EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

İslâmI Emperyalizm adIna tahrif hareketi: Fetullahçılık
Sayfaya git Önceki  1, 2, 3  Sonraki
 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ÇÖPLÜK
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş Ekm 14, 2010 6:53 pm    Mesaj konusu: İŞTE FETÖ’NÜN SİYASİ AYAĞI Alıntıyla Cevap Gönder

Hüseyin Gülerce: Ben böyle yazdım ya, yarından tezi yok "Fethullah Gülen çok hasta" haberleri servis edilir
02 Haziran 2017



"Şu anda kendisine bağlı on binlerce insan perişan durumda; aileler travma geçiriyor..."

Bir dönem adı Gülen cemaati ile anılan Star yazarı Hüseyin Gülerce, darbe girişiminin planlayıcısı olmakla suçlanan Fethullah Gülen ile ilgili olarak "Şu anda kendisine bağlı on binlerce insan perişan durumda. Aileler travma geçiriyor. Bunların binde birinden bile etkilenmesi gerekirken, hiç oralı değil. Ne hastalanıyor, ne yatağa düşüyor. Şimdi ben böyle yazdım ya, yarından tezi yok F. Gülen’in çok hasta olduğuna dair haberleri servis ederler" görüşünü dile getirdi.

Hüseyin Gülerce'nin "Yakında F. Gülen hastalanır" başlığıyla yayımlanan (2 Haziran 2017) yazısı şöyle:

FETÖ elebaşı Fetullah Gülen’e doğru teşhis koymak gerekir. Psikolojik olarak rahatsız diyebilirsiniz. Psikopat, sosyopat, paranoyak, megalomanyak, narsist, yalancı, vicdansız, merhametsiz, hain, zalim.. Bunların hepsini hak ediyor F. Gülen... Ama yine de bunlar, 15 Temmuz ihanetinin ve caniliğinin ortaya serdiği gerçekleri tam izah etmiyor.

Önümüzdeki gerçeklerin belli başlıları şunlar:

1. F. Gülen, küçük yaşlarda hipnoz ettiği, kanına girdiği, kendilerinde özel hayat ve şahsiyet bırakmadığı insanlara vahşi katliamlar yaptırabilmektedir. Savaş uçağı ile bombalamalar, tanklarla ezmeler, bu topraklarda benzeri görülmemiş bir cinnet halidir. Din adına devşirilmiş insanların, masumları, gözünü kırpmadan katletmeleri, nasıl mümkün oluyor?

2. Binlerce itirafçıya, görüntülere, belgelere rağmen, işte son darbeci yargılamalarında gördüğümüz gibi her şey inkâr edilmekte, bir tiyatro oynanmaktadır. F. Gülen en başta 15 Temmuz darbe girişimine “senaryo”, “hükümetin kontrollü darbe girişimi” dediği için mahkeme salonlarında onun bu yöndeki talimatlarına harfiyen uyulmaktadır.

3. F. Gülen bir korkaklar, yalancılar, inkârcılar, takiyyeciler ordusu kurmuş. Mahkeme salonlarında “ben yapmadım, ben o değilim, ben vatanseverim, FETÖ’cü değilim, Gülen’i tanımam” diye sırıtarak konuşuyorlar. Savcılara verdikleri ifadeler için “baskı altındaydım” diyebiliyorlar. Bir hâkimin dayamayıp “sen ne biçim generalsin” diye seslendiği gibi bu Fetöperestlerin bir tanesi bile mertçe konuşmuyor.

4. Yüzde 95’inin ortak özelliği, asla pişman değiller. Hiçbirinden, “biz neye alet olmuşuz, kimin peşinden gitmişiz, yazıklar olsun bize. Artık hainlerle, zalimlerle beraber olmayacağım. Artık bu kirli, kanlı yapı ile bu Batı’nın taşeronu onursuzlarla mücadele edeceğim” diye bir pişmanlık duymadık, duymuyoruz…

F. Gülen hiç üzüntülü değil. Biliyorsunuz bu FETÖ elebaşı, “Hocaefendi” diye anıldığı günlerde hakkında bir efsane uydurulmuştu. Dünyanın neresinde bir acı, felaket olursa insanlar içinde önce bunu etkilermiş. Acıyı önce bu hisseder, yataklara düşer, günlerce ağlarmış. Böyle zamanlarda kendinde olmadığı için ziyaretçi de kabul etmezmiş...

Şu anda kendisine bağlı on binlerce insan perişan durumda. Aileler travma geçiriyor. Bunların binde birinden bile etkilenmesi gerekirken, hiç oralı değil. Ne hastalanıyor, ne yatağa düşüyor... (Şimdi ben böyle yazdım ya, yarından tezi yok F. Gülen’in çok hasta olduğuna dair haberleri servis ederler.)

Tabandaki insanların acılarından etkilenmediği gibi Gülen; hala “kaçın” tembihleri, “intihar bile edebilirsiniz, kendinizi ateşe atabilirsiniz” talimatları, “geri geleceksiniz, daha güçlü olacaksınız vaatleri, “Haçlılar sizin karınıza, çocuğunuza dokunmadı, onlardan emin olabilirsiniz” yılışmaları ile Hıristiyan dünyaya mesajlar gönderiyor. NATO’nun Türkiye’ye müdahale etmesini istiyor.

F. Gülen neden pişman değil? F. Gülen neden binlerce insanı kullanıp orta yerde bıraktığı halde onların ızdıraplarına kayıtsız? Neden bütün cinayetlerine, katliamlarına, zulmüne rağmen hiçbir şey olmamış gibi davranıyor/davranabiliyor?

Onun izinden giden zavallılar, hipnozdan bir türlü çıkamayan tabandaki saftirikler, cinayetleri işleyen zalimler ve hainler de pişmanlık hissi duymuyorlar?

Bu soruların izahı, FETÖ elebaşına doğru teşhis koymaktan geçiyor: F. Gülen kendisini peygamberlerin üzerinde, çağın kurtarıcısı olarak görüyor. Buna çocukluğundan beri inanıyor. Onun izinden gidenler de bu sapkınlığı tasdik ediyor, Gülen’e puta tapar gibi tapıyorlar.

Herkes Gülen’i ve Gülenistleri kullanıyor ama onlar “kurtarıcı” sayesinde herkesi kullandıklarına inanıyor...

ETİKETLER
star gazetesi hüseyin gülerce fethullah gülen
T24

“Gülen’i 16 yaşında MİT eğitti, maaşını CIA ödedi”
6 Ağu, 2016



FETÖ liderinin yanında 45 yıl kalan isim, ‘Şeytanın Gülen Yüzü’ adlı kitabında Gülen’in istihbaratçılar tarafından özel eğitime tabi tutulduğunu yazdı. Erdoğan ayrıca Gülen’in 16 yaşından sonra özel eğitime tabi tutulduğunu belirtti.

Yazar Latif Erdoğan, Fetullah Gülen’in 16 yaşında iken dönemin MİT elemanları tarafından özel bir eğitime tabi tutulduğunu, bunun arkasında ise CIA desteği olduğunu söyledi.

Erdoğan, terör örgütü elebaşısı Fetullah Gülen’in yanında 45 sene kaldı. ‘Küçük Dünyam’ isimli ve Gülen’i pozitif olarak anlattığı kitabını 1990’da yazan Erdoğan, aradan geçen 26 yılın ardından ‘Şeytanın Gülen Yüzü’ isimli kitaba imza attı.

Erdoğan, bu kitabında Gülen’in nasıl bir yapı oluşturduğunu bütün ayrıntılarıyla anlatıyor. FETÖ lideri Gülen’in ‘Şeytanın Gülen Yüzü’ olduğunu 15 sene önce fark ettiğini söyleyen Erdoğan, cemaatin her geçen gün bozulma ve yozlaşmasına şahitlik ettiğini vurguladı.

17-25 Aralık olaylarından sonra Gülen’e yönelik tenkitlerini açıktan yapmaya başladığını dile getiren Erdoğan, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Gülen, 1990 yılında üç ay boyunca bütün hayatını bana anlattı. 1996-1997 yılına kadar böyle bir söyleşi yine yaptık. Onunla ilgili her şey arşivimde duruyor. Başkasında yok. Ayrıca onu tanıyanlarla da görüşüldü. Geçmişte onun hakkında hüsnüzan ile hareket ederek müspet tarafını yazdım. 17 Aralık’tan sonra elimde olan belgeleri yeniden gözden geçirdim. O dönem bana anlattığı hususların, bugün için çok anlamlı olduğunu gördüm. O zaman fark etmediğim olumsuz hususları şimdi bu kitapta yazmış oldum.”

“16 YAŞINDAN İTİBAREN MAAŞINI CIA ÖDEDİ!”

Gülen’in 16 yaşından sonra özel eğitime tabi tutulduğunu, bunu da dönemin MİT elemanlarının gerçekleştirdiğini söyleyen Erdoğan, şu bilgileri verdi:

“1950 yıllarındaki MİT, CIA demektir. O zamanlar maaşlar CIA tarafından ödenmiştir. Daha sonra Gülen, İzmir’de cemaatini kurdu. CIA’yla yakın temasa geçtiği anlaşılıyor. Ordu, sıkı yönetim zamanında bile CIA’nın isteği nedeniyle Gülen’in üzerine gitmiyor. Hatta önü açılıyor.
1976’dan sonra bilindiği halde askeri okullara talebe gönderip yetiştirmesine göz yumuluyor. Bu da meselenin tamamen bir proje olduğunu gösteriyor. Bu ancak şeytanın aklına gelebilecek bir projedir. Onun için ‘Gülen’in Şeytan Yüzü’ demedik, ‘Şeytanın Gülen Yüzü’ dedik. Şeytanın bir oyuncağı. Şeytan diyerek hem Amerika’yı hem de şeytanı kastediyorum.
Gülen’i, Gülen’den daha iyi tanırım. 17-25 Aralık’ta emniyette ve yargıda ne kadar gücü varsa kullandı. Askeriyedeki gücünü de sonuna kadar kullanmıştır. Bundan sonra kolay kolay askeri bir darbe yapma şansı kalmamıştır. Onu kullananlar destek olur, yeni bir proje geliştirip kalıntılardan bir şey yaparlarsa ona bir şey diyemem ama başarılı olamaz.”

Gülen’in saplantı içinde olduğunu ve bundan vazgeçmeyeceğini aktaran yazar Latif Erdoğan, şunları kaydetti:

“Bu darbe başarılı olsaydı bugün hiçbirimiz yoktuk. Yüz binlerin öldürülmesi Gülen’in umurunda değil. Her türlü planı yaptılar ancak hesap etmedikleri meydanlar oldu. Millet, milli iradesine, demokrasiye ve Cumhurbaşkanı’na sahip çıktı. Arkası gelmeyen açıklamaları suikast mesajı olabilir. Gülen saplantıdan vazgeçmez. Gülen’in Erdoğan ve Erbakan saplantısı ise eskilere dayanır. CIA, Gülen’e hangi tarafta olmayı emrettiyse o tarafta olduğunu görüyoruz. (..)”

DEVLETİN BÜTÜN BİRİMLERİ…

Erdoğan, Gülen’in devletin bütün birim ve kademelerine sızdığını, ordu ve emniyette silah ve güç nedeniyle ağırlığının ön plana çıktığını söyledi. Devletin FETÖ’den temizlenmesinin zaman alacağını vurgulayan Erdoğan, şöyle devam etti:

“Askeriye kendi yapısı itibarıyla güçlü olduğundan daha çok dikkati çekiyor. Emniyette ve askerde silah olduğu için önemli. Halbuki milli eğitim ve sağlıktaki sayı, ordu ve emniyettekilerden çok fazladır. Yargıda olanlar da az değildir. Şu anda devleti ayakta tutan her yere girilmiştir. Devlette paralel ayağının olmadığı hiçbir nokta yoktur. Tam temizlik 3-5 sene sürer. Devleti yeniden inşa etmek kolay değildir tabii ki.”

‘DARBECİ GENERALLERİN ÇOĞUNU TANIRIM’

Darbe girişiminde rol olan general rütbesindeki isimlerin pek çoğunu tanıdığının altını çizen Erdoğan, konuşmasını şöyle sürdürdü:

“Birkaç tanesini değil hepsini tanıyorum. Bunların hepsi Gülen’e doğrudan bağlı kişilerdir. Bizim de bulunduğumuz ortamda sivil elbiseleriyle gelip giden kişiler idi. İsmen tanımam ama kod isimleriyle bildiklerim var. Her bir subayın sivil bir sorumlusu vardır. TV ekranlarında gördüklerimin hepsini tanıyorum. Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’a, ‘Sizi liderimizle görüştürelim’ diyen Tuğgeneral Hakan Evrim’i çocukluğundan beri tanırım. Asıl generaller ise sivil olup, Gülen’e haber getirip götüren kişilerdir. Bu siviller birbirini tanır ama askerlerin hepsi birbirini tanımazlar.”

‘ADİL ÖKSÜZ KİLİT KİŞİDİR’

Darbe gecesi Akıncı Üssü’nde bulunan ve gözaltına alındıktan sonra serbest bırakılan Adil Öksüz’ün kilit bir isim olduğunu ve salıverilmesine bir anlam veremediğini anlatan Erdoğan, sözlerin şöyle devam etti:

“Adil Öksüz, Gülen’in yanında senelerce mollalık yapmış birisidir. Yıllardır askerlerden sorumlu oldu. Hava Kuvvetleri’ne bakan kişidir. Darbe sürecinde en tepedeki adamdır. Gülen’i temsilen orada bulunmuştur. Onun orada söylediği her şey, Gülen’in söylediği kabul edilmiştir. Bırakılması yanlış olmuştur. Bunların İslam’la alakası kalmadı. Tamamen iktidar hırsıyla, başa geçme ihtirasıyla hareket etmişlerdir. Gülen, halife olma kavgasını veriyor. Kendisini güçlü gibi gösterdi. Oy potansiyeli varmış gibi hareket ederek, siyasi partilerden istifade ettiler. Oysa bu grubun muhtar seçtirecek kadar karşılığı yoktur toplumda. Çünkü bunlar devlette güçlüler. Siyasi alana girselerdi fiyasko olurdu. 45 senelik tecrübem, ‘Gülen’in hiçbir siyasi görüşü doğru çıkmamıştır’ yönündedir. Hangi partiyi desteklediyse batmıştır o parti. AK Parti’yi hiçbir şekilde samimi desteklemediler, münafıklık yaptılar.”

‘BAŞARILI OLSAYDI TÜRKİYE’YE HALİFE OLARAK GELECEKTİ’

“Ertesi gün darbe olsaydı devleti tamamen ele geçirir, yönlendirirlerdi ve devlet içinden de karşı çıkan olmazdı” diyen Erdoğan, şu düşünceleri dile getirdi:

“Başarılı olsaydılar Gülen Türkiye’ye gelecekti. Halife olarak kabul edilecekti. İran ile savaşa gireceklerdi. Suriye’ye doğrudan müdahale edilecekti.
Türkiye’yi çökertmek için her şeyi yapacaklardı. Üç Müslüman ülkeyi birbirine kırdıracaklardı. Bunlara terör örgütü nitelendirmesi bile hafif kalır. PKK ile mukayese edildiğinde bin defa PKK’dan daha tehlikeli. Bu, uluslararası çapta bir örgüt. PKK gibi mahalli değil. PKK’yı Suriye ve Türkiye dışına taşısanız bir şey ifade etmez. Ama bu öyle değil ki bütün dünyada örgütlenmiş ve her ülkede stratejisini, Türkiye’deki gelişmeler gibi yapmıştır. Amerika emrederse her şeyi yapabilirler. Kendileri için bir şey ifade etmez. Amerika nereyi ele geçirmek isterse bunlar üzerinden yapabilir.”
İlk Kurşun

İŞTE FETÖ’NÜN SİYASİ AYAĞI
09.03.2017
Mehmet Tezkan



Darbe girişiminin karargâh iddianamesi de çıktı.. Duruşma 22 Mayıs’ta başlayacak..
Etekteki taşlar birer birer dökülecek..
Bugüne kadar hep soruyorduk ya..
FETÖ’nün..
Yargı ayağı var..
Polis ayağı var…
Asker ayağı var..
Bürokrat ayağı var..
Eğitim ayağı var..
Üniversite ayağı var..
Sağlık ayağı var..
İstihbarat ayağı var..
Tekniker ayağı var..
Neden siyasi ayağı yok diye?

***
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı hazırladığı iddianamede bu soruya kısmen cevap vermiş..
17/25 Aralık’tan sonra..
Yani, Fethullahçılarla hükümetin kapışmasından, yolların ayrılmasından, büyük kavganın başlamasından sonra..
İddianameye göre, Fethullahçılar iki yasa çıkartmışlar..
Birincisi; 11 Şubat 2014’te..
İktidar partisinin oylarıyla kabul edilen yasayla terfiler bir yıl öne seçilmiş..
Dört yıllık albaylarla, üç yıllık generaller bu yasaya dayanılarak YAŞ kapsamına alınarak terfi ettirilmiş..
Sonuç..
O yıl general yapılan 10 albay da darbe girişimine katılmış..

***

İkincisi; 27 Ocak 2014’te..
Yasa 37 AKP milletvekilinin imzasıyla Meclis’e sunulmuş..
28-30 yıl görev yapan albaylara emekli olurlarsa 70 bin lira fazla ikramiye hakkı tanındı..
Sonuç..
Fethullahçı olmayan albayların gönüllü tasfiyesi sağlandı.. Fethullahçı albayların önü açıldı..

***

İş dönüp dolaşacak, kaçınılmaz olarak Fethullah örgütünün siyasi ayağına gelecek..
Kaçınılmaz..

Kaynak: Milliyet

"FETÖ’yü yargıya CHP yerleştirdi" diyen Bozdağ’ın arşivinden: Gülen, bu ülkenin yetiştirdiği bir kıymettir!
24 Mart 2017



“FETÖ’nün yargıda güçlenmesinin faili CHP’dir” diyen Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın 2011 yılında Fethullah Gülen ile Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Genel Kurulu’nda yaptığı bir konuşma tekrar gündeme geldi. Bozdağ, Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada Gülen’in ”bu ülkede yetişen değerli bir kıymet” olduğunu savunurken “Bu ülkenin milli ve manevi değerlerine bağlı nesillerin yetişmesi için hizmet yapıyor. Her şeyi de açık, devletin denetimi, gözetimi altında açık, her şeyi gözünün önünde olan” ifadelerini kullanıyor.

Bozdağ’ın 2011 yılında yaptığı açıklama şöyle:

"Yargıda poliste cemaat yapılanması yok"

Bozdağ, 2012 yılında da CNN Türk’te verdiği bir söyleşide "Yargı'da poliste cemaat yapılanması yok" ifadelerini kullanmıştı.

“FETÖ’nün yargıda güçlenmesinin faili CHP’dir”

Bozdağ, İstanbul Bayrampaşa'da düzenlenen "İç Anadolu Bölgesi Hemşehri Buluşması"nda yaptığı konuşmada "FETÖ'nün Türk yargısının içerisinde güç sahibi, yetkisi sahibi olmasını sağlayan adımın faili ve müsebbibi CHP’dir" iddiasında bulundu.
T24

FETÖ sanığından Adalet Bakanı Bozdağ'a 15 Temmuz hediyesi!
25.03.2017



FETÖ sanığından Adalet Bakanı Bozdağ'a 15 Temmuz hediyesi!
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ'a Sinop ziyareti sırasında 'FETÖ' sanığı bir kişi 15 Temmuz saati hediye etti.

Halksesi.com'dan Mete Çağdaş’ın haberine göre; referandum çalışmaları kapsamında dün karayolu ile Ankara’dan Sinop’a gelen Adalet Bakanı Bekir Bozdağ'ın yemek yediği sırada Sinop’un Durağan Belediyesi’nin AKP’li Başkanı Ahmet Kılıçaslan arkasına geçerek hatıra fotoğrafı çektirmek istedi. Ancak dikkat çeken nokta Kılıçaslan’ın kardeşi Enver Kılıçaslan’ın FETÖ bağlantısı olduğu iddiasıyla meslekten ihraç edildiği, Din Kültürü Eğitimi öğretmeni olan damadı Salim Teke’nin de 'FETÖ'den yaklaşık 8 aydır Sinop E tipi cezaevinde tutuklu olduğu, kızının da 'FETÖ ablası' olduğu iddiasıydı.

Bozdağ'a 15 Temmuz saati hediyesi

Öte yandan Bakan Bozdağ’ın Sinop’un Ayancık ilçesini ziyareti esnasında, 'FETÖ' bağlantısı olduğu iddiası ile yaklaşık 3 ay cezaevinde yattıktan sonra tahliye edilen Ayancık merkez cami imamlarından ve aynı zamanda Diyanet-Sen Ayancık ilçe temsilcisi olan Fikret Yaman’ın bakan Bozdağ’a üzerinde “SELALARLA DURDURULAN DARBE 15 TEMMUZ 2016 UNUTMAYACAĞIZ” yazılı duvar saati hediye etmesi dikkat çekti.

Fikret Yaman’ın 27 Mart'ta Sinop’ta 'FETÖ’den hâkim huzuruna çıkacağı belirtildi.
BirGün

Gülerce: Yeni bir hükümet kurulacak Başbakan Bülent Arınç olacak
17.03.2017



Gülerce: Yeni bir hükümet kurulacak Başbakan Bülent Arınç olacak
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek'le eski Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç arasındaki polemiğe eski cemaatçi yeni Star yazarı Hüseyin Gülerce de girdi. İki ismin tartışmasında referans verilen Gülerce, cemaat imamlarından Harun Tokak'ın kendisine “Yeni bir hükümet kurulacak, Başbakan da Bülent Arınç olacak. Kabine listesi de zaten hazır…” dediğini iddia etti.

MELİH BEY'E KONUŞMAYI AKTARDIM

Gökçek'in "Cemaat Erdoğan'ın yerine Arınç'ı Başbakan yapacaktı" iddiasına değinen Gülerce eski bir yazısını hatırlattı:

"Ben bu konuyu Star’daki köşemde bundan 15 ay önce 20 Kasım 2015’te 'İhanet ettiler, kabine listesi bile hazırdı' başlığı ile şöyle yazdım: '17/25 Aralık’ta Başbakanın oğlunu, başbakanın evinde tutuklamaya kalkan bir siyasi darbeye teşebbüs ettiler. O gün bu tutuklama gerçekleşseydi, bizzat bana söylendiği gibi (isim de verdiler) bir ismin başkanlığında yeni kabine kurulacaktı. Kendilerine göre Bakanlar Kurulu listesi bile hazırdı...'"

Olayı Gökçek'e anlatığını söyleyen Gülerce, Gökçek'le aralarındaki konuşmaları ise şöyle aktardı:

"Konuyu Beyaz TV’deki Ortak Akıl programımda da birkaç defa dillendirdim. Hem yazımda, hem de konuşmalarımda, başbakan olarak söyledikleri ismi zikretmedim. Çünkü bu ismin hazırlanan kabineden, başbakanlığından haberi olmayabilirdi. Ama çok yakın arkadaşım (47 yıllık) Melih Bey’e bana yapılan konuşmayı aktardım.
BirGün

Harun Tokak: "Bülent Arınç başbakan olacak demedim"
20.03.2017



Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Melih Gökçek'in eski Meclis Başkanı Bülent Arınç için ortaya attığ "Gezi'den sonra FETÖ Arınç'ı başbakan yapacaktı" sözünü dayandırdığı kaynak Gökçek'i yalanladı. Gökçek bu iddiayı Hüseyin Gülerce'nin kendisine söylediğini açıklamıştı. Gülerce de bu iddianın sahibinin Harun Tokak olduğunu ileri sürmüştü. Tokak sosyal medyadan yaptığı açıklamayla bu iddiayı yalanladı.

Fethullah Gülen'e yakınlığıyla bilinen, şimdilerde ise hükümete yakın Star gazetesinde yazılar yazan Hüseyin Gülerce'nin, kendisine "Gezi olaylarından Bülent Arınç başbakan olacaktı" dediğini ileri sürdüğü Harun Tokak, sosyal medya hesabından açıklama yaparak söz konusu iddiayı yalanladı. Tokak, "Fethullah Gülen’i her zaman en önde savunanlardan biri olmuş bir kişinin böylesine savrulmasını hayret, ibret ve üzülerek izlemekten başka ne yazık ki elimden bir şey gelmiyor" ifadesini kullandı.

GÖKÇEK'İN "ARINÇ BAŞBAKAN OLACAKTI" İDDİASI

Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Melih Gökçek, geçtiğimiz günlerde katıldığı bir televizyon programında “Recep Tayyip Erdoğan Gezi olaylarında yurt dışından geldiği zaman düşürülmüş ve bitmiş olacaktı. Partinin içinde FETÖ’cü milletvekilleri hazırdı ve bir FETÖ’cünün lafıdır, Hüseyin Gülerce’nin bizzat kendisine söylenmiştir, ‘Bülent Arınç Başbakan olacaktı.’ O tarihte hazırlanmış ve bitmişti. Bülent Arınç, şimdi buna ‘evet’ der, ‘hayır’ der onu bilemem ama ben bundan yüzde yüz eminim" iddiasında bulunmuştu.

ARINÇ'TAN 'KİRLİ' CEVAP

AK Parti kurucularından biri olan Bülent Arınç ise, Melih Gökçek’e verdiği cevapta "Bir Hint atasözü der ki ‘Eğer birileri oturduğu koltuktan kalkmakta sıkıntı yaşıyorsa, kesinlikle altını kirletmiştir'" ifadesiyle Gökçek'in kirli işler içinde olduğunu ima etmişti.

İddiaların merkezi haline gelen Harun Tokak ise adının geçtiği iddialar ile ilgili sosyal medya hesabından açıklama yaptı. Türkiye'de paylaşımları kapalı olan Tokak'ın tweetini Bülent Arınç sosyal medya hesabından paylaşarak duyurdu. Tokak'ın açıklamaları şöyle: "Hüseyin Gülerce’nin son günlerde benim de adımı karıştırarak hayal mahsulü kirli bir senaryo üzerinden Sayın Bülent Arınç’ı ve Hizmet Hareketi’ni hedefe alan açıklamalar yaptığını öğrendim. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nda yıllarda birlikte görev yaptığımız, Hizmet Hareketini ve Fethullah Gülen’i her zaman en önde savunanlardan biri olmuş bir kişinin böylesine savrulmasını hayret, ibret ve üzülerek izlemekten başka ne yazık ki elimden bir şey gelmiyor."
Millî Gazete

HÜSEYIN GÜLERCE MAHKEMEDE FETÖ'YÜ ANLATTI
16 Şubat 2017



DARBE GIRIŞIMINDEN ÖNCE AÇILAN VE TERÖR ÖRGÜTÜ ELEBAŞI GÜLEN'IN DE ARASINDA YER ALDIĞI 73 SANIĞIN YARGILANDIĞI FETÖ/PDY ÇATI DAVASINDA, GAZETECI HÜSEYIN GÜLERCE TANIK OLARAK DINLENILDI. FETÖ ILE ILGILI ÇARPICI BILGILER VEREN GÜLERCE 'GÜLEN'I ANLAMAK, BIR ŞEMAYA OTURTMAK ANCAK ONU KONUŞTURMAKLA MÜMKÜN. ÇÜNKÜ BU INSANLAR KONUŞMAZLAR. İTIRAFÇIYIM DESELER BILE BEN ITIRAF EDECEKLERINE INANMIYORUM." DEDI. GÜLERCE, FETÖ IÇINDE MOLLA EKIBININ ÇOK ÖNEMLI OLDUĞUNU VE HENÜZ O EKIPTEN KIMSENIN YAKALANMADIĞINI SÖYLEDI.

Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen FETÖ/PDY çatı davasının 14'üncü duruşmasına tutuklu sanıklar Hidayet Karaca, Dilaver Azim, Kazım Avcı, Alaeddin Kaya, Ali Çelik, Abdülkadir Aksoy ve İlhan İşbilen ile bazı müştekiler ve tarafların avukatları katıldı.

Duruşmada tanık olarak dinlenen Gülerce, 1968 yılında İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesine girdiğini, yatılı olarak Çapa'ya devam ettiklerini, o dönemde, Mücadele Birliği adı verilen hareketin haftalık yayın organının yazar kadrosunda bulunduğunu aktardı.

Askerden döndükten sonra Mücadele Birliğinin günlük yayın organı Bayrak Gazetesi'nin başyazarı olduğunu belirten Gülerce, Yalova Lisesine fizik öğretmeni olarak atandıktan sonra Yalova'ya geldiğini söyledi.

GÜLEN İLE İLK KARŞILAŞMA...

Gülerce, FETÖ terör örgütü elebaşı Fetullah Gülen ile ilk karşılaşmasına ilişkin, "1980'de Yalova'da Hayriye Hanım Camisi'nin altında yer var. İzmir'deki Akyaka Vakfının şubesiymiş. Bana haber verdiler, gittik. Birisi geldi, 3-4 kişiyle beraber. İlk dikkatimi çeken şey, etrafında pervane gibi dolanıyorlar, disiplin var. Hiç konuşmadı. Çıktı. Çıktıktan sonra dediler ki 'Bu hocaefendi.' Meğer arandığından dolayı kendini belli etmemiş, tanıyan tanıyormuş. İlk görüşmem böyle oldu." dedi.

"ZAMAN'DA YAZAR MISIN"

Gülen ile daha sonda 1989 yılında karşılaştığını belirten Gülerce, şöyle devam etti:

"Gülen'le tanışmamız 1989’da oldu. Cemaate ait bir kolej açacaklardı Yalova'da. Yalova'dan geçerken inşaata uğradı. Benim de orada olduğumu söylediler. Ben, 'Yeniden Milli Mücadele Dergisi yazarlarındanım.' dedim. O da 'Ben de o dergiyi okuyordum.' dedi. Bana 'Zaman'da yazar mısın?' dedi. Ben de 'Yazarım.' karşılığını verdim. Ahmet Taşgetiren için de rica etti. Ona da söyledim, kabul etti. İkimiz Zaman'da yazmaya başladık. Perşembe günleri yazı gönderiyorduk. Üçüncü yazıdan sonra Abdullah Aymaz telefon açtı, 'Biz size köşe ayırmak istiyoruz.' dedi.

"93'TE KONFERANSLAR VERMEYE BAŞLADIM"

O arada ben gazetede yazılar yazıp da hoşlarına gidince 92 ya da 93 yılında Fethullah Gülen çağırdı, 'Zaman gazetesi adına konferanslar verir misiniz?' dedi? Anadolu'da konferanslar vermeye başladım. Böylece görünen yüz olmaya başladım. 93'te Samanyolu TV kurulunca Altunizade'ye çağrıldım.
'Televizyonda ana haber bültenden sonra günün yorumunu yapar mısınız?' dediler. Yaparım dedim. Haftada 5 gün, günün yorumunu yaptım."

"İŞTE ARANILAN YÜZ"

Gülerce, daha sonra Zaman Gazetesi Genel Müdürü olduğunu belirterek, "Bana dediler ki Hocaefendi günün yorumunu merakla talep etti ve dedi ki 'İşte aradığımız yüz'. Benim olayım böyle başladı. İşte aranılan yüz... Zaman Gazetesi Genel Müdürü oldum. Yenibosna'da. 95 ocağından itibaren. 5 yıl boyunca kendimizi Zaman Gazetesi Genel Müdürü olarak bulduk." dedi.

"BASKIYA GİRMEDEN TEK TEK KONTROL EDİYORDU"

Zaman baskıya girmeden önce gazete sayfalarının FETÖ elebaşı Gülen'e fakslandığını ifade eden Gülerce, bu sayfaların daha sonra Pensilvanya'ya da gönderildiğini Gülen'in bunları tek tek kontrol ettiğini söyledi.

Gülerce, 1997-1998 yıllarında kendisi ve Fehmi Koru ile Alaaddin Kaya'nın da olduğu 5 kişinin her hafta Altunuzade'de FEM'in 5. katında Fethullah Gülen ile bir araya geldiklerini de anlattı.

"SEN İLAHİYAT MEZUNUSUN NE ANLARSIN İKTİSATTAN"

Gülerce, şöyle devam etti:

"Yalnız Fetullah Gülen'in bana ve Alaaddin Kaya'ya davranışı, Abdullah Aymaz ve İsmail Büyükçelebi'ye davranışı gibi değildi. Hukuk farklı. Bir gün Altunizade'de oturuyoruz. Ben varım, Büyükçelebi ve Aymaz, bir de Samanyolu TV Genel Müdürü Naci Tosun var. Fetullah Gülen bizimle konuşurken birden bir şeye kızdı, Tosun'a döndü, 'Bir ulusal kanalın genel müdürüsün. Başka televizyona gitsen seni kapıdan içeri alırlar mı?' dedi. Ben şaşırdım. İsmail Büyükçelebi'ye döndü 'Sen ilahiyat mezunusun ne anlarsın iktisattan?' dedi. Sonra Aymaz'a döndü 'Sen de ilahiyatçısın, gazeteciliğin 'g'sinden haberin oldu mu? Genel yayın yönetmenisin'. dedi. Onlar lise talebeliğinden beri Gülen'in yanında olmuşlar. Ben ise 45 yaşından sonra görüşmeye başlamışım.

"ALTIN NESİL YETİŞTİRİLMEYE BAŞLANDI"

İş dershanelerin açılmasından sonra başka safhaya geçti. 'Altın Nesil' diye tamamen Fetullah Gülen'in hipnotize ettiği bir nesil yetiştirilmeye başlandı.
Cemaatin dershanelerinde öğrencilerin seçeceği üniversiteye abiler, ablalar karar veriyor. Hep öğretmenlik seçtiriyorlar diye biliyorduk. Meğerse hep hukuk yazılmış. Seçimlerde bunlara 5 bin oy çıktı.

"ZEKERİYA ÖZ İLE İLGİLİ GERÇEĞİ BEYAZ TV'DE ÖĞRENDİM"

Zekeriya Öz ile ilgili gerçeği Beyaz TV'de öğrendim. Emniyet istihbaratta çalışmış biri, 'Zekeriya Öz ile Hocaefendi hukuk fakültesi öğrenciliğinden tanışıyor'. dedi. Adil Öksüz'ün görüntüsü var Pensilvanya'da. Kozmik adamlarıyla hep birebir ilgilenmiş. Tanıyanlar bilir, Fethullah Gülen ile ailesiyle beraber görüşmek VİP demektir. En tepedeki adamlar ailesiyle görüşürler.

"EN TEPEDEKİ KOZMİK ADAMLAR MOLLALARIN İÇİNDEN ÇIKAR"

Mustafa Özcan'dan sonra gelen kuşak 5 yıl boyunca molla tabir edilen kendisinin yetiştirdiği adamlardır. En tepedeki kozmik adamlar bu mollaların içinden çıktı. Askeriye, yargı, emniyet, bu hassas kurumlardaki en tepedeki kozmik adamlar bu mollaların içinden çıkar.

"MUSTAFA ÖZCAN CEMAATİN KARA KUTUSUDUR"

Mustafa Özcan'ı iyi tanırım. Cemaatin kara kutusudur. Paradır. Tüm Türkiye'de cemaatin parasını Fetullah Gülen adına o kullanır. Gülen'in örtülü ödeneğini o kullanır. Özcan'a toslayan, tabanda ondan daha çok sevilen insanlar hep gitmiştir. Çünkü sır onda, para onda. Kozmik işler onda."

"O GÜNE KADAR FOTOĞRAFI BİLE YOK"

Gülerce, FETÖ'de öne çıkmasına ilişkinse, "94 yılı cemaat için çok önemli. Bu yıl Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı kuruldu. Çünkü gizli gizli, kulaktan kulağa konuşulan Gülen... Bir nesil yetiştirildi, zemin hazırlandı, şimdi sahneye çıkma zamanı geldi. O güne kadar Gülen'in medyada fotoğrafı bile yok. 94'te Gazeteciler ve Yazarlar Vakfıyla Gülen'in ortaya çıkması amaçlanmış. İlk defa resmiyete giriyor. Onun için Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı çok önemliydi" dedi.

Bu vakfın kurucuları arasında Gülen'in de bulunduğunu aktaran Gülerce, FETÖ elebaşının kendisini bu vakfın mütevelli heyeti vekili seçtiğini, Gülen'in olduğu yerde kendisinin mütevelli heyeti vekili yapılmasına şaşırdığını söyledi.

"YETİŞTİRDİĞİ HİÇ KİMSEYİ DİĞER KANALLARA GÖNDERMEDİ"

Daha sonra, Abant Platformu'nun kurulduğunu anlatan Gülerce, "Orada da varım. Televizyonda varım, gazetede varım. Enteresandır kendisinin yetiştirdiği hiç kimseyi diğer kanallara göndermedi. Bir şey oluyor, Hüseyin Bey gitsin. Ben illegal yapının legal görünümlü aktörü oldum ama bu rolü aldığımı hiç düşünmedim." diye konuştu.

"KENDİSİNİ MEHDİ ZANNEDİYOR"

Mahkeme Başkanı Selfet Giray'ın örgütün yapısını sorması üzerine Gülerce, şunları söyledi:

"Teşkilatın yapısı Fetullah Gülen'den ibarettir. O vardır, kendisini mehdi zannediyor. Aymaz'ın ifadesiyle 'Beklenen salih zat'. Mehdiliği inkar ediyor, ama beklenen salih zat olduğu konusunda itirazı yok. Kendisi de cemaattekiler de buna inanmış.

"15 TEMMUZ DARBESİ BİLE BU İNSANLARI ÇÖZMEZ"

15 Temmuz darbesi bile bu insanları çözmez. Çünkü bir kişi var, Fetullah Gülen. Kendisinin seçilmiş kurtarıcı olduğuna inanan? Pensilvanya'da yemek yerken bir arkadaş yeni açılan okullardan bahsetti. Ben de gayet ihtiyari şekilde 'Hocam iyi ki gelmişsiniz Amerika'ya'. Biz de seviniyoruz hizmet büyüyor Amerika'da diye. Meğer CIA yolları açmış. 'İnşallah' dedim. Bana, 'Hüseyin Bey, ben çocukluğumdan beri istihdam ediliyorum'. dedi. Çocuk sorumlu değildir, çocukluğundan beri hazırlananlar peygamberlerdir. Perşembe akşamı tövbe Peygamberimizle görüşüyor, istişare ediyor. Kendi başına karar almıyor. Neden bombalıyor pilotlar? Sırf Fetullah Gülen'in kurtarıcı olduğuna inandıkları için."

"EN BÜYÜK İHTİRASLARI GÜLEN'İN GÖZÜNE GİRMEK"

Legal sahada görünüp illegal çalışanların var olduğunu anlatan Gülerce, İllegal vazifeleri var. Doğrudan Fetullah Gülen'den talimat alıp iş yapan kişiler. İstişare heyeti var. Harun Tokak katılıyor, Ali Bayram katılıyor, Şerif Ali Tekalan katılıyor. Atama heyeti gibi. İlçe imamı il imamının, il imamı bölge imamının, o istişare heyetinin gözüne girmek zorunda. Hepsi normal yurdumuzun insanı, hepsinin ihtirasları var. En büyük ihtirasları da Gülen'in gözüne girmek. Herkes beni gör, beni gör, beni konuş diye bakıyor. Hani Allah'ın rızası vardı bu işte?" dedi.

"THY'DEN O KAYITLARI ALIN..."

İstişare heyetinin rutin işleri yaptığını dile getiren Gülerce, "Tayinler, yurt dışına gidecek olanlar falan. 7 bölgenin imamı var, bunlar Pensilvanya'ya gidiyor. 3 ya da 4 ayda bir yapılıyor. Kimler katılıyor buraya? Lütfen THY'den bu yıllara ait yolcu kayıtlarını alın. Oradaki liste belli. Ayın belli günleri 1 hafta ya da on günlüğüne ABD'ye giden insanların 3 senelik listesi çıkarsa hep aynı isimler. İşte gerçek kadro bu insanlardan oluşur." şeklinde konuştu.

"NEDEN HERKESİ KAYIT ALTINA ALDIRMIŞ"

Hüseyin Gülerce, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Her şeyin tedbirini alan bir kişi bu kayıtların ve ByLock programının tedbirini nasıl almaz. ByLock programıyla neden herkesi kayıt altına aldırmış? Ben onu Gülen'in acımasızlığına veriyorum. Ben yanarsam herkes yansın, ben bitersem herkes bitsin. Gülen'i anlamak, bir şemaya oturtmak ancak onu konuşturmakla mümkün. Çünkü bu insanlar konuşmazlar. İtirafçıyım deseler bile ben itiraf edeceklerine inanmıyorum."

"BU İNSAN DİNLEME HASTASI..."

Gülerce, "Gülen, sıradan biri olarak görülmesin. Deha raddesinde bir insan demek istemiyorum. Hitler ile çok benzer yanı var. Bir bedende iki kişi. Bu insan istihbarat hastası, bu insan dinleme hastası, 2013'e kadar beni dinletmiş. Utanır insan, ayıp denen bir şey var. Herkesi dinletiyor, kayıt ve şantaj yaptırıyor." ifadesini de kullandı

"MOLLA EKİBİNDEN KİMSE YAKALANMADI"

Hüseyin Gülerce, FETÖ içinde molla ekibinin çok önemli olduğunu, Gülen'in rahleyi tedrisatından geçmiş 5 yıllık dönemlerde 3-4 kuşak bulunduğunu söyledi.

Gülerce, "Mesela Adil Öksüz. Birinci molla ekibinden Ahmet Kurucan var. Maalesef onlardan tek kişi yakalanmadı. En esaslı bilgileri verecek dokümanları verecek kişiler yakalanmadı." dedi.

"Belli isimler var, Fetullah Gülen gibi ağlayıp sızlayan ama hepsi artistlik"

Mahkeme başkanının sorusu üzerine Gülerce, Gülen'i nurcu olarak tanımlamanın doğru olmayacağını, bir sohbetinde Gülen'in bunu kendisine ifade ettiğini söyledi.

FETÖ'nün himmet toplantıları hakkında da konuşan Gülerce, şöyle devam etti:

"Belli isimler var, Fetullah Gülen gibi ağlayıp sızlayan ama hepsi artistlik. Hollywood'un karakter artistleri bile Gülen kadar rol yapamaz. Görüyoruz vaazlarda ağlıyor, sızlıyor. Ben burada CIA'den psikolojik destek aldığını düşünüyorum. Bunlar daha önce esnafı tanıdıkları için herkesin ne vereceğini bilir. 'Bul karoyu al parayı' gibi. Biri ben de alırım diye oyuna girer ve ütülür. Aynı numara himmet toplantılarında da var. 4-5 kişi himmet toplantısından önce ayarlanır. Bunlar birkaç milyonla açarlar, diğerleri ne oluyor der. Orada öyle bir hava estirilir ki sizin küçük bir rakam söylemeniz hakaret anlamına gelmeye başlar. Çek senet alıyorlar. Çok insanlık dışı bir şey. O insanlar işleri kötüye gitmiş, bir sonraki sene himmet verememiş. Onunla ilişkiyi hemen kesiyorlar."

FETÖ'nün sınav sorularını çaldığını 17-25 Aralık sürecinden sonra öğrendiğini belirten Gülerce, bunun "O makamlara biz gelmeyelim de düşmanlarımız mı gelsin?" diye savunulduğunu, burada bile Gülen'in ikiyüzlülüğünün görüldüğünü vurguladı.

"BATAN GEMİYE ATLADI"

Gülerce, 17-25 Aralık sürecinde Zaman gazetesinde "Savcılar bugüne kadar hiç yanlış yapmadı" başlıklı haber üzerine FETÖ'nün gerçek yüzünü görmeye başladığını, bu yazıyla Fetullah Gülen'in Recep Tayyip Erdoğan'a savaş açtığını, kendisinin de gardını almaya başladığını söyledi.

Gülerce, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Gülen'in anlaması için Mehtap TV'de '13 kişiyle ele geçirilmesi bağımsız yargıya giriyor mu' dedim. Öğleden sonra bir tweet attım. Bu ülkenin başbakanını yabancılar götüremez. Başbakan ya sandıkta seçmen iradesiyle ya AK Parti kongresinde delege iradesiyle gider. Ertesi gün 28 Aralık. Başbakanla görüşme talebimi Erdoğan'a iletecek şahısla 2 saat oturduk. Diyor ki bu saatten sonra böyle bir teklif kabul edilecek bir şey değil ama kabul ederse senin Gülen'e ültimatom gibi bir şey vermen lazım. 2 saat sonra o mekanın bahçesine çıktık.

"BİR ADIM DAHA ATMA..."

5 dakika sonra Ekrem Dumanlı aradı, dinlemenin alasına bakın. 'Abi Ankara'da olduğunuzu biliyoruz. Lütfen sen bu işlerin içine girme. Biz uğraşıyoruz zaten'. Uğraştınız da ne oldu dedim. Onu reddettim kapattım. 5 dakika sonra Şerif Ali Tekalan, Pensilvanya'dan aranıyor. 'Hüseyinciğim bir tweet atmışsın. Lütfen siler misin?' Silmedim kapattım. 5 dakika sonra Alaaddin Bey aradı, dedi ki 'Şu anda ne yapıyorsan orada kal, bir adım daha atma. Kendisinin yanından arıyorum'. Kendisinin yanından ifadesinin ne anlama geldiğini bilenler bilir.

"BAŞBAKAN YA İNTİHAR EDECEK YA DA AKIL HASTANESİNE GİDECEK..."

17-25 Aralık'tan sonra. Mustafa Yeşil bana dedi ki 'Bak Ahmet Taşgetiren Bugün'den ayrıldı Star'a geçti. Batan gemiye atladı'. O batan gemiye atladı sen öyle bir şey yapma. Devamında da 'Abi zaten Başbakan yerel seçimleri göremeyecek'. dedi. Beni ikna etmeye gelmiş. Başbakanın son kozlarını oynadığını söyledi. 'Başbakan ya intihar edecek ya da akıl hastanesine gidecek.' dedi."

"BİR DERGİNİN TİRAJI 750 BİN OLUR MU"

Gülerce, medya yapılanmasının sorulması üzerine, "Gülen medyasının patron da yayın yönetmeni de her şeyi Fetullah Gülen'dir. Sızıntı dergisi var, çok önemli. Türkiye'de bir derginin tirajı 750 bin olur mu? Üniversite talebelerini öyle bir havaya sokuyorlar ki 50 tane yaparsan Hocaefendi size alnınızdan öpecek. Aksiyon dergisi var. Bazı kozmik adamlar Aksiyon dergisinden yetiştirildi." bilgisini paylaştı.
Hukukihaber

ABD'den FETÖ okullarına destek
16 Şubat 2017



ABD'de vergi mükelleflerinin ödediği paralarla beslenen FETÖ'nün New Jersey eyaletinde yönettiği okulların geçen yıl 60 milyon dolardan fazla finansal destek aldığı belirtildi.

New Jersey eyaletindeki Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) bağlantılı sözleşmeli (charter) okulların geçen yıl vergi mükelleflerinin ödediği paralarla ABD yönetiminden 60 milyon doları aşkın finansal destek aldığı bildirildi.

Eyalette günlük yayımlanan Record gazetesi ve "NorthJersey.com"un haberinde, New Jersey'deki bazı charter okulların kurucularının FETÖ elebaşı Fetullah Gülen ile yakın ilişkisine ve 2016 yılında ABD yönetiminden aldığı finansal desteğe dikkat çekildi.

ABD'de vergi mükelleflerinin ödediği paralarla beslenen FETÖ'nün New Jersey'de yönettiği 7 okulun geçen yıl 60 milyon dolardan fazla finansal destek aldığı belirtilen haberde, bu eğitim kurumlarından bazılarının kurucularının ise yüz binlerce dolar siyasi bağışta bulunduğu ifade edildi.
Haber Fedai

Ahmet Takan: Hakan Fidan, Katar ziyaretlerinde Gülen cemaatinden bazı isimlerle bir araya geldi, barış görüşmeleri yapılıyor
09 Şubat 2017



Yeniçağ Gazetesi Ankara Temsilcisi Ahmet Takan, MİT Müsteşarı Hakan Fidan hakkında bir iddia ortaya attı. "Fidan'ın son dönemde Katar'a gizli ziyaretler yaptığını" öne süren Takan, "AKP'de çok önemli isimlerden duymasam kaleme almayı hiç düşünmem" diyerek, "Hakan Fidan, Katar ziyaretlerinde Fethullah Gülen cemaatinden bazı isimlerle bir araya geliyor, barış görüşmeleri yapılıyor" iddiasında bulundu.

"Ayrıntı sorarsanız; var ama şahsi görüşlere dayalı" diyen Takan, "Bana sorarsanız referandum ve sonrasında takip edilen ince ayarlı süreçte hiçbir gelişme bana sürpriz gelmez" ifadesini kullandı.

Takan'ın Yeniçağ'da "Başkent kulislerinden iki şok iddia..." başlığıyla yayımlanan (9 Şubat 2017) yazısı şöyle:

MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın yurt dışına yaptığı gizli ziyaretlerin birinden bahsedeceğim... "Gizli" ibaresi anlamsız gelebilir. Elbette, MİT Müsteşarının görüşme ve temasları yurt içinde de olsa yurt dışında da olsa gizli olur. Olmalıdır da. Bir ülkenin en büyük istihbarat ve güvenlik teşkilatının başındaki ismin görüşmeleri çok gerekli görülmedikçe ilan edilmemelidir. İşin doğası bunu gerektirir.

MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın Körfez ülkelerine sıkça gidip geldiği de Ankara'da bilinir ve çok konuşulur. Yıllardır böyledir!.. Fakat, AKP kulislerinde Fidan'ın son zamanlarda Katar'a yaptığı ziyaretler -bana göre de- spekülatif iddialara yol açıyor. Az sonra dile getireceğim iddiayı, AKP'de çok önemli isimlerden duymasam kaleme almayı hiç düşünmem. Fakat iddia çok ciddi, dile getirenler de çok emin!.. Havuz medyasından talimatlandırılan ve iliştirilmiş gazetecilerden biri de değilsen bu ciddi haberi atlayamazsın!.. İddia şöyle: "Hakan Fidan, Katar ziyaretlerinde Fethullah Gülen cemaatinden bazı isimlerle bir araya geliyor, barış görüşmeleri yapılıyor."

Ayrıntı sorarsanız; var ama şahsi görüşlere dayalı. Bana sorarsanız referandum ve sonrasında takip edilen ince ayarlı süreçte hiçbir gelişme bana sürpriz gelmez. Nedenlerini kaba taslak şöyle sıralayabilirim:

* 15 Temmuz hain darbe girişiminin baş aktörlerinden Tümgeneral Mehmet Dişli ile ilgili bazı şaibelerin hâlâ ortalıkta dolaştığı ve abisi AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli'nin mevcut görevine hâlâ devam ettiği ...

* 15 Temmuz hain darbe girişimini araştırmak için kurulan Meclis Araştırma Komisyonu'nun çalışmasını çok yakından takip eden bir gazeteci olarak, dosyanın nasıl kapatıldığını çok iyi bildiğimden, nasıl suyuna tirit bir çalışma yürütüldüğünü gördüğümden.. Devlet ve millet bekasını tehdit eden böyle hain bir girişimi aydınlığa çıkarmak için ek çalışma süresini bile kullanmamasından... Başbakan, Genelkurmay Başkanı, MİT Müsteşarı, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı, Abdullah Gül, Bülent Arınç, Ahmet Davutoğlu'nun komisyona getirilmemesi... Tutuklu olan darbecilerin gidip dinlenilmemesi...

* Adil Öksüz muamması..

*Ziraat Bankası, Halkbank ve THY gibi kuruluşların Varlık Fonu'na devredilmesi...

* Son olarak da, AKP Genel Başkan Yardımcısı Erol Kaya'nın bir toplantıda açık açık sarf ettiği, "Hükümet üyelerinde ve Milletvekillerimizde ByLock çıkmadı" sözleri. Hani!.. "Kabine içinde en az 6 Bakanda ByLock tespit edildi, AKP'de 50'ye yakın da ByLockcu mebus var" iddialarını sarayın en baş danışmanlarından ve bazı AKP ileri gelenlerinden kulaklarımla duymasam neredeyse ben de inanacağım Erol Kaya'ya!..

* Oslo görüşmelerinin önce hakaretlerle nasıl inkar edildiğini, sonra da "çözüm süreci" adına nasıl can siparene savunulduğunu da hatırlayın.

Bu verilere bir de, yeni CIA Direktörü Mike Pompeo'nun ilk yurt dışı ziyaretini bugün Türkiye'ye gerçekleştireceği, ziyaret kapsamında Türk yetkililerle PYD ve FETÖ başta olmak üzere gündem maddelerini istişare edeceğini ekleyelim. Yeni CIA Başkanı Pompeo, 15 Temmuz'daki darbe girişiminin hemen ardından R. Erdoğan'la ilgili olarak dikkat çekici bir tivit atmıştı. Pompeo, Erdoğan'dan "İslami totaliter bir diktatör" olarak söz etmiş daha sonra da hesabını kapatmıştı.

Ankara'nın derin kulislerinin kafaları çok karışık bugünlerde!..

Şimdi, madalyonun diğer yüzüne geçeceğim...

Yazılarımızı yakından takip edenler de çok iyi bilir. Aslında, benim için hiç sürpriz değildi Doktor Devlet Bahçeli'nin 11 Ekim 2016'da partisinin grup toplantısında, AKP'ye "getirin anayasa değişikliğinizi" çağrısını yapması. Daha sonraki gelişmelerle de, gizli ittifaklar, gizli görüşmeler, her şey belgelerle ortalığa döküldü. Önceki gün de Bahçeli'nin Erdoğan'a bağlılığını en açık bir dille itiraf etmesiyle, mızrağın çuvala sığmayacağı gerçeği bir kez daha tescil edildi.

Esas!.. Dikkatlerinizden kaçmaması için, Başkanlık sistemine "hayır" diyerek partideki Genel Başkan Yardımcılığı görevinden istifa eden MHP İstanbul Milletvekili ve Ülkü Ocakları eski Genel Başkanı,İstanbul Milletvekili Atila Kaya'nın "o hafta ne oldu" sorusunu bir kez daha hatırlatacağım. Atila Kaya, "Sistem tartışmaları başlayınca sayın Genel Başkan, MYK üyeleri, Milletvekilleri ve il başkanlarıyla yaptığı toplantılarda 'Parlamenter sistemden yanayız' dedikten bir hafta sonra başkanlık sistemine 'evet' dedi " diyor. Çok önemli ve de çok çarpıcı bir iddia. Atila Kaya'nın da bunu boşuna konuşmadığı kesin. MHP kulislerindeki sağlam kaynaklara göre, "Bahçeli o meşhur konuşmayı yapmadan önceki gün kendisine kapalı bir zarf geldi. Ne olduysa ondan sonra oldu..." 10 Ekim Pazartesi gününe işaret ediyorlar...

Yani, aynı 7 Haziran akşamında yapılan erken seçim çağrısı konuşması (!) gibi 11 Ekim 2016 (Salı) konuşmasından da kimsenin haberi yoktu.. Aynı Kocayayla gibi!..

Anlayacağınız, işin sırrı yine zarfta!..

Bendeniz, sabıra ve zamana inanlardanım. Gün gelecek, kimin kimle nasıl gizli ittifaklar içinde olduğu yine belgelenecek. Bahçeli'nin misyonu ve görevleri de belli!.. Referandum sandıktan aşırılırsa, federasyon haritalarını görüşmek için FETÖ/HDP ortaklarıyla tekrar masa kurulunca, kapı kulları, tivıtırın liderine hangi ulvi sıfatları yükleyecekler?..
T24

İBDACILAR VE FETULLAHÇILAR
Gökhan Yamangül
1 Eylül 2016



Türkiye’de İslâmî gruplar arasında bir eleştiri geleneği olmadığı için perde arkasında herkes herkesin aleyhinde konuşur ama kimse çıkıp diğer grup veya cemaatin kendince yanlış bulduğu tutum ve davranışlarına dair tek kelime edemezdi. Türkiye’de “İslâmî” etiketine dâhil tarikat ve cemaatlerin ortak noktası yüz yüze geldiklerinde muhabbet gösterileri, kendileriyle baş başa kaldıklarında “fırka-î naciye biziz; onlar fırka-î nâriye, ateş fırkası” iddiasıyla kendi dışındakilere cehennem bileti kesmekten ibaret dedikodulardı. 1980’li yılların sonundan, “Özallı zamanlar”dan bahsediyorum.

Ciddi ve sistemli bir tenkid geleneğinin boşluğunu “dedikodu” ve “çamur atma” alışkanlığı doldurur. Kıyı ve köşelerde birbirlerini çekiştirir, “bunlar namaz kılarken ayaklarını çok açıyor”, “onlar dua ederken ellerini birleştiriyor” gibi fasit bir daire etrafında fırtına koparır; ama kimse kimseye “öyleyse arkalarından konuşmak yerine niçin onları kurtuluş fırkasına(!) davet etmiyoruz” diye sormaz, soramazdı. Bu “fitne” olurdu. “Kol kırılıp yen içinde kalmalıydı.” Dışa karşı, “biz aynı halının desenleriyiz, sadece usulümüz, meşrebimiz farklı; kimimiz ayran seviyor, kimimiz şerbet” mesajı verilmeli, “fitneden kaçınılmalıydı.”

Oysa hiç kimse birbirini sevmez, herkes birbirini sever görünürdü. Bu “maskeli balo” hepsinin işine geliyordu; çünkü hepsinin karın ağrısı bir, donu aynı yerden delikti. Birisi diğerini açıktan tartışırsa, onların da kendisini açıktan tartışacağını bilir ve bu kimse için iyi olmazdı. Mürit veya talebe, şeyhi yahut hoca efendisi aleyhinde başkalarının ağzından çıkmış tek kelime bile duymamalıydı ki, hocasının manevi gücüne, temas ettiği herkesi tesir altına alan “makamına” ve “ulviyetine” daha bir şevkle inansın. Kısacası, hiçbirisi “tartışılır” olmak istemiyor; bir tiyatrodur sürüp gidiyordu.

Bu panayır en çok Fetullah Gülen’in işine yaramış, onun semirmesini sağlamıştı. Çünkü nereden çıktığı belli değildi. Oysa diğerleri iyisiyle kötüsüyle bir gelenekten geliyordu. Bu vaiz ise kendisini Said Nursi’ye bağlı gösteriyor, ancak “Bediüzzaman”ın etrafında bulunan kimse onu tanımıyor, kabul etmiyor, yazdıklarını da “tahrifat” olarak değerlendiriyordu. Ama bu mesele de tutarlı ve sistemli bir eleştiri geleneğinin olmadığı her ortam gibi dar bir çerçevede, ev içi dedikodularla geçiştiriliyor, bahsettiğimiz sebeplerle ilmî bir yazılı neşriyattan sakınılıyordu.

Bu hengâmede İbdacı dergiler çıktı. Bunlar itikatta şaşmaz bir Ehl-i Sünnet bağlısıydı. Peşin kabulü gerektiren imanın temel esaslarından ve Ehl-i Sünnet akaidinden kıl kadar tavize yanaşmadıkları gibi, o dönem ayrık otu gibi yayılan Şia akımına ve bu akımın kendisine yol bulmak için beslediği mezhepsizlik modasına fikirde ve fiilde en sert karşı koyuşu sergiliyorlardı.

İbdacı dergilerin bu açıktan sert eleştirileri sadece Ehl-i Sünnet dışı akımlara yönelik değildi. Akaitte ne kadar gelenekten şaşmıyor ve zerre pazarlığa yanaşmıyorlarsa, aksiyonda da bir o kadar “yeni” ve “farklıydılar.” Ne “kol” tanıyor, ne “yen” dinliyor, tahkiki mümkün bütün insan ve toplum meselelerinde sahte ve yol kesici gördükleri kim varsa kum torbasına çeviriyorlardı. Onların rüyasını gördüğü İhtilâl-İnkîlap davasında “küfre ve küfür düzenine prim verici” gördükleri kim varsa, ne “hazret”, ne “şeyh”, ne “hocfendi” ünvanına bakmadan çullanıyor, “Hakk’ın hatırı dostun hatırından üstündür” diyorlardı. Bütün ezberleri bozmuş, siyasette ehven-i şer anlayışını delik deşik etmişlerdi. “Rejimle göbek bağı” olan bütün tarikat ve cemaatler onların eleştirilerinden payını aldı.

İbdacıların siyaseti dengeler içinde “güvenli” bir yer aramak değil, bizzat mevcut dengeleri bozmak ekseninde şekilleniyordu. Çünkü mevcut dengeler İslâm’a kendi düzenlerini rahatsız etmeyecek pasif bir rol biçmiş ve o daire içinde kaldıkları müddetçe faaliyetlerini görmezden gelmiş, hatta karşılıklı çıkar ilişkisine girmişti. Oysa İbdacıların bağlı olduğu fikir, iktidarı gözetleyici ve mevcuda tâbi değil, hâkîm olmayı hedefleyici bir dünya görüşüydü. Yeni Dünya Düzeni’nin merkezi Anadolu coğrafyası olmalı ve Müslümanlar dünya üzerinde yer gösterilen değil, yer gösteren; kendilerine belli haklar verilen değil, hakların sınırını tayin eden olmalıydı. İdeal buydu.

Lâkin mevcut dengeler bunun tam tersini yaşatmak üzerine kurulmuştu. Öyleyse onlara denge bozucu ve cüretkâr bir dil gerekiyordu. Hemen her mevzuda “aykırı” şeyler yazdılar, pazarlıklara çomak soktular. Dengelerin serin gölgesine post kuranların, el sıkışmak üzere olanların, pazarlığı yenice bitirenlerin “nereden çıktı bu İbdacılar?” diye hayıflandığı çok oldu.

Onların dengeleri belirleyen güce karşı bu uslanmaz ve uzlaşmaz karakteri, varlığını kurulu düzenin tebaası olmakta arayanlar tarafından “bizde böyle şeyler var mı?” diye dışlanmalarına sebep oldu. Halk kitleleri olabildiğince bu pervasız gruptan uzak tutulmalıydı ki, körler ve sağırların birbirini ağırlama düzeni huşu içinde sürüp gitsin.

İbdacılar etrafında mahallenin kavgacı, haylaz çocuğu söylemi işletilirken, aynı mahallenin mülayim, karıncaezmez, sevgi ve hoşgörü kelimelerini dilinden düşürmez, ilim ve tahsile âşık diğer çocuğu Fetullah’a ise kapılar açıldıkça açılıyordu. Girmediği ev, sızmadığı ocak kalmamıştı. Herkesin sofrasından en az bir yudum su içmişliği ve bahşiş almışlığı vardı. Mülayim çocuk Fetullah’ı mahallede tek sevmeyen ve onu her gördüğünde bayramlık ağzını açıp karizmasını delik deşik eden ise o haylazlardı.

Ağzının ayarı bozuk, kavgacı ve haylaz çocuğun karıncaezmez mülayim çocuğu sürekli tartaklaması da mahalle sakinleri tarafından aleyhine delil(!) oldu. 90’lı yıllarda İslâmî bir çevrede “ben İbdacıyım” deyip te, “Fetullah hocayla alıp veremediğiniz nedir” sorusuna muhatap olmayan tek kişi yoktur. Artık söylenenlerin doğru yanlış oluşuna bile bakılmıyor; İbdacıların yanlış yolda olduğunu anlamak(!) için Fetullah Gülen aleyhine yazdıkları yeterli kabul ediliyordu. Her defasında Fetullah’ın sapkınlıkları tek tek anlatılıyor ama sebep soranlar cevabı dinlemiyordu bile. Onlara göre her ne olursa olsun bir “hocfendi”ye “sarıklı sapık”, “Fettoş” gibi çirkin sözler edilmemeliydi. Hem İslâm’da sövmek caiz miydi; hem kavga etmek bizde var mıydı?

Türkiye’de İbdacıları bir kenara koyarsanız, Fetullahçılarla aynı sofraya oturmamış tek bir grup ve zümre bulamazsınız. İbdacıların ise Fetullahçılarla tek irtibatı, karakollarda Fetullahçı polislerden yedikleri dayak ve gördükleri işkenceler olmuştur.

Peki aralarındaki problem neydi? Niçin mahallenin kavgacı, haylaz çocukları, mülayim ve karıncaezmez çocuklara böyle giydiriyordu?

1 ) “İslâm’da Şiddet Yoktur” Söylemi:

Evet, bu çok eski bir jargondur ama tavan yapması Fetullah Gülen’le olmuştur. İbdacıların 90’lı yıllarda en fazla sinirlerini bozan ve Fetullah’tan nefret etmelerine, ona Fetoş demelerine sebep bu söylemdir. Çünkü onlar iktidarı ele geçirebilmek için “her türlü silahla mücadele” fikrini telkin eden yayınlar yapıyordu. Fetullah ise yazı ve vaazlarında “sağ tarafınıza tokat atılırsa, yanağınızın sol yanını çevirin” türünden vaazlar veriyordu. İbdacı dergiler bu ve benzeri konuşmaları “haklarını savunmaktan aciz sümsük bir Müslümanlık telkin ediliyor” şeklinde yorumluyor ve yüklendikçe yükleniyorlardı. Fetullah’ın “İslâm’da şiddet yoktur” söylemine karşı “kısasta hayat vardır” ölçüsü İbdacıların en fazla dile getirdiği bahislerden birisiydi. İktidarı ele geçirebilmek ve kendi inandıkları dünya görüşü doğrultusunda devleti yeniden şekillendirmek için gerekirse şiddete başvurmanın caiz olduğu fikri, dönemin İbdacı yayınlarına aittir. İstisnasız olarak 1990’lı yılların bütün İbdacı dergilerinde bu tartışmaya rastlayacaksınız.

2 ) “İslâm’da Siyaset Yoktur” Söylemi:

Bir üst maddeyle iç içe yanları olsa da, özelde daha geniş bir sahayı kuşatan bu söylem de kavganın sebeplerindendi. Sonuçta şiddet konusundaki ayrılık sadece Fetullahçılarla yaşanan bir şey değildi. İslâmî partilere gönül vermiş çoğu Müslüman da şiddet konusunda Fetullahçılar’a yakın duruyordu. Şiddet sonuçta siyasetin yürütüldüğü bir metottu.

Fetullah Gülen sadece bu metodu reddetmekle kalmıyor, büsbütün siyaseti reddediyordu. Söylem bu yöndeydi. “Cebrail Aleyhisselam Parti kursa ona da oy vermem” diyecek kadar ileri gitmişti. İbdacılara göre bu da Müslümanları kurulu düzene itaate davet eden ajanca bir davranıştı.

Bir taraf, devletin dinî temelleri olmadan İslâm’ın layıkıyla yaşanamayacağını ileri sürer ve laik rejime bağlı devletin meşruiyetini tanımadığını deklare ederken, diğer taraf İslâm’ı yaşamak için devlete ihtiyaç olmadığını, amelî ölçülerin yüzde doksan beşinin ferden yaşanabileceğini, kalan yüzde beşinin de teferruata dair bahisler olduğunu ve uğrunda kavga etmeye değmeyeceğini söylüyordu. Bir masumun canını yakmaktansa doksan dokuz suçluyu serbest bırakmak caizdir söylemi, mahallenin karıncaezmez çocuğunun dilinden düşmezdi. Onlar “gönüller yapmaya, dünyayı şefkat ve sevgiyle iyi etmeye” talip olmuşlardı.

Ul’ûl emr’e itaatten bahseden Fetullah ve çevresi, içinde yaşanılan ülkede rejim hangi temellere dayanıyorsa, ona tâbi olmanın Müslümanlık vazifesi olduğunu ileri sürerken, İbdacılar “Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez” diye karşılık veriyordu.

3 ) “Dinler Arası Diyalog” Söylemi:

Bu da “İslâm’da şiddet yoktur” söyleminden büsbütün ayrılamayacak, o aksiyon metoduna dair jargonun akaid bahsine sıçramış versiyonuydu. Fetullah işi o noktaya getirdi ki, cennete gitmek için kelime-i şehadetin ikinci kısmını söylemeye dahi lüzum olmadığı, Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmenin yeterli olacağı iddiasına kadar vardı. Buna da en sert tepki elbette İbdacılardan geldi. Ama İbdacıların bütün itirazlarına rağmen bu dinler arası diyalog söylemi 2002 sonrasının hükümetleri eliyle bir devlet politikasına dönüştü. Havra-Kilise ve Camii’nin bir arada bulunduğu ortak ibadethane yapımlarından tutun, Müslüman bir kızın Hristiyan bir erkekle evlendirilme törenine kadar hepsi bu projenin eseriydi.

4 ) “Amerika Dost ve Müttefik” Söylemi:

Buna Saddam’ın füzeleriyle ölen İsrailli çocuklar için tüllenen gözleri de ekleyin. İbdacılar’ın geçmişte Fetullah Gülen’e “CIA ajanı” diye açıktan tavır almasının en önemli sebeplerinden birisi de Amerika ve onun peşine takılan diğer Haçlı ordularının İslâm coğrafyasının haritalarını değiştirmeye yönelik yaptığı saldırılarda Fetullah Gülen’in ABD başta olmak üzere tercihini batılı güçlerden yana kullanmasıdır.

Gelelim Bugüne:

Hani ortada bir “kandırıldım” lafı dolaşıyor ya… İlk madde söz konusu olunca asıl kandırılanın İbdacılar olduğu bile söylenebilir. 15 Temmuz gecesi şiddetin daniskasını “bizde şiddet yok” diyenler yaptı. Yani artık şu gün ve şu süreçte İbdacılarla Fetullahçılar arasında “İslâm’da şiddet var mı?”, “İslâm’da devlet aygıtını ele geçirme ve bunun için türlü yollara başvurma siyaseti var mı?” gibi tartışmaların mevzuu kalmamıştır. Fetullah’ın Müslümanları “ulûl emr’e itaate” davet ettiği günler çok geride kaldı. Parti kursa oy vermem dediği Cebrail (a.s.)’la da 12 Eylül 2010 referandumunda –lâteşbih!- aynı yere oy atarak(!) barıştı.

Kısacası, ne devleti ele geçirmenin, ne de bunun için şiddet dahil her yola başvurmanın söz konusu olduğu noktalarda 1990’lı yılların İbdacılarıyla bugünlerin Fetullahçıları arasında “teorik” olarak fazla bir çelişki kalmamıştır. Pratikte ise şiddetin kitabını zaten Fetullahçılar yazdı.

Peki hâlâ devam eden ayrılık ve aykırılık nerededir? Elbette “dinler arası diyalog” ihaneti ve “dost ve müttefik Amerika-İsrail” meselesi…

“Paralel”le mücadele eden ve geçmişte ona gösterdiği müsamahadan dolayı nedamet getiren devlet, nedense Fetullah Gülen’den peydahlanan “dinler arası diyalog” kodlu gayri meşru çocuğunu henüz evlatlıktan reddetmiş değil. Diyanet İşleri Başkanlığının bu işin sapkınlık olduğuna dair bir fetvası olmadığı gibi, devletin de bundan vazgeçtiğine dair bir yaklaşımına henüz şahit olmadık. “Haçlı seferlerinin bir medeniyetler ittifakı” olduğu yönündeki beyandan dolayı bir pişmanlık sergilendiğine şahit olan varsa beri gelsin.

Diğer esas ayrılık konusu ise Fetullah’ın İslâm coğrafyası ile batı dünyası arasındaki çatışmalarda tercihini hep batılı güçlerden yana kullanmasıdır. Fetullah “İsrail’e muhtaç” olduğunun şuuruyla hareket eder ve “müttefik ABD’nin himayesinde” çalışır. Kitlesine zerk ettiği gerekçe ise “onları karşımıza alarak bir şey yapamayız” mazeretidir. Yani Amerikan emperyalizmi ve İsrail’in varlığına karşı takınılan tavır İbdacılar ile Fetullahçıları ebediyen birbirine düşman yapmaya yeter.

“Müslüman iktidarı ele geçirmek için şiddete mi başvurur”, “devlet içinde ayrı bir devlet mi olur; devletin çalışanı devletin yasalarına bağlı kalmalıdır, paralel bir yapıya gidip devletin işleyişine zarar verilmemelidir” filan gibi gerekçelerin 1990’lı yıllardan kalma İbdacılar nezdinde zerre kadar itibarı olacağını sanmıyorum. Zaten bizatihi bu söylemler o dönem Fetullah’ın söylemleriydi.

Geriye kalan iki meseleden birisi dinler arası diyalog, diğeri ise Amerika ve İsrail karşısında takınılacak tavırdır. Öyleyse birisini diğerine tercih etmenin mevzuu tam da burasıdır. Bir şey yap, bir şey söyle ki; Fetullah ile İbdacıların arasında düşmanlık mevzuu olan “şey” senle onların arasında birlik ve dayanışma adresini oluştursun. Şimdilik tazeliğini yitiren dinler arası diyalog mevzuunu bir tarafa bırakıyorum. Farkımızı Amerika ve İsrail’e takınacağımız tavırla göstermeye başlayalım mı? İnanın ki, Fetullah’a da, onu himaye edenlere de vurulacak esas darbe bu olacaktır.

Etiketler:
15 temmuz AKP CEMAAT cemaatler cihad dernek düzen Fetullah fetullahçılar hazret ibda İbdacılar islâmcı islamcı camia şiddet tarikat
Kaynak: Adımlar dergisi

MEB Müsteşarı Tekin: 2013'te bir bakan bana 'Fethullah Hoca'nın selamı var, seni uyarıyoruz' dedi
31.12.2016

MEB Müsteşarı Tekin, 2013'te bir bakan tarafından kendisine, "Fethullah Hoca'nın selamı var. Tayyip Bey seni Milli Eğitim Bakanlığı'na müsteşar olarak alacak, seni uyarıyoruz. Gidersen, kabul edersen seni rezil edeceğiz, insan içine çıkamaz hale getireceğiz" dendiğini söyledi. Hürriyet'te yer alan habere göre, Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) Müsteşarı Yusuf Tekin, Trabzon'da Hamamizade İhsan Bey Kültür Merkezi'nde düzenlenen 'Sorunlar ve Sorumluluklarımız' konferansında konuşma yaptı. Tekin konuşmasında, 28 Şubat sürecinde idealist Müslüman gençlerin bir köşeye atıldığını ve 28 Şubat'ın oluşturduğu tahribatın hala bütün etkileriyle devam ettiğini söyledi. Konuşmasının 28 Şubat ile ilgili bölümünde, 28 Şubat'ı yapan iradenin 'FETÖ' ile o tarihte aleni bir şekilde ittifak yaptığını da iddia eden Tekin, "28 Şubat darbesini yapanlar, 28 Şubat zihniyetinin devam etmesi yönünde o dönem beli güçlerle iş birliği yaptılar ve iş birliği yaptığı güçlere belli alanları, sektörleri ihale ettiler. Eğitim sektörü mesela bu anlamda FETÖ'ye ihale edilen alanlardan bir tanesi" dedi. Tekin, konuşmasının devamında önemli bir iddia da daha bulundu ve Milli Eğitim Bakanlığı'nda 2013 yılında göreve gelir gelmez, söylemleriyle alakalı tehdit edildiğini anlatarak şöyle devam etti: "Bu tekelleşmenin, ülkenin bağımsızlığına, ülkenin geleceğine ciddi bir ihanet olduğunu alenen söylediğim için, bu ülkenin çocuklarını, gençlerini, dershaneler üzerinden devşirip beyinlerini yıkayarak yabancılaştırdıklarını, alenen söylediğim için 2013 yılı Ocak ayından itibaren bu anlamda şahsım, çalışma arkadaşlarım, ailem, çocuklarım üzerinden inanılmaz bir karalama kampanyası ile karşı karşıya kaldım ve çok açık bir biçimde çok üst düzey bir kişi bir bakan tarafından, 2013 yılında 'Fetullah Hoca'nın selamı var. (Cumhurbaşkanı Recep) Tayyip (Erdoğan) Bey seni Milli Eğitim Bakanlığına müsteşar olarak alacak, seni uyarıyoruz. Gidersen, kabul edersen seni rezil edeceğiz, insan içine çıkamaz hale getireceğiz' bunu arkadaşlar bakın, bir Bakan söyledi."

2013'TE MİLLİ EĞİTİM BAKANI ÖMER DİNÇER VE NABI AVCI'YDI

Tekin'in söylemleri sebebiyle tehdit edildiğini belirttiği 2013 yılında Milli Eğitim Bakanı koltuğunda Ömer Dinçer ve Nabi Avcı oturuyordu. 2011'de devraldığı görevi Ocak 2013'e kadar sürdüren Ömer Dinçer, görevini daha sonra Nabi Avcı'ya devretmişti.
Sputnik

İsmet Özçelik: FETÖ ile bunlarla mı mücadele edilecek?
Aydınlık
29 Ara, 2016

15 Temmuz ABD/FETÖ darbe girişimi ile ilgili iddianameler peş peşe açıklanıyor. Ama FETÖ operasyonları konusunda soru işaretleri var. Siyasi ayak hâlâ yerinde duruyor.
Bürokraside yönetici kadrolardaki FETÖ’cüler koltuklarında oturuyor. Bu da yetmezmiş gibi bazılarının FETÖ temizliği ile görevlendirilmiş olmaları da kafaları karıştırıyor.

FETÖ’NÜN ARŞİVİ

FETÖ kadrolarını korumak için çabalıyor. Tehdit, şantaj, para,… her yolu deniyor. Şu aralar arşivleri karıştırıyorlar. Geçmişte örgüte övgüler düzüp şimdi saf değiştirenleri deşifre ediyorlar. Bazı “etkili, yetkili” isimler açık edilerek diğerleri üzerinde baskı kurmayı amaçlıyorlar.
Üzerlerine gelinmesini önleme çalışıyorlar.

GÜLEN’İN İSLAM’A KATKISI

Bunlardan biri de Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez. Fetullah Gülen’e yakın isimlerden Reşit Haylamaz, geçen günlerde twitter hesabından Görmez’in Fethullah Gülen’e gönderdiği kitaba yazdığı notu paylaştı.
Görmez, 25 Nisan 2013 tarihli notunda Gülen’e övgüler düzmüş. “… şahsım da dahil çağımız İslam nesillerinde büyük emekleri olan zat-ı alilerinin yüksek ıttılaına ve tenkidatına arz etmekten şerefyab olduğumu ifade eder, sıhhat, afiyet, uzun ömürler niyazıyla selam, hürmet ve muhabbetlerimi takdim ederim” demiş.

Erdoğan Gülen’e “Haşhaşi” derken Görmez Gülen’i yere göğe sığdıramamış.

BAŞKA KİMLER VAR?

Benzeri durumun birçok üst düzey bürokrat için de geçerli olduğu vurgulanıyor. Pensilvanya arşivinin “şantaj” olarak kullanıldığı ifade ediliyor. Bazı kurumlarda FETÖ mücadelesinde ayak sürümenin de bundan kaynaklandığı konuşuluyor.

GERİ DÖNDÜRÜLEN BÜROKRATLAR

OHAL kapsamında çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle görevlerine son verilen bürokratlarla ilgili iddialar çok. Bakanlık ve diğer kamu kuruluşlarında sık sık “Adamın FETÖ’cü olduğunu bilmeyen yok, ama adam geri döndü. FETÖ ile mücadele edenler hala cezalı” serzenişleri duyuluyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ne kadarından haberdar bilmiyoruz, ama bu işte bir bit yeniği olduğu kesin.

DEFOLULARLA OLMAZ

AKP kurucularından eski Başbakan Yardımcısı Abdullatif Şener, “AKP’de benim dışımda FETÖ’ye bulaşmayan yok” demişti. Bu sadece siyasiler için değil, AKP’nin bürokratları için de geçerli.

Aydınlık

Rus uzman, Rus uçağını düşürme emrini kimin verdiğini açıkladı
04.12.2016



Rusya Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü Araştırma Görevlisi Ruslan Kurbanov, "24 Kasım'da Rus uçağını kim düşürdü, kim bu emri verdi? Bu talimatı ne Cumhurbaşkanı ne de Başbakan verdi. Bu talimatı İncirlik Üssü'nde nöbetçi olan bir albay verdi. Fiiliyatta da bu albay Gülen'in adamıydı" dedi.

NTV'de Mesto Vstreçi (Buluşma Yeri) programında konuşan Rus uzman, İncirlik Üssü'nün 15 Temmuz darbe girişimindeki rolüne şu ifadelerle işaret etti: "Türkiye'de yaşanan darbe girişiminin ardından Türk halkının NATO ile ilgili ne düşündüğü ortaya çıktı. Darbe girişimi hazırlıkları için İncirlik Üssü fiiliyatta Truva Atı görevi yaptı. Türkiye bu konuda bugün de tehlikeyi biliyor, görüyor. Fakat yakın zamanda Türkiye'nin NATO'dan ayrılacağını söylemek doğru olmaz."

‘TALİMATI GÜLENCİ ALBAY VERDİ'

Kurbanov, 24 Kasım 2015'te Suriye sınırında düşürülen Su-24 jetine ilişkin olaraksa şunları söyledi: "Türkiye'de Gülen örgütünün toplumda oluşturduğu paralel yapı, iktidar merkezine ulaştı. Burada örgüte ABD de önemli yardımda bulundu. Bu örgüt fiiliyatta CIA'in bir ajan ağı. On yıllardır devlete sızdılar. Fethullah Gülen'in ABD'de oturma izni almasına CIA ajanları yardımcı oldu. 24 Kasım'da Rus uçağını kim düşürdü, kim bu emri verdi? Bu talimatı ne Cumhurbaşkanı ne de Başbakan verdi. Bu talimatı İncirlik Üssünde nöbetçi olan bir albay verdi. Fiiliyatta da bu albay Fethullah Gülen'in adamıydı. Rusya ve Türkiye'nin arasını bozmaya çalıştılar
Kaynak: Sputnik

Chp Lideri Kemal Kılıçtaroğlu, Akp ve Saray'ı kendi gazetesi olan Akit'in manşetleriyle ters köşe yaptı
15-11-2016



Kılıçdaroğlu:''2013 yılında Chp'nin Fethullahçı Terör örgütü araştırılsın önerise Akp'nin ret verdiği ve Gülen'i teröristlikten Akp Saray'ın kurtardığını Akit'in manşetleriye gösterdi.''
Kaynak: Habererk

CHP’li Ağbaba’dan AKP’li Kuzu’ya: Bizim Fethullah hocanın eteğinin altında resmimiz yok!
30 Eylül 2016

AKP Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu ve CHP Genel Başkan Yardımcısı Veli Ağbaba, CNN Türk’te katıldığı canlı yayında Fethullah Gülen ve darbe girişimi hakkında tartışma yaşadı. CHP’li Ağbaba, kendisine “FETÖ’cülerle kol kolasınız” diyen AKP’li Kuzu’ya “Bizim Fethullah hocanın eteğinin altında re
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cmt Hzr 03, 2017 11:34 pm tarihinde değiştirildi, toplam 56 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş Arl 02, 2010 11:23 pm    Mesaj konusu: Viki Miki Derken.. Alıntıyla Cevap Gönder

Viki Miki Derken...
Ertuğrul Horasanlı
02.12.2010

Ebû Hureyre Hazretleri Resûlullah Efendimizden
şöyle naklediyor:

[Âhir zamanda dîni dünyâya âlet eden bir takım
kimseler çıkacak ve insanlara hoş görünmek için
yumuşacık kuzu postuna bürünecekler. (Onların) Dilleri
baldan daha tatlı, fakat kalbleri canavar kalbi
gibidir.

Allah (onlar hakkında)şöyle buyurur:

“Benim hilmime mi aldanıyor, yoksa bana karşı cür'etkârlık
mı gösteriyorlar?

Kendi adıma yemîn ederim, onlara öyle bir fitne göndereceğim
ki; içlerinden hilim sahibi olanlar bile şaşkına dönecektir!”


(Tirmizî, Zühd, 5))





İster siretleri/içyüzleri de suretleri gibi harbi kurtlardan olsunlar, ister yukarıdaki Hadisi-i Şerif’teki gibi suretlerini/dış yüzlerini kuzu postu altında saklayan ahir zaman kurtlarından olsunlar...

Kurt dumanlı havayı sever...

Bu ne demektir?

Kurtların saldırısına açık bir yerde isen, her daim tetikte olacaksın...

İllâki hava dumanlandığında, ahirzamanın kurtları,

avının gırtlağına çökmek için havanın dumanlanmasını beklemiyor...

Canı av çektiğinde günlük güneşlik havayı ise/sise/pise boğmak için bin türlü usul/teknik, araç/gereçlere de sahip...

Viki işi böyle pis bir iş olabilir mi?

Olabilir...

Banu Avar böyle olduğuna dair görüşlerini anlatan güzel bir yazı yazmış Mutlaka okummalı...

Şöyle başlıyor yazı:

[Aylar önce durum anlaşılmıştı: Amerika imparatorluğunun denetimindeki çeşitli basın yayın organlarında cyber attack (siber saldırı) cyber warfare (siber savaş) başlıkları yeralmıştı. Ve giderek benzer haberlerle kulaklar doldurulmaya başlandı

Bill Clinton ve Bush’un anti terör danışmanı Richard Clark ‘Siber saldırı Amerika’yı 15 dakikada yokeder!’ başlığıyla gazetelerde yeraldı. Onu başkaları takip etti.. Amerika kendini ‘elektronik Pearl harbour’ a karşı korumalıydı!

2007’de Pentagon’un bilgisayar sistemi çökertilmemiş miydi!

Şimdi de işte WİKİ LEAKS ortalığı karıştırmaktaydı…NATO, ABD, BATI siber saldırıyla karşı karşıyaydı. O zaman ÖNLEM almak lazımdı!

Psikolojik harp oyunu]
(1)

Ama bu tür durumların nasıl çözümlenmesi gerektiğine dair akademik ders notu niteliğinde bir yazı yazan Deniz Ülke Arıboğan’ın o yazısı da -benzeri başka durumlarda uygulanabilir şablonlar ihtiva ettiğinden- ıskalanmamalı:

[Soru sormanın komploculuk, sormadan kabul ya da reddetmenin yandaşlık ya da taraftarlık, her şey açığa çıktı, dünya demokratikleşiyor demenin saflık, konularla hiç ilgilenmemenin cahillik olduğu bir ortamda WikiLeaks belgelerini analiz etmenin ne kadar güç olduğu ortada. Ne yapsak tasnif edileceğiz. Düşünce üzerinde bundan daha ağır bir kısıtlama nasıl oluşturulur bilemiyorum, lakin herkese farklı bakış açılarını da dikkate almalarını öneriyorum. Yanlış da olsalar, farklı gözlemler bizleri zenginleştirir, düşünce havuzumuzu derinleştirir.

Belgelerin içeriğiyle ilgilenmek elbette önemli bir yaklaşım, ama yetmez. Olayın aynı zamanda yaratacağı yan etkiler bakımından da değerlendirilmesi gerekir diye düşünüyorum. Zira basit bir iddiayla karşı karşıya değiliz. Dünyanın en güçlü siyasi aktörünün diğer ülkeler ve yöneticileri hakkındaki gizli kanaatlerinin açıkça ortaya konulduğu bir durumdan söz ediyoruz. (..) Analiz edelim:

1-Belgelerin ABD'nin içerisinden çok, müttefikleri ile ilişkisinde bazı etkiler yaratması mümkün. ABD'li diplomatlar gayet avam bir üslupla, bulundukları ülkeler ve yöneticileri hakkındaki dedikoduları ve kanaatlerini merkeze aktarmışlar. ABD yönetimi eğer dünyayı bu ifadelerden hareketle algılıyor ve yönetmeye çalışıyorlardıysa, bugün neden bu vaziyette olduklarını da rahatça algılayabiliyoruz. 'Kral çıplak' ama Fransa'da değil, ABD'de. Belgeler, ABD'nin her şeye muktedir olduğu efsanesinin yıkılış fermanıdır; hem belgeleri korumayı başaramamış ve hem de şaka gibi diplomatik belgelerle dünyayı algılamaya çalışmış olmaları bakımından.

2-Belgelerde hemen her ülkenin yöneticileri hakkında bazı kanaatler var ve ilginç bir biçimde ilk yayınlanan da bu kanaatler. Yayınlanma sırasının neye göre tayin edildiğini bilemiyoruz. Ama kuşkusuz ilk yayınlanan belgeler en yüksek etki yaratacak olanlardır. Belgelerin tamamının kamuoyuna yansıması her gün 250 tane yayınlanması söz konusu olursa (ilk gün bu kadardı) yaklaşık 3 yıl sürecek bir zaman dilimine yayılacaktır. İlk haftadan sonra yayınlananların ne kadar ilgi çekeceği ise şüphelidir. Bu sebeple ilk yayınlananların, en çok görülmesi istenenler olduğunu söylemek mümkündür. Sadece sıralama bile yayıncıya manipülasyon imkanı vermektedir.

3-Belgeler diplomasi belgeleridir, istihbarat değil. Her ne kadar diplomatların asli görevleri bulundukları ülkelerle ilgili bilgileri merkeze aktarmak olsa da, bir istihbaratçının yaklaşımı ile diplomatınki farklılaşacaktır. Elçilikte istihbaratçıların çalışması da sıradan bir durumdur. Gelen bilgiler farklı format içerisinde analiz edilir ve kalıplanırlar. Çok konuşan ya da kendini beğendirmeye çalışan bir politikacı, bir diplomat için bulunmaz nimet olabilir. Nitekim Türkiye'de de konuşmayı seven siyasetçiler, danışmanlar kullanılmıştır. Bu kişiler tanımlandığında bizim ülkemizde siyaseten bedel öderler ama dünyanın birçok ülkesinde bu konu bir güvenlik sorununa dönüşebilir. Küresel düzeyde bir cadı avı başlatılabilir ve ülkeler kendi içlerine dönüp temizlik faaliyetine girişebilir. (..)

4-WikiLeaks kendisine sızdırılan belgeleri yayınlamaktadır. Kendisine verilen paketin içeriği bu noktada önemli değildir. Gelinen nokta internet medyasının gücünü göstermesi bakımından da çok önemli bir örnektir. Lakin paketin objektif olduğu garanti edilemez. Paketi gönderenler manipülasyon amaçlı olarak bilgileri elemiş, şekillendirmiş olabilirler. Aynı biçimde yayınlayanlar da belirli pazarlıklar yaparak, paketi şekillendiriyor ve bazı bilgileri eliyor olabilirler. Wikileaks'in sığındığı, yani koruma aldığı ülkeden (İngiltere) müdahalelerle de paket şekillendiriliyor olabilir. Hiçbir şey karşılıksız ve nedensiz değildir. Bedelin ne olduğunu da sorgulamak elzemdir. ]
(2)

Umur Talu’nun şu değerendirmesini de gözönünde tutmak gerek:

[“Reel sosyalizm” dandikliği, tamam, çöküşüyle güm diye ispatlandı.
Kapitalizmin dandikliği başını alamadığı kronik krizlerle her gün kanıtlanıyor.
Emperyalizmin dandikliği ise, koca “Amerikan imparatorluğu”nun rezil belgeleri, “bilgi çağı kusmukları”yla orta yerde!
Aklı olan bir demokrasi de, “az gelişmiş ülke” de, tahakkümcü Sam Amca’nın bu pis yüzüne tükürmeli önce.
Ama biz affettik bile!
Müttefikliğin dandikliğine, dostluğun pespaye ikiyüzlülüğüne, diplomasinin sefil janjanlarına Yarabbi şükür diyerek!]
(3)

Ali Atıf Bir’in şu sözleri de diplomat eğitiminde ihnal edilmemefi gereken bir hususun altını çiziyor:

[Wikileaks belgelerinin açıklanmasıyla ortaya çıkan en önemli olgu ABD elçiliklerinin bulundukları ülkelerde birer halkla ilişkiler elemanı gibi çalışmaları, hükümetteki bakanları yakın markaja alıp onları sürekli bilgilendirmeleri ve de spin (evirmece çevirmece) doktorluğunu mükemmel bir şekilde yapmaları.

Buradan geleceğe yönelik iki sonuç çıkarabiliriz. İlki diplomatlarımızı yetiştirirken mutlaka iyi birer de iletişimci olarak yetiştirmeliyiz. Hükümetteki bakanlara iletişim, ikna ve çağdaş halkla ilişkileri eğitimleri vermeliyiz!]
(4)

***

“Olan da hayır vardır” denilmiştir ya...

Bir şey olduktan sonra, paniğe kapılmadan, ürkmeden, tırsmadan veya mal bulmuş mağribi gibi önünü arkasını düşünmeden üzerine atlamadan önce onu anlamaya çalışmak en doğru davranış biçimi olsa gerek...

Olan ilk elde bize “şer/kötü” gibi veya “hayır/iyi” gibi gelse bile...

Onu doğru anlamaya çalışmalıyız...

Zira bize hayır gibi gelen şeylerin şer, şer gibi görünen şeylerinse hayır olabileceğine dair İslâm tarafından uyarılmadık mı?...

Viki hadisesinde ihmal edilen şey bu...

250 bini aşkın olduğu söylenen belge yığınından 250’sinin açıklanması bile bunu bir devrim olarak görenlerin heyecanlı alkışlarına sahne olurken bu belgelerde adı geçtiği için canı yananlarca öfkeli reaksiyonlar gösterildi...

Bu bir tertip/komplo değilse bile ilk 250 belge havayı dumana boğmaya yetti sonrası ne olur bilinmez...

Hava ister kendiliğnden dumanlansın ister sun’i/yapay dumanla karartılsın...

İlk yapılacak şey ne idi?

Ahir zaman kurtlarına dikkat edecektik...

Her an her yerden saldırmaları mümkün olduğundan saldırıları püskürtecek donanımı kullanıma hazır tutatacaktık...

Kurt deyip geçmeyin, bunlar bildiğiniz kurtlar gibi karnı doyunca saldırmaktan vazgeçen hayvancıklar gibi değilller....

Bunlar ahir zaman kurtları; ne gözleri doyuyor ne de karınları...

Her şeyi paralayıp silip süpürmek niyetindeler...

Her şeyi ve hepimizi...

Üstelik de çoğunluğu kendini kuzu postuyla kamufle etmiş durumda...

“Kurtlukta düşeni yemek kanundur” der ya Kemal Tahir...

Düşen kurt da olsa kuzu da olsa; bu kanun gereği, çare yok yenilip yutulacaktır...

Bu aç kurt sürüsü, ancak kurtluğun kanunlarını iyi bilen ve kurtlara karşı kurt gibi davranabilenler tarafındnan tepelenebilir...

Kuzularınsa hiç şansı yok...

Kurt bile olsa düşenin de hiç şansı yok...

Öyleyse ilk prensip belli: Kurda karşı kurt olacaksın...

İkinci prensip: Düşmeyeceksin...

***

Bu saatten sonra komploydu, değildi...

Öyleydi, böyleydi diye olanın oluş sebebi üzerinde fazlaca durmanın faydası yok...

Olan olmuş...

Komplo veya değil artık ne farkeder...

Kurtlar harekete geçti bile....

***

Ahir zaman komploları da ahir zaman kurtları gibi...

Bir internet sitesi durumu güzel özetlemiş: “Hesap içinde hesap, plan içinde plan, kurgu içinde kurgu var ama "en büyük" hesap, plan ve kurgu sahibi kim!” (5)

Komplo olmasa bile, olan üzerine kurtlar bin türlü hesap, bin türlü plan, bin türlü kurgu ile durumu kendi lehlerine çevirmek için harıl harıl çalışmıyorlar mı?

“Hesap içinde hesap, plan içinde plan, kurgu içinde kurgu var”sa korkup, tırsıp bir kuzu ürkekliğinde ecelimizi mi beklemeliyiz?...

Bu sorunun cevabı yukarıdaki cümlenin ikinci ksmında gizli: "En büyük" hesap, plan ve kurgu sahibi kim!”

“Allah’a inanıp da ona bir türlü güvenemeyenler” ile onların peşi sıra uygun adım yürüyen şakirtler için bu sorunun cevabı belli: AB-D+İsrail...

Bize gör ise: Her hesabı, her oyunu, her kurguyu gören, bilen, duyan ve dilediği zaman bozmaya muktedir olan ALLAH....

Bizim iman ettiğimiz o Allah, en baştaki kudsî hadiste ne buyuruyor bu ahir zamanın gözü doymaz kurt sürüleri için:

“Benim hilmime mi(Yumuşak başlılığıma mı) aldanıyor, yoksa bana karşı cür'etkârlık mı gösteriyorlar? Kendi adıma yemîn ederim, onlara öyle bir fitne göndereceğim ki; içlerinden hilim sahibi olanlar bile şaşkına dönecektir!”

Onlar hakkında 1400 küsûr yıl önceden ilan edilmiş hüküm budur...

Allah hüküm sahibi olmakta da tektir...

O’nun hükmünü kimse geçersiz kılamaz...

Zaman ahir zamansa, vakit de bu hükmün infazı vaktidir...

Ve bu Viki işi AB-D komplosu değilse...

Deniz Ülke Arıboğan’ın öngördüğü şu ihtimal...

“ABD'li diplomatlar gayet avam bir üslupla, bulundukları ülkeler ve yöneticileri hakkındaki dedikoduları ve kanaatlerini merkeze aktarmışlar. ABD yönetimi eğer dünyayı bu ifadelerden hareketle algılıyor ve yönetmeye çalışıyorlardıysa, bugün neden bu vaziyette olduklarını da rahatça algılayabiliyoruz. 'Kral çıplak' ama Fransa'da değil, ABD'de. Belgeler, ABD'nin her şeye muktedir olduğu efsanesinin yıkılış fermanıdır; hem belgeleri korumayı başaramamış ve hem de şaka gibi diplomatik belgelerle dünyayı algılamaya çalışmış olmaları bakımından.”

Bu hükmün infazının başlangıç işareti de sayılabilir...


***

Şeyh-i Ekber Muhiddin-i Arabî Hazretleri buyurdu ki: “Kulluk sözcülük etmektir.”

Bu büyük hesaplaşmada Allah’a cüretkârlık eden kurt başları kim: ABD+AB+İsrail...

Yani...

Kim bunların gizli (kuzu postuna bürünerek) veya açık sözcülüğünü yapıyorsa onların kuludur...

Kim Allah’ın sözcülüğünü yapıyorsa o da Allah’ın kuludur...

Görüldüğü gibi, Viki miki derken saflar netleşiyor...

Her türden takiyye(ikiyüzlülük/münafıklık)nin geçersizleşeceği, kuzu postları giymiş kurtların bu postlarını çıkarmak zorunda kalacakları yere doğru hızla savruluyoruz...

1400 küsûr yıl öncesinden bildirildiği üzere son hesaplaşma Allah’ın kulları ile Şeytan’ın kulları arasında olacak...

Allah’ın kullarının kumandanı Mehdi, Şeytan’ın kullarının kumandanı Deccal...

O, son büyük savaş/En büyük savaş/Savaşların Anası 1. Körfez işgaliyle zaten başlamıştı...

Öyle görünüyor ki bu savaş bütün dünyayı kısa sürede saracak...

Biz kulluğumuzu gereği gibi yaparsak ortada ne kurt kalır...

Ne de kurtbaşlarının oyunu, hesabı, kurgusu...

Allah’ın izniyle hepsini çiğner geçeriz...

İnanmayan dönsün Bedir’e ve Bedir’den bu yana olan bitene yeniden bir göz atsın...

Mesele Sadece Allah’a inanmakta değil, aynı zamanda ona gerçekten güvenmekte...

Eş veya ortak koşmamakta...

Şirke düşmemekte...

Bence Viki işinin en büyük hayrı: Müm’min- kâfir ayırımını keskinleştirip her iki tarafa da göz kırpan,öpücük/gülücük dağıtan, takiyyeci/diyalogcu/ılımlı/münafık tabiatlı kesimin önderleri ve şakirtleri için hayatı bu halleriyle yaşanmaz kılacak ve onları saflarını netleştirmek zorunda bırakacak olmasıdır...

Umarım tövbe kapıları kapanmadan önce durmaları gereken yere dair doğru bir karar verirler...

Dipnotlar:
1-) Yazının tamamı için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3351
2-) Akşam gazetesi: http://www.aksam.com.tr/wikileaksten-sizanlar-109y.html
3-) Habertürk gazetesi: http://www.haberturk.com/yazarlar/576703-bilgi-cagi-kusmuklari
4-) Bugün gazetesi, 1 Aralık 2010 .
5-) Bkz: http://odatvninatladigihaberler.blogspot.com/


'Gülen, Trump'a mektup yazarak 'Beni teslim ederseniz konuşurum' mesajı verdi'
26.01.2017

Türkiye gazetesi yazarı Fuat Uğur, Fethullah Gülen'in ABD Başkanı Donald Trump'a mektup yazdığını iddia etti. Uğur, Gülen'in 'Beni teslim ederseniz konuşurum' mesajı verdiğini ileri sürdü.

Fuat Uğur'un 'Fetullah'ın Trump'a gönderdiği mektup' başlığıyla yayınlanan yazısı şöyle:

"FETÖ elebaşı, başkanlık koltuğuna oturmadan önce bir hamle daha yaptı Donald Trump'a mektup yazdı. 'Çıkmadık canda umut vardır' misali tüm hedefi Doland Trump'a ulaşmak, ona hizmet edeceğini iletmekti. Bu mektubu yazdı ve 'Ne isterseniz yaparım'a gelen cıvıklıktaki tüm cümlelerini peş peşe sıraladı."

'GÜLEN'İ ÖRGÜTLEYENLER EVDE KALMIŞ CIA AJANLARI'

"Mektubu Donald Trump'ın birlikte çalışacağını açıkladığı çalışma arkadaşlarından birinin masasına koyanlar ise terör örgütü elebaşı Fetullah Gülen'i örgütleyenler, evde kalmış CIA ajanlarıydı. Mektupla birlikte kendi dosyalarını da paketleyip Trump'ın önüne götüreceğine inandıkları kişilere servis ettiler.

Hepsini zaten yakından tanıyorsunuz; Morton Abramowitz, Eric Edelman ve Henri Barkey. İlk ikisi eski Ankara büyükelçileri, diğeri de CIA'in free lance ajanı Henry Barkey."

'AJANLARIN KARANLIK GECESİ'

"Barkey, FETÖ'cü darbe girişiminden iki gün önce İstanbul'a gelip Büyükada'daki Splendid Palace otelinde kamp kurmuştu. Darbe gününü çok önceden biliyor olmalıydı ki o tarihlere denk gelecek çakma bir toplantı organize etmişti. Toplantıya Karar gazetesi yazarı Mensur Akgün de katılmıştı hatırlayacaksınız. Henry Barkey ve arkadaşları darbe gecesini heyecanla televizyondan izleyip canlı yayın sistemi kurdurarak, darbenin nasıl gerçekleştiğini anlatmaya hazırlanırken de kıçüstü oturduklarını acı biçimde idrak etmişlerdi. Hemen ertesi gün apar topar çöplüklerine geri dönmüşlerdi tabii.

MÜPTO ekipte bulunan Avrupa Birliği Dış İlişkiler Konseyi'nin Orta Doğu ve Kuzey Afrika programında görevli Ellie Geranmayeh adlı müptezel 00.33'te Twitter'dan 'Erdoğan facetime'dan televizyonlara bağlanıp halkın sokağa çıkmasını istedi. Bu sırada kendisi güvenlik için komşu ülkeye gidiyor' gibi yalanları peş peşe utanmadan yazdı. Hızını alamayıp devam etti: 'Türkiye uzmanı Henri Barkey ile birlikteyim. Kendisi birçok şeyin Erdoğan ve Başbakan'ın tutuklanıp tutuklanmamasına bağlı olduğunu söylüyor.'
İşte ekip bu. CIA'in başına şimdi yeni bir isim geldi; Mike Pompeo. Bakalım Fetullah'ın arkasındaki bu isimlerle çalışmayı sürdürecek mi? Geranmayeh adlı kepaze ajanın deyimiyle bunu tespit etmek için zamana ihtiyaç var.

Bu üçlünün Policy Center adlı 'düşünce kuruluşu' adına hazırladıkları sözde raporda Türkiye ile ABD arasını açmak için tüm şablon ve iğrenç argümanları kullanıyor, Trump yönetiminin yumuşak karnını okşayacak 'tespit'lerde bulunduktan sonra 'Fetullah Gülen'in iadesine siyasi olarak müdahil olmayın' tavsiyesinde bulunuyor."

'MEKTUBU ELE GEÇİRMEK İÇİN ÇOK UĞRAŞTIK'

"Bu mektubu bir metin olarak ele geçirmek için çok uğraştık. İçeriğini az çok biliyorduk ama elimizde yazılı olarak bulunması çok daha iyi olurdu takdir edersiniz ki. Ama (eski FETÖ üyesi) Ümit Akdemir tüm bilgi kaynaklarını epey zorladıktan sonra mektupta neler olduğunu kelimesi kelimesine olmasa bile kapsamlı biçimde öğrendi.

Donald Trump'tan randevu talep eden ama kabul edilmeyince de bu mektubu kaleme alarak yularını elinde tutan ağabeylerine veren Gülen, mektubunda ABD'ye nasıl hizmet ettiğini uzun uzun anlatıyor. Özellikle dünyadaki okullarda yürütülen faaliyetlerin Amerikan istihbaratının bilgisi dâhilinde olduğunu ve bu okullardan ABD'ye ciddi bilgiler transfer edildiğini, bilgi akışını sağlama konusunda gelen taleplerin hemen hepsinin karşılandığını anlatıyor Fetullah.

Ardından Türkiye'de yürütülen mücadelenin bir adalet ve demokrasi mücadelesi olduğunu, darbe ile kesinlikle ilişkilerinin olmadığı yalanına yer vererek ABD'de hizmet ettiği kurumlar arasında bir ayrım yapmadıklarının da (FBI ve CIA'i kastediyor) altını çizerek belirtiyor.
Gülen mektubun bu kısmında Trump'a ince biçimde aba altından sopa da gösteriyor. Bu tehdit 'Türkiye ve tüm dünyada ABD ile birlikte çalıştık. Hiçbir tarafta değilim. Ama hakkımdaki iddialar beni konuşturmak için ele geçirmek isteyenler tarafından ortaya atılıyor' sözlerinde saklı.

Yani 'Beni teslim ederseniz konuşurum' mesajı vermekte.

Terör elebaşı mektubunun sonunda kendisine sahip çıkılmasını istiyor ve 'Eğer bize sahip çıkılırsa sizinle daha aktif bir şekilde çalışırız. Dünyanın dört bir yanındaki yetişmiş elemanlarımız da bu konuda hizmet sunmaya hazırdır' diyor.

Evet, Trump'ın elindeki mal bu.

Bakalım nasıl değerlendirecek."
Sputnik

Gülen'in 21 yıllık avukatından 'İmamın Ordusu' itirafı
21.02.2017



Fethullah Gülen'in 21 yıllık avukatı Orhan Erdemli, tutuklu gazeteci Ahmet Şık'ın 'İmamın Ordusu' adlı kitabı yazdığından FETÖ'nün önceden haberdar olduğunu, dönemin özel yetkili savcısı Zekeriya Öz'ün talimatıyla da kitap taslağının polis zoruyla toplatıldığını belirtti.

Avukat Erdemli, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderdiği 29 sayfalık dilekçede, FETÖ üyesi olmadığını belirterek, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Gülen yapılanmasının gerçek yüzünün ortaya çıktığını savundu.

Hürriyet'ten Toygun Atilla'nın haberine göre Erdemli, 21 yıllık süreçte şahit olduğu olayları özetle şöyle sıraladı:

"23 Mart 2011’de Ahmet Şık’ın ‘İmamın Ordusu’ isimli kitap çalışmasına henüz baskıya girmeden bilgisayarlar üzerinden el konuldu. Bu olaydan kısa bir süre önce Gülen’in fikriyatı konusunda danışmanlık hizmeti veren Mustafa Özcan (FETÖ’nün 2. adamı) bize, Ahmet Şık’ın Fethullah Gülen ile ilgili kitap çalışması yaptığını, bu kitabın baskısının ve dağıtımının önlemesi için başvurulabilecek hukuki yolları sordu. Biz de mevzuatta yer alan hükümlerden bahsederek, basılmayan bir kitap hakkında müracaat yolu bulunmadığını anlattık. O gün Mustafa Özcan, ‘avukatların abisi’ diye bahsettiği ve ‘Kemal Bey’ dediği kişinin de birazdan geleceğini ona da bu bilgileri aktarmamızın iyi olacağını söyledi. Kemal Bey denilen kişi gelmedi. Birkaç gün sonra savcı Zekeriya Öz tarafından kitap taslağı toplatıldı.

'MUHABİRLER BİZİ KINIYORDU'

Biz şike dosyası denilen davada Sivasspor Başkanı Mecnun Otyakmaz’ın avukatlığını üstlenmiştik. Biz vekil olarak televizyon ve gazeteye gittikçe orada görüştüğümüz muhabirler bizi Mecnun Otyakmaz’ın avukatlığını aldığımız için kınıyorlardı. Şike davasının ilk duruşması Silivri’de yapıldı. Orada Zaman gazetesinden 4 bay, 1 bayan (Büşra Erdal) bir de Cihan Haber Ajansı’ndan Nuri İmre vardı. Bu kişiler bana, ‘Bu davada sizin ne işiniz var. Mecnun davanın kilit adamı. Bu adamın vekaletini bırakın’ şeklinde sözler söyledi. Biz, ‘Maçı kasetten izledik, dosyayı okuduk, Sivasspor-Fenerbahçe maçında şike yok’ deyince ‘Emniyet’ten daha mı iyi biliyorsunuz, adamlar 1 yıl çalışmışlar, onlar bilmiyor da 2 günde siz mi gerçeği keşfetiniz’ şeklinde sözlerle tepki veriyorlardı. Bu kişiler arkamdan ‘Orhan Erdemli Ergenekoncu olmuş’ diye bir söz söylemiş. Bunu Büşra Erdal anlatmıştı.

'MİLİTANLIK YAPACAK AVUKATLARLA ÇALIŞMAK İSTİYORLARDI'

EGM İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek’in avukatı olarak medyada tanınan Avukat Nurullah Albayrak’ın da aynı dönem ABD’ye giderek Gülen’in avukatlığını aldığını duyduk. 2013’te strateji değişikliklerine gittiklerini medyadan takip ettim. Militanlık yapacak avukatlarla çalışmak istedikleri çok açıktı. Birkaç ay içinde 600 dava açarak medya mensuplarıyla savaşa giriştiler.

'STAJIMI HAYATİ YAZICI’NIN YANINDA YAPTIM'

Ağustos 1988’de 6 aylık stajımı Sayın Hayati Yazıcı’nın denetiminde yaptım. Stajyeri olarak Sayın Yazıcı’nın görevlendirdiği işleri de adliyelerde yerine getirdim. Hüsnü Tuna, Hayati Yazıcı, Nevzat Er, Ömer Zileli, şu an AK Parti Milletvekili Nurettin Yaşar gibi avukatlar Hukukçular Derneği’ni aktive etmek için çalışmalar başlattılar. Toplantıların sekretaryasını yaptım."
Sputnik

AKP-FETÖ akrabalığı: Gülen ’e giden rektör AKP’li vekilin kardeşi çıktı, üç AKP’li vekilin kardeşi FETÖ’den tutuklu
18 Ocak 2017



Dönemin Kilis Valisi Süleyman Tapsız ile birlikte Pensilvanya’ya giderek Fethullah Gülen ile görüşen, Kilis 7 Aralık Üniversitesi Rektörü İsmail Güvenç’in neden halen görevde tutulduğunun sırrı ortaya çıktı. İsmail Güvenç’in AKP Kahramanmaraş Milletvekili Celalettin Güvenç’in kardeşi olduğu anlaşıldı. Tapsız’ın da Kilis Valisi olduğu dönemde sınır geçişlerini yöneten isim olduğu için “bildikleri” nedeniyle dokunulmadığı ve Karaman’da görevine devam ettiği yorumları yapıldı. Diğer yandan şu ana kadar AKP’de 3 milletvekilinin kardeşi FETÖ kapsamında tutuklanırken AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli’nin Tümgeneral kardeşi Mehmet Dişli 15 Temmuz darbe girişimi nedeniyle cezaevinde.

Kardeş de tutuklu damat da

AKP’de birinci derecede yakınları FETÖ veya 15 Temmuz darbe girişimi ile ilgili gözaltına alınan, tutuklanan veya kamudan ihraç edilen milletvekilleri ve parti yöneticileri şöyle:

-AKP Kilis Milletvekili Mustafa Hilmi Dülger’in kardeşi Hasan Haluk Dülger Konya’daki FETÖ operasyonu ile tutuklandı. Dülger, Necmettin Erbakan Üniversitesi’nde öğretim üyesiydi.

- TBMM İdare Amiri, AKP Hatay Milletvekili Orhan Karasayar’ın kardeşi İsa Karasayar, Hatay’da FETÖ kapsamında gözaltına alındı. Karasayar’ın arasında bulunduğu 5 kişi, FETÖ üyeliği iddiasıyla 6 Ekim’de tutuklandı.

AKP’linin darbeci general kardeşi

-Yalnızca milletvekillerinin kardeşleri tutuklanmadı. AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli’nin kardeşi, Genelkurmay Stratejik Dönüşüm Dairesi Başkanı Tümgeneral Mehmet Dişli, 15 Temmuz darbe teşebbüsünden tutuklandı. Dişli, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ı darbeye katılması konusunda ikna etmeye çalışmış, Akıncılar’a götürülürken de yanında refakat etmişti. Yine Akar’ın darbecilerin elinden kurtulduktan sonra bindiği helikopterde Dişli de vardı.

Topbaş’ın damadı cezaevinde

-AKP’li İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın damadı işadamı Ömer Faruk Kavurmacı, 8 Eylül 2016’da tutuklandı.

-AKP Aydın Milletvekili Mehmet Erdem’in kardeşi Ömer Erdem, 27 Temmuz’da gözaltına alındı. Erdem, 4 Ağustos’ta serbest bırakıldı. Ömer Erdem’in şüphelisi olduğu soruşturma halen sürüyor.

-AKP’de bir dönem milletvekilliği yapan bazı isimler de FETÖ kapsamında tutuklandı. Bu kapsamda eski AKP milletvekili İlhan İşbilen, Hasan Hami Yıldırım tutuklanırken, gözaltına alınan eski AKP milletvekili İdris Şahin serbest bırakıldı. Eski AKP’li vekil Hakan Şükür hakkında yakalama kararı bulunuyor.

Açık oyun sırrı

-AKP Erzurum Milletvekili Orhan Deligöz’ün Malatya’da Orman ve Su İşleri Bakanlığı 15. Bölge Müdürü olan kardeşi Ayhan Deligöz 20 Ağustos 2016’da tutuklandı. Kardeşi tutuklanan Orhan Deligöz, TBMM’deki anayasa görüşmelerinin oylamasında gizli kullanması gereken oyunu, AKP’li yöneticilere göstermesiyle gündeme gelmişti.

KAMUDAN İHRAÇ

-AKP’de bazı milletvekillerinin kardeşleri de FETÖ ile irtibatlı oldukları gerekçesiyle kamudan ihraç edildi. Bu kapsamda AKP Trabzon Milletvekili Avukat Salih Cora’nın öğretmen ablası Emine Ay, meslekten ihraç edildi. AKP Kırıkkale Milletvekili Mehmet Demir’in Kırıkkale’de il milli eğitim müdür yardımcısı kadrosunda bulunan Hüdaverdi Demir, çıkarılan bir KHK kapsamında ihraç edildi. Demir, daha sonraki başka bir KHK ile görevine iade edildi. Eski Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın damadı Ekrem Yeter’in de Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyeliği görevine son verildi. Melih Gökçek, Arınç’ın kızı ve damadı Ekrem Yeter için “Fanatik paralelcidir” demişti. Bülent Arınç’ın kayınbiraderi olan Manisa Halk Sağlığı İl Müdürü Ziya Tay da görevden uzaklaştırıldı.
Cumhuriyet

FETÖ, Fuat Doğu’nun Gülen’e bir cemaat kurmasını istemesiyle kurulmuştu…
29 Ara, 2016



Fuat Doğu: “Ben MİT müsteşarlığı yapmadım, CIA’nın şube müdürlüğünü yaptım. Bir CIA yetkilisi gelse, beni Sinop’a götür dese onu oraya götürmekle memurum”

Sabah gazetesi yazarı Fahrettin Altun, MİT eski müsteşarı M. Fuat Doğu’nun “Ben MİT müsteşarlığı yapmadım, CIA’nın şube müdürlüğünü yaptım. Bir CIA yetkilisi gelse, beni Sinop’a götür dese onu oraya götürmekle memurum.” dediğini iddia etti.

Fuat Doğu’nun bu sözleri TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu Başkanvekili Selçuk Özdağ’a söylediğini belirten Fahrettin Altun, MİT müsteşarlığı yapan Doğu’nun, Mehmet Eymür, Sadi Sağdam, Şenkal Atasagun, Emre Taner ve Hiram Abas gibi MİT yöneticilerini yetiştirdiğini de hatırlattı.
FETÖ’den ayrılan Latif Erdoğan da FETÖ’nün, dönemin MİT Müsteşarı Fuat Doğu’nun Gülen’den bir cemaat kurmasını talep etmesiyle kurulduğunu söylemişti.

Altun, özetle şunları yazdı:

“Ben MİT müsteşarlığı yapmadım, CIA’nın şube müdürlüğünü yaptım. Bir CIA yetkilisi gelse, beni Sinop’a götür dese onu oraya götürmekle memurum.” Bu sözler, MİT eski müsteşarı M. Fuat Doğu’ya ait.
Bu sözleri bizzat Fuat Doğu’nun ağzından duyan kişi ise TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu Başkanvekili Selçuk Özdağ. 30 yıl sonra, AHaber’de benim de katıldığım bir televizyon programında Fuat Doğu’nun bu dehşetengiz itirafını kamuoyuyla ilk defa paylaştı Özdağ.
1962-1964 ve 1966- 1971 arasında iki kez MİT müsteşarlığı yapan Fuat Doğu, Mehmet Eymür, Sadi Sağdam, Şenkal Atasagun, Emre Taner ve Hiram Abas gibi MİT yöneticilerini yetiştirmiş, MİT’e bir dönem damga vurmuş bir isim. Bir rivayete göre de Fuat Doğu ölmeden önce anılarını el yazısıyla yazıp MİT’e teslim etmiş.
Fuat Doğu’nun 12 Eylül’den 5-6 yıl sonra, henüz genç bir siyasetçiyken Selçuk Özdağ’a yaptığı bu itiraf eski Türkiye’de MİT ve CIA ilişkisinin nasıl organik ve hatta hiyerarşik bir ilişki olduğunu gözler önüne seriyor.
İlkkurşun

Büyükanıt’ın kızının görüntülerini ABD’lilere gösteren isimde gelişme
01.02.2017

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın FETÖ'nün emniyet imamı “Kozanlı Ömer”le ilgili hazırladığı iddianamede, ABD'li yetkililere 2009'da brifing veren istihbaratçı Yavuz'un firari olduğu belirtildi.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Soruşturma Bürosu Savcısı Serdar Coşkun tarafından hazırlanan iddianamede, Emniyet Genel Müdürlüğü'nün İstihbarat Daire eski Başkanı Ramazan Akyürek, eski emniyet müdürleri Recep Güven ve Lokman Kırcılı ile Hasan Alperen, Mutlu Köseli, Serdar San, Ufuk Gürsoy Yavuz, Adem Polat gibi isimler “şüpheli” olarak yer aldı. Şüpheliler, “terör örgütü üyesi olmak” ve “resmi belgeyi bozmak” ile suçlandı.

O KİTAPTA YER ALIYORDU

Sözcü’den Aytunç Erkin’in haberine göre; iddianamedeki şüphelilerden en dikkat çekicilerinden biri ise İstihbarat Daire Başkanlığı Uluslararası İlişkiler Şubesi eski Müdürü Ufuk Gürsoy Yavuz oldu. Odatv yöneticisi gazeteciler Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu'nun 2012'de kaleme aldığı “Sızıntı-Wikileaks'te Ünlü Türkler” kitabında Türkiye'nin bir dönem konuştuğu önemli bir bilgi yer alıyordu. Wikileaks belgelerini konu alan kitapta, 24 Kasım 2008 ile 2 Haziran 2009 tarihli ve ABD'li Siyasi Müsteşar Daniel O'Grady imzasıyla Washington'a geçilen kriptolarda Türk polislerinin, ABD Büyükelçiliği'nde ayrıntılı Ergenekon brifingleri verdiği anlatılıyordu. Türk polisinin, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın kızının özel hayatına dair görüntüleri ABD’liler gösterdiği Wikileaks kriptolarıyla ortaya çıkmıştı.

YILLAR SONRA GÜNDEME GELDİ

O brifingleri verdiği iddia edilen Ufuk Gürsoy Yavuz, 8 yıl sonra hazırlanan iddianamede FETÖ üyesi olmak, 'resmi belgeyi bozmak', 'yok etmek' ve gizlemek suçlaması ile tekrar gündeme geldi. İddianamede, FETÖ'nün sözde “emniyet imam” olan “Kozanlı Ömer” kod adlı Osman Hilmi Özdil ve “Sinan” kod adlı istihbarat teşkilatı sorumlusu Murat Karabulut'un 12-18 Nisan 2007'de ABD'ye giriş ve çıkışları esnasında sorgulandıkları ifade edildi. FBI irtibat görevlisinin 5 Kasım 2007'de, Özdil ve Karabulut'tan çıkanları gösteren 14 sayfa belgeyi, zanlılardan Ufuk Gürsoy Yavuz'a elden teslim ettiği anlatılan iddianamede, belgelerin müdürler Recep Güven ve Ramazan Akyürek'in bilgisi dahilinde imha edildiği aktarıldı. İddianamede, Yavuz'un cep telefonu hattından 2014-2015 aralığında 117 kez ByLock erişimi sağladığı ve kırmızı ByLock kullanıcı olduğu iddiaları da yer aldı.

Odatv.com

Eski Başbakan Çiller: Fetullah Gülen'le görüştüm
4 Ocak 2017



Eski başbakanlardan Tansu Çiller, FETÖ iddialarıyla ilgili TBMM Darbe Araştırma Komisyonu’nun sorularını yanıtladı. 20 sayfalık cevap gönderen Çiller, Başbakanlığı döneminde Gülen ile görüştüğünü ancak özel bir talep almadığını söyledi.

Çiller, 15 Temmuz darbesi için “Bir üst akıl' olmadan bu kadar gaddarca bir darbe hazırlığı ve uygulaması içine girmeleri mümkün görülmemektedir” değerlendirmesini yaptı. Çiller, komisyona gönderdiği yazıda, özetle şu bilgileri verdi:

ERBAKAN'DAN KENDİNİ UZAK TUTTU

(Refahyol için Zaman'ın ‘beceremediniz artık bırakıp gidin' çağrısı) “28 Şubat süreci bir darbedir. Ezber bozan, sadece silahlı güçlerin değil, silahlı ve silahsız güçlerin birlikte oluşturdukları bir alanda yaşanmıştır. Gülen siyasi tercihlerinde genelde merkez solun daha solunda ve uçta olan partiler ile merkez sağın daha sağında olar partilerle işbirliğinden çekinirdi. Bu doğrultuda RP ve genel başkanına belli bir uzaklıkta durduğu bilinmekte idi. Kendisini Necmettin Erbakan'dan uzak tutmuştur. Zaman gazetesinin Refayol hükümetini düşürme yönündeki çağrılarını yadırgadığımı söyleyemem.

GÜLEN'LE GÖRÜŞTÜM

Başbakanlığım döneminde Fetullah Gülen talebi üzerine beni ziyaret etmiştir. Ayrıca bazı sosyal aktivitelerde biraya geldiğimiz oldu. Ancak bu devlet protokolünün farklı mensuplarının da bulunduğu ortamlarda gerçekleşti. Bu görüşmelerde bana TSK'ne ilişkin taleplerde bulunmamıştır. Hizmet olarak değerlendirdiği okullarına ilişkin görüşlerini ve bunun yurt dışına da taşınması yönündeki çabalarını anlatmıştır.

ÜST AKIL

Gülen konusunda doğrudan bir rapor benim elime ulaşmadı. Ancak TSK tarafından MGK toplantılarında irticai tehlikeyi iç tehdit olarak gören ve bu kapsamda genel olarak cemaat olgusuna dikkat çekilen bilgiler verilir, sunumlar yapılırdı. Gülen'in örgütlenmeye başladığı 1970 ve öncesi yıllardaki gerçek hedeflerini tam olarak bilmek mümkün olmayabilir. Ancak zamanla bir değişim geçirdiği ve devleti ele geçirmek ve darbeler yapmak olarak genişlediği görülüyor. Bir takım dış odakların ve çevrelerin bu örgütü maşa olarak kullanmak üzere koruduğu ve kullanıldığı da gözlerden kaçmamalıdır. ‘Bir üst akıl' olmadan bu kadar gaddarca bir darbe hazırlığı ve uygulaması içine girmeleri mümkün görülmemektedir.

MİT'TE ASKER YARDIMCI

MİT’in bazı personelinin hatta müsteşar yardımcısının bir asker olması da düşünülebilir ancak böylesi atamaların MİT'in kurumsal yapısı içinde pratikte kabul görmemesi ve atanan bu kişilerin dışlanması ihtimali mevcut, hatta güçlüdür. Din ve devlet ilişkilerinde devlet laiktir ve vatandaşlarının din ve vicdan özgürlüğünün teminatıdır. Bu anlamda devlet tüm inançlara karşı tarafsız ve tüm vatandaşlara eşit mesafededir. Geçmiş zamanlarda laiklik, din karşıtı alternatif bir din gibi görülmüş, yanlış algılarla yanlış uygulamalar yapılmıştır. Laiklik anlayışındaki bu yanlışlıklar giderilmelidir.”
Kaynak: Patronlar Dünyası

Gülen'in neden ağladığı anlaşıldı
18.01.2017



Diyanet'in raporlarından, Fethullah Gülen'in 'reaktif anksiyete' teşhisiyle geçmişte psikiyatrik tedavi gördüğü ortaya çıktı.

Diyanet İşleri Başkanlığı, FETÖ lideri Fethullah Gülen'in ABD'ye 'rahatsızlığı dolayısıyla gittiği' iddialarına son noktayı koydu. TBMM'deki darbe komisyonu ile Gülen'in Türkiye'den ayrılmadan önce aldığı doktor raporlarını paylaşan Diyanet İşleri Başkanlığı, raporların, Gülen'in ABD'ye gitmesini gerektirecek bir rahatsızlığı bulunmadığını ortaya koyduğunu bildirdi.

Diyanet'ten TBMM Darbe komisyonuna gönderilen yazıda şöyle denildi; "Çanakkale ili merkez vaizi iken 20.03.1981 tarihinde görevinden istifaen ayrılan Fethullah Gülen'in başkanlığımızdaki özlük dosyasının ve Çanakkele İl Müftülüğünde bulunan şahsi dosyasının incelenmesinde ilgi yazınız ile istenen 21.03.1999 tarihli ABD seyahatine sebep olarak gösterilen hastalığıyla ilgili herhangi bir raporun bulunmadığı anlaşılmış olup, görevde olduğu süre içeresinde almış olduğu ve dosyasında bulunan hastalık raporlarının ise birer sureti ekte gönderilmiştir."

CHP'Lİ MURAT EMİR: "AĞLAMA NÖBETLERİNİN NEDENİ ORTAYA ÇIKTI"

CHP'nin hekim vekillerinden Ankara Milletvekili Murat Emir, Sözcü'ye yaptığı açıklamada, "Gülen'in ağlama nöbetlerinin nedeni ortaya çıktı." dedi. Emir, Gülen hakkında 1980'li yıllarda verilen doktor raporlarını şöyle değerlendirdi; "Raporlardan anlaşılan şu 'anksiyete teşhisi' konmuş. Türkçe'de 'kaygı' olarak geçiyor. Psikiyatri de kendisini görmüş. Raporda, ilaçlar da ayaküstü verilmiş değil. Rapora göre, kaygı, tedirginlik ve buna bağlı fiziksel etkiler bulunuyor. Bu hastalık, kronik depresyonla da yakın ilişkileri olan bir hastalık. Bu teşhisin konulduğu kişilerde sıklıkla kronik depresyon da görülüyor. Zaten sık sık ağlama nöbetleri geçirmesi aslında depresif bir kişilik olduğunun ifadesi. Verilen ilaçlar da antidepresif grubu ilaçlar. "
Timeturk

'FETÖ'cülerin rüyasındaki Clinton': Merak etmeyin, ben sizin her türlü derdinizi takip edeceğim'
07.10.2016

Bakan Bozdağ, FETÖ'nün rüyalarla itirafçılığı engellemeye çalıştığını belirterek, "Bir yerde diyorlar, '3. dünya savaşı çıkacak, dışarı çıkacağız'. Başka bir yerde rüyasında ABD Başkanı'nı görmüş, bir hanımefendiymiş (Hillary Clinton) rüyasındaki başkan, 'Merak etmeyin, ben sizin her türlü derdinizi takip edeceğim' diyor" ifadelerini kullandı.

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, Gölcük Adalet Sarayı'nın açılışında yaptığı konuşmada, adalet herkesin saygı duyduğu ve hayatın her anında olmasını arzu ettiği yüce bir değer olduğunu söyledi.

ALMANYA'NIN TASFİYELERİNİ HATIRLATTI

Anayasal düzene sadakatinden şüphe duyduklarıyla çalışmama hakkının devletin en temel hakkı olduğunu ve kimsenin bu hakkı sorgulayamayacağını vurgulayan Bozdağ, Almanya'nın birleşmeden sonra komünist dönemden kalan 500 bin kamu görevlisinin devletle olan ilişiğini kestiğini, SSCB'den ayrılan ülkelerin tamamının komünizme sadakati yüksek olan kamu görevlilerinden ülke yönetimlerindeki çalışanları arındırmak için özel kanunlar çıkardıklarını belirtti. ‘FETÖ KİME VERİYOR ONU SİZ DÜŞÜNÜN' Bozdağ, vaktinde bu ülkelere bir şeyler demeyenlerin Türkiye'ye bir şeyler söylemesinin çifte standart olduğunu dile getirerek, "Türkiye'nin Genelkurmay Başkanı, ordumuz bizim gözümüz, peygamber ocağı, Mehmetçiklerimiz… Düşünün onun özel kalemi ve emir subayı Levent Türkkan. Ne yapıyor, dinleme cihazını sabah Genelkurmay Başkanı'nın odasına koyuyor. Akşam giderken de alıp götürüyor. Sonra kime veriyor bunu, FETÖ içerisindeki abisine veriyor. O kime veriyor, Pensilvanya'ya gönderiyor. FETÖ kime veriyor onu siz düşünün. Amerika'ya mı veriyor, başka ülkeler mi veriyor, başka yerlere mi veriyor?" diye konuştu.

‘SİZİN KENDİ VATANDAŞINIZDAN BİRİSİ HAİN OLURSA, SATILMIŞ OLURSA…'

"Şimdi siz başka bir devletsiniz, Irak'ta, Suriye'de, Türkiye içerisinde bir sürü operasyon var çok önemli bir dönemeçten geçiyorsunuz. Türkiye Genelkurmay Başkanı o gün hangi konuları konuştu, hangi kararları aldı, Türkiye'nin endişeleri ne, korkuları ne, güçlü noktaları ne, zayıf noktaları ne bunları bilmek istemez misiniz?" diyen Bozdağ, "Amerika, Avrupa, başka ülkeler dünya kadar para harcasalar Genelkurmay Başkanı'nın odasına her gün izinsiz girip çıkacak bir CIA ajanını veya MOSSAD ajanını veya başka bir ajanı yerleştirebilirler mi? Yerleştiremezler, güçleri yetmez buna ama sizin kendi vatandaşınızdan birisi hain olursa, satılmış olursa ona güvenirseniz o gelir koyar, ondan sonra siz her türlü mahremiyetinizi kaybedersiniz" ifadelerini kullandı.

‘HANİ FETHULLAH GÜLEN ALÇAĞI DİYOR YA DİN, EĞİTİM…'

Bakan Bozdağ, "Pentagon, Amerikan Genelkurmay Başkanı'nın odasına böcek koyup sonra da o bilgileri Amerikan düşmanlarına servis eden bir kamu görevlisini tespit ettiği zaman ne yapar?" sorusunu yönelterek, şöyle devam etti:

"Cumhurbaşkanı'nın en yakınına gelecek duracak, onun koruması olacak, yaveri olacak, evindeki ofise, makamına böcek koyacak, o bilgileri alacak ondan sonra yatacak. Hani Fethullah Gülen alçağı diyor ya din, eğitim… Şimdi Cumhurbaşkanının konuşması daha çok tefsir yazmada mı işinize yarıyor yoksa hadisleri anlamada mı daha çok işinize yarıyor? Genelkurmay Başkanı'nın konuşması dini daha iyi anlatmak için sizin hangi işinize yarıyor veya ülkenin güvenlik birimlerinin konuşması sizin hangi işinize yarıyor. Hangi devlet kendi içerisinde böyle bir ihaneti tespit eder de bunun üzerini örter, örten devlet yaşayabilir mi, ayakta kalabilir mi? Türkiye de örtmez, Türk hükumeti de örtmez, Türkiye'nin dinamikleri de buna asla izin vermez. Bunun üzerine elbette gideceğiz, bu ihanetin parçası olanları bu devletin içerisinden temizlemek bizim ana vazifemizdir.
Sputnik

Ümit Özdağ’dan ikinci darbe uyarısı
19 Eyl, 2016



MHP Genel Başkan Adayı Ümit Özdağ, Gaziantep Türk Ocakları’nda katıldığı konferansta “FETÖ sadece bir terör örgütü ve terör şebekesi değil, aynı zamanda en güçlü casusluk şebekesidir” dedi ve ikinci darbe girişimi konusunda uyarıda bulundu.

MHP Genel Başkan Adayı ve Gaziantep Milletvekili Özdağ, Türk Ocakları Gaziantep Şubesinde düzenlenen “FETÖ İkinci Darbe Girişiminde Bulunur Mu?” konferansında yaptığı konuşmada, FETÖ’nün 15Temmuz’da aldığı mağlubiyete rağmen ikinci bir darbe girişiminde bulunma ihtimalinin herkesin kafasında yer oluşturduğunu ifade etti.

Özdağ, “FETÖ, ikinci bir darbe girişimi için zemin hazırlığında.” dedi. Darbenin dinamiklerinden birinin, Avrupa Birliği’nin pasif, ABD’nin ise aktif olarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı “tasfiye etmek” istemesi olduğunu ifade eden Özdağ, “FETÖ, harekete geçerken ABD’nin bilgisi, onun ötesinde onayı olmadan harekete geçmesi mümkün değildir.” diye konuştu. Özdağ, Avrupalıların da darbenin başarılı olmamasından büyük bir üzüntü duyduklarını 15 Temmuz’dan sonraki tavırlarıyla ortaya koyduklarını söyledi.

Hedef Türkiye’nin Suriye ve Kıbrıs politikası

Bir diğer nedenin ise Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine yapmaya planladığı askeri harekatın durdurulmak istenmesi olduğunu kaydeden Özdağ, ayrıca Kıbrıs’ta Türkiye’yi garantörlük haklarından vazgeçirecek bir antlaşmanın Türkiye’ye kabul ettirmek istendiğini belirtti. Özdağ, “Bu dinamikler 15 Temmuz’a neden olduysa sormamız gereken şudur; bu dinamikler ortadan kalktı mı? Yoksa bu dinamikler daha ağır bir noktaya mı geldi? Gördüğümüz kadarıyla bu dinamikler daha da ağırlaştı.” diye konuştu. FETÖ’ye karşı her türlü tedbirin alınması gerektiğini belirten Özdağ, şunları kaydetti: “FETÖ, düşündüğümüz kadar güçlü değilse ve ikinci bir darbe girişimi niyeti yoksa, buna rağmen önlemler alıyorsak yine de zararlı çıkmayız, faydalı çıkarız. En azından bu önlemleri alarak yüzde 1’lik ihtimali bile aşmış oluruz. Bu yüzden FETÖ ile mücadele edilmesi gerekiyor. FETÖ’nün Anadolu’daki bin senelik devlet serüvenimiz boyunca karşı karşıya kaldığımız en büyük iç düşman olduğunu görmemiz gerekiyor. FETÖ, en büyük iç düşmandır çünkü sadece bir terör örgütü ve terör şebekesi değil, aynı zamanda da en güçlü casusluk şebekesidir. Bu coğrafyada Türk devletinin karşı karşıya olduğu en büyük şebekedir.”
(yeniçağ)

Türkiye'nin en hassas elekktronik sistemlerinin başındaki istihbaratçı FETÖ'den tutuklandı
10 Eylül 2016



FETÖ'den tutuklanan TİB'in kurucusu hakkında bilinmeyen gerçekler...

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nda devam eden FETÖ soruşturmaları çerçevesinde MİT'e devredilen Genelkurmay Elektronik Sistemler Komutanlığı'nın başındaki isim olan Basri Aktepe, dün tutuklandı. Savcılık ifadesinde “FETÖ ile alakam yok” diyen Basri Aktepe'nin Gülen'in üniversite imamı Şerif Ali Tekalan'ın ağabeyinin damadı olduğu ortaya çıktı.

TİB'İN KURUCUSUYDU!

Hükümetin kapatma kararı aldığı Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı'nı (TİB) kuran ve daha sonra MİT'e geçerek TSK tarafından devredilen GES Komutanlığı'nın başına geçen eski istihbaratçı Basri Aktepe, hakkında FETÖ üyeliği iddiasıyla başlatılan adli soruşturma kapsamında tutuklandı.

IŞIK EVLERİ RAPORUNDA ADI GEÇİYOR

1990 yılında devlet bursu ile ABD'ye giden Basri Aktepe 1996 yılında Türkiye'ye döndü. Ankara Emniyet Müdürlüğü'nün hazırladığı 'Fetullah Gülen ve Işık Tarikatı' raporunda Basri Aktepe'nin adı 15. sırada geçiyor.

ŞERİF ALİ TEKALAN'IN AĞABEYİNİN DAMADI

FETÖ ile bağlantısı sık sık gündeme gelen MOBESE sisteminin de kurucusu olan İstihbaratçı emniyet müdürü Basri Aktepe'nin, FETÖ'nün üniversite imamı olan Şerif Ali Tekalan'ın ağabeyinin damadı olduğu ortaya çıktı. KPSS sınav sorularının çalınması başta olmak üzere birçok FETÖ operasyonunda adı geçen Şerif Ali Tekalan geçtiğimiz yıl Türkiye'den firar ederek Pensilvanya'ya yerleşmişti. Basri Aktepe savcılık ifadesinde 'FETÖ'cü değilim devleti satmadım' demişti.
Kaynak: Beyaz Gazete

Sabahattin Önkibar: “O Savcıyla Seviş, Cennette Peygambere Komşu Ol!”
4 Eyl, 2016

İşte Aydınlık okurlarına yeni çıkan “Mehti’nin Darbesi ve Eşikteki Kıyamet” isimli kitabımdan çok sayıdaki yaşanmışlıklardan bir tanesi:

Ünlü DGM savcısı Nuh Mete Yüksel 2000’lerin başlarında ilk FETÖ davasını açan isimdi ki bu dava sonrasında Fetullah Gülen ile şebekesi paniğe kapıldı.
İşte tam o süreçte Fetullah Gülen şu emri verdi:

-“Şehvet kokan ablalarımızdan birini bu savcıya gönderip, savcının ona meftun olmasını sağlayın.”

Avukat ablalar tarandı ve en alımlısı olanı savcıya gönderilip Nuh Mete Bey’e cilve yaptı. Namazlı-abdestli seksapeli yüksek abla bir kaç gün sonra müjdeyi bağlı olduğu imamına verdi:

-”Hoca efendimize arz edin..Savcı bana meftun oldu.”

Raporu alan Hocaefendi şu talimatı verdi:

-“Koynuna girsin ve o sahneler kameraya kaydedilip sonra medya’da servis edilsin. Bu şekilde savcıyı itibarsızlaştırıp davadan alınmasını sağlarız.”

Abdestli Mürit Abla Hocaefendinin bu emrine önce itiraz etmiş:

-“Ama zina haram değil mi?.”

Şöyle kandırılmış:

-“Adam öldürmekte haram ama savaşta olursa cihat… Sizinki de cihat olacak. Hocaefendi, ablamıza söyleyin, sevişsin cennette peygamberimize komşu olur buyurdu.”

Sonuç:

Namazlı abdestli abla sevişerek cihat yaptı… Sevişilen evdeki TV’nin içine yerleştirilen kamera her şeyi kaydetti ve bu görüntüler ertesi gün servis edildi. Peşi sıra FETÖ davası, Savcı Nuh Mete Yüksel’in elinden alındı…
(..)
Aydınlık

Devlet Bahçeli: Yurtta Sulh Konseyi' isimli ihanet oluşumunun elebaşları konusunda doyurucu ve tatmin edici bir açıklama yapılmamıştır."
12 Eylül 2016



MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, "FETÖ ile mücadele edilirken yüzeyde kalınmakta, çok sayıda mağduriyet yaşanmaktadır. Hala 'Yurtta Sulh Konseyi' isimli ihanet oluşumunun elebaşları konusunda milletimize doyurucu ve tatmin edici bir açıklama yapılmamıştır." dedi.

Bahçeli'nin ifadeleri şöyle:

"Türk devletinin her kademesine sızmış, sosyal ve ekonomik hayatın her hücresine nüfuz etmiş bir terör örgütü, din kisvesine bürünerek, himmet ve hikmet kılıfı altındaTürkiye'ye büyük bir ihanet ve düşmanlığın faili olmuştur. Fetullahçı Terör Örgütü , Türk milletinden intikam alma yarışına giren zalimlere piyonluk yapmış, onlar adına kurşun atmış, zulüm yapmış, tuzak kurmuş, küresel mahfillerde kurulan kirli oyunlara figüranlık görevini üstlenmiştir. Türk tarihi böylesine soysuz, köksüz ve satılmış bir ihanet çetesine çok az tesadüf etmiştir."

Bahçeli, şu görüşlere yer verdi:

"Milletimizin tereddütle bezenmiş, tedirginlikle harmanlanmış bekleyişi maalesef artarak sürmektedir. FETÖ'nün girmediği alan, yerleşmediği kesim, tahrip etmediği manevi miras ve emanet neredeyse kalmamıştır. Türk milleti organize, kolektif, acımasız, hiçbir değer tanımayan, hiçbir vicdan ölçüsü taşımayan çok boyutlu terör saldırısıyla karşı karşıya olduğunu 15 Temmuz'da çok açık görmüştür. PKK'nın siyam ikizi olan FETÖ, yüce dinimizin arkasına saklanarak Türkiye'ye görülmemiş, duyulmamış, eşine az rastlanır bir düşmanlığın tetikçiliğine soyunmuştur. Kendilerine cemaat ve hizmet hareketi diyen karanlık örgüt, gerçek manada cinayet ve hıyanet şebekesi olduğunu gizleyememiş, sonunda da yakayı ele vermiştir."

'HOCA GÖRÜNÜMLÜ HAİN'

Bahçeli, 15 Temmuz'da Türkiye Cumhuriyeti'nin tüm kurum ve kurallarının suikasta uğradığını belirterek, şu değerlendirmelerde bulundu:

"15 Temmuz'da Türk askeri görünümlü alçaklar millete silah doğrultmuş, bu aziz vatanı gözü dönmüşçesine bombalamışlardır. Türkiye 60 gündür sarsıntı geçirmektedir. Türk milleti 60 gündür kaygılı ve güvencesiz bir haldedir. FETÖ, Türkiye'nin devlet ve toplum hayatını rehin almakla kalmamış, en az 10 yılımızın kaybına hizmet etmiştir. Tahribatın vahim sonuçları her yerde, her seviyededir. Yıkımın derin izleri her taraftan, her yönden görülmektedir. FETÖ, Türk düşmanlarının PKK ile birlikte en vahşi uşağıdır. Bu kanlı cephenin amacı Türkiye'yi baştan ayağa karıştırmak, iç savaşa sürüklemek, bölünüp parçalanmasını temin etmektir. Yıllarca PKK dışardan, FETÖ içerden ve diğer terör örgütleri çevreden eş zamanlı saldırı düzeneğine geçmişler, birbirleriyle koordineli şekilde haçlı kalıntıları tarafından hazırlanmış işgal planlarını icrayla görevlendirilmişlerdir. Şurası kesindir ki, 15 Temmuz Anadolu'nun yeni bir istila teşebbüsüdür. Bu hain teşebbüsün sözde yerli maşaları devletin mahremine kadar sokulmuşlardır. Küresel hesaplar, bitmeyen paylaşım mücadeleleri hem komşu halkları hem de aziz milletimizi tehdit ederken, buna müzahir hareket eden münafık ve müşrik FETÖ, efendilerinin emrini uygulamak amacıyla devreye girmiştir. Milletimiz ittifakla benimsemiştir ki, Pensilvanya'da mukim hoca görünümlü hain, vaiz unvanlı vandal fitnenin merkezi, İmralı canisinin ruh ikizidir."

"Bugüne kadar verdiğimiz şehitlerin vebali bu kanlı örgütlerin sırtındadır. Ne üzücü bir gerçektir ki, Türk-İslam alemi sürekli kan kaybetmekte, teröre karşı ortak bir cephe açamamaktadır. Tehditler sürekli derinleşip genişlemektedir. Yaşadığımız onca hadise ve şahit olduğumuz onca kanlı vaka, küresel operasyonların bölgemizde sürdürdüğü kumpaslar halkasının bir parçasıdır. Sahnelenen acıdır, gösterime giren vahşettir, ısrarla gündemde tutulan parçalanma ve bölünme projesidir. Dört parçalı Kürdistan ihalesi yapılmış, küresel ve bölgesel terör işletmecileri hevesle faaliyete koyulmuşlardır. Silahlı terör çeteleri, yüce dinimizi istismar eden ölüm taburları, bu amaçla geleceğimizi karartmaya kalkışmışlardır. Hiç kuşku yok ki FETÖ bunlardan birisidir. Ancak FETÖ ile mücadele edilirken yüzeyde kalınmakta, çok sayıda mağduriyet yaşanmaktadır. Hala 'Yurtta Sulh Konseyi' isimli ihanet oluşumunun elebaşları konusunda milletimize doyurucu ve tatmin edici bir açıklama yapılmamıştır."

'KRİPTO PARALELLER İŞBAŞINDA

Bahçeli, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra yayımlanan Kanun Hükmünde Kararnamelerle 50 bini aşkın asker ve sivil memurun ihraç edildiğini, pek çoğunun da açığa alındığını anımsatarak, yıllar içinde devlete yuvalanan cemaat mensuplarının sayısının 93 bin civarında olduğu iddialarına yer verdi.

"Elbette kim suçluysa, ihanete kimler teşne ve tarafsa adli ve idari tasarruf gecikmeden yapılmalıdır. Fakat uygulamalarda hukukun ihlal edildiğine, suçsuz ve günahsız vatandaşlarımızın uyduruk, isimsiz ve imzasız ihbarlarla gözetim altına alındıklarına veya işlerinden olduklarına dair yaygın bir kanaat hakimdir" ifadesini kullanan Bahçeli, "Bunun yanında kripto paraleller ise hala saklanmakta, iftira çarkını döndürmektedir. Bu itibarla FETÖ ile hiçbir bağ ve bağlantısı olmayan kişiler suçlanmakta, karalanmakta, eziyet çekmektedir. 'Yurtta Sulh Konseyi' piramidinin en üstünde bulunan siyasi, askeri, ekonomik ve diğer alanlarındaki ayakları henüz ortaya çıkarılmamıştı" değerlendirmesini yaptı.
Haber 93

Arslan Bulut: Melanet, iki sihirli kelime ile başladı!
23 Ağu, 2016

Türkiye’de melanet iki sihirli kelime ile başladı; “Diyalog” ve “Hoşgörü”! Öyle ki bu iki kavram çerçevesinde sürdürülen faaliyetlere sıcak bakmayanlar küçümsendi hatta çağdışı ilan edildi. Oysa bu iki kavramın daha önce hangi projede kullanıldığı belliydi, bilen biliyordu..

***

“OPUS DEI (Tanrı’nın İşleri) adlı gizli örgüt, 2 Ekim 1928’de Madrid’de kuruldu. Kurucusu sıradan bir papazdı. Adı, Jose Maria Escriva de Balaguery Albas idi. Escriva’nın amacı Papa’ya Vatikan dışında destek olacak varlıklı ve iyi eğitim görmüş elit bir kadro oluşturmaktı. Oluşturdu da! Doktorlar, iş adamları, gazeteciler, yazarlar, avukatlar, mimarlar gibi meslek adamları bir arada OPUS DEI için çalışmaya başladı. Çeşitli ülkelerdeki aynı meslek sahipleriyle ilişki kurdular. Bu ilişkileri sağlayabilmek için iki anahtar kavram seçmişlerdi. Birincisi ‘Diyalog’, ikincisi de ‘Hoşgörü’ idi. Kendisini uygar, barışsever ve eşitlikçi, demokrat kabul eden hiçbir aydının bunlardan sakınması mümkün değildi. OPUS DEI, bu kavramları kullanarak birçok ülkede konferanslar, seminerler ve toplantılar düzenledi. Böylece oluşturulan ‘Dayanışma’ grupları, gerçekte tek amaca hizmet ediyordu. OPUS DEI’nin Vatikan içindeki yerini güçlendirmeye.

Escriva, diktatör Franko’yu var gücüyle destekledi. Karşılığında Franko kabinesinden 10 bakanlık aldı. Böylece çok büyük bir servet edinme şansını elde etti. Bu sermayeyle yeni ve uluslararası şirketler kurdurdu. İspanya’nın turizm gelirlerinden büyük pay almaya başladı. İnşaat sektörüne girdi, sonra da eğitime. Çeşitli ülkelerde okullar açmaya başladı.

Halen OPUS DEI’nin dünyada 428 üniversite ve sayısız okulu vardır.OPUS DEI, gittiği her ülkede ilkin mesleğinde çabuk yükselmek isteyen, hırslı, yerleşik, ahlaki değerlere önem vermeyen şahıslarla, kendilerini çok önemseyen fakat nedense adlarını duyuramamış silik aydınları avladı. Özellikle basın ve TV’de bu tür insanları destekledi, mesleklerinde adlarını duyurmalarını sağladı. Sonra da bunları kullanarak ülkede her istediğini yaptırır hale geldi. Michael Walsh’un deyimiyle bu örgüte OPUS DEI yerine OCTOBUS DEI, yani ‘Ahtapotun İşleri’ denilmeliydi…”  (Aytunç Altındal’ın Birharf Yayınları arasında çıkan “PAPA 16. Benedikt; Avrupa Birliği ve Türkiye” adlı kitabından…)
***
FETÖ, Türkiye’de aynı yöntemi uyguladı. Bir taraftan çocuklara çengel atarak askeri okullara sızarken diğer taraftan “Diyalog ve Hoşgörü” kavramları ile her meslekten insanı örgüte bağladı.

Fakat Prof. Dr. Yümni Sezen’in, Kelam Yayınları arasında çıkan “Dinlerarası Diyalog İhaneti” başlıklı kitabında belirttiği gibi, “Bütün Müslüman ve Hıristiyanlar İsa’nın etrafında bütünleşmelidir” gibi, “Bir Hıristiyan, tevhide döner ve fakat diğer hayatı aynı olursa ona ‘Müslüman İsevi’ denilir” gibi “1. Dünya Savaşı’nda Hıristiyan taraftan ölenler de şehittir, ahirette mükâfatları vardır” gibi ifadeler FETÖ’nün ne yapmaya çalıştığını net bir şekilde ortaya çıkardı..

Yümni Sezen, “Bu hareketin gerçek yüzü Papa’ya sunulan bir güven mektubundan ibarettir. Arka yüzü Vatikan’a bırakan bu projenin ön yüzü Müslüman’ı ehlileştirme (!) yahut etkisizleştirme, daha da Türkçesiyle iğdiş etmedir…” diyordu.

***
Dinlerarası diyalogun birinci hedefi, Türkiye’yi Hıristiyanlaştırmak idi. Biz bu verilerle 20 ve 21 Ocak 2006’da “AKP’lilere ve diyalogçulara içten bir uyarı: Hıristiyanlaşıyorsunuz! Çocuklarınızı da Hıristiyanlaştırıyorlar! Çocuklarınıza ve dininize sahip çıkın!” dedik ama şimdi daha net görülüyor ki bazı insanlar koyun gibi bu hareketin peşinden gitmiş!
Çocukları kurt gibi yetiştirmezseniz yine olacağı budur!
yeniçağ

70’li yıllar devlete ‘Sızıntı’
Kemal Göktaş
08 Ağustos 2016



Gülen cemaati, ekonomik kaynak olarak geleneksel yöntemlerle zengin, hali vakti yerinde kimselerden aldığı paraları kullanıyordu. Zaten cemaat, Gülen’i aynı zamanda bir ‘yaşam koçu’ olarak görüyordu.

1970’li yıllar Gülen’in etrafında biriken insanların arttığı ve cemaatin giderek büyüdüğü yıllar oldu. Bunda, devletin güçlenen sol karşısında siyasal İslamcılarla organik ilişki kurması ve onu kendi stratejik yedeğine almaya çalışmasının da büyük etkisi olmuştu. Bu politikanın ürünü olan Gülen hareketinin politikası ise devlete yakın olmak ama asla gizli örgütlenmeyi elden bırakmamaktı. Doğu Ergil, “Fethullah Gülen ve Hareketi” kitabında, bu yıllarda İzmir ve İstanbul’da faaliyetlerini artıran Gülen’in varlıklı Müslümanların desteğini almaya başladığını ve maddi olarak da büyümeye başladığını yazar. Ergil’e göre cemaat, Gülen’i sadece ruhani bir lider değil, ‘entelektüel bir yaşam koçu’ olarak da görüyordu. Gülen hareketi “sızarak kadrolaşma” dönemi olarak adlandırılan 70’li yıllarda Işık Evleri ve dershaneler üzerinden içe kapanık vaziyette kamu kurumlarında kadrolarını artırmak, kamu kurumlarına yeni yeni sızmak ve tabanda kadro oluşturmakla meşguldü. Ekonomik kaynak bakımından geleneksel yöntemlerle zengin, hali vakti yerinde kimselerden alınan paralar kullanılmaktaydı. Bu yıllarda şehir şehir gezerek anti-komünist ve anti-Darwinist vaazlar veren Gülen, aynı içerikteki “Sızıntı” dergisini yayımlamaya başladı.

Cemaatin “Altın Nesil” hedefi 70’lerden itibaren eğitim alanındaki parlak örgütlenmeler ve başarılarla büyük bir sabırla gerçekleşti. Önce dershaneler ve ardından özel okullarla eğitimde adından söz ettiren cemaat, “başarılı, dini değerlere, ailesine ve büyüklerine saygılı, kötü alışkanlığı olmayan, vatanını milletini seven örnek öğrenciler” yetiştirildiği algısını topluma büyük ölçüde kabul ettirdi.

Cemaatin ‘eğitim mucizesi’

Cemaatin bu başarısında kuşkusuz eğitim sistemindeki aksaklıkların ve yetersizliklerin de büyük payı vardı. Cemaat okulları özellikle yoksul öğrenciler için adeta bir kurtuluş ümidi haline gelmişti. Eğitimdeki kalite nedeniyle çok çeşitli toplum kesimleri çocuklarını cemaat okullarına göndermeye başlamıştı. Dershaneler ve okulların yanında “ışık evleri” oluşturuluyor ve buralardan da cemaate kadro devşiriliyordu. Işık evlerine giden öğrencilere, belirli bir hiyerarşi içerisinde evden sorumlu abi ya da ablanın direktifleri ile cemaat disiplini veriliyor, bir tür “mehdi” olarak görülen Gülen’e sonsuz bir bağlılık içerisinde hizmet etme gayesi aşılanıyordu. Yurtdışına 1991’den sonra açılmaya başlayan cemaat, zaman içerisinde dünya genelinde 160 ülkede okullar aracılığıyla örgütlendi.

Her yıl düzenli olarak yapılan “Türkçe Olimpiyatları”nda, dünyanın değişik bölgelerinden gelen öğrencilerin Türkçe konuşup Türkçe şarkı söylemeleri de cemaatle ilgili olumlu algıyı pekiştiriyordu.

Cemaat okullarına her dönem devletin örtülü- açık desteği vardı. Gülen, bir söyleşisinde bu desteği “Demirel, dışarıdaki okullar için, bazı devlet adamlarına verilmek üzere kâğıtlar imzaladı ve ‘Alın, üzerine siz ne yazarsanız yazın’ dedi. Özal da, ‘Okul meselesine kefilim’ dedi. Hatta Kuzey Irak ve Afganistan’da açılan okullardan askerler haberdardılar ve takdir ediyorlardı” sözleriyle anlatıyordu.

'Bin Ladin Hacda Ağırladı’

Fethullah Gülen’in ağzından anılarını aktaran Latif Erdoğan, Gülen’in 1986 yılında 3. kez gittiği hacda Bin Ladin ailesi tarafından ağırlandığını iddia etti. Erdoğan’ın aktardığına göre Gülen “Mekke’de Bin Ladin’in evinde kaldık. Bin Ladin Arafat’ta da bizim için çadır hazırlattı; ayrıca benim için de özel bir çadır hazırlatmıştı. Mina’da da yine onun bizim için hazırlattığı çadırlarda kaldık, çok da rahat ettik.”

12 Eylül’le büyüdü

Gülen’in, 12 Eylül 1980 darbesinden hemen önce 5 Eylül 1980’de doktor raporu alarak görevinden ayrılması oldukça dikkat çekiciydi. Gülen’in anılarında belirttiğine göre, darbenin olacağını bir gün önce üst düzey askerlere yakın olan kişiler kendisine haber verdi.

Dönemin Başbakanı’nın dahi darbeyi haber alamadığı koşullarda Gülen’in bu şekilde haberdar edilmesi oldukça dikkat çekiciydi. 12 Eylül darbesinden önce hazırlanan gözaltına alınacak şahıslar listesinde ismi bulunan ve darbe sonrasında hakkında arama kaydı çıkartılan Gülen, sağlık raporları alarak görevine devam etmedi ve 20 Mart 1981’de istifa etti. Ankara Başsavcılığı’na göre, Gülen, istihbarat örgütleriyle irtibatlıydı ve gerekli bilgileri alıyordu. Cemaat hakkında istihbari kurumlar 12 Eylül’e kadar takip yapmıştı ama Gülen ve örgütü, darbeden sonra hiçbir adli takibata uğramadı, cemaat hakkındaki arşivleme çalışması durduruldu, Gülen hakkındaki yakalama kararı 6 yıl boyunca uygulanmadı. Gülen bu dönemde askeri mekânlar da dahil serbestçe dolaşıyor ve yakalanmamasını “bir keramet” olarak anlatıyordu. Gülen’in anılarında anlattığına göre, firari olduğu günlerde Bursa’da yakalandı ancak timin komutanı ‘Bu kadar komünistle uğraşıyoruz, bir de masum Müslümanlarla uğraşmanın anlamı yok’ diyerek kendisini serbest bıraktı. Gülen, 1986’da ANAP’lı Mehmet Keçeciler ve dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın yönlendirmesiyle Burdur’da teslim oldu ve bir gün sonra İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı’nca serbest bırakıldı.

Son karakol

Gülen, 12 Eylül’ü heyecanla karşılamıştı ve tıpkı 12 Mart’ta olduğu gibi askeri müdahalenin asıl amacının sol olduğunu ve bunun da kendi hareketinin önünü açacağını görmüştü: “Ve işte şimdi, bin bir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz” (Sızıntı Dergisi, Ekim 1980, “Son Karakol”) Gülen’in Kenan Evren sevgisi de büyüktü: “Evren, 12 Eylül sonrası seçmeli din derslerini zorunlu hale getirmekle çok yararlı bir iş yaptı. Bu iş, öyle büyüktür ki doğrusunu Allah bilir - hiç sevabı olmasa da bu icraatı ona yeter, Evren cennete gidebilir.” (Milliyet - Mehmet Gündem, 31 Ocak 2005) 12 Eylül’le birlikte Türkiye’de karma ekonomiden serbest pazar ekonomisine geçilmesi ile cemaat de önemli bir dönüşüm geçirdi. Devletçi bir rota izleyen cemaat, bu dönemde “okullaşma” ve “kamu kurumlarındaki kadrolaşma hareketini” tamamladı ve 80’lerin ikinci yarısından itibaren yurtdışına açılmaya başladı. Cemaatin ekonomik yapısı da şirketleri bağlayan holdinglere dönüştü ve eğitimin yanı sıra sağlık, finans, taşımacılık, basın yayın gibi alanlara açıldı.

Özal , Gülen’i nasıl kurtardı?

Mehmet Keçeciler, gazeteci Hale Gönültaş ile yaptığı nehir söyleşinin yer aldığı “Merkez Siyasetin Perde Arkası” isimli kitapta Gülen’in nasıl kurtarıldığını şöyle anlattı: “Darbe öncesinde Fethullah Gülen kayıplara karıştı. ANAP Teşkilat Başkanı’yım o dönemde. Fethullah Hoca arananlar arasında. Burdur Valisi İsmail Günindi ANAP Genel Merkezi’ne geldi. Odamda Zaman gazetesinin imtiyaz sahibi Alaattin Kaya ile Fethullah Hoca’nın eğitim kurumlarının idarecisi Mevlüt Saygın var. Konuklarımı tanıştırdım.

İsmail ‘Ya Fethullah Gülen Hoca boşuna kaçıyor. Bizim adliye (Burdur) arıyor kendisini, aslında ifadesini alıp bırakacaklar’ dedi. Birkaç gün sonra tekrar Mevlüt Bey ve Alaattin Bey yanıma gelerek ‘Hoca Efendi’ye durumu anlattık. Kendileri ‘Turgut Özal garanti verirse teslim olurum, gider ifade veririm’ diyor dediler. Taleplerini Turgut Bey’e ilettim.

İsmail’i (Burdur Valisi) aradım ve ‘Sen git iyice savcıya sor. Hoca teslim olur ve içeri alınırsa hoş olmaz. Çünkü araya biz giriyoruz’ dedim. İsmail, Burdur Savcısı ile konuşup beni aradı. ‘Sorun yok, tutuklamayacaklar, sadece ifadesini alıp bırakacaklar’ dedi. Sonra Mevlüt Bey ve Alaattin Bey’le Turgut Özal’ın yanına gittik. Özal da onlara, ‘Mehmet’in söylediği benim söylediğimdir’ dedi. Birkaç gün sonra da Fethullah Hoca İzmir’de teslim oldu, ifadesini aldılar ve serbest kaldı.”

Gül’ün genelgesi

Cemaatin her alanda olduğu gibi eğitimde de en çok serpildiği dönem ise AKP’nin iktidar yılları oldu. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül 16 Nisan 2003’te gönderdiği genelge ile büyükelçilerden Gülen cemaati ile temas ve işbirliğinde bulunmalarını istedi. Gül’ün genelgesinde cemaat okullarının Türkiye kurumu olarak tanıtılması istendi, okulları ziyaret edecek resmi heyetlere refakat edilmesi talimatı verildi. Genelgelerin üzerinden 16 ay geçtikten sonra, Ağustos 2004’teki MGK toplantısında “cemaate karşı bir eylem planı hazırlanması” yönünde tavsiye kararı alındığı ise AKP-cemaat kavgasının başlamasının ardından, 11 yıl sonra ortaya çıktı. Dışişleri Bakanlığı da genelgeyi 2014’te kaldırdı.
Kaynak: Cumhuriyet

Prof. Dr. Hayri: Kırbaşoğlu: 80'li yıllardan bu yana iktidarların hep Gülen cemaatinin önünü açtı
16 Ağustos 2016



Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu, Fethullah Gülen cemaatinin 60-70'li yıllardan bu yana örgütlendiğini belirterek, kendisinin de içerisinde yer aldığı İslami hareketin ABD tarafından bu süreçte kullanıldığını itiraf etti. Politikyol'a konuşan Kırbaşoğlu, "Bu durumu o zamanlar karşı kampta yer alan sol-sosyalist-komünist kesimler “Sizin kıbleniz 6. Filo!” diyerek özetlerlerdi. Hatta geçenlerde CNN’de şu cümleyi söylediğim için bana çok kızdılar, bizim mahalledekiler: “Komünistler bir zamanlar bize “Sizin kıbleniz 6. Filo” diyorlardı, galiba pek de haksız değillermiş!” ifadelerini kullandı.

[b:b7c9ab0569
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Sal Şub 21, 2017 12:02 am tarihinde değiştirildi, toplam 30 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Şub 02, 2011 12:35 am    Mesaj konusu: Mağripli Gençler Batıcı Diktatörleri Devirirken... Alıntıyla Cevap Gönder

Mağripli Gençler Batıcı Diktatörleri Devirirken... -3-
Murad Salih
01.02.2011

Yani günümüzden 35 yıl önce bu ülkenin bir mütefekkiri diyor ki:

- Artık (monarşi - krallık idaresi) diye basit hedeflere karşı bir ihtilâl mevzuu (konusu) kalmamıştır. Bunlar son Afrika ve Anadolu cenubundaki (güneyindeki) memleketlerde görülen mini ihtilâllerle ortadan kalkmıştır...

- Ortada birkaç mostralık ülkeden başka da, «melik» veya «kral» unvanı altında bir örnek yoktur...

- . Fakat feciin fecii ve günden güne modalaşmakta şu hal vardır ki, eski «melik»lerin yerine, hemen hepsi asker, diktatörler ve onların (oligarşi - hizip idaresi) tipleri geçmiştir...

- Sadece, ellerine silâh emanet edilmiş olmanın imtiyazından faydalanarak (monarşi)lerini deviren ve (oligarşi)lerini kuran bu tipler, Afrikanın şimalinden (kuzeyinden) başlayarak Asyanın Anadolu cenubu Güneyindeki) Akdeniz kıyılarını yalayan ve oradan Basra körfezine doğru uzanıp Mezopotamyayı içine alan ve Pakistan'a kadar ulaşan, zelzele hattına benzer bir şerit üzerinde, sefil, komik, fikirsiz, çilesiz, mazi ve istikbal murakabesinden yoksun, en sığ plânda taklitçi ve yafta bilgilere dayalı bir ihtilâlcilik oyununa rejisörlük etmektedir.

- Öz nefsinin gafili olduğu kadar, taklide yeltendiği Batının da cahili bu tipler, hakikatte, Doğu âlemini Batı kültür emperiyalizmasına ezdirmiş, türlü ülkelerde türlü örnekleri yaşayan mücerret bir küfür modelinin aynı kalıptan dökülme maketleridir; ve istikbâlin ihtilâlleri bakımından başlıca hedefi teşkil etmek mevkiindedir.

- Batının madde terakkileri önünde kendisine yeni bir ruh arama buhranına düştüğünden habersiz ve bu feci buhranın 19 uncu Asır ortalarından başlayıcı seyrinden bilgisiz bu tipler, kolayca başardıkları ihtilâlleri, muazzam bir ideolocya plâtformasına dayalı, en zor bir ihtilâl şekline devr ve tazmin etme borcundadırlar.

- Bunlar, hem büyük mütefekkir eksikliği sebebiyle asırlardır içinden, hem de son asırda bedavacı mukallitler vasıtasiyle dışından çökertilen Doğu âlemini, iki dünya arası mahsup sırlarına âşinâ, yepyeni, şahsiyetli ve bütün insanlığa aradığı muvazeneyi vâdetmekte liyakatli bir nesle bırakmak zorunun kılıcı altındadırlar...

- Yıktıkları bîçare idarelere karşılık ülkelerini çaresiz kılan bu (enkizisyon) rahipleri, karşılarına çıkarılacak, atom bombası gücünde bir Doğu (Rönesans)ı hareketiyle büyük ihtilâl dâvasının İstikbalde Şark bölümünü ihtar ediyorlar.]

Bugün Tunus’ta spontane/kendinden zuhur tarzında aniden patlayan devrimin herkesi şaşırtan sirayet gücü ve yayılma hızının sebebi yukarıdaki satırlarda açıkça görülüyor...

Aynı satırlarda Mağrip’te batıcı diktatörü devirmekle başlayan bu spontane/kendinden zuhur devrimler zincirinin mukadder olan ve “atom bombası gücünde bir Doğu (Rönesans)ı hareketiyle” zuhur edecek olan “büyük ihtilâl dâvasının (..) Şark (doğu) bölümünü”n de öncüsü/habercisi oldukları ayan beyan okunuyor...

Bu satırlar...

Hem yazıldığı zamanın şiddetli bir ihtiyacını haykırıyordu...

Hem de olması gerekenleri...

Yani o günün insanlarının ne yapmaları gerektiğini...

Nasıl bir zuhura hazırık yapmakarı gerektiğini...

Yıl 2011...

Aradan yaklaşık 40 yıl geçmiş...

Bir nesil boş işler peşinde ömür tüketmiş...

O günkü İhtiyaçsa daha acil ve daha vahim bir hal almış ama...

Kitleler Pentagon-Pensilvanya- Washington-Ankara-İstanbul hattında döndürülen dolaplarla hipnotize edilmiş durumdayken...

Ne devrimi?

Herhangi bir şeye...

Kendilerine dair şahsî bir şeye bile itiraz edecek, “hayır” diyecek mecalleri kalmamış şu insan enkazlarıyla mı?..

Acaba “otoriteye” itaatsizlik mi etmiş olurum?

“Otorite”ye itaatsizlik edersem imanımı mı kaybederim?

Günaha mı girerim?

Hocaefendiyi mi üzerim?

Diye düşünmekten kıpırdayamaz duruma gelmiş/getirilmiş yığınlarla...

“Büyük Devrim” olur mu?

Büyük veya küçük...

Bir devrim için herşeyden önce mangal gibi bir yürek, çelik gibi bir irade, sağlam bir bilgi/kültür birikimi gerekir...

Var mı böyle biri?

Var...

Ve O şöyle diyor:

[VE YALNIZ BEN...

GÖZLERİM, SÖKMEYE YAKIN ŞAFAK AYDINLIĞINI SEYRE HAZIR, O OLAĞANÜSTÜLÜĞÜ BEKLİYORUM...

OLAĞANÜSTÜLÜK?..

ÖMRÜMÜN BÜTÜN GİRİNTİ VE ÇIKINTILARINI KENDİSİNE MAHSUS BİLDİĞİM BÜYÜK ZUHUR...

MUAZZAM BİR İSLÂMİ ZUHUR...

BAŞIMA NE GELDİYSE, BU YÜZDEN!..]


Ben O’nun ne dediğini yazdım...

Merak eden onun KİM olduğunu ve başına neler geldiğini nasılsa bulur...

Son bir not...

Bu türden lidersiz, örgütsüz, herhangi bir fikre istinat etmeyen, spontane/kendinden zuhur devrimlerin, devrim sonrası karşılaşmaları kuvvetle muhtemel riskler başka bir yazı konusu olsa da; riskleri var diye zamanı gelmiş bir devrimi ertemelemenin ahmakça bir davranış olacağı açıktır...

Bütün riskleri göze almadan devrim olamayacağı gibi, yaşamak da olmaz...

Çünkü risk sadece devrimler için söz konusu değildir: Risk hayatın ayrılmaz bir parçasıdır..

En basit davranışlarımızı -farkında olsak da olmasak da- sayısız risklerle karşı karşıya kalarak yaparız..

İçerken boğulma riski var diye su içmekten kaçınmak hastalıklı bir düşünce tarzı değil midir?

Riskten kaça kaça...

- “Aman oyuna gelmeyelim... Yaş tahtaya basmayalım... Provokatörlerin dolmuşuna binmeyelim... Her işin içinde ABD-İsrail parmağı var... onardan izinsiz yaprak bile kımıldayamaz... Çünkü onların gücü herşeye yeter... Biz aciz biçareleriz ne yapabiliriz ki?... En iyisi “otoriteye” boyun eğederek onun izni olmadan hiçbir işe kalkışmamaktır...”

Diye akıllar dağıtarak lider-şeyh,yazar- çizer- kanaat önderi maskeleriyle ortalıkta dolanıp insanımızı avutup/uyutup uyuşturanu işbirlikçi hainlerin söyledikleriyle amel ede ede...

Bir bakarız ki...

Bugün olduğu gibi; tuvalete giderken bile Pentogondaki “otorite”den izin almak durumuyla karşı karşıya kalıvermişiz...

Mağrip’te yanan devrim ateşinin alevleri...

Avutulan/uyuttulan/afyonlanan yığınları eninde sonunda bu derin hipnoz uykularından uyandıracak ve -“atom bombası gücünde bir Doğu (Rönesans)ı hareketiyle”- Büyük Devrim/Büyük Zuhur mutlaka gerçekleşecektir...

Mağripli gençlerin yaktıkları devrim ateşi sanki bunun müjdecisi...

Onları bütün samimiyetimizle destekliyor, saygı ve sevgi ile selâmlıyoruz...

[Ortalık mahşer gibi...
Kim buranın sahibi,
Kimlerin düğünü var?
Güneş batan bir bayrak;
Şu kıpkızıl ufka bak,
Ana baba günü var!]
(****)

Dipnotlar:

**** İHTİLÂL, Necip Fazıl Kısakürek, b.d. yayınları Nisan 1976- İST


Bu yazı dizisinin diğer bölümleri için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?p=5084#5084

İlahiyat profesörü Kırbaşoğlu: Hem AKP hem Gülen kanadıyla; dini bu kadar hoyratça kullanan bir siyasi hareket gelmedi
20 Eylül 2016



Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu, "Türkiye Cumhuriyeti tarihinde AKP iktidarı kadar, dini alenen araçsallaştıran ve politik amaçlarla kabaca ve hoyratça kullanan bir başka siyasi hareket gelmemiş dense yeridir" dedi. Prof. Kırbaşoğlu, "Türkiye Cumhuriyeti tarihinde dini bu kadar kaba biçimde ve hoyratça kullanan, politik amaçlarla dini,dini duyguları ve sembolleri araçsallaştıran, böyle bir hareket hem AKP kanadı, hem de Fethullah Gülen kanadıyla gelmemiştir" diye konuştu.

Prof. Kırbaşoğlu, "Güzelleme yapmak için söylemiyorum ama, AKP içindeki en yalnız adam galiba Tayyip Erdoğan. En yalnız adam o. Bence etrafındaki insanlara güvenmiyor, güvenmediği de zaten anlaşılıyor. Çünkü herkes onun üzerinden hesap yapıyor" dedi.

HAS Parti’nin kurulmasının özünün 'dejenerasyondan ders alınarak, İslam’ı araçsallaştırıp onu politik bir enstrümana dönüştürenlerin elinden dini kurtarmak ve bu kesimin din kartlarını ellerinden alabilmek, hem de sol sosyalist kesimlerin sağcılık ve statükoculukla, hatta Amerikancılıkla özdeşleştirdikleri İslam karşısındaki soğukluğunu ortadan kaldırmak' olduğunu söyleyen Kırbaşoğlu, "Nitekim sonradan öğreniyoruz ki, AKP çevrelerinin en çok rahatsızlık duydukları, partide en çok korktukları ve tartıştıkları şey buymuş, yani HAS PARTİ imiş" görüşünü dile getirdi. Prof. Kırbaşoğlu, "Şunu bir namus borcu olarak söylemem lazım, HAS PARTİ içindeki birtakım Milli Görüşcüler HAS Parti’yi AKP’ye pazarlamış ve dağıtılmasına yol açmışlardır,sosyalistler değil!" dedi. Hayri Kırbaşoğlu, "Nitekim ben zaten o zaman Milli Görüşçü eski bakanlar, milletvekilleri, sosyalist arkadaşlarla beraber otururken, önce Milli Görüşçü arkadaşların yüzlerine bakıp,ardından dönüp sosyalistlere hitaben dedim ki; 'Bu partinin temiz kalması için bütün umudum sizsiniz,siz sosyalistler" diye konuştu.

"Cemaat yapısına dayalı düşünce sahipleri, sorgulayan, düşünen, eleştiren insanlardan nefret ediyorlar. Siyasiler de o yüzden eleştirel ve muhalif düşünceyi hiç sevmiyorlar. O yüzden yenilikçi ve eleştirel düşünce ve düşünürlere karşılar" diyen Kırbaşoğlu, "Mesela benim gibilerin iktidarı eleştirmesinden de, cemaat ve tarikatları eleştirmesinden de hem AKP hem de Fethullah Gülen cemaatı çok rahatsızlar. Çünkü iktidar yandaşı bu kesimler dini iktidarla, iktidarı da dinle özdeşleştirmişler" görüşünü dile getirdi. Kırbaşoğu, "İşte bunun için bizim yeni bir paradigmaya ihtiyacımız var. Bu paradigma ise artık kimlikler üzerinden değil evrensel ahlaki ilkeler üzerinden kendisini kurmak zorundadır.Yani artık insanlarla yolumuzu dindar olup olmadığına göre değil, ahlaklı olup olmadığına göre ayırmalı veya birleştirmeliyiz. Dünya görüşü ve kimliği ne olursa olsun evrensel ahlaki ortak paydada buluşanlar,ulusal,bölgesel ve küresel ölçekte bir birlik oluşturmalıdırlar" dedi.

Politikyol.com'da yayımlanan Prof. Kırbaşoğlu röportajı şöyle:

-Öncelikle darbe girişiminin arka planı ile başlayalım. Herkes şunu soruyor, bir İslami hareket nasıl bu denli büyür, ya da bu denli bir kalkışma içinde yer alabilir? Bize bu İslami anlayış hakkında genel bir çerçeve sunarsanız seviniriz.

Şimdi bu hikaye aslında AKP iktidarıyla Fethullah Gülen cemaati işbirliği ile başlamış bir hikaye değil,daha eskilere, 1960-70’lere kadar geriye gidiyor ; Amerika’nın Yeşil Kuşak projelerine kadar gidiyor. Fethullah Gülen’in hayatına bakıldığı zaman onun Komünizmle Mücadele Dernekleri’nde de aktif olarak çalıştığı biliniyor zaten. Genel olarak “sağ” ve daha özelde “İslami hareket” kategorisinde yer alan kesimler olarak - ki biz de gençliğimizde bunun bir parçası idik – biz de maalesef, İslam’ı savunuyoruz , dine-imana hizmet ediyoruz diyerek bu gibi projelere eklemlenip eklemlenmediğimiz meselesi sık sık tartışılan bir konu. Aslında bizim niyetimiz din-iman davası gütmek konusunda belki gerçekten samimiydi ama bu samimiyet bu projeler tarafından kullanılmamıza da engel değildi. Nitekim bunlar komünist, dinsiz, imansız denilerek , Rusya’nın sıcak denizlere inmesini engellemek için uygulanan Yeşil kuşak ve benzeri projelerde bizler de farkında olmadan kullanılmışız. Fethullah Gülen de o zamandan itibaren bu süreçlerde yer alıyor, ancak onun bu gibi projelerle ilişkilerinin bizim “farkında olmadan kullanılma” ilişkinden daha farklı ve derin olduğu anlaşılıyor.

Bu süreci yakından ve sağlıklı bir şekilde takip etmek için önce FG’nin ilk defa kimin tarafından “parlatıldığına” bakmak lazım. Şu anda medyada gündeme geldi mi bilmiyorum ama, yanlış hatırlamıyorsam bir zamanlar Diyanet İşleri Başkanı Başkan Yardımcısı olan Yaşar Tunagür’ün adı bu bağlamda sık sık geçmektedir. Hatta bu zatın bazı yabancı petrol şirketleriyle ilgili bir takım ilişkileri olduğunu da yıllar önce sık sık duyardım. Ayrıca Fethullah Gülen’in de mensubu olduğu bu hareketin bir zamanlar yurt dışına kaçanlarının neredeyse tamamının kaçtığı yer genelde Suudi Arabistan’dır, keza İhvan-ı Muslimin dahil İslami hareketlerin önde gelen liderlerinin de iltica ettikleri ülke genellikle Suudi Arabistan görünüyor. Bu ülkenin muhalif İslami hareketlerin önde gelen kadrolarını, kontrol altında tutmak için kucak açtığı da söylenir. Kimin adına kontrol! Elbette ABD,İngiltere,İsrail gibi siyasi,ekonomik ve askeri çıkarlarının haleldar olmasını istemeyen küresel güç odaklarının. Biliyorsunuz Amerika demek silah şirketleri ve petrol şirketleri demektir. Bu ikisinin icazetini alamadan hiç kimse kılını kıpırdatamaz. Dolayısıyla meselenin Ortadoğu’yla, petrolle, enerji hatlarıyla doğrudan ilişkisi var. İşte Yeşil Kuşak projesi aynı zamanda İslami kesimin ve İslami hareketlerin, küresel güç odaklarının –özellikle de ABD’nin - safında yer almasını sağlamak için yapılan projelerden bir tanesidir. Ülkemizde pek çok sağ ve dindar hareket bilerek ya da bilmeyerek bu projelerde yer almış, en azından bu projelerin çıkarına olacak şekilde hareket etmiştir. Bu dinsiz(!),imansız(!) komünist (!) karşıtlığı içinde yer almayan sağ bir gurup var mı bu memlekette bilmiyorum. Bu bağlamda Komünizmle Mücadele dernekleri kadar Mehmet Şevket Eygi’nin adı da –aktif bir aktör olarak- sık sık geçmektedir. Bu durumu o zamanlar karşı kampta yer alan sol-sosyalist-komünist kesimler “ Sizin kıbleniz 6. Filo !” diyerek özetlerlerdi. Hatta geçenlerde CNN’de şu cümleyi söylediğim için bana çok kızdılar, bizim mahalledekiler : “Komünistler bir zamanlar bize “Sizin kıbleniz 6. Filo” diyorlardı, galiba pek te haksız değillermiş!”

Şimdi bu sürecin başlangıcındaki FG, aslında ilkokul mezunu bir imamdır, bildiğim kadarıyla kendisine tedviren vaizlik görevi verilmiştir, kadrolu vaiz değildir . FG vaazlarında genellikle peygamberimizin arkadaşlarının İslam davası için yaptığı fedakarlıklardan tablolar sunardı ,daima vaazlarının değişmez teması buydu. Bu farklı vaaz üslubu onun için değişik bir imaj oluşturdu. Bu hareketin böyle kendiliğinden olan bir dönüşüm kısmı var ve bir taraftan da arkadan “resmi” destek kısmı var. Tabii anlaşıldığı kadar Fethullah Gülen Risale-i Nur Hareketi’ne girip o yapıyı kendince dönüştürmek gibi bir niyet içerisine de girmiş görünüyor. Tabiatıyla bu yapının normalde diğer cemaat ve tarikatlardan fazla bir farkı yoktu bir döneme kadar. İlk defa bu ciddi devlet desteği biliyorsunuz, Orta Asya cumhuriyetlerine açılmak için önce Özal, bilahare Demirel ve Ecevit zamanında ve MİT tarafından önü açılmak suretiyle gerçekleşti.

-Bu bir devlet politikası, değil mi?

Evet, kesinlikle. Türkiye’de Devlet-İktidar tarafından FG cemaatının sadece ülkede değil aynı zamanda bölgede de giderek önü açılınca, bu defa ABD de bunun Büyük Ortadoğu Projesi, Ilımlı İslam ve Dinler Arası Diyalog projeleri için kullanabilecek iyi bir aday olduğunu keşfetti. Bunların aynı zamanda Vatikan’la da özellikle bir takım misyonerlik taktiklerine dair eğitim aldıklarına dair iddialar ve yayınlanmış araştırmalar var. Hatta çeşitli alanlarda bazı kadroların İsrail’de eğitim aldıklarına dair açık istihbarata dayalı pek çok bilgi de var. Dolayısıyla büyük fotoğraf söz konusu ise, o zaman AB ve ABD ile eşitleyebileceğimiz “Batı”nın çıkarlarını koruma altına alacak, onlara dirsek göstermeyecek bir İslami(!) hareket oluşturma projesi diyebiliriz buna.

İslami hareketler söz konusu olduğunda, İran ve Türkiye ( mesela Milli Görüş gibi ) anti-Amerikancı, anti-emperyalist bir söyleme sahip olan hareketler de söz konusu olabilmektedir. Bunu bir tehdit olarak algılayan Amerika ve Avrupa, bu gibi anti-Amerikancı ve anti-emperyalist İslami hareketleri dengelemek veya bastırabilmek için FG hareketi gibi anti-emperyalizm iddiası olmayan hareketleri destekledi, bütün ekonomik ve medya güçlerini onların hizmetine verdi. Sonuç itibariyle herkesin de bildiği ve söylediği bir şey; 100 küsur ülkede elinizi kolunuzu sallayarak okullar, başka kurumlar vs açmanız mümkün değil, bu ancak küresel bir himaye ve destek ile mümkün olabilecek bir durumdur. Başta Rusya gibi birtakım ülkelerin bu cemaatin okullarının CIA ajanlarının yuvası haline geldiği gerekçesiyle kapatması da bu himaye ve desteğin dolaylı bir tespiti olarak kabul edilebilir.

-Şimdi, bir çelişki var gibi değil mi hocam; mesela Osmanlı’dan itibaren İslamcı akımlar hep Batı karşıtı bir anlayışla aslında kendilerini topluma anlatırlardı. 1970’lerde sol Batı karşıtı, emperyalizm karşıtı iken oradaki İslamcı hareketler Batı yanlısı oluyor. Sonra 90’lardan sonra bambaşka bir hal alıyor, özellikle 28 Şubat post-modern darbesinden sonra sanki AKP Fethullah Gülen’in anlayışına yanaşıyor. İktidar olabilmek için Avrupa’yla, Batı’yla işbirliği içinde olalım anlayışı. Bu durum için ne söyleyebilirsiniz?

Aslında iyi bir noktaya işaret ettiniz, gerçekten neden şimdi bunlar bu kadar Batı’nın, Avrupa’nın safında? Aslında bu sorunun cevabı Said-i Nursi’ye kadar gider. Onun Risale-i Nur adını verdiği kitaplarına baktığımız zaman görürüz ki o, komünizmi ateizmle özdeşleştirip Amerika’nın yanında olmayı din iman davası olarak kabul eder, hatta onlar Hıristiyan olduğu için ehl-i kitap deyip daha da tolerans gösterir; en azından bunlar Allah’a inanıyor, peygamberleri var gibi teolojik olarak son derece yüzeysel, politik açıdan da pek basiretli olmayan bir bakış açısını onun kitaplarında görebilirsiniz. Hatta gelecekte Müslümanlarla Hıristiyan’ların bir araya gelerek işbirliği yapacağı hayalini de kurar Said-i Nursi,dolayısıyla FG’de görülen Batı romantizminin hatta aşkının kökenleri oralara kadar gidiyor: Ateizme, dinsizliğe ,komünizme karşı işbirliği.

Bir de şöyle bir bakış açısı söz konusu; Batı liberal,özgürlükçü ve üstelik Hıristiyan,yani dine inanıyor,dolayısıyla ahlaklıdır; komünistler ise dinsiz,dolayısıyla ahlaksızdır. İslamcılar, İslami kesim bugün bile hala bu kafada. Bu kafanın ötesine geçmiş insanlar çok nadir. Bunlardan bir tanesi Aliya İzzetbegoviç. Aliya İzzetbegoviç’e göre İslam; Sosyalizm ve Hıristiyanlığın hakikat paylarını sadece tanımakla kalmıyor, bilakis üzerinde ısrarla duruyor.Çünkü eğer Sosyalizm yalansa İslam da tam hakikat değildir. İslam’ın doğruluğunu ispat etmek, Sosyalizm ve Hıristiyanlığın hem doğrularını hem de hakikatlerinin noksanlığını da ispat etmektir. Dolayısıyla Hıristiyanlık ve sosyalizmi onları toptan reddetmeyip,eksik hakikatleri olan yapılar olarak görür Aliya.

-Bir parantez açıp şunu da söylüyor değil mi hocam; İslam toplumları, İslam düşüncesi eleştirel düşünceyi kendi içerisinde bertaraf ettiği için aslında böyle...

Zaten o yüzden elinde olsa İslam ülkelerini eğitim kurumlarında zorunlu olarak “eleştirel düşünce” dersi koymak istediğini söyler. Bu noktada özellikle Ali Şeriati’nin şu muhteşem sözünü de mutlaka not etmek gerekir: “Eleştirinin bittiği yerde putçuluk başlar.”

Sağdaki ve dindar kesimlerdeki bu kategorik “sol, sosyalizm ve komünizm” karşıtlığı Türkiye’de böyleydi, fakat gariptir yine 70’li yıllarda İslam dünyasında ve Türkiye’de çok güçlü olmayan, İslam sosyalizmi denemeleri de vardı. Türkiye’de sadece Nurettin Topçu biraz bunun peşine düştü ama İhvan-ı Muslimîn(Müslüman kardeşler) içerisinde mesela Mustafa Sibâî şahsında Suriye İhvanı’nın İslam sosyalizmi denemeleri daha güçlüydü. Fakat bu olaylar olurken Amerika’yla, Batı’yla ilişkiler İhvan içerisinde de o zaman söz konusu muydu bilmiyorum ama Nasır’ın İhvan’dan ayrılmasının altında muhtemelen böyle bir sebep de olabilir. Bugün Cemaat’le iktidar arasında nasıl böyle bir çatışma varsa, o zaman da özellikle Nasır sosyalist politikaları savunan bir Arap milliyetçisi olarak, İhvan’ın Batı’yla ilişkilerinden dolayı yollarını onlarla ayırmış olabilir. Mamafih bu İslam Sosyalizmi ve İslami Sol akımı 80’lere kadar devam etti, fakat güçlü olmadı. Bundan sonra biliyorsunuz yükselen değer olarak liberal akım var. Özellikle Müslümanlar kendilerini Batı karşısında sıkıştırılmış hissettikleri için ,liberalizme,ardından da post-moderniteye yöneldiler.

Başta biliyorsunuz, Abant toplantılarında bu sıkışmışlığın bunaltıcı havasını dağıtmak amacıyla liberaller de destek verdi, diğer sol, sosyal demokrat birçok insan da destek verdi özgürlükler alanının genişlemesi amacıyla. Fakat anti-emperyalist ve anti-kapitalist İslami hareketlere mukabil, Batı ile uyum içerisinde hareket etme prensibine dayalı olarak kurulan AKP, her ne kadar bu siyasi hareketin mimarı gibi görünse de sanıyorum bunun ilk kıpırdanmaları Erbakan hoca zamanında olmuş. Duyduğum kadarıyla Erbakan hocanın, Amerika’ya, özellikle Siyonist odaklarla da görüşmesi için bir heyet gönderdiği söyleniyor. Bu heyetin içerisinde Abdullah Gül’ün, Bülent Arınç’ın ve diğer 4-5 ismin olduğu söyleniyor. O ara bu ekipten bazı arkadaşların oradaki bazı kesimlerle biraz daha özel görüşmeler yaptığı ve bu partiden ayrılmanın, Milli Görüş’ten ayrılmanın aslında o görüşmelerden sonra olduğu söyleniyor. Bu ayrılanların düşüncesi muhtemelen Batı ve bilhassa ABD ile uzlaşma üzerine kurulu idi, ama , bunlarla uzlaşalım derken kör bir teslimiyet anlamında değil de , bunlardan ne koparsak kardır gibi, biraz naif bir niyetle sürece başlıyorlar. Bu Batı ile uzlaşarak yola devam etme stratejisini benimseyen projede ne Ak Parti’nin – ne de daha öncesinde, devamı olduğu Milli Görüş hareketinin- yeterli sayıda yetişmiş kadroları olmadığı için, kendilerince homojen kadrolar yetiştiremediği için, Batı’yla bir ittifak yaparak güçlü bir biçimde iktidara gelme imkanı olunca, AKP’nin tercihi olmaktan ziyade Amerika’nın yönlendirmesiyle işin siyasi ayağı AKP’ye, sivil ayağı da FG cemaatına ihale edilmiş olduğu söyleniyor,fiilen de öyle olduğu gelişmelerden yeterince anlaşılıyor. Anlaşıldığı kadarıyla proje baştan beri böyle dizayn edilmiş.

Bilindiği gibi bu proje epey bir süre itişip kakışma olmadan beraberlik içinde gitti. Bunun arkasında askeri vesayeti ortadan kaldırma dedikleri şeyin de olduğu söyleniyor, ama bazıları bunu farklı yorumluyor ve amacın vesayet nizamını ortadan kaldırmak gibi sunulsa da aslında ordu içindeki Batıcı-Nato’cu kesimin Avrasyacı kesimi tasfiye etmek olduğunu da söylüyorlar. Sanıyorum vesayet nizamını ortadan kaldıralım derken aslında Ergenekon, Balyoz davalarında daha ziyade Avrasyacı ekiplerin tasfiyesine yönelik bir hareket olarak yapılmış havası var. Ancak bu işbirliği esnasında tabi ki her şey kontrol altında gitmediği için AKP’de de bazı uygulamalar bazı hususlarda rahatsızlık doğurdu. Gerçi bu rahatsızlıklar daha sonra AKP için de büyük bir felakete yol açtı, özellikle dış politikada. Dış politikada da büyük ihtimalle, Ahmet Davutoğu hem başbakan danışmanıyken hem eski dışişleri bakanıyken , o da yine aynı Fethullah Hoca cemaatine benzer şekilde kendi parti içi örgütlenmesini yaparak gelmek istedi. Bunu herkes söylüyor. Bu dış politika, yani Yeni-Osmanlıcılık rüyası, biraz megalomanik, biraz ütopik, biraz duygusal, biraz da hamasi olduğu için iflas etti. Bu durum sanıyorum Batı’da Türkiye’yle ilgili bir takım soru işaretleri doğmasına yol açtı. Yani AKP’nin Batı’yla olan ilişkilerini yeterince ilkeli biçimde götürüp götürmediği konusunda soru işaretleri oluştu. Öte yandan AKP içerisinde bizim bilmediğimiz başka gelişmelerin de olduğu anlaşılıyor. Güzelleme yapmak için söylemiyorum ama, AKP içindeki en yalnız adam galiba Tayyip Erdoğan. En yalnız adam o. Bence etrafındaki insanlara güvenmiyor, güvenmediği de zaten anlaşılıyor. Çünkü herkes onun üzerinden hesap yapıyor, insanlar kişisel hesap yapıyor, gurup hesabı yapıyor... Yani AKP’yi aslında bir at gibi düşünün, o ata kim binecek bunun kavgasını yapan birçok grup var.

-Tayyip Erdoğan sonrası için?

Tabii ki, o varken bile bu hesaplar yapılıyor. İktidar çevrelerinde bazı kirli para ilişkilerinden de söz ediliyor, ki bunların uluslararası kuruluşlarda rahatsızlık doğuracak kadar ciddi olduğu söyleniyor. Bunlardan bir tanesinin Suriye meselesi ile ilgili silah ve maddi yardım konuları olduğu söyleniyor. Biliyorsunuz Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin; Amerika’nın doğrudan bölgede yapamadıklarını yapmak üzere ihaleyi almış oldukları da ileri sürülüyor. Ama buna rağmen sanıyorum ortada artık dünyanın seyirci kalamayacağı , bir takım uluslararası kuruluşların da kabullenmekte zorlanacağı şeyler var. Veya onun dışında - biliyorsunuz bütün siyasi sistemlerin temel problemi budur – yönetici kadrolarının zenginleşmesi, yurtdışı hesaplar, bankalar, para ilişkileri, Zarrab olayı vs. gelişmeler de söz konusu. Sonuç itibariyle uluslararası alan da homojen bir yapı değil, bazı gelişmeleri bazı çevreler görmezden gelse de, bazı çevrelerde bunlar rahatsızlık yaratıyor.

Burada şunu da belirtmek gerekir ki, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde - her ne kadar İslamcılık gömleğini çıkardığını söylese de - AKP iktidarı kadar, dini alenen araçsallaştıran ve politik amaçlarla kabaca ve hoyratça kullanan bir başka siyasi hareket gelmemiş dense yeridir.Bakın tekrar söylüyorum, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde dini bu kadar kaba biçimde ve hoyratça kullanan, politik amaçlarla dini, dini duyguları ve sembolleri araçsallaştıran, böyle bir hareket – hem AKP kanadı,hem de FG kanadıyla - gelmemiştir. Dolayısıyla bu gidişat , bırakın kendi siyasi hareketlerine bu suretle zarar vermeyi, bizatihi mensubu olduğu İslam’a ve Müslümanlığa büyük bir darbe vurduğunun farkına varmakta hala zorlanmaktadır. Dini alanın bu kadar kirliliğe maruz kalmasının doğurduğu rahatsızlık, son günlerde artık iktidar yanlısı dindar kesimlerde bile “dinin politik bir enstrüman olmaktan çıkarılması” ve “dine düşman olmayan laiklik” kavramlarının telaffuz edilmeye başlamasında da açıkça ortaya çıkmaktadır.

-“Tek parti CHP’si insanı devletten, Demokrat Parti insanı milletten, AKP ise insanı dinden soğuttu” diye bir alıntı var. Herkes AKP sonrasında Türkiye’de İslamcı bir hareketin iktidar olmasının imkansız olduğunu söylüyor. Çünkü bugüne kadar inanan bütün değerleri rantla ilişkilendirdiler. Belki aslında kırılma da bu rantla oldu.

Kesinlikle doğru. AKP derin bir siyasi felsefeye oturmuyor. Böyle bir şeyleri yok, hatta eklektik bile değil. Ben AKP’yi fikriyat olarak ta kadroları itibariyle de çok yakından tanıyorum. Bu noktada, yani siyasi felsefesinin olmayışı konusunda çok ciddi bir problem var. Tamamen pragmatizm ve rant dağıtımı üzerine kurulu bir politikaları var. Tayyip Erdoğan’ın en başından beri söylediği “kazan-kazan” gibi bir şirket mantığı var. Aslında ortada “çok ortaklı siyasi bir şirket” olduğundan söz etmek de yanlış olmasa gerektir. Bu ise daha önce Turgut Özal’ın uyguladığı modelin, daha da geliştirilmiş bir versiyonundan başka bir şey değildir.

AKP iktidarında yaşanan politik,idari ve ekonomik kirlilik yüzünden, kamuoyunda çözümün parçası olacağı umulan İslami hareketler ve Müslümanlar konusunda telafisi imkansız hasarlar ortaya çıkmıştır. Çünkü Milli Görüş ve AKP gibi İslami hareketlerin veya – iktidar çevrelerinin tercihiyle “muhafazakar dindar” hareketlerin - atladığı çok önemli bir nokta var: “İktidar bozar, mutlak iktidar mutlak bozar.” Türkiye’deki tarikatların,cemaatların ve gurupların hemen hepsinin içinde iktidar,para ve rant kavgaları var. Zühd, dünyaya mesafeli olma, mütevazı yaşama, dünyaya aldanmama temeline dayalı bu yapılar, destekledikleri iktidarın bu bozucu etkisini hesap edemediler.Mücahitler müteahhit oldu. Tasavvuf ehli de tasarruf ehli oldu, nitekim başta tasavvuf kökenli FG cemaatı olmak üzere tarikatlar ve cemaatlar; holdingler,bankalar,şirketler, medya ağları v.b. sahibi oldular.Oldular ama bu dünyevileşme sürecinde kirlendiler, bir bakıma benzine su karıştı ve motor teklemeye başladı. Bütün bu dejenerasyonu ve kirliliği ne AKP ne FG cemaatı ne de diğer iktidar paydaşları engelleyemediler, zira İslami hareketler hep şu söylemle yola çıktılar: “Müslüman düzgün, ahlaklı insandır. Dindar insanlar yönetime gelirse toplum otomatikman düzelir”. Bunun doğru olmadığı bu iktidar döneminde açıkça ortaya çıktı.

İşte AK Parti varken HAS Parti’nin kurulmasının özü şuydu; bu dejenerasyondan ders alınarak, hem bir yandan İslam’ı araçsallaştırıp onu politik bir enstrümana dönüştürenlerin elinden dini kurtarmak ve bu kesimin “din kartları”nı ellerinden alabilmek, hem de sol-sosyalist kesimlerin - sağcılık ve statükoculukla,hatta Amerikancılıkla özdeşleştirdikleri- İslam karşısındaki soğukluğunu ortadan kaldırmak. Nitekim biz daha sonra öğreniyoruz ki; AKP çevrelerinin en çok rahatsızlık duydukları, partide en çok korktukları ve tartıştıkları şey buymuş,yani HAS PARTİ imiş. Şunu bir namus borcu olarak söylemem lazım, HAS PARTİ içindeki birtakım Milli Görüşcüler HAS Parti’yi AKP’ye pazarlamış ve dağıtılmasına yol açmışlardır,sosyalistler değil!

Nitekim ben zaten o zaman Milli Görüşçü eski bakanlar, milletvekilleri, sosyalist arkadaşlarla beraber otururken, önce Milli Görüşçü arkadaşların yüzlerine bakıp,ardından dönüp sosyalistlere hitaben dedim ki; “Bu partinin temiz kalması için bütün umudum sizsiniz,siz sosyalistler.”

Şu anda İslam dünyasının ihtiyacı olan nedir? Normalde fakirliğin, işsizliğin,yoksulluğun,yolsuzluğun, sosyal ve hukuki adaletsizliğin ,ahlaksızlığın ,sömürünün kol gezdiği ülkelerde aslında sağdan çok sol-sosyalist projelerin egemen olması gerekir. Ama özellikle Türkiye’de sol-sosyalist kesimin tarihindeki bir takım talihsizlikler var ki, hala ülkede insanların üçte ikisinin sağ siyasete,ancak üçte birinin sol-sosyalist siyasete yakın durmasına yol açmaktadır.

Halbuki İslam dünyasının kendi geleceği bakımından anti-emperyalist ve anti-kapitalist güçlü bir siyasi kültüre de acilen ihtiyacı var. Bu kültürü siyasi arenaya taşıyacak – mesela HAS PARTİ gibi - siyasi partilerin de olması gerekiyor. Türkiye’de İslamcıların ve İslami kesimin yaşadığı kirlenmelerden kurtulabilmesi için onlara yardım elini uzatabilecek olan, dini dışlamayan bir sol-sosyalist-sosyal demokrasi hareketidir. Nitekim ülkemizde ve İslam dünyasında kaliteli pek çok İslam entelektüellerinin sol-sosyalist-marksist gelenekten gelmesi de anlamlıdır ve asla tesadüf değildir.

-Bizim milleti, herkesi bir arada tutan bir siyasete ihtiyacımız var diyebiliriz değil mi?

Türkiye’de şu an siyasi kültür bitti. Yeni bir siyasi kültür ve ayrıca bir toplumsal kültürünün inşasına kesinlikle ihtiyaç var. İktidar erkini elinde tutanlar konuşmaları esnasında, milletin tamamını kucakladıklarına değil kucaklayamadıklarına dair sayısız uygulamalara rağmen,hala “benim milletim” diyorlar. Halbuki millet hiç kimsenin, hiçbir kesimin, hiçbir ideolojinin, hiçbir dünya görüşünün tekelinde değildir. Senin milletin benim milletim olmaz. İktidar erkini kullananlar bunu millet adına kullandıklarını unutuyorlar, kendilerinin bu milletin birer görevlisi olduklarını göz ardı ederek, bizleri onların emir kulları olarak görüyorlar.

Bu gidişatı durdurmak ve toplumu rehabilite edebilmek için,bizim artık kimlikler üzerine çıkabilen bir siyasi kültüre gönül vererek, farklılıklarımızla beraber bir arada olmamız lazım.

(..)
Cemaat yapısına dayalı düşünce sahipleri, sorgulayan, düşünen, eleştiren insanlardan nefret ediyorlar. Siyasiler de o yüzden eleştirel ve muhalif düşünceyi hiç sevmiyorlar. O yüzden yenilikçi ve eleştirel düşünce ve düşünürlere karşılar. Mesela benim gibilerin iktidarı eleştirmesinden de, cemaat ve tarikatları eleştirmesinden de hem AKP hem de FG cemaatı çok rahatsızlar. Çünkü iktidar yandaşı bu kesimler dini iktidarla, iktidarı da dinle özdeşleştirmişler. İşte bunun için bizim yeni bir paradigmaya ihtiyacımız var. Bu paradigma ise artık kimlikler üzerinden değil evrensel ahlaki ilkeler üzerinden kendisini kurmak zorundadır.Yani artık insanlarla yolumuzu dindar olup olmadığına göre değil, ahlaklı olup olmadığına göre ayırmalı veya birleştirmeliyiz.Dünya görüşü ve kimliği ne olursa olsun evrensel ahlaki ortak paydada buluşanlar,ulusal,bölgesel ve küresel ölçekte bir birlik oluşturmalıdırlar.

Bu hedefe ulaşabilmek için elbette sağ-sol,inançlı-inançsız,Müslüman- Müslüman olmayan,kürt-türk, alevi-sünni,kadın-erkek,yöneten-yönetilen, toplumun bütün kesimleri köklü bir öz eleştiri yapabilecek cesareti kendilerinde bulabilecek kadar özgüven sahibi olmak durumundadırlar.Bu özeleştiri ve nefis muhasebesi sürecinde muhtaç olduğumuz zihniyet ve yöntem ise “politik olarak muhalif, entelektüel olarak eleştirel” olmaktır. Ortak evrensel ahlaki değerler ise, en özet biçimde Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık arasında ortak olan ON EMİR ile bunu aynen onaylayan ve daha evrensel bir nitelik taşıyan “Temel İnsan Hak ve Özgürlükleri” olacaktır.

Bu perspektifin teorik ve pratik düzlemde örnekleri geçmişte de günümüzde de ,ülkemizde de İslam Dünyasında da, Batı’da da Latin Amerika’da da, Asya’da da uzak Doğu’da da fazlasıyla mevcuttur. Bize düşen öncelikle bu konuda bir keşif hareketine girişmek ve dünyayı bu perspektiften hareketle yeniden tanımaya karar vermektir; ardından da gezegeni ve insanlığı yok oluşa sürükleyen – gizli sömürgecilik /emperyalizm ve tüketim çılgınlığı/vahşi kapitalizm merkezli - Batı tipi büyüme modeline karşı, daha insani bir gelecek inşası için ortaya konmuş olan ortak insani mirası keşfetmeye koyulmaktır. Bu keşif hareketinde bizlere lojistik destek sağlayacak fevkalade zengin bir literatürü tanıma konusunda ilk adımı atmaya samimi bir davettir bu söyleşi!.

Bu röportaj 16 Ağustos'ta Politikyol.com'da yayımlanmıştır.

Prof. Dr. Hayri: Kırbaşoğlu: 80'li yıllardan bu yana iktidarların hep Gülen cemaatinin önünü açtı
16 Ağustos 2016



Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu, Fethullah Gülen cemaatinin 60-70'li yıllardan bu yana örgütlendiğini belirterek, kendisinin de içerisinde yer aldığı İslami hareketin ABD tarafından bu süreçte kullanıldığını itiraf etti. Politikyol'a konuşan Kırbaşoğlu, "Bu durumu o zamanlar karşı kampta yer alan sol-sosyalist-komünist kesimler “Sizin kıbleniz 6. Filo!” diyerek özetlerlerdi. Hatta geçenlerde CNN’de şu cümleyi söylediğim için bana çok kızdılar, bizim mahalledekiler: “Komünistler bir zamanlar bize “Sizin kıbleniz 6. Filo” diyorlardı, galiba pek de haksız değillermiş!” ifadelerini kullandı.

"ABD, YEŞİL KUŞAK PROJESİNDE BİZİ KULLANDI"

Fethullah Gülen'in ilk olarak Komünizmle Mücadele Dernekleri'nde faaliyet yürüttüğüne dikkat çeken Kırbaşoğlu şu ifadeleri kullandı:

"Fethullah Gülen’in hayatına bakıldığı zaman onun Komünizmle Mücadele Dernekleri’nde de aktif olarak çalıştığı biliniyor zaten. Genel olarak “sağ” ve daha özelde “İslami hareket” kategorisinde yer alan kesimler olarak -ki biz de gençliğimizde bunun bir parçası idik- biz de maalesef, İslam’ı savunuyoruz, dine-imana hizmet ediyoruz diyerek bu gibi projelere eklemlenip eklemlenmediğimiz meselesi sık sık tartışılan bir konu. Aslında bizim niyetimiz din-iman davası gütmek konusunda belki gerçekten samimiydi ama bu samimiyet bu projeler tarafından kullanılmamıza da engel değildi. Nitekim bunlar komünist, dinsiz, imansız denilerek, Rusya’nın sıcak denizlere inmesini engellemek için uygulanan Yeşil kuşak ve benzeri projelerde bizler de farkında olmadan kullanılmışız. Fethullah Gülen de o zamandan itibaren bu süreçlerde yer alıyor, ancak onun bu gibi projelerle ilişkilerinin bizim “farkında olmadan kullanılma” ilişkinden daha farklı ve derin olduğu anlaşılıyor."

"FETHULLAH GÜLEN'İ DİYANET PARTLATTI"

Gülen'in bir dönem Diyanet tarafından parlatıldığını belirten Kırbaşoğlu, "Bu süreci yakından ve sağlıklı bir şekilde takip etmek için önce FG’nin ilk defa kimin tarafından “parlatıldığına” bakmak lazım. Şu anda medyada gündeme geldi mi bilmiyorum ama, yanlış hatırlamıyorsam bir zamanlar Diyanet İşleri Başkanı Başkan Yardımcısı olan Yaşar Tunagür’ün adı bu bağlamda sık sık geçmektedir. Hatta bu zatın bazı yabancı petrol şirketleriyle ilgili bir takım ilişkileri olduğunu da yıllar önce sık sık duyardım." dedi.

Yeşil Kuşak projesi için ABD tarafından kullanıldıklarını itiraf eden Kırbaşoğlu şöyle konuştu:

"Fethullah Gülen’in de mensubu olduğu bu hareketin bir zamanlar yurt dışına kaçanlarının neredeyse tamamının kaçtığı yer genelde Suudi Arabistan’dır, keza İhvan-ı Muslimin dahil İslami hareketlerin önde gelen liderlerinin de iltica ettikleri ülke genellikle Suudi Arabistan görünüyor. Bu ülkenin muhalif İslami hareketlerin önde gelen kadrolarını, kontrol altında tutmak için kucak açtığı da söylenir. Kimin adına kontrol! Elbette ABD, İngiltere, İsrail gibi siyasi, ekonomik ve askeri çıkarlarının haleldar olmasını istemeyen küresel güç odaklarının. Biliyorsunuz Amerika demek silah şirketleri ve petrol şirketleri demektir. Bu ikisinin icazetini alamadan hiç kimse kılını kıpırdatamaz. Dolayısıyla meselenin Ortadoğu’yla, petrolle, enerji hatlarıyla doğrudan ilişkisi var. İşte Yeşil Kuşak projesi aynı zamanda İslami kesimin ve İslami hareketlerin, küresel güç odaklarının –özellikle de ABD’nin - safında yer almasını sağlamak için yapılan projelerden bir tanesidir. Ülkemizde pek çok sağ ve dindar hareket bilerek ya da bilmeyerek bu projelerde yer almış, en azından bu projelerin çıkarına olacak şekilde hareket etmiştir. Bu dinsiz, imansız komünist karşıtlığı içinde yer almayan sağ bir gurup var mı bu memlekette bilmiyorum. Bu bağlamda Komünizmle Mücadele dernekleri kadar Mehmet Şevket Eygi’nin adı da -aktif bir aktör olarak- sık sık geçmektedir. Bu durumu o zamanlar karşı kampta yer alan sol-sosyalist-komünist kesimler “Sizin kıbleniz 6. Filo !” diyerek özetlerlerdi. Hatta geçenlerde CNN’de şu cümleyi söylediğim için bana çok kızdılar, bizim mahalledekiler: “Komünistler bir zamanlar bize “Sizin kıbleniz 6. Filo” diyorlardı, galiba pek de haksız değillermiş!”

"ÖZAL, DEMİREL, ECEVİT, GÜLEN'İN ÖNÜNÜ AÇTI"

Kırbaşoğlu, 80'li yıllardan bu yana iktidarların hep Gülen cemaatinin önünü açtığını belirterek şu ifadeleri kullandı:

"Şimdi bu sürecin başlangıcındaki Gülen, aslında ilkokul mezunu bir imamdır, bildiğim kadarıyla kendisine tedviren vaizlik görevi verilmiştir, kadrolu vaiz değildir . FG vaazlarında genellikle peygamberimizin arkadaşlarının İslam davası için yaptığı fedakarlıklardan tablolar sunardı ,daima vaazlarının değişmez teması buydu. Bu farklı vaaz üslubu onun için değişik bir imaj oluşturdu. Bu hareketin böyle kendiliğinden olan bir dönüşüm kısmı var ve bir taraftan da arkadan “resmi” destek kısmı var. Tabii anlaşıldığı kadar Fethullah Gülen Risale-i Nur Hareketi’ne girip o yapıyı kendince dönüştürmek gibi bir niyet içerisine de girmiş görünüyor. Tabiatıyla bu yapının normalde diğer cemaat ve tarikatlardan fazla bir farkı yoktu bir döneme kadar. İlk defa bu ciddi devlet desteği biliyorsunuz, Orta Asya cumhuriyetlerine açılmak için önce Özal, bilahare Demirel ve Ecevit zamanında ve MİT tarafından önü açılmak suretiyle gerçekleşti."
Kaynak: İleri Haber

ŞEHİDİMİZ HALİL KANTARCI’YI, BEŞTEPE’DE YAHUDİ İLÂHİSİYLE ANDILAR
4 Kasım 2016

Türk insanının İslâm davası için can verme iradesini ortaya koyduğu ve aralarında İBDA erlerinden Halil Kantarcı’nın da yer aldığı “15 Temmuz şehitleri” anısına Erdoğan’ın Beştepe’deki sarayında Hatay Medeniyetler Korosu tarafından düzenlenen konser TRT kanallarından birisinde (TRT Avaz) canlı yayınlandı. Doğrusu biz bu konserden sosyal medyada bir arkadaşın rastladığı davetiye ile haberdar olduk ve özellikle takip ettik. Davetiye metnini aynen aktarıyorum:

“Üç Semavi Dinin Mensuplarından Oluşan 2012 yılında Nobel Barış Ödülüne aday gösterilen Hatay Medeniyetler Korusunun Cumhurbaşkanlığı Külliyesi Millet Kongre ve Kültür Merkezinde 15 Temmuz Şehitleri anısına düzenleyecekleri konserde eşinizle birlikte sizleri de görmekten onur duyarız.”

01 Kasım tarihinde icra edilen bu konserin haberini bir gün sonra Milliyet Gazetesi şu spotla duyurdu:

“Üç semavi din ile 6 mezhepten üyelerin oluşturduğu, barış ve kardeşlik içinde yaşama mesajı veren Antakya Medeniyetler Korosu, Beştepe Millet Kongre ve Kültür Merkezi’nde konser verdi.” (02 Kasım 2016 – Milliyet)

Konserde okunan eserlerden birisi de Shalom Aleyhem isimli Yahudi ilahisiydi. Evet, yanlış okumadınız; Halil Kantarcı ve İslâm için can veren diğer şehitleri Shalom Aleyhem’le onore(!) ettiler.

Halil Kantarcı… Ömrünü bu dinler arası diyalogcularla mücadeleye adamış bir İBDA Akıncısı ve 15 Temmuz’da onların kurşunuyla Hakk’a yürümüş… Onun ve o durumdaki diğer şehitlerin “hatırasına” dinler arası diyalog projesi kapsamında bir konser icra ediliyor ve Halil’in kanı üstünden adeta onu katledenlere selâm çakılıyor: “Ey Fettullah! Sizle yolları ayırdık ve kanlı bıçaklı olduk ama sizden peydahladığımız dinler arası diyalog projesi emin ellerdedir; onu biz besleyip büyüteceğiz.” Bu koronun devletin en üst makamında boy göstermesini başka türlü okumak mümkün mü?

Geçmişte İbdacılar ile Fetullahçılar arasındaki düşmanlığın temel sebeplerinden birisi bu medeniyeler ittifakı da denilen dinler arası diyalog projesiydi. Bunun Türkiye’de “tabanı” olan ilk mümessili Fetullah Gülen’dir. Onun başını çektiği emperyalizme ait bu proje 2002 sonrası AKP hükümetlerinden kabul görmüş ve onlar eliyle “devlet desteği” alarak son hızla yürümüştür. AKP İktidarları boyunca her ikisi de aynı kapıya hizmet eden Tayyip Erdoğan’ın uluslarası siyasî plânda Eş Başkanlığı’nı sürdürdüğü “Medeniyetler İttifakı Projesi” ile Fetullahçılığın yürüttüğü “Dinler Arası Diyalog Projesi”. Görüyoruz ki, Fetullah’la yollar ayrılmasına rağmen, ondan peydahlanan bu gayrı meşru çocuk Erdoğan cephesinden kabul görmeye ve beslenmeye devam ediyor. Anlıyoruz ki, “kandırıldım” derken, “dinler arası diyalog konusunda kandırıldım” demiyor. Aralarındaki ihtilâf dallardadır, kökte değil.

“15 Temmuz şehidimizi dinler arası diyalog için kurulan bir koronun okuduğu Yahudi ilahileriyle anamazsınız; bu onun hatırasına saygısızlıktır!” Bütün politik söylemi “FETÖ ile mücadele”den ibaret olanlar arasından bunu olsun diyebilecek tek bir yandaş kalem çıkar mı; merakla bekliyorum.

Gökhan YAMANGÜL
04 Kasım 2016
ADIMLAR Dergisi

Ethem Sancak, Gülen hakkında "Kendimi bu harekete ait görüyorum" demiş
05.11.2016



"FETÖ'ye destek" iddası da öne sürülerek dokuz yazar ve yöneticisi tutuklanan Cumhuriyet'e karşı yayınlarıyla da dikkat çeken Star, Akşam, Güneş gazeteleri ile 24 ile 360 televizyon kanallarının sahibi Ethem Sancak'ın Fethullah Gülen'i ziyareti ve "Kendimi bu harekete ait görüyorum" sözleri tartışılıyor.

Es Medya grubunun sahibi olan, "İdolüm" dediği Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'a en yakın işadamları arasında bulunan ve AKP'de Hakem Heyeti Başkanı olarak görev alan Ethem Sancak'ın, "Aydınlık'tan Kaçanlar" kitabında yayımlanan Gülen cemaatine ilişkin görüşleri tartışılıyor. Odatv, Gülen cemaatinin kurumsal yüzü olarak bilinen ve 15 Temmuz darbe girişiminden sonra kapatılan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı yöneticilerinden Erkam Tufan Aytav'ın "Aydınlık'tan Kaçanlar" kitabındaki Sancak'ın cemaate ilişkin sözlerini hatırlattı.

"Kendimi bu harekete ait görüyorum"

Gençlik yıllarında Aydınlık hareketi içinde Maocu görüşleri savunan Sancak, Fethullah Gülen'i ziyaretini de anlattığı açıklamalarında şunları söylüyor:

“Fethullah Gülen Hocaefendi’yi ABD’de ziyaret gittim. Gittiğimde kendisine dedim ki ‘Ben adalet ve özgürlük arayışı peşinde solcu oldum’ ve hakikaten öyleydik, öyle düşünüyorduk. Bana çok enteresan bir şey dedi, ‘beni 72’de hapse attılar, yanı başımda hücrede solcu gençler vardı, onları gözledim, bunların içinde sahabe hayatı yaşayanlar vardı’ dedi. Sahabe hayatı yaşamak çok zor bir şey… Yani dürüst olmak, kanaatkar olmak, yalan söylememek, baskıya boyun eğmemek, despotizme karşı hakkı savunmak, haklıyı savunmak. Mesela ben acayip şekilde sempati duydum bu objektif ve güzel değerlendirmeye. Çok saygınlık uyandırdı bende Hocaefendi. Biz Hocaefendi’nin dediği gibiydik, herkes bir değildi ama gerçekten bazılarımız öyleydi...

Başında Hocaefendi’nin bulunduğu hareketi ahlaklı Müslüman bireyi inşa etmek ve bunu bütün dünyaya yaymak ve örnekler oluşturarak insanlığı sürece çekmek noktasında fikri ve içtimai bir topluluk inşa etti. Kendimi bu harekete ait görüyorum.”
Kaynak: Birgün

Zaman gazetesi Elmalılı Hamdi efendinin tefsirini nasıl tahrif etti
11.08.2016



Murat Bardakçı'nın Zaman gazetesinin sadeleştirdiği Elmalı'nın Kuran tefsirinde tahrifat yaptığını açıklamasının ardından Elmalı'nın torunu olan Okan Bayülgen'e yaptığı çağrıya, Bayülgen'den yanıt geldi. Bayülgen, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, "Yasal mirasçıları ile ilgili bir süreçtir. Onların tasarrufudur. Bir girişimde bulunacaklardır herhalde" yazdı.

Hürriyet'in haberine göre tarihçi Murat Bardakçı, dün Habertürk'teki köşesinde, bir dönem Elmalılı Hamdi Yazır'ın Kur'an-ı Kerim mealini dağıtan Zaman gazetesinin, ayetleri tahrif ettiğini açıkladı.

Bardakçı'ya göre tahrif, Kur’an’ın 16. Suresi olan Nahl’in 43. âyetinde yapıldı. Âyet,Diyanet Vakfı’nın yayınladığı meâlde “Senden önce de kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun” diye veriliyor... Elmalılı’nın “sadeleştirilmiş” metninde ise, karşımıza birdenbire “Tevrat ve İncil âlimleri” çıkıyor.

Bardakçı olayı aktardıktan sonra Elmalılı Hamdi Efendi’nin torunlarından olan Okan Bayülgen’in dedelerinin eserinin bu hâle getirilmesini öğrendiklerinde ne düşünecekleri ve ne yapacaklarını merak ettiğini belirtti.

Okan Bayülgen'den Bardakçı'ya Elmalılı Hamdi yanıtı

Bu çağrıya Okan Bayülgen'den yanıt geldi. Sosyal medya hesabından bir açıklama yayınlayan Bayülgen, "Yasal mirasçıları ile ilgili bir süreçtir. Onların tasarrufudur. Bir girişimde bulunacaklardır herhalde" dedi.
Kaynak: Bir Güm

'Erdoğan'ın fetvacısı' da FETÖ'ye çalışmış!
27 Ağustos 2016


Eski milletvekili Merve Kavakçı, "Erdoğan'ın fetvacısı" olarak bilinen Hayrettin Karaman'ın "FETÖ" için çalıştığını yazdı.

'Erdoğan'ın fetvacısı' da FETÖ'ye çalışmış!

Hükümete yakın Yeni Akit gazetesine yazan eski Milletvekili Merve Kavakçı, Yeni Şafak yazarı Hayrettin Karaman'ın bir dönem ABD'de Cemaat için çalıştığını yazdı.

ODA TV'nin aktardığına göre Kavakçı, Hüseyin Gülerce'nin günah çıkardığını hatırlatarak "Durun bakalım daha kimler günah çıkartacak. Zamanında Amerika’da FETÖ’cülerin peşine takılıp eyalet eyalet dolaşan Hayrettin Karaman ne zaman çıkartacak, durun bakalım. Hele bi Bülent Arınç sırasını savsın da..."dedi.

Kavakçı yazısında şu ifadeleri kullandı:

Eski FETÖ’cü şimdi hükümet taraftarı medyanın kaymağını götürmekle meşgul Gülerce’nin kızı FETÖ’den tutuklanmış. Kendini pek bi önemseyen eski FETÖ’cü, kim benden ne istiyor ki demeye getiriyor, kızının artık FETÖ’cü olmadığını söylüyor, e iyi o zaman, endişeye mahal yok, saklayacak bir şeyi olmayanın korkacak bir şeyi de olmaz değil mi.. Geçenlerde de günah çıkartıyordu Allah onu affetsinmiş, “valla” Allah affeder mi bilmem, ama biz affetmiyoruz.Durun bakalım daha kimler günah çıkartacak. Zamanında Amerika’da FETÖ’cülerin peşine takılıp eyalet eyalet dolaşan Hayrettin Karaman ne zaman çıkartacak, durun bakalım. Hele bi Bülent Arınç sırasını savsın da...
Kaynak: Haber Sol

Fethullah Gülen Cemaati ve Mübarek
M. Mustafa Uzun
08 Şubat 2011

Fethullah Gülen cemaatinin elinin ulaşamayacağı yer kalmadı sanırım. Dünya'nın en uzak bölgesindeki bir gariban ülkede de bu el mevcut, hemen yanı başımızdaki en özel mekânlarda da..

Fethullah Gülen cemaatinin elinin ulaşamayacağı yer kalmadı sanırım. Dünya’nın en uzak bölgesindeki bir gariban ülkede de bu “el” mevcut, hemen yanı başımızdaki “en özel” mekânlarda da…

Gündem Mısır…

Ve “hocaefendi cemaat”inin “Mısır dosyası” da epey kabarık.

Gidilen ülkelerde yetkili veya yetkisiz, kiminle irtibat kuruyorlarsa kursunlar bunların durdukları nokta, kimlikler ve özellikle de “zulüm” merkezli olup olmadıklarına bakmayan “cemaat” aynı hatayı Mısır’da da yapmıştır.

“Moro” gibi uzak coğrafyalarda Müslüman katilleri ile ortak programlar yapmayı “onur” sayan ve bu tür bölgelerde Müslümanlara kan kusturan kimi generalleri de “onur konuğu” olarak yaptıkları iftarlara çağıran “cemaat” Mısır’da da buna benzer bir çizgiyi devam ettirmiştir.

Bir süre önce hizmete açtıkları Mısır Selahattin Okulu’nun açılışı başta olmak üzere “cemaat” bu ülkede yaptığı her programa Mübarek’i davet etmekte ve Mübarek de bu davetlere kendi özel temsilcisini göndermektedir. Bugünlerde zor zamanlar geçiren Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in özel temsilcisi ise Abduhcu görüşleri ile bilinen ve bazı çevrelerde bu nedenle sıklıkla eleştirilen Ahmet Ömer Haşim’dir. Tabi, Firavun Hüsnü’nün iktidarının en büyük dayanaklarından biri olan ve şimdilerde “özgürlük eylemcilerini” yıldırmak için uğraşan Mısır Müftüsü Ali Cuma da “cemaat”in programlarını kaçırmamaktadır.

Hayır, bu davetler ve özellikle de Mübarek’in özel temsilcisi ile kurulan ilişkiler salt bir “nezaket daveti” niteliği taşımamaktadır. Problem de bu noktadan kaynaklanmaktadır. Acaba “cemaat”in bu yakınlığının nedeni Mübarek’in de “otoriteye olan saygısı” mıdır?

Ya da şöyle söyleyelim; Bu “cemaat” neden gittiği hiçbir ülkede “özgür”, “şuur sahibi”, “mücadele eden,” “ayakta olan” ve “direnen” ekiplerle, cemaatlerle ve yapılarla beraber olmaz da gidip her zaman “otoritecileri”, “sıkıntılı adamları” ve “zalimleri” bulur? Bu işin “tencerenin yuvarlanıp kapağını bulması” ile bir alakası var mıdır?

Bakın, ABD ve İsrail’i tek otorite kabul eden Mübarek, 30 yıldır bir İslam coğrafyası olan Mısır’ı büyük bir ihanetle yönetiyor. Onun özel din temsilcisine inanılmaz önem veren “cemaat” de “otoriteci.” Sanırım bu nedenle iyi anlaşıyorlar. Yoksa bunun başka bir açıklaması olamaz.

Hüsnü Mübarek’in özel temsilcisini; “Ezher Üniversitesi eski reisi ve Mısır Yüksek Din İşleri Heyeti Genel Başkanı büyük âlim ve fazıl zat Ahmet Ömer Haşim Efendi” şeklinde takdim edenler acaba günlerdir meydanlarda “onurları ile mücadele eden eylemcilere” nasıl bakmaktadır?

Hazreti Peygamber’e yapılan karikatür eylemlerini protesto eden “peygamber sevdalılarını” inanılmaz bir dil ile “pespaye” olarak nitelendiren Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Mısır’ın özgürlük mücadelecileri hakkında ne düşündüğünü öğrenemedik ama tahmin ediyoruz.

Ancak açık söyleyeyim; Mavi Marmara’nın gül yüzlü şehidi “Furkan” için dahi kafaları karıştırmak isteyen adamların Nil’in yiğitleri ile alakalı kurdukları ve kuracakları cümleleri ve o acayip analizleri hiç merak etmiyorum.

Bu kadar…


NOT : Bu arada hemen belirtelim ki kaynaklarımız sağlam. Yani en azından “cemaat”in ciddiye alacağı kaynaklara sahibiz. Buyrun Mübarek’in özel temsilcisi ve Mısır müftüsünün onur konuğu oldukları programın Hocaefendi’nin kendi web sitesindeki haberi: http://tr.fgulen.com/content/view/17130/37
Kaynak: haber5

FETÖ’yü örgütleyen Kenan Evren’in damadıydı
13 Oca, 2017

FOTOĞRAF: Kenan Evren’in damadı Erkan Gürvit

FETÖ elebaşı Gülen’in de yer aldığı 73 sanıklı FETÖ çatı davasında ifadesi alınan Selim Çoraklı’dan flaş açıklamalar: İhtilalden sonra Kenan Evren’in damadıyla bu yapı örgütlendi. Bu yapı devletin bilerek tercihi. Türk-İslam sentezi fikrini kabul edip devleti yeniden dizayn ettiler.

FETÖ elebaşı Fetullah Gülen’in de yer aldığı 73 sanıklı Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması (FETÖ/PDY) çatı davasında “tanık” olarak ifadesi alınan gazeteci yazar Selim Çoraklı, örgütün sınav sorularını çalmasına örnek verirken, “Körfez Dershanesi Müdürü Ahmet Kırmıç ile üniversite sınav sorularını beraber çaldık. Sorular yan binadaydı, korunaklı da değildi. Aldık, getirdik, Körfez Dershanesi öğrencilerine verdik, ertesi gün sınava girdiler.” dedi.

Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesindeki duruşmada, örgütten 1999’da ayrılan Çoraklı, Mahkeme Başkanı Selfet Giray’ın sorularını yanıtladı.

Zaman gazetesi kurulduğunda Fehmi Koru’nun yönetiminde olduğunu, daha sonra gazetenin cemaate geçtiğini belirten Çoraklı, Cemal Doğan ismiyle bu gazetede yazılar kaleme aldığını, 1992-1995 yıllarında bu gazetenin Makedonya baskısını çıkardığını ve o bölgenin imamlığını yaptığını aktardı. Makedonya’dan sınır dışı edildiğini ve ülkeye döndüğünde cemaatin “kredi yurtlar imamlığını”, “ege üniversiteleri imamlığını” yaptığını dile getiren Çoraklı, Sızıntı dergisinin yayınevinde çalıştığını, bir suçtan arandığı için farklı isimlerle yazı kaleme aldığını kaydetti.

“17-25 ARALIK’TAN SONRA ANA KADRO YAKALANSAYDI 15 TEMMUZ OLMAZDI”

Selim Çoraklı, bir gazeteci olduğu için arşivleme alışkanlığı bulunduğunu ve yapıyla ilgili çok güçlü bir arşivi olduğunu belirterek, 2014’te emniyete bine yakın dosya verdiğini, TSK, yargı ve polis içindeki hücre tipi yapılanmayı anlattığını, ancak hiçbir yetkilinin yakın zamana kadar bununla ilgilenmediğini ileri sürdü. Çoraklı, “Bu konuda bir gevşeme, gecikme söz konusu. 17-25 Aralık’tan sonra bu yapının ana kadrosuna operasyon yapılsaydı, 15 Temmuz olmazdı.” dedi.

“SENİ YETİŞTİRECEĞİZ GENERAL YAPACAĞIZ”

Mahkeme Başkanı Giray’ın, örgütün nihai amacının ne olduğunu sorması üzerine Çoraklı, FETÖ elebaşı Gülen’in kendisinin de bunu ifade ettiğini, örgütün ihtilal yapmayı kafaya koymuş bir yapı olduğunu söyledi.

Çoraklı, “Biz ortaokul ikinci sınıftan bir çocuğu alıyoruz, ‘Bak bu devleti yönetenler dinimize düşman, biz seni yetiştireceğiz general yapacağız, onların yerine geçeceksiniz ve bu ülkeyi ele geçireceğiz.’ diyoruz. Propaganda buydu. Bunun için de zeki çocuklar seçilirdi, hiçbiri sıradan değildi.” ifadelerini kullandı.
Gülen’in uluslararası istihbarat örgütlerince, yurt dışında radikal İslami hareketlere karşı desteklendiğini kaydeden Çoraklı, Gülen’in “Devletin şerrinden Papa’nın şefaatine sığındık” dediğine şahit olduğunu belirtti.
FETÖ elebaşı Fetullah Gülen’in de yer aldığı 73 sanıklı Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması (FETÖ/PDY) çatı davasında “tanık” olarak ifadesi alınan gazeteci yazar Selim Çoraklı, örgütün sınav sorularını çalmasına örnek verirken, “Körfez Dershanesi Müdürü Ahmet Kırmıç ile üniversite sınav sorularını beraber çaldık. Sorular yan binadaydı, korunaklı da değildi. Aldık, getirdik, Körfez Dershanesi öğrencilerine verdik, ertesi gün sınava girdiler.” dedi.

Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesindeki duruşmada, örgütten 1999’da ayrılan Çoraklı, Mahkeme Başkanı Selfet Giray’ın sorularını yanıtladı.
Zaman gazetesi kurulduğunda Fehmi Koru’nun yönetiminde olduğunu, daha sonra gazetenin cemaate geçtiğini belirten Çoraklı, Cemal Doğan ismiyle bu gazetede yazılar kaleme aldığını, 1992-1995 yıllarında bu gazetenin Makedonya baskısını çıkardığını ve o bölgenin imamlığını yaptığını aktardı. Makedonya’dan sınır dışı edildiğini ve ülkeye döndüğünde cemaatin “kredi yurtlar imamlığını”, “ege üniversiteleri imamlığını” yaptığını dile getiren Çoraklı, Sızıntı dergisinin yayınevinde çalıştığını, bir suçtan arandığı için farklı isimlerle yazı kaleme aldığını kaydetti.

ABD VE İSRAİL BÜYÜKELÇİLİĞİNE RAPORLAR

Örgüt üyelerinin ABD ve İsrail Büyükelçiliklerine raporlar götürdüğünü ifade eden Çoraklı, bazı imamların Amerikan ve İsrail büyükelçiliklerine, rapor göndermesinin istenmesi nedeniyle isyan ettiğini belirtti.

Çoraklı, “Ben Makedonya’da çalışırken, Mustafa Özcan Balkanlar imamıydı. Benden bazı yabancı devletlerin büyükelçiliklerine rapor götürmemi isteyince kovdum. Makedonya’da BM askeri gücü vardı. Bana BM kimliği vermişlerdi. Verdikleri akreditasyonla her yere girip çıkıyordum. BM benim gibi bir gazeteciye neden kimlik versin? O ilişkileri görünce bu yapının uluslararası istihbaratın güdümünde olduğunu fark ettim.” ifadelerini kullandı.
Abdullah Çatlı’nın 1970’li yıllardan beri ülkü ocaklarından arkadaşı olduğunu belirten Çoraklı, “Romanya ve Bulgaristan’dan cemaatin bazı paralarının – buna artık ‘kara para mı’ dersiniz- onun kanalıyla getirildiğine şahidim.” dedi.

“LİYAKATE DEĞİL İTAATE DAYALI”

Örgütün iş dünyasında ihaleleri yönlendirmek için iş adamlarını dinlediğini ifade eden Çoraklı, Zaman’da çalıştığı dönemde Naci Tosun’un da kendisini dinlettiğini öne sürdü.

Örgüt içerisinde yükselmenin liyakate değil itaate dayalı olduğunu da belirten Selim Çoraklı, Ekrem Dumanlı ve Hidayet Karaca’nın bulundukları yere gazetecilik becerilerinden dolayı gelmediklerini söyledi.

“KENAN EVREN’İN DAMADIYLA BU YAPI ÖRGÜTLENDİ”

Çoraklı, Gülen’in güç ve iktidar hastalığına yakalandığını dile getirerek, böyle bir kişinin medyanın gücünü kullanmasının da doğal olduğunu kaydetti.

“Örgütün devlete sızdığı” ifadesine katılmadığını aktaran Çoraklı, “Bu, devletin tercihidir. 1980’li yıllarda bu yapıyı Süleyman Demirel destekledi. İhtilalden sonra Kenan Evren’in damadıyla bu yapı örgütlendi. Bu yapı devletin bilerek tercihi. Türk-İslam sentezi fikrini kabul edip devleti yeniden dizayn ettiler. Turgut Özal iktidara geldi, üniversite ve lise mezunlarını askerlik yapmadan polis olarak aldılar. O dönemde girenlerin hepsi cemaat mensubudur.” ifadelerini kullandı.

“KADINLARI KULLANARAK ENGEL GÖRDÜĞÜ BİRÇOK KİŞİYE KUMPAS KURDU”

FETÖ’nün kadınları kullanarak, kendisine engel gördüğü bir çok kişiye kumpas kurduğunu da ifade eden Çoraklı, “Geneleve imam atayan bir yapıyla karşı karşıyayız. Eskort kızlar yetiştirip, değişik yerlere musallat eden bir yapı. Nuh Mete Yüksel olayı bunun en basit örneği. Kasetler çıkınca görüntülerdeki kadınlar hiç araştırılmıyor. ‘O kadınlar kim?’ diye araştırın, MHP’lilerin kasetlerindeki kadınları araştırın bakalım kim çıkacak? Bunların altından FETÖ’nün çıkacağını biliyorum. Bu yapıdan başka kimse bunu yapamaz. Sizin zaaflarınız vardı, keşfettiler ve kullandılar.” dedi.

“MERT OLMAK LAZIM”

Daha sonra sanıklardan kimleri tanıdığı sorulan Çoraklı, “abi” diye hitap ettiği Alaaddin Kaya’nın Zaman Gazetesi’nin uzun yıllar imtiyaz sahibi olduğunu söyledi. Kaya’nın, gazeteyi sattığını ve sonra hiçbir işe karışmadığını söylediğinin belirtilmesi üzerine Çoraklı, “Eski abilerimi tenzih ederim ama mert olmak lazım. Bir şey yaptınız, sahip çıkın. Neden inkar ediyorsunuz? ‘Yaptım.’ deyin. Ben kendimi de ihbar ettim. ‘1999’a kadar vardım, suçum varsa yargılayın.’ dedim. Yaptıysak, suçluyuz.” diye konuştu.

İlhan İşbilen’in de Zaman gazetesinden önce farklı yerlerde çalıştığını, gazeteciliğinden dolayı buraya geldiğini söylemesine karşılık Çoraklı, “Sizi Gülen, tayin etti. Yoksa kimse oralara gelemez.” dedi.

“ÜNİVERSİTE SORULARINI BERABER ÇALDIK”

Mahkeme Başkanı Giray’ın, örgütün sınav sorularını çaldığı iddialarına ilişkin bildiklerini sorması üzerine Çoraklı, “Körfez Dershanesi Müdürü Ahmet Kırmıç ile üniversite sınav sorularını beraber çaldık. Sorular yan binadaydı, korunaklı da değildi. Aldık, getirdik, Körfez Dershanesi öğrencilerine verdik, ertesi gün sınava girdiler. ‘Bu, hırsızlık değil, cihat’ diyorlar.” ifadelerini kullandı.
Selim Çoraklı, sorular üzerine Bank Asya’nın örgütün milyonlarca lirasının sisteme sokulması için kurulmuş olabileceğini ifade etti.

Bir başka soru üzerine Çoraklı, “Ergenekon yok değil ama suçlu 3-5 kişi varsa, yanına 300-500 kişi koyarak bu işi de sulandırdılar.” dedi.
Aydınlık

Mesut Yılmaz: Sakın ha! Cemaatin üzerine giderseniz...
05 Ağustos 2016



Eski Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral, 1998 yılında dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz'dan "Devlet içindeki cemaatçi kadrolara yönelik bir çalışma yapmak için izin istediğini ancak Yılmaz'ın kendisine 'Sakın ha! Ecevit bu Cemaat'e meftûndur, böyle bir çalışma yaptığınızı duyarsa hükümeti yıkar' dediğini"

CNN Türk'te yayımlanan programa telefonla katılan eski Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral, görev yaptığı dönemde devlet içindeki Cemaat kadrolarına yönelik bir çalışma yapmak istediğini anlattı.

Saral bu çalışma için izin almak amacıyla 1998 yılı Eylül ayında dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz ile görüştüğünü ancak Yılmaz'ın kendisine "Sakın ha! Ecevit bu Cemaat'e meftûndur, böyle bir çalışma yaptığınızı duyarsa hükümeti yıkar" dediğini söyledi.

Saral'ın Yılmaz'ın ağzından aktardığı 'meftûn' kelimesi; gönül vermiş, tutkun anlamına geliyor.

Bu görüşmenin gerçekleştiği dönemde Mesut Yılmaz'ın Başbakan, Ecevit'in Başbakan Yardımcısı olduğu ANASOL-D hükümeti görevdeydi. 25 Kasım 1998'de bu koalisyon hükümeti istifa etti. Saral, hükümetin istifasının ardından 1999 yılında, kendisine yakın polis müdürleriyle birlikte Cemaat hakkında bir rapor hazırladı.

"Fethullah Gülen ve Işık Tarikatı" adlı raporda Cevdet Saral dışında, hâlihazırda Zonguldak Emniyet Müdürü olan Osman AK ve Emniyet Başmüfettişleri Zafer Aktaş ile Ersal Dalman'ın imzaları bulunuyor.

Eski başbakanlardan Bülent Ecevit, inançlara saygılı laiklik anlayışını savunuyordu. Fethullah Gülen'le görüşmüş, bu görüşmelerden sonra Gülen'le ilgili izlenimlerini şu sözlerle anlatmıştı:

"Açıklamalarında laiklikle ters düşmemeye özen göstermişti, çağdışı bir akım temsil etmiş olabileceğiizlenimi vermemişti. Kuşku uyandırıcı tavırlarına tanık olmamıştım."
Cumhuriyet

Burhan Kuzu'yu yakacak görüntüler



AKP Milletvekili ve Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Burhan Kuzu'nun, Fethullah Gülen'le aynı sofrada buluştukları ortaya çıktı.A+A-

AKP Milletvekili Burhan Kuzu’nun Fethullah Gülen’le birlikte yemekteyken çekilmiş fotoğrafları yayımlandı.

Ahmet Hakan’ın sunduğu Tarafsız Bölge programına konuk olan AKP’li Burhan Kuzu, AKP’liler arasında bir tane bile "ByLock" kullanan vekil olmadığını savunmuştu. Burhan Kuzu’nun “AKP içinde, vekil bazında söylüyorum, benim bildiğim bir tane 'FETÖ’cü yok” sözlerine sosyal medyadan tepki geldi.

Gazeteport'taki habere göre, sosyal medya kullanıcıları, Burhan Kuzu’nun Fethullah Gülen’le birlikte yemekteyken çekilmiş fotoğraflarını paylaştı. Aynı fotoğrafta son günlerde Sözcü’ye yapılan operasyonla ilgili açıklamaları tartışma yaratan Fehmi Koru’nun yanı sıra Hüseyin Gülerce ve Ahmet Keleş de aynı karede görülüyor.Sofrada Burhan Kuzu'nun, Gülen'in sağında oturduğu görülüyor. 
Kaynak: habersol

CHP’li Yüksel "FETÖ her yere sızmış; bir tek 'AKP'ye sızamamış.!"
04 Haziran 2017

Cumhuriyet Halk Partisi Eskişehir Milletvekili Av. Cemal Okan Yüksel’in Meclis’te yaptığı konuşma ülke gündemine oturdu.

CHP’li Yüksel, Fethullah Gülen Cemaati ile AKP ilişkilerini değerlendiririken, AKP'li vekiller Meclis sıralarında adeta, sus pus oldu! Meclis başkanı da dahil, ne karşı çıkabildiler nede bir cevap verebildiler.!! AKP’nin OHAL ve KHK’lar ile halkı sindirmek istediğini söyleyen Yüksel; “Bu örgüt her yere sızmış da, bir tek AKP’ye mi sızamamış?” dedi.
habererk

“2010'da bu 18 madde geçseydi Adalet Bakanı Zekeriya Öz, Milli Savunma Bakanı Adil Öksüz olurdu”
29 Mart 2017 21:34



MHP'den ihraç edilen Meral Akşener, 2010'da referandumla kabul edilen anayasa değişikliğiyle AKP'yi uyardığı ve haklı çıktığını söyleyerek, "Eğer o 2010 anayasası içine 16 Nisan'da oylayacağımız 18 madde de geçmiş olsaydı, sayın Erdoğan da partili Cumhurbaşkanı seçilseydi ve Bakanlar Kur
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pts Hzr 05, 2017 1:45 am tarihinde değiştirildi, toplam 15 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş May 05, 2011 11:56 pm    Mesaj konusu: ABD'den Usame'ye Kurşun, Gülen'e Ödül Alıntıyla Cevap Gönder

Gülen'in annesi kim?
12.08.2016



Yeni Şafak Gazetesi yazarı Tamer Korkmaz, Fetullah Gülen hakkında son derece çarpıcı bir iddiayı gündeme taşıdı.

İşte o yazı...

Fetullah Gülen'in Almanya'ya gitmek için 24 Mart 1986 tarihinde Emniyet'e verdiği Pasaport İstek Formu'nda enteresan bir detay göze çarpıyor. O formdan annesinin adının “Rabin” olduğunu öğreniyoruz! Halbuki, annesinin ismi “Refia” olarak biliniyor.

Refia değil “Rabin” diye beyan ettiğine göre annesinin asıl adı budur.

Bu belge ilk kez yayınlandığında; Paralel Medya, Gülen'in annesinin isminin “Refia” olduğunda ısrar etmiş, ağzını bozarak hakikati gizlemeye çalışmıştı.

*

“Rabin” Yahudilerce “kutsal” sayılan isimlerden birisidir!
Mister Gülen'in annesinin Müslümanların asla kullanmayacağı bir isme sahip olmasının sebebi nedir?
Gülen, annesinin gerçek ismini bundan otuz yıl önce Pasaport İstek Formu'nda beyan ettiğinde Türkiye kamuoyunda pek tanınan ve bilinen bir sima değildi. Aradan geçen bunca yıllık sürede hem kendisi hem de Paralel Yapı annesinin ismini itina ile gizledi. “Refia” ismi ile “Rabin”in üzerini örttüler.
Bu mevzuda “çekindikleri hususun” ne olduğunu öngörmek hiç de zor değildir.
Fetullah Gülen'in annesi Rabin, “Edirne Müdafii” olarak da bilinen Mehmet Şükrü Paşa'nın ailesindendir. “Şükrüpaşazadeler” diye anılıyorlar.
Mehmet Şükrü Paşa'nın (1857 Erzurum-1916 İstanbul) atalarının, yüzyıllar önce “İspanya'dan Türkiye'ye (Edirne) göç etmiş olan “Sefarad Yahudilerinden” olduğuna dair ciddi iddialar vardır.
Şükrü Paşa'nın Edirne'deki İkinci Ordu Birinci Fırka Topçu Komutanlığı'na atanmasından sonra Balkanlar'da “Osmanlı'nın içeriden yıkılması için savaşan” çetelerin azdığına dikkat çekenler, onun Ordu'daki seri yükselişi ile “masonluğu” arasında da bağlantı kurmuşlardır!

Osmanlı Ordusu saflarındaki Sabetaycı ve de Mason locasına mensup subayların varlığı -dahası 19. Yüzyıl'ın sonlarından itibaren yaygınlaştığı- ayrıntılarıyla biliniyor.
Mesela, 1901 ile 1908 yılının Nisan ayı arasında “Macedonia Risorta” locasında 188 kişinin tekris edildiğini; bunlardan 23'ünün Rumeli'de karargâh kurmuş olan İkinci ve Üçüncü Kolordu'nun üst rütbeli muvazzaf subayları olduğunu Angelo Iacovella'nın “Gönye ve Hilal: İttihat Terakki ve Masonluk” adlı kitabından öğreniyoruz.
Macedonia Risorta Locası'nın matrikül listesinde yer alanlar arasında; Sultan İkinci Abdülhamit'e 27 Nisan 1909'da “tahttan indirildiğini” bildiren dört kişiden birisi olan Yahudi asıllı avukat ve siyasetçi Emmanuel Carasso (Emanuel Karasu) da vardır!

*

CIA şeflerinden Paul Henze'nin yakın dostu Kasım Gülek'in aracılığı ile 1975 yılında mason locasına dâhil olan Mister Gülen'in ABD'deki önde gelen Yahudi kuruluşları ile münasebeti ise 1990'lı yılların ikinci yarısında gelişmiştir…
FETÖ'nün “Kâinat İmamı!” 21 Mart 1999'da ABD'ye gitmeden bir yıl kadar önce 12 Mart 1998'de, İstanbul'da “Amerikan Yahudi Örgütleri Başkanları Konferansı” heyetini kabul etmişti.
O dönemde üç günlük bir ziyaret için Türkiye'ye gelen Yahudi Liderler Heyeti, Ankara'da üst düzeyde kabul görmüş; Başbakan Mesut Yılmaz, TBMM Başkanı Hikmet Çetin ve Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir'le görüşmüştü.
Nisan 1997'de Refahyol'a “Beceremediniz gidin” diye seslenip darbecilerin safında yer alan Gülen, 28 Şubat sürecinde Çevik Bir'e yazdığı mektupta övgüler sıralamıştır.

*

Fetullah Gülen Yahudi Liderler Heyeti ile buluşmasından kısa bir süre önce 9 Şubat 1998'de Vatikan'da Papa İkinci Jean Paul'ü ziyaret etmişti.
Görüşme esnasında Papa'ya sunduğu mektupta aynen şöyle diyordu: “Papa 6. Paul Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarası Diyalog için Papalık Konseyi misyonunun parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz…”

*

Mister Locaefendi, Papa İkinci Jean Paul ile görüşmesinden tam dört ay evvelinde ise (9 Ekim 1997) önde gelen bir Yahudi örgütü olan ADL'in (Anti Defamation League) Başkanı Abraham Foxman ile İstanbul'da kucaklaşmıştır.
Buraya dikkat; Vatikan'ın “Dinlerarası Diyalog” projesi, Yahudi örgütü ADL'in de “çok özel misyonları” arasındadır!
FETÖ'nün Mister Locaefendi'si hem Hıristiyan hem de Yahudi liderlerle yıllar öncesinden beri bütün hücreleriyle işbirliği içindedir…
Bu derin birlikteliğin hedefinde genel manada İslam, özelde de Bağımsız Müslüman Türkiye vardır!

*

Haçlı Siyonist Cephesi'nin İşgal Kuvvetleri Komutanı Gülen'in lokomotifliğindeki FETÖ; 15 Temmuz'da Türkiye'yi ele geçirmek ve eskiden olduğu gibi Batı'nın sömürge devleti/ülkesi yapabilmek gayesiyle kanlı darbe girişiminde bulunmuştur.
Darbe kalkışmasının başarısızlığa uğraması, FETÖ ile birlikte İslam düşmanı Batılı devletlerin de büyük yenilgisidir.
İşte bu devasa hezimet, “Rabin oğlu Fetullah”a fevkalade bir bunalım yaşatıyor.
FETÖ elebaşısının yeni tehditler savurması bundan dolayıdır."

milligazete.com.tr

Şamil’i de Karalamışlardı Bir Zamanlar
Dr. Hayati Bice
16 Mayıs 2011



Bugün bütün müslümanların gönlünde ve kalbinde mümtaz bir yeri olan Şeyh Şamil’in cihad emirliğini yürüttüğü yıllardan itibaren kendisine ve önderlik ettiği cihad faaliyetine çeşitli nedenlerle karşı çıkanların olduğu bilinir.

Usame bin Ladin’in ölüm haberinin açıklanması sonrasında yazdığım bir önceki yazım ile ilgili olarak bana ulaşan tepkilerin önemli bir kısmı bir tasavvuf mürşidi olan Şeyh Şamil ile selefi -ve hatta bazılarına göre vehhabi -inançlarını İslâm dünyasına yaymak için silahlı bir mücadele başlatan Usame bin Ladin’i nasıl olup da özdeşleştirebildiğim konusunda yoğunlaştı.

İslâm’da cihadın yeri/yöntemi konusunda son yıllarda ortaya çıkan kafa karışıklığı, ‘Ilımlı İslâm’ tartışmalarının tahmin ettiğimin ötesinde bir etki oluşturduğu anlaşılıyor. Bu nedenle özellikle, -artık üzerinde soğukkanlılıkla konuşulmasına imkân verecek kadar yeterli bir süre geçmiş olan- İmam Şamil’in efsanevî cihadının nasıl değerlendirildiği konusunu açıklığa kavuşturma gereği ortaya çıktı.

Öncelikle şunu belirmeliyim ki, hiçbir zaman İmam Şamil ile Usame bin Ladin’i özdeşleştirme gibi bir düşüncem ya da niyetim olmadı. Yazımda dikkat çekmek istediğim husus, medyatik propaganda mekanizmaların etki alanına -çoğu farkında olmadan- giren müslümanlar tarafından “en vahşi bir terörist” olarak takdim edilen Usame bin Ladin ile ilgili genel ve anahatlarıyla olumsuz yaklaşımı sorgulamaktı. Buna neden gerek duyduğumu anlatabilmem için yıllarca önce Afganistanlı mücahid önderlerinden işittiğim övgü dolu sözler bir yana sadece şu işaret ettiğim “din adamı”nın demeci dahi yeterlidir. Sonuçta bir Müslüman olduğunu kimsenin inkâr edemeyeceği Usame bin Ladin hakkında müslümanlar arasında yürütülen kampanya, olumsuz bir propaganda o derecede abartılmıştı ki; bugün –kaderin rgarib ve acîb bir cilvesi olarak- ismi siyasi polemiklerle; kaset sızdırma operasyonları ile birlikte anılan bir “cemaat önderi” kendisi için ‘dünyanın en nefret edilesi kişisi’nin “Usame” olduğunu dahi söyleyebilmişti. (1)

Bugün bütün İslâm dünyasının olumlu bir İslamî önder olarak kabul ettiği İmam Şamil hakkında bir zamanlar ne gibi suçlamalar, ne gibi olumsuz sıfatlar yakıştırıldığını bilmeyen okurun Usame bin Ladin’i gelecek kuşakların “malı ve canı ile Allah için” cihad meydanına çıkmış bir “örnek kahraman” olarak değerlendirilebileceği ihtimalini ne yazılırsa yazılsın kabullenememesi mümkündür. Bunu anlayış ile karşılayabilirim.

Bu olumsuz sonuçta şahsım adına İmam Şamil’in yaşadığı süreçte ve ölümünden sonra yapılan soğukkanlı muhasebenin nasıl çıkarıldığı konusunda, bir önceki yazımda okura yeterince bilgi veremememin de etkisi olduğunu kabul ediyorum. (Bu yetersizlikte bir makale olarak zaten oldukça fazla hacme ulaşan yazımı bir yerde noktalamak gereği etkili oldu.)

Ancak ‘İslâm adına konuşma yetkisi’ni kendisinde gören hiçbir kimse –üstüne üstlük üzerine hiç de vazife olmadığı halde- küresel/egemen güç odaklarınca oluşturulan kara propaganda girdabına kapılıp herhangi bir müslümanı ‘günah keçisi’ ilan edip taşlama gösterilerine eliyle/diliyle ortak olamaz; bu vebali yüklenemez. Bunu herhalde en iyi bilmesi gereken yaygın TV/medya mecralarında günah keçisi ilan edilip ülke dışına ‘hicret etmek (?)’ zorunda kalan birisi olmalıdır bu ülkede….

İmam Şamil’in cihadı nasıl değerlendirildi?

Rus işgal güçlerine karşı 1834-1859 yılları arasında Dağıstan’ın tamamında ve kısmen Kafkasya’da sürdürülen cihadın bölge müslümanları için maddi ve manevi ağır sonuçları olduğu bilinir. 25 yıl süren bir cihad savaşımında kendilerinden sayı olarak kat ve kat güçlü ve silah yönünden de kıyas kabul etmeyecek kadar teçhizatlı Rus ordularının bölgede katlettiği müslüman sayısı kesin olarak bilinmemekle beraber yüzbinlerce olduğu söylenebilir. (Son 20 yıllık süreçte sadece Çeçenistan’da Ruslar tarafından katledilen müslümanların sayısının onbinleri bulduğu düşünülürse bu rakamın bir abartma değil gerçeğin ifadesi olduğu anlaşılacaktır.)

Kafkasya ve Dağıstan’ın insanî kayıpları sadece şehidlerle sınırlı kalmamış zirvesine 1864 yılında ulaşan bir Kafkasya’dan Osmanlı topraklarına göç ile de bölgenin Müslüman nüfusu büyük bir kayba uğramıştır. 20. yüzyılın başlarına kadar etkileri devam eden bu göç dalgalarının bölgedeki Müslüman nüfusunun Rus kolonizasyonu önünde azınlığa düşmesi ile sonuçlanan bu sürecin etkisini bugünkü Kafkasya ve Dağıstan’da dahi gözlemleyebilmek mümkündür. İmam Şamil’in kişiliğinden ve mücadelesinden bağımsız olarak bakıldığında bu sürecin bölge müslümanları için olumlu yönde gelişip sonuçlandığını söyleyebilmek ise –maalesef- zordur.

Rasyonel olarak bakıldığında normal demografik gelişim sekteye uğramış olmasa bugün Kafkasya ve Dağıstan’da en az 20 milyon müslümanın yaşıyor olması gerekirken bu sayının ancak 5 milyon civarında kalmasının cihad yıllarında ve sonrasındaki zorunlu göç sürecinde uğranılan insan kayıpları ile doğrudan doğruya bağlantılı olduğu söylenebilir. Ayrıca askerî Rus kolonizasyonunun bütün ağırlığı ile bölgeye çullanmasında stratejik hesaplar kadar cihad yıllarının Ruslara çıkarttığı acı fatura da etkili olmuştur. Bu faktörler dikkate alındığında İmam Şamil’in cihadının bölge müslümanlarının kaderinde nasıl bir rol oynadığı hakkında dünyevi açıdan bakıldığında olumlu sözler söyleyebilmek güçleşir. Ancak bir müslümanın nihai muhasebesini sadece dünyevi kâr-zarar hesapları ile bağlaması imkânsızdır.

İmam Şamil’e Karşı Çıkanlar Kimdi?

Bugün bütün müslümanların gönlünde ve kalbinde mümtaz bir yeri olan Şeyh Şamil’in cihad emirliğini yürüttüğü yıllardan itibaren kendisine ve önderlik ettiği cihad faaliyetine çeşitli nedenlerle karşı çıkanların olduğu bilinir. İmam Şamil’i bölge insanlarını kırdırmak ile suçlayanlar arasında Rus kara propagandalarının tesir alanındaki gafiller olduğu gibi, takvâ sahibi ve âkil müslümanlar olduğu da bir gerçektir. Hatta İmam Şamil’in kendi ailesinden bazı isimlerin de cihadın sonuçları hakkında muhalefet ettikleri tarihin kaydına girmiştir. Bu isimler arasında Ruslara esir düştüğünde Rus askeri akademisinde eğitilen ve bu sırada Rus ordusunun maddi gücünü yakından gözlemleyen oğlu Cemaleddin dahi vardır. (2) İmam Şamil’in cihadını sürdürürken koyduğu -oldukça katı olduğunu kabul etmemiz gereken- şer’î yasaklarını çiğneyen annesini ve İmam Şamil’in şeriat söz konusu olduğunda öz annesine bile uyguladığı tavizsiz tavrını anlamamızı sağlayan bir olay ile ilgili anlatım ise insanî yönden son derecde dramatik bir öykünün dile getrilmesidir.(3)

25 yıl boyunca süren yıpratıcı bir cihad savaşımı sonrasında, 1859 yılı Ağustos’unda, yanında –nasılsa sağ kalabilmiş- bir avuç (sayılarının sadece yüz kadar olduğu bildirilir) mücahidi ile birlikte Gunib dağında Rus generali Prens Baryatinski’ye teslim olmak zorunda kalan Gazi İmam Şamil’in Dağıstan ve Kafkasya tarihindeki rolüne nihai notu vermek o yüzden sanıldığı kadar kolay değildir. “25 yıl “Rusları Dağıstan’a sokmamak” adına dökülen bunca kana; verilen bunca cana değer miydi?” sorusu da, emin olun öyle kolay cevaplanabilecek bir soru değildir. Ruslara esir düştükten sonra 10 yıl Kaluga şehrinde göz hapsinde tutulan İmam Şamil’in gittiği tiyatro salonunda Rus seyirciler tarafından ayakta alkışlanması gibi mizansenlerden bugüne kalan rasyonel olarak bakılırsa nedir ki?

Londra’da İmam Şamil için övgü dolu makaleler yazan Karl Marks örneği ortada iken Dağıstanlı soydaşları, -hatta oğlu ve annesi bile- acaba neden İmam Şamil’i daha sağlığında sorgulamak ihtiyacı hissetmişlerdi? Buradaki dilemmayı çözemeyenin yarının tarihinde Usame’nin bir İslam kahramanı olarak algılanması ihtimalini anlayabilmesi imkânsızdır.

Sadece sağlığında değil ölümünden sonra da İmam Şamil hareketinin Kafkasya ve Dağıstan için ifade ettiği anlam hep sorgulanagelmiştir. Bu sorgulama içerisine girenlerin bir kısmı ateist komünistler olsa dahi önemli bir kısmının İmam Şamil’in yanıbaşında savaşarak şehadet mertebesine ulaşmış dedelerin torunu müslümanlar -hatta sufiler- olduğu bilinir. Ateist- komünist egemenlere yaranma içgüdüsü ile Şeyh Şamil’i karalama kampanyalarının yakın tarihlere kadar bütün Sovyet coğrafyasında din aleyhdarı kampanyaların gözde temalarından birisi olarak sürdürülmüş olduğunu kaydetmeliyim. Bu noktada çok ibretlik bir öykü teşkil eden İmam Şamil’in soydaşı Avar şair Rasul Hamzat’ın tavrını yansıtan ve çok tipik bir örnek oluşturan aşağıdaki şiirini okuduğunda sanırım konunun anlaşılması okur için de biraz kolaylaşacaktır.

Dağıstan’da Şeyh Şamil’i Karalama Kampanyaları

Dağıstan ve Kafkasya’da İmam Şamil’in önderliğindeki direnç kırıldıktan sonra bölgeye yerleşen Rus sömürgeciliği, 1917 komünist devrimi sonrasında da, Çarlık Rusyası döneminden daha da şiddetli olarak, hem askerî sahadaki işgallerle hem de ideolojik vasıtalarla hız kesmeden devam ettirilmiştir. Komünizmin ağır propaganda makinasının etkisine girenler arasında bir örnek var ki, ibretle hatırlarım her defasında: Dağıstan’ın en ünlü şairlerinden Rasul Hamzat, 1952 yılında yazdığı bir şiir ile “Dağlıların Unutulmaz Önderi”ni İmam başlıklı şiirinde şu satırları ile karalıyordu:

İngilizler ona itina ile bir sarık sardılar,

Türkler de sakalını dikkatte kınaladılar,

Daha önemlisi Kur'an'ı eline verip

Çelikten bir kılıçla ortaya saldılar.

İşte size dağlıların imamı ki,

O Allah'ın yeryüzündeki vekili.

O ilkin, kılıcıyla Dağıstan evlatlarını biçti.

Dağlı itaatli değildi, Şamil'in önünde kabahatliydi.

Sonra sıra Rus evlatlarındaydı,

"Dinsizleri kesiniz" diye cihad ilan etti.

Ne getirdi İmam'ın hak ve din kılıcı?

Ne kazandırdı, neyi korudu, kimin içindi bu cihad?

Dumanlarla kaplanmış avullarına yıkıntı ve korku;

Haydutlara bolluğu, hakikatli(!) mollalarına hilebazlığı.

Neler korudu onun çekilmez istibdadı?

Kara perdesi yalanın, açlığın ve can korkusunun.

Ekinler için yangınlar, milleti için haksızlık, cehalet.

Yılanlara yatak oldu, Çeçenistan ormanlarında yuvalar.

Ölülere mezar, yaralılara ölümden de beter ızdırablar,

Yavrulara yetimlik, dullara sonsuz iniltiler.

İmam için yok yoktu, yetmezdi onyedi katırda altınlar,

Şöhreti ve yedi karısı...

Neyi korudu o İmam'ın kanlı kılıcı?



Gebermek için bile O, Dağıstan'a dönmedi.

Çeçen kurtlarıyla, yılan İnguşlara gerekti cesedi.

İngilizler gömdü O'nu Arabistan'ın kumlu tepelerine.(4)

Kendi soydaşı bir şairin Şeyh Şamil hakkındaki şu tüyleri diken diken edecek kadar saldırgan, iftira dolu satırlarını okuyup da öfkelenmeyen bir müslüman olabileceğini sanmıyorum. Tam metni bu sayfanın sınırlarını zorlayacak kadar uzun olan bu şiir, Şeyh Şamil ile Usame bin Ladin arasında neden ve nasıl bir ilişki kurulabileceğini anlaşılır kılmaktadır.

Şimdi şu şiirde yansıtılan İmam Şamil resmi ile günümüz medyasının kurguladığı Usame portresine biraz daha yakında bakalım: Şiirdeki ifade ile “İngiliz kuklası, “kan dökme heveslisi”, “dinsizleri kesin” emrini gözünü kırpmadan veren” Şamil ile “Amerikan imalâtı” olarak “binlerce masum Amerikalı, İspanyol ve hatta Türk’ün kanına giren” ; “ABD’li kâfirleri dünyanın neresinde olursa olsun yakalayıp öldürmek helâldir” fetvasını acımasızca veren Usame ne kadar da birbirine benzetilmiş. İlkinin “onyedi katır yükü altını var” ise ikincisinin “yüzlerce milyon dolarlık banka hesapları” vardır. Bir ortak noktaları da “sayısını bilmedikleri (?) eşleri” olmalı (!).. Aralarındaki tek fark Şamil’in ucundan kan damlayan keskin bir kılıcı var iken, Usame’nin yanı başında asılı, sıcak namlusundan barut dumanı tüten Kalaşinkof tüfeği olması herhalde !...

Aynı Rasul Hamzat, 1961 yılında yazdığı yeni bir şiir ile bu “kara çalan” satırları için İmam Şamil’in ruhundan özrünü beyan etmişse de; neye yarar ki… Artık kendisi de bu dünyadan göçmüş olsa bile maalesef hâlâ bu satırlarla hatırlanıyor. Bugün amel defteri kapanmış birisi olarak Dağıstanlı Avar şair Rasul Hamzat, ömrünün son yıllarında kaleme aldığı ve “Benim Dağıstanım” adı ile ülkemizde de yayınlanan anılarında İmam Şamil’in ruhunu incitmesine kefaret olması dileğiyle yazdığını düşündüğüm, Şeyh Şamil’in hayat kesitlerinden sayfalarca övgüler ile özür dileme tavrını sürdürdüğünü de hakşinaslık adına belirtmeliyim.

[img]İmam Şamil’den Ne Öğrenilmeli?[/img]

Korkarım ki, şimdi bu satırlarımı okuyan birileri de çıkar, ‘Şeyh Şamil’i karalama kampanyası’na benim de dahil olduğumu iddia ederler. (Bunun mümkün olamayacağını beni az-çok tanıyanlar bilirler ama, yine de “bilgi sahibi olmadan fikir yürütenler” in çokluğunu gördükçe endişe etmekten kendimi alamıyorum.) İmam Şamil’den bugün yaşayan bir müslümanın öğrenmesi gereken tek şey nedir denilse; kâfire boyun eğerek zillet içerisinde yaşamaktansa; mü’min izzetini koruyarak son damla kana kadar mücadelenin tercih edilmesidir, derim. Benim şahsım adına silsilesi bugüne kadar faal olarak gelmiş olan Nakşbendi mürşidi Şeyh Şamil’den aldığım ders budur. Şeyh Şamil’in tasavvuf geleneğini yaşatan silsilenin en bâriz vasfı da bu cihad ruhunu tasavvufî faaliyeti ile birlikte gnümüze kadar taşımış olmasıdır. (5)

25 yıl boyunca defalarca ölüm yüzyüze geldikten, onlarca kez ölümcül yaralar alıp iyileştikten sonra sonra ölüm meleğine âhir ömrünü yaşadığı Medine-i Münevvere’de sıcak bir yataktan selâm veren İmam Şamil’in iyi niyetinden; imanındaki samimiyetinden; takvâsından; verâsından kim, hangi müslüman şüphe edebilir? Öyleyse bugünden geçmişe bakıp İmam Şamil’i yargılayıp mahkûm etmenin müslümana yaraşır bir mantığı olamaz.

Dua edelim de, birgün cihad ya da esaret noktasında bir tercih yapmak zorunda kalınması halinde İmam Şamil’i olduğu gibi Usame bin Ladin’i de hatırlamak zorunda kalmayalım. (6)

Usame’nin Arkasından “Fahrî Cihad Muhasebeciliği” Yapmak Çok Ucuz

Usame için de yukarıdaki gibi bir aşağılayıcı şiir yazıldı mı bilmiyorum; ancak İmam Şamil örneğinden hareket ederek söylüyorum ki, bir gün gelecek bugün “terörist”, “eli kanlı katil”, dünyanın en nefret edilesi insanı” diye Usame bin Ladin hakkında ileri geri konuşup yazanlar, mahşer günündeki hesaba kalmadan, tarih önünde mahcub olacaklar. Bundan adım gibi eminim.

O gün hiç kimse Usame’nin selefi inançlarını, tasavvuf hakkında nasıl düşündüğünü sorgulamayacaktır; ne ‘istivânın mahiyeti’, ‘tevessül’; ne de kabirde dua etme gibi tartışmalarda, rabıtanın fıkhî hükmü konusunda neler düşündüğünü de hatırlayan çıkmayacağı gibi... Ancak Usame bin Ladin’in bütün dünya sathındaki ümmete İslâmda cihad diye bir farz olduğunu hatırlatması hiçbir zaman unutulmayacaktır. Ayrıca Allah yolunda malı ile hizmet edenlerin gündeme geldiği her yerde de Onun ismi saygı ile hatırlanacaktır.

İslâm’daki cihad farzının kanıtı olan onlarca ayet Kuran-ı Kerim’in iki kapağı arasında durmağa devam ederken İslami bir kimlik sahibi olduğuna inanan herkes ama herkes Usame hakkında konuşurken sözlerine dikkat etmek zorundadır. Hele de Uhud gazvesinde yaralanan ve öz amcası ‘Seyyidül-Şühedâ’ (=Şehidler Efendisi) “Allah’ın Arslanı” Hz. Hamza’nın şehid edildiği sahneleri vaaz kürsüsünden anlatırken “Seyyidina Hamza”, “Seyyidina Hamza” diye ettiği feryadlar hâlâ hafızâlarda canlı olarak duran, gözyaşları içerisinde figan eden birisi en az iki kere dikkat etmelidir!..

Usame’den de Özür Dilenecek Birgün…

İmam Şamil’in şanlı cihadının muhasebesini yapmanın soydaşı Rasul Hamzat’a bir faydası olmadığı gibi , ‘okyanus ötesi’nden Usame bin Ladin’in cihad eylemlerinin altına bir çizgi çekip ‘fahri muhasipliğe kalkma’nın da kimseye faydası olmadığını göreceğiz; mahşer gününe kalmadan…

Yazımın sonunda Usame bin Ladin’in ABD’ye karşı ilan ettiği cihad ilanından alarak ilk yazımın başına koyduğum iki satırlık şiiri –bu yazıda ismi geçmiş veya geçmemiş; şahsı ima edilmiş veya edilmemiş- herkes ile birlikte nefsime de, tekrar hatırlatmak istiyorum:

“Eğer ölüm önceden belirlenmiş kaçınılmaz bir kader ise,

Korkakça yaşayıp ölmek bir müslüman için utançtır.”

---------------------------------------

İletişim: atahayati@gmail.com

(1) Fethullah Gülen: “En Nefret Ettiğim Kişi Bin Ladin'dir” Zaman'dan Nuriye Akman'a konuşan Fethullah Gülen,"Dünyada en nefret ettiğim insanlardan bir tanesi Usame bin Ladin’dir. Çünkü Müslümanlığın dırahşan (aydınlık) çehresini kirletmiştir. Bir kirli imaj meydana getirmiştir. O korkunç tahribatı bundan sonra biz bütün gücümüzle tamire kalkışsak bile seneler ister" dedi. (23 Mart 2004) http://www.habervitrini.com/haber.asp?id=123439

(2) İmam Şamil’in oğlu Cemaleddin çocuk denilecek yaşta Ruslar’ın eline esir düşer. Petersburg’daki bir askeri okulda eğitime başlayan oğlu Cemaleddin, bir esir değişimi ile tekrar yanına geldiği babasına Ruslara karşı mücadelenin başarıya ulaşma şansı olmadığını söyleyip uzlaşma yolları aramasını tavsiye eder. Öz oğlunun moral bozucu bu tavsiyesi İmam Şamil’i çok öfkelendirir ve oğlunu cepheden uzak bir köydeki Nakşbendi mürşidi ve kayınbabası olan Cemaleddin Gazikumuki’nin yanına sürgüne gönderir.

(3) İmam Şamil, Dağıstan Emiri olarak ağıt, şarkı söylenmesini şu sözleriyle yasaklamıştı: "Şarkıda ya gülme, ya gözyaşı vardır. Bize, Dağlılara ise, şu anda ne gülme, ne gözyaşı gerekli. Biz savaşıyoruz. Erkeklik, yüreklilik, nice yıkıma uğramış olursa olsun, sızlanmamalı, yakınmamalı, ağlamamalıdır. Sizlere şiir, ağıt gerekliyse Kur'an okuyun..." Cihadının son günlerinde Ahulgo avulunun düşman eline geçtiği günlerde Dağlı kahramanların hemen hepsi savaş alanında şehid düşerek kaldılar. Düşmana tutsak düşmek istemeyen yaralılar kendilerini sarp vadilere atarak intihar ediyorlardı. İşte bu çetin günlerde kendisi de yaralanan İmam Şamil, kendi köyü Gimri'ye geldi. Daha atının dizginlerini müridlerine uzatmadan, köyün içerilerinde birinin ağıt söylediğini duydu: "Ağlayın ey Dağlılar, ağlayın Şehidlere ağlayın, yiğitleri ululayın. Ahulgo kalesini düşmanlar aldı Bir tek Dağlı sağ kalmadı..." Ağıtta daha sonra tek tek şehidlerin adları sıralanıyor, kara haberi duyunca dağlardaki bütün pınarların kuruduğu söylenerek, herkesin karalar bağlaması isteniyordu. Yine, dağlıları koruması, İmam'a güç vermesi, Petersburg'da Çar'ın elinde bulunan Şamil'in oğlu Cemaleddin'i koruması için Allah’a yakarılıyordu. İmam Şamil, ağıt yakılmasını yasaklama emrini dinlemeyip bu ağıdı söyleyenin cezalandırılmak üzere yanına getirilmesini buyurdu. Getirilen ağıtçı Şeyh Şamil’in öz annesi idi. İmam Şamil hiç gözünü kırpmadan annesi için yüz kırbaçlık had cezasına hükmetti; sonra da annesi adına kendisine bu şeriat cezasının uygulanmasını emretti.

(4) Rasul Hamzat’ın bu ibretâmiz şiirin tamamı ve özür dileme şiiri için bkz: Dr. Hayati Bice, Kafkasya'dan Anadolu'ya Göçler; s.145-169, Türkiye Diyanet Vakfı yayınları; Ankara-1991.

http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=13441

(5) Bu konuda yazdığım bir yazım için bkz: Dr. Hayati Bice, Global Planlarda Tasavvuf ; http://haber10.com/makale/16375/

(6) Türk basınında Usame bin Ladin’in ölümü sonrasında yazılan en güzel yazılardan birisine imza atan Ahmet Taşgetiren’in “cihad konusunda kafası karıştırılan” Türkler için yazdığı şu yazısını dikkatle okumayı herkese tavsiye ederim: “Amerikan cihadizmine serenat”

http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/153277-amerikan-cihadizmine-serenat-makalesi.aspx
Kaynak: haber10

Fethullah Gülen'e ABD'den büyük ödül

ABD'nin düşünce kuruluşlarından olan East West Institute (Doğu-Batı Enstitüsü -EWI) 2011 yılı barış ödülünü Fethullah Gülen'e verdi.Afganistanda katliam yapan bir generalinde yönetiminde olduğu kuruluş ABD politikalarına yön vermesi ile tanınıyor.

11 Mays 2011
Anadolu Haber

EWI Yönetim Kurulu üyeleri arasında bir dönem Başkan Barack Obama’nın Ulusal Güvenlik danışmanlığını yapan General James L. Jones, yine ABD Dışişleri eski bakanlarından Condoleezza Rice gibi alanında önemli isimler de bulunuyor. Bu sene kuruluşunun 30. yılını kutlayan EWI, uluslararası arenada saygın bir ödül olan 2011 Yılı Barış Ödülü’nü Fethullah Gülen'e vermesi oldukça tartışılacağa benziyor.

Zira yönetim kurulu üyelerinin özellikle General L.Jones'in 2006'lı yıllarda Afganistan’daki NATO operasyonunun komutanı olması ve General James L. Jones komutasında ki ABD askerlerinin bir çok Müslümanın katliamında rol oynaması Ödül'ün ismine bile tezatlık arzediyor.Uluslararası BARIŞ ödülünü kabul eden Fethullah Gülen'in ABD'nin ulusal çıkarları adına hareket eden bir kuruluştan böyle bir ödül alması gerçekten düşündürücü bulundu.

ABD kendi İslamcısını bulmuş

Bütün dünyada ABD denilince savaş ve katliam kelimelerinin akla geldiğini belirten bir araştırmacı yazar ise,Bu son derece esef verici bir olay,Mavi Marmara hadisesinde OTORİTE'den bahsedip İsrail tarafından katledilen insanların ŞEHİD bile sayılamayacağını dillendiren Fethullah Gülen'in ABD ile birlikte Türkiye'de de inanılırlığı kalmamıştır'ABD kendi İslamcısını bulmuş...! diyerek tepkisini dillendirdi.

"HARİKA İNSAN!"

Ödül gecesinde konuşma yapan EWI Başkanı ve CEO’su John Edwin Mroz, “Bu ödülü Sayın Fethullah Gülen’e vermekten büyük onur duyuyoruz.” dedi. Mroz, “Biz bu ödülü her yıl yalnızca bir defa veririz. Bu nedenle anlamı bizler için çok büyüktür.” diye konuştu. Başkanı ve CEO’su olduğu kuruluşun saygı, sorumluluk, tutku, disiplin gibi temel değerleri olduğuna işaret eden Mroz, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin de inandığı değerleri hayata geçiren bir insan olduğuna vurguda bulundu. Hocaefendi’yi samimi bir Müslüman ve inandıklarını yaşayan insan olarak tanımlayan Mroz, “İzleyeceğiniz video gösteriminde neden barış ödülünü bu harika insana verdiğimizi göreceksiniz.” ifadelerini kullandı.

Almanya orijinli EWI’nin kısa tanıtımının yapıldığı sinevizyon gösterimini, 2011 Yılı Barış Ödülü’nün niçin Gülen’e verildiğini anlatan video gösterimi takip etti. Sinevizyonda, Birleşmiş Milletler eski Genel Sekreteri Kofi Annan, ABD’nin eski başkanlarından Bill Clinton ve ABD Dışişleri eski bakanlarından James Baker ile Madeleine Albright’ın Gülen hakkında kişisel görüşlerini ifade eden sözlerine yer verildi. Sinevizyonda, 11 Eylül saldırılarından sonra Hocaefendi’nin Washington Post gazetesine verdiği demeçte, “Müslüman terörist olamaz, teröre bulaşan kimse de Müslüman kalamaz.” sözlerine vurguda bulunuldu.

Yüzlerce davetlinin katıldığı ödül programına Amerika’nın siyaset ve dış politikasına yön veren isimlerin katılması dikkat çekti.

Açık Cevap Veriniz
Mehmet Şevket Eygi
06 MAYIS 2011

Muhterem Diyalogçu kardeşime...
Selamdan sonra...
Bendeniz isim vererek hiçbir şahsı ve cemaati suçlamam. Tenkitlerim anonimdir. Yazılarımdaki suçlamaları üzerinize almış ve sorularımı, ithamlarımı cevaplandıracak yerde mukabil hücuma geçmişsiniz. Size tekrar çok açık ve seçik şekilde soruyorum:

Birinci soru: Bir tv kanalında bir Alman Diyalog programı yapıyor. Başlangıçta ekranda Sultanahmet Camii görünüyor. Onun arka planından bir haç yükseliyor yükseliyor, camiden büyük hale geliyor. Böyle bir şeyi İslam dini, Tevhid akidesi kabul eder mi? Bunun te'vili var mıdır? Lütfen samimi olunuz ve açık cevap veriniz.

İkinci soru: Mardin'de tarihi Kasımiye medresesinde Dinlerarası Diyalog (veya festival) yapılıyor. Çeşitli kiliselere mensup papazlar, patrikler... Diyanet'in bir müftüsü... Çanlar çılgınca çalınıyor, aynı zamanda Ezan'lar okunmaya başlıyor. Medresenin avlusunda bir havuz var, ortasında tahtadan derme çatma bir köprü yapılmış. Çanlar çalar, Ezan'lar okunurken papazlar ve müftü cenapları tantana ile oradan geçiyorlar. Rivayete göre o köprü Sırat köprüsünü temsil ediyormuş ve üç dinin mensupları oradan geçip Cennet'e giriyormuş... Böyle bir rezalet 1400 yıllık İslam tarihinde görülmüş müdür?

Üçüncü soru: Bir cemaatin gazetesinde "Ehl-i Kitab ile Amentü'de İttifakımız Var" başlıklı bir Diyalog yazısı çıkıyor. Özeti şu: Ehl-i Kitab ile Allah'a, Peygamberlere, ilahi kitaplara iman konusunda birlik halindeymişiz... Şimdi soruyorum: Biz Müslümanlar Tevhid inancına, Hıristiyanlar Teslis inancına bağlıyız. Tevhid ile Teslis birbiriyle bağdaşır ve uyuşur mu?.. Ehl-i Kitab Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselamın peygamberliğine, davetine inanmıyor, onu tekzib ediyor. Peki onlarla peygamberlik konusunda nasıl ittifak etmiş oluyoruz? Yine onlar Kur'an-ı Kerimi kabul etmezken, İlahi kitaplar konusunda nasıl birlik olabiliriz? Lütfen zırva te'villeri bırakalım, mertçe cevap verelim.

Size şu anda üç soru yönelttim. Lütfen beni kötülemeyi bırakın ve bunlara açık ve gerekçeli cevaplar verin.

Cevaplandırırken isim, soyadı, adres, kimlik numarası vermeyi unutmayınız. Bendeniz ismimle imzamla yazıyorum...

Ehl-i Sünnet Müslümanları ahmak değildir.

Bana levm etmekle, beni kötülemekle kendinizi temize çıkaramazsınız.

Var mı cesaretiniz?.. İcazetli ulemadan, fukahadan bir şura toplansın ve sizin şu meşhur Diyalog ve Hoşgörü akidenizi tartışsın ve sonunda fetva versin.

Haklı olduğunuzu söylüyorsunuz, peki böyle bir şura toplanmasını niçin istemiyorsunuz?

Dikkat buyurunuz: İcazetli ulema ve fukaha dedim... Müctehitlikleri ve din alimlikleri kendilerinden menkul bazı ilahiyatçılar demedim.

Yine var mısınız, şu Diyalog işini İslam dünyasının icazetli ulemasına, fukahasına, müftülerine soralım?..

Kahire'ye, Şam'a, Hindistan ve Pakistan ulemasına, Afganistan'a, Afrika ülkeleri müftülerine soralım...

Var mı cesaretiniz?
Millî Gazete

HANEFİ AVCI FETHULLAH GÜLEN’E YANIT VERİYOR

12.05.2011
Türkiye’ bir merkezden yönetildiği belli olan kaset operasyonlarını konuşuyor. MHP’yi seçimde barajın altında bırakmayı amaçlayan bu belaltı vuruşlarda, adres olarak “okyanus ötesi”, daha açıkçası cemaat öne çıkıyor.

Fethullah Gülen, konuyla ilgili Zaman’ın manşetine de yansıyan açıklamalarında özetle şunu söylüyor;

“insafsızca yapılan saldırılar karşısında ancak meşru müdafaaya başvurabiliriz. Yumruk sallayanlara yumruk sallamayız.”

Fethullah Gülen, gizli kamera kasetlerinin arkasında cemaati adres gösterenleri, iftira atmakla suçluyor ve bunlara ancak "hukukla cevap vereceklerini" belirtiyor.

Peki, neden bu kasetlerde cemaat parmağı olduğu düşünülüyor?

Bu sorunun yanıtlarından birini, Hanefi Avcı “haliç’te Yaşayan Simonlar” adlı kitabında veriyor.

Kitabın 568. Sayfasında, Avcı şu tespitlerde bulunuyor:

“(…) Ergenekon v.b, adlarla yapılan tahkikatlarda bulunan özel hayata ait bilgiler, üst düzey yönetici, hakim ve savcılar hakkında uygunsuz görüntü ve resim iddialarının yayılması ve daha pek çok benzer olay aslında hep aynı adresi göstermektedir.

Ayrıca bu tür bir teknolojiyi uygulayıp eve kamera yerleştirmek için o yeri tespit etmek gerekir, o yeri tespit için de telefon analiz sistemi ile görüşmelerin ve hedeflerin bulundukları, buluştukları yerlerin belirlenmesi ve telefonların gizlice dinlenmesi şarttır. Aksi takdirde bu bilgiler edinilmeden nereye kamera yerleştirileceği bilinemez.

Tüm bunları bir araya getirirseniz bu işleri yapabilecek yegane grubun, cemaatin Emniyet İstihbarat birimi içerisindeki unsurları olduğu ortaya çıkar. Bu işi profesyonelce yapabilecek tek grup cemaattir (…)”

Fethullah Gülen işte bunlara “iftira” diyor, “hukukla cevap vereceklerini” belirtiyor.

Sahi, ne oldu Hanefi Avcı’ya?

“hukuk” yoluyla, 2 ayrı soruşturmadan tutuklandı, cezaevine atıldı!
Odatv.com

Başsavcıvekilliği'nin "Gülen" Kararı
27.05.2011
Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekilliği Hanefi Avcı'nın kitabındaki iddialarla ilgili olarak Gülen hakkında "kovuşturmaya yer olmadığına" karar verdi.

Tutuklu Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın "Haliç’te Yaşayan Simonlar" adlı kitabı, Fethullah Gülen hakkında çeşitli iddialar barındırıyordu.
İddialar üzerine, Özel yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekilliği tarafından 20 Ağustos 2010’da başlatılan soruşturma tamamlandı.

Başsavcıvekilliği , kitapta belirtilen konuların soyut iddialardan ibaret olduğu, yazarın kişisel görüşlerini yansıttığı ve delile dayanmadığını tespit ederek , kovuşturmaya yer olmadığına karar verdi .
TRT

"Barış Koalisyonu"programını protesto ediyoruz!!!!!



Fethullah Gülen Cemaati - İsrail'in İstanbul Başkonsolosluğu el ele program düzenliyor. Mavi Marmara'nın yıldönümünde Fethullah Gülen cemaati "Barış Koalisyonu" adı altında Siyonist sanatçıyı, Yuval Ron'u İstanbul'a davet etti.

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı (GYV) bünyesinde faaliyet gösteren Kültürlerarası Diyalog Platformu (KADİP) ve Koza İş ve Kadın Derneği Coexistanbul Platformu ile The Yuval Ron Müzik Topluluğu “Kültürlerarası Diyalog Konserleri”nin ilkini 9 Haziran 2011'de Avrupa'nın Kültür Başkenti İstanbul'da gerçekleştirecektir.


İçindeki Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi müzisyenlerle faklı inanca ve farklı etnik geçmişe sahip insanlar arasında müzikten bir köprü kurmaya çalışan YuvalRon Müzik Topluluğu, KADİP ve Koza İş ve Kadın Derneği Coexistanbul Platformu ile gerçekleştireceği söz konusu konserde de aynı temaları ve mesajları işlemeyi planlamaktadır.

Bu konuda daha fazla bilgi için:

http://www.facebook.com/event.php?eid=224851710876561



Dağıstan'da İslamcı mücahitlerin hedefi işbirlikçi ılımlılar
15 HAZİRAN 2011
Rusya'nın Dağıstan bölgesinin önde gelen işbirlikçi ılımlı imamlarından olan Aşurlav Kurbanov'un öldürülmesi, bölgedeki mücahit İslâmcı hareketin işbirlikçi ılımlı Müslümanları hedef aldığını gösterdi.

Kurbanov'un camisinin yakınlarında, kimliği belirlenemeyen silahlı kişilerce öldürüldüğü açıklandı.

Aynı bölgede, geçen hafta ılımlı İslami bir üniversitenin rektörü olan işbirlikçi Maksud Sadıkov öldürülmüştü.

İşbirlikçi Ilımlı din adamlarına yönelik saldırıların, kurtuluşçu mücahit İslamcılar tarafından gerçekleştirildiği düşünülüyor.

Gözlemciler, Nisan ayında iki imamın öldürüldüğü Kuzey Kafkaslar bölgesinde, son yıllarda 13 ila 50 Müslüman işbirlikçi ılımlı din adamının öldürüldüğünü aktarıyor.

Bölge üzerine uzman Aleksey Makaşenko, Rus basınına yaptığı açıklamada Kuzey Kafkaslarda İslam içi bir tasfiyenin başlamakta olduğu uyarısını yaptı.

Makaşenko, "Radikal İslamcıların hedefi ılımlı İslam'ın en güçlü, en etkili ve en eğitimli üyeleri" dedi.

Öldürülen işbirlikçi rektör Sadıkov da, 2003 yılından beri İlahiyat ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü'nün rektörüydü ve mücahitlerle mücadelede 'eğitim'in bir silah olarak kullanılmasını savunuyordu.

Dağıstan, Çeçenistan'ın desteklediği militanların Rusya'ya karşı mücadele etmeye başladığı 1999 yılından bu yana İslami ayaklanmaların etkisinde.
haber1001

"Gülen, Washington'un cihatçı grupların etkisine karşı koymasına hizmet eden ılımlı bir islamı vaaz ediyor"

Dünya genelindeki istihbarat servislerinin faaliyetlerini yakından takip eden Intelligence Online, Gülen tarikatının Amerikan istihbarat servisleri ile geniş ilişkilere sahip olduğunu iddia ederek, Gülen'in neden CIA'nın favori imamı olduğu konusuna da açıklık getirildi!

25 Haziran 2011
Anadolu Haber

Türkiye'deki birçok siyasi operasyon arkasındaki güç olduğu ve devlet kurumlarına geniş bir şekilde sızdığı yönündeki şüphelerin odağı olan Fethullah Gülen Tarikatı'nın uluslar arası alandaki CIA bağlantıları olduğu iddia edildi.

Fethullah Gülen Tarikatı bugün dünya genelinde en az 600 okulu yönetiyor ve 4 milyonu aşkın üyesinin bulunduğu belirtiliyor. Başta Rusya ve bazı Arap ülkeler olmak üzere birçok devlet bu tarikatın faaliyetlerini yakından izliyor.

Rusya'da sert yasaklar getirilirken, Suudi Arabistan'da da tarikatın açık faaliyet yürütmesine izin verilmiyor. Avrupa ülkeleri de zaman zaman bu tarikatın okullarını mercek altına alıyor. Birer asimilasyon merkezleri olarak çalışan okullarda, Türkçü bir anlayış altında örtülü bir ırkçılık aşılanıyor.

WASHINGTON'A HİZMET EDEN ILIMLI İSLAM

İstihbarat servislerinin faaliyetlerini yakından takip eden Fransız Intelligence Online dergisi (eski İstihbarat Dünyası) göre 11 Eylül 2001 saldırılarından kısa bir süre sonra Pensilvanya'ya yerleştirilen Gülen tarikatının Amerikan istihbaratı ile geniş ilişkileri var.

Yazılı baskısı da olan site, “İmam Washington'un cihatçı grupların etkisine karşı koymasına hizmet eden ılımlı bir islamı vaaz ediyor” diye kaydediyor.

Kırgızistan ve Özbekistan'daki okullarda 130 CIA ajanı

Paris merkezli Intelligence Online, 1990'lı yıllarda Gülen hareketi üzerine birçok soruşturmayı bizzat takip eden eski MİT İstanbul sorumlusu Nuri Gündeş'in Aralık'ta yayınlanan kitabına da dikkat çekti. Gündeş, 1990'lı yıllarda tarikata Kırgızistan ve Özbekistan'daki okullarda 130 CIA ajanının bulunduğunu belirtiyordu.

Yemen'de de benzer faaliyetler ortaya çıkmıştı

ANF'de 6 Mart 2011 tarihinde yayınlanan “Gülen Cemaati Yemen'de neyin peşinde?” başlıklı haberde Yemen'de Temmuz 2009 yılında Gülen Cemaati'ne bağlı bir kişinin CIA bağlantılı olduğu gerekçesiyle El Kaide'nin saldırısın uğradığı kaydedilmişti.

Intelligence Online, 1998 yılından beri ABD'de yaşayan Gülen'in 2008 yılında CIA'nın iki emektarı olan Graham Fuller ile George Fidas'ın desteğiyle ikamet izni aldığına işaret ediyor. Fuller, Kabil'de eski istasyon şefi iken, Fidas ise CIA'dan Analiz ve Prodüksüyon Direktörü olarak emekli olmuştu.

Fransız site, Gülen'in Citizenship & Immigration Services'teki (Vatandaşlık ve Göç Dairesi) davasında Amerikan yönetimi temsilcilerinin de cemaatin CIA ile olan ilişkileri konusundaki “şüpheleri” dile getirdiğini hatırlatıyor.

Gülen, Müslüman dünyasında Amerikan diplomasisine çok yakın pozisyonları savunuyor

Gülen'in hareketinin merkezini on yıl önce Pensilvanya'daki küçük Saylorsburg kentine yerleştirdiğini vurgulayan Intelligence Online, şunları kaydetti:

“Fethullah Gülen, Müslüman dünyasında Amerikan diplomasisine çok yakın pozisyonları savunuyor. Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan birkaç yıldır Tahran ile yakınlaşma siyaseti yürütürken, Gülen Tahran'a karşı çok eleştirel duruyor. Ankara'nın desteklediği Türk İslami STK'sı olan IHH'nın Mayıs 2010'da İsrail'in Gazze ambargosunu kırmak teşebbüsüne de tepki gösterdi. Uzun zamandır Orta Asya ve Afganistan'da bulunan (Gülen'in) örgütü bir süre önce Müslüman Afrika ülkeleri ile Avrupa'da da gelişti. Eylül 2009'da hareket, Villeneuve-Saint-Georges'da (Paris'in Val-de-Marne bölgesinde) Educactive adlı özel bir kolej açtı.”

CIA'NIN MÜDAHELESİ İLE İKAMETİNE İZİN VERİLDİ

Ilımlı bir İslam ve dinler arası hoşgörüyü öğütleyen Fethullah Gülen tarikatının kendi davalarına çekmek için fundamentalist militanlarla da ilişki kurmaktan çekinmediğini belirten Intelligence Online,

“Organizasyonun sahip olduğu önemli mali imkanlar, dönmeyi (din/düşünce değiştirme) kolaylaştırıyor.

Ama bu uygulama risksiz değil: 2003'te hareketin Malawi'deki bir okulunda çalışan beş öğretmen, belirsiz uluslar arası cihatçılarla ilişki kurduğu için tutuklandı ve Guantanamo'ya götürüldü. Bir yıl sonra komşu Botswana'da örgütün bir ücretli çalışanı aynı akibete uğradı. Bu iki olay başlangıçta Fehtullah Gülen ve müritleri karşısında FBI'da güvensizliğe yol açtı ve ancak CIA'nın müdahalesi sonucunda Gülen'in ABD'de ikamet etmesine izin verildi” diye belirtiyor.

Türkmenistan'da ABD için casus yetiştirildiği gerekçesiyle Gülen okullarını kapattılar

17 Austos 2011
Anadolu Haber

Türkmenistan devleti, bu ülkenin idari ve kültürel yapısına sızmaya çalıştığı ve ABD için casus devşirdiği gerekçesiyle Fethullah Gülen cemaatinin okullarını kapattı.

Fars Haber Ajansı'nın haberine göre, Türkmenistan, bu ülkenin idari ve kültürel yapısına sızmaya çalıştığı ve saf Türkmen gençleri arasından seçtiği genç dimağları ABD için casusluk yapmak üzere devşirdiği gerekçesiyle "Türk Okulları" adıyla faaliyet gösteren Fethullah Gülen cemaatinin okullarını kapattı.

Fars Haber Ajansı muhabirinin Aşkabat’tan bildirdiğine göre, Türkmenistan yönetimi Türkiye’nin Nur Cemaati’nin Türkmenistan’da dini – siyasi nüfuzundan duyduğu kaygı yüzünden 1990 yılından beri bu ülkede faaliyet yürüten tüm Türk okullarının faaliyetini askıya aldı.

Haberde, okulların kapatılma gerekçesi şöyle anlatıldı:

"Söz konusu Türk okullarının eğitim çalışmalarının yanı sıra okullardan mezun olan öğrencileri hedef ülkelerde anahtar mevkilere atamak için rüşvet bile verdiği ifade ediliyor.

Haberde ayrıca şu değerlendirme ve iddialara da yer verildi:

“Geçtiğimiz yıllarda bu okulların ‘Türkiye’ adına yetiştirdikleri zannedilen öğrenci ve elemanları aslında ABD casusluk teşkilatı CIA'ya bağladığı ve Türk milliyetçiliği ve Osmanlı hayallerinin aslında bu gençleri kandırmak için bir tuzak olduğu, tuzağın CIA'da ayarlandığı ortaya çıkmıştı.

“Fethullah Gülen, merhum Şeyh Said Nursi hareketini kendi adına bölerek kurduğu bir cemaat çalışmasını Amerika'nın Pensilvanya Eyaletinde yürütüyor. Nur cemaatinin diğer kollarının bu tür ajan faaliyeti bulunmuyor ve bu nedenle de onlara pek meydan verilmiyor.”

Bu arada NTV’nin haberine göre; Türkmenistan’da kapatılan Gülen okullarının tamamı normal okullara dönüştürülecek. Türkmenistan’daki bir Türk üniversitesi için de aynı yönde karar alındığı belirtildi.

İsrail'in ABD Büyükelçisinden Gülen cemaatine iftar
27 Austos 2011
Ana Haber

Büyükelçi Michael Oren, aralarında Gülen Cemaatinden Abdullah Antepli'nin de bulunduğu bazı Müslüman ve Yahudileri iftara davet etti

Bugüne kadar pek çok ABD'li diplomat ve politikacı, hatta Bill Clinton'dan bu yana bütün Amerikan başkanları Müslümanlara iftar yemeği vermesine rağmen, ilk kez bir İsrail Elçisi böyle bir girişimde bulundu. İsrail'in ABD büyükelçisi Michael Oren'in evinde verdiği iftar yemeğinin davetlileri arasında Gülen cemaatinden bir isim de vardı.

İftar yemeğine 65 kişinin çağırıldığı duyuruldu. Bu kişiler arasında, Amerikan Üniversitesi'nde İslami Araştırmalar bölümü başkanı olan Ekber Ahmed, Yahudi Rabbi Marc Schneier ve Fethullah Gülen cemaatinden, Kuzey Carolina'daki Duke Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olan Türk İmam Abdullah Antepli de yer aldı.
Listedeki bazı isimler ise davete katılmadı. Amerika'daki en büyük islami gruplardan Kuzey Amerika İslam Topluluğu (ISNA) Başkanı Muhammed Macid'in başka bir programı olduğu gerekçesiyle iftara katılmadığı açıklandı. Amerikan-İslam İlişkileri Konseyi (CAIR) sözcüsü ise kendilerinden bir temsilcinin davete çağırılmadığını söyledi.



KADİR MISIROĞLU ANLATIYOR

”Fetullah Gülen’in vazifesi, İslam Dünyası’nın her tarafından süper zeki çocukları seçerek Amerika’da okutmak ve sonra onları kendi ülkelerine müstakbel siyasi ve idari kadrolar olarak göndermektir.
...
Bu çocuklarda hemen hemen Müslümanlığın bütün şiarları mevcut olacak, sadece dinin “Muamelat” kısmının çeşitli bahanelerle tayyedilmesi istikametinde bir görüş bulunacaktır. Bu hareketin gayesi “Muamelatsız sapık bir İslam muhtevası” ortaya çıkarmaktır.

Bu sözleri benden defaatle dinlemiş olan Hüseyin Cevahir, bundan beş on sene evvel Sudan’da iş yapıyordu.

Orada Fetullahçılar’ın bir mektep açtığını duyunca, gurbette milli tesanüd namına onları tebrike gitmiş. Kendisini, o anda makamında bulunmayan müdürün odasına oturtmuşlar ve biraz beklemesini, müdürün hemen geleceğini söylemişler….

Müdür gelene kadar O’nun masası üzerindeki yığınla evrakın en üstünde duran bir kağıt alakasını çekmiş ve gayrı ihtiyari onu okumuş.

Bu UNESCO‘dan geliyor ve Hartum’da açılmış bulunan mektebin masraflarının kendileri tarafından karşılandığını, paranın ne suretle ve hangi bankaya intikal ettiği hususundaki bilgiyi ihtiva ediyormuş.
O, bu yazıyı gayri ihtiyari okuduktan sonra, müdür, odasına gelmiş. Selam kelamdan sonra aralarında şöyle bir konuşma geçmiş.

”Siz burada ne yapıyorsunuz? Arapça öğretiyoruz dersen, bunların anadili Arapça!.. Şeriat öğretiyoruz desen, resmi nizamları şeriat! Allah için burada ne yapmak istiyorsunuz?!..”

“Bunların hiçbiri değil! Biz burada Sudan’ın müstakbel idarecileri olacak süper zeki çocukları bulup Amerika’ya göndermek için bulunuyoruz. Orada bir Üniversitemiz var. Onları yetiştirip tekrar buraya göndereceğiz!..”

O zaman Yusuf Cevahir masa üzerindeki muhtevasına muttali olduğu mektubun bir suretini istemiş, müdür;

’Hayır asla!..’

Diyerek, mektubu kaptığı gibi çekmecesine koymuş…”

Kadir Mısıroğlu, Tarihten Günümüze Tahrif Hareketleri 3. Cild, Sebil Yayınevi.
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pzr Ağu 14, 2016 2:25 am tarihinde değiştirildi, toplam 6 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş Hzr 16, 2011 11:05 pm    Mesaj konusu: SAVAŞ PEYGAMBERİ/Richard A. Gabriel Alıntıyla Cevap Gönder

Savaş Peygamberi(*)
Richard A. Gabriel
Tercüme: Taha Yasin

Takdim

“Ben rahmet ve savaş peygamberiyim” diyen bir Resûlün ümmetiyiz ama, bu “ümmet”e son asırlarda bir şeyler oldu. O’nun “Alemlere rahmet olarak” gönderildiği gerçeğini çok sık hatırlayıp, elinin silahlı oluşundan çok utananlar veya bu gerçeği unutanlar, “rahmetle savaşın” aynı Hadisin aynı cümlesinde yeralmasının hikmetleri üzerinde hiç kafa yormayanlar türedi aramızda...

Sosyalizmin çöküşünden sonra, emperyalist Batının, tüm dünyayı ele geçirme ve tüm dünya halklarını topyekûn köleleştirme hamlesinin önündeki tek direniş odağı/son kale mücahid müslümanlar kaldı. Sayıları az ve fakat savaş kaabiliyet ve motivasyonları çok yüksek, taktik ve stratejik hedeflendirmeleri çok isabetli, yeni teknikler geiştirme kapasiteleri çok geniş olan bu savaşçı/direnişçi müslümanları cephede yenemeyeceğini anlayan emperyalizm, onları üstün savaşma azmiyle donatan “cihad” emrini ve bu emrin mutlak tatbikini bizzat savaş meydanlarında savaşarak gösteren “Beli de, eli de Silahlı Peygamber” gerçeğininin üstünü örterek, elsiz, dilsiz, zulme ve her türden kötülüğe karşı öfkesiz, zulüm ve kötülük odaklarına isyan etmek yerine onlara boyun eğmeyi, bir köle gibi itaat etmeyi, teslim olmayı dinin vazgeçilmez unsurlarından biri gibi gösteren, savaşılması gereken yerde boynunu bükerek ağlayıp sızlayan, yalvarıp yakaran, düşmanından merhamet dilenen ve “cihad” etmeyi kulun değil de Allah’ın “görevi”ymiş gibi gösteren sapkın uydurma, muharref bir din/ “protestan İslâm” inşa etmeye girişti. Ülkemizde de “barış, hoşgörü, diyalog” adı altında bu işin taşeronluğunu yapan kişi ve kurumlar herkesin malûmu...

İşte bir Batılı’nın yazdığı bu makale, emperyalizmin yüz milyonlarca dolar harcayarak yürüttüğü “ılımlı, yumuşak, köşesiz, yüreksiz,dilsiz, elsiz, işbirlikçi, itaatkâr İslâm” projesinin nasıl alçakça bir tahriften ibaret olduğunu bu dilden anlayan herkese bütün açıklığıyla haykırıyor. Allah’ın Resulü’nün “savaş peygamberi” özelliğinin yalnızca “savaşçı insan” yanını mercek altına alıyor. Savaş felsefesi, ilmi ve teknikleri konusunda uzman bir kalemden “Allah’ın kulu ve Resulü”nün “Savaşçı kul”un nasıl olması gerektiğini bizzat tatbik ederek/yaparak/komuta edererk gösterdiği yanını derinlemesine inceliyor....

Gürültü de tam bu noktada kopuyor, planları bozulan, tekerlerine çomak sokulan “ılımlı İslâm” projesinin yapımcı, taşeron ve ameleleri aynı anda ayaklanıyor ve “yetişin Richard A. Gabriel peygamberimize hakaret ediyor” diye feryad ediyorlar... Emperyalizmin “cihad”a “terör”, “mücahid”e “terörist” demesinden hiç rahatsız olmayanlar, hatta rahatsız olmak bir yana aynı tabirleri kullanmaktan utanmayan, gocunmayan, çekinmeyenler; son yıllarda İslâm hakkında bir Batılının kaleminden görmeye alışık olmadığımız kadar ciddi ve derli toplu olan bu makalenin okunmaması için psikolojik duvarlar inşa etmeye kalkıyorlar...

Bu makalede eksiklikler, yanlışlıklar elbette var.. Ama tek başına başlığı bile Allah’ın Resûlü’nün kendisi hakkında ifade ettiği ve bugün unutturulmaya çalışılan temel bir özelliğini ve güzelliğini yeniden gündeme getiriyor: Savaş Peygamberi...

Bir komutan olarak Allah Resulü...

Biz de bu makaleyi O’nun bu özelliğine nasıl bakılması gerektiğine iyi bir misal teşkil ettiği için aynen yayınlıyoruz.

Gerisi Peygamberlerini tam/doğru/eksiksiz/fazlasız anlama ve anlatma mükellefiyetinde olan müslüman tefekkür, ilim ve teknik ve tahkik ehline kalmış...

Taha Yasin


Eğer son Peygamber (1) yenilikçi ve başarılı bir askeri lider olmasaydı İslâm yedinci yüzyılın ötesine geçemezdi.

Son Peygamber'in uzun gölgesi yüzyıllardan günümüze kadar uzanıyor. Bugün sayıları 1,4 milyarı bulan müslümanlar onun öğretilerini -Allah'ın peygambere vahiy ettiği ve Kuran olarak yazıya geçirilmiş- takip ediyor. Ama Peygamber’in olağanüstü başarılarına rağmen, onu İslâm'ın ilk büyük kumandanı ve başarılı bir direniş lideri olarak inceleyen güncel bir belge bulunmuyor. Peygamber bir komutan olarak başarılı olmasaydı, İslam bir bölgede sınırlı kalacak ve Arap ordularının Bizans ve İran'ı ele geçirmesi aslı gerçekleşmeyecekti.

Peygamber’in bir savaş adamı olması düşüncesi bir çok insan için yeni bir şey. Ama o büyük bir komutandı. Bir yüzyılın içerisinde sekiz büyük savaş ve onsekiz akın yapmış, otuzsekiz tane de kendi emir ve direktiflerine göre hareket etmesi için tayin ettiği komutanlarının yürüttüğü operasyonlar planlamıştı. İki kere yaralanmış, iki kere de kendinden daha büyük ordular tarafından yenilecek gibiyken ordusunu toparlayıp savaşın gidişatını değiştirirek zafer kazanmıştı. Bir komutan ve taktisyenden olması dışında, askeri teorisyen, örgütlenme reformcusu, stratejik düşünür, operasyon komutanı, siyasi-askeri lider, kahraman asker ve devrimciydi. Direniş savaşının mucidi ve tarihteki ilk uygulayıcısı olan Peygamber'in ordularının başına geçmeden önce hiçbir askeri eğitimi yoktu.

Peygamber'in istihbarat servisi zamanla Bizans ve İran'la; özellikle siyasi istihbarat konusunda yarışır hale gelmişti. Söylendiğine göre, taktik ve politik stratejiler kurmaya saatler harcardı ve bir keresinde "Harp hiledir", demişti; bu modern analistlere Sun Tzu'nun "Savaş aldatmacadan ibarettir" sözünü hatırlatıyordu. Düşünme ve uygulama gücü konusunda Karl von Clausewitz ve Niccolo Machiavelli'nin bir karışımı gibiydi; yani siyasi amaçlar için her zaman güç kullanırdı. Kurnaz bir büyük stratejist olarak askeri olmayan yöntemleri (ittifak, siyasi suikast, rüşvet, dine davet, af ve sınırlı tenkil) uzan vadede pozisyonunu güçlendirmek için -bazen kısa vadeli askeri amaçlardan vazgeçerek- kullanırdı.

Peygamberin Allah'ın Elçisi rolü ve İslâm inancı, Arap savaş şeklinde devrim meydana getirmiş ve dünyanın tutarlı bir ideolojik inanç tarafından motive edilmiş ilk ordusununun kurulmasını sağlamıştı.

Kutsal savaş (cihad) ve şehitlik düşüncesi, Müslüman ve Hristiyanların İspanya ve Fransa'da savaşları yoluyla batıya geçmiş, savaşçı Hristiyan azizleri ortaya çıkmış ve Katolik Kilisesi'ne Haçlı Seferleri için ideolojik gerekçe vermişti. Bundan beri ideoloji -dini yada seküler olsun- askeri maceraların en önemli unsuru olmuştur.

Peygamber Arabistan'da daha önce kimsenin görmediği tamamen yeni bir tür ordu oluşturarak onun ölümünden iki sene sonra başlayan Arap fetihlerinin askeri kısmının temelini attı. Arabistan'da orduları ve savaş idaresini değiştiren en az sekiz büyük askeri reform yaptı. Nasıl Makedonyalı Philip Yunan ordularını dönüştürüp halefi Büyük İskender'in fetihler yapıp imparatorluk kurmasını sağlamışsa, Son Peygamber de Arap ordularını haleflerinin Pers ve Bizans ordularını yenip İslam İmparatorluğunu kurmalarını sağlamıştı.

Son Peygamber herşeyden önce bir devrimciydi, günümüzde bilinen, eski zamanlardaki ilk milli direnişi kuran ve yöneten, ateşli ve dindar gerilla lideriydi; ki bu gerçeği Kuran'dan ve Peygamber'in şiddet kullanmasından alıntı yapıp bunu kendi direnişlerinin doğruluğunu savunmakta kullanan günümüzün mücahitleri hala unutmamışlardır. Geleneksel komutanların aksine, Peygamber yabancı bir düşmanı yada istilacıyı yenmeyi değil; o sıradaki Arabistan sosyal ve siyasî düzeninini değiştirip yerine tamamen farklı bir ideolojik görüşe dayanan yeni bir düzen getirmeyi amaçlıyordu. Bu devrimci amaçlarına ulaşmak için her yolu kullandı; bu da modern analistler tarafından günümüzün dünyasında başarılı bir direnişin özelliği sayılıyor.

Son Peygamber yeni bir düzen mücadelesine sadece sınırlı vur-kaç operasyonları yapabilen küçük bir gerilla grubuyla başlamıştı, ama on sene sonra Mekke'yi fethe hazır hale geldiğinde bu gerilla grubu sayıca artmış, atlı ve piyadelere sahip, büyük harekatlar yapabilen düzenli bir orduya dönüşmüştü. Batı hep Peygamber'den Arap fetihlerini geleneksel askeri terimlerle düşündü. Ama Son Peygamber'den önce Arabistan'da bunları başaran ordular görülmemişti. Bu orduları meydana getiren şey Son Peygamber’in geleneksel olmayan gerilla operasyonları ve başarılı direnişiydi. Sonraki Arap fetihleri, hem stratejik konsept hem de askeri metodun aracı olan yeni ordular, Peygamber'in direniş lideri olarak başarısının sonucuydu. (2)

Peygamberin askerî hayatının direnişçi gerilla kısmı okuyucuya ilginç gelebilir. Ama modern analistlerin direnişi karakterize etmede kullandığı yöntemler kullanılırsa, Son Peygamber'in İslâm'ı yayma savaşında direnişin bütün kriterlerini sağladığı görülebilir. Direniş savaşı için gereken bir şey de; takipçileri için bir şekilde özel ve izinden gitmeye değer görülen kararlı bir liderdir. Bu bahsedilen durumda da Peygamber'in karizmatik kişiliği, Allah'ın elçisi olması ve ona uymanın Allah'ın emirlerine uymak demek olması inancıyla kuvvetleniyordu.

Direnişler bir "kurtarıcı ideoloji"ye, yani mevcut sosyal, siyasî ve iktisadî düzeni daha iyi, daha adil, tarih, yada bizzat Tanrı'nın kendisi tarafından buyurulmuş bir düzenle değiştirmek için tutarlı bir inanç veya plana ihtiyaç duyar. Son Peygamber, İslâm inancı ile, zalim, kafirce ve değiştirilmesi şart olarak gördüğü mevcut temel Arap kurumlarına meydan okudu. Bu gaye ile "ümmetini", yani inananlar topluluğunu, Allah'ın dünyadaki halkını; o sıradaki Arap klan ve kabilelerinin yerine geçecek şekilde oluşturdu. Peygamberin en büyük başarılarından biri eskilerini değiştiren yada tamamen yerini alan yeni sosyal kurumlar kurmasıydı.

(Devam Edecek)

Dipnotlar:
(*)Richard A. Gabriel’in MHQ dergisinde yayınlalan “Muhammad: The Warrior Prophet” başlıklı makalesidir. Makalenin orijinaline şu internet adresinden ulaşılabilir: http://www.historynet.com/magazines/mhq/75...?page=1&c=y

1-Metinde Peygamberimizin has isminin geçtiği yerlerde, onun yerine “Peygamber” veya “Son Peygamber” demeyi tercih ettik. (TY)
2-Bu paragrafta, İslâmın en hayatî ve kritik ilk savaşlarını “canım onlar küçük çaplı aşiret kavgalarıydı, savaş bile sayılmazlar” diyerek küçümsemeye, yok saymaya ve yok etmeye çalışarak “Savaş Peygamberi” gerçeğini kendi güdük ve küçük akıllarınca örtebileceklerini sanan hödük/alçak takımını hatırlayarak; hadiseye uzman bakışıyla öküz bakışı arasındaki farkı görebiliriz. (TY)

Bu makalenin diğer bölümleri için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=2289

Servet Kızılay
‘Türkçe Olimpiyatları’nın Siyasal Dili
16 Haziran 2011

Siyasal ve Irksal Yapıların İnşâsında Dil Göstergesi ve ‘Türkçe Olimpiyatları’nın Siyasal Dili

Dil; gerek kültürle gerek etnikle alâkalı şeyler gündeme geldiğinde ilk vurgulanan, göze batan, merkezi bir yere oturur. Bunun başlıca nedeni, Uluslaşmayla birlikte ortaya konulan tanımlardan kaynaklanır. Dil, Ulus devletlerin ortaya çıkışlarında hem siyasal hem de ırksal yapıların inşâsında tahrif edilerek kullanmıştı. Dilin mahiyeti bakımından bir ‘dil ailesi’ nin ırksal ve kültürel bir karşılığa denk gelmeyeceği ve belirli bir dilin (meselâ; İbranice vb...) diğer dilleri meydana getiren neden olamayacağı açıktır fakat Ulus devletlerin büyük ölçüde ortaya çıkmalarına neden olan şey, belirli bir dil olmuş gibi görünmektedir. Zirâ ‘Kitab-ı Mukaddes’in tercümesinden sonra onun diğer tarafları inşâ edilebilmiştir, Ulus devletler inşâ edildikten sonra tercüme zuhûr etmemiştir. Zaman bakımından bir şeyden olma ,meydana gelme; asli bir neden olmasa bile bu münâsebette yakın neden olarak düşünülmesinin bir kıymet-i harbiyesi vardır.

Uluslaşmada dil, devletlerin belirli bir ‘iç’ konumlarına mâtûf şeyleri alâkadar eder yani türsel farklılaşmayı -diğer devletlere nisbetle- organize eder gibidir. Oysa Kolonyalizm’de dil, Uluslaşmadan daha dolaysız olarak bir politik baskı aracıdır. Demek ki; dil, etnik yapılar söz konusu olduğunda Uluslaşma vetiresinde; “aynılaştırmanın”, Kolonyalizm’de “başkalaştırmanın” (ve dolayısıyla muktedir olmanın) aracıdır.

Kolonyalizmde dil göstergesine baktığımızda evvela ‘Kolonyalist’ anlayışa zemin temin ettiğini düşündüğümüz ‘Din-dili’ne bakmak îcâb eder. Hristiyanlık bu ya da şu şekilde İsa’nin anadili olan Aramice’yi değil, Latince’yi (daha sonra yer yer Ulusal dilleri bunun yerine geçirmek sûretiyle) ‘Din-dili’ hâline getirmiştir. Yani ‘Din-dili’; siyasi hâle getirilmemiş, siyasal iktidarlığından dolayı ‘Siyasi-dil’ ‘Din-dili’ hâline sokulmuştur. Bu unsur, kolonyalist anlayışın temelleri hakkında ipuçları verebilir. Hâlbuki; Aramice uzun yıllarca bölgenin en yüksek ilmi ve politik yazışmalarda genel geçer dili olarak kabûl edilmiştir. Bu dilin ortaya çıkarmış olduğu etkiler oldukça fazladır*. Kolonyalizm içinde dilin yayılışı da tuhaf resimler sunar. Bugün Afrika’da ya da başka bölgelerde konuşulan Fransızca ve İngilizce, Fransa’daki ve İngiltere’deki insanların sayısıyla mukayese yapılmayacak kadar fazladır. Bunlar arasında öyle yerler vardır ki; artık “anadil”i Fransızca olmuştur. Sanırım kimse, bu insanların kendi hâllerine bırakıldığında Fransızca konuşup yazacağını iddia edemez. Öte yandan Fransa ve İngiltere dışındakilerin Fransızların ve İngilizlerin ilmi, siyasi, ictimâi vb... kültürel ya da diğer taraflardan bir devamı oldukları da görülmemektedir. O hâlde ne Uluslaşma ne de koloniyal hareketler sadece belirli bir dili kabûl ettirmek vasıtasıyla "kendilerinden olmayanları(başkalarını)" kendileri gibi yapabilmiştir. Mamâfih Uluslaşma, 'saf bir kendilik'(yekpare bir ulus); kolonyalist hareketler ise 'kendilerinden' yapmak için (yani; kendileri gibi konuşturmak-düşündürmek için) yola çıkmışlardı. Geçen bunca süre zarfında "anadilleri" Fransızca olan kolonilerin bile "Fransız" olamadığı ve kolonyalist merkezlerce "Fransız" sayılamadığı görülmüştür. Aynı şeyler İspanyolca ve İngilizce için de vaaz edilebilinir. Mâdem ki aynı dili konuşmak, ne Uluslaşmanın iddia ettiği ‘saf bir kendiliği (yekpâreliği)’ ne de Kolonyalizmin iddia ettiği ‘kendindenliği’ yapıyorsa, o hâlde; dilin kendisi öne sürülen uygulamalar, tezler, tanımlamalar için yeterli bir neden/koşul olamamaktadır fakat belirli bir dili konuşmadan belirli bir toplumdan nasıl bahsedilecek? Hem (belirli bir) dil ârızî bir şey ise, o hâlde; neden politik baskıya mâruz herhangi bir şey gibi bu da politik bir baskıya mâruz kalmayacak? Bu durumda yerine ikame edilmesi istenen ‘yabancı dil’, ‘yerli dil’den neden evlâ olmayacak?...vb. Bu noktada dil göstergesinin; Uluslaşma, Kolonyalizm, Emperyalizm dahilinde değişik göstergeleri düzenlediği, değişik göstergeler tarafından düzenlendiğinin görülmesi gerek. Zirâ dil, bu değişik göstergeler dahilinde kendisi bakımından ele alınan olunmamakta, başka şeylere nisbetle ele alınan olmaktadır. Bu cenâh ise birçok düzlemleri kapsamaktadır. Öte yandan kolonyalizm, siyasal hakimiyetleri ve baskıları nedeniyle belirli bir dilin geniş bir coğrafyaya yayılması ve oralarda tutunması gibi bazı sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Bu tür sonuçlar, -bilhassa siyasal hakimiyeti elde tutanlar açısından- bazı düşüncelere varılmasını telkin eder. Meselâ; 'siyasal hakimiyetin her şeyi değiştirmeye dönüştürmeye muktedir olduğu, kavimleri istediği biçimde şekillendirebileceği’ vb... gibi. Bu, bir anlamda doğrudur. Bu sebeble İbni Haldun "Yenilen kavimlerin yenenlerin giyim- kuşam, yeme-içme, sanat vb..gibi şeyleri taklid edeceklerini” beyân etmekle isabet buyurmuştur fakat başka bir anlamda bu yanlıştır, zirâ burada yakanın yananla, yakabilenin yanabilenle münasebetinden gayrı durumlar rol oynar.

Dil göstergesi, etnik yapılar arasında farklılıklar keskinleştirilmek istendiğinde de mühim rol oynar. Meselâ; IX.yüzyıldan beri Berberi’lerin dili hakkında yapılan çalışmalar gibi. Buradaki maksad, dilin ve dile bağlı olan şeylerin ortaya çıkarılışı değil, bilakis bundan hareketle coğrafyadaki çatışma alanlarının derinleştirilmesidir.

Tarihi perspektife bakmışken Osmanlının o coğrafyadaki dilsel münasebetine bakmak gerek. Şimdi umûmîyetle ‘Osmanlının o bölgede (ve başka bölgelerde) onca uzun yıllar hüküm sürmesine karşın Araplara ya da bölgedeki insanlara Türkçe’yi bilmeye zorlamadığı, bunun nerdeyse bir zaafiyet olduğu’ düşünülmekte yahut nasıl olur da bir devletin onca seneler oralarda kalmasına rağmen bunu yapmadığı anlaşılmamaktadır. Evvelâ; şayet ‘Din-dili’ Kolonyalizmle aynı olmuş olsaydı, Osmanlının onları ‘Türkçe’ zorlamasından daha evvel Osmanlının ( ya da diğerlerinin) İslâma duhûl etmesiyle Arapça’nın bilinmesinin zorunlu olması gerekirdi. Böylelikle tıpkı Fransızca konuşan Magrib’in durumuna benzer birşey zuhûra gelecekti. O hâlde; ‘Din-dili’nin ‘ilimdili’ ya da ‘ibadetdili’vb...şeyler olması; dil göstergelerinin Uluslaşmada, Kolonyalizmde ve Emperyalizmde göstermiş olduğu durumlarıyla karıştırılmaması gerekir. İkinci olarak; bu görüşü savunanlar meseleye biliçli ya da bilinçsiz kolonyalist anlayış çerçevesinde yaklaşıp analiz etmektedirler ve bu oldukça yanlıştır. Zirâ bu tür görüşler, sadece dil hakkında değil Tarih hakkında da yanlış hüküm vermelerine neden olmaktadır. Sonra bu tür görüşler, Cumhuriyet İdeolojisinin de dil hakkındaki duruşunu yansıtmaktadır. Zirâ Cumhuriyet İdeolojisi gerek ‘Kürtçe'ye gerekse diğer etnik dillere karşı hem Uluslaşmadan hem de Kolonyalizmden teşekkül bir ara durumun gösterdiği refleksleri vermektedir. Binaenaleyh bazen bu bazen şu, bazen de hem bu hem şu olan siyasi uygulamaları ve düşünceleri dayatmaktadır ve onun altında yaşayan gerek yanında gerek karşısında duran ferdlerini de hataya düşmeye zorlamaktadır.

‘Türkçe Olimpiyatları’nın Siyasal Dili**:

‘Türkçe Olimpiyatları’nı siyasal iktidar anlayışından ayırmamamız gerekir. Bir dil siyasal hegemonyayı ne ölçüde sağlayabilir? Benzer sorulacak soruları ve sorgulamaları doğru bir şekilde ele almak, yukarıda değinilen çerçevede yani dilin Ulus devlet, Kolonyalizm, Emperyalizm içindeki göstergelerini incelemekle mümkün. Şimdi bu çerçeveden bakılınca; ‘Türkçe Olimpiyatları’ bunlar içinde bir yere oturmuyor: O, Kolonyalizmin nev-i şahsına münhasır bir türü gibi yahut emperyalist bir estruman gibi ara yerde duruyor. Zirâ Kolonyalizmde görülen bir ülkeyi fiili işgalden sonra dili yukardan dayatmıyor ya da Emperyalizmde aynı şekilde görülen kültürel ve sosyal bir zorlamayla dili tüm insanlara giydirmiyor. Bütün bu yönler, ‘Türkçe Olimpiyatları’nı onlardan kısmen ayırıyor. Öte yandan onlarla birleştiği taraflar da mevcut. Bunların hepsinde müşterek taraf, dilin bir ideanın parçası olarak ele alınması ve farklı tonlarda da olsa bir dayatma-üstünlük-egemenlik aracına dönüştürülmüş olmasıdır. Bu sebeble Afrikalı çocukların İstiklâl Marşı okumaları, bir ‘medar-ı iftihar tablosu’ olarak algılanmıştır. Oysaki ‘Türkçe Olimpiyatları’nı tertib eden cemaatin kabulleri arasında yer alan görüşe göre; İslâm dinine müntesip cedlerinin ilim-dili yoluyla Araplar gibi, edebi-dil yoluyla Farisiler gibi konuşmuş olması “utanç” sayılması gerekirdi. Bundan başka ‘Türkçe Olimpiyatları’ hazırlayan zihniyetin Ulus devlet yapısından bilhassa ırkçılık ve milliyetçilikten oldukça derin etkilenmiş olduğu açıktır. Siyasal serencamı ve duruşu açısından “Türkçe” Olimpiyatlarının öncülüğünü yapan aynı cemaat, döneme uygun olarak milliyetçilik cereyanından bir gecede demokrat çizgiye geçmiştir. Bu geçişte dile bakışları aynı kalmıştır.

Uluslar-arası siyaset yönüyle bakıldığında bu cemaate telkin edilen şeyler arasında ‘Türkçe Olimpiyatları’nın mühim bir konumunun ve rolünün olmadığı ortadadır. O halde ‘Türkçe Olimpiyatları’nı tertib edenler açısından psikolojik bazı tatminlere yol açmaktan başka bir şey yapmayacağı söylenebilir. Oysaki bu ve benzer projeler, siyasi gayelere hizmet için öne sürülür fakat bu proje, siyasi olmaktan ziyade psikolojik bir gayeye hizmet etmekten öteye geçemez. Dünya arenasında “Türkün gücünün” bu şekilde gösterileceği düşüncesi, İslâm tasavvurunun oldukça uzağında yer alır.

Siyasal ve organize güçlerine nisbetle entelektüel güçleri düşük olan ‘Türkçe Olimpiyatları’nı “keşfeden” bu cemaate dilin bir yarışma ya da spor olmadığının anlatılmasında fayda vardır. Sporun insan sağlığında iyi şeylere yol açacağı açıktır fakat ‘Türkçe Olimpiyatları’nın bir dilin üstünlük aracı olarak dayatılıp kabul edilmesine yol açacağı o kadar açık değildir.

......................................................................................................................................................

* Aramice'den bahsetmişken Christoph Luxenberg (?)'in üçüncü baskısı 2007'de Almanya’da yayımlanan " Kur'ân'ın Süryani-Aramice Okumatarzı : Kur'ân dilinin Şifresinin Çözümüne Mâtûf Bir Katkı " adlı eserine değinmek istiyoruz. Yazara göre şimdiye kadar Kur'ân dilini açıklamaya mâtûf çalışmalar, İbranice'den ve diğer kaynaklardan ziyadesiyle yararlanmıştır fakat Kur'ân dilinin inşâsında diğerlerinden daha merkezi ve hayati bir konum işgal eden Süryani-Aramice hesaba katılmamıştır bu da Kur'ân dilinin "gaib ifadeleri" ni anlamakta büyük hataya yol açmıştır. Aramice, Kur'ân’ın anlaşılmasında en mühim kilit olarak vaaz edilir. Eser umûmî olarak bakıldığında kendisinden evvel aynı mevzûda çalışmalar yürütmüş olan büyük şarkiyâtçıların- mesela; Theodor Nöldeke gibi- gösterdiği muvaffakiyeti “siyasi” kaygılarından dolayı gösterememiştir. Oldukça kaba hatalar ve tartışmaları barındırır. Bununla birlikte Eserin Teoloji alanına mühim katkılar yapacağı muhakkaktır. Eserin tercümesiyle bu katkıya daha geniş ölçüde ulaşılabilir. Buradaki kısa değinimiz, eser hakkında hakiki bir takdir olmayacağı açıktır. Bundan dolayı etraflı bir yazıya gereksinim vardır.

** bu meselenin uzun uzadıya anlatılması gerekir fakat anlayabilen için bu kadar bir şey de yeterlidir.
Kaynak: haber10

Dr. Hayati Bice
Küresel Oyunda Senaristler & Figüranlar: “Hillary Nakşîlere Merak Salmış!”
14 Haziran 2011

Okyanus ötesindeki karanlık odalarda bütün İslâm coğrafyası kesilip biçildiği gibi ülkemiz üzerinde de hesablar yapılmaktadır. Bundan emin olabilirsiniz.

Kaderin garib bir cilvesi Karl Marks’ın İmam Şamil hakkında yazdığı övgüler konusundan bir makalesini referans olarak gösterdiğim Paul B. Henze tam da yazımın yayınlandığı günlerde yaşadığı ağır sağlık sorunları nedeniyle bulunduğu klinikte ömrünün son günlerini yaşıyormuş. Geçenlerde medyamıza yansıyan bir haber, Paul B. Henze’nin 19 Mayıs 2011 günü 86 yaşında hayatını kaybettiğini bildiriyordu. (1) Vefatı ile ilgili verilen bilgide “Friend of Turkey and Central Asia” (=Türkiye ve Orta Asya’nın Dostu) şeklinde bir ibarenin yer alması Fuller hakkında yazdığım bir önceki yazımda bahsettiğim küresel hesaplarda Türkiye sözkonusu olduğunda Paul B. Henze’nin her zaman bilgisine başvurulan bir uzman oluşunun kanıtı olarak da kabul edilebilirdi.

Paul B. Henze isminin ülkemiz entellektüel çevrelerinde yaygın olarak bilinmesinde Uğur Mumcu’nun Henze hakkında yazdığı onlarca makalenin de önemli bir yeri vardır. 1970’lerde Ankara’da CIA İstasyon şefi olarak çalışırken 12 Eylül 1980 darbesini zamanın ABD başkanına “Our boys have done it” (=Bizim çocuklar yaptı o işi…) şifresi ile haber verdiği şeklindeki bugüne kadar da resmen yalanlanamayan iddiaya konu olması ile tanınır. (2) 12 Eylül Darbesi’nin yargılanmasının gündeme geldiği Türkiye’de darbenin ardındaki uluslararası destek de sorgulanmalıdır.

Aslında Paul B. Henze’yi sadece 12 Eylül 1980 darbesiyle ilgili bu anekdot ile hatırlamak haksızlık olur. Henze, Türkiye ve hatta genel çerçevede Türk dünyasının kültürel ve siyasi birikimi konusundaki uzun süre içerisinde oluşturduğu uzmanlığı ile son asrın ilginç kişiliklerindendir. Ölümünden sonra özgeçmişi hakkında bilgi veren kaynağa göre Harvard Üniversitesi’nden Sovyet Araştırmaları alanında master derecesi alan Henze ile bir diğer önemli stratejist olan Brzezinski’nin uzun yıllar süren bir mesai arkadaşlığı olduğunu da önemli bir not olarak kaydedelim. (3)

Bir zamanlar “USSR’yi Öğrenme Enstitüsü” Vardı

ABD’nin stratejik planları için bilgi toplama faaliyeti konusunda beni uyaran ilk ciddî işareti “Kafkasya’dan Anadolu’ya Göçler” kitabımı yazarken Kafkasya ve Orta Asya’daki Müslüman Türkler ile ilgili çok önemli isimler olan Mirza Bala, Ramazan Karça gibi isimlerin bazı makalelerine ulaşmak için Milli Kütüphane’deki koleksiyonundan yararlanmak zorunda kaldığım “Dergi” isimli yayında gördüm. Gerçekten de kaliteli bir dergi olan bu yayın “Sovyetler Birliğini Öğrenme Enstitüsü” adına o zamanki Batı Almanya’nın Münih kentinde Türkçe olarak yayınlanıyordu. Özellikle 2. Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği’ni terk etmek zorunda kalan Müslüman Türk kökenli aydınların yazı ve araştırmaları nedeniyle bu derginin bütün sayılarını incelemek ve fotokopisini almam gerekmişti. Daha sonra “Sovyetler Birliğini Öğrenme Enstitüsü”nün Radio Liberty (=Hürriyet Radyosu adı ile Kafkasya ve Orta Asya’ya yayın yapan Türk lehçelerindeki radyo istasyonları ile organik bağı olduğunu ve “Soğuk Savaş” yıllarının önemli bir silahı olarak kullanıldığını anlayacaktım. (4) Anladığım “Sovyetler Birliğini Öğrenme Enstitüsü” gibi fantastik bir ismin ardında derin bir istihbarat yapılanması örgütlendiği idi. Daha 90’lı yıllarda ‘Türk Yurtları’ isimli dergimizi çıkartırken aynı merkezde RFL/RL adı ile oluşturulan ekibin yayınladığı haftalık derlemeleri Türk Dünyası ile ilgili en taze ve sıcak haberlerin kaynağı olarak izlemek gerekli hale gelmişti.

ABD Stratejilerinde Önemli Bir İsim Olarak Paul B. Henze

12 Eylül öncesi ve hemen sonrasında ismini bütün Türkiye’nin -ve tabii benim de- Uğur Mumcu’nun yazı ve kitaplarından öğrendiği Paul B. Henze’nin “Dergi”nin 1957 yılına ait bir sayısında yer alan “Sovyet Orta-Asyası ve Çin’deki Alfabe Değişiklikleri” konulu makalesi doğrusunu söylemem gerekirse beni çok şaşırtmıştı. O sıralarda Radio Liberty çalışanı olan Paul B. Henze’nin bu önemli makalesi çok ciddi bir araştırmanın sonucunu yansıtıyordu. (5) Sadece bu veri bile Paul B. Henze’nin Türk Dünyasına yönelik derin ilgisinin tarihçesini anlamağa yeterdi. Bugün için hesap edersek Henze’nin Türkiye ve Türk dünyasına yönelik ilgisinin en az 50 yıllık bir maziyi ele vereceği kolayca anlaşılır.

O günden bu yana kendisi ile ilgili yazı ve makaleleri izlemeğe çalıştığım Paul B. Henze’nin Karl Marks’ın ‘Kafkasya’daki İmam Şamil Cihadı ‘na İlgisi’ ile ilgili yazdıklarına bir başka yazımda değinmiştim. (6). Aynı seride bir kitapçık olarak yayınlanan Türkistan'da İkinci Dil Olarak Rusçayı Yaygınlaştırma konulu yazısı ise Henze’nin Türk Dünyasının kültürel durumu ile ilgisinin canlılığını koruduğunun ikinci bir işareti oldu. Bu yazısında Henze, Orta Asya’da Sovyet Rus emperyalizminin boyunduruğu altında yaşamak zorunda kalmış olan Özbek, Kazak, Kırgız kardeşlerimizin öğrenmek zorunda kaldığı Rusça’nın Türkistan kültürünü nasıl etkilediğine değiniyordu. Şu çarpıcı tesbitlerin tamamı Henze’nin ilgili makalesinden:

“Devletlerin çoğu kendi topraklarında hâkim olan dilin güçlenmesine özen gösterirler. Bazıları da devlet dilini o kadar iyi bilmeyen vatandaşlarını yetiştirebilmek için yoğun programlar düzenlerler. Ancak bazı durumlarda ekonomik ve sosyal gelişmenin getirdiği zorunluluklar, hükümet desteği olmaksızın da devlet diline uyum sağlamayı ve o dilde birleşmeyi teşvik eder.”

Rusça, 19. yüzyılda fethedilen Kafkasya ve Orta Asya'da yaşayan insanların büyük bir bölümünün benimsedikleri bir dil haline gelememiştir.(…) Bugüne kadar Rusçanın geliştirilmesi sorunu Sovyet yöneticilerinin ve toplumunun, üzerinde en çok durduğu bir konu olmuştur. Bu sorunun siyasal, iktisadi, kültürel ve psikolojik olmak üzere çeşitli yönleri vardır. (…)

Erkeklerin askere alınmaları, kadınların işyerlerinde kazandığı tecrübeler, toplumun her düzeyindeki iletişim, ayrıca yaşlıların da ölüp gitmesi, Rusçayı anlayıp konuşan müslümanların oranının artmasındaki başlıca etkenler olmuşlardır. Sovyet yöneticilerinin Rusçayı öğretmek için giriştikleri büyük çabalar gözönüne alınacak olursa, istatistikler istendiği kadar ölçülü bir biçimde düzenlenmiş olsunlar, Rusça bilenlerin sayısında büyük bir artış olmadığının gözlenmesi gerçekten şaşırtıcıdır. Yalnızca mantıksal olarak düşünmek gerekiyorsa, Sovyetler Birliği'nde 1990'larda veya 2000 yılında, şimdiki nüfusun daha büyük bir kesiminin gittikçe artan bir oranda Rusçayı ana dili gibi veya ikinci bir dil olarak kullanmaya başlayacağı sonucuna varmak mümkündür.(…)

Rusça Sovyet askerinin tek ve resmi dili olup, Rus kökenli olmayan erlerin Rusçayı yeterince anlayabilmeleri için gerek özendirici, gerekse zorlayıcı disiplin önlemleri titizlikle uygulanmaktadır. Sovyet ordusunda rütbe sahibi olmak isteyen bir müslümanın, kuşkusuz Rusçayı kusursuz bilmesi gerekmektedir. (…)

Sovyetler Birliği 'ndeki Müslüman ulusların aksine dil tek başına Rusların milliyetçi davranış ve duygularını kamçılayan önemli bir etken olamamıştır. Bu da Rus dilinin herhangi bir sorun yaratmamış olmasından kaynaklanır. Çünkü bu dil, reform bahanesi ile ne yoğun baskılara ne de yeniden düzenleme girişimlerine maruz kalmamıştır. Rus dili 1920'li yıllardan itibaren Özbek, Kazak ve Azeri dilleri üzerindeki siyasal amaçlı baskılardan uzak kalmıştır. Rus milliyetçileri kendi dillerinin statüsünü korumak için mücadele etmek zorunda kalmamışlardır. Rusça ancak Urallar bölgesi ve Volga boyunda oturan eski -Ortodoks ve Müslüman olmayan azınlıkların Ruslaştırılması söz konusu olunca değeri artan bir önem kazanmıştır. Rusça bu uluslar arasında konuşulan dil olarak ister birinci, ister ikinci derecede gelsin, hızlı bir gelişme içindedir.

Bir an olsun Rusya'da tüm nüfusun kusursuz olarak Rusça konuştuğu, Tatar, Azeri ve Özbek dillerinin ancak sönük bir hatırası kaldığı homojen bir toplumun yaratılmış olduğunu düşünelim. O zaman Müslüman-Türk ve diğer milliyet kavramları ortadan kalkacak mıdır? Böyle bir gelişme olursa veya 21. yüzyıl içinde gerçekleşirse, o zaman yeni bir Sovyet insan türü yaratılmış olur.

Sovyet Müslümanları arasında Rusçanın ikinci dil olarak bilinmesindeki artışın Ruslaşmanın yaygınlaşması ile hiçbir ilgisi yoktur. Aslında böyle bir yaklaşım ilerde Sovyet müslümanlarının kendi haklarına da sahip çıkarak, onlara tam bir millet yapısı içinde kendi geleceklerini kendilerinin tayin etmesi imkânını da verebilir. (7)

Makalenin yazıldığı günden kısa süre sonra bağımsızlıklarına kavuşan Türk Cumhuriyetleri’ndeki Rusça’nın kullanım sorununu anlamak için bu tesbitler ne kadar da önemlidir.

Ülkemiz Aydını Ne Anlar Bu İşlerden ?

Şimdilerde zaman zaman toplanan resmî katılımlı toplantılarda Kazakistan ve Kırgızistan gibi Türk Cumhuriyetleri’nden gelen kardeşlerimizin ortak dil olarak Rusça’yı kullanmalarını tepeden bakan bir dille ve aşağılık bir alaycı ifadeyle eleştiren sığ tatlısuların sazanı gazeteci ve akademisyenlerimizi gördükçe hep Paul B. Henze’nin 1954 yılında makalesinde ilk kez gördüğüm ve bugüne kadar da devam ettirdiğine çeşitli vesilelerle tanık olduğum Türkistan kültüründeki Ruslaştırma ilgisi ile kıyaslamaktan kendimi alamam. Değil bu araştırmaları kendilerinin yapması bu konuda yazılanları okuyup anlamaktan dahi aciz bu ‘cahil ahkâmkeserler’ ile nereye varılabilir ki!.. Elin oğlunun bir bölge ile ilgili hesablarının arkasında bu tür stratejik bilgi birikimin yer aldığını kim inkâr edebilir?..

Bu çerçevede Wikileaks belgelerinden yayınlandığı kadarı ile kenarından köşesinden haberdâr olduğumuz Türkiye raporlarının arkasında dağ gibi bir bilgi birikimin yer aldığını bilmeliyiz. Bölgemiz giderek kararan bulutlar ile dolarken ülkemizin Dışişleri Bakanlığı koltuğunda Ahmed Davudoğlu gibi hiç değilse bu bilgi stratejlerinin farkında bir ismin oturuyor olması emin olun tek teselli verici husus.

Stratejik Planlar ve Bilginin Önemi

Global bir aktör olarak dünyayı şekillendirme yetkisini kendisinde gören ABD, stratejik planlarını uygulamak için her türlü yöntemi kullanmakta kararlıdır. Graham. E. Fuller’in yazılması üzerinden neredeyse 20 yıl geçen “Demokrasi Tuzağı” kitabından yaptığım alıntılar bir gerçeği net olarak ortaya seriyordu. Ülkenin başkanları ve “Başkan’ın Uzman Ekibi” değişse bile ülkenin stratejik planlarında önemli bir değişiklik olmadığını bu yirmi yıllık sürede işbaşına gelen Bill Clinton-George W. Bush ve son olarak Barack Hussein Obama örneklerinden somut olarak izleyebilmemiz mümkün olmuştur. ABD’nin stratejik planlamalarının ciddi bir veri toplama süreci sonucunda uzmanlar tarafından belirlendiğini görmek için kâhin olmak gerekmiyor.

Kütüphanemde yıllardır bir köşede tozlanan makaleleri ve arşivimdeki notları şimdi neden gündeme getirdiğimi sorabilecek okurların var olabileceğini tahmin edebiliyorum. Bugün yaşananları anlayabilmek için dün yaşananlara bakılması gerektiğine olan inancım ile ve her kaç kişi okuyacaksa bu yazılanları, hiç değilse birkaçının ülkemizde yaşananları ve yaşatılması muhtemel olayları anlama konusunda bir nebze de olsa katkıda bulunmak istedim.

Şu aşağıdaki soruları bu belgelenen yaklaşımlar ışığında birlikte düşünmenin tam da zamanı, değil mi? Emin olun biz bu zor soruların yanıtını hiç düşünmemişsek -ve hattâ düşünmeye niyet etmesek- dahi birçok raporda bu sorular sorulmuş ve cevapları da birkaç kanaldan teyid edilerek kayda alınmıştır. O nedenle gelin bir bakalım:

Wikileaks Belgelerinde Ülkemiz: "Nakşilerle Gülencilerin arası nasıl?"

Bu yılbaşından bu yana ülkemiz basınına da yansıyan bazı Wikileaks belgeleri ABD yönetiminin ülkemiz ile ilgili hesaplarını da açıkça gözler önüne sermektedir. Şu sırada halen ABD Dışişleri Bakanı olarak görevde olan Hillary Clinton’un 22 Temmuz 2009 tarihli bir telgrafında "Nakşilerle Nurcuların arası nasıl?" sorusu yanında diğer sordukları da ülkemiz üzerindeki ABD ilgisinin ne kadar ince ayrıntılarda yoğunlaşarak devam ettiğini de kanıtlamaktadır.(8)

“Türkiye’deki tarikatların üyelerinin ne kadarı Kürtlerden oluşuyor?” sorusu Hillary Clinton imzalı mesaja niçin girmiştir dersiniz? Ya da bu soruya verilen cevap ile “Diyanet imamları arkasında namaz kılmama” boykotu arasında bir sebep-sonuç ilişkisi var mıdır?

Ya şu sorulara ne dersiniz? “Fethullah Gülen’in takipçileri de dahil olmak üzere, Nurcu Hareketi’ne Kürtlerin katılımı ne düzeyde? Kürtler genel olarak Gülen’e nasıl bakıyorlar? Nakşibendi ve diğer geleneksel tasavvufî gruplar, özellikle Gülen Hareketi ile nasıl bir ilişki ve/veya rekabet içindeler?”

“Fethullah Gülen” adının geçtiği her satıra müvekkili adına derhal uzun uzun açıklamalar yapan ‘resmî’ Gülen avukatları, Hillary Clinton’un ‘Hocaefendi’ye ‘özel’ ilgisi’ni yansıtan yayınlara neden sessiz kaldılar dersiniz? ZAMAN gazetesi neden bu oturaklı sorular ile Hocaefendi’nin ilgisi olmadığını isbat etmek bâbında sayfa sayfa yazılar, röportajlar döşenmedi acaba?

Acaba Hillary Clinton’ın özel merakı mıdır bu ‘ilginç’soruları sordurtan? Yoksa Hillary’nin ‘Başkan Adaylığı’ sürecinde “seçim kampanyasına yüklü bir bağış yaptıran Türk kim?” diye yaptırdığı araştırmanın bir parçası mıdır ?!.

O kadar da saf değiliz her halde !.. Hele ki “Gülen Hareketi”ni çok iyi ve yakından tanıyan, ‘Hocaefendi’ hakkındaki övgüleri kayıtlara girmiş Graham E. Fuller’in Afganistanlı mücahid liderlerinin ABD’nin Orta-Batı eyaletlerinden birisinde özel eğitim programına alındığını kanıtlayan satırlarını; Paul B. Henze’nin “Sovyet Müslümanları Arasında İkinci Dil Olarak Rusçayı Yaygınlaştırmanın Gittikçe Artan Önemi” başlıklı makalesini okuduktan sonra…

“Irak Nakşbendî Ordusu” da Neyin Nesi?

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un ülkemize yönelik Nakşî odaklı merakını yansıtan bilgi edinme talebini okuyunca ister istemez şunu düşündüm: Hillary Hanımefendi’nin bu Nakşbendî merakının kaynağı nedir?

Bu noktada aklıma Irak’taki Amerikan karşıtı Sünni direniş odaklarından birisini oluşturan ve internette birkaç video kaydını gördüğüm “Irak Nakşbendî Ordusu” geldi. Bu maksatla internet üzerinde yaptığım kısa bir araştırma ilginç ipuçları veriyordu. Devrik Irak Diktatörü Saddam’ın yakın yönetim halkasının bir üyesi olan eski Irak Devlet Başkan Yardımcılarından Baas Partisi liderlerinden İzzet İbrahim el-Duri tarafından organize edildiği iddia edilen “Irak Nakşbendî Ordusu”nun görünürdeki lideri, Abdurrahman en-Nakşbendî olarak gösteriliyor. (9) 2003 yılında yeraltına çekilen Baas Partisi’nin asker üyelerince Amerikan işgalinin hemen sonrasında İzzet İbrahim el-Duri’nin temelleri atılan bu yer altı örgütü Saddam’ın 30 Aralık 2006 gününde infaz edilen idamının hemen ardından en etkili sabotaj eylemlerini sergilediği kaydedilmiştir. (10)

Irak’taki Amerikan karşıtı Sünni direnişin merkezi olmak “suçu(!)”u ile yerle bir edilen Felluce’nin Irak Nakşbendîlerin önemli bir merkezi olduğu biliniyordu. Yüze yakın tasavvuf dergâhı ile sufi bir şehir denebilecek Felluce’deki Amerikan vahşetine ilişkin görüntüler, camileri talan eden ‘Coni’lerin iğrenç görüntüleri hâlâ hafızalarda olmalı. Irak Nakşbendî Ordusu’nun web üzerinden propaganda maksatlı yayınlarının abartılmaması gerektiği ileri sürülürken gerçek kadrosunun niceliği hakkında kesin bir bilgi yoktur.(11) Burada önemli olan nokta bu ordunun askerlerinin sayısı, komutanlarının kim olduğunun ötesinde İslâm adına cihad için ortaya çıkan bir tasavvufî organizasyondur. Bunun İslâm coğrafyası üzerine emperyalist planlar kuranlar tarafından önemsenecek kadar ciddî bir etkinlik kazanmasıdır. Nerdeyse bir asırdır cihad söylemlerinden uzaklara itilmiş olan tasavvufî cihad damarının yaşadığının ortaya çıkışıdır. Emperyalistlerin hesabını bozacak olan ve tarih boyu “ölmeden önce öl”müş mücahidlerin omuzlarında yükselen bu damarı korumak, bizim de boynumuzun borcudur.

Hillary’nin ülkemizdeki Nakşbendî aktivitelerine merak salmasını hayra yormak, tarihi boyunca cihad ile birlikte anılmış olan Nakşbendî gruplarının ülkemizdeki tarihî varlığını ve etkinliğini düşündüğümüzde, işte bu yüzden çok ama çok zordur.

Son Söz ya da Erken Uyarı

Okyanus ötesindeki karanlık odalarda bütün İslâm coğrafyası kesilip biçildiği gibi ülkemiz üzerinde de hesablar yapılmaktadır; üstelik de Nurcusundan Nakşbendîsine tüm etkin organizasyonları inceden inceye ölçülüp tartılarak...

Ey bu ülkeyi seven bütün insanlar… Hesab bizlerin hepimizin dini-inancı-cemaati-tarikatı üzerinedir. Tedbirlerimizi şimdiden düşünelim.

Gün bugündür.

---------------------------------------------------------

İletişim : atahayati@gmail.com

(1) 12 Eylülde 'bizim çocuklar' diyen ses öldü!.. ; 4 Haziran 2011; http://www.haber10.com/haber/243120/

(2) "Our boys have done it" (Bizim çocuklar yaptı!) : “12 Eylül 1980 cuntacıları anılan tarihte (uzunca bir süre boyunca "şartların olgunlaşmasını" bekledikleri) darbelerini nihayet yapıp anayasal düzeni paldır küldür yıktıklarında, CIA'nın o dönemdeki Ankara istasyon şefi Paul B. Henze'nin yine aynı dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter'ı telefonla arayarak, müttefik Türkiye'nin topraklarında neler olup bittiğini merak eden Carter'a "Endişelenmeyin Sayın Başkan, darbeyi bizim çocuklar yaptı. Herşey kontrolümüz altında" şeklinde ifadeler kullandığı, uzun yıllar boyunca dilden dile dolaşan bir rivayetti. Her ne kadar Henze, söz konusu iddianın sahibi Türk gazeteci Mehmet Ali Birand'ı defalarca yalanladıysa da Birand, sonradan arşivinin derinliklerinde sabırla arayıp bulduğu bazı ses bantlarını kamuoyuna ifşâ ederek, CIA'nın Anadolu topraklarındaki ileri karakoluna bakan bu gizemli adamın o sözleri gerçekten söylediğini kanıtlayacaktı. “
http://yenisafak.com.tr/Cumartesi/?t=25.11.2010&i=281178

(3) Ülkemizde daha çok “Hürriyet Radyosu” olarak bilinen Radio Free Europa/Radio Liberty halen de 21 ülkeye yönelik olarak 28 dilde yayın gerçekleştirerek faaliyetine devam etmektedir. Radyonun websitesi halen faal olan yayın dillerini şu şekilde sıralamaktadır: Afghan, Armenian, North Caucasus (Avar), Azerbaijani, Belarusian, North Caucasus, North Caucasus (Chechen), Farda, Georgian, Caucasus Echo, Iraqi, Kazakh, Kazakh-Russian, North Caucasus (Kabardian), Kosovo(Albanian), Kyrgyz, Kyrgyz-Russian, Macedonian, Moldovan, Mashaal, Romanian, Russian, South Slavic, Tajik, Tatar-Bashkir, Türkmen, Ukrainian, Uzbek.

Geniş bilgi için bkz: http://www.rferl.org/info/about/176.html

(4) Paul B. Henze, former CIA and national security specialist, dies at 86, (3 Haziran 2011); http://www.washingtonpost.com/local/obituaries/paul-b-henze-former-cia-and-national-security-specialist-dies-at-86/2011/06/02/AG4mSYHH_story.html

(5) Bu makalenin İngilizce aslı için bkz.: Henze Paul B., Alphabet changes in soviet Central Asia and communist China, Royal Central Asian Journal, Volume: 1957 Number:2(April), 1957.

http://www.rsaa.org.uk/journals/article/rsaa44-2_alphabet-changes-in-soviet-cent

(6) Bice, Hayati; Şamil’i de Karalamışlardı Bir Zamanlar; http://haber10.com/makale/24147/

(7) Sovyet Müslümanları Arasında İkinci Dil Olarak Rusçayı Yaygınlaştırmanın Gittikçe Artan Önemi; Yazan: Paul B. Henze; (Çeviri : Prof. Dr. Yuluğ Tekin Kurat), The USSR and The Muslim World, Yaacov Roi (editör), London (Ailen + Unwin) 1984, yayınından alınmış ve O.D.T.Ü. Asya-Afrika Araştırmaları Grubu’nun 35. yayını olarak 1986’da Türkçe olarak yayınlanmıştır.

Bu ilginç makalenin tam metnini okumak için bkz: http://www.sufiforum.com/viewtopic.php?f=166&t=5777

(8) Wikileaks açıkladı: (Hillary Clinton) “Nakşilerle Nurcuların arası nasıl?”; 23 Mart 2011.

http://www.risalehaber.com/news_detail.php?id=102193

(9) İzzet İbrahim el-Duri’nin başına 10 milyon $ ödül konulduğu iddia edilmekteydi. http://www.npr.org/templates/story/story.php?storyId=105507397

(10) Irak’taki ABD işgal ordusunun resmi dokümanlarında Irak Nakşbendî Ordusu “Sünni Direniş Güçleri” arasında gösterilmektedir.

http://www.usf-iraq.com/?option=com_content&task=view&id=729&Itemid=45

(11) Bir raporda Irak Nakşbendî Ordusu’nun sadece Kerkük bölgesinde 2.000 - 3.000 kişilik bir milis gücünü kontrol ettiği kaydedilmiştir.

http://www.france-irak-actualite.com/article-soufisme-et-resistance-en-irak-38293205.html
kaynak: haber10

KALVİNİST İSLAMCILAR
Bülent ESİNOĞLU
03.07.2011

Hıristiyanlık ile kapitalizmi uyumlu bir yapıya dönüştürmek için 15.
ve 16. yüz yılarda, Hıristiyan ilahiyatçılar Protestanlığa yeni
yorumlar getirdiler. Sonunda, Kapitalizmin yapıp ettiklerinin dinen
uygun olduğunu halkalara kabul ettirdiler.
Kalvinizm, insanların kendi seçimlerini kendilerinin yapamayacağını,
yani bazılarının zengin bazılarının da fakir olabileceğini belirledi.
İlahi olarak insanların eşit olmadığı kabulünü, Hıristiyan
ilahiyatının düşünce dünyasına sokmuş oldu.
Tarihten de biliyoruz ki, dinler modern çağda, birey üzerindeki
otoritelerini gittikçe kaybetmektedirler. Ancak, dinler devletler ve
egemen sınıflar vasıtasıyla, kaybettiği bu otoritesini yeniden kazanma
yolundadır.
Egemen sınıfların hem dini kullanmaları hem de kapitalizmi
benimsemeleri, yani bu birbiri ile çelişen iki unsuru nasıl da güzel
bütünleştirdiğini açıklamaya çalışacağım.
İslam dünyasının aydınları olarak bizler, yani kapitalizm ile
İslamiyet'in nasıl uyumlu hale getirildiğine kafa yorarsak, İslami
taraftan kendimizi ikna edecek İslami öğreti bulmamız imkânsızdır.
Yaşadığımız Türkiye'de bu uyum sağlanmışsa, İslami ilkelerden, İslami
öğretiden vazgeçildiği sonucu çıkar.
Kapitalizm, yerleşik düşünceye, geleneklere dine sürekli saldırır. Bu
saldırıyı yapmasa, tüketim alanını genişletemez. Kapitalizm yapısal
durumu gereğince hep yerleşik düzene ve düşüncesine saldırmak
durumundadır. Saldırmazsa, ayakta kalamaz.
Bu saldırıyı, halk nezdinde, değişim, gelişim ve demokrasi olarak
takdim eder. Türkiye'de iktidar olanların sahtekârlığı da bu
noktadadır. Geleneklerden (yerleşik dini düşünce) yana olduğunu
söyler, ancak kapitalizmin bu geleneklere saldırısını yok sayar.
İslamiyet her noktada, kapitalizm ile çatışır. Din faizi yasaklar,
Kapitalizm de bu noktada dini yasaklar. Bunun gibi binlerce örnek
vermek mümkündür. Sadece eşitlik ilkesi bile Kapitalizm ile çatışan
baş öğretisidir.
Kapitalizm ile dinin birlikte olmasının zor olmasına kaşın, çok iyi
bütünleşiyor gibi görünmesi, din ve geleneklerin sahiplerinin
ilkelerine sahip çıkmamasındandır. Yoksa kapitalizm ile İslami'ye tin
uyum içinde olmasında değildir.
Batı İslam' a sadece Haçlı Seferleri ile saldırmaz. Asıl geleneklere,
dini öğretilere saldırılar yapar. Kanunlarına saldırır. Aslında
İslam'da din kanun anlamındadır. Kanunlarına saldırarak İslam'a
saldırır.
Tüm saldırıların temelinde kapitalizmin tüketim alanlarını
geliştirmesi içgüdüsü vardır.
İslam'ı yeniden tanımlamak, İslam coğrafyasını manipüle etmek, hep bu
ihtiyaçtan kaynaklanır.
Kalvinist İslam tanımlaması da, Ilımlı İslam tanımlaması da Batıya ait
tanımlamalardır.
AKP'nin iktidarı da bu tanımlamaya tıpa tıp uyan bir özellik taşımaktadır.
Hem Müslüman hem liboş olunmaz. Yani Müslüman'ın iktidarı değil,
kapitalizmin iktidarıdır, yaşadığımız.
İslam kapitalizm karşı olduğu halde, Kapitalizmi iktidar yapamaz.
Bu gün Allaha tapıyorum diyenler, aslında paraya, yani kapitalizme
tapıyorum diyorlar.
ordu millet

"Gülen İP'ye 5 milyon dolar verecekti"
29 Temmuz 2011
13. Ağır Ceza Mahkemesi'nce görülen birinci 'Ergenekon' davasının son duruşmasında, tutuklu sanıklardan İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek söz aldı.

Tanık Kemalettin Gülen'in, davanın tutuklu sanıklarından Alparslan Arslan'ın İşçi Partili olduğu yönündeki açıklamaları üzerine konuşma kararı aldığını söyleyen Perinçek, bazı iddialarda bulundu:

"28 Şubat arifesinde Fethullah Gülen benimle buluşmak istedi ama kabul etmedim. Daha sonra gelen bir telefon, görüşmenin seçim çalışmalarında kullanılmak üzere 5 milyon dolardan başlayacağını söyledi..."

Perinçek, Silivri Ceza ve İnfaz Kurumları Yerleşkesindeki salonda görülen duruşmada, 1996 yılında bir vakıf adına geldiklerini söyleyen 12 kişilik heyetle İşçi Partisi İstanbul İl Merkezi'nde görüştüğünü, bu kişilerin kendisine Fethullah Gülen'in selam ve saygılarını getirdiklerini söylediklerini aktardı.

Perinçek, heyetin kendisine, ''Fethullah Gülen'in görüşmek istediğini, ama ne Gülen'in buraya geleceğini ne de kendisinin Fethullah Gülen'e gideceğini bildikleri için bir otelde buluşulacağını, basına fotoğraf çektirilerek barış ve uzlaşma mesajı verileceğini'' söylediğini savunarak, ''Ben bu görüşmenin anlamlı olmayacağını bildiğim için reddettim'' iddiasında bulundu.

"5 MİLYON DOLARDAN BAŞLAYACAK"
Mahkeme Heyeti Başkanı Hasan Hüseyin Özese'nin, bu teklifi yapanın kim olduğunu sorması üzerine Perinçek, o zaman Gülen cemaatinin ikinci adamı olan Latif Erdoğan ve beraberindekiler olduğunu söyledi.

Bu görüşmeden iki gün sonra da Samanyolu televizyonunun ileri gelenlerinden birinin kendisini aradığını öne süren Perinçek, bu kişinin telefonda, ''Neden böyle bir görüşmeyi reddettiğini sorduğunu, bu görüşmenin 5 milyon dolardan başlayacağını ve İşçi Partisi'nin seçim çalışması için çok faydalı olacağını'' söylediğini iddia etti.

Tanık Kemalettin Gülen'in, Alparslan Arslan'ın İşçi Partili olduğunu söylediğini hatırlatan Perinçek, ''Ne Alparslan Arslan İşçi Partili herhangi birini aramıştır ne de partinin kapısına gelmiştir, ancak Fethullah Gülen benimle görüşmek istemiştir'' dedi.

"İDDİA ÜZERİNE KONUŞTUM"
Perinçek, aslında hiç konuşmayacağını, ancak Arslan'ın İşçi Partili olduğu söylenince, zapta geçmesi için konuştuğunu belirterek, ''2008'de, Fethullah Gülen cemaatinin her yıl düzenlediği Türkçe Olimpiyatları'nın ödül töreninde bir konuşma yapmam için teklif geldi. 'Bakanlar da gelecek, sizi protokolde oturtacağız. Bakanlar sizin arkanızda oturacak' dediler. Bunu da kabul etmedim'' şeklinde konuştu.

PERİNÇEK'İN AVUKATI CENGİZ
Perinçek'in avukatı Mehmet Cengiz de tanık Kemalettin Gülen'e, Alparslan Arslan'ın birkaç kez İşçi Partisi üyesi olduğunu söylediğini hatırlatarak, ''Alparslan Arslan İşçi Partisi'nin hangi il ve ilçe teşkilatı üyesiymiş?'' sorusunu yöneltti. Gülen de ''Kendisinde Ulusal Haber basın kartı bulundu. Evinde çok sayıda Aydınlık dergisi bulundu'' yanıtını verdi.

Avukat Cengiz de söz konusu kartın Ulusal Kanal'la uzaktan yakından alakası olmadığının Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından saptandığını söyledi.

Mahkeme Heyeti, Aras'ın beyanının alınmasının ardından duruşmayı 4 Ağustos Perşembe gününe erteledi.

İktidar Baskısı Bir Yazarın Daha Başını Yedi: Önkibar İstifa Etti
29.07.2011

Uzun süredeir Fethullah Gülen cematinin baskısı altında olan Yeniçağ gazetesinden Sebahattin Önkibar da ayrılmak zorunda kaldı. Önkibar'ın "Hz. Muhammet'siz İslam Olur mu" adlı bugünkü yazısı taşra baskısında yer alırken şehir baskısından çıkarıldı. Bu gelişme üzere muhalif yazılarından dolayı bir süredir sıkıntı yaşadığı öğrenilen Sebahattin Önkibar, Ankara temsilciliği ve yazarlık görevinden istifa etti.

İşte Önkibar'ın istifasına neden olan o yazı:

HZ MUHAMMETSİZ İSLAM OLUR MU?

Başlığa bakıp bu nasıl soru demeyin sakın!

Hedeflenen yeni Müslümanlık Hazreti Muhammetsiz islamdır!

O nasıl mı olur?

Proje mimarlarına göre haşa onu aşmakla olurmuş!

Ambalajı da İbrahimi dinlerin kardeşliği ve bütünselliği imiş!

Henüz alt perdelerden ve belli mahfillerde seslendirilen modernize edilmiş yeni İslam dini projesinin ardında ise Paxamericananın Evanjelistleri ile Vatikan var.

İBRAHİMİ DİNLER VE DİYALOG !

İbrahimi dinler ambalajı basit anlatımla üç kitaplı dinin yani İslam,Musevilik ve Hıristiyanlığın bir potada eritilmesi ile orta vadede üçünden ortak bir din yaratmadır.

Bu yeni inanca göre üç din de hakdır ve bu dinlere mensup olanlar cennete gideceklerdir.

Kur’anı Kerim’i reddeden bu anlayış islamın Protestanlaştırılması ya da reforme edilmesinin ötesinde tamamen iğdiş edilmesidir .

Bu vahim projenin kapısını aralayan ilk teşebbüs de dinler arası diyalog yutturmasıdır.

Dinler arası diyalogun amacı böyle bir deformasyona iklim hazırlamaktı.

Malum soğuk savaş sürecinden sonra Emperyalizm Komünizmi düşman olmaktan çıkarmış yerine islamı oturtmuştur.

İslamla mücadelenin tekniklerinde ise deformasyon yani islamı kendi özü ya da temel çizgisinden çıkarmak öncelikli hedeftir.

Batılı büyük istihbarat örgütlerinin kontrolünde olan Haçlı intelijansiyası yeni süreçte tehlikenin aslında Müslümanlar olmadığı tersine İslam inancının kendisinin olduğu hükmüne varmış ve o yönde sonuç alacak metotları teklif etmişlerdir.

İŞTE DEHŞET UYGULAMALAR

İşte Büyük Ortadoğu Projesi de aslında bu bakışın proje olarak somut yansımasıdır.

Üzülerek ifade etmeliyiz ki bu yeni projenin uygulama merkezi Türkiye’dir ve öyle olduğundan olsa gerek BOP’un Eşbaşkanı da malum Sayın Tayyip Erdoğan’dır.

Bizzat devlet ve hükümet tarafından desteklenen yeni ya da Hazreti Muhammetsiz İslam projesindeki faaliyetlere vereceğimiz birden çok somut örnek var.

Mesela ilkokul kitaplarımızda var olan Kelime Tevhid tarifinden Muhemmedun Resululahın çıkarılması en dehşet verici örnektir.

Sinsi bir şekilde yürütülen bu kampanyalarda ayrıca islamla Hıristıyanlık ve Museviliğin çok farklı olmadığı ,dolayısı ile iki ayrı dinden insanların nikah kıyabilecekleri bile şuuraltılara pompalanıyor.

Keza Papazların Camilerde ayin yapması ve de devlet büyüklerimizin cemaatı olmayan Kiliseleri besmele ile açması ve yine cemaatı olmayan onbinlerce Kilise Evinin ihya etmesi bir diğer garabet misalleridir.

Bu bağlamda verilebilecek en dehşet örnek ise ABD’nin Cuma hutbelerimize müdahale etmesi ve bundan sonuç almasıdır.

ABD SEFİRİNDEN HUTBBEYE MÜDAHALE

AKP iktidarı ile beraber 2005 yılında ABD sefiri Edelman hükümete ve Diyanet’e baskı yapıp Cuma Hutbesinde okunan “Yegane din islamdır” ayetini kaldırtmaya çalışmıştır ki maalesef büyük ölçüde başarılı da olmuştur.

Kuşkusuz Paxamericanın Evenjelistleri ve Vatikan’ın CIA desteği ile yürüttüğü bu rezil faaliyete Türk insanı manevi önderleri sayesinde her şeye rağmen direnmeye devam ediyor .

Bu bağlamda Türkiye’de kökü dışarıda olmayan yani milli olan pek çok dini camia çok güzel refleksler sergiliyor ki bunun bayraktarı tartışmasız olarak Prof.Dr.Haydar Baş Bey ve Arkadaşlarıdır.

Dürüstçe ifade edeyim bizim gibi işi gücü okumak ve yazmak olan biri bile Hazreti Muhammedsiz islam noktasındaki pek çok kahpe faaliyetin ayrıntılarını Prof Haydar .Baş Hoca sayesinde nüfuz edebilmiştir ki bu bile yürütülen çalışmanın sinsiliğini teyid ediyor.

İSLAM DİYE DİYE İSLAMA İHANET!

Bizi üzen şeylerden biri de adı Milli Görüş olan bir önemli Camianın tamamen olmasa da bu rüzgara büyük ölçüde kapılması yani Amerikan islamına boyun eğmesidir.

Öyle değilse soruyorum yakın geçmişte her Cuma çıkışı Emperyalizmi protesto eden o insanlar dün Irak’da bugün Libya’da Haçlılar Müslümanları avlarken bir kez olsun neden tepki koymadılar ve koymazlar?

Ve son not:

Türkiye’de Şanlı Muhammed Aleyhisselam,Ashabi ve Ehli Beytinin Kur’an ve Hadisi Şerif Müslümanlığına, kendine güya İslamcı diyenlerin iktidarında savaş açıldığını ve gerçek Müslümanlığın yerine Amerikan İslamının ikame edilmeye çalışıldığını tarih dehşet verici ve ibret alıcı büyük bir ironi olarak yazacağından hiç kimsenin kuşkusu olmasın!
Kaynak: Açık İstihbarat

Economist: "Fettullah Gülen Hıristiyan ve Musevileri memnun etmeye çalışıyor"

5 AĞUSTOS 2011
Economist bu sayısında Türkiye analizlerine geniş yer ayırıyor.

Bu analizde Öne çıkan bir tespit ise Fethullah Gülenle ilgili.

"Türkler üzerinde en etkili dini hoca" olarak tanımlanan Fettullah Gülen'e ilişkin şu cümleler: "Çoğu Arap İslamcısının aksine Hıristiyan ve Musevileri memnun etmeye çalışıyor. Gülen'in takipçileri 1990'larda yaptıkları toplantıların Erdoğan'ı İslam devleti fikrinden vazgeçirmede çok etkili olduğunu söylüyor."

Gülen'in Mavi Marmara krizinde Türkiye'nin de suçlu olduğunu söylediğini hatırlatan yazı, Erdoğan için ise, "Dolayısıyla dini bütün hocalarından baskı gördüğünde, bu daha fazla radikal olması için değil, tam tersi yönde oluyor" tespitini yapıyor.

Anadolu burjuvasının tüm zengin sınıflar gibi istikrarı tercih ettiğini belirten yazı, bu grupların da Ak Parti'nin hedeflerini sınırladığını ekliyor.
Haber1001

FBI: “KUR’AN DEĞİŞTİRİLMEDİKÇE MÜSLÜMANLAR ILIMLAŞTIRILAMAZ”
15 Eylül 2011



Müslümanlara yönelik dünyanın farklı bölgelerinde operasyon yürüten ABD’nin ajanlarına verdiği eğitimde, ‘cihad’ ve ‘ılımlılaştırma' kavramları dikkat çekiyor!

Son günlerde ABD yönetimi tarafından FBI, CIA ve diğer silahlı kuvvetlere, İslam dini ve Müslümanlara karşı mücadele etmek için verilen eğitim programları ile ilgili dikkat çeken belgeler yayınlanıyor.

Yayınlanan belgelerden birinde, Müslümanlara karşı operasyon düzenleyen FBI ajanlarına verilen eğitimin niteliği dikkat çekiyor. FBI ajanlarına verilen eğitimde 'cihad' ve Müslümanların ‘ılımlaştırılması’ ile ilgili çarpıcı detaylar var

“KUR’AN ALLAH’IN SÖZÜ OLDUĞU MÜDDETÇE MÜSLÜMANLAR ILIMLAŞTIRILAMAZ”

Belgede “Kur’an Kerim’in Allah’ın sözü olduğu müddetçe İslam dininin ve Müslümanların ‘ılımlaştırılamayacağı’” ifade ediliyor.

FBI ajanlarına verilen eğitimlerde İslam’ın, Kur’an ve Sünnet üzerine kurulduğu ile ilgili genel bilgiler verilirken; Şiî ve Sünnî mezheplerin bazı noktalarda ayrıldığı ifade ediliyor.

FBI ajanlarına İslam dini ile ilgili verilen eğitimde, İslam’ın temel inançları ile ilgili detaylı bir eğitimin verildiği göze çarpıyor.

Belgelerde zekat ile ilgili ayrıntılı bilgi verilirken; zekat ile Müslümanların İslam’ın güçlenmesine katkı sağladığı ifade edilmekte ve bu yolla ‘İslam ordusu’nu destekledikleri belirtilmekte.

'DAR’UL HARP - DAR’UL İSLAM'

FBI ajanlarına verilen eğitimde ‘Dar’ul Harb’ ve ‘Dar’ul İslam’ gibi kavramlar ile ilgili bilgi verilmesi de dikkat çekiyor. Verilen eğitimde İslam inancının inananlar ile inanmayanlar arasında bir ayrıma gittiği ve bu topluluklar arasında ‘sürekli bir savaş halinin’ olduğu ifade ediliyor.

“İNTİHAR YASAK; ANCAK İNTİHAR SALDIRILARI SERBEST”

ABD’nin FBI ajanlarına verdikleri eğitimlerde İslam’da intiharın yaksa olduğunu; ancak İslam için ‘intihar eylemlerinin’ yasaklanmadığı ifade ediliyor.

Belgede cihad kavramı ile ilgili de bilgiler veriliyor. Cihad’ın inanmayanlara karşı bir ‘din savaşı’ olduğu ifade edilirken; Hz Muhammed’in cihad stratejisinin dört ana kolda yürütüldüğü ifade edilmekte:

İlk olarak, İslam’a inanmayanları önceki günahları için af dilemeye ve İslam inancını seçmeye sözlü olarak davet. İkinci olarak, Müslümanlara yönelik saldırılara karşı savunmaya izin verilmesi. Üçüncü olarak, Müslüman olmayanlara karşı kutsal aylar haricinde saldırılmasına izin verilmesi ve son olarak da, her yerde ve her zaman Müslüman olmayanlara karşı saldırı…

“CİHAD İNANMAYANLAR İLE SAVAŞTIR”

Belgelerde ‘cihad’ kavramının İslam dinindeki mezheplere göre ayrıntılı açıklamalarının yapılması dikkat çekiyor.

FBI ajanlarına Müslüman kadınlar ile ilgili de bilgilendirme yapılıyor. Müslüman kadınların cihad kavramı içerisindeki yeri ise şöyle açıklanıyor: “Eğer bir İslam ülkesi yabancılar tarafından işgal edilirse; ülkedeki Müslüman kadınlar da savaşa destek verebilir.”

Ayrıca, İslam bölgelerinin işgal edilmesi halinde Müslüman kadınların da savaşa destek vermesi gerektiği ifade ediliyor.
Dünya Bülteni

ZAMAN’IN RUHU HAKİKATİN İNFAZI
EREN EĞİLMEZ
06 Eylül 2011

Şimdi okuyacağınız yazı kısır bir polemik amacı taşımamaktadır. Leyla İpekçi’nin Zaman gazetesindeki köşesinde yer alan ve çok sıradan gibi görünen yazısından hareketle kaleme alınmıştır. Medyanın ve köşe yazarlarının gerçeklerle arasına koyduğu bilinçli mesafeyi tartışmak adına bir örnektir ve okuyacaklarınız tabi ki her türlü eleştiriye açıktır.

Leyla İpekçi yazısına şu ifadelerle başlıyor: “90'ların şimdikinden en büyük farkı, devletin içindeki illegal yapılanmaların devlet adına Kürtlere zorbalık etmeleriydi”

İpekçi daha ilk cümlesinde yazısının oturacağı zemini belirliyor ve okuyucusunun fikrini bir noktaya sabitliyor. Asıl mesajını yazısının girişinde kurduğu o cümledeki “devletin içindeki illegal yapılanmalar” ifadesinin içerisine yediriyor.

Yazarın aslında söylemek istediği ise şudur: “Eğer geçmişe dair bir hesaplaşma olacaksa bu hâkim düzenle değil, o düzenin içine sızmış olan çürük elmalar ile olmalıdır. Nitekim Ergenekon davası ile de zaten bu hesaplaşma yapılmaktadır.”

İpekçi’nin yazısının ikinci cümlesi ise birinci cümlesini tamamlayan, okuyucunun gözüne perdeyi sonuna kadar indirmeyi hedefleyen çok anlamlı bir ifade… Yazar şöyle buyuruyor: “Bugün ise -bazı stratejik PKK saldırılarına kadar- hükümet, devlet adına barış pazarlıkları yürütmeye çalışıyordu. “

Yani neymiş; 90’lardaki “zorbalığın” sorumlusu devlet değil, devlete sızan illegal yapılarmış. Gerçek devlet politikası ise AKP hükümeti eliyle yürütülmeye çalışılan “barış” süreciymiş, bu süreci de PKK bitirmiş.

Müthiş değil mi?

Sanki medyanın görevi kirli bir sistemi çitilemek, köşe yazarının işi ise her türlü gerçeği toplumdan gizlemek. Leyla İpekçi de yazısının devamında bir sistem nasıl aklanır, her türlü gerçeklik asıl bağlamından nasıl koparılır bunun en güzel örneklerini veriyor.

İpekçi yazısının hemen girişinde “devlete sızan illegal yapılanmalar” tespitini yapmış olmanın rahatlığıyla 90’lı yılların o kan revan günlerini anlatmaya başlıyor.

Yazısında bir anda toplumsal acıları unutmayan vicdanlı bir belleğe dönüşüveren Leyla İpekçi, “Katleden, yargısız infaz yapan odaklar devletin içindeydi. Devlet şahinleştikçe, Ergenekonvari çeteler onu içeriden çürüttü. Asıl kanı devlet döktü.” vb cümleler ile herkesin o çok iyi bildiği gerçeklerin bir kısmını gerçeğin kalan kısmını örtmek üzere sıralıyor.

Yazarın bu “duyarlılık” dolu çabasının sebeb-i hikmetini ise yazısının devamında anlamaya başlıyoruz. İpekçi’nin Zaman gazetesinin kendisine tahsis ettiği köşesini “90’lı yılların acılarına” neden ayırdığını şu ifadelerinden öğreniyoruz.

İlgili paragrafı İpekçi’nin yazısından olduğu gibi alıntılıyorum:

“BDP'li milletvekilleri ‘AKP'nin darbelerle hesaplaşmayacağını, eski Ergenekon yerine yeni Ergenekon'u inşa ettiğini’ de söylemiş kongrede. AKP'nin kendi Ergenekon'unu kurması demek: Kanlı provokasyonlarla kesimleri birbirinin üzerine salarak, mafyalaşarak, para ve silah kaçakçılarıyla işibirliği yaparak, İsrailvari bir dış ülke bağlantısına sırtını dayayarak vesaire darbe şakşakçılığı yapmak demek, cuntacıları baştacı etmek demek. Sahiden yeni profil bu mu?”

Aslında İpekçi’yi kızdıran ve bu yazıyı kaleme almasına neden olan “sihirli cümle” belli; BDP milletvekillerinin “AKP eski Ergenekon yerine yeni Ergenekon'u inşa etti” demiş olmaları…

İpekçi’nin yazısının daha ilk giriş cümlesi neydi; “90'ların şimdikinden en büyük farkı, devletin içindeki illegal yapılanmaların devlet adına Kürtlere zorbalık etmeleriydi.”

İpekçi’nin neden rahatsız olduğu çok açık değil mi?

BDP milletvekilleri aslında çıkıp demişler ki; İpekçi’nin “devletin içindeki illegal yapılanma” dediği şeyin kadroları değişti ama o yapı aynen devam ediyor. İpekçi de bundan rahatsız olmuş ve gazetesinin kendisine açtığı köşeyi bu konuya ayırmış.

Peki, “AKP eski Ergenekon yerine yeni Ergenekon'u inşa etti” ifadesinden yalnızca Leyla İpekçi mi rahatsız oluyor? Tabi ki hayır, zamanında o meşhur elli sekiz kişilik “Susurluk Çetesi listesi” içinde yer alanlar da “Yeni Ergenekon” olarak adlandırılmaktan müthiş rahatsızlar.

Adına “Susurluk süreci” denilen o dönemi hatırlayanlar, bahsi geçen listeyi de o listeye Fethullah Gülen’in isminin de eklendiğini hemen hatırlayacaklardır. Hatta Gülen’in o listeye eklenmesine yaptığı basın açıklamasıyla en büyük tepkiyi veren kişinin Alpaslan Türkeş olduğunu da…

Alpaslan Türkeş’in hem o liste hem de Gülen hakkında neler dediğini kısaca hatırlayalım. Bakın Türkeş ne diyor:

“Birlik ve beraberliğe ziyadesiyle muhtaç olduğumuz bu günlerde Susurluk olayı sebebiyle hazırlandığı söylenen bir liste, bu liste de Fethullah Gülen hocaefendinin adının geçmesinin de ülkemizin istikrarı açısından fevkalade üzücü bulduk. Esefle karşılıyor ve kınıyoruz. Kınamamız bu uydurma listeyi hazırlayanlaradır. Şahsi malı olarak bir dikili ağacı dahi bulunmayan, kendini ilme ve ilmin yayılmasına adayan, memleketimizin manevi dinamiği olan hocaefendinin Avrupa’dan Yunanistan’a Kanada’dan Yakutistan’a kadar olan çalışmaları her manada takdire şayandır. Böyle muhterem bir şahsın nereden geldiği belli olamayan elli sekiz kişilik bir listede isminin geçmesi veya eklenmesi izan sahiplerince hiçbir mana ifade etmeyecektir. Hocaefendi Türk Milleti’nin gönlünde hak ettiği tahtı kurmuştur. Hiçbir zan ve iftira O’nun bu durumunu sarsamaz (…)”

Türkeş’in 90’lı yıllarda Gülen ile ilgili görüşleri böyle…

O yıllar MHP ile cemaatin, bugünlerin tersine, arasının açık olmadığı zamanlar. Bunun nedenlerine bir başka yazıda elbette girebiliriz ancak şimdi konumuz bu değil… O yıllardaki bu yakınlığı anlamak isteyenler için genelde Kafkasya özelde de “Türkmenistan” bir anahtar kelime olabilir ve tabi ki orada yürütülen bazı ticari faaliyetlere de iyi bakmak lazım. Türkmenistan’a hangi şirketlerin girdiğini, o şirketlerin sahiplerinin bugünün siyasal konjonktüründe nasıl pozisyon aldıklarını ve hatta hangi medya kuruluşlarıyla ne tür ekonomik ilişkiler kurduklarını çözümlemek gerçekleri görebilmek adına yardımcı olabilir.

Bu bahsi geçip tekrar İpekçi’nin yazısına dönelim.

Yazarın köşesinden BDP’ye sorduğu sorular da hayli dikkat çekici, işte bu sorulara bir örnek:

“Bugün Öcalan'la görüşmelerin devam etmesini isteyen BDP'liler, bu görüşmelerin hangi kanlı saldırılar ve sabotajlarla kesildiğini unuttular mı peki? Bugün AKP'yi operasyonlara zorlayan 'örgüt şiddeti' ile 90'lardaki ceberut devletin savaşı sürdürebilmek için kendi vatandaşını birbirine düşürmekten kaçınmayan 'devlet şiddeti' sahiden aynı mı sizce?”

BDP’lilerin buna ve İpekçi’nin yazısındaki diğer sorulara ne yanıt vereceğini bilemiyorum ama İpekçi’nin şiddeti tarihi dilimlere ayırmadaki başarısını “tebrik” ediyorum. Yazarın bu becerisi angajmanın aklı esir almasına olabilecek en iyi örnek…

Bugün tasfiye edilen kimi kadroların geçmişteki savaş biçimine birkaç paragraf öncesinde “zorbalık” diyen İpekçi aynı yazıda kendi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pts Tem 24, 2017 9:05 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cmt Ekm 22, 2011 10:17 pm    Mesaj konusu: “Ahir Zaman Fitnesi” İle Yüzleşmek... Alıntıyla Cevap Gönder

Libya Lideri Muammer Kaddafi’nin Şehadetinin Aynasında “Ahir Zaman Fitnesi” İle Yüzleşmek...
Ertuğrul Horasanlı
22.10.2011



[Allah Resulü, sahabelerine Deccal’ı anlatırken,
"Ben Deccalın yanında neler bulunduğunu,
kendisinden daha iyi bilirim."
diye söze başlıyor
ve şunları anlatıyor:
"Onun yanında akan iki nehir vardır. Biri dış
görünüşüyle beyaz bir sudur. Diğeri de
parlak bir ateş olarak görülür. Kim ona yetişirse,
ateş olarak görünen nehrin yanına varsın ve
başını eğip ondan içsin. Zira bu parlak ateş gibi
görünen nehir, soğuk bir sudan ibarettir."
]
(*)

Libya'nın lideri Muammer Kaddafi'nin haçlı ordusu NATO'nun bombalarıyla yaralandıktan sonra, isyancı-demokrat çapulcular tarafından yakalanıp, linç edilmesinin yeni görüntüleri ortaya çıktı.

http://webtv.hurriyet.com.tr/'de yayınlanan bu görüntülerde Libya'nın lideri Muammer Kaddafi, şehit düşmeden önce, kendini alçakça linç etmeye ve soymaya çalışan isyancı-demokrat çapulculara “Evlâtlarım, ben sizin babanızım. Bana yaptığınız haramdır, siz günah işliyorsunuz. Bu olamaz. Siz haram nedir bilmiyorsunuz" diyor.

Görüntülerde, bir grup isyancı-demokrat çapulcu ayakkabıları ve ellerindeki sert cisimlerle Kaddafi'nin kafasına dakikalarca vuruyor.

Alnında delik açılan ve kanlar içinde kalan Kaddafi'nin "Bana yaptığınız haramdır, siz günah işliyorsunuz" sözlerine rağmen isyancı-demokrat çapulcular Libya Lideri Kaddafi'nin kafasına öldüresiye vurmaya devam ediyorlar.

Kaddafi’nin altın tabancasını çalan bir isyancı-demokrat çapulcu ise silahın namlusuyla Kaddafi’nin başına vuruyor.

Diğer bir görüntüde ise bir başka isyancı-demokrat çapulcu Kaddafi'nin üstünden kanlı ceketini ve parmağından eşi “Safiye1970” yazılı evlilik yüzüğünü çalmış olarak gözüküyor. Arkadaşları "Sakın bunu kimseye verme gelecekte 1 milyon dolardan fazlaya satarsın" diyor.

İşte Haçlı ordusu NATO'nun Libya'ya silah zoruyla getirdiği "demokrasi" böyle bir şey...

Bundan sonra...

Kaddafisiz Libya halkı bu çapulcu demokratlar tarafından demokratikleştirecek...

Saddamsız Irak ne hallere düştüyse, Libya’yı da o felaket bekliyor bilesiniz...

Vah Libya vah...

Haçlılar bütün dünyaya işte böyle bir “çapul demokrasisi” getirmek için var güçleriyle çalışıyor...

Kimi ülkelerin yöneticilerini rüşvetle satın alıyor...

Kimilerininkini şantajla bağlıyor...

Şehit Saddam Hüseyin, şehit Usame Bin Ladin ve şehit Muammer Kaddafi gibi satın alamadıklarını, teslim alamadıklarını, boyun eğdiremediklerinin ise önce ülkelerini işgal edip yakıp yııkıyor... Kendine muhalefet eden yerli halkı katliamlar ve işkencelerle bertaraf ediyor...

Sonra da, o liderleri o ülkenin en aşağılık sınıfından seçtiği işbirlikçilerinin eliyle canavarca infaz ediyor..

Kendine direnecek olanlara ibret olsun diye...

Bu kanlı infaz sahnelerinden, bazıları gerçekten ibret alıyor olmalı ki; bu son haçlı seferinin gönüllü sefiri, yardımcısı, yatakçısı, tetikçisi oluveriyor...

İnsanın aklına Resulullah Efendimizin, biz "ahir zaman müslümanlarını" ondan uzak durmaya çağırdığı "büyük fitne"nin, şu adına "demokrasi denilen şey" olabileceğine dair bir şüphe düşmüyor da değil yani...

Güvenilir bir Ehl-i Sünnet alimi bulsak da sorsak...

Adına bazılarının "ileri demokrasi" de dediği ve yere göğe sığdıramadığı bu şeyin gerçekten ne olduğunu anlamak istiyorsanız...

Irak'ın şehit Devlet Başkanı Saddam Hüseyin'in, işbirlikçi Şiiler tarafından katlediliş sahnesini hatırlayın...

O ahlâksız güruhun onca itip kakmasına ve aşağılamasına rağmen başı dik gümbür gümbür kelime-i şehadeti haykırmasını hatırlayın...

Canlı yayında naklen şehadet...

Dönün...

Mideniz bulana bulana da olsa...

Kusarak da olsa...

Libya Lideri Muammer Kaddafi’nin şehit olmak üzereyken bile kendi ülkesinin yoldan çıkmış çocuklarına, onları büyük bir günahın vebalinden korumak isteyen bir baba şefkati içinde: “Evlâtlarım, ben sizin babanızım. Bana yaptığınız haramdır, siz günah işliyorsunuz. Bu olamaz. Siz haram nedir bilmiyorsunuz" diye nasihat edişini görün...

Şehitlikten nefsin niye bu kadar korktuğuna dair de bir fikir edinme imkânı da yakalayabilirsiniz bu arada...

Hristiyanları, Yahudileri, putperestleri, dinsizleri, imansızları “hepimiz Adem’in çocuklarıyız, hepimiz İbrahimîyiz, hepimizin amentüsü bir, hepimiz aynı Allah’ın kuluyuz” diye sonsuz “bir hoşgörü ve diyalog” içinde “dost ittihaz eden” bazı gözü yaşlı sapıkların, mesele İslâm’ın bu şerefli şehit evlâtlarına geldiğinde; onlara nasıl kin kustuklarını, ne iftiralar attıklarını, onlardan nasıl nefret ettiklerini de hatırlarsanız...

Belki ısrarla unutturulmaya çalışılan, o olmasa da olurmuş gibi davranılan Kâinatın Efendisi’nin; bu zamanda, yani zamanın sonunda, yani “ahir zaman”da ümmetini bekleyen korkunç fitnelere dair 1400 küsur yıl öncesinden yaptığı ikazlara göz atmak da istersiniz...

Meselâ başlığın altındaki Hadis-i Şerif’e:

"Onun yanında akan iki nehir vardır...”

“Biri dış görünüşüyle beyaz bir sudur....”

“Diğeri de parlak bir ateş olarak görülür...”

“Kim o(zaman)na yetişirse, ateş olarak görünen nehrin yanına varsın ve başını eğip ondan içsin...”

“Zira bu parlak ateş gibi görünen nehir, soğuk bir sudan ibarettir..."

[Başka bir rivayette Deccal'lın "su ve ekmek dağları"na sahip bulunduğu da belirtilir.(52)

Müslim'de yer alan başka bir hadiste ise "onun cennet ve cehennemi bulunduğu, cehenneminin cennet, cennetinin de cehennem olduğu" bildirilir.(53) "Kendine tâbi olanları cennetine, tâbi olmayanları da cehennemine atar."(54)

Âlimler, bu hadisleri yorumlarken, "Deccal'ın kendisine boyun eğmeyen mü'minleri eziyet ve işkencelere atacağını" belirtirler. Aliyyü'l-Karî, "Onun suyu nimet ve lezzet, ateşi de meşakkat, azap ve elemdir"(55) der. Deccal’a boyun eğmeyen mü'minlerin "sıkıntı, belâ, çile ve meşakkat içerisinde kalacaklarını, buna rağmen Allah'ın lütuf ve ihsanıyla rıza, şükür ve sabır gösterecekleri anlatır."(56)] (**)

Öyle mankenlerle fingirdeşerek kakara kikiri, inşallah, maşallah, Mehdicilik oynamanın sahtekârlıktan başka bir anlamı yok yani..

Bugün dünyanın her tarafında Deccal ordularıyla boğuşan mücahid Müslümanlar, Deccal’e boyun eğerek onun arı duru, berrak görünen nehrine atlayarak serinlemeyi değil, onun “ateş nehrine” gözlerini bile kırpmadan atlamayı seçip şehadet şerbetini içerek Hem Allah’ın hem de Resulullah’ın emirlerine boyun eğiyorlar...

Bunu da “Deccal’a boyun eğmeyen mü'minlerin sıkıntı, belâ, çile ve meşakkat içerisinde kalacaklarını” bile bile yapıyorlar...

Guantanomo’ları...

Ebu Gureyb’leri...

Gizli açık toplama kamplarını...

İşkence uçak ve gemilerini...

Yargılı ve yargısız infazları...

En iğrenç işkenceleri...

En ağır hak gasplarını...

En katı mahrumiyeretleri bile bile...

Hepsini birden göze alarak...

Kendilerini “ateş nehirlerine” atıyorlar...

Deccal ve avanesi ise bunlara “diktatör, terörist, düşman” falan filan diyor...

Hadislerde Deccal’ın kendisine boyun eğmeyen müm’inleri binbir türlü işkence, eza, cefa, yokluk, yoksulluk, açlık ve susuzluk cehannenemine atacağı belirtildiği gibi, kendine tabi olan "müm’in"leri de yalancı cennetinde sayısız nimetlere garkedeceği de haber veriliyor...

Resulullah Efendimiz ne dediyse doğru olduğuna ve her şey onun haber verdiği gibi gerçekleşeceğine göre...

Demek ki; Deccal’in yalancı cennetindeki sayısız nimetlere tamah eden “mü’minler” de elbete olacaktır...

Milyar dolarlık servetlere hükmeden gözüyaşlı hocaefendilerden...

Milyon dolarlık Villalarda her türtlü lüks, şatafat içinde, vur patlasın çal oynasın oturan sahte Mehdî’lere, müteşeyyihlere, çıplak uyarıcılara, Tv şovmeni sapık ve saptırıcılara...

Her türlü yetki ve etki, makam ve mevkiler bahşolunmuş politikacılardan, bürokratlara...

Bunlardan nemalanan müteahhit, sanayici, tüccar ve esnaflara varıncaya kadar...

Bugün, milyonlarca “mü’min” dünyanın her tarafında deccal’in gözcülüğünü, sözcülüğünü, öncülüğünü, taşeronluğunu, tetikçiliğini canla başla yapmıyor mu?

Peki sizce bu iki grup “müm’min”den hangisi Resulullah Efendimizin emrini yerine getirmiş oluyor?

Hangisi O’nun emrini yerine getiriyorsa şüphesiz o ebediyyen kurtulmuştur...

***

Şimdi dönüp Libya Lideri Şehid Kaddafi’nin şehadet anını gösteren videoya yeniden bakalım...

Kaddafi, Deccal’in kendisine “Bana tabi ol, benim kulum ol, benim dediklerimi yap... Milyar dolarlarını yükle uçağına... Dünyanın istediğin ülkesine git çıtır çıtır ye!” teklifini kabul etseydi, şimdi dünyanın cenneti olarak nitelenen bir yerde, bin bir türlü nimet ve lezzete garkolmuş şekilde keyif sürecekti...

O ne yaptı?

“Ne kendimi, ne halkımı satmam, Libya’da doğdum, doğduğum topraklarda çarpışa çarpışa şehit olurum” dedi mi?

Dedi...

Dediğine son nefesine kadar sadık kaldı mı?

Kaldı...

Linç videosunda da görüldüğü gibi kendini “ateş nehrine” attı mı?

Attı...

Peki şimdi bu savaşı kim kazandı?

Şehadet şerbetini içen “diktatör” Kaddafi mi?

Yoksa o vahşî linç anında, kurban henüz son nefesini bile vermeden, onun üzerindeki kıymetli eşyayı yağmalayan ve hatta o eşyanın kıymeti hakkında fikir alışverişinde bulunan, Deccal’in işbirlikçisi çapulcu demokratlar mı?

Soru çok zor olduğu için bir ipucu verelim...

“Ferrarisi'ni Satan Bilge”nin yazarı Robin Sharma şöyle diyor:

- "Bir insanın yaşayıp yaşamadığını anlamak istersen, nabzına değil onuruna bak, duruyorsa yaşıyordur..."

Dipnotlar:

* [Buharî, Fiten: 25, Enbiya: 50; Müslim, Fiten: 105 (H. 2935); Ebû Davud, Melahim: 14 (H. 4315).]

** Şaban Döğen, “Deccal'ın özellikleri nelerdir?”, 27.06. 2007, http://www.sorularlaislamiyet.com/

Kaynak: http://millibirlikruhu.blogspot.com/2011/10/ahir-zaman-fitnesi-ile-yuzlesmek.html

Haçlı Uşağı Çapulcu Demokratlar Libya’ya Şeriat Getirmişler(!)... -2-
Oğuz Gürses
26.10.2011



Ne “Şeriat”ı?

“Şeriat” ne?

Şeriat, Arapça kökenli bir kelimedir ve "yol; mezhep; metod; âdet; insanı bir ırmağa, su içilecek bir kaynağa ulaştıran yol" anlamına gelir. İslam dinindeki özel anlamı ise "ilâhî emir ve yasakların toplamı"dır. Ehl-i Sünnette Şeriat’ın dört temel kaynağı vardır (Kur’an, Sünnet icmayı ümmet, kıyas)... Anlam olarak din terimine benzeyen şeriat teriminin, din teriminden farklılığı kullanım şeklindedir. Zira şeriat, "dinin insan eylemlerine (amel) ilişkin hükümlerinin bütünü", "dinin dışa yansıyan görüntüsü ve dünya ile ilgili hükümlerinin tamamı", "İslam Hukuku" gibi anlamlar için kullanılmaktadır. Şeriat kelimesi "şerea" kelimesi ile aynı kökten gelmektedir.. Bu kelime; beyan etmek anlamında olup, şeriat koymak manasında da kullanılır. Şeriat koyana "şâri" denir.

Kısaca bizim "hukuk" dediğimiz şeyin arapçası "şeriat"tır.

Şeriat ‘hukuk’ demektir, "hukukun üstünlüğü" demektir ve “Meşruiyetl”e aynı kökten gelir.

“Meşru” şeriata(hukuka) uygun, “gayrımeşru” şeriata (hukuka aykırı) demektir..

Libyalı haçlı işbirlikçi çakal sürüleri “şeriat” derken derken şüphesiz “İslâm Şeriatı”nı kastediyorlar...

Ama...

“Gerçek İslâm Şeriatı”na göre bu işbirlikçi çakal sürülerinin hepsinin yaşaması haram (katli vacip) değil mi?...

Öyle...

Niçin?

Çünkü Haçlı ordularıyla işbirliği yaparak İslâm’a da, Müslümanlara da, vatanlarına da ihanet ettiler...

Müslümanları katlettiler, işkence ettiler, ırzlarını ve mallarını talan ettiler...

Şimdi bu çakal sürüleri diyor ki: “Libya’ya şeriat getirdik.”
Duy da inanma...

Bunların ”Şeriat” dedikleri şey “İslâm Şeriatı” değil “neo-liberal çakal şeriatı”...

Suud’daki, Körfez’deki gibi cinayetlerine, hırsızlıklarına, ahlâksızlıklarına “İslâm”ı perde yapma puştluğu...

[Büyük Doğu Mimarı diyor ki, “İslâm hukuku, hakkın ta kendisidir; selim akıl, bütün zaman boyunca nereye başvurmuşa, bu hakikatlerden başka bir şey bulamamış ve bulamayacaktr!”] (2) .

Böyle bir Şeriat/hukukdüzeni, bu leş yiyen çakal sürüleri eliyle kurulabilir mi?

Nitekim...

Kötülük İmparatorluğu AB-D “Şeriat” lâfını bunların ağzından duyar duymaz attı fırçasını...

“Ne demek lan Şeriat?”

“Size talimatlarımızıTayyip’le iletmedik mi? O size ne dedi? ‘Laikliklik çok iyi bir şeydir. Laik olun’ demedi mi? Adamı nerenizle dinlediniz? Bozmayın asabımı çekerim koltuğu altınızdan. Atarım sizi Kaddafi’nin aşireti Tuareklerin önüne o zaman görürsünüz Şeriatı!”

Bakın fırçayı yer yemez asıl çarkediyor şerefsiz:

[“Libya'daki geçici yönetimin lideri Mustafa Abdülcelil ülkede bundan böyle şeriatın geçerli olacağı yolundaki açıklaması ardından oluşan kaygılar üzerine "Uluslararası toplum rahat olsun, Libyalılar ılımlı Müslümanlardır" dedi.
Mustafa Abdülcelil Pazar günü Libya'nın "kurtuluşunu" ilan ederken Kaddafi sonrası dönemde yasaların şeriatı temel alacağını ve İslam'a aykırı yasal düzenlemelerin kaldırılacağını söylemişti.
Abdülcelil, özellikle Batı basınında yer alan ve Libya'nın geleceğiyle ilgili kaygıların yansıtıldığı yorumlar üzerine bugün yeni bir açıklama yaptı, endişeye yer olmadığını söyledi.
Ulusal Geçiş Konseyi Başkanı, "Uluslararası toplumu temin ederim ki, Libyalılar Müslümandır, ama ılımlı Müslümandır. Bir Müslümanın diğer Müslümana canı, namusu ve malı haramdır. Bunlar İslam dininin temel ilkeleridir. Bir Müslüman böyle davranır. Eğer Müslümanlar bu kurallara uyarsa, hiçbir siyasi gruba ya da partiye tehdit oluşturmaz." dedi.]
(3)

Şimdi ne diyor bu dürzü?



“Uluslararası toplumu temin ederim ki”...

“Uluslararası toplum”?

AB-D emperyalizmi...

Dünyanın bugüne kadar gördüğü en büyük "Kötülük İmparatorluğu”...
,
“Şeriat getirdim” diyerek Libya halkının gazını almaya çalışırken, Şeytan’ın İmparatorluğuna dönüp...

“Uluslararası toplumu temin ederim ki” diyor...

“ Merak buyurmayın, benim saygıdeğer efendilerim! 'Şeriat' dedim ama, bu şeriat Allah’ın Peygamberi yoluyla bildirdiği "İslâm Şeriatı” değil. Sakın korkmayın, hiç endişelenmeyin. Bu Şeriat Yıllardır emek vererek Pensilvanya İmamı’yla birlikte uygulamaya soktuğunuz [b]'sahte şeriat/ılımlı islâm'[/b]dır. Aynı metotlarla, üç beş senede bu onurlu ve isyankâr Libya halkını uysal koyunlara çevirme projesidir. Sakın endişelenmeyin”

Demek istemiyor mu?

İstiyor ama bunu Batı basınına fısıldıyor...

Kendi halkına “inşaalah, maaşallah”’a devam...

Bu karaktersizlik örneği ne kadar tanıdık geliyor değil mi?

“Ilımlı İslâm” isimli fitne projesinin, çok kısa zamanda, neoliberal küresel çakallık düzeni için etiyle, sütüyle, derisiyle, gübresiyle, yünüyle inanılmaz katkılar sağlayan koyunlaştırılmış insan sürüleri ürettiğini görmek için fazla uzağa gitmeye hacet var mı?

İnanmayan çevresine dikkatlice baksın:

Ne de olsa gerçekler “zaman”la anlaşılır...

Dipnotlar:

2- Salih Mirzabeyoğlu, “Hukuk Edebiyatı –Nizam ve idare Ruhu”, sayfa: 105, İbda Yayınları, 1989, İstanbul.

3- BBC Türkçe, http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/10/111024_libya_sharia.shtml
+

Bu yazı dizisinin ilk bölümü için: http://millibirlikruhu.blogspot.com/2011/10/capulcu-demokratlar-libyaya-seriat.html

Ilımlı İslam dedikleri emperyalizmle “uyumlu” islamdır. Yani İslam olmayan bir İslam!
25.10.2011


BANU AVAR
‎(Sayfa Yönetimi)

Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ve İngiltere Başbakanı Cameron’un ellerinde oynattıkları kukla “ Özgür Libya’nın” yeni lideri Mustafa Abdülcelil. Haçlı ordusu NATO’nun desteğini arkasına alarak yönetimi ele geçiren gözü dönmüş canilerin lideri iki gün önce Şeriatı ilan etmişti. Bakınız bir de ne diyor:

“"Uluslararası toplumu temin ederim ki, Libyalılar Müslümandır, ama (Ilımlı Müslümandır). Bir Müslümanın diğer Müslümana canı, namusu ve malı haramdır. Bunlar İslam dininin temel ilkeleridir. Bir Müslüman böyle davranır…”
http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/10/111024_libya_sharia.shtml

Not: Ilımlı İslam dedikleri emperyalizmle “uyumlu” islamdır. Yani İslam olmayan bir İslam! Ayrıca Libya’ya yapılan haçlı saldırısı sonucu 7 ayda 60 binden fazla insanın öldüğü söyleniyor.
Kaynak: http://www.facebook.com/BanuAVAR

Merhum Alim Ömer Nasuhi Bilmen'in Papaz Karşısındaki Duruşu!
22.11.2011

O zaman İstanbul'da bir patrik vardı. Amerika'dan buraya reis-i cumhurun uçağıyla gelmişti. İstanbul'da Fatih'in türbesi açıldığı zaman o da buradaydı. Türbenin kapısı açılırken Rumca bir konuşma yaptı. Nureddin Topçu da Türkçe bir konuşma yaptı. Fazla kalabalık bir merasim değildi. 40 ya da 50 kişi ancak vardı. Bu Patrik geldiğinde İstanbul müftülüğünü ziyaret etmiş. Aradan bir müddet geçtikten s...onra o zamanki İstanbul valisi Fahrettin Kerim Gökay: "Efendi hazretleri, bir nezaket ziyareti arz etmez misiniz?" diyor. Ömer Nasuhi Bilmen Efendi, "O bizim kapımıza gelmekle mükelleftir. Ben onun kapısına gidemem. O bizim kapımızın zimmisidir" diyor. Aradan bir süre geçtikten sonra vali Gökay tekrar arıyor. Bu arada, Fahreddin Kerim Gökay namazını kılardı. Vali Gökay telefonda diyor ki: "Patrik bizi ziyarete gelecek. Siz de teşrif etseniz de bir mülakat hasıl olsa." Ömer Nasuhi Efendi, "İstanbul valisi olarak zat-ı alinizi ziyarete gelirim. Lakin resmi müftü kıyafetimle gelmemde bir mahzur var mıdır?" diyor. Bakınız o mütevazı hoca efendi neyi düşünüyor… Vali, "Hayhay efendim, tabii ki gelebilirsiniz" diyor.

Nihayet görüşme zamanı geldiğinde Fikri Efendi'yi (Aksoy) de yanına alarak valiliğe gidiyor. Valilikteki görevlilere "Patrik geldi mi?" diyor. "Hayır, gelmedi" diyorlar. "Öyleyse beni şu kenardaki odalardan birine alın. Patrik geldikten sonra bana haber edersiniz" diyor. Patrik gelince kendisine haber veriliyor. Patrik içeri girip oturduktan sonra Ömer Nasuhi Efendi kemal-i azamet ve heybetiyle içeri giriyor. Patrik ayağa kalkmak mecburiyetinde kalıyor. Patrikten önce girmesi durumunda bir Müslüman müftü olarak patriğin önünde ayağa kalkma durumuna düşmemek için böyle yapıyor.

------------------------------------------------------------------------

''Merhum Ömer Nasuhi efendinin bu hatırasını okuyunca, ne hikmetse aklımıza, Papanın yoluna durup ayağına kalkarak muhabbetle ve 'maşallah' diyerek boynuna sarılan , elini öpen, misyonunuzda size desteğiz diyen , kitleleri peşinden sürükleyen bazı cemaat liderlerleri geliyor ve yüzümüz kızarıyor.

http://www.facebook.com/home.php

Ak Parti cemaat ayrışmasının 5 nedeni
11.12.2011
Nihal Bengisu Karaca, Pensilvanya'daki Gülen - Arınç kavgasını yazdı..



Son dönemde Gülen Cemaati ve Ak Parti arasındaki 'çatışma' iyice su yüzüne çıkmaya başladı. Bir dönem Zaman Gazetesi'nde de yazan Habertürk yazarı Nihal Bengisu Karaca da Ak Parti ve Gülen Cemaati arasındaki gerilimi yazdı.

5 başlıkta çatışmanın nedenlerini sıralayan Karaca, hükümetten üst düzey bir ismin Pensilvanya ziyaretini ve Ak Parti ile cemaat arasındaki sert tartışmayı da yazdı.

İşte Karaca'nın o yazısı:

AK Parti-cemaat ayrışması ve nedenleri VARDI-yoktu derken cemaat-AK Parti çatışması şayiadan hakikate dönüştü. Partiye ya da cemaate tavır almamış, bilakis her ikisini de desteklemiş kimselerin köşe yazılarında bahsedilmesine bakarak bile "şike" tartışmasının buzdağının görünen kısmı olduğunu anlayabilirsiniz.

CEMAATE YAKINIM AMA TARAFTARI DEĞİLİM
Cemaate yakınım ama sıkı bir taraftarı değilim; AK Parti'ye yakınım ama bu köşeyi takip edenlerin de bildiği gibi sıkça eleştirdiğim vaki... Her iki çevrenin de kıyısında, her iki çevreyi de dinleyen biri olarak, bu ayrışmanın pek çok önemli nedeni olduğunu biliyorum. Objektif gözlemci sıfatıyla kaleme aldığım bu metinde söz konusu nedenleri sıralamaya çalışacağım:

AK PARTİ'NİN DIŞ POLİTİKA HASSASİYETİ
1- Büyük resimdeki en temel ayrışma nedeni, cemaatte AK Parti'nin uyguladığı dış politikanın Türkiye'yi dünya sisteminden koparacağı endişesinin var olması. Cemaat, Türkiye'nin "Müslüman" ama "Batı sistemi içinde yer alan bir Müslüman ülke" olmasını istiyor. Ortadoğu'da yapılan yatırımlarla, ticari ve insani ilişkilerin gelişmesine karşı olmadığı gibi destekliyordu; "One minute"e de bir itirazı yoktu. Mavi Marmara'nın yola çıkması ve sonrasındaki gelişmeler, İsrail ile ilişkilerin bozulması ise cemaatin hem hükümetten hem de Türkiye'nin cemaat dışındaki mütedeyyin gruplarından ayrı düşmesine neden oldu. Cemaat için Türkiye'nin İsrail'i karşısına alması, Ortadoğu ülkesi olmayı tercih etmesi anlamına geliyor, hükümet içinse bu "bölge gücü" olmanın anahtarı. Hakeza, İran için alınan riskler de cemaate fazla ve gereksiz görünüyor. Bu kesimde, hükümetin "bölge gücü" olmak için attığı adımların, kurduğu ittifakların ve dahi kurmaktan kaçındığı ittifakların maceradan ibaret olduğu kanısı hâkim. İsrail'in eskisi kadar "dokunulmaz" olmadığı fikrine katılmıyorlar. Hükümet çevreleri ise Türkiye'nin Arap kamuoyundaki kredisinin bölgeyi değiştirdiğini, cemaatin değişen dengeleri iyi okuyamadığını düşünüyor.

ANADİLDE EĞİTİM TALEBİ
2- Cemaat, Kürt meselesinde anadilde eğitim gibi temel haklar konusunda ilerleme kaydedilmez iken, terörle mücadelede de "komşu" ülkelere verilen açık çek yüzünden başarısız olunduğunu düşünüyor. Bu komşudan kastın yine "İran" olduğunu söylemeye gerek yok. Dahası İsrail ile ilişkilerin bozulmasının İsrail'in PKK'ya destek vermesini kolaylaştırdığından bahisle de, konu yine İsrail ile ilişkilere geliyor.

TÜRKİYE'DEKİ CEMAAT MENSUPLARININ GÜLEN'E ŞİKAYET EDİLMESİ
3- Temmuz ayında AK Partili taraflardan edindiğim ve aynı ay içinde cemaat tarafına da tasdik ettirdiğim bir duyuma göre, seçim öncesi Pennsylvania'da bir olay oldu. AK Parti'nin önde gelen simalarından biri, Hocaefendi'yi ziyarete gitti ve orada birtakım yakışıksız sözler zikretti. Konu dönüp dolaşıp Türkiye'deki cemaat mensuplarının Hocaefendi'ye şikâyet edilmesine, cemaat mensuplarının bir türlü memnun edilemediğinin ifade edilmesine kadar geldi. Bu olay, cemaatin seçim sürecindeki tutumunu değiştirmedi ama ilişkiler de yara aldı.

KADROLAŞMA İDDİALARI
4- Partililer, cemaat mensuplarını "cemaatçilik" yapmakla, her önemli noktaya kendilerine yakın isimlerin gelmesi için kulis yapmakla suçlarken, cemaate yakın kişiler ise partiyi "hemşericilik" yapmakla suçluyor. Gülen'e sempati duyan kimselerin ayıklandığını ve birçok atamanın ve görevlendirmenin "benim köylüm", "amcaoğlum" gibi medeni olmayan kriterlerle yapıldığını, "kadrolaşma" söylentilerinin bizzat AK Partililer tarafından köpürtüldüğünü düşünüyorlar.

CEMAATİN SİYASİ BİR ERK GİBİ HAREKET EDİYOR İDDİASI
5- AK Parti, cemaatin siyasi bir parti olmadığı, hele hele iktidar partisi olmadığı halde; siyasi bir erki kullanmadığı dolayısıyla "yıpranmadığı" halde, ülke politikalarını domine etmesinden rahatsız. Cemaate, "Eğitim faaliyetlerini takdir ediyoruz, ama siyaseti belirlemeyin" diyorlar. Cemaat ise "Yönetim erki sizdedir, iktidara ortak değiliz ama gönüllülük eksenli hizmet ve düşünce kuruluşları sivil toplumun özüdür" diyor; demokrasilerde sivil toplum baskı grupları oluşturulabileceğinden bahsediyor, bunun sakıncalı görünmesinin üzüntü verici olduğunu ileri sürüyor.

AK Parti-cemaat arasındaki tartışmanın medyaya yansıması, köşe yazarlarına konu olması mütedeyyin/muhafazakâr kesimin "Nasıl bir Türkiye istiyoruz?" sorusuna verdiği tek ve homojen bir cevabın olmadığını su yüzüne çıkardığı gibi, artık bu tartışmanın kamusal alanda, kamuya açık yapılmak durumunda olduğunu da gösteriyor. Umarım demokratikleşme maceramızın anlamlı bir mecraya akmasına da vesile olur.

Ensonhaber notu: Habertürk yazarı Nihal Bengisu Karaca'nın 3'ncü maddede bahsettiği hükümet ve cemaat arasındaki tartışmanın, Fethullah Gülen ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç arasında yaşandığı iddiaları son dönemde Ankara kulislerinde en çok konuşulan konulardan birisiydi. Kulis bilgilerine göre Pensilvanya'ya giden Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Gülen'le kahvaltıda baş başa bir araya geldi. Ancak kahvaltı sırasında Fethullah Gülen'in sinirlenerek masayı terk ettiği öne sürülmüştü.
Kaynak: Ensonhaber

CEMAAT - AKP GERGİNLİĞİ
Serdar Akinan
14 Aralık 2011

Siyaset fotoğrafında gelinen seviyeye bakar mısınız?

Ekranlardan hayatımızın içine sirayet eden böğürgen yorumculardan başka ne görebiliyoruz?

Çirkefleşme sıradan hadise. Kafamızı nereye çevirsek bir başka balçık.

Kelimeleri bu kadar necaset kılabilmek için mahir olmak gerek.
Tüm bu kirli kakafoni beyinlerimizi meşgul ederken, aslında çok önemli şeyler olup bitiyor. Bu magazin dilinden gerçekleri ayıklamak oldukça zorlu.

Son birkaç güne bakın aralara sıkışan birtakım bilgi kırıntıları var.

Mesela, Taraf yazarı ve ABD konsolosluk görevlisi arasındaki konuşmanın satır araları. Köşe yazısına konu olan bu olayın satır araları.

Bu tuhaf yazının cemaatin İngilizce yayın organında yayınlanması...

Şike operasyonunun cemaat ve başta AKP siyaset arasındaki gerilime yansıması...

Cübbeli Hoca operasyonu...

Ama asıl mesele, yabancı basından takip edebildiğimiz kadarıyla Türkiye'nin Suriye meselesindeki gizli ajandası.
Türkiye özellikle Suriye sınırından silah ve mühimmat trafiğine izin veriyor. Silahlı gruplara göz yummuyor, neredeyse koordine ediyor. Bu işin geldiği nokta hakikaten yüz kızartıcı.

Ancak İran ve Suriye konusunda takınılan 'öncü' tavrın bile tek başına AKP ile Cemaat arasındaki gerilme nedenlerinden biri olabileceğini de göz ardı etmemek gerekiyor.

Nihal Bengisu Karaca, geçtiğimiz gün yayınlanan tespitlerine şu cümlelerle başlıyordu:

'Cemaatte AK Parti'nin uyguladığı dış politikanın Türkiye'yi dünya sisteminden koparacağı endişesinin var olması.

Cemaat, Türkiye'nin 'Müslüman' ama 'Batı sistemi içinde yer alan bir Müslüman ülke' olmasını istiyor. Ortadoğu'da yapılan yatırımlarla, ticari ve insani ilişkilerin gelişmesine karşı olmadığı gibi destekliyordu; 'One minute'e de bir itirazı yoktu. Mavi Marmara'nın yola çıkması ve sonrasındaki gelişmeler, İsrail ile ilişkilerin bozulması ise cemaatin hem hükümetten hem de Türkiye'nin cemaat dışındaki mütedeyyin gruplarından ayrı düşmesine neden oldu.''

Bunlar dağınık gibi duran veriler. Oysa ilintili...

Suriye ve İran ekseninde alınan pozisyon ve gelinen nokta bence çok düşündürücü. Öte yandan, 2009 yılından bu yana KCK operasyonu kapsamında 7 bin 815 kişi gözaltına alındı, bunların en az 3 bin 500'ü bugün tutuklu. Dünya genelinde toplam 35 bin 117 kişi terör suçundan tutuklu. Bunların 13 bini Türkiye'de tutuklu.

Dünyada toplam 645 gazeteci cezaevinde. Bunlardan 70'i bizim ülkemizde tutuklu.

Peki bu fotoğrafın sorumlusu kim? Daha doğrusu bu konuda Batılı merkezlerdeki algı ne?

İşte zurnanın zırt dediği yer tam da burası.
http://www.mizikacilar.com/

HÜSEYİN GÜLERCE’YE VE OKURLARINA SORULAR
EREN EĞİLMEZ
twitter.com/erenegilmez
23 Aralık 2011

Ergenekon davası ve sanıklarıyla ilgili görüşlerimi paylaştığım yazıları okumamış olanların bu yazıyı okuduktan sonra ne tür tepkiler vereceğini ve ne tür sorular soracaklarını şimdiden kestirebiliyorum. Onların soru sorma benim de o soruları yanıtlama hakkım saklı kalmak koşuluyla asıl üzerinde durmak istediğim konuya hemen giriyorum.

Hüseyin Gülerce Zaman gazetesindeki köşesinden bir kaygısını dile getiriyor. Yazısının başlığı şu; “Ergenekon davalarının üstü örtülebilir mi?”

Gülerce yazısında şöyle diyor:

“İtalya'da açığa çıkarılan ve bizdeki Ergenekon'un karşılığı olan Gladyo'nun beynini; P-2 Mason locası üyeleri, cumhurbaşkanlığı, başbakanlık, bakanlık yapan insanlar, milletvekilleri, yüksek yargıçlar, büyük işadamları, generaller ve medya mensuplarının oluşturduğu görülmüştür. Bu açıdan, devam eden Ergenekon davalarını küçümsemek, "bu kadar yeter, bir yerde durmak lazım" demek, vesayetin oyununa gelmektir.”

Yani Gülerce İtalya’nın Türkiye için de bir şablon olduğunu söylüyor.

Peki, nelerden bahsetmiyor sayın Gülerce?

İtalya’da Gladyo soruşturmasının kısa zamanda üstünün örtüldüğünden bahsetmiyor.

Bu yapının önemli bir ismi olduğu iddia edilen ve başbakan Erdoğan ile de samimiyeti hâlâ hafızalarda olan Berlusconi’nin sürecin sonunda İtalya’nın lideri olduğundan da bahsetmiyor.
Nedense İtalya’daki Galdyo şablonunda din adamlarının da yer aldığı ve Vatikan-Gladyo ilişkisi de Gülerce’nin yazısında kendine hiç yer bulamıyor?

Belki de yazar Fethullah Gülen’in kurmaylarıyla gerçekleştirdiği Vatikan ziyaretinden bir kez daha bahsetmek istememiş olabilir. Kim bilir?

Gülerce yazısına “Ergenekon davası, asrın davasıdır” ifadeleriyle devam ediyor.

Bu “asrın davası” sloganlı iletişim kampanyasını uzun süredir izliyoruz.

İçinde bulunduğumuz 100 yılın ilk çeyreğine bile henüz daha 14 yıl var ama bu dava tüm 100 yılın davası olarak adlandırılıyor.

“Asrın davası” tanımı ya muazzam bir öngörü ya da müthiş bir iletişim başarısızlığı… Gerçeğin ne olduğunu anlamak için önümüzde koskoca bir 89 yıl var.

Anlaşılan önümüzdeki 89 yılda olacak hiçbir gelişme, açılacak hiçbir dava Ergenekon davasından daha kapsamlı ve önemli olamayacak. Tabi bu durum “Yetmez ama Evet” diyenler için kötü bir haber, arkadaşların bu yüzyılda görüp görecekleri bu kadarmış demek ki…

Tekrar Gülerce’nin yazısına dönelim.

Yazar neden böyle bir yazı kaleme alma ihtiyacı duyduğunu da şu cümlelerle izah ediyor, aynen aktarıyorum:

“Bir süredir, devam etmekte olan Ergenekon davalarının, yani özü itibarıyla darbe teşebbüsü davalarının, üstünün örtüleceğine dair endişeler dile getiriliyor.

Hatta AK Parti iktidarının bu yönde bir çaba içerisine girdiği bile ileri sürülüyor. Endişelere katılırım ama AK Parti'nin, kendini bitirecek, yaptığı her şeyi berhava edecek bir gayretin sahibi olduğuna inanmam/inanamam..”

Neymiş?

Ergenekon “özü itibarıyla darbe teşebbüsü davaları” imiş… Darbe davaları yok ama darbe teşebbüsü davası var…

“Yapılmış darbeler yargılanamazken olmamışı nasıl yargılanıyor?” sorusu çok sık soruldu ama olası yanıtlar hep kaynadı… Bu sorunun yanıtını da şimdilik bu yazının ilerleyen aşamasına bırakalım.

Yazarın “AK Parti'nin, kendini bitirecek, yaptığı her şeyi berhava edecek bir gayretin sahibi olduğuna inanmam/inanamam..” cümleleri ise yine kendisine ait olan daha önceki “AK Parti olmaz PAK Parti” olur ifadesinin inceltilmiş biçimi... Aba altındaki sopa -farklı ifade şekilleriyle de olsa- her fırsatta ucundan gösteriliyor.
Gülerce yazısının devamında ise taşıdığı kaygıyı tüm boyutlarıyla ifade ediyor. Gülerce şöyle yazıyor:

“Bir konuda herkesin çok dikkatli ve hassas olması gerekiyor. Vesayetin odakları, iç-dış birlikte, suni gündemlerle, darbe teşebbüsü davalarını, kamuoyunun dikkatinden uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Fransa ile ilişkilerde, son Ermeni tasarısına kilitlenmek bile, bu çerçevede değerlendirilmelidir. Bunların arkası gelir. AK Parti'nin içiyle oynanır, iktidar içinde çatlak çıkarma senaryoları devreye girer.”

“Bunların arkası gelir. AK Parti'nin içiyle oynanır, iktidar içinde çatlak çıkarma senaryoları devreye girer.” Emre Uslu’nun daha önce yazdığı yazının ana fikri de buydu zaten… AKP’ye cemaat cephesinden uyarılar her cepheden sürüyor. “Safları sıklaştıralım, bölünmeyelim yoksa öcüler yer bizi…”

AKP koalisyonun fikri birlikteliği zayıf olunca geriye ya ortak çıkarları hatırlatmak ya da ortak korkuları hortlatmak kalıyor.

Fakat mesele şu ki; işlerin bir gün kötüye gitmesinden bu koalisyonda en az korkacak olan kişi Erdoğan’ın kendisi…
Neden mi?

Erdoğan’ın ameliyatının yarattığı fırsatı “Erdoğanlı AKP, Erdoğansız AKP” araştırmalarıyla değerlendirenlere bir sorun bakalım elde ettikleri sonuçlar neler?

Gülerce, “Fransa ile ilişkilerde, son Ermeni tasarısına kilitlenmek bile, bu çerçevede değerlendirilmelidir” görüşüyle ise muazzam bir tespitini ve iddiasını okuyucusuyla paylaşıyor.

Gördünüz mü Ergenekon nelere kadirmiş? Türkiye’de Ergenekon davasını gündemden düşürmek için Fransız parlamentosunu bile harekete geçirebilen bir örgütle kaşı karşıyayız demek ki…

Yalnız bu noktada bir sorun var. Zaman gazetesinin Ergenekon davasının en önemli sanıkları arasında gördüğü Doğu Perinçek’in çizgisi ile hükümetin bu süreçteki çizgisinin benzerliği hemen hemen herkesin dikkatini çekti.

Televizyonların gün boyu gerçekleştirdiği canlı yayınlarda sürekli ekrana getirdiği “Fransa’da yaşayan Türkler eylem yapıyor” haberlerindeki kitlenin içinde Talat Paşa Hareketi ne oranda yer aldı onu da Zaman gazetesinin “araştırmacılık” deneyimine bırakalım…

Hükümet ve ona yakın medya Fransa sokaklarındaki protesto eylemlerinden hiç de rahatsız görünmüyordu. Muhtemelen Perinçek de Silivri’den “kendimiz içerdeyiz ama fikrimiz iktidarda” demiş olabilir.

Bu konuda Ersoy Dede’nin Yeni Akit gazetesinde kaleme aldığı “İsviçre dâvâsı önemli” başlıklı yazıya da dileyen bir göz atabilir.
(www.habervaktim.com/yazar/45845/isvicre_d%C3%A2v%C3%A2si_onemli.html)

Gülerce yazısında öyle iddialı cümleler kuruyor ki dünyayı ve Türkiye’yi hiç takip etmemiş insanlar yazarın iddiaları karşısında “şok” olup çarpılabilir bile…

İşte Gülerce’nin “şok” edici, çarpıcı iddiası:

“Bu ülkede ilk defa, vesayet sistemi ile mücadele edilmekte, darbeci zihniyet sorgulanmakta, Silahlı Kuvvetler bünyesindeki cuntacı kadroları tasfiye iddiasıyla bir yargılama devam etmektedir.”

Bu iddia o kadar “şok”edici ki yorumlamak dahi imkansız…

Gülerce’nin iddiası bir başka ifadeyle şu:

Türkiye’de siyasi irade ve yargı bir NATO ordusu olan TSK’ya “vesayet sistemi ile mücadele etmek, darbeci zihniyeti sorgulamak, Silahlı Kuvvetler bünyesindeki cuntacı kadroları tasfiye etmek” amacıyla operasyon yapıyor.
Yani ne demek bu?

Bir NATO ordusuna yönelik TR’de operasyon mu yapılıyor?

Kim yapıyor bu operasyonu; NATO’nun Libya’da ne işi var dedikten kısa bir süre sonra NATO karşısında çark etmek zorunda kalan bir hükümet… Rasmussen konusunu ise hiç hatırlatmıyorum.

AKP kadrolarının en üst düzeyden en alt düzeye kadar NATO hakkındaki övücü, bağlılık dolu ifade ve davranışlarının yakın geçmiş arşivlerinde durduğunu söylemek yeter de artar bile…

Bir NATO ordusu olan TSK’ya NATO’ya rağmen bir operasyon yapıldığını iddia edebilecek olan varsa onları ciddiye almak mümkün değil…

“Asrın davası” sloganlı bu sürecin NATO’ya rağmen değil tam da NATO’nun ihtiyaç ve talepleri doğrultusunda gerçekleştiği çok açık…

Türkiye’de “askeri vesayet” uluslararası dev bir askeri örgütçe tasfiye ediliyor olamayacağına göre aslında tasfiye edilen bir vesayet de yok demektir…

Demek ki NATO iradesi ve gözetiminde yeniden yapılandırılan bir vesayet var.

Zaten Gülerce’nin Ergenekon eşittir Gladyo cümlesinin devamını kurmamasındaki anlam tam da bu noktada işte… Ergenekon eşittir Gladyo ise biliyoruz ki Gladyo da eşittir NATO…

Haydi çıkın işin içinden çıkabilirseniz…

“Çok soruldu ama yanıtı hep kaynadı” dediğim sorunun yanıtı da belli olmuştur sanırım.

27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve hatta 28 Şubat dört darbe de NATO’ya bağlılığını her türlü araçla deklare etmiş olan darbelerdir. Hatta NATO bu dört darbenin de içinde yer alarak Türkiye halkından çok daha önce haberdar olmuştur ve yapılmasında da bir sakınca görmemiştir.

Bir de ortada NATO ile ilişkisini ne şekilde açıklayıp kotaracağını hâlâ bilemediğimiz bir darbe iddiası var. İddia edilen bu cuntanın NATO ilişkisinin ne düzeyde olacağını bilemiyoruz çünkü darbe olamamış…

İyi de her seferinde NATO’dan onayını alınca olabilen darbe bu defa niye olamamış?

Hem NATO’ya üye olup hem darbeciliğe hem de Kontrgerilla/Gladyo/Derin devlet/askeri vesayet artık adı her neyse ona karşı olmak aynı anda nasıl mümkün olabilir?

Başbakan Erdoğan’ın çok sevdiği bir ifade var. Başbakan hep önce geçmişle bugünü kıyaslar ardından da “Neredeeen nereyeee..” diye meselenin altını çizer.

Zaman gazetesi için de Başbakanın tonlamasıyla “neredeeen nereyeee…” diyebileceğiniz bir dün-bugün kıyaslaması yapmak isteyenler gazetenin 1990 yılı arşivlerine girip baksınlar.

Üşenmeyip bakanlar orada çok ama çok anlamlı manşetler, söyleşiler, köşe yazıları bulacaklar ve 1990’dan 2011’e zaman içinde ne değişti acaba diye kendi kendilerine soracaklar…

Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay içişleri bakanıyken “Türkiye basın özgürlüğü açısından ABD’den daha basın özgürlüğü olan bir ülkedir” demişti.

Sağlık Bakanı Recep Akdağ da “Türkiye sağlık hizmetleri açısından ABD’den çok daha ileri olan bir ülkedir” diye bir açıklama yapar mı acaba?

Aslında yapmalı. Sırf sağlık sebepleriyle yurt dışında, bir nevi rehin gibi, yaşamak zorunda olan vatandaşlarımızı rahatlatmak için…

Hani AKP hükümetinin en övülen icraatı sağlık alanında yaptığı reformlar ya o nedenle diyorum.

Yazıyı bitirirken Sayın Gülerce’ye ve değerli okurlarına son bir sorum var.

Suriye, İran operasyonları ve “Ortadoğu barışı” denilen süreç tamamlanamazsa ne olacak?

Yani alınan ihale elde patlarsa?
http://www.mizikacilar.com/Makale.aspx?ID=216

‘Ilımlı İslâm’



"Türkiye’nin İslam’dan uzaklaştırılması veya en azından İslami unsurların ‘zararsız’ hale getirilmesi önemli bir rol oynamıştır. Tohumların ıslah edilmesi, kısırlaştırılması gibi bir durumdur bu. Türkiye’nin de-islamizasyonu meselesi daha doğrusu ‘ehlileşmiş’, ‘ılımlı İslam’ projesi, sadece İsrail için değil Batı dünyası için de önemli bir projedir."
Prof. Dr. Sedat Laçiner
(“Dışımızdaki PKK İçimizdeki İsrail”den)

Cemaat, Açılım ve 36 sivil can kaybı
Ayşe Doğu
30 Aralık 2011



Hükümetin sivil katliamına yönelik her yanlış söz ve adımı, hızla Ortadoğu’da kazandığı etkinliği, aşağı çekecek. Bölgeyi tehlikeli ve çekişmeli bir yıl bekliyor.

Yıl 1987..

Kenan Evren’in açıkça hedef gösterdiği, alaycı ve hakaretamiz beyanlar yaptığı başörtülü kızlar okullara sokulmuyor.. Öyle bir karalama kampanyası başladı ki kendilerini PKK’dan daha bir terörist hissediyorlar.. Sanki ellerinde bombalar uzun namlulu silahlar var ve İran’dan çanta çanta dolar alıyorlar. Zaten karalama kampanyasına bakılırsa, İran hepimizi besliyor.

Tam da bu koyu yasak sırasında İzmir’den bir aktör popülerleşiyor ve bu kritik günlerde başörtülü kızlar arasında bir fısıltı yayılıyor. Hocaefendi; 'Derslere perukla girebilirsiniz, diye fetva vermiş'. Tabi bütün aileler tedirgin. Darbeci cumhurbaşkanının hedef seçmesi, kızları başörtülü olan anne-babaları endişelendiriyor ve başını aç baskısı artıyordu.

Bu fetva; hak arama bilincini ve kararlılığını zayıflatmak ve safları bölmeyi amaçlıyor ve yasakçı zihniyete halisane hizmet ediyordu. Bazıları perukla okullara devam ederken, başörtülü öğrenciler de Beyazıt meydanında oturmaya başlamıştı. O günlerde varlığını hissettirmeye başlayan cemaat, fısıltı gazetesiyle “asıl önemli olanın köşe başlarını tutmak” olduğunu, acele edilmemesi, müslümanın rengini belli etmesinin ne kadar tehlikeli, yakışıksız, düşüncesizce olduğunu, hele hele hak arama eylemleri ile koskoca devleti karşısına almanın sonuçları abartılıyor ve yandaşlar, hem meydanlardan hem de yeni entelektüel, güncel konu ve tartışmalardan uzak tutuluyordu. Bu devletin istihbari güçleri nasılsa onların örgütlenmelerini ve amaçlarını fark edemiyordu, bilinmez! Kendilerini bu cemaatle tanımlayan öğrenciler ve gruplar o günlerin sıcak konularına –başörtü dahil- asla ilgi göstermezler. Mutlaka evlerine başı açık kızlar koyarak kendilerini -güya- kamufle ederler ve etliye sütlüye karışmazlardı. Evlerinde oturan öğrencilerden bazısı seçilerek burs verilirken, bu verilen bursun daha fazlası kira adı altında ellerinden alınırdı. MHP başkanının bol rakamlı hesaplı formüllü açıklamaları bu evleri hatırlatıyor.

Şimdi evlerindeki kızları başını örtmeye, onları tek tip giyinmeye zorlayarak eski bağnazlığı pekiştiriyorlar. Kız-erkek cemaatten evlenmeyi -yer yer zorunluluğa varan bir manevi baskı ile özendirerek hegemonya alanlarını güçlendiriyorlar. Umreye gitme, kurban kesme, kurs öğrencileri dahil herkesi gazete almaya zorlayarak çalışanlarını kapitalistçe sömürüyorlar. Kurulan bu düzeni ilk sanayi dönemi, sömürgeci Avrupa’sına benzetebiliriz. Geçim için her şeyini –inanç dahil- ipotek altına alma mantalitesi ve zaafiyeti ile hareket eden bu örgütlenme insanlık adına ürkütücü sonuçlar doğurabilecek bir şey. Çocukların bile en az 12 saat çalıştırıldığı o karanlık çağ, maalesef dini kılıf ve söylemlerle -kapitalist efendilere hizmet adına- hortlatılıyor, Toplumdan izole edilerek, hiçbir güvence ve seçme şansı olmayan, güçsüz bireylerin etki altında tutulduğu kölelik düzeni yeniden devreye sokuluyor. Buralarda yapılan hiçbir hizmet gönüllülük ilkesine dayanmazken, çalışanlar ve sempatizanlardan sürekli fedakarlık isteniyor, ve -zorunlu tutularak- bekleniyor. Çalışma mecburiyeti olan yani seçme şansı olmayan garibanlara psikolojik baskı yapılıyor! Bu din ve iman anlayışının özünde para tanrısına, dünyevi küresel güç tanrılarına hizmet amacı var. Ortadoğu için en tehlikeli zihniyet, halklar için en tehlikeli damar bu.

Dindar çevrelerin insan temelli toplumsal ve siyasi çabalarıyla gelinen noktada, bir ölçüde pişirilip kıvama getirilen mevzular, semboller ve iktidar, hırsla sahipleniliyor. (Bizim konjonktürde zaten ancak şu kumalık müessesesinden bir kurtulunursa (!), işte o zaman bölgemize gerçek demokrasi gelir.) Dindarlık ve yerellik sembolleri –özellikle- son AKP iktidarında öne çıkartıldı. Bu kesime özgürlükler konusunda, gerçek ve kalıcı adımlar atamayan ya da atmayan hükümetin boş bıraktığı alanlara -gerek başörtülü çalışan ve gerekse Güneydoğu’da siyasi bir aktöre dönüşme konusunda- sayısız imkan handiyse altın tabakla sunulmuş oldu. Bu yeni anti demokratik yapılanma, maalesef CHP’nin çekildiği alanları hızla doldurmaktadır. CHP değişmemek için, değişimin imkansızlığını tabanına kabul ettirmek için yaptığı lider değişiminin sonunda eski laik ve Atatürkçü yani sekter ve halktan kopuk anlayışına hızla geri dönerken, skandallara rağmen eski başkan yerine iade edilerek ya da itibarı iade edilerek hem toplumun ve hem tabanın değişim ve dönüşüm kararlılığına ‘size rağmen, haddinizi bilin’ mesajı verilecek. Zaten hep böyle yapılıyor. Bazı kimseler -ne rezillik yaparsa yapsın- ödüllendiriliyor. TRT’nin ekran yüzüne bakılırsa ne demek istediğim anlaşılır. Bu anlamda cari dini ve toplumsal değerler çok önemli bir süzgeç vazifesi görür. Bunlara, iktidara ortak olanlara her şey mübah olur ama tereciye de tere –din, iman, ahlak- satmaktan geri durmazlar. İçine hurafe ve saçmalık karıştırılmış bir din ve çarpıtılmış bir ahlak..

Hocaefendinin kimin adına hareket ettiği şimdilerde daha net anlaşıldı ve son günlerde giderek artan bir baskı var AKP hükümetine karşı. Siyasi olarak çeşitli alanlarda köşeye sıkıştırılıyor. Cemaat, –para, prestij ve mevzi- kazanmaya, hükümet ve Erdoğan yıpratılmaya devam ediliyor. Erdoğan’ın ve hükümetin meşruiyet kaynağı, tek gücü ‘halk desteği’. Çok basit değişimler ertelenir ve hatalar savunulma yoluna gidilirse ‘tolum nezdinde güvenilirlik’ bunalımı yaratılır. Şüphe virüsü kardeş kavgasını körükler. Halbuki hükümetle uğraşan bütün kesimler, ittifakla hareket ediyorlar. Aydın Menderes'in cenazes,ne Demirel'in katılmaması da ulusalcı güçlerin atağa geçtiğinin bir işareti olarak okunmalı. Esad’ın kaset şantajı misali sınır yok bu saldırılarda..

Zaten ‘Beybi Feys’ Demirtaş; bir yıl içinde hükümetin ve Erdoğan’ın bitirilmesinden bahsetmişti galiba.. Ya da kendilerine, Erdoğan düşmanlığı yüklenen -anti demokratik faşist- bir başkası .. Esad gibi kalıbı cazip, prezentabl faşist-diktatörler en aranan kamuflaj malzemesi bugünlerde. Bağlantıları kuvvetli olduğu için mutlaka bir bildikleri, bir duyumları vardır, kesin!

36 kişinin hayatını yitirdiği son Genelkurmay saldırısını Ankara’da kaynayan kazanın ayak sesleri olarak anlamak lazım. Öncesinde de Rojin’e TRT Genel Müdürü’nün, pervasız ve belden aşağı sözlü saldırısı ve bunun sızdırılması yoluyla Kürt halkına hiçbir şeyin değişmediği imajı verilerek eski hale döndürülmek istenmişti. Hızlı hareket edilerek bu provakasyon önlendi başbakan tarafından. Ama bu sefer olay vahim, açılım sürecinin selameti açısından. MHP’nin töhmet altında bırakmak isteyen iddialarına rağmen, siviller konusunda BDP’yle aynı safa düşmekten çekinilmemeli. Başbakanın hastalığı ile cesaretlenen ve dişlerini göstermeye başlayan siyasi aktörler ve provakatif olaylar eliyle Türkiye ve Ortadoğu’da eski düzene dönme faaliyetleri hız kazanacak önümüzdeki süreçte. Hükümetin sivil katliamına yönelik her yanlış söz ve adımı, hızla Ortadoğu’da kazandığı etkinliği, aşağı çekecek. Bölgeyi tehlikeli ve çekişmeli bir yıl bekliyor.

Kazara ölen sivillerin ve birbirini- kazara- vuran iki askerin ailelerine, ve Ortadoğu’da, hala adalet ve özgürlük için hayatını kaybeden bütün sivillerin ailelerine-ki hepsi evladımızdır- baş sağlığı diliyorum.
KAYNAK: haber10

DİYALOGCU-BAŞBAKAN ÇATLAĞI BÜYÜYOR
Ocak 4, 2012

Diyalogcu-Başbakan çatlağı her alanda kendini gösteriyor. Obama’nın, açık kalan mikrofona İsrail Başbakanı hakkında:“Ben o yalancı ile her gün görüşmek zorunda kalıyorum” demesi gibi acaba başbakan’da bunların akıl hocalığından bıkmış mıydı?

Zaman Gazetesi yazarı Gülerce Başbakan’ın Genelkurmay’a teşekkürüne çok sinirlendi. Gülerce’nin Başbakan’ı sert bir dille eleştirmesi de dikkat çekti.

Zaman Gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce Habertürk’te canlı yayına telefonla bağlanarak Uludere skandalına ilişkin Başbakan’ın tutumunu değerlendirdi.

“GEREK YOKTU”

Gülerce, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın AK Parti Grup Toplantısı’nda Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’e teşekkür etmesini sert bir dille eleştirdi. Başbakan’ın, Özel’e teşekkür etmesine gerek olmadığını vurgulayan Gülerce şunları söyledi:

“BUNLARIN NESİNE TEŞEKKÜR EDİYORSUN?”
“Bu teşekkürün zamanlaması yanlış bence. Ortada bir hata var, bir dram var. 35 insanımız kendi jetimizle bombalanmış. Burada vatandaş sorar; ‘nesine teşekkür ediyorsun bunun?’ Devamına teşekkür ediyorsan, zaten vazifesidir hatayı araştırmak. Ben bunu bir değişiklik olarak görüyorum.

“ŞÖYLE DESEYDİ…”
Şöyle deseydi; ‘Sayın Genelkurmay Başkanımızla görüştük. Bir hata varsa en kısa zamanda bunun sorumluları ortaya çıkacaktır, gereken yapılacaktır’ diye bir sahiplenme olması lazımdı. Sayın Başbakan yanlış anlamaya neden olacak bir duruş sergiledi.”

ÜSLUP GAZETECİLİKTEN ÇOK AKIL HOCALIĞI
Hüseyin Gülercenin bu tutumu: “Acaba Bşbakan’ın politikasını belirleyen birileri mi var” sorusunu akla getirdi. Yoksa “dediğimiz olmazsa canlı yayınlarda eleştirmekten geri durmayız” gibi göz dağı mı verilmek isteniyor. Hep beraber göreceğiz.
http://ismailagahaber.wordpress.com/


Cemaat'in kirtasiyesinde genclere beleş dagitilan bir kitaptaki Hz.İsa (!) fotografi
https://twitter.com/

"Gülenciler ve Erdoğan boşanma yolunda" mı
12 OCAK 2012

BBC'nin haberi:

Foreign Policy'den Gülen hareketi değerlendirmesi

Foreign Policy dergisinde yayımlanan bir analizde, Türkiye'de Gülen hareketinin nüfuzu ve AK Parti hükümetiyle ilişkisi değerlendiriliyor.

Justin Vela imzalı yazıda, yakın zamana değin Türkiye'de ''derin devlet'' tabiri darbeci bir geçmişten gelen orduyu ve orduya yakın çevreleri akla getirirken, son Ergenekon tutuklamalarında farklı bir derin devletin harekete geçtiği savunuluyor.

Gazeteci Ahmet Şık'ın sözlerini alıntılayan yazar, ''Ergenekon soruşturmaları Gülen cemaatinin Türkiye'de iktidar sağlamasında en önemli adımı oluşturuyor.'' görüşüne yer veriyor.

Foreign Policy yazarı, ılımlı bir İslami çizgide gördüğü Fethullah Gülen'e yönelik eleştirilerin din üzerinde değil, lideri olduğu hareketin şeffaf olmayışında odaklandığını belirtiyor.
Amerikan Foreign Policy dergisi 2008 yılında yılın entelektüelini seçmek için internet üzerinden herkese açık bir oylama başlattığında, Fethullah Gülen birinci gelmişti.

Altın çağın sonu mu?

Justin Vela, Gülen hareketinin nüfuzunun tam olarak nereye kadar uzandığını tahmin etmenin zor olduğunu ancak AK Parti'nin kilit önemde bir seçmen kitlesini oluşturan Gülencilerin, ülkede bürokrasi, polis gücü ve yargıda en üst düzey pozisyonlara yerleştiklerini yazıyor.

AKP iktidara geldiğinden bu yana Türkiye'nin son on yılda hem siyasi hem de ekonomik planda muazzam derecede başarılı bir dönem geçirmesine karşın, bunun Ahmet Şık davasının gölgesi altında kaldığını düşünen Foreign Policy yazarı Justin Vela, son tutuklamaları ''Türkiye'nin ifade özgürlüğünde yaşadığı altın çağın belki de artık kapandığının'' olası bir işareti olarak değerlendiriyor.

Yazıda, Johns Hopkins Üniversitesi Orta Asya ve Kafkaslar Enstitüsü'nden Türkiye uzmanı Gareth Jenkins'ın şu görüşü aktarılıyor: ''Gülenciler ve Erdoğan, Kemalist rejimi sona erdirme hedefinde birleşmişlerdi. Her iki tarafın da çıkarına uyan bu evlilik artık neredeyse amacına ulaşırken, aralarındaki ilişkinin bozulmaya yüz tuttuğu anlaşılıyor.''

Gülenciler ve Erdoğan'ın boşanma yolunda ilerlediğine işaret eden son gelişmelerden birine örnek olarak, 35 Kürt sivilin ölümüne yol açan hava saldırısına verdikleri farklı tepkilere dikkat çekiliyor.

Erdoğan-Gül ayrımı iddiası

Türkiye'nin üst tabaka iş çevrelerini içine alan şike skandalıyla ilgili olarak da Gülen hareketi ile Erdoğan arasında anlaşmazlık çıktığını yazan Justin Vela, ''Gülencilere daha yakın olmasıyla bilinen'' Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün bu konuda Başbakan Erdoğan'dan farklı bir çizgide hareket ettiğine işaret ediyor.
Ordunun nüfuzunu devre dışı bırakan Erdoğan ve Gülen ittifakı, şimdi Türkiye'de iktidar için kendi aralarında bir mücadeleye girmiş görünüyorlar. Türkiye uzmanı Gareth Jenkins'a göre, sözkonusu mücadelenin önümüzdeki yıl yeni bir anayasa için çalışmalar başlarken daha da gerginleşeceği anlaşılıyor.

ÜLKEMİZ İÇİN OYNANAN TEHLİKELİ OYUNLAR...!
Liyakat Platformu Avcılar
18.01.2012

12 Haziran seçimlerinden önce Batı basınında AKP alehtarı bazı yazılar çıkmış, bunlardan biri için de Başbakan Erdoğan “Kılıçdaroğlu’nun küresel çetelerin projesi olduğu anlaşıldı” demişti. Ama Le Monde’un İstanbul muhabiri Guillâume Perrier’nin 8 Haziran tarihli yazısı Türk medyasında kendine yer bulamamıştı. Çünkü Perrier, bu yazıda Türkiye’nin son on yılının ekonomik-siyasi bir analizini yapıyor ve Gülen Cemaatini de bu süreçteki yerli yerine oturtuyordu. Yazıyı okuyunca, Ekrem Dumanlı’nın bu tür yazıları neden “Global Ergenekon” diye nitelendirdiğini daha iyi anlıyorsunuz. “Gölgedeki Tarikat Kardeşliği” başlıklı yazıyı tam metin olarak okurlarımıza YAYINLIYORUZ.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan kendi yönetimine bağlı kalarak, televizyon ekranlarını işgal ederek, Türkiye’yi sadece kendinden bağsettirerek seçim kampanyasını tekeline aldı ve 12 Haziran seçimlerinden sonra ülkeye dört yıl daha lider olmayı hedefliyor. Ama onun gölgesindeki güçlü sosyodinsel bir lobi olan Fethullah Gülen cemaati de bütün ağırlığını AKP’nin iktidarını sürdürmesi için koyuyor. Cemaati iyi tanıyanlardan akademisyen gazeteci Mehmet Altan şunları hayret ederek yazıyor: “Bu kampanyada bütün liderleri ve üyeleriyle AKP için alanlardaydılar, mitingler düzenlediler. Belki de partiden daha fazla çalıştılar.”

Türk İmam Fethullah Gülen tarafından kurulan hareketin Türkçe konuşulan ülkelerde 3 milyon üyesi ve 10 milyon sempatizanı olduğu hesaplanıyor. Bunlardan 100 kadarı geçen parlamentoda milletvekiliydi. Türk bürokrasisine sızdığından, polisi ve yargı aygıtının bir kısmını kontrol ettiğinden şüphelenilen cemaat, iktidar katındaki etkisini sabırla genişletiyor.

Milletvekili adayları arasında cemaat üyesi olduğunu açıkça söyleyecek çok az kişi var. Cemaatin dış ilişkilerinden sorumlu Yazarlar ve Gazeteciler Vakfı yöneticisi Cemal Usak “Fethullah Gülen’e çok yakın olan iki kişi var” diyor. Bunlardan biri İzmir’den listenin seçilebilecek bir yerinde olan 65 yaşındaki İlhan İşbilen.

Diğeri ise İstanbul’da aday listesinin yedinci sırasında olduğu için seçilmesine garanti gözüyle bakılan Muhammed Çetin. İngiltere’de eğitimini tamamladıktan sonra Orta Asya’daki cemaat okullarında ve İstanbul’daki Fatih Lisesi’nde öğretmenlik yaptı. Muhammed Çetin daha sonra ABD’de kurulmuş paravan bir vakıf olan Dinlerarası Diyalog Enstitüsü’nü yönetti. Hareketin medyatik vitrini olan Zaman Gazetesi’nde yazarlık yaptı, aynı zamanda “Sınır Tanımayan Sivil Hizmet” adlı ve Gülen hareketini sosyodinsel bir yardımlaşma hareketi gibi gösteren bir methiye kitabınında yazarıdır.

1970’lerde Nurculuk akımının içinden çıkmış biz vaiz olarak Fethullah Gülen’in çevresinde oluşan bu hareket sonraki yirmi yıl içinde siyasal iktidarın perde arkasında gelişti. Çoğunluktaki partinin rengi ne olursa olsun Türk devleti, Orta Asya’da bağımsızlığını yeni kazanmış Türki etkin olan bu “Türk misyoneri” ağını 1990’lardan beri kullanıyor.

Defalarca Başbakanlık yapmış olan Ecevit’in, Fethullah Gülen ile dostluk bağları vardı. Güçlü, organize ve farklı olan bu Müslüman ağı ordunun ve ona bağlı olanların hızla şüpesini çekti. Ve 1999’da Gülen’e karşı bir ceza davası açıldı. Sonuç olarak bu dava, onu halen oturmakta olduğu ABD’ye sürgüne gitmek zorunda bıraktı. Onun yokluğunda “hocaefendi” müritleri sanayide, bankacılıkta, medyada, üniversitelerde ve hastanelerde cemaat kardeşliğini geliştirdiler. 2003’ten itibaren Ankara’daki iktidarda kardeş bir parti olan AKP vardı. Ve askeri tehdit uzaklaşmıştı. Zaman gazetesi ve Samanyolu kanalı tarafından desteklenen ve “Ergenekon Davası” adıyla en üst düzey subaylara karşı hükümete komplo kurma suçlamasıyla bir dizi gösterişli dava açıldı ve bu davalar bugün Gülen’e rövanş alma fırsatı sunuyor.

Ekonomik planda, Türkiye’nin 2004’ten beri güçlü bir ekonomik gelişme göstermesi, dini hareketin dokusunu oluşturan ve bütün dünyadaki okullarını finanse eden taşralı küçük patronların işine yaradı. Gülencilerin 2005’ten beri kendi patronlar örgütü var, 30 bin üyesiyle, 30’u ülkenin en büyük 200 kuruluşu arasında olmasıyla bu iş adamlarının ticaret ağı küçümsenmeyecek güçtedir.

TÜSKON, örneğin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ve Ekonomi Bakanı Ali Babacan’ın tüm yurtdışı gezilerini denetimi altında tutuyor. Gittikleri yerlerdeki bir Gülen okulunu ziyaret mutlaka programda yer alıyor. Türkiye’nin en aktif dış politikaları da cemaatin fikirlerinin rehberliği altında. Türkiye ile ilgili analizler yapan Gareth Jenkins şunların altını çiziyor: “Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu harekete çok yakındır ve dış politikanın bazı yönelişlerine, örneğin Afrika açılımına yakından bakıldığında Gülen cemaatinin çıkarlarıyla örtüştüğü görülür.

Sonuç olarak bu sosyo dinsel hareket, on yıldan fazla bir zamandır ülkenin kilit kurumlarına eğitmenlerinin ve imamlarının sızması stratejisini izliyor.” Jenkins şunu da ekliyor: “Fethullah Gülen hareketiyle polis arasındaki bağları araştıran iki gazeteci Ahmet Şık ve Nedim Şener’in Mart ayında tutuklanmaları, cemaatin yazarları susturma arayışında olduğu hakkındaki kuşkuları arttırdı. Eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı da terörist bir grupla ilişki suçlamasından önce Gülen hareketinin polise sızmasını açığa çıkarmıştı. İstanbul’daki bir entelektüel bize “Bu canavar yaratan bir Frankestein’dır” dedi.

Fethullah Gülen cemaatinin AKP’ye desteği açıkça belli olmuş olsa bile, bununla çelişkili olarak Erdoğan ile ilişkileri dalgalanmalı halini sürdürüyor. Cemaatin beyin takımı Başbakan’ı fazla güvenilir bulmuyor. Mehmet Altan “aralarında anlaşmazlık var” diyor. Gareth Jenkins bu görüşe şunu ekliyor: “Erdoğan çatışmalarla amaca ulaşmaya çalışıyor, buna karşılık Gülenciler en azından söylemlerinde diyalogu teşvik ediyorlar ve hesaplarını uzun vadeli yapıyorlar.”

Fethullah Gülen’in sağ kolu olan Hüseyin Gülerce, Zaman’daki yazısında AKP’yi desteklediğini ve seçimlerde Anayasa’yı değiştirmeye yeterli sayı olan 330 sandalyeyi kazanmasını arzuladığını yazdı.
Liyakat Platformu Avcılar

Dikkat ediyor musunuz: Zaman gazetesi, Samanyolu TV ve şürekası 28 Şubat soruşturmasına pek gönüllü değiller…
27.01.2012

Diğer soruşturmalar gibi ortalığı birbirine katmıyorlar; ısrarcı değiller. İlgili haberleri pek büyütmüyorlar.

Niye?

Cemaat’in 28 Şubat’taki rolü neydi? Nasıl tavır aldılar? Bunlar niye hiç yazılmaz, TV’lerde niye konuşulmaz?

Aslında…

Bugünün “demokratı-özgürlükçüsü” Zaman gazetesi 25 yıllık geçmişinde nasıl bir habercilik yaptığı iyi araştırma konusudur. Öyle ya, faili meçhul cinayetler işlenirken bunların üzerine gittiler mi? Örneğin: Vedat Aydın, Mehmet Demir, Cemal Akar gibi il başkanları kaçırılıp öldürülürken ne yaptılar; manşet değil de niye minicik haber olarak gördüler? Hangi cinayetin aydınlatılmasına çalıştırlar; niye hep sustular? Keza, Susurluk’a bakışları niye şaşıydı? Niye DYP’li Sedat Bucak’ın, Mehmet Ağar’ın yanında durdular?

Evrenci, Özalcı, Çillerci, Ecevitçi oldular, bir tek Erbakancı olmadılar.

Bu nedenle 28 Şubat’ta Erbakan’ın başbakanlık koltuğundan inmesi için yayın yaptılar. Öyle ki:

Fethullah Gülen 16 Nisan 1997’de Kanal D’de şöyle konuştu:

“Erbakan bu işi (başbakanlığı) beceremedi, eline, yüzüne bulaştırdı; emaneti hemen vermelidir, millet adına yapmalıdır bunu…”

Kim indirdi Erbakan’ı koltuğundan? Hadi soruşturulsun tüm bunlar… Perde arkasında nelerin döndüğü ortaya çıksın…

Erbakan ailesi bu davaya müşteki olarak katılmalıdır. Kim bilir belki Fethullah Gülen’den davacı bile olurlar…

Var mısınız Zaman gazetesi, 28 Şubat dibine kadar
Kaynak: Liyakat Platformu Avcılar

Zaman gazetesini doğru anlamak için
02.02.2012

İsrail’in nükleer silahlara sahip olan dünyanın altıncı ülkesi olduğu biliniyor.

Ve bilindiği gibi; İsrail, Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore; Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşmasını imzalıyor.

İsrailli nükleer teknisyen Mordehay Vanunu 1986 yılında bir İngiliz gazetesine ülkesinin nükleer programını ayrıntısıyla anlatınca cezaevine sokuluvermişti.

Diğer yanda:

Son olarak 11 Ocak 2012’de 32 yaşındaki Mustafa Ahmet Ruşen öldürüldü. İran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerinin başlıca merkezi Natanz tesisinin önemli bilim adamlarından biriydi. “Son olarak” diye yazdık çünkü tam iki yıl önce, 11 Ocak 2010’da Tahran Üniversite’sinden parçacık fizikçisi Mesud Ali Muhammedi de öldürüldü. Aynı yıl 29 Kasım 2010’da nükleer fizikçi Mecid Şehriyari de katledildi. Bugün İran Atom Enerjisi Kurumu Başkanı olan Feridun Abbasi Davani de bir saldırıdan yaralı kurtulmuştu.

Suikastların arkasında hangi istihbarat örgütü olduğu belli. Konumuz bu değil. Meselemiz bir soruya yanıt aramak. “İslamcı” Zaman gazetesi bu örnekte olduğu gibi neden hiç İsrail’in bu tür saldırılarını haber yapmıyor? Ve neden hep nükleer silaha sahip olduğu iddiasıyla İran’ı suçluyor? Aynı suçlamayı niye İsrail için yapmıyor? Zaman gazetesinin bu İsrail sevgisi nereden geliyor; ya da İran düşmanlığı?
Sadece İsrail-İran arasındaki nükleer çatışma konusunda değil…

Zaman gazetesi, Ortadoğu halkalarını bölmek için son dönem makalelerinde Şii-Sünni ayrılıklarını irdeliyor. Niye?

Irak merkezli, Suriye, Lübnan’ı da içine alan; Şiileri neredeyse “terörist” olarak itham eden yazılara niye yer veriyor?

Fethullah Gülen’in 2010 yılında gerçekleşen Mavi Marmara saldırısıyla ilgili ne dediğini de hatırlatalım:
“Organizatörlerin Gazze’ye yardım götürmeden önce İsrail’le uzlaşma yolunu seçmemeleri faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmaktır.”

İsrail’e övgüyle yaklaşan, Türkiye’de iki gazete var; biri Zaman gazetesi, diğeri Şalom gazetesi…
Şalom’u anlayabiliriz de, Zaman gazetesini anlamak zor (mu?)
Liyakat Platformu Avcılar

Gülen'in sıkı sıkı sarıldığı bu adam da kim?
03.02.2012

Gülen'in sıkı sıkı sarıldığı bu adam da kim?

Abraham Foxman.

B'nai B'rith'e bağlı Yahudi örgütü ADL'nin başkanı.

Tayyip'e "yahudi üstün hizmet ödülü" veren kişi.

Tescilli İSLAM düşmanı, FİLİSTİN KASABI, KATİL FOXMAN!

Ekleyen: AKP VE ZİHNİYETİNİ İSTEMİYORUZ


Fethullah Gülen ne demek istiyor?

F. Gülen: "Odessalı Hıristiyanların ise elbette rehberleri, din büyükleri vardır ve onlara söylenmesi gerekeni söylemektedirler. Bir Müslüm
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pts Tem 24, 2017 9:13 pm tarihinde değiştirildi, toplam 7 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Şub 07, 2012 6:55 pm    Mesaj konusu: ILIMLI İSLAM, Dinler arasi DİYALOG Alıntıyla Cevap Gönder

ABD ile olmak İslam’ın şartı mıdır?
Yusuf Karaca
10 Şubat 2012



ABD ile birlikte Suriye yönetimine karşı olmayan İran, Irak ve diğer Müslüman ülkeler için “Ülkelerindeki İslam ibaresini kaldırsınlar” diyen Arınç “Efendi” ne demek istedi?
Yani İslam’ın altıncı şartı ABD ile birlikte hareket etmek midir? Eğer öyle ise;
Daha önce Esad ile iyi ilişki içinde oldukları dönemde, Müslüman değiller miydi? Sayın Başbakanın aile dostu oldukları Esad ailesi, günü birlik İstanbul’a gelip Erdoğan ailesi ile Mısır çarşısını gezerlerken; Esma Esad ve Emine Erdoğan hanımefendiler birlikte poz verdiklerinde, ya da hükümetler ortak bakanlar toplantısı yaptıkların da, Sayın Arınç’a göre İslam’dan çıkmış mı oluyorlar?
Amerika ile birlikte Libyalı Müslümanları; NATO kılıfı ile bombaladığımız için İslam mı olduk? Fransa ve Rusya’nın “Haçlı savaşı” dedikleri bu savaşta İslam adına mı İzmir’i saldırı merkezi yaptınız?
Kıbrıs çıkarmasında “Bu Müslümanların 300 yıldır ilk ileri harekâtıdır, benim sırtım da nasiplensin” diyerek uçağa sırtıyla savaş malzemesi taşıyan Muammer Kaddafi’yi öldüren isyancılara, 400 milyon doları bu yüzden mi verdiniz?
Madem insan ölümlerinden bu kadar rahatsızsınız neden bu olaydan rahatsız olmadınız? Sizlere göre ABD’ye karşı gelen Müslüman değil ise peki; insanda mı değil?
ABD’ye karşı durarak; Esad yönetimi ile birlikte konuşup, görüşerek isyancılarla bu yönetim arasında arabulucu olsak, sizlere göre İslam’dan çıkmış mı oluruz?
Amerika’nın Irak’ta, Irak’ın Telafer şehrinde, Afganistan’da öldürdüğü milyonlarca Müslümanın acısını hissetmek şöyle dursun, Amerika’ya taraf olmayanları Müslüman olmamakla suçlamak acaba nasıl bir inanç ve nasıl bir Müslümanlıktır? Allah kimseyi bu hallere düşürmesin. Amerika’dan daha zalim, daha diktatör kim olabilir? Bunu göremeyenlere diyecek başka bir şey bulamıyorum.
Amerika Kâbe’ye saldırırsa, bu saldırıda ABD’ye taraf olanlar mı sizce Müslüman yoksa Kâbe’ye taraf olup ABD’ye karşı duranlar mı? Onların öldürdüğü bir tek Müslüman dahi, en az Kâbe kadar kıymetlidir.
Amerika ile olmanın Hz Muhammed’in getirdiği İslam’da yeri yoktur. Sayın Arınçgillerin inandığı din her neyse, asla bir sözümüz ve eleştirimiz olamaz. Bu dine kendileri İslam diyorlarsa eğer, her halde on yıldır millete dayatılan “ılımlı İslam” yani İslam olmayan İslam’dır.
Ilımlı İslam’ın beş değil, altı şartı var anlaşılan, o da ABD ile hareket etmektir! Bu “İslam olmayan” İslam’ın, iman şartı da her halde yedidir. Oda Amerika’nın varlığına ve gücüne inanmak.
Bu dinde peygamber yoktur, bu dinin merkezi Pensilvanya, kıblesi Washington. Bu dinde cami ve mescit de yok, “ibadethane” vardır. Bu dinde Müslümanlar düşman, Ehli-Kitap kardeş, Ehli-Beyt cehennemlik, Ehli-Kitap cennetliktir.
Bu dinde vatan sevgisinin karşılığı yoktur. Bu dinde “Amerika sevgisi imandandır”. Bu dinde “işgalciler şehittir”, bu dinde faiz “katılım payı” adıyla helaldir.
Bu dinde tek hak din inancı yoktur, üç hak din inancı vardır. Bu dinde Allah’ın kulu olmak yok, “Rabbin aciz kulu olmak” vardır.
Dileyen Allah’ın Yüce Peygamberine vahiy ettiği Hz. Muhammed’in İslam’ına inanır. Dileyen “Vahiyle- akılları çatışanların” Abant Konsili’nden türettikleri hurafelere inanır. Ancak buna İslam demeleri laikliği ihlal suçudur, çünkü devletin gücü, İslam’ın tahrifinde kullanılıyor.
Kaynak: Yeni Mesaj

ILIMLI İSLAM, Dinler arasi DİYALOG
07.02.2012



Batı Hıristiyan dünyası;
uzun süren kavgalar ve hasaplar sonucu kiliseleri büyük ölçüde kültürel faa...liyetlere, sergilere, konserlere, konferan...slara, etkinliklere açtı. İslam dünyası, Hıristiyan dünyasından daha mı bağnaz?Dahamı tutucu ? ...Değilse, öyleyse neden camiler hâlâ erkek erkeğe daha çok Cuma namazlarında dolan bir mekan durumunda? Yok mu camileri kültürel etkinliklere, kadın erkek yanyana konser izleyecek ortamlara açabilecek bir Müslüman cemaati Türkiye’de? Böyle bir mekan değişimi ve ortamın İslam adına dünya çapında yaratacağı etki ve imaj değişimini görmek ve düşlemek zor olmamalı. Türkiye bunu yapabilecek ve İslam’ın yüzünü tüm dünyada aklayacak ve İslam modernleşmesini global planda yürütebilecek bir potansiyele sahiptir..

Fethullah gülen Küresel Barışa doğru kitab sayfa: 64

Yok mu camileri kültürel etkinliklere, kadın erkek yanyana konser izleyecek ortamlara açabilecek bir Müslüman cemaati Türkiye’de?
Fethullah gülen Küresel Barışa doğru kitab sayfa: 64
...........
TÜRKİYE ÇAN SESLERİYLE UYANACAK.....

5 Şubat 1919 yılında Fransız Journal Des Debat gazetesi şunları yazıyordu;


"Hemen hemen beşyüz yıl boyunca Güney Avrupa'yı kan ve Doğu Akdeniz bölgesindeki bütün uygarlığı çökerten bu uğursuz Türk ırkını Asya'ya sürmeli(5 Şubat 1919 - Journal Des Debat)

"Türk'lerin bu beklenmedik zaferi akla şu soruyu getiriyor: son nefesini vermekte olan ölüme mahkum Türkiye dört yıl süren dünya savaşı sırasında tüm maddi ve manevi kaynaklarını kaybettiği halde nasıl olur da tüm dünyayı böyle şaşkına çevirir? Sonu gelmiş gibi duran bir ülke, bu gün üstelik yapayalnız kaldığı bir anda, müthiş bir örgütlenme yeteneği ve dolu dizgin bir coşku sergiliyor. Londra'da yapılan hesaplarda M. K. ve Milli hareketin sıfırı tükettiği, iflasa sürüklendiği iki ikinin dört ettiği gibi ortadaydı. Anadolu dullar ve yetimler ülkesine dönmüştü. Tam dört yıl boyunca milyonlarca insan durmaksızın savaştı ve demir yumruğuyla İngiltere maşası Yunanistan'ı denize döktü. Bu ulusal davaya duyduğu inançla mümkün oldu........................(Handelsblatat Dergisi- Kasım 1922)"

Yazar yazının sonunda ise şu ilginç ve bu günlere ışık tutacak şu tespiti yapıyordu:

"İslam düşüncesinin içine girmeliyiz. Bu mucizeyi anlamak için bu gerekli yoksa böyle giderse, Asya'nın muazzam kapıları yüzümüze ebediyen kapanacak (Handelsblatat Dergisi- Kasım 1922)

Yani ülkenin içine sahte İslam yerleştirilerek ve yeni Lawrance'ler konularak Orta Asya kapılarının İslamla açılmasının planları tamamen o günlerde yapılmış bizden biri gibi gelerek insanımızın duyguları, inançları sömürülmeye başlanmıştır..

Kaynak: Türkiye Ehli Sünnet Koruma Merkezi

Fethullah Gülen’in Ecevit aşkı
Şubat 9, 2012



Akit gazetesinin 04.02.2012 tarihli baskısının iç sayfalarında çıkan bu bölüm Facebook’da paylaşım rekorları kırıyor.

Faruk Mercan adlı şahsın kitabından bir alıntıyı Reha Muhtar köşesine taşımış. Fethullah Gülen Hoca, Amerika’ya gitmesinde büyük emeği olan Ecevit hakkında: Ahirette eğer Allah bu imkanı verirse, şefaatçi olacağım ilk kişi Ecevit” demiş.

HOCA YERİNİ GARANTİLEMİŞ

Facebook paylaşım sitesinde resim altında yorumlarda ardı ardına geliyor tabi. Bir müslümanın kendinden emin bir şekilde, sanki kendisinin cennete girmesi garantiymiş gibi “o hak bana verilirse” demesini yanlış bulanlardan, “kendisine destek vereni cennete bile sokuyor” diyenlere, “Hıristiyanları sokuyor da Ecevit’i sokmuş çok mu” diyenlerden, “Papa’ya da şefaat eder mi” diyenlere çeşitli yorumlar yapılıyor…

En çok tepki verenler ise merhum Erbakan sevenleri. Erbakan’ın en zor dönemlerinde bile arkadan vurulmasına, onca solcu ve derin devlet baskısına göğüs geren Erbakan aleyhine talevizyonlardan beyanat vermesine Erbakan sevenleri çok tepki gösteriyor ve soruyorlar: “Neden mücahit Erbakan’a öyle, Ecevit ‘e böyle?

BAŞÖRTÜLÜ MERVE KAVAKÇIYI MECLİSTEN KOVAN ECEVİT

Merve Kavakçı olayını bilirsiniz. Refah Partisinden milletvekili olmuş ve başörtüsü ile meclise girmişti. Ecevit o gün kaşlarını çatarak yaptığı konuşmada “bu hanıma haddini bildirin” demişti.

Yani Ecevit başörtüsü düşmanlığını sergileyen bir tavır içerisindeydi.

Akla gelen soru şu: İnancı gereği (tesettürü yerine getirmese de) başını kapatmış olan bir bayana “haddini bildirin” diyen bir insana şefaat etme isteğinin altında ne yatıyor acaba?

Çeşitli komplo teorileri kurmak mümkün. Mesela akla: “Acaba kendilerine yardım ettikleri için mi Hıristiyan ve yahudilerin cennete girebileceği veya hak bir din olduğu konusunda” çalışma yapıyorlar. Gazetelerinin yazarları bu sebeple mi: “Mühim olan tevhiddir. Kelime-i şahadette Hazreti Muhammed’i kabul etmek şart değil, bir kemal mertebesidir” (17.04.2000 Ahmet Şahin Zaman Gazetesi) demişlerdi…

İlginç ve bir o kadar da ibretik…
www.ismailaga.info

"Cemaat Fenerle başa çıkamaz"
14 Şubat 2012
sol.org.tr/ 'nin haberi:
Şike davasının ilk duruşması görülüyor

Şike davasının ilk duruşması Silivri'deki İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesi'nde başladı.

Şike davasının ilk duruşması Silivri Ceza İnfaz Kurumları Yerleşkesi'nde bulunan İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesi'nde başladı.

Duruşmaya tutuklu sanıklar Olgun Peker, Aziz Yıldırım, Mecnun Odyakmaz, İlhan Ekşioğlu, Şekip Mosturoğlu, Tamer Yelkovan, Cemil Turan, Bülent Uygun, Abdullah Eker, Abdullah Karakuz, Ahmet Çelebi, Ali Kıratlı, Çoşkun Çalık, Haldun Şenman, Mehmet Yenice, Ömer Ülkü, Sami Dinç, Selim Kımıl, Talat Emre Koçak, Yusuf Turanlı, Abdullah Başak ve Hakan Karaahmet katıldı. Tutuklu sanık Bülent İşçen ise sağlık sorunları nedeniyle duruşmaya gelmedi. Duruşmada aralarında Tayfur Havutçu, Ahmet Ateş, Alaatin Yıldırım, Ümit Karan, İskender Alın ve Korcan Çelikay'ın da bulunduğu 25 tutuksuz sanık da hazır bulundu.

Mahkeme heyeti, başkan Mehmet Ekinci ve üye hakimler Hikmet Şen ile Seyfettin Mermerci'den oluştu. Duruşmada özel yetkili İstanbul Cumhuriyet Savcısı Ufuk Ermertcan görev aldı.

Aziz Yıldırım'ın avukatı, iddianamenin özetinin okunmasını istedi. Ancak mahkeme bu talebi reddetti.

Buna göre iddianame, TRT spikerleri tarafından 4 gün boyunca okuncak. Önümüzdeki hafta ise duruşmalar Çağlayan'daki İstanbul Adalet Sarayı'nda yapılacak.

Duruşmayı, Fenerbahçe Başkanvekili Nihat Özdemir, Yönetim Kurulu üyeleri Cihan Kamer, Ali Koç, Vedat Olcay, Mithat Yenigün, Nihat Özbağı, Serhat Çeçen, Semih Özsoy, Abdullah Kiğılı, Murat Özaydınlı ile aralarında Ertuğrul Özkök, Sedat Ergin, Enis Berberoğlu, Ahmet Hakan Çoşkun'un da bulunduğu yaklaşık 60 gazeteci ile kulüp temsilcilerinin de aralarında bulunduğu yaklaşık 300 kişi izliyor.

Duruşma verilen öğle arasında Aziz Yıldırım, "Şikeymiş ne şikesi. Şike filan yok. Memleket elden gidiyor, şike konuşuluyor" diye seslendi.

Taraftarlar Silivri'de

Çok sayıda Fenerbahçe taraftarı da otobüs ve özel araçları ile Silivri'ye geldi. Taraftarlar üzerinde "Haklıyız kazanacağız" yazan dövizler taşıdı. Aziz Yıldırım ve diğer tutuklu kulüp yöneticilerine destekleri ifade eden döviz ve pankartların yanı sıra Gülen Cemaati'ni hedef alan "Cemaat Fenerle başa çıkamaz" pankartı da dikkat çekti.

Cemaatin "Cadı Avı"
Peren Birsaygılı Mut
19 Şubat 2012



Cemaat ucundan kıyısından da olsa kendisine muhalefet eden herkesi büyük bir tehdit unsuru olarak görüyor. Herkese gözdağı vermek, herkesi yıldırmak için elindeki tüm imkanları kullanıyor.

Joseph Raymond McCarthy, iktidarı dönemindeki şüphelilerden ya da muhaliflerden kurtulmak için “Cadı Avı” olarak adlandırılan büyük bir siyasi temizlik hareketi başlatmıştı. 1940’lı yılların başında başlayan bu hareketin en temel özelliği, tehlikeli bir komünist komplonun var olduğunu iddia ederek, toplumun pek çok kesiminden muhalifin itibar kaybetmesini sağlamaya çalışan bir tarz-ı siyaset olmasıydı. Bu komplo siyaseti Jakobenler ya da Stalin gibi pek çokları tarafından kullanılmış bir yöntemdi aslında. Yani McCarthy, devlet yönetiminde bir ilki ortaya atmış değildi ancak bu tarihsel geleneği büyük bir gözüdönmüşlükle kendi ülkesine uyarladı. Başlangıçta sadece komünistlere yönelik olan baskılar, zamanla tüm karşıt görüşleri de içine alan bir uygulama halini aldı. Ünlü Hollywood oyuncuları, yazarlar ya da sendikacıların da dahil olduğu yüzlerce insan sorgudan geçirildi. Charlie Chaplin sırf bu nedenle Amerika’yı terk ederek İsviçre’ye yerleşti. Tüm zamanların en iyi filmlerinden olan “Yurttaş Kane”in unutulmaz yönetmeni Orson Welles ve Bertholt Brecht de sorgulanan isimler arasındaydı.

Mc Carthy döneminin uygulamaları Amerikan halkı arasında önemli kırılmalara yol açtı. Pek çok Amerikalı, örneğin Chaplin gibi kült bir ismin ya da diğer sanatçıların-sinemacıların veyahut öğrencilerin maruz kaldıkları haksızlığı protesto ederken, hatırı sayılır sayıda insan da, bu iradeye destek verdi. Özellikle entelektüellere düşmanlık duyan “Küçük adam faşizmi” tüm o bayağılığı ile sindi topluma. Bunlara göre baskıya maruz kalan aydınlar ya da sanatçılar basit birer “komünist piçi” idiler.

Burada bir parantez açarak Fransız sosyolog Emile Durkheim’in sözlerini hatırlamakta fayda var. Durkheim şöyle diyordu:"Toplum acı çektiği zaman acısının nedeni olarak suçlayabileceği, hayal kırıklıklarının öcünü alabileceği birini bulma ihtiyacını duyar. Buradaki psikolojik ve toplumsal mekanizma şeytan çıkarmayla (exorcisime) benzer bir mekanizmadır.”

“Egzorsizm” yani şeytan kovma Yunanca’da lanet anlamına gelen “exousia” sözünden türemişti. Şeytan çıkarma da zaten çok eski bir gelenek. Eski uygarlıkların bir kısmında, sıradışı davrandığı düşünülen kimselerin içine cin ya da şeytan girdiği inanılırdı. Ve o kişinin bedeninden bunu kovmak için uygulanan bir takım ritüeller vardı. Bu ritüeller Hristiyan Avrupa’sında egzorsist olarak adlandırılan rahipler tarafından yapılırdı.

Bu şeytan çıkarma ayinleri, Orta Çağ’da kilise eliyle kitleselleşti ve onbinlerce insan “cadılık suçlaması” ile bu zulümden nasibini aldı. Almanya, son bir haftadır 1500-1782 yılları arasında hem Katolik hem de Protestan bölgelerinde çoğu kadın en az 25bin kişinin daha bu şekilde yakıldığının ortaya çıkması ile çalkalanıyor. Sözkonusu olan sadece Almanya değil elbette. 250 yılda yaklaşık 9 milyon insanın bu yolla öldürüldüğü tahmin ediliyor. Zira dönemin kıta Avrupa’sında toplumsal normların dışında görünen pek çok insan “cadı” olarak adlandırılarak yakılmış. Bunların büyük çoğunluğu ise köleler ve kadınlar. O dönemde kiliseye karşı çıkmak büyük cesaret işi olduğundan, pek çok insanın elinden bu vahşeti izlemekten başka bir şey gelmemiş. Yine büyük bir çoğunluk ise tıpkı Durkheim’in bahsettiği bir psikoloji ile memnuniyetle karşılamış durumu. Hatta haline anlam veremedikleri kimseleri ihbar yarışına girmişler.

***

Türkiye’de de çoğu zaman durum farklı değil. Devlet ya da devlete paralel gelişen yapılar kendinden olmayana karşı her zaman acımasız. Nazım Hikmet, Kemal Tahir ve Hikmet Kıvımcımlı’nın da tutuklananlar arasında olduğu o manasız Donanma Davası’nda olduğu gibi hukukdışı yöntemlere yürütülmüş onlarca dava var. İdeolojinin bir önemi yok. Her rejim kendi sistemini oturtmak için mahkemeler kuruyor. Tıpkı Cumhuriyetin kuruluşundaki İstiklal mahkemeleri, Menemen mahkemeleri ya da bugünkü Ergenekon veyahut Kck mahkemeleri gibi.

Bugün neyle suçlandıklarını bile dosdoğru anlamadığımız onlarca insan bu mahkemelere çıkarılıyor. En önemlisi de, cemaat gibi devlete paralel yapılanmaya çalışan –hatta yapılanmış olan diyelim- bir güç hakim koltuğunu ele geçirmek için ısrar ediyor. Ve adeta annesinin eteklerini çekiştiren şımarık bir çocuk gibi davranarak, sözünü geçirmeye çalışıyor.

Cemaat ucundan kıyısından da olsa kendisine muhalefet eden herkesi büyük bir tehdit unsuru olarak görüyor. Herkese gözdağı vermek, herkesi yıldırmak için elindeki tüm imkanları kullanıyor. Öyle bir nesil yetiştiriyor ki, bu gençler bir insanın başka bir insana yapacağı en büyük alçaklık olan “ihbarcılığı” bile meziyet sayıyorlar. Bir kimsenin düşüncelerine katılmasanız dahi, ona karşı adil olabilmenizin en büyük erdem olduğundan habersizler. Düşene bir tekme daha vurmakla adam olunmadığını bilmiyorlar dahi. Her biri, halini tavrını beğenmedikleri insanları ağabeylerine ihbar etme yarışı içindeler. Ve zihinlerinde adeta birer savcı ya da hakim gibi iddianameler hazırlıyorlar.

Ağabeylerinin el atması ile birileri tutuklandığında ya da gözaltına alındığında ise neredeyse def çalıp oynayacaklar. Vicdanları kabuk bağlamış, ruhları kararmış. Prof. Büşra Ersanlı’ya yaptıkları gibi, o kimseyi linç etme yarışına giriyorlar. Tıpkı Ortaçağ Avrupa’sında cadıları! yakmak için hazırlanan ateşin başına toplanan insanlara benzer bir şekilde, onlar da büyük bir keyifle izliyorlar yakılan ateşi. “Her taşın altından çıkan” bu kadının çektiği eziyeti görmek mutlu ediyor onları. Üstelik bu kadın barış davası güden ve başörtüsü yasaklarına da karşı çıkmış bir akademisyen...

Bu arada, bir kimsenin gazeteci ya da akademisyen oluşu ona elbette herhangi bir dokunulmazlık katmaz. Bir gazeteci de pekala kanunsuz işlere bulaşabilir ya da bir akademisyen nihayetinde her insanın yapabileceği gibi suç işleyebilir. Kanun önünde kimseye ayrıcalık tanınmaması gerekir.

Ancak yargı makamında olmak küçük adamların işi değil. Küçük adamların tüm meziyeti, olsa olsa görevinin ehli fakat kendilerinden olmayan kimseleri bertaraf ederek, işten anlamayan ancak kendilerinden olan kimseleri önemli mevkilere taşımak olabilir.

Ve küçük adamlar, adaletten anlamadıkları ve empati yoksunu oldukları için bir türlü büyüyemiyorlar, insanlık adına doğru adımlar atacak bir olgunluğa erişmeleri neredeyse imkansız gibi görünüyor.Zira henüz eni konu birer küçük adam olduklarının farkında bile değiller ve bunun farkına varmaktan ölesiye korkuyorlar.

Dinle Küçük Adam...

Büşra Ersanlı’nın süpürgesine binip gidebileceği başka bir ülke yok. Bir hayli bildik ancak Voltaire’in güzel bir sözü var. Der ki; Düşüncelerine katılmıyorum ancak senin düşüncelerini dile getirme hakkını sonuna kadar savunacağım.

Evet bizler de böyle yapacağız. Düşene bir tekme vurmak yerine ona adaletin elini uzatacağız.

Ve Türkiye’nin geleceğini histerik iktidar sevdalıları değil de, “sadece” bu el çizecek bundan sonra.
haber10

“Cemaatin ‘Ne oluyor nereye gidiyoruz?’ diye sorması gerekiyor”
24 Şubat 2012



Ruşen Çakır, Ali Bayramoğlu ile konuştu

Gazeteci Ali Bayramoğlu’na göre şeffaflaşma becerilmezse siyasi iktidar cemaati, cemaat sınırlarına doğru püskürtecek. Bayramoğlu “Hükümet, poliste, yargıda hukuksuzluklar ve demokratik eksikliklerin farkına varmışsa, bunu tersine çevirecek güce sahiptir” diyor

Hükümete yakın bazı gazeteci ve araştırmacılar “7 Şubat müdahalesi”, “yargı vesayeti arayışı” gibi kavramsallaştırmalara gittiler hatta MİT mensuplarının ifadeye çağrılmasını 27 Nisan muhtırasına benzettiler. Burada bir abartı görüyor musun?

Tabii 27 Nisan’a benzetip iktidar etrafında bir tarih yazmaya kalmak başka bir şey, ben öyle demem ama siyasi iktidar bunu 27 Nisan muhtırası gibi sert algıladı. Bunu gazeteci olarak temaslarım ve gözlemlerimden hareketle söyleyebilirim. Hakan Fidan ifadeye gitseydi büyük ihtimalle tutuklanacaktı. Fidan’ın tutuklanması tabii ki bir darbe gücündedir. Bunu başka türlü tarif etmeniz mümkün mü? Fidan Başbakan’ın bütün güvenlik stratejilerinde referans aldığı biriyken yargı, usulünü aşarak onu yargılamaya kalkıyor. Siz sistem için doğal olan bazı MİT faaliyetlerini birer suç olarak görürseniz siyasi iktidar da bunu bir kalkışma olarak algılar. Bunu Türkiye Cumhuriyeti tarihinde İslami kesim içi en büyük kavga olarak görüyorum. Aynı zamanda, askerin dahil olmadığı en büyük devlet içi kavgalardan biri.

Bu kriz nasıl evrilir? Her iki taraf da bir kavga olduğunu reddediyor...

Bir kere her iki taraf da bu kavgadan büyük bir yara almadan çıkmak istiyor. Tayyip Erdoğan’ın aklında önce bir anayasa hazırlayıp ardından Çankaya’ya çıkmak varsa, oya ihtiyacı var demektir, dolayısıyla onun için bu tür ittifaklar kıymetlidir. Bu ittifakın kutuplaşma içeren açık bir kavgaya dönmesi halinde seçmen dengelerinin önemli ölçüde etkileneceğini düşünebiliriz. İkinci olarak, hükümet sadece tasfiyeler yapmıyor aynı zamanda bir kavga olduğunu da söylüyor ama sadece özneyi tanımlamıyor. Her ne kadar “atanmışlar” gibi içi boş gibi görünen bir ifade kullanmış olsa da hükümet bu hamleyi yapan, ya da bunu yapanların temasta olduğu iradenin kim olduğunu biliyor; bunu kendi iktidarına karşı bir müdahale olarak görmüş durumda ve son derece kararlı olarak bunu püskürtecek. Bunu yaparken de büyük kırılmalara, büyük çatışma duygularına yol açmadan ilerlemeye çalışacak. Başbakan’ın açıklamalarını bu bağlamda değerlendirmek lazım.

Karşı tarafsa, her ne kadar içindeki bütün insanların böyle yaptığını söyleyemesek de, üç kademeli bir tepki gösterdi. Öncelikle her zamanki yöntemlere başvurarak toplumsal destek ve meşruiyet aradılar. Yani MİT’in kirli olduğunu ve yapılan işin doğru olduğunu söylediler. İkinci olarak, yasa çıkana kadar hiçbir geri adım atmadılar. Daha sonra, İstanbul Emniyeti’nde 10 yıldır belli operasyonları yürüten İstihbarat ve Terörle Mücadele birimlerinin yetkililerinin tasfiyesiyle hükümetin kararlılığını görünce önde gelen cemaat mensuplarının kızgınlıklarını korumakla birlikte belli bir tedirginliğe kapıldığını gözler olduk.

Buradan bir normalleşme çıkar mı? Ne bekliyorsun?

Şunu temenni ediyorum: Cemaat cemaat sınırlarına çekilsin, aynada kendine baksın... Bir zamanlar “cemaat şeffaflaşmalı” demiştim, tepki göstermişlerdi, tekrar ediyorum cemaat şeffaflaşmalı. Şeffaflaşma tüm cemaat mensuplarının listesini sağa sola vermek değildir. Şeffaflaşma, doğru olan, meşru olan yerlerde faaliyet yapmak, diğer yerlere bulaşmamaktır ve politik fikirleriniz varsa cemaat adına bunları söyleyecek mercilerin tespit edilmesidir. Tekrar altını çizeyim: Cemaat mensubu olmak meşrudur. Bir cumhurbaşkanı da, bir polis de cemaat mensubu olabilir. Görüşleri eblette kararlarını etkileyecektir. Bu da meşru ve kaçınılmazdır. Ancak o kamu görevlisi ya da polis elinde tuttuğu kamu gücünü, kamu çıkarı için değil de ait olduğu cemaatin çıkarları için kullanmaya başlarsa burada ahlak sınırları da, kanun sınırları da cemaat ve gelenek sınırları da aşılır ve burada paralel bir örgütlenme ortaya çıkar ki bu gayrimeşrudur. Toplumsal olarak cemaat ve onun parçası olmak ne kadar meşruysa bu tür bir örgütlenmenin varlığı gayrimeşrudur. Şeffaflaşmanın özü de budur. Tersi bir durum, yani bugünkü yapı, ülkeyi hukuktan, demokrasiden uzaklaştırıyor; kendi gücünü koruyabilmek ve artırmak için otoriterleşecek araçları devreye sokmaya başlıyor. Örneğin Ergenekon, Balyoz, Odatv gibi davaların, buralarda yaşanan hukuk aksaklıkları nedeniyle meşruiyetleri zedelenmiş durumda. Yani Ergenekon ile ilgili sorular davanın kendisinden daha çok öne çıkmış durumda.

Cemaatin şeffaflaşmasının ne derece mümkün olduğunu düşünüyorsun?

Cemaat bu aşmayı, kendisine soru sormayı, şeffaflaşmayı becerebilir mi, bilmiyorum, ama içerde kaçaklar varsa, bütün bu yaşananlar cemaate “Ne oluyor, nereye gidiyoruz?” sorusunu sorduruyorsa bir geri çekilme olur. Sordurmuyorsa şurası açıktır ki siyasi iktidarın kararlılığı cemaati, cemaat sınırlarına doğru püskürtecektir. Siyasi iktidarın bundan böyle gerek Emniyet’te, gerek yargıda, otonom, eşit iktidar talep eden yapılara müsaade edeceğini sanmıyorum. Hükümete gelince. Mevcut kriz üzerinden hükümet poliste, yargıda karşımıza çıkan bu tür otonom yapıların işleyiş biçimlerinin, polisin savcıların yönlendirmesi; polis-adliye ikilisinin büyük politikalarda kapsam kararları vermesinin, buralardaki hukuksuzluklar ve demokratik eksikliklerin farkına varmışsa, bunu tersine çevirecek güce sahiptir. Bu konuda bazı adımlar atacağını, mesela özel yetkili savcılık müessesesinin işleyişinden çok da memnun olmadığını biliyoruz. Ama yapması gereken pek çok iş var. Adli kolluk denen mekanizma bu ülkede kurulmak, polis savcıya bağlı çalışmak zorunda. Ayrıca çok ciddi bir sorun daha var: İstihbarat. Her türlü istihbarat biriminin sürekli takip gücü onlara tıpkı bir zamanlar MGK’nın yaptığı gibi, devletin önüne hazır politikalar sunma gücünü veriyor. Dolayısıyla hükümet istihbaratın demokratik denetimini sağlayabilir ki bu zor da bir iş değil. Son olarak, sürmekte olan Ergenekon, Balyoz, KCK gibi davalar ve onların türevlerindeki hukuk eksikliklerinin, ihlallerin tashih edilmesi son derece önemli. Bunu yargı sürecine müdahale etmeden yapmanın yolları muhakkak vardır. Oradaki yargıç ve savcı dokusunu olabildiğince yeniden yapılandırarak adımlar atmak mümkündür. Bazen kimi koalisyon ve ittifakların bitmesi, oralardaki aşırılıkların da törpülenmesi anlamına gelebiliyor. Açıkçası ben hükümetin hukuksuzlukları törpülemesini temenni ediyorum.
Vatan

'Deniz Aşırı' Vesayet
Ömer Altaş
23 Şubat 2012



Aleksandr Dugin, Rusçu devlet elitlerine hitap ettiği Rus Jeopolitiği Avrasyacı Yaklaşım adlı eserinde Atlantikçi-Avrasyacı denklemde taktiksel anlamda Türkiye’deki Kürt hareketine ve İslamcı gelenekselci hareketlere verilen samimi destekten de söz eder.

Bu durum bize, ülkelerdeki legal ve illegal örgütlenmelerin dünya siyasetine yön veren devletler tarafından kullanılabileceğini gösterir.

Aynı şekilde, Türkiye’de faaliyette bulunan sol hareketler, İslami hareketler, Kürt hareketleri ve diğer illegal yapılanmaların uluslararası oyun kurucu güç odakların ilgi alanında olduklarını gündeme taşır.

Dünya genelinde, silahlı ya da sivil mücadele veren politik hareketlerin hepsini mutlaka emperyal bir gücün payendesi olarak görmek tabii ki gerçekçi olmaz.

Müesses sistemlere karşı sosyal ve siyasal organizasyon kurmaya çalışanlar, kendilerini nelerin beklediğini bilmeleri gerekir.

Etkinlik-yaygınlık anlamında belli bir kapasiteye erişen tüm sistem karşıtı hareketler, adeta otomatik olarak ulusal ve uluslararası network ağına içine düşer.

Söz konusu ilişki başladığı andan itibaren taraflar meşruiyetlerini yitirir. Çünkü çoğunlukla her iki taraf bu ilişkileri tabanlarından, yönetim kurullarından ve kamuoyundan saklar. Özellikle illegal yapılar bu anlamda tamamen kontrolsüz bir üst yapılanmaya sahiptir.

Güçlerin masa başı görüşmeleri ile birlikte üç alternatiften biri gerçekleşir. Taraflar ya cüzi-külli işbirliği yapar, ya teklif alan gücü reddederek bağımsızlığını korumaya çalışır veya bir taraf diğer tarafın güdümüne girer.

İşbirliğinde, ekonomik ve siyasi gücü daha kuvvetli olan daha zayıf olanı zaman içinde teslim alır. Bu teslim alma olayı kovboy filmlerindeki gibi ataerkil yöntemlerle gerçekleşmez. Güçlü olan kuralları koyar ancak modern yöntemler kullanılır, ışıklı salonlarda takım elbiseli beyefendiler şartları dikte etmez adabınca paylaşırlar!

Söz konusu gayrı meşru ilişkiyi, taşeronluğun ve tetikçiliğin diğer adı olduğu şeklinde yorumlayıp reddedenler de olmaktadır. Ancak bu yavaşlatılmış bir intihardır artık. Sürdürülemeyecek bir süreç başlamıştır. Ve ilkelerine göre hareket eden bu dar tabansız oluşumların yenilmesi çoğunlukla mukadderdir. İstisnalar yazı konusu dışında tutulmuştur.

Bazen de, bir taraf diğerinin etki alanına gönüllü olarak katılır. Meşruiyetini; politik, ekonomik ya da ideal uyuşması nedenlerine bağlar. Katılan taraf güçlünün hinterlandında politik bir enstüramana dönüştüğünü fark ettiğinde artık geriye dönmenin mümkün olmadığını anlar ve bu yeni mütecaviz koşullara alışmaya başlar. Kuranı Kerim aleyhteki güç eşitsizliğinde sonuna kadar savaşı boşuna önermez.

Türkiye’deki adlarıyla, milliyetçi muhafazakâr cemaatler, illegal devrimci olan-olmayan mücadele örgütleri, milliyetçi, ırkçı gizli yapılanmalar ve diğer gruplar “kazasını” gerçekleştirdikleri bir “kaderin” içinde bulurlar kendilerini.

Bu durumda siyasal hareketler, gerçek ve büyük bir sınavla yüzleşir.

Bu çok sert imtihan çoğunlukla kaybedilir ama bunu “öyle değilmiş gibi” bir söylem ve eylem pratiğine dökerler.

Cemaat/ örgüt tabanı bunu hiçbir zaman bilemez, bir avuç hainin ya da en hafif tabiriyle günahkârın kirli ilişkilerinin oluşturduğu zeminde “davaları” adına “mücadele” ederler.

İroni, dram, trajedi, absürtlük bu andan itibaren başlar. Önderlerin söylemlerinde ve hareketin tutumlarında anlamsızlıklar, kararsızlıklar ve çelişkiler belirir. Bir türlü tatmin etmeyen ama ısrarla savunularak büyük bir anlam içine konmaya çalışılan yanlışlıklara şahit olunur.

Türkiye pratiğinin dışına çıkmayalım; ülkemizde var olan yapılanmalara şöyle bir göz atın, bu durumu bizzat yaşamayan kaç illegal sol, sağ ve İslamcı yapılanma ile karşılaşabilirsiniz?

Örgütlü illegal yapıların bu karakteristik özelliğinin “turnusol kâğıdı” ise ortaya koydukları faaliyetler olur.

Normal zamanlarda yapılar davalarının gereklerini harfiyen yerine getirir. Ancak, hayat o beklenen kritik dönemleri her “faninin” önüne illa getirir ve kahrolası (!) büyük sınavla başa başa bırakır.

Derin ilişki artık bedel ister.

Sosyal hareketler bu bedeli ödemekle yükümlüdür çünkü kurulan yoğun ve derin ilişkiler yumağı onlara başka türlü davranma izni vermez.

Artık, sosyal ve siyasal hareketler en zor aşamayı aşmaya çalışır. Ancak, kamuoyunun ve tabanının bir türlü anlam veremediği olaylar silsilesi; beyinleri, idealleri ve umutları iğdiş ederek yoluna devam eder.

Yeni durumda ne örgüt/cemaat eski örgüttür, ne örgüt/ cemaat tabanı eski tabandır ne de kamuoyu eski kamuoyudur. Aslında tabela isimlerini bile değiştirmeleri gerekir ama o “yüreği” ve “vicdanı” çoktan kaybetmişlerdir.

Uluslararası güç odakları soğuk savaş döneminde, Aleksandr Dugin’in tabiriyle Atlantikçiler ve Avrasyacıların ikisi de karşı pakta yer alan devletlerin sınırları içinde silahlı, silahsız, legal, illegal İslamcı, sağcı, solcu, milliyetçi ve diğer muhalefet örgütleriyle organik ilişkilere girdi

Aynı şekilde diğer kutbu tasfiye eden Atlantikçi Yeni Dünya Düzeni de devletler ve onların sınırları içindeki demokratik olan-olmayan, legal-illegal muhalefet örgütleriyle benzer dolaylı -dolaysız organik ilişkiler geliştirdi.

Ülkemizde, özellikle politik tüm gelişmelerde bu gerçeğin az ya da çok bir izi vardır.

7 Şubat 2012 tarihinde MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın özel yetkili başsavcı tarafından ifade vermeye çağrılmasında da yerli olmayan bir izden bahsedebiliriz. Operasyon masa başında o kadar güzel çalışılmış ki çağıran başsavcının özelliğine bir daha bakınız: KCK davasını yürüten özel yetkili başsavcı. Ülkenin pozitif üstünlüğe sahip büyük kamuoyunun “iliklerine” kadar en hassas olduğu konuda suçlayarak gerçekleşen çağrı..

Evdeki/masa başındaki hesap çarşıya/kamuoyuna uymamış olsa da Hakan Fidan olayı, Türk politik tarihinin en büyük meydan okumasıdır.

Bu meydan okumanın tebliğini içeren resmi evrakı sonuçta bir kişi imzaladı ve gönderdi. Bu savcı kurulmakta olan yeni devletin hazinesinden maaş alıyor. Bir devlet memurunun bu kadar güçlü bir cesarete sahip olması sanıyorum kimsenin dikkatinden kaçmadı.

İkinci olarak, MİT müsteşarı her devlet için namustur. Özel yetkili başsavcı bunu herkesten daha iyi bilir. Çağrılma şekli bilgi almak şeklinde gerçekleştirilmiş olsa bunun bin türlü yolu vardı. Özel yetkili mahkeme savcısı bunların hiç birini denemeden 1001’ inci ve en sorunlu yöntem ile Hakan Fidan’ı ifade vermeye çağırdı.

Peki, bu çılgınca davranışın arkasında ne var?

Olayın kapsamı ve anlamı, bu güce ancak bir devletin sahip olabileceğini işaret ediyor. Türk devleti Türk devletine operasyon düzenlemiş değilse bunu bir dış devletin üstlendiğini belirtebiliriz.

Öyleyse herhangi bir devlet, Türkiye topraklarına girip bizatihi operasyon yapmayacağına göre meçhul oyun kurucu gücün yerli partneri kim?

Olayın 7 Şubatta internet ve televizyonların ekranlarına bomba gibi düşmesinden bugüne bütün kalemler, olayın arkasındaki güç olarak bir gurubu işaret etti.

Olayın “çok garip” tarafı ise suçlanan kesimin ilgili yayın organlarında kullandıkları üslup ve kendilerini savunma biçimi öylesine tuhaftı ki kimse "merdi Kıpti şecaat arz ederken sirkatin söyler" şeklinde düşünmekten kendini alamadı.

Analizciler ve analiz edilen grup değerlendirmelerinde “cemaat” kelimesini rahat bir şekilde kullanıyor. İslami terminolojinin bu en müstesna kavramlarından birinin deni politik arenalarda kullanılmasına en azından duyarlı insanların alet olmaması gerekir.

KCK’dan sorumlu tam yetkili başsavcısının arkasındaki yerli ekibin kimler olduğu konusunu en iyi operasyonu düzenleyenler ve operasyona maruz kalanlar bilir, bir de Allah, biz izleyiciyiz.

Ancak bu durum, Yeni Türkiye’de yeni bir tanımı literatürümüze armağan edecek gibi; yeni dönemin yeni Ergenekon yapılanması. Teknik kolaylık olsun diye bu tanımı kısaca “Yeni Ergenekon” olarak adlandırabiliriz.

Ergenekon olarak adlandırmamızın nedeni birinci olarak iyi niyetliler için bu yolun kendilerini nereye taşıdığı konusunda belki gözlerden kaçan bir uyarı, ikinci olarak kamuoyuna yansıyan gelişmelerin eski Ergenekon yapılanmasını fena halde hatırlatmasıdır.

Ağyarına andıç tarzı faşizan yaklaşımlar, bürokratik hizipçilik, anti demokratik acımasız söylemler, merkezi belirsiz gayrı şeffaf oluşumlar, tasfiyeye, “kelle almaya” dayalı iş yapma biçimleri, keyfi politik uygulamalar, özellikle Kürt meselesinin çözümünde irrite edici, sarsıcı, inkarcı ve sabotajcı yaklaşımlar kamuoyunda büyük infial yaratmış durumda.

Kamuoyu, toplum vicdanı birilerinin, kim oldukları bilmiyorlar ama her şeyi hatta insan haklarını ve adaleti bile ancak “kendi belirledikleri şekil ve ölçüler içinde” vermeye çalışanlardan rahatsız. Örneğin Kürt halkı, devlet içine yuvalanmış ve Kürtler ancak ve ancak biz olursak özgürlüğe kavuşabilirler diyen ucube mantığın farkında. Gerçekten de şu ülkede pek garip şeyler oluyor.

Bu operasyonu düzenleyen “merkezin”, sonraki süreçte de yeni Türkiye’de cari iktidarı akamete uğratmak için benzer faaliyetlerde bulunacağını tahmin etmek zor değil.

Hakan Fidan olayını üstlenen yapılanmanın; esrarengizlik, cesaret, hoyratlık, çılgınlık, profesyonellik, mağrurluk, derinlik, sistem içi oluşum ve güç temelinde değerlendirdiğimizde de “Yeni Ergenekon” ifadesini on üzerinden dokuz puanla hak ettiğini görüyoruz.

Ortada Ergenekon tarzı sabotajcı bir iradenin varlığı ve bunun dış kaynaklı olduğu basiretli gözlerden kaçmıyor. Ancak bu yakıcı irade, Türkiye’de hangi oluşumu “taşeron” olarak kullanıyor ya da hangi yapı kendinin bu tarzda kullanılmasına izin veriyor bilmiyoruz.

Bazı ciddi yazarlar “Gülen bu stratejik hatayı telafi edebilir” diye başlık atabiliyor. Suçlanan taraf ise kendini savunma pozisyonundan ısrarla çıkarmıyor.

Ama iyi ve yararlı insan yetiştirme arzusundaki koca bir yapının kendisine hala bu işin arkasında olduğu izlenimi vermesi gönlümüze hoş gelmiyor, yazık!

Uluslararası güç odaklarının yeni Türkiye’yi manipüle etmeyi amaçlayan sabotajlarına “alet” olan ekipleri varsa onları tasfiye etmeleri gerekir, kendilerine yakışan bu olur.

Çirkin bir ayak gördüğümüzde bütün bir bedenin aynı şekilde olmayabileceğini Tavus kuşu tecrübemizden biliyoruz. Türk siyasi hayatının yakın geçmişinde gördüğümüz “çirkin ayakları” taşıyan yapının cennet kuşu gibi gözalıcı olduğundan şüphe duyuyoruz.

Peki, Hakan Fidan üzerinde yapılan operasyon ne anlama geliyor?

Eski Kemalist rejimin yıkılışı ve Yeni Türkiye’nin daha demokratik, şeffaf, özgürlükçü, Kürt meselesini ve Alevi sorununu çözmüş, halkıyla barışmış, liberal ekonomik politikalar uygulayan ve İsrail hariç çevre ülkelerin tamamına barış elini uzatmaya çalışan (her ne kadar bu değişimi anlamayan iktidardaki ve muhalefetteki nice çapsız siyasetçiyi içinde barındırsa da) bir Türkiye kimleri rahatsız ediyor?

Tarihinin en demokratik anayasasını yapmaya hazırlanan Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir üst demokratik aşamaya geçmesini hazmedemeyenler niçin bu kadar telaşlandı?

Daha önce yeni Türkiye’nin oluşumu ve tesisinde yer aldıklarını sandığımız söz konusu bu etiketsiz partnerlere ne oldu da Yeni Türkiye elitlerine karşı düşmandan daha düşman noktasına geldiler?

Kürt meselesinin çözümünü engelleyerek olası bir bölünmenin altyapısını hazırlayan kesin inançlı Sevr’ci uğursuz odak kim?

Özel yetkili başsavcısı, aslında Recep Tayyip Erdoğan’ı çağırması kararlaştırılmışken tebligatı nasıl yanlışlıkla Hakan Fidan’a gönderdi(!). Yanlışlıkla mı yaptı, vicdanı mı elvermedi yoksa onu da sabote eden başka birileri mi vardı(!)?

R. Tayyip Erdoğan’dan istenen “ne menem bir şeymiş ki”, meçhul odaklara Türkiye cumhuriyeti tarihinin bu en büyük ve en tehlikeli meydan okumasını yaptırıyor!

Dünya dengesinin tartışmasız lideri Atlantikçi Anglo Sakson paktın acaba hangi kanadı Demokratikleşmeye çalışan Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin başarıya ulaşmasını ölüm kalım başlığı altında değerlendiriyor?

Ya da tersinden soru şu; Recep Tayyip Erdoğan Hareketi hangi güç odaklarının büyük menfaatlerini bu topraklarda silip atıyor ki böylesine delice bir operasyonu göze alıyorlar?

Acaba onlar, Türkiye’nin gücünü sadece Recep Tayyip Erdoğan’dan mı ibaret sanıyor!

Yabancı işgalci güçlerin Urfa’yı işgal ettiğini söyleyenleri duymazlıktan gelerek tarlasını sürmeye devam eden Urfalı köylünün hikâyesini bilirsiniz. Aynı kişiler “ Yetiş Memet, Fransızlar isot tarlasına girdi!” deyince de eline silahı alıp cepheye koşan köylünün hikâyesini.

Son sınırlar üzerine hesap yapan “yabancı” emperyal güçler bu topraklarda kendilerine mütemadiyen direnen dinamiğin Müslümanlık ve “yerlilik” olduğunu ve bu vasıfların toplumun “İsot Tarlası” anlamına geldiğini ne zaman öğrenecekler!

Bu İslam toprakları var olduğu ve kendileri öyle kaldığı sürece özümüzden devşirdikleri her kişi sadece haindir!
omeraltass@gmail.com
Kaynak: haber10

"28 Şubat İçtihadı"
28.02.2012

[Cumhuriyet ve laiklik şimdiye kadar hiçbir dönemde bu denli tehlikeye girmediği için, onu korumakla görevli kesimler, haklı olarak sesini yükseltmektedir.

Millî Güvenlik Kurulu bir anayasal kurumdur ve kendi İçtihatları gereği ülke ve rejim için tehdit ve tehlike gördükleri hususlarda tedbir ve teklif getirmeleri elbette sorumlulukları gereğidir ve bu içtihatları yanlış bile olsa kendilerine sevap getirir. Bu konuda daha çok söylenecek söz vardır. Ama toplumun bazı kesimleri bunlarıhazmetmeye henüz hazır değildir.”..]

(Fetullah Gülen, Kanal D, 17 Nisan 1997 Yalçın Doğan’la Güncel programı)

MGK 28 Şubat döneminde ictihad etmiş; hatalı olsa bile sevab almıştır..

O halde bu ülkede balyozu, andıcı vs yi 'de bıraksaydınız da, onlar da ictihadlarından sevab kazansalardı ya!..

Sevab kazanmak isteyen bu adamların Silivri'de oluşu sizi bu kadar sevindirmeseydi ya!

Eğer sevabdar oluyor-olacaklarsa bu iyiliğe neden şimdi engel oluyorsunuz?

Eğer 'siyaset ve tedbir bağlamında o dönemde böyle konuştuk' diyorsanız bu kadar ileriye gitmeye gerek var mıydı?

Birilerine adeta 'bana dokunmayın' diye yalvarmak durumunuzu kurtardı fakat izzetinizi kurtardı mı?..
m.şemran
Ekleyen: Sefine
Kaynak: http://www.facebook.com/

Fethullah Gülen 28 Şubat’ta ne yaptı?
Ahmet Hakan
1 Mart 2012

ŞUNLARI yaptı:

- Ordunun dönemin hükümetinden daha demokrat olduğunu söyledi.

- Refah Partisi’nden ayrışmaya çalıştı.

- “Ben Erbakan gibi değilim, daha hoşgörülüyüm” mesajı verdi.

- En kritik günlerde Erbakan’a “istifa et” çağrısı yaptı.

- 28 Şubat’ın egemenleriyle diyalog yollarını aradı.

- Bu arada Refahyol hükümeti devrilip yerine yeni hükümet kurulduğunda Zaman gazetesi 9 sütuna “Hayırlı olsun. İşte kardeş kavgasına son verecek hükümet” manşetini attı.

Yani?

Fethullah Gülen direnmedi. Direnmediği gibi işbirliğine de açık durdu.

*
Yeni Türkiye’de...

- Ortalık 28 Şubat diye inlerken...

- Zalimler deşifre edilirken...

- Mazlumlar anılarını anlatırken...

- Herkeslere “sen 28 Şubat’ta neredeydin” sorusu sorulurken...

- Sincan’da tankların geçtiği caddede eylemler yapılırken...

- 28 Şubat belgeselleri ekranları kuşatırken...

Fethullah Gülen’in 28 Şubat’ta nerede durduğu sorusu hiç sorulmuyor.

28 Şubat’a dair her şeyi açıkça konuşuyoruz, tartışıyoruz, hiçbir eksik bırakmıyoruz, her türlü anımsatmayı yapıyoruz ama nedense sözü bir türlü Fethullah Gülen’in duruşuna getirmiyoruz.

*

Anlayışsız değilim.

Fethullah Gülen...

- 28 Şubat’ta kaybedeceği çok şey olduğunu düşünmüş olabilir.

- Okulların kapılarına kilit vurma tehlikesini hissetmiş olabilir.

- Refah’ın yanlış stratejilerle kendisini de hedef haline getirdiğini düşünmüş olabilir.

- “Hizmet”in büyük darbe alacağına inanmış olabilir.

Bütün bunları anlayabilirim.

Ama bu anlayışım, ancak bunların ifade edilmesi halinde söz konusu olur.

Ortalığın “28 Şubat” diye inlediği, “28 Şubat’a itiraz etmeyenin dövüldüğü” bir günde...

28 Şubat’ta karşı destan yazan Gülen Hareketi’ne mensup kalemlerin, önce sağlam bir 28 Şubat muhasebesi yapmaları, ancak ondan sonra 28 Şubat’a karşı kalem sallamaları gerekir.

*

Gülen Hareketi, bu konuda “hiçbir şey olmamış gibi” yapma lüksüne sahip değildir.
(..)
Hürriyet

FBI Başkanından Cemaat Temsilcisine Ödül
Yılmaz POLAT
03, 2012

2010 yılı yerel liderlik FBI ödülünden birini Gülen Cemaatinin bir temsilcisi aldı.

Alabama Eyaleti Huntsville bölgesi FBI Ajanlarının verdiği 2 aylık kursu başarıyla tamamlayan "Peace Valley Foundation" Barış Vadisi Vakfı Başkanı Profesör Satılmış Budak ödüle layık bulundu.

Kısa adı FBI olan Federal Soruşturma Bürosunun "Citizen's Academies" adında bölgelerin ileri gelen işadamı, vatandaş, sivil toplum ve dini liderlerini eğitmek için açtığı ülke çapında 56 ofisi var.

FBI ajanları 1990 yılından beri vatandaşlık bilincini artırmak amacıyla bölgelerdeki toplum liderleriyle terör, uyuşturucu ve çetelerle mücadele için işbirliği yapıp eğitiyor.

FBI, 11 Eylül saldırısından sonra eyaletlerdeki ofis sayısını çoğalttı, eğitimin kapsamını genişletti.

Kurslarda terörle mücadele, dış istihbarata karşı koyma, siber suçlar, yolsuzluk, hırsızlık ve sivil haklar gibi konulara ağırlık veriliyor. Kursiyerler deneyimli FBI Ajanları tarafından eğitiliyor. Kursta, terör, savunma sanayi ve teknolojiyi hedef alan bölgesel casusluk ile istihbarat önemli konular arasında bulunuyor. Her dönemde 20 ila 30 arasında kursiyer oluyor ve FBI ajanlarının verdiği eğitim 8 ya da 9 hafta sürüyor. Kurs sonunda diploma töreni yapılıyor, ödüle layık olanlar seçiliyor. FBI Bürosunun seçtiği en iyilere Washington'daki Genel Merkez binasında FBI Başkanı Robert Mueller tarafından törenle ödül veriliyor.

FBI, Alabama Eyaleti Huntsville bölgesindeki ofisten kursa katılan 30 kişi arasında "Peace Valley Foundation" Barış Vadisi Vakfı adlı kuruluşun başkanı Profesör Satılmış Budak'ı liderlik ödülüne layık buldu. Elektrik mühendisi olan ve Alabama A&M Üniversitesi'nde ders veren Budak ve vakıf, Gülen'e yakınlığıyla biliniyor.

Huntsville Times Gazetesi, Fethullah Gülen'le ilgili bir yazısında Profesör Budak'ın Gülen'i dünya barışı için bir lider olarak gördüğünü bildirdi. Gazete, laik ulusalcıların Gülen'i CIA'nın 'Truva Atı' olarak gördüğünü, Türk İslamcı köktendincilerin ise sinsice İran benzeri bir rejim getirmeye çalıştığını söylediğini yazdı.

Bazı Amerikalı Hristiyanlara göre ise, Gülen mollaların 'Truva Atı'.

Vakfın faaliyetleri arasında, dinler ve kültürlerarası diyalog yemekleri düzenlemek, Türkiye'ye diyalog seyahatleri yapmak ve kompozisyon yarışmaları düzenlemek bulunuyor.

FBI Başkanı Robert Mueller, Budak'a ödülünü geçen yıl Washington'da Merkez binada düzenlenen törende verdi.
http://www.guncelmeydan.com/

Savaş resmen başladı!
12/12/2011



Cübbeli Hoca'nın tutuklanmasından sonra İsmailağa cemaatine ait internet sitesinde isim verilmeden Fethullah Gülen eleştiri yağmuruna tutuldu

Cemaate ait internet sitesinde "CÜBBELİ HOCA'YA YILDIRMA OPERASYONU" başlığıyla yayınlanan açıklama şöyle:

"Cübbeli Hocamızın ifade vermeye çağrıldığını duyunca çok şaşırmadık. Dostu vardı düşmanı vardı bu insanın. Şaşırmasına şaşırmadık ama yaşananlar bizde büyük şüpheler meydana getirdi. Bunun bir soruşturmadan çok sindirme, bezdirme ve yıldırma operasyonu olduğunu tahmin ediyorduk.

Önceki günden beri medyayı takip ediyoruz. Haber sitelerini yakın takibe aldık. An be an gelişmeleri izliyoruz.

AJANS OLACAKLARI BİLİYORDU

Olayın geliştiği gün Cübbeli Hocamızdan 4-5 ay önce ayrılan "koruma" adı verilen bir adamın gözaltına alınmıştı. Bir haber ajansı sanki önceden hazırlanmış ve ellerine verilmiş gibi "Cübbeli Hoca, koruması ve şoförü gözaltına alındı" diye geçtiler haberi. Tabi diğer ajanslar tarafından kısa sürede düzeltildi. Ama burada bir kastın olduğunu anlıyoruz. Ya da olacakları birileri biliyordu da acele mi edilmişti? Bu da ayrı bir soru işareti.

Cübbeli Hocamız akşam sohbetinde "o kişi korumam değil, bizden ayrıldı ve şoförüm de göz altında değil burada" diyordu. Ama nedense bütün haber siteleri ısrarlar "şoförü ve koruması gözaltına alınan" diye bahsediyordu.

Ayrıca yine aynı kaynaktan beslenen haber siteleri: "Cübbeli bir operasyonla gözaltına alındı" diyordu.

Ve en ilginç olanı ise Cübbeli Hoca'nın "çeteden yardım istediği" iddiasıydı.

Hiç kuşku yok ki, Cübbeli Hocamız büyük bir iftira ile karşı karşıyadır ve bir yerden emir almışcasına bilgisiz ve belgesiz yapılan bu haberler "karalama operasyonunun" bir ürünüdür.

SAVCI İŞKENCESİ Mİ?

İş geliyor, geliyor ve savcıda kilitleniyor.

İfadesi alınacaklar arasında Cübbeli Hoca'nın ilk olarak getirildiği halde ifade alınmasında en sona bırakılması ve ifade sürecinin geç saatlere kadar sürmesi bin türlü hastalıkla boğuşan Cübbeli Hoca'ya yapılan işkence sürecinin sadece bir parçası olsa gerek.

DİYALOGCULARIN SON HAMLESİ

Olayın başından itibaren sosyal paylaşım sitelerinde yapılan yorumlardan şöyle bir kanaatin oluştuğunu anlıyoruz: "Bu bir karalama ve sindirme operasyonudur, hükumeti ele geçiren diyalogcuların son hamlesidir" Yüzdelik orana vurursak her halde %95'ininbu görüşte olduğunu söyleyebiliriz. Haklılık payı var veya yok ama insanlarımızın kanaati bu yöndedir. Halk atılan iftiraların farkındadır...

Kitap meşguliyetinden, vaaz kürsülerinden evine bile zor uğrayan ilim aşığı insanı ahlaksız ilişkilere yakıştırmak, çete ile ilişkilendirmekle itibarını zedeleyeceğini zannedenler varsa boşa kürek çektiklerini unutmasınlar. Hatırlarsınız bazı gurupların "hizmet" dedikleri şeyleri eleştirince de "ergenekoncu" iftirasını atmışlardı.

UTANMAZ HAKAN!

Gel gelelim çıktığı kabuğu beğenmeyen Ahmet Hakan'a. Arkadaş sen ne terbiyesiz adamsın. Baban ile omuz omuza namaz kılan insanları nasıl da lekeliyorsun. Hiç içeriği hakkında bilgin olmadığı halde nasılda iftira ediyorsun. Şu camiadan hiç mi vicdan kırıntısı kalmadı içinde? Senin hiç mi utanman yok? Sende diyeceksin ki: "Evet yok, bu gece alemleri insanda ne ahlak, ne vicdan bırakıyor, haramlar insanın kalbini taştan katı yapıyor." Sen bunu da diyemezsin çünkü o kadar düşmüşsün...

HÜKÜMETİ ELE GEÇİRDİLER

Küçük bir boşlukta hükümeti ele geçirenler bakın nasılda işlere kalkışıyor. Hükümeti elinde bulunduran asıl güçler nasıl da karşısındaki engelleri tahrip ediyor. Okyanus dalgaları bakın nasıl Türkiye'ye vuruyor...

Haydi, gün sizin gününüz ey münafıklar, haydi havalara uçun ey bidatçiler. Yaptığınızla övünün ey diyalogcular. Keyfini çıkarın ve Hocamızın düşürüldüğü durumu keyifle sayredin bakalım. Seyredin ki, belki birdaha böyle bir manzara bulamazsınız."
Kaynak: Radikal

Büyük Yalan : "Hizmet" Karşılıksızdır
Açık İstihbarat
11.04.2012

Müslümanlıkta da, Fethullah Gülen'in inancında da yalan günah.

Son zamanlarda bakıyoruz da, Gülen cemaatinin şebeke çekirdeğini perdeleyip, hayırsever bir camia hüviyetine büründürmek için her bir cenahtan yazı yağmakta. Cumhuriyet'ten Hikmet Çetinkaya bile Gülen cemaati ile ısınma turlarına çıkmaya başladı.

Bu yolda hafızası balık topluma söylenen yalanların bini bir para. En önemli yalan ise aşağıdaki cümlede gizli:

"Hizmet karşılıksız yapılır. O kadar ki hizmet ederken memnuniyet bile duyarsanız, bu yanlıştır. Herşeyi Allah rızası için yapılır"

Boş laflar antolojisine girecek bir cümle bu.

Malum bu şebeke, çevresine topladığı insanları koştuğu işlere "hizmet" adını veriyor.

Fakat propagandasını yaptıklarının aksine hizmetlerinin hiç biri karşılıksız değil.

12 Eylül öncesinde Komunizmle Mücadele Dernekleri kurup, ABD'nin yeşil kuşak politikasının temsilciliğini yapıp, Kenan Evren'e destek vermek...

Ücretli...

2000'li yıllarda ABD'nin bu sefer Ilımlı İslam politikasının temsilciliğini yapıp, sürekli darbe "Ergenekon"'un taşıyıcılığını üstlenmek...

Ücretli...

ABD'nin el vermesi ile dünyanın dört bir yanında okul açıp, bu okullarda yetiştirdiği ülkenin elitlerini ülkelerin yönetim mekanizmalarını yerleştirmek...

Ücretli...

ABD'nin el vermesi ile dünyanın dört bir yanında açtığı okullardaki öğretmen kadrolarını, "öğretmenler casusluk yapıyor" iddialarına maruz kalacak şekilde hizmete sunmak...

Ücretli...

İşadamlarını örgütleyip, milyonlarca TL toplayıp, bu paraları nasıl harcadığını "sen, ben , bizim oğlan" dışında kimsenin bilmemesini sağlayacak mekanizmaları kurmak...

Ücretli...

Hayırseverliği anladık da, nedense Türkiye'de tüp bebek işine ilk el atanlardan olmak...

(Cemaatin Altın Nesil projesi ile Pentagon'un Altın Nesil Projesi arasındaki benzerlikleri görmek için Bkz. ABD'nin Yeni Manhattan Projesi ve Gülen Cemaati )

Ücretli...

28 Şubat darbesine destek vermek...

Ücretli...

ABD ve İsrail'e en kritik zamanlarda (Bkz. Mavi Marmara) destek vermek...

Ücretli...

Bu kadar "Hizmet" sonunda , "bir dikili agacı bile yok" deyip, ormanlık arazi de, binlerce ağaç arasında yıllarca ABD'de ekmek elden su gölde yaşamak...

Ücretli...

Fethullah Gülen adına onlarca üniversitede tez/araştırma yazdırıp, şebekeyi hareket olarak meşrulaştırıp, akademik zemine oturtmak

Ücretli...

Kısacası, Fethullah Gülen ve çevresindeki şebeke bu güne kadar kime hizmet ettiyse, ücreti mukabilinde yaptı.

Çevrelerine topladıkları genç insanların emeğini karşılıksız kullanmış, Müslümanlığı hizmet ettiklerini zannedenleri ABD'nin politikalarına alet etmiş olabilirler.

Ama bu cemaatin merkezindeki şebeke her zaman hizmetinin karşılığını aldı.

Aldı ki, Asya Finans adı altında bankalar...

Zaman adı altında gazeteler

Samanyolu adı altında TV'ler kurabildiler.

Aldı ki, bugün milyarlarca dolarlık bir kaynağı Gülen ve çevresindeki şebeke yönetiyor.

Aldı ki; binlerce insana devlette ve özel sektörde kadro sağlayabiliyorlar..

Aldı ki; bugün hükümetlerle bakanlık pazarlığı yapabiliyor...

Aldı ki; bugün Başbakanlara, "paylaşmayı bileceksin, hep bana demeyeceksin" mealinde tehdit mektupları yapabiliyor.

"Hizmet" tanımı doğru

Yalan olan; hizmetin kime yapıldığı konusu.

Her dönem en doğru yere hizmet etmeyi bilen "Hocaefendi" ve şebekesinin yalanlarına karnımız tok.

Siz bu yalanları oturduğu her yeni sofradan tıksırana kadar kalkmayanlara saklayın.
Kaynak: www.acikistihbarat.com

Fethullah Gülen ne demek istiyor?

F. Gülen: "Odessalı Hıristiyanların ise elbette rehberleri, din büyükleri vardır ve onlara söylenmesi gerekeni söylemektedirler. Bir Müslüman, yani dinlerin temel birliğine inanan biri olarak, onların söylediklerinin bir Müslüman'ın söylediğinden ve söyleyeceğinden farklı olacağını düşünmüyorum. Hz. İsa gibi, bizim nazarımızda ülü'l-azm, yani tarih boyu gelmiş peygamberler arasında en büyük beş peygamberden biri olan bir zatın ardından gitmek, onu takip etmek, yapılabilecek en güzel şeylerdendir."

(Ukrayna'nın Favorit dergisine verdiği röportajdan. Kaynak; http://tr.fgulen.com/content/view/16939/11/ )

Hocaefendi darbeden yana
Muharrem Bayraktar
21 Nisan 2012

Fethullah Gülen’in darbelere ve askerlere bakışının “dün başka bugün başka” olduğuna dair her gün farklı örnekler ortaya çıkıyor. Hocaefendi medyası yıllar evvel kazara askerin sathı mahalliden geçip bir çay içenleri bile “Ergenekoncu, darbeci” diye afişe ederken kendi hocalarının darbeler ve askerler hakkında söylediği “dudak uçuklatan” ifadeleri görmezden geliyor.

Daha önce yazdık, Hocaefendi 12 Eylül darbesinden aylar önce “nerede bu asker!” diye beyanatlar veriyor, darbeden sonra Sızıntı Dergisinde yazdığı yazıda “Asker, Hızır gibi imdadımıza yetişen askerimize selam duruyoruz” diye methiyeler düzüyor ve daha da ileri giderek “bu hareketiyle Evren cennetlik olmuştur” diyordu. (Bu ifade Cüneyt Arcayürek’in “Atatürk’ten sonra bugünlere nasıl geldik, isimli kitabında yayınlanmış ve Fethullah Gülen tarafından yalanlanmamıştır.)

Yıllar sonra bu defa 28 Şubat’ta Çevik Bir’in postalları görününce Hocaefendi yine mübarek görüşlerini açıklıyor “Asker görevini yaptı. Askerimiz sivillerden daha demokrat” diyerek 28 Şubatın generallerine moral veriyordu.

Zaman gazetesi askerin baskısıyla Refahyol hükümeti yıkılıp yerine Mesut Yılmaz hükümeti geldiğinde “Hayırlı olsun! İşte kardeş kavgasına son verecek hükümet” manşetini atıyordu.

Bugün aynı Zaman gazetesi ve aynı hoc efendi medyası “28 Şubat ve 12 Eylül dönemleri” yargılanıyor diye def çalıp oynuyor! Gerçek demokrasinin gelmesiyle övünüyor.

“Bu tıynetteki” bir medya ile ve bu karakterdeki insanlarla “demokrasiyi, darbeyi, özgürlükleri” konuşmanın bir anlamı yok.

Kendi mantıklarından yola çıkarsak her birinin teker teker, darbeleri ve ara dönemleri övmekten, askerin siyaset üzerindeki tahakkümünü medya yoluyla teşvik etmekten dava açılıp yargılanmaları gerekir.

Sadece yukarıdaki örnekler bile “Hocaefendi medyasının” her devrin adamı olmak, zamanı geline askeri, zamanı gelince politikacıları desteklemek, zamanı gelince dün destekleyip alkışladıklarını bugün hapse attırmak için olağanüstü çaba sarfetmek gibi “alkışlanacak bir karakter” örneği” sergilediklerini gösteriyor.

Karşılarında bir utanç vesikası olarak duran “dünlerini” görmezden gelerek, dün ayakta alkışladıkları askeri darbelere bugün “lanet olsun” diyen manşetleri atanların bu ülkede demokrasinin ve hukukun yerleşmesine hiçbir katkısı olamaz.

İşin acı tarafı bu zihniyetin elinde olana medya bugün ‘demokrasi mücadelesi vermekle’ övünüyor!

Ne diyelim; keser döner sap döner...

Kaynak: http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel,12001307/hocaefendi-darbeden-yana/muharrem-bayraktar

DİNLERARASI DİYALOG çalışmalarına anlamlı reddiye
01.06.2012


Son yıllarda bütünüyle İslam aleminde ve ülkemizde adeta kasırgaya dönüştürülen ve İslam itikadında onarılması güç yaralar açmaya başlayan DİNLERARASI DİYALOG çalışmalarına anlamlı reddiye geldi.
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Kazakistan'ın başkenti Astana'da gazetecilerin gündeme ilişkin sorularını cevaplandırdı. Görmez ''Dinler arası diyalog olmaz, din adamları arasında diyalog olur. Yani iki farklı dinden din adamı oturup örneğin çevre ile ilgili, savaşlarla ilgili bir konuyu görüşebilir, bu diyalogdur. Ancak dinler arası diyalog olmaz. Dinler birbirine dönüştürülmez, din adamları dünya ile ilgili yaşanan sorunlarla ilgili sorunlarını tartışır'' dedi.
Millî Gazete

Henri Barkey: "AKP liderleriyle anlaşarak Türk Ordusu’nu kafesledik"
14/06/2012

Utah Üniversitesi’nde konferans veren CIA’nın Türkiye uzmanı Henri Barkey, AB üzerinden yapılan derin operasyonu bu ifadeyle tanımladı.

İlk kez İslami parti iktidarda

Bu şoke edici sözler, TBMM’de 2003 yılında 1 Mart tezkeresinin reddedilmesinden 25 gün sonra Utah Üniversitesi’ndeki “Felaket ile Flört: Türkiye- Irak-ABD” adlı konferansta söylendi. Kürsüye çıkan Barkey, 3 Kasım’da ilk kez bir İslami partinin iktidara geldiğini hatırlatarak şöyle dedi:
Ordu ABD’ye güvenmiyor.

Yaptığımız görüşmelerde bize, ’AB’ye girmek ve demokrasi istediklerini, bunu kendileri için bir rönesans olduğunu’ söylediler. Türk Ordusu ise ABD’ye güvenmiyordu. Irak’a ABD’den bağımsız girmek istediler. Avrupa Birliği adaylık sürecinde müzakereler yoluyla orduyu çok sıkı bir kafese kapattık.

“AKP ile anlaşarak TSK’yı kafesledik”

CIA ajanı Barkey, 1 Mart tezkeresinin reddinden sonra ABD’de verdiği konferansta, “AKP liderleriyle anlaşarak Türk Ordusu’nu kafeslediklerini” anlatmış.

Haber : Salim Yavaşoğlu

CIA’nın Türkiye uzmanı Henri Barkey’in, 2003’te 1 Mart tezkeresinin reddedilmesinden 25 gün sonra 26 Mart’ta Utah Üniversitesi’nde verdiği “Felaket ile Flört: Türkiye, Irak ve ABD” adlı konferansta, AKP lideriyle anlaşarak “Türk Ordusu’nu çok sıkı bir kafese kapattıklarını” söylediği ortaya çıktı. Barkey, AKP’nin, AB reformlarında ısrarlı tutumu ve ABD’nin Türkiye’ye gün vermesi için AB’ye baskı yapmasının “Türk Silahlı Kuvvetleri’ni kafesleme” planı olduğunu ifade ediyor.

“Felaket ile Flört: Türkiye, Irak ve ABD”

Barkey’in bu sözleri kullandığı dönemde Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda Orgeneral Hilmi Özkök oturuyordu. Konferanstan 3 ay sonra, 4 Temmuz 2003’te de K. Irak’ta Türk askerlerinin başına çuval geçirildi. İlerleyen yıllarda ise Ümraniye ve Balyoz gibi soruşturmalarla çok sayıda subay tutuklanarak adeta “kafes”leniyor. Konuşmasında, 1 Mart Tezkeresi’nin reddedilmesinden Türk Ordusu’nu sorumlu tutan Barkey, ABD’nin en büyük felaketinin Türk Ordusu’nun, “PKK terörü ve çıkacak karışıklıkta Türkmenleri korumak için” Kuzey Irak’a girmekte ısrar etmesi olduğunu, bu nedenle konuşmasının adını “Felaket ile Flört” koyduğunu anlatıyor. Barkey, tezkerenin reddiyle gerçekleşmeyen kuzey cephesinin sırf TSK’nın K. Irak’a girmesinin engellenmesi için düşünüldüğünü ifade ediyor.

Kızarlar ama unuturlar

Tezkerenin reddinden sonra TSK’nın “Ne olursa olsun ABD’den bağımsız olarak K. Irak’a girmek” tavrında ısrarlı tutumunu sürdürdüğünü kaydeden Barkey, bunun engellenmesi için “AB’nin Türkiye’ye müzakere tarihi vermesi gerektiğini, müzakere tarihinin en büyük yararının Türkiye’nin dikkatini Irak’tan uzaklaştırmak” olacağına parmak basıyor. Barkey bu sürecin AKP hükümeti eliyle yürütüleceğini, AB reformları ile TSK’nın kafese kapatılacağını anlatıyor. TSK’nın Irak’a girmesi engellenirse bunun ABD için en iyi senaryo olacağını belirten Barkey, Türklerin başta çok kızacağını sonradan unutup ilişkilerin derinleşerek devam edeceğini söylüyor. Barkey, AKP ile yürütülen bu planın gerçekleşmesinin 1 Mart tezkeresinin reddedilmesinden daha önemli olduğunu da vurguluyor. Barkey, “Türk Ordusu’nu çok sıkı bir kafese kapattıklarını” açıkça söylediği konferansta 1 Mart tezkeresi öncesinde yaşananlar hakkında da çarpıcı açıklamalar da yapıyor.

Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmesini hiç istemedik!

Henri Barkey, Kuzey cephesinin açılmasına neden olacak 1 Mart tezkeresinin aslında Kuzey Irak’a girmekte ısrarlı olan Türk Ordusu’na karşı düşünülen bir önlem olduğunu da şöyle itiraf ediyor. “1 Mart tezkeresinin geçmemesinin tüm suçu Türk Ordusu’nda. Çünkü, İslamcı hükümet ile Türk Ordusu arasında çekişme vardı. Problemin önemli bir parçası Türk Ordusu’nun Amerika Birleşik Devletleri’ne güvenmemesiydi. Halbuki biz ’Bağımsız Kürdistanı’ desteklemiyorduk. İnanmadığımızı söylüyorduk. O yüzden bu konuşmanın adını ’Felaketle Flört’ koydum. Türk Ordusu, ABD’den bağımsız olarak Kuzey Irak’a girmek istiyordu. Ne olursa olsun! ABD’nin ise en son istediği şey buydu. Çünkü, Iraklı Kürtlerle Türk Ordusu arasında gerilim olacaktı. Zaten Kuzey cephesi bu tür sorunların ortaya çıkmaması için düşünülmüştü.”

Askerleri, “güç” olarak görmek istemiyorlardı

AKP’nin değişim söylemine inandığını belirten Barkey, iktidar partisini, “Askeri, güç olarak görmek istemeyen, sivilleşmeden yana ve merkez sağ olmak isteyen bir parti” olarak tanımlıyor. Barkey, 2002’de iktidara gelen AKP hükümeti ve lideriyle “Türk Ordusu’nu sıkı bir kafese kapatma” temaslarını ise şöyle anlatmış: “İlk kez bir İslami parti tek başına iktidara geldi. O güne kadar Türkler, AB’ye temkinli yaklaşıyordu. İlk kez ‘AB’ye girmek ve demokrasi istediklerini’ söylediler. İlk kez bir Türk hükümeti, ‘AB’ye girmek istiyoruz, onların kriterleri bizim için ölçü olur’ diyor. Bir İslamcı liderin rönesans terimini kullanması bana çok belirleyici geldi. Çünkü, AB’ye katılarak adaylık sürecinin Türkiye’yi daha fazla demokrat yapacağına inanıyorlar. Bu demokratikleşme süreci içinde biz orduyu çok sıkı bir kafese kapattık. Bundan sonra asker, eskiden olduğu gibi her 10 yılda bir müdahale edemeyecek. Keyfince hükümetleri değiştiremeyecek. AB’ye adaylık süreci Türkiye’yi daha demokratik bir ülke haline getirecek. Bu süreç Türk Ordusu’nun tutumuyla darbe yedi. Şunu söylemeliyim ki; Kuzey Irak’ta bir çatışma bu süreci zaafa uğratır ve geriletebilir. Eğer; biz bu Saddam’ı umut ettiğimiz kadar çabuk devirirsek, Türk Ordusu’nun Kuzey Irak’a girmesini engelleyebilirsek, 1 Mart tezkeresi 1 yıl içinde unutulur. Türk hükümeti de reformlar yolunda devam ederse ilişkilerimiz iyileşmeye devam eder. Gelecek için umutluyuz. Türk Ordusu, Kuzey Irak’a girmelerinin hakları olduğunu söylüyordu. Ancak Başkan Bush, Türklere ‘giremezsiniz’ dedi.”

Kaynak: http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/habergoster.php?haber=68868

Gülen okuluna baskın! 83 CIA ajanı yakalandı
21.06.2012
Ruslardan gelen istihbaratı değerlendiren İran Devrim muhafızları, Kumkenti şehrinde bulunan ve Fethullah Gülen'e ait olduğu iddia edilen okula gece 00:30'da baskın düzenledi.

Ruslardan gelen istihbaratı değerlendiren İran Devrim muhafızları, Kumkenti şehrinde bulunan ve Fethullah Gülen'e ait olduğu iddia edilen okula gece 00:30'da baskın düzenledi.

Prizrenpost'un haberine göre, baskında 83 CIA ajanı yakalandı.

CIA ajanı olarak tespit edilen kişiler, Devrim muhafızlarının kampına götürüldüler.

Ayrıca baskın yapılan okulun, Gülen cemaatinin İran'daki tek okul olduğu söyleniyor.
Prizrenpost

Arsan’a göre “Cemaat ile AKP arasındaki ana çatışma yargı, emniyet ve gizli istihbarata ilişkin karşılıklı güven kaybı.”



Akademisyen Esra Arsan_bbcturkce hesabına attığı tweet’lerle Cemaat AKP çatışması hakkıdaki görüşlerini açıkladı.
Arsan’a göre “ana çatışma yargı, emniyet ve gizli istihbarata ilişkin karşılıklı güven kaybı.”

Arsan'ın yorumu şöyle:

“kanımca akp ve cemaat dinin huzur veren limanına demir atıp dünyalığı büyütmekte sorun yaşamıyor.

iktidarın iki paydaşı arasındaki ana çatışma yargı, emniyet ve gizli istihbarata ilişkin karşılıklı güven kaybı.

akp'liler ve başbakan erdoğan cemaatin istihbarat ve yargıda güçlenmesiyle kendilerinin de hedef olabildiklerini gördüler. izlediğimiz kadarıyla asıl çatışma mit-emniyet karşıtığından çıktı.

nitekim bu çatışma medyada da yansımasını buldu. taraf gazetesinin kurucu kadrosu belki de bu nedenle dağıldı. medyada, özellikle cemaate ve/ya akp'ye yakın medya organlarında bu çatışmanın çok kaba manifestolarını izliyoruz.

cemaate yakın zaman ile akp'ye yakın yeni şafak, sabah ve star gazeteleri de bu çatışmada habercilikleriyle rol alıyor.

yanlı, partizan ve cemaatçi gazetecilik analizi açısından bu günler biz haber araştırmacıları için çok büyük data sunuyor.”
haber93

Şamil Tayyar tweetinde emniyet teşkilatının Gülen Cemaati'ne bağlandığını söyledi
28.11.2013



AKP Gaziantep Milletvekili Şamil Tayyar'ın sosyal medyada tartışma yaratan, emniyet teşkilatının Gülen Cemaati'ne bağlandığı iddiasını da içeren tweetine gelen tepkilerden bazıları şöyle:

TC★ MKA♥1923 © (@anatoliantulip): "Cemaat emniyeti ele gecirdi dedigi için Hanefi Avcı hapiste.Samil Tayyar itiraf ediyor onudamı hapse atacaksınız?!!!"

asmin1972 (@asmin1972): "Şamil Tayyar, demiş ki - 'Polis cemaate bağlandı.' Hatırlarsanız aynı cümleyi kurduğu için Ahmet ŞIK ve Hanefi AVCI yargılanmıştı..."

dream__catcher (@poisonlan_dia): "Emniyet cemaat
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Çrş Tem 27, 2016 10:51 pm tarihinde değiştirildi, toplam 7 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Hzr 18, 2012 12:25 am    Mesaj konusu: AKP-Cemaat Savaşı Alıntıyla Cevap Gönder

AKP-Cemaat Savaşı, Erdoğan Lehine Yepyeni Bir Siyasi Alan Yaratıyor..
Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat
09/06/2012



Yakında Türkiye'nin gündemine bomba gibi bir dava düşebilir. Telefonları dinleyen, bilgisayarlara giren,düzmece deliller üreten, devlet içine sızmış bir "çete" için düğmeye basılabilir...

Erdoğan'ı da meydanlarda "Ucu nereye varırsa varsııın" diye bağırırken görebiliriz..Yeni cumhurbaşkanlığı (veya başkanlık) seçimlerinde kendisi açısından hiç de fena bir siyasi zemin olmaz bu...

*****

"Ergenekon" samur kürk oldu, kimse sırtına almak istemiyor!

Fethullah Gülen cemaati ile Tayyip Erdoğan ve adamları arasında bir süredir tırmanan gerilimi en iyi özetleyecek cümle belki de bu...

Oysa ne güzel başlamışlardı, ne de güzel iş bölümü yapmışlardı. Hükümet kanadı yasal düzenlemeleri gerçekleştiriyor, siyasi sorumluluğu üstleniyor; cemaat kanadı ise yasadışı dinleme, sahte delil üretme, isim kirletme, internete ses ve görüntü yükleme gibi psikolojik savaşın kirli ve karanlık boyutunu götürüyordu.

Ne olduysa oldu ve ayrı düştüler. Şimdi birbirlerini "Ergenekon" üzerinden vurmaya çalışıyorlar. "Demokrat" Erdoğan, uzun tutukluluklara ve özel yetkili mahkemelerin hukuk dışına çıkan uygulamalarına karşı! Cemaat ise bu yaklaşımın "darbelerle mücadele" sürecini baltalamasından, elde edilmiş bütün kazanımların yok olup gitmesinden endişeli!

Oysa bundan bir süre önce Ergenekon'da cemaatin frene basmak istediği ancak Erdoğan'ın kininden vazgeçmediği konuşuluyordu siyasi kulislerde. Nasıl oldu da pozisyon birden bire değişiverdi?

Esasen bunun pek de bir önemi yok..Yani, kimin hangi pozisyonu almış olduğunun bir önemi yok.. Eğer cemaat "süreci yumuşatalım" demiş olsaydı, bu bu kez Erdoğan "Darbelerle mücadele zaafa uğrar" diyen taraf olmuş olacaktı.

Erken kalkan avantajlı pozisyonu kaptı ve "sokak politikacısı" Erdoğan, arkadan dolanıp bir puan aldı. Erdoğan, "süreci hukuksuzluktan arındırmak isteyen" taraf olunca, cemaat de faşizan yöntemlerde direnen taraf olmak zorunda kaldı.

Bunun kaybetmeye mecbur bir misyon olduğu düşünülürse, tuzağa ddüşmüş oldukları da hemen anlaşılır. Nitekim şimdi, kendi kazdıkları kuyuda debelenip duruyorlar.

Erdoğan, bir taşla iki kuşu da vurmuş oldu. Hem AB ve ABD çevrelerinde belirgin hale gelmeye başlayan "Ergenekon rahatsızlığını" yatıştıracak, hem de Ergenekon'u kendi başına dolayıp sıvışma planları yapan cemaatin oyununu bir güzel bozacak.

Hatta, bir taşla üç kuş! ATV'deki programda söylediği gibi, vatandaşta yargıya güven azaldı.Bu yaraya da Tayyip Bey neşter atmış olacak. Bakarsınız, cumhurbaşlanlığı seçimini "Mustafa Balbay'a özgürlük" kampanyası ile başlatır!

Erdoğan, son MİT-Emniyet savaşından sonra cemaat karşısında 6 ay içinde ikinci galibiyetini de böylece aldı.

Tayyip Erdoğan, ATV'de Taha Akyol, Erdal Şafak, Mustafa Karaalioğlu ve Ekrem Dumanlı'nın sorularını yanıtlarken şöyle dedi:

"250 bütün yetkileri kendisinde toplamış ve bunu da istedikleri gibi kullanıyorlar. Tutuksuz yargılanabileceği halde malesef tutuklu yargılanan insanlar var. Bu insanların tutuksuz yargılanmaları mümkünken neden tutuklu yargılama yapılıyor. Bu süreci bizim farklı bir şekilde yumuşatarak atlatmamız lazım. Bunlar ülkede yargıyı da zor duruma sokuyor. Yargıya güven artmışken şimdi azalmaya başladı. Bunları da görmemiz lazım".

Siyasetin bu kadar kirlendiği, siyasetçinin ilke kavramını ayaklar altında çiğnediği bir ülkede basının vazifesi de ilkesizliğe alkış tutmak, hatta ilkesizliği "ilke" diye yutturmaya çalışmak olur haliyle.

Vatan gazetesinin yazarlarından Murat Çelik bu berbat durumun güzel bir örneğini sergilemiş.

"Alacaksan beni al" cümlesinden yola çıkarak, Erdoğan'ın "Talimat verilen alınmaz, talimatı veren alınır" ilkesini ortaya koyduğunu öne sürüyor...

Erdoğan ve "ilke"...

Bu iki kelimeyi bu kadar kolay yanyana koymadan önce Erdoğan'ın Ergenekon sürecindeki bütün hukuksuzlukları baştan beri nasıl desteklediğini, hatta koruma altına aldığını hatırlatmak gerekmiyor mu?

Kim hatırlatacak bunu? Murat Çelik gibi bir zavalllı mı?

Yazısını, gazetesinin yeni patronu Erdoğan Demirören' e övgüler düzerek bitirmiş zaten...

Hürriyet yazarı Sedat Ergin ise "Erdoğan'dan özel yetkili mahkemeler yeni bakış" başlıklı yazısında Erdoğan'ı adeta "hukuksuzluklara isyan eden, bütün bu olup bitenleri yeni duymuş bir başbakan" mevkisine taşırken, "Nedim Şener ve Ahmet Şık'ın geçen yıl mart ayında tutuklanmalarına Başbakan'ın ciddi derecede içerlediği biliniyordu" demesin mi?

Bu iki tutuklamayı Avrupa parlamentosunda savunurken, "Kimse gazetecilik faaliyeti yüzünden tutuklu deeğil. Türkiye’de cezaevinde yatan gazetecilerin çoğu gerçek gazeteci değil. Çünkü onların terör örgütleri ile bağlantıları var." dediğini biz "Ergenekoncular" uyduruyoruz öyle değil mi? Yok aslında Erdoğan'ın öyle bir konuşması...

Ülkeyi beş yıldır özel yetkili mahkemeler eliyle bir ortadoğu diktatörlüğü gibi yöneten Erdoğan, şimdi ÖYM'leri kaldıran, haksız tutuklulukları sona erdiren, yargı ve polis içinde çöreklenmiş bir gizli gücü tasfiye eden demokrat ve kahraman başbakan haline getirilmek isteniyor.

Erdoğan'ın bütün günahlarını bilen ve zaman zaman bu günahlardan mağdur olan basın, daha ilk cümlede bu sahte misyonu göklere çıkarıyor...

"Alacaksan beni al" sözünün ayran içip ayrı düştüğü cemaate bir meydan okuma olduğunu bile yazmaya kimsenin yüreği yetmiyor. Bu yeni iktidar savaşında figüran rolü almak için birbirleriyle yarışıyorlar.

Erdoğan'ın ortaya "yeni ilkeler" koyduğunu yazıyorlar utanmadan...

"PKK ile görüştüğümüzü ispatlayamayan şerefsizdir"den, "Benim MİT'im, benim müsteşarım..Alacaksan beni al" noktasına gelen Erdoğan' a "ilke" kelimesini yakıştırabiliyorlar...

"Siz, son Emniyet-MİT krizinde MİT yetkililerini kurtarmak için özel bir yasa çıkardınız. Bu yasadan Teoman Koman neden yararlanamadı?" sorusunu kat'â sormuyorlar...

"Alacaksan beni al diyorsunuz da, hani kimse dokunulmaz değildi?" sorusunu sormak için ise, affedersiniz insanda değirmen taşı gibi mabad olmalıdır..

O an karşıdakinin hangi pozisyonu aldığına göre konum alıyorlar. siyasette ilke yerlerde sürünüyor. kimsenin arkasında duracağı bir fikri, bir ideali yok...

Gelinen noktada, iktidar savaşının artık AKP ile Gülen cemaati arasında geçtiğini saklamak imkânsız duruma geldi.

Fethullah Gülen, bilinen siyaset tarzı gereği bu yenilgiyi de sineye çekebilir ama belli ki genç müridler rahatsız. Cemaat içindeki Erdoğan karşıtı tepkileri bastırmak, Gülen açısından biraz daha zor olacak gibi görünüyor. Cemaat yandaşları, AKP'nin Atatürk cumhuriyetinin yıkılmasına verdikleri büyük katkıları unutmaya başlamasından, vefasızlık göstermesinden rahatsız. Erdoğan ise cemaatin aşırı öz güven kazanmış, kontrol edilemez hâle gelmiş büyümesinin zaman içinde kendi iktidarını tehdit etmeye başladığını görüyor.

Şimdiye kadar cemaatin bütün suçlarının siyasi sorumluluğunu üstlenmiş olan Erdoğan'ı bu durum her geçen gün biraz daha köşeye sıkıştırırken, hayalet güç cemaat, "Yalan, iftira, hocaefendi asla siyasetle uğraşmaz" deyip köşeye çekiliveriyordu. Erdoğan'ın artık bu yükü sırtında taşımak istemediği anlaşılıyor.

Doğru bir zamanlama ile müdahale ediyor. AKP içinde cemaatin tamamen tasfiyesine yönelik planların ciddi bir güç kazanmaaya başladığını da belirtelim ki cemaat bu kıyağımızı unutmasın...

Tarih tekerrürden ibarettir sözü bir kez daha kendisini kanıtlamak üzere...

Geçen akşam Andrei Wajda'nın "Danton" filmini videoda bir kez daha izlerken düşündüm bunu. Robespierre, büyük Fransız ihtilalini birlikte yaptığı Danton'u kontrolsüz bir güç haline gelmeye başladığı için tasfiye etti. Hem de tıpkı Ergenekon gibi düzmece bir dava açtırıp Danton'u kalpazanlar, ölü soyucular, katillerle birlikte yargılatarak...

Mustafa Kemal, Kurtuluş savaşında büyük yararlılıklar göstermiş son ittihatçı kadronun defterini, İzmir suikasti gibi şaibeli bir davayla dürdü...

Şimdi Erdoğan, cemaati deliğe süpürmek için bileniyor...

Yakında Türkiye'nin gündemine bomba gibi bir dava düşebilir. Telefonları dineleyen, bilgisayarlara giren,düzmece deliller üreten, devlet içine sızmış bir "çete" için düğmeye basılabilir...

Erdoğan'ı da meydanlarda "Ucu nereye varırsa varsııın" diye bağırırken görebiliriz..

Yeni cumhurbaşkanlığı (veya başkanlık) seçimlerinde kendisi açısından hiç de fena bir siyasi zemin olmaz bu...

Daha üç yıl önce "TSK'nın karşısına polis teşkilatını hazırlıyorlar" diye dehşete düşen bizler ise, öngördüğümüz gibi bir "Polis -Asker savaşına" tanık olabiliriz..

Bir farkla:

Fethullah Gülen'in polisi ile Tayyip Erdoğan'ın askeri...

Gavurluğa davet eden cemaat
Muharrem Bayraktar
28 Haziran 2012



Çoktandır önümde bekleyen önemli bir cemaat mevzuuna ancak bugün sıra geldi. Okuyunca inanamayacaksınız. Şok olacaksınız. Ben de çok şaşırdım, araştırdım, isim isim, yer yer ayrıntılara ulaştım. Olayın meydana geldiği ülkede olaya şahit olan kişileri buldum ve sonunda da bu yazıyı yazmaya karar verdim.
Yazımda hiçbir isme yer vermeyeceğim. Hepsinin ismi- cismi bende mevcut.
Önemli bir cemaatin önemli isimlerinden biri. Uzun süre Giresun ve Çorum’da bölge sorumlusu olarak görev yaptı. Yaptığı “hizmet” çalışmalarında başarılı olunca yurt dışında bir göreve atandı. Görev yeri Romanya idi. Romanya’da da hizmete devam etti. Okuluyla, Türkçe şarkısıyla, türküsüyle hizmetin her alanına uzandı.
Bir gün Romanya hükümetinin bir bakanının oğlu, bu cemaatin Romanya’daki bu “önemli abisini” buldu. Bakanın oğlu “Müslüman olmak istiyordu.” Bu arzusunu cemaatin abisine söyledi. “Bana nasıl Müslüman olunacağını söyleyin, Müslüman olayım” dedi.
Cemaatin Romanya’daki abisi, Müslüman olmak isteyen bu gence Kelime-i Şahadet’i mi anlattı zannettiniz?
Yanıldınız!
“Cemaatin abisi” konumundaki kişi bu delikanlıya “hayır” der, “Sen Müslüman olma. Hıristiyan olarak kal! Zira bizim burada hizmetlerimiz var. Senin baban önemli bir insan. Senin Müslüman olduğunu duyulursa hizmetlerimiz zarar görür.”
Romanyalı delikanlı da “gâvur” olarak yaşamaya devam eder.
Böylece bu “İslami cemaat”; dünyanın her yanına “hizmet” getirme iddiasında olan bu cemaat, kendi menfaatleri uğruna insanların gâvur olarak kalmalarına vesile olur.
Ne diyelim.
Bu kadar yazdık, anlattık, konuştuk, bizi hep önyargılı olmakla suçladılar, “iftira atıyorsunuz” dediler.
Şimdi “hizmetin” şarkı-türkü faslını aşıp alenen gâvurlaştırma çalışmasına döndüğünün örnekleri geliyor önümüze.

http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel%2C12002123%2Fgavurluga-davet-eden-cemaat%2Fmuharrem-bayraktar

Gülen’in ABD istihbaratı ile işi ne?
Muharrem Bayraktar
12 Temmuz 2012



Fethullah Gülen’e bağlı kişilerin “Hocaefendinin” kontrolünde açtığı “hizmet okulları” ile ilgili çok önemli iddialar gelmeye devam ediyor. Oda TV’nin verdiği habere göre, Amerikan iç istihbarat birimi FBI, Hocafendinin okullarını “ortaklık kurdukları kurumlar” arasında sıraladı.

FBI’ın resmi internet sitesinde bu ünlü istihbarat kurumu “ortaklık kurduğu” kurumlardan bazılarını şöyle sıraladı:

“The Anti-Defamation League
The NAACP
The League of United Latin American Citizens (LULAC);
The Gulen Institute;
The Raindrop Turkish House;
The South Asian Chamber of Commerce; and
The Islamic Society of Greater Houston”

Görüldüğü gibi Fethullah Gülen okulları da listede yer alıyor.

Bir ülkeye ait istihbarat kurumu bir başka ülkenin “sivil” bir kurumunu işbirliği yaptığı kurumlar arasında sayıyorsa bu bir ajanlık faaliyetidir.

Türkçe Olimpiyatlarını yapmakla övünen bu okullarla ilgili çok önemli soruları sorma vakti gelmiştir:

1. FBI’ın kendi sitesinde açıkladığı “bu okullarla işbirliği halindeyiz” itirafının doğruluğunu Türk Emniyeti ve adli birimleri araştıracak mıdır?

2. Bir başka ülkenin istihbarat servisi ile böylesine bir birliktelik varsa ne gibi adli takibat yapılacaktır?

3. Bu ilişkinin adı “uluslararası literatürde” ajanlık mıdır yoksa başka bir şey midir?

4. Bu istihbarat ilişkisinin cemaate bağlı diğer kurumlara; (gazete, televizyon, dershane v.s) sirayet edip etmediği, FBI ile bağlantının kimler tarafından ve nasıl sağlandığı araştırılacak mıdır?

5. Eğer ortada böylesine ağır bir istihbarat ilişkisi varsa Türkçe Olimpiyatları adlı masalın “bu işbirliğini” kamufle etmek için düzenlenip düzenlenmediği araştırılacak mıdır?

Daha önce Rusya, Azerbaycan, Özbekistan, Türkmenistan Ve İran’da Gülen cemaatine bağlı okulların çeşitli sebeplerden dolayı kapatıldığı biliniyor. Rus hükümeti cemaatin okullarını ABD menfaatine ajanlık yaptıkları gerekçesiyle kapatmıştı.

Eski MİT İstanbul Bölge Başkanı Nuri Gündeş, “İhtilallerin ve Anarşinin Yakın Tanığı” adlı kitabında “Özbekistan’daki Türk okullarında CIA ajanlarının öğretmen maskesiyle görev yaptığını” yazmıştı.

İyi de haklarında yabancı servislerle bu kadar sıkı fıkı olduklarına dair, ajanlık, istihbarat ilişkisine dair onlarca haber ve vesikanın yayınlandığı bu okulların “dışarı ile ne gibi ilişkisi olduğunu” araştıracak tek bir savcı yok mu bu ülkede?

FBI, “Ben bu okullarla işbirliği halindeyim” diyorsa daha öte ne arıyorsunuz?
Yoksa yabancı servislerle işbirliği halinde olmak günümüzün modası oldu da biz mi çok geride kaldık!

http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel,12002278/gulen-in-abd-istihbarati-ile-isi-ne/muharrem-bayraktar

'Diyalog' Çalgıcıları...
Gamze Köse
23 Temmuz 2012

Amerikalı toplum şekillendirici Joseph NYE yazmıştı: Akıllı güç (Smart power) ile insanların beyinleri etki altına alınabilir.. Bilinçaltı yönlendirilebilir’

Bu operasyonda kullandıkları silah ise “Medya”dır.
Akıllı güç ile küresel çeteler geniş halk yığınlarını, tv yayınları, gazete haberleri, sanat ve kültür furyaları , moda salgınları, sahte muhalefet tantanasıyla kontrol altına alır.

Seçtikleri ekran yüzleri, sahne devleri, film yıldızları, sanatçı zevat ‘ barış, sevgi, dostluk’tan söz ederken, küresel çeteler savaşı başlattıkları ülkelerin topraklarına diş geçirirler.

Dünyada barış! diye Coke konserlerinde ‘dağıtan’ gençler, ülkelerinin ele geçirildiğinin farkına bile varmazlar! ‘yeah’ derler.. Dünya vatandaşıyız!’

Küresel çeteler de ‘yeah’ derler, ‘Biz tek dünyanın kralıyız!’
Yetim Diyar grubu işte bunları hatırlatıyor bize. … Grup üyelerinin internette onlarca söyleşisi
klibi vs var… Biri hayli açıklayıcı.. Yossi Sassi facebook devrimleri’nin merkezi microsoft’ta çalışmış olanı… Söyleşisi dikkatle dinlenmeli..
(http://talentsearch.ted.com/video/Yossi ... -of-musi-2)

Orphaned Land gitaristi, Sassi, ‘yetenek avcılığı yapan küresel bir kuruluşun söyleşisinde son derece siyasi ve taraflı bir konuşma yapıyor: Müzisyenden çok Turuncu darbeci Otpor’un ya da CANVAS’ın adamlarına benziyor…Lübnanlı Hizbullah destekçisi Müslüman Nejla’nın nasıl grubun dansözü olduğu hikayesiyle başlıyor, ‘yahudileri öldürmek için programlanmış’ Nejla’nın nasıl içindeki Yahudi düşmanlığından kurtulduğunu ve grubun dansçısı olduğunu ve ülkesine artık gidemediğini anlatıyor, sonra hizbullah’ın canavarlıklarını gözler önüne sererek devam ediyor. Katar’dan, İran’a Mısır’a tüm Müslüman coğrafyada gençleri nasıl büyülediklerini, Microsoft’ta yöneticiyken nasıl ferrarisini bırakıp eline mandolini aldığını etkileyici bir dille anlatıyor..

‘Müzik evrensel dildir’, diyor, Dünyayı birleştirir… Düşmanlar birlikte şarkı söyleyip dansederlerse herşey değişir!’ vs.. Sonra Lübnanlı Müslüman Nejla dansederken, İbranice sözlerle, bir Mısır şarkısını seslendiriyor… Ne ‘evrensel’!

Şarkılardan birinin tanıtım sözleri ‘Tek Tanrıya Müzik’ projesine çok uygun.. Nora el Nora şarkısının albüm tanıtımı şöyle:
‘ ‘Nur’ Arapça’ Işık’ demek, ‘Alila’, ‘gece’ demek, ‘El’, İbranice ‘Tanrı’ demek, "Norra" , ‘korkunç’ ve ‘Alila’ ‘masal’ demek… Yani albüm adı: "God of Light – Evil of the Night" ‘Tanrının Işığı ve gecenin Şeytanı’ olarak tercüme edilebilir…
Grubun Mabool albümünde de ‘kutsal ışık’ kavramı ortaya çıkıyor.. … Bir heavy metal grubunun seçtiği kavramların tek dünyacı küresel efendilerin kavramlarıyla bu kadar benzerlik taşıması bizi şaşırtmıyor.. Böyle onlarca grup var… Gençler etraflarında fır dönüyor..

Özellikle bugünkü Yeniçağ gazetesindeki haberle birleşince hayli anlam kazanıyor söyledikleri…’ ‘Şeytani tezgahın yeni bir adımı Münih’te Protestan Sankt Mathaeus Kilisesi’nde düzenlenen “Tek Tanrıya Müzik” konseriyle atıldı…. Üç semavi dinin ilahi grupları, Almanya’da “Tek Tanrıya Müzik” konserinde buluşturuldu.’ (http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/ha ... aber=70552)

Bu haberdeki ‘proje’nin gençler arasındaki uygulamasına iyi bir örnek OL..

‘İbrahimi dinler’ palavrası müziğinde yeralıyor.. Bir albüm tanıtımında şöyle deniyor:

‘Tanrının 3 oğlu var ( 3 melek): Yahudilik, Islam ve Hristiyanlık’
‘Her birinin bir gücü ve sembolleri var: İlki Yahudilik: David yıldızıyla temsil ediliyor ve gücü BÜYÜ. İkincisi İslam: Sembolü yarım ay ve gücü DAYANIKLILIĞI. Üçüncüsü Hristiyanlık .. Sembolü haç ve gücü AKLI. Tanrı bu üçünün birleşmesini istemiyor onların gücünden korkuyor, birleşmeye kalkan oğul (melek) hemen cennetten atılıyor ve yeryüzünde yeniden 3’e bölünüyor. Bu melekler insanlığı günahlarından arınmaya çağırıyorlar.. Ve Orphaned Land, (yetim diyar, yetim ülke) (grubun solisti Farhi bu diyarın İsrail olduğunu söylüyor), bu üçlünün yeryüzünde insanlığı ikna çabalarını müziğine yansıtıyor.. 3 melek asla başarıya ulaşamıyorlar.. ve dünyayı kaos bekliyor! Mesaj bu !.

Psikolojik savaş işte böyle yapılır. Akıllı güç budur. ‘Madem çıkış yok o zaman kafamızı duvarlara vuralım!’ ‘Unutmak için konser alanlarında sallanalım!’…

Yetim Diyar grubu yakında Türk vatandaşlığına da geçecek… Epey fan’ı var Türkiye’de, epey ekmek yiyen de var grup nedeniyle… Akıllı gücün iyi bir örneği olarak İsrail- Türkiye ittifakında çimento görevi görecekleri kesin..

Müziğini seversin sevmezsin, nasıl bir ‘proje’ olduklarını bilmelisin! Albümlerinde Ararat’dan sahara’ya, Nur’dan Şeytan’a İsa’dan Musa’ya dolanıp duruyorlar. Tek dünyacı küresel çetenin sahnedeki yüzlerinden sadece biri onlar!
Güncel Meydan: http://www.guncelmeydan.com/pano/diyalog-calgicilari-t32161.html

"CIA’nın “favori imamı”

Dünya genelindeki istihbarat servislerinin faaliyetlerini yakından takip eden Intelligence Online, Gülen tarikatının Amerikan istihbarat servisleri ile geniş ilişkilere sahip olduğunu belirterek, Gülen’in neden CIA’nın “favori imamı” olduğuna açıklık getirdi.

Türkiye’deki birçok siyasi operasyon arkasındaki güç olduğu ve devlet kurumlarına geniş bir şekilde sızdığı yönündeki şüphelerin odağı olan Fethullah Gülen cemaatinin uluslar arası alandaki CIA bağlantıları da ortaya çıktı.

Fethullah Gülen cemaati bugün dünya genelinde en az 600 okulu yönetiyor ve 4 milyonu aşkın üyesinin bulunduğu belirtiliyor. Başta Rusya ve bazı Arap ülkeler olmak üzere birçok devlet bu tarikatın faaliyetlerini yakından izliyor. Rusya’da sert yasaklar getirilirken, Suudi Arabistan’da da tarikatın açık faaliyet yürütmesine izin verilmiyor.

WASHINGTON’A HİZMET EDEN ILIMLI İSLAM

İstihbarat servislerinin faaliyetlerini yakından takip eden Fransız Intelligence Online dergisi (eski İstihbarat Dünyası) göre 11 Eylül 2001 saldırılarından kısa bir süre sonra Pensilvanya’ya yerleştirilen Gülen cemaatinin Amerikan istihbaratı ile geniş ilişkileri var. Yazılı baskısı da olan site, “İmam Washington’un cihatçı grupların etkisine karşı koymasına hizmet eden ılımlı bir islamı vaaz ediyor” diye kaydediyor.

Paris merkezli Intelligence Online, 1990’lı yıllarda tarikata Kırgızistan ve Özbekistan’daki okullarda 130 CIA ajanının bulunduğunu belirtiyordu.
Yemen’de de benzer faaliyetler ortaya çıkmıştı.

Yemen’de Temmuz 2009 yılında Gülen Cemaati’ne bağlı bir kişinin CIA bağlantılı olduğu gerekçesiyle El Kaide’nin saldırısına uğradığı kaydedilmişti.

Intelligence Online, 1998 yılından beri ABD’de yaşayan Gülen’in 2008 yılında CIA’nın iki emektarı olan Graham Fuller ile George Fidas’ın desteğiyle ikamet izni aldığına işaret ediyor. Fuller, Kabil’de eski istasyon şefi iken Fidas ise CIA’dan Analiz ve Prodüksüyon Direktörü olarak emekli olmuştu.

Fethullah Gülen’in istihbaratı
Muharrem Bayraktar
26 Ağustos 2012

Şeker hastalığını Türkiye’de tedavi edemediği için ABD’de ikamet eden Fethullah Gülen, Pensilvanya’daki malikânesinde her olaya görüş beyan etmeye devam ediyor. Son olarak o muhteşem görüşlerini Gaziantep’teki terörist saldırı sonrası yaptı.
Gülen saldırıdan dolayı başsağlığı dileklerini iletti ve şöyle dedi:
“İçeride ve dışarıda ülkemizin ikbaline pusu kurmak için fırsat kollayan insî şeytanlara imkan verilmemesini temenni ediyorum.”
Ve ilave etti:
“Başta istihbarat mevzuunda daha hassas olunması ve her türlü tedbirin alınması dileğiyle bütün milletimize taziyetlerimi sunuyorum.”
Fethullah Hoca bir yandan ülkemize pusu kurmak için fırsat kollayan şeytanlara karşı tedbir alınmasını istiyor diğer taraftan “baş şeytanın” ülkesinde al gülüm ver gülüm yaşamaya, Türkiye’nin en hassas mevzuları konusunda uzaktan ahkâm kesmeye devam ediyor.
Eğer “şeytan” konusunda samimi ise Kandil Dağı’ndaki PKK’larla müdahale etmemizi engelleyen ABD’ye “bre şeytan! Ülkemizin yakasından düş! Bizi rahat bırak!” desin bakalım.
Diyebilir mi?
Diyemez.
Çünkü Müslümanların kahir ekseriyetinin şeytan olarak gördüğü ABD, Fethullah Hoca’nın ve cemaatinin “bir numaralı dostudur.”
Şeytanın dostu olanlar, hangi şeytana karşı dikkatli olmamızı istiyorlar ki?
Ve diğer önemli konu:
Hocaefendi “istihbarat mevzuunda hassas olunmasını” istirham ediyor.
Adama derler ki, “sana ne be kardeşim bu ülkedeki istihbaratın terör konusunda ne yapıp ne yapmadığından? FBI’nın kontrolünde yaşadığın köşkte binlerce kilometre öteden ahkâm kesmek kolay. Sıkıysa gel Türkiye’ye burada konuş.”
Fethullah’ın istihbarata dikkat çekmesinin sebebi açık. Bu savaşın temelinde MİT Müsteşarı’na uzanan yargı sürecinde olayın, Fethullahçı emniyet istihbaratının Başbakan’a bağlı MİT’i zor durumda bırakarak hükümeti de köşeye sıkıştırmak olduğunu cümle âlem biliyor.
Son olarak MİT’in Fethullah cemaati hakkında Başbakan’a sunduğu rapor da hocaefendiyi hayli rahatsız etmiş durumda.
Pensilvanya sakini bu fırsatı kaçırır mı?
Hemen devre yapıyor ve diyor ki; “Bakın işte istihbaratınız bir işe yaramıyor. Bizimle uğraşacağınıza istihbarata çeki düzen verin.”
Ben Pensilvanya’nın istihbarat açıklamasını böyle okuyorum.

Hocaefendi eğer terörle mücadele konusunda samimi ise, Barzani’nin Kuzey Irak’ında açtırdığı cemaat okullarını “ABD’ye ve Barzani’ye” tepki olarak kapattırsın da görelim o zaman el mi yaman bey mi yaman.
Yoksa oturduğu yerden “Antep’te istihbarat zaafı” var demek kolay. Onu biz söylüyoruz, hem de daha ağırını söylüyoruz, hükümetin PKK’yı hangi yanlış politikalarla azdırdığını anlatıyoruz. Ama bunu yaparken devletin kurumlarını bir birine düşürmek gibi bir düşüncemiz yok.

Kaynak: http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel%2C12002748%2Ffethullah-gulen-in-istihbarati%2Fmuharrem-bayraktar





Yavuz Çobanoğlu: "AKP ne zaman ki siyasî alanda hegemonyasını kurup ‘parti devlet’ oldu, cemaat o an işlevini kaybetti.”
19 Kasım 2013



Tunceli Üniversitesi Öğretim Üyesi Yavuz Çobanoğlu’na göre gerilimin temel nedeni, “AKP’nin ne fikrî ne de sayısal anlamda Cemaat’e artık ihtiyaç duymayacağı bir pozisyona ulaşması”.

BBC Türkçe’ye konuşan Çobanoğlu şunları belirtiyor:

“İktidar partisi artık fikrî desteğini alacağı kurumsal yapılara sahip, bunun yanı sıra ‘oy kaybederim’ gibi bir sıkıntısı da hiç yok. Üstelik AKP ile cemaat ilişkileri bugüne kadar sürekli bir karşılıklılık şeklinde seyretti.

Yani iktidar, cemaatin sosyal tabanda ve medyadaki gücünden faydalanırken, cemaat de kendi menfaatleri çerçevesinde isteklerini (kadrolaşma, devlet ihaleleri vb.) kolayca yerine getirdi. AKP ne zaman ki siyasî alanda hegemonyasını kurup ‘parti devlet’ oldu, cemaat o an işlevini kaybetti.”

“Hakan Fidan Olayı' ile başlayan süreçte AKP, kendi içerisinde büyüyen ve güçlenen bir cemaat yapısının ilk defa ve hayretle farkına vardı, neler yapabileceklerini gördü ve esasen bu aşamadan itibaren tasfiye sürecine girişti. İktidar partisi gibi ‘tek adama’ dayalı bir siyasî yapının, kendi bünyesi içinde ortaya çıkan böylesi bir palazlanmaya izin vermesi zaten düşünülemezdi.

Dahası bu yapının, Erdoğan sonrası parti başkanlığı için aday çıkarabileceği ve olası bir çekişmede parti başkanlığını alma, alamadığı durumda da partinin ikiye bölünme ihtimali olasılığı, AKP kurmaylarını cemaatin tasfiyesi konusunda iştahlandırdı."

"Has Parti ve DP’nin AKP’ye katılımının da cemaat tasfiyesi ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Öyle ki, belki DP değil ama özellikle Has Parti tasfiye edilenlere kucak açabilecek yegâne siyasî çekim merkeziydi. Meselenin bir de ‘yer açma’ durumu var tabi ki... Devlet kadroları, ihaleler ve özellikle bürokrasi için AKP tabanından gelen kadro ve ihale baskılarının, cemaat kadrolarının yavaş yavaş tasfiyesi ile hafifletildiğini de söyleyebiliriz”

Çobanoğlu kişisel olarak da Gülen ve Erdoğan’ın arasının da hiçbir zaman iyi olmadığı görüşünde:

“Resmî ilişkilerin getirdiği ‘tatlı muhabbetleri’ bir kenara bırakırsak, yazdıklarından tanıdığım kadarıyla Gülen’in Erdoğan’ı bir lider olarak beğenme ihtimalini çok uzak görüyorum. Buna karşın Erdoğan’ın da Gülen’i siyasî olarak ‘başarısız’ olarak gördüğü tahmin edilebilir.

Keza Gülen, bu ‘beğenmeme’ durumunu, çoğu kez örtük olarak defalarca dile getirdi. Geçmişi anlatırken kullandığı ‘firavunlaşma’, ‘kibir’, ‘bencillik’ vb. kavramlar, aslında hep bugünü ve Başbakanı anlatıyordu.”

haber93

Şamil Tayyar tweetinde emniyet teşkilatının Gülen Cemaati'ne bağlandığını söyledi
28.11.2013



AKP Gaziantep Milletvekili Şamil Tayyar'ın sosyal medyada tartışma yaratan, emniyet teşkilatının Gülen Cemaati'ne bağlandığı iddiasını da içeren tweetine gelen tepkilerden bazıları şöyle:

TC★ MKA♥1923 © (‏@anatoliantulip): "Cemaat emniyeti ele gecirdi dedigi için Hanefi Avcı hapiste.Samil Tayyar itiraf ediyor onudamı hapse atacaksınız?!!!"

asmin1972 ‏(@asmin1972): "Şamil Tayyar, demiş ki - 'Polis cemaate bağlandı.' Hatırlarsanız aynı cümleyi kurduğu için Ahmet ŞIK ve Hanefi AVCI yargılanmıştı..."

dream__catcher ‏(@poisonlan_dia): "Emniyet cemaate bağlandı’ Şamil Tayyar, haber yalanlamaya çalışırken bomba bir itirafta bulundu."

Ecem ‏(@_ssimay_): "Şamil Tayyar Emniyet cemaate bağlandı demiş.Bunun arkasından Ergenekon, Balyoz op. biz değil cemaat yaptı gelirse şaşırmam.!!"

Dr.h.c Ahmet Güler ‏(@bteuahmet): "Şamil Tayyar polisin 2004'den beri cemaate devredildiğini açıkladı. Deni Baykal kasetlerinin kaynağı belli oldu. #yumruğuCHPvuracak"

güler soysal ‏(@gulersoysal): "akp milletvekili şamil tayyar emniyeti cemaate bağladıklarını itiraf etti. Savcılar göreve..!"

alper celikel ‏(@alpercelikel): "Son zamanların en büyük itirafını Şamil Tayyar yaptı. Yetmez ama evet!"
haber93



MUSEVİ CEMAATİNİ ELEŞTİRDİĞİM İÇİN CEMAAT BENİ LİNÇ ETTİ
TURGAY GÜLER



Gezi olayları sırasında bir yazı kaleme almıştım. O yazıda Siyonizm eleştirisi vardı. Gazeteci ve Yazarlar Vakfı’ndan önemli bir isim beni aradı. “Turgay Bey cemaat olarak bu yazınızdan biz de Musevi Cemaati de çok rahatsızız” dedi. Şoke oldum! O şaşkınlıkla sordum; “Siz niye rahatsız oldunuz, anlayamadım” diye. Gazeteci ve Yazarlar Vakfı adına arayan o “önemli” kişi cevap verdi: “Biliyorsunuz. Bizim dinler arası diyalog projemiz var. Buna zarar veriyor” dedi.
Sonra ben bir kez daha sordum; “İyi de siz Musevi Cemaati’nin sözcülüğünü niye yapıyorsunuz” diye. Cevapladı: “Oradaki dostlarımız bizi aradı, rahatsızlığını bize iletti, sizinle bir yemek yemek istiyorlar” dedi. Dondum kaldım. Yemek tekliflerini de geri çevirdim.

O görüşmenin detaylarını gerekirse ilerleyen zamanlarda paylaşırım. Kimin bilgisi dâhilinde, kim aradı ve dahası? En ince detayına kadar! Sonra ne mi oldu? Cemaate yakın gazeteciler hakkımda yoğun bir karalama kampanyası başlattı. Hem gazetelerde hem de sosyal medyada. “Bizim cemaat”, Musevi Cemaati adına beni linç etmeye kalkıştı. Sonra ben, Musevi Cemaati’nin rahatsızlığını gidermek için bir yazı kaleme aldım.

Belli ki, Siyonizm eleştirimi farklı anlamışlardı. Böylece Musevi Cemaati ile aramızdaki sorun sulh oldu. “Bizim” cemaatte rahatlayıp, linç girişimini sonlandırdı. Buyurun yalanlayın; o vakit en ince detaylarına varıncaya kadar açıklayayım. Noktasına virgülüne kadar!
Kaynak: https://www.facebook.com/AveKP

'Mirzabeyoğlu'nu Fethullah Gülen tutuklattı' iddiası
24.07.2014



Dün tahliye edilen Salih Mirzabeyoğlu'yla ilgili Gülen cemaatinin eski üyesi Latif Erdoğan, 'Fethullah Gülen, Salih Mirzabeyoğlu'nun kendisine suikast düzenleyeceğini düşünüyordu' dedi.

A Haber'de Zeynep Bayramoğlu'nun sunduğu Kadraj programı yazar Latif Erdoğan'ı konuk etti. Salih Mirzabeyoğlu'nun tutuklanmasının 'paralel yapı' işi olabileceğini iddia eden Erdoğan, "Fethullah Gülen, Salih Mirzabeyoğlu'nun kendisine suikast düzenleyeceğini düşünüyordu" dedi.

GÜLEN'İN YAPTIĞI EN GÜZEL ŞEY KAÇMAK

"Dinleme meselesi kendi boyutlarını çok aşmış, ahlaksızca hatta şerefsizce bir boyut almış vaziyette. Bu yapı beni de dinledi. Düşünün kırk beş yıllık yol arkadaşını dinleyen biri kime ne yapmaz. Dinleme işini yapanlar da bir emirle yaptılar. Gülen'in en güzel yaptığı şey kaçmaktır. Cemaatini yüzüstü bırakıp kaçtı. Bir misal anlatayım. 1975'te Edremit'te bir kampa gittik, başımızda Gülen var. Jandarma gelip kampı bastı, fakat her zaman başımızda olan Gülen yoktu ortada. Okunan kitapları ben üstlenmek zorunda kaldım. Ben hapishaneye girdim, o ise evine gitti. Son dönemde de cemaate öncülük yapan ve onları bir ölçüde suça iten herkes yurtdışına gitti. Bu yapı yanlış yapılmıştır ve yanlışı esas yaptıran buraya getirilmelidir."

MİRZABEYOĞLU'NUN TUTUKLANMASI 'PARALEL' İŞİ

"Fethullah Gülen, Salih Mirzabeyoğlu'nun kendisine suikast düzenleyeceğini düşünüyordu. Bu bilginin kendisine emniyetten geldiğinin ifade ediyordu. Eğer bunlar doğruysa Salih Mirzabeyoğlu'nun tutuklanması da paralel yapının işi olabilir. Çünkü o dönemde İBDA-C'nin çıkardığı dergilerde "Fethullah'ın copları" isimli yazılar yayınlanıyordu. Hatta bu yazılarda cemaatten polislerin kendilerine yaptıkları işkenceler anlatılıyordu."
(Sabah)

'Bank Asyanın kurdelesini kesenler aramızda dolaşıyor'
25 Mayıs 2017



CHP Çanakkale milletvekili Bülent Öz Genel Kurulda söz alarak; "OHAL ile yönettikleri ülkemizde, KHK'larla Akademisyenler görevinden atılıyor, fakat darbeyi yöneten sözde Akademisyen ADİL ÖKSÜZ serbest bırakılıyor" dedi

CHP Çanakkale milletvekili Bülent Öz Genel Kurulda "insanın aklına FETÖ ile Mücadelede kim ADİL? kim ÖKSÜZ?" Soruları geliyor dedi.

CHP’li Bülent ÖZ; Daha düne kadar kol kola yürüyenler, önünde el pençe duranlar, hoca efendimize laf söyletmeyiz diyenler, sözüm ona fetö ile mücadele ediyor. Hukuk tanımaz tavırları ise OHAL sürecini uzatarak KHK lar ile Ülkemizi bir kişinin yönetimine teslim ediyor.
Kendilerini mağdur gösterme çabaları ise halkımızda karşılık bulmamaktadır. Çünkü kandırıldıkları Ergenekon sürecinde kendilerini savcı ilan eden anlayışları, Kadir Topbaşın damadı serbest bırakıldığında yargının bileceği bir durum anlayışına dönüşüyor dedi.

Bu bağlamda 25 Mayıs 2017 Perşembe günü TBMM Genel Kurulu 97. Birleşiminde söz alarak Fetö ile mücadeledeki çelişkileri vurgulayan CHP Çanakkale Milletvekili Bülent Öz;

İktidar FETÖ'yle mücadele ettiğini söylüyor, oysa…

Bank Asyanın kurdelesini kesenler aramızda dolaşıyor,

Bankanın önünden geçenler FETÖ'yle suçlanıyor

Ama FETÖ'nün siyasi ayağına dokunulmuyor.

15 yaşındaki askerî öğrenciler bir yıldır hapiste tutuluyor,

Darbecilerle on iki saat içeride kalan Hulusi Akar ifade vermeye çağırılmıyor.

15 Temmuz günü MİT'e gelen darbe ihbarı önemsenmiyor,

Asılsız ihbarlarla binlerce vatandaşımız "darbeci" ilan ediliyor.

Aynı şekilde Hakan Fidan da Darbe Komisyonuna ifade vermeye çağırılmıyor.

KHK'yla binlerce akademisyen görevinden atılıyor,

Darbeyi yöneten sözde akademisyen Adil Öksüz serbest bırakılıyor.

"Ergenekon kasası" iddiasıyla Kuddusi Okkır hastalıktan ölüme terk ediliyor,

Kadir Topbaş'ın damadı hastalıktan serbest bırakılıyor.

Ensar'a kulaklar tıkanıyor, gerçek FETÖ'cülere gözler kapanıyor, sapla saman ayrılmıyor.

İddianame bile hazırlanmadan insanlar hapislerde yatıyor, aileler mağdur bırakılıyor, vatandaşımız bir an önce yargı yolunun sonuçlanmasını bekliyor. Dedi.

Yurt Gazetesi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cmt May 27, 2017 8:48 pm tarihinde değiştirildi, toplam 7 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cmt Arl 22, 2012 9:05 pm    Mesaj konusu: "The Cemaat’ten ‘Camia’ya Dönüşüm Serüveni" Alıntıyla Cevap Gönder

"The Cemaat’ten ‘Camia’ya Dönüşüm Serüveni"
Esat Sinanoğlu
21 Aralık 2012



‘The Cemaat’ten ‘Camia’ya Dönüşüm Serüveni” Yazısı Üzerine

Önder Aytaç 20.12.2012 tarihli Rotahaber’de yayımlanan ‘The Cemaat’ten ‘Camia’ya Dönüşüm Serüveni yazısında, “gavsiyeti” ve “kutbiyeti” temsil ettiğini iddia ettiği cemaatin mensuplarından, kendi bireysel kimliklerinden vazgeçmelerini, cemaatin kollektif kimliği altında erimelerini ve birbirleriyle “müfritane” sıkı irtibat kurmalarını teklif etmektedir.

Aslında total ideolojilere ait kitle örgütlenmelerinde gördüğümüz bu modelin, bir siyaset bilimci tarafından seslendirilmesi, üzerinde durulmayı hak etmektedir.

Cemaatin Kutsallaştırılması

Önder Aytaç yazısında, camianın kutbiyet ve gavsiyet makamını temsil etmekte olduğunu iddia ederek, sufi meşrepli Müslümanlar nezdinde cemaate bir kudsiyet kazandırmaktadır: “Cemaat kutbiyet ve gavsiyeti temsil makamına yükselince, şefaat dairesi de o seviyede genişler ve bazen bütün camianın fertlerini de için alır. Durum böyle olunca da camia kendi uzuvları olan fertlere şefaat etmiş sayılır. Bu bir yönüyle fertlerin kendilerine şefaat etmeleri demektir.”

Tasavvuf geleneğinde “Gavsiyet” bütün makamları kat etmek suretiyle asrının en büyük söz sahibi konumuna gelmiş, meded veren, insanlara manen yardım makamına erişmiş zatlara verilen bir unvandır. İlahi feyz ve cezbe onda tam tecelli etmiştir. Onun izin ve mededini alamayanlar velayete çıkamadıkları gibi, onun riyasetinin dışına da çıkamazlar. “Kutbiyet” makamı ise, makamların en yükseği ve son merhalesidir. Bu makama çıkanlar, âdeta Resulullah’ın o asırda bir halifesi ve vekili konumunda olurlar. Bu iki makamı, yani gavs ve kutbiyet makamını cem edenlere ise, “Kutbu Azam” ya da “Gavs-ı Azam”denir.

Dolayısıyla, kutbiyet ve gavsiyet makamını temsil suretiyle kendisine Resulullah’ın o asırdaki halifesi konumu bahşedilen cemaat, kendisine kazandırılan bu kudsiyet sebebiyle her türlü sorgulamadan beri olma imtiyazını elde etmiş olmaktadır. İnsanlardan oluşan bu yapıda her türlü beşeri davranış ve karar hataları tabii olarak Allah’ın iradesi ile savunulacak ve asla sorgulanmayacak bir zırha kavuşmuş olacaktır.

Camia Mensubu Kişiliğinden Vaz Geçmelidir

Önder Aytaç makalesinde camia mensubu kişileri şöyle tarif etmektedir: “Kişinin kendi kendine şefaati ancak camia içinde şahsı maneviye bağlılık ile mümkündür. Camia içinde fertler kendi kendini eritip şahsı manevi ile bütünleşmesi ile olabilir. Camia aynı düşüncede, duyguda, idealde, mefkûrede, aynı gaye ve ülkü etrafında birleşen ve hayatlarını bu birleşme çizgisine göre programlayan fertlerden meydana gelen topluluğa denir ki bu özellik camiayı diğer kitle ve yığınlardan da ayırır. Camia içinde erime kolektif şuura ulaşmakla elde edilir. Kollektif şuur, ferdi kendi yapısı içinde eritir. Onu çok buutlarından bir buudu haline getirir ve orada mutlak (fert) yoktur camia vardır. Fert tek başına camia olmuş camia da adeta bir fert olmuştur.”

Önder Aytaç’ın tasavvurundaki camia bir sevap üretme makinası gibidir. En erdemli iş, bu makinanın bir aksamı olmaktan ibarettir. Onun arzu ettiği camianın mensubu, aklını ve imanını abiler hiyerarşisine teslim etmiş bir insan tipidir. Aklını kullanmasına gerek yoktur. Bütün doğrular şaşmaz ve yanılmaz şekilde yukarıdan aşağıya doğru inzal olacaktır.

Cemaat Fertlerinin Birbiri İle “Müfritane” İrtibatlı Olmalıdır

Önder Aytaç’a göre camianın kutbiyet ve gavsiyeti temsil edebilmesi için cemaatin çok sıkı ve kapalı bir ilişki tesis etmesi gereklidir. Öyle ki, camia içindeki fertler birbirleri ile “müfritane” bir irtibat kurmalıdır, zira bu sevaptır. Cemaatteki herkes aynı duygu ve düşüncelerle dopdolu olmalıdır.

Aytaç’ın tasavvurundaki cemaat mensupları, aynı şekilde düşünen ve davranan robotlar topluluğu gibidir. Zira, ferdin kollektif şuur içerisinde kendisini eritmesi sonuç olarak bireyin kimliğini ve kişiliğini yok eden bir teslimiyet ilişkisi doğuracaktır. Hazreti Peygamber ile ashabı arasında böyle bir ilişki bulunmasa da, bu şartsız itaat karşılığında cemaat mensupları, kutbiyet ve gavsiyeti temsil makamında bir cemaat mensubu olmanın şerefiyle tatmin edileceklerdir.

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın Camia Tarifi Daha Başka

Cemaati temsil noktasında tek yetkili olduğu iddiasında bulunan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nca 05 Nisan 2012 tarihinde ‘Hizmet’ adına yapılan uzun açıklamada, kendisini “Hizmet” olarak tanımlayan bu yapının Türkiye’ye özgü olmadığı, küresel bir fenomen olduğu iddia edilmiştir. Önder Aytaç’ın cemaati kutbiyet ve gavsiyeti temsil makamı olarak ilan etmesine mukabil vakıf açıklamasında hizmet, siyaset bilimcilerin tanımladığı anlamda bir sivil toplum hareketi olarak tanımlanmıştır.

Önder Aytaç’ın idealize ettiği cemaat mensubu birey ile Vakfın tarif ettiği birey de birbirinden farklıdır. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı açıklamasında, sivil olmak vasfının bir sonucu olarak, Hizmet’e gönül veren insanlar arasında bir resmi bağ, hiyerarşi olmadığı gibi çalışmaların âdem-i merkeziyet esasıyla yürütülmekte olduğu iddia edilmiştir. Vakıf açıklamasında, “cemaat mensubu bireylerin, Hizmet’in duygu ve telakki dünyasına katılarak böyle neticeleri kendileri çıkarırlar. Burada önemli olan Hizmet’in demokrasi ve evrensel değerlere dayanan moral atmosferine itibar eden kişilerin kendi çıkardıkları anlamlardır.” denilmiştir.

Görüleceği üzere, Önder Aytaç ve Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından birbirine zıt iki cemaat tipi ve camia mensubu portresi çizilmektedir. Bunlardan hangisi cemaatin gerçek yapısını tarif etmektedir, bizim için meçhul. Bunlardan ilki, içeriye yönelik olarak kayıtsız şartsız biat ve itaatı emreden faşist bir cemaat örgütlenmesinin teşvik edildiğini, ikincisi ise dışarıya karşı gönüllü, özerk ve hükümet-dışı bir sivil toplum kuruluşu görüntüsü vermeye yönelik liberal bir propaganda olduğunu göstermektedir. Eğer bu değerlendirme doğru değilse, cemaat üzerinde birbirinden farklı iki projenin mevcut olduğunu ortaya koymaktadır.

“Söz Ustası” Önder Aytaç ve Eric Hoffer

Eric Hoffer’in orijinal ismi The True Believer olan çok önemli kitabı Türkçe’ye “Kesin İnançlılar” olarak çevrilmiştir. Bu kitapta, dayandığı ideoloji ne olursa olsun (faşist, komünist ya da dini) kitle hareketlerinin anatomisi tahlil edilmiş ve ortak özellikleri ortaya konulmuştur. Önder Aytaç’ın yazısı vesilesiyle bu kitaptaki tezleri hatırlamakta fayda vardır.

Hoffer’e göre, kişi bir kitle hareketinin yekvücut yapısı içinde kişisel bağımsızlığını kaybettiği zaman yeni bir hürriyete kavuşur. Bu, hiç utanmadan ve vicdan azabı çekmeden nefret etme, yalan söyleme, işkence yapma, adam öldürme ve ihanet etme hürriyetidir. Bir kitle hareketinin çekiciliği kısmen bu gerçekte yatmaktadır. Bir kişiyi savaşa ve ölmeye hazır vaziyete getirme tekniği, o kişinin kişiliğini bedenden ayırmaktan ibarettir. Diğer bir deyimle; onun kendi gerçek kişiliğine sahip olmasını önlemektir. Bu işlem, o kimsenin kapalı kollektif bir topluluğun içinde eritilerek o topluluğa uydurulmasıyla, ona hayali bir kişilik tanıma suretiyle, şimdiki zamanın küçümsenmesini ona aşılamak ve onun ilgisini henüz var olmayan şeylere kaydırmak suretiyle, onunla gerçek arasına bir perde germek suretiyle, ihtiraslar enjekte ederek o kimse ile nefsi arasındaki dengeyi önlemek suretiyle yapılabilir.

Eric Hoffer’a göre, bir kitle hareketinin temel karakteristiklerinden birisi, harekete katılan bireylerin birlikte hareket etme ve nefsinden fedakârlıkta bulunma özelliklerini geliştirmek ve bunun sürdürülebilir bir özellik olmasını sağlamaktır. Hoffer’e göre, bireydeki kolektif bir topluluğun üyesi olduğu bilinci yani aidiyet duygusu, doğum ve ölüm arasına sıkışmış bir hayattan kurtulmanın yegane yoludur. Bu, bir dinin, ulusun, ırkın, siyasi partinin bilinçli bir üyesi olmak olarak tezahür edebilir. Bir kitle hareketinin başarılı olması ve kolektif bilinci sağlaması için, Şimdiki Zaman’ın kötülenmesi gerekmektedir. Ulaşılması gereken bir hedef bir ideal vardır ki, o kitle hareketi ortaya çıkmıştır. Öyleyse belirlenen hedefe ulaşabilmek için ân’ın yerilmesi şarttır

Birlikte hareket etmeye yarayacak etkenlerden birisi de bir Öğreti’nin etrafında örgütlenmektir. Ancak inanılacak öğretinin etkili olabilmesi için, anlaşılmaz fakat inanılır olması gerekir. İnsanlar sadece anlamadıkları şeylerden kesinlikle emin olurlar. Anlaşılır bir öğreti güçten yoksundur. Bir şeyi anladığımız zaman o bize kendi içimizden doğmuş gibi gelir. Kendi özünü inkar ve feda etmesi istenilen bir kişi elbetteki kendi içinden doğmuş bir şeyde ebedi kesinlik göremez.

Hoffer’e göre, bir kitle hareketinin meydana gelmesinde etkin rol oynayan Yazarlar, Şairler ve Konuşmacılar’dan oluşan Söz Ustaları’dır. Söz Ustaları bir hareketin başlangıcında yer alan, hareketin temelini oluşturan kişilerdir. Söz ustası, bir kitle hareketinin doğması ve büyümesi için gerekli olan ortamı, şu davranışlarıyla hazırlar: 1.Mevcut inançları ve kuruluşları gözden düşürüp halkın bunlara olan bağlarını koparmak yoluyla./2.İnançsız bir hayat yaşamak istemeyen kişilerde dolaylı olarak bir inanç susamışlığı yaratmak ve böylece bir inanç ortaya atıldığında, bu susamış kişilerin kalbinde güçlü bir taraftarlık etkisi yaratmak yoluyla./3.Yeni inancın öğreti ve sloganlarını ortaya çıkartmak yoluyla./4.İnançsız yaşayabilecek olgun kişilerin görüşlerini küçük düşürmek ve böylece yeni aşırılık ortaya çıktığı zaman, bu olgun kişileri karşı koyma gücünden yoksun bırakmak yoluyla.

Söz ustaları ortamı hazırladıktan sonra artık iş Aşırılar’a kalmıştır. Gerçek bir kitle hareketini ortaya çıkartabilecek asıl kişiler aşırılardır. Aşırı kişilerin olmadığı bir kitle hareketinde, söz ustalarının fikir savaşı vererek meydana getirdikleri hoşnutsuz hava, kolayca bastırılabilecek gayesiz ayaklanmalarla kendini tüketir. İşte bu noktada o kitle hareketinin gereksinimi İdeal Eylem Adamları’dır. İdeal eylem adamları tecrübeleriyle, öncülüğünü söz ustalarının, gerçekleştirilmesini de aşırıların yaptığı bir kitle hareketini toparlama ve istikrara kavuşturma görevini üstlenirler.

Sonuç

Önder Aytaç’ın cemaate kudsiyet atfetmesi, cemaati idare edenlere bağlıları tarafından dokunulmazlık ve sorgulanmama garantisi sağlamaktadır. Cemaate bağlılıklarına karşı, cemaat mensuplarına bahşedilen şefaat yetkisi ise onların kendi kişiliklerinden ve kimliklerinde vaz geçmelerinin bedelidir. Bu onlara, toplumun diğer kesimlerinden farklı ve daha üstün oldukları duygusunu hissettirmektedir. Bu ilişki ve duygu biçimi bütün kitle hareketlerinin müşterek özellikleridir. Cemaat mensuplarının dışarıya kapalı fakat birbiriyle sıkı ilişki içerisinde olması ve aynı şekilde düşünüp davranmaya başlaması, cemaati aynı zamanda manipülasyona da açık hale getirmektedir.

Sosyal Bilimci (!) Önder Aytaç’ın bunları bilmediğini farz etmek, herhalde onun zekasına haksızlık etmek olur.
Kaynak: haber10

Gülen: "Amerika gözardi edilerek şurada burada bir iş yapılmaya kalkılmamalı"

"Amerika şu andaki konum ve gücüyle bütün dünyaya kumanda edebilir. Bütün dünyada yapılacak işler buradan idare edilebilir. Amerika hâlâ bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır. Amerika daha uzun zaman dünyanın kaderinde çok önemli rol oynayacaktir.Bu realite kabul edilmeli. Amerika gözardi edilerek şurada burada bir iş yapılmaya kalkılmamalı"

(Nevval Sevindi, Fethullah Gulen ile New York Sohbeti, Sabah Kitaplari, 4. basim, Istanbul, Aralik 1997, s.39.)

Gülen Cemaati FBI've Kiliselere Aşure Dağıtmış !
29 Kasm 2010
Milliyet gazetesi yazarı Kadri Gürsel, Gülen hareketinin geçen 'aşure ayı' içinde aşure dağıttıkları yerler arasında üniversiteler ve kiliselerin yanı sıra Chicago'daki FBI binasınında oldugunu belirtti

İşte o yazı...

Dünkü yazıda, Gülen Hareketi taraftarlarının geçen “aşure ayı” boyunca Chicago’da 12 bin kap aşure dağıttıklarından bahsetmiştim. İngilizceye “Noah’s pudding”, yani “Nuh’un pudingi” olarak giren aşureye “barış içinde birlikte yaşama”nın sembolizmi atfediliyor.

Nohut, fasulye, buğday, kuru incir, kuru kaysı, aynı tencerede kaynarken ortak bir tat meydana getiriyorlar ama bu arada kimliklerini de yitirmiyorlar...
Amerika’da “aşure olmak” kolay... Çünkü kurucu ortak değerler, ortak bir tadın oluşmasını sağlıyor.

Türkiye’de ise bir “değerler çatışması” yaşandığından, nohutla kuru incirin aynı tencerede “aşure olması” maalesef kolay değil...

Biz Amerika’da aşure dağıtanlara dönelim...

Gülen Hareketi’nin orta batı eyaletlerinde temsil gücü en yüksek kuruluşu olan Niagara Vakfı’nın Genel Müdür Yardımcısı Hakan Berberoğlu (Dünkü yazıda yanlışlıkla “Başkan Yardımcısı” yazmışım; düzeltirim) aşure dağıttıkları yerler arasında üniversiteler ve kiliselerin yanı sıra Chicago’daki FBI binasını da saydı. 12 bin kap aşurenin 3 bin 500’ünü burada ikram etmişler.

FBI (Federal Soruşturma Bürosu), ABD’nin federal polisi...

Öyle her önüne gelen FBI binasında aşure dağıtamaz. Hele bir de 11 Eylül saldırıları sonrasının Amerika’sında Müslüman iseniz ziyadesiyle iyi ilişkiler kurmanız, güven tesis etmeniz gerekir ki Niagara Vakfı bunu başarmış. FBI’ın Chicago Bölge Başkanı Robert D. Grant’in yaklaşık üç yıl önce vakfa gelerek burada bir konuşma yapmış olması da bu güvenin timsali...

Gülencilerin gittikleri her ülkede kurulu düzenle yakın ve iyi ilişkiler kurmak istediklerini zaten biliyoruz. FBI’da aşure dağıtmalarını da bu saik ile açıklıyorlar ise buna saygı duymakla yetinirim. Aşurenin, onu yiyen FBI mensuplarının zihinlerinde bıraktığı tadın ne olduğu beni daha çok ilgilendiriyor.
Chicago’da yüz bin Müslüman yaşadığı söyleniyor ve FBI’ın bu kentteki en önemli vazifelerinden biri bu Müslümanların arasında varsa “teröristleri” bulup etkisizleştirmek. Yani kafalarının sürekli bir “Müslüman terörist” imgesiyle meşgul olduğunu varsayabiliriz.

Ve Gülenciler, Chicago’da ve ABD’de mevcut oldukları her yerde, sadece FBI’ın değil, bütün Amerikan kurulu düzeninin karşısına Hakan Berberoğlu’nun ifadesiyle “Terörist olmayan, sakalsız, kravatlı, takım elbiseli, içe kapanık yaşamayan Müslümanlar” olarak çıkıyorlar.

Amerika’daki söylem ve eylemleri de bu dış görünümle uyumlu... Hoşgörüden, barıştan, diyalogdan bahsediyorlar; faaliyetlerinde eğitim ve ticarete verdikleri önem ise malum... Ve dahası anti-Amerikancı değiller.

Chicago’daki FBI görevlilerinin kafasındaki “Müslüman terörist” imgesi ne kadar olumsuzsa, “Gülenci” imgesinin de o nispette olumlu bir içerik kazanması bu durumda kaçınılmaz.

Chicago’da FBI’ın yerel “radarında” beliren bu olumlu görüntünün anında Washington DC’deki “büyük ekran”a yansıdığı, orada da ABD’nin “İslamcı aşırılık”la yaşadığı küresel sorun karşısında bir alternatif olma değeri kazanarak tüm dünyaya yayıldığı varsayılmalıdır. Chicago’daki FBI binasında ikram edilen bir kap aşurenin zincirleme küresel etkisi budur.

Gülen Hareketi’nin ABD’deki bazı etkili çevreler tarafından, başta şiddet olmak üzere hemen bütün veçheleriyle büyük sorunlar yaşanan İslamcı aşırılığa karşı İslam’ın içinden verilmiş rasyonel bir cevap olarak görülmesi kimseyi şaşırtmamalı.

ALTIN NESİL ÇAKMA ÇIKTI
04.01.2011
Cemaatin alternatif bir kuşak yaratma/yetiştirme projesinin adı, "Altın Nesil" dir.
Yıllarca bunun için uğraş verdiler; didindiler.
Bizzat Fethullah Gülen şehir şehir dolaşıp "Altın Nesil Konferansları" verdi.
Altın Nesil okulları açıldı.
Cemaatin yayın organları sürekli "Altın Nesil geliyor; kayıp kuşaktan Altın Nesil'e" diye haberler, yorumlar yaptılar.
Gün geldi...
AKP'nin siyasal iktidarı ele geçirmesiyle Altın Nesil siyasetin ve bürokrasinin tepe noktalarına yerleştirildi. Sadece buralara değil kuşkusuz. Ayrıca medyanın önemli koltuklarına da Altın Nesil oturtuldu.
Başarılılar mı?
Bakalım...
Örneğin Altın Nesil hiç iyi bir TV'ci çıkaramadı.
STV'deki dizilere bakıyor musunuz: Güz Gülleri, Kollama, Tek Türkiye, Şefkat Tepe, Farklı Desenler...
İlginçtir polis-terör, derin devleti anlatan diziler birbirinden kötüdür.
Ne senaryosu senaryodur.
Ne ışığı ışıktır.
Ne yönetmeni yönetmendir.
Sadece diziler mi?
Bir tane iyi program gösteremezsiniz bu kanalda ve Mehtap TV gibi benzerlerinde de..
Haber kanalları ve bültenleri tamamen taraflı ve tek seslidir. Ajitatiftir. Tıpkı cemaat gazeteleri gibi.
Sadece TV'ler değil.
Altın Nesil'den bir tek fikir adamı çıkmamıştır.
Bir teori ortaya atamamışlardır; tek yaptıkları sadece geçmişi kötülemektir. Suçu hep dışarıda arama kolaycılığından kurtulamamışlardır. İşi paranoyaya kadar götürmüşlerdir.
Ortada gezinen Hüseyin Gülerce ya da Ekrem Dumanlı bir dersane öğretmeni kimliğini aşamamıştır.
Yani Altın Nesil akil adam yaratamamıştır.
Analitik değil ezbercidirler. Daha doğrusu dogmatiktirler. En acıklısı sokak ağzıyla konuşup yazmaktadırlar. Yavan bir demagoji yapmaktadırlar sürekli.
Evet...
Devam edelim mi, sinema örneğini verelim mi? Kelebek, Eşrefpaşalılar ya da Hür Adam filminden bahsetmeye gerek var mı; Altın Nesil'in sineması budur işte!
Edebiyat, müzikte de öyle. Kültürel hayatımıza hangi zenginliği getirmiştir Altın Nesil?
Hangi evrensel beğenilere hitap etmektedirler.
Varoş kültürünü yüceltmektedirler ekranlarında ve gazete sayfalarında. Yavandırlar.
"Diyalog... Diyalog" diye ortaya çıkıp Türkiye'yi kutuplaştırmışlardır.
Yaratılan korku imparatorluğunun piyonu olmuşlardır sadece.
Tarafsızlığı, adil yargıyı ayaklar altına alan savcılar, hakimler; sürekli imalat haberler düzenleyen emniyetteki istihbaratçılar Altın Nesil değil midir? Valilerinden kaymakamlarından bahsetmeye gerek var mı?
Türkiye'yi 21. yüzyılda taşıyacak Altın Nesil budur işte!
Altın Nesil Cemaat'in piar balonudur.
Fos çıkmıştır...
Odatv.com

Gülen'den Rusya'ya Taziye Mesajı!
M. "Fethullah Gülen" Moskova'daki Domodedova Havaalanına yapılan saldırıyla ilgili taziye yayınladı

27 Ocak 2011

Bütün terörist eylemler, barış ve huzura vurulmuş büyük bir darbedir. Hangi sebeple ve hangi maksatla yapılırsa yapılsın, hiç bir teröreylemi katiyen tasvip edilemez.

Son yıllardaki büyük terör saldırıları, sadece olayın gerçekleştiği coğrafyaları değil, dünya barışını da baltalamıştır.

Bu sebeple, kimden ve ne maksatla gelmiş olursa olsun, Moskova'daki Domodedova Havaalanında meydana gelen saldırıyı ş

Fethullah Gülen'in CEO'su kim?
jul 30, 2013
Kulağı Delik



Üniversitelerde "arkadaş hizmetten mi" kriptosuyla kadrolaşmanın sorumlusu da hocaefendi midir? Todays Zaman'ın manşetlerini hocaefendi mi atmaktadır?

Türkiye'nin şu anda en baskın, en etkili ve belki de nicelik olarak en kalabalık cemaati olan "Gülen Cemaati"nin lideri Fethullah Gülen hakkında bir yazı yazmadan önce durup düşündüm. Ben insaflı bir insanım. Kimse hakkında vicdansızca hakaretler savurmam; haksız eleştiride bulunmam, Yalansa yalan derim, duyumsa duyum derim, haksızsam özür dilerim. Peki neden Fethullah Gülen hakkında yazmadan önce bi "euzubesmele" çekiyorum, neden korkuyorum?

Korkmayacağım. Aklımdakileri (kimi bilgi, kimi tahmin, kimi düşünce) yazacağım. Kendimi Sipesifik'te buldum. Gizli saklı bir ismim var. Beni burada kimse bulamaz. Zaten yazdıklarımı okuyan üç beş kişi var. Bank Asya'da hesabım da yok. Cemaat dershanesinde okuyan kızım oğlum da yok, A sınıfından E sınıfına şutlanacak. Işık Sigorta'da kaskoda arabam da yok, rahatım. Hasarsızlık indirimim bozulamayacak. Ne olur en çok, Zaman aboneliğim iptal olur. Zaten onu da alt komşum zorla yapmıştı, canı sağ olsun, internetten takip ederim.

Fethullah Gülen hakkında neden aklı başında hiç kimse söz söyleyemiyor, bunu merak ediyorum. Mesela en son "sözünü budaktan sakınmayan" adam diye bize tanıtılan Fatih Tezcan bile "emekli vaiz" dedikten sonra "aslında hocaefendiyi çok severim"e bağladı meseleyi.

Tonton kanaat önderimiz Mehmet Barlas, lafı geçirip geçirip Todays Zaman'ı itin ağzına soktuğu yazısında bile son bölümde "aslında hocaefendiyi çok severim"le kapatmış perdeyi. Bir arkadaş meclisinde "azılı cemaat düşmanı" sayılabilecek arkadaşlarım bile "ama hocaefendi farklı" ile bitiriyorlar cümleyi.

Nedendir bu? Hocaefendi, bir nevi Sezen Aksu mudur? Kimse laf edemez mi ona? Küfre mi götürür bizi sümme haşa. Nasıl ki hükümetin yeptığı her hareketten bizzat başbakan sorumluysa, nasılsa bir gazetenin yazdıklarından yayın yönetmeni sorumluysa, bu cemaatin üst yönetiminin, kurumlarının ve kuruluşlarının yaptığı her şeyden ama her şeyden hocaefendi, bizzat sorumludur.

Arkada Bank Asya'da,şirketlerde,derneklerde işleri yürütüp, öte yandan Hakan Fidan'ı ekarte etme oyunu oynayıp, beri tarafta hükümeti tehdit ederek racon kesip, İngilizce gazeteden toplum dizaynına soyunup, üniversitelerde kadrolaşma terörü estirip; bizim karşımıza da Mehtap TV'de hocaefendinin vaazlarını koyup "Bakın aslında o çok masum" edebiyatı sizce de artık baymadı mı?

"Cemaat diyoruz ama, cemaat dediğimiz; bir hocaefendi var, bir de hocaefendinin etrafında parayla pulla uğraşan, güçle iktidarla oyalanan bir kesim var, bir de alt tarafta gariban bi kitle var." geyiğinden sıkılmadık mı?

Hüseyin Gülerce ile Fethullah Gülen'in bi farkı var mıdır? Ekrem Dumanlı bizatihi cemaatin kendisi değil midir? Fethullah Gülen'in izni olmadan Ekrem Dumanlı Zaman Gazetesi'nin oto parkının duvar boyasını değiştirebilir mi Allah aşkına? Hüseyin Gülerce hocaefendinin izni olmadan 2 satır yazı yazabilir mi? Hocaefendi eğer Zaman gazetesinin yazı fontuna bile karışmıyor, ona bile müdahale etmiyorsa ben de Kulağı Delik değilim.

Şimdi burada bi duralım. Fark ettiyseniz arada ufak göndermeler yaptıysam da hala çok da ileri gitmedim. İki cevaplı bir soru soracağım. Her iki cevaba da inanmakta serbestsiniz. Ben de öyle. Fakat her iki durumda da durum felakat.

"Gülen hareketi" dediğimiz bu cemaati kim yönetmektedir. Dev bir şirket büyüklüğündeki ticari kuruluşları, bankası, sigorta şirketi, gazetesi, dershaneleri, uluslararası çapta eğitim kurumları, dernekleri, vakıfları ile dev bir orgazisyon haline gelen bu hareketin CEO'su kimdir. O kadar paralar toplanmaktadır, kar edilmektedir, gazete satılmaktadır, bi düşünün. Gözünüzü kapatın bi düşünün. Koskoca bir yapı. Üniversitesinden dershanesine. Kimdir bu yapının CEO'su? Ekrem Dumanlı mıdır? Mustafa Ceceli Midir? Rasih Yılmaz mıdır? Kimdir abicim? Merak ediyorum.

Ve asıl soruyu soruyorum. Cemaati Fethullah Gülen mi yönetmektedir? Yoksa Fethullah Gülen sadece "onursal hocaefendi" vazifesiyle Mehtap TV'de vaaz etmekle mi yetinmektedir. Bu sorunun her iki cevabı da beni ürkütüyor açıkçası.

Eğer cemaati bizzat Fethullah Gülen yönetiyorsa, cemaate isnat edilen onca eleştiriyi hocaefendi göğüsleyebilecek midir? Mesela "Bu ülkenin başına gelmiş en iyi şeylerden biri olan Hakan Fidan'ın başını uluslararası komplolarla neden yemeye çalıştınız? " sorusunun muhatabı Fethullah Hocaefendi midir? Mavi Marmara olayında hükümetin elini, İsraile karşı müslümanların elini, 9 şehitin kanı daha soğumadan beyanat vererek tüm insanlığın elini zayıflatan bizzat hocaefendiydi onu anladık da; Gezi Parkı eylemlerinde ilk günlerdeki "tavşan pisliği" kıvamındaki tavırdan birkaç hafta sonra gezi parkına "destek"e dönüşen söylemin sorumlusu da hocaefendi midir?

Üniversitelerde "arkadaş hizmetten mi" kriptosuyla kadrolaşmanın sorumlusu da hocaefendi midir? ÖSYM'de herkese saç baş yolduran soru-cevap çalma/çaldırma operasyonlarının sorumlusu hocaefendi midir? Todays Zaman'ın manşetlerini hocaefendi mi atmaktadır?

(Bir profesör arkadaşım, yeni açılan kıçıkırık bir devlet üniversitesine dekan tarafından davet edilir. İdealist profesör arkadaşım bu yeni üniversitenin ilgili bölümündeki dekanına olan güveninden teklifi kabul eder. Şartlarda anlaşılır, prosedürlere geçmeden önce, "nezakaten" rektöre danışılır. Rektör açıktan "Biz o kadroya hizmetten bi arkadaşı düşünüyoruz" der.

Şimdi -hemen her gün benzerleriyle karşılaştığımız için- sıradan bu hikayeyi anlatmamdaki sebep şu. O profesör arkadaşım bu olayı anlattıktan sonra "hukuk yoluyla" o göreve gelmesinin çocuk oyuncağı olduğunu ama uğraşmayacağını söyledi. "Uğraşmayacağım, çünkü cemaatin gözü dönmüş abi, insan öldürürler kadrolaşma için bunu gördüm rektörün gözünde" dedi. Asıl söyleyeceğim bu. )

"Uğrunda insan öldürülebilecek bir kadrolaşma"nın da sorumlusu mudur hocaefendi?

Pekiiii, cemaati Fethullah Gülen'in yönetmediğini düşünüyorsak daha büyük bir sorunla karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkmaz mı. Kim yönetmektedir cemaati o vakit? Türkiye'nin en kritik virajlarında bazen yüzünü boşluğa dönüp ıslık çalarak, bazen herkesi şaşkına çeviren zıt tavırlar takınarak kime neyi ispat etmektedir cemaat? Kim yapmaktadır bunları?

Cemaate dokunulmaz mı? En alt taraftaki "şakirdlere" bir şeyler anlatsak, "hocaefendinin insanların imanını kurtarmaktan başka gayesi yok" der çıkarlar işin içinden. 9m2 bir odada ibadet ve taatle vakit geçirdiğinden bahsederler. Hocaefendi süper kahraman mıdır? Mehdi midir? Hatalarını buraya sıralasak alt alta cehennemlik mi oluruz?

Mesela desek ki "Gülen hareketi bildiğin cemaattir, en büyük sıkıntısı tasavvufi bir geleneği olmamasıdır. O yüzden Fethullah Hocaefendiye bağlıdır. O ölürse cemaat diye de bir şey kalmaz, kökü olmayan bir ağaç gibi yıkılır gider"; bizi neden topa tutar cemaatin üyeleri, yanlış mı söylemiş oluruz?

Fethullah Gülen, neden yıllardır hep cemaati "nuh'un gemisi" olarak görmektedir. Kendisine en çok ihtiyaç duyulan dönemde Erbakan'a sırt çevirmemiş midir? Şimdi aynı şeyi Tayyip Erdoğan'a yapmaktadır, bunu herkesin görmediğini mi sanıyordur?

Fethullah Gülen neden Türkiye'ye gelmemektedir? Tayyip Erdoğan'ın Amerika ziyaretinde "görüşelim ama başbaşa" önerisini neden reddetmiştir. Amerikan yönetiminin izniyle tüm dünyada bu derece büyük bir "eğitim" yapılanması içerisinde oluyor olmasının bedeli midir ara sıra T.C hükümetine racon kesmek? Fethullah Gülen, Amerikan hükümetinin elinde esir midir? Bunları neden herkes bir komlo teorisi düzleminde konuşmaktadır? Neden Türkiye'nin en çok "satan" gazetesi, açık net ve doyurucu bir cevap vermemektedir? Herkes -ama herkes- işin aslını bildiği için mi bu denli korkmaktadırlar cemaatten. En muhalif partiler, en sert kalemler, en dişli televizyoncular, en demokrat iş adamları bile cemaat söz konusu olunca kılıçlarını saklama yoluna gitmektedirler. Neden? Neden korkmaktadırlar? Benim görmediğim neyi görüyorlardır? Arkasında İsrail filan mı vardır? Mossad mı vardır? KGB mi vardır? Mehdinin ordusu mu vardır? Rusya mı vardır? Çin mi vardır? Cemaatte vurursak Allah bizi taş mı etmektedir? Nedir bu körebe oyunu, niye herkes kaçmaktadır köşe bucak gerçeklerden?

Kibir abidesi diye yaftalanan o "kudretli padişahımız" başbakan Tayyip Erdoğan bile, Gezi eylemlerinde cemaat hükümetin minicik bile yanında durmadığı halde, Türkçe olimpiyatlarına gitmekten geri durmamıştır. Duramamıştır. Türkçe olimpiyatlarında Erdoğan'a ince ayarı bir sabinin ağzında "Mağrurlanma padişahım, seni de beni gibi yaradan var" melodisiyle vermişlerdir.

Aklımdaki milyonlarca sorudan birkaçı böyle. Cevap istemiyorum. Cevap beklemiyorum.

Ayrıca bu yazı umarım çok fazla kişiye ulaşmaz. Sipesifik'teki üç beş kişi okur geçer. Çünkü ulaşırsa kesin bizim Ertuğrul'un başı belaya girer. Zaten benim o olduğum sanılıyor, hepten çocuğun tepesine çullanıp dava açıp sipesifiki kapattırmaya çalışırlar, mazallah.

Kapatamazlarsa, yazıyı kaldırmazsa Ertuğrul, Ertuğrul'un adını bir fuhuş çetesiyle ilişkilendiriverirler olur biter. Zaman gazetesinde 1. sayfa en altta küçücük bir haber.... Oldu bitti. Alıştılar komplo ile adam harcamaya. Herkes Hakan Fidan mı ki başbakan tarafından korunsun?

Aman aman. Yaymayın bu yazıyı, yazık etmeyin.

-----------------------------------------------------------------

İlgili Bağlantılar:

Fatih Tezcan, "emekli vaiz" videosu : http://www.youtube.com/watch?v=_7dnPis8_pU

Mehmet Barlas'ın ilgili yazısı: http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/barlas/2013/07/30/bu-ilan-neden-todays-zamanda-da-yayinlanmadi

Fethullah Gülen'in Erbakan'a ilişkin düşünceleri: http://www.youtube.com/watch?v=muz876iP6Co

Todays Zaman olayları: http://www.gazeteciler.com/medya-kosesi/todays-zaman-cephesinde-akpye-tepki-var-53625h.html

Kaynak: http://sipesifik.com/c/31596/KulagiDelik/fethullah-gulen-in-ceo-su-kim

Risale-i Nur’u tamir ettiklerini söyleyenlere, hakikatlı bir Sille-i te’dib

Esselamu aleykum muhterem kardeşlerimiz;

Hizmet adını verdikleri muhtelif faaliyetlere karşı yapılan iftiralara cevap verdiklerini iddia eden iftiralar.org adlı malum site, takib etmiş olduğu politikayla bizzat iftiraların menşei ve menbaı haline geldi. Bizler, sürekli aldatıcı ve cerbezelerle hakikatları çarpıtıcı yayınlar yapan bu sitenin iftiralarına cevap yazmaya yetişemiyoruz. Bir konudaki iftirasına yanıt hazırlarken bakıyoruz ki, bu iftira tavuğu site yeni ve taptaze bir iftira daha yumurtlamış ve ilgili kara yumurtasını büyük bir yaygara ile çevresindekilere neşrediyor.

Bu site editörleri, kendi hareketlerini haklı çıkartacak yazılar yazalım diye çırpınırken, gün geçtikçe daha da fazla dibe batıyorlar.

Bu yazımızda iftiralar.org sitesinde dün yani 01.05.2013 tarihinde yayınlanan ve Risale-i Nur’un sadeleştirilerek tahrif edilmesiyle alakalı bir konuda, sözde kendilerini büyük bir zafer kazanmış gibi göstermeye çalıştıkları, Merdiven İftirası Miraçtan Yuvarlandı şeklinde acaib bir başlık verdikleri yazılarında, Risale-i Nur ve onun Müellifi Üstad Bediüzzaman Hazretlerine öyle büyük bir terbiyesizlikte bulundular ki, bu güne kadar böyle edepsiz bir sözü Risale-i Nur’un amansız düşmanları dahi ağızlarına alamamışlardı. Aşağıda linkini verdiğimiz bu yazıda iftiralar.org sitesinin yapmış olduğu ve bu güne kadar bir emsali görülmemiş derecede büyük terbiyesizliği gösteren ifadeleri okuyabilirsiniz.

Biz buraya ilgili yazıda yer alan ve okuyanların tüylerini ürperten dehşetli bölümü alıntılıyoruz.

“Daha önce sitemizde Risale-i Nurların sadeleştirmesi konusunda yapılan hizmetlerin amacını niyetini hikmetini beyan etmiştik ve bu hizmetin bir tahrip değil bir tamir olduğunu bir ihtiyaç olduğunu bir hizmet olduğunu açıkça beyan etmiş ve makbuliyetine dair gerekçeleri göstermiştik.”

Evet sözde Risale-i Nur’a hizmet ettiklerini söyleyen ve Risale-i Nur’a karşı girişilen iftiralara cevaplar verdiklerini iddia eden iftiralar.org adlı bu sitede, hiç utanıp sıkılmadan kendilerinin Risale-i Nur’un tamir edilebilmesi istikametinde çaba gösterdiklerini yazabildiler. Bu tahrifatçı taife, ilgili sözleriyle birlikte, Risale-i Nur’u sadeleştirme adı altında girişilen dehşetli tahrifat ihanetini, ellerindeki tüm yayın organları ve maddi kuvvetleri istimal ederek bu kadar hararetle müdafaa ve neşretmelerinin hakiki sebebini ağızlarından kaçırmış oldular. Fakat artık mızrak çuvala sığmıyor ve senelerdir masum görünüşlü maskeler altında gizlenen gerçek yüzler birer birer gün yüzüne çıkıyor.

Risale-i Nur’un lisanının ağırlığı yüzünden anlaşılamadığı ve sadeleştirilerek herkesin kolayca anlayabileceği bir hale getirildiği şeklinde efkar-ı umumiyeye neşrettikleri görüşler, meğer bu taifenin hakiki emel ve arzularının tamamını yansıtmıyormuş. Baklayı ağızlarından çıkartarak sitelerinde dile getirdikleri bu ifadeleriyle birlikte, Risale-i Nur’u sadece sadeleştirmek değil, üstelik bir de tamir ediyorlarmış. Sanırız tamir fiilinin ne anlama geldiğini burada uzun uzun açıklamaya gerek yoktur. Ancak bozuk ve zararlı olan bir şeyin tamire ihtiyacı olduğunu çocuklar dahi anlayabileceğine göre, sizlerden soruyoruz, bu tamir faaliyetinizle birlikte Risale-i Nur’un bozuk ve düzeltilmesi gereken hangi bölümlerini tamir ettiniz? Söyleyin bizler de öğrenelim.

Biz sizlere, “Risale-i Nur’u sadeleştirme tahrifatınızdan artık vazgeçin” dedikçe, sizlerin “bizler Risale-i Nur’u tahrif etmiyoruz, bilakis tamir ediyoruz” diye cevab vermeniz, ister istemez Bakara Suresinin başlarında geçen şu ayet-i kerime mealini hatırımıza getiriyor.

“Kendilerine, "Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın," denildiğinde "Bizler sadece düzeltenleriz," derler.”

Pekala iddia ettiğiniz bu düzeltme ve tamir etme faaliyetiniz kapsamında, sahteleştirdiğiniz Lem’alar kitabında, Cenab-ı Hak için kullanılan Müberra sıfatını beğenmeyip, yerine arınmış yazarak bu şekilde bir tamir mi yaptınız?

Yoksa sahteleştirmiş olduğunuz Sözler kitabınızda, “güneş belli, tek bir varlık iken şeffaf şeyler vasıtasıyla öyle geniş bir tesire sahip olur ki, yeryüzünü ışığıyla, akisleriyle doldurur.” Cümlesini yazarak, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin orijinal ifadesi olan, “öyle bir külli hükmüne geçer ki” şeklindeki bölümü tamir mi etmiş oldunuz?

Vermiş olduğumuz bu iki adet misalin ilkinde Cenab-ı Hak hakkında, kirlerinden temizlenerek arınmış ifadesini kullanmakla nasıl bir tamir yaptığınızı düşünüyorsunuz? Bu fiiliniz tamirin tam tersine büyük bir tahrif ve tahribdir ve okuyanların imanlarını kaybetmelerine vesile olabilecek azim bir cinayettir.

Vermiş olduğumuz ikinci misalde de, Cenab-ı Hakk’ın yaratmış olduğu camid bir mahluku olan güneşi, geniş bir tesir sahibi olarak göstermek, imani mes’eleler üzerinde ne derece bozulmuş bir zihniyetin tamir anlayışıdır böyle? Tevhid ifadelerini şirke çevirmek suretiyle Risale-i Nur üzerinde tamir yaptıklarını iddia eden iftiralar sitesinin, bu “tamirlerine” dikkat çekici bir misal daha verelim.

Tahrif Edilmiş Sözler (sf. 614)

“Nasıl ki ışık, cisimlerin görülmesini sağlar…”
Sözler (sf. 506)
“Nasılki ziya ecsamın görülmesine sebeptir….”
‘Görülmesine sebeptir’, ‘görülmesini sağlar’ demek değildir. ‘Sağlamak’ şirki işmam eden bir kelimedir. ‘Sebep’ ise Türkçede de kullanılan, maksadı hatarsız şekilde izah eden bir kelimedir.

Tevhidden şirk ve küfür ifadelerine çevirdiğiniz misallerimize burada bir ara verip, Risale-i Nur’da yer alan ve sizin nazarınızda zararlı olduğu için sözde tamir ettiğiniz başka bir örneğe temas edelim.

Risale-i Nur’da Lem’alar kitabında Tesettür risalesinde yer alan ve büyük küçük, cahil alim İstisnasız olarak herkesin kolayca anlamış olduğu “çarşaf” kelimesini de sadeleştirmek değil, kendi itirafınızla tamir ederek zararlı olmaktan çıkartmışsınız. Zira çarşafın ne olduğunu herkes zaten çok iyi bildiğine göre, anlaşılabilsin diye sadeleştirmeye tabi tutmaya gerek yoktu. Fakat sizin tahrif faaliyetlerinizin kapsamı, kendi itirafınızla birlikte Risale-i Nur’daki kelimelerin sadece kolayca anlaşılıp anlaşılamıyor olması hususunu içermiyormuş, bunun yanı sıra okuyanlar için “zararlı” olacak ifadelerin çıkartılıp tamir yapılması hususunu da içeriyor. Bu yüzden Tesettür risalesinde tam iki defa geçen ve sizce zararlı olan çarşaf kelimesini örtü ve tesettür olarak düzelterek başta ehl-i iman olmak üzere tüm insanlık alemi için büyük bir tamir hizmetinde bulundunuz.

Madem Tesettür risalesinden söz açıldı, biz de yine Tesettür risalesi içinde Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin güzel bir tesbitini içeren ehemmiyetli bir bölümü, siz “tamircilere” ithaf edelim.

“Bîçare nisa taifesinin gafil kısmını dahi yanlış yollara sevk etmek için bir iki komitenin tesirli bir surette perde altında çalıştığını hissettim. Ve bildim ki: Bu millet-i İslâma bir dehşetli darbe, o cihetten geliyor.” (Lem'alar sh 201)

Sizlerin Risale-i Nur’u “tamir etme” anlayışınız öyle bir dereceye vardı ki, 17. Lem’ada geçen “Bil ey gafil, müşevveş Said!” ifadesini “Bil ey gafil, aklı karışık Said!” şeklinde tamir ettiniz. Sizler müşevveş kelimesinin karmaşık, zor anlaşılan anlamında olduğunu bilmeyecek kadar cahil misiniz? Hiç orada akıl ifade eden bir kelime var mı ki siz ‘aklı karışık Said’ dediniz? Eğer cahilliğinizden dolayı bu hakarette bulunmuşsanız, çekin o menhus ellerinizi Risale-i Nur’umuzun üzerinden.

Yine Sözler kitabında geçen “Sözler'de kusur varsa, benim fehm-i kâsırıma aittir.” İfadesini de “O Sözlerde kusur varsa benim sığ anlayışıma aittir..” şeklinde kendinizce düzeltmişsiniz. Fehm-i kâsırıma ifadesini sığ anlayışımaşeklinde, sizlerin sığ anlayışınızla sözde düzelttiğinizizannederken , hiç mi eliniz titremedi ve vicdanınız sızlamadı?

Madem ilk okunduğunda veya dinlendiğinde bir anda anlaşılamayan kelimelerin herkes tarafından kolayca anlaşılabilmesi için bu kadar iştiyaklı ve heveslisiniz, o halde çok bağlı olduğunuz Fethullah Gülen hocanızın sohbet ve kitablarında kendisi için sıklıkla kullanmış olduğu ve dilimizdeki tahribat nedeniyle yeni nesil gençler arasında ne anlama geldiği kolayca anlaşılamayan “kıtmir” kelimesini de günümüz lisanında ne anlama geliyorsa, niçin o şekilde sadeleştirmiyorsunuz? Ne oldu? Niçin bir anda susup kaldınız öyle? Oysa Üstad Bediüzzaman Hazretlerine sahteleştirdiğiniz kitablarınızda aklı karışık ve sığ anlayışlı derken hiç de tereddüt yaşamamıştınız. Üstelik sizi Üstadımıza karşı yapmış olduğunuz bu hakaretleriniz hakkında uyaranlara karşı da, kendinizi haklı göstermeye çalışarak hakaret içerikli o sözlerinizi, iftiralar sitenizde müdafaa etmiştiniz.

Son olarak Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nur’da istimal etmiş olduğu, fakat sizin sığ anlayışınızın iktizasınca sert olduğu için zararlı olmaktan kurtarıp tamir ettiğinizi gösteren, Sözler kitabından Altıncı Sözde yer alan acaib bir misali verelim.

Orijinali: "Ey göz, güzel bak! Âdi bir kavvad nerede"
Tamir edildiği iddia edilen sahteleşmiş hali: "Ey göz güzel bak! Adi yol gösterici nerede"
Kavvad sizin lugatınızda yol gösterici mi demek?!
Kavvad: Arsız, pezevenk, deyyus, kaltaban, gayretsiz (Lûgat A.Y.)

Ne zamandan beri kavvadlar yol gösterici oldular? İşte bu misal, sizin sahte kitablarınızı okuyanların ne gibi acınacak hallere düşeceklerini gösteren çok güzel bir örnek.

Siz Risale-i Nur’u sahteleştirmekle istediğiniz kadar tamir yapıyoruz deyin, biz, Risale-i Nur’un orijinal metinlerinin, her nev’i dalalet ve dinsizlik cereyanlarına karşı kıyamete kadar geçerli olacak şekilde, külli bir tamir, ıslah ve tedavi vazifesini ve hizmetini gördüğüne aynelyakin derecesinde şahidiz.Risale-i Nur’un hem bu asırda hem de istikbalde ne derece büyük bir tamir hizmeti gördüğüne dair, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin bazı ifadelerini, aklı ve kalbi bozulmamış kardeşlerimiz için aşağıda paylaşıyoruz.

“Risale-i Nur, yalnız bir cüz'i tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki külli bir tahribatı ve İslamiyeti içine alan, dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal'ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususi bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid aletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumiyi ve efkar-ı ammeyi ve umumun bahusus avam-ı mü'mininin istinadgahları olan İslami esaslar ve cereyanlar ve şeairler kırılması ile bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumiyi, Kur'an'ın i'cazıyla ve geniş yaralarını Kur'anın ve imanın ilaçları ile tedavi etmeğe çalışıyor.”
(Kastamonu Lahikası sh 30)

“Malumdur ki; bir adamın bir günde harab ettiği bir sarayı, yirmi adam yirmi günde yapamaz ve bir adamın tahribatına karşı yirmi adam çalışmak lazım gelirken; şimdi binler tahribatçıya mukabil, Risale-i Nur gibi bir tamircinin bu derece mukavemeti ve tesiratı pek harikadır. Eğer bu iki mütekabil kuvvetler bir seviyede olsaydı, onun tamirinde mu'cizevari muvaffakıyet ve fütuhat görülecekti.”
“Cenab-ı Hakk'a şükür ki; Risale-i Nur bu müdhiş tahribata karşı, girdiği yerlerde mukavemet ediyor, tamir ediyor.”
(Kastamonu Lahikası sh 149)

“Risale-i Nur, Kur'an-ı Hakim'in bir mu'cize-i maneviyesi ve bu zamanın dinsizliğine karşı manevi atom bombası olarak solculuk cereyanlarının maneviyat-ı kalbiyeyi tahribine mukabil, maneviyat-ı kalbiyeyi tamir edip ferden ferda iman-ı tahkikiden gelen muazzam bir kuvvet ve kudrete istinadı okuyucuların kalblerine kazandırıyor. Ve bu vazifeyi de yine mukaddes Kur'anımızın ilham ve irşadıyla ve dersiyle ifa ediyor.”
(Emirdağ Lahikası-1 sh 8)

“Şimdi tahribat manevi olduğu için ona mukabil tamirci manevi bir atom bombası lazımdır. İşte bu zamanda tahribatın manevi olduğuna ve ona karşı mukabelenin de ancak tamirci manevi atom bombasıyla mümkün olabileceğine kat'i bir delil olarak üniversitenin mebde' ve çekirdeği olan Risale-i Nur'un bu otuz sene içerisinde Avrupa'dan gelen dehşetli dalalet ve felsefe ve dinsizlik hücumlarına bir sed teşkil etmesidir. O manevi tahribata karşı Risale-i Nur tamirci ve manevi bir atom bombası olmuş.”
(Emirdağ Lahikası-2 sh 186)

“O dinsizlik cereyanı manevi tahribat nev'inden olduğundan, karşısında bir manevi mukabele olmalıdır. Hakaik-i Kur'aniyenin lemaatı olan Risale-i Nur manevi tamirci bir atom bombası olarak, bu dalalet cereyanına mukabele edebilir ve etmiştir.”
(Emirdağ Lahikası-2 sh 196)

“Hem bütün her asırda gelen meb'uslar, veliler keşfiyatlarında, "Birisi gelecek, şarktan bir nur zuhur edecek" diye Risale-i Nur'un şahs-ı manevisini ve Üstadımın şahs-ı manevisini ve talebelerin şahs-ı manevisini görüp, bütün ümmet-i Muhammed'e (A.S.M.) Risale-i Nur'un faziletini, ehemmiyetini, kıymetini ve emr-i Peygamberi ile bütün ümmet virdlerinde azab-ı kabirden ve ahirzamanda gelecek fitneden, Deccal'ın şerrinden istiaze etmelerini ve yapacağı maddi ve manevi tahribatını Risale-i Nur tamir yaptığını görmüşler. Müjdeler, beşaretler, işaretler, remizler ile haber verdiklerini, Risale-i Nur, Eskişehir, Denizli, Afyon, İstanbul gibi hadisat-ı alem ile göstermiş.”
(Barla Lahikası sh 143)

Evet Risale-i Nur, o tahribatı Kur'anın elmas hakikatleriyle ve Kur'an-ı Kerim'deki en kısa ve en müstakim bir tarikle tamir ve o yaraları, Kur'an-ı Hakim'in eczahane-i kübrasındaki edviyelerle tedavi ediyor ve edecektir.”

(Sözler - Konferans sh 771 Bediüzzaman Said Nursi)
Selam Hüdaya tabi olanlara, bütün levm ve itab da heva ve hevesine tabi olanların üzerine olsun.

Kaynak: www.risaleforum.net

Gözünüzün içine bakarak yalan söylüyorlar
06.09.2013



ODTÜ’deki öğrenci kayıtları sırasında AKP’nin gençlik kolu AK Gençlik stand açmak istedi ancak üniversite öğrencileri tarafından kovuldular. Kayıtların sürdüğü sırada üniversite içinde öğrencileri çeşitli vaat ve yalanlarla kendi yanlarına çekmek isteyen cemaatçiler, ODTÜ’lü öğrenciler tarafından protesto edilerek üniversiteden çıkarıldılar. Bu olay sonrasında yandaş medya hemen harekete geçti ve ODTÜ’yü karalama kampanyası başlattılar.

Üniversite öğrencileri cemaatçileri üniversitede istemediklerini söyleyerek protesto ettiler. Yeni kayıt yapan öğrencilere ODTÜ'lüler ve ODTÜ hakkında "Bu yurtlarda fuhuş yapılıyor" gibi inanılmaz iftiralar atarak öğrencileri kendi yurtlarına çekmeye çalışan cemaatçileri, ODTÜ’lü öğrenciler protesto etti. Yandaş medya ise bu durumu “türbanlı öğrencileri üniversiteden kovuldular”, "Başörtülü öğrenciye ODTÜ'lüler saldırdı" şeklinde verdi ve yine o bilindik “mağdur” dilini kullandı.

Halbuki gerçek yayınlanan videoda da görüldüğü gibi çok farklı.

Öğrenci olduklarını söyleyen cemaatçileri protesto eden ODTÜ’lüler, yayınlanan videoda da görüldüğü gibi “madem öğrencisiniz kimliğiniz nerede” gibi sorular yöneltiyor. Bu sorulara cevap vermeyen cemaatçiler ise güvenliği çağırıyorlar, ancak öğrenci olmadıklarını da video itiraf eden cemaatçiler özel güvenliğinde uyarısıyla okuldan çıkarılıyorlar.

Peki yandaş medyanın asıl amacı ne?

Başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz yıl ODTÜ’ye gelmesi öğrenciler tarafından protesto edilmiş ve binlerce polis ile ODTÜ’ye girilerek öğrencilere çok sert müdahalede bulunulmuştu. Bu olay sonrasında ODTÜ, AKP için adeta hedef haline getirildi.

Bugün ise ODTÜ, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin üniversite içinden ağaçları keserek geçireceği karayoluna karşı direniyor. Yandaş medya ise buradaki direncin kırılması için akıl almaz iftiralara, gerçek dışı “haberlere” imza atıyor.

İşte asıl mesele budur.

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE TOPLULUĞU'NDAN AÇIKLAMA

ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu, ODTÜ’ye yönelik yapılan karalama kampanyasına karşı açıklama yaptı.

ODTÜ’de öğrencilerin kayıt olması sırasında stand açmak isteyen ve çeşitli vaatlerle, iftiralarla öğrencileri kendi yanlarına çekmek isteyen türbanlı kişilerin üniversiteden çıkartılması medya tarafından yanlış aktarıldı.

ODTÜ ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE TOPLULUĞU’NDAN KARALAMA KAMPANYASINA CEVAP

Bunun üzerine ODTÜ’ye yönelik yapılmaya başlanan karalama kampanyası nedeniyle ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu tarafından bir basın açıklaması yapıldı.

Açıklamada, “söz konusu görüntüler medya tarafından ODTÜ’ye yönelik toplu bir karalama kampanyasının parçası olarak kullanılmaktadır ve ODTÜ öğrencileri hedef haline getirilmektedir. Bu karalama kampanyasında özellikle belirli bir kesim medya, yapılan protestonun gerekçesini ‘türbana ve dini inançlara saldırı’ şeklinde sunarak ODTÜ’yü haklara, özgürlüklere ve değerlere karşı adeta bir ‘şer yuvası’ olarak göstermektedir” denildi.

ODTÜ’ye yönelik yürütülen karalama kampanyasına karşı yapılan açıklamaya şöyle devam edildi:

“Özgürlüğe, insana ve doğaya karşı olan saygıyı esas alan kültürüyle ve toplumsal sorunlara gösterdiği duyarlılıkla bilinen ODTÜ’de bugün, üniversite içerisinde öğrenci, akademisyen, personel fark etmeksizin hiçbir bireye dilinden, dininden, cinsel tercihinden veya yaşam tarzından dolayı herhangi bir saldırı veya ayrımcılık yapılmamaktadır. Tam tersine, bugün toplumda sıkça görülen tüm bu ayrımcılıklara ve ötekileştirmelere karşı ODTÜ tüm bileşenleriyle tepki göstermektedir.

ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu olarak, yapılan her protestonun olduğu gibi, ODTÜ öğrencileri tarafından gerçekleştirilen söz konusu protestonun da amacı ya da yöntemi dolayısıyla kamuoyunca tartışılabilir, eleştirilebilir olduğunu belirtmek isteriz. Ancak, bugün eylemin yapılış amacını çarpıtarak mağduriyet edebiyatı yapmak isteyen, ODTÜ’ye ve ODTÜ öğrencilerine iftiralarda bulunan medyayı ve siyasetçileri kınıyoruz. Başlatılan bu karalama kampanyasının, Ankara Büyükşehir Belediyesi‘nin ODTÜ içerisinden ve 100. Yıl, Çiğdem mahallelerinden geçirmek istediği yol projesine karşı, ODTÜ öğrencileri tarafından gösterilen direnişe desteği yıkmaya yönelik olabileceğinin kamuoyunca göz önüne alınması gerektiğini ifade etmek isteriz”.
Odatv.com

ODTÜ'de Tepki başörtüsüne değil Amerikancı cemaat militanlarına
07 Eylül 2013



Vatansever öğrenciler, Cemaat’in öğrenci avını engellediler

Cemaat, bünyesindeki eli yüzü düzgün başörtülü kızları kayıt dönemlerinde üniversitelere göndererek “öğrenci avlıyor”. Görüntülerdeki başörtülü kızlar her yıl öğrenci avı için özel olarak getirtilen cemaat militanları. Öğrenci değiller. ODTÜ standalarında çalışan öğrenciler bu militanları geçen yıllardan tanıdılar.

Kayıtların sürdüğü sırada üniversite içinde öğrencileri çeşitli vaat ve yalanlarla kandırarak kendi yanlarına çekmek isteyen ak gençlik üyeleri ve cemaatçiler , ODTÜ’lü öğrenciler tarafından protesto edilerek üniversiteden çıkarıldılar. Bu olay sonrasında da yandaş medya hemen harekete geçti ve ODTÜ’yü karalama kampanyası başlattılar.

Üniversite öğrencileri cemaatçileri üniversitede istemediklerini söyleyerek protesto ettiler. Cemaatçiler yeni kayıt yapan öğrencilere akla gelmeyecek yalanlarla propoganda yapıyorlar. ODTÜ’lüler ve ODTÜ hakkında “Bu yurtlarda fuhuş yapılıyor” gibi inanılmaz iftiralar atarak öğrencileri kendi yurtlarına çekmeye çalışan cemaatçileri, ODTÜ’lü öğrenciler protesto etti. Yandaş medya ise bu durumu kendilerine yakışır biçimde “türbanlı öğrencileri üniversiteden kovuldular”, “Başörtülü öğrenciye ODTÜ’lüler saldırdı” şeklinde verdi.

Video görüntülerinde ise öğrenci olduklarını iddia eden cemaatçileri protesto eden ODTÜ’lüler, “madem öğrencisiniz kimliğiniz nerede” gibi sorular yöneltiyor. Bu sorulara cevap vermeyen ve sonunda öğrenci olmadıklarını itiraf cemaatçiler özel güvenliğin de uyarısıyla okuldan çıkarılıyorlar.

ODTÜ’deki o görüntüler için:

http://www.millibirlikhaber.com/yandas-medyanin-carpittigi-goruntuler.html

HİZMET AĞI



Emniyetin eski patronu Hanefi Avcı, paralel yapının nasıl işlediğini anlattı. Bakan Mehmet Ali Şahin'in de açıklamalarıyla fikir verdiği hizmet ağını TAKVİM adım adım ve kademe kademe tablolaştırdı.

1) Yapı bünyesinde özellikle kamuda çalışan doktor, öğretmen, memur, belediye elemanı gibi isimler topladıkları bilgileri ortak havuza aktarıyor. Bu havuz TİB, MİT, Emniyet gibi kritik görevlerde bulunanlardan akan bilgilerle de besleniyor.

2) Veri havuzundaki bilgiler ayıklanıp Konsey'e sunuluyor. Konsey ise kendilerine tehdit oluşturacak isimleri belirliyor. Bu isimler Emniyet Abisi'ne veriliyor. Kozanlı Ömer lakaplı Osman Hilmi Özdil'in talimatıyla isimler hakkında dosya açılıyor.

3) Paralel yapının emniyet birimlerindeki elemanları gerekli hazırlığı yaparken, bilgiler paralel yapının medya uzantılarına sızdırılıyor. Paralel medya hedef kişiler hakkında haberler yaparak, itibarsızlaştırma operasyonunu gerçekleştiriyor.

4) Şube müdürü, emniyet amiri gibi yapının polisteki rütbeli elemanları, aldıkları görev üzerine gizlice dinleme ve takipler yapıyor. Gerektiğinde sahte deliller titizlikle üretiliyor ve soruşturmada paralel yapı adına konuşacak gizli tanıklar bulunuyor.

5) Emniyetteki isimler bu süreçte dinleme ve takip yapmak için cep telefonlarının IMEI numaraları üzerinden yetkililerden talepte bulunuyor. Ya da sahte isimler kullanılarak, dinleme ve takibin yapıldığı şahıslar gizli tutuluyor. Bu bilgiler ışığında toplanan verilerle polisin tespit tutanakları adeta bir fezleke gibi detaylı hazırlanıyor.

6) Gizlice yürütülüp ince ince işlenen tutanaklar dosya haline getirilerek paralel yapının temasta olduğu savcılara gönderiliyor. Dosyalar o kadar ayrıntılı hazırlanıyor ki savcılar suç duyurusunda bulunur bulunmaz, yüzlerce sayfalık iddianameleri saatler içinde kolayca hazırlayabiliyor.

7) Yargı içindeki yapılanma, kritik bulduğu bazı isimler hakkında karar almakta zorlanınca, dosyayı Pensilvanya'ya gönderiyor. Polis ve yargıdaki yapının benzeri Adli Tıp'ta da işliyor. Delillerle ilgili itirazlar raporla çürütülüyor.

8) Savcılar ellerindeki dosyaları kendi adamlarının bulunduğu mahkemelere götürüyor. Böylelikle gözaltı ve tutuklama kararları rahatlıkla çıkıyor. Gerektiğinde bu mahkemelerin nöbetçi olduğu günler özellikle bekleniyor.

9) Soruşturma ve yargılama aşamasında paralel yapının yargı içindeki isimleri tutuklu sanıkların her türlü itirazını yok sayıyor. Hatta yargıçlar hemen gizlilik kararı alarak delillerin tanık avukatlarıyla paylaşılmasını bile önlüyor.

Biz de hiç unutmuyoruz, Ekrem Bey
Ümit Kıvanç
12 Kasım 2014

Terbiyesizlik Türkiye'de her gün yeniden tarif edilir. Bu defa tarifi Zaman'ın Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı yapmış.

Dumanlı, Ahmet Hakan Coşkun'un sorularını cevaplamış. Bir aşamada söz, haliyle, Ahmet Şık ve Nedim Şener'in alavera dalavera Ergenekoncu yapılmaya kalkışılmasına geliyor. Dumanlı şöyle diyor:
"O konuda Ahmet Şık’ın bizi tahrik eden bir sözü oldu. Dedi ki, 'Dokunan yanıyor'. Onun yaptığı da yanlıştı."
Ekrem Bey, Ahmet Şık'ın bu "yanlış"ını "unutmadıklarını" da belirtmiş.

Adamın ömründen bir yıl çaldınız! Hâlâ "O yanlışını da unutmadık!" diye ahkâm kesmek için insanın bünyesinde gerçekten vahim eksikler bulunması gerekir.

Gözümüzün içine baka baka, Ali Fuat Yılmazer'le, Zekeriya Öz'le hiçbir ilişkimiz yok, diyebilmeyi de sanırım aynı yoksunluk sağlıyor.

Çocuk değiliz ve böyle kandırılamıyoruz. Aksine, çok fena sinirleniyoruz. Anlamıyorlar mı, umurlarında mı değil?

http://riyatabirleri.blogspot.com.tr/2014/11/biz-de-hic-unutmuyoruz-ekrem-bey.html

Hüseyin Gülerce cemaatin 20 yanlışını saydı
21.12.2014



Zaman gazetesi eski yazarı Hüseyin Gülerce, cemaatin yaptığını iddia ettiği 20 yanlışı saydı. Gülerce, kırmızı bülten konusunda ise 'Ben Gülen'in yerinde olsam, kendim gelir ifademi verirdim' dedi.

Beyaz TV'de yayınlanan Ortak Akıl programında gündemi yorumlayan Zaman gazetesi eski yazarı Hüseyin Gülerce cemaatin yaptığını iddia ettiği 20 yanlışı söyledi.

İşte Gülerce'ye göre 20 maddede hizmet hareketinin yanlışları:

1- Hizmet hareketi üslubunu kaybetti.

2- Hizmet hareketi meşruiyetini ve güvenirliğini kaybetti.

3-İnandırıcılığını kaybetti.

4- Saygısını kaybetti.

5 Gülen de üslubunu kaybetti.

6 -Sempatisini kaybetti.

7-Dostlarını kaybetti.

8- Gücünü kaybetti.

9- Siyasi duruşunu kaybetti Gücünü ve etkinliğini kaybetti.

10- Hükümete seçilmiş iktidara savaş açtılar.

11 - Tevazu ve kucaklama terk edildi. Kibir, gurur, ötekileştirme, şımarıklık şov ve diklenme hizmetin yeni karakteri oldu.

12 - Hoşgörü herkesin konumuna saygı ve kucaklama terk edildi. Kin ve nefret söylemi şuanda hizmet hareketinin tabanına şuan hakim oldu.

13 - Herzaman haklı olunduğu sütten çıkmış ak kaşık olunduğu hiç hata yapılmadığı ve yapılamayacağı söylendi.

14 - Yüzleşme ve eleştiriye asla itibar edilmedi bundan sürekli kaçıldı.

15 - Ergenekon ve Balyoz davalarında taraf olan objektifliğini terk edenler şimdi adliye önünde adalet istiyorlar.

16 - Hizmet medyasında iddialar karşısında objektif ve makul bir duruş sergilenmedi.

17 - Bu hareket tehlikeliymiş meğerse. Tehlikeli bir zihniyet algısı oluştu.

18 - Yerli ve milli bir duruş sergilemek yerine Gezi olaylarından itibaren ABD ve Avrupa ile işbirliği yapan bir Paralel Yapı algısı oluştu.

19 - Bütün bunlardan sonra hizmet hareketi özgüvenini kaybetti. Kendisine olan özgüvenini kaybetti.


20 - Pralel yapı ile taban farklıdır.. Paralel yapı adı altında hizmet hedefe konmuştur.

Rotahaber

Emniyet ilk kez 'FETÖ' dedi
20/02/2015



İstanbul Emniyet Müdürlüğü hazırladığı bir fezlekede "paralel devlet yapılanması" ifadesinin yanı sıra ilk kez "Fethullahçı Terör Örgütü" (FETÖ) ifadesi kullandı.

Emniyetteki “paralel yapı” soruşturması kapsamında, İstanbul merkezli 12 ilde düzenlenen son operasyona ilişkin hazırlanan fezlekede, "Örgütün en önemli hedefinin, yasal veya yasa dışı dinleme, izleme, raporlarla elde ettiği bilgileri tehdit-şantaj olarak kullanmak ve Türkiye 'de devletin bütün anayasal kurumlarını, güvenlik birimlerini, mülki ve adli yapısını ele geçirmek, aynı zamanda uluslararası düzeyde büyük, etkili bir siyasi ve ekonomik güç haline gelmek olduğu anlaşılmaktadır" denildi.

Fethullah Gülen'in öz geçmişi ve faaliyetlerine yer verilen, bu kişinin görünen ve örtülü olmak üzere iki temel amacı bulunduğu anlatılan fezlekede, "Örgüt tabanına 'İlay-ı Kelimetullah' gayesi ile hareket edildiği, Türkiye ve Türk coğrafyası başta olmak üzere ahlaklı toplum yetiştirme arzusunda olunduğu vurgusu yapılmakta ise de asıl amacın Türkiye'de devletin bütün anayasal kurumlarını, güvenlik birimlerini, mülki ve adli yapısını ele geçirmek ve aynı zamanda uluslararası düzeyde büyük ve etkili bir siyasi ve ekonomik güç haline gelmek olduğu anlaşılmıştır" denildi.

"DEVLET MODELİNE UYGUN ÖRGÜTLENME"
Fezlekede, Gülen'in ilk etapta devlete karşı savaş vererek hedeflere ulaşmanın yıpratıcı olacağını teşhis ettiği ve bu nedenle mevcut sistemi yıkmak yerine, devlet modeline uygun bir örgütlenmeyle devlete alternatif bir sistem kurmayı hedeflediği belirtilerek, kamuoyunda örgüt için daha çok "paralel devlet yapılanması" ve "F tipi örgüt" kavramlarının kullanılmasının temel nedeninin de bu olduğu öne sürüldü.

Gülen liderliğindeki örgütün bilinen yasa dışı örgütlerden çok daha sıkı bir hiyerarşik yapılanması bulunduğu, ona doğrudan bağlı "Tayin Heyeti", "İstişare Kurulu", "Mollalar Grubu" ve "Meclis" olarak adlandırılan birimlerin yer aldığı, örgütün üst organlar olarak bu birimler tarafından idare edildiği aktarılan fezlekede, "Meclis'te alınan kararlar, meclis üyesi olan örgüt mensuplarınca silsile yolu ile en alt birimlere kadar iletilmektedir. Bu talimatlar hiyerarşi içerisinde yer alan ' dünya imamı, coğrafi bölge imamı, ülke imamı, bölge imamı, il imamı, ilçe imamı, semt imamı, mahalle imamı, ev imamı, ser rehberler, belletmenler, öğrenci ve cemaat mensupları' tarafından gizliliğe, istihbarata ve sır saklamaya özen gösterilerek koşulsuzca yerine getirilmektedir. Ayrıca örgütün mali kaynaklarının ne şekilde kullanılacağını 'mütevelli heyeti' belirlemektedir" ifadeleri kullanıldı.

Örgütün kurulduğu ilk günden bu yana "devlet içinde örgütlenme" gayesiyle hareket ettiği ve bu anlayışın herhangi bir cemaatin üyelerinin devletin kademelerinde yer almasının ötesinde, devletin yapısı dışında başka bir hiyerarşik düzene göre hareket eden bir yapının varlığını ortaya çıkardığı kaydedilen fezlekede, kuruluş aşamasında, örgüt faaliyetlerinin ağırlıklı olarak legal görünümlü kurum ve kuruluşlar vasıtasıyla yürütüldüğü, dershaneler, özel kolejler, yurt ve öğrenci evleri ile gençliğe yönelik eğitim faaliyetleri gerçekleştirildiğinin anlaşıldığı dile getirildi.

"ÖRGÜT LİDERİNE KOŞULSUZ SADAKAT İÇİN YEMİN"

Fezlekede, örgütün, televizyon, radyo, gazete, dergi gibi iletişim alanındaki faaliyetlere ağırlık verdiği de savunularak, şu ifadelere yer verildi:

"Finansal kaynaklar ise gruba mensup şirketler, basın-yayın alanında elde edilen gelirler, okul, yurt ve pansiyonlardan istifade eden öğrencilerden alınan paralar, toplanan kurban derileri ve gruba ilgi duyan zengin iş adamlarının destekleri ile örgüte üye olan kişilerden 'himmet' adı altında alınan paralar olarak ortaya çıkmaktadır. Kamu kurumlarının hassas noktalarında görev alan örgüt mensubu kişiler kod isim kullanmakta, ayrıca örgüte itaat ve bağlılık vurgusu yapılan bir metin doğrultusunda kutsal değerler üzerine yemin ettirilerek, örgüt liderine koşulsuz sadakatleri sağlanmaktadır. Örgüt günümüzde, elindeki ekonomik gücün yanı sıra devletin hassas ve etkili kurumları içerisindeki kadrolarının sağladığı avantajlardan faydalanmakta, bu sayede siyasal operasyonlara kalkışmakta hatta devletten bağımsız bir dış politika izlemektedir. Örgütün en önemli hedefinin, yasal veya yasa dışı dinleme, izleme, raporlarla elde ettiği bilgileri tehdit-şantaj olarak kullanmak ve Türkiye'de devletin bütün anayasal kurumlarını, güvenlik birimlerini, mülki ve adli yapısını ele geçirmek, aynı zamanda uluslararası düzeyde büyük, etkili bir siyasi ve ekonomik güç haline gelmek olduğu anlaşılmaktadır. Bu kapsamda, örgütün temel hedefinin, yasal olmayan faaliyetleri ile (şantaj, tehdit, yasa dışı dinleme vb.) devlet otoritesini kendi amaçları doğrultusunda baskı altına almak, onu yönlendirmek, alternatif bir otorite olarak ortaya çıkmak ve neticede devlet otoritesini ele geçirmek şeklinde tezahür eden siyasal bir hedefi olduğu söylenebilir."

"CEZA ÖDÜL SİSTEMİ OLAN PROFESYONEL BİR ÖRGÜTLENME"
"Fethullah Gülen örgütü" adlı yapılanmada belirlenen amaçlar etrafında insan sayısı olarak üçten fazla kişinin bir araya geldiği ve hiyerarşik görev dağılımının yapıldığına dikkati çekilen fezlekede, yapıyla ilgili, "İletişimin gizliliğe riayet ederek ulaklar vasıtasıyla sağlandığı, kod isim ve yemin uygulaması olan, kendine özgü ceza ve ödül sistemi bulunan profesyonel bir örgütlenme olduğu anlaşılmıştır" denildi. Fezlekede, şu tespitler yer aldı:

"Fethullah Gülen örgütünün kolluk kuvvetleri ve yargı içerisinde yer alan mensupları tarafından kurgulanmış soruşturmaların sahte ihbar mektupları, yasa dışı dinlemeler, gerçeğe aykırı deliller üzerine inşa edildiği, bu sayede verilen mahkumiyetlerle toplum nezdinde başta yargı olmak üzere kamu kurumlarına duyulan güvenin yok edildiği, kendilerinden olmayanlara karşı yürütülen baskı, korkutma, yıldırma, sindirme ve tehdit faaliyetlerinin kolluk kuvvetleri, kamu kurumları ve yargıda görev alan bağlıları yardımıyla gerçekleştirildiği değerlendirilmektedir.

'Fethullah Gülen Örgütü' isimli yapılanmanın, 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu'nun 1 ve 7'nci maddelerinde ifade edilen, anayasada belirtilen cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, devletin ve cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla kurulmuş terör örgütü niteliğinde örgütlü yapıya sahip bir örgütlenme olduğu kanaati oluşmuş ise de; 'cebir ve şiddet' başlığı altında ifade edilebilecek faaliyetler dikkate alındığında, soruşturmanın tamamına ve ele geçirilen delillerin tümüne vakıf olan İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nca cebir ve şiddete ilişkin verilerin bu unsurun gerçekleşmesi olarak göz önüne alınıp değerlendirilmesi ile 3713 sayılı kanunun (TMK) tanımladığı 'terör örgütü' niteliklerinin tamamlanacağı ve soruşturma konusu yapının 'terör örgütü' olarak nitelendirilebileceği değerlendirilmektedir."

"YENİ BİR HÜKÜMET KURMAYI AMAÇLADIKLARI ANLAŞILMIŞTIR"

Soruşturmada adı geçen şüphelilerin, 17 ve 25 Aralık soruşturmalarını yürüten Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ve Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü'ndeki operasyonları yürüten şüphelilerle paralel olarak amaç birliği içerisinde hareket ettikleri aktarılan fezlekede, "Nihai hedef olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti Hükümeti Başbakanı'nı, bakanlarını ve Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı'nı, sözde Kudüs Ordusu Terör Örgütü soruşturması kapsamında gözaltına almayı planladıkları ve bu sayede hükümeti ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını engellemeye teşebbüs ettikleri, Fethullah Gülen'in liderliğindeki Fethullahçı Terör Örgütü-Paralel Devlet Yapılanması (FETÖ-PDY) güdümünde yeni bir hükümet veya anayasal düzen kurmayı amaçladıkları anlaşılmıştır" ifadeleri kullanıldı.

Şüphelilerin, telefon dinlemeleriyle gizli kalması gereken belgeleri temin ettikleri ve "siyasal veya askeri casusluk" suçunu işlediklerinin anlaşıldığı kaydedilen fezlekede, "Bahse konu tapeler ve ID'lerden ve şahıs tespit tutanaklarının tarihleri itibari ile belirli bir organik yapı içerisinde yapılan tüm eylemlerin, kamuoyunda 17-25 Aralık darbe operasyonları olarak bilinen hukuk dışı soruşturma dosyaları ile paralel şekilde, aralık ayında yoğunlaşarak operasyonel safhaya ulaştırılmaya çalışıldığı anlaşılmıştır" denildi.
Radikal
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cum Şub 20, 2015 9:54 pm tarihinde değiştirildi, toplam 4 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Arl 04, 2013 10:26 pm    Mesaj konusu: AKP-Cemaat kavgası sahici bir ölüm kalım kavgasıdır Alıntıyla Cevap Gönder

AKP-Cemaat kavgası sahici bir ölüm kalım kavgasıdır
Ertuğrul Horasanlı
04.12.2013



AB-D-AKP-Cemaat medyası işbirliği içinde yürütülen ve AB-D-İsrail için hayati öneme haiz Genişletilmiş Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi’ne karşı çıkması muhtemel TSK personelini tasfiye operasyonu başarıyla tamamlanmış ve riskli personelin bir kısmı cezaevlerine doldurulurken bir kısmı da emekli edilerek etkisizleştirilmiştir.

Böylece AB-D-İsrail-AB emperyalist ittifakı için Türkiye ile ilgili işin zor safhası atlatılmıştır.

Fakat...

Projenin Kuzey Afrika ayağının en büyük ülkesinin başına bir karambolle getirilen Mısır’ın Tayyib’i Mursi ve AKP’si Müslüman Kardeşler’in Mısır halkı tarafından dünya tarihinin en büyük kitle gösterileriyle devrilmesinden sonra; Tunus’un AKP’si NAHDA’nın durumu da sallantıya girmesi, Libya’nın mahalle mahalle bölünerek silahlı çetelerin eline geçmesi, Cezayir ve Fas’ın ise kendini bu saldırıdan korumalarıyla birlikte tamamiyle çökmüştür...

Suriye’yi işbirlikçi Müslüman Kardeşler’e emanet etme çabası da gerek Suriye hükümeti ve ordusunun vatansever gayretleri, gerekse Rusya, Çin, İran ve Hizbullah’ın Suriye hükümetinin arkasında durmaları sayesinde geri püskürtülmüştür.

Bu durumda emperyalist proje BOP’un Türkiye’de bu yerli işbirlikçi kadrolarla yürümeyeceği de anlaşılmıştır.

Ama...

Emperyalizm için hayati öneme sahip bu proje halen yürürlüktedir.

Öyleyse Türkiye’de olan biteni sanki AKP ve Cemaat Batı emperyalizminin birer piyonu değil de bağımsız haraket etme kabiliyet ve iradesine sahip oluşumlarmış gibi, bu iki işbirlikçi oluşum arasındaki kavgayı ülke içi iktidar kapışması olarak değerlendirmek yanlış olur...

Çünkü iki oluşum da Batı emperyalizminin açık işbirlikçileri olduklarını gizlememekte, bilakis iftiharla açıklamaktan çekinmemektedirler...

Buna dair sayısız örnek vardır. Ama bir örnek olarak “Eşbaşkanlık” ve “Otoriteden izin almadan hareket etmeme” açıklamaları durumu kavramaya yeter de artar bile...

Bu kapışma bir “İktidar kavgası” ise, kesinlikle millî, dahili bir iktidar kavgası değil, AB-D politikalarında etkin iki Siyonist grup arasındaki Türkiye’ye hakim olma kavgasının yansıması olabilir...

Yeni piyon adaylarının sahneye sürülmesini de hesaba dahil ederek bakarsak...

Bu konuda kuvvetli bir ihtimal de emperyalizmin; TSK içindeki riskli personelin etkisizleştirilmesiyle misyonlarını büyük ölçüde yerine getiren, ama bu arada 10 yılı aşan ortak iktidarları boyunca kontrolden çıktıkları takdirde tehlike doğuracak kadar güçlenen bu bu iki piyonununu, gladyatörler gibi kapıştırarak tamamiyle tasfiye etmek, bu olmazsa güçlerini törpülemek ve hadlerini bildirmek istiyor olmasıdır diyebiliriz...

Yani, dere nasıl olsa geçilmiştir, artık at rahatça değiştirilebilir durumu...

“Bu iki işbirlikçi oluşum arasındaki kavgayı ülke içi iktidar kapışması olarak değerlendirmek yanlış olur” dedik ama...

Bu iki işbirlikçi oluşum arasındaki kavganın sahici bir yanı da olduğunu unutmamak lâzım...

Bu kavga bir kayıkçı kavgası değil sahici bir ölüm kalım kavgasıdır...

Bu kavganın finalinde bu iki işbirlikçi oluşumdan biri veya her ikisi birden tarih ve siyaset sahnesinden silinecek gibi görünüyor...

O yüzden de bugünlerdeki ateşkes girişimlerinin kalıcı bir barış doğurması mümkün değildir...

AKP tarafı yaklaşan belediye seçimleri ve hemen ardından gelecek Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazasız belâsız atlatmanın telaşı içinde, ateşkese razı olmuş görünürken...

Cemaat Belediye seçimlerinde CHP’nin kuvvetli olduğu yerlerde CHP’yi, MHP’nin kuvvetli olduğu yerelerde MHP’yi ve hatta BDP’nin kuvvetli olduüu yerlerde BDP’yi destekleyerek AKP’ye unutamayacağı bir ders vererek, Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi dize getirmenin hesabını yapmaktadır...

Dananın kuyruğu belediye seçimlerinin sonuçları alınır alınmaz kopacağa benzemektedir...

Cemaatin Belediye seçimleri üzerine yaptığı hesap tutsa da tutmasada, AKP cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce, devletin bütün imkânlarını kullanarak cemaati silip süpürmeye çalışacak ve kavganın büyüğü o zaman başlayacaktır...

Her ne olursa olsun bu kavga bu haliyle, bu vatanı koruma ve bu vatan üzerinde yaşayan milletin hakkını hukukunu savunma kavgası değildir.

Bu sebeple, Taraflardan herhangibiri -lâfla değil-, gerçekten emperyalizmin piyonu olmaktan vazgeçtiğini açıkça ispat etmedikçe de, bizi doğrudan ilgilendiren bir yanı ve yönü yoktur...

Şimdilik dizi film izler gibi izlediğimiz bu kavgayı...

“Allah’ın ayı” olan Muharrem ayına has ilahî lûtuf, rahmet ve bereket olarak değerlendiriyoruz...

Bu konuda daha fazla bilgi için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?p=2241#2241



Gazeteci Ahmet Şık, Fethullah Gülen'e 25 tane çok kazık soru sordu



1- AKP-Cemaat kavgası devlete sahip olma savaşı değilse nedir? (Dershane demeyin, artık o konu tartışılmıyor.)

2- AKP iktidarında devlet rantından yararlanmadıysanız, “Ne istedilerse verdik” diyen RTE neyi kastetti ve AKP döneminde neler elde ettiniz?

3- AKP ile koalisyon ortağı değildiyseniz 2007-2012 arasında, doğal “düşmanları” tuzaklarla ortadan kaldırma birlikteliği nedir?

4- Polis ve yargıyı örümcek ağı gibi kuşatan Cemaatçiler, AKP’nin de onayıyla kontrgerilla yöntemlerine başvurmadı mı?

5- Bir sohbetinizde “Sahte CD’ler, çipler hazırlamak müminlik değildir” derken neyi kastettiniz? Bu konuda kimleri suçluyorsunuz?

6- Sahte CD ve çiplerle kimler kimlerin başını yaktı? Hapsetti?
Cemaatinizin polisi ve yargı mensupları bu çetenin içinde değil mi?

7- Cemaatinizle ilgisi yoksa size yakın medya organları neden hep bu sahtecilikleri yapanları savunan yayınlar yaptı, yapıyor?

8- MİT krizi darbe girişimi değilse RTE neden “hedef bendim” dedi? Darbe girişimi değilse RTE’yi hedeflemekle amaç neydi?

9- Adına yanıt verdiğiniz O.H.Ö. kimdir? Cemaatinizdeki yeri, konumu ve görevi nedir? Emniyetin imamı mıdır? Diğer imamlar kimlerdir?

10- Neden devlet kurumları içinde imam dediğiniz sorumlularınız bulunuyor?

11- Sivil toplum kuruluşu (STK) olduğunu öne sürdüğünüz cemaatiniz polis, asker, yargı ve MİT içinde örgütlenmeyi neden bu kadar önemsiyor?

12- Militarist kurumlar başta olmak üzere devlet içinde örgütlenmenize rağmen nasıl sivil kalabildiğinizi iddia ediyorsunuz?

13- Cemaat mensuplarınız, kendi arkadaşları ya da gönüllüleri de dahil olmak üzere neden fişlemeler yapıyor?

14- Şantaj içeren, pis kokular yükselen her olayın ardından, haklılık payı yoksa neden ilk şüpheli cemaatiniz oluyor?

15- Cemaat gazetecilerinin Ergenekon konusunda yazıp söyledikleri, “objektif, tarafsız, özenli, sorumlu gazeteci” kriterlerine uygun mu?

16- Gülen Cemaati neden şeffaf değil? Gizliliğe bu kadar önem vermeniz, cemaatçi savcılar gibi sorarsak “hayatın olağan akışına uygun mu?”

17- Cemaatin finans kaynakları nelerdir? Cemaatinizin sahip olduğu finansal hacim ne kadardır?

18- Himmet adı altında toplanan paraları kim, nerede kullanıyor? Bugüne dek ne kadar para topladınız? Himmet oranları neye göre belirleniyor?

19- Kaynağı belirsiz para girişleri için cemaatin sahip olduğu finans kuruluşları mı kullanılıyor? (TMSF bu soruyu sen de ciddiye al)

20- ABD’de oturum iznini almanız için CİA mensupları neden ve hangi ilişkiler nedeniyle size referans oldu?

21- CİA patentli ve kurucularından olduğunuz Komünizmle Mücadele Derneği, Cemaatinizin örgütlenme modelinde örnek alındı mı?

22- Sizin Dünya İmamı olarak adlandırıldığınız Cemaatinizde ev, sokak, mahalle, ilçe, il, bölge, ülke ve kıta imamları ne işler yapar?

23- Hiyerarşinin bu kadar katı ve keskin olduğu bir yapı sivil midir? Demokratik midir? Kimin ne kadar söz hakkı vardır?

24- Ergenekon, Balyoz, KCK, Devrimci Karargah, Şike, Cübbeli Ahmet davalarındaki komplo ve tuzakları kimler kurdu?

25- Sorular daha çok şimdilik şununla son vereyim: Cemaatin nihai hedefi nedir?

Kaynak: http://t24.com.tr/haber/ahmet-siktan-fethullah-gulene-25-soru/246052

25 EKIM 2010 PAZARTESI

GEÇ OLDU AMA GÜÇ OLMASIN! BUNU YAZMASAYDIK BİR YERİMİZ ŞİŞERDİ: "ÜFLEME AKIL", GEL MANŞETİMİZE TAKIL!

Bu tombik oğlanın, ki adı Nuh Gönültaş, bir kaç ay önce Bugün gazetesinde yazdığı iki yazıya değinmek isteriz, gecikmiş olmakla birlikte...

Birinin tarihi, 1 Haziran 2010.

Diğerininki, 6 Haziran 2010.

Yani, İsrail'in Mavi Marmara gemisine saldırısından 1 ve 6 gün sonra... Tahmin ettiğiniz üzere bu yazılarda birbirinin -tam- zıttı şeyler söylüyor. Çünkü "üfleme akıl"la yazıyor, bizim de manşetimize takılıyor.

* * *

1 Haziran 2010 tarihli yazı, esip savuruyor, Allah Allah:

Hükümet bu korsanlığı İsrail'in yanına bırakırsa bir daha iktidar yüzü göremez!

"Herkes bu soruyu soruyor.
Günün hatta önümüzdeki dönemin sorusu bu:
Türkiye şimdi ne yapacak?
Türkiye'nin yapması gereken ne?
Bütün bu olup bitenlerden sonra İsrail Ordusu'nun yaptığı katliama nasıl cevap verilecek?
Gazze'ye insani yardım götüren gemilere yapılan İsrail saldırısında Türkler'in ölmesi elbette artık Türkiye'yi kesin taraf yapacaktır.
Türkiye artık hem fiilen hem de resmen Filistin halkının tarafındadır.
Artık İsrail'in Türkiye gibi bir düşmanı var!
Başbakan Vekili Bülent Arınç İsrail'in adını "Korsan Devlet" olarak koydu.
İsrail gemileri Akdeniz'de korsanlık yapıyor.
İsrail aynı zamanda terörist bir devlettir.
Zalimdir İsrail.
Acıması yoktur.
Yahudi'den başka hiçbir tür insana saygısı yoktur.
Dünyadaki tek ırkçı devletin adıdır İsrail.
"Yahudiler bütün insanlardan üstündür" gibi saçma bir ırkçı yapı yönetmektedir İsrail'i.
Bunun için başka milletlerden olanları çok kolaylıkla öldürmektedirler.
Ama aynı zamanda korkaktırlar.
Bunu yaralılara, sedyelerde bile kelepçe vurmalarından görebiliriz.
Çocuk katilidir İsrail Ordusu.
Her türlü katildir.
Tekerlekli sandalyede yaşayan insanları bile füzelerle vuracak kadar gaddardır.
İsrail bugüne kadar Filistin topraklarında cinayetin her türünü işlemiştir.
Bundan sonra duracağına dair hiçbir emare de yoktur!
İsrail gibi bir terörist ülkeyi bölgede Türkiye'den başka durduracak güç de yoktur.
İsrail Ordusu son yaptığı korsanlıkla Türkiye'yi kesinlikle karşısına almıştır.
Türkler Araplar gibi değildir.
Türkiye büyük ülkedir.
Büyüklüğünü de tüm dünyaya göstermelidir, gösterecektir.
Eğer bu korsanlığı Türkiye Hükümeti, İsrail'in yanına bırakırsa bu hükümetin ayakta kalması mümkün olmaz.
İsrail asla barış istememektedir. Bunu her defasında göstermiştir.
Çünkü barış İsrail'in amaçlarına hizmet etmez.
Barış olsa İsrail Filistin topraklarında işgali nasıl sürdürecek ki?
Bu yüzden asla barış istemediğini her fırsatta gösteren bir terörist, korsan, zalim, faşist bu ülke, güçten başka bir lisandan asla anlamaz.
Millet Türk savaş gemilerinin İsrail'e doğru şöyle bir salınmasını istiyor.
Suriye limanlarına doğru, Gazze açıklarına doğru gitmeli savaş gemilerimiz.
İsrail'e Akdeniz'de korsanlık yaptırmayacağımızı fiilen göstermeliyiz.
Böylesine büyük bir orduyu ne günler için besliyoruz ki?
İsrail aslında bütün dünyaya düşman bir ülkedir.
Kendi işgalciliğini onaylamayan herkese düşman gözüyle bakmaktadır.
Filistinliler'i ablukaya almış, milyonlarca Müslüman'ın hayat hakkını gasp etmektedir.
Bu ablukayı sürdürmek için de her türlü yasa dışı işi yapmaktadır.
Uluslararası sularda yardım gemilerine gece baskını yapıp oradaki silahsız insanları katil askerleri marifetiyle katleden İsrail'dir.
Karada terörist devlet olan İsrail şimdi de denizde "Korsan Devlet"liğe geçiş yapmıştır.
Türk Hükümeti bunun hesabını soracaktır.
Soramazsa zaten bir daha iktidar yüzü göremez.
Seçimlere de az kalmıştır. Dolayısıyla konsepte uygundur.
Madem "one minute..."
Gösterin o zaman kendinizi!"

* * *

6 Haziran 2010 tarihli yazısında "ipini kısalt" diyen olmadığı halde bu oğlan vafize bilmiş, zira herkesi hizaya çeken " İsrail'den izin alınmalıydı" açıklaması gündeme bomba gibi düşmüş, bu yazıdan bir iki gün önce, o da hizalanmış hemen:

Otoriteye başkaldırı...

"Liseye başladığım yıllarda adına bugünlerde "Dinci" denilen bir grup ile yolum kesişmişti.
Fazla sürmedi birkaç ay sonra 12 Eylül darbesi oldu ve biz de dağıldık.
O gün sabah namazından sonra hep birlikte "Allah'ım bu darbeyi Müslümanlar için hayırlı kıl" diye dua ettik!
Sonra hepimiz evlerimize dağıldık ve bir daha bir araya gelmedik.
Orada bize Osmanlıca okuma-yazmayı öğretiyorlardı.
Bir gün çocuk aklımla sormuş "Niçin Osmanlıca, Arapça öğreniyoruz ki" demiştim.
O gün bana verilen cevabı hatırladıkça hâlâ gülümserim:
"İki yıla kadar şeriat gelecek, böyle okuyup yazacağız..."
Bugün düşünüyorum da o gün bunu söyleyen kişinin ne Amerika'dan, ne NATO'dan, ne Rusya'dan, ne İsrail'den haberi vardı.
Dünyadaki dengeleri asla bilmeden konuşuyordu.
Yapılacak birkaç eylemle, atılacak birkaç sloganla söylenecek birkaç marşla şeriatın geleceğini sanıyordu.
Aradan 30 yıl geçti, bilmiyorum bana bunu söyleyen kişi yaşıyor mu ama hâlâ şeriatın gelmesini bekliyor olmalı.
Komik bir cevaptı tabii.
Çok ciddiye alınacak bir tarafı da yoktu belki.
Ama bu ülkede bu düzeyde düşünen insanlar var.
Böyle düşünenlerin bazıları sokaklarda bugünlerde.
Gazze'ye yardım gemisinde yaşanan İsrail vahşeti, dolayısıyla gemide öldürülen Müslümanlar'ı, savaşta verilmiş şehitler sayıyorlar.
İş bu kadar ciddi yani!
Bana bu görüntü Türkiye'nin gereğinden fazla İslamcılaştığını söyleyip 28 Şubat türü bir operasyon arzusunda olanların ekmeğine yağ sürecek gibi geliyor!
Filistin meselesinde taraf olmak başka bir şey, o meseleyi bahane edip sokaklarda İslamcı sloganlar atmak başka bir şey!
Türkiye'nin Filistin meselesinde kesin taraf olduğunu ilan etmesi, İsrail zulmüne karşı kararlı bir tutum sergilemesi güzel elbette.
Ama sanıyorum, kantarın topuzunu kaçırmamak lazım.
Kolay bir konu değil bu.
Türkiye ise hassas bir geçiş sürecinde.
Bu sürecin kesintiye uğramaması gerek.
Bakın Amerika hâlâ İsrailli katillerin arkasında duruyor. Durmaktan da asla vazgeçecek gibi görünmüyor.
Hayal kurmamak lazım!
Elbette bir şeyler yapmak lazım ama yapılan bu işleri gürültüsüz patırtısız yapmak lazım.
Bölgede dengeler hâlâ sorunun çözümünden yana değil.
Filistin'e en yakın Arap yönetimler bile sorunun çözümünden yana değil.
Mısır, Hamas'ı da kuran Müslüman Kardeşler ile sorunlu.
Dolayısıyla Hamas'ın kontrolünde olan bir yerde sükûnet ve istikrar istemez!
Lübnan'da Hizbullah var İran'ın kontrolünde.
Türkiye, Orta Asya'da İran ile rakip durumda.
İsrail'in nasıl Büyük İsrail amacı varsa, İran'ın da önünde büyük bir İran Jeopolitiği var.
Hamas ile Filistin Kurtuluş Örgütü kendi aralarında anlaşamıyor.
Hamas'ın FKÖ'ye karşı İsrail tarafından kurulduğu bile iddia ediliyor.
Gazze'de herhangi bir FKÖ'lü İsrail askeri muamelesi görüyor.
Yani iş sandığımızdan daha karışık.
Türkiye'nin bu vesile ile içine çekilebileceği ve sonuçta son birkaç yıldır unutulan "İrtica geliyor" kampanyalarına zemin hazırlanabileceği göz önünde bulundurulmalı.
Böyle bir görüntü bazılarına arayıp da bulamayacağı bir fırsatı altın tepsi içinde sunar.
Tel Aviv sokaklarında "Ordu Erdoğan'ı devirsin" çığlıkları yükseliyor.
Daha önce yaptılar yine yaparlar deniliyor!
Dolayısıyla "Faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye başkaldırı" sözünü iyi anlamak lazım.
Anlamadan, dinlemeden konuşmamak lazım!"

http://odatvninatladigihaberler.blogspot.com/2010/10/gec-oldu-ama-guc-olmasin-bunu.html

HOCAEFENDİ ŞEHADETSİZ GİTTİ!
Fatma Sibel YÜKSEK
19.11.2010

Sonda söylenmesi bekleneni baştan söyleyelim:
Bu film düpedüz bir hıristiyanlık propogandasıdır.

Bazılarının haklı bir şekilde dikkat çektiği gibi bir "dinlerarası diyalog filmi" bile değildir. Anlaşılan o aşamayı geçmiş bulunuyoruz; New York'ta Beş Minare, açık bir hıristiyanlık propogandasıdır.

Dinlerarası diyalog, "Hepimiz aynı Tanrı'nın çocuklarıyız" şiarıyla Müslümanlığı, hıristiyanlığın içinde eritmeyi amaçlayan mega emperyalist bir projedir. Gelinen noktada, bu projenin önemli ölçüde başarılı olduğu, sıranın müslümanları hristiyanlaştırmaya geldiği anlaşılmaktadır...

Dikkat edilirse, AKP'ye ve Gülen cemaatine bağlı gazetelerin "sinema yazarları" dikkatleri filmin mesajlarından çok "Halk çocuğu Mahsun'u küçümseyen sanat elitleri" sorununa çekmeye çalışıyorlar.

Onlara göre milletin bağrından kopan ve bütün engellemelere karşın dişiyle tırnağıyla kazıyarak kendisini kanıtlayan Mahsun Kırmızıgül, yeni bir Yılmaz Güney efsanesi olarak parlamaktadır.

Bütün her şeyi ele geçirdikleri ve dünyanın sayılı zenginleri arasına girdikleri halde bu "eziklik" edebiyatından vazgeçmiyorlar. Rantı var çünkü; siyasette olduğu gibi sinemada, futbolda, edebiyatta da...

Oysa ne Mahsun Kırmızıgül ezik halk çocuğu, ne de onu küçümsemeye çalıştığı varsayolan "elitler" elittir...

New York'ta Beş Minare filminden anlaşıldığı üzere Mahsun Kırmızıgül'ün elinden tutanlar tutmuştur. Tarih, özellikle de bizim coğrafyamız, küresel elitler tarafından elinden tutulan "ezik halk çocukları" ile doludur. İngiltere Kraliçesi'nin elinden şövalye nişanı bile aldılar! Mahsun Kırmızgül'e de bir Oscar ödülünü çok görmesinler artık...

Bu film bir hıristiyanlık propogandasıdır;

Kafalarımıza "gerçek müslümanlığın timsali" olarak kazınmak istenen Hacı Gümüş tiplemesinin aile yaşamı ve savunduğu fikirler bakımından müslümanlıkla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Kırk yıllık karısı boynunda haçla gezmektedir ve Hacı Gümüş eşini bırakın Hak dinine davet etmeyi, bu durumu sürekli "Hepimizi aynı Allah yaratmadı mı" diyerek kutsayıp durmaktadır.

Hacı Gümüş'e göre bir Allah vardır, bir de insanlar. Dinler, özellikle müslümanlık yoktur. Herkes Allah'la kendince bir bağ kurmakta, buna da "din" denilmektedir. Oysa herkesin karısı boynunda haçla gezse, kızı kilisede nikah kıydırsa ne güzel olacaktır!

Haydi karısını Müslüman yapmayı başaramamış diyelim, kızını da müslüman yapamamıştır bizim Hacı...Zaten bu durumdan şikayetçi de değildir, bilakis o böyle mutludur. Torunlarının hangi soya mensup olacağını bile merak etmemekte ve bizlere de bu hibrit hayatın güzelliklerini anlatmaktadır.

(Kızı "jasmin"in hangi dini tercih ettiği tamamen muğlak bırakılmıştır. Hristiyan bir gençle evlenmesine ve kilisede nikah kıydırmasına bakılırsa annesinin dinine daha yakın durmaktadır).

Hacı Gümüş'ün sık sık tekrarladığı üzere hepimiz Allah tarfından yaratılmışızdır, ondan gelip ona gitmekyetizdir; o zaman ne önemi vardır hangi dine mensup olunduğunun? Önemli olan, "büyük buluşma" olduğuna göre geriye İsa Mesih'in gökten inip hepimizi hıristiyanlığın şemsiyesi altına davet etmesini beklemekten başka ne kalmıştır?

İslamiyetin kadın-erkek mahremiyeti bakımından kesin olarak yasakladığı davranışlar da Hocefendi'nin karısına ve kızına mübahtır nedense.

Örneğin, Hocaefendi'nin karısı, New York'lu müslüman lideri canlandıran Danny Glover ile sık sık sarmaş dolaş olmakta, hatta Hacı'nın İstanbul'da serbest bırakılması üzerine yanak yanağa öpüşebilmektedir!

Hayır, bizce bir sakıncası yok da "Hocaefendilik" mertebesine erişmiş bir muhteremin nikahlı karısı (hıristiyan bile olsa) kocasının gözü önünde yabancı bir erkekle sarılıp öpüşebilir mi?

Hacı Gümüş der ki:

"Öpüşür"

Niye?

Çünkü, hepimizi aynı Allah yarattı!

O zaman niye Madımak otelini yaktınız, oruç tutmayanları bıçakladınız, ülkeyi yıllardır türban tartışmasının içine soktunuz ve de "Tükürürüm böyle sanata" dediniz efendiler?
......................

Filmde, bağnazlığın ve önyargının ister hıristiyanlıktan, ister İslamiyet'ten gelsin "kötü bir şey" olduğu vurgulanmaktadır. Hıristiyanların, müslümanlar konusundaki ön yargılarının miladı 11 Eylül'dür nedense.. Bu olayla birlikte bütün müslümanların terörist olduğuna inanmaya başlamışlardır, yoksa tarihte hâşâ böyle bir bakış açıları vâki değildir.

Özünde iyi insanlardır aslında, Müslümanlara saygılıdırlar. Evet, 11 Eylül'le birlikte bir önyargı sahibi olmuşlardır ama bizimkiler gibi işi domuz bağı yapmaya kadar götürmemekte, en fazla camiye ayakkabı ile girme nezaketsizliğini göstermektedirler. Belki bu davranışı bile hoş görmek gerekebilir, ne de olsa camiyi basan FBI şefi, kardeşini İkiz Kuleler'de kaybetmiştir...

Hristiyanların en kötüsü mavi gözlü FBI şefi gibi olurken, Batman'da yakalanan Hizbullah liderini canlandıran oyuncunun tipine baktığımızda; bizim müslümanlarda tipsizlik, cehalet ve kötülüğün haddi hesabı olmadığını görürüz (!)

İşte bu tipsiz ve de cani insanlar sayesindedir ki hıristiyan dostlarımız İslamiyet hakkında yanlış kanaatler edinmektedir. Oysa herkes, Hacı Gümüş gibi birer çantada keklik, birer kucakta karpuz, birer "our boys" olsa nasıl da mutlu olacağızdır!

Bu filmi çekenlere göre 11 Eylül'den doğan küçük bir önyargı dışında hıristiyanlığın hiç bir kusuru yoktur. Buna mukabil, Müslümanların arasında gani gani sapkın, terörist, cani kol gezmektedir. Zaten Irak'ta filan öldürülenler de bunlardır canım, yoksa namazında niyazında müslümanlar değil..

Filmin pek övünülen görselliğini Hollyood'tan ünlü bir görüntü yönetmeninin ücret mukabili gerçekleştirdiğini öğrenmiş olduk. Helikopterle gökdelenler üzerinden yapılan çekimler, Polis Akademisi yemin töreninde binlerce kişinin aynı anda topuk selamı vermesi, Ali Sürmeli'nin yaptırdığı zikir ayinleri vs. gibi sahneler "görkemliydi" ama yine de klasik Amerikan filmi sahneleriydi. Hizbullah evlerine yapılan baskın sahneleri de başarılıydı.

Türk sinema ve tiyatrosununn bütün tecrübeli oyuncuları seferber edildiğine göre oyunculuğun da başarılı olduğunu söylemeliyiz. Hacı Gümüş'ün daha ilk cümlesinde suçsuzluğuna iknâ olup "yavşamaya" başlayan Mustafa Sandal da, asosyal Türk Polisi tiplemesi Mahsun Kırmızıgül de oyunculuk mesleğinden gelmemelerine rağmen iyiydiler.

Hacı Gümüş'ün Bitlis'teki anasını canlandıran Suna Selen'in yüzündeki botoks ve operasyonla kaldırılmış kaşları, iyi oyunculuğa gölge düşürdü.

"Bilindiği gibi AB uyum yasaları çerçevesinde ülkemizde artık işkence yapılmıyor olup insan hakları alanında önemli adımlar atılmıştır" gibi replikler ise tek kelimeyle utanç vericiydi. Neredeyse, "AB'den sorumlu Devlet Bakanımız Egemen Bağış, gecesini gündüzüne katarak çalışıyor olup, kendisini en yakın zamanda Dışişleri Bakanlığı koltuğunda görmek en büyük arzumuzdur" bile diyeceklerdi...

FBI'ın elinden operasyonla terör şüphelisi alabilecek kadar organize bir gücün başında bulunan şahsın sadece, "Buban gurban olsun sağa yavrıııımmm" deyip ağlayan sıradan bir "baba yüreği" olduğuna inanmamız da istenmiştir ki bu konuda "Aptal olduğumuza ilişkin vardır bir bildikleri" demekten başka bir yorum yapamıyoruz...

Film boyunca yanlış anlamalara meydan verebilecek bütün durumlar düzeltildi. Örneğin Fırat gibi dindar bir aileden gelen bir polis, normalde Hacı Gümüş'ten bu derece nefret edebilir miydi? Tabii ki edemezdi ve nitekim bu nefretin sebebinin bir yanlış anlaşılma olduğu ortaya çıktı. Mahsun, babasını Hacı Gümüş'ün öldürmediğine hemencecik iknâ oldu ve Hacı'nın "eceli" modundan, Hacı'nın bodyguard'ı moduna geçiverdi...

Mantık çelişkileri hayli vardı. Örneğin, polis Fırat'ın babası 1973 yılında öldürüldüğünde Hacı Gümüş, en fazla 13 yaşlarında bir çocuktur. Dolayısıyla, Fırat'tan en fazla on-on iki yaş büyük olabilir. 1973'te 12 yaşında olduğuna göre 1961 doğumlu demektir. Oysa Hacı Gümüş Fırat'a "oğlum" şeklinde hitap edebilmektedir. Haluk Bilginer'in oynadığı Hacı ayrıca en az 60 yaşlarında bir adamdır.

Yanyana hücrelere konulan Hacı Gümüş ile "Deccal" olarak yakalanan Hizbullah lideri arasındaki fark; veresiye veren bakkal ile peşin alan bakkal arasındaki farkı resmeden esnaf afişi gibiydi. Bak Ali Bak. İşte Gerçek Müslüman...Ali Bak Ali. İşte Pis ve Terörist Müslüman!

Filmin en önemli sahnesi, Hacı Gümüş'ün polis Fırat'ın dedesi tarafından öldürüldüğü sahnedir. Ölmeden önce geçmişteki menfur olayla yüzleşmeye ve de karısını ve kızını (nedense) polis maaşından başka geliri olmayan (üstelik yeni tanıdığı -ve de üstelik -karısı ve kızının hiç de böyle bir ihtiyacı yokken) Fırat'a emanet etmeye vakit bulan Hacı, şehadet getirmeyi aklına getirmemiştir.

"Nasıl olsa aynı Allah'a gitmiyor muyuz"

diye düşündüğünden ölmeden önce şehadet getirmeyi gereksiz buldu belki de...

Açıkİstihbarat

Etiketler : New York'ta Beş Minare, Diyalog, Hıristiyanlık Propagandası, AKP, Fetullah Gülen, ABD

Mahsun`un filmindeki Hocaefendi kim
13 Kasm 2010
Muharrem Bayraktar

Dünkü yazımızda New York’ta beş minare filminde, Amerika’da yaşayan hocaefendinin kızını ‘büyük bir coşku içinde’ bir Hıristiyan delikanlı ile evlendirdiğini yazmıştık. Bu süreç aslında Urfa’da başladı. Sosyoloji profesörü bir Hıristiyan olan Lester Kurtz, Müslüman Meryem ile evlendirilmişti.

Zaman gazetesi 15 Nisan 2000 tarihli sayısında “Bu bir devrim” manşetiyle verdiği bu habere ‘diyalogdan düğüne’ alt başlığını atmış ve haberi şöyle duyurmuştu: “Sosyoloji profesörü Hıristiyan Lester Kurtz ile gazeteci Meryem Kurtz’un nikahları Urfa’da İbrahim Camii’nde müftü, haham ve papazın huzurunda kıyıldı.”

Zaman’ın ‘Bu bir devrim’ diye duyurduğu haber, Kuranın, Müslüman kadınların Hıristiyan erkeklerle evlendirilmesini yasaklayan (Mümtehine 10, Bakara 221) ayetlerin emrine karşı bir devrimdi kuşkusuz.

Devrim, adı üstünde geleneksel bir uygulamayı, anlayışı ‘deviren, değiştiren’ faaliyet demekti.

İşte o devrimin bir benzerini New York’ta Beş Minare filminde rol alan hocaefendi ile devreye soktular. Karısı Hıristiyan olan hocaefendi, kızını ‘bu diyalog sürecinin’ doğal sonucu olarak ‘bir Hıristiyanla’ evlendirmekte beis görmüyordu.

Sizi biraz daha geriye getirelim ve bu sütunda yıllar önce yazdığım bir yazıya uzanalım:

“İki yıl evvel bir TV kanalında konuk olan Mehmet Aydın, sunucunun sorusu üzerine şu cevabı veriyordu: ‘Avrupa Birliği ile ilişkilerde bazı esneklikler göstermemiz lazım. Avrupa Birliği’ne gireceksek, ona göre düzenlemeler yapmamız şart (...) Kur’an’da Mümtehine Suresi 10. Ayette diyor ki; ‘Bu kadınlar, o inkârcılara helâl değildir.’ Avrupa Birliği’ne girecekseniz bu ayeti Batılılara izah edemezsiniz. Mü’min kadının, Hıristiyan erkekle evlenemeyeceğini söyleyen bir ayet, Batıda sıkıntı doğurur. Bunu gidermek lazım.” (23 Nisan 2000 – Samanyolu TV).

Mehmet Aydın, lafı ağzında eveleyip geveleyip dururken asıl meramı şuydu:
“AB’ye gireceğiz. Her yönden Avrupa’yla uyum içinde olmamız gerek; siyasi, hukuki, ekonomik vs. Peki Kur’an’da AB’ye uygun olmayan, Avrupa insanının kolektif şuuruna aykırı olan ayetleri nasıl uyumlu hale getireceğiz?” Aydın, örnek olarak Mü’min kadınların, Hıristiyan erkeklerle evlenemeyeceğini emreden ayeti veriyor ve bu konudaki ‘sancısını’ ifade ediyordu.
O gün bugün düşünüyorum.

Mehmet Aydın ve avanesi, Avrupa Birliği’ne girmek için ne gibi dinsel reformlara imza atacaklar?

Mümtehine Süresi 10. Ayette, “Mü’min kadın – müşrik erkek” nikâhını yasaklayan hükme nasıl bir formül bulacaklar” (18.11.2002, Yeni Mesaj)

Newyork’ta Beş Minare filmi işte bu sürecin son halkalarından biri. Zaman gazetesi, Samanyolu TV, Mehmet Aydın, Mahsun Kırmızıgül’ün filmindeki hocafendi ve diğer diyalog taşeronları bu yola taş döşeye döşeye bu günlere geldik.

Ama iyi bilsinler ki, bu millet gâvura kız vermez.

Ne kadar ‘film çevirirseler çevirsinler’ bu topraklar artık bu filmleri, bu senaryoları kaldırmaz.
Yeni Mesaj

İslam'ı içinden yıkmak istiyorlar
Mehmet Şevket EYGİ
21 Kasım 2010 -

Açık ve net konuşuyorum. İddialarım şunlardır:

1. Sinsi, gizli ve derin çeteler Kur'ânı, içlerinde vahim yanlışlar ve çarpık yorumlar bulunan bozuk mealler, tercümeler ve tefsirlerle tahrif etmeye çalışıyor.

2. Peygamberin (Salat ve selam olsun ona) Sünnetinin işlerine gelmeyen önemli bir kısmını, "ayıklama" metoduyla tasfiye etmek istiyorlar.

3. Batı'dan aldıkları talimat gereğince, feminizm inanç ve ideolojisine uymayan sahih hadislere mevzudur damgasını vuruyorlar.

4. Kiliselere benzetmek için camilerin arka tarafına, gerekenden/ihtiyaçtan çok fazla tabure, sandalye koyduruyorlar.

5. Genç Kur'ân kursu kadın öğretmenlerinden, kadın vaizlerden, kadın personelden ilahi grupları kurarak erkeklere konser verdirtiyorlar.

6. Taqiyyeci, azılı Farmason, Şiî olduğu halde kendisini Sünnî göstererek, İranlı olduğu halde Afganım diyerek Müslümanları aldatan bulaşık, karışık Cemaleddin Afganî'yi büyük rehber, mürşid ve kurtarıcı olarak gösteriyorlar.

7. Sünneti ayıklayıp darbeleyerek mezhepleri ve fıkhı yıkmak istiyorlar.

8. İslâm Şeriatını ve fıkhını oyuncak etmek demek olan telfik-i mezahib fikrini yayıyorlar.

9. Zaruriyat-ı diniyeden olan, Kitab ile, Sünnet ile, icmâ-i ümmet ile sabit bulunan "Allah katında tek hak din İslâm'dır" temel inancını yıkmak; onun yerine "Üç hak ibrahimî din vardır. İslâm'ı, Kur'ânı, Hz. Peygamber'i inkâr ve tekzib de etseler Ehl-i Kitab Cennetliktir" batıl inancını getirmek istiyorlar.

10. Üç ibrahimî din vardır diyerek, tahrife uğramış, nesh edilmiş, hükümleri yürürlükten kaldırılmış dinleri de hak din olarak göstermek istiyorlar.

11. İmanın temel şartlarından olan kaderi inkâr ediyorlar, İslâm'da kader yoktur diyorlar.

12. Şefaati, kabir ahvalini, soru meleklerini inkâr ediyorlar.

13. Dall ve mudil olanlardan bazısı Kitab,Sünnet, icmâ ile sâbit tesettür farz-ı 'aynını inkâr ediyor.

14. Pakistan'da binden fazla ulemânın, fukahanın, müftülerin protesto ettiği Fazlurrahman adındaki adamın bozuk mezhebini Türkiye'ye hakim kılmak istiyorlar.

15. Bozuk fikirlerini yaymak, Ehl-i Sünnet Müslümanlığını yıkmak için yekun olarak çok büyük rakamlara ulaşan telif ücretleri dağıtıyorlar.

16. Müslüman halk kitlelerini sekülerleştirerek Dinden ve Şeriattan uzaklaştırmak istiyorlar.

17. Hak katından indirilmiş gerçek İslâm'ın yerine, uydurulmuş ılımlı bir İslâm türetmek istiyorlar.

Din düşmanları İslâm'ı, Ehl-i Sünneti dıştan saldırarak yıkamamışlardı. Şimdiki sinsi, gizli, derin şer güçler dinimizi mihraptan yıkmaya çalışıyor.

Dindar, ihlâslı, samimî Müslümanlara hitap ediyorum:

Hz.Peygamberin, Ashab-ı Kiramın, Tâbiînin, Tebe-i Tâbiînin, Eimme-i müctehidînin icazetli ulemâ ve fukahanın, kâmil mürşidlerin yolundan ayrılmayınız.

Bütün yasal yollarla "ılımlı yeni bir İslâm türetme" hareketine karşı çıkınız ve protesto ediniz.
Millî Gazete

İSHAK ALATON, FETHULLAH GÜLEN'İN ARACISI MI
21.11.2010

Türkiye aslında Ortadoğu'dur.
Çünkü Ortadoğu'daki siyasal olayları derinlemesine anlayabilmek için büyük emek harcamanız ve dolasıyla uzman olmanız gerekir.
Yazacağımız aşağıdaki haberin analizini biz yapamadık, belki sizler yaparsınız diye yazıyoruz.
Konu: İshak Alaton'la ilgili...
83 yaşında bir Musevi iş adamı. Alarko'nun ortaklarından.
Sosyal demokrat olduğunu söylüyor.
Para sihirbazı ve Açık Toplum Enstitüsü kurucusu G.Soros'a bayılıyor.
Ve...
Son dönemde Fethullah Gülen ve hareketini desteklediği haberleri medyada yer aldı.
Haberimiz bu konuyla ilgili:
Geçenlerde -mesleğini yazmayalım- kamuoyunun tanıdığı bir isme telefon etti; kahve içmeye şirketine davet etti.
Konuk yanına iki arkadaşını daha alıp gitti. Güzel bir sohbet etti.
Sonunda İshak Alaton şöyle dedi: "Fethullah Gülen konusunda önyargılısın, sizi tanıştırmak isterim."
Alaton'un konuğu yanıt vermedi ve hemen teşekkür edip arkadaşlarıyla birlikte bürodan ayrıldı.
Şimdi...
Bizim anlayamadığım yer burası.
İshak Alaton böyle bir aracılık görevini neden üstlendi?
Ve daha önemlisi şu:
25 Ağustos 2001 tarihinde ortağı Üzeyir Garih Eyüp Mezarlığı'nda Nakşibendi Küçük Hüseyin Efendi'nin mezarını ziyaret ederken öldürüldü. Katili bulunsa da cinayet konusunda hala kafalarda soru işareti var. Ancak meselemiz bu değil.
Mesele şu:
Türkiye'nin en büyük şirketlerinden Alarko'nun iki ortağının bu İslami tarikat ve cemaatlere ilgilerinin sebebi nedir?
Sadece siyasete ve iktisada bunlar hakimdir ve bu şekilde "şirin gözükeyerek" ihale almak mıdır? Bu değerlendirme çok sıradan olmaz mı?
İşte...
Başta yazdığımız gibi, biz bu haberin analizini yapamadık.
Musevi iki ortak; Garih ve Alaton, aracılık yapacak, her cumartesi mezar ziyareti yapacak kadar neden tarikat ve cemaatlere karşı bir "adanmışlık" duygusu içindeler?

odatv.com

Fethullah Gülen'den veda gibi konuşma: Öleceksek, böyle bir şey yaparken ölelim
22 Eylül 2014



Fethullah Gülen son sohbetinde hasta olduğunu açıklayıp, "Öleceksek, böyle bir şey yaparken ölelim." dedi.

17 ve 25 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonları sonrasında hükümeti yerden yere vuran Fethullah Gülen’in “Musîbetlerin Perde Arkası ve Son Nefese Kadar Hizmet” başlıklı yeni Bamteli sohbeti Herkul.org'da yayınlandı.

Gülen konuşmasında “Dertlileri sever Rahman” diyerek hastalıklara dikkat çekti. Hasta olarak bu sohbeti gerçekleştiğini ifade eden Gülen, “Öleceksek, böyle bir şey yaparken ölelim, mülahazasıyla geldim” dedi.
Kaynak: Cumhuriyet

İKİ EMNİYET MÜDÜRÜ DAHA KİTAP YAZIYOR
25.10.2010
Hanefi Avcı’nın “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adlı kitabının cemaat ve kamuoyu üzerinde yarattığı etki malumunuz.

Kuşkusuz, kitapta anlatılanlar da tartışmalara yeni boyutlar katmaya devam edecek.

Şimdi vereceğimiz haberse, cemaatin devlet içindeki örgütlenmesiyle ilgili gündemin hız kesmeyeceğinin işaret fişeği olacak.

Saygı Öztürk’ün “Okyanus Ötesindeki Vaiz” adlı kitabının satır aralarındaki bir bilgiden bahsediyoruz.

Buna göre; cemaatin devletteki örgütlenmesini iki önemli isim daha kitap haline getirecek.

Peki, kim bunlar?

Eski İstihbarat Dairesi Başkanı Sabri Uzun ve Eski Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Emin Arslan.

Saygı Öztürk kitabında bu bilgiyi 2 ayrı sayfada şu satırlarla anlatıyor:

“2001 yılında “Emniyet’te Fethullahçı yapılanma yok” diyen İstihbarat Dairesi Başkanı Sabri Uzun da “nasıl yanıldıklarını” anlatabilmek için, Avcı gibi kitap yazıyor. (…) Bir gün o da (Emin Arslan) yaşadıklarını kitap haline getirecekti. Tıpkı Hanefi Avcı’yla başlayan, Sabri Uzun’la devam edecek olan kitaplar gibi, o da Fethullahçıları anlatacaktı…”

Sözün özü; cemaati zor günler bekliyor.
Odatv.com

Gülen'e sorular
Burhan AYERİ
burhan.ayeri@aksam.com.tr

Fethullah Hoca'nın, Hanefi Avcı'ya görüntülü cevabı yandaşlarda tam metin, karşıtlarda özetle yayınlandı. Ne kadar sakin olmaya çalışsa da, birilerini cehenneme yollamayı unutmuyor. Bizce çarpıcı olan, MİT'in önemli bir isminden alıp yayınladığı video kasetlerdeki laflarını değiştirmesi. Tuncay Özkan'ın, Kanal D'de çalışırken deşifre ettiği sözlerin Pensilvania'da çarpıtıldığını fark ettik. Hoca'nın 'Ben emniyette olun, askerde olun, mülkiyede olun, adliyede olun vs...' diye lafını ettiği cümlelerin ilk hali böyle miydi? Oralarda olun yerine, 'Ele geçirin' laflarını etmemiş miydi? Sözleri pek çok kişinin arşivinde duruyor. Böyle olmasaydı, daha sonra ortaya çıkıp niye 'Türk Milleti'nden özür diledi?' Geleneksel deyimle 'Takiye', yeni tanımlamayla 'Çarpıtma' bir vaize yakışmıyor. Kaldı ki, kendisi bugün yüz binlerin idolü.

...
Şimdi geçmişimizden iki anıyı ilk kez aktaracağız. Fethullah Hoca'yı dinlediğimizde öğrenciydik. Erdek PTT'sinden emekli Kazım Esen, bizi götürmüştü. İkinci irşadından sonra merhum Kazım Amca'ya 'İyi konuşuyor ama neden hep ağlıyor' demiştik. Daha sonraki yıllarda Yavuzselim'deki bir evde yapılan toplantıda dinledik. Öncülüğümüzü bu kez patronumuz -O da Hakk'a yürüdü- yapmıştı. Gülen'i, bu kez daha etkili bulduk. Titrimizden mi nedir, bizi kerevite oturtması dikkatleri çekti. Fevkalade saygılı ve mütevazı olduğunu itiraf etmeliyiz. O yıllarda 'Ağlayan Baba' lakabını taktığımız birinin, ülkenin her şeyini yönlendirecek hale gelmesini tahmin edemezdik.
Akşam

Fetullah Gülen'i Kırpıp Kırpıp Eyüp Can Yapacaklar
Behiç Gürcihan
Açık İstihbarat
21 Ekim 2010

“Uzun yıllar bir ipek böceği gibi dutluğunuzda kozanızı örerken, şimdilerde alımlı bir kelebek misali kanatlandınız. Bu uçuş nereye?”

Gaylikle yalakalık arasında kararsız bir şekilde salınan bu soru kime, kimin tarafından ne zaman soruldu?

Bu sorunun cevabını yazının sonunda bulacaksınız. Bu yazı çok daha derin bir soruya yüzeysel bir giriş yapmayı hedefliyor.

Konu derin, yazı uzun, dilimiz malum...sabır diliyorum..

.................

Cemaatten sözediyoruz yıllardır ve Hanefi Avcı'nın kitabından sonra daha yoğun bir şekilde günlerdir.

Avcı'yı mensubu olduğu cemaate başkaldırmış bir "birey" olarak kategorilendiriyoruz. Cemaatbaşı başkaldıran bireye, "yaralı bir arının vızıltısı" sözleri ile cevap veriyor. Gergin ve her an patlamaya hazır bir hoşgörünün vızıltıları bunlar.

Kapıların bekçisi İki yüzlü Roma tanrısı Janus'la karşı karşıyayız : arka planda cemaate başkaldıran bireye cehennemi yaşatırken, diğer yüzünde cemaate aday bireye sahte gülücüklerle cennetler vaadediyor, "cennet kokusundan" koklatıyor.

"Bireyin başkaldırısı" tabiri , Hanefi Avcı vakası özelinde haketmediği bir "Spartaküs" payesi olarak göze çarpabilir. Fakat yazının ana tezi şudur ki, Cemaat eninde sonunda "Birey"le ters düşmek zorunda.

Gün olacak...

Cemaat içindeki cemaatcik kontrolden çıkacak ve cemaatin bireyine musallat olacak, küstürecek, soğutacak isyan ettirecek...

Gün olacak...

Cemaatin bireyi cemaatin imkanları ile zenginleşecek, dünyaya açılacak...

Dünyaya açıldıkça maruz kaldığı kozmopolitizm ile cemaatin biat kültürünün çatışmasından kaynaklanan iç çatışmasını şahsi çıkarlarının taşıyabildiği son noktaya kadar taşıyacak ama ilk fırsatta cemaatle yollarını ayıracak...

Gün olacak...

Cemaatin başı vefat edecek ve herkes bir idealler zemini üzerinde değil, cemaatin başının tıpa görevi gördüğü bir çıkar gayzerinin üzerinde oturduğunu farkedecek. Çarşı karışacak; öz cemaat, has cemaat, the cemaat ortaya çıkacak.

Eninde sonunda "karizmatik lider"e dayalı cemaat modeli çökecek...

Bu tahminleri iyimser bulabilir ve bireyi cemaat içinde eriten dinamiklerin, bireyi cemaatten koparan dinamiklerden daha güçlü olduğunu düşünebilirsiniz.

Dünyanın sürüklendiği neo-feodal çağda küresel sistemin bireyi kontrol etmek için devlet mekanizmalarını cemaat mekanizmaları ile takviye ettiği gerçeği yadsınamaz. Cemaatleri; toplum denilen devasa kam(u)yonu parmak ucu ile yönetmek isteyenlerin toplumlara monte ettiği havalı direksiyonlara benzetmek yanlış olmayacaktır.

Fakat sistem , "karizmatik lidere" dayalı cemaat modelinin tıkanmaya başladığını görüyor.

Peki sistemin cemaate duyduğu ihtiyaç, sistemin artık farklı bir cemaat modeline ihtiyaç duymasının önünde engel mi?

Cemaat-birey ilişkisinde "karizmatik lider" merkezli cemaatlerden farklı bir yapıya geçiş ihtiyacı duyuluyor olabilir mi?

Bireylerin hızla korkutulup, hızla hayranlığa sürüklenebildiği, hızla soğutulup, hızla kaynatılabildiği "modern" iletişim ağlarının her tarafı sardığı bir çağda, sistemin farklı bir cemaat modeline ve bunla bağlı farklı bir bireye ihtiyaç duyduğu, duyacağı döneme yaklaşıyoruz.

Karizmatik liderlere emanet edilen Cemaatin bireylerinden, sistemin hayalet gölgesi altında memnun bireylerin cemaatine geçiş yaşıyoruz.

Sistemin karizmatik liderlere ihtiyacı azalıyor. Artık bireyleri cemaatin ilişki ağlarından kurtarıp, sistemin daha şeffaf bir şekilde ölçebildiği , kontrol edebildiği ve yönetebildiği , gerektiği zaman bölüp farklı şekilde şekillendirebileceği postmodern cemaatlere ihtiyacı var.

Bu cemaatlerde ayda bir televizyona çıkıp ağlak gözleri ile menkıbeler okuyan liderlere ihtiyaç yok.

Bu cemaatlerde işin aslına bakarsınız bildiğiniz anlamda lidere ihtiyaç yok.

Bir meydana toplanıp liderine odaklanmış kitleleri değil; engel olamadıkları , değiştiremedikleri bir trafik akışı içerisinde ancak kurallara ve ışıklara uyduğu takdirde varolabilen bireyler sürüsünü düşünün.

Çocuğunuza bir bakın.

Dedeniz televizyona gömülüp aile muhabbetini ihmal ettiğiniz için size kızıyordu. Siz çocuğunuza televizyonu bile izlemeyip, önündeki ekrandan arkadaşları ile saatlerce mesajlaştığı için kızıyorsunuz büyük ihtimalle.

Sistemin bu yeni bireyi karizmatik liderin karşısında hipnotize etme şansı azalıyor.

Bu bireyler sürüsünün bir lidere değil; kontrol edemedikleri, tepeden yönetilen ve her taraftan sarıldıkları bu ağ içindeki tutsaklıklarını unutturacak, pasifize edecek "mutlu ve iyimser rol modellerine" ihtiyaç var. Tabi bir de sürüden ayrıldıkları takdirde kendilerini kapacak kurtları hatırlatacak "kötü ve lanetli rol modellerine"

İnsanlık tarih boyunca hep özgürleştirme vaadi ile köleleştirildi. En son örneği yanıbaşımızda Irak'ta yaşandı.

Masonluk, kiliseye karşı özgürlük vaadi ile yola çıktı ve sonunda kılıç altında baş eğip, beline entari bağlayıp, üstada yeminler eden bir biat ve çıkar cemaatine dönüştü.

Gülen cemaati devlete karşı özgürlük vaad etti ve sonunda devlete hizmet eden, biat eden mazlumlardan biat eden zalimlere dönüştü.

Doğaları gereği kontrolden çıkma riski taşıyan, kendi içlerinde cuntalaşma riski taşıyan bu yapıların artık ehlileştirilmesi ve yeniden kodlanması gerekiyor.

Birey-cemaat ilişkisinin gevşetilip, bireyin post-modern ağlarla sarmalanacağı yeni ve farklı bir cemaat matematiğine ihtiyacımız var.

Çünkü artık sistem sadece Güçlü Bağları değil, Zayıf Bağları da yönetebilecek seviyeye ulaştı.

Güçlü Bağ ve Zayıf Bağ kavramlarını bilerek vurguluyorum çünkü bunlar sosyolojide ve özellikle network teorisinde karşılığı olan iki kavram.

Bu iki konunun kesiştiği alanla ilgileniyorsunuz , daha ortalıkta Internet bile yokken, 1973 Mayısında The American Journal of Sociology' de yayınlanan ve alanında bir mihenk taşı kabul edilen

"The Strength of Weak Ties" (Zayıf Bağların Gücü)

başlıklı makaleyi okumanızı tavsiye ediyorum.

Teknik jargonundan çekinmeden okuduğunuzda yazarın insanlar arasındaki zayıf bağların(tanışıklık, grup üyeliği) önemini ve bunların en az güçlü bağlar (arkadaşlık, cemaat üyeliği) kadar etkili olduğu tezini matematiksel modeller üzerinden kanıtladığını göreceksiniz.

Tekrarlıyorum...sene 1973 ...

O günden bu yana network teorisi bu temel tuğlaların üzerine gökdelenler dikti ve artık Coca Cola dünydaki bütün twitleri tarayıp , markası hakkındaki "duygu"yu ölçüyor. Devletlerin ve diğer küresel güçlerin neler yaptığını siz tahmin edin.

Konumuz network teorisi değil ama network teorisi ve şeytani hızla ilerleyen teknolojik gelişmeler bu yazının tezinin arkasındaki ileriye dönük rüzgarı sağlıyor.

Sistemin artık toplumu yönetmek için Güçlü Bağlara ve bu bağlar çevresinde oluşacak cemaatlere ihtiyacı yok.

Sistem artık zayıf bağların hepsini kontrol edebilecek, ölçebilecek güce erişti.

(..)

Fakat sözkonusu uzun vadeli toplum mühendisliği ise , Birey ile Sistem arasında , kontrolden çıkabilecek fani "karizmatik liderlere" ihtiyaç kalmadı. Bireyin cemaatten kopuşu başladı.

Aynı dönemde bireylerin sistemin yeni kodları çerçevesinde post-modern cemaatleşmesi, sistemin şeffaf ve konforlu ağlarında köleleşmesi süreci başladı.

Şimdi yazının başında, yalakalıkla gaylik arasında salınan o soruya neden yer verdiğimizi açabiliriz.

Bu yazının başında yeralan o yüzkarası soruyu 1995 yılında Eyüp Can Fetullah Gülen'e sordu. (13-23 Ağustos 1995 tarihleri arasında Zaman'da yayınlanan 11 günlük röportajda...11 GÜN!)

Cemaatin "birey"i Eyüp Can , "karizmatik liderine" kendine, aklına saygısı olan hiçbir bireyin sunacağı bir yağdanlık örneği sunarken çekinmiyordu, utanmıyordu.

Bakın aynı Eyüp Can , başına geçirildiği Yeni Radikal'in ilk sayısında, Fetullah Gülen'e karşı sergilediği o müthiş yağcılıktan 15 sene sonra ne yazdı :

‘Yahudi sevgilim’ beni kimliğime yapıştırdı, ‘Müslüman karım’ beni hem kendisinden hem de üstüme giydirilmiş tüm kimliklerden uzaklaştırdı. Aşk bu, soymadan-soyunmadan olmuyor. Kimlikler bir bir dökülüyor, geriye sadece karakterimiz kalıyor."

Eyüp Can'ın 15 senede ciddi bir karakter/haysiyet patlaması yaşadığı sizin de gözünüzden kaçmamıştır. İçindeki "Birey-Mürit" kavgasında kazanan taraf belli. Yenilen tarafa saygısızlık yapmasa da, artık "alımlı kelebek" benzetmesi yapmayacağı da, yapamayacağı da ortada. Bu tarz vıcık vıcık yağ sanatlarını artık Ekrem Dumanlı'dan bile beklemek zor.

Eyüp Can'ın Yeni Radikal'deki ilk yazısı "Yahudi sevgilim, Müslüman Karım ve Ben" başlıklı yazısı Radikal'den çok bir melezlik manifestosu olarak da dikkat çekici. Melezlik kavramının sistem için önemine ayrıca değinmek zorundayız. Şimdilik sistemin gözdesinin melezler olacağını söyleyelim. Ne Yahudi , Ne Müslüman; ne Türk ne İngiliz, ne Türk ne Kürt, Ne Kadın Ne Erkek, Ne İnsan Ne Makina...iseniz önünüz açık olacak, sırtınız yere gelmeyecek.

Eyüp Can, yukarıda harcını karmaya çalıştığımız tezdeki Cemaatten uzaklaşan bireye güzel bir örnek. Farklı yönleri ile Hanefi Avcı diğer bir örnek. Koruduğu, korumak zorunda olduğu saygı mesafesini asla 15 sene önceki biatı ile karıştırmayın.

Eyüp Can artık yeni bir cemaatin üyesi. Zayıf bağlarla birbirine bağlı ve bu zayıf bağları sistemin küresel dinamikleri tarafından kontrol edilen, sürekli ölçülen ve yeniden oluşturulan post-modern akışkan bir cemaat bu.

Adı yok. Adı olmadığı için güçlü.

Canı yok. Canı olmadığı için güçlü.

Yurdu yok. Yurdu olmadığı için güçlü.

Lideri yok. Lider değil, her an yenisi ile ikame edilebilir ikonlar ve ikonlaştırılmış bireyler üzerinden yürütüleceği için güçlü.

O yüzden Fetullah Gülen'leri kırpıp kırpıp Eyüp Can'lar yaratacaklar ve "rol modeller" olarak aramıza serpiştirecekler.

Umutla korkuyu o kadar ustaca karacaklar ki, asla isyan etmeyecek ama asla özgür de olamayacaksınız.

Melezlerle savaşmak zorunda kalacaksınız ve melezlikle savaşırken biraz da kendinizle savaştığınızı farkedip savaşma gücünüzü kaybedeceksiniz. Saflığınızı yitirecek, siz de melezleşeceksiniz.

Fetullah Gülen'in ya da masonların asla başaramayacağı boyutta bir ağın parçası olduğunu farkettiğinizde ise çok geç olacak.

Çok mu karamsarım?

Bu hızla giderse çok değil bir 50 sene sonra bu yazıyı okuyanlar cevaplasın bu soruyu.

Biz kaldığımız yerden türban tartışmaya,sahnemize sürülen kahramanlar ve anti-kahramanlar üzerinden saf tutmaya devam edelim saf saf; melezlerin çağı kara bir bulut gibi üzerimize çökerken.

28 Şubat mağdurları
Muharrem Bayraktar
Yeni Mesaj

“28 Şubat süreci bazı kesimleri dümdüz ezen, bazı kesimleri ise ezmiş gözüküp ihya eden bir post modern darbe olma özelliği taşıyordu. Birçok mütedeyyin kişi ve grup bu süreçten çok ciddi derecede mağdur olarak çıktı.
Zaman gazetesi yazarı ve Fethullah Hoca’nın adeta sağ kolu olan Hüseyin Gülerce bir internet sitesine verdiği mülakatta şöyle diyor: “Biz 28 Şubat sürecini yaşadık. Ben o dönem Zaman gazetesinin genel müdürüydüm. 1995’ten 1999’a kadar yayından matbaaya, her türlü idarenin başındaki insandım. Tankla tüfekle bir camianın üzerine gelindiği bir dönemden bahsediyoruz. Peki, onun gazetesini, okullarını da didik didik etmezler miydi? Bakınız o dönemde Ankara’daki Samanyolu Koleji’ne altı ayda 80 defa müfettiş gitti. Öğrenciler, “Derslerde öğretmenlerimizden çok müfettiş görüyoruz” dediler. Veliler, “Çocuklarımız adam akıllı eğitim alamayacak mı?” diyerek isyan etti ve arkadaşlarımız rahmetli Ecevit’e şikâyete gittiler. Ve Ecevit inanamadı. Milli Eğitim Bakanı arayıp teyit edince şaşırdı.”
Hocaefendinin Ankara’daki kolejine 80 defa müfettiş gitmiş! Ama Başbakan Ecevit’in haberi yokmuş. Haberdar olunca tabi her şey süt liman olmuş.
Aynı dönemde Haydar Baş’a sempati duyanların kolejlerine de baskınlar yapıldı. Bu baskınlar “teftiş amaçlı” değil, kapatma amaçlıydı. Başbakan Ecevit “Fethullah Gülen’in okullarına dokunmayın talimatını verirken “Haydar Baş’ınkileri kapatın” diye dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’a talimat gönderiyordu.
Bunun üzerine İstanbul Bahçelievler ve Maltepe’deki 3 koleje kapatılma emri gitti. Birinin gerekçesi yanındaki camiden gelen ezan sesi idi. Diğerinde ‘merdiven genişliğinin 5 santimetre daha küçük olması!’ gerekçe gösteriliyordu (okul 7 yıllıktı ve o güne kadar bütün denetimlerden başarı ile geçmişti!), bir diğerinde masanın üzerinden Yeni Mesaj gazetesinin bulunması kapatılma sebepleri arasında yer alıyordu. Gelen müfettişlerden daha sonra öğrendik ki “amaç denetim değil, okulların kapatılması idi.”
Ve kapatıldılar.
Hem de eğitim sezonunun tam ortasında. 28 Şubatçılar neyin intikamını alıyorlardı bilinmez taptaze çocukları, pırıl pırıl öğretmenleri okulsuz bırakmışlardı.
Fethullah Gülen’e dokunmayın diyen Ecevit’in “Haydar Baş’a dokunun” diye verdiği talimat çok sert bir şekilde yerine getirilmişti.
Ama ne gariptir bu baskınların mağduru olan Haydar Baş ve sempatizanları “28 Şubatçı ve askerci” ilan edilmiş, ama 28 Şubat’ın hiçbir kurumuna dokunmadığı Fethullah Gülen ise 28 Şubat mağduru olmuştu.
Keşke o süreçte hiç kimse zarar görmese idi.
Keşke o süreçte hiçbir Müslüman mağdur edilmese idi.
Ama gerçek mağdurlar çamur atıp sahte kahramanlar yaratma peşinde olanlar en azından kul hakkını düşünmek zorundadırlar.”
Odatv.com
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Tem 31, 2016 10:59 pm    Mesaj konusu: Radikal Gay'leşme Alıntıyla Cevap Gönder

Radikal Gay'leşme
Fatma Sibel Yüksek

Bu cemaat yetiştirmesinin, "Yahudi sevgilim, müslüman karım ve ben" diyerek basında "grup seks" çağını açmasının, toplumda nasıl bir okuyucu tabanına oturacağı merak konusu.. Kültürel "orgy" fantazisinin bu heyecanlı uygulayıcısının gazetesini ertesi gün, karısının başörtüsünü gündeme getirenlere "Harem-i İsmet'ime girdiler!" diye hücum eden bir Başbakan'a takdim etmesi ve o Başbakan'dan "geleceğin medyası nasıl olmalı" konusunda ders alması da gülümseticiydi...

Açık İstihbarat, Eyüp Can'ın Radikal gazetesindeki hormonlu değişimi müjdeleyen yazılarını "Melezlik manifestosu" olarak tanımladı. (Bkz.http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=9200).

Eyüp Can, "Yahudi Sevgilim, Müslüman karım ve ben" yazısıyla ve ertesi gün yazdığı "ne erkek ne de kadınız" yazısıyla sadece "melezlik manifestosu" yayımlamakla kalmadı, cinsel kimlik dahil tüm kimlikleri üzerinden elbise gibi çıkaran bir yeni neslin müjdesini de verdi.

Türk toplumu ve medyası artık bu "kimliksizlik çağının" değerleri ve kuralları üzerinde şekillenecekti. Eyüp Can, kendisine rol verilen küresel plan gereğince, sadece bizler gibi "Kedisi bile Türk", gay'lik kültürüyle barışmayı reddeden, dini ve milli aidiyet duyguları taşıyan gazeteci türünün son bulduğunu da ilan etti.

Artık size "Ölüler Evi'nden" bildireceğiz...

Melezlik Manifestosu'nun "muştuları" bunlarla kalmadı...

Bu sistematik kimliksizleştirmenin yoluna yıllardır taş döşeyen omurgasızlara da artık gerek kalmamıştı.Kimliksizlik toplumunun kimliksiz medyası artık yoluna kendi kadrolarıyla devam edecekti.

Daha açık söylemek gerekirse, Melezlik manifestoso ile birlikte, medyanın yakın geleceğinde "gelene ağam, gidene paşam" anlayışını yaşam biçimi haline getirmiş, hangi iktidar gelirse gelsin koltuğundan kımıldamayan tiplere de son verilmiş bulunuyordu.

Onlara, şimdiye kadar bizler direndiğimiz için sıra gelmemişti. Basındaki milli kalemler birer birer temizlendiğine göre, istedikleri kadar ağarmış saçlarına bakmadan siyah tayt ve uzun siyah ceket içine giyilmiş tiaörtle Beyoğlu'nda poz versinler, istedikleri gurme yazısını yazsınlar, istedikleri kadar Paris'in yeni açılan sosyetik lokantalarından bildirsinler...

Hatta isterlerse kırmızı şartiyer giysinler!

Belli ki yeni süreçte, yaşı 50'yi geçmiş şarap gurmeleri de tasfiye olmaktan kurtulamayacaklar.

Bu kitleleleri medya yoluyla kimlikliksizleştirme politikası eğer başarıya ulaşırsa, sıra emin olsunlar "Kürt kimliği" ve "müslüman kimliği" çemberinde gazetecilik yapan alt kimlikçilere de gelecek. Onlar, şimdilik Türklük kimliğinin yenilgiye uğratılmasında işe yaradıkları için anlayış görüyorlar. Türklük kimliği ortadan kalktığı an, onun yerine yeni bir tehlike olarak Kürtlük ve Müslümanlık geçecek çünkü...

Ve tasfiye dalga dalga diplere inecek. "Araştırmacı gazetecilik", "Ankara gazeteciliği", analiz gazeteciliği, "parlamento muhabirliği" vs. Tasfiyeden hepsi, ama hepsi nasibini alacak.

Ta ki çırılçıplak kalıp küresel tanrıların önüne kurban olarak atılana kadar...

****

Kabul etmek gerekir ki görsel olarak iyi bir gazete yaptı Eyüp Can. Tabloit gazete Türkiye'de belki de ilk kez dikiş tutabilir. Bu şekil, içerik ve dinamizmdeki bir gazeteden yakın geleceğin tek gazetecilik türü olacağı anlaşılan internet gazeteciliğine de daha kolay bir geçiş yapılacaktır. Yeni Radikal ile "Elime kağıt mürekkebi bulaşmalı benim, sayfaları şöyle haşır huşur çevirmeden gazete okuduğumu hissedemem" diyen eski kuşak gazete okuyucusunun direnci de kırılmış olacak.

Aksayan yönler ve planı tehlikeye sokabilecek durumlar hiç mi yok? Var...Örneğin, iddialı olacağım, değişim ve dinamizm ruhunu uçuracağım derken "melezlik manifestosunu" biraz fazla abartmış olabilir Eyüp Can..Ultra marjinalliğe savrulma tehlikesiyle karşı karşıya gelebilir, Müslüman mahallesinde salyangoz satma riskine düşebilir...

Bu cemaat yetiştirmesinin, "Yahudi sevgilim, müslüman karım ve ben" diyerek basında "grup seks" çağını açmasının, toplumda nasıl bir okuyucu tabanına oturacağı merak konusu.. Kültürel "orgy" fantazisinin bu heyecanlı uygulayıcısının gazetesini ertesi gün, karısının başörtüsünü gündeme getirenlere "Harem-i İsmet'ime girdiler!" diye hücum eden bir Başbakan'a takdim etmesi ve o Başbakan'dan "geleceğin medyası nasıl olmalı" konusunda ders alması da gülümseticiydi...

Radikal kadrosunun Başbakan'ı ziyaret ettiği gün, gazetenin "Radikal Hayat" ekinin üçüncü sayfasında tam anlamıyla porno bir fotoğraf vardı. Acaba Başbakan bu fotoğrafı gördü mü? Gördüyse, "Ne yaptın Eyüp sen!" diye kızdı mı, yoksa her türlü değişim ve dönüşümn öncüsü bir Başbakan olarak, "Çok güzel olmuş" mu dedi? Merak içindeyiz...

Hasılı, bir takım risklere rağmen-kuşkusuz hesaplanmış risklerdir bunlar-geleceğin toplumunun kimliksiz-cinsiyetsiz-apolitik ve "demokrasi adı verilen curcunanın yarattığı fonda diktatörler tarafından yönetilmeye eğilimli insan toplululuklarından oluşacağından onlar pek eminler. Bu yapay özgürleşme havasının, bu yapay "devrim" rüzgârlarının, yok edilmek istenen kimliklere daha fazla sarılma getirmesi olasılığına binde bir bile ihtimal vermiyorlar.

Melez, kısır, kimliksiz ve cinsiyetsiz; İnsan ırkını nicel ve nitel olarak eksiltmeyi amaçlayan planların yerel unsuru olmaktan heyecan ve vurur duyuyorlar...

Yeni Radikal'in nereye oturacağı konusunda bir fikre varmak henüz mümkün değil. Misyonerliği daha profesyonelce gizlenmiş bir apolitik "Taraf" mı? Daha da hünsalaştırılmış bir "Zaman" mı?

Bunu zaman gösterecek; ancak bir misyonu daha var yeni Radikal'in..Bu küçük gazetenin merkezinde yer aldığı bir değişim programı ile medyanın yeni sahipliğine de şekil veriliyor aslında. Radikal'in ivme merkezi olduğu bir dinamizm yaratılarak "islami medya" kimliğinden sıyrılıp "merkez medya" olma yoluna gidilmek isteniyor.

Elde yeterince televiyon ve gazete var ama ortada bir misyon, kimlik ve kitleleri sürükleme gücü yok. Hürriyet'in amiral gemisi olduğu eski medya düzenini tersine çevirip yeni roller belirlemek gerekiyor. Örneğin, "Laik statükonun temsilcisi" Hürriyet'in yerine Sabah'ı, "laik kentli kitlelerin gazetesi Milliyet'in" yerine "kentli müslümanların gazetesi" Bugün'ü, statükonun değerlerini orta sınıfa taşıyan Posta'nın yerine Star'ı...

Aslında amiral gemisi Hürriyet'in yerine Zaman'ı koymak yakışırdı ama Zaman refiklerine oranla taşıdığı büyük birikime ve sağlam alt yapıya rağmen, Fethullah Gülen ile fazla özdeşleşmiş bir gazete olarak yeniden yoğrulmayı zorlaştırıyor. Muhtemelen bir "itibar mabedi", bir prestij gazetesi olarak bir tarafta tutulacak.

Yeni medya düzeninin paryaları da olacak tabi. Medyanın yeni "zencileri" Vakit gibi gazetelerle, Samanyolu gibi televizyon kanallarıdır.

Yaptıkları iftira, karalama, uydurma, çamur atma gazeteciliği yeni basın sosyetesinin suratını ekşitmeye başlamıştır bile. Bu halleriyle, sadece profesyonellikten değil itibar ve inandırıcılıktan da bir hayli uzaklar. Samanyolu Tv'nin erkek spikerleri görünüm ve ses tonu itibarıyla (elma yanak-kırmızı dudak)yeni gay'lik kültürüyle uyumlu olsalar da içerik itibarıyla iflah olma umudunu yok ediyorlar.

Vakit bir kötü örnek olarak bir köşede tutulmaya değer. Vakit'in sakilliklerini bu yeni basın sosyetesi, "Bizi onlarla karıştırmayın" diyebilmek için kullanacaklar. Doğal olarak kendi içlerinde sınıflar da oluşmaya başlamış bulunuyor. Bu yeni sınıflaşmada kaba, bayağı, ve taşralı bir "Anadolu'da Vakit'e" dudak büken "İslamcı aristokatlar" boy gösterecek.

Artık, "Birimiz hepimiz için" kardeşliğine, taşra usûlü dayanışmalara gerek yok. Piramidin altında kalanlar, piramidin üstündekiler tarafından dışlanacak.

Taraf gazetesin, bu yeni merkez medyaya gerektiğinde kafa tutan, gerektiğinde bu yeni statükonun belli operesyonlarında çıkış noktası olabilen; yani Cumhuriyet'in eski düzendeki hali gibi bir şekle dönüşmeesi ihtimali güçlüdür.

"Muhalif" ve "ulusalcı" medyadan ise Cumhuriyet gibi "değişime" ayak uyduramayanlar birer birer silinecek. Sözcü ve Yeniçağ gibi gazetelerin, eğer bu yolda gitmeyi sürdürürlerse, ağır bir yıldırma ve yok etme operasyonu ile karşı karşıya kalacaklarını kestirmek hiç de güç değil.

Peki bu plan, kusursuz bir biçimde işleyecek mi? El değiştirme aşamassından sonra "yeniden şekillendirme" ve yeni misyon dağıtma aşaması...

Bazı tehlikeler yok değil... Örneğin hepsinin tirajları ve izlenme oranları halen beklenenin çok altında. Radikal, iddialı değişime rağmen net bir hedef kitleye odaklanmakta zorluk çekiyor. Blujean gibi gençlik dergilerinin kitlelerine mi talipler acaba? Ya da "Darbeye karşı 70 bin adım" sloganıyla yola çıkıp da büyük iktidar desteğine rağmen Taksim meydanında 200 kişiyi zor toplayan "Genç sivillere" mi umut bağlandı?

Çizgisi görece oturmuş bir gazeteye uygulanan bu ani değişim şokunun ters teptiği noktalar var. Belki de Eyüp Can, entellektüel karısının da etkisiyle misyonu fazla abartmanın bedelini ödeyecektir. Küresel değerlerle kaynaşmaya bu kadar heveskâr "müslümanların" bile hazmedemeyceği bir hızla yola çıkılmış olabilir.

****

Eski kadrolar tasfiye edilir, yenileri oluşturulurken de başarılı bir strateji izlendiğini kabul etmek gerekiyor. Önce İsmet Berkan'ın haremi temizlendi. Bu temizlemenin olabildiğince adil yapıldığını söyleyebiliriz. İlk elde, İsmet Berkan'ın yakını olmaktan başka hiç bir özelliği bulunmayanlarla, ile gazetenin ne politik duruşuyla, ne de başka bir özelliği ile örtüşmedikleri halde sağdan soldan buldukları torpilerle köşe kapmış olan tipler temizlendi.

Bıraksalar, Hasan Celal Güzel, o koca gövdesine bakmadan "değişim" rüzgârlarına uyum sağlamaya girişirdi ama o kadar gereksiz bir yazardı ki "kimliksizlik manifestosu" yayımlayanlar bile kendisini kaldıramadı.

Yazar ayıklamada "az okunmanın" da bir kriter olduğunu söyleyebiliriz. Sırf onun-bunun ricasıyla doluşmuş, adı sanı bilinmeyen pek çok "yazar" vardı. Bunların büyük bir bölümüne yol verildi.

Bir de Haluk Şahin gibi didaktik, eğilip bükülmesi zor "mesleki kalemler" gitti. Kalsaydı zaten kendisi de devam edemezdi. Yeni nesil yazarlardan, sanki medyada yeterince "genç sivil" yokmuş gibi, politik etkisini ve iktidarını kaybetmiş bir TSK'ya "muhalefet" yaparak "özgür ve özgün kalem" olunduğunu zanneden zorlama "genç sivil" Erdin Tokgöz'e şans tanımadılar.

Onun yerine, Cumhuriyet şehidi Uğur Mumcu'nun oğlu, çok daha işe yarardı doğrusu. Yaradı da...

Ersin Tokgöz'ün gönderilmesiyle şunu da anlamış olduk ki, bu yeni basın burjuvazisi de eskisi gibi "halk çocuklarına" kucak açmayacak.

Hem yoksul ve gariban kesimlerden gelip, hem de yeni düzende rol kapmaya çalışmak yok. Yemezler! Sadece kaleminizde değil, kanınızda da "asalet" arayacaklar...

Koskoca Altan Öymen'in orada kalışı, belli ki "renk olsun", "bizi entel İslamcı sanmasınlar" kaygısının bir sonucu. Hakkı Devrim ve Tarhan Erdem, yaş baş itibarıyla değilse de "karakter itibarıyla" değişime uyum sağlayacaklardır.

Bunun dışında, adını sanını kimsenin bilmediği yeni yazarlardan "fark yaratabilenlerin" kalıcı olmaları beklenir.

Murat Yetkin gibi "Ankara gazeteciliği" yapmaya çalışan isimler şimdilik "gerekli" olabilir ama uzun vadede onlara da ihtiyaç olmadığı ortaya çıkacak. Yazarlardan, okuyuculara sahte bir cennette yaşatmaları istenecek çünkü.

Murat Yetkin, kişilik olarak bütün uyum sağlama yeteneğine rağmen, Ankara'nın gerçeklerinden hareket ederek yazı yazdığı için zamanla rahatsız edecek. Hükümetin burnundan kıl almak zorunda kalacak çünkü... Bu tutum, ilk günlerde "gerektiğinde hükümeti de eleştiririz" imajı adına işe yarayabilir ama gazetenin değişimindeki amaç hasıl olduktan sonra Murat Yetkin'lere de ihtiyaç kalmayacaktır.

Akif Beki, Allah biliyor ya "yeteneksizler çağının" temsilcisi olarak böyle bir medya ayakta durdukça payidar olacak. Sıkılınca Başbakan'in memurluğuna, tekrar sıkılınca köşe yazarlığına dönerek ömrünü tamamlayacak...

Gazetenin internet portalındaki köşelerde yer alan hareketli yazar fotoğraflarına bakarak kimin kalıcı, kimin gidici olduğunu da anlayabilirsiniz. İlk iki gün bu hareketli fotoğraflarla insanlara maymunlar gibi poz verdirdiler. Akşama kadar komedi filmi seyreder gibi seyredip güldük.

Bu hareketli fotoğraflarda, kıçını başını güzel oynatanlar da vardı, acınacak hallere düşenler de...

Güzel oynatanlar kalıcı demektir...

Dikkatinizi çekti mi, Eyüp Can bir tek kendi köşesindeki fotoğrafını hareketli hale getirmemişti...

Kaynak: Açık İstihbarat

Hanefi Avcı modeli
Mümtaz'er Türköne
Zaman
26 Temmuz 2009

Sorunlarımızı çözerken hukukun soyut prensipleri ve kuralları bize uzlaşacağımız çerçeveyi veriyor. Hukuk insanlarla, sorunlara getirdiği çözümlerle hayat buluyor. Hukukun çizdiği çerçevenin içine yaşayıp hissettiklerimizi temsil eden somut-canlı bir varlığı yerleştirince tablo tamamlanıyor.

Bu çerçeve ve içindeki varlık bize istikametimizi göstermeli. At izinin it izine karıştığı dağdağalı dönemlere dönüp bakarken doğru olanı, haklı olanı bu pusulaya göre tayin etmeliyiz. İçindeki figürle beraber bu çerçeveyi, hem geçmiş hem de gelecek için doğru ölçüleri arayanlara bir model olarak sunmalıyız.

Benim önereceğim model "Hanefi Avcı modeli". Türkiye'nin son çeyrek asrında olup bitenleri anlamak isteyenler Hanefi Avcı'nın durduğu yeri pergelin sivri ucu gibi meşrû sabit nokta olarak görmeli ve söylediklerini bu gözle değerlendirmeli.

Ellerine alacakları silahla bu ülkenin güvenliğini sağlama görevi üstlenecek Polis Akademisi ve Harp Okulu öğrencileri, aradıkları "kahraman" modeli için Hanefi Avcı'nın kişiliğine ve hayatına eğilmeli. Bu ülkede onurlu ve güvenli bir hayat arayan Kürt vatandaş Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni Hanefi Avcı gibi görmeli. Suç işlemeyi aklından geçirenler Hanefi Avcı'nın yer aldığı kâbuslarla uyanmalı.

22 Temmuz seçimleri öncesinde, Abdülhamit Bilici ile birlikte siyasetin nabzını tutmak için Trakya'yı dolaşıyorduk. Edirne'de esmer vatandaşlarımızın derneğine uğradık. Oturduğumuz bir saat zarfında bize ne siyaseti ne de kendi sorunlarını anlattılar. Bize sadece dönüp dolaşıp bir mitoloji kahramanından bahseder gibi Edirne Emniyet Müdürü'nün yaptığı işleri sıraladılar. Bu işlerin hepsi sosyal projelerdi ve sonrasında suç oranlarının nasıl düştüğünü öğrenmiş olduk. Ziyaret ettiğimiz Hanefi Avcı ise bir mitoloji kahramanından çok halktan birine benziyordu. Duru, sade ve mütevazı bir halk adamı.

Hanefi Avcı'nın Diyarbakır'da devam eden dava için geçen ay tanık sıfatıyla verdiği ifadeyi, pergelin sabit ucu olarak görmek lâzım. 1984'ten 1992'ye kadar tam sekiz yıl Diyarbakır'da istihbarat şube müdürü olarak görev yapan Avcı, sadece birkaç olayı ve faili meçhul cinayeti değil kirli bir dönemi aydınlatıyor. Susurluk Komisyonu'na verdiği ifadeyi tekrarlıyor.

Cinayetlerin kimin emriyle ve kimler tarafından işlendiğini, en önemlisi resmen saklanan JİTEM'i anlatıyor. JİTEM'in kurulması ile birlikte Güneydoğu'da cinayet ve bombalama olaylarında artış olduğunu ve bu işlerin de komutanların bilgisi dahilinde yapıldığını söylüyor.
.
Kamuoyu Hanefi Avcı ismini, ilk defa Susurluk Komisyonu'nda duydu. Sonra 32. Gün'e çıkarak, işlenen suçları ve bağlantıları deşifre etti. Çevik Bir'in talimatı ile emekliye sevk edildi ve hapse girdi. Geçen ay verdiği ifade, Susurluk Komisyonu'na söylediklerinden farklı değildi.
.
Hanefi Avcı'nın kariyeri ve kendisini riske atarak yaptıkları, bize bahsettiğim bu modeli anlatıyor. Karşımızda bir kanun adamı var. Namuslu insanlarda çok az rastlanan bir meziyeti var: Cesaret. Bu namuslu adamın cesareti, istihbarat konusunda yerinde duramayan bir zekâ ile birleşince Hanefi Avcı'nın bize anlattıkları, gelecek için tam da aradığımız modeli oluşturuyor.
.
Demek ki hem namuslu hem de cesur insanlar haklı çıkabiliyormuş. Ergenekon'da yargılananlar ile Hanefi Avcı'yı karşı iki kutba yerleştirmek lâzım. Özellikle Hanefi Avcı ile aynı işi yapanları.

Galip gelen model hangisi?

Türkiye'nin hangisine ihtiyacı var?

PKK, "Cemaat"a da AKP'ye de Silivri'nin ucunu gösterdi
30.04.2013



OdaTv'nin haberi:

O belgelerde Dolmabahçe mutabakatı da var

Murat Karayılan'ın Kandil'i ziyaret eden gazetecilere ellerinde Fethullah Gülen cemaatinin örgütlenmesine dair belgeler olduğunu açıklaması gündeme bomba gibi düştü. Cemaatin Zaman gazetesinden Ekrem Dumanlı, bu belgelerin MİT raporları olduğunu dünkü yazısında iddia etti.

Bunun üzerine PKK'ya yakın Fırat Haber Ajansı'nda Baki Gül imzasıyla ilginç bir yanıt geldi.

Yanıtta "Cemaat yapılanması medyada Sayın Karayılan’ın belirttiği 'Cemaat ile belgeleri' de hemen sulandırmaya başladı. Belgelerin MİT’in hazırladığı 'Fethullah Gülen Dosyası' olduğunu sanıyorlar. Ama öyle değil. Bunun altının çizilmesi ve bu konuya ciddi yaklaşılması gerekiyor. Çünkü o belgeleri biz biliyoruz. KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Fethullah Gülen Cemaati ile ilgili belgeleri bize verdi. Gerilla alanlarında iken bu çok önemli ve tarihi belgeleri aldık. MİT raporu ile ilgili bir durum değil bu. Boşuna sulandırmasınlar."

BELGELER DEVLETİN NASIL ÖRGÜTLENDİĞİNİ VE YÖNLENDİRİLDİĞİNİ GÖSTERİYOR

Açıklamanın devamında belgelerle ilgili şu bilgiler verildi: "Bu belgeler çok önemli ve Türkiye’de devlet yapılanmasının nasıl örgütlendirilmek ve yönlendirilmek istendiğini gösteriyor. Kürt illerinde Kürt partileri, derneklerine nasıl sızdıklarını planlıyorlar. Kimlerin ne görev yapması gerektiğini, kimlerin tutuklanması gerektiğini işaret ediyorlar. Polisler ve savcıları yönlendiriyorlar. Kararlar aldırıyorlar. Bunlarla da yetinmiyorlar, Türk devletinin gerçek sahibi olarak bölgesel ve küresel stratejilerinin nasıl yürütülmesi gerektiğini kendilerince tahlil ediyorlar."

Açıklamada şu çarpıcı detaylar dikkat çekti: "Cinayete varan planlamalar var. Gerçekleştirilen fiiller söz konusu. Belgeler incelendiğinde 'paralel devlet'in nasıl örgütlendirildiği ortaya çıkıyor. Dolayısıyla Zaman/Aksiyon/Samanyolu bileşenlerinin bu konuyu ele alan yazarlarının yazdıklarına çok dikkat etmesi gerekiyor. Çünkü bazı konularda değişik görev ve sorumluluklarla bu yapılanma içinde yer aldıkları görülüyor. Bu belgelerde asker-AKP arasındaki gerilim, Dolmabahçe görüşmelerinin sırrı, Fethullah Gülen’in siyasal değerlendirmelerindeki gerçek Kürt düşmanlığını, Kerkük üzerindeki cemaat emelleri, Güney Kürdistan yönetimine nasıl düşmanlık besledikleri ortaya çıkacaktır. Toplantılara kimlerin katıldığı, hangi misyonla şimdi emniyet, savcı-hakim, yazar, STÖ temsilcileri olduğu ortaya çıkacaktır."

BAŞBAKAN'IN DANIŞMANI İLE CEMAATİN DÜŞÜNCELERİ PARALEL

Fırat Haber Ajansı cemaate Silivri'yi göstererek tehdit de etti: "Kısacası cemaatin bu konuda temel ve ilkeli bir tutum alması gerekiyor. Boşuna Ergenekon ve KCK davalarındaki gibi durumu sulandırmasınlar. Ya 'sivil toplum örgütü' esaslarına göre ya da siyasi parti olarak kendi durumlarını ortaya koyarlar ve gerçek tutumlarını açıklarlar. Ya da bu gerçekliğin nereye varacağını Silivri’ye bakarak anlayacaklar. Barış ve kardeşlik ilkeli olduğunda çok güzeldir. Ahlakidir de."

Ajans, açıklamasının sonuna şu şaşırtıcı yorumu da düştü: "Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın danışmanı Yalçın Akdoğan’ı uzun dönemdir yazılarını takip ediyoruz. Düşüncesi ve kurgusu cemaatin düşünceleri ile çok paralel. Özellikle “güvenlikçi” yorumları. Bu konuda sayın Akdoğan’ın bir yanıtı var mı acaba?"

Odatv.com

STAR’IN PROF. DR . KELEŞ İLE GÜLEN CEMAATİ RÖPORTAJI

Prof. Dr. Ahmet Keleş 25 yıl içinde bulunduğu Gülen Örgütünü ve Fethullah Gülen’i STAR Gazetesi’ne anlattı. Keleş, bugüne kadar bilinmeyen ve dikkat edilmeyen hususlar hakkında bilgi verirken, kanaatimizce Gülen Örgütü’ne dost ve düşman olanların niçin bu tutumları benimsediklerine/benimsemeleri gerektiğine de ışık tutuyor. Düşman bellenen bir hareketin nasıl bu çapa ulaştığını ve hangi fedakârlıklar neticesinde şu an dünyanın hatırı sayılır bir örgütü olduğunu ana hatlarıyla Prof. Dr. Ahmet Keleş’in anlatımlarında görüyoruz. İlgilisinin dikkatini bu noktaya yöneltmesi umuduyla, önemine binaen bu röportajı noktasına-virgülüne dokunmadan olduğu gibi yayınlıyoruz. Niyetimiz kuru sövgü veya övgüden öteye geçerek, muhatabımızı, fikri ve siyasi olarak bütün unsurlarıyla tanımak ve isteklisine de yardımcı olmak.
ADIM


Gülen Cemaati'nin piramit yapısını anlattı

'Hocaefendi sadece görevli olduğuna değil, aynı zamanda gelmiş geçmiş en büyük Veli, en büyük Fatih ve en büyük Devlet Adamı olacağına da inanıyordu. Tüm planını ve stratejisini de ona göre kuruyordu. O tüm dünyayı fetheden ilk ve son FATİH olmaya kendisini inandırmıştı.'

‘Fethullah Gülen Cemaati’nde 25 yıl görev alan Prof. Dr. Ahmet Keleş, paralel yapının piramidini STAR’a anlattı. 5’inci kata kadar çıkan Keleş, cemaatin 1, 2 ve 3’üncü katmanının halk tabakası olduğunu, öğrenciler ve öğretmenlerin oluşturduğunu söyledi.

Prof. Keleş, “4. kat ara kattır. 5, 6 ve 7. katmanlar ‘örgüt ve teşkilat’ katlarıdır. 6. katta Hocaefendi’nin bildiği ve takip ettiği ‘hayati hizmetler’ yürütülür. Bakanlar Kurulu veya Milli Güvenlik Kurulu gibi bir tabaka. Bugünkü sorunların nedeni 5. katın abileridir” dedi.

Askeri vesayetin kaldırılmasından sonra kendi vesayetini kurmaya kalkışan paralel yapının gizli yönetim piramiti deşifre oldu. Fethullah Hoca Arşı dışında 7 katmandan oluşan paralel örgütün 5’inci katmanına kadar yükselen ve karanlık yapıya 25 yıl hizmet veren Dicle Üniversitesi’ndoen Prof. Dr. Ahmet Keleş, Fethullah Gülen Cemaati’nin bilinmeyenlerini tüm çıplaklığıyla STAR’a anlattı.

Orta Anadolu Bölgesi’nde 1976 yılında ilk hizmet evini açanlardan biri olan Prof. Keleş, örgütün yönetim şemasını açıkladı: “Piramidin temelini halk tabakası oluşturur. İkinci ve üçüncü katta öğrenciler ve öğretmenler yani hizmet mensupları yer alır. Dördüncü tabaka ara kattır. Hem alt hem de yukarıya bağlantıyı sağlar. Beşinci, altıncı ve nihayet yedinci katlar hocaefendinin de içinde olduğu ‘örgüt ve teşkilat’ katlarıdır. Bu katlar ile altta yer alan ilk üç tabakanın arasında tanımlanamayacak derecede büyük bir fark ve zıtlık vardır. Zaten bugün anlamakta zorluk çekilen de budur.”

Prof. Keleş, devletin tüm kurumlarında kadrolaşmayı başaran bu yapı dışındakilerin bu durumu kolay kolay anlayamayacağını belirtti. Hedefe ulaşmak için Anadolu’nun en zeki çocuklarını yıllarca toplayıp bu iş için eğittiklerini söyleyen Prof. Keleş “Net ve açık söylüyorum. Bu hareket sadece ve sadece devleti ele geçirmek için var oldu ve çalıştı” dedi.

Fethullah Gülen’in dinle değil örgüt kurmakla uğraştığının altını çizen Prof. Keleş “O hiçbir zaman bir din adamı olmadı. Hatta din adamı olarak görülmekten de hoşlanmadı” dedi. Oluşturulan hizmet algısı ile her türlü şantajın, kumpasın caiz hale getirildiğini anlatan Keleş, Gülen’in sürekli beddua ettiğini belirtti. Fethullah Hoca’nın kendisini gelmiş geçmiş en büyük Veli, Fatih olarak gördüğünü de kaydeden Keleş “O tüm dünyayı fetheden ilk ve son Fatih olmaya kendisini inandırmıştı” dedi.

-Cemaatle nasıl tanıştınız?

Hizmet serüvenim 1973 yılında başladı ve 1998 yılında sonlandı. Ben kavram karmaşasına uğrayıp, anlaşılamama sorunu yaşamak istemiyorum. İlk kavram “Hocaefendi”. Benim kullanımımda bir övgü ya da imalı bir tahkir söz konusu değil. Tıpkı bir özel isimmiş gibi kullanacağım. Ali, Veli vs. gibi... Diğeri “Cemaat” sözcüğü. Bu sözcük ile şu anlamı kastediyorum: Yedi katmanlı bir piramitten oluşan bir yapının, en temelini ve esasını oluşturan halk tabakasını, öğrenciler ve öğretmenler gibi birinci, ikinci ve üçüncü tabakada yer alan hizmet mensuplarını kastediyorum. Çünkü dördüncü kat ara kattır. Hem alta hem de yukarıya bağlantıyı sağlar. Beşinci, altıncı ve nihayet yedinci kat, Hocaefendi’nin kendi katı, tabir yerindeyse onun Arşı, bu katlar artık kelimenin tam anlamıyla bir “örgüt ve teşkilat” katlarıdır. Bu katlar ile altta yer alan ilk üç katın arasında tanımlanamayacak derecede büyük bir fark ve zıtlık vardır. Zaten bugün anlamakta zorluk çekilen de budur.

Alt tabaka ile üst kattakilerin niyeti aynı değil

-Hizmet hareketi denince bizler neyi anlamalıyız?

“Hizmet” dediğimde piramidin ilk üç katında yer alanların yaptıkları faaliyetleri kastediyorum. Bunlar, gerçekten Dinî, Ahlâki bir eğitim hizmeti vermektedirler. Yukarıdaki son üç kat ise bu ilk üç katın oluşturduğu toplumsal kabul ve değeri kendi “Örgütsel” hedeflerini gerçekleştirmek için kullanmaktadırlar. Yani, alttakilerin niyeti ile üsttekilerin niyeti aynı değil. Bu büyük zıtlığı kamufle eden ve görünmemesini, anlaşılmamasını sağlayan figür ise Hocaefendi’dir. İşte bu iki zıt durumu birden temsil ettiği içindir ki ciddi çelişkiler sergilemekten kurtulamıyor. “Bu ne, bu ne” diye insanı hayrette bırakan halleri, sözleri ve davranışlarının nedeni bu zıtları temsilden kaynaklanmaktadır.

Bu arada şunu da belirtmeliyim, ben aidiyet olarak hep zemin kata, halka mensup oldum ama beşinci kata kadar da yükselme imkânı buldum. Hazır bu kat meselesine girmişken bir hususu daha açıklığa kavuşturmakta yarar görüyorum. Beşinci kat, yurtiçi ve yurtdışı tüm hizmetlerin yürütüldüğü konuşulduğu ana meclisi oluştururdu. Hizmetin her meselesi burada ele alınır, müzakere edilir, karara bağlanır ve uygulama startı verilirdi. Altıncı kat ise, sadece Hocaefendinin bildiği ve takip ettiği “hayati hizmetlerin” yürütüldüğü kattı. Tabiri caiz ise Bakanlar Kurulu veya Milli Güvenlik Kurulu gibi bir kattı. Bugün karşı karşıya olduğumuz sorunların failleri ve yürütücüleri bu katın mensuplarıdır. Bunlar da beşinci katın abileridir.

Bu mukaddime ve kavramsal girişten sonra, asıl konuya geçebilirim. Ancak ben yine yüksek hoşgörülerinize sığınarak, konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacağına inandığım bir arka plandan bahsetmek istiyorum.

-Nasıl oluyor da ülkemizde bu tür faaliyetler bu kadar taban ve destek buluyor?

Bence asıl görmemiz geren nokta burasıdır. Çünkü bu nokta, ülkemizin geleceğini de yakından ilgilendiriyor. Cumhuriyet’in kurucu kadrosu çok önemli bir hususu gözden kaçırdı. O da bu topraklarda yaşayan insanların bin yıldan fazla bir dini geçmişi ve Müslüman kimliğinin olması gerçeği idi. Bu kimliği birden bire yok saymak veya yok edileceğini düşünmek, tıpkı bir fabrikada seri üretim yapıyor gibi toplumu modernleştirmeye kalkışmak son derece yanlıştı. Az sayıdaki elit tabaka hariç, daha Cumhuriyetin ilk yıllarında, ülkenin büyük bir kısmında “Din elden gidiyor” algısı oluştu. Din elden gidiyorsa bu dine sahip çıkıp onun elden gitmemesini sağlayacak dini liderler mutlaka çıkacaktır. Siz böyle bir boşluk ve talep oluşturursanız bu boşluğu mutlaka birileri doldurur ve bu talebe arz eden de bulunur. Hele de bu toplumun kültürel belleğinde “Mehdi”, “Mesih”, “Müceddit” ve “Asrın İmamı” vs. gibi pek çok kurtarıcı figür varsa... Bu ünvan ile ortaya atılan herkesin oldukça büyük destek ve taraftar bulması kaçınılmazdır. Nitekim karşı karşıya olduğumuz durum tam da budur.

Bir hiç iken kutsal bir davanın neferi olduk

-Siz nasıl bir davet karşılığında cemaate katıldınız?

Benim gibi bir Anadolu köylüsü, kendisini dışlanmış hisseden önemsiz gören biri, birden bire “dini kurtarma davasına gönüllü olma” gibi bir davet alırsa, bu davete hayır deme şansı yoktur. Nitekim ben de diyemedim. İşte toplumun bir kurtarıcı beklediği yıllarda Bediüzzamanlar, Süleyman Hilmi Tunahanlar gibi dini önderler bu beklentileri karşılayıp önemli bir altyapı kurdular. Tam da Hocaefendi gibi yeteneklerin, hatiplerin değerlendireceği, istedikleri gibi ekip biçebilecekleri bir zemin... Hocaefendi bu zeminden en iyi mahsulü kaldırmaya soyundu ve bunu da fevkalade başardı. İnsanlara; “Ey insanlar, gelin, sizi ümit ettiğiniz yere götürecek kurtarıcı benim, binin benim gemime sizi Hz. Muhammed limanına taşıyacağım. Acele edin vaktimiz dardır”, diye cami kürsülerinden 1970’lerde seslenmeye başladığında benim gibi Anadolu’nun gençleri koşarak gitti ve “Emret hocam hizmetindeyiz” dedi. Önce bu tarihsel koşulu görmemiz gerekir. Yoksa durup dururken insanlar bu dini cemaatlere katılıp onların peşinden gitmiyorlar. Orada büyük bir manevi değer ve anlam buldukları gibi, kendileri de aynı anda bir anlam ve değer kazanıyorlar. Bir hiç iken, birden bire kutsal bir davanın büyük bir eri haline geliyorlar. Bu azımsanacak ve kaçırılacak bir paye değildir.

Biz de kaçırmadık...

Darbe girişimini bizzat Gülen yürütüyor

-Gülen ile nasıl tanıştınız?

Ben, Hocaefendi’yi 1970 yılında tanıyıp, ardından birkaç yıl yaz kamplarına katılıp Orta Anadolu’da, 1976 yılında ilk hizmet evini açan kişiyim. 1998 yılında ise 28 Şubat süreciyle başlayan gelişmeler ile daha önceden dolmaya başlayan bardağımın taşması sonucu hizmetteki beraberliğime son verdim. Benim gibi bu yapıya içerden bakamayan, bakmaktan da öte bizzat o yapıyla bütünleşmeyen hiç kimse onu tanımlayamaz ve tam olarak anlayamaz. Bugün ülkemizde yaşanan kafa karışıklığı da bundan kaynaklanıyor. Bu yapı, sosyolojik kurallar ve kalıplar ile anlaşılmayı fazlasıyla aşan bir derinliğe, gizliliğe ve örgütlenme ağına sahiptir. İlginçtir, hizmetten kopuşumda büyük payı olan en önemli olay Hocaefendi’nin 28 Şubat’ta rahmetli Erbakan aleyhine yürüttüğü politika olmuştu. Bugün ki konuşmam da Başbakanımızın hükümetten düşürülmesine yönelik Hocaefendi’nin bizzat yürüttüğünde hiç kuşkum olmayan darbe girişimidir.

Kendini dünyayı fetheden ilk ve son fatih sanıyor

-Hareketin amacı tam nedir?

Hocaefendi, kendisinin Üstad Bediüzzaman’dan sonraki görevli olduğunu, aynı zamanda kıyamete kadar kendisinden sonra da kimlerin görevli olacağını bildiğini, gözünü yumsa bunları bir bir sayacağını sıklıkla söylerdi. Hatta askerliği sırasında bir ara kendisine “Gayb” perdesinin açılıp kıyamete kadar nelerin olacağının gösterildiğini, bugüne kadar o gün gördüklerinden farklı bir gelişmeye şahit olmadığını da söylerdi. Kısaca “GÖREVLİ” olduğuna hem kendi hem de biz inanıyorduk. Ancak ona yakınlaştıkça fark ettim ki, Hocaefendi sadece görevli olduğuna değil, aynı zamanda gelmiş geçmiş en büyük Veli, en büyük Fatih ve en büyük Devlet Adamı olacağına da inanıyordu. Tüm planını ve stratejisini de ona göre kuruyordu. O tüm dünyayı fetheden ilk ve son FATİH olmaya kendisini inandırmıştı.

-Cemaat ne zaman dünyaya açıldı?

80 ihtilalından sonra hizmet sadece öğrenci evi ve yurt açmayı bırakıp, resmi dershaneler ve okullar açmaya da başlayınca Hocaefendi bize; “Görüyor musunuz, Allah şer sandığımız şeyle bize nasıl farklı alanlarda hizmet imkânı açtı” derdi. Nihayet 90’lı yılların başında Rusya dağılınca rahmetli Özal’ın da büyük teşvikiyle Orta Asya’ya gidildi ve orada okullar açıldı. Hocaefendi dünyayı fethetmeye doğru önündeki engellerin bir bir kalktığını, açılan okullar sayesinde Rusya’yı fethettiği gibi bir gün Amerika’yı da fethedeceğini söylüyordu. Tabii kendisi Amerika’ya gidince konuşmalardan bu sözleri çıkarılıp sansür edildi. İlk Amerika’ya gittiği sıralarda cemaatin ilahiyatçı ağabeyleri, hadislerde geçen Kisra’nın “Beyaz Evi” olarak zikredilen İran sarayının Müslümanlar tarafından kıyametten önce mutlaka fethedileceğine dair haberleri Hocaefendi’nin “Beyaz Sarayı” fethetmesine bir işaret olarak yorumladılar. Cemaat artık Fetullah Hoca’yı, Amerika’dan tüm dünyayı fethetmeye giden Müslüman lider olarak algılıyordu.

-Bu bir hayal ve ütopya mıydı?

Bu bir hayal falan değildi. Bu inanılan ve uğrunda hiçbir fedakârlıktan kaçınılmayan bir idealdi.Tüm hizmet tam da bu hedefe uygun olarak dizayn ediliyordu. Akıl almaz bir organizasyon vardı. Devletin bile tutamayacağı istatistikler tutuluyordu. Her yılın hizmet planı stratejik olarak planlanıyor, insan gücü, finansman desteği, siyasi destek vs. her şey inceden inceye planlanıyordu. Bu hareket eşi benzeri görülmemiş bir örgütlenme disiplinine ve düzenine sahiptir. Hedefe ulaşmak için tüm Anadolu’nun en zeki çocuklarını yıllarca toplayıp bu iş için eğittik. Bu hareket başka birşey için değil sadece ve sadece devleti ele geçirmek için varoldu ve çalıştı. Öyle hassas bir şekilde çalışıldı ki mesela, bu yıl kaç öğrenci evi açılacak, kaç yurt, kaç dershane, kaç okul ve diğer tüm hizmet alanları tek tek belirleniyordu. Ardından da öğrenciler hizmette duyulan ihtiyaç alanlarına göre üniversitelerde bölümlere yönlendiriliyordu. Ne kadar hukukçuya, öğretmene, doktora vs. ihtiyaç var ona göre başarılı öğrenciler üniversitelere yerleştiriliyordu. İşte bu sistemli çalışma doğru sonuçlar veriyor ve hizmet inanılmaz şekilde büyüyordu. Yurt genelinde ilgilenilen öğrencilere Hocaefendi’ye bağlılık derecesinin ölçüldüğü puanlar verilirdi ve buna biz “beşlik sistem” diyorduk. Hocaefendi hocalıkla, din adamlığıyla değil örgüt kurmak ve planlamakla uğraşırdı. O hiçbir zaman bir din adamı olmadı. Hatta din adamı olarak görülmekten de hoşlanmadı.

Dine değil Hocaefendi’nin kaprislerine hizmet etmişiz

-Taban bunu nasıl görüyor?

Cemaat tabanında başından beri bir devlet düşmanlığı, ülkeyi yönetenlerin İslam düşmanı olduğuna ilişkin oluşturulmuş bir ön yargı ve ön kabul olduğu için, bu devleti ele geçirmek, onun içinde örgütlenmek kötü bir şey değil tam aksine harika bir şeydi. Biz din iman adına bir şeyler yaptığımızı sanıyorduk. Meğer yaptığımız şey, Hocaefendi’nin hırsına ve kaprislerine hizmet ve tam tersine İslam’ı ve Müslümanları dünya tarihinden silmek isteyen ne kadar şer güç varsa onların planlarına hizmet edip ondan bir parça haline geliyormuşuz.

Toplanan himmetlerin yüzde 15’i hoca’nın kasasına teslim edilir

-Para kaynağını nasıl açıklarsınız?

Bu beslenmiş ve güçlendirilmiş inanç nedeniyledir ki Hocaefendi cemaate; “Bize bir gazete lazım” deyince gerekli finans anında sağlanıyordu. Samanyolu televizyonunun açılması için yurt genelinden özel kampanya ile yardım toplamıştık. Sadece benim görev yaptığım bölgeden 80 kilo altın sadece hanım kardeşlerimizin ziynet eşyalarından toplanmıştı. Nakit paralar hariç... Gerisini siz düşünün...

Her vilayette kazalar da dâhil “Himmet” denilen yardım toplantıları olurdu. İnsanlar yıllık taahhütlerde bulunurlardı ve bu taahhütlerini bir yıl boyu öderlerdi. Memurlar için maaşlarının asgari yüzde 10’u istenirdi. Esnaflar zekatları da dâhil olmak üzere kazançlarının büyük bir kısmını verirlerdi. Tüm ülkede toplanan bu yardımların yüzde 15’i örtülü ödenek olarak nakde çevrilip Hocaefendi’nin özel kasasına teslim edilirdi. İşte Hocaefendi hediye ettiği altın saatleri, değerli tespihleri vs. hep bu paradan harcar. Tabii Amerika’daki seçim yardımlarını da... Miktarını sadece Hocaefendi bilir. İnsanlar bindikleri mütevazı arabalarını satıp himmet borçlarını ödediler. Oturdukları gecekondularının tapularını bağışladılar... Dünya tarihi böyle bir fedakârlığa, Asr-ı Saadet hariç başka hiçbir devirde şahit olmamıştır.

-Peki, bu nasıl mümkün oldu?

Hepimizin büyük katkıları ve tabii başta da Hocaefendi’nin vaaz ve nasihatleri sayesinde oldu. Böylece cemaatte öyle bir “Hizmet” algısı oluşturuldu ki, bu bir iman idi. Cemaat için artık “Hizmet” dendi mi akan sular duruyordu. Hizmet için ver dendi mi veriyorsunuz. Öl dendi mi ölüyorsunuz. Öyle güce sahip olmuştu ki, önüne Hizmet eklediğiniz her şey anında caiz hale geliyordu. “Hizmet” de ne istersen yap! Evet, işte bugün bu inanılmaz ve akıl almaz şeyler böyle oluyor. Amirin değil ağabeyinden emir alacaksın, hizmet budur dendi mi artık Cumhurbaşkanı da söylese o dinlenilemez. Hizmet de telefon dinle, Hizmet de kameraya çek. Hizmet de mahrem alana gir. Hizmet de başını aç. Hizmet de yalan söyle. Hizmet de rüşvet al. Hizmet de şantaj yap. Hizmet de... Ne yaparsan yap... İşte devletin içinde kılcal damarlara kadar böyle girilebildi. İşte devlet böyle “Klonlandı.” Bu hareketi kim engelleyebilir, kim bu hareketin önüne geçebilir ki?! Allah bu millete ve ülkeye merhamet etti de hareket ülkenin en güçlü siyasi iktidarına ve Başbakanına hamle yaptı. Bu girişim Başbakanımıza ve AK Parti hükümetine değil de başka bir iktidara karşı yapılmış olsa idi ülke kayıtsız şartsız Hocaefendi’nin örgütü tarafından yönetiliyor olurdu. Hoca da Gölbaşı’ndaki Beyaz Saray’ına oturuyor olurdu.

28 Şubat’ta ‘Hükümet düşecek herkes görevini yapsın' emri verdi

-Sizin için kopuş ne zaman başladı?

Rahmetli Erbakan, dişiyle tırnağıyla var ettiği Milli Görüş hareketi artık yavaş yavaş yerel yönetimler başta olmak üzere siyasi başarılara imza atmaya başlamıştı.

Refah-Yol koalisyon hükümeti kuruldu. Müslümanların başarısından iç ve dış güçler rahatsızdı. Düğmeye basılmıştı ve Erbakan düşürülecekti. Tüm aktörler seçilmişti. Tabii baş aktör de her zaman olduğu gibi bizimkiydi... Komplolar devrede, medya devrede, asker devredeydi. Çağın çilekeş ve yılmaz adamına tezgah üstüne tezgah kuruluyordu. Karar verilmişti. Erbakan bitirilecekti. Erbakan’ı üstün başarısı nedeniyle zaten kendisine rakip gören ve yarış pistinden bir an önce diskalifiye edilmesini isteyen Hocaefendi için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Beşinci kat meclis toplantısındayız. Erbakan hoca hakkında atıp tuttu. “Bu adamlar mı İslam’ı temsil edecek” diye hafife alıp aşağılıyordu. Hatta bir ara öyle galeyana geldi ki; “Eğer İslam’ı bunlar temsil edecek ise yerin dibine batsın o İslam” diyordu. Kararını verdi. “Hükümet düşecek herkes görevini yapsın” dedi. Gazete ve televizyon hükümet aleyhine çalışacak. Belde imamları da başta askeri erkân olmak üzere devlet adamlarını ziyaret edecek ve bizim bu Milli Görüşçüler’le alakamızın olmadığı, bizim onlardan farklı Müslüman olduğumuz anlatılacak, Refah Partisi’nin ilgası için bize ne görev verilirse yapmaya hazır olduğumuz söyleyecekti. Bunu yerine getirmeyen tek kişiyim. Bu da benim sonumu getirecekti. Yine aynı yerde toplantıdayız. Hükümet direniyor. Elinde Zaman gazetesiyle geldi ve “Bir hükümeti düşüremeyen bu gazete yerin dibine batsın çıkarmayın daha iyi” dedi. Bu arada şunu hatırlamadan geçemem. Hani gündeme bomba gibi düşen “Beddua” var ya, Hocanın bedduası yeni değil, ilk defa yapıyorum demesine da bakmayın, zira ekseriya beddua eder. Ben Bandırma’da Ramazan himmeti toplantısında konuşuyorum. Gecenin geç vaktinde İstanbul esnafından ileri gelenler de gelmişlerdi onlarla sohbet ediyoruz. İçlerinden biri dedi ki, “hocam size bir müjdem var. Dün gece teheccüt vaktinde hacet namazı kıldık. Hocaefendi Erbakan’a öyle bir beddua etti ki, yerler gözyaşından ıslandı. Duadan sonra hocaefendi elini yüzüne sürerken dedi ki, hadi size müjde bir haftaya kalmaz Erbakan’a Fatiha okuruz.” Bunu bana müjde diye söylüyordu. Rahmetli Erbakan’ın ne kadar yaşadığı malum, bu son bedduayı dinleyince bazı arkadaşları arayıp dedim ki; “Sayın Başbakanımıza müjde verin inşallah ömrü çok uzun olacak, çünkü Fetullah Hocanın ölmesi için beddua ettiklerini Allah ona inat çok uzun yaşatıyor.”

Fethullah hoca kavgayı bitirmez

-Bundan sonra ne olur?

Hiç tereddüt etmeden söylüyorum, Hoca bu kavgayı sonlandırmaz. Yurtiçinde ve dışında Başbakan’ı bitirinceye kadar durmayacaktır. Fakat burada şunu da belirtmeliyim ki, bu kavga Hoca ile Başbakan arasında süren bir kavga değildir. Bu Türkiye’nin geleceği ve Ortadoğu’nun nasıl şekilleneceğine dair uluslararası bir projenin kavgasıdır. Bu kavganın hiç kuşkusuz birinci tarafını Başbakanımız oluşturuyor. Dünya da bu lideri içeriden biriyle vurmak istiyor. Buna ise her zaman gönüllü olacak hazır kıta bekleyen bir aktör de var... Bu aktör bir taraftan kendi hesapları için buna hazır, diğer taraftan da ondan bu görevi isteyenlere karşı borçlu olduğundan hazır...

-AK Parti’nin kurulmasına nasıl baktı?

Hizmet yıllarında beraber olduğumuz çok değerli bir ağabeyimizin oğlu Amerika’da hem şirket işlerini yürütüyor hem de hizmetlerle ilgileniyordu. Tam AK Parti’nin kurulma günleriydi. O delikanlı anlattı. Şöyle dedi: “Hocaefendiyi ziyarete gitmiştik. Orda kendisine Tayyip Erdoğan’ın parti kuracağını sordular, nasıl değerlendiriyorsunuz, dediler. Tebessüm ederek şöyle dedi: “Ben söylemeyim Kuran söylesin, deyip kalktı Kuran’ı eline alıp rastgele açtı, (buna “Kuran ile Tefeül” denir), oradan bir ayet okudu, ayet güya “onlar hayal peşinde koşuyorlar” diyordu. Ardından da şöyle söyledi: Bunlar devlet yönetmeyi ne zannediyorlar. Devlet yönetmek belediye başkanlığına benzemez.”

Daha parti kurulmadan bile o partiyi ve kurucusunu, hem de Kuran ayetiyle idama mahkum eden bir zatın bu harekete karşı nerede durduğu gayet açık ve nettir. Bu nedenle referandum da dâhil Hoca hiçbir zaman AK Parti’yi desteklememiştir. Oy vermek desteklemek değil çünkü... O askeri vesayeti devirmek için destekledi ve bu desteğin, gönülsüz desteğin bedelini de şimdi nasıl ödetiyor görüyorsunuz...

GÜLEN'İN GEÇMİŞTE KRİTİK ÇIKIŞLARI

ÖZAL'I SEMT İMAMI BİLE YAPMAM

Rahmetli Turgut Özal’ın siyasi başarısından da fevkalade rahatsızlık duymuştu. Hatta bir sohbette kendi annesinin de Özal için böyle söylediğini aktarmış ve şöyle demişti: “Aklı anamın aklı kadar olanlar Özal’ı kurtarıcı sanıyor. Bizim hizmette olsaydı Özal’a semt imamlığı verir miydim bilmiyorum” dedi.

ERBAKAN'A ÖLSÜN BEDDUASI

Necmettin Erbakan’ı üstün başarısı nedeniyle zaten kendisine rakip gören ve yarış pistinden bir an önce diskalifiye edilmesini isteyen Hocaefendi atıp tuttu. Hatta “Eğer İslam’ı bunlar temsil edecek ise yerin dibine batsın o İslam” diyordu. “Hükümet düşecek herkes görevini yapsın” dedi. Biri anlattı: “Hocaefendi Erbakan’a öyle bir beddua etti ki, yerler gözyaşından ıslandı. Duadan sonra hocaefendi elini yüzüne sürerken dedi ki, hadi size müjde bir haftaya kalmaz Erbakan’a Fatiha okuruz.”

BEDDUA VE ÖVGÜ

Demirel için ne kadar beddualar ettiğimizi hatırlamıyorum bile... Ama bu açılım sürecinde Gazeteciler ve Yazarlar Birliği’nin düzenlediği ödül töreninde Süleyman Demirel’e hitaben; “Söz sultanının yanında söz söylenmez...” diyordu. Bir gece öncesinde söyledikleri ise ağza alınacak gibi değildi. Peki, bu nasıl oluyordu?

TCK 163. Madde kalkmasın diye Özal’a rica etti

-Nasıl bir karaktere sahiptir?

Egosantrik bir karaktere sahip olan Hocaefendi, daha çocukken kendisinin büyük bir insan olacağına inanmış ve kendini hep öyle görmüştür. Bu düşüncesinden olmalıdır ki değer gören herkesi kıskanır ve ondan rahatsızlık duyardı. Bu nedenle, etrafındaki insanların, gözleri başarılı insanlara kaymasın diye sürekli onları küçümserdi. Örneğin, rahmetli Necip Fazıl için hep şöyle derdi; “bizim Abdullah Aymaz hoca ondan çok iyi yazar” derdi. Ama ne zaman ki Necip Fazıl üstat vefat etti, aynen şöyle diyordu: “İslam dünyası Sultan-ı Şuarasını kaybetti. Yeri dolmaz bir şair, hatip ve edipti.” Çünkü artık ölmüştü ve Hocaefendi için rakip olmaktan çıkmıştı. Rahmetli Özal ile ilgili bir bilgiyi daha sizinle paylaşmalıyım. Rahmetli, Müslümanların başının belası 163. Maddeyi kaldırmıştı. 163. Maddeyi kaldırmaması için Özal’a ne kadar ricacı olduğunu anlatamam. Hocaefendi’ye göre 163. Madde kalkarsa her sokak başında bir şeriat partisi kurulacaktı...

İLAHİYATÇI PROF. AHMET KELEŞ’İN CEMAAT YILLARI

Hizmet rotadan sapınca ayrıldım

1973’de bir yaz günü Fetullah Hoca’nın vaaz kasetini dinleyip, aynı yaz İzmir’e giderek kendisiyle tanıştım. İlk tanışmaya da beni, Eski İzmir Otogarı yanındaki camide görevli olan hizmetin en ünlü hocalarından Mehmet Ali Şengül hocam götürmüştü. Her yaz düzenlenen öğrenci yetiştirme kamplarına katıldım: Buca, Edremit kampları başta olmak üzere... Daha Ankara’da ilk hizmet evlerinin açılmaya başladığı yıldı. Meşhur Necati Bey Caddesi’nde açılan ilk hizmet evinde, hizmetin duayenlerinden ve hala da hizmetin kurmay ekibinden olan Naci Tosun’un ile irtibata geçerek Kırıkkale’de ilk öğrenci evini açıp hizmeti başlattım.

Elinden tuttuğumuz isimler

Arkasından çok kıymetli bir hizmet dostum ve arkadaşım olan (M. İ. B.) İle birlikte Yozgat ve civarında, kazalar dâhil evler ve yurtlar açtık. Sayın Ekrem Dumanlı Yozgat’ta ilk elinden tuttuğumuz gençlerdendi. Hizmete kazanılmasında bir ağabeyi olarak çok emeğim vardır ve bunu hiç unutmadığından eminim. Orta Anadolu’nun hemen her yerine gece gündüz koşarken, 1980 İhtilalı oldu. Hocaefendi’nin arandığı yıllar başladı. İhtilal bütün hesaplarımızı bozdu. 1983 de hem Kayseri’deki hizmetlerle ilgilenmem hem de bu arada bir fakülte okuyup askere gitmemem için Kayseri İlahiyat Fakültesi’ne girdim. 1983-1993 yılları arasında tam on yıl Kayseri ve çevresinde hizmette bulundum. Prof. Dr. Şerif Ali Tekalan ile birlikte çalıştık. Kayseri ve civarında o kadar meşhur olmuştum ki, Kayseri’nin en büyük camii Sanayi Camii’nde vaaz ediyordum ve cemaat saatler öncesinden camiyi dolduruyordu. Kayseri’de hizmetler çok gelişince hizmetin az geliştiği yerlerden olan Balıkesir vilayetine tayinim çıktı. 1993 yılında orada göreve başladım. Bölge imamı olarak çalıştım. Hizmetten kopuş sürecim de burada başladı... Açılım süreçleri, siyasete girmeler ve 28 şubat... 1998 yılında Hocaefendi Amerika’ya gitmeden... Kendisine yapılan yanlışları ve hizmetin rotasından saptığını söyleyerek hizmet yolculuğuma son verdim. Yoksa hamdolsun biz her an Allah yolunun hizmetkârlarıyız...

Rektörlüğe aday oldum

Cemaatten ayrılınca bana Balıkesir’i acilen terk etmem söylendi. Gidecek yerim yoktu. Hiçbir sosyal güvencem vs. yoktu. Sadece Kayseri’de yaptığım doktoram vardı. Bana seni Diyarbakır’a aldıralım, başka hiçbir yere giremezsin, dediler. Gerçekten de giremedim. En son 1998 Eylül’ünde Diyarbakır’da İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalında Yardımcı Doçent olarak göreve başladım. 2004’te doçent, 2009’da da profesör oldum. 2012 yılında bir garip olarak gittiğim Diyarbakır’da Dicle Üniversitesi Rektörü adayı oldum.
http://adimdergisi.com/HaberOku.aspx?ID=245

Mavi Marmara'yı Göstermeyen TV.
Hakan Albayrak, Kedi köpek haberlerini bile görürken Mavi Marmara'nın gelişini yayınlamayan Müslüman TV kanalına açtı ağzını yumdu gözünü

28 Aralk 2010
Ana Haber

Yenişafak Gazetesi yazarı Hakan Albayrak, Kedi köpek haberlerini bile görürken Mavi Marmara'nın gelişini yayınlamayan Müslüman TV kanalına açtı ağzını yumdu gözünü. Albayrak'ın yazısında eleştirdiği fakat isim vermediği TV kanalının bahsettiği haberlerden Gülen grubu TVleri (Samanyolu TV ve Samanyoluhaber) olduğu anlaşılıyor.

İŞTE O YAZI:

'Zap'ta en hızlı geçilecek televizyon kanallarından biri...
Kocaman bir televizyon kanalının 50 küsur dakikalık ana haber bülteninde kedi haberi var, pencereye sıkışan adam haberi var, eften-püften ne varsa var, ama Mavi Marmara'nın İstanbul'a dönüşü ve muazzam bir kalabalık tarafından karşılanışı yok.

- Niye yok?

- Çünkü Mavi Marmara'nın unutulması gerekiyor!

- İyi ama, diğer bütün televizyon kanalları haberi verdiler. Milletin izlediği tek televizyon kanalı sizin kanalınız mı ki siz Mavi Marmara'ya ambargo uygulayınca Mavi Marmara unutulsun? 'Biz görmezsek millet de görmez' diye mi düşünüyorsunuz? E pes yani!

* * *

Dünyanın en komik karartma operasyonuyla karşı karşıyayız.

Kafalarını böyle kuma sokarak Mavi Marmara'yı görünmez kılabileceklerine inanıyorlar!

Furkan Gemisi'ni yok sayarak, Mavi Marmara sanki hiç olmamış gibi davranarak onu ortadan kaldırabileceklerini zannediyorlar!

Kafalarını değil bütün gövdelerini de kuma soksalar fayda etmez.

Onlar kaybolup gider, Mavi Marmara şehitlerinin yürüyüşü devam eder.

* * *

Bir süredir 'zap'ta en hızlı geçtiğim kanallardan biriydi zaten.

Geçişi biraz daha hızlandırmalıyım.


Cemaat'in CIA'le bağlantısı var mı?
Washington Post Gazetesi'nde Jeff Stein imzalı ilginç bir haber yer aldı. Üst düzey bir Türk istihbarat yetkilisi anılarını yazdığı kitabına dayandırılan haber Cemaat'in CIA ile ilişkilerini olduğu iddia ediliyor.

08 Ocak 2011
Washington Post / Jeff Stein

Üst düzey bir Türk istihbarat yetkilisi anılarını yazdığı kitabında, merkezi Pennsylvania'da bulunan dünya genelinde yaygın ılımlı İslami hareketin, 1990’lı yılların ortalarından bu yana CIA’yı maskelediğini ileri sürüyor.

Emekli Türk istihbarat yetkilisi Osman Nuri Gündeş,“İhtilallerin ve Anarşinin Yakın Tanığı” adlı kitabında, eskiden imam olan nüfuzlu Fethullah Gülen liderliğindeki dinî hoşgörü hareketine bağlı dünya çapında 600 okul ile dört milyon mürit bulunduğunu belirtiyor.

Paris merkezli Intelligence Online haber bültenine göre, Gündeş, 1990’lı yıllarda hareketin Kırgızistan ve Özbekistan’daki okullarında "130 CIA ajanını barındırdığını" iddia ediyor.

Kitabın geçen ay basılmasından sonra Türkiye’de ortam hassaslaştı.

Gülen’in konuya ilişkin yorumu ise alınamadı.

Ancak Orta Asya’da uzun süre görev yapmış iki eski CIA yetkilisi, Gündeş’in iddialarına kuşkuyla yaklaşıyor.

Intelligence Online’a göre, "görüşleri genelde ABD politikalarına yakın" olan imam Gülen, tüm dinlere yönelik hoşgörülü yaklaşımıyla hareketini El-Kaide ve diğer radikal gruplara rakip kılarak Orta Asya, Orta Doğu ve hatta Avrupa ve Afrika’daki Müslümanların ilgisini kazanmaya çalışıyor.

Henüz İngilizceye çevirilmemiş olan kitap ile ilgili haber bültenine göre, Türkiye İstihbarat Teşkilatı MIT’in İstanbul eski şefi Gündeş ayrıca, "bizzat kendisinin 1990’lı yıllarda Gülen hareketi ile ilgili soruşturmaları yürüttüğünü" belirtiyor. Gündeş’in ne tür bir soruşturma yürüttüğü belli değil; dinî görüşleri de tam bilinmiyor ancak Türkiye’de radikal İslamcıların etkisi 1990’lı yıllarda artış kaydetmişti.

Gülen, 1998 yılında Türkiye’den ayrıldı ve hareketin merkezi olan Pennsylvania eyaletinin Saylorsburg kentine yerleşti. Intelligence Online tarafından yayımlanan habere göre, Gülen, ABD’de kalma iznini ancak 2008 yılında, CIA'nın üniversitelerdeki uzantıları olarak tanımlanan Fuller ve George Fidas aracılığıyla temin edebildi.

Bu iddiayı yalanlayan Fuller, "2006 yılının başlarında, düşmanları Gülen’in ABD’den sınırdışı edilip Türkiye’ye gönderilmesi yönünde baskı yaptığında FBI’a bir mektup yazmak oldu. 11 Eylül sonrasında Gülen’in tehlikeli bir radikal olduğuna ilişkin söylemler yayılmaktaydı. FBI’a yazdığım mesajda görüşlerimi bildirdim; yani ABD’ye yönelik herhangi bir tehdit oluşturmadığını ifade ettim. Tıpkı çağdaş İslam ile ilgilenen birçok bilim adamı gibi bugün de öyle düşünüyorum." diyerek sözlerini şöyle sürdürdü: "Gülen’i bir radikal ya da tehlikeli olarak görmüyorum. Hatta dünya genelindeki birçok İslami hareketlerle ilgili araştırma yapmış birisi olarak, Gülen hareketinin muhtemelen günümüz Islamiyetinin siyasal ve sosyal yapısının evrim geçirmesini sağlayabilecek en umut verici hareketlerden biri olduğu görüşünü taşıyorum."

Bu arada, ne yorumunu almak için Fidas’a ulaşılabildi ne de CIA'dan, Fidas ile ilgili sorulara cevap alınabildi. Fidas, George Washington Üniversitesi Elliot Uluslararası İlişkiler Okulu'nda ziyaretçi profesör ve Merkez İstihbarat Analiz ve Üretim Bürosu Yardımcılığında Direktör olarak görülüyor.
Tercüme: Byegm

Eski MİT'çi Gündeş'ten bomba iddia

Gündeş, "Gülen cemaatine ait Türkiye dışındaki bazı okullarda Amerikan Merkezi Haber Alma Örgütü (CIA) ajanlarının "İngilizce öğretmeni maskesi" altında çalıştığını öne sürdü.

21 Aralk 2010
Ana Haber

Eski MİT İStanbul Bölge Başkanı ve Başbakanlık İstihbarat Başdanışmanı Osman Nuri Gündeş, “İhtilallerin ve Anarşinin Yakın Tanığı” adıyla kaleme aldığı anılarında Fethullah Gülen cemaati okulları konusunda önemli bir iddiada bulundu. Gündeş, "Gülen cemaatine ait Türkiye dışındaki bazı okullarda Amerikan Merkezi Haber Alma Örgütü (CIA) ajanlarının "İngilizce öğretmeni maskesi" altında çalıştığını öne sürdü.

Gündeş'in kaleme aldığı anıları Can Dündar Milliyet gazetesindeki köşesinde duyurdu. Dündar'ın köşeside yayımlanan (21 Aralık 2010) yazıda Gülen okullarına ilişkin bölüm "CIA ajanları öğretmen maskesiyle görev yapıyor" başlığıyla yer aldı. Dündar'ın yazısında Gündeş'in anılarına atfen yer alan Gülen bölümü şöyle:

‘CIA ajanları öğretmen maskesiyle görev yapıyor’

Gündeş, kitabında Fethullah Gülen hareketini Moon tarikatına benzetiyor.

Amerikalıların Kore’yi işgal ettikten sonra, Güney Kore’yi sömürgeleştirebilmek için Hıristiyan Moon tarikatını kurduklarını, böylece nüfusu Budistlikten vazgeçirip Hıristiyan yaptıkları gibi tarikat aracılığıyla dünyada komünizm karşıtı bir blok oluşturduklarını söylüyor. Gülen‘in de Komünizmle Mücadele Derneği’nden yola çıktığını, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamındaki ülkelere öncelik verdiğini hatırlatıyor.

“Sonra CIA, cemaatin faaliyetlerini Rusya’ya yönlendirdi” diyor.

Şu satırlar kitabın “Fethullah Gülen gerçeği“ bölümünden:

Fethullah Gülen gerçeği

“Gülen cemaati tarafından özellikle de Türk cumhuriyetlerinde açılan okullarda diplomatik pasaportlu Amerikalı CIA ajanları ‘İngilizce öğretmeni’ diye barındırılıyor. Bu işbirliği, Türkiye’de yapılan üst düzey resmi bir toplantıda, bizzat Fethullahçı okul yöneticisi tarafından itiraf edildi. Toplantıda MİT temsilcisi de bulunduğu halde, olay karşısında sessiz kalındı. Durum, devletin resmi olarak yayımladığı kitapla da belgelendi.”

Öğretmen kılıklı CIA ajanları

“Yer: Ankara’daki Başkent Öğretmen Evi...

Ev sahibi: Milli Eğitim Bakanlığı Yurt Dışı Eğitim-Öğretim Genel Müdürlüğü...

Konu: Yurtdışında açılan Türk okullarının sorunları...

Toplantıya başta Milli Eğitim Bakanı olmak üzere bakanlığın bütün üst düzey bürokratları katılıyor.

Dahası Başbakanlık’tan, MİT’ten, Dışişleri Bakanlığı’ndan temsilciler ve yurtdışında okul açmış bazı kimseler de var.

Bu toplantıda Özbekistan’da 18 okul açmış bir şirket sahibi okullardan bahsederken ‘Fethullahçılara ait okullar’ dedi; Türk Milli Eğitimi buna seyirci kaldı. Bu arada okulların müdürü, Amerika’nın Özbekistan’daki bir uygulamasını dile getirdi:

‘ABD, “dostluk köprüsü“ adı altında getirdikleri 70 kişilik öğretmen grubuna diplomatik statü kazandırmış. Özbekistan’da diplomatik pasaportla bulunan ABD’li öğretmenlerin çoğu, Gülen cemaatinin okullarında çalışmaktadır. “İngilizce dil öğretmeni” olarak gözükmekte iseler de esasen Amerikan Gizli Servisi’nin güdümünde görev yaptıkları ve çalıştıkları ülkelerde Pentagon’da üretilen Amerikan politikalarının uygulamasının baş ajanları görevlerini sürdürmektedirler. Onların İngilizce hocalığı sadece maske görevleridir. Örneğin Kırgızistan’da da 60 kadar Amerikalı “öğretmen” vardır.’ "

Elif Çakır'dan Gülen için flaş iddia
12.03.2014



Star Gazetesi yazarı Elif Çakır, tarihçi-yazar Kadir Mısıroğlu’nun kitabından Fethullah Gülen’e ait olduğu iddia edilen bir olayı köşesinde paylaştı.

Star Gazetesi yazarı Elif Çakır, Fethullah Gülen'in kürsüden Kuran'ı Kerim'i fırlattığı iddiasını köşesine taşıdı.

Fethullah Gülen, gençlik yıllarında Salihli'de vaaz verirken, millete Kuran-ı Kerim'in kıymetini bilmediklerini göstermek için kutsal kitabı kürsüden attı mı?

Yine emekli vaiz merhum Hilmi Türkmen, Gülen'in MİT'çi olduğunu iddia etmiş.

Star Gazetesi yazarı Elif Çakır, tarihçi-yazar Kadir Mısıroğlu'nun kitabından Fethullah Gülen'e ait olduğu iddia edilen bir olayı köşesinde paylaştı.

İŞTE ELİF ÇAKIR'IN O YAZISI

Sadece sizi değil... Sadece bizi değil... Sadece onları da değil... Meğer bizim din âlimi görünümlü 'big brother', en yakınındakileri bile dinlemiş; kontrolde tutmak amaçlı.

Sadece sen değil... Sadece ben de değil... Sadece bizler değiliz 'tehdit' unsuru olan... Meğer bizim 'Allah dostu veli', PR'lı 'Hocaefendi' kendisinden gayrisine güvenmeyip kırk yıllık sırdaşı, çocukluğundan beri en yakınındaki isim, hatta kara kutusu olan Latif Erdoğan'ı dahi dinlemiş, dinletebilmiş.

***

Günlerdir şaşkınlık içinde "hepimizi dinlemişler" diye haykırıyoruz.

Latif Erdoğan'da A Haber'de katıldığı Deşifre programında mealen dedi ki:

"Niye şaşırıyorsunuz arkadaş... Hocaefendi cemaatin önde gelen ismi olduğum ve söylediğim sözler kendisini de bağlayacağı gerekçesiyle 15 yıl boyunca beni de dinletmiş!"

Dikkatinizi çekti mi sizin de?

Gülen'in, Latif Erdoğan'a "Denetim amaçlı seni dinletiyorum Latif!" dediği yer neresi?

Altunizade!

Peki, Gülen kaç yıldır Pensilvanya'da?

Gülen kaç yılında buluşmuş olabilir Latif Erdoğan'la Altunizade'ki ofisinde?

1990 mı? 1995 mi? 1999 mu?

İstediğiniz yıldan geriye 15 yılı sardırın...

Ve hesaplayın bakalım Gülen'in kaç yıldır derin kulak olduğunu...

Fethullah Gülen din adamı mıdır, devletin daha derininde bir istihbaratçı mıdır?

Karşımızda yıllarca bizlere 'din adamı' diye sunulan, ancak o sunumun gerisinde 'Genelkurmay'daki görüşmeler Cumhurbaşkanı'na dahi gitmeden masasına giden' bir adam var...

Sahiden de kim bu adam?

Kimdir Fethullah Gülen?

CIA ajanı mıdır, değil midir bilmiyorum ancak bir istihbarat bağlantısı olduğu muhakkak.

Ve hala Allah dostlarından, alimlerden örneklerle, mukayeselerle Fethullah Gülen'in asıl kimliği gizlenmeye çalışılıyor.

Fethullah Gülen'e ilişkin Kadir Mısıroğlu'nun 'Dünden bugüne: Tahrifat Hareketleri' isimli kitabının üçüncü cildinde oldukça önemli bir bölüm var...

325. sayfada, 1969 ve 73 yılları arasında Adalet Parti ve Demokratik Parti'den Mersin ve Samsun milletvekilliği de yapan emekli vaiz Hilmi Türkmen'den bir hatıra aktarıyor Mısıroğlu...

Merhum Türkmen, Kadir Mısıroğlu'na diyor ki: 'Sen bir de benden dinle Fethullah Gülen'i!"

***

Ve anlatıyor...

"İskenderun'da askerlik yaparken ben de orada vaizdim. Bir gün benim de bulunduğum camide vaaza çıktı ve orada millete Kuran-ı Kerim'in kıymetini bilmedikleri yolunda nasihatte bulunurken o mukaddes kitabı 'Siz işte böyle yaptınız!..' diyerek kürsüden atmış, (bu vaka daha sonra Salihli'de de cereyan etmiştir) ve cemaat arasında büyük bir galeyan meydana gelmişti.

Milleti zorla yatıştırdım. Fethullah'ı alıp evime götürdüm. Genç ve tecrübesiz olduğunu düşünerek nasihatlerde bulundum kendisine.

Aradan yıllar geçti. Yıl 1965 veya 66 idi. Gayet perişan bir vaziyette bana geldi. İstanbul'daki arkadaşlarının kendisini beş parasız sokağa attıklarını söyledi ve benden iş istedi. İskenderun'daki vak'a dolayısıyla ihtiyatlı davrandım ve Müftü'ye müracaatla o sırada izinli olan bir vaizin yerine vazifelendirmesini teminle bir deneme yapmak istedim. Bir gün vaaz verirken düşüp bayıldı kürsüde. Hastaneye kaldırdık. Doktorlar depresyon geçirdiğini söyleyerek O'nu Manisa Akıl Hastanesi'ne sevkettiler. Bir iki ay burada yatıp çıktıktan sonra yine yardım istedi. İzmir'in Kestane Pazarı'ndaki Kuran-ı Kerim Kursu'nun idarecilerini tanıyordum. Manisa'da adı 'deli hoca'ya çıkar endişesiyle, arkadaşlarla görüşerek oraya yerleştirdim. Beş on gün sonra halini hatırını sormak için yanına uğradığımda, baş başa bir kimseyle fiskos ettiğine rastgeldim. Konuştuğu adam, beni görünce yaydan çıkmış ok gibi fırlayıp kaçtı. Kendisine 'Bu kimdir?" diye sorduğumda 'Bir talebe velisi!" diye cevap verdi.

Bu söz doğru değildi. Konuştuğu o adam, bu karşılaşmadan 5-6 ay evvel bana gelmiş ve MİT'çi hüviyetini gösterdikten sonra, benimle açıkça bir mesele konuşmak istediğini söylemişti. Mesele şuydu:

'Bizim teşkilat (MİT) Müslümanların Mustafa Kemal Paşa'ya menfi bir tavır almasından rahatsız. İstiyoruz ki bu münaferatı giderelim. Sen, Süleymancı Cemaati içinde söz sahibi birisin. Sen bizimle çalış bizden ne istersen iste... Diyanet İşleri Başkanı yapalım seni!'

Kendisine yanlış kapıda olduğunu söylemiştim. Şimdi anlıyordum ki, buldukları adam Fethullah Gülen'di. İşi takip ettim o günden sonra. MİT güdümlü olarak nasıl nafiz bir mevkiye getirildiğine safha safha şahit oldum."

***

Kadir Mısıroğlu'nun kitabından özetle anlattığım bu anekdot belki bugünleri anlamak açısından faydalı olur.

Fethullah Gülen hala kapalı bir kutu. Sorulması gereken pek çok soru var. 1962-71 arasında MİT Müsteşarlığı yapan Korgeneral Fuat Doğu'yla ilişkisi, Ulaştırma Bakanlığı da yapan CHP eski Genel Sekreteri Kasım Gülek bağlantılarının irdelenmesi gerekiyor.

17 Aralık tarihi Fethullah Gülen için bir milattır.

17 Aralıkta giriştiği operasyon kendi "yüzüne" yaptığı bir operasyona dönüştü.

Operasyonla maskesi düştü...

Latif Erdoğan bir giriş yaptı sadece. Emin olun anlattıkları sadece bir kısmı...

Ne dersin Ekrem Dumanlı?

Şimdiden çok şaşırmayalım, daha çok şey var duyduğumuzda şaşıracağımız değil mi?

Kaynak: Star Gazetesi / Elif Çakır
http://www.sabah.com.tr/Gundem/2014/03/12/elif-cakirdan-gulen-icin-flas-iddia
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Eyl 07, 2016 1:17 am    Mesaj konusu: İrfan Bozan'dan ilginç bir Fethullah Gülen analizi Alıntıyla Cevap Gönder

Eric Draitser: Türkiye’deki CIA destekli darbe başarısız, küresel satranç tahtası altüst oldu
17 Eyl, 2016



Fuller’e ilave olarak, kötü şöhretli CIA amili ve ABD’nin eski Türkiye Büyükelçisi Morton Abramowitz de, ABD’de sığınma arayışı içinde olduğu sırada Gülen’i destekleyen bir mektup yazdı. İlginç bir şekilde Abramowitz aynı zamanda, kendisi gibi neo-con’lar olan Eric Edelman ve Blaise Misztal da birlikte Ocak 2014’te Washington Post gazetesinde ABD’nin Erdoğan hükümetini devirmesini isteyen ateşli bir yazıyı kaleme alanlardan biriydi.

Erdoğan’ın şah-matı: Türkiye’deki CIA destekli darbe başarısız oldu, küresel satranç tahtası altüst oldu
Eric Draitser
Global Research / stopimperialism.com

Kısa süre önce Türkiye’de gerçekleşen başarısız darbe girişimi, Ortadoğu’daki, NATO’daki ve belki de küresel düzeydeki güç dengelerini değiştirme potansiyeli taşıdığından, bir siyasi ve jeopolitik depremdi. Fakat son gelişmelerin sonuçları açık olsa da, 15 Temmuz gecesi – 16 Temmuz sabahı gerçekte ne olduğu halen bir düzeyde muamma. Neden Batılı uzmanlar ve gazeteciler bağlantıların çoğunu kurmuyor?

Bu noktada bir kez daha, ABD ve AB hükümetlerine de hakim olan çıkar gruplarının hakim olduğu kontrollü medya aygıtlarına ve onların inanılmaz yanlış bilgilendirme gücüne geliyoruz. Michael Parenti’nin meşhur bir şekilde yazdığı gibi,
“[Medyanın] işi bilgilendirmek değil yanlış bilgilendirmek, demokratik söylemi ilerletmek değil onu etkisizleştirmek ve susturmaktır. Onların görevi, günün olaylarıyla itinayla ilgilendikleri görüntüsünü her şekilde vermek, çok şey söyleyip çok az mana sunmak, pek az besleyiciyle çok kalori kazandırmaktır.”
Parenti’nin iddiasının Türkiye’deki darbe girişiminden daha doğru olduğu bir yer yoktur. Zira medya Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümetinin ABD’de yaşayan milyarder Fethullah Gülen’in gizli eline dair iddialarına yer verdiyse de, önde gelen medya kuruluşlarından hemen hemen hiçbiri Gülen’in ve hareketinin gerçek anlamını ortaya çıkarmak için gerekli araştırmayı yürütmedi. Özellikle de, ve neredeyse büyü yapılmışçasına, Gülen’in CIA’le uzun zamandır sahip olduğu bağlardan, onun Türk devletinin çeşitli kurumlarına sızmasından kesinlikle bahsedilmiyor; Gülen’in liderlik ettiği ve Müslüman (ve de Müslüman olmayan) dünyanın neredeyse her köşesine uzanan finans ağları ve bağlantılar hakkında da hiçbir ciddi araştırma yapılmıyor.

Ve her ne kadar Gülen, ABD’deki pek çok neo-con’la birlikte Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ona bağlı güçlerin siyasi rakiplerine, laiklere ve diğer Erdoğan karşıtı güçlere karşı süregiden baskıları meşrulaştırmak için darbeyi bizzat kendilerinin sahnelediği anlatısını yaysa da, medya genel olarak Türkiye’deki olayların geniş jeopolitik anlamla bağlantısını kurmadı; oysa bu, olmuş olması muhtemel şeylere bir nebze ışık tutabilirdi. Dahası medya, vazifesini daha da fazla ihmal ederek son derece kritik bir ihtimal olan ABD-NATO istihbaratının dahli ihtimalini büyük ölçüde görmezden geldi.

Bir kılavuz olarak tarih

1953 İran darbesinden 1973 Şili darbesine ve sayısız başka ülke örneğine kadar, CIA ve NATO’daki kuzenleri olan istihbarat örgütleri, geçtiğimiz haftalarda Türkiye’de olana benzer pek çok darbenin parçası oldu. Ancak Türkiye’deki 2016 darbe girişimiyle 12 Eylül 1980 tarihli darbe arasındaki çarpıcı benzerliklere dikkat çekmeme gafletine düşmemek gerekir.
1970’li yıllar boyunca Türkiye, çoğu Bozkurtlar ve başka gruplar gibi faşist oluşumlara atfedilen büyük bir terörizm ve şiddet kabarmasına tanık oldu. Ancak bugün bu şiddetin önemli bir bölümünün, pek çok uzmanın CIA’le bağlantılı bireyler ve ağlar tarafından hazırlandığını ileri sürdüğü provokasyonlar biçimini aldığı biliniyor.

Bu kişilerden belki de en önemlisi, Soğuk Savaş boyunca Etiyopya’da, Türkiye’de ve başka yerlerde istihbarat koordinatörü olarak on yıllar geçiren Paul Henze’ydi. Daniele Ganser’in NATO’s Secret Armies: Operation GLADIO and Terrorism in Western Europe, [“NATO’nin Gizli Orduları: GLADIO Operasyonu ve Batı Avrupa’da Terörizm”] başlıklı kitabında belirttiği gibi:
“Bir sağcı aşırıcı daha ileride mahkemede akla yatkın bir şekilde, 1970’lerin katliamlarının ve terörünün [darbe lideri General] Evren’i ve orduyu iktidara getirme stratejisi olduğunu savundu: ‘Katliamlar MİT’in provokasyonuydu. MİT ve CIA’in provokasyonlarıyla 12 Eylül darbesinin zemini hazırlandı.’” (s. 239)

Fakat elbette bu eylemler boşlukta gerçekleşmedi; olayların gerçekleşmesini kolaylaştıran istihbarat ajanları yerlerini almıştı. Meşhur yazar ve medya eleştirmeni Edward Herman ile kendisine eşlik eden Frank Brodhead’in 1986 tarihli The Rise and Fall of the Bulgarian Connection [“Bulgar Bağlantısının Yükselişi ve Düşüşü] isimli kitaplarında söylediği gibi:
“Paul Henze uzun CIA kariyerine 1950 yılında Savunma Bakanlığı örtüsü altında ‘dış meseleler danışmanı’ olarak başladı. İki yıl sonra ise Batı Almanya’nın Münih kentindeki Özgür Avrupa Radyosu’nda (RFE) politika danışmanı olarak sürecek altı yıllık bağlantısını başlattı. 1969 yılı itibariyle Henze, Etiyopya’daki CIA üs şefiydi; 1974-1977 yılları arasında da Türkiye’de üs şefliği yaptı. Zbigniew Brzezinski Başkan Jimmy Carter için Ulusal Güvenlik Konseyi takımını topladığı zaman, Henze CIA’in Beyaz Saray’daki NSC ofisindeki temsilciliğiyle görevlendirildi.”

Henze ve Brzezinski arasındaki yakın bağ düşünüldüğünde, Henze’nin temel olarak Brzezinski’yle aynı küresel operasyona, yani Sovyetler Birliği’ne karşı stratejik kazanım için terörizmin silahlandırılması operasyonuna katıldığını görmek zor değildir. Brzezinski ün kazanmış bir şekilde Afganistan’da mücahitlerin yaratılmasına akıl hocalığı yaparken, Henze Türkiye’de halihazırda benzer sonuçlar elde etmiş, istikrarsızlaştırma amacı doğrultusunda sağcı güçleri örgütlemişti. Gansler kitabında, anti-terör araştırmacısı ve GLADIO operasyonları uzmanı Selahattin Çelik’ten bir alıntı yapar. Çelik 1999 yılında şunları yazmıştı:
“[ABD Başanı Jimmy Carter] haberi [Türkiye’deki 1980 darbesi haberini] alınca, darbeden kısa süre önce Ankara’dan ayrılıp Washington’da CIA’in Türkiye masasında Carter’ın güvenlik danışanı olan Paul Henze’yi aradı… Carter Henze’ye onun zaten bildiği şeyi söyledi: ‘Adamların darbe yapmış!’ Başkan haklıydı. Paul Henze, darbenin ertesi günü Washington’daki CIA meslektaşlarına muzaffer bir edayla bildirdi: ‘Bizim çocuklar (our boys) başardı!’”

Çelik Henze’den açık açık, “12 Eylül 1980 darbesinin başmimarı” diye bahsediyordu. Neden böyle dediğini görmek zor değil. 1970’lerin başlarından ortalarına kadar sahada bulunan, ardından Washington’da koordinatör olurken Brzezinski liderliği altında Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Türkiye’den sorumlu kilit kişisi haline gelen Henze açıkça araçsal bir rol oynamıştı. Gansler’in belirttiği gibi, Çelik’e göre,
“Brzezinski Henze’nin pozisyonunu destekledi. Ulusal Güvenlik Konseyi’nde, 1979 yılında Humeyni’nin iktidara geldiği İran’daki durum hakkında yürütülen bir tartışma esnasında Brzezinski, görüşünü ‘Türkiye için de Brezilya için de askeri hükümet en iyi çözüm olacaktır’ şeklinde ifade etti.”

ABD istihbaratının Soğuk Savaş’ta nasıl faaliyet yürüttüğüne az da olsa aşina olan hiç kimseye bunlar şaşırtıcı gelmemelidir ama, belki ABD istihbaratı, NATO’daki kuzenleri ve Türk ordusu ile derin devleti arasındaki bağlantıların derinliği zihinde şimşekler çaktıracak bir şeyleri ifade ediyor olabilir. Türkiyeli politikacı ve sosyal aktivist Ertuğrul Kürkçü’nin 1997 yılında Covert Action Quarterly dergisinde yazdığı gibi:
“Türkiye ve ABD ordusu ve istihbarat çevreleri arasındaki yakın bağlar ile ABD’nin Türkiye’nin askeri işbirliğiyle ilgili kaygıları, Türkiye’nin daha geniş demokrasiye giden yolunun önündeki büyük engeller oldu. [Türk siyasetçi ve gazeteci Fikri] Sağlar, ABD’nin Türkiye meselelerine ilgisinin resmi NATO ilişkileri ve ticaret bağlarıyla sınırlı olmadığını savunuyor. CIA’in o dönemdeki Ankara’daki Türkiye üs şefi “Bizim çocuklar bu işi başardı!” şeklindeki kötü şöhretli mesaja işaret ediyor. Sağlar CIA de dahil olmak üzere yabancı istihbarat örgütlerinin aşırı sağdan işbirlikçiler seçtiği ve kendi özgün çıkarları için onlardan istifade ettiği değerlendirmesini yapıyor.”

Nitekim 1980 darbesinin her şeyden fazla gösterdiği şey, Türk ordusunun ve Bozkurtlar gibi aşırı sağcı faşist terör çetelerinin çeşitli biçimlerde ABD varlıkları niteliği taşıdığı ve ABD istihbaratının parmağının altında olduğudur. Elbette bunların bütünüyle onların varlığı mı, vekil güçleri mi yoksa sadece uzun zamandır birlikte çalışan işbirlikçiler mi olduğu konusunda tartışma yürütülebilir, ancak bu ayrım çok da önemli değildir. Önemli olan şey tarihi kayıtların, Türk ordusu ve derin devleti ile CIA arasındaki gizli anlaşmayı açıkça gösteriyor olmasıdır.

Fakat bütün bunlar eski bir hikaye, değil mi? Şüphesiz bu ağlar ve bağlantılar zaman içinde aşındı ve 1980’de olanlar Türkiye’nin iç siyaseti ve süregiden iktidar mücadeleleri açısından ancak ikincil bir önem taşıyor. Eh, evet… Fakat iyice düşününce, belki de öyle değildir.

Türkiye satranç tahtasında kim kimdir?

Türkiye’de kısa süre önce olan şeye dair bir analiz sunmaya çalışırken, Türkiye’de iktidar için mücadele eden siyasi kanatların bir düzeyde anlaşılması gerekir. Her ne kadar gruplar arasında sık sık bir çakışma olsa da, bunlar kabaca üç kampa ayrılabilir.

Birinci kanat, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Adalet ve Kalkınma Partisi’dir (AKP). Erdoğan ve AKP Müslüman Kardeşler’in “ılımlı İslamcı” ortamından geldi ve yıllarını laik Türk ordusuna ve devlet düzenine karşı militanca bir mücadeleyle geçirdi. Bir Müslüman Kardeşler lideri olan Dr. Essam el-Eryan,’ın 2007 yılında izah ettiği gibi, “Müslüman Kardeşler bütün ılımlı İslamcılarla yakın ilişkileri bulunan bir İslami gruptur ve bunların en önde geleni Adalet ve Kalkınma Partisi’dir.”

Bu nokta kritik bir önem taşıyor, zira Erdoğan’ı ve onun siyasi aygıtını, Ortadoğu ve Kuzey Afrika çapındaki çok daha geniş bir uluslararası ağa bağlıyor. Dahası, Erdoğan’ın Suriye savaşındaki ve babası 1982 yılında Suriye’de Müslüman Kardeşler’i ezmiş olan Devlet Başkanı Beşar Esad’ın devrilmesi konusundaki fanatizmi hakkında ve şimdiki Mısır Cumhurbaşkanı Sisi tarafından devrilmiş olan Müslüman Kardeşler lideri eski cumhurbaşkanı Mursi’ye olan tereddütsüz desteği hakkında da bir izahat sunuyor.

İkinci kanat, gücü genellikle orduda ve derin devlet unsurlarında bulunan Kemalistlerdir. Bu kanat kendisini, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün mirasının bekçieri olarak görüyor. Kemalistlerin ülkedeki büyük kapitalist çıkar gruplarıyla derin bağlantıları ve ABD ve NATO ile uzun bir işbirliği geçmişleri bulunuyor. Daha önce belirtildiği gibi Türk ordusunun CIA ve NATO istihbaratı ile uzun süredir devam eden bağları bulunuyor ve en güvenilir ABD-NATO partnerlerinden biri olarak görülüyor.

Bahsedilmesi gereken üçüncü kanat ise, dünya çapındaki okullar ağının kendisini bölgenin en güçlü bireylerinden biri kıldığı, ancak ağını Pennsylvania’daki rahat evinden yöneten Gülen kanadıdır. Gülen ağı Türkiye’deki neredeyse her devlet kurumuna sızarak önemli alanlar açtığı gibi, aynı zamanda da ABD’de dev bir nüfuza sahip; bu hem ABD istihbaratıyla uzun süredir devam eden ağlar anlamında, hem de belki en az bu kadar önemli olacak şekilde, dev lobicilik ve nüfuz ticareti aygıtı anlamında böyle. Nitekim 2010 yılında Gülen hareketiyle bağları olan 6 büyük Türk-Amerikan federasyonu birleşerek, Washington’da Türkiye ve Türki halklar meseleleriyle ilgilenen önde gelen lobi kuruluşlarından olan bir kâr amacı gütmeyen kuruluş olan Türk-Amerikan Federasyonları Birliği’ni (ATAF) kurdu.

Her ne kadar darbe girişimi ordu içindeki unsurlar tarafından gerçekleştirilmiş olsa da, bu unsurların tam olarak hangi kanadı temsil ettiğinin, yahut ikisinin bir bileşimi olup olmadığının açık olmadığı hatırlanmalıdır. Ancak darbede oynamış olabilecekleri potansiyel rolü değerlendirmek için (Hizmet olarak bilinen) Gülen ağının yakın tarihini incelemek faydalı olacaktır.

Noktaları birleştirmek: Türkiye’deki darbe girişiminde Fethullah Gülen ve CIA’in parmak izleri mi?

Dünyanın herhangi bir yerinde olan herhangi bir şey için CIA ve ABD-NATO istihbaratına işaret etmek kolay olsa da – İmparatorluğun erişim alanı gerçekten de küreseldir – somut bağlantıları layıkıyla ortaya koymadan basit bir şekilde ABD’nin suç ortaklığı iddiasında bulunmama konusunda dikkatli olunmalıdır. Bu örnekte ise bu iki kat doğrudur. Ancak tam da bu noktada Gülen’in önemi gerçekten de kendini ortaya koymaktadır, zira neredeyse bütün önemli devlet kurumlarına sızmış olan, onun geniş kapsamlı bağlantılar, temsilciler ve vekiller ağıdır.

Başarısız darbe girişiminden çok önce, analistler Gülen, Türk devlerine sızma ve CIA arasında bağlantı kuruyordu. Osman Softic’in 2014 yılında yazdığı gibi:
“Hizmet sempatizanlarının polis, istihbarat, yargı ve savcılıklar gibi en hassas yapılardan bazılarına ustaca sızmaları nedeniyle, bu hareketin çok daha güçlü ve kötü niyetli uluslararası aktörler tarafından ülkenin istikrarsızlaştırılması ve hatta Erdoğan hükümetinin devrilmesi için uygun bir mekanizma işlevi görmüş olması gayet akla yatkındır… Gülen’in kendisi de, Türkiye’yi istikrarsızlaştırma girişimlerinde uygun bir piyon haline gelmiş olabilir.”
Gülen’in adamlarının Türkiye devletinin her noktasına sızdığı iddiası yeni bir şey değildir. Nitekim en az yirmi yıldır Gülen’e ve Hizmet hareketine bu tür suçlamalar yöneltiliyor. Ancak resmi gerçek anlamda tamamlayan şey, ABD istihbaratı ve ABD dış politikasının elit çevreleri ile olan bağdır.
Bu noktada devreye, CIA’in Ulusal İstihbarat Konseyi’nin eski başkan yardımcısı olan ve Gülen hareketiyle olan bağları derinlere giden Graham Fuller giriyor. Fuller geçtiğimiz günlerde Huffington Post’ta yayınlanan Gülen Hareketi bir tarikat değil – Bugün İslam’ın en umut verici yüzlerinden biri başlıklı bir makalede Gülen’i savunacak kadar ileri gitti. Fuller bu yazıda, Gülen’in ABD’ye 2006 yılında yaptığı Yeşil Kart başvurusuna destek için bir mektup yazdığını – yeterince belgelenmesi nedeniyle başka şansı olmadığından – kabul ediyor. Her ne kadar kullandığı retorik Gülen’e verdiği desteğin niteliğini ve arkasındaki sebebi çarpıtmaya çalışsa da, Fuller Hizmet’in ABD çıkarlarıyla aynı çizgide olan ve onun etkisi altında olan, kritik bir NATO müttefikinde etkili bir silah olarak kullanılabilecek bir toplumsal hareketi temsil ettiğini dolaylı olarak ortaya koyuyor.
Fuller, Gülen hareketiyle bağlantısının hasbelkader bir bağlantı olmadığını belirtmiyor, ancak Gülencilerin, aralarında büyük etkinliklerin de olduğu çok sayıda faaliyetine katıldığı biliniyor. Bunların arasında, Gülen ağının önde gelen bir üyesi olan Kemal Öksüz’ün (namı diğer Kevin Öksüz) yönettiği, ünlü bir Gülenci şemsiye kuruluşu olan Turkuvaz Amerikalılar ve Avrasyalılar Federasyonu tarafından düzenlenen etkinlikler de bulunuyor.

Fuller’e ilave olarak, kötü şöhretli CIA amili ve ABD’nin eski Türkiye Büyükelçisi Morton Abramowitz de, ABD’de sığınma arayışı içinde olduğu sırada Gülen’i destekleyen bir mektup yazdı. İlginç bir şekilde Abramowitz aynı zamanda, kendisi gibi neo-con’lar olan Eric Edelman ve Blaise Misztal da birlikte Ocak 2014’te Washington Post gazetesinde ABD’nin Erdoğan hükümetini devirmesini isteyen ateşli bir yazıyı kaleme alanlardan biriydi. Evet, çenemizi tırmalatacak derecede enteresan.

O halde, her şeyi ortaya koyup koymadığımıza bir bakalım. Gülen milyarlarca dolarlık bir iş imparatorluğunu ve dünya çapına yayılmış özel okullar ağını yönetiyor. ABD-Türkiye ilişkilerinin yakın tarihi içinde yer almış en kötü şöhretli CIA amillerinden ikisiyle doğrudan bağlantılı. Kılcal damarları Washington’dan Orta Asya’ya kadar uzanan bir siyasi lobi ağına sahip. Ha bu arada, eski Türk istihbarat şefi Osman Nuri Gündeş’e göre Gülen’in Orta Asya ülkeleri Kırgızistan ve Özbekistan’daki okullar ağı 1990’ların ortalarından sonlara kadar en az 130 CIA ajanı için örtü sağladı.

Şimdi bu denkleme, ABD politika çevreleri içindeki en etkili düşünce kuruluşlarından olan RAND firmasının 2004 tarihli ve Sivil Demokratik İslam: Partnerler, Kaynaklar ve Stratejiler başlıklı ayrıntılı raporunda ABD politikası için sunduğu önerileri ekleyelim:
“Önce modernistler desteklenmeli, onlara fikirlerini dillendirmek ve yaymak için geniş bir platform sağlamak yoluyla onların İslam vizyonları gelenekselciler karşısında güçlendirilmelidir. Geliştirilmesi ve kamuoyuna çağdaş İslam’ın yüzü olarak sunulması gereken onlardır, gelenekselciler değil… Sekülerler, duruma göre desteklenmelidir.”

Öyle görünüyor ki on yıldan daha uzun süre önce, Gülen ve Erdoğan’ın halen dost olduğu ve örgütlenmelerinin müttefik olduğu bir dönemde, ABD’nin politikası Gülen’i ve hem onun hem de Erdoğan’ın temsil ettiği ılımlı İslamcı unsurları ileri sürmekti. Kuvvetle muhtemel olarak Erdoğan ve Gülen arasındaki ayrışma (her ne kadar bu da şüphesiz belli bir rol oynadıysa da) kişisel meseleler ve egolardan ziyade, politika ve sadakatle ilgiliydi.

Başarısız darbe girişiminin jeopolitiği ve stratejisi

Hem teröristlere hem de Suriye’nin ülkeden kovduğu ABD vekil güçlerine evsahipliği yapmak da dahil olmak üzere Suriye’de ABD emperyalizmine sunduğu takdire şayan hizmete rağmen Erdoğan açıkça Washington’un planlarını bozdu. Belki de en kötü suçu kısa süre önce, Kasım 2015’te bir Rus uçağının düşürülmesi nedeniyle özür dilemesiydi. Ancak elbette resmi Washington politikasını patlatan şey özrün kendisi değil, Türk dış politikasının ABD, NATO ve Avrupa’dan uzaklaşıp Rusya, Çin ve yeni gelişen Batı dışı güç bloğuna yönelmesiydi. Bu onun ağır günahı oldu. Ve her ne kadar şüphesiz Washington bunun son olmasını sağlama istediyse de, bu ilk de değildi.
Erdoğan’ın, dev Türk Akımı boru hattı anlaşmasının imzalanması, Çin’den füze sistemleri satın alma kararı (Erdoğan daha sonra bundan caydı), Rusya’yla kârlı bir nükleer enerji anlaşmasının imzalanması ve daha pek çok başka örnek de dahil olmak üzere, ABD’nin hasımlarıyla anlaşmalar yapmak gibi “nahoş” bir alışkanlığının olduğu hatırlanmalıdır. Kısacası Washington için Erdoğan, en iyi ihtimalle güvenilmez bir müttefik, en kötü ihtimalle de tehlikeli bir siyasi manipülatör olduğunu kanıtlamıştı. Bu yüzden, ABD siyasi elitleri tarafından böyle görülen pek çok başka lider gibi, gitmeliydi. Gülen’in ağı da bu noktada işe yarayacaktı.

Başarısız darbe girişimindeki olayların belki de en çarpıcı boyutlarından biri, İncirlik’teki NATO üssünün kullanılmasıydı. Los Angeles Times’ın belirttiği gibi:
“Türk yetkililer, başkaldırının organizatörlerinin, Türkiye’de bulunan 2,500 ABD askeri personelinin çoğuna ev sahipliği yapan ve ABD öncülüğündeki koalisyonun komşu Irak ve Suriye’de İslam Devleti militan grubunu yenilgiye uğratma amaçlı süregiden hava kampanyası için temel bir üs olan İncirlik Hava Üssü’ndeki subaylardan hayati önemde yardım aldığını söyledi… Resmi medya, İncirlik’teki en yüksek Türk askeri yetkilisi olan General Bekir Ercan Van’ın tutuklandığını aktardı. Van, üste tutuklanan 10 askerden biriydi ve Türk yetkililere göre darbe girişiminin hayati bir unsuru olan, sokaklardaki hükümet destekçilerini yıldırmak üzere kullanılan F-16 savaş uçaklarına hava ikmali sağlama operasyonunun parçasıydı.”

Bu bilginin içerimleri hafife alınmamalıdır. Hikayenin Erdoğancılar tarafından, belki Erdoğan’a sadakatsiz görülen veya laik Kemalistlere fazla sadık görülen üst düzey askeri yetkilileri tasfiye etmek için uydurulmuş olması mümkünse de, hükümetin bu anlatısının doğru olması da akla yatkındır.

Eğer durum böyleyse, bunun açık anlamı İncirlik’in darbe operasyonlarının üssü, darbenin arkasındaki askeri gücün ve onların da arkasındaki ABD istihbaratının ve ordusunun mevkisi olduğudur. İncirlik’in Ortadoğu’daki NATO operasyonlarındaki merkeziliği düşünüldüğünde, bu üssün salt askeri personele evsahipliği yapmakla kalmayıp küresel CIA ağında bir düğüm noktası olduğunu ileri sürmek mantıksız değildir. Nitekim üssün hem Suriye-Irak sahnesinde operasyonlar yürüten insansız uçaklara evsahipliği yaptığı hem de ABD’nin “olağanüstü icra” programının göbeği olduğu dikkate alındığında, İncirlik’in çok sayıda önemli CIA varlığına evsahipliği yaptığını söylemeye bile gerek kalmaz.

O halde bu perspektiften bakıldığında İncirlik şüphesiz başarısız darbe girişiminde merkezi bir yerdeydi ve o günden beri Erdoğan’ın ordu saflarındaki rakiplerini tasfiye etmesinde temel bir konumda yer aldı denilebilir. Dahası üs, uzun zamandan beri Ankara ve Washington arasında bir ihtilaf konusuydu ve Erdoğan hükümeti, üs üzerinde Washington’un izin vermeye hazırlandığından daha fazla kontrole sahip olmak istiyordu. Pek çok bakımdan İncirlik, Türk siyasetinde ve bölgenin jeopolitiğinde tektonik bir kaymanın bağlantı noktası oldu.

Son kertede, Türkiye’deki 2016 başarısız darbe girişimi, önümüzdeki yılları ve on yılları etkileyecek kalıcı sonuçlar getirecektir. Türkiye şimdi açık bir şekilde ABD-NATO-AB ekseninden uzaklaşırken, Rusya ve Çin’le arasını düzeltmeye çalışacağı gibi, BRICS, Şangay İşbirliği Örgütü, Çin’in Tek Kemer Tek Yol stratejisi, Asya Altyapı Yatırım Bankası ve benzerlerinin simgelediği Batı dışı kampta yer almaya çalışacağı da öngörülebilir.

Darbenin başarısızlığı kuşkusuz, Erdoğan’ı bir partner değil bir hasım olarak gören ABD ve müttefikleri için başarısızlıktır. Kendi adına Erdoğan’ın yanıt vermesi gereken pek çok suçlu davranışı vardır. Erdoğan’ın Suriye’deki savaşın körüklenmesinden bugün Türkiye’de süregiden tasfiyelere ve keyfi tutuklamalara, laik kurumlara ve insan haklarına yönelik saldırılara kadar olan vukuat kaydı bir mil uzunluğundadır. Ancak elbette suçlu rejimlerle içli dışlı olmak hiçbir zaman Washington için sorun olmamıştır.

Hayır, sorun Erdoğan’ın oyunu kurallarına göre, yani ABD’nin belirlediği kurallara göre oynamamış olmasıydı ve bundan sonra da böyle olmaya devam edecektir. Ve bu ABD destekli darbe girişimi sonrasında Erdoğan yalnızca daha da güçlenecektir. Şüphesiz Washington’daki stratejik planlamacıları pek çok uykusuz gece bekliyor.
Çev: Selim Sezer
Kaynak: İlk Kurşun

Soner Yalçın: Bu koro Erdoğan’ı bile kandırdı
16 Eyl, 2016

Sözcü yazarı Soner Yalçın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bile FETÖ operasyonları karşısında ‘At izi it izine karıştı’ demesine yol açan trafiğe bakın nasıl gönderme yaptı:

Beş taş oynuyorlar

Adliye’den savcıyı, hakimi ve hatta mübaşiri bile FETÖ mensubu diye atıyorsun, gözaltına alıyorsun ve hatta tutukluyorsun.

Peki…

Adliye’nin güvenlikçileri kim, biliyor musun?

Yani… Adliye Sarayı’na savcıyı, hakimi, mübaşiri ve hatta çaycıyı bile yerleştiren FETÖ’nün güvenlik görevlisi meselesini atladığını mı düşünüyorsun?

Şöyle de bakabiliriz:

Askeri FETÖ mensubu diye hapse atıyorsun!

Polisi FETÖ mensubu diye hapse atıyorsun!

Sen!.. Bu FETÖ’nün özel güvenlik şirketleri olmadığını mı sanıyorsun?

Tehlikenin farkında değilsin ne yazık ki! Bir örnek vereyim:

Devlet Hava Meydanları güvenliği bunlara emanet. Yani…

Havaalanının çevre ve tel örgü emniyeti;
Havaalanının haberleşme, santral, elektrik santrali, seyrüsefer sistemi emniyeti;

Havaalanının yakıt ikmal depolarının emniyeti;

Havaalanının apron giriş ve çıkış kontrol noktalarının emniyeti;

Kişilerin usulüne uygun X-Ray, kapı tipi ve el tipi metal arama dedektörlerine yönlendirilmesi, X-Ray görüntüleme sistemleri ile bagaj arama, arındırılmış salona giriş kontrol hizmeti, yolcu ve bagaj kontrol işlemi ile şüpheli bagajların tarama işlemleri, araç park yerleri, idari büro katları gibi tüm güvenlik emniyeti bunlara emanet!

Özel güvenlik şirketleri her yerdeler: Örneğin…

Türk Telekom gibi hassas kurumların güvenliği bunlara emanet.

Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası gibi hassas kurumların güvenliği bunlara emanet.

Uzatmayayım…

Kamu kurum ve kuruluşları, toplu taşım yerleri, her türlü işyeri, konut, tesis, plaza, site, depo, fabrika, hastane, okul, alışveriş merkezleri, fuarlar, tarihi yapılar, ticaret merkezleri, spor tesisleri, mezarlıklar, ormanlar aklınıza neresi gelirse özel güvenlikçiler 24 saat orada!..

Bunları neden yazdım?..

Evet dilimin altında bir şeyler var!..

TEHLİKELİ KORO

15 Temmuz’da Cemaat darbeye kalkıştı.

Aradan birkaç gün geçti. Bir “koro” ortaya çıktı:
“Suçsuzlar işten atılıyor…”
“Masumlar hapse atlıyor…”

Sonuçta, bu koro Erdoğan’ı bile etkiledi; “At izi it izine karıştı” dedi.

Bu toprakların insanının hafızasını çabuk kaybetme özelliği var! Yahu!..

TBMM binası başta olmak üzere kimi yerlerin bombalandığı, 300’e yakın insanımızın öldürüldüğü darbe girişimi yaşandı bu ülkede.

Türkiye’nin kanlı bir darbe gecesi yaşadığı ne çabuk unutuldu, anlamak mümkün değil.

Ve:

Karşımızda binlerce mensubu olan çok tehlikeli bir FETÖ örgütü var. Devleti ele geçirmek için yıllardır sinsice, kamu ve özel kuruluşları ele geçirmiş “kökü dışarıda” bir Cemaat yapılanması var.

Bu gerçek ortada iken, birileri oluşturduğu koroyla, daha yeni başlamış FETÖ operasyonunu durdurmaya, pasifize etmeye çalışıyor!

Kuşkusuz, böylesine olağanüstü günlerde hatalar yapılır.

Kuşkusuz, (ikinci bir kalkışma olmasın diye) hızlı yapılmak zorunda kalınan “temizlik” soruşturmalarında hatalar yapılır.

Ama kimse hemen darağaçlarına gönderilmiyor. Bakınız…

Bin yıllık devlet kültürü var ortada. Beğenin-beğenmeyin Türkiye bir aşiret devleti değildir. Suç üstü yapılan darbeciler bile hemen kurşuna dizilmemiştir; faili meçhul cinayete kurban gitmemiştir!

Yani, şunu diyorum:

Tabii ki, suçsuzlar-masumlar vardır ve gün gelip bu ortaya çıkacaktır. Bir gün bile işsiz kalmak, hapiste kalmak çok kötüdür, bunları yaşadım bilirim.

Tabii ki, masumlar için hukuk mücadelesi verilmelidir. Tabii ki polis-savcı-MİT hata yapmamak için gayet titiz davranmalıdırlar.

Ancak. Oluşturulan koro tehlikenin farkında değildir; gündemi değiştirmektedir; Cemaat tasfiyesinin -bilerek ya da bilmeyerek- önüne geçmektedir.

Evet koro, FETÖ soruşturmalarının kararlılıkla sürdürülmesinin önüne “takoz” koymaktadırlar!

Baksanıza, artık darbeci FETÖ’yü değil, yapılan operasyonların yanlışlığı konuşulur, tartışılır hale gelmiştir.

Bu bir dezenformasyon’dur…

AKP şaşırtır!

FETÖ darbesi bitti mi? FETÖ…

7 Şubat 2012’de MİT’e yönelik operasyonla örtülü bir darbeye kalkıştı.

17-25 Aralık 2013’de iktidara yönelik operasyonla örtülü bir darbeye kalkıştı.

19 Ocak 2014’de MİT TIR’ları operasyonuyla örtülü bir darbeye kalkıştı.

Ve… 15 Temmuz 2016’da darbe girişiminde bulundular.

Bitti mi?

FETÖ artık bu tür operasyonlara girişmeyecek mi?

İşte…

Israrla özel güvenlik kuruluşlarını gündeme getirmek istiyorum.
FETÖ, kargaşalık çıkarmak için özel güvenlik şirketlerine emanet edilen nerelerde, ne tür eylemler yaptırabilir? Bu olasılık neden gözden kaçırılıyor?

Hiç kusura bakmasınlar; AKP tarihi çabucak kandırıldıklarının örnekleriyle doludur.

AKP hep şaşırtır. Örneğin…

TBMM’de kurulan, FETÖ’nün 15 Temmuz darbe girişimi ve faaliyetlerini araştırma komisyona atadığı isimlerden biri AKP Burdur Milletvekili Reşat Petek’dir.

17-25 Aralık’tan önce eski savcı Petek’in Fethullah Gülen’e nasıl güzellemeler yaptığını tv ekranlarından duymayan kaldı mı?

Sahi Ergenekon- Balyoz kumpaslarına halkı ikna etmek için Reşat Petek’i kimler ekrana sürdü? Öyle ya binlerce emekli savcı varken neden Reşat Petek? Neyse…

Böyle birini AKP, araştırma komisyonuna nasıl atar?

Şundan olabilir mi:

Reşat Petek’in eşi Şerife Petek güvenlik işleriyle uğraşıyor. Şerife Petek, AKP

Antalya Milletvekili Mustafa Köse’nin kardeşi Osman Köse ile ortak Tempo Güvenlik Hizmetleri Limited Şirketi’ni kurdu.

Reşat Petek’in yeğeni Necmettin Şimşek Türkiye’nin en büyük özel güvenlik şirketi, Akdeniz Güvenlik Hizmetleri A.Ş sahibi.

Herhalde…

Aile yakınları özel güvenlik şirketi sahibi olan Reşat Petek, bu sebeple FETÖ’yü araştırma komisyonuna gönderildi! Başka sebep göremiyorum!..
Herhalde… Reşat Petek, özel güvenlik şirketlerinin FETÖ ilişkisini de ortaya çıkaracaktır!

Prof. Yalçın Küçük’ün güzel bir sözü var, hep tekrarlarım:

“Biz beş taş oynamıyoruz
Kaynak: İlk Kurşun

İrfan Bozan'dan ilginç bir Fethullah Gülen analizi. Gülen kendini Batı’ya nasıl 'sevdirdi'?
26 Tem 2016

Fethullah Gülen’in ABD'de yayımlanan New York Times gazetesine yazdığı makalede, ''Batılı demokrasilerin ılımlı Müslümanlara ihtiyaç duydukları bir dönemde, 'hizmet' içindeki ben ve arkadaşlarım Batı’nın yanında yer aldık'' diye yazması şaşırtıcı değil. "Ilımlı İslâm" argümanı, kendisini Batı’ya ve Amerika’ya pazarlamasının en önemli aracı olmuştu. İşte bu sürecin adım adım öyküsü...

Fethullah Gülen’in 21 Mart 1999 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmesini Yazar Ali Bulaç “Din-Kent ve Cemaat - Fethullah Gülen Örneği” kitabında Gülen’in “ulusal” ölçekten “küresel” ölçeğe geçişi olarak yorumlamıştı. Gerçekten de Gülen ABD’ye yerleşmesinin ardından özellikle Batı Dünyası’nda İslâm konusunda araştırmalar yapan tüm akademisyenlerin dikkatini çekmeyi başarmıştı. Hakkında Batı üniversitelerinde tezler, kitaplar yazıldı. Fethullah Gülen’in Batı’nın özellikle de ABD’nin dikkatini çeken temasları 1990’ların ikinci yarısından itibaren başlamıştı. 1997 yılında kalp rahatsızlığı nedeniyle ABD’ye giden Gülen tedavisinin ardından 11 Haziran 1997’de önemli Musevi örgütü olan Anti Defamation League (ADL) Başkanı Abraham Foxman ile görüştü. Bu görüşmeden üç ay sonra da ülkede Katoliklerin önde gelen liderlerinden Kardinal John O’Connor ile bir araya geldi. Gülen,Türkiye’ye dönmesinin ardından da Türkiye’deki farklı dinlerin temsilcileri ile de sık sık bir araya geldi. Gülen’in asıl önemli hamlesi 9 Şubat 1998 günü Vatikan’da Katolik dünyanın lideri Papa 2. John Paul ile görüşmesi oldu. “Gülen ve çevresinin “Dinler arası Diyalog” diye adlandırdığı bu girişimler Batı medyasında hep yankı buldu. Sık sık kendisi ile mülakatlar yapıldı. Gülen için “İslâm’ın modern, ılımlı yüzü” başlıklı haberler yapılmaya, mülakatlar yayımlanmaya başladı.

11 Eylül saldırıları Gülen’e fırsat penceresi açtı

Türkiye’de 28 Şubat süreci sonrası başlatılan soruşturmayı haber alan Fethullah Gülen 1999’da tedavi olma gerekçesiyle ABD’ye gitti. Bir daha da dönmedi. Gülen, ABD’ye gittiğinde Küresel anlamda tanınırlığı vardı ancak Gülen’in ABD yönetiminin, entelektüel çevrelerinin dikkatini çeken çıkışı 11 Eylül 2001’de başta ikiz kulelere olmak yapılan saldırılar oldu. Saldırıların hemen ardından Gülen gazetelere saldırıları kınayan ilanlar verdi, en önemlisi de El Kaide’nin İslâm anlayışını mahkûm eden açıklamalar yaptı. Saldırı sonrası dünya medyasına verdiği mülakatlarda da şiddeti reddeden “başka bir İslâm” olduğu mesajını verdi. 11 Eylül saldırıları kendi İslâm anlayışını küresel anlamda anlatması için Gülen’e büyük bir fırsat penceresi açtı. 1980’lerden bu yana bu Cemaati takip eden gazeteci Ruşen Çakır’a göre Gülen’in İslâmcılık anlayışı tarihten gelen İslâmcılık anlayışından farklıydı. Çakır bu anlayışı şu şeklide ifade ediyor:

Çakır: Gülen tercihini İslâm Dünyası’ndan değil, Batı dünyasından yana yapmış birisi

“Fethullah Gülen’in duruşu bildiğimiz anlamda bir İslâmcı duruş değildi. İslâmcılık ilk ortaya çıktığı 19. Yüzyıldan itibaren Batı’ya karşı bir tepki çıkışıdır. İslâm dünyasının geri kalmışlığından, sömürgeleştirilmesinden Batı dünyası sorumlu tutulur. İslâm dünyasının gelişmesinin kalkınmasının yolu olarak kendi içerisinde dayanışma ağlarını güçlenip gerçek İslâm’a dönerek bir güç oluşturup Batı’ya karşı bir meydan okuyuştur, İslâmcılık. Türkiye’de Necmettin Erbakan liderliğindeki Milli Görüş hareketi bunu yapıyordu. Oysa Fethullah Gülen’in yaptığı farklı bir şey. Gülen, İslâm dünyasının içinde bulunduğu durumdan Batı’yı değil o toplulukların kendisini sorumlu tutuyor ve o toplulukların iyileştirilmesi için Batı ile ittifakı önceliyor. Kendi içinden çıktığı toplumu ıslah etmek için Batı ile işbirliğine gidiyor. Bu durumu, kendi toplumunu güçlendirip onunla dayanışma içerisinde Batı’ya meydan okuma yerine tam tersine Batı ile yan yana durup kendi toplumuna meydan okuma diye özetleyebiliriz. Bu  çok ciddi duruş farkı nedeniyle Batılılar, Gülen Cemaati’ni tercih ediyorlar. Gülen Cemaati onlara diyor ki; “Siz bu işleri biliyorsunuz bana yardımcı olun ben bu İslâm dünyasının içindeki yanlışları, radikalizmi, terörizmi, geri kalmışlığı halledeyim” diyor. Gülen tercihini İslâm dünyasından değil, Batı dünyasından yana yapmış birisi.”

11 Eylül’den sonra ABD’de kurumsallaştı

Fethullah Gülen ve çevresindekiler 11 Eylül saldırılarının ardından ABD’de kurumsallaşma yoluna gitti. Üniversitelerde parasal bağışlarla “Dinler Arası Diyalog” kürsüleri açıldı. Vakıflar, dernekler kuruldu hatta ABD’de İngilizce yayın yapan bir TV istasyonu kurdular. Bugün ABD’de "Turkic Amerikan Alliance” çatı örgütü altında ABD’nin farklı eyaletlerine yayılmış onlarca Gülen’e yakın dernek ve vakıf bulunuyor.

Fethullah Gülen ABD’de iki defa sıkıntılı günler geçirdi. Bunlardan ilki 2006 yılında yaptığı kalış süresini uzatma çabası diğeriyse kendisine yakın isimlerin kurduğu okullar hakkında 2014’de yürütülen FBI soruşturması.

19 sayfalık referans mektubu

İlk sorunu aşması için ABD’de ona kefil olan ve oturma süresinin uzamasını sağlayan isimler Gülen’in ABD’de hangi kesimlerle iyi ilişkilere sahip olduğu konusunda ciddi ipuçları verdi. Gülen’in 2008’de tekrar oturum alma hakkını sağlayan isimler üç kategoride toplanıyordu. İlk kategoride ABD’nin dış istihbarat kurumu CIA’da ve Dışişleri Bakanlığı’nda çalışan eski görevliler yer alıyordu. İkinci kategori, ABD’deki farklı dinlere mensup dini liderlerdi. Üçüncü kategoriyi ise ülkenin önde gelen akademisyenleri oluşturdu. 19 sayfalık referans mektubunda eski CIA yöneticisi Graham Fuller, ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz ilk kategorideki en dikkat çeken iki isimdi. Bu isimlerin yanı sıra Floyd M. Schoenhals isimli Evanjelik Lutheran Klisesi Piskoposu ve ülkenin önde gelen İslâm araştırmaları profesörü John L. Esposito da Gülen’e kefil olan isimler arasındaydı. Gülen’in 19 sayfalık “kefalet” mektubunda yukarıdaki kategorilere giren çok sayıda isim yer aldı. L. Esposito 2004’de Türk akademisyen Hakan Yavuz ile birlikte “Laik Devlet ve Fethullah Gülen Hareketi” ile 2014 yılında yine Türk akademisyen İhsan Yılmaz ile “Gülen Hareketi İnisiyatifleri İslâm ve Barış İnşası” kitaplarını yazdı.

Soli Özel: ABD sistemine zayıf halkalardan nüfuz etmeyi biliyorlar

Kadir Has Üniversitesi Öğretim Üyesi Soli Özel’e göre Gülenciler, ABD’de kamuoyu oluşturmada çok etkililer. Özel bu etkili şöyle ifade etti:  

Fethullah Gülen’in 20 yıllık stratejisine bakmak gerekli. Gülenciler 1990’ların ortalarından itibaren farklı bir dil oluşturdular. İslâm’ın ılımlı yüzü, diyalog söylemi geliştirdiler. Fethullah Gülen, Papa ile buluştu. Bunlar tam Batılıların duymak, görmek istedikleri şeylerdi. Tabii Gülen Cemaati mensupları son derece eğitimli kişilerden oluşuyor güçlü lobileri, örgütlenmeleri var. ABD örneğine bakarsak her ilde dernekleri var, etrafla ilişki halindeler. ABD sistemine en zayıf halkalarından nüfûz etmeyi biliyorlar. Mesela ABD Başkan adaylarından Hillary Clinton’un kampanyasına yüklü miktarda bağışlar yaptılar. Kampanya yürütücüleri arasında Cemaat’ten isimler olduğu söyleniyor. Bu da kamuoyu oluşturmada ne derece etkili olduklarını gösteriyor.

Time Dergisi Gülen’i 2013’de dünyanın en etkili 100 kişisi arasında gösterdi

Gülen, ABD’deki “altın yıllarını” ikinci oturum izni aldıktan sonra yaşadı. 2008 yılında Gülen’e yakın “Türk Kültür Merkezi”nin düzenlediği yemeğe Eski ABD Başkanlarından Bill Clinton video konferans yoluyla katılarak katılımcılara “Fethullah Gülen tarafından teşvik edilen hoşgörü ve dinler arası diyalog ideallerini yayılmasına katkıda bulunuyorsunuz” diyerek övgüler düzdü. Aynı yıl ABD'den Foreign Policy dergisinin internet üzerinden okuyucu anketleri ile oluşturduğu Dünya'nın ilk 100 entelektüeli listesine girdi. 2013 yılında da Time dergisi tarafından dünyanın en etkili 100 kişisinden biri olarak gösterildi.

FBI okullar hakkında soruşturma açtı

Gülen için ABD’deki diğer sıkıntılı yıl ise 2014 oldu. ABD Federal Soruşturma Bürosu’nun (FBI), Gülen Grubu’nun kurduğu “Concept School” okullarına bir dizi baskın yaptı. Baskınların gerekçesi okullarda görevlendirilen yabancı öğretmenlerin işe alınma süreçlerinin şeffaf olmaması, liyakata göre alım yapılmaması iddiasıydı. Bu okullar eyalet fonlarından yararlandığı için FBI bu alımları soruşturmaya başladı. FBI’nın başlattığı soruşturma henüz sonuçlanmadı.

Çakır: Gülen’in küresel anlamdaki faaliyetleri ABD’nin bilgisi ve rızasına sahiptir

Ruşen Çakır’a göre, ABD, Gülen’in Pensilvanya’da bir inziva hayatı sürmediğini küresel bir hareketini yürüttüğünü biliyor ve buna göz yumuyor.

“ABD’nin Fethullah Gülen’in Pensilvanya’da ikametine bunca zaman izin vermesi buranın sadece bir din adamının gönüllü sürgün yeri, bir inziva yeri olarak değil, küresel bir hareketin ana karargâhı olmasına izin vermesidir. Burasının sürekli ziyaretçileri var. Dünyanın dört bir yanından insanlar buraya geliyor. FBI, burasının Gülen Hareketi’nin küresel ana karargahı olduğunu biliyordur. 11 Eylül gibi bir olay yaşandıktan sonra Dünya’da ABD’nin Müslümanlara, İslâmcılara yönelik uygulamalarına baktığınız zaman Gülen’e sağlanan bu alan ABD’nin onun yaptıklarından şikayet etmiyor, hatta memnun oluyor anlamına rahatlıkla gelir. Gülen’in küresel anlamdaki faaliyetleri ABD’nin bilgisi ve rızasına sahiptir. 15 Temmuz’u konuşmak için elimizde fazla bir bilgi yok ama eğer bu darbe girişimi Gülen Hareketi’nin düzenlediği bir darbe ise ki ben böyle olduğuna inanıyorum bu darbeden Gülen’in haberi olmamış olamaz. Bu darbeyi Gülen Cemaati planladıysa bu darbenin esas planlandığı yer ABD’nin içindeki Pensilvanya’dır.

Kaynak: http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/gulen-kendini-batiya-nasil-sevdirdi

Fethullah Gülen'den ikinci beddua: Allah yuvalarını başlarına yıksın
07.01.2015



Fethullah Gülen, Cemaat’e yakınlığıyla bilinen Koza İpek Holding'e yönelik operasyonlara tepki gösterirken yine bedduayı dilinden düşürmedi. Herkul.org'da “Zulüm, Baskınlar ve Karakterimiz” başlıklı yeni 'sohbet' yayınlayan Fethullah Gülen, Koza İpek Holding'e yönelik operasyonlara tepki gösterdi. Operasyonu yapanlara beddua eden Gülen, "Allah o emri verenler ve baskın yapanların yuvalarını yıksın" ifadelerini kullandı. Konuşmasında “Mesela bir yerde haksız, hiç yok yere bir baskın yaparlar ve hiçbir şey de elde edemezler. Maarif yuvalarına baskın yaparlar. Gül gibi yerler” diyen Gülen şunları söyledi: “O emir verenler, o kanunsuz emre uyanlar, silahla o baskınları yapanlar.. Allah yuvalarını başlarına yıksın!..”
Cumhuriyet

Tacikistan, Gülen Cemaati okullarını kapatıyor
07.01.2015



Tacikistan Eğitim ve Bilim Bakanı Saidov, Gülen Cemaati'ne ait okulların misyonunun belli olmadığını belirterek, bu eğitim kurumlarının lisansını uzatmayacaklarını bildirdi.

Tacikistan'da Fethullah Gülen Cemaati'ne ait Şelale Eğitim Kurumlarına bağlı okulların lisanslarının incelemeye alındığı öğrenildi.

Eğitim Bakanlığı Basın Sözcüsü Ehson Huşvahtov, Gülen Cemaati'ne ait okulların lisansına ilişkin değerlendirmenin devam ettiğini söyledi.

Yerel basının haberlerine göre, Ozodi radyosuna açıklama yapan Tacikistan Eğitim Bakanlığı yetkilisi Rahimjon Saidov da söz konusu okullarla yapılan anlaşmanın uzatılmayacağını kaydetti. Saidov, Şelale Eğitim Kurumlarıyla anlaşma süresinin 2015 yılına kadar olduğunu ve bundan sonra uzatılmayacağını vurguladı.

Tacikistan Eğitim ve Bilim Bakanı Nuriddin Saidov daha önceki açıklamalarında, Türkiye'deki Gülen Cemaati'nin Tacikistan'daki örgütlenmesi olan okulların durumunu Hükümet Başkanı İmamali Rahman ile görüştüklerini, değerlendirmenin devam ettiğini bidirmişti.

"Ülkedeki cemaat okullarının misyonu belli değil" ifadelerini kullanan Saidov, "Eğer bakanlığımız bu okulların insani amaçları olmadığına karar verirse okullara çalışma lisansı verilmeyecek. Okulların amaçlarını gözden geçirmesi gerekecek" diye konuşmuştu.

Gülen Cemaati'nin Tacikistan'daki ilk okulu 1992 yılında açıldı. Son on yılda bu okulların amaçlarına ilişkin tartışmalar ve kapatılmasına ilişkin talepler zaman zaman gündeme geldi. Şelale Eğitim Kurumları çatısı altında olan ve Tacik-Türk lisesi ismini taşıyan okullardan 6'sı Duşanbe'de, 4'dü ise diğer şehirlerde faaliyet gösteriyor.
Sputnik News


Karagül Zaman'ı mı işaret etti?
07 Aralk 2010

Yeni Şafak yazarı İbrahim Karagül, bugünkü yazısında Edelman sebebiyle kendisine karşı yürütülen kampanya için Zaman ve Fehmi Koru'yu mu işaret etti?

Yeni Şafak yazarı İbrahim Karagül, bugün kaleme aldığı ‘Edelman benim de kellemi istiyor’ başlıklı yazısında ABD’nin eski Büyükelçisi Eric Edelman’ın Türkiye’de görev yaptığı dönemde kendisinin kellesini istediğini yazdı. Edelman’ın bu amaçla medyayı harekete geçirdiğini dile getiren Karagül, şunları yazdı:

“İşgal bütün şiddetiyle devam ediyordu. Her gün Irak'tan akılalmaz haberler, sarsıcı bilgiler alıyorduk. Canlı tanıklar ağlayarak telefonda bilgi veriyordu. İşkenceler, tecavüzler, katliamlar, yerleşim birimlerini haritadan silmeler, cami bombardımanları ve daha bir çok şey.

Bir gün bunları yayınladık. Irak'taki o meşhur işkence ve insanlık suçlarıyla ilgili en ciddi iddiaydı ve dünyada ilk kez yayınlanıyordu. Kıyamet koptu. ABD Büyükelçiliği, Eric Edelman müthiş bir öfkeyle karşı saldırıya geçti. İddia Amerikan basınında da yankılanmıştı. Bizi arayıp bilgi istediler. Hiç birine cevap vermedik.

Edelman'dan önce medya ayağa kalktı. Köşe yazarları bize çok ağır suçlamalarda bulundu. Hürriyet gazetesi üç gün, bu iddiayı örtbas etmek için Edelman üzerinden haber yayınladı. Bir muhafazakar gazetenin yayın yönetmeni aynı günlerde Edelman'la yaptığı söyleşiyi birkaç gün yayınladı. Tam bir kamuflaj operasyonu yapılıyordu.

Yeni Şafak yönetimine müthiş baskılar yapılıyordu. Günlerce bu baskılarla mücadele ettik. Kendi gazetemizde aleyhimize yazılar yayınlanıyordu. Edelman'la görüşenler soluğu gazetede alıyor, bizzat bana sert tepkiler gösteriyordu. Biz, gazeteyi iki paralık etmiştik, ABD ile ilişkileri bozmak gibi çok büyük bir günah işlemiştik. Gazete yönetimi ve sahipleri değil yazarları bu baskıyı yapıyordu.

Şahsıma karşı acımasız bir itibarsızlaştırma, değersizleştirme, etkisizleştirme, yalnızlaştırma kampanyası yürütüldü. Bu kampanyada kimlerin ne yaptığını hiçbir zaman paylaşmadım. Yaşanan stresi kimseye söylemedim. Sadece şu sözü verdim kendime: Hiç kimseye kızma, kinlenme... Ancak bunu unutma. Sadece günü gelince hatırlat...

Hayal kırıklığı çok şiddetliydi. Susturulmamız isteniyordu. Yazılarımıza son verilmeliydi. Ve bu apaçık yapılıyor, bu yönde talepler iletiliyordu. "bu adam ABD ile ilişkilerimizi bozacak, yazılarına son verilmeli" deniliyordu.

Birileri, Edelman adına linç kampanyası yürütüyordu.”

Karagül, sadece kartel medyasından değil, aynı zamanda muhafazakar medyadan ve kendi gazetesindeki yazarlardan da şikayet ediyordu. Bu yazı üzerine yaptığımız araştırmada Edelman’la o dönem röportaj yapan muhafazakar gazeteyi ve onun yayın yönetmeni ile kendi gazetesinden baskı kuran yazarları belirlemeye çalıştık. Buna göre, Edelman o dönem tsunami felaketinde vefat eden İstanbul Başkonsolosluğu Ticaret Ataşe Yardımcısı Ezgi Gümüşoğlu için düzenlenen programa katılmak için geldiği İstanbul’da Zaman gazetesini ziyaret etmiş.

Edelman bu ziyaretinde Zaman gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı ve gazeteci Nuriye Akman’a bir röportaj vermiş. Bu röportajın ilk kısmı 8 Ocak 2005 tarihinde yayınlanmış ve takip eden günlerde de röportajın kalan kısmı yayınlanmış. Ekrem Dumanlı'nın yaptığı röportajın linkini internette aramımıza rağmen bulamadık. Ancak röportajın Today's Zaman'da yer alan linki hala sanal alemde aktif durumda. Bu durumda akla gelen soru şu:
Acaba İbrahim Karagül, yazısında işaret ettiği muhafazakar gazetenin Zaman, yayın yönetmeninin de Ekrem Dumanlı olduğunu mu işaret ediyor?

İbrahim Karagül'ün yazısında dikkat çeken bir başka konu ise kendi gazetesi içinden bile tasfiye edilmesi için üzerine gelindiği iddiası oldu. Karagül'ün bu iddiasını dillendirirken bahsi geçen gazetecinin ise Taha Kıvanç mahlasıyla yazan Fehmi Koru olduğu iddiası gündeme geldi. Üstelik Karagül'e yakın kaynaklar, Fehmi Koru isminin hiç de yabana atılmayacak şekilde ciddiye alınması gerektiğini dile getiriyor.

Wikileaks belgeleri Türkiye'nin yakın geçmişinde muhafazakar medya içindeki ABD kaynaklı kavgayı da yeniden ortaya çıkardı. Bakalım bundan sonra ortaya çıkacak belgeler hangi tartışmaları yeniden gündeme taşıyacak?..
on5yirmi5.

Graham Fuller Görev Dağıtıyor
Kaan Turhan
Açık İstihbarat
14.01.2011

Liberal muhafazakâr ittifak olarak andığımız emperyalist ortaklığın, Amerikan siyasetine bu denli bağımlılık ve minnet duyması zaman zaman şaşkınlıkla karşılanıyor. İşbirlikçilik olgusuna atfedilen değerler, emperyalizmin çıplak güç savaşının en açık göstergelerinden oluşuyor.

Şaşkınlığın nedeni de burada yatıyor: emperyal merkezlerden alınan paralar, hibeler açık, ilişkiler açık, faaliyetler ve amaçlanan emperyal düzen siyaseti açık…

Durumun, bu kadar açık ve görülebilir olmasının sonucu olarak, düzeni meşrulaştıran güçlerin, işbirlikçiliğe teşne yapılar ve kişilerle kurduğu ortaklık çerçevesinde düşünüldüğünde gamsız ve dolaysız kimliklere bürünmelerini sağlıyor.

Bunun, Zaman’da İhsan Dağı’nın yazısını okuyunca; ne kadar haklı bir saptama olduğunu görmek güç değil. Metropol şirketinin, aralık ayında yaptığı kamuoyu yoklamasından söz ediyor:

“Türkiye'ye yönelik en büyük tehdit hangi ülkeden geliyor?' sorusuna halkın yarıya yakını, % 43'ü, ABD diyor. Büyük Türkiye'nin karşısında 'süper devlet Amerika'... Tehdit sıralamasında ikincilik, % 24'lük oranla İsrail'in” ve ekliyor: “PKK sorununun çözümünde, AB'ye katılım sürecinde, Türkiye'yi bölgesel bir enerji dağıtım merkezi yapma çabasında ve hepsinden de öte bu ülkenin savunmasında, ordusunun teçhizatında desteğine ihtiyaç duyuyor muyuz ABD'nin, duymuyor muyuz?

Bu sorulara mantıklı cevaplar verip, ona göre bir kamu diplomasisi izlemek şart. Toplum 'ulusalcı' eğilimler göstermeye başlamışken başka yönde bir dış politika çizgisi sürdürmek kalıcı olmaz. Halkın yarısının 'tehdit' olarak gördüğü ABD ile işbirliği ilişkilerini hükümet nasıl açıklayabilir, meşrulaştırabilir? Kısaca, kamuoyuna yayılan yüksel dozda 'korku', 'şüphe' ve 'düşmanlık algısı' dış politikada hedeflenen barış kurucu, istikrar yaratıcı, işbirliğini esas alıcı ve arabulucu yaklaşımı zora sokabileceği gibi, iç siyasette de 'ulusalcı' kesimleri güçlendirebilir.”

Dağı’nın yazısında açığa çıkan şey “aman Amerika’yla aramız bozulmasın” temennisinden başka bir şey değildir. Liberal muhafazakârların sözünü ettiği gerçeklik olgusu, sahip oldukları “misyon yaparlığın”, “batı vizyon arayışının” dışında ve ötesinde değildir. Bu doğrultuda ürettikleri siyaset, kendi varoluşları için koşuldur. Öncelikle de Türkiye’deki, Amerikan hakimiyet stratejisinin basit bir gereğidir. Herkesin görevinin başında olduğunu söylemek gerçeklerden uzaklaşmak anlamına gelmez, bu durumda.

Görevinin başında olanlardan biri de Graham Fuller.

Dünyadaki İslamî akımlarla ilişkileri olan, onları ılımlılaştırarak Amerikan operasyonlarının figürleri olarak tasarlayarak, CIA’nın toplum mühendisliği çalışmalarında öncü bir ajan.

Yeşil Kuşak Projesi’nin de mimarlarından. Fuller, Eski MİT’çi Osman Nuri Gündeş’in, “İhtilaller ve Anarşinin Yakın Tanığı” kitabıyla, Fethullah Gülen’in ve okullarının CIA tarafından desteklendiği yönündeki iddialarına geçtiğimiz günlerde Washington Post Gazetesi’nde eleştirmiş ve şunları söylemişti:

“Gülen okullarında 130 CIA ajanı olduğuna ilişkin hikâye bayağı vahşi”

Zaman’da yer alan bu haberde[1], Gülen’e kefil olacaklar arasında yer almasıyla, Amerika’da Yeşil Kart sahibi olması arasındaki bağlantıya da vurgu yapılmış ve sözleri şöyle yer almıştı:

“Benim yaptığım, 2006'nın başlarında, Gülen'in düşmanları ABD'den Türkiye'ye iadesi için bastırırken FBI'ya bir mektup yazmaktı. 11 Eylül sonrası ortamda tehlikeli bir radikal olduğu yönünde söylentiler yaymaya başlamışlardı. FBI'ya yazdığım açıklamada görüşlerimi bildirdim. Gülen'in ABD'ye hiçbir şekilde güvenlik tehdidi teşkil etmediğini söyledim. Hâlâ da buna inanıyorum. Tıpkı günümüz İslam'ı konusunda çalışan ilim adamlarının geniş bir kesimi gibi.”

Fuller, Washington Post aracılığıyla, Gülen’e misyonunu da unutmaması için vurgu yapıyordu:

“Onun hareketi belki İslami, siyasi ve sosyal düşünüşün tekâmülü noktasında en ümit verici olandır.”

Gülen’in tekâmülü, Fuller’le 1998’de[2] görüşmüş ve okullarında nasıl eğitim verildiğini sormasıyla başlamıştı. 2003 yılında da, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi ve Michigan Üniversitesi’nin Ankara’da düzenlediği, “3’ncü Avrasya Konferansı”nda tebliğ sunan Fuller, Gülen’in radikal İslamcı olduğu görüşüne katılmadığını söylemişti[3].

(..) Fuller’in “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabında (..) “Türkiye sadece kendisi için değil, çağdaş İslam dünyası için de çok önemli olan iki dinamik İslami hareket üretmiştir; bunlardan ilki siyasi alanda AK Parti, öteki ise çok daha büyük ve apolitik bir toplumsal hareket olarak Gülen Hareketi’dir.” demektedir.

Dünden bugüne, Fuller’in misyonuyla ve fethullahçıların çabasıyla koşut Türkiye emperyalizmin önünde diz çöktürülmüştür. Fuller’in bu süreçte, siyasete, AKP’ye ve diğer işbirlikçilere yüklediği görev, 2008 yılı sonunda BBC Türkçe Servisi’ne verdiği röportajda olduğu gibidir:

“Türkiye’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ne karşı çıkabilmesi için Irak’ın kuzeyindeki yapıya karşı çıkmamalı”

Bunu yapacak olan Türk Dış İşleri hakkında, Davutoğlu özelindeki görüşlerini şöyle sıralamaktadır:

“Birleşik Devletler’deki bazı gözlemciler Davutoğlu’nu Amerikan karşıtı olarak suçlamışlardır… Davutoğlu’nun herhangi bir biçimde anti Amerikan olarak nitelendirilmesi saflıktır. Dahası bu niteleme kendisinin Türkiye’nin Müslüman dünyada ve başka yerlerde yokluğu sorununun tamir edilmesini haklılaştırmak üzere ileri sürdüğü geniş bir dizi sofistike ve arayış içindeki argümanlarını görmezden gelmektir. Davutoğlu’nun stratejik vizyonu AKP dış politikası üzerinde büyük bir etki yaratmıştır. AKP dışındaki düşünürlerden direniş görmektedir, bunların arasında dış politikada benzer bir maksimum esneklik ve bağımsızlık görmek isteyen Kemalistler ve solcular vardır.”[5]

Türkiye’ye biçilen rolün, Kürdistan’ın inşası için gereken desteği vermesiyle koşut, bölgesel gü

NATO SİSTEMİNDE KALMAYI ERGENEKON İSTER!
Kenan Çamurcu
27 Mart 2011

Başbakan Erdoğan'ın, Fransa'nın önderliğinde Libya'ya yapılan saldırıya gelinceye kadar NATO'nun Libya topraklarında veya bu ülkenin iç krizinde ne işi bulunduğunu sormasının bize umut veren düşünce altyapısı; Doğu Akdeniz, Afrika ve Doğu (ağırlıklı olarak İslam ülkeleri) bölgesinde yaşanan sorunların hallinde NATO'nun görev almasını gerektirecek bir durum görmemesidir.

NATO, ittifak ülkelerine yönelecek saldırıya karşı savunma örgütü olma tarifini benimsediğine göre Libya'nın veya benzeri bir ülkenin iç işlerinin neden NATO'yu ilgilendirdiği haklı bir sorudur. NATO'nun dünyada jandarmalık yapmasını gerektiren tarif, askeri gücün yanısıra yumuşak gücü de kullanarak toplumların değişim dönüşüm işlerine ilgi duyan, gerekirse bu değişimi askeri darbe ve toplumsal karışıklık çıkarma gibi yöntemleri de kullanarak hayata geçiren alt örgütlenmelere ruh vermemiş miydi? Gladio ve Ergenekon böyle bir kimliğin ürünü organizasyonlar değil miydi?

Muhafazakar iktidar, Fransa'nın yaptığına benzer ani ve acil saldırı heveslerine gem vurmanın yegane yolu olduğu gerekçesiyle Libya'nın iç karışıklıklarına müdahalenin NATO sistemi içinde gerçekleşmesine boyun eğmek zorunda kaldı. Fransa'nın veya başka bir devletin BM'nin kararını dayanak yaparak Türkiye'nin etki alanı dışında askeri güç kullanmaya kalkmasını önlemek için meseleyi NATO çerçevesinde disipline etme kararı ilk bakışta doğru gözükebilir.

Fakat burada ihmal edilmemesi gereken önemli soru ve sorunlar var:

Acaba Fransa, Türkiye'nin NATO çerçevesini kabul etmek zorunda kalması için mi o acele saldırıyı düzenledi? Fransa'nın yaptıklarına tanık olan Türkiye, veba gösterilip sıtmaya mı razı edildi?

Türkiye NATO müdahalesini kabul ettikten sonra komuta mekanizmasının üstünde bir koalisyon oluşturulmasına karar verildiğini hatırlayalım. NATO sözde kollektif bir yapı olmasına rağmen Türkiye, organizasyonun işleyiş kurallarına atıf yaptığında NATO'nun üzerine adeta gecekonduvari çıkma bir ilave yapı oluşturularak ihdas edilen organ Libya'ya veya başka ülkelere Irak benzeri işgal kararı alırsa Türkiye ne yapacak? Çünkü asıl sorun, batı ittifakının gönlünce davranmaktan vazgeçmemesi, kendi çıkarlarını milletlerin ve ülkelerin çıkar, güvenlik ve hassasiyetlerden her halükarda üstün tutmasıdır. Bundan vazgeçmedikleri sürece hiçbir Uluslararası kurum yazılı belgedeki gibi çalışmayacaktır, nitekim çalışmamaktadır.

Eğer NATO komuta mekanizmasının üstüne monte edilmiş siyaset belirleme ve karar organı Libya'ya saldırma kararı alırsa bu defa Libya'da kan akıtacak merkez artık Paris'te değil İzmir'de çalışıyor olacaktır!

Muhafazakar iktidar NATO ile üçüncü imtihanını yaşıyor. Hz. Peygamber'e hakaret karikatürlerinin yayınlandığı ve bu saldırgan eylemin devlet düzeyinde savunulduğu Danimarka'nın eski başbakanı Rasmussen'in NATO genel sekreteri yapılmak istenmesine hükümet sert tepki vermiş, fakat bu girişime boyun eğmek zorunda kalmıştı. İran'a karşı Türkiye topraklarına füze kalkanı kurma projesi de NATO'nun bir başka saldırgan eylemi olmasına rağmen muhafazakar iktidar bu girişime de teslim oldu. Şimdi Erdoğan hükümetinin NATO ile üçüncü imtihanını takip ediyoruz ve Türkiye bu imtihanda NATO güçlerinin Libya'ya saldırmasını önlemeye çalışıyor. Eğer NATO, üstelik de İzmir'den komuta edilerek Libya'ya saldırır ve Libya'yı işgal ederse Fransa saldırısının bu planın bir parçası olduğu ortaya çıkacak ve Türkiye tam anlamıyla tuzağa düşürülmüş, Müslüman bir ülkenin yerle bir edilmesinin liderliğini üstlenmiş olacak.

Bütün bu durumları yaşamamızın sebebi NATO sistemi içinde ısrarla duruyor olmamızdır. Neden NATO sistemi içinde hareket etmek zorunda olduğumuzu tartışmalıyız artık. Türkiye neden buna ihtiyaç duyuyor? Kime karşı?

Neden NATO içindeki varoluşumuza stratejik mana yüklüyoruz? Tehdit değerlendirmesinde NATO'nun bizim için anlamı nedir? Türkiye'nin NATO'ya girmesi pragmatik nedenle değil miydi? Nasıl oldu da bu mesele ideolojik/stratejik hale dönüşüverdi?

Libya meselesi de gösterdi ki Türkiye'nin NATO sisteminde kalmasının tek yararı bize verdiği zarardır. NATO, tıpkı AB gibi, egemen ülkelerin senaryo yazdığı, diğerlerinin oynadığı bir sahnedir. Türkiye dilediği kadar örgüt içindeki etkinliğinden sözetsin hiçbir şekilde nihai amaçlara müdahale edememektedir. Ne Rasmussen'in NATO genel sekreteri yapılmasına, ne İran'a karşı füze kalkanı için ev sahibi tayin edilmesine karşı koyamamıştır. Muhtemeldir ki Libya'ya saldırı konusunda da yine NATO'daki Avrupalı ve Amerikalı egemenler son sözü söyleyecek ve Türkiye bunu kabul etmek zorunda kalacaktır. Bu kadar stratejik konularda bile kendi çıkarını gerçekleştiremeyen Türkiye NATO'da bulunmakla nasıl bir menfaat sağlıyor olabilir?

Türkiye'nin NATO'da bulunmasının zarardan başka bu ülkeye ve millete ne faydası vardır?

“İşgal mühim değil” diyerek batılı güçlerin Libya'ya saldırmasına tam destek veren liberal demokrasizmin içimizdeki uzantılarının yürüttüğü kampanyayla Erdoğan'ı NATO sistemi içinde tutmak istemeleri anlaşılabilir. Çünkü liberal demokrasizmin beşinci kol faaliyeti, NATO'nun geçmişte Gladio ve Ergenekon gibi örgütlenmeler eliyle, bugün de yeni NATO ve yeni Ergenekon aracılığıyla yürüttüğü operasyonlarla Müslüman ahaliyi batı sistemi içinde tutarak batılılaştırma ve modernleştirme amacını tam anlamıyla benimsiyor. Bu amacın tahakkuku için Türkiye'nin NATO ve AB sistemi içinde kalması onlar açısından hayat memat meselesidir ve bu uğurda nasıl canla başla çalıştıklarını yazılarından, konuşmalarından ve faaliyetlerinden anlayabiliyoruz.

Fakat dindar kökenlerden gelen muhafazakarlara ne oluyor da liberal demokrasizmin içimizdeki uzantılarıyla aynı cephede, onların güdümünde ve nüfuz alanında yeralarak onlarla aynı beşinci kol faaliyetinin sadık neferliğine rıza gösterebiliyorlar?

Acaba liberal demokrasizmin beşinci kolu ve onların hoparlörlüğünü yapan muhafazakarlar, Türkiye'yi NATO-AB sistemi içinde tutmak için ne tür psikolojik operasyonlar çeviriyorlar! Gözümüzün önünde cereyan eden acaip ve garip bir dolu gelişmenin gerçek amacı, iktidarı NATO-AB sistemi içinde tutarak Türkiye'nin batılılaşmasını ve batı çıkarlarının karakolu haline gelmesini sağlamak olmasın sakın!

Geçmişte dindarlar komünizmin (Sovyetler Birliği'nin) Türkiye'yi işgal edeceği tehdidiyle korkutuluyor ve böylece NATO sistemini kurtarıcı görmeleri ve Türkiye'yi, Rusya'dan doğu Avrupa'ya uzanan alanda özgür kalabilmiş vaha saymaları sağlanıyordu. Geçmişte Türkiye'yi komünizm tehdidinden koruyan güç olarak selamlanan NATO, Türkiye içindeki yumuşak güç yapılanmasında kendisine dindar ve muhafazakar kesimlerden insan kaynağı devşirmekte bu nedenle hiç zorlanmadı. Bu senaryoda şimdi komünizmin yerini Ergenekon almıştır. Ergenekon örgütünün darbe yaparak ülkede dindarları imha edeceği varsayımına karşı sığınılacak liman, tıpkı geçmişteki gibi yine NATO sistemi ve ilaveten AB olarak gösteriliyor. Geçmişte komünizme karşı kapitalist dünyanın şefkatine koşan muhafazakarlar, bugün de Ergenekon'a karşı yine kapitalist dünyanın korumasına zimmetliyor kendisini. Muhafazakarlardaki bu halet-i ruhiyenin, liberal batıcıların batılılaşma ve modernleşme ideolojisini egemen kılma operasyonlarında nasıl da kullanışlı olduğunu hatırlatmaya gerek var mı?

Liberal batıcılar, batılılaşma bayrağını kemalist batıcılardan devralmıştır ve muhafazakarları askeri darbe ile korkutarak Türkiye'nin batı ve NATO sisteminde kalmasını sağlamlaştırmaktadır. Muhafazakarlar, liberal batıcıların zehirlediği atmosferde nefes alıp verdikçe, geçmişte komünizm tehlikesine karşı NATO'ya duydukları sempatiyi, bugün Ergenekon tehlikesine karşı yeniden üretmekten kendilerini alamamaktadırlar.

Türkiye'nin gücünün NATO sisteminde yeralmasından geldiğini propaganda eden liberal demokrasizmin beşinci kolunu ihanetleriyle ve onların hoparlörlüğünü yapan muhafazakarları da hamakatleriyle tarihe gömmek lazımdır!

Gözümüzün önündeki net gerçek şudur ki, NATO ve AB Türkiye'nin kapasitesini törpülüyor, imkanlarını sınırlıyor, yapabileceklerini kısıtlıyor, gücünü eritiyor, yürüyüşünü engelliyor. Oysa Türkiye, NATO ve AB'den bağımsız kalsa gücünü güç katacaktır, bölgesinin en nüfuzlu kudreti olacaktır ve batının peşinden koştuğu bağlantısız güç haline gelecektir.

Yeni sömürgeciliğin askeri gücü NATO'yu ve onun sivil toplum gücü AB'yi “sen ben bizim oğlan” yalnızlığına terketmek onlara verilecek en büyük cezadır. Türkiye'nin bağlantısız ülke haline gelerek NATO ve AB'yi kendi yalnızlığına terketmesi bölgesel ve küresel sorunların çözüm yönteminde dehşet dengesini oluşturacaktır. Türkiye'nin bu yeni dengede yeterince ağırlık oluşturamayacağını söylemek, bugünkü etkinlik söylemleriyle temelden çelişir. Türkiye eğer söylendiği gibi güçlü, etkin ve ağırlığı olan bir ülkeyse NATO ve AB bağımlılığına ihtiyacı yoktur. Aksine, bağımsız ve güç sahibi bir etkinlik kapasitesi olarak bütün bu kurumsal yapılarla kendi koşulları ve çıkarları doğrultusunda bağımsız ve bağlantısız ilişki kurabilir, bu ilişkiden de kendisinin ve bölgesinin çıkarlarını azami biçimde tahakkuk ettirmiş olarak sonuç alabilir.
Kaynak: http://www.mizikacilar.com/Makale.aspx?ID=189

31 Mart 2011
Bahçeli'den Gülen'e İlginç Çağrı!



MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Fethullah Gülen'e çağrıda bulundu...
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Ergenekon soruşturması kapsamında son olarak bazı ilahiyatçıların evlerinin aranmasını değerlendirirken, Fethullah Gülen'e çağrıda bulundu.

MHP lideri Bahçeli, "bazı dava süreçleri kapsamında Fethullah Gülen cemaati etrafındaki tartışmalar" konusu üzerine yazılı bir açıklama yaptı.

Açıklama şöyle:

"Türkiye'de korku ve baskı düzeni kurmak isteyen AKP hükümetinin uygulamaları ve adli yargı süreçleriyle ilgili olarak yaşanan son gelişmeler ciddi bir huzursuzluk kaynağı haline gelmiştir.

Bazı dava süreçleriyle ilgili arama kararları, gözaltı ve tutuklamalar, yasa dışı telefon dinlemeleri ve yargı organlarının tartışmalı tasarrufları adli süreçlerde kanun ve meşruiyet dışına çıkıldığı kanaatinin toplumda giderek yer etmesine yol açmıştır.

Son olarak dava süreçlerinin ilahiyat fakültelerimizin değerleri hocalarını da kapsayacak şekilde genişletilmesine çalışılması bu yöndeki endişeleri daha da arttırmıştır.

Bu uygulamaların kasıtlı ve bilinçli bir şekilde bir merkezden yönetildiği, Fethullah Gülen Hoca ve cemaatinin bunların arkasında olduğu düşüncesi yaygınlaşmıştır.

Bu gelişmeler Fethullah Gülen Hocaefendi'yi ve cemaatini zan ve töhmet altında bırakmaktadır.

Bu konudaki gerçeklerin biran önce inandırıcı biçimde ortaya konulması ve kamuoyundaki endişe ve tereddütlerin giderilmesi bu bakımdan önem taşımaktadır.

Hiç kimseyi haksız yere suçlamak veya şaibe altında bırakmak niyetinde olmadığımızı herkes çok iyi bilmelidir.

Ancak, süregelen olaylarda Fethullah Gülen cemaatinin rolü olduğu kanaatinin giderek kök salması karşısında herkes şu hususlar üzerinde çok iyi düşünmelidir.

Eğer bu iddialarda bir hakikat payı varsa, bu durumda şu iki husus akla gelmektedir:

Fethullah Gülen Hocaefendi yurtdışındadır. Türkiye'deki cemaatin bu konuda bir dahli varsa, Hocaefendi'nin cemaat üzerinde tam olarak etki ve kontrol icra edemediği, bilgisi ve iradesi dışında bazı unsurların bu işlere karışmış olacağı bir ihtimal olarak karşımızdadır.

Diğer akla gelen husus ise Türkiye'deki cemaatin başka odaklar tarafından yönlendiriliyor olabileceğidir.

Her iki ihtimal de çok vahimdir.

Bu durum karşısında Türkiye'nin geleceği bakımından ve Fethullah Gülen Hocaefendi ve Cemaatinin zan altında kalmaması ve yıpranmaması düşüncesiyle Hocaefendi'nin bu konuda sessiz kalmayarak insiyatif almasının ve net ve kararlı bir tavır koymasının gerekli olacağı düşünülmektedir.

Hocaefendi ve cemaatinin kendilerini ilgilendiren ve hedef alan konularda nasıl hareket edecekleri, neyi yapmayı uygun görecekleri tabiatıyla kendilerinin takdir edecekleri bir husustur.

Bu konuda dışarıdan fikir ve telkine ihtiyaçları bulunmadığı gibi, bizim de resen kendilerine yol gösterme görevi üstlenme durumunda olmadığımız açıktır.

Ancak, bu yöndeki kuşku, tereddüt ve endişelerin derinleşerek sürmesi, hem Türkiye'ye zarar verecek hem de Hocaefendi'yi ve Gülen Cemaatini bir tartışma zeminine çekecektir.

Bu durum karşısında, bu tespitlere ve görüşlere katılıyorlarsa, durum bütün unsurlarıyla aydınlanana kadar Hocaefendi'nin, Gülen cemaati mensuplarının bu konularla hiçbir şekilde ilgisi olmadığını göstermek bakımından cemaatin faaliyetlerini durdurduğunu veya askıya aldığını açıklamasının yerinde ve yararlı olabileceği akla gelmektedir.

Bu görüş ve düşüncelerimizin iyi niyet ve samimiyetinden hiç kimse şüphe duymamalıdır.

Takdir kendilerinindir."

Kaynak: aktifhaber

FETHULLAH GÜLEN'IN ENTELEKTÜELLIĞI...
SALIH SELÇUK
selcuksalihcaydi@gmail.com

Ahmet Şık'ın kitabında Fethullah Gülen'den uzun alıntılar var. Ben, şimdiye dek tek bir Fethullah kitabı okumadım... O Sızıntı dergisini görünce de aklıma Avrupa'daki "Yehova'nın Şahitleri" tarikatının -aynı ebattaki- dergisi "Wachtturm" geliyor ve miğdem kalkıyor...

Ben bu tip dergileri, beyin yıkayarak insanları araçsallaştırmak veya koyunlaştırmak için kullanılan bir tür araç olarak görüyorum... İnsanın ruhsal özgürlüğüne kastedenleri değil anlamam, bağışlamam bile mümkün değil...

Ben özgür ve canlı insanlardan yanayım, onların yanındayım...

Kitapta, Fethullah Gülen'in "entelektüalizmi" dikkatimi çekti...

Yabancı terimleri (handikap vs.) gereksiz yere, bazen de yanlış kullanıyor...

Ortaokulda "çalışakan" (inek!) çocuklar vardır. Yeni öğrendikleri ama anlamını bilmedikleri terimleri, olur olmaz kullanır ve dğer ortaokul
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Eyl 20, 2016 11:32 pm    Mesaj konusu: AKPi’li Selçuk Özdağ’dan ‘Gülen ve Papa görüşmesi’ iddiası Alıntıyla Cevap Gönder

AK Parti’li Selçuk Özdağ’dan ‘Gülen ve Papa görüşmesi’ iddiası
1 Ara, 2016



Darbe Komisyonunda AK Partili Selçuk Özdağ: ‘Gülen ve Papa görüşmesine aracılık edeni duyduğunuzda yer yerinden oynayacak’

Darbe Komisyonunda AK Partili Selçuk Özdağ, Fetullah Gülen ve Papa görüşmesine kimin aracı olduğunu bildiğini savundu. Özdağ,”Dışişleri Bakanlığı ve Vatikan’dan bunun sorulmasını istiyorum. Hangi parti ile ilişkisi vardır bunu biliyorum. Çok önemli bir isimdir Türkiye’de yer yerinden oynayacaktır” iifadelerini kullandı.
TBMM 15 Temmuz ve FETÖ / PDY Darbe Girişimini Araştırma Komisyonunda CHP’li komisyon üyesi Aytun Çıray MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın komisyonda dinlenmesi için oylama talebinde bulunacağını bildirdi.
Aytun Çıray, 15 Temmuz’un aydınlatılması için Fidan ve Akar’ın komisyona gelmesi gerektiğini vurgulayarak, iki ismin davet edilmesinin zorunlu olduğunu bildirdi.
Aytun Çıray “Sayın Fidan’a 15 Temmuz akşamı saat 21.25’te Beştepe’de TİKA’daki bir arkadaşının yaş günü topantısına katılıp katılmadığını, Ayrıca darbeden sonra ailesini başka bir ülkeye götürüp götürmediğini, Başbakanla son bir- bir buçuk aydır görüşüyor mu, görüşmüyor mu onu soracağız “diye konuştu.
MHP’li komisyon üyesi Mehmet Erdoğdu ise MİT müsteşarı, kuvvet komutanları ve Genelkurmay Başkanının ve darbenin mali ayağıyla ilgili bilgi verecek kişilerin komisyona getirilmesini talep etti.
CHP’Lİ ERDOĞDU:KOMİSYONA PAPA’YI DA ÇAĞIRALIM 
AK Partili komisyon üyesi Selçuk Özdağ, Fetullah Gülen’in Türkiye’yi terk etmeden önce Papa ile görüşmesine kimin aracılık ettiğinin Dışişleri Bakanlığına sorulmasını talep etti. CHP’li Aykut Erdoğdu ise “Papayı da çağıralım o zaman komisyona” deyince Özdağ “Papa öldü kardeşim, lütfen sulandırmayın” diye yanıt verdi. Erdoğdu ise “Yeni Papa’yı çağırırız” dedi.
“GÖRÜŞMEYE KİMİN ARACILIK ETTİĞİNİ DUYUNCA ÇOK ŞAŞIRACAKSINIZ”
Selçuk Özdağ ile Aykut Erdoğdu arasındaki diyalog şöyle devam etti:
” Selçuk Özdağ: Lütfen dinleyin bu görüşmeye kimin aracı olduğunu duyunca çok şaşıracaksınız. Aracıyı biliyorum. Bunun sorulmasını istiyorum Dışişleri Bakanlığı ve Vatikan’dan. Hangi parti ile ilişkisi vardır bunu biliyorum. Çok önemli bir isimdir Türkiye’de yer yerinden oynayacaktır. O zaman görüşeceğiz Aykut Bey kimin olduğunu görünce.
Aykut Erdoğdu: Sayın Davutoğlu’na da soralım. Olayı sulandırıyorsunuz. Papa’yı da davet edelim. Selçuk Özdağ: Ayrıca Kılıçdaroğlu 17-25 Aralık öncesinde Amerika’ya gitmiştir. Dışişleri Bakanlığına soralım. Kılıçdaroğlu’nun hangi enstitüleri ziyaret edip etmediğini, bu enstitülerin Gülen ile ilgisi olup olmadığını , Sayın Kılıçdaroğlu’nun katıldığı toplantılarda FETÖ ’den arananlar var mıdır? Bunların sorulmasını istiyoruz. Ayrıca kaç CHP milletvekili 17-25’ Aralık’tan sonra Gülen’in televizyon kanallarına çıkarak destek vermişlerdir. Bunları da ortaya çıkarılım.
Aykut Erdoğdu: Liderlerin Gülen ile ilişkilerini araştıralım. Erdoğan’ın, Bahçeli’nin, Demirtaş’ın da bütün liderlerin Gülen’le irtibatını araştıralım.”
OYLAMA YAPILMADI
Aykut Erdoğdu Fidan ve Akar’ın komisyona davet edilmesi konusunda oylama yapılmasını yineleyince komisyon başkanı Reşat Petek “Hayır oylamayacağız. Çünkü süreç devam ediyor. Şu anda gündemimiz bellidir. Konuyu dinleyeceğiz. Şu anda gündeme geçmemiz gerekiyor. ” dedi. Aytun Çıray ise “Bizim önergemizi onaylayıp onaylamama hakkınız yok. Önergemiz hukuka aykırı olarak oylanmamıştır ” diye tepki gösterdi
İlk Kurşun

Açık Cevap Veriniz
Mehmet Şevket Eygi
06 MAYIS 2011

Muhterem Diyalogçu kardeşime...
Selamdan sonra...
Bendeniz isim vererek hiçbir şahsı ve cemaati suçlamam. Tenkitlerim anonimdir. Yazılarımdaki suçlamaları üzerinize almış ve sorularımı, ithamlarımı cevaplandıracak yerde mukabil hücuma geçmişsiniz. Size tekrar çok açık ve seçik şekilde soruyorum:

Birinci soru: Bir tv kanalında bir Alman Diyalog programı yapıyor. Başlangıçta ekranda Sultanahmet Camii görünüyor. Onun arka planından bir haç yükseliyor yükseliyor, camiden büyük hale geliyor. Böyle bir şeyi İslam dini, Tevhid akidesi kabul eder mi? Bunun te'vili var mıdır? Lütfen samimi olunuz ve açık cevap veriniz.

İkinci soru: Mardin'de tarihi Kasımiye medresesinde Dinlerarası Diyalog (veya festival) yapılıyor. Çeşitli kiliselere mensup papazlar, patrikler... Diyanet'in bir müftüsü... Çanlar çılgınca çalınıyor, aynı zamanda Ezan'lar okunmaya başlıyor. Medresenin avlusunda bir havuz var, ortasında tahtadan derme çatma bir köprü yapılmış. Çanlar çalar, Ezan'lar okunurken papazlar ve müftü cenapları tantana ile oradan geçiyorlar. Rivayete göre o köprü Sırat köprüsünü temsil ediyormuş ve üç dinin mensupları oradan geçip Cennet'e giriyormuş... Böyle bir rezalet 1400 yıllık İslam tarihinde görülmüş müdür?

Üçüncü soru: Bir cemaatin gazetesinde "Ehl-i Kitab ile Amentü'de İttifakımız Var" başlıklı bir Diyalog yazısı çıkıyor. Özeti şu: Ehl-i Kitab ile Allah'a, Peygamberlere, ilahi kitaplara iman konusunda birlik halindeymişiz... Şimdi soruyorum: Biz Müslümanlar Tevhid inancına, Hıristiyanlar Teslis inancına bağlıyız. Tevhid ile Teslis birbiriyle bağdaşır ve uyuşur mu?.. Ehl-i Kitab Hz. Muhammed aleyhissa
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş Arl 01, 2016 8:07 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Eyl 20, 2016 11:45 pm    Mesaj konusu: FETHULLAH GÜLEN'IN ENTELEKTÜELLIĞI... Alıntıyla Cevap Gönder

FETÖ'den kapatılan vakfın mütevelli heyeti: AKP'li belediye başkanı, eski bakan, milletvekilleri...
Yusuf Yavuz
10-11-2016



Antalya’da devletin 'FETÖ’cü vakfa tahsis ettiği araziye Fettah Tamince 5 yıldızlı otel dikti. Erdoğan’ın imzaladığı kanun teklifini Gül onayladı, TBMM Başkanı Şahin ise mütevelli heyetinde Bakan Çelik’in de yer aldığı 'FETÖ’cü vakfın üniversitesinin temelini attı. 15 Temmuz’un ardından 'FETÖ’cü olduğu gerekçesi ile kapatılan vakfın üniversitesine ise dokunulamıyor. Antalya’da Çavuşoğlu ve Tamince’nin iktidar olduğu iddiaları, kentteki 'FETÖ’cü yapılanmayla yürütülen mücadelenin bir tiyatrodan ibaret olduğu eleştirilerini de beraberinde getiriyor.

“Fethullah Gülen benim için idoldür, Tayyip Erdoğan’ın adamıyım, tanıyınca âşık oldum” sözleriyle yıllardır tartışmaların odağında olan Rixos otellerinin sahibi Fettah Tamince, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından gözlerin üzerine çevrildiği isimlerin başında geliyordu. 15 Temmuz sonrası Antalya Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yürütülen soruşturma kapsamında ifadesine başvurulan Tamince, 1986 yılında geldiği Antalya’da Gülen cemaatinin evlerinde ve yurtlarında kaldığını anlatmış, “Cemaate dâhil olmam için kendilerini Nuh’un gemisi olarak gösterdiler” ifadelerini kullanmıştı.

O VAKIF 'FETÖ’DEN KAPATILDI AMA ÜNİVERSİTESİNE DOKUNULAMIYOR

'FETÖ' üyesi olmak ve dolandırıcılık suçlamalarıyla ifadesine başvurulan Tamince, savcılığın takipsizlik kararıyla soruşturmadan kurtuldu. Tamince’nin mütevelli heyeti başkanı olduğu Uluslararası Antalya Üniversitesi’nin (UAÜ) bağlı olduğu ‘Gaye Eğitim, Sağlık, Spor ve Çevre Vakfı’ ise 15 Temmuz’un ardından kapatıldı. Ancak 'FETÖ’cü olduğu gerekçesiyle OHAL kararnamesi ile kapatılan vakfın bünyesinde kurulan Uluslararası Antalya Üniversitesi ise ortaya çıkan yönetsel boşluğa rağmen eğitim ve öğretime devam ediyor.

KAPATILAN 'FETÖ’CÜ VAKFIN YÖNETİCİSİ AKP’Lİ BAKAN

Antalya’da 15 Temmuz’un ardından en çok tartışılan konuların başında gelen bu konuyla ilgili hükümet kanadından kayda değer bir açıklama gelmedi. Ancak Uluslararası Antalya Üniversitesi’nin ve bağlı olduğu ve 'FETÖ’cü olduğu gerekçesiyle kapatılan Gaye Vakfı’nın mütevelli heyeti listesine bakıldığında akıllara soru işaretleri geliyor. Gaye Vakfı’nın mütevelli heyeti listesinde, Fettah Tamince başta olmak üzere Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı AKP’li Menderes Türel, AKP Antalya Milletvekili Mustafa Köse ve Sadık Badak’ın yanı sıra AKP’li eski Bakan Hüseyin Çelik ve eski Antalya Valisi Sabahattin Öztürk gibi isimler bulunurken, UAÜ’nün mütevelli heyeti listesinde ise yine Tamince’nin yanında Cüneyt Zapsu’nun adı dikkat çekiyor.

AKP’Lİ BELEDİYE BAŞKANI HALEN LİSTEDE

Antalya kamuoyunun şimdi en çok merak ettiği soruların başında, 'FETÖ’cü olduğu gerekçesi ile kapatılan vakfa ait üniversiteye neden dokunulmadığı. Bir başka soru ise bağlı olduğu vakıf kapatılınca UAÜ’nün hangi yasal dayanakla eğitim ve öğretime devam ettiği yönünde. AKP’li eski bakan Hüseyin Çelik ile kentin halen belediye başkanlığını yürüten Menderes Türel’in adları ise diğer AKP’li isimlerle birlikte UAÜ’nün resmi web sayfasında yer almayı sürdürüyor.

İDRİS ÖZYOL: ‘NEYE GÖRE FAALİYET GÖSTERDİĞİ BİLİNMİYOR’

Kentte merak edilen soruları, konuyu yakından takip eden ve 15 Temmuz’un ardından bu yönde pek çok özel haber ve yazı kaleme alan Gazeteci İdris Özyol’a sorduk. 

OHAL kararnamesiyle kapatılan Gaye Vakfı’na ait Uluslararası Antalya Üniversitesi’nin adının “15 Temmuz Üniversitesi” olarak değiştirilmesinin planlandığı iddialarının konuşulduğunu anlatan gazeteci İdris Özyol,  ortaya çıkan belirsizliğe 15 Temmuz kılıfının giydirilmek istendiğine dikkat çekerek, “UAÜ, 6005 sayılı yasayla kuruldu. Yasada, Gaye Vakfı’nın üniversitesi olarak görülüyor.  Vakıf üniversitelerinde kurumsal, tüzel kararlardan vakıf mütevelli heyetleri sorumlu. Bir de üniversite mütevellisi var ki, bu idari, mali, yani günlük rutin işlerden sorumlu. 667 sayılı kararname ile Gaye Vakfı kapatıldı. Vakfı kapatan kararnamenin 2. maddesinde, ‘Kapatılan vakıfların mal varlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devredilir’ deniliyor ama burada devir olmadı. Diğer 15 vakıf üniversitesi kapatıldı, UAÜ kapatılmadı ancak neye göre faaliyet gösterdiği ise bilinmiyor” dedi.

TAMİNCE OKUL İÇİN TAHSİS EDİLEN ARAZİYE 5 YILDIZLI OTEL YAPTI



UAÜ’nün Antalya Döşemealtı ilçesinde bulunan ana yerleşkesi arazisinin devlet tahsisli olduğuna da dikkat çeken Özyol, kapatılan vakfın üzerine tahsisli Manavgat Gündoğdu’da ikinci bir arazinin daha olduğunu belirterek, “Bu arazi, turizm fakültesi, sivil havacılık yüksekokulu ve uygulama oteli yapılması için tahsis edilmiş ama Fettah Tamince bu araziye 5 yıldızlı ‘Jacaranda’ adında bir otel inşa etti. Bu oteli ‘Magic Life’ grubu işletiyor. Yani bu arazide fakülte makülte yok” diye konuştu.

‘ERDOĞAN’IN ADI KULLANILARAK AKLAMA ÇABASI YÜRÜTÜLÜYOR’



'FETÖ’cü Gaye Vakfı’na ait olan Uluslararası Antalya Üniversitesi’nin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gözetiminde 2 yıldır temizleniyor iddialarının gündeme getirildiğine dikkat çeken Özyol, birilerinin Cumhurbaşkanı’nın bile adını kullanarak bir aklama, meşrulaştırma çabası yürüttüğünü de sözlerine ekledi.

'BURADA ÇAVUŞOĞLU VE TAMİNCE ETKİLİYLEN FETÖ OLDUĞU GİBİ KALIR'

15 Temmuz sonrasında Antalya’da dillendirilen iddiaların başında, kentte Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile Fettah Tamince’nin etkili olduğu ve bu etkinin sürmesi durumunda 'FETÖ' yapılanmasının kentte olduğu gibi kalacağı iddiası geliyor. Bundan sonra yaşanan sürecin bu iddiaları haklı çıkarıp çıkarmayacağını ise hep birlikte bekleyip göreceğiz.

ERDOĞAN’IN İMZASINI TAŞIYAN EK KANUN MADDESİ İLE KURULDU

Bugün 'FETÖ’cü olduğu gerekçesi ile 15 Temmuz’un ardından kapısına kilit vurulan Gaye Eğitim Sağlık Spor ve Çevre Vakfı bünyesindeki UAU’nun kurulması, 14 Mayıs 2010 tarihinde dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın imzasını taşıyan bir kanun teklifi ile sağlanmıştı. Milli Eğitim Bakanlığı’nca hazırlanan ve YÖK Kanununda değişiklik yapılmasını öngören kanun tasarısına eklenen 125 nolu geçici madde ile Uluslararası Antalya Üniversitesi’nin kuruluşuna yasal zemin hazırlandı. Kanun teklifini görmek için bağlantıyı tıklayın.

‘DEVLET KAYNAKLARIYLA DEĞİL, KENDİ KAYNAKLARIYLA’

Tasarıya eklenen ek maddenin gerekçesinde ise, Türkiye’nin çok genç bir nüfusa sahip olduğu ve yükseköğretime önemli bir ihtiyaç bulunduğu belirtilerek, “Devlet kaynakları ile değil, kendi kaynakları ile kazanç amacı gütmeksizin vakıflar tarafından kurulan kamu tüzel kişiliğine sahip vakıf üniversiteleri, Türk yükseköğretiminin ayrılmaz bir parçası ve önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Tasarı ile kurulması öngörülen Uluslararası Antalya Üniversitesi, Türkiye’nin genç nüfusunun yükseköğretime olan talebini karşılamakta yardımcı olacaktır” ifadelerine yer veriliyordu.

TBMM BAŞKANI ŞAHİN: ‘HERHALDE BU BİR DÜNYA REKORUDUR’

Dönemin TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin ise Meclisten çıkarılan kanunun hemen ardından 3 Ağustos 2010 tarihinde Uluslararası Antalya Üniversitesi’nin temel atma töreni için geldiği Antalya’da yaptığı konuşmada, Gaye Vakfı Mütevelli heyetine teşekkürlerini ileterek şunları dile getirmişti: “Üniversite resmen daha 12 gün önce kuruldu. 14 Temmuz’da TBMM’den kanun çıktı, Cumhurbaşkanı onayladı, 21 Temmuz’da Resmi Gazete’de yayınlandı. 12 gün geçmiş, üniversite kampüsünün temelini atıyoruz. Herhalde bu bir dünya rekorudur.”

KENDİ KAYNAKLARIYLA DEĞİL, DEVLET ARAZİSİNE YAPILDI

'FETÖ’cü vakfın bünyesinde kurulan UAÜ için hazırlanan kanun tasarısına eklenen maddenin gerekçesinde “Vakıf üniversitelerinin devlet kaynaklarıyla değil, kendi kaynaklarıyla eğitim verdikleri” belirtilmişti ancak söz konusu üniversitenin Döşemealtı’nda bulunan devasa arazisi devlet tarafından tahsis edildi. Manavgat’ta ‘uygulama oteli’ görüntüsüyle 5 yıldızlı lüks otel inşa edilen arazi ise yine devlet tarafından ‘eğitim’ amaçlı tahsis edilmişti.

POLİS KAYITLARINA GEÇEN MİLYONLUK BAĞIŞ RAKAMLARI

UAÜ’nün Mütevelli Heyeti Başkanı olan işadamı Fettah Tamince’nin, Antalya Cumhuriyet Başsavclığı’nca yürütülen soruşturma kapsamında geçtiğimiz yıl ‘şüpheli’ sıfatıyla polise verdiği ifade kaydında, üniversitenin Bank Asya’daki bağış hesabına çeşitli şirketler ve kişilerce yatırılan ve milyonlarla ifade edilen rakamlar ortaya çıkmıştı. Polis tutanağına göre üniversitenin bağış hesabına, 1 Şubat 2012 ile 11 Temmuz 2013 tarihleri arasında toplam 129.479.628.00 (129 Milyon) TL, 203 bin 416 Euro ve 7.539.589 Dolar paranın yatırıldığı kayıtlara geçmişti.

PARA KAYNAĞI OLAN BAĞIŞÇI ŞİRKETLER ORTAYA ÇIKTI

Polis tutanağına göre, söz konusu yüksek miktarlardaki bağışları yapan kuruluşlar arasında, Toros Eğitim Hizmetleri Kurumları, Öge Holding, Ege Ural Gayrimenkul, Akfa Holding, Delta Mühendislik Tesisat, Entegre Elektronik Güvenlik Sistemleri, Aden Metal Yapı ve Creatif Projekt yer alıyordu.

RUSYA’DAKİ 6 ŞİRKET HAKKINDA İNTERPOL ARACILIĞI İLE BİLGİ İSTENDİ

Savcılık soruşturmasında şüpheli Fettah Tamince ve arkadaşlarının, ‘Transkomstory’ adıyla Rusya’da kurulu olan 6 şirketinin para trafiğiyle ilgili bilgi edinmek için İnterpol aracılığı ile Rus hükümetine yazı yazılmış ancak Rusya’nın ilgili şirketler ile hakkında daha geniş bilgi talep etmesi yüzünden adı geçen 6 şirketle ilgili para trafiği ortaya çıkarılamamıştı
Kaynak:İleri Haber

CHP'li Kaya'dan Arınç'a çağrı: Çık bunları açıkla kahraman ol
09 Ekim 2016



Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Parti Meclisi Üyesi Yıldırım Kaya, TBMM eski Başkanı Bülent Arınç'a "Kahraman ol" sözleriyle seslenerek, 'FETÖ' hakkında bildiklerini anlatmasını istedi.

CHP Parti Meclisi Üyesi Yıldırım Kaya, Manisa’da partisinin İl Başkanlığı’nı ziyaret etti. CHP Manisa İl Başkanı Halil Tokul ve partililerin yer aldığı ziyarete, FETÖ soruşturmalarında mağdur olduğunu iddia eden kişiler de katıldı. FETÖ mağduru olduğunu iddia edip, CHP’ye başvuran kişilerle görüşen Kaya, yargı yollarını sonuna kadar kullanmalarını ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurmalarını önerdi.

“MANİSA’DAN BÜLENT ARINÇ’A SESLENDİ”

Konuşmasında TBMM eski Başkanı Bülent Arınç’ın FETÖ’nün darbe girişimi nedeniyle yaşanan sürece katkısı olduğunu ileri sürdü. “Fethullah Gülen’in Türkiye’de örgütlenip, kök salmasında Bülent Arınç’ın çok ciddi katkıları olmuştur” diyen Kaya, “Melih Gökçek ve Bülent Arınç’ın yürüttüğü bir tartışma vardı. ‘Bir bir yaptıklarını söylersem sen o koltukta oturamazsın?’ diyordu. 15 Temmuz sonrası hem Bülent Arınç’a hem de Milli Güvenlik kararı ile FETÖ olarak ilan edilen örgütün lideri olduğu iddia edilen Fethullah Gülen’e sesleniyorum. Bu insanlar sizlere inandılar ve güvendiler. Eğer gerçekten bu insanların bu hale gelmesinde katkınız olmadığını söylüyorsanız çıkın açıklayın. 15 Temmuz gecesi darbe başarılı olsaydı bu insanlar, ‘Biz asla birbirimizi terketmedik, bu yolda birlikte yürüdük’ diyeceklerdi. Bu sürecin siyasi sorumluları açığa çıkaramazsak yoksul Anadolu çocukları bir avuç ekmeğe muhtaç hale getirilmiştir. Seyyar tezgahta simit satmaya çalışan öğretim üyelerine tanıklık ediyoruz. Bunlar açlıkla terbiye ediliyor. Bunun siyasi önderleri bu sürecin hesabını vermek zorundalar” diye konuştu.

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ile Bülent Arınç arasında yaşanan tartışmaları hatırlatan Kaya, “Burada Manisa’dan kendi evinden, kendi ocağından Bülent Arınç’a çağrı yapıyorum. Melih Gökçek Ankara’da Fethullah Gülen örgütüne neleri verdi? Hangi okulların arsalarını bedava verdi? Milyonları nasıl ödedi? Bu bilgilerin sende olduğunu söylemiştin. Bu bilgileri kamuoyuna açıkla. Eğer gerçekten biraz insan sevgisi, vicdan ve ahlak varsa bunu yapmasını istiyorum. Çıkar şimdi konuşursa insanların yüreğine su serper, insanların sevgini yeniden kazanır. Arınç’ı kahramanlığa davet ediyorum. Fethullah Gülen’e de sesleniyorum. Çık, Türkiye’ye kendini teslim et. Kimden ne aldıysan bir bir açıkla” dedi.

“SURİYELİLER’DEN DAHA KÖTÜ DURUMA GELECEKLER”

FETÖ mağduru olduğu iddia eden herkesin başvurusunu aldıklarını dile getiren Kaya, ihraç edilen ve uzaklaştırılan kişilerin Suriyeliler’den daha kötü duruma düşeceklerini söyledi. Mağdur olduğunu iddia eden kişilere dava açmalarını öneren Kaya, şunları söyledi:

“Mağdurlara asla vatan haini gibi bakmayalım. İntiharların sayısı 16’ya çıktı. Bu sayı gün geçtikçe artabilir. Genel Merkeze yüz yüze 7 bin başvuru oldu. 40 bine yakın kişi de mail ve telefon yoluyla müracaat etti. Tahminimize göre 1 milyona yakın bir mağdur var. 162 bin 280 kişi ihraç edilmiş veya açığa alınmış. Kışın gelmesiyle birlikte aç, yoksul kalan insanlar Suriyeli mültecilerden daha kötü duruma gelecekler.”

Konuşmaların ardından Kaya ve FETÖ mağduru olduklarını ileri sürenlerle bir süre parti binasında toplantı yaptı.
Kaynak: Cumhuriyet

Cemaat İçindeki Gruplar
Milliyet



Gülen cemaati ile ilgili tartışmalarda cemaat monoblok bir yapı gibi sunulurken, Bahçeli'nin Gülen'e mesajı cemaatin kontrol dışına çıkmış olma ihtimalini gündeme getiriyor. Cemaat içi savaşların cemaatin düşmanları ile kavgasından daha önemli hale geldiği, Fetullah Gülen sonrasının kafaları kurcaladığı anlaşılan bir dönemeçte, milyarlarca dolarlık bir rant üzerinde oturan bu yapının farklı kanatlarını bilmek önemli.

"Ergenekon" sürecinde şaibeli ifadeleri ile gündeme gelen Tuncay Güney'in arşivden bir ifadesini bu bağlamda dikkatinize sunuyoruz. Güney'in 24 saatte iki kez doğru zamanı gösteren saatler misali bir önemi olduğunu düşünüyorsanız hatırlamakta fayda var.

Açık İstihbarat


Ergenekon soruşturmasına dayanak olan Tuncay Güney’in emniyet ifadelerinde Fethullah Gülen cemaatiyle ilgili ayrıntılı bilgilerde yer aldı.

Güney, iddianamenin ek klasörlerinde yer alan ifadelerinde cemaatin yapısını, faaliyetlerini, ilişki ve bağlantılarını ayrıntılı olarak anlattı.

Cemaat içi çekişmeleri de anlatan Güney, Gülen cemaati içerisinde üç güçlü grubun bulunduğunu ve Mehmet Demircan isimli bir cemaat mensubunun da kendi grubunu kurarak “cemaat içi” darbe planları yaptığını öne sürdü.

Güney’in iddiasına göre Demircan’ın yaptığı gizli darbe toplantılarından biri basılınca, Demircan’ın planları da suya düştü ve bütün ekibiyle birlikte Samanyolu televizyonundan ve cemaatten tasfiye edildi.

Cemaat içindeki gruplar

Güney’in iddiasına göre Gülen cemaati içerisinde İlhan İşbilen grubu, Latif Erdoğan grubu ve Abdullah Aymaz-Naci Tosun grubu olmak üzere üç ayrı grup vardı.

Zaman zaman güç mücadelesi içerisine de giren bu gruplardan Gülen’e en yakın grup ise Latif Erdoğan grubuydu. Güney’in iddiasına göre Gülen’den sonra cemaatin başına çocukluğundan itibaren Fethullah Gülen’in yanında yetişen Latif Erdoğan geçecekti.

Güney’in anlattıklarına göre cemaat içinde en korkulan grup ise İlhan İşbilen grubuydu. Güney’e göre İşbilen’in de darbe planları vardı ve cemaat içinde herkes İşbilen’den “korkuyor, tırsıyor”du. Güney’in ifadelerine göre Veli Küçük de grup içerisindeki bu çekişmelerde Mehmet Demircan’ın darbe planlarına destek vermişti.

Güney ifadelerinde cemaat içi çekişmeleri ve kendisinin de dahil olduğu Demircan ekibinin tasfiye edilişini şöyle anlattı:

‘Darbe toplantısı basıldı’

“Mehmet Demircan bir gece televizyonun (Samanyolu) en üst katında toplantı yapıyorlardı kendi için...

İlhan İşbilen de toplantıyı bastı. Mehmet Demircan darbeyi yapamamıştı, tasfiye olmuştu. Onu genel müdürlükten aldılar Naci Tosun’u getirdiler.

Bu arada ben de Onun (M.Demircan) en iyi adamlarındanım ya, sabah akşam odasındayız, fikirle teori ile yönetiyoruz. O da genç, fevri çıkışları olan bir insandı ve sonuçta ben susmak zorunda kaldım. Çünkü adım ‘ajan’, ‘Mitçi’, ‘Jitemci’ oldu, ‘askerlerin adamı’ dediler filan...

Ben Mehmet Demircan beye dedim ki, ‘Ben çıkacağım’ biraz da birikmiş param vardı zaten... ‘Başka bir şeyler yapalım’ dedi. ‘Yaparız, burada olmaz’ dedim. Bak yoksa bizi kendileri atacaklardı zaten...

Mehmet Demircan’ın dışarıda ya da cemaat içinde getirdiği bütün insanları Fethullah Hoca tasfiye etti.

Zaten televizyonda o dönem çalışmış olduğum herkesi tasfiye etti, kimse yok Kemal Gülen (Gülen’in yeğeni) ve Haluk Görgün hariç onlar da bacanaklar zaten Fethullah Hoca ile... Tabii ki böyle olunca ben ayrıldım...”

‘Veli Küçük İlhan İşbilen için uyardı’

İfadelerine göre Güney, cemaatten ayrıldıktan sonra yanına gittiği Veli Küçük’e olanları anlattı.

Küçük de

“İyi ki de Onu (M.Demircan) net bir şekilde destekliyormuş şeklinde görünmemişiz. İlhan İşbilen akıllı adamdır, onunla da iyi geçin, temkinli olalım”

dedi. Güney, Küçük’e olayı şöyle anlattı:

‘Komutanım benim. Biliyorsun, Samanyolu’nda Mehmet Demircan bey şey yapamadı’

dedim.

‘Onlar darbe yapacaklardı başaramadı, iyi ki de onu net bir şekilde destekliyormuş şeklinde görünmemişiz. Yoksa biz de şey olacaktık. İlhan İşbilen her zaman akıllı adamdır. Dikkat et, onunla da iyi geçin, temkinli olalım’

dedi.

‘Ama efendim İlhan İşbilen beni dedim şey yapmaz’, ‘Şimdi uzak dur, sonra belki arayı buluruz’ dedi. ‘Sonra belki İlhan İşbilen’in yanına koyabilirim’ dedi.”
(Kaynak : Milliyet - 07.07.2010)
www.acikistihbarat.com

Hürriyet yazarı: ABD, Gülen'e gidenlere 'öncelikli' vize veriyordu
29 Eylül 2016

Hürriyet yazarı Yalçın Bayer, darbe girişimini düzenlemekle suçlanan ve bu sebeple ABD'den iadesi istenen Fethullah Gülen'in Pensilvanya'daki evine ziyarete gidenlere öncelik verildiğini iddia etti. "ABD, Gülen'e gidenlere 'Öncelikli' vize vermiş" ifadeleri kullanan Bayer, bu görüşüne sebep olan hikayeyi anlatırken, "Bir dostumuz vize başvurusunda bulunduğunda ‘sorgu sual’ sırasında 'Efendim, Fetullah Bey’e mi gidiyorsunuz?' diye sorulduğunu anlatmıştı. 'Hayır' deyince de pasaportu Gülencilerin pasaportlarından ayrı bir yere konulmuş. Demek o zaman Pensilvanya’ya hızlı bir ziyaret varmış" dedi.

Yalçın Bayer'in Hürriyet gazetesinin bugünkü (29 Eylül 2016) nüshasında yayımlanan 'Abdülhamid'den bugüne ne değişmiş bakın!' başlıklı yazısının ilgili bölümü şöyle:

ABD, Gülen'e gidenlere 'Öncelikli' vize vermiş

AKP’li bir grup milletvekilinin Fetullah Gülen’e yaptıkları ‘toplu’ ziyaretin resmi AKP’yi fena halde yakaladı.

Bakalım AKP buna karşılık hangi CHP’lilerin, gazetecilerin ve iş adamlarının resimlerini yayınlayacak.

İlle karşı bir ‘misilleme’ yapacaktır.

Ama önce şunu yazalım. ABD Büyükelçiliği veya İstanbul, İzmir ve Adana konsolosluklarına ‘vize’ başvurularında bulunanlara ‘işlemleri’ kolaylaştırmak için ‘VIP’ muamelesi yapıldığı biliniyor mu?

Biz biliyoruz. Bir dostumuz vize başvurusunda bulunduğunda ‘sorgu sual’ sırasında “Efendim, Fetullah Bey’e mi gidiyorsunuz?” diye sorulduğunu anlatmıştı. “Hayır” deyince de pasaportu Gülencilerin pasaportlarından ayrı bir yere konulmuş. Demek o zaman Pensilvanya’ya hızlı bir ziyaret varmış.

Diyeceğimiz odur ki, FETÖ’ye giden vekiller de böyle bir ‘VIP’ imtiyazından yararlanmışlar mıdır?

Açıkyüreklilikle cevap verecek var mıdır?

T24

ABD belgelerinde Fethullah Gülen
17 Mart 2011
Entellektüel Forum

Günlerdir 'Çarşambayı bekleyin' diya anonslar yapan Taraf, WikiLeaks belgelerini yayınlayacağını duyurmuştu ve işe gizli Gülen belgeleriyle başladı.

Bu belgelerden bir özet sunuyoruz:

ABD’nin İstanbul Başkonsolos Vekili Smith’in telgrafından:

“Gülencilerin ABD’nin Gülen’e karşı olumsuz tavırları konusundaki spesifik endişesinin, Gülen’in avukatının ‘Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası’ndan yararlanarak elde ettiği 2004 tarihli bir FBI raporundan kaynaklandığı anlaşılıyor. Türk Ulusal Polis Teşkilatı’nda irtibatlı olduğumuz üç üst düzey yetkili, kısa süre önce bu konuyu İstanbul’daki ‘legat’ın (İstanbul Başkonsolosluğu’nda FBI’ı temsil eden diplomat kastediliyor) dikkatine getirdiler ve bu görüşmede aynı zamanda Gülen’le ilgili basılı malzemeler sunarak, FBI’ın, kendisi hakkında bir tür ‘temiz kağıdı’ verip veremeyeceğini sordular.
(Not: Legat, bu tip bir kağıdı bir PR kampanyası başlatmakta kullanma niyetini gözönünde tuttuğu için, buna yanaşmadı.)”

Bu telgrafın sonundaki “yorum” bölümünü, hem ABD’nin 2005 yılında Gülen’e nasıl baktığına ilişkin bir belge hem de bu bakışın daha sonraki yıllarda nasıl değiştiğini görmek için “baz” olarak aktarıyoruz:

Gülen’in kamuoyuna verdiği hoşgörü ve diyalog mesajını ve buna paralel olan İslam’ı bilim ve moderniteyle uzlaştırma çabasını hesaba katan bazı Batılı gözlemciler, onu Müslüman bir eğitimci (ya da “hoca”) olarak benimsiyor ve onu “ılımlı İslam”ın sesi olarak görmeyi tercih ediyorlar. Gülen, sıklıkla terörizme karşı konuşuyor (Kur’an’ın bazı tefsirleriyle İslam adına uygulanan terörist şiddet arasındaki bağlantıyı irdelememek konusunda dikkatli davranmasına rağmen...) Gülen ayrıca, Yahudi cemaatince kendi varlığına destek olarak algılanan tavırlar da sergiliyor.
(..)”

Bu Gülenciler de ne çok seyahat ediyor

(..) 23 Mayıs 2006 tarihinde ABD’nin İstanbul Başkonsolosu Deborah K. Jones’un Washington’a gönderdiği telgrafın da konusu. Telgrafın konu satırında aynen şöyle yazıyor: “Fethullah Gülen: Onun takipçileri niye bu kadar çok seyahat ediyorlar?” Ve evet, telgraf, Gülen cemaatine mensup olan ya da olduğu tahmin edilen kişilerin ABD’ye seyahatlerini, daha doğrusu vize başvurularını konu alıyor.

Bu telgrafın başında, “ Gülen’in destekçileri Türkiye Misyonu’na (ABD’nin buradaki diplomatik temsilcilikleri kastediliyor) ulaşan ziyaretçi vizesi başvurularının giderek artan bir oranını oluşturuyor. Başvuru yapan Gülenciler seyahat gerekçeleri ve Gülen’le ilişkileri konusunda hemen her zaman kaçamak davranıyorlar; bu da, Konsolosluk memurlarında soru işaretleri yaratıyor.” diyor.

Aynı telgrafta, Jones’un, her yıl ABD’ye ziyaretçi vizesi almak için Türkiye Misyonu’na başvuran 75 bin kişiden yüzde 3-5 kadarının “Gülenci” olduğuna ilişkin tahmini de yer alıyor.

(..) Amerikalı diplomatların “Gülenci” diye etiketledikleri vize adaylarının “profilini” çıkarmış olması. Telgrafta, kuşkusuz isim-isim fişleme yapılmıyor ama “Gülenci” olduğuna kanaat getirilen vize adaylarının profili, “tek başına seyahat eden ve hiç İngilizce bilmeyen evli erkek” ya da “ortaokul çağında İngilizce öğrencisi” benzeri başlıklar altında detaylandırılıyor.

“Gülencilerle az viskili bir toplantı”

Bu “profil” telgrafından bir yıl sonra, 27 Nisan 2007’de, yine Başkonsolos Deborah K. Jones, bu kez Gülen cemaatini anlayıp anlatmaya yönelik daha samimi bir çabayı yansıtan bir telgraf yazmış.

“Gülencilerle az viskili bir toplantı” başlığını taşıyan telgraf, 17 Nisan 2007’de ABD’nin İstanbul Başkonsolosluğu’nda verilen akşam yemeğini konu alıyor. “Dinî lider Fethullah Gülen’e sempati duyan ve/veya onun hakkında bilgi sahibi Türklerden oluşan eklektik bir grup” diye tarif edilen misafirlerin listesine Nazlı Ilıcak’ın karar verdiği de telgrafta belirtilmiş. Davetliler ise “gazeteci-yazarlar Fehmi Koru, Ali Bulaç ve Mustafa Akyol, Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Profesörü Niyazi Öktem ve Galatasaray Üniversitesi’nde ders veren oğlu Emre, Marmara Üniversitesi’nde ilahiyat dersi veren Mahmut Kılıç, sosyolog (Türk yazar Cemil Meriç’in kızı) Ümit Meriç, Fatih Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı Alparslan Açıkgenç, Türkiye Katolik Cemaatleri Ruhaniler Kurulu Sözcüsü Georges Marovitch ve Türkiye Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Harun Tokak” diye sıralanıyor.

Başkonsolos Jones, konukların yemekte Gülen’i 1960 ve 1970’lerde İzmir’deki bir camide imamlık yaptığı günlerden itibaren anlattıklarını, onun ilahiyatçı yönü ve eğitime verdiği önem üzerinde durduklarını aktarıyor.

Papa’yla tanıştırmak için aracı oldular

Yemeğin en ilginç konuşmalarından birini Monsenyör Marovitch yapıyor. Telgrafın o bölümünü aynen aktarıyoruz:

“Monsenyör Marovitch, kendisinin diğer dinî cemaat liderlerine ve nihayet Papa İkinci John Paul’a onu tanıştırmak da dahil olmak üzere, Gülen’in ekümenik (evrensel) gündemini destekleme amaçlı çabalarını coşkuyla ve uzun uzun anlattı. Marovitch ve diğerleri, Hoca’nın birkaç yıl önce bir Müslüman mezarlığında öldürülmüş olarak bulunan ve dinlerarası diyaloga ve dünya barışına hizmet adına, Gülen’in daha geniş bir muhatap kitleyle bağlantısını sağlamak için Marovitch’le birlikte çalışan varlıklı Yahudi-Türk işadamı Üzeyir Garih’le geçmişteki bağlarını teyid ettiler. Marovitch, Gülen’in Papa’yla buluşmasını organize ettiğini ancak sonra Vatikan’ın Türkiye Misyonu’nun (Vatikan Büyükelçiliği kastediliyor) randevuyu iptal ettiğini öğrendiğini anlattı. (Not: Bu bilgi, aslında Garih’in Gülen’i, Abe Foxman’la İnkâr ve İftiraya Karşı Birlik (ADL) adlı Yahudi kuruluşunun başkanı , sonra da Foxman’ın Gülen’i New York Kardinali’yle tanıştırdığı, en sonunda da Kardinal’in Gülen’i Papa’yla tanıştırdığı yönünde daha önce duyduğumuz bilgilerle çelişiyor. Notun sonu.) Marovitch bu iptal kararının değiştirilmesi için büyük gayret gösterdiğini ve sonuçta Türk hükümetini öfkelendiren buluşmanın gerçekleştiğini söyledi. Marovitch, daha sonra, bu işte ABD hükümetinin bir dahli olduğu yönündeki kuşkuların, basının görüşmeyi ‘Marovitch’ yerine, dönemin ABD Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz’in ayarladığına ilişkin hatalı haberlerinden kaynaklandığını açıkladı.”

Washington’ın bakışı değişiyor

Jones’un telgrafının en sonundaki “YORUM” bölümü de, Gülen hakkında “laikçi” kesimin kuşkularını dinlemeye alışmış bir Amerikalı diplomatın, farklı yaklaşımlar işittikten sonraki yeni değerlendirmesini yansıtıyor:

“Gülen’e akademik, mesleki ve dinî açıdan hayranlık duyan ya da onun takipçisi olanların oluşturduğu bu etkileyici grubun ortaya koyduğu Fethullah Gülen portresi ile, Gülen’i, entrikalar çeviren, Türkiye’yi İran’dan pek de farkı olmayan şeriata dayalı bir İslamî devlete dönüştürme planı yapan bir kripto-Molla olarak gören laikçi algılamalar arasında ışık yılları var. Bu konuklar, Gülen’in günümüz Türk hayatıyla ve modern dünyayla uyumlu ve bağdaşık bir aydınlanmış İslam için model ve hatta Türkiye’nin her iki taraftaki radikalleşmiş unsurlar tarafından da istismarını önlemek için bir ihtiyaç olduğuna açıkça inanıyorlar. Onlar, Gülen’in laik devlet aygıtıyla yaşadığı sorunları, devletin ‘herşeyi denetleme’ ihtiyacına bağlıyorlar ve bu darkafalılığa örnek olarak, Türk hükümetinin Rum Ortodoks Patriği’nin unvanındaki ‘ekümenik’ kelimesine duyduğu antipatiyi gösteriyorlar. En etkileyici olan ise, kendi içinde bariz bir çeşitlilik taşıyan, kimi alkollü içki içen kimi içmeyen, kimi örtünen kimi örtünmeyen bu gruptakilerin kendi aralarındaki hoşgörü ve mesleki işbirliği tablosuydu.

“Hoca, Humeyni gibi değil...”

Amerikalı diplomatların Gülen’e olan ilgisi, 2008 sonrasında birkaç konu başlığında yoğunlaşmış; Gülen cemaatinin siyasi gündemi, AKP hükümetiyle ilişkileri, Ergenekon soruşturmasındaki rolü ve Kürt meselesinin çözümünde bir işlev üstlenip üstlenemeyeceği bu konu başlıkları arasında yer alıyor. Tabii, Gülen hareketinin dünyanın dört yanındaki faaliyetlerinin incelenmesi, Türkmenistan’dan Avusturya’ya kadar birçok ülkedeki okulların gezilerek rapor tutulması da Amerikan diplomatik mesaisinin parçası. Diğer konularla ilgili belgelere geçmeden, önce, 25 Temmuz 2008 tarihinde, dönemin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson’ın onayıyla Washington’a gönderilen “Türk Gülenci okullar: Ya her yerde ol, ya hiçbir yerde olma” başlıklı telgrafa bakalım.
Bu telgrafta Amerikalı diplomatların Ankara’daki Samanyolu Lisesi’ne yaptıkları ziyarette edindikleri izlenimler ve gerek okul çalışanlarının, gerekse Türkiye ve diğer ülkelerdeki cemaat okulları hakkında bilgi sahibi diğer kişilerin Amerikalılara anlattıkları geniş yer tutuyor.

Telgrafın en sonundaki “YORUM” bölümü, Amerika’nın bu okullara ve cemaate bakışı konusunda ipucu veriyor. “Sadece tek bir kitap okuyan adama güvenmeyin” başlıklı o bölümü aynen aktarıyoruz:

“Kuşkusuz Samanyolu Lisesi’nin öğrencilerinin ve idarecilerinin gurur duyacakları çok şey var. Öğrencileri çok başarılı; okulları, ortalama bir Türk devlet okuluyla kıyaslandığında birinci sınıf; ve Türklerle dünyanın geri kalan bölümü, özellikle de gelişmekte olan dünya arasında değerli ve nadir nitelikte kültürel değişim programları gerçekleştiriyorlar. Bu ve diğer Gülenci okulların somut, müspet kazanımlarına bakıldığında, bu okulların ya da bu okulların öncülük yaptığı Gülenci hareketin Türkiye’nin demokratik laik sistemine nasıl tehdit oluşturabileceğini anlamak güç. Ama hareketin dışındaki Türklerin derin kuşkuları var; hatta konuya kuvvetli bir laik tavırla yaklaşmayanların bile. Kısa süre önce görüştüğümüz etnik kökeni Uygur olan ve Gülenci okulların Orta Asya’daki faaliyetlerini bilen bir Ankara Üniversitesi Profesörü eski bir Çin atasözü söyledi bize: ‘Sadece tek bir kitap okuyan adama güvenme.’ Gülenci okulların öğrencilerinin, özellikle de evinden uzaktaki yatılıların, kitap okumalarının ve televizyon izlemelerinin sıkı biçimde denetlendiğini anlattı. (..) Gülen ve Ayetullah Humeyni arasındaki benzetmelerin ise yersiz olduğunu söyledi bu profesör. (..)”

Gülenciler, Polis teşkilatına hâkim

Şimdi en başa, 4 Aralık 2009 tarihinde Büyükelçi James Jeffrey’nin Washington’a yazdığı ve Gülen hakkındaki sorulara nasıl cevap verileceği konusunda tavsiyelerde bulunduğu telgrafa dönelim.
“Gülen: Türkiye’nin görünmez adamının uzun bir gölgesi var” başlıklı bu telgrafın büyük bir bölümünü, Washington’ın Fethullah Gülen’in şahsına ve cemaatine güncel bakışını yansıttığı inancıyla aktarıyoruz:

“1) ÖZET: Fethullah Gülen Türkiye’de hâlâ siyasi bir fenomen. Son on yıl boyunca Pennsylvania’da ‘sürgünde’ olsa da, Gülen’in etkisi, sadık destekçilerinden oluşan tümenler ve elit bir okullar ağı sayesinde devam ediyor. Gülen Hareketi’nin öne sürülen hedefleri dinlerarası diyalog ve hoşgörü (..)
2) Gülen 1938 ile 1942 arasındaki bir tarihte (değişik tarihler veriliyor) doğdu ve başlangıçta imam ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın memuru olarak çalıştı. Hareketini, 1970’li yıllarda, takipçileri ‘Nurcu’ olarak bilinen, Kürt kökenli İslami düşünür Said Nursi’nin öğretilerini temel alarak kurdu. Gülen daha sonra Nursi’nin çerçevesinin dışına çıktı. Gülen’in kendi felsefesi İslam’da bilimin rolünü vurguluyor. O, dinlerarası diyalogu destekliyor ve terörizmi lanetliyor. (..) Onun okulları özellikle Orta ve Güney Asya’da, akademik mükemmeliyetleri ve ılımlı İslami görüşleri savunmaları nedeniyle itibar kazandı.

3) Gülen, 1999’dan beri, görünürde tedavi (kalp rahatsızlığı ve diabet) gerekçesiyle gittiği ABD’de yaşıyor. Ancak, bu dönemde, Türkiye’de devleti yıkma planı yapma suçundan da yargılandı. Bu suçlama, Gülen’in 1986’da yaptığı bir konuşmadan kaynaklandı. (...) Hakkındaki iddianame nedeniyle, Gülen’in ABD’ye seyahati, Türk yargısından kaçtığı izlenimini yarattı. 2006’da bir Türk mahkemesinde hakkındaki bütün suçlamalardan beraat etti. Bu karar temyiz edildi ama 2008’de yeniden onandı.

4) Bu arada, Gülen ABD’de Sürekli Oturum statüsü için başvurdu. Göçmenlik Bürosu yetkilileri ilk başta Gülen’in ‘olağanüstü yetenekli bir yabancı’ olarak sınıflandırılması başvurusunu geri çevirdiler ama bir Federal Mahkeme 2008’de bu geri çevirme kararının yanlış olduğuna hükmetti. Gülen’in şimdi Yeşil Kart’ı var ve Pennsylvania’nın Pocono Dağları’nda gözden ırak bir yerleşimde yaşıyor.
5) Fethullah Gülen Hareketi’nin çekirdeğinde Güney Afrika’dan ABD’ye kadar uzanan bir okullar ağı var. Bu okullar yüksek seviyede akademik başarıya önem veriyor ve işçi sınıfına mensup ve yoksul ailelerden gelen en parlak öğrencileri alıp onlara burs sağlıyorlar. Türkiye’deki Gülenci okullar, her yıl yapılan üniversite giriş sınavında, rutin biçimde en üstteki yüzde birlik puan grubuna giren mezunlar veriyorlar. Bu parlak mezunların çoğu da genellikle (bu okullarda) öğretmen oluyor. (..)

6) Ama bu hareketin kökleri, en kalabalık takipçi grubu ve en büyük sorunları Türkiye’nin içinde. Gülen Hareketi sadece Ankara’daki ünlü Samanyolu Lisesi ve Fatih Üniversitesi gibi eğitim kurumlarından değil ama aynı zamanda Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndan, çeşitli şirketlerden, Zaman, Today’s Zaman, Samanyolu TV ve Aksiyon gibi medya organlarından oluşuyor. Gülencilerin ayrıca Ergenekon (...) soruşturmasının öncüsü olarak görev yaptıkları Türk Milli Polisi’ne de hâkim oldukları belirtiliyor. Bu soruşturma, askerî şahsiyetler dahil olmak üzere iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin pek çok laik muhalifinin derdest edilmesine neden oldu (..)

(YORUM: Türk Milli Polisi’nin Gülencilerin kontrolünde olduğu iddiasını teyid etmek imkânsız ama biz buna karşı çıkan kimseye rastlamadık ve Gülenci yurtlarda kalan polis adaylarına polislik sınavındaki soruların cevaplarının önceden verildiğine ilişkin tanıklıklar işittik.)

ERGENEKON SORUŞTURMASININ BAYRAKTARLIĞINI YAPMAK

7) Zaman gibi Gülenci gazeteler (..) AB heveslisi bir ülke olarak Türkiye’nin siyasi konularda Türk ordusunun sesinin kısılmasını sağlaması gerektiğini savunuyorlar. Bu gazeteler, Ergenekon soruşturmasının bayraktarlığını yapıyor ve Türk ordusunun geleneksel hâkimiyetinin Türkiye’nin tarihinde olumsuz bir etken olduğunu sürekli olarak vurguluyorlar. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Türk Genelkurmayı’na yakın kaynaklar Gülen’den açıkça nefret ediyor (..)

8) Hatta bazı İslamcı örgütler nezdinde bile, Fethullah Gülen Hareketi’nin karanlık bir imajı var. (..)

9) Gülen Hareketi, Sünni Hanefi İslam’ın modernleşmiş bir versiyonu olarak tarif ediliyor. Bu eğilimi, eski Başbakan Necmettin Erbakan’ın Milli Görüş grubuyla paylaşsa da, Milli Görüş, Türkiye merkezli bir hareketken, Gülen Hareketi’nin daha geniş bir kapsamı var ve amaca ulaşmaya yardımcı her aracı mubah gören bir yaklaşımdan rahatsızlık duymuyor; mesela, gerektiğinde başörtüsünü de çıkartabiliyor. Yine de, başka bazı ortak paydalar sözkonusu: AKP’nin kurucularının çoğu Milli Görüş’ten gelirken, AKP’nin birçok yetkilisinin de Gülen Hareketi’ne yakın olduğu biliniyor.

10) Türkiye’de Gülen’e değinen tartışmaların büyük bölümü nezaket ve incelikli bir ustalık içeriyor. Bizim irtibatta olduğumuz kişiler, konuşmaları halinde bunun sonradan kendilerine zarar verip vermeyeceğinden emin değillermişçesine, bu konuda görüşlerini açıklamakta sıklıkla tereddüt gösteriyorlar. Dahası, Gülen’le ilgili konuşmaların siyasi bağlamı da karmaşık, zira Cumhurbaşkanı Gül, bizim ilişkide olduğumuz kişilerin hemen hepsi tarafından Gülenci olarak görülüyor ama Başbakan Erdoğan öyle görülmüyor. Esasen, görüştüğümüz bazı kişilerin iddiasına göre, Erdoğan, o kadar kararlı biçimde Gülen cephesinin dışında duruyor ki, Gülen’in sadık çevresi onu bir yük (liability) gibi görüyor. Bu arada, Cumhuriyet Halk Partisi ve AKP’nin diğer muhalifleri ABD’yi, sözümona Türkiye’nin laik temellerini zayıflatarak bir ılımlı İslami devlet “modeli” yaratmak amacıyla, gizliden gizliye Gülen’i desteklemekle itham etmekte pek aceleci. Bu itham, Türkiye’de laiklik karşıtı faaliyetleri nedeniyle yargılandığı bir sırada Gülen’e ABD’ye sığınma imkânı ve nihayetinde de sürekli oturum statüsü tanınmış olması gerekçesine dayandırılıyor.

11) Gülen’in İslami olmayan destekçileri de var ve İstanbul’daki Ekümenik Patrik bunlardan biri. Patrik, kısa süre önce Büyükelçi ile yaptığı bir konuşmada, ABD’ye yaptığı son gezi sırasında Gülen’i ziyaret ettiğini ve bir saatten fazla başbaşa görüştüklerini anlattı. New York’a yaptığı ziyarette de Gülen’i yeniden görmeyi planladığını söyledi. (..)

12) Türkiye’de mevcut AKP-laik bölünmesi veri alındığında, herhangi bir İslami hareketin kendi amaçları konusunda temkinli konuşması şaşırtıcı olmamalı. Ne yazık ki bu durum, Türk toplumunda adeta bir refleks olan komplo teorilerine inanma eğilimini besliyor ve Gülen Hareketi’ne ilişkin kuşkuların üzerine de büyüteç tutuyor. Gülen’in amaç edindiği öne sürülen dinlerarası diyalog ve hoşgörüye söylenecek söz yok ama Gülen Hareketi’nin arkasında ABD hükümetinin olduğu iddialarında kaygı verici bazı yönler görüyoruz.”

Cemaat devlet için açık ve yakın bir tehlike değil

ABD’nin Fethullah Gülen’e bakışını genel hatlarıyla yansıtan “KİŞİYE ÖZEL” bir diğer telgraf 11 Kasım 2003 tarihini taşıyor. Bu tarihte, Ankara 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi, Fethullah Gülen Davası’nın kesin hükme bağlanmasını 4616 sayılı Şartla Salıverme ve Dava ve Cezaların Ertelenmesi Yasası kapsamında beş yıl süreyle ertelemişti. Zaten dönemin Ankara Büyükelçisi W. Robert Pearson’ın yazdığı telgrafın başlığı da, “Türk Sivil Toplumu: İslamî lider Fethullah Gülen aleyhindeki hüküm ertelendi.” (..)

Bu telgrafın sonundaki “YORUM” bölümünü ise aynen aktarıyoruz:
“Her ne kadar, tecrübelerimize göre, bu hareket (Gülen Hareketi) Devlet’in baskısı altında gizemli bir hale geldiyse, temsilcileri bize karşı daha temkinli davranıyorsa ve dolayısıyla hedeflerini okumak daha zor oluyorsa da, devletin Gülen’e yönelik tacizi, bize bulanık ve keyfi şekilde yorumlanmış bir dizi delile dayalıymış gibi görünüyor. Ayrıca, daha militan İslamcıların Türkiye’deki bazı Gülen yapılanmalarına girdiklerini de tecrübe ettik. Ama Gülencilerle kapsamlı ve sürekli temaslarımıza dayanarak şu sonuca varıyoruz: Gülen’in yaklaşımı öylesine tedricî ve onun kurmayları militan olarak karalanmamak konusunda öylesine sakıngan ki, bu hareket Devlet’e karşı açık ve yakın bir tehlike oluşturmamaktadır.”

Polisler FBI’a başvurdu

Gülen’in Amerika’da oturma izni alabilmesi için devreye giren üç üst düzey polis FBI’dan temiz kâğıdı istemiş
(..)
Şimdi, bu bilgiyi de akılda tutarak, ABD’nin İstanbul Başkonsolos Vekili Smith’in telgrafının devamını okuyalım:

“Gülencilerin ABD’nin Gülen’e karşı olumsuz tavırları konusundaki spesifik endişesinin, Gülen’in avukatının ‘Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası’ndan yararlanarak elde ettiği 2004 tarihli bir FBI raporundan kaynaklandığı anlaşılıyor. Türk Ulusal Polis Teşkilatı’nda irtibatlı olduğumuz üç üst düzey yetkili, kısa süre önce bu konuyu İstanbul’daki ‘legat’ın (İstanbul Başkonsolosluğu’nda FBI’ı temsil eden diplomat kastediliyor) dikkatine getirdiler ve bu görüşmede aynı zamanda Gülen’le ilgili basılı malzemeler sunarak, FBI’ın, kendisi hakkında bir tür ‘temiz kağıdı’ verip veremeyeceğini sordular. (Not: Legat, bu tip bir kağıdı bir PR kampanyası başlatmakta kullanma niyetini gözönünde tuttuğu için, buna yanaşmadı.)”

“Gülen, sıklıkla terörizme karşı konuşuyor”

Bu telgrafın sonundaki “yorum” bölümünü, hem ABD’nin 2005 yılında Gülen’e nasıl baktığına ilişkin bir belge hem de bu bakışın daha sonraki yıllarda nasıl değiştiğini görmek için “baz” olarak aynen aktarıyoruz:
“Gülen’in kamuoyuna verdiği hoşgörü ve diyalog mesajını ve buna paralel olan İslam’ı bilim ve moderniteyle uzlaştırma çabasını hesaba katan bazı Batılı gözlemciler, onu Müslüman bir eğitimci (ya da “hoca”) olarak benimsiyor ve onu “ılımlı İslam”ın sesi olarak görmeyi tercih ediyorlar. Gülen, sıklıkla terörizme karşı konuşuyor (Kur’an’ın bazı tefsirleriyle İslam adına uygulanan terörist şiddet arasındaki bağlantıyı irdelememek konusunda dikkatli davranmasına rağmen...) Gülen ayrıca, Yahudi cemaatince kendi varlığına destek olarak algılanan tavırlar da sergiliyor.

Papa’yla tanıştırmak için aracı oldular

Yemeğin en ilginç konuşmalarından birini Monsenyör Marovitch yapıyor. Telgrafın o bölümünü aynen aktarıyoruz:
“Monsenyör Marovitch, kendisinin diğer dinî cemaat liderlerine ve nihayet Papa İkinci John Paul’a onu tanıştırmak da dahil olmak üzere, Gülen’in ekümenik (evrensel) gündemini destekleme amaçlı çabalarını coşkuyla ve uzun uzun anlattı. Marovitch ve diğerleri, Hoca’nın birkaç yıl önce bir Müslüman mezarlığında öldürülmüş olarak bulunan ve dinlerarası diyaloga ve dünya barışına hizmet adına, Gülen’in daha geniş bir muhatap kitleyle bağlantısını sağlamak için Marovitch’le birlikte çalışan varlıklı Yahudi-Türk işadamı Üzeyir Garih’le geçmişteki bağlarını teyid ettiler.

Papa buluşması ve korkunç şüphe

Üzeyir Garih ve Georges Marovitch... Fethullah Gülen’le dostlukları bilinen iki isim. İkisinin de, Gülen’i Papa İkinci John Paul’le buluşturmakta ayrı ayrı rol oynadığı, “WikiLeaks Türkiye Belgeleri”ne yansıyan bilgiler arasında.
Üzeyir Garih ve Georges Marovitch’in Gülen’i Papa ile buluşturma gayreti de belgelerde. Garih dört yıl sonra öldürüldü, Marovitch ise öldürülmek istendi.
Fethullah Gülen, Papa İkinci John Paul’le 9 Şubat 1998’de Vatikan’da görüştü. Gülen, aynı gün Roma’ya gitmek için İstanbul’dan ayrılırken, Vatikan’ın Ankara Büyükelçisi Pier Luigi Celata ile İstanbul Temsilcisi Georges Marovitch aracılığıyla, 1997’de kendisine iletilen bir davete icabet ettiğini söylemişti. Yani davet Papa’dandı. Peki, davet fikrini Papa’nın aklına sokan kimdi ya da kimlerdi?
“WikiLeaks Türkiye Belgeleri”nde, Monsenyör Marovitch’in bu görüşmenin ayarlanmasında oynadığı belirleyici rolü, bizzat kendi ağzından ifadelerle yansıtan bir Amerikan telgrafı da var. Bu sayfalarda sunduğumuz telgrafta, aynı zamanda, Amerikalı diplomatların Papa-Gülen görüşmesinin sağlanmasında Üzeyir Garih’in de dolaylı rol oynadığına ilişkin bir notu yer alıyor.
Söz konusu telgrafı okurken, Garih’in ve Marovitch’in kişisel hikâyelerini de hatırladık.

1929 İstanbul doğumlu Üzeyir Garih, tam kırk yedi yıl İshak Alaton’la birlikte Alarko Şirketler Grubu’nun başkanlığını yürüttükten sonra, 25 Ağustos 2001’de Eyüp Mezarlığı’nda bıçaklanarak öldürüldü. Cinayet zanlısı olarak Yener Yermez adlı bir asker firarisi yakalandı ve suçu “itiraf ettiği” açıklandı. Yermez müebbet hapse mahkûm edildi ama 2008’de cezaevinden Yeni Şafak gazetesine gönderdiği mektuplarda, “Bana cinayeti üstlenmem karşılığı vaad edilen miktar 1 milyon 500 bin dolar olup, kabul etmediğim taktirde ölümle tehdit edildim. Gerek ailemi gerekse kendi güvenliğimi düşünerek, cinayeti üstlenmek zorunda bırakıldım. Başka da çarem yoktu” dedi. Yermez, o mektuplarda ayrıca eski Adli Tıp görevlisi, şimdinin Ergenekon sanığı Ümit Sayın’ın da cinayetle ilgili birçok sorunun cevabını bildiğini öne sürdü.

Türkiye Katolik Cemaatleri Ruhaniler Kurulu Sözcüsü Monsenyör Georges Marovitch ise, Garih’ten iki yıl sonra, 1931’de yine İstanbul’da doğdu. Vatikan Büyükelçiliği’nin İstanbul Temsilcisi de olan Marovitch’in adını, geniş kamuoyunun duyması ise 2007’de Roma’da geçirdiği esrarengiz kazayla oldu.
Termini Tren İstasyonu’nda beklerken, biri Marovitch’i raylara itti. Yaklaşan tren son anda durdu. Marovitch’in kaburgaları kırıldı, iç organları hasar gördü. Türkiye’ye dönüp Ermeni Hastanesi’nde tedavi gördü ama yatalak kaldı.
Marovitch o olayı, daha sonra Akşam gazetesine şöyle anlattı:

“Peronda beklerken kalabalık arasında kaldım. Tren geliyordu. Aramızda sadece iki metre kalmıştı. O anda biri ya da birileri beni itti ve raylara düştüm. Hareket halindeki trenle peron arasında sıkıştım. O an içimden ‘Her şey bitti’ dedim. Tren son saniyede, başımın hemen yanında durabildi. Yoksa facia olacaktı. Kaburgalarım kırıldı, başım delindi. Korkunçtu.”
Yine Marovitch’e göre, İtalyan makamlar kısa süre sonra kazayla ilgili soruşturma dosyasını kapattı. Bunun üzerine Marovitch, olayın aydınlatılması için ikinci kez dava açtı. Termini’deki kamera kayıtları esrarengiz şekilde ortadan kaybolmuştu ve İstanbul’da telefonla ölüm tehditleri de alan Marovitch, olayın basit bir kaza olduğuna hiç inanmadı.

FETHULLAH GÜLEN'IN ENTELEKTÜELLIĞI...
SALIH SELÇUK
selcuksalihcaydi@gmail.com

Ahmet Şık'ın kitabında Fethullah Gülen'den uzun alıntılar var. Ben, şimdiye dek tek bir Fethullah kitabı okumadım... O Sızıntı dergisini görünce de aklıma Avrupa'daki "Yehova'nın Şahitleri" tarikatının -aynı ebattaki- dergisi "Wachtturm" geliyor ve miğdem kalkıyor...

Ben bu tip dergileri, beyin yıkayarak insanları araçsallaştırmak veya koyunlaştırmak için kullanılan bir tür araç olarak görüyorum... İnsanın ruhsal özgürlüğüne kastedenleri değil anlamam, bağışlamam bile mümkün değil...

Ben özgür ve canlı insanlardan yanayım, onların yanındayım...

Kitapta, Fethullah Gülen'in "entelektüalizmi" dikkatimi çekti...

Yabancı terimleri (handikap vs.) gereksiz yere, bazen de yanlış kullanıyor...

Ortaokulda "çalışakan" (inek!) çocuklar vardır. Yeni öğrendikleri ama anlamını bilmedikleri terimleri, olur olmaz kullanır ve dğer ortaokulluların yanında bilgiçlik taslarlar. Diğer garibimler de bu lafları birşey sanır ve kuzu kuzu dinlerler arkadaşlarını...

Fethullah Gülen'inki biraz böyle...

İnsan üzülüyor ve acıyor aynı zamanda...

Bundan yirmi-otuz yıl önce, iyi niyetli cahil insanları karşısına alıp onlara, anlamadıkları/anlamadığı terimlerle "güçlendirdiği" laflarla birinci sınıf örgütçü öğütleri veren, onların çocuklarından beyni/ruhu/vicdanı hocalarına ipotekli bir "Altın Nesil" (Hitler'in Aryen ırkı gibi) yetiştirmeye kalkan, dünyayı yarım akıllı ideolojik teknokratlarla yönetebileceğini sanan bir self-made vaiz, self-made propagandist...
(Sovyet deneyiminden de bir şey öğrenmemiş!..)

Yüce hedefler için herşeyden feragat edilebilir mi?!..

İnsanlardan özgür insan olmaktan vaz geçerek özgürlük için mücadele etmelerini istemek olayı, bilmemkaçbin yıldan beri aynı...

İnsanlar bu yalana -nedense!- hep kanar...

Bulunmaz Hint kumaşından böyle "ruhaniler" asla rahat değildirler, çünkü vasatlıklarının ve Tanrı'yla aralarındaki o uzuuun mesafenin her daim bilincindedirler...

Onlar, dünyalara hükmetseler yetmez...

Ancak vasat olmayanları, özgür ve canlı olanları iyice etkisizleştirip kontrol edebilirlerse, hatta yokedebilirlerse rahat edebileceklerini, ortada sadece onlar gibi olanlar kalınca huzura erebileceklerini, kendi sahteliklerini ancak o zaman unutabileceklerini sanırlar...

Ancak o zaman sihirli aynalara dönüp, "Ayna ayna söyle bana... Var mı benden güzeli?" diye soracaklardır... (Ve hep o mallum yanıtı alacaklardır.)
Kendinden daha iyi, canlı, özgür ve hakiki olanlar var oldukça huzur bulmayacaklardır -bulamazlar...

Ama sahici, dürüst, katakullisiz olan da eninde sonunda mutlaka galebe çalar. Doğanın ve Tanrı'nın kanunudur. Hakiki olan tek bir kişi bile kalsa, sonunda galebe çalar...

Şimdi bu tarih yeniden yaşanıyor...

Devletin en kilit yerleri, "Altın Aryen" tipi örgütlenmelerin elinde de olsa ve "Artık bize kim birşey yapabilir ki?" diye de düşünseler... o hiç ummadıkları çöküşü, hiç ummadıkları biçimde tadacaklardır...

Devran böyle...

Seyreyleyin...

http://konstantiniye.blogspot.com/

FETTULAH'A RUS YARGISINDAN BÜYÜK DARBE
29.01.2013

Rus Yüksek Mahkemesi, tarikatın yalnızca okullarını değil bütün faaliyetlerini yasakladı.

Yüksek Mahkeme, Gülen okullarının kapatılmasına karar verdi. Rusya'nın önde gelen kuruluşlarından Yakın Doğu Enstitüsü de Gülen örgütünün CIA'nın paravanı olduğunu belirtti.

Rusya'da, Fethullah Gülen cemaatine bağlı grupların faaliyetleriyle ilgili davadan yasaklama kararı çıktı. Rusya Yüksek Mahkemesi, başsavcılığın talebi doğrultusunda Gülen cemaatini, "aşırı örgüt" kapsamında değerlendirdi ve faaliyette bulunmasını yasakladı.

Mahkemede "Uluslararası dini örgütlenme" olarak bahsedilen Gülen hareketinin, geçen yıl kitapları yasaklanan Saidi Nursi'nin fikirlerini savunduğu ifade edildi.

Yüksek mahkemenin kararının ardından Gülen örgütünün bütün okullarının kapatılması bekleniyor.

Rusya'nın önde gelen düşünce kuruluşlarından Yakın Doğu Enstitüsü de Gülen Cemaati'ne ilişkin bir rapor yayımladı. Enstitü'nün uzmanlarından Şeglovin; Fettulah Gülen'in CIA ajanı olduğunu belirtti.

Şeglovin; Fettullah örgütünün CIA'nın dünya çapında kullandığı paravanı olduğunu söyledi.
Kaynak: Milli İradene Sahip Çık

Fethullah Gülen ve yalancı tanıklık
Ahmet HAKAN
ahmethakan@hurriyet.com.tr
26 Aralık 2010

DÜNKÜ Zaman Gazetesi’nde yazar Ahmet Kurucan’dan öğreniyoruz ki:

Fethullah Gülen yalan konusunda çok hassasmış.

O kadar hassasmış ki...
Mesela “Saat kaç” diye sorulduğunda yuvarlayarak “Saat 3” denilirse “Yalan söylüyorsun, saat üçe iki var” diye tepki gösteriyormuş.
“Yalancı tanıklık” konusunda da çok hassasmış Fethullah Gülen.
Ahmet Kurucan’dan aktarıyorum:
Hocaefendi’nin en önem verdiği hadis şuymuş: “Size büyük günahlardan haber vereyim mi? Allah’a şirk koşmak, anne-babaya asi olmak ve yalancı şahitlik. Dikkat edin! Yalancı şahitlik. Dikkat edin! Yalancı şahitlik”.
Ne güzel değil mi?
* * *
Sanırım bu durumda “Üstadımız Fethullah Gülen’dir” diyenlerin, “yalan haber” ve “yalancı şahitlik” konusunda hepimizden çok daha iddialı olmalarını beklemek hakkımızdır.
Fakat heyhat!
“Gülen’in talebeleri” ile “imal edilmiş belgeler” arasında son zamanlarda kurulan sarsılmaz bağlantıları nereye koyacağız?
Yoksa, yoksa...
Fethullah Gülen kendisine layık talebeler yetiştirme konusunda bir parça başarısız mı?
Hürriyet
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş Arl 29, 2016 9:07 pm    Mesaj konusu: Hüseyin Gülerce: FETÖ'nün kıyameti Alıntıyla Cevap Gönder

Gizli tanık: Zekeriya Öz, 'Gönderin isimsiz bir dilekçe, Ergenekon'a dahil edelim' diyordu
26.12.2016



FETÖ soruşturmasında gizli tanık olan ‘Adem' kod adlı hâkim, "Zekeriya Öz biriyle ilgili kendisine iletilen eleştirilere, ‘Ne kızıyorsunuz, isimsiz bir dilekçe yollayın, Ergenekon soruşturmasına dahil ederiz, kızmanıza değmez' diye şakalar yapıyordu" dedi.

Habertürk'ten Fevzi Çakır'ın haberine göre Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın FETÖ'nün yargı ayağına ilişkin yürüttüğü soruşturmada dinlenen ve bir dönem Silivri'de hâkim olarak görev yapan ‘Adem' kod adlı gizli tanık, ifadesinde FETÖ'nün firari savcıları Zekeriya Öz ve Fikret Seçen arasında geçen bir konuşmayı anlattı.
'YA ARKADAŞ, BASILMAMIŞ KİTAPLA İLGİLİ NE İŞLEM YAPACAĞIZ, BUNLAR NE YAPIYOR?'

Gazeteciler Nedim Şener ve Ahmet Şık tutuklanmadan ve Odatv soruşturması başlatılmadan önce Zekeriya Öz'ün bir telefon görüşmesi yaptığını dile getiren ‘Adem', "Bu konuşmayı duymadım. Daha sonra benim yakınımda bulunan Fikret Seçen'e kısık sesle, ‘Arkadaş, bu çok önemli, ısrar ediyorlar' dedi. Bunun üzerine Fikret Seçen de kısık sesle Zekeriya Öz'e ‘Ya arkadaş, basılmamış kitapla ilgili ne işlem yapacağız, bunlar ne yapıyor?' diye tepki gösterdi. Bu konuşmaya kulak misafiri oldum" dedi.

Gazeteci Şık'ın ‘İmamın Ordusu' adlı kitabının hazırlık süreci devam ederken, 3 Mart 2011'de evine polis baskını yapılmıştı. Bu operasyonun ardından Şık tutuklanırken, kitap taslağına da el konularak baskısı önlenmişti. Şık kitabında, FETÖ'nün devlet içinde, özellikle de polis teşkilatında örgütlendiğini anlatıyordu. Gizli tanık Adem'in ifadesinden öne çıkan satır başları şöyle:

‘ERGENEKON'A DAHİL EDERİZ'

O dönem Ergenekon süreci öyle bir hal almıştı ki; Zekeriya Öz'ün herhangi bir şahısla ilgili kendisine iletilen eleştirilerden dolayı "Ne kızıyorsunuz, isimsiz bir dilekçe yollayın, bunu da Ergenekon soruşturmasına dahil ederiz. Kafanıza takmanıza, kızmanıza değmez" şeklinde Beşiktaş Adliyesi'nde bulunan arkadaşlara şaka yaptığını duyuyordum.

‘BEN BUNU YUKARIYA BİLDİRDİM, BAKACAĞIZ ‘

Silivri Adliyesi'nde görev sürem bittikten sonra Mehmet K. isimli savcının odasına ziyarete gitmiştim. Sohbet sırasında cezaevindeki bir tutuklunun, yakınının ölümü nedeniyle izinli çıkması sırasında meydana gelen bir problemle ilgili cezaevi taburundaki askerlerle ilgili soruşturma başlattıklarını söyledi. Fakat soruşturma sırasında İl Jandarma Alay Komutanı Hüseyin Kurtoğlu'nun olayı üzerine alarak "Emri ben verdim" dediğini söyledi. Ben de "Alay komutanının cezaevindeki hükümlüyle ilgili nereden bilgisi olacak, o sorumlu tutulamaz" dedim. Mehmet K. da "Ben bunu yukarıya bildirdim, bakacağız" dedi.

17-25 Aralık olarak bilinen hükümete yönelik operasyon sürecinden önceki bir tarihte Habip A. isimli hâkim beni arayarak, "Hanım ve çocuklar yok. Dursun A. ve Özden D.'yi çağıracağım, buyur gel" diyerek davette bulundu. Evine gittiğimde bir müddet sonra elinde bilgisayar çantası olan ve tanımadığım ‘Erdal' isimli şahıs geldi. Bana mesleğimle ilgili beni tanımaya yönelik sorular sordu ve ilgi gösterdi. Ne iş yaptığını sorduğumda, özel bir okulda öğretmen olduğunu söyledi. Sonra bu şahıs çantasından bilgisayar ve evraklar çıkardı. Bilgisayarına baktı ve konuşma sırasında "İstanbul İl Jandarma Alay Komutanı hakkında hocamızın talimatıyla dava açılmıştı" diye bilgi verdi. (Albay Hüseyin Kurtoğlu'nun bu kumpas davası ile terfisi FETÖ tarafından bir süre engellenmişti. Ancak Kurtoğlu, 15 Temmuz sürecinden sonra gecikmiş terfisini alarak general oldu.)

‘BÜYÜĞÜMÜZ ÖNEM VERİYOR'

Yine bu şahıs, Hâkim Sedat H.'den bahsederek, "Bu kişi saygıdeğer büyüğümüzün (Gülen) akrabasıdır. Büyüğümüz, Ergenekon davasına ne kadar önem verdiğini göstermek için bizzat bu şahsın davada görevlendirilmesini istemişti" dedi. Sonrasında aynı ortamda bulunan Habip A.'ya bir kâğıt vererek, "Abi, bu asker abilerimizden geldi. Bunun iddianamesi senin mahkemene gelmiş. İddianame kabul süreci hızlandırılırsa bunlar terfi edemiyormuş" dedi. A. hiçbir şey söylemeden not kâğıdını cebine koydu. Ben diyaloglardan çok rahatsız olduğum için kalkmak istedim. Evden çıkmak üzereyken Erdal isimli şahıs bana, "Erzurum'da arkadaşlarımıza hakaret eden Ömer E.'nin dosyasına siz mi baktınız?" dedi. Ben de kendisine, "Bende bir sürü dosya var, bir hâkime böyle soru sorulmaz?" diye tepki gösterdim ve evden ayrıldım.
Sputnik

FETÖ elebaşı Gülen 17 yaşında ilkokulu bitirmiş
22.01.2017



Başbakan Başmüşaviri Abdülkadir Özkan, "Modern Zamanların Hasan Sabbahı: Fetullah Gülen" isimli yeni yayınlanan kitabında, FETÖ elebaşı Fethullah Gülen'in ilkokulu 17 yaşında bitirdiğine dair belgeye yer verdi.
AA muhabirine konuşan Başbakan Başmüşaviri Özkan, "Modern Zamanların Hasan Sabbahı: Fetullah Gülen" ismiyle yeni bir kitap yayınlandığını belirterek, kitapta hem tarihsel hem de tematik olarak Gülen'in 1965'lerde kanaat önderliği görüntüsünde başlayan ancak yıllar içerisinde terör örgütü liderliğine evrilen eylem ve söylemlerini analiz etmeye çalıştığını söyledi.

Gülen'in çocukken geçirdiği psikolojik travmaların kalıntılarının, hayatının geri kalanında görüldüğüne dikkati çeken Özkan, ailesinin karıştığı cinayet nedeniyle okulu yarım bırakan Gülen'in, ilkokulu 17 yaşında dışarıdan girdiği sınavlar sonucu bitirdiğini anlattı.

Özkan, sorunlu bir gençlik dönemi geçiren Gülen'in hayatındaki en büyük dönüm noktalarından birinin, bir dönem Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı yapan Yaşar Tunagür ile tanışması olduğunu kaydetti.

Gülen'in Diyanet teşkilatında görev almasında Tunagür'ün önemli katkıları olduğunu aktaran Özkan, Kasım Gülek ile ilk temasının da Tunagür sayesinde gerçekleştiğini belirtti.

Gülen'in, uluslararası istihbaratla tanışmasının da 1965'lere tekabül ettiğini bildiren Özkan, bu yıllarda Graham Fuller'in CIA'nın Ortadoğu ve Türkiye Operasyon Şefi olarak tayin edildiğini hatırlattı.

Aynı tarihlerde Gülen'in, Yaşar Tunagür ve Kasım Gülek ile yakınlaştığına dikkati çeken Özkan, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Gülen 1970'lerde ise Yaşar Tunagür, dönemin MİT Müsteşarı Fuat Doğu ile yakın temasta. Bu şahısların karanlık ilişkileri, bir evde gerçekleştirilen toplantıda Gülen'e özel bir vazife tevdi edildiği şüphesini güçlendirmektedir. Fuat Doğu'nun CIA ile yakın teması kendisinin de hayattayken teyit ettiği bir gerçektir. Gülen'in bütün ününü borçlu olduğu Kestane Pazarı sohbetlerine başlaması da yine bu tarihlere denk düşmektedir. Özetle, bu çalışmanın en temel çıkarımı Gülen'in 1965'te ilk irşat çalışmalarına başladığı günden bu yana, cemaat görüntüsü altında planladığı çalışmaların aslında planlı, programlı, sistematik ve stratejik hedefleri olan, istihbarat uzantılı örgütsel faaliyetler olduğu gerçeğidir.

Gülen, hayatının hiçbir döneminde kanaat önderi değildir, olmamıştır. Kimi zaman radikal söylemleriyle sahne alan, kimi zaman şizofrenik hezeyanlarla kitleleri kendisine ram etmeye kalkışan, kimi zaman da ılımlı ve seküler söylemlere sığınan Gülen, her fırsatta farklı kişilik türleriyle karşımıza çıkıyor. Ancak, bütün bu şizofrenik davranış bozuklukları kendi içerisinde tutarlı, stratejik hamlelerden oluşuyor. Yani Gülen'in radikal söylemleri de ılımlı söylemleri gibi 'yüce' hedefe ulaşmak için kullandığı birer enstrümandan ibarettir. Bir başka önemli ayrıntı ise Gülen'in itikadi ve teolojik savrulmalarının kökenlerinde saklıdır. İlahiyat camiasının bu konuya bugüne yeterince kafa yormamış olması üzücü olduğu kadar düşündürücüdür."

Gülen'in 1971, 1980, 1997'de darbecilerine verdiği desteğe rağmen 15 Temmuz'da darbe karşıtı gibi görünmeye çalışmasının kitaptaki diğer önemli başlık olduğunu belirten Özkan, "Demokrasinin darbeler marifetiyle yeniden inşa edilebileceğine" inanan Gülen'in 15 Temmuz'dan sonra yaptığı meşru hükümeti destekleyen açıklamalarının komik ötesi olduğunu kaydetti.

Özkan, "17/25 Aralık'tan sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı, AK Parti'yi ve hükümeti otoriterlikle suçlayan Gülen'in ideolojisinde, 'otoriterleşme' suçlaması bir darbe girişimini meşru görmek için yeterlidir. Peki Gülen, 15 Temmuz darbe girişimini neden olanca gayretiyle ve panik halinde kınamak ve suçlamaları inkar etmek zorunda hissetti kendisini? Gülen ve ekibi darbenin başarısız olacağını muhtemelen öngörmemişlerdi." diye konuştu.

"MAĞDUR ROLÜNÜN ÖNÜNE GEÇİLMELİ"
Yurt dışındaki FETÖ diasporasının Türkiye aleyhine sistematik bir tezvirat kampanyası yürüttüğünü aktaran Özkan, bu kişilerin etkili oldukları, medya, siyaset ve akademide Türkiye aleyhtarı kesimleri harekete geçirebilme kabiliyetleri olduğuna dikkati çekti.

Özkan, "Otoriterleşme suçlamaları üzerinden Türkiye'yi uluslararası arenada yalnızlaştırmaya çalışıyorlar. Kendilerine siyasi, sosyal alan açabildiklerine inandıkları her yerde mağdur rolünü oynamaya devam ediyorlar. Bunun önüne geçmek gerekiyor. Sivil toplum kuruluşlarının FETÖ hakkında dünya kamuoyunu bıkmadan usanmadan bilgilendirmesi lazım." dedi.

Kamu kurumlarındansa sivil toplum kuruluşlarının gerçekleştirdikleri etkinliklerin Batı'da daha çok dikkate alındığını kaydeden Özkan, aralık ayında Chicago'daki MAS-ICNA'da yapılan panelde dinleyicilerin sorularının, 15 Temmuz'da yaşanan felaketin, Müslüman toplumlarda dahi doğru anlaşılmadığını gösterdiğini aktardı.

"POPÜLİZMDEN UZAK SÖYLEM SİYASETİNE KAFA YORMALIYIZ"
Entelektüel derinlikten yoksun çalışmaların, sorunun doğru anlaşılmasına mani olduğunu vurgulayan Özkan, şunları kaydetti:

"Popülizmden uzak yeni bir söylem siyaseti üzerine kafa yormak zorundayız. Günübirlik, derinliksiz kampanyalar ve etkinlikler, Türkiye'nin algısının iyileşmesine katkı sağlamıyor aksine var olan imajı bozuyor ve Türkiye karşıtlarının ve FETÖ diasporasının ekmeğine yağ sürülüyor. Göz ardı edilmemesi gereken önemli bir diğer nokta ise farklı diasporalara kıyasla yetişmiş bir kitleyi temsil eden FETÖ diasporasının uzun vadede Batı'daki Türkiye karşıtlığını tetikleyici bir unsura dönüşeceği tehlikesidir. Türkiye'nin Batı'da varolan 'namuslu' insanlarla, akademisyen, medya mensubu, siyasetçi, sivil toplumla başlatacağı 'doğrudan iletişim' süreci, örgüt mensuplarının çalışmalarının akamete uğramasını sağlayacaktır."

FETÖ mensuplarının yurt dışında Türkiye'de kamudaki görevden almalar üzerinden algı operasyonu yürüttüğünü aktaran Özkan, sözlerini şöyle tamamladı:

"Öncelikle FETÖ ile mücadelede referans kabul ettiğimiz hukuk kurallarının dışına çıkmadan bu yargılamaların gerçekleştirildiğini yahut gerçekleştirileceğini göstermek gerekiyor. Bu sürecin işleyişindeki şeffaflık FETÖ'cüleri zor durumda bırakacaktır. FETÖ'cülerin genel manada yurt dışında kamuoyu oluşturmak için kullandıkları en temel argüman Türkiye'de adil yargılama yapılmadığı ve cezaevindeki darbecilere işkence edildiği suçlamaları. Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde hukuku, yargıyı, adaleti kendi değerleri uğruna araçsallaştırmış, kavramların içini boşaltarak toplumun adalete olan güvenini adeta yaralamış bir örgütün bugün bu suçlamaları Türkiye'ye yöneltiyor olması komik... Daha komik olan ise bu yalan ve sahtekarlık üzerine inşa edilmiş söylemin, sadece Batı'daki muhataplarında değil; sırf Erdoğan karşıtlığı nedeniyle görme yeteneklerini kaybetmiş Türkiye'deki kimi çevrelerce de karşılık buluyor olması. Batı dünyasında Türkiye aleyhine kullanılabilecek görüntü vermekten şiddetle kaçınmak zorundayız. Psikolojik üstünlük sağladığı düşünülen bazı faydasız girişimlerin yürütülen demokrasi mücadelesini akamete uğratmasından endişeleniyorum. Bürokrasiyi çevrelemiş, pusuda bekleyen pek çok FETÖ'cü oligarkın varlığı sorumluluklarımızı daha da artırıyor."
Karar

Hüseyin Gülerce: FETÖ'nün kıyameti, Fethullah Gülen'in Mehdi olmadığı anlaşılınca kopacak
28 Temmuz 2016



"Fethullah Gülen kendisini Mehdi sanıyor"

Bir dönem adı Gülen cemaati ile anılan Star yazarı Hüseyin Gülerce, TSK'daki cunta yapılanması tarafından düzenlenen darbe girişiminin planlayıcısı olduğu öne sürülen Gülen cemaati lideri Fethullah Gülen ile ilgili olarak "Bu cani baştan beri kendini 'Mehdi sanıyor'. Mehdi olduğuna, Allah’tan doğrudan emir aldığına inanıyor. Etrafındakileri, “Beklenen Salih Zat” olduğuna inandırmış" dedi. Gülerce, "FETÖ’nün kıyameti, F. Gülen’in Mehdi olmadığının, 'Beklenen Salih Zat' olmadığının Gülenistler tarafından kabul edilmesiyle kopacaktır. Kanlı darbe teşebbüsüyle, bedduasıyla, cinnetiyle, masum insanları katletmesiyle, yalanlarıyla, kibriyle, sahtekârlığı ile ihanetleriyle onun Mehdi olmadığını çok yakında görecekler ve bir boşluğa düşecekler" dedi.

Hüseyin Gülerce'nin, "FETÖ’nün kıyameti: Gülen Mehdi değil..." başlığıyla yayımlanan (28 Temmuz 2016) yazısı şöyle:

15 Temmuz darbe girişimi, F. Gülen’in asıl yüzünü göremeyenlerin ya da Erdoğan düşmanlığı ile görmek istemeyenlerin gözünü açtı. Erdoğan’ın liderliği pekiştiği için kimilerine zor da gelse, eli kanlı darbeci F. Gülen’i artık zerre kadar savunamıyorlar.

Bu topraklarda artık kimse ona sahip çıkmaz/çıkamaz... O artık Meclis’i bombalatan, Polis Özel Harekât binasına jetleri gönderip polislerimizi katleden, insanlarımızın üzerine tankları sürdüren, ezdiren bir katil, bir zalim, millet ve devlet düşmanı bir haindir.

Bu ihanetini Amerika ve Avrupa’da sürdürebilmek için şimdi “beni Türkiye’ye teslim etmeyin, ben size lazım biriyim” diye yalvarıyor. Washington ve Brüksel’in, sırf Erdoğan’a, AK Parti’ye, güçlenen Türkiye’ye karşı kullanılmak için Gülen’e daha ne kadar sahip çıkabileceğini göreceğiz.

Türkiye’yi kaybetme pahasına eli kanlı bir darbeciyi uzun süre savunamazlar. Türkiye şimdi Batı ve uluslararası kamuoyuna gerçeği ayan beyan göstermek için FETÖ yargılamalarını bütün dünyaya canlı izlettirmelidir. Gerçekler anlaşıldığında kamuoylarının baskısı ile Amerika ve Avrupa, FETÖ mensuplarına dar edilecektir.

F. Gülen kanlı bir darbeyi yapacak kadar, bir iç savaşla milletimizi birbirine kırdıracak kadar neden ve nasıl canavarlaştı? Baştan beri mi hain? Değilse ne zaman insanlıktan, Müslümanlıktan çıktı da; bu topraklarda görülmemiş bir ihaneti gizliden gizliye, hem de bu milletin öz evlatlarını hipnotize ederek tezgâhladı?

Gülen’in ihanetinin boyutu çok büyük. Bir astsubay, sırf Gülen’i temsil ettiği için albaylara emir veriyor. Başyaveri, Cumhurbaşkanını öldürme teşebbüsüne alet oluyor, Genelkurmay Başkanının, kuvvet komutanlarının emir subayları darbenin içinde başrolde bulunuyor. Gülen, Türk Silahlı Kuvvetlerinin emir komutasıyla oynayarak, ordumuzun ruhunu kirletmeye kalkarak, vatanımızı düşman karşısında zaafa uğratmak gibi en büyük ihaneti yapıyor.

Bir emekli vaizin bu çapta ihanetini, Türkiye’yi yönetmeye kalkma hastalığını nasıl izah edeceğiz?

Bir emekli vaiz Türkiye’yi neden yönetmek ister? Bütün dünyaya yayılarak neden küresel halüsinasyonlar görür? İnsanları daha ortaokul, lise sıralarından hipnotize ederek, onları kendi kafasındaki bir projenin kurşun askerleri yapmaya neden kalkar? Bunu köylülük kompleksi ile açıklayamayız.

Tek bir izah var. Bu cani baştan beri kendini “Mehdi sanıyor. Mehdi olduğuna, Allah’tan doğrudan emir aldığına inanıyor... Etrafındakileri, “Beklenen Salih Zat” olduğuna inandırmış. Çocukluk çağından itibaren evlatlarımıza, bunun -haşa- Peygamberimizle görüştüğü, bütün kararları Peygamberimizle istişare ederek aldığı anlatılmış. Telefon dinlemelerinin getirdiği bilgilerden istifade edilerek bunun hadiseleri önceden bildiğine insanlar ikna edilmiş. 50 yıldır diazem kullandığı için gördüğü halisünasyonlar, velayet kanıtı olarak bütün Anadolu’ya yayılmış...

Darbeye rağmen Gülen’e hala biat edenler, onun Mehdi olduğuna, “Beklenen Salih Zat” olduğuna hala inanıyorlar. Yanında onun hipnoz zehrinin dağıtımını yapan biri, beş ay önce Zaman gazetesinde, “Beklenen Salih Zat, 2016 yılında duruma hâkim olacak, bahar müjdesi veriyorum” diye yazdı. (Darbenin ilk işaret fişeği bu yazıydı)

FETÖ’nün kıyameti, F. Gülen’in Mehdi olmadığının, “Beklenen Salih Zat” olmadığının Gülenistler tarafından kabul edilmesiyle kopacaktır. Kanlı darbe teşebbüsüyle, bedduasıyla, cinnetiyle, masum insanları katletmesiyle, yalanlarıyla, kibriyle, sahtekârlığı ile ihanetleriyle onun Mehdi olmadığını çok yakında görecekler ve bir boşluğa düşecekler...
Kaynak:T24

Yavuz Alogan: Anlayamadığım iki şey
7 Eyl, 2016



FETÖ olayında anlayamadığım, beni huzursuz eden noktalar var. Yanlış anlaşılmasın, olgular düzeyinde her şey gayet açık. Huntington’ın medeniyetler çatışması konseptinde bu örgüte bir rol verildiğini anlıyoruz; dinler arasında bir tampon, “Ilımlı İslam”ın ABD’nin emperyal çıkarlarına doğrudan bağlı bir versiyonu olarak gelişmiş. Soros türünden hokkabazların neoliberal piyasa ekonomisinin finans oyunlarıyla biriktirdiği paralar, CIA’nın yönettiği fonlar bir şirketleşmenin, ABD’de örneklerine rastlanan türden çokuluslu bir ajan-tarikat sisteminin temelini oluşturmuş.

Gizli örgütlenmenin kuralları 19. asrın başında İtalya’da kurulan Carbonari örgütünden bu yana fazla değişmemiştir: birbirini tanımayan hücrelerin tali merkezlere bağlanmasıyla oluşan üzüm salkımı gibi bir yapının en tepeden yönetilmesi. “Antirizm” yöntemiyle siyasi örgütlere sızma, maskeli hayır kurumları, “okullar” vs kurma. Para ve kariyer imkânlarının etkin biçimde kullanılması; “aforoz tehdidi”yle cemaate bağlılığın güçlendirilmesi. Örgüt içindeki bireyin örgütün amaçları ve niyetleri hakkında körleştirilmesi de dikkate alındığında, FETÖ’nün edebiyattaki karşılığını Dostoyevski’nin Ecinniler’inde buluyoruz.

PARA

Benim anlayamadığım şey para ve imanla ilgili. Paranın günümüzde insanları satın alabilme gücüne ve modern kurumların bağrında fanatik bir dini inanç sisteminin oluşabilmesine şaşıyorum.

Neoliberalizmin orta sınıf insanda, hayat kalitesinin borçlanarak yükseltilebileceği şeklinde bir tür “Amerikan Rüyası”na yol açtığını, cepteki paranın sıradan insanda bir “şahane hayat” yanılsaması yarattığını, “fikirler”in tıpkı metalar gibi serbest piyasada alınıp satılabildiğini elbette görüyorum. Fakat mesela yıllardır kitaplarını okuduğumuz, sosyalist kültüre katkıda bulunan yazarların ve akademisyenlerin platform toplantılarında ceplerine “hakkı huzur” adı altında zarf içinde dolar konulmasını nasıl içlerine sindirebildiklerini anlamam imkânsız. Platformun sonuç bildirisini Hocaefendi dedikleri soytarının görüşlerine uygun biçimde hazırladıktan sonra, içi dolarlı zarfı katlayıp iç ceplerine yerleştirirken ne hissettiklerini anlamıyorum. Fakat öte yanda, çıkardıkları solcu dergilerde, entelektüel (sol demokrat, sosyalist) “Birikim” ayağına “Medine Vesikası” gibi şeyleri bir dönem neden hararetle savunduklarını, şeriatçının sofrasında aşında neden boncuk aradıklarını şimdi daha iyi anlıyorum. Bu alçakların geçmiş katkılarına bakılmaksızın tutuklanıp yargılanmalarını ve cezalandırılmalarını dilerim.

İMAN

Para boyutu böyle, iman boyutu ise çok daha anlaşılmaz. Askeri liselerin ve Harp Okulları’nın ders programları, bu okullarda doğal olarak öğrencilere verilmesi gereken Kemalizm öğretisi, tarih bilinci, “birlik beraberlik” ve yurtseverlik ruhu; gözü yaşlı ağzı salyalı Hocaefendi’nin endoktrine ettiği Işık Evleri’nin eğitim programı, irtica ve ümmet kültürüyle nasıl olur da rekabet edemez, bu alçakların ideolojik etkisine galebe çalamaz? Ordu dediğin önce kendini savunacak!

AKP’nin ordunun hiyerarşik yapısını bozduğundan şikâyet ediyoruz. Ordu’da hiyerarşik yapı mı varmış? Darbe gecesi hava kuvvetlerinin sivil imamı gelip askerî üssün komutasını devralıyor. Kahraman astsubay hain generali alnından vuramasaydı, yurtsever subay inisiyatif göstererek direnmeseydi belki de şu anda bu gazeteyi okuyamayacaktınız. Genel Kurmay Başkanı’nın yaveri tarafından esir alındığı yerde, ne hiyerarşisi, ne emir-komuta zinciri! Yıllarca kimse duymamış, görmemiş, söylememiş! Şimdi AKP’nin sivil orgeneraline selam duracaklar. Bu daha bir şey değil, o gece yaşananlar ve on beş yıldır o geceyi hazırlayan süreç gün ışığına çıktıkça katı olduğunu sandığınız her şeyin çoktan buharlaşmış olduğunu daha iyi anlayacaksınız.
Paranın ve imanın yarattığı bu vahim yozlaşmanın ortağı ve esas faili olan AKP’nin panik halinde döküp saçarak, bu arada kendi sınıfsal ve örgütsel zeminini de tahrip ederek “sıfırdan devlet kurma” çabasının bu yozlaşmayı derinleştireceği, sadece aktörlerin değişeceği gayet açıktır. (..)
Aydınlık

15 Temmuz darbesinde ABD parmağının Amerikalılarca itirafı ne demek?
Selçuk Salih Caydi
30.8.16



Açıkçası ilk okuduğumda şaka sandım. Akşam gazetesinin bugünkü başlığı, "Patrikhane-CIA-Gülen ittifakı." Gazetenin haberinde konu fazla araştırılmadan yazılmış olduğundan, kağıt üzerinde çok absürd duruyor. Türkiye'de yaşayan Rumların sayısı ikibin kadar, Patrikhane de Türkiye'nin gözü gibi bakması gereken çok eski ve önemli bir kurum. Darbe ile ne alakası olabilir ki?
Ama bu kez hiç de yabana atılmayacak bir iddia söz konusu ve asparagas da değil. Bu iddiayı ortaya atan, ABD'nin eski Yemen büyükelçisi ve dışişleri müsteşarlarından Arthur H. Hughes...
Büyükelçinin EurActiv'de çıkan yazı, ortalığı daha fazla karıştırmasın diye siteden kaldırılmış olabilir. İnternette yazıdan yapılan alıntılarda görüldüğü kadarıyla Hughes, net bir şekilde "Gülen CIA için çalışıyor" diyor ve onun Amerika'ya kaçışında Fener Rum Patrikliğinin mali görevlisinin önemli bir rol oynadığını söylüyor. Burada bir parantez açayım ve internette gezinerek ulaştığım bilgileri kısaca aktarayım.
İddialara göre Patrikanenin finansmanı, Rum asıllı Amerikalı zenginler tarafından sağlanıyor ve finansmanın İstanbul ayağındaki din adamı da hayatta kalmak için çabalayan Patrikane'ye şantajla istediğini yaptırabiliyor. Hughes'in yazıda adını da verdiği, Akşam gazetesinde de yeralan bu görevlinin, Rum kökenli eski CIA şefi Tanet ile yakın ilişkileri olduğu iddia ediliyor. Ajan filmi gibi, doğruluğu kuşkulu bilgiler. Fener Patrikliğinin ödeneğinin, Amerikan gizli servislerinin isteklerini ne kadar yerine getirip getirmedikleriyle ilişkisi sahiden var mıdır, bilemeyiz, ama Hughes iddialarında yalnız değil.
Amerikan dış politikasının önemli isimlerinden Zbigniew Brzezinski de Twitter'da, "Erdoğan'a karşı yapılmaya çalışılan darbenin arkasındaki Amerikan desteği büyük bir hataydı ve bu, Amerika'nın itibarına önemli ölçüde zarar verecektir" diyor. Darbe girişiminin, Türkiye'nin Rusya ile yakınlaşması nedeniyle yapıldığı konusunda Türk basınında sayısız yazı çıktı. İki Amerikalının da tastik ettiği bir saptama. Rusya'nın devreye girmesiyle çöken Amerikan Suriye politikisının altında kalanlardan biri de, o politikaya angaje olmuş Türkiye idi ve durumu kurtarmak için Rusya ve İran ile yakınlaşması kaçınılmaz görünüyordu. Burada en ilginç konu, bizzat Amerikalıların da darbenin ardında Amerika'nın olduğunu söylemeye başlamalarıdır ve yorumu hakeden asıl konu, budur.
Bir Amerikalı müsteşar ve büyükelçi, bir Amerikalı dış politika duayeni, kendi devletlerinin en mahrem konularını neden bu kadar açık seçik -isimler falan vererek- konuşmak "ihtiyacı" hissediyor?
Galiba Suriye'deki hezimetin verdiği yılgınlıktan ve hezeyandan çok daha fazlası söz konusu ve konu fena halde politik, çünkü ABD'de ve Batı'da Türklerin Batı ittifakından uzaklaşmaları hiç bu ciddiyetle konuşulmamıştı ve yakında seçimler var Amerika'da. Türkiye'yi kaybetmelerine neden olabilecek bir hezimet, bir tehlike sözkonusu ve bu ölçüde bir tehlike, önemli bir politik malzeme aynı zamanda. Amerikan gizli servisleri darbeyi desteklemiş ama işlerini yalap-şalap yaptıkları için mi darbe başarısız olmuştur?
Bugünkü gibi önemli ve tehlikeli zamanlarda dostlar arasındaki güveni yeniden kurabilecek en doğru tutum, doğruyu söylemektir. Belki böyle bir durumla karşı karşıyayız. Geçen gün, Türk ordusu ile birlikte Suriye'ye giren ÖSO ile YPG çatışınca, New York Times gazetesi "CIA ile Pentagon çatıştı" diye yazdı. Hangisinin hangisi olduğuna Rufailer karışır ama, ortada bir Amerikan iç karışıklığı, hatta keskin iç karşıtlığı olduğu kesin.
Amerika'da, Türklerin ille de vesayet altında yaşamaları gerektiğini, ya Amerikancı ordu ya Amerikancı Gülen cemaati vesayetinin dayatılması gerektiği düşünülürken, büyünün bozulması ve dolaylı Amerikan vesayetinin çöküşü gibi "alışılmadık" bir durum mu var?! Panik havası seziliyor. "Vesayetsiz olmaz"cılara karşı bir de Türkleri adam yerine koyup onlarla aynı göz hizasında konuşmanın daha doğru olacağını düşünenlerin mücadelesi gibi görünen şey, iç politika için kullanılan malzemeden ibaret bile olabilir.
Amerikan seçimlerinde Gülencilerin Demokratları destekledikleri, Clinton'a yüklü bağışlarda bulundukları söyleniyor. Gülen'in arkasında CIA'nin ve Demokratların olduğu, 21'inci yüzyılda utanmadan darbecilik yaptıkları falan ayyuka çıkarsa bundan en çok Bush sülalesinin devamı Cumhuriyetçiler karlı çıkar.
Türkiye, içine düştüğü tecrit ve bataklıktan kurtulmak için mecburiyetten Ruslara ve İranlılara yaklaşarak ABD'den uzaklaşırken, itibarı yerlerde sürünen Suud ve Katar'la kanka olmaya son verme istikametinde ilerliyor. İtibarını geri kazanmak için başka çaresi de yok. Brzezinski, Türkiye'nin bu hamlesini haklı buluyor ve darbe destekçiliğinden sonra ABD'nin buna itiraz edecek yüzünün de kalmadığını kibarca ifade ediyor. Amerikan çağı Türkiye'de de sona ererken şimdi asıl soru, özgür Türkiye'nin ABD/Batı ile eşit ilişkilerini ve en önemlisi Batı kökenli evrensel değerlerle ilişkilerini nasıl tanımlayacağı? Konjonktür ve yeni paradigma, Amerikan çağı ile birlikte Amerikan çağının islamcı/muhafazakar yerli temsilcilerinin üzerinden de silindir gibi geçiyor. İslamcılar, geçen yıllarda "üzerine basmak"tan bahsettikleri Türk bayrağını ellerinden düşürmez oldular. İslamcılık öylesine iflas etti ve tecrit oldu ki, islamcıların milliyetçiliğe sığınmaktan başka çareleri kalmadı. Amerikalılar, Türkiye'yi yeniden kazanmak için Gülen'i, hatta çok daha fazlasını gözden çıkarmaya hazır görünüyorlar. Önümüzdeki birkaç ay, önemli gelişmelere gebe.
Kaynak: Konstantiniye Notları

"Cemaatin 3 bin kişilik fuhuş ordusu var. O...pu imamı ise..."
11.01.2017

FETÖ Çatı Davası'nda tanık olarak dinlenen Çetin Acar, FETÖ'nün fuhuş ordusu kurduğunu ve siyasilerin, yargı mensuplarının koynuna bunları soktuklarını iddia etti.

Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam eden FETÖ Çatı Davası’nın 3. gününde geçmişte ‘FETÖ’nün askeri hizmetlerden sorum imamı’ olduğunu belirten Hacettepe Matematik bölümü mezunu Çetin Acar dinlendi.

“FUHUŞ ORDUSU” İDDİASI

Çetin Acar, cemaatin 3 bin kişilik ‘fuhuş ordusu’ kurduğunu, kendilerine karşı çıkan yargı mensupları, siyasiler ya da milletvekillerinin koynuna bunları sokup şantaj yaptıklarını iddia etti. Acar ‘fuhuş ordusu’nun başında da eski emniyet müdürü Cihangir Çelik'in olduğunu bunun dışında, "Orospular imamı" olduğunu anlattı.

Sabah saatlerinde 10:30'da başlayan duruşmada Çetin Acar'ın tanık olarak ifadesine başlamadan önce Mahkeme Başkanı Selfet Giray, tanıklık yemini yaptırdı. Başkan, "Namus ve şerefin üzerine yemin eder misin" dedi. Tanık Acar, "Namusum, şerefim ve rabbim üzerine yemin ederim" diye yemin etti.

“GÜLEN – ERDOĞAN KAVGASI OLARAK GÖRMÜYORUM”

İfadeleri sırasında sık sık "Rabbim beni affetsin", "Milletim beni affetsin", "Benim bir suçum varsa cezamı verin" diye haykıran Çetin Acar bu davayı Fethullah Gülen, Recep Tayyip Erdoğan kavgası olarak görmediğini, Türk milletini, Türk devletini, Türk ordusunu ele geçirmek için İsrail-Amerika adına yapılmış bir operasyon olarak değerlendirdiğini anlattı.

“TSK’YA ÖĞRENCİ SOKMAKTA ZİRVEYDİM”

Davanın sanıklarından Kazım Avcı'yla tanıştıdığını, en çok kendisinin TSK'ya asker yetiştirdiğini, 10 civarında öğrenci soktuğunu belirten Acar, "TSK'ya öğrenci sokmakta zirveydim, Allah nasip ederse FETÖ'yle mücadelede de zirve olacağım" diye konuştu.

Çetin Acar'ın bir diğer iddiasıyla Ergenekon hakimlerinden Sedat Sami Haşıloğlu'na ilişkindi. Haşıloğlu'yla çok yakın arkadaş olduğunu belirten Çetin Acar, "Haşıloğlu Ankara'da Harp Okulu hizmetleri verirdi. Kendisi de Hava Harp Okulu'ndandı" dedi.

GÜLEN’İN PATRONU

Fethullah Gülen'in patronunun İshak Alaton olduğunu ancak Gülen'in Üzeyir Garih'ten emir aldığını iddia eden Çetin Acar, "Yazıklar olsun hala FETÖ içinde olana, yazıklar olsun hala Fethullah terör örgütüdür diyemeyene" diye de sık sık haykırdı. Acar "Allah senin belanı versin Fethullah" dedi.

YÜKSEL’E KASET KUMPASI

Nuh Mete Yüksel'e kaset kumpasını da anlatan Çetin Acar şunları söyledi:

"Avukat Abdulkadir Aksoy'un çiftlik evine Kazım Avcı'yla beraber giderdik. Biz sadece et götürürdük. Oraya İzmir'den Fethi Ün, İstanbul'dan Orhan Erdem geliyordu. Kemalettin Özdemir de oradaydı. Aksoy'un Nuh Mete Yüksel'in Fethullah Gülen hakkında açtığı davayı takip ettiği günlerdi. Bir gün Kemalettin Özdemir bir CD getirdi, CD'yi getirdiğinde hepimizin yüzü güldü. Aynı şekilde Işık TV'de ÇYDD'yle ilgili Kemalettin Özdemir'in köpek komiserlerinin çektiği kaset Işık TV'de yayınlandı. Bunu izlerken Abdulkadir Aksoy'un da yüzü çok güldü. Nuh Mete Yüksel'in davasında Fethullah Gülen bize ‘Allah ve Resulu yargılanıyor’ diye haber gönderiyordu. Burada ne Allah ne de Resulu yargılanıyor. Siyonizm ve Amerika'ya köpeklik yapanlar yargılanıyor."

Çetin Acar, Kemalattin Özdemir'in yalan söylediğini belirterek "Ne olur buna kanmayın" dedi.

“MİT’E YANAŞMAYA ÇALIŞIYOR”

Mahkeme Başkanı Selfet Giray'ın sık sık "Bağırma. Tanık olduğunu unutma. Çok gereksiz yerlere gidiyorsun sonra toparlayamıyorsun. Yapıya ilişkin şeyler anlat" diye uyarılarda bulundu. Çetin Acar ifadesinde Kemalettin Özdemir'le ilgili şu iddialarda bulundu:

"Emniyette kimlerin FETÖ'cü olduğuna ilişkin liste veriyor, şunları şunları yaz diyor. Nasılsa onlar alınacak diye kendi adamlarını getirmek için çalışıyor. Yeni bir örgüt kuruyor. Kemalettin Özdemir ikili oynuyor. Hanefi Avcı'nın verdiği milli damar dilekçesinin ardından da Kemalettin Özdemir ve Orhan Özdemir var. Kemalettin Özdemir Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a, MİT'e yanaşmaya çalışıyor. FETÖ dağılıyor, İsrail'in emriyle o toparlamaya çalışıyor. 15 Temmuz'un görünen 1 numaralı sivil gülen, görünmeyen 1 numaralı sivil Özdemir'dir."

“KARŞILIKLI DAVA AÇTIK”

Başkan Giray'ın geçmişte kendisini televizyona çıkaran gazeteci Abdurrahman Şimşek'le karşılıklı mahkemelik olmaları konusundaki sorusu üzerine Acar şunları anlattı:

"Ona Kemalettin Özdemir'e dikkat et, Gülen neyse o da odur dedim. Sonra savcıya verdiğim ifade sızdı. Abdurrahman Şimşek aradı, ifadendeki Haluk Tözüm ve Murat Çetiner isimlerini çıkart. Onlar FETÖ'cü değil. Tözün imamdı. Halen İstanbul'da bir ilçe emniyet müdürü olan Murat Çetiner yüzde bin Kemalettin Özdemir'ci, alınması lazım. Şimşek'e hop sen kimsin, sen Kemalettin Özdemir'in tuzağına düşmüşsün dedim. Karşılıklı dava açtık."

“KARA HARP OKULUNUN İMAMLIĞINI YAPTI”

Çetin Acar eski arkadaşı olduğunu belirttiği Ergenekon hakimlerinden Sedat Sami Haşıloğlu hakkında, "Hava Harp Okulunu kazanmıştı, ama uçuşlar veya sağlıkta elendi. O zamanlar mahrem abisi Ahmet Kirmiç'ti. Haşıloğlu daha sonra hukuk fakültesinde okurken Kara Harp Okulunun imamlığını yaptı" dedi.

Mahkeme Başkanı’nın ardından sanıklar ve avukatlar Çetin Acar'a soru yöneltti. Sanıklardan Kazım Avcı saatlerdir hakaret dinlediği halde kendisinin hakaret etmeyeceğini belirterek, "Çetin efendi diyeceğim, ne anlarsa anlasın. Doğru söylemiyor, uydurma, hayali. Kemalettin Özdemir'in ikili üçlü oynadığını bildiği halde ondan aldığı bilgileri sağa sola satmaya çalışıyor. Kusura bakmayın sayın hakim böyle konuşma böyle tanıklık olur mu?" dedi.

SAĞLIK RAPORU İSTENDİ

Kazım Avcı'dan sonra Avukatı Bülent Teoman Özkan, Çetin Acar için öncelikle sağlık kurulu raporu alınmasını talep etti ve Acar'ın sabahtan beri herkese hakaretler yağdırdığını söyledi. Bunun üzerine Çetin Acar “Ben de size iade ediyorum” karşılığını verdi. Avukat Özkan da Çetin Acar'a gizli tanık ya da itirafçı olup olmadığını sordu.

Av. Bülent Teoman Özkan'ın "Balyoz, Ergenekon'un mağdurları hakkında ne düşündüğü" şeklindeki sorusu üzerine de Acar, "İlker Başbuğ millidir, haklıdır. Onun gibiler kazanacaktır ama Çevik Bir gibiler haindir" dedi.

Çetin Acar mağdur müşteki avukatlarından Taner Gür'ün sorusu üzerine de imamlık yaptığı dönemde askeri okullara soktuğu 10 öğrencinin isimlerini bir kısmı eksik olarak sıralamaya çalıştı.

“BİR KANITI NUH METE’NİN KOYNUNA SOKULAN KADINDIR”

Mağdur müştekilerden Ahmet Tatar da fuhuş, askeri casusluk gibi alçak isimler verilerek yargılanan askerler için “fahişe ordusuyla” ilgili soru sormak istediğini belirtti ve bunu nereden bildiğini sordu.

Çetin Acar "Ben aynı zamanda yazarım. Söylemem, söylettirmeye çalışmayın. Bunlar sağlam bilgilerdir. Yakında çıkacak ve rezil olacaklar" yanıtını verdi.

Ahmet Tatar "İlk elden bilgiler mi? görerek mi kanıtınız mı var mı?" diye sorunca Çetin Acar, "Bir kanıtı Nuh Mete'nin koynuna sokulan kadındır. Bu Gülen'in evlerinde kalmış birisidir. Çoğu üniversite öğrencisidir" dedi.

“BİN CİVARI GÜLEN’İN EVİNDE KALAN…”

Tatar'ın bu fahişe ordusundaki kadınlar sıradan mı yoksa tamamı Gülen'in evinde kalanlardan mı oluştuğu sorusu için de Acar 2 binin içinde Ukraynalılar vs olduğu bin civarının Gülen'in evinde kalan kızlar olduğunu iddia etti.

POLİS AKADEMİSİ'NDE NASIL ÖRGÜTLENDİLER

Çetin Acar'dan sonra Polis Akademisi'ndeki ve Polis Koleji'ndeki FETÖ yapılanmasını anlatan Nihat Demirbüken, 1990 yılında 40 civarında araştırma görevlisinin akademiye alındığını, bunların büyük bir bölümünün örgüt adına sokulduğunu ve çok ciddi bir organizasyon kurulduğunu söyledi. Bu örgütlenmenin başında Salih Tuzcu, Recep Gültekin ve Doçent İsmet Toprak'ın olduğunu belirten Demirbüken, bu 40 isimden 35'inin İngiltere'ye gönderildiğini, 1994-1995 yılında gelindiğinde ancak bunların 4-5'ini doktorasını tamamladığını, bunlardan birinin de Önder Aytaç olduğunu söyledi.

Yurtdışına gönderilenlerin maaşının Genelkurmay Başkanı'na yakın olduğunu iddia eden Demirbüken, ardından Önder Aytaç'la ilgili şu anekdotu anlattı: "Bu kadar parayı alınca İngiltere'de sıfır bir araba almış. 'Acaba araba çarpmak nasıl bir duygudur' diye o sıfır arabayı alıp duvara çarpmış ve hurdaya çıkarmış. 'Aman Allah'ın bu ne zevkli' diye anlatmıştı bize."

Önder Aytaç'ın doktorasını da öğrencilere yazdırdığını iddia eden Demirbüken, "Yurtdışında eğitim almış günümüzün bu Jön Türk'leri, Kemalettin Özdemir'i bile dinlemiyorlardı." dedi.

Sonraki yıllarda, polis Akademisi'nin kapatıldığı 2014 yılına kadar toplam 200 öğretim görevlisinin yüzde 95'nin FETÖ'cü olduğunu kaydeden Demirbüken, soru çalmaların Fen lisesi sınavlarıyla başladığını söyledi.

Emniyet'te Yüksek Emniyet Şurası kurulmadan örgütün paralel Emniyet Şurası kurduğunu, bunun toplantılarının da genelde Ankara Hoşdere Caddesi'ndeki Samanyolu Koleji'nin alt katındaki kreş ve en üst katındaki salonda yapıldığını belirten Nihat Demirbüken, yazları ise Çubuklu'daki bir çiftlikte veya Kırıkkale yolu üzerindeki bir villada yapıldığını öne sürdü.

Türkiye'nin en büyük fişleme yapan örgütünün ne Jitem, MİT ya da Emniyet değil, bu örgüt olduğunu kaydeden Demirbüken şöyle devam etti:

"Genellikle Adalet, İçişleri, Emniyet ve askeriyenin sorumluları fişlemeleri alıp doğrudan Fethullah Gülen'e götürürdü. Bu fişlemelerde aile durumları, eğitim, inanç ve zaafları yer alırdı. Yine her ilde, il emniyet müdürlüğünden başlayarak aşağıya doğru örgüt üyesi değilse açığını yakalamak, örgüt üyesiyse daha iyi nerede görevlendirilir diye anlamak için herkes fişlenirdi."

Yapılan toplantılarda Kemalettin Özdemir'e herkesin sorular sorduğunu, hatta bir ara Güneydoğu'dan işkence yapabilir miyiz diye bir soru geldiğini, anlatan Demirbüken, Özdemir'in bildiği soruları kendisinin cevapladığını, bilmediklerini ise kurye ile Fethullah Gülen'e gönderdiğini belirtti. Bu işkence sorusunu da kurye ile Özdemir'in Gülen'e gönderdiğini söyleyen Demirbüken, ancak Fethullah Gülen'den ne cevap geldiğini bilmediğini aktardı.

HİPNOZLA İNTİHAR TİMİ KURARLAR

“İmam” kelimesini kirletmemek için kendisiyle ilgili olarak “Polis Akademisi sorumlusu” ifadesini kullanan Nihat Demirbüken, Mahkeme Başkanı Selfet Giray'ın Fetullah Gülen ile Kemalettin Özdemir'in arasının açılmasına ilişkin bir sorusu üzerine, bunun "danışıklı dövüş" olduğunu düşündüğünü, zira Kemalettin Özdemir'in 2010 yılına kadar Burç Üniversitesi'nde görevine devam ettiğini söyledi.

Yine Özdemir'in anlattığına göre, Fetullah Gülen'in, “Medine'ye git, tövbe et” demesi üzerine 3 ay Medine'de kaldığını, giderken de Profesör olduğu halde bilgisayar teknisyen yardımcısı vizesiyle gittiğini söyledi.

Başkan Giray'ın bir başka sorusu üzerine “FETÖ”nün askeri liselere giden ve altına kaçıran öğrenciler başta olmak üzere birçok olayda hipnozu kullandığını öne süren Demirbüken, “Bunlar hipnozla intihar timi bile yaratabilir. Dikkatli olmak gerekiyor” dedi.

NAZLI ILICAK'IN KİTABINI KİM YAZDI

Demirbüken, Nazlı Ilıcak'ın The Cemaat adlı kitabını Kozanlı Ömer kontrolünde İstihbarat Dairesi'ndeki bir birim tarafından yazıldığını, Nazı Ilıcak'ın sadece adının konulduğunu da iddia etti.

KEMALETTİN ÖZDEMİR TUTUKLANSIN TALEBİ VE BAŞKANIN İSYANI

Bir saat öğlen arası dışında kesintisiz devam eden duruşmada saat 8 olduğunda Başkan Giray, ara verilmesini teklif etti. Ancak sanıklardan Alaaddin Kaya, gece gündüz uyumadığını, bir an önce bitirilmesini istediğini söyleyince Başkan Giray, “Sizin için sorun yoksa, bizim için de yok devam edelim” dedi.

Bazı sanıkların Nihat Demirbüken'e sorularının ardından avukatlar da çeşitli sorular yöneltti. Alaaddin Kaya'nın Avukatı Hakan Tunçkol biraz önce bir asker eşi müvekkilinin KPSS'den tutuklandığını belirtip, “Hiçbir şeyi yok, ByLock'u yok. O tutuklanırken Kemalettin Özdemir'in tutuklanmaması haksızlık” deyince Mahkeme Başkanı Selfet Giray kelimenin tam anlamıyla isyan ederek, şunları söyledi:

“Siz hukukçusunuz. Şundan şikayetçiyim diye, savcılığa gidin. Bizim bulunmamız daha hızlandırır diyorsunuz tamam da herkesin savcılığa gitme hakkı var. O örneği vereceğinize, doğrudan şunun tutuklanmasını talep ediyorum deyin. Ben hakimim, savcı değil. Bu davada Adil Öksüz niye yok diye başladılar. İçinde FETÖ geçen herkese biz bakamayız ki. Neredeyse öyle bir algı oluştu ki, darbeye karışanlara da diğerlerine de biz bakacağız. Yok böyle bir şey. Zaman gecikti, biz de gerildik.”

MAHKEME BAŞKANI: "BİRİNE PATLAYABİLİRİM"

Avukat Tunçkol ile tanık Demirküben arasındaki soru-cevap diyalogunun uzaması üzerine Başkan Giray bu defa da, “Benim şeyim kalmadı. Birine patlayabilirim. Kafa beyin kalmadı” dedi.

Tunçkol'dan sonra firari sanık Dr. Mahmut Akdoğan'ın Avukatı Ömür Kabak müvekkilinin Mülkiye imamı olup olmadığını sordu. Başkan Giray Kabak'a da, “Sanığı yok, en çok soru soran o. Yahu beraat kararı versek sanığın ifadesi yok. İfadesi olmadığı için beraat kararı veremem” diye tepki gösterip, sorusunu net bir şekilde sormasını istedi.

İMAM: BEHÇET OKTAY ÖLDÜRÜLDÜ

Polis Akademisi imamı Demirbüken'e davanın mağdur-müştekilerinden merhum Özel Harekat Daire Başkanı Behçet Oktay'ın kardeşi Şule Oktay da bazı sorular yöneltti. Oktay ve Demirbüken arasında şu diyaloglar yaşandı:

Oktay : Örgütün kendisinden görmediği için pasifize ettiği kimlerdir, isim verebilir misiniz?

Demirbüken : Mesela Cevdet Saral.

Oktay : Örgütün Özel Harekata bakışı neydi?

Demirbüken : Emniyet istişare heyeti, “Kendinizi öldürtecek, riskli görevleri almayın” derdi. O yüzden Özel Harekata yönelme olmadı.

Oktay : Behçet Oktay'ın ölümü hakkında ne düşünüyorsunuz?

Demirbüken : Öldürüldüğünü biliyorum. Tüm dosyalar yeniden açılmalı.

Oktay : Behçet Oktay öldürüldü dediniz. Bu bir duyum mu, bilgi mi?

Demirbüken : Hem bilgi, hem duyum.

Duruşmanın bugünkü celsesi yaklaşık 11 saatlik mesainin ardından akşam saat 9.30'da tamamlandı. Yarınki celsede Kemalettin Özdemir'in tanık sıfatıyla dinlenmesi bekleniyor.

Odatv.com

“Adil Öksüz’ü hem MİT’e hem Sabah gazetesine 5 yıl önce söyledim”
Müyesser Yıldız
13 Oca, 2017

Kemalettin Özdemir Adil Öksüz ile ilgili “Hem Sabah Gazetesi’ne, hem yetkililere bildirdim. Bunu söylememeliyim, MİT’te resmi de…” dedi.

“FETÖ”nün ve 15 Temmuz darbesinin kilit ismi, TSK imamı Adil Öksüz’le ilgili yeni bir skandal ortaya çıktı. Resmi olarak 2005, fiili olarak 2010 yılına kadar Emniyet imamlığı yaptığı söylenen Kemalettin Özdemir, Öksüz’ün Hava Kuvvetleri Komutanı olduğunu 2012-2013 yıllarında MİT’e bildirdiğini ve resminin de olduğunu açıkladı.
Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam eden FETÖ Çatı Davası’nın duruşmasında dün tanık olarak dinlenen Kemalettin Özdemir, tutuklu Alaaddin Kaya’nın Avukatı Hakan Tunçkol’un soruları üzerine bu tarihi itirafta bulundu.
Özdemir savunmasında 15 Temmuz darbesi öncesinde emniyetteki FETÖ yapılanması konusunda yaptığı çalışmaları anlatıp, bunları devletin “en üst katına” ve MİT Müsteşarına anlattığını, böylece gerekli tedbirlerin alındığını anlattı.
Bunun üzerine Avukat Hakan Tunçkol, “Nasıl mücadele ettiniz ki, 15 Temmuz oldu. Yoksa hedef mi saptırdınız?” diye sordu.
Özdemir bu soruya, “İhbarımız yetmedi. Henüz suç işlememişlerdi. 15 Temmuz’da temizlendiler” gibi ilginç bir cevap verdi.
ÖKSÜZ GÖZDEN KAÇMIŞ
Avukat Tunçkol’un ikinci sorusu, “2012 ve 2013 yıllarında Adil Öksüz’ün Hava Kuvvetleri imamı olduğunu yetkili yerlere söylediniz mi?” oldu.
Özdemir bu soruyu, “Hem Sabah Gazetesi’ne, hem yetkililere bildirdim. Bunu söylememeliyim, MİT’te resmi de…” diye cevaplandırırken, cümlesini yarım bıraktı.
Avukat Tunçkol, “Bu bilgiye rağmen Adil Öksüz’ün yakalanmamasında bir ihmal veya kasıt olup olmadığını” sorunca da Özdemir şunları söyledi:
“İhmal görüyorum, kasıt görmüyorum. Terörle Mücadele ekibinin dürüst çalıştığına inanıyorum. Ellerinde bilgi vardı, ama gözden kaçtı diye düşünüyorum.”
Avukat Tunçkol, Özdemir’e, “Adil Öksüz’ü tanıyıp, tanımadığını” da sordu. Özdemir, tanıdığını, Sakarya Üniversitesi’nde birlikte çalıştıklarını, teneffüslerde selamlaştıklarını anlattı.
AKP’DEKİ FETÖ’CÜLERİN İSMİNİ VERMEDİ
Avukat Hakan Tunçkol Kemalettin Özdemir’e iki ilginç soru daha yöneltti.
Bunlardan ilki, AKP’deki FETÖ’cülere dairdi. Aralarında şu diyalog yaşandı:
Tunçkol : AKP’deki FETÖ’cüler kimlerdir?
Özdemir : İsim veremem. Yok efendim, isim veremem.
Tunçkol : Üst düzeydeler mi?
Özdemir : Şu anda görevde değiller.
Tunçkol, Özdemir’in Eylül ayında polis kontrolüne takılması ve aracında Fetullah Gülen’in kitaplarının bulunmasını da gündeme getirdi.
11 Eylül’de medyaya yansıyan haberlere göre, 7 Eylül akşamı gece 01.00 sıralarında Yenimahalle’de bir araç durdurulmuş, aracı kullanan kişinin Kemalettin Özdemir olduğu, araçta yapılan aramada 32 çeşit toplam 47 adet kitap bulunduğu, bunlar arasında Fetullah Gülen’in kitaplarının da yer aldığı anlaşılmıştı. Yine verilen haberlere göre, Özdemir hakkında arama ve yakalama kararı olmadığı için polis, yapılacak işlemi Savcıya sormuş, Savcı da Özdemir’in serbest bırakılması, kitaplara ise el konulması talimatı vermişti.
Avukat Tunçkol işte bu olayla ilgili olarak bir araç plakası verdikten sonra Özdemir’e, “Bu araba sizin mi?” diye sordu.
Önce “Hayır” diyen Özdemir, daha sonra bu arabanın oğluna ait olduğunu açıkladı. Olayla ilgili olarak da şunları anlattı:
“Terörle Mücadele ve İstihbarat Şubesi örgütün kitaplarını topluyordu. Bunları polislere vermek üzere hazırlamıştım. Bunu söyledim, sonrasında kitaplar bana iade edildi, ben de götürüp, polislere verdim.”
Bunun üzerine Avukat Tunçkol, “Emniyet bu kitapları bulamıyor mu ki, sizden istiyor?” diye sordu.
Özdemir, “Eski baskılar efendim, bulamadıkları için ben temin ettim” karşılığını verdi.
Müyesser Yıldız
Odatv.com

BANU AVAR: ALLAHTAN KORKUN!
18 Mart 2011



Erzurum Atatürk Üniversitesinde Güneş Vakfının davetlisi olarak bir konuşma yapan Banu Avar yaptığı tekziple medyada çıkan haberlere resmen isyan etti.

14 Mart'ta Erzurum Atatürk Üniversitesinde Güneş Vakfının davetlisi olarak bir konuşma yapan Banu Avar, konuşmasında Kuran’ın ‘Oku’ sözüyle /Allah’ın kelamıyla başladığını ve Kuran-ı Kerim’in ‘anlayarak’ okunması gerektiğini vurguladı. Söyledikleri yanlış anlaşılacak şekilde basında yer alan Banu Avar, yayınladığı bir tekziple, kendisine karşı bir linç kampanyası başlatıldığını, söylediklerinde hiçbir yanlışlığın olmadığını, sadece toplumu kendisine karşı kışkırtmak maksadıyla bu tür haber ve başlıklara yer verildiğini ifade etti.

Banu Avar'ın yayınlattığı tekzip metninin tamamı;

ALLAHTAN KORKUN!

Erzurum konuşmamdan sonra yalan haber kampanyası ve linç başladı…

14 Martta Erzurum Atatürk Üniversitesinde Güneş Vakfının davetlisi olarak bir konuşma yaptım. Konuşmamda Kuran’ın ‘Oku’ sözüyle /Allah’ın kelamıyla başladığını söyledim. Kuran-ı Kerim’i ‘anlayarak’ okumamız gerektiğini söyledim. Linç başladı!

Ülkemizin 70 yıldır batı hegemonyasında sarsıldığını, eğitimin, ekonominin, siyasetin ve kültürün batı sultasında olduğunu anlattım.
Dinimizin ve dilimizin elimizden alınmak istendiğini örnekleriyle belirttim.

Sonunda İstiklal marşımızın ilk sözcüğünü hatırlattım: ‘Korkma!’

Kıyamet koptu!

Bir kısım İnternet siteleri -ki bazılarının yöneticileriyle telefonda konuştuğum halde- linç ve yalan haber yarışına girdiler. Hedef gösterildim.

Kuran'ın ayetine 'söz' dedi, dil uzattı, vurun kahpeye'ciler, günaha girmekten hiç çekinmediler. Düğmeye basıldı, ateş açtılar!

Zaman Gündem, haber vaktim, aktif haber, rota haber ve daha bir çoğu kendi okurlarının kınama yorumlarına rağmen, Cihan haber imzalı metni kışkırtıcı ve yalan başlıklarla sunarak ‘gazetecilik’ yaptılar.

Başlıklardan bazı örnekler:

‘Banu Avar Kuran’a dil uzattı!

‘Gül’ü ajanlıkla itham etti’

'Gazetecilere satılmış dedi!’

‘Devlet yönetimine gazetecilere ve Kuran’a hakaret etti!’

Bu ifadelerin benim kişilik haklarıma yönelik haksız bir saldırı olmasının yanında toplumu bana karşı kışkırtmak amacı da taşıdığı anlaşılıyor. Bu haksızlığı yapanlara ve basın yayın ilkelerini hiçe sayanlara karşı hukuki mücadelemi de yapacağım.

Kuran ayetine 'söz' dedi diye kıyamet koparanlar! En iyi bildiğiniz ‘linç edebiyatı’ öyle mi?

Kuran-ı Kerim’in ilk SÖZÜ/kelamı olan ‘OKU/İDRAK ET’ sizden ne kadar uzak!

Başlıklarınızdaki yalanlar, yazının içeriğindeki bir oradan bir buradan kesip yapıştırılmış anlatımlar nasıl bir kinin ürünü böyle…

Allah hepinize akıl fikir ve huzur versin!

İleri demokratik anlayışınızı tebrik ederim. Korkularınız gözlerinizi kapatmış. Sizleri itidale davet ederim. Kuran-ı Kerim’i bir kez olsun anlayarak okusaydınız bu linçi yaparken kimseden değil ama Allah'tan korkardınız!
Yaptığınız haksızlık ve tahrik edici yayınlarınızı düzeltmenizi ve benim bu yazımı yayınlamanızı istiyorum. Saygılarımla.

Banu AVAR
Ajans5

Servet Avcı gözaltına alınmadan önce bunları yazmıştı: "İlk taşı kim fırlatmalı"
07.09.2016

FETÖ suçlamasıyla gözaltına alınan Yeniçağ gazetesi yazarı Servet Avcı, "İlk taşı kim fırlatmalı" yazısında tehlikeyi önceden görmüş ve Gülen'ın yanında yer alanların "Kandırıldık" diyerek sıyrıldıklarını, kurunun yanında yaşların yanacaklarını yazmıştı.İşte Servet Avcı'nın 5 Ağustos'ta yazdığı "İlk taşı kim fırlatmalı?" yazısı:

Akıl sağlığımız ciddi tehdit altında!..Şevki Yılmaz 'demokrasi nöbeti'nde konuşuyor!.. Egemen Bağış Taksim Meydanı'nda tebrikleri kabul ediyor!.. İ. Melih Gökçek ve Hüseyin Gülerce bize paralelin kötülüklerini anlatıyor!..

Buradan siyasî rant çıkarmak ve en önemli siyasî rakiplerini engellemek isteyen kimileri Meral Akşener'e çatıyor… Sık sık "Başbakan olacağım" dediğini hatırlatıyor!.. Meral Akşener de hatalı tabii, muhalif bir partinin genel başkan adayı olarak talip olması gereken yerin Başbakanlık değil, en fazla Mamak Belediyesi Zabıta Müdürlüğü olması gerektiğini bilmiyor!..

Dün 'Fethullah Gülen' deyip de arkasına 'hocaefendi'yi eklemeyenlere ağız dolusu salyayla saldıran, şimdi şeytan taşlama törenlerindeki gibi öne geçip hınçla taş fırlatmak için diğer 'aldatılmış'ın ayağına basıyor!..

Yaptığı büyük kıyakların karşılığı olarak karısının adına okul açılan Büyükşehir Belediye Başkanı, işin ucunun mutlaka kendisine geleceğini bildiğinden olsa gerek, feryatlarıyla yeri göğü inletiyor!..

Çocuklarını paralelin okullarında bedava veya indirimli okutmak için mahalle imamlarına bile kırk takla atan siyasetçi sınıfı televizyon ekranlarında dolu dolu konuşuyor, tehlikeye dikkat çekiyor!..

'Mezardakilere bile oy kullandırılması' talimatı geldiğinde Pensilvanya'ya 'mübarek belde' gözüyle bakan kimi politika tüccarı, Erdoğan'ın gözüne girmek için neft yağı içmiş gibi performans sergiliyor!..

Bütün şöhretini Ergenekon sürecindeki yazdığı iftira dolu kitaplara ve televizyonlardaki yalan söyleme potansiyeline borçlu olan 'haksız şöhret' takımı şimdi belli tarihten önceki yalan ve iftiraları için kendilerince 'genel af' ilân ediyor!..

***

Görüldüğü üzere sadece demokrasimiz değil akıl sağlığımız da ciddi tehdit altında!..Milletçe aklımıza hedef gözeterek doğrudan saldırı var; ekranla, klavyeyle, mikrofonla, kızarmayan yüzlerle… Biraz daha bastırsalar, tek kusurları Türkçe Olimpiyatları'na katılıp horon etmek olan Tanzanyalı masum çocuk zannedeceğiz bunları!..

Aslında her şey o kadar açık ki… 'İçinizde ilk taşı en masum olanınız fırlatsın' denildiğinde yutkunmadan, tereddüt etmeden, kulaklarına kadar kızarmadan en öne kim geçebilir?

Türkiye'nin hasarlı da olsa büyük tehlike atlattığı açık bir gerçek… İyi de bugüne gelişi doğru yorumlayamayanlar sağlıklı geleceği nasıl kurgulayacaklar?

Bu kadar büyük malî güce ulaşılmasında belediyelerin büyük payı var… Özellikle büyükşehirlerdeki kirli ittifakların, aşağılık imar hareketlerinin ve resmî olmasa da herkesin bildiği o iğrenç ortaklıkların…

Peki bu büyükşehirler hangileri? Mogadişu, Dakar veya San Salvador olabilir mi?

Ticaret odaları seçimlerini kazanmak daha düne kadar hangi büyükşehirlerde kimler kol kola yürüyordu?

***

Kabul, iç ve dış tehditler yüzünden çok kırılgan bir zeminde yürüyoruz… Siyasî rekabetin ötesinde sorumluluk gerektiren bir süreç bu… İyi de bu hâle gelişimizde her tarafta parmak izi olanların ülkemize daha huzurlu bir gelecek hazırlayabileceğinden nasıl emin olacağız? Güvenlik ve istihbarat bürokrasimizin içinde kimlere güvenip kimlere güvenmeyeceğiz?

Sembolik değerde olduğu için altını çizmekte fayda var: Şevki Yılmaz 'demokrasi nöbeti'nde konuşacak ve biz de 'demokrasimizi yaşatma adına' heyecanlanıp alkışlayacağız öyle mi? Ya da Egemen Bağış Taksim'de vatandaşlarımızın yoğun ilgisi altında tebrikleri kabul edecek!.. Paralel tehlikeyi anlatmak da İ. Melih Gökçek ve Hüseyin Gülerce'ye düşecek, biz de ağzımız açık dinleyeceğiz!..

***

Akıl sağlığı üzerine yapılan araştırmalar, vücutta B12 eksikliğinin depresyon, paranoya ve anksiyeteye yol açtığını gösteriyormuş…  B12 ihtiyacımızı yumurta, tavuk ve süt ürünlerinden karşılayabilirmişiz…Gördüklerimiz arttıkça galiba daha çok yumurta, tavuk ve süt ürünleri tüketmemiz gerekecek… Pek çok şeyi kaybettik,  bari akıl sağlığımızı koruyalım!..
Kaynak: yeni Çağ

Melih’in iddiası Gökçek’i vurdu: Yakan fotoğraflar
20 Şubat 2017



Meclis’e, “Aytun Çıray, ABD’de FETÖ’cü derneği ziyaret etti” diye mektup yazdı. Kendisinin dernek yöneticileriyle katıldığı toplantının fotoğrafları çıktı
Melih’in iddiası Gökçek’i vurdu: Yakan fotoğraflar

CHP İzmir Milletvekili Aytun Çıray'ın da üyesi olduğu TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu'na, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, “CHP- FETÖ” ilişkisini ortaya koyduğunu iddia ettiği bir rapor gönderdi.
Çıray'ın, ABD ziyaretinde FETÖ'cü kuruluşa gittiğini öne sürdü. Çıray ise kendisinin değil, Melih Gökçek'in sözü edilen kuruluşa gittiğini fotoğraflarla belgeledi ve bunu TBMM Başkanlığı'na bir yazı ekinde gönderdi.

Darbe komisyona bazı tanıkların çağrılı olmalarına rağmen gelmeyip, yazılı cevap verme yolunu seçtiklerini hatırlatan Çıray, “15 Temmuz Darbesini Araştırma Komisyonu'nun karşısına çıkmaktan sakınanların suret-i haktan yana bir görüntü vermek maksadıyla masum insanlara iftiralar atma çabalarıaz rastlanır bir tutum değildir. Bu tutum, özellikle FETÖ'nün siyasi ayağıyla bir şekilde siyasi, ekonomik ve sosyal ilişkileri objektif olgulara dayandırılabilecek bazı siyasi aktörler arasında utanç verici ölçüde yaygındır” dedi.

DERNEĞİN ABD'DEKİ FAALİYETLERİNİ İNCELEMİŞ

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Türki Amerikan Birliği'ni (TAA) ziyaretinde TAA Başkanı Faruk Taban'dan çalışmaları hakkında bilgi almış.

GÖKÇEK, YÜREKLİ OLSAYDI

Melih Gökçek'in, komisyona gelip tanıklık yapmadığını hatırlatan Çıray, şu iddiada bulundu: “Basına da yansıyan FETÖ'yle aşikar ilişkileri nedeniyle Komisyon'un huzuruna doğrudan doğruya çıkma yürekliliğini maalesef gösteremedi. Bunun yerine komisyona ‘CHP-FETÖ İlişkileri' diye bir dosya gönderdi. Hakkımda karalamada bulunmak gibi nafile bir teşebbüste bulunmuş. Komisyona gelme yürekliliğini gösterebilseydi eğer, kendisine iddialarının ne kadar gerçek dışı ve sinsi niyetlerle yapılmış olduğunu gösterirdim.

BELGELERLE ORTAYA KOYACAKTIM

Melih Gökçek kendisi ile ilgili gerçeklerin, hem de görsel kanıtlarla desteklenerek ortaya konacak olmasının telâşını yazılı ifadesine yansıtmış. Bir dönem ‘Gülen Cemaati' ile ilişkilerini yazılı beyanında, ‘FETÖ'cülerin meydana getirmek istedikleri allgı olarak' niteleyip çarpıtmaya çalışmıştır. Amacının dikkatleri kendi üzerinden başka yerlere ve kişilere çekebilmek olduğu açıktır. Herkese olmayacak her türlü pisliği sıçratırım fütursuzluğunu gösterebilmiş olmasının tek mantıklı açıklaması budur.

Melih Gökçek, kendisini çevreleyen sisin zihinlerde uyandırdığı haklı sorulara şaibe düşürmek için başta CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu ve şahsımın da bulunduğu heyetteki Milletvekilleri sanki FETÖ'yle bir ilişkileri varmış gibi gösterilmiştir. Bu ahlaksız imalardaki sözde dayanak noktasını ise CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun, aralarında şahsımın da bulunduğu bir CHP Heyeti olarak müttefikimiz Amerika Birleşik Devletleri'nin Başkenti Washington'a 2013 Aralık ayının başlarında yaptığımız çalışma gezisi oluşturmuştur.

Gökçek, 2013 Aralık ayında AKP'nin başında olduğu devlet tarafından Amerika'daki organizasyonları ve faaliyetleri üzerine henüz kamuya açıklanmış bir suç unsuru bulunmayan bir derneğin mensuplarıyla yapılmış gayrı-resmi bir toplantıya o toplantının asıl mahiyetini çok aşan kötü niyetli bir anlam yüklemektedir.”

O KURULUŞA GÖKÇEK GİTTİ

Kısa adı TAA olan sivil toplum örgütüne Genel Başkanımıza protokol eşlik edip sonra da bu toplantıya katılmayan milletvekillerinden birisi de bizzat şahsımdır. Ssağlık politikalarında gelişmelerle ilgili, Büyükelçilik tarafından randevusu toplantıdaydım. Üstelik demokrasiye ve devlete sadakati tartışılmaz olan Sayın Kemal Kılıçdaroğlu'nun gittiği her yere, davet edilmemiz halinde biz milletvekilleri olarak gideriz.

CHP ve şahsım hakkımda bu asılsız kurguları ortaya atan Melih Gökçek'in bizzat kendisinin TAA'ya gittiğine dair fotoğrafı ekte sunuyorum. Gökçek TAA'yı şahsen ziyaret etmiş ve bu konuda fotoğraflar yayınlanmıştır. Eğer adı geçen sivil toplum örgütüne gitmek suçsa bu Gökçek'in işlediği en hafif suç olacaktır.

AKP'LİLERİN YANINDA DEVEDE KULAK

TAA sadece CHP lideri ve heyetini değil, Türkiye'den gelen başta AKP'lilerinki olmak üzere bütün heyetleri ağırlamaya, onlarla ilişki kurmaya çalışmış bir organizasyondur. Bu organizasyonun CHP'yle kurduğu ilişki, AKP ve yan örgütleriyle kurduğu ilişkinin yanında ancak ve ancak devede kulak kalır. Gezi heyetinde yer alan ben ve Sezgin Tankrıkulu'nun 15 Temmuz FETÖ Darbesini Araştırma Komisyonun üyeleri arasında yer almamız arasında bir bağlantı kurulmaya çalışması gülünç, acınası ve ibretlik bir teşebbüstür. Çünkü maksat kendi yoğun FETÖ ilişkilerinin bir aldatılma söylemi eksenine yerleştirilmeye çalışılmasıdır. Kurnazlığıyla kendisini temize çıkarmaya çalışıyor.”

BAĞLANTILI OLDUĞU DERNEK VE VAKIFLAR
Aytun Çıray, TBMM Başkanlığına gönderdiği yazıda, kayıtlara ve Darbe Komisyonu Raporuna raporuna geçmesi için FETÖ suçlaması ile Ankara Büyükşehir Belediyesi yetki alanı içindeki kapatılan vakıfların, eğitim kurumlarının, sözde sivil toplum ve hayır kuruluşlarının, ekonominin değişik alanlarında faaliyet gösteren şirketlerinin isimlerinin İçişleri Bakanlığı'ndan tam liste olarak istenmesini istedi. Çıray, dilekçesine şunları ekledi: “Sonuç olarak kendisi eninde sonunda birçok iddiaların yanı sıra FETÖ'yle ilişkileri iddiasıyla Türk yargısı önüne çıkarılması mukadder olan bir şahsın iftira ve kara çalmalarının tarih önünde tekzibi adına bu açıklamayı başkanlığınıza gönderiyor ve kayıtlara geçmesini arz ediyorum.”
Saygı Öztürk/Sözcü

El konulan 34 şirket Gülen’i ziyaret eden vekile emanet
10 Mart 2017



Feto’yu ziyaret eden 12 vekilden biri olan AKP’li Fatoş Gürkan, FETÖ soruşturmasında TMSF’ye devredilen 34 şirketin yönetim kuruluna atandı

Adana'da Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) soruşturmasında el konulan ve TMSF'ye devredilen 34 şirketin yönetimine, Fetullah Gülen'i Pensilvanya'da ziyaret eden AKP Adana eski Milletvekili Fatoş Gürkan atandı.

Sözcü, 2012'de yaşanan ve AKP ile FETÖ arasındaki kavganın başlangıcı sayılan MİT krizi sonrası gerçekleşen Pensilvanya ziyaretini, 26 Eylül 2016'da “Hepiniz Oradaydınız” manşeti ile kamuoyuna duyurmuştu.

BAŞINI ÖRTÜP, ZİYARET ETMİŞ

Başını örterek Fetullah Gülen'i Pensilvanya'da ziyaret eden ve hatıra fotoğrafı çektiren 12 milletvekili arasında bulunan Gürkan, şimdi FETÖ'den el konulan şirketleri yönetecek.

Gürkan'ın yönetimine getirildiği şirketler arasında; Vural Plastik, Başaran Cam, Kardeşler Unlu Mamuller, Koza İnşaat, Koza Elektrik, Yıldız Radyo, Coşkun Giyim, Yağmur Mobilya ile Süvari Giyim de bulunuyor.

‘BENİ SAYIN BAKAN ATADI'

Gürkan, Sözcü'nün sorularını cevapladı ve “Sayın Bakan tarafından görevlendirildim. Her şirketten ayrı ayrı huzur hakkı almıyorum. Aldığım aylık ücret 10 bin liranın altında. Yalısı olan gazeteciler benden çok kazanıyor'' dedi.
23. ve 24. dönemde AKP'den Adana milletvekilliği yapan Gürkan şunları söyledi:

'Ben 34 şirkete kayyum olarak değil yönetim kurulu üyesi olarak atandım. Bizzat Sayın Bakan tarafından 34 şirketin yönetiminde görevlendirildim. Ancak her şirketten ayrı ayrı huzur hakkı almıyorum. Yüksek ücret aldığım yönündeki spekulasyonlar gerçeği yansıtmıyor. Bu görevler nedeniyle yalısı olan gazetecilerden daha fazla kazanmıyorum.”

‘ALDIĞIM PARA ÇOK DEĞİL'

AKP'li eski vekil Gürkan şöyle devam etti: “Mahkemece el konulan ya da TMSF'ye devredilen şirketlerde görevlendirilen kayyum veya yönetim kurulu üyelerine, aylık bin ila 7 bin lira arasında değişen ücret ödeniyor. Benim aldığım aylık ücret 10 bin liranın altında… Başına getirildiğim şirketler, memlekete katkı koyan ve üretim yapan şirketler… Amacımız bu şirketleri zarar ettirmeden yönetmek. Allah mahcup etmesin.”

2012'deki mit krizinin ardından akp'li 12 vekil fetullah gülen'i ziyaret etmişti Soldan sağa: Fatoş Gürkan (Adana Mv.), Safiye Seymenoğlu (Trabzon Mv.). İlknur İncegöz (Aksaray Mv.), Dilek Yüksel (Tokat Mv.), Adem Tatlı (Giresun Mv.), Osman Ören (Siirt Mv.), İsmail Tamer (Kayseri Mv.) Fetullah Gülen, Afif Demirkıran (Siirt Mv.), Ahmet Öksüzkaya (Kayseri Mv.), Vedat Demiröz (Bitlis Mv.), Bayram Özçelik (Burdur Mv.), Alaaddin Kaya. Oturanlar: Mustafa Hamarat (Ordu Mv.), Mustafa Özkan öve Oğuz Umucu (FETÖ imamı)
Kamil Elibol/Sözcü

Oğlu ve yeğeni FETÖ'den tutuklu AKP’li başkan: Hayır diyenler haçlı zzihniyeti
13.03.2017

Antalya’nın Kaş ilçesinin AKP’li Belediye Başkanı Halil Kocaer, referandumda hayır diyecek olan seçmenleri hedef alarak, “Hayır diyenler, Türkiye’nin gelişmesini, yükselmesini, İslam alemine hüküm ve himaye etmesini istemeyen zihniyet, kim bunlar? Haçlı zihniyeti” ifadelerini kullandı.

Antalya’nın Kaş ilçesinin AKP’li Belediye Başkanı Halil Kocaer, 16 Nisan’da gerçekleşecek olan referandumla ilgili yürüteceği kampanyanın tanıtım toplantısında yaptığı konuşmada, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine neden 'evet' denmesi gerektiğini anlatırken hayır oyu verecekleri Haçlılara benzetti.
(..)

AKP’Lİ KOCAER’İN OĞLU VE YEĞENİ FETÖ’DEN TUTUKLU BULUNUYOR

Kaş Belediye Başkanı Halil Kocaer’in oğlu Ahmet Kocaer ve yeğeni Fatih Kocaer, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından başlatılan FETÖ soruşturmasında gözaltına alınmış, ardından ise çıkarıldıkları mahkemece 6 kişi ile birlikte ‘terör örgütü üyesi olmak’ suçlamasıyla tutuklanarak Burdur Cezaevi’ne gönderilmişlerdi.

Yusuf Yavuz

Odatv.com

AKP’liler Danimarka kanalında itiraf etti: FETÖ’cüleri devlete biz yerleştirdik
15 Mar, 2017



Ünsal Turan / Kopenhag
Danimarka’nın devlet televizyon kanalı DR2, dün gece, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile ilgili belgesel yayınladı. Hollandalı aşırı sağcı lider Wilders ile ilgili belgeselin hemen ardından yayınlanan “Erdoğan’ın Güçlü Adamı” adlı programda röportaj yapılan AKP’liler, Gülen Cemaati üyelerine devlet dairelerine yerleştirdiklerini itiraf ettiler. AKP’nin Türk ordusunun yetki ve etkilerini yok etmek için kurulduğu açıkça belirtilen programda. Erdoğan’ın, Erbakan’ın yanında nasıl yetiştiği, belediye başkanlığından Cumhurbaşkanlığına kadar olan siyasi yaşamı, Ergenekon, Gezi olayları, bin 200 odalı saray gibi her konuya değinildi. Programda AKP kurucularından, HDP Milletvekili Dengir Mir Mehmet Fırat, Erdoğan ile ilk kez cezaevinde yaptığı ziyaret sırasında tanıştığını belirterek, görüşmeyi şu ifadelerle anlattı: “Poliste bir istihbarat teşkilatı oluşturduk. Başına ve yönetimine Fethullah Gülen cemaatinden insanları getirdik. Tayyip Erdoğan’a bunun sakıncasını anlatmaya çalıştığımda bana aynen şunu söyledi: ‘Dengir bey, kıblemiz aynı olan insanlardan zarar gelmez.”

YAKIŞ: CEMAAT’LE İŞBİRLİĞİ KAZANDIRIYORDU

AKP kurucularından, eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış da aynı programda, “Gülen cemaatiyle işbirliği yapmak partiye bir artı kazandırıyordu. O zaman aradaki çizgiyi ayırt etmek mümkün değildi. Zaman içinde ayrışmalar başladı. Askerlerin üretilmiş delillerle içeri alındıklarını anladık” ifadelerini kullandı.

GÜLEN SAVUNMAYA GEÇTİ: BAŞBUĞ’U O TUTUKLATTI

Belgeselde, Pensilvanya’da Fethullan Gülen ile yapılan röportaja da yer verildi. Gülen şu ifadeleri kullandı: “(Tayyip Erdoğan) Parti kurmak istediği zaman kendisi bize geldi. Çok iddialıydı. Ben kendisine dikkatli olmasını önerdim. Parti kurmak için fikrime başvurmak istediğini söyledi ama daha çok oy avcılığı yapıyordu. Yani bizim oylarımızın peşindeydi. Askerler konusunda uyardım, ‘iyi geçinmezseniz size sorun yaratabilir’ dedim. İlker Başbuğ’u da o tutuklattı. O içinde olan ayrılık düşüncesini dışa vurdu ama bizim ayrılmamız söz konusu değil. Bunlar kitap okumazlar, Kuran’ı okumazlar. Sağlam bir mantığı olmayan insanlar. Çevresinde insafsız, onun imkanlarıyla geçinen insanlar var. Onların da verdikleri fikirlerle önü alınmaz bir tren gibi, Hitler, Saddam gibi bir tren haline gelebilir.”

Aydınlık

Fethullah Gülen'Gülen: Darbe kansız ve güzel olacak
07.02.201

FETÖ itirafçısı Haluk S., Ankara Başsavcılığı’nın yürüttüğü soruşturmalarda 'bilgi sahibi' sıfatıyla ifade verdi. Haluk S., Fethullah Gülen'in "Darbe kansız ve güzel olacak" dediğini akta
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cmt Mar 18, 2017 8:27 pm tarihinde değiştirildi, toplam 7 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Mar 14, 2017 10:19 pm    Mesaj konusu: Bilinmeyen Gülen Alıntıyla Cevap Gönder

Bilinmeyen Gülen
Dr Mustafa Peköz
Sendika.org



İsrail’in Gazze’ye giden yardım gemilerine yapmış olduğu müdahaleden sonra 9 kişinin yaşamını yitirmesini, AKP hükümeti iç politikada çok daha etkin kullanmayı düşünürken, Gülen’in yaptığı açıklama, gündemi doğrudan etkiledi.

Gülen, ABD’nin önde gelen gazetelerinden Wall Street Journal’a verdiği söyleşide;

“Organizatörlerin Gazze’ye yardım götürmeden önce İsrail’le uzlaşma yolunu seçmemelerini faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmak”

olarak tanımlamıştı.

Peki, Gülen bu mesajla ne demek istemişti?

Neden böylesi bir mesaja gerek duydu?

Bu soruya çok yönlü yanıtlar vermek mümkündür.

Wall Street Journal gazetesi, ABD küresel sermayesi tarafından çıkartıldığı gibi editörlerinin önemli bir kesimi de Yahudi kökenli olması bir yana, uluslararası güçlerin mesajlarını kamuoyuna yansıtan bir dergidir.

ABD’nin ve küresel sermayenin İsrail ile Türkiye’ye arasında gelişen bu olumsuz süreçten çok açık olarak rahatsız olduğu biliniyor. Gülen üzerinde yapılan uyarı çok yönlü mesaj özelliği taşıyor. En önemli kaygısını ‘otoriteye başkaldırmak’ olarak tanımlıyor.

Bu tamamen politik ve ideolojik bir bakış açısı içeriyor. Gülen bütün yaşamı boyunca devlete hizmet etti. Hiçbir koşulda ezilenlerin ezenlere, haklıların haksızlara karşı çıkmasını istemedi.

Tersine, devlete boyun eğmeyi temel bir felsefe olarak benimsedi. İtaat etmek onun cemaat ilişkilerinin de temelin oluşturuyor.

Bunun için, ABD’nin Irak ve Afganistan’daki işgaline destek veriyor. Filistin halkının İsrail işgaline geliştirdiği ayaklanmayı desteklemiyor.

Kürtlerin özgürlükleri için yürüttüğü mücadeleye kesinlikle karşı çıkıyor. Kürtlere karşı bütün gücüyle devletin yanında yer alıyor. Otoriteye kayıtsız-şartsız uymasını talep ediyor. Bunun için de, İsrail devletinden izin alınmadan gemilerin gönderilmesini doğru bulmuyor.

ABD, Gülen cemaatinin hem Türkiye’deki ciddi bir ağırlığının hem de AKP üzerinde ciddi bir etki gücü olduğunun farkındadır. Bu bakımda Türkiye’ye uyarıyı Gülen üzerinde yapmayı tercih etti.

Böylelikle, AKP’nin gelecekteki politikalarına çeki düzen vermesi, güç dengelerini bozmaması, belirlenen küresel düzeninin dışına çıkmaması için güçlü bir mesaj vermiş oldu. Gülen’in ABD’nin izni olmadan hiçbir adım atmayacağı da biliniyor. Bir bakıma ABD’nin diline tercüman oldu.

Gülen’in yaşamına dair bilinenler bilinmeyenlerin onda biridir. Kendisi tarafından anlatılan hayat hikâyesindeki küçük kesitler incelendiğinde dahi çok önemli sonuçlar çıkarılabilinir.

Bu nedenle Gülen’in oynadığı tarihsel rolü daha iyi anlayabilmek için yaşamının bazı noktalarını irdelemek yararlı olacaktır.

Gülen’in ‘İsrail otoritesine saygı gösterilsin’ biçimdeki mesajının bir başka önemli arka planı var.

İki ülke arasında bir denge unsuru olarak rol oynuyor. Her iki tarafta da ciddiye alınıyor. ABD’deki Yahudi lobisiyle çok yakın bağları var. Görünüşte müthiş bir Türk-İslam sentezcisi ama Yahudi lobisinin gözdesi.

Yahudi etiketli bir gazetede, dergide, bir internet sitesinde, Gülen’e dair eleştiri bulamak gerçekten çok çok zor.

Gülen’in ailesi nereli

Yahudilerin Gülen’e karşı bu hassasiyeti esasen ortak kökenden gelmelerinden kaynaklanıyor.

Bu hikâyeyi biraz yorumlayalım.

Gülen ne anne tarafından ne de baba tarafından Türk değil. Küçük Dünyam isimli kitabının baskısında baba tarafından ‘Kürt olduğunu’ söyler. (Hatta Ermeni kökenli olduğuna dair bir kısım önemli iddialar da var.) Daha sonraki baskılarından bunu değiştirir.

Gülen’in ailesi aslen, Van Gölü’nün kuzeyinde bulunan ve Ermenilerle Kürtlerin birlikte yaşadığı Ahlât bölgesindedir.

Ailesi, başka bir bölgeden gelmeyip bu bölgenin yerleşiklerindendir. Baba tarafından Kürt veya Ermeni kökenli olmasını güçlendiren önemli iddialardan biri de budur. Kendi anlatımlarında da anlaşılabileceği gibi Türk boyları ile hiçbir ilgisi yoktur.

Bu nedenle, hayatını anlattığı ‘Küçük Dünyam’ isimli kitabın ilk baskısında baba tarafının Kürt kökenli olduğunu söyler. Ailesinin karışmış olduğu bir namus meselesi nedeniyle sürgüne tabi tutulurlar ve gelip Erzurum ili, Pasinler ilçesi, Korucuk köyüne yerleşirler. Kendisi de Korucuk köyünde doğduğu için Erzurumlu olarak tanınır.

Anne tarafı için verdiği bilgiler ise ilginçtir. Gülen’in annesinin ismi Refia’dır.

Anneannesi yani nenesi Hatice hanımın Şükrü paşazadelerden geldiğini söyler.

“Hatice ninem, annemin annesidir. Herhalde verem olduğundan erken ölmüş. Edirne Şükrü Paşa sülalesinden gelme.”

Edirne ilinde bulunan Şükrü Paşazadeler ise, 1492 yılında İspanya’da kovulup ve Trakya’ya gelip yerleşen Safarad Yahudi göçmenleridir.

Tarihe ‘İspanyolca konuşan Türk Yahudileri’ olarak geçen bunların ezici bir çoğunluğu, Yahudiliğini gizlemek için Türk olduğunu söyleyen sabetaylardır.


Gülen, annesinin İspanya göçmeni Yahudilerden olduğunu gizlemek için dedesi yani annesinin babası Ahmet’in ve ninesi Hatice’nin Müslümanlığına özel bir vurgu yapar.

Yaşamında baba tarafını çok az anlatır, ama anne tarafına dair anlattığı rivayetlerin her satırında hayranlığını vurgular. Dedesini, dayılarını, teyzelerini öyle olağanüstü anlatır ki, hikâyeyi okuyan herkesi hayran bırakır.

Anne tarafını bu düzeyde ön planda tutmasının nedeni, onların gerçek kimliğini gizlemeye yöneliktir. Ya da Yahudiliğe duyduğu gizli hayranlıktır.

Dikkatle vurgulamalıyız ki, kimin hangi etnik ve dini kökende olduğuyla ilgilenmek doğru olmadığı gibi, insan hakları sözleşmesine de terstir. Kişinin etnik-ulusal kimliği değil, ideolojik görüşleri, politik duruşu esastır. Durduğu konum belirleyicidir.

Ancak uluslararası alanda belirgin bir etkinliği olan ve politik dengeleri belirleme gücüne sahip olan Gülen gibi birinin kendi etnik kimliğini gizlemeye çalışması da tesadüfi bir durum değil. Bunun baskı görmekle hiçbir ilişkisi olmadığı da biliniyor.

Bu topraklarda Kürtler, Ermeniler, Aleviler, Süryaniler, hatta zaman zaman Yahudiler de kendi kimliklerini gizlemek zorunda kaldılar. Ancak Gülen’in durumu tamamen bunlardan farklı olup esasen bilinçli politik bir tercihtir. Dahası izlediği stratejinin bir parçasını oluşturmaktadır.

Gerçek kimliğini gizlemek için de, anne ve baba tarafına ait ‘şecerenin kaybolduğunu’ söyler.

Her iki ailenin seyyid olduğuna dair soruya geçiştirmeli bir yanıt verir.

‘Ahmet dedem bu mevzuda bir şey anlatmazdı’

diyor. Ailesinin köken olarak Ahlât’tan geldiğini söyleyen Gülen’in aile tarafının ‘Seyyid’ olduğunu bilmemesi mümkün değildir.

Hele Kürtler içerisinde ‘Seyyid’ olmanın manevi olarak önemli bir yer tuttuğu bilindiği halde, dedesinin ve babasının bundan söz etmemesi mümkün olmadığına göre, Gülen esasen gerçek kimliğini gizlemeye çalışmaktadır.

Çok zengin bir ailenin çocuğu

Gülen bütün konuşmalarında ve günlük sohbetlerinde yaşamının ne kadar yoksulluk içinde geçtiğini söyler. Yoksulluk içinde büyüdüğünü vurgular ve özellikle bu noktada insanın duygularını sömürmeye özen gösterir.

Kendi anılarını anlatırken, bunun tersini söyler.

“Halil Dede’min çocukları buradaki gayri menkulleri 80 bin altına satarlar ve aralarında paylaşırlar… Zira babalarından kalan mirası iki kardeş pay ederken, altınları tas tas paylaşmışlar. Teker teker saymak vakitlerini alacağı için böyle yapmışlar. O devirlerde onların bu mirası bölüşme keyifleri de çok meşhur olmuş bir hadisedir.”

80 bin altını olan bir ailenin o günkü koşullarda sanırım çok zengin olması gerekirdi.

Daha sonraki hayatlarında farklı yorumlar yapsa da, gerçek olan şu ki, yoksulluk içinde büyümemiştir.

Kendi anlatımlarında ortaya çıktığı gibi, ailesi, ‘altınları, zaman kaybı olmaması için tas tas paylaşacak’ kadar bölgenin zenginleridirler.

Demek ki, hemen her vaazında veya röportajında vurguladığı gibi yoksulluk içinde yetişen biri değildir. Yapmak istediği duygu sömürüsüdür.

Babası Ermeni düşmanıymış!

Gülen ailesindeki ırkçı-şoven duygularının çok olduğunu sık sık vurgular.

Örneğin

“Şamil Dedem de feveran derecesinde bir Ermeni ve Rus düşmanlığı vardır. Bütün Ermeni ve Rusları doğrasa bu feveran dinmezdi.”

Bütün ‘Ermeni ve Rusları kesecek’ kadar kindar olan bir ailenin Erzurum, Van, Muş gibi bölgelerde Ermenilerin katledilmesinde nasıl bir rol oynamıştır.

Ayrıca Gülen’in kendisi bu katliamı destekliyor mu? Buna benzeri sorulara Gülen’in yanıt vermesi gerekir.

Gülen’in Nurcuların arasına girişi kontrgerilla kararıdır

Yaşamı karanlıklarla dolu olan Gülen’in Nurcu cemaatinin içine gönderilmesinin dahi, MİT ve kontrgerilla gibi devletin gizli örgütlerinin kararı olduğu anlaşılıyor.

Kendi yaşamına dair anlattıkları dahi bunu doğrulayacak düzeydedir.

Erzurum'da öğrencilik yıllarında ‘Bediüzzaman'ın yanından gelen Muzaffer Arslan'ın sohbetlerine katılması üzerine risaleleri tanır ve bir daha da sohbetlere katılmaktan geri kalmadığını’ belirtir.

Ramazan nedeniyle Amasya, Tokat ve Sivas taraflarını dolaşarak vaazlar verir ve sohbetler yapar.

Gittiği her yerde ilk işi devletin bölge yöneticilerinden biriyle ilişki kurması oluyor. Hem de çok kısa sürede bunu başarıyor.

“'Kırkıncı Hoca, bana, Selahattin ve Hatem'e Bediüzzaman Hazretlerinin yanından birisi gelmiş, akşam sohbet yapacak, oraya gidelim' dedi. Teklifini hemen kabul ettik. Mehmet Şergil'in terzi dükkânına geldik. Burası, iki kilimden biraz daha genişçeydi. İlk gece veya ikinci gece orada bulunanlardan aklımda kalan isimlerden bazıları, Mehmet Şevket Eygi, Kırkıncı Hoca, Esat Keşafoğlu ve Osman Demirci'dir. Şevket Eygi, yedek subaylık yapıyordu. Esad Keşafoğlu ise o sırada üsteğmendi. Bediüzzaman Hazretleri, Muzaffer Arslan'a 'şark'ı bir dolaş gel' demiş o da Sivas, Erzincan ve Erzurum'u dolaşmaya gelmişti.”

Bu toplantıya katılan isimlerin ikisi dikkat çekicidir.

O dönem yedek subay olarak görev yapan ve Gülen’in yakın dostlarından biri olan Mehmet Şevket Eygi, İslamcı yazar olarak dönemin Amerika’nın ‘anti-komünist stratejisini’ Türkiye’de gündemleştiren ve CIA ile yakın bağları olan biridir.

Amerika’yı komünizmle mücadelenin merkezi olarak gören ve İslamcıları Amerika’nın yanında yer alması gerektiğini söyleyen fetvalar veriyordu.

“Bizim en büyük düşmanımız komünistlerdir. Elbette bir İslam devletinde komünistlere fikir yayma ve örgütlenme özgürlüğü tanınmaz... İslam’ın düşmanları ve komünistler doğrudan karşı çıkmadıkları İslam görüntüsü altında melanetlerini işletmeye devam edeceklerdir...”

Hatta Deniz Gezmiş’in de önderliğini yaptığı, Amerika’nın 6 Filo’suna karşı yapılan protesto gösterilerine karşı, camilerde Müslümanlara çağrı yaparak, ‘özgürlüğün temsilcisi ABD’nin yanında yer almaları’ gerektiğini söyler.

Eygi, Milli Gazete yazarı olarak, bir Amerikan ajanı gibi yürüttüğü faaliyetler nedeniyle daha sonraları pişmanlığını belirtmiştir.

İkinci kişi ise, ‘yeni Asyalılar Grubu’nun kurucusu olarak bilinen Gülen ile birlikte kendisini ‘Nurcu’ olarak tanıtan Mehmet Kırkıncı’dır.

Said-i Nursi hareketinden görünen ama Türk-İslam sentezini savunan, Demirel’i ve Adalet Partisi’ni çok aktif destekleyen bir cemaat lideridir.

Üçüncü kişi ise Yahudi asıllı Üsteğmen Esad Keşafoğlu’dur, Bu kişi, Türkeş’le birlikte Amerika’ya gönderilen ve CIA tarafından kontrgerilla eğitimi verilen grubun içerisinde olan bir subaydır.

ABD’nin çok özel olarak eğittiği ve Türkiye’de anti-komünizm stratejisini uygulamak için görevlendirdiği bir subayın Gülen ile yakın dostluğunun olması ve birlikte dini toplantılara katılması da çok dikkat çekicidir.

Gülen askerler tarafından korunmuş!

İlginç olan en önemli nokta, Gülen’in bütün yaşamı boyunca yürüttüğü bütün faaliyetlerde mutlaka subaylarla yakın bir ilişkisi bulunuyor.

Hangi il veya ilçeye giderse gitsin, mutlaka iletişim halinde olduğu bir kısım askeri elamanlar var. Özellikle de askerler tarafından korunması da dikkat çekicidir. Ayrıca savcı, hâkim, emniyet müdürü, komiser vs. çok yakın ilişkiler kuruyor.

“Zaten Emniyet Amiri Resul Bey’le ileri derecede dostluğum vardı. Bazı hâkim ve savcılarla içli dışlıydım.”

Asker kökenli Vali Sabri Sarp ile iletişimleri gayet iyi. Askerlik şubesi başkanı Karadenizli Albay ile yakın bir ilişki içine gidiyor.

Gülen’in askerlik yaşamı son derece dikkat çekicidir.

Askerdeyken kontrgerilla faaliyetlerine uyumlu bir çalışma yürütüyor. Daha askeri birliğine katıldığı andan itibaren askerlerin korunmasına girer.

“Teslim olduğumda zannediyorum 10 Kasım’dı. Mehmet Mutlu o zamanlar üsteğmendi. Zaten yarbaylıktan emekli oldu. Bizim bölük komutanı Yılmaz bey, onun Harbiye’den arkadaşıymış ve gelip beni bölük komutanına lanse etti.

Ayrıca Kurmay Başkanı Reşad Taylan’a ben de Edirne’deki bir yakınından selam getirmiştim. Hatta benimle ona badem ezmesi göndermişlerdi. Cenabı Hakk’ın inayetiyle böyle korunmaya alındım.”

Nizamiyeden içeri girer girmez, subayların korunmasına alınan Gülen’e bu ilgi, Allah’tan gelen bir yardım olmayıp, onun yürüttüğü ve yürüteceği dönemin kontrgerilla faaliyetlerinin içinde yer almasıdır.

Birinci torpilli, ilk okula gitmediği için, Erzurum’da dışarıdan diploma alıyor.

İkinci torpilli görev İmamlık sınavını kazanması ve Edirne’ye İmam olarak atanmasıdır.

Gülen’in açıklamasına göre ‘uzun yıllar Türk Hava Kurumu Başkanlığını yapmış olan eski Milletvekili Mustafa Zeren” devreye girer. Bir gün M. Zeren Edirne Müftülüğünü arar:

“Yeğenimin gözlerinde öperim, imtihanı kazandı”

torpil müjdesini verir.

Üçüncü torpilli görevi ise askerde istihbaratçı olmasıdır.

“Dört ay sonra, Özmutlu’nun araçlığı ile beni de yüksek sürate ayırmışlar. Özmutlu, beni rahat ettirmek için böyle düşünmüş, telsizci olursam, eğitime, içtimaya çıkmam ve rahat ederim diye komutana söylemiş…

Böylece yüksek sürate yazıldık. Hâlbuki benim kafamda Genelkurmay’da kalma planı vardı. Orada bir görev istiyordum; fakat olmadı.”

Böylelikle İslamcı görünen Gülen, ordunun laik subayları tarafından özel torpilli telsizci olarak istihbarat görevi verilir. Böylelikle ordu içindeki bütün konuşmaları dinleme olanağına sahip oluyor. Bu görevin sıradan birine verilmeyeceği bilinir. Bir de Genelkurmay’da görev alma isteğinin olması da bir başka ilgi çekici bir noktayı oluşturuyor.

Gülen, Mamak’ta acemi birliğindeyken, Tümen komutanlığında ilk namaz kıldıran imam olarak da tanınır.

Hatta kendisinin deyimiyle mescit dahi kurar.

“Bir de askerde iken mescit yaptık. Hayatında hiç namaz kılmamış insanlar dahi orada namaza başladılar. 200 kişilik mevcut varsa, yaklaşık 30 kişi devamlı namaz kılar hale gelmişti. Sinema salonunda Cuma namazı kıldırdım, Hutbe de okudum”

Din konusunda çok hassas olduğu söylenen Ordu’nun en önemli birliğinde namaz kıldırması, hutbe okutması vaazlar vermesi, Gülen’in etkinliğiyle hiçbir ilgisinin olmadığı esas olarak ona biçilen görevle ilişkisi olduğu açıktır.

İstihbaratçı Gülen

Gülen, telsiz istihbaratçısı olarak İskenderun’a gider. Her ne kadar, kura çekimi sırasında iki kez üst üste Erzurum çıktığını söylese de peki inandırıcı değil. Bir askere dört kez kura çekimi yaptırılmaz.

Üçüncüsünde Diyarbakır’ın çıktığını ama bu kez de subayların gönlünün razı olmadığını söyler. İskenderun’a gelişi ile çok yönlü faaliyetleri eşzamanlı yürür.

“Komutanlarla aram iyiydi. Bir de Arif Başçavuş vardı ki, onun himayesini çok gördüm. Beni haber merkezine almıştı. Müstakil kalabileceğim bir şekilde arabayı ayarlamıştı.”

Laik komutanlarla olan ilişkisi ona özel muamele edilmesini, özel yerde kalmasını sağlayacak özelliktedir. İlginç olan bir başka önemli nokta da, her hafta İskenderun Merkez Camiinde vaaz vermesidir.

Geldiği ikinci hafta vaazlarına başlar, peki bir askerin, gidip camilerde vaaz verebilmesi gücü nereden geliyor. Kimler bunu organize ediyor. Kendi söyleminde, verdiği vaazları dinleyen birçok subay varmış. Gülen nasıl bir görev üslenmiş ki, asker olarak, camilerde imamlık yapabilir.

Askerdeyken özel görevle Erzurum’da

Gülen, ABD’nin bölgede uyguladığı anti-komünizm stratejisini uygulamak için görevlendirilmiş biri olarak hemen her alanda faaliyetlerini yürütür.

Özellikle halkın dini duygularını kullanmaya özel bir önem verir. Kendisine 3 aylık hasta raporu verilir ve Erzurum’a gönderilir. Öncelikli görevi anti-komünist mücadeleyi örgütlemek olarak belirlenir. Asker olarak geldiği Erzurum’da ikinci Komünizmle Mücadele Derneğini kurar:

“...Ve yine bu devreye ait bir teşebbüs de Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’ni açma teşebbüsümüz oldu. O güne kadar sadece İzmir’de vardı. İkincisi de Erzurum’da bizim gayretlerimizle açılacaktı... Bir arkadaşı İzmir’e gönderip tüzük getirttik. Derneği kuracaktık.

Ben bir vaazdan sonra anons ettim ve gençlerle Caferiye Cami önünde toplandık. Gayemiz komünizme karşı örgütlenmekti. Dernek ve camii işlerinden anlayan bir akrabam vardı. O gelip bize yardım etti, bize yol gösterdi...”

Bu görevini yerine getirdikten sonra Erzurum ve çevre illerinde propaganda faaliyetlerine devam eder.

Dönemsel olarak provokasyonların devlet kurumları tarafından çok yaygın olarak kullanıldığı, halkın manevi ve dini duygularıyla oynanarak, anti-komünist mücadele stratejisine bir meşruluk kazandırıldığı bir süreçte, Gülen, bir er olmasına rağmen,zamanının önemli bir kesimini bu çalışmalara ayırır.

“Yine ikindi vaktiydi. Cemaate ‘yazıklar olsun size! Sizin dininizle, peygamberinizle alay edecekler, siz de kuzu kuzu oturup burada beni dinleyeceksiniz.

Onlar ecdadımızın aziz ruhlarıyla eğlenecekler, siz de Müslüman geçineceksiniz’ gibi sözler söyledim. Cemaat birden ayağa kalktı, Ben ‘yok, yok, bizim sokağa dökülmekle işimiz yok, Bu meseleyi başka yoldan haletmek lazım’ falan dediysem de dinletemedim.

Yolda iltihaklarda olmuş. Büyük bir kalabalık sinemayı basmış. Hadise tamamen bütün Erzurumlarca benimsenmişti.”

Bu provokasyon bir ön hazırlık aşamasını taşıyor. Provokatör ise asker olarak görevlendirilmiş Gülen’in kendisidir. Maraş katliamı sırasında, aynı oyun oynanmış, bir sinema ateşe verilmişti. Gülen bunun tatbikatını Erzurum’da birkaç yıl önce denemiş ve başarılı olduğunu görmüştü.

Üç aylık izin süresi dolar ve hastalık gerekçesiyle bir aylık izin daha alır.

Böylece 4 aylık süre Erzurum ve çevresinde çok boyutlu örgütlenmeler yapar.

Bir başka gün yine camide ‘Deccal’ı anlatmaya karar verir. Vaaz sırasında

“Deccal hakkında ne biliyorsam anlattım. Cami miting meydanına dönmüştü. Cemaat bazen heyecandan ayağa kalkıp oturuyor.

Meğer istihbarat erkenden gelip kürsünün etrafını almış ve belki de konuşmaları kaybetmişler. Meğer benim gelip teslim olmam hadiseyi yatıştırmış. Yoksa gaye ikinci Menemen hadisesi çıkartmakmış. Askerlerden bir ikisi ‘vurun şu herifi’ deyince halk bağırıp çağırmaya başlamış, Hava iyice gerginleşmiş. Bunlar olurken ben caminin içindeydim. Çıkıp da teslim olunca yapacakları bir şey kalmadı.”

Bu olay toplumsal provokasyonun bir başka deneme alanını oluştururken, camiye gelen askerlerin, yine bir başka özel görevli bir askeri tutuklamasıdır.

Gülen, tutuklandığı anda, hemen tümen komutanına bildirilir. Gülen’e göre Tümen komutanı ‘milliyetçi bir insan’mış.

Ona gidenler,

“Efendim, bu arkadaş onların dediği gibi değildir, Biz vatanımızı, milletimizi, bayrağımızı ve tarihimizi sevmeyi ondan öğrendik. Ayrıca, derhal Ankara’ya Genelkurmaya gitmişler ve oradaki bazı paşalarla görüşmüşler.”

Gülen’in kontrgerilla ve istihbarat tarafından ne kadar kıymetli olduğu anlaşılıyor.

Genelkurmayın devreye girmesiyle hemen serbest bırakılır ve İskenderun’da birliğine döner.

İskenderun’a gelir gelmez, yine merkez camiinde vaaz verir. Halkın dini duygularını kullanarak tahrik eder ve bir bakıma yeni bir provokasyona hazırlar.

“Bu nasıl Müslümanlık, bu otellerin çerçevelerini indirmek lazım gibi şeyler söyledim. Sert konuştum. Askeri elbisenin üzerine cübbe giyilmezken ben böyle bir kıyafetle vaaz veriyordum. Bir başka konuşmamda da ‘devletin nizamı var, polisi var. Polis yapmazsa bu vazifeyi kim yapacak’ diye yine otellerdeki ahlaksızlıkla ilgili bir şeyler söylemiştim.”

Erzurum’dan gelir gelmez, hem de asker elbisesi ile vaaz vermek ve halkı provokasyona getirmenin, Gülen’in cesaretinden kaynaklanmadığı bilinir. Böyle rahatça hareket etmesini sağlayan nokta, devletin kontrgerilla güçleriyle olan derin bağlarıdır.

Asker olarak camilerde vaazlarını süreklileştiren Gülen ikinci bir kez tutuklanır.

Ancak Genelkurmayın müdahalesiyle hemen serbest bırakılır.

“Lehimdeki umumi baskılar mahkeme heyeti üzerinde toplanınca hâkimlerin tavırları değişti. Tümen komutanı ağırlığını koymuştu. Ankara’dan -Genelkurmay bn- ‘mademki milliyetçi bir çocuk, bir meseleden dolayı onu niye bu kadar eziyorsunuz’ mealinde telefon ve telgraf gelmiş.

Hiç beklemediğim bir anda, bana küfür yağdıran o binbaşı, elinde çanta, hapishaneye girdi. Daktilosunu da yanında getirmişti. Beni de müdürün odasına aldılar. Daha önce zorla aldıkları ifadeleri bir bir değiştirip, yerine mahzursuz ifadeler yazdılar. Sonunda da, ‘bundan böyle hapishaneye atılmasını gerektiren bir şey yok. Çıkarın.”

Genelkurmay’ın, ordu ve tümen komutanların devreye girmesi, Gülen’in üstlendiği görevle ilişkilidir. Bu nedenle askeri açından suç görülen hiçbir yasa, kanun Gülen için geçersizdir. Bir asker olarak camilerde ve hatta bazen askeri elbisesinin üzerine cübbe giyerek vaazlar vermesi, sanırım ordu tarihinde tek örnek Gülen’dir.

Peki, neden sorusunu sormak gerekir.

Gülen, Said-i Nursi’nin mezarını ortadan kaldıran general Turan’ın korumasında

Gülen’i koruyan önemli kişilerden biri de dönemin 2. Ordu Komutanı Cemal Tural’dır.

Belki de dikkat edilmesi gereken en önemli ilişkilerden biri budur.

Gülen şunları söyler:

“Cemal Tural o sıralarda 2. Ordu Komutanıydı. Ve hakikaten milliyetçi görünüyordu. Barzani hareketini adım adım takip ediyordu.

O günlerde, Güneydoğu’daki bazı evlerde, Barzani’nin resimleri asılıydı. Barzani her an halkı ayaklandırabilir şeklinde şayia vardı. Cemal Tural’a karşı duyduğumuz alaka biraz da Barzani’yi yakın takibe almasından dolayıydı.

Şimdi durum ve tutumumuza bakınca bir kere daha şu tuhaflıkların karşısında hayrete düşüyorum. Dünkü şaki bugün eller üstünde.”

Gülen’in Erzurum ve çevre illerindeki faaliyetleri çok daha net olarak ortaya çıkıyor. Barzani’nin etkisini kırmaya yönelik Türk-İslam çizgisi ekseninde dini faaliyetleri örgütlemektedir. Yani bir bakıma Kürtlerin tasfiye politikasının çok kapsamlı olarak uygulandığını ve Gülen’in de bunun önemli bir parçası olarak işlev gördüğünü ortaya koyuyor.

Ancak Cemal Tural’ın yaptığı çok önemli bir iş daha var: Said-i Nursi’nin mezarını yerinde kaldırıp kaybettiren kişidir. Gülen, bunu çok iyi bilir. Ama hiç bahsetmez.

Said-i Nursi’nin Kurdi kimliğini çok bilinçli olarak arka planda tutar ve hatta yok sayar. Bu nedenle Gülen’in, Nurcu olduğunu iddia etmesi çok bilinçli bir yalan ve aldatmacadır. Tersine, Said-i Nursi’nin mezarını ortadan kaldıran generale duyduğu saygıyı vurgular. Bu çok açık bir çelişkiyi ifade eder.

Ayrıca Gülen’in Nursi geleneğini takip ettiğine dair hiçbir somut veri yok.

Said-i Nursi’ye dair anılarında geçen tek bölüm şudur:

“Üstad'dan Erzurum'a bir mektup geldi. 'Mektup kime hitaben yazılmıştı? Üstad bu mektubu kime dikte ettirmişti?' hatırlamıyorum. Fakat selam gönderdiği isimler vardı. Sonunda da Fethullah ile Hatem'e de selam deniyordu. Ben adımın zikredildiğini duyunca ayaklarım yerden kesildi zannettim; o kadar sevinmiştim. Hayatımda o derece sevindiğim çok az vakidir. Şimdi o mektup nerdedir, kimdedir, onu da bilmiyorum. Ancak bu bana yetmişti. Sohbetlere gitmeyi bir daha terk etmedim.”

Bunun dışında Said-i Nursi için söylediği bir pek bir şey bulunmaz. Nursi’den bahsederken, onun Kürt kimliğini yok sayar, inkâr eder. Kendisini Türk gördüğü gibi, Nursi’yi de böyle göstermeye çalışır.

Gülen, askerliğinin önemli bir kesimini kışlanın dışında yapmıştır.

24 aylık askerliğin yaklaşık olarak 10 ayını farklı şehirlerde camilerde verdiği vaazlar geçirmiş veya komünizmle mücadeleyi örgütlemekle meşgul olmuştur. Bunun için de askerliği 34 gün erken bitirtilmiş.

“İkinci bölük komutanı Mahmud Mardin adında bir yüzbaşıydı. Çok sert bir insandı. Meğer o da her zaman gelip beni dinliyormuş. Benim haberim yoktu. Ben disiplinden çıkınca hemen yanıma geldi. ‘Ben seni çok dinledim. Şimdi ben seni evine göndereceğim. Artık askerlik bitti. Ben tezkereni arkandan gönderirim’ dedi… Beni böylece 34 gün evvelinden saldılar, tezkeremi de arkamdan gönderdiler.”

Gülen öyle ki, yaşamın her anı torpillerle geçiyor. Konuşmalarında öyle sözler söyler ki, dinleyen acır, üzülür, efkârlanır.

Yaşamını öyle çileli anlatır ki, insan hayranlık duyar. Ama yaşamını az çok incelediğimizde bunun böyle olmadığını, bütün yaşamı boyunca devletin önemli güçleri tarafından korunduğunu, sahiplenildiğini görürüz.

Kontrgerilla eğitim kamplarını kuran Gülen

Gülen, hemen her dönem devlet gizli gücünü arkasında hissetmiştir.

Bütün faaliyetlerinde gizli ilişkilerin özel bir rolü var.

Örneğin, eğitim kampları olarak anlattığı süreç, bir bakıma devlet destekli kontrgerilla çalışmalarının bir parçası olduğu çok açıktır.

Özellikle 1965-1980 yılları arasında, devletin kontrgerilla güçlerinin, toplum içerisinde anti-komünist propagandayı süreklileştirmek ve sivil faşist ve İslamcı güçleri kullanarak devrimci harekete saldırmak için, askeri ve politik eğitim kampları kurdurduğunu biliyoruz.

Gülen bu sürecin çok önemli bir halkasını oluşturmaktadır.

Gülen, Edremit, Buca, Avcılar, Kızılkeçeli bölgelerinde kurulan ve devlet tarafından da korunan eğitim kamplarında yüzlerce genç eğitime tabi tutuluyordu.

Kampların amacını şu cümlelerle açıklar:

“Bir inayet ve bir koruma altında olduğumuz apaçıktı. Umumi teveccüh ekseriyetteydi. Urfa’dan, Diyarbakır’dan bile talebe geliyordu.

Komünizmin gemi azıya aldığı bir dönemde ona karşı, hem de böyle nizamı bir mücadele, geleceğin milliyetçi ve maneviyatçı tarihçilerini derin derin düşündürecektir.”

Çok açık olarak belirtildiği gibi, bu kamplar, ABD’nin özellikle Ortadoğu ve Asya bölgesinde uygulamaya koyduğu ‘yeşil kuşak’ stratejisinin somutlaşmış biçimi olan ‘komünizmle mücadele’ politikasının Türkiye’de güncelleştirilmesinin bir parçasıdır.

MHP’ye bağlı olarak kurulan ama esasen MİT ve CIA tarafından organize edilen ‘Komando Kampları’ gibi Gülen öncülüğünde oluşturulan ‘İslamcı Kampların’ da birer kontrgerilla faaliyetidir.

12 Mart 1971 Askeri darbesi sırasında kısa bir süre tutuklanmasına rağmen, kampların faaliyeti kesintisiz olarak davam etti.

“Benim tutuklu olduğum dönemde de, kamp hizmeti devam etmişti.

Bu hizmet çok masumdu ve hedefi de gençleri komünizm ve anarşizmden koparmaktı…

Ben kaldığımda Avcılarda kalıyordum. İlk sene kapasitemiz azdı. Avcılar’da 50-60 kişi vardı. Diğer iki kampta ise 70-80 kişi bulunuyordu. İkinci ve üçüncü senelerde Avcılar’ın kapasitesi daha da arttırıldı ve ortalama bu kampa 80-100 arasında insan katılabiliyordu.”

Peki bu gücü nereden alabildi. Tutuklu olmasına rağmen, kamp eğitimlerini nasıl örgütledi. Kendi deyimiyle çevresinde çok az kişi kalmasına rağmen, bunu başarması devlet destekli bir politikadır.

MİT ve CIA desteğinde, komünizme karşı mücadeleyi öncelikli görevleri arasında gören Gülen, Türkiye’nin hemen her yerinde örgütlenir.

Zaman zaman tutuklansa da, Ankara’daki üst düzey dostları vasıtasıyla her defasında paçayı kurtarır.

Gülen’in kısa sürelerle cezaevine konulması, onu meşrulaştırma ve etki gücünü arttırmanın bir aracı olarak kullanılmasını sağladığı da çok belirgin olarak ortaya çıkıyor.

Kürt gençlerine karşı ‘Altın Nesil’ seferi

Gülen, etnik kökenini inkâr etmekle kalmıyor aynı zamanda düşman bir rol oynuyor.

Öncelikli hedeflerinden biri de, Türk olmayan gençleri Türkleştirmektir. Merkezinde ise Kürt çocukları bulunuyor.

Gülen’in adına ‘Altın Nesiller’ verdiği İslamcı yeni bir genç kuşağın yetiştirmesi politikasını başarılı bir şekilde uygularken, bunun ilk adamını Malatya ve Diyarbakır’da atar.

Bu iki ilde ‘Altın Nesil’ konferanslarını verir. Esas amacı Kürt gençlerini anti-komünist mücadele ekseninde Türk-İslamcı çizgi ekseninde örgütlemektir.

“1976 yılında seri konferanslara çıkmıştım… İşin olumlu yanı Malatyalı gençlere ait olmak üzere çok coşkulu olmuştu. Evet, ben en diri dinleyici kitlesini Malatya’da bulmuştum… Erzurum da çok iyiyiydi… Diyarbakır’da da Altın Nesil Konferansı’nı verdim. Güneydoğuda bugün patlak veren hadiselerden, ben o günde endişe içindeydim…”

Gülen, Barzani’nin bir lider gibi kabul edilmesini içine sindiremediği gibi Kürtlere yönelik düşmanca tavrı çok belirgindir.

Kürtlerin tasfiyesi için belki de devletten çok daha büyük bir faaliyet yürütmüş biridir. Bu çalışmaları bütün Kürt coğrafyasında kesintisizce devam ediyor. Uluslar arası küresel istihbarat ve ekonomik güçlerin kullanım merkezleri olarak bilinen Gülen okullarında yetiştirilen ‘Altın Nesil’ gençler içerisinde Kürt çocukları küçümsenmeyecek bir potansiyeli oluşturuyor.

Kendisini Hz. Hamza olarak görüyor

Gülen’in bir başka özelliği de muska yazmaktır.

“Ben merdivenden çıkarken, bacımız trans halinde imiş. Cinler ona ‘hoca geliyor, fakat biz onun hakkında da geliriz’ diyorlarmış. Kapıyı çaldım. Arkadaşım beni karşısında görünce şaşırdı. Tabii ki, onun böyle şaşırmasının sebebini ben daha sonra anlayacaktım…
‘Bu dua mecmuasını bacımız üzerinde taşısın, mutlaka faydası olur, cinler yayına sokulamazlar’ dedim…
Sonra trans halindeki bacımız, ‘nasıl, Hz. Hamza geldi diye kaçıyorsunuz değil mi?’ diye bağırmaya başlamış.”

Gülen’ın insanların psikolojik sorunlarını muskalarla çözmesi bir yana, anlattığı uyduruk hikâyeden görüleceği gibi müthiş bir egoizmi ve kendini beğenmişlik duygusu var.

Trans halindeki kadın, Gülen’i Hz. Hamza ile eş değer görüyor.

Vaaz sırasında hıçkırarak ağlaması, kendisini sıradan zavallı göstermesinin arka planında büyük bir beğenmişlik, bencillik vardır.

Dikkat edilirse yaşamına ait anlattığı bütün anılarında, kendisini sürekli Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Ali gibi İslam büyükleriyle kıyaslar, onlarla eş değer görür.

Tüccarlarla özel ilişkisi var

Gülen bütün yaşamı boyunca ticaretle, parayla çok iç içe olmuştur.

Ailesinin zenginliğini bir yana bırakırsak, gittiği bölgelerde devlet yöneticileriyle bağlar kurarken, aynı zamanda tüccarlarıyla, zengin eşrafıyla da yakın bağlar kurar. Yaptığı örgütlemede onları özel olarak değerlendirir.

Özellikle anti-komünist mücadele stratejisine bağlı olarak kurdukları kampların bütün masraflarını bölgenin zenginlerine ödettirir. Bu bakımdan İzmir’de, Kestane pazarını kendisine mesken seçmesi de bilinçli bir tercihidir.

Burası aynı zamanda ekonomik bir merkezdir. Yahudi kökenli tüccarların ve işadamların yoğun olduğu Kestanepazarı, Gülen’in ilişkilerinde önemli bir yer tutar.

Örneğin Kamp kurmak için Ankara’da topladığı 3 bin liralık bonoyu, Yahudi esnaflar vasıtasıyla Kestanepazarında paraya çevirir.

Bugün, Gülen cemaatine ait olan uluslar arası şirketlerin çok önemli bir kesimi özellikle Yahudi kökenli dünya kapitalist şirketlere çok yakın ilişkileri bulunuyor.

Askeri darbeleri destekleyen Gülen

Şeriat düzenini savunduğunu iddia eden Gülen’i en çok destekleyen ve koruyanlar da laik geçinen generaller oldu.

Ordu ile stratejik bir ittifak içinde olan Gülen, hem 12 Mart 1971, hem de 12 Eylül 1980 askeri darbesini çok aktif bir tarzda destekledi.

Örneğin, 12 Mart 11971 askeri darbesini desteklemek için vermiş olduğu bir vaaz da, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan için dini merasim yapılmasını dahi eleştirmektedir:

”Deniz Gezmiş’ler, ömürleri boyunca dine, Allah’a, mukaddesata küfrediyor, sonra da devlete baş kaldırınca öldürülüyor. Ama sonra da dini merasimle gömülüyor. Bu ne perhiz, ne lahana turşusu?”

Haziran 1980’de yani askeri darbeden yaklaşık olarak 3 ay önce, İzmir’de camide verdiği vaaz da, darbe çağrısı yapıyor:

“İstihbarat duysun, emniyet duysun, askeriye duysun, başbakan duysun, riyaset-i cumhuriyet duysun.

Polise, askere kurşun sıkan bu hainlere mahkemelerde gereken ceza verilmezse ne devlet kalır, ne millet...

Bu nasıl iştir!.. Türkiye’de devlet ve hükümet yok mu? Ne oldu askere? Polisler Nerede? Marks’ın bayrağı altında mitingler yapıyorlar ve bunlara müdahale eden çıkmıyor! Aslında bunlar askeri de karşılarına almışlardır.”

12 Eylül 1980 darbesinden sonra yine bir camii vaazında yapmış olduğu ve daha sonra ‘Sızıntı’ dergisinde yayınlanan konuşmasında şunları söyler:

“Her milletin tarihinde asker bir tepe varlıktır (...) bir de anadan doğma asker-millet vardır. o, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür.

Âşıktır askerliğe, serhad boylarına, akına ve kavgaya (...) onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük...

Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam...

Düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. içtimai bünyenin, harici bir kısım eraciften temizlenme, arındırılma ve aslına irca zaferi (...) ümidimizin tükendiği yerde, hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihalerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.”

Gülen cemaati ile generaller arasında bir kısım farklılıklar olmasına rağmen ortak bir ittifak kurdular. Birbirlerinin çıkarları korudular.

Bu nedenle, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, Afişlerle aranan Gülen, İzmir’de camilerde darbeyi desteklemek için vaazlar verir. Dönemin Milli Güvenlik Konseyi sekreteri Haydar Saltık’ın koruması altında, faşist darbeyi desteklemek için görevini sürdürdü.

İlginç olan Türkiye’nin iç politikasının olağanüstü süreçlerinde, Gülen mutlaka, Ankara’da bir general tarafından korunmuştur.

Gülen’in devletin istihbarat örgütleriyle olan ilişkisi kamuoyuna açıklanmalı
Gülen’in yaşam tarihi tahmin edildiğinden çok daha karanlıktır.

Kozmik odaların gizli yerlerinde Gülen’e ait çok büyük bilgiler ve belgeler vardır. AKP hükümeti geçmiş yılların karanlıkları aydınlatmak istemez. Yapılmış onlarca provokasyonları, katliamları hiçbir şekilde açığa çıkartmaz.

Çünkü izlerin birçoğu Gülen’in kapısına çıkar. MİT tamamen İslamcıların denetimindedir. Geçmiş yıllara ait arşivleri açabilirler.

Ama açmaya hiçbir şekilde cesaret edemezler. Çünkü o arşivlerin her karesinde Gülen’in fotoğrafı vardır.

Özel Harp Dairesi ve Genelkurmay Başkanlığı İstihbar Dairesi ile olan derin ilişkilerinin bütün belgeleri, CİA ile olan özel bağlantıları, yer aldığı provokasyonların tamamı MİT’in dosyalarındadır.

İslamcı hükümet, hiçbir şeyin karanlıkta kalmasını istemiyorsa, öncelikle açması gereken Gülen dosyasıdır. Dürüst olmanın ölçütü budur.

Bakan Soylu: FETÖ'den tutuklanan kişi sayısı 47 bin
02.04.2017



İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, FETÖ'ye ilişkin yapılan operasyonlara ilişkin istatistiki bilgiler verdiği bir televizyon programında, "Bugüne kadar 113 bin 260 kişi FETÖ'yle ilgili gözaltına alınmış ve yaklaşık 745 kişinin gözaltı işlemi devam ediyor. Bugünkü tutuklu sayısı 47 bin 155 ve önemli bir rakam" dedi.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, katıldığı bir televizyon programında soruları yanıtladı.

'113 BİN KİŞİ GÖZALTINA ALINDI'

Konuya ilişkin istatistiki bilgiler veren Soylu, şunları ifadeleri kullandı: "Bugüne kadar 113 bin 260 kişi FETÖ'yle ilgili gözaltına alınmış ve yaklaşık 745 kişinin gözaltı işlemi devam ediyor. Bugünkü tutuklu sayısı 47 bin 155 ve önemli bir rakam. Adli kontrol ile bırakılan 41 bin 499 kişi ve serbest kalanda 23 bin 861 kişi var, 863 kişi de firari. Tutukluların 10 bin 732'si polis, 7 bin 463'ü asker ve 168'i general. 2 bin 575'i de hakim ve savcı. 26 bin 177'si sivil, 208'i de mülki idare amiri."
Sputnik

Melih Gökçek: Fethullah Gülen'in ekibine sahip çıktığımızı inkar etmiyoruz
25-02-2017



Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, "Cemaat 17-25 Aralık'ta FETÖ'ye dönüştü. Ankara'dan ve bütün Türkiye'den yararlandılar. Biz AK Partililer olarak belirli bir dönemde Fetullah Gülen'in ekibine sahip çıktığımız inkar etmiyoruz. Seri katil olduklarını görünce ilişkimizi kestik" dedi.

Adı sık sık Fethullah Gülen cemaatiyle gündeme gelen Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Habertürk TV'de gündeme dair açıklamalarda bulundu.

"FETHULLAH GÜLEN'İN EKİBİNE SAHİP ÇIKTIK"

AKP ile Fethullah Gülen cemaatine ilişkin itiraflarda bulunan Gökçek, "Cemaat 17-25 Aralık'ta FETÖ'ye dönüştü. Ankara'dan ve bütün Türkiye'den yararlandılar. Biz AK Partililer olarak belirli bir dönemde Fetullah Gülen'in ekibine sahip çıktığımız inkar etmiyoruz. Seri katil olduklarını görünce ilişkimizi kestik.
İlerihaber

Fethullah Gülen'Gülen: Darbe kansız ve güzel olacak
07.02.201

FETÖ itirafçısı Haluk S., Ankara Başsavcılığı’nın yürüttüğü soruşturmalarda 'bilgi sahibi' sıfatıyla ifade verdi. Haluk S., Fethullah Gülen'in "Darbe kansız ve güzel olacak" dediğini aktardı.

İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı'nın FETÖ'nün TSK yapılanmasına yönelik yürüttüğü soruşturma kapsamında önemli itiraflarda bulunarak örgütü deşifre eden mahrem 'imamlardan' Haluk S.'nin Ankara Başsavcılığı'nın yürüttüğü FETÖ soruşturmalarında da 'bilgi sahibi' sıfatıyla ifadesi alındı.

Haluk S., 1993 yılında Ankara Hukuk Fakültesi'ni kazandıktan sonra örgütün askeri öğrencilerle ilgilenen 'hususi sorumlusu' olarak görevlendirildiğini kaydetti. Ankara'da örgüt tarafından açılan hususi hizmete ait bir eve yerleştirildiğini kaydeden Haluk S. 2014'e kadar İzmir'de mütevelli heyetinde yer aldığını anlatırken Fethullah Gülen'in yaptığı toplantılara ilişkin de şunları anlattı:
"İmamlarla ile yaptığım görüşmelerin birinde, ‘Kardelenler uyandığında bahar gelmiştir' sözüne atfen, ‘Kardelenler uyanıyor, bahar çok yakın' lafını duyunca endişelendim. Bende askeri birimlerde yetişen elemanların kansız darbe ile yönetimi ele alacakları kanısı uyandı. 90'lı yıllarda ‘Darbe kanlı mı olacak kansız mı olacak' lafları gazetelerde çıkarken, Fethullah Gülen 5. Kat toplantılarında ‘Darbe kansız ve güzel olacak' diyordu."

HaberTürk'ten Fevzi Çakır'ın aktardığına göre, Haluk S. örgütün Deniz Kuvvetleri'ne yönelik yapılanmasını da anlattı:

'ALEVİ YAPILANMASINI BENİM YÜRÜTECEĞİMİ BELİRTTİLER'

1998'de İsmail Büyükçelebi'nin kardeşi Mehmet Büyükçelebi, görülen lüzum üzerine hususi (mahrem) hizmete geçeceğimi, Kamil Kaya'nın (Deniz Kuvvetleri sorumlusu) altında Hüseyin Dalan ile birlikte Ankara'daki Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nda yapının içerisinden gelen ve yapıya bağlı olan askerlerin takibini yapacağımı tebliğ etti. Kaya, Deniz Kuvvetleri bünyesinde bulunan şahıslar için kuracağımız yapılanmanın bilgilendirmesini yapmak için beni İstanbul Altunizade'deki FEM Dershanesi'ne götürdü. Bana öncelikle Alevi kökenli bir bayanla evlenmem gerektiği ve kuvvet içerisindeki Alevi yapılanmasını benim yürüteceğimi belirttiler. ‘Cezmi Bilir' kod ismi verildi.

'EŞE DE EĞİTİM'

"Kadın doğum asistanı olarak görev yapan Ö.G. ile 1998 Ekim ayında tanıştırıldım. Hüseyin Dalan'ın eşi Feride kod adlı F. Dalan (Ankara il kadın yapılanması sorumlusu), eşime askeri personelin eşleri ile nasıl tanışacağı, neler yapması gerektiği ve nasıl davranacağı konularında eğitim vermeye başladı."

'GİZLİ BİLGİLER İSTENDİ'

"Takip ettiğim şahıslardan kişisel verilerin yanı sıra devletin gizli bilgilerini istemem konusunda talimatlar verilince kafamda soru işaretleri oluştu. 2001 Şubat ayında üzerimde olan askerleri Hüseyin Dalan'a devredip, görevlerimi bıraktım. 2001 Kasım ayında da boşandım. Yapı tarafından hesabıma para yatırılmaya ise devam edildi."
Sputnik

“İŞTE FETÖ'NÜN SİYASİ AYAĞI”
17.03.2017



MHP’li Atila Kaya, FETÖ ile devlete değil, AKP'ye tehdit oluşturduğu için mücadele edildiğini söyledi ve Ocak 2014'te çıkarılan bir kanuna dikkat çekti. Kaya şöyle konuştu:

"FETÖ dediğiniz yapıyla, onun devletin bütün kurumlarını tahrip ederken kol kola olanlar kimler. Genelkurmay Başkanı tutuklanıp hapse atılırken, kozmik odalara girilirken, sevinç çığlıkları atanlar bu iktidar ve onların mensupları değil miydi? FETÖ dediğiniz örgütlenme devlet için tehdit olduğunda değil, AKP için tehdit olduğunda bu iktidar harekete geçmiştir. Devletin çıkarlarını, milletin çıkarlarını önceleyen değil, ne zaman kendisine yöneldiğini görmüş o zaman harekete geçmiş. Geç kalmış olmasının sebebi de odur. 17-25 Aralık'tan sonra TBMM'de çıkardıkları kanun var. 2014'ün Ocak ayında çıkarıldı. Diyorlar ya ölçümüz 17-25 Aralık diye. Alın size 2014'ün Ocak ayında çıkarmışsınız, orada terfi edenler, bir kısmını emekliliği özendiren bir takım maddeler var, emekli edilenlerden boşalan kadrolara FETÖ'cüler Yüksek Askeri Şura'da hemen terfi etmişler ve general olanların hemen hemen yüzde 90'ı 15 Temmuz'da darbe girişiminde bulunmuş. Deniliyor ya FETÖ'nün siyasi ayağı, FETÖ'nün siyasi ayağını işte ara. Sana bir somut bir kanıt. Niye bu teklif o zaman getirilmiş ve orada kanunla önü açılıp terfi edenlerin 15 Temmuz'daki rolleri nedir. Bunu Ankara'da hazırlanan çatı iddianamesi söylüyor, savcılık bunu tespit etmiş."
Millî Gazete

AKP Sözcüsü Yasin Aktay'a kötü haber mi; Fethullah Gülen'in sağında durmak tutuklamaya 'kuvvetli şüphe' sayıldı!
16 Aralık 2016



Doğan Holding Yöneticisi Muratoğlu hakkındaki tutuklama gerekçeleri arasında Gülen'in sağ tarafında yer alması da var

 Yasin Aktay, fotoğrafta Gülen'in sağ tarafında yer alıyor

Doğan Holding Ankara İdari Temsilcisi Barbaros Muratoğlu, 14 gün gözaltında tutulduktan sonra çıkarıldığı Nöbetçi İstanbul 9’uncu Sulh Ceza Hâkimliği’nce tutuklandı. ‘Silahlı terör örgütüne yardım’la suçlanan Muratoğlu’nu tutuklama gerekçeleri arasında tartışma yaratan ifadeler yer aldı. Muratoğlu'nun 2012 yılında ABD'de İzmir gazeteci temsilcileri ile Pensilvanya’da Fethullah Gülen ile görüştüğüne vurgu yapılan kararda, kamuoyuna yansıyan fotoğrafa ilişkin bazı görüşlere yer verildi. Kararda, "Fotoğraf dikkatlice incelendiğinde sürekli Deniz Sipahi isimli kişi ile beraber bu gezide olduğunu, bu görüşmeden haberdar olmadıklarını beyan etmiş ise de fotoğraf karesinde Deniz Sipahi’nin örgüt elebaşının sol tarafında olacak şekilde şüphelinin ise sağ tarafta olacak şekilde fotoğraf karesinde bulundukları bu şekilde şüphelinin üzerine atılı suç bakımından kuvvetli şüphe altında bulunduğu kanaatine varılmıştır” denildi.

Mahkemenin bu kararı akıllara, AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Sözcüsü Yasin Aktay'ın 11 yıl önce Pensilvanya'yı ziyareti esnasında Gülen'le yan yana çekilmiş fotoğrafını getirdi. Aktay, fotoğrafta Barbaros Muratoğlu'nun tutuklanmasına gerekçe olarak gösterildiği gibi Gülen'in sağ tarafında yer alıyor. 



O fotoğrafı böyle savunmuştu

Aktay, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun 17 Aralık sürecinden sonra Gülen cemaatine destek verdiğini iddia ederek "Hadi biz saftık bilmiyorduk, ama Kılıçdaroğlu onların terör örgütü olduğunu başından beri biliyordu, yargılanmalı" demişti. Bunun üzerine Hürriyet yazarı Ahmet Hakan ve Can Dündar, Aktay'a Gülen'le çekilmiş fotoğrafnı hatırlatmıştı.

Yasin Aktay da, eleştirilere 14 Kasım 2016'da Yeni Şafak’taki köşesinden yanıt vermişti. Aktay, Can Dündar'ı kast ederek, şunları söylemişti:

“Ona sarf ettiğim sözlerden dolayı benim tam 11 yıl önce, kendisiyle hayatımdaki ilk ve tek görüşmem esnasında FETÖ başıyla çekilmiş fotoğrafımı gösterip ‘biri bana cemaatçi mi dedi?’ diye sormuş. Aman ne kadar zekice, ne kadar büyük bir buluş, aman Allah! Çok mu aradın o fotoğrafı bulmak için Can? Çok mu uğraştın o pek zekice cümleyi kurmak için? Demek Ahmet Hakan'dan da beteri varmış. Hepsi birden geldiğine göre, bir nasırlarına basmış olmalıyım. Cevaba değmez elbet, ama oldu olacak onu da aradan çıkaralım. Behey Can Dündar, benim seninle de çekilmiş yığınla fotoğrafım var, dostun Ahmet'le de. Ama bu, seninle şimdi, ve resmi çektirdiğimiz esnada, fersah fersah ayrı dünyalardan olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. Seninle aynı karede resimlerimiz seni şu anda ülkene, milletine, vatanına ihanet içinde olmaktan kurtarmadığı gibi beni size karşı tavizsiz mücadeleden alıkoymuyor.”


Barbaros Muratoğlu (soldan ikinci)

Düğme ilikleme de delil sayıldı

Barbaros Muratoğlu hakkındaki tutuklama gerekçeleri arasında "Gülen’le fotoğrafında ceketinin iki düğmesinin ilikli olması" da yer aldı. Doğan Holding Baş Hukuk Müşaviri Erem Turgut Yücel, “İtirafçı bir avukatın çelişkili ifadelerinin dayanak gösterilmesi, milat kabul edilen 17/25 Aralık’tan çok önce yapılan ziyaret ve o fotoğraftaki Sabah, Akşam, Yeni Asır temsilcileriyle ilgili işlem yapılmamasına rağmen idari temsilcimizin tutuklanması büyük haksızlıktır” tepkisini gösterdi.
T24

Başbakan Yıldırım'ın Başdanışmanı Özkan: Türkiye din bezirganlarından kurtulmak zorunda
21.03.2017



'Modern Zamanlar'ın Hasan Sabbah'ı Fethullah Gülen' adında bir kitap kaleme alan Başbakan Binali Yıldırım'ın Başdanışmanı Abdülkadir Özkan, "Türkiye, ülkesinin âli menfaatleri söz konusu olduğu zaman tercihini Amerika'dan ve millî rolü yaparak insanların dinî duygularını istismar eden din bezirganlarından kurtulmak zorunda artık" dedi.

Odatv'den Sinan Acıoğlu'nun sorularını yanıtlayan Abdülkadir Özkan'ın yanıtları şöyle:

Gülen'in NATO ve CIA bağlantıları artık yaygınca ve biraz da 'serbestçe' dillendiriliyor. Siz de çalışmanızda Gülen'in ilk olarak 70'lerin başında Graham Fuller'le ilişkilendiğini belirtiyorsunuz. Fethullah Gülen'in Türkiye'deki ilk sivil NATO örgütlenmelerinden olan 'Komünizmle Mücadele Dernekleri' kurucuları arasında yer alması önemli bir ayrıntı oysa… Sağ çevreler dış müdahaleleri ve “kökü dışarda” olarak kodladıkları operasyonları hep kendi 'dışında' aradı, siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu, “kökü içerde” bir Amerikancılık yok mu Türkiye sağında?

"Önemli bir soru bu. Modern Zamanların Hasan Sabbah’ı kitabında Fethullah Gülen’in serüvenini incelerken 1965’te Komünizmle Mücadele Dernek Başkanlığı'na özel atıfta bulunuyorum. Bir dönemin soğuk savaş enstrümanı olan dernek başkanlığı macerasının Amerikan’ın soğuk savaş politikasından bağımsız yorumlanamayacağını söylüyorum. Kaldı ki sadece dernek başkanlığı süreci değil, yine soğuk savaş döneminin önemli parametrelerinden olan yeşil kuşak ve İslâmizasyon projeleri de Gülen’in Amerikan derin yapılarıyla nasıl işbirliğine gittiğini göstermesi bakımından önemlidir.
Ilımlı İslam, komünizm tehdidine karşı Türkiye’yi Amerikan saflarında tutmanın yolunu bu topraklarda politikadan arındırılmış, apolitik, ılımlı bir İslâm anlayışının hakim olmasına dayandıran bir tink tank projesidir. Gülen’in uzun yıllar cemaat görünümü altında örgütsel faaliyetlerine başlaması, devlet içerisinde teşkilatlanmasına müsaade edilmesi kökü içeride bir Amerikancılıkla izah etmek mümkün. Dönemin MİT müsteşarı Fuat Doğu, Kasım Gülek gibi 'Amerikancı' isimlerin Gülen’in gelişim sürecine katkı sağlamış olması bu söylediğinizi bir bakıma teyit ediyor. Ancak bu kökü içeride olan Amerikancılıkta yalnızca sağ geleneğin temsilcilerini değil, solun önemli aktörlerini de görüyoruz.

'Millîlik ve yerlilik' sağ ve sol ideolojilerin dar kalıplarına mahkum edilerek tanımlanabilecek kavramlar değildir. Asıl olan vatanperverlik, millîlik ve yerliliktir. Millî ve yerli olmak yerellik manasına da gelmemeli. Bilakis daha fazla dünyaya entegre olmak, çalışmak, çabalamak, üretmek demektir. Millîlik demişken, başka bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. 1 Mart 2003 yılında TBMM’de kabul edilmeyen Irak tezkeresi Türk Amerikan ilişkilerinde önemli bir kırılma oluşturmuştur. Bu kırılma esnasında Gülen ve örgütünün nerede durduğuna dönüp bir kez daha bakalım. Göreceğiniz şey bugünkünden farklı olmayacaktır. Benzer bir bakışı Mavi Marmara olayında da göreceksiniz. Bu topraklarda her zaman gizliden yahut aşikar bir Amerikancılık yahut şuculuk, buculuk olmuştur. Olmaya da devam edecek. Hem siyasette hem ticarette… Fethullah Gülen ve örgütünün bertaraf edilmiş olması bu topraklarda yeni Fetullah Gülenlerin çıkmayacağı manasına hiçbir zaman gelmez. Bu nedenle Türkiye, ülkesinin âli menfaatleri söz konusu olduğu zaman tercihini Amerika’dan yahut başka bir ülkeden yana kullanan ihanet şebekelerinden ve millî rolü yaparak insanların dinî duygularını istismar eden din bezirganlarından da kurtulmak zorunda artık."

'AKLI VE ŞAHSİYETİ UYUŞMUŞ TİPLER'

Times yazarı Abraham Wagner'in 15 Temmuz'dan altı ay önce Gülen Cemaati'nin hükümeti devrime planı yaptığını tespit ettiğini yazıyor ve bundan CIA'nin habersiz olmasının ihtimal dahilinde olup olmadığını soruyorsunuz. Siz, CIA'in 15 Temmuz'da haberdarlıktan öte bir dahlinin olduğunu düşünmüyor musunuz?

"Bu sorunun cevabı, içinde mevcut. Şöyle ki; son yüzyılda bu topraklarda gerçekleşen darbelerin perde arkasını doğru okuduğumuz zaman çoğu müdahalenin arka planında dış istihbarat örgütlerinin uzantılarının olduğunu görüyoruz. 31 Mart ayaklanmasından başlayarak 80 Darbesine kadar çoğu askerî müdahale için benzer yorumu yapabiliriz. Ancak 15 Temmuz’daki kalkışmayı diğerlerinden ayıran önemli bir fark var. Uzun yıllar Türkî cumhuriyetlerde eğitimci kimliği altında, CIA elemanlarını İngilizce öğretmeni olarak çalıştıran, Rusya’ya karşı Amerikan istihbaratıyla işbirliği içine giren ve karşılığını alan bir örgütten söz ediyoruz. Kurulduğu 1965’ten bu yana, Amerikan maslahatını önceleyen ideolojik yapılanması incelendiğinde Gülen ve örgütünün Amerikan menfaatleri üzerinden kendisine büyük güç devşiren bir mekanizma kurduğu hemen fark ediliyor. Bunu fark etmek için Gülen’in tarihsel serüvenini bütün detaylarıyla mercek altına almaya da gerek yok.
Amerika’da yaşayan, bir dönem FBI’a danışmanlık yapmış, bu alanda güçlü müktesebat sahibi isimlerin Gülen ve örgütü hakkında kaleme aldıkları rapor ve makaleler gün gibi ortada. Bu isimler arasında, Gülen ve örgütünün Amerikan derin yapılarıyla işbirliği içinde uluslararası bir suç şebekesi olduğunu söyleyenler de var. Biz bu iddiaların gerçeklik payını Türkiye’deki yansımalarından teyit edebiliyoruz. Ergenekon, Balyoz, Odatv dava süreçlerinde, 17/25 Aralık’ta, bu yapının nasıl acımasız bir suç makinesine dönüşebildiğine şahit olduk. Kendi menfaatleri uğruna siyaseti, dini ve her türlü mukaddesatı nasıl araçsallaştırdıklarını, 'davaları' uğruna uyuşturulmuş beyinleri nasıl harekete geçirebildiklerini gördük. O nedenle 15 Temmuz’da kalkıştıkları terör saldırıları, örgütün ideolojik temellerini yakından takip edenler için sürpriz olmadı. Çünkü karşımızda dinî kılıfa bürünmüş, gerektiğinde karşısındakini 'dava' dediği şey uğruna gözünü kırpmadan ortadan kaldırabilecek bir zihin dünyasına sahip beyni, aklı ve şahsiyeti 'uyuşmuş' tipler var. Bu nedenle Gülen’i Modern Zamanların Hasan Sabbah’ı olarak tanımlıyorum."

'15 TEMMUZCULARIN B PLANI: TSK'YI İTİBARSIZLAŞTIRMAK'

15 Temmuz darbe girişimi TSK içinde yuvalanmış Fetullahçı bir cuntanın eseriydi. Buna rağmen özellikle muhafazakar camiada TSK'nın bütününe yönelik hala bitmek bilmeyen bir öfke gözlemliyoruz. Bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?

'Asıl darbe girişimi TSK'ya yapıldı'

"Muhafazakâr camianın içinde olan ve yakından takip eden birisiyim. TSK’ya karşı böylesi bir tepkinin olduğunu söylemek doğru değil. Hem siyaset hem de geniş halk kitleleri, darbeye katılmış hainlerle, TSK’nın bünyesinde var olan saygın subayları birbirinden ayırarak sürece yaklaşıyorlar. Zaten doğru olan da budur. 15 Temmuz alışık olduğumuz darbe girişimlerinden farklıydı biliyorsunuz. Bir darbeden çok TSK içine sızmış bir grubunun terör faaliyeti yahut kaos eylem planı olarak tanımlamak daha doğru bir yaklaşım olur. Bu terör eyleminin bir kaç hedefi olabilir. Sanıldığı gibi meşru hükümeti devirmek ve yerine yeni bir hükûmet kurmak, Cumhurbaşkanı öldürmek ve oluşacak kaos ortamından istifade ederek Türkiye’nin dış müdahalelere açık hale gelmesine olanak sağlamak. Ancak bunun yanında gözden kaçırdığımız bir başka hedefi daha olduğu kanaatindeyim. Darbenin başarılı olması halinde istediklerini alacakları bir ortam yaratacaklardı. Ancak darbenin başarısız olması ihtimaline karşı başka bir B planları vardı. O da TSK’nın itibarsızlaştırılması, NATO’nun caydırıcı güçlerinin başında gelen Türk ordusunun hem dünyada hem iç kamuoyunda tamamıyla bir örgüt, bir ideoloji tarafından ele geçirilmiş, iflah olmaz bir yapıya dönüştüğü algısını yaratmaktı. Bu belki de darbe gecesi yaşadıklarımızdan çok daha vahim ve korku verici bir algı operasyonudur. Muhafazakâr kitlelerin TSK karşıtlığında konumlandığı iddiası bu amaca hizmet eden bir bakış açısı olur ki, bunu son derece tehlikeli ve darbenin amacına hizmet eden bir yaklaşım olarak görüyorum.
Kitabınızın 'Bitirirken' başlıklı bölümünde Gülen Cemaati'nin merdiven altı faaliyetlerinin başarıya ulaşmasında laik çevrelerin de özeleştiri yapması gerektiğini savunuyorsunuz. Fethullah Gülen’in devlet içinde örgütlenmesinin zirve yaptığı döneme baktığımızda AKP hükümetlerini görüyoruz. Bununla birlikte hem MİT’in hem de TSK’nın 2004 MGK’sında Fethullahçılara karşı AKP’yi olgularla uyardığı da kayıtlarda mevcut. Zira, ondan çok önce de çok sonra da bu konuya dair onlarca rapor devletin kayıtlarına, onlarca kitap da kütüphanelere girdi. Ama gelin görün ki, gerek darbe komisyonundaki ifadelerde, gerekse darbe iddianamelerinde bu uyarıların dinlenilmediği görünüyor. 'Ne istediler de vermedik' sözünü de düşünürsek, ilk özeleştirinin bugünkü hükümet tarafından yapılması gerekmiyor mu? Hükümetin bu konuda yaptığı savunmalar sizce yeterli mi ve 17-25 Aralık’ı bir milat kabul etmek ne kadar doğru?

Konuya yaklaşırken hakkaniyetli olmak lazım. Sayın Cumhurbaşkanı bu konuda bir zaaf olduğunu söyleyerek büyük bir açıklıkla millete yöneldi. Bir başka siyasînin cesaret edemeyeceği kadar çok önemli bir tavırdır bu. Bütün bu yaşananlara rağmen toplumun, Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan vaçgeçmemesinin altında da bu ayrıntı yatıyor. Çünkü Erdoğan, halkına dürüst davranan bir lider. Sayın Erdoğan’ın ontolojik olarak Gülen ve ekibiyle hiç bir zaman yıldızının barışması söz konusu değildir. Aynı şey Gülen için de geçerli. Millî Görüş kökenlerinden gelen bir siyasîye muhabbet beslemesi eşyanın tabiatına aykırı. O nedenle Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2002’den başlayarak bu örgüte her zaman mesafeli durduğunu düşünüyorum. 2002-2012 yılları arasında Türkiye’nin yaşadığı olağan dışı olaylara kronolojik bakıldığında ne demek istediğim daha net anlaşılacaktır.

FETÖ'NÜN DEVLETİN ÖNEMLİ MEKANİZMALARINA SIZDIĞI İDDİASI

MİT yahut TSK’nın örgüt aleyhine uyarılarına gelince, bu dönemlerde Gülen örgütünün toplumsal olaylarda kullandığı manipülatif dil ve üslup, ülkenin aydın, 'entel' ve akademisyenlerinin de desteğini alınca, çok önceleri Gülen ve örgütü için planlanan müdahalelerin hayata geçmesine mani olduğunu düşünüyorum. Bu da örgütün manevra kabiliyetinin ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Ayrıca, 2004 MGK, 2007 e-muhtıra, Dolmabahçe görüşmesi sonrası bu örgütün ülke gündemini nasıl manipüle eden işler yaptığına detaylı bakmakta yarar var. Bu aşamada sorunuza dönecek olursam, FETÖ’nün AK Parti iktidarında devletin önemli mekanizmalarına sızdığı iddiasını örgütün tarihsel gerçekliği ile örtüştüremiyorum. 90’lı yıllarda 'Gazi Mahallesi Olaylarını' iki ay önceden haber aldığını itiraf eden bir örgüt liderinin, bütün istihbarat yapılanmasını AK Parti döneminde kurduğunu iddia etmek gerçekçi bir yaklaşım olmaz. Yahut 1990’larda Necip Hablemitoğlu’nun rapor ettiği emniyet yapılanmasının sadece AK Parti döneminde oluştuğunu söylemek de doğru bir bakış olmaz. AK Parti döneminde önemli görevlere geldiklerini inkar etmek mümkün değil ancak bu yapılanmanın kökenlerini son 50 yıla yayılan ülkenin derin siyasetinde aramak lazım.

Son olarak… FETÖ ile mücadeleyi yapan yargının ve FETÖ karşıtı yayınlarıyla bilinen hükümete yakın medya organlarının, kimi zaman FETÖ’nün yöntemlerini hatırlatan uygulamalarıyla karşılaşıyoruz. Keza AKP Milletvekili Aydın Ünal da 'FETÖ'yle mücadele edenler, düşmanlarına mı benzediler, yoksa hep mi böyleydiler?' sözüyle bu eleştiriye katıldığını gösterdi. Siz bu konuda ne yorum yaparsınız?

"FETÖ ile mücadele ederken hukuktan, adaletten ve hakkaniyetten ayrılmadan bu işi omuzlamak zorundayız. Çünkü bu, hem insan olmamızın hem de Müslüman olmamızın bize yüklediği önemli bir vazifedir. Bugün Türkiye, olağanüstü bir dönemden geçiyor. Böylesi olağanüstü bir süreçte hata ve kusurların olması kaçınılmaz. Önemli olan yanlıştan ve hatadan dönebilmek, yargı yollarının olası hatalara karşı sonuna kadar yürütülmesini temin etmektir."

Sputnik

Gülen Cemaati'ni ülkesinde bitiren Rus yargıç konuştu: "Atlantik Uluslararası Okulu'nda 40’tan fazla öğretmenin istihbarat faaliyetlerinde bulunduğu ortaya çıktı"
03.09.2016



Rusya’da Gülen Cemaati'inin tüm okullarını ve birçok kurum ve derneğini kapatan yargıç hükümete yakın Akşam gazetesine konuştu...

Gazetenin haberine göre Rus Yargıç Igor A. Smirnitsky, 2000 yılından başlayarak 8 yıl boyunca ardı ardına gelen soruşturmalar kapsamında ve elde edilen bilgiler doğrultusunda ülkelerindeki Cemaat yapılanmasının “Yabancı ülkelere istihbarat sağlamak”, “Ulusal Güvenliğe tehdit” ve “Silahlı örgüt kurmak” suçlarından kapatıldığını aktardı.

Cemaat'in ülkede yayılması 1991 yılına kadar gittiğini belirten Smirnitsky, "Bizim soruşturmamızda örgütün en az daha önce terör eylemleri gerçekleştiren dini Aum Şinrikyo tarikatı kadar tehlikeli olduğu ortaya çıktı. Bu doğrultuda 2008 yılında bu örgütle bağlantılı tüm okul ve kurumların Rusya genelinde ajanlık faaliyetleri ve ulusal güvenliğe tehdit başlığı altında kapatılması yönünde karar verdik” dedi.

OKULDA 40 AJAN ÖĞRETMEN

Smirnitsky, "Örgütün çok sayıdaki okullarında eğitimci vizesi adı altında yabancı devletler için çalışan istihbarat ajanlarının bulunması en son ulaştığımız veri oldu. Bu okullar içinde Atlantik Uluslararası Okulu özellikle dikkat çekiyordu çünkü bu okulda 40’tan fazla öğretmenin istihbarat faaliyetlerinde bulunduğu ortaya çıktı" diye konuştu.

ÖĞRENCİ EVLERİNDE BOMBALAR BULUNDU

"Merkezi Japonya’da olan ve üstü örtülü biçimde halen terörist faaliyetlerine devam eden Aum Şinrikyo tarikatıyla olan benzerlikleri bizleri soruşturma sürecinde çok şaşırttı" diyen Smirnitsky şunları aktardı:

"Yapılanma biçimi, askeri ve güvenlik güçlerine sızma girişimleri, terörist faaliyetlerde bulunabilecekleri aynı. Tüm bunlar akıl sağlığı yerinde olmayan ve hipnoz altına girmiş Şinrikyo tarikat mensuplarıyla Gülen örgütünün mensupları arasındaki benzerliklerdi. Ayrıca örgütün motivasyon kaynaklarının insanların akıl sağlığını ve mantıklı düşünce kabiliyetini ortadan kaldıracak kadar tehlikeli olduğu yönünde geniş içerikli bir uzman analiz raporunu da dosyamıza eklemiştik. Gülen de kendisini Şinrikyo gibi Mesih olarak görüyordu. Soruşturma sürecinde Gülen örgütüne ait bir mülkte silah ve el bombaları bulunmasıyla birlikte grubun silahlı bir örgüt olduğunu da anlamış olduk."
Odatv.com

CIA’dan gelen teklif üzerine Erdoğan, Hakan Fidan’a sordu: Bu kadar mı içli dışlılar
22 Mar, 2017



Hürriyet gazetesi yazarı Abdulkadir Selvi, bugünkü yazısında Fethullah Gülen’in iadesi konusunda ABD ile yaşanan gelişmeleri aktardı.
Hürriyet gazetesi yazarı Abdulkadir Selvi, bugünkü yazısında Fethullah Gülen’in iadesi konusunda ABD ile yaşanan gelişmeleri aktardı.
Hükümete yakın kalemlerden Abdulkadir Selvi, “Gülen, CIA’le içli dışlı mı” başlıklı yazısında, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, Başkan Trump’la ilk görüşmesinde Gülen’in iadesini gündeme getirdiğini hatırlattı. Dün de Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın, ABD Adalet Bakanı Jeff Sessions’la Gülen’in iadesi konusunu görüştüğüne dikkat çeken Selvi, “Trump yönetiminden etkili bir isimle bir siyasetçimiz arasında şu diyalog yaşanıyor” diyerek şu görüşmeyi yazdı:

– Gülen’i Türkiye’ye iade edin.
– Bir imamın bu işi yaptığına inanıyor musun?
– Evet, inanıyorum çünkü benim bulunduğum Meclis bombalandı.

HAKAN FİDAN’A DÖNÜP, “BU KADAR MI İÇLİ DIŞLILAR” DİYE SORDU

Abdulkadir Selvi yazısında, İsrail’le yaşanan ‘One minute’ün ardından Türkiye’yi ziyaret eden CIA Başkanı David Petraeus’un, o dönem başbakan olan Erdoğan’a, “Siz İsrail’in özrünü kabul edin, biz de sizin cemaatle ilişkilerinizi düzeltelim” dediğini yazdı. Selvi, Erdoğan’ın bu söz üzerine MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a dönüp, “Bu kadar mı içli dışlılar” diye sorduğunu öne sürdü.
Odatv.com

Ahmet Özal: Fethullah Gülen, babam ameliyat sonrası Houston'daki hastanede uyurken odasına gizlice girmiş!
13 Mayıs 201



Ahmet Özal, babası ile Fethullah Gülen arasındaki ilişkiye dair, "Gülen, babamın döneminde Orta Asya'da okullar açmak istiyordu. O dönemde emniyette bazı atamalarla ilgili ricada bulunuyor. Babam diyor ki, 'Bir dakika asla olmaz.' Daha sonra, 'Ben bu adamdan çekindim. Adam Türkiye'yi değil, dünyayı istiyor' dedi. Zannediyorum bir daha da asla görüşmedi" dedi.

"Gülen, babam Houston'da Bypass ameliyatı olduğunda da ziyaret etti" diyen Özal, "Hatta enteresandır; babamla çekilmiş bir fotoğrafı var. Aslında babamın odasına girilmesi yasakken uyuduğu sırada gizlice girip yanına oturuyor" iddiasında bulundu.

"CHP gibi partiler misyon partileridir. Ama sağ partiler vizyoner arar" diyen Ahmet Özal, "AK Parti'den Erdoğan gitsin barajı aşamaz. En fazla yüzde 5 oy alır" görüşünü savundu.

CNN Türk'te Hakan Çelik'in hazırlayıp sunduğu 'Hafta Sonu' programına konuk olan Ahmet Özal'ın açıklamalarından satır başları şöyle:

- Biz özel televizyon kurduğumuzda babamıza torpil yapardık. Sürekli onu verirdik. Bir gün babam aradı; "Beni vermeyin, muhalefeti verin. Beni sürekli veriyorsunuz. Millet sevmez" demişti.

"Trump'la babam arkadaştı"

- Özal'ın Trump'la arkadaşlığı vardı. Bizi evine davet etmişti. Washington ziyaretinde. Annem de vardı o yemekte.

"AK Parti'den Erdoğan gitsin barajı aşamaz"

- AK Parti'den Erdoğan gitsin barajı aşamaz. En fazla yüzde 5 oy alır. CHP gibi partiler misyon partileridir. Ama sağ partiler vizyoner arar.

"Babam hastanede uyurken gizlice yanına girdi"

- Gülen, babamın döneminde Orta Asya'da okullar açmak istiyordu. O dönemde emniyette bazı atamalarla ilgili ricada bulunuyor. Babam diyor ki, Bir dakika asla olmaz. Zannediyorum bir daha da asla görüşmedi.

Gülen, babam Houston'da Bypass ameliyatı olduğunda ziyaret ediyor. Hatta enteresandır; babamla çekilmiş bir fotoğrafı var. Aslında babamın odasına girilmesi yasakken uyuduğu sırada gizlice girip yanına oturuyor.

- Babam, "Ben bu adamdan çekindim dedi. Adam Türkiye'yi değil, dünyayı istiyor" dedi. Ondan sonra babam onun bazı taleplerini yerine getiremediği için Sızıntı dergisinde babam aleyhinde yazılar yazdı başka isimle.

ETİKETLER
ahmet Özal siyaset birikim davet gelsin ekonomik sıkıntı ak parti barajı aşamaz
T24

'Bomba dosya Erdoğan'ın masasında... Konu: Kadir Topbaş..
29 Nisan 2017

_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cmt May 13, 2017 9:28 pm tarihinde değiştirildi, toplam 6 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Mar 28, 2017 9:19 pm    Mesaj konusu: “Kâinat İmamı!” nereden koşuyor? Alıntıyla Cevap Gönder

Ahmet Hakan: FETÖ'ye karşıysan Zekeriya Öz'ü taklit etmeyeceksin!
29 Mayıs 2017

"O zaman yargıyı ele geçirmeye çalışmayacaksın"

Hürriyet yazarı Ahmet Hakan, darbe girişiminin ardından Gülen cemaatine yönelik olarak başlatılan soruşturmalarla ilgili olarak "FETÖ'ye karşı mısın? O zaman önüne geleni tutuklamayacak, tutuklamayı cezaya dönüştürmeyeceksin", "Zekeriya Öz’ü taklit etmeyeceksin" ifadelerini kullandı.

"FETÖ'nün kumpas davaları"nın bir numaralı şüphelisi olduğu ifade edilen Zekeriya Öz, Ergenekon ve 17-25 Aralık soruşturmalarını yürütmüştü. Hakkında yakalama kararı bulunan Öz için Türkiye, 300 bin lira ödül koymuştu.

Ahmet Hakan'ın "Kavurmacı niye serbest demeyelim, diğerleri niye tutuklu diyelim" başlığıyla yayımlanan (29 Mayıs 2017) yazısının ilgili bölümü şöyle:

Dün şöyle bir şey oldu:

*

Ömer Faruk Kavurmacı var ya Ömer Faruk Kavurmacı...

- Karakola gitti...

- İmzasını çaktı...

- Ve sessizce süzüldü toplumun arasına...

Oh mis!

*

İnsan ister istemez soruyor:

*

Aynısını...

- Kadri Gürsel niye yapamıyor?

- Barbaros Muratoğlu niye yapamıyor?

- Şahin Alpay niye yapamıyor?

- Ahmet Şık niye yapamıyor?

- Nazlı Ilıcak niye yapamıyor?

- Ali Bulaç niye yapamıyor?

- Ahmet Turan Alkan niye yapamıyor?

- Musa Kart niye yapamıyor?

*

Niye Kavurmacı tutuksuz yargılanırken...

FETÖ ile hiçbir illiyet bağı olmayanlar ya da FETÖ ile bağı Kavurmacı’ya göre hayli zayıf olanlar tutuklu yargılanıyor?

*

Galiba esas mesele budur, buradadır.

FETÖ'ye karşı mısın?

O zaman...

Yargıyı ele geçirmeye çalışmayacaksın.

*

O zaman...

Önüne geleni tutuklamayacak, tutuklamayı cezaya dönüştürmeyeceksin.

*

O zaman...

Yazdığın iddianame, gerçekten iddianameye benzeyecek.

*

O zaman...

Zekeriya Öz’ü taklit etmeyeceksin.

ETİKETLER
ahmet hakan zekeriya Öz fetÖ
T24

“2010'da bu 18 madde geçseydi Adalet Bakanı Zekeriya Öz, Milli Savunma Bakanı Adil Öksüz olurdu”
29 Mart 2017



MHP'den ihraç edilen Meral Akşener, 2010'da referandumla kabul edilen anayasa değişikliğiyle AKP'yi uyardığı ve haklı çıktığını söyleyerek, "Eğer o 2010 anayasası içine 16 Nisan'da oylayacağımız 18 madde de geçmiş olsaydı, sayın Erdoğan da partili Cumhurbaşkanı seçilseydi ve Bakanlar Kurulu atasaydı Adalet Bakanı Zekeriya Öz olurdu. Milli Savunma Bakanı da bir kaçak herif var ya Adil Öksüz olurdu" dedi.

Meral Akşener, Kahramanmaraş'ta bir düğün salonunda düzenlenen 'Milli iradenin önemi' konulu bir konferansta konuştu. 2010'da yapılan anayasa değişikliği referandumunda Kahramanmaraş'tan yüzde 82 'evet' çıktığı belirten Akşener, şunları söyledi:

"2010'da bir anayasa değişikliği yapıldı, yüzde 82 'evet' verdi Kahramanmaraş. İki madde vardı; biri HSYK'nın, diğeri de Anayasa Mahkemesi'nin ele geçirilmesiydi. Diğerleri 12 Eylül ve vesaire. Ben, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin en tepesinden aşağısına kadar ne kadar yöneticisi varsa hepsiyle gittim, tek tek konuştum; 'Yapmayın, sivil bir anayasaya, hukuk reformuna ihtiyaç var. Ama toplumun tüm katmanlarıyla konuşularak bunun yapılmasına ihtiyaç var. Siyasi Partiler Yasası değiştirilmeden bunların yapılmasının bir manası yok. Siyasi partiler ve Seçim Yasası'nı değiştirelim, ondan sonra hep beraber bir sivil anayasa yapalım.' Bana en tepedekiler 'Üzülme, her şey kontrol altında' dediler. Ne oldu, 17-25 Aralık'a kadar al takke ver külah, arkasından 17-25 gelince ayrıldı."

"Adalet Bakanı Zekeriya Öz..."

O gün haklı olduğunu savunan Akşener, bugün de haklı olduğunu belirterek şöyle devam etti:

"Eğer o 2010 Anayasası içine 16 Nisan'da oylayacağımız 18 madde de geçmiş olsaydı, sayın Erdoğan da partili Cumhurbaşkanı seçilseydi ve Bakanlar Kurulu atasaydı Maliye Bakanı Rıza Sarraf olurdu. Adalet Bakanı Zekeriya Öz olurdu. Diyanetten sorumlu bakan Egemen Bağış olurdu. Milli Savunma Bakanı da bir kaçak herif var ya Adil Öksüz olurdu. O gün bunlar olabilir miydi? Olurdu, çünkü devlet kesesinden paralar ve pulların bastırıldığı, devlet kesesinden Türkçe olimpiyatlarına paranın yağdırıldığı ve o Türkçe olimpiyatlarına cümbür cemaat gidip 'Ne olur hocam hasretin yaktı gönlümü, ne olursun gel' diye diye, ağlaya ağlaya konuşulduğu bir dönemdi. Sonra kandırıldıkları anlaşıldı, 'Rabbim beni affetsin' dedi sayın Cumhurbaşkanı, 'Milletin beni affetsin, ben kandırıldım' dedi. Kim tarafından, FETÖ tarafından. Kim tarafından, Apo tarafından, Merkel tarafından, Obama tarafından. Putin ile işler de şimdi kandırıkçılığa doğru gidiyor ve sonuç itibariyle ebabil kuşuymuş gibi bizimkileri gelen kandırmış, giden kandırmış."
T24

Fehmi Koru: MİT Müsteşarı Hakan Fidan, iki kez Pensilvanya'ya gitti!
29 Mart 2017



"Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ve bir çok siyasetçinin de oraya gittiğini biliyorum"

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nca ‘FETÖ/PDY’ye yönelik yapılan soruşturma kapsamında açılan FETÖ Çatı Davası’nın görülmesine, tanıkların dinlenmesiyle devam edildi. Tanık olarak dinlenen gazeteci Fehmi Koru, bir soru üzerine, “MİT Müsteşarının da Pensilvanya’ya iki kez gittiğini biliyorum” dedi.

Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde Fetullah Gülen’in de aralarında bulunduğu 73 sanığın yargılandığı davanın bugünkü duruşmasına tutuklu sanıklardan Dilaver Azim ve Kazım Avcı, bulundukları cezaevinden SEGBİS aracılığıyla katılırken, diğer 5 sanık salonda hazır bulundu.

"Kulağıma böyle şeyler geliyordu"

Tanık olarak ifade veren gazeteci Fehmi Koru, Fetullah Gülen’i uzun yıllar önce İzmir’den tanıdığını ve Zaman gazetesinde çalışırken görüştüğünü söyledi. Mahkeme Başkanı Selfet Giray’ın, “Zaman Gazetesi’nde atılacak olan manşetleri Gülen mi belirlerdi” şeklindeki soruyu, Koru şu cevabı verdi:

“Benim bulunduğum dönem içerisinde öyle bir şey olmadı. Ama bunun olabildiği noktasında bir takım bilgiler geliyordu. Zaman Gazetesi İstanbul’a taşınmıştı, ben Ankara temsilcisiydim. Ankara’da bir şey göndermek diye bir zorunluluk söz konusu değildi. Kulağıma böyle şeyler geliyordu ama ben şahit olmadım.”

"Gülen'e gitmeden Erdoğan'la görüştüm"

İfadesinde, 17 Aralık operasyonunun ardından dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından Ankara’ya çağrıldığını söyleyen Koru, şunları anlattı:

“18 Aralık akşamı görüştük. 17 Aralık sürecine çok şaşırmıştı. Bana ‘bunların bir parmağı var mı?’ şeklinde sorular sordu. Ben de bilemediğimi söyledim. ‘Bunlar ne yapıyor, nereye gitmeye çalışıyorlar? Devletin memuru olanlar farklı çalışmaya başladılar’ dedi. Ben, Gülen ile görüşme işine soyununca Sayın Cumhurbaşkanı’na ‘Alaeddin Kaya ile gitmek istiyorum’ dedim. Ertesi gün dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ile Kısıklı’daki evinde görüştüm. Ona da durumu arz ettim. Böylece ikimiz beraber yola çıktık ve Gülen ile görüştük. Gülen, polisler, savcılar ve diğerlerinin hiçbir şekilde onlarla alakası olmadığını söyledi. Hatta daha da ileri gitti ‘böyle bir şey varsa, amirlerini dinlemiyorlar, başkalarını dinliyorlarsa kulaklarından tutup atsınlar’ dedi.”

Dershane tartışması

Kendisinin Güleni din adamı olarak gördüğünü belirten Koru, şöyle devam etti:

“Din adamı olarak konuşuyordu, bir takım şeyler söylüyordu ve ben onu doğru olarak algılıyordum. Sonradan doğru olmadığı ortaya çıktı. Biz uçaktayken beddua olayları olmuş. Benim haberim yoktu. Haberim olsaydı ona da yüzüne karşı sorardım. Gülen, bazı konulardaki rahatsızlıklarını anlattı. Dershaneler konusundan rahatsız olduklarını, kendileri için hayati önem taşıdığını söyledi. Bunlardan vazgeçilirse sorunların çözülebileceğini söyledi. Bunun üzerine dedi ki ‘eğer bunları bizden birileri yapıyorsa tutup kulaklarından atsınlar. Bu insanlar bizden değildir. Biz böyle şeyler yapmayız’ dedi. Ben de ‘bu dediklerinizi not alayım, gerekli yerlere ileteyim’ dedim. O da ‘gerek yok, ben bunu mektup haline sokayım, siz mektubu götürün’ dedi ve öyle oldu.”

"Gül mektubu okudu, sevindi"

24 Aralık’ta Ankara’ya döndüğünü anlatan Fehmi Koru, şunları aktardı:

“Hemen Çankaya Köşküne çıktım ve mektubu Cumhurbaşkanımıza arz ettim. O mektubu okudu, ben de ilk defa orada okudum. Sevindi. Ertesi gün içinde Başbakan ile görüşmem vardı. O gün öğle saatlerinde Başbakanlık resmi konutunda bir araya geLdiğimizde 25 Aralık olayı olmuştu. İzlenimlerimi anlattığımda Başbakanımız ‘sen bunları söylüyorsun, bugün bunlar oldu’ dedi. Ben de ‘acaba bu işin içinde başka kişiler mi var?’ diye kuşku duydum. Aynı kuşkuyu Başbakan taşımıyordu.”

"MİT Müsteşarı, iki kez gitti"

Müşteki avukatlarından, Hüseyin Buzoğlu’nun bir sorusu üzerine Koru, “MİT Müsteşarının da Pensilvanya’ya iki kez gittiğini biliyorum. Yanında dosya götürüp götürmediğini bilmiyorum. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, bir çok siyasetçinin de oraya gittiğini biliyorum. Gidenler sadece duasını almak için oraya gitmiyordu diye düşünüyorum. Gülen’in bir güç olduğu kabul edildiği için oraya gidiliyordu” diye konuştu.
T24

“Kâinat İmamı!” nereden koşuyor?
Tamer Korkmaz
17 Ağustos 2016



15Temmuz, FETÖ-NATO-ABD'nin darbe girişimidir. O gece darbeci “Yurtta Sulh Konseyi” adına TRT'de okunan bildiride “Uluslararası bütün anlaşmalara bağlılık” vurgusu yapılıyordu!
Gladyo kapsamındaki FETÖ, darbeyi başarsaydı; NATO-ABD Bağımsız Müslüman Türkiye'yi işgal edecekti!
27 Mayıs'tan 12 Mart'a; 12 Eylül'den 28 Şubat'a kadar bütün askeri müdahalelerde, darbeciler itina ile NATO'ya bağlılıklarını bildiren açıklamalar yapmışlardı.
12 Eylül 1980'de “halkın direnme ihtimaline karşı darbenin başarısını garanti altına alabilmek için” NATO'ya bağlı kuvvetlerin tetikte bekledikleri pek bilinmez: Kenan Evren'in liderliğindeki “Beşibiryerde” yönetime el koyarken; NATO'nun Acil Müdahale Birliği, Anviel Express manevrası için Türkiye'de bulunuyordu!
12 Eylül darbesinde Ankara Sıkıyönetim Komutanı görevinde bulunan Recep Ergun “O vakit, tek endişelerinin halkın darbeye mukavemet etmesi olduğunu; böyle bir durum gerçekleşmediği için de darbeyi rahatlıkla başardıklarını” 1991 yılında “Anavatan Partisi milletvekili” iken söylemiştir.
*
NATO'nun kuruluş anlaşmasında (4 Nisan 1949) gizli bir madde vardı:
Bu maddeye göre bir ulusun NATO ittifakına katılabilmesi için öncelikle gizliliğin esas olduğu, sivil kadrolar aracılığıyla “komünizmle mücadele edecek bir ulusal güvenlik otoritesi kurması” şart koşuluyordu!
(Arthur Rowse, Gladio: The Secret US War to Subvert Italian Democracy./ Covert Action Quarterly. No: 49, Summer 1994)
Gizli servisler ve örtülü operasyonlar uzmanı Guiseppe de Lutiis, İtalya'nın NATO üyesi olurken (1949) anlaşmayı imzalamakla kalmadığını; “Seçmenler farklı eğilim gösterseler dahi, ne pahasına olursa olsun İtalya'nın Batı Bloku ile aynı çizgide hareket etmesini garanti etmekle yükümlü bir gayrı resmi örgüt kurmasını şart koşan gizli protokolleri de imzaladığını” ortaya çıkarmıştır!
(Daniele Ganser, NATO's Secret Armies: Operation Gladio and Terrorism in Western Europe)
*
NATO üyesi devletlerdeki “gayrı resmi örgüt” İtalya'da Gladio idi. NATO'ya bağlı devletlerin tamamında Derin ABD'ye eklemli ve bağımlı “Üst Yapı”lar kurulmuştu…
İtalya'daki Gladio, CIA ve Vatikan'la “tandem oynatılan” bir gizli örgüttür.
“Soğuk Savaş” döneminde Türkiye'deki ve Avrupa'daki tüm “Komünizmle Mücadele” dernekleri, CIA'in örtülü operasyonları çerçevesinde fevkalade “kirli ve kanlı bir misyon” üstlenmiştir!
“Komünizmle Mücadele” konseptinin önde gelen destekçileri arasında Vatikan da yer alıyordu.
*
Fetullah Gülen, yirmi beş yaşında iken (1963) Türkiye'deki ikinci Komünizmle Mücadele Derneği'ni Erzurum'da kurmuştu…
CIA operasyonu kapsamındaki derneğin ilk şubesi İzmir'de açılmıştı. Gülen “Askerden hava değişimi için Erzurum'a geldiği dönemde, Ali isminde birisini İzmir'e gönderip memleketinde bir Komünizmle Mücadele Derneği kurabilmek için tüzük getirttiğini, camideki vaazında bu durumu anons ettiğini…” vaktiyle Latif Erdoğan tarafından kaleme alınan “Küçük Dünyam” adlı kitapta anlatmıştı! Böyle bir derneği Erzurum'da açmaktan dolayı “ne denli isabetli bir iş yapmış olduğuna” dikkat çektiği satırları aynı kitapta okumak mümkündür!
Gülen'in Erzurum'daki gençlik yıllarına ait kimi hatıralara da “Küçük Dünyam”da ayrıntılı olarak yer verilmiştir…
Gülen “1950'li yılların ortalarında Erzurum'da katıldığı akşam sohbetlerinden bahsederken “aklında kalan isimleri” sıralayıp Esad Keşşafoğlu adlı bir “üsteğmenden” de söz ediyor!
Kurulduğu dönemden itibaren Seferberlik Tetkik Kurulu'nda görev yapmış olan Esad Keşşafoğlu “kontrgerilla eğitimi almış” ilk subaylar arasındaydı! Yani? Gülen'in ilk “antrenörü” idi! 1964'ten itibaren ise “Locaefendi Projesi” için Graham Fuller devrededir!
*
1938 doğumlu Fetullah Gülen ile 1943 doğumlu Mehmet Nuri Yılmaz'ın yolları “iki hemşeri olarak” ilk kez Erzurum'daki Kurşunlu Medresesi'nde kesişmiştir. Alvarlı Efe'nin torunlarından Nakip Efendi; iki yıl önce Elif Çakır'a “Arkadaşı Fetullah Gülen'in Mehmet Nuri Yılmaz ile Kurşunlu Medresesi'nden beri tanıştığını” söylemişti!
Gazeteciler Yazarlar Vakfı'nın ilk toplantılarında Mehmet Nuri Yılmaz Gülen'in yanı başında oturan isimlerden birisiydi.
“Mason” Kenan Evren'in 12 Eylül darbesine Ekim 1980 tarihli “Sızıntı” dergisindeki yazısında övgüler sıralayan (kendi ifadesiyle “Yahşi” çeken) “Mason” Gülen; 9 Şubat 1998'de Vatikan'ı ziyaret edip Papa 2. Jean Paul'e “Dinlerarası Diyalog” Projesi kapsamında bağlılıklarını bildirmişti.
“Mason” Süleyman Demirel'in son başbakanlığı döneminde Diyanet İşleri Başkanlığı'na getirilmiş olan Mehmet Nuri Yılmaz da 16 Haziran 2000'de Vatikan'da Papa 2. Jean Paul'ü ziyaret etmiştir!
Yılmaz, o görüşmede “Dinlerarası diyalogun kaçınılmaz hale geldiğini” söylüyordu!
1990 yılı sonlarında Vatikan'dan deklare edilen genelgede ise “Dinlerarası Diyalog'un, Papa'lığın bütün insanları Kilise'ye döndürme amaçlı misyonunun bir parçası olduğuna” dikkat çekiliyordu!
Kaynak: YeniŞafak

Perinçek: FETÖ gladyo örgütlenmesi
19.02.2017



Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, “Fethullahçı Terör Örgütü, Türkiye için yıkıcı bir örgütlenme, Amerika'nın kontrolünde, Türk devletinin içine yerleştirilmiş gladyo dediğimiz örgütlenme.” dedi.

Partisinin Çorlu ilçe başkanlığı tarafından, Çorlu Belediyesi Memduh Şevket Esendal Sahnesi'nde düzenlediği toplantıya katılan Perinçek, Türkiye'nin terör sorunu olduğunu ve bu sorunlardan kurtulmak için ülkenin her yerini gezerek toplantılar tertip ettiklerini söyledi.
Haber93

FETÖ’yü soruşturan savcı FETÖ'den tutuklandı
8 Nisan 2017



Mersin'in Silifke İlçesi'nde Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması (FETÖ/PYD) soruşturmalarını yapan Cumhuriyet Savcısı Tevfik Önen tutuklandı.

Mersin'in Silifke İlçesi'nde Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması (FETÖ/PDY) soruşturmalarını yapan Cumhuriyet Savcısı Tevfik Önen gözaltına alınıp serbest bırakıldı. Darbe girişiminin ardından tutuklanan ve o dönem Genelkurmay askeri savcısı olan Binbaşı Kurtuluş Kaya'nın da Tuğgeneral Hidayet Arı’yı FETÖ soruşturmasında akladığı ortaya çıktı.
HSYK tarafından bir süre önce yayınlanan genelgesiyle FETÖ/PDY soruşturmaları kapsamında 45 hakim ve savcı daha meslekten ihraç edildi. Meslekten ihraç edilen Cumhuriyet Savcıları arasında Silifke'de FETÖ/PDY soruşturmalarına yürüten Cumhuriyet Savcısı Tevfik Önen de yer aldı. Savcı Tevfik Önen, meslekten ihraç edildiği gün Silifke'deki evinde gözaltına alındı. Nöbetçi mahkemeye çıkartılan Önen, serbest bırakıldı.

BİR FETÖ'CÜ SAVCI DAHA

Ayrıca, Edirne’de 15 Temmuz darbe girişimi gecesinde tankların çıkması emrini verdiği ve eyleme katıldığı gerekçesiyle hakkında 3 kez ömür boyu hapis cezası istenen dönemin 54’ncü Mekanize Piyade Tugay Komutanı Tuğgeneral Hidayet Arı’nın, 1 yıl önce ‘FETÖ/PDY’ şüphelisi olarak ifadesinin alındığı ortaya çıktı. Tuğgeneral Arı’nın, darbe girişiminin ardından tutuklanan ve o dönem Genelkurmay askeri savcısı olan Binbaşı Kurtuluş Kaya tarafından ‘kovuşturmaya yer yoktur’ kararı verilerek aklandığı tespit edildi.
Edirne'de darbe girişimi gecesinde yaşananlara ilişkin, aralarında ordudan ihraç edilen 54'üncü Mekanize Piyade Tugay Komutanı Tuğgeneral Hidayet Arı'nın da bulunduğu 8'i tutuklu 22 şüpheli asker için hazırlanan iddianame, Edirne 2'nci Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edildi. Edirne Cumhuriyet Savcısı Eşref Çağdaş Bal,'ın hazırladığı 229 sayfalık iddianamede, dönemin 5’nci Kolordu Komutanı Korgeneral Alparslan Erdoğan’ın da ‘tanık’ sıfatıyla ifadesi alındı.

Geçen yıl Ağustos ayındaki YAŞ kararıyla emekliye ayrılan Korgeneral Erdoğan, darbe girişimi gecesi Tuğgeneral Hidayet Arı’yı arayıp kesinlik kışlalardan asker çıkmayacağını emir olarak kendisine ilettiğini ve karşılığında ‘Komutanım emredersiniz, sizin emrinize göre hareket edeceğim’ cevabı aldığını söyledi. Ancak buna karşın, iddianamede tankların çıkış emrinin tutuklu olan Tuğgeneral Hidayet Arı tarafından verildiği kaydedildi.

FETÖ’CÜ SAVCI SORUŞTURMADAN AKLAMIŞ

Savcılıkta tanık ifadesi alınan dönemin 5’nci Kolordu Komutanı emekli Korgeneral Alparslan Erdoğan, ‘Fethullahçı Terör örgütü ile daha önce irtibatı olduğunu bildiği bir kişi bulunup bulunmadığının sorulması üzerine Hidayet Arı’nın adını verdi. Sicil dosyasının kendisinde olduğunu ve darbe girişiminden 1 yıl önce FETÖ şüphelisi olarak Arı’nın ifade verdiğini anlatan Erdoğan, "Buna konuda Edirne bazında bildiğim Tuğgeneral Hidayet Arı idi. Bunu nereden biliyordum. Hidayet Arı'nın sicil dosyası bende, benim makamımda, ben muhafaza ediyorum. Sicil vereceğim zaman dosyayı bir kez daha açıp baktım ve inceledim. Dosyada şunu fark ettim, bir sene önce 5 tane tuğgeneralin Genelkurmay Başkanımızın emriyle Fethullahçı oldukları şüphesiyle ifadeye çağırmışlar. Genelkurmay sayın savcıları. Genelkurmay askeri savcılığında ifadeleri alınmış. Hepsi bu suçlamaları reddetmişler ve ifadeyi alan savcı binbaşı Kurtuluş Kaya, bunlar hakkında kovuşturmaya yer olmadığına dair karar vermiş. Ancak bu savcı, bu darbe girişimini yapanların yayınladığı görevlendirme listesinde Binbaşı olmasına rağmen Albay görevine, Jandarma Genel Komutanlığı Adli Müşavirliği'ne atanıyor. Bu da Fethullahçı, daha sonradan anlaşıldı ki, Genelkurmay Askeri Savcılığı'ndaki bütün işleri koordine eden şahıs bu ve şu anda tutuklu bu şahısta" dedi.

KOLORDU KOMUTANIN TELEFONLARA CEVAP VERMEDİ

İddianamede tanık ifadelerinin ardından tespitlerde bulunan Edirne Cumhuriyet Savcısı Eşref Çağdaş Bal, Hidayet Arı’nın eşi adına kayıtlı cep telefonu numarasıyla darbecilerin kurduğu ‘yurtta sulh’ adlı whatsApp grubuna katıldığı belirtilerek, "Kolordu Komutanının net ve açık biçimde verdiği emirler Hidayet Arı tarafından uygulanmamış, Hidayet Arı, saat 05.34 itibariyle Kolordu komutanının aramalarına cevap dahi vermemiştir. 'Yurtta sulh' isimli whatsapp grubu yazışmaları göz önüne alındığında, bu saatler İstanbul'daki kalkışma yanlısı askerlerin Trakya'dan yardım istediği saatlerdir, tam da bu noktada ilimizde bulunan birliklerden tank ve zırhlı araçlarla kışla dışına çıkış yapılmıştır" denildi.
Patronlar Dünyası

Devlet FETÖ'cü diye ilişiğini kesti, Kadir Topbaş 303 Milyon TL'lik ihale verdi
11 Nisan 2017



FETÖ’ye destekle suçlanan İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin AKP’li Başkanı Kadir Topbaş, yeni bir skandala imza attı.

FETÖ operasyonuyla gündeme gelen Akdeniz Güvenlik Hizmetleri, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin (İBB) özel güvenlik ihalesini 303.6 milyon lira bedelle kazandığını açıkladı.
Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ) Genel Müdürlüğü, 45 havaalanının güvenliğini sağlayan Akdeniz Güvenlik Şirketi ile bünyesindeki FETÖ’cüleri gerekçe göstererek yollarını ayırmıştı.
FETÖ operasyonuyla damadı tutuklanan ve bu gelişmenin ardından FETÖ’ye destekle suçlanan İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin AKP’li Başkanı Kadir Topbaş, yeni bir skandala imza attı.
Kadir Topbaş, devlet kurumlarının FETÖ nedeniyle ilişkisini kestiği Akdeniz Güvenlik Hizmetleri şirketine belediyenin güvenliğini teslim etti.
Peki, bu şirketin FETÖ ilişkisi nasıl gündeme gelmişti?

O GÜVENLİK ŞİRKETİNİ NEDEN KİMSE KONUŞMUYOR

Akdeniz Güvenlik Şirketi, ilk kez İstanbul Çağlayan Adliyesi’nde Savcı Mehmet Selim Kiraz’ın şehit edilmesiyle gündeme gelmişti.
Odatv’nin “O güvenlik şirketini neden kimse konuşmuyor” başlıklı haberinde, “Adliyedeki güvenlik görevlileri Savcı Kiraz’ın öldürülenlerin sahte kimliklerini cihazda neden okutmadı?” sorusu yöneltilmişti.
İşte o haber:

“GÜLEN HAREKETİNE YAKINLIĞI KULİSLERDE KONUŞULUYOR”

Milliyet gazetesinde Tolga Şardan, “Adliye güvenliğinin perde arkası” başlıklı bir yazı kaleme alarak şu kulis bilgisini aktarmıştı: “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, kamu binalarındaki özel güvenlik sisteminin yeniden polise geçmesi konusundaki çıkışının arkasında yatan nedenin de bu firmanın Gülen hareketine yakınlığı olduğu iddiası İçişleri Bakanlığı kulislerinde konuşuluyor.”
SABAH GAZETESİ: PARALEL YAPI'YA YAKINLIĞI İLE BİLİNİYOR
Ve FETÖ’nün 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Akdeniz Güvenlik Şirketi, yeniden gündeme oturdu. Hükümete yakın Sabah gazetesinden Osman Asiltürk, 18 Temmuz 2016’daki “Havalimanında polis ve güvenlikçi ihaneti” başlıklı haberinde, “Darbeci askerlere Atatürk Havalimanı'nda (AHL) 3 polisin yanı sıra daha önce Paralel Yapı soruşturmasında adı geçen Akdeniz Güvenlik'ten de 3 güvenlikçinin refakat ettiği tespit edildi” ifadeleri yer almıştı.
Haberde ayrıca Akdeniz Güvenlik Şirketi’ne ilişkin “Özellikle büyük şehirlerde kritik kamu kurumlarında hizmet veren Akdeniz Özel Güvenlik Şirketi, Paralel Yapı'ya yakınlığı ile biliniyor” uyarısı yapılmıştı.

DARBE SONRASINDA SONER YALÇIN UYARDI

15 Temmuz darbe girişiminin ardından konuya ilişkin Gazeteci-Yazar Soner Yalçın çarpıcı bir yazı kaleme almıştı. Soner Yalçın, Sözcü gazetesindeki 16 Eylül 2016 tarihli yazısında Akdeniz Güvenlik’e işaret etmişti.
Yalçın yazısında “Adliye'den savcıyı, hakimi ve hatta mübaşiri bile FETÖ mensubu diye atıyorsun, gözaltına alıyorsun ve hatta tutukluyorsun. Peki… Adliye'nin güvenlikçileri kim, biliyor musun? Yani… Adliye Sarayı'na savcıyı, hakimi, mübaşiri ve hatta çaycıyı bile yerleştiren FETÖ'nün güvenlik görevlisi meselesini atladığını mı düşünüyorsun?” sorularını yöneltmişti.
Soner Yalçın, “Bu FETÖ'nün özel güvenlik şirketleri olmadığını mı sanıyorsun?” diyerek yetkileri uyarmıştı.

REŞAT PETEK’İN YEĞENİ

Soner Yalçın yazısının son bölümünde Akdeniz Güvenlik ile AKP milletvekili ve Meclis’in 15 Temmuz darbesini araştırmak için oluşturduğu komisyonun başkanı olan Reşat Petek bağlantısına dikkat çekmişti. Yalçın “Reşat Petek'in yeğeni Necmettin Şimşek Türkiye'nin en büyük özel güvenlik şirketi, Akdeniz Güvenlik Hizmetleri A.Ş sahibi” diye yazmıştı.
İşte o yazı:

VE DEVLET UYANDI

Odatv’nin haberleri ve 15 Temmuz darbe girişiminden aylar sonra Emniyet harekete geçti. Hükümete yakınlığıyla bilinen Sabah gazetesi 22 Aralık tarihinde “Havaalanında FETÖ’cü güvenlikçi temizliği” başlığıyla bir haber geçti. Barış Şimşek imzalı haberde, Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ) Genel Müdürlüğü’nün 45 havaalanının güvenliğini sağlayan Akdeniz Güvenlik Şirketi ile yolları ayırdığı, Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından yapılan soruşturmada havalimanlarında şuan görevli 2 bin 850 güvenlikçiden 72'sinin FETÖ ile irtibatlı olduğu kaydedildi.
Akdeniz Güvenlik, neden 'Evet' posteri astı!

AKDENİZ GÜVENLİK NEDEN POSTER ASTI

Evet…
Devlet, FETÖ tehdidi nedeniyle Akdeniz Güvenlik’e verdiği ihaleleri geri çekerken, şirket İstanbul’daki binasının dört bir yanına Erdoğan ve “Evet” posterleri astı. “Evet” posterlerinden sonra da İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin özel güvenlik ihalesini Akdeniz Güvenlik’e 303.6 milyon lira bedelle vermesi dikkat çekti.
Odatv.com

Zaman Gazetesi yazarlarına 3'er kez ağırlaştırılmış müebbet hapis talebi



Kapatılan "Zaman Gazetesi"nin eski yazarları hakkında yürütülen soruşturma tamamlandı.

21'i tutuklu 30 kişi hakkında "Darbeye teşebbüs" suçundan 3'er kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ve "Silahı terör örgütüne üye olmak" suçundan da 15'er yıla kadar hapis cezası istendi.
Kapatılan "Zaman Gazetesi"nin eski yazarları Şahin Alpay, Ali Bulaç, Mümtazer Türköne, Ahmet T. Alkan, Nuriye Akman ve Mustafa Ünal ve Lale Sarıibrahimoğlu'nun aralarında bulunduğu 21'i tutuklu 30 kişi hakkında "Darbeye teşebbüs" suçundan 3'er kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ve "Silahı terör örgütüne üye olmak" suçundan da 15'er yıla kadar hapis cezası istemiyle iddianame düzenlendi. İddianamede adı geçen yazarların, yazılarında darbe mesajı verdikleri, hükümeti itibarsızlaştırmaya çalıştıkları iddia edildi.

64 SAYFALIK İDDİANAME

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Bürosu Savcısı İsmet Bozkurt tarafından hazırlanan iddianame 64 sayfadan oluşuyor. İddianamede yer alan isimler şöyle;

Şüpheliler Mümtazer Türköne, Ali Bulaç, İbrahim Karayeğen, Ahmet Turan Alkan, Mustafa Ünal, Şahin Alpay, Nuriye Ural, Lale Sarıibrahimoğlu, Orhan Kemal Cengiz, İhsan Duran Dağı'nın FETÖ-PDY medya organlarında köşe yazarlığı yaptığı, diğer şüpheliler Sedat Yetişkin, Hüseyin Turan, Ahmet Metin Sekizkardeş, Alaattin Güner, Cuma Kaya, Mehmet Özdemir, Faruk Akkan, Murat Avcıoğlu, Yüksel Durgut, Zafer Özsoy, Şeref Yılmaz, Hakan Taşdelen, Hüseyin Belli, Onur Kutlu, İsmail Küçük, Ali Hüseyin Çelebi, Ahmet İrem, Süleyman Sargın, Osman Nuri Öztürk, Osman Nuri Arslan'ın Feza Gazetecilik A.Ş., Cihan Medya Dağıtım A.Ş., Cihan Haber Ajansı, Fia Prodüksiyon Radyo ve Televizyon Reklam Organizasyon, Irmak Radyo TV Hizmetleri A.Ş., Dünya Dağıtım A.Ş., bünyesinde yönetici ve çalışan oldukları kaydedildi.

ÖRGÜT, STRATEJİSİNİ 2013'TEN SONRA DEĞİŞTİRDİ

FETÖ yapılanmasının tarihsel gelişimi, amacı ve hedeflerinin anlatıldığı iddianamede, örgütün medyayı ne zaman ve ne şekilde kullandığı da belirtildi.
Örgütün strateji gereği 2013 yılına kadar devlete ve hükümete karşı gizli ve derinden bir mücadele yürüttüğü, 2013 sonrasında ise açıktan saldırıya geçtiği belirtildi. Örgütün, basın ve ifade özgürlüğü sınırlarını aşarak devlet sırlarını ifşa ettiği, algı oluşturarak meşru hükümetleri çalışamaz hale getirmeyi hedeflediği vurgulandı. Bunu yapması için de medya gücünü kullandığı, şüphelilerin de haber ve yazılarıyla bu durumu bilerek sürdürdüğü iddia edildi.

ÖRGÜT DERGİSİNİN İLK KAPAK FOTOĞRAFI: AĞLAYAN ÇOCUK

İddianamede, örgütün medyaya ilk olarak, siyasi ve iktisadi sıkıntıların baş gösterdiği 1979 yılında "Sızıntı Dergisi"yle giriş yaptığı, ilk kapak fotoğrafının ise ağlayan çocuk fotoğrafı olduğu belirtildi. Derginin ilk sayısında yer alan "Eğitim, bilim, iman, sevgi, barış ve hoşgörü sayesinde ülke sorunları çözülecek" ifadesinin de, bundan böyle FETÖ-PDY'nin gizli ajandasındaki faaliyetlerini gizleyen bir paravan olarak kullanılacağı ifade edildi.

FETÖ'NÜN AMİRAL GEMİSİ

İddianamede Kasım 1986 tarihinden itibaren Ankara'da yayımlanmaya başlanan ve 1987 yılında tamamen FETÖ-PDY'nin kontrolüne geçtiği belirtilen Zaman gazetesinin bu örgütün medyadaki "amiral gemisi" olduğu belirtildi. Buna ilişkin yapılan tespitte, "FETÖ-PDY bundan böyle günlük olarak yayınlanacak, geniş kitlelere ulaşarak örgütsel faaliyetlerin propagandasını yapabilecek bir yayın organına sahip olmuştur" denildi.

TÜRKİYE'NİN İLK İNTERNET GAZETESİ

Zaman gazetesinin Ankara'dan İstanbul'a taşınmasından sonra, Avrupa ve Asya'nın bir çok ülkesinde de yayınlanmaya başladığı, ardından da Cihan Haber Ajansı , Aksiyon Dergisi gibi basın organlarını da bünyesine katarak daha geniş kitlelere ulaşmaya çalıştıkları belirtildi. İddianamede Dünyada ve Türkiye'de internet kullanım alanının son derece sınırlı olduğu bir dönem olan 1995 yılında Türkiye'de internetin ilk Türkçe gazetesi olarak www.zaman.com.tr'nin kurulmasıyla örgütün internet alanında da ciddi bir yaygınlaşma sağladığına dikkat çekildi.

CIA BAŞKANIYLA KURULAN DOSTLUK ÖRGÜT MEDYASINDA İŞLENDİ

İddianamede Gülen'in, Amerikan gizli servisi CIA Başkanlığına getirilen Morton Abromowitz ile 1983 ve 1990 yılları arasında görüşerek dostluk kurduğu, Abraham Foxman ve Papa II. John Paul ile de görüşmeler yaptığı belirtilerek, bu temasların örgüt medyasında işlenerek uluslararası kamuoyunda propaganda malzemesi olarak kullanıldığı vurgulandı.

28 ŞUBAT'TA FETÖ'NÜN YAYIN ORGANLARINA DOKUNULMADI

FETÖ'nün 1980 askeri darbesi ile 28 Şubat post modern darbesini desteklediği anlatılan iddianamede, Zaman gazetesinin de 28 Şubat sürecinde darbe çizgisinde yayınlar yaptığı belirtildi. O dönem Gülen hakkında hiçbir dava açılmadığı örgütün basın yayın organlarının faaliyetlerine de dokunulmadığının altı çizildi. Gülen'in ABD'ye gidişinin ardından Nuh Mete Yüksel'in Gülen hakkında dava açtığı ancak, daha sonra bu dosyanın askıya alındığı ifade edildi.

İDDİANAMEDE FETÖ MEDYASININ AK PARTİ İLİŞKİSİ...

İddianamede FETÖ'nün yayın organlarıyla Ak Parti arasındaki ilişki şu ifadelerle anlatıldı; "2002 Genel seçimleri öncesinde herhangi bir siyasi partiye açık destek vermeyen FETÖ'nün yayın organları, seçimler sonucunda iktidara gelen Ak Parti Hükümetleri ile ilk dönemlerde açıktan karşı kaşıya gelmekten kaçındılar. Ne var ki; Ak Parti Hükümeti'nin, FETÖ-PDY'nin gizli faaliyetlerini öğrenerek bu faaliyetlere son verebilmek maksadıyla harekete geçmesi üzerine örgüt medyası basın özgürlüğü ile çizilen sınırları çiğneyerek açıktan hükümete yönelik saldırılara başladı"

FETÖ MEDYASININ HÜKÜMETE İLK TEHDİDİ 2011'DE...

İddianamede FETÖ medyasının hükümeti ilk tehdidinin, 2011 yılında Ergenekon soruşturmalarında aktif görev alan emniyet mensuplarının görev yerlerinin değişitirilmesiyle yapıldığı belirtildi. İddianamede, "16 Eylül 2011 tarihinde Zaman gazetesinden Ali Ünal, doğrudan dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ı hedef alarak; "Sayın Başbakan'dan beklentimiz, kendisini övenlere değil, ülke ve millet sevgisiyle gerçeği işaret edenlere, gerektiğinde gerekli tenkidi yapan kanaat önderlerine kulak vermesidir" şeklinde telkinlerde bulunmaya kalkıştı" denildi.

İddianamede asıl tehdid yollu göndermelerin ise hükümetin, dershaneleri kapatma düşüncesini hayata geçirmesiyle arttığı ve bu tarihten sonra Zaman gazatesinin hükümet aleyhine yalan haberler üretmeye başladığı belirtildi.
İddianamede Zaman gazetesinin eski genel müdürü Nurettin Veren ile eski yazarı Hüseyin Gülerce'nin ifadelerine dayandırılarak gazenin sayfa düzeninden işlenecek konulara kadar, Fetullah Gülen'in talimatıyla yapıldığı, buradan örgüt mensuplarına mesajlar ilettiği belirtildi.

FETÖ MEDYASININ, MUHALEFET EDEN KİŞİ VE OLUŞUMLARA YAKLAŞIMI...

İddianamede FETÖ'nün Türkiye'deki önemli gelir kaynaklarından olan dersanelerin kapatılmasının kararlaştırılmasıyla FETÖ medyasının harekete geçtiği, örgütün fikir ve uygulamalarına muhalefet eden kişi ve oluşumlara karşı saldırı aracı olarak kullanıldığı anlatıldı. Kamuoyunda "Tahşiyeciler grubu" olarak bilinen dini grubun Gülen hareketinin dinler arası diyalog söylemine muhalefet ettiği gerekçesiyle hedef alındığı vurgulandı.

ŞİKE OPERASYONUNU YAPAN POLİS MÜDÜRLERİNİN TELEFON GÖRÜŞMELERİ

İddianamede, "Şike Operasyonu"nda görevli üst rütbeli emniyet görevlileri Mutlu Ekizoğlu, Nazmi Ardıç ve diğer şüphelilerin kullanmış olduğu telefon hatları ile Zaman gazetesinin bünyesinde bulunduğu Feza Gazetecilik A.Ş. ye ait telefonlar arasında sık görüşmeler olduğu tespiti yapılarak, "Buradan örgütün emniyet içindeki mensupları ile basın içerisindeki mensuplarının birlikte aynı amaca yönelik hareket ettikleri kanaati oluşmuştur" denildi.

DARBE MESAJI 2013'TE REKLAM AFİŞİNDE VERİLDİ

İddianamede örgütün ilk darbe mesajını Zaman gazetesinin 2013 yılı Kasım ayında "Kardeşlik Zamanı" başlıklı sloganıyla bir reklam afişi hazırlatarak tabanına verdiği belirtildi. Söz konusu afişte bir vatandaş ile bir polisin Zaman gazetesini birlikte tuttuğu, polisin tuttuğu kısımda, "Ne Gerek Var Kavgaya?" yazısının yer aldığı vatandaşın tuttuğu kısımda ise, "Bir İhtimal Daha Var" yazdığı, bu ifade ile darbe ihtimalinin tabana iletildiği tespitine yer verildi.

ŞÜPHELİLERİN KÖŞE YAZILARINDAKİ DARBE MESAJLARI...

İddianamede şüpheliler Ali Bulaç'ın, yazısında geçen "mazlumun kılıç kullanma hakkı yok mu?" ifadesiyle örgüt tabanına ve topluma askeri darbeyi telkin ettiği, Mümtazer Türköne'nin 4 Şubat 2016'da yazdığı "Dolmabahçe Mutabakatı'nda kendini ele veren Saray iktidarı", "Devr-i Sabık Yaklaşırken" ki yazılarının darbeyi çağrıştırdığı tespiti yapıldı.

Yine Zaman gazetesinden şüpheli Ali Ünal'ın; "…Öyle görünüyor ki, Erdoğan, Hizmet'le savaşını sürdüredursun, ama kendisini hep devirme planları yapmış çevrelerin planları içinde boğulurken, elini kurtuluş adına Hizmet'e uzatacak ama, kaderin hikmet ve adaleti, o eli geri itecek..." şeklindeki yazının da darbeye davet edici yazılar olarak değerlendirildi.

İddianamede şüpheli Abdullah Aymaz'ın da 1980 darbesinde Fetullah Gülen'in Sızıntı dergisinde yayınlanan ve darbeyi davet eden "Nevbahar Mesajı" başlıklı yazısını 15 Temmuz darbe girişiminden 4 ay önce paylaşmasının da tesadüfi olmadığına kanaat getirildi.

TİRAJ HİLESİ

İddianamede Zaman gazetesinin bazı emniyet mensuplarını, iş adamlarını baskı yoluyla abone ettiği, kurumlara, apartmanlara gazete bırakarak Türkiye'nin en çok tiraj elde eden gazetesi olduğunu ileri sürdüğü belirtildi. Zorla satılan gazetelerin, paketler halinde hiç açılmadan kağıt niyetine İstanbul'un çeşitli bölgelerindeki kağıt hurdacılarına ve geri dönüşüm firmalarına satıldığı, buralarda işlenerek yumurta kartonu vs. yapıldığı, FETÖ-PDY'nin Ataşehir'de bu işlemler için özel bir depo kiraladığı da vurgulandı. İddianamede Zaman gazetesinin günlük fiili satış adedi ortalamasının 2014 yılı Mart ayında 50.000-100.000 adet arasında gerçekleştiği, geriye kalan Ocak 2014-Ağustos 2015 döneminde 10.000-25.000 adet arasında kaldığı, abone olduğu iddia edilen kişilerin karşılığının olmadığı, gazetenin günlük 50 binin altında satıldığının tespit edildiği belirtildi.

21'İ TUTUKLU 30 ŞÜPHELİ

1 şüpheli hakkında yakalama kararınını bulunduğu dosyada 21'i tutuklu 30 sanık adı yer alıyor. Tutuklu sanıklar şöyle, Ahmet Metin Sekizkardeş, Ahmet Turan Alkan, Alaattin Güner, Ali Bulaç, Cuma Kaya, Faruk Akkan, Hakan Taşdelen, Hüseyin Belli, Hüseyin Turan, İbrahim Karayeğen, İsmail Küçük, Mehmet Özdemir, Murat Avcıoğlu, Mustafa Ünal, Mümtazer Türköne, Onur Kutlu, Sedat Yetişkin, Şahin Alpay, Şeref Yılmaz, Yüksel Durgut, Zafer Özsoy.
Patronlar Dünyası

Fettah Tamince: Fetullah Gülen istedi üniversite kurdum



AKP döneminde ünlü işadamları listesine giren Fettah Tamince, FETÖ soruşturması kapsamında savcıya, Uluslarası Antalya Üniversitesi’ni nasıl kurduğunu anlattı.

AKP döneminde yatırımları ve ortaklıklarıyla ünlü iş adamları arasına giren Fettah Tamince, “Fetullah Hoca üniversite kurmamı istedi. Ben de kurdum. 17-25 Aralık sürecinden önceki gelişen olaylar benim cemaate bakış açımı değiştirdi” dedi.

Tamince, Antalya Cumhuriyet Savcısı Sinan Tür tarafından alınan ifadesinde Gülen'le tanıştırılmasını şöyle anlattı:

“2002 yılından sonra ismini hatırlayamadığım cemaat üyesi olan şahıs bana ‘hocaefendi' olarak adlandırdıkları Fetullah Gülen ile tanıştırmak istediklerini söyledi. Bende zaten sürekli olarak ABD'ye gidip geliyordum. ABD'de bir iş seyahati sırasında bir işadamı olan arkadaşımla Pensilvanya'ya gidip Gülen'le tanıştım.”

2002'DEN SONRA AKP'YE YAKINDIM

“2002 yılından sonra yeni kurulan AKP hükümetine yakın oldum. Hükümette olan ilişkilerimi gören cemaat üyeleri bana daha fazla yakınlık göstermeye, itibar etmeye başladılar. Bu süre içinde cemaatin kurumlarında konuşmacı olarak katıldım. ABD'ye gittiğim bazı zamanlarda Gülen'i ziyaret ettim. Kendilerini İslam'a hizmet ettiği düşüncesiyle ziyaret etmiştim.”

25 ARALIK'I GÖRÜNCE DEĞİŞTİM

“25 Aralık 2013'te gözaltına alınacağını öğrendiğim bu ülkenin kalkınmasında büyük katkıları olan, ticaret ve iş ilişkilerini, yaşayış şekillerini bildiğim ortağım olan Mehmet Cengiz, Latif Topbaş, Abdullah Tivnikli, Fatih Saraç'ın isimleri görünce ben yıllarca istemeyerek de olsa yanlış işler içinde olan insanlara destek vermiş olduğumu anladım.”

Tamince, Fetullah Gülen'i ABD'de zaman zaman ziyaret ettiğini söyledi. İşadamı Fettah Tamince savcıya verdiği ifadesinde Fetullah Gülen'i zaman zaman ABD'de ziyaret ettiğini, 17-25'ten sonra yapıdan ayrıldığını söyledi

16 YIL SONRA ÖĞRENDİM

“Bu yapıya ait Gaye Vakfı'nın 1996 yılı içinde kurucularından biri olduğumu, 2012 yılında Uluslararası Antalya Üniversitesi'ni kurarken öğrendim. Bir gün cemaatin Antalya sorumlusu Tahsin Hoca beni arayarak Antalya ilinde özel bir üniversite yapılmasına, 10 kişiyle birlikte dahil olmamı istedi. Bu teklifi kabul ettim. Kuruluş aşamasında kişi başı yıllık 500 bin lira bir bedel konuldu. Ancak süreç içinde arkadaşlar vaat ettikleri paraları ödemedi. Üniversite kuruluşundaki maddi kaynağın yüzde 95'ini ben karşıladım.”
Tamince'nin ifadesinin ardından Sincan Ağır Ceza Mahkemesi eski Başkanı Osman Kaçmaz, üniversite yapımı için toplanan 190 milyon lira ve 120 milyon doların “kayıp” olduğu iddiasıyla savcılığa suç duyurusunda bulundu.

5 YIL ÖNCE KURULDU, TÜRKİYE'NİN TEK ULUSLARARASI ÜNİVERSİTESİ

Uluslararası Antalya Üniversitesi 2012 yılında kuruldu. Türkiye'nin tek ve ilk uluslararası olan üniversitede 6 fakülte, 4 yüksekokul 2 enstitü var. İlk mezunlarını bu yıl verecek.
Saygı Öztürk/Sözcü

'Bomba dosya Erdoğan'ın masasında... Konu: Kadir Topbaş..
29 Nisan 2017



Korkusuz yazarı Can Ataklı bugün kaleme aldığı yazısında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın masasında bulunan 'bomba Kadir Topbaş dosyası'nı yazdı.

Korkusuz yazarı Can Ataklı bugünkü köşesinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın masasında duran İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın dosyasını yazdı.
Köşe yazısında kendisini Ankara’daki "önemli bir haber kaynağının" aradığını belirten Ataklı şu ifadeleri kullandı:
“Önce “Bir şey soracağım” dedi. “15 Temmuz kalkışması, de ki başarılı olmuştu, darbeciler kimi başbakan yapacaktı?”
Bir an durdum tuzak soru bu. “Valla” dedim ve ekledim; “Bazı isimler geçmişti, örneğin bir eski başbakanın bu göreve getirileceği söylenmişti.”
Ankaralı kaynağım “Yanlış” dedi. “İsmi söylemeyeyim, ama ben de saraydaki kaynaklarımdan yeni öğrendim, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ile ilgili kapsamlı bir dosya hazırlanmış. Bu bomba dosya şu anda Erdoğan'ın masasında duruyormuş” diye de ekledi.
Ben de “Kadir Topbaş'la ilgili bazı söylentiler vardı zaten, ayrıca damadı da halen tutuklu, bunun yeni ne hali var ki” diye sordum.
Kaynağım “Haklısın da iş o kadar değil bu kez durum çok ciddi, bütün bilinenler bir rapor haline getirilince hayli önem kazanmış durumda” dedikten sonra anlatmaya başladı.
“İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı 15 Temmuz yaşandığında Türkiye'de değildi, Amerika'daydı. Aslında daha önce planlanmış bir resmi görevle gitmişti ama darbe gecesinden önce bu iş bitmişti, Topbaş bir gün öncesine bileti olduğu halde dönmedi.”
Biraz soluklandı ve devam etti; “Topbaş'ın bileti cuma akşamına alınmıştı. Son anda iptal edilerek bilet tarihi cumartesi için değiştirildi. Cumartesi geldiğinde bilet bir kere iptal edildi ve uçuş hattı da değiştirildi. Topbaş Amerika'dan direk gelmek yerine önce Frankfurt'a uçtu, sonra Türkiye'ye geçti.”
Ankaralı kaynağım biletleri alan ve iptal eden kişinin soyadı Çelikbilek olan Büyükşehir Belediyesi Özel Kalem Müdürü olduğunu da söyledi.”
“BELEDİYE PARALARI BANK ASYA’YA YATIRDI”
Ataklı, kaynağının kendisine aktardığı dosyadaki ayrıntıları ise şu ifadelerle anlattı:
“Bu bilgileri aldıktan sonra “Tamam da bu bilgiler aşağı yukarı biliniyordu, yani 17 Temmuz itibarıyla bu bilgi herkesin elinde vardı. Dosya neden şimdi gündeme gelmiş” diye sordum.
“Eeee” dedi “Referandum sonucu da bunda etkili olmuştur. İstanbul 1994 yılından bu yana ilk kez kaybedildi. Erdoğan'ın bunu affetmesi mümkün mü?”
Ardından da “Şimdi geliyorum Erdoğan'ın masasındaki bomba dosyanın diğer ayrıntılarına” dedikten sonra anlatmaya başladı; “Öğrendiğime göre bu dosyada iki çok önemli ayrıntı varmış. Birincisi ^halen tutuklu olan damadın ailesinden Ahmet Kaymakçı Kadir Topbaş'ın oğlu Hüseyin Topbaş Pensilvanya'da, Fetullah Gülen'in kaldığı malikanenin hemen yanındaki parseli satın almışlar. Neden almışlar ne yapmışlar bir bilgi yok.”
Kaynağım “Şimdi ikincide” dedi ve devam etti; “İSKİ ve İGDAŞ faturalarından toplanan paralar 17-25 Aralık olayından sonra da Bank Asya'ya yatırılmaya devam etmiş. Ev sahibinin isteği üzerine kiralarını Bank Asya'ya yatırmış olanlara bile operasyon yapılırken en önemli belediyenin hiçbir şey olmamış gibi çok yüklü miktarlardaki paraları Bank Asya'ya yatırılması sarayda elbette hiç hoş karşılanmaz.”
Ankaralı kaynağım “bir de” dedi “Hayri Boraçlı adına dikkat et. Dosyada adı pek çok yerde geçiyor. Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri bu kişi. Kavurmacı ailesinin eniştesi de oluyor. Bu kişi üzerinde çok duruyormuş Tayyip Erdoğan.”
Ankaralı kaynağım bunları anlattıktan sonra “İyi de en başta darbeciler kimi başbakan yapacaktı sorusunu neden sordun?” diyordum ki ki hat kesildi. Bir daha da konuşamadık. Hâlâ merak ediyorum “bu isim kim?” diye.”
Patronlar Dünyası

O FETÖ'cülere büyük şok!
Aralarında TUSKON Başkanı Rızanur Meral'in de bulunduğu 83 işadamı hakkında dava açıldı. Rızanur Meral ve TUSKON Genel Sekreteri Mustafa Muhammet Günay’ın 3’er kez ağırlaştırılmış müebbet hapis istenirken, aralarında Ömer Faruk Kavurmacı ve Faruk Güllü’nün de bulunduğu diğer 83 iş adamı için ise 15 yıla kadar hapis istendi.

TUSKON ve üye şirketlerine yönelik “FETÖ/PDY” soruşturması tamamlandı
Tarih: 03.05.2017



Türkiye İş adamları ve Sanayiciler Federasyonu (TUSKON) ve üye şirketlerine yönelik “FETÖ/PDY” soruşturması tamamlanarak FETÖ lideri Fetullah Gülen ve 35'i tutuklu 85 iş adamı hakkında iddianame hazırlandı.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Soruşturma Bürosunca hazırlanan 120 sayfalık iddianamede, İsa Akalın ve Emre Er adlı kişiler ‘ihbar eden' sıfatıyla yer aldı. İddianamede 1 numaralı şüpheli olarak FETÖ elebaşı Fetullah Gülen gösterildi. İddianamede firari şüphelilerden FETÖ lideri Fetullah Gülen, TUSKON Başkanı Rızanur Meral ve TUSKON Genel Sekreteri Mustafa Muhammet Günay'ın “anayasayı ihlal”, “TBMM'yi ortadan kaldırmaya teşebbüs”, “Türkiye Cumhuriyeti'ni ortadan kaldırmaya teşebbüs”, “Silahlı terör rögütü kurmak veya yönetmek” ve “Özel belgede sahtecilik” suçlarından 3'er kez ağırlaştırılmış müebbet ve 16 yıldan 25 yıl 6'şar aya kadar hapisleri istendi.

15'ER YIL HAPİS

İddianamede aralarında Ömer Faruk Kavurmacı, Ahmet Tuzlu, Cahit Durmaz, Faruk Güllü,İsmail Hakkı Kısacık, , Mehmet Fatih Baltacı, Murad Abdurrahman Baltacı, Murat Atakan Kayalar, Mustafa Şevki Kavurmacı, Rana Tezcan Açıkgöz, Harun Akca, Mehmet Zenginer, Salih Zeki Azak, Semih Sadır, Tolga Güven, Yüksel Nalbant ve Süleyman Düzgün'ün de bulunduğu diğer 83 iş adamının “silahlı terör örgütüne üye olmak” suçundan 7,5 yıldan 15'er yıla kadar hapisle cezalandırılmaları talep edildi. Şüphelilerden Ramazan Erdem, Serkan Ercan ve Süleyman Tari'nin örgüt üyeliği suçunun yanında “özel belgede sahtecilik” suçundan 1'er yıldan 3'er yıla kadar hapisleri istendi.
O FOTOĞRAF DELİL OLDU...
TUSKON ve üye şirketlerine yönelik hazırlanan iddianamede, Rızanur Meral'in başkanı olduğu TUSKON'daki Türkiye Cumhuriyeti hükumetini açıkça tehdit ettiği açılış konuşmasına, ayakta alkışlayarak destek veren iş adamlarının bu davranışlarının örgüte mensubiyetlerinin birer delili olarak kabul edildiği belirtildi. Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Federasyonu (TUSKON) ve üye şirketlerine yönelik 86 iş adamı hakkında hazırlanan iddianamede, FETÖ'nün gelir kaynaklarından birinin, TUSKON ve bağlı federasyon, dernek, şirket ile vakıflardan toplanan aidatlar olduğu ifade edildi. FETÖ'nün sisteme sokmakta sıkıntı yaşadığı himmetleri, kendisine bağlılığı konusunda şüphe duymadığı ve güvenerek tayin ettiği iş adamları üzerinden aştığı, bu şekilde toplanan paraların belirlenen iş adamlarına verildiği kaydedilen iddianame, maddi durumu yerinde olan örgüt üyesi iş adamının da hem gerektiğinde o parayı kendi parasıymış gibi bankaya yatırabildiği, hem de örgütün o parayla ilgisi olduğuna dair resmiyete dökülebilecek bir sorunu ortadan kaldırıldığı belirtildi.
İddianamede 1 Mart 2014'de yapılan TUSKON 5.Olağan Genel Kurul Toplantısında, seçimle iş başına gelmiş Türkiye Cumhuriyeti Hükumetinin açıkça tehdit edildiğine vurgu yapılarak,Türkiye Cumhuriyeti Hükumeti adına hiçbir temsilci katılmamasına ve bu hususun önceden bilinmesine rağmen söz konusu toplantıya bazı iş adamlarının iştirak ettiği anlatıldı.

RIZANUR MERAL'İN TEHDİTKAR KONUŞMASINI AYAKTA ALKIŞLADILAR

Toplantıda Rızanur Meral'in açık şekilde FETÖ/PDY propagandası yaptığı, hükumeti ve örgüte biat etmeyen vatandaşları hedef aldığı ve 15 Temmuz darbe girişimiyle sonuçlanan örgüt eylemlerinin fitillerinden birini ateşleyecek konuşmasına çoğu zaman ayakta alkışlayarak destek veren şüphelilerin bu davranışlarının örgüte mensubiyetlerinin birer delili olarak kabul edildiği ifade edildi. TUSKON 5.Olağan Genel Kurulu'nda kaçak şüphelilerden TUSKON Yönetim Kurulu Başkanı Rızanur Meral'in yaptığı açılış konuşmasında kullandığı birçok ifadenin ve genel olarak söyleminin FETÖ'nün kuruluş ve varoluş amacıyla birebir örtüştüğüne değinilen iddianameye, söz konusu konuşmanın çözümü aktarıldı.

BÜYÜDÜKÇE ÖRGÜTE FİNANS SAĞLADILAR...

Şüpheli Rızanur Meral'in açıkça Bank Asya'yı sahiplenip, örgüt üyelerinin örgütsel bir tavır göstermek suretiyle bankaya desteklerini de överek, bankanın tüm yasa dışı faaliyet ve işlemlerine de örgütün finans kaynağının kesilmemesi uğruna örgütsel bir tavırla sahip çıktığı belirtildi. İş hacimlerini olabildiğince arttırmak, sektörlerindeki rakip şirketlerden her zaman bir adım önde olmak, varlıklarına varlık katmak, rakip şirketleri her alanda mevcut yasa dışı örgüt yapılanmasının sağladığı güçle bertaraf etmek amacıyla hareket eden örgüt üyesi iş adamlarının, şirketleri örgüt sayesinde paraya para kattıkça bu yükselişin bir diyeti olarak örgüte her daim finansal destek sağladıkları anlatıldı
Milat

İnşaatı ruhsatsız çalışanları sigortasız ve müteahhiti FETÖ'den gözaltında çıktı
18.05.2017



Caminin yapımını Edecan İnşaat isimli şirket üstlendi. Gaziantep’te dün düzenlenen FETÖ operasyonu kapsamında Edecan İnşaat Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Selim Ener gözaltına alındı.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla Gaziantep Şahinbey Belediyesi tarafından Türkiye’nin en büyük camilerinden biri olacak olan Akkent Hz. Abdullah Camii’nin yapımı başlandı.

2012 yılında dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ve o dönemin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin’in katılımıyla caminin temeli atıldı.

Cami inşaatı kamuoyunun gündemine ilk olarak ruhsatsız ve olması ve çalışan işçilerin sigortasının yapılmamasıyla geldi.

Gündeme ikinci kez ise FETÖ operasyonu sonucunda geliyor. Caminin yapımını Edecan İnşaat isimli şirket üstlendi. Gaziantep’te dün düzenlenen FETÖ operasyonu kapsamında Edecan İnşaat Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Selim Ener gözaltına alındı. Polisin Ener’in başka bir şirket üzerinden yurtdışına usulsüz para transferi yaptığını tespit ettiği duyuruldu.

Bu gözaltı Ener’in FETÖ’den ilk gözaltısı değildi. Ener, 15 Temmuz darbe girişiminden önce 12 Haziran 2016’da FETÖ’ye finans sağladığı iddiasıyla gözaltına alınmış, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştı.

Erdoğan’ın talimatıyla başlayan cami inşaatı, Ener’in gözaltına alınmasının ardından durdu.

Odatv.com

Fehmi Koru'dan 'Sözcü' açıklaması: O yazıyı yazan benim
23 Mayıs 2017

Fehmi Koru, Sözcü gazetesi Burak Akbay'ın yurtdışında cemaate ait bir evde yetiştiğine dair iddiasını 2010'da yazdığını belirtti. Akbay'dan açıklama geylmediğini belirten Koru, "Sözcü ile ilgili tanıklığıma Başsavcılık geçen yılın Ağustos ayında başvurmuştu. Kusura bakılmasın, ama dünyanın her yerinde benim yaptığıma ‘gazetecilik’ deniliyor" dedi.

Gazeteci Fehmi Koru, Sözcü gazetesine yönelik FETÖ soruşturmasında tanık sıfatıyla savcıya ifade verdi. Koru ifadesinde Sözcü’nün sahibi Burak Akbay’ın babası Ertuğrul Akbay’ın kendisine “Burak İsviçre’de cemaate ait bir evde yetişti” dediğini öne sürerken Sözcü gazetesi sahibi Burak Akbay ise “Ergenekon ve Balyoz operasyonlarında iftiracı PKK’liler kullanılarak masum insanlar hapse atıldı. Şimdi de iftiracı kripto (gizli) FETÖ’cüler kullanılarak aynısı bana yapılmaya çalışılıyor” dedi.

Yandaş yazar Fehmi Koru, Sözcü gazetesine yönelik soruşturma kapsamında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na tanık sıfatıyla ifade verdi. 24 Nisan 2010 tarihli Yeni Şafak gazetesinde “Taha Kıvanç” takma ismiyle kaleme aldığı ve “Burak Akbay’ın FETÖ evlerinde yetiştiğini” iddia ettiği yazısıyla ilgili sorular sorulan Koru, 1990’lı yıllarda Burak Akbay’ın babası Ertuğrul Akbay’ın kendisine “Burak İsviçre’de cemaate ait bir evde yetişti” dediğini öne sürdü. Yıllar sonra Burak Akbay’ın ani bir yükseliş sergileyerek Sözcü gazetesini açmasının kendisine tuhaf geldiğini söyleyen Koru,“Babası, ‘Oğlum dinine bağlı, muhafazakâr değerlere sahip biridir’ demesine rağmen Sözcü gibi aşırı muhalif bir gazetenin patronu olmasını ben mantıklı bulmamıştım. Bu nedenle Yeni Şafak’taki yazıyı kaleme aldım. Bu yazımdan sonra Ertuğrul Akbay beni cep telefonumdan aradı. Yazıyı yazdığım için beni eleştirdi. Ben de kendisine Burak Akbay kendi imzası ile bir cevap verirse bunu gazete köşesinde yayımlayacağımı söyledim. Bu yazımla ilgili herhangi bir açıklama gelmedi” dedi.

Kripto FETÖ’cüler...

Sözcü gazetesinin sahibi Burak Akbay ise Fehmi Koru’nun açıklamalarına tepki gösterdi. Ergenekon ve Balyoz operasyonlarında iftiracı PKK’liler kullanılarak masum insanların hapse atıldığını, şimdi ise iftiracı kripto FETÖ’cülerin kullanıldığını anlatan Akbay, “Türkiye Cumhuriyeti’nin savcıları, geçmişi FETÖ’nün kirli ilişkileriyle dolu ve FETÖ elebaşısı Gülen’in Türkiye’deki bir numaralı temsilcisi olan bu adamı ciddiye alıp, Sözcü ve benim hakkımda bir algı operasyonu başlatıyor. Türkiye Cumhuriyeti savcıları, bu kripto FETÖ’cülerin iftiralarına inanarak Sözcü ve benim hakkımda algı operasyonuna devam ederlerse, gerçekler ortaya çıktığında ‘pardon bu paralelciler yine bizi kandırmış’ diyecekler” ifadelerini kullandı.
Cumhuriyet

Bahçeli’den Erdoğan’a çok sert cevap!
26 May, 2017



Erdoğan’ın “FETÖ’nün siyasi ayağı” eleştirilerine sert çıkmasının ardından MHP’nin yayın organı Ortadoğu gazetesi yazarlarıyla karşılık verdi. Bahçeli de sosyal medyadan Erdoğan’ı sert dille eleştirdi.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “FETÖ’nün siyasi ayağı” eleştirilerine sert çıkmasının ardından, MHP’nin yayın organı Ortadoğu gazetesi yazarlarıyla karşılık verdi. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de sosyal medya hesabından Erdoğan’ı çok sert bir dille eleştirdi.

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin FETÖ’nün siyasi ayağına yönelik eleştirilerine ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın damadı Ömer Faruk Kavurmacı’nın tahliyesine ilişkin konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Sayın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın damadını söylüyorsan tamam, bu konu yargı ile alakalı bir konu. Bunun beraatine karar vermemiş. Denetimli serbestlikle bırakılmış vaziyette. Bunu kalkıp da siyasi partinin içerisinde bu şekilde AK Parti’ye fatura kesmeye kalkmak kimsenin haddi değil. Önce bunlar kendi işleri ile uğraşsınlar” ifadelerini kullanmıştı.

BAHÇELİ’DEN ERDOĞAN’A ÇOK SERT YANIT

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “FETÖ’nün siyasi ayağı” eleştirilerine sert çıkmasının ardından, MHP lideri Devlet Bahçeli sosyal medya hesabından Erdoğan’ı eleştiren çok sert açıklamalarda bulundu.

İşte Bahçeli’nin sosyal medyadan Erdoğan’a yönelik yazdığı çok sert mesajlar:

“Partimizin bu haftaki Meclis grup toplantısında FETÖ’nün siyasi ayağı hakkındaki yorum ve değerlendirmelerim ses getirmiş, yankı bulmuştur. Haklı bir şekilde FETÖ’nün siyasi ayağının üzerine gidilmesi, bu kapsamdakilerin tespit ve teşhirinin yapılmasını istemiş, dilemiştim. Anlaşılan odur ki, Sayın Cumhurbaşkanı hiç beklemediğim, arzu ve tahmin etmediğim ölçüde grup konuşmamdaki bu sözlerden rahatsız olmuştur. Bu rahatsızlık Sayın Cumhurbaşkanı’nın kendi takdiri, kendi bileceği bir husustur. İnandığımızı söylemek ilkeli siyasetimizin gereğidir. Sayın Erdoğan’ın, 24 Mayıs 2017’de Brüksel’e seyahati öncesinde üzücü ve üslup açısından sorunlu açıklamaları cevapsız kalmayacaktır. Bir defa bizim çağrı ve talebimiz hükümete yöneliktir. FETÖ’nün siyasi ayağının ortaya çıkarılması siyasi otoritenin başlıca vazifesidir.

Kavurmacı’yı müdafaa ederek AKP’ye fatura kesildiğini söylemek hem makul, hem meşru, hem de mantıki bir değerlendirme değildir. FETÖ’nün siyasi ayağı ile ilgili bugüne kadar hiçbir adım atılmaması milli vicdanı ziyadesiyle sarsmış ve yaralamıştır. Bu açıktır. Bu konuda en öncelikli görev hükümete düşmektedir. Emniyet, istihbarat ve yargıyı seferber edecek de hükümettir. Bu yalın gerçek ortadadır. Hükümetin FETÖ’nün siyasi uzantıları konusunda inisiyatif almasını beklemek, konuyla ilgili milletimize tercüman olmak haklı bir duruştur. FETÖ’nün siyasi ayağı olmadığını söyleyerek, alt kademe bazı siyasi yöneticileri hedef almak da milli vicdanı tatmin etmeyecektir. Üstelik böyle bir yaklaşım FETÖ ile mücadelenin etkinliğini ve inandırıcılığını zayıflatıp yıpratacaktır. Buna da kimsenin hakkı yoktur. Sayın Erdoğan’ın, siyasi ayakla ilgili temizlik yapılmadığını iddia edenin, iddiasını ispatlaması gerektiğine vurgu yapması temelsizdir.”


MHP’NİN YAYIN ORGANINDAN “FETÖ’NÜN SİYASİ AYAĞI” YAZILARI

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözlerinin ardından bugün Ortadoğu gazetesi yazarları “FETÖ’nün siyasi ayağı” üzerine yazılar kaleme aldı.

Ortadoğu gazetesi yazarı Orhan Karataş, “FETÖ ile mücadele ve kirli pazarlıklar” başlıklı yazısında şu eleştirileri yöneltti:

“Kimse kimseyi kandırmasın. Bu işin siyasi ayağının olmadığını, olanların da temizlendiğini söylemek milletin aklıyla alay etmektir. Defalarca yazdık, bir defa daha tekrar edelim. Darbeyi bizzat planlayan, yöneten ve yapanları, “Yurtta Sulh Konseyi” diye ortaya çıkanları, o makamlara kimler getirdi, atamalarını kimler yaptı, kimler aracı oldu veya referans verdi? Siyasi iradenin bilgisi ve onayı olmadan devletin en önemli, en kritik makamlarına bunların gelmesi, getirilmesi mümkün müdür? Adil Öksüz’ün bağlantıları neden ortaya çıkarılmıyor? Bu kadar teknolojiye, imkana ve gayrete rağmen, bu adamın nasıl kaçtığı, kaçırıldığı, nerede saklandığı, nereye gittiği nasıl anlaşılamıyor ve bir türlü yakalanamıyor?”

“FETHULLAH GÜLEN’İN DİZİNİN DİBİNDE POZLAR VERMİŞ SİYASİLER…”

Ortadoğu gazetesi yazarı Yıldıray Çiçek ise “FETÖ’nün siyaset ayağına dokunun artık!” başlıklı yazısında, eleştirilerini şöyle yöneltti:

“FETÖ ile mücadele yapılıyor mu? Yapılıyor! Hakkaniyetli, adaletli ve her yönüyle yapılıyor mu? Elbette yapılmıyor! 15 Temmuz sonrası FETÖ’nün ayağı olarak her alandan, her kurumdan kişilere soruşturmalar açıldı. Onların birçoğu gözaltına alındı, tutuklandı, ihraç edildi. Ama ne hikmetse tek dokunulmayan alan siyaset olmuştur. Siyaset alanında bir kişiye bile soruşturma açılmamıştır. Bu durum herkesin sorguladığı bir durum olmakta ve diğer alanlarda yapılan FETÖ mücadelesini de tartışmalı hale getirmektedir. FETÖ’yü FETÖ yapan en büyük alan siyaset iken, bu alan özellikle kapalı tutulmaktadır. FETÖ soruşturması kapsamında bebeğiyle birlikte tutuklanan (daha sonra serbest bırakıldı) 3 günlük anne manzarasına tüm Türkiye şahit olmuşken, nasıl oluyorsa Fethullah Gülen’in dizinin dibinde pozlar vermiş, onu öve öve bitirememiş, FETÖ’nün güçlenmesi için siyaset alanında misyon üstlenmiş siyasilerin 3 dakika ifade verdiğine şahit olamamaktayız. Kim ne derse desin siyaset alanı özel bir el tarafından korunmaktadır. Bu alan korundukça FETÖ mücadelesinin adaleti tartışılmaktadır.”
İlk Kurşun

Komisyon Raporu Fiyaskosu!
28 May, 2017



Uzunca bir süredir beklenen 15 Temmuz Darbe girişimine yönelik Araştırma Komisyonu’nun raporu nihayet açıklandı. Açıklanmasıyla birlikte de yeni tartışmalar, yeni soru işaretleri ortaya çıktı.

Raporu kısaca özetlemek gerekirse Fethullah Gülen ile ilgili yapılan eleştirel çalışmaların derlemesi gibi olmuş; Dinler arası diyalog, yurt dışı okulları, Graham Fuller ile ilişkileri, Gülen’in diploma sorunu…

Komisyon Başkanı Reşat Petek’in kamuoyu ile paylaştığı bilgilerin neredeyse tamamı daha önceden yazılmış, yayınlanmış ve söylenmişti. Raporda 15 Temmuz’a ilişkin merakla beklenen içerikler ise yoktu. Petek’in “yeni bilgi” açıklar gibi kamuoyuna yaptığı yorumların neredeyse tamamı geçmişin “yasaklı” içerikleriydi.

Hatırlayınız;

Dinler arası diyalog kavramını eleştirince, Gülen’e hakaret etmiş sayılıyor, soruşturmalar geçiriyordunuz,

Gülen’in CIA ile irtibatlı olduğunu söylemek, Graham Fuller ve birçok üst düzey ABD’li ile kurduğu diyalogları gündeme getirmek, bizzat FETÖ ve iktidar medyası tarafından linç edilmenize neden oluyordu,

Cemaat’in devletin her yanına sızdığını ifade eder, bunları somut örneklerle açıklarsanız doğrudan, hapsi boyluyor, toplumdan dışlanıyor, kumpasa uğruyor veya öldürülüyordunuz!

Tıpkı bir dönem Savcı Nuh Mete Yüksel ve Necip Hablemitoğlu gibi isimlere yapılanlar gibi…

FETÖ ile ilgili en kapsamlı hukuki süreci başlatan Savcı Yüksel’in hazırladığı iddianame bu konudaki en iyi araştırmalardan biriydi. Hablemitoğlu’nun hayatını kaybetmesine yol açan Köstebek kitabı da keza öyle…
2002 yılında Hablemitoğlu’nun yazdığı Köstebek kitabı, komisyonun raporundan çok daha etkili…

O kitaptan bazı bölümleri paylaşmak istiyorum:
“Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sızmakta zorlanan ama buna rağmen yılmaksızın girişimlerini sürdüren Fethullahçılar, istihbarat birimlerindeki kadrolarını, alternatif Silahlı Kuvvetler olarak algılamaktadırlar. Bu durum, onların kendilerini güvende hissetmelerine yol açmaktadır. Nitekim, emniyet mensubu fethullahçıların toplanma ve eğitim merkezlerine “ışık kışlaları”, emniyet içindeki kadrolarına da genel bir ifadeyle “ışık orduları” denilmektedir. Fethullahçıların emniyet içindeki kadoları, TSK’ya karşı “denge” sağlama çabalarının bir sonucudur…

Fethullahçılar, Türkiye’nin tek özel istihbarat örgütüne sahiptirler. Devletin istihbarat birimlerinin tüm olanaklarını kullanan; gizli bilgilerin tamamını elde eden bu yasadışı örgüt, gerek kendi “hasım”ları ve gerekse, hedef siyasiler, gazeteciler, mafya babaları, bürokratlar, akademisyenler, askerler ve diğer önemli meslek mensuplarının “açıklarını” içeren, şantaj malzemesi olarak kullanılabilecek her türlü görsel ve işitsel bant kayıtlarından, bu kayıtlara ait çözümlerden, fotoğraflardan her türlü resmi belgeye, hatta kişisel anekdotlara kadar her şeyi içeren bir arşive de sahip bulunmaktadırlar. Parayla satın alamadıkları, hatta korkutamadıkları “hasım”larına karşı, çarpıtılmış, fabrikasyon bilgi ve belge tanzimi de bu örgütün ilgi ve uzmanlı alanı içindedir…

Daha dün, TBMM, AB ve ABD’nin dayatmaları sonucunda, 30.000’den fazla vatandaşımızın ölümünden, yüz milyarlarca dolarlık ekonomik kayıptan sorumlu Abdullah Öcalan için “idamı kaldıran” ve Türkiye’nin ulus-devlet özelliği temellerine dinamit koyan bir uyum yasa paketini kabul etmiştir. Hukukun temel kuralıdır, kişiler için yasa çıkarılamaz. Ne ABD ne de herhangi bir AB ülkesi, kendi iç hukuku ile ilgili dış dayatmalara izin vermez, veremez. Bu olguya rağmen Batılı ülkeler, bağımsız Türk yargısına, söz konusu müdahale ile kabaca tecavüzde bulunmuştur. Hukukun üstünlüğü ve yargının bağımsızlığı ilkelerinin bu şekilde çiğnenmesiyle, artık yeni dış müdahalelere de resmen yol açılmıştır. Bu zafiyeti sergileyen TBMM üyelerinin, Abdullah Öcalan için ne zaman “af” çıkaracakları, hiç şüphesiz henüz bilinmiyor. Ama bu arada Fethullahçıların beklentisi de ortaya çıkıyor: Fethullah Gülen, aynı dayatmacılıkla, belki yarın, tıpkı Humeyni gibi ve Humeyni işleviyle Türkiye’ye döndürülürse?! Acaba TBMM ya da Hükûmet, hayır mı diyecek?! Türkiye’deki tüm ulusalcıları, Fethullahçı tehlikeye karşı çok geç olmadan birlikte hareket etmeye; istihbarat birimlerindeki Fethullahçı unsurların temizlenmesi için kamuoyu oluşturmaya çağırıyorum”

Dr. Necip Hablemitoğlu’nun 5 Ağustos 2002’de son noktasını koyduğu bu kitaptan aylar sonra suikaste uğradı. Failleri hala bulunamadı! Asıl soru 15 yıldır FETÖ’nün her şeyi ortadayken sorumluluk sahibi olanlar ne yapmış ve ne yapmamışlardır? Adalet, önce bu sorunun cevabını aramalıdır.
İlk Kurşun

Ünlü spikerin Fethullah Gülen görüntüleri ortaya çıktıŞimdilerde en azılı Fethullah Gülen karşıtı olan spikerlerin başında gelen Erkan Tan'ın sesi kısılıncaya kadar Fethullah Gülen'i övdüğü görüntüler ortaya çıktı.


 Erkan Tan'ın Gülen'i övdüğü görüntüler ortaya çıktı.ŞİMDİ FETÖCÜLERE AĞZINA GELENİ SÖYLÜYORErkan Tan'ın Gülen'i övdüğü görüntüler ortaya çıktıAHaber spikeri Erkan Tan'ın daha önce FETÖ elebaşı Fethullah Gülen için sözlediği sözler sosyal medyanın en çok konuşulan konusu oldu.GÖKÇEK'İN EN SEVDİĞİ SPİKERA Haber'in sabah haber programının sunucusu Erkan Tan'ın, TV 8 ekranlarında "Başkentten" adlı programında Fetullah Gülen'e "Türkiye'ye dön çağrısı" yaptığı görüntüler sosyal medyanın en çok konuşulan konusu oldu.Tan'ın, "Sayın Fethullah Gülen siz olmadan burada eğlenemiyoruz, çoşamıyoruz, kalbimiz buruk. Dönün artık. Özledik" sözleri dikkat çekti.Kaynak: Erkan Tan'ın Gülen'i övdüğü görüntüler ortaya çıktı 02 Haziran 2017 Cuma 10:30 Etiketler : erken tan, fethullah gülen, övgü, video, görüntüler, göklere çıkarıyor Kaynak: Ünlü spikerin Fethullah Gülen görüntüleri ortaya çıktı.

Kaynak ve video için: http://www.haberartiturk.com/unlu-spikerin-fethullah-gulen-goruntuleri-ortaya-cikti-3203v.htm?utm_referrer=https%3A%2F%2Fzen.yandex.com

Ahmet Takan: Ankara’da otobüs devrildi!..
28 May, 2017

https://i1.wp.com/www.ilk-kursun.com/wp-content/uploads/2017/05/174692.jpg?zoom=1.25&resize=600%2C220

Şoför Uyudu. Üç nokta yan yana. Yolcu Otobüsü Devrildi. Üç nokta yan yana. Çok Sayıda Ölü ve Yaralı var. Üç nokta yan yana.

Valilik açıkladı. İki nokta üst üste. “Sürücü uyumuş.”

Sanal alemin arşivine girin, bu ve benzeri başlıklarla binlerce Türkiye klasiği acı haberi bulursunuz. Yılların değiştiremediklerindendir. Sürücü uyur, Türk ölür!.. Değişir mi?.. Mucizelere bağlı.
Kaderimiz mi?
(…)
15 Temmuz darbe girişimini araştıran Meclis Araştırma Komisyonu’nun nihayet açıklanabilen raporu ile ilgili bir şeyler yazmaya niyetliydim… Hani şu FETÖ’nün siyasi ayağının bulunamadığı ama her ne hikmetse 15 Mart 1967 tarihli Fethullah Gülen’in hem de 5 bin liralık CHP’ye bağış belgesinin bulunduğu rapor. 50 yıldır bu belge nasıl sır olarak kaldıysa!.. Komisyonun büyük başa
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cmt Hzr 03, 2017 2:41 am tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr May 28, 2017 2:16 am    Mesaj konusu: Ahmet Takan: Ankara’da otobüs devrildi!.. Alıntıyla Cevap Gönder

‘AKP-FETÖ kardeşliği belgelendi’
20 Temmuz 2017



TBMM Darbe Komisyonu’nun taslak raporunda olmamasına karşın asıl raporda CHP’yi FETÖ’yle aynı amaç birliği içinde olduğu suçlaması yapılan bölüme CHP 70 sayfadan oluşan ek yanıt verdi.

CHP’nin ek yanıtında AKP ile FETÖ arasındaki ilişkilere yönelik demeçler, gazete küpürleri ve fotoğraflar yer alırken, AKP yöneticilerinin FETÖ’yü övdüğü videoların bağlantıları da bulundu. TBMM Darbe Araştırma Komisyonu’nun taslak raporda muhalefetin haberi olmadan CHP’yi ve CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu suçlayan bölümün eklenmesi üzerine komisyonun CHP’li üyeleri TBMM Başkanı İsmail Kahraman’a ilgili bölümlerin çıkarılması ya da söz konusu bölüme yanıt verilmesinin sağlanması konusunda başvuru yapmıştı. TBMM Başkanlığı ile Komisyon Başkanlığı arasında bu konuda yapılan yazışmaların ardından CHP’ye 2 gün süre tanınarak ilgili bölüme yanıt vermesine olanak tanındı. CHP’li komisyon üyeleri yaklaşık 2-3 sayfadan oluşan ve CHP’yi ağır suçlamalar yöneltilen bölüme toplam 70 sayfadan oluşan bir yanıt verdi. Konu hakkında dün TBMM’de basın toplantısı düzenleyen CHP’li Zeynel Emre, şunları dile getirdi: “Taslak rapor adalet yürüyüşünden önce iletilmiş, asıl rapor ise adalet yürüyüşünün bitmesinin hemen ardından TBMM Başkanlığı’na sunulmuştur. Bu açıdan bakıldığında, yapılan ilaveler CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun başlatmış olduğu evrensel bir değeri sahiplenen kitlesel bir yürüyüşten duyulan rahatsızlığın dışavurumudur. İktidar rapora Kılıçdaroğlu’nu suçlayan ifadelerle ekleme yaparak güçlenen CHP’yi mahkum etmeye kalkmıştır.”

‘İşbirlikçiler’

Emre, ek olarak verdikleri yanıtta AKP ve FETÖ kardeşliğine özellikle vurgu yaptıklarını belirterek, “15 Temmuz; işbirliklerinin, yoldaşlıklarının, suç ortaklıklarının perdelenmesi ve muhalefetin felç edilmesi için bir lütuf olarak kullanılmaktadır. AKP çok büyük gaflete düştü. Dava kardeşlikleri katıksız bir suç ortaklığına dönüşmüşken, bunu gizleminin yolunu CHP ve lideri Kılıçdaroğlu’nu kriminalize etmeye çalışmakla olmuştur” dedi.

Ayrıntılarıyla dosyaya girdi

CHP’nin komisyona sunduğu 70 sayfadan oluşan raporda Görseller başlığı altında FETÖ lideri Gülen ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yan yana çekilmiş pek çok fotoğrafına yer verildi. Erdoğan’ın yanı sıra pek çok AKP yöneticisinin de fotoğrafları yer aldı. Ayrıca AKP’li yöneticilerin sosyal medya üzerinden Gülen’i öven paylaşımları da tek tek sıralandı. Videolar başlığı altında ise bağlantılarıyla birlikte, “Erdoğan FETÖ liderini yurda çağırıyor: Bu sıla hasret artık bitsin”, “Erdogan FETÖ’ye özlemini ifade ediyor: Bu hasret niye?”, “Erdoğan, daha sonra AKP milletvekilliği yapacak Hakan Şükür’ün nikâhını kıyıyor, nikâh şahidi Fetullah Gülen”, “Erdoğan 2010 referandum sonuçları için okyanus ötesine teşekkür ediyor” açıklamalarıyla video bağlantıları sıralanıyor. CHP’nin yanıtında Komisyon Başkanı Reşat Petek’in de FETÖ’yü destekleyen yazılarına da yer verildi.

Cumhuriyet

Bo-şa-na-mı-yor-lar!..
Ahmet TAKAN
20.07.2017

Hiiç, benden öyle beylik, rutin, yeni kabine analizi beklemeyin. Sırtınızı dönseniz, küsseniz dahi yapmayacağımı bilirsiniz. Vay efendim!.. Bölgesel dengelermiş, kadın kontenjanıymış, yeni kanmış, nöbet değişimiymiş, şuymuş, buymuş... Çok merak ediyorsanız havuza bakın!.. Orada fazlasıyla bulacağınızdan eminim...Gidenler... Gelenler... Yer değiştirenler... Sayılarla kafanızı bulandırmaya da niyetim yok. Bu yeni saray kabinesinin ne manaya geldiğini çok mu merak ediyorsunuz...

Önce, koltuktan uçan 6 Bakan'ın kim olduğuna bakın;Tuğrul Türkeş, Veysi Kaynak, Mehmet Müezzinoğlu, Faruk Çelik, Akif Çağatay Kılıç ve Nabi Avcı.Bu eski Bakanların ortak uçuş kriteri "başarılı olmamaları" mı?..Hayır!.. Hatırlar mısınız?. R. Erdoğan AKP'ye yeniden Genel Başkan seçilmeden önce nasıl bir rüzgar estiriliyordu. Vay efendim, AKP içindeki sayıları bilmem ne kadar olan ByLock'cu mebuslar temizlenecek... Vay efendim, kabinedeki sayısı şu kadar olan  "FETÖ"cü Bakanlar şutlanacak...  Ne oldu?.. Darbe Araştırma Komisyonu yaptığı turistik geziler sonucunda "FETÖ"nün siyasi ayaklarını bulamadı. Hala öyle açıklamalar yapılıyor ki; bırakın mensubunu, AKP içinde "FETÖ" sempatizanı bile yok!.. Semeri dövmeye devam!..Peki, ne bu astronot olup uzaya fırlatılan Bakanların ortak özelliği? Biri hariç 5'inin "FETÖ" ile uzaktan yakından ilgisi olmaması. Ben burada, isimlendirme yapmayacağım. "FETÖ"cü de demeyeceğim. Çünkü out olan o Bakan'a kendi partisi içinde "FETÖ"cü deniyor. İçerde kalan 6-7 Bakan'a da...

Moda deyimiyle "makul karşılanacak teşbihlerle" devam edelim...

R. Erdoğan'ın kabinde değişiminde neden zorladığını önceki yazılarımızda değinmiştik. "Hükümetten düşme", "grupta meydana gelecek büyük kaçış korkularından dolayı" kolay neşter vurulamıyor kulislerine dikkat çekiyorduk. "Hayırlısıysa seçimde" deniyordu. Baktım ki, söylenenlerde büyük doğruluk payı var. R. Erdoğan yaptığı son revizyon ile partisini ve Meclis grubunu tuttu. "FETÖ"cü Bakanlara dokunmadı.Aman efendim!.. Başbakan Yardımcılarının tümü değişmiş miş... Lalo dayıyız ya!.. Protokolde adı en üst sıralara yazılır ama sanki Başbakan Yardımcısının gerçekten Başbakan Yardımcısı olup olmadığını üstüne verilen görevlerden anlamayacağız... Tuğrul Türkeş de özel kaleminden sorumlu Başbakan Yardımcısı değil miydi?.. Siz gerçek Başbakan Yardımcısı'nın kim olduğunu çok mu merak ediyorsunuz? O zaman, büyük bir holding olan TMSF'nin kime bağlanacağına bir zahmet bakıverin. Bilmem anlatabildim mi!..

Kabine de belki de en önemli değişiklik Adalet Bakanlığı'na getirilen yeni isimdi. Ahmet Davutoğlu'nun Başbakanlıktan azledilme sürecinde kilit rol oynayan ve damat Berat Albayrak'ın en has arkadaşlarından AKP Genel Sekreteri Abdulhamit Gül. Bu kabine değişiminde de hani saray içi kapışmalardan dolayı ufak tefek pürüzler (!) çıkmadı da değil. Ancak, Erdoğan, örneğin Numan Kurtulmuş'u Turizm Bakanlığına kaydırarak tarafların gönlünü hoş tutmayı herkesin gönlünü almayı bildi. Detaylara daha fazla girmeyeceğim..

Abdulhamit Gül'ün Adalet Bakanlığına getirilmesi gerçekten çok önemli. Çünkü, uzun süredir adı geçiyordu. AKP kulislerinde son günlerde Gül'ün "İçeride ve dışarıda çok sıkıştık. Barışmamız lazım..." şeklindeki sohbet konuşmaları ayyuka çıkmıştı.

R.Erdoğan, kabineye yeni kattığı bazı isimler, Milli Görüş makyajını biraz daha arttırdı. Nasıl bir denge ama!.. Mevcut "FETÖ"cülerin yanına Milli Görüşçüler... AKP içinde "FETÖ" gerçeklerini haykıran ve bunları yüksek sesle dile getiren Saadet Partisi tabanına ustaca  bir operasyon..

.Fikri Işık'ın yerine, Milli Savunma Bakanlığına, çok sert kişiliği ve militanca Erdoğan bağlılığı ile bilinen Nurettin Canikli'nin getirilmesine ne dersiniz?.. Müsaade buyurun bunu da ben söyleyeyim. Askere tavır daha da ağır bir şekilde devam edecek.

Kabinde değişikliğinin ardından önümüzdeki süreçte ne var?..

Saray kaynaklarına göre;1-orta vadede AKP Genel merkezinde vitrin yenilenmesi.2-2018 ilkbaharında erken seçim.1 ve 2'nci maddeler arasında sonbaharda Meclis başkanlığı seçimi var ama saray kaynakları, Erdoğan'ın ısrarla İsmail Kahraman'ın görevine devam etmesini istediğini söylüyor. Kahraman'ın ise sağlık sebeplerinden dolayı pek hevesli görülmediğini kaydediyorlar. Yani orada top ortada...

Saray anketlerinde bile saklanamayan yeni parti gerçeği  için R. Erdoğan çok önemli bir hamle yaptı. Devamının geleceğinden emin olun. Siz bu satırlara bakıp "belki de oyalama hamlesi", "yeni hedefe tren hamlesi" (!) gibi derin analizlerde yapabilirsiniz.

"Ağzının içinde geveleyip durma. Nedir bu barış falan" diye sual ederseniz... Ben maymuncukları verdim. Kilitleri siz açın. Yazarken, çektiğim sigara dumanların etkisinden midir, nedir?..
Katolik nikahı bunun adı; BO-ŞA-NA-MAZ-LAR!..
Kaynak: Yeni Çağ

Gülen: "Beni 50 vekil dahil Gül ve Davutoğlu ziyaret etti"
12.07.2017



15 Temmuz darbe girişiminin arkasında olduğu iddia edilen Fethullah Gülen, ABD'de bir radyoya röportaj verdi. Gülen, röportajda Erdoğan'ın kendisini etkisiz hale getirerek hareketi bitiremeyeceğini söyledi.

15 Temmuz askeri darbe girişiminin arkasındaki Gülen cemaatinin lideri Fethullah Gülen, ABD’nin radyo istasyonlarından NPR’a röportaj verdi.

Röportajda Gülen, 'idama edilmesinin' söz konusu olması durumu için şöyle konuştu: "Eğer benim son bir dileğimi sorarlarsa derim ki: Kim bu acılara neden olmuşsa ve binlerce masuma zulmetmişse onun yüzüne tükürmek istiyorum.”

Röportajı yapan NPR muhabiri Robert Siegel, ”Erdoğan’ı mı kast ediyorsunuz?” diye sorunca Gülen, ”Başka birsi olamaz, zulmeden o” diye cevap verdi.

GÜL VE DAVUTOĞLU DA ZİYARET ETMİŞ

Gülen, hayatı boyunca darbelere karşı olduğunu tekrar ederken, geçmişte Türkiye’den içlerinde 50 milletvekili ve Abdullah Gül ile Ahmet Davutoğlu’nun da olduğu binlerce kişinin kendisini ziyaret ettiğini de ilk kez ifade etti.

Gülen, darbenin kendisi tarafından yapılmadığı iddia ederek ”Ben Türkiye’den binlerce mil ötede yaşıyorum.” diyip eğer darbeyi yapan askerlerden bazıları onu aramış olup, onun fikrini sormuş olsaydı, onlara ”Bir katl gerçekleştiriyorsunuz.” diyeceğini iddia etti.

Gülen, ABD’ye demokrasisi ve dünyadaki liderliği dolasıyla her zaman için hayranlık duyduğunu, burada özgürlük sahibi olduğunu da söyledi.

"BENİ ETKİSİZ HALE GETİREREK HAREKETİ BİTİREBİLECEĞİNİ SANIYOR"

Gülen, Erdoğan’ın kendisini etkisiz hale getirerek hareketi de bitireceğini sandığını söyleyerek, bundan daha yanlış bir durum olmadığını ve kendisi olmasa da cemaatin süreceğini söyledi.

"TÜRKİYENİN GELECEĞİNİ AYDINLIK GÖRMÜYORUM"

Gülen, Türkiye için aydınlık bir gelecek görmediğini söyledi. Türkiye’nin NATO üyesi ve eskiden AB üye namzeti olduğunu söylerken, ”Demokraside gelişim ve düşünce farklılıklarına saygı gibi şeyleri istedik” diyerek şunları ifade etti:

“Amerika 300 milyondan fazla homojen olmayan topluluğu olan bir ülke böyle bir anayasa ile yönetiliyor. Bu anayasa Türkiye için de çok etkili olur”.

Türkiye ABD Fethullah Gülen ifade anayasa röportaj darbe Abdullah Gül Ahmet Davutoğlu milletvekili AB
Birgün

Abdullah Gül'den enteresan bir tekzip: "Başbakanlığım, Dışişleri Bakanlığım ve Cumhurbaşkanlığı görevlerim süresinde kesinlikle bir görüşmem olmamıştır"
12 Temmuz 2017



11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında olduğu iddiasıyla Türkiye'nin ABD'den istediği Fethullah Gülen'in Alman radyo kanalı NPR'a verdiği röportajda "50 milletvekili ve Abdullah Gül ile Ahmet Davutoğlu’nun da dahil binlerce kişi beni ziyaret etti." sözlerini yalanladı.

11. Cumhurbaşkanlığı Ofisi'nin twitter hesabından yapılan açıklamada, "11. Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül'ün bugün bir medya organında hakkında çıkan asılsız haberler ile ilgili açıklamalarıdır. Düşünce, din ve siyaset anlayışım açısından hayatımın hiçbir döneminde yakınlık duymadığım bu örgüt lideri ile; Başbakanlığım, Dışişleri Bakanlığım ve Cumhurbaşkanlığı görevlerim süresinde kesinlikle bir görüşmem olmamıştır" denildi.

ETİKETLER
gül gülen açıklama yalanlama cumhurbaşkanı fetÖ
T24

Pensilvanya'dan Gül'e enteresan cevap: "Mekanımıza dair bazı hususları anımsamaları da faydalı olabilir”
12 Temmuz 2017



FETÖ Lideri Fethullah Gülen dün, ABD'li radyo kanalı NPR'den Robert Siegel'e verdiği röportajda eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eski Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun kendisini ziyaret ettiğini söyledi

Abdullah Gül'ün "Görevlerim süresinde kesinlikle bir görüşmem olmamıştır" demesi üzerine Gülen’in sağ kolu Osman Şimşek sosyal medya hesabı üzerinden Gül’e yanıt verdi. Uzun bir yanıt paylaşan Osman Şimşek, “Bunca sene sonra -Hocaefendi’yi tekzip değil, aslında- kendilerini inkar edişlerini mantıkla izahın imkanı yok” ifadelerini kullandı. Şimşek devamında ise Abdullah Gül’ü kastederek, “Belki beraber geldikleri Fehmi Koru’nun Hocaefendi ile sarılmalarını seyredince ‘Birbirinizi çok özlemişsiniz!..’ dediğini hatırlatmam sayın Gül’ün hafızası için yeterlidir. Şayet bu kafi değilse, mekanımıza dair bazı hususları anımsamaları da faydalı olabilir” diye yazdı.



Yurt Gazetesi Sputnik

Abdullah Gül'ün Gülen'e yanıtının ardından bu görüntüler servis edildi
13 Temmuz 2017

Abdullah Gül'ün bu açıklaması sonrası geçmişte Gülen'e ilişkin görüşlerini içeren bir video sosyal medyada dolaşıma girdi.

11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Fethullah Gülen'e ilişkin dün yaptığı açıklamada, "Başbakanlığım, Dışişleri Bakanlığım ve Cumhurbaşkanlığı görevlerim süresinde kesinlikle bir görüşmem olmamıştır" demişti. Abdullah Gül'ün bu açıklaması sonrası geçmişte Gülen'e ilişkin görüşlerini içeren bir video sosyal medyada dolaşıma girdi.Fethullah Gülen'in, Reuters ve bir Alman radyosuna verdiği demeçte Abdullah Gül'ün kendisini ziyaret ettiğini söylemiş, Abdullah Gül ise görevleri döneminde bir görüşme yapmadığını dile getirmişti.Gül'ün bu açıklaması sonrası eski bir videosu sosyal medyada yeniden dolaşıma girdi.Gül'ün Gülen'e yönelik övgülerini içeren video şu şekilde: 

Etiketler : abdullah gül, fethullah gülen, pensilvanya, ziyaret, açıklama, yalanlama, yeni görüntüler, görüşme görüntüleri, gizli çekim, video Kaynak: Abdullah Gül'ün Gülen'e yanıtının ardından bu görüntüler servis edildi

Kaynak ve video için: http://www.haberartiturk.com/abdullah-gulun-gulene-yanitinin-ardindan-bu-goruntuler-servis-edildi-3423v.htm

Ahmet Hakan: Yapma bunu Abdullah Gül yapma
14.07.2017



Hürriyet yazarı Ahmet Hakan, Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, Fethullah Gülen'le ilgili sarf ettiği gözleri eleştirdi.

Hakan'ın 'Yapma bunu Abdullah Gül yapma' başlıklı yazısının ilgili bölümü şu şekilde:

"Eski bir video…
Epey eski bir video…

Konuşan Abdullah Gül.

*

Şöyle diyor Abdullah Gül:

'Fetullah Gülen hepimizin hocasıdır.'

*

Ayrıca şöyle de diyor Abdullah Gül:
'Fetullah Gülen çok değerli bir ilim adamıdır.'

*

Aynı Abdullah Gül, dün yaptığı yazılı açıklamada ise…

Şöyle demiş:

'Düşünce, din ve siyaset anlayışım açısından hayatımın hiçbir döneminde yakınlık duymadığım örgüt lideri Fetullah Gülen…'

*

Size bir şey söyleyeyim mi?
- 'Kandırıldım' demek..

- 'Aldatıldım' demek…

- 'Eskiden ben bu adamı değerli bir ilim adamı sanırdım' demek…

- 'Hayatımın bir döneminde buna hocam derdim' demek…

- 'Yahu amma da safmışız demek…

Bana çok daha delikanlıca bir tutum gibi geliyor."

Kaynak: Sputnik

ASELSAN’daki ölümler için eski savcıdan şok sözler
22 Temmuz 2017



ASELSAN mühendislerinden Hüseyin Başbilen’in 7 Ağustos 2006’da boğazı ve bileği kesilmiş halde aracında ölü bulunmasıyla ilgili soruşturmayı yürüten eski savcı Murat Demir’in ifadesi ortaya çıktı.

Başbilen ile ilgili soruşturmayı 2011 yılında yürütmeye başladığını belirten Demir’in, ifadesinde FETÖ’yü suçladığı belirlendi.

“AKTİF ŞEKİLDE ÇALIŞIRKEN TAYİNİM ÇIKTI”

Demir ifadesinde özetle şöyle dedi:

“ASELSAN’da çalışan mühendislerin ölümü ile ilgili soruşturmayı 2011 yılından itibaren yürütmeye başladım. Bu dosyada, ölen mühendis Hüseyin Başbilen’in intihar etmiş olamayacağına dair raporu dosyaya koydurdum. Yine Hüseyin Başbilen’le ilgili Adli Tıp’tan rapor talep edip bu raporun dosyaya girmesini sağladım. Bu dosya ile ilgili aktif şekilde çalışırken tayinim çıktı. Dosya elimden alındı. Bu dosyada bazı şüpheli durumların ortaya çıkmasının engellenmesi için tayinimin çıkartıldığını düşünüyorum. Bu tayinimde yine FETÖ örgütünün mensuplarının rolü olduğunu düşünüyorum.”
ensonhaber

Üçok: Yardımcım FETÖ'cüydü
20 Temmuz 2017



TSK'daFETÖ'nün Işık Evleri yapılanmasını soruşturmasıyla tanınan dönemin Hava Kuvvetleri Başsavcısı Ahmet Zeki Üçok'un, FETÖ'den tutuklanan yardımcısı Özgür Tüfekçi'yle ilgili ifadesi alındı. 3 astsubay ve bunlardan sorumlu 4 sivil örgüt ağabeyiyle ilgili yakalama kararı yazdıktan sonra sivillerin Azerbaycan'a kaçtığını söyleyen Üçok, bu yakalama kararından kendisi dışında sadece askeri başsavcıyken yardımcısı olan Özgür Tüfekçi ve yazı işleri müdürü Şafak Canlı'nın bilgisi olduğunu söyledi

ÖZ TUTUKLATMIŞTI

"Yardımcımın FETÖ üyesi olduğu kanaatindeyim" diyen Üçok, Şafak Canlı'nın ise şu an emekli olduğunu ve hakkında herhangi bir soruşturma bulunmadığını kaydetti. Ahmet Zeki Üçok 2009'da Hava Kuvvetleri'nde başsavcı olarak FETÖ'nün Işık Evleri yapılanmasını soruştururken tutuklanmıştı. Sahte çürük çetesi ve Balyoz davalarında yargılanan Üçok'u, firari FETÖ'cü savcı Zekeriya Öz, Ergenekon soruşturmasından da tutuklatmıştı.

'DARBECİLERİ İSİM İSİM BİLİYORUZ HEPSİ DE ÖRGÜT ÜYESİ'

Emekli askeri hakim Ahmet Zeki Üçok, Fetullah Gülen'in "Darbeyi Atatürkçü ve laik subaylar yaptı, bizim ilgimiz yok" yalanlarına da sert tepki gösterdi. TSK'daki FETÖ yapılanmasını 30 yıldır araştıran Üçok, sabah.com. tr'ye yaptığı açıklamalarda "Darbeye katılanları isim isim biliyoruz hepsi FETÖ'cü" dedi. Üçok şöyle konuştu: "Gülen bu yalanlarla uluslararası kamuoyunu etkilemeye çalışıyor. Genelkurmay da araştırdı biz de araştırdık. Darbeye katılanların tamamı FETÖ'cü. Zaten biz bu isimleri darbe girişiminden önce deşifre etmiştik. Gülen 16 Temmuz'da da benzeri açıklamalar yapmıştı. Yalanlarına kendisi de çevresindekiler de inanmıyor ama maalesef uluslararası medyada yer bulabiliyor. Michael Rubin gibi FETÖ'nün ve Pentagon'un tetikçileri de bu yalanı yaygınlaştırıyor."

SABAH

Erdoğan'ın damadı defalarca FETÖ liderini ziyaret etti iddiası
13 Temmuz 2017



AKP Elazığ eski milletvekili, eski cumhurbaşkanlarından Turgut Özal'ın en genç danışmanı da olan Feyzi İşbaşaran twitter'dan FETÖ lideri Fethullah Gülen'in sağ kolu'nun AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın damadı Enerji Bakanı Berat Albayrak'ın Pensilvanya'yı defalarca ziyareti geldiği iddiasını paylaştı.

Erdoğan'ın damadı defalarca FETÖ liderini ziyaret etti iddiası



Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın büyük kızı Esra Albayrak ile evli olan Enerji Bakanı Berat Albayrak'ın 15 Temmuz Darbe girişiminden sonra kapatılan FETÖ'nün en bilinen okullarından Fatih Koleji'nde okuduğu daha önce ortaya çıkmıştı. Albayrak 2004 yılında AKP'li cumhurbaşkanı Erdoğan'a damat olmuştu.

AKP Elazığ eski Milletvekili, eski cumhurbaşkanlarından Turgut Özal'ın en genç danışmanı da olan Feyzi İşbaşaran twitter'dan FETÖ lideri Fethullah Gülen'in sağ kolu olarak bilinen Osman Şimşek'in iddialarını twitter hesabından paylaştı.

BERAT ALBAYRAK DEFALARCA PENSİLVANYA'YI ZİYARET ETMİŞ

Feyzi İşbaşaran'ın paylaştığı twette "F.Gülen'in yardımcısı Osman Şimşek: Erdoğan'ın damadı Berat Albayrak defalarca Pensilvanya'ya geldi, misafirimiz oldu.Her şeyi biliyor" ifadeleri yer aldı.



Anahtar Kelimeler:ErdoğanBerat AlbayrakFetöFatih Koleji
Yurt Gazetesi

Soner Yalçın: Cemaat’in “CHP İmamı”
16 Haz, 2017



CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nun tutuklanması Sözcü yazarı Soner Yalçın’ın 1 Eylül 2016 tarihli yazısını akla getirdi, işte o yazı:

Can Dündar açıklama yaptı:
“Yazıda tırnak içinde alıntılanan cümle benim değil. Ne yazılı ne sözlü öyle bir cümle kurmadım. Hiç!”
Konu dünkü “Cemaatçi CHP’liler” makalem.
MİT TIR’ları görüntüsü hakkında şöyle yazdım: Can Dündar bilgileri-görüntüleri Enis Berberoğlu’ndan aldığını yazdı.
Tırnak içinde yazmadım. Tırnak içinde yazsaydım “solcu milletvekilinden aldığını yazdı” derdim.
Can Dündar gazetecilik namusuyla hareket ediyor; ve haber kaynağını bu kadar söylüyor.
Peki… Kim bu “solcu milletvekili?”
Herkes biliyor. Ama önce şunu belirtmeliyim:
Bu nasıl solculuk?..
Bu ülkenin solcuları darağaçlarında, işkence tezgahlarında, kör karanlık kuytularda can vermelerine rağmen hep hakikati savundular.
Bu sözümüz ona “solcu milletvekili” ise korkak; Can Dündar’ın tek başına hedef yapılmasını sessizce seyrediyor. O görüntüler büyük bir gerçeği ortaya çıkarmasına rağmen “Ben verdim hodri meydan” diyemiyor!
Bu nedenle “işin içinde iş var” diyorum.
“Solcu milletvekili” basın toplantısı düzenleyip gerçekleri kamuoyuna anlatacakken, görüntüleri neden sadece Can Dündar’a verdi? Amacı, Batı’da tanınan Can Dündar’ı hapse attırarak cezaevindeki Cemaatçi gazeteciler konusunu dünyaya duyurmak mıydı?
Bu sorunun yanıtı için, bu yüreksiz “solcu milletvekilinin” ortaya çıkıp görüntüleri kimden aldığını açıklaması gerekmiyor mu?
Susuyor.
Peki…
Kim bu korkak “solcu milletvekili”?
O korkak sensin
Soruyu yanıtlamadan önce şunu yazmalıyım:
CHP milletvekili Enis Berberoğlu da dünkü yazımla ilgili açıklama yaptı. Konuyla hiç ilgisi yok ama laf cambazlığıyla, “Madem gazeteci geçiniyorsun bana tek bir haberini söyler misin” dedi!
Konuyla ilgisi yok ama yazayım: Ve çok gerilere gitmeyeyim sondan başlayayım; sen Fethullah Gülen’e yaltaklanırken, ben Cemaat’in darbe yapacağını yazıyordum ısrarla.
Al sana haber!
Ayrıca…
Pensilvanya’ya gidip Fethullah Gülen’in önünde diz çöken sen mi gazetecilik dersi vereceksin bana?
Fethullah Gülen rahatsızlık geçirdi diye telefona sarılıp ağlak bir ifadeyle “geçmiş olsun” dileklerini ileten sen mi gazetecilik dersi vereceksin bana?
Fethullah Gülen’in uzaktan-yakından her yakını vefat ettiğinde başsağlığı mesajları gönderen sen mi gazetecilik dersi vereceksin bana?
Geç bu ucuz gazetecilik numaralarını; 30 yıllık gazetecilik hayatımızda ne yaptığımızı/yazdığımızı herkes biliyor. Hangimiz güç odakları ve hangimiz halk için haber-makale yazmışız bilen biliyor.
Meselem bu çocukça tartışma değil; ben bir hakikat peşindeyim.
Can Dündar’ı anlıyorum, “haber kaynağını” koruyor.
Sen neden çıkıp yiğitçe “solcu milletvekilinin” kendin olduğunu açıklamıyorsun? Oysa…
31 Mart 2016 tarihinde; “Eski bir gazeteci ve yeni siyasetçi sıfatıyla bu haberin tüm sorumluluğunu üstlenmeye hazırım” demiştin!
Hakkında iddianame yazılınca, 23 Ağustos 2016 tarihinde; “Can Dündar’ın kitabındaki tek satırla suçlandığıma göre ben de tek satırla cevap veriyorum: Suçlamaları kabul etmiyorum” dedin!
Enis Berberoğlu sen bir korkaksın!
Hakikati bile savunamayan bir zavallı!
Ama meselem senin kişilik zafiyetin değil.
Aradığım başka…
Hürriyet’in imamı
Bak Enis Berberoğlu!
Sen Hürriyet’in Ankara Temsilcisi olduğun günlerde -şimdi çoğu tutuklu olan Cemaatçilerle- genel yayın yönetmeni olmak için lobi yaparken (Cemaat’in Aksiyon gibi dergilerine, Ergenekon-Balyoz 2004’te darbe yapacaktı, diye demeçler verirken), Odatv’ye/bize bir haber geldi:
Ergenekon davası başlamadan önce, Cemaat organizasyonuyla soruşturmayı/kumpası yapan polisler, savcılar ile mahkemeye bakacak hakimler bir iftar yemeğinde bir araya getirilmişlerdi. Davanın tarafsızlığına gölge düşüren bu olayın bilgisi ve fotoğrafları önce Hürriyet gazetesine gitmiş ama yayınlamamıştınız. Biz korkmadık yayınladık ve beklediğimiz gibi benzeri haberlerimiz yüzünden Silivri zindanına atıldık.
O karanlık günlerde biz, hakikat yolundan hiç ayrılmadık; ısrarla gazetecilik yaptık.
Sen Enis Berberoğlu! Sen o dönem ne yaptın:
Cemaat lobisinin gücüyle Hürriyet’e genel yayın yönetmeni oldun! Ve…
17-25 Aralık 2013 Cemaat operasyonundan sonra, Hürriyet Cemaatle arasına mesafe koyunca 10 Ağustos 2014’te gazeteden kovuldun! Ve…
CHP’nin Tutuklu Gazeteciler Raporu’nda sertçe eleştirilen sen, CHP genel başkan yardımcılığına getirildin!
Herkes önseçime girerken sen kontenjandan milletvekili yapıldın!
Tüm bu koltuklara oturmak için darbeci Cemaatçilerle nasıl işbirliği yaptın, açıklamalısın?
Hem gazeteci…
Hem de siyasi kimliğin lekeli…
Uyduruk bir kumpas belgesinde adın geçince hapis korkusu seni teslim aldı.
Bu ruh halinden kurtulamadığın için gazeteciliği bırakıp Fethullah Gülen’in kanatları altına girdin. Bir de utanmadan; kendisini hâkim ve savcı yerine koyan polisleri şikâyet için Pensilvanya’ya gittiğini söyledin!
Korktuğun için Cemaat’in sana önerdiği sözde muhabirleri Hürriyet’e doldurdun!
Bir dönem Türkiye’yi sarsan kumpas ürünü “İrtica Eylem Planı” belgesini yayınlayan Taraf gazetesinin “bavulcu” muhabiri Mehmet Baransu, 16 Haziran 2009 tarihinde Habertürk tv’nin canlı yayınında şöyle dedi:
“Beni askerler ile Enis Berberoğlu tanıştırdı!”
Açıkla Enis Berberoğlu!
Açıkla… Hürriyet gazetesinin “Cemaat imamı” kim?
Açıkla… CHP’nin “Cemaat imamı” kim?
Mesele kişisel değildir.
CHP’deki Cemaatçiler kimler?
Kimler Cemaat ile örtülü işlere girdi?
Israrla aradığım bu…

Kaynak:İlk Kurşun

'Türkiye, FETÖ yargılamalarında gerçeğe varamayacaktır'
02 Haziran 2017



CHP Trabzon Milletvekili Haluk Pekşen, Türkiye'nin, FETÖ davalarıyla gerçeğe varamayacağını savunarak, "Asıl yargılama süreci bundan sonra başlayacaktır. Siyasi ayak, bu yargılamanın birincil iddianamesinin konusu olacaktır." dedi.

Pekşen, TBMM'de düzenlediği basın toplantısında, Akıncı Üssü iddianamesiden bazı bölümler okudu.

İddianamede, Diyarbakır 8. Ana Üs Komutanlığının aylık uçuş planında olmamasına rağmen iki F-16'nın, 12 Temmuz'da Dalaman Havalimanına uçuş gerçekleştirdiği, buraya inmeden önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın kalacağı otel ve civarında uçuş yaparak, fotoğraflama yaptığının yer aldığını belirten Pekşen, başka iki F-16'nın da 13 Temmuz'da aylık uçuş planında olmamasına rağmen iki F-16'nın yine Erdoğan'ın Marmaris'te kaldığı otel civarında fotoğraflama işlemi yapıldığını söyledi.

Pekşen, devletin, fotoğraflama işleminin yapıldığını iki gün önceden, iddianamede ve 15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Raporu'ndan bildiğini belirtti.

Kayseri Havalimanı'ndan, özel donanıma sahip, hava sinyal sistemini kontrol eden en yetenekli iki C 130 uçağının, aylık uçuş planlarında olmamasını rağmen Akıncı Hava Üssü'ne geldiğini ifade eden Pekşen, bu uçağın Ankara'ya geldiğini, bir binbaşının MİT'e gidip ihbarda bulunduğunu ancak kimsenin ilgisini çekmediğini savundu.

Pekşen, "Sözcü gazetesi, Cumhurbaşkanı'nın yerinin fotoğrafını yayınlamaktan dolayı soruşturmada. Bu soruşturma, tam bir organize suç örgütü işidir. Balyoz davasını sorgulayan, planlayanlar her kimseler, şimdi hangi hukuki sürecin içindeyseler, Sözcü gazetesine karşı yürütülen soruşturmayı yapanlar da aynı hukuki sürecin içinde olmalılar. Gazeteye yürütülen, çirkin, kumpas, bilerek yapılan senaryo, devletin kayıtlarıyla sabit olan bu iftira suçunun derhal sona erdirilmesini istiyoruz." diye konuştu.

İktidarın, 15 Temmuz'u, "bumerang olarak kullandığı"nı iddia eden Pekşen, bumerangın iktidara doğru dönmeye başladığını savundu.

Pekşen, bir pilot binbaşının 15 Temmuz'a ilişkin MİT'e ihbarda bulunduğunu dile getirerek, şöyle devam etti:

"Bu ihbarcı binbaşı KHK ile TSK'dan atılıyor, sonra KHK ile tekrar TSK'ya geri alınıyor. Kara Havacılık Komutanlığı iddianamesini hazırlayan savcı, 'Bu soruşturmanın ilk sorusunu, sorulacak olan şahıs budur, bunu sorgulayalım' diyor. Kendisine, 'MİT personelidir, soruşturulması izne tabidir. Soruşturma izni vermiyoruz.' cevabı veriliyor. Türkiye, bu kadar karanlık ve giderek karanlığa gömülen bu soruların arkasından, bu yargılamalarla gerçeğe varmayacaktır. Bu işin içinde iktidarın, iktidarda kalma ve rejimi dönüştürme gayretinin olduğu çok açıktır. Asıl yargılama süreci bundan sonra başlayacaktır. Siyasi ayak, bu yargılamanın birincil iddianamesinin konusu olacaktır."

http://www.memurlar.net/haber/671943/turkiye-feto-yargilamalarinda-gercege-varamayacaktir.html

Büyük ortağı ‘aklayan’ rapor!
27.05.2017



Kilit isimleri dinlemeyen, apar topar çalışmalarına son veren, raporu referandum sonrasına erteleyen Darbe Komisyonu adeta AKP’yi ‘akladı’. “Bir partiyle özel yakınlık tespit edemedik” diyen AKP’li komisyon başkanı, CHP’yi işaret etti!

AKP tarafından işlevsizleştirilen, 'darbenin siyasi ayağını gizliyor' eleştirisi yöneltilen Meclis 15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu'nun raporu, cemaatin uzun yıllar kol kola yol yürüdüğü ve her türlü desteği aldığı AKP ile herhangi bir bağlantı kuramadı; bunun yerine işi sulandırarak 'sol partiler' ve CHP'yle bağlantılandırmaya çalıştı.

Komisyon Başkanı AKP'li Reşat Petek tarafından açıklanan 637 sayfalık raporda, "Darbe girişiminin ardında FETÖ'nün olduğu açık ve net bir şekilde ortaya kondu" denirken, FETÖ'nün iktidara yakın durmakla birlikte tek partiye irtibatlı olmadığı savunuldu, Fethullah Gülen'in CHP'ye bağış yaptığı iddia edildi.

Tereddüte yer yok
Yarım asırdan beri darbe için hazırlık yapıldığını söyleyen Petek, sözlerine şöyle başladı; "Bu bir iddianame değildir. 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında FETÖ’nün olduğu gerçeğini elimizdeki somut belgelerle söylemeye çalıştık. Bugün hiç tereddüte meydan vermeyecek şekilde bilgi, belge ve dökümana ulaşmış bulunuyoruz. Suç. ikrarları, itiraflar, iletişim kayıtları, örgüt mensuplarının kullandığı özel programlar, tanık beyanları, devam eden yargılamalarda yeni ortaya çıkan beyanlar, sanıkların FETÖ ile irtibatını gösterir nitelikteki Pensilvanya’dan yeni verilen talimatlar, örgüt mensuplarına moral veren nitelikteki Fethullah Gülen’in açıklamaları değerlendirildiğinde 15 Temmuz darbe girişimine bulup yetiştirdiği, yarım asırdır hep desteklediği Gülen’in liderliğinde FETÖ PDY’nin karar verdiği anlaşıldı."

‘Siyaseti kullanıp devlete sızdı’
"Gerçekten FETÖ ile ilgili yaptığımız tespitlerde sadece bir siyasi partiyle irtibat olmadığını tespit etmiş bulunuyoruz" diyen Petek, Gülen Cemaati’ne yönelik olarak soruşturmaların siyasi kanada uzanmadığı eleştirilerine tepki gösterdi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "Ne istediler de vermedik" açıklamasını 'unutan' Petek bunun yerine, "Dönemsel olarak siyasi iktidarda bulunan, iktidardaki partilere yakın davranıp, başta mülkiye adliye olmak üzere devlet üst organlarına sızmak için kendilerince siyaseti kullanma yolu seçtikleri anlaşılmakta" ifadelerini kullandı.

Gülen’den CHP’ye bağış iddiası
Konuyu CHP'ye bağlamayı tercih eden Komisyon Başkanı, Gülen'in partiye bağış yaptığını öne sürdü. Reşat Petek, "15 Mart 1967 yılında bakıyorsunuz bir partiye, CHP'ye bir tahsilat, 5 bin lira bağışta bulunduğu anlaşılıyor. Sözüm yanlış anlaşılmasın ama bu örgütün amaçlarına hizmete edeceğini düşündüğü siyasi partilerle işbirliği yapabildiğini gösterdiği bir belge olarak" diye konuştu.

AKP’de katkı makbuzu bulunmamış
Petek, "Sizin partinizden de katkı var mı?" sorusuna ise şu yanıtı verdi: "Bir partiye uzak yakın değerlendirmesi olduğunu ifade ettim. 2010’da yargıyı ele geçirme operasyonunda AK Parti ile yakından işbirliği olduğu, referanduma açık destek verdiği… AK Parti döneminde de devlete sızmada hangi yöntemleri kullanabileceğini düşünmüşler, örneğin yargıda operasyon için somut bir örnek. Ama bağış makbuzu vesaire gibi bir şey komisyonumuzda yok. Fethullah Gülen’in Papa ile görüşmesini o zamanki devlet yetkilileri organize ediyor. Şahsi yorumum. Ama şunu söyleyebiliriz, değişik siyasi partilerle bağlantısı olan, il genel meclisi, belediye başkanları hakkında yargının yaptığı soruşturma var. AK Parti de var, CHP de var, MHP de var, HDP de var. Yargı bunların tarafsız bağımsız olarak soruşturmasını yapıyor. "

‘Hedefte Erdoğan ve AKP var’
Raporda, örgütün hedefinde Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP'nin yer aldığı savunulurken, Gülen cemaatinin 'sol partilerle de işbirliği' yaptığı iddia edildi. Raporda, "Bunun en çarpıcı örneği ANASOL-D hükümeti dönemidir. 1999-2002 arasında Bülent Ecevit tarafından kurulan 56’ncı ve 57’nci hükümetler döneminde Başbakan Ecevit’le yakın ilişkiler kuran Örgütün o dönemdeki seçimlerde Bülent Ecevit’i desteklediği iddia edilmiştir" denildi.
Cemaatin siyaset ve siyasilerle doğrudan temasının ise 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal döneminde gerçekleştiği vurgulandı. FETÖ’nün siyasete açıktan ve doğrudan müdahalesi sürecinin REFAH-YOL hükümetiyle başladığı belirtilirken, ilk kez operasyon yaptığı dönem için ise 28 Şubat'a işaret edildi.

Kritik MGK toplantısı
Raporda, "Zaman içinde paralel devlet yapılanmasından, silahlı terör örgütüne dönüşüm var. 21 Ekim 2015 tarihli MGK toplantısında paralel devletin terör örgütleri ile işbirliği içinde olduğu kayıtlara girmiştir. 26 Mayıs 2016 tarihine kadar, darbeden iki ay önce, bütün MGK’da ‘paralel devlet’ kullanılmış ve mücadele talebi verilmiştir" denildi.

Komisyon, "AK Parti’nin yurt içi ve dışındaki itibarını sarsmak için muhalif yapılarla işbirliği içine girmesi üzerine ipler kopmuş ve şiddeti gittikçe artan bir çatışmaya dönüşmüştür" ifadelerine yer verdi.

***

Yargı süreci yüzünden gecikmiş
Raporun geciktiği yönündeki eleştirilere yanıt veren Reşat Petek, ‘yargı sürecinin devam etmesini’ gerekçe gösterdi. Petek, “Olayın sıcaklığı sebebiyle süre içinde yeni ve güncel bilgilerin ortaya çıkması oldu. Biz 3 Ocak’ta çalışmamızı tamamladığımızda yargı bağlamında istediğimiz bilgilerin pek çoğu gelmiyordu bize. Sonradan iddianameler geldi. Bu süreç çalışmalarımızı güncellememize neden oldu. Raporun 4 ay 15 gün gibi bir sürede tamamlanmış olduğunu da ifade etmeliyim” diye konuştu. Reşat Petek, çalışma süresi boyunca 22 toplantıda toplam 141 kişiyi dinlediklerini ve komisyona 240 belge geldiğini bildirdi.

***

Komisyon başından beri şaibeli
Kuruluş sürecinden itibaren büyük tartışmalara neden olan 15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu, AKP’nin uygulamaları nedeniyle muhalefette ve kamuoyunda darbenin örtbas edilmek istendiği eleştirilerine yol açtı.

Meclis araştırma komisyonu, 15 Temmuz'un hemen ardından TBMM’de bütün siyasi partilerin verdiği destekle kuruldu.

Kilit isimler dinlenmedi
Ancak AKP önce komisyona üye vermeyerek komisyonun çalışmaya başlamasını üç ay geciktirdi. 4 Ekim 2016'da çalışmalarına başlayabilen komisyonun başkanlık divanının tamamı AKP’li üyelerden seçildi, muhalefete yönetiminde hak tanınmadı. Komisyonun kimleri dinleyeceği ve izlenecek yöntem de tamamen başkanlık divanı tarafından belirlendi ve muhalefetin ısrarlı taleplerinin gözardı edildi.

Komisyonun çalışma süresi boyunca AKP’li üyeler darbenin kilit isimlerini dinlenmesine karşı çıkarken, muhalefet vekilleri dinlenen isimlere de darbeyi aydınlatacak soruların sorulmadığı eleştirisinde bulundu. Örneğin, CHP’nin Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın komisyona çağrılması için defalarca verdiği önergeler reddedildi.

Referandum sonrasına bırakıldı
Bu süreçte komisyon çalışmalarının 'AKP’ye zarar verdiği' düşüncesi dile getirilirken, Darbe Komisyonu da bugüne kadar tanık olunan diğer komisyon pratiklerinin aksine bir ay olan ek çalışma süresini de kullanmadı. Halihazırda etkin çalışamayan komisyon, 4 Ocak 2017'de çalışmalarını bitirdiğini duyurdu. Kamuoyu bunun ardından rapor beklentisine girerken, referandum öncesi “AKP olumsuz etkilenebilir” düşüncesiyle raporun açıklanmadığı öne sürüldü.

***

Dün övüyordu, bugün sahtekâr dedi
AKP’li Reşat Petek’in, ‘darbenin siyasi ayağını bulamadıklarına’ dair sözleri geçmişte yaptığı Fethullah Gülen övgüsünü akıllara getirdi.

2011 yılında katıldığı canlı yayında Petek, Gülen’i şu sözlerle savunmuştu; “Hakkında açılan tüm davalardan, Sayın Fethullah Gülen Hocaefendi’nin beraat etmesine ve bu beraat kararının kesinleşmesine rağmen, Ergenekon yapılanmasının parlamentodaki uzantıları tarafından ‘çete’ diye hakkında Meclis kürsüsünden konuşma yapanlar oldu.”

Aynı Reşat Petek, dün ise “Fetullah Gülen bir sahtekardır. Sahtecilik suçları işlemiştir. Sahtecilik eylemlerinden dolayı hiçbir soruşturma geçirmemiştir. Yeşil pasaportu sahtecilikle almıştır. Bilgi ve belgeler bu sahtelikleri belgelemektedir. Raporda bir kısmını resim olarak eklerde göreceksiniz. FETÖ gizlilik, takiyyeye dayanmaktadır” ifadelerini kullandı.

***

MİT raporu ne diyor?
"FETÖ'nün darbe girişiminde bulunabileceği bildirilmiş olmakla birlikte tarihi konusunda net bir istihbarata daha önceden ulaşılamadı. 15 Temmuz'da 14 sularında teşkilatımıza gelen, 15:30 sularında görüşülen bir şahıs tarafından MİT Müsteşarına saldırı yönünde ham bilgiler verildi. 16:40 sularında Genelkurmay Başkanı, Müsteşarı aradı, detaylı bilgi için Genelkurmay 2. Başkanı'na ilgili kişi gönderildi. Kara Kuvvetleri Komutanı ivedi olarak gönderildi. Kontroller sonuçlandırılana kadar hava araçlarının uçuşunun yasaklanması için talimat verildi. Gelişmelerin bildirilmesi amacıyla cumhurbaşkanının koruma müdürü arandı, müsait olmadığı bildirilmesi üzerine bir anormallik olup olmadığı sorudu, güvenlik tedbirlerinin yerinde olduğu ifade edildi.”

Beş bölgeye ayrılmış
MİT raporunda Cemaat'in yurt içi ve yurt dışı yapılanması konusunda da bilgiler sunuldu. Türkiye'nin beş bölgeye ayrılarak bölge imamları aracılığıyla örgütün yönetildiği belirtildi.

***

‘İstihbarat zaafı var’
Komisyon Başkanı Reşat Petek, darbe girişiminin öğrenilmemesinin istihbarat zaafı olduğunu belirtti. Petek, “Darbe girişiminin önceden haber alınamamasının bir istihbarat zaafı olduğunda kuşku yoktur. MİT ve Genelkurmay Başkanının önleyici girişimleri sayesinde girişimin 03.00’ten 20.30’a çekilmesi darbenin önlenmesinde en önemli faktör” dedi.

***

CHP’DEN SAHTE MAKBUZ TEPKİSİ: Kontrollü darbenin kontrollü iftira raporu

CHP Genel Başkan Yardımcısı Aykut Erdoğdu, Fethullah Gülen’in 1967 yılında CHP’ye bağış yaptığı tahsilat makbuzu olduğu iddia edilen belgenin sahte olduğunu söyledi. Erdoğdu, "Bu kadar ahmakça, vicdansızca ve ahlaksızca bu iftiranın atılmasını kınıyoruz, bu iftirayı yargıya taşıyacağız" dedi.

Komisyon Başkanı Reşat Petek'in söz konusu iddiasının hemen ardından açıklama yapan Erdoğdu, "Bu belge internet satış sitelerinde koleksiyoncular tarafından asılan boş makbuzların temin edilerek sonradan üzerine doldurulması sonucu elde edilmiştir. Bu makbuzlar seri halde internet sitelerinde satılmaktadır. Bir çocuk zekâsıyla bu makbuz satın alınmış, üzerine sahtekârlıkla Gülen bağış yapmış gibi gösterilmiştir. 5 bin lira o tarihte 560 dolar, bir vaiz maaşı ortada. Sitelerde bu makbuzlar satılmaktadır. Kime satıldığı bellidir. Yargı cesaretle üzerine giderse kimin aldığı görülecektir" diye konuştu.

İkiz kardeşini CHP'ye yamamaya çalışıyor!

CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun 'kontrollü darbe' ifadelerini hatırlatan Aykut Erdoğdu, bu iddiayla AKP'nin darbenin siyasi ayağını gizlemeye çalıştığını ve sorumluluğu CHP'ye yıkmak istediğini vurguladı.
Erdoğdu, "Kontrollü darbenin, kontrollü raporu iftira ile yürümekte. Bir iftirayla ikiz kardeşlerini CHP'ye yamamaya çalışıyorlar. Darbe dediğiniz bu bunu yapanlar hukuk önünde de verecekler hesabını, millete de Allah'a da verecekler. Reşat Petek bu sahtekârlığın kullanıcısıdır" dedi.

Makbuz raporda yok

Petek’in ‘bağış’ iddiasının komisyon raporunda olmadığına dikkat çeken CHP'li Vekil, "Madem böyle ciddi iddian, önemli belgelerin var niye raporun metnine yazamadın Reşat Petek? Bu komisyon raporu diye yutturulmaya çalışılan AKP iftirası darbenin siyasi ayağını saklamaya yöneliktir. Bu darbe araştırma komisyonu raporunda bir tek siyasi ayak yoktur. Bu siyasi ayağı gizleme çabasıdır" ifadelerini kullandı.

AKP CHP darbe FETÖ Fethullah Gülen yargı MİT Genelkurmay Cumhurbaşkanı ifade istihbarat referandum Meclis MGK lira bülent ecevit Başkanlık Aykut Erdoğdu internet operasyon

http://www.birgun.net

Ümit Özdağ’dan çok konuşulacak AKP-FETÖ iddiası!
29 May, 2017



Bağımsız Gaziantep Milletvekili Ümit Özdağ, Meclis’te basın toplantısı düzenledi. AKP ile FETÖ’nün görüşmeler yaptığını öne süren Özdağ, bazı konularda mutabakata varıldığı iddialarını hatırlattı.
Bağımsız Gaziantep Milletvekili Ümit Özdağ, “FETÖ hem devletin kılcal damarlarına sızacak hem Erdoğan’ın 15 Temmuz gecesi nerede olduğunu ancak Sözcü gazetesinden öğrenecek. Bunu akıl ile izah edemezsiniz. Sözcü tutuklamaları FETÖ ile mücadelenin sulandırılmasıdır. Halkın gözünde FETÖ ile mücadelenin itibarsızlaştırılmasıdır” dedi.
Bağımsız Gaziantep Milletvekili Özdağ, Meclis’te basın toplantısı düzenledi. 15 Temmuz darbe Girişimi’nin ardından yürütülen FETÖ ile mücadele sürecine değinen Özdağ, “FETÖ’ye karşı mücadele sistemli, belirli ölçütleri olan uzun vadeli ve stratejik nitelikli olmaktan çok uzaktır. FETÖ’ye karşı mücadele daha çok Erdoğan’ın kişisel bir intikam mücadelesi zeminine inmiş ve adeta kişiselleştirilmiştir” dedi.

“AKP’NİN FETÖ’NÜN TEMSİL ETTİĞİ TEHDİDİN BOYUTUNU ANLAMADIĞI GÖRÜLMEKTEDİR”

15 Temmuz’dan sonra 154 bin 694 kişinin şüpheli olarak sorgulandığını, 50 bin 136 kişinin tutuklandığını, 45 bin 708 kişinin hakkında adli kontrol kararı alındığını belirten Özdağ, “Bu rakamlar ilk bakışta ciddi bir mücadele etkisi yaratmaktadır. Ancak önemli olan sayıların niceliği değil, niteliğidir. FETÖ ile mücadelenin ne yazık ki sorunu çözecek ilkeleri olmadığı sadece erteleyecek, geciktirecek bir yaklaşımla ele alındığı görülmektedir. AKP’nin FETÖ’nün temsil ettiği tehdidin boyutunu hala anlamadığı görülmektedir. Erdoğan dahil konunun ciddiyetinin anlaşılmadığı Reşat Petek gibi FETÖ’den ‘yüce’ diye bahseden Ergenekon ve Balyoz kumpaslarının adeta halkla ilişkiler sorumluluğunu üstlenmiş bir şahsiyetin sözde Darbe Araştırma Komisyonu başkanlığına getirilmesinden görülmektedir. O da çıkıp Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tehdidi ortaya koymak yerine sahte belgeler ile kendince muhalefete gol atma peşinde koşmaktadır. Darbe komisyonu raporu yerine ortaya kötü bir AKP propaganda broşürü çıkmıştır” şeklinde konuştu.
SÖZCÜ TEPKİSİ
FETÖ ile mücadele sürecinin çöktüğünü söyleyen Özdağ, “En son Sözcü gazetesine yapılan saldırı, AKP’nin FETÖ ile mücadeleyi bırakarak, FETÖ ile mücadele kisvesi altında parlamenter demokrasiyi savunan muhalefete baskıya başladığını göstermektedir. FETÖ hem devletin kılcal damarlarına sızacak hem Erdoğan’ın 15 Temmuz gecesi nerede olduğunu ancak Sözcü gazetesinden öğrenecek. Bunu akıl ile izah edemezsiniz. Sözcü tutuklamaları FETÖ ile mücadelenin sulandırılmasıdır. Halkın gözünde FETÖ ile mücadelenin itibarsızlaştırılmasıdır. Acaba bazı çevrelerde dile getirilen AKP ile FETÖ’nün bir kanadı arasında görüşmelerin yapıldığı ve hatta bazı konularda mutabakatlar sağlandığına dair bilgilerin bir gerçeklik zemin var mıdır?” değerlendirmesinde bulundu.

gercekgundem

Ahmet Takan: Ankara’da otobüs devrildi!..
28 May, 2017



Şoför Uyudu. Üç nokta yan yana. Yolcu Otobüsü Devrildi. Üç nokta yan yana. Çok Sayıda Ölü ve Yaralı var. Üç nokta yan yana.

Valilik açıkladı. İki nokta üst üste. “Sürücü uyumuş.”

Sanal alemin arşivine girin, bu ve benzeri başlıklarla binlerce Türkiye klasiği acı haberi bulursunuz. Yılların değiştiremediklerindendir. Sürücü uyur, Türk ölür!.. Değişir mi?.. Mucizelere bağlı.
Kaderimiz mi?
(…)
15 Temmuz darbe girişimini araştıran Meclis Araştırma Komisyonu’nun nihayet açıklanabilen raporu ile ilgili bir şeyler yazmaya niyetliydim… Hani şu FETÖ’nün siyasi ayağının bulunamadığı ama her ne hikmetse 15 Mart 1967 tarihli Fethullah Gülen’in hem de 5 bin liralık CHP’ye bağış belgesinin bulunduğu rapor. 50 yıldır bu belge nasıl sır olarak kaldıysa!.. Komisyonun büyük başarısını (!) biraz analiz etmek kafamdan geçiyordu. Hain darbe girişimini gerçekleştiren yapının şemasının da bulunmadığı… Daha önce parça parça tüm havuz medyasında şemalarıyla birlikte yayınlanan ve her satırını okuduğumda “yahu ben bunu hatırlıyorum” dediğim 36 sayfalık “gizli” ibareli MİT yazısı ile birlikte…

Vazgeçtim!..

Mübarek Ramazan ayının ilk sabahında, Kastamonu’dan Ankara’ya giden yolcu otobüsünün Kalecik ilçesinde devrilmesiyle ilgili gelen acı habere dikkat kesildim. Kazadan yaralı olarak kurtulan yolcu anlatıyordu;
“(Otobüs şoförü) Büyük ihtimal uykusuzluk vardı. Saat 03.30’da mola verdik. Sonra uyumuşum. Kaza yaptığımız yer dümdüz bir yol. Yani kaza yapılacak bir yer değildi. Herkesin tahmini otobüs şoförünün uyuduğuydu. Uyumasaydı belki bu 8 kişi ölmeyecekti. Ben bu hastanede olmayacaktım. Eşim sınava girecekti, ben geri dönecektim. Otobüs şoförü büyük ihtimalle yolu bilmiyordu. Başka bir ilin otobüs şoförüydü. Çünkü birkaç kere yolu kaçırıp tekrar geri gelerek döndüğümüz oldu. Firmalardan isteğimiz, yolları bilen şoförleri otobüslere versinler ki bu acıları yaşamayalım. Her otobüste bir yedek şoför olsun. ”

Keşke bunlar bunlar olmasaydı da şunlar şunlar olsaydı!.. Dümdüz yolda kaza yapmak… Yolu bilmeyen başka bir ilin şoförü… Sanki firma suçsuz, pürü pak. Uyuyan şoförlere önlem için yedek şoför talebi!… Onca ölen canın karşılığında bir ceza olmayacak mı?.. Bunu dile getiren, hak ettiği cezayı tüm ilgililerin bulması için bu sorumsuzluğu sonuna kadar kovalayan, hesap soran bir Allah’ın kulu çıkmayacak mı?..

Yedek şoförün uyumama garantisi var mı?.. Uyuyan şoförün yanında yedek şoförle seyahatlere devam etmek!.. Şoför kadar suçlu olan o firmayı da görmezden gelmek!.. Acaba neden?..
Batsın komisyon raporu… Yerin dibine girsin MİT yazısı… CHP’ye bağış belgesi sahte mi gerçek mi?.. Kavrulmuş mu?.. Kavrulmamış mı?.. Hepsinin canı cehenneme!..

Üstünden kaç gün geçti?.. Anneler gününde Marmaris yakınlarında acı trafik kazasında kaybettiğimiz anneleri ve çocukları unuttuk. Merak edip de bakan var mı?.. Sorumlulara ne oldu diye. Aynı Soma’da olduğu gibi!..
Aynı firmalarla… Aynı uyuyan şoförlerle.. Aynı ehliyetsiz şoförlerle seyahate devam. Öyle mi?..

Ee!.. “Efendim seyahat firmasının otobüsleri çok konforlu. Yolculuk sırasında da ikramları çok zengin ve kaliteli. Otobüste beleş internet var. Mola yerlerinde de çaylar bedava…” Öyle mi?..

Ya, adam hem uykusuz hem başka ilin şoförü, yolları şaşırıyor, ehliyeti olup olmadığı da meçhul, otobüsü şarampole yuvarlayacak, canımızdan olacağız… “Yedek şoför koyarlarsa sorun olmaz.” Öyle mi?.. Firma, “bilmem kaç yıllık..” Öyle mi?..

“Devlet ne güne duruyor. Efendim, firmaları denetlesin, yola çıkan şoförlerin uykusuz olup olmadığını kontrol etsin. Yanlış yapan varsa da cezasını kessin.” Öyle mi?..
Yahu!.. Bir kerecik de olsa, seyahat ettiğiniz firmayı denetleseniz, şoför uykusuz, ehliyetsiz ve yolları bilemeyecek kadar acemi ve yabancı ise hemen o otobüsten inseniz.. Sonra da gerekirse o firmayı kapattıracak yaptırımları ve protestoları hayata geçirseniz. Sizin canınıza okunmadan, onların ticari hayatlarını sona erdirecek ve bin pişman edecek cezaları kesseniz. Öyle bir ders verseniz, öyle bir tepki koysanız ki; can emanet ettiğiniz firmalar, insan hayatı ile dalga geçmeyi bir daha aklından geçiremesin. “Her gün onlarca insan yollarda ölüyor ama ne olacak. Biz kazanmaya devam ediyoruz. Ölseler de bizimle seyahat edecekler. Yolda beleş kahve ve kek ikram ediyoruz. Bizden vazgeçemezler. Yolda şoför uyursa nasıl olsa birileri dürter yola devam ederler” diyemesinler. Biz, korku içinde seyahat edeceğimize, biz canlarımızı kaybettikten sonra gözyaşı dökeceğimize, onlar tutuşsun hata yapmaktan. Onlar dehşete düşsün hata yapmaktan!..

Çok mu abarttım?..

Boş verin o zaman FETÖ raporunu, MİT yazısını, şehit haberlerini, yolsuzlukları, ahlaksızlıkları, bölünme tehlikesi vs. vs. gibi magazin gündemi!..
Yedek şoföre güveniniz sonsuz mu!..

Cümleten hayırlı yolculuklar. Ha, unutmadan. Ünlem işareti. Çaylar şirketten. Bir ünlem işareti daha…
İlk Kurşun

FETÖ ile mücadeleye fren mi?
28 May, 2017



Geleceğe dair kaygılarımız artıyor.

15 Temmuz Darbesini Araştırma Komisyonu raporu “dağ fare doğurdu” deyimi ile özetlenebilir.

Komisyon Başkanı Reşat Petek’in yaptığı açıklamada; bizim gibi uzun yıllardır devletin içindeki bu yapılanmaya dikkat çeken gazeteciler için yeni bir şey yok… Raporun eklerini incelemek gerek…

Basın açıklamasında; FETÖ’nün ne kadar tehlikeli bir örgüt olduğu, kendini nasıl gizlediği, amacına ulaşmak için her yolu mübah saydığı, kendilerini deşifre etmemek için örgüt üyelerinin birbirleri ile ilgili dahi suçlama, tutuklama ve jurnal yapabilecekleri anlatıldı…

8 yıl önce, emekli Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş ile yaptığımız programlardan biriydi. Vural Savaş üretkenliği ile çok sayıda kitap çıkarıyor, benim kurucusu olduğum BAĞIMSIZ adlı haber analiz dergisinde de köşe yazıyordu.
Vural Savaş, Ergenekon ve Balyoz operasyonları ile ilgili talimatın çok önceden Fethullahçı örgüte verildiğini anlatıp ekliyordu; “Ben, Fethullah Gülen’in Ergenekon operasyonlarından önce verdiği iki talimatı hatırlatmak istiyorum… Biri şu; ‘mahkemelerin altını üstüne getirin, durumunuz müsait, bir alacaksanız bin harcayın, mühim olan mahkûm ettirmektir, avukat tutun, bununla yetinmeyin hakim kiralayın…’

Fethullah Gülen’in verdiği ikinci talimat ise Atatürkçülere yönelik olandı… Bunu bizzat “deneyimleyerek” öğrendik! Ulusalcılar, Kemalistler; başta TSK olmak üzere tüm anayasal kurumlardan ve medyadan tasfiye edilecek!
Geçen sürede kumpas davaları dahil AKP’nin koruma kalkanı ve iş birliği ile bu emperyalist projeleri harfiyen uyguladılar. 17/25 Aralık yolsuzluk operasyonlarının ardından iktidar ile FETÖ arasında başlayan çatışma ile bugünlere geldik…

Yıllarca emperyalizmin FETÖ’ye yaptırdığı kumpasların sözcülüğünü yapanlar bugün darbe araştırıcısı olarak vitrinlerde yer alıyor!

15 Temmuz Darbesini Araştırma Komisyonu Başkanı Reşat Petek de bunlardan biri değil mi? TV’lerde önüne gelene FETÖ, FETÖ’cü diyerek kendi bağlantılarını aklama çabasında olan kumpas davalarının itibar cellatlarına ne demeli?

Ne diyordu örgüt lideri Fethullah Gülen; “Son ana kadar kendinizi deşifre etmeyin!”

Komisyonun yaptığı açıklamada; FETÖ’nün en etkili olduğu, FETÖ’cü devlet yapılanmasının siyasi ayağı olan, bu yolla anayasal kurumlarda bu örgütün yerleşmesine olanak sağlayan siyasilerden bir iz bile yok.
Peki ne var? Fethullah Gülen’in CHP’ye 1967 yılında bağış yaptığına dair iddia var! Yandaş basın üzerine atladı.

Yani FETÖ’nün siyasi ilişkisi ile ilgili koca araştırma komisyonu bunu mu bulmuş? Gülen 50 yıl önce CHP’ye bağış yapmış! CHP Genel Başkan Yardımcısı Aykut Erdoğdu o makbuzun da sahte olduğunu açıkladı ya… Mesele bu değil… FETÖ ile mücadele sulandırılmıyor mu?

Bu hain örgüt ile mücadele ilk andan itibaren Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın motivasyonu ile götürülmüştü. Uzun süredir sağından solundan patlaklar veriyor…

Damat Kavurmacı olayından, gazetecilere yönelik FETÖ yapıştırmasına kadar… İktidarı eleştirenler için FETÖ’cü etiketi hazırlanmış. Bu örgüte bundan daha iyi malzeme sağlanamaz!
15 Temmuz Darbesini Araştırma Komisyonu dinlenmesi gereken onlarca isim varken neden dinlemedi? Tutuklu, darbeye karışmış, itirafçı bir çok isim var. Neden bunlar dinlenmedi?

Korkulan nedir?

Sayfa komşum Arslan Bulut’un dünkü yazısını mutlaka okuyunuz. Bulut yazısında Türkiye Gazetesi Yazarı Fuat Uğur’un darbe gecesinden aylar önce yaptığı uyarılara dikkat çekiyordu. Uğur; Fethullah Gülen’in halife olmak istediğini, Hususiler isimli FETÖ içindeki yapının TSK’daki hücreleri uyandırdığını, darbeye direnen askerleri “deşifre etmekle” tehdit ettiklerini anlatıyor ve devletin tüm kurumlarını darbe olacağına dair uyarıyordu!
İktidar açısından FETÖ ile mücadelede koç başı olarak görülen 15 Temmuz darbe girişimi sayısız sorularla hâlâ aydınlatılmayı bekliyor. Bakalım raporu inceleyince CHP nasıl yanıt verecek…
İlkKurşun

“Sakladım, gizli tuttum, söylemedim, uyuttum!”
Tamer Korkmaz
23 Ağustos 2016



Sabetay Sevi'nin on yedinci yüzyılda yaşadığı eve yaptığı ziyareti, İzmir'e vaiz olarak atandığı dönemdeki (1966) özel bir sohbette anlatan Fetullah Gülen; o evdeki Yahudi cemaati mensuplarının kendisine “Muhterem Gülen, sen bizim Mesihimizsin” diye seslendiğini söylüyordu!
*
Sabetay Sevi'nin başlattığı ve ölümünden sonra da yüzyıllar boyunca gizlilikle sürdürülen sahte Mesihçilik hareketi “Osmanlı'nın içeriden çökertilmesinde” başlıca faktörlerden birisiydi.
Cumhuriyet döneminde ise kamuflajlı Sabetaycılar en etkili kadrolara yerleştirilerek “Türkiye'nin Batı'nın gizli sömürgesi olarak” yönetilmesinde lokomotif olmuşlardır.
Şemsi Efendi (gerçek ismiyle Şimon Zvi) Sabetay Sevi'nin birkaç kuşak sonraki torunlarındandır…
Atatürk'ün Selanik'teki öğretmeni Şemsi Efendi'nin kabrindeki mezarlıkta “Sabetay Sevi'nin ve takipçilerinin gizlilik ilkesini” tarif eden şöyle bir ifade vardır:
“Sakladım./Gizli tuttum./Söylemedim./Uyuttum.”
*
Bu prensibin FETÖ için de geçerli olduğu (hayli geç kalınsa da) nihayetinde anlaşılmış durumdadır!
FETÖ (Paralel Devlet Yapılanması) “dini cemaat” görünümlü bir Gladyo projesidir. Dahası, Haçlı Siyonist Cephesi'nin gizli bir organizasyonu olarak tasarlanmıştır.
*
Fetullah Gülen'in annesinin hakiki ismi Rabin'dir!
Locaefendi, Almanya'ya gitmek için 24 Mart 1986 tarihinde Emniyet'e verdiği Pasaport İstek Formu'nda annesinin ismini “Rabin” olarak beyan etmiştir…
Buna mukabil, otuz yıldır annesinin isminin “Refia” olduğu ileri sürülüyor; “Rabin” ismi itina ile gizleniyor.
Gülen'in annesi Rabin, “Edirne Müdafii” olarak da bilinen Mehmet Şükrü Paşa'nın ailesindendir. Mehmet Şükrü Paşa'nın (1857 Erzurum-1916 İstanbul) atalarının, yüzyıllar evvel “İspanya'dan Türkiye'ye (Edirne) göç etmiş olan “Sefarad Yahudilerinden” olduğuna dair ciddi iddialar vardır. Mehmet Şükrü Paşa'nın Sabetaycılığını ve masonluğunu da bu fevkalade enteresan bahse ekleyelim!
*
Sabetay Sevi'nin iki kardeşinden birisi olan Eliyahu Sevi'nin “adaşı” İsrail Başhahamı Eliyahu Bakshi Doron 25 Şubat 1998'de İstanbul'da Fetullah Gülen Locaefendi ile görüştüğünde; işbu ikilinin verdiği “mutluluk” pozuna Alaeddin Kaya da eşlik ediyordu!
Mister Kaya, yıllarca öncesinden itibaren FETÖ'nün Yahudi lobisi ile münasebetlerini sağlayan ve geliştiren “bağlantı” adamıdır.
Paralel Zaman'ın eski sahibi Alaeddin Kaya'nın FETÖ içindeki rütbesi, sanıldığından çok daha yüksektir!
Kaya; uzun yıllar boyunca Türkiye'deki Baronsal Üst Yapı'nın en mühim isimlerinden birisi olan mason Kasım Gülek'le “çok yakın” dosttu. Vaktiyle CIA'in kurduğu Moon tarikatının Türkiye'deki ilk temsilcisi olan Kasım Gülek'in iki farklı Papa'ya ziyareti vardır.
Kasım Bey, Ağustos 1968'de eşi Nilüfer Hanım'la birlikte gittiği Vatikan'da Papa 6. Paulus tarafından kabul edilmiştir. Gülek, 1983'te yine eşiyle birlikte Papa İkinci Jean Paul'ü ziyaret etmiştir.
Çok uzun seneler önce; Kasım Bey, Nilüfer Devrimel Gülek'le evlenirken (gazeteci Leyla Umar'ı da yanlarına alıp) Patrik Athenagoras'a gitmişler ve “gelin ile güvey” Patrikhane'de “takdis” edilmişlerdi! Gülek, 1950 ile 1959 yılları arasında İsmet İnönü'nün liderliğindeki CHP'nin genel sekreterliğini yaptı. CHP'deki bu görevinden önce Kore'deydi. 1949'da bu ülkeye gidip Birleşmiş Milletler Kore Komisyonu'nun başkanlığını yürüttü. Kasım Gülek, ABD'nin gözdesi bir elemandı! Ünlü General MacArthur ile birlikte Kore'de vazife yaptıkları dönemde çok yakın bir dostluk kurdu…
26 Ocak 1949 tarihinde İstanbul'a gelen “yeni” Rum Ortodoks Patriği Athenagoras dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'ye Amerikan Başkanı Harry Truman'dan bir mesaj getirmişti! 28 Mart 1949'da Türkiye İsrail devletini resmen tanıdı!
1975 yılında CHP'li Kasım Gülek'in aracılığıyla Mason teşkilatına giren; 1996'da Kasım Gülek'in cenaze namazını kıldıran Fetullah Gülen; 31 Mayıs 2010'daki Mavi Marmara Katliamı'nın hemen ardından “İsrail'in otoritesine baş kaldırılmamalıydı!” diye demeç vererek Terör Devleti İsrail'i savunmuştu!
*
Fetullah Gülen Locaefendi; 1998 yılında Eliyahu Baksi Doron'la görüşmesinden on altı gün öncesinde ise Vatikan'a gidip Papa İkinci Jean Paul'ü ziyaret ederek kendisine “bağlılıklarını” bildirmişti!
O ziyarette Locaefendi'ye eşlik edenlerden birisi olan Alaeddin Kaya'nın Papa'nın elini öptüğü görüntüler halen daha güncelliğini koruyor!
Epeydir kaçak durumdaki Alaeddin Kaya, birkaç gün önce Balıkesir'de yakalandı!
Kaynak: Yeni şafak

Meclis Darbe Komisyonu FETÖ'NÜN SİYASİ AYAKLARINI AÇIKLADI:
FETÖ'DE İLK SİYASİ TEMAS: ÖZAL'LI YILLAR

29.05.2017

TBMM Darbe Komisyonu’nun raporunda FETÖ’nün siyasetle ilk temasının Turgut Özal’la yaşandığı, Süleyman Demirel, Tansu Çiller ve Bülent Ecevit döneminde de bunun devam ettiği belirtilirken AKP’nin iktidara geldiğinde FETÖ’den oluşan hazır bir kadro bulunduğu belirtildi.

2011 seçimlerinde AKP’nin FETÖ kontenjanından vekillere yer verildiği ancak Erdoğan’ın ailesinin doğrudan hedef alınmasıyla iplerin koptuğu ifade ediliyor.

TBMM Darbe Komisyonu’nun raporunda FETÖ yapılanmasıyla ilgili şu tespitler yapıldı:

* FETÖ’nün siyaset ve siyasilerle doğrudan ilk teması Turgut Özal’lı yıllarda gerçekleştiği söylenebilir. Örgütün, yurtdışı yapılanmasında siyasetin gücünden istifade edilmiştir. Süleyman Demirel cemaat görünümlü bu yapı lehine 14 adet tavsiye mektubu yazarak yurt dışında cemaatin yapılanmasına katkı sağlamıştır.

* Hükümetin başına Tansu Çiller’in gelmesiyle birlikte Fethullah Gülen cemaati DYP içinde önemli mevziler ve mevkiler elde etmiştir.

* Başbakan Ecevit’le yakın ilişkiler kuran örgütün o dönemdeki seçimlerde Bülent Ecevit’i desteklediği iddia edilmiştir. Nitekim Bülent Ecevit FETÖ elebaşıyla olan ilişkisini gizlememiştir.

* 2011 genel seçimlerinde AKP’nin FETÖ kontenjanından milletvekili adaylarını Meclis’e taşıdığı görülmektedir. Bu aşamadan sonra Erdoğan’ın ailesi ve yakınındakiler doğrudan hedef alınmıştır. FETÖ’nün yargıdaki mensupları eliyle gerçekleştirilen 17- 25 Aralık yargı darbesi girişimiyle ipler tamamen kopmuş ve bu tarihten itibaren FETÖ ve PDY bir terör örgütü olarak tanımlanmıştır".
Kaynak: Cumhuriyet

Caner Taşpınar: AKP’de bir damat krizi daha
04.06.2017

Fethullah Gülen’in en önemli adamlarından biri olarak bilinen Mevlüt Hilmi Çınar, AKP-FETÖ kavgası kopmadan önce ABD’de “akademisyen” olarak görevini sürdürüyordu.

Fethullah Gülen’in onursal başkanı olduğu Niagara Vakfı'nın yöneticilerinden…

Barack Obama ile ABD Başkanı iken görüşebilecek kadar kritik bir isim!

Adı Ergenekon ve Balyoz davasında da geçti.

O isim; Mevlüt Hilmi Çınar.

Fethullah Gülen’in en önemli adamlarından biri olarak bilinen Mevlüt Hilmi Çınar, AKP-FETÖ kavgası kopmadan önce ABD’de “akademisyen” olarak görevini sürdürüyordu.

Hep perde arkasında olan bu isim, artık FETÖ’nün en ön cephesinde yer alıyor.

Nasıl mı?

Anlatalım…

Belirttiğimiz gibi, AKP-FETÖ kavgası kopmadan önce ABD’de “akademisyen” olarak görevini sürdürüyordu. Bunun gerçek nedenlerinden biri, Mevlüt Hilmi Çınar’ın AKP’ye “damat” olmasıydı.

Mehmet İhsan Arslan, 22. ve 23. dönem AKP Diyarbakır Milletvekili idi.

Zaman gazetesi imtiyaz sahipliği yaptı. FETÖ ile çok yakın ilişkiler kurdu.

En küçük kızı Ayşe Arslan, Diyarbakırlı müteahhit Çınar Ailesinin oğlu Mevlüt Hilmi Çınar ile evlendi. Çift ABD’de tanışmışlardı. Nikah şahitleri Recep Tayyip Erdoğan’dı.

Aynı zamanda, Arslan ailesinin Erdoğan’la olan ilişkileri, Mehmet İhsan Arslan’ın AKP’den vekil olmamasına rağmen devam ediyordu. Çünkü oğlu Ali İhsan Arslan, Erdoğan’ın “sağ kolu” iken vekilliğe geçiş yapmıştı.

Ali İhsan Arslan’dan kısaca bahsedelim…

AKP Ankara Milletvekili Ali İhsan Arslan.

Herkes onu “Mücahit Arslan” olarak biliyor. 13 yıldır Erdoğan'ın danışmanlığını yapan Mücahit Arslan, gerçekten de bir gölge adam. Erdoğan'ın özellikle yurtiçi ya da yurtdışı ziyaretlerindeki fotoğraflara dikkatli bakıldığında Mücahit Arslan, fotoğraf karesinin bir köşesinde yer alıyor. AKP'nin kurucularından. Erdoğan'ın makam aracına binebilen ender isimlerden. 10 Aralık 2002'de, Beyaz Saray'da ABD Başkanı George Bush ile Erdoğan (Henüz Başbakan değildi) buluşmasını kotaran kişilerden biri. Erdoğan son seçimde onu kendi kadrosundan milletvekili olarak TBMM’ye göndermişti.

Mevlüt Hilmi Çınar, Erdoğan’a en yakın isimlerin damadı olduğu için belki, AKP-FETÖ kavgasının ilk sıralarında görüşlerini açık kaynaklara yansıtmadı.

Ancak, Odatv 15 Temmuz FETÖ’cü darbenin ardından Mevlüt Hilmi Çınar’ın sosyal medya mesajlarını yayımlayıp Pensilvanya’dan gönderilen bu mesajları analiz etmişti.

İşte o haber:

Mevlüt Hilmi Çınar, son dönemde ise artık “akademisyenliği” bir kenara bıraktı.

FETÖ’cü olduğu için ailesinin evlatlıktan reddettiği, bu nedenle soyadını “Gülen” olarak değiştiren basketbolcu Enes Kanter’in “danışmanı” oldu.

Çınar, Trump’ın başkanlığı öncesinde ABD’de Obama da dahil çok sayıda siyasetçiyle görüşmelerde bulunmuştu.

İşte o haber:

Şimdi, bu görüşmeleri bırakan Mevlüt Hilmi Çınar, Enes Kanter’le ülke-ülke, televizyon-televizyon gezip FETÖ çalışmalarını sürdürüyor.

Enes Kanter’e FETÖ’nün sıradan bir basketbolcu olarak bakmamak gerekiyor.

Öyle ki, FETÖ’nün ABD’nin başkenti Washington'da düzenlediği "Uluslararası Dil ve Kültür Festivali" Enes Kanter’in sponsorluğunda yapılmıştı. ABD Kongre üyeleri de FETÖ’cü etkinliğe destek vermişti.

İşte o haber:

Mevlüt Hilmi Çınar, Enes Kanter’le birlikte yaptığı görüşmeleri, gezileri ve televizyon programlarını ise sosyal medyada şöyle duyurdu:

Son olarak…

Mevlüt Hilmi Çınar, bugüne dek sosyal medyada mesajlarını İngilizce ve üstü kapalı olarak verirken, bugün ise açık açık FETÖ operasyonlarına çok sert tepki gösterdi.

İşte o mesajlar:

Bu mesajlar da İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Kadir Topbaş’ın FETÖ’den tutuklanıp serbest kalan damadı Ömer Faruk Kavurmacı gibi AKP’de yeni “damat” krizi çıkarabilir.

Metin içindeki görselleri görmek için: http://odatv.com/akpde-bir-damat-krizi-daha-0406171200.html
Odatv.com

CHP’li Ağbaba’dan AKP’li Kuzu’ya: Bizim Fethullah hocanın eteğinin altında resmimiz yok!
30 Eylül 2016

AKP Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu ve CHP Genel Başkan Yardımcısı Veli Ağbaba, CNN Türk’te katıldığı canlı yayında Fethullah Gülen ve darbe girişimi hakkında tartışma yaşadı. CHP’li Ağbaba, kendisine “FETÖ’cülerle kol kolasınız” diyen AKP’li Kuzu’ya “Bizim Fethullah hocanın eteğinin altında resmimiz yok” diyerek cevap verdi.
T24

‘FETÖ’ sanığı darbe girişimini ‘otoyol’a benzetti: Devlet yaptı, biz kullandık
07/06/2017

Kayseri’de bir ‘FETÖ’ sanığı, ‘otoyol’ benzetmesi yaparak hükümetin zamanında örgüte destek verdiğini söyledi.

Kayseri 2’nci Ağır Ceza Mehkemesi’nde 22’si tutuklu 71 sanıklı ‘FETÖ’ davasında savunma yapan Mehmet Kıranatlı isimli sanık, ‘FETÖ’yle bağlantısı olduğu gerekçesiyle kapatılan bir okulun yöneticisi olduğunu belirterek, Gülen Cemaati lideri Fethullah Gülen’le görüştüğünü söyledi: “2007 yılında do
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pts Arl 11, 2017 8:57 pm tarihinde değiştirildi, toplam 15 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cum Hzr 16, 2017 2:56 am    Mesaj konusu: [size=24]BU KADRO VE “KAFA”YLA BU MÜCADELE, ANCAK YENİLMEK İ Alıntıyla Cevap Gönder

BU KADRO VE “KAFA”YLA BU MÜCADELE, ANCAK YENİLMEK İÇİN VERİLİR!
15 Haz, 2017

ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR yazdı…



Tercihi cazip gelen seçenekler (çoktan çok seçmeli):
a) Karşıtlık ekseninde siyasetin “daralttığı” bakış açısı…
b) Her durumda önde olma, öne çıkma kaygısı, çabası….
c) Kişilerin siyasi ortamlarındaki dostlarıyla kötü olmak istememesi…
d) Büyük kitleleri olan kişilerin ezber ve keyif bozan sözlerle kitlelerini kaybetmek istememesi.
Bizce?
e) HİÇBİRİ
Yukarıdaki tüm seçeneklere rağmen “hiçbiri” diyerek doğru bildiklerimizi yazmak, en başta bu uğurda öldürülen kişilere boyun borcumuz, geri kalansa “fikr-i namus.”
***
“‘MİT TIR’ları görüntülerinin yayınlanması’ davasında CHP İstanbul milletvekili Enis Berberoğlu 25 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Mahkeme Berberoğlu’nun tutuklanmasına karar verdi.”
Bazı soruları kendimize sağlıklı biçimde sorup, hiçbir bireysel kaygı ve yönlendirmeye kapılmadan yine sağlıklı biçimde yanıt aramak zo-run-da-yız:
Siyasi iktidarın, ayakta kalabilmek adına hukuku, adaleti kendisine uygulamadığını biliyoruz.
Bunun dışında, kendisine uygulatmadığı adaleti kendisi dışındaki herkese dayattığını, bunu yaparken de derdinin adaletin tecelli etmesi değil de kendisine tehdit olanı sindirmek, her şeyi kontrol altında tutmak olduğunu biliyoruz. Bu kaygıyla yapılanlar sırasında hukuki olmayan kararlar olduğu gibi hukuki olan kararlar da var.
Adaletten, hukuktan yana olan herkes, adaletin herkes için aynı uygulanmasını, kim suçluysa onun cezasını çekmesini ister.
Peki bunun siyasi irade için de yapılabilmesini şu an için sağlayamıyorsak (Neden bunu yapamadığımıza da yazının ilerleyen kısmında değineceğiz.) bizim “cephe”mizin içine sızan suçluların hukuki olarak yaptıklarının karşılığını bulmasına da karşı çıkacağız?
Onlar kendi suçlularını koruyor diye bizler de “bizden olmayan” ama bizden gibi algılanan “suçluları” mı savunacağız?
***
Dünyanın neresinde olursa olsun bir devlet, kendi sırlarını açığa çıkaran kişiyi yargılar, doğal olarak da tutuklar.
Bu aşamada şunları çok daha yüksek sesle dile getireceğiz elbet:

Devlet sırrını ifşa edene 25 yıl ceza veren “yargı”, TSK’nin kozmik odasını açana da açtırana da buna direnmeyene de yüzlerce kez ağırlaştırılmış müebbet vermelidir!
Devlet sırrını açığa çıkaranların 25 yılla cezalandırıldığı yerde bu sırrın açığa çıkması aşamasında “görevini ihmal” edenlerin çok daha ağır biçimde cezalandırılması gerekir!
Devlet sırrını açığa çıkarana 25 yıl ceza verildiği yerde devletin yönetimini yetki gaspıyla kontrolüne alan, yetkiyi alenen çalan, devleti kendi çıkarları için emperyalizme peşkeş çeken kişilere yüzlerce kez ağırlaştırılmış müebbet verilmelidir!
Günün olayına gelelim. Tutuklanan “CHP Milletvekili” Enis Berberoğlu kimdir? Soner Yalçın uzun uzun yazmıştı kendisini, onun söylediklerine başka gerçekleri de ekleyerek anımsatalım:
FETÖ’nün yayın organlarından Aksiyon‘a kumpas davaları sırasında “2004 açık darbe girişimiydi” açıklamasıyla manşet olan, bu açıklamasıyla kumpas mağdurlarını yargıdan önce yargılayıp infaza ortam hazırlayan, her fırsatta Fethullah Gülen’e yalaklanan, Pensilvanya’daki hainin önünde “diz çöken”, sadece Gülen’in rahatsızlandığı durumlarda “ağlak bir tavırla” geçmiş olsun dileklerini iletmekle yetinmeyip, Gülen’in tüm yakınlarının sağlık durumlarına dair temennilerini yansıtmak için iletişim kanallarına sarılan, Cemaat eksenli hükümet onaylı dönüşüm kapsamında Hürriyet’e Genel Yayın Yönetmeni olan sonrasında da CHP Genel Başkan Yardımcılığı’na “indirilen” kişi!
Bu kişinin arkasında kim var peki?
Kim bu kişiye “avukat” olma derdinde?
Yine Cemaat eksenli hükümet onaylı dönüşüm kapsamında ana muhalefetin tepesinde konumlanabilen kişiler!
Eğer karşında iktidarda kalmak için her yolu mûbah gören, herkese çamur atmaya çalışan bir zihniyet, oluşum varsa bunla mücadele etmenin tek bir yolu vardır:
Parti tabanında sevilen, karşılığı olan temiz insanlarla temiz siyaset!
Eğer, sen (tabi sen de aynı proje kapsamında en tepeye indirilmediysen) partini bağlantıları belirsiz, çıkarları ve siyasi görüşü partinin temel felsefesiyle çelişen kişilerle doldurup da geniş bir “yumuşak karın” yaratırsan, bu iktidar seni keklik gibi avlar. Seni her durumda vurur ama öldürmez, çünkü yaralı ve hasta halin daha kullanışlı ve kontrol edilebilirdir. Ki sen öldüğünde o ölünün yerine geçecek kişi için her şeyi sil baştan düzenlemek hem meşakkatli hem de risklidir.
Soruları bugünden değil, dünden sormak lazım:
Kumpas sürecinde dolaylı yoldan en büyük bedeli ödeyen, işgal edilen CHP’ye fikren kumpas davalarına müdahil olan Enis Berberoğlu gibi kişileri kim getirdi? Kim vekil yaptı, kim Genel Başkan Yardımcısı yaptı?
Bu tip insanları Cumhuriyet’i kuran ve Atatürk’ün Partisi iddiasındaki partiye kim doldurdu, kimler bu duruma direndi kimler seyirci kaldı?
Örneğin, milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılmasını AKP’nin nasıl kullanacağı geçmişte yaptıkları yapacaklarının teminatı olduğu için alenen belliyken, buna “Evet” diyen CHP yönetimi AKP’den ne bekliyordu? Adalet mi hukuk mu? Hala bunu bekleyen hain değilse de gafil değil midir?
Kemal Kılıçdaroğlu’nun da en az Erdoğan kadar “adam yedirme /harcatma” konusunda yetenekli olduğunu görmek için daha ne olması gerekiyor?

YÜZLEŞMEK ZORUNDAYIZ

Ülke son sürat uçuruma giderken birilerinin tek derdi şahsi ikbal. Ve bu sebeple de ne etik kaygıları var ne adil olma kaygısı ne de günah işleme kaygısı.
Bu kadar “saldırgan” ve “güçlü” bir düşmana karşı bu kadroyla ve kafayla mücadele vermek, ancak mağlup olmak için verilir.
Bu “kafa” ve kadronun, yıllardır ülkenin tüm kazanımlarının dönüştürülmesine seyirci kaldığı; muhalefet anlayışlarının da Cumhuriyet kazanımlarının kaybedilmesi, ülkenin bölünmez bütünlüğünün tehdit altında olması konularında endişe duyan insanların endişelerini gideremeyeceği, aksine o insanların enerjisini absorbe edip onlarda yılgınlık yaratacağı, belki de onlara verilen görevin yurttaşlarda bu etkiyi yaratmak olduğu aşikarken
suçluyu daha ne kadar başka yerde arayacağız?
Aynı hatayı yapıp daha kaç kez başka bir sonuç bekleyeceğiz?
***
Söylediklerimiz popülist ve karşıtlık ekseninde siyaset mahsulü olmadığından kimisine cazip gelmeyebilir.
Fakat biz bazı soruları sormak zorundayız, her şeyden ziyade kumpas davalarında hayatını kaybeden aydınlarımızın mezarlarına gönül rahatlığıyla gidebilmek için.
Kim ne anlayıp, nereye çekmek isterse çeksin, biz anlatmaktan yorulmayacağız:
Bu ülke için FETÖ çok ciddi bir tehdittir, çünkü FETÖ, AB-D emperyalizminin kısa süreli değil uzun süreli “argümanı”dır. Kişi odaklı siyasi iktidarlar, kişilerin ölmesiyle yok olur gider. Siyasi geçmişimiz , son seçimde binde 3 oy alan eski iktidar partileriyle doludur. Bu demek değildir ki ülkeyi yıkması için projelendirilen siyasi iktidarla mücadele edilmesin.
Fakat çok daha kadrolu, organize, sinsi, her şekle bürünebilen bir yapı olan FETÖ konusunda AKP, ucu kendine dokunacak diye yeterli ölçüde mücadele etmezse, CHP de aynı kaygıyla kendi içindeki FETÖ’cülere sahip çıkarsa bu ülke bu illetten nasıl temizlenecek? MHP zaten yancı, HDP de pusuda akbaba gibi, ülke bir sarsılsa da bizim payımıza bir şeyler düşsün kaygısıyla…
CHP seçmeni her yere sızan FETÖ’nün kendi partilerine sızacağına mı inanmıyor?
Yoksa partilerindeki FETÖ’cülerin FETÖ’cü olduğuna mı?
Tam olarak neyi kabul edemiyoruz?
Ülkemizde çöken adaleti “benim hırsızım” mantığıyla mı yeniden inşa edeceğiz?
***
Uğur Mumcu, “İsterler ki susalım” diyordu.
Onların izinde yürümek düştü bizim payımıza. Dün onların susmalarını isteyenler, bugün bizlerin, kendi kokuşmuş sistemlerindeki aynı şarkının farklı enstrümanlarından birine tını olmamızı istiyor. Bu danışıklı dövüşe, kukla oyununa meşruluk katıp kötüler arasından bir “ehven-i şer” seçmemizi istiyorlar.
Biz tam da bunu reddediyoruz. Bizim cümlelerimizi oluşturan kelimelerimizin tartılacağı hassas terazi, “doğruyu arama” merkezlidir, yazdıklarımızın yarar-zarar dengesini gözetmez. Bu yüzden doğru bildiklerimizi bize ne kazandırır ne kaybettirir kaygısıyla yazmayacağız.
Hatta, “Bu topa girmenize ne gerek vardı, sussaydınız kimse size neden sustunuz demezdi” denilecek konularda bile fikirlerimizi dile getireceğiz, bunun bize nelere mal olacağını bile bile.
Tek başımıza kalsak da “Kalpaksız Kuvvacı” anlayışıyla bu mücadeleyi vereceğiz.
İşte kalem işte kelam,
hodri meydan!
***

CHP’NİN EYLEM KARARI HAKKINDA

Yazının yazıldığı sırada açıklanan CHP’nin eylem çağrısına yönelik de bir şeyler söylemek zorundayız.
Kumpas davalarında yapılmayan, ülkenin kurucu unsurlarının tasfiyesi sırasında yapılmayan, referandum akşamı ve sonrasında yapılmayan eylem çağrısının amacı bellidir: AKP’nin istediği kaos ortamını sağlamak, böylece ülkenin Kıbrıs, Katar, Barzani üzerinden daralan çemberinin görülmesini engellemek, belki de ülkeyi sıkı yönetime götürmek.
CHP kitlesini sokağa dökecek, AKP sert müdahale edecek, olaylar büyüyecek, sonra…
Sonrası, sonrası çok açık değil mi?
Aklı başında olan hiçbir yurtseverin bu “tuzağa” düşmemesi gerekir. Türk ulusu, kendi iradesini emperyalizme teslim eden teslimiyetçilerin değil, kendi bağrından çıkan ve kendi kaygılarına kaygıdaş olan kanaat önderlerinin çağrısıyla ancak “eylemsellik” evresine geçmelidir ve geçecektir. Ama şimdi böyle bir kurgunun piyonu olarak değil…
ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR
14 HAZİRAN 2017
ucuncuyol1919.com

Nazlı Ilıcak: FETÖ’cü demek darbeci, hilekâr demek; kul hakkı yemek, soru çalmak demek; bununla suçlanmayı çok ağır buluyorum
19 Haziran 2017



"Ben kimseye mürid olmadım, kula kulluk etmedim, hep bireysel davrandım"

Ahmet Altan ve Mehmet Altan ile Nazlı Ilıcak’ın da yargılandığı 17 sanıklı davanın ilk duruşması, Çağlayan’daki İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Duruşmada iddianamenin okunmasının ardından ilk açıklamayı 29 Temmuz 2016’dan beri tutuklu olan Nazlı Ilıcak yaptı. Nazlı Ilıcak'ın ifadesi devam ederken saat 18.40 sularında mahkeme başkanı yarın (20 Haziran 2017) saat 10.00'a kadar ara verildiğini açıkladı.

Nazlı Ilıcak, iddianamenin okunmasından sonra mahkeme başkanına 11 ay sonra savunma yapabildiği için çok mutlu olduğunu söylerken "FETÖ terör örgütünün ne kadar kötü olduğunu çok güzel anlattınız" dedi.

Ilıcak, iddianamede "terör örgütüyle organik bağının olmadığını ama darbeden haberdar olduğunun" iddia edilmesi için "Ben nereden haberdar olabilirim?" diye sordu.

"FETÖ'cü demek darbeci demek, hilekâr demek, kul hakkı yemek, soru çalmak demek. Bununla ilintilendirmeyi çok ağır buluyorum" diyen Ilıcak "Kul hakkı yemek, haksızlık yapmak son derece yanlıştır. Ben kimseye mürid olmadım, kula kulluk etmedim, hep bireysel davrandım" ifadelerini kullandı.

Sabah Gazetesi'nden ayrılınca Zaman ve Bugün gazetelerinden teklif geldiğini belirten Ilıcak, "Zaman Gazetesini istemedim. Bugün Gazetesi'ni oğlumla birlikte kurduk. Ancak maddi sıkıntılar nedeniyle yürütemedik. Abdullah Gül'e gazeteyi satmak istediğimi isim önermesini söyledim. Gül, Akın İpek ismini verdi. Akın İpek'i o vesile ile tanıdım. Daha sonra teklif gelince Bugün Gazetesi'ni tercih ettim. Bu suçlamalar beni rencide ediyor. Bu milleti hizmet etmiş gazeteciye hapis çok ayıp" diye konuştu.

Ilıcak, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar için "Ben darbeyi biliyorsam, onun etrafı FETÖ'cü askerlerle dolu. Çevresinden 16 tane FETÖ'cü çıktı. O darbeyi bilemiyor, Nazlı Ilıcak 10 yılda 5 kere terör örgütü üyesi olduğu bilinmeyen kişilerle görüşüyor. Darbeci oluyor, Hulusi Akar kahraman oluyor" dedi.

Altan kardeşlerin de iddianamaye karşı görüşlerini yarın açıklamaları bekleniyor.

İddianamenin tam metni için tıklayın: http://t24.com.tr/files/20170414170955_ahmetaltaniddianame.pdf

Ilıcak'ın ifadeleri

Ilıcak’ın ifadelerinden satırbaşları şöyle:

"11 ay sonra savunma yapabildiğim için çok mutluyum. FETÖ terör örgütünün ne kadar kötü olduğunu çok güzel anlattınız. Ben bu örgütle, hiçbir cemaatle ilgim olmadığını anlatacağım. Benim, annemin babamın dinî yapılarla ilişkili olmasına imkân yok. 27 Mayıs darbesinin acısını bizzat ben 16 yaşında yaşadım."

"Ben kimseye mürid olmadım"

"FETÖ'cü demek darbeci demek, hilekâr demek, kul hakkı yemek, soru çalmak demek. Bununla ilintilendirmeyi çok ağır buluyorum. Kul hakkı yemek, haksızlık yapmak son derece yanlıştır. Ben kimseye mürid olmadım, kula kulluk etmedim, hep bireysel davrandım."

"28 Şubat sürecinde dindarları savundum"

"Ben DP ekolünden geliyorum. Demirel'i destekledim. Ama biat etme huyum yok; 28 Şubat süreciyle bütünleşen Demirel'i eleştirdim 28 Şubat sürecinde hırpalanırken, bütün tv'ler Erdoğan aleyhinde bangır bangır öterken, ben dindarları savundum, hoşa gitmedi."

"Hükümeti destekten kopuşum 17-25 Aralık ile oldu"

"367 kararında, parti kapatmada, Balyoz, Ergenekon'da AKP'yi destekledim.. Askerî vesayet vardı, AKP'nin önünü kesiyordu. Benim hükümeti destekten kopuşum 17-25 Aralık ile oldu. "Bu mesele aydınlansın" diye yazınca Sabah'tan kovuldum."

"Aydın Doğdan'dan teklif gelse..."

Kovulunca Zaman, Bugün iş teklif etti. Mehmet Barlas, "Zaman'da yazına karışırlar" deyince kulağıma küpe oldu, Bugün'e gittim. Başka yerden teklif gelmedi. Aydın Doğan'dan teklif gelse koşa koşa Hürriyet'e giderdim.

"Akın İpek'in ismini Gül verdi"

Sabah Gazetesi'nden ayrılınca Zaman ve Bugün gazetelerinden teklif geldiğini belirten Ilıcak, "Zaman Gazetesini istemedim. Bugün Gazetesi'ni oğlumla birlikte kurduk. Ancak maddi sıkıntılar nedeniyle yürütemedik. Abdullah Gül'e gazeteyi satmak istediğimi isim önermesini söyledim. Gül, Akın İpek ismini verdi. Akın İpek'i o vesile ile tanıdım. Daha sonra teklif gelince Bugün Gazetesi'ni tercih ettim. Bu suçlamalar beni rencide ediyor. Bu milleti hizmet etmiş gazeteciye hapis çok ayıp. Ben darbeyi biliyorsam, Hulusi Akar'ın etrafı FETÖ'cü askerlerle dolu. Çevresinden 16 tane FETÖ'cü çıktı. O darbeyi bilemiyor, Nazlı Ilıcak 10 yılda 5 kere terör örgütü üyesi olduğu bilinmeyen kişilerle görüşüyor. Darbeci oluyor, Hulusi Akar kahraman oluyor" dedi.

"Tahammül sınırını aşıyor"

"Ben FETÖ ile irtibatlandırılabilecek en son kişiyim. Benim ne yetiştirilme tarzım ne dünya görüşüm buna uygun... Ben 12 Eylül'de Sağmalcılar'da yattım. Gençtim. Bedel öderim. Ama şunu da söyleyeyim şimdi biraz tahammül sınırını aşıyor."

"Yolsuzluk meselesi FETÖ'nün hazırlığı ama karanlıkta kaldı"

"Yolsuzluk meselesinin mahkemeye intikal etmeden kapatılması beni rencide etti. Bu meseleye "kumpas" diyebiliriz... Yolsuzluk meselesine FETÖ'nün bir hazırlığı da diyebiliriz ama olay karanlıkta kaldı, bu ülkemiz açısından sıkıntı yarattı."

"Bütün hükümet üyeleri görüştü"

"İddianame terör örgütüyle organik bağın yok ama darbeden haberdardın diyor. Ben nereden haberdar olabilirim? Harun Tokak'la görüşmüşüm. Harun Tokak GYD başkanı. Harun Tokak'la başka kim görüşmüş acaba? Bütün hükümet üyeleri… Harun Tokak teröristse ben nereden bilebilirim? Devlet niye tutuklamamış o zaman? Ya Akın İpek? Onunla başka kimler görüşmüş?"

"Terör örgütü üyesi olduklarını bilemezdim"

"Ben devlete, nizama saygılı insanım. PKK'dan, DHKP-C'den korkarım. Terör örgütü üyesi olduklarını bilemezdim konuştuklarımın. Harun Tokak'la ne zaman konuşmuşum, ne konuşmuşum? Herhalde Abant toplantısı davetidir, bütün ekâbirle birlikte... Keşke dinleseydiniz terör örgütü üyelerini de ben de dinlemeye takılsaydım."

"Darbe karşıtı mesajlarım iddianameye yazılmamış"

"Ne konuşmuşuz ortada olsaydı; darbe mi konuşmuşuz! Darbe 1 Kasım 2015'te başlamışsa, niye benim 2016'da hiçbiriyle görüşmem yok. Hepsi yurtdışına kaçtı, benim onlarla ilgim yok. Darbe karşıtı twitlerim iddianameye yazılmamış. Tek taraflı delille Nazlı Ilıcak bu yaşında 11 aydır cezaevinde yatıyor."

Mahkemeden not: Yargıcın oturmasını önermesine rağmen ayakta devam ettiği savunmasında zaman zaman duygusallaşıyor, sesi titriyor.

"Ben darbe düşmanıyım"

"Ben asker düşmanı mıyım? Sadece darbe düşmanıyım. Sıkıyönetimde teröre göğüs geren askeri hep destekledim. Hakkımda 3 müebbet isteniyor. Ortaya konan belge Zekeriya Öz'le kartopu oynamış olmam... Röportajı fotoğrafla süslemek içindi. Zekeriya Öz görevdeyken Odatv’ye FETÖ kumpasında Öz hakkında soruşturma açılsın diye yazdım. Daha kumpasın başındayken... Zekeriya Öz'ün bugün bir sürü şeyleri ortaya çıktı, tabii. Ben bilmiyordum. FETÖ'yle ilişkisini de bilmiyordum."

"Müstehaktır demedim"

"Ben hiçbir zaman Menderes, Tahkikat Komisyonu kurdu, ne yapalım müstehaktır darbeye demedim… Ahmet Altan programda Menderes'in yanlış politikalarıyla darbeye yol açacak bir süreç başlattığı eleştirisinde bulundu. Sol kökenli bir insan olarak Ahmet Altan'ın Menderes eleştirisini çok doğal karşıladım ve bugünle bir paralel anlamadım. Benim Menderes'ten yola çıkarak Tayyip Erdoğan darbeyi hakediyor dememe imkân yok. Ben Menderes'e hayran bir insanım. "Yine Yeşillendi Fındık Dalları" şarkısı neden çalıyor? Ben her çalışında basın özgürlüğünün engellenemeyeceği vurgusu yaptım.

"Tarık Toros, Can-Erzincan'ı yeniden yapılandırdı. Mehmet Altan'la bana da iş teklif etti. Ben hiç FETÖ tv'sinde çalışmadım. Hukukun üstünlüğünü, demokrasiyi vurgulayan bir gazeteci darbe ister mi? Türkiye'nin itibarı demokrasiyle yükselir diyorum ben."

15 yıla kadar hapis istemi

Davada Ahmet Altan, Mehmet Altan ve Nazlı Ilıcak hakkında “Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya çalışmak”, “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya çalışmak” ve “Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ortadan kaldırmaya çalışmak” suçlamalarıyla üçer kez ağırlaştırılmış müebbet ve “Silahlı terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme” suçlamasıyla da 15 yıla kadar hapis cezası isteniyor.

Gazetecilere yönelik ilk “darbe” davası

Altanlar ve Ilıcak’la birlikte 15 kişinin daha yargılandığı dava gazetecilerin 15 Temmuz darbe girişimine “iştirak etmekle” suçlandıkları ilk dava olma niteliği taşıyor.

Aralarında kapatılan Zaman gazetesinin eski yazarları Şahin Alpay, Mümtazer Türköne ve Ali Bulaç’ın da bulunduğu 30 kişinin yine “darbeye iştirak” etmekle suçlandığı bir başka davanın ilk duruşması Eylül ayında görülecek. “Terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla yargılandıkları davada tahliye edildikten sonra “darbe” suçlamasıyla tekrar gözaltına alınan ve aralarında Atilla Taş ile Murat Aksoy’un da bulunduğu 13 gazetecinin ilk duruşma tarihi ise henüz belli olmadı.

Dava kapsamında savcılık, Ahmet ve Mehmet Altan ile Nazlı Ilıcak hakkında “Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya çalışmak”, “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya çalışmak” ve “Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ortadan kaldırmaya çalışmak” suçlamalarıyla üçer kez ağırlaştırılmış müebbet ve “Silahlı terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme” suçlamasıyla da 15 yıla kadar hapis cezası talep ediyor.

Ahmet Altan hakkında kapatılan Taraf gazetesinin genel yayın yönetmenliğini yaptığı dönemde çıkan bazı haberler, üç köşe yazısı, 14 Temmuz tarihinde katıldığı bir televizyon programında yaptığı yorumlar, HTS kayıtları ve tanık ifadeleri gerekçe gösterilirken, Mehmet Altan hakkında ise iki köşe yazısı, Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak’la 14 Temmuz’da katıldığı televizyon programı, tanık ifadeleri, HTS kayıtları ve evinde bulunan altı adet 1 dolar delil olarak sunuluyor.

İddianamede diğer 13 kişi hakkında darbe suçlamalarına ek olarak “Terör örgütü yöneticisi olma” veya “Terör örgütü üyeliği” suçlamaları yöneltilirken Tibet Murat Sanlıman ise “Silahlı terör örgütüne bilerek ve isteyerek yardım etmek” ile suçlanıyor.

Davada Altan kardeşler ve Ilıcak’a ek olarak Ekrem Dumanlı, Emrullah Uslu, Tuncay Opçin, Abdülkerim Balcı, Şemseddin Efe, Osman Özsoy, Faruk Kardıç, Fevzi Yazıcı, Mehmet Kamış, Şükrü Tuğrul Özşengül, Yakup Şimşek, Bülent Keneş, Ali Çolak ve Tibet Murat Sanlıman sanık olarak yargılanıyor.

Altanlar ve Ilıcak’la birlikte Fevzi Yazıcı, Şükrü Tuğrul Özşengül ve Yakup Şimşek tutuklu olarak yargılanırken Tibet Murat Sanlıman ise tutuksuz olarak yargılanıyor. Geri kalan 10 kişi hakkında ise yakalama kararı bulunuyor.

Uluslararası örgütler izledi

Gazetecileri Koruma Komitesi'nden Özgür Öğret, Uluslararası Basın Enstitüsi'ni temsilen gazeteci Mehveş Evin, Uluslararası PEN Kulübü'nden Sarah Clarke, İnsan Hakları Gözlemevi'nden Emma Sinclair-Webb, Article 19'danGeorgia Nash, Uluslararası Af Örgütü'nden Milena Buyum, PEN Norveç'ten Jorgen Lorentzen, İtalyan Gazeteciler Sendikası Başkanı Rafaele Larusso, Sansür İndeksi'nden Melody Patry, Uluslararası Kıdemli Avukatlar Projesi'nden Richard Winfield, İngiliz Barosu İnsan Hakları Komitesi'nden Pete Weatherby QC, The Guardian'dan Kareem Shaheen, gazeteci Anne Rochelle/Lefevre ile Norveç, İsveç, Büyük Britanya, Danimarka, Almanya, Çekya konsolosluklarının temsilcileri ile Avrupa Birliği'nden bir delegasyon duruşmayı izlemek için Çağlayan'a geldi.

İfade örgütleri: Serbest bırakın

Pazartesi günü görülecek duruşmaya gözlemci gönderecek örgütlerden Article 19, Index on Censorship ve PEN International Cuma günü bir ortak açıklama yayımlayarak davanın “siyasi amaçlı” olduğuna inandıklarını belirtmişlerdi. Açıklamada, “yetkilileri, uluslararası yasalar altında açık bir şekilde suç teşkil eden fiillerin kanıtını sunmadıkları takdirde tüm suçlamaları düşürmeye ve tutuklu sanıkları derhal ve koşulsuz olarak serbest bırakmaya çağırıyoruz” deniliyor.

Article 19 ayrıca Altan kardeşlere yönelik suçlamaları inceleyen bir uzman görüşü de hazırladı ve bunu da duruşmada mahkemeye sunacak. Görüş, Altanlara atfedilen suçlamaların, ifade özgürlüğü hakkının yasal olmayan bir şekilde kısıtlanması anlamına geldiğini savunuyor.

ETİKETLER
nazlı ılıcak darbe savunma ifade altanlar
T24

Ahmet Altan: Savcı örgüt söylemi için AKP'ye, Erdoğan'a baksın
22 Haziran 2017



Nazlı Ilıcak, Ahmet Altan, Mehmet Altan, Ekrem Dumanlı, Tuncay Opçin ve Emre Uslu'nun da aralarında bulunduğu 17 sanıklı FETÖ medya yapılanması davasının dördüncü duruşması Ahmet Altan'ın savunmasıyla sürüyor.

15 Temmuz darbe girişiminin ardından Fethullah Gülen Terör Örgütü (FETÖ) soruşturması kapsamında 10 aydır tutuklu bulunan gazeteciler Ahmet ve Mehmet Altan ile 11 aydır tutuklu bulunan Nazlı Ilıcak'ın yargılandığı davada savunmalara devam edildi. İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi'nde bugün görülen duruşmaya darbeye teşebbüs, Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs ve örgüte üye olmaksızın bilerek ve isteyerek yardım etme suçundan tutuklu Nazlı Ilıcak, Yakup Şimşek ve Fevzi Yazıcı ile tutuksuz Tibet Murat Sanlıman katıldı. Ahmet Altan ve Mehmet Alltan, duruşmaya Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi (SEGBİS) aracılığıyla katıldı. Duruşmayı Article 19'dan Georgia Nash ve HDP Milletvekili Garo Paylan da izledi.

Ciddi savunmayı hak etmiyor

Davanın 4'üncü ve son gününde gazeteci yazar Ahmet Altan'ın savunmasına geçildi. Altan savunmasında, savcı Can Tuncay'ın hazırladığı iddianameyi eleştirerek, “İddianame olduğu ileri sürülen, zekadan ve hukuktan yoksun ağırlaştırılmış müebbet gibi heybetli bir cezayı taşımaya mecali yetmeyen bu cılız metin ciddi bir savunmayı asla hak etmiyor. Bu iddianameyi okuduğunuzda, içinde sanıkların, sanık sandalyelerinin, avukat sıralarının, silahlı jandarmaların, kürsülerin, cübbelerin bulunduğu ve adliye sarayı diye adlandırılan yerlerin nasıl bir hukuk mezbahasına döndürüldüğünü rahatça kavrıyorsunuz” dedi.

'AKP'ye Erdoğan'a baksın'

Altan, iddianamenin temelini askeri darbe suçunun oluşturduğunu ve suç tarihinin 15 Temmuz 2016 olduğunu belirterek, “Ben gazeteciliği 2012 'de bıraktım. En yenisi suç tarihinden 4 yıl önce yapılmış haberler suça kanıt olabilir mi? Savcı 'örgüt lehine süreklilik arz eden' yayınlara ve söylemlere bakmak istiyorsa AKP'ye bakacak. Cemaatin örgütlendiği bir toplantıda Fethullah Gülen'e 'muhabbetlerini' sunan Tayyip Erdoğan'a bakacak. Meclis kürsüsünden Gülen'i kendini parçalayarak savunan Adalet Bakanına bakacak” dedi. Altan, Zaman gazetesinin firari Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı ile irtibatı olduğuna ilişkin suçlamaya da “Bir bakın, eğer benim Ekrem Dumanlı ile konuşma sayım, Ekrem'in Tayyip Erdoğan'ın uçağına binme sayısından fazlaysa gelin Dumanlı ile konuşma suç mu değil mi tartışalım. Ama eğer Dumanlı, Erdoğan ile benle konuştuğunun 10 misli konuştuysa o zaman benim karşıma bu saçmalıklarla gelmeyin” şeklinde yanıt verdi.

Fiili hukuk

“Erdoğan'ı eleştiriyorum, siz de beni hapse atıyorsunuz” diyen Altan, bunun hukuk olmadığını kaydederek, “Bu, fiili başkanlığa uygun düşen fiili hukuk. Hukuk adına suç işlemek bu. Ben suçlu olduğum için değil, suçluların hukuku iktidarda olduğu için hapisteyim. Hiçbir tutarlılığı olmayan, kanıtlara dayanmayan suçlamalar ileri sürmek, bunları iddianameye yazmak hukukun ırzına geçmektir. Zaten bu savcı hukukun ırzına seçmeyi öyle bir alışkanlık haline getirmiş ki bizim iddianame hukuk pornosuna dönüşmüş” dedi.

'Suçu Erdoğan işliyor'

“Hukuku ve yargıyı hatırlatmak, bunların varlığını vurgulamak nasıl suç olabilir” diye soran Altan, “Suçu Erdoğan işliyor. Onun suç işlediğini söylediğim için ben yargılanıyorum. Buna da 'adalet' deniyor” ifadelerini kullandı. Altan, haklarındaki soruşturmayı yürüten savcının 'hukuksuzlukların hesabı sorulacak' lafına tahammül edemediğini savunarak, “Nasıl bir hukuk adamıysa, hukukun hiçbir yolsuzluğun, hukuksuzluğun, suçun hesabının sorulamayacağı bir düzen istiyor. Bu savcının istediği düzende suç işleyenler değil, 'suç işleyenlere hesap sorulacak' diyenler cezalandırılıyor. AKP, aradığı savcıyı bulmuş” dedi.

'Kararın benimle ilgisi yok'

Altan, hayatı boyunca gerçekleri söylediğini, bundan vazgeçmeyeceğini vurgulayarak, savunmasını şu sözlerle sonlandırdı:

Benim hapishaneden korkacağımı, önümde kalan birkaç yılı hapiste geçirmek fikrinden dehşete düşeceğimi bekleyenler varsa, onlara da cevabım şu: Boşuna beklemeyin. Ben sizin korkutabileceğiniz bir adam değilim. Önümdeki birkaç yıl için arkamdaki onlarca yılı korkaklık ederek çöpe atacak biri de değilim. İnsanları nedensiz yere tutuklayan, yalan dolu iddianamelerle insanları yargılayan bugünkü adalet sistemine güvenim yok. O nedenle bir talebim yok. Vereceğiniz kararın benimle bir ilgisi olmayacak. Bütün yargıçlar kendi kararlarıyla yargılanır. Siz de kendi kararlarınızla yargılanacaksınız. Nasıl yargılanmak istiyorsanız, hakkınızda nasıl hüküm verilmesini istiyorsanız, nasıl hatırlanmak istiyorsanız öyle karar verin. Hakkında hüküm verilecek olan sizsiniz çünkü.”
Yurt Gazetesi

Eski Genelkurmay Başkanı'ndan flaş açıklama
22 Haziran 2017



Tatilini geçirdiği Bodrum'da yeniden görülmeye başlanan Ergenekon davsıyla ilgili Genelkurmay eski Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, "Fethullaçı Terör Örgütü (FETÖ) üyesi savcı ve hakimlerin hazırladığı iddianameler ve kararları, bugün hala 'Var olarak kabul ederseniz' yasallık kazandırmış oluyorsunuz ki, buna tek bir kişi sevinir O'da FETÖ'nün başındaki kişidir" dedi.

Perşembe 20:42 585 Okunma
Eski Genelkurmay Başkanı'ndan flaş açıklama
Emekli Orgeneral İlker Başbuğ, Yargıtay'ın bozma kararının ardından yeniden görülmeye başlanan Ergenekon davasıyla ilgili eşiyle tatilini geçirdiği Muğla'nın Bodrum ilçesinde DHA muhabirine açıklamalarda bulundu. Ergenekon diye bir terör örgütünün olmadığının artık herkes tarafından aşikar olduğunu, bunu herkesin kabul ettiğini belirten Başbuğ, Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu ve aynı zamanda Teftiş Kurulu'nun hazırladığı her iki karpordaki ortak tesbitin, Ergenekon davasında görev yapmış hakimler ve savcılar FETÖ üyesi olduğuna dikkati çekti. Başbuğ, şöyle konuştu:

"Dolayısıyla, sözde Ergenekon davasında, yeniden yargılama hem de 14 ay sonra İstanbul'da yeniden başladı. Dün (Çarşamba) ilgili mahkeme bu konuda bazı kararlar aldı. Bu kararlara biraz sistematik olarak bakalım, bazı tespitler yapalım. Ondan sonra bu tespitlerin ışığında, 'Mahkeme nasıl karar aldı? Nasıl karar alması gerekirdi ?' bunların, üzerinde biraz biraz duralım. Şimdi birinci tespit şu; 15 Temmuz 2016'da Türkiye gerçekten korkunç bir olay yaşadı. Fethullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) planladığı ve icra ettiği bir darbe girişimi ile karşı karşıya kaldık. Tabiki bu olayın neticesinde şunu kabul etmemiz lazım ki, Türkiye'de doğal olarak çok şey değişti. Bunu bir kere ana tespit olarak kabul etmemiz lazım. Yani 15 Temmuz öncesi ile sonrasını farklı değerlendirmemiz lazım. İkinci tespit, 15 Temmuz darbe girişiminin FETÖ tarafından planlandığı ve icra edildiği bugün artık bütün çıplaklığıyla herkes tarafından kabul edilmiş olması. Bunu da ana tespit olarak alalım. Üçüncü ana tespit olarak Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun ve Meclis Darbeler Araştırma Komisyonu'nun raporları var. Bu raporlarda, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra yazılan ve ilgili makamlara sunulan raporlar. Önce Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu ve aynı zamanda Teftiş Kurulu'nun iki raporu var. Birisi Ağustos'ta diğeri de Ekim 2016'da yazılıyor. Ortak tespit ettikleri şu; Ergenekon davasında görev yapmış hakimler ve savcılar FETÖ üyesidir. Bu yargılamaları ki Ergenekon davası da bunun içine dahildir. Örgüt adına yaptılar ve bunun neticesi olarak biz ve bu hakim ve savcıların meslekten ihraç ettik. Bu fevkalede önemli bir tespit . Bunu aynı şekilde, TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu da söylüyor. Raporda, sözde Ergenekon davası ile ilgili konu şu cümleyle bitiriyor, 'Ergenekon davasındaki savcı ve hakimler, belirli bir amacı malum şekilde FETÖ kapsamında planlı ve sistematik bir şekilde yürütülen bir organizasyonun parçası olarak hareket etmişlerdir.' Bu kadar net ve açık durumlar var. Şimdi bu raporlardan hareket ettiğimiz zaman şu ortaya çıkıyor; o halde bu Ergenekon davasındaki iddianameleri hazırlayanlar daha önce soruşturmaları yapanlar ve yargılama sürecini yapan hakimler. O halde FETÖ üyesi olan kimselerdir ki bütün raporlar belgeler bunu teyit ediyor . Şimdi siz bunların yaptıkları soruşturmaları iddianameleri yargı kararlarını nasıl kabul edebilirsiniz ki ?"

"Sözde Ergenekon Terör Örgütü Davası'na normal bir dava gibi bakamazsınız"

Emekli Orgeneral Başbuğ, FETÖ üyesi savcı hakimlerin hazırladığı iddianameler ve kararların bugün hala var olarak kabul edilmesi halinde bu terör örgütünün yaptıkları işlere yasallık kazandırıldığına dikkati çekti. Bağbuğ, "Bu hakim ve savcılar FETÖ üyesidir, bu nedenle bugün baktığımız zaman esas başrolde olanlar yurtdışına kaçmış durumda diğerleri ise tutuklu ve bu suçlamalarla yargılanmaktadırlar. Şimdi bunu anlamakta zorlanıyoruz. FETÖ üyesi savcı hakimlerin hazırladığı iddianameler ve kararları siz bugün hala var olarak kabul ederseniz ki dün verilen ara kararda biraz bu noktayı gösteriyor; o zaman siz diyorsunuz ki 'Bunların hazırladığı iddianamelere aldığı kararlara da değer veriyoruz.' Bir noktada bunların bazı şeylerini doğruluyorsunuz. FETÖ'ye üye oldukları aşikar olan bu savcı ve hakimlerin yaptıkları işlere yasallık kandırıyorsunuz, biraz doğruluk veriyorsunuz, neredeyse onları legalize etmeye çalışıyorsunuz ki bundan bir kişi sevinir o da FETÖ'nün başındaki kişidir. O'nu sevindirmek midir amacınız? Yani bunu anlamak gerçekten çok zor bir şey. Özetle, sözde Ergenekon Terör Örgütü davasına siz normal bir dava gibi bakamazsınız" diye konuştu. Başbuğ, şöyle devam etti:

"Bu gerçekler ortadayken, görmezlikten geliyorsunuz, kenara bırakıyorsunuz; 'Dosya geldi elimize efendim. Normal hukuk kuralları içinde kalarak efendim' diyorsunuz. Yine kalacaksınız. Sanki, Türkiye'de 15 Temmuz yaşanmamış sanki Türkiye'de 17/25 Aralık süreci yaşanmamış. Başka bir çok şeyde, 17-25 Aralık, 15 Temmuz 2016 haklı olarak dile getiriliyor ama bu tip davalara gelinince bunlar unutuluyor. Sanki her şey normalmiş, her şey normal hukuk çerçevesi içinde olmuş, biz de bu davaları normal hukuk normları içinde kalarak, bu olayları görmezlikten gelip, yaşanmamış kabul ederek bu süreci götürelim. Bunu kabul edemeyiz. Bu kabul edilebilecek bir olay değil. Bakın Anayasa'nın 138. maddesi çok açık. Anayasa'nın 138. maddesi diyor ki, 'Hakimler anayasa, yasa, hukuk ve vicdani kanaatlerine göre karar alırlar, hüküm verirler.' Bakınız: size burada, 'Vicdani kanaatinizle karar alın' diye bir şey söylemek istemiyorum. Tabiki bu doğru değil. Ancak, sizin bu kararı alırken hem vicdanınızı kullanarak hem de size biraz evvel gerekçelerini sıraladığım, nasıl başladığını ve sürdüğünü, kimler tarafından yapıldığını belirtip, birer komplo olduğunu söylediğim bu davaları görerek vicdani kanaatinizi de kullanarak farklı şekilde karar verilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla beklenen karar bence şöyle olmalıydı."

"Hala, hukuki olarak 'sanık' etiketiyle isimlendiriliyorum"

FETÖ'cü hakimler tarafından verilen bu kararların Ergenekon davası ile ilgili olarak Danıştay cinayeti gibi davaları ayırınız, dosyadan ayrılsın. Onlar ayrı bir konu ama bu gibi dosyadan davalar ayrıldıktan sonra hala biz sanık olarak görünüyoruz. Şu an ben neyin sanığıyım? Bu insana ağır geliyor. Beni, sanık FETÖ'cü hakimler, savcılar yaptı. Hala, hukuki olarak 'sanık' etiketiyle isimlendiriliyorum. Şimdi ben ve arkadaşlarım bu duruma nasıl isyan etmeyecek?

Bu gerçekler ortadayken, olması gereken şudur; Danıştay davası gibi dosyalar ayrıldıktan sonra kalan Ergenekon davasındaki bütün arkadaşlarımın hepsinin beraat etmesi gerek. Başka türlü biz buradan çıkamayız. Yargıtay davaya 21 Nisan 2016'da baktı, İlgili, Yargıtay davası ne zaman? 15 Temmuz olayı yaşanmadan önce yani bu darbe girişiminden önce. Şuna inanıyorum, eğer Yargıtay'ın ilgili dairesi bugün bu dosyaya baksaydı inanıyorum ki bu davada bütün sanıklara beraat kararı verirdi. Bu mahkeme için bunu veremiyor? arkasında başka bir bir şeyler mi var? Anlamakta zorlanıyorum. Beklentilerimiz isteklerimiz bu ve bunda da haklıyız. Senelerce neredeyse senelerce süren bir sürecin içinde hala sanık etiketiyle dolaştırıyor bu insanlar. Ama kim dolaştırıyor? FETÖ'cüler. Sadece bizi sanık etiketiyle dolaştırıyor" dedi.

"Milletimizin gözünde çoktan aklandık"

Türk milletinin gözünde aklandığını belirten İlker Başbuğ, her kesimden telefonlar aldığını ve sürecin uzamasından dolayı duyduğu tepkiyi ifade ederek sözlerini şöyle tamamladı:

"Ama milletimizin Türk milletinin gözünde biz çoktan aklandık. Öyle bir söz, söz konusu değil. Böyle bir şey söz konusu değil ama buna lütfen kimse artık alet olmasın. Yani buna yeter deme zamanı geldi ve geçiyor. Şimdi dediğim gibi dün alınan kararlar gibi kararlar, bana göre toplumun vicdanını yaralar. Bu yüzlerce telefon alıyorum. Her kanattan, her zeminden yani sadece bir gruptan bir görüş sahiplerinden değil. Her görüş sahiplerinden alıyorum. Aynen bana söyledikleri şey şu efendim; 'Nasıl bu yargılama hala devam eder? Bu şartlar altında bu kadar olay yaşandıktan sonra size hala bu haksızlıklar nasıl yapılır? Bu süreç nasıl uzatılır?' Lütfen bunlara kulaklarınızı biraz açın. Aksi takdirde iki şey yapıyorsunuz. Birincisi toplum vicdanında daha çok mahkum oluyorsunuz, toplumun gözünde adaleti daha çok zedeliyorsunuz. Bir de unutmayın, bugün bu tip aldığınız kararlar kime yarıyor biliyor musunuz? FETÖ davaları çeşitli, bugün çeşitli kapsamda biliyorsunuz. Çeşitli mahkemelerde FETÖ ile bağlantılı davalar devam ediyor. İşte bu tip aldığınız kararlar FETÖ'cü savcı ve hakimlerin kararlarını kısmen de olsa legalize ederek bu adamlara koz veriyorsunuz. Yarın bunlar mahkemelerde bunları kullanacaklar. Bize diyecekler ki 'Bizi suçladınız ama bakın sizin hakim ve savcılarınız da hala bizim hazırladığımız iddianameler üzerinden bizim hazırladığımız kararlar üzerinden sanki hiçbir şey olmamış gibi 15 Temmuz olayı yaşanmamış gibi Türkiye'de normal sanki. Nasıl söyleyeyim? Kelime bulamıyorum, zorlanıyorum bu mahkemeleri, bu yargılama sürecini devam ettirmeye çalışıyorlar. Yeter artık" dedi.
YurtGazetesi

Fehmi Koru: Ahmet Altan'ın savunmasını siyasiler dikkatle okumalı; AK Parti’yi zora koşacak tek gelişme...
23 Haziran 2017



"Muhalefetin 'FETÖ'nün siyasi ayağı' konusunu kaşıyıp durması boşuna değil"
Fehmi Koru*

‘FETÖ’nün medya ayağı’ davasında dün savunma sırası gazeteci Ahmet Altan’daydı; bir kitap çapında uzun savunma hazırlamış, onu okudu Ahmet Altan. Savcının hazırladığı iddianamede yer alan iddiaları teker teker cevapladığı bir savunma.

(..)

Savunmasında ele alınmayı hak eden pek çok bölüm var da, Ahmet Altan’ın üzerinde durduğu iki nokta benim öncelikle dikkatimi çekti.

“Gidecekler.. yargılanacaklar..”

Kardeşi Mehmet Altan’la ahbaplığım da aynı gazetede yazmışlığım da vardır; bir ara babaları Çetin Altan’la TV programı yapmam da gündeme gelmişti; buna karşılık Ahmet Altan’ı şahsen pek tanımam.

“Pek” dememin sebebi, özel televizyonların ilk tartışma programı ‘Dinamit’e katılmışlığım, onunla Neşe Düzel’in karşısına çıkıp konuklarıyla tartışmışlığım olduğu için…

Kendisine ait “İktidardan gidecekler, yargılanacaklar” cümlesi, diğer başka argümanlarıyla birlikte, darbe girişiminden haberdar olduğunun, dolayısıyla FETÖ örgütünün planlarını önceden bildiğinin kanıtı olarak iddianamede geçiyormuş…

Savunmasında, “Bunun için benim üç müebbet hapis cezasına çarptırılmam isteniyor, işte burada aynı cümleyi tekrarlıyorum, ‘İktidardan gidecekler, yargılanacaklar’ diyorum, isterseniz beni altı ayrı müebbet hapis cezasına çarptırabilirsiniz” diyor Ahmet Altan…

Temennisi bu. Ancak temennisi Türkiye’deki siyasi tabloya hiç uymuyor.

Nedenini biliyorsunuz.

Anayasa değişikliği sonrasında ortaya çıkan yeni şartlarda iktidara gelmenin yolu yüzde 50’den fazla oy almaktan geçiyor. O çizgiye en yakın parti yine AK Parti. 7 Haziran (2015) seçiminde oyları yüzde 40’a düşmüş, milletvekili sayısı Meclis çoğunluğuna erişememişti; fakat karşısındaki partiler ne yapacaklarını bilemediler ve tekrarlanan seçimde oyunu tek başına hükümet olmaya yarayacak kadar yeniden yükseltmeyi başardı AK Parti…

“Gidecekler” beklentisi biraz havada kalıyor.

Türkiye’nin bugünkü şartlarında iktidardaki partiyi muhalefete düşürmek imkânsız sayılmasa bile o kadar kolay değildir.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı ‘adalet’ arayışı uzun yürüyüşü, CHP’nin de bu durumun farkında olduğunu gösteriyor.

Denge değişmeden tablo değişmez.

AK Parti’yi zora koşacak tek gelişme ‘FETÖ’ ile mücadelenin ters tepmesi olabilir.

Muhalefetin “FETÖ’nün siyasi ayağı” konusunu kaşıyıp durması boşuna değil.

Dün ilk kez, vaktiyle AK Parti’den milletvekilliği yapmış biri, ‘ByLock’ kullandığı gerekçesiyle gözaltına alınıp tutuklandı. Sıradan insanlara uygulanan ByLock, BankAsya hesabı, kendisi veya çocuklarının okuduğu okullar, himmet parası gibi ölçüler.. siyasi hayatta yer alanlar için de geçerli kabul edilirse..

Bu da bizi Ahmet Altan’ın savunmasındaki diğer önemli konuya götürüyor.

FETÖ ile hesaplaşma için milât

İkinci dikkat çekici nokta, Ahmet Altan’ın iddianameden aktardığı şu satırlara sinmiş durumda:

“Bu şekilde Balyoz soruşturmasının başlatılarak Türk Silahlı Kuvvetleri içerisindeki terör örgütü mensubu olmayan subayların tasfiye edilerek yerlerine örgüt mensubu subayların getirildiği ve devam eden süreçte örgütün Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde bu sözde soruşturmalarla kritik öneme sahip yerlere kendi mensuplarını yerleştirdiği ve 15/7/2016 tarihli darbe girişimi için örgütün kendi zeminini hazırladığı…”

İddianame 15 Temmuz’a (2016) giden yolu ‘Balyoz davası’ ile başlatıyor. Balyoz davasının tarihi 2010. İddia şu: 2010 ile 2016 yılları arasında TSK içerisinde tasfiyeler yaşanmış, atılanlar yerine FETÖ mensubu subaylar atanmış, onlar kritik öneme sahip yerlerde darbenin zeminini hazırlamışlar…

“Atamaları ve görevlendirmeleri ben yapmadığıma göre, iddianame ithamını başka kişi veya kişilere yöneltiyor” diyor Ahmet Altan…

Kime veya kimlere?

Milat konusu neden önemli şimdi anlaşıldı mı?

Farklı biçimde tanınan bir yapılaşmanın devleti hedef alan bir örgüte dönüşmesinin tarihi doğru belirlenmez.. 15 Temmuz 2016 veya 17-25 Aralık 2013 gibi tarihlerden birine sabitlenmez ise.. siyaseti sıkıntıya düşürecek olumsuzluklara kapı aralanır.

Tasfiye, ama bu denli mi?

Ben bu konuyu ilk kez ele alıyor değilim; kimbilir kaç kez mücadelenin aldığı biçimin yol açabileceği sıkıntıları dillendirdim. Yüzbinlerce insanın hayatına müdahaleye dönüşen bir mücadelenin sakıncalarını belirttim.

Almanya’da 60 milyon insanın öldüğü 2. Dünya Savaşı’nın sorumlusu Naziler ile hesaplaşmada bile bir sınır çizme ihtiyacı duyulmuştur.

Türkiye’nin ilk askeri müdahalesi 27 Mayıs (1960) sonrasında, subay tasfiyesi 275 general ve amiral, 7 bin kadar albay, yarbay ve binbaşı ile üniversitelerle ilişkisi kesilen 147 öğretim üyesi ile sınırlı kalmıştı.

1960 sonrasında Harp Okulu öğrencilerini iki kez cepheye süren Talat Aydemir’in darbe girişimlerinde.. siyaset.. ilkinde herhangi bir tasfiyeye gitmemiş.. ikincisinde de sadece esas sorumluları yargı önüne çıkartmıştır..

Terör yüzünden OHAL ilan edilmiş Fransa’da bugün geniş kitleleri tedirgin edecek tedbirlere başvurulmuyor.

Ahmet Altan’ın savunmasını siyasiler de dikkatle okumalı.

*Bu yazı Fehmikoru.com'da yayınlanmıştır

ETİKETLER
fehmi koru ahmet altan
T24

Adil Öksüz’le karakolda görüşen Başbakanlık Müşaviri!
23 Haz, 2017

Adil Öksüz’ün kaçmasını sağlamakla suçlanan 28 kişiden biri de Başbakanlık Müşaviri Ali İhsan Sarıkoca! O isim İBB başkanlığından beri Erdoğan’ın yakınındaydıAdil Öksüz'le karakolda görüşen Başbakanlık Müşaviri!
Fetullahçı Terör Örgütü’nün (FETÖ) sözde “Hava Kuvvetleri Komutanlığı imamı” olduğu belirlenen ve darbe girişiminin kilit isimlerinden firari Adil Öksüz’ün serbest bırakılmasıyla ilgili 13’ü asker, 14’ü Emniyet Genel Müdürlüğü personeli ve biri Başbakanlık müşaviri 28 kişi hakkındaki iddianame tamamlandı. Şüpheliler, Başbakanlık Müşaviri’nin Ali İhsan Sarıkoca olduğu ortaya çıktı. Sarıkoca’nın Adil Öksüz karakolda gözaltındayken kendisiyle görüştüğü belirlendi.
Ali İhsan Sarıkoca, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanlığı sırasındaki yakın çalışma arkadaşları arasındaydı. 2005 yılında Başbakanlık Halkla İlişkiler Daire Başkanlığı’na “vekil” olaral atanan Sarıkoca, bir süre Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer’in de özel kalem müdürlüğünü yapmıştı. Dokuz yıllık memur olan Sarıkoca, kamu görevi süresinin asil atama için yeterli olmaması nedeniyle vekaleten atanmıştı. Sarıkoca bu göreve 2009 yılında aslen atandı. Sarıkoca, Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Başkan Yardımcılığı görevinde de bulunmuştu.
FETÖ’nün faaliyetleri ve özellikle 15 Temmuz 2016’da kalkıştığı darbe girişimiyle silahlı terör örgütü olduğunun kanıtlandığı vurgulanan iddianamede, Başbakanlık Müşaviri Ali İhsan Sarıkoca’nın yanı sıra Osman Gök, Zeki Çınkır, Kenan Gülbay, Murat Bayrak, Serter Koçak, Hüsrev Arslan, Murat Bozdoğan, Erkan Külah, Abdulsamet Gürler, Ahmet Camgöz, Erol Özdemir, İlyas Kaytancı, İsmail Uçar, Semih Kaman, Serkan Çoraplı, Yusuf Gül, Erhan Cihangir, Ömer Doğan, Gökhan Yücel, Mehmet Akbaş, Alp Aslan, Hakan Kutlu, Kadir Yılmaz, Yakup Altundağ, Mehmet Gökcehan Temel, Mustafa Kalkan ve Bilge Kağan Aksoy “şüpheli” olarak yer aldı.
İddianamede, şüphelilerin “silahlı örgüt üyesi olmamakla birlikte silahlı örgüt adına suç işleme, görevi kötüye kullanma”, “suç delillerini yok etme, gizleme veya değiştirme, suçluyu kayırma” ve “örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme ve suçluyu kayırma” suçlarından cezalandırılmaları talep ediliyor.

VALİYE DEĞİL SARIKOCA’YA GİTTİ

Milliyet’in aktardığına göre iddianamede, Sarıkoca’nın 15 Temmuz’da Başbakanlık Müşaviri olarak görev yaptığı, 17/25 Aralık sürecinden sonra FETÖ/PDY silahlı terör örgütünün lideri tarafından Bank Asya’nın kurtarılması amacıyla çağrı yaptığı dönemde, 2014 yılı Ocak ayında 21.930.000 TL Bank Asya’ya para yatırdığı belirtildi. İddianamede, şüphelilerden Serter Koçak’ın, Adil Öksüz’ün FETÖ’nün mahrem imam olduğunu öğrendikten sonra bu konuyu Cumhuriyet Başsavcılığı’na ya da İl Emniyet Müdürü ya da İl Valisi’ne bilgiyi hemen ulaştırılması için gerekli çabayı sarf etmeden Adil Öksüz’ün FETÖ’nün imamı olduğunu emniyet ya da jandarma bünyesinde görev almayan şüpheli Ali İhsan Sarıkoca’ya bildirdiği belirtildi.
KARAKOLDA ÖKSÜZ’LE GÖRÜŞTÜ
Sarıkoca’nın, Kışla Jandarma Karakolu’na geldiği, emniyet ya da jandarmada kolluk görevli olmamasına rağmen Öksüz ile görüştüğü kaydedilen iddianamede, Öksüz ile görüşmeler yaptığı ve bu konuda Öksüz’ün Kışla Jandarma Karakolu’ndan İl Emniyet Müdürlüğü’ne getirilmesini sağlamayan Serter Koçak ile çok sayıda telefonda görüşmeler yaptığı belirtildi. İddianamede, Öksüz’ün, 17 Temmuz 2016 tarihinde karayolu ile Ankara’dan İstanbul’a doğru hareket ettiği, Adil Öksüz adliyeden serbest bırakıldıktan sonra 18 Temmuz 2016 tarihinde saat 08.04’te Ankara Esenboğa Havalimanı’nda telefon görüşmesi yaptığı ve havayolu ile İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı’na gittiği, Adil Öksüz’ün telefonunun 18 Temmuz 2016 tarihinde saat 11.10 ve saat 22.48’de İstanbul Üsküdar baz istasyonundan hizmet aldığı, 18 Temmuz 2016 tarihinde şüpheli Ali İhsan Sarıkoca’nın telefonunun da İstanbul ili Beyoğlu ilçesi baz istasyonundan hizmet aldığının tespit edildiği kaydedildi. İddianamede, Sarıkoca’nın üzerine atılı örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme ve suçluyu kayırma suçlarını işlediğinin anlaşıldığı kaydedildi.
SUÇ DELİLLERİNİ ÖKSÜZ’E GERİ İADE ETTİLER
İddianamede, darbe girişiminin ardından FETÖ’nün sözde “Hava Kuvvetleri Komutanlığı imamı” Öksüz’ün, yakalandıktan sonra düzenlenen tutanakların zamanında adliyeye gönderilmediği, üzerinde yakalanan suç delili niteliğindeki eşyaların gerekli incelemeler yaptırılmadan Öksüz’e teslim edildiği ve Ankara Batı Adliyesine gönderilen soruşturma evrakının eksik olduğu belirtilerek Öksüz’ün korunduğuna yönelik kamu görevlileri hakkında da soruşturma başlatıldığı kaydedildi.
İlk Kurşun

Adil Öksüz böyle kaçmış!
23 Haz, 2017

İddianameye göre Adil Öksüz’ün ‘Mahrem İmam’ olduğu karakolda tespit edildi ancak üst makamlara iletilmedi.Adil Öksüz böyle kaçmış!
Fetullahçı Terör Örgütü’nün (FETÖ) darbe girişimi sabahı Akıncı Üssü’nde Adil Öksüz’ü yakalayan polisin, adli makamlara çıkarılmadan önce Öksüz’ün “FETÖ’nün mahrem imamı” olduğunu öğrendiği, ancak üst amirlere iletilen bu bilginin, eski Ankara İl Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şube Müdürü Alp Aslan tarafından il emniyet müdürüne, il valisine, Terörle Mücadele Şube Müdürlüğüne veya Cumhuriyet Başsavcılığına aktarılmadığı iddia edildi.
FETÖ’nün sözde “Hava Kuvvetleri Komutanlığı imamı” olduğu belirlenen ve darbe girişiminin kilit isimlerinden firari Adil Öksüz’ün serbest bırakılmasıyla ilgili 13’ü asker, 14’ü Emniyet Genel Müdürlüğü personeli ve biri Başbakanlık müşaviri 28 kişi hakkında iddianame tamamlandı.
İddianameye göre, 16 Temmuz’da darbe teşebbüsünün merkezi Akıncılar 4. Ana Jet Üssünde, Kazan İlçe Jandarma Komutanlığı ve Kazan İlçe Emniyet Müdürlüğü görevlileri ve diğer kolluk görevlilerince darbeye teşebbüs eyleminde bulunan kaçan şüphelilerin yakalanması için emniyet tedbirleri alındı.
Bu kapsamda Kazan İlçe Jandarma Komutanı şüpheli Murat Bozdoğan, kaçan darbecileri arazide yakalamak üzere Kazan İlçe Jandarma Komutanlığında ve Kazan Jandarma Kışla Karakolundaki personeli görevlendirdi. Bu kapsamda diğer şüpheliler Erkan Külah, Abdülsamet Gürler ve Serkan Çoraplı’dan bir ekip oluşturuldu.
İddianameye göre, ekip, arazide Fethiye Mahallesine doğru giderken Akıncı Üssü istikametinde kalan tarla yolunda, iki sivil kişinin arazide yürüdüklerini gördü. Örgütün sivil yöneticilerinden Nurettin Oruç ile Ankara Anafartalar Koleji sahibi Hakan Çiçek’i yakalayan jandarma ekibi, bu iki kişiyi kışla jandarma karakoluna götürürken, 600 metre kadar ileride sivil bir kişiyi daha fark etti. Elinde siyah küçük bavul ile bir seyahat çantası bulunan sivil Adil Öksüz’ü de alan ekip, üç sivili Kışla Karakolu bahçesine bıraktı.
20-25 POLİS DE KARAKOLA GELDİ
Darbe girişiminin ardından Kışla Karakolunda görev yapan kolluk görevlileri, Kazan İlçe Jandarma, Kazan İlçe Emniyet Müdürlüğü ve Ankara İl Emniyet Müdürlüğünden gelen görevliler, Akıncılar 4. Ana Jet Üssü’nden kaçan darbeye teşebbüs eden şüphelileri 16 Temmuz günü peyderpey yakalayıp Kazan Kışla Jandarma Karakoluna getirdi. Bu şekilde yakalanan darbeye teşebbüs eden 29 şüpheli, Kazan İlçesi Kışla Jandarma Karakoluna teslim edildi.
Bu sırada Kışla Jandarma Karakoluna, 20-25 kişilik sivil kıyafetli ve resmi kıyafetli polis de geldi. Polisler, jandarma görevlilerine, yakalanan darbecilerle ilgili soruşturma yapma yetkisinin kendilerinde olduğunu, bütün işlemleri kendilerinin yapacaklarını, jandarma görevlilerinin bu konuda bir yetkilerinin olmadığını, sadece karakoldaki emniyet tedbirlerini almalarını söyledi.
Ancak dinlenen tüm emniyet görevlileri ve şüpheli emniyet görevlileri böyle bir şey söylemediklerini ileri sürdü.

Kışla Jandarma Karakoluna getirilen 29 şüpheli üzerinden çıkan eşyalarla ilgili tutanakları, Erkan Külah ve Abdülsamet Gürler tuttu. Aynı şekilde Adil Öksüz ile ilgili de bir tutanak düzenlendi. Bu sırada şüphelilerin ilk ifadeleri, polis memurları şüpheliler Serter Koçak, Ömer Doğan ve Erhan Cihangir tarafından yapıldı.
ADİL ÖKSÜZ’E BÖYLE SESLENDİ: İMAMSIN OĞLUM!
Şüpheli Serter Koçak, sorgulama sırasında Adil Öksüz’e kimliği hakkında sorular sordu. Öksüz’ün, şüpheli tavırları üzerine Koçak, darbe girişimi gecesi bombalanan Ankara İl Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şube Müdürlüğünün görevini yerine getirememesi nedeniyle daha önceden tanıdığı Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığında görevli Bilge Kağan Aksoy’u cep telefonundan arayarak Adil Öksüz’ü sordu.
Koçak, Aksoy’dan, 16 Temmuz günü öğleden sonra, Öksüz henüz adli makamlara çıkarılmadan “FETÖ’nün mahrem imamı” olduğu bilgisini aldı. Bu şekilde Adil Öksüz’ün FETÖ’nün mahrem imamı olduğu, sorgusu için Cumhuriyet Başsavcılığına getirilmeden önce öğrenildi.
Serter Koçak’ın, bahçedeki herkes tarafından duyulabilecek şekilde Öksüz’e, “İmamsın oğlum, bundan sonra sen bizdesin, seninle daha sonra özel ilgileneceğim” dediği, diğer şüphelilere de Öksüz’ü kastederek, “Bu sizin imamınız, size emirleri bu getiriyor, koskoca albay olmuşsunuz şu adamdan emir alıyorsunuz, görün işte halini, gördüğünüz kişi sizin üstlerinize akıl hocalığı yapan kişi budur işte, sizin üstlerinize bu akıl veriyor, görüyor musunuz imamınızı? Gelsin kurtarsın kurtabiliyorsa sizin Fetullahınız, bu gördüğünüz kişi sizin üstlerinize emir ve akıl veren imamıdır, hava kuvvetleri imamıdır” şeklinde beyanlarda bulunduğu iddianameye yansıdı.
ÜST AMİRİNE İLETTİ
İddianameye göre, ardından Serter Koçak, Öksüz’ün, FETÖ’nün mahrem imamı olduğunu üst amiri olan Gökhan Yücel’e iletti. Yücel de eski Ankara İl Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şube Müdürü Alp Aslan ve FETÖ ile mücadele konusunda görevli başkomiser Mehmet Akbaş’ı arayıp bilgilendirdi.
Bu şekilde, sorgusu için Cumhuriyet Başsavcılığına getirilmeden önce Öksüz’ün FETÖ’nün imamı olduğu, şüphelileri sorgulayan polisler Serter Koçak, Ömer Doğan ve Erhan Cihangir ile bu polis memurlarının amirleri pozisyonundaki Gökhan Yücel, Mehmet Akbaş ve Alp Aslan tarafından öğrenilmiş oldu.
İddianameye göre, şüpheli Alp Aslan bu bilgiyi üst amirlerine, il emniyet müdürü, il valisi, İl Emniyet Müdürlüğünün adli birimi, Terörle Mücadele Şube Müdürlüğüne veya Cumhuriyet Başsavcılığına iletmedi.
Aslan ifadesinde, bu bilginin kendisine iletildiğini hatırlamadığını söyledi. Ancak Gökhan Yücel ve Mehmet Akbaş ifadelerinde, “16 Temmuz günü Aslan ile Ankara İl Emniyet Müdürlüğü binasının bahçesinde bir araya gelerek, Adil Öksüz’ün FETÖ’nün imamı olduğu konusunu konuştuklarını, sonuçta Öksüz’ün Ankara İl Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’ne nasıl olsa getirileceğini, getirildiğinde kendileri tarafından yeniden mülakata tabi tutacakları konusunda mutabakata vardıklarını” söyledi.
İlk Kurşun

Eski MİT müsteşarı 15 Temmuz’u anlattı: CIA’den alınan talimatlarla bu iş yürüyor
27/06/2017



Hürriyet yazarı Sedat Ergin, Darbe Girişimi Komisyonu’nda dinlenen eski MİT müsteşarı Emre Taner’in 9 Kasım 2016’da anlattıklarını bugünkü yazısında paylaştı.

Taner o dönem DHA tarafından paylaşılan ifadesinde, 15 Temmuz’da Fethullah Gülen’in bir ihtilale sebep olacağı bilgisinin gizli servis tarafından alınamadığını belirtmişti: “Özeleştirimizi açıkça yapmak mecburiyetindeyiz. Yapamadık, alamadık. Eksikleri vardır. Oturalım, bunu konuşalım.”

‘Teşkilatta tam 43 yıl çalışmış’

Ergin, ’15 Temmuz ve İstihbarat 1: Bir istihbarat otoritesinin gözünden 15 Temmuz, Amerika ve Fetullah Gülen’ başlıklı yazısında Taner’i şöyle anlattı: “2005-2010 yılları arasında MİT’in başında bulundu. Mülkiye mezunu, MİT’in içinden yetişmiş bir istihbaratçı. Teşkilatta tam 43 yıl çalışmış, Müsteşarlık makamına oturmadan önce İstanbul bölge başkanlığı, operasyondan sorumlu müsteşar yardımcılığı gibi kritik görevlerde bulunmuş profesyonel bir istihbaratçının değerlendirmelerinin önem taşıdığını düşünüyorum. Taner’den söz ederken müsteşarlığı sırasında ‘çözüm süreci’ gibi kritik bir inisiyatifin başını çektiğini de hatırlamalıyız.”

‘FETÖ’nün en büyük özelliği dış destek bulabilmesi’

Gülen’in özellikle 1970’li yıllardan itibaren MİT’in izleme alanı içinde olduğunu aktaran Taner ifadesinde şunları söyledi: “Yabancı ülkelerin birçok servis mensubu ‘diplomat’ kisvesiyle, çeşitli maskelerle konuyla ve grupla ilgilenmeye başlıyorlar. 1975’li yıllar bu ilgilerin en çok arttığı ve başladığı yıllardır. Amerikalıları görüyoruz, başkalarını görüyoruz, değişik kitle iletişim örgütlerini görüyoruz.”

Batı’nın o dönem ‘iyi yüzlü İslam’ arayışı içinde olduğunu ve bunu Gülen’in üzerinde denemeye çalıştığını savunan Taner’e göre, Gülen cephesinde ‘modern görüntü, yasalara saygılı tavırlar ve terörün dışında bir çizginin benimsenmesi’ ülke içinde ve dışında çeşitli çevreler tarafından hoşgörüyle karşılanması sonucunu doğurdu.

Eski MİT müsteşarı şöyle devam etti: “FETÖ örgütünün en büyük özelliği çok ciddi bir dış destek bulabilmesidir. Hiçbir İslamcı grup bu ölçüde dış destek bulamamıştır. Amerika’ya gidiş örgütün dış destek sağlama hareket kabiliyetine önemli katkılar getirirken, bizim kontrolümüze de zorluklar vermiştir. Örgüt bu tarihten itibaren küresel bir enstrüman niteliğini daha da güçlendirmiştir. Bir başka deyimle, küresel sermayenin izdüşümü konumuna adeta getirilmiştir.”

‘Gizli servisten alınan talimatlarla bu iş yürüyor’

Gülen’in ABD’ye gidişinin Türkiye’yi zora soktuğunu aktaran Taner, bu noktadan sonraki faaliyetlerin CIA talimatıyla yürütüldüğünü savundu: “Böyle yabancı damgalı pasaportlu insanlar olduğunu söylemek mümkün değil ama yabancılarla temasları var. Yani yabancının oraya girip de bizzat kadrolu çalışmasına gerek yok, temaslar var. Amerika’daki bütün temaslarda yabancılar var, gizli servis var. Daha ötesi yok, gizli servis var, yani gizli servisten alınan talimatlarla bu iş yürüyor, bu kadar açık.”

“Bakın, çok açık ifade ediyorum, 2’nci, 3’üncü, 4’üncü darbeden endişe ediliyorsa FETÖ’nün boyu çok kısa kalır. Arkasındaki ortak aklın, arkasındaki küresel aklın mutlaka göz ardı edilmemesi gerekir” diye devam eden Taner, 15 Temmuz’u diğer darbelerden ayıran en önemli unsurun ‘dış destek’ olduğunu söyledi.
Diken

İhraç edilen emniyet müdüründen şok itiraflar: Başbuğ, Fenerbahçe, İlhan Cihaner kumpasları...
05 Temmuz 2017



Ergenekon, Balyoz operasyonları döneminde İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde Güvenlik Şube Müdürü olarak görev yapan, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Erzurum’da gözaltına alınan ve OHAL kapsamında hazırlanan Kanun Hükmünde Kararname ile meslekten ihraç edilen Yunus Dolar’ın şüpheli sıfatıyla verdiği ifadelere Hürriyet'ten Toygun Atilla ulaştı.

Çarşamba 09:51 8.3B Okunma
İhraç edilen emniyet müdüründen şok itiraflar: Başbuğ, Fenerbahçe, İlhan Cihaner kumpasları...
5
Ergenekon döneminde şahit olduğu kumpasları en ince ayrıntısına kadar anlatan Yunus Dolar, o ifadelerde, dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanmasını Fetullah Gülen’in istediğini söyledi.

İhraç edilen emniyet müdüründen İlker Başbuğ itirafıİddiaya göre, Yunus Dolar’ı, 1980’li yıllarda FETÖ Terör Örgütü ile henüz askeri lise öğrencisi olan dayısının oğlu Yurdakul Akkuş tanıştırdı. Bursa İl Jandarma İl Alay Komutanı Yurdakul Akkuş, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra sıkıyönetim görevlendirme listeleri ile yakalanıp tutuklandı. Yunus Dolar, FETÖ soruşturmasına yön veren ifadelerinde, yıllar önce kurulan kumpasları anlattı:

İLHAN CİHANER’E KUMPAS

“2005’te Erzincan Polis Okulu’na şark tayini için gittim. Erzincan’da Erzincan Ergenekonu diye bir operasyon oldu. Erzincan’a atanan İlhan Cihaner göreve başladıktan sonra Terör, İstihbarat ve Güvenlik Müdürlerini yanına çağırarak, irticai oluşumlar hakkında ellerinde ne kadar bilgi olduğunu sordu. O görüşmeye giden 3 emniyetçi de cemaatçiydi. Bu görüşmeyi cemaate aktardılar. Daha sonra, Başsavcı İlhan Cihaner, emniyetten özellikle Fetullah Gülen grubuna yönelik operasyon konusunda olumlu yaklaşım alamayınca İl Jandarma Komutanlığı’nı bu konuda görevlendirdi. Cemaatin bu durumu öğrenmesi üzerine İstihbarat Dairesi ve Erzurum DGM’den yardım alınarak Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner ve diğer kamu görevlilerine operasyon yapıldı. (Yunus Dolar, ifadesinde bu gelişmeleri Erzincan imamı Kemal adlı kişiden öğrendiğini söylüyor)

FENERBAHÇE OPERASYONU

İstanbul Güvenlik Şube Müdürü olduğum dönemde, Organize Şube Müdürü Nazmi Ardıç ile Fenerbahçe operasyonu ile ilgili sohbet yaptık. Kendisine Fenerbahçeli bir Başbakanı, Fenerbahçe’ye operasyon konusunda nasıl ikna ettiniz diye sordum. O da bana gülerek ‘Mutlu Ekizoğlu’nun (Dönemin Organize Suçlarla Mücadele Şubesi’nden sorumlu Emniyet Müdür Yardımcısı. Şu anda firar) ikna edemeyeceği kimse yok’ dedi. O görüşmeden ve zaman içindeki edindiğim izlenim Fenerbahçe Kulübüne operasyonun, Genelkurmay Başkanları’nın belirlenmesindeki rolünü kırmak için tasarlandığını değerlendirdim.

TALİMAT FETULLAH GÜLEN KAYNAKLI

Ankara’dayken Erzurum Lisesinde beraber cemaat evlerine gittiğimiz ve cemaatin yönlendirmesi ile GATA’yı kazanan ve halen GATA üroloji bölümünde Tabip Albay olan Emin Aydur bana, “Hocaefendiyi neden kızdırdınız, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’u emniyet olarak neden tutuklatmadınız?” şeklinde bir şey söyledi. Ben de, “Nasıl yani?” dedim. O da Fetullah Gülen’in emniyet hizmetine bu yönde bir talep ilettiğini, aradan geçen belli bir sürede gerçekleşmeyince bu sefer sitemkar bir mesaj daha gönderdiğini söyledi. Ben de, “Haberim yok” dedim. Aradan belli bir süre geçtikten sonra Genekurmay Başkanımız tutuklanınca kastedilen konunun bu olduğunu ve talimatın Fetullah Gülen kaynaklı olduğunu anladım. Gecikme süresi olarak kastedilen zaman dilimi içerisinde hem delillerin üretildiği hem de cemaate yakın basın yayın organları aracılığı ile kamuoyunun hazırlandığını değerlendirdim.

DİYARBAKIR’DAKİ KUMPASI MÜDÜRÜN VİCDANI ENGELLEDİ

Diyarbakır Terörle Mücadele Müdürü olan cemaat mensubu Sedat Selim Ay, Diyarbakır’da KCK Türkiye meclisine operasyon yapmaya başladığında, Diyarbakır İstihbarat Şubesi’nin bu operasyona sıcak bakmadığını kendisinin de Diyarbakır Kaçakçılık Şubesi’nden destek alarak KCK Türkiye meclisine ilk operasyon çalışmasını yaptı. Operasyonu başlatacağı esnada Diyarbakır İstihbarat Şubesi’ndeki cemaatçi müdürlerin kendisine, “Madem operasyonu yapıyorsun, İstihbarat Daire Başkanlığı’nın Ergenekonla PKK’yı iritbatlandıracak bir silah bir kroki ve bombanın hedef adreslere konularak daha sonra aramalarda bulunup tutanaklara geçirilmesini böylece Ergenekon yapılanması ile PKK’nın birlikte hareket ettiği ve krokinin de Başbakanımıza (O dönem Recep Tayyip Erdoğan) suikast içerikli olacağı fikrinin kamuoyuna lanse edileceği” şeklinde bir telkinde bulunulduğunu fakat kendisinin bunu red ettiğini söyledi. Daha sonra İstihbarat Dairesi’ne çağrılarak aynı telkini Daire Başkan Yardımcısı Recep Güven’in de aralarında bulunduğu cemaatçiler tarafından ısrar edilince kabul etmiş. Krokiyi, silah ve bombayı alarak karayolu ile Diyarbakır’a gittiğini, operasyon günü uygun adreslere bu materyallerin konulup tutanaklara da orada bulunmuş gibi geçirildiğini, fakat vicdani muhasebesinin aşamayarak ilgili adres ve adreslerde arama yapıp o materyalleri tutanağa geçiren ekiplerle toplantı yapmış. Bu 3 materyalin bu operasyonun ana mantığı ile uyuşmadığından yeni bir tutanak tutularak bu 3 materyalin çıkartılmasını istemiş. Riskli bir durum olduğundan kendisine güvenip güvenmediklerini sorduğunda cemaate mensup alt rütbeliler odayı terk etmiş, sadece 2 polis memuru kalmış ve “Biz size güveniyoruz nasıl isterseniz o şekilde tutanak tutarız” demiş. Bunun ardından 3 materyali çıkartarak yeni bir tutanak tutup çalışmalarına vicdani ölçüsünde devam etmiş. Bu olaydan sonra ise cemaat tarafından hedefe koyulmuş. İstanbul Emniyetine ataması yapıldığında, Ergenekon vb operasyonların yapıldığı birimlerde çalışmaması için gayret gösterilmiş. Hüseyin Çapkın’ın kendisini Terörden Sorumlu Emniyet Müdür Yardımcısı atamasından sonra cemaatçilerin bundan çok rahatsız olduğunu, bu esnada Taraf Gazetesi’nin kendisi hakkında tecavüzcü ve işkenceci müdür olarak Türkiye’de az rastlanır bir tavırla 20 gün boyunca haber yaptığını kendisi bana söyledi.”

GAZETECİ ÇAĞDAŞ ULUS’U BÖYLE TUTUKLATTILAR

Bir görüşme esnasındayken Erol Demirhan bir ara dışarı çıkıp gelerek TEM müdürü Yurt Atayün’e hitaben, “Ağabey şimdi abiler söyledi, Kandil, Fırat Haber Ajansı aracılığı ile Vatan Gazetesi’nde çalışan Çağdaş Ulus isimli bir gazeteciden Vatan Caddesi’ndeki Fetullahçı polislerin isim listesini istemişler. Bu gazetecinin acale tutuklanması gerekiyor” dedi ve oradan ayrıldılar. Kısa bir süre sonra da adı geçen gazetecinin terör örgütüne yardım yataklıktan tutuklandığını duydum.

HEDEFTEKİ GAZETECİLER

2010 yılında şark görevim biterek İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne tayinim çıktı. Bayrampaşa İlçe Emniyet Müdürü olarak göreve başladım. Polis Kolejinden beri cemaatin içerisinde olan devrem Erol Demirhan (O dönem İstanbul İstihbarat Şube Müdürü) benim komiser yardımcılığı dönemimden beri tanıştığım ve polis muhabirleri olan gazeteciler Nihat Uludağ (Habertürk), Toygun Atilla (Hürriyet) ve Milliyet gazetesi muhabiri olan Erdal soyadını hatılayamadığım (O dönem Milliyet muhabiri Erdal Kılınç) şahısların Ergenekon operasyonları ile ilgili olumsuz haberler yaptıkları için görüşmememi bu şahısların kendilerinin hedefleri konumunda olduğunu söyleyince operasyonlarla ilgili kuşkularım iyice arttı.”
Kaynak: Yurt Gazetesi

Komisyon, 12 AKP milletvekilinin Fetullah Gülen’le ABD’de çekilen fotoğrafı sormuştu: AKP bu fotoğrafa yanıt vermedi
Hülya Karabağlı
12 Haziran 2017



AKP Genel Sekreterliği’nin, geçtiğimiz yıl çok tartışılan 12 milletvekilinin Fetullah Gülen’le ABD’de çekilen fotoğraflara ilişkin kendisinden bilgi isteyen Meclis 15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu’na yanıt göndermediği ortaya çıktı.

MHP Muğla Milletvekili Mehmet Erdoğan, komisyon raporuna hazırlanan muhalefet şerhine ilişkin düzenlediği basın toplantısında gazetecilerin "Bazı AKP’li vekillerin Pensilvanya ziyaretinin AKP Genel Merkezi'nin bilgisi dahilinde yapılıp yapılmadığı sorusuna" bununla ilgili bir yanıt gelmediği bilgisiyle yanıt verdi.

Çok tartışılan fotoğraf, 2012 yılında tümü AKP'li milletvekillerinin, Boston şehrinde Gülen cemaati tarafından organize edilen programa katıldıklarını gösteriyordu.

Komisyon sormuştu

15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu, muhalefetin ısrarı üzerine AKP Genel Sekreterlik makamına bir yazı göndererek fotoğrafta yer alan AKP’li vekiller
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Tem 12, 2017 11:36 pm    Mesaj konusu: AKP bu fotoğrafa cevap vermedi Alıntıyla Cevap Gönder

Yeni Bakan Jülide Sarıeroğlu'nun, Gülen Tweet'i ortaya çıktı: Hesabını kapattı
19.07.2017





Yeni Bakan Jülide Sarıeroğlu'nun, Gülen Tweet'i ortaya çıktı: Hesabını kapattı
Başbakan Binali Yıldırım, Cumhurbaşkanı Erdoğan'la yaptığı görüşmenin ardından basın toplantısı düzenleyerek yeni kabineyi açıkladı. Başbakan'ın açıkladığı yeni listeye göre, AKP Ankara Milletvekili Jülide Sarıeroğlu yeni Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı oldu.

GÜLEN TWEETLERİ ORTAYA ÇIKTI: HESABI KAPATTI

Milletvekili Jülide Sarıeroğlu'nun Fethullah Gülen ile ilgili attIğı tweetler sosyal medyada dolaşıma girince yeni bakan Twitter hesabını kapattı.

'TAYYİP İSTİFA'

Sarıeroğlu'nun 12 Mayıs 2013 tarihinde yaptığı paylaşımda, 'Tayyip İstifa' sloganı yer alıyor.

yeni-bakan-julide-sarieroglu-nun-gulen-tweet-i-ortaya-cikti-hesabini-kapatti-322732-1.

HESABA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ

FETÖ'nün siyasi ayağı ne oldu? FETÖ'nün siyasi ayağı ne oldu?
Başbakan Binali Yıldırım Cumhurbaşkanı basın AKP Ankara güvenlik Fethullah Gülen milletvekili Twitter

Mehmet Metiner: 'FETÖ' destekçisi eski bakanlar sol yanımda oturuyor
17.07.2017

Mehmet Metiner: 'FETÖ' destekçisi eski bakanlar sol yanımda oturuyor
AKP İstanbul Milletvekili Mehmet Metiner Star gazetesindeki köşesinde TBMM’deki 15 Temmuz törenine katılan eski bakanların “FETÖ muhibbi ve destekçisi” olduğunu söyledi.

TBMM’de düzenlenen törene eski Başbakanlardan Tansu Çiller ve Ahmet Davutoğlu, eski Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, eski BakanSuat Kılıç, eski TBMM Başkanlarından Cemil Çiçek ve Mehmet Ali Şahin ile birlikte birçok eski bakan ve milletvekili katılmıştı.

“BU DURUM TEZAT OLUŞTURUYOR”

Metiner köşesinde isim vermeden törene katılan bazı eski bakanların FETÖ destekçisi olduğunu belirterek şu ifadeleri kullandı:

“Daha önceki devlet görevlerinden dolayı protokolde en ön sırada oturan bazı zevatı gördüğümde içimden geçenleri dışa vurmanın önüne geçemiyorum.

15 Temmuz gecesi meydanda olmayan o zevat bakıyorum gene en ön saflarda.

Görmezlikten gelemiyorum.

FETÖ muhibbi ve destekçisi olan o birilerinin, sırf eski devlet görevlerinden dolayı halkımızın karşısında, protokolün en ön saflarına oturtulduğunu görmek fena halde canımı yakıyor.

Eminim ki halkımız da ziyadesiyle rahatsızdır bu durumdan.

“Topyekun savaş!” diyoruz, "İhanetçilerin kökünü kazıyacağız!" diyoruz, lakin bu durum tezat oluşturuyor. Veya ben ziyadesiyle alıngan olduğum için bana öyle geliyor.”

“FETÖ MUHİBBİ VE DESTEKÇİSİ ESKİ BAKAN”

17-25 Aralık dönemine de değinen Metiner yazısını şöyle sürdürdü:

“17/25 Aralık'tan sonra liderimizin talimatıyla FETÖ temizliğinin başlandığı süreçte bizi "cadı avı yapmak"la suçlayan, "mağduriyet edebiyatı" üzerinden liderimizi zalimlikle suçlayan, dahası cübbesini giyerek FETÖ'cüleri savunma tehdidinde bulunan birilerinin en önde oturduğunu gördüğümde yüreğim daralıyor.

Sol yanıma bakıyorum, FETÖ muhibbi ve destekçisi bir diğer eski bakan oturuyor.

15 Temmuz dolayısıyla sıkça ihaneti ve ihanetçileri eleştiriyoruz.

Protokol gereği en önde oturtulan aynı evsaftaki bazı zevatla aynı havayı solumaya ne demeli peki?

Dışarıda hava soğuk.

Tişörtle geldiğim törende üşüdüğümü hissediyorum.

Sırf bedenimin değil yüreğimin de üşüdüğünü hissediyorum.

Usulca kalkıp gidiyorum.

Reis'in konuşmasını evde izliyorum şimdi.”

FETÖ TBMM mehmet metiner milletvekili AKP İstanbul Ahmet Davutoğlu Başbakan Bülent Arınç 17-25 Aralık 25 Aralık reis
Birgün

DİSK Genel Başkanı Beko: FETÖ’yü besleyenler hesap vermeli
14.07.2017



DİSK Yönetim Kurulu adına açıklama yapan Genel Başkanı Kani Beko’nun, 15 Temmuz darbe girişimini lanetleyerek “15 Temmuz günü halka silah sıkanlar kadar, darbenin merkezinde olduğu söylenen FETÖ yapılanmasını besleyenler de hesap vermeli” dedi.

DİSK’in 15 Temmuz 2016’da yaşanan askeri darbe girişimini lanetlediği ve darbeciler tarafından katledilenlerin saygıyla anıldığı ifade edilen açıklamada, “Halk egemenliğine karşı girişimler olan darbelerin, demokrasiye ve işçi haklarına verdiği zararların bilincinde olmak, demokrasiye ve özgürlüklere kasteden her türlü darbeye ve diktaya karşı mücadele etmek işçi sınıfının önemli bir görevidir” dendi.

DİSK’in darbelerden ve baskı rejimlerinden en büyük zararı gören, faaliyetleri durdurulan, yöneticileri darbeciler tarafından idamla yargılanan bir işçi örgütü olduğu belirtilen açıklamada şi ifadelere yer verildi: “15 Temmuz darbe girişiminin yıl dönümü vesilesiyle darbecileri bir kez daha lanetlerken, darbenin aydınlatılması ve tüm sorumluların hesap vermesi talebini de bir kez daha güçlü bir biçimde dile getirmektedir. 15 Temmuz günü halka silah sıkanlar, halk iradesinin cisimleştiği TBMM’yi bombalayanlar kadar, onlara bu emri verenlerin, darbenin merkezinde olduğu söylenen FETÖ yapılanmasını besleyenlerin, destekleyenlerin, ayrımsız-kayıtsız şartsız hesap vermesi gerekmektedir. 15 Temmuz darbe girişiminde yitirdiğimiz yurttaşlarımız için adalet, siyasetten bürokrasiye tüm sorumluların adil bir yargılama süreci sonunda hesap vermesiyle sağlanabilir.”

DİSK FETÖ darbe işçi Kani Beko halk açıklama ifade baskı adalet mücadele TBMM yargılama
Birgün

FETÖ’den tutuklanan valinin referansı AK Partili Dişli çıktı 14.07.2017



FETÖ’nün sözde Emniyet imamı Kozanlı Ömer’in kayınbiraderi olan Bolu eski Valisi İbrahim Özçimen savcılık sorgusunda “AK Parti Sakarya Milletvekili Şaban Dişli’ye vali olmak istediğimi ilettim. O da daha sonra bana, adımın verildiğini söyledi” dedi

'Kozanlı Ömer' olarak bilinen FETÖ'nün 'Emniyet imamı' Osman Hilmi Özdil'in kayınbiraderi, Bolu eski Valisi İbrahim Özçimen, AK Partili Şaban Dişli'nin referansı ile vali yapıldığını açıkladı. Dişli'nin kardeşi olan tutuklu Tümgeneral Mehmet Dişli de 15 Temmuz'un kilit isimleri arasında yer alıyor.

Sözcü'den Asuman Aranca'nın haberine göre, Hakkında açılan davanın iddianamesinde, ByLock kullanan Özçimen'in, FETÖ'nün Bolu yapılanmasına ilişkin bilgileri Bolu imamı Ahmet Polat Önen ile birlikte inceleyip, flaş bellek içinde, İstanbul'da görevli FETÖ'cü bir başsavcıya gönderdiği de belirtildi. İddianamede, Özçimen hakkında terör örgütüne üye olmak suçundan 15 yıla kadar hapis istendi.

Cumhuriyet Savcısı Mustafa Kurtuluş Deprem tarafından hazırlanan iddianamede eski valinin, Bank Asya'da hesabı bulunan FETÖ yöneticileri ile Muş Valiliği döneminde de örgütün Lale Eğitim Kurumları isimli bir firmaya bedelsiz taşınmaz tahsis ettiği, daha sonra bu taşınmazın usulsüz biçimde bu firmaya devredildiği anlatıldı.

'ESENBOĞA'DA TANIŞTIM'

Hakkındaki suçlamaları reddeden Özçimen, Dişli ile Esenboğa Havalimanı'nda tanıştığını açıkladı ve ifadesinde şunları kaydetti:
"Ankara Vali Yardımcısıyken Esenboğa Havalimanı'ndan sorumluydum. Sakarya Milletvekili Şaban Dişli ile havaalanından geliş gidiş yaparken ilişkimiz gelişti. Kendisine vali olmak istediğimi ilettim. O da daha sonra bana, şu anki Cumhurbaşkanı'na (Recep Tayyip Erdoğan) adımı verdiğini söyledi. Başka birinin referans olduğunu zannetmiyorum."

'EGEMEN BAĞIŞ DA TOPLANTIDAYDI'

"Gülen cemaatinin herhangi bir sohbetine yurtiçi ve yurtdışı gezisine katılmadım. Bolu Abant'ta bu cemaat ile ilgili toplantı organize etmedim. Bakan da toplantıya geleceği için, bunu bana bildiriyorlar. Bakan gelince, ben de iştirak ediyorum. Bir programın açılışına (Eski Bakan) Egemen Bağış ile birlikte katılmıştık. Kozanlı Ömer lakaplı Osman Hilmi Özdil ile görüşmem olmamıştır. Sadece bayramlarda Özdil, annemi aradığında telefonda görüştüm. En son bu sene Ramazan Bayramı'nda annemi aradı. Kendisi ile telefonda bayramlaştım. Kendisinin şu an yurtdışında Tayland'da olduğunu biliyorum."
Sputnik

Komisyon, 12 AKP milletvekilinin Fetullah Gülen’le ABD’de çekilen fotoğrafı sormuştu: AKP bu fotoğrafa cevap vermedi
Hülya Karabağlı
12 Haziran 2017



AKP Genel Sekreterliği’nin, geçtiğimiz yıl çok tartışılan 12 milletvekilinin Fetullah Gülen’le ABD’de çekilen fotoğraflara ilişkin kendisinden bilgi isteyen Meclis 15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu’na yanıt göndermediği ortaya çıktı.

MHP Muğla Milletvekili Mehmet Erdoğan, komisyon raporuna hazırlanan muhalefet şerhine ilişkin düzenlediği basın toplantısında gazetecilerin "Bazı AKP’li vekillerin Pensilvanya ziyaretinin AKP Genel Merkezi'nin bilgisi dahilinde yapılıp yapılmadığı sorusuna" bununla ilgili bir yanıt gelmediği bilgisiyle yanıt verdi.

Çok tartışılan fotoğraf, 2012 yılında tümü AKP'li milletvekillerinin, Boston şehrinde Gülen cemaati tarafından organize edilen programa katıldıklarını gösteriyordu.

Komisyon sormuştu

15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu, muhalefetin ısrarı üzerine AKP Genel Sekreterlik makamına bir yazı göndererek fotoğrafta yer alan AKP’li vekillerin Fetullah Gülen’i ziyaretini sormuştu.

Komisyon, fotoğrafta adı geçen Sefiye Seymanoğlu, İlknur İnceöz, İsmail Tamer, Afif Demirkıran, Vedat Demiröz, Bayram Özçelik, Ahmet Öksüzkaya, Fatoş Gürkan, Dilek Yüksel, Mustafa Hamarat, Adem Tatlı ve Osman Ören’den oluşan heyetin Gülen'le görüşmenin, parti tarafından organize edilen bir program kapsamında olup olmadığını öğrenmek istemişti.

Komisyon, Gülen görüşmesinin AKP aracılığıyla yapılıp yapılmadığını; yapıldıysa hangi tarihte yapıldığı da sorarken; görüşmenin parti programı kapsamında yapılması durumunda programın bir örneğinin gönderilmesini talep etmişti.
T24

Hürriyet yazarı Mehmet Yılmaz, kandırılanların sıralı listesini yayımladı
13.07.2017



Hürriyet yazarı Mehmet Yılmaz, kandırılanların sıralı listesini yayımladı
Hürriyet Gazetesi yazarı Mehmet Yılmaz, 15 Temmuz öncesinde FETÖ'nün kandırdığı siyasetçileri itiraf dolu sözleriyle hatırlattı.

Mehmet Yılmaz'ın yazısının ilgili bölümü şöyle:

Bakın, Fetullahçı çete kimleri kimleri kandırmayı başarabilmiş:

Bülent Arınç: “Milyonlarca insan, şu anda gözyaşı dökerek bizi izliyor. Bunların arasında biri var ki, gurbette, tek başına, hüzünle bizi seyrediyor. Televizyonun başında bizi izleyen o güzel insana teşekkür borcumuz var.”

Binali Yıldırım: “Türkçe sevgi dilidir, barış dilidir. Yunus’un dilidir. ‘Aç herkese sineni aç, onun gibi ilâç’ diyen Fethullah Gülen Hocaefendi’nin dilidir.”

Ahmet Davutoğlu: “Cemaat’in hedefleriyle, Türkiye’nin hedefleri tamamen örtüşüyor.”

Hüseyin Çelik: “Cemaat devleti ele geçirmiş, devlete sızmış filan, bunlar kargaları güldürür.”

Bekir Bozdağ: “Bu yolu açan, bu ateşi yakan, bu fikri veren muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’ye gönül dolusu saygılar gönderiyorum. Kendisine çete diye hitap edilmesi büyük haksızlıktır; vicdansızlıktır.” (Bu vicdansız ben oluyorum.)

Süleyman Soylu: “Aynen 28 Şubat gibi, aynı 12 Eylül öncesi gibi senaryodur. Derin devlet harekete geçti. Cemaati döverek, cemaate saldırarak, Türkiye’nin değişim yönünü etkilemeye çalışıyorlar.”

Faruk Çelik: “İnsan merkezli bir hizmeti esas alan insanlara, ‘Hizmetinizi durdurun’ denir mi? Aksine teşvik edilir, desteklenir, elden ne geliyorsa o katkı sağlanır. Bu gerçeği görmemek ferasetsizliktir.”

Recep Akdağ: “Hayatı insanlığa hizmetle geçmiş bu büyük zat için suçlamalarda bulunmak, son derece çirkindir; kara lekedir. Fethullah Gülen Hocaefendi, hayatının her döneminde tertemiz kalmış bir kişidir. Kendisine şükran borçluyuz.”

Hüseyin Kocabıyık: “Fethullah Gülen Hocaefendi son 1000 yılın en büyük Türk büyüklerinden birisidir. Evrensel Türk Rönesans’ını başlatan Türk mucizesidir. Shakespeare gibi evrenseldir. Ona düşmanlık edenlerin utanması gerekir.”

Melih Gökçek: “Terbiyeni takın, Fethullah Gülen’e “Feto” diyemezsin. Özür dile.”

RecepTayyip Erdoğan: “MHP’nin, Fethullah Hocaefendi’ye saldırısı, bana göre ihanet derecesindedir. Hiç ahlâki değil; çok çirkin. Yani Hocaefendi işi gücü bırakmış da MHP ile mi uğraşıyor? Bir defa, onun bulunduğu makam böyle bir şeye müsaade etmez. Çok çok çirkin. Çok ayıp. Ben bunu ihanet derecesinde kınıyorum.”

YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ: http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/mehmet-y-yilmaz/kandirilanlarin-sirali-tam-listesi-40518208

Fatih Altaylı: Yemezler arkadaşlar, FETÖ ile mücadele eden falan yok!
08 Haziran 2017

"Cumhurbaşkanı’na, 'FETÖ ile süper mücadele ediyoruz efendim' diyor herkes"

Habertürk yazarı Fatih Altaylı, darbe girişiminin ardından Gülen cemaatine yönelik olarak başlatılan soruşturmalarla ilgili olarak “Yemezler arkadaşlar yemezler. FETÖ ile mücadele eden falan yok. 'Miş gibi' yapan ise çok" görüşünü dile getirdi.

Dün (7 Haziran 2017) yayımlanan yazısında "Halen görevde olan 12 vali, ByLock kullanıyor", "Bir büyükşehrin valisi, ByLock’tan tam tamına 1800 kere mesajlaşmış" ifadelerini kullandığını hatırlatan Altaylı, "Yine çıt yok. Sonra Cumhurbaşkanı’na, 'FETÖ ile süper mücadele ediyoruz efendim' diyor herkes" ifadesini kullandı.

Fatih Altaylı'nın "Demek ‘Yeri burası’ Caner Bey" başlığıyla yayımlanan (8 Haziran 2017) yazısı şöyle:

'Miş' gibi mücadele

Türkiye çok garip bir ülke oldu.

Vurdumduymaz bir ülke.

Ne olursa olsun normal, ne olursa olsun sıradan.

Balatayı sıyırmışız gibi bir hal var.

Dün şöyle bir yazı yazıyorum.

“Halen görevde olan 12 vali, ByLock kullanıyor” diyorum.

İçişleri Bakanlığı’ndan “çıt” yok.

“Bir büyükşehrin valisi, ByLock’tan tam tamına 1800 kere mesajlaşmış” diye yazıyorum. Aktif değil, çok aktif kullanıcı.

Yine çıt yok.

“Bunların belgesi, bilgisi savcılarda ve savcılar bunu saklamıyor, üzerini örtmüyor” diyorum.

Adalet Bakanlığı’ndan da “çıt” yok.

Sonra Cumhurbaşkanı’na, “FETÖ ile süper mücadele ediyoruz efendim” diyor herkes.

Yemezler arkadaşlar yemezler.

FETÖ ile mücadele eden falan yok.

“Miş gibi” yapan ise çok.

Altaylı'nın yazısının tamamını okumak için tıklayın: http://www.haberturk.com/yazarlar/fatih-altayli-1001/1523190-demek-yeri-burasi-caner-bey

Emin Şirin ile FETÖ'nün düşmanlığı, Şirin'in köşesini Nurettin Veren'e devretmesiyle başladı
10.06.2017

Şirin o günleri gazeteci Aytunç Erkin'e anlattı. Şirin'in anlattıklarına dair de Hüseyin Gülerce Odatv'ye konuştu.

Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan gazeteci yazar Aytunç Erkin’in "Kardan Adam/AKP eski Milletvekili Emin Şirin anlatıyor" adlı kitabında Emin Şirin ile hükümete yakın Star gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce arasında geçen önemli bir olay anlatıldı.

Emin Şirin “Fetullah Gülen’in istihbaratı kuvvetlidir” ve “FETÖ’den kopan Nurettin Veren’in” iddialarını Meclis’e taşır. Kitaptan okuyalım:

(…) Şirin, 23 Kasım 2004 tarihinde “Fethullah Gülen’in Nurettin Veren’in İddialarına Cevap Vermesi Lazım” başlıklı yazılar kaleme alır. Şirin haberx.com’daki köşesini Nurettin Veren’e bırakır ve “Çünkü şu an kendini ifade edebilecek bir mecrası yok,” der. Veren de Cemaat’le yaşadığı sıkıntıları ve 35 yıllık süreci özetler. Yazının çıktığı o günün akşamı Şirin’i Zaman yazarı Hüseyin Gülerce arar. O günlerde Gülen’in basındaki sesi olarak değerlendirilen Hüseyin Gülerce, Şirin’in bu yazısının ardından Zaman’daki köşesinde “Fitne” başlığını atar: Ayrıca münafıkların ihanetleri vardır. En yaralayıcı olan da bir dönem sizlerle birlikte olmuş sonra ayağı sürçmüş, gönlü kaymış, istikameti şaşmış, bakışları bulanıklaşmış olanların saldırı ve ihanetlere çanak tutmalarıdır. Bunlar günahsız, masum, temiz sineleri hançerleyip dururlar. (…)

(…) Bu yazıdan 10 yıl sonra Gülerce de Nurettin Veren gibi oldu diyelim ve yazıya devam edelim. Zaman yazarı, Veren üzerinden Emin Şirin ve onunla görüşüp haber yapanları hedef alır: Şimdilerde bir de münafıkların dümen suyunda hasbiler yaptığı her güzel fiili, yeri ve zamanını kullanarak kendine basamak yapmayı reddeden irade topluluğuna saldırıya geçenler var. Ebedi hasımlarla, rüyalarında bile yan yana gelmeyecekleri hainlerle kol kola girenler var. Onlardan medet umuyorlar, onların gölgesine sığınıyorlar. Asırlık düşmanlarımız; nifak ekenlerle ve kendini inkar edenlerle kol kola girse de bu millet, ışığı görmüşken Allah’ın izniyle artık sendelemeyecek, diriliş ruhu ile büyük yürüyüşüne inançla, azimle devam edecektir. Biz de kim kıştan yana, kim bahara uyanmış bir daha test etme imkânını bulacağız.”

GÜLERCE VE TOKAK, ŞİRİN’İ ZİYARET EDİYOR

Gazeteci Erkin kitabında olayı anlatmaya şöyle devam etti:

“Düello devam eder. Şirin bir gün sonra, 26 Kasım günü haberx.com’daki köşesinden Gülerce’ye “Fethullah Gülen’in Nurettin Veren’in İddialarına Cevap Vermesi Lazım (2)” başlığıyla yanıt verir. Gülerce’nin kendisine telefonda, Nurettin Veren’in görüşlerinin doğru olmadığını, aşırı sinirli bir hareket tarzı içinde olduğunu, esas ana faaliyetlerinin eğitim faaliyetleri çerçevesinde kaldığını söylediğini anlatır.

Nurettin Veren, Emin Şirin’e Cemaat içerisindeki kurumlarda hangi görevlerde bulunduğu ve kendisine verilen yetkilerle ilgili belgeler yollamıştır. Emin Şirin kendisine Nurettin Veren’den gelen Cemaat’le ilgili belgeleri Hüseyin Gülerce ve Harun Tokak’a gönderir. Cemaat harekete geçer. İlk tehdit gelir. İstanbul Beşiktaş’taki Milletvekili Konukevi’nde Gülerce ve Tokak, Şirin’i ziyaret ederler. İki isim “Ağabey, biz seni çok severiz, bunları niye yapıyorsun?” der. Şirin de şu yanıtı verir: “Benim yaptığım konuları adalete intikal ettirmek.” Şirin, Nurettin Veren yazılarından ve o görüşmeden sonra 30 Kasım’da (2004) o dönem Cemaat’in sivil toplum kuruluşu Gazeteci ve Yazarlar Vakfı Başkanı Harun Tokak’tan bir mesaj alır. Tokak şöyle demektedir: Nurettin Veren’in gönderdiği belgeler bir zaman kendisine verilen ve daha sonra sizin de bildiğiniz gibi suiistimal ettiğinden dolayı geri alınan yetkiyi ifade ediyor. Eğer bir kurumda alacağı varsa bunun yolu sağda solda Sayın Gülen’e ve arkadaşlarına hakaret etmek ve iftiralarda bulunmak değildir. Kendi imzasıyla iftira ettiğini, yalan söylediğini, öç almak için yaptığını itiraf eden (kendi el yazısını size gösterdik) bir şahsa hâlâ itibar etmeniz bizi fazlasıyla rencide etmektedir. Maksadınızı anlamakta zorlandığımızı bilmenizi isteriz. Son cümleyi vurgulayalım: ‘Maksadınızı anlamakta zorlandığımızı bilmenizi isteriz…’”

DÜŞMANLIK BU YAZIŞMADAN SONRA BAŞLAR

Kitapta Şirin’in Tokak’a yanıt verdiği belirtilerek. Şirin’in gönderdiği şu yanıta yer verildi:

“‘Mesajınızı aldım, teşekkür ederim. İlişikte size, aldığım e-mail’lerden bir tanesini yolluyorum. Şimdi Zaman gazetesinin benimle bir röportaj yapması lazım. Ekrem Dumanlı’nın zannederim bugünlerde Nuriye Akman’ı görevlendirip bana göndermesi iyi olurdu. Pek tabii Hüseyin Gülerce Bey de benimle program yaparsa isabetli olur…'

AKP eski milletvekiline göre Gülerce-Tokak görüşmesi ve bu yazışmalardan sonra düşmanlık başlar…”

“GÖZYAŞLARIYLA DİNLİYORDU”

Hüseyin Gülerce kitapta yer alanlarla ilgili Odatv’ye yaptığı açıklamada bulundu. Gülerce olayın doğru olduğunu belirterek şu ifadeleri kullandı:

“Olayla farklı zamanda şekilde geçse de söyledikleri doğru. Ben o dönemde Nurettin Veren’le ilişkisinden dolayı Veren’in o sırada bütün camiada o dönem cemaat diyelim zarar verdiği konuşulduğu için, Sayın Şirin’in Nurettin Veren’le böyle gözükmesinin doğru olmayacağını anlattım ama bunun sebebi kitapta yazıldığı gibi benim o günlerde Gülen’in basındaki sesi olmam değil. Şimdi Emin Şirin milletvekili olmazdan önce Nazlı Ilıcak’la evliydi. O gün için cemaat olan yapı içerisinde diyaloğu en iyi olan bendim. Onlarla ailecek görüşüyorduk. Evlerine gidiyordum. En önemlisi şuydu; ben Amerika’ya Pensilvanya’ya senede ortalama 2 defa gidiyorum. İlginçtir her gidişimden sonra bunu Nazlı Ilıcak’la Emin Şirin takip ediyordu. Ben döner dönmez hemen ertesi gün veya bir iki gün sonra Emin Şirin beni arıyordu ‘Ayağının tozuyla Amerika’dan geldin. Hocaefendiyle ilgili biz seni dinlemek istiyoruz’ diyordu. Bu bir defa iki defa olmadı. Hemen her dönüşümde Ortaköy’de bir mekanda oturduk. Bazen çay içtik bazen birlikte yemek yedik. Üçümüz, Emin Şirin, Nazlı Ilıcak ve ben. benim o güne kadar Fethullah Gülen’i sevenler arasında Emin Şirin statüsünde hiç karşılaşmadığım bir şeye şahit oluyorum. O da şu; bana Gülen’le ilgili ne konuştuğumuzu, nasıl olduğunu, sağlığını falan sorup beni konuşturuyor, ben konuştukça Emin Şirin ağlıyordu. Ben böyle bir hayranlık o statüdeki insanlardan yani laik kesimden bir insan mütedeyyin kesimden gelmiyor. Bu benim çok dikkatimi çekiyordu. Ben Gülen’i anlatıyorum, oradaki intibalarımı anlatıyorum. Gözyaşlarıyla ağlıyor Emin Şirin.”

“SAMİMİYETİMİZ PENSİLVANYA DÖNÜŞÜ OTURMALARIMIZDAN KAYNAKLI”

Her dönüşte beraber olmalarının samimiyetlerini arttırdığını belirten Gülerce açıklamasına şöyle devam etti:

“Dolayısıyla Nurettin Veren’in elinden tuttuğu sırada o dönemde ben bu aramızdaki hukuktan hareketle kendisine ‘Siz bu işe karışmasanız, Nurettin Veren’le yan yana gözükmesiniz. Bizim eğitim hizmetlerimiz önemli. Bu hizmetle alakalı bir iç mesele’ olduğunu anlatmaya çalıştım. Tabi o dönem Fethullah Gülen’in adı bir terör örgütüne dönüşmemiş bir cemaat hareketi eğitim diyalog hareketi olarak biliniyor. Hatırlarsınız Abant toplantılarına neredeyse Türkiye’deki en öndeki liberallerin hepsi geliyordu. Siyasilerin, her partiden hepsi geliyordu MHP hariç. Yani diyeceğim o günkü şartlarda düşünülmesi lazım. Benim özellikle üstünde duracağım şey Emin Şirin’le aramızdaki samimiyete binaen onu aradım. O samimiyet de o Pensilvanya dönüşlerindeki üçlü oturmalar sırasında Emin Şirin’in beni ağlayarak dinlemesinden kaynaklandı. Böyle aramızda hukuk vardı, samimiyet vardı. Benim en çok şaşırdığım şey Gülen’e gözyaşlarıyla bağlılık gösteren bir insan milletekili olduktan sonra ne oldu da o dönemde dönüş yaptı onu hala çözebilmiş değilim.”

EMİN ŞİRİN’DEN GÜLERCE’YE YANIT

Emin Şirin, kitpta yer alan iddialara yanıt veren Hüseyin Gülerce’nin açıklamalarını değerlendirdi.

“Olayla farklı zamanda şekilde geçse de söyledikleri doğru. Ben o dönemde Nurettin Veren’le ilişkisinden dolayı Veren’in o sırada bütün camiada o dönem cemaat diyelim zarar verdiği konuşulduğu için, Sayın Şirin’in Nurettin Veren’le böyle gözükmesinin doğru olmayacağını anlattım” diyen Gülerce’ye Emin Şirin “Ne zamanmış?” diyerek sorarak aralarında geçen konuşmayı doğruladı.

“Onlarla ailecek görüşüyorduk” diyen Gülerce’nin bu iddiasına ise Emin Şirin “Hüseyin Gülerce’nin ailesini tanımıyorum” yanıtını verdi.

Gülerce’nin “Evlerine gidiyordum. En önemlisi şuydu; ben Amerika’ya Pensilvanya’ya senede ortalama 2 defa gidiyorum. İlginçtir her gidişimden sonra bunu Nazlı Ilıcak’la Emin Şirin takip ediyordu” sözlerine karşılık ise Emin Şirin “Tamamen yanlış. Benim ABD ziyareti, 1999 sonunda sadece bir kere. Eğer benim, kendisinin ABD ziyaretlerini takip ettiğimi kast ediyorsa, yanlış, hayal. Eğer Nazlı hanımla irtibatta olup, bunu bana bağlıyorsa, bilemem” açıklamasında bulundu.

“Ben döner dönmez hemen ertesi gün veya bir iki gün sonra Emin Şirin beni arıyordu ‘ayağının tozuyla Amerika’dan geldin. Hocaefendi’yle ilgili biz seni dinlemek istiyoruz’ diyordu” diyen Gülerce’ye Emin Şirin şöyle yanıt verdi:

“Tamamen yanlış, ben Hüseyin Gülerce’nin seyahat programlarını bilmem, Hüseyin Gülerce’yi arayıp bu şekilde bir ifadede bulunmuşluğum yok. Eğer Nazlı hanımla irtibatta olup, bunu bana bağlıyorsa, bilemem.”

Emin Şirin, Gülerce’nin “Bu bir defa iki defa olmadı. Hemen her dönüşümde Ortaköy’de bir mekanda oturduk. Bazen çay içtik bazen birlikte yemek yedik” sözlerine ilişkin de “Belki bir kere yemek yemişizdir. Herhangi bir görüşmenin Hüseyin Gülerce’nin ABD seyahatlerinden sonrasına geldiğini bilemem” açıklamasını yaptı.

Gülerce’nin “Üçümüz, Emin Şirin, Nazlı Ilıcak ve ben. Benim o güne kadar Fethullah Gülen’i sevenler arasında Emin Şirin statüsünde hiç karşılaşmadığım bir şeye şahit oluyorum. O da şu; bana Gülen’le ilgili ne konuştuğumuzu, nasıl olduğunu, sağlığını falan sorup beni konuşturuyor, ben konuştukça Emin Şirin ağlıyordu. Ben böyle bir hayranlık o statüdeki insanlardan yani laik kesimden bir insan mütedeyyin kesimden gelmiyor. Bu benim çok dikkatimi çekiyordu. Ben Gülen’i anlatıyorum, oradaki intibalarımı anlatıyorum. Gözyaşlarıyla ağlıyor Emin Şirin” iddiasına ise Emin Şirin şöyle açıklama getirdi:

“Kesinlikle böyle bir olay yok. Beni ya, başkaları ile karşılaştırıyor, veya başka bir problemi var. Gülerce ile yapılan bir kaç görüşmede konuşulan konular siyaset, yaklaşan seçimler, 28 Şubat, AKP konuları idi. 1999’daki Gülen görüşmesinden sonra benim Gülen’le ilgili gözyaşı dökeceğim hiçbir şey olmadı. Gülen’le ilgili gözlerimin yaşardığı tek gün, daha önce ki bir tarihte Türkmenistan’da çölün ortasındaki okullarında Türk bayrağını gördüğüm gündür.”

Hüseyin Gülerce’nin seyahat programını bilmediğini tekrarlayan Emin Şirin, “Herhalde dönüşlerinde mesajları yaymak için Nazlı Hanım ve yanında benimle görüşmek istemiştir” dedi.

Gülerce’nin kendisine “Siz bu işe karışmasanız, Nurettin Veren’le yan yana gözükmeseniz. Bizim eğitim hizmetlerimiz önemli. Bu hizmetle alakalı bir iç mesele’ olduğunu anlatmaya çalıştım” dediği iddiasına yanıt veren Emin Şirin “Doğru ama cevabımı söylemeyi unutmuş. Ben de cevaben ‘iddialar ciddi, adalete intikal etmesi lazım. Kendinize güveniyorsanız neden çekiniyorsunuz?’ dedim” diye ekledi.

Emin Şirin, Gülerce’nin “Tabi o dönem Fethullah Gülen’in adı bir terör örgütüne dönüşmemiş bir cemaat hareketi eğitim diyalog hareketi olarak biliniyor” sözleriyle ilgili ise şunları söyledi:

“Konunun zaten hassas noktası burası. Gülen hareketi , Gülerce ile görüşmemizden uzun süre önce bir paralel devlet yapılanmasına dönüşmüştü. Gülerce , Gülen hareketini samimi olarak sadece bir eğitim faaliyeti olarak görse , benim konuyu mahkeme dosyasına ve savcılığa intikal ettirmeme itiraz etmek bir yana, Veren’in iddialarını çürütmek ve aklanmak için teşvik bile etmesi gerekirdi. Sonuçta, mahkeme dosyasına intikal ettirmek üzere yolladığım belgeler hasır altı edildi, ve Fetullah Gülen 2008 de beraat etti.”

Gülerce’nin “Hatırlarsınız Abant toplantılarına neredeyse Türkiye’deki en öndeki liberallerin hepsi geliyordu. Siyasilerin, her partiden hepsi geliyordu MHP hariç. Yani diyeceğim o günkü şartlarda düşünülmesi lazım. Benim özellikle üstünde duracağım şey Emin Şirin’le aramızdaki samimiyete binaen onu aradım. O samimiyet de o Pensilvanya dönüşlerindeki üçlü oturmalar sırasında Emin Şirin’in beni ağlayarak dinlemesinden kaynaklandı. Böyle aramızda hukuk vardı, samimiyet vardı. Benim en çok şaşırdığım şey Gülen’e gözyaşlarıyla bağlılık gösteren bir insan milletvekili olduktan sonra ne oldu da o dönemde dönüş yaptı onu hala çözebilmiş değilim” şeklindeki sözlerine ise Emin Şirin şu yanıtı verdi:

“Yukarıdaki konuların tekrarı... ‘ağlama’ alışkanlığı Hüseyin Gülerce’nin mensup olduğu Cemaat’in alışkanlığı. Hayatta beni de ağlatan konular oldu, ama Gülerce’nin anlattığı olay vakii değil. Sonuçta Nurettin Veren konusunu doğruluyor, neden bu konuya müdahale etme ihtiyacı duydu? Benim bu konuyu adalete intikal ettireceğimi, hatta ettirdiğimi kimden duydu? Nasıl öğrendi? Tekrar edeyim: benim bu konuyu adalete intikal ettireceğimi, hatta ettirdiğimi kimden duydu? Nasıl öğrendi?”

Odatv.com

"AKP ve bürokraside kimin Gülen ile ne ilişkide olduğunu iki kişi biliyor; Erdoğan ve Fidan"
16 Temmuz 2017



Hürriyet yazarı Murat Yetkin "AK Parti’de ve bürokraside en üst görevlerde bulunmuş isimler dâhil, istihbarat raporlarına göre kimin Fethullah Gülen ve gizli örgütlenmesiyle ne işe girmiş olduğunu en azından iki kişinin bildiğinden emin olabiliriz" diye yazdı. Yetkin bu iki ismin Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan olduğunu iddia etti.

Murat Yetkin'in Hürriyet'te "Erdoğan’ın da darbeye direnenlere bir borcu var" başlığıyla yayımlanan (16 Temmuz 2017) yazısı şöyle:

Geçen yıl bu gece Türkiye büyük bir felaketin eşiğinden döndü.

Karşı karşıya kalınan korkunç bir haksızlıktı. Artık Türkiye’de askeri darbeler devrinin kapandığını düşündüğümüz bir sırada vurdular.

Kendi adıma, darbeye kalkışıldığına kani olduğum an evden fırlayıp işe koşarken de, köprüyü tutup halka acımasızca ateş edip öldürenlerin, ihanet içinde Meclis’i bombalayanların, zorbalıkla Yurtta Sulh Konseyi dedikleri çete bildirisini yayınlayanların haberini yaparken de, haber merkezimizi darbecilerin baskınına karşı arkadaşlarımızla savunmaya çalışırken de duyduğum his sadece öfkeydi.

Ayrıntılarına artık girmeyeceğim. Yeterince yazıldı. Herkes hayatın kendi önüne çıkardığı payıyla o geceyi yaşadı. Kim kime o geceyi nasıl atlattığını, nasıl anlatırsa anlatsın, kendi vicdanına karşı ne yaptığını, o geceden alnının akıyla çıkıp çıkmadığını biliyor.

Önümüzdeki Pazartesi günü, 15 Temmuz’u 16’ya bağlayan gece Doğan Medya binasının Hürriyet gazetesi ve CNN Türk televizyonunun basılması ile ilgili dava başlayacak. Darbe kalkışması adına baskını yapanlar hakkında suç duyurusunda bulunduğumuz için Erdoğan Aktaş ve ben kendi payımıza (ve kurumumuz payına) düşen hesaplaşmayı mahkemede yapacağız.

Ancak açılan davaların bu adaletsiz, haksız, kanlı darbe kalkışmasıyla hesaplaşmada yeterli olmayacağını biliyorum.

Çünkü Türkiye’de zaten 15 Temmuz 2016 öncesinde de gayet sorunlu işleyen demokratik hayata, hatta muhtemelen cumhuriyet rejimine Cumhurbaşkanının şahsında yapılan bu yıkım hamlesi siyasidir.

Mahkemeler, eğer işlerini gereğince yapıp adalet dağıtabilirlerse, kalkışmanın suçla ilgili kısmıyla hesaplaşmayı yapabilir. Siyasi hesaplaşma mahkemeleri de içeren, ama onun ötesine geçen siyasi bir süreci gerekli kılıyor.

Ne yazık ki son birkaç ayda yaşanan bazı gelişmeler, siyasi hesaplaşmanın, üstelik darbe girişiminin hedefi halindeki AK Parti tarafından ötelenmekte, seyreltilmekte adeta unutturulmakta olduğu kuşkusunu doğuruyor bende.

Tuhaf şeyler oluyor. Örneğin Başbakan Binali Yıldırım, geçenlerde İstanbul’da düzenlediği basın toplantısında “FETÖ temizlendi mi, tehlike geçti mi?” mealindeki bir soruya “Her şey bitmiş değil, şaşırtıcı şeyler olabilir” mealinde cevap verirken, yani Başbakanın cümlesi tamamlanmadan yapılan bir müdahale oluyor. Başbakan Fethullahçı örgütlenmenin hala tehlikeli olabileceğine dikkat çekmeye çalışırken, daha cümlesi bitmemişken adeta panik içinde araya sokuşturulan “CHP’nin adalet yürüyüşü” sorusuyla hedefin saptırılması söz konusu. Bu yapılanın siyasetteki karşılığı basın operasyonu, psikolojik harekât operasyonudur; birileri şimdiden dikkati Fethullahçıların üzerinden dağıtmaya mı çalışıyor?

Kimse kimseyi kandırmasın, sonsuza dek kandıracağını da sanmasın.

Evet, Fethullahçı örgütlenmenin önü özellikle 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle, o zamanki ABD Soğuk Savaş çizgisinin toplumsal uyanışın önüne, o pek sevdikleri tabirle “ılımlı İslamcıları” çıkarmayı öngörmesine paralel olarak açıldı.

Evet, o zamandan bu zamana Türkiye’deki bütün hükümetler, Taliban’dan El kaideye İslam adına her türlü vahşeti sergileyen örgütlerin yanında dinler arası diyalog vaz eden, efendim Papa’yla görüşüp okullar açan Gülen ve cemaatiyle flört ettiler; bunu oy ve nüfuz kaygısıyla yaptılar.

Ama Fethullahçıların devlet kademelerinde asıl yükselişinin 2002-2012 döneminde AK Parti iktidarlarında olduğu bir gerçek. Bunda hem Anavatan Partisi döneminden itibaren devlete alınan kadroların artık kıdem kazanmalarının, hem rakiplerinin tasfiye edilerek onların tayin, terfi almasının, hem de sınav yolsuzlukları ve siyasi torpil mekanizmasıyla yeni kadroların Cemaat üyeleriyle doldurulmasının payı oldu. Devlet yapısından, özellikle ordu, adalet ve eğitim bünyesindeki laik gelenekçileri temizlemek için Fethullahçı kadrolara güvenen, onlarla işbirliğine giden AK Parti, kendi eliyle ne tür bir canavarı büyüttüğünü görmeyecek kadar kendisiyle meşgul ve gururluydu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 15 Temmuz kalkışmasının bastırılması ardından “Rabbim ve milletim bizi affetsin” demişti. Bu sözleri kazıdığınızda altından Gülen’in “Ölülerinize bile oy kullandırın” dediği 2010 referandumu sonrasında, dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in “Adaleti cemaate teslim ediyoruz” uyarısına Erdoğan’ın “Kıblemiz aynı” cevabını vermesinden pişmanlığının bulunduğunu var sayabiliriz.

Şimdi burada tek tek hangi AK Parti yetkilisinin daha yakın zamana dek Fethullah Gülen’e nasıl övgüler düzdüğüne girmeyeceğim, hemen hemen hepsi oradaydı.

Belki bazı bakanlar, milletvekilleri safların zayıflamasından endişe eden AK Parti yönetiminin Fethullahçıların siyasi bağlantılarını halının altına süpüreceğini düşünerek rahatlıyorlar.

Tabii o isimleri bilen birkaç kişi var. Örneğin MİT Müsteşarı Hakan Fidan biliyor. MİT Müsteşarının doğrudan Başbakan’a, ayrıca Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanına bilgi vereceği MİT yasasında yazıyor. Ama daha 15 Temmuz öncesinde devlet farklı işlemeye başlamıştı.

15 Temmuz 2016 kalkışmasının getirdiği siyasi ortam ve 20 Temmuz 2016 olağanüstü hal koşullarında yapılabilen 16 Nisan 2017 referandumu ardından Fidan’ın bu isimleri en azından Cumhurbaşkanı Erdoğan ile tam liste olarak paylaştığını söylemek mümkün.

Yani AK Parti’de ve bürokraside en üst görevlerde bulunmuş isimler dâhil, istihbarat raporlarına göre kimin Fethullah Gülen ve gizli örgütlenmesiyle ne işe girmiş olduğunu en azından iki kişinin bildiğinden emin olabiliriz: Erdoğan ve Fidan.

Dolayısıyla hangi taşlar yerinden oynatılırsa kulenin sarsılacağını, hangi taşlara dokunulursa kimlerin, hangi yapıların Pennsylvania’dan belki de iftira ve şantaja maruz kalacağını, tekrar edelim, MİT raporlarının ve kendi siyasi istihbarat ağının bildirdiği ölçüde Erdoğan görüyor.

Darbe kalkışmasının birinci yılında Resmi Gazetede yayınlanan yeni bir Kanun Hükmünde Kararname ile binlerce kişinin daha kamudan çıkarılması bu konuda bir kararlılık işareti gibi görünüyor.

Ancak iş bürokrasiye gelince gösterilen kararlılığın siyasi bağlantılarda da gösterilmesi lazım. Çünkü siyasi hesaplaşma gerçekleştirilmeden Türkiye’nin kapısı gelecekte bu tür başka komplolara da açık duracak.

Siyasi hesaplaşma konusunda en büyük sorumluluksa, artık bütün yürütme gücüne sahip olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın omuzlarında; 15 Temmuz gecesi darbecilere direnen, vatanına ve demokrasiye sahip çıkan herkese karşı bu da, “Rabbim ve milletim bizi affetsin” diyebilen Erdoğan’ın borcu sayılabilir.

ETİKETLER
hakan fidan erdoğan haber açıklama murat yetkin darbe
T24

Fethullahçıların cezaevindeki 24 saati nasıl geçiyor
18.07.2017

Vatan Partisi Ankara Gençlik Kolları Başkan Yardımcısı Anıl Eren Yıldız, "telefonunda ByLock bulunduğu" gerekçesiyle FETÖ’den tutuklanmıştı...

Vatan Partisi Ankara Gençlik Kolları Başkan Yardımcısı Anıl Eren Yıldız, "telefonunda ByLock bulunduğu" gerekçesiyle FETÖ’den tutuklanmıştı.

Yıldız, 66 gün tutuklu kaldıktan sonra tahliye edilerek tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştı.

Aydınlık'tan İsmet Özçelik, Yıldız'la bir söyleşi gerçekleştirerek, FETÖ’cülerle geçirdiği 66 günü konuştu.

Özçelik'in Yıldız'la gerçekleştirdiği söyleşi şu şekilde:

-Ne oldu da tutuklandınız? Telefonunuzda ByLock çıktığı söylendi. Olayı bir de senden dinleyelim.

-Kullandığım telefon hattı Ordu’da memur olan ağabeyim adına kayıtlıydı. Bu hatta ByLock olduğu söylendi. Bu nedenle ağabeyim önce açığa alındı, sonra meslekten ihraç edildi. Savcılık aşamasında ben devreye girdim, hattı kendimin kullandığını söyleyince gözaltına alınan ağabeyim serbest bırakıldı, ben tutuklandım. Ordu Perşembe Efirli cezaevine kondum. Telefonuna ByLock yüklendiği iddia edilen tarihte lise son sınıf öğrencisiydim. Gerek GSM, gerekse MİT raporlarında bu programın tespiti konusunda yanlışlar olabileceği ifade edildi. İtiraz ettik, bir yanlışlık olduğunu söyledik. Şahsımla ilgili araştırma yaptılar, itirazlarımı değerlendirdiler. Serbest bıraktılar.

- Hapiste kaç gün kaldın?

-66 gün.

-Koğuştaki herkes FETÖ’den mi tutukluydu?

-Koğuşun tamamına yakını FETÖ’cü suçlamasıyla oradaydı.

-Sen koğuşa gelince ne yaptılar? Senin kim olduğunu nasıl öğrendiler?

-Koğuşa ilk girdiğimde beni Tayyip Erdoğan’ın 7 yıl korumalığını yapan bir polis memuru karşıladı. Beni Ordu ili 5. imamı olan bir öğretmenin yanına götürdü. FETÖ imamı o sırada meşguldü. 5 dakika kadar bekledik. Bana cemaatin hangi bölümünden olduğumu sordu. Ben de cemaatle hiçbir ilgim olmadığımı Vatan Partili olduğumu söyledim. İnanmak istemedi. Ben sert bir şekilde tekrarlayınca tavırları değişti. Sonra beni koğuştaki diğer FETÖ’cülerle tanıştırmak için avluya çıkardı.

-Örgütsel yapı orada da işliyor muydu?

-Tabi. Örgütün il yapılanmasında üst düzey yönetici olan 3-4 kişi koğuşta etkindi.

-Sonra ne oldu?

-Diğer FETÖ’cülere beni ,“Bakın bu Perinçek’in adamıymış” diye tanıttı. Oradakiler şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Arkasından da gülmeye, kendi aralarında gizli gizli konuşmaya başladılar.

-Seni ajan mı sandılar?

-FETÖ’cü olup olmadığımı iyice anlamak için “Dershanemize bile gitmedin mi?” sorusunu yönelttiler. Durumumu anlayınca , benim içerden bilgi almak amacıyla gönderildiğimi öne sürdüler.

-Neler söylediler

-Bana “Darbeyi Perinçek’in adamları yaptı. Amaç bizi buraya attırmaktı. Avrupa bunu biliyor” dediler.

-Sana kötü davrandılar mı?

-Vatan Partili olduğumu öğrenince soğuk davrandılar. Aramızda sert tartışmalar yaşandı. Koğuş 16 kişilikti. Ama 38 kişi kalıyorduk. Yer sorunu oldu. Yöneticiler bazı özel isimleri benimle kalmaya zorladılar. Ertesi gün birçok gazetede benimle ilgili haberleri görünce tavırları değişti. Birden bir Eren Bey oldum. Peş peşe Ergenekon, Balyoz, Türkiye’nin içinde bulunduğu durum gibi konularda sorular sormaya başladılar. Bu tartışmaları koğuştaki herkes dinliyordu.

"SENİN BURADA OLMAN BİZİM İŞİMİZE YARAR"

-Daha sonra tepkileri değişti mi?

-Ordu ili polis imamı olduğu söylenen, diğer polislerin de saygı gösterdiği Harun Y. adındaki polis yanıma gelerek şunları söyledi:

“Senin burada olman bizim işimize yarar. Davaların seyrini değiştirir. Senin ByLock’la suçlanman biz toptan kurtarır. ByLock iddiaları çökertir. Bunda alınacak bir şey yok. Belki de Allah katında sen buraya bunun için gönderildin.”

-FETÖ’cülerle bir gününüz nasıl geçiyordu?

-Benim bir günümle onların bir günü arasında fark vardı. Ben kahvaltıdan sonra gazeteleri okur, sabah sporunu yapardım. Sürekli kitap okuyordum. Onlar ise sabah kahvaltıdan sonra toplu tespih çekerek, namaz kılarak , Kur’an okuyarak zaman geçiriyorlardı. Birbirleriyle iletişim kurmaları bile sınırlıydı.

GECE 04.00-06.00 ARASI BEDDUA SEANSI

-Koğuşta “Beddua seansı” da yapıyorlar mıydı?

-Namazları örgütün televizyonu STV’de program da yapan Ömer adındaki kişi kıldırıyordu. Gece “teheccüd namazı” kılarlardı. Bu sırada hapiste direnci arttırmak için birbirlerini motive ediyorlardı. “Allah bizi buraya bilerek gönderdi. Dışarıdaki günahlardan arınıyoruz. Tuttuğumuz her oruç, kıldığımız her namaz dışarıdakinin bin katı değerindedir. Kutlu gün yakında. Siz ibadetten noksan kalmayın. Sebepler dairesinde camianın mükafatı büyük” derledi.

Bunların dışında “Riyazet orucu” tutan yöneticiler vardı. “Hocaefendi tavsiye ederdi” diyerek 3 yönetici 40 gün boyunca “Riyazet orucu” tuttu. Bu süreçte iftarda hiç hayvansal gıda yemedi.

Ayrıca her gece sabah saat 04.00-06.00 arasında “Beddua seansı” yapılırdı. Bu seanslarda özellikle Erdoğan’a “yezit” denilerek, kendilerini hapse atanlara ve onları destekleyenlere beddualar edilirdi. Bir seferinde imamlardan Ömer bana, “Aslında baş yezid Doğu Perinçek’tir. Hizmete bu zulüm Erdoğan’ın aklına gelmez, bir tek onun aklına gelir. Erdoğan’ı nasıl kandırdınız” diye sormuştu.

'EVET' ÇIKARSA SONSUZA KADAR KURTULURUZ

-16 Nisan halk oylamasında FETÖ’cülerle beraberdiniz. Tercihleri nasıl oldu?

-Örgüt imamları 16 Nisan halk oylamasında koğuştaki FETÖ’cüleri “Evet” oyu vermeye zorladılar. Nedenini de şöyle açıklıyorlardı: “Hayır’ın kazanması bizi kısa vadede rahatlatır. Ama uzun vadede ‘Evet’ kazanırsa Yezit ve güruhundan sonsuza dek kurtulacağız."

Ama alt düzeydeki FETÖ tutukluları buna pek itibar etmedi.

NİSAN’DA İÇ KARGAŞA BEKLENTİSİNE GİRDİLER

-16 Nisan referandumu sonrası sokakların karışması ve iç çatışma çıkması beklentisi içine girdiler. Koğuşta çeşitli kaos senaryolarını tartıştılar. Televizyon ve radyo olmadığı için sonuçları zamanında öğrenemedik. İmamlar sonuçları öğrenmek için yoğun çaba gösterdiler. Dışarıdaki araba seslerinden anlamlar çıkardılar. Bir ara dışarıdan 2 el silah sesi geldi, çok mutlu oldular.

Odatv.com

Kuzu’yu, Fetö’ye götüren kişiye İBB’den onur gecesi
ERERK ACARER
22.07.2017



Gülen ve Burhan Kuzu’nun birlikte samimi bir şekilde gözüktüğü fotoğraflardaki ‘o kişi’ Abant platformu organizatörü ve dinler arası diyalog programının mucidi. Henüz birkaç yıl önce bile cemaatçi olduğu için tepki gösteriliyordu. Bugün, şahsına İBB tarafından saygı gecesi yapılıyor!

Türkiye’de FETÖ/PDY’ye yönelik operasyonlar hız kesmeden sürüyor. Adeta insan avı yaşanıyor. FETÖ ile ilgisi olmayan kişiler de kamu kurumlarındaki görevlerinden, üniversitelerden atılıyor. Dahası yolu hiç bir zaman cemaatle kesişmeyenler gözaltına alınıp tutuklanıyor.

Tüm bu ‘kaos’ içinde, muhalefet ısrarla ‘neden cemaatin siyasi ayağına ulaşılamıyor, paralel yürünen bu yolda ve iç içe geçmiş AKP-FETÖ ilişkilerinde nasıl oluyor da hiçbir siyasetçinin cemaat izine rastlanmıyor?” diye soruyor. AKP’li ya da AKP’ye yakın şahısların, damatların FETÖ operasyonlarında alınıp bırakılması ise kamuoyunun vicdanını yaralıyor.

Kuzu ‘kaosu’ seçti

AKP ve Cemaat ilişkilerini anlatan arşivler duruyor. Belgeler, ilişkiler ortada. AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Cemaatle ilişkiler konusunda günah çıkarırken, ‘kandırıldık’ diyor.

AKP siyasetçileri ise kendilerini aklama çabası içinde toplumun aklıyla alay eden ve devlet adamına yakışmayan yöntemler kullanıyor. Bu ‘yöntemlerde’ bazı isimler öne çıkıyor. Anayasa Profesörü, AKP İstanbul Milletvekili ve MYK üyesi Burhan Kuzu’nun özellikle sosyal medyada yaptığı paylaşımlar dikkat çekiyor. 7 Haziran 2015 seçimlerinin hemen ardından AKP’nin kaybettiği seçimi, ‘Millet kaosu seçti’ sözleriyle anlatan Kuzu, ‘photoshop’lanmış’ fotoğrafları bile kullanmaktan çekinmiyor. Gerçekte Fethullah Gülen ile Erdoğan’ın birlikte olduğu bir fotoğrafa montaj ile CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun yerleştirilmiş halini servis edebiliyor. Ötesinde bunu algı yaratmak için yaptığını söylemekten bile çekinmiyor.

Gerçek fotoğraflar ne olacak?

Ne var ki ortada özellikle Burhan Kuzu’ya ait gerçek fotoğraflar var. Bu fotoğrafları “Çok eskideydi” diye geçiştiren Kuzu, AKP’nin Fethullah Gülen ile ilişkilerinin de uzun yıllar öncesinde kaldığına vurgu yapıyor. Ne var ki özellikle sosyal medyada çok sık kullanılan iki fotoğrafta ortaya çıkan önemli detay, gerçeğin farklı olduğunu gösteriyor. O fotoğraflardan anlaşılan şu: AKP, bir yandan cemaat operasyonlarını yürütüyor, diğer yandan da önemli cemaatçilerle ilişkilerini sürdürüyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde de (İBB) devlet kurumlarında da ilişkiler kesintiye uğramıyor.

İşte o fotoğraflardaki detaylar

Fotoğraflardan ilkinde, Burhan Kuzu, samimi bir biçimde, Fethullah Gülen ile tokalaşıyor. İkinci fotoğrafta ise yemek masasında oturuluyor. Fotoğraflarda çok üzerinde durulmayan bir kişi var. Bu Kenan Gürsoy. İlk fotoğrafta; ‘ikilinin’ hemen arkasında yer alıyor. Üzerinde gri bir takım elbise ve mavi gömlek var. 2’nci fotoğrafta ise Fethullah Gülen ile Burhan Kuzu’nun karşılarında oturuyor. Gürsoy felsefe profesörü. Zamanında Vatikan Büyükelçiliği yapmış bir hoca. Abant Platformu’nun organizatörü ve dinler arası diyalog programının yürütücüsü. Kenan Gürsoy, tarikatçı bir aileden geliyor. Anne tarafından dedesi Kenan Rifai Büyükaksoy. Rifai tarikatının İstanbul kanadının kurucusu olan Büyükaksoy, 1908-1925’te tarikatın dergâh şeyhliğini yapıyor.

Şeyhler, müritler Cumhuriyeti...

Tarikatçı bir aileden gelen Kenan Gürsoy’un o fotoğrafta işi ne? Aslında bu soru yanlış çünkü Kenan Gürsoy o fotoğrafın baş aktörlerinden biri. Fethullah Gülen ile devlet arasındaki aracının o olduğu iddia ediliyor. Kuzu’nun, ‘Hoca Efendisi’ne kavuşmasındaki aracı da o. Kenan Gürsoy, din-devlet-tarikat ilişkilerinden olsa gerek, Allah’ın yürü ya kulum dediklerinden. Erzurum Üniversitesi’nde genç yaşta profesör oluyor. Sonra Ankara Üniversitesi’ne atanıp kısa sürede burada dekan yardımcılığı yapıyor. Sonunda da Galatasaray Üniversitesi’nde dekan oluyor. Kamu ve devletten emeklilik tarihi yeni. 15 Temmuz 2016 sonrası. Gürsoy’un, solcu, demokrat, devrimci öğrenci sevmediği ve üniversiteden atılmasına sebep olduğu öğrenciler bulunduğu ileri sürülüyor. Gürsoy, halen Cenan Eğitim Kültür ve Sağlık Vakfı yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yapıyor.

İç içe geçmiş ilişkiler

Bunlar bizi bağlar mı? İlişkiler şimdi de birbirinin içindeyse şüphesiz! Bugün de ‘duruşu buz gibi belli’ kişilere İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından henüz iki ay önce saygı gecesi yapılıyorsa, Türkiye’de tüm olup biteni bir kez daha sorgulamak gerekir. Kamu kuruluşlarından atılıp ekmeklerinden edilen, sadece ByLock kullandıkları gerekçesiyle tutuklanan binlerce kişi bulunurken, 25 Mayıs 2017 günü, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından Prof. Dr. Kenan Gürsoy’a saygı gecesi düzenlenmesi aklımızla alay edilmesidir. Kadir Topbaş’ın yöneticisi olduğu İBB’nin organize ettiği Fatih Kültür Merkezi’nde düzenlenecek gece her nedense son anda iptal edildi! Söz konusu gecenin sponsorları arasındaki Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği’nin (Eskader) bulunuyor. Derneğin, Basın İlan Kurumu (BİMK) ve Diyanet Vakfı ile ortak yürüttükleri projeleri de bir dipnot olarak ekleyelim.

Muhterem Kuzu ve çok kıymetli İktidar Bey bu sorulara cevap verin

Artık kamuflaj kıyafeti giyenler komik duruma düşüyor. Nerede rüştünü ispatlamak isteyen bir hukukçu varsa başkalarının canını yakarak kendini aklamaya çalışıyor. 15 Temmuz’u anlatan filmi çeken yapımcı yönetmen FETÖ’cü çıkıyor. Belki de bu noktada, siyasetçilere, yerel yöneticilere, kurumlara ve devlete ayrı ayrı sorular sormak gerekiyor.

Sayın Kuzu; sizi hoca efendinize götürenlerle bugün de hale ilişkinizi sürdürüyor musunuz, Kılıçdaroğlu yerine kendi fotoğraflarınızı montajlamayı düşünür müsünüz?

Siz Topbaş... Acaba bu müthiş organizasyonlar sürecek mi? Hangi devlet kurumları bu organizasyonlara dâhil edilecek?

İçinde darbenin hiçbir siyasi ayağına rastlanmayan çok muhterem AKP iktidarı beyefendi, bizi enayi mi zannediyorsunuz?

AKP FETÖ burhan kuzu İstanbul Fethullah Gülen İBB Cemaat anayasa 7 Haziran CHP
Birgün

Güneş'in Yayın Yönetmeni'nden: Hocaefendi hayır duasını bizden eksik etmesin, Ekrem Dumanlı'yı yedirmeyiz
22 Temmuz 2017



Turgay Güler'in, Fethullah Gülen için kaleme aldığı yazı sosyal medyada gündeme geldi

AKP Merkez Karar ve Yönetim Kurulu üyesi işadamı Ethem Sancak'a ait Esmedya grubu bünyesindeki Güneş gazetesi, 10 insan hakları aktivistinin gözaltına alınması ve tutuklanması ve tutuklu gazeteciler için biraraya gelen dayanışma grubunu "24 Temmuz'da planlandığı iddia edilen kaos planının bir parçası" olduğu iddiasını öne süren yayınlarının ardından, Genel Yayın Yönetmeni Turgay Güler'in Fethullah Gülen'i savunan yazılarıyla da tekrar tartışma konusu oldu. Güler'in, "Hocaefendi" diye andığı "Fethullah Gülen'den hayır duası" istediği ve cemaatin kapatılan gazetesi Zaman'ın Genel Yayın Yönetmeni için "Ekrem Dumanlı'yı yedirmeyiz" dediği yazısı sosyal medyada paylaşılıyor.

Güneş gazetesi, 21 Temmuz Cuma günü, Whatsapp'ta, Cumhuriyet gazetesi davası için ilk duruşma tarihini vurgulayan "24 Temmuz'da Birlikte Özgürüz" ismiyle kurulan dayanışma grubunu "delil" olarak gösterdiği "haber"de, tutuklu Cumhuriyet muhabiri Ahmet Şık'ın eşi Yonca Şık ile gazeteciler Mustafa Hoş, Banu Güven, Nevin Lagendijik, Oda TV Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan ile CHP ve HDP milletvekillerini hedef göstermişti.

İnsan hakları aktivistleri ile 24 Temmuz grubunu hedef alan yayında "İhanetin merkez üssü olarak ise Kadıköy seçilmişti. Burada sözde 'kurtarılmış bir alan' oluşturulacak, İran uyruklu İsveç vatandaşı olan casus Ali Gharavi'nin haritada işaretlediği Güneydoğu başta olmak üzere tüm Türkiye'ye model olarak sunulacaktı" iddialarına yer verildi. Sabah grubuna bağlı Takvim gazetesi de internet sitesinde aynı iddiaları paylaşmıştı.

Bu yayınların ardından, Güneş Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Turgay Güler'in, Akşam gazetesinde "Ekrem Dumanlı ile pişti olmak" başlığıyla yayımlanan (29 Ekim 2013) yazısı tekrar gündeme geldi. Güler'in yazısı şöyle:

"Fethullah Gülen Hocaefendi rahatsızlandığında ilk arayanlardan biri Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dı.
Erdoğan ve Gülen arasındaki bu telefon görüşmesinin detaylarını Ekrem Dumanlı aktarıyor:
“Erdoğan zarif bir ses tonuyla geçmiş olsun dileklerinde bulundu. Hocaefendi de aynı zarafetle Sayın Başbakan’ın hatırını sordu, “Zahmet buyurdunuz...” dedi.
Söz sırası dualaşmaya gelmişti. İkisi de hem dua istedi birbirlerinden, hem dua ettiler birbirlerine.
“Görülmeye, duyulmaya, düşünmeye değer bir tabloydu”diyor Ekrem Dumanlı.
Ardından da haklı olarak ve dahi cesaretle ekliyor:
“Uzaktan bu manzarayı izleyebilseydiniz, eminim, ‘Yahu işgüzarlar! Artık aradan çekilin ki fitne ateşi sönsün!’ diyecektiniz. Öyle samimi öyle halisane bir iletişim vardı ortada...”

Güler'in, sosyal medyada 'Fethullah Gülen'den hayır duası istediği' bölümü çerçeve içine alınarak paylaşılan yazısı
Güler'in, sosyal medyada 'Fethullah Gülen'den hayır duası istediği' bölümü çerçeve içine alınarak paylaşılan yazısı:



Görüşmenin sonunda Hocaefendi arkadaşlarına dönerek, “Sesi çok güzel geliyordu” diyor ve o sesteki duruluk ve içtenliğe dair övgülerini sıralıyor.
Ekrem Dumanlı “Geçmiş olsun” başlığıyla kaleme aldığı yazısında bu ayrıntıyı çok önemsemiş.
Yüksek çözünürlüklü bir fotoğraf çekmiş.
Çok net göstermiş.
Malumu ilam etmiş.
“Gayrısı yalandır” demiş.
Dumanlı, iki paragrafa sığdırdığı bu gerçeği anlatırken mühim mesajlar veriyor.
“Görülmeye, duyulmaya, düşünmeye değer bir tabloydu” diyor.
Düşünmeye!
Kesinlikle haklı.
Bir başka yerde “Yahu işgüzarlar! Artık aradan çekilin ki fitne ateşi sönsün!” diye feveran ediyor.
Ancak bu kadar iyi ve böylesi bir cesaretle özetlenebilirdi.
Geçtiğimiz günlerde yine bu köşede kaleme aldığım bir yazıda, aynını kendi üslubumla dile getirmiştim.
O işgüzarlar o yazıyı fitne ateşine “odun” etti.
Dumanlı’nın kibarca “işgüzar” diye nitelendirdiği bu tipleri ben “fitne çetesi” olarak görüyorum.
İşte o fitne çetesi, kendilerine yönelik eleştirileri “cemaat eleştirisi” olarak göstermeyi başarıyor.
Neyse...
Gelelim asıl meseleye, Ekrem Dumanlı’nın yazısında zikrettiği işgüzarların kim olduklarını herkes çok iyi biliyor.
Dumanlı da.
Erdoğan’a en ağır hakaret ve iftiralarda bulunan “işgüzarlar” Dumanlı’nın pek uzağında değil.
Dumanlı’yı zor durumda bırakmamak adına kendisinin de yakından tanıdığı bu işgüzarların isimlerini şimdilik zikretmeyeceğim.
Şimdilik!
“Yahu işgüzarlar. Artık aradan çekilin ki fitne ateşi sönsün!” gibi üst perdeden bir tonlamayı Hocaefendi’nin bilgisi dahilinde yaptığı aşikâr.
Eminim ki gereğini de yapacaktır.
Bu arada yeri gelmişken bir kez daha Hocaefendi’ye Allah’tan acil şifalar diliyorum.
Hayır duasını bizler için de eksik etmemesini temenni ediyorum.
Ve son bir not.
Ekrem Dumanlı bundan böyle bu fitne çetesinin hedefinde olacaktır. Geçmişte de olduğu gibi.
Şüphesiz, Dumanlı’yı da yedirmeyiz."


ETİKETLER
turgay güler ekrem dumanlı fethullah gülen
T24

Soylu'nun Gülen arşivi ortaya çıktı
11.12.2017



İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 2011 yılında Cemaat'in faaliyetlerini askıya almasını söyleyen MHP lideri Devlet Bahçeli ve CHP’li İsa Gök’e tepki göstermişti.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun FETÖ elebaşı Fethullah Gülen ve FETÖ’nün firari Savcısı Zekeriya Öz’e yönelik övgü dolu sözleri dikkat çekti.

“Bir taraftan Sayın Bahçeli, Fethullah Gülen hakkında diğer taraftan İsa Gök yine Fethullah Gülen ve onunla birlikte hizmette bulunan insanlar hakkında ipe sapa gelmez, bir merkezden yönetildiği apaçık olan açıklamalarda bulunuyorlar. Bunu tesadüf olduğunu bana kimse söylemesin” diyen Süleyman Soylu şunları söylemişti:

“Buradan Türkiye’yi yönetenleri uyarıyorum, bu aynen 28 Şubat gibi, 12 Eylül öncesi gibi büyük bir senaryodur. Derin devlet bütün ama bütün her şeyiyle beraber harekete geçmiştir.

Bütün dünyanın üzerinde ittifak ettiği, dünyanın her noktasında okullarıyla eğitime yaptığı seferberliği hem diyaloğa hem dinler arası bir şekilde uzlaşmayı sağlayacak nefreti ortadan kaldırmaya çalışacak mümtaz bir şahsiyete saldırı vardır. Bu saldırının sebebi Fethullah Gülen değildir aslında Türkiye’de mazlum insanlar ilk defa iktidara gelmektedirler.

Bakan Soylu'dan Kılıçdaroğlu'na: Sen bittin Bakan Soylu'dan Kılıçdaroğlu'na: Sen bittin
Hakkında bütün dünyanın övgüler düzdüğü, aslında bütün memleketimizin minnettar olması lazım gelen bir anlayışa çirkin bir saldırıya muhatap olmamak lazım. Fakat insanın içi hazmetmiyor. Ömründen tek bir dikili ağacı olmayan insanlar, Allah rızası için bu ülkenin her noktasına Diyarbakır’dan Edirne’ye kadar dünyanın her noktasında Afrika’dan Asya’ya kadar Balkanlara kadar Amerika’ya kadar her noktada bu milletin temel değerlerini dünyayla birleştirmeye çalışan bir anlayışa şiddetle saldırıyorlar. Benim bunu bakınız açık söylüyorum, Müslümanlık adına, Anadolu insanı adına, Türklük adına milliyetçilik adına, bu ülkenin geleceği adına kabul etmem mümkün değildir.”

Süleyman Soylu, firari Savcı Zekeriya Öz’ü ise şöyle övmüştü:

“Türkiye’de 4 yıldan beri hiç kimsenin cesaret edemediği, daha önce cesaret edilip bunu canıyla ödeyen insanlardan sonra bu iş için adım atan bir kişi çıktı ve arkadaşlarıyla beraber çıktı, evet siyasi irade de bunun arkasında oldu, bunun da hakkını teslim etmek lazım ama Türkiye’de olmayan olması hiç birimiz tarafından hayal edilmeyen hepimizin siyasi ve ülkenin geleceğiyle ilgili beynimizi formatlayabileceğimiz, bizi yeni bir alana doğru çekti. Bu ülkenin de haksızlık yapan insanlarının haksızlığının yanına kar kalmayacağını, bir tek adam bir işportacının oğlu, ortaya koydu. Bu ağırlarına gitmiş olabilir. Ankara’da müsteşar yardımcılığı yaparken Ankara’da orada bürokraside bulunurken elbette her hükümete kuyruk sallarken bu adamın aldığı riski, Zekeriya özün aldığı riski veya onu arkadaşlarının aldığı riski bunlar almadılar.”

Kaynak ve videoyu izlemek için: https://www.birgun.net/haber-detay/soylu-nun-gulen-arsivi-ortaya-cikti-194955.html?utm_referrer=https%3A%2F%2Fzen.yandex.com

Fethullah Gülen Türkiye FETÖ Ankara Cemaat Devlet Bahçeli CHP 12 Eylül Diyarbakır Edirne Afrika MHP saldırı savcı
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pts Arl 11, 2017 8:50 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ÇÖPLÜK Tüm zamanlar GMT
Sayfaya git Önceki  1, 2, 3  Sonraki
2. sayfa (Toplam 3 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com