçmişte de ‘dinsiz ordu değil peygamber ocağıdır’ bundan sonra da hep öyle olacaktır.Bunu her fırsatta her yerde vurgulayın.Fethullah Gülen cemaatinden gelen sızma, tahrik ve provokasyonlara karşı çok dikkatli olun .TSK ile cemaatimizi karşı karşıya getirecek her türlü oyundan uzak durun” talimatlarını verdi. (2)

Dipnotlar:
1- Açıklamanın tamamı şu linkten okunabilir:
http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=2417
2- Ahmet Takan, “İsmailağa ile Gülen cemaatleri köprüleri attı….”, Avaztürk: http://www.avazturk.com/ismailaga-ile-gulen-cemaatleri-kopruleri-atti___haberi_912.html


Kaynak: Sıradışı

Serdar Akinan
Ört ki ölem

Cumhuriyet tarihinin en büyük operasyonu ne?

Ergenekon...

Davanın kilit ismi kim?

Tuncay Güney

Kim bu adam?

Son derece karanlık bir tip...

Fethullah Gülen’in de yanında da olmuş, devletin istihbarat örgütlerinin de, medyanın da içinde... Hep birileri kollamış...

Aylardır bu adamla ilgili haberleri okuyoruz... Ancak medyada çok ilginç bir tartışma başladı.

Sedat Ergin, Tuncay Güney’le ilgili yaptıkları haberden ötürü kendilerini eleştirenlere iki gündür köşesinden yanıt veriyor.

Ben, Milliyet okulundan mezun olmakla övünen bir gazeteciyim.

Sedat Ergin ve arkadaşları, bir gazetecinin geçmişte çalışmış olmakla hâlâ övünebileceği referans bir gazete yapıyorlar.

Bunu Tuncay Güney tartışmasında da, Ergenekon haberlerinde de görmek mümkün.

Bu soruşturmanın giderek bir muhalefeti susturma bohçasına döndüğü de artık bilinen bir gerçek...

Bu soruşturmanın, zaman içinde, özellikle emniyet ve medya uzantılarıyla, yurtdışı bağlantılı bir psikolojik harekat olduğunun da ortaya çıkacağına inanıyorum.

Fakat bu süreci izlerken, özellikle son yıllarda etkisini muazzam şekilde arttıran cemaat yapılanmasının bir başka şeyi de derinden zedelediği kanaatindeyim.

Gözden kaçan ve asıl tehlikeli olan olgu şu:

Cemaat Nurcu çizgiyi terk etti.

Uhrevi bir İslam anlayışından dünyevi bir kudret tutkusuna evrildiler.

Çeşitli alanlarda içlerine girdikleri gövdeleri tıpkı fantastik filmlerdeki zombiler gibi ele geçiri-yorlar.

Mesela sadece medyadaki yapıya bakarak bunu görmek mümkün...

Haberciliğin altı temel sorusu dışında bir refe-ransla gazetecilik yapan insanlara nasıl meslektaş diyebilirsiniz?

Temel soru ve sorun bu bence...

Sedat Ergin, mesleğe kaç yılında nerede başlamış? Mesleki yaşamı boyunca nasıl bir iz bırakmış?

Veya Milliyet’te çalışan diğer gazetecilere bakın...Temel mesleki güdüleri ne?

Profesyonel gazeteci... Bir maaş alıyorlar ve evrensel normlarda bu işi yapmaya çalışıyorlar...

Muhatap aldığınız “gazeteci”lerin geçmişleri ne? Temel referansları gazetecilik mi? Yoksa hepimizin bildiği bir başka şey mi?

Elbette bu mesleki kalıbın gereklerini yapıyorlar. Ortada bir medya var... Haberler aynı haberler... Fotoğraf diğer gazetelerdeki fotoğraflar...

Ama, hepimiz biliyoruz ki, ayaklarını bastıkları yer ve yüzlerini döndükleri kerteriz farklı...

Ve, farkında olmadan uzunca bir süredir aynı elbiseyi giymeye başladık.

Her yerde “gazeteci” sıfatıyla yan yana duruyoruz...

Oysa özünde gazeteci değiller.

Gazetecilik önemli bir meslek... Kamu adına iş yapıyor... Yığınları sadece bilgilendirmiyor aynı zamanda yönlendiriyorsunuz da...

Gazetecilik 4. Kuvvet...

Bizim mesleğe dair gözlemden yola çıkarak algıladığım bu kalıbın diğer ve asıl üç kuvvette de güçlü bir şekilde yerleştiğini düşünürseniz...

Meselenin vahametini sanırım daha iyi anlarsınız...

Yanınızdaki odada oturan hakim biliyorsunuz ki o yapılanmadan...

Sizi dinleyen polis biliyorsunuz ki bir başka yere, aslen, bağlı...

Bu nedenle iki gündür Sedat Ergin’in yazdıklarını okurken yazdıklarından çok neden yazmak durumunda kaldığı beni dehşete düşürdü.

Koskoca Milliyet Ergenekon gibi bir meselede haberciliği nasıl yaptığını iki gündür kime karşı savunuyor?

Ört ki ölem...

Akşam

Can DÜNDAR
Milliyet
Müsaadenizle...
13 Nisan 2009

Tuhaf bir şeyler oluyor. Belki eski bir hesaplaşma, belki yeni bir tezgâh...

Sıraya koyup anla(t)maya çalışalım:

Taraf gazetesinin emniyet kökenli iki yazarı Önder Aytaç ve Emre Uslu, 30 Mart’ta dikkat çekici bir yazı yazdılar:
Yazarlara göre, “Ergenekon, seçim öncesi demokrasiye her müdahalesinin AKP’ye yaradığını gördüğü için bu kez ‘iş’i seçim sonrasına bıraktı.”

“Ergenekoncuların davanın cenderesinden kurtulabilmek için ortalığın karışmasına ihtiyacı var”dı.
“28 Şubat sürecindeki türden serseriler, provokatif eylemlerle yeniden piyasaya sürülebilir”di.
Yazarlar, hedefleri listelerken “Taraf gibi demokratlar” ile “Fethullahçı denilen kesimleri” de sayıyorlardı.
Yazının sonradan anlam kazanacak 3 cümlesi şuydu:

“Kaos için harıl harıl hazırlıklar yapılmakta, seçim sonrasına ait şom senaryolar yazılmakta... Yazıcıoğlu’nun helikopterinin düşürülmesi de bu çerçevede düşünülebilir. Yazıcıoğlu sonrasındaki Alperen Ocakları’na da çok ama çok dikkat etmekte yarar var.”

‘Müsaade edin’ fetvası

İlginçtir, yazarların hedefler arasında saydığı Fethullah Gülen, hem de bu yazının çıktığı gün, kendi sitesindeki sohbetinde Yazıcıoğlu kazasından şüphelenmek gerektiğini söylerken Alperenler konusunda farklı konuştu:

“O insanı sevenler, böyle yaralı oldukları bir dönemde ağızlarını, dillerini kontrol altına almakta zorlanabilirler. Ancak nihayetinde bu, sözün bittiği yerdir, demek lazım. Sokaktaki insanlar kaba kuvvetle telkin edilmemeli. Umumun malına zarar vermeden, taşkınlık çıkarmadan yürüyor, bağırıyorlarsa, örneğin, ‘Alperenler, başbuğlar ölmez’ diye haykırıp boşalıyorlarsa onların hakkıdır; buna müsaade edilmelidir.”

Sözün bittiği yer?

Tuhaf değil mi?

Taraf yazarları “Ergenekon, Fethullahçıları hedef alacak; Alperenlere dikkat” derken, bizzat Fethullah Gülen, sokağa dökülecek Alperenler için müsaade istiyordu.

Sonuç ne oldu?

“Alperenler Taraf’ı hedef alacak” diyen Aytaç-Uslu ikilisinin kehaneti, iki haftada doğrulandı: Alperen Ocakları’nın İstanbul İl Başkanı, “Müsaadenizle” deyip Kanal 7’deki bir programda Yazıcıoğlu’nu eleştiren Taraf yazarı Rasim Ozan Kütahyalı’yı yumrukladı.

Mesaj kimeydi?
“Tasfiye sürecindekilerin son çırpınışları” mı?

Taraf yazarlarının dediği gibi, “yeni bir darbe ortamı hazırlığı” mı?

Göreceğiz. Burada beni asıl kuşkulandıran, Gülen’in (Taraf yazarlarının aksine) Alperenler’i kollayan tavrı oldu.
Hatırlayacaksınız aynı Gülen, geçen haftaki mülakatında da “bazı şer odakları”nın yeni tezgâhlar peşinde oldukları uyarısını yapmış, “Amaçları, müdahaleye zemin hazırlamak” demişti.

Gülen’e göre, bazı kesimler, kitap okuyan hakiki Müslümanları (“Fethullahçılar?”) ellerine silah verip terörist gibi göstererek, “kitapların sahibi zat”ın (“Fethullah Gülen?”) posterlerini evlerine asarak iki yerde eylem yaptırabilir ve irtica yaygarası koparabilirlerdi.

Ne zaman veriyordu Gülen bu mesajı?..

Tam da Obama Ankara’da “ılımlı İslam” projesini çöpe attığını açıklarken...
Bush patentli bir misyonun üzerindeki Amerikan zırhı kalkarken...

Tuhaf bir şeyler oluyor.

Belki son bir hesaplaşma, belki yeni bir tezgâh...

Uyanık olmakta yarar var.

Can Dündar
can.dundar@e-kolay.net

Orduyu rahatlatan iki gelişme

1-ABD 'Ilımlı İslam' projesinden vazgeçti. 2- AKP'nin seçimle gidebileceği anlaşıldı

Milliyet Gazetesi yazarı Derya Sazak Org. İlker Başbuğ'un tarihi konuşmasını değerlendirdi. İşte Sazak'a göre Başbuğ'un konuşmasında sezilen rahatlığın nedenleri:

Ilımlı İslam projesi rafa kalktı
Ordu iki konuda rahatlamış gibi görünüyor. Ben bugün İlker Başbuğ'u dinlerken ve oraya çağırdığı katılımcılara da baktığım zaman bir çoğu muhalif gazeteciler. İki rahatlık seziliyor. Birisi uluslararası konjonktürden kaynaklanan yani, Obama'nın da Meclis'te yaptığı konuşmaya Başbuğ'un göndermelerine baktığımız zaman, bu rahatlık bir kere Türkiye'nin Amerika tarafından Bush yönetimindeki Irak işgali sonrası bütün bu Ortadoğu projesi, medeniyetler ittifakı, eş başkanlığı, ılımlı islam referansı, Obama yönetiminin buradan çıkmış olması Genelkurmay'ı çok rahatlatmış durumda...
aktifhaber

Cüneyt Ülsever
Cemaat ve TSK!

DÜN Obama’nın Türkiye’ye Müslüman ve laik-demokrat ülke olarak özetlenebilecek bakış açısının Ilımlı İslam bakış açısından çok da farklı olmadığını ama Güneydoğu seçimlerinin bazı denklemleri altüst ettiğini yazdım.

Obama yönetimi için Ortadoğu’da ABD çıkarlarını savunma konusunda en güvenilir ülke: i) Müslüman yapısı, ii) çok güçlü ordusu, iii) laik-demokrat ağırlıklı rejimi ve vi) Batı’ya en yakın duran ülke olma sıfatı ile Türkiye’dir.

Ancak, 29 Mart seçimi Müslüman yapıyı (ümmetçilik) kutsayan cemaatlerin bölgede o kadar etkin olmadığını, Ulusalcıların ise zaten bölgede hiç olmadığını, PKK’ya yakın duran bir DTP’nin etkinlik açısından en güçlü unsur olduğunu ortaya koymuştur.

Ancak, ABD Türkiye’ye Kuzey Irak’ta bütünüyle ihtiyaç duymaktadır. PKK, genel dengeler ele alındığında, denklem bozucudur.

* * *

İşte ortada böyle bir kaos var iken, hemen 29 Mart’ın ardından Genelkurmay siyaseten çok önemli bir çıkış yaptı ve bence içeriden çok ABD’ye mesaj verdi. Bazı aklı evveller "Türkiye halkı" sözünü "Türkiyelilik" diye okuma zırzopluğuna sapsalar da Başbuğ’un konuşması Güneydoğu’ya çok yumuşak bakan, zımmi de olsa "genel ve sınırlı af"fa hayır demeyen, bölgede eğitime kapıları açan, mütedeyyin Müslümanları içleyen ama illa ki "cemaatleri" (Fethullahçıları) dışlayan bir konuşma idi.

Bence Başbuğ ABD’ye "Kuzey Irak’ta seninleyim ama bölgede cemaate eskisi gibi bel bağlanmaması şart!" ile demeye getiriyordu.

* * *

Aynı dönemde "cemaat" de aktif propaganda yapma ihtiyacı duymaya başladı. Yıllardır takip ettiğim Fethullah Hoca, çok saygı duyduğum siyaset üstü kimliğinden sıyrıldı ve önce "gatakulli" söylemini çıkardı, hadi o özel bir sohbetti, tüm bilimsel veriler tersini söylemesine rağmen, Yazıcıoğlu’nun trajik ölümünün suikast olduğunu, ülkede yeniden kaos çıkacağını iddia etmeye çalıştı.

Adeta, yeni bir komploya dikkat çekmek için uğraştı.

Birileri hızlarını alamadılar, 28 Şubat döneminde Hoca’cılara kök söktüren Türkan Saylan ve ekibini hedef aldılar ve zannımca en büyük taktik hatalarını yaptılar.

* * *

Tam TSK Güneydoğu’ya "barış eli" uzatırken TRT-Şeş’ten Rojin’i kopardılar, belli ki kanalı bir baskı unsuru olarak kullanmaya çalışacaklar, Savcılar ile Emniyetçiler birleştiler, Güneydoğu’da Kürdistan Demokratik Topluluğu’na (KCK) yönelik operasyonlara soyundular.

TSK yeni bir konum almaya çalışırken birileri de Güneydoğu’da devlet katında hiçbir şeyin değişmediğini göstermeye çalışıyor.

* * *

Maalesef, cemaatlerin de, TSK’nın da siyasetin içinde yüzdüğü bir ülkede yaşıyoruz. Hükümet ayrı telden çalıyor, ona bağlı Emniyet, Adalet başka telden çalıyor.

Kimin ne kadar aklı başında olduğunu, kimin stratejisi olduğunu çözmek çok zor.

Belli ki, Obama ile başlayan yeni dönemde Bush döneminde, yanlış doğru, yerine oturmuş taşlar yeniden düzülecek, herkes yeni durumdan yeni vazife çıkarmaya çalışacak.

Biz yeni durumda yeni görev alma gayretlerinin sadece bazılarını görebiliyoruz.

Yukarıda özetlediğim iki gayret bana çok açık görüntü veriyor:

Fethullahçı cemaat/hareket yeni dönemde Bush döneminde kazandığı mukayeseli avantajı kaybetmek istemiyor.

TSK Bush döneminde kaybettiği mukayeseli avantajı yeniden kazanmak istiyor.

İkisi de kozlarını öne sürmeye devam edecekler!

hürriyet

Aslı Aydıntaşbaş
asli.aydintasbas@aksam.com.tr
Gülen cemaatinin Washington ayağı

Son yazımda Hürriyet yazarı Cüneyt Ülsever'in 'ABD, Obama döneminde, Fethullah Gülen Hareketi ile ittifakını bozup TSK ile ittifak yapacak' tezine karşı çıkmış, bazı gözlemlerimi aktarırken, tam tersine Fethullah Gülen Hareketi'nin ABD başkentinde inanılmaz bir lobi faaliyeti içinde olduğunu yazmıştım.
Cemaatle ilgili herhangi bir konuda kalem oynatırken, tedirgin oluyorsunuz. Ya ertesi günü cemaat üyelerinin protesto e-mailleri ya da 'propagandalarını yapıyorsun' diyen ve zaten uzun süre ABD'de yaşadığım için bana kafadan paranoyak yaklaşan ulusalcıların hedefi oluyorsunuz. Neyse ki bunlar araştırmacı gazetecilik hevesimi kırmıyor.
Öncelikle ABD başkentiyle ilgili Türk kamuoyundaki bir yanılsamayı düzeltmek gerek. Washington, tek ses, yekvücut bir güç odağı değil. Kongre, Beyaz Saray, Dışişleri, Pentagon, etnik lobiler ve istihbarat birimleri derken zaman zaman farklı hareket edebilen (Irak savaşı öncesindeki Pentagon-Dışişleri kavgasını hatırlayın), özerk davranabilen kurumlardan oluşan karmaşık bir yapı. Karar verici tek merci yok. Örneğin Dışişleri'nin vetosunu yemiş bir yabancı siyasetçi bile, Kongre üyelerinin ağzından girip burnundan çıkıp bir iki ittifak kurarak Washington'da geçer akçe hale gelebilir.
Gülen cemaati gibi lobiler, think-tank'lerden Kongre'ye her yerde varlığını gösterir. Bu anlamda 2000'li yıllardan itibaren Washington'da varlığını hissettirmeye başlayan Gülen Hareketi için, ABD'deki Musevi ve Rum lobisi örnek olmuştur. Hareket, önce 'dinlerarası diyalog' ve 'hoşgörü' temalarıyla bu lobilerin faaliyetlerini yakından gözlemlemiş, ardından kendi yapısını kurmuştur.
Eskiden Washington'da hükümetlerin desteklediği güçlü bir Türkiye lobisi vardı ve bu lobi, özellikle ikili askeri ilişkilerin gücüyle, Kongre ve Dışişleri'nde varlık gösterirdi. Şimdilerde ise Ankara'nın Washington'da çok aktif bir lobi çabası yok; bu görevi adeta Gülen Hareketi üstlenmiş durumda.
ABD başkentinde para her kapıyı olmasa da birçok kapıyı açar. Jane's Defense Weekly tarafından toplam gücü 25 milyar dolar olarak tanımlanan Gülen cemaatinin Washington'daki hızlı yükselişini de biraz maddi güç, biraz da koordineli organizasyon gücüyle açıklamak mümkün.
Washington'da cemaati doğrudan temsil eden iki aktif think-tank var. Rumi Forum ve Hareket'e bağlı işadamlarının kurduğu TUSCON. Bu iki kurum, yalnız konferans düzenlemekle kalmaz, gün olur Kongre üyelerinin seçim kampanyalarına maddi yardımda bulunur, gün olur Kongre'de çalışan ve 'staffer' denilen kadrolu memurları bedava Türkiye gezisine getirir. TUSCON ve Rumi Forum dışında New York merkezli New York Cultural Center da zaman zaman bu çabalarda katkı sağlar.
Bunun dışında Hareket'e doğrudan bağlı olmamakla birlikte Ahmet Davutoğlu'nun inisiyatifinde gelişen SETA da Washington'da cemaate uzak değildir. Ayrıca Hareket'in Middle East Institute ve Brookings gibi önemli düşünce kuruluşlarıyla güçlü organik bağı, Jamestown, Rand Corporation ile sıcak ilişkileri var. Brookings, Obama yönetiminin dış politika açısını belirleyen, Demokrat eğilimli önemli bir kurum. Örneğin Brookings uzmanlarından Phil Gordon, yakın zaman önce Dışişleri Bakanlığı'nda Avrupa ve Kafkaslar'dan sorumlu Müsteşar Yardımcısı oldu. Brookings'in Türkiye programı, hem TÜSİAD hem de Gülen cemaatinin maddi yardımlarıyla faaliyet gösteriyor. İşin Kongre boyutu cemaatin Washington siyaseti üzerindeki artan etkisini bir kez daha gözler önüne seriyor. Gülen Hareketi son birkaç yıldır maddi imkanlarını kullanarak bireysel ve 'PAC' denilen kurumsal bağışlarla ABD Kongresi'nde sesini duyurmaya başladı. Bunu da ABD'de harekete bağlı sivil toplum örgütleri, eğitim kurumları ya da bireyler üzerinden tamamen legal bir platformda yaptı.
Örneğin 2008 seçim sürecinde Hillary Clinton için 'fundraiser' denilen bağış organizasyonları yaptı. Cemaatin Türk lobisinde başı çeken isimlerden Florida Temsilciler Meclisi üyesi Robert Wexler'a toplamda 500 bin dolarlık bağış yaptığı biliniyor. Bu ABD standarlarında bir Kongre üyesi için muazzam bir bağış. Ayrıca Wexler dışında New Jersey'den Rush Holt, Gülen okullarının olduğu Texas, Georgia ve Gülen'in ikamet ettiği Pennsylvania'dan Kongre üyeleriyle yakın ilişkileri var. Toplamda 20'ye yakın Kongre üyesinin cemaatle şu ya da bu şekilde irtibatı olduğunu söyleyebiliriz.
Henüz Texas, Louisiana, New Jersey, Montana, Oregon, New York, Indiana, Pennsylvania ve birçok eyaletteki eğitim kurumları ve vakıf okullarına değinemeden yazının sonuna geldik.
Amerikalılar bu durumu 'tehdit' olarak algılar mı? Hayır. Amerikalılar, meseleye şöyle son derece basit bakar. Kim bu adamlar? Peki radikaller mi? Güzel, peki Taliban ya da el Kaide'yi destekliyorlar mı? O zaman ne ala!
Tekrar başa dönüyorum. Amerika'yı biraz anlıyorsam, bu ölçüde örgütlü ve maddi güç kullanabilen bir lobinin ABD'de silinmesinin kolay olduğunu düşünmüyorum. Bu tabloda Washington ya da Obama yönetimi 'cemaate sırtını döndü' demek mümkün mü? Hayır.
Cemaate bağlı kişi ya da kurumlardan Amerika'yı utandıracak fahiş bir demokrasi ihlali olmadığı sürece bu ilişki böyle gider.
Akşam

Atılgan Bayar
atilgan.bayar@aksam.com.tr
Fethullah Gülen'in de taklidi çıktı

Önceki gece, Miraç Kandili'nde, birkaç güzel ilahi dinlemek için televizyonu açtık...
TRT hem Eyüp Camii'nden hem de Kudüs'ten Mescid-i Aksa'dan canlı yayın yapıyordu. Fikir heyecan verici, ama uygulama fikrin gücünü hissettirecek kadar iyi değildi açıkçası...
Zaplamaya başladım...
Fakat o da ne?!
Star televizyonunda yer alan, Hürriyet'in yeni starı Nihat Hatipoğlu'na takılıp kaldık...
Vecd içinde konuşuyor, cezbeye kapılıyor, istiğraka teslim oluyordu...
Ama ilk bakışta çözemediğimiz bir ilginçlik vardı...
Ancak birkaç saniye sonra idrak ettik ki, Nihat Hatipoğlu, Fethullah Gülen'in üslubunu aynen taklit etmeye çalışıyordu!
Fethullah Gülen'in kendine has vücut dilinin bütün unsurlarını izlemeye başladık.
Aynen Gülen gibi ileriye doğru ahenkle uzanan elleri ani geri çekişler...
Gülen'in heyecanlandığı zaman yerinde şöyle bir doğruluşu gibi doğruluşlar...
Tıpkı Gülen gibi, derin bir düşünceye dalındığında kafayı halktan başka bir tarafa çevirişler...
Ama bir farkla...
Biri orijinal, ötekisi taklit...
Bir cümlenin ortasında, daha önce çırpıştırılması düşünülmüş elin, alakasız bir kelimeyle senkronize olarak hareket etmeye başlamasından anladık konuşmanın daha önce çalışılmış olduğunu... Unutulmuş hareketler, akla geldiğinde derhal ekleniyordu ...
İlgi ve hayretle izlemeye devam ettik...
Günahını almayalım ama, Nihat Hatipoğlu'nun Fethullah Gülen'i bir yanında kasetini oynadığı bir video teyp, öteki yanında ayna ile taklite çalıştığını gözümüzün önüne getirdik.
Eğer, ayna karşısında çalışmamışsa bile, Nihat Hatipoğlu'nun hitabetine bir Fethullah Gülen etkisi verebilmek için büyük gayret sarfettiği açıktı.
İtiraf etmeliyim ki, o gece Hatipoğlu sayesinde ekrana kilitlendik... Eskiden televizyon ekranlarındaki ünlü taklitleri gibiydi sanki...
Türkiye bir müddet, Nihat Hatipoğlu'nu konuşacak gibi...
Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriya Beyaz tutmadı, bakalım Nihat Hatipoğlu'nun bu esinlenme gayreti sonuç verecek mi?
Akşam

Gülen; Kabala ve Pentagon Jargonu ve Sembollerinden Şaşmıyor

Açık İstihbarat
27.07.2009

Fetullah Gülen'e ait okullar ilk defa incelemeye tabi tutulmuyor. ABD-Türkiye eksenindeki gizli gündemlere hizmet etmekle suçlanan cemaatin okulları daha önce Rusya'da ve eski Sovyet Cumhuriyetlerinde de soruşturmalara tabi tutulmuş ve hatta kapatılmıştı. Gülen cemaati bu okullar aracılığı ile ABD casuslarına hizmet etmekle suçlanmıştı.

Habergazete'de yayınlanan aşağıdaki haber bu yönü ile çok da ilginç değil. Bu haberdeki önemli ayrıntı Gülen cemaatine ait okulun adında gizli.

Gülen cemaatinin isim seçimlerinin bazı odaklarla paralel olması dikkat çekiyor. Yetiştirmeyi hedefledikleri nesillere verdikleri isim olan "Altın Nesil"; Pentagon'un genetik olarak üstün insan yetiştirme projesinin kod ismi ile birebir aynı.

Aşağıdaki haberde ise Utah'taki okullarına "Beehive" yani Arı Kovanı ismini verdiklerini görüyoruz. Tesadüflere inanmayanlarınız için "Beehive" imgesinin Masonluğun ve Kabala'nın en önemli sembollerinden biri olduğunu hatırlatalım.

Kendisi de üst düzey mason üstadı olan George Washington'un masonluk önlüğünü aşağıda görüyorsunuz. En tepedeki daire içinde arı kovanı; toplumu bir "kral/kraliçe" emrinde çalışan arılar gibi dizayn etmek isteyen güçlerin felsefi arka planını özetliyor.

Keza dünyanın en önemli kabalist projelerinden biri olan AB projesinin eserlerinden Euro'nun yeni paralarından bir tanesinin üstünde hayat ağacı sembolü kovanı simgeleyen bir altıgenin içine yerleştirilmiş bulunuyor.

Gizli Bahai olduğu yolunda spekülasyonlardan, Gülen cemaatinin AB-D'nin küresel planlarına hizmet eden bir istihbarat operasyonu olduğu yolundaki tezlere kadar bir çok konu; Gülen cemaatinin kullandığı jargon ve seçtiği semboller ışığında daha bir anlam kazanıyor.

Açık İstihbarat

--------------------- HABERGAZETE'DE YAYINLANAN HABER ---------------------------


ABD'de Utah Eyaleti'nin en büyük gazetesi,The Salt Lake Tribune, Fethullah Gülen destekli okul olarak tanımladığı eyalet başkenti Salt Lake City'deki Beehive Science Technology Academy'nin , Eyalet Eğitim Müdürlüğü tarafından soruşturulduğunu yazdı.

Kelime anlamı Türkçede 'Arıkovanı' olan 'Beehive' Akademisine bazı öğretmen ve veliler çomak soktu.

Gazete, Tarih öğretmeni Adam Kuntz ile veli Kelly Wayment'ın, eğitim müdürlüğüne personal alımları ve mali konularla dini felsefelerin sınıfa sokulduğu konularında şikayet ettiğini bildirdi.

Kirsten Stewart imzalı habere göre, soruşturmayı yürüten Brian Allen,

'' Okulun kurucusu hangi dine mensup olursa olsun önemli değil. Ancak,dini felsefelerini sınıfa taşıyamazlar.'' dedi, ancak kendisinin daha çok okulun finans kaynaklarını incelediğini söyledi.

Orta dereceli okulun müdürlüğünü Azerbeycan asıllı Muhammet Frank Erdoğan yapıyor.Erdoğan okulun mali kaynaklarını açıklarken,eyalet yardımı aldığını ve özel bağışlar yapıldığını anlattı.

Erdoğan, Fethullah Gülen'ın fikirlerini desteklediğini ancak müridi olmadığını da bildirdi.

Şikayetler arasında Türkiye ve Orta Asya'dan çalışma vizesiyle getirilen tecrübesiz öğretmenlerin çabuk terfi ettirildiği de bulunuyor.

Soruşturmayı yürüten Brian Allen, para trafiğindeki karışıklığa dikkat çekerken, okulun eski müdür yardımcısı olan ve şu anda Hollywood Kaliforniya'da bulunan Gülen bağlantılı olduğu söylenen Magnolia Science Academy'nin müdürlüğünü yapan Murat Bıyık'ın 2007 yılında Utah'taki okula 61 bin dolar kredi verdiğini bildirdi.

Allen, Mustafa Keskin'in yaptığı 49 bin dolarlık bağışla Kaliforniya Tustin'deki Enstitüde çalışan Bünyamin Karaduman ve Süleyman Bahçeci'nin yaptığı bağış ve bu enstitünün Nevada ve Arizona'daki okullarla olan kontratları da inceliyor.

The Salt LAke Tribune 26.Temmuz.2009

Açık İstihbarat

Dumanlı'nın Yazısına Cevap
11 Ağustos 2009 11:43

Zaman'ın Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı'nın ‘tasfiye edilecek gazete(ci)ler’ başlıklı yazısına, Vatan yazarı Mehmet Tezkan böyle cevap verdi.
İlişkili HaberlerTüm HaberlerCumhuriyet Zaman MutfağındaGazete Tirajlarında 2.HaftaTürköne'den Alperen'lere Cevap'Kavgayı Beyaz Türkler Çıkarıyor'Aylin'i Para Dolu Tekne Yakmış


Mehmet Tezkan'ın Vatan'daki yazısının ilgili bölümü.....

ZAMAN’DAN MUHTEŞEM ÖZELEŞTİRİ..

Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı ‘tasfiye edilecek gazete(ci)ler’ başlığı altında muhteşem özeleştiri yapmış..

Kutlamak gerekir..

Zaman Gazetesi ile Samanyolu televizyonunda yayınlanan haberleri inceleyince şu sonuca varmış..

Diyor ki..

Hakaret ederek gazetecilik yapanlar tasfiye edilecek..

Bilgiye dayalı gazetecilik yapmayanlar yok olacak..

Yalan yazmayı alışkanlık haline getirenler bitecek.

*

Müthiş bir özeleştiri demekte haklı değil miyim.. İnsan kendi grubunun yayın organlarını ancak bu kadar güzel anlatır..

Dumanlı farkında..

Her gün siyasi kavgasının propaganda broşürünü çıkardığını biliyor..

*
Hatırlayın.. Bir süre önce ne idüğü belirsiz bir belge ortaya çıktı.. AKP ve Fethullah Gülen’i bitirme planı diye..

Zaman Gazetesi hemen yayına başladı.. Gizli tezgâh haberleri diye merkez medyada aylar önce çıkan haberleri bile planın parçası olarak gösterdi..

Hiçbiri yalan değildi tabii!!..

Mesela Ekrem Dumanlı’ya göre, bakan Çelik’in milli eğitimden ayrılırken yaptığı atamaları haber yapmak bile kirli tezgâhtı!

*

Kirli tezgâh deyince aklıma geldi..

Bir de; “internete düşen ses kaydına göre” cümlesiyle başlayan habercilik türü başladı..

Zaman ve Samanyolu’nun öncülük ettiği..

Bunu da sonra anlatırım..


En son Ekim tarafından Cum Şub 26, 2010 1:55 am tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Ağu 16, 2009 9:59 pm    Mesaj konusu: GLOBAL SATRANÇTA TASAVVUF Alıntıyla Cevap Gönder

GLOBAL SATRANÇTA TASAVVUF
Dr. HAYATİ BİCE

8 Temmuz 2009 tarihinde CNNTurk.com websitesinde -tercüme olduğu hemen anlaşılan- “Radikallerle mücadele için tasavvuf telkini” başlıklı ilginç bir haber yayınlandı. (1) “Cezayir`de radikal direnişçilerle mücadele için, hükümet tarafından tasavvuf düşüncesinin telkin edileceği”ni bildiren 8 Temmuz 2009 tarihli bu ‘ilginç’ haber şu şekilde devam ediyordu: “Polis baskınları, gözaltılar ve silahlı çatışmaların fayda vermediğini gören Cezayir hükümeti, radikal direnişçilere sufi yaklaşımı benimsetmeye çalışıyor. Cezayir Diyanet İşleri Bakanlığı`ndan yapılan açıklamada, hükümet tarafından tasavvuf anlayışını anlatmak üzere bir televizyon ve radyo kanalı kurulduğu; kurulan bu kanallar sayesinde "Selefi ideolojinin Cezayir`in doğasına uygun olmadığı, insanların barışçı, hoşgörülü ve açık görüşlü geleneksel İslam`a dönmesinin teşvik edileceği" belirtildi.

Son derecede dikkat çekici olan bu haberden hareket ile konunun arkaplanına ilişkin bir araştırma yaptığımda 1990’lı yıllardan bu yana ülkenin “laik yönetimi” ile İslamcı güçler arasındaki çatışmalarda 200.000 kadar insanın hayatını kaybetmiş olabileceğinin tahmin edildiği Cezayir’de bu tür bir arayışın olmasını yadırgamadım. (2) Fakat konunun Cezayir ile sınırlı olmadığını gösterecek şekilde, hemen hemen aynı tarihlerde Pakistan’da da tasavvuf ekseninde yeni bir resmi organizasyona gidilmesi ilginç olmalıdır. Konuya global olarak bakıldığında Malezya’dan Fas’a; Sudan’dan Türkiye’ye kadar pek çok İslam ülkesini ilgilendiren bir sürecin parçası olarak değerlendirilmesi gerektiğine dair yeterince kanıt olduğu görülmektedir.

***

“İslamabad aşırılara panzehir olarak tasavvufu görüyor” başlıklı bir diğer haber ise konunun Pakistan (ve oradan hareket ile Afganistan) ile ilgili yönünü yansıtıyordu. Pakistan hükümetinin resmi açıklamasına göre yedi üyeden oluşan “Tasavvufi Danışma Kurulu” ( =Sufi Advisory Council ) kurulmuş ve ilk toplantısını 9 Haziran 2009 günü Pakistan Din İşleri Bakanlığı’nda yapmıştı. Bu kurulun kuruluş hedefi de Cezayir’deki gelişmeye benzer şekilde ülkede tasavvufun yayılması ile aşırılık ve fanatizme karşı mücadele olarak belirlenmişti. “Tasavvufi Danışma Kurulu”nun tasavvufun mükemmelliğini tanıtmak için önder pozisyonundaki aydınları çaba sarfetmeğe davet etmesi de düşünülmekteydi. (3)

“Tasavvufi Danışma Kurulu”nun Pakistan’daki faaliyet hakkında yapılan “Devlet Destekli Tasavvuf” ABD think-tankları Pakistan’da İslam`a devlet sponsorluğu için neden bastırıyor?başlıklı ve ABD’de yaşayan –muhtemelen Pakistan kökenli- bir hukukçu olan Ali Eteraz imzalı yoruma göre (4) konunun oldukça derin kökleri vardı. “Tasavvufi Danışma Kurulu” öncülü olan ve general Müşerref döneminde “Milli Sufi Konseyi” adı ile bilinen teşekkülün bölgede artan Taliban etkisine karşı daha aktif hale getirilmesi maksadıyla yeniden organize ediliyordu.

***

Londra’da yaşayan araştırmacı Usama Butt ise “Tasavvuf ve Batı” başlıklı yazısında dünyanın ‘global patron’u ABD’nin hemen herşeyde olduğu gibi radikal İslamcı akımların İslam ülkelerindeki etkisine karşı “tasavvufun öne çıkartılması” planında da parmağı olduğunu ortaya koyuyordu. Usama Butt’a göre bu sürecin arkaplanında ABD politikalarının belirlenmesinde tartışılmaz bir etkisi olduğu kabul edilen think-tankların ve özellikle de -Türkiye kamuoyunda da ismi bilinen- RAND adlı düşünce kuruluşunun Sufi İslam`ı “ılımlı ve iş tutulabilir ortak” olarak tanımlamasının önemli olduğuna dikkate çekiyordu. (5)

ABD yönetim erkinin merkezi olan Pentagon`a ‘düşünce üreten’ danışma kurumlarının başında gelen "RAND Corporation"ın 2007 tarihli bir raporunda gerçekten de Cezayir’den Pakistan ‘a kadar geniş bir İslam coğrafyasında belirmeğe başlayan bu yeni politikanın ipuçları yer almaktaydı. “Ilımlı Müslüman Ağları İnşası” ( = Building Moderate Muslim Networks ) başlıklı bu rapor Angel Rabasa, Cheryl Benard, Lowell H. Schwartz ve Peter Sickle adlı araştırmacıların imzası ile yayınlanmıştır.(6) Bu rapor hemen tüm İslam ülkeleri yanında Türkiye hakkında da bazı önemli değerlendirmeleri içermektedir. Raporda ABD çıkarları için işbirliğine açık “Potansiyel Ortaklar” başlığı altında ‘laikler’; ‘liberal müslümanlar’ ve “sufiler de dahil” olmak üzere ‘ılımlı gelenekçiler’ şeklinde üç grub sıralanmaktadır.

Konunun ABD stratejileri açısından öneminin daha önceki RAND raporlarına da yansımış olduğu anlaşılmaktadır. RAND Corporation tarafından 2003 yılında yayımlanan ve Cheryl Benard tarafından hazırlanan “Sivil Demokratik İslam: Ortaklar; Kaynaklar ve Stratejiler” başlıklı raporda da “Sufiler” başlıklı bir paragraf yer almaktaydı. (7) Bu paragrafta Afganistan ve Irak gibi köklü tasavvufi geleneklere sahip ülkelerde tasavvufun derin kültürel kodlarının gücüne ve entellektüel potansiyeline dikkat çekilmişti.

Son olarak dünyanın saygın haber dergilerinden TIME’de 22 Temmuz 2009’da yayınlanan Tasavvuf Terörü Azaltabilir mi? (= Can Sufism Defuse Terrorism? ) başlıklı yazı konunun batılı çevreler için ilgi kaynağı olarak izlenmeğe devam edileceğinin göstergesi oldu. Ishaan Tharoor imzalı bu yazıya göre, RAND Corporation, Batılı yönetimlere tasavvufu “doğal bir müttefik” olarak takdim etmekteydi. (8)

***

Buraya kadar yaptığım ve genellikle Batı kaynaklı yayınları yansıtan alıntıları değerlendiren okurun “tasavvufi akımlar”ı “emperyalizmin işbirlikçisi” olarak gösterdiğim gibi –hiç mi hiç arzu etmediğim- bir sonuca varması muhtemeldir.


Oysa yıllardır Türk tasavvuf geleneği ile ilgili ve tasavvufi hayatın pratikleri ile yaşayan birisi için “tasavvufu karalama” suçlamasına vardırılacak bu değerlendirme çok yanlış olacaktır. Dikkat çekmek istediğim konu sadece, İslam dünyasındaki her türlü gelişme ile ilgili olarak batılı strateji odaklarının bazı kurguları olduğu ve bu kurgulanan tuzakların farkına varılmasının taşıdığı önemdir.

Global oyun kurucuların İslam dünyasının mevcut durumunun şekillenmesinde bir faktör olarak görmezden gelemediği tasavvufi akımların ve özellikle Türk tasavvuf geleneğinin asırlara varan “cihad-ı asgar” (=küçük cihad: zahiri düşmanla silahlı mücadele) tecrübesinin iyi bilinmesinin gereği de ortadadır. Bunun Türk tarihinde nasıl etkin bir rol oynadığının çok güzel bir özeti Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan’ın “Kolonizatör Türk Dervişleri” çalışmasından okunabilir. Prof. Barkan hâlâ önemini koruyan bu uzunca makalesinde Osmanlı devletinin ilk kuruluş yıllarında “derviş-gaziler”in gerek fetihlerde fiilen yer alan savaşçılar, gerekse akıncıların öncü kuvveti olarak yerleştikleri uç noktalarda yaptıkları (bir nevi psikolojik harekat olarak adlandırabilecek) bayındırlık ve gönül çelme çalışmalarının önemine işaret eder. (9)

Konunun çok ilginç bir örneğini ise Türkistan coğrafyasında hâlâ etkisini sürdüren Necmeddin Kübra’nın Moğollara karşı verilen bir savunma savaşında şehid olarak dünyadan ayrılması örneğinde bulmak mümkündür. Mevlana Celaleddin Rumi’nin de bir şiirinde işaret ettiği bu şehadetin örnek olduğu “mücadeleci ve aktif” tavrın pek çok örneğini tasavvuf tarihimizde bulabiliriz. (10)

Düşmanla “dişe diş mücadele” eden tasavvuf ehlinin yapıp ettiklerinin yakın zamanda vukua geldiği için kısmen daha iyi bilinen bir örneğini İmam Şamil ve müridlerinin Kafkasya’daki cihad hareketinde görebiliriz.(11) Batı literatürüne “müridizm” olarak geçen İmam Şamil öncülüğündeki bu sufi direnişinin Türkiye’ye göç eden takipçilerinin de aynı tarzdaki “aktif mücadele geleneği” ülkemizin 1919-1922 yıllarında yaşadığı işgal ve kurtuluş mücadelesi yıllarında ortaya konmuştur. İmam Şamil’in bağlı olduğu tasavvufi zincirin bir halkası olan Şerafeddin Dağıstani’nin (vefatı:1936) Bursa’yı işgal eden Yunan birliklerine karşı Orhangazi-Yalova hattında müridleri etrafında organize ettiği büyük direniş bu aktivitenin çok tipik bir örneği olarak tarihe geçmiştir. (12)

Türkiye ile “ılımlı İslam” çerçevesinde yapılacak işbirliğine açık gruplar hakkında RAND raporlarındaki değerlendirmenin yüzeyelliği Batı emperyalizminin -zorbalıkla işgal etse bile- son tahlilde İslam topraklarında neden kalıcılık kazanamayacağının bir kanıtı olarak da değerlendirebilir. (İlgili okurun ülkemizde “Ilımlı İslam” kuluçkası olma potansiyeli görülerek “ılımlı sufi İslam’ın temsilcisi” etiketi ile öne çıkartılan grub”un aslında tasavvuf ile ne kadar da alakasız bir topluluk olduğunu görmek için ilgili 6. ve 7. dipnotlardaki söz konusu raporlara bir göz atması yeterlidir.)

“Cihad ruhunu yitirmiş bir İslam” türetmek üzere dünya çapında “Ilımlı İslam” prototipleri imalatı çabasında olan ve ülkemizde de bu prototiplere kuluçkalık etme kapasitesi olan kişi ve gruplara kucak açan Batılı stratejistler, biraz ‘konuya fransız” olmasalar hemen anlarlardı ki Türk tasavvuf geleneğinde “kılıç sallarken tevhid zikrine devam eden” bir damar her zaman var olmuştur ve -bazen günümüzdeki gibi zayıfla(tıl)mış olsa bile- daima var olacaktır.

Önümüzdeki yıllarda da etkili olması beklenen İslam’ın tasavvufi geleneğini yedeğe alarak “İslam’ı pasifize etme rüyası”nın ardınca gidilen bu yeni sürecin dünyada ve ülkemizde nasıl bir seyir izleyeceğini hep birlikte göreceğiz.

Dipnotlar :

(1) “Radikallerle mücadele için tasavvuf telkini”;

http://www.cnnturk.com/2009/dunya/07/08/radikallerle.mucadele.icin.tasavvuf.telkini/534142.0/

(2) Algeria promotes Sufism in hopes of peace, J. Samia Mair;

http://www.examiner.com/x-9968-Baltimore-Muslim-Examiner~y2009m7d13-Algeria-promotes-Sufism-in-hopes-of-peace

(3) Islamabad sees sufism as extremist antidote;

http://www.presstv.ir/classic/detail.aspx?id=97382&sectionid=351020401

(4) State-Sponsored Sufism , Ali Eteraz;

http://www.foreignpolicy.com/story/cms.php?story_id=4993

(5) Sufism and the West, Usama Butt;

http://www.khaleejtimes.com/DisplayArticleNew.asp?col=&section=opinion&xfile=data/opinion/2009/June/opinion_June148.xml

(6) Building Moderate Muslim Networks, RAND Corp.;

http://www.rand.org/pubs/monographs/2007/RAND_MG574.pdf

(7) Civil Democratic İslam: Partners, resources, and strategies , Cheryl Benard, RAND Corp;

http://www.rand.org/pubs/monograph_reports/2005/MR1716.pdf

(8) Can Sufism Defuse Terrorism?

http://www.time.com/time/world/article/0,8599,1912091,00.html

(9) “Kolonizatör Türk Dervişleri”, Prof. Dr. Barkan, Ömer Lütfi; Vakıflar Dergisi, sayı:2, sf. 279-304, Ankara, 1942.

http://turkoloji.cu.edu.tr/GENEL/barkan.pdf

(10)İşaret Taşları, Dr. Bice, Hayati; İnsan yayınları, İstanbul, 2006.

(11) İmam Şamil ve Kafkasya Cihadı hakkında bkz.

http://www.tasavvuf.info/samil.htm

(12)Kurtuluş Savaşı Yıllarında Şerâfeddin Dağıstanî hakkında bkz.

http://tasavvuf.sufiler3.googlepages.com/serafeddin2



DR. HAYATİ BİCE KİMDİR?

1.3.1959 tarihinde Tokat`ta dünyaya geldi. İlköğrenimini Tokat İbn-i Kemal İlkokulu’nda yaptı. Lise öğrenimini Tokat Turhal Lisesi’nde tamamladı. 1976 yılında tıp öğrenimine başladığı Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi`ni 1982 yılında bitirdi. Yine Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi`nin Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği`nde 1985 yılında başladığı uzmanlık eğitimini tamamladı ve 27.12.1989 tarihinde Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı oldu. Askerlik görevini Uzman Hekim olarak Denizli Askeri Hastanesi`nde tamamladıktan sonra bir süre Yalova Devlet Hastanesi`nde Uzman Hekim olarak görev aldı. Yalova`da kurduğu Bala-Can Çocuk Kliniği`nde hizmet verdi. 2001 yılı başından bu yana Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı olarak T.C. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu`nda sözleşmeli uzman doktor olarak görevine devam etmektedir. Tezhib sanatçısı Müzehher Bice ile evli ve Abdulhay Alperen Bice, Fatıma Dilahan Bice ; Behre Nur Bice adlarını taşıyan 3 çocuk babasıdır. Türk lehçelerinin tamamı ile İngilizce bilir.

Aslen Kafkasya Karaçay Türkleri’ndendir. 3. kuşaktaki dedeleri Ali Bek ve Canhod Ata, İmam Şamil`in cihad yıllarındaki kanlı savaşlara fiilen iştirak etmiş olan mücahidlerden olup hicrî 1293 Osmanlı Rus savaşından sonra Türkiye`ye muhaceret etmek zorunda kalan Kafkas önderlerindendir. Kadim dedelerine olan borcunu ödemek için yazdığı "Kafkasya`dan Anadolu`ya Göçler" kitabı alanındaki temel eserlerden ve referans kitablarından birisi haline gelmiştir.

ESERLERİ

TÜRK YURTLARINDAKİ AYAK İZLERİ:

1990-1993 yıllarında Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan’da çeşitli sürelerde araştırma ve inceleme programlarına katıldı.

1994-1995 öğretim yılında Uluslararası Hoca Ahmed Yesevi Türk-Kazak Üniversitesi`nde öğretim görevlisi olarak Kazakistan’da görev aldı. Üniversitenin Medikososyal Merkezi’nin organizasyonunu yaptı ve aynı zamanda öğretim görevlisi olarak "Yesevi Bilgisi" dersleri verdi. [Eşi ve o zamanlar tek evladı olan oğlu ile Yesevi Üniversitesi’nin kuruluş sürecinde yaşadıkları maceralı günleri ve Türkistan’a ilişkin gözlemlerini içeren ve Yeni Şafak’ta Türkistan Rüyası adı ile bazı bölümleri yayınlanan Türkistan Notları`nı aynı adla kitab halinde yayınlamak üzere çalışmağa devam etmektedir. ]

2000 yılında restorasyonu TİKA tarafından tamamlanan Hoca Ahmed Yesevi Türbesi`nin yeniden ziyarete açılış töreni için Türkiye-Kazakistan Cumhurbaşkanları`nın katılımıyla yapılan resmi törenlere Cumhurbaşkanlığı Heyeti ile katıldı. [ Eşi Müzehher Bice tarafından tezhibi yapılan ve hattat Hüseyin Kutlu imzasını taşıyan “Ya Hazret Sultan Hoca Ahmed Yesevi –Kaddesallahu Sırrahu” ibareli hat eseri bu açılış sırasında resmi törenle türbeye armağan edildi. ]

Türkistan`a yaptığı geziler ile bölgedeki inceleme ve araştırmalarını içeren gezi notları ve makaleleri Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Türk Yurdu, TÖRE gibi dergiler ile Yeni Şafak ve ZAMAN gazetelerinde yayınlandı.

YAZI HAYATI:

İlk yazıları 1982-1990 yılları arasında Oğuz Karaçay mahlasıyla yayınlandı.
* İlk şiiri TÖRE dergisinde 1982 tarihinde yayınlanmıştır.
* Yayınlanan ilk kitabı 1989 yılında Kafkasya’dan Anadolu’ya Göçler adıyla Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları arasında okurlara sunuldu.
* Türk Edebiyatı Vakfı Mehmed Akif Ersoy İnceleme Yarışması’nda Mehmed Akif’in Oğlum Nevruz’a adlı şiirinin incelemesi ile İkincilik Ödülü kazandı.
Tıp alanında ve sosyal kültürel konulardaki birçok araştırması çeşitli bilim ve kültür dergileri ile gazetelerde yayınlanmıştır. Türk yurtları eksenli incelemeleri Tercüman, Zaman, Yeni Düşünce, Yeni Şafak gazetelerinde ; TÖRE, TÜRK YURDU, TÜRK EDEBİYATI dergilerinde yayınlanmıştır.

1990 yılında Ankara`da yayma başlayan ve iki cildi yayınlanan TÜRK YURTLARI adlı derginin yayın yönetimini de üstlenmiştir. Bu dergideki yazılarından itibaren yazılarında kendi imzasını kullandı.

Özellikle Türk dünyası üzerine yazdığı makaleleler "Türkiye Dışındaki Türkler Bibliyografyası"nda ciddi bir hacme ulaşmıştır.

Tercüman Gazetesi’ne 1987 yılında hazırladığı Dr. Oğuz Karaçay imzalı bir yazı dizisinde Cengiz Aytmatov’un “Gün Uzar Yüzyıl Olur" adlı şaheserini geniş kitlelere tanıtmıştır. Gerek bu yazı dizisinin gerekse Dr. Bice’nin Türk Yurtları dergisinde yazdığı makalelerin yaşayan en büyük Türk yazarı olan Cengiz Aytmatov’un ülkemizde tanınırlığının artışında büyük etkisi olmuştur. "Bir Türk Klasiği : Cengiz Aytmatov" adlı makalesi Türkoloji kürsülerinde "kaynak" olarak okutulmaktadır.

YAYINLANAN KİTAPLARI :

TÜRK YURTLARI Üzerine Eserleri :

"Kafkasya`dan Anadolu`ya Göçler" [ 1.baskı 1989, Türkiye Diyanet Vakfı (TDV) yayını]

"Türk Yurtlarında İmanımızın İşaret Taşları", [1. baskı, 1992,Köklem yayınları]

"Hoca Ahmed Yesevi Türbesi" [1.Baskı 1991 T.C. Kültür Bakanlığı yayını, 2.Baskı 1993 Türk Exim-Bank yayını]

DİVAN-I HİKMET : Hoca Ahmed Yesevi`ye ait şiirlerin bugünkü Türkçe`ye aktarılmasından oluşur. [ 1.Baskı 1993, TDV yayını , 4.baskı 2005 TDV yayını

TIP Alanındaki Eserleri :

"Antimikrobial Tedavi Rehberi" [1. baskı, 1990, Köklem yayınları]
Annenin Rehberi [1.Baskı 1990, -3.baskı 2000, TDV yayını ]

ÜYESİ OLDUĞU SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI

* T.C. Bakanlar Kurulu kararı ile "Kamu yararına çalışır dernek" olarak tescil edilmiş olan Türkiye Yazarlar Birliği üyesi olup sözkonusu kuruluşun 1988-1990 yıllıklarının Türk Dünyası bölümünün editörlüğünü yaptı. Halen Türkiye Yazarlar Birliği Genel Merkezi etkinliklerine aktif olarak katılmağa devam etmektedir.

* T.C. Bakanlar Kurulu kararı ile "Kamu yararına çalışır dernek" olarak tescil edilmiş olan Türk Ocakları üyesi olup Ankara Türk Ocağı`nda Türk Yurdu Kaset Kulübü adını verdiği ve Türk Yurtları`nın Zeyneb Hanım Hanlar gibi bilinen sesleri yanında Dedehan Hasanoğlu , Baba Mirza, Şir Ali Curaoğlu, Bülbül, Abdulvahid Küzecioğlu, Kamilcan Ataniyazoğlu gibi hemen hiç bilinmeyen sanatçılarının nadide eserlerinden oluşan bir koleksiyonu oluşturdu ve Türkiye çapında tanıttı.

* Tıp Mensublarının sosyal, ekonomik ve kültürel işbirliği için kurulmuş Türkiye Sağlık Çalışanları Vakfı [ TUSAV ] üyesi olarak vakıf çalışmalarına katılmakta ve 2005 yılı başından bu yana vakfın mensupları yanında tüm internet kullanıcılarına da açık olan TUSAV2001 yazışma grubunun moderatörlüğünü yürütmektedir.

KAYNAK: BOYUTHABER

Hocaefendi'nin Prensleri Aydın Doğan'ı Kurtaramadı
Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat
13.09.2009

Doğan Yayın Holding’e kesilen muazzam vergi cezası, bugünlerde medyadaki züğürtlerin çenesini acayip yoruyor. Çenesini yormayanların başında –züğürt olmadığı için olsa gerek- her zamanki gibi Hürriyet gazetesi Genel Yayın Müdürü Ertuğrul Özkök geldi.. Cezanın açıklandığı gün, umreye gittiği için içkiyi bırakıp bırakmayacağına dair bir yazı yazan Özkök, ertesi gün olaydan hiç bahsetmemenin biraz tuhaf kaçacağını düşünmüş olmalı ki açıkça “Batabiliriz” mesajı veren başka bir yazı kaleme aldı.

Peki, Aydın Doğan’a “Efendim, Tayyip Bey aldı başını gidiyor. Ne CHP, ne MHP, ne de TSK artık onu durduramaz. Kasımpaşalı’yı frenleyebilecek iki odak var. Biri Utah’taki, diğeri Çankaya’daki…Gelin biz Tayyip’in şerrinden Hocaefendi’ye sığınalım” aklını veren kim?

Tabii ki Ertuğrul Özkök…

Nasıl sığınılacaktı Hocaeefendi’nin himayesine?

“Aracılar” vasıtasıyla…

Kimdi o aracılar?

Kim olacak, jöleli Eyüp ile Akif…

Jöleli için, “Aydın Bey, bu çocukta istikbâl var. Hem Hocaefendi ile arası çok iyi, biliyorsunuz yeni trend cemaatçilik. Gelin biz bu yetenekli arkadaşı yazarlarımız arasına katalım” diyen kim?

Şarapsever Ertuğrul…

Aydın Bey’in “Yahu kimdir bu çocuk, tanımam etmem” şeklindeki yaklaşımı üzerine Eyüp Can’ın Zaman’dan Hürriyet’e devşirilmesi tehlikeye girmesin diye Doğan’ın kızlarına Jöleli için kulis yapan kimdir?

Yine Şarapsever Ertuğrul…

Şarapsever’in gazına gelen kızlar, Aydın Bey’e gidip “Baba, biz bu Eyüpcan’ı çok sevdik, n’ooolur alalım onu” diye şirinlik yaparak babalarının kalbini yumuşatmışlar mıdır?

Yumuşatmışlardır.

Peki, işler karışmaya ve grup üzerindeki baskılar artmaya başlayınca, gemiyi Utah limanına yanaştırma politikasının mimarı Şarapsever Ertuğrul ne yapmıştır?

Eyüp Can’ı gazetede üst düzey yetkili konumuna getirmiş, “Bir de takviye yapmak lazım” diyerek o günlerde Başbakan tarafından azarlanmaktan ve getir götür işlerine koşturulmaktan depresyona girmiş olan Akif’i Radikal gazetesine yamamıştır…

Başbakan’dan şamar yedikçe Başbakanlık muhabiri döven Akif’in tek marifeti, “Ne güzel azarlandın Akif” dedirtecek hareketler değildir.

Kendileri, ABD’de Kanal-7 temsilcisiyken, “Ülkenin gezilip görülecek yerleri” kapsamında Türkiye’den gelenleri Hocaefendi ile buluşturma görevini de üstlenmişlerdir.

Örneğin, bugün Ergenekon davasının sanıklarından olan eski AKP ve Genç Parti milletvekili Emin Şirin, vaktinde ABD’de Hocaefendi ile Akif’in aracılığı sayesinde bir araya gelebilmiştir. Bu ziyaretler sırasında Akif, gözleri yere dikili ve bacakları dizden bitişik şekilde oturmakta, Hocaefendi izin vermedikçe söze karışamamaktadır. Gelenlere gül suyu dökme işini yaptığı da söylenmiştir ama ben bunun tezvirat olduğunu düşünenlerdenim…

Şarapsever'in strateji dehâsına göre bu ikisi, Edi ile Büdü gibi, Aydın Bey’in başı sıkıştıkça Hocaefendi’ye koşup lojistik ve manevi destek alacaklar, böylece Tayyip Bey’in kontrolsüz öfkesine set vurulacaktı.

Bu dahiyâne planın bir diğer “yandan çarklısı” da hürriyet.com.tr'nin başına getirilen Fatih Çekirge olup, kendisi Doğan Medya’nın Çankaya şubesi olarak vazife yapmaktadır.

Hürriyet’in internet sitesinde Abdullah Gül ile ilgili haberlerin altına eleştirel yorum bile alınmamaktadır. Bu arkadaşın, Star gazetesindeki meşhur “Hikmetyar’la dizdize” manşetinin mimarı olduğunu hatırlatmaya bilmem gerek var mıdır? Tayyip Bey’in tüylerini diken diken eden bu şahsın, Abdullah Bey tarafından baş tacı edilmesi belki de sadece tesadüften ibarettir; kim bilir?

Gelinen noktada Aydın Bey, TÜSİAD’ı ve Koç Grubu’nu bile lâl eden büyük bir vergi cezasıyla karşı karşıya kalmıştır, Şarapsever'in planı çökmüş, “Hocaefendi’nin prensleri” ünvanıyla makam, mevki, para sahibi yapılanlar çürük çıkmıştır.

Bu ikisi ya Hocaefendi nezdinde itibarları olmayıp Aydın Bey’e kakalanmışlar, ya da Şarapsever'in planının tam tersine (Belki Şarapçı’yı da aralarıan alarak) karşı casusluk faaliyetinde bulunmuşlardır.

Kısacası, Aydın Doğan kandırılmış, Jöleli’nin karısının zorlama kitaplarına ödenen trilyonluk telifler başta olmak üzere bir sürü avanta da sokağa atılmıştır.

Şimdi ne yapıyorlar?

Hiç. Şarapsever, “Valla batacak gibi görünüyoruz” şeklinde ortadan felaket tellallığı yapan yazılar döşeniyor.

Jöleli, kendini “gazeteciliğe” verdi. Doğan Medya Grubu hakkında 3.755 milyar TL ceza öngören rapor ile Citibank’a verilen cezanın raporunu aynı kişinin yazdığını ortaya çıkıp müthiş bir gazetecilik yaptı!

Kardeşim, seni “gazetecilik” yapasın diye mi oraya getirdiler?

“Akif ne yapıyor “ diye soracak olursanız, kendisi “Medya grubunun Aydın Doğan sonrası yeniden yapılandırılması konusunda kafa yoruyor.

Geçenlerde “Medya Efendilerinin Raconu” diye bir yazı yazarak,

“Bedelini Aydın Doğan’ın ödeyeceği bir kavgayı başlatma, büyütme, sürdürme hakkı kimindir?” sorusunu gündeme getirdi.

“Efeyi efe yapan, kızanlarıdır. Kolpacı çakalların düşmanlığı değil, dostluğu bozar efeyi.
Etrafında toplandıkları gün, efenin kirlenmeye başladığı gündür.Efelerin değişmez yasasıdır.

Töreye, racona karşı gelinmez.O töre der ki; tuzak kurmayacaksın, pusu atmayacaksın... Arkadan hançerlemeyecek, kiralık katil tutmayacaksın.Talihsiz efelerin akıbeti, çakal-meşrep kızanların eline düşmektir.O tarz kızanların talihsizliği de, bir gün efelerinin tepesinin atacak olmasıdır.Benden söylemesi” dedi…

Söyledikleri de doğru hani..

“Kolpacı çakal” lafından bir tek Ahmet Hakan alındı nedense..

Allah geçinden versin ama bu olaylar Aydın Bey’in yaşlı kalbini yorabilir. “Godfather”ın lokması döküldükten sonra “Utah’a yanaşalım” siyasetinin sorumlularından ve arabayı duvara toslatanlardan kim hesap soracak dersiniz?

ŞEYTANIN EN GÜNCEL HİLELERİ
Sezai Kırlangıç

Aman dikkat etmeliyiz, uyanık olmalıyız, provokasyona gelmemeliyiz, ergenekon tuzağı olabilir yada ne bileyim bu olayın arkasından göreceksiniz Yahudi ve masonlar çıkacak diyerek, İslami bütün hamleleri yok edici, ruh ve aksiyona dayalı bütün davranışları boşa çıkarıcı ‘fikir’ maskeli vehimler, vehimler, vehimler…

Aslında Müslümanlar biraz acele ediyorlar, liberalizmle uzlaşarak, dinler arası diyaloglar tesis edilerek amaca ulaşmak ta mümkündür, hem sadece lailaheillallah desek ne çıkar, hele burada bir müttefik olalım sonrası kolay… Hem bunların gücü karşısına hangi güçle çıkacaksın, elinden gelir…

Sen bu davaya lazımsın, sen bu davanın güdücülerindensin, sensiz bu dava yürümez, sen olmazsan dava bu noktalara gelmezdi şeklinde karşılıklı birbirlerini pışpışlayışlar ve ardından miskinlik ve stratejisizlik tuzağına düşüşler…

Örtünme mücadelesinin bütün acılarıyla Müslüman kadınları kuşattığı bir dönemde ‘protesto yapanlar başörtülü erkekler’ ‘başörtüsü teferruattır’, ‘eğitim için başını açmalısın’ ‘sen bu işte olmazsan senin yerinde koministler olur’ türü hainane telkinler…

Adam arabasında yüksek sesle açtığı ilahiyi dinlerken, Karım başını mecburen açtı, hem ne yapalım maddi sıkıntı içerisindeydim, tabi her alanda hizmeti yaygınlaştırmak lazımdı, daha fazla hizmet etmek için açıldı karım… Hem bir başörtüsünden ne olur ki?

Faiz bir yerde mecbur, araba bir ihtiyaç değil mi ev bir ihtiyaç değil mi, ne yapalım yani, kapitalizm kuşatmış her yanı, dışına çıkmanın imkânı yok, faizsiz ticaret yok… Hem Müslüman da zengin olmalı değil mi, güzel arabalar, evler ve giysiler en çok ona layık değil mi?

Şehit değil biliyorum ama ne yapayım, yanımda ki şimdi beni şöyle sanır böyle sanır, adam dine küfrederek öldü lakin cenazesini kıldırmazsam, katılmazsam benim için ne düşünürler, işim, makamım, maaşım, hem çocuklarımın rızkı için buradayım yoksa…

Irkçılığı sevmem ama Türk başka, onun ayrı bir üstünlüğü var diğer ırklardan… Arap olmak ayrıcalıktır ve ya şu Türkçülerin yüzünden Kürtçü oldum sözleri…

Adam televizyon seyrediyor. ‘ Şu Iraklıları anlamıyorum, ne diye savaşıyorlar, ne yani savaştınız daha mı iyi oldu, bir buçuk milyon kişi öldü’ şeklinde hakikati tersine çevirici şeytani deha… Hem Allah ta sevmez insanın kendini tehlikeye atmasını diye devam edişi ise bu dehanın! çapını göstermesi bakımından müthiş!..

Eskiden mezhep mi vardı, Kur’an’dan başka kaynak tanımam, Amerika’dan bağımsız düşünmek imkânsız, demokratik olmak lazım, şu Avrupa Birliğine bir girelim hele… Herkese, her şeye, her oluşa, her vuruşa, her olaya hoşgörü göstermek lazım. “Amerikalılar Irakta ne yapıyorlar, Bosna da Sırplar ne yaptı, Ruslar Çeçenistan da ne yaptı” Düşünme, hoşgörülü ol, kuşat gözyaşınla her yanı…

Dinleri ve vatanlarının bağımsızlığı için mücadele eden mücahidler karşısında şeytanın telkinleri hemen oracıkta hazır: Bunların yüzünden İslamı şiddet dini olarak tanıyor batı, bunlar olmazsa batılılar bizi daha çok sevecek, Müslüman terörist değildir, bunlar Müslüman değildir... Küresel dil konuşmak lazım, küreselleşmek lazım…

Şeytan sinsice kulaktan kulağa şu tehdidi yaygınlaştırır. Şu dergilerden, ya da şu yayınlardan almamak, şu cemaatin sohbetlerine katılmamak lazım, ne olur ne olmaz başımıza bir iş menem gelir, hem uzakta durmak lazım bunlardan, illa da dindarlık arzu ediyorsan fetullah hoca efendinin eteğine yapış, nede olsa hiçbir riski yok, kimin ne olduğu belli değil, hem nasibinde açılır zenginleşirsin birdenbire…

Şeytanın en güçlü silahı haset. Tezahürleri onlarca… Ama o bizim cemaatten değil ne gereği var Kadiri dergâhında Risale’i Nur’un veya Nur talebelerinin evinde İbda külliyatının, hem Süleyman Hilmi Tunahan bağlısı cemaat M.Zahid Kotku kitaplarını kitaplıklara neden koysun ki, Med Zehralı mübareğin kütüphanesinde var mıdır Esad Coşan’ın eserleri, ya da Yeni Asya neslinin umrunda mıdır Büyük Doğu külliyatı şeklinde şeytani vesveseler, vehimler…

Gaza gelmemek lazım. Hele bir dur bakalım, önce onlar bir şeyler yapsın, bakalım ne oluyor ona göre bizde hareket ederiz. (Cihad ve şehitlik nimetinden kaçınma için)Hem bak bizde Kur’an öğretiyoruz, tefsir dersleri yapıyoruz, boş durmuyoruz yani…

Üç beş Müslüman bir araya gelip zalimlere karşı hakkı söylemek ve tatbik etmek için bir eylem gerçekleştirdikten hemen sonra şeytan hemen en yakın dostlarının yanına gider ve fısıldar. Bunların İslamla ilgisi yok, içki içerken görülmüşler, evlerinde polisler uygunsuz cd’ler bulmuş, bunlar dış güçlerin taşeronu, bunlar ülkemizi karanlığa sürüklemek istiyor… Şer güçler yine sahnede…

LANET OLSUN ŞEYTANA VE TELKİNLERİNE

Aylık Dergisi Sayı: 50

FETHULLAH GÜLEN AÇILIM İÇİN HANGİ KATOLİK CEMAATİNİ REFERANS ALDI?

Tam bir ay önce Polonya’nın Krakow kentinde “Dinler ve İnançlar Arası Diyalog” başlıklı bir toplantı gerçekleştirildi. Dinlerarası diyalog deyince hemen akla Fethullah Gülen cemaati geliyor haliyle. Ama bu toplantı Katoliklerin “Fethullah Gülen cemaati” olarak kabul edilen Sant’Edigio tarafından düzenlenmişti.

Yahudi, Budist, Hıristiyan, Brahmanist 400 civarındaki ismin bir araya geldiği ve 3 gün süren toplantılarda Türkiye’den de iki isim yer aldı. Diyalog meselesinin Türkiye’deki “resmi temsilcisi” Fethullah Gülen cemaatine bağlı Gazeteciler ve Yazarlar Birliği Başkan Yardımcısı Cemal Uşak bu isimlerden ilkiydi. Aynı zamanda cemaatin Kültürlerarası Diyalog Platformu Genel Sekreteri de olan Cemal Uşak’ın yanında yer alan diğer isim de, Bilgi Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Niyazi Öktem’di. Öktem yine cemaatin Kültürlerarası Diyalog Platformu’nun da başkanlığını yürütüyor.

Fethullah Gülen cemaati ile Katoliklerin Sant’Edigio cemaati arasında ciddi benzerlikler bulunuyor. Özellikle de Türkiye’nin Kürt açılımıyla girdiği yeni süreçte Fethullah Gülen’in Katolik bir cemaati nasıl referans aldığının ayrıntılarını aktaracağız şimdi.

Ama önce bu Katolik cemaati tanıyalım.

Sant’Egidio cemaati 1968 yılında kurulmuş. Cemaatin Fethullah Gülen’i ise Katolik bir tarihçi olan Andrea Riccardi. Henüz bir üniversite öğrencisi iken kurduğu cemaatinin bugün 50 bin üyesi bulunuyor. Riccardi de yine Gülen gibi “söylem” itibariyle mütevaziliği, gösterişten uzak durmayı şiar edinmiş!

Bu Katolik cemaat her yıl dinlerarası diyalog toplantıları düzenliyor. Bu seneki toplantının ise özel bir önemi vardı. Yahudiler, Çingeneler ve Polonyalılar’ın Naziler tarafından katledildiği Auschwitz ve Birkenau kamplarına çok yakın bir noktada bulunan Krakow’da toplanmıştı.

Sant’Edigio tıpkı Fethullah Gülen cemaati gibi “hizmet” amaçlı faaliyetleriyle dikkat çekiyor. Yine Gülen cemaati gibi uluslar arası çalışmalarıyla 70 civarında ülkede etkinlik gösteriyor.

Sant’Edigio cemaatinin önemli bir yönü de birtakım çatışma ortamlarında arabulucu olarak işler yapması. Mesela Mozambik’te 13 yıl süren iç savaşın 1992 yılında sona erdirilmesi sürecinde İtalyan "Community of Sant’Egidio" adlı cemaat taraflar arasında arabuluculuk yapmış. Renamo isimli gerilla örgütüyle Mozambik Hükümeti ileri gelenlerini Roma’da buluşturup barış antlaşmasının imzalanmasını sağlayan cemaat, aynı çalışmaları Burundi ve Cezayir’de de yapmış.

Fethullah Gülen cemaatiyle Sant’Edigio arasında ciddi bir dayanışma da var. Gülen cemaatinin düzenlediği bazı toplantılara bu katolik cemaatinden de temsilciler katılmıştı.

Sant’Edigio isimli Katolik cemaati dini misyonun dışında dünyada etnik temelli çatışma alanlarında “uzlaştırıcı”, “arabulucu” rolüyle sivil toplum örgütü olarak da “muamele” görüyor.

Sant’Edigio’nun Krakow’daki toplantısına katılan Prof. Dr. Niyazi Öktem, Star Gazetesi’nin geçtiğimiz Pazar günkü Açık Görüş ekinde, Sant’Edigio ile Fethullah Gülen cemaati arasındaki benzerlikleri yazdı. Hem de Krakow’daki toplantıdan izlenimlerini aktardı.

Yazısının son bölümünde ise Fethullah Gülen cemaatinin yeni misyonunu açıkladı. Öktem, “G. Amerika’ya kadar giden, eğitim ve diyalog olgusu üzerinde duran, yoksullukla, açlıkla mücadele veren Gülen Hareketi’nin zamanla Mozambik ve Burundi’de olduğu gibi barış görüşmelerine aracı olma aşamalarına gelmesi kimseyi şaşırtmasın.” dedi.

Peki Kürt açılımıyla birlikte özellikle sürecin kilidini açacak PKK meselesinde Fethullah Gülen cemaati Sant’Edigio gibi bir rol üstlenir mi?

Daha geçen seneye kadar PKK ile Gülen cemaati arasındaki çatışma bugünlerde yerini barış ortamına bırakmış durumda zaten. Öcalan’ın İmralı’dan Gülen’e gönderdiği “saygı” mesajı bunun en iyi göstergesi.

Cemaatin dinlerarası diyalogdan sonra şimdi de yeni bir misyon üstlendiğini görüyoruz. Bakalım PKK ile uzlaşma meselesinde cemaatin yeni misyonu devreye girecek mi?

Tutkun Akbaş
Odatv.com
6 Ekim 2009

Bu haberle ilgili etiketler:
fethullah gülen, katolik, cemaat, santedigio

SONER YALÇIN’DAN SAİD-İ NURSİ MESELESİNE FARKLI BİR BAKIŞ

6-7 Eylül Olayları’nı yazarken aynı cümleyi yazdım: Biz hep olayların sonucuna bakarak değerlendirme yapıyoruz. Olayları ortaya çıkaran nedenleri bilmiyoruz; üzerinde durmuyoruz. Başbakan Erdoğan kardeşlik mesajında Said-i Nursi’nin de adını telaffuz etti. İlk kez Said-i Nursi’nin adını anarak konuşma yapan Başbakan Menderes’di. Peki neydi bu konuşmanın içeriği? Bu konuşmayla 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra Said-i Nursi’nin cesedinin mezarından çıkarılıp bilinmeyen bir yere götürülmesi arasında nasıl bir ilişki vardı? 6 aylık süreçte neler yaşandı?

1980’li yıllar…

Ankara’da muhabirlik yapıyorum…

Görüştüğüm haber kaynaklarından biri de yetmiş yaşındaki Gıyaseddin Emre!

1954-60 yılları arasında TBMM’de görev yaptı. Demokrat Parti milletvekili olarak Yassıada’da yargılanıp hüküm giydi.

Kürt’tü…

Bitlisli’ydi…

Said-i Nursi’nin yakınıydı…

Böyle bir girişi niye yaptım?

Bildiğiniz gibi geçen hafta Başbakan Erdoğan kardeşlik mesajı verirken Saidi Nursi adını da telafuz etti. İyi de etti.

Bunun üzerine denildi ki, Said-i Nursi adını Başbakan olarak ilk kez Adnan Menderes konuşmasında geçirdi.

Adnan Menderes’ın Said-i Nursi’nin adını telaffuz etmesine hangi olay neden olmuştu?

İşte benim görüşmekten hep keyif aldığım Gıyaseddin Emre o olayın birincil tanıklarındandı.

Geliniz 50 yıl öncesine gidelim…

Nereden çıktı bu gezi

Tarih 1 Aralık 1959…

Said-i Nursi nedense birdenbire yurt gezisine çıktı.

Konya’da Mevlana Türbesi’ni ziyareti sırasında olaylar meydana geldi. Benzer olaylar Said-i Nursi’nin gittiği her yerde yaşanmaya başladı.

Basın olaylara geniş yer ayırdı.

DP Hükümeti’nin Devlet Bakanı İzzet Akçal sık sık, “Türkiye’de irtica tehlikesi yoktur” diye demeçler vermeye başladı.

Bu tartışmalar, kavgalar arasında Said-i Nursi hiç geri adım atmadı; yurt gezisini sürdürdü.

Olaylı Malatya, Eskişehir, Kütahya, Bursa, İstanbul gibi şehirlerden sonra Ankara’ya geldi.

Tarih 1 Ocak 1960…

Said-i Nursi Ankara Ulus’ta Denizciler Caddesi’nde bulunan Beyrut Palas Oteli’ne yerleşti.

Polis diğer şehirlerde olduğu gibi olayların çıkmaması için geniş güvenlik önlemleri aldı.

Said-i Nursi’nin ziyaretçileri arasında DP milletvekili Gıyaseddin Emre de vardı.

Zaten Said-i Nursi’nin gezisi büyük tartışma yaratmışken bir de iktidar partisinden bir milletvekilinin Said-i Nursi’yi ziyaret etmesi olayları alevlendirdi.

CHP lideri İsmet İnönü, 6 ocak’ta Vatan Gazetesi’ni ziyareti sırasında Ahmet Emin Yalman’ın, “Said-i Nursi seçimde vazife almış mıdır” sorusunu, “öyle görünüyor” diye yanıtladı. Bir gün sonra Gaziantep ilçe merkezine gönderdiği mesajda, “Bediüzzaman iktidar partisinin seçim mekanizmasında kendine düşen vazifeyi yapmaya başlamıştır” dedi.

8 Ocak’ta Başbakan Menderes, İnönü’den DP’yi Said-i Nursi ile irtibatlı gösteren sözlerini geri almasını istedi.

Mecliste Said-i Nursi kavgası

Said-i Nursi gerginliği meclise de yansıdı.

CHP Genel Başkanı İsmet İnönü meclis kürsüsünde sert bir konuşma yaptı:

“Sizler Said-i Kürdi’yi neden Türkiye’de şehir şehir dolaştırıyorsunuz? İrticayı seçim kazanmak için mi hortlatıyorsunuz? Atatürkçüleri bilerek mi hiddete getiriyorsunuz? Amacınız nedir?”

İnönü, konuşmasında Said-i Nursi değil Said-i Kürdi adını kullanmıştı.

CHP lideri İnönü’nün bu sözleri meclis genel kurulunu hareketlendirdi.

İnönü geri adım atmadı: “Dinin siyasete en yaldızlı şekilde alet edilmesi yüzünden memleketin iki defa battığını görmüş benim gibi bir adamın, din istismarcılarının zararı karşısında duyduğu heyecanlı hassasiyeti paylaşmanızı istiyorum.”

Mecliste kimsenin anlayış gösterecek ruh hali yoktu.

Meclis Başkanı Refik Koraltan milletvekillerini sakinleştirmek için yoğun çaba harcadı.

İnönü’nün sözlerine yanıt vermek için bu kez meclis kürsüsüne Başbakan Adnan Menderes geldi.

İşte ilk kez bu konuşmasında Başbakan Menderes Said-i Nursi adını telaffuz etti:

“Said-i Nursi gibi bir pir-i fani bütün hayatını iman ve Kur’an davasına vakfetmiş; dünyayı bu derece bırakmış bir insandır, Bütün dünyasını ilme, Kur’an’a ve ahırete feda etmiş bir zattır. Siz bundan ne istiyorsunuz?”

Milletvekillerinin karşılıklı laf atması üzerine meclis karıştı; yumruklaşmalar başladı.

Meclis Başkanı Refik Koraltan, İsmet İnönü’ye 12 oturum meclise girmeme cezası verdi.

Oturumu güçlükle kapattı.

Menderes’in Said-i Nursi’ye ricası

Gıyaseddin Emre TBMM’den çıkıp hemen Said-i Nursi’nin kaldığı Beyrut Palas Otel’e gitti. Otelin çevresindeki polis sayısı artmıştı. CHP’lilerin eylem yapmasından çekiniyordu.

Gıyaseddin Emre Said-i Nursi’yi otelden alıp DP Isparta milletvekili Tahsin Tolan’ın Bahçelievler’deki evine götürdü.

Gıyaseddin Emre gece 23.00’e kadar evde kaldı sonra yatmak için kendi evine döndü.

Tam uyuyacaktı ki evinin telefonu çaldı. Başbakan Adnan Menderes acilen Konut’a bekliyordu. Kalktı gitti.

Başbakan Menderes ile aralarında nasıl bir görüşme olduğunu Gıyaseddin Emre şöyle anlattı:

“Adnan Bey bana, ‘Bakınız Gıyaseddin Bey sizi şunun için çağırdım; Üstad Bediuzzaman hazretlerine gideceksiniz (Üstad’ı Üstad Bediuzzaman hazretleri diye ifade ediyordu.) benim ta’zimatlarımı (saygılarımı sunarak -sy) kendilerine bildireceksiniz; hava çok gergin, meselenin üzerinde çok duruyorlar. Yolda rahatsız ederler. İdareciler meseleyi anlamadıkları için kendisini taciz edebilirler. O bakımdan kendisinden rica ediyorum bu defa dönsün. Hava biraz sükunet bulsun. Sonra ben kendilerine haber veririm. Gelip giderler. Ben bizzat Anadolu’yu gezmesine imkan hazırlayacağım.’

Başbakan Menderes’in bu sözlerinden sonra ‘peki efendim’ diyerek Üstad’ın yanına gittim.

Meseleyi kendisine arzettim.

Üstad bana şöyle dedi: ‘Adnan Bey olmasa idi ben mutlaka gezecektim. Her ne olursa olsun gezecektim. Yalnız Adnan Bey dine hizmet etmiş bir insan olarak kendisini kırmayacağım ve bu defa döneceğim’ dedi.

Bu konuşmamız devam ettiğinde saat gece 01 suları idi. Huzurlarından ayrılıp Adnan Menderes’e gittiğimde beni beklerken buldum. Odasında gezinerek gidip geliyordu. Heyecanla Bediuzzaman’ın cevabını sordu. Durumu kendisine anlattım. Bu defa döneceğini söyledim. Menderes rahatlamıştı. Derin bir sükunet içinde bana dönerek şöyle dedi:

‘Üstad hazretleri konuştuğu zaman, parmaklarını adeta üç ordu emrinde imiş gibi (o zaman bizim üç ordumuz vardı) ve orduları harekete geçirecekmiş gibi gezdiriyor ve hiddetle konuşuyordu değil mi?’ Ben de ‘evet efendim’ dedim. Menderes o zaman ‘işte bu iman kuvvetidir Gıyaseddin’ diye mukabelede bulundu.”

Cesedi niye kaçırıldı

Said-i Nursi birkaç ay sonra tekrar yurt gezisine çıktı.

23 Mart 1960’ta gezi maksadıyla bulunduğu Şanlıurfa’da öldü.

27 Mayıs 1960 askeri müdahalesini yapan askerler, Şanlıurfa’daki mezarı kazıp Said-i Nursi’nin cesedini alıp bilinmeyen bir yere götürdüler.

Kuşkusuz bu hareketin hiç olumlu bir yanı yoktur. Çirkindir.

Ancak nedense meselenin diğer yanı hiç konuşulup tartışılmaz.

Sanki…

Askerler Said-i Nursi’nin cesedini niye alıp bilinmeyen bir yere götürdüler?

Bu olaydan önceki birkaç ayda Türkiye’de neler olmuştu; kimse meselenin bu karanlık noktasıyla ilgilenmiyor. Said-i Nursi’yi kim Türkiye gezisine çıkardı?

İnönü’nün söylediği gibi DP, Said-i Nursi’yi seçim malzemesi olarak mı kullanmak istedi?

Said-i Nursi’nin her gittiği şehirde neden olaylar çıktı? DP bunlara niye göz yumdu?

DP hem Said-i Nursi’yi desteklerken hem de Konya’da Bursa’da, Malatya’da neden Nurcuları yakalayıp cezaevine koydu.

Emirdağ’da kim yeşil bayrak açtı? Şeriat isteyen bildirileri kim dağıttı?

Keza Türkiye Said-i (Kürdi) Nursi’nin yurt gezisi nedeniyle hop oturup hop kalkarken, 17 Aralık 1959’da DP Hükümeti neden 49 Kürt aydınını tutuklayıp cezaevine gönderdi? Bu olayın Said-i (Kürdi) Nursi meselesiyle ilgisi var mıydı?

DP ve Başbakan Adnan Menderes, Said-i Nursi konusunda ne derece samimiydi?

Evet Said-i Nursi’yi kim hedef haline getirmişti?

Sorular çok…

Bu soruların yanıtlarını Gıyaseddin Emre biliyor muydu?

O yıllar sormak aklıma gelmedi.

Sonra yollarımız ayrıldı. Ankara’dan göçtük; ben İstanbul’a, o Konya’ya yerleşti.

Yüz yaşına çok az kala 2008 yılında hayata gözlerini yumdu.

Başbakan Erdoğan’ın Said-i Nursi adını telaffuz etmesiyle biz de eski bir dostu anmış olduk.

Allah rahmet eylesin…

Gıyaseddin Emre bu toprakların insanıydı…

Said-i Nursi’nin

işte soyağacı

Gıyaseddin Emre, Said-i Nursi’nin yakınıydı.

Said-i Nursi’nin ağabeyi Molla Abdullah, Gıyasettin Emre’nin dedesi Molla Mehmed Emin Efendi’ye bağlanmış ve ilmi icazetini ondan almıştı.

Said-i Nursi de ağabeyinin tavsiyesi ile Bitlis Merkez Camii’nde Gıyasettin Emre’nin dedesinden ilk derslerini aldı.

Yani; Gıyasetten Emre ile Said-i Nursi’nin ailesi birbirlerine çok yakındı.

Bu nedenle Gıyasettin Emre, Said-i Nursi’nin soyağacını bilen ender kişilerden biriydi. Çünkü Said-i Nursi ailesi hakkında konuşmayı pek sevmeyen bir yapıydaydı.



Said-i Nursi’nin ailesine mahalli dilde, “Mala Hıdro” diyorlardı. Soyağacının en başında Mala Hıdır vardı.

Hıdır’ın oğlu Mirza Reşad’tı.

Mirza Reşad’ın oğlu Ali, Said-i Nursi’nin dedesiydi.

Said-i Nursi’nin babasının adı ise Sofi Mirza idi.



Sofi Mirza’nın eşinin adı Nuriye’ydi.

Sofi Mirza-Nuriye çiftinin; Molla Abdullah, Molla Muhammed ve Said-i Nursi adında üç oğullarından başka üç kızları vardı:

Durriye, Mercan ve Hanım.

Hanım, Molla Said adında biriyle evlendi. Bir süre Şam’da yaşadı; orada vefat etti.

Düriye’nin Ubeydullah adında bir oğlu vardı. Halk içinde Ubeyt deniliyordu.

Ubeyt dayısı Said-i Nursi ile birlikte Ruslara karşı çarpışırken şehit oldu.

Said-i Nursi’nin annesi 1913’de; babası 1920’de; ağabeyi Molla Abdullah 1914’te ve kardeşi Molla Muhammed 1951’de vefat etti. Mezarları Bitlis’in Nurs Köyü’ndeydi.

Said-i Nursi’nin üç amcası vardı: Hacı, Mehmet ve Kolos.

Mehmet’in oğulları Abdurrahman, Reşit ve Kasım’dı.

Abdurrahman’ın oğlu Hacı Çerkez daha geçen yıllara kadar yaşıyordu.

Said-i Nursi’nin amcası Hacı’nın Molla Davut adında bir oğlu vardı.

Davut’un oğulları ise Hacı, Şamil ve İsa idi.

Gıyaseddin Emre’nin Said-i Nursi’nin soyağacına ilişkin bilgileri bu kadarla sınırlıydı.

"Said-i Nursi millidir"

Gıyaseddin Emre her sohbetimizde Said-i Nursi’nin “milli” değerlere nasıl sahip çıktığını anlatırdı.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, “Güroymak’a eski adıyla Norşin dersek ne olur sanki” sözüyle, adı bir anda ünlenen Norşin aslında Nakşibendiler’in Anadolu’daki önemli merkezlerinden biriydi.

Norşin Şeyhleri Rus işgaline karşı direnmiş, Şeyh Said ayaklanmasına katılmamış, Mustafa Kemal’i modernist buldukları için ulusal kurtuluş savaşına destek vermemişlerdi.

Gıyaseddin Emre yine de Norşin şeyhlerini “milli” görüyordu.

Said-i Nursi de Norşin şeyhlerinin medreselerinde yetişmişti.

Ve Gıyaseddin Emre’ye göre Teşkilat-ı Mahsusa’ya katılan Said-i Nursi kesinlikle dış güçlere/emperyalizme karşı çıkan bir din adamıydı.

Nurculuk konusunda Gıyaseddin Emre’dan çok bilgi aldım.

Örneğin…

Said-i Nursi’nin yakını Gıyasettin Emre, Fethullah Gülen’e karşıydı.

Bunun nedenini pek anlamıyordum.

Fethullah Gülen’e saygılıydı ama mesafeliydi. Ve nedense her fırsatta eleştiriyordu.

Bunu da sadece sohbetlerinde dile getirmiyor; Nurcuların yayın organı Yeni Asya Gazetesi’ndeki makalelerinde de yazıyordu.

-“Ağlayan Hoca’nın haline ağlayalım”

-“İsrail’e atılan füzelere ağlayan Hoca”

-“Günün modası dinler arası dialog” gibi makalelerinde Fethullah Gülen adını açıkça yazarak “milli olmamakla” eleştirdi.

Fethullah Gülen’in Said-i Nursi’nin yolundan ayrıldığını iddia ediyordu.

Oysa o dönemde Fethullah Gülen Cemaati ardı ardına Said-i Nursi sempozyumları-panelleri düzenliyor. Kitaplar çıkarıyordu.

Gıyaseddin Emre bunları “göstermelik” olarak görüyordu.

Ben ise; “kıskançlık mı yapıyor” diye düşünüyordum.

Çünkü Nurcu Yeni Asya Gazetesi çevresi pek gelişme/büyüme gösteremezken, Fethullah Gülen cemaati hızla büyüyor; dergilerle başlayan yayıncılık faaliyeti gazeteler, tv’ler ile hız kazanıyor; okullar ve üniversitelerle yurt dışına açılıyordu.

Kurdukları çeşitli dernekler ve vakıflar sayesinde devlet katında onay görüyordu.

Ancak…

Bugün Gıyaseddin Emre’nin haklı çıktığını görüyorum.

Son iki yıldır Fethullah Gülen cemaati Said-i Nursi adını pek telaffuz etmiyor.

Artık Said-i Nursi adına paneller, sempozyumlar yapmıyor, kitaplar çıkarmıyor.

Birden bire cemaat nedense Said-i Nursi’yi unutuverdi!

Risal-i Nur kitapları okunmaz oldu!

Bir hafta boyunca kutlanan doğum günü hatırlanmaz hale geldi!

Niye cemaat için Said-i Nursi yok artık.

Niye artık sadece Fethullah Gülen Hocaefendi var?

Said-i Nursi’nin üzerini kim çizdi?

Said-i Nursi’nin yakını Gıyaseddin Emre bunu nasıl yıllar önceden görebildi?

Evet medyada çıkarılan büyük gürültüler asıl tartışmamız, konuşmamız, anlamamız gerekenler üzerinde durmamıza engel oluyor.

Bunun yerine eski solcu yazarlar, “Said-i Nursi’yi solcular hala niye anlamıyor” diyor?

Biz henüz Gıyaseddin Emre’nin Fethullah Gülen’e neden karşı olduğunu anlamadık ki, Said-i Nursi meselesini kavrayabilelim!...

Bu çevreleri yakından bilen yazarlar konuyu aydınlatmıyorlar ki neler olduğunu bilelim!…

Soner Yalçın
Odatv.com

MEHMET ŞEVKET EYGİ SONER YALÇIN’A DESTEK VERDİ

Soner Yalçın geçtiğimiz Pazar günü yazısında Said-i Nursi’nin hayatını birinci elden tanıklarla ele aldı ve Nursi’nin fikirleri ile cemaatin fikirleri arasında bağlantının olmadığını söyledi. Bugün Milli Gazete yazarı Mehmet Şevket Eygi de Said-i Nursi’yi anlattığı yazısında Yalçın ile aynı fikirleri savundu. Eygi, cemaatin düzenlediği “dinlerarası diyalog” çalışmalarının Nursi’nin görüşleri ile bağdaşmadığını söyledi.

İşte Eygi’nin yazısının ilgili bölümü:

Üstad'ın ölümünden bu yana yarım yüz yıla yaklaşan bir zaman geçti. Genç nesiller o eski karanlık günleri, o çekilen eziyetleri tam mânâsıyla bilmiyor. Merhum Üstad Bediüzzaman hazretleri hakkında, gerçeklere uymayan birtakım lâflar ediliyor, iddialar ortaya atılıyor.

Üstadın, "İslâm'ın Allah katında tek hak, makbul, muteber, geçerli din olduğu" inancına aykırı hiçbir sözü yoktur.

Bugünkü Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü cereyanı ile onun arasında bağ kurulamaz.

Üstad dört hak mezhebin doğruluğuna, fıkhın lüzumuna inanmış bir alimdi.

Üstad tasavvufa ve turuk-i aliyyeye muhalif değildi. Telvihat-ı Tis'a risalesinde tasavvufu övmektedr.

Üstad Gavs-i Ekber Abdülkadir Geylanî'ye, İmamı Gazalî'ye, İmamı Rabbanî'ye bağlı ve hürmetkârdı.

Üstad hazretleri ölümüne kadar evradını ve ezkarını okumuştur.

Giyimde kuşamda, yeme içmede, maişette adat-ı islamiyyeye ve Şeriat-ı Garra-i Ahmediyye ahkamına bağlı kalmıştır.

Hiçbir konuda Frenkleri taklid etmemiştir.

Bir keresinde Ağır Ceza Mahkemesi reisi, başından sarığını çıkartması konusunda ısrar etmiş, Bediüzzaman "imamemi ancak başımla birlikte çıkartabilirsiniz" cevabını vermiştir.

Böyle büyük bir zatın bozuk bid'at cereyanlarıyla hiçbir ilgisi olamaz. O, Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolundan kıl kadar ayrılmamıştır.

Onun "Muharref ve bozuk dinler de İbrahimî dindir, haktır... Onların da mensupları ehl-i necat ve Cennetliktir..." gibi vahim bid'at inançlarıyla alâkası yoktur.

Risale-i Nur'daki bazı gavamız, esrar ve dakaikin tevilleri vardır.

Dinimize, İmanımıza, Kur'ân'ımıza, Şeriatımıza, Sünnet-i seniyyeye hizmet etmiş büyüklerimizin hatıralarını koruyalım. Bid'atçilerin onları bozuk bid'at cereyanlarına alet etmelerine fırsat ve imkân vermeyelim.

Odatv.com
16 Ekim 2009

Halk aç, cemaatin keyfi gıcır.
Enver Sapmaz
13 Ekim 2009, 09:34
Anadolu Haber

Ya Ak Parti iktidarı, ya darbecilerin sultası şeklinde özetlenebilecek propagandalarına halkı inandırmak için harcamadık para, söylemedik türkü, keşfetmedik gerekçe bırakmayan Gülen grubu kalemşorları hallerinden gayet memnun.

Halkın aç olduğu kanaatine nereden vardığımı merâk edenler için hemen söyleyeyim: Türkiye’de halkın büyük bir ekonomik darboğaz ile karşı karşıya olduğu, yandaş medyanın bile örtemediği bir gerçek olarak karşımızdadır. İşsizlik oranının arttığını bizzat resmî rakamlar ortaya koyuyor. Bu artışın önümüzdeki yıllarda da devam edeceği de gelen haberler arasında. Hükûmet ve iş çevreleri, IMF’den gelecek paraya gözlerini dikmiş vaziyetteler. Başbakan Erdoğan daha bir yıl önce, her zaman başvurduğu delikanlılık lugatinden çekip çıkardığı “ümük sıktırmamak” tabiriyle IMF’ye “posta koymuş” idi. Fakat IMF konulan postadan dersini almış olmalı ki(!), Başbakan Erdoğan anlaşmam yollarında yürüyor. Fakat Tayyip Erdoğan’ın sorunu şu ki, yürüdüğü yollarda cümbür cemaat ıslanmayı seviyor.

Peki cemaatin keyfinin gıcırlığını nereden anlıyoruz? Elbette yayın organlarından. Gerçi Gülen grubu yayın organları, uzun süre çiğnedikleri Ergenekon sakızından sonra yavaş yavaş Kürt açılımı’na yöneldilerse de, her satırı buram buram “Ak Parti olmazsa, mahvolduğumuzun resmidir” çığırtkanlığında ısrarcılar. “Ya Ak Parti iktidarı, ya darbecilerin sultası” şeklinde özetlenebilecek propagandalarına halkı inandırmak için harcamadık para, söylemedik türkü, keşfetmedik gerekçe bırakmayan Gülen grubu kalemşorları hallerinden gayet memnun. Ekonomi yazarlarına göre Türkiye hamle üstüne hamle yapmaktadır. Ülkede ekonomik sıkıntı yaşandığına dair en ufak bir iz bile göremiyoruz cemaatin yayın organlarında. Gerçi onlar için durum gayet iyi görünüyor. Devlette yerleşilmedik kurum bırakmayan, üç kazı güdemeyecek adamları bile çok önemli mevkilere yerleştiren cemaat için durumun oldukça rahat ve parlak göründüğüne şüphe yok. Fakat ya halk? İşsizlik ve ekonomik darboğaz altında ezilen halkın cemaat gündeminde yer tutmaması ne acı!

Zaman gazetesi genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı, Ak Parti iktidarında Türkiye’nin büyük diplomatik zaferler elde ettiğinden dem vuruyor. Sadece Gülen grubuna ait yayın organlarından beslenen genç ve körpe dimağların bu anlatılanlara inanması ne büyük bir yıkım olur, tasavvur etmek güç. Gerçeklik algısını kalıcı olarak zedeleyebilecek bir gazetenin ve yayın anlayışının tepe isimlerinden birisi olarak Ekrem Dumanlı, Anadolu’nun her ilinde ve büyükşehirlerde yaşanan kavurucu ekonomik darboğazdan haberdar mı acaba? Evet, cemaati açısından her şey güllük gülistanlık olabilir. Ama, Ekrem Dumanlı gibi müstesna bir zihin, “Önce cemaatim, sonra Türkiye” mantığının onu uçuruma götüreceğini akledemiyor mu acaba? Sanırım edemiyor.

Zaman gazetesi büyük bir abone kampanyasına girişmiş. İnandırmak istediklerini daha güçlü kılmak için giriştikleri bu politik hamleyi yadırgamıyorum. Ve lâkin, gerçeklerin her zaman ortaya çıkmak gibi bir huyları vardır. Renkli gazete sayfalarının ve manşetlerin bile gerçekleri örtmeye yetmediğini yakın dönem Türk siyaseti çok net bir biçimde göstermiştir. Gülen grubunun da bir dönem desteklediği Mesut Yılmaz’ın, Tansu Çiller’in bugün esamisi bile okunmuyor. Manevra ustası Doğan’ın akıbeti cemaate ibret olmalı. Her güç sınırlı ve sonludur. “Önce ülkem, sonra grubum/cemaatim” diyenler kazanır. “Türkiye ne olursa olsun. yeter ki ben kazanayım. Önce grubum/cemaatim, sonra ülkem” diyenler daima kaybeder. Hatırlamakta fayda var.


En son Ekim tarafından Cmt Ekm 17, 2009 10:03 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum Ekm 16, 2009 10:37 pm    Mesaj konusu: FETULLAH GÜLEN DOSYASI Alıntıyla Cevap Gönder

FETULLAH GÜLEN DOSYASI

2004 YAZILAR - ARALIK 2004
Yazar Milli Çözüm Araştırma Ekibi

Fetullah Gülen; Risale-i Nur gibi, ilmi ve imani eserleri okuyup anlamak, çevresine ve cemaatine aktarıp açıklamak üzere giriştiği gayret ve hizmetlerle tanındı ve öne çıktı. İslam'i ve insani özelliklerle bezenmiş, milli ve manevi değerleri benimsemiş, hayırlı ve yararlı bir gençlik yetiştirme yolunda, yurt ve dershane faaliyetlerini, kurs-burs hizmetlerini giderek yoğunlaştırdı.

1970'lerin ortalarında, Milli Görüş istikametinde hizmet gören Ak-Evler hareketinden koparılarak "AKYAZILI" Vakfı kurdurulan Fetullah Gülen, giderek Bediüzzaman'ın çizgisinden uzaklaşarak masonik merkezlere yaklaştı. Dünya'ya hükmeden ve çok gizli ve de kirli işler çeviren siyonist mahfillerle; Pek karmaşık ve karanlık ilişkiler ağına takıldı.


Hiçbir resmi sıfat ve statüsü bulunmayan, yüksek öğrenim bile yapmayan sade ve samimi bir hoca efendinin değil, bakanların ve başkanların bile erişemediği uluslar arası bir protokol pozisyonuyla; Papayla programlara... Politikacılarla pazarlıklara başlamıştı.

İlk bakışta: Hiçbir resmi etiketi ve dini temsil yetkisi bulunmadan, şahsi gayret ve marifetiyle (hatta bazılarına göre özel velayet ve kerametiyle) bu denli yaygın bir organizeye ve saygın bir otoriteye eriştiği sanılsa... Daha doğrusu malum merkezlerce böyle sunulsa da; aslında O, "küresel çete"nin ve siyonist sömürücü sermayenin, artık sadece bir maşasıydı... Kahraman rolü oynatılan bir figürandı. Ve O'nun patron değil, piyon olduğu, sonunda zan ve tahminlerle değil, resmi belgeler ve şahitlerle ortaya çıkmıştı.

İşte Amerika'daki siyonist yahudi stratejisti ve CIA Ortadoğu şefi Graham E. Fuller Fetullah Gülen'e bunun için sahip çıkmakta ve O'nu yere göğe sığdıramamaktaydı.

Bu hareket, halen Fethullah Gülen'in. liderlik ettiği en geniş ve en etkili kanadın adına izafeten çoğun­lukla Gülen hareketi veya Fethullahçılar (Fethullah takipçileri) olarak anılmaktadır. Nur hareketi yetmiş yıldan fazla bir süredir sahnededir, şu anda Türkiye'deki en geniş organize dini hareket­tir, dünyada da en genişlerinden biridir. Gülen özellikle hareke­tin enerjisinin büyük bir kısmını, niteliği itibariyle hemen hemen evrenselci ye geniş manevi Öğretilere dayalı olarak İslama modernist bir bakışta yaklaşacak okulların açılması ve çalışma gruplarının kurulması da dahil, eğitimle ilgili çabalara yönelt­mektedir. Eğitim üzerindeki bu odaklanma hareketin, bilim ve teknoloji dahil bütün alanlarda eğitim ve bilginin dinle asla çelişmeyeceği, olsa olsa Allah'ın varlığı inancına ve kainatın var ediliş amacının anlaşılmasına hizmet edeceği inancını yansıtmaktadır. Hareket toplumda daha yüksek bir manevi bilinç düzeyi oluşturmaya, böylelikle zaman içinde daha aydınlanmış bir yönetişime Önayak olmaya gayret etmektedir. Klasik Şeriat, hareketin düşüncesinde merkezi bir rol oynamaz; esasen Şeriat, geniş anlamda, Allah'ın engin muradının yerine getirilebilmesi için yürünecek "yol" (Şeriatın kelime anlamı) olarak anlaşılmaktadır. Nur üyele­ri yerçekimi yasasını bile, Örneğin, Şeriatın unsurlarından biri olarak tarif ederler. Hareket İslâmi metinlerde, onların literal emirleri içinde değil de orijinal uygulamaları çerçevesinde, bugünün yeni çerçeveleri ışığında yorumlanarak anlaşılmasını sağ­lamak üzere, ciddi oranda içtihad (yorum) yoluna başvurur. Bu anlamda da hareketin görünümü son derece modernisttir.

Nur hareketi görüşlerinde rasyonalisttir ve çoğulcu bir top­lum içinde Allah'ın yarattıklarının görkemli çok yüzlü düzenini ifade eden bütün öteki dini (hatta dini olmayan) görüşlere karşı hoşgörülü olmaya büyük önem verir. Allah'a giden yolda bilgiye yaptığı vurgu doğrultusunda, Nur hareketinin Türkiye'de 236 ilk ve ortaokul, özellikle eski Sovyet blokuna dahil ülkelerde olmak üzere dışarıda 280 okul açmış olduğu, buralarda ingilizce ve Türkçe kaliteli seküler eğitim verildiği bildirilmektedir. 200 dolayında dini vakıf ve 211 ticari şirket bu faaliyetleri finansal olarak desteklemektedir.

Her ne kadar Nurcuların bir siyasal parti kurma niyetleri yok­sa da, hareketin liderleri anahtar meselelerde nasıl oy kullanmak gerektiği konusunda milyonları bulan takipçilerine bağlayıcı olmayan tavsiyelerde bulunmaktadır. Üyeleri birçok farklı geleneksel Türk siyasi partilerinde, İslamcı partilerde ancak çok hafif olmak üzere temsil edilmişlerdir. Nur hareketinin bütün apolitik niteliğine rağmen, Türkiye'nin radikal laikçileri, özellikle askeri liderler, Nur hareketini, sahip olduğunu iddia ettikleri uzun dö­nemli, dini aktivistleri devlete sızdırmak ve sonunda devleti ele geçirmek niyeti açısından yıkıcı ve hatta tehlikeli olarak görmek­tedirler. Tam da Nurcuların savunduğu şeyden korkuyorlar -in­sanların kalplerini değiştirmek suretiyle toplumun aşağıdan yukarıya tedricen İslâmileştirilmesi. Bunun sonucu olarak, Nurcu­lar düzenli bir şekilde ordudan ve devlet kurumlarından tasfiye edilmekte, hareket ve kurumları taciz edilmekte ve mahkemeler­de yargılanmaktadır.[1]

Katıksız ve amansız şeriat düşmanı Bülent Ecevit'in bile Fetullah Gülen'e övgüler dizmesinin ve Fetullahçıları partisinden aday gösterip Milletvekili seçtirmesinin arkasında, acaba ne gibi hedefler yatmaktaydı.

Milli Görüşten ve Erbakan gerçeğinden uykuları kaçan Bilderberg'ci Ecevit'lerin ve Graham Fuller'lerin Fetullah Gülen'i ve O'nun siyasi temsilcisi AKP'yi böylesine sahiplenmeleri acaba hangi hikmetlere dayanmaktaydı?

"Türkiye demokratikleştikçe (Fetullah Gülen'in ve AKP'nin benimsediği ve Amerika'nın desteklediği) İslam'ın, Türklerin hayatında daha önemli bir konuma "geri dönmesi" kaçınılmazdı." Diyen Graham Fuller böylece ağzındaki baklayı da kafasındaki şeytanlığı da açığa vurmaktaydı.[2]

Rusya Fetullah Gülen okullarını kapatıyor:

Rusya yönetimi, ülke içindeki Fethullah Gülen okullarını kapatmak için harekete geçti. Gülen'e bağlı çeşitli şirketleri yakın takip altına alan Rus yönetimi, okulları "Amerikan ve İngiliz casusu yetiştirme merkezi" olarak görüyor. Rusya yerel yöneticileri arasında bu okullarda okumuş bazı görevlilerin de işine son verilmesi için hazırlıklar yapılıyor.

Rusya Federasyonu, Fethul­lah Gülen okullarını kapatmaya başladı. Ulaşan bil­giye göre, Rusya Federasyonu yö­netimi Fethullah Gülen okullarını açan şirketleri yakın takibe aldı. Söz konusu operasyonun, Fethul­lah tarikatının okullarına ve şir­ketlerine karşı zaman zaman yapı­lan soruşturmaların en kapsamlısı olacağı açıklandı.

Öte yandan, Rusya Federasyo­nu: yerel yöneticileri arasında bu okullarda okumuş bazı görevlile­rin de işine son verilmesi için hazırlıklar yapıldığını hatırlattı.

Rus yetkililer, Fethullah Gülen okullarını açıkça "Amerikan ve İngiliz casusu yetiştirme merkezi" olarak tanımladı. Öte yandan, Türkiye kamuoyuna "modern okullar" olarak sunulan bu okullardan bazılarında çok sinsi ve siyasi faaliyetler yapıldığı ve ABD'nin dünya hakimiyeti için beyinlerin yıkandığı özellikle vurgulandı.

Moskova'da yayımlanan Nezavisimaya gazetesi, Haziran 2000'de Fethullah Gülen'in Rusya'daki taraftarlarının iktidar organlarına sızdığını yazdı.

Söz konusu okulların önce Rusya'nın Türkçe konuşan bölgelerinde kurulduğunu bildiren Nezavisimaya, Tataristan'da 8, Başkırdistan'da 4, Karaçay-Çerkez, Çuvaşya ve Yakut-Saha'da da birer okul bulunduğunu açıkladı.

Gazetedeki yazıda, okullarda "Amerikan hayranlığı ve İsrail propagandası" yapıldığı belirtilerek, bu kuruluşların denetlenmesini istedi.

FSB: CASUSLUK YAPIYORLAR

Rusya iç Güvenlik Örgütü FSB Başkanı Nikolay Patruşev, 17 Aralık 2002'de Türk basınında yer an açıklamasında, gerçekleştirdikleri en başarılı etkinlikler arasında Türk casusların deşifre edilmesini de saydı. FSB Başkanı 2002 yılı etkinlik raporunda Fethullah Gülen okullarında çalışan öğret­enlerin casusluk faaliyetlerinin deşifre edildiğini belirtti. FSB Baş­ını, açıklamasında, okulların sahibi konumundaki Tolerans, Serhat ve Ufuk vakıflarının isimlerini verdi.

Rusya'nın Başkırdistan Özerk Cumhuriyeti'nde Fethullah Gülen okullarındaki 10 öğretmen Hazi­ran 2003'te sınır dışı edildi. Ayrıca Başkırdistan Milli Eğitim Bakanlığı'nın sınır dışı edilen öğretmenle­rin görev yaptığı okulu kuran "Ser­hat" vakfı ile tüm anlaşmalarını ip­tal ettiği de belirtildi. Bu olaydan sonra, Buryatya Cumhuriyeti'nde de, Fetullah Gülen okulu hakkında soruşturma başlatıldı.

Milliyet gazetesi Moskova mu­habiri Cenk Başlamış, 7 Eylül 2003 tarihli haberinde, Rusya'da Fethullah Gülen okullarının tem­silcisi konumundaki Tolerans Vak­fı Başkanı Mustafa Kemal Şirin'in sınır dışı edildiğini duyurdu. Haber şöyle: "Şirin, hafta içinde Rus ha­vayolları Aeroflot'a ait bir uçakla geldiği Şeremetyova-2 Havaalanı'ndan giriş yapmak istedi, ancak pasaport kontrolü sırasında "Rus­ya'ya girişi yasak olduğu" gerekçe­siyle ülkeye girişine izin verilmedi. Yasaları çiğnediği gerekçesiyle Rusya'ya girişi 5 yıl yasaklanan Şi­rin, geceyi havaalanında geçirip, ertesi gün Türkiye'ye gönderildi. Tolerans Vakfı Başkanı Şirin, Rusya'nın Türk okullarıyla bağlantılı olarak şimdiye kadar sınır dışı etti­ği en üst düzeydeki temsilci."

Yine aynı haberde Rusya Fede­ral Güvenlik Servisi FSB'nin Baş­kanı Nikolay Patruşev'in yaptığı açıklamanın ardından, Rusya Eği­tim Bakanlığı'nın Fethullah Gülen okullarına karşı kapsamlı bir so­ruşturma başlattığı belirtiliyor. Bu çerçevede Rusya'nın değişik bölge­lerinde 10'a yakın okul kapatılır­ken, 50'den fazla Türk vatandaşı sınır dışı edildi.[3]

NERDEN NEREYE?

Bediüzzaman'ın Kur'andan kaynaklanan Risale-i Nur denilen imani ve ahlaki eserlerini okumak, okutmak ve böylece şuurlu ve huzurlu bir neslin yetişmesine katkıda bulunmak gibi hayırlı bir amaçla girişilen hizmetler, zamanla çığırından çıkmaya başladı.

"Bediüzzaman'ın müjdelediği ve gelişine ön hazırlık ön hazırlık hizmetleri verdiği Hz. Mehdi" havasıyla kendisini merkez alan yeni bir yapılanmaya "Işık evleri"nde beyinleri bu doğrultuda yıkanan talebelerden bir çekirdek kadro oluşturulmaya ve masonik odaklar ve marazlı medya tarafından. "bu gelişmelerden kaygı duyuyorlarmış" görüntüsüyle sürekli gündemde tutulup reklâmı yapılmaya uğraşıldı.

Fetullah Gülen'in:

"Bu evlerin eğitim dizgesinden geçmeyenler, insanlık özünden yoksun bulunmaktadır... Işık evleri, yüreği pek, imanı çelik insanların yetiştiği kutsal mekânlardır."[4] Şeklinde tarif ettiği bu evleri Rotary Külüplerin desteği de anlamlıydı...

Fetullah Gülen, ışık evlerinde yetişmeyenleri, "insanlık özünden yoksun saymaktaydı." Yani kendisine tabii olmayanlar değil, Müslümanlık, insanlık onuruna bile ulaşamazdı!?..

Oysa Nevval Sevindi'nin Amerika'dan yolladığı ve 22 Temmuz 1997 tarihli Yeni Yüzyıl gazetesinin 5. sayfada yayınladığı "Fetullah Gülen'le Newyork sohbeti" yazısına göre:

"Fetullah Gülen Hoca Efendi Cumhuriyet ideolojisinin yaratmak istediği "Müslüman Avrupalı Türk" tipinin mimarıydı... "Dini bütün ve Batı formasyonlu yeni bir sentez" ustasıydı?!..

Bu tespit doğruydu... Evet dış güçlerce Fetullah Gülen'e biçilen misyon: Batı ile uyumlu ve uyuşuk layt müslüman tipi oluşturmaktı. Bu tip; Allah'ın istediği değil, Avrupa ve Amerika'nın benimsediği bir müslümandı... Ama şu gerçeği de hatırlatalım ki: Bu türlü girişimler, haliyle bazı tahribatlar yapacaklardı... Ancak asla amaçlarına ulaşamayacaklar ve başarılı olamayacaklardı. Çünkü İslam'ı istismar girişimlerinin hepsinden sonunda İslam kârlı çıkacaktı. Fetullah Gülen'in perde arkasını sezen samimiyet ve istikamet sahibi insanların da, bu sinsi ve siyonist kuşatmayı kırmaları yakındır...

Şu soru mutlaka sorulmalı doğru ve doyurucu cevabı herhalde bulunmalıdır:

Bir zamanlar: "Amerika ve Rusya sistem olarak materyalist felsefeyi benimsemiştir. Aslında ne Rusya'nın ne de Amerika'nın bize bakış açıları farklı değildir.

Hatta hiçbir fark yoktur, denilebilir. Israrla söylüyoruz ki, ikisi de bizim aman vermez düşmanımızdır."[5] Diyen Fetullah Gülen'e ne oldu ki şimdi:

"Amerika, hala bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır... Amerika şu anda: Bütün konum ve gücüyle, bütün dünyaya kumanda edebilir ve buna layıktır."[6] Demeye ve Amerika'yı övmeye başlamıştır?

Fetullah Gülen'in asıl amacı; İslam'ı yaymak mı, yoksa siyonist Gizli Dünya Devleti'nin kovboyu olan Amerika'ya uyumlu ve ılımlı vatandaş hazırlamak mıdır?

Prof. Alpaslan Işıklı'nın tespitiyle, "yurt dışındaki okullarıyla, Türkiye deki vakıf, dershane, üniversite çalışmalarıyla siyonist emperyalizmin dünya hakimiyetine ve küresel bir totalitarizmin kurulma hedefine hizmet mi yapılmakta dır?[7]

Daha önceleri: "sebeplere riayet, bir sorumluluk olsa da; onlara tesiri hakiki vermek apaçık bir dalalet ve inhiraf (sapıklık)tır."

"Köpek, kendisini besleyeni sahibi olduğunu sanır ve bu yüzden sahibine gösterdiği sadakat görünüşe, yani nedenselliği dayanır."[8] Diyen Fetullah Gülen, şimdi nasıl oluyor da:

"Amerika ile dostça geçinmeden ve Amerika istemeden, dünyanın hiçbir yerinde, hiç kimseye ve hiçbir şey yaptırmazlar...

Şimdi (bana bağlı) bazı gönüllü kuruluşlar dünya ile entegrasyon adına (yani siyonizmle uyuşarak) gidip dünyanın değişik yerlerinde okullar açıyorlarsa, bu itibarla, mesela Amerika ile çatıştığımız sürece bu projelerin gerçekleştirilmesi mümkün olmaz..."[9] diyerek, herkesi Amerika'ya kayıtsız şartsız teslimiyete çağırmaktadır?

Fetullah Hoca'ya göre: Kuvvet ve Kudret sahibi, Allah mıdır, yoksa Amerika mıdır?

"Amerika daha uzun zaman dünyanın kaderinde çok önemli bir rol oynayacaktır. Bu realite kabul edilmeli, Amerika göz ardı edilerek, şurada veya burada kendi başına bir iş yapılmaya kalkışılmamalıdır...

Rusya bile sizi desteklese, eğer Amerika istemezse, işinizi bozacaktır... Çünkü Amerika kendi işlerinin bozulmamasından yanadır. Bu da yadırganmamalıdır."[10] Diyecek kadar Amerika'ya tapınan ve siyonizmin yenilmez gücüne(!) sığınan bir Fetullah Gülen, acaba Kur'an kahramanı mı, yoksa Amerika'nın kuklasımıdır?

BEKLENEN MESİH Mİ, YOKSA PAPALIK MİSYONERİ Mİ?

Vaazlarında ve kitaplarında:

"Hazreti Mesih (İsa A.S) Ahir zamanda o önemli misyonu eda etmek üzere mutlaka nüzul edecektir. Nüzul edecektir ama içinizden şahs-ı manevinin muhtevi bulunduğu mana ve ruha nüzul edecektir. (Yani Hz. İsa şu anda içinizde bulunan; lideriniz ve temsilciniz olan şahsiyete inecektir.) diyerek, dolaylı biçimde Mesihliğini ve Mehdiliğini ilan eden ve nicelerini buna inandıran Fetullah Gülen;

"Sizinle müşerref olmayı bahşettiğiniz için zatı âlilerinize en derin kalbi teşekkürlerimizi sunarız." Diye başladığı papa'ya mektubunda:

"Papa 6. Paul cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Papalık Konseyi Misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz." Diyor...

Şimdi aklımıza ve vicdanımıza güvenerek soralım:

Fetullah Gülen beklenen Mesih veya Mehdi Aleyhisselam mı dır?

Yoksa kendi itiraf ve ifadesiyle Papalık Konseyi Misyonunun basit bir parçası mı dır?

Takiyye yaptığı ve ikili oynadığı açıktır. Ancak, acaba asıl aldatmak ve kullanmak istediği Hristıyanlar ve Museviler midir, yoksa Müslümanlar mıdır?

Doğru cevap: siyonist yahudiler ve Haçlı emperyalistler Fetullah Gülen'i... Fetullah Gülen ise Müslümanları kullanmaktadır.

Çağ ve Nesil dizisinin 4. kitabının son yazısında ve lider başlığı altında:

"Ve eskilerin "Kaht-ı rical" dedikleri seviyeli insan, idareci ve kadro ile lider kıtlığı (yaşanıyor)

Yakın geçmişi ve hâlihazırdaki vaziyeti itibarıyla: Şu karmaşık dünyanın gerçek manada bir lider tanıyıp tanımadığını bilemeyeceğim; bildiğim tek şey varsa o da, bizim dünyamızda böyle bir liderin olmadığıdır...

... O Polat sinelerin ve çelikten sedaların yerinde, şimdi sinekler uçuşuyor... Evet, ateşböceklerinin yıldızlaştığı, sineklerin kartallaştığı bu talihsizler diyarında, şimdi aslan inleri, tilki çalımlarıyla inliyor... Bülbülyuvaları saksağanların elinde perişan ve her tarafta yarasalar şehrayinler tertip ediyor...

Hakim güçler, insafsız ve temettü (sömürme) avında...

Hasıla koskoca dünya başı boşların elinde ve bir baştan bir başa lidersizlikle kıvrım kıvrım (kıvranıyor)..." diyor ve ardından "nasıl bir lider?" diye kendisini anlatmaya başlıyor...

Yakın geçmişteki ve günümüzdeki bütün dini ve siyasi liderleri böylesine küçümseyen ve kötüleyen Fetullah Gülen'in, şimdi Amerika'ya ve Papalığa karşı perestlik derecesindeki hürmet ve teslimiyet nasıl bağdaştırılacaktır?

İŞTE HOCA EFENDİNİN PAPA'YA MEKTUBU:

Pek Muhterem Papa Cenapları,

Üç büyük dinin doğum yeri olarak bilinen toprakların, dünyayı daha iyi yaşanabilir bir mekân kılma yolundaki kutsal misyonumuzu, tam manasıyla bilen halkımdan size en içten selamları getirdik. Yoğun gündeminizden bize zaman ayırarak sizinle müşerref olmayı bahşetti­ğiniz için zatıâlilerinize en derin kalbi teşekkürlerimizi sunarız.

Papa 6. Paul Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarası Diyalog için Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüret­le, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik.

İslâm yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bunda en çok suçlanacak olan Müslümanlardır. Uygun bir yerdeki vakitli bir gayret bu yan­lış anlamanın büyük oranda azalmasına katkı sağlayabilir. Müslüman dünyası, İslâm'ın asırlarla ölçülen yanlış algılanmasını silip atacak bir diyalog imkânını bağrına basacaktır.

Beşeriyet, çelişen görüşler ortaya koydukları gerekçesiyle, zaman zaman bilim adına dini, din adına da bilimi inkâr etmiştir. Bilginin ta­mamı Allah'a aittir ve din Allah'tandır. O halde bu ikisi nasıl çelişe­bilir? İnsanlar arasında anlayışı ve hoşgörüyü artırmaya yönelik din­lerarası diyaloga yönelik ortak gayretlerimiz çok iş görebilir.

Kendi memleketimizde şimdiye kadar, çeşitli Hıristiyan mezhep­lerinin liderleriyle diyalog içinde olduk. Bu naçiz gayretlerin boşa çıkmadığını âcizane ifade etmek isteriz. Amacımız bu üç büyük dinin inananları arasında hoşgörü ve anlayış yoluyla bir kardeşlik tesis et­mektir. Bizler bir araya gelmek suretiyle sözde medeniyetler çatışmasının gerçekleşmesini görmek isteyen yolunu şaşırmış ve şüpheci kimselere karşı dalgakıranlar gibi, isterseniz bariyerler gibi deyin, kar­şı durabiliriz.

Geçen yıl bazı ünlü uluslararası bilim adamlarının katıldığı medeniyetler arası barış ve diyalog konulu bir sempozyum düzenledik. Bu gayretin başarısından aldığımız teşvikle bu tür etkinlikleri tekrar­lamak istiyoruz. Hali hazırda üç büyük dinin bağlıları arasındaki bağ­ları güçlendirmeye yönelik olarak dinlerarası diyalog konusunda Vatikan'ın da temsil edileceğini ümit ettiğimiz bir konferans düzenle­me sürecinde bulunuyoruz.

Yeni fikirlerimiz varmış iddiasında bulunmuyoruz. Yine müsa­mahanıza sığınarak, bu misyonun hedeflerine yakından hizmet etmek için üstlenmek istediğimiz birkaç teklifte bulunmayı arzu ediyoruz. Hıristiyalığın üçüncü bin yılına girişi münasebetiyle yapılacak kutla­malar vesilesiyle Ortadoğu'daki Antakya, Tarsus, Efes ve Kudüs gibi bazı kutsal yerlere müşterek ziyaretleri içeren birçok etkinlik önermek istiyoruz. Bunu Sayın Cumhurbaşkanımız Demirel'in, cenaplarının ülkemizi ziyaretine ve mezkûr kutsal mekânları göstermeye davetini tekrarlamak için bir fırsat addediyoruz. Anadolu halkı size misafirperverliğini göstermeyi ve zevkle selamlamayı hararetle beklemektedir. Filistinli liderlerle diyalog kurmak suretiyle Kudüs'ü birlikte ziyaret etmemize davetiye çıkarabiliriz. Bu ziyaret bu mübarek şehri Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanların, hiçbir kısıtlama, hatta vize dahi olmaksızın serbestçe ziyaret edebileceği uluslararası bir bölge olarak ilan etme gayretlerine yönelik dev bir adım teşkil edebilir.

Üç büyük dinden liderlerin işbirliği ile ilki Washington DC'de olmak üzere muhtelif dünya başkentlerinde bir konferanslar serisinin gerçekleştirilmesini teklif ediyoruz... İkinci serinin zamanı için Hz. İsa'nın doğumunun 2000. yıldönümü ideal olabilir.

Bir öğrenci değişim programı da çok faydalı olacaktır. İnançlı genç insanların birlikte eğitim görmesi birbirlerine yakınlıklarını artıracaktır. Öğrenci değişim programı çerçevesinde üç büyük dinin babası olduğu ikrar edilen Hazreti İbrahim'in doğum yeri olarak bilinen, Urfa şehrindeki Harran'da bir ilahiyat okulu kurulabilir. Bu ya Harran Üniversitesi'ndeki programların genişletilmesi suretiyle, ya da üç dinin ihtiyaçlarını da temin edecek şümullü bir müfredata sahip bağımsız bir üniversite şeklinde gerçekleştirilebilir.

Önerilen programlar aşırı büyük işler gibi algılanabilir; ama bun­lar erişilmez değildir. Dünyada iki tip insan vardır. Bazıları kendilerini topluma adapte etmeye çalışır. Diğer bazıları ise topluma uymaktansa toplumu kendi değerlerine adapte etmek ister. Toplum bütün iler­lemeleri bu ikinci tip insanlara borçludur. Onları yarattığı için Rabb'e şükürler olsun.[11]

Şimdi soruyoruz:

1- Fetullah Gülen'e, Papayla görüşmek ve işbirliğine girişmek üzere; Türkiye ve dünya Müslümanları böyle bir yetki verdi mi?
Yoksa malum ve melun merkezler mi o'na böyle bir kılıf geçirdi?

2- Bu tavrı ve telaffuzlarıyla, İslam'ın tebliğcisi ve temsilcisi mi, yoksa Vatikan'ıda kontrolüne alan siyonizmin hizmetçisi mi?
3- Hz. Peygamber Efendimizin devrinin önemli devlet liderlerine gönderdikleri ve "Ya, bozuk ve batıl inançlarınızı bırakıp İslamiyet'e ve benim risaletime iman edersiniz. Ya da tüm tebaanızın da günahını yüklenerek cehenneme girersiniz." İçerikli mektuplarıyla, Fetullah Gülen'in Papaya yazdığı mektubunda söyledikleri aynı şeyler midir?
Hâlbuki Efendimizin ki, izzet ve davet, bunu ki ise, zillet ve teslimiyettir.

4- F. Gülen, haddini aşarak, bugüne kadar İslamiyet'in hep yanlış anlaşıldığını ve bunun Müslümanların suçu olduğunu söylüyor ve doğrusunun kendisi tarafından ortaya koyulacağını ima ediyor!..
Peki, bugüne kadar sahip çıktığını iddia ettiği Bediüzzaman ve Onun izlerini takip ettiği tüm ehlisünnet uleması; İslam'ın neresini yanlış anlamışlardı ve hangi yanlışları Müslümanlara öğütlemişlerdi?

5- Papayı Türkiye'ye davet ve kutsal yerleri ziyaret teklifini, Süleyman Demirel adına tekrarlama yetkisini ve cesaretini kendisine kim vermişti?
Yoksa mason Demirel'le, özel bir ilişki içindemiydi? Hani bu Hoca ve ekibi siyasetten uzak kimselerdi?

6- Urfa'da 3 dinin ortak eğitimini verecek ilahiyat okulunu açma kararı, İsrail'le birlikte mi verilmişti?
Çünkü AKP'li belediye Başkanı döneminde bu proje, İsrail yardımıyla Urfa'da gerçekleştirilmişti.

7- Fetullah Gülen, acaba insanlığı en azından kendi taraftarlarını; İslam'i değerlere göre yeniden düzeltmek ve yeryüzünde adil bir düzen yerleştirmek isteyen ender ve önder bir şahsiyet miydi?
Yoksa Papalık Konseyinin basit bir parçası, Papa hazretlerinin ve GAP'ta yatırım yapan İsrail'in bir hizmetçisi miydi?

Chalmers Johnson (University of California'da emeritus Profesör): The sorrows of empire, New York, 2004. Bu kitapta C. Johnson, ABD'nin dış politikasının tümüyle Wolfowitz gibi neo-conların söz sahibi olduğu pentagon'un elinde olduğunu, Beyaz Saray'ın by-pass edildiğini belirtiyor. Johnson diyor ki; "ABD, ona buna demokrasi sat­mak istiyor, Ortadoğu'ya da "demokrasi yok" gerekçesiyle müdahale ediyor ama kendisi demokrasinin ilkelerinden uzaklaştı. ABD adeta bir imparatorluk oldu ve militarist bir düzen içinde. Ancak, ABD imparatorluğun diğer imparatorluklardan ayıran; önemli bir özellik var, ABD imparatorluğu bir "üs-ler imparatorluğu"dur. İngiliz ya da Fransızlar gibi gittiği yerlerde toprak İşgali amacı taşımıyor, dünyanın değişik bölgelerini "Üs" leri aracılığıyla kontrol altında tutup, ele geçirmeyi hedefleyen bir imparatorluktur Amerika..."

Daha ne söylesin Johnson?! Bitmedi. Tam yerine denk geldi, son habere buyurun;

ABD, askeri malzemelerini Türkiye üzerinden nakletmek için 7 liman ve 6 havaalanını kullanma izni aldı. ABD'nin kullanı­mına verilen liman ve alanlara ilişkin karar yürürlüğe girdi. Bush'un geçtiğimiz aylarda açıkladığı "Türkiye cephe ülkesidir;" sözleri ABD'ye verilen liman ve üslerle daha bir an­lam kazandı.
Haber turuma devam ediyorum sevgili okur, nasıl hoşunuza gidiyor mu? Bambaşka bir dala konuyoruz, ne âlâsı var demeyin, an­layana; 'En büyük Yahudi nisanı Nazarbayev'e verildi. Dünya Yahudileri Konseyi, Kafkasya'nın enerji merkezlerinden Kazakistan'ın Devlet Başkanı Nursultan Nazarbavev'e, medeniyetlerarası diyaloga katkılarından dolayı, "Uluslararası Maimonides Nişanı-en büyük Yahudi nişanı" verdi. Avrasya Kuruluşları Bir­likleri temsilcileri ve Nazarbayev ödül töreni­nin ardından, Kazakistan-Astana'da yeni yapılan Orta Asya'nın en büyük sinagogu Rachel-Habad Lyubavivch'i törenle açtılar.[12]
Bu en büyük Yahudi nişanının Nazarbayav'e verilmesinin diğer önemli sebebi ise; Fetullah Gülen'in okullarına yaptığı destek olduğu konuşulmaktadır.

Fetullah Gülen'le MOON ve MASON İlişkileri:

Moon tarikatı ile Fetullah teşkilatı arasındaki örgütlenme modellerindeki siyonist ilişkileri yanında en önemli benzerlikse birinin Mesihliğe, diğerinin ise İslam temsilciliğine ve Mehdiliğe soyunmalarıdır.

Her ikisini de organize eden, Amerika'daki siyonist kuruluş; CSIS'tır.

CSIS 1962'de Georgetown Üniversitesi'nde kurulmuş. Amerikan devletine ve özellikle petrol ve silah şirketlerine hizmet veriyor. Dış ülke yöneticileriyle, bürokratlarıyla, Amerikan çıkarlarına dolaylı ya da dolaysız hizmet verecek akademisyenlerle bağlar kuran CSIS, bir devlet kurumuyken, yenidünya düzenine uyum sağlamak üzere şirkete dönüştürülüyor. CSIS, Ortadoğu petropolitik araştırmalarıyla da ünlüdür. Ortadoğu bölümünün içinde Türkiye'ye de ayrı bir bölüm açılmış, CSIS birimlerinin yönetimlerinde istihbarat örgütlerinde ve yabancı ülke­lerdeki diplomatik misyonlarda dünya deneyimi kazanmış eski dev­let memurları bulunuyor. Üçüncü ülke adamları da bu şeflere raporlar hazırlıyorlar.

CSIS yabancı devletlerin görevlilerini de gerektiğinde ABD'de konuk edip, ilgili konularda konferans vermelerini sağlar. Bunların arasında Türkiye başbakanları da bulunmaktadır. Hatta CSIS, Kafkasya petrol boru hatları ile ilgili toplantılarını Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığında gerçekleştirmiştir. Sonraları Başba­kanlık danışmanlığına getirilen, DSP milletvekili ve Ecevit'in ABD gezilerinde en büyük yardımcısı, 2002 yılında Kıbrıs'dan sorumlu Devlet Bakanı, Harvard mezunu Tayyibe Gülek komitenin sekreterliğine getirilmiştir. CİA'nın bile bir üst kurumu gibi çalışan CSIS Fetullah Gülen'inde en büyük destekçisidir.

Çok sayıda ülkenin yanı Sıra ABD'de de "lobby" oluşturmak gerekçesiyle okullar kurulması bir gazetede şu ilginç açıklamayla yer alı­yordu:

"Gülen'in şimdiki planı, ABD'de Türklere de, Amerikalılara da eğitim verecek bir üniversite açmak. Virginia eyaletine bağlı kü­çük bir yerleşim birimi olan Staunton'da, boşaltılmış bir hasta­ne binasını devralan "Fethullahçı" grup, burada binden fazla öğrenci kapasiteli bir üniversitenin kurulması çalışmalarına başladı. Gülen Londra'da kolej açmış, matematik doktoru bir arkadaş­larının" Staunton Belediyesi ile anlaşması halinde, üniversitenin dünyanın her yanından gelecek öğrencilere "evet" diyeceğini söylüyor.[13]

"Fethullah Gülen'in" adamları tüm dünyada, Tanzanya'dan Çin'e çoğunluğu eski Sovyetler Birliği Türki cumhuriyetlerinde yer alan 200'den fazla okul kurdular. Bu okullar İslam'dan çok Türk milliyetçiliğini esas alan bir felsefeyi yaymaktadır. "Balkanlar'dan Çin'e, Türkiye'yi model alan bu seçkinlerin oluşumunu görmek istiyor. (...) Bu kuruluşlar Müslüman olmayan öğrencileri kabul ediyorlar ve yüksek nitelikleri ve belki de İngilizceyi temel eğitim dili olarak kullanmaları nedeniyle, seçkinlerin ço­cuklarını çekmektedir.

Şimdi soralım İngilizce dilinde eğitim yapmayı esas alan bu kurumların "Türk milliyetçiliğini" nasıl esas aldığı ya da nasıl olup Tanzanya veya Çin yönetimleri seçkin aile çocuklarının "Türk Milliyetçiliğini esas alan" bir eğitimden geçirilmesine izin vermektedir.

"The man and his movement" (Bir Adam ve Hareketi)

26-27 Nişan 2001 tarihlerinde, Georgetown Üniversitesi'nde CMCU'nun son konferansının konusu "F. Gülen: The man and his movement (Bir adam ve onun hareketi) idi. Bu konferansta F. Gülen'in son elli yılda gelişen İslam'i hareketler içinde kurumlaşan tek hareket olduğuna dikkat çekildiğine ve eski CIA şefi Graham Fuller'in RAND şirketi adına Türkiye Nurculuğunu araştırmaya baş­lamış olduğuna dikkat edilirse ABD ile "entegrasyon"un liberal olarak tamamlanmak üzere olduğu söylenebilir.

CMCU konferansına katılanların kimlikleri ve deneyleri, Georgetovvn Devlet Üniversitesi'nin yanı sıra ABD yönetiminin ve Yahudi örgütleri ile Alman Stiftung'larının Türkiye'deki din ve ifade hürriyetine verdikleri değerin açık bir göstergesiydi (!): Toplantıya katılanların özellikleri işin ne denli ciddiye alındığını göstermekteydi:

Alan Makowsky: ABD Dışişleri istihbarat Bürosu eski şefi, Körfez savaşında ordu danışmanı, İsrail destekçisi WINEP (Washington Institute for Near East Policy) görevlisi. George Harris: ABD eski dışişleri görevlisi, eski Ankara B.elçisi, istihbarat uzmanı, Asya, Ortadoğu, Güneydoğu Asya uzmanı.

Roscoe Suddarth: Mali 1961, Lübnan 1963-65, Yemen 1967, Ürdün 1974-1990 istihbarat görevlisi, Middle East Institute başkanı.

Graham Edmund Fuller: Yemen, Cidde, Uzakdoğu CIA görev­lisi, ABD Hava Kuvvetleri ne bağlı RAND şirketi yöneticisi. Şimdi­lerde Türkiye'deki Nurcu hareketini ve "Irak, Bahreyn, Suudi Ara­bistan, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri'ndeki çeşitli "Şii Müslü­man Cemaatlerin gelecekteki politik rolleri'ni Rend Francke ile bir­likte araştırıyor. Şii araştırması projesinin amacı, "Şiilerin özgürlü­ğü, siyasete ve yönetime katılımlarının geliştirilmesinin yollarını bulmak" olarak belirtilmektedir.

Bekim Akal: Wolkswagen Stiftung, Almanya (Yahudi)

Osman Bakkar: Georgetovvn CMCU Malezya Seksiyonu İslâm Kürsüsü başkanı.

Thomas Mitchel: Vatikan Cizvit seksiyonu sorumlusu, İstanbul Bediüzzaman ve "medeniyetler arası diyalog" konferansları katılımcısı.

Mücahit Bilici: Sosyolog, Boğaziçi Üniversitesi.

Yasin Aktay: Prof. ODTÜ.

Fahri Çakı: Sosyolog; İstanbul Üniversitesi'nden sonra Temple'da Nurcu Hareketin Sosyo-Ekonomik gelişmesi tezini hazırlıyor.

Ahmet Kuru: Bilkent Üniversitesi, Fatih Üniversitesi. Utah Üniversitesi doktora öğrencisi.

Zeki Santoprak: ABD Rumi Forum Başkanı, Marmara İlahiyat Fakültesi, El-Ezher, Harran Üniversitesi. Şimdi Washington Katolik Üniversitesi'nde.

Hakan Yavuz: Utah Üniversitesi.

Elizabeth Özdalga: Prof. ODTÜ, CHP araştırmacısı, İsveç Enstitüsü müdürü, İslâm Konferansı örgütleyicisi, "Adsız Kahraman: Fethullah Gülen Cemaatinin kadınları arsında Bireysellik ve İçselleşmiş Yansıma" tebliği sahibi.

Bayram Balcı: Fransa Milli İltica Bürosu, Paris Arap Dünyası gö­revlisi, Fransa Dışişleri Orta Asya Araştırmaları Enstitüsü'nde kadrolu eleman.

Berna Turam: McGill Üniversitesi/Kanada

ABD Dışişleri Bakanlığı Uluslararası Din Hürriyeti Bürosunca hazırlanan "Din Hürriyeti-Türkiye Raporu"nda "İslamic Leader" ve "Moderate İslamic Leader" olarak kayıtlara geçirilen F. Gülen'in hakları Amerikan devletince resmen savunulduktan sonra, ilginin boyutu genişletilmekte ve Amerikan devletinin ünlü üniversite­sinde akademik bir düzeye yükselmekte olduğu görülüyordu. Bu "bilimsel" toplantıyı CMCU ve "The Rumi Forum" düzenlemişti.

Bu tür "bilimsel" toplantıların sonuçlarının resmi raporlara etkisi elbette olumlu olacaktı. ABD Dışişleri Bakanlığının raporlarında "Ilımlı İslami Lider" olarak sıfat kazanan F. Gülen, 2002 yılı Din Hürriyeti Raporu'nda "İslamic philosopher and leader/İslam Filozofu ve Lideri" olarak nitelenmeye başlanmıştır.

Aynı raporun 44. paragrafında "Din Hürriyeti Tacizleri" başlığı altında "Ahmadi Muslims" cemaati diye Cüppeli Ahmet Hoca'ya da sahip çıkılmıştır.[14]

ABD'de son toplantıysa 19-20 Nisan 2004'de Washington'daki John Hopkins Üniversitesi'nde "Abant in Washington-İslam. Laiklik ve Demokrasi: Türk Deneyimi" adı altında toplandı.

Toplantının programına göre, "hoş geldiniz" konuşmalarını Francis Fukuyama ve "Abant Platformu" başlığıyla Bilgi Üniversitesi'nden Mete Tuncay yaptı. Açılış konuşmalarını ise diyanetten sorumlu Devlet Bakanı Prof. Mehmet Aydın ile ABD Dışişleri Müste­şarı eski Ankara Büyükelçisi Marc Grossman yaptı. Türkiye Gazeteciler ve yazarla Vakfıénca çağrısı yapılan ve ATFA (American Turkish Friends Association- Fairfax) örgütlenen bu ilginç konferansın panellerine içinde CIA şefleri yanında Cengiz Çandar'da vardı.

Türkiye'nin İslam, Laiklik ve Demokrasi Deneyimi ve Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya İlişkisi Yuvarlak Masa Toplantısı:

Kemal Derviş (CHP Genel Başkan Yardımcısı-Açılış konuşması), Elisabeth Özdalga (CHP eski danışmanı, TESEV danışmanı, İsveç Araştırma Enstitütüsü), Cüneyt Ülsever (Liberal Dü­şünce Topluluğu Derneği, Hürriyet Gazetesi), Sabri Sayarı (Eski RAND danışmanı, Georgetown Ünv.), Emal Uşşaklı (TGYV), Hüse­yin Gülerce (TGYV), Kenan Gürsoy (Galatasaray Unv.), Fehmi Koru (Yeni Şafak Gazt.), Kemal Karpat (WisconsinUnv.), Ruşen Çakır (TESEV), Mithat Melen ( İstanbul Unv.) Şahin Alpay (Bahçeşehir Unv.), Zeki Sarıtoprak (John Caroll Unv.), Adnan As­lan (ISAM-İslami Araştırmalar Merkezi), Ömer Taşpınar (John Hopkins Unv. Brookings Inst), Zeyno Baran (Nixon Center, Eski CSIS elemanı), Cengiz Çandar (Sabah Gazetesi), Seda Çiftçi (CSIS elemanı), Hakan Yavuz, Henry Barkey, John Lee Esposito David Calleo, Steven A. Cook, Svante Cornell, James Miller, Charles Fairbanks, Carter Findley, Hussain Haqqani (Carnegie Endowment), Barry Jacobs ve Anatol Lieven (American Jewish Committee), Heath Lowry, Zack Messitte (Saint Mary's College), Eric Hooglund (Filistin Araştırmaları) ve John Hulsman (Heritage Fdn.)

Toplantıya ABD eski Ankara Büyükelçisi ve Dışişleri Siyaset Planlama Müsteşarı Marc Grossman'ın yanı sıra Savunma Bakanlığı Müsteşarı Paul Wolfowitz'in de katılarak açılış konuşması yapacağı, eski Büyükelçisi ve NED yönetim kurulu eski "üyesi Abramowitz, WINEP eski direktörü, 1990'da Ortadoğu'ya ABD askeri saldırısı sırasında danışmanlık yapmış olan, ABD Temsilciler Meclisi Perso­nel Direktörü Alan Makowski Temsilcilerden Rober Wexler, John Hopkins Arap İşleri uzmanı Fuad Ajami'nin ve Frederick Star'ın da katılacağı duyurulmuştu Ne ki, toplantıya on gün kala bu kişilerin katılamayacağı görüldü.

Türkiye'de DGM'nin aradığı kişi, ABD'deki devlet üniversitesinde adına düzenlenen bilimsel toplantılarla onurlandırılıyor, ABD Dışişleri'nin katıldığı toplantılar düzenleniyor. Bir kişinin bir mahkeme tarafından aranıp aranmaması, haklılığı ya da haksızlığı önemli görülmeyebilir. Ancak uzun yıllar devlet yöneticilerince "stratejik ortak" olarak tanıtılan ABD'nin tutumuna kısa bir soruyla değinilebilir: ABD'nin ulusal güvenlik gerekçesiyle aradığı herhangi bir kişi için, örneğin Ankara Üniversitesi'nde onurlandırıcı bir konferans düzenlense, ABD Dışişleri ne yapar?[15]

Kim ne derse desin, işin özü, toplulukların dinsel inançlarını kullanılarak oynanan oyun değişmiyor. Moon hareketi Mesih'e; Fetullahcılık hareketi de Mehdi'ye özeniyor. Her ikisinin yolu da "Amerika ile entegrasyon" projesine çıkıyor.

Moon misyonerleri örgüte bilimsel bir saygınlık görüntüsü vermek için üniversitelerden adam seçiyorlar. Bu katılımcıların Moon'un ki­lisesine bağlı olmadığını, salt ayrı dinlerin ya da üniversitelerin tem­silcileri olduğu izlenimini vermeye çalışıyorlardı. Örneğin, turcular arasında Moon tarafından kutsal nikâhla evlendirilmiş en az on yıl­lık kilise üyelerinin örgüt bağlarından söz edilmiyordu.

Türkiye'yi temsil edenler arasında, Dünya dinleri Gençlik Semineri' ne katılan Ahmet Davutoğlu bulunuyordu. Boğaziçi Üniversitesi'nin öğretim görevlisi Davutoğlu, ma­sumane çalışmaların amacını şu ilginç sözlerle açıklıyordu:

"Amerika'da kendi sahasında söz sahibi değişik dinlere mensup bir grup profesörün önderliğini yaptığı bu gezide, amaç bilfiil yaşayarak daha açık bir ifade ile "gezici bir üniversite" şek­linde, dinler arasında diyalog ve fikir alışverişi temin etmektir. İlki geçen sene yapılan bu geziye Türk temsilciler bu sene katıl­dı. Gerek ABD'de gerekse Kudüs'te gerçekten çok değerli göz­lemler yapma imkânı bulduk.[16]

Mooncular "Kitlelerin yoğun ilgisini çeken Futbola da el attılar. Seul'de, her girişimin adında yer aldığı gibi, amaç "barış" olarak bildirilir. 10 Temmuz 2003 futbol turnuvasına Fransa'dan Olympique Lyonnais, Güney Afrika'dan Kaizer Chiefs, Almanya'dan TSV 1860 München, ABD'den Los Angeles Galaxy, Hollanda'dan PSV Eindhoven, Uruguay'dan Club Nacional de Football ve Güney Ko­re'den de Seongnam Ilhwa takımları katılır. Türkiye'den de Beşik­taş Spor Kulübü Futbol Takımı turnuvada yerini alır. Birinciye 2 milyon dolar ve ikincinin de 500.000 dolar ödül verilir. Bu haber Türkiye'deki bazı gazetelerde kısaca yer alır. Ama "Moon tarikatı­nın düzenlediği turnuva" sözleri ve Moon örgütlenmesiyle ilgili kısa bilgiler yer alır. Bu durumda Din-Kilise-Futbol ilişkisi üzerine akla gelebilecek sorulara yanıt da Zaman gazetesinde yer alır. Fatih Üniversitesi öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Ali Murat Yel, kutsallık ile futbol ve din arasındaki ilişkinin teorik temellerini ortaya koyar.

Öğretim üyesinin yazısındaki satırlar yeterince aydınlatıcı ve tarikat-futbol ilişkisini kötüleyenlere de iyi bir yanıt oluşturur:

"(..) Futbol da birçok özelliğinden dolayı yeni bir dini hareket olarak görülebilir. "Para-religious-Din gibi" olarak da adlandı­rılan bu hareketlerde dini herhangi bir unsur olmamasına rağ­men pek çok hususta dine benzer özelliklere rastlanılmaktadır.[17]

1990'h yıllarda Moon Hazretleri'nin PWPA örgütünün Türkiye etkinlikleri iyice yaygınlaşıyor. Medeniyetler arası Diyalog, Bediüzzaman Said-i Nursi Konferansları adı altında yapılan toplantılara Amerika'dan gelip konuk olanlar çoğalıyor. Bu adamlarla ilgili övgüleri Aksiyon dergisinde, Zaman gazetesinde bolca bulmak mümkündür.

AKP'li ve Fetullah Gülen'ci Belediye Başkanları eliyle, tarihi camiler yıkılarak, kiliseler açılmaya başlanmıştır.

755 yıllık camiyi yıktılar ve Moon-Presbiteryen müritlerini karşıladılar.

Özellikle 2000-2002 yılları arasında dünya mirası, dinlerarası di­yalog, din-inanç turizmi denilerek bizzat hükümet tarafından uygu­lanan projeyle cemaatsiz kiliseler kurulurken, antik kiliseler de yeni­lenmiştir. Aynı dönem içinde sayısız tarihi cami ise ya yıkıma ter­kedilmiş ya da bilerek ve istenerek yıkılmıştır. Bunun son örneği Türklerin 1211 yılında kurdukları Denizli kentinde yaşanmıştır.

"Denizli'de Türklerin ilk yerleşimde kurdukları ve sayısız deprem­den sonra onarıp açık tuttukları, 755 yıllık Ulu Cami ve tarihsel Selçuklu minaresi birbirini izleyen 2 gecede belediye" ekiplerince yıkıldı. Bu yıkımın ardından yedi gün geçmeden yörede devlet eliyle yenilenen 11 kiliseden biri olan ve yüzlerce yıldır kullanılmayan antik Pamukkale Kilisesi'nin yıkıntıları arasında ayin düzenlenmiştir. Ayini düzenleyen birinci grup Amerikan Presbiterian kilisesi mensupla­rıdır. Bu grubun başında Amerikalı papaz Bruce McDovvell ve Pa­paz İlhan Kekinöz bulunmuştur, ikinci 25 kişilik grup ise Unification Church bağlılarıdır.[18]

"Ayinciler devlet yöneticilerinden vali yardımcısı Musa Uçar'ı zi­yaret etmişler ve ondan hediyeler almışlardır. "Bizans dönemi kalıntılarıyla Amerikalı papazın ya da Korelilerin ne tür bir dinsel ilişkisi olabilir? Onlar kendi inançlarına uygun ayin yapacak bir yer bulamamışlar mıdır?" gibi ilginç soruların yanıtını verecek bir laik rejime sahip çıkacak bir görevli herhalde vardır.

Koreli misyonerler de deprem yıkımından yararlanarak sözde yardım diye yerleştikten sonra, dışı ev, içi kilise inanç merkezleri kurmayı başardılar. Örneğin Yalova yakınlarında, deniz kıyısında ev-kilise kuran misyonerler, üşenmeyip deprem bölgesini geziyorlar ve topladıkları çocukları kiliselere ziyarete götürüyor ve beyinlerini yıkıyorlar.

Uluslar arası örgütlenmeyi gerçekleştiren Moon, Amerika'nın desteği ile dünya egemenliği ardında koşan devletlerin örtülü operasyon ilkelerini çağrıştıran önemli bir açıklama yapmıştı:

"Zamanı geldiğinde, dünyayı yönetmek için otomatik (olarak işleyen) bir teokratik düzene sahip olmalıyız. Siyaseti dinden ayıramayız. Hülyamda, bir (...) siyasi parti var; bu parti (...) da içine almalıdır. Bir kolumuzla dini dünyayı, öteki kolumuzla da siyasi dünyayı kucaklayabiliriz.

Bunları söyleyen kişinin liderliğini yaptığı cemaat, yüzlerce şirke­te, vakıflara. okullara, üniversiteye, yayın evlerine, gazetelere, dini İlmi örgütlere, hoşgörü kuruluşlarına, v.b sahip. Cemaat gençliğe büyük önem veriyor. Onları örgütlüyor beyinlerindeki tüm inançları silip kendi safsatalarını yerleştiriyor ve yalnız cemaat içinde ve lideri için kapalı devre yaşamayı öğretiyor. Politikacı­lar, yazarlar, sanatçılar, bilim adamları, cemaatin çevresinde toplanıyorlar. Dünyanın pir çok ülkesinde kuruluşları olan bu cemaatin, kaynağı merak edilen parasının büyüklüğü hesap edilemiyor

Söz konusu cemaatin lideri Amerika'da bulunuyor. Cemaatin li­derine "hazret-üstad" deniyor ama, o bir "Hoca Efendi" değil. O Reverand (Hazret) Sung Myung (Moon) ve cemaatinin adı ise; Dünya Hıristiyanlığını Birleştirmek İçin Kutsal Ruh Cemiyeti, kısaca Unification Church (UC, Birleştirme Kilisesi)'dir.

Moon'un, Kore istihbarat servisi K-CIA ile başladığı ve Amerika'daki siyonist yahudi stratejistlerin desteği ile parlayıp şöhret kazandığı bu şeytan tarikatında, Japonya'nın ilginç iş adamları, ABD politikacıları, ABD başkanları, Yahudiler Güney Amerikalılar, Katolikler, Protestanlar, Müslümanlar bulunmaktadır. Moon'a göre dünyadaki kötülüklerin kökeninde "Adem" baba ile "Havva" ananın işledikleri günah bulunmaktadır. Bu yasak ilişkiden doğan çocuğun kanı da işte bu yüzden kirlenmiştir. O nedenle insanlığın kurtuluşu ancak ve ancak, kanının temizlen­mesiyle gerçekleşebilir. Temizleyici kan ise; dönemim gerçek ana-babası yani Moon ve Moon'un karısının damarlarında akmaktadır. Artık asıl olan Adem ile Havva değil, kendilerini "true-parents" yani "gerçek ana-baba" olarak ilan eden Moon ve eşidir.

Yeni ve temiz ana-babaların yetiştirilmesi, kurtuluşun en temel koşuludur. Temiz ana-babalar ise ancak kutsal nikâh törenlerle birleşebilirler. "True-Parents days (günlerinde) Sung Myung Moon 'Hazretleri' binlerce yeni çifti kutsuyor ya da evli olanları yeniden nikâhlayarak toplu düğün düzenliyor. Nikâhları kutsanan çiftler, Moon'un kanını temsilen birer kadeh şarap içiyorlar. Böylece Adem ve Havva'nın şeytanla işbirliği yaparak kirlettikleri insan kanı da temizlenmiş oluyor.

Moon'un gençlik örgütünün eski yöneticisinin gönderdiği mektuptaki şu bilgi bu işlerin, yalnızca kilise çevresini geliş­tirmek üzere, siyasal-bilimsel toplantılar düzenlenmesini aştığını gös­teriyor. Mektuptan okuyalım:

"... Dünkü New York Post (16 Aralık 1999) Moon'un 13 Şubat kitlesel düğün törenlerine (giriş) ücretinin 100 dolar olduğunu yazıyordu ama haberde bir eksilik vardı. Gerçekte evlenen çiftlerin binlerle ifade edilen dolarlar ödeme zorunluluğundan söz edilmiyordu."

Moon'un Mesihliğinin nedeni ise şöyle belirtilir. Moon'a göre Hz. İsa politik becerisi bulunmadığından, Hıristiyanlığı ve insanlığı kurtaramamıştır. Bu nedenle Moon kendini Mesih olarak ilan ediyor. Sorgusuz bağlanılacak her şeyh-dede-şef örgütünde olduğu gibi, eleman devşirilme işi, hem Moonculukta, hem Fetullaçılıkta beyin yıkama esasına dayanır.

İnsanlığı kurtaracak bir 'Mesih' olarak, ortaya çıkan Moon'a kimse sahte peygamber diyememektedir. Bu örgütle Fetullah Gülen'nin yapılanma modeli oldukça benzeşmektedir. Ancak Türkiye merkezli Moon kilisesi kadar büyük değildir. Her ne kadar iki örgütün yükselmeye başlamaları Amerika'nın başlattığı, 1950'lerin komünizmle mücade­le örgütlenmesine dayanıyorsa da, Moon Hazretleri, Amerika'ya uzaktan yaslanacağına, kendisini ABD'ye atmış ve kırk yıldan bu yana işin ana müteahhitliğine soyunmuş bulunuyor. Fetullah Gülen ise: kırk yılın ardından farkına varmış ki; "Güç neredeyse orada olunmak" der gibi, o da Amerika'ya taşınmış. ABD federal devlet yönetimiyle içli dışlı olmayı başaran Moon, her geçen yılın ardından kutsallığının en üst noktasına ulaşmıştır. Her yıl 10-15 Şubat arasında "Gerçek Ana-Baba" nın doğum günleri büyük gösterilerle ve ayinlerle kutlanmaktadır. Tıpkı peygamberlerin do­ğum günlerinin kutlandığı gibi. Bu arada, onun otellerinde intihar ölümleri de sıklaşıyor. İki yıl önce kendi oğlu da aynı otelde intihar etmişti.

Moon'un, Amerika'da merkezleşmeyi seçmesinin nedenini an­lamak, o denli zor değil. Moon Hazretleri cin gibi akıllıdır; dünya­nın değişik ülkelerine Hristiyanlık Kilisesi olarak gitmenin olanaksız­lığını görmüş ve her dinden, her milliyetten insanlarla ilişki kurmak üzere entel örgütleri oluşturmuş. Bilim adamları, barış kadınları, dinler arası federasyon, dünya üniversiteleri federasyonları gibi sa­yısız örgüt kurulmuş.

İşte bunlardan, PWPA (Proffesors World Peace Academy /Profesörler Dünya Barış Akademisi) ile dünyanın dön bucağında toplantılar düzenletmiş. PWPA' nın el atmadığı konu yok. "Sovyet­ler yıkıldıktan sonra ne olacak?"dan "Afrika'nın geleceği" ne, "La­tin Amerika'nın borç sorunları" ndan "Ortadoğu'da ticaret ve barış süreci"ne, "İslamın sorunlarından" Ermenistan'ın kalkınma yolla­rına dek, akla gelebilecek ne denli konu ya da bölgesel sorun var­sa, hemen hemen tümü için "konferans" ve "sempozyum" adı al­tında, 1973'den bu yana 400'ü aşkın toplantı düzenlenmiş.

Birleştirme Kilisesi Türkiye'ye giriyor

PWPA'nın Türkiye'deki ilk başkanı ünlü siyasetçi Kasım Gülek'dir. Onun Koreli Moon'un kilisesince kurulmuş olan bir tarikatı Türkiye'de başkan olarak temsil etmesinin gerekçelerini anlamak mümkün değil ama, onun yaşamına kısaca göz atmak bize bazı ip uçları verebilir.

Kasım Gülek (Adana 1910- Washington 1996) İttihat ve Terakki üyesi Mustafa Rıfat Bey'in ve Tayyibe Gülek'in oğludur. GS Li­sesi ve Robert Kolej'de, Paris Ecole Science Politiques (1924-28), Columbia University (Dr.l928)'de eğitim gördü. ABD'de öğrenciy­ken Chase Manhattan Bank'da çalıştı. Harvard Üniveristesi'nde iş­letmede "master" yaptı. Rockfeller bursuyla Berlin Üniversitesi'nde, Cambridge Üniversitesi'nde çalışmalar yaptı. Cambridge rektörünün tavsiyesiyle CHP'ne girdi; Bilecik Milletvekilliği yaptı, Bayındırlık Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı, CHP Genel Sekreterliği görevlerinde bulundu.

1958 yılında Kuzey Atlantik Ansamblesi Başkanı (1957-1959) Albay J. J. Fens, Menderes hükümetinden Türk heyetinin bildi­rilmesini ister. CHP'den Nüvit Yetkin seçilir. Harekete geçen CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, Colonel (Albay) Fens'e mektup yazar ye Nüvit Yetkin yerine kendisinin çağrılmasını ister. Konu Za­fer Gazetesi'nde manşet olur. Kasım Gülek, İnönü'ye böyle bir mektup yazmadığın9ı söyler. Bir gün sonra, gazete mektubun kopya­sını yayınlayınca, İsmet İnönü, Kasım Gülek'e güvenemeyeceğini bildirerek, görevden ayrılmasını ister. İnönü'nün 1950'den 1957'ye, dek görevde tuttuğu Kasım Gülek ile çalışmasının nedeni; Gülek'in yeteneklerinin yanı sıra; O'nun yabancılarla kurduğu sıkı dostluklarından yarar umması olabilir. Ne de olsa İnönü, onun Amerikan ilişkilerinden 1948'de yararlanmayı düşünmüştü,

Kasım Gülek, Kore Birleşmiş Milletler Komisyonu Başkanlığı (1950-1953) Kuzey Atlantik Ansamblesi Başkanlığı (1968-1969), NATO Parlamenterler Konferansı Başkan Yardımcılığı ve Kontenjan Senatörlüğü yaptı. Kasım Gülek'in yaşamında en ilginç teklif Gene­ral McArthur'dan geldi. MacArthur, Gülek'ten ABD'de kalarak senatör olmasını istemişti.

1980'li yıllarda Sung Myung Moon'un Türkiye ilişkilerini yürüten Kasım Gülek, Unification Church'ü güçlendirmek için büyük çaba gösterdi. Örgütü, ABD Büyükelçisi Şükrü Elekdağ'a "empoze" et­meye çalıştı. Kasım Gülek bu arada Fetullah Gülen'le dostluğu ilerletti ve onu ABD Büyükelçisi Morton Abramowitz ile tanıştır­dı. Kasım Gülek, yaşlılık yıllarında yeniden CHP ile ilişki kurdu.

Kasım Gülek'in baldızı Aylin Radomisli, uzun yıllar ABD'de yaşadı; Amerikan ordusuna katıldı; Asya'da elçilik görevine atanacağı söylenirken, 19 Ocak 1995'de evinin bahçesinde ölü bulundu. Ölümün nedeni araba kazası olarak kayıtlara geçirildi. Aylin Radomisli'nin Türkiye'den ilginç konuklan oluyordu. Yakın arkada­şı Aylin Gönensay (Eski dışişleri ve devlet bakanlarından Emre Gönensay'ın eşi) bunlardan biriyle tanışır. Bu adam Zaman gazetesinin ihtiyaçları için Amerika'dadır.

Kasım Gülek'in kızı Tayyibe Gülek, Teyzesi Aylin Rodomisli ile ABD'de yaşadı. Harvard'ı bitirdikten sonra, Türkiye iktisâdını pek ama pek iyi yönetenlerin yuvası London School of Economics' te yüksek lisans yaptı. Türkiye'ye döndü. Engin deneyimlerine güven duyularak Başbakanlık Danışmanlığına getirildi. Türkiye'nin Bakû-Ceyhan Boru Hattı Sekreterliğini yürütürken, Ecevit'lerin kontenjanından Adana Milletvekili (1999) olarak TBMM'ye girdi. Ecevit onu ABD gezilerinde hep yanında bulundurdu. Tayyibe Gülek Temmuz 2002'de Kıbrıs'tan sorumlu devlet bakan­lığı görevine getirildi

ABD'lilerle 1920'li yıllardan beri içli dışlı olan Kasım Gülek, moon tarikatı elemanlarının da katıldığı ilk toplantıyı, 1982'de İstanbul'da yapmıştı. Bu toplantılarda Moon'un Ortadoğu Temsilcisi, Thomas Cromwell başta olmak üzere Moon'un örgütle­rinden ve yerlilerden birçok yönetici katılmıştı. Toplantıların ko­nuları da ilginç; 21 Yüzyıl Eğitimi ve Türk Yunan İlişkileri. Bu toplantılara katılan Türk büyükleri de ilginç kişilerdendi. Emre Gönensay, Sabahattin Zaim, Erkek Akurgal, İlahiyat Fakültelerinin dekanları, sanatçılar, ünlü Belediye Başkanlarından Gülay Atığ, Semra Özal, Diğer uluslar arası toplantılara katılanlar arasında, De­niz Baykal, Hayri Erdoğan Alkin, Handan Kepir gibi ta­nınmışlar da vardı.

Moon'un PWPA toplantılarında en sık görülen İlahiyatçıların başında Salih Tuğ gibi İlahiyat Fakültesi dekanları geliyor. İlim Yayma Cemiyeti üyelerinden ve Aydınlar Ocağı eski başkanlarından Salih Tuğ 1997'de Kanal 7 televizyonunda Fehmi Koru ile programa çıkıyor ve Moon'un Church hareketini öve öve bitiremiyordu. Bu toplantılara katılmış olan Yaşar Nuri Öztürk Moon'un İlahiyatçılara 45 gün süren Amerika gezisi ayarladığını söylüyordu.

Anlaşılıyor ki, (Birleştirme Kilisesi), Hrıstiyan ya da Müslüman ayırt etmiyor, önüne geleni birleştiriyordu. Tolaransçı Hocaefendi'yi, Belediye Başkanını Cumhurbaşkanı'n
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Ksm 03, 2009 12:51 am    Mesaj konusu: Gülen Grubunun 28 Şubat Oyunu! Alıntıyla Cevap Gönder

Gülen Grubunun 28 Şubat Oyunu!

02 Kasım 2009, 11:32 Anadolu Haber

Geçtiğimiz günlerde HABERTÜRK`te yayımlanan SANSÜRSÜZ programında Yiğit Bulut`un 28 Şubat`a ilişkin sözleri, Gülen grubunun 28 Şubat algısını bir kez daha ortaya koydu. AHMET N. GÜVENER yazdı...

Zaman grubunun Erbakan tahammülsüzlüğü devam ediyor.

Geçtiğimiz günlerde Habertürk’te yayımlanan Sansürsüz adlı programda, programın hazırlayıcısı ve sunucusu Yiğit Bulut 28 Şubat sürecine değindi. Yiğit Bulut, devletten nemalanan kesimlerin musluklarının kapatılmak istenmesinden sonra Türkiye`de önemli gelişmelerin olduğuna dikkat çekti. 28 Şubat sürecini de bunun örneği sayan Yiğit Bulut, Necmettin Erbakan`ın bankalar üzerinde yapmak istediği değişiklikleri hatırlattı. Konuyla ilgili Erbakan`ın girişimlerinin, televizyonlarda özel hazırlanan kasetlerle önlendiğini ve yaşanan olayların hemen ardından ilginç bir şekilde 28 Şubat`a götüren sürecin düğmesine basıldığını söyledi.

Programda olanlar bunlar. Peki Zaman gazetesi olayı nasıl verdi?

Zaman gazetesi, Erbakan isminden kısaca söz ettikten sonra olayı hemen Fethullah Gülen’e getirerek 28 Şubat’ın Gülen cemaatini hedef aldığı izlenimini yaratmaya çalıştı. İşte tam da bu noktada Gülen grubu kalemşorlarına şunu sormak lazım: Madem Yiğit Bulut’un sözlerini esas alıyor ve 28 Şubat hakkındaki tespitlerini haklı buluyorsunuz, Fethullah Gülen’in 16 Nisan 1997’de Yalçın Doğan’a verdiği röportaja ne diyorsunuz? Unutmamışsınızdır, fakat cemaatin bugünkü demokrat hallerine bakıp bu cemaati her zaman böyle davranmış zanneden okurlar için o röportajdan bazı bölümleri hatırlatalım. İşte Fethullah Gülen’in 16 Nisan 1997’de Aydın Doğan televizyonu olan Kanal D’ye verdiği röportaj ve darbecilerin baskısına maruz kalan Erbakan’a yönelik ağır ithamları:


“(Bugün demokrasi, laiklik ve cumhuriyet tehdit altında mıdır? sorusuna karşılık) Demokrasinin, cumhuriyetin, laikliğin muhafızı konumunda kendisini görenler tarafından mesele öyle algılanıyorsa haklıdır, herkes belli bir sorumluluk taşıyor, sorumluluk taşıyanlar bu mevzuda tavırlarını ortaya koymalıdırlar. Çünkü konumları bunun böyle olmasını gerektirmektedir.”

Yine Fethullah Gülen, 28 Şubat’ta MGK’da çıkan kararlarla ve darbeci komutanlarla ilgili bakın neler diyor aynı röportajda:

“MGK kararları belki bu şekilde tavsiye niteliğinde, bazıları onları muhtıra şeklinde de algıladı. Bu şekliyle gelişmiş demokrasilerde antidemokratik bulunabilir. Fakat şurası da bir gerçek ki milli güvenliğin hali hazırdaki konumu anayasal bazı esaslara dayandırılmıştır. Milli Güvenlik Kurulu herşeyi aşarak, kanunları aşarak, parlamentoyu aşarak, anayasayı aşarak kendi kendine o konuma yükselmemiş, oraya gelip oturmamış ve millete karar yağdırmıyor yani, anayasal bir müessesedir. Anayasal bir müessese, anayasanın getirdiği yerde kendi konumunun gerektirdiği şeyleri yerine getirmeyi düşünür. Mesela şimdi onlar da şöyle düşünüyorlarsa, biz burada milli güvenlik, milletimizin güvenliğini şayet koruma mevkiinde bulunuyorsak ister gerçekten ve öyle olsun ister bizim içtihatlarımıza, algılamalarımıza göre şu gelişmelerde rejim için şayet bir tehlike ise bizim sorumluluğumuz altındadır bunlara müdahale etmek. Müdahale etmediğimiz zaman tarih önünde suçlu oluruz mülahazasıyla hareket ediliyorsa meseleyi böyle algılıyorsa bana göre onlar masumdurlar. Eğer işin içinde bir hata varsa bu içtihat hatasıdır. Hatta fakihlerin mülahazasıyla da yaklaşılabilir, içtihattaki hatalar bir sevap kazandırır, isabet olursa iki sevap kazandırır mülahazası.”

Gülen o röportajda askerler ve darbeyi destekleyen Demirel ile ilgili olarak da şöyle demektedir:

“Ben Türk toplumuna tavsiyede bulunma durumunda, konumunda değilim ama, düz bir vatandaş olarak hislerimi ifade etmede de bir beis görmüyorum. Sayın Cumhurbaşkanımız bu mevzuda kendi sorumluluklarının şuurundadır. Zannediyorum dengeye çok hizmetleri olacaktır. Askerlerimiz bir yönüyle yaptıkları bazı şeylerden ötürü bazı çevrelerce, belki antidemokratik davranıyor sayılabilirler. Ama onlar konumlarının gereğini anayasanın kendilerine verdiği şeyleri yerine getiriyorlar. Hatta dahası, ben zannediyorum, onlar, bazı sivil kesimlerden daha demokrat. Biraz evvel arzettiğim mülahazalar açısından herhalde onların temsil ettikleri kuvvet şu partiler arasında birbirini istemeyen insanların elinde olsa bir gece hızlı bir baskınla gelirler hasımlarını bertaraf ederler onun yerine otururlar. Kuvvet ellerinde olduğu halde. Fakat çok mantıki davranıyorlar.”

Şimdi sormak sırası bize düşüyor: 28 Şubat darbesi gerçekleşirken, darbeci kesimler meşru hükümete savaş açmışken, bizzat Fethullah Gülen kimden yana olmuştur? Buyurun Fethullah Gülen’in kendi ağzından açıklamaları. Peki durum bu kadar apaçık ortadayken, 28 Şubat süreciyle ilgili konuşurken, dönemin Başbakanı Erbakan’ı es geçip, sözü Fethullah Gülen’e getirmek ahlaki midir?

Fethullah Gülen’in o dönemde kendi cemaati adına çeşitli kaygıları olmuş olabilir. Gülen’in bu kaygılarından ve elindekileri yitirmekten duyduğu korkudan ötürü darbecilere destek veren açıklamaları Aydın Doğan’ın televizyon kanalında vermesi lazım gelmiş olabilir. Fakat bu durumda yapılması gereken, Türkiye halkından özür dileyerek pişmanlık göstermektir. Hem 28 Şubat’a gerekçesi ne olursa olsun destek verip, hem de darbeye maruz kalan Erbakan’ı ve Milli Görüş’ü her yeri geldiğinde karalamak, İslam ahlakına değil, olsa olsa pragmatist küçük politikacıların ahlakına uygundur.

Ahmet N. Güvener/Boyut Haber

SUÇUM BÜYÜKMÜŞ
Mehmet Şevket Eygi

BENDENİZİ defterden silmişler, kara listeye almışlar. Suçum büyükmüş...

Diyaloğa karşıymışım, Diyaloğu tenkit ediyormuşum...

Sünnî bir Müslüman olarak ne yapacaktım?

Bu Diyalog bid'ati de nerden çıktı? Hangi muteber, klasik, güvenilir din kitabında "Diyalog ve Hoşgörü" diye bir inanç, bir bölüm, bir madde var.

Diyalog 1960'lı yıllarda Vatican (Papalık) tarafından, İslâm dünyasında yeni bir misyonerlik yapmak üzere çıkartılmış gayr-i İslâmî bir doktrindir. (Papalığın bu konuda kitabı var...)

Bana dünyayı verseler, yine de böyle din dışı, Kur'ân'a ve Sünnete aykırı, İslâm'ın tek hak din olduğu inancına zıt bir görüşü benimsemem.

Açıkça, samimî olarak beyan ediyorum:

İslâm'da diyalog inancı yoktur.

Bazılarının iddia ettiği gibi "Üç hak İbrahimî din" yoktur.Bir tek hak ibrahimî din vardır, o da İslâm'dır.

İslâm'ı, Kur'ân'ı, Hz. Muhammed'in peygamberliğini ve davetini red ve tekzib eden münkirler ve kafirler asla ehl-i necat ve ehl-i Cennet değildir.

Kelime-i şehadet bir bütündür. İçinde iki esas bulunmaktadır. Bu iki esasın da birlikte ikrar edilmesi gerekir. Kafirlerin hatırı için "Muhammed Resulullah" kısmı meskutün anh geçilemez. Diyalogçuların bendenize boykot uygulaması gülünçtür

Böyle bir şey cemaat fanatizmine ve asabiyetine uygun düşer ama İslâm ve iman kardeşliğine uymaz.

Kaç kere yazdım, bir kere daha teklif ediyorum:

Diyalog doktrin ve ideolojisinin İslâm'a, Kur'ân'a, Sünnete uyup uymadığı konusunda beynelislâm (Müslümanlar arası) bir ulema meclisi toplansın. Bu meclise sadece icazetli din uleması alınsın, icazetsizler alınmasın. Onlar meseleyi müzakere etsinler ve fetva versinler.

* Ehl-i Kitap ehl-i necat mıdır?

* Ehl-i Kitab ehl-i Cennet midir?

* Yüce dinimizde diyalog var mıdır?

* Dinin temellerinden, usulünden, zarurî temel hükümlerinden taviz verilerek diyalog yapılabilir mi?

* Kafirleri dost ve velî edinmek caiz midir?

* Kelime-i Şehadet'in ikinci cümlesini söylememek, ikrar etmemek İslâm'a ve iman'a uyar mı?

Milli Gazete

BEŞİKTAŞ’TA CEMAAT KAPIŞMASI
Bilindiği gibi; Beşiktaş Başkanı Yıldırım Demirören geçtiğimiz Salı günü oynanan Wolsburg maçında gergin anlar yaşamıştı.

Konu spor medyasında tartışıldı, tartışılıyor.

Fakat o olayda tartışılmayan bir konu var…

O akşam, Demirören’in bulunduğu protokol bölümünde yanında olan isimlerden biri İhsan Kalkavan’dı.

Kalkavan, Gülen Cemaati’ne yakınlığıyla bilinen bir isim.

Demirören’in İhsan Kalkavan’ı yanına oturtması, başkanlık için adaylığı konuşulan Murat Aksu’ya karşı bir gövde gösterisi olarak algılandı.

Abdulkadir Aksu’nun oğlu Murat Aksu’nun cemaate yakınlığının konuşulduğu bugünlerde, bir diğer cemaate yakın isim Kalkavan’ın Demirören’in yanında olması manidar görünüyor.

Murat Aksu’nun parlatıldığı dönemde Demirören’in manevrası bu kadarla kalacağa benzemiyor.

Odatv’ye gelen iddialar arasında; Kalkavan’ın bir arkadaşını da yönetime sokma çabaları içinde olduğu da var.

Anlaşılan o ki; kongre yaklaşırken Beşiktaş’ta cemaat kapışması hız kazandı.

Odatv.com
6 Kasım 2009

‘FAITH-BASED MOVEMENT’

Fethullah Gülen Cemaati son günlerde, özellikle İngilizce yayınlarda, “faith-based movement” yani ‘inanç temelli hareket’ olarak anılmaya başlandı. Today’s Zaman’da ya da cemaatin diğer İngilizce yayın yapan sitelerindeki “cemaat” vurgusu yerine “inanç-temelli hareket” vurgusu yapılmasının altında acaba cemaatin yabancılara daha prestijli görünme çabası mı yatıyor?

Türkçe’de çok kullanılmasa da, özellikle Amerika ve İngiltere’de devlet katında bir anlama sahip olan “inanç-temelli hareket”, son derece prestijli bir anlam içeriyor. Dinsel bir çatıya sahip olmakla beraber, daha ziyade hayır işleri ve insanlara yardım gibi konuların üzerine eğilen ve kâr amaçlı olmayan bu kuruluşlar, Amerika’da devletten destek görüyor ve devlet tarafından fonlanıyorlar. Zaten cemaatin yabancı dilde çıkan yayın organlarında defalarca kendileri hakkında “biz tarikat değiliz.” demesi bir radde daha ileri gitmiş ve “biz inanç-temelli bir hareketiz, amacımız kâr değil; sadece insanlara yardım etmek.” haline gelmiş gözüküyor.

Bu sıfat değişikliğinin bir işe yarayıp yaramayacağı bilinmez ama, her ne kadar Türkiye’de görülemese de, Almanya’da görülen Deniz Feneri davasının Cemaatin güvenilirliğine çok ciddi hasarlar verdiği ortada.

Odatv.com
9 Kasım 2009

DÜNYANIN EN GÜÇLÜ 500 MÜSLÜMANI LİSTESİNİ KİM HAZIRLADI

Milliyet Gazetesi 20 Kasım’da şu haberi verdi: “ABD’nin uluslararası üne sahip Georgetown Üniversitesi ve Ürdün merkezli ‘Kraliyet İslami Stratejik Çalışma Merkezi, "Dünyanın En Güçlü 500 Müslümanı" listesini yayınladı. "En Güçlü Müslümanlar" listesinde Erdoğan’ın 5., Fethullah Gülen’in 13., Abdullah Gül’ün 28. sırada yer aldığını, bunlara ek olarak Ahmet Davudoğlu, Adnan Oktar, Devlet Bakanı Mehmet Aydın, Diyanet İşleri BaşkanıAli Bardakoğlu, Ali Bulaç, Necmettin Erbakan, Hayrünnisa Gül, Ekmeleddin İhsanoğlu, Ekrem Dumanlı gibi isimlerin de listede bulunduğunu öğrendik.

Milliyet Gazetesi, listeyi hazırlayan Georgetown Üniversitesi’nin “uluslararası üne sahip olduğunu” söylüyor ama “neyle” ünlü olduğunu eklemeye gerek görmemiş:

“Fethullah Gülen Hareketi, emrindeki bütün örgütler ve üniversiteler (büyük paralar akıtmaya devam ettiği Georgetown Üniversitesi dahil), Amerika Birleşik Devletleri'nde ve Avrupa'da Gülen konferansları düzenliyorlar.” (Rachel-Sharon Krepsin, “Fethullah Gülen’in Büyük İhtirası”, The Middle East Quarterly, Kış 2009, http://www.meforum.org/2071/fethullah-gulenin-buyuk-ihtirasi)

Fethullah Gülen’in, finansal açıdan desteklediği aktarılan kurumun hazırladığı listede Dünyanın En Güçlü 13. Müslümanı olması şaşırtıcı değil. Ama Milliyet’in Georgetown Üniversitesi’nin yıllardır Fethullah Gülen’i yücelten konferanslar ve paneller veren üniversite olduğu ve bu konferansların katılımcıları arasında ABD Dışişleri İstihbarat Bürosu eski şefi Alan Makowsky’den CIA eski Ortadoğu şefi Graham Fuller’a pek çok tanıdık ismin bulunduğu bilgilerini atlaması dikkat çekici. Bu isimlerin Fethullah Gülen’e Amerika’da kalabilmesi için referans olduğu da biliniyor.

Listede Gülen’in tanıtılışı da listeyi hazırlayanların bakışını ele veriyor. Gülen’in adı “Fethullah Gülen Hocaefendi” olarak geçiyor. Gülen’in etki alanı“milyonlarca Türkiye ve Dünya Müslümanı’nın ruhani ve sosyal lideri” olarak tanıtılıyor. Gülen’in laiklerin nefreti nedeniyle 1999 yılında ABD’ye gittiği söylendikten sonra Gülen’in hareketinin AKP döneminde artan etkisinden söz ediliyor.

Bu ayrıntıların dışında, Milliyet’in önemli bulmadığı bir başka nokta ise Georgetown Üniversitesi adına hazırlanan listeyi hazırlayan iki isimden birinin Başbakanlık Başdanışmanı İbrahim Kalın olması.

Başbakanlık başdanışmanımızın “Fethullah Gülen Hareketinin emrinde” olduğu iddia edilen bir üniversitede akademik pozisyona sahip olması, bu üniversite adına raporlar hazırlaması Milliyet’e gelmese de, bizlere ilginç geliyor.

Kalın aynı zamanda SETA koordinatörü.

Yani Kalın kendi hazırladığı “Dünyanın En Güçlü 500 Müslümanı” listesine de 97.sıradan girmeyi başarmış durumda…

İbrahim Kalın’a başarılarının devamını diliyoruz.

Deniz Hakyemez

Odatv.com
23 Kasım 2009

VARLIK DERGİSİ’NİN CEMAATLE NE İLGİSİ VAR


Cemaat Varlık'a neden para verdi
27.11.2009 01:12

Varlık Dergisi’nin kapak sayfasının arka yüzünden Varlık okuyucularına artık derginin kurucusu Yaşar Nabi Nayır değil, Fethullah Gülen gülümsüyor. Derginin Kasım sayısında, ön-kapak arkasında Zaman Gazetesi’nin reklamına yer veriliyor. Ancak bu reklamla çelişkili bir biçimde, derginin iç sayfalarında okuyuculara, “cumhuriyet kültürünün sacayaklarından biri olarak nitelendirilen Varlık’la dünyaya açılmak … ister misiniz?” sorusu yöneltiliyor. Dergi yönetiminin bu sorusunu, Varlık okuyucusu olduğundan kuşku duyduğumuz Zaman Gazetesi, her nasılsa, duyuyor ve dergi yönetimine para karşılığında Zaman Gazetesi reklamı yapmasını arzuladığını, Varlık ile yeni bir aleme açılmak istediğini bildiriyor. Derginin Kasım sayısındaki ön-kapaktan anlaşıldığı kadarıyla, Zaman Gazetesi’nin bu arzulu teklifi yönetim tarafından kabul ediliyor. Böylece bu ay elinize ulaşan Varlık Dergisi Zaman Gazetesi’nin parası ve reklamıyla takviye edilmiş bir biçimde yayımlanıyor.

Peki, bu kararı alan Varlık’ın yönetiminde kimler yer alıyor? Dergi yönetiminde asıl olarak üç kişinin sözü geçiyor: Ekin Nayır, Filiz Nayır Deniztekin ve Enver Ercan. Şair Enver Ercan’ın bundan on yıl kadar önce, bir başka gazete tarafından, Zaman Gazetesi’yle arasında husumet olduğu bilinen Cumhuriyet Gazetesi tarafından verilen Yunus Nadi Şiir ödülünü kazandığı hatırlanacaktır. Nayır soyadını taşıyan diğer yöneticilerin ise, Yaşar Nabi Nayır’ın kızları olduğu tahmin edilebilir. Demek ki, Cumhuriyet Gazetesi ödüllü şair Enver Ercan ile cumhuriyetçi Nabi Nayır’ın kızları Ekin ve Filiz Nayır aldıkları kararla, Zaman Gazetesi’nin Varlık Dergisi’ni reklamlar aracılığıyla finanse etmesine razı oluyorlar.

Varlık’ın kurucusu Yaşar Nabi Nayır ise derginin ilk sayısında okuyucularına şu sözü veriyor: “VARLIK, Cumhuriyeti en büyüğümüzden emanet alan bir Türk gençliğinin, yaratıcı bir İnkılâp neslinin sanat sahasında da var olduğunu göstermek ve onun için çalışmak istiyor.” Şu halde, gazeteci olarak bizlere, Varlık’ın bugünkü yöneticilerinin, Nabi Nayır’ın bu sözünün arkasında durup durmadıklarını ve Zaman Gazetesi reklamına dergi yazarları tarafından bir tepki gösterilip gösterilmediğini öğrenmek düşüyor.

odatv

HÜKÜMET KÜRTLER’E AÇILIRKEN CEMAAT NE AÇILIMI YAPTI

Barış Terkoğlu yazdı

29.11.2009 00:00

Fethullah Gülen Cemaati son günlerde dikkat çeken bir açılım yaptı: “Arap Açılımı”.
Cemaat dünyanın pek çok ülkesinde okullar açmasına rağmen Arap Coğrafyası’nda yıllarca böyle bir girişimde bulunmadı. Arap dünyasında da diğer ülkelerdeki gibi kabul görmedi. Fethullah Gülen’in eserleri Arapça’ya çevrilmedi. Afrika’da dahi pek çok ülkeye açılan cemaat Arap coğrafyasında geç kaldı.
Bu konu cemaat tarafından da kabul ediliyor. Fethullah Gülen bu geç kalmışlığı bir kompleks ile açıklıyor: “Arap âlemi çok önemlidir. İslamiyet onların içinden zuhur etmiş, Kur'ân onların dilleriyle nazil olmuştur. Bu açıdan başka yerlere açılımlar gerçekleştirirken hep onları dışta tuttuk. Bize tepeden bakarlar endişesini taşıdım hep”.
Oysa yapılan yorumlar bu durumu başka nedenlerle açıklıyor.
Bu açıklamalardan ilki cemaatin Batı ile ilişkilerine ilişkin. Cemaatin Arap ülkelerinde faaliyetleri Batı ile kurduğu ilişkiler açısından risk unsuruydu. Cemaatin İsrail ve ABD karşıtlığının güçlü olduğu Arap coğrafyasında Batı ile ilişkileri nedeniyle zorluk yaşayacağı iddia ediliyordu. Arap entelektüelleri, ADL gibi Siyonist örgütlerin kitaplarını bastığı ve dağıttığı Gülen’e şüphe ile yaklaşıyorlardı.
Bir diğer neden ise cemaatin dışındaki İslami anlayışların Arap coğrafyasında etkin olması. Bu durum cemaatin Arap coğrafyasına girişini engelledi. Bu durum cemaat tarafından da kabul gördü. Son dönemde Gülen Hareketi ile ilişkileri nedeniyle popüler olan Georgetown Üniversitesi’nde düzenlenen 'Küreselleşme Çağında İslam: Gülen Hareketinin Etkisi' konferansında Rıdvan Ziyade bu meseleyi şöyle ifade etti: “Arap düşüncesinin kısa olmayan bir süre Mevdudi'nin düşüncelerinin etkisi altına girmesi Gülen'in fikirlerine açılımın önünde bir engel oluşturdu.”
Cemaatin Arap coğrafyasına ilgisizliği yakın dönemde son buldu.
Cemaat Arap coğrafyasına Mısır üzerinden girdi.Geçtiğimiz Mayıs ayında Mısır’da Hakan Şükür’ün de katıldığı bir törenle ilk defa okul açan cemaat yakın zamanda Mısır’da bir konferans düzenledi. Geçtiğimiz Ekim ayında “Fethullah Gülen Hareketi ile karşılaştırmalı tecrübeler” adıyla düzenlenen konferans Arap Birliği’nin binasında gerçekleşti.
Cemaatin Mısır’da ki tüm çalışmalarını ise ilişkili olduğu “Hira Dergisi” yürütüyor.
Peki bu açılım cemaat tarafından nasıl karşılandı?
Cemaatin Mısır üzerinden Araplar’a açılması cemaat içerisinde heyecanla karşılandı. Gülen bu adımın tarihi bir öneme sahip olduğunu söyledi. 9 Kasım tarihinde yayınlanan konuşmasında Arap coğrafyasında doğrudan Gülen Hareketi adının kullanılmamasını istedi. Gülen bu isimle yapılacak bir açılımın yaratacağı rahatsızlıklardan söz etti. Bu konuyu da enteresan bir dille açıkladı: “Burada ihlaslı olduğumu samimi olduğumu söylemiyorum. Riyakarın tekiyim. Ancak İslam’ın hatırına, harekete karşı tepki uyarmama adına bence o mevzuda temkin, falan cemaate filan cemaate aidiyetler ifade etmemek lazım” dedi.
Cemaatin Arap coğrafyasına açılımı küresel olarak ise başka bir olay ile çakıştı. Bu açılımın ABD’de Obama-Clinton yönetimi sonrasına denk gelmesi dikkat çekti. Bunun nedeni ABD yönetiminin yeni dönemde Araplar ile ilişkilerini yeniden tanımlamaya dönük attığı adımlar. Pro İsrail bir dış politika görüntüsü vermekten en azından uzak görünen yeni ABD yönetimi Araplar ile daha yakın ilişki kurma adımları atma konusunda niyetini gösterirken cemaat Araplar’a açıldı. Türkiye’nin de ABD’nin Araplar ile ilişkilerinde aktif rol alacağının konuşulduğu dönemde cemaat bu adımı ile 90’lar sonrasında Kafkasya ve Orta Asya’da oynadığı rolün benzerini gerçekleştirebileceğini herkese hatırlatmış oldu. Bu anlamda Arap Açılımı’nın ABD’ye de bir mesaj olduğu söylenebilir.
Ancak cemaatin Orta Asya’da Sovyetler Birliği sonrası bulduğu bakir alanı Arap dünyasında bulamayacağı bir gerçek. Bu nedenle cemaat açılımın başarısız olabilmesinin tedirginliğini yaşıyor. Köklü ve güçlü Arap İslamı’nın cemaatin Arap Açılımı’nı başarısız kılması kuvvetle muhtemel. Ancak cemaatin bu açılımdan beklentisinin Araplar’dan çok Batı’ya dönük olduğu düşünülürse o zaman bu başarısızlığın dahi bir anlamı olabilir.
Bakalım Arap Açılımı bundan sonra ne getirecek?

Barış Terkoğlu
Odatv.com

İŞTE ORDUYA YAPILAN KOMPLONUN BELGESİ

17.12.2009 11:45

Geçtiğimiz günlerde Odatv’de TRT’nin Reşadiye olayına ilişkin haberlerini irdelemiştik. Haberde TRT, Ergenekon Davası sanıklarının (başta Dursun Çiçek olmak üzere) bazılarının Reşadiyeli olmasından yola çıkarak, saldırıyı Ergenekon’un yaptığını iddia ediyordu. Üstelik bu haber neredeyse Zaman Gazetesi’nin olay üzerine yaptığı haberin birebir kopyasıydı.

Olay üzerine açıklama yapan TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin yaptıkları haberin maksadını aştığını söyledi.
Ancak TRT’nin haberinde skandal yaratacak başka yanlışlar da var.

Sarıkaya’nın ifadesinde yok

TRT haberinde şöyle ifade bulunuyor: “Jandarma Teğmen Muhammet Sarıkaya ise ifadesinde, Danıştay saldırısından kısa süre sonra Muzaffer Tekin'in Jandarma Üsteğmen Kırmızı ile birlikte evine misafir olduğunu, ardından Tekin'in evinde buluştuklarını anlattığı biliniyor.”
Haberde ilk olarak Jandarma Teğmen ifadesi kullanıldı. Ancak Muhammet Sarıkaya; Jandarma Üsteğmen.
İkinci olarak ise TRT’nin Muhammet Sarıkaya’nın ifadesine dayanarak söylediği, Muzaffer Tekin’in Sarıkaya’nın evine misafir olduğu iddiası da gerçek değil. Zira Sarıkaya’nın ifadesi baştan sona okunduğunda böyle bir ifade bulunmuyor.

Peki, TRT bu yanlış bilgileri neden haber yaptı?

Çünkü Zaman Gazetesi de aynı hatayı yapmıştı. Zaman Gazetesi olayı aynı hatalı bilgilerle vermişti: “Jandarma Teğmen Muhammet Sarıkaya, ifadesinde Danıştay saldırısından kısa süre sonra Muzaffer Tekin'in Jandarma Üsteğmen Kırmızı ile birlikte evine misafir olduğunu, ardından Tekin'in evinde buluştuklarını aktarmıştı”.

Suikast planı o evden çıkmadı

Bunun ötesinde TRT’nin haberinde yine olay yaratacak bazı yanlış bilgiler bulunuyor.
TRT’nin haberinde ikinci olarak yaptığı hata ise; haberde Üsteğmen Taylan Özgür Kırmızı’nın evinde Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız ve Sivas Ermeni Cemaati Önderi Minas Durmaz Güler’e suikast planının bulunduğuna ilişkin iddia. Oysa dava dosyaları incelendiğinde Üsteğmen Taylan Özgür Kırmızı’nın evinde çıkan böyle bir planın da bulunmadığı ortaya çıkıyor.

TRT’nin her iki hatada da Reşadiye saldırısının sorumluluğunu orduya maletmeye dönük belirgin hatalar göze çarpıyor. TRT, haberleri izleyenlerin dava dosyalarını okumadıkları kabulüyle açık bir dezenformasyon yaptı. Üstelik bir devlet televizyonu olarak orduyu 7 askerin şehit olması ile ilişkilendirerek vahim bir hataya imza attı.

Odatv.com

Necdet PEKMEZCİ
necdetpekmezci@avazturk.com
18 Aralık 2009Cuma
Al Öcalan'ı, Ver Fettullah Gülen'i

Kafalar her daim karışık; aklı evveller, kalem sahipleri yaşananlara bir ad koymakta zorlanıyor. Abdullah Öcalan'ın hücresi, sağlık sorunları ile başlayan gösteriler Anayasa Mahkemesi'nin DTP'yi kapatması ile birlikte ayyuka çıktı.

Kimilerine göre iç savaş, kimilerine göre Kürt intifadası kimilerine göre ise yaşananlar terör, kaos. Ne ad verilirse verilsin; sürecin buraya geleceği en başından belliydi.

Hükümet, ister iyi niyet, isterse ABD'nin yol haritasıyla yola çıksın, sıkıntıyı, badireyi ülke çekiyor.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a açılım konusunda akıl verenler, öne itenler, birer birer sıvışıyor. Çünkü teşhis yanlıştı.

PKK'yı Peru'daki Aydınlık Yol hareketi ile bir tuttular. Guzman'ın içeriye atılması ile örgütün ılımlılar ile radikaller olarak ikiye bölündüğünden ve tasfiye olma aşamasına geldiği konusunda Erdoğan'ı ikna ettiler.

Ayrıca ikna sürecinde en büyük argümanları da PKK'nın Marksist-Leninist bir örgüt olduğu teziydi. Onlara göre PKK, ateistti. Ama PKK'nın dirijan kadrosu, milisleri mütedeyyin insanlardan oluşuyordu.

Dolayısıyla PKK'nın yönetici kadrosunun ateist olduğuna vurgu yapmak; örgütün çözülmesi açısından yetip de artacaktı.

Ancak öyle olmadı; olmayacaktı. Teşhis yanlıştı, tedavide de yanlış yapıldı.

PKK'nın 1970'li yıllarda kuruluş süreci gözönünde bulundurulduğunda, Marksist-Leninist değil, etnik milliyetçi bir örgüt olduğu göz ardı edildi. PKK temele “Ezilen Ulus” tezini koydu; 1970'li yılların sonunda ise bu tez, bir üst aşamaya sıçrayarak “Kürdistan'ın sömürge” olduğu varsayımına dayandırıldı.

Abdullah Öcalan, en başından beri etnik bir örgütlenme yaptı, PKK'da üç beş Türk kökenli kadro olsa da, bu etnik-milliyetçi; feodal bir örgüt olduğu gerçeğini ortadan kaldırmadı.
(..)
Burada Öcalan'a nokta koyarak, Fethullah Gülen ve merhum Bülent Ecevit'e ilişkin bazı bilgilere dikkat çekmekte yarar görüyorum.

Kamuoyunda yaygın kanı, “Ergenekon” davası, TSK ile hükümet arasında ya da emniyet ile Ordu arasında yaşanan gerginliğin F tipi denilen bir yapının operasyonu olduğu değerlendiriliyor.

Bu üzerinde tartışılacak, değerlendirilecek önemli bir iddia. Uzun uzun değerlendirilmesi gerekiyor.

Konuyu özetlemek gerekiyor; Fethullah Gülen, Türkiye'deki derin dengeleri altüst edebilecek bir örgütlenmenin başındaysa ve ABD tarafından kullanılıyorsa kim tarafından bu ülkeye teslim edildi?

Eski Başbakanlardan merhum Bülent Ecevit'in Fethullah Gülen'i ABD'ye gitmesi konusunda ikna ettiği yazılıp çizildi.

Merhum Ecevit, ömrünün son günlerinde yaptığı açıklamada Abdullah Öcalan'ın ABD tarafından Türkiye'ye niye teslim edildiğini bilmediğini söylemişti. Acaba bir takas mı sözkonusuydu? Öcalan'ı veren güç, Fethullah Gülen'i mi teslim aldı?

Sayın Ecevit'in bunu bilmemesi mümkün mü? Üstelik hem merhum Bülent Ecevit'in hem de eşi Rahşan Ecevit'in kişisel tarihlerinde Amerikan Haberler Merkezi adlı kuruluşun önemli bir yeri var.
Amerikan Haberler Merkezi'nde kimler çalıştı, işlevi neydi?(Amerikan Haberler Merkezi'ni ileriki yazılarda ayrıntıları ile anlatacağım).

Hadi bir ek daha, Amerikan Haberler Merkezi'nin bursuyla ABD'ye dil kursuna giden merhum Ecevit'ten başka başbakan daha var mıdır?

Varsa kimdir?

Belki de yazının başlığı "Ver Fethullah Gülen'i, Al Öcalan'ı " olmalıydı!

Yazılanları komplo teorisi olarak görmek de aksini düşünmek de elbetteki makul ve mantıklı...

Kaynak: avazturk

Fethullah Gülen'in Ülkücü Düşmanlığı !
18 Aralık 2009, 02:59
Anadolu Haber

Etik Haber isimli internet Haber sitesinde yer alan ve "Fethullah Gülen'in ülkücü düşmanlığı" ismini taşıyan yazıda Fettullah Gülen'e yönelik 'cıa korumasında yaşayan 've 'papa ile sarmaş dolaş görüşen şahıs'ifadeleri kullanıldı.

İŞTE O YAZI:

Fethullah Gülen son açıklamalarında Ülkücüleri hedef alan öyle ağır sözler etmiş ki hayretler içerisinde kaldım.

Son günlerde Cemaatin kendi medya organlarında (Bugün, Samanyolu) çıkan açıklamalarda Fethullah Gülen şu sözleri söylüyor:

"Ayrıca, eskiden tehlike daha çok dışarıdan geliyordu; Birinci Cihan Harbi'nde, Kurtuluş Savaşı'nda olduğu gibi düşman belliydi ve düşmanlık da açıktan açığa cereyan ediyordu. Mesela, İstanbul'u işgal ettikten sonra Şam'da Selahaddin'in mezarının tekmelendiği haberini de alan İngiliz General "Ey Selahaddin, Haçlı Seferleri daha yeni bitti!" demek suretiyle şecaat arzederken sirkatini söylüyor; Osmanlı'nın mağlubiyetini İslam'ın sonu, haçın zaferi olarak ilan ediyordu. Dolayısıyla, o günlerde bu millete kastedenler belliydi, âşikardı. Fakat, bir dönemden sonra saldırılar içeriden gelmeye başladı. Nur Müellifi'nin yaklaşımıyla, "eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz.. çünkü düşmanı sezemez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder." Evet, artık, "Türk Milleti" diyen, "vatan, ülke, ülkü, bayrak" sözlerini dilinden hiç düşürmeyen ve hatta "din, iman, Kur'an" fedaisiymiş gibi arz-ı endâm eden bir sürü eli kanlı insan bozması var meydanlarda. Bunlar "millî ruh" diye diye milletin önüne kuyular kazıyorlar, "ruh kökü"nden bahsederken milletin kökünü kesiyorlar ve toplumu ruhsuzlaştırarak, kalbsizleştirerek kimseye sezdirmeden en sinsi planlarını uygulayabiliyorlar."

Allah Allah şu sözlerdeki hiddete ve öfkeye bak, Gülen efendi (!) ülke sevdalılarına karşı bütün kin ve nefretini dökmüş. Aklınca "Türk Milleti", "vatan, ülke, ülkü, bayrak" gibi kutsal değerleri dilinden düşürmeyen ve savunan ülkücülere saldırıyor.

Bu sözleri duyunca insan bu düşünüyor bu sözleri kim söylemiş:

1- Camilerde, kendi sohbet ortamlarında insanların dini duygularını istismar ederek, sürekli ağlayarak -sızlayarak etrafına taraftar toplayan ve bu taraftar topluluğundan elde ettiği paralarla şu an dünyanın sayılı zenginleri arasında yer alan bir şahıs

2- Yıllardan beri Amerika'da CIA koruması altında yaşayan bir şahıs,

3- Amerika'daki evinde Amerikan bayrağı dalgalandıran bir şahıs,

4- Türkiye'ye dönmesinde herhangi bir hukuki engel olmamasına rağmen Amerika'da yaşamayı tercih eden bir şahıs

5- Kendisini koruyan Amerika, Irak'ta ve dünyanın birçok bölgesinde Müslüman kanı dökerken Amerika'ya karşı bir yorum yapmayan bir şahıs

6- Amerika'nın "ılımlı İslam" yaratma projesine hizmet etmek amacıyla "dinlerarası diyalog" safsatası ile Papa ile sarmaş dolaş görüşen bir şahıs,

7- Üniversite çağındaki çocukları ailelerinin maddi imkânsızlıklarından faydalanarak neredeyse bir beyin yıkama operasyonu ile kendisine bağlayan bir şahıs,

Yukarıdaki maddeleri daha arttırmak mümkün. Ancak, zaten Fethullah Gülen'in ne olduğunu kendi cemaatine kattığı mensupları dışında bilmeyen kalmadı.

Hoca hoca haddini bil, haddine göre konuş.

Sen kim oluyorsun da Türk Milliyetçileri'ni ağzına alabiliyorsun, sen kim oluyorsun da vatan sevdalılarını ağzına sakız yapabiliyorsun.

Sen hiç Peygamber Efendimizin "vatan sevgisi imandandır" hadisini duymadın mı

Ağlayarak verdiğin vaazlarda cemaatinden biri çıkıp sana öğretmedi mi bu Hadis-i Şerifi?

Gerçi senin bunları öğrenemeyecek kadar kapasitesiz olduğunu sanmıyorum, biliyorsundur mutlaka. Zaten o kadar kapasitesiz biri olsan Amerika hala seni yanında tutar mıydı?

Yoksa seni koruyan- besleyen Amerika sana bu tip dini bilgilerin üstünü ört, unuttur mu diyor ki sen bunları görmüyorsun?

Senin gibi okyanus ötesinin projelerini uygulamaya çalışan AKP'nin, PKK'lıları baş tacı ettiği "PKK açılımına" destek vereceğim diye Türk milliyetçilerine, vatan sevdalılarına laf atmak senin haddin değildir.

Sen ve senin emrindeki bütün medya organları ne kadar çabalarsa çabalasın, ne kadar kamuoyu oluşturmaya çalışırsa çalışsın, bu ülkenin vatan sevdalılarını, ülkücülerini susturamayacaksınız, yıldıramayacaksınız.

Siz ne derseniz deyin, ülkücüler bu ülkeyi savunmaya devam edecektir. Siz ne derseniz deyin, ülkücüler size ve sizi yönlendiren odakların hain emellerine izin vermeyecektir.

Siz ne derseniz deyin, bu vatan var oldukça Ülkücüler var olacak, Ülkücüler var oldukça da bu vatan var olacaktır.

Ama, siz konuşun ki, ülkücüler de sizin bu yüzünüzü daha iyi görsün.

Siz konuşmaya devam edin ki, vatan sevdalıları sizin bu "Türk'e ve Türk milliyetçilerine düşman" yüzünüzü daha iyi görsün.

Ama şunu unutmayın:

Keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner...

Kaynak:Mete KILIÇ/ETİK HABER

CEMAAT İSLAMİ DÜŞÜNCEYE KARŞI HOŞGÖRÜSÜZ
21.12.2009 14:37

Milli Gazete yazarı Dr. Ebubekir Sifil bugün Fethullah Gülen Cemaati ile yaşadığı bir tartışmayı okuyucuları ile paylaştı.
İslamcı kesim içerisinde önemli fikirleri ile bilinen Rıhle Dergisi’ni çıkaran Sifil, derginin dağıtımını Fethullah Gülen Cemaati’ne yakın olan Cihan Dağıtım Şirketi’ne verdiklerini anlattı.

İlk üç sayıdan sonra sıra dördüncü sayıya geldiğinde şirket derginin dağıtımını yapmayacağını söyledi. Bunun sebebi sorulduğunda ise cemaatin savunduğu “Dinlerarası Diyalog” faaliyetinin tartışma konusu yapıldığı söylendi. Kısacası cemaat kendisi ile aynı düşünmeyen bir İslamcı derginin dağıtımını yapmıyordu.

Sifil yazısında “bizim çizgimizi, dilimizi, duruşumuzu bilenler biliyor; biz hiçbir zaman eleştirdiğimiz meselelerde haddi aşmamayı, eleştiriyi "çamur atma" boyutuna taşımamayı ve herşeyden önemlisi de eleştiriye "ihkak-ı hakk" için yapmaya gayret göstermeyi ilke edinmişizdir” dedi. Dergide cemaate dönük hiçbir hakaret olmadığı halde sadece fikirlerinden ötürü dağıtımın kesildiğini söyleyen Sifil, “İşte bu, "cemaatçilik" anlayışının tecelli tarzlarından birisidir. Madem ki bizim gibi düşünmüyorsun, o zaman bizim rezervlerimizi sineye çekeceksin” dedi.

Sifil cemaatin Yahudi ve Hristiyan din adamları ile samimiyetle diyalog kurduğu halde İslamcı kesime dönük hoşgörüsüzlüğünü eleştirdiği yazısında şunları söyledi: “Bizi asıl üzen, Hristiyanlar'la, başka din ve inanç mensuplarıyla diyalog faaliyetleri tertip eden, onlarla bir arada bulunup onların "temel" farklılıklarını tahammül ile hatta "tahammül" ne kelime, "hoşgörü" ile karşılayanların, müslüman kardeşlerinin bir konudaki farklılığına tahammül edemiyor!”.
Sifil bunun “cemaatli” olmakla “cemaatçi” olmak arasındaki farktan kaynaklandığını söyledi.

Odatv.com

MİLLETVEKİLİNE KOMPLO MU KURDULAR

25.12.2009 18:11

AKP Milletekili Feyzi İşbaşaran, partisinden istifa etti. Bu beklenen bir gelişmeydi. Peki, bu istifanın perde arkasında neler var?

NTV’de akşam haberleri ve “Canlı Gaste” programlarına katıldıktan sonra, AKP Elazığ Milletvekili Feyzi İşbaşaran’ın başına gelmeyen kalmadı. Önce haber bülteninde ardında da canlı yayında “Polisin içinde 3 - 4 ayrı grup var. Tarikat yanlısı grup da, tarikat karşıtı grup da var, çok farklı gruplar da var. Suikast iddiası tarikat karşıtı olan grubun komplosudur” diyerek emniyeti karşısına aldı.

Bununla yetinmeyen İşbaşaran İnternethaber’e yaptığı açıklamada “Polis içinde çeteler var. Tuzak kuruyorlar. Amaçları, hükümet ile Genelkurmay'ı kavga ettirmek. Bu son suikast işinde bu açıkça ortaya çıktı. O işin hikaye olduğu, yalan olduğu açığa çıktı. Yok ağzından kağıt çıktı filan... Olacak iş mi? Bizimkiler de maaşallah her şeye atlıyorlar. Gelinen noktada TSK ile hükümet karşı karşıya kalıyor. Oysa olan polis içindeki bir takım çetelerin kurduğu tuzak” şeklinde konuştu ve dikkatleri iyice üzerine çekti.

İşte ne olduysa bu açıklamalardan sonra oldu. Bu iki haberin hemen ardından Feyzi İşbaşaran’ın alkollü bir şekilde polis memurları ile tartıştığı görüntüler ortaya çıktı. Cemaate yakın Cihan Haber Ajansı logosuyla yayınlanan ve polislerin arasından çekildiği açıkça görülen görüntüler, Habertürk Gazetesi’nin iddiasına göre Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a da gönderildi.

Cemaat ise tüm kaynaklarında bu görüntüleri yayınlayarak İşbaşaran’ın iddialarını kendi üzerine aldığını gösterdi. Zaman Gazetesi polisler ile vekilin tartışmasını geniş bir haber olarak verdi. Gazete arabada sanatçı Çiğdem Tunç’un bulunduğuna da dikkat çekti.

Ancak yayınlanan görüntülerde İşbaşaran, kendisini çeviren kişinin polis olmadığını iddia ediyor. Çeviren kişiye kimlik soruyor. Ancak polis olduğunu iddia eden şahıs yasal zorunluluğu olmasına rağmen ısrarla kimlik göstermiyor. Üzerinde üniforma olduğunu söylüyor. Polisin tutumu Fevzi İşbaşaran’ı çileden çıkarıyor. Bu durum da İşbaşaran’a komplo yapıldığı iddialarına neden oluyor.

Hatırlanacağı üzere Avcılar’da polis kıyafeti giyen grup, bir kadını kulüpten zorla çıkartarak tecavüz etmişti. Bu olaydan sonra İçişleri Bakanlığı, polisin herhangi bir işlem yapmadan önce kimlik göstermesini zorunlu kılmıştı.

Milletvekilinden şikayetçi olan polisler, bu görüntüleri medya ve Başbakan’a gönderme gereği de duymuş. Ancak bu görüntülerin neden çekildiği gün değil de İşbaşaran’ın açıklamalarından sonra yayınlandığı anlaşılamadı.

Milletvekili Feyzi İşbaşaran’ın AKP'den ihraç edilmesi için çalışmalar başlatıldı. İşbaşaran ise, kararı beklemeden istifasını verdi.

Odatv.com

Neo-Za’Mandacılar
29 Ocak 2010

AKP Milletvekili Zeynep Dağı’nın eşi, Zaman ve Today’s Zaman gazetelerinin yazarı İhsan Dağı, “Balyoz Planı” iddiaları üzerinden öyle senaryolar yazmaya başladı ki, adeta Sevr’i dayatan İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’un ruhunu hortlattı.

Dağı, “Balyoz Planı”nda yer aldığı söylenen, “200 bin kişinin stadyumlara toplanması…Ülkede iç karışıklık çıkartılması. Kürtler ve azınlıkların sürülmesi” gibi iddiaları tereddütsüz kabullenen isimlerin başında geliyor. Dağı, buradan hareketle Salı günü şu uyarıda bulundu:

“Düşünün, herkesin herkesle çatıştığı, etnik temizliklerin yapıldığı, cuntacıların Yunanistan’a, Kuzey Irak’a, Ermenistan’a savaş açtığı bir Türkiye’yi..Dünya seyredecek, öyle mi? Amerikan ordusu mu müdahale eder, Rus ordusu mu böyle bir ülkeye? Yoksa BM’nin ‘beş büyükleri’ birlikte mi, bilemiyorum. Bildiğim, bir darbe sonrası ‘Sevr’ de gelir, işgal de...”

Hızını alamayan Dağı, bugün de şunları yazdı:

“Türkiye’de darbe planları yapanlar, sadece Türkiye’yi değil, bölgeyi de rahatsız etmeyi hedefliyorlar… Yani ulusalcı darbeciler, sadece kendi halkını değil, bölge ve dünya barışını ve istikrarını da tehdit ediyorlar…

Her durumda darbecilerin yönettiği bir Türkiye’nin bölgesel barış ve istikrarı güçlendiren değil, tehdit eden bir ülke olacağı konusunda kuşku yok…

Yüz binlerin 1991’de Saddam’dan kaçarak, Türkiye’ye ve İran’a yürüyüşü uluslararası bir müdahaleye neden oldu. Benzer şekilde ‘etnik temizlik’ politikalarıyla Miloseviç’in Yugoslavya’sı uluslararası müdahaleye davetiye çıkardı.

Sonuç: Uluslararası yalnızlık, müdahale ve bölünme. Peki, ulusalcı bir darbe sonrasında neler olacak? ‘Tepelenen’ halk yüz binler halinde Irak'a ve Avrupa'ya dayandığında ne olacak?..Geçenlerde yazdım; Bir darbe sonrası ‘Sevr’ de gelir, işgâl de...”

Lord Curzon’un Ruhunu Hortlattı

AKP Milletvekili Zeynep Dağı’nın eşi İhsan Dağı’nın, Osmanlı’ya Sevr’i dayatan emperyalist kuvvetlerin müzakerecibaşı İngiliz Lord Curzon’la benzerliğine gelince;

Emperyalistler bir yandan Sevr antlaşmasını hazırlarken, öte yandan ülkenin dört bir yanında, Ermeni isyanları çıkartıyor, Fener Rum Patrikhanesini örgütlüyor, başta Kürt ayrılıkçılar olmak üzere tüm azınlık gruplarını harekete geçiriyor, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını ise dünyaya “çeteci, eşkiyâ” diye ilân ediyordu.

İşte böyle bir ortamda Sevr heyetine başkanlık eden Curzon, “Ermenilere, Rumlara, Kürtçülere vs. dokunulması halinde”, işgal kuvvetlerinin derhal İstanbul’a gireceğini, bununla yetinmeyip, Savunma Bakanlığı’na el konulacağı tehditlerini savuruyordu.

Zeynep Hanım da “Pislik” Demişti

İhsan Dağı’nın eşi Milletvekili Zeynep Dağı da AKP’nin Kızılcahamam toplantısında, İttihat ve Terakki’ye eleştirip, “Üzerimize sıçrattığı pisliklerden temizlenmeliyiz” demişti. Bunun üzerine bir diğer AKP Milletvekili Reha Çamuroğlu, Dağı’nın sözlerini, “cehalet ve densizlik” olarak nitelendirip, şu cevabı vermişti:

“Cumhuriyeti İttihatçılara borçluyuz; Atatürk, İsmet İnönü, Mehmet Akif Ersoy da İttihatçıydı. Bugün, Türk Milleti varsa, İttihatçılar sayesindedir.”

avazturk


En son Ekim tarafından Cmt Oca 30, 2010 8:26 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Arl 29, 2009 9:25 pm    Mesaj konusu: TRT'NİN KAYIP SUSURLUK ÇANTASIYLA NE İLGİSİ VAR? Alıntıyla Cevap Gönder

CEMAAT ALMANYA’DA NE YAPMAK İSTİYOR?
Atilla Coşkun
15.01.2010

Cemaat Almanya'nın Münih kentinde 9 Şubat’ta uluslararası bir sempozyumda "İslami Hareket" başlığı altında Gülen Hareketi’ni batıda diyalog ortağı olarak tanıtmaya hazırlanıyor.

Sempozyumu Cemaat’in Münih öğrenci derneği IDIZEM Münih Belediyesi, Almanya'da önde gelen Münih Ludwig-Maximilians Üniversitesi, Halk Yüksek Okulu, Hazreti İbrahim (Freunde Abrahams) Dostları adında bir örgüt, Protestan Kilisesi ve Katolik Kilisesi'ni temsil eden "Pax Christi" hareketi ortaklaşa düzenliyor.

Konuşmacılar arasında Washington'dan Gülen ve Said-i Nursi araştırmalarıyla bilinen Prof. Dr. Thomas Michel, Berlin'den Ercan Karakoyun, Moskova'dan Prof. Dr. Leonid R. Sykiainen bulunuyor. Ayrıca Türkiye'den İstanbul Fatih Üniversitesi'nden Dr. Savaş Genç ve Patrikhane sözcüsü Dr. Peder Dositheos Anagnostopoulos katılacak.

Sempozyum'da Gülen Hareketi dinler ve kültürler arası barış ve diyalog çabası için çalışan bir örgüt olarak tanıtılacak.

Sempozyumu düzenleyen kurum ve örgütler Ortodoks Kilisesi'nin öncülüğünde gecen yıl sözde "Ermeni Soykırımı“nı anma töreni düzenlemişlerdi.

Özellikle kiliseler ve Yahudi Cemaatiyle yoğun diyalog kurma cabası içinde olan Gülen Hareketi, Almanya'da faaliyetlerini ağırlıklı olarak eğitim, diyalog, uyum konuları üzerinde sürdürüyor.

Milli Görüş ve alt kuruluşları yıllardır Alman Anayasayı Koruma Dairesi’nin takibi altındayken, Gülen Hareketi görmezlikten geliniyor. Anayasayı Koruma Dairesi'nin periyodik olarak çıkardığı raporlarda Gülen ve hareketinin adi bile geçmiyor; zira, Gülen Hareketi inandırıcı olmak ve güvenirliğini kanıtlamak için kiliselerle ve Yahudi Cemaatiyle işbirliği yaparak faaliyetlerini bilinçli olarak Alman Anayasası’na ve kanunlara göre sürdürüyor. Bu şekilde yıllardır basarîli olarak gerçek amaçlarını saklamayı basarmış durumdalar.

Bu faaliyetlerin amacı Türkiye ve tarihini çarpıtarak Alman kurumlarının ve hükümetinin de desteğiyle Türkiye'yi istikrarsızlaştırmaktır ve Türkiye hakkında yanlış bir imaj yaratmaktır. (..)

Gülen’in “barış felsefecisi“ gibi gösteren Alman medyası, onun ABD’de yasadığına değinirken, neden orada yasadığına dair bilgi vermemekte ısrarlı tavrını yıllardır sürdürmektedir. Diğer yandan ise Alman Eğitim Bakanlığı’nın gün geçtikçe çoğalan Gülen okullarına izin vermesi, Türk göçmenlere yönelik uyum politikalarına ters düşmektedir.

Görülüyor ki Türkiye karşıtı Alman siyasetçiler ve Alman medyası bu konuda Gülen’i stratejik ortak olarak görmekte ve onun faaliyetlerini desteklemektedir.
Odatv.com

Cüppeli Hoca'dan ZAMAN'a Boykot Çağrısı!

29 Aralık 2009, 12:44 Anadolu Haber

Cüppeli Ahmet Hoca 'Yahudi ve Hıristiyan amentüsüne ise benim amentüm o diyor ' Ya, bunu hangi çıplak gazete yapabilir?diyerek açıkça İslami geçinen medya ve özellikle zaman gazetesine boykot çağrısı yaptı!

Cübbeli Ahmet Hoca, Mehdilik meselesini konu ettiği vaazında "İslamcı Medya"nın para karşılığı Adnan Oktar’ın reklamını yapmak sureti ile Müslümanları ifsat ettiğini iddia etti.

İşte Cübbeli Ahmet Hoca’nın sözleri:


İSLAMİ GEÇİNEN MEDYA DİĞERLERİNDEN DAHA ZARARLI

"İslami Medya diye geçinip de bütün milletin evine giren fakat öbür kötü gazetelerden daha zararlı inançlar millete aşılayan bu medya, İslami geçindikleri halde bunlardan şikâyetçiyiz" diyen Cübbeli'nin hedefinde özellkle Zaman Gazetesi ve gazetenin yazarı Ahmet Şahin vardı.


ZAMAN GAZETESİ HEDEFTE

Adam buna para veriyor, evine çoluk-çocuğuna okutturuyor.
Orada yazıyor “İslamın hükümlerinin hepsinin tatbik edilmesi gerekli değildir.”
Bende, gazete bende.
Sormayın hangi gazete onu da sen anla!
Herkesin evine giren gazete, bedava dağıtılan gazete.
“Amentüde ittifakımız var” aynı gazetede çıktı.
“Yahudi ve Hıristiyan amentüsü ne ise benim amentüm o diyor”
Ya, bunu hangi çıplak gazete yapabilir.

AMENTÜDE İTTİFAKIMIZ VAR!

Cübbeli Hoaca'nın isim vermeden eleştiri oklarını çevirdiği gazete Zaman Gazetesi.

Bilindiği gibi Zaman Gazetesi yazarı Ahmet Şahin 17.04.2000 tarihli Zaman Gazetesi'ndeki Köşe yazısında “Zaten dikkatlice bakıldığında görülecektir ki ehl-i kitapla temel noktalarda birlikteyiz. Daha meşhur ifadesiyle amentüde ittifakımız vardır. Çünkü Allah'ın gönderdiği kitapların hemen hepsinde tekrarlanan amentüdür: Allah birdir. Peygamberler haktır. Melekler vardır. Kitaplar gönderilmiştir. Ahiret vardır. Ölen insanlar bir gün dirilecek, yaptıkları iyiliklerin mükafatını, kötülüklerin de mücazatını göreceklerdir.” şeklinde bir görüş ortaya atmış ve bu görüş Fethullah Gülen ve Vatikan önderliğinde sürdürülen Dinlerarası Diyalog çalışmasında önemli rol oynamıştı.

HAKİMİ TAKİP EDEN ARAÇLA İLGİLİ GÖZDEN KAÇAN AYRINTI

31.12.2009 18:38

Hakim Kadir Kayan, Seferberlik Başkanlığı'na ait bilgilerin olduğu odalarda günlerdir arama yapıyor. Suç şüphesi olabileceğini düşündüğü belgeleri kopyalıyor.
Kayan, Genelkurmay Karargahı’ndan çıkıyor. Bir süre sonra Kayan’ı takip ettiği iddiası ile beyaz bir araç durduruluyor. Terörle Mücadele Şubesi polislerinin durdurduğu araçtan iki asker çıkıyor. Askerler Kayan’ı takip etmediklerini, bir yanlış anlama olduğunu, başka bir nedenle oradan geçtiklerini söylüyorlar.
Olayın bir komplo mu olduğu yoksa gerçekten bir takip mi yapıldığı şu an net değil. Ama takip iddiasında dikkat çeken bir ayrıntı var.
Takip iddiası nedeniyle arabayı durduran polislerle beraber görüntü alan bir kamera var. Kamera Cihan Haber Ajansı’na ait. Olay ile ilgili tek görüntüler de Cihan Haber Ajansı tarafından çekildi.
Geçtiğimiz günlerde de emniyet içinde cemaatleşmeyi eleştiren AKP Elazığ milletvekili Feyzi İşbaşaran’ın otomobili polisler tarafından durdurulmuş ve İşbaşaran ile polisler arasında yaşanan atışma basına yansımıştı. Polisler arasından çekim yapan kamera yine Cihan Haber Ajansı’na ait çıkmıştı. İşbaşaran ise bu çekim ile kendisine komplo yapıldığını iddia etmişti.
Kısa süre içinde polislerin müdahil olduğu ve yaşayanların komplo olduğunu iddia ettiği bu iki olayda da Cihan Haber Ajansı muhabirlerinin polisler kadar hızlı olması dikkat çekiyor.
Ankara’da kimsenin haberi olmadan gerçekleşen polis operasyonunu bir tek cemaatin ajansı ölümsüzleştiriyor. Sahi, Cihan Haber Ajansı muhabirleri bunu nasıl beceriyor?

Odatv.com



TRT’NİN KAYIP SUSURLUK ÇANTASIYLA NE İLGİSİ VAR?
29.12.2009 11:18

Ahmet Böken ismini Odatv okurları son günlerde sık sık duymaya başladılar.
Nedeni TRT’nin adının karıştığı skandallar.
Genel Müdür İbrahim Şahin tarafından, TRT Haber Dairesi Başkan Yardımcılığı görevine Samanyolu Televizyonu’ndan getirilen Böken, TRT’nin ordu mensuplarını terörle irtibatlandıran haberleri nedeniyle eleştiriliyor. TRT’nin Zaman Gazetesi’ni kaynak olarak kullandığı olay haberlerinin ardından Böken’in adı zikrediliyor.

Şimdi gelelim asıl konumuza…
Odatv arşivcidir; kişileri, olayları anlatırken arşivdeki belgelerle destekler konuyu.
Buna okuyucularımız şahittir…
Şimdi sizlere arşivlerde kalmış bir bilgiyi aktaracağız.
Böylece TSK’yı terörle ve çetelerle ilişkilendiren haberlere imza atan TRT’nin Haber Dairesi Başkan Yardımcısı’nın geçmişte Susurluk Çetesiyle adının nasıl yan yana anıldığına şahit olacaksınız.

Tarih: 24.11.2000
Sabah gazetesinde “Çanta kapmaca oyunu” başlıklı geniş bir haber yayınlandı. (http://arsiv.sabah.com.tr/2000/11/24/g01.html)
Yazıda Susurluk’ta kayıp çanta olarak bilinen çantanın akıbeti sorgulanıyordu. Buna göre; çanta Hüseyin Sakınmaz adında bir ismin eline geçmişti. Sakınmaz rivayete göre çeşitli basın organlarına çantayı pazarlamaya çalışmış ancak başaramamıştı.

Sakınmaz daha sonra başka bir nedenle basının gündemine geldi. İlaç yolsuzluğu nedeniyle tutuklandı. Ancak adliye koridorunda götürülürken Sakınmaz şöyle bağırıyordu. "Bana komplo kurdular. İlaç yolsuzluğu ile ilgim yok. Susurluk Çantası'nı Samanyolu TV'de çalışan Ahmet Böken'e verdim. Çantayı bulmak isteyenler onu bulsunlar. Suçsuzum. Hayatım tehlikede. Çantadaki 2 videokaseti de devlete verdim. Ama devlet bana kazık attı. Bana güvence verirlerse tüm bildiğimi anlatırım."

Sakınmaz, o dönem Samanyolu TV ‘de çalışan Ahmet Böken’e kayıp çantayı verdiğini iddia ediyordu. Ahmet Böken Samanyolu TV’de Sakınmaz’ın iddialarını yanıtladı. Ahmet Böken şöyle söyledi: "1996 yılında Hüseyin Sakınmaz STV haberi aradı. O sırada ben STV haber müdür yardımcısıydım. Sakınmaz, elinde Fethullah Gülen'e ait birtakım kasetler olduğunu ve bu kasetleri diğer medya kuruluşlarına iletmeyi planladığını, ancak ondan önce kasetleri bize göstermek istediğini söyledi. Biz de elinde bulunduğunu söylediği kasetlerin haber değeri olup olmadığını belirlemek maksadıyla habercilik ölçütleri çerçevesinde kendisiyle temasa geçtik. Sakınmaz, kısa bir süre sonra kısa aralıklarla elindeki kasetleri bana izlettirdi. İzlediğimiz 20 kadar kasetin Gülen'in gerek camilerde gerekse halka açık sohbetlerinde vermiş olduğu vaazları içerdiğini ve bu kasetlerin herhangi bir haber değerinin bulunmadığını tespit ettik. Aynı süre içinde Sakınmaz'ın bu kasetleri kullanarak kurumumuzdan şantaj yolu ile para sızdırmak olduğunu görünce ilişkilerimizi sonlandırdık."

Böken, Salkınmaz ile görüşmesini kabul ederken buna gerekçe olarak Fethullah Gülen kasetlerini gösteriyordu. Böken’in ifadesine göre amaç Fethullah Gülen’in haber değeri taşıyan kasetlerine ulaşmaktı. Elbette bu noktada olaydaki çelişkili durumu sorgulayan bazı sorular geliyor:

1. Fethullah Gülen’in haber değeri taşıyan kasetlerinin olması ne demektir?
2. Böyle kasetler ortaya çıksaydı, Gülen’e yakınlığıyla bilinen Samanyolu Tv haber yapacak mıydı?
3. Böken’in önemsiz olduğunu söylediği konuşmalar nedeniyle Salkınmaz neden para istemişti?
4. Kendisi de eski bir cemaat mensubu olduğu söylenen Salkınmaz neden Böken üzerinden cemaati kendisine komplo kurmakla suçladı?

Kısacası; ordu mensuplarını çetelerle ilişkilendiren TRT’nin Haber Daire Başkan Yardımcısının adı bir dönem Susurluk’un kayıp çantası ile yan yana anıldı.

Odatv.com

'Mümtaz'er Fethullah Hoca'yı da Kandırmıştır!'
29 Aralık 2009 Salı 00:04

Son dönemin popüler kalemlerinden Mümtaz'er Türköne'nin, MHP'de bulunduğu dönemde yaptığı çalışmaları farklı aksettirmesi, 'Bugüne kadar hiç MHP'li olmadım, Türkeş'i de hiçbir zaman sevmedim' demesi, eski hocalarını çileden çıkardı.

Adeta profesörlüğünü borçlu olduğu Ülkü Ocakları’ndaki Hocası Lütfü Şehsuvaroğlu, “Mümtaz’er hiç değişmedi. Fethullah Gülen’i kandırmıştır. Cemaati de kandırır. İleride görürler. Harekete ılımlı bakan ülkücüler, onun yüzünden cemaatten uzaklaştı” dedi.

Türköne, geçtiğimiz günlerde Fethullah Gülen grubuna ait Aksiyon Dergisi’nde, bugüne kadar hiç MHP’li olmadığını ve Türkeş’i sevmediğini açıkladı. Türkeş’le aralarında geçen bir “tartışma”yı da şöyle aktardı:

“1978’de, Maraş Olayları’ndan sonra Sıkıyönetim ilân edilir ve bütün solcu dergiler kapatılır. Biz de o zaman Genç Arkadaş dergisini çıkartıyorduk. Bizim dergi kapanmadı. Ertesi hafta bir başyazı yazdım ve dergimiz kapandı. Biraz da kapansın diye yazmıştım. Çünkü kanıma dokunmuştu, bütün sol dergileri kapatılırken niye bizi adam yerine koyup kapatmıyorlar diye. Derginin Sıkıyönetim idaresi tarafından kapatılması üzerine bizi hemen Alparslan Türkeş’in karşısına çıkardılar. Yanımda da Namık Kemal Zeybek vardı. Türkeş beni fırçaladı. Dövecek zannettim, üzerime yürüdü. Hakaret etti. Bana ‘Komünist isen komünistlerin, İslamcı isen İslamcıların yanına git. Ne işin var senin burada’ dedi. Çok ağır bir laf. Bana 9 ışığı sordu, hazır ol vaziyette. Ben cevap vermedim. Çünkü çok sinirlendim. Onuruma dokundu.”

Zeybek Anlatıyor

Türköne’nin iddialarını hem ismin tanık gösterdiği Namık Kemal Zeybek’e, hem de o dönemde MHP’nin yayıncılık faaliyetlerinin sorumlusu Lütfü Şehsuvaroğlu’na sorduk.


Türköne’nin ilk evliliğinde nikâh şahitliğini de yapan Kültür eski Bakanı Zeybek, kendisinin 1977-80 arasında MHP’nin Eğitim İşleri ve ara seçim propaganda çalışmalarını yürüttüğünü, bu arada merhum Türkeş’in emriyle, parti müfettişi olarak yayın bölümlerini denetlediğini söyledi. Kendisinin de hiçbir zaman resmen MHP’li olmadığını belirten Zeybek, “Olamazdım, çünkü devlet memuruydum. Ancak MHP davasında 33 ay hapis yattım” diyerek, Türköne’nin, “Hiçbir zaman MHP’li olmadım” sözlerine gönderme yaptı. Türköne’nin bahsettiği derginin Genç Arkadaş değil, Nizam-ı Alem olduğunu vurgulayan Zeybek, “İnsan zihni yanılabilir, ama benim hatırladığım, benim açımdan gerçek bu” diyerek, şunları anlattı:

“Dergileri çıkaran genç bir kadroydu, en çömezleri de Türköne’ydi. Hepsinin başında Lütfü Şehsuvaroğlu vardı ve dergileri o sürüklerdi. Haftalık Nizam-Alem isminde bir dergi çıkardılar. Amaç, o zamanki Akıncı gençleri de kazanmaktı. Problem derginin bir sayısında Türkeş Bey ve Erbakan’ın resmini yan yana kullanmalarından çıktı. Türkeş Bey bizi çağırdı. Değil Türköne’ye bir şey söylediğini, onun orada olup, olmadığını bile hatırlamıyorum. Öyle kimsenin üzerine falan yürümedi, öyle huyları yoktu rahmetlinin. Bu dergiyi kendiliğimizden kapattık. Sıkıyönetim’in kapattığı Genç Arkadaş’tı.”

İstihbaratçı Türköne

Türköne’nin iddiaları konusunda Zeybek’ten sonra sözü, o ekibin başı, sorumlusu Lütfü Şehsuvaroğlu’na bırakalım:

“Mümtaz’er kardeşimiz, geçmişi tahrif veya kendince yeniden yorumlayarak, bugünkü konuşlandırılmasına mazeret aramaktadır. Birincisi, Türkeş Bey’in karşısında öyle tavır koyacak durumu söz konusu değildi. İkincisi, dergilerde tabii çalıştı, önemli katkılarda bulundu. Ülkü Ocakları’nın solla ilgili istihbarat bölümünde çalıştı. Her halde kafasının karışıklığı bundandır. Doğru MHP’de resmi görev yapmadı, ama Ülkü Ocakları’nda çalıştı. O zamanlar partilerle, derneklerin illiyedi suçtu, ama MHP’yle, Ülkü Ocaklarının elbette bağı vardı. ‘Dergiyi ben çıkardım’ demesi, henüz o dergiyi çıkaranlar yaşadığı için komiktir. Zeki bir kardeşimizdir. Onunla ilgili ‘değişim’ varsayımı yanlıştır. Mümtaz’er değişmez, o zaman da aynıydı şimdi de… Ama yazılarını okuyup, denetleyecek, ona yol gösterip, nasihat verecek merci kalmadı. Yayın grubunun en kötüsü Mümtazer’di. Diğerlerinin hepsi okumuş, entelektüel birikimi, derinliği olan arkadaşlardı. O Siyasal’da öğrenciydi ve üniversite okumadı, ama şimdi profesör. Profesörlüğünü buraya, bu mahfillerdeki eğitimlere borçludur. 4-5 ayrı mahfilimiz vardı, kendisini çok çalıştırdık. Belki şimdi bunalımda olmasının sebebi budur!..”

Şehsuvaroğlu, merhum Türkeş’ten “fırça” olayı hakkında da şu bilgileri verdi:

“O dergi Genç Arkadaş Dergisi değil, zaten bu dergi çıktığında Namık Kemal Zeybek Bey yoktu. Bahsettiği olay 1979’da çıkardığımız Nizam-ı Alem. Bizler Türkeş Bey’in haberi olmadan, sağdaki, hatta Rusya’ya satılmamış milli sol gençliğe hitap etmek üzere bu dergiyi çıkarmayı kararlaştırdık. 10 isim tespit ettik, bunların başkaları tarafından alınıp, alınmadığını öğrenmek üzere Mümtaz’er’i Emniyet Cemiyetler Masasına gönderdik. 9 ismin alındığını, sadece Nizam-ı Alem’in boş olduğunu söyledi. Burada milliyetçi, İslamcı birçok isim yazıyordu. Kısa sürede 100 bin baskı sayısına ulaştık. İslamcı dergi çıkaran bazı isimler rahatsız oldu, ‘MİT’in oyunu’ demeye başladı. Başka kanallardan da Türkeş Bey’e şikâyetler geldi, partide de rahatsız olanlar vardı. Siyasi bir haberde tüm liderlerin resmini oy oranına göre kullandık. Tabii Türkeş Bey’in resmi, Erbakan’dan küçüktü. Buna da kızdı. Zeybek başkanlığında arkadaşları çağırdı, lafımı esirgemeyeceğimi bildiği için beni çağırmadı. Gidenler Burhan Kavuncu, Kemal Görmez, Naci Bostancı ve Mümtaz’er. Şikâyetler olduğunu söylüyor, ‘Bu ne biçim yayın, Selametçiyseniz, oraya gidin’ diyor. Öyle söylediği gibi komünist falan demiyor. Mümtaz’er şimdi eski komünist, yeni liboşlarla beraber olduğundan herhalde tarihi yeniden yazıyor, tarihi yeniden kurguluyor. Dergiyi ben çıkarıyordum demesi de, anlattıkları da hilaf-ı hakikattir. Herhalde yeni bir senaryo hazırlıyor veya film kurguluyor. Türkeş’in, ‘9 Işık’ı say’ dediği Burhan Kavuncu’dur. O da 5’ini sayabiliyor, kızıp, ‘çıkın’ diyor. Mümtaz’er, öyle tavır koyamaz. Olaydan sonra parti Divanı, derginin kapatılması kararı aldı. Bunun üzerine bir bavul dolusu mektupla Türkeş’in evine gittim. Söylenenlerin doğru olmadığını, dergimizi kimlerin okuduğunu anlattım, mektupları gösterdim. Yayınlarımızla, yanlış İslamcı hareketleri ortadan kaldıracağımızı söyledim. Türkeş, ‘Bilmiyordum, devam edin ama kapatma kararı alındı, şimdi ne yapacağız?’ dedi. Yapacak bir şey yoktu, bunun üzerine, hiçbir kabahati olmadığı halde, suçu Sıkıyönetim’in üzerine atıp, camiaya ‘Sıkıyönetim kapattı’ dedik.”

Gücün Kimde Olduğuna Bakar

Mümtaz’er Türköne’nin, Fethullah Gülen ve cemaate yakınlığını da yorumlayan Şehsuvaroğlu, “Fethullah Gülen’i kandırmıştır. Cemaati de kandırır. İleride görürler. Milliyetçi camiadan harekete ılımlı bakanlar, Mümtaz’er yüzünden cemaatten uzaklaştı. Kendisi iyi bir siyaset bilimcidir. Erkin kimde olduğuna bakar. Yarın erk Devlet Bahçeli Bey’in eline geçsin, ilk danışmanı o olur. Ancak şunu bilmekte fayda var, fikirlerinin hiçbirisi kendisine ait değildir. Kangal-bozkurt benzetmesi bile bir arkadaşımızın esprisinden alınmıştır” uyarılarında bulundu.

avaztürk

8 MERMİ NEDEN SÜRAT KARGO'YLA GÖNDERİLDİ

07.01.2010 02:04
Genelkurmay Başkanlığı Seferberlik Tetkik Kurulu Ankara Bölge Başkanlığı’nda arama yapan Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi Üyesi Hakim Kadir Kayan ve soruşturmayı yürüten savcı Mustafa Bilgili’ye 8’er adet mermi gönderildi. Mermilerin olduğu paket Sürat Kargo firmasına sahte bir adres ve isim gösterilerek verilmişti. Bu nedenle paketi veren kişiye henüz ulaşılamadı. Olayda Kadir Kayan’a dönük bir tehdit olduğu iddiası ortaya atılırken, kimi yorumcular da böyle bir gönderinin komplo olduğu üzerinde duruyor.

Peki hakim Kadir Kayan’a bu mermileri gönderenler neden Sürat Kargo’yu tercih etti?
Neden posta ile göndermedi?
Ya da başka bir kargo şirketini tercih etmedi?

Sürat Kargo daha önce de gündeme gelmişti
Sürat Kargo’nun adı son dönemde Fethullah Gülen Cemaati ile beraber anılıyor.
Okullarda ücretsiz olarak verilen ders kitaplarının dağıtılması ve okulların evraklarının taşınması işinin Sürat Kargo’ya verilmesi meclisin gündemine gelmişti. CHP Antalya Milletvekili Osman Özcan, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’e konu üzerine soru önergesi vermişti. Özcan soru önergesinde: “Halk Eğitim Müdürlükleri'ne gönderilen bir genelge ile Açık Liseler'e yapılan başvuruların Sürat Kargo ile yapılması istenildi mi? Sürat Kargo ile Zaman Gazetesi arasında bir bağlantı var mıdır? Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü, Sürat Kargo'ya 2005'ten bu yana ne kadar ödeme yaptı?” diye sordu.

Sürat Kargo’nun kurumsal tanıtımları Zaman Gazetesi’nde geniş yer buluyor.

Referanslar ve cemaat
Sürat Kargo’nun ''http://www.suratkargo.com.tr'' adresli internet sitesinde referansları ise dikkat çekiyor.
Bu referanslar arasında cemaate yakınlığıyla bilinen Zaman gazetesi (Feza Gazetecilik A.Ş), Bank Asya, Samanyolu Televizyonu Pazarlama (Dünya Pazarlama), Samanyolu TV, NT Kitap Kırtasiye, Kanal 7, Yimpaş Holding, Deniz Feneri Derneği gibi kuruluşlar bulunuyor.

Hakim ve savcıya gönderilen 8 merminin postalandığı şirket, ilişkileri ile dikkat çekiyor.

Odatv.com

İŞTE TRT’NİN ‘YENİ’ HABER KANALININ KADROSU
13.01.2010

Bilindiği gibi; TRT 2’nin haber kanalı olacağı duyuruldu. Yazmıştık; AKP icraatlarını TRT 2’den duyurmanın operasyonu bu…

İbrahim Şahin ve ekibi bilmezler mi; TRT 2 2001 yılında haber kanalı olmuştu ve yarım saate bir haber bülteni ile haber programları yayınlanmaya başlamıştı.
AKP döneminin ilk genel müdürü Şenol Demiröz’ün ilk icraatından birisi TRT-2’nin ‘kültür sanat’ kanalı yapılmasıydı. Bu kararla haber bültenleri saatte bir yayınlanmaya başladı.

Şimdi İbrahim Şahin ve ekibi ‘Haber kanalı açıyoruz’ diyorlar.
Tahmin etmek zor değil; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ya da Bülent Arınç’ın katılımı ile yine bildiğimiz açılış töreni yapılacak.
İbrahim Şahin’in ne kadar başarılı bir genel müdür olduğuna dair köşeler yazılacak.
Ancak biz konunun başka bir boyutuna dikkat çekmek istiyoruz.
Yeni haber kanalı TRT’deki kadrolaşma için yeni bir alan açacak. ‘Yeni kanal açtık, yeni personel alacağız’ diyecekler.
Bugüne kadar yapamadıkları bazı şeyleri bu kanalda deneyecekler.
Ahmet Böken (odatv okurları kendisini iyi tanır) bugüne kadar perde arkasında fiilen yürüttüğü görevi artık resmen yapacak ve bu kanalın koordinatörü olacak.
Ahmet Böken’in kadrosu hazır. Bugüne kadar STV ve aynı grubun diğer kurumlarından çok sayıda eleman transfer ettiler zaten.
İşte bu kanallardan TRT’ye transfer edilenler:

AMHET BÖKEN / HABER DAİRESİ BAŞKAN YARDIMCISI / HABER KANALININ KOORDİNATÖRÜ
Samanyolu Haber TV genel yayın yönetmeni Ahmet Böken Sözleşmeli Haber ve Program Personeli olarak TRT’ye alındı. Böken; Haber ve Spor Yayınları Dairesi Başkanı Yardımcısı olarak görev yapıyor. Ancak fiilen Haber Dairesi’ni Ahmet Böken yönetiyor. Fakat, kağıt üzerinde başkan olarak Ahmet Çavuşoğlu görünüyor.

Odatv’nin gündeme getirdiği skandal Reşadiye haberi gibi dosyalara son şeklini Ahmet Böken veriyor. Bu tür haberleri izleyen muhabirlere Ahmet Böken özel talimatlar veriyor hatta sorulacak soruları bizzat belirliyor.
Ahmet Böken, TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin tarafından STV’den özel olarak getirildi. Ve sanılanın aksine; Ahmet Böken’in yaptığı her şeyden İbrahim Şahin’in haberi var.

Ahmet Böken STV’deki ekibini de TRT’ye getirdi:

AHMET TORUN / TRT HABER MERKEZİ EDİTÖRÜ
STV Haber Müdürü iken sözleşmeli personel olarak TRT’ye alındı Merkez Haberler Müdürlüğü’nde editör olarak görevlendirildi.

CAVİT ATASEVER / TRT HABER MERKEZİ EDİTÖRÜ
STV‘de çalışırken sözleşmeli personel olarak TRT’ye alındı. Merkez Haberler Müdürlüğü’nde editör olarak görevlendirildi.

MEHMET ÇIĞIN / HABER EDİTÖRÜ
STV Haber Programları Editörü iken Sözleşmeli Haber ve Program Personeli olarak TRT’ye alındı. TRT–2 Haber Editörü olarak görevlendirildi.

MERYEM ÖZKURT / TRT–1 ANA HABER BÜLTENİ YÖNETMENİ
Ahmet Böken’in STV’de yaptığı programın yönetmeni Meryem Özkurt TRT–1 Ana Haber Bülteni’nin yönetmeni olarak görevlendirildi.

İŞTE YANDAŞ MEDYADAN TRANSFER EDİLEN ve HABER DAİRESİNE YERLEŞTİRİLENLERİN BİR BÖLÜMÜ

Adı / Soyadı ve Eski Kurumu

Ahmet Böken-STV Haber Genel Yayın Yönetmeni
Ahmet Torun-STV Haber Müdürü
Cumali Çaygeç-STV Haber Editörü
Cavit Atasever-STV Haber Editörü
Mehmet Çığın-STV Haber Programları Editörü
Meryem Özkurt-STV’de Ahmet Böken’in Programının yönetmeni
Sedat Dalda-STV
Hasan Basri Erden-Cihan Haber Ajansı
Burhan Torunlar-Cihan Haber Ajansı
Volkan Makar-Cihan Haber Ajansı
Gökhan Kulaş-Cihan Haber Ajansı
Nuri Coşar-Cihan Haber Ajansı
Fettah Erdurur-Cihan Haber Ajansı
Halil İbrahim Özemiş-Cihan Haber Ajansı
Servet Dağ-Cihan Haber Ajansı
İlyas Dal-Zaman
Erkan Söğütçü-Zaman
Murat Kaban-Zaman
Abdülkadir Beşikçi-Aksiyon Dergisi
Ercan Baysal-Kanal 7
Murat Nuhoğlu-Kanal 7
Erdoğan Baycan-Kanal 7
Yasemin Demirhan Erden-Kanal A
Faruk Ayaz-Kanal 24
Anda Ayva-Kanal A
Yalçın Salay-Aksiyon Dergisi
Ertan Ömeroğlu-Kanal 7
Uğur Alıcı-Kanal 7-İHA/ TBMM TV

Yukarıdaki isimler sadece TRT Haber Dairesi’nde çalışanların bir bölümü.
İbrahim Şahin döneminde TRT’ye yaklaşık bin kişi alındı. Bu rakama One Haber Ajansı, Birbey İnsan Kaynakları vb. firmalarda çalışanlar dahil değil…

Odatv.com

16 Ocak 2010
Ekrem Dumanlı Hapishanede
Uzun sivri yakalı gömlekler, İspanyol paçalı pantolonlar. O şimdi Zaman gazetesinin genel yayın yönetmeni....

TRT 1'de Zirvedekiler programının bu haftaki konuğu Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı.

'13 Eylül günü beni aldılar...'

İnsanlar askerler tarafından rastgele toplanıyor, kışlalara çıkarılıyor ve odalara alınıyor. Gelenlerden biri benimle ilgili suçlama yapıyor. 'Bu bizim eğitim masası şefimizdir.' Sorgu sırasında bana sordular; 'Sen eğitim masası şefiymişsin?'... 'Napıyormuşum?' dedim. Ben akranlarıma göre fazlaca okuyan bir insandım. Bir de herhalde okuduklarını konuşan biri olarak oradan hareketle demişler ki; bu hem okuyor insanlara, hem çok konuşuyor, vardır bir şey...

'Kültür-sanat sayfası editörlüğü...'

Öğretmenlik yaptığım sırada Zaman'a yazılar yolluyor, oradaki arkadaşlarla görüşüyordum. "Neden öğretmenlik yapıyorsun, gel gazetecilik yap." dediler. Tiyatro yazılarıyla başladım, daha sonra kültür-sanat editörlüğü teklif edildi. Kabul ettim... Orada güzel bir kadro kurduk, hayatımın en güzel yıllarıydı... Bıraksalar 20 yıl çalışırdım, çünkü çokmutluydum.

'Genel Yayın Koordinatörlüğü...'

28 Şubat döneminde siyasi tansiyon çok yükselmişti. Genel yayın koordinatörü olunca her sayfayla ilgili olursunuz. Siyaset, ekonomi... Onlar da önemliydi fakat benim ilgimi çekmiyordu. İdare eder gibi davranmak istemiyordum. Çok bunalmıştım. Bir ara vereyim düşüncesi vardı hep. Dil öğreneyim, dilimi geliştireyim diye Boston'a gittim.

Emerson College...

Dil eğitimi aldığım üniversitenin medya üzerine iki bölümü vardı, oradan bir ders aldım. Dilimi geliştireyim diye bir ders alıyordum. Meğer bölüm başkanının dersiymiş. Çok kibar bir insandı. Beni bir gün çağırdı ve, "Neden sen buradan tek ders alıyorsun? Gel master yap, sen de çok şey kazanırsın, biz de çok şey kazanırız." dedi. Orada bir de master yaptım. Çok faydalandığımı söyleyebilirim. Sürekli notlar alıyordum ve diyordum ki 'keşke nasip olsa da bunları kendi ülkemde uygulayabilsem...'

'Tezimin daha noktasını koymadan...'

Gazeteden yetkililer aradı: 'Türkiye'ye dön, sana gazetenin genel yayın yönetmenliğini teklif ediyoruz.' Bir yandan tezimi bitireyim derken, bir yandan da teklifi değerlendirmek istiyordum. Sonuçta döneceğiz, döndüm... Gazetenin yazarlarıyla ve editörleriyle bir araya geldik, çok yoğun bir çalışma yaptık. Mizampajından sayfa düzenine, haber yazım mantığından tarzına kadar... Bir yandan da Türkiye'deki bütün okurlarımızla yüzlerce görüşme yaptık. Ve onlara, yeni çıkacak gazeteyi anlattık.

'Cemil Çiçek, 12 Eylül'de avukatımdı'

Cemil Bey'in bana ilk söylediği şey; "Bu dosyadan ilk sen tahliye olursun, ilk sen beraat alırsın." Fakat bizim tutuklanmamızla mahkemeye çıkmamızın arası tam olarak bir yıl sürdü. Sonuçta Mamak Cezaevi'nde kaldık, bir yıl sonra mahkemeye çıktık ve tahliye olduk. Zaten ben hemen beraat ettim... Hapiste geçirdiğim bir yıl benim için büyük bir kayıptı, yaşamımdan bir yıl gitti ama bana çok şey de kazandırdı.


Dumanlı 'nın (en sağda) bu fotoğrafı, Yozgat Ceza-evi'nde yatarken çekilmiş.


Ekrem Dumanlı, İlkokul öğrencisi iken. (Solda)
aktifhaber

Gülen, Bir “Gül” Daha Dikti
16 Ocak 2010

Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül, parti kurmaya hız vermeden önce ABD’ye gitti. Sarıgül, seyahat öncesi yaptığı açıklamada ABD’nin dört yıldır çalışmalarını yakından izlediğini açıkladı.

Özellikle 28 Mart seçimlerinden önce yaptığı çalışmaların Washington tarafından 45 gün süreyle takip edildiğini anlattı.

Sarıgül’e göre, ABD’liler; CHP gençlik kollarından yetişen siyasetçi olarak özellikle gecekondu bölgelerindeki çalışmalarımdan çok etkilenmişlerdi.

ABD’liler, Şişli'de yüzde 70'e yakın oy alan sosyal demokrat bir aday, Türkiye genelinde niye almasın?" sorusuna yanıt arıyorlardı.

Sarıgül, ABD’de 14gün kaldı. 14 günde ABD’li yetkililer ve think thank kuruluşları ile bir araya geldi. Asıl gözden kaçan kritik görüşme ise Fethullah Gülen ile gerçekleştirilmişti.

Zapsu Aracı Oldu

Sarıgül’ün ABD ziyaretinin oldukça verimli geçtiği ortaya çıktı. Bu ülkeden döndükten sonra Türkiye Değişim Hareketi’nin partileşme çalışmalarına ağırlık verdi. Bazı illerde kalabalık toplantılar düzenledi.
Kamuoyunda sır olarak kalan Fethullah Gülen görüşmesi ise teşkilatlanma çalışmalarında lehte propaganda malzemesi olarak kullanılmaya başlandı.

Sarıgül ve ekibine taşrada yöneltilen ilk soru Fethullah Gülen ile görüşüp görüşmediği oluyordu. Gerek Sarıgül ve gerekse de ekibi Gülen, görüşmesinden memnun ayrıldıklarını anlatıp, desteğini aldıklarını söylüyorlardı.

Bu arada görüşmenin mimarı ise yine tanıdık bir isim çıktı. Gülen-Sarıgül görüşmesini ayarlayan kişinin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın danışmanı Cüneyt Zapsu’nun olduğu öğrenildi.
avaztürk

AKP’NİN İSRAİL’LE GERİLİMİ NE KADAR GERÇEK
Mehmet Ali Güller
23.01.2010

Gazze’deki çocuklar için İsrail’le fırtınalar koparan iktidarın, ne Irak’ta ölen 1 milyon Müslüman’ı, ne Afganistan’da ölen binlerce çocuğu ve ne de Ankara’nın göbeğinde yaşam mücadelesi veren 12 bin Tekel işçisini hiçe saymış olmasını nasıl yorumlamalıyız?

AKP’nin 3 Kasım seçimleri öncesinde, 16 Temmuz 2002 tarihli ABD ziyaretinde Yahudi Ulusal Güvenlik Enstitüsü JINSA temaslarıyla iktidar vizesi garantilemesini nasıl değerlendirmeliyiz?

Hele de Erdoğan’ın Ocak 2004’teki ABD ziyareti sırasında Amerikan Yahudi Komitesi’nden “cesaret ödülü” olan “Davut Boynuzu”nu almasını nasıl anlamalıyız? Ki bu ödülü alan tek Müslüman’ın Tayyip Erdoğan olduğunu da düşünürsek…

Bitmedi… Ya Erdoğan’ın, Suriye sınırındaki mayınlı arazileri 49 yıllığına İsrail’e vermesine tepki gösterenleri “Yahudi düşmanlığı” ile suçlamasına ne demeliyiz? Üstelik bu alışveriş, tam da Davos’ta yaşanan “one minute” dramasından hemen sonra olmuşken…

Tüm bunlara rağmen Erdoğan, son bir yılda İsrail ile tam 3 büyük kriz yaşadı… İlki Davos’taki “one minute” kriziydi. Ardından İsrail’den Anadolu Kartalı tatbikatına katılmaması istendiğinde ortaya çıkan krizdi. Son olarak da İsrail’in Kurtlar Vadisi dizisine tepki göstermesi ve hemen sonrasında büyükelçimizi alçakta oturtmasıyla günışığına çıkan üçüncü krizdi…

Her üç krizin de ortak paydası Gazze’ydi; yani AKP hükümetinin açıktan İsrail’in Gazze operasyonlarına tepki göstermesiydi.

Model Ortaklık

Peki, gerçekte olan biten neydi?
AKP’nin gerçek İsrail tutumunu analiz edebilmek için öncelikle şu gelişmeleri saptamamız gerekiyor:

1.. Washington, dünya çapındaki siyasal-askeri-ekonomik zorunluluk nedeniyle, Bush dönemindeki Irak merkezli Büyük Ortadoğu Projesi’ni, Obama döneminde Afganistan-Pakistan merkezli Büyük Ortadoğu Projesi’ne revize etti. Washington bu değişim gereği Bush dönemi açıktan dile getirdiği “düşman İslam” söylemini, Obama döneminde “ortak İslam” söylemine çevirdi.
2.. Washington Ortadoğu için şu kriterlerin sağlanmasını başarı olarak saptadı:
a.. Irak’ın kuzeyinde kurulacak Kürt Devleti’nin yaşaması, Türkiye’nin himaye etmesine bağlıdır.
b.. İran’ı kuşatmanın anahtarı Türkiye’dir. (Ki Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Irak, Suriye ve Lübnan ile Ortadoğu Birliği kurarak İran’ı yalnızlaştırma gayretindedir)
c.. ABD’nin sorunlu olduğu Ortadoğu ülkelerini ehlileştirme görevini Türkiye üstlenmelidir. Türkiye bu amaçla, ehlileştirilecek Arap Devletleri’nin karşıt olduğu İsrail’e karşı “kontrollü” konumlanmalıdır. “Düşman İslam” politikası için İsrail neyse, “Ortak İslam” politikası için de Türkiye o anlama gelmektedir.
d.. Türkiye’nin bu görevleri üstlenebilmesi AKP’nin Türk devletine tam hakimiyetine bağlıdır. Bu hedeflerin önünde direnen TSK ve Ulusal Kuvvetler etkisiz hale getirilmelidir.

ABD’nin bizzat Obama’nın ağzından Türkiye’yi “model ortak” ilan etmesinin esbabı mucibesi bu hedeflerdir. Washington, Müslüman kimlikli AKP ve Türkiye ile Ortadoğu’yu daha iyi biçimlendireceğini hesaplamaktadır.

Brzezinski: “İran’a saldırırsa, ABD İsrail uçaklarını vurmalı”

Kaldı ki Washington bu değişimi en somut biçiminde dile de getirdi.

Washington’un politikalarına yön veren, Obama döneminde yeniden zirveye yerleşen, ABD eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brezezinski, İsrail’in İran’a saldırma olasılığının konuşulduğu günlerde çok çarpıcı bir açıklama yaptı: “Eğer İsrail savaş uçakları, Irak hava sahasını kullanıp İran’a saldırırsa ABD savaş uçakları havalanıp onlarla savaşmalı. İsrail’in uçakları tepemizde uçarken oturup seyredecek miyiz, onlara bu hakkı vermeme konusunda ciddi olmalıyız. Kimse bunu istemez ama Liberty vakasının tersi olabilir”. (Milliyet, 24 Eylül 2009)

Yine Brezezinski, İsrail’in Haaretz gazetesine daha önce yaptığı çok önemli bir açıklamada da şunu söylemişti: “Amerika’nın İran’a saldırı olasılığı konusunda İsrail hükümetine vereceğim tek tavsiye, bu işe karışmamaları olur. ABD İran’a saldırmayacak çünkü saldırırsa bu felaket getirir!” (Haaretz, 8 Aralık 2008)

Brezezinski’nin çıkışı, Erdoğan’ın İsrail “karşıtı” tutumunun somut ipucudur. Çünkü Erdoğan’ın BOP eşbaşkanlığı görevi, Washington eksenli politikaları uygulamasını gerektirir! Kaldı ki İsrail de bu durumun farkındadır. İsrail gazetesi Haaretz AKP’yle ikinci krizin ardından, ABD’nin yönelimine işaret eden analizler yayımladı: “Türkiye’nin değişen tavrı, İsrail’le ilişkilere çok önem vermeyen Obama’nın iktidara gelmesinin bir sonucudur”. (Vatan, 16 Ekim 2009)

Yaşananların gerçekte ne olduğunu aslında itiraf edenlerden biri de AKP’nin ilk Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış’tı. İsrail’le krizi şu veciz sözlerle yorumlamıştı Yakış: “Temelde kayma yok, ince ayar var”. (Kanal D, 32. Gün, 15 Ekim 2009)

Cemaat İsrail’i savundu

(..) cemaatin yayın organı olan Zaman gazetesi bakın nasıl savunuyor İsrail’i ve nasıl da tepki gösteriyor Filistin’e: “İsrail’in Gazze’ye yönelik olarak gerçekleştirdiği ‘Dökme Kurşun’ adlı saldırısının ana amacı roket ve havan ateşine son vermekti. Roket ve havan ateşi ne saldırı sırasında ne de sonrasında durdu. Ateşkesten bu yana Gazze’den İsrail’in güneyine yönelik çok sayıda roket ve havan atıldı. Bu durum, saldırının üzerinden neredeyse bir yıl geçmesine rağmen halen de devam ediyor. Nitekim, en son olarak geçen Perşembe günü Gazze’den atılan 10 havan mermisi, bir Kassem roketi ile Cuma gecesi 2 Kassem roketi İsrail topraklarına düşmüş bulunuyor. Bu da tabii, bizde söylenenlerin aksine Gazze’den yapılan Kassem ve havan atışlarının hiç durmadığını açıkça ortaya koyuyor”. (Fikret Ertan’ın 10 Ocak 2010 tarihli makalesi)

(..) bu “analiz” o kadar çok beğenildi ki, Yahudi cemaatinin yayın organı Şalom bu yazıya sayfalarında yer verdi.

Ki asıl olan da bu yaklaşımdır.
Zaten Başbakan Erdoğan, 17 Ocak günü Birleşik Arap Emirlikleri’ne giderken İsrail’le krize değinerek ne dedi: “Biz bu olayı daha fazla ileri taşımayı düşünmüyoruz”!
Üstelik İsrail Savunma Bakanı Barak’ın ziyaretiyle “Heron” insansız hava araçlarının tedarikinde yaşanan pürüzler de ortadan kalktı. 10 adet Heron nisan ayına kadar Türkiye’ye teslim ediliyor!

Odatv.com

Batının İslamı Ayrıştırma Projeleri
Nurullah Aydın

Makam hırsı, şöhret hırsı, para hırsı ile kişilik bozukluğu olan tipler; ajanlık, işbirlikçilik için en uygun tiplerdir. Hele bir de birazda statü kazandırıldı mı, salyalı tipleri bir bakarsınız ki siyasi lider, din adamı hocaefendi şeyh görüntüsü ile saygınlık kazandırılmaya çalışır..

Biat ettirici psikolojik yöntemler de uygulanınca alın size siyasi ya da din önderi..

Aynı uygulama her alanda geçerli.. Siyasi iktidara getirilenlere bir bakın! Hangi tipler İslam ülkerinin yöneticileri..

Tarih boyunca yaşanan bu gerçeklik şimdi de İslam dünyası için uygulanıyor.. ABD sahte dinler oluştururken özellikle İslam dünyasına ucube tipleri, din adamı olarak lanse etmeye ağırlık veriyor. CIA himayesinde okullar zinciri ile İslam dünyasında zehir kusucu faaliyetlerine devam ediyor..Bazı pskolojik sorunu olan tipler de peşinden gidebiliyor..

Dün böyleydi bugün de böyle ne yazık ki! Müslümanlar kurtuluş simidi olarak nedense lanse edilen kişilik bozukluğu olan tiplere biat etme zaafiyetinde bulunabiliyor.

Geçen yüzyılda; İngilizlerin İslam ülkelerindeki vahdaniyeti bozma girişiminde uyguladığı yöntemi, bu kez

ABD ılımlı İslam dinlerarası diyalog safsataları ile uygulamaya çalışıyor.

Peki ama neden;

Bakın; Osmanlı İmparatorluğunun şemsiyesi altındaki Ortadoğu coğrafyasını, İngilizler hangi stratejik planla ele geçirdiler?

Yaşanan tarihi gerçekler doğru değerlendirilirse, bugün yaşananların pek de farklı olmadığı görülecektir.

İngilizler; Hz. Muhammed'in anne ve babasının kabrini yok eden, Peygamberimizin kabrini yıkmayı isteyecek kadar sapkın bir mezhep olan Vahabi Mezhebinin (ki bu yıkıma Atatürk engel olmuştur) Arap yarımadasını ele geçirmesini sağlayarak; Arapların Osmanlıyı arkadan vurmasının temellerini atmıştır.

Dört hak mezhepten biri olmayan ve kendi dışında diğer mezhep inananlarını dışlayarak kafir ilan eden Vahabi mezhebinin; bugün Kutsal topraklara sahip olması İngilizlerin sayesinde olmuştur. Haçlı zihniyetinin neler yapabildiğine örneklerden biridir Vahabilik mezhebi.

Bu mezheple ilgili en ilginç bilgi ise Saddam arşivlerinin Amerika'ya götürülüp tercüme edilmesi ile gün yüzüne çıkmıştır. Mart 2008'de Washington Post gazetesinde yayınlanan bu haberde Vahabiliğin kurucusu olan Şeyh Muhammed bin Abdülvahhab'ın dedesi Bursalı bir Yahudi. Washington Post'un köşe yazarı Al Kamen Pentagon'un; Saddam dönemine ait kamyonlarca yer tutan arşiv belgelerinden önemli bulunanları, İngilizce'ye çevirterek beş cilt halinde bir araya getirilmesini sağladığını yazdı.

Tercüme edilen bu belgelere göre, Şeyh Abdülvahhab'ın dedesinin adı Süleyman değil Şulman'dı. 16. Yüzyılda Bursa'da yaşayan Yahudi bir tüccar olan Şulman, daha sonra Şam'a göç etti. Sakal bıraktı, Müslüman sarığı sardı; ancak büyücü olduğu suçlamasıyla Osmanlı yönetimi tarafından Şam'dan kovuldu.

Batı öteden beri; kendisi savaşmak yerine ülkeleri ve halkları birbirine düşman etmeyi ve onları savaştırmayı başarmıştır. Yüzlerce yıl Doğu topraklarını istila etme teşebbüsünde bulunan emperyalist Batı; savaşla elde edemediğini hile ile elde etmiştir. Batı akılcı, Doğu ise kadercidir. Bu yüzden Doğu insanlarını birbirine düşürmek için en iyi yöntem; din olarak belirlemiş ve bu konuda da başarılı olunmuştur.

İngilizler; toplumları birbirine düşürme hedeflerini gerçekleştirmek için Arabistanlı Lawrence'den çok önce İngiliz ajan Humpher'ı görevlendirmişti. Humpher; kaleme aldığı hatıralarında görevini açıkça yazmış:

"1710 yılında İngiltere Sömürgeler Bakanlığı beni Mısır, Irak, Hicaz ve Osmanlı Halifelik merkezi İstanbul'da casusluk yapmak ve gizli bilgiler toplamak için gönderdi. Benim görevim Müslümanları birbirine düşürmek ve sömürüyü İslam ülkelerine sokabilme yollarını aramak için yeterli bilgileri toplamak idi. Bu amaçla Ebu Hanife'den çok bildiğini ve Sahih-i Buhari kitabının yarıdan fazlasının hiçbir işe yaramadığını iddia eden Abdülvahhab'la dost olmuştum; Sürekli olarak onu, Allah seni büyük bir dahi olarak yaratmış, sana Ali ve Ömer'den daha fazla akıl vermiş diye tahrik edip, eğer sen Peygamber zamanında yaşasaydın, kesin olarak onların yerine geçerdin diyerek yüreklendirdim."

Batı’nın 1700'lü yıllardaki istila ve sömürü isteği; günümüze kadar artarak devam etmiştir. Her biri emperyalist Batı'nın ajanı olarak çalışan misyonerlerin başkanı Samaul Zouimer; sömürgeci Hıristiyanların fikirlerinde bir değişiklik olmadığını 1935 yılındaki beyanında açıkça göstermiştir: "Sizden Müslümanları Hıristiyan yapmanızı istemiyorum. Sizin asıl göreviniz Müslümanları İslam'dan uzaklaştırmaktır. Eğer bunda başarılı olursanız, İslam memleketlerinin sömürge haline gelmesi için fetih yollarını aşan ileri karakollar kurmuş olursunuz"

Bugün Katolik/Protestan misyoner çok yönlü faaliyetlerine devam ediyor. Devasa mali kaynağa sahip yeni dini örgütlenmeleri görünce tarih tekerrür ediyor demek lazım.

İslam dünyasnının kurtuluşu Müslımanların kendilerine önder diye seçtiklerini gözden geçirmelerine bağlıdır..Tabi psikolojik sorunu olanlar bunun ne anlama geldiğini düşünemez bile. Çünkü gözler, kör kulaklar sağır kapler mühürlü ise yapacak birşey yoktur.

Günün Sözü: Rakibinin ne yaptığını ve ne yapacağını bilmezsen, oyuna her zaman gelirsin.

Kaynak: Nurullah Aydın

'Cemaat'ten Erdoğan’a İsrail Uyarısı!...

Fethullah Gülen Cemaati, Başbakan Tayyip Erdoğan’ı İsrail’e yönelik eleştirilerini kamuoyu önünde yapmaması ve daha dikkatle olması için uyardı.

Zaman Gazetesi’nin Washington Temsilciliğini yapan ve Fethullah Hoca’nın ABD’den sesi olarak algılanan Ali H. Aslan, bugün Todays Zaman’da ilginç bir makaleye imza attı.

Aslan, “İsrail ve Türkiye: Zor Bir Çift” başlıklı yazısında, öncelikle Türkiye’nin komşularıyla “sıfır problem” politikasını hatırlatarak, İsrail’le ilişkilerin gerilmesinin bir çelişki olduğuna dikkat çekti.

Ali Aslan İsrail’e, Türkiye’yle ilişkilerini geliştirme ve anti-semitizmle mücadele için askeri müdahalelerden uzak durup, kamu diplomasisi yürütmesi ve Türkiye’de temasta olduğu çevreleri farklılaştırması tavsiyelerinde bulundu.

Aslan, “İsrail’in iyice zayıflayan Kemalist laiklerle ilişkisin” eleştirirken, “Giderek güçlenen dindar muhafazakârları görmezden geldiğini” de vurguladı.

Aslan, Türkiye’ye ise tartışmalarda daha dengeli olmasını önerirken, “Türk liderler, özellikle de Başbakan Erdoğan, İsrail politikalarını kamuoyu önünde daha az eleştirmeli ve daha dikkatli bir yol izlemeli” dedi.

Aslanın bu yazısını web sitesinden okumak isteyenler için linkinide verelim.

http://www.todayszaman.com/tz-web/columnists-199428-israel-and-turkey-a-difficult-couple.html
amadoluhaber

Değişimden Önce(D.Ö), Değişimden Sonra(D.S) ZAMAN!

23 Ocak 2010, 12:35 Anadolu Haber

Zaman Gazetesinin hızlı ve önlenemez değişimi

Zaman gazetesinin 90'lı yıllarda ki söylemleri ile bugünlere uzayan süreçte yüklenmiş olduğu misyonunu icra ederken nasıl bir değişim süresicinde olduğunun kanıtı olan haberleri sizlere sunuyoruz.

Değişim öncesi Zaman Gazetesi'nde;
Genel olarak hristiyan Dünyasının sinsi misyonerlik faaliyetlerine, İslam üzerinde ki oyunlarına karşı duruş sergilenirken...

"Papa yine sahnede... (Zaman, 22 Nisan 1990).

"Vatikan ve Ingiltere Tarsus'u ABD Patrikhane'yi Merkez yapmak istiyor". (Zaman, 17 Haziran 1990).

"Patrikhane entrika pesinde ... Istanbul'a gelen Yunan milletvekilleri hezeyan kustu: "Patrikhane Istanbul'da mahpusmus". (Zaman, 18 Haziran 1991).

"Hiristiyan teskilatlarinin Müslümanlara yönelik çalismalari endise ile takip ediliyor. Islam Dünyasi'nda Hiristiyanlik atagi". (Zaman, 31 Ekim 1991).

"...Bizans Hayali: "Bir yil önce kararlastirilan ve adim adim hayata geçirilen bu plana göre;
1- Ortodoks dinine mensup Sirp milletinin devleti olan Sirbistan kurulacak.
2- Hiristiyan halklarin tarihlerinin, törenlerinin taninmalari için yogun faaliyetler yapilacak.
3- Son olarak güçlü bir Ortodoks-Hiristiyan ittifaki ile baskentin Istanbul olacagi...
Büyük Bizans Imparatorlugu kurulacak". (Zaman, Ekim 1991).

"PKK Hiristiyan isbirligi..." (Zaman, 25 Subat 1992).

"Maddi vaatlerle diyalog kurduklari çocuklarin beyinlerini yikamaya çalisiyorlar". "Iste misyonerlerin merkezi". (Zaman, 24 Temmuz 1992).

"Kiliseden sinsi tuzak; îslamî degerlere saygili görünerek Müslümanlara Hiristiyanligi anlatacaklar..." (Zaman, 9 Haziran 1993).

"Patrigin cihan rüyasi: Gazetemizin sempozyumu izlemesine yasak getiren Fener Rum Ortodoks Patrigi Bartholomeos; "Rum Fener Patrikhanesi ekümeniktir dedi" (Zaman, 25 Eylül 1995).

"Çift basli kartal bulunan Bizans bayraklari ile süslenen Patmos Adasi'ndaki kutlamalarda, Patrik Bartholomeos, Sirp Ortodokslari temsilcisi Eirineos'a plaket verdi". (Zaman, 27 Eylül 1995).

"Patrikhane Lozan'i zorluyor. Bartholomeos ve beraberindeki 13 patrik Türnepa Yön. Kur. Baskani Rahmi Koç"un verdigi yemege katildi". (Zaman, 22 Eylül 1995).

Değişim sonrası Zaman Gazetesi'nde;
Hristiyan dünyası ile sanki asırlardır kardeşmişiz telkinleri var;

"Vatikan'dan sicak mesaj... (Zaman/17 Nisan 1996).

"Patrik Bartholomoes ve F. Gülen Hocaefendi toplumsal barisin önemini vurgulayan konusmalar yaptilar". (Zaman, Ekim 1996).

"Medeniyetler arasi diyalog için ilk adim; Fener Rum Patrigi Bartholomoes konusmasinin ardindan, F. Gülen'e bir hediye takdim etti". (Zaman, 2 Ekim 1996).

"Vatikan'da uzlasma zirvesi". (Zaman, 9 Subat 1998).

"F. Gülen Hocaefendi, Islam ve Hiristiyan dünyasini temsilen "Dinlerarasi Diyalog" çerçevesinde Papa 2. Jean Paul ile yarim saat görüstü". Bartholomoes: "Bol ürün bekliyoruz". (Zaman, 10 Subat 1998).

"Yunanistan'dan gelen 45 delegenin istirak ettigi toplantiya Fener Rum Ortodoks Patrigi Bartholomoes de katildi. Patrikten hosgörü mesaji". (Zaman, 19 Subat 1998).

"Ehl~i Kitap iftarda. Iftara Rum Ortodoks Patrigi Bartholomoes'un yani sira, Ermeni Ortodoks Patrigi Mutafyan, Istanbul Musevi Hahambasisi David Aseo... katildi." (Zaman, 24 Aralik 1998).

"F. Gülen'in baslattigi diyalog çalismalari sürüyor. Gülen önceki gün Istanbul'da Yahudi Örgütleri Baskanlari Konferans Heyetini kabul etti". (Zaman 10 Mart 1998).

"F. Gülen ile Papa görüsmesi önemli bir olaydir". (Zaman, 12 Nisan 1998).

"Zaman'a özel açiklamalarda bulunan Protestan Kiliseleri Birligi Islam Dünyasi ile Iliskiler Baskani..." (Zaman, 30 Kasim 1998).

"Harran'da Semavi Dinleri bir araya getirecek Ilahiyat Okulu açilmasinin, hosgörü ve uzlasmaya katki saglayacagi vurgulandi". (Zaman, 15 Subat 1998).

ERGENEKON SANIĞINDAN İLGİNÇ İTİRAF

26 Ocak 2010 22:15
Birinci ''Ergenekon'' davasının tutuklu sanığı Selim Akkurt, itirafçı olmaya karar verdiğini belirterek, polisin söylediği her şeyi yaptığını ileri sürerken Fehmi Koru ve Osman Baydemir'in isimlerini verdi.
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesindeki duruşmanın talepler bölümünde söz alan tutuklu sanık Oktay Yıldırım, Ümraniye'deki el bombalarına ilişkin görüntü ve ses kaydının bulunduğu CD'nin TÜBİTAK tarafından incelenmesinin tamamlandığını hatırlattı.

Yıldırım, TÜBİTAK'ın CD'deki seslere ilişkin yaptığı çözüm ile kendi yaptığı çözümü karşılaştırarak, TÜBİTAK'ın açıkça bir karartma uyguladığını, ses uyumuna uygun, anlam karmaşasına neden olacak çözümlemeler yaptığını savundu.

TÜBİTAK ve kendi incelemesi ile tezat oluşturan konuşma kayıtlarını parça parça mahkeme salonunda dinleterek farklılıklar bulunduğunu iddia eden Yıldırım, ''Hiçbir tartışmaya gerek yok. Benim kulaklarım iyi duyar. Sizin kulaklarınız da iyi duyar. Önemli olan bunu kulakların değil, vicdanların duymasıdır'' diye konuştu.

Tutuklu sanıklardan Selim Akkurt da ''İtirafçı olmadan Ergenekon'dan çıkılmıyor. Ben de itirafçı olmaya karar verdim'' diyerek başladığı konuşmasında, kendisine yönelik karalama kampanyası yapıldığını söyledi.

Akkurt, kaçak yaşadığı yıllarda polisin bilgisi dahilinde gezdiğini ifade ederek, ''Polis ne söylerse yaptım. Kuvayı Milliye Derneği'ne onların istekleriyle girdim'' dedi.

Mahkeme Heyeti Başkanı Köksal Şengün'ün ''Kim bu polisler'' sorusuna Akkurt, Mutlu E, Ali Fuat Y. ve İsmail E. olduğunu ileri sürdü.

MİT'in de bilgisi olduğunu savunan Akkurt, Hizbullah ve DHKP/C'ye yönelik operasyon yapılacağının söylendiğini, ancak operasyonun bu davaya ilişkin yapıldığını anladığını kaydetti.

Akkurt, tutuklanmadan birkaç ay önce İstanbul Emniyet Müdürlüğünde eski Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili Turan Çolakkadı ve savcı Zekeriya Öz ile görüştüğünü ifade ederek, ''Beni oraya İsmail E. getirdi. Beni onore edecek sözler söylediler. Bana güvendiklerini anlattılar. Görevimi başarıyla yaptığımı söylediler'' iddiasında bulundu.

''Fehmi Koru ve Osman Baydemir'e suikast yapacak gibi telefonda konuşmamı istediler'' diyen Akkurt, Muhammet Yüce ile suikast yapacaklarmış gibi telefonda bu talimatlar üzerine konuştuğunu anlattı.

Akkurt, Muhammet Yüce'nin de ''MİT'çi Mustafa'' adlı birisiyle görüştüğünü anlatarak, ''Buradaki sanıkların hiçbiriyle fikri birliğim yok. Benim 7 sülalem Fethullahçıdır. 5 yıl imam hatipte okudum. Sülaymancıların yurdunda kaldım. Onlar için her şeyi yaparım. Benim ne işim var bunlarla. Beni bir örgütten yargılayacaksanız Fethullah terör örgütünden yargılayın'' diye konuştu.

''Tahminen bunlar bana birini öldürteceklerdi ama ben de yetenek olmadığını görünce vazgeçtiler'' diyen Akkurt, Çolakkadı, Öz, Mutlu E, Ali Fuat Y. ve İsmail E'nin duruşmada dinlenilmesini istedi.

Mahkeme bu itiraflarını yeterli görecekse kendisinin tahliye edilmesi gerektiğini ifade eden Akkurt, yeterli görmezse konuşacağı daha çok şeyi olduğunu söyledi.

Duruşmada tutuklu sanık Zekeriya Öztürk de üye hakim Sedat Sami Haşıloğlu hakkında reddi hakim talebinde bulundu.

Duruşmaya kısa bir ara veren mahkeme heyeti adına açıklama yapan Başkan Şengün, Haşıloğlu'nun çekilmesini gerektirecek bir neden olmadığını açıkladığını belirterek, reddi hakim talebi de zamanında yapılmadığı için kabul edilmediğini bildirdi.

Şengün, olumsuz hava koşulları nedeniyle de duruşmanın 28 Ocak Perşembe günü saat 09.30'a ertelendiğini açıkladı.

-EYMÜR'ÜN İFADESİ İZİNLE Mİ ALINDI-

Tutuklu sanıklardan Nusret Senem de mahkemeye sunduğu yazılı dilekçesinde, ikinci davanın sanıkları Mustafa Balbay ve tahliye olan Gürbüz Çapan ile aynı koğuşta kaldığını belirterek, 22 Ocak 2010 günü MİT Samsun Bölge Başkanı ya da başka bir MİT görevlisinin Çapan ile görüşmek üzere duruşma salonuna geldiğini öne sürdü.

Dilekçesinde, Çapan'ın tahliye edildikten sonra F7'deki koğuşuna geldiğinde ''MİT Samsun bölge Başkanı geldi. Duruşma sırasında bana 'Buradakilerle kendini fazla özdeşleştirmişsin. Mesafe koy' dedi'' diyen Senem, MİT Müsteşarlığına yazı yazılarak MİT Samsun Bölge Başkanı ya da başka bir MİT görevlisinin 22 Ocak 2010 Cuma günü Gürbüz Çapan ile görüşmek üzere duruşma salonuna MİT müsteşarlığının emriyle mi geldiğinin ve Çapan'a 4 sayfalık bir yönlendirme mektubu gönderilip gönderilmediğinin sorulmasını talep etti.

haber10

Nagehan Alçı
nagehan@nagehanalci.com
Ilımlı İslam'ın sonu

On yıldır Türkiye-Amerikan ilişkilerinin arka planında hep kilit bir kavram durur. Bu kavram 'ılımlı İslam'dır. Her ne kadar şimdiki ABD yönetimi bunun artık geçerli ve istenilen bir kavram olmadığını iddia etse de hala akıllara gelen, Bush dönemine damgasını vuran bu kavram.

***
'Ilımlı İslam'ın fikir babası Graham Fuller. Bu isme dikkat. Amerikan istihbaratının önde gelen Ortadoğu, İslam ve Türkiye uzmanlarından olan Fuller, CIA istasyon şefliği yaptı ve RAND adlı düşünce kuruluşunda çalıştı. Fuller, 'Gülen Hareketi'ne yakın bir isim olarak biliniyor.

***
Fuller'ın tezi şuydu: Türkiye'nin 'laiklik' vurgusu ve salt 'Batı ile iyi geçinme' ısrarı onu kendi içine hapsediyor, güçlenmesini önlüyor. Bu tezi geliştirmek için şöyle bir çıkarım yapıyordu: 'TC'nin 85 yıldır kendi çıkarlarını savunan bir aktör haline gelememesinin temel nedeni 85 yıllık yanılgıda gizli. Türkiye çağdaş medeniyetler seviyesine çıkmak için Batı'yı örnek alması gerektiğini düşündü. Bu politikayı tamamlayan ve TC'nin dış politikası haline gelen temel düstur 'yurtta sulh cihanda sulh'tur.' (Yeni Türkiye Cumhuriyeti adlı kitabından)

***
Yani Atatürk'ün 'yurtta sulh cihanda sulh' ilkesini askerin içeriye bakması, militarizmin yüksek olması ile eşanlamlı kullanıyordu Fuller. Türkiye'nin bundan çıkması gerektiğini söylüyordu.

***
Fuller'ı bugün hatırlatmamın çok önemli bir sebebi var: Perşembe günü bu köşede ABD Büyükelçisi James Jeffrey'nin İstanbul Dedeman Otel'de yaptığı konuşmanın detaylarını yazdım. O konuşmada Jeffrey 'Sizin başarınızın nedenlerinden biri Atatürk ve onun 'yurtta sulh cihanda sulh' söylemi' demişti. Atatürk'ün evrensel bir lider olduğunu dile getirip, bu ilkenin önemine değinmişti.

***
Jeffrey'nin söylediği, Fuller'ın iddiasına taban tabana zıt. Üstelik büyükelçi bu zıtlığı aynı terminolojiyi kullanarak vurguluyor. Fuller 'yurta sulh cihanda sulh' sizi içinize kapatır, askerin içeriye odaklanması anlamına gelir' diyor, Jeffrey ise özellikle bu ilke ile dünyaya örnek oluyorsunuz iması yapıyor.

***
Böyle bir değişiklik tek bir anlama geliyor: ABD 'ılımlı İslam' politikasından tamamen vazgeçti. Atatürk'ü yeniden ve yükselen bir değer olarak görüyor. Bunu yaparken AK Parti Hükümeti'ni karşısına almıyor, onlarla iyi ilişkilerini sürdürüyor. (Jeffrey aynı konuşmada Davutoğlu'nun politikalarını övmeyi ihmal etmedi) Ancak aynı tavrı Gülen Hareketi için sergilemiyor. Bu hareketle arasına mesafe koyuyor. Onunla özdeşleşen 'ılımlı İslam' tezine karşıt bir tavır alıyor.

***
Bu tavrın ABD'ye nasıl yansıdığına ve Fethullah Gülen'in yeni ABD yönetimi ile ilişkilerinin ne yönde geliştiğine dikkatli bakmak gerek. Ama ılımlı İslam'ı yadsırken hükümete olumlu mesajlar vermek anlamlı. Bu, ABD'nin AK Parti'yi Gülen hareketinden ayrıştırdığını ve AK Parti'nin Atatürk vurgusunu pekiştirerek devam ettiği sürece, ABD'nin desteğine sahip olacağını anlatıyor.
http://www.aksam.com.tr/2010/01/30/yazar/16108/nagehan_alci/ilimli_islam_in_sonu.html

CEMAAT İÇİN ABD’DE HANGİ CIA AJANI ÇALIŞIYOR
24.02.2010 16:23

Türkiye’de siyasi çatışmanın yükseldiği günlerde cemaat, ABD’de diplomasi atağına hazırlanıyor. Türk Amerikan ilişkilerini geliştirmeyi amaçladığını ilân eden Turquoise Council, 25 Şubat Perşembe günü ABD Kongresi’nde bir öğle yemeği verecek. Saat 11.30- 15.00 arası gerçekleşecek olan bu buluşmada ayrıca bir panel de gerçekleşecek. Programa göre öğle yemeği sadece 45 dakika, panel ise 3 saat sürecek.
Davetiyeye bakıldığında göze ilk çarpan panelin konusu oluyor: “Yeni Türkiye: Bölge ve ABD İçin Ne Anlama Geliyor?”, buradan paneli düzenleyenlerin Türkiye’de bazı değişimler olduğunu düşündükleri ve hatta bu değişimlerin “Yeni Türkiye” denebilecek kadar ileri gittiğini düşündükleri sonucuna varılıyor. Paneli düzenleyen Turquoise Council’in Gülen Cemaati’ne yakınlığı biliniyor (1). Kurumun düzenlediği yemeğin davetiyesini gönderen Kemal Öksüz, Konsey’in başkanı olarak gözüküyor; Öksüz’ün 2008 yılında Gülen Enstitüsü’nün (Gulen Institute) CEO’su olduğu da göze çarpıyor.

Panelin konuşmacıları da dikkat çekiyor.

Açılış konuşmasını yapan kişi CIA Ortadoğu Masası eski şefi, CIA’ya yakın Rand’ın çalışanı Graham Fuller. Yeşil Kuşak Projesi’nin mimarlarından Fuller son dönemlerde Fethullah Gülen’e verdiği destek veriyor. Fethullah Gülen’in ABD’de yeşil kart almaya uğraştığı sıralarda Graham Fuller’in, Gülen’in kefil listesinde bulunması bir diğer çeken nokta.

Bir diğer konuşmacı Ian Lesser, Atlantic Council üyesi bir akademisyen. Atlantic Council ise, hatırlanacağı üzere, “AKP’nin Açılımları” sürecinde Kürt meselesinde yazdığı raporla adından çokça bahsettiren bir kuruluştu ve AKP’nin o rapora göre ilerlediği söylenmişti.
Konuşmacılar arasında Türkler de var ve bunlardan biri de Sabah yazarı Ömer Taşpınar. Taşpınar’ın konusu ise iç politika, dolayısıyla anayasa ve Kürt meselesi.

Bunlardan başka Transatlantik Akademi’den Joshua W. Walker, eski Türkiye-AB karma parlamento komisyonu eş başkanı Jan Joost Legendijk, Caucasian Review of International Affairs editörü Alexander Jackson ve İnsan Hakları Gündemi Derneği Başkanı Orhan Kemal Cengiz, panelde konuşmacı olarak bulunuyor.

Doğrusu panelde neler konuşulacağı ve ne sonuçlar çıkarılacağı az çok tahmin edilebiliyor. ABD Kongresinde gerçekleşen panelin ABD’de cemaatin lobi faaliyetinin parçası olduğunu söylemek ise sürpriz olmayacak.

Odatv.com

(1) http://www.guleninstitute.org/index.php/20090919164/Congressional-Dinner/Congressional-Friendship-Dinner-Forges-Ties-between-Cultures.html


En son Ekim tarafından Prş Şub 25, 2010 12:22 am tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Şub 08, 2010 1:03 am    Mesaj konusu: N.Kemal Zeybek: Milliyetçilikten ılımlı islâmcılığa çarketti Alıntıyla Cevap Gönder

Namık Kemal Zeybek: Milliyetçilikten ılımlı islâmcılığa çarketti
03.02.2010

Radikal Gazetesi yazarı Namık Kemal Zeybek geçtiğimiz günlerde ABD’de Fethullah Gülen cemaatinin düzenlediği “The Gulen Movement” isimli konferansa katıldı. Ülkücü camianın eski isimlerinden olan Zeybek, ANAP döneminde kültür bakanlığı yapmıştı. Yakın dönemde BBP’ye katılan ve ayrılarak DP’ye katılan Zeybek Radikal Gazetesi’nde yazmaya devam ediyor. Zeybek, Habertürk yazarı Yiğit Bulut’un da kayınpederi.
Hizmet hareketi bizim başarımız
Namık Kemal Zeybek katıldığı konferans sonrasında konuya ilişkin yazısında Gülen hareketini öven bir yazı dizisini başlattı.

Eskiden başka yazıyordu

Ancak Zeybek yakın zamana kadar milliyetçi fikirleriyle biliniyordu. Fethullah Gülen’e ve ABD’ye muhalif yazılarıyla bilinen Zeybek’in dönüşü herkesi şaşırttı.

Namık Kemal Zeybek 3 Haziran 2004 tarihinde Tercüman Gazetesi’nde yazdığı yazıda Fethullah Gülen hakkında şu ağır ifadeleri kullanmıştı: “Bugün Fethullah Gülen hareketi güçlenmiş ve siyasetçiler için kazanılması yararlı bir güç durumuna geçmiştir. Sonunda ben de bir siyasetçiyim. Etkili bir cemaatle ilgili olumsuz söz söylememek gerekir, diye düşünülebilirim. Ama iş öyle değil... Cemaatların siyasete karışmasını, hem din, hem de siyaset için zararlı buluyorum bu bir...
İkincisi, inandıklarını söylemekten çekinen siyasetçilerin ülkeye ve halka yararlı olmayacaklarına inanıyorum.”


Bu hareket Türkiye için zararlı

Zeybek şöyle devam ediyordu: “Dolayısıyla 1997'de Abant'ta yapılan toplantıda Devlet ile ilgili değerlendirmelerde eski komünist şimdi liberalist bir takım kişilerle aynı çizgide ve ortak anlayışta olduklarını gördüğümden beri bu hareketi Türkiye için zararlı buluyorum.
Diyalog adı altında yaptıkları ve Müslümanlar'ın misyonerler karşısındaki direnişini kıracağına inandığım çalışmaların Müslümanlık için zararlı ve İslam açısından yanlış buluyorum.
Amerika'yı Irak vahşetinden sonra bile desteklemelerini insanlık için zararlı görüyorum.
Rusça'nın baskısından kurtulmaya çalışan ve öz dillerine dönmek çabası içindeki Türk Cumhuriyetleri'nde açtıkları okullarda İngilizce eğitim yapmalarını zararlı sayıyorum.
Diliyorum ki bu yanlışlarından dönerler ve oluşturdukları gücü, yararlı duruma getirirler.
Diliyorum.”


Onların fitnesi Deccal’dan kötüdür

Zeybek 26 Ekim 2003 tarihinde Tercüman’da şunları yazmıştı: “Şeyhlik gücünden yararlanıp mal mülk sahibi olmuşsa... Ticaretini geliştirip, teşkilat kurmuşsa... Allah'ın kullarını 'Allah'a götüreceğim' diye kandırıp 'mal' gibi pazarlamışsa... Tasavvufu ticarete ve siyasete araç yapmışsa... İşte o zaman sahip olduğu en değerli varlığı en çok gerekli olduğunda yitirir. Son demde iman...
Ahmet Yesevi'ye kulak verelim
YALAN şeyhlerden söz ederken, döneminden günümüze çağrısını en açık biçimde yapıyor, Ahmet Yesevi:
'Onlar müritlerinden bağış alırlar, eğer müritleri vermese çekişirler ve derler ki: 'Senden şikayetçiyim, Allah da senden şikayetçi.' Gerçek şeyhler bağış alırlarsa sadece hak edenlere, gariplere, çaresizlere verirler. Eğer kendileri alıp yerlerse leş yemiş gibi olurlar. Eğer alıp giyim yaparlarsa Hakk Teala onların ibadetlerini kabul etmez. Onlar cehennem azabına uğrarlar. Kim böyle şeyhlere gönlünü kaptırırsa, dinden de çıkar. Böyle şeyhler lanetlidirler. Onların fitnesi Deccal'den de kötüdür. Onlar şeriatta, tarikatta, hakikatta ve marifette dinden çıkmış sayılırlar...'
Çok mu ağır?
Hayır! Yanlışlığın ağırlığınca ağır...”


Dinlerarası diyalog Hristiyan taktiği

Zeybek, 17 Ekim 2003 tarihinde ise Fethullah Gülen’in çalışmalarından en önemlisi olan Dinlerarası Diyalog çabalarını Hristiyanlığın taktiği olarak anlatıyordu: “DİNLERARASI Diyalog, Hıristiyanlığın bir taktik yaklaşımı. Taktiğe taktik ile yaklaşırsanız sıkıntı yok. Ama kendinizi kaptırırsanız, tuzağa düşersiniz.
Tuzağa düşülmüştür. Öylesine düşülmüştür ki; hayatı İslam vaizliğiyle geçen bir emekli din görevlisi için hazırlanan kitabın adı Diyaloğa Adanan Hayat olmuştur.”
Namık Kemal Zeybek yine aynı yazısında şunları söylüyordu: “Her dile çevrilen İnciller'in içine konulan dolarlar mı daha çekici gelir, mescid yapmak için ceplerden istenilen liralar mı?
Evet, dolarların kanatlandırdığı; diyalog rüzgarlarının beslediği Hıristiyan misyonerliğini kim durduracak? Milletimizin önüne konulan bu bölünme çatlağını kim onaracak? İşte asıl soru bu... Ama önce diyalog tuzağından kurtulmak gerek.”


Cemaat lideri mi holding sahibi mi

Namık Kemal zeybek 13 Haziran 2004 tarihinde ise cemaat hakkında şunları söylüyordu: “Cemaat gazeteleri, televizyonları, işleri, işletmeleri, ticaretevleri sahibi olunca, işte ondan sonra olanlar olur... Oluyor...
Ne mi olur? Başlangıçta cemaat bütün bu dünyevi kurumların sahibi iken, yasa işlemeye başlar ve bu dünyalıklar, cemaatın sahibinin olurlar. Cemaat lideri bir süre sonra holding patronu haline gelir. Holdingin niteliği ve niceliği uluslararası boyuta ulaşmışsa; uluslararası kapitalin bir parçası olunur. Uluslararası kapital, uluslararası siyasete soyunmuşsa da uluslararası kapitalin güdümünde bir cemaat yapısı ortaya çıkar.
Artık bu noktadan sonra başlangıç noktası uzaklarda bir hayal gibi hatırlanır... Başlangıçta çok iyi niyetlerle başlanılsa bile bir süre sonra böyle olur... Olunuyor...
Diyorum ki çevresinde kendisinden bir şeyler umarak insanların biriktiği insanlar, eğer gerçekten olgun ve oldurucu insan iseler; çevrelerindekileri örgülemesinler... İşlerini ticaret ve siyasete bulaştırmasınlar. Kendilerini de kendilerine bağlananları da yakmasınlar... Zulme rızayı küfür niteliğinde gören Müslümanlığı, zulmün şakşakçısı, destekçisi, dalkavuğu, yalakası derecesine düşürmesinler...”


Gülen’i kurtarın

10 Haziran 2004 tarihinde ise Gülen’in Hristiyanlığın tuzağından kurtarılması gerektiğini söylüyordu: “Diyalog işi teşkilatlanmış Hıristiyan kilisesinindir. İşi ortaya atan ve attığı oltayla av ardında koşan öncelikle Vatikan'dır…. 'PEKİ bütün bu olgulara, gerçeklere rağmen diyalog samimi olabilir mi? Zaten samimi olmadıkları yaptıkları beyanlardan da anlaşılmaktadır. Örneğin, Fethullah Gülen samimiyetle El Kaide'nin eylemlerini kınarken, Patrik Bartholomeos, Hahambaşı İshak Haleva ya da dünya ölçeğinde Papa, açıktan İsrail'in ve Amerika'nın vahşetlerini asla kınamamışlardır. Nerede diyalogtaki samimiyet? Sonuç olarak Dinlerarası Diyalog Toplantıları sinsi Hıristiyanlaştırma ve alinasyon (yabancılaştırma) planlarını bünyesinde taşımaktadır.' Diyorum ki, kendilerine göre hangi ihtiyaçtan ötürü bu diyalog tuzağına düşenler varsa, bir an önce kendilerini kurtarmalıdırlar. Gecikmeden...”

Siyonizmle kolkola

Zeybek 23 Ocak 2005 tarihinde ise Fethullah Gülen cemaatinin çabalarını Siyonizm ve ABD ile yan yana koyuyordu:
“SÖZÜN aslı diyalog olsa da diyalogcular, diyaloğ dediler ve sözü de yumuşattılar. Özlerinin de yumuşaklığı ortaya çıktı….

Müslümanlığın topyekün köktenci olması durumunda denetlenemez güç olması olabilir... Bunun da önlemi alındı: Ilımlı Müslümanlık...

Ilımlı Müslümanlığı üretmek için bulunan en kestirme yol ise diyalog. Hıristiyan ile Müslümanlığın diyalogundan ılımlı Müslümanlık doğdu.
Ilımlı Müslümanlık ne demek? Evangelist Hıristiyanlık ile diyalog kuran Müslümanlık...

Yani? Yani, Evangelist Siyonist'in hiçbir çalışmasına karşı çıkmayan Müslümanlık... Yani, global kapitale teslim olmuş Müslümanlık... Yani, Müslümanlık olmayan Müslümanlık... Ne güzel diyalog değil mi? Diyalogdan çıkan sonuç, Hıristiyanlık aşırı olacak, Müslümanlık ılımlı...

ILIMLI Müslüman, söz gelimi ABD güçleri Irak'a saldırıp Müslümanlar'ı öldürürken, kadınların ırzına geçerken hiç itiraz etmez... ABD'yi haklı gösterecek, savunacak, koruyacak mazeretler üretir... Niye? Çünkü o ılımlı Müslüman'dır.

Ilımlı Müslüman, kendi cemaatının çıkarlarını, güvencesini almıştır. Cemaatına dokunulmadıktan sonra ötekiler hiç önemli değildir. Çünkü o ılımlı Müslüman'dır.

Ilımlı Müslüman, ABD'cidir. Ilımlı Müslüman, AB'cidir. Ilımlı Müslüman, ne isterseniz o'cudur. Yeter ki cemaatına dokunulmasın... Yeter ki cemaat bağlıları ve başı rahat etsin. Ötesi ne gam...

Ilımlı Müslüman, köktenci Müslümanlık'tan dönme olduğu için yaptığı her işe kaynaklardan delil bulmakta da ustadır. Ilımlı Müslüman hiç yanlış yapmaz. Ne yapsa doğrudur. Kaynaklara uymak zorunluluğu yoktur. Kaynakları kendine uydurur.

Ilımlı Müslüman, İslam düşmanlarına, Türklük düşmanlarına, insanlık düşmanlarına karşı çok ılımlıdır. Ama kendilerine, çıkarlarına, patronlarına ve büyük patronlarına yani büyük şeytana yönelik bir eleştiri karşısında bütün ılımlılıklarını bırakır ve çok sert olurlar. Ne yazılar yazarlar, ne imalar yaparlar... Neler derler, neler...”


Odatv.com

İSMAİLAĞA’DA SICAK SAVAŞ BAŞLADI
08.02.2010 17:00

Bugün Taraf Gazetesi’ni açanlar İsmailağa Cemaati içerisinde Cüppeli Ahmet Hoca karşıtı yeni bir kampanyanın başladığını gördüler. Gazete bugün Saadettin Ustaosmanoğlu’nun ağzından Cüppeli Ahmet Hoca aleyhinde pek çok iddiayı dile getirdi.

Neydi bu iddialar?
Ustaosmanoğlu örtülü bir dille Cüppeli’nin Ergenekoncu olduğunu iddia ediyordu. Ustaosmanoğlu’na göre Cüppeli’nin CHP İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin ile ilişkileri vardı. Cüppeli Ahmet Hoca hakkında küçültücü pek çok iddiayı dile getiren Ustaosmanoğlu “elimizde bilgiler var” diyerek tehdit etti.
Peki, nedir İsmailağa içerisindeki Cüppeli Ahmet Hoca kavgası?

Cüppeli neden gündemde
Neden Cüppeli son günlerde kamuoyunun sıkça gündemine geliyor?
Daha geçtiğimiz günlerde Bülent Arınç, CHP lideri Deniz Baykal’ın Cüppeli’ye geçmiş olsun dileğinde bulunduğunu söyleyerek Cüppeli’nin adını yeniden gündeme getirmedi mi?
İsterseniz olaylara en başından bakalım…
İsmailağa cemaati Nakşi kökenli bir cemaat. Nakşiliğin yüzyıllara varan tarihi ve ekonomide, bürokraside, siyasette elinde tuttuğu güç düşünülürse cemaatin önemi anlaşılabilir.

Cemaat içinde ayrılık
Bugün İsmailağa Cemaati’nin lideri Mahmut Hoca olarak bilinen Mahmut Ustaosmanoğlu. Mahmut Hoca, cemaatin tamamının liderliğini kabul ettiği bir isim. Ancak Mahmut Hoca’nın ardından cemaatin bir bütünlük arzettiği söylenemez.
Her ne kadar cemaatin pek çok kolu olsa da son yedi yılda cemaat temel olarak ikiye bölündü. AKP iktidarı cemaat içerisinde taraftarlarını ve karşıtlarını yarattı.
İşte Cüppeli Ahmet Hoca burada önem kazandı. Mahmut Hoca’nın ardından cemaatin en etkin ismi olarak bilinen Cüppeli Ahmet Hoca, Fethullah Gülen Hareketi’ne karşı tavır gösterdi. Cüppeli’nin kendisi çok defa havuzlu villası ya da lüks arabası nedeniyle eleştirilse de Cüppeli son dönemde İslami kesimde artan rantiyeci eğilimleri eleştirdi. Gülen cemaatinin “dinlerarası diyalog” gibi çalışmalarına karşı çıktı. Bunu misyonerlik faaliyeti olarak tanımladı. Ergenekon operasyonu ile dini cemaatler hükümet ile yakınlaşırken Cüppeli böyle bir eğilim ile hareket etmedi. Gülen Cemaatinin İsmailağa içerisini fethetme stratejisinin önüne Cüppeli geçti. Cüppeli Ahmet Hoca tam tersine bir dönem yaptığı ordu hakkında ağır ithamları bu dönem tekrar etmedi.

Cüppeli aleyhinde kampanya
İşte bu gelişmeler cemaat içerisinde bazı isimleri rahatsız etti. Özellikle Mahmut Hoca’nın yeğeni Saadettin Ustaosmanoğlu’nun başını çektiği Furkan Dergisi Cüppeli hakkında bir kampanya başlattı. Önce Cüppeli’nin sıkça televizyonlara çıkması eleştirildi. Cüppeli Ahmet Hoca üslubu nedeniyle Furkan Dergisi tarafından Cem Yılmaz’a benzetildi. Küçük yaşından itibaren cüppe giydiği için Cüppeli olarak anılan Ahmet Hoca’nın kimi İslami uygulamalarda yumuşak tavrı Furkan tarafından Zekeriya Beyaz ile özdeşleştirilmesine neden oldu. Katıldığı bir programda Hazreti Muhammed hakkında söylenen “korkak” ifadesini onayladığı dahi yazıldı. Cüppeli’nin çalışma odasına Atatürk fotoğrafı ve Türk Bayrağı astığı birileri tarafından basına sızdırıldı. Dergi, Cüppeli’nin cemaatin yardım paralarını kişisel amaçlarla kullandığını da öne sürdü. Kısacası Cüppeli Ahmet Hoca, İsmailağa içerisinden sistematik bir kampanya ile karalandı. Cemaat içerisinde Saadettin Ustaosmanoğlu’nun başını çektiği bu kampanya, Gülen Cemaati’nin yayın organları tarafından da desteklendi. Saadettin Ustaosmanoğlu Ergenekon Davası’nda cemaatin bir bölümünün de desteğini alan isimler yargılanmasına rağmen sık sık operasyonu destekleyen açıklamalarda bulundu. Hatta Cüppeli’nin Ergenekon ile ilişkili olduğunu iddia etti.

Amaç ne
Niyet Mahmut Hoca’nın ardından cemaatin liderliğinin en büyük adayı Cüppeli’yi cemaat içerisinde gözden düşürmekti. Mahmut Hoca’nın bu çatışmaları görerek sessiz kalmasına rağmen cemaat içerisinde yaşlı kesimin öncülük ettiği “Ğureba” Dergisi’nin Cüppeli’yi eleştirmesi kimi yerlerde bu amaçlara ulaşıldığının göstergesiydi.
İşte cemaat içerisindeki kavga bu şekilde yaşandı. Hedef İsmailağa’nın hükümet ve Gülen Cemaati tarafından fethedilmesiydi. Bülent Arınç’ın Baykal ile Cüppeli görüşmesini basına açıklaması aynı stratejinin parçasıydı. Gülen Cemaati’ne yakın Arınç, Baykal’ı seçmenine değil, Cüppeli’yi İsmailağa’ya şikayet ediyordu. Cüppeli’nin tasfiyesi için cemaate yol gösteriyordu. AKP’yi ve cemaati rahatsız eden noktalardan birini de geçtiğimiz günlerde Saadet Partisi lideri Numan Kurtulmuş açıkladı. Kurtulmuş, Cüppeli’nin Saadet Partisi’ni desteklediğini bu nedenle AKP tarafından tepki ile karşılandığını Yeniçağ’dan Sebahattin Önkibar’a anlattı.

Cemaatin fethi
İşte tüm bu gelişmeler ışığında şunları söyleyebiliriz…
Adı emniyet teşkilatında, yargıda, üniversitelerde, meslek odalarında, sermaye gruplarında, basında kadrolaşma ve ele geçirme ile anılan bir cemaat, bugün bir tarikatı da fethetmeye çalışıyor. Elbette bunu hükümetin ya da Zaman ya da Taraf gibi kafalarda soru işareti yaratan yayın organlarının ya da İsmailağa içerisinde ittifak kurduğu kimi isimlerin eliyle gerçekleştiriyor. Cemaat hızla Said-i Nursi’ye dayanan dini köklerinin yerine siyasal kimliğini ve bunun için oluşturduğu kurumlarını yerleştiriyor. Bu değişim İsmailağa gibi bir kurumu dahi cemaat tarafından fetih merkezi haline getiriyor.
İsmailağa’da “dinlerarası diyalog” “ılımlı İslam” gibi anlayışlara karşı çıkan iki önemli ismin (Bayram Ali Öztürk ve Hızır Ali Muratoğlu) öldürülmesi ise bu çatışma sırasında gerçekleşen ilginç tesadüfler olarak göze çarpıyor.

İslam ve tarikatlar tarihi konusunda bilgisi olanlar Nur kökenli bir tarikatın Nakşi bir cemaati yönetemeyeceğini söyleyebilir.
Ancak şu soruyu sormayı unutmamak şartıyla:
“Artık Gülen Cemaati içerisinde otantik bir figür haline gelen Said-i Nursi’nin adını hatırlayan kaldı mı?”

Barış Terkoğlu
Odatv.com

09 Şubat 2010
PKK da AKP ve FG Cemaatini Fİşliyormuş

PKK'nın şehir yapılanması KCK, uzun bir süredir Güneydoğu'da kendisinden olmayanı "AKP'li" ve Gülenci olarak fişliyormuş.

Önce fişleme sonra molotof

Fişlenen yerler daha sonra molotofkokteylli saldırıya maruz kalıyor. Cematle ya da AK Parti'ye yakın duran esnaf isimleri de açık açık teşhir ediliyor. Dersaneler, sendikakalar sivil toplum kuruluşları, marketler binlerce ev örgütün yayın organı tarafından hain ilan ediliyormuş.

Taraf yazarı Kurtuluş Tayiz, fişleme olayını bugünkü köşesinde yazd:.

(...) KCK'nın, bir süredir Doğu ve Güneydoğu'da kendisinden olmayanları "Gülen Cemaati üyesi" ve "AKP'li" olarak fişlediği anlaşılıyor.

Örgütün yayın organı Fırat Haber Ajansı'nda son üç aydır teşhir edilen listelerde binlerce ev, alışveriş merkezi, dershane, okul, yurt, sivil toplum örgütü, sendika, dernek, gazete ve dergi aboneleri isim ve açık adresleriyle birlikte yayımlanarak hedef gösteriliyor.

5 şubat tarihli "Gülen cemaati Ağrı'da ne yapmak istiyor" başlıklı haberde Gülen Cemaati'nin Doğubeyazıt'ta 50 evinin olduğu, Zaman gazetesine üye 300 abonesinin bulunduğu, Doğubeyazıt Lisesi, Anadolu Lisesi ve Kurtuluş İlköğretim Okulu'nda çok sayıda cemaate yakın öğretmenin bulunduğu, ilçede iki market ve bir taşıma şirketi açıldığı (açık adları verilerek) yer alıyor.

Haberde cemaatin Ağrı'daki faaliyetlerini C. K'nın [kısaltma bana ait -KT] finanse ettiği iddia ediliyor. 18 kasım tarihli "Gülen cemaati Hakkâri'de harekete geçti" başlıklı haberde neredeyse ildeki bütün özel eğitim kurumlarının Gülen Cemaati'nin emrinde, Kürtlere karşı kullanıldığı iddia ediliyor.

Bunlardan bazıları şöyle sıralanmış: "Hatice Avcı Koleji, Fem Dershanesi, Sümbül Etüt Merkezi, Ana Fem Dershanesi, Eğitimciler Dershanesi, Eğitimciler Derneği, Memur-Sen, Özgür Yaşam Derneği ve Anadolu Gençlik Derneği..." (..) dördü kadın dokuz öğretmenin tek tek çalıştıkları okulları ve adları sıralanarak, "cemaat yöneticileri" olarak hedef gösterilmeleri.

13 aralık tarihli bir başka fişleme haberinde de Van'da cemaate ait 1600 evin bulunduğu belirtiliyor. Bu evlerin "Kürt çocuklarını Türkleştirmek" için kurulduğu iddia ediliyor. Cemaatin sendikalarda 1500 üyesi olduğunun altı çizilerek onlarca dershane, sağlık kuruluşu ve dernek 'Kürt karşıtı' faaliyet içinde oldukları ileri sürülerek açık adresleriyle birlikte sıralanıyor. Bitlis ve Tatvan'da da cemaate ait 100 ev ve çok sayıda eğitim kurumunun bulunduğu, bazı esnafların ise cemaat adına ticaret yaptıkları, açık adlarıyla birlikte teşhir ediliyor.

Bu fişlemelerin nasıl sonuç verdiği ise 5 aralık tarihli başka bir haberden anlaşılıyor: "Bir grup genç Diyarbakır'da Sur Dershanesi'ne molotofkokteyli attı. Aynı grup Ziraat Bankası'na da molotofkokteyli atarak AKP'lilere ait iki aracı ateşe verdi." 11 kasımdaki bir başka haberde de Samanyolu Televizyonu'nun Hakkâri'de çekimleri süren bir programına gençlerin tepki göstererek nasıl izin vermediği anlatılıyor.
haber101

ZAMAN İŞTE BUNUN İÇİN BÜYÜK GAZETE!

10.02.2010
Siyasi gündem çok yoğun. Kısaca satırbaşlarına bir göz atalım:

Tekel işçileri direnişi devam ediyor.
Danıştay meslek liselerine uygulanan katsayıyı iptal etti.
Mecliste yine yumruklar konuştu.
Yeni anayasa tartışması devam ediyor

Zaman gazetesi yazarı Ahmed Şahin gündemin bu kadar sıcak olduğu bu günlerde büyük bir gazetecilik başarısı gösterdi.
Hiç kimsenin aklına gelmeyen, gündemde tartışmalar yaratacak “Halı saha ücretini yenilen taraf ödese kumar sayılır mı?” başlıklı bir yazı kaleme aldı.
Odatv olarak siz okurlarımızı mahrum etmemek adına çok tartışılacak bu yazıdan bölümler sunuyoruz:
“Halı saha ücretini yenilen taraf ödese kumar sayılır mı?”
“Soru: Bazen arkadaşlarla halı sahaya giderek top oynuyor, bu sırada güzel sohbetler ediyor, faydalı konuları konuşma fırsatı da bulabiliyoruz.
Çıkarken ise halı sahanın ücretini kimi zaman ortaklaşa ödüyoruz, kimi zaman da yenilen taraf ödüyor. Bazı dostlarımız ise buna itiraz ediyor, 'Kahvede oynanan oyun sonunda da yenilen taraf çay, kahve parasını ödüyor, bu da aynı ona benziyor.' diyerek bizi şüpheye düşürüyorlar. Siz bu konuya nasıl bakıyorsunuz? Halı sahada hep birlikte oynadığımız futbolun sonunda saha kirasını yenilen tarafın ödemesi kumar sayılabilir mi? Halı sahadaki sporla, kahvedeki oyun bir tutulabilir mi?

Futbol şans oyunları arasına girer mi? Yani kumar sayılır mı?
Cevap: Futbol şans oyunu değildir. Kumar oyunları arasına girmez. Ancak futbol oynanırken birileri ortaya para koyar ve "filân yenerse ona oynayanların, falan yenerse buna oynayanların olsun" diyerek dışarıda böyle bir oyun düzeni kurarlarsa, futbol oynayanlar değil, onların üzerinden, dışarıda para kazanmak isteyenler kumar oynamış olurlar.
Bu da oynanan futbolu kumar haline getirmez, dışarıdan bazı kimseler kendi aralarında kumar oynamış olurlar. Vebal kumar oynayanların kendilerine ait olur.”
Odatv.com

“EVET, BEN FETHULLAHÇIYIM”
18.02.2010



Avrupa Kürtleri arasında KDP’ye yakın çalışma yürüten Nasname isimli bir site bulunuyor. Nasname sitesinin hedef aldığı iki organ var. Bir tanesi Türk ordusu. Site ordu ve mensupları aleyhinde her gün onlarca hakarette bulunuyor. (..) Diğer hedefi ise var olan Kürt Hareketi. Nasname bugünkü Kürt Hareketi’ni Ergenekon ile ilişkili olmakla itham ediyor. Şaşırtıcı ancak birçok eleştirisi Zaman Gazetesi ile örtüşüyor. Hatta site pek çok defa cemaat yayın organlarında çıkan haberleri kullanıyor.

Peki, Kürt orjinli olan bu yayın, mevcut Kürt Hareketi’ni neden eleştiriyor.
Bunun cevabı sitenin genel yayın politikasında bulunuyor. Site genel olarak cemaatin Kürtler arasındaki faaliyetlerini destekliyor. Bu konuda en açık olan ve cemaat ile ilişkisini reddetmeyen kişi ise Cevdet Akbay.

Cemaat ilişkisi
Akbay’ın kendi kişisel web sitesinde Bediüzzaman bölümü bulunuyor. Cevdet Akbay sık sık Gülen Cemaati’ne destek veren ve Kürtler arasında örgütlenmesini savunan yazılar yazıyor. Ergenekon Operasyonu’na destek veren Akbay, uçuk tezleri ile gündeme geliyor. Üstelik bu tezler kısa bir süre sonra cemaatin yayın organlarında müstear isimlerle yer buluyor.
Akbay’ın biyografisi ise ilginç…
Küçük yaşlarından itibaren cemaat ile birlikte olan Akbay 1990’da Malatya İnönü Üniversitesi Kimya Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Akbay’ın tayini mezun olduğu gibi Malatya İmam Hatip Lisesi’ne çıktı. Burada cemaat örgütlenmesi için çalışmalar yapan Akbay 1993 yılında dönüşünde Celal Bayar Üniversitesi’nde görev almak üzere ABD’ye gitti. Ancak bir sorun vardı. Akbay, İngilizce bilmiyordu. Bu nedenle önce devlet bursuyla ABD’nin Texas Eyaleti’nde dil kursu aldı. Cemaatin faaliyetlerinin yoğun olduğu Teksas’da 7 ay kalan Akbay, daha sonra Louisiana State Üniversitesi’nde eğitimine başladı. Ancak Akbay’ın irticai faaliyetleri bu dönemde artmıştı. Okul başarısı yetersiz olan ve okulunu zamanında bitiremeyen Akbay’ın 1996 yılında bursu kesildi. Tazminat ödemek ya da atandığı üniversitede zorunlu hizmetini tamamlamak zorunda olan Akbay, kısa süre Celal Bayar Üniversitesi’nde kaldıktan sonra ABD’ye geri döndü.

Alper Görmüş ile ilişkili
ABD’de doktorasını yapan Akbay, Georgia Üniversitesi’nde iki yıl görev yaptı. Burada da cemaatçi çalışmaları ile bilinen Akbay, North Carolina Eyaleti’nin Fayetteville şehrindeki Fayetteville Eyalet Üniversitesi’de yardımcı doçent olarak görev yapıyor. Akbay, Türkiye’den giden cemaate yakın öğrencilerin burada kalmaları için aracı oluyor.
Akbay’ın Taraf yazar Alper Görmüş ile ilişkisi Alper Görmüş tarafından dile getirilmişti. Görmüş, HSYK üyesi Ali Suat Ertosun’u Özdemir Sabancı Suikasti’nin tetikçisi Mustafa Duyar’ın öldürülmesine aracı olmakla itham etmiş, buna ise Akbay’ı kaynak göstermişti.
Nasname sitesinde pek çok okuyucunun cemaat ilişkilerini dile getirdiği Akbay cemaat ile ilişkisini reddetmedi.
Akbay 20 Ağustos 2008 tarihinde şunları yazıyordu: “Hangi Kürt bu cemaatten zarar görmüş, ne gibi bir zarar görmüş, çok merak ediyorum. Fethullah Hoca mı Doğu Perinçek mi Kürtler’e daha yakın? Fethullah Hoca mı darbeci askerler mi Kürtler’e daha dost? Fethullah Hoca mı Abdullah Ocalan mı Kürter’e çok zarar vermiş? Bana göre Öcalan'in Kürtler’e verdigi zararı bin tane Fethullah Hoca bir araya gelse veremez. O halde nedir bu Fethullah Hoca takıntısı, düşmanlığı anlamış değilim.”

Evet ben Fethullahçıyım
Akbay yazısının devamında şunları söylüyordu: “Yani bu açıdan bakıp olayları geniş çerçevede değerlendirirsek, cemaatle herhangi bir organik bağım olmadığı halde, evet Fethullahçı'yım”

Yazılarında Gülen Hareketi’nin Kürtler arasındaki faaliyetini desteklediğini söyleyen Akbay, sık sık orduya dönük hakaretlerde bulunuyor. Bu sıralar Kürtler arasında Akbay için cemaatin Kürtler arasındaki kolu iddiası gündeme getiriliyor.

Odatv.com

19 Şubat 2010 19:19
Hürriyet Ve Zaman'dan Ortak Manşet
Hürriyet Gazetesi, Zaman Gazetesi ile ortak manşet attı, Oktay Ekşi ile Ertuğrul Özkök taban tabana zıt yazılar yazdı

Hürriyet Gazetesi’nde Ertuğrul Özkök’ün yerine geçen Enis Berberoğlu farkını göstermeye başladı, gazetenin olaylara bakışında değişim gözleniyor. Örneğin bugün Hürriyet, Zaman Gazetesi ile aynı yaklaşımı göstererek Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün açıklamasını manşetine taşıdı. İki gazetenin ortak manşeti, yargı reformu çağrısı yapıyor. Bilindiği gibi yargı reformu ile anayasada yapılacak değişikliklere yüksek yargı, ana muhalefet ve muhalefet partisi şiddetle karşı koyuyor ve bunun yandaş yargı yaratma çabalarının bir parçası olduğunu ileri sürüyor. Hürriyet’in manşeti bu tartışmalarından ışığında bakıldığında anlamlı hale geliyor.
aktifhaber

ANKARA'DA BU AFİŞ KONUŞULUYOR
16.02.2010

Haberimizin konusu; Ankara’da yayınlanan bir reklam panosu.

Bu reklam panosundaki afiş, geçtiğimiz Cuma günü Ankara’da havaalanı yolu üzerinde aralıklarla yayınlandı.

Ancak bir gün içinde apar topar kaldırıldı.

Peki, neydi bu afişin içeriği?

Dev afişte iki adet fotoğraf bulunuyordu. Fotoğraflardan biri Fethullah Gülen’e, bir diğeri ise Eski YÖK Başkanı ve Bilkent Üniversitesi’nin sahibi Prof. Dr. İhsan Doğramacı’ya aitti.

Evet, yanlış okumadınız. Fethullah Gülen ile İhsan Doğramacı reklam panolarında yer alan dev bir afişte bir araya getirilmişti.

Afişin üzerinde ise çok ilginç bir yazı vardı:

“Bizi Bizden Kimse Koparamaz”

Bu sloganın altında ise Bilkent Düşünce Kuruluşu imzası bulunuyordu.

Odatv.com olarak konuyla ilgili Bilkent Üniversitesi Medya ve Halkla İlişkiler Müdürü Pınar Beşik’e ulaştık.

Pınar Beşik, “Bilkent Düşünce Kuruluşu” diye bir kurumun kendi bünyelerinde yer almadığını, söyledi.

Üniversite yönetiminin de polise şikayette bulunduğunu, söyleyen Beşik; ilanı tüm Ankara’da kaldırttıklarını aktardı.

Şimdi akıllara şu sorular takılıyor;

Bu dev afişi kim, neden hazırlamıştı? Bilkent Düşünce Kuruluşu adı sahte bir isim miydi? Ankara’nın en yoğun yerlerine bu ilanı koymak için harcanan para nereden geliyordu?

Odatv.com olarak 10 Ekim 2007 tarihinde “BİLKENT ÜNİVERSİTESİ FETHULLAH GÜLEN CEMAATİNE Mİ SATILIYOR?” başlıklı ses getiren bir haber yayınlamıştık. Haberimizde, cemaatin Bilkent Üniversitesi’ne talip olduğunu gündeme getirmiştik.

Bu bilgiler ışığında düşünüldüğünde, soruların cevapları çok daha önem arz ediyor.

İşte çok tartışma yaratacak o afiş…

NOT: Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne ait bu reklam panolarının trafiği Ströer firması tarafından yönetiliyor. Bu konuyla ilgili firmaya ulaştık, ancak henüz geri dönüş alamadık.

Odatv.com

Fethullah Gülen`i neden samimi bulmuyoruz?

21 Şubat 2010, 01:00 Anadolu Haber

Milli Görüş hareketine yakınlığı ile bilinen Haber5.com`dan Fethullah Gülen Hoca`ya ve cemaate eleştiri. İşte Haber5 yazarı Mustafa Uzun`un "Fethullah Gülen`i neden samimi bulmuyoruz" başlıklı tartışma yaratacak yazısı:

ve işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tulûu saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekâsına alâmet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, hızır gibi imdadımıza yetişen mehmetçiğe, istihâlelerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz”

Hocaefendi’yi seversiniz veya sevmezsiniz, bu sizin bileceğiniz bir iş. Yeryüzünün belli coğrafyalarına giden ve kimileri de oradan hakka uğurlanan talebelerinin samimiyeti karşısında da hayranlığınızı belirtir veya belirtmesiniz. Bu da sizin bileceğiniz bir iş.

Lakin son yıllarda ilk defa siyaseti de, tarafgirliği de bu kadar aleni yapmaları karşısında gözümüze çarpanları ifade etmemiz de çok doğal bir süreç. Üstelik samimiyet noktasında çok ciddi soru işaretlerimiz varken, zihnimize takılanları ifade etmemizi cemaat “hoşgörü” ile karşılamalı diye düşünüyorum.

Bilirsiniz, bugünlerde STV, Samanyoluhaber filan günün her saatinde “darbecilere” ve “darbelere” çakıyor. Destansı bir ses tonu ile STV Ana Haber’in spikerleri “darbecilerin” üstüne üstüne gidiyor. ZAMAN grubuna yakın internet sitelerinin ilk 10 haberinden büyük çoğunluğu “darbecilere” yönelik oluyor. Ne gizli çamaşırlar, ne kirli çamaşırlar…

Lakin daha önce bütün darbecilerle “kanka” olan bu cemaatin bu defa her fırsatta Ergenekonculara tekme tokat dalıyor olmasını “garip” karşılamamız normal değil mi?

Gerek 12 Eylül darbesinde ve gerekse 28 Şubat darbesinde “Gülen cemaati” yolların kenarında birikip geçen tankları alkışlarken o tanklar ülkenin diğer Müslümanlarını ezip geçiyordu.

Hapishaneler Müslümanlarla dolup boşalırken “ev” ve “dershane”lerin öğrencilerle dolup boşalması uğruna “cemaat” diğer bütün Müslümanlardan kendilerinin “farklı” olduğunu anlatmak istiyordu darbecilere…

Hem de alenen…

Hem de tarihe not düşerek “darbecileri” alkışlıyordu o günlerde Gülen Cemaati…

Ve elbette Hocaefendi bu işin sözcülüğünü yapıyordu yazdığı yazılar ve verdiği vaazlarla.

28 Şubat sürecini birçoğumuz hatırlıyoruz sanırım. Ben o dönemde ortaokul öğrencisiydim. Birçok şeyin farkında değildik lakin şimdi geriye dönük yaptığımız okumalar durumun vahametini net olarak ortaya koyuyor.

Uğur Dündar’ın programına çıktı diye Erbakan’a söylemediğini bırakmayan cemaat, Hocaefendinin 28 Şubat darbe sürecinde Uğur Dündar’ın programlarına çıkıp “başörtüsü, Refah Partisi” gibi konularda darbecileri alkışlayan sözler söylemesini “anlayışla” karşılıyorlardı. Dündar’ın programına katılan Hocaefendi bir defasında “Seçimlerden önce Refah Partisi’ne kapatma davası açılmalı ki oyu düşsün” mealinde sözler söylemişti de, ne kızmıştık.

Ama sanırım hiçbiri, gözleri yaşlı ve onurlu bir şekilde “tesettür direnişi” veren Müslümanları yakıp, yıkıp darbecilerin arzularına göre fetvalar verilmesi kadar Müslümanları yaralamamıştır. Üniversite önlerinde direnişe devam eden Müslüman kızları yüz üstü bırakan ve hatta “abi” ve “ablaların”Müslüman öğrencilerin üstlerinden aşarak “derslere” katılmalarını isteyen Hocaefendi, bugün her fırsatta “saldırdıkları” TV ve Gazetelere demeç üstüne demeç veriyordu o darbe günlerinde.

Bakın, Fethullah Gülen Hocaefendi`nin "Başınızı açabilirsiniz" dediği bir konuşmasından alıntı yapayım ve mevzu netleşsin.

“Okullarımızdaki başörtüsü sorunu, çok hassas hale geldi. Ancak şu kadar söyleyeyim, okumayı istemek ile okumamak arasında kalan bir insan ne yapmalı? Ülke ve millet adına okumak mı yararlıdır, okumamak mı? Dinin füruata ait bir meselesinde bu denli hassas olmak mı, yoksa tercihini başka istikamette kullanmak mı gerekli? Kişi kanaatı vicdaniyesi ile bu mevzuda hükmünü verip öyle davranmalıdır. Bana göre okumayı tercih etmelidirler. Genç kızlarımızın zorlanmaları halinde tercihlerini eğitim gören hedefinden yana yapmalarını arzu ederim.”

Bu sözler Hocaefendi`nin sözleri.

Akşam gazetesinde, Orhan Yurtsever`in Fethullah Gülen`le Yaptığı Röportaj`dan alınmıştır. Tarih, 13 Mart 1998`dir.

İnanmayan dostlar arşivlerden bu gazeteye ulaşabilirler veya daha emin bir kaynak olan Hocaefendi`nin resmi sitesine bir göz atabilirler. Yani şu adrese; http://tr.fgulen.com/content/ view/2257/5/

Haydi, 28 Şubat sürecini iyi biliyoruz. O süreçte Müslümanları ters köşeye yatıran “cemaat” şimdi fırsatını yakaladı ve indiriyor yumruklarını darbecilerin yüzüne. Böyle mi?

Hayır, sanmıyorum. Ne güven veriyor, ne de samimi bir hava var bu “hava”da.

Hocaefendi 12 Eylül darbesinde de darbecileri selama durmuştu. Matbuat dünyasında sanırım “darbeci paşalara” Hocaefendi’den daha “yağlı” cümleler kuran olmamıştır. Mesela darbeden hemen sonra çıkan ilk “Sızıntı” da yer alan “Son karakol” yazısı “muhteşem” bir örnektir.

“Hızır gibi yetişen Mehmetçiğe” inanılmaz methiyeleri düzen Hocaefendinin şimdi ABD’de oturup “derin istihbarat” destekleri ile Türkiye’deki“darbecilere” yönelik mücadele etmesini takdirle karşılıyoruz ancak samimi bulmuyoruz. Bulmak zorunda olduğumuzu da kimse iddia edemez. Biraz“hoşgörü” lütfen.

Arzu edenler için Hocaefendinin “Son Karakol” başlığı ile “darbecilere” düzdüğü o muhteşem satırları altta veriyorum. Kaynak, darbenin hemen sonrasında çıkan ilk dergi olan Sızıntı ve Hocaefendinin kendi resmi sitesidir. Sızıntı Ekim sayısı 1980, Cilt 2, Sayı 21 ve http://tr.fgulen.com/content/ view/10747/3/

“SON KARAKOL”

Karakol, sükûnetin, huzurun ve emniyetin remzidir. Ondaki düzen, huzur ve orada gözlerin uyanık oluşu, umumî emniyet ve muvâzenenin en büyük teminâtıdır. Ondaki kargaşa ve bunalımlar ise, arkasındaki topluluklar için en büyük felâkettir.

Anadolu, yıllar yılı kendine bağlı dünyalara karakolluk vazifesini gördü. Geçmiş asırlarda dünya emniyet ve muvâzenesinde, en şerefli vazifenin ona ait olduğunda hiç şüphe yoktur.

Sonra, sırasıyla, onun livâları, sancakları birer birer kopup gitti. Fakat o, bütün rasânetiyle mevcudiyetini muhafaza etti ve yerinde kalabildi. Değişen bayraklar, yırtılan sancaklar yanında, asâlet ve özünü koruma sadece ona müyesser oldu.

Evet, bütün bir geçmişiyle, ellibin defa, temiz bünyesine mikroplar saçıldı. Ve gülendam kâmeti yüzlerce defa ırgalandı; ama o, hiçbir zaman tamamiyle yerinden sökülemedi ve mağlup edilemedi.

Haçlı zihniyetinin hortlatılmasından, cizvit papazlarının zehirleyici ve öldürücü gayretlerine kadar, bu karakolu yıkma ve karakol erkânını uyutma adına ne kadar oyun varsa hepsi denendi; ama, hasımlarımız hesabına beklenen netice kat`iyyen elde edilemedi. Düşman cefâdan usanmıyor; karakol da `bu can bu uğurda` deyip dayanıyordu...

Bu mücadeleler karşısında onun sarsılmadığını iddia edemeyiz. Bu ulu ağaç birkaç defa hazan gördü ve kurtlanan koca gövdesi birkaç defa kabuğunu yeniledi; fakat, hiçbir zaman devrilmedi. Semâsının kararıp, bağrına üst üste hançerlerin saplandığı günlerde dahi, millî ruh kadranında, kendine ait zaman anlayışı ve onu gösteren rakamlar daima duru ve seçkin olarak okunabildi...

Bu efsânevî ruh, asırlarca, bünyesini tahrip etmek isteyen binbir paradoks karşısında, yerinden oynamamış ve hep Malazgirt`teki, Kosova`daki ve Çanakkale`deki aşılmazlığıyla kendini korumuştu. Onun bu heybetli görünümü -az dahi olsa- ruhuna cemre düştüğü ve köküne yabancı bir kurdun, bir `dabbetü`l-arz`ın musallat olduğu kadar da devam etmişti. O günden sonra ise, artık o, içten içe yanan ve kömürleşen bir ulu çınar haliyle, kendini yenileyemiyor ve dirilemiyordu. Yaşlanmıştı. Vefasız dostları, amansız hasımları vardı.

`Dost bî-pervâ, felek bî-rahm, devran bî-sükûn;

Dert çok, hemdert yok, düşman kavi, tali` zebûn` (Fuzulî)

Tam bu binbir kâbusun kol gezdiği dönemde idi ki; ortalığı bütün şiddetiyle beşinci kol faaliyetleri kapladı. Erotik düşünceye masumiyet hil`ati giydirildi. Şehvet, en merğub bir meta haline getirildi ve gençlik âdeta bir hezeyan topluluğu oldu. Artık kendi ruh köküne bağlı olanlar `dogmatist` ve `formalist` diye damgalanıyor; millet ve vatanını sevmek ayıp sayılıyordu. Bir `Şirzime-i kalil` her Allah`ın günü, çalakalem, millî ruhu ibtizal edici yazılar yazıyor, milleti kendinden kaçar ve kendine yabancı hâle getiriyordu.

Bu olup bitenler karşısında, temiz Anadolu halkı, ya kendine has sabır ve tahammül içinde beklemede veya hüsn ü niyetin verdiği duru anlayışla, bütün bu acâiblikleri `bir suskunluk içinde` karşılamaktaydı.

Birer ruh sefâleti ve aşağılık duygusu timsali sayılan zavallı `entelijansiya` mızın durumu ise, bütün bütün yürekler acısıydı. Ona göre şahsiyet gamzeden öze ait her nağme ordubozanlık; müstağriblik hesabına söylenen her türkü, Türk`e yücelik kazandıran bir madalyaydı!

Bu türlü kendinden kaçışlar ve haricî asimilasyonlarla iç değişiklikler, endişe verici buudlara ulaşmıştı. Ve artık, millet teknesi, sağa-sola yalpa yapan bir vapur gibi, batması, her an mukadder görünüyordu. Dillerde binbir yabancı türkü, dudaklarda binbir öldürücü şarap.. kimi erotizimle sarhoş; kimi libido ile, kimi eksistansiyalizmden medet umuyor; kimi hezeyan felsefesine dilbeste, durmadan mihrap değiştiriyor ve ma`buddan ma`buda (!) koşuyordu. İşte tam bu esnada, yabancı bir kısım eller, `hipnoz` görmüş bu ruhları metrolara bindirip harıl harıl kendi dünyalarına taşımaya başladılar. Cinnet nöbetleri içinde bütün bir nesil, Hasan Sabbah`ın yalancı cennetlerine benzeyen bu cennetlere davet ediliyordu.!

Dün bir şaşkınlık içinde `Mehlika Sultan`a aşık` toy delikanlılar yerinde, bugün eli kan, üstü kan, bağrı kan ve ne yaptığını çok iyi bilen kanlıdeli bir nesil vardı. Artık dıştaki kargaşa ve hercümerce başka sebep aramaya gerek var mı? Tatmin edilememiş, doyurulamamış ve hatta terk edilmiş bir neslin, çeşitli kamplara ayrılması ve birbirini kıran kırana öldürmesi gayet normal değil mi...? Bugüne kadar onun iç inkırazını sezebildik mi? Onu soysuzlaştıran sebeplere inebildik mi? Halbuki, ona canavarlık öğreten tiranlar karşısında, siyanet meleği gibi onun yanında olmalı değil miydik? Heyhat..! Binbir vahşet senaryosunun sahnelendirilmesi karşısında, sessiz ve infialsiz kaldık...

Evet.. bütün bir millet olarak arenalardaki kavgayı seyreder gibi, bu kanlı boğuşmadan hiç mi hiç bir şey anlamadık.

Sahnenin bu rengârenk aldatıcılığı, ortalığı inleten valsin korkunç uyutuculuğu ve kostümün gözbağlayıcılığı karşısında, oynanan oyunun gerçek yüz ve vahşetini ilk sezen, son karakolun kahraman bekçileri oldu. Bu sezme, ümit dünyamızda yeniden kendimize gelmemizi ve kendi kendimizi idrak etmemizi te`min etti. Aslında buna bir sezme demek de uygun değildir. Bu, düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimâî bünyenin, haricî bir kısım erâciften temizlenme, arındırılma ve aslına ircâ zaferi. Bu zafer, kendinden ümit edilenleri getirdiği takdirde, Türk`ün zaferler hanesinde en muallâ yeri işgal edecektir. Böyle bir ilk tefahhüs ve sezişe, başka bir yazımızda selam durulmuş ve gaziler ocağının yiğit eri mehmetçiğe teşekkürler sunulmuştu.

Ne var ki, yıllardan beri, binbir saldırı ile rahnedar olmuş bir bünye, böyle hemen bir mualece ile iyi edilemeyeceği de muhakkaktı. Daha köklü ve daha gönülden bir hareket gerekliydi ki, millî bünyeyi kemiren yıllanmış seretanlar bertaraf edilebilsin...

Ve işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tulûu saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekâsına alâmet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihâlelerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.

Sızıntı, Ekim 1980, Cilt 2, Sayı 21

http://tr.fgulen.com/content/ view/10747/3/

İŞTE OLAYLARIN ALTINDAKİ GERÇEK HESAPLAŞMA
Barış Terkoğlu
21.02.2010 19:19

Türkiye geçen hafta yargıda yaşanan depremle sarsıldı. Bir süredir cemaat soruşturmasını yürüten Erzincan Cumhuriyet Savcısı İlhan Cihaner’in yürüttüğü soruşturma önce Erzurum Savcılığı tarafından elinden alındı, sonra İlhan Cihaner, Ergenekon Davası’na dahil edilerek tutuklandı. Bu gelişmeleri herkes biliyor. Ancak basının atladığı bir ayrıntı var.

Mesele İsmailağa mı?

İlhan Cihaner’in tutuklanmasına neden olan dosya basında sıkça İsmailağa olarak yazıldı. Cihaner’in İsmailağa soruşturmasını sürdürdüğü için tutuklandığı iddia edildi. Oysa Cihaner bu soruşturmayı yaklaşık 3 yıldır yürütüyordu. Her ne kadar soruşturma gizlilik içinde yürütülse de telefonların dinlendiği, jandarmanın baskınlar düzenlediği bir soruşturma Türkiye’nin mevcut yapılanması içerisinde ne kadar gizli tutulabilir?
İşte bu noktada şu soruyu sormamız gerekiyor. “Acaba İlhan Cihaner İsmailağa Soruşturması nedeniyle değil başka bir soruşturma nedeniyle mi tutuklandı? İsmailağa Cihaner’in dokunduğu bir başka noktayı perdelemek için mi kullanılıyor?”

İsterseniz burada bunun cevabını arayalım…

Gülen cemaatini soruşturuyordu

İlhan Cihaner, 2007 yılında başladığı soruşturmanın dışında geçen yıl Fethullah Gülen Cemaatine ilişkin bir soruşturmayı da başlatmıştı. Cihaner’in Gülen cemaatine yönelik soruşturma yürüttüğü bilgisi 4 Aralık 2009 tarihinde Hürriyet Gazetesi’nde Ali Dağlar tarafından haberleştirilmişti. Nitekim Odatv’de de aynı gün konu üzerine ayrıntılı bir analiz yazısı yayınlanmıştı. (http://www.odatv.com/n.php?n=cemaate-dokununca-basina-gelmeyen-kalmadi-0412091200)
Kısacası soru şu: “İlhan Cihaner, Gülen cemaatini soruşturduğu için mi tutuklandı?”.
Bu soruyu sormamızın ilk nedeni Cihaner’in Gülen Cemaati’ne dokunmasıyla beraber önce soruşturmaya el konulması, ardından imar ihtilafı da dahil olmak üzere 26 yıl hapisle yargılanması, daha sonra Ergenekon üyesi olmakla itham edilerek tutuklanması.
İsterseniz bu tezi destekleyen bazı gelişmeleri ele alalım.

İrticayla Mücadele Eylem Planı

Bunlardan ilki elbette aylarca fırtınalar koparan İrticayla Mücadele Eylem Planı belgesi. İlhan Cihaner soruşturmayı bu belgeden feyz alarak başlatmakla suçlanıyor. İrticayla Mücadele Eylem Planı belgesi doğru ise belgenin hedef aldığı tek bir cemaat var: Fethullah Gülen Cemaati. Cihaner’in soruşturmasını bu belge ile ilişkilendirenler doğal olarak Cihaner’in Gülen cemaatini hedef almış olmasının kendilerini harekete geçirdiğini kabul ediyor.

Bunun ötesinde yetkisi elinden alınan Erzurum Cumhuriyet Başsavcısı Osman Şanal’ın da Cihaner’e sorduğu sorularda bu izi takip etmek mümkün. Şanal, Cihaner’e adı İrticayla Mücadele Eylem Planı ile gündeme gelen Albay Dursun Çiçek’i tanıyıp tanımadığını soruyor. Şanal’ın sorusunu dayandırdığı gizli tanık ifadesine göre Albay Dursun Çiçek 2009 yılında İlhan Cihaner’i ziyaret etti. Şanal’ın sorgudaki iddiası Cihaner’in cemaat soruşturması talimatını Dursun Çiçek’ten almış olması. Albay Dursun Çiçek’in emri ile Cihaner’in soruşturmayı başlattığını söylemek, Cihaner’in tutuklanmasının nedenini Gülen Cemaati’ne soruşturma açılması olarak anlaşılmasına neden oluyor.

Dikkat çeken kronoloji

İrticayla Mücadele Eylem Planı’nın Taraf’ta yayınlanmasına giden sürece baktığımızda dikkat çeken bir sıralama ile karşılaşıyoruz.
9 Şubat 2009 tarihinde İlhan Cihaner, İsmailağa dışında kalan cemaatlerin dosyasını resmen açtı. Bu tarihten itibaren adım adım Gülen cemaati soruşturma kapsamına girdi.
14 Nisan 2009'da İlker Başbuğ Hava Harp Akademileri'nde verdiği brifingte örtülü bir dille Fethullah Gülen cemaatini hedef aldı. Konuşma cemaatin yayın organlarında tepkiyle karşılandı.
Başbuğ’un konuşmasına denk düşen bir tarih daha vardı.
Fethullah Gülen, 8 Nisan 2009'da, www.herkul.org sitesinde: “Allah korusun... Bizden görünen kişilerin ellerine de kaleşnikofları verirler. İki yerde eylem yaptırıp, ‘Demek ki, fırsat bulunca bunlar da silâha sarılabilir', derler. Çuvaldızı bile olmayan insanlara, terörist damgası vurmak isteyebilirler” diyordu.
Bu tarihlerde İlhan Cihaner, Fethullah Gülen soruşturması üzerinde çalışıyordu. Soruşturma derinleşerek cemaatin devlet içinde örgütlü olduğu artık herkesçe kabul gören gücünü hedef alacaktı.

Ancak önce 12 Haziran 2009 tarihinde Taraf Gazetesi gerçekliği halen tartışmalı olan bir plan yayınladı. İrticayla Mücadele Eylem Planı adı verilen belgenin içeriği “Gülen cemaatine komplo yaparak cemaati çökertmek” üzerine kuruluydu. Rapor, her ne kadar cemaatin tepkisiyle karşılansa da sonuçları itibariyle tek bir şeye yol açtı. İrticayla mücadele neredeyse suç haline getirildi. Devlet içinde irticai örgütlenmelere karşı atılan her adım Ergenekon şemsiyesinin içerisine sokuldu. Kısacası planın ortaya çıkışı Gülen Cemaati’nin ve devlet içerisindeki örgütlenmesinin meşruiyetini neredeyse tartışılmaz kıldı.
İşte bunun ardından cemaatin irticai örgütlenmesine karşı atılan her adım polis kovuşturmasıyla karşılandı. İlhan Cihaner’in yaptığı cemaat soruşturması bu belge kapsamında değerlendirilerek, Cihaner’in elinden önce dosya alındı sonra da tutuklandı.

İsmailağa perdesi

İsmailağa soruşturması bu aşamada perde görevi gördü. Cihaner’in İsmailağa soruşturmasını sürdürdüğü bilinen bir gerçekti. Ancak Gülen Cemaati hakkında yapılan soruşturmaya karşı harekete geçenler Gülen’in adını telaffuz etmediler. Bu sayede hem Gülen üzerinden yaşanan bir hesaplaşma gizlendi, hem de İsmailağa içerisinde yaşanan çatışmada bir kale ele geçirildi. İsmailağa içerisinde Cüppeli Ahmet Hoca’nın başını çektiği AKP’ye muhalif kesime karşı hükümete yakın Furkan Dergisi’nin yürüttüğü kampanyanın yelkenleri bu soruşturma sayesinde şişirildi. İsmailağa çevresi, hükümete ve cemaatin örgütlü gücüne korkutularak yaklaştırıldı.

Osman Şanal, soruşturma sürecinde militan bir hukukçu portresi çizdi. Yetkileri alınan Şanal, bunu bilmesine rağmen tebligat eline ulaşmadan dosyayı İstanbul’a gönderdi. Bu tür uygulamalar Şanal’ın motivasyonunu tartışılır kıldı. Bu motivasyonun kaynağı neydi?
O kaynak Şanal’ın genç bir hukukçuyken kaldığı evler olabilir mi?

Odatv.com

24 Şubat 2010
Spikerin "PES" Dedirten Yorumu
STV Haber kanalındaki 'Son Durum' programının sunucusu Asım Yıldırım, canlı yayında öyle bir yorum yaptı ki izleyenleri şaşkına çevirdi

İnanılmaz ama STV Haber spikeri grizu patlamasını paşaların gözaltına alınmasına bağladı...

İşte şaşkına çeviren o sözler

Sevgili seyirciler tabii nasıl bir bağlantı kurabilirsiniz. Biz sadece hatırlatma yapıyoruz. Geçen sene Aralık ayında Bursa'da bir maden kazası meydana gelmişti. 19 madencimiz can vermişti.


Spikerin pes dedirten yorumu

Peki bu olaydan hemen bir gün önce ne olmuştu bir hatırlayalım. İstanbul'a cumhuriyet savcılarına İbrahim Fırtına, Aytaç Yalman, Özden Örnek gelip ifade vermişlerdi. Geldiklerinin hemen ertesi günü, pazar akşamı ise Bursa Mustafa Kemal Paşa'da 19 madencinin öldüğü maden kazası vuku bulmuştu.

Dün gözaltılar oldu, Balyoz Darbe planıyla ilgili, bugünse ne yazık ki işte Balıkesir Dursunbey'den gelen böyle bir maden kazası haberi var. Nasıl bağdaştırırsınız ya da var mıdır bir bağlantı yoksa sadece ve sadece tevafuk diyebileceğimiz hadiseler midir bunlar, bunu da sizin izanınıza bırakıyoruz. Belki de varsa da bir bağlantı tabii komplo teorisi üretmek hiç hoş değil. Çünkü birisinde 19 kişi diğerinde 17 kişi can verdi
aktfhaber

İsmailağa ile Gülen cemaatleri köprüleri attı….
Ahmet Takan
24 Şubat 2010 Çarşamba 12:56

Erzincan’da yapılan ve 3’ncü Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk’e kadar uzanan operasyonun ardından İsmailağa ile Fethullah Gülen cemaati arasında köprüler atıldı.

Erzincan Savcısı İlhan Cihaner’in, Fettulah Gülen cemaati ile başlayan ve İsmailağa’ya da sıçrayan soruşturması TSK ve Yargı krizine de yol açmıştı.3’ncü Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk Paşa’ya kadar uzanan kriz Ergenekon savcılarının “yetkisizlik “kararıyla uykuya alınmış gibi gözükse de çok daha derin bir çarpışmanın su üstüne çıkmasına yol açtı.

Bugüne kadar TSK ile herhangi bir sürtüşmesi olmayan ve asker ile ilişkilerde son derece hassas olan İsmailağa cemaati geniş çaplı bir durum değerlendirmesi yaptı.Kendileri üzerinden çıkan son krizi “Fethullah Gülen “ operasyonu olarak değerlendiren İsmailağa cemaati, Gülen cemaatine karşı bundan sonra nasıl bir strateji izleneceğine karşı net kararlar aldı.

İsmailağa Cemaati lideri Mahmut Ustaosmanoğlu cemaate, “TSK ile ilgili sözlerinize bundan sonra daha dikkat edin. Dolduruşa gelip sakın TSK aleyhinde konuşmalar da bulunmayın.TSK bizim için geçmişte de ‘dinsiz ordu değil peygamber ocağıdır’ bundan sonra da hep öyle olacaktır.Bunu her fırsatta her yerde vurgulayın.Fethullah Gülen cemaatinden gelen sızma, tahrik ve provokasyonlara karşı çok dikkatli olun .TSK ile cemaatimizi karşı karşıya getirecek her türlü oyundan uzak durun” talimatlarını verdi.

Edindiğim bilgilere göre, cemaat içinde yapılan toplantılarda çok hassas bir konunun daha üzerinde duruldu. Cemaate gelen duyumlara göre, Erzincan soruşturmasının ardından İsmailağa cemaatine karşı yapılacak eylemler ve hatta “Ergenekoncu kimliğinde düzenlenmesi muhtemel suikast girişimleri” Daha önce cemaatin ileri gelenlerine düzenlenen suikastlarda dikkate alınarak cemaat büyüklerinin koruma önlemleri arttırıldı.

Bu kısa haberin ardından bazı soruları da gündeme getirmek lazım. Ama öncelikle buraya bir not düşmem gerekir. Bugüne kadar hiçbir cemaate biat etmedim ve bundan sonrada etmeyi hiç düşünmem.

Türkiye’de yaşayan biri olarak şunu çok net bilirim, İstanbul’un en hassas yerinde konuşlanan veya konuşlandırılan İsmailağa cemaatinin bugüne kadar devlet ve TSK aleyhine hiçbir teşebbüsü olmamıştır.TSK’nın ihtiyacı olduğu bazı konularda nasıl hizmete koştuklarının bazılarına ben gazeteci olarak yakın şahidim. Bazı cemaatlerde olduğu gibi hiçbir zaman ticari bir örgütlenme içinde olmamıştır. Tek faaliyetleri Allah Kelamını ve İslam’ı yaymaktır. Belki de tek suçları küçük yaşta çocuklara Kur’an öğretmektir!

Gelelim sorulara:

--İsmailağa Cemaati, 3’ncü ordu komutanı Saldıray Berk aleyhine nasıl ve neden ilişkilendirildi?

--İsmailağa cemaatinin en önemli isimlerinden olan Cüppeli Ahmet Hoca’nın kamuoyunda büyük sempati toplayan açıklamalarının ardından Gülen cemaatinde nasıl bir rahatsızlık ortaya çıktı?

--Cüppeli Hoca üstünden yapılan spekülasyonlarla İsmailağa cemaati içinde liderlik kavgası görüntüsü neden kızıştırılıyor?

--İsmailağa cemaatine neden silahlı örgüt imajı yüklenmeye çalışılıyor?

--İsmailağa cemaatinde bazı isimlerin Saadet Partisi ve MHP ile diyaloga geçmesi kimleri niye kızdırdı?

avazturk

Hocaefendi Nereye Gömülmek İster?
Necdet PEKMEZCİ
necdetpekmezci@avazturk.com
23 Şubat 2010

Fethullah Gülen kimilerine göre, mânâ adamı. Kimilerine göre, şeamet tellalı. Ya da mazlumlar coğrafyasında bir heyula…

Aslında mukadderat ile izah edilebilecek bir yaşamın sahibi Fethullah Gülen… Devran devran el üstünde tutuluyor, devran değişiyor bu kez bir başka diyara hicret ediyor.

Fethullah Gülen’in ABD’ye gidişi derin bir muamma. Ne kendisinin takipçileri bu konuda makul ve mantıklı bir açıklama yapıyor, ne de karşıtları.

Cemaatin milli duyarlıkları yüksek ya da gençlik kesimi, henüz “ABD hicretini” içine sindirebilmiş ve izahını yapabilmiş değil.

“Niye gâvur ülkesinde de, Müslüman bir ülkede değil?”, bu sorunun yanıtı henüz bulunamadı.
Hele Fethullah Gülen’in ABD’den, Mısır’a göçmesi konusunda yaşanan tartışmalar küllense de zaman zaman sohbetler de anımsanıyor.

Mısır yanlılarına sunulan gerekçeler inandırıcı bulunmuyor. Neyse, derin araştırmacıların üzerinde durmaları gereken konu bence merhum Bülent Ecevit’in, Fethullah Gülen’e niçin ABD’ye gitmesi yolunda telkinde bulunduğudur?

Ve Fethullah Gülen, TSK ile niçin karşı karşıya getirildi? Bakın Gülen’in iki açıklaması çok manidar. Birincisi şu; Sabah Gazetesi Yazarı Mahmut Övür ve belli cenahlar tarafından gayet iyi tanınan ve Yeniden Milli Mücadele kökenli, Bugün Gazetesi Yazarı Ahmet Taşgetiren’e verdiği “GATAgulli” açıklamasıyla, cemaat talebelerinin kaldıkları evlere bazılarının silah yerleştireceği iddialarına ilişkin değerlendirmeleri…

Gülen’i uhrevilikten uzaklaştıran, dünyevileştiren iki söz. İki “derin” açıklama…

Gülen’in alışıldık, bildik üslubunun dışında çözümlemeler…

Mademki komplo teorisi üretmeye meraklıyız, durduk yere yapılan bu açıklamaların telkini kimden ve nereden geldi?

Bir de şu soruya yanıt bulmak gerekiyor. Fethullah Gülen, gün gelip de vefat ederse, nereye gömülmek ister?

Mezarının Türkiye’de mi olmasını ister yoksa hudut dışında mı?

Bence Fethullah Gülen, ”milli” mi, “gayrı-milli” mi tartışmalarında yanıtı verilmesi gereken esas soru bu…

Siz ne dersiniz…
avaztürk

TSK, cemaatin şifrelerini kırdı
27 Şubat 2010 Cumartesi 17:01
Ahmet Takan

ODA TV’de ki bir haberi çok kıskandım (aynı zamanda "nasıl biz bunu atladık" diye de hayıflandım).

“Fethullah Gülen, Balyoz Planı’nı Rüyasında mı Gördü?” başlıklı haberde cemaatin memlekette yürüyüp giden operasyonları internet üzerinden nasıl şifrelediği anlatılıyordu. Rüya yorumlama maskesiyle en son yapılan balyoz operasyonun Gülen’e yakın iki sitede daha operasyon yapılmadan nasıl kodlandığını ayrıntıları ile okuduk.

Bunun üstüne Avazturk de Müyesser Yıldız’da Fethullah Gülen’in cemaate en son talimatı; “Meyhane veya başka haram şeylerin bulunduğu caddelerde dolaşmayın. Görüntü ve konuşmalar, fotoğraf veya kamerayla tespit edilip, farklı şekilde yorumlanabileceği için bir kadınla yalnız görüşmeyin. İnternet sitelerinde başıboş gezinmeyin” diye yazdı.

Gazeteci dediğin bir haber atlarsa bir tane de atlatır. İşin en keyifli yanlarından biri de budur. Olayın üstüne biraz daha gidince yakında kopacak çok büyük bir gümbürtünün ana hatlarına ulaştım.

"Kılıçla gelen kılıçla gider" derler ya! Fethullah Gülen ve cemaatinin tüm internet operasyonlarının şifreleri kırılmış ve operasyonu çözülmüş. Demek ki Hoca Efendi’nin fetvası da boşa değilmiş.

TSK uzun süredir yürüttüğü titiz bir çalışma ile “F” tipi cemaatin tüm internet örgütlenmesini çözmüş. Başta internete düşen ses kayıtlarının nasıl yapılıp, montajlandığı, nerelerden servis edildiği, hangi internet siteleri ne amaçla kullanıldığı, internet sitelerini yurtiçi ve yurtdışından örgütleyen tepe isimlerin kimler olduğu, bunların yurtdışı ve para trafikleri (banka kayıtlarına kadar) hepsi netleştirilmiş. Yalnızca kamuoyuna açıklanılacak gün bekleniyor.

Şimdi aldığımız bilgiler ışığında sorularımızı yöneltelim:

--ABD’de yaşayan C.A adlı bir şahsın N…. adlı bir siteden yıllardır yaptığı yayınlarda aynı Balyoz da olduğu gibi hangi operasyonların şifreleri verildi?

--Türkiye’de ikamet eden Y.K adlı şahıs F.Gülen’e yakın hangi siteleri organize ediyor?

--Söz konusu bu iki şahıs internete düşen ses kayıtlarını nerelerden servise veriyor ve bu işlemler için üs olarak neresi kullanılıyor?

--S.H ve A.H adlı siteler Gülen operasyonlarında ne rol üsleniyor?

--F. Gülen’in internet operasyonları çerçevesinde e-devlet projesi nasıl kullanılıyor. Bu işlere Türkiye de Nüfus işleri Genel Müdürlüğü ve MİT gibi bazı kurumlarda Gülenci gruplar bulaştı mı?

Bildiğimiz bu soruların yanıtları hazır. Bilemediğimiz ise kamuoyunun önüne konulacağı kesin tarih.

avaztürk

Hocaefendi 28 Şubat’ı da savunmuştu
04 Mart 2010 Perşembe 12:31
Müyesser YILDIZ

Fethullah Gülen’in, sadece 12 Eylül darbesini değil, 28 Şubat post modern darbesini de onayladığı ortaya çıktı.

28 Şubat için, “Türkiye’de sistem, demokrasi açısından bir darboğazdan geçti” değerlendirmesini yapan Gülen, “Bir kangrene neşter vurulmuştur… Bir uçurumdan geriye dönülmüştür” dedi.

Gülen, 28 Şubat’tan 6 ay sonra gelişmelere ilginç bir isme değerlendirdi. Bu isim bugün Taraf Gazetesi üzerinden TSK’ya saldıran Yasemin Çongar’dı. O dönemde Milliyet Gazetesi’nin Washington temsilcisi olan Çongar’ın, Gülen röportajı üç bölüm halinde yayınlandı.

RP’nin Kapatılacağını ABD’lilerden Duydu

Çongar, Gülen’e ilk olarak, “Geride kalan siyasi krizin tortusunu” sordu. Gülen, şunları söyledi:

“Türkiye’de sistem, demokrasi açısından bir darboğazdan geçti denebilir. Türkiye bir kaostan çıktı, hemen birdenbire mutlak hayra açılması düşünülemez. Askeriyenin müdahalesi oldu. Biraz askeriyenin isteğiyle o çizgide bir hükümet kuruldu. Bunda başkalarının oyunları da oldu. Bunlar demokrasinin hâkim olduğu, olunmasının istendiği bir ülkede sevimli şeyler değildi, olmaması gerekli şeylerdi. Fakat tıpkı bir kangren olmuştu... Buna neşter vurma manasında bir şey yapıldı. Birdenbire böyle kaoslu bir durumdan, nizama, intizama, ahenge geçilmesi elbette pek mümkün değil. Fakat şu anda bir uçurumdan geriye dönülmüştür.”

28 Şubat sürecinden sonra RP’yi bekleyen geleceği de değerlendiren Gülen, milletin “mağduriyete” prim vermeyeceğini belirtip, şu ilginç tespitlerde bulundu:

“Refah’taki oy büyük çoğunluğu itibariyle gayri memnunların oylarıdır. Kimisi ev, kimisi mahalle, kimi göç probleminin halli, kimisi küçük bir destek peşindedir. Ve kimisi de, bir iki asırdan beri uzak kaldığımız tarihi değerlerimiz, dinamiklerimize sanki böyle yeniden dönülecek gibi, acaba devletler muvazenesinde yoksa bir Kanuni dönemini yeniden idrak mi edeceğiz gibi hülyalar yaşayan insanlar olabilir. Bütün bu telakkiler zannediyorum, oy potansiyelinin yarısı kadarını bugüne tevci etmiştir. ‘Mağduren, manzulen bir kenara itildiler. Bu millet mağdurun yanında yerini alarak oy bakımından daha bir zenginleşmiş olarak karşımıza çıkacaklar’ şeklinde düşünmüyorum.”

Gülen bu röportajda, “Amerikalı yetkililerin, kendisine intikal ettiği kanaatlere göre Refah’ın kapatılacağı” tahmininde de bulundu.

Türkiye’de Din Özgür

Gülen, “Türkiye’de din özgürlüğü” olup olmadığı konusunda ise şunları anlattı:

“Türkiye’de bana göre, İslâm hak ve özgürlükleri, hür düşünce, hür teşebbüs dünyada çok ender yerlerde var olan düzeydedir. Türkiye, İran’dan çok müsaittir, çok yumuşaktır, hatta Suudi Arabistan’dan daha hürdür, dinsel duyguları açığa vurma, yaşama açısından. Güney Irak’tan, Libya’dan, Fas’tan, Tunus’tan, Cezayir’den daha hürdür. Bu hürriyetin kadri bilinmeli. Daha fazla demokrasi istiyorsak, onu da demokratik yollarla istemeli… Türkiye’de dini hayatı yaşama, düşünme adına bir kısıtlama yoktur aslında. Herkes şahsi ibadetini yapar, bir yönüyle ailevi çerçeve içinde Müslümanlığı yaşamasına kimse müdahale etmez. Bazıları Müslümanlığın o yanını yaşarken, ifrat etmişlerdir. Tali meseleleri, temel meseleler diyeceğimiz şeylerin yerine koyar gibi yapmışlardır. Buna karşılık bazıları da biraz rejim adına, siyasi ideoloji adına fazlaca hassas hale getirmişlerdir. Türkiye’deki kavga, ifratla tefritin kavgasıdır, aklıselimin kavgası değildir. Birileri olmayacak şeyler istemiş, öbürleri de olmayacak şekilde karşı koymak istemişlerdir.”

8 Yıllık Eğitim ve İmam Hatipler

Gülen’in o günlerde, 28 Şubat’ın en önemli sonucu olan ve malum camiada büyük tepki gören 8 yıllık eğitim uygulamasından da çok fazla rahatsız olmadığı görüldü.

“İslâmi olan, olmayan kesim” şeklinde ayırım yapılmasına karşı çıktığını belirten Gülen, “Ama birileri çıkıp, onun bayraktarı gibi görünüyorlarsa, hakları var mı, yok mu, ayrı bir mesele” vurgusunu yaptıktan sonra sözlerini şöyle sürdürdü:

“Bu Türk Milleti de mecburi 8 yıl eğitim yapsın diyorlar, ben de arzu ederim, keşke 11 yıl mecburi eğitim yapsalar. Ancak bütün bunlar planlanırken, yine ifratla, tefrit yaşandı. Ben şahsen herkesi hoş görmek istiyorum. Bence Türk toplumu artık bir ölçüde kendini arayışı çok gerilerde bırakmış, ne olmaya çoktan karar vermiştir. Allah’a inanılması gerektiğine inanmışsa, onu bundan kimse geriye çeviremez. Ortaokuldan sonra mı, ilkokuldan sonra mı, liseden sonra mı, nerede fırsat bulursa, dinini öğrenecek icabında… Dengeli davranmakta yarar var. Acaba kesintisiz eğitim diyenler, dini eğitim yapılmasın mülahazasını mı taşıyorlar? Ben böyle düşünen, böyle diyenlerin hepsini töhmet altında bulundurmuş, onların hissiyatlarına saygısızlıkta bulunmuş olurum. Çünkü böyle diyenler aynı zamanda, başka projeler de teklif ediyorlar, diyorlar ki ilkokuldan din dersleri koyalım.”

Gülen, Yasemin Çongar’a, İmam-Hatip okullarının kapatılması tartışmalarına ilişkin görüşlerini de açıkladı. Bu okullara ihtiyaç olduğunu, Atatürk zamanından bu yana açıla geldiğini, Batılılaştığımız bir dönemde bile bu sürecin durdurulmadığını anlatan Gülen, Türkiye’yi idare edenlerin bu okulun kapatılmasını teklif ettiğini sanmadığını bildirdi. Gülen, özetle şunları söyledi:

“Aklından geçirenler, bunu kafalarından çıkarmalılar. Bu, kavga meselesi oluyor. Öbürleri de İmam Hatip’te millet dinini öğrenemezse katiyyen öğrenemez gibi bir yanlış mülahazayı kafasından çıkarıp atsın. İmam Hatip’te okumadığı halde, ortaokulda, lisede okumuş, hiç ilahiyat görmemiş bir yığın imanlı ve bilgili insan, İmam Hatip mevcudunun elli katı Allah’ına, peygamberine, Kur’an’ına inanan insan vardır.”

avaztürk

“İslamonline krizinin ardında Yahudi lobisi var”



Gazeteci Ali Abdülaal, Arap dünyasının ünlü haber sitesi İslamonline’nin el değiştirilmesinin arkasındaki bilinmeyenleri HaBertaraf’a anlattı.


Katar Vakıflar Bakanlığı’nın emriyle kurulan ve Katar Emiri Hamed bin Halife El-Sani ile eşi Mevza binti Nasır El-Mesned tarafından doğrudan finanse edilen “El-Belağ” Kültür Derneği’ne ait Arap dünyasının en önemli haber sitesi İslamonline, derneğin başkan yardımcısı Katarlı İbrahim El-Ensari ve genel müdür Ali El-Imadi tarafından tasfiye edilmek istenmişti.

Müslüman Âlimler Birliği Başkanı Yusuf El-Karadavi’nin yönetiminde bulunan İslamonline sitesinin Katar tarafından tasfiyesi, Katar yönetimiyle Mısırlı ünlü alim arasında soğuk rüzgarların esmesine yol açtı. İslam dünyasında büyük bir polemiğe neden olan bu krizin ayrıntılarını İslamonline sitesinin önde gelen gazetecilerinden Ali Abdülaal’a sorduk.

Abdülaal yaptığı açıklamada, İslamonline krizinin arkasında iki Yahudi lobisinin olduğunu vurgulayarak, “Şeyh Yusuf El-Karadavi’nin başında bulunduğu İslamonline’dan 350 gazetecinin tasfiye edilmesi ve Karadavi’nin başkanlıktan uzaklaştırılması Yahudi lobilerinin işidir” dedi. İnternet sitesinin siyasi çizgisinin değişeceğini kaydeden Abdülaal, eski kadronun tasfiye edilmesi için baskı uygulandığını söyledi.

New York'ta bulunan Amerikan Yahudi Komitesi (American Jewish Committee) ve Washington’da bulunan İftira ve Karalama ile Mücadele Birliği (Anti-Defamation League) isimli örgütlerin Amerika'daki güçlü Yahudi örgütlerinden olduğunu ifade eden Abdülaal, son dönemde bu iki kurumun Karadavi’nin çalışmaları ve sitenin Filistin davasındaki tutumundan dolayı İslamonline’ı kıskaç altına aldıklarını kaydetti.

Abdülaal açıklamasında “Geçtiğimiz Ağustos ayında Karadavi, Yahudilerin baskısıyla ABD’de alınan bir kararla önemli Arap medyalarını hedef alan hızlı bir çalışmaya gidildiği konusunda uyarıda bulunmuştu” dedi.

“Katar’ın kararına Washington’dan gelen bir mektubun yol açtığı yönünde işaretler var” diyen Abdulaal, Doha’da alınan kararda Yahudi lobisinin parmağı olduğunu söylerken, Amerika’nın Şeyh Yusuf El-Karadavi’yi terörü destekleyenler listesine dahil etmek istediğini fakat Katar’ın bunu engellediğini, ancak bu süreçte Katar’ın Amerika’ya Karadavi’nin faaliyetlerinin kısıtlanacağı sözünü vermiş olabileceğini ifade etti.

Ali Abdülaal ayrıca gelecek günlerde İslamonline’dan tasfiye edilen gazetecilerin aynı yayın politikasını sürdüren yeni bir internet sitesi açacaklarını da müjdeledi.

KARADAVİ YENİ BİR PROJENİN SİNYALİNİ VERDİ

Müslüman Âlimler Birliği Başkanı Yusuf El-Karadavi’ye yakın bir kaynaktan gelen bilgiye göre İslamonline’dan uzaklaştırılan gazetecilerle birlikte Karadavi’nin yeni bir proje hazırlığında olduğu kaydedildi. Şeyh Yusuf El-Karadavi, İslamonline çalışanlarına yönelik açıklamasında, “ Ben sizinle birlikteyim. İslamonline adı üzerinden veya başka bir isim üzerinden yeni bir proje oluşturacağız” demişti.

İslamonline çalışanları, “Ümmetin Medyası” adını verdikleri yeni projelerinin alimler ve entelektüeller tarafından desteklendiğini bildirerek, Karadavi’nin 10 yıl önce internette açtığı yolda devam edeceklerini söylediler.

EL-CEZİRE İLE KRİZ

İslamonline çalışanlarının Katar ile yaşadığı ve Şeyh Yusuf El-Karadavi’nin El-Belağ Kültür Derneği başkanlığından uzaklaştırılmasına neden olan kriz, Katar’dan yayın yapan Arap dünyasının ünlü televizyon kanalı El-Cezire ile de krize neden oldu.

El-Cezire kanalının krizin başından bu yana taraflı yayın yaptığını öne süren İslamonline çalışanları, El-Cezire’yi “tek görüşün kanalı” olmakla ve sadece Katar Hükümeti’nin görüşünü yansıtmakla suçladılar.

El-Cezire yönetimine “Siyonistlere tanıdığınız hoşgörüyü bize de tanıyın da gerçekleri dile getirelim” diyen İslamonline çalışanları, karşı görüşe söz hakkı tanımak adı altında Filistin’de katliam yapanlara mikrofon uzatıldığını fakat kendilerinin bu haktan mahrum edildiğini, ayrıca El-Cezire’nin Kahire büro şefinin hazırladığı haberin de kanalın Doha’daki merkezinde sansürlendiğini söylediler.

Samet DOĞAN/Habertaraf.com

Mustafa Mutlu
ABD’ye giden uçaklarda yer ayırtmay

En son Ekim tarafından Cum Nis 16, 2010 8:03 am tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Mar 07, 2010 12:57 am    Mesaj konusu: ZAMAN BELGE DAĞITIM MERKEZİ OLDU Alıntıyla Cevap Gönder

AKP-FTÖ İKİLİSİ ALLAH'IN "CİHAD" EMRİNİ “TARİHE GÖMECEK”MİŞ

Ertuğrul Horasanlı



AB-D Emperyalizminin içimizdeki truva atları AKP ve FTÖ ikilisinin Allah'ın hükümlerini ve Resulullah’ın sünnetlerini birer ikişer ortadan kaldırmaya çalıştıkları biliyoruz...

Hatırlayın ...

"Ilımlı İslâm" adı altında Pentagon-İsrail hattında Fetullah Gülen'in katkıları ve Tayyip Erdoğan'ın eşbaşkanlığında bütün İslâm alemine dayatılan “gerçek İslâm'ı tahrif pojesi" milyarlarca dolarlık kaynaklar tahsis edilerek yürürlüğe konmuş ve bunun ilk pilot uygulaması AKP ve Fetullah medyası eliyle ülkemizde başlatılmıştı...

Bu proje çerçevesinde önce kelime-i şahadetteki "M......d'in resulullah" kısmının gereksiz olduğunu ilan eden bu ikili...

Daha sonra AB'nin emri ile "Allah katında tek din İslâmdır" ayetinin camilerde okunmasını DİB’e yasaklatmış...

Bütün ilk ve orta dereceli okul kitaplarındaki "cihad, şahadet, şehidlik, mücahid, hilafet, halife, ehl-i sünet” gibi bu ülke insanlarının yüzde 95'inin inançlarının ve ortak hafızalarının temel parçaları olan bir çok kelimeyi, MEB emriyle kitaplardan çıkartarak okullarda bu kelimelerin kullanılmasını da yasaklatmıştı....

Yine "Hepimiz ibrahimîyiz Müslüman Hıristiyan Yahudi farksızdır. Hepsi cennete gidecek" yalanıyla sürdürülmüş ve hatta bu yalana hizmet eden Ankara’daki ilahiyat profesörlerinden birinin kızının “madem öyle ben Hristiyan oldum baba; çünkü hristiyanlık daha kolay ne örtü var, ne içki yasağı ne namaz, ne de oruç” dediği medyada üçüncü sayfa haberi olarak yeralmıştı...

Doğrudan doğruya insanımızın çoğunluğunun iman ve itikad esaslarını sinsice törpülüyerek yoketmeyi amaçlayan bu proje; şimdi 1400 küsur yıldır İslâm topraklarını İslâm toprağı yapmış ve İslâm toprağı olarak muhafaza edilmesini sağlamış olan “Cihad” emrini yok etme, geçersizleştirme ve hafızalarımızdan silme hamlesi yapıyor...

Şu haberi o gözle dikkatlice okuyun:

["ÖLÜM FETVASI" TARİH OLUYOR

El Kaide’nin kanlı eylemlerine meşruiyet kazandırmak için kullandığı ‘cihad’ fetvası kalkıyor.

El Kaide’nin kanlı eylemlerine meşruiyet kazandırmak için kullandığı ‘cihad’ fetvası 700 yıl sonra ortadan kalkıyor. Hoşgörü kenti Mardin’de bir araya gelecek olan İslam aleminin önderleri, barışçı söylemle yorumladıkları fetvayı dünyaya ilan edecek

Moğol istilası altındaki Mardinliler’in isteği üzerine İslam dünyasının önde gelen alimlerinden İbn Teymiyye tarafından 1300’lü yılların başında verilen ‘cihat’ fetvası 700 yıl sonra ortaya çıktığı Mardin’de tarih olacak. Mardin Artuklu Üniversitesi’nde 27-28 Mart tarihlerinde ‘Barış Diyarı Mardin’ başlığıyla düzenlenecek toplantıya Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün ve diğer İslam ülkelerinden yirmiye yakın tanınmış din adamı katılacak. Barışçı söylemle hazırlanacak ortak deklarasyon daha sonra dünyaya ilan edilecek.

BATI ALEMİ TARTIŞIYOR
Toplantıyı düzenleyen İngiltere merkezli Küresel Yenilenme ve Rehberlik Merkezi (GCRG) isimli düşünce kuruluşunun yöneticisi Aftab Malik, kardeşlik ve hoşgörü kentindeki buluşmayla ilgili şu bilgileri verdi:
EL KAİDE EN TEHLİKELİ OLANI: “Başta El Kaide olmak üzere radikal dinci terör örgütlerinin eylemlerini meşrulaştırmak için kullandıkları dini argümanların başında ‘Mardin Fetva’sı olarak bilinen ve Müslümanları, Müslüman olmayan yönetimlerle savaşmaya çağıran fetva gelir. Mısır’daki cihatçı hareket bu fetvayı kullanarak ayaklandı. Bunun en son ve en tehlikeli örneği ise El Kaide’dir. İslam dünyasının yanı sıra ve İslam ile ilgili çalışmalar yapan Batılı bilim adamları uzun sürüder bu fetvayı tartışıyor.”

DÜNYAYA İLAN EDİLECEK
ORTAK YORUM, BARIŞÇI SÖYLEM: “Mardin buluşmasının amacı İslam dünyasının önde gelen din adamlarına o fetvanın bugünün koşullarında geçerli olup olmadığını tartıştırmak. Bu kişilerin hepsi İslam dünyasında milyonları etkileme gücüne sahip şahsiyetler. İki gün sürecek tartışmalar sonunda İbn Teymiye’nin fetvası konusunda yeni bir ortak yoruma ulaşılacak ve bu dünyaya açıklanacak. Böylece El Kaide’nin terör eylemlerine meşruiyet kazandıran dini argüman ortadan kalkmış olacak.”
TERÖR DEĞİL HOŞGÖRÜ

Toplantının organizasyonunda katkıda bulunan Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın ‘kamu diplomasisi’nden sorumlu Başdanışmanı İbrahim Kalın da, Mardin buluşmasının “İslam dininin terör değil barış ve hoşgörü dini olduğu mesajının dünyaya verilebilmesi açısından önemli bir imkan olduğunu ifade etti.]
(22 Mart 2010 aktifhaber)

Haberin redaksiyonundaki sinsi/hilekâr/tahrif ediciliğin dozunun ne kadar yüksek tutulduğuna dikkat etttiniz mi?

Daha öncekiler gibi kullandıkları bir haberdeki, yirmi cümle içine sokuşturdukları bir iki dezenformasyon cümlesiyle yetinmiyorlar...

Artık insanımızı belli bir kıvama getirdiklerine inanıyor olmalılar ki...

Haber baştan başa ve açık açık tahrifatçı/dezenformatif bir dille hazırlanmış...

Hazırlanışındaki ustalık bu haberin sıradan gazeteciler tarafından değil, kesinlikle psikolojik savaş uzmanlarının elinden çıktığını ayan beyan gösteriyor...

Bu haberi okuyan dinî bilgisi zayıf biri “Cihad”ı ALLAH’ın apaçık bir emri ve Peygamber’in kesin bir sünneti olarak değil de...

“Moğol istilası altındaki Mardinliler’in isteği üzerine İbn Teymiyye tarafından 1300’lü yılların başında verilen” bir “fetva” olarak algılayacaktır.

Koskoca İslâm aleminin 1400 küsur yıllık tarihi boyunca sadece İbni Teymiyye mi cihad fetvası vermiştir?

Ehli sünnet’in kütüphaneler dolusu referans kitaplarında onbinlerce alimin “cihad”ın Allah’ın apaçık bir emri ve peygamberin en kesin sünnetlerinden biri olduğuna ve bu emre uyan müslümanların faziletine ve uymayanların rezilliğine dair yüzbinlerce sayfayı ne yapacaksınız?

Moğollar gibi bütün bu kitapları da ateşe mi vereceksiniz?

***

Haberdeki başlığa ve ara başlıklara dikkat:

("ÖLÜM FETVASI" TARİH OLUYOR)...

"ÖLÜM FETVASI"= CİHAD EMRİ

Yani:

ALLAH'IN CİHAD EMRİ TARİH OLUYOR...

Peki onun yerine ne gelior:

(ORTAK YORUM, BARIŞÇI SÖYLEM...)

(DÜNYAYA İLAN EDİLECEK...)

Ne ilan edilecek:

(TERÖR DEĞİL HOŞGÖRÜ ...)

"TERÖR" derken başkanım?

TERÖR=CİHAD

"CİHAD" neydi başkanım?

"İBNİ TEYMİYYE'NİN FETVASI...

HAAA?

YAAA?

İşte böyle adım adım "Allah'ın indirdikleri, Resulıllah'ın bildirdikleri" hafızalarımızdan silinip "tarihe gömülürken"...

Yerine gelen ne?

DEMOKRASİ...

Irak'a Afganistana tankla topla seyreltilmiş uranyumlu, misketli, fosforlu bombalarla kan ve ateş içinde getirilen demokrasi...

Türkiye'ye usul usul, sinsice hafızalar silinip yerine yeni kayıtlar düşürülerek kitlesel hipnoz/zihin kontrolü yolula getririliyor...

Demokrasi tam olarak geldiğimde ne olacak başkanım?

Allah'ın emirleri ve Resullah'ın sünnetlernden "demokrasiye uygun olayan"larının tamamı hafızalarımızdan barış ve hoşgörü mavallarıyla silinmiş olacak?

***

“Mardin Artuklu Üniversitesi’nde 27-28 Mart tarihlerinde ‘Barış Diyarı Mardin’ başlığıyla düzenlenecek toplantıya Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün ve diğer İslam ülkelerinden yirmiye yakın tanınmış din adamı katılacak.”

Kimse artık bu “yirmiye yakın tanınmış din adamı”?

Onlar hangi dinin adamıysalar artık...

Ve onları kimler tanıyor ve tanıtıyorsa...

Bir buçuk milyarlık İslâm aleninde bula bula bunları bulmuşlar demekki "fedai" olarak...

Peki ne yapacakmış bu “ılımlı islâm fedaisi” ilim(!) adamları?

“İki gün sürecek tartışmalar sonunda İbn Teymiye’nin fetvası konusunda yeni bir ortak yoruma ulaşılacak ve bu dünyaya açıklanacak. Böylece El Kaide’nin terör eylemlerine meşruiyet kazandıran dini argüman ortadan kalkmış olacak.”mış..

İlmî toplantı(!)nın kalitesini görüyor musunuz?

Bu fedai ilim adamları tam iki gün boyunca, Teymiyye'nin fetvasını nasıl etsek de ortadan kaldırsak diye kan ter içinde tartışacaklarmış...

Eeee...

İkinci günün sonunda her bir fedai ilimn adamı yorgunluktan bitap düşmek üzereyken...

“İbn Teymiye’nin fetvası konusunda yeni bir ortak yoruma ulaşılacak ve bu dünyaya açıklanacak” ve “Böylece El Kaide’nin terör eylemlerine meşruiyet kazandıran dini argüman ortadan kalkmış olacak”mış..

İyi de...

Madem bu toplantının sonunda ne olacağı başlamadan önce belli...

Tayyip Erdoğan'ın sponsorluğunda bu toplantıyı düzenleyen Mardin Artuklu Üniversitesi niçin bunca masrafı ve zanam kaybını göze alarak kendini komik duruma düşürüp elegüne rezil ediyor?

Böyle İlmî toplantı/tartışma mı olur?

Baştan sonuç belliyse...

Siz neyi “tartışmak için” toplanıyorsunuz?

Baştan sonuç belliyse...

O toplantıda hangi “allame”nin ne diyeceği de noktasına virgülüne varıncaya kadar bellidir...

Herkes eline tutuşturulan bildirileri okuduktan sonra, o bildirileri hazırlayan el tarafından, o bildirilerle birlikte önceden hazırlanmış “ortak yorum” metni okunacak ve onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine...

Böyle “ilmî toplantı” mı olur?

Böyle bir müsamereye “ilmî toplantı” adı veren üniversiteye “üniversite”, o toplantıya figüran olarak katılacak kişilere “ilim adamı” denir mi?

Koca bir ülkenin başbakanı böyle bir kepazeliğe nasıl sponsorluk yapar?

Böyle bir başbakana kendi dinî inançları tahrif edilmeye çalışılan bu ülkenin Sünnî müslümanları nasıl oy verir ve umut bağlar?

En iyisi biz CD sürücüsüne Ahmet Kaya’yı koyalım da bu saçma sapan işler konusunda bu yazıya noktayı o koysun:

“Nerden baksan tutarsızlık/Nerden baksan tutarsızlık/ Nerden baksan Ahmakçaaaaaaaaaa”

Sıradışı

Mardin Fetvası Konferansı başladı

27 Mart 2010 Cumartesi 16:35

MARDİN -İHA- Mardin'de bir araya gelen İslam aleminin ileri gelen isimleri, El Kaide gibi aşırı dinci grupların eylemlerine meşruiyet kazandırmak için kullandığı 700 yıllık cihat fetvasını barışçı bir söylemle yorumlamaya hazırlanıyor.
Moğol istilası altındaki Mardinlilerin isteği üzerine, 1300'lü yılların başında verilen 'cihat' fetvası 700 yıl sonra ortaya çıktığı Mardin'de yeniden yorumlanıyor.
Hoşgörü kenti Mardin'de Artuklu Üniversitesi'nin ev sahipliğinde ve Küresel Yenilik ve Rehberlik Merkezi (GCRG) ile Canopus Consulting düşünce kuruluşlarının organizasyonunda 27-28 Mart tarihlerinde 'Barış Diyarı Mardin' başlığıyla düzenlenecek toplantıya Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün ve diğer İslam ülkelerinden 20'ye yakın tanınmış din adamı katılıyor.
Toplantının yapıldığı Artuklu Üniversitesi çevresinde polis yoğun güvenlik önlemleri aldı. Toplantıya gayrimüslimlerin temsilcisi olarak Süryani Metropolit Salibe Özmen de katıldı. Özmen, Müslümanların çağın gereksinimleri karşısında kendilerini yenilemesinin çok anlamlı olduğunu söyledi. Özmen, fetvanın içeriği ile ilgili konuşmak istemediğini belirterek, "Bu tür toplantılar, dinler arasındaki hoşgörü ve barışın geleceği açısından önemlidir" dedi.

ZEKERİYA GÜNEŞ - MURAT AKGÜL
netgazete

Çakma "Din Adamları"ndan Ortak Karar

Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın ‘kamu diplomasisi’nden sorumlu Başdanışmanı İbrahim Kalın'ın organizatörlüğünü yaptığı, Merkezli Küresel Yenilik ve Rehberlik Merkezi (GCRG) ile Canopus Consulting düşünce kuruluşları tarafından Mardin Artuklu Üniversitesi'nde yapılan "Barış Diyarı Mardin" konferansında, Direnişçi müslüman grupların eylemlerinin cihat değil, keyfi cinayetler olduğu öne sürüldü.

Global Centre for Renewal and Guidance (GCRG) ile Canopus Danışmanlık'ın 27, 28 Mart tarihlerinde Mardin'deki Artuklu Üniversitesi'nde düzenlediği, direniş eylemlerinin dini gerekçelere dayandırılmasını reddetmek ve kınamak için İslam dünyasından dünya çapında tanınmış olduğu iiddia edilen ancak Türkiye'de hiç tanınmadıkları anlaşılan bir grup "ilahiyatçının" ve akademisyenin bir araya geldiği toplantı sona erdi.

Bu tuhaf toplantının sonuç bildirgesinde şu ifadelere yer verildi: "Suudi Arabistan, Türkiye, Yemen, Hindistan, Senegal, Kuveyt, Bosna, İran, Fas, Moritanya ve Endonezya'nın da dahil olduğu ülkelerden ve geniş bir yelpazedeki İslami düşünce okullarından gelen alim ve ilahiyatçının tecrübe ve uzlaşısına dayanmaktadır.

Direnişçi(*) grupların eylemlerinin cihat değil, keyfi cinayetler olduğunu öne sürmektedir.

Mardin fetvasının yanlış yorumlandığını ve direniş için şiddeti haklı çıkarmak için hiçbir şekilde kullanılamayacağını öne sürmektedir.

Bütün Müslümanlara, İslamiyet'in getirdiği en yüksek hukuki ve etik standartlara uygun yaşamaları çağrısında bulunmaktadır.

İslamiyet'in ayrım gözetmeksizin adam öldürme ve cinayeti kati biçimde yasakladığı açıktır.

Direnişçilerin, eylemleriyle İslamiyet adına kendi inançlarını yok ettikleri ve İslamiyet'in ve Müslümanların itibarını dünyanın nezrinde sarstıkları açıktır."

GCRG Editorü Şeyh Abdullah Bin Beyyeh, yaptığı açıklamada, "Bu tarihi ve önemli zirve bize şunu göstermiştir: 'İbn-i Teymiyye ve özellikle de Mardin fetvası direniş hareketlerine gerekçe olarak kullanılamaz. Bu zirve, İbn-i Teymiyye'nin böyle bir tutum sergilemeyeceğini ve de ana akım İslami yaklaşımlarının buna izin veremeyeceğini ortaya koymuştur. Bu zirve, İslamiyet içinde farklı kanaatlerden gelen ilahiyatçı ve alimleri bir araya getirerek şu görüşte birleşmesini sağlamıştır: İslamiyet terörizmi ve ayrım gözetmeksizin cinayet işlenmesini kınamaktadır." dedi.

Editör'ün notu:
* Bu çakma din adamları açıklamalarında emperyalist vahşi işgale karşı İslâm toraklarını savunan direniş örgütlerine ve onların mensuplarına "terörist, nefs ve vatan savunması için işgalcilere karşı yapılan eylemlere de "terörizm" demektedir. Bizim vicdanımız iftiranın böylesine Allah'tan korkmaz kuldan utanmaz cinsini yazmaya izin vermediği için bu çirkin tabirleri metinde kullanmadık.

Haber101

Mardin komedisi
Nuray MERT

Gazetelerden takip etmişsinizdir, hafta sonu Mardin’de son derece tuhaf bir toplantı yapıldı. Yedi yüzyıl önce İbn-i Teymiyye’nin Moğollara karşı verdiği ‘cihat’ fetvasının bugünkü anlamı tartışıldı. İngiltere merkezli bir düşünce kuruluşunun önderliğinde bir araya gelen birtakım din adamları, İslam dininde ‘cihat’ın, ‘radikal’ yorumlarına karşı bir anlayışın altını çizdi.

Öncelikle, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı bu komediye ev sahipliği yapmayı reddettiği için kutlamak isterim. Sonra da, Batılı dostlarımıza bir tavsiyede bulunmak isterim; Müslüman dünya ile barışmak için daha sahici ve samimi yollar bulmak yerine bu tür komediler organize etmekten vazgeçsinler.

Bugün karşılarına çıkan radikal İslamcı örgütlere ilişkin sorun, İslam dininin ‘cihat’ kavramı falan değil, İslam’ın modern tarihsel süreç içinde ve özellikle Soğuk Savaş döneminde selefi-radikal yönde ‘siyasallaşması’nın sonucudur. O nedenle işin içine Ortaçağ İslam düşünürlerini, post-modern çağın ‘yandaş’ ulemasını katmanın âlemi yok.

El-Kaide başta olmak üzere, radikal İslamcı örgütlerin nasıl palazlandığını hepimiz biliyoruz, bu palazlanmanın gerisinde İbn-i Teymiyye değil, modern dönemin siyasal çekişmeleri var. Bunu gayet iyi bildikleri için, geçen yıl (4 Haziran 2009) Obama, meşhur Kahire konuşmasını yaptığında, Mısır’da ‘Dar Al-İfta Al Mısrıyyah’, yani fetva makamının bir açıklaması, Obama’nın konuşması ile birlikte bir dosya içinde dağıtılmıştı. O açıklamada da, ‘cihat’ın yanlış yorumlandığı uzun uzadıya anlatılıyor, ‘cihat’ın insanın ‘nefsine karşı mücadele’ olduğu vurgulanıyor, ama ilaveten, ‘Evet, Afganistan’da mücahitler cihat yaptı, ama o ‘Ateist Ruslara karşı din özgürlüğü’ adına yapılmıştı’ deniliyordu.

Zira, ABD dış politika çıkarları, uzunca bir süre, ‘cihat’ın ‘nefisle mücadele’den ibaret değil, bildiğiniz silahlı mücadele olduğu yönündeki yorumları gerektiriyordu. Bunu bilmeyen yok, ama ben size işin içinde olanların ifadelerinden bir örnek vereyim. Suudi Arabistan’ın 20 yıl boyunca ABD büyükelçiliğini yapan ve Bush ailesine yakınlığı dolayısıyla adı ‘Bandar Bush’a çıkan, Prens Bandar Bin Sultan, biyografisinde, “Biz Amerika’nın Doğu-Batı veya anti-komünizm tezlerini kullanmadık, dini kullandık... Reagan’ın Sovyetler Birliği ile kavgasının stratejisine mükemmel bir şekilde uyacak biçimde Müslüman dünyayı kendimize yönelttik” diyor (W. Simpson, The Prince, Harper Collins, 2006, 112).

Aslında, Batılı güçlerin, İslami sembol, makam ve öğretileri siyasal alanda kullanması tarihi çok eskilere gider. 1857’de Hindistan’daki Sepoy İsyanı’na karşı İngilizler, dönemin Osmanlı Padişahı Abdülmecid’den, halife sıfatı ile asileri yatıştırmak için tavassutta bulunmasını istemişlerdi (Kemal Karpat, İslamın Siyasallaşması, 2001, 55). Sonra, II. Abdülhamid, halife sıfatını Osmanlı dış politikasında kendi yararına devreye soktuğunda, İngilizler tarafından ‘Kızıl Sultan’ ilan edilmişti.
Ezcümle, artık 21. yüzyılda, bu ucuz emperyalist manevralardan vazgeçilse diyorum. Dini veya başka bir şeyi devreye sokarak, insanlığı tehdit eden, her türden anlayışa karşı, sahici ve samimi uzlaşma zemini yakalamaya çalışılacaksa, bu türden çabalara Müslüman, gayri Müslüman hepimiz destek verelim, yoksa bu sahte çabaların sonuç vermesini beklemek beyhude. Dahası, bu tür girişimler Müslümanları/Müslüman toplumları ‘enayi’ yerine koymak gibi, fazladan rencide ve rahatsız edici bir etki yaratıyorlar.
30 Mart 2010
Hürriyet

HANGİ CEMAAT MİSYONERİ DOLMABAHÇE'DE KONUŞACAK?
11.03.2010

Bugün Başbakan Erdoğan'ın Dolmabahçe'deki çalışma ofisinde saat 18:30'da bir konferans gerçekleştirilecek. Konferansın başlığı ''Doğu-Batı İlişkileri Ekseninde Medeniyetler İttifakının Rolü''. Konferans'ta konuşmacı olan kişi ise Georgetown Üniversitesi'nden John Esposito.

Peki kim bu Başbakanlık ofisinde konferans verecek John Esposito?

Esposito, Fethullah Gülen'e Green Card alması için referans olan isimlerden biri.

Eski bir CIA çalışanı olan Prof. Esposito, görev yaptığı Georgetown Üniversitesi'nde 2001 yılında "İslami Modernlikler: Fethullah Gülen ve Çağdaş İslam" başlıklı bir toplantı düzenlemişti.

"Laik Devlet ve Fethullah Gülen Hareketi" başlıklı bir kitabı da bulunan Esposito, Gülen Cemaati'nin finanse ettiği konferanslar düzenliyor. Konferanslarda Türkiye'de dindar kesime baskı olduğunu savunan Esposito, 2007 yılında cemaate yakın Rumi Forum tarafından da "Barış ve Diyalog" ödülüne layık görüldü.

2008 yılında ise Georgetown'da “Global Zorluklar Çağında İslam: Gülen Hareketinin Alternatif Perspektifleri” başlıklı konferans düzenleyen Esposito, Gülen Cemaati'nin ABD'deki misyonerlerinden biri.

Esposito'nun Atatürk'ün öldüğü odanın birkaç metre ötesinde Başbakanın davetlisi olması çok tartışılacak gibi görünüyor.
Odatv.com

ZAMAN BELGE DAĞITIM MERKEZİ OLDU
03.03.2010

Erzincan Ergenekon soruşturmasıyla ilgili hazırlanan iddianame mahkemece kabul edildi. Söz konusu iddianamede 3. Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk ve Başsavcı İlhan Cihaner’in de aralarında bulunduğu 16 isim hakkında 7.5 ila 15 yıl arasında hapis cezaları istendi.

Bu maddi bilgiden sonra geçelim haberimize…

İddianame, Vakit gazetesinin internet sitesi olan habervaktim’de de yer alıyor. (İlgili link için tıklayınız…)

Habervaktim’den iddianameyi indirdiğinizde karşınıza iddianamenin bulunduğu pdf formatlı belge çıkıyor.

Buraya kadar her şey normal.

Ancak…

İddianamenin her sayfasının başında bir ibare yer alıyor:
"KİMDEN: ZAMAN GAZETESİ"

Evet, iddianamenin Zaman’dan Vakit’e gönderildiği görünüyor. Faks yoluyla gönderildiği belli olan iddianamede; 0442 234 11 50 numaralı bir de faks numarası bulunuyor.

Bu numara Feza Gazetecilik’in yani Zaman’ın Erzurum Bürosu’na ait.

Faks gönderme işleminin, iddianame kabul olur olmaz; 1 Mart Pazartesi saat 19.58’den saat 21.31’e kadar sürdüğü görünüyor.

Zaman’ın onlarca sayfalık iddianameyi, usanmadan bir buçuk saat boyunca Vakit’e fakslaması yandaş medyanın “mesleki dayanışması” olarak tarihe geçecek gibi görünüyor!

İşte habervaktim’de yayınlanan iddianamedeki o ibareler…
Odatv.com

Başbuğ ve Gülen Ortak Noktayı Buldu!..
09 Mart 2010
Müyesser YILDIZ

Bugünlerde dünyada ve Türkiye’de bir yazar ve kitabın reklâmı yapılıyor.

Yazar ABD’nin Georgetown Üniversitesi Din ve Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesi Prof. John Esposito, kitabının adı da “İslâm’ın Geleceği”…

Çağdaş İslâm’a yönelik 35 kitabı, makale ve konferanslarıyla tanınan Prof. Dr. Esposito bu son kitabında, bol bol övdüğü AKP’yi “İslâmi olmayan, Batı yanlısı bir parti” olarak tanımlıyor.

Esposito ve Fethullah Gülen

Prof. Esposito’nun bizi ilgilendiren yanı Fethullah Gülen’e çok yakın bir isim olması. Çalıştığı Georgetown Üniversitesi’nin de, cemaatten aldığı bağışlarla, Gülen konferansları düzenlediği de öne sürülüyor. Nitekim Üniversitenin Rektör Yardımcısı, Katolik Papazlar Birliği eski Başkan Yardımcısı Prof. John Borelli 2006’da Zaman Gazetesi’ne verdiği bir demeçte, dinlerarası diyalog çalışmaları övmüş, bu konuda İslâm dünyasından Fethullah Gülen’den gördükleri yardımı anlatmıştı. Osmanlı dönemindeki dini hoşgörüden de söz eden Borelli, Türkiye’den beklentilerini ise şöyle ifade etmişti:

“Ben Türkiye’nin dinî çeşitliliği kabullenecek derecede demokratikleşmesini görmek isterim, ki o potansiyeli var Türkiye’nin. Bu şunları içine alır; Hiçbir dinî grup bir diğerinden üstün değildir ve kanunun önünde hepsi eşittir. Devletin müdahalesi olmaz. İdeal bu olmalıdır… Bence, dinlerarası diyalog ve diğer din mensuplarına tolerans noktasında Türkiye’deki demokrasi İslam âlemine ve bütün dünyaya örnek olacak mahiyette yükselebilir. Diyalog sabır ve cesaret ister. Değil Müslüman, Hıristiyan radikaller bile diyaloga karşı iken Fethullah Gülen’in cesur çabalarını alkışlamalıyız.”

Prof. Esposito’ya dönersek;

2005’te cemaatin ABD’deki kuruluşlarından Niagara Vakfı’nın düzenlediği dinlerarası diyalog sempozyumunda konuştu, Gülen hareketinin bu yöndeki çalışmalarını övdü. Bu sempozyum vesilesiyle Hilton Palmer House Oteli’ndeki akşam yemeğine Esposito’nun yanısıra, Türkiye’nin Chicago Başkonsolosu Naci Koru, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Hüseyin Gülerce, YÖK eski Başkanı Prof. Dr. Mehmet Sağlam, Prof. Dr. Doğu Ergil, Prof. Dr. Ümit Meriç, Prof. Dr. Şerif Ali Tekalan, Chicago Bölgesi Dini Liderler Konseyi İcra Direktörü Paul Rutgers, Milwaukee bölge idare amiri James White, Elmer College’dan Dr. Paul Parker ve Prof. Azam Nizamuddin, Cüneyt Ülsever, Fehmi Koru ve Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç katıldı.

2003’te, “Türkiye gerçek bir model olma şansını yakaladı” diyen Prof. Esposito, Gülen hareketi ile yakınlığı arttıktan sonra, Türkiye’nin uyguladığı laiklik modelinin katı olduğunu vurgulayıp, “Bugünkü dar laiklik yorumuyla Türkiye İslâm ülkelerine örnek olamaz.Türkiye, kuruluşunda demokrasiye değil laikliğe öncelik verdi. Türkiye, ancak daha özgürlükçü bir din anlayışıyla model olabilir” demeye başladı.

Prof. Esposito, 2004’te Washington’da yapılan “İslam, Laiklik, Demokrasi” konulu Abant Toplantısının da baş konuklarından biriydi. Buradaki konuşmasında, Türkiye’deki demokratik gelişmenin iyi bir örnek olduğunu anlattı, 1996 yılından sonra Erbakan’ın başbakan olmasını, “En laik devlet, ortaya ilginç bir demokrasi çıkardı” sözleriyle açıkladı ve “Kendini siyasal İslâm’dan ve Refah Partisi’nden uzak tutan Fethullah Gülen hakkında açılan davanın, devlette dinin yer almasından kaynaklanan korkuyu gözler önüne serdiğini” öne sürdü. Açış konuşmasını Fukayama’nın yaptığı, “Türkiye İslâm ülkelerine model olur mu?”nun tartışıldığı Washington Abant’ına Devlet Bakanı Mehmet Aydın, Cengiz Çandar, Henri Barkey gibi isimlerin de katıldığını, dahası toplantı salonunda, ABD Dışişleri ve Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Türkiye ile ilgili yetkililerinin harıl harıl not tuttuğunu ekleyelim.

Onursal başkanlığını Gülen’in yaptığı ABD’deki Rumi Forumun ilk kez 2007’de dağıttığı “Barış ve Diyalog Ödülü”ne lâyık görülenler arasında yine Georgetown Üniversitesi Başkanı John DeGioia ve Prof. John Esposito vardı.

Georgetown Üniversitesi ve Prof. Esposito, 2008 yılında ise “Global Zorluklar Çağında İslam: Gülen Hareketinin Alternatif Perspektifleri” başlıklı konferansta başroldedir. Georgetown Üniversitesi Rektörlüğü, Müslüman-Hıristiyan Anlayış Merkezi (CMCU) ve Rumi Forum’un ortaklaşa düzenlediği konferansa, ABD, Avustralya, Avusturya, Fransa, İngiltere, Kanada ve Türkiye’den katılan bilim adamları, Gülen’in değişik konulardaki görüşleri ve Gülen hareketinin dünyanın değişik ülkelerinde yaptığı faaliyetler hakkında 40 bildiri sundu. Prof. Esposito, 170 bildiri arasından sunulması kararlaştırılan bu 40 bildiriyi seçen heyet içinde yer aldığı gibi, konferansın açış konuşmasını yaptı. Prof. Esposito, “Gülen hareketinin çağdaş dönemin en büyük hareketi” olduğunu savundu.

Gülen’in Kefili

Prof. Esposito’nun en dikkat çekici özelliği ise şu; Gülen’in ABD’de ikâmetini sağlayan yeşil kart başvurusunu reddeden Federal Mahkeme’ye sunulan savunma dosyasında yer alan kefalet mektuplarından birisinin Esposito’ya ait olduğu öne sürülüyor. Gülen için Esposito dışında 29 Türk politikacının, eski CIA çalışanı George Fidas ve Graham Fuller ile ABD’nin eski Türkiye Büyükelçisi
Morton Abramowitz’in destek mektubu yazdığı bildirilmişti.

Başbuğ ve Esposito

Buraya kadar anlattıklarımızla, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un ilgisine gelince;
TSK’ya karşı yürütülen asimetrik psikolojik savaşta isim vermeden Fethullah Gülen’i hedef gösteren Orgeneral Başbuğ da, Gülen ve cemaate böylesine yakın Prof. Esposito’yu referans aldı. Hem de 28 Ağustos 2008’deki Genelkurmay Başkanlığı’nı devir-teslim töreninde yaptığı konuşmada. İşte Başbuğ’un bu konuşmasında, Esposito’ya atıf yaptığı bölüm:

“Şu konuyu da açıkça ifade etmek isterim ki askerlik mesleği, moral değerlere önem veren mesleklerin başında gelmektedir. Elbette bireysel moral değerler açısından din de bir unsurdur.
ATATÜRK; 10’uncu Yıl Nutku’nda bizlere şu hedefi vermiştir: “Ulusal kültürümüzü çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkaracağız.” O’na göre ulusal kültürün çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkartılması, Türk Halkının bütün anlam ve görüşleriyle medeni bir toplum haline dönüştürülmesi demektir.

Buna karşılık bugün toplumun bir kesimi, yeni bir kültürel kimliğin, yaşam tarzının oluşumunda dini düşüncelere büyük bir ağırlık verildiğini düşünmekte ve gelişmelerden büyük bir endişe duymaktadır. Bu endişe ciddiye alınmalıdır. Çoğulcu demokrasi anlayışı çerçevesinde, toplumsal huzur için bu zorunludur.

Cumhuriyetin diğer temel niteliği ise demokrasidir. Türk Silahlı Kuvvetleri demokrasiye ve demokratik kurallara karşı saygılıdır. Demokrasi, temel hak ve özgürlüklerin çoğunluğa karşı da güvencede olduğu bir rejimdir. Bu nedenle, demokratik yaşamda çoğulculuk esas olmalıdır.
Laiklik ilkesinin demokrasi ile çatıştığını iddia etmek de sağlam bir temele dayanmamaktadır. Aksine, laik düzen Türk demokrasisinin gelişmesinde ana itici gücü oluşturmuştur. Etrafımızdaki bazı ülkelere bakılırsa bu gerçek görülebilir.

Prof. John ESPOSİTO’nun ifade ettiği gibi, ‘demokrasinin aşırı şekilde popüler amaçlara yönlendirilmesi de, laik düzenin aleyhine sonuçlar doğurabilir’…”

Acaba Başbuğ, Esposito’nun, Gülen’e bu denli yakın olduğunu bilmiyor muydu? Yoksa özellikle bu isim aracılığıyla mı cemaate “demokrasi” dersi vermek istemişti? Ya da Esposito’ya atıf sadece bir tesadüf müydü? Her halükarda Başbuğ ve Gülen’in, ilk kez Esposito ortak noktasında buluştuğu ortada.
avaztürk

Cami yaptırma derneği kilise restore edecek

23 Mart 2010 Malatya Çarmuzu Kaynarca Mahallesi Tepebaşı Cami Yaptırma ve Yaşatma Derneği, Hrant Dink'in doğduğu Çavuşoğlu Mahallesi'nde 18. yüzyıldan kalma Ermeni Taşhoron Kilisesi'ni restore etmek için Kültür ve Turizm Bakanlığına başvurdu.
Çarmuzu Kaynarca Mahallesi Tepebaşı Camii Yaptırma ve Yaşatma Derneği Başkanı Latif Yıldırım, 2009'un başından beri kilisenin restore edilmesi yönünde karar aldıklarını, konuyu sivil toplum örgütleri ve kentte yaşayan gayrimüslimlerle de paylaştıklarını belirterek, herkesin ibadet özgürlüğüne sahip olması gerektiğini söyledi.
Dinler arası hoşgörü ve diyalog olması gerektiği fikrinden yola çıktıklarını ifade eden Yıldırım, Avrupa'da çok sayıda cami bulunduğuna işaret ederek karşılıklı hoşgörünün önemine işaret etti.
Çavuşoğlu Mahallesi'nde bulunan Ermeni kilisesinin yaklaşık 280 yıllı k olduğuna dikkati çeken Yıldırım, Osmanlı döneminde yapılan kilisenin aynı zamanda o dönemdeki hoşgörü ve inanç özgürlüğünün de göstergesi olduğunu söyledi. netgazete

Avrupa Birliği hutbesi
Mehnet Şevket Eygi

Önümüzdeki cumalardan birinde camilerde Avrupa Birliği hutbesi okunacak diye kasavet çekiyordum. Çok şükür, Diyanet İşleri Beşkanı beyanat verdi, "Biz dışarıdan hazır hutbe kabul etmeyiz, konu verilmesini de istemeyiz" dedi.

12 Eylül 1980 darbesinden sonra Diyanet'e çok baskılar yapıldı. Darbeciler, militer vesayet rejimi taraftarları, Kemalistler, Sabataistler ve onlara paralel güçler dini ve dindarları rahat bırakmıyorlar.

Kur'ân Türkçe okunmalıymış...Sana ne? Biz Müslümanlar kiliselerdeki, havralardaki, Mason localarındaki âyin ve erkana karışıyor muyuz?

Diyanet üzerindeki baskılar devam ediyor. Halkın çoğunun bundan haberi yok. Mezhepler üstü bir Diyanet isteniyormuş. Sünnîlik ve Alevîlik bağdaştırılacakmış. Bazı konularda Sünnîlik ile Alevîlerin anlaşması mümkün değildir. Her iki taraf da inançlarından, temel prensiplerinden ödün vermez. Binaenaleyh bu gibi zorlamalar, manevralar iyi netice vermez.

Bir ara, Türkiye'ye Fazlurrahmancı zihniyeti hakim kılmak için yoğun çalışmalar yapılmıştı.

Diyanet üzerindeki Diyalogçu baskı da devam ediyor.

Bazı reformcular "Biz de Müslümanız ama Şeriatsız bir İslâm istiyoruz" diyorlar. Ne kadar boş ve saçma bir istek. Hiç Şeriatsız İslâm olur mu?Şeriat, Kur'ân'dan ve Sünnetten çıkartılan hükümlerin tamamına verilen isimdir.

Sık sık, bol bol tekrar etmeliyiz:

Türkiye'de lâiklik yoktur, lâikçilik vardır.

Lâikçilik İslâm'a karşı ve rakip yeni bir din gibi gösterilmektedir.

Diyanet devlete bağlı bir kurumdur, kesinlikle bağımsız, hür ve özerk değildir.

Haçlılarla ve Siyonistlerle işbirliği yapan bir cemaat Diyanet kadrolarını kendi elemanlarıyla doldurmak için yoğun ve planlı faaliyette bulunmaktadır.

Bundan birkaç yıl önce Mardin Kâzimiye medresesinde Dinlerarası âyin yapılmış, Ezanlar okunmuş, aynı anda çanlar çalınmış, papazlarla sarıklı bir Diyanet müftüsü havuz üzerindeki salaş köprüden birlikte geçmiştir. Güya bu köprü Sırat köprüsüymüş ve sözde "Üç ibrahimî din" mensupları işte böyle Cennete gireceklermiş... Diyanet hocaları elbette böyle tiyatrolarda oynamak istemezler ama baskı yapılmıştır.

Diyanet İşleri Başkanı'nı, Avrupa Birliği hutbesi konusundaki çıkışı dolayısıyla tebrik ediyorum.

23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim haftalarında okunan hutbelerde ideolojik cümleler kullanılmamalıdır. Cami minberleri resmî ideolojinin övgü makamları değildir.

Padişahların, Valide Sultanların,Sadrazamların, eski devlet ricalinin yaptırmış oldukları camilerde bâni veya bâniyelerine dua edilmesi tabiîdir ama ideolojik lâik şahsiyetlere dua edilmesi gayr-i tabiîdir.

Fitne ve fesat çıkartmak istemem ama bundan sonra böyle hutbeler okunduğunda camiyi terk etmeyi ciddî ciddî düşünmekteyim. Bunun vebali ve günahı da bana değil, Diyanet'e ve personeline râci olacaktır.
28 Mart 2010 Millî Gazete

Ilımlı İslam ve Mardin fetvası
31 Mart 2010
Ahmet TAKAN

Geçtiğimiz hafta sonu , 700 sene önceki "Mardin Fetvası"nı tartışmak üzere Artuklu Üniversitesi'nin ev sahipliğinde, Küresel Yenilik ve Rehberlik Merkezi (GCRG) ile Canopus Consulting düşünce kuruluşlarının desteğiyle 'Barış Diyarı Mardin' başlığıyla bir sempozyum düzenlendi.

İngilizler, programı Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı ile ortak yapmak istediler.

Ama Diyanet İşleri Başkanlığı, yedi asır öncesinde kalmış, Mardin'de bile hiç kimsenin bilmediği fetvayı, Müslüman teröristler için dayanak noktası kabul etmenin yanlışlığına dikkat çekerek toplantıya ev sahipliği yapmayı reddetti. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Görmez'in açıklaması da ilginç:

"11 Eylül'den sonraki şiddet ve terör olaylarının onlarca sebebi ortada dururken, yedi asır önce Mardin'de verilmiş bir fetvayı ve bu fetvanın sahibi İbn-i Teymiyye'yi sorumlu tutmak doğru değil. Anadolu'da kimsenin bilmediği bir fetvaya şöhret kazandırmak da yanlış."

Toplantı medyaya "Mardin Fetvası kaldırılıyor “ diye yansıdı.

Türkiye medyasında "Mardin Fetvası kaldırılıyor" diye sunulan toplantı gün boyunca BBC ekranından yayınlandı.

AKP iktidarının YÖK vasıtasıyla yol verdiği İngiliz sponsorluğundaki toplantı gerçekten çok önemli ama tartışma kamuoyunda gereğince yer bulmadı.

Bu toplantının hemen ardından Moskova metrosunda meydana gelen kanlı patlamaları dış basın, Rus Kommersant gazetesine referans göstererek Türkiye'ye dayandırdı.

”Çeçen intihar komandoları hepsi Türkiye'de medreselerde eğitiliyormuş”.

Bakın hele!

Kanlı eylemler, Müslüman Çeçenler ve Batıl zihniyetin yüzyıllarca çanına ot tıkayan medreseler…

Ve Ilımlı İslam Projelerinin uygulama sahası haline getirilen Türkiye.

Moskova metrosunda bombalar hemen patladıktan sonra Prof Dr.Mahir Kaynak bunun bir İngiliz provokasyonu olabileceğine dikkat çekmişti.

Birde Mardin Fetvası’nın içeriğini hatırlayalım:

“Tarihler Miladi 1300’ün başlarını gösterirken Moğollar Mardin’i işgal eder. Bunun üzerine ahali, dönemin ünlü İslam bilgini İbn-i Teymiyye’ye gidip Moğollara başkaldırı ya da mücadele etmenin caiz olup olmadığını sorar.

İbn-i Teymiyye’nin bu soru karşısında İslam adına verdiği karşılık ya da fetva şudur:“Mardin için iki durum söz konusu; İslam hukuku ile yönetilmediği için Darü’l-İslam denemez ama yaşayanların tamamına yakını Müslüman olduğu için Darü’l-Harp de değil. Buradan hareketle istilaya direnmek caiz ve hatta cihattır.”

Bir hatırlatmada büyük yankılar yapan The Wall Street Journal gazetesinde yayımlanan, "Türkiye'nin Siyasi Devrimi" başlıklı, ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz ve Lehigh Üniversitesi Profesörü Henri Barkey imzalarını taşıyan makaleden:

"....Türkiye'de görülmemiş ve ordunun ülkenin siyasi yaşamı üzerindeki vesayetinin kaldırılmasına doğru götüren siyasi bir drama göz önüne seriliyor. Eğer iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi(AKP), önemsiz dini konulardan kaçınarak ve kendi demokrasisini güçlendirerek Türkiye'nin tırmanan kutuplaşmayı azaltmada başarılı olursa İslam dünyası üzerindeki etkisi, dokunulur olmasa da, çok büyük olabilir."

Türkiye uzmanları(!) acil uyarı yapıp yine ordu sopasını kullanıyorlar” elinizi çabuk tutun yoksa ordu dikeni ayağınıza batar ha!”

Avazturk sütunlarında dile getirmiştik, Afganistan’ da iş yapan bazı Türklere ABD'lilerin “2012'de oradayız” dediklerini.

Bizimki komplo senaryoları yazmak değil. Amacımız, parça parça gibi gözüken gelişmeleri ve tezgahları art arda sıralayıp fotoğraf bütünlüğünü sağlamak.

Konunun ehli değiliz ama Mardin Fetvası Müslümanların cihat etmesinin meşru dayanağını sağlayan ve bu güne kadarda yürürlükte olan bir fetva……

1.Dünya harbinin emperyal gücü İngiltere’ye karşı Anadolu işgaline karşı Atatürk ve arkadaşlarının başlattığı Kuvay-i Milliye hareketi bu fetva nedeniyle de meşru idi ve Müslüman ahali tarafından da önemli destek ve katkı verilmişti.

Bu toplantı, BOP' un Orta Doğu'da yaratmak istediği “kapitalist Müslüman” tipinin (Calvinist İslam)gerçekleştirilebilmesi için önemli engellerden birinin kaldırılması için düzenlenmiştir.Ilımlı İslam projesinin müçtehitliğine soyunan Prof.Hayrettin KARAMAN “Afgan halkının Sovyetlerle savaşı cihaddır, Amerikaya başkaldırısı ise cihad istismarıdır.”sözleriyle Tayyip Erdoğan’ın eşbaşkanlık sözüyle kastettiklerinin içini doldurmaktadır.

Kurtuluş savaşında da Anadolu halkının milli mücadeleden koparmak adına İngiliz kökenli düzmece fetvalar veriliyor. Mustafa Kemal ve arkadaşları “ dinden çıkan hainler “ olarak ilan ediliyordu. Niye dinden çıkan hainlerdi? Tek suçları işgalci İngilizlere ve onların yardakçılarına karşı vatan için mücadele etmekti.

Ama o zaman da bugün hesaplayamadıkları bir şeyi hesaplayamıyorlardı. Türk Milletinin Mustafa Kemalleri ve Rıfat Börekçileri vardı.

Biz de bu son olarak Mardin'de gerçekleştirilen İngiliz tezgâhına, İlk Diyanet İşleri Başkanımız Rıfat Börekçi'nin Kurtuluş savaşını şahlandıran fetvasını hatırlatarak cevap verelim:

“ANKARA MÜFTÜSÜ RIFAT EFENDİ’NİN KARŞI FETVASI

Dünyanın düzeninin sebebi olan Müslümanların Halifesi (Allah onun azametini ve hilafetini kıyamet gününe kadar uzatsın) hazretlerinin hilafet makamı ve saltanat merkezi olan İstanbul, Halife’nin rızası hilafına olarak, Müslümanların düşmanları olan devletler tarafından fiilen işgal edilerek İslam askerleri silahlarından soyulup bazıları haksız yere öldürülerek, Hilafet merkezinin korunmasını üstlenen, bütün istihkâmlar, kaleler diğer harp vasıtalarını zapt ve resmi muameleleri yürütme ve Müslüman askerleri teçhize memur olan Bab-ı Ali ve Harbiye Nezaretine el konularak, halifeyi, milletin hakiki faydalarını temin edecek tedbirler almasından fiilen yasaklama, sıkı yönetim ilanı, Divan-ı Harpler teşkil ederek İngiliz kanunlarına uygun olarak muhakeme ve cezalandırma suretiyle Halife’nin hükmetme hakkına müdahale ve yine Halife’nin arzusu hilafına olarak Osmanlı memleketinin bir parçası olan İzmir, Adana, Maraş, Antep ve Urfa havalisine düşmanlar tarafından tecavüz edilerek, gayrimüslim vatandaşlar ile işbirliği halinde Müslümanları öldürüp, mallarını soygun ve yağma edip, namuslarına tecavüz ederek mukaddesatlarını tahkir ettikleri takdirde yukarıda açıklandığı gibi harekete maruz kalan ve esir olan gayretlerini sarfetmek bütün Müslümanlara farz olur mu?

Cevabı budur : Allah en iyisini bilir , OLUR (Düşman saldırdığı zaman onunla savaşmak herkese farzdır.Bu durumda kadının kocasının izniyle , kölenin de efendisinin izniyle savaşması gerekir. “ Kenz ve Bezzaziye adlı eserlerde “ . Eğer bir Müslüman kadın doğuda baskına uğrarsa batıdakilerin onu esaretten kurtarmaları gerekir.” (Bahru’r Raik adlı eserde)

Bu şekilde hilafetin meşru haklarını , gasbedilen gücünü geri almak ve tecavüze maruz kalan memleketleri düşmandan temizlemek için cihat edip savaşan Müslümanlar dinen baği (devlete isyan etmiş) olurlar mı?

Cevabı budur : Alah en iyisini bilir. OLMAZLAR ( isyancı diye gerçek imama itaati haksız olarak tanımayan müslüman gruba denir. “Mecmeu’l-Enhur adlı eserde”

Yukarıda yazıldığı şekilde Hilafetin gasbedilen haklarını geri almak için düşmanlara karşı açılan savaşta vefat edenler şehit, hayatta kalanlar gazi olurlar mı?

Cevabı budur : Allah en iyisini bilir. OLURLAR (Şehit şunlardır : Düşman, isyancılar ve yol kesiciler tarafından öldürülenler veya ellerinde belirli bir işaretle savaş meydanında bulunanlar, bir Müslüman’ın bir başka Müslüman’ı dinen öldürmesi gerekmeyen bir konu dolayısıyla zulmen öldürdüğü taktirde öldürülen, aynı şekilde zimminin yine dinen öldürülmesi gerekmeyen bir konu sebebiyle bir başkasını öldürdüğü taktirde öldürülen şehittir. (“Zeylei adlı eserde”)

Bu şekilde cihat edip dini görevlerini yerine getiren Müslümanlara karşı düşman tarafından Müslümanlar arasında silah kullanıp adam öldüren kişiler en büyük günahı işlemiş ve fesat çıkarmış olurlar mı?

Cevabı Budur : Allah en iyisini bilir. OLURLAR. (Allahü taala şöyle buyurmuştur : “Fitne adam öldürmeden daha kötüdür. Bundan dolayı da fesatçılar fitneye başvurur” “ Fethül Kadir adlı eserde”)

Düşman devletlerin zorlaması ve kandırması sonucu verilen hak ve hakikat ile bağdaşmayan fetvalara Müslümanların bağlanmaları ve dinen ona göre hareket etmeleri doğru olur mu?

Cevabı budur : Allah en iyisini bilir. OLMAZ. (Zorlama rızayı yok eder! “Velvaliceyh adlı eserde”)


16 Nisan 1336 (1920)
Mehmet Rıfat (BÖREKÇİ)
Ankara Müftüsü


Biz bu fetvayı alalı çok olmadı, yalnızca 90 yıl geçti.Emperyalist tezgahçılar iyi bilsin ne 700 yıllık Mardin Fetvasını nede 90 yıllık Ankara fetvasını unuturuz!

Ha! birde Ilımlı İslamcılar, emperyalistler ve yardakçıları unutmasınlar:İslam sancaktarlığı şerefine erişmiş bu millet Cihad'ın Kur'andan kaynaklandığını çok iyi bilir.Bunu İngilizler de iyi bilirler esasında.Kur'an'dan cihad ayetlerini (tövbe-haşa) kaldırmak mümkün mü? Tabii ki böyle bir şeyi tartışmak düşünmek bile cehalettir. Aksi halde başlarına ne geleceğini de iyi bilirler.

Her ne kadar kişiler üzerinden tartışma açıp da tezgahlarını ilizyonlarla bize yutturmaya kalksalar da nafile.Türk milleti gücünü Allah'a olan inancından ve yüce Kur'an-ı Kerim Azimüşşan'dan alır.
Kaynak: avaztürk

Mardin komedisi
Nuray MERT

Gazetelerden takip etmişsinizdir, hafta sonu Mardin’de son derece tuhaf bir toplantı yapıldı. Yedi yüzyıl önce İbn-i Teymiyye’nin Moğollara karşı verdiği ‘cihat’ fetvasının bugünkü anlamı tartışıldı. İngiltere merkezli bir düşünce kuruluşunun önderliğinde bir araya gelen birtakım din adamları, İslam dininde ‘cihat’ın, ‘radikal’ yorumlarına karşı bir anlayışın altını çizdi.

Öncelikle, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı bu komediye ev sahipliği yapmayı reddettiği için kutlamak isterim. Sonra da, Batılı dostlarımıza bir tavsiyede bulunmak isterim; Müslüman dünya ile barışmak için daha sahici ve samimi yollar bulmak yerine bu tür komediler organize etmekten vazgeçsinler.

Bugün karşılarına çıkan radikal İslamcı örgütlere ilişkin sorun, İslam dininin ‘cihat’ kavramı falan değil, İslam’ın modern tarihsel süreç içinde ve özellikle Soğuk Savaş döneminde selefi-radikal yönde ‘siyasallaşması’nın sonucudur. O nedenle işin içine Ortaçağ İslam düşünürlerini, post-modern çağın ‘yandaş’ ulemasını katmanın âlemi yok.

El-Kaide başta olmak üzere, radikal İslamcı örgütlerin nasıl palazlandığını hepimiz biliyoruz, bu palazlanmanın gerisinde İbn-i Teymiyye değil, modern dönemin siyasal çekişmeleri var. Bunu gayet iyi bildikleri için, geçen yıl (4 Haziran 2009) Obama, meşhur Kahire konuşmasını yaptığında, Mısır’da ‘Dar Al-İfta Al Mısrıyyah’, yani fetva makamının bir açıklaması, Obama’nın konuşması ile birlikte bir dosya içinde dağıtılmıştı. O açıklamada da, ‘cihat’ın yanlış yorumlandığı uzun uzadıya anlatılıyor, ‘cihat’ın insanın ‘nefsine karşı mücadele’ olduğu vurgulanıyor, ama ilaveten, ‘Evet, Afganistan’da mücahitler cihat yaptı, ama o ‘Ateist Ruslara karşı din özgürlüğü’ adına yapılmıştı’ deniliyordu.

Zira, ABD dış politika çıkarları, uzunca bir süre, ‘cihat’ın ‘nefisle mücadele’den ibaret değil, bildiğiniz silahlı mücadele olduğu yönündeki yorumları gerektiriyordu. Bunu bilmeyen yok, ama ben size işin içinde olanların ifadelerinden bir örnek vereyim. Suudi Arabistan’ın 20 yıl boyunca ABD büyükelçiliğini yapan ve Bush ailesine yakınlığı dolayısıyla adı ‘Bandar Bush’a çıkan, Prens Bandar Bin Sultan, biyografisinde, “Biz Amerika’nın Doğu-Batı veya anti-komünizm tezlerini kullanmadık, dini kullandık... Reagan’ın Sovyetler Birliği ile kavgasının stratejisine mükemmel bir şekilde uyacak biçimde Müslüman dünyayı kendimize yönelttik” diyor (W. Simpson, The Prince, Harper Collins, 2006, 112).

Aslında, Batılı güçlerin, İslami sembol, makam ve öğretileri siyasal alanda kullanması tarihi çok eskilere gider. 1857’de Hindistan’daki Sepoy İsyanı’na karşı İngilizler, dönemin Osmanlı Padişahı Abdülmecid’den, halife sıfatı ile asileri yatıştırmak için tavassutta bulunmasını istemişlerdi (Kemal Karpat, İslamın Siyasallaşması, 2001, 55). Sonra, II. Abdülhamid, halife sıfatını Osmanlı dış politikasında kendi yararına devreye soktuğunda, İngilizler tarafından ‘Kızıl Sultan’ ilan edilmişti.
Ezcümle, artık 21. yüzyılda, bu ucuz emperyalist manevralardan vazgeçilse diyorum. Dini veya başka bir şeyi devreye sokarak, insanlığı tehdit eden, her türden anlayışa karşı, sahici ve samimi uzlaşma zemini yakalamaya çalışılacaksa, bu türden çabalara Müslüman, gayri Müslüman hepimiz destek verelim, yoksa bu sahte çabaların sonuç vermesini beklemek beyhude. Dahası, bu tür girişimler Müslümanları/Müslüman toplumları ‘enayi’ yerine koymak gibi, fazladan rencide ve rahatsız edici bir etki yaratıyorlar.

30 Mart 2010
Hürriyet

Fetva kültürü
Ebubekir Sifil
05 Nisan 2010

Bu köşede zaman zaman "fetva" meselesi üzerinde duruyoruz. Fetvanın ne olduğu, fetva sormanın ve vermenin mahiyeti, önemi, hassasiyeti... gibi hususlar fetva kültürünün kaybolmaya yüz tuttuğu günümüzde daha bir önemle kavranmak durumunda. Yaptığı işin fetva sormak ve fetva vermek olduğunu bilerek ya da bilmeyerek fetva soranların da verenlerin de sayısının hayli arttığı bir vakıa.

En temel ve teknik meselelerde bile hayli "rahat" cümleler kuran insanların sayısındaki artış -genellikle takdim edildiği gibi- sadece "okuyan, düşün, araştıran" insanların sayısındaki artışı mı gösteriyor, yoksa dindarlığımızdaki bir "gevşeme"nin, hatta "çözülme"nin işareti olarak mı algılanmalı?

Mardin'de yapılan toplantı -ki "ne söylendiği"nden çok "nasıl takdim edildiği" ile hafızalarda kalacağı kesin-, fetva kültürü dediğimiz şeyin önemini bir kere daha ortaya koydu. O toplantıya katılan insanlar fiilen ve doğrudan söylememiş olsa bile, hasıl olan neticeye baktığımızda, elde kalan, "bir fetvanın kaldırılması" oldu.

Katolik dünyada kilise konsilleri toplanır, kararlar alır ve uygular. Bu kararlar dinî açıdan -kilisenin günahsızlığı (!) ve yanılmazlığı (!) dolayısıyla- tartışma dışıdır. Bizim için dikkat çekici olan şu nokta: Her bir konsil, daha önceki konsil-ler-de alınmış kararları onaylayıcı mahiyette karar alabileceği gibi, onu ortadan kaldırıcı mahiyette de karar alabilir.

Mardin toplantısının yaptığı en büyük tahribat bana göre dilimize ve bilincimize "fetva kaldırma" olgusunu yerleştirmesi oldu. Fetva, birilerinin yürürlüğe koyduğu ve başka birilerinin de yürürlükten kaldırdığı bir olgu değil oysa. Konsil kararlarını andıran bu takdim ve algı durumu, fetva bilincinde büyük bir tahribat yaptı gerçekten. En azından dilimize öyle bir kalıp yerleştirmekle yaptı bunu...

Yeni Şafak'tan Hakan Albayrak'ın, Rusya'daki metro eylemi dolayımında ortaya koyduğu tavır hayli ilgi çekici. İki hususta söylediklerini yan yana koyduğumuzda net olarak görülüyor ilginçlik:

"HAMAS, İslami Cihad yahut Lübnan Hizbullahı, işgal altındaki Filistin topraklarında sıradan İsraillileri hedef alan eylemler gerçekleştirirken, "Burada bir işgalin ve işgale karşı savaşın yaşanmakta olduğunu bile bile dünyanın dört bir yanından gelip Filistinlilerden gasp edilmiş topraklar üzerinde yaşamayı seçen her Yahudi işgalci statüsündedir ve bizim tarafımızdan hedef alınmayı peşinen kabul etmiştir" mantığıyla hareket ediyor; ama Moskova Metrosu'nu kana bulayanlar böyle bir mantığa da sığınamazlar."

Böyle diyor Albayrak. Paragrafın ilk kısmını dikkatle okursanız, Hamas ve diğerlerinin mücadele tarzını ifade ederken "tarafsız taraflı bir Batılı gözlemci"nin kaleminden çıkmış gibi bir intiba oluşturduğunu fark edeceksiniz.

Ve asıl önemlisi, ikinci kısım:

"Moskova Metrosu'na dönecek olursak... Çeçen direniş lideri Dokka Umarov, saldırıları üstlendi. Emri bizzat kendisinin verdiğini açıkladı. Gerekçesi özetle şöyle: 'Onlar bizim sivillerimizi katlettiler, biz de onların sivillerini katlettik.' Çok acayip bir cihad anlayışı..."

Karar önceden verilmiş. Son cümle bunu ifade ediyor. Bu "çok acayip bir cihad anlayışı." Sonra da Albayrak, bu "acayip cihad anlayışı"nın ortadan kaldırılmasına yönelik bir fetva istiyor el-Karadâvî ve benzeri isimlerden. Aslında fetvayı kendisi vermiş de, onlardan teyit istiyor.

Oysa Müslüman bilinci, bu meselenin hükmü neyse otoriteler tarafından araştırılıp ortaya konulmasını talep etmeli; bu istikamette şekillenmeli. Moskova metrosundaki eylemleri savunmak ya da kınamak değil mesele. Bu olay da -tıpkı Mardin toplantısı gibi- fetva bilincimizdeki çarpılmayı ortaya koyan bir ayna vazifesi görüyor...
Anadoluhaber

Camilerde “Şeytana” dua ettirmek!
Müyesser YILDIZ
muyesseryildiz@avazturk.com

(..).

Hazır, 50. ölüm yıldönümü münasebetiyle gündemimize Said-i Nursi girmiş ve Batı işbirlikçileri de, “Demokratik Açılımda Said-i Nursi” modelini tartışmaya başlamışken, şunların bilinmesi faydalı olur diye düşünüyorum.

Bütün felaketimizin kaynağının “Avrupa muhabbeti” olduğuna inanan O zat demiştir ki; “İslâm onuru ve milli namusun yarası pek derindir. Edirne camiinde Müslüman bir hocanın ağzından, Venizelos gibi bir şeytan zalime dua ettirdiler. Hilafet merkezinde, Müslümanların ağzından şeytanın partisi olan İngiliz, Yunan askerlerini kurtarıcı, arındırıcı olarak ilan ettirip, karşısındaki mücahitler topluluğunu cani, zalim diye söylettirdiler.”

Bugün camilerimizde AB hutbesi okutturmaya niyetlenmenin, bu tablodan farkı var mı?.. AB’yi “kurtarıcı, arındırıcı”, emperyalistlere, BOP projelerine karşı çıkanları, “statükocu, hatta terör örgütü üyesi” ilân ettirme peşinde değiller mi?

Bu vesileyle, İngiliz organizasyonu “Mardin fetvası” toplantısı hakkında da bir-iki kelâm edeyim. Mütareke yıllarında İngiliz Angilikan Kilisesi altı soru sorup, İslâmiyet’in bunlara 600 kelime içinde cevap vermesini ister. Talep, Said-i Nursi’ye iletilir. Çok öfkelenir, şu karşılığı verir:

“600 kelimeyle değil, 6 kelimeyle değil, hatta bir kelimeyle değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurâne üstümüzde sual soruyor. Tükürün o zalimlerin merhametsiz yüzüne…”

O zâtın İngilizlere, “Senin fitnen Anadolu’da açığa çıkmıştır, bu yüzden tesirini yitirmiştir” dediğini de hatırlattıktan sonra “Said-i Nursi modelini” konuşan, “Mardin Fetvası” açılımı yapanlara soralım:

“Said-i Nursi’nin bu isyanlarını, o açılımlarınızın neresine koyacaksınız?”
Avaztürk

04 Nisan 2010
Türk televizyon yapımcılığına ayrı bir bakış açısı getiren Acun Ilıcalı, hakkında çıkan "Fethullahçı" sözleri için bakın ne dedi...

Röportaj: Nazenin Tokuşoğlu / Habertürk

DİNE YAKIN İNSANLARA SICAK BAKIYORUM

- “Allahın sevgili kuluyum” diyebilir misiniz?
Tabii ki diyemem, benim başıma gelen talihsiz olaylar dünyada çok az insanın başına gelmiştir. Ama ben dünyayı imtihan yeri olarak düşünüyorum. Maddi olanakları iyi olan bir insanın yapması gerekenler var, ben de genellikle gizli bir şekilde elimden geldiğince yapıyorum. Yardıma ihtiyacı olanların yanındayım her zaman. Aslında biraz göstermek de lazım, ki örnek olalım. Tabii kapasitesiz insanlar bunu reklam şeklinde algılayabilir.

- İnançlı bir insan olduğunuzu biliyoruz, AKP hükümetinin de biraz katkısı var mı?
Yok canım. Hükümetle buluştuğum hiçbir nokta yok ki. Başbakan’la karşılaşıyoruz arada, sarılıyoruz, öpüşüyoruz, sohbet ediyoruz. Çok severim kendisini. Ama o kadar...

- Fethullahçı olduğunuz söyleniyor...
AK Parti’yle bir alakam var mı? Yok!.. Fethullah Hoca’yla var mı? Sıfır!.. Hani hakikaten alakam olur, Fethullah Hoca sevdiğim bir insandır, arada görüyorumdur, bunu açık açık söylerim.

- Değil misiniz yani?
Hayatımda Fethullah Hoca’yı bir kere bile görmedim, hiçbir zaman da yakınlığım olmadı. İçki içmiyorum, sigara kullanmıyorum, oruç tutuyorum ya oradan ona bağlıyorlar. Namaza gidiyorum; “Acun Fethullahçı...” Ne alaka... Ama her görüşe saygı duyarım, o ayrı. Korkum ne biliyor musun? Şimdi buradan alıp keser, süsler, değiştirir, kendi haberi gibi basar adamın biri, hep başıma gelen şey... Bir daha bu konu hakkında konuşmak istemiyorum. Gerçekten!..

- Katıl bize dediler mi?
Hayır, uzaktan yakından alakam yok.

- Olabilir mi ileride?
Düşünmüyorum. Ama o cemaatten tanıdığım insanlar var gayet de düzgün insanlar. Kimseyi yargılamak haddime değil, yeter ki insan olsun. Elimden geldiğince dinimin gereklerini yerine getirmeye çalışıyorum, dine yakın insanlara sıcak bakmam da normal. Fethullahçılar değil yani, dindar insanları kastediyorum.

Yusuf Kaplan
28 Şubat bitmedi; yumuşak sekülerleşme devrimi'yle toplumu 'bitirdi'

Diğer askerî müdahalelere "darbe" diyoruz; ama 28 Şubat'a sadece "darbe" demiyoruz; "28 Şubat süreci" diyoruz aynı zamanda. Neden?

Şundan: 28 Şubat, bu topluma, askerî darbelerden çok daha fazla darbe vuran sosyal, siyasî, kültürel ve entelektüel bir dönüşüm projesidir. O yüzden derin bir süreçtir: Adına Toplumun bütün hücrelerine derinlemesine nüfûz ederek toplumu tepeden tırnağa dönüştürmeyi hedefleyen bir kendi kendini sömürgeleştirme süreci.

Bugün, "28 Şubat bitti", derken kastedilen şey, militerleşme olgusudur: Kaldı ki, bunun da henüz tam olarak bittiğini söyleyemeyiz; bu bağlamda kısmî bir normalleşme süreci yaşadığımızı söyleyebiliriz yalnızca: Bu normalleşme sürecinin nihâî noktasına götürülebilmesi, köklü kurumsal reformlarla mümkündür. Bugüne kadar girişilen bu tür girişimler, köklü fikrî temellerden ve stratejik hedeflerden yoksun olduğu için başarıyla sonuçlanamamış, geri tepmiştir.

1908'den itibaren bu ülkede "kale" içeriden fethediliyor ve ülkenin omurgasını tavandan çökertecek bir kendi kendini sömürgeleştirme süreci yaşanıyor: Türkiye, Batılılar tarafından sömürgeleştirilmeye gerek kalmadan içeriden gerçekleştirilen zihnî bir sömürgeleştirilme ameliyesine tabî tutuluyor.

Tavandan sömürgeleştirme girişimine, 28 Şubat'la birlikte, tabandan sömürgeleştirme girişimi ilâve edilmiştir. O yüzden, 28 Şubat, klasik bir askerî darbe değil, yumuşak bir sekülerleşme devrimi'dir: Türkiye'yi, bu toplumun temel iddialarını, ruhunu, toplumun en derin hücrelerine kadar nüfûz ederek bitirme çabası.

Bu nedenle, 28 Şubat'ın bittiğini söylemek, 28 Şubat projesini kavrayamamak demektir. Dolayısıyla burada asıl konuşulması gereken yakıcı sorun, 28 Şubat'ın Türkiye'yi, toplumun temel iddialarını, değerlerini, dinamiklerini, ruhunu bitirme sürecine girdirmeyi ve bu süreci halen derinlemesine hayata geçirmeye devam etmeyi nasıl başardığı meselesidir.

Bu başarının nedeni, 28 Şubat'la başlatılan yumuşak sekülerleşme devriminin, bu toplumun ruhunu yok edecek, omurgasını çökertecek, kültürel değerlerini çözecek, iddialarını nihâî olarak bitirecek bir süreci gerçeğe dönüştürmüş olmasıdır.

28 Şubat'la birlikte, İslâmî duyarlıklar, değerler, ölçüler, ölçütler bütün toplum kesimlerinde gözle görülür bir şekilde aşınmış; görünüşte, dindarlaşmada patlama yaşanmaya başlanmış ama adına dindarlaşma denen fenomenin, gerçekte, dini darlaştırma, bireysel alana hapsetme, hayattan uzaklaştırma süreci olduğu fark edilememiştir bile.

28 Şubat süreciyle birlikte maruz bırakıldığımız yumuşak sekülerleş/tir/me devrimi, toplumdaki İslâmî duyarlıkları aşındırmakla, toplumu ayakta tutan omurgayı çökertmiş, değerleri çözmüş, dinamikleri tuzla buz etmiştir. Ve Özal dönemi liberalizmini mantîkî sonuçlarına ulaştıran bu süreçte patlak veren çıkarperestlik, kariyerperestlik, egoperestlik, pop, top ve starperestlik gibi sosyo-kültürel dekadans biçimleri, Türk toplumunu, Batı toplumlarının kötü bir karikatürüne dönüştürmüştür.

Dahası, İslâmî duyarlıkların aşınmasıyla birlikte, etnik kimlikler, ulusalcılık, Kemalizm, milliyetçilik gibi altkimlikler üst kimlik olarak kemikleşmeye, farklı toplum kesimleri arasında ürpertici kutuplaşmalar köksalmaya başlamıştır.

Sonuçta, farklılıkların alabildiğine azmanlaş/tırıl/dığı, ortak paydaların ise azaltılmaya, hatta yok edilmeye çalışıldığı bir çıkmaz sokağın eşiğine fırlatılmış durumdayız.

28 Şubat'ın İslâmî kesimlerdeki sosyo-kültürel ve entelektüel sonuçları ise daha da tahripkâr olmuştur: Sözgelişi, gayr-ı meşrû cinsel ilişkilerde, başı örtülü kızlarla erkekler arasında parklarda, sokak aralarında yaşanan aşk ilişkilerinde; İslâmî kesimlerdeki boşanma oranlarında, hırsızlık, yolsuzluk, dolandırıcılık, komisyonculuk olaylarında; yoksul, kimsesiz insanların, sessiz yığınların sorunlarına duyarsızlaşma biçimlerinde ürpertici patlamalar yaşanmaya ve işin daha da vahimi, bütün bu sosyo-kültürel çözülmeler, yozlaşmalar normalmiş gibi algılanmaya, görmezden gelinmeye başlanmıştır.

En önemlisi de, 28 Şubat "devrim"i, en fazla kültürel alana darbe vurmuş, kültürel alanı bitirmiştir. Medeniyete, medeniyetler ittifakına bu kadar vurgu yapan AK Parti hükümeti, ne yazık ki, yaşanan bu çok yönlü bitişi, çözülmeyi göremediği için, kültür alanında tam bir fiyasko ve hezimet ile karşı karşıyayız...

Oysa bilim, düşünce, sanat ve hayatı da içine alacak şekilde en geniş anlamıyla kültür'de varlık gösteremeyen bir toplumun, uzun vadede, varlığını sürdürebilmesi bile zordur.
Yenişafak

Gülen Cemaati yılın gazetesi ödülünü Taraf`a verdi
18 Nisan 2010,
Anadolu Haber
GAZETECİLER ve Yazarlar Vakfı tarafından verilen 2009 Birlikte Yaşama Ödülleride yılın gazetesi ödülü Tarafın oldu.

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından verilen ‘Birlikte Yaşama Ödülleri’nde yılın gazetesi ödülü Taraf’a verildi. Harbiye Kongre ve Kültür Merkezi’nde düzenlenen ödül törenine TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, İstanbul Valisi Muammer Güler ile sanat, spor ve medya dünyasından pek çok ünlü isim katıldı.
Kadir Çöpdemir’in sunduğu gece Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Mustafa Yeşil’in konuşmasıyla başladı. Göksel Baktagir, Hasan Cihat Örter, Serkan Çağrı, Ahmet Koç, Mısırlı Ahmet gibi usta sanatçıların performanslarıyla katıldığı gecede edebiyat, medya, bilim, sahne sanatları, sivil toplum ve spor dallarında ödüller verildi.

Ediz Hun, Garo Mafyan, Hilmi Yavuz, Hüseyin Hatemi, Toplum İbrahim Betil, İbrahim Kâfi Dönmez, Mario Levi, Alevi Dernekleri Federasyonu Başkanı Metin Tarhan, Ömer Laçiner, eski Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç ve Ümit Fırat’tan oluşan jurinin seçtiği 2009 Birlikte Yaşama Ödülleri’ni kazanan isim ve kurumlar şöyle:

» Edebiyat- Elif Şafak

» Bilimsel çalışmalar- TESEV (Can Paker)

» Medya- Hasan Cemal, Açık Radyo (Ömer Madra) ve Taraf gazetesi (Başar Arslan)

» Toplumsal Alanda Örnek Davranış veya Girişimler- Rakel Dink

» Görsel İşitsel Sanatlar ve Sahne Sanatları- Kalan Müzik (Hasan Saltık), Güneşi Gördüm (Mahsun Kırmızıgül)

» Spor- Hasan Doğan, Ertuğrul Sağlam

Merhum Hasan Doğan’ın jüri özel ödülünü eşi Aysel Doğan gözyaşları içinde alırken, programa katılamayan Rakel Dink’in ödülünü Oral Çalışlar İstanbul Valisi Muammer Güler’in elinden aldı.

“Dostlarımız bizi uzaktan seviyor”

Yoğun alkışlar arasında Taraf’ın sahibi Başar Arslan’a verilen yılın gazetesi ödülünü Ümit Fırat’tan alan Taraf Yazı İşleri Müdürü Yıldıray Oğur “Dostlarımız bizi genelde uzaktan seviyor. Bu ödülü bize layık görerek bizi uzaktan sevmediğiniz için teşekkürler” dedi.
TARAF

Cemaatten Said-i Nursi’ye “Altın”makas
21 Nisan 2010

Can Dündar, Said-i Nursi’nin belgeselini Fethullah Gülen cemaatinin sponsorluğunda gerçekleştirdi.

Filmin, 1,4 milyon Euro’ya mal olduğu konuşuluyor. Said-i Nursi belgeselinin bittiği halde vizyona girmeyip bekletilmesinin perde arkasında, cemaatin bazı endişelerinin olduğunu yazmıştık.

Riske girmek istemeyen ve cemaati küstürmek istemeyen Can Dündar, belgeseli Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı aracılığıyla Fethullah Gülen’e’ iletmişti.

Hocaefendi filmi izledi, yalnız beğenip beğenmediği konusunda bir fikir bildirmedi. Hocaefendi film yayına girip girmemesine bir başka kişinin karar vermesini istedi.

İşte Fethullah Gülen’in belgeseli havale ettiği kişi filmi izledi.

Belgesel genel olarak beğenildi ve vizyona girmesine izin çıktı. Filmi Fethullah Gülen adına denetleyen S.Y olumlu görüş bildirdi. Belgeselin yayınlanmasına izin çıktı.

Ancak S.Y’nin küçük bazı istekleri de oldu. S.Y belgeselden bazı bölümlerin çıkarılmasını istedi.

Can Dündar da bu ricayı kıramadı.
avaztürk

İslamcı yazarlarda Fethullah Hoca korkusu
Mehmet Yakup YILMAZ
mehmetyilmaz@hurriyet.com.tr
9 Haziran 2010

FEHMİ Koru, geçtiğimiz pazar akşamı evinde gazetecileri ağırlamış. Taraf’ta Rasim Ozan Kütahyalı’nın yazdığına göre seçkin bir topluluk varmış, yemek yenilip, sohbet edilmiş. Meselenin bu kısmıyla ilgili değilim, afiyet olsun demekle yetinmeliyim.
Yemekte güncel konulardan biri olan “Fethullah Gülen’in WSJ demeci” de tartışılmış.
Kütahyalı, Fethullah Hoca’nın söylediklerinin yanlış olduğunu düşündüğünü belirttikten sonra şöyle yazıyor:
“Bir yandan yazılmamak kaydıyla olan özel konuşmalarda birçok isim Gülen’e karşı burukluğunu belirtiyordu, bir kısmı şaşırmıştı. Burukluğunu ve sitemlerini anlatanların bir kısmı Gülen’den çok içten biçimde ‘Hocaefendi’ diye bahsetmeye devam ediyordu, çünkü Gülen’le manevi gönül bağları vardı. Öte yandan kimi isimler Gülen’i eleştirmeye çekindiklerini de ifade ettiler. ‘Eskiden böyle değildi, Gülen’e dair daha rahat yazılıyordu, şimdi herkes söyleyeceğini yutuyor’ dedi bir davetli. Buradaki ‘çekinti’ Türkiye’nin çıkarını düşünerek olan bir çekinti de değil, bildiğiniz korkuya benzer ‘Acaba başıma bir şey gelir mi?’ duygusuyla karışık bir çekintiydi bu. İslami kesim içinde bile Fethullah Gülen ve hareketine dair bu hisler yükselmeye başladıysa durum iyi değil demektir.”
Kütahyalı, bunu “ulusalcılar tarafından uydurulmuş şehir efsanelerinin etkisinde kalmaya” bağlıyor.
Ama yazıdan anlıyoruz ki bu konuda İslamcı gazetecilerin çoğunluğu gerçekten düşündüklerini yazamıyorlar. Kütahyalı “Karnından konuşmalar, içinden geçeni saklamalar artıyor” diye yazıyor.
Demek ki Fethullah Gülen’i eleştiren bir şeyler yazdığımızda bizlerin başına gelenler, yandaş arkadaşların da başına geliyormuş!

(..)
Milliyet

Aleviler Fetullah projesine karşı: Ankara'da cemevi temel atma töreni öncesinde çatışma
8 EYLÜL 2013



BBC'nin haberine göre Ankara'da yapımı planlanan Mamak Cami ve Cemevinin temel atma töreni öncesinde gösteri düzenleyerek yolu trafiğe kapatan gruba polis basınçlı su, biber gazı ve plastik mermiyle müdahale etti.

Ankara'dan gazeteci Sinan Onuş'un aktardığına göre, cami ve cemevinin Fethullah Gülen hareketinin desteğiyle yapıldığını iddia eden ve "Böyle bir cemevi istemiyoruz" diyen bir grup, Tuzluçayır Meydanı'nda sabah saatlerinde protesto gösterisine başladı.

Çatışma sırasında göstericilerin polise, sapanla bilye ve havai fişek attıkları görüldü.

Çatışmalar ara sokaklara yayılırken polis daha sonra Tuzluçayır Meydanı'ndan çekildi.

"Bu daha başlangıç, mücadele devam edecek" sloganları atan grup, meydanda barikat kurdu.

Hürriyet gazetesine göre proje, Hacı Bektaş Veli Kültür Eğitim Sağlık ve Araştırma Vakfı ile Cem Vakfı tarafından yürütülecek. Projenin finansmanını ise Alevi ve Sünni iş adamları üstlenecek. Projenin bir yıl içinde bitirilmesi planlanıyor.
haber1001


En son Ekim tarafından Pzr Eyl 08, 2013 8:32 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Nis 21, 2010 10:29 pm    Mesaj konusu: F.Gülen niçin gelemiyor? Gelebilecek mi? Alıntıyla Cevap Gönder

F.Gülen niçin gelemiyor? Gelebilecek mi?
Müyesser YILDIZ
muyesseryildiz@avazturk.com

21 Nisan 2010Çarşamba
Son 1 haftada dikkat çekici iki önemli gelişme oldu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tam da ABD’deyken, Fethullah Gülen’in yakın dostu Zaman Gazetesi Yazarı Hüseyin Gülerce, şöyle bir açıklama yaptı:

“Sayın Başbakan’ın takdiridir, ama onun yerinde olsam Gülen’i bu kadar seven bir insan olarak ziyaret ederdim. Gülen Türkiye’nin değeridir. Nasıl ki Nazım Hikmet Türkiye’nin bir değeridir dendiğinde bunun toplumsal diyalog, hoşgörü için çok güzel bir şey olduğunu söylüyorsunuz… Nasıl Ahmet Kaya için üzülüyoruz, niye dışarıda vefat etti, niye bir linç kampanyası yapıldı diye… Şimdi bir normalleşme var, Başbakan’ın ‘Artık kusura bakmayın, alınacaksanız da alının ama artık vakti saati geldi, Sn. Gülen’i Türkiye’ye ve insanlığa yaptığı hizmetlerden dolayı tebrik etmeye gidiyorum’ demesi lazım. Bu devlet-millet kaynaşması için çok önemli bir adım olurdu.”

Gülerce’nin çağrısında sadece “umutsuzluk” değil, ne kadar çok “sitem” var değil mi?

Umutsuzluğunda haklı çıktı, zira bilebildiğimiz kadarıyla Erdoğan, Gülen’i ziyaret etmedi.


İkinci gelişme ise Gülen’in sağlık durumunun iyi olmadığı, ciğerlerinin su topladığı yönündeki haberlerdi. Bir süredir bu yönde yayınlar yapılıyor, Gülen de “tahta kulübeyi yıkacaklarına, başıma bir balyoz vursalardı keşke!..” diyecek kadar “vatan hasreti” çektiğini duyurmaya çalışıyor. Dikkat çekici olan son yıllarda “veliaht” gibi sadece iktidar politikalarına değil, sağa-sola yön veren prenslerden birinin son görüşmesinde Gülen’e adeta “veda” etmesiydi!..

Allah acil şifalar versin… Ama bir soru orta yerde duruyor!..

“Esnek olunup, sivrilmeden Adliye, Mülkiye veya başka hayati müesseselerin can damarlarına” girildi… “Bütün anayasal müesseselerdeki güç ve kuvvet kendi cephelerine” çekildi!..

Dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in ifadesiyle “dönüşünde hukuki bir sorun” yok!..

Ve “Ergenekon, darbe planları, Gata-kulliler, kozmik aramalar” sayesinde Türkiye “normalleşme” sürecine sokuldu!..

Kısacası hiçbir engel kalmadı!.. Öyleyse, hem de bu kadar ağır hastayken niçin gelmiyor?.. Yoksa gelemiyor mu ve neden?

Bir süredir bu sorunun cevabını arıyorum. Birkaç ay önce ABD’ye gittiğinde Gülen’le görüşen bir isme de sordum. Cevabı kısa, ama ilginçti; Çeşitli şehirlerde zorunlu ikâmete tabi tutulan Said-i Nursi’nin Ankara’ya gelişi ve dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in tavrını hatırlattı. Bu durumda bana da o hadiseyi biraz geriden alarak, anlatmak düşüyor…

14 Mayıs 1950’de iktidar değişmiş, DP iktidar, Celal Bayar Cumhurbaşkanı olmuştur. Said-i Nursi, Bayar’a bir tebrik telgrafı çeker, Bayar’dan da teşekkür cevabı gelir. DP’nin iktidarıyla birlikte Said-i Nursi yeniden siyasetle ilgilenmeye başlamış gibidir. Sonraki seçimlerde açıktan DP’ye destek verir, hatta öğrencilerinden biri DP’den milletvekili seçilir. Sık sık DP’nin başarısı için dua eder, “İnşallah o hür insanlar mutlak baskıyı kaldırıp, tam bir şer’i hürriyete vesile olacaklar” der. Öyle ki, bundan sonra nerede yaşaması gerektiğinin kararını da iktidara bırakır.

Başbakan Menderes’le ilişkisine gelince; O’nun gibi bir “İslâm kahramanıyla bir süre sohbet etmek istediğini” söyler, ancak durumun buna müsait olmadığını belirtip, bir mektup yazar. Menderes’ten, “Particilik adına İslâmiyet’ten vazgeçilmemesini, Ayasofya’nın tekrar ibadete açılmasını” talep eder.

Bu arada hakkındaki davalar devam etmekte, kâh Emirdağ, kâh Isparta’da yaşamaktadır. 2 Aralık 1959’da Ankara’ya gelir, burada bir gece kaldıktan sonra Konya’ya geçer, 31 Aralık’ta üç milletvekilinin daveti üzerine yeniden Ankara’ya döner. Yeniden Konya, Isparta derken 11 Ocak’ta bir kez daha Ankara’ya gelir.

İşte bu hareketlilik hükümetin dikkatini çeker ve “Emirdağ’da oturması tavsiye edilir”!.. Bunun üzerine öğrencilerine yazdığı mektupta, “hükümetin ricasını kıramadığını, sağlığına iyi gelmesi sebebiyle bir süre Emirdağ ve Isparta’da kalmak istediğini ” bildirir, “siyasetle ilgilenmediğini” özellikle vurgular. Bu olaylardan yaklaşık 2 ay sonra da Urfa’da vefat eder.

Gülen’in Türkiye’ye dönmek istediği kesin, ama nedense gelmesini artık cemaatten bile kimse ağzına almıyor. Acaba neden? Gelmesi istenmiyor mu ve şayet öyleyse istemeyenler kimler?.. “Dinin siyasallaştırılması”nda Gülen’in hedefleri bile fersah fersah aşıldığından artık ona ihtiyaç kalmadı mı?.. Yoksa gelişinin, iktidar ve cemaat içinde birilerinin hesap-kitaplarını bozmasından mı korkuluyor?

Gülen’in akıbetinin de Anayasa değişikliği ve Cumhurbaşkanının görev süresiyle yakından alâkalı olduğu belli!.. Buna rağmen TV programlarında al-gülüm ver gülüm için bardak gibi dizilen gazeteciler, Başbakan Erdoğan’a ilk fırsatta Gülen’i de bir sorsalar, hiç fena olmaz diye düşünüyorum!..
avaztürk

Birbirlerine düştüler
25 Nisan 2010
PKK’ya yakınlığı ile tanınan ANF hedefine TARAF gazetesinin bazı yazarları ve cemaate yakın isimleri aldı.

Kürt açılım sürecinin stratejistleri sayılan Zühtü Arslan, Önder Aytaç, İhsan Bal ve Emrullah Uslu eleştirilerden payını aldı.

ANF’nin haberinde AKP’nin polisi “Türk İslam Sentezi” görüşleriyle yetiştirdiğini ve bölgede görevlendirdiği öne sürüldü.

Haberde “AKP hükümeti döneminde adım adım yeniden yapılandırılarak Türkiye’nin en etkili, istihbarat ağı en geniş birimi haline getirilen polis teşkilatı, gün geçmiyor ki hak ihlalleri ile gündeme gelmesin. Polisi bu kadar acımasız hale getirilmesinde yetiştirildiği eğitim sisteminden kaynaklanıyor. Tüm polisler, hem polis okulunda iken hem de polislik görevini yürütürken Polis Akademisi de hazırlanan eğitim müfredatına göre eğitiliyorlar. Bu akademilerde her bir polis adayı Türk-İslam sentezinden geçiriliyor, ırkçı görüşlerle donatılıyor” denildi.

Hedefte onlar var

Polislerin eğitilmesi ve stratejinin belirlenmesinde Fethullahçı ve AKPli polis yöneticilerin önemli rol oynadıkları öne sürüldü:

”Bu yöneticilerin başında Polis Akademisi’nin başında bulunan Zühtü Arslan bulunuyor. Arslan akademinin başına geçmeden önce Fethullah Gülen’e ait Zaman Gazetesinde makaleler yazıyordu. Fethullah Gülen tarikatı tarafından ABD’nin Leicestir Üniversitesi’nde uzman olarak yetiştirildikten sonra Polis Akademisi sorumluluğuna getirildi.

İkinci yönetici Önder Aytaç; Zühtü Arslan’ın yardımcılığını yapıyor. Aynı zamanda Başbakan Erdoğan ile Ertuğrul Günay’ın danışmanı, Taraf Gazetesi yazarı. Cemaat tarafından İngiltere’nin Hull Üniversitesine gönderilerek özel savaş uzmanı olarak eğitildi.

Adı İhsan Bal; Eski bir MHPli, bugünün Fethullahçısı. Aynı zamanda Zaman Gazetesinde de yazıları çıkıyor. Polis Akademisinde Zühtü Arslan’ın yardımcısı. İngiltere’de PKK üzerine kriminoloji eğitimi gördü.

Dördüncü yönetici resmi değil, fiili yöneticilik yapıyor. Adı Emrullah Uslu; Fethullahçı. ABD’nin Utah Üniversitesinde yetiştirildi. PKK masasından sorumlu. Ayrıca Ergenekoncu Bedrettin Dalanın Yedi Tepe Üniversitesinde öğretim görevlisi.”

avaztürk

ATMA EMRULLAH DİN KARDEŞİYİZ
Barış Terkoğlu
27.04.2010 13:21
http://www.odatv.com/images/2010_04/2010_04_27/atma-emrullah-din-kardesiyiz-2704101200_l.jpg
ABD’de eğitim alan polisleri haber yaptığımız günlerdi.
Odatv’de yazanlar büyük ses getiriyordu.
Ne mutlu ki yazılan hiçbir bilgi yalanlanmadı.
O günlerde Odatv’nin telefonu çaldı. Arayan üst düzey bir emniyet müdürüydü. Yazdıklarımızdan ötürü kendisine “ajan” gibi bakıldığını ancak ABD’de eğitim çalışmalarını iyi niyetle başlattıklarını söylüyordu. Ancak polis içinde bazı isimlerin bunu kötüye kullandığını anlatıyordu.
Adını verdiği ilk isim Emrullah Uslu idi. Uslu’nun ABD’de yaptığı çalışmaların deşifre olması polislerin de kendisinden uzaklaşmasına neden oluyordu.

ODATV SAYESİNDE

Adı Utah’tan sızan gizli belgelerle gündeme gelen Emrullah Uslu’nun ABD’de kalışının hukuksuz olduğu Odatv’nin yaptığı haberlerle ortaya çıktı. Uslu, sonunda Türkiye’ye getirildi. Fazlaca deşifre olan Uslu, polisliği bıraktı. Yeditepe Üniversitesi’nde akademisyenliğe başladı. Cemaat ile uzak görüntü veren bir tarzı benimsedi. Bu görüntü hem kendisi hem de cemaat için iyi oldu. Örneğin Uslu’nun lügatına sık sık “Fehullahçı” tabiri girmeye başladı. Oysa Utah’ta en yakın dostları onlar değil miydi? Yakın zamana kadar cemaatin gazetesi Zaman’da ve Today’s Zaman’da yazıları yayınlanmıyor muydu? Utah’ta en yakın dostları, ev arkadaşları cemaatin şakirtleri değil miydi?
İşte o Emrullah Uslu kendi gazetesi Taraf’tan Neşe Düzel’e bir röportaj verdi. Daha doğrusu Emrullah Uslu adıyla değil müstear ismi “Emre Uslu” adıyla....
Neşe Düzel de böylece fotoğrafını yayınladığı kişinin müstear ismini kullanarak gazetecilik tarihine geçti.

ATMA EMRULLAH DİN KARDEŞİYİZ

Herkesin kendisi hakkında şüphelere sahip olduğu Uslu yine üst perdeden başladı konuşmaya.
Ahmet Türk ve Enerji Bakanı Taner Yıldız’a’a atılan yumruğun Ergenekon projesi olduğunu anlattı.
Buna kanıtı ne miydi?
Taner Yıldız’a yumruk atan kişinin İP ile MHP’nin ortaklaşa düzenlediği bir mitinge katılmış olması. Evet olayın Ergenekon’a havale etmesinin kanıtı bu kadar basitti.
Emrullah Uslu yargılansa kendisi ile bulunacak kanıtlar bundan daha fazla değil miydi? Örneğin Uslu’nun çalıştığı üniversitenin sahibi bugün İrticayla Mücadele Eylem Planı nedeniyle hazırlanan iddianamenin bir numaralı sanığı olarak geçmiyor muydu?
Uslu’nun gizli belgeleri sızdırdığını tezini beraber hazırladığı eski cemaatçi hocası söylememiş miydi?
Neyse...

ERGENEKON MHP’Yİ KUŞATIYOR MU?

Emrullah Uslu üfürükçü gibi...
Attıkça atıyor...
“Ergenekon MHP’yi kuşatmaya çalışıyor” diyor.
Nedir kanıtınız?
Mehmet Haberal’ın oğlu ile eski bir albay MYK’ya girmiş. Albay eskiden MGK’da görevliydi, ayrıca 27 ülkeye görev nedeniyle gitmiş Ergenekoncu olmayacak da ne olacak diyor Uslu. Hemen başlıyor üfürüğe: “ MHP derin devletin kontrolüne giriyor”.

KÜRT-TÜRK ÇATIŞMASI

Ergenekon Kürt-Türk çatışması çıkaracak, diyor Uslu. Bu sayede AKP’nin oyları düşürülecek.
Kanıtınız ne?
Hizbullah’ın derneği kapatıldı ayrıca yumruklar var, diyor Uslu.

Kısacası birikim yok, derinlik yok.
Terörle Mücadele Şubesi’nden bir cemaat dostu polisten stratejist yaratılırsa ancak bu kadar olabiliyor.
Ortada kanıt yok...
Aklına ne gelirse “Ergenekon yaptı” diyor.
Son dönem karı-koca kavgasının bile Ergenekon’a bağlandığı bir politik Televole kültürünün ürünü O...
Bir dönem “Allah’ın işi aklımız ermez” diyen akademisyen yandaşların her yerde yükseldiği koşullarda yetişen bir yazar-akademisyen-belgeci tipi O...
O yüzden her sözün sonunda aynı şeyi söylüyor: “Ergenekon’un işidir kesin bizim aklımız ermez”.
Derin devleti sulandırma yarışması olsa şampiyonluğu çabalarından ötürü Uslu’ya verirlerdi. Çaba göstermesi için bir şey yapmasına gerek var mı? Konuşması yeter...

Odatv.com

GÜLEN BU SÖZLERİNDEN DE PİŞMAN OLACAK MI
28.04.2010

Son Sayfa’dan Neval Kavcar, Fethullah Gülen’i yazdı. Kavcar yazısında son günlerde 28 Şubat döneminde Erbakan’a “görevi bırakmalı” dediği sözlerinin pişmanlığını taşıyan Gülen’in bir gün AKP’ye dönük aynı pişmanlığı yaşayıp yaşamayacağını sorguladı. Kavcar yazısında Gülen’in 9 Nisan 2010 tarihli bir sözüne de dikkat çekti.
İşte Kavcar’ın o yazısı:
Cemaat gündeme dair bilgiler veriyor. Merak ediliyor, kapalı devre çalışan bu STK.
Liderinin “ABD’de bulunma sebebinden çok” cemaatini ne kadar kontrol edebiliyor?” sorusunun cevabını arıyor bir kesim.
F.Gülen’i yazmıyordum. Gerekti.

“Darbe” ile yatıp kalktığımız bu günlerde, cemaat medyası “darbecilere” ver yansın ediyor. Kesinleşmemiş, mahkeme kararı olmayan konuları Brezilya dizisine çevirmeleri hayretle izleniyor.
12 Eylülden sadece 18 gün sonra, ne diyordu F. Gülen “Son Karakol” başlıklı o yazıda?
“Ve işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tulûu saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekâsına alâmet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihâlelerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.” (Sızıntı, Ekim 1980, Cilt 2, Sayı 21)
Anadolu’yu son karakol olarak gösterdiği yazısında Gülen, “TSK’ni de vatanı kurtaran kahraman” olarak selamlamış. Bugün AKP’nin politikalarını destekleyerek siyasallaştığını da çekinmeden ilan eden bu zümre için, son karakolun kurtarıcısı olarak artık iktidarı görüyor denilebilir.
Erdoğan ve yakın çevresi gibi “gömlek değiştirdiler” demek ki.
Onlardaki bu “istihâle kertesini” anlamak zor.
Nedeni “metamorfoz” yeteneğinin bazı kullara bahşedilmeyişi.
* * *
Cemaatin Durakları
Öğreniyoruz ki Fetullah Gülen; ayni 12 Eylül gibi, 28 Şubat sürecinde de benzeri sözler söylemiş.
“Gülen cemaatinin “kurumsal yüzü” olarak kabul gören Gazeteciler ve Yazarlar Birliği Vakfı'nın Başkanı Mustafa Yeşil, Fethullah Gülen'in pişman olduğu sözleri açıkladı. İşte Mustafa Yeşil'in cümleleri ile Gülen'i 28 Şubat'ta söylediğine pişman eden ve Milli Görüş çizgisi ile kırılma yaşamasına neden olan o sözler:
Yalçın Doğan'a televizyonda verdiği söyleşide Erbakan için “Hükümeti bırakmalı, ülkeyi daha fazla germemeli” gibi ifadeleri olmuştu. Bu konuda “Acaba böyle söylemem gerekir miydi?” diye sorguladığına şahit oldum.” ( Vatan – 26.4.2010)

Cemaat lideri “dün dündür, bugün bugün” diyor. Nabza göre şerbet mi veriyor, sorusu geliyor akla. “28 Şubat sürecindeki o sözleri söylediği tarihi bilmek lazım. Milli görüşçülerin gideceği kesinleşmiş ise söylemiştir” iddiası yaygın.

Gün AKP iktidarı günü. Bir şekilde gönül bağı kopmadığını karşılıklı paslaşmalarından anladığımız, SP ve AKP gerçeği ortada iken, Gülen’in “keşke söylemeseydim” demesi doğal karşılanıyor.
SP’lilere buzlu bademli şerbet sunuyor. Milli Görüşçüler şubat ayazında belki bir bardak sıcak çayı tercih ederdi, kim bilir? Sıcak çaylarını yudumlarken, kendilerine verilecek dostane tavsiyeleri dinlemek isterlerdi belki.
Gün gelir AKP gidici olursa “cemaat yeni durağında inecek istasyon bulabilir mi” diye merak ederek yazdım bu satırları.
O günler geldiğinde AKP içinde “Hükümeti bırakmalı, ülkeyi daha fazla germemeli” denilecek mi?
9 Nisan 2007 tarihinde Herkül.Org sitesinde “Kaos, Kadrolaşma, Ordu ve Okullar” başlığı ile yayınlanan söyleşide geçen:
“Türk Milleti” diyen, “vatan, ülke, ülkü, bayrak” sözlerini dilinden hiç düşürmeyen ve hatta “din, iman, Kur’an” fedaisiymiş gibi arz-ı endâm eden bir sürü eli kanlı insan bozması var meydanlarda.”
Sözleri için de “keşke söylenmeseydi” diyecekleri günler, gelir mi meselâ?
Ne kadar inandırıcı olur?
Odatv.com

Zaman Gazetesi Yazarına Sert Tepki!
30 Nisan 2010, 01:08Anadolu Haber
Gençlik Geliyor Mail Grup Kurucusu Ömer Faruk Karaman Zaman Gazetesi Yazarı Ümit Kardaşın 27 Nisan tarihili yazısına tepki gösterdi.

Gençlik Geliyor Mail Grup Kurucusu Ömer Faruk Karaman Zaman Gazetesi Yazarı Ümit Kardaş’ın 27 Nisan tarihili yazısına tepki gösterdi.

Kardaş yazısında Ermeni katliamını inkâr etmenin gereksiz olduğunu Abdülhamit’in de bu katliamları gerçekleştirmek için Hamidiye Alaylarını kurdurduğunu iddia etti.

Karaman bu yazı üzerine yaptığı açıklamada şunlara değindi:

“Zaman Gazetesi yazarı Ümit Kardaş’ı bu yazısından dolayı kınıyoruz. Osmanlı’yı ve Abdülhamit’i Ermeni katliamının müsebbibi olarak göstererek hangi amaca hizmet ettiğinin farkında olmayan bu yazı, Sevr ile ülkemize dayatılmak istenen Doğuda bir Ermeni Devleti projesinin adeta bir yansıması gibidir.

II. Abdülhamit Han tarafından kurdurulan Hamidiye Alayları ülkeye karşı çıkarılan isyanları bastırmak, bir Ermeni Devleti kurulmasını önlemek ve Rusya’nın Doğu Anadoluda’ki emellerine engel olmak için kurulduğu halde bunun aksini iddia ederek Ermeni katliamı için kurulduklarını belirten yazar acaba Ermenilerin o dönemde İngilizler tarafından desteklenerek isyan ettirildiğini ve ülkenin birlik ve beraberliğini zedeleyici faaliyetlere girerek vatan bütünlüğünü tehdit ettiğini bilmiyor muydu?

Bu tarzda iddialarda bulunan bir kişinin samimiyetinden de, tarih bilgisinden de şüphe ediyoruz. Ve bu köşe yazısını Gençlik Geliyor Mail Grup olarak kınıyoruz."

Ömer Faruk KARAMAN - GenclikGeliyor Mail Grup Kurucusu

haber name

İncelediği Cemaatin Cahili "Prof. Dr" Doğu Ergil
Açık İstihbarat
06.05.2010

Dün CNN Türk 'te Balçiçek Pamir'in sunduğu Karşıt Görüş programında Gülen hareketi tartışıldı. Programın konukları Serdar Turgut, Deniz Kavukçuoğlu , Mine Kırıkkanat ve "Prof. Dr." Doğu Ergil idi.

Taraflar tahmin edeceğiniz şekilde saflaşmış; penis uzmanlığını Gülen hareketi uzmanlığı ile pekiştirmeye başlayan Serdar Turgut "Prof Dr." Doğu Ergil'le birlikte Gülenci cephede;
Deniz Kavukçuoğlu , "cemaatten korkuyorum" diyerek Gülen cemaatine bilinçsizce propaganda desteği atan Mine Kırıkkanat ile karşı cephede yeraldılar.

Programda "Prof. Dr." Doğu Ergil, bol bol Gülen hareketi hakkında yaptığı sosyolojik çalışmalardan bahsetti ve "Gülen hareketini anlamak" gereğinden sözederken bilim adamı kimliğine sıkça vurgu yaptı.

Doğu Ergil'in TOBB ve TESEV 'e yaptığı çalışmalarla kullandığı arabaların kalitesi arasındaki paralelliğin dedikodusu her zaman yapılagelmiştir.

Sözkonusu bilimsel çalışmalara "bilim" aşkı kadar para aşkı da karışır. Dolayısı ile bu sözde "bilimsel" araştırmaların sonuçlarının parayı veren odağın politik çıkarlarına aykırı olduğu görülmemiştir.

ABD Büyükelçiliği ile ciddi teşrik-i mesaisi olan Ergil'in yaptığı bilimsel çalışmaların da ABD'yi üzdüğü görülmemiştir.

Mehmet Altan ve Eser Karakaş gibi isimlerle birlikte bu zatın bilimsel olarak kanıtlayabileceği ender gerçeklerden biri bu ülkede ne kadar kolay profesör olunabildiği gerçeğidir.

"Prof. Dr." Doğu Ergil; Gülen hakkında bilimsel bir sosyolojik çalışma yaptığını iddia etmektedir.

Bu çalışmayı Gülen ile yaptığı röportaja ve onun sorularına verdiği yazılı cevaplara dayandırmaktadır.

Doğu Ergil gibilerin elinde "bilimsel metodoloji" bir politik araca, pespaye bir taraftarlık borazına dönüşmüştür.

Gülen hakkında bilimsel araştırma yaptığını iddia eden Ergil'in ; Gülen'in vize başvuru dosyalarına kadar giren CIA ile bağlantılarına dair somut delillerden hiç bir şekilde haberi yoktur.

Aynı Doğu Ergil'in; Gülen'in "Komünizmle Mücadele Derneği" kurduğu günlerden bu yana, ABD'nin yeşil kuşak teorisi ile örtüşen faaliyetleri hakkında kaleme alınan onlarca makaleden, bu konuda yazılan analizlerden haberi yoktur.

Gülen hakkında bilimsel araştırma yaptığını iddia eden Ergil'in; ABD'de Gülen'e teveccüh gösteren bütün odakların aynı zamanda ABD derin devleti ile organik bağlarına dair en ufak bir şüphesi yoktur. Halbuki, şüphesiz bilimsel metodoloji mümkün değildir.

Ve Doğu Ergil, sözkonusu TV programında bu gerçekler ortaya konunca;

"Ben bunları bilmiyorum. Ben Fetullah Gülen'in sosyolojik boyutu ile ilgileniyorum. Ben
Gülen'İn vize başvurusuna CIA'in kefil olduğunu bilmiyorum"

diyebilmiştir.

Gülen hakkında bir gün bile araştırma yapan biri; ister Gülen sempatizanı olsun, ister nefret edeni, Gülen hakkında çok çeşitli kaynaklarda yerverilen somut belgelere ve iddialara rastlar ve eğer bilimsel bir kafaya sahipse en azından sorgular.

Fakat isminin başında "Prof. Dr." unvanı bulunan bu zat bunların hiç birini duymamıştır.

Ergil; Gülen hareketinden o kadar habersizdir ki;

"Hiç devletten yardım almadan bütün bunları yapabiliyorsa bu büyük başarıdır"

bile diyebilmektedir.

Gülen hareketinin Türk devletinin yardımı ve desteği olmadan bir yerlere vardığını söyleyebilmek için cahil olmak gerekir.

Gülen hareketinin AB-D'nin örtülü desteği olmadan dünya çapında yayıldığını görmemek için kara cahil olmak gerekir.

Bizzat Gülen'in kendi ağzı ile, ABD desteği olmadan dünyada faaliyet göstermenin imkanı olmadığını itiraf eden sözlerini bilmeyen biri Gülen hareketinin değil sosyolojik fotoğrafını pasaport fotoğrafını bile çekemez.

Gülen hareketinin Vatikan ile işbirliğini bilmeyen birinin bu hareketin din sosyolojisi üzerine değil rapor, tek cümle yazması bile mümkün değildir.

İncelediği olguyu , sadece incelediği olgudan elde ettiği taraflı verilere dayandırıp, bir de buna "bilimsel çalışma" diyebilmek için profesörlük ahlakınızın Doğu Ergil'ler, Eser Karakaş'lar , Mehmet Altan'lar seviyesinde olması gerekir.

Ayağınız yerden kesmek için bindiğiniz arabaların yüksekliği ile mesleki ahlakınızın seviyesinin ters orantılı olması gerekiyor.

"Türkiye'de yükselebilmek için alçalacaksın" kuralı geçerliliğini koruyor.

Açık İstihbarat

CEMAAT BUNUN İÇİN NE KADAR PARA ALDI

10.05.2010 23:12

Geçtiğimiz hafta sonu medyada yer bulan ilginç bir haber vardı. Cemaatin California’daki uzantısı olan Pacifica Institute bir Turkiye Festivali düzenlemişti. Hatta FBI bile festivalde stand açmıştı.

Zaman, Bugun gibi cemaate yakın gazetelerin “Muhtesem Festival” “Turk Festivaline büyük ilgi” baslıkları ile duyurdugu etkinlik Anadolu Ajansı’nın satırlarına da şöyle yansımış:

“İstanbul, Konya, Antalya, Mardin ve Van şehirlerini simgeleyen, Topkapı Sarayı ve Kız Kulesi, Aspendos Antik Tiyatrosu, Mardin taş evi, Mevlana Müzesi ve Akdamar Kilisesi'nin 3 boyutlu dev maketlerini gezen ziyaretçiler, özellikle Topkapı Sarayı’nın dizaynı ile Mardin ve Van standlarında düzenlenen folklor oyunlarına yoğun ilgi gösterdi.”
Habertürk’ün internet sitesinde festivalle ilgili başka detaylar da vardı. Buna göre bazı maketler gümrükte takılınca FBI devreye girmiş ve Festivalin maketlerinin vaktinde Los Angeles’e ulaşmasını sağlamıştı.

Bunun karşılığında Cemaat de FBI’ya olan gönül borcunu Festivalde Stand açtırarak ödemişti.

Şimdi merak edilen iki soru var:

Cemaat’in geçen sene New York Central Park’ta düzenlediği festival için Kültür ve Dışişleri bakanlıklarından 1 milyon dolara yakın para almıştı. Bu sene California’da yapılan festival için hangi bakanlık bütçesinden ne kadar ödedi?

Odatv.com

Baykal Gülen'i Neden Gündeme Getirdi?
Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat
10.05.2010

Deniz Baykal'ın istifasını açıklarken, Pensilvanya'dan gelen bir telefonu gündeme getirmesi ve "Aldığım bu mesajın samimiyetine inanıyorum" demesi, en az istifanın kendisi kadar gündem yarattı.

Pensilvanya'dan gelen mesajın Fethullah Gülen'e ait olduğu yorumları yapıldığında ise Baykal'dan veya CHP'den herhangi bir düzeltme gelmedi.

Pensilvanya'dan mesaj gelmiş olmasına ve Baykal'ın bu mesajı "samimi bulmasına" sadece CHP'liler değil, cemaatin önde gelen isimleri de şaşırdı.

Fethullah Gülen'in gayrı resmi basın müşaviri olan Hüseyin Gülerce, çok sayıda televizyon kanalına bağlanarak, "Sayın Gülen'in aradığından benim de haberim yok ama Baykal'ı aradığı doğrudur" dedi.

Ve kamuoyunda pek bilinmeyen bir bilgiyi daha ekledi Gülerce:

"Baykal ile Sayın Gülen on beş yıldır tanışırlar..Hiç bir zaman irtibatsız olmadılar; bu ilk temasları da değildir"

Deniz Baykal, bütün kelimeleri özenle seçilen ve kısa tutulmasına özen gösterildiği anlaşılan istifa açıklamasına Fethullah Gülen'i neden sıkıştırdı?

İşte olasılıklar:

1)-Baykal yaşadığı şoktan dolayı, bir insan olarak duygusal travma yaşıyor olabilir. Böyle bir travma içindeyken Gülen'in aramasından etkilenmiş, bu aramayı hükümeti suçlamaya yatkın psikolojisine "destek" olarak algılamış olabilir.

50 yıldır siyasetin içinde olan Baykal'ın bir telefon görüşmesiyle Gülen cemaatinin suçsuz olduğuna nasıl iknâ olduğu bilinmemektedir. (Belki de olay, sadece bir telefon görüşmesinden ibaret değildir.) Baykal'ın bu görüşmeyi gündeme getirmesi, destek görme arayışı ve abartılmış algıdan kaynaklanabilir.

2)- Baykal, giderayak cemaat ile hükümeti karşı karşıya getirmek istemiş olabilir. Görüşmeden Gülen'in en yakınlarının bile haberdar olmaması, "Acaba başka ne konuştular?" merakını tetikleyecek bir durumdur. Cemaat ile AKP hükümetinin zaman zaman karşı karşıya geldikleri, birbirlerine karşı güvensizlik yaşadıkları bilinen bir şeydir. Baykal bu ince çatlağı derinleştrmek istemiş olabilir.

3)- Suçlamanın odağına hükümeti koyan bir açıklamanın, yandaş medyanın Tayyip Erdoğan tarafından tesis edildiği belirtilen suskunluğu ortadan kaldıracağını, kendisine karşı yeni ve daha yıpratıcı bir medya kampanyasının başlayacağını bilen Baykal, bu cepheyi bölmek; hiç değilse Gülen cemaatine bağlı yayın organlarını işin dışında tutmak istemiş olabilir.

4)- Baykal'ın elinde AKP-Cemaat çatlağından sızmış bazı belge ve bilgiler bulunabilir, AKP'ye bunun mesajını vermiş olabilir.

DİNLERARASI DİYALOĞUN GELDİĞİ SON NOKTA

13.05.2010 17:11

Mardin'de bulunan Mıhellemi Dinler Diller ve Medeniyetlerarası Diyalog Derneği, geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz dünyaca ünlü pop star Michael Jackson'ın ölümünün birinci yıldönümünde mevlit okutacak.

26 Haziran günü gerçekleştirilecek mevlitte Türkçe, Kürtçe, Arapça, Mıhellemice, Jackson’ın anısına kurban kesilecek, Jackson baskılı tişörtler dağıtılacak. Mevlidin ardından Jackson'un hayatını anlatan bir belgesel gösterilecek, Jackson'un şarkıları çalınacak. Dernek düzenlediği etkinliğe Michael Jackson’ın ağabeyi Jemaine Jackson’ı da davet edecek.

Derneğin iddiasına göre ünlü rock yıldızı Elvis Presley aslen Mardin'li. Presley'in Mıhellemi olduğunu savunan dernek üyeleri, Jackson’ın bir dönem Presley'in damadı olması nedeniyle Michael Jackson ile akraba olduğunu savunuyor.

Odatv.com

CEMAAT ABD’YE NASIL VİZE ALIYOR

13.05.2010 16:25

ABD’nin Arizona Eyaleti’nde yayın yapan Arizona Daily Star Gazetesi 25 Nisan tarihinde cemaatin Arizona’daki okullarını sorgulayan bir haber yaptı. Tim Steller imzalı haber cemaatin ABD’deki faaliyetini sorguluyordu. Haberin bir özetini yayınlıyoruz.

Arizona’nın Tucson şehrindeki Sonoran Bilim Akademisi ve aynı zincire bağlı kardeş okullarının Türkiye’den getirdikleri Türk öğretmenler, eyalet ve ABD çapında krize neden oldu. Özellikle de ekonomik krizin oldukça kötü şekilde etkilediği bir eyalet olan Arizona’da binlerce Amerikalı öğretmen işsiz olarak sokaklarda gezerken, Fethullah Gülen’e bağlı okulların öğretmen ihtiyacının önemli bir kısmını Turkiye’den özel statü ve vize ile getirdikleri öğretmenlerle doldurması, Arizona’da ve ABD diğer bölgelerinde yeni bir krize sebep olmuş gibi görünüyor.

Daisy Eğitim Şirketi adı altında iş yapan ve Sonoran Bilim Akademisine bağlı 5 okulun 39 öğretmen ihtiyacı Amerikan Çalışma Bakanlığının izni ile Türkiye’den getirilen öğretmenlerle dolduruldu. 2002 ile 2009 arasında bu okullar yabancı öğretmenler için istenen H-1B vizesinden 120 adetini almış bulunuyorlar. Bu sayıdaki vize bu geçen 8 sene içinde aynı büyüklükteki Arizona okullarından hiçbiri için verilmiş değil.

Bu okulların müdürlüğünü yapan Özkur Yıldız’a göre Daisy Eğitim Şirketi bu kadar büyük sayıda vize ihtiyacını, açtıkları okullara gerekli öğretmeni ABD'de bulamadıkları için gösterdi.

Fakat Yıldız’ın bu iddialarına gerek bu okullara giden öğrenci velilerinden ve gerekse eski öğretmenlerden tepki var. Sonoran Bilim Akademisinde çocuğu okuyan ve kendisi de
Arizona’daki diğer okullarda öğretmenlik yapan Julie Festerling bu durumu şu sözlerle eleştirdi:

"Kendi bölgemizden öğretmenleri neden işe almadığımızı anlamıyorum bir türlü. Eminim ki bizim öğretmenlerimizin kalitesi de bunlar kadar iyidir"

Amerika’da eğitim alanında söz sahibi olan bazı uzmanlar ise konuya başka bir şekilde yorum getirmekteler. Bunlara göre Arizona’daki Sonora Bilim Akademisi okulları Amerika’da ki Gülen Hareketinin sayıları 100'u bulan eğitim kurumlarının bir parçası.

Sonara Bilim Akademisi adındaki okulların müdürü Yıldız, okullarının Gülen hareketi ile olan bağlantısı iddialarını reddetmekte ama okulların bazı çalışanlarının Gülen’in takipçileri olabileceğini kabul etmekte. Yıldız’a göre, Türkiye’den gelen öğretmenlerin ve çalışanların Gülen’in fikirlerini duymamış ve öğrenmemiş olmaları imkansız ve bazı öğretmenler Gülen tarafından etkilenmiş olabilir.

YÜKSEK SAYIDA VİZE İSTEĞİ

Bu Türk öğretmenlerin kullandığı vize turu H-1B genellikle teknoloji konusundaki yabancılara verilmekte. Örneğin bu vize ile yazılım mühendisleri ABD'de kalabilmekte ve Microsoft gibi şirketlerde çalışabilmektedirler.

Bu vizenin sayısı da bu sene 65 bin ile sınırlandırılmıştır. Fakat üniversitelerle bağlantılı bulunan ve kar amacı gütmeyen okullar için bu sayı sınırlandırması bulunmamaktadır. Okulun müdürü Yıldız’a Gore Sonora Bilim Akademisi de gereken H-1B vizeleri için bu istisnai kuralı kullanıyor.

Genellikle bu tur H-1B vizesi ile yabancı öğretmen getirip okullarda görevlendirmek kırsal alandaki küçük okullar açısından bir avantaj sağlamakta. Çünkü Amerikalı öğretmenler genellikle kırsal kesim okullarını tercih etmediklerinden oralarda görev yapacak öğretmen ihtiyacı başka ülkelerden, mesela Filipinler’den getirilen öğretmenlerle karşılanabiliyor.

Fakat büyük şehirlerdeki okulların öğretmen ihtiyaçları kolaylıkla karşılanabildiği için onların yabancı ülkelerden öğretmen getirme ve bunun için H-1B vizesi isteme gereği çok bulunmuyor. Mesela Tucson şehrindeki 6 okul bölgesindeki 100 bin öğrenci için 2002 yılından bu yana sadece 54 H-1B vizesi ihtiyacı duyuldu. Ama aynı şehirde eğitim veren Fethullahçı Sonora Bilim Akademisinin 5 okulundaki 1525 öğrenci için aynı dönemde 120 H-1B vizesi alındı!

Bu konudaki enteresan rakamlardan biri de şu: Yine Tucson şehrinde aynı başarı seviyesinde eğitim hizmetleri veren Basis okulları, Sonoran Bilim Akademisi okullarındaki öğrenci sayısına eşit sayıdaki öğrencileri için aynı dönemde sadece 7 tane H-1B vizesi alabildi!

Daha da ilginç olanı ise, yine Tucson'da hizmet veren bir başka okul zinciri olan Matematik ve Bilim Akademisi son 10 yılda hiçbir yabancı öğretmene ihtiyacı olmadan eğitim hizmetlerini sürdürdü. Okulun müdürü olan Tabyana Chayka okullarının öğretmen ihtiyacını üniversitelerden kolaylıkla karşıladıklarını belirtmekte.

AİLELERİN İTİRAZLARI

Daisy Eğitim kurumlarının vize isteği genellikle matematik ve bilim dalındaki öğretmenlerle sınırlı iken son zamanlarda okul işletmecisi, ortaokul öğretmeni, ilkokul öğretmenleri ve İngilizce öğretmenleri de Türkiye’den getirilmek için vize istenenler arasında yer almakta.

Daisy'nin müdürü Yıldız okuldaki öğretmenlerin milliyeti ile ilgili bir bilgi vermekten kaçınırken, okuldaki öğretmeler hakkındaki bir araştırmada, Tucson'daki 3 Daisy okulundaki 79 yeni ve eski öğretmen arasında Türkiye’den eğitim yapmış olan öğretmenlerin sayısı yüzde 32 olarak görünüyor.

Bu okullarda öğrencisi bulunan velilerden bazıları okulların kültürel çeşitliliğe olan katkısına vurgu yaparken, velilerden önemli bir bölümü de bu kadar yüksek oranda bir yabancı öğretmen nüfusunun bulunmasını sorguluyor. Bu veliler, bu öğretmelerin İngilizce aksanlarının çok bozuk olduğundan şikayet edip gerek derslerin verilmesinde gerekse iletişim kurulmasında oldukça zor durumlar yaşandığını belirtiyorlar.

Bu velilerden biri olan Tina Cloutier bu konuda "En büyük problem bu öğretmenlerin İngilizcelerinin gerektiği kadar iyi olmaması. Bu yüzden öğretmenler öğrencileri, öğrenciler de öğretmenleri anlamakta güçlük çekiyorlar" diye tepki gösteriyor.

Odatv.com

Ekrem Eraslan
Baykal, Pensilvanya, MİT ve AK Parti

Suya varıp varıp susuzluğumuzu gidermeden dönmüşlüğümüz çok olmuştur. Her şeyin değiştiğini daha iyiye gittiğini düşünmeye başladığımız zamanlarda, inatla değişimin olmadığını, yaşadığımız can sıkıcı gerçeklerle bir daha anlarız.

BAYKAL’ın başına gelen -ya da başına açtığı- dert nedeniyle Türk siyasi hayatında yeni bir etik anlayışın temellerinin atıldığını siyasetin ahlakında ve zemininde değişiklikler olacağını düşünürken, bunun Türk siyasetinin tuluat geleneğinin bir parçası olduğunu temaşa eyledik. Neyi komplo olarak nitelediği belli olmayan BAYKAL, keskin ve kendisinden beklenilmeyen bir şekilde istifa ederek ortaya koyduğu tavırla şaşkınlığa sebep olurken hemen ardından üst üste yaptığı manevralarla bunun sahici bir tavır olmadığını da herkese gösterdi.

Üzerine çokça düşünceler serdedilen bu olayla ilgili birkaç detaya biz de dikkat çekmek istiyoruz. BAYKAL’ın beyanatında ön plana çıkan iki vurgudan başlayacak olursak, birincisi “Pensilvanya” ikincisi de “iki haftalık olan görsel materyalin, ancak devlet imkanları ile yüksek teknolojiyi kullanabilen bir merkez tarafından hazırlanabileceği” vurgusudur. BAYKAL’ın bu iki vurgusu süreçte iki ayrı noktaya dikkat çekti. “Pensilvanya” vurgusuyla Fethullah Gülen ve hareketine pozitif bir yükleme yapılmış ve böylece devlet içerisinde bunu hazırlayabilecek odaklardan Emniyet seçenek olmaktan çıkarılmıştır. TSK’nın da devlet partisi CHP ve lideri ile bir sorunu olmadığından geriye tek seçenek olarak kalan MİT’e negatif bir yükleme yapılarak dikkat çekilmiştir. Bu iki vurgunun ortasına daha sonradan hem CHP hem cemaat tarafından yalanlanan (özelde kalması gerekip de centilmenlik dışına çıkılarak ifşa edildiği için sıkıntı yarattığı anlaşılan bu nedenle de ortak bir dille ivedilikle yalanlanan-ama inandırıcı gelmeyen) “sorduk bizim çocuklar yapmamış, iktidara bakın” cümlesini de eklediğinizde iki nokta arasında kurulması gereken bağı net bir şekilde görebiliriz. Kimisinin 12 yıl kimisinin on yıl kimisinin dört yıl öncesine ait dedikleri görüntülerin öznesi BAYKAL’ın bu konuya açıklık getirmek adına görüntülerin iki haftalık olduğunu vurgulaması da oldukça manidardır. İki hafta… BAYKAL, Pensilvanya ve MİT… ne alaka?

Hani, insanın aklına gelmiyor değil. Acaba, kısa bir süre önce başbakanın yakın çalışma arkadaşı Başbakanlık müsteşar yardımcısı Hakan FİDAN’ın MİT müsteşar yardımcısı olması ve bu ay sonunda MİT müsteşarlığına atanmasına kesin gözü ile bakılmasından hoşlanmayan hatta bu makama başkasını düşünen-arzulayan birilerinin, ambalajı BAYKAL, masumu cemaat, suçlusu MİT olan çok amaçlı manipülasyonu olabilir mi?

Devam ediyoruz…

Rusya’nın nüfuz alanlarında hareket kabiliyetini kaybeden cemaatin, Rusya’nın hızla eski mevzileri yeniden kazanması ve Türkiye’de hükümetle işbirliğini artırması karşısında fazlasıyla ABD nüfuz alanlarında görünmekten rahatsız olarak MEDYEDEV’in ziyaretine kendi görsel ve yazılı basınında (hatta ziyaret nedeniyle özel ek çıkarıldı) fazlaca yer açarak şirinlik yapması ile Deniz BAYKAL’ın yaşadığı sıkıntı karşısında gösterilen yüksek duyarlılık büyük dikkat çekmektedir. BAYKAL kadar olmasa da bu yaşanan olay Fethullah GÜLEN’i birinci dereceden gündem maddesi haline getirdi. Özellikle de Ergenekon süreciyle birlikte başlayan akışta (çokça konuşulmasa da bürokratik atamalarda da) komplo kurmak ve yönetmek fiiliyle özdeşleşen cemaat algısının, ters bir mecradan komplo dışı-karşıtı imajı tesis edilerek bertaraf edilme çabası ise oldukça manidardır.

CHP penceresinden bakınca…

BAYKAL’ın sergilediği davranışlar bu yaşananların sahiciliğinin sorgulanmasını gerektirecek kadar dikkat çekmektedir. Ahlaksızlığın gizli olanını seven açıkta ise Ahlaki değerlerin savunuculuğunu kimseye bırakmayan kitlelerin önünde kıvrak bir manevra ile manevi kimliğiyle toplum indinde muteber bir cemaatin açık desteğini alan BAYKAL bu sıkıntılı süreci bir kazanca çevirmek çabası içerisindedir. Siyasetin doğasında siyasetçiyi besleyen ihtiras fırtınalarının yelkenlerini sürekli şişirdiği BAYKAL yeniden genel başkanlık için kurguyu nakış nakış örmektedir. Hak etmediği mağdur pozisyonunu aynı zamanda parti içerisinde kendisine karşı harekete geçebilecek kadro ve kişilere yönelik bir silah olarak kullanmaktadır. Özellikle de teveccüh gören KILIÇDAROĞLU’nun siyasi acemilikle bu manevralar karşısında düştüğü durum bunu net bir şekilde ortaya koymaktadır. CHP’de, bazılarının iddia ettiği gibi iç dinamiklerle AKPARTİ’yi de içine alacak bir değişimin başlayacağından bahsetmek pek mümkün görünmemektedir.

AK PARTİ’ye gelince…

ABD’nin Irak’ta çuvallaması ve küresel krizle birlikte bölgede bazı alanları partneri Türkiye’ye mecburen ve yavaş yavaş terk etmesiyle başlayan süreçte hükümetin, özelde de Başbakanın bu biçilen görev alanının dışına sık sık çıkması (söz konusu olay MEDYEDEV’in önemli ziyareti esnasında vuku buldu) ve bağımsız özgün politikalar oluşturma çabası son zamanlarda okyanus ötesinde muhtemelen ciddi rahatsızlıklar verdiğinden, bu olayla aynı zamanda hükümete de aba altından sopa gösterilmiştir. Özelliklede AK PARTİ iktidarının muhalefetsizlik nedeniyle gücünü muhafaza etmesinden dolayı BAYKAL’ın varlığı ve siyaset yapması CHP’den ziyade AKPARTİ için büyük önem arz etmektedir. Başbakanın, olayın vuku bulmasının hemen ertesinde “ima yollu da olsa konunun gündeme getirilmemesi ve siyasal bir baskı aracı haline dönüştürülmemesi” konusundaki talimatıyla birlikte MİT (başbakanın meseleyi basit bir kolluk kuvveti meselesi gibi algılamadığının işareti) başta olmak üzere bazı bakanlara olayın müsebbiplerinin bulunması için talimat vermesi bunu göstermektedir. Başbakanın bu tavrından ortaya çıkan şudur ki; ne şekilde olursa olsun BAYKAL siyaset sahnesinde kalmalı ve mevcut siyasi dinamikleri değiştirmek isteyen bu girişimin sahibi bulunmalıdır. Hükümete verilen ikinci bir mesaj da, uzun yıllardan beri siyaseten statükoyla direk karşı karşıya gelmekten imtina eden ve ilk kez AK PARTİ döneminde hükümetle beraber statükoya karşı açık tavır alan “Pensilvanya”nın hızla ve “samimiyetle” BAYKAL’la temasa geçmesidir. Hükümete bir nevi; “dilediğimiz zaman siyaseti dizayn ederiz sana mecbur değiliz hatta en yakın partnerini de alıp karşına koyarız” denilmiştir.

Bundan sonrası…

Her şey hükümetin verilen mesajı nasıl algıladığına ve nasıl bir tavır geliştireceğine bağlı olarak gelişecektir. Hükümet bölgede kendisine alan açan gücü memnun edecek adımları atarsa veya en azından rahatsız edecek adımlardan imtina ederse her şey BAYKAL’ın partisinin başına dönmesiyle mecrasına oturacaktır. Eğer hükümet mesajı algılayamaz veya gereğini yapmazsa, süreç arka arkaya gelecek reaksiyonlarla hükümeti ve doğal olarak Türkiye’yi sıkıntılı bir döneme sürükleyecektir.
haber10

AHLÂK, HUKUK, SİYASET VE BAYKAL-2-

Alihaydar Can

“Kedi fareyi tutarken arslan gibidir ama kaplanla karşılaşınca fareye döner.”
Şeyh Sadi


Henüz olayın dumanları tüterken kaleme aldığımız yazının birinci bölümünde hadisenin köpürtülen magazin ve küçük siyasî hesaplar tarafına hiç bakmadan doğrudan doğruya ahlâkî temelden yola çıkarak yorum yapmayı tercih ettik...

İyiki öyle yapmışız...

Yoksa gündem, işin köpürtülen magazin ve küçük siyasî hesaplar yanıyla meşgul edilip işin bir facia olan “ahklâkî” yanı gürültüye getirilecekti...

RTE=AKP bile, bizim yazıdan kaç gün sonra uyanıp, “üzüldük müzüldük” gibi timsah gözyaşı dökmekten kurtuldu da adam gibi konuşmaya başladı...

***

Yine aynı çizgide olayı yorumlamaya devam edelim...

Bu olayda tek ahlâksızlık evli bir adamla, evli bir kadının zina etmesi değildir...

Bu hadisenin bir yönü...

Hadise içiçe/zincirleme ahlâksızlıklardan oluşuyor...

Hadiseden sonra medyaya dökülenlerden öğrendiğimize göre...

Bu iş Baykal’ın dediği gibi “Bir haftalık” bir mevzu değil...

Zülfü Livanelli “Kasetin 8 yıllık” olduğunu söylüyor (3)...

Yine CHP çevrelerinden medyaya sızan/sızdırılan bilgilere göre CHP’de bu “iş”den haberdar olmayan kimse yok gibi...

Kadın, Kitap pazarlamacısı olarak girdiği CHP binasında sadece kitap satmakla kalmıyor... Hemen bir sekreterlik işi ayarlıyor... Ardından Baykal’ın özel kadem müdireliği gibi çok stratejik bir makama yükseliyor... Orada ali kıran başkesen kesiliyor ve onun istemediği hiçbir partili Baykal’la görüşemez hale geliyor...

“Ben milletvekili olmak istiyorum” diye tutturunca Baykal, Sav’a “Nesrin’i seçilebilecek bir yerden listeye koy” emri veriyor. Yıllarını partiye vermiş o kadar kıdemli üye, aday adayı bile olamazken; Önder Sav Mersin’den seçilebilecek bir yer ayarlıyor... Baytok “Hayır” diyor, “Ben Ankara’dan aday olmak istiyorum”... Sav herhalde içinden koca bir “ohaaa” çektikten sonra Baykal’a "Ankara’nın mümkün olmayacağını” anlatmaya çalışıyor... Ama nafile...

Baykal “Nesrin’i Ankara’dan seçilebilecek yere koy, gerisine karışmayacağım Ankara listelerini sen hazırla” diyor...

Bunları magazincilik yapmak için anlatmıyorum...

Bunlar zaten o amaçla yazıldı çizildi anlatıldı...

Göstermek istediğim şey burada ahlâka aykırı olan tek fiilin “zina” olmadığı...

Başka ne mi var?

Sevilay Yükselir çok açık anlatıyor:

[(..)Pekiiii... Bunun yanı sıra, "Bu skandal, CHP'de yıllardır siyaset yapan ancak rozet taşımaktan, pankart sallamaktan, slogan attırılıp meydanlarda yürütülmekten başka bir iş yaptırılmayan CHP'nin onurlu, şerefli, haysiyetli kadınlarının hakkının yendiğini gün gibi ortaya çıkarmıştır!" tartışmasını yaptık mı, yapmadık mı?
Dahası, "Baytok milletvekili olmadan evvel, burnundan kıl aldırmayan, yeri geldiğinde asan, kesen, her seçim öncesi aday adaylarının Baykal ile görüşme taleplerinde kendi önceliklerini ortaya koyan, gözüne kestirdiğini isterse milletvekili, isterse belediye başkanı adayı yaptıran ve hatta Baykal'ın hangi partili ile ilişkiye gireceğine, hangisini seveceğine, sevmeyeceğine karar veren, canını sıkanın ipini çektiren, onu ciddiye almayan adamın anasını belleyen, burnundan fitil fitil getiren, özel kalem müdiresi olmaktan çok Genel Başkan'ın ruh ikizi gibi davranan Nesrin Baytok çok siyasinin ahını almıştır. Çok can yakmıştır geçmişte. Acaba bütün bu yaşadıkları ilahi adaletin bir tecellisi midir?" diyerek sorgulamadık mı kendi aramızda?
Allah aşkınıza doğruyu söyleyin. Zamanında, kocası Can Baytok'un Odesa adlı bilişim şirketine aralarında Şişli'nin de olduğu CHP'li belediyelerden verilen milyon dolarlık ihaleleri öğrenince öfkelenmedik mi?
Baykal ve Baytok arasındaki yasak ilişkiye dair dedikodularımız kulisleri çalkalamadı mı?
Onu 2007 seçimlerinde milletin vekili olarak Meclis'e taşıdığında, "Ohaaaa! Bu kadarı da fazla! Millet yıllarca çalışıp didinsin bu parti için bir halt olamasın. Baytok ise Baykal'la kurduğu özel ilişki sayesinde tereyağından kıl çeker gibi Meclis'te koltuk kapsın! Olmaz böyle rezalet! Olmaz böyle adaletsizlik!" diyerek isyan etmedik mi?
Sevgili CHP'liler. Kaçınız, "Baykal'a kendini kabul ettirmenin yolu Nesrin'den geçer" deyip, genel merkeze gidince ilk onun kapısını çalmadınız? El etek önünde durup, "Nesrin Hanım bugün yine çok güzelsiniz! Harikasınız! Memleketten size bal, tereyağı, kayısı kurusu, tarla domatesi, kendi üretimimiz olan ayakkabılardan getirdim" demediniz? Onun gazabına uğrayıp, "siyasi hayatım kararmasın" düşüncesiyle kaçınız Baytok'un odasına girerken besmele çekmediniz?
Ayrıca birçok defalar, birçoğunuz kendinizi yerden yere atıp, "Bu kadın eni sonu Genel Başkanımızın başını yiyecek! Bir an evvel genel merkezden uzaklaştırılmalı!" demediniz mi birbirinize? Şimdi ne oldu peki?
Hakikaten dediğiniz oldu! Nesrin, Erdal İnönü, Aydın Güven Gürkan, İsmail Cem, Ertuğrul Günay, Hikmet Çetin, Erol Tuncer, Hasan Fehmi Güneş, Bedri Baykam, Mehmet Moğultay, Erol Çevikce, Tarhan Erdem, Murat Karayalçın, Gürbüz Çapan, Mustafa Sarıgül, Adnan Keskin, Seyfi Oktay, Celal Doğan, Onur Kumbaracıbaşı, Hurşit Güneş ve Ercan Karakaş gibi kurt siyasetçilerin bile yıllarca uğraşıp, didinip yiyemedikleri genel başkanınızı topu topu 5 dakikalık bir filmle yedi! Ve bitirdi! Hepinize geçmiş olsun...]
(4)

Yukarıda kısaca değindiğimiz ama günlerdir medyanın her türlüsünde binbir çeşidini okuduğunuz, izlediğiniz, dinlediğiniz ayrıntılara bakıldığında...

Bu zinanın kadın tarafının siyasette füze hızıyla yükselişine dair ipuçları vermiyor mu?

Bu nedir?

Buna “Bedenini rüşvet olarak ikram etmek/rüşvet olarak almak” olarak niteliyor Açık İstihbarat yorumcusu: “Bir siyasi liderle, o siyasi liderin verdiği kararla milletvekili olan bir kadının arasındaki cinsel ilişkinin görüntüleri seks değil, rüşvet görüntüleridir.Baykal'ı bir odada rüşvet alırken gösteren bir görüntü olsaydı nasıl buna"özel parasal hayatı" kılıfı takılamayacaksa; rüşvetin tenle ödenen versiyonuna da "özel cinsel hayatı" bahanesi uydurulamazdı.” (5)

Haksız mı?

Rüşveti veren de... Alan da...

Bu rüşvet her ne olursa olsun yerleşik ahlâk ve hukuk kurallarını ihlal etmiş olmuyor mu?

Hadi rüşveti veren kendi “bedeni”nden verdi...

Peki bu rüşveti alan karşılığında ne verdi?

Partinin statejik bir makamı olan özel kalem müdüreliğinden sonra Ankara Milletvekilliği...
Biri partinin öbürü partililerin kesesinden...

Rüşvet almak bir ahlâksızlık mı?
Evet...
Perki aldığın rüşvetin karşılığını bari kendi cebinden ödesen?
Yok...
Partinin ve partililerin kesesinden ödüyorsun...

Bu nedir?

"Bu skandal, CHP'de yıllardır siyaset yapan ancak rozet taşımaktan, pankart sallamaktan, slogan attırılıp meydanlarda yürütülmekten başka bir iş yaptırılmayan CHP'nin onurlu, şerefli, haysiyetli kadınlarının hakkının yendiğini gün gibi ortaya çıkarmıştır!" diyor ya Sevilay yükselir...

Haksız mı?

Haklıysa...

“CHP'nin onurlu, şerefli, haysiyetli kadınlarının hakkının yendi” ise...

Bu hak yenmesi olayı zinadan ayrı bir haksızlık/ahlâksızlık değil mi?

Bu Zinanın birinci dereceden mağdurları olan eşlerin, çocukların, torunların, ailelerin, hısım ve akrabaların yaşadıkları acılar, üzüntüler nasıl telefi edilecek?

Buna bakan bile yok...

Varsa yoksa CHP genel başkanlık koltuğuna kim oturacak?

Baykal geri dönsün diyenlerle, Kılıçdaroğlu gelsin diyenler boğazboğaza dövüşüyor...

CHP’nin ahlâkî bir problematiği asla yok...

“Kaseti o mu sızdırdı bu mu sızdırdı?” kısır döngüsündre tartışılıyor her şey...

Halbuki basında yazılanlardan görüyoruz ki bu kasetin içeriğinden neredeyse bütün CHP yöneticileri ve delegeleri haberdar...

Öyle ki 32 dakikalık bir kaset olduğunu bile biliyorlar...

Yani kaset ortaya çıkmasaydı, içeriği/muhtevası “no problem”...

İşte anlatmaya çalıştığımız şey bu...

Zinadan da, rüşvetten de, bir kötülüğe siyasi ikbal veya rant için katlanmaktan da beter olan şey bu: Ahlâkın ferdi ve toplumsal/içtimaî hayatın olmazsa olamaz/temel unsuru oluşundan bile habersiz olan insanların bu ülkenin yönetiminde 86 yıl boyunca iktidar veya muhalefet olarak söz sahibi olmaları....

Ahlâk bizi insan yapan... Bizi hayvanlardan, bitkilerden ve cansız objelerden ayıran en önemli unsur...

Ferdî ve içtimaî/toplumsal hayatın “temelyapıtaşı”...

Onsuz ne insan olur, ne toplum ne de devlet ne de “insanca hakça bir düzen”...

O olmazsa pis bir oportünizm/fırsatçılık kalır ortada ki, bununla kurulsa kurulsa bugünkü gibi bir “kapkaç düzeni” kurulur...

Bu yüzdende en azından Hıristiyan ahlâkının genel kabul gördüğü ABD’de aynı türde bir skandal ortaya çıktığında bakın ne oluyor:

[ABD Kongresi Indiana eyaleti milletvekili Mark Souder, 18 mayısta kendi sekreteriyle ilişkisi olduğuna dair seks kaseti ortaya çıktı. Mark Souder, gelen tepkiler üzerine yaptığı basın toplantısında, "30 yıllık eşimi aldattım, Amerika halkını aldattım. 20 Mayısta (bugün) milletvekillikten istifa edeceğim"dedi.
Souder, açıklamalarında ilişki içinde olduğu kişinin adını ve detaylarını vermedi. Eşinin ve ailesinin kendisiyle birlikte basın mensuplarının karşısına çıkmak istediğini söyleyen Souder, ancak hatanın kendisinde olduğu ve bu sorumluluğu tek başına taşımak istediği için basının karşısına yalnız çıktığını söyledi. Souder, "Sevdiklerimi incittiğim için çok utanıyorum. Birçok dostumu ve benim için çalışan insanları hayal kırıklığına uğrattığım için çok üzgünüm" dedi. Souder'in ilişki içinde bulunduğu kişinin ise Tracy Jackson olduğu ABD basınında yer alıyor. 2004 yılında yarı zamanlı olarak Souder'in Indiana'daki bölge ofisinde çalışmaya başlayan Jackson'ın daha sonraki yıllarda Souder'in yanında çeşitli görevlerde bulunduğu bildirildi.]
(6)

ABD Kongresi Indiana eyaleti milletvekili Mark Souder, kendi sekreteriyle ilişkisi olduğuna dair seks kaseti ortaya çıktıktan iki gün sonra “30 yıllık eşimi aldattım, Amerika halkını aldattım” diyerek istifa ediyor...

Bizimklerin erkek olanı Parti genel başkanlığından istifa ettiğini açıkladıktan hemen sonra geri dönüş için kolları sıvayıp çalışmaya başlıyor...

CHP tabanının bu ahlâksızlığı içine sindiremeyeceği anlaşılıp da yeni bir genel başkan adayı ortaya çıkıncada “kaderine küsüyor”...

Her ikisi de halen Milletvekili maaşı dahil milletvekilliğinin bütün imkânlarını kullanıyor...

“Ne eşimi aldattım” diyen var, ne “Türkiye halkını aldattım” diyen...

Kızarma özelliğini kaybetmiş bir yüzle ne anlam yükledikleri belirsiz bir “komplo” teranesi tuutturmuşlar bununla aklanabileceklerini zannediyorlar......

Tam bir oportünizm/fıesatçılık örneği...

Buradan da anlıyoruz ki; ortada bir komplo varsa; o, internete düşen görüntüler değil, CHP’nin kendisidir...

Haa bir de CHP’ye umut bağlayan gariban takımı var ki onların halini de Haşmet Babaoğlu bakın nasıl anlatıyor:

[(..) Siyaset konu olduğunda bizim medya sokağı unutur. Ta ki seçim günü akşamı tokadı yiyinceye kadar!
Yoksa "halk" dedikleri kendi okur kitleleri ve patronun, yöneticilerin, yazarların yaşadıkları mahallelerin genel atmosferidir.
(..)
***

Şimdi CHP için de aynı şey oluyor!
CHP'ye oy veren kitlelerin günlerdir neler yaşadığını iki satır olsun değerlendirmeye almıyor medya!
Medyanın birdenbire ortaya çıkan koyu CHP'lilerine göre Kılıçdaroğlu'nun aday olmasıyla her şey hale yola koyuldu.
Delegeler şöyleymiş, il başkanları böyleymiş, MYK'da şöyle olmuş, "Kılıçdaroğlu'na Gandi demek yakışırmış" falan...
Hepsi yazılıyor, sabahlara kadar tartışılıyor da...
Sade CHP'liye ne oldu, soran var mı?
CHP'li falan olmayan; sokaktaki insanın ideolojisini gözlemleyip analiz etmekten öte siyasete epeydir bir yakınlık duymayan ben söyleyeyim mi?..
Deniz Gezmiş'le Deniz Baykal'ı yan yana getirecek aymazlıktaki "bindirilmiş kıtaları" bir yana bırakın! Ama gerçek şu...
Sokaktaki CHP'liler şoktalar!
***

Kaset komplosundan başlamadı bu şok hali! Hayır!
Baykal'ın Pensilvanya mesajıyla başladı.
Hafiften sıkılsalar bile Baykal'a hep bağlı kalan; hoşlarına gitmeyen her gelişmeyi "cemaat"e bağlayan; kabul günlerinde bile "Sarıgül'ün arkasında F-tipi destek varmış" dedikodusu yapanlar bir anda dağıldılar.
Kılıçdaroğlu'nun çıkışı bu "dağılma"yı sona erdirdi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz.
(..)
Kafalarında kurup yıllar içinde pekiştirdikleri ve içinde güvenli hissettikleri "Türkiye, siyaset ve CHP" üzerine analizleri bir anda paramparça oldu.
Kendilerini hiç iyi hissetmiyorlar! Ama bu gerçek Gandi Kemalci medyanın umurunda değil!
(..)]
(7)

Yazıya noktayı koymadan bir gıdımda günübirlik siyasete girelim:

Babaoğlu haklı... Bu Pensilvanya meselesi CHP tabanını gerçekten şoka soktu...

Düğün değil, bayram değilken Baykal Pensilvanyalı Hocasına ne diye selâm çaktı?

Pensilvanyalı Hoca’nın Türkiye distribütörü Hüseyin Gülerc,e Baykal Pensilvanyalı muhabbetinin yeni olmadığını gizliden gizliye uzun yıllardır devam etiğini Vatan Gazetesinde yayınlanan röportajında açıkladı...

Ne iş?

Gariban CHP’liye “F tipi aşağı, F_tipi yukarı" muhabbetti yaparken gizliden gizliye Pensilvanyalı ile öpüşüp koklaş?

Kasetle beraber de bu gizliliği açık et...

Ya kasetin 32 dakikalık tekmili birden orijinali Pensilvanyalı da veya o kaseti elinde tutanlarla Pensilvanyalı arasında bir bağ var ki...

Baykal alenen selâm çakıyor...

Bu selâmla...

“Sen şu kaset mevzuunu bağla... Ben de senin her istediğini yapayın” demek mi istiyor?

Bilmiyoruz...

Ama o kadar kıdemli gazeteci kuyrukta beklerken... AB-D’nin fırlama tetikçisi Rasim Ozan Kütahylı’ya verilen randevyu da, Pensilvanyalı Hoca mevzuuna iliştirirseniz...

Kasetin orijinalinin Okyanus ötesindeki bir emperyalist ülkede olduğunu ve onlar tarafından servis edildiğini, içeriğinin de yüzdeyüz gerçek olduğunu, bu yüzden de Baykal’ın Varan-2’nin yayınlanmaması konusunda girişimler yaptığını da düşünebilirsiniz...

“Kasetn devamınıi yayınlamayın da ne isretseniz harfiyyen yapayım..” mesajı göndermeye çalışırken zart diye Kılıçdaroğlu’nun ortaya çıkarılması karşısında ise üzerinin çizildiğini anlayarak “kaderine küstüğünü” de düşünebilirsiniz...

Siz ne düşünürseniz düşünün plan yürürlüğe konmuştur...

Baykal’la başlayan tasfiye, CHP ve Kemalizmle onu koruyup kollayan asker ve sivil bütün unsurları da kapsayarak sürecek gibi görünüyor...

Bu iyi bir şey midir?

O “iyilik”ten ne anladığınıza bağlı...

Yani doğrudan ahlâkınızla ilgili..

Şeyh Sadi’nin sözünü bu yüzdenen başa aldık...

Gariban halka “gericiler yobazlar cumhuriyet ve Atatürk düşmanları” diye üst perdeden Arslanlar gibi kükreyen kedilerin, Pensilvanya Kaplanı karşında fareler gibi kem küm edişlerini ıskaladık sanmasınlar diye...

Hele sık kullandıkları bir sözleri var ki:

“Ne yani sen cumhuriyete, onun kurucu değerlerine(yani bize-CHP’ye demek istiyor) meydan mı okuyorsun?”

“Evet meydan okuyorum. Sence bir sakıncası mı var” diye bir karşılık almayacağıdan emin olarak yapılan bu küstahlığın sahiplerine soruyorum:

“Dersim İsyanı”nı CHP kanla bastırmadı mı?

Dersim halkının çoğunluğu Zaza kökenli Alrvîlerden oluşmuyor muydu?

Katliamdan kurtulan Dersimlileri kitleler halinde batıya sürgün eden de CHP değil miydi?

Peki Şimdi CHP’nin başına kim geliyor?

Zaza kökenli Dersimli bir Alevî dedesi...

Bu, “Cumhuriyete ve onun kurucu değerlerine(yani CHP’ye) açık bir meydan okuma” değise nedir?

Burada meydan okuyan kimdir ki; sizler kaplanla karşılaşmış zavallı bir kedi gibi tir tir titriyorsunuz?

Dipnotlar:
3- Zülfü Livaneli, “O kaset 8 yıllık”, 09 Mayıs 2010 , Vatan.
4- Sevilay Yükselir, “Eyyy CHP'liler! Uyanın artık! Çünkü kral çıplak!” , Sabah
5- Bkz: http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=8846
6- “Kasedi çıkan Amerikalı milletvekillikten istifa etti”, 19.05.2010, Netgazete

7- Haşmet babaoğlu, “Sokaktaki CHP'linin halini soran var mı?”, 20 Mayıs 2010, Sabah


Yıldırımdan Gülen'e Cevap

İHH Başkanı Bülent Yıldırım, Fethullah Gülen'in açıklamalarına yanıt verdi
04/06/2010 - 17:59

Fethullah Gülen, Wall Street Journal Gazetesi'ne verdiği demeçte İsrail'in Gazze'ye yardım götüren gemilere baskın yapmasıyla ilgili olarak ''İsrail'den izin alınmalıydı'' şeklinde demeç verdi. İnsan Hak ve Hürriyetleri (İHH) İnsani Yardım Vakfı Başkanı Bülent Yıldırım, Gülen'in açıklamalarına yanıt verdi: Üzüldük. Açıklamayı keşke bizimle görüşerek yapsaydı...

Yıldırım, NTV'den Hüseyin Yılmaz'a Fethullah Gülen'in Wall Street Journal'a verdiği röportajdaki sözleriyle ilgili yanıt verdi.

Yıldırım şunları söyledi:

''Fethullah Gülen'in eleştirel açıklamalarını yeni duydum, biz İsrail'e başvurduk ve bizi hep oyaladı İsrail. Cenevre sözleşmesine göre hareket ettik, açık deniz olduğu için bölge İsrail'in egemenliği altında değil. Doğrusu üzüldüm, inşallah bu haber yanlıştır, ben başsağlığında bulunmasını bekliyordum.

Kendisine saygı duyuyoruz. Eleştirileri zannediyorum bir ara yüzyüze gelirsek derdimizi anlattığımızda vazgeçecektir. Açıklamayı keşke bizimle görüşerek yapsaydı.''

haber50

Gülen: "İHH İsrail'le işbirliği yapmalıydı, bizimkiler öyle yapıyor"
05.06.2010

Wall Street Journal Fethullah Gülen’in yardım filosu yetkililerini İsrail’le uzlaşmadıkları için eleştirdiğini duyuruyor. Haberde, Gülen için "a controversial and reclusive US resident" tanımlaması yapılmış: "Tartışmalı, münzevi bir ABD sakini"
“Gülen, yardım filosu organizatörlerinin yardım dağıtma girişiminden önce İsrailli yetkililerle uzlaşma aramamasını, otoriteyi yok sayma girişimi olarak değerlendirdi ve bunun olumlu sonuçlar doğurmayacağını söyledi. Gülen, kendi hareketiyle bağlantılı bir yardım kuruluşu Gazze’ye yardım götürmek istediğinde, İsrail’in iznini almaları konusunda ısrar ettiğini belirtti. Gülen, yaşanan olayda kimin suçlu olduğu konusunun Birleşmiş Milletler’e bırakılması gerektiğini kaydetti. ”

Haber1001

Bakan, Fethullah Gülen'i fena iğneledi

İZMİR- Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Fethullah Gülen'in Gazze'ye insani yardım götüren gemilere yönelik saldırısına ilişkin açıklamaları ile ilgili olarak, ''uzaktan bakınca öyle görünüyor demek ki'' dedi.

İzmir'e gelen Bakan Günay, havaalanında gazetecilerin Fethullah Gülen'in, Gazze'ye yardım malzemesi götüren gemilere İsrail'in saldırısına ilişkin yaptığı açıklamaların sorulması üzerine, ''Uzaktan bakılınca olaylar öyle görülüyor demek ki. İçinde yaşayınca bizim baktığımız gibi görünüyor'' dedi.

Gazetecilerin ''Acaba Gülen, ABD'de yaşadığı için mi böyle yorumluyor?'' sorusuna da Günay, ''İçerden baktığımız zaman bizim baktığımız gibi görünüyor'' yanıtını verdi.

Günay, Fethullah Gülen'in, İsrail saldırısına ilişkin açıklamalarına yönelik olarak, ''Fethullah Bey, uzunca bir zamandan bu yana ülkemizin dışında. Sanıyorum Türkiye'deki ve bölgedeki gelişmeleri yakından takip edemiyor'' değerlendirmesinde bulundu.05.06.2010 habertaraf

Derin olmayan bir analiz: Gülen ne yapmak istiyor
Ahmet HAKAN
ahmethakan@hurriyet.com.tr
5 Haziran 2010

GELİN Fethullah Gülen’in siyasal çizgisindeki önemli duraklara bir bakalım:

* Türban eylemlerine karşı çıktı.
* Türbanlı kızlara “Otoriteyle çekişmektense açın başınızı girin” dedi.
* Milli Görüş hareketine karşı mesafe koydu.
* Demirel’le iyi ilişkiler kurdu.
* Refah Partisi’nden farklı olduğunu göstermek amacıyla “diyalog” adı altında toplantılar düzenleyip çeşitli kesimlere açıldı.
* 28 Şubat’ta Erbakan’ı eleştirdi, askere destek verdi.
* 28 Şubat’a karşı en küçük bir direniş göstermedi.
* Ecevit’le yakınlaştı.
(..)
Hürriyet

Hep biz mi izin almalıyız, hocam!
Ali İhsan KARAHASANOĞLU

İHH, Gazze’ye insanî yardım götürürken, mutlaka izin almalıydı İsrail’den..

Doğru söylüyorsunuz; hocam!

Eğer izin vermezse, götürülmemeliydi o yardımlar.. Çünkü; izin verilmediği için yapılamayan yardımın sorumluluğu, İsrail’indi; değil mi hocam?!..

Sizin; 1970’li yıllarda Üsküdar’daki bir camide, İslâm tarihindeki “fedakârlığın zirve noktası” olayı anlatışınızı, hiç unutamıyorum..

Savaş sırasında yaralanmış, son nefeslerini vermek üzere olan üç sahabe, kendilerine uzatılan suyu içmeyip, “su... su...” diye inleyen diğer sahabeye, o suyun götürülmesini istediği anı anlatıyordunuz..

İslâm’ın en temel kavramlarından birisinin özünü, siz zihinlere perçinleyecek şekilde o “tarihi olay” vesilesiyle anlatırken, tüm cemaat hıçkırılıklara boğulmuş ağlıyordu..

Siz de kürsüde ağlıyordunuz, hocam...

Şimdi ise, sadece biz ağlıyoruz.. Sizin (yanlış aktarıldığını umduğumuz) sözlerinizi okurken; hocam!..

Doğru söylüyorsunuz hocam.. Siyasi otorite izin vermiyorsa, Gazze’ye nasıl yardım edilebilir ki?

Gazze’nin siyasi otoritesi; İsrail çünkü?!..

Değil mi sayın hocam..

Sadece İsrail’in kıyıları değil.. Açık deniz de İsrail’in.. Hatta tüm denizler İsrail’in.. Her şey; denizler de, karalar da İsrail için... Değil mi hocam?!

Siyasi otorite (İsrail) diyor ki, “Yardım edecekseniz, bana getirin.. Ben onlara bakayım, uygun gördüklerimi bizim işbirlikçi Abbas’a vereyim”..

Bundan sonra, “Yetim çocuklara götürülecek yardımı, hak sahibine bizzat ulaştıracağım” demenin ne mânâsı var ki?

Değil mi hocam?..

Varsın; bugün tüm dünyanın “siyasi otoritesi” konumundaki Birleşmiş Milletler bile, “İsrail’in, insanî yardımı engellemesi yanlıştır.Kınıyoruz” desin..

Yine de İHH; BM ile değil, İsrail’le uzlaşarak bu yardımı ulaştırmalıydı, değil mi hocam?..

Küçücük bir darbe girişiminde, temsilciniz, Çevik komutana gidip, “Okulları size devredebiliriz,hiçbir şey istemiyoruz” demişti..

İHH da, İsrail’in talebi üzerine, yardım konvoyunu hemen kendilerine teslim etmeliydi, değil mi hocam?..

Gemide; Hıristiyan, hatta Yahudi olan insanlar da vardı..

Böylece; sizin diyalog tavsiyenizi de yerine getirmiş, İHH’lı dostlar.. Yine de; çocuklara yardım için, İsrail’den izin mi almalıydılar hocam?

Sahi, bugün Çağlayan’da, İsrail’i kınama mitingi var..

Herkes bu mitinge koşacak..

Yüzbinler, İsrail’in melun saldırısını kınayacak!

İnsanlık tarihine, 31 Mayıs sabahı yaşananlar, kara bir leke olarak not düşülecek!

Bunun için de, İsrail’den izin almak gerekir mi hocam?

Hayır, sözlerinizi çarpıtmıyorum hocam. Biliyorum; siz “İsrail” demediniz. Siz “siyasi otorite” dediniz..

Ama, mitingin düzenlendiği Çağlayan, Levent’teki İsrail Büyükelçiliği’ne yakın sayılır hocam!..

İHH’nın yardım konvoyu tam da Gazze’ye yaklaştığı sıralarda, İsrail 12 millik karasularını, 68 mile çıkarmıştı.. Bugünkü miting öncesinde de İsrail,Levent’teki Büyükelçilik binasının sınırlarını, Çağlayan’a kadar uzatır mı acaba?

Uzatırsa, bugünkü Çağlayan mitingi için, İsrail’den de izin almak gerekir mi hocam?

Cevdet Kılıçlar, gemideki gönüllülere saldıran İsrail askerlerinin fotoğrafını çekerken şehid düşmüş..

Aslında, fotoğrafı çekerken, İsrail askerlerinden izin alınmalı mıydı hocam?

Açık denizdeki gemiye inen haydut askerlerden de, fotoğraf çekmek için izin alınması gerekir mi hocam?

Bu işte bir yanlışlık yok mu hocam?

Hep bize “izin” aldırıyorsun.. İsrail’in de, tüm zalimlerin de; birazcık da onların “had”lerini bilmesi lazım değil mi hocam?

5 Haziran 2010 Vakit

Fethullah Gülen’e Zaman sansürü..
Mehmet Tezkan
mtezkan@milliyet.com.tr
06 Haziran 2010
Fethullah Gülen, Gazze’ye yollanan Mavi Marmara gemisini eleştirince olanlar oldu..
Kendi gazetesi Zaman sansürledi..
Hoca’nın Wall Street Journal gazetesine verdiği demecini yayımlamadılar..
Bunun yerine; Abdülhamit Bilici imzalı Gülen’in demecinin ne anlama geldiğini anlatan bir makale neşrettiler..
Öyle demek istemedi, böyle demek istedi tarzında..
İktidar bağlılığı demek ki böyle bir şey.. Gün geliyor insan ‘Hoca’sını bile tanımıyor..
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Hzr 06, 2010 8:16 pm    Mesaj konusu: Hoca Efendi’ye çok ciddi itirazım var Alıntıyla Cevap Gönder

“Hocaefendi her zaman olduğu gibi doğruyu (mu) söylüyor”?

Murad Salih



Bülent Arınç, Fethullah Gülen'in İsrail'in gemi saldırısı ile ilgili sözlerini, “Hocaefendi her zaman olduğu gibi doğruyu söylüyor” şeklinde değerlendirmiş...

Ne zaman?

Türkiye, Mavi Marmara şehidlerini “Ya Muntakim Allah intikamına bizi memur et” dualarıyla toprağa verirken...

Türkiye ve Dünya bu şehidlerin intikamı için meydanları “Kahrolsun İsrail! Kahrolsun ABD! Kahrolsun İşbirlikçiler!” sloganlarıyla inletirken..

Nerede?.

“8. Uluslararası Türkçe Olimpiyatları”nın ödül töreninde...

Yani “Hocaefendi”nin “marifetleri”nin sergilendiği bir organizasyonda...

Eğitim dili İngilizce olan okullarda beyinleri yıkanan dünya çocuklarının, bir şarkı veya bir şiir ezberletilerek, sanki o okulda okuyan bütün çocuklara Türkçe öğretiliyormuş, o okulların eğitim dili Türkçeymiş imajı verilen bir gözboyama ve reklâm organizasyonunda... (1)

Peki Arınç’a göe “Hocaefendi'nin, herzamanolduğu gibi söylediği” bu yeni “doğru” neydi?

Onu da bütün ruhuyla vermeyi başaran kısa bir haberden okuyalım:

[Gülen: "İHH İsrail'le işbirliği yapmalıydı, bizimkiler öyle yapıyor"
05.06.2010
Wall Street Journal Fethullah Gülen’in yardım filosu yetkililerini İsrail’le uzlaşmadıkları için eleştirdiğini duyuruyor. Haberde, Gülen için "a controversial and reclusive US resident" tanımlaması yapılmış: "Tartışmalı, münzevi bir ABD sakini"
Gülen, yardım filosu organizatörlerinin yardım dağıtma girişiminden önce İsrailli yetkililerle uzlaşma aramamasını, otoriteyi yok sayma girişimi olarak değerlendirdi ve bunun olumlu sonuçlar doğurmayacağını söyledi. Gülen, kendi hareketiyle bağlantılı bir yardım kuruluşu Gazze’ye yardım götürmek istediğinde, İsrail’in iznini almaları konusunda ısrar ettiğini belirtti. Gülen, yaşanan olayda kimin suçlu olduğu konusunun Birleşmiş Milletler’e bırakılması gerektiğini kaydetti. ” ]
(2)

Arınç’ın “doğru” dediği şey, işte yukarıdaki dinî, ahlâkî, siyasî, insanî, vicdanî yönlerin hangisinden bakarsanız bakın bu bir müslümanın ağzından çıktığına asla inananılamayacak kadar apaçık, ağır ve vahim bir yanlıştı...

Arınç, bu kadar apaçık, ağır ve vahim bir yanlışı doğru olarak tasdik etmekle kalmıyor; ayrıca “Hocaefendi her zaman olduğu gibi doğruyu söylüyor” diyerek Fetullah Gülen’in bundan önce her dediğinin ve her yaptığını “doğru” bulduğunu ifade ediyor...

Bunu yaparken de Gülen’i Şia inaçlarında varolan ama ehl-i Sünnet inançlarında olmayan “masum imamlık” makamına orurtuyordu... İşin ilginç bir ayrıntısı da Wall Street Journal’in sözkonusu haberinde Gülen’den “imam” sıfatıyla bahsetmesi...

Bülent Arınç malûm, düne kadar AKP’nin işbirlikçi politikalarını örtmek için “radikal/keskin” çıkışlarıyla tanınan ve bu tavrıyla TSK ile diğer köktenci laiklere “Gül ve Erdoğan’a razı olmazsanız bakın onların yerine Arınç gibi ‘kökten dinci’ bir bağnaz gelir ve sizi kabak gibi oyar” mesajı verilen politik bir figürdü...

Laikliği dinleştirmiş kesim o gösterilerek Erdoğan ve Gül’e razı ediliyordu...

Erdoğan ve Gül’ün AB-D emperyalizmiyle olan al gülüm ver gülüm işleri, yine onun vasıtasıyla AKP tabanına karşı “Muhterem kardeşim ,ortada gerçrekten yanlış bir iş olsa ona önce mücahit Bülent abimiz karşı çıkar. Çıkmadığına göre demek ki Tayip abi ile Abdullah abi keferelere takiyye yapıyor... İşi bozmayalım... Kefereyi uyandırmayalım.” Diye “kamufle” ediliyordu...

Ama Son günlerde ne olduysa...

Artık Bülent Arınç kendine oynatılan kefereye karşı “kötü adam”, içe karşı “mücahid” rolünden bıkıp usandı mı?..

Yoksa...

Ortada komplo teorisi olarak dolaşan rivayetlerdeki gibi; AB-D emperyalizm’i Erdoğan’ın yerine daha mülayim/uslu/pısırk yeni bir politık figür aramaya başladı da, Bülent Arınç fırsatı bu defa kaçırmamak için “kriter ‘mülayimlikse’ benden mülayimini bulamazsınız” sinyalleri mi çakıyor?..

Veya...

“Mücahid Bülent abi” eskisen beri AKP içinde Fetullah Gülen’in truva atı olarak yer almıştı da, Pensilvanya’dan gelen emir üzerine “mücahidlik maskesi”ni çıkarıp asıl hüvetiyle görünmeye mi başladı?..

Bilmiyorum...

Başlangıçtan bu yana Türkiye'deki müslümanlar içinde bir Truva atı olarak yer alan Fetullah Gülen her araziye uyarak, her boyayı sürerek, her kılığa girerek; sonunda ABD’nin Pensilvanya’daki “verimli işçisi” statüsüne kavuştu...

Artık o bir Pensilvanyalı...

AB-D’nin emir ve direktifleri doğrultusunda bütün dünyada ve özellikle de AB-D’nin girmekte sıkıntı çektiği ülkelerde İngilizce eğitim veren okullar açıyor ve her okulda binlerce dolar maaş vererek protestan Papazlar istihdam ediyor...

ABD savcısının verdiği bilgiye göre tam 25 milyar dolarlık iktisadî varlığa hükmediyor...

Türkiye'deki medyanın yarısından fazlasının o semaye ile satın alındığı rivayetleri dolaşıyor...

Her neyse...

Yukarıdaki haberi okudunuz...

Bülent Arınç’ın “masum imam”ı Fetullah Gülen...

ABD-İsrail-Mısır ortak yapımı kahpe bir ambargoyla dünyanın en büyük toplama kampına dönüştürülan Gazze’nin kahraman halkı bir yudum su, bir lokma ekmek karşılığında “siyonist otorite”ye boyun eğmeye zorlanırken...

Vicdanları kanayan İNSANLARIN yardımlarını ancak siyonist eşkiyadan izin alarak yapabileceklerini, bunun aksinin, yani İHH’nın yaptığı gibi ambargoyu kırma/delme eylemlerini “otoriteye başkaldırma girişimi olarak” değerlendiriyor...

Ne otoritesi?

Gazze İsrail toprağı değil...

Aslında İsrail de İsrail toprağı değil...

Orası Filistin...

Osmanlı toprağı...

Osmanlı’dan gaspedilen topraklar...

Dünkü ve yarınki Vatanımız...

İsrail, Filistinlilerden gaspedilen topraklar üzerine kurulmuş gayrımeşru bir çete/korsan devlet...

Ona rağmen Gazze halen İsrail toprağı değil... Gazze limanı İsrail karasularına dahil değil...

Gazzede tek otorite var; o da Gazze halkının meşru temsilcisi HAMAS Hükûmeti...

Kimin memleketine girmek için kimden izin alınmasını istiyor Fetullah Gülen?..

Haydi Fetullah Gülen dediğimiz adam bir kara cahil... Ne dinden anlar ne imandan, ne siyasetten... Ne hukuktan anlar ne de ahlâktan...

Eline ne tutuşturulduysa onu okur, kulağına ne fısıldanırsa onu söyler...

Ya Büllet Arınç?

“Mücahid Bület abi”?..

Avukat...

Hukuk okumuş...

Kopya ile geçmediyse sınıfları...

Gazze’nin hukukî durumunu...

Oranın İsrail toprağı olmadığını...

Gazze toprağı olduğunu...

Gazze Limanının İsrail Karasuları dışında olduğunu biliyor olmalı...

Buna rağmen...

Fetullash Gülen’in bu kadar kadar apaçık, ağır ve vahim bir yanlışına...

Nasıl olur da “Hocaefendi her zaman olduğu gibi doğruyu söylüyor” diyebilir?

Malûmunuzdur “nasıl” sorusunun cevabı, doğrudan doğruya o kişinin ahlâkıyla ilgilidir?

Konu Bülent Arınç olunca işin “nasıl”ını anlamak kolay “Önce ahlâk ve maneviyat” diyen “Millî Görüş” gömleğini çıkararak AKP kuranların ilk üçündedir ya kendileri...

Bu durumda cevabı bulunması gereken soru şudur:

Bir hukukçu ve tecrübeli bir siyasetçi böyle apaçık bir yanlışı niçin doğru gibi yutturmaya çalışır?

Bakın vicdan sahibi bir aydın...

Üstelik de uzun yıllar Zaman gazetesinde köşe yazarlığı yamış bir insan...

Nihal Bengisu Karaca...

Habertürk Tv’de Serdar Turgut’un sunduğu iki’de Bir programında...

Fethullah Gülen’in İHH’nın Gazze`ye yardım götürmeden önce İsrail`le uzlaşma yolunu seçmemelerini "faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmak" şeklindeki beyanını tartışıyorlarken...

Serdar Turgut’un, “Gülen rasyonel davranıyor, devlet adamı mantığıyla davranıyor” sözlerine karşılık, Nihal Bengisu Karaca, “Ben meselenin şu boyutuyla ilgiliyim dindar vicdandan ayrı düşerse dinden geriye ne kalır? Vicdan ve dindarlık birlikte akan bir nehirdir,ikisini ayırdığınız zaman geriye şekli kurallar kalır?” diye cevap veriyor...

Ardından “Hangi otorite” sorusunu da soran Karaca, “İsrail uzlaşılabilir, insani itirazları ciddiye alan bir ülke olsaydı, zaten oraya gemi götürmeye gerek kalmazdı. İsrail meşru bir otorite olsaydı Gazze diye bir yer de olmazdı” diyerek Fetullah Gülen’in de Bülent Arınç’ın da pekalâ bildikleri ama dile getirmedikleri ve üstünü örtmeye çalıştıkları bir gerçeğin altını cesaretle çiziyor... (3)

Şevket Eygi ise konuyu –Fetullah Gülen’in bile anlayabileceği kadar- sade bir dille şöyle izah ediyor:

[1. Mavi Marmara barış ve insanî yardım gemisi İsrail'e değil, Gazze'ye gidiyordu. Binaenaleyh oraya gidebilmek için İsrail'den izin istemesi ve alması gerekmezdi. Gazze, İsrail toprağı değildir, orada bir Filistin hükümeti vardır, Filistin bayrağı dalgalanmaktadır.
2. Yardım gemileri oraya niçin gidiyorlardı?.. Siyonist devletin inatla sürdürdüğü; hukuka, ahlâka, insanlığa, vicdana, adalete aykırı bir ambargoyu kırmak için... Gazze halkı işkence, baskı, sıkıntı, yokluk içinde yaşamaktadır.
3. Siyonistler Türk barış ve yardım gemisine saldırarak hiç lüzumu olmadığı halde kan dökmüşler, sivil ve masum insanları öldürmüşlerdir.
4. İsrail ordusunun dünyanın en etik ordusu olduğu iddiası kocaman bir yalandan ibarettir.
7. Siyonistler Nazi Almanyasının temerküz kamplarından bahs edip duruyor. Hiçbir Alman temerküz kampı, Gazze esir kampından büyük ve kötü olamaz.
Gazze ambargosunu kırmak için yola çıkmış olan yardım gemilerinin İsrail devletinden izin istemeleri gerektiği iddiasının hiçbir tutar tarafı yoktur.
Gazze ambargosu kaldırılmalı, sivil halka eziyet edilmemeli, çocuklar öldürülmemeli, dünyanın her yerinden mazlum Filistinlilere sivil yardım gelmelidir. ]
(4)

Ne doğrusu Bülent Arınç?

Hangi doğru?

Hangisi doğru?

El insaf...

Büyüklerin “hubb-u câh” dedikleri tehlikeli bir zaafı var insanoğlunun...

Makam arzusu, şöhret düşkünlüğü... (5)

Senin bu “hakikati örtme” çabalarının sebebi belki de budur...

Yazık...

Yaşını başını almış, bir ayağı çukurda bir adamsın; değer mi?

Bak kabinedeki arkadaşın Ertuğrul Günay ne kadar sade ve zarif bir değerlendirme yapıyor bu konuda:

[Günay, havaalanında gazetecilerin Fethullah Gülen'in, Gazze'ye yardım malzemesi götüren gemilere İsrail'in saldırısına ilişkin yaptığı açıklamaların sorulması üzerine, ''Fethullah Bey, uzunca bir zamandan bu yana ülkemizin dışında. Sanıyorum Türkiye'deki ve bölgedeki gelişmeleri yakından takip edemiyor. Uzaktan bakılınca olaylar öyle görülüyor demek ki. İçinde yaşayınca bizim baktığımız gibi görünüyor '' dedi.] (6)

Dipnotlar:
1- Bu konuda güzel bir analiz için: Peren Birsaygılı, “Türkçe olimpiyatları mı, çocuk simsarlığı mı?”, http://www.haber10.com/makale/15923

2- http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?p=3739#3739

3- Habertürk gazetesi, 07 Haziran 2010.

4- Mehmet Şevket EYGİ, “İsrail’den İzin İstemek...”, 8 Haziran 2010, Millî Gazete

5- [Hubb-u câh, makam arzusu ve şöhret düşkünlüğü demektir ve kalbin üzerine zift çekip, ruhu felç eden kötü hasletlerdendir. Bediüzzaman Hazretleri, gönlüne böyle bir virüs bulaştırmış tali'sizlere şöyle seslenir: "Şöhret, zehirli bala benzer. Eğer o belâya düşersen 'Biz, Allah'tan geldik ve yine O'na döneceğiz'de ve kurtul."
Evet, Hz. Ömer'in (radıyallahu anh) ifadesiyle, "Allah, bizi diniyle şerefli kılmıştır." Bunun dışında başka bir şeref aramak beyhudedir. Zaten irade insanları, Allah'a intisap etmenin dışında herhangi bir şan u şerefe de iltifat etmezler.
Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh) yurdunu, yuvasını terk ederek Medine'ye gelmiş, burada şehrin içinde oturabileceği bir arsa bulamamış ve "Sunh" isimli bir kenar mahallede oturmuştur. Dahası o, tam on yıl izzet, gurur, şan ve şeref demeden komşularının koyunlarını sağarak geçimini temin etmiştir. Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra halife olarak seçilmiş; bugünkü Türkiye'nin dört-beş katı büyüklüğünde bir ülkeyi çok iyi yönetmiş, bunu yaparken de yine Sunh'daki evinde kalmış ve belli bir süre daha komşularının koyunlarını sağmaya devam etmiştir. ] Fetullah Gülen, http://www.hikmet.net/content/view/56134/13/

6- 05.06.2010, habertaraf.


Kaynak: http://millibirlikruhu.blogspot.com/

Hoca Efendi’ye çok ciddi itirazım var
Ergun BABAHAN
ebabahan@stargazete.com

(..)

Fethullah Gülen’in son açıklamalarına katılmıyorum.

O gemideki herkesin inancına veya amacına evet demiyorum.

Hayır dediğim noktalar evet dediğim noktalardan fazla olabilir.

Ancak bu gerçek yaptıkları eylemin yüceliğini azaltmaz.

Onlar dünyanın dikkatini Gazze’ye çevirdiler.

Gazze şu anda çok ciddi bir uluslararası sorunsa, bu o gemideki insanları otoriteye hayır demesi sayesinde.

Orada, dini, inancı, ırkı ne olursa olsun 1.5 milyon insan yaşıyor.

Üstelik bu insanlar inanılmaz bir yoksunluk ve zulüm altında yaşıyor.

Onları bu zulüm altında yaşatan otorite de ortada.

Bu otorite ile anlaşmak, sadece 10 milyon dolarlık bir yardım malzemesinin ulaşmasını sağlar belki ama o insanların uzun vadeli esaretini ortadan kaldırmaz.

Faşizmle uzlaşılmaz, savaşılır.

28 Şubat’ta otoriteyle anlaşmanın sonuç ve bedellerinin ne olduğunu muhafazakar camia birebir yaşadı.

Bugün Gazze’de tanıklık ettiğimiz açık bir faşizmdir.

O insanları özgürlüğe, hakkettikleri yaşam koşullarına faşistlerle uzlaşarak kavuşturamazsınız.

(..)

srail’le anlaşma, otoriteye karşı gelmeme söylemini kabul etmek mümkün değil.

Müslümanlar, Hazreti İsa’nın ‘’Sana tokat atana öbür yanağını dön’’ inancından gelmiyor.

Müslümanlık, haksızlığa, tiranlığa karşı koymayı gerektiriyor.

Bugünün dünyasında adalet, insan hakkı mücadelesi de otoriteye karşı durmaktan geçiyor.

Türkiye’de otorite, anayasa değişikliğine karşı çıkıyor, başörtülü kızın üniversitede okumasına karşı çıkıyor.

Sevgili Çetin Altan’ın dediği gibi, otorite bazen marangoz hatası olabilir.

Otoriteyi veri kabul ederseniz, her türlü adaletsizliği, haksızlığı, insan hakkı ihlalini kabul etmeniz gerekir.

(..)

Dünyanın hiçbir otoritesi 17 yaşındaki bir çocuğa 5 kurşun sıkılmasını haklı gösteremez.

Göstermemeli.

(..)

6 Haziran 2010 Sabah

Hangisi daha yakın: Gemideki İsrailli mi? ABD’deki Hocaefendi mi?
Can DÜNDAR
can.dundar@e-kolay.net

Kim ne derse desin: Mavi Marmara’nın Gazze’ye yelken açması, son yılların en büyük sivil itaatsizlik eylemidir.

Kim sahip çıktı; ne slogan atıldı; bunlar detay...

Gemide tanıdıklarım var; vicdanlarına kefilim.

Eylemleriyle herkesi, hatta on yıllardır İsrail’i şımartmış Washington’u bile karşı tavır almaya zorladılar.

Az şey değildir.

* * *

İlk haftanın sonunda eylemin bilançosuna bakıldığında kazanç hanesine yazacak çok şey var:

Birincisi, can pahasına dünyanın dikkatinin Gazze ablukasına çekilmiş olmasıdır.

İkincisi, İsrail vahşetinin naklen sergilenmiş oluşu...

Bir başka kazanç, geminin bir “uluslararası dayanışma kadırgası” haline dönüşmesi oldu.

Gemide Yunanlı aktivist de vardı; İsrail Parlamentosu’ndan milletvekili de; Hıristiyan din adamı da...

(..)

Washington’un tedirginliği dün Pensilvanya’da verilen demece de yansımıştı.

Sanıyorum gönüllüler, Gazze eylemini New York’taki Hasidik Yahudi’nin, Hocaefendi’den daha iyi anlamış olmasını biraz hayret, biraz ibretle karşılamışlardır ki bunu da bir kırılma anı olarak kazanç hanesine yazıyorum.

* * *

Eylemin asıl başarısı, “medeniyetler çatışıyor” denilen bir çağda farklı dinden, ayrı milliyetten insanların, vicdan temelinde dayanışmasının mümkün olduğunu göstermesidir.

(..)

Eylem, Dışişleri’nin baştan beri söylediği gibi, “Türkiye ile İsrail arasında bir mesele” gibi değil, “İsrail’le dünya, hatta İsrail’le insanlık arasında bir sorun” olarak görüldü.

(..)

6 Haziran 2010 Milliyet

Hocaefendi'nin değerlendirmesi "gerçekçi" mi?
Emre AKÖZ

Soru: Mavi Marmara'nın yola çıkışını nasıl takip ettiniz? Fikir olarak size nasıl geliyordu?
Cevap: Medyadan ve internetten izledim. Mükemmel bir fikir olduğunu düşündüm. Gazze halkının durumuna dünya kamuoyunun dikkatini çekmenin daha iyi bir yöntemi olamaz gibi geldi.
Soru: Mesela yöntemi ajitatif (kışkırtıcı) buldunuz mu?
Cevap: Elbette ajitatif bir yöntem. İsrail'in tepkisini çekeceği besbelli olan bir yöntem. Tam da olması gerektiği gibi...
İsrail'le baş etmenin sessiz sakin, uslu bir yöntemi olabileceğine inanmıyorum. İsrail'den herhangi bir şey "rica" etmenin bir anlamı yok.
Bu, hem uluslararası, hem kitlesel, hem insani bir yöntemdi. Ve tam da bu nedenlerle, İsrail'in kaçınılmaz tepkisi nasıl bir canavarla karşı karşıya olduğumuzu bütün dünyaya gösterdi. (Pınar Öğünç'ün söyleşisi, Radikal Cumartesi, 5 Haziran.)
Yukarıdaki cevaplar Türkiye'nin "sosyalist ve Yahudi" aydını Roni Margulies'e ait.
Marguiles'in sözlerini buraya aldım. Çünkü zamansal açıdan daha önce söylenmiş olsalar da, Fethullah Gülen'e cevap niteliğindeler.

***
Ara notu: Elbette Margulies'inki gibi "vicdan sahibi" ve "gerçekçi" değerlendirmelerini başkaları da yapabilir.
Ancak bu tip eleştirileri İsrail yöneticileri, "Siz Yahudi düşmanı olduğunuz için böyle konuşuyorsunuz" diye cevaplıyor.
Bu durumda Roni Margulies'e başvurmak zorunlu oluyor. Ona da "Sen Yahudi düşmanısın" diyecek halleri yok ya...

***

Gelelim asıl konuya...
ABD'de yaşayan Gülen, ünlü Wall Street Journal gazetesine ilginç bir demeç verdi. (Bu gazete hakkındaki eleştirilerimi dün yazmıştım.)
İsrail'in saldırısını kınayan, ölenlere rahmet dileyen Hocaefendi'nin, aynı demeçte, "İsrail'in izni olmadan Gazze'ye yardım götürmesini" eleştirmesi, "otoriteye başkaldırmanın" yanlış olduğunu söylemesi eleştirilere yol açtı.

***

Bence Fethullah Gülen'in olaya yaklaşımı, vicdanlı ama gerçekçi değil. Niye değil?
1) Çünkü Gazze ablukası üç yıldır sürüyor. Bu süre içinde ablukayı kaldırması ya da hafifletmesi için İsrail'e dünyanın her yerinden çağrılar yapıldı.
Ama İsrail yönetimi oralı olmadı, hatta ablukayı daha da sıkılaştırdı.
2) İsrail'in şahin yöneticileri askeri zihniyetle hareket ediyor. "Sen kazanırsan, ben kaybederim... O halde hep ben kazanmalıyım" diye düşünüyorlar. "Birlikte kazanmak" gibi bir vizyonları yok.
3) Hocaefendi'nin hep savunduğu "diyalog" ve "hoşgörü" ilkelerini, İsrail yöneticileri çarpıtarak siyasallaştırıyor:
Diyalogu "propaganda", hoşgörüyü ise "bizi hoşgörün" haline getiriyorlar.
4) Uluslararası sularda seyreden, silahsız bir sivil gemiye saldırıp, dokuz kişiyi öldüren güce "otorite" denebilir mi? Demokrat Yahudi yorumcuların da İsrail için korsan, haydut gibi sıfatlar kullanması tesadüf mü?
Bazen barışı sağlamak için bağırmak gerekir.

(..)

6 Haziran 2010 sabah

Gülen'in İsrail Aşkı Sınır Tanımıyor
Açık İstihbarat
02.06.2010



Fetullah Gülen'in İsrail sempatisi bir çok kez kanıtlanmıştır. Hristiyanlık ve Yahudilik adına gerçekleştirdiği sosyal mühendislik çabalarının yanısıra İsrail devletine özel bir sempati besler. İsrail'in katliamlarını görmez ama kendini savunma adına yollanan füzelerle hayatını kaybedenler için dua eder.

Utanmaz. Üzerindeki din adamı kimliğinden utanmaz; Ortadoğu'da yaşananlar karşısında kahrolan binlerce müslümanın kendisini adam yerine koymasından utanmaz. Gerektiğinde müslümanların kanına ekmek doğramış İsrail adına da, ABD adına da kitlelere çobanlık yapmayı kendine zul görmez.

İşte bu Fetullah Gülen; Türkiye'de her cepheden insanın kanını donduran İsrail fütursuzluğu karşısında kendisinden bekleneni gerçekleştirdi ve İsrail'e baş kaldıramayacak kadar uysal olduğunu bir kez daha açıkca beyan etti. Wall Street Journal'e verdiği demeçte; İsrail'in resmi politikalarına selam çaktı ve İsrail'i açıkca kınayan bir cümle sarfetmedi.

Üzülmemek elde değil.

İsrail'e ve ABD'ye hizmet verdiği bu kadar aşikar bir şahsiyete Müslüman lider muamelesi yapanları görüp de üzülmemek elde değil.

Açık İstihbarat

-------- Gülen'in İsrail Saldırısı ile İlgili Wall Street Journal'e Verdiği Demeç -------------

Gülen, ABD’nin önde gelen gazetelerinden Wall Street Journal’a verdiği söyleşide, Türk bir kuruluşun önderlik ettiği bir filonun İsrail’in izni olmadan Gazze’ye yardım götürmesini eleştirdi.
Gazetenin haberine göre Gülen, söyleşide olayla ilgili izlediği haberler hakkında, "Gördüğüm şeyler hiç de hoş değildi" dedi. Gülen, "Çok çirkin şeylerdi” diye konuştu. Gülen, organizatörlerin Gazze’ye yardım götürmeden önce İsrail’le uzlaşma yolunu seçmemelerini "faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmak” olarak tanımladı.

WSJ, Gülen’in sözlerinin İsrail tarafından iade edilen aktivistlerin Türkiye’de kahramanlar gibi karşılandığı bir döneme denk geldiği yorumunu yaptı. Gazze’ye yardım götüren gemilerin önder organizatörlerinden biri olan ve 100’den fazla ülkede yardım faaliyetleri gerçekleştiren İnsani Yardım Vakfı’ndan (IHH) kısa bir süre önce haberdar olduğunu söyleyen Gülen, “IHH’nin politik bir amaç güdüp gütmediğini söylemek kolay değil” dedi.

Gülen, kendi hareketiyle ilişkili bir derneğin Gazze'ye yardım götürmek istediği zaman onlara İsrail'den izin almaları gerektiğini söylediğini belirtti. Gülen ayrıca, bu olayda suçluyu bulma işinin Birleşmiş Milletlere bırakılmasının en iyi seçenek olduğunu da sözlerine ekledi.
açıkistihbarat

İsrail'i kınamayan dengeci Müslümanlar
Kevser TOPKAR
ktopkar33@gmail

En ufak bir acabanın büyüyüp zulmün alkışlanması anlamına gelecek krıtik bir anı yaşıyoruz. Söz sahiplerinin kendilerinin de inanmadığı “İsraile danışılıp da bu hareket yapılsaydı” mealindeki yorumları hiçbir cevabı hak etmiyor. Yumuşak ve masum görüntüsünün altında kaybedileceğinden korkulan menfaatler, bozulacağından endişeye düşülen dengeler var ki, İsrail askerlerinin mermilerinden daha yaralayıcılar...

Hangi dinin mensubu olursa olsun Mavi Marmara gemisindeki katliamdan yüreği sızlamayan bir insan tahayyül edemiyorum.Olayın akabinde global dengeleri gözetmek adına “şöyle olsaydı böyle olmazdı” mealinde talihsiz açıklamalara şahit olduk.

"Doğru içtihatta iki sevap, yanlış içtihatta bir sevap" hesabı menfaat gözetmeksizin iyi niyetle yanılarak yapılan içtihadi yorumlar için muhtemeldir. Eğer söylenen sözde vicdanı susturan, dili eğip büken bir dünya menfaati gizliyse nasıl isimlendirilir bilemiyorum.

Evet, dünya siyaseti ve finansmanında Yahudiler son derece etkinler. Devletlerin, dünya tekellerinin, tröstlerinin, bankacılık sektörünün ve sisteminin ipleri onların elinde. İslam coğrafyasındaki devletlerle, müslüman cemaatlerle ekonomik ilişkiler içindeler. Ülkem müslümanlarıyla da bir hayli sıkı ticari ilişkileri bulunmakta. Nükleer silahlarının gölgesinde Ortadoğunun kalbinde dünyanın muhtelif ülkelerinden topladıkları Yahudilere bu bölgeyi işgal ederek yurt edindirdiler. Dahası bunu tanrılarının kendilerine vaadettiği bir hak olarak görüyorlar. Bundan cesaretle Filistin’i işgal ettiler, halkını katlettiler, öldüremediklerini aşılmaz duvarların arkasında tecrid ettiler. Şimdi de gözleri Türkiye'yi de içine alan Dicle-Fırat arasındaki sözde vaadedilmiş topraklarda... Buralarda tıpkı Filistinde olduğu gibi yatırım yapıyorlar. Sinsi bir yayılma faaliyeti içindeler. Paralarının gücünü müslümanlara sempatik görünmek için kullanıyorlar ve başarılı da oluyorlar.

İslamın dünya üzerinde yaygınlaşması için özverili faaliyetlerde bulunan müslüman kardeşlerim; İsrailin bölgedeki hedeflerini görmezden gelerek, kendi menfaatlerine zarar gelmemesi adına sivillere yapılan katliamı kınayamıyor ve İsrailin yaptığı her şer işe bir kılıf hazırlayabiliyorsanız, bu çıkarların her ne olursa olsun en yüksek düzeyde korunması değil de nedir.

Bu eğer bir takiye ise evet peygamberimiz de takiye yapmıştı. Bir taktik olarak savaş esnasında düşmana dezenformasyonda da bulunmuştu. Bu sayede önemli kazanımlar elde edilmişti. Ama bu takiye yıllarca sürüp sonunda kendini kuşatmamıştı.

Bir güce sahip olmanın niçin istenildiği o gücü kazanma sürecinde takip edilen yollarda unutulursa kazanıldığında fonksiyonunu tamamen yitirebilir. Pratik hayattan iki örnek vermek istiyorum. Pahalı bir arabaya binmek için yıllarca para biriktirenler vardır. Sonunda istedikleri aracı alırlar. Bu süreci yaşarken öyle alışkanlıklar edinmişlerdir ki sahip oldukları arabalarına zarar gelecek endişesiyle gönül rahatlığıyla kullanamazlar. Sağı çizildi mi, solu bir yere sürttü mü, çukura mı düştü, yokuşu mu çıktı? Bin türlü hesap huzurlarını kaçırır.

İkinci örnek mahalle kasabımızdan; bazı zenginlerin et satın alırken acaip ince pazarlıklar yaptığını ve buna çok hayret ettiğini ifade ediyor. Aslında hayrete şayan bir durum değil, ibretlik bir hal. Bir isteğimizi elde etme sürecindeki davranışlar uzun süre devam ederse alışkanlık haline gelebiliyor. İnsan davranışlarında olduğu gibi kurumların ve devletlerin davranışlarında da bunları gözleyebiliyoruz. ”Araçların amaç haline gelmesi” dediğimiz bu yanılgı sinsice bizi kuşatabiliyor. Bu gibi hallerde başlangıç noktamıza geri dönerek “ben bu yola niçin çıktım” sorusunu kendimize sorarak özümüze dönebiliriz.

Bugün pek çok dünya ülkesinde güzel işlere imza atan, hizmet aşkını yüreklerinde canlı tutan kardeşlerim; zalimin zulmünü de kınayamayacaksınız acaba siz bu yola niçin çıktınız?

9 Haziran 2010 habertaraf


Fatih Altaylı / Habertürk
11 Haziran 2010
Gülen Sözünün Arkasında

(..)
Fethullah Gülen cemaatinin önemli isimleriyle de, Gülen'in son yaptığı çıkışı konuşma fırsatım oldu.

Önce Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı'ya sordum, "Gülen'in sözlerini ilk gün pek görmediniz. Özel bir nedeni var mıydı?" diye.

Özel bir nedeni yokmuş.

Röportajı yapan muhabirin, "Röportajım sansür edildi" dediği iletilmiş onlara. Bu yüzden ilk gün, haberi küçük görmüşler.

Sonra büyütmüşler.

"Peki" dedim, "Bazıları Gülen'in böyle bir şey demediğini iddia ediyorlar. Dediyse yanlış yapmıştır diyenler var. Demiş mi, dememiş mi?"

Dumanlı net ve açık konuştu:

"Aynen öyle demiş. Hiçbir saptırma falan yok. Daha sonra kendisine sordurduk, 'Dedim, sözümün arkasındayım' dedi. Hocaefendi, İsrail'e yardım gemisi konusunda bunun yanlış olduğunu açıkça söylemiş."

Dün de cemaatin en önde etkili isimlerinden biriyle beraberdim.

Aynı soruyu ona da sordum.

O da "Hocaefendi o sözü aynen öyle söyledi" dedi.

İlk günkü kafa karışıklığının nedeni ise Türkiye'de son zamanlarda çok tartışılan bir gazetenin genel yayın yönetmeniymiş. Bu genel yayın yönetmeni, Zaman Gazetesi yönetimini aramış ve ABD ile yakın ilişkileri olan yardımcısının Wall Street Journal muhabiriyle konuştuğunu, sözlerin çarpıtıldığını iletmiş. İlk gün bu yüzden kafalar karışmış ama daha sonra Gülen'in bu sözleri aynen söylediği ortaya çıkmış.
(..)

GÜLEN NEW YORK TİMES'A KONUŞTU

12 Haziran 2010

Amerikan basının Fethullah Gülen merakı gün geçtikçe artıyor. Wall Street Journal'da (WSJ) çıkan Gülen haberinin hemen bir hafta sonrasında, hem ABD'nin hem de dünyanın saygın gazetelerinden biri olan New York Times (NYT), Hocaefendi hakkında bir röportaj-haber yayınladı.
Dün öğleden sonra gazetenin internet sitesinde yayınlanan haberde, Gülen'in sevenlerinin, kendisinden büyük saygı ile söz ettiği belirtildi. Haberde, "Gülen, tatlı dilli bir Müslüman vaiz, yazar ve öğretmen olarak tanımlanıyor'' denildi.
Georgetown Üniversitesi Prof. Dr. John L. Esposito'nun, Fethullah Gülen'i, Tibet Lideri Dalai Lama'ya benzettiği yazıda, Gülen'in barışa, hoşgörüye, ABD-Türkiye ilişkilerinin güçlendirilmesine ve serbest pazar ekonomisine önem verdiği kaydedildi. Ayrıca Gülen'in, ''Gerçek İslam'da teröre yer yoktur'' sözlerinin Batılı yöneticileri yüreklendirdiğinin altını çizildi.

"Bir hareketin liderliğini yapan Türk'ü eleştiren ve karalayanlar var" başlıklı yazıyı NYT için kaleme alan gazeteci Brain Knowlton, haber yorumunda Hocaefendi'nin yaşadığı Pennsilvanya'da mütevazi bir yaşam sürdürdüğünü dile getirdi.

Fethullah Gülen'i Türkiye'nin hem en etkili, hem de üzerinde en fazla tartışma yapılan ismi olarak tanımlayan gazete, tüm bunlara rağmen ABD eski Dışişleri Bakanı Madeleine K. Albright ve onun seleflerinden olan James A. Baker gibi kimselerin de Gülen ile ilişkili olan grupların faaliyetlerinde konuşma yaptıklarına ve Gülen'e övgüde bulunduklarına dikkat çekti.

Türkiye'de Gülen'i kötüleyenlerin, onu, son derece milliyetçi taraftarlarının olduğu yolunda eleştirdiklerini belirten haber, bu kimselerin hareketin ülkede güçlü konuma gelmesinden rahatsızlık duyduğunu vurguladı. NYT muhabiri Knowlton, yazısında Gülen'i eleştirenlerin kendisini laiklik karşıtı olarak gördüğünü belirterek, ''Gülen'in yaklaşımı, bir anlamda, geleneksel ve modern olanı harmanlamaya çalışıyor'' ifadelerini kullandı.

Hocaefendi'nin yaşadığı yerin hem dıştan, hem de içeriden görünümünü anlatan NYT yazarı, buranın, Gülen'in ve taraftarı olan bir düzine insanın ziyaretçileri için modern bir konaklama yeri olduğunu kaydetti. Gülen'in ağır sağlık sorunları olduğu belirtilen yazıda, kendisinin çok nadir olarak konakladığı yerden ayrıldığı kaydedildi. Gülen'in yaşamını da özetleyen yazıda, kendisinin 5 yaşında Kur'an öğrendiği, 14 yaşından sonra da vaizlik yaptığı vurgulandı.

Gülen'in yavaş yavaş ancak oldukça geniş bir takipçi kitlesi oluştuğunu belirten yazıda, medya, finans ve diğer alanlarda gönüllüler hareketine bağlı birçok işletmenin bulunduğu ifade edildi.

Hocaefendi'nin, hareketin kendi ismi ile anılmasından rahatsızlık duyduğu belirtilirken, kendisinin bu oluşum içinde arka planda kalmaya çalıştığı yorumuna yer verdi. Takipçilerinin yaptığı işlerle ilgili bir soru üzerine Gülen, "Ben bu hareketi, Fethullah Gülen hareketi olarak adlandırmanın yanlış olduğuna inanıyorum ve böyle söylemeyi, bu faaliyetleri yürütmeye kendini adamış olan birçok insana saygısızlık olarak görüyorum. Benim bu hareketteki rolüm oldukça kısıtlı. Bir liderlik, merkez, bir merkeze bağlılık ya da bir hiyerarşi yok" dedi.

Dünyanın 110 ülkesinde hareketle irtibatlı binden fazla okulun bulunduğu belirtilen haberde, şöyle denildi: ''Bu okullar zengin Müslüman iş adamları tarafından destekleniyor. Amerika'da buna benzer birkaç okul var, hatta Burma'da bile bir tanesi mevcut. İslami değerleri taşıyorlar ama medreselerin aksine içinde bulundukları ülkenin resmi müfredatını uyguluyorlar, ayrıca modern bilim ve teknolojinin üzerinde duruyorlar. Eğitim kaliteleri oldukça yüksek olarak değerlendiriliyor ve bu okullarda yer bulmak için rekabet çok yoğun.''

Gülen hakkında Türkiye'de davaların açıldığı, ancak bunların hepsinden beraat ettiği belirtilen yazıda, Gülen hareketi üzerine yazılar yazmış olan Utah Üniversitesi siyaset bilimi profesörü Hakan Yavuz'un görüşlerine de yer verildi. Yavuz'un hareket için, ''Savunmasız ve marjinalleştirilmiş insanlar için koruyucu bir mekan üreten bir İslam türü değil, bunun aksine amacı Opus Dei gibi kontrolü ele geçirmek ve güç sahibi olmak." dediği belirtildi.

Bunun dışında Türkiye'nin en prestijli eğitim kurumlarında ders vermiş ve danışmanlık yapmış olan Peder Thomas Michel'in ise hareket mensuplarını '' iyi motive olmuş, akıllı, eğlenceli -- hiç bir şekilde fanatik, tuhaf ya da kült olguları taşımayan kişiler" diye tanımladığı vurgulandı.

Hareket için Houston Üniversitesi'nden sosyolog Helen Rose Ebaugh da NYT gazetesine demeç vermiş. Sosyolog Ebaugh, "Bu okullar gençler için bir alternatif. Böylelikle terör örgütlerine katılmak zorunda kalmıyorlar" diye konuştu. Ebaugh, NYT'ye verdiği demecinde İstanbul'da, Fatih Üniversitesi yönetiminin kendisine, Gülen'in Suudi Arabistan'ın önerdiği paranın kabul edilmesi fikrine Gülen'in, "Suudi hükümeti destek veriyor" şeklinde algılanacağı gerekçesiyle sert bir şekilde karşı çıktığını söylediğini anlattı.

Haberde, Gazze'ye yardım götüren gemiler konusunda Gülen'in, daha önce Wall Street Journal'a ifade ettiği görüşleri yinelediği belirtildi. NYT, Türk hükümetinin, İsrail'in yardım gemilerine müdahalesini şiddetle eleştirdiği bir dönemde, Gülen'in hatayı organizatörlerde bularak, "otoriteye karşı çıkmaktansa" önceden İsrail yönetiminden izin alınması gerektiği görüşüne yer verdi.

Gazete, Gülen'in ''Türk hükümetlerinin bazı "olumlu adımlarını" destekleyebileceğini söylerken, "Bu, onlara siyasi tavsiyelerde bulunduğumuz ya da onların etkisi altında hareket ettiğimiz manasına gelmez" diye konuştuğunu yazdı. Gülen'in dindar ya da laik olsun hiçbir iktidar "Türkiye'deki gerçekleri göz ardı edemez" sözlerine yer veren haber, yine "Dinini yaşayan bir sürü insan var ve camiler her gün insanlarla doluyor. Aynı zamanda, her hükümet, Nesturi Hıristiyanlar, Protestanlar ya da Yahudiler olsun, dini azınlıkları da hesaba katmak zorunda'' sözlerine vurguda bulundu.

Haberde son olarak, Gülen'in, "Amerika'da; Türkiye, Afganistan, Pakistan ya da diğer ülkelerden gelen radikal düşünceli insanlardan rahatsız edilmeden ve zarar görmeden yaşamayı ümit ettim. Amerika'nın misafiriyim" sözlerine yer verildi.
haber10

CÜBBELİ AHMET'TEN SERT SÖZLER

Cübbeli Ahmet olarak bilinen Mahmut Ünlü, Mavi Marmara Gemisi'ne İsrail tarafından yapılan baskına ve bu konuda Fethullah Gülen'in yaptığı açıklamayla ilgili konuştu
Cübbeli Ahmet, "Şimdi bazılarının dediği gibi İsrail zalim otoritesine itaat etmek onlardan izin almak gerekiyor. Bu asla doğru değildir. Bu lafı söyleyen şuur sahibi olamaz. Çünkü ne zaman zalim izin versin ki mazluma yardım edilsin. Bizim ecdadımız Bu İstanbul'a Yunanlılar geldiği zaman, bütün o camiler yıkılıp yakıldığı zaman, milletin ırzına namusuna tecavüz edildiği zaman.Bir Fransız askeri, bir Müslüman kadınının peçesini çekmeye kalktığı zaman Allah razı olsun Sütçü İmam Hazretleri kurşunu basmış, savaşı başlatmıştır. İyi Fransızlar işgal etti otoriteye boyun eğmek gerekiyor. İyi kadının suratı açılırsa açılsın, namaz kılınmayacaksa kılınmasın.Böyle şey olmaz. Kafire zalime boyun eğmek, itaat etmek olmaz" dedi.
haber10


Nihal Bengisu Karaca
Hatlar karıştı ama manzara çok net
09 Haziran 2010

KASET skandalı ve Pensilvanya selamı üzerine yazmıştım. Kumpasın asıl hedefi AK Parti’siz bir siyaset denklemi yaratmaktır. Bunun arkasında Türkiye’nin İsrail’e mesafe alarak Suriye’ye, İran’a ve hatta Rusya’ya yaklaşmasından endişe eden ulusal ve uluslararası aktörler var. Eksen kaymasından tek endişe edenler de Kemalist, laikçi CHP çevresi değildir.

Çok geçmeden, Mavi Marmara gemisine bir saldırı düzenlendi ve Fethullah Gülen, WSJ’ye çok tartışılan görüşlerini açıkladı.

Gazze’ye yardım için düzenlenen kampanyayı “otoriteye başkaldırı” olarak nitelemesi ve İsrail’den izin alınması gerektiğini söylemesi, mütedeyyin camiayı ikiye böldü. Hatlar karışmış durumda ya da tam tersine yerli yerine oturuyor. Garip bir durum var.

HANGİSİ DAHA ROMANTİK?
Hocaefendi, itikadi ve varoluşsal meselelerde aydınlatıcı bir misyon üstlenmiş, kitlelerin gönlünü kazanmış önemli bir kanaat önderi. Önderi olduğu hareket aslında dini referansları merkeze alan, “Mümin kardeşliği” ekseninde ilerleyen bir “gönül hareketi- ”dir. Fakat şimdi fazlasıyla seküler bir devlet adamı dilini kuşanırken görüyoruz onu.

Türkiye’yi eksen kaymasına uğrattığı yolunda sık sık eleştirilen Başbakan ise biliyoruz ki aslında bölge ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmayı “ekonomik krizin son etkilerini de aşmak” için istiyordu. “Paris’e hiçbir halt satamam, ama müteahhitlerimin Tahran’da, Şam’da alabileceği binlerce iş var” mantığı. Bölgede ve ülkemizde bulunan kadim “dini, kültürel bağ” paydasına yaslanarak alabildiğine “rasyonel, paragmatik” adımlar atmayı planlayan bir girişimdi söz konusu olan.

Şimdi, a) Türkiye’nin Ortadoğu ve Orta Asya ülkeleriyle bölgesel bir güç olmasını istemeyen, b) Türkiye’nin sorunlarının çözümünün başka yerde olduğunu düşünen, c) Bu türden bir bölgesel güç olmanın getirdiği yüklerin, getirdiği kazanımlardan fazla olacağına inanan, d) Tayyip Erdoğan’ın karizması ve kimi zaman takındığı uzlaşımsız tavırlar altında ezilen iş çevreleri için Erdoğan’sız ya da AK Parti’siz “eski güzel günler” Türkiye- ’sine dönmeyi mümkün kılacak bir imkân belirdi: “Fethullah Gülen ve hareketi.”

Hocaefendi kaset skandalı patladığında Baykal’ı arayarak ya da aratarak “Bizim çocuklar yapmadı” mesajını verdi. Mavi Marmara olayı vuku bulduğunda da bu kez dünyaya dönüp aynı anlama gelecek bir mesaj daha verdi: “Bizim çocuklar yapmadı.” Neresinden baksanız, içeride ve dışarıda çizilen bir hatta, bir stratejiye tekabül ediyor durum.

GÜLEN’İN BÜYÜK İDEALLERİ
Bir değişim, bir kopuş ya da bir ayar verme hadisesi var. Peki neden?

Birincisi, tahminlerime göre Hocaefendi’nin Erdoğan’ın üslubu ve siyaset etme tarzıyla başı hiç hoş olmadı. Erdoğan’ı, yeterince sağlam bir kaideye basmadığı halde, öyleymiş kadar çok diklenen ve bağıran bir siyasetçi olarak gördüğünü tahmin edebiliyorum.

İkincisi, “eksen kayması” eleştirisinin Gülen’in tasavvurunda tekabül ettiği yer. Nuriye Akman’a 2004 yılında verdiği röportajda, “Bugün İslam dünyası diye bir dünya yok” demişti. Bunun anlamı şuydu: İslam dünyasının adresi Ortadoğu olmamalı. İslam’ın yeniden yükselişinin yeri, adı terör ile özdeşleşmiş ülkeler olmayacak. İslam kendini Batı’ya doğru anlatmalı ve oradan yükselmeli.

Bana göre, Gülen’i Gazze’ye duyarlılık meselesinde fazla ölçülü, soğukkanlı davranmaya yönlendiren asıl etmen bu tasavvurdur.

Bu tasavvur şimdi, Gazze hassasiyetine “romantizm” diyen, ama umutsuzca ve delicesine bir “karasevda” yüzünden Batı’ya tutulmuş, karasevdalı ve bu sevda uğruna işlevsiz, çekingen bir Türkiye’ye razı olanların minik vizyonları ile örtüşüyor, akraba oluyor.

Bunun dolayımında özde pragmatik ve reel politika yapanlar şimdi “İslamcı” olarak, İslamcılık üzerinden tukaka edilmeye çalışılıyor. Özde idealist ve misyoner olan, tümüyle dinsellik eksenli olan tutum ise “gerçekçi, soğukkanlı ve samimi” olmakla taltif ediliyor.

Hayırlısı mı diyelim, oturup ağlayalım mı, bilemiyorum.

nbkaraca@htgazete.com.tr

Umur Talu
Son gülen...

06 Haziran 2010 Pazar, 12:08:35
NE tuhaf! Fethullah Gülen son dönemin iki kritik olayında “durup dururken” müdahale etti. Belki “durup dururken” değildi!

SAMİMİYET

Biri Baykal’ı süpüren “kaset olayı” idi. Baykal, kamuoyu önüne istifa için çıktı. “Tarihi” bir anda “durup dururken” bir “mesaj” verdi: “Pensilvanya’dan aldığım üzüntü ve destek mesajlarının samimiyetine inandığımı da belirtmek isterim.” Belki “durup dururken” değildi!

ASIL NİYET

Şöyle soru-yorumlar da yapılmadı mı:

1. Gülen, “Kaset olayıyla bizim çocukların ilgisi yok” mu demek istemişti?

2. Onca kişi üzüntü ve destek iletmişken Baykal, Gülen’e atıfla ne amaçladı?

3. Hükümet o ana kadar (“yandaş medya” da dahil) kasetin üstüne gitmemişken,
Baykal’ı hükümeti baş sorumlu ilan etmeye “Pensilvanya” mı yöneltti?

4. Baykal mı (o) cemaat ile hükümet arasında çatışma olduğunu ima etmek istedi; yoksa zaten bizzat Gülen mi bunu ima etti ve bir şekilde duyulmasını mı arzu etti? O gün istifa ederken aslında “kurultayda dönebilmeyi” düşünen Baykal bile, “mesaj”ın manasını bugün farklı yorumluyor olabilir! Çünkü gelişmeler çok hızlandı!

SUİNİYET

Gülen’in ikinci sürprizi “ABD, İsrail savunma hattı”ndan geldi.Wall Street Journal, “İmam Gülen’in ABD’de bir yayına verdiği ilk söyleşi”yi yayınladı.

Gülen, “Gazze’ye yardım organizatörlerinin, İsrail’in rızasını aramamış olmaları, otorite tanımazlığın işareti” demişti. “Kendi hareketiyle bağlantılı bir yardım örgütü Gazzelilere yardım etmek istediğinde, İsrail iznini almaları gerektiğinde ısrar ettiğini” söylemişti. Yazı, “Gülen hareketi” kitabı yazarı Ebaugh’a dayanarak, “İzleyicileri gelirlerinin üçte birini onunla bağlantılı kuruluşlara vermek zorunda” dediği Gülen hakkında, “onun yorum yapmak istemediği” bir eski haberi de anmıştı:

“Gülen izleyicilerine, yerel (ABD’li) Kongre üyelerine yardım yapmadan kendisini ziyaret edemeyeceklerini söyledi.”

“Bağımsız araştırmacı gazeteci” Joe Lauria’nın yazısındaki unsurlardan birinin, “Gülen’i destekleyenlerden biri eski CIA mensubu ve şimdi (CIA bağlantılı) düşünce kuruluşu Rand Corporation’un daimi danışmanı Graham Fuller” olması da ilginçti!

İYİ NİYET

Kartlar yeniden dağıldı çocuklar! Saflar karışıyor. Bildiğimizi sandığınız çok şey belki de bilmediğimiz gibidir!

Gazetecinin asıl derdi

ORMANA bakarken ağacı, ağaca bakarken ormanı kaçırmamak için! “Gülen’le söyleşi” yi yapan “bağımsız araştırmacı gazeteci” Joe Lauria “özel” bir gazeteci. İngiliz Times’ta “FBI çevirmeni, itirafçı Türk Sibel Edmonds” ve “ABD nükleer sırlarının sızması” üstüne dizi yazdı. ABD’de muhalif eski Demokrat senatör(başkan aday adayı) Mike Gravel’in kitabının (“Amerikan militarizminin yükselişi ve onu durdurmak için bir adamın savaşı”) ortak yazarı oldu. İki konu da “İsrail yanlısı ABD’li şahinler”i hedef alıyordu.

Lauria, “bana göre”, Gülen’den başka niyetle önceden randevu almış; güncel soruya cevapWall Street’in daha çok hoşuna gitmişti! O belki hâlâ eski konusu peşindeydi:

"ABD’den nükleer bilgi sızdırma”da en büyük rolü “Türk ve İsraillilerin oynadığı”na dair yazıları. 2008’de şunu söylemişti:

“Bazı yüksek ABD’li yetkililer, kimi Türk ve İsrailli doktora öğrencisine ABD’de nükleer tesislere erişimde yardımcı oldu. Bunlar Rand’le de çalışıyordu. En az bir ABD şirketi, Giza Teknoloji bu işte rol oynadı. Bu iş 1995’ten 2002’ye sürdü ama devam ediyor da olabilir. Nükleer bilgiler kimi Türk işadamı, kimi ABD’li yetkili aracılığıyla, bir dönem ABD’nin göz yumduğu üzere Pakistan’a, nükleer karaborsaya, başka yerlere de ulaşmıştı.”

“Yüksek yetkililer” muhtemelen “Türkİsrail ittifakı”nın baba isimleri; “İsrail kankası, Ergenekon avukatı neoconlar” idi.

Bu mevzu burada kalmaz!
habertürk

Serdar Akinan
Müslümanlar saflara? Peki hangi saflara

Fethullah Gülen'in dünkü çıkışı, birileri için gerçekten şaşırtıcı olabilir. Olmasın. Bu bir saf duruştur. Nettir. Nicedir açıktır...
Tıpkı, Davutoğlu'nun dış politikada yaptığı tasarımın pratiğe dökülmesinin de AKP açısından net bir saf duruş olması gibi...
AKP, Türkiye'yi Ortadoğu'nun 'ılımlı gözlemci'sinden 'nüfuzlu oyuncu'su statüsüne çıkarttı.
Sünni Müslüman dünyanın örtülü siyasi lideri Tayyip Erdoğan'dır.
Teslim edelim.
İran konusunda Brezilya'yla ortak yürütülen 'takas anlaşması' Washington'da birilerini çok mu memnun etti sanıyorsunuz?
Elbette değil.
Foreign Policy dergisinde çıkan bir yazıda, ABD-Türkiye ilişkisini 'model ortak' kavramından 'Frenemy' (arkadaşımsıdüşman) kavramına taşıyan tedirginlik dolu bir yazı yayınlandı. Önemlidir...
Ama tam da bu noktada durup bir tespit yapalım.
Vaziyetin muğlaklığı net.
Dünyada güçlü İsrail lobisinden, medyadaki, finanstaki, ticaretteki kollarından; 'karar vericilerin' Yahudi olmasının nasıl korkulacak bir şey olduğundan dem vuran öcü masallarını yıllarca dinledik.
Elbette doğruydu. Ama zemin değişti... Aktör, aktörcüklere dönüştü...
Karşımızda tek bir yapı yok...
Tıpkı iki kutuplu dünyadan aslında tek kutuplu bir dünyaya geçmediğimiz gerçeği gibi...
Güç adacıkları oluşuyor... Oluştu.
Bunu gören, buna göre pozisyon alan bir Türkiye var.
İsrail'e yapılanı da tam bu çerçevede okumak gerek.
İskenderun'da 'Mavi Marmara'nın bandırası zekice değiştirilirken, AKP yönetiminin bu adımdan bihaber olduğunu düşünmüyorum.
Başbakan'ın, 'Yeniden gideceğiz...' diyen sivil gönüllülere 'Hayır... Gitmeyeceksiniz.' sözü talimattır.
Bunu not edin.
Şimdi gelelim 'Hocaefendi'nin bu çıkışının ne anlama geldiğine...
'Ne tuhaf, Ulusalcılarla Gülenciler aynı saflarda... İsrail'in yanında...' yorumlarını duyar gibiyim...
Öyle ya... Ulusalcıların son kalesi İsrail değil mi? Veya ABD'deki İsrail...
Bu çıkışla 'Hamas'ın yanında duran' İHH'ya, hatta Başbakan'a ayar veren Fethullah Gülen, bir saf duruş sergilemiyor mu?
Kafanız karışmasın...
Gülen hareketi, Erdoğan'ın giderek artan kudretinden...
Erdoğan da Gülen hareketinin sandığa ve bürokrasiye etkisinden hoşnut değil...
Baykal'ın o gün çıkıp durduk yerde Gülen hareketine selam çakması neydi?
Fethullah Gülen'in 'Bunlar hoş görüntüler değil' demesi ne?
Burada bir kudret tanzimi yapılıyor.
Peki, Müslümanlar nerede saf tutuyor?
Kendini Müslüman olarak tarif eden, siyasi bir duruşu olanların asıl sorması gereken soru budur.
Birileri Müslümanlara, 'Aaaa kuşa bak' derken aslında ne oluyor?
Yoksa ne Erdoğan'ın, ne Davutoğlu'nun ne de Gülen'in durdukları yer itibarıyla samimiyetsiz laflar ettiğini düşünmüyorum.
Hatta ötesinde mevcut tablonun Türkiye'deki siyaset fotoğrafını algılamak için hakiki ve hayati bir veri sunduğunu düşünüyorum.

http://www.aksam.com.tr/2010/06/20/yazar/17688/serdar_akinan/muslumanlar_saflara__peki_hangi_saflara.html

Bilinmeyen Gülen
Dr Mustafa Peköz
Sendika.org



İsrail’in Gazze’ye giden yardım gemilerine yapmış olduğu müdahaleden sonra 9 kişinin yaşamını yitirmesini, AKP hükümeti iç politikada çok daha etkin kullanmayı düşünürken, Gülen’in yaptığı açıklama, gündemi doğrudan etkiledi.


Gülen, ABD’nin önde gelen gazetelerinden Wall Street Journal’a verdiği söyleşide;

“Organizatörlerin Gazze’ye yardım götürmeden önce İsrail’le uzlaşma yolunu seçmemelerini faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmak”

olarak tanımlamıştı.

Peki, Gülen bu mesajla ne demek istemişti?

Neden böylesi bir mesaja gerek duydu?

Bu soruya çok yönlü yanıtlar vermek mümkündür.

Wall Street Journal gazetesi, ABD küresel sermayesi tarafından çıkartıldığı gibi editörlerinin önemli bir kesimi de Yahudi kökenli olması bir yana, uluslararası güçlerin mesajlarını kamuoyuna yansıtan bir dergidir.

ABD’nin ve küresel sermayenin İsrail ile Türkiye’ye arasında gelişen bu olumsuz süreçten çok açık olarak rahatsız olduğu biliniyor. Gülen üzerinde yapılan uyarı çok yönlü mesaj özelliği taşıyor. En önemli kaygısını ‘otoriteye başkaldırmak’ olarak tanımlıyor.

Bu tamamen politik ve ideolojik bir bakış açısı içeriyor. Gülen bütün yaşamı boyunca devlete hizmet etti. Hiçbir koşulda ezilenlerin ezenlere, haklıların haksızlara karşı çıkmasını istemedi.

Tersine, devlete boyun eğmeyi temel bir felsefe olarak benimsedi. İtaat etmek onun cemaat ilişkilerinin de temelin oluşturuyor.

Bunun için, ABD’nin Irak ve Afganistan’daki işgaline destek veriyor. Filistin halkının İsrail işgaline geliştirdiği ayaklanmayı desteklemiyor.

Kürtlerin özgürlükleri için yürüttüğü mücadeleye kesinlikle karşı çıkıyor. Kürtlere karşı bütün gücüyle devletin yanında yer alıyor. Otoriteye kayıtsız-şartsız uymasını talep ediyor. Bunun için de, İsrail devletinden izin alınmadan gemilerin gönderilmesini doğru bulmuyor.

ABD, Gülen cemaatinin hem Türkiye’deki ciddi bir ağırlığının hem de AKP üzerinde ciddi bir etki gücü olduğunun farkındadır. Bu bakımda Türkiye’ye uyarıyı Gülen üzerinde yapmayı tercih etti.

Böylelikle, AKP’nin gelecekteki politikalarına çeki düzen vermesi, güç dengelerini bozmaması, belirlenen küresel düzeninin dışına çıkmaması için güçlü bir mesaj vermiş oldu. Gülen’in ABD’nin izni olmadan hiçbir adım atmayacağı da biliniyor. Bir bakıma ABD’nin diline tercüman oldu.

Gülen’in yaşamına dair bilinenler bilinmeyenlerin onda biridir. Kendisi tarafından anlatılan hayat hikâyesindeki küçük kesitler incelendiğinde dahi çok önemli sonuçlar çıkarılabilinir.

Bu nedenle Gülen’in oynadığı tarihsel rolü daha iyi anlayabilmek için yaşamının bazı noktalarını irdelemek yararlı olacaktır.

Gülen’in ‘İsrail otoritesine saygı gösterilsin’ biçimdeki mesajının bir başka önemli arka planı var.

İki ülke arasında bir denge unsuru olarak rol oynuyor. Her iki tarafta da ciddiye alınıyor. ABD’deki Yahudi lobisiyle çok yakın bağları var. Görünüşte müthiş bir Türk-İslam sentezcisi ama Yahudi lobisinin gözdesi.

Yahudi etiketli bir gazetede, dergide, bir internet sitesinde, Gülen’e dair eleştiri bulamak gerçekten çok çok zor.

Gülen’in ailesi nereli

Yahudilerin Gülen’e karşı bu hassasiyeti esasen ortak kökenden gelmelerinden kaynaklanıyor.

Bu hikâyeyi biraz yorumlayalım.

Gülen ne anne tarafından ne de baba tarafından Türk değil. Küçük Dünyam isimli kitabının baskısında baba tarafından ‘Kürt olduğunu’ söyler. (Hatta Ermeni kökenli olduğuna dair bir kısım önemli iddialar da var.) Daha sonraki baskılarından bunu değiştirir.

Gülen’in ailesi aslen, Van Gölü’nün kuzeyinde bulunan ve Ermenilerle Kürtlerin birlikte yaşadığı Ahlât bölgesindedir.

Ailesi, başka bir bölgeden gelmeyip bu bölgenin yerleşiklerindendir. Baba tarafından Kürt veya Ermeni kökenli olmasını güçlendiren önemli iddialardan biri de budur. Kendi anlatımlarında da anlaşılabileceği gibi Türk boyları ile hiçbir ilgisi yoktur.

Bu nedenle, hayatını anlattığı ‘Küçük Dünyam’ isimli kitabın ilk baskısında baba tarafının Kürt kökenli olduğunu söyler. Ailesinin karışmış olduğu bir namus meselesi nedeniyle sürgüne tabi tutulurlar ve gelip Erzurum ili, Pasinler ilçesi, Korucuk köyüne yerleşirler. Kendisi de Korucuk köyünde doğduğu için Erzurumlu olarak tanınır.

Anne tarafı için verdiği bilgiler ise ilginçtir. Gülen’in annesinin ismi Refia’dır.

Anneannesi yani nenesi Hatice hanımın Şükrü paşazadelerden geldiğini söyler.

“Hatice ninem, annemin annesidir. Herhalde verem olduğundan erken ölmüş. Edirne Şükrü Paşa sülalesinden gelme.”

Edirne ilinde bulunan Şükrü Paşazadeler ise, 1492 yılında İspanya’da kovulup ve Trakya’ya gelip yerleşen Safarad Yahudi göçmenleridir.

Tarihe ‘İspanyolca konuşan Türk Yahudileri’ olarak geçen bunların ezici bir çoğunluğu, Yahudiliğini gizlemek için Türk olduğunu söyleyen sabetaylardır.


Gülen, annesinin İspanya göçmeni Yahudilerden olduğunu gizlemek için dedesi yani annesinin babası Ahmet’in ve ninesi Hatice’nin Müslümanlığına özel bir vurgu yapar.

Yaşamında baba tarafını çok az anlatır, ama anne tarafına dair anlattığı rivayetlerin her satırında hayranlığını vurgular. Dedesini, dayılarını, teyzelerini öyle olağanüstü anlatır ki, hikâyeyi okuyan herkesi hayran bırakır.

Anne tarafını bu düzeyde ön planda tutmasının nedeni, onların gerçek kimliğini gizlemeye yöneliktir. Ya da Yahudiliğe duyduğu gizli hayranlıktır.

Dikkatle vurgulamalıyız ki, kimin hangi etnik ve dini kökende olduğuyla ilgilenmek doğru olmadığı gibi, insan hakları sözleşmesine de terstir. Kişinin etnik-ulusal kimliği değil, ideolojik görüşleri, politik duruşu esastır. Durduğu konum belirleyicidir.

Ancak uluslararası alanda belirgin bir etkinliği olan ve politik dengeleri belirleme gücüne sahip olan Gülen gibi birinin kendi etnik kimliğini gizlemeye çalışması da tesadüfi bir durum değil. Bunun baskı görmekle hiçbir ilişkisi olmadığı da biliniyor.

Bu topraklarda Kürtler, Ermeniler, Aleviler, Süryaniler, hatta zaman zaman Yahudiler de kendi kimliklerini gizlemek zorunda kaldılar. Ancak Gülen’in durumu tamamen bunlardan farklı olup esasen bilinçli politik bir tercihtir. Dahası izlediği stratejinin bir parçasını oluşturmaktadır.

Gerçek kimliğini gizlemek için de, anne ve baba tarafına ait ‘şecerenin kaybolduğunu’ söyler.

Her iki ailenin seyyid olduğuna dair soruya geçiştirmeli bir yanıt verir.

‘Ahmet dedem bu mevzuda bir şey anlatmazdı’

diyor. Ailesinin köken olarak Ahlât’tan geldiğini söyleyen Gülen’in aile tarafının ‘Seyyid’ olduğunu bilmemesi mümkün değildir.

Hele Kürtler içerisinde ‘Seyyid’ olmanın manevi olarak önemli bir yer tuttuğu bilindiği halde, dedesinin ve babasının bundan söz etmemesi mümkün olmadığına göre, Gülen esasen gerçek kimliğini gizlemeye çalışmaktadır.

Çok zengin bir ailenin çocuğu

Gülen bütün konuşmalarında ve günlük sohbetlerinde yaşamının ne kadar yoksulluk içinde geçtiğini söyler. Yoksulluk içinde büyüdüğünü vurgular ve özellikle bu noktada insanın duygularını sömürmeye özen gösterir.

Kendi anılarını anlatırken, bunun tersini söyler.

“Halil Dede’min çocukları buradaki gayri menkulleri 80 bin altına satarlar ve aralarında paylaşırlar… Zira babalarından kalan mirası iki kardeş pay ederken, altınları tas tas paylaşmışlar. Teker teker saymak vakitlerini alacağı için böyle yapmışlar. O devirlerde onların bu mirası bölüşme keyifleri de çok meşhur olmuş bir hadisedir.”

80 bin altını olan bir ailenin o günkü koşullarda sanırım çok zengin olması gerekirdi.

Daha sonraki hayatlarında farklı yorumlar yapsa da, gerçek olan şu ki, yoksulluk içinde büyümemiştir.

Kendi anlatımlarında ortaya çıktığı gibi, ailesi, ‘altınları, zaman kaybı olmaması için tas tas paylaşacak’ kadar bölgenin zenginleridirler.

Demek ki, hemen her vaazında veya röportajında vurguladığı gibi yoksulluk içinde yetişen biri değildir. Yapmak istediği duygu sömürüsüdür.

Babası Ermeni düşmanıymış!

Gülen ailesindeki ırkçı-şoven duygularının çok olduğunu sık sık vurgular.

Örneğin

“Şamil Dedem de feveran derecesinde bir Ermeni ve Rus düşmanlığı vardır. Bütün Ermeni ve Rusları doğrasa bu feveran dinmezdi.”

Bütün ‘Ermeni ve Rusları kesecek’ kadar kindar olan bir ailenin Erzurum, Van, Muş gibi bölgelerde Ermenilerin katledilmesinde nasıl bir rol oynamıştır.

Ayrıca Gülen’in kendisi bu katliamı destekliyor mu? Buna benzeri sorulara Gülen’in yanıt vermesi gerekir.

Gülen’in Nurcuların arasına girişi kontrgerilla kararıdır

Yaşamı karanlıklarla dolu olan Gülen’in Nurcu cemaatinin içine gönderilmesinin dahi, MİT ve kontrgerilla gibi devletin gizli örgütlerinin kararı olduğu anlaşılıyor.

Kendi yaşamına dair anlattıkları dahi bunu doğrulayacak düzeydedir.

Erzurum'da öğrencilik yıllarında ‘Bediüzzaman'ın yanından gelen Muzaffer Arslan'ın sohbetlerine katılması üzerine risaleleri tanır ve bir daha da sohbetlere katılmaktan geri kalmadığını’ belirtir.

Ramazan nedeniyle Amasya, Tokat ve Sivas taraflarını dolaşarak vaazlar verir ve sohbetler yapar.

Gittiği her yerde ilk işi devletin bölge yöneticilerinden biriyle ilişki kurması oluyor. Hem de çok kısa sürede bunu başarıyor.

“'Kırkıncı Hoca, bana, Selahattin ve Hatem'e Bediüzzaman Hazretlerinin yanından birisi gelmiş, akşam sohbet yapacak, oraya gidelim' dedi. Teklifini hemen kabul ettik. Mehmet Şergil'in terzi dükkânına geldik. Burası, iki kilimden biraz daha genişçeydi. İlk gece veya ikinci gece orada bulunanlardan aklımda kalan isimlerden bazıları, Mehmet Şevket Eygi, Kırkıncı Hoca, Esat Keşafoğlu ve Osman Demirci'dir. Şevket Eygi, yedek subaylık yapıyordu. Esad Keşafoğlu ise o sırada üsteğmendi. Bediüzzaman Hazretleri, Muzaffer Arslan'a 'şark'ı bir dolaş gel' demiş o da Sivas, Erzincan ve Erzurum'u dolaşmaya gelmişti.”

Bu toplantıya katılan isimlerin ikisi dikkat çekicidir.

O dönem yedek subay olarak görev yapan ve Gülen’in yakın dostlarından biri olan Mehmet Şevket Eygi, İslamcı yazar olarak dönemin Amerika’nın ‘anti-komünist stratejisini’ Türkiye’de gündemleştiren ve CIA ile yakın bağları olan biridir.

Amerika’yı komünizmle mücadelenin merkezi olarak gören ve İslamcıları Amerika’nın yanında yer alması gerektiğini söyleyen fetvalar veriyordu.

“Bizim en büyük düşmanımız komünistlerdir. Elbette bir İslam devletinde komünistlere fikir yayma ve örgütlenme özgürlüğü tanınmaz... İslam’ın düşmanları ve komünistler doğrudan karşı çıkmadıkları İslam görüntüsü altında melanetlerini işletmeye devam edeceklerdir...”

Hatta Deniz Gezmiş’in de önderliğini yaptığı, Amerika’nın 6 Filo’suna karşı yapılan protesto gösterilerine karşı, camilerde Müslümanlara çağrı yaparak, ‘özgürlüğün temsilcisi ABD’nin yanında yer almaları’ gerektiğini söyler.

Eygi, Milli Gazete yazarı olarak, bir Amerikan ajanı gibi yürüttüğü faaliyetler nedeniyle daha sonraları pişmanlığını belirtmiştir.

İkinci kişi ise, ‘yeni Asyalılar Grubu’nun kurucusu olarak bilinen Gülen ile birlikte kendisini ‘Nurcu’ olarak tanıtan Mehmet Kırkıncı’dır.

Said-i Nursi hareketinden görünen ama Türk-İslam sentezini savunan, Demirel’i ve Adalet Partisi’ni çok aktif destekleyen bir cemaat lideridir.

Üçüncü kişi ise Yahudi asıllı Üsteğmen Esad Keşafoğlu’dur, Bu kişi, Türkeş’le birlikte Amerika’ya gönderilen ve CIA tarafından kontrgerilla eğitimi verilen grubun içerisinde olan bir subaydır.

ABD’nin çok özel olarak eğittiği ve Türkiye’de anti-komünizm stratejisini uygulamak için görevlendirdiği bir subayın Gülen ile yakın dostluğunun olması ve birlikte dini toplantılara katılması da çok dikkat çekicidir.

Gülen askerler tarafından korunmuş!

İlginç olan en önemli nokta, Gülen’in bütün yaşamı boyunca yürüttüğü bütün faaliyetlerde mutlaka subaylarla yakın bir ilişkisi bulunuyor.

Hangi il veya ilçeye giderse gitsin, mutlaka iletişim halinde olduğu bir kısım askeri elamanlar var. Özellikle de askerler tarafından korunması da dikkat çekicidir. Ayrıca savcı, hâkim, emniyet müdürü, komiser vs. çok yakın ilişkiler kuruyor.

“Zaten Emniyet Amiri Resul Bey’le ileri derecede dostluğum vardı. Bazı hâkim ve savcılarla içli dışlıydım.”

Asker kökenli Vali Sabri Sarp ile iletişimleri gayet iyi. Askerlik şubesi başkanı Karadenizli Albay ile yakın bir ilişki içine gidiyor.

Gülen’in askerlik yaşamı son derece dikkat çekicidir.

Askerdeyken kontrgerilla faaliyetlerine uyumlu bir çalışma yürütüyor. Daha askeri birliğine katıldığı andan itibaren askerlerin korunmasına girer.

“Teslim olduğumda zannediyorum 10 Kasım’dı. Mehmet Mutlu o zamanlar üsteğmendi. Zaten yarbaylıktan emekli oldu. Bizim bölük komutanı Yılmaz bey, onun Harbiye’den arkadaşıymış ve gelip beni bölük komutanına lanse etti.

Ayrıca Kurmay Başkanı Reşad Taylan’a ben de Edirne’deki bir yakınından selam getirmiştim. Hatta benimle ona badem ezmesi göndermişlerdi. Cenabı Hakk’ın inayetiyle böyle korunmaya alındım.”

Nizamiyeden içeri girer girmez, subayların korunmasına alınan Gülen’e bu ilgi, Allah’tan gelen bir yardım olmayıp, onun yürüttüğü ve yürüteceği dönemin kontrgerilla faaliyetlerinin içinde yer almasıdır.

Birinci torpilli, ilk okula gitmediği için, Erzurum’da dışarıdan diploma alıyor.

İkinci torpilli görev İmamlık sınavını kazanması ve Edirne’ye İmam olarak atanmasıdır.

Gülen’in açıklamasına göre ‘uzun yıllar Türk Hava Kurumu Başkanlığını yapmış olan eski Milletvekili Mustafa Zeren” devreye girer. Bir gün M. Zeren Edirne Müftülüğünü arar:

“Yeğenimin gözlerinde öperim, imtihanı kazandı”

torpil müjdesini verir.

Üçüncü torpilli görevi ise askerde istihbaratçı olmasıdır.

“Dört ay sonra, Özmutlu’nun araçlığı ile beni de yüksek sürate ayırmışlar. Özmutlu, beni rahat ettirmek için böyle düşünmüş, telsizci olursam, eğitime, içtimaya çıkmam ve rahat ederim diye komutana söylemiş…

Böylece yüksek sürate yazıldık. Hâlbuki benim kafamda Genelkurmay’da kalma planı vardı. Orada bir görev istiyordum; fakat olmadı.”

Böylelikle İslamcı görünen Gülen, ordunun laik subayları tarafından özel torpilli telsizci olarak istihbarat görevi verilir. Böylelikle ordu içindeki bütün konuşmaları dinleme olanağına sahip oluyor. Bu görevin sıradan birine verilmeyeceği bilinir. Bir de Genelkurmay’da görev alma isteğinin olması da bir başka ilgi çekici bir noktayı oluşturuyor.

Gülen, Mamak’ta acemi birliğindeyken, Tümen komutanlığında ilk namaz kıldıran imam olarak da tanınır.

Hatta kendisinin deyimiyle mescit dahi kurar.

“Bir de askerde iken mescit yaptık. Hayatında hiç namaz kılmamış insanlar dahi orada namaza başladılar. 200 kişilik mevcut varsa, yaklaşık 30 kişi devamlı namaz kılar hale gelmişti. Sinema salonunda Cuma namazı kıldırdım, Hutbe de okudum”

Din konusunda çok hassas olduğu söylenen Ordu’nun en önemli birliğinde namaz kıldırması, hutbe okutması vaazlar vermesi, Gülen’in etkinliğiyle hiçbir ilgisinin olmadığı esas olarak ona biçilen görevle ilişkisi olduğu açıktır.

İstihbaratçı Gülen

Gülen, telsiz istihbaratçısı olarak İskenderun’a gider. Her ne kadar, kura çekimi sırasında iki kez üst üste Erzurum çıktığını söylese de peki inandırıcı değil. Bir askere dört kez kura çekimi yaptırılmaz.

Üçüncüsünde Diyarbakır’ın çıktığını ama bu kez de subayların gönlünün razı olmadığını söyler. İskenderun’a gelişi ile çok yönlü faaliyetleri eşzamanlı yürür.

“Komutanlarla aram iyiydi. Bir de Arif Başçavuş vardı ki, onun himayesini çok gördüm. Beni haber merkezine almıştı. Müstakil kalabileceğim bir şekilde arabayı ayarlamıştı.”

Laik komutanlarla olan ilişkisi ona özel muamele edilmesini, özel yerde kalmasını sağlayacak özelliktedir. İlginç olan bir başka önemli nokta da, her hafta İskenderun Merkez Camiinde vaaz vermesidir.

Geldiği ikinci hafta vaazlarına başlar, peki bir askerin, gidip camilerde vaaz verebilmesi gücü nereden geliyor. Kimler bunu organize ediyor. Kendi söyleminde, verdiği vaazları dinleyen birçok subay varmış. Gülen nasıl bir görev üslenmiş ki, asker olarak, camilerde imamlık yapabilir.

Askerdeyken özel görevle Erzurum’da

Gülen, ABD’nin bölgede uyguladığı anti-komünizm stratejisini uygulamak için görevlendirilmiş biri olarak hemen her alanda faaliyetlerini yürütür.

Özellikle halkın dini duygularını kullanmaya özel bir önem verir. Kendisine 3 aylık hasta raporu verilir ve Erzurum’a gönderilir. Öncelikli görevi anti-komünist mücadeleyi örgütlemek olarak belirlenir. Asker olarak geldiği Erzurum’da ikinci Komünizmle Mücadele Derneğini kurar:

“...Ve yine bu devreye ait bir teşebbüs de Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’ni açma teşebbüsümüz oldu. O güne kadar sadece İzmir’de vardı. İkincisi de Erzurum’da bizim gayretlerimizle açılacaktı... Bir arkadaşı İzmir’e gönderip tüzük getirttik. Derneği kuracaktık.

Ben bir vaazdan sonra anons ettim ve gençlerle Caferiye Cami önünde toplandık. Gayemiz komünizme karşı örgütlenmekti. Dernek ve camii işlerinden anlayan bir akrabam vardı. O gelip bize yardım etti, bize yol gösterdi...”

Bu görevini yerine getirdikten sonra Erzurum ve çevre illerinde propaganda faaliyetlerine devam eder.

Dönemsel olarak provokasyonların devlet kurumları tarafından çok yaygın olarak kullanıldığı, halkın manevi ve dini duygularıyla oynanarak, anti-komünist mücadele stratejisine bir meşruluk kazandırıldığı bir süreçte, Gülen, bir er olmasına rağmen,zamanının önemli bir kesimini bu çalışmalara ayırır.

“Yine ikindi vaktiydi. Cemaate ‘yazıklar olsun size! Sizin dininizle, peygamberinizle alay edecekler, siz de kuzu kuzu oturup burada beni dinleyeceksiniz.

Onlar ecdadımızın aziz ruhlarıyla eğlenecekler, siz de Müslüman geçineceksiniz’ gibi sözler söyledim. Cemaat birden ayağa kalktı, Ben ‘yok, yok, bizim sokağa dökülmekle işimiz yok, Bu meseleyi başka yoldan haletmek lazım’ falan dediysem de dinletemedim.

Yolda iltihaklarda olmuş. Büyük bir kalabalık sinemayı basmış. Hadise tamamen bütün Erzurumlarca benimsenmişti.”

Bu provokasyon bir ön hazırlık aşamasını taşıyor. Provokatör ise asker olarak görevlendirilmiş Gülen’in kendisidir. Maraş katliamı sırasında, aynı oyun oynanmış, bir sinema ateşe verilmişti. Gülen bunun tatbikatını Erzurum’da birkaç yıl önce denemiş ve başarılı olduğunu görmüştü.

Üç aylık izin süresi dolar ve hastalık gerekçesiyle bir aylık izin daha alır.

Böylece 4 aylık süre Erzurum ve çevresinde çok boyutlu örgütlenmeler yapar.

Bir başka gün yine camide ‘Deccal’ı anlatmaya karar verir. Vaaz sırasında

“Deccal hakkında ne biliyorsam anlattım. Cami mitin
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Hzr 22, 2010 11:14 pm    Mesaj konusu: Bilinmeyen Gülen Alıntıyla Cevap Gönder





Bilinmeyen Gülen
Dr Mustafa Peköz
Sendika.org



İsrail’in Gazze’ye giden yardım gemilerine yapmış olduğu müdahaleden sonra 9 kişinin yaşamını yitirmesini, AKP hükümeti iç politikada çok daha etkin kullanmayı düşünürken, Gülen’in yaptığı açıklama, gündemi doğrudan etkiledi.

Gülen, ABD’nin önde gelen gazetelerinden Wall Street Journal’a verdiği söyleşide;

“Organizatörlerin Gazze’ye yardım götürmeden önce İsrail’le uzlaşma yolunu seçmemelerini faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmak”

olarak tanımlamıştı.

Peki, Gülen bu mesajla ne demek istemişti?

Neden böylesi bir mesaja gerek duydu?

Bu soruya çok yönlü yanıtlar vermek mümkündür.

Wall Street Journal gazetesi, ABD küresel sermayesi tarafından çıkartıldığı gibi editörlerinin önemli bir kesimi de Yahudi kökenli olması bir yana, uluslararası güçlerin mesajlarını kamuoyuna yansıtan bir dergidir.

ABD’nin ve küresel sermayenin İsrail ile Türkiye’ye arasında gelişen bu olumsuz süreçten çok açık olarak rahatsız olduğu biliniyor. Gülen üzerinde yapılan uyarı çok yönlü mesaj özelliği taşıyor. En önemli kaygısını ‘otoriteye başkaldırmak’ olarak tanımlıyor.

Bu tamamen politik ve ideolojik bir bakış açısı içeriyor. Gülen bütün yaşamı boyunca devlete hizmet etti. Hiçbir koşulda ezilenlerin ezenlere, haklıların haksızlara karşı çıkmasını istemedi.

Tersine, devlete boyun eğmeyi temel bir felsefe olarak benimsedi. İtaat etmek onun cemaat ilişkilerinin de temelin oluşturuyor.

Bunun için, ABD’nin Irak ve Afganistan’daki işgaline destek veriyor. Filistin halkının İsrail işgaline geliştirdiği ayaklanmayı desteklemiyor.

Kürtlerin özgürlükleri için yürüttüğü mücadeleye kesinlikle karşı çıkıyor. Kürtlere karşı bütün gücüyle devletin yanında yer alıyor. Otoriteye kayıtsız-şartsız uymasını talep ediyor. Bunun için de, İsrail devletinden izin alınmadan gemilerin gönderilmesini doğru bulmuyor.

ABD, Gülen cemaatinin hem Türkiye’deki ciddi bir ağırlığının hem de AKP üzerinde ciddi bir etki gücü olduğunun farkındadır. Bu bakımda Türkiye’ye uyarıyı Gülen üzerinde yapmayı tercih etti.

Böylelikle, AKP’nin gelecekteki politikalarına çeki düzen vermesi, güç dengelerini bozmaması, belirlenen küresel düzeninin dışına çıkmaması için güçlü bir mesaj vermiş oldu. Gülen’in ABD’nin izni olmadan hiçbir adım atmayacağı da biliniyor. Bir bakıma ABD’nin diline tercüman oldu.

Gülen’in yaşamına dair bilinenler bilinmeyenlerin onda biridir. Kendisi tarafından anlatılan hayat hikâyesindeki küçük kesitler incelendiğinde dahi çok önemli sonuçlar çıkarılabilinir.

Bu nedenle Gülen’in oynadığı tarihsel rolü daha iyi anlayabilmek için yaşamının bazı noktalarını irdelemek yararlı olacaktır.

Gülen’in ‘İsrail otoritesine saygı gösterilsin’ biçimdeki mesajının bir başka önemli arka planı var.

İki ülke arasında bir denge unsuru olarak rol oynuyor. Her iki tarafta da ciddiye alınıyor. ABD’deki Yahudi lobisiyle çok yakın bağları var. Görünüşte müthiş bir Türk-İslam sentezcisi ama Yahudi lobisinin gözdesi.

Yahudi etiketli bir gazetede, dergide, bir internet sitesinde, Gülen’e dair eleştiri bulamak gerçekten çok çok zor.

Gülen’in ailesi nereli

Yahudilerin Gülen’e karşı bu hassasiyeti esasen ortak kökenden gelmelerinden kaynaklanıyor.

Bu hikâyeyi biraz yorumlayalım.

Gülen ne anne tarafından ne de baba tarafından Türk değil. Küçük Dünyam isimli kitabının baskısında baba tarafından ‘Kürt olduğunu’ söyler. (Hatta Ermeni kökenli olduğuna dair bir kısım önemli iddialar da var.) Daha sonraki baskılarından bunu değiştirir.

Gülen’in ailesi aslen, Van Gölü’nün kuzeyinde bulunan ve Ermenilerle Kürtlerin birlikte yaşadığı Ahlât bölgesindedir.

Ailesi, başka bir bölgeden gelmeyip bu bölgenin yerleşiklerindendir. Baba tarafından Kürt veya Ermeni kökenli olmasını güçlendiren önemli iddialardan biri de budur. Kendi anlatımlarında da anlaşılabileceği gibi Türk boyları ile hiçbir ilgisi yoktur.

Bu nedenle, hayatını anlattığı ‘Küçük Dünyam’ isimli kitabın ilk baskısında baba tarafının Kürt kökenli olduğunu söyler. Ailesinin karışmış olduğu bir namus meselesi nedeniyle sürgüne tabi tutulurlar ve gelip Erzurum ili, Pasinler ilçesi, Korucuk köyüne yerleşirler. Kendisi de Korucuk köyünde doğduğu için Erzurumlu olarak tanınır.

Anne tarafı için verdiği bilgiler ise ilginçtir. Gülen’in annesinin ismi Refia’dır.

Anneannesi yani nenesi Hatice hanımın Şükrü paşazadelerden geldiğini söyler.

“Hatice ninem, annemin annesidir. Herhalde verem olduğundan erken ölmüş. Edirne Şükrü Paşa sülalesinden gelme.”

Edirne ilinde bulunan Şükrü Paşazadeler ise, 1492 yılında İspanya’da kovulup ve Trakya’ya gelip yerleşen Safarad Yahudi göçmenleridir.

Tarihe ‘İspanyolca konuşan Türk Yahudileri’ olarak geçen bunların ezici bir çoğunluğu, Yahudiliğini gizlemek için Türk olduğunu söyleyen sabetaylardır.

Gülen, annesinin İspanya göçmeni Yahudilerden olduğunu gizlemek için dedesi yani annesinin babası Ahmet’in ve ninesi Hatice’nin Müslümanlığına özel bir vurgu yapar.

Yaşamında baba tarafını çok az anlatır, ama anne tarafına dair anlattığı rivayetlerin her satırında hayranlığını vurgular. Dedesini, dayılarını, teyzelerini öyle olağanüstü anlatır ki, hikâyeyi okuyan herkesi hayran bırakır.

Anne tarafını bu düzeyde ön planda tutmasının nedeni, onların gerçek kimliğini gizlemeye yöneliktir. Ya da Yahudiliğe duyduğu gizli hayranlıktır.

Dikkatle vurgulamalıyız ki, kimin hangi etnik ve dini kökende olduğuyla ilgilenmek doğru olmadığı gibi, insan hakları sözleşmesine de terstir. Kişinin etnik-ulusal kimliği değil, ideolojik görüşleri, politik duruşu esastır. Durduğu konum belirleyicidir.

Ancak uluslararası alanda belirgin bir etkinliği olan ve politik dengeleri belirleme gücüne sahip olan Gülen gibi birinin kendi etnik kimliğini gizlemeye çalışması da tesadüfi bir durum değil. Bunun baskı görmekle hiçbir ilişkisi olmadığı da biliniyor.

Bu topraklarda Kürtler, Ermeniler, Aleviler, Süryaniler, hatta zaman zaman Yahudiler de kendi kimliklerini gizlemek zorunda kaldılar. Ancak Gülen’in durumu tamamen bunlardan farklı olup esasen bilinçli politik bir tercihtir. Dahası izlediği stratejinin bir parçasını oluşturmaktadır.

Gerçek kimliğini gizlemek için de, anne ve baba tarafına ait ‘şecerenin kaybolduğunu’ söyler.

Her iki ailenin seyyid olduğuna dair soruya geçiştirmeli bir yanıt verir.

‘Ahmet dedem bu mevzuda bir şey anlatmazdı’

diyor. Ailesinin köken olarak Ahlât’tan geldiğini söyleyen Gülen’in aile tarafının ‘Seyyid’ olduğunu bilmemesi mümkün değildir.

Hele Kürtler içerisinde ‘Seyyid’ olmanın manevi olarak önemli bir yer tuttuğu bilindiği halde, dedesinin ve babasının bundan söz etmemesi mümkün olmadığına göre, Gülen esasen gerçek kimliğini gizlemeye çalışmaktadır.

Çok zengin bir ailenin çocuğu

Gülen bütün konuşmalarında ve günlük sohbetlerinde yaşamının ne kadar yoksulluk içinde geçtiğini söyler. Yoksulluk içinde büyüdüğünü vurgular ve özellikle bu noktada insanın duygularını sömürmeye özen gösterir.

Kendi anılarını anlatırken, bunun tersini söyler.

“Halil Dede’min çocukları buradaki gayri menkulleri 80 bin altına satarlar ve aralarında paylaşırlar… Zira babalarından kalan mirası iki kardeş pay ederken, altınları tas tas paylaşmışlar. Teker teker saymak vakitlerini alacağı için böyle yapmışlar. O devirlerde onların bu mirası bölüşme keyifleri de çok meşhur olmuş bir hadisedir.”

80 bin altını olan bir ailenin o günkü koşullarda sanırım çok zengin olması gerekirdi.

Daha sonraki hayatlarında farklı yorumlar yapsa da, gerçek olan şu ki, yoksulluk içinde büyümemiştir.

Kendi anlatımlarında ortaya çıktığı gibi, ailesi, ‘altınları, zaman kaybı olmaması için tas tas paylaşacak’ kadar bölgenin zenginleridirler.

Demek ki, hemen her vaazında veya röportajında vurguladığı gibi yoksulluk içinde yetişen biri değildir. Yapmak istediği duygu sömürüsüdür.

Babası Ermeni düşmanıymış!

Gülen ailesindeki ırkçı-şoven duygularının çok olduğunu sık sık vurgular.

Örneğin

“Şamil Dedem de feveran derecesinde bir Ermeni ve Rus düşmanlığı vardır. Bütün Ermeni ve Rusları doğrasa bu feveran dinmezdi.”

Bütün ‘Ermeni ve Rusları kesecek’ kadar kindar olan bir ailenin Erzurum, Van, Muş gibi bölgelerde Ermenilerin katledilmesinde nasıl bir rol oynamıştır.

Ayrıca Gülen’in kendisi bu katliamı destekliyor mu? Buna benzeri sorulara Gülen’in yanıt vermesi gerekir.

Gülen’in Nurcuların arasına girişi kontrgerilla kararıdır

Yaşamı karanlıklarla dolu olan Gülen’in Nurcu cemaatinin içine gönderilmesinin dahi, MİT ve kontrgerilla gibi devletin gizli örgütlerinin kararı olduğu anlaşılıyor.

Kendi yaşamına dair anlattıkları dahi bunu doğrulayacak düzeydedir.

Erzurum'da öğrencilik yıllarında ‘Bediüzzaman'ın yanından gelen Muzaffer Arslan'ın sohbetlerine katılması üzerine risaleleri tanır ve bir daha da sohbetlere katılmaktan geri kalmadığını’ belirtir.

Ramazan nedeniyle Amasya, Tokat ve Sivas taraflarını dolaşarak vaazlar verir ve sohbetler yapar.

Gittiği her yerde ilk işi devletin bölge yöneticilerinden biriyle ilişki kurması oluyor. Hem de çok kısa sürede bunu başarıyor.

“'Kırkıncı Hoca, bana, Selahattin ve Hatem'e Bediüzzaman Hazretlerinin yanından birisi gelmiş, akşam sohbet yapacak, oraya gidelim' dedi. Teklifini hemen kabul ettik. Mehmet Şergil'in terzi dükkânına geldik. Burası, iki kilimden biraz daha genişçeydi. İlk gece veya ikinci gece orada bulunanlardan aklımda kalan isimlerden bazıları, Mehmet Şevket Eygi, Kırkıncı Hoca, Esat Keşafoğlu ve Osman Demirci'dir. Şevket Eygi, yedek subaylık yapıyordu. Esad Keşafoğlu ise o sırada üsteğmendi. Bediüzzaman Hazretleri, Muzaffer Arslan'a 'şark'ı bir dolaş gel' demiş o da Sivas, Erzincan ve Erzurum'u dolaşmaya gelmişti.”

Bu toplantıya katılan isimlerin ikisi dikkat çekicidir.

O dönem yedek subay olarak görev yapan ve Gülen’in yakın dostlarından biri olan Mehmet Şevket Eygi, İslamcı yazar olarak dönemin Amerika’nın ‘anti-komünist stratejisini’ Türkiye’de gündemleştiren ve CIA ile yakın bağları olan biridir.

Amerika’yı komünizmle mücadelenin merkezi olarak gören ve İslamcıları Amerika’nın yanında yer alması gerektiğini söyleyen fetvalar veriyordu.

“Bizim en büyük düşmanımız komünistlerdir. Elbette bir İslam devletinde komünistlere fikir yayma ve örgütlenme özgürlüğü tanınmaz... İslam’ın düşmanları ve komünistler doğrudan karşı çıkmadıkları İslam görüntüsü altında melanetlerini işletmeye devam edeceklerdir...”

Hatta Deniz Gezmiş’in de önderliğini yaptığı, Amerika’nın 6 Filo’suna karşı yapılan protesto gösterilerine karşı, camilerde Müslümanlara çağrı yaparak, ‘özgürlüğün temsilcisi ABD’nin yanında yer almaları’ gerektiğini söyler.

Eygi, Milli Gazete yazarı olarak, bir Amerikan ajanı gibi yürüttüğü faaliyetler nedeniyle daha sonraları pişmanlığını belirtmiştir.

İkinci kişi ise, ‘yeni Asyalılar Grubu’nun kurucusu olarak bilinen Gülen ile birlikte kendisini ‘Nurcu’ olarak tanıtan Mehmet Kırkıncı’dır.

Said-i Nursi hareketinden görünen ama Türk-İslam sentezini savunan, Demirel’i ve Adalet Partisi’ni çok aktif destekleyen bir cemaat lideridir.

Üçüncü kişi ise Yahudi asıllı Üsteğmen Esad Keşafoğlu’dur, Bu kişi, Türkeş’le birlikte Amerika’ya gönderilen ve CIA tarafından kontrgerilla eğitimi verilen grubun içerisinde olan bir subaydır.

ABD’nin çok özel olarak eğittiği ve Türkiye’de anti-komünizm stratejisini uygulamak için görevlendirdiği bir subayın Gülen ile yakın dostluğunun olması ve birlikte dini toplantılara katılması da çok dikkat çekicidir.

Gülen askerler tarafından korunmuş!

İlginç olan en önemli nokta, Gülen’in bütün yaşamı boyunca yürüttüğü bütün faaliyetlerde mutlaka subaylarla yakın bir ilişkisi bulunuyor.

Hangi il veya ilçeye giderse gitsin, mutlaka iletişim halinde olduğu bir kısım askeri elamanlar var. Özellikle de askerler tarafından korunması da dikkat çekicidir. Ayrıca savcı, hâkim, emniyet müdürü, komiser vs. çok yakın ilişkiler kuruyor.

“Zaten Emniyet Amiri Resul Bey’le ileri derecede dostluğum vardı. Bazı hâkim ve savcılarla içli dışlıydım.”

Asker kökenli Vali Sabri Sarp ile iletişimleri gayet iyi. Askerlik şubesi başkanı Karadenizli Albay ile yakın bir ilişki içine gidiyor.

Gülen’in askerlik yaşamı son derece dikkat çekicidir.

Askerdeyken kontrgerilla faaliyetlerine uyumlu bir çalışma yürütüyor. Daha askeri birliğine katıldığı andan itibaren askerlerin korunmasına girer.

“Teslim olduğumda zannediyorum 10 Kasım’dı. Mehmet Mutlu o zamanlar üsteğmendi. Zaten yarbaylıktan emekli oldu. Bizim bölük komutanı Yılmaz bey, onun Harbiye’den arkadaşıymış ve gelip beni bölük komutanına lanse etti.

Ayrıca Kurmay Başkanı Reşad Taylan’a ben de Edirne’deki bir yakınından selam getirmiştim. Hatta benimle ona badem ezmesi göndermişlerdi. Cenabı Hakk’ın inayetiyle böyle korunmaya alındım.”

Nizamiyeden içeri girer girmez, subayların korunmasına alınan Gülen’e bu ilgi, Allah’tan gelen bir yardım olmayıp, onun yürüttüğü ve yürüteceği dönemin kontrgerilla faaliyetlerinin içinde yer almasıdır.

Birinci torpilli, ilk okula gitmediği için, Erzurum’da dışarıdan diploma alıyor.

İkinci torpilli görev İmamlık sınavını kazanması ve Edirne’ye İmam olarak atanmasıdır.

Gülen’in açıklamasına göre ‘uzun yıllar Türk Hava Kurumu Başkanlığını yapmış olan eski Milletvekili Mustafa Zeren” devreye girer. Bir gün M. Zeren Edirne Müftülüğünü arar:

“Yeğenimin gözlerinde öperim, imtihanı kazandı”

torpil müjdesini verir.

Üçüncü torpilli görevi ise askerde istihbaratçı olmasıdır.

“Dört ay sonra, Özmutlu’nun araçlığı ile beni de yüksek sürate ayırmışlar. Özmutlu, beni rahat ettirmek için böyle düşünmüş, telsizci olursam, eğitime, içtimaya çıkmam ve rahat ederim diye komutana söylemiş…

Böylece yüksek sürate yazıldık. Hâlbuki benim kafamda Genelkurmay’da kalma planı vardı. Orada bir görev istiyordum; fakat olmadı.”

Böylelikle İslamcı görünen Gülen, ordunun laik subayları tarafından özel torpilli telsizci olarak istihbarat görevi verilir. Böylelikle ordu içindeki bütün konuşmaları dinleme olanağına sahip oluyor. Bu görevin sıradan birine verilmeyeceği bilinir. Bir de Genelkurmay’da görev alma isteğinin olması da bir başka ilgi çekici bir noktayı oluşturuyor.

Gülen, Mamak’ta acemi birliğindeyken, Tümen komutanlığında ilk namaz kıldıran imam olarak da tanınır.

Hatta kendisinin deyimiyle mescit dahi kurar.

“Bir de askerde iken mescit yaptık. Hayatında hiç namaz kılmamış insanlar dahi orada namaza başladılar. 200 kişilik mevcut varsa, yaklaşık 30 kişi devamlı namaz kılar hale gelmişti. Sinema salonunda Cuma namazı kıldırdım, Hutbe de okudum”

Din konusunda çok hassas olduğu söylenen Ordu’nun en önemli birliğinde namaz kıldırması, hutbe okutması vaazlar vermesi, Gülen’in etkinliğiyle hiçbir ilgisinin olmadığı esas olarak ona biçilen görevle ilişkisi olduğu açıktır.

İstihbaratçı Gülen

Gülen, telsiz istihbaratçısı olarak İskenderun’a gider. Her ne kadar, kura çekimi sırasında iki kez üst üste Erzurum çıktığını söylese de peki inandırıcı değil. Bir askere dört kez kura çekimi yaptırılmaz.

Üçüncüsünde Diyarbakır’ın çıktığını ama bu kez de subayların gönlünün razı olmadığını söyler. İskenderun’a gelişi ile çok yönlü faaliyetleri eşzamanlı yürür.

“Komutanlarla aram iyiydi. Bir de Arif Başçavuş vardı ki, onun himayesini çok gördüm. Beni haber merkezine almıştı. Müstakil kalabileceğim bir şekilde arabayı ayarlamıştı.”

Laik komutanlarla olan ilişkisi ona özel muamele edilmesini, özel yerde kalmasını sağlayacak özelliktedir. İlginç olan bir başka önemli nokta da, her hafta İskenderun Merkez Camiinde vaaz vermesidir.

Geldiği ikinci hafta vaazlarına başlar, peki bir askerin, gidip camilerde vaaz verebilmesi gücü nereden geliyor. Kimler bunu organize ediyor. Kendi söyleminde, verdiği vaazları dinleyen birçok subay varmış. Gülen nasıl bir görev üslenmiş ki, asker olarak, camilerde imamlık yapabilir.

Askerdeyken özel görevle Erzurum’da

Gülen, ABD’nin bölgede uyguladığı anti-komünizm stratejisini uygulamak için görevlendirilmiş biri olarak hemen her alanda faaliyetlerini yürütür.

Özellikle halkın dini duygularını kullanmaya özel bir önem verir. Kendisine 3 aylık hasta raporu verilir ve Erzurum’a gönderilir. Öncelikli görevi anti-komünist mücadeleyi örgütlemek olarak belirlenir. Asker olarak geldiği Erzurum’da ikinci Komünizmle Mücadele Derneğini kurar:

“...Ve yine bu devreye ait bir teşebbüs de Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’ni açma teşebbüsümüz oldu. O güne kadar sadece İzmir’de vardı. İkincisi de Erzurum’da bizim gayretlerimizle açılacaktı... Bir arkadaşı İzmir’e gönderip tüzük getirttik. Derneği kuracaktık.

Ben bir vaazdan sonra anons ettim ve gençlerle Caferiye Cami önünde toplandık. Gayemiz komünizme karşı örgütlenmekti. Dernek ve camii işlerinden anlayan bir akrabam vardı. O gelip bize yardım etti, bize yol gösterdi...”

Bu görevini yerine getirdikten sonra Erzurum ve çevre illerinde propaganda faaliyetlerine devam eder.

Dönemsel olarak provokasyonların devlet kurumları tarafından çok yaygın olarak kullanıldığı, halkın manevi ve dini duygularıyla oynanarak, anti-komünist mücadele stratejisine bir meşruluk kazandırıldığı bir süreçte, Gülen, bir er olmasına rağmen,zamanının önemli bir kesimini bu çalışmalara ayırır.

“Yine ikindi vaktiydi. Cemaate ‘yazıklar olsun size! Sizin dininizle, peygamberinizle alay edecekler, siz de kuzu kuzu oturup burada beni dinleyeceksiniz.

Onlar ecdadımızın aziz ruhlarıyla eğlenecekler, siz de Müslüman geçineceksiniz’ gibi sözler söyledim. Cemaat birden ayağa kalktı, Ben ‘yok, yok, bizim sokağa dökülmekle işimiz yok, Bu meseleyi başka yoldan haletmek lazım’ falan dediysem de dinletemedim.

Yolda iltihaklarda olmuş. Büyük bir kalabalık sinemayı basmış. Hadise tamamen bütün Erzurumlarca benimsenmişti.”

Bu provokasyon bir ön hazırlık aşamasını taşıyor. Provokatör ise asker olarak görevlendirilmiş Gülen’in kendisidir. Maraş katliamı sırasında, aynı oyun oynanmış, bir sinema ateşe verilmişti. Gülen bunun tatbikatını Erzurum’da birkaç yıl önce denemiş ve başarılı olduğunu görmüştü.

Üç aylık izin süresi dolar ve hastalık gerekçesiyle bir aylık izin daha alır.

Böylece 4 aylık süre Erzurum ve çevresinde çok boyutlu örgütlenmeler yapar.

Bir başka gün yine camide ‘Deccal’ı anlatmaya karar verir. Vaaz sırasında

“Deccal hakkında ne biliyorsam anlattım. Cami miting meydanına dönmüştü. Cemaat bazen heyecandan ayağa kalkıp oturuyor.

Meğer istihbarat erkenden gelip kürsünün etrafını almış ve belki de konuşmaları kaybetmişler. Meğer benim gelip teslim olmam hadiseyi yatıştırmış. Yoksa gaye ikinci Menemen hadisesi çıkartmakmış. Askerlerden bir ikisi ‘vurun şu herifi’ deyince halk bağırıp çağırmaya başlamış, Hava iyice gerginleşmiş. Bunlar olurken ben caminin içindeydim. Çıkıp da teslim olunca yapacakları bir şey kalmadı.”

Bu olay toplumsal provokasyonun bir başka deneme alanını oluştururken, camiye gelen askerlerin, yine bir başka özel görevli bir askeri tutuklamasıdır.

Gülen, tutuklandığı anda, hemen tümen komutanına bildirilir. Gülen’e göre Tümen komutanı ‘milliyetçi bir insan’mış.

Ona gidenler,

“Efendim, bu arkadaş onların dediği gibi değildir, Biz vatanımızı, milletimizi, bayrağımızı ve tarihimizi sevmeyi ondan öğrendik. Ayrıca, derhal Ankara’ya Genelkurmaya gitmişler ve oradaki bazı paşalarla görüşmüşler.”

Gülen’in kontrgerilla ve istihbarat tarafından ne kadar kıymetli olduğu anlaşılıyor.

Genelkurmayın devreye girmesiyle hemen serbest bırakılır ve İskenderun’da birliğine döner.

İskenderun’a gelir gelmez, yine merkez camiinde vaaz verir. Halkın dini duygularını kullanarak tahrik eder ve bir bakıma yeni bir provokasyona hazırlar.

“Bu nasıl Müslümanlık, bu otellerin çerçevelerini indirmek lazım gibi şeyler söyledim. Sert konuştum. Askeri elbisenin üzerine cübbe giyilmezken ben böyle bir kıyafetle vaaz veriyordum. Bir başka konuşmamda da ‘devletin nizamı var, polisi var. Polis yapmazsa bu vazifeyi kim yapacak’ diye yine otellerdeki ahlaksızlıkla ilgili bir şeyler söylemiştim.”

Erzurum’dan gelir gelmez, hem de asker elbisesi ile vaaz vermek ve halkı provokasyona getirmenin, Gülen’in cesaretinden kaynaklanmadığı bilinir. Böyle rahatça hareket etmesini sağlayan nokta, devletin kontrgerilla güçleriyle olan derin bağlarıdır.

Asker olarak camilerde vaazlarını süreklileştiren Gülen ikinci bir kez tutuklanır.

Ancak Genelkurmayın müdahalesiyle hemen serbest bırakılır.

“Lehimdeki umumi baskılar mahkeme heyeti üzerinde toplanınca hâkimlerin tavırları değişti. Tümen komutanı ağırlığını koymuştu. Ankara’dan -Genelkurmay bn- ‘mademki milliyetçi bir çocuk, bir meseleden dolayı onu niye bu kadar eziyorsunuz’ mealinde telefon ve telgraf gelmiş.

Hiç beklemediğim bir anda, bana küfür yağdıran o binbaşı, elinde çanta, hapishaneye girdi. Daktilosunu da yanında getirmişti. Beni de müdürün odasına aldılar. Daha önce zorla aldıkları ifadeleri bir bir değiştirip, yerine mahzursuz ifadeler yazdılar. Sonunda da, ‘bundan böyle hapishaneye atılmasını gerektiren bir şey yok. Çıkarın.”

Genelkurmay’ın, ordu ve tümen komutanların devreye girmesi, Gülen’in üstlendiği görevle ilişkilidir. Bu nedenle askeri açından suç görülen hiçbir yasa, kanun Gülen için geçersizdir. Bir asker olarak camilerde ve hatta bazen askeri elbisesinin üzerine cübbe giyerek vaazlar vermesi, sanırım ordu tarihinde tek örnek Gülen’dir.

Peki, neden sorusunu sormak gerekir.

Gülen, Said-i Nursi’nin mezarını ortadan kaldıran general Turan’ın korumasında

Gülen’i koruyan önemli kişilerden biri de dönemin 2. Ordu Komutanı Cemal Tural’dır.

Belki de dikkat edilmesi gereken en önemli ilişkilerden biri budur.

Gülen şunları söyler:

“Cemal Tural o sıralarda 2. Ordu Komutanıydı. Ve hakikaten milliyetçi görünüyordu. Barzani hareketini adım adım takip ediyordu.

O günlerde, Güneydoğu’daki bazı evlerde, Barzani’nin resimleri asılıydı. Barzani her an halkı ayaklandırabilir şeklinde şayia vardı. Cemal Tural’a karşı duyduğumuz alaka biraz da Barzani’yi yakın takibe almasından dolayıydı.

Şimdi durum ve tutumumuza bakınca bir kere daha şu tuhaflıkların karşısında hayrete düşüyorum. Dünkü şaki bugün eller üstünde.”

Gülen’in Erzurum ve çevre illerindeki faaliyetleri çok daha net olarak ortaya çıkıyor. Barzani’nin etkisini kırmaya yönelik Türk-İslam çizgisi ekseninde dini faaliyetleri örgütlemektedir. Yani bir bakıma Kürtlerin tasfiye politikasının çok kapsamlı olarak uygulandığını ve Gülen’in de bunun önemli bir parçası olarak işlev gördüğünü ortaya koyuyor.

Ancak Cemal Tural’ın yaptığı çok önemli bir iş daha var: Said-i Nursi’nin mezarını yerinde kaldırıp kaybettiren kişidir. Gülen, bunu çok iyi bilir. Ama hiç bahsetmez.

Said-i Nursi’nin Kurdi kimliğini çok bilinçli olarak arka planda tutar ve hatta yok sayar. Bu nedenle Gülen’in, Nurcu olduğunu iddia etmesi çok bilinçli bir yalan ve aldatmacadır. Tersine, Said-i Nursi’nin mezarını ortadan kaldıran generale duyduğu saygıyı vurgular. Bu çok açık bir çelişkiyi ifade eder.

Ayrıca Gülen’in Nursi geleneğini takip ettiğine dair hiçbir somut veri yok.

Said-i Nursi’ye dair anılarında geçen tek bölüm şudur:

“Üstad'dan Erzurum'a bir mektup geldi. 'Mektup kime hitaben yazılmıştı? Üstad bu mektubu kime dikte ettirmişti?' hatırlamıyorum. Fakat selam gönderdiği isimler vardı. Sonunda da Fethullah ile Hatem'e de selam deniyordu. Ben adımın zikredildiğini duyunca ayaklarım yerden kesildi zannettim; o kadar sevinmiştim. Hayatımda o derece sevindiğim çok az vakidir. Şimdi o mektup nerdedir, kimdedir, onu da bilmiyorum. Ancak bu bana yetmişti. Sohbetlere gitmeyi bir daha terk etmedim.”

Bunun dışında Said-i Nursi için söylediği bir pek bir şey bulunmaz. Nursi’den bahsederken, onun Kürt kimliğini yok sayar, inkâr eder. Kendisini Türk gördüğü gibi, Nursi’yi de böyle göstermeye çalışır.

Gülen, askerliğinin önemli bir kesimini kışlanın dışında yapmıştır.

24 aylık askerliğin yaklaşık olarak 10 ayını farklı şehirlerde camilerde verdiği vaazlar geçirmiş veya komünizmle mücadeleyi örgütlemekle meşgul olmuştur. Bunun için de askerliği 34 gün erken bitirtilmiş.

“İkinci bölük komutanı Mahmud Mardin adında bir yüzbaşıydı. Çok sert bir insandı. Meğer o da her zaman gelip beni dinliyormuş. Benim haberim yoktu. Ben disiplinden çıkınca hemen yanıma geldi. ‘Ben seni çok dinledim. Şimdi ben seni evine göndereceğim. Artık askerlik bitti. Ben tezkereni arkandan gönderirim’ dedi… Beni böylece 34 gün evvelinden saldılar, tezkeremi de arkamdan gönderdiler.”

Gülen öyle ki, yaşamın her anı torpillerle geçiyor. Konuşmalarında öyle sözler söyler ki, dinleyen acır, üzülür, efkârlanır.

Yaşamını öyle çileli anlatır ki, insan hayranlık duyar. Ama yaşamını az çok incelediğimizde bunun böyle olmadığını, bütün yaşamı boyunca devletin önemli güçleri tarafından korunduğunu, sahiplenildiğini görürüz.

Kontrgerilla eğitim kamplarını kuran Gülen

Gülen, hemen her dönem devlet gizli gücünü arkasında hissetmiştir.

Bütün faaliyetlerinde gizli ilişkilerin özel bir rolü var.

Örneğin, eğitim kampları olarak anlattığı süreç, bir bakıma devlet destekli kontrgerilla çalışmalarının bir parçası olduğu çok açıktır.

Özellikle 1965-1980 yılları arasında, devletin kontrgerilla güçlerinin, toplum içerisinde anti-komünist propagandayı süreklileştirmek ve sivil faşist ve İslamcı güçleri kullanarak devrimci harekete saldırmak için, askeri ve politik eğitim kampları kurdurduğunu biliyoruz.

Gülen bu sürecin çok önemli bir halkasını oluşturmaktadır.

Gülen, Edremit, Buca, Avcılar, Kızılkeçeli bölgelerinde kurulan ve devlet tarafından da korunan eğitim kamplarında yüzlerce genç eğitime tabi tutuluyordu.

Kampların amacını şu cümlelerle açıklar:

“Bir inayet ve bir koruma altında olduğumuz apaçıktı. Umumi teveccüh ekseriyetteydi. Urfa’dan, Diyarbakır’dan bile talebe geliyordu.

Komünizmin gemi azıya aldığı bir dönemde ona karşı, hem de böyle nizamı bir mücadele, geleceğin milliyetçi ve maneviyatçı tarihçilerini derin derin düşündürecektir.”

Çok açık olarak belirtildiği gibi, bu kamplar, ABD’nin özellikle Ortadoğu ve Asya bölgesinde uygulamaya koyduğu ‘yeşil kuşak’ stratejisinin somutlaşmış biçimi olan ‘komünizmle mücadele’ politikasının Türkiye’de güncelleştirilmesinin bir parçasıdır.

MHP’ye bağlı olarak kurulan ama esasen MİT ve CIA tarafından organize edilen ‘Komando Kampları’ gibi Gülen öncülüğünde oluşturulan ‘İslamcı Kampların’ da birer kontrgerilla faaliyetidir.

12 Mart 1971 Askeri darbesi sırasında kısa bir süre tutuklanmasına rağmen, kampların faaliyeti kesintisiz olarak davam etti.

“Benim tutuklu olduğum dönemde de, kamp hizmeti devam etmişti.

Bu hizmet çok masumdu ve hedefi de gençleri komünizm ve anarşizmden koparmaktı…

Ben kaldığımda Avcılarda kalıyordum. İlk sene kapasitemiz azdı. Avcılar’da 50-60 kişi vardı. Diğer iki kampta ise 70-80 kişi bulunuyordu. İkinci ve üçüncü senelerde Avcılar’ın kapasitesi daha da arttırıldı ve ortalama bu kampa 80-100 arasında insan katılabiliyordu.”

Peki bu gücü nereden alabildi. Tutuklu olmasına rağmen, kamp eğitimlerini nasıl örgütledi. Kendi deyimiyle çevresinde çok az kişi kalmasına rağmen, bunu başarması devlet destekli bir politikadır.

MİT ve CIA desteğinde, komünizme karşı mücadeleyi öncelikli görevleri arasında gören Gülen, Türkiye’nin hemen her yerinde örgütlenir.

Zaman zaman tutuklansa da, Ankara’daki üst düzey dostları vasıtasıyla her defasında paçayı kurtarır.

Gülen’in kısa sürelerle cezaevine konulması, onu meşrulaştırma ve etki gücünü arttırmanın bir aracı olarak kullanılmasını sağladığı da çok belirgin olarak ortaya çıkıyor.

Kürt gençlerine karşı ‘Altın Nesil’ seferi

Gülen, etnik kökenini inkâr etmekle kalmıyor aynı zamanda düşman bir rol oynuyor.

Öncelikli hedeflerinden biri de, Türk olmayan gençleri Türkleştirmektir. Merkezinde ise Kürt çocukları bulunuyor.

Gülen’in adına ‘Altın Nesiller’ verdiği İslamcı yeni bir genç kuşağın yetiştirmesi politikasını başarılı bir şekilde uygularken, bunun ilk adamını Malatya ve Diyarbakır’da atar.

Bu iki ilde ‘Altın Nesil’ konferanslarını verir. Esas amacı Kürt gençlerini anti-komünist mücadele ekseninde Türk-İslamcı çizgi ekseninde örgütlemektir.

“1976 yılında seri konferanslara çıkmıştım… İşin olumlu yanı Malatyalı gençlere ait olmak üzere çok coşkulu olmuştu. Evet, ben en diri dinleyici kitlesini Malatya’da bulmuştum… Erzurum da çok iyiyiydi… Diyarbakır’da da Altın Nesil Konferansı’nı verdim. Güneydoğuda bugün patlak veren hadiselerden, ben o günde endişe içindeydim…”

Gülen, Barzani’nin bir lider gibi kabul edilmesini içine sindiremediği gibi Kürtlere yönelik düşmanca tavrı çok belirgindir.

Kürtlerin tasfiyesi için belki de devletten çok daha büyük bir faaliyet yürütmüş biridir. Bu çalışmaları bütün Kürt coğrafyasında kesintisizce devam ediyor. Uluslar arası küresel istihbarat ve ekonomik güçlerin kullanım merkezleri olarak bilinen Gülen okullarında yetiştirilen ‘Altın Nesil’ gençler içerisinde Kürt çocukları küçümsenmeyecek bir potansiyeli oluşturuyor.

Kendisini Hz. Hamza olarak görüyor

Gülen’in bir başka özelliği de muska yazmaktır.

“Ben merdivenden çıkarken, bacımız trans halinde imiş. Cinler ona ‘hoca geliyor, fakat biz onun hakkında da geliriz’ diyorlarmış. Kapıyı çaldım. Arkadaşım beni karşısında görünce şaşırdı. Tabii ki, onun böyle şaşırmasının sebebini ben daha sonra anlayacaktım…
‘Bu dua mecmuasını bacımız üzerinde taşısın, mutlaka faydası olur, cinler yayına sokulamazlar’ dedim…
Sonra trans halindeki bacımız, ‘nasıl, Hz. Hamza geldi diye kaçıyorsunuz değil mi?’ diye bağırmaya başlamış.”

Gülen’ın insanların psikolojik sorunlarını muskalarla çözmesi bir yana, anlattığı uyduruk hikâyeden görüleceği gibi müthiş bir egoizmi ve kendini beğenmişlik duygusu var.

Trans halindeki kadın, Gülen’i Hz. Hamza ile eş değer görüyor.

Vaaz sırasında hıçkırarak ağlaması, kendisini sıradan zavallı göstermesinin arka planında büyük bir beğenmişlik, bencillik vardır.

Dikkat edilirse yaşamına ait anlattığı bütün anılarında, kendisini sürekli Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Ali gibi İslam büyükleriyle kıyaslar, onlarla eş değer görür.

Tüccarlarla özel ilişkisi var

Gülen bütün yaşamı boyunca ticaretle, parayla çok iç içe olmuştur.

Ailesinin zenginliğini bir yana bırakırsak, gittiği bölgelerde devlet yöneticileriyle bağlar kurarken, aynı zamanda tüccarlarıyla, zengin eşrafıyla da yakın bağlar kurar. Yaptığı örgütlemede onları özel olarak değerlendirir.

Özellikle anti-komünist mücadele stratejisine bağlı olarak kurdukları kampların bütün masraflarını bölgenin zenginlerine ödettirir. Bu bakımdan İzmir’de, Kestane pazarını kendisine mesken seçmesi de bilinçli bir tercihidir.

Burası aynı zamanda ekonomik bir merkezdir. Yahudi kökenli tüccarların ve işadamların yoğun olduğu Kestanepazarı, Gülen’in ilişkilerinde önemli bir yer tutar.

Örneğin Kamp kurmak için Ankara’da topladığı 3 bin liralık bonoyu, Yahudi esnaflar vasıtasıyla Kestanepazarında paraya çevirir.

Bugün, Gülen cemaatine ait olan uluslar arası şirketlerin çok önemli bir kesimi özellikle Yahudi kökenli dünya kapitalist şirketlere çok yakın ilişkileri bulunuyor.

Askeri darbeleri destekleyen Gülen

Şeriat düzenini savunduğunu iddia eden Gülen’i en çok destekleyen ve koruyanlar da laik geçinen generaller oldu.

Ordu ile stratejik bir ittifak içinde olan Gülen, hem 12 Mart 1971, hem de 12 Eylül 1980 askeri darbesini çok aktif bir tarzda destekledi.

Örneğin, 12 Mart 11971 askeri darbesini desteklemek için vermiş olduğu bir vaaz da, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan için dini merasim yapılmasını dahi eleştirmektedir:

”Deniz Gezmiş’ler, ömürleri boyunca dine, Allah’a, mukaddesata küfrediyor, sonra da devlete baş kaldırınca öldürülüyor. Ama sonra da dini merasimle gömülüyor. Bu ne perhiz, ne lahana turşusu?”

Haziran 1980’de yani askeri darbeden yaklaşık olarak 3 ay önce, İzmir’de camide verdiği vaaz da, darbe çağrısı yapıyor:

“İstihbarat duysun, emniyet duysun, askeriye duysun, başbakan duysun, riyaset-i cumhuriyet duysun.

Polise, askere kurşun sıkan bu hainlere mahkemelerde gereken ceza verilmezse ne devlet kalır, ne millet...

Bu nasıl iştir!.. Türkiye’de devlet ve hükümet yok mu? Ne oldu askere? Polisler Nerede? Marks’ın bayrağı altında mitingler yapıyorlar ve bunlara müdahale eden çıkmıyor! Aslında bunlar askeri de karşılarına almışlardır.”

12 Eylül 1980 darbesinden sonra yine bir camii vaazında yapmış olduğu ve daha sonra ‘Sızıntı’ dergisinde yayınlanan konuşmasında şunları söyler:

“Her milletin tarihinde asker bir tepe varlıktır (...) bir de anadan doğma asker-millet vardır. o, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür.

Âşıktır askerliğe, serhad boylarına, akına ve kavgaya (...) onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük...

Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam...

Düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. içtimai bünyenin, harici bir kısım eraciften temizlenme, arındırılma ve aslına irca zaferi (...) ümidimizin tükendiği yerde, hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihalerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.”

Gülen cemaati ile generaller arasında bir kısım farklılıklar olmasına rağmen ortak bir ittifak kurdular. Birbirlerinin çıkarları korudular.

Bu nedenle, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, Afişlerle aranan Gülen, İzmir’de camilerde darbeyi desteklemek için vaazlar verir. Dönemin Milli Güvenlik Konseyi sekreteri Haydar Saltık’ın koruması altında, faşist darbeyi desteklemek için görevini sürdürdü.

İlginç olan Türkiye’nin iç politikasının olağanüstü süreçlerinde, Gülen mutlaka, Ankara’da bir general tarafından korunmuştur.

Gülen’in devletin istihbarat örgütleriyle olan ilişkisi kamuoyuna açıklanmalı
Gülen’in yaşam tarihi tahmin edildiğinden çok daha karanlıktır.

Kozmik odaların gizli yerlerinde Gülen’e ait çok büyük bilgiler ve belgeler vardır. AKP hükümeti geçmiş yılların karanlıkları aydınlatmak istemez. Yapılmış onlarca provokasyonları, katliamları hiçbir şekilde açığa çıkartmaz.

Çünkü izlerin birçoğu Gülen’in kapısına çıkar. MİT tamamen İslamcıların denetimindedir. Geçmiş yıllara ait arşivleri açabilirler.

Ama açmaya hiçbir şekilde cesaret edemezler. Çünkü o arşivlerin her karesinde Gülen’in fotoğrafı vardır.

Özel Harp Dairesi ve Genelkurmay Başkanlığı İstihbar Dairesi ile olan derin ilişkilerinin bütün belgeleri, CİA ile olan özel bağlantıları, yer aldığı provokasyonların tamamı MİT’in dosyalarındadır.

İslamcı hükümet, hiçbir şeyin karanlıkta kalmasını istemiyorsa, öncelikle açması gereken Gülen dosyasıdır. Dürüst olmanın ölçütü budur.

....... Açıklamalarındaki İlginç Zamanlamalar
Halil İbrahim Kabak
Milli Görüş Forum

Baba Bush zamanında Irak ilk işgal edildiğinde günlerce hiç ses vermedi.

Binlerce insan hem de tam sabah ezanı vaktinde bombalanmaya başlamıştı. Pazaryerleri bombalanıyor, sığınaklarda binlerce asker katlediliyor, çocuklar, kadınlar, yaşlılar, siviller ölüyor ve bütün bunları yapan emperyalistlere karşı Fetullah Bey'de tık yok...

İyice Köşeye sıkışan Saddam İsrail'e bir kaç Scud füzesi yollayınca hemen arkasından sel sümük

"Tel aviv'e füzeler atıldıkça gözümün önünde çocuklar tülleniyor."

diyor.

Ve İslami kesimden bir kısım insanlar Amerikanın Irak’ı işgalinin haklı sebepleri de olduğunu büsbütün haksız da sayılamayacağını söylemeye başlıyor.

Ardından 28 Şubat süreci geliyor.

Bu süreçte post modern darbenin mağduru olan Müslüman cenahı “Ellerine yüzlerine bulaştırdılar, beceremediler…” vs. gibi sözlerle suçlu ilan ediyor ve darbecilerin yaptığının bir ictihad olduğunu savunarak onlara büyük övgüler, methiyeler diziyor, darbecilerin safında görüntü veriyor.

Bu malum sürecin en ünlü zulmü olan tesettür yasağına karşı tüm Müslümanlarda topyekûn bir direniş ve mücadele fikri oluşmuşken bir de bakıyorsunuz

“Başörtüsü furuattır. İlim mi, Başörtüsü mü? ikisi arasında bir tercih yapmak durumunda kalınırsa ben ilmi tercih ederim.”

Açıklaması geliyor ve sadece kendi cemaatindeki taviz vermeme azmini değil her cenahtaki mücadele şevkini kırıyor ve artık açılan açılana...

Artı, birde Cemaate bağlı dershanelerde de bu yasağı uygulayarak sivil kurumları da kamusal alan grubuna ilk katanların başını çekiyor.

İşine gelince; “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” diyor.

“Cebrail gelse parti kursa yine de ona oy vermezdim.”

diyor ama işine gelince de icazetini ABD’den almış tüm partilerle ve liderlerle içli dışlı, hahamlarla, papazlarla kol kola oluyor da, Müslüman’ca ve emperyalizmin karşısında yepyeni bir dünya kurmak için tam bağımsız bir siyaset yürüten Müslüman’a gelince

“Ona gönül kapılarım kapalı”

diyebiliyor.

Ve en son bombasını da patlatıverdi Fetullah Bey!

Tüm dünya Müslümanları Siyonistlere karşı tam bir nefret ve hınçla dolmuşken, neymiş efendim…

“Otoriteye baş kaldırmamak lazım”mış.

Kendisine bağlı yardım kuruluşu da Gazze’ye yardım etmek istemiş bu bey, “muhakkak izin alın.” dediği için bu yardım yapılamamış.

Mazluma yardım etmek için zalimden izin almak hangi kitapta, hangi şeriatta var beyefendiii…

Meşru bir otorite kurmamış, ya da gayri meşru otoriteye başkaldırmamış Kuran-ı Kerim’de İsmi zikredilen zikredilmeyen hangi peygamber var?

Amerika menşeli “Ilımlı İslam” projelerinin üretildiği yani, Emperyalizmin dükkânının yanına dükkân açıp onunla rekabet etmeyecek, o hangi kurallar koymuşsa oyunun kuralı bu diye ona teslim olmuş, o ne takdim ederse onunla yetinen ve razı olan Müslüman’ın ideal Müslüman tipi olarak lanse edildiği günümüzde tüm bu olan bitenler ister istemez Pensilvanya’lı hayatta, Müslümanlar içerisinde direnç kırıcı bir rol üstlenilip üstlenilmediği şüphesini akıllara getiriveriyor.

Vitrin Müslümanları
Serdar Akinan

Dünya tam anlamıyla bir değişimin arifesinde...
Obama'nın paketi işe yarayacak mı? Bu kritik sorunun yanıtını yıl sonuna kadar göreceğiz...
Olumsuz hali Bretton Woods'un iflasıdır.
Yani küresel düzen değişir. Kaldı ki ben bu sürecin başladığına inananlardanım.
Temel iktisat tezi nedir?
'Kaynaklar sınırlı, ihtiyaçlar sınırsızdır.'
Üretimin ve tüketimin geldiği boyut ortada.
İnsanı, insanlığı ve yerküreyi mahvetme noktasına getirdi.
Oysa bu tez gerçekte tam tersidir.
'Kaynaklar sınırsız, ihtiyaçlar sınırlıdır.'
Sosyologların ilkel kabileler üzerine yüzyıl başında yaptığı bir araştırmada insanların 'modern' insanlara nispetle çok daha az çalıştığı ispatlandı. Yılda bir ay...
İnsanın köleleştiği bir çağda yaşıyoruz... Bunca savaş, soykırım, açlık, adaletsizlik, kirlilik ve ahlaki çöküşlerin temel sebebi seçilen iktisadi yoldur.
Neo-liberalizmin vahşeti; silah tekelleri, ilaç ve gıda şebekelerinin küresel hegemonyası dünyayı ve insanlığı açmaza soktu.
İnsan nerede?
Işıl ışıl bir dünya şeklinde sunulan bu fotoğraf karesinde neredesiniz?
Manevi dünyamız bir çölü andırıyor.
Ruhlarımız o çölde bir yudum su peşinde.
Ruhumuz ondan geldi ona dönecek. Suskun bir izleyici gibi bekliyor.
Egomuz ise krallığını ilan etmiş... Bu sahte alemin kölesi olmuş bir kral... Kör ve sağır.
Kalbimiz suskun ve yapayalnız.
Gönlümüzde bir farkındalık yaratarak çölü ummana çevirecek aşk nerede saklı?
Düşünün. Nasıl bir hayat döngüsü içindeyiz?
Hazlar içinde yüzen tek başına insanlar olduk. Tüketen ve tükenen insanlar...
Her sabah yorgun argın yatağından kalkan, saatlerini tıkalı trafikte harcayan, ne uğruna ne ürettiğini bilmeden manasızca koşturan, anlam haritaları olmayan, sevgi yerine şüphe içinde yüzen yığınlar var etrafımda...
Mutsuz ve umutsuz ruhlar...
Dünya dönüşüyor... Bu coğrafya insanlığa binlerce yıl ne sundu?
Bu dönüşümün arifesinde, çözümün tepeden inmeci küresel iktisadi formüllerde değil, bireyden yükselen bir formülde yattığını anlamalıyız.
Evrene sığmayan ve bir insanın kalbine sığabilen tek şey nedir?
Her şey...
Devleti yıkmanın yolu egomuzu yok etmekle mümkün. Gücü aşkta saklı...
Yani bireysel reddiyeyle başlayan bir pratik küresel bir zaferle nihayetlenir.
Bir değişime ihtiyaç var. Ve, olacak...
Vitrindeki Müslümanlar bunu başaramaz. Çünkü onlar vitrindeler.
Vitrin kapitalizme ait bir semboldür. İktidarı istediler. İktidar onları vitrine koydu...
Şebek oldular.
Bunu başaracak mümindir.
Okuyan, dinleyen, paylaşan, dayanışan, anlaşan, anlayan mümin...
Akşam

Haysiyetsizleştirilmek
Serdar Akinan

Ülkemiz, demokratikleşme ve serbest pazar ekonomisi gibi konularda küresel vahşi kapitalizm tarafından kontrol altına alınmak, eşzamanlı olarak ise İslam dünyasına bir model olarak sunulmak istenmektedir.

Bu bir projedir.

Bu projenin kullandığı dildeki liberalizm, demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi temel kavramlar kuşatmanın yapı taşlarıdır.

Mesele sadece İslam coğrafyasındaki enerji havzalarının bu eli kanlı çete tarafından kontrolü müdür?

Elbette değil. Bin yıllık bu savaşın günümüzdeki yeni evresinde temel hedefler değişmemiştir.

Meseleye vahyi ölçülerde bir anlayışla, aracısız, baktığınızda egemenlerin ne düzeyde bir kuşatma ile bir kez daha Müslümanların karşısına dikildiğini görebilirsiniz.

Bu kuşatmaya hangi enstümanla direneceğimize dair bir ipucu tespitte saklıdır.

Fethullah Gülen cemaati 80'li yıllarda ve özellikle 2001'den sonra bu projeye, gönüllü, eklemlenmiştir.

Tehvid sosuna bulanmış şirk bir haysiyet intiharı değil midir?

Kulu bir başka dünyevi iktidara mahkum kılan bu anlayışın küreselleşme adındaki gözü dönmüş canavarla yan yana durmadığını kim nasıl savunabilir?

Biriniz kalkın köşelerinizde Filistin'i açıkça savunun.

Savunduğunuzu mu savunuyorsunuz?

O halde Fatih Üniversitesi'nde başörtülü bir kız neden Filistin'de bebekleri katleden İsrail'in Başkonsolosu'nun önünde eğilip ona çiçek sunmak zorunda bırakılıyor?

Bunu biz Müslümanlara nasıl izah

edeceksiniz?

Haysiyetsizleştirilmek budur...

Elbette o başörtülü o kıza tepki duymuyorum.

Emir ve komuta...

Oysa Müslümanlık bireysel özgürlük değil midir?

İslam bir gizli devrim değil kişisel bir

isyandır.

İslam köleleştirmez özgürleştirir.

Amerika Irak'ta bir milyondan fazla Müslüman'ı katletti.

Telafer'de ramazan ayında iftar sofrasından kaldırılıp topluca tecavüz edilen o çocuklar ve anneleri için bu gözü dönmüş katillere lanet okumak gerekmez mi?

'Dick Cheney'nin ayağına

gittiniz' dedim.

Giden isim kendisinin olmadığını iddia etti. Bu köşede derhal düzeltmesini yayınladım.

Peki cemaatten hiç kimsenin eli kanlı Müslüman katili Cheney'nin başdanışmanlarına ve diğer adamlarının ayağına gitmediğini savunabilir misiniz?

Bu dünyada özgürlük adına, bedenine bomba bağlayıp şehadete eren adlarını bile bilmediğimiz binlerce Müslüman var.

Haysiyet budur. O kişisel bir isyandır. Gücünü de Kuran'dan alır. Hesabını da sadece Allah(c.c.)'a verir.

Siz ne yapıyorsunuz? Bu egemen yapıya biat eden; sessiz kalan başta kendisine samimiyetsiz bir anlayış inşa ediyorsunuz.

Burada inanan Müslümanları değil, siz tepedeki kanaat önderlerini itham ediyorum.

Benim bu ülkeye dair onulmaz aşkım özgürlük türküsünü söyleyebilmiş olmasıdır. Akif bunu anlatır.

O nedenle sadece Kur'an-ı Kerim'i okuyarak, sadece Allah'a(c.c.) hesap vererek tevhide ulaşılabileceğine inanıyorum.

İslam'ın bir isyan olduğunu ruhumda hissedip eli kanlı katillere; Amerika'ya ve İsrail'e kelimelerle saldırabiliyorum.

Bu vatanı gerçek İslam adına değil, küresel bir ihalenin müteahhidleri olarak parçalamaya soyunmanıza ise katlanamıyorum.

İntifadayı açıkça ve dürüstçe sahiplenemeyen bir Müslüman'ın önce haysiyetsiz olduğunu düşünüyorum.

Lafım bu size..

Ki yeter...
http://www.aksam.com.tr/2010/07/03/yazar/8601/aksam/yazi.html

Yeni Radikal Taraf'la Cumhuriyet Arası Bir Şey!
05 Temmuz 2010
Eyüp Can suskunluğunu bozdu. Can, yeni Radikal'le ilgili beklenen açıklamayı bugün yaptı.
Radikal Doğan Gazetecilik bünyesinden ayrılıp Hürriyet çatısı altına girdi ve Referans gazetesi ile birleşti. Bunun üzerine de Radikal gazetesinin 10 yıllık Genel Yayın Yönetmeni İsmet Berkan'ın yerine Gülen'in prensi Eyüp Can getirildi. Konuyla ilgili suskunluğunu koruyan Eyüp Can bugün beklenen açıklamayı yaptı ve madde madde yeni Radikal'i anlattı..

İşte Eyüp Can'ın açıklamasından satırbaşları:
REFERANS TARİH OLUYOR
-Referans tarih oluyor, çatıyı Radikal oluşturacak
-Gitmek isteyenler tüm haklarıyla birlikte gidecek
-Kalanlar hem muhabir hem editör hem de sayfa sekreteri olacak. Ayrıca dijital medyaya uyum için internete de haberlerini girecekler.
-Maaşlarda kademeli bir artış söz konusu olacak.

YENİ GAZETE TARAF İLE CUMHURİYET ARASINDA OLACAK
-Yeni gazete Taraf ile Cumhuriyetin arasında olacak. Bir nevi Türkiye'nin içinde bulunduğu sıkışıklığı aşacak.
-Bu süreçte herkesle tek tek konuşulacak. Kalanlar arasından da seçim yapılacak.

EYLÜL SONU PİYASADA
-Eylül ayının sonunda yeni gazete çıkacak.
-Medya sitelerine düşen haberleri çok önemsemiyoruz. Ama sonuçta bu açıklamayı bir ay erkene aldık. Bir takım şeylerin kesinleşmesini bekliyorduk.
aktifhaber

Ebubekir Sifil'den Gülen'in Otorite'sine Tepki
07 Haziran 2010 Anadolu Haber
Ebubekir Sifil son yazısında İsrail Otoritesi ve Fetullah Gülen'in açıklamalarını yorumladı.

Ebubekir Sifil Milli Gazetede ki köşesinde yazdığı yazıda son döneme damgasını vuran Fetullah Gülenin "OTORİTE" kavramı üzerine çarpıcı bir eleştiri getirdi ve otorite"nin bugüne kadar ortaya koyduğu uygulama ve politikalar bütün dünyanın malumuyken, ona itaatin Filistin'e zulmü onaylamaktan başka bir anlama gelmeyeceğini görmemek mümkün müdür? sorusnu yöneltti...

Taraf yazarı Önder Aytaç'ın hayatı karardı

11 Temmuz 2010
Doç. Önder Aytaç, Taraf gazetesi yazarı. Bilgi Üniversitesi, Gazi Üniversitesi, Polis Akademisi ve Güvenlik Bilimleri Enstitüsü'nde öğretim üyesi. Taraf'taki köşesinde Kürt sorunu, Emniyet, MİT, Ergenekon ve TSK'ya ilişkin yazdıklarıyla dikkat çekti. Ama geçtiğimiz günlerde bir TV kanalında söyledikleriyle BDP ve PKK'nın hedefi oldu. Öcalan için, "Bu terörü bitirmezsen, seni asarım. Bakın bakalım o zaman bu olayların hepsi bitmiyor mu?" sözleri, açılım yanlısı yazarlar tarafından şiddetle eleştirildi. Taraf'taki yazılarına 28 Haziran itibariyle ara verildi. Bugün etrafında koruma polisleri olmadan dışarı adım atmıyor. Hürriyet gazetesine konuşan Aytaç, yaşadıklarını anlattı.

EŞİMDEN, ÇOCUKLARIMDAN AYRIYIM

Onlarca tehdit mail'i geldi. Sokağımda bekleyen insanlar görüyorum. Eşimden ayrıyım. Çocuklarımı yurtdışına gönderdim. Polisevinde kalmaya başladım. Üç-dört polis sürekli yanımda. Aracımı kullanan arkadaşımın beline tabanca verildi. Bana, "Tabancanı boş gezdirme, karşına çıkan olursa gözünü kırpmadan vur" dediler. Kapımın önünde metalik gri bir otomobil gördüm. Bana olacak muhtemel bir şey, Emniyet, MİT ve askeriyenin ayıbıdır. Bu ayıbı Türkiye kaldıramaz. İngiltere'ye gidip bir yıl öğretim üyeliği yapabilirim. Ama "Türkiye'de can güvenliğim yok" demem.

GÜLEN'İN AÇIKLAMASI ABD VE İSRAİL'İ ÇOK RAHATLATTI

Babam, Yurtdışı Eğitim Öğretim Genel Müdürlüğü yaptı. Fethullah Gülen, İzmir'de vaizdi. Babamın, "Bu iş bitti, ayrılacağım" dediği günlerde Gülen'in babama, "Vatan için çalışıyorsunuz. durmayın, yola devam edin. Ölürseniz şehitsiniz" dediğini babam evde ağlayarak anlatırdı. Ben Gülenci miyim? Eğer olsaydım, gönül rahatlığıyla "Evet" derdim. Fethullah Gülen, İsrail'in izni olmadan Gazze'ye yardım götürülmesini eleştirdi. Türkiye için Kıbrıs neyse, ABD için İsrail odur. ABD, Mavi Marmara açıklamalarıyla Fethullah Gülen'in sigortasını sağladı. Çünkü Gülen'in İslami söyleminden bir tehlike gelmeyeceği anlaşıldı. Artık İsrail ya da ABD'deki Yahudi lobisi İslam âleminden birileriyle görüştüğünde, bu masada kesinlikle Gülen de olacak. netgazete

Cemaat sitesine transfer oldu
Taraf gazetesinden kovulduktan sonra herhangi bir gazetede başlayamayan Önder Aytaç cemaat sitesine transfer oldu.
Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Önder Aytaç Taraf'tan sonra cemaatin yayın organlarından olan samanyoluhaber.com adlı internet sitesinde yazmaya başlayacak.Anayurt Haber

Fethullah Gülen'e İngiltere'den fahri doktora!
16:05 - İngiltere'deki Leeds Metropolitan Üniversitesi, Fethullah Gülen'e fahri doktora unvanı verdi. Leeds kentinde bulunan ve 30 bin öğrenciye eğitim imkanı sunan üniversite tarafından, Fethullah Gülen'e eğitime, barışa ve kültürlerarası diyaloğa katkılarından dolayı fahri doktora unvanı verildi. 16.07.2010 LONDRA netgazete

STV’de Deprem Gibi Operasyon
07 Ağustos 2010
STV'deki 'KESKİN' operasyon ile kanal yepyeni bir kimliğe doğru gidiyor...
Samanyolu TV’de, kısa bir süre önce sessiz sedasız küçük bir yönetim operasyonu yapıldı. Daha önce Ömer Önder’e bağlı olan STV Program Koordinatörlüğü’ne aynı grubun bir başka televizyonu olan Mehtap TV’nin Genel Yayın Yönetmeni Murat Keskin getirildi.

Murat Keskin, göreve gelir gelmez STV’nin hiç bitmeyecek yapımlarından sanılan birçok dizi ve reality show’u bir günde bitirdi.

Keskin’in “Aile Mahkemesi”nden “Barışa Yolculuk”a, “Ölümsüz Kahramanlar”dan “Kul Hakkı”na kadar birçok programı yayından kaldırması STV’de deprem etkisi yarattı. Bu programlardan bazılarını STV evkranında görüp “Hayır, kalkmamış” diyenler olabilir.

Onlar, önceden çekilmiş ve parası ödenmiş bölümler olduğu için ekranda. Stok bölümler bitince onlar da STV ekranına veda edecek.

Keskin, “Ayna” ve “Her Şey Yolunda” gibi yapımlara ise dokunmadı...

Kaynak:Milliyet

Tıpkı Zaman gastesi!..
SALIH SELÇUK
7.8.10

Yürüyorum...
lahmacuncunun önünde yerde atık duran, gasteler gördüm -aklıma "Zaman" geldi!..
Gaste aynı o!..
A!.. Baktım sahiden de Zaman!..
Böyle zaman zaman yol üstünde yerlerde görüyorum onu!..
Şöyle diyorlar mıdır acaba okurlar:
"Ayağa düşmüşün abi?!.."
"Yok be gülüm, tiraj bu tiraj!.."
"Ha gene artmış galiba!.."
"Tabii ya!.. Hürriyet'ten daha çok satıyoruz -şey, atıyoruz!.."
"İyi atışlar abi!.."
"Sa'ol gülüm!.. almaz mıydın bi tane?!..Beleş bunlar!.."
"Sağol abi be, daha demin Hürriyet okudum -almiyiym!.."

http://konstantiniye.blogspot.com/2010/08/milliyetciligin-endustrilesmeyle-ilgisi.html

Alparslan Türkeş’in Fethullah Gülen Hocaefendiye yazmış olduğu mektup

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Merkezi

Tarih: 09/01/1997 Sayı: Özel

Çok Muhterem Fethullah GÜLEN Hocaefendi Hazretleri'ne,

Efendi Hazretleri,

Zat-ı âliniz, milletimizin hayatında çok yararlı hizmetlerin yapılmasını sağlamış bulunmaktasınız.

Yetiştirmiş olduğunuz ilim, irfan ve fazilet erbabı kadrolarla milletimizin muhtaç bulunduğu geniş bir eğitim seferberliğini telkinlerinizle başlatmış ve başarı ile devamını temin etmiş bulunmaktasınız. Toplumların her alanda kalkınmalarının temel şartı olan manevî uyanışın ve yükselişin öncülüğünü yapmış bulunmaktasınız.

Barışı, hoşgörüyü ve kardeşliği esas alan öze dönüşü, uzay çağına yükselişi başlatmış durumdasınız. Kanada'dan Yakutistan'a, Moğolistan'dan Amerika Birleşik Devletleri'ne kadar her yerde açılmış bulunan okullar ve üniversiteler millî kültürümüzün ve millî, manevî değerlerimizin bütün insanlığa yöneldiğini göstermektedir. Faziletli hayatınız, hiçbir maddî menfaate tamah göstermeyen karakteriniz size karşı halkımızda büyük bir güven uyandırmıştır. Yalnız Allah rızasını hedef alan gayretleriniz, birkaç yüzyıldan beri kaybettiğimiz eski dünyamızı yeniden fetih mahiyetindedir.

Susurluk olayı bahane edilerek zat-ı âlinizin temiz isminin gölgelenmek istenmesi çok üzücü olmuştur. Fakat hem milletimiz sizi tanıyor, hem de dünya sizi tanıyor. Kötü niyetlilerin bir şey yapmaları mümkün değildir.

Nazik teşekkür mektubunuza çok teşekkürler ediyorum. Gerçeği söylemek bizim vazifemizdir. Sözü edilen beyanat, doğruyu küçük bir ölçüde kamuoyu önünde açıklamaktan ibarettir.

Cenabı Hak'tan size sağlıklar ve hayırlı uzun ömürler ihsan etmesini ve böylece başlatmış olduğunuz güzel gelişmelerin tamamlanmasını niyaz ediyorum.

Mahsus selam, sevgi ve saygılar sunuyorum.

Alparslan TÜRKEŞ
Haber7

FETHULLAH GÜLEN: “DARBEYE ARZ EDERİM”

14.08.2010
Başbakan Erdoğan 12 Eylül’deki Anayasa referandumunu, 12 Eylül 1980 darbesiyle hesaplaşma üzerine oturttu. Bu uğurda Evren rejiminde idam edilen ve işkence görenler için gözyaşı bile döktü. Ama farkında mısınız, “feryat ve gözyaşlarında” bir azalma var.

Gülen, referandumda “mümkün olsa mezardakilerin, çoluk, çocuğun” bile oy kullanmasını isterken, işin 12 Eylül’le hesaplaşmaya çevrilmesini, “Mü’minler intikam peşinde olmazlar” diyerek eleştirdiğinde şu öngörüde bulunmuştuk:

“Bakalım, bu açıklamadan sonra Erdoğan’ın, referandum kampanyasında 12 Eylül için döktüğü gözyaşları kuruyacak, dahası cemaatin mitinglerde boy göstermesi duracak mı?!..”

Galiba Fethullah Gülen’in çektiği “ayar” etkisini gösterdi!.. Zaten Gülen, Anayasa’yı sırf yargıdaki düzenlemeler için desteklediğini gizlemeyip, “Bir kısım cellatlıkların ve farklı vesayetlerin önünü almaya matuf bir iki maddenin değişikliği bile çok önemlidir” itirafında bulunmuştu.

Ama özellikle yandaş medyada hala 12 Eylül ağıdı yakan ve ne yazık ki bunlara inanlar var. Onlara Odatv’nin bir hizmeti olarak Fethullah Gülen’in darbeden sadece 20 gün sonra o zamanki siyasi akımları ve gençliği nasıl yerden yere vurup, “Hızır gibi” yetişen Mehmetçiğe nasıl “selama durduğunu” bir kez daha hatırlatalım.

İşte Gülen’in kaleminden 1 Ekim 1980 tarihinde Sızıntı Dergisi (Cilt 2, Sayı 21)’nde yayınlanan “Son Karakol” başlıklı o yazı:

“Karakol, sükûnetin, huzurun ve emniyetin remzidir. Ondaki düzen, huzur ve orada gözlerin uyanık oluşu, umumî emniyet ve muvâzenenin en büyük teminâtıdır. Ondaki kargaşa ve bunalımlar ise, arkasındaki topluluklar için en büyük felâkettir.

Anadolu, yıllar yılı kendine bağlı dünyalara karakolluk vazifesini gördü. Geçmiş asırlarda dünya emniyet ve muvâzenesinde, en şerefli vazifenin ona ait olduğunda hiç şüphe yoktur. Sonra, sırasıyla, onun livâları, sancakları birer birer kopup gitti. Fakat o, bütün rasânetiyle (dayanıklılığıyla) mevcudiyetini muhafaza etti ve yerinde kalabildi. Değişen bayraklar, yırtılan sancaklar yanında, asâlet ve özünü koruma sadece ona müyesser oldu. Evet, bütün bir geçmişiyle, elli bin defa, temiz bünyesine mikroplar saçıldı. Ve gülendam kâmeti yüzlerce defa ırgalandı; ama o, hiçbir zaman tamamiyle yerinden sökülemedi ve mağlup edilemedi.

Haçlı zihniyetinin hortlatılmasından, cizvit papazlarının zehirleyici ve öldürücü gayretlerine kadar, bu karakolu yıkma ve karakol erkânını uyutma adına ne kadar oyun varsa hepsi denendi; ama, hasımlarımız hesabına beklenen netice kat’iyyen elde edilemedi. Düşman cefâdan usanmıyor; karakol da ‘bu can bu uğurda’ deyip, dayanıyordu...

Bu mücadeleler karşısında onun sarsılmadığını iddia edemeyiz. Bu ulu ağaç birkaç defa hazan gördü ve kurtlanan koca gövdesi birkaç defa kabuğunu yeniledi; fakat, hiçbir zaman devrilmedi. Semâsının kararıp, bağrına üst üste hançerlerin saplandığı günlerde dahi, millî ruh kadranında, kendine ait zaman anlayışı ve onu gösteren rakamlar daima duru ve seçkin olarak okunabildi...
Bu efsânevî ruh, asırlarca, bünyesini tahrip etmek isteyen binbir paradoks karşısında, yerinden oynamamış ve hep Malazgirt’teki, Kosova’daki ve Çanakkale’deki aşılmazlığıyla kendini korumuştu. Onun bu heybetli görünümü -az dahi olsa- ruhuna cemre düştüğü ve köküne yabancı bir kurdun, bir 'dabbetü'l-arz' ın musallat olduğu kadar da devam etmişti. O günden sonra ise, artık o, içten içe yanan ve kömürleşen bir ulu çınar haliyle, kendini yenileyemiyor ve dirilemiyordu. Yaşlanmıştı. Vefasız dostları, amansız hasımları vardı. ‘Dost bî-pervâ, felek bî-rahm, devran bî-sükûn; Dert çok, hemdert yok, düşman kavi, tali’zebûn’ (Fuzulî)

Tam bu binbir kâbusun kol gezdiği dönemde idi ki; ortalığı bütün şiddetiyle beşinci kol faaliyetleri kapladı. Erotik düşünceye masumiyet hil’ati (kaftan) giydirildi. Şehvet, en merğub (sevilen) bir meta haline getirildi ve gençlik âdeta bir hezeyan topluluğu oldu. Artık kendi ruh köküne bağlı olanlar ‘dogmatist’ ve ‘formalist’ diye damgalanıyor; millet ve vatanını sevmek ayıp sayılıyordu. Bir ‘Şirzime-i kalil’ (önemsiz, küçük topluluk) her Allah’ın günü çalakalem, millî ruhu ibtizal (aşağılayıcı) edici yazılar yazıyor, milleti kendinden kaçar ve kendine yabancı hâle getiriyordu.

Bu olup bitenler karşısında, temiz Anadolu halkı, ya kendine has sabır ve tahammül içinde beklemede veya hüsn-ü niyetin verdiği duru anlayışla, bütün bu acâiblikleri ‘bir suskunluk içinde’ karşılamaktaydı.

Birer ruh sefâleti ve aşağılık duygusu timsali sayılan zavallı ‘entelijansiya’mızın durumu ise, bütün bütün yürekler acısıydı. Ona göre şahsiyet gamzeden öze ait her nağme ordubozanlık; müstağriblik (Batı hayranlığı) hesabına söylenen her türkü, Türk’e yücelik kazandıran bir madalyaydı! Bu türlü kendinden kaçışlar ve haricî asimilasyonlarla iç değişiklikler, endişe verici buudlara ulaşmıştı.

Ve artık, millet teknesi, sağa-sola yalpa yapan bir vapur gibi, batması, her an mukadder görünüyordu. Dillerde binbir yabancı türkü, dudaklarda binbir öldürücü şarap… kimi erotizimle sarhoş; kimi libido ile, kimi eksistansiyalizmden medet umuyor; kimi hezeyan felsefesine dilbeste, durmadan mihrap değiştiriyor ve ma’buddan ma’buda (!) koşuyordu. İşte tam bu esnada, yabancı bir kısım eller, ‘hipnoz’ görmüş bu ruhları metrolara bindirip harıl harıl kendi dünyalarına taşımaya başladılar. Cinnet nöbetleri içinde bütün bir nesil, Hasan Sabbah’ın yalancı cennetlerine benzeyen bu cennetlere davet ediliyordu!

Dün bir şaşkınlık içinde ‘Mehlika Sultan’a aşık’ toy delikanlılar yerinde, bugün eli kan, üstü kan, bağrı kan ve ne yaptığını çok iyi bilen kanlı deli bir nesil vardı. Artık dıştaki kargaşa ve hercümerce başka sebep aramaya gerek var mı? Tatmin edilememiş, doyurulamamış ve hatta terk edilmiş bir neslin, çeşitli kamplara ayrılması ve birbirini kıran kırana öldürmesi gayet normal değil mi...? Bugüne kadar onun iç inkırazını (çöküş) sezebildik mi? Onu soysuzlaştıran sebeplere inebildik mi? Halbuki, ona canavarlık öğreten tiranlar karşısında, siyanet (koruyucu) meleği gibi onun yanında olmalı değil miydik? Heyhat..! Binbir vahşet senaryosunun sahnelendirilmesi karşısında, sessiz ve infialsiz kaldık... Evet, bütün bir millet olarak arenalardaki kavgayı seyreder gibi, bu kanlı boğuşmadan hiç mi hiç bir şey anlamadık.

KAHRAMAN BEKÇİLERİN ZAFERİ

Sahnenin bu rengârenk aldatıcılığı, ortalığı inleten valsin korkunç uyutuculuğu ve kostümün gözbağlayıcılığı karşısında, oynanan oyunun gerçek yüz ve vahşetini ilk sezen, son karakolun kahraman bekçileri oldu. Bu sezme, ümit dünyamızda yeniden kendimize gelmemizi ve kendi kendimizi idrak etmemizi te’min etti. Aslında buna bir sezme demek de uygun değildir. Bu, düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimâî bünyenin, haricî bir kısım erâciften (zararlı yanlış fikir ve haberler) temizlenme, arındırılma ve aslına ircâ (çevirme) zaferi. Bu zafer, kendinden ümit edilenleri getirdiği takdirde, Türk’ün zaferler hanesinde en muallâ yeri işgal edecektir.

Böyle bir ilk tefahhüs (inceden inceye araştırma) ve sezişe, başka bir yazımızda selam durulmuş ve gaziler ocağının yiğit eri Mehmetçiğe teşekkürler sunulmuştu.

Ne var ki, yıllardan beri, binbir saldırı ile rahnedar (bozulmuş) olmuş bir bünye, böyle hemen bir mualece (tedavi) ile iyi edilemeyeceği de muhakkaktı. Daha köklü ve daha gönülden bir hareket gerekliydi ki, millî bünyeyi kemiren yıllanmış seretanlar (kanser) bertaraf edilebilsin...

Ve işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tulûu (ışığı) saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekâsına alâmet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihâlelerin (dönüşüm) son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.”
Odatv.com

ÖNDER AYTAÇ BAŞBAKAN'A HANGİ KONUDA KILAVUZLUK YAPTI?

31.08.2010
Kamuoyu O’nu Polis Koleji’nde hoca, Taraf gazetesinde yazar olarak biliyordu. (Tabi yan görevleri de vardı. Mesela Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’a makamlı danışmanlık yapıyordu.)

PKK tehdit ediyor diyerek Taraf’ta yazmayı bıraktı şimdi cemaatin yayın organı olduğu ifade edilen Samanyolu sitesinde yazıyor.

Yazarın adı Önder Aytaç, bugünkü yazı konusu ise son günlerin en popüler ismi Hanefi Avcı.

****

Önder Aytaç, Hanefi Avcı ve polisteki cemaat kavgası üzerine ilginç bilgiler aktarıyor.

Ama en ilginç bilgi / iddia Başbakan’la ilgili.

Önder Aytaç şöyle söylüyor:

“Ergenekon yapısının özel güvenlik içinde odaklanmasıyla ilgili olarak, özel güvenlikte yasal boşlukların bilinçli olarak bırakıldığını düşünüyorum ve bu konuda da Başbakan’a gerekli olan bilgileri verdim.”

Özel güvenlik nedir, bilmiyoruz. Ümit ederiz Aytaç bu konuya da açıklık getirecektir.

****

Hanefi Avcı’nın kitabı üzerine polisteki cemaat yapılanmasının sıkıntıya düştüğü anlaşılıyor. Önder Aytaç da karşı atağa geçileceğini haber veriyor:

“Bundan sonraki süreç içinde, peşi sıra Hanefi Avcı’nın hakkında derinlemesine teferruatlı makaleler yazacağım. Yazdığı ilk ve sanırım son olacak olan bu kitabından hareketle de iki ayrı kitap çalışmasını hazırlıyorum. 3 ay içerisinde de onları okuyucunun değerlendirmesine sunacağım.”

Aytaç, cemaat adına konuşabilecek kadar kendini yetkin görüyor. Bakın ne diyor?

“Fethullah Gülen’in de kendisiyle özdeşleş(tiril)en bir hareketi, hayatta olduğu sürece, içeriden ve dışarıdan hiç kimseye yedirmeyeceği / onların kişisel çıkarları yönünde kullandırmayacağı kanısındayım."

****

Aytaç’ın mahrem önemli bilgilere de sahip olduğunu ifade ediyor. İşte birkaç başlık:

(Hanefi Avcı) kasetinin otaya çıkmasından endişe duyan bir ‘paper’ kaplan mıdır?..

Aytaç’ın “Kağıttan kaplan” nitelemesini neden Türkçe yazmadığını bilmiyoruz. Ama şu kaset iddiası ilginç.

Tabi devamı da var:

“Hanefi Avcı; kendisinin zaafları / yaptıkları / yapmadıkları bağlamında, sıranın kendisine geldiğini anlamış ve ortanın üzerindeki her zeka sahibinin ortaya koyacağı bir savunma refleksiyle; ‘en iyi savunma saldırmadır (diyerek)…”

Cümle uzun, bu nedenle kısa kestik ama ne dediği gayet iyi anlaşılıyor.

Bu arada Aytaç, vaziyete vakıf olduğunu söylüyor:

“ Hanefi Avcı’nın 3’ün 1’i şekliyle, bir proje dahilinde 3 farklı kişiden 1’isi olarak ve 3 ayrı kitap çalışmasından 1 tanesi olarak bu kitabı yazacağını / yazdığını biliyordum.”

Diğer iki kişi kim acaba?

Bu soruya belki yanıt olur düşüncesiyle Aytaç’tan kısa bir bölüm daha aktarıyoruz:

“The cemaat’in içindeymiş gibi gözüken ve fakat güvenlik bürokrasisi içinde yer alan Sabri Basrioğlu ve Murtaza Çetiner gibilerin, Hanefi Avcı’nın arkasına saklanarak, karşı taraf olarak gördüklerine…”

**

Aytaç’ın polislik, cemaatçilik bilgileri kadar teoloji bilgisinin de gayet kuvvetli olduğu anlaşılıyor. “Hanefi Avcı ‘Vahşi bin Harp’ midir?” diye soruyor Aytaç.

“Vahşi bin Harp” İslam’ın erken tarihindeki ilginç kişilerden biri. Açık adı “Vahşi İbn-i Harb el- Habeşi".

Habeş, Muhâmmed'den sonra en hayırlı kimseyi öldüren kişi. İslam tarihi kitapları Habeş için şöyle
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Çrş Arl 12, 2012 2:32 am tarihinde değiştirildi, toplam 13 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cmt Tem 24, 2010 11:33 pm    Mesaj konusu: Teşkilat-ı Mahsusa'nın Son Kurşunu Alıntıyla Cevap Gönder

Teşkilat-ı Mahsusa'nın Son Kurşunu
Şükrü Alnıaçık
Haberiniz Olsun

Aşağıdaki resimler, bir Ermeni web sitesinden alınmıştır.(1) Sırasıyla ve “kozmik bir gözle” inceleyince akıl almaz olayların ipuçlarını bulacağımıza ve olanı biteni ANLAMAYA başlayacağımıza inanıyorum.

Web Sitesinde “KESİNTİSİZ SOYKIRIM 1894-2007” başlığı altında aşağıdaki resimlere yer veriliyor.

A- İlk önce Osmanlı dönemi: Aşağıdaki şahısların Ermenilere soykırım uyguladıkları, soykırımın ya fikir babası, ya da siyasi veya askeri sorumluları oldukları ilan ediliyor.



Listedekilerin Akibeti:

1- Sultan II. Abdülhamit, 40 kişinin öldüğü bombalı Ermeni Suikastinden kurtuldu; “Masonlarla” vuruldu.

2- Talat Paşa Ermeni kurşunuyla vuruldu.

3- Enver Paşa Ermeni davasından yargılanmamak için gittiği yurt dışında Basmacı hareketinin başında Rus kurşunuyla vuruldu.

4- Cemal Paşa Ermeni kurşunuyla vuruldu.

5- Ziya Gökalp 1924’te öldü, Türkçülük, 1944, 1980 ve 2008’de defalarca Vuruldu

6- Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey, Mütarekede Ermeni tehciri davasında yargılanarak idam edildi.

7- Sait Halim Paşa Ermeni kurşunuyla vuruldu.

8- Dr. Bahaeddin Şakir Ermeni kurşunuyla vuruldu.

9- Trabzon Valisi Cemal Azmi Bey Ermeni kurşunuyla vuruldu.

Ermeniler rövanş maçında 1-0 önde.

Bu kadar mazlum, “katliamdan çıkmış” bir halkın, kendi başına “hesap görmede” bu kadar atak ve başarılı olabileceğine inanıyor musunuz?

B- Cumhuriyet Döneminde 80’lerdeyiz: Aynı siteden alınan aşağıdaki resim grubundaki ilk üç resim, aynı sitede yan yana veriliyor; son ikisi ise Çatlı’nın cenazesine katılanlar arasında zikrediliyor. Asala’nın 1973’ten itibaren 10 yıl içinde 42 diplomatımızı şehit ettiğinden hiç bahsedilmiyor.

Bu gruptaki Kenan Evren, Hiram Abas ve Abdullah Çatlı’nın, Asala’yı bitiren eylemler sırasında masum Ermenilere de zarar veren 20 kadar eylemi planladığı ve yaptığı iddia ediliyor.



Listedekilerin Akibeti:

1- Kenan Evren’in yargılanması için Anayasa Referandumunda kampanya yürütülüyor.

2- Hiram Abas, bir suikast sonucunda öldürüldü. Eymür’e göree Abas’ı yerli

işbirlikçilerin peşinde olduğu için Amerikan istihbaratı öldürdü.

3- Abdullah Çatlı, şaibeli bir kazada öldü.

4- Muhsin Yazıcıoğlu, şaibeli bir kazada öldü.

5- Drej Ali Ergenekon sanıklarından.

Ermeniler maçta 2-0 öne geçiyor.

“Ermenilere dalaşanların uzun bir hayat yaşaması için Genelkurmay başkanı mı olması gerekiyor acaba?” diye insan sormadan edemiyor.

C- Cumhuriyet Döneminde 2000’lerdeyiz: Fotoğraflı listede bu kez 4 isim var. Listedekilerin 2007’deki Hrant Dink cinayetinin mimarları oldukları iddia ediliyor. Üç Türk generalinin bu kadar kolay hedef gösterilmesini hiç şüphesiz Ergenekon Davası sağlıyor. Bu resimlere yine Ergenekon sanıklarından Şehit Ailelerinin İmralı’daki müdahil avukatı, Ergenekon sanığı Fuat Turgut da eklenebilirdi.



Listedekilerin Akibeti:

1- Şener Eruygur, Ergenekon davasında tutuklandı yargılama devam ediyor.

2-Hurşit Tolon, Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklandı; yargılama devam ediyor.

3- Veli Küçük, Ergenekon davasının 2 nıumaralı sanığı olduğu iddia edildi. Susurluk davası ve faili meçhuller ile ilgili de suçlanıyor.

4- Kemal Kerinçsiz, Hrant Dink’e Türklüğe hakaret davası açmıştı. Dink 6 ay ceza aldı. Kerinçsiz, Ergenekon sanığı.

Ermeniler rövanş maçında 3-0 önde.

Daha doğrusu 100 yıldır bu ülkede Ermenilere dokunan yanıyor. Yaşatmıyorlar adamı. Yakında Ogün Samast’ın da diğer kısa ömürlü Ermeni karşıtlarına benzeyeceğinden hiç kuşkum yok.

Ergenekon sanıklarının Perinçek dahil son zamanlarını Ermeni meselesine odaklanarak geçirmiş olmaları, gündemin zorladığı bir tesadüf mü yoksa Ergenekon işinin içinde “Ermeni Sorunu” mu var?

Yazımızın temasını faili meçhul bir Ermeni web sitesindeki fotoğrafların ilginç kurgusu oluşturuyor. Ancak bu kurgunun dışına çıkıp ta Ermeni Sorunundaki taraflarla Ergenekon davasındaki tarafları alt alta koyduğumuzda basit toplama işlemlerine elverişli bir homojenleşmeyle karşılaşınca doğrusu şaşırıyoruz. Yani elmalar bir tarafta armutlar diğer tarafta toplanıyor.

Kimler açılımcı ve Ergenekon düşmanıysa aynı zamanda “Ermeni sempatizanlığı” korosunun bir üyesi olarak karşımıza çıkıyor. Dinler arası diyalog ütopyaları ve Etyen Mahçupyan’ın Zaman’da yazması da işin fantezi tarafı.

Teşkilat-ı Mahsusacı milis komutanı Said Nursi’nin öğrencileri, Antranik’in torununa köşe tahsis etmişse yüz yılın çok uzun bir zaman olduğuna artık inanmaya başlayabiliriz.



Türkiye’de olan bitene bir bütün olarak baktığımızda 1915’te Türk Ulusal Devletini kurmaya başlayan Teşkilat-ı Mahsusa’nın 2007’de son mermisini kullandığı ve tarih sahnesinden çekildiğini görebiliyoruz.

Tezgahın Önünde de Arkasında da ABD var.

Hedef Teşkilat-ı Mahsusa Cumhuriyetini Yıkılması Yerine Protestanlaşmış İslam Cumhuriyetinin kurulmasıdır. Bunun için gönüllü ve rövanşist Müslümanlar kullanılmaktadır.

Kendinizi bir an için 1,5 Milyon nüfuslu bir kitle üzerinde çalışan ve 100 yılda 150 bin Protestan üretmiş misyonerlerin yerine koyunuz. Yani bir an için ABD’nin Dış İlişkiler Konseyi olunuz.

1914 itibariyle Birden bire savaş-tehcir-ihtilal ve inkılâp oluyor; 100 yıllık misyoner pazarı birden kapanıyor, tüm yatırımınız heba oluyor. Siz o zaman Robert ve Boğaziçi gibi okullarla Türklerden intikam almayı düşünmez misiniz?

Türkler, Teşkilat-ı Mahsusa operasyonlarıyla 1915’te Protestan misyonerlerin Ermeni pazarını yani “hedef kitleyi” yerinden sürüp çıkarmışlar; onca ajan mektebi ve faaliyet boşa gitmiştir.

Osmanlı ülkesinde faaliyet gösteren Amerikan Protestan misyon örgütlerinden en büyüğü ve önemlisi American Board of Commissionars for Foreign Missions’dur. Bu örgüt 1810 yılında Boston’da Presbyterian ve Congregational kiliselerinin üyeleri tarafından kurulmuştur.

Başlangıçtaki hedefi Amerikan yerlilerini ve Amerika kıtasındaki Katolikleri Protestanlaştırmak iken, sonradan “bütün dünyayı Protestanlaştırmak” olan yeni bir hedef belirlemiştir. (2)

Bu hedefe ulaşmak için de iki önemli aracın bulunulduğu düşünülmekteydi: “İslam’ı yok etmenin bir yolu olarak Müslümanları ve ‘sözde’ Hıristiyanları (Gregoryen, Süryani, Keldani vb.) Protestanlaştırmak.”

20. yüzyılın pek çok misyoneri, toplantılarda sürekli, kilise ve okullar yoluyla ulusların Hıristiyanlaşmasını, bunun için de hükümet desteğini reddetmemek” gerektiğini söylüyordu. (3)

Bu arada Ermeniler Gregoryendi ve Fatih tarafından kendilerine tahsis edilen kiliselerinde Osmanlı millet sistemi içinde özerk ve özgür yaşıyorlardı. Yani “sözde” Hıristiyan sayılıyorlardı.

Operasyon 1820’de Başladı:

Yıl 1820: İlk Amerikan Protestan Misyonerleri Pliny Fiks ve Levi Parsons İzmir'e ayak bastılar. Levi Parsons, İzmir'e çıkar çıkmaz, "Bu günah İmparatorluğunu tamamen yıkmak ahdim olsun" diye yazdı. (4)

Yıl 1848: Amerikan Misyonerleri, Osmanlı Devletinde bir Protestan Cemaati yarattılar. Tamamı Ermenilerden oluşan bu yeni cemaati Osmanlı Hükümetine resmen tanıttılar.

Bu arada 2007’de İstanbul’da öldürülen Agos gazetesi yazarı (TKP/ML’li Fırat) Hrant Dink de Protestan Ermenilerdendi.

Yıl 1850: Amerikan Misyonerleri Osmanlı Ermenileri arasında eğitim çalışmalarını hızlandırdılar ve bundan sonraki 35 yıl içinde 80 Lise, 8 yüksek kolej ve 16 kız okulu açtılar.



Bu okullardan en önemlisi şüphesiz Robert Kolej ve onun üniversitesi olan Boğaziçi Üniversitesidir. Robert Kolej Müdürü DR. Gates'in Paris Barış Konferansı dolayısıyla Prof. Albert Lybyer’e gönderdiği mektupta adeta “geleceği okuduğunu” görüyoruz. (Robert College March 2, 1919)

“Ermeniler ve Rumları kurtarmak için Türkleri de kurtarmamız lazımdır….

….Türkiye de nasıl bir hükümet kuracağız? Türkiye’deki Hıristiyan milletler meselesi ancak bu mesele halledildikten sonra ele alınabilir.”(5)

Robert Kolej’deki bu Amerikan görüşü, Türkiye’nin 1919’dan sonra artık Türklere bırakılmayacak kadar önemsendiğinin bir göstergesidir. Bir Amerikalı Protestan misyoner okulu müdürünün elindeki en iyi reçetenin “Türkleri Protestan yapabilecek bir idare” olduğu açıktır.

Cumhuriyetle gelen Laiklik, Türklerin istenilen tarzda westernize olmalarına Protestan ahlakıyla ehlileştirilmelerine fırsat vermemiştir. Onlara göre yetersiz kalmıştır.

İmparatorluktan Cumhuriyete süzülen fikir akımları, cemaatler, tarikatlar ve yükselen Milliyetçiliğin Ülkücülük adı altında İslam’la senteze girmesi, halkın yaşamına tatbik edilen Amerikan tarzının ideolojik ve felsefi bir Protestanlıkla sonuçlandırılmasını engellemiştir.

Merkez bürokrasisi, Atatürk İlkeleri ile direncini sürdürürken Aleviler dahi Protestanlıktan çok Proleterya kültürüne yaklaşarak istenen “ehlileşmiş” düzeye gelmemişlerdir. Amerikan Protestan kültürü sadece Robert-Boğaziçi arasında, Şişli-Nişantaşı sosyetesinde ve büyük şehirlerin elitleri arasında etkisini gösterebilmiş ve marjinalleşerek toplumdan kopmuştur.

Sünni çoğunluk şifahi aile içi eğitimle sürekli “iman tazelemekte” olduğundan Sünnileri elde etmeden Türkiye’yi elde etmenin mümkün olmadığı anlaşılmıştır.

Türkiye’yi iyi analiz eden ABD ajanları, hedeflerine ulaşmak için Müslüman cemaatlerin ve İslamcı partilerin Protestanlık misyonunu üstlenmesi gerektiğini fark etmişlerdir.

Ilımlı İslam ve dinler arası diyalog söylemlerinin Ermeni diasporasının atakları ve Ergenekon davalarıyla aynı anda gündeme gelmesi tesadüf değildir.



Ergenekon’dan içeri alınanların en ilginç ortak paydası, yakın zamanda Ermeni sorunu konusunda milli bir çaba göstermiş olmalarıdır. Doğu Perinçek bile “toprak çekmiş gibi” son zamanlarında Yusuf Halaçoğlu’na destek için İsviçre’ye gidip soykırımı reddederek kendini İsviçrelilere tutuklattırmaya çalışmıştı. Ayrıca 6 CD’den oluşan “Büyük Yalan” Belgeselinde ADD ile birlikte çaba göstermiş, katkı sağlamıştır.

Çok çeşitli ve “kozmik katmanlı” senaryolar olabilir. Ancak hiç kimse bunların sıradan demokratikleşme çabaları olduğunu söyleyemez.

ABD, önce Saddam’ı Kuveyt’e yollayıp ardından Irak’a girdiği gibi, Önce Robert Kolejli Misyonerin evinde örgütlenen Maocuları kozmik katmanlarda yol aldırıp zayıf bir darbe örgütlenmesine ittikten sonra İslamcıların elini kuvvetlendirecek demokrasi ataklarıyla “Türkiye’ye girmeyi” planlamış olabilir. 1 Mart tezkeresinde ABD, Türkiye’nin sandığından daha bağımsız olduğunu fark edip buna epece içerlememiş miydi? Bırakın Sevr’i Lozan’ı bunun intikamı için bile ABD 1915 kod adlı bir operasyon başlatabilir ve bizim muhterem monşerler de çok kolay bu ilaçlı demokrasi yemeğine yumulabilirler.

Ancak Amerika’nın girebileceği bir Türkiye’de, Cumhuriyet muhafızlarının gürültüye papuç bırakmayacağı belli olduğundan Apo’yu yakalayan Özel Harpçi Komutanlar Apoyla el sıkışan Maocu Perinçek’le yan yana konulmuştur.

Devir her bakımdan uyanık olma devridir. Bizim kendi akıl oyunlarımızla tüm şifreleri çözmemiz tabii ki mümkün değildir; ancak Hrant Dink cinayetinin, Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurduğu I. Cumhuriyetin tasfiyesi ve Kurtuluş Savaşı öncesinin Türkiye’sine dönüş sürecinin başlatıcısı olduğuna dair pek çok belirti vardır.

Bundan Yasin Hayal’in bir menfaati olmayacağına göre; gerçek planlayıcının bulunması, milli bir görevdir.

Ben bu yüzden darbecilerin ve konunun uzağında kendi çizgisinde demokrasi yoluyla iktidar olmaya ve milli hedeflere odaklanmış olan MHP gemisine biniyorum; tufandan önceki son çıkış olan referandumda HAYIR diyorum.

Ve “beyler arkanızdan Atatürk mü kovalıyor? Bu kadar açılıp saçılmakta niye acele ediyorsunuz?

“TSK’ya sataşmada niye böyle ailecek birbirinizle yarışıyorsunuz?”

Diye soruyorum.

------
1- “http://wwwermenisoykiriminet/index.html”

2 -Çağrı Erhan, “Ottoman Official Attitudes Towards American

Missionaries”, Milletlerarası Münasebetler Türk Yıllığı- The Turkish

Yearbook of International Relation, 2000, XXX, Ankara, 2001, s.192.

3 -Joseph L. Grabill, Protestant Diplomacy and the Near East- Missionary

Influence on American Policy, 1810-1927, Mineapolis, 1971, s. 33-34.

4- Grabill, age, s. 42

5- Ömer TURAN, “Amerikan Misyonerlerinden E. Simith ve H.G.O.Dwigh’e Göre 1830-1831 Yıllarında Ermeniler”

Açıkistihbarat

Türkiye'deki dönüşümde kaybeden Gülen cemaati
25 Temmuz 2010

Utah Üniversitesi'nden Profesör Hakan Yavuz, Türkiye'nin geçirdiği dönüşümü 'Türkiye'de İslami kesim Protestanlaşıyor ve İslamsız bir İslam oluşuyor' şeklinde yorumladı.

Yaşanan dönüşümde en fazla Gülen cemaatinin kaybettiğini belirten Yavuz, 'Ama AKP-cemaat teknesi su alınca ilk giden cemaat olacak' dedi. TSK'nın kendisine ülke içinde cephe açmaması gerektiği uyarısı yapan Yavuz, 'Ordu da kendini yeniden yapılandırmalı' diye konuştu

Şenay YILDIZ'ın röportajı

ABD'deki Utah Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü'nde dersler veren Profesör Hakan Yavuz, Gülen cemaati, AKP, Türkiye İslam ve laiklik üzerine çalışmalarıyla akademik camiada uluslararası üne sahip olan bir isim. Bir dönem Fethullah Gülen cemaatine yakın görülen Yavuz, kendisini 'agnostik' (bilinemezci) olarak tanımlıyor ve hiçbir zaman cemaatçi olmadığını vurguluyor. Profesör Yavuz ile perşembe günü İstanbul'da bir araya gelerek, Türkiye'nin son dönemine ilişkin sosyolojik ve siyasal analizler yapmasını istedik. Prof. Dr. Yavuz'un değerlendirmeleri şöyle:

- Türkiye'de 'laik-dinci' diye tanımlanan bir kutuplaşma kendisini hissettiriyor gibi son birkaç yılda. Sizce bu tanımlama sorunun sosyolojik tahlili açısından doğru bir çerçeve çiziyor mu?
Türkiye'de bu durumu 'dinci-laik' yerine şu şekilde tarif etmek gerek: Modernleşme İslam'la mı olacak, İslamsız mı olacak? Laik kesim, İslamsız modernleşme istiyor ve dini, modernleşmenin karşıtı olarak algılıyor. Bunun karşısında ise, İslam'la beraber modernleşme isteyen ikinci bir kesim var. Ana tartışma bu. Eskiden, 'Modernite İslamsız olmalı' diyenler hakimdi. Şimdi ise, 'Modernite İslam'la beraber gitmeli' diyenler. Hatta modernitenin ihtiyaçlarına göre 'İslam yeniden yorumlanmalı' diyenler de var. Yani, bugün Türkiye'de bir Protestan İslam'ı oluşuyor. Ama bugün Türkiye'de çok endişelenmeye gerek yok. İslamcı-laik gerilimi, elitler seviyesinde ve temelleri çok da sağlam olmayan bir gerilim. Bu fay hattının bir sosyolojik derinliği yok. İslami kesim gittikçe Protestanlaşıyor.

İSLAM PROTESTANLAŞIYOR
- Protestanlaşma ile ne kastediyorsunuz?
Yani bugün 'İslamsız bir İslam' görüntüsü ortaya çıkıyor. Yani, ahlak, etik, hak-hukuk değerlerinden soyutlanmış bir İslam. Tamamıyla şekle dayalı ve tüketim araçları haline dönüşen bir İslam var. Bugün Türkiye'de İslami semboller alınıp, satılır hale gelmiş, yer edinmek için kullanılır vaziyete dönüşmüş. Türkiye'de İslam'ın şartı ikiye indirgenmiş: başörtüsü ve içki içme. Weber'e göre Protestanlık kapitalizme yol açmıştı. Burada ise, Protestanlaşmaya yol açıyor. Bunlar modern süreçleri ele geçirdiklerini iddia ediyorlar ve başarılılar. Medya, finans, eğitim sektörü... Hepsinde güçlendiler. Ancak bunlar modernitenin içine girdikçe, modernite de bunların içine giriyor. Modernite, dini yeniden şekillendiriyor. Burada, kazanan kapitalizmin mantığı. Türkiye leblebileşiyor.
Eskiden Türkiye'nin birtakım ülküler üzerinde oydaşmaya varılan ortak bir çimentosu vardı. Türk kimliği, ülkenin pusulası... Bugün, o çimento dağıldı. Türkiye'de mahalleleri cemaatler, kesimler, kesitler, yığınlar... Herkes leblebi gibi bir tarafa yuvarlanıyor.


TÜRK KİMLİĞİ ÖCÜLEŞTİRİLDİ
- Ne tetikledi peki sizin tarif ettiğiniz bu dağılmayı?
Özel döneminde başlatılan neo-liberal politikalar. Geldiğimiz noktada, Türkiye'de bugün kimlikler üzerinden siyaset yapılıyor ama ulusal düzeyde bir kimliksizleşme söz konusu. Bugün Türk kimliği bir 'öcü kimlik' haline getirildi. Bizim daha önceki söylemimizde Türk kimliği bütünleyici ve herkesi kapsayan kimlikti.

- 'Türk vatandaşı' yerine, bütünleştirici bir kimlik olarak 'Türkiyeli' denilmesi sizi rahatsız mı ediyor?
AKP, bence birçok olumlu yönüne rağmen, Türkiye'deki kimlik tartışmalarında son derece olumsuz rol oynadı ve Türkiye'nin mayasını bozdu. Türkiyelilik? Olamaz ki böyle bir şey! Bunu tarihi, felsefesi yok. Zaten hepimiz Türkiyeliyiz. Bir ulus-devlet olarak kurulduk. Şimdi ulus devlet yıkılırken, 'Ortak maya İslam olsun' deniyor. Ama hangi İslam? Aleviliğin mi, Diyanet'in mi, AKP'nin mi, Gülen Efendi'nin mi? Türkiye'de tek bir İslam yok, farklı İslamlar var. İslam üzerinden 'maya' yaparsanız, çok büyük bir tartışma ortamı çıkar. AKP'nin 'İslam bizim çimentomuz, mayamız olsun' yaklaşımı bence tutarsız. İslam bazı konularda birleştirici değil. Hatta bazı konularda daha bölücü olabilir ve ülkeyi çatışmaya sürükleyebilir. AKP'yi Özal ile kıyasladığımız zaman çok olumlu bir miras bıraktığını söyleyemeyiz.

Artık Erdoğan'a biat ediyorlar
- Neden Özal'la kıyaslıyorsunuz?
Türkiye'de bana göre en büyük kırılma Özal'la yaşandı. Ülkede 2 büyük devrim yaşandı. İlki, Mustafa Kemal'in ulus-devlet üretme ve laik toplum yaratma projesi. İkincisi, Özal'ın toplumu para ve kapitalizmle tanıştırma dönemi. Yani, Özal da bu zihni dönüşüm açısından Atatürk kadar devrimciydi. AKP'ye bakınca, toplumun Ankara'nın çok daha önünde olduğunu görüyoruz. Özal'da ise bu durum tam tersiydi. Türkiye'nin bir başka sorunu ise askeri yapı. Türkiye'nin bugünkü koşullarda böyle bu kadar büyük bir orduya ihtiyacı yok. Türkiye ordusuz yapamaz, mutlaka ordumuz olacak. Ama, güvenlik tanımının yeniden yapılması ve ordunun yeniden yapılandırılması şart. Mesela Genelkurmay Başkanı'nın da sadece karacılardan olması geleneği değişmeli. Havacılardan da Genelkurmay Başkanı seçilebilmeli. Bugünkü komuta kademesi Türkiye'nin mevcut koşulları ve özlemlerinden biraz kopuk olduğu için, en fazla itibar kaybına uğrayan yapıların başında TSK geliyor.

CEMAATE DEĞİL, ERDOĞAN'A
- Fethullah Gülen'in önce Deniz Baykal'ı istifaya götüren sürece müdahil olması, ardından da Wall Street Journal gazetesine verdiği mülakat son derece dikkat çekti. Bunu nasıl okumak lazım?
Gülen cemaati içinde Fethullah Hoca adına hareket ettiğini söyleyen milyonlarca kişi bulunuyor. Ama, ABD'deki Fethullah hareketiyle, Türkiye'deki hareket arasında siyasi ilişkiler ve amaçları bakımından büyük farklılıklar var. ABD'deki Fethullah Gülen, dünyayı Washington ekseninde okumaya çalışan bir hareket. O nedenle Fethullah Hoca Hamas, Hizbullah, AKP ve İran ile aynı karede görünmek istemedi. Çünkü bunun uluslararası düzlemde kendi siyasetinin meşruiyetine zarar vereceği endişesi var. Bu nedenle o açıklamaları yaptı. Zaman gazetesi sonradan çok taklalar attı biliyorsunuz 'Hoca aslında onu demedi, bunu dedi' diye... Bunlar artık iktidarla içli dışlı olmuş, cemaatten çok AKP'ye biat eder hale gelmişler. 'Cemaatin tabanında kaygı oluşmasın' diye, evirip çevirdi Zaman. Türkiye'de cemaatin içinde bulunduğu bağlam ile ABD'de cemaatin koşulları aynı değil. Ayrıca 'Her şeyi hoca yönlendiriyor' gibi basit bir düşünce içinde olmamamız lazım. Pek çok iş Hoca'ya rağmen yapılıyor. AKP-cemaat ilişkilerine baktığınız zaman, bu bir koalisyon. Fakat, cemaat mensubu birçok üniversiteli AKP sayesinde bürokrasiye girebildi ve yüksek mevkilere geldi. Bu nedenle, şimdi AKP'ye daha fazla biat eder hale geldiler. Artık onların dinleyeceği kesim Fethullah Gülen değil, Recep Tayyip Erdoğan.

- Rakibe mi dönüştü yani Erdoğan ve Gülen?
Rakibe de dönüşebilirler. Öyle bir potansiyel var. Bence Türkiye'deki dönüşümde kaybeden cemaat oldu. Eskiden tüm siyasal partilere eşit olan cemaat, şimdi taraf oldu ve bugün artık Gülen hareketi AKP ile özdeşleşti. Ama, cemaat-AKP teknesi su alınca, ilk giden cemaat olacak.

- Su almaya başladı mı peki tekne size göre?
Yok, Türkiye'de halen en güçlü siyasal yapı AKP ve cemaat orada duruyor. Aslında cemaatin işi zor. Çünkü gideceği bir kapı da yok. MHP mümkün değil, CHP çok zor. Cemaat kendini AKP'ye mecbur etti tavır ve tutumlarıyla.

GÜLEN, AMERİKA VE İSRAİL'E MESAJ VERDİ
- Fethullah Gülen, başka kanallardan da mesajlarını iletebilirdi. Neden ABD basını aracılığıyla mesaj verdi?
Çünkü Hoca, ABD ve İsrail'e mesaj göndermek istiyordu. 'Biz AKP'yi destekliyoruz ama İsrail'e karşı tutumu desteklemiyoruz' dedi. İleriye yönelik bir adım, bir öncü sarsıntı olarak da görebiliriz. Cemaat içinde AKP ile ilişkilerin çok ciddi tartışıldığından haberdarım. Cemaat de homojen bir yapı değil.

- CHP ile cemaat yakınlaşıyor mu?
Hayır, şu anda böyle bir yakınlaşma yok. Cemaatin bugünkü koşullarında buna ihtiyaç da yok.

- Geçen hafta Osman Nami Osmanoğlu'nun cenazesine Başbakan ve bakanların katılması oldukça ilgi gördü. Bunu nasıl yorumlamak gerekiyor?
AKP'nin Türkiye'nin kuruluş felsefesini, tarihini algılaması çok farklı. 'Son dönemde Osmanlı Ailesi'ne gösterilen yakınlık, cumhuriyetin tarih okumasına bir tepki. Ama fazla da büyütmemek lazım. Diğer hanedanlarla kıyaslayınca, Osmanoğulları'nın hain olmadığını görüyoruz. Bir nostalji, 'Bizim coğrafi sınırlarımız ulusal sınırların ötesindeydi' diyoruz tekrar. Biraz da Cumhuriyet'le hesaplaşmak, yani Cumhuriyet'in tarih tezine karşı bir geliş de var.

AKP travesti bir parti
AKP, travesti bir parti. Nedir travesti? Bedenle ruhunun çatışma içinde olduğu bir yapı. AKP'nin ruhu Necip Fazıl'larla, Sezai Karakoç'larla beslenen Milli Görüş, Büyük Doğu Hareketi'nden oluşuyor. Oradan gelen ve içinde mücahit olmayı da barındıran bir ruh. AKP iktidara geldikten sonra, şimdi artık onlar da lüks yaşamak ve Batı'lı olmak istiyor. Mücahitler artık müteahhit oldu. Bedenle ruh arasında ciddi bir çatışma var. Bugün AKP, kimliği olmayan ama belli bir yaşam tarzına göre kimlik üreten bir parti. Burada travesti kimliğini olumsuz anlamda kullanmıyorum, bir 'metafor' olarak kullanıyorum. AKP'yi biz en iyi şekilde 'travesti bir yapı' olarak anlayabiliriz. Gerilimler içinde olan, ruhuyla bedeninin çatıştığı, yaşam tarzından kimlik üretmek isteyen bir yapı.

TSK ülke içinde cephe açmamalı
TSK kendine göre ülke içinde cephe açmamalı. Toplumun tüm kesimlerine eşit mesafede durabilmeli. TSK toplumdaki tüm yaşam farklılıklarını kucaklayan bir vatanın savunmasından sorumlu olan kuvvetler olmalı. TSK'nın şapkasını önüne koyup misyonunu yeniden düşünüp, o misyona uygun bir yapı geliştirmesi lazım. Bunu da askerden beklememeli, siviller yapmalı. Ordunun kurucusu olan Meclis, 'nasıl bir ordu istendiği?' sorusuna yanıt vermeli. Ancak, bu yapılırken, ordunun onur ve haysiyeti yıpratılmamalı. TSK'nın yeniden yapılandırma işini polisle yaptığınız an, Türkiye'deki en büyük çatışmaya ortam hazırlarsınız ki bence bugün yapılan biraz da bu. Yani, TSK'yı şekillendirmek, yeni misyon tanımlarken, burada polisi veya yargıyı bir sopa gibi kullanmak en büyük yaraları açar.

Ergenekon için rövanş yaklaşıyor
Bence sonuçlanmış, bitmiş bir siyasi dava. Toplum bu konuda net bir şekilde ikiye bölünmüş. Bir kesim bunu muhalefeti susturma, sindirme davası olarak görüyor. Şu ana kadar da yargılanan, ceza alan kimse yok. Toplumun vicdanında bitmiş, kararı verilmiş bir dava. Toplumun diğer kesimi ise -daha çok Gülen cemaati diyebilirim- bunu, 'Ergenekoncu orduyu terbiye etme' aracı olarak görüyor. Bu davadan hiçbir şey çıkmaz. Bence bu bir yaradır. 28 Şubat süreci de çok büyük yara açtı toplumda. Kin duygularını tetikledi. Ergenekon 28 Şubat'ın rövanşı ama bunun da rövanşı geliyor. Bu rövanş ne olacak? Şu anda henüz bilmiyorum. Ama çok büyük yaralar açıldı, haksızlıklar yapıldı. Rövanşı olacaktır. Türkiye'de polisle yargının askeri terbiye etme aracı olarak kullanılması, bu iki kuruma da çok büyük zarar veriyor. Türkiye'deki kamplaşmayı da derinleştiriyor.

Cemaatçi değilim
Ben hiçbir zaman 'cemaatçi' olmadım ve kendimi 'agnostik' olarak tanımladım. Ama üniversitemde karşılaştırmalı din dersleri verip, bu konuları çalışıyorum. Fethullah Hoca ile ilk mülakatımı 94-95'te gerçekleştirdim. Hoca, son derece karizmatik bir din alimi. Onun hareketi, din ekseninde bir ahlak ve şahsiyet inşa etme arzusu ile ortaya çıkan bir hareketti. 90'lara dek 'İslami söylemle karakter mimarlığı yapma' arzusu devam etti. ABD'ye gelince daha da siyasileşti ve bugünkü iktidarın en büyük ortağı oldu. Başlangıç noktası ile 2010'daki hareket noktası arasında çok büyük fark var.

AKŞAM

Gülen, Abd Kongresinde Iftar Yemeği Verdi

Onursal başkanlığını Fethullah Gülen'in yaptığı, merkezi Washington'da bulunan din ve kültürler arası diyalog kuruluşu Rumi Forum, ABD kongresinde geniş katılımlı bir iftar yemeği verdi.

ABD kongresinin Cannon çalışma binasında düzenlenen iftar yemeğine, Türkiye'nin Washington Büyükelçisi Nabi Şensoy, İslam Konferansı Teşkilatı (İKT) Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu, Türkiye Ermenileri Patriği Mesrob Mutafyan, Amerika Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Demetrios, AK Parti Çankırı Milletvekili Suat Kınıklıoğlu, Mısır'ın Washington Büyükelçisi Nebil Fehmi, Eritre'nin Washington Büyükelçisi Ghirmai Ghebremariam katıldı.

Amerikan kongre üyelerinden de çok sayıda katılımın olduğu gözlenirken, Amerikan Temsilciler Meclisinin ilk Müslüman milletvekili Demokrat Parti Minnesota Milletvekili Keith Ellison, ABD Temsilciler Meclisinin başvaizi Daniel Coughlin de katılımcılar arasındaydı. İftara katılan diğer milletvekilleriyse Demokrat Partiden New York Milletvekili Nita Lowey, New Jersey'den Rush Holt, Minnesota'dan Betty McCollum ve Cumhuriyetçi Parti Maryland'den Wayne Gilchrest oldu. Temsilciler Meclisi'nin ilk kadın başkanı Nancy Pelosi'nin özel asistanı Mercedes Salem de iftar yemeğinde yer aldı.

Toplantıda konuşan İKT Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsano?lu, Müslüman dünyasında ılımlı, hoşgörülü, barışçı ve adil yaklaşımların önemine işaret etti.

İhsanoğlu, İslam'ın bugün Amerikan toplumunun entegre bir parçası haline geldiğini, ABD ile Müslüman ülkeler arasındaki resmi ilişkilerin iyi olduğunu kaydetti.

Ekmeleddin İhsanoğlu, ABD Başkanı George Bush'un, İKT'ye bir özel temsilci atama kararı almasını da ''heyecan verici'' olarak niteledi ve Bush'un bu tutumunu takdirle karşıladıklarını söyledi. İhsanoğlu, ''Bush'un özel temsilcisiyle el ele çalışmaya, işbirliği yapmaya hazırız'' dedi.

İslam'ın Batı kültürünün dışında bir kültür olmadığına işaret eden İhsanoğlu, İslam ve Hristiyanlığın ortak değerleri paylaştığını ve benzer geleneklerden geldiğini kaydetti. İKT Genel Sekreteri, İslam dinini şiddetle bağdaştıran ''yanıltıcı'' yaklaşımlardan sakınılmasını tavsiye ederken, her dinde aşırıların bulunabildiğine dikkati çekti.

DEMETRİOS

Amerika Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Demetrios, kısa süre önce Fener Rum Patriği Bartholomeos ile yaptığı bir konuşmaya işaret ederken, Bartholomeos'tan ''Konstantinopolis Ekümenik (Evrensel) Patriği'' olarak bahsetti.

Bartholomeos'un kendisine, ''Rumi Forum'un toplantısına katılmak için her türlü çabayı göster'' tavsiyesinde bulunduğunu belirten Demetrios, ''burada, Bartholomeos'un, Fethullah Gülen'e olan sevgi ve takdirlerini iletmek üzere bulunuyorum. Ben de ayrıca Gülen'e çok değer veriyorum. Ofisimde, Fethullah Gülen'in hediyesi bir porselen kase var'' dedi.

Demetrios, daha sonra cebinden Apple şirketinin son teknolojik ürünü olan I-Phone aletini çıkardı ve bu aletin sağladığı kolaylıkları bir süre anlattıktan sonra, ''bu aleti buraya, insanoğlunun ulaşmaya kabil olduğu en son noktayı göstermek için getirdim. şimdi şu soruyu soruyorum: İnsan ilişkilerinin I-Phone'u nerede? Dini liderler olarak, insanları daha birbiriyle bağlantılı hale getirecek yolları üretme sorumluluğunu da, dini liderler olarak bizim üstlenmemiz gerekiyor'' diye konuştu.

Toplantıda konuşan Haham Joshua Haberman da, 800 yıl önce Mevlana zamanında farklı kültürler arası ilişkilerin, bugün olduğundan çok daha iyi olduğuna işaret ederken, Mevlana'nın cenazesine, her din ve etnik gruptan katılımın gerçekleştiğini ifade etti.

Günümüzdeyse bunun değiştiğini belirten Haberman, ''niye birbirimize hainlik yapıyoruz? Portatif nükleer cihazlardan bahsediyoruz. Niye birbirimize ya kardeşimsin ya da öteki muamelesi yapıyoruz?'' diye sordu.

Kongre binasında, iftar için ayrılan özel salonda okunan ezanla başlayan program, Rumi Forum'un yanı sıra aralarında Temsilciler Meclisinin ilk Müslüman milletvekili Keith Ellison'ın da bulunduğu, ABD kongresinin 21 milletvekilinin evsahipliğinde yapıldı. İlki geçen yıl yine kongre binasında düzenlenen iftar yemeğinde, Washington metro bölgesindeki farklı dini toplumların temsilcileri yer aldı.

Dinler ve kültürler arası uzlaşma mesajlarının verildiği video gösterilerinin yanı sıra Rumi Forum'un onursal başkanı Fethullah Gülen'in görüntüleri ve şarkıcı Mahzun Kırmızıgül'ün, uzlaşma mesajı veren bir şarkı söylediği görüntüleri yayınlandı.

Program, geleneksel Sufi müzik gösterisiyle sona erdi.

(librenews)

ERGENEKON SAVCILARINA HAKSIZLIK YAPILIYOR
Barış Terkoğlu
12.08.2010

Ergenekon Savcıları iddianamede bulunan ve özel hayatı içeren belgeler nedeniyle çok eleştiriliyor. Savcıların özel hayata özen göstermedikleri eleştirisi davayı savunanlar tarafından bile artık dile getiriliyor.

Bunun savcılara yapılan bir haksızlık olduğunu başından söyleyelim. Türkiye’nin iyi eğitim veren hukuk fakültelerinde eğitim görmüş, her biri birbirinden değerli savcıların özel hayatı içeren bir konuşma ile suç teşkil eden bir belgeyi ayırt edemediğini ve herkesin özel hayatını deşifre ettiğini söylemek haksız bir eleştiri olur.

Neden mi?

Öyleyse size Ergenekon Davası’ndan bu güne kadar duymadığınız bir özel hayat hikayesini anlatalım.

EMANETTEKİ BELGELER

İkinci Ergenekon Davası iddianamesinin eklerini karıştırdığınızda, 125. klasör sayfa 97–100 arasında bulunan belgelerin yerlerinde bulunmadığını görüyorsunuz. Tutuklu sanıklardan Emcet Olcaytu’da yapılan aramalarda bulunan bu belgeler “kişisel verilerin hukuka aykırı olarak kaydedildiği” gerekçesi ile iddianame eklerinden çıkarılarak, emanete alınmış. Böylece kamuoyunda belgenin yayınlanması ile özel hayata yapılacak tecavüzlerin önüne geçilmiş.

Emanete alınan belgelerin de birer tutanağının ve altında imzaların olması gerektiğini biliyoruz. Ancak bu belgeler için tutulan tutanaklara imza atılmamış. Bu davanın hukuka getirdiği pek çok yenilik var. İmzasız tutanakların hukukta bir yenilik olduğunu kabul ederek devam edelim.

EMNİYETTE CEMAAT YAPILANMASI

Emcet Olcaytu’nun hukuka aykırı olarak kaydettiği kişisel veriler nedir, diye merak edip bu belgelerin peşine düşerseniz ilginç bir sonuçla karşılaşıyorsunuz.

Toplam üç sayfadan oluşan belgelerin ilk sayfası, İstanbul Organize Suçlarla Mücadele ve Kaçakçılık Şubesi Eski Müdürü Adil Serdar Saçan’ın hazırladığı bir rapor. Rapor, İstanbul Emniyet İstihbarat Dairesi’nde Fethullah Gülen cemaati yapılanmasını konu alıyor. Saçan’ın iddiasına göre cemaat, Emniyet İstihbarat Dairesi’nin resmi araçlarıyla bağış topluyor.

“Bu belgenin özel hayat ile ne ilgisi var” diye sorabilirsiniz. Ya da burada korunan “özel hayat” kimin özel hayatı diye merak da edebilirsiniz. Savcıların görüşüne göre bu belge, Fethullah Gülen’in özel hayatını hukuka aykırı bir şekilde kayıt altına aldığı gerekçesi ile iddianame eklerinden çıkarılarak imzasız bir tutanakla rafa kaldırılmış

Dikkat çekici bir ayrıntı daha var...

Bu belgenin hedefindeki İstanbul Emniyet İstihbarat Dairesi, yaklaşık 3 yıldır Ergenekon Operasyonu’nu yürüten şube. Yani soruşturmayı yürüten şubede Fethullah Gülen yanlısı bir örgütlenme olduğu iddiası, emniyetin en tepesindeki isimlerden biri tarafından dile getiriliyor, hatta belgeye dökülüyor. Ancak bu belge “özel hayatın gizliliği” nedeniyle kendisine ancak “emanet” bölümünde yer bulabiliyor.

CEMAATİN İMAM ÖRGÜTLENMESİ

Diğer iki sayfada ilginç bir tesadüf ile karşılaşıyoruz.

“Özel hayatı hukuka aykırı olarak kaydettiği” gerekçesi ile iddianameden çıkarılan bu belge de Fethullah Gülen ile ilgili. Gülen cemaatinin “imam örgütlenmesinin teşkilat şeması”nı içeriyor. Bunun da “özel hayat ile ne ilgisi var” diye sorabilir “kimin özel hayatı korunuyor” diye merak edebilirsiniz.

Elbette iddianameye konmayan bu belgeden anlaşıldığı kadarıyla Fethullah Gülen’in özel hayatına duyulan saygı nedeniyle cemaatin örgütlenme şeması kendisine iddianamede yer bulamamış.

SORUŞTURMA AÇILAMAZ MIYDI

Savcılar kendi görev alanlarına giren bu belgeleri ihbar kabul ederek bir soruşturma başlatabilir miydi? Böylece devlet içinde örgütlenen cemaatlerle askerler değil cumhuriyet savcıları mücadele eder diyebilirler miydi? Bu şekilde “bir süredir yaşanan soruşturmalarla belli bir kesim mi hedef alınıyor” endişesini toplumun kafasından silmiş olurlar mıydı?

Neyse bu soruların cevapları yazımızın konusu değil…

Ancak tekrar başa dönersek, Ergenekon Davası Savcıları’na yapılan “herkesin özel hayatını deşifre diyorlar, özel hayata ilişkin belgeleri okumadan iddianameye koyuyorlar” eleştirisi görüldüğü gibi savcılara yapılan büyük bir haksızlık. Bilakis yukarıdaki örnekte görüldüğü gibi herkesin “özel hayatı” deşifre edilmiyor.

Odatv.com

FETHULLAH GÜLEN GELİYOR MU?
Müyesser Yıldız
24.08.2010

Fethullah Gülen aybaşında Anayasa referandumunun desteklenmesini ve mümkünse “mezardakilere” bile “evet” dedirtilmesini istediğinde, kendisinin bugüne kadar hiç oy kullanmadığını hatırlatıp, “Sanki hayatında ilk defa ABD’de dahi olsa bir şekilde oy kullanacak” yorumunu yaptık. Bizim arkamızdan MHP Lideri Bahçeli, “Ölüleri mezardan kaldırıp, oy kullandıracağına ABD’den gelerek, 12 Eylül’de oy kullanması daha hayırlıdır diye düşünüyorum” çağrısında bulundu. Evet galiba Gülen, referandumda sadece Atatürk Havalimanı’na gelip-dönse bile oy kullanmak için Türkiye topraklarına ayak basacak.

Nereden mi çıkarıyoruz? Çünkü Gülen’den son olarak şu açıklama geldi:

“Hiç kimse anayasa değişikliği paketini ve referandumu Avrupa’ya veya Amerika’ya bağlamamalı; bunlar diyalektik sayılabilecek dedikodudan ibaret yanlış şeylerdir. Ramazan-ı Şerif’te yumuşayan kalbleri de değerlendirerek herkes referandum konusunda üzerine düşen vazifeyi yapmalıdır. Burada (Amerika’da) oy kullanamayacaklarından dolayı, Türkiye’ye gitmesi mümkün olanlar gitmeli ve oylarını kullanmalılar. Oraya gidince de, ‘Amerika’dan kalktım, bin lira verip buraya geldim; dönerken de o kadar para vereceğim. Bu kadar zahmeti sadece kendi oyum için çekmemeliyim...’ demeli; en azından on tane, yirmi tane insanı daha zimmetlemeli, onları da sandığın başına götürmeli ve onlara da bir güzel ‘evet’ dedirtmeli.”

Sözlerini satır satır irdeleyelim:

Referandumu önemsiyor mu; Önemsiyor…

Üzerine düşen vazifeyi yapıyor mu; Şu ana kadar yazılı ve sözlü olarak yaptı…

Kendisinin Amerika’da oy kullanma imkanı var mı; Herhalde yok…

Türkiye’ye gelmesi mümkün mü; Sağlık gerekçesini saymazsak, mümkün. Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek de daha dün, “Türkiye’ye gelmesine engel yok” dedi…

“Amerika’dan kalktım, bin lira verip geldim; dönerken de o kadar para vereceğim” örneğini verdiğine göre, en azından Havaalanına gelip, oy kullanılıp, dönülmesi gerektiğini savunuyor…

Gülen’in ekonomik şartları uygun. Türkiye’ye gelmesine de mani bir hal bulunmadığına göre, bu söylem ve tavsiyeleri yapan bir insanın gelip, oyunu kullanmaması düşünülebilir mi? Aksi halde “Ele verir talkımı, kendi yutar salkımı” konumuna düşmez mi? O yüzden “geliyor” diyoruz, ama tabii işin içinde başka hesaplar yoksa!..

“GELİRSE” VE “GELMEZSE”NİN ANLAMI

Yıllardır Gülen’i, Gül’ü ve Erdoğan’ı ve son dönemde de Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu çok dikkatle izleyen biri olarak, Gülen’in geliş ihtimaliyle bağlantılı şekilde neler yaşandığı konusunda yorumumu aktarmak isterim.

Şu kesin; Gülen’e yakın olan Erdoğan değil, Gül ve Davutoğlu’dur…

Bugüne kadar emperyalizmin “müesses nizam” veya “bürokratik oligarşi” dediği, TSK, yargı, bir miktar da devletin kurucusu CHP’nin etkisizleştirilmesinde birlikte hareket ettiler. Beraberinde 12 Eylül’de zaten dağıtılmış Türk siyasi sistemine son darbeleri indirip, adeta 1.5 partili (Tabii şimdilik, bakalım seçime kadar neler olacak) bir sisteme geçişin altyapısını oluşturdular…

Ancak bir zamanlar Baykal’ın söylediği gibi “cemaat sörfünün” üzerinde yapılan yolculukta, dalgaların boyu kendilerini dahi aştı…

Ayrıca Anayasa’nın öngördüğü şekilde, millet egemenliğini devletin yetkili kurumları ile paylaşmaya bile tahammül edemeyen Başbakan Erdoğan, “davul benim boynumda, tokmak başkalarında” durumuna ne kadar katlanabilir ki?..

O artık Cumhurbaşkanı olmak istiyor. “Tokmağı” elinde tutanlar ise “hayır” diyor.

Gül’ün görev süresinin 5 mi, 7 yıl mı olduğu tartışmalarının referandum üzeri başlatılması boşa değil. Dikkat edin, Erdoğan’a yakın isimler 5’te (Bülent Arınç gibi 5 yılı savunan veya birden bire Tuncay Özkan, Mustafa Balbay’a ‘himmet’ gösteren diğer isimlere bakmayın, onlarınki, Erdoğan sonrası Başbakanlık hesabından başka bir şey değil) ısrar ediyor, Gül ve yakınlarının gönlünden ise 7 yıl geçiyor. Erdoğan referandumdan “evet” çıkmasını çok istiyor, çünkü böylece hemen arkasından özellikle “Kürt sorunu”nun çözümünde atacağı adımlarla kendisine yeni bir kredi açılacağını düşünüyor. Her ihtimale karşı ve millet ne olduğunu anlamadan 2011 seçimlerini öne çekerek de (seçimlerin erken veya zamanında olup olmayacağını İran eksenindeki gelişmeler belirleyebilir) son bir hamleyle, Çankaya yokuşunu tırmanmayı planlıyor. Zira biliyor ki, 2014’e kalacak bir Cumhurbaşkanlığı seçimi içte ve dışta onun için, “Dönülmez akşamın ufkundayım, vakit çok geç” şarkısından başka bir şey olmayacaktır.

Erdoğan’ın hesabını ne bozabilir? Birincisi referandumda “hayır” çıkması, ikincisi “sağlık” sorunu, üçüncüsü de hakkında bir takım “iddialar”ın ortaya atılması!..

Şu anda iktidarın iç ve dış ortakları referandumda “evet” çıkması için omuz omuza mücadele veriyor, ama aynı zamanda büyük bir iç savaş yaşanıyor. Bu savaşın bir adı “Çankaya”, diğeri Köşk’e çıksın-çıkamasın Erdoğan sonrasının “AKP Genel Başkanı ve Başbakanlık”tır.

Sanki Türkiye’nin daha uzun süre AKP’yle yaşayacağının garantisini almış gibiler!..

Cemaatin önde gelen isimleri, yeni Başbakan için tercihini çoktan belirledi. Ankara’da aylardır Ahmet Davutoğlu ismini açıktan telaffuz ediyorlar!.. Bizlerin duyduğunu, Erdoğan duymaz mı?

İşte hem Çankaya, hem Başbakanlık denkleminde yine o “etkili” aktörün, Gülen’in adı karşımıza çıkıyor.

Gülen geçen yıldan beri Türkiye’ye dönmek istiyor. Türkiye’deki temsilcileri “daha erken” derken, hep TSK’yı, Ergenekon’u gerekçe gösteriyor. Oysa gerçek sebebin, Başbakan Erdoğan’ın “veto”su olduğunu söyleyenler var.

Ergenekon davasının en azından Öcalan “özgürleştirilene” ve “özerklik” hayata geçirilene kadar bitmeyeceği anlaşılıyor… TSK’da ise son YAŞ toplantısıyla 2017 yılına kadar düzenleme yapılmış gibi görünüyor.

O halde, gelmesinin önünde engel kalmadı demektir. Ya Erdoğan’ın “veto”su?!.. Referandumda “oy kullanma” çağrılarına, sadece “evet”i çok önemsemesi değil, bir de bu gözle bakalım… “Geliyorum” mu diyor, yoksa “Gelirim haaa” mı?

Gelirse bizzat işin başına geçeceğinden, Erdoğan’ın hesapları “yalnızlaşacak” kadar bozulmaz mı? Ya “gelecek-miş” gibi yapıyorsa; Acaba Erdoğan’ın bir şeylerden vazgeçmesini mi (anlaşma sağlanır… sağlık sorunları Türkiye’ye gelip, oy kullanmasına imkan vermeyecek kadar artabilir… veya gizlice gelip, oyunu kullanır, hemen ABD’ye döner ya da başka bir ülkeye geçer) istiyor?

Fethullah Gülen’in son açıklamasında, CHP, MHP’ye, hatta ismen Baykal ve Bahçeli’ye “sıcacık” mesajlar vermesi de anlamlı. Referandumda AKP’yi veya bu işi yapan insanları değil, yapılan işi desteklediklerini vurgularken, şöyle diyor:

“Bunu rahmetlik Bülent Ecevit yapmış olabilir, bunu Süleyman Demirel Bey yapmış olabilir, bunu İsmet Sezgin Bey yapmış olabilir, bunu Tayyip Erdoğan yapmış olabilir, bunu Turgut Özal yapmış olabilir, bunu Devlet Bey yapmış olabilir, bunu Deniz Bey de yapmış olabilir. Güzelliği milletimiz adına kim yapmış ve milletimize ileriye doğru bir adımı kim attırmışsa, biz o ayağın altına başımızı kaldırım taşı gibi koymaya âmâdeyiz…”

Herkesi kucaklayan “manevi önder” havasıyla birlikte, “Benim dediklerimi siz yapın, yola sizinle devam edeyim” der gibi değil mi? Nasılsa muhalefet cephesinden “dönüşüne” bir itiraz da yok, hatta gelmesi arzulanıyor!..

Anlaşılan Erdoğan bayağı zor durumda. “Vah vah” diye üzüldüğüm zannedilmesin. İkaz ve itirazımın sebebi, birilerinin (bazı siyasiler ve medya grupları olabilir) bilerek-bilmeyerek, sırf Erdoğan’dan kurtulma adına daha büyük projelerin önünü açacak “kurtarıcılara” sarılma eğiliminde olmasına. Açıkçası, yağmurdan kaçarken, doluya tutulmamıza yol açacaklarından korkuyorum.

Türkiye’nin yeni post-modern projelere ihtiyacı yok. O birileri zaten kendi kendini tasfiye ediyor. Millet de herhalde gereğini yapacak. Yeter ki siyasiler ve medya, sandık güvenliğini gözü gibi sahiplensin ve şu seçim sonuçlarının elektronik ortamda alınması uygulaması son erdirilsin!..

Odatv.com

30 AĞUSTOS PAZARTESI 2010
Hanefi Avcı kitabına basın ilgisi...
SELÇUK SALIH

Bu konu gerçekten dikkat çekici...

Bugün Oray Eğin de dikkat çekmiş:

Haberleri/olayları görmezden gelmek artık mümkün değil...

(Bunu denemeleri bile, haaaala Soğuk Savaş döneminde yaşadıklarına inandıkları gibi bir garip durum... Ayrıca, özellikle "Yandaş" basının, Sovyet kafasıyla hareket ettiğini gösterir. Yani ellerinde olsa, tek tip basın yaratıp tek elden "bilgi" verecekler!..
Biz buna eskiden 'Faşizm' diyorduk!..
Ama bu tiplerde, faşistlerdeki kadar bile omurga ve karakter yok!..)

Basın biraz çekinerek de olsa konuya değinmeye başladı... (Görmezden gelmek mümkün değildi zaten)

Susurluk olayında, Ergenekon olayında da başta herkes biraz tutuktu malumunuz!..

Önce durumun adını koyalım:

Dün Cüneyt Ülsever de yazdı. Hanefi Avcı'nın kitabı, Susurluk ve

Ergenekon'dan sonra, en az bu iki olay kadar önemlidir...

Yeni bir başlangıçtır...

Muhtemelen, yeni başlayan bu sürecin sonunda, Devlet içinde yuvalanan 'Hocamastik İmamlar Gizli Örgütü' yargılanacak ve cezalandırılıp, tüm dünyada illegal sayılacaktır...

(Neoliberalizmin ulus-devletlere karşı bir saldırı türü olarak, diğer ulus-devletler için de bir ders olarak inceleneceği kesindir!..)

Örgüt, bütün dünyada, şimdi PKK'nın uğradığına benzer şekilde takibata uğrayacaktır ve saklanmak zorunda kalacaktır...
(Sudan'da!.. :)

Bu konuyu yazan gazeteler tiraj aldıkça, diğerleri de daha cesurca yazacaklardır ve önümüzdeki dönemde, Taraf'ın yerini Sözcü gibi bir gazetenin alması mümkündür...

(Taraf, esasen Diyarbakır'da satılıyor ve tirajı 50 bin civarında. Sözcü'nün tirajı artmaya devam ediyor ve 200 bin civarında. Sırf amansız -ama taşdevri tipi- muhalefet yaptığı için, son birkaç ay içinde satışını yirmibin kadar artırdı. Bu haliyle Milliyet, Vatan ve Akşam'dan daha çok okunuyor.)
Gazetecilerin şunu anlamasını isterdim:
Artık Hoca'fendi, AKP ve Kürtçüler başaşağı gidiyorlar...
Yaptıkları tüm katakulliler de bumerang gibi geri dönerek, artık onların aleyhine işleyecektir...

Artık gizli-saklı işler ve katakulli değil, yalan-dolan değil, kurnazlık değil; akıl ve yüksek evrensel kalite belirleyici olacak...

İnsani yüksek değerler belirleyici olacak...

http://konstantiniye.blogspot.com/

[img]FETHULLAH GÜLEN HANGİ DARBE GİRİŞİMİNE KATILDI[/img]

Karakter boyutu :
27 Mayıs 1960 günü Fethullah Gülen Edirne’deydi. Edirne’de önce 50 liraya bir bekar evi tutan Gülen, yolda kızların kendisine sözlü tacizde bulunması üzerine camiye yerleşti. Gülen’in Edirne’de emniyet müdürü, vali, hakim ve savcılarla arası iyiydi.

O yıllarda Edirne Valisi emekli Albay Sadri Sarp’tı. Sarp, TSK içinde NATO görevi yapan önemli subaylardan biriydi. Fethullah Gülen hakkında olumlu düşünceleri vardı. Gülen müdahale olduğu sırada 22 yaşındaydı. Askerliğini yapmamıştı. 10 Kasım 1961 tarihinde Ankara Mamak’ta Muhabere Okulu’nda askerliğe başladı. Muhabere Alayı Birinci Tabur Birinci Bölük’teydi. Gülen, alayın mescidinde Cuma namazları kıldırıyor, askerlere hutbe okuyordu.

Bu bilgileri Faruk Mercan’ın Fethullah Gülen’in kendi ağzından kaleme aldığı kitaptan öğreniyoruz.

Gülen’in askerliğini yaptığı Muhabere Okulu, 22 Şubat 1962 günü Kara Harp Okulu Komutanı Albay Talat Aydemir öncülüğünde gerçekleşen darbe girişimine katıldı. Darbe girişimine 3 aylık bir asker olarak katılan Gülen, “Ölümsüzlük İksiri” kitabında şöyle anlattı:

"İhtilalleri müteakip bir dönemde, Talat Aydemir'in askeri olarak vazife yaptım.

Şiddet, hiddet, öfke hepsi vardı o dönemde. Komuta kademelerinde sürekli el değiştirmeler oluyordu.

Bazı subaylar kendilerine muhalif olanları teslim alıyor ve silahlarını bırakmayanların üzerinde tehdit mülahazasıyla uçaklar uçuruyorlardı.

(…) O sene Ankara'ya çok kar yağdı. Zaten Kasım ayında teslim olmuştum. Şubat ayında Talat Aydemir hadisesi patlak verdi. Ve Mamak 15.000 mevcuduyla bu hadiseyi destekledi.
Malum, Talat Aydemir, 27 Mayıs İhtilalini destekleyenlerden. O sırada Kara Harp Okulu Komutanı. İhtilalde Harp Okulu'nun çok büyük desteği oldu.

Talebeleri sokağa döktüler, radyoevini onlarla teslim aldılar,
Ankara'da asayişi onlarla temin ettiler. Yedeksubay Okulu da o zaman Mamak'taydı. Sokağa dökülenler arasında bunlar da vardı.

Hatta, Muhabere Astsubay Okulu talebeleri için de aynı şey söyleniyordu. Bir yönüyle ihtilali bunlar yapmıştı. Cemal Madanoğlu ve Sıdkı Ulay gibi sola meyilli insanlar da bu ihtilali desteklemişlerdi.

İhtilalden sonra Türkeş ve arkadaşlarını çeşitli yerlere ataşe olarak gönderdiler. Nasılsa Talat Aydemir kalmış.

Talat Aydemir, 27 Mayıs'ı yapanlara karşı yeni bir ihtilal yapma teşebbüsüne girdi. O zamanlar İsmet Paşa hâkim durumda. Talat Aydemir, Mussolini kafasında bir adam.

Gelseydi, aynen Mussolini gibi hareket edecekti. O ve yakından onu destekleyenler tamamen diktatör insanlardı. Dinle diyanetle alakaları yoktu. Hatta maneviyatla alay ederlerdi.

İhtilâl teşebbüsü olmadan bir ay evvelinden hazırlıklara başlandı. Bize hakiki mermi verdiler. Karda kışta, tel örgü boyu nöbet tutuyorduk. Hele son günler iyice sıkıydı.

Kar altında sekiz saat nöbet tuttuğumu biliyorum. Bir de Ramazan ayı olduğu için, oruç tutuyorum. Yemek yeme fırsatı bulamıyordum.

(…) Son gece hepimiz pür heyecandık. Radyo Evini bir onlar, bir bizim taraf teslim alıyordu. Önce ihtilâl ilan ediliyor, ardından 'asiler bastırıldı' deniyordu.

28. Tümen hükümet tarafındaymış. Tabii ki, biz bunun farkına daha sonra vardık. Üzerimize uçaklar uçmaya başladı. Niyetleri Mamak'ı ortadan kaldırmakmış. Bizim taraf teslim oldu.

Sabah umumî bir içtima yapıldı. İçtimada silahlar da yanımızdaydı. Ceza olarak silahlarımızın mekanizmalarını aldılar. Elimizde sadece boru gibi bir demir parçası kalmıştı.

İki ay kadar da dışarıya çıkmama cezası verdiler. İki ay, muhabere ve temel eğitim kursları gördük."

Odatv.com

Serdar Akinan
Hakan Yavuz'un gözünden bir Türkiye fotoğrafı

Geçtiğimiz günlerde Prof. Hakan Yavuz'la bir söyleşi yaptım...
Hakan Yavuz, birçok açıdan önemli bir sosyolog. Daha önce yaptığım söyleşilerdeki tespitleri oldukça ses getirdi.
Hanefi Avcı'nın kitabından sonra ve referandum öncesi yapılması itibarıyla ayrıca önemli... Prof. Yavuz'un önemli gördüğüm belli tespitlerini kısaca köşeme taşımaya
çalışacağım...
- Türkiye'de bir toplumun oluşması için gerekli olan asgari müşterekler erimiş. Daha ciddi anlamda benim görebildiğim kadarıyla Türkiye'de kimlik ve kişilik krizi çok ciddi bir şekilde derinleşmiş toplumun ortak bir zemini kalmamış...
- Türkiye'de postmodern feodal bir yapı var.
- AK PARTİ, siyaseti belediyecilik olarak algılayan yapıda. Özellikle tek bir kişiye, Başbakan'a dayanan bir yapıyla ideoloji ve bir kimlik üretmek mümkün değil.
- Cemaat bir anlamda Tanrı'nın mezar kazıcılığı rolüne büründü. Said-i Nursi'den gelen bir karakter inşa etme yerine Türkiye'yi ve kurumları nasıl kontrol edebiliriz düşüncesine girdiği için cemaat şu an korkulan bir şey haline geldi ve kaybetti.
- Bugün Türkiye'de bir koalisyon hükümeti var. Biri AKP diğeri cemaat.
- AK Parti'nin bürokrasisi ve eğitilmiş insan gücü olmadığı için cemaate dayandı. Cemaatin bürokratları hükümetin gücünden yararlanıp üst noktalara geldiği zaman biat noktaları Fethullah Hoca'dan Tayyip Erdoğan'a yöneldi. Burada kazanan Başbakan'ın kendisi oldu.
- Cemaat ve AKP arasında birinci fay hattı İran konusu, ikinci fay hattı Kürt sorunu, üçüncüsü de asker konusudur.
- BDP ve PKK çok keskin şekilde taleplerini sununca AKP, geri adım attı ve Kürt açılımı adeta bir kadavraya dönüştü. Cemaat orada yardımlarla ve eğitimle ilgilenerek bu konuda AK Parti'den daha başarılı oldu.
- Referandumun siyasi ve sosyolojik hatları Kılıçdaroğlu'nun liderliğini sınayacak. İkinci konu BDP'nin bölgeye ne kadar hakim olduğunu ortaya çıkaracak.
- Hanefi Avcı'nın sağ kökenli, muhafazakar ve Türkiye'de polis istihbaratının oluşmasının mimarlarından biri... Böyle bir kitap yazıyorsa bu cemaati deşifre ediyor ve cemaat için sonun başlangıcı haline geliyor. Birçok kişi için bir silkinme ve soğuk duş etkisi yarattı. Türkiye'de okundukça daha büyük tartışmalara sebep olacak. Cemaat deşifre oldu.
Prof. Hakan Yavuz'la yaptığım söyleşinin ana hatları kabaca böyle... Bu söyleşinin tamamını www.mizikacilar.com adresinden izleyebilirsiniz.
http://www.aksam.com.tr/2010/09/06/yazar/18675/serdar_akinan/hakan_yavuz_un_gozunden_bir_turkiye_fotografi.html

MUTSUZUM
Çağrı Öndeş
03 Eylül 2010

Mutsuzum, kör bir karanlığın içine bırakılmış kalplerimiz. Bu kör karanlığın içinde umutsuzca çırpınırken gerçeklere ulaşmak için, hayasızca karartıyorlar ekranları. Devlet içindeki çeteleri,devlet içinde başka odaklara " hizmet eden" çetelerin servis ettiği ses ve görüntü kayıtlarıyla ETÖ diye üstüne bastıra bastıra haber yapanların, aralarında kendi yandaşlarının da içinde olduğu KPSS ÖRGÜTÜ ile ilgili haber yapmamaları nasıl bir imansızlık örneğidir? Her kurumda çürük elmalar olur tezinden hareketle kendilerini savunurken,Genelkurmayı hedef tahtasına oturtup Türk ordusunu erinden orgeneraline kadar aşağılamak ne kadar da kolaydı oysa.

Mutsuzum, kardeş bilip kucak açtıklarınızın size sarılırken elindeki hançeri sırtınıza saplayıp, yüzündeki o " nurani" gülümsemeyle herşey demokrasi için demesi karşısında nutkunuzun tutulmasından başka hiç birşey yapamazken.

Mutsuzum.

Annemi kaybetmiş gibi, abim,kardeşim beni yarı yolda bırakmış gibi, baba ocağından ayrılmış gibi mutsuzum.

Başkalarının mutluluğu pahasına mutsuz edilen yüzbinlerin haklarını çiğnerken, " imkan olsa mezardakileri bile kaldırarak referandumda 'Evet' oyu kullandırmak" gerektiğini beyan etmek,bunun için insanlara telkinde bulunmak, baskı yapmak, hatta evet vermezseniz böyle şöyle olur diye korku imparatorluğu kurmanın ve tüm bunları " demokrasi adına" yapmanın utancını taşımakla, 12 Eylül Diyarbakır cezaevinde yapılanların utancını taşımak arasında fazla bir fark olmasa gerek?

Artık demokrasi yok, referandum yok,üstünlerin hukuku; hukukun üstünlüğü yok, bitaraf olmak yok,bertaraf olmak yok.

Sadece vicdanım var ve o vicdan hayır diyor,bu kadar ırzına geçilmişken bütün firavunları putlarını yıkmak için hayır...

" Firavun İmanı" na hayır.

" Firavun Demokrasisi" ne hayır.

Mutsuzum.

İhanete uğramış gibi,çok özlemene ve sevmene rağmen bir daha kavuşamayacak gibi mutsuzum.

Sırtımızda bu ihanet, içimizde gerçekten hukukun,demokrasinin,eşitliğin, kardeşliğin özlemiyle aynen onların yaptığı gibi suçlayarak ilk ve son kez soruyorum:

Mutsuzluğunuz pahasına oturduğunuz,imanınızın bile 3 kuruşa satılığa çıkarıldığı o sözde demokrasinin nikah masasından " Evet" diyerek kalkacak kadar vicdansız mısınız?

http://www.mizikacilar.com/Makalem.aspx?ID=40

BAŞ İMAMLARI FETHULLAH GÜLEN ATIYOR
Müyesser Yıldız
04.09.2010

“Haliç’te Yaşayan Simonlar”ı yazan Hanefi Avcı, cemaatin Emniyet’ten sorumlu “imamı”nın “Kozanlı Ömer” diye bilinen Osman Hilmi Özdil olduğunu açıklamıştı.

Avcı, kitabındaki iddialar hakkında inceleme başlatan Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekili Hamza Keleş’e, cemaatin TSK, MİT ve Yargıya atadığı “imamların” gerçek isimlerini de verdi. Avcı, “Haliç’te Yaşayan Simonlar”da Emniyet ve MİT “imamları”ndan kod isimleriyle bahsederken, TSK’da da “imam” bulunduğuna dikkat çekmekle yetinmişti.

Alınan bilgiye göre Hanefi Avcı, Savcı Keleş’e, tüm resmi kurumlarda “imam” bulunduğunu, ancak cemaatin en büyük ağırlığı TSK, Emniyet, MİT ve yargıya verdiğinden, en profesyonelleri buralarda görevlendirdiğini anlattı.

İfadesinde, sadece Emniyet ve MİT’in değil, TSK’daki “imamların” en tepesindeki ismi de gerçek kimliğiyle Savcı Keleş’e açıklayan Avcı’nın, bu kurumlardaki örgütlenme yapısını detaylı bir şekilde izah ettiği öğrenildi.

Odatv, Avcı’nın, “imam örgütlenme yapısı” hakkında anlattıklarından şu detaylara ulaştı:

-İmamların tamamı profesyonel yönetici ve mahalle sorumluluğundan başlayarak, bu noktaya getiriliyor…

-Emniyet’te polisler, emniyet amiri ve müdürlerden sorumlu imamlar, bunların üstünde “istişare kuru”, en tepede de “Kozanlı Ömer” var…

-TSK’da da birden fazla imam var. Emniyet’teki gibi, erlerden, subaylardan ayrı kişiler sorumlu. Bunların üstünde de bir “imam” görevli…

-Yargı’da kullandıkları imamları ise genelde avukatlardan seçiyorlar…

-Baş imamlar doğrudan Fethullah Gülen tarafından atanıyor ve doğrudan ona bağlı çalışıyorlar. Bunun için de yılda birkaç kez, belli periyotlarla onun yanına gidiyorlar…

-Kurumlarda İmam uygulaması eskiden beri var. Ancak 2003’e kadar pasif konumda kalıp, sadece hedef kurum ve kişilerle ilgili bilgi topladılar. 2003’ten sonra harekete geçip, açıktan çalışmaya başladılar. Şimdi ise tamamen operasyon aşamasındalar…

O MEKTUP DA ARTIK DEVLET ARŞİVİNDE

Hanefi Avcı’nın, Savcı Hamza Keleş’e verdiği ifadenin içeriğine ilişkin olarak önemli bir bilgiye daha ulaştık…

Avcı kitabında, bir belge, daha doğrusu Emniyetteki cemaat mensubu polislerin, Fethullah Gülen’e gönderdiği, “imam”dan şikayetlerini içeren bir mektuptan söz ediyordu.

O mektupta dikkat çeken noktalardan biri, Emniyet ve MİT imamlarının ABD’ye gidiş ve gelişlerinde FBI tarafından arandığı, üstlerindeki bilgi ve belgelere el konulup, bunların bir tutanakla Emniyet Genel Müdürlüğü’ne gönderildiği iddiasıydı.

FBI’nın gönderdiği o raporun, Emniyet Genel Müdürlüğü arşivinde de bulunduğu ortaya çıkmış, ancak polislerin Fethullah Gülen’e yazdığı mektubun devletin kayıtlarında olup, olmadığı anlaşılamamıştı.

29 Ağustos Pazar günü itibariyle, o mektup de resmen devlet arşivlerine girmiş oldu. Çünkü 5 saat süren ifadesi sırasında Hanefi Avcı, Savcı Keleş’e bu mektubun bir nüshasını teslim etti.

Peki, Avcı o mektubu nasıl ele geçirdi? Cemaatçi olmakla birlikte, gidişattan rahatsızlık duymaya başlayan, “Hanefi Abi”ye de sonuna kadar güvenen polisler tarafından ulaştırılmış!..

Odatv.com

BU EYLEM CEMAAT PROJESİNİN SONUDUR
Ayşe Altay

[img]http://www.odatv.com/images/2010_09/2010_09_16/bu-eylem-cemaat-projesinin-sonudur-1609101200_l.jpg [/img]
16.09.2010

Ülke gündemi referandum süreci ile meşgul olsa da bu süreçte 11 Eylül saldırıları yüzünden Kur’an-ı Kerim yakılması olayını unutmayalım.

Dinler arası diyalog çabasında olan Gülen cemaatinin bu yarışı 11 Eylül 2010 tarihinde bir kez daha boşa çıkmış oldu. Bir anlamda Gülen cemaatinin ‘Dinlerarası diyalog’ a olan inanışı bir kez daha çöktü. Peki, neden bu diyalog çağrısına sadece Gülen cemaati inandı?

SATIR ARALARINDA CEMAAT

Fethullah Gülen adına faaliyette bulunan yayınları incelediğimizde sorumuza cevap bulabiliriz.

Fethullah Gülen'in Fasıldan Fasıla kitabından alınmış olan aşağıdaki paragraf, bir Katolik din adamı tarafından fotokopi ile çoğaltılarak, Müslüman dostlarına -tıpkı kendi cemaatinden kimselere dinî resimler dağıtır gibi- dağıtıldı. Bu paragraf, dinler arası diyalog konusunda en aktif rol oynayan cemaatin kalkış noktasını özetliyor. Peki, Fethullah Gülen diyalog çağrısında bulunurken aslında neyi göz ardı etmiş size kendi kaleminden örnek vererek açıklayayım. Gülen kitabında diyor ki;

"... Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslah etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü, yani 'Muhammed Allah'ın rasûlüdür' kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır. Zira hadislere göre, kıyamet günü Allah'ın sonsuz rahmeti öyle bir tecelli edecek ki şeytan bile umuda kapılacak ve bu rahmetten istifade edip edemeyeceğini merak edecek. Böylesine âlicenap bir merhamet karşısında, bizim cimrilik etmemiz ve bu cimriliği temsil etmemiz tasavvur edilemez. Hem sonra bunun bizimle alâkası ne? Hükümranlık O'nun, hazine O'nun, hepsi O'nun kulları... Öyleyse herkes haddi aşmaktan sakınmalıdır."

“ Muhammed Allah’ın rasulüdür” sözünü söylemeye gerek yoksa Allah (c.c.) neden bu sözü söylememizi istedi? Allah’ın varlığına ve tek olduğuna inan diyalogcular Allah’ın Resulüne neden inanmıyor? Neden bu kelimeyi kullandığımızı Gülen cemaatine ben açıklayayım.

La ilahe illallah, Muhammedür Rasulüllah: "Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed (s.a.) onun elçisidir." deriz. Allah Tealanın bizi yaratan olduğuna ve bizi en iyi tanıyanın da O olduğuna şahitlik ederiz. En son peygamber Allah'ın Resulü Hz. Muhammed'dir. Son olarak peygamberimizin Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik ediyoruz ve böylece Allah'ın peygamberimiz aracılığıylabize göndermiş olduğu Kur'an-ı Kerim'i de kabul etmiş oluyoruz.

Bu açıklama ile bizi yaratan Allah - ü Teâlâ Hz. Muhammed (s.a.)’ın onun elçisi olduğuna şahitlik etmemizi istiyorsa Gülen cemaatinin savunduğu dinler arası diyalog projesi çökmüş oluyor.

NECİP FAZIL’IN DİYALOGCULARA CEVABI…

Necip Fazıl vapurla Karaköy’e geçerken, yanına biri yaklaşıp; “Üstad, Peygambere ne gerek duyuldu, biz kendimiz yolumuzu bulabilirdik.” Diye sormuş. Necip Fazıl okuduğu kitaptan başını kaldırmadan “ Ne diye vapura bindin ki, yüzerek geçsene karşıya” cevabını vermiş. Necip Fazıl’ın yaşadığı bu olayın sadece “La ilahe illallah” sözcüğünü söylemeyi kendince yeterli bulan diyalogculara ders olmasını dilerim.

HIRİSTİYANLARDAN DİYALOGCULARA KARŞI EYLEM

Gülen cemaati dinler arası diyaloğa inana dursun bir grup Hıristiyan bu diyalogculara ders niteliğinde bir eylem yaptı. 11 Eylül saldırılarından Müslümanları sorumlu tutan Hıristiyanların Müslümanlardan bir öç almayı istemelerinden dolayı bu eylem kutsal kitabı yakma eylemi gerçekleşti. Bu yaşanan olay Gülen cemaatinin “Dinler Arası Diyalog” projesinin boşuna olduğunu gösteriyor.


Ayşe Altay
kur'an-ı kerimin yakılması 12.eylül.2010 da oldu. hatta bir amerikalı kur'an sayfalarını yırtıp sigara yaptı ve içti. basında fazla yer almadı bu olanlar
2010-09-17 01:32:33
lionwoman
anlatılan necip fazıla göre.. islam deniz peygamber gemi.. bana uyar...
2010-09-17 01:23:53
Misafir - Kenan Kalecikli
F Tipi örgütlenmenin tek amacı İslâm dinini yozlaştırmaktır. ''İbrahimi dinler'' diye bir şey uydurdular; ancak aptallar inanırdı buna, inandılar. Karanıkerim'e İncil'den dipnotlar eklemeye bile utanmadılar. Kelime-i Tevhid'den Hz. Mumammed'in adını çıkardılar; bu nasıl hipnoz ki yine de uyanmadı müritler. Ey akıl!
2010-09-17 01:07:03

Misafir - halil gürsoy
dinler arası diyalog!?. gelin bir konuda anlaşalım ve daha anlaşılır kılalım şu, asrın yalanı dinler arası diyalog işini... en azından adını doğru koyarak başlayalım işe... örneğin; "dinler arası maskaralık ve sahtekarlık yutturmacası" gibi... vs. halil gürsoy.
2010-09-17 00:15:30
Odatv.com

Hoca'fendi'den saat de hediyesi!..
SALIH SELÇUK
30.9.10

Bugün, uzun zaman aradan sonra, bir haberi okuyunca sahiden midem bulandı...

Serdar Turgut, Cüneyt Özdemir...

Hoca'fendi'den saat alınca sırıtmışlar mıdır?!..

"Ah tşkkür ederim efeem!.. Çok naziksiniz" falan diye cıvımışlar mıdır acaba!..
(Serdar Turgut, bu konuda bir penis yazısı yazsa da öğrensek!..)

Artık Arap şeyhleri bile böyle hediyeler vermiyorlar...

Adı gazeteci olan hiçkimse de haberini yaptığı kişiden hediye almıyor...
(Dünyanın ortalama bir ülkesinde bile, olabilemez...)

Hediye alanların arasında bir de Boratav var!.. Çok yazık!.. Bu aileden böyle birinin çıktığına üzüldüm.

Bugün Serdar Turgut, "Hocayla iki saat sohbet etik" diyor, ama "mülakat olsa"ymış Hanefi Avcı'yı falan da sorarmış hazretlerine, soramamış...

Demek ki sorabilmek için masada şöyle bir pirinç levha olması gerekiyor:

"Bu bir mülakattır."

Faşistlerle sohbetler hep böyledir...

Yanında iki saat oturursun ama mesela Yahudilerin gaz odalarına götürülüp götürülmediğini soramazsın... Anlattığı fıkralara bol bol gülersin, havadan sudan İzmir'den konuşursun, eline de bi şey verip gönderirler böyle!..

Hoca'fendi, bi bilseymiş müritlerinin neler yaptığını, mutlaka karşı çıkarmış, istemezmiş...

O zaten günlerini duayla falan geçiriyormuş...
(Bak buna sahiden ihtiyacı var!..)

Hadi ordan!..

Hoca yalakalığının, ilkesizliğin, bu kadarı...
iğrenç!..

http://konstantiniye.blogspot.com/2010/09/irlanda-ve-romanya-devletleri-iflasn.html

Hanefi Avcı’ya yapılan
İbrahim KİRAS
ibrahimkiras@stargazete.com
30 Eylül 2010

Fethullah Gülen Hareketi’ne nedense kuşkuyla bakan bir arkadaşım var. Hanefi Avcı’nın kitabının yayınlandığı sıralarda bir yerde karşılaştık. Kitabı sordum. Şakayla karışık bir cevap verdi: “Cemaat propagandası.”

Gülerek “nasıl yani?” diye sordum. “Avcı’nın kitabı” dedi, “Cemaati her yerde hazır ve nazır, her şeye gücü yeten bir teşkilat gibi gösterip cemaat karşıtlarının gözünü korkutmayı amaçlıyor sanki.”

O gün Hanefi Avcı’nın kitabına “Cemaat propagandası” diyen arkadaşım acaba şimdi milliyetçi-muhafazakâr kimliği ve siyasi görüşleri herkesin malumu olan bu polis müdürünün “Devrimci Karargâh” örgütü soruşturması kapsamında tutuklanmasına ne derdi?

Son günlerde karşılaşmadık; cevabını bilemiyorum. Ama herhalde bu olayı da kendi mantığıyla değerlendirip, “Kamuoyuna ‘Kitapta yazılanlar doğruymuş’ dedirtmek için yapılan bir operasyon bu” derdi.

***

Şaka bir tarafa, bugün Hanefi Avcı hakkındaki kamuoyu kanaati “Emniyet teşkilatındaki cemaat örgütlenmesi aleyhinde kitap yazdığı için bir intikam operasyonuna maruz kalan polis müdürü” şeklindedir.

Bu algı hem emniyet, hem yargı hem de cemaat adına kaygı uyandırmalıdır.

Çünkü

1. Avcı’ya yönelik operasyonun yazdığı kitapla ilgisinin olmadığına hiç kimseyi inandıramazsınız.

2. Mamafih, bu konuda zaten fazlaca bir ikna çabasına da lüzum görülmemesi çok daha rahatsız edici.

3. Hükümet sözcüleri “Bu iş yargının tasarrufu, bizim yapacağımız bir şey yok” diyorlarsa da siyasi iktidarın bu gelişmelerden zarar göreceği ortada. Dolayısıyla Ankara’da konuya ilişkin bir rahatsızlığın olması anlaşılabilir bir durumdur.

4. Ergenekon soruşturmalarına ilişkin kamuoyu desteğinin de bu gelişmelerden etkileneceğini düşünmek gerekir.

5. Bu tür tavırlar Fethullah Gülen Hareketi aleyhinde öteden beri dile getirilen iddiaların doğrulanması olarak anlaşılacaktır. Benim çevremde böyle düşünen insanlar var. Yani söylediklerim ampirik gözlemlere dayanıyor! Son iki gündür Cemaate bakışlarında hiçbir negatiflik olmayan insanların bile “bunlar da devlet içinde devlet oldular” yollu sızlanmalarını işitiyorum. İşin acı tarafı bu algıyı doğuran Hanefi Avcı’nın kitabı değil, kitaba gösterilen ölçüsüz tepki oldu.

6. Hanefi Avcı’nın yazdıklarının bütünüyle gerçekdışı olduğunu düşünmemekle beraber kitaba hem içeriği hem de zamanlaması ve takdim tarzı bakımından benim de birtakım itirazlarım oldu. Ancak Gülen cemaati çevresinin aşırı infialini başından beri anlayamadım.

7. Böylesine bir infial yerine soğukkanlı bir değerlendirmeyle “biz nerede hata yaptık” diye bir sorgulama ve özeleştiri başlatılabilirdi. Avcı’nın kitabını kendileri için bir “algı onarımı”
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cmt Ekm 02, 2010 8:59 pm tarihinde değiştirildi, toplam 12 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Ağu 02, 2010 9:22 pm    Mesaj konusu: BAHÇELİ'DEN FETHULLAH GÜLEN'E CEVAP Alıntıyla Cevap Gönder

YAŞ’TAKİ TSK-AKP (AB-D) BİLEK GÜREŞİNİ HANGİ TARAF KAZANDI
Murad Salih

AKP (AB-D) Medyası "TSK’yı dize getirdik! Artık ordu sivillerin emrinde! Erdoğan ne dediyse o oldu! Bugün 23 Nisan neşe doluyor insan” çığlıkları/manşetleri ata dursun...

Biz yine de bir acaba diyelim...

Acaba?

AKP (AB-D) medyası TSK’ya karşı zafer çığlıkları/manşetleri atarken doğruyu mu söylüyor?

Yoksa bir yalanı cilalayıp parıldatarak gözlerimizi kamaştırarak bir mağlubiyeti mi gizlemeye çalışıyor?

Bir yalanın mütemadiyen tekrarlanarak doğru olarak yutturulabileceği artık laboratuar haline getirilmiş toplumlarda uygulama sonuçlarına bakılarak kesin bir bilgi haline gelmiş bulunuyor.

Propaganda/beyin yıkama teknikleri/zihin kontrol işlemleri bu temelde yükseliyor...

Sayın Hacı Duran bunu şöyle açıklıyor:

[Mevlana; “Eğer her görünen şey, göründüğü gibi olmuş olsaydı, o kadar keskin ve aydın görüşlü Peygamber (a.s) :Allah’ım bana eşyanın gerçeğini olduğu gibi göster, diye feryat etmezdi, dua etmezdi.” Der.[1] Mevlana’nın bunu söylediği şartlarda, sanal olarak gerçeği olmayan bilgilerin üretilip dolaşıma sokulduğu bir durum mevcut değildi. İnsanlar tabii bir ortamın inşa ettiği iletişim kanalları ile bilgileniyorlardı. Hakikat arayışına katılıyorlardı. Ancak buna rağmen yine de insanın gerçeği görmesi sorun olmuştur. Bundan dolayı Resul-u Ekrem (a.s) “Allah’ım bana hakikati olduğu gibi göster”, diye dua etmiştir.

Yukarıda anlatılanlar kadim geleneğin mevcut olduğu şartlarla ilgilidir. Günümüzde kadim gelenek maalesef sadece metne dayalı bir değer taşımaktadır. Mevcut toplumsal ilişkiler, kanaatler, iletişim kanalları ve söylemlerin bu kutsal ve kadim gelenekle bir alakası nerdeyse kalmamıştır. Yani günümüzde insanların bizzat eşyaya ve tabiata bakarak hakikati görme şartları ortadan kalkmıştır. İnsanların bir çoğu tamamen yapay bir evrenle, bilgi alanı ile, kültürle karşı karşıyadır. Bu yapay evren ve kültür ise uzmanlar, örgütlü güçler ve muktedirler tarafından –kendilerince?- mantıksal olarak düzenlenmiş bir evrendir. Yani görme ve bilme alanı özgürce her kesin kendi seçimine bırakılmış değildir.(..) Bilgi kaynağı olarak yapay bir evrenle muhatap olma durumu, aynı zamanda zaten yapay olan bilgilerimizin ve kanaatlerimizin yine yapay bir malzemeden bize yansıdığına delalet eder. Yapayın yapayı olan bir bilgi yığını yükü altındayız. J. Baudrillard, “Bir köken ya da gerçeklikten yoksun gerçeğin modeller aracılığı ile türetilmesine hipergerçek yani simulasyon” demektedir. Simulakr, orijinali, gerçeği, ilk örneği olmayan kendisi zaten kopya olan bir şeyin kopyası anlamına gelmektedir. Simulasyon ise, bu kopyanın dolaşımda tutularak yeniden üretilmesi demektir. Baudrillard özetle, günümüz insanının davranışlarını, tutumlarını ve tepkilerini yönlendiren, etkileyen ve biçimlendiren şeyin, insanın kendi görmesi ve anlaması olmadığını, yapay olarak profesyonelce inşa edilen, gerçekle alakası olmayan bir simulasyon evreni olduğunu iddia etmektedir. (..)Sanırım bizler medyatik iktidar ve uzantılarının inşa ettiği, “uydurulan yalanların” gösterimine kendini kaptırmış Romalı kölelerin durumuna düşmekteyiz. Uydurulan yalan üstüne kurgulanan bu medyatik iktidar ortamında kendimizi nasıl bileceğiz? ] (*)

Bize gerçekmiş gibi kabul ettirilmeye çalışılan bu yalan dolan çarkından paçamızı nasıl kurtaracağız?

Burada can simidi “acaba” sorusudur...

Her gün gözümüze kulağımıza beş duyumuza işgal medyası aracılığıyla akıtılan bunca haber ve yorum doğru mudur?

Düşman medyası hergün milyonlarca dolar/avro harcayarak ve kapitalizmin temel amacı “kâr”ı da bir kenera bırakarak... Adeta“sevabına/fisebillah” çalışarak bize bunca bilgiyi kendini helâk edercesine niçin aktarmaktadır?

Acaba?

Bu işin içinde bir hinlik/cinlik/puştluk mu vardır?

Devir fitne devri...

“Acaba”, bu yüzden anahtar soru...

Bu “acaba”, Özellikle zihinleri tamamen konrol altına alınmış şakirtler için kurtuluş iksiri giibi...

Meselâ...

Hocaefendi “Şayet mezardakileri kaldırmak mümkün olsaydı onların da evet demesini isrterdim” diyor ya referandum için...

Bu kadar mühimse bu referandumda evet demek...

Kendisi niçin kalkıp gelmiyor?

Uçak parası mı yok?

Bir Cuma çıkışında herhangi bir camiye yayayalım bir mendil anında toplarız parayı..

Ama gelmiyor?

Ey şakirtler...

Acaba bu işin içinde başka bir iş mi var?

***

Meselâların devamını irfanınıza havale ederek konuya dönelim...

“AKP TSK^ya haddini bildirdi! Aman Allah’ım yoksa bizde artık normal bir Batı demokrasisine mi kavuşıtuk (bir Batı demokrasimiz eksikti o da oldu mu tamam artık sıratı uçarak geçeriz!)? Falan filan...

- Hayırdır ne yaptı Tayyip Bey?

- Balyozcuları terfi ettirmedi?

- Ettirmedi de ne oldular...

- Terfi edemediler işte...

- Ama halâ görevdeler değilmi?

- !?

- Başka?

- Hasan Iğzız paşayı KKK yapmadı...

- Peki ne yaptı?

- !?

- Başka?

- Saldıray Berk paşayı kızağa aldı?

- Nerede kızağa aldı?

- EDOK’ta...

- Sen EDOK’un ne olduğunu, gücünü, etkilerinii, yetkilerini biliyor musun?

- !?

- Bak sana kısaca anlatayım: Berk'in başına getirildiği EDOK bir anlamda ikinci bir kara kuvvetleri gibi. Türkiye’deki tüm zırhlı birlikler, kara havacılık komutanlığı, komando birlikleri, askeri okullar gibi tüm unsurlar EDOK Komutanı’na bağlıdır. Darbelerin vazgeçilmezi nedir zırhlı birlikler... Adam 3. ordu komutanıydı... Kendini ifadeye çağıran savcılara karşı tank top yürütüp adliyenin üstünden uçak uçuruyordu... Şimdi onun emrine Türkiyedeki bütün zırhlı birlikleri, KKK komutanlığına bağlı bütün uçar birlikleri ve bütün komando birliklerini vermişşin. Üstüne üstlük bütün askerî okulların başına getirmişsin bu mu kızak? Buma kızak demezler “Kör istermiş bir göz Allah vermiş iki göz” derler...

- !?

- Ha. Lâf Tanka topa gelince söyle bakalım; 1. Ordu komutanlığına kimi getirdi Tayyip abin?

- Orgeneral Erdal Ceylanoğlu’nu...

- Peki Kim bu Ceylanaoğlu Paşa?

- !?

- Orgeneral Erdal Ceylanoğlu, 28 Şubat darbesinde Sincan'da tankların namlusunu halka çevirerek yürütüten komutan...

- Yapma ya...

- Benim bişey yaptığım yok... Ne yapıyorsa Tayyip abin yapıyor...

- Hem dikkat etttin mi?

- Neye?

- Tayyip abin bugünlerde acayip darbe karşıtı değil mi?

- Evet...

- Peki Canlı cenaze haline gelmiş 12 Eylülcüleri yargılıcam filan diye atıp tutuyor...

- Atıp tutsun tabi abi helâl olsun bu yollar Tayyip abime...

- Helâl olsun da benim aziz sıddıyk kardeşim... Sen Tayyip abine şunu bir sor bakalım ne diyecek: ”12 Eylülcüleri yargılayacağım diye Anayasalar değiştiriyorsun da,( ki önünde müruruzman engeli var yargılayamazsın. Madem yargılamaya hevesin vardı onların suçları müruruzamana uğramadan önce bu anayasa değişikliğini niçin yapmadın?) Yargılanmaları için önünde hiçbir anayasal ve yasal engel bulunmayan 28 Şubatçıları niye tutup kulaklarından mahkeme önüne çıkar mıyorsun? Üstelik Aynı Siyonist örgütten üstün hizmet madalyası aldığınız darbe lideri Çevik Bir’i kendine danışman yapıyorsun... Aynı Kadronun elemanı olan bir paşayı da taltif eder gibi 1. Ordu’nun başına getiriyorsun?”

- Ben bunu soramam abi, bu soru suizan kokuyor günaha girerim sonra...

- Peki sen bigünah kal biz cehenneme gidelim... O zaman ben sana bir soru sorayım..

- Sor abi...

- Tayyip abin kimi KKK yaptı?

- Atilla Işık paşayı yapacaktı ama...

- Yapamadı... Niçin? Çünkü Atilla Işık Paşa makam için arkadaşını satmayacak kadar onurlu çıktı.. Kısacası Tayyip abin KKK yapmak istediğini de henüz yapamadı..Çünkü TSK komuta kademesi bilerek veya bilmeyerek, hükûmetin şahsında, asıl düşman AB-D’ye karşı direniyor... Peki sen neyin bayramını kutluyorsun be birader?

İşte böyle..

Daha ortada fol yok yumurta yok... Bu bilek güreşi henüz sonuçlanmış değil... Ama şakirdler sevinç içinde göbek atıyor......

***

Bu yıl Ağustos ayı hem uzun hem de çok sıcak geçeçeğe benziyor...

Rahmet Ayı Ramazan da geldi mi üstüne...

Oh!

Entresan bir ağustos ayı yaşıyacağız gibi

Ramazanın 15’ini görmeye ömrümüz yeterse?

Bakalım?...

Bu ay her şey olabilir?

Tarih de dönebilir, talih de...

Kimse peşin peşin sevinmesin...

Kimse ye’se kapılıp ipin ucunu bırakmasın...

Zafer savaşta sabredenlerin olmuştur hep...

Yine öyle olacaktır...

“Kırılır da bir gün bütün dişliler/döner şanlı çatkımız bizim” diyordu ya merhum Üstad...

Hem Türkiye’de hem de dünya’da bütün dişliler kırılmak üzere...

Kimbilir, bakarsınız bu ayda olur o da...

Ağustos ayı zaferler ayı...

Bir de üstüne Ramazan gelmiş ki, 11 ayın bir sultanı... Mü’minlere müjde/zafer ve rahmet/bereket... Münkirlere acı, keder, belâ ve mahrumiyet/mağlubiyet...

Boş verin şeytan aldatmacası demokrasi, referandum, tayin, terfi gibi küçük işleri..

Büyük düşünün...

Bütün dişlilerin kırılacağı yerde “şanlı şanlı” dönecek olan “çark” hazır mı asıl ona bakın....

***

Son bir not...

Bütün Türkiye hipnotize olmuş gibi referandum, tayin, terfi işlerine kilitlenmişken...

Bunların tozu dumanı arasında bakın AKP sessizce ne yaptı?

[25 GDO'lu daha soframıza girecek
31 Temmuz 2010

Daha önce sadece GDO’lu mısır ve soyaya izin veren Bilimsel Komite, aldığı son kararla GDO’lu şekerpancarı, maya, patates, pamuk, bakteri biyokütlesi ve kolzanın da Türkiye'ye ithalatının yapılmasına izin çıkardı.

Böylece bugüne kadar Türkiye’ye genetiği değiştirilmiş 9 çeşit mısır, 3 çeşit soya, 3 çeşit kanola, 6 çeşit pamuk, 1 çeşit şekerpancarı, 1 çeşit maya, 1 çeşit patates, 1 çeşit bakteri biyokütlesi olmak üzere toplam 25 çeşit genetiği değiştirilmiş ürün ithalatına izin verildi. Genetiği değiştirilmiş (GDO) 25 çeşit tarımsal ürünün ithalatına izin verildi. GDO Bilimsel Komite kararlarına göre bugüne kadar genetiği değiştirilmiş mısır, soya şekerpancarı, maya, patates, pamuk, bakteri biyokütlesi ve kolza(kanola)’nın toplam 25 çeşidine ithalat izni verildi.

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, 26 Ekim 2009’da Resmi Gazete’de yayınlanan “Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik” ile GDO’ lu ürünlerin Türkiye’ye girişinin yasaklanacağı iddia edilmişti. Bakanlık önce 27 ürünü GDO analizine tabi tutulacağını açıklamış ancak tepkiler üzerine ve yeterli laboratuar altyapısı olmadığı için analize tabi tutulan ürün sayısı 9’a indirilmişti. Bu 9 üründen domates, papaya ve çeltik hariç diğer 6 ürünün ithalatına izin verildi. Analize tabi tutulacak listede yer almayan maya ve bakteri biyokütlesinin de ithal edilmesi dikkat çekiyor.

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın internet sayfasında yayınlanan Bilimsel Komite kararlarına göre bugüne kadar Türkiye’ye genetiği değiştirilmiş 9 çeşit mısır, 3 çeşit soya, 3 çeşit kolza (kanola), 6 çeşit pamuk, 1 çeşit şekerpancarı, 1 çeşit maya, 1 çeşit patates, 1 çeşit bakteri biyokütlesi olmak üzere toplam 25 çeşit ürünün girişine izin verildi.

GDO'LU ŞEKER PANCARI

Bilimsel Komite kararı ile ilk kez genetiği değiştirilmiş şekerpancarı ithalatına da izin verildi. Kararda, “H7-1 şeker pancarı çeşidinin yem, gıda olarak kullanıldığında mevcut bilgiler ışığında insan ve hayvan sağlığı açısından istenmeyen bir etki oluşturmayacağı beklenmektedir” denildi.

Şekerpancarı üretimini kota ile sınırlayan ve üreticileri alternatif ürünlerin üretilmesi için destek veren Türkiye’nin GDO’lu şekerpancarı ithal etmesi dikkat çekiyor.

FAST-FOOD PATATESİ DE GDO'LU

İlk kez resmi olarak ithalatına izin verilen genetiği değiştirilmiş amilopektin patates çeşidi fast-food zincirlerinde kızartmalık patates olarak kullanılıyor. Bilimsel Komite, EH92-527-1 patates çeşidinin doğrudan gıda ve yem olarak kullanılmasının uygun olmayacağına karar verirken bu patates çeşidine ait ürünlerin yalnızca endüstri amaçlı (kağıt ve kimya) kullanılabileceği görüşüne vardı.

LİSTEDEN ÇIKARILAN MAYA VE BAKTERİYE İZİN

Bilimsel Komite kararları arasında en çarpısı olanı ise Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın geçen yıl Kasım ayında analize tabi tuttuğu 27 ürün arasında yer alan ancak daha sonra listeden çıkardığı genetiği değiştirilmiş maya ve bakterinin de ithalatına izin verilmesi oldu. Bilimsel Komite, “genetik olarak değiştirilmiş ve kurutularak öldürülmüş bakteri biyokütlesi PL73’ün yem katkısı olarak kullanıldığında, eldeki bilgiler ışığında insan ve hayvan sağlığı açısından istenmeyen bir etki oluşturmayacağı beklenmektedir” görüşü ile bu bakterinin ithalatına izin verdi.

Daha önceki kararlarda genetiği değiştirilmiş 3 çeşit soya ve 9 çeşit mısır ithalatına izin verilmişti. Böylece Türkiye’ye bugüne kadar toplamda 25 çeşit GDO’lu ürünün girişine resmen izin verilmiş oldu.] ( ** )

Haydi afiyet olsun...


Dipnotlar:

* Makalenin tamamı için bkz: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=2256

** Haberin tamamı için bkz: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=501


İŞTE GÜLEN'İN REFERANDUM YORUMU

2 Ağustos 2010
Fethullah Gülen, Anayasa değişiklik paketi hakkındaki düşünceerini açıklayarak önemli bir çağrıda bulundu.
12 Eylül'de halkın onayına sunulacak reform paketinin milletin istikbalini ilgilendiren birçok maddeyi içinde barındırdığını vurgulayan Fethullah Gülen, bu yönüyle pakete 'evet' oyu verilmesi gerektiğini söyledi. Hocaefendi, siyasi hesapların bir kenara bırakılmasını istedi...
Fethullah Gülen Hocaefendi, 12 Eylül'de yapılacak referandumuna ilişkin açıklamalarda bulundu. Paketin milletin istikbali adına çok önemli düzenlemeler içerdiğini söyleyen Gülen, siyasi hesapların bir kenara bırakılmasını istedi.

'Demokrasi adına çok önemli bir adım' diyen Gülen Hocaefendi, "Değil sadece kadını erkeğiyle, dünyanın dört bir yanına dağılmışıyla hayatta olan insanları, imkan olsa mezardakileri bile kaldırarak 'evet' oyu kullandırmak lazım" ifadelerini kullandı. Referandum ile ilgili 'herkul.org' sitesinde sorulara cevap veren Fethullah Gülen, neden evet' denilmesi gerektiğini anlattı.

DARBELER SİNDİRME HAREKETİYDİ

12 Eylül, 12 Mart ve 27 Mayıs darbesini 'bir çeşit sindirme ve herkese haddini bildirme hareketleri' olarak nitelendiren Gülen Hocaefendi, "Bazı kimseler, gemilerini yüzdürmek için kan seylaplarına ihtiyaç duymuş; bu milletin evladını sağcı ve solcu olarak cephelere ayırmış ve vuruşturmuş; nihayet akıttıkları kan, irin ve gözyaşından istifade ederek kendi otağlarını kurmuşlardı. Ne acıdır ki, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül gibi darbe dönemlerinde ülkemizde hak, mantık ve muhakeme, kuvvetin çılgınlığı karşısında yenilgiye uğramış ve âdeta bir esaret yaşamıştır" dedi.

BELLİ KESİMİN İŞİ DEĞİL

Kuvvetin taşkınlığı ve çılgınlığıyla insanları ezip sindirmenin sadece belli bir kesimin işi olmadığını söyleyen Gülen, "Bazen siyasî iktidarı güçlenenler de artık kimseyi kâle almamaya ve dediğim dedik düşüncesiyle hareket ederler" dedi. Gülen şu ifadeleri kullandı:

"Kuvvetin genetiğindeki bozukluk, hemen hemen bütün kuvvet temsilcilerine başka insanların tepelerine binme, onları ezme, sindirme ve seslerini kesme hislerini pompalar. Dahası, idarecilerin etrafı danışmanlar, özel kalemler, yakın çevrelerce kuşatılır ve halkın sesinin asıl merciye ulaşmasının önü kesilir. Böylece daha dün herkesin elini öpen kimseler, biraz güçlenince gayrı kimseyi dinlemez olur, bildikleri gibi davranır ve her iyi işin de kendilerine mâl edilmesini isterler."

DEĞİŞİKLİK ÇOK ÖNEMLİ

Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu, Avrupa Birliği'ne namzet olan ve Ortadoğu'da yeni açılımlar gerçekleştiren bir Anayasa değişikliğinin yapılamadığını söyleyen Gülen Hocaefendi, "Maalesef desek de bir kısım cellatlıkların ve farklı vesayetlerin önünü almaya matuf bir iki maddenin değişikliği bile çok önemlidir. Değil sadece kadını erkeğiyle, çoluğu çocuğuyla ve dünyanın dört bir yanına dağılmışıyla hayatta olan insanları, imkân olsa mezardakileri bile kaldırarak o referandumda 'evet' oyu kullandırmak lazım. Mezardakiler bile kalksın. Ben zannediyorum kalkarlar da... Ben zannediyorum ruhları koşar da. Çünkü demokrasi adına çok önemli bir adımdır" şeklinde konuştu.

MÜMİN İNTİKAM PEŞİNDE OLMAZ

Bazı siyasîlerin referandumu kendi hesaplarına değerlendirmeyi düşünüyor olabileceğini ifade eden Gülen şunları söyledi: "Fakat ben o meselenin millete yararlı olup olmamasına bakarım. Bu açıdan, referandumu siyasî olarak görmemek ve ona millete kazandıracakları zaviyesinden yaklaşmak lazımdır. Referandumun sadece 12 Eylül'ün kirlerini temizlemeye ve darbecilerle hesaplaşmaya vesile gibi gösterilmesi de doğru değildir.

Bu sayede darbecilerden intikam alınacağını düşünmek yanlıştır; mü'minler intikam peşinde olamazlar. O paketin içinde milletimizin istikbali için çok önemli maddeler var; bu itibarla da değişiklik paketi bu yönüyle desteklenmeli ve 'evet' oyları böyle bir niyetle verilmelidir."

HER PARTİYE EŞİT MESAFEDEYİZ

Her partiye eşit mesafede durduklarını vurgulayan Fethullah Gülen, "Hiç kimseye falan pariye girin, mitinglerinde boy gösterin, çarşıda pazarda alkışçısı olun demedik. Mesafeli durmak, milletimizin kaderi adına isabetli bulduğumuz bir kısım meselelerde bazı kimselere oy vermemize mani değildir" dedi. Güzel şeyler sergileyen ve iyi işler yapan kim olursa olsun milletin desteklediğini söyleyen Gülen, desteklenenin şahıs ya da parti değil, icraat olduğuna dikkat çekti. "Güzellik, hayır ve iyilik adına, ister harekete, ister size, isten Müslümanlığa ve isterse de ülkemizin istikbal ve ikbaline hizmet etmiş herkesi (kim olursa olsun) takdir eder ve hayırla anarım" diyen Gülen şunları söyledi:

İYİLİKLERİ GÖRMEZDEN GELEMEM

"Merhum Turgut Özal'ın iyiliklerini görmezlikten gelemem. Bülent Ecevit Bey'e 'Makamı cennet olsun' diyorum; sözden anlayanlar bunun ne demek olduğunu bilirler. 12 Eylül bir kötülüktür fakat o darbeyi gerçekleştiren ve kötülük yapan bir insanın da iyi yanları olabilir; ben güzel bulduğum bir davranışı takdir ettim. Kenan Evren mekteplerde seçmeli olan din ve ahlak derslerini mecburi hale getirdiğinden dolayı, eğer bunu gönlünden gelerek samimiyetle yaptıysa, Allah bu yüzden onu affeder dedim. Bugün de şu ya da bu partiden birileri yine ülkemizin istikbali ve ikbali adına olumlu şeyler söyler ve yaparlarsa, onlar için de Firdevsî gibi bir destan yazarım. Bu, Hakk'ın hatırınadır; Hakk'ın hatırı ise âlidir."

Bugün

BAHÇELİ'DEN FETHULLAH GÜLEN'E CEVAP

2 Ağustos 2010
MHP lideri Bahçeli, Fethullah Gülen'in referandumda 'mezarda bulunanlar da kalkıp 'evet' oyu kullansın' şeklindeki açıklamasına '12 Eylül'de ABD'den gelip oy kullanması daha hayırlı olur' sözleriyle yanıt verdi.
Manisa'yı ziyaret eden MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, gündemle ilgili açıklamalar yaptı.
Bir gazetecinin Fethullah Gülen'in "mezarda bulunanların da kalkıp 'evet' oyu kullanması" yönündeki sözlerini hatırlatması üzerine Bahçeli, ''Son yıllarda, cemaat ve tarikat liderlerinin, siyasete çok yoğun bir şekilde karıştığına şahit olmaktayız. Sayın Fethullah Gülen bey, mezardan kaldırıp oy kullandıracağına, 12 Eylül'de Amerika'dan gelip oy kullanması daha hayırlı olur diye düşünüyorum'' dedi. haber10

Hanefi Avcı'dan çok vahim iddialar
20 Ağustos 2010

Bir dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanı, Eskişehir İl Emniyet Müdürü olan Hanefi Avcı’dan tartışma yaratacak iddialar...

Emniyet teşkilatında teknik-elektronik istihbaratın kurucusu olarak bilinen Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı, Fethullah Gülen cemaatinin başta emniyet ve yargı olmak üzere devlet kurumları içindeki yapılanmasıyla ilgili kitap yazdı...

Avcı, piyasaya yeni çıkan “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adlı kitabında “Aslında herkes biliyor ama kimse dillendirmiyor. Ben açıkça ifade ediyorum ki, son zamanlarda gündemi meşgul eden tüm iddiaları yayan cemaattir” diyor...

“Büyük illerin emniyet müdürleri ve valileri bilsinler ki, emirlerindeki polislerin bir kısmı kendilerini değil, cemaatin imamını amir olarak kabul ediyor” iddiasını dile getiriyor, ancak somut kanıt ve belgelere değil ‘tecrübelerine ve duyumlarına’ dayanıyor...

Bir dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanı, Eskişehir İl Emniyet Müdürü olan Hanefi Avcı’nın “Haliç’te Yaşayan Simonlar Dün Devlet Bugün Cemaat” adlı kitabının ilgi çekici bölümleri özetle şöyle:

DANIŞTAY OLAYI...



O gün Alpaslan Arslan’ın telefonlarını hızla inceleyen Ankara polisi, ilk bakışta görüştüğü kişiler arasında Muzaffer Tekin’i görünce hemen olayın failinin Ergenekon örgütü olduğunu açıkladı. Aslında olayın çok iyi tahlil edilmesi ve araştırılması gerekiyordu ama bunun için zaman yoktu... Polisin istihbarat birimlerindeki Ergenekon’u ortaya çıkarma çabasına, tüm büyük ve vahim olayları Ergenekon’a bağlama şeklindeki cemaatten gelme anlayış eklenince bir anda Danıştay olayı ciddi hiçbir delile dayanmadan Ergenekon’a bağlandı... İstanbul polisi failin arkasında Şeyh Salih Kurter olduğunu ileri sürünce Ankara artık gerçeği bulmak yerine, olayın Ergenekon’la bağlantısını kurmak için herşeyi ve her yöntemi denemeye başladı. Her şeyi çarpıtarak kullanmak normal kabul edilir hale geldi.

İddialarımın ispatı için istihbari dinleme kayıtlarına bakılması yeterli olacaktır. Muzaffer Tekin başta olmak üzere Alparslan Aslan ile irtibatlı olduğu iddia edileren herkesin Danıştay olayından en az bir yıl önce dinlendiği ortaya çıkacaktır. Bu dinleme kayıtları ortaya konulursa, bu kişilerin olaydaki rolleri net olarak anlaşılır. Benim aldığım bilgiye göre, bu kişilerin konuşmalarında onların garip ilişkiler içerisinde olduğunu gösteren emareler vardı ama Danıştay olayı ile ilgili hiçbir şey yoktu.


ERGENEKON ...



Ergenekon davasında ortaya konan iki konu çok kesin ve net olarak yanlış ve mantıksızdır: PKK, Dev-Sol, Hizbullah gibi örgütleri Ergenekon’un yönettiği iddiası yanlıştır. Böyle birşeyin gerçek olamayacağını aklı ve mantığı olan herkese ben iki kere iki dört eder kesinliğinde ispatlayabilirim.

Danıştay saldırısı, Hrant Dink’in öldürülmesi, Malatya’daki Zirve Yayınevi katliamı gibi olayların görünen faillerinden başka Ergenekon veya benzeri gruplar tarafından yapılmış olacağına mevcut deliller ve olayların oluş biçimine bakarak kimse beni ve makul birini ikna edemez. Bu iddialar zorlamadır


Yazdır Gönder Eksenim RSS SMS
Güncelleme:20 Ağustos 2010 10:00
BAYKAL KASETİ:
Baykal’ın gizli kamera görüntülerini içeren kaseti kim yaptı, niçin yaptı? İnternetteki görüntülere bakılırsa bu işi yapanlar ellerindeki görüntülerden en az incitici olacak bir klip hazırlamışlar. Sadece Baykal’ın mı böyle görüntüleri var? “Kim yaptı” sorusuna cevap ararsak: Bu olayın ilk benzeri Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’e yönelik hazırlanmıştı, bugün bu olayı cemaatin yaptığından en ufak şüphem yok...

Korgeneral Metin Yavuz Yalçın’ın bir kadınla telefon konuşmalarının basına sızdırılması, Tümgeneral Levent Türkmen’in otelde bir kadınla uyuşturucu ihbarı iddiası ile basılması ve istifası, İzmir’de bir Albay’ın, eşinin kendisini aldattığı iddiaları ile fotoğrafların basına sızdırılması, Ergenekon v.b adlarla yapılan tahkikatlarda bulunan özel hayata ait bilgiler, hakim ve savcılar hakkında uygunsuz görüntü iddialarının yayılması ve daha pek çok benzer olay aslında hep aynı adresi göstermektedir. Bu işleri yapabilecek yegane grubun cemaatin Emniyet İstihbarat birimi içerisindeki unsurları olduğu ortaya çıkar. Bu işi profesyonelce yapabilecek tek grup cemaattir.


ERZİNCAN OLAYI...
(Hanefi Avcı, 13 sayfa Erzincan’daki cemaat soruşturmasını tüm detaylarıyla anlattıktan sonra şu sonuca varıyor:)... Hükümet ve cemaati dehşet senaryoları ile ürkütüp Savcı İlhan Cihaner ve 3.Ordu Komutanı Saldıray Berk’e karşı yöneltilen ve hakka hukuka uymayan tahkikatlar hükümet, cemaat ve polis açısından bakıldığında doğruydu. Maddi deliller gerçek bir irtica eylem planına işaret ediyordu. Varlığına yüzde yüz inanılıyor, gizli tanıklarla ve doğruluğu tartışmalı delillerle iddialar güçlendiriliyordu. İnandırıcı gözüken bu delillerin iyi bakıldığında göründüğü gibi olmadığı anlaşılacaktır. Bu davadaki gariplikler bir kitapa sığmayacak kadar karışık ve kapsamlıdır.

REKTÖR VE BÜYÜKANIT...
Türkiye’de adli işlemlerdeki ilk anormallik Van Rektörü Yücel Aşkın hakkındaki dava ve Şemdinli İddianamesi ile başladı. Ama o gün farkedilmedi, temiz bir savcının yaptığı aşırılıklar gibi gözüktü. Aldığım bilgiler ve değerlendirmeler ışığında bugün anlıyorum ki olay sıradan bir savcının işi değildi. Cemaatin adli sistemi kullandığı ilk operasyondu.

BALYOZ...
Şu açık olarak görülmektedir ki ordu başta olmak üzere her kurum bünyesindeki gizli oluşumlar içinde cemaatin casusları var. Bu casuslar buralarda edindikleri her bilgiyi ve dökümanı taşıyorlar.. Bu belgelerin kullanılmasını hukuki hale getirmek için cemaat elemanları tarafından bir yerlere konulup aramalarda bulunduğu süsü verildiğine dair ciddi emareler var. Kimi zaman da amaca yönelik belge üretiliyor. Bazen ele geçen belgeleri yanlış yorumluyorlar, cami bombalama timi gibi saçma konularda uydurma belgeler ortaya çıkıyor...

CEMAAT OPERASYONU: ...
Hedef seçilen kişilerin önce telefon detayları analiz edilecek, gizli ve özel görüştüğü kişiler belirlenecek, gerekiyorsa eşleri, çocukları veya yakınlarının telefon görüşmeleri aynı şekilde analiz edilecek, özel ilişkileri belirlenecek. Daha sonra başka isimlerle veya IMEI numarası üzerinden dinleme yapılacak, buluşmaları v.s varsa fotoğraflanıp videoya alınacak, ardından elde edilen bu sesler veya fotoğraflar internet sitelerinde profesyonelce yayınlatılacak. Maalesef bütün internet sitelerinde yayınlanan sesler ve fotoğraflar, aynı grup tarafından yöntemler kullanılarak hazırlanmıştır.. Eğer hedef seçilen kişiler çok özel üst düzeyde yetkili kişiler ise o zaman çok daha özel devletin istihbarat amacıyla aldığı alet ve sistemler kullanılacaktır. Bu yapılanların sınırının ne olduğunu tahmin bile etmek zordur.

ARAMA YAPILSA ...
Cemaatin İstihbarat Dairesi’ndeki teknik personelinin bir süre önce yurtdışına giderek gizli ses ve görüntü kayıt eden çok miktarda saat, kalem görünümündeki teknik cihazlar aldığı, küçük dinleme sistemleri alıp askeri ve belli kurumlardaki adamlarına verdiği, bu yöntemle her yerde ortam dinlemesi, gizli kayıtlar yaparak bilgi toplandığını duymuştum. Bugün sık sık kaynağı belirsiz şekilde internete düşen bu ses ve görüntülerin kaynağı çoğunlukla bu tür bilgilerdir. İstihbarat Daire Başkanlığı’nda arama yapılsa, cemaatin kendine ait özel dinleme ve izleme aletleri bulunacağından hiç tereddütüm yoktur.

Cemaat haricindeki herkes bu görüntüleri internete yayarken iz bırakır ve yakalanır, bir tek onlar bu sistemin başında olduklarından iz bırakmadan bilgileri yayabilirler.

İTTİHAT TERAKKİ...
Osmanlı’nın yıkılışı İttihat ve Terakki ile Jön Türk hareketinin, devlet kurumları ve ordu içerisinde örgüt kurması, ordunun ve devletin sistemini bozmasına bağlanır. Bugün cemaatin yaptığının bundan farkı yoktur. Polis, ordu, MİT, jandarma, yargı ve diğer devlet kurumları içerisinde ayrı bir hiyerarşik örgütlenme kurarak ve bu teşkilatların sistemlerini bozarak çalışmalarını engelliyorlar. Üstüne üstük bu teşkilatların personeli arasında ayrım, güvensizlik ve düşmanlık yaratarak kurumları içerden ve tamir olunmaz biçimde yaralıyorlar.
İşler nasıl yürüyor? Genelde her kurumun imamı işleri yürütüyor. Emniyet, ordu, MİT, basın, yargı, maliye gibi tüm buyuk kurumlardan sorumlu olan bir imam var. Her imamın altında o kurumun her biriminde sorumlular mevcut. Tüm illerde örgütlüler.

‘Hayatım zehir zindan olacak’

Öğrenciliği sırasında beş vakit namaz kıldığını, başka öğrencilerle kaldığı bir evde Fethullah Gülen’le de karşılaştığını anlatan Hanefi Avcı, bu kitabı neden yazdığını şöyle anlatıyor: Genel kanaat bürokratların emekli olunca yazmaları gerektiği yönündedir. Herşeyin bayatı tatsız olduğu gibi bilginin bayatı bir işe yaramayacağı, zamanında yapılmayan uyarıların anlamını yitireceği için kitabı bir an önce yazmaya karar verdim...
Bunun bedelinin ne demek olduğunu biliyorum. Kimsenin anlamayacağı kadar ağır olacağının, hayatımın zorlaşacağının, cehennemin bu dünyada tattırılmaya kalkılacağının farkındayım. Bu daha önce bilinenlere benzemeyecek, onu da biliyorum. Fakat bedeli ne olursa olsun buna karşı çıkacağım, iki yüzlü olmayacağım, yanlışı kim yapıyorsa yapsın yanlıştır anlayışıyla bu yapılanların karşısında duracağım...

Son söz olarak şunu ifade etmek istiyorum: Herhangi bir tahkikat yapılabileceğine inanmıyorum ama cemaatin yönetici imamları hakkındaki gizli bilgileri Ankara ve İstanbul Başsavcılıkları ve bazı başka makamlara yazılı şikayet/ihbar dilekçesi olarak vereceğim... Tıpkı bu kitabı yazmaktaki amacımda olduğu gibi, dilekçe vermekte ısrar etmemin nedeni, ülkeme karşı sorumluluğumu yerine getirmiş olma duygusundan başka bir şey değildir...”



NELER YAPILMALI
Maalesef bu gruba karşı çıkmak çok kolay değil. Öncelikle istihbari dinlemeler ciddi olarak araştırılmalı, kişileri tehdit ve şantaj amaçlı kanunsuz olarak dinleyenler tespit edilmeli. Bugün tahminlerin üzerinde pervasızca insanlar dinleniyor ve bu dinlemeler tamaman cemaatin kontrolünde kullanılıyor.

DENETİM: Polis, Jandarma ve MİT’in vatandaşlara yönelik dinleme işlemleri mutlaka denetlenmelidir. Bir defaya mahsus denetim değil, sürekli denetim mekanizması kurulmalıdır.

HAKİM VE SAVCILAR: Özel yetkili mahkemelerin son 6-7 yılda atanan tüm hakim ve savcıları emsali hakim ve savcılarla değiştirilmelidir. Bu sağlanmadan cemaate muhalif olan hiç kimsenin özgürlüğü ve hayatı güvencede olamaz. Mevcut kadro ile adalet mümkün değil.

MÜFETTİŞLER: Adalet Bakanlığı’nda başta il savcılarını ve diğer savcı ve hakimleri hiçbir hukuki şüpheye dayanmadan dinlettiren cemaat yanlısı müfettişler bu görevlerden uzaklaştırılmalıdır.

HESAP SORULMALI: Cemaat adına yapılan, Emniyet Genel Müdür Yardımcıları Emin Aslan, Mustafa Gülcü, Celal Uzunkaya ve Sakarya Emniyet Müdürü Faruk Ünsal’ın haklarındaki davaların, Savcı Cihaner ve arkadaşları hakkındaki tahkikatların yapılış biçimleri tarafsız savcılar tarafından tahkik edilmeli, bu olayda iftira eden polis, savcı ve hakimler yargılanmalı, kurdukları tuzakların, uydurulan delillerin hesabını vermeleri sağlanmalıdır.

BAĞLANTIYA DİKKAT: İstanbul, Ankara, Erzurum ve İzmir’deki bazı özel yetkili savcılar ile bu iller dışındaki bazı polis birimleri arasında illegal bir ilişkinin varlığı açıkca gözükmektedir.

DEVLET SAHİP ÇIKSIN: Cemaatin dört koldan başlattığı propaganda karşısında hedef olan hakim, savcı, polis müdürü, muvazzaf veya emekli askerlerin tek tek kendilerini koruma ve savunma imkanları yoktur. Devlet bu kişileri korumalı, kendilerini savunmaları için imkan vermelidir.

HANEFİ AVCI: HALİÇ'TE YAŞAYAN SİMONLAR: DÜN DEVLET, BUGÜN CEMAAT
Kitabın adı nerden geliyor?

Hanefi Avcı, kitabına koyduğu “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adının anlamını kitabında şöyle açıklıyor:

Simonlar... Onlara empoze edilmiş, beyinlerine işlenmiş örgüt gerçekleri uğruna savaşıyorlar, bu gerçekler uğruna ölümü göze alıyorlar, bunun dışındaki haksızlıklara ses çıkarmıyorlar... İtaat kültürünün hakim olduğu, grup menfaati için itaatin istendiği her yerde Simonlar var.
Haliç... Haliç bir zamanlar inanılmaz kötü kokuyordu. Midem bulanıyordu, Haliç’ten geçmek benim için ölümdü... Fakat Haliç’in etrafında yaşayanlara bakıyordum, onlar parklarda geziyor, yemek yiyor, hatta piknik yapıyordu. Bu durum bana çok tuhaf gelmişti. Demek ki insanlar uzun süre kaldıkları ortamda yanlışlıklara, hatalara ve bütün anormalliklere alışıyor, uyum sağlıyor. Türkiye için de aynı şey sözkonusu...

‘POLİSTE OLMAZ SANDIM, YANILMIŞIM’

Bir örgüte ideolojik bir gruba ya da bir cemaate bağlandın mı, kişisel iradeni ve özgürlüğünü kaybedip, o grubun liderliğinin iradesine kendini teslim ediyorsun. Yanlış ya da doğru diye birşey kalmıyor, grubun amaçları her şeyi belirliyor, hak da adalet de izafi hale geliyor. Tıpkı Simon’daki gibi... Şunu artık bilmeliyiz ki, karşımızda arkadaşlarımız, meslektaşlarımız yok, bir ideolojiye, bir gruba bağlanmış, o grubun disiplinine tabi olmuş örgüt mensupları var. Artık bunu kabullenmeliyiz...

Kaynak: http://haber.mynet.com/detay/foto-analiz/hanefi-avcidan-cok-vahim-iddialar/528133/13#haber-baslik

Cemaate Hanefi Sürprizi
Sol Haber
20.08.2010

Ünlü istihbaratçı, Eskişehir Emniyet Genel Müdürü Hanefi Avcı, yazdığı kitapla gündeme bomba gibi düştü. Avcı'nın Fethullah Gülen Cemaati'ni devleti ele geçirmekle, komplolar kurmakla suçladığı kitabı cemaati de ters köşe yapmış olmalı.

Zira cemaatin yayın organlarında Avcı'yı öve öve bitirememişlerdi...

Fethullah Gülen Cemaati'ni ağır bir şekilde eleştiren, cemaatin karıştığı komplolar ve karanlık işler hakkında pek çok iddia ortaya atan Hanefi Avcı, daha önce cemaat yayınlarından övgüler alan biriydi.

Türköne: 'Hanefi Avcı modeli'

Mümtaz’er Türköne, 26 Temmuz 2009 tarihli Hanefi Avcı modeli başlıklı yazısında

"at izinin it izine karıştığı dönemlerde doğru olanı, haklı olanı bu pusalaya göre tayin etmeliyiz"

diyerek kendisinin ‚"Hanefi Avcı modeli"ni önerdiğini söylüyor.

Türköne, Avcı’ya övgüler yağdırdığı yazısında şöyle diyor:

"Türkiye'nin son çeyrek asrında olup bitenleri anlamak isteyenler Hanefi Avcı'nın durduğu yeri pergelin sivri ucu gibi meşrû sabit nokta olarak görmeli ve söylediklerini bu gözle değerlendirmeli.

Ellerine alacakları silahla bu ülkenin güvenliğini sağlama görevi üstlenecek Polis Akademisi ve Harp Okulu öğrencileri, aradıkları "kahraman" modeli için Hanefi Avcı'nın kişiliğine ve hayatına eğilmeli. Bu ülkede onurlu ve güvenli bir hayat arayan Kürt vatandaş Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni Hanefi Avcı gibi görmeli. Suç işlemeyi aklından geçirenler Hanefi Avcı'nın yer aldığı kâbuslarla uyanmalı.

(...)

Hanefi Avcı'nın Diyarbakır'da devam eden dava için geçen ay tanık sıfatıyla verdiği ifadeyi, pergelin sabit ucu olarak görmek lâzım. 1984'ten 1992'ye kadar tam sekiz yıl Diyarbakır'da istihbarat şube müdürü olarak görev yapan Avcı, sadece birkaç olayı ve faili meçhul cinayeti değil kirli bir dönemi aydınlatıyor. Susurluk Komisyonu'na verdiği ifadeyi tekrarlıyor.

Cinayetlerin kimin emriyle ve kimler tarafından işlendiğini, en önemlisi resmen saklanan JİTEM'i anlatıyor. JİTEM'in kurulması ile birlikte Güneydoğu'da cinayet ve bombalama olaylarında artış olduğunu ve bu işlerin de komutanların bilgisi dahilinde yapıldığını söylüyor."

Aksiyon: Hanefi Avcı yolsuzluk operasyonları ile AKP'yi rahatlattı

Fethullahçı Aksiyon dergisinde Faruk Mercan tarafından kaleme alınan ve 6 Mart 2006 tarihinde yayınlanan "Emniyet'i sarsan ihbar mektubu" başlıklı yazıda, aralarında Hanefi Avcı’nın da bulunduğu bazı emniyet görevlilerinin hedef alındığı belirtiliyor, Avcı’ya övgüler yağdırılıyordu.

Yazının bir bölümü şöyle:

"Hanefi Avcı'yı Kaçakçılık ve Organize Suçlar Dairesi'nin başına, Sabri Uzun'u İstihbarat Dairesi'nin başına atayan Başbakan Tayyip Erdoğan, Celalettin Cerrah'ı da İstanbul Emniyet Müdürü yaptı. Bu süreçte Hanefi Avcı, Sabri Uzun'un da desteği ile enerji yolsuzluğu, mazot kaçakçılığı, Uzanlar, Kentbank operasyonlarını yaparken; bu operasyonların İstanbul ayağında Celalettin Cerrah tam bir işbirliği sergiledi. Operasyon alanlarının giderek yayılması, ilk olarak Hanefi Avcı'nın görevden alınıp Edirne Emniyet Müdürlüğü'ne gönderilmesine yol açtı.
(...)
Hanefi Avcı, Ankara'dan uzaklaştırılmış olmasına rağmen; Edirne'de yaptığı Kapıkule operasyonu ile; Muhalefet tarafından yolsuzluk silahıyla vurulmak istenen hükümete adeta nefes aldıran kişi."

Timetürk: 'Sıra dışı' polis müdürü

Timetürk ise Sezai Şengönül’ün 2009 yılında Hanefi Avcı ile yaptığı röportajı, Bir 'sıra dışı' polis müdürü; Hanefi Avcı başlığı ile yayınlıyor.

(..)

"Mösyö Hanefi Avcı"

Timetürk 26 Temmuz 2008 tarihinde yayınlanan “Önce Susurluk’tu; şimdi Ergenekon ‘Avcı’sı” başlıklı haberinde

“Susurluk skandalında yaptığı şok açıklamalarla gündeme gelen Edirne Emniyet Müdürü Hanefi Avcı'nın Ergenekon Operasyonu'nda da tanık olduğu ortaya çıktı” diyerek Avcı’nın gerçekleştirdiği operasyonları tek tek anlatıyor.

Emniyet müdürünün başarılı bir karnesinin verildiği haberde Avcı için,

“Emniyet Teşkilatındaki bazı arkadaşlarının ‘Mösyö’ diye hitap ettiği Hanefi Avcı tamamen devlete aidiyet duygusu içinde olan ve ‘devletin polisi’ anlayışını temsil edenlerin başında geliyor” ifadesi kullanılıyor.

Simon Der ki: Avcı'nın "Haliç"'te Temizlik Hamlesi Yeni İç Savaşın İşaret Fişeği
Açık İstihbarat
20.08.2010

Hanefi Avcı ;"Haliç" ve "Simon" imgelerini seçerken kitapta açıkladığı anektodların ötesinde bir bilinçle mi seçti bilemeyiz ama "Haliç" te , "Simon" da küresel güçlerin sembolizmi açısından iki damara tekabül ediyor. Küresel güçlerle cemaatin kesiştiği noktada ise Türkiye'nin geleceği yatıyor.

Türkiye'nin geçmişindeki en kritik virajlarda en kritik görevlerde bulunmuş Avcı'nın bir tür kendi defterini temize çektiği yeni kitabı daha çok analiz kaldırır. Yaşlanmayı reddeden "genç" subayların yapamadığı çıkışı, yaşlanmayı reddeden "genç" polislerin yapmaya karar verdiğini söyleyebiliriz. Bu karşı hamlenin "güneydoğudaki faili meçhuller"in bir sonraki sıcak gündem olacağının her türlü işareti ortaya saçılmışken gelmesi ayrıca manidar.

Cemaat, artık zamanında onlarla hemhal olanlar için bile bir tehdit ve yeni bir karşı duruşun ilk işaret fişeğini Hanefi Avcı görevdeyken atıyor. Kendi kurumunun istihbarat birimlerini ihbar eden görevdeki üst düzey ve köklü bir devlet adamının yazdıklarından sözediyoruz. "İnsanları bu kadar mağdur ederseniz silaha sarılırlar" diyen bir üst düzey görevli polisten bahsediyoruz.

Bu arada kitabı ilk kez haberleştiren Vatan gazetesinin sayfalarından haberi kaldırıp, sadece haber yorumlarını bıraktığını...

Emniyet'teki abilerini kırmayan "gazeteci" Toygun Atilla'nın Hürriyet'te haberleştirdiği versiyonda ise Hanefi Avcı'nın Danıştay saldırısı'nın Muzaffer Tekin'le ilgisi olmadığ yönündeki tespitlerini sansürlediği not edilmelidir.

Simon der ki : Hanefi Avcı'nın kitabı bir zamanların Haliç'ine dönen bürokraside yeni bir iç savaşın işaret fişeğidir.

Sonunda Haliç temizlenecektir ama burnunuzu iyice kapayıp, gözlerinizi iyice açsanız iyi edersiniz.

Açık İstihbarat

-- Emniyet'in gözde muhabirlerinden Toygun Atilla'nın Hanefi Avcı'nın kitabı ile ilgili haberi-------

Avcı, “Haliç’te yaşayan Simonlar; Dün Devlet Bugün Cemaat” adlı kitabında, Ergenekon ve Balyoz davalarını, polis teşkilatının içindeki Gülen cemaatinin nasıl örgütlendiğini, CHP eski lideri Deniz Baykal’ın istifasına yol açan kasedi, generalleri istifaya zorlayan telefon konuşması kayıtlarını ve Türkiye’yi derinden sarsan daha pek çok olayı sorguluyor.

‘GÖRDÜĞÜM manzara korkunç; kadrolu devlet adamları devleti yönetmiyor, Emniyet Genel Müdürü, hatta İçişleri Bakanı haklı olduğunu bildiği bir kişiyi, doğruluğundan emin olduğu bir olayı ya da davayı savunamıyor, güvendiği ve inandığı adamları tuzağa düşürülüyor, haysiyetleri ile oynanıyor ama onlar bu kişilere sahip çıkamıyor. O zaman bu teşkilatı kim yönetiyor? Bu kamu gücünü kimler gasp etmiş kullanıyor, gücün sahibi olması gerekenler ellerindeki gücün gaspına neden ses çıkarmıyor, güçlerini geri almak için çabalamıyorlar?’

Bu dehşet tablosunu tasvir eden kamuoyunun yakından tanıdığı bir isim, Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı. Tanınmışlığını, yıllar önce Susurluk olaylarında korkmadan Emniyet, MİT ve Jandarma içindeki çeteleri açıklamasına, çalıştığı her yerde mafya, yolsuzluklara karşı yaptığı operasyonlara, telefon dinlemesi deyince akla gelen ilk isim olmasına borçlu. Avcı, 14 yıl sonra yine konuşuyor. Bu kez “Haliç’te yaşayan Simonlar: Dün Devlet Bugün Cemaat” adlı kitabıyla. “Dinleniyoruz, hepimizi dinliyorlar” korkusunu hiçbir zaman ciddiye almadığını ama kendisinin de kanunsuz şekilde dinlendiğini keşfettiğinde şok geçirdiğini, binlerce insanın aynı şekilde dinlendiğini, hâkimlere, savcılara bu kayıtlarla şantaj yapıldığını, anlatıyor.

Sadece bunları değil, Danıştay saldırısından Ergenekon’a, Balyoz operasyonlarına, Nuh Mete Yüksel’in, Deniz Baykal’ın seks kasetlerine, generalleri istifaya zorlayan telefon konuşması kayıtlarına, savcı ve hâkimlere şantaj yapan, emniyet içinde yuvalanmış “garip polisler”e, devletin tüm kurumlarını adım adım ele geçiren Gülen cemaatinin nasıl örgütlenip çalıştığını örneklerle şöyle gösteriyor:

Danıştay saldırısı

Ergenekon davasında ortaya konan iki konu çok kesin ve net olarak yanlış ve mantıksızdır: PKK, Dev-Sol, Hizbullah gibi örgütleri Ergenekon’un yönettiği iddiası yanlıştır. Böyle bir şeyin gerçek olamayacağını aklı ve mantığı olan herkese ben iki kere iki dört eder kesinliğinde ispatlayabilirim. Danıştay 2. Dairesi’ne yapılan saldırı, Hrant Dink’in öldürülmesi, Malatya’daki Zirve Yayınevi katliamı gibi olayların görünen bugünkü faillerinden başka Ergenekon veya benzeri gruplar tarafından yapılmış olacağına mevcut deliller ve olayların oluş biçimine bakarak kimse beni ve makul birini ikna edemez. Bu iddialar zorlamadır.

Ergenekon davası

Ergenekon örgütünün varlığı konusunda yazılı belge, doküman, örgütsel faaliyet sayılabilecek bazı ilişkiler varsa da eylemleri konusunda hiçbir ciddi emare yoktur. Geçmişte Türkiye’de meydana gelen pek çok olayın (Malatya’daki Zirve Yayınevi Katliamı, Rahip Santoro Cinayeti) Ergenekon örgütü tarafından gerçekleştirildiği iddia edilerek epey bir süredir uydurma tanık vs. aranmaya başlandığı net olarak görülüyor. Amacın olayları aydınlatmak değil, Ergenekon’la irtibatlandırmak olduğu açıkça ortadadır.

Garip polisler

Polis teşkilatı eskiden birbirini korur, kollar, birbiri aleyhine şahitlik yapmazdı. Her olayda delil ararız ama polisin karıştığı bir olayda daha ciddi, daha inandırıcı deliller bulmadan o polisi şüpheli yapmayız. Bu, zorlu görevlerde beraber çalışmanın verdiği dayanışma ve yakınlaşma duygularıdır. Oysa şimdi işler değişti. Bir grup polis kritik noktaları ele geçirmiş, diğerlerine suç isnadını da aşan resmen iftira atmaktan geri durmuyor. İşlenmiş bir suçu aydınlatmak gibi bir amaçları yok, tahkikat sırasında dinleme ve izleme yaparken temiz ve dürüst olduklarını bildikleri, birlikte çalıştıkları kişilere iftira ediyorlar.
Şunu artık bilmeliyiz ki karşımızda arkadaşlarımız, meslektaşlarımız yok, bir ideolojiye, bir gruba bağlanmış, o grubun disiplinine tâbi olmuş örgüt mensupları var. Artık bunu kabullenmeliyiz.

İllegal ilişki

Olay bir örgütün, cemaatin devlet içerisindeki elemanları vasıtasıyla yürüttüğü örgütsel bir faaliyettir, karşımızdaki kişiler polis, hâkim ve savcı değil, örgütün / cemaatin elemanlarıdır. Devletin hukukunu değil, cemaatin talimatlarını yerine getirmektedirler. İstanbul, Ankara, Erzurum ve İzmir’deki bazı özel yetkili savcılar ile bu iller dışındaki bazı polis birimleri arasında illegal bir ilişkinin varlığı açıkça gözükmektedir. Özel yetkili savcılar tarafından bu iller dışında gözaltına alınan ya da aranan kişiler hakkında karar çıkarmadan önce kimlik, iş ve ev adresleri gibi bilgilere ihtiyaç vardır. Normalde bu bilgiler o illerin savcıları veya çok uygun olmasa da Emniyet Müdürlükleri üzerinden resmi yazışma yoluyla temin edilmesi gerekirken, bugüne kadar hiçbir yazışma yapılmamıştır. O halde bu bilgiler nasıl temin edilmiştir?

İhbar ediyorum

Kozmik odalarda birkaç gün süren aramalar yapıldı. Burada hangi şüphe ve delil vardı, hangi iddialar üzerine buralar arandı? Şimdi ben açıkça adres veriyorum, hukuksuz dinleme ve izlemeler var, bunları dilekçemde belirttim. İstihbarat Dairesi’nde cemaatin özel cihazları, elde ettikleri her türlü kanunsuz dinleme materyalleri mevcuttur, buralar neden aranmaz? Kozmik odanın aranmasında kimliği belli olmayan bir ihbarcı vardı, burada da ben açıkça ihbar ediyorum. Bulunacak yerleri de söylüyorum. İstanbul Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şubesi neden denetlenemez? İstihbarat Daire Başkanlığı’nda arama yapılsa, demirbaşa kayıtlı olmayan cemaatin kendine ait özel dinleme ve izleme aletleri bulunacağından hiç tereddüdüm yoktur.

Ne yapılmalı kılavuzu

Özel yetkili mahkemelerin tüm hâkim ve savcıları emsali hâkim ve savcılarla değiştirilmelidir, bu sağlanmadan cemaate muhalif olan hiç kimsenin özgürlüğü ve hayatı güvencede olamaz.

Cemaatler

Adalet Bakanlığı’nda cemaat taraftarı olduğu herkesçe bilinen Teftiş Kurulu Başkan Yardımcısı ve başta il savcılarını ve diğer savcı ve hâkimleri hiçbir hukuki şüpheye dayanmadan dinlettiren cemaat yanlısı müfettişler bu görevlerden uzaklaştırılmalıdır.

Dinlemeler

Tüm özel yetkili mahkeme hâkimlerinin verdiği önleme (istihbari) dinleme kararları, bu konudaki TİB kayıtları ve İstihbarat merkezlerinde (polis-jandarma ve MİT) yasal olarak bu konuda tutmak zorunda oldukları tutanaklar birbirini teyit edecek şekilde kontrole tâbi tutulduktan sonra haksız ve şantaj amaçlı dinlemelerin tespit edilmesi gerekir.

Ya başbakanken kasetle şantaj yapılsaydı

BAYKAL’ın gizli kamerayla çekilen görüntülerini içeren kaset olayını kim yaptı, niçin yaptı? Baykal bu ülkede muhtemel başbakan adaylarından biriydi, ülkenin ikinci büyük partisinin genel başkanı olarak konjonktürün değişimine göre her zaman başbakan olması ihtimal dahilindeydi. Bu video görüntüleri daha önce çekilmiş. Baykal başbakan olsaydı ve ülke için kritik bir karar arifesinde birileri çıkıp elimizde bu görüntüler var, eğer şöyle davranmazsanız bunları kamuoyuyla paylaşacağız deseydi acaba durum ne olurdu? Acaba kaç bakan, kaç genel müdür, kaç komutan veya onların eşleri ve çocukları hakkında da bu veya benzeri görüntüler mevcuttur? Bu olayın ilk benzeri Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’e yönelik hazırlanmıştı, bugün bu olayı cemaatin yaptığından en ufak şüphem yok.

Bu kitabı neden yazdım

Aslında herkes biliyor ama kimse dillendirmiyor. Son zamanlarda gündemi meşgul eden tüm iddiaları yayan cemaattir, onlardan bilgi alan da, onlar adına konuşan da cemaatin adamlarıdır. Tarafsız basın mensubu, devletin polisi, savcısı numarasını artık kimse yutmasın, bu işler Emniyet ya da hukuk adına yapılmıyor, cemaatin planı ve programı doğrultusunda cemaatin talimatı ile gerçekleştiriliyor.

Bu gidişle herkes silaha sarılacak

TÜRKİYE’de adalet çürüyor, gerçi zaten çürümüştü ama bu defa yok ediliyor. Böyle giderse iş adaletten çıkacak ve insanlar silaha sarılacak. İnsanların hayatları, şerefleri ile bu kadar oynanırsa, onlara en yakışıksız isnatlarda bulunulursa, hayatta onurlarından başka kaybedecekleri olmayanlar, kendilerine atılan lekeyi temizlemek için her şeyi yaparlar. Bu duruma çok uzak değiliz artık.

(Kaynak : Hürriyet)

CUMHURİYET GAZETESİ O KİTABIN "CEMMAT"LE İLGİLİ KISMININ ÖZETİNİ YAYINLADI

Cemaatin insanları dostlarım: Gizli faaliyetlerini açıklayacağım güçlerin ellerinde ne kadar büyük olanaklar olduğunu ve hangi yöntemleri kullandıklarını az çok bilenlerden birisiyim. Bu insanların hasmı, düşmanı değilim; çoğu eski dostlarım, son dönemde tanık olduğum ve yasadışı olduğunu düşündüğüm davranışları hariç inançlarını ve dünya görüşlerini paylaşıyorum.

Işık evlerinde 6 ay kaldım, Fethullah Hoca’yla karşılaştım: Polis Enstitüsü’nde okurken akşam namazını Maltepe Camii’nde kılardım. Bir gün cami çıkışında sohbet ettiğim mühendislik öğrencisi bir arkadaşın anlatımlarından etkilendim. Zülfikar adlı arkadaşımdan bu şahsın Nurcu olduğunu öğrendim. Daha sonra adının Halit olduğunu öğrendiğim bu yeni arkadaşım bizi öğrencilerin birlikte kaldığı evine götürdü. Evde hepsi Nurcu olan 5-6 öğrenci kalıyordu. Işık evleri denen o evlerden birinde tahminen 5-6 ay kadar kaldım. Bu evde kalırken Fethullah Gülen Hoca’yla benzeri başka bir evde karşılaştım.

Fethullah Hoca’ya ‘Doğru bildiğiniz yolda devam edin’ dedim: 6 yıl çocuklarımı Samanyolu Koleji’nde okuttum ve ikisi de oradan mezun oldu. 28 Şubat sonrasında hakkında davalar açıldığı o baskı dönemlerinde bir arkadaşım aracılığıyla Fethullah Gülen Hoca’yla onun talebi üzerine kısa süreli olarak görüştüm. Bu görüşmede özetle ona “Siz doğru bildiğiniz yolda okullar açarak bu ülkeye ve insanlarımıza hizmet ediyorsunuz. Gerisini önemsemeyin, doğru sonunda galip gelecektir” dedim.

Belgelere dayalı örgüt yapısı: Ben şu andaki örgütün nasıl yapılandığını, idare edildiğini bir nebze olsun göstermek istiyorum. Maalesef bu konuda çok fazla belge yok ama yine de bulunan belgeler mevcut durumu bir oranda anlamamızı sağlıyor.

Emniyet’in imamı Ömer: Bu belgeler ve dışarıdan aldığım bilgilere göre (Emniyet teşkilatında) her birimdeki temsilciler kanalı ile herkes Ömer kod adlı (Osman Hilmi Özdil) kişinin denetiminde çalışmaktadır. Amirler mezuniyet dönemlerine göre dönem dönem örgütlenmiştir. Herkes gördüğü, bildiği her konuyu temsilcilere aktarmakta, onlar da silsile ile Ömer’e ulaştırmaktadır. Aynı şekilde istenen her husus da Ömer’den talimat olarak teşkilatın en alt birimlerine kadar ulaştırılmaktadır.

Emniyetteki cemaat örgütlenmesi: Her kritik birimde cemaatin irtibatı ve sorumlusu yer almış, özellikle İstihbarat, KOM (Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadale) ve diğer birimlerin bilgi işlem birimleri büyük oranda cemaat taraftarlarından oluşmuştur. Emniyete ait tüm arşiv ve bilgiler cemaatin arşivine taşınmış, mevcutlar da istendiği an cemaatin isteklerine uygun olarak kullanılmaktadır. Emniyetin İstihbarat ve KOM birimlerinde teknik ve amir kadrosu büyük oranda cemaatin elemanı konumunda veya bilerek cemaatten gelen talimatlara uymaktadır.

Cemaat tüm kurumlarda örgütlü: Aslında bu örgütlülük yalnızca Emniyet içinde mevcut değildir, cemaat hemen hemen tüm kurumlarda az veya çok örgütlü haldedir. Öğrendiğim kadarıyla MİT, ordu, yargı ve milletvekilleri içinde imam konumunda kişiler bulunmaktadır.

Cemaat soruşturmaları engelleniyor: Cemaat hakkında herhangi bir ihbar geldiğinde, daha araştırmaya başlanmadan o birimdeki cemaat mensuplarınca haber verilip tedbir alınmaktadır. Yakın zamanda birkaç defa MİT ve Emniyet’e cemaatin faaliyetleri, hatta en üstteki imam Ömer kod adlı kişi hakkında bilgi gitmiş, MİT araştırmaya başladığı an haberdar olunmuş ve gerekli tedbirler alınmıştır.

Kurumlarda istişare komitesi: Her hafta toplanılarak o kurum/birimdeki genel durumlar değerlendirilir ve yukarıya arz edilecek konular çıkarılır. Alt birim imamları kendi aralarında toplanırlar. En yukarıda o kurum için istişare heyeti denebilecek üst sorumlulardan oluşan komitevari bir birim olup onun üstünde o kurumun imamı bulunur.

Kurum imamlarının işbirliği: Daha üstte kurum imamları bir araya gelip ülke genelindeki işleri ve kurumlar arası çalışmaları değerlendirirler. Bir kurumun yapacağı işlere diğerlerinin desteği, oralardaki bilgiler istenir.

Her şeyin başı Fethullah Hoca: Bununla birlikte her kurum imamı ayrıca doğrudan yurtdışında bulunan Fethullah Hoca’ya bilgi verip ondan talimat alır, yani olup biten her şey hocanın bilgi ve kontrolünde gerçekleşir, dolayısıyla meydana gelen olaylar asla sıradan bir cemaat mensubunun kendi kafasına göre yaptığı şeyler değildir.

Hükümet içinde hükümet gibi: Devleti idare eden bakanlık ve genel müdürlüklere, hatta hükümete alternatif bir yapı kurularak tüm kurumlar yönetilmektedir. Her şey olmasa da hayati konular, önemli tayin ve atamalar, önemli operasyonlar bu yapı tarafından planlanıp uygulanmaktadır.

Cemaatin kurguladığı komplolar: Operasyonlara karar verip devletin sistemlerini kendi amaçları doğrultusunda çalıştırmakta, aynı anda kendi taraftarları ve kendilerinin denetiminde olan basın yayın organları ve internet siteleri vasıtasıyla linç kampanyaları yapılmakta, doğru yanlış her türlü bilgi çarpıtılarak servis edilmekte, kamuoyu yanlı ve yanlış bilgilerle yanlış kanaat sahibi olmaktadır.

Her türlü yöntem uygulanıyor: Hukuka uygun veya farklı yöntemle elde edilen bilgiler ve her türlü yöntem kullanılarak hedef seçilen kişiler linç edilmek istenmektedir. Zaman zaman bu bilgiler tahrif edilerek ekleme ve çıkarmalar yapılarak kullanıldığı gibi çoğunlukla da her yerde bulunan gizli elemanları özellikle ordu içerisindeki faaliyet ve çalışmaları rapor etmektedir.??Daha sonra bu haberleri belgelemek için delil bulmaya çalışılmakta, bulunan veya yaratılan belge, evrak ve materyaller aranan mahallere konarak aramada ele geçti işlemi yapılmaktadır.

Ülke cehenneme dönüşür: Bu devletin polisi, askeri, medyası oluşturulmak istenen bu sistem içerisinde çalıştırılamaz, bugün yapıldığı gibi cemaatin hedefleri uğruna hukuksuzluklar, komplo, şantaj ve iftira yöntemleri ile çalıştırılırsa da gelecekte bu ülke herkes için adeta bir cehenneme dönüşür.

Sistem kaosa sürükleniyor: Bu anlayış ve yöntem her gün artarak devam edecek. Kısa süre sonra ticari şirket, ortaklık, ihale vs. işlere de bu anlayış ve yöntemlerle yaklaşılmaya başlandığında ülkede her şey çok daha kötüye gidecektir. Devletin polisinin, istihbaratının ve diğer kurumlarının imkânları cemaatin talimatı ile istenmeyen, beğenilmeyen, rakip şirket aleyhine kullanılırsa (ki çok yakında bu olacaktır, belki de halihazırda uygulamaya konmuştur) bunu tespit etmek o kadar kolay da olmayacağından tüm sistem bir kaosa doğru sürüklenecektir. Bu yöne doğru gidildiğini görmek için kâhin olmaya gerek yok.

Cemaat devleti teslim aldı: Bu ülke çok badireler atlattı, bu olayların benzerlerini çok yaşadık, bir şey olmaz diyenlere yanıtım, daha önce bu türden tehlikelerin atlatılmasının mevcut sorunların da kolayca atlatılacağı anlamına gelmediği olacaktır. Bir grup koca bir devleti teslim aldı. Devlet içten içe çatırdıyor, birileri yönetimi ele aldı ve kimse devlet gücünü kullanan bu kişilere dur diyemiyor. Birkaç cemaatin imamı devlet yetkilerini gasp etti. Bu nasıl bir devlet geleneğidir?

Tüm işleri cemaat yapıyor: Aslında herkes biliyor ama kimse dillendiremiyor. Ben bu kitapla birlikte açıkça ifade ediyorum ki tüm bu işleri cemaat yapıyor, bunu artık herkes bilsin. Son zamanlarda gündemi meşgul eden tüm iddiaları yayan cemaattir, onlardan bilgi alan da onlar adına konuşan da cemaatin adamlarıdır. “Tarafsız basın mensubu, devletin polisi, savcısı” numarasını artık kimse yutmasın, bu işler Emniyet ya da hukuk adına yapılmıyor, cemaatin planı ve programı doğrultusunda cemaatin talimatı ile gerçekleştiriliyor.

Cemaate hizmet ediyorlar: Bu işlere karşı koyması gerekenler, sızdırılan bilgileri kullananlar da bilsinler ki bu yöntemle cemaate hizmet ediyorlar. Bazı internet siteleri, basın ve medya hizmeti değil, cemaatin propagandasını yapıyorlar. Cemaatin plan ve programına uymayıp görevini yapan hâkim, savcı ve diğer görevlilere yönelik saldırılar cemaatin talimatı ve planı gereği yürütülüyor.

Emniyet’i cemaat sarmış: Büyük illerin emniyet müdürleri ve valileri bilsinler ki emirlerindeki polisin bir kısmı kendilerini değil, cemaat imamını amir olarak kabul ediyor, hatta etrafları cemaat mensubu müdür ve amirlerce sarılmış durumdadır. Gerçeği göremiyorlar. Bu durumun farkındalar ve kısmen biliyorlar ama bilmiyor gibi davranıyorlar. Bazı operasyonları kendileri değil, cemaat yanlısı polislerle cemaat yanlısı savcılar cemaat imamlarının talimatı ile yürütüyorlar, bunu artık biliyoruz.

Cemaatin propaganda araçları: Bugün bilinen gazete, televizyon ve dergiler haricinde Aktifhaber, Derindüşünce, Roothaber, Habertime, Habervaktim, Sonsayfa, recepa.blogspot gibi onlarca internet sitesi cemaat mensuplarınca kurulmuştur. Sanki birbirinden ayrı kaynaklarmış gibi gözüken şeyler aslında tek bir kaynaktan yönlendirilmekte, hatta zamanla resmi bilgiye dönüşmektedir

Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi

Bu konuda detaylar için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?p=4335#4335

Gazeteciler Ve Yazarlar Vakfı 'Renklerin Ortak Dili' Temalı İftar Yemeği Verdi

31 Ağustos 2010
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın geleneksel iftar yemeği 'Renklerin ortak dili' temasıyla Conrad Otel'de gerçekleştirildi. Yemeğe, siyaset, sanat, entelektüel camia ve gayrı Müslim cemaatlerin temsilcileri katıldı.

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın daha önce 'Bu toprağın çocukları', 'Barış ve huzur dolu bir gelecek için', 'Hep birlikte sevgiyle buluşuyoruz' ve 'Evrensel barışa doğru' gibi başlıklarla düzenlediği geleneksel iftar yemeği, bu yıl 'Renklerin ortak dili' temasıyla Conrad Otel'de gerçekleştirildi. İbrahim Sadri'nin şiir dinletisiyle başlayan gecede, 'Renklerin ortak dili' filminin gösterimiyle devam edildi. Filmde, Türkiye'nin renklerini temsil eden entelektüel, aydın ve dini kanaat önderlerinin barış ve hoşgörü içerikli mesajları davetlilere sunuldu.
Yemeğe katılan dini temsilciler ile iş ve sanat dünyasından bazı isimler de söz alarak hoşgörü, kardeşlik ve beraberlik mesajı verdi.

'Renklerin ortak dili' iftarına, çok sayıda gazete ve medya kuruluşunun temsilcileri, akademisyenler, sanatçılar, yabancı ülke temsilcileri ile Hıristiyan ve Musevi dini temsilcileri katıldı. Herkesin ortak dileği ise barış ve hoşgörü oldu. aktifhaber
Yeniçağ'ı Aldı Bir Korku!
Açık İstihbarat

Çetin Yetkin'i sansürlediler, Kaan Turhan'ın Ergenekon davaları ile Fethullah Gülen'in bağlantısını ortaya koyan kitabını tanıtmaya cesaret edemediler.

Kendisini "milli" veya "ulusalcı medya" olarak adlandıran gazetelere bir haller oluyor...

Teslim alınma sırası basının milli bir duruş sergileyen küçük kesimine geldi. Doğrusu onların da bu kuşatma karşısında pek direndikleri söylenemez. Cumhuriyet gazetesinin geçirdiği evrim gözler önünde. Onlar artık "Dersim Cumhuriyeti'nin ilanına" bile tepki göstermiyorlar; sayfalarını sesini duyurma sıkıntısı çeken Bülent Arınç'a çarşaf çarşaf açmakla meşguller(!)

Cumhuriyet'ten sonra Yeniçağ da "çağın gereklerine uymaya" karar verdi ve icraata Prof.Dr. Çetin Yetkin'in son yazısını yayımlamamakla başladılar. Prof. Yetkin, her onurlu insan gibi istifa etti. Yeniçağ'ın ikinci "uyumlu yaşama" icraatı da genç yazar Kaan Turhan'ın Fethullah Gülen ile Ergenekon davaları arasındaki ilişkiyi ortaya koyan "Ergenekon ve Fethullah" adlı kitabı üzerinden gerçekleşti. Söz verildiği halde kitabın tanıtımını yapmaktan vazgeçtiler. Gazete yönetiminin bu tavrını gören yazarlar da her akıllı insan gibi şartlara uyup köşelerinde kitaptan tek satır bahsetmediler.

İşte Prof.Dr. Çetin Yetkin'in Yeniçağ'da yayımlanmayan o yazısı:

"Çok dindar, İslâm dinine sıkı sıkıya bağlı bir kişiyi gözünüzün önüne getirin: İnancı yüzünden Türkiye’de bulunmasının kendisi için sakıncalı olacağını sanıyor, o nedenle de kendisini güvende göreceği bir ülkeye gidip yerleşecek. Doğal olarak nasıl bir ülke olur bu? Kuşkusuz, bir İslâm ülkesi olmalı değil mi? Tıpkı Mehmet Akif’in yaptığı gibi…

Pekiyi, o zaman Fethullah Gülen neden Amerika’da yaşıyor?

Gidip yaşamak için niçin bu Hıristiyan ülkeyi seçmiş?

Amerika Hıristiyan bir ülke olarak da kalmıyor; orada Yahudiler iktidarda söz sahibi, Ermeniler de öyle.

Üstelik Gülen bir din adamı da!

O Amerika ki, Irak’ta, Afganistan’da Müslümanları topluca katledip duruyor. Bu da yetmezmiş gibi, Amerika, Filistin’de dünyanın gözü önünde Müslümanlara zulüm eden İsrail’in baş destekçisi.

Öte yandan Amerikan yönetimi Gülen’i resmen bağrına basmış, onun güvenliğini sağlıyor.

Amerika bizim stratejik müttefikimiz.

O nedenle Afganistan’da askerimiz var.

O nedenle Irak’a saldırdığında arka çıktık.

Ne rastlantı ama!…

* * *

Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’de türban yasağı var diye kızını Amerika’da okutmuş. Neden Suudî Arabistan’da, Mısır’da v.b. ülkede değil de Amerika’da?

* * *

Gülen, “Dünyanın dümeni Amerika’nın elindedir” demişti.

Doğru söylemiş. Değil mi ki Erdoğan ikide bir Amerika’ya gidip geliyor.

Şimdi de Gülen, Erdoğan’a arka çıkarak referandumda “Evet” denilmesini istiyor.

Referandum olayında Amerika’nın parmağı olduğunu kanıtlayan bundan daha kesin delil olur mu?

Ama Deniz Baykal’ın istifasını açıkladığı o dokunaklı konuşmasında Gülen’e teşekkür etmesine ve selam göndermesine ne demeli?

Ya Bülent Ecevit’in Gülen’e arka çıkmış olmasına!?

* * *

(..)

* * *

Bu arada Türk Silahlı Kuvvetleri her gün kan kaybediyor. 27 general ve amiral, tümü birden. Bir topyekun savaşta bu kadar general ve amiral birden yitirilse, o savaşta o ordu çok ağır bir darbe yemiş olur. (..)

F-Tipi polis örgütlenmesinden söz ediliyor.

Adalet Bakanlığı’nda Amerikalı savcı var mı, yok mu?

* * *

PKK saldırdıkça saldırıyor, sokakları caddeleri savaş alanına çeviriyor. Her gün daha da azıyor. Dur diyen yok.

Didim’in CHP’li belediye başkanı hakkında soruşturma olduğu gerekçesiyle görevden alınıyor ama devlete “…tir” çeken, her ağzını açtığında suç işleyen, PKK bayrağını Türk bayrağının yanına koymaya kalkışan Diyarbekir Belediye başkanı, hakkında onlarca soruşturma olmasına karşın, görevini bağıra çağıra sürdürüyor.

Ankara Belediye Başkanı hakkında açılmış kaç soruşturma var biliyor muyuz?

* * *

Abdullah Gül, cumhurbaşkanı. Devlet Bahçeli, şimdi ne düşünüyor acaba?

* * *

Fethullah Gülen Türkiye’ye dönmek için cumhurbaşkanı olma koşulların olgunlaşmasını bekliyor olmasın! Sakın Anayasa’ya göre, ilkokul mezunu olan Gülen cumhurbaşkanı olamaz demeyin. Anayasa’nın o maddesini değiştirirler ve bir de referanduma sunarlar, olur biter. Anayasa Mahkemesi de bu değişiklik şekil yönünden değildir, inceleyemem der.

* * *

Bunun sonu?…"
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cum Ekm 12, 2012 6:08 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Eyl 06, 2010 10:49 pm    Mesaj konusu: VE FETHULLAH GÜLEN HANEFİ AVCI’YA YANIT VERDİ Alıntıyla Cevap Gönder

"12 Eylül Referandumu"nda Sandıktan “Evet” mi Çıktı?

Murad Salih



Referandumdan önceki yazımızda şöyle demiştik:

[Bir referandumda halk, iradesini kaç şekilde beyan edebilir?

A-) “Evet” diyerek (AB-D’nin en istediği ve en çok sevineceği durum)...

B-) “Hayır” diyerek (AB-D’nin beğenmese bile içine sindirebileceği durum)...

C-) “Boykot” ederek veya “geçersiz oy” kullanarak (AB-D’nin en istemediği, en çok kızacağı durum)...

AB-D medyasının “evetçi” ve “hayırcı” kesiminin ortak dayatmasına göre, halk bu referandumda üç değil iki şıklı bir tercihi kullanacak...

Üçüncü şık olan “boykot” veya “geçersiz oy”un hafızalardan özenle silinmeye çalışıldığını herhalde farketmişsinizdir..

Bu tavrı dillendiren BDP işi bozduğu için Kürtlere başka Türklere başka bir metod uygulanıyor...

Kürtlere BDP’nin “hayır” diyeceği her haberin/yorumun içinde, bir iki cümle ile zihinlere sinsice sokuşturulurken...

Türklere de “PKK’lı teröristler’in seçimi boykot edecekleri” telkin edilerek “boykotçu”ların PKK ile ittifak içinde gösterilebileceği şantajı yapılıyor... ]
(1)

Buna göre seçim sonuçlarına bakalım:

49 buçuk milyon seçmenin 38 milyon 300 bini sandık başına gitti.

Katılım oranı yaklaşık yüzde 77...

Yaklaşık 11 milyon seçmen, yani toplam seçmen sayısının yüzde 23’ü sandık başına gitmedi ...

Sandıkbaşına giden 38 milyon 300 bin seçmenin kullandığı oylardan 37 milyon 541 bin 793’ü geçerli sayıldı.

760 bin seçmen (Sandık başına gidenlerin yüzde 2’si) “geçersiz oy” kullandı...

Geçerli oyların yüzde 58’i “evet”, yüzde 42’si “hayır” dedi...

Görüldüğü gibi buradaki “evet” ve "hayır" oranlarının açıklamasında apaçık bir yanıltma var...

Toplam seçmen sayısının (49 milyon 500 bin) yüzde 58-42’si değil...

Sandıkbaşına gidenlerin (38 milyon 300 bin) yüzde 58-42’si de değil...

Yalnızca geçerli oyların (37 milyon 541 bin 793) yüzde 58-42’si...

Şöyle...

Toplam seçmen sayısı kaçtı?

49 milyon 500 bin...

Bunlardan kaçı “evet” oyu kullandı?

21,874,192’si...

Toplam seçmen sayısına oranı nedir bu “evet”lerin?

Yüzde 44.1...

Bu oran aynı zamanda AKP+SP+BBP’nin toplam oyuna tekabül ediyor... Ve dikkat edilirsse toplam seçmen sayısının azınlığını temsil ediyor...

Buna rağmen referandum sonucu halkın Anayasa değişikliğini kabul ettiği Başbakan tarafından açıklanıyor...

Üstüne üstlük...

Daha YSK tarafından resmî sonuçlar dahi açıkşlanmamışken; Obama, "eşbaşkanı" Erdoğan’ı telefonla arayarak tebrik ediyor...

Keza aynı saatlerde AB’den de sevinç çığlıkları yüklü tebrik mesajları yağıyor...

Erdoğan da sonuçları açıkladığı konuşmasında “Atlantik ötesi”ne ilginç bir selâm yolluyor: “Dünya’nın dört bir yanından Okyanus ötesinden bu sürece destek veren tüm kardeşlerimi kutluyorum. Ne yapayım buradan Okyanus ötesine mesajlar olduğuna göre bizim de bu mesaja bir karşılığımız olması lazım.”

Bu "Okyanus ötesindeki kardeşleri" kimlerse artık...

Eşbaşkanı Obama mıdır?

Kendisine ödül veren siyonist örgütler midir?..

Hem Obama, hem de bu siyonist örgütlerle her daim “hoşgörü ve diyalog” içinde çalışan ve onları itatı farz olan “otorite/ulul ül emr/Müm’minlerin emiri/halife” kabul eden “Pensilvanya imamı” mıdır?

Hepsi birden midir?

Bilmiyoruz, günahını almayalım...

Biz yine konumuza dönelim...


Seçmenlerin Kaçı “hayır” oyu kullandı?

15,878,206’sı...

Toplam seçmen sayısına oranı nedir bu “hayır”ların?


Yüzde 32...

Bu da; yüzde 20 CHP+Yüzde 15 MHP =yüzde 35 oyu nazara alınırsa... CHP+MHP oylarının yaklaşık yüzde 3’ünün “boykot”u tercih ettiklerini gösteriyor...

Yüzde 44 + yüzde 32=Yüzde 76...

Bu referandumu (sandık başına gitmeyerek veya geçersiz oy kullanarak boykot edenlerin toplam seçmen sayısına oranı ise 100-76= yüzde 24...

Halkın “boykot” iradesini kırmak için yapılan olağünüstü baskı, tehdit ve şantajara rağmen...

Toplam seçmen sayısının yaklaşık 4’de biri (yüzde 24) bu demokrasi müasameresine katılmayı reddediyor...

Ama...

Her ne hikmetse, halkın bu “irade beyanı” hesap dışı tutuluyor...

İşte “Halkın iradesi”nin sandıklar (seçim-referandum) yoluyla belirlendiğini iddia eden “demokrasi” böyle bir şey...

Şakirtlerin “Büyük Allah’ım ne güzel artık bizim ülkemize de demokrasi güneşi nihayet doğuyor” diyerek uzun uzun şükür secdelerine kapandıktan sonra, meydanlara çıkıp sabahlara kadar göbekler atıp, kolbastı oynadıkları referandum sonuçlarının hilesiz hurdasız açıklaması bu iken...

Bize gerçekmiş gibi açıklanan sonuçlar ne?

“Evet”ler yüzde 58...

“Hayır”lar yüzde 42...

“Boykot” yüzde 24...

Toplayın bakalım bu üç rakamı: Yüzde 124...

Bu hesapta bir yanlışlık yok mu?

Sonuç olarak...

AB-D medyasının “evetçi” ve “hayırcı” kesiminin ortak dayatmasıyla, bir medya terörü halinde, halka bu referandumda üç değil iki şıklı bir tercihi kullanacağı empoze edilmişken...

Toplam seçmen sayısının yüzde 25’i bu “toplu zihin kontrolü” uyglamalarına direnerek Üçüncü şık olan “Boykot” veya “geçersiz oy” şıkkını tercih ederek... Hem AB-D emperyalizmine hemde onun yerli işbirlikçilerine açıkça meydan okumuştur...

Bu çok önemli bir direniş oranıdır...

“Antiemperyalist cephe”nin bu dirençli kitle tabanın dayanarak hayata geçirililebileceğinin de göstergesidir...

Bu yüzde 25, sanıldığı/zihinlere dayatıldığı gibi PKK/BDP’den ibaret değildir...

Çünkü Türkiyedeki Kürtlerin toplam nüfusa oranı yüzde 8-9 civarındadır (2)...

Bu kürtlerin yaklaşık yüzde 3-4’ü Barzani_Talabani etkisyle AKP’yi desteklemektedir...

Yani...

Kürtler içinde PKK-BDP’yi destekleyen kesim (BDP’nin potansiyel oyuna göre), toplam nüfusunun yüzde 5’i civarındadır.

Dolayısıyle...

Yüzde 25’lik boykot oranı içindeki PKK-BDP etkisi ancak yüzde 5’lik bir dilime tekabül etmektedir... Kürtlerin Yüzde 3-4’ü ise Barzani-Talabani etkisiyle “evet” oyu vermişlerdir...

Sizce, kalan yüzde 20’lik “boykotçu” dilimin etnik kimliği ne olabilir?

Dipnotlar:
1-Bkz: Murad Salih, “Ahmet Altan'ı çileden çıkaran tercih: Boykot!” http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=2937

VE FETHULLAH GÜLEN HANEFİ AVCI’YA YANIT VERDİ

02.09.2010
Milliyet yazarı Serpil Yılmaz bugünkü yazısında katıldığı iki iftar yemeğini anlattı. Bunlardan ilkinde işadamı Mustafa Süzer’in cemaate verdiği yakınlaşma mesajları anlatılıyordu. Gülen’in onursal başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın iftar yemeğinde ise ekrandan Fethullah Gülen’in Hanefi Avcı’ya serzenişle dolu kaydı dinletilmiş.

İşte Serpil Yılmaz’ın “Cemaat ile iş dünyasının yakınlaşması” başlıklı yazısı:

“Bu sene iftar davetleri, sanki hiç olmadığı kadar “mesaj” yüklü...
Son günlerde iki iftar yemeği davetine katıldım; Süzer Grubu Başkanı Mustafa Süzer’den başlamalıyım.
Süzer, uzun süren tedavi süresince Amerika’da kalmıştı; o nedenle verdiği davetler buluşmanın bir vesilesi haline de geliyor.
İstanbulluların “Gökkafes” olarak andıkları Süzer Grub’un yatırımı olan The Ritz Carlton’daki iftar daveti; Özallı yıllardan kopan sararmış bir yaprak gibi düştü önüme...
Önceki yıllardan farklı olan yalnızca salonun girişindeki masalarda konuk edilen Senegal’den, Endonezya’dan ya da Güney Afrika’dan gelen öğrencilerdi.
Türkiye’de bu manzaranın tek bir karşılığı vardır; Fetullah Gülen cemaatinin kurduğu Türk okulları!
Süzer kürsüden yaptığı konuşmada bu durumun altını “Türk okullarından gençlere destek veriyoruz. Aile olarak vakıf kurduk, gıda bankacılığı yapacağız” sözleri ile çizdi...
İstanbul Valiliği görevinden sonra Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’na atanan Muammer Güler uzak kaldığı hemşerileri ile tek tek ilgilendi.
Masamızı paylaştığımız, Hac ve Umre turlarını düzenleyen Eman Tur’un sahibi Bilal Özcan’a gösterilen ilginin yoğunluğu gözden kaçacak gibi değildi. Özcan’ın turları medyaya Ankaralı işkadını Nadire İçkale ile yansıyor...
Anlıyorum ki, salonun yarısı Hac ya da Umre arkadaşı...

Hanefi Avcı’ya serzeniş
İkinci iftar notlarıma geçeyim: Salı akşamı Conrad Otel’de Onursal Başkanlığı’nı Fethullah Gülen’in yaptığı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın (GYV) “Renklerin Ortak Dili” temalı iftar yemeği vardı.
Ekranda Gülen’in kayda alınmış “konuma saygı” talep eden konuşmasını dinledik. Gülen’in konuşmasından, yazdığı kitapla kendisini hedef alan Hanefi Avcı’ya çok belirgin bir meydan okumadan ziyade; serzeniş hissediliyordu.
Eskişehir Emniyet Müdürü Avcı’nın (Merkeze tayinini istedi) “Haliç’te Yaşayan Simonlar” kitabında öne sürdüğü “devlet içinde kanunsuz olarak örgütlenen cemaat” olgusu, “eski dostları” incitmiş.
Aynı hassasiyet, GYV Başkanı Mustafa Yeşil’in konuşmasında da karşımıza çıktı.
Sevgi sözcüklerini söyleyenlerin samimiyetini sorgulayan Yeşil, “Peşine düşülen; ‘herkesi konumunda kabul’, ‘farklılıkları zenginlik görme’ ve ‘uzlaşı kültürü’ çok emek ve yürek ister” dedi.
GYV’nin 16 yıldır devam eden iftar yemeği davetlerine ilk kez katılıyorum. O nedenle Avcı’nın kitabının cemaat üzerindeki etkilerini gözlemek için elimde ancak iki veri var.

BBP liderine alkış...
Bunlardan birisi medya arşivleri, diğeri de DYP’den siyasete atıldığı için Zaman gazetesi ile ilişkisi kesilen yazar Nevval Sevindi’nin izlenimleri...
Arşivlere bakılırsa, bundan önceki yıllarda GYV’nin iftar yemeklerine katılan bakanlardan; bir değil iki hükümet çıkarmış. Önceki akşam ise tek bakan yoktu. Milletvekili olarak da AK Parti’den Nursuna Memecan’ı gördüm.
İktidar kanadından; Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, İBB Başkanı Kadir Topbaş ve Üsküdar Belediye Başkanı Mustafa Kara’dan başka kutlama mesajı gönderen de yoktu.
Siyasi parti liderlerinden ise yalnızca BBP Genel Başkanı Yalçın Topçu’nun mesajı okundu. Zaten salondan da tek alkışı Topçu aldı.

Tarikatla dayanışma
İftar için hazırlanan barkovizyondan; Mehmet Kırkıncı’dan (Nurcu), Mustafa İslamoğlu’na (Kadiri); Selahattin Özgündüz’den (Caferi), Metin Tarhan’a (Alevi) kadar farklı tarikat ve mezhepler de mesaj gönderdiler.
GYV’nin anons görevlileri salonda meşhur bulma gayretini sürdürdü. İşadamlarından sözcü olarak seçilen Ramsey’in sahibi Remzi Gür’e mikrofon uzatıldı. Medya patronlarından Sabah gazetesi ile atv televizyon kanalının sahibi Ahmet Çalık, Star gazetesi ve Kanal 24’ün sahibi Fettah Tamince ve İTO Başkanı Murat Yalçıntaş; salonda yerlerini alan yerli ve yabancı “din adamları” ile “kanaat önderleri” arasına yerleştirilmişlerdi.
Sanatçı ilgisi de yüksek değildi; Gönül Yazar, Hakan Peker, Serdar Gökhan; sporculardan Hakan Şükür göze çarpıyordu.
Cemaati yakından tanıyan Sevindi; kendisine sorduğumda şu karşılaştırmayı yapıyordu:
“Bundan önceki iftarlarda siyaset ve sanat çevresinden daha fazla katılım olurdu. Özellikle sanat camiası, siyasetin içine müdahil olan kadrolaşmayı görünce cemaatten uzaklaştı. Siyasetçiler açısından da, cemaatin her partiye eşit mesafede durduğu algısının bozulduğunu görüyoruz. Gençler iktidardan nemalanmayı öğrendi.”
Bana sorarsanız, renklerin ortak dili fazla dünyevi olmaya başladı. Başta medya sektörü olmak üzere işadamlarındaki iştah bunu gösteriyor.”

Odatv.com

‘Cemaatin 5 milyar doları var’

15 Eylül 2010 :08Anadolu Haber

Fethullah Gülen hareketinin polis ve istihbaratta önemli rol oynadığı belirtilen raporda çok ilginç detaylar var. İşte o rapor...

ABD Kongresi Araştırmalar Merkezi’nin Türkiye raporunda, Fethullah Gülen cemaatiyle ilgili ilginç iddialara yer verildi.

‘Cemaatin 5 milyar doları var’

• Bugün Fethullah Gülen hareketi çok büyük bir taban hareketi. Dünya çapında aralarında ABD’dekilerin de olduğu okulları, üniversiteleri, hükümet dışı organizasyonları var. Türkiye’de ve diğer ülkelerde gazete, televizyon ve dergi ağını kontrol ediyor. Kontrol ettiği bankalarda 5 milyar dolarlık parası var. Serveti bu kaynaklar ve üyelerden gelen cömert bağışlardan sağlanıyor. Bir analizciye göre, Gülen hareketi şu anda Türkiye’deki en güçlü hareket.

• Gülenciler poliste ve onun istihbarat yapılanmasında önemli rol oynuyor. Sızan belgeler, asker karşıtı çizgisiyle bilinen Zaman gazetesinde yayımlanıyor. Köşe yazarları Ergenekon olayını sorgulayanları eleştiriyor, hatta tehdit ediyorlar.

Raporun “Gelecek Siyasi Olasılıklar” ve “Genel Değerlendirme” başlıklı bölümlerinde de şu saptamalara yer veriliyor:

• Başbakan Nisan 2010’da başkanlık sistemi istediğini söyledi ve uzun süredir onun arzusunun Türkiye’nin seçilmiş ilk başkanı olmak olduğuna inanılıyor. Eğer AKP, 2011’deki seçimleri kazanırsa, partinin başkanlık sistemine yöneleceği ve 2012’de Erdoğan’ın başkan adayı olarak seçime gireceği tahmin ediliyor. 2012’de Cumhurbaşkanı Gül, parlamentoya başbakan olarak dönebilir. Bu senaryo AKP’nin bir sonraki seçimde tek parti hükümeti kuracak çoğunluğa ulaşmasına bağlı.

‘Kılıçdaroğlu test edilmeli’

• CHP’nin yeniden canlanışını duyurmak için çok erken, çünkü Kılıçdaroğlu’nun liderliği ve kampanya yeteneklerinin test edilmesi gerekir.

CEMAAT HANGİ CIA AJANINA EVİNİ AÇIYOR

17.09.2010
CIA Ortadoğu Masası eski şefi, CIA’ya yakın Rand’ın uzmanlarından Graham Fuller yeni bir kitap çıkardı. ABD'nin Yeşil Kuşak Projesi’nin mimarlarından Fuller'in kitabının adı "A World Without Islam (İslamın Olmadığı Bir Dünya)".

Gülen cemaati ile oldukça iyi ilişkilere sahip olan, Fethullah Gülen'e ABD'de kalması için referans veren Fuller, kitabında eğer İslam olmasaydı dünya dengeleri nasıl olurdu konusunu irdeliyor. Fuller kitabında İslamsız bir dünyada terörizm, medeniyetler arası çatışma gibi konuların olup olmayacağını sorguluyor. Fuller'in cevabı İslam olmasa da dünyanın halinin pek değişmeyeceği yönünde. Fuller, sözkonusu kitapta Hazreti Muhammed'den Osmanlı ve Cumhuriyet dönemine kadar inceledi. Elbette, Fuller'e göre İslam'ın lideri olması gereken Türkiye, kitabın merkezinde. Fuller'in kitabına cemaatin ABD'deki bir başka bir temsilcisi, Gülen'e referans veren bir başka isim John Esposito da tanıtım yazdı.

Peki eski CIA'cı, 12 Eylül darbesinin destekçisi Fuller'in kitabının tanıtımı nerede olacak? Kitabın tanıtımı 23 Eylül günü Washington'da Fethullah Gülen'in onursal başkanı olduğu Rumi Forum'da gerçekleşecek.

Odatv.com

AKDAMAR KİLİSESİ’NDEKİ AYİNE FETHULLAH GÜLEN NE DER
Müyesser Yıldız
18.09.2010 :

http://www.odatv.com/images/2010_09/2010_09_18/akdamar-kilisesindeki-ayine-fethullah-gulen-ne-der-1809101200_l.jpg

Türkiye’nin “çağdaşlaşması” yolunda bir adım daha atılıyor ve Türkiye Ermenileri Patrik Vekili Aram Ateşyan’ın ifadesiyle, “100 yıl aradan sonra” Akdamar Kilisesi’nde ilk ayin düzenleniyor. Bu “tarihi” adımı dengeleme adına olsa gerek, Cuma günü de tarihi Van Kalesi’nin zirvesindeki Süleyman Han Camii 110 yıl sonra ibadete açıldı!..

Birilerinin dini-imanı artık sadece “para” ya,yegane merak ve sevinçleri şu; Acaba Ermenistan’dan kaç bin kişi gelecek?.. Ne kadar döviz bırakacak?... “Hoşgörü ortamına katkı” edebiyatı yapanlar da var. Onlara en “anlamlı” cevabı geçenlerde Ermeni Patrik Vekili Ateşyan verdi. “Hoşgörü” kelimesini sevmediğini belirtip, “Kimse beni hoşgörmesin. Benim bir kabahatim yok. Gelecek kişiler otellerde, polisevinde yer bulamayınca oradaki vatandaş evini açıyorsa bu jesttir” dedi. Ateşyan, Van Valisi Münir Karaloğlu’nu ziyaretinde de Akdamar’ın bir asırdır ibadete kapalı olduğunu hatırlatıp, şunu söylemişti:

“1867 yılına kadar burası, bizim merkezimiz tarzındaydı, ama son dönemlerde birçok kilise gibi elimizden çıkmıştı…”

Evet, Ateşyan’ın söylediği gibi orası “merkez” tarzındaydı. Ama sadece 1867’ye kadar değil, ondan sonra da… Neyin merkezi mi? İsyanların ve bölgedeki insanlarımıza yönelik katliam planlarının!.. Türk katili Antranik ve çete elebaşları “Savaş Meclisi”ni burada kurdu, sadece Türk ve Müslümanları değil, kendilerine katılmayı reddeden Ermenilere yönelik kanlı saldırıları bu karargahtan yönetti.

Zoruma giden şu; Adamların “soykırım” damgasını alnımıza yapıştırmasına ramak kalmış, bizse, bize uyguladıkları katliamların karargahını alkışlarla hizmete açıp, “100 yıllık” hayallerini, “çağdaşlık, çağ atlama nakaratıyla” gerçeğedönüştürüyoruz.

İktidar ve destekçilerine göre, tarihi gerçekleri hatırlamak-hatırlatmak, ülkelerarası ilişkilerde mütekabiliyet-karşılıklılıktan söz etmek “Ergenekon” işlerinden sayıldığından, bu konuda şahsi görüşlerimi kesip, onların “cet”lerinden sayılan Said-i Nursi ve onun hareketini devam ettirip, “AKP Devleti”nin Onursal Başkanı haline gelen Fethullah Gülen’e müracaat etmek istiyorum.

SAİD-İ NURSİ’NİN AKDAMAR HAYALİ

Bu yıl Said-i Nursi’nin 50. ölüm yıldönümü münasebetiyle İstanbul’da bir panel düzenlendi, Nazlı Ilıcak, Doğu Ergil, Mithat Sancar gibi “aydınlar”, “Demokratik açılımda Bediüzzaman modeli”ni tartıştı. Geçtiğimiz Cuma günü itibariyle de yine 50. yıl sebebiyle çok farklı bir etkinliğe imza atılıp, “Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet TIR’ı” yola çıkarıldı. Edirne Selimiye Camii’nden hareket eden TIR, 1 ay boyunca Türkiye’nin 30 iline uğrayıp, Said-i Nursi ve Risale-i Nur Külliyatını tanıtacak, on binlerce kitap dağıtacakmış. Kampanya kapsamında, konuşma ve seminerler düzenlendiği gibi, Said-i Nursi’nin hayatının geçtiği önemli merkezlerde çekimler yapılıp, bunlar belgesele dönüştürülecekmiş.

Acaba bugün Akdamar Kilisesi’nin ibadete açılmasını en çok alkışlayan ve destekleyen bu kesimler, o çalışmalarda Said-i Nursi’nin Van-Akdamar bağlantısına, Ermeni meselesine yaklaşımına da yer verirler mi ki?.. Bu konularda onun “izinden” gitmediklerinden, hiç ihtimal vermiyorum.

Van, Said-i Nursi’nin hayatında önemli yer tutan illerden başında geliyor, çünkü kışları genellikle Van’da geçirirdi, “Bediüzzaman” lakabını da burada aldı. Asıl önemlisi, Ermeni çetelerine karşı mücadeleye katıldı, en sevdiği yeğeni, ablasının oğlu Ubeyd’i Rus ve Ermenilerle çarpışmada kaybetti. Öğrencileriyle, çok sevdiği şehrin başına gelenleri şöyle anlatmıştır:

“Van’da Horhor’daki medresemin ziyaretine gittim. Baktım diğer Van haneleri gibi, onu da Rus istilasında Ermeniler yıkmışlardı… Benim terk ettiğim 7-8 sene evvelo medresemdeki dost, kaşe, enis sevgili talebelerimin hayalleri gözümün önüne geldi. O fedakar kardeşlerimizin bir kısmı hakiki şehit, bir kısmı da o musibet yüzünden manevi şehit olarak vefat etmişlerdi. Ben gurbetten vatanıma döndüm. Gurbetten kurtuldum zannediyordum, gurbetin en dehşetlisini vatanımda gördüm…”

Said-i Nursi’nin bir de Akdamar hayali vardı; “Van gölündeki Akdamar adasında 10 sene kalarak, 50 adam yetiştirirsem, o talebelerle İslam’ı bütün dünyaya yayıp, dünyayı fethedebilirim…” demiştir!..

Gel gör ki, izcileri bugün kilisede buluşuyor!..

GÜLEN: TÜRKLER ALTAY DAĞLARI ÖTESİNE SÜRÜLENE KADAR…

Said-i Nursi’nin takipçisi Fethullah Gülen… O artık “hoşgörü, dinlerarası diyalog ve açılımlar” abidesi… Kendisine bağlı yayın organları da Akdamar başta olmak üzere bilumum icraatların en büyük destekçisi… Ama çok değil, ABD’ye yerleşmesinden kısa süre öncesine kadar o da “Ergenekoncular” gibi düşünüyor, hatta onlardan daha ateşli görüşleri savunuyordu. Buyurun size, Sızıntı Dergisi’ndeki yazılarından bir demet:

“Bu millet Avrupa’ya adım attığı günden itibaren, Hıristiyan kin ve husûmetini üzerinde topladı. Bu husûmet ve kin, Bulgarı, Sırplıyla; Macarı, Yunanlıyla yan yana getiriyor ve bir kilise cephesi teşkil ediyordu… Keşke mes’ele, sadece hâricî tecavüzlerden ibaret olsaydı. Gövdenin içine girmiş binlerce kurt, içten içe durmadan onu kemiriyor ve dışın tecavüzüne yeni yeni gedikler açıyordu...” (Nisan 1980)

“Ah şanlı talihsiz, muhteşem bahtsız ülkem!.. Bir zamanlar ‘Hürriyet, müsâvaat, adâlet’ teranesini dilinden düşürmeyenlerin elinde hırpalanıp durdun. Bir başka zaman yabancılarla el ele, omuz omuza milleti bölüp, ülkeyi sağa sola peşkeş çeken karbonarilerin maceralarıyla…” (Nisan 1987)

“Batı bizi hiçbir zaman sevip-kabullenmedi... O, güçlü olduğumuz zaman, tabasbus, riyâ ve entrikalarla, güçlendiği dönemlerde de bizi ezerek ve inleterek hep kendi hedeflerini takip etti… Onlardı Ermeni’ye çanak tutup, güneydoğudaki eşkiyâya yeşil ışık yakanlar!..” (Eylül 1990)

“Medeniyetin öncüsü olduğu iddiasını kimseye bırakmayan bu dost(!) dünyâ değil miydi ki, hemen her zaman bir kanlı kâbus gibi başımıza dikildi ve bizi ezdi, ezdirdi… Şimdi, bütün bunlardan sonra onun, Ermeni meselesinde insânî davranacağını, Türk-Yunan münasebetlerinde Türkiye’ye destek vereceğini, şayet bir yararı varsa AT’a girmemizi kolaylaştıracağını, bugüne kadar yüz kere allayıp-pullayıp gündeme getirdiği azınlıklar meselesinden vazgeçeceğini, ülkemize misyonerler göndererek, Müslümanları Hıristiyanlaştırmaya çalışmayacağını, içimizden satın aldığı insanları başımıza musallat etmeyeceğini beklemek apaçık bir gaflet ve aldanmışlıktır… O, bir zaman Haçlı orduları ve işgalci güçleriyle dilediğini yapıp yaptırdığı gibi, şimdi de içimizden kiraladığı bir kısım yabancılaşmış kimselerle kendi hedefini takip etmektedir… Bunca şeyden sonra, hâlâ bir kısım kimseler batıyla zifâfa koşacak ve zirveleri tutanlar da bu sevimsiz maceraya ‘dur’ demeyeceklerse, bize daha bir süre ‘Yâ Sabûr’ deyip beklemek düşecektir.” (Eylül 1990)

“Öyle anlaşılıyor ki, Araplar bütünüyle Hıristiyanlaştırılacağı, Türkler de Altay dağları ötesine sürüleceği güne kadar -Rabbim o günleri göstermesin- Batılıların baskı, boykot, ambargo ve işgâlleri devam edecek… Ve Rişâr’ların, Barbaros Frederik’lerin torunlarını, kan içmek üzere sık sık yamaçlarımızda görecek, tiksinecek ve ürpereceğiz... İslâm dünyasının ümit minberi, vahdet mihrâbı olan Türkiye’yi tekrar sarsacak, kıskaca alacak, kan kusturacak ve ona huzur vermeyecektir. Böyle yapacaktır; zira asırlık emellerine ulaşmanın yolu bundan geçiyor… Onlarla bizim aramızdaki boşluğu doldurmaya bizim gücümüz yetmez. Zaten onlar da, aradaki bu boşluğun kapanmasından daha ziyâde, bütün bütün onlara iltihakımızı beklemekteler. Böyle bir isteğe cevab-ı sevâp vermek ise, ya bir hıyânet veya akılsızlıktır…” (Haziran 1991)

“Dün Yunanla, Bulgarla, Ermeniyle, Slavla her yerde kargaşa çıkarıp başımıza gâile açanlar, şimdi de Sırplıyla, PKK ile, Ermeniyle, Nusayriyle, Râfıziyle aynı şeyi yapıyorlar ve vazgeçeceğe de benzemiyorlar.” (Ekim 1992)

KURTLARI ÇOBANLIĞA YÜKSELTİP, ÇOBANLARI SÜRÜLEŞTİRMEK

En sonuncusu 2001 yılına ait olan Gülen’in şu sözlerine de dikkat:

- Canavarlara karşı muhabbet onların iştihalarını açar. Herkesi kuzu zannedip, kuzu olmaya kalkışmak sadece çakalları ve kurtları sevindirir…

- Sen, ‘çağdaşlık’, ‘çağ atlama’ nakaratıyla kendi kendini avuta dur; kazanç, gelir dağılımı, refah, mutluluk, keyif, neş’e gibi gevezeliklerle teselli olmaya devam et… Aslında senin, çağdaşlığın da çağı yakalaman da sadece bir züğürt tesellisi ve kendi kendini aldatma. Senin icraatın sırf bir taklit ve başkalarına bakıp geviş getirme, idaren de, kurtları çobanlığa yükseltip, çobanları da sürüleştirmekten ibaret…

- Komşularıyla iyi geçinen, fakat barış derken, ezilmeyen, onurundan taviz vermeyen bir Türkiye arzuluyorum…

Asıl “dönüşen” Gülen olmuş değil mi? Neyse, biz Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın son müjdesine bakıp, sevinelim… Gökçeada ve Cunda Adası’ndaki kiliseler de restore edilecekmiş…

Gülen’in “dolmaz” dediği “boşluk” mu dolduruluyor, yoksa “bütün bütün onlara iltihakımız” mı gerçekleşiyor, bir süre de bizler “Ya sabır!..” çekip, bekleyelim bakalım!..

Odatv.com

Fethullah'ın Yankee İstihbarat Faaliyetleri
Kaan Turhan
23.09.2010



Türkiye’deki dini çevrelerden sırtını Amerika’ya dayayan Fethullah Gülen cemaati bu misyon için en elverişli müttefik olarak kendini göstermekteydi.

Irak’ta işgal sonrası süreci biçimlendirmek ve Kürdistan’ı ilân etmek üzere çabalarını sürdüren Fethullahçılar, kamuoyu oluşturmak ve dezenformasyon üzerine sahip oldukları beceriler, deneyimlerle koşullara uyum sağlama açısından daha bir elverişli kılmaktadır. Fethullahçıların, Amerikan emperyalizminin hedef ülkelerde uygulamaya koyduğu politikaların eğitim, sağlık ayağını tamamladıkları bilinen bir konu. Yeni dünya düzeni oluşumunda, kapitalist ve emperyalist egemenlik savaşında yeni görev dağılımı için sıraya giren unsurların başat olanı Fethullahçılar olarak görünüyor.

Bir yankee casusluk projesi olarak Fethullahçı hareket Rusya, Özbekistan, Azerbaycan gibi ülkelerde dikkat çekmiş ve ülkeler bu Amerikan oyununa karşı önlem geliştirme yoluna gitmişlerdir. Kendilerini Türk ve İslam misyonerleri olarak tanımlamaları; yaptıkları ve uygulamaya koydukları açısından taban tabana zıtlıklar taşımaktadır.

Kürtçü bir hareket olarak Türklükten, İslamiyetin isevileştirilmesi projesi açısından Müslümanlıktan ayrılmaktalar. Irak’ın işgali sonrası oluşan işgal hukuku ortamında, kıt kaynaklardan daha fazla yararlanmaya odaklanmış emperyal merkezler, kendi çıkarları boyutunda oluşturdukları kolaylıklarla doğal kaynaklara odaklanmış bulunmaktalar. Fethullahçılar, Irak’ta oluşan durumdan vazife çıkarmayı iyi bildiler, kuşkusuz Amerikan desteğiyle.

Sağlık kurumları, okulları, üniversiteleri yeni devletin, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Barzani’nin ve Amerika’nın isimlendirmeleriyle Kürdistan’ın, inşasını sağlama yolunda misyonlarını yerine getirmektedirler. İngiltere merkezli Arap gazetesi Asharq Al-Awsat’a demeç veren Barzani:

“..Türkiye’yle ilişkilerimizde çok önemli ilerlemeler gerçekleşiyor. Türkler iyi bir anlayış gösteriyor ve komşu Türkiye’yle ticari işbirliğimizde geniş bir ufuk görebiliyorum. Halen bölgemizde 500’den fazla Türk şirketi faaliyet gösteriyor. Türkiye’yle ilişkilerimizdeki ilerlemeyi çok tatmin edici bulduğumuzu söyleyebilirim.”

Fethullahçıların Erbil’de yaptıkları Abant toplantısında, Mümtaz’er Türköne’nin “hepimiz Kürt’üz” diye homurdanması mazlum Kürt halkını savunduğu anlamına gelmediğini söylemlerinden anlamak güç değil!

Türköne, Akşam Gazetesi’nden Nagehan Alçı’ya verdiği röportajda;

“ABD’nin ‘Kürt Bölgesel Yönetimi’nin güvenliğini Türkiye’ye emanet edeceği’ iddiasının altını çiziyor. Bunun karşılığında da, Erbil’deki toplantı aracılığıyla Türkiye’ye ‘PKK’nın tasfiyesi’nin hediye edileceğini öne sürüyor ve ekliyor: “Entegrasyon istikrarlı hale gelecek. Bu esas olarak ekonomik entegrasyon. Anlamsız hale gelen sınırlar, kültürel, sağlık, eğitim ve ekonomi alanında entegre olmuş bir bölge hayal edin. Sınırların olmadığı bir bölge mi? Olmadığı değil ama anlamsız hale geldiği. Sonuçta Kuzey Irak’ın, Irak’ın bütününden çıkması mümkün değil. Siyasi olarak Irak’ın bir parçası ama fiilen Türkiye’nin parçası gibi olabilir. Böyle bir hayal bana çok uzak gelmiyor.”[1]

Irak’ı ziyarete giden Abdullah Gül satır aralarında bir şey söylemekteydi:

“Petrol ve gaz çıkarmaları ve bunu Türkiye üzerinden boru hatlarıyla nakli konusunda da mutabakata vardık. Bu konuları geniş bir biçimde çalışma kararı verdik.”[2]

Gül’ün bu ziyareti üzerine yazan Hüsnü Mahalli projeyi şöyle açıklamaktaydı:

“Amerika’nın çekilmesinden sonra Irak’ta doğabilecek siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel ve psikolojik boşluğu doldurma şansını yakalayan Türkiye, Gül’ün ziyaretiyle PKK dosyasını kapatınca yalnız Irak’ta değil tüm bölgede var olan prestij, saygınlık ve gücünü artıracaktır.”[3]

ABD’nin Irak’taki doğal kaynaklar üzerindeki amaçları ve projelerini açıklayan sözlere Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler de katılmıştı. Abdullah Gül’le Irak’a giden Güler şunları söylemekteydi:

“Ortak enerji projelerinde işbirliği yapılması konusunda ABD’yle mutabakata vardık. Irak petrollerini ABD’yle ortak işleteceğiz. Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattına paralel doğal gaz boru hattı döşenmesini konuşuyoruz. Nabucco projesine 6. ortağın alınması çalışmalarını sürdürüyoruz. Bu ortak Alman RWE olabilir. Eskiden Satrancı seyrederdik, şimdi oynayanlardan biri olacağız.”

Tarihler 16 Mart 2009’u gösterdiğinde yayın yaşamına bir gazete giriyordu. İsmi Hewler Post.

Başlarken başlıklı metinde şunları yazılmıştı:

“Irak Kürdistan’ın bu globalleşen dünyayla olan ilişkileri ve her alanda ortak bir anlayışın yaratılması da bu teknoloji sayesinde olan ilişkileri ve her alanda ortak bir anlayışın yaratılması da bu teknoloji sayesinde mümkün...Irak Kürdistan’ının globalleşen dünyada, Türkiye’yle olan ilişkilerinin gelişmesinin ve geliştirilmesinin entelektüel bir adımı olabilecek bu gazetenin, iki taraf arasında her alanda ilişkilerin geliştirilmesine vesile olması dileğiyle...”

Böylelikle,

“postlar alemine bir de Hewlerpost eklendi. Hewler, yani Kürdistan Özerk Yönetimi’nin başkenti, post, yani bildiğimiz postası. Başka bir deyişle Washington Post’un Kürt versiyonu...Birbirini anlama çabasının Kürdo Amerikan bir isimle taçlandırılması, gazetenin ve arkasındaki Barzani güçlerinin yönelimini de, niyetini de ortaya koyan yeni bir kanıt olarak alınmak durumundadır. Anlaşmanın iskeleti, üst başlığı kocaman bir ‘post’ sözcüğüdür.”[4]

Gazetenin 21 Mart’ta çıkan ilk sayısıyla birlikte genel yayın yönetmeninin Rebwar Kerim Weli olduğu ortaya çıkıyordu. Kerim Weli, gazete çıkmadan bir hafta önce, Fethullah Gülen’e ait olduğu bilinen Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’nda (SETAV) konferans vermişti. Weli bu konferansta Kuzey Irak, Türkiye ilişkileri açısından da ‘çarpıcı’ açıklamaları olmuş; Türkiye’yi Iraklı Kürtler için “rüya kapısı” olarak tanımlayarak, Irak’ta konfederasyon yönünde bir oylama yapılsa, halkın yüzde 80’inin Kuzey Irak’ın Türkiye’ye bağlanmasını isteyeceğini iddia etmişti.

Rebwar Kerim Weli’nin bağlantılarından biri de Fethullah Gülen cemaatinin organize ettiği Abant Platformu toplantısı, Aksiyon dergisinin haberine göre, Weli, 15 – 16 Şubat’ta Erbil’de yapılan “Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak” konulu Abant Platformu Toplantısı’nın düzenleyicileri arasında yer alıyordu”[5]

Fethullahçıların Erbil’de yaptığı Abant toplantısının ardından gelen Türkçe gazete Hewler Post yayın yaşamına doğrudan işbirlikçiliğinin tescilliğiyle başladı.

Hewler Post’un yayın yaşamına başlaması, PKK’nın tasfiyesi sürecinde ve Erbil’de yapılan Fethullahçı-Amerikancı Abant toplantısından sonraki sürece denk düşmesi yabana atılacak bir konu değil. Irak’taki tüm muhalif grupları, aslında tüm unsurları, işbirlikçi Kürt Amerikan siyasal çizgiye yaklaştırarak dönüştürmenin ayaklarından sadece bir tanesini oluşturuyor, Hewler Post.

Ali Babacan’ın:

“Terörle mücadelede 2007 sonundan itibaren Türkiye’de yeni bir dönem başlamıştır. Bu bölücü terör örgütü artık ne bugünün Türkiye’sinde ne bugünün Irak’ında yeri olmayan bir örgüttür. Bunun da herkes daha çok farkına varıyor. Buna kalıcı bir çözüm bulabilmek için de bir yandan Türkiye, bir yandan Irak, bir yandan ABD aynı zamanda bu üçlü mekanizma içinde de çalışmalar yapıyoruz. Ama bu bir süreç. Hemen elde edilecek sonuçlar değil bunlar”[6]

diyerek kamuoyunu Amerikancı “çözüm”e alıştırmaya çalışıyor. Öte yandan bu süreçte başkaca ilginçlikler yaşanmakta:

Tez Koop-İş Sendikası, Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) İdaresi’nin Şanlıurfa’ya taşınmasıyla ilgili Bakanlar Kurulu kararını: “GAP’ın Ankara’dan taşınması federatif bir idari sistemi anımsatmaktadır”[7] diye eleştirmekte haklıdır.

Merkezin yetkisini ve etkisini yerele devrederek federatif yapının temellerini sağlamlaştırmak, AKP’nin GAP Eylem Planı’nda geçen yerel ve merkez arasındaki koordinasyonun merkez teşkilatı tarafından yapılacağı görüşüne de ters düşmektedir. Ancak proje büyüktür ve atlantik ötesinden yürütülmektedir. Bu süreci harekete geçiren de yine atlantik ötesidir.

Adem-i Merkeziyetçilik, merkezden yerele yetki aktarımı, 21. yüzyılın yerel gündemi gibi kavramlar tam da Osmanlıcılık politikasına eklemlenme bağlamında kullanılmaktadır. Hewler Post’ta yazan Remzi Pêşeng, yerelleşmeye tarihsel bir arka plan çiziyor:

“Osmanlı yönetimi Kürdistan’ta ilk adımını siyasal ilişkiler sonucu attıktan sonra, Kürt unsurlara verdiği bir çeşit ayrıcalığa ya da “Otonomiyi” kontrol altına almak için merkezden resmi sıfatla gönderilen unsurların “memurların” sayısını giderek arttırır.”

Hewler Post’un yayın yönetmeni Fethullahçı Rebwar Kerim Weli yazısında şöyle söylüyor:

“Kürtler bir gün Türkiye yoluyla Avrupa Birliği’ne girmenin hayalini kuruyor. Onlar düşünüyor ki eğer bir gün Oraklı Araplarla yaşayamazlarsa konfederal bir yapıyla Türkiye’ye bağlanabilirler.”[8]

Aynı yazar enerji hatlarının güvenliği ve Kürdistan’ın Avrupa’yla petrolle doğal gaz açısından ilişkileri boyutunda, Barzanici bir bakışla şunları söylemekteydi:

“Başkan Barzani, Avrupa’nın bazı ülkelerine düzenlediği ziyaretlerinde Kürdistan petrolünün ve doğal gazının Türkiye yoluyla Avrupa ülkelerine ulaşması meselesinden çok ciddi bir şekilde bahsetmiş. Kürdistan 50 milyar ham petrole ve Ortadoğu’nun en büyük 3. doğal gaz rezervine sahiptir. Bu açıdan Kürdistan Bölgesine bakarsak, bu bölge Türkiye ve Avrupa enerjisinin büyük bir bölümünün temini için büyük bir kapıdır.”[9]

Aynı gazetede yazar olan KYB Basın Yayın Bürosu Sorumlusu Azad Cundiyani, üçlü olarak ifade etmiş olduğu çözüm süreci konusunda:

“Diyarbakırlı yazar ve aydın Altan Tan, ABD Başkanı Obama’nın Türkiye ziyareti hakkında bana şunu söyledi: Kürt meselesinin çözümü konusunda üç aşamalı bir plan var. Bunlardan ilki Kürt meselesinin çözümü konusunda şu ana kadar yapılanlar ülkenin anayasasına koyulmalı. Kültürel alanda henüz yapılmayanlar yapılmalı ve ‘vatandaşlık’ tanımı konusunda gereken değişiklikler yapılmalı. İkincisi Kürdistan Bölgesi hükumeti tanınmalı. Üçüncü aşamaysa PKK’nın dağlardan inmesi, etkili ve kabul edilir bir afla silahlar atılmalı.”

Cumhurbaşkanı Gül’ün ağzından tescillenen ‘Kürdistan’ Hewler Post’ta şöyle yankı bulmuştu:

“Barzani, Türk Cumhurbaşkanı Gül’ün kendisiyle görüşmesinin Türkiye’nin ‘Kürdistan Bölgesini’ tanıması anlamına geldiğini açık bir biçimde belirtti.”[10]

Gazetenin yazarlarından Remzi Pêşeng’in ifadeleriyse:

“Kürdistan adlandırması siyasi terminolojide belirtilmesi, peşin bir ayrılık yükümlülüğü olamaz. Uzun senelerin baskıları sonucu tabu haline getirilen bu kavramların önünün açılması, Türkiye’ye özgü getirilecek çözüm önerilerine siyasal bir form vermesi bakımından da önemlidir”[11]

yönündeydi. Barzani’nin Hewler Post’a yansıyan görüşleri, Irak’taki Kürtleşme hareketinin, Uluslararası Kürt Konferansı’yla ‘reorganize’ edilerek, Türkçesiyle Amerikan siyasetine evrilerek yeniden organize olmasını imlemekteydi.[12]

Genel Yayın Yönetmeni Rebwar Kerim Weli, 1 Mart Amerikan askeri işgalini onaylayan tezkerenin geçmemesinin, Kürtler için fırsat olduğunu söylemekteydi:

“Kürtler 1 Mart tezkeresi parlamentodan geçmediği için şanslıydılar. Amerikan askeri o dönem Türkiye’den o kadar nefret ediyordu ki: ‘Bize öyle oldu ki Türkiye’ye de saldıracak bir duruma geldik’ diyorlardı. Bu, Kürtlerin tarafına doğru olumlu olarak döndü ve Kürtler Amerikalılar için ev sahibi oldu”[13]

Gazete’de yazan İsmail Beşikçi de:

“ABD; kendi çıkarları doğrultusunda Irak’a silahlı müdahale etti. “Kutsal statüko”da önemli bir gedik açıldı. ABD şüphesiz bunu, Kürtlerin hakkı-hukuku için yapmadı. Ama, müdahale, Kürtler için olumlu bir ortam hazırladı. Artık, tarih bu doğrultuda ilerleyecektir. Geriye gidiş artık olası değildir.”[14]

Yine gazetede Prof. Dr. Ümit Yazıcıoğlu şöyle söylemektedir:

“Peter Galbraith, birleşik Irak oluşturma çabalarının başarısızlığa uğradığını savunarak, Irak’ın bölünmesini ve bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını haklı olarak önerdi. Türkiye bu real gelişmeyi diplomatik düzeyde artık kabullenmelidir. Irak’ta bir Kürt devletinin oluşumu 1990’ların başından beri yaşanıyor. Dolayısiyle Ortadoğu’da büyük ekonomik yatırımları bulunan Türkiye’nin Irak Kürdistanı’nda kurulması mümkün olan bağımsız bir Kürt devletini potansiyel müttefik olarak görmesi Türkiye'nin iç ve dış güvenliği acısından zaruridir.”[15]

Amerikan güdümlü ‘özgürlük’ hareketini onaylayarak, Türklere, mazlum Kürtlere ve Türkiye’ye karşı işbirlikçi tavrını göstermekte ve Irak’ın atlantik ötesi işgali için ev sahibi olduğunu dile getirebilmekteydi.

Başka bir Amerikan işbirlikçiliği örneği de İlnur Çevik’in sözleriydi. Irak’ın işgal sonrası kıt kaynaklarını Amerikan savaş ekonomisi için hazırlayanların başında gelen İlnur Çevik, Fethullahçı Hewler Post’a şu açıklamaları yapmıştı:

“PKK, Ankara Erbil ilişkilerinin daha sıcak ve çok daha verimli bir ortama çıkarılmasındaki tek ve ciddi bir engel... Artık ilişkilerdeki PKK gölgesi kalkmalı. Genel af yapmasa bile Türkiye, PKK’lıları dağdan indirecek ve onları evlerine gönderecek bir formül bulmalı. Yani Türkiye ve Irak dağlarındaki PKK militanlarına yeni bir beyaz sayfa açacak liderlik kadrolarına da bir Avrupa ülkesine sürgüne gönderecek bir formül..”[16]


Sürecin analizi çok basit aslında; 15 yıldır Türkiye’ye bela olan PKK’nın tasfiyesi karşılığında belki daha da tehlikeli olan “Kürdistan”ın tanınması, “Kürdistan”a olabilecek her türlü, kültürel, siyasi, enerji, eğitim, sağlık, alt yapısının geliştirilmesi ve Amerikan destekli yönetime koşulsuz desteğin sağlanması. Ergenekon operasyonu da bu atlantik ötesi projeye karşı yine atlantik ötesinin kurguladığı ve yönettiği, kendilerine ayak bağı olacak tüm kadroların kontrol altına alınması olarak belirmektedir.

Fethullahçıların açılan son okulları için Mısırlı İbrahim Ganim isimli Türkiye uzmanı, Los Angeles Times'a verdiği demeçte Türkiye'deki hükumet dışı aktörlerin Arap dünyasında gerçekleştirdikleri eğitim, ticari ve kültürel projelerle Ankara'ya bölgesel bir rol oynaması için zemin hazırladığını söylemekteydi. Proje oldukça açıktı!

PKK üst yapılanması KCK Yürütme Konseyi açıklamasında:

“Biz, yeniden on yıllarca sürecek bir savaş sürecinin başlamasından önce halklara karşı duyduğumuz sorumluluğun bir gereği olarak ilgili tüm güçleri hem uyarmak, hem de göreve davet etmek istiyoruz. Kürdistan Özgürlük Hareketi ve Kürdistan halkı, barışçıl bir sürecin gelişmesi için fedakarlık yapmaya ve gereken kolaylığı sağlamaya hazırdır. Ama şiddet yöntemiyle yok edilmek istenilmesi durumunda ise yenilmezliğini kanıtlayacak ve saldırıları tümüyle boşa çıkaracak güçte olduğunu herkese gösterecektir. Bunun için tercihimiz öncelikle barış ve diyalogdur. Böyle bir sürecin gelişmesi için tüm sorumlu güçleri çaba göstermeye ve kan dökülmesinin önüne geçmeye çağırıyoruz.”

demekteydi.

Amerika’nın yeni emperyalist çabalarına teslim olan ve Amerikan postalı altında özgürlük bekleyenler, ikinci cumhuriyetçi, liberal ortaklar Amerikancı uzlaşmayı derinleştirmiş görünüyorlar. Bazılarının ifadelerine gelince şöyle[17]:


Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı (TESEV) Demokratikleşme Programından Araştırmacı Dilek Kurban:

“Çatışmaların devam ettiği bir ortamda barışın sağlanması mümkün değil. O yüzden her iki tarafta silahların susması gerekiyor. Silahların susması için adım atılması gerekiyor. PKK önemli bir noktada. PKK’nin silahları bırakması için teşvik edecek yasal düzenlemeler yapılmalıdır”

Gazeteci Etyen Mahçupyan:

“Her biri Türkiye’nin vatandaşı olan insanların bir masa etrafında bir arada oturması gerekiyor. Bunun etrafında kimler olur ayrı bir konu, ama bunun bir an önce olması gerekiyor. Önemli olan ön koşulsuz konuşabilmektir. Konuşulmadan diğerinin önemli olduğunu düşünmüyorum”

Emekli Hakim Albay Ümit Kardaş:

“Kürt sorununun ve hatta diğer sorunların çözümü yeni bir anayasadan geçer. Yeni bir anayasa yapılmadan Kürt sorununu üç beş sembolik uygulamalarla çözmek mümkün değildir. Yeni anayasanın bir kurucu felsefesi olacak ve bu felsefe farklılıkların bir arada hukuk güvenliği altında, özgürlükler içinde yaşamasının ilkelerini sağlayacak. Bu yeni anayasa ile Kürt sorunu ve diğer sorunların çözümü mümkün olabilir…Yeni anayasa ile ‘merkezin yetkileri ne olacak, yerel yönetimlerin yetkileri ne olacak, bir idari özerkliği bu anayasa öngörecek mi? bunlar tartışılacak. Bu nedenle önemli. Sembolik yer adlarının değişmesi ile bu iş çözülemez”


Eski Diyarbakır Barosu Başkanı Sezgin Tanrıkulu:

“Kürt sorunu bir devlet meselesidir. Devlet meselesi ile devlet içinde eş güdümden sorumlu olan ve devlet politikası oluşturmada birinci derecede görevli olan Cumhurbaşkanının, biraz daha aktif pozisyon alması lazım. Daha görünür adımlar atmalıdır… Herkes silahsız bir çözümü değişik ifadelerle dillendirmeye başladı. Atılacak sembolik adımlar önemlidir. İçişleri Bakanı’nın açıklamaları sembolik ve önemlidir. Kalıcı çözümün sağlanması için olumlu bir iklim yaratır”


Prof. Dr. Mithat Sancar:

“Somut bir niyet işareti, somut bir irade açıklaması, küçük adımlar ve jestler gerekiyor. Sadece sözler yetmez. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı’nın bir şeylere niyetli olduklarını göstermeleri gerekiyor… Henüz ortada somut bir şey yok. ‘İyi şeyler olacak’ söylemi daha önce de tekrarlanmıştı. Umarım bunun arkasında bir hazırlık süreci vardır, çok da iyi olur. Cumhurbaşkanının burada inisiyatif alması en azından önemlidir. Açıkçası hükümetin bu konuda tek başına kararlı bir tutum sergileyeceğini sanmıyorum. Diğer partiler de var, kamuoyunun bir kesiminin bir baskısı var. Gül’ün gerçekten daha somut işaretlerle, daha somut bir program niyetiyle hareket etmesinde çok büyük fayda olacağını düşünüyorum.”

KADEP Genel Başkanı Şerafettin Elçi:

“Sorunu çözmenin ilk adımı ‘niyet’ sonra karar ardından irade gelir. Biz niyet aşamasındayız. Cumhurbaşkanı inisiyatif alıp liderleri belli bir noktada uzlaştırabilirse Meclis’te her grup liderini takip eder.”


AKP Batman Milletvekili Mehmet Emin Ekmen:

“Kürt sorununun birkaç ana parametresi var ve tek biri çözüme yetmez. Çözümde ortaklaşmak gerekir. DTP’siyle diğer partilerdeki Kürt siyasetçilerle, entelektüel fikir adamlarıyla grup oluşturulabilir.”


Yazar Orhan Miroğlu:

“Karşılıklı olarak çözüme yönelik iyi dinamikler varken sonuca ulaştıracak tek kurum TBMM’dir. Gerekiyorsa İmralı’yla bile görüşülmeli.”


Yazar Naci Kutlay:

“Eğer gerçekten çözüm iyiyse DTP ile veya PKK ile görüşmenin bir sakıncası olmamalı.”


Eski TİP Milletvekili Tarık Ziya Ekinci:

“Gül ve Erdoğan’ın açıklamalarından Kürtler muhatap alınmadan bir çözüme gidileceği fikrini edindim.”


Prof. Dr. Doğu Ergil:

“Bir şey eskiden olmuştur, aynı şey aynı biçimde tekrar etmektedir. Ve sizde ‘bu daha önce olmuştur’ diye bir duyguya kapılırsınız. Gene öyle bir durumdayız. Ama aslında güneşin altında söylenmeyen yeni bir şey yoktur. O nedenle evet, insanı rahatlatan sözler bunlar. Ama ben eyleme bakarım. Eylemde herhangi bir değişiklik görmüyorum. Psikolojik evreye girdik. Kendi kendimizi telkin ediyoruz… Tanı konmadı. Bu ‘terörizmdir’ dendi ondan sonra ‘teröristle mücadele ederek’ şiddete karşı daha büyük şiddet… Yani silahlı adamlara karşı koca bir ordu seferber edildi. Kimse ‘yahu dışarıdaki bir düşmana karşı değil, içerideki insanlara karşı sürdürülüyor bu mücadele’ demedi. Sanki olağan bir şeymiş gibi bakıldı. Bu bir akıl tutulmasıdır. Var olan bir sorunu anlamamakta ısrardır.”

Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) Başkanı Sedat Laçiner’in Amerikancı stratejik düşünceleri:

“Ergenekon sanıklarının tutuklanması ve dışarıdakilerin sinmesi nedeniyle, PKK’nın operasyon kabiliyetinin zayıfladığı”[18] yönündeydi.

PKK’nın operasyon kabiliyeti zayıfladı ama Ergenekon sanıklarıyla bağlantıları olduğu(?!) için değil, Amerikan yönetimi tasfiyeyi zorunlu kılarak, Kürdistan’ın ilânını Laçiner gibilerin familyasına verdiği için!

[i][1] Açık Saçık Kürt Projesi, Sol, 24.03.2009

[2] Zaman, 24.03.2009.

[3] Hüsnü Mahalli, Gül’ün Psikolojik Bağdat Ziyareti, Akşam, 24.03.2009.

[4] Alper Birdal, Kürt Sorununda ‘Post’ Anlaşma Dönemi, Sol, 23.03.2009.

[5] Gülen Cemaatinden Türkçe ‘Kürt Açılımı’, Sol, 23.03.2009.

[6] Cumhuriyet, 19.03.2009, s.18.

[7] Murat Kışlalı, Federasyon GAP’la Geliyor, Cumhuriyet, 02.03.2009, s.5.

[8] Rebwar Kerim Weli, Yeni Süreçte Kürdistan Bölgesi ve türkiye İlişkilerine Dair Bir Persfektif-III, Hewler Post, 18.04.2009, s. 9.

[9] Rebwar Kerim Weli, Türkiye’nin Güçlenmesinin Faktörü: Kürtler, Hewler Post, 28.03.2009, s.2.

[10] Normalleşme Süreci PKK Sorununu Normalleştirecek mi?, Hewler Post, 28.03.2009, s. 3.

[11] Remzi Pêşeng, Abant’tan Hewler’e Kürt Sorunu Tartışması Liberal Yaklaşım Üzerine, Hewler Post, 18.04.2009, s. 11.

[12] Hewler Post, 05.04.2009.

[13] Rebwar Kerim Weli, Yeni Süreçte Kürdistan Bölgesi ve Türkiye İlişkilerine Dair Bir Perspektif –II, Hewler Post, 11.04.2009, s. 8.

[14] İsmail Beşikçi, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Geleceği, Hewler Post, 16.05.2009, s.5.

[15] Prof. Dr. Ümit Yazıcıoğlu, Cumhuriyetten Bugüne Kürt Sorunu, Hewler Post, 16.05.2009, s. 8.

[16] Hewler Post, 28.03.2009.

[17] Yeni Özgür Politika, 14.05.2009.

[18] Bugün, 20.03.2009.


Kaynak: Açık İstihbarat

Hanefi Avcı'nın kaleminden tutuklanma gerekçesi
29 Eylül 2010
Anadolu Haber

Hanefi Avcı'nın 30 Eylülde düzenleyeceği basın toplantısında yapacağı açıklamanın tam met

Eskişehir eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı, 30 Eylül'de neleri açıklayacaktı?

Haliç'te yaşayan Simonlar, dün devlet bugün cemaat’ isimli kitabıyla tartışma yaratan Eskişehir eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı, 3 gün önce imza günü için gittiği İzmir'de askeri hem de sivil savcıya ifade vereceğini, tüm gerçekleri, 30 Eylül'de basın açıklamasıyla anlatacağını açıklamıştı.

Ancak ''Devrimci Karargah Örgütü'' soruşturması kapsamında hakkında yakalama kararı çıkarılan Emniyet Müdürü Hanefi Avcı, bugün apar topar Ankara'da gözaltına alınarak İstanbul'a getirildi. Konuyla ilgili konuşan Avcı, “Niçin gözaltına alındığımı bilmiyorum” dedi.

DİPNOT TV, Hanefi Avcı'nın gözaltına alınmasaydı 30 Eylül'de düzenleyeceği basın toplantısında yapacağı açıklamanın tam metnini açıkladı.. İşte Hanefi Avcı'nın kaleminden tutuklanma gerekçesi:

KİTAPLA İLGİLİ 8 AYRI SORUŞTURMA
"Kitap ile ilgili olarak hakkımda 8 ayrı soruşturma yapılıyor ( 6 sı kitap içeriğini suç kabul eden, ikisi izinsiz basına açıklama yapma soruşturması.) Yapılan soruşturma içerikleri ile ilgili olarak şahsıma yöneltilen sorular ..

1- ‘Adli yargı mercilerine ve görevli bazı yargı mensuplarına haksız olarak suç isnadında bulunduğunuz, adil yargılamayı ve yargı görevi yapanları etkilemeye çalıştığınız, kamuoyu nezdinde Yargı Mensuplarını küçük düşürdüğünüz ‘

2- ‘Başbakanı, İçişleri Bakanını, Emniyet Genel Müdürünü, Emniyet Teşkilatının bazı birimlerini ve mensuplarını, Türk Silahlı Kuvvetlerini, Jandarma Teşkilatını suç işlemek ve görevlerini kötüye kullanmak/ihmal etmekle itham ettiğiniz, polislik mesleğinin onur ve saygınlığını zedelediğiniz, amir yada üstlerinizin eylem ve işlemlerini haksız ve mesnetsiz olarak eleştirdiğiniz, meslektaşlarınız hakkında eleştiri sınırlarını aşarak onurlarını kırdığınız ve devletin askeri ve emniyet teşkilatını alenen aşağıladığınız’

3- ‘Bu suretle, (Çok Gizli) gizlilik dereceli yönetmelikle belirlenen Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı’nın idari işleyiş ve teamülleri ifşa ettiğiniz, mevzuata aykırı olarak muhbirlerle temasınızı devam ettirdiğiniz, istihbarat faaliyetleri ile ilgili örtülü ödenek harcamalarını ve gizli kalması gereken bilgileri ifşa ettiğiniz, göreviniz gereği muttali olduğunuz ve gizli kalması gereken isim, bilgi, ve belgeleri deşifre ettiğiniz, mesai arkadaşlarınızın kimlik bilgilerini açıklayarak can güvenliklerini riske attığınız, devletin güvenliği veya iç dış siyasal yararları bakımından gizli kalması gereken bilgileri açıkladığınız,

4- ‘ Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Hükümetini, devletin kurum ve organlarını aşağıladığınız, insanlarımızı küçümsediğiniz, üstlerinizi ve devletin yöneticilerinin eylem ve işlemlerini çarpıtarak eleştirdiğiniz, buna karşılık terör örgütü ve mensuplarını övdüğünüz,’

5- ‘ Bu suretle, adli yargı mercilerine ve görevli bazı yargı mensuplarına haksız olarak suç isnadında bulunduğunuz, adli yargılama ve yargı görevi yapanları etkilemeye çalıştığınız, kamuoyu nezdinde yargı Mensuplarını küçük düşürdüğünüz.

6- ‘ Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı ile İstanbul Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şube Müdürlüğü personelinin telkominikasyon yolu ile iletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda alınması konularında mevzuata aykırı hareket ederek keyfi davrandıkları,

7- ‘ İzin almaksızın 26 Agustos 2010 günü saat 11.15’te NTV televizyon kanalında Mirgün CABAS ve Ruşen ÇAKIR’ın sunduğu ‘’ Yazı İşleri – özel’’ programına katıldığınız, yetkiniz olmadığı halde görevinizle ilgili konularda açıklamalarda bulunduğunuz, bilgi ve demeç verdiğiniz’

8- ‘Taraf Gazetesi Muhabiri Mehmet Baransu’ya 30 Ağustos 2010 günü saat 09.30 da ilgili yetkili olmadığım halde görevimle ilgili konuda açıklama yaparak demeç verdiğim ve bu demecimde Emniyet Teşkilatını aşağıladığım, mesleğin onur ve saygınlığını zedelediğim iddiası ile savunmam istenmektedir.’ Görüldüğü üzere benim şikayetlerim, iddialarım değil hala ben soruşturulmaktayım.

Bazı basın organlarının kitapla ilgili yapılan haberleri görmezden geldiği hatta hazırlanmış haberleri geri çektiği, bazı yazarlarına rica ederek yazmamalarını istedikleri, bazı programların planlanmasına rağmen yayından kaldırdıklarının sebeplerini soruşturulduğunda tahmin edildiği gibi öyle idarenin baskısı, vergi cezası vs değil patronlarının her an bazı davaların numaralı sanığı yapılıp hukuk adına hukuksuzluğa muhatap olma kaygusu olduğu, insanlara numarayı da cemaatin adliye ve polis içerisindeki unusurlarının verdiğini bilmelerinden kaynaklandığını öğrendim.

Bazı basın organları bu ülkede üç kuvvet var diye yazdılar her halde cemaatin bu gücünün farkına vardılar kanaatindeyim.

HUKUK ADINA HUKUKSUZLUK
Kanunsuz dinlememeler konusunda yazılı müracaatlarıma rağmen denetim yapılmadı, soruşturma açılmadı ancak kitabım yayınlanınca adalet müfettişlerinin yaptığı kısa araştırmada 9 ay sonunda da olsa iddialarıma uygun olarak hukuka aykırı olarak İMEİ numarası üzerinde yapılan dinleme ile ilgili olarak İstanbul İstihbarat Şubesince İstanbul özel yetkili mahkeme hakiminden alınma 2009/1860 sayılı kararla dinleme yaptıkları tesbit edilmiştir.

Benim iddiam yalnız benim veya bir iki değil binlerce telefon bu veya benzeri şekilde kanunsuz şekilde dinlendiğidir. Kitabımda bu şekilde dinlenen örnek numara ve isimleri de verdim.

Bu şekilde suçları sabitlenen cemaat yapısı suçlarını örtmek yapılan dinlemeleri sanki hukuka uygun yapılıyormuş gibi göstermek için arayışa girmiş ve Son yapılan tahkikatta devrimci karargah örgütü ile olayla irtibatlandırmaya çalışmaktadırlar.

Bu suretle hukuksuz yaptıkları dinlemeleri sanki kanuni bir sebep varmış gibi göstererek gizlemeye çalışmaktadırlar, hukuk adına hukuksuzluk, adalet adına adaletsizlik, polis ve savcı tarafından suçluları saklamaya davacı ve tanıkları mahkum etmeye yönelik bir davranıştır.

Bu mantıkla herkes, her davayla ilişkilendirilebilir, bu mantık davacıyı sanık, beyazı siyah, minareyi kuyu yapmaktan daha garip, daha anormaldir.

'BENİM BU DAVAYLA İLGİLİ HİÇ BİR ALAKAM YOKTUR'
Kanunsuzlukları gizlemek, sanıkları saklamak adına yapılan bu işlemden dolayı olayın c. Savcısı Kadir ALTINIŞIK’ı ve yaptığı işlemleri yazılı olarak adalet bakanlığına, HSYK’na, İstanbul Baş savcılığına şikayet ettim, şimdide sözlü olarak şikayetimi tekrarlıyorum, benim bu davayla hiçbir alakam yoktur, benimle ilgili hiçbir delil emare yoktur, sadece kitap dan dolayı ve asıl sanıkları gizlemek için bu davayla ilişkilendirilmek isteniyorum, tarafsız her kim incelerse incelesin bu davayla alakamın olmadığı alenen görülecektir.

Bu örgütle alakalı olarak yakalanan Necdet Kılıç 12 Eylül öncesi örgüt mensubu olup mersinde görev yaparken tanıdığım hatta yakaladığım ama şimdi demokrat hiçbir illegal faaliyeti olmadığını bildiğim arkadaşımdır. Yakalanmasından birkaç gün önce takip edildiğini söyledi git savcılığa dilekçe ver dedim.

'BU KADARINI DA BEKLEMİYORDUM'
Benin hiçbir kimse ile suç içerecek, davranışım, konuşmam, ilişkim olamaz, Kitabı yazarken söyledim, bana her şeyi yapmayı deneyeceklerdir … ama bu kadarını da beklemiyordum hiç olmaz ise alakam, olan bir konu ile ilişkilendirilmem lazımdı, bu kadar alakasız tam zıddı olduğum bir olayla ilişkilendirilmek istenmem işin ne kadar çığrından çıktığını, cemaatin neler yapabildiğini göstermektedir.

20 Eylül günü Adliye içerisindeki cemaate yakın savcı hakimlerle ilgili araştırma için görevlendirilen bir adalet bakanlığı yetkilisi hakim ile görüştüm ifade verdim, ona yakında karargah evleri veya devrimci karargah … diye tahkikata başlayacaklar hatta Necdet Kılıç’ıda gözaltına alacaklar dedim .. söylediklerimi emin misiz diyerek masasının üzerine kayıt etti şuan orada kayıtlıdır Nerden biliyorum; emniyetteki cemaatçi yapı kendilerine yakın bazı basın mensuplarını çağırıp operasyonu ne yapacaklarını, içeriğini vs her şeyi anlatıp … onları yönlendirdiler istedikleri doğrultuda yazmaları konusunda bilgiler verdiler …. Gerçeği saklamak için taraftarı ve etkiledikleri tüm basını yalan ve yanlış bilgilerle yönlendirerek kamuoyunu yanlış yönlendirmek ve suçlarının gizlenmesini sağlamaya çalışıyorlar.

Cemaat nedir her taşın altında cemaat arama .. diyorlar taşın altında değil artık her taşın üstündeler … İnternet siteleri, basın organları, polisleri, savcıları ile iki günde kırk yıldır devlet güvenliği diye sol gruplara karşı görev yapmış, sol örgütlere karşı yaptığım görevler nedeniyle eleştirilen beni bir günde solcu devrimci karargah örgütü ile ilişkili yaptılar, bu gruptan haklarında işlem yapılan Necdet Kılıç haricinde kimseyi tanımam o da benden dolayı bu örgüte dahil edilmiştir.

Kanunsuz dinleme yapanlar bunu insanlara şantaj malzemesi olarak kullananlar …. Denetlenmeyip, hesap sorulmayınca bu defa o kadar cesaret buldular ki hukuksuz dinlemelerini haklı göstermek adına Necdet kılıç ı bu örgüte monte ettiler onun üzerinde banan saldırmaya başladılar.

'VEREMEYECEĞİM HİÇBİR HESAP YOK TABİİ ADALETE, CEMAATE DEĞİL'
Tüm haberler cemaat siteleri ve onların paralelindeki basın organlarından … söyleniyor, … deniyor diye uydurma iddialarla yalan sahte bilgilerle kamu oyunu yönlendirmeye başladılar. Elerlinde olan hiçbir delil hiçbir suç değil normal kabul edilmeyecek bir konuşmam yoktur zaten kelime olsa hepsini basına servis ederler. Hiçbir kişi ile bir tek suç içerecek değil etik olarak makul gözükmeyecek bir davranışım yoktur olamaz, bir tek kelimelik dahi görevimi suistimal ettiğime dair konuşmamı bulamazlar … benim alnım açık .. veremeyeceğim hiçbir hesabım yoktur tabii adalete. Adalet gibi gözüken cemaatte değil.

Ellerinde kullanabilecekleri bir şey olsa her şeyi servis edeceklerdir, Benim kullandığım telefonlarımı bilerek dinlemeye kalktılar ben şikayet edince yanlış olmuş aşk konuşması imiş deyip çıkmışlar bunun hepsi yalan, dinleme kararı 07.11.2009 da aldılar, ben dinlemeyi tahmini 14 kasım 2009 tarihinde öğrendim, bu günden sonra bir iki ay belki bir araştırma yapılır suçüstü yakalarmıyız diyerek kasıtlı olarak onların umdukları doğrultuda telefonu kullanmaya devam ettim, baktım ki hiç kimse bir şey yapmıyor o zaman kapattım, onların baktık gönül ilişkisi 15 gün sonra kapattık dedikleri kocaman yalan benim şikayetlerimden haber alınca kapattılar, zaten o zaman kadar da gördükleri mesaj vs benim … bilerek kurguladığım şeylerdi.

Belli cemaat medyasının verdiği bilgilere göre Benim telefonum Necdet Kılıçın evinin orda sinyal verdiği için dinlemişler diyorlar … bu kuyruklu yalandır.

1-Necdet’in evi istiklal caddesinde Galatasaray lisesi yanındadır orada binlerce insan gelip geçer görüşür, … on binlerce telefon burada görülür, böyle bir şeyi ayıklayamazlar.

2-Ben o telefonu Edirne de yine cemaate yakın o telefonu ve arkadaşım Necdet’i bilen personelden aldıklarına eminim … ayrıca dinleme kararı aldıkları tarihlerde gazetecilere Hanefi AVCI’nın toplum içerisinde prestijini sarsacağız diye anlatmaları niye …

3- Telefon bir evde sinyal veriyor diye tesbit yapmak mümkün değildir, bu yalandır, sadece baz istasyonun bulunduğu yere göre en azında 100 veya 200 metre yarı çapında bir bölgede olduğu tahmin edilebilir.

Madem öyle iki telefon Necdetin evinin orda sinyal veriyor da diğer telefonu da niye dinlemeye almadılar.

1. Madem öyle sadece aynı yerde sinyal verdi diye telefon dinliyorlarsa o bölge en yoğun buluşma hareketin olduğu yer olduğundan veya benzeri yerlerde milyonlarca tel dinlemeleri lazım ..

2. Neden bu telefonun numarası üzerinde dinleme kararı almadılar, normali bu telefon numarasını yazmaları gerekirdi, IMEI numarasından dinlemeye aldılar,

3. Ayrıca bir bölgede sinyal verdi diye telefon dinlenebilirmi, bir araya gelen telefonlar var şüphelendin bir araya geldi demek dinleme için yeterlimi.

4. Öyle sahibini araştırmadan her sinyal veren telefon dinleniyor mu, Niye telefonun sahibini araştırmadılar.

Ne söylerlerse söylesinler bunlar inandırıcı değildir. Peki diğer binlerce telefonu niye hukuksuz dinlemişlerdir. Kanunda denetleneceği belirtilmesine rağmen neden hala bu sistemler denetlenmemektedir.

Tabii ki onlar haklılar resmi şikayete rağmen 10 aydır denetlenmez, incelenmez her şeyi yapmalarını fırsat verilirse, herkesi kanunsuz dinlemelerine meydan verilirse neden kendilerin açığını bulan onların ipliğini pazara çıkara birini boş bıraksınlar ki bu ülkede hukuk kanun vs uygulanmıyorsa haklı şahsıda haksızca içeri almaya çalışmasınlar ki..

Şimdi devrimci karargah davası ile ilgili olarak beni mevcutlu olarak İstanbul özel yetkili mahkemenin savcısı .. Kadir Altınışık’ın istediği bilgisini hem de Pazar günü aldım, o anda İzmir de idim ve uçağım kalkmak üzere idi, pazartesi ancak gelebilirim dedim. Daha önce Emniyet Genel Müdürlüğüne yapılan resmi tebligat üzerine Dün kitabımda ve basına intikal eden konular dolayısı ile genelkurmay askeri savcılığına tanık olarak ifade verdim. Yarında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığında ifade vereceğim.

Benim İstanbul da yürütülen soruşturma ile hiçbir alakam yoktur, bu konuda hiçbir delil, hiçbir vaka, bağ olmamasına rağmen, yazdığım kitap dan dolayı bu olayla ilişkilendirilmeye çalışılıyorum.

'BİLE BİLE CEMAATE BOYUN EĞMEM'
Ben cemaatin internet sitesi, basını, polisi savcısı … onların etkilediği çevrelerle üzerime geldiğini biliyorum bile bile buna da boyun eğmem ben bu ülkenin kanunlarına uyarım, daha önce Ankara Özel yetkili Savcılarına, sonra Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına ifade verdim yarında yine Akara cumhuriyet Başsavcılığına daha önceden yapılan tebligat gereği gidip ifade vereceğim ama cemaatin istekleri doğrultusunda yapılan işlemlere de boyun eğmem … bunu hukuki işlem … adli işlem vs gösterilmesi yalanına da uymam.

Bundan dolayı bu karar boyun eğemeyeceğim. Hem bu işlemeleri cemaat bana yapıyor bileceğim hem de aman bana bir şey yapmasınlar diye boyun eğeceğim bunu yapmam bedeli ne olursa olsun.

Cemaatin yaptığını bile bile devleti ve hukuk koruma makamında olmasına, yapılanlara muhalefet edip ses çıkarma makamında olmasına rağmen ses çıkarmayanları … sorumluluklarına sahip çıkmaya davet ediyorum. Ben cemaatin hukuku kullanmasına uymayacağım …… Zorla götürürüler ama asla kendi gönlümle gitmeyeceğim, cemaatin plan ve programı doğrultusun da hareket eden hiçbir kimse ve makamın önünde eğilmem, bu devletin yasalarına göre davrandığına inanmadığım adalet makamının hiçbir sorusuna da cevap vermem. Hiç kimseye onurumu çiğnetmem.

'BU BİR CEMAAT OPERASYONUDUR'
Başında şikayetçi olduğum, kanunsuz dinleme ve izlememelerin sorumlusu kişilerin olduğu İstanbul istihbarat şubesinin hazırladığı ve zorla benimle ilişkilendirilmek istenen tahkikat senaryodur, cemaatle alakası olmayan kim incelerse incelesin böyle bir olayla şahsımı ilişkilendirmek mümkün değildir. Bu bir cemaat operasyonudur."

Arz ederim.

Hanefi Avcı

Aklı karışıklar için Hanefi Avcı kılavuzu
Ahmet Hakan

- BİR: Hanefi Avcı, 12 Eylül öncesinin işkenceci polislerindendir... Kendisi her ne kadar “O zamanlar işkence devlet politikasıydı, ben de o politikayı uyguladım” dese de, bu gerçek değişmez. İşkence yapmayı içine sindirebilmiş bir adama “mim” koymakta yarar vardır.
- İKİ: Hanefi Avcı izlemeye, dinlemeye meraklı, karşısındakileri “potansiyel suçlu” olarak görmeye yatkın bir istihbaratçıdır. Avcı’yı değerlendirirken bunu akıldan çıkarmamak gerekir.
- ÜÇ: Hanefi Avcı’nın geçmişte işkence yapmış olması ya da dinleme / izleme işlerine merak duyması, söylediklerinin dikkate alınmayacağı anlamına gelmez.
- DÖRT: Hanefi Avcı aslında tipik bir “cemaat düşmanı” değildir. Söylediği şudur: Bazı cemaat mensupları, cemaatin yararına olacağına inandıkları işlerde her türlü vicdansızlığı yapmaktadırlar.
- BEŞ: Hanefi Avcı, “Ergenekon saçma bir davadır” da dememektedir. Sadece Ergenekon Davası’nda kendince tutarlı olmayan noktalara işaret etmektedir.
- ALTI: Hanefi Avcı’nın iddiaları abartılı bulunabilir, söylediklerinde tutarsızlıklar saptanabilir, iddialara itiraz edilebilir, hatta iftira atıyor bile denebilir. Yapılmaması gereken tek şey şudur: Hanefi Avcı’yı “sol terör örgütüne yardım ve yataklık yapıyor” iddiasıyla kodese tıkmak.
- YEDİ: Hanefi Avcı’nın “sol terör örgütüne yardım ve yataklık etti” iddiası, nereden bakarsanız bakın tutarsız, akla sığmayan, zorlama, temelsiz bir iddiadır. Bu iddiadan yola çıkılarak Hanefi Avcı’nın tutuklanması, Hanefi Avcı’nın iddialarını kuvvetlendirmekten başka bir işe yaramamıştır.
- SEKİZ: Hanefi Avcı’yı derin devleti deşifre ettiğinde “muhteşem insan”, cemaati deşifre ettiğinde “satılık insan” diye nitelendirmek insafa sığmamalıdır.
- DOKUZ: Tüm bu nedenlerden dolayı bir gazeteci “Hanefi Avcı için hukuk / Herkes için hukuk” metnine imzayı basabilir... Eğer bir gazeteci, bu metne imza attığı için Samanyolu TV tarafından “Ergenekon’a yakın isim” diye lanse edilirse, Hanefi Avcı’nın iddiaları bir kez daha kuvvet kazanır.
- ON: Bir cemaatin mensuplarının kendilerini masum olarak görmeleri yetmez, “algı”nın da öyle olması gerekir. Hanefi Avcı olayında hem cemaate yakın güvenlik bürokrasisi, hem de cemaate yakın medya “bu cemaat hiç de masum değil” algısını kuvvetlendirmekten başka bir iş yapmamıştır.
7 Ekim 2010-Hürriyet

ŞAKA GİBİ...
[img]http://www.odatv.com/images/2010_10/2010_10_08/saka-gibi...-0810101200_l.jpg [/img]
08.10.2010
Fethullah Gülen Pennsylvania'da "İkindi Sohbetleri"ne tekrar başladı.

Zaman Gazetesi'nden Hüseyin Gülerce bu konuda yazılar kaleme alıyor.

Gülerce, Fethullah Gülen'in sohbetinde medyaya değindiği sözlerini de şöyle aktarıyor:

"Yazarlar, yayın yöneticileri, televizyonlarda program yaparlar, nazımızın geçtiği arkadaşlar ses tonlarını yükseltmeseler. Sevgi ruhu harekete geçmeli. Denen her şeye bir laf yetiştirme yerine, dövene elsiz, sövene dilsiz olsak... Yunus edasıyla, üzerimize sopa ile gelene kollarımızı açsak. Açsak da, kucaklaşsak... Biz bu güzelliği 90'lı yıllardaki diyalog sürecinde yaşadık. Yine buna ihtiyacımız var. Herkes, mülahazalarını bir daha gözden geçirmelidir."

Hüseyin Gülerce ekliyor: "Şahsen ben bu tavsiyeleri çok önemsiyorum. Kavga ile, çatışma ile bir yere varamayız."

Şaka gibi...

Gerçekten şaka gibi...

Yahu arkadaş, TV’lerde her önüne gelene ağır ithamlarda bulunanlar kimler?

Utanmadan ağır laflar eden, argo ithamlarda bulunanlar kimler?

Bizzat Hüseyi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cum Ekm 08, 2010 11:16 pm tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Eyl 29, 2010 10:44 pm    Mesaj konusu: Otoritenin Çocukları!... Alıntıyla Cevap Gönder

Alimlerden Fethullah Gülen`e cevap geldi
01 Ekim 2010
Anadolu Haber
Uluslararası Müslüman Alimler Birliği, tarihin en acımasız ambargosuna maruz kalan Gazze halkına yardım götürürken korsan İsrailin saldırısına uğrayıp vefat edenlerin şehid olduğunu açıkladı.

Uluslararası Müslüman Alimler Birliği, tarihin en acımasız ambargosuna maruz kalan Gazze halkına yardım götürürken korsan İsrailin saldırısına uğrayıp vefat edenlerin şehid olduğunu açıkladı.

Dünyanın birçok yerindeki Müslüman alim ve düşünür, Gazze’ye yardım götürürken korsan İsrail devletinin saldırısı sonucu ölenlerin şehid olduğunu açıkladı. Prof. Dr. Yusuf el Karadavi, Prof. Dr. Ramazan el-Buti, Prof. Dr. Vehbe Zuhayli, Prof. Dr. Selman el-Avde, Prof. Dr. Ali Karadaği gibi daha onlarca Müslüman alim Uluslararası Müslüman Alimler Birliği adı altında yayımladıkları bildiride, dünyada nizam tanımayan ve uluslararası hukuku hiçe sayan korsan İsrail’in saldırı sonucu Mavi Marmara gemisinde vurulanların şehid olduklarını ve buna kimsenin gölge düşüremeyeceğini belirttiler.

KARADAVİ: GAZZE`YE YARDIM FARZ

Müslüman Alimler Birliği Başkanı Yusuf el-Karadavi, Mavi Marmara’da şehid olanların anısına Müslüman alimlerin de bir yardım gemisiyle Gazze’ye gitmeleri gerektiğini söyledi. Gazze’deki vahşi ambargonun kaldırılmaması halinde Müslüman Alimler Birliği’nin de Gazze’ye gemi göndereceğini ifade eden el-Karadavi, Gazze’deki ablukanın hukuki/şer’î olmadığını ve bunun kaldırılması için ümmetin elinden gelen her çabayı göstermesinin farz olduğunu bildirdi.

RAMAZAN EL BUTİ: ŞEHİDLERİN KANI YERDE KALMASIN

Prof. Dr. Ramazan el-Buti de Suriye’nin başkenti Şam’da 500’e yakın Müslüman alim, düşünür ve Hıristiyan din adamının iştirak ettiği toplantıda yaptığı konuşmada, Mavi Marmara gemisinin öncülüğündeki girişimin korsan İsrail devletinin barbarlığını bütün çıplaklığıyla ortaya koyduğunu vurguladı. Mavi Marmara’nın dünya halklarının ilgisinin Filistin’e odaklanmasını da sağladığını belirten el-Buti, “Batı devletlerinin üstünü örtmeye çalıştıkları Gazze ambargosunun kaldırılma vakti geldi geçiyor” diye konuştu.

9 Türk şehidin kanının yerde kalmaması gerektiğini belirten Ramazan el-Buti, uluslararası kurumların ikiyüzlülüğü bırakıp bu katliamı işleyen İsrailli yetkilileri derhal yargılaması gerektiğini söyledi. El-Buti, “Göreceksiniz, dünyadan yükselen bu sesler ve şehidlerin bu kanı dünyada karşılığını bulacaktır” dedi.

"BUNLAR PEYGAMBERLERİNİ DE ÖLDÜRMEDİ Mİ?"

Suudi Arabistanlı davetçi Aid el-Karni, İsrail’in Gazze’ye yardım için giden Özgürlük Filosu’na saldırısının ardından Müslüman dünyası alimlerine, liderlerine ve dünyaya bir mesaj gönderdi. El-Karni, ölenlerin ailelerine başsağlığı dileyerek: “Peygamberleri öldüren, Allah ve Resulü’ne savaş açan bir milletin böyle bir şey yapması garip değildir” dedi. Kur`an-ı Kerim`de Yahudilerle ilgili ayetler çok iyi tedkik edilmesi gerektiğini belirten el-Karni, Tevrat`taki ayetlerin bile Yahudilerin kana dökmeye ne kadar meyyal olduğunu göstermeye yettiğini söyledi.

ONLAR ÜMMETİN DENİZ ŞEHİDLERİ...

Müslüman alimler geçtiğimiz aylarda yayımladıkları ortak bildirilerinde şunlara da yer vermişti: “Bu filoyu, Özgürlük Filosu’nu İslamî ve insanî bir görev şuuruyla tertip edenlere teşekkür etmeyi, onları takdir etmeyi unutmuyoruz. Dualarımız onlarla!.. Deniz şehidi olan Müslümanları Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in şu hadisiyle müjdeliyoruz:“Denizde deniz tutup istifra edene bir şehit sevabı; boğularak ölene iki şehit sevabı vardır.” (Ebû Dâvûd)

Deniz seferinde istifra ederek veya boğularak ölene bu müjde varken Müslüman kardeşine yardım amacıyla çıktığı deniz seferinde zulümle öldürülene şehidlik makamı verilmesi daha evla değil mi?

Bizler bu zulümler ve acı olaylar karşısında Allah’ın yardımının geleceğini biliyor ve bu yardımı bekliyoruz. “Muhakkak ki bir zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” Her karanlıktan sonra bir aydınlık doğar.”

İLİŞKİLERİ KESİN, BOYKOTA DEVAM EDİN...

Daha sonra liderlerin, kralların, Arap Birliği’nin ve Filistin Sultası’nın temsil ettiği Arap resmi makamlarına seslenilerek bu suç çeteleriyle barış diyalogları ve girişimlerinin durdurulması istendi. Bildiride: “Hiçbir barış yolu bilmeyen, orman kanunundan başka kanun tanımayan bu suç çeteleriyle barış diyalogları ve girişimleri durdurulmalıdır. Sürekli olarak işlediği bu suç eylemleriyle öldürdüğü Arap Girişimi de çekilmelidir” dendi.

Bildiride son olarak Arap ve İslam dünyasına boykot çağrıları şu sözlerle tekrarlandı: “Siyonist ürünleri de Siyonist devlete hakta ve batılda yardımcı olan Amerikan ürünlerini de boykot edin. Mazlumun en azından zalimin kazanç kaynağı olmaması gerekir. Bizler eminiz ki Filistin halkı sonunda kazanan taraf olacaktır.”

Otoritenin Çocukları!...
M.MUSTAFA UZUN
29 Eylül 2010
Anadolu Haber

Dünya savaşlarında öldürülen Hıristiyanların bir nevi şehit olduklarını iddia edenler, Mavi Marmaranın şehitlerine leke süremezler.

Mavi Marmara’da şehit olan 9 canın hemen tamamının ailesi ile bir şekilde görüştüm. Şehitlerin hepsinin birçok ortak özelliği var. Ses tonlarından, dünyaya bakışlarına kadar hemen hemen her şeyleri aynı. Ortak özelliklerinden bir tanesi de tabi ki şehadete hazır olarak gitmeleri. Çevreleri ile helalleşmiş, borçlarını kapatmış, evlerinin bir sürelik ihtiyaçlarını toptan karşılamış ve hatta araba devirlerini dahi yapmışlar.

Biz ümmet olarak onların şehadetlerine şahitlik ediyoruz.

Lakin şimdilerde okyanus ötelerinden gelen haberler Cevdet Ağabeyin, Furkan’ın, Cengiz abinin ve diğer can yoldaşlarının bile bile ölüme gittikleri ve dolayısı ile “şehit” sayılamayacaklarının “Hoca efendi” tarafından dile getirildiğini söylüyor.

İnanmadık, hemen kendi resmi web sitelerine baktık.

Yazı aynen kendi resmi web sitelerinde yayınlanmış.

Biliyorsunuz Cüneyt Özdemir, Serdar Turgut gibi köşe yazarları Hocaefendi’yi ziyarete gitti ve izlenimlerini, görüşmelerini yazdılar. Cüneyt Özdemir’in yazdığı ve Hocaefendinin Mavi Marmara’da bile bile ölüme gidildiği ve dolayısıyla şehit sayılamayacaklarını söylediği satırlar direkt web siteye alınmış. Cüneyt Özdemir’in “Pensilvanya'da Fethullah Gülen ile Bir Gün” başlığı ile yazdığı ve Hocaefendinin resmi web sitesinin yayınladığı yazıya şu linkten göz atabilirsiniz: http://tr.fgulen.com/content/view/15743/3/

Her şey ortada.

Hatta Hocaefendi diğer gazeteci Serdar Turgut’a İHH’nın ABD Kongresince terörist örgüt kapsamına alınacağı mevzusu ile olan ilgisi ve bilgisini dahi aktarmış Turgut, bu dehşet bilgiyi şöyle yazıyor; “Bu arada Gülen Amerika kongresinde Mavi Marmara filotillasını organize den İHH hakkında terörist örgüt tanımlaması getiren önergenin de kongreden geçiş sürecini yakından izliyor, hatta bana ‘Arkadaşlarım bana önergenin çıkmış olduğunu söylediler’ dedi.”

Müthiş.

Kim acaba “içeriden” bilgi veren o arkadaşlar? Dünya henüz bu bilgiye vakıf değil. Bu itiraf, kirli ilişkilerin koca bir itirafı da değil midir? Hocaefendi’ye İHH’nın ABD Kongresi tarafından terörist ilan edilmesi ile alakalı verilen önergeyi onaylandığı bilgisini hangi “arkadaşlar” vermiştir? Sanırım, Hocaefendi’ye bu önergenin büyük ihtimalle onaylanacağının garantisi verildi ve “safını seç” denildi.

O da “safını seçti.”

Bizim için karanlıkta kalan bir şey yok. Her şey ortada.

2 yıl önce 17.06.2008 tarihinde “Bir Nevi Şehadet” gibi kışkırtıcı bir başlıkla yayınlanan yazısında Hocaefendi; “Dünya savaşları gibi hâdiselerde zalimce öldürülen mazlum ve dindar Hıristiyanların şehit olabilecekleri gibi bir hüküm var mıdır?” şeklindeki soruya “bir nevi şehadettir” diye cevap veriyordu. Yazı yine kendi resmi web sitesindedir. Şu linkten göz atabilirsiniz: http://tr.fgulen.com/content/view/18615/12/

Yazıda Hocaefendi bir İslam âlimi olarak bazı görüşler öne sürüyor, alıntılar yapıyor ve bir sonuca varıyor. Eyvallah. Ancak Mavi Marmara’da adam gibi yaşayan, Müslüman gibi şehadete koşan ve inşallah şehit olan 9 yiğide nasıl böyle bir bakışla bakabiliyor Hocaefendi???

“Hoca, efendi ol” demek artık bizim için mecburiyettir. Küresel güç odakları ile Vatikan ile, şunlarla, bunlarla ne yaptığınız bizi ilgilendirmiyor lakin Furkan’ımıza dokundurtmayız?

Biz “Saddam’ın füzeleri ile ölen Yahudi çocukları” ve “Dünya savaşlarında bombardımanlarda ölen Hıristiyan çocukları” kadar Mavi Marmara’da şehit düşen Furkanlara da cümle kurabilecek adamları ciddiye alıyoruz.

Otoritenizi de alın gidin.

Vesselam

Cemaate vaaz
Ahmet HAKAN
ahmethakan@hurriyet.com.tr

EY cemaat...

Hani siz gönülleri fethedecektiniz?
Kurumların fethi de nereden çıktı?
Görmüyor musunuz?
Siz kurumları fethettikçe, gönüllerden siliniyorsunuz.
¡ ¡ ¡
Ey cemaat...
Hadi gelin, geçmiş zulüm günlerini hep beraber anımsayalım...
Geçmiş zulüm günlerini, yani sizin bugünkü gibi ortama egemen olmadığınız, mazlum olduğunuz günleri...
O günlerde...
Fethullah Gülen’e “silahlı terör örgütünün lideri” suçlamasıyla dava açılmıştı.
Oysa herkes biliyordu ki:
Fethullah Gülen’e her türlü suçlama yapılabilirdi, sadece “silahlı bir örgütün liderliği” suçlaması yapılamazdı.
Ama dönemin egemenleri bunu yaptılar, yapabildiler!
O günün güç sahipleri küstah bir zorlamayla, kibirli bir alayla, biz yaptık oldu mantığıyla “tek kişilik silahlı örgüt” icat ettiler, Fethullah Gülen’in de örgütün yegâne militanı olduğunu öne sürdüler. Ve sizler, “Yargı süreci devam ediyor, bırakalım kararı adalet versin” falan demeden buna çok haklı olarak isyan ettiniz.
¡ ¡ ¡
Gün döndü, devran değişti.
Ortama siz egemen oldunuz.
Ve dün size yapılanların aynısını, bugün siz hakkınızda kitap yazmış bir adama yapıyorsunuz.
40 yıllık sağcı bir emniyetçi, kargaları güldürme ihtimali falan hiç dikkate alınmadan, “Sol bir terör örgütüne yataklık yapmak” suçlamasıyla kodese tıkılıyor.
Ve sizin sözcüleriniz ekranlara çıkıp, bütün bir toplumdan bu tuhaflığın makul karşılanmasını talep ediyorlar.
Allah’tan reva mıdır bu?
Adalet bunun neresindedir?
Hani bir haksızlığa uğrasanız bile siz bir haksızlık yapmayacaktınız?
Hani siz intikamın değil muhabbetin fedaileriydiniz?
Ne oldu size böyle ne oldu?
¡ ¡ ¡
Görmüyor musunuz?
Artık herkes sizden korkuyor, çekiniyor.
“Telefonumu dinlerler” diye korkuyorlar.
“Yatak odama kamera koyarlar” diye korkuyorlar.
“Uyduruk bir suçlamayla hapse atılırız” diye korkuyorlar.
Soruyorum size:
“Altın nesil” idealini korkutarak mı gerçekleştireceksiniz?
Muhabbeti ürküterek mi sağlayacaksınız? Davanızı topluma nefret ettirerek mi hâkim kılacaksınız?
Peki böyle yaparsanız, kim inanır sizin gözyaşlarınıza? (..)
Hürriyet

BUNU HANGİ AKP'Lİ BAKAN SÖYLEDİ
01.10.2010
1970'ler Tercüman'ının en keskin yazarı kuşkusuz Ergun Göze idi.
Tercüman yazarları içinde tarikatlara, cemaatlere en yakın isimdi.
Sol'un amansız düşmanıydı. Kaleminden kan damlardı.
Rahmetli vefatından önce biyografisini yazdı: Yaşasın Hatıralar.(Kubbealtı Yayınları)
Şimdi diyeceksiniz ki, "Hanefi Avcı'nın kitabından önce vefat etti; kitapla ilgili nasıl bir yorumda bulunabilir."
Ergun Göze'nin bu günleri 2007 yılında gördüğü anlaşılıyor.
AKP Hükümeti'nin Hanefi Avcı'nın yazdıklarının üzerine neden gidemeyeceği konusunda bakın ne yazmış:
"Mehmet Aydın sonra daha çok parladı, ünlendi ve ümitleri üzerinde topladı. Fakat benim açımdan bu ümitlerin solması erken başladı. 1980'li yıllarda, İstanbul Çemberlitaş'ta FKM denilen tesisin bulunduğu binada bir kitap fuarı açılmıştı. Orada konferanslar da veriliyordu. Bunlardan birisini de Mehmet Aydın verecekti. Ben de yeni yetişen bu genç ilim fidanını dinlemek istedim. Genel bir konuyu işliyordu. Nitekim bu konferanstan aklımda sadece şu cümle kaldı:
'Biz ilim adamları olarak mensup olduğumuz cemaatlere yol göstermekle, onları yanlışlardan korumakla görevliyiz. Ama itiraf edeyim ki ben bu vazifemi yapamıyorum. Neden derseniz, ben fakirdim, beni bu cemaat okuttu, bugüne getirdi. Yani benim bu cemaate karşı boynum büküktür.'
Bahsettiği cemaat Fethullah Gülen Hoca cemaatiydi.
Bu cümle bana ilk dinleyişte bir vefa borcunun ikrarı, bir iyiliği unutmamak gibi görünmüştü. Ama konferanstan çıkıp da düşünmeye başladığım zaman meselenin başka yönleri olduğunu gördüm. Meselenin İslami yönünü ele almıyorum. O çok kırıcı olur. Çünkü bir bilim adamına cemaatçilik yakışmaz. Ona, haksızlığa karşı kim olursa olsun dur demek yakışır. (...) Sonra benim ilimde yapacak bir şeyim kalmadı diyerek ilim yolunu terk etti, siyasete girdi. Milletvekili ve Bakan oldu." (s 322-323)
Rahmetli Ergun Göze 3 yıl önceden bugünleri görmemiş mi?
Ne diyorsunuz; AKP Hükümeti, Hanefi Avcı'nın iddialarının üzerine gider mi?
Mezarında güldürmeyin Ergun Göze'yi!...
odatv.com

Miras
Şebnem Özbek
Yozgat Haber

Kilise, insan hakları meselesi ve sözde herkese inanç özgürlüğünü öngören Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirgesi’nin içeriğini, İslamî toplumlara sızmanın en önemli etkenlerinden biri olarak görmektedir.

Çünkü kilise, dünyanın Müslüman milletlerinin kendi inançlarına bağlılıkta çok mutaassıp olduğunu ve ancak denetimleri altındaki hükümetlerin aracılığı ile ve milli olmayan unsurların egemenliği sayesinde İslam ülkelerinde hâkimiyet kurabileceklerinin farkındadır.

Kilise aynı zamanda, Müslüman ülkelerde, bu hükümetler aracılığıyla insan hakları atmosferini oluşturarak, batının ürünü olan sözde dini, kültürel ve siyasi özgürlükler aracılığıyla misyonerlik faaliyetleri için icra güvencesi elde edebileceğini ve sadece bu yoldan uzun vadede Müslüman toplumları Hıristiyanlığa yönelmek için teşvik edebileceğini çok iyi bilmektedir.

Kiliseyi İslam konusunda kaygılandıran ve bu dine düşman eden esas konu, İslam dininin taşıdığı özelliklerdir. Bu özellikler arasında; Müslüman nüfusunun kalabalığı, İslam’ın evrensellik özelliği ve amacı, İslam dini etkisinde bulunan bölgelerin hassas olması, Müslümanların Hıristiyanlara karşı tarihi zaferleri, İslam’ın siyasî gücü, şehitlik mertebesi ve onlarca diğer özelliği saymak mümkündür.

Bugün “Dinlerarası Diyalog” safsatası altında yapılmaya çalışılan; Müslüman ülkeleri kendi dini ve milli kültürüne yabancılaştırmaktır. Buna karşılık hükümetler aracılığıyla Hıristiyan öğelerin yoğunlukta olduğu anti-milli ve anti-kültürel bileşenleri “Batıya hoş görünmek, evrensel mirasa sahip çıkmak” gibi başlıklar altında toplayabileceğimiz “Demokratikleşme” söylemiyle toplumu yozlaştırıp kendi dininden, kültüründen ve benliğinden uzaklaştırarak kolay yem olacağı bir hale sokmaktır.

Ne yazık ki halk mezhep farklılıklarının bile siyasete alet edildiği gerçeğini gördüğü halde “İktidardaki Müslüman mezhep üyeleri, azınlıktaki Müslüman mezhep mensubunun demokratik haklarını korumaktan uzakken neden Hıristiyan azınlığın demokratik haklarını korumaya bu kadar gönüllü” sorusunu sormayı aklına getirmez.

İşte 1064 yılında Selçuklu Sultanı Alparslan’ın Kars’ı fethettikten sonra Ani Beyi olarak atadığı Ebul Menucehr’in, bundan 938 yıl önce yaptırdığı ve Anadolu’nun ilk camisini olarak bilinen dikdörtgen planlı iki katlı cami bu nedenle viran haldedir. Tavanı, Selçuklu dönemi yıldız motifleri ile süslenmiş, Orta Asya Türk mimarisinin izlerini taşıyan ve minaresinin üzerinde kufi yazı stili ile “Bismillah” yazan cami, hem dinî hem de millî bir kültürken, bugün AKP iktidarı tarafından kale alınmamaktadır.

Yarısı yıkılmış, minaresinin ancak bir kısmı ayakta olan kültür mirasımız Ebul Menuçerh Camisi’nin onarım ve güçlendirme ihalesi iki yıl önce yapıldığı halde, MHP lideri Bahçeli’nin Cuma namazı kılacağı ile ilgili açıklamasına tepki gösteren AKP’li Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, yenileme çalışması için hala onay vermemiştir.

Ebul Menuçerh Camisi’nin bulunduğu Ani; uçurum kenarına kurulmuş bir antik kent. Uçurumun hemen ardı Ermenistan. Ermeniler için Kars, önemli bir şehir. Malum; Doğu Anadolu Bölgemiz onlar için işgal altındaki Batı Ermenistan olarak isimlendiriliyor.

AKP; kültür miraslarına sahip çıkıldığı bahanesi ardına sığınarak Van’daki Akdamar Ermeni Kilisesi’nin restorasyonu için 3 milyar lira (eski parayla 3 trilyon) ayırmakta sakınca görmezken, ne yazık ki biz Türkler için tarihi öneme sahip cami için aynı hassasiyeti göstermemektedir.

Sümela Manastırı’nda ayin yapılmasını teşvik eden, Türk kadınlarının, kızlarının Ermeniler tarafından tecavüze uğradığı Akdamar Adası’ndaki kiliseyi ibadete açan, “Heybeliada Ruhban Okulu faaliyete geçebilir” açıklamaları yapan Başbakan Erdoğan, söz konusu Türk camisi olunca harekete geçmeyi aklından geçirmemiştir.

Temennimiz; AKP iktidarının ve Başbakan Erdoğan’ın kiliselere ve manastırlara gösterdikleri ilgiyi, tarihi öneme sahip camilerimizden ve Türk mimarisinden esirgememesi yönündedir.
Yozgat Haber

Hanefi Avcı’ya yapılan
İbrahim KİRAS
ibrahimkiras@stargazete.com
30 Eylül 2010
Fethullah Gülen Hareketi’ne nedense kuşkuyla bakan bir arkadaşım var. Hanefi Avcı’nın kitabının yayınlandığı sıralarda bir yerde karşılaştık. Kitabı sordum. Şakayla karışık bir cevap verdi: “Cemaat propagandası.”

Gülerek “nasıl yani?” diye sordum. “Avcı’nın kitabı” dedi, “Cemaati her yerde hazır ve nazır, her şeye gücü yeten bir teşkilat gibi gösterip cemaat karşıtlarının gözünü korkutmayı amaçlıyor sanki.”

O gün Hanefi Avcı’nın kitabına “Cemaat propagandası” diyen arkadaşım acaba şimdi milliyetçi-muhafazakâr kimliği ve siyasi görüşleri herkesin malumu olan bu polis müdürünün “Devrimci Karargâh” örgütü soruşturması kapsamında tutuklanmasına ne derdi?

Son günlerde karşılaşmadık; cevabını bilemiyorum. Ama herhalde bu olayı da kendi mantığıyla değerlendirip, “Kamuoyuna ‘Kitapta yazılanlar doğruymuş’ dedirtmek için yapılan bir operasyon bu” derdi.

***

Şaka bir tarafa, bugün Hanefi Avcı hakkındaki kamuoyu kanaati “Emniyet teşkilatındaki cemaat örgütlenmesi aleyhinde kitap yazdığı için bir intikam operasyonuna maruz kalan polis müdürü” şeklindedir.

Bu algı hem emniyet, hem yargı hem de cemaat adına kaygı uyandırmalıdır.

Çünkü

1. Avcı’ya yönelik operasyonun yazdığı kitapla ilgisinin olmadığına hiç kimseyi inandıramazsınız.

2. Mamafih, bu konuda zaten fazlaca bir ikna çabasına da lüzum görülmemesi çok daha rahatsız edici.

3. Hükümet sözcüleri “Bu iş yargının tasarrufu, bizim yapacağımız bir şey yok” diyorlarsa da siyasi iktidarın bu gelişmelerden zarar göreceği ortada. Dolayısıyla Ankara’da konuya ilişkin bir rahatsızlığın olması anlaşılabilir bir durumdur.

4. Ergenekon soruşturmalarına ilişkin kamuoyu desteğinin de bu gelişmelerden etkileneceğini düşünmek gerekir.

5. Bu tür tavırlar Fethullah Gülen Hareketi aleyhinde öteden beri dile getirilen iddiaların doğrulanması olarak anlaşılacaktır. Benim çevremde böyle düşünen insanlar var. Yani söylediklerim ampirik gözlemlere dayanıyor! Son iki gündür Cemaate bakışlarında hiçbir negatiflik olmayan insanların bile “bunlar da devlet içinde devlet oldular” yollu sızlanmalarını işitiyorum. İşin acı tarafı bu algıyı doğuran Hanefi Avcı’nın kitabı değil, kitaba gösterilen ölçüsüz tepki oldu.

6. Hanefi Avcı’nın yazdıklarının bütünüyle gerçekdışı olduğunu düşünmemekle beraber kitaba hem içeriği hem de zamanlaması ve takdim tarzı bakımından benim de birtakım itirazlarım oldu. Ancak Gülen cemaati çevresinin aşırı infialini başından beri anlayamadım.

7. Böylesine bir infial yerine soğukkanlı bir değerlendirmeyle “biz nerede hata yaptık” diye bir sorgulama ve özeleştiri başlatılabilirdi. Avcı’nın kitabını kendileri için bir “algı onarımı” fırsatı olarak değerlendirselerdi daha doğru bir iş yapmış olurlardı.

8. Hatta suskun bile kalsalardı şimdiki durumdan daha iyi olurdu.

***

Önceki tecrübelerim dolayısıyla, bu yazdıklarımın da “dostane eleştiri” olarak algılanmayacağını tahmin ediyorum.

Ama kırılsalar da, kızsalar da, defterlerinden silseler de kendilerini hoşnut edecek şeyler söylemeyi değil, dostlarımı uyarmayı tercih ederim.

Zira öncelikle o harekete gönül vermiş yüz binlerin hayalleri yıkılmasın, emekleri zayi olmasın istiyorum.

Gülen cemaatine yönelik en inandırıcı suçlamalar
Ruşen Çakır
28 Ağustos 2010
Hanefi Avcı'nın kitabının ana ekseninde Fethullah Gülen cemaatinin devlet içindeki kadrolaşması ve bu kadrolar aracılığıyla yürüttüğü yasadışı faaliyet iddiaları olduğu ortada.

Hanefi Avcı’nın kitabının ana ekseninde Fethullah Gülen cemaatinin devlet içindeki kadrolaşması ve bu kadrolar aracılığıyla yürüttüğü yasadışı faaliyet iddiaları olduğu ortada. Her ne kadar kitaptan hoşlanmayan çevreler “belge yok” dese de 557-563. sayfalarda yer alan ve cemaatten birileri tarafından daha üst bir merciye yollandığı ileri sürülen raporvari şikayet mektubu başlıbaşına yeterlidir. Avcı’nın, cemaatin Emniyet içindeki “imamı”nın “Kozanlı Ömer” kod adını kullanan Osman Hilmi Özdil adlı bir şahıs olduğunu ileri sürmesi de, bu iddiaların doğru ya da yanlış olduğunu anlayabilmek için çok önemli bir ipucudur.
Avcı ile yaptığımız NTV’deki Yazı İşleri programı öncesi Özdil’in avukatından bir ihtarname aldık. Bu da gösteriyor ki o isimde biri var. Ama kendisi ortaya çıkmış ve hakkındaki iddialara cevap vermiş değil. Adli ve idari mercilerin de kendisinin ifadesine başvurduğunu duymuş değiliz.

Avcı, Emniyet (ve devletin MİT, TSK gibi diğer kritik kurumlarındaki) cemaat yapılanmasının kendi önlerinde engel gördükleri kişi, grup, çevre ve kurumlara karşı bir dizi komplo düzenlediklerini ileri sürüyor. Ona göre Şemdinli İddianamesi, Van 100. Yıl Üniversitesi eski Rektörü Yücel Aşkın’a yönelik dava, çoğu üst düzey rütbeli subay olan birçok kişinin özel hayatlarının kayıt altına alınıp internet ve diğer medya araçları üzerinden yayılması, Erzincan’da Başsavcı İlhan Cihaner, Org. Saldıray Berk ve bazı MİT mensuplarını da kapsayan dava gibi birçok olayın arkasında Gülen cemaatinin komploları bulunuyor.
Avcı, Emin Aslan, Mustafa Gülcü, Sabri Uzun, Celal Uzunkaya, Faruk Ünsal, Ahmet İlhan Güner gibi polis şeflerine yönelik soruşturma, yargılama, görevden alma, kızağa çekilme gibi uygulamaların ardında da yine cemaatin olduğuna inanıyor.

Bütün bunlara ek olarak, kendisinin de, ama yaptığı yasal başvurularda adlarını verdiği ama kitapta vermediği İstanbul’daki iki polis şefi tarafından (ki bunların da cemaate bağlı olduklarını söylüyor) yasadışı bir şekilde dinletildiğini ortaya çıkardığını ileri sürüyor.
Bugüne kadar başta Emniyet olmak üzere devletteki Gülen kadrolaşması üzerine çok şey söylendi ama Avcı’nın kitabının bu konuda bir dönüm noktası olduğu kesindir. Çünkü:

1) Avcı, Gülen cemaatine hiç de uzak birisi değildi. Avcı’nın muhafazakâr bir dünya görüşü ve yaşam tarzına sahip olması, polis teşkilatındaki (ve kamuoyundaki itibarı) kendisini daha inandırıcı kılıyor;

2) Türkiye’nin en önde gelen istihbaratçılarından olan Avcı’nın, Emniyet’teki yaygın ilişki ağını da kullanarak cemaat örgütlenmesi hakkında epey bilgi sahibi olması normaldir. Diğer bir deyişle, o, bazılarının iddia ettiği gibi “olsa olsa” yöntemiyle değil, uzun bir çalışmanın sonucunda iddialarını dile getiriyor olmalı.

Avcı’nın Ergenekon’a bakışı

Özellikle medyada Avcı’ya yönelik son derece yoğun bir karalama ve itibarsızlaştırma kampanyası yürütülüyor. Ve bu kampanyanın en çarpıcı yönü, Gülen cemaatinin devlet içinde örgütlendiği iddialarını hiç gündeme getirmeden diğer konuların öne çıkarılması. Bu noktada en çok, Avcı’nın Ergenekon soruşturması başta olmak üzere, son dönemin önemli kriminal olayları hakkındaki görüşleri hedef alınıyor. Avcı’nın, örneğin Danıştay saldırısının Ergenekon’la ilişkilendirilmesine itiraz etmesi, Hrant Dink suikastini “bireysel” bir eylem olarak görmesi gibi konularda ben de farklı düşünüyorum. Bununla birlikte, başkalarının yaptığı gibi, Avcı’nın yaklaşımlarının bir çırpıda çöpe atılmak istenmesi de doğru değil. Çünkü:

1) Söz konusu olaylarla ilgili bilgilerimizin birbirinden farklı kanallardan akıyormuş gibi gözükmekle birlikte kaynağının tek, bunun da Avcı’nın hedef tahtasına oturttuğu Gülen cemaatiyle irtibatlı bir olgu olduğunu rahatlıkla ileri sürebiliriz. Dolayısıyla bu konularda büyük ölçüde üretilmiş, bozulmuş ve yönlendirilmiş bilgilerle zehirlenmiş olduğumuz göz önüne alınırsa, her türden alternatif görüşe daha fazla kulak kesilmemiz kadar normal bir şey olamaz.

2) Bu bağlamda, bu ülkenin en iyi istihbaratçılarından biri olduğunu bildiğimiz Avcı’nın bu olaylar hakkındaki değerlendirmelerini, bize ne kadar kabul edilemez gelse de, önemsememe gibi bir lüksümüz olamaz.

Başkalarını bilmem ama ben çok önemsiyorum. Çünkü Hanefi Avcı’nın kitabının, nedense görmezden gelinen bir olguyu çıplak bir şekilde gözler önüne serdiğini düşünüyorum: Türkiye’de bir dönem birlikte hareket etmiş ama zamanla yolları ayrılmış ve bir süredir kıran kırana çatışma halinde olan iki ayrı “derin devlet” var. Avcı dün bunlardan birine savaş açmıştı, bugün ikincisinin evrensel hukuk ve demokrasi değerleri içine girmesi için mücadele ediyor.
Vatan

“CEMAAT ÜSTÜNDEKİ ŞAİBEYİ ORTADAN KALDIRMALI”
04.10.2010
Taraf Gazetesi’nden Neşe Düzel bugün Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu ile Hanefi Avcı üzerine röportaj yaptı. Bayramoğlu röportajında uzun yıllardır kamuoyunun belirli kesimlerinde dile getirilen emniyet içinde cemaat örgütlenmesini kabul etti.

Ali Bayramoğlu, Avcı’nın Susurluk Çetesi ile mücadele eden cesur bir polis olduğunu ve son dönem çıkışlarında samimi olduğunu anlattıktan sonra Haliç’te Yaşayan Simonlar Kitabı’nın hazırlanmaya başlamasının 1997-1998 yıllarına denk düştüğünü, o yıllarda Avcı’nın İstanbul’a gelerek bir gazetecinin evinde bu kitabı yazdığını söyledi.

Bayramoğlu, cemaatin devleti ele geçirme iddialarını dile getirirken, Avcı’ya yapılan komployu da cemaate bağladı. Bayramoğlu, Fethullah Gülen’in denetiminden çıkmış gruplar olabileceğini de iddia etti. Bayramoğlu şunları söyledi: “Fethullah Gülen’in yakını olsaydım, böyle bir itham varken, üstüme kalır düşüncesiyle, Avcı’nın tutuklanmasını engellemeye çalışırdım. (Niye engellenmedi sizce-N.D)Ya iş bizim gördüğümüzden çok daha karşık ve ciddi. Ya da cemaatin içinde denetimsiz gruplar var.”

Bayramoğlu artık cemaatin de tartışılması gerektiğini şu sözlerle anlattı: “Bu tür cemaatler kendilerini koruma güdüsüyle devlet içerisinde güçlü olurlar. Zaten bunlar devlet fikrine çok önem verirler, yani devletçidirler. Devletle özdeşleşirler ve devlette görev almayı önemserler. Böyle bakıldığında, ‘bu cemat, bu yapı o kadar büyüdü ki, bu yapının içinde kaçaklar var’ denebilir. İşte o zaman da cemaatin başındakiler, ‘Avcı’nın tutuklanması olayını Fethullah Gülen’e maletmeyin’ diyebilmek için, ne oluyor diye bu işi sorgulamalılar. Yayın organlarının, ‘Bakın Avcı’nın evinden tabanca çıktı, kimlik, pasaport çıktı’ gibisinden haberleri yayınlamaları, insanların kafasında cemaatle ilgili çok daha büyük soru işaretleri yaratıyor. Artık cemaatin ve cemaat meselesinin de tartışılması gerekiyor.”

Cemaatin kendisini tartışmaya açabilir mi sorusuna ise Bayramoğlu şöyle yanıt verdi: “Eğer bu cemaat hakikayen modern gündelik hayatımızın bir parçası olmak istiyorsa, üstündeki şaibeyi ortadan kaldırmak zorunda.”

Bayramoğlu, Hanefi Avcı’nın kitabıyla ilgili de şunları söyledi: “Hanefi Avcı birilerinin tetikçisi değil. İnandığı için böyle davrandı. Onun Ergenekon Davası’nı zayıflatmak için oturup kitap yazdığını sanmıyorum. Kitabın sonucu öyle olsa bile… Hanefi Avcı şu an büyük bir haksızlığa uğruyor. Susurluk döneminde de uğradı. Görevden aldılar, hapse attılar, sonra da kahraman yaptılar.”

Uzun yıllardır cemaatle “birlikte” davranan Ali Bayramoğlu’nun cemaate karşı çıkışı çok tartışılacak gibi görünüyor.

Odatv.com

Fethullah Gülen'in çiftliğinde röportaj ve şok edici soru
28-Eylül-2010,
Fazıl Kara

Kahvaltı ortamında gerçekleşen görüşmede Cüneyt Özdemir'in sorduğu şok edici soru Fethullah Gülen'i kahvaltı masasından kaçırdı. Ve bu soru görüşmeyi bitiren soru oldu.

Fethullah Gülen ABD Pensilvanya’da yaşadığı 110 dönümlük göletli çiftliğinde, Türkiye’den dört gazeteci ile görüştü. Haber Türk gazetesi yazarı Serdar Turgut, CNN Türk Yayın Danışmanı Ferhat Boratav, 5N+1K programı yapımcısı Cüneyt Özdemir ile Zaman gazetesi yazarı Bejan Matur.

Kahvaltı ortamında gerçekleşen görüşmede Cüneyt Özdemir’in sorduğu şok edici soru Fethullah Gülen’i kahvaltı masasından kaçırdı. Ve bu soru görüşmeyi bitiren soru oldu.

Fethullah Gülen’in yaşadığı çiftlik daha önce Hrsitiyan yaz kampı olarak kullanılıyormuş. Şimdi Fethullah Gülen cemaati kullanıyor..!
Time dergisinde Nisan 2010’da yayımlanan bir yazıda Fethullah Gülen’in ilk çalışanlarının da Hrsitiyan misyonerler tarafından eğitildiği açıklanmıştı.
İşte o satırlar:
“Gülen'in metodu Katolik Cizvitler'in dini iyi bir eğitim ile yaymasına benziyor. Zaten Gülen'in ilk çalışanları da, Afrika ve Güney Amerika'da deneyim kazanmış Hıristiyan misyonerler tarafından eğitildi.”

Fethullah Gülen’in Hrsitiyanlığı,Yahudiliği ve Müslümanlığı birleştirerek, hoşgörü-diyalog ayakları ile dünya üzerinde yeni bir din oluşturma ve bu dinin lideri olma amacında olduğu akla geliyor, yürüttüğü faaliyetlere bakınca. Özellikle “Diyalog” ve “Hoşgörü” kapsamında İslama zarar verici radikal adımlar atması, bu hevesini açıkça ortaya koyuyor. Maalesef bu konuda kendisini destekleyen ve gaz veren de çok. Bugünlere de böyle geldi.

Cüneyt Özdemir’in çiftlik ile ilgili izlenimleri, daha önce basına yansıyan görüntülerle aynı.
“Fethullah Gülen Pensilvanyanın hemen yakınında 110 dönümlük bir çiftlikte yaşıyor. Türkiye’den ayrıldığında cemaatin öğrencilere eğitim amacı ile aldığı bir çiftliğe gelmiş yerleşmiş. Çiftliğin girişinde basit bir kulübe var. Arazinin içinde yaklaşık 10-15 müstakil ahşap bina dağılmış. En büyüğü üç katlı kahverengi bir bina. Bugün Gülen Cemaatine evsahipliği yapan bu çiftlik eskiden bir hristiyan okulunun yaz kampı olarak kullanılıyormuş. Ağaçların arasında yürürken karşınıza araziye ait bir göl çıkıyor. Şaşırıyorsunuz…”



Mavi Marmara ile ilgili daha önce “İsrail’den izin alınmalıydı” sözleri büyük tepki çekmişti. Bu defa daha çok tepki çekecek bir şey söyledi. Evet..Mavi Marmara’da hunharca katledilenler şehit değilmiş..! Cüneyt Ülsever anlatıyor:
“Sohbetimiz sırasında konu İsrail ve Mavi Marmara gemisine geliyor. Fethullah Gülen Mavi Marmara’da pek çok gönüllünün sürekli tekrar ettiği “şehit olmaya gidiyoruz” retoriğine şiddetle karşı çıkıyor. Böylesine bir şeyin şehitlik bile kabul edilemeyeceğini söylüyor.”

İsrail aleyhindeki kısımlar sebebiyle STV’de yayınlanan Tek Türkiye dizisine bile ayar vermiş:
“Bir ara konu STV’de yayınlanan Tek Türkiye dizisine geliyor. Hatırlayacaksınız bu dizi Stv’nin Kurtlar Vadisine alternatif olarak çektiği bir dizi. Gülen’in daha önce İsrail ile Türkiye arasında çeşitli diplomatik krizlere neden olan bu dizinin sıkı bir takipçisi olduğunu anlattıklarından anlıyoruz. Hatta dizinin içindeki kimi radikal bölümlerinin bizzat değiştirilmesini istediğini de söylüyor.”

Türkiye deki her şeyi yazarları bile tek tek internetten takip ediyormuş. Yani cemaat’in Türkiye’de yedikleri naneden ve ülkeye verdikleri zarardan, haberi yok değil..! Cüneyt Özdemir bunu şu cümleleri ile anlatıyor:
“Bir gün once New York’dan yaptığım yayını seyretmiş. ‘Arasıra arkadaşlar internet üzerinden gösteriyorlar yayınlarınızı takip ediyorum’ diyor. Şaşırıyorum…”

Ve işte Fethullah Gülen’i kahvaltı masasından kaçırtan soru… Hanefi Avcı’nın yazdığı kitapla ortaya çıkan ve yıllardır Türkiye’yi geren olaylar... Türkiye’deki cemaatin tüm operasyonlarını 35 yaşındaki Kozanlı bir gencin yönetiyor olması… Orduya karşı yürütülen operasyonlar, polis ve adliyedeki yapılanmalar vesaire.. Cüneyt Ülsever bir kitap yazıyor ve bu konuları çok merak ediyor. “Önemli İşler Dairesi” isimli kitabını yayına hazırlarken çok şey öğreniyor. İşte tüm bunları düşünerek o şok edici soruyu soruyor:

“Sohbet ilerledikçe Fethullah Gülen daha rahat konuşuyor. O konuştukça biz de rahatlayıp sorularımızı daha net bir şekilde sormaya başlıyoruz. Lafı hiç dolandırmadan soruyorum.
“Türkiye’da çok tartışılan konulardan bir tanesi cemaatin içindeki yöntemler. Sizin rahatsız olduğunuz olmuyor mu? Siz cemaat adına cemaatçilerin yaptıkları herşeyin farkında mısınız? Rahatsız olduğunuz var mı?” diye kafadan soruyorum.
Hafif bir sessizlik oluyor ama Fethullah Gülen kendinden emin. Bazen kendi iradesine rağmen aşırı davrananlar olabileceğini söylüyor. ‘Bana rağmen benden daha çok uğraşanlar olabilir” diyor. Onlara uyarıları direk ‘Şunu neden böyle yaptın?’ ya da ‘Bunu böyle yapma!’ şeklinde değil sohbet toplantılarında telkinlerle bildirdiklerini söylüyor.
Söyler söylemez de rahatsızlığı nedeni ile içeriye gitmesi gerektiğini söylüyor. Masadan kalktığında yardımcıları tatlı tatlı da olsa net bir şekilde ‘Daha fazla siyaset konuşulmamaması gerektiğini ve başka soru sorulmaması gerektiğini’ vurguluyorlar.

Ve bu gazetecilerin kahvaltı masasındaki son konuşmaları oluyor.

Daha sonra ağaçlarla kaplı göletli villalardan oluşan malikanenin patika yollarında dolaşırken cemaatin önde gelenlerinden biri lafı ağzından kaçırıyor:
“Mesela senin sorduğun soruyu başkaları alıp ‘Bakın Gülen kendi cemaatini bile kontrol edemiyor’ diye aleyhimize kullanabilirler. Oysa böyle bir durum yok.”

Görüşme sırasında Fethullah Gülen, Türkiye’ye dönerse yaşamak istediği yer olarak ise hiç çekinmeden İzmir olduğunu söylemiş. İzmir halkı, ABD’de göletli villalar içinde çiftlikte yaşayarak, arkasına dış güçleri alarak Türkiye’nin altını üstüne getirenleri, değil İzmir’de Türkiye’de bile yaşatmaz. Bu ülkenin düşmanlarını, Kurtuluş savaşında düşmanları denize döktüğü gibi döker..!

Görüşmeyi yapan gazetecilerin şaşırtan yönü ise, görüşmeyi ballandıra ballandıra ve çok olağanüstü bir şeymiş gibi anlatmaları. Büyülü bir hava varmış gibi vermeleri. Türkiye’den uzakta ABD’de göletli villalardan oluşan bir çiftlikte ünlü bir kişi ile karşılaşınca böyle oluyor galiba… Yavaş yavaş alışırlar, ünlülerle konuştukça, onların da sıradanlaştığını…

Görüşmeyi sitesinde yayınlayan Cüneyt Özdemir’e cemaatin destekçileri yorumları ile müthiş gaz vermişler. Talimat üzerine yazıldığı belli olan tek tip yorumlar oldukça belirgin ve yağ damlıyor…!
http://www.fikriyet.com/

Fethullah Gülen'in çiftliği ABD'yi karıştırdı
19-Nisan-2010
Halil Filiz


Eski FBI danışmanı Paul L. Williams Fethullah Gülen'in yaşadığı çiftliğe gitti ve resimleri çekip kendi Blog'unda yayınladı.

ABD Fethullah Gülen’in çiftliğini tartışıyor
Eski FBI danışmanı Paul L. Williams Fethullah Gülen’in yaşadığı çiftliğe gitti ve resimleri çekip kendi Blog’unda yayınladı.
Daha sonra çiftliğin olduğu bölgede yayın yapan Pocono Record isimli yerel bir gazete, çiftlikte resimler çekerek konuyu inceledi.

Kanald Haber’in konuyla ilgili yazısı şöyle:

“ABD’li öğretim üyesi olan eski FBI danışmanı Paul L. Williams adlı aşırı sağcı gazetecinin “Son Haçlı Seferi” adlı internet blog’unda yazdığı yazı ile patlak verdi. Williams, Gülen’in yaşadığı “Altın Jenerasyon İbadet ve Dinlenme Merkezi” ne (Golden Generation Worship and Retreat Center) gidip burada çektiği fotoğraflarla Gülen’i ağır ifadelerle eleştiren bir yazı yazdı. “Dünyanın en tehlikeli İslamcısı’nı Afganistan’da, Pakistan’da, Sudan’da ya da Somali’de aramayın. Yanıbaşımızda 30 milyar dolarlık servetiyle dünya genelinde bir halifelik kurmak için çalışıyor.”

Paul L. Williams , Fethullah Gülen’in yaşadığı çiftliğin adresini 1857 Mt. Eaton Road in Saylorsburg, PA (Pennsylvania - Pensilvanya okunur) olarak veriyor. Adres Google Map ve Google Sokak Görüntüleri’nden görülebiliyor. Önceki yıllarda da benzer haberler çıktığı için Fethullah Gülen’in hala bu adreste olup olmadığı ise tartışmalı.

Geçen yıl Fethullah Gülen’in ABD’de Pensilvanya'da yaşadığı çiftlik yine tartışılmış, Odatv de çiftliğin kapısındaki ABD bayrağına dikkat çekmişti.

Gazetelerde çıkan Fethullah Gülen’in yaşadığı çiftliğe ait resimleri aşağıdan görebilirsiniz.



ABD Gazeteleri ve ilgili haberler için kaynaklar:

http://thelastcrusade.org/2010/04/06/islamic-armed-fortress-emerges-from-pocono-mountains/
http://www.poconorecord.com/apps/pbcs.dll/article?AID=/20100418/NEWS/4180350

http://haber.kanald.com.tr/haber.aspx?haberid=2173&catid=33
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=11906866&tarih=2009-06-21
http://www.odatv.com/n.php?n=herkes-fethullah-gulenin-abddeki-evini-haber-yapti-2306091200

oktay 48 [ 28-Eylül-2010, 17:35 ]
Çiftliği önceden Hristiyanlar yaz okulu için kullanıyorlarmış, şimdi bunlar. değişen bişi yok..!
Cüneyt Özdemir röportaj için gittiğinde görmüş.
"Fethullah Gülen Pensilvanyanın hemen yakınında 110 dönümlük bir çiftlikte yaşıyor. Türkiye'den ayrıldığında cemaatin öğrencilere eğitim amacı ile aldığı bir çiftliğe gelmiş yerleşmiş. Çiftliğin girişinde basit bir kulübe var. Arazinin içinde yaklaşık 10-15 müstakil ahşap bina dağılmış. En büyüğü üç katlı kahverengi bir bina. Bugün Gülen Cemaatine evsahipliği yapan bu çiftlik eskiden bir hristiyan okulunun yaz kampı olarak kullanılıyormuş. Ağaçların arasında yürürken karşınıza araziye ait bir göl çıkıyor. Şaşırıyorsunuz. "

tarık [ 20-Nisan-2010, 00:31 ]
"Golden Generation" doğru tercümesi "ALTIN NESİL" olur. Altın Nesil'in ne olduğunu da bilenler bilir...
http://www.fikriyet.com/

Akdamar Kilisesi'ne Haçı AKP ve F.Gülen cemaati taktı
19-Temmuz-2010
Halil Filiz

AKP, Türklerin tecavüz edilip katledildiği Akdamar Kilise'sini önce müzeye çevirdi, şimdi de kilise yapıp ayine izin verecek ve tepesine haç takacak.



Resimde görmüşsünüzdür. Akdamar müzesinde henüz haç yok.
Ancak Fethullah Gülen Cemaati Mayıs ayında Amerika’da Los Angeles’da düzenlediği Anadolu kültür ve yemek festivalinde, Akdamar Müzesi’ni Kilise olarak gösteriyor ve tepesine kocaman haçı takıyor..!
Evet, tepesinde haç olmayan Akdamar Müzesi’ni, cemaat kilise yapıyor ve tepesine kocaman bir haç dikiyor.! (cemaatin destekçileri bu satırları iyi okusun..!)

AKP, Türklerin tecavüz edilip katledildiği Akdamar Kilise’sini önce müzeye çevirdi, şimdi de kilise yapıp ayine izin verecek ve tepesine haç takacak. Bunu da “açılım” ve “ermeni açılımı” adı altında sinsice ve Türk halkına sindirte sindirte yürütüyor.

Şu an Akdamar müzesinde haç yok. Dikkat edin haç yok.
Ve orası hala bir müze, kilise değil..!
AKP Müzeyi kiliseye çevirecek ve ayine de izin verecek..!
Aşağıdaki yazıda okuyacağınız gibi o bina bir ruhban okuludur ve olay 2. bir ruhban okulu vak’ası dır.

AKP, İstanbul’da gözünün önünde müze olarak duran Ayasofya’yı cami yapamıyor ama Van’daki ruhban okulunu kısa sürede onarıp kiliseye çeviriyor…
Üstelik haçı takıp ayine de izin veriyor…

İşte AKP’nin müzeyi kiliseye çevirip, yakında 19 Eylül 2010’da, devlet töreni ile ayine izin vereceği konusunda basında çıkan haberler:

“Van Valiliğinin teklifi, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın da onayı ile Van Gölü'ndeki Akdamar Kilisesi'nde, 1915 yılından bu yana ilk kez ayine izin verildi.” (Habertürk)

“Akdamar Kilisesi, hükümetin 1.5 milyon dolarlık onarım çalışmasının ardından 2007’de müze olarak yeniden açıldı. Ancak kilise yetkililerinin ricalarına rağmen kiliseye haç takılmasına izin verilmemişti. Van Valisi Münir Karaoğlu, ayinden önce kilisenin kubbesine haç takılacağını ve hacın orada kalacağını söyledi.” (Milliyet)

“Akdamar Surp Haç Ermeni Apostolik Kilisesi, Vaspurakan Kralı 1. Gagik tarafından 915-921 yılları arasında yaptırıldı. 1113 yılında manastıra dönüştürülen kilise, ‘Kutsal Haç' kilisesi olarak anılıyor. Kilise, son yüzyılda tarihin, define avcılarının, atış meraklılarının kurşunlarıyla yıpranmış, harap olmuş, dış yüzeyindeki kabartmalar ve kilise içindeki duvar resimleri hasar görmüştü. Daha sonra 2 milyon 600 bin TL harcanarak restore edilen kilise, yıkılmaktan kurtarıldı. Bir Türk firmasının üstlendiği restorasyonun danışmanlığını Ermeni asıllı Türk mimar yaptı. Kilise, 29 Mart 2007'de uluslararası bir katılımla anıt müze olarak açıldı.

Van'daki Akdamar Surp Haç Ermeni Apostolik Kilisesi ayine açılmasından sonra Trabzon'un tarihi Sümela Manastırı'nda da bir tabu yıkıldı. Yıllardır ibadete kapalı olan, bu nedenle ayin yapmak için gelenlerin engellendiği ve olayların yaşandığı manastırda, yılda bir kez toplu ibadet izni çıktı. Sümela Manastırı'ndaki ilk ibadet, 15 Ağustos'ta yapılacak. Sümela Manastırı da özellikle Ortodokslar tarafından bir nevi hacı olma yeri olarak değerlendiriliyor.” (Basın)
http://www.fikriyet.com

Hocaefendi'ye açık mektup
Hakan ALBAYRAK
halbayrak@yahoo.com
5 Ekim 2010/Yeni Şafak

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, Mavi Marmara ve İHH İnsani Yardım Vakfı ile ilgili olarak Amerikan basınına verdiğiniz demeçler bizi derinden yaraladığı halde bu konuyu bağrımıza taş basarak kapatmayı tercih etmiştik.

Şu veya bu saikle verdiğiniz o demeçlerin bizi ne kadar yaraladığını hesap edeceğinizi ve yaramızı deşmeyeceğinizi umuyorduk.

Geçenlerde evinizde ağırlayıp sohbet ettiğiniz gazeteci arkadaşlarımız "Fethullah Gülen bize Mavi Marmara'dakilerin 'Şehit olmaya gidiyoruz' diye yola çıktıklarını, bile bile ölüme gittiklerini, onların şehit sayılamayacağını söyledi" deyince kanımız beynimize sıçradı!

(..) Gazzeli kardeşlerimizin mustarip olduğu korkunç ambargoyu yarmak niyetiyle yola çıkan, Allah yolunda mazlumların imdadına koşarken öldürülen dokuz arkadaşımızın "şehit sayılamayacağına" nasıl hükmedebiliyorsunuz?

Ashab-ı Kiram'dan Amr Bin Cemûh (radyallahu anh), Uhud'a, "Allâh'ım! Bana şehidlik nasîb et! Beni mahrum ve me'yûs olarak ev halkımın yanına döndürme!" diye dua ederek gitmemiş miydi? Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem), Uhud'da katledilen bu zâtı "cennette gördüğüne" yemin etmemiş miydi?

3 Haziran günü Mavi Marmara şehitleri için yayınladığınız taziye mesajında demiştiniz ki: "Filistin'de yaşanan bu drama son verebilmek beklentisiyle yola çıkan, uğradıkları müessif saldırıda hayatlarını kaybederek ŞEHİT olan insanlarımıza Allah'tan rahmet diler, başta aileleri olmak üzere, milletimize ve bütün insanlığa taziyelerimi bildiririm."

Bu mesajınızı tekzip mi ediyorsunuz?

Yoksa, "3 Haziran'da şehittiler ama şimdi değiller" mi diyorsunuz?

Arkadaşlarımız, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi'nin de kabul ettiği ve dikkat çektiği gibi "tamamen gereksiz bir müdahale"de ve "taammüden" öldürüldüler.

Mezkûr konsey, uluslararası hukuka atıfta bulunarak, İsrail'in Gazze üzerindeki 'abluka otoritesi'nin yasa dışı olduğuna da dikkat çekiyor. Dünya bunları tartışırken sizin durduk yerde şehitlik tartışması başlatmanızı, şehit arkadaşlarımızın aziz hatıralarına durduk yerde gölge düşürmeye çalışmanızı, onların ailelerini ve bütün Mavi Marmara camiasını durduk yerde incitmenizi nasıl izah edeceğiz?

Bizimle niye uğraşıyorsunuz Hocam?

Bizimle uğraşmakta niçin ısrar ediyorsunuz?

Ne adına, kimlerin hatırına?
(..)

Serdar Akinan
Bu panik neden?

Türkiye Cumhuriyeti, Şemdinli'yi milat alırsak, o günlerden bu yana; birileri tarafından yönetilen; dış odaklı ve destekli olmaması mümkün olmayan bir büyük harekatla dönüştürülüyor.

Bu süreçte Danıştay saldırısı, Cumhuriyet gazetesinin bombalanması ve Hrant Dink cinayetleri en kritik aşamalardan bazılarıdır.

Dünyanın aklı başında hiçbir ülkesinde adına 'gazete'' denemeyecek yayın organları bu süreçte son derece başarılı yayınlar yaparak kamunun zihin algısını yönlendirmeyi başardılar.

Elbette, bu ülkenin çeşitli yapılarına sızmış (o yapıların beslediği, sakladığı, kullandığı) son derece karanlık; kokuşmuş ve eli kanlı bazı yapıların sicilleri de bu sürece büyük katkı sundu.

Bu süreçte, artık kanaatim o dur ki, kurunun yanında yaş da yandı... Yanıyor...
'Ergenekon'' adı verilen süreçte onlarca saygın insan, dünyanın hiçbir geçerli hukuk sisteminde adil olduğu söylenemeyecek işlemlerle gözaltına alındı ve cezaevine tıkıldı.

Onlarcası, artık vicdanı olanların da dayanamayıp itiraz etmeye başladığı gibi anlaşılamaz ve kabul edilemez gerekçelerle hala içeride tutuluyor...

Bu davanın kilit tanığı ve sanığı Osman Yıldırım, önceki gün Cumhuriyet gazetesine atılan bombaların teslim edildiğini öne sürdüğü evi gösteremedi.
Bu, 'Ergenekon'' sürecindeki kırılmanın ilk somut ve önemli işaretidir.

Ama daha önemlisi Hanefi Avcı'nın 'Haliç'teki Simonlar' adlı kitabında dillendirdiği vahim iddialar ve sonrasında başına gelen tutuklama hadisesi sonrası yaşananlar ve yaşayacaklarımız da bence çok önemli bir şeyi işaret ediyor.

Birileri deşifre oldu. Oluyor...

Çok ciddi bir rahatsızlık var... Ve tüm bu süreci koordine eden yapıda bir panik olduğunun ciddi emarelerini görmeye başladım...

Özellikle, 'suç üretme'' meselesi ileride başlarına çok ciddi işler açacak...

Ancak, daha önemlisi, kamuoyu algısını yönetme açısından gitgide sorunlu hale gelen bu yaşananlarda dikkatleri dağıtmak için süratle dikkat dağıtıcı bir hamle yapmaları gerekiyor.

Şaşırtıcı hatta sarsıcı bir gelişme veya bir dizi olay beklemiyor değilim. Ama...
'Korkunun ecele faydası yok'' diye bir laf vardır.

Başından beri imanla savunduğum tek bir şey var. İftira ile doğruyu yıkamazsınız. Gerçekleri örtemezsiniz.

Ve zaman olgusunu bir yana bırakalım... Bir gün tüm bu olan bitenin gerçekte ne olduğunu öğreneceğiz.

Asıl acı olan... Bu insanlar ahirette nasıl hesap verecek?

'Yalanı ancak Allah'ın ayetlerine inanmayanlar uydurur, iftira ederler; işte onlar, yalancıların ta kendileridirler.''

http://www.aksam.com.tr/2010/10/09/yazar/19043/serdar_akinan/bu_panik_neden_.html

BU GÖRÜŞME OPERASYONA DAHİL MİYDİ
Barış Terkoğlu
09.10.2010

Merkez medyanın önemli isimleri geçtiğimiz ay Pensilvanya'da Fethullah Gülen'i ziyaret etti.

Ziyaretin cemaaatin imkanlarıyla gerçekleştiği, gazetecilere verilen kalem, Gülen fotoğraflı saat gibi hediyeler çok yazıldı. Esas konumuz bu değil. Önemli bir başka sorunun cevabını arıyoruz. Cemaat, yandaş medyanın dışında yer alan isimlerle neden bu zamanlamayla görüşme ihtiyacı duydu? Üstelik görüşmede hiç alışık olmadığımız şekilde CNN Türk Danışmanı Ferhat Boratav da vardı.

Önce bir takvim verelim...

Hanefi Avcı'nın Emniyet Teşkilatı'nda cemaat örgütlenmesini anlattığı kitabı 20 Ağustos tarihinde çıktı. Bu tarihten sonra merkez medyanın tüm görmezden gelmelerine rağmen Türkiye'de tartışılan en önemli konu kuşkusuz cemaatin devlet içindeki gücüydü.

Avcı'nın kitabının ardından İçişleri Bakanlığı jet bir soruşturma başlattı. Soruşturmanın kapsamı Avcı'nın kitabında ele aldığı örgütlenmeyi kapsamıyordu. Bizzat Avcı neredeyse bu iddiaları açıkladığı için suçlanıyordu. 5 Eylül tarihli müfettiş raporunda Hanefi Avcı "devleti aşağılama, terör örgütünü övme” ile suçlanıyordu. Oysa Hanefi Avcı'nın kitabında herhangi bir terör örgütünü öven tek satır bulunmuyordu.

18 Eylül günü Fethullah Gülen Türkiye'den giden 4 gazeteci ile görüşüyordu. Cemaat yetkililerinin ricası üzerine görüşme "şimdilik" saklı tutuldu, gazeteciler konu üzerine yazı yazmadılar.

22 Eylül günü Hanefi Avcı'nın suçlamalarının hedefi olan İstanbul Emniyeti, Devrimci Karargah Operasyonu'nu düzenledi. Operasyonda yasal bir parti olan SDP üyeleri ve Hanefi Avcı'nın kitabında adı geçen Necdet Kılıç gözaltına alındı.

26-27 Eylül günü cemaatin isteği ile susan gazeteciler konuşmaya, konu üzerine yazı yazmaya, Fethullah Gülen'in ABD'deki durumunu anlatmaya başladılar. ABD'de kırık parmağı ile acı çeken mağdur bir Fethullah Gülen portresi Türk medyasının vizyonunu belirledi.

28 Eylül günü ise Hanefi Avcı, Devrimci Karargah örgütüne yardım etme gerekçesiyle tutuklandı. Hanefi Avcı'nın özel hayatından, kişisel ilişkilerine kadar yaşamının pekçok ayrıntısı bir kısım medyaya hızla servis edildi. Sanki birileri bu günlere hazırlık yapmıştı.

GÖRÜŞME OPERASYONUN PARÇASI MIYDI

Avcı'nın tutuklanma gerekçesi bir yana, bir merkez 40 gündür tartışılan Hanefi Avcı'nın tezlerini itibarsızlaştırmaya, kamuoyunun gözünden düşürmeye çalışıyordu. Avcı'nın hayatındaki her ayrıntı bu amaçla kullanılıyordu. Üstelik örneğine Soğuk Savaş döneminde rastlanabilecek dezenformasyon yöntemleriyle.

Merkez medyada yaratılan "mağdur Gülen" imgesi ile "çok eşli terörist Avcı" portresi hemen hemen aynı günlerde işlendi. Kuşkusuz her iki görüntü de cemaatin vermek istediği mesajı tamamlıyordu.

Peki ABD'de cemaatin inisiyatifiyle gerçekleşen ve bekletilen Gülen buluşması Avcı'yı itibarsızlaştırma projesinin bir parçası mıydı?

Gazetecilerin sözkonusu "halkla ilişkiler" çalışmasının içinde olup olmadığını tartışmıyoruz. Ancak bu görüşmenin işleyen 23 günlük takvime bakınca Fethullah Gülen'e iade-i itibar için kullanıldığından da kuşku duyamıyoruz.

Mutlaka bu teze "Gülen ile görüşmenin gazetecilik sınırları dışında açıklanamayacağı" söylenerek cevap verilebilir. Ancak Türkiye'nin gündemini belirleyen iddiaları ortaya attığında Hanefi Avcı'nın televizyona çıkarıl(a)mamasını, Pensilvanya yolcularına dönüşte iş teklifleri yağarken Nedim Şener-Ruşen Çakır gibi Avcı ile görüşen gazetecilerin neredeyse linç edilmesini yalnızca "gazetecilik" ile nasıl açıklayacağız?
Odatv.com

TUTUKLANMADAN ÖNCE NE YAZMIŞTI
11.10.2010
Red Dergisi yazarı Hakan Soytemiz, geçtiğimiz ay Devrimci Karargah Örgütü Operasyonu’nda tutuklandı. Soytemiz son dönem yazılarında Fethullah Gülen cemaatini eleştiren yazılar kaleme alıyordu.

Red Dergisi son sayısında Hakan Soytemiz’in Mart ayında kaleme aldığı yazısını yeniden yayınladı. Soytemizin yazısını dergi şöyle sundu: “Yazarımız Hakan Soytemiz, artık herkesin malumu olduğu üzere, Hanefi Avcı’nın ‘cemaat’ hakkındaki ifşaatlarını susturmak için alelacele düzenlenen operasyonda gözaltına alındı ve ardından, farklı siyasi parti ve gruplardan 12 kişiyle birlikte cezaevine kondu. Hakan Soytemiz, bugüne dek dergimize yolladığı imzalı ve imzasız yayınlanan yazılarında, ülkedeki yeni dönem gelişmeleri içinde ‘cemaat’in rolüne değiniyor, yükselen tehdide karşı uyarılarda bulunuyordu. Umuyoruz, önümüzdeki dönemde cezaevinden de bize yazılarını ulaştırabilecektir. Bu sayımızda, Hakan Soytemiz’in Mart 2010 tarihli RED’in orta sayfasında yayınlanan uzun yazısından bir bölümü, konunun güncelliğini de dikkate alarak tekrar yayınlıyoruz...”

Hakan Soytemiz’in cemaati eleştiren yazısı ise şöyleydi:

Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP) bağlamında ülkemize gerekli olan siyasal yapı, ılımlı bir İslam modeliydi. Namazını kılan ama elinin değdiği her şeyi satmaktan utanmayacak, emperyalizme hizmette kusur etmeyecek kadrolar sağdan-soldan toplanarak bir araya getirildi ve AKP kuruldu. Uyduruk bir şiir okuma bahanesiyle yaratılan mazlum ve mağdur edebiyatı, bu edebiyatı pek seven emekçi halkımızda karşılığını hemen buldu. Yaşanılan ekonomik kriz ise, mevcut siyasi partilere olan güvensizlik ortamında AKP’nin kurtarıcı misyonuna su taşımaya yetti. Deniz Baykal’ın Beykoz görüşmesinde olur vermesiyle GOP’un eşbakanı Tayyip Erdoğan’ın siyasi yasağı kaldırılarak, AKP ilk seçimlerde tek başına iktidar yapıldı.

ILIMLI İSLAM

Türkiye’nin yeniden yapılandırılmasında temel slogan ‘ılımlı İslam’ modeli olunca (IQ testi yapmaya bile gerek duyulmayan Bush, milletin meclisinde bu tarifi açıkça yapmıştı), eşbaşkan da bulununca, geriye Fethullah örgütünün devreye girmesi kalmıştı. Yıllardır devlet içinde yuvalanmış kadrolar harekete geçti ve yeniden yapılandırmanın sürecini başlattılar. 28 Şubat sürecine müteakip ABD’ye yerleştirilen Fethullah Gülen’in AKP’ye destek vermesi ise yeniden yapılanma planının bir parçasıydı.

Buraya kadar söylediklerimiz, aslında olanı anlama açısından bir altyapı sunmak içindir. Bugün olan ise, devletin siyasal yapısının yeniden yapılandırılmasında karşıdevrimci Fethullah Gülen hareketinin iktidarlaşmasıdır. Yeni ve anlamamız gereken bir durumdur…

ABD’NİN YENİ SİLAHI

İslami cephede duran mevcut yapılanmalar içinde yeni sürece en uygun hareket Fethullah Gülen hareketidir. Çünkü hem radikal İslam’a karşıdır, hem de ABD politikalarının İslam coğrafyalarına demokrasi getireceğini vaaz edecek kadar ABD yanlısıdır. Ayrıca üzerinde yükseldiği sermaye yapılanması açısından da iktidarlaşma sürecinde ihtiyaç duyulan desteği alabilecek tek yapıdır. 12 Eylül’ün en sıkı destekçilerinden biridir. Ve orduyla radikal İslam türü bir gerginliği yoktur. Bakın, 12 Eylül’den bir ay sonra Sızıntı dergisinde darbeyi nasıl selamlamış Fethullah Gülen:

“Karakol, sükûnetin, huzurun ve emniyetin remzidir (arkasına sığınılan şey. H.S). Ondaki düzen, huzur ve orada gözlerin uyanık oluşu, umumî emniyet ve muvâzenenin (denge) en büyük teminâtıdır. Ondaki kargaşa ve bunalımlar ise, arkasındaki topluluklar için en büyük felâkettir…

Ve işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tulûu saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekâsına alâmet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihâlelerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.” (Sızıntı, Ekim 1980)

‘Hocaefendi’nin ne demek istediğini anlayabilmek için, söylediklerini Türkçeye çevirmek gerek tabii. Malum ‘Hocaefendi’ tedrisatından geçmeyenlerin anlaması zor bir dil bu. Şöyle diyor:

“Devlet, rahatlığın, huzurun ve güvenliğin arkasına sığınılan yerdir. Ondaki düzen, huzur ve orada gözlerin uyanık oluşu, genel güvenlik ve denge en büyük garantidir. Ondaki kargaşa ve bunalımlar ise, arkasındaki topluluklar için en büyük felakettir…

Ve işte şimdi, bin bir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin doğuşu saydığımız bu son dirilişi, son devletin varlık ve geleceğine işaret sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, değişimlerin son aşamasına varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.”

KARŞIDEVRİM YAPILANMASI

Bu anlamda, Fethullahçı siyasal yapılanma, 12 Eylül askeri darbesiyle geliştirilen, Anadolu’nun gerici tefeci-tüccar sermayesinin desteklediği, CIA marifetiyle büyütülen, emperyalizmin işbirlikçisi ve halk düşmanı bir yapılanmadır. Bu örgütlenme, hiç kuşkusuz, emekçilerin devrimci mücadelesiyle dağıtılması gereken bir karşıdevrim yapılanmasıdır.

Fethullah Gülen, ilkokulu dışarıdan bitirmiş, birkaç yıl Arapça eğitimi almış, sıradan bir cami müezziniyken, nasıl olduğu bizce malum süreçlerden geçirilerek, önce vaizliğe, sonra ‘hocaefendi’liğe ve oradan cemaat liderliğine yükseltilmiştir. Ülkemizdeki gazetecilerin, akademisyenlerin, işadamlarının, şarkıcı-türkücü-artist takımının, devlet yöneticilerinin neredeyse tamamı tarafından iltifatlara boğulmuştur. Siyonist Yahudi Lobilerinden Papa Hazretlerine, Masonik mahfillerden dış güdümlü siyasilere, gizli merkezlerden kirli örgütlere kadar görüşmediği kişi ve kurum kalmamıştır…Fethullah Gülen’in ve hareketinin, ülkemizde karşı-devrimin yeniden yapılandırılmasında oynadığı rolü es geçmek, olsa olsa politik kabızların işi olabilir.

Gülen örgütünün elinde biriktirdiği güç, bütün ülkenin gündemini belirleyebiliyor. Bir yandan, medya destekli işletilen yargı süreçleri ve eğer Fethullahçı değilseniz, saçmalığını anlamakta zorlanmayacağınız iddianamelerle, yalnızca devletin eski ulusalcı-Kemalist kanadına yönelik değil, devrimcilere karşı da yürütülen temizlik harekâtları, diğer yandan, işçi sınıfının mücadelesini baltalayacak politikaların hayata geçişinin kolaylaştırılması…

Teknolojinin geldiği ve Orwell’in 1984’ünü gerçek kılan boyutu dikkate alınarak, Darwin’in yanlışlığını ispatlamak istercesine sürekli ‘risale’ler okumaktan sadece bir sinir düğümüne dönüşmüş Fethullahçı beyinlerin, CIA bağlantısı açık olan yöntemlerle yarattıkları senaryolar ve bunların ülkedeki yeni hegamonya yapılanması iyi degerlendirilmelidir.

Karşımıza ‘cemaat’ yapılanması olarak çıkan emperyalist işbirlikçisi İslamcı tefeci-tüccar sermayenin ve bir bütün olarak ‘cemaat’ örgütlenmesi tarihsel olarak imha edilmeksizin, Türkiye’nin yoksul halkının geleceği hep daha karanlık olacaktır. Başka deyişle, tarikatlar koalisyonu etrafındaki siyasallık, bunların devlet örgütlenmesi içindeki etkinliği tasfiye edilmeden, bu geri ve gerici sosyalliği besleyen uluslararası ve yerel finans kapitalizmi yok edilmeden, ülkemizin toplumsal gelişiminin önü tıkalı kalacaktır. Bu ise, elbette bir devrim ve işçi iktidarı meselesidir...

İşçi sınıfının iktidar mücadelesinin bugün en somut politik görevi ise, tefeci-tüccar sermayeye yaslanan, gerici ve işbirlikçi Fethullahçı karşıdevrim yapılanmasına karşı, toplumsal ölçekli devrimci bir mücadeleyi yükseltmektir…
Odatv.com

Fethullah Gülen Hanefi Avcı'nın Kalemini (mi) Kırdı: "Allah Taksiratını Affetsin!"
11 Ekim 2010
Herkul.org'a açıklamalar yapan Fethullah Gülen, "Haliç'te Yaşayan Simonlar" kitabında kendisini ve hareketini hedef alan eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı hakkında değerlendirmeler yaptı. Gülen, " Son günlerde emniyet teşkilatından birisinin “falan yerde kadrolaşma” gibi çok yakışıksız iddiaları oldu. Allah taksiratını affetsin” dedi.

Gülen, ismini vermediği Hanefi Avcı için şu yorumu da yaptı:

"O mum uzun sürmez; yalancı demiyorum, terbiyem müsaade etmez; fakat, o mum uzun sürmez, sürse bile yatsıya kadar sürer ve söner.”

"Fethullahçı" yakıştırmalarından çok rahatsız olduğunu da savunan Gülen, “Fethullahçı” gibi yakıştırmalar yapılmasını ve o türlü mülahazalara sapılmasını lanetliyorum.” sözleriyle tepkisini dile getirdi.

Gülen, kadrolaşma iddiaları içinse şunları kaydetti:

"Unutulmamalıdır ki, kadrolaşma, sızma, çoğalma türünden iddiaları ortaya atanlar ve bunlarla vazifeperver insanları sindirmeye çalışanlar, hemen her devirde bu iftiralarının arkasına saklanarak ve hedef şaşırtarak kendi felsefeleri adına belli yerlere sızmış, kadrolaşmış ve çoğalmış kimselerdir."
Sıradışı

ARIYA AĞLAMIŞ KARALARI BAĞLAMIŞ!
Aziz KARACA
11.10.2010


Merhamet fışkırıyor, acıma hissi had safhada!..

Arıyı tutmuş yağa yatırmış, bala batırmış, en temizinden ve en lezizinden suyu da baş ucuna koymuş ama yine olmamış, bir düzelme belirtisi görülmemiş.

Ne yapsın oturmuş arının baş ucunda ya da yanı başında tam yarım saat ağlamış ve ihtimal dahilindedir ki karaları da bağlamış!...

Topal bir arının başucunda oturup yarım saat ağlayan bir adamdan kime ne zarar gelir?

İşte asıl mesaj bu.

Okuyalım sahibinin sesinden:

“Hanefi Avcı olayını açmak istemedim. Muhterem Fethullah Gülen’in şahıslarla işinin olmadığını biliyorum. Üstü örtülü, “Yine bir jurnalleme dönemi başlatmak istiyorlar.” diye sitem etti. “Ben kimseye zarar vermem, veremem ki” dedi. Hüzünlü bir sesle odasına giren arıyı anlattı.

“Uçamıyordu, felç geçirmiş gibi bir hali vardı. Belki açlıktandır deyip bir kaşık balın içine bıraktım olmadı. Yanına su koydum iyileşmedi. Ne yapsam düzelmiyordu. Aldım, bahçeye bıraktım. Sonra oturdum yarım saat ağladım. Ben kimseye tokat vuramam...” (Hüseyin Gülerce, Zaman, 7 Ekim 2010)”

Hafıza diye, arşiv diye bir şey olmasaydı, Google hazretleri bir–iki tuş işareti ile geçmişi orta yere dökmeseydi bu topal arının başında yarım saat ağlama masalına inanırdık ama ne yapalım ki çok şey hatırlıyoruz.

Şimdi, uçamayan bir arının başında bahçede yarım saat ağladığını söyleyen bu zatı gözünüzün önünde tutun ve yine kendisine ait olan şu satırları okuyun lütfen:

“Evet, artık, “Türk Milleti” diyen, “vatan, ülke, ülkü, bayrak” sözlerini dilinden hiç düşürmeyen ve hatta “din, iman, Kur’an” fedaisiymiş gibi arz–ı endâm eden bir sürü eli kanlı insan bozması var meydanlarda. Bunlar “millî ruh” diye diye milletin önüne kuyular kazıyorlar, ‘ruh kökü’nden bahsederken milletin kökünü kesiyorlar ve toplumu ruhsuzlaştırarak, kalbsizleştirerek kimseye sezdirmeden en sinsi planlarını uygulayabiliyorlar.” (Aksiyon, 16 Nisan 2007)

Bu sözler, hasta arının başında yarım saat ağlayan adamın sözleri olabilir mi? Bu sözler üzerine bizim de o günlerde yazdıklarımızı tekrar hatırlatalım, elinizdeki gazetenin 9 Haziran 2007 tarihli nüshasından:

“Bu nasıl söz, bu nasıl lakırdı hocaefendi?

Yoksa Irak’taki bir milyon Müslüman’ı Türkiye’de vatan, bayrak, bağımsızlık diyen insanlar mı katletti?

Bir milyon Müslüman’ın gerçek katili olan Amerika hakkında hiç “eli kanlı” ifadesini kullanmadınız, ocağında oturduğunuz için mi? O eli kanlı katilin elinden yediğiniz bir lokma ekmeğin hatırı için mi katlettiği milyonları asla görmüyorsunuz?

Rastlantıya bakar mısınız; bayrak, vatan, ülke, ülkü diyenler hakkında Bush da aynı şeyleri düşünüyor. Yoksa düzenli olarak fikir teatisinde mi bulunuyorsunuz?

“Eli kanlı insan bozması” öyle mi?

Kimler?

Türkiye’de vatan, bayrak, ülke, ülkü, din, iman, Kur’an diyenler.

Hocaefendi! Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?

Türkiye’de; vatan, bayrak, bağımsızlık, din, iman, Kur’an diyenler! Sizler bu ifadeleri nasıl karşılıyorsunuz?

Canım Mehmetçiğimize kalleşçe saldıran, onları kışlalarında, karakollarında şehit edenler sizin ocağında keyif çattığınız ABD’nin silahlarını, taktiklerini kullanıyorlar. Yoksa haberiniz yok mu?

Sizin; “eli kanlı insan bozması” dediğiniz insanlar küresel eşkıyaların işgal planlarına karşı vatanlarını savunmaya çalışanlardır ve bir de şehitlerine yüksek sesle ağlayanlardır.

Amerika’dan bakınca; şehit tabutlarına sarılıp ağlayanlar, kahrolsun PKK ve işbirlikçileri diye bağıranlar “eli kanlı insan bozması” şeklinde mi görünüyorlar?

Böyle bir Müslümanlık hangi kitapta yazıyor?

Sen, eli kanlı, çizmesi kanlı, geçmişi kanlı Amerika’nın ocağında otur, bu gün Afganistan’da, Irak’ta doğrudan, Anadolu’da da dolaylı olarak katlettiği ve ettirdiği masum insanların çırpınışlarını seyret, conilerin ve canilerin pençesi altında inim inim inleyen Ayşelerin, Zeyneplerin feryadını duyma, şehit analarının ve eşlerinin tükenişlerini görme ve fakat Amerikan’ın da rahatlıkla altına imzasını atacağı fetvalar uçur okyanus ötesinden.

Bu tarz bir Müslümanlık Türk milletinin öğrendiği ve yüz yıllardır özümsediği din anlayışına tamamen aykırıdır.

Vatan, bayrak, bağımsızlık, ülke, ülkü, din, iman ve Kur’an diyen masum Anadolu halkının omuzlarına basarak yükseldikten sonra, dönüp aynı kitleyi “eli kanlı insan bozmaları “ olarak tanımlamak, nasipsizliğin ve ciddi alçalışların göstergesinden başka bir şey değildir.”
YeniMesaj

CEMAAT EVİNE MOLOTOF KOKTEYLİ ATILDI
23.11.2010
Diyarbakır’da Fethullah Gülen'e yakınlığıyla bilinen bir cemaat evine molotof kokteyli atıldı.

ANF’nin haberine göre; olay Diyarbakır’ın Bismil ilçesinde yaşandı.

Kendilerine Bismil Fedekar Gençlik İnisiyatifi adını veren bir grup, cemaat evindeki sohbetlerde Kürtçe konuşmanın yasaklanması üzerine bu eylemi yaptı.

Dün gece saat 22.30 civarında atılan molotof sonucu, cemaat evinde hasar meydana geldiği öğrenildi.

Odatv.com

Süryani Papaz Üniversitede Ders Verdi!
22 Aralık 2010

Artuklu Üniversitesi, 'İnsan, Toplum ve Medeniyet' dersi kapsamında Süryani Cemaati'nden Kırıklar Kilisesi Başpapazı Gabriyel Akyüz'ü üniversitede ders vermeye çağırdı.
Akyüz, 'Hıristiyanlığın Doğuşu ve Doğu Hıristiyanlığı' konusunda öğrencilere bilgi vermek için üniversiteden gelen teklifi kabul etti. İnsan Toplum ve Medeniyet Dersi Koordinatörü Yrd. Doç. Dr. Ramazan Aras, bugüne kadar yaptıkları 9 ders için her birinde farklı branşlarda öğretmen çağırdıklarını söyledi.
Üniversitenin 750 kişi kapasiteli Vali Kılıçlar Konfe

DİNLERARASI DİYALOG çalışmalarına anlamlı reddiye
01.06.2012

Son yıllarda bütünüyle İslam aleminde ve ü
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cmt Eyl 17, 2016 4:45 am tarihinde değiştirildi, toplam 4 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ÇÖPLÜK Tüm zamanlar GMT
Sayfaya git 1, 2, 3  Sonraki
1. sayfa (Toplam 3 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com