EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Cumhuriyetin 91. yılında halimize ayna

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> CEMİYET YANGIN YERİ
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Pts Ağu 25, 2008 11:47 pm    Mesaj konusu: Cumhuriyetin 91. yılında halimize ayna Alıntıyla Cevap Gönder

Kenan Çamurcu'dan ilginç bir iç siyaset analizi: Erdoğan'ın vesayeti değil, velayeti
21 Mayıs 2016



AK Parti'nin %55.5, CHP'nin ise %25 oy aldığı İstanbul'un Ümraniye ilçesinde 19 Mayıs günü CHP'liler çarşıda “Türkiye laiktir laik kalacak” diye bağırıyormuş. Geçerken, içinde kızımın da olduğu başörtülü gruba seslenmişler: “Okuyun kızlar. Aydınlanın.”

Kızım, çift anadal (hukuk ve felsefe) mezunu. Hem lisansüstü eğitime, hem de hakimlik sınavına hazırlanıyor. Dedi ki: “İktidar olsalar iş bulamayacağımız, eğitim için harcadığımız onca emeğin boşa gideceği, bizi evde oturtacak olanların bize okumaktan bahsetmesini ironik bile bulamadım.” Bu evsaftaki bir kadına, belki onun çeyreği kadar eğitim görmemiş birisinin “oku” tavsiyesi, hakikaten trajedinin komedisi. Eski laik zorbalık rejimi olsa o eğitimsiz şahıs, sırf laik olduğu için kendisinin üç misli fazla eğitimli insanların önüne geçebiliyordu.

Muhafazakar iktidarın politikalarına muhalefet ederken ne zaman dozu aşsam imam hatipli kızım, ilkokuldayken başörtülü öğretmeninin müfettiş geldiğinde kaçıp bir odaya kendini kilitlemesini, katsayı yüzünden düz lisede geçen kaçak göçek günlerini ve başka travmatik örnekleri hatırlatır bana. Böyle şeyleri çocukluğumda annemden işitirdim. Elif cüzünü elbisesinin içine saklayıp gizlice Kur'an öğrenmeye gittiği günleri anlatırken. 40 sene sonra benim çocuğum, babaannesinin başından geçen üzücü hadiseler olarak anlattıklarımı bizzat kendisi yaşadı. O hatırata dönüş ihtimali yasal, anayasal, müesses teminatla imkansız hale getirilmeden bu hafızanın unutulmasını beklemek beyhude.

Hoş, laiklik adlı İngiliz anahtarının yerini şimdi de muhafazakarlığın aldığını söyleyenler yok değil. Doğrudur. Geçmişteki laikliğin boşalttığı alanı dolduran muhafazakarlık, tıpkı laiklik aygıtı veya manivelası gibi iş görüyor. Haksız rekabetin tılsımı. Tek farkı, laik tarihimiz kadar vaka ve acı yaratabilmiş değil henüz. En azından laik insanlar, geçmişte dindarların gündelik hayatın orta yerinde yaşadığı sistematik baskı, ayrımcılık, aşağılanma ve dışlanmayla yüzyüze değiller.

Ama asıl tartışma, AKP'nin pirü pâk olup olmaması, bu iktidar sayesinde kendine vur patlasın hayat kurmuş hayasızların arsızlığı, ülke içinde ve dışında yaşanan/yaşatılan binbir hukuksuzluk falan üzerine değil. Asıl mevzu, AKP'yi vareden nesnel ve mücbir koşullar. Uzun süreli laik zorbalığın baskısından kurtulmuş büyük çoğunluğun bir kez daha o günlere dönmeme kararlılığı. Bunun hem siyaseti, hem sosyolojisi, hem iktisadiyatı, hem de entelijansiyası hayli kuvvetli.

Avrupa'da ayrımcılığa uğrayan Yahudi sermayesinin var olabilmek için muhtaç olduğu laiklik aygıtı, karşı taraf için de Yahudi sermayesini yoketmek veya baskı altına almak için kaldıraçtı. Türkiye'de ne zaman Koç veya TÜSİAD laiklik konusunda hassasiyet belirtse Avrupa tarihindeki bu enstantane gözümüzün önüne geliyor. 28 Şubat darbesi sırasında eli silahlı generallerin bu ayrımcılık-imtiyaz balansını müesses hale getirmek için sarfettiği çaba tüm canlılığıyla hatırımızda. Darbenin hedefe koyduğu Meral Akşener o günlerde haklı olarak başörtülü kızlara şu eylemi önermişti: “Saçınızı kazıtın, saçları MİGROS poşetine doldurup okula öyle gidin.”

Bu yıkıcı hatıranın bagajını hâlâ elden bırakmayan CHP'nin lideri, şimdilerde o günlere dönmek için kan revanlı haykırışlarla Erdoğan'a sesleniyor. Ama Erdoğan'a oy verenler, gerçekte o öfke patlamalarının hedefinin kendileri olduğunun farkında. O ürkütücü çıkışlar bu seçmen grubunu öyle irite ediyor ki, adeta oylar çelikleniyor. AKP'nin oy oranındaki istikrarlı yükselişin bir nedeni de bu. CHP liderinin seçimlerde halkın AKP'yi engelleyeceğini ağzına almayıp kan revan isyan konuşmalarına devam etmesi terörizm edebiyatı içinde sayılıyor artık.

CHP, bütün o cüretkar çıkışlar sırasında toplumun %75'inin kendisine oy vermediğini, yani benimsemeyip istemediğini unutmasa keşke. Ana muhalefet partisi, AKP'den geriye kalan %50 oyun ancak %24'ünü alabiliyor ve 10 seçimdir bu değişmiyor. Fakat bu durumu hiç sorgulamıyor. CHP lideri, Erdoğan'a, olabilecek en üst düzeyde ve galiz saydırıp suçluyor ama oyu yarım puan dahi artmıyorsa bunun sebebini hiç mi merak etmiyor? 14 senedir AKP'ye oy vermeyen %50 oy diliminden ancak %24'ünü ikna edebilen CHP lideri, o kan revan haykırışlarla sandıktan umut kestiğini mi anlatmaya çalışıyor acaba? Seçmenin cahilliği falan üzerine döktürülen akla zarar gerekçeleri hiç saymayalım. Aynı seçmen ilk seçimde AKP'den vazgeçse ne aydın bir seçmene sahip olduğumuzu söyleyeceklerdir. Nitekim Haziran 2015 seçiminde böyle yapılmadı mı? Bir seçim önce yerin dibine batırılan aynı seçmen, Haziran'da AKP'nin oyu düştüğünde pamuklara sarıldı, yedi kat göğe yüceltildi. Hulasa karşıtın asabı bozuk, davranışı bozuk, vücut kimyası bozuk. Ne yaptığını o da bilmiyor.

Yazar takımından da aynı yolun yolcusu isimler var. Marjinalleşmeden önce saygın gazeteci veya yazar olarak selamlanıyorken şimdilerde es vermeden isyan çağrıları yapıyorlar. Erdoğan'ın alaşağı olma ihtimali var diye neredeyse iç savaş patlak vermesinin yolunu özlemle gözlemenin rasat yerindeler. Sırf haklı çıkmak için kahredici bir sivil savaşta mümkünse onbinlerce insanın kırılmasını istemek nasıl bir delilik? Muhtemelen o sırada Paris'te falan olacaklar. Jöntürk kıraathanelerinde kahve yudumlarken yabancı ajansların Türkiye haberlerinden gelişmeleri izleyecek, geri dönmek için yıkımın tamamlanmasını bekleyecekler. Frankofon uluların Türkiye'ye Fransa tarihini yaşatma histerisinde saray basma, giyotin kurma, karşıtını kıtır kıtır doğrama aşamaları normal tabii ki. Bakiyesi umurlarında değil.

Siyasi azınlık, halkın seçtiği hükümeti ancak iç çatışma ve toplumsal çöküntüyle devirebileceğini ima ediyor. Eğer siyasi çoğunluk da bu emeli ancak vuruşarak bertaraf edebileceğine inanırsa vah memleketimize.

CHP ve diğer karşıtların marjinalleştiğinin kanıtı sürekli maraza çıkarmaları. Bunu tekrarladıkça dibe çökeceklerini öngörmek kehanet sayılmaz. Türkiye çoktan bu döngüye girdi bile. (Cumhur)başkanlık sistemine geçiş saati bu rezonansta işliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı mevcut anayasanın kısıtlarıyla zincire vurmaya çalışmanın sonuç vermediğini görüyoruz. Ne siyasi kampanyalar, ne yasal ikazlar, ne toplumsal uyarılar, ne “vesayet” konulu tahkirler iş görmüyor.

Bilhassa AKP'nin Erdoğan'ın vesayetine sıkıştığına ilişkin tahkir ve tezyif denemelerinden netice alınamıyor. Çünkü meselenin, eski zamanlarda yaşandığı gibi sivil yönetim üzerindeki askeri vesayete benzer yanı yok. Erdoğan'ın, kurucusu olduğu partiyle ilişkisi vesayet değil, velayet ilişkisi çünkü.

Kavramsal tedrisata isteksiz laik gayretsizlere olmasa da meraklısına anlatalım: Siyasetteki manası itibariyle vesayet, cevheri ve muhtevası farklı iki konumdan üstün olanın diğeri üzerindeki metazori gözetim hakkını ve ehliyetini ifade ediyor. Velayet ise cevheri bir, aynı kategorik özün tezahürü ikiden birinin bi-zâtihi, diğerinin li-zâtihi olma durumunu. Yani bi-zâtihi (özü itibariyle) varolan, li-zâtihi (görece) varolanın velisi. Aralarındaki ilişki velayet ilişkisi. Buradaki örnekte Erdoğan bi-zâtihi, AK Parti ise li-zâtihi varoluşu temsil ediyor. Seçmenin AKP'ye oy vermesi, Erdoğan'ın teminatıyla gerçekleşiyor. Erdoğan karşıtları, onun AKP ile ilişkisini eski sivil-asker ilişkisine benzetip vesayetten bahsettiğinde bu yüzden seçmenine nüfuz edemiyor, onu etkileyemiyor ve seçmen davranışını değiştiremiyor. Ayrıca Erdoğan karşıtları demokrasi isteseydi belki “AKP otoriterliği” ile demokrasi rekabetinden sözedilebilirdi. Lakin karşıt da otoriterlik peşinde olunca ahali doğal olarak aşina olduğu AKP'yi seçiyor.

AK Parti sözcüsü Ömer Çelik'in partinin yeni genel başkan adayını açıklarken yaptığı manifesto konuşması belki bu teorik temelden habersizdi ama sezgisel olarak velayet ilişkisini sabitleyen temaya sahipti. Bu yönüyle “lider” Erdoğan'la AKP mahalle teşkilat sorumlusu ve direğe bayrak asan arasındaki mesafeyi kaldıran deklarasyon yeni bir aşama anlamına geliyor. Karşıtlar, Erdoğan'ın “seçmenin tercihi” sıradanlığında kalması için çok çabaladı ama başaramadı Erdoğan'ın herhangi bir seçilen değil, lider olduğu gerçeğine karşı konulamıyor.

AKP sözcüsünün “asıl kahramanlar” bahsinde mahalle teşkilatlarını ve direklere bayrak asanları zikretmesi Erbakan'ın tarzı. Gömlek çıkarıp Milli Görüş'ün ideolojik taahhütlerinden vazgeçen fraksiyon olarak doğmuş AK Parti demek ki yine dönüşüyor. Parti yönetimi tartışma çıkarmak isteyenlere dönüp “O bizim liderimiz. Nokta” diyorken, karşıtların hâlâ “Erdoğan genel başkan seçimine bile müdahale etti” türküsü çığırması tabii ki bîçare deneme. Çaresizliğin bu denlisine Türkiye'nin siyasi tarihinde rastlanmış değil.

Davutoğlu taraftarları da vahim kavramsal hatayla Erdoğan'ın AKP ile bağını vesayet ilişkisiyle tarif etmeye yeltendi. Umutsuz geri döndürme çabasıyla sürece “andıç” diyen bile çıktı. Belki karşıtların bu yöndeki kampanyasına katılmanın halkla ilişkiler değerine güvendiler. Ama ellerine geçen, yabancılaşmadan başka bir şey olmadı. Partinin damarlarında dolaşan velayet serumu Davutoğlu ve taraftarlarını kanserli hücre gibi algıladı ve metabolizmadan attı.

Davutoğlu'nu Türkiye'nin sorunu yapan, tahayyülündeki gerçeklikten kopuk dünyayı gerçek dünyaya dayatmasıydı. Binali Yıldırım ise teknokrat. Çatık kaşlı haykırışlı kesin inançlılıktan sonra teskin edici tarzıyla Binali Yıldırım'ın başbakanlığı gerginliklere iyi gelebilir.

Davutoğlu, kocaman iğneli enjektör gibi, göreni irite ediyordu. Öyle anlaşılıyor ki Binali Yıldırım pasiflora etkisi yaratacak.

KENAN ÇAMURCU / HABERDAR

Alpaslan Savaş'tan IŞİD petrolü hakkında ilginç yorum: Koçlar ile Erdoğanlar
10/12/2015

Bilal oğlan, “Rus haritaları IŞİD petrolünün Batman Rafinerisi’ne gittiğini gösteriyorsa, soruları bana değil Koç ailesine sorun” dedi ve İtalya’dan bombayı patlattı.

Bu iddia ne anlama geliyor?

Özgür (Şen) konuyu ele aldığı dünkü yazısında iddianın, Koç ailesi ile Erdoğan ailesinin bu konuda beraber hareket ettiği ihtimalini gündeme getirdiğini ifade etti.

İhtimalden daha fazlasına kimsenin şaşıracağını zannetmiyorum.

Bilal oğlan belki de ilk kez Bilal’e anlatır gibi anlatıyor, “Biz yanarsak hepinizi yakarız” demeye getiriyor.

Basit ve sade…

Suç büyük.

Suç ortaklığı da…

İş ortaklığı ise çok daha eskilere dayanıyor, kökleri sağlam.

Daha geriye gidilebilir ancak bu ortaklık en çok 12 Eylül’e dayanıyor. Her ikisi de bu günlerini en fazla faşist darbeye borçlu.

Biri darbenin yarattığı toplumsal dönüşümün meyvesini son 14 yılın tek parti iktidarı olarak aldı, diğeri darbenin işçi sınıfını siyasetten tasfiye etmesiyle sürekli ve azami kârın garantisini elde etti.

Bu ortaklık sola, emeğe, aydınlanmaya ve ilerlemeye düşman. Kökleri sağlamlaştıran da bu düşmanlık. Türkiye kapitalizminin kendisi yani.

Geçerken eklemekte yarar var. Türkiye’nin liberali de bu ortaklığa dahildir. Çoğu zaman solu bu ortaklığın etrafına toplayabilmek ise başka bir başarı. Çakma akıl deyip geçmemek lazım. 12 Eylül sonrası demokrasi talebine Özal epey ağır geldikten sonra Cem Boyner’in peşine düşmek sadece akılsızlık olarak nitelenemez. Kendisi için risk yaratan ne varsa yine kendisinin peşine takarak itibarsızlaştırmak burjuvazinin öğrendiği bir şeydir.

Ortaklık bazen koalisyon şekline dönüşür, pastadan pay alanlar çeşitlenir. Gericilik, burjuvazi ve liberalizm Türkiye kapitalizminin en sağlam koalisyonudur.

Zaman zaman ortaya çıkan çatışma görüntüsü bu özü değiştirmiyor. Ne Gezi’de Divan Otel’in eylemcilere açılması, ne hükümete TÜSİAD bildirileriyle zaman zaman ayar verilmeye çalışılması, hiçbiri doğrultuyu bozmuyor.

Asıl olan bu çatışma değil, her koşulda süren ortaklıktır.

2005 yılında Türkiye’nin tek petrol rafinerisi olan TÜPRAŞ’ın Koçlara verilmesi de bu nedenledir. TÜPRAŞ’ta ABD’li Shell’in küçük yüzdeli hissesinin sembolik olmadığı da sanırım tartışma götürmez. Rafineride bu üç ortağın bilgisi dışında kuş uçmayacağı kesidir.

Otosan fabrikasının Acıbadem’den Gölcük’e taşınırken SEKA fidanlığını tek bir kuruş almadan Koçlara hibe eden dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel idi. Yani ortaklık AKP öncesine uzanır. SEKA fidanlığına kurulan bu fabrikanın asli ortağı ABD’li otomotiv tekeli Ford’dur. Sonrasında da ortaklık büyük abinin gözetiminde devam etmektedir.

TOFAŞ’ta 2 milyar dolarlık “Doblo Amerika” yatırımıyla 2021 yılına kadar 24 milyar dolarlık ihracatı, TÜPRAŞ’ta 3 milyar dolarlık fuel oil dönüşüm tesisi yatırımıyla yılda 1 milyar dolarlık enerji tasarrufunu cebine indirmeyi başaran Koç ailesi, bu ortaklığın en gergin anlarda bile en kârlı ticaretle devam edebildiğini kanıtlıyor. Erdoğanlarla Koçlar Türkiye’nin bu iki büyük işletmesindeki yeni yatırımları geçen yılki açılış törenlerinde birlikte kutladılar.

İşte bu nedenle Koçların Erdoğanlar döneminde ticareti 4, kârı 5 katına çıkarması tesadüf değildir.

Koçlarla Erdoğanların ortaklığı bakidir. ABD bu ortaklığın güvencesidir.
Kaynak: SoL

Oktay Ekşi: Böyle ahlaksız bir tablo hiçbir dönem yaşanmadı
Yavuz Oğhan
08.12.2015



Silivri Cezaevi'nde tutuklu bulunan Can Dündar ve Erdem Gül'e destek amacıyla meslektaşları tarafından başlatılan 'umut nöbetinde' sıra duayen gazeteci Oktay Ekşide'ydi. Nöbeti devrettikten sonra RS FM'de Yavuz Oğhan'dan bidebunudinle programında konuşan Ekşi, "Rezil bir dönem, böyle bir baskı Demokrat Parti döneminde bile yaşanmadı" dedi.

Yaptıkları haberler dolayısıyla tutuklanan Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül için Mete Akyol'un cezaevi önünde başlattığı 'umut nöbeti' 7. gününde. Son nöbetçilerden birisi duayen gazeteci ve Basın Konseyi eski Başkanı Oktay Ekşi'ydi.

RS FM'de Yavuz Oğhan'ın hazırlayıp sunduğu 'bidebunudinle'de konuşan Ekşi, kaygılarını dile getirerek "ilerisi hiç iyi değil" dedi. Geçmişe bakarak bugünü değerlendiren Ekşi, 59 yıllık meslek hayatında böyle bir dönem yaşamadığını belirterek şunları söyledi:

"1954'ten sonra rahmetli Adnan Menderes'in sabrı taştı. Gazetelerle ilgili baskı yasaları getirdi. O yasaların uygulanmasıyla gazeteciler içeri atılmaya başlandı. Ama o dönem gazetecilerin işten atılması için hele ki gazetecilerin birbiri için talepte bulunması ve ya siyasilerin gazete sahiplerine şunu çalıştırma gibi şeyler demesi mümkün değildi. Böylesine iğrenç rezil bir tablo hiç yaşanmadı."

'ESKİDEN ÖDENECEK BEDEL BELLİYDİ'

Oktay Ekşi "Biz o döneme çok kötü dedik şu anki dönemin gerçekliği ile karşılaştırdığım zaman meğer o dönem çok iyiymiş" sözleriyle bugünü değerlendirdi. Ekşi, "Her dönem yargılandık; ama başımıza neler geleceğini bilirdik, bugün öyle değil" diye konuştu.
Ekşi, "Şikâyetçiydik. Eskiden de yargılanırdık ama mahkemeye sevk edilenin durumu üç aşağı beş yukarı belliydi. Üç ay dokuz ay hapse atılıyorsun para cezasına çarptırılıyorsun. Bedelini biliyorduk. Bizim şikâyetçi olduğumuz dönem iktidar basın ilişkisi belli bir ahlaki zemine dayanıyordu. Kızgın haksız tamam. Ama ahlaksızlık yapılmıyordu. Meslek tarihinin üçte birine tanığım kalanını da okuduklarımdan biliyorum. Böyle ahlaksız bir tablo hiçbir dönem yaşanmadı" diye konuştu.
Kaynak: Sputnik News

TURKSOLU'nun Başyazarı Gökçe Fırat'ın tutuklanmadan önce azdığı son yazı: Benim oyum Osman Pamukoğlu’na!
Haziran 01/ 2015

Türk Solu, Ulusal Parti ve seçim tavrımız

7 Haziran 2015 Genel Seçimleri “final seçimi” diyebiliriz. Cumhuriyet rejimine, Misak-ı Milli’ye, TC’ye “tamam mı devam mı” diyeceğimiz bir seçim olacak. Hatta muhtemelen son seçim olacak. Peki Türk Solu ne yapacak? Ulusal Parti ne yapacak? Ben ne yapacağım? Türk Solu, bilindiği üzere monolitik bir siyasal yapı değil. Elbette Türk Solu’nun temel ilkeleri var. Ama bu temel ilkeler etrafında, pek çok farklı anlayış da bu dergide yer alabiliyor. O nedenle dergi yazı kurulu olarak, kime oy vermeyeceğimizi açıklarken, kime oy verilebileceğini, hem yazarlarımızın hem de okurlarımızın özgür iradesine bırakıyoruz.

Ulusal Parti olarak, bu seçimlere katılmamayı uygun bulduk. Gerekçemiz son derece yalın; muhalif oyların, çok sayıda partiye bölünmesini doğru bulmuyoruz, bunun AKP’nin işine yaradığını düşünüyoruz. Bizler bir bölen olmaktansa, Türkiye’nin bütünlüğü için, seçimlere katılmamayı uygun bulduk.

Ulusal Parti, iktidara yaranacak şekilde seçime girebilirdi –ki bunu yapan bazı küçük partiler var bildiğiniz gibi- ama bu bizim kendimizle çelişmemiz olurdu. Bizim için AKP diktasına karşı çıkmak, her şeyden önce gelir. O diktayı daha fazla kalıcılaştıracak, küçük hesaplar içine de asla girmedik, girmeyiz de. CHP ve MHP’nin yanında yer almak için bir görüşme yapmadık, çünkü ideolojimizi ve varlığımızı, bir siyasal rant olarak pazarlamak gibi bir düşüncemiz hiç olmadı. Bu iki muhalif partiye yönelik ideolojik ve siyasal eleştirilerimiz olmakla birlikte, Türkiye’nin önündeki mesele bu partileri düzeltmek değil, AKP’den kurtulmaktır. O nedenle, CHP ve MHP’yi yıpratacak, bu partilerden oy kaçışı sağlayacak bir propagandayı yapmadık, yapanları da eleştirdik.

Ama bu, seçimlerden sonraki yeni dönemde, Ulusal Parti’nin aynı çizgisini sürdüreceği anlamına gelmiyor. CHP ve MHP, kendilerine verilmiş olan bu krediyi iyi kullanmalılar. CHP ve MHP dışındaki siyasi partilerin, tek bir cephede seçime girmeleri, hem muhalefeti yıpratmayacak hem de AKP iktidarını yıkacak bir yeni sinerji yaratabilirdi. Ama bu yönde çabalar da sonuçsuz kaldı. Çünkü her küçük partinin lideri, kendisinin liderliğini
şart koşuyor, kendi partisini de çatı partisi olarak görüyor.

Bu anlayışlar, elbette AKP’nin ekmeğine yağ sürmek demek. Zaten en sonunda, herkes kendi küçük partisi ile seçime giriyor ki bu bize göre AKP’nin yanında seçime katılmak demek.

AKP-HDP tiyatrosu

Bu seçimin ana teması AKP ile HDP arasındaki sözde savaş. Daha iki ay öncesine kadar, Dolmabahçe’de oturup el sıkışan iki parti şimdi birbiri ile savaşıyor numarası yapıyorlar. AKP, HDP’nin terör örgütünün uzantısı olduğunu iddia ediyor. Oysa aynı AKP, değil terör örgütünün uzantısı ile, bizzat terör örgütünün kendisi ile 2009’dan beri görüşüyor. Terör örgütünün elebaşısını muhatap kabul ediyor. Terör örgütünün Kandil’deki eli silah tutan eşkıyalarıyla da, Avrupa’daki militanlarıyla da ayrı ayrı görüşüyor. AKP ile PKK ve PKK’nın tüm uzantıları, 10 yıldır büyük bir uyum içindeler.

Peki neden bu kavga görüntüsü? Çünkü AKP kendisinden MHP’ye kaçacak oylara engel olmak istiyor. Ve bu nedenle her seçim öncesinde olduğu gibi milliyetçi temalarla bir seçim kampanyası yürütüyor. AKP gayet iyi biliyor ki; %5’lik milliyetçi oyun AKP’den MHP’ye kayması, AKP’yi iktidardan düşürür. İşte bu oyun bu nedenle oynanıyor.

Peki ya HDP neden özellikle Tayyip’e ve Başkanlık rejimine karşı çıkıyor? Elbette bu da oyunun bir parçası. AKP, PKK karşıtı propaganda ile MHP oylarını devşirmeye çalışırken, HDP de Başkanlık ve AKP karşıtı propaganda ile CHP oylarını devşirmeye çalışıyor. Oysa bizzat Apo, Başkanlık rejimini de, özellikle Tayyip’in başkanlığını da desteklediğini açıkladı! Hem de birden fazla defa.

HDP Başkanı Demirtaş da, AKP ile koalisyon yapacaklarını açıklamıştı daha bir ay önce! Ama şimdi oy alma zamanı ve HDP’ye verilen görev de CHP oylarını bölmek. O nedenle HDP, CHP tabanını eritecek şekilde propaganda yapıyor. Peki bu oyun tutar mı? Bu oltaya takılacaklar var mı? Kimse kusura bakmasın ama ben milliyetçiyim deyip de, AKP ile PKK’nın tüm bu işbirliğini görüp, hâlâ AKP’ye oy verecek insanın sadece milliyetçiliğinden değil, zekasından da, namusundan da şüphelenirim!

Yine kimse kusura bakmasın ama, ben solcuyum deyip de, AKP ile PKK arasındaki işbirliğini görüp, sırf Tayyip’i başkan seçtirmemek için HDP’ye oy verecek adamın da sadece solculuğundan değil, zekasından da, namusundan da şüphelenirim!

CHP ve MHP’nin seçim kampanyası

CHP bu seçimlerde ön seçim yaparak, kendi bütünlüğünü korumayı başardı. Adayları Genel Merkez seçmediği için, parti içi muhalefet devreye giremedi. Bildiğimiz gibi bu tür CHP içi hizipler, her seçimde CHP’nin enerjisini tüketirdi. Önseçim, CHP’nin bu seçimdeki en büyük avantajı.

CHP’nin seçim kampanyası da halk nezdinde bir yankı yarattı diyebiliriz. Ama Başkanlık karşıtı ideolojik argümanın geri planda tutulmuş olması, bu boşluğu da son derece kurnaz bir biçimde HDP’nin doldurma çabası, CHP için en önemli handikap. Sonuçta CHP oylarını HDP’ye karşı korumak zorunda. MHP her zamanki gibi merkez ağırlıklı aday seçimi ile parti içi küskünler yarattı. Ama bu çok fazla hissedilmedi çünkü MHP’nin genel kitlesi bu seçimlerde biraz daha artmış gözüküyor.

MHP, CHP’nin boş bıraktığı ideolojik muhalefeti yapıyor. Başkanlık ve Saray eleştirilerini canlı tutarak doğru yapıyor. Ama hem CHP’nin hem de MHP’nin en önemli zaafı, kendi seçmenlerine iktidar vaat etmemeleri. CHP çıtayı %30-35 arasına koyuyor ki bu oyla iktidar olma ihtimali yok! MHP ise hedef olarak 110 milletvekili kazanmayı belirliyor.

Maalesef, kendisi bile iktidara inanmayan iki muhalefet partisi görüntüsü var ortada. Nitekim, her iki partinin de tüm gövdesiyle, imkanlarıyla, ruhuyla seçim sahasında olmadığını da görebiliyoruz. Peki ne olur? CHP’nin ve MHP’nin, oylarını bir öncesi seçime göre %2’şer arttırması bile önemli bir kazanım olacaktır. Ve maalesef, bununla
yetinecek o kadar çok insan var ki her iki partide de…

Yine de, CHP ve MHP seçmen tabanının, kendi partilerine oy vermeleri, CHP’nin HDP’ye, MHP’nin ise AKP’ye oy kaptırmamasını temenni ediyorum. Ve tüm seçmen kitlesinin de, en öncelikli olarak, bu iki partiden birine oy vermesini tavsiye ediyorum.

Milli İttifak ve diğerleri

Saadet Partisi ve BBP’nin oluşturduğu Milli İttifak oluşumunu olumlu buluyorum. Esas olarak bu iki partinin de seçmen kitlesi, MHP’ye veya CHP’ye oy verecek bir kitle değil. Her ne kadar BBP’lilerin MHP kökenli oldukları düşünülse bile, BBP kitlesinin kendisini MHP’den çok AKP’ye yakın hissettiği görülüyor. Saadet seçmeninin de BBP seçmeninin de kendi partilerinden sonraki ikinci tercihi AKP. Bu ittifak, her iki partiden de AKP’ye kayacak oyları bir ölçüde engelleyebilir. Bu da AKP’nin oy oranını düşürecektir.

Cemaat ve Bağımsız Adaylar

Geçtiğimiz seçimlerde Ergenekon mağdurları bağımsız aday olarak seçimlere katılmışlardı. Bu seçimlerde ise mağdur polisler bağımsız aday. Milli İttifak için yaptığımız değerlendirmeyi Cemaat tabanı için de yapabiliriz. Kendi adayları yokken, CHP’ye veya MHP’ye oy vermektense, AKP’ye oy vermiş geniş bir kesim olduğunu biliyoruz. Şimdi bu kesim, kendi adaylarımız diyerek, bağımsız adaylara firesiz oy verirse, AKP’den önemli ölçüde oy alınmış olacaktır. Bu anlamda bağımsız aday stratejisi, muhalefeti bölmek olarak görülmemeli.

Ama bu bağımsız adaylar ne ölçüde seçim gündemine oturabildi? Seslerini duyurabildi? Bu noktada bir istatistiki bilgi vermek istiyorum. Zaman Gazetesi, seçimlerde oldukça dengeli bir yayın politikası izliyor. CHP, MHP ve HDP’ye hemen hemen eşit yer veriyor. Son 1 ayda CHP ile ilgili 52, MHP ile ilgili 48, HDP ile ilgili 54 haber yayınlanmış.
Yorum olaraksa CHP hakkında 3, HDP hakkında 12 yorum var, MHP ile ilgili ise yok. Peki ya bağımsız adaylar? Yani Cemaat’in diye bilinen adaylar? Sadece 5 haber ve 1 yorum. Açıkçası Cemaat’in, her partiye eşit mesafede durma çabası belki takdir edilecek bir durum olabilirdi. Ama %6’lık HDP’ye gösterilen teveccühün %26’lık CHP ve %16’lık MHP’ye gösterilmediği ortada. Kaldı ki bir tarafta KCK operasyonu sanığı Yurt Atayün adayken, diğer taraftan bu kadar geniş HDP sempatisi ne ölçüde mantıklı?

AKP ve Tayyip Erdoğan milliyetçilik üzerine bir seçim kampanyası icra ederlerken, Cemaat’in HDP ile bu kadar yakın durması, ne ölçüde sonuç alıcı? Eğer Cemaat, HDP’nin barajı geçmesinin Tayyip Erdoğan’ın başkanlık hedefini engelleyeceğini düşünüyorsa, bunu siyasi saflıkla bile açıklayamam. Herkes bilmeli ki, dün AKP’ye verilen destek
nasıl Cemaat’e operasyon olarak döndü ise, HDP’ye verilen destek de aynı şekilde, hem de çok daha ağır bir şekilde, Cemaat’e operasyon olarak dönecektir.

Cemaat, kendisine yönelik operasyonu başlatan asıl gücün PKK olduğunu bilmiyor olabilir mi? Ben uyarıyım: Kendi düşen ağlamaz. Polis adaylarla ilgili fikrime gelince… Bağımsız adayla oy almak zordur ama o oyu saydırmak çok daha zordur. Bu büyük bir handikap. Bu handikapı aşabilecek bir seçim örgütlenmesi de ortalıkta var gibi gözükmüyor…

Buna rağmen, AKP’nin hırsızlığını ortaya çıkaran bu polislere, yaptıkları hizmetin takdir edildiğini gösterecek tek şey, oy vermek olabilir. Herkes gönül rahatlığı ile bu polislere oy verebilir. Ben de verirdim belki ama benim oy kullanacağım bölgede böyle bir aday yok.

Oyum Osman Paşa’ya!

O zaman yazının sonunda kime oy vereceğimi açıklamaya geldi sıra. Benim oyum Osman Pamukoğlu’na olacak. Osman Pamukoğlu İstanbul 3. Bölge’den Bağımsız Aday. Kendisiyle seçimlerden epey önce görüştüğümde “bağımsız aday olursanız destek veririm ama parti olarak girmeyin, oyları bölen insan gibi algılanırsınız” demiştim.

Şimdi sözümü tutma zamanı. Keşke, daha büyük bir destek verebilseydim ama bizim de imkanlarımız son derece sınırlı. Neden Pamukoğlu? Çünkü PKK ile mücadeleyi temel mesele olarak görüyor, bence de Türkiye’nin PKK belasından kurtulması gerek. Pamukoğlu’nun Meclis’e girmesi PKK’yı elbette bitirmez. Ama insanların böyle bir talebinin ve beklentisinin olduğunu ortaya çıkarır.

Kaldı ki, hiç kazanma şansı olmamış olsaydı bile, Osman Pamukoğlu gibi bir insanın desteklenilmesi, yalnız bırakılmamısı bizler için bir vicdan borcu olmalı. Paşa’nın seçilmek için 100 bin oya ihtiyacı var. CHP veya MHP bu 100 bin oyla en fazla bir vekil kaybeder. Ama Paşa Meclis’e girerse Türkiye yeni bir çıkış yolu elde eder.

Bence değer. Oyum Osman Pamukoğlu’na!

http://www.turksolu.com.tr/benim-oyum-osman-pamukogluna/

AK Parti muhaliflerine…
LEVENT GÜLTEKİN
29/04/2015

Evet… Dindarların, İslamcıların iktidarında Türkiye ağır yara aldı.

Değerler, kurumlar, sistem ve iç barış ciddi anlamda tahrip edildi. Akıl almaz bir şekilde din istismarı yapıldı. Bundan hem ülke büyük zarar gördü hem de din.

Tüm bunlar muhaliflerin her yapıp ettiğini, her söylediğini haklı kılmaz. Bugün yaşanan siyasi ve toplumsal sorunlar tam da siz muhaliflerin geçmişteki tutumunuzla doğrudan ilgili.

Nasıl mı? Anlatayım.

‘Öteki’yle kavga ederek var olabilen bir topluluk oluştu

Türkiye’de bütün iktidarlar varlığını ‘öteki‘yle kavga ederek sürdürdü. Hiçbir iktidar döneminde Türkiye bir ‘bütün‘ olarak görülmedi.

Uzun yıllar iktidarda sağ siyasetçiler vardı. Fakat bürokraside ve daha birçok alanda cumhuriyet terbiyesi almış kimseler etkindi.

İşte bu kimseler halkla bağ kuramadılar, halkın dertlerini, değerlerini anlayamadılar.

Dindarlığı laikliğin zıddı olarak görüp, dış görünüşüyle dindarlıklarını belli eden insanları tehdit olarak algıladılar.

Din ve dindarlıkla mesafeyi ayarlayamadılar. Eleştirilerin, “din düşmanlığı” gibi görünmesinden de gösterilmesinden de endişe duymadılar, rahatsız olmadılar.

Dışlayarak, baskı uygulayarak “bu sorunu” çözeceklerini sandılar.

“Bunlar öyle bir tehlike ki, iktidara gelirlerse memleketi karanlığa gömerler” diyerek uyguladıkları baskıyı haklı göstermeye çalıştılar.

Ve tüm bu baskı ve dışlamanın sonunda “ayarı bozulmuş”, ‘öteki‘yle kavga ederek var olabilen bir topluluk oluştu.

Sadece bu değil.

Sonunda ortaya herkesin başını önüne eğdirecek bir ülke çıktı

Bir de kapitalizme ve sisteme muhalif olan ama ülkedeki kültürel iktidarı elinde tutan solcu kesim vardı.

Kültür hayatı onlardan sorulurdu. Kültürde, sanatta, medyada onların sözü geçerdi. Onlar da cumhuriyet terbiyesi almış bürokratlar gibi hem dindarlara hem de dindarlığa uzaktılar.

Dindar halkla konuşmak, onları anlamak gibi bir çabaları hiç olmadı. Dini ‘gericiliğin kaynağı‘ olarak görüyorlardı.

Kültürel alanda çoğulculuğun gelişmesi için zerre kadar çaba göstermediler. İslamcılar arasındaki kıymetli sanatçılara dönüp bakmadılar bile.

İslamcıların yazdığı ne bir hikâye, ne bir roman, ne bir şiir bu alandaki söz sahibi solcuların dikkatini çekmedi.

Aynen siyasi alanda olduğu gibi burada da ötekileştirmenin, dışlamanın sonunda ruh sağlığı bozulmuş bir topluluk oluştu. Esasında bu tarafgirlik ve ideolojik fanatizm ülkemizi kültürel alanda başka bir çöküşe götürdü.

İyi işler çıkmadı. İyi sinema filmleri yapılamadı. Edebiyatta kayda değer bir mesafe kat edilemedi. Birkaç istisna haricinde iyi diziler dahi yapılamadı.

Medya onların elinde bütünleştirici fonksiyonunu yitirmişti. Çünkü demokrat olamadılar. Çoğulcu olamadılar. Toplumun tümüne hitap edemediler.

Sonunda ortaya herkesin başını önüne eğdirecek bir ülke çıktı.

Fakat AK Parti bu çizgide fazla gidemedi

İşte tüm bu travma yaratan geçmişin ardından AK Parti iktidar oldu.

İlk dönemde geçmiş düşmanlıkları unutturacak, aradaki duvarları yıkacak önemli işler yaptı. İlk yıllarda ‘demokrasi‘, ‘özgürlük‘ ve ‘eşitlik‘ diyor ve buna uygun politikalar uyguluyordu.

Bunun için kimi liberal ve solcu aydınlardan büyük destek aldı. Türkiye’de ‘demokrasi, özgürlük, iç barış‘ vaadinde bulunana verilen kıymetli bir destekti bu. Dindarlara geçilen bir iltimas değildi.

Bu nedenle şimdi kalkıp “Keşke destek vermeseydik” demek ne demokratlığa ne de mertliğe sığar.

Fakat AK Parti bu çizgide fazla gidemedi. Bünyesinde, geçmişte dışlanmışlığın ve aşağılanmanın neden olduğu travma vardı.

Çünkü İslamcılar muhalifken varlıklarını hep ‘düşmanla‘ kavga ederek sürdürdüler. ‘Düşmanla mücadele‘ onların kişiliği ve hayat tarzı olmuştu.

İşte bu travmanın neden olduğu hastalıklı bir ruh var ülke yönetiminde. Yani AK Parti iyi olan bir ülkeyi daha kötü yapmadı. Demokrasi, iç barış, medya, siyaset, bilim, sanat… her alanda diplerdeydik. AK Parti; değerlerinden, kimliğinden, inancından koparak hem kendini hem de ülkeyi daha da dibe çekti.

Ders çıkarılmış olsa bir grup İslamcı, milyonlarca dindarın dini duygusunu rehin alabilir miydi?

Fakat bugün yaşananların asıl kaynağını görmemiz gerek. Yaşadıklarımızdan ders çıkarmamız gerek. Yoksa içine girdiğimiz bu kısır döngüden çıkamayız.

Diyeceğim o ki: Laik kesim başörtüsünü yasaklamamış olsaydı bugün bunları yaşar mıydık?

Cumhuriyet terbiyesi almış bürokrasi; dinle, dindarlıkla ilişkisini ayarlayabilseydi böyle olur muydu?

Bir grup İslamcı, milyonlarca dindarın dini duygusunu rehin alabilir miydi?

Kültürel alanda geçmişte bu kadar ideolojik katılık olmasaydı İslamcı aydınlar bugün bu kadar felaket durumda olur muydu?

Eski düşmanlıklarımızı sürdürerek barış ortamına varamayız

Geçmişteki söz ve eylemlerinizden ders çıkarmazsanız…

Demokrasiyi, yaşam tarzı özgürlüğünü ve eşitliği herkes için talep etmezseniz…

Dindarlara verilen hakların demokratik hak olduğunu kabul etmezseniz…

İdeolojik fanatizmden kurtulup çoğulculuğu teşvik etmezseniz…

Dindarlığı bu ülkede laikliğin karşıtı gibi görüp o damarın büyümesine destek olmaya devam ederseniz…

Hatta dindarları, vitrinde gördüğünüz birkaç siyasetçi, yazar, aydından ibaret sanmaya devam ederseniz…

Hem kendinize, hem ülkeye büyük kötülük yapmış olursunuz. Eski düşmanlıklarımızı sürdürerek barış ortamına varamayız.

Umarım bunun farkına varıp söz ve eylemlerinize çeki düzen verirsiniz.
Kaynak: Diken

Son 15 yılda psikolojik tedavi görenlerin sayısı yüzde 330 arttı

2013 yılında ise 9 milyon 163 bin 101 kişi psikolojik rahatsızlıklar sebebiyle sağlık kuruluşlarına başvurdu

24 Şubat 2015

Türk halkının psikolojisi her geçen gün biraz daha bozuluyor. Öyle ki son 5 yılda psikolojik rahatsızlıklar nedeniyle sağlık kuruluşlarına başvuranların artış oranı yüzde 330.

Halk nezdinde yaşanan sorunların en temel göstergesi, suça yönelik ve toplum içerisinde yaşanan sağlık problemlerinin artışı. Yapılan araştırmalar ekonomi ve yaşam koşullarının zorluluğunun bu iki vakayı Türkiye'de git gide artırdığını gösteriyor. Sağlık Bakanlığı'nın psikolojik rahatsızlık vakaları ile bu rahatsızlıkların giderilmesine yönelik kullanılan ilaçlara ilişkin verileri ise bu artışı doğrular nitelikte.

2009 yılında psikolojik rahatsızlıklar sebebiyle sağlık kuruluşlarına 3 milyon 21 bin 361 kişi başvururken, bu oran 2013 yılında 9 milyon 163 bin 101'e çıktı.

Son 5 yılda psikolojik rahatsızlıklar sebebiyle sağlık kuruluşlarına başvuranların artış oranı yüzde 330. 2013 yılında psikolojik rahatsızlıklar nedeniyle sağlık kuruluşlarına en çok başvuran kişilerin yer aldığı ilk 10 il ise sırasıyla şöyle:

İstanbul 1 milyon 498 bin 340

İzmir 583 bin 633

Ankara 487 bin 29

Bursa 390 bin 897

Adana 341 bin 778

Antalya 292 bin 221

Mersin 245 bin 720

Konya 231 bin 756

Kocaeli 231 bin 751

Manisa 219 bin 778

Sağlık kurumlarına başvurular

Sağlık Bakanlığı'nın verilerine göre psikolojik rahatsızlıklar sebebiyle sağlık kuruluşlarına

2009 yılında 3 milyon 21 bin 361 kişi;

2010 yılında 4 milyon 545 bin 666 kişi;

2011 yılında 6 milyon 984 bin 923 kişi;

2012 yılında 7 milyon 906 bin 472 kişi;

2013 yılında ise 9 milyon 163 bin 101 kişi başvuru yaptı.

5 yılda 211 milyon kutu ilaç tüketildi

Sosyal Güvenlik Kurumu'ndan alınan verilere göre son 5 yıla ait antidepresan ve benzer özelliklerdeki ilaçların kutu bazında tüketim miktarları da dikkat çekici.

2009 yılında 37 milyon 727 bin 498 kutu;

2010 yılında 40 milyon 739 bin 706 kutu;

2011 yılında 46 milyon 817 bin 849 kutu;

2012 yılında 48 milyon 425 bin 163 kutu;

2013 yılında ise 37 milyon 866 bin 804 kutu ilaç tüketildi.

Son 5 yılda tüketilen toplam ilaç 211 milyon 577 bin 20 kutu oldu.

Antidepresan ve benzer özelliklerdeki ilaçların en çok tüketildiği ilk 10 il şöyle: İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa, Adana, Antalya, Mersin, Samsun, Manisa ve Balıkesir.

Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu'nun CHP Genel Başkan Yardımcısı ve İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu'nun soru önergesine verdiği cevapta yer alan bilgilere göre psikolojik rahatsızlık vakalarının en az olduğu iller ise sırasıyla şöyle: Bayburt, Tunceli, Ardahan, Hakkari, Kilis, Iğdır, Gümüşhane, Bitlis, Siirt ve Muş.

Antidepresan ve benzer özelliklerdeki ilaçların kutu bazında tüketimi en az olan iller de sırasıyla şu şekilde: Hakkari, Ardahan, Tunceli, Bayburt, Iğdır, Bingöl, Muş, Bitlis, Şırnak, Kilis.
T24

http://www.internethaber.com/turkler-ile-kurtlerin-ortak-sorunu-16820y.htm

'Siyaset sarayda, peki Devlet nerede?'
Mümtaz'er Türköne
13.11.2014

[img]YOLSUZLUKLARIN ÜSTÜ ÖRTÜLDÜ ÇÜNKÜ...[/img]

Sayıştay Dergisi’nde yer alan “büyüme-yolsuzluk ilişkisi” araştırmasından hareketle, devletin, halkın ve piyasa aktörlerinin yolsuzluklara bakışındaki çarpıklığı konu edinmiştik.

Kayıt dışı ekonomiden gelen sermaye birikimi, artık astarı yüzünden pahalıya patlıyor. Yolsuzlukların ekonomik büyümeye katkı sağladığına dair şehir efsanesi, sadece “istikrar büyüsü” üzerinden tersinden sürüyor. 17 ve 25 Aralık’a dair salt ekonomik endişeler bu yüzden biraz farklıydı: “Hükümet, yolsuzluklar yüzünden düşerse siyasî ve ekonomik istikrar bir anda yok olur ve elimizdekilerden oluruz”. O kadar ağır yolsuzluk iddialarının bugüne kadar soruşturulmadan kalmasının ve üstünün örtülmüş gibi durmasının asıl sebebi devlete, halka ve piyasaya hakim olan işte bu düşünceydi. Özellikle “devlet” diye, kendi âli çıkarının hesabını yapan mücerret bir varlık ve bu varlığın sahipleri olarak “devlet bürokrasisi” gerçekten varsa, bu şekilde düşünmüş olmalılar. Sayıştay, doğrudan devletin sahibi olan kurumlardan sadece biri. Piyasa aktörleri, özellikle finans sektörü çıkarlarını aynı pencereden gördüler.

ÜLKE KAOSA SÜRÜKLENİR

Halk yolsuzluğu onaylamaz; seçim sonuçları sadece istikrarsızlık korkusuna dayanıyordu. Erdoğan, “ülkenin kaosa sürükleneceği” tehdidiyle sadece bu endişeyi kışkırtmış ve korkuları yönetmiş oldu. Elindeki propaganda araçlarını etkili kılan, işte bu “ekonomik çöküş kâbusu” idi. Karar vericiler, kabûs görmemek için uyanık kalmayı, uyanık iken de bazı şeyleri yani yolsuzlukları görmemeyi tercih etti.

Demek ki işler yolunda iken veya yolunda gideceği umudu sürerken yolsuzluklar sineye çekiliyor. Kriz çıktıktan ve kayıplar yaşandıktan sonra, yolsuzluk yapanları herkes taşlamaya başlıyor. 2000 ve 2001 krizlerinden çıkan ders: Hesap görme işi ileriye erteleniyor ve tedricî bir geçiş yolu aranıyor.

SAADET ZİNCİRİ KARAYA OTURDU

Ak-Saray gündemi, bu eski kâbusun yeni bir kâbusla yer değiştirmesinin sembolü. Ekonomik büyüme zaten durdu. Büyümeyi durduran asıl sebep ise yolsuzlukları besleyen aynı kaynaktan geliyor: Devlet rantı. İnşaat sektörü üzerinden yürütülen kamu rantı paylaşımı, Erdoğan’ın tekelleştirdiği iktidarın temel dayanağını oluşturdu. Siyasetçiler, finans sektörü ve müteahhitlerin oluşturduğu saadet zinciri sonunda denizi tüketti ve karaya oturdu. Dikkat ederseniz, Erdoğan ve ekibi ile ekonomi yönetimi arasında süren çekişmenin temel konusunu, devlet rantı ile ekonomik büyüme arasındaki giderek büyüyen çelişki oluşturuyor.

Ranta dayalı inşaat sektörü doğası gereği ekonomik büyümeye hiçbir katkıda bulunmuyor; sadece servetin el değiştirmesine aracılık yapıyor. Öbür taraftan asıl imalat sanayisinin finans kaynaklarını kurutarak ve kârlılığını cazip olmaktan çıkartarak ekonomik büyümeye engel teşkil etti. Bankacılık sektörü, yüksek ve zahmetsiz kârı yüzünden bütün kaynaklarını müteahhitlik sektörüne aktararak, finans-kapital bu saadet zincirinin en zayıf, ama en vazgeçilmez halkasını oluşturdu.

Davutoğlu’nun “rant haramdır” sözü, sadece ahlakî bir duruşun ifadesi değil, ekonominin genel ihtiyaçları ile de örtüşüyor. Babacan’ın Orta Vadeli Program’dan sonra açıkladığı dönüşüm projeleri, dikkat edilirse bu mantığa dayanıyor. Devlet garantilerinin tamamı inşaat sektöründe, kamu bankaları inşaat sektörüne aktardıkları kaynaklarla bütün sermayelerini tüketmiş durumdalar. Ekonominin üzerine bastığı zemin, inşaat sektörüne hesapsızca aktarılan kamu ve özel banka kredileri yüzünden ince bir buz tabakası gibi çatırdıyor.

ERDOĞAN PİŞMAN

Ak-Saray, Düyun-ı Umumiye’nin sebeplerinden biri olan Dolmabahçe Sarayı gibi, 17 ve 25 Aralık olarak tarihe geçen, yolsuzlukların ve usulsüzlüklerin ihtişamlı sembolü olarak karşımızda duruyor. Politik gündemi birdenbire bu kadar etki altına almasının sebebi, çağrıştırdığı bu durum ve işaretleri gelen ekonomik felaketin somut ifadesi olması. Erdoğan, pişman. Yaptırdığı kamuoyu araştırmaları ile, sarayının toplumdaki karşılığını en iyi bilenlerden biri o. Bu sarayı inşa eden yolsuzluk, hukuksuzluk ve keyfilik, ekonominin de zaaflarını oluşturuyor.

“Saraylar ülkenin yönetildiği değil, saltanat sürüldüğü yerlerdir” demiştim. Güç dağılımı yeniden yapılıyor. Ekonomik kriz korkusu devletin sahiplerini hâlâ tedirgin ediyor; ama Saray mecburen oyunun dışında kalıyor. Devlet iktidarı yavaş yavaş el değiştiriyor.
Zaman gazetesi

'Kazada ölenlerin hepsi yoksulluktan garibanlıktan öldü'



Isparta'daki kazada ölen 17 işçinin 14'ünün cenazesi gözyaşlarıyla toprağa verildi.

Isparta'nın Yalvaç ilçesinde midibüsün devrilmesi sonucu yaşamını yitiren 17 işçiden 14'ünün cenazesi memleketleri Konya'nın Akşehir ilçesinde gözyaşları arasında defnedildi. Kazada yaşamını yitenlerin cenazesi Akşehir Devlet Hastanesi morgundan alındı. Cenazeler, omuzlara alınarak ilçe merkezindeki Nasreddin Hoca Meydanı'na getirildi. . Hayatını kaybeden Velican Çelik'in, kazadan ayağındaki kırıkla kurtulan annesi Leyla Çelik de hastaneden çıkarak cenaze törenine geldi. Oğlunun tabutuna sarılarak gözyaşları döken acılı anneyi, yakınları teselli etmeye çalıştı. Namazın ardından cenazeler, Nasreddin Hoca Şehir Mezarlığı'na gözyaşları arasında defnedildi.

ÇEYİZ PARASI İÇİN ÇALIŞIYORLARDI

Kazada yaşamını yitiren Ceylan Aksoy'un halasının oğlu Halil Aksoy, gazetecilere yaptığı açıklamada, Ceylan ve yengesi Şerife Aksoy'u kaybetmenin üzüntüsünü yaşadığını söyledi. Şerife Aksoy'un kızı Ceylan Aksoy'un düğünü için hazırlık yaptığını aktaran Aksoy, şunları kaydetti:

"Ölenlerin hepsi yoksulluktan, garibanlıktan öldü. 25-30 lira yevmiye için çalışmaya gidiyorlardı. Dayı başının aç gözlülüğünden dolayı 17 kişiyi kaybettik. Kelimeler boğazımıza düğümleniyor. Şerife Aksoy'un kızının düğün hazırlıkları vardı, onun çeyiz parası için çalışmaya gitmişlerdi."
Kaynak: Birgün

Levent Gültekin'den Cumhuriyetin 91. yılında halimize ayna: Türkler ile Kürtlerin ortak sorunu
Levent Gültekin
27 Ekim 2014
acikcenk@gmail.com



Hükumet iki yıldır Kürt sorununu çözmek için “Barış süreci” veyahut “çözüm süreci” adlı bir çalışma yürütüyor.

Hepimiz nefesimizi tutmuş, sürecin verimlerini bekliyoruz.

Fakat ülkenin gerçek durumunu göz ardı ediyoruz.

Hepimizin hayatını, geleceğini derinden etkileyen; onlarca, yüzlerce sorun var.

Ve fakat bu sorunları görmezden gelip yalnızca bir soruna odaklanıyoruz.

Halbuki Türkler ile Kürtlerin bir Türkiye sorunu var.

Çocuklarımıza gururla bırakacağımız modern, temiz, demokrat ve özgür bir ülke inşa edemedik.

Eğitim sistemimiz çökmüş; yargı, adalet dağıtmaz olmuş; şehirlerimiz adeta bir çöplük görüntüsünde.

Medya işlevsiz hale gelmiş. Caddelerimiz, sokaklarımız, parklarımız talan ediliyor.

Yoksulluk büyük bir sorun. İşsizlik büyük bir sorun. İşçi ölümleri büyük bir sorun.

Bu ülkede bir milyondan fazla çocuk işçi var. Yoksulluk sınırı 4 bin TL’ye çıkmış.

13 milyondan fazla insan bankaların elinde rehin.

Hiçbirimizin bir hayatı, huzuru, refahı yok. Ve biz sadece bütün enerjimizi tek bir soruna yöneltmişiz.

Üstelik iki yıldır sadece konuşuyoruz.

İki yıldır silah ve çatışma yok diye mutlu muyuz?

Aklı başında iki insanın 30 dakikada konuşarak çözeceği bir sorunu 30 yıldır birbirimizi öldürerek sürdürüyoruz.

30 yıldır kimlik cinayetleri işliyoruz. Sahte sorunlara sahte çözümler arıyoruz. Sahici sorunlara sahici çözümler aramıyoruz.

Şöyle birşey diyebilir miyiz: “Kürtlerin bir sorunu yok, tek sorunları Türklerle. Bu nedenle onu çözmeye çalışıyorlar."

Veyahut "Türklerin tek sorunu Kürtlerle, onu çözmeye çalışıyorlar.”

Çocuklarımıza modern ve seviyeli bir eğitim veremiyoruz. Kürtler bundan etkilenmiyor mu?

Yoksulluk sınırı 4 bin TL’ye çıkmış.

Açlık sınırı 1.100 TL civarında. Tablo buyken asgari ücret 850 TL. Bunlar, Kürtlerin sorunu değil mi?

Almanya’da asgari ücret diye bir şey yok. Bu hepimiz için utanılacak bir durum değil mi?

Çalışan 1 milyon çocuk işçi var. Bunların arasında Kürtler yok mu?

77 milyonluk bir ülkede huzurla yaşayacağımız evler, sokaklar, caddeler, kaldırımlar yapamadık, mahalleler kuramadık.

Hepimiz biçimsiz, birbiriyle uyumsuz evlerde; plansız, boğuk şehirlerde haysiyetsiz ve rezil bir hayat sürüyoruz.

Nazım Hikmet’in dediği gibi “Hayat işte, yaşayıp gidiyoruz.”

Kürtlerin bundan farklı hayatları mı var?

Bankaların elinde rehin olan 13 milyon insan arasında Kürtler yok mu?

91 yıldır tek bir kez herkesin coşkuyla katıldığı bir cumhuriyet bayramı kutlayamadık.

Huzur ve sükunetle; tartışmadan, kavga etmeden tek bir Kurban bayramı geçirmiş değiliz.

Birbirimize saygımız yok. Aramızdaki dostluk ve kardeşlik bağı büyük yara almış.

Nezaket yok, zarafet yok, anlayış yok. İlişkilerimizdeki iyi duygular bütünüyle yok olmuş.

Geçtiğimiz haftalarda 46 vatandaşımız öldü. Üzülmeyi, ağlamayı, yas tutmayı bile bilmiyoruz.

Cebi biraz para gören herkes bu ülkeden kaçmanın yolunu arıyor.

Bunlara benzer daha yüzlerce sorunumuz var. Hepsi de hayatımızı derinden etkiliyor.

Bu haldeyken sanki tek derdimiz var onunla ilgileniyoruz.

“Kürtler bu ülkede çok açı çekiyorlar. Ama Türklerin bir eli yağda bir eli balda.” Böyle bir tablo mu var Allah aşkına.

“Ya da Kürtler bu ülkede insan gibi bir hayat sürüyorlar ama etnik problemler her şeyi berbat ediyor” diyebilir miyiz?

Bütün sorunların Türk-Kürt hepimizi bir bataklığın içine çektiğini ne zaman anlayacağız?

Bu sorunların üstesinden gelmeyi başaramadıysak, bu başarısızlık, Türk-Kürt ortak hezimetimizdir.

Türkiye’nin bir vizyonu yok.

Bütün dünyaya gururla “bakın bunu biz yaptık” diyeceğimiz neyimiz var Allah aşkına?

Çok iyi romanlar mı yazdık? Herkesin hayran kaldığı sinema filimler mi çektik? Sanayide tek bir başarı mı yakaladık? Yaşanabilir şehirler mi kurduk? Teknolojik gelişmelere tek bir katkı mı sunduk?

Herhangi bir tarım ürününü dünyada kimsenin yetiştiremediği kalitede biz mi yetiştirdik?

Ülke olarak başkalarını kendimize hayran bırakacak ne yaptık? Neyi başardık?

Çocuklarımıza matematik mi öğrettik? İşçilerimize tatminkâr sosyal haklar mı verdik? Gençlerimize, Ayakları üzerinde durabilecekleri koşullar mı sağladık?

Tüm bu tablo sadece Türklerin sorunu mu? Kürtler bu tablodan etkilenmiyor mu?

Bu ülkeyi bu hale kim getirdi? Hep beraber getirmedik mi?

Yaklaşık 70 yıldır bu ülkede seçimler oluyor. Bizi yönetecek hükumetler seçiliyor.

Bu hükumetleri yalnızca Türkler mi seçti?

Kürtler kimlere oy verdiler?

Kürt sorununu bu ülkenin başına bela eden hükumetler kimin oylarıyla geldi iktidara.

Demirel’e Avrupalı bir parlamenter “Siz Kürtlere çok zulüm ediyorsunuz” dediğinde şöyle cevap vermişti: "Biz sadece Kürtlere değil Türklere de zulüm ediyoruz”

Bu acı itirafı görmezden gelip birbirimizle daha ne kadar kavga edeceğiz?

Kürt sorunu dediğimiz nedir?

Modern, demokrat, özgür, haysiyetli, başarılı bir ülke olamadığımız için bu ülkede eşitliği sağlayamıyoruz.

Yani bir demokratikleşmeme ve insana saygı sorunumuz var.

Ama ülke olamadık ki demokratik olalım. Özgürlükçü olamadığımız için ülkemiz bu halde.

Yüzlerce sorunumuz var. Ülke uçurumun eşiğinde. 40 milyon gencin hayatı, geleceği karanlıkta. Kalkmış İmralı’da Öcalan ne dedi ne demedi buna bakıyoruz.

Eğitim dili Türkçe olan çocukların başı göğe mi erdi? Bununla bir yol mu kat ettik?

Türkçenin haysiyetini, etkisini, itibarını koruyabildik mi ki, Kürtçeyle bir yere varalım?

Kürtlerin de, Alevilerin de, dindarların da, liberallerin de, milliyetçilerin de sorunu, bu ülkenin demokratikleşmeme sorunudur.

Toplum olamamış, esaslı bir ülke kuramamış insanlar demokratik terbiyeyi tesis edebilir mi?

Ülkede bunca sorun var. Fakat Kürt siyasetçilerinin tek derdi: Anadilde eğitim.

Kürt siyasetçilerin bu ülkede Kürt çocukları ölüyor diye bir dertleri var mı?

Yoksulluk, eğitimsizlik, işsizlik, adaletsizlik… Bunlar Kürt siyasetçilerin meselesi değil mi?

Yargı sorunu Kürtler için Anadilde eğitim sorununda daha mı az önemli?

Cumhurbaşkanı HSYK üyeliğine AK Parti’nin eski bir meclis üyesini atamış.

Bu, Kürtleri ilgilendirmiyor mu?

Geçtiğimiz günlerde Mehmet Bekaroğlu şöyle bir açıklama yaptı: “12 yıldır tek bir Alevi hakimlik, savcılık sınavını kazanamadı.”

Bu sorun Kürtleri ilgilendirmiyor mu?

Çocuklarımız eğitim alamıyor, gelecekleri kayboluyor. Bu durum Kürt siyasetçilerin umurunda değil mi?

Anadilde eğitim için çocuklarımızı öldürenlerden bu sorunlarla alakalı tek bir söz duydunuz mu?

“Türkiye’nin yok ama Kürtlerin bir vizyonu var” diyebilir miyiz?

Kürtlerin sadece etnik sorunları ile ilgilenenler bunca sorun arasında Kürtlere haysiyetli bir yaşam olanağını nasıl sağlayacaklar?

Hangi yöntemle sadece Kürtleri huzura, refaha kavuşturacaklar?

Hepimiz bir toplum olmadan, burayı yaşanabilir bir ülke haline getirmeden huzura kavuşabilir miyiz?

Dertlerimiz, sorunlarımız, yaşam şartlarımız… hepsi aynı ama hala meseleye Kürtlerin ve Türklerin sorunları olarak yaklaşıyoruz.

Daha fazla ayrıştırarak bunca sorunun içinde çıkamayız.

Suriye hepimiz için acı bir örnek olarak yanı başımızda duruyor.

Kürt sorunu değil, Alevi sorunu değil, dindarların sorunları değil.

Ortada bir Türkiye sorunu var. Göremiyor musunuz?
twitter.com/acikcenk
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Ekm 29, 2014 12:20 am    Mesaj konusu: İngiliz Avcılar Ankara'da Ne Arıyor? Alıntıyla Cevap Gönder

Devletin karanlık labirentleri: Memurlar ve halk
Orhan Gazi Ertekin
24 Ara 2014



Türkiye’de, “memur” ile “halk” arasındaki ilişki, ülkenin devlet ve demokrasisinin herhalde en karanlık noktalarından birisini oluşturur. İçinde büyük ve süslü söylemlerle beraber sayısız küçük trajedileri barındırır; “hizmet” vaatleri altında geniş bir sahte davranışlar alanı içerir, “hukuk” ve “kural” adı altında geniş bir serbestiyet yükselir ve nihayetinde iktidarın iç dünyasının bütün o sorunları burada ifşa olur. Türkiye siyaseti ve iktidarının bütün o sonu gelmez kurtuluş vaatlerinin ötesindeki gündelik hayatı, bir de bu trajik ve sahte dünyanın içinden takip edilmelidir. Çünkü, halkın ve yurttaşların, devlet ve devlet kurumları tarafından iğdiş edilmesinin “gizli tarihi” burada saklıdır.

Halkın hafızasında bu “gizli tarih”in her gün yeni bir anlatımı ortaya çıkmaktadır. İstanbul mahkemelerinden birinde duruşma hâkiminin, bir avukatı duruşmayı ayakta takibe zorlamak için koltuğunu kaldırtması en son yaşanan örneklerden birisidir. Açıktır ki bu tavır, gizli bir şiddet iması barındırmaktadır ve “halk”ın devlet alanında “terbiye” edilmesine adanmış bir hareketi içermektedir. Bir başka örnek olarak, yine yakınlarda bir öğretmen ile kaymakam arasında yaşanan bir olay verilebilir. Maltepe’de bir okulda öğretmenlik yapan Mehmet Sarı, kaymakam ile karşılaştığında “sen ne biçim öğretmensin, berduş gibi giyinmişsin, böyle öğretmen mi olur! Siz nasıl öğretmenlik yapıyorsunuz” diyerek sözle taciz edildiğini ve arkasından da kaymakamın korumaları tarafından tartaklanarak göz altına alındığını duyurmuştur. Bunlara benzer çok sayıda başka “olay” her gün Türkiye’nin devlet kurumları içinde yaşanmakta ve halk üzerindeki “yetki” kullanımının gündelik sonuçları tekrar tekrar tecrübe edilmektedir. Buna karşılık bu alanın ne kadar ciddi bir karanlık ürettiği, halkın ve hiyerarşinin alt sıralarında bulunan memurların nasıl bir aşağılanma ve şiddete maruz bırakıldığı sorunu hâlâ “küçük sorunlar” olarak anlatılmaya devam edilmektedir. Oysa Türkiye siyasetinin “büyük sorunu” ile karşı karşıyayız.

Halkın memuru, memurun halkı

Bu alanın genel gerilim ve sorunları bellidir: Memur, demokrasi teorisinin bir sonucu olarak, haliyle, halkın doğrudan iradesinin bir ürünü ve “hizmet” ulaştırma vasıtası olarak tanımlanırken olağanüstü bir hiyerarşi ve yetki alanı olarak ulaşılması zor ve epey bir talim gerektiren mahsus bir yapıya dönüşür. Bu nedenle de memur, halkın, ekonomik-sosyal dünyasının bir parçası iken halk memurun içinde bulunduğu hiyerarşik mekân ve yetki alanında geniş bir huzursuzluk hissi ile varlığını korumaya zorlanmıştır. Popüler devlet söylemlerinin tersine, memur ile halk ilişkisi, olumlayıcı değil gerilimli ve çatışmalıdır. Bu çatışma her yerdedir ve her an yaşanmaktadır. Sadece, memur ile halk arasında değil, bizzat memuriyetin ara katmanları arasında da oldukça yoğun bir saklı şiddetle karşı karşıyayız.

Türkiye istisnacılığı

Türkiye’de devletin bu karanlık labirentinin içinde yaşanan şiddet, tehdit, baskı, taciz vs. gibi sayısız gündelik olayların ise aslında “saygı” duyulacak bir “felsefi” zemini hazır ve nazırdır. Buna göre, halk, “kendi iyiliği için”, henüz “rahat bırakılmaya” hazır değildir. Çünkü, biraz serbest bırakılırsa bunu istismar edecektir. Halk, hazır oluncaya kadar, memurun, halk üzerindeki yetkisi ve gücünün sürekli hatırlatılması ve halkın devlet dairelerinde buna uygun bir “terbiye” içinde hareket etmesi sağlanır. Sağlanmaya çalışılır. Memur ile halk arasındaki saygı, sadakat, güven, samimiyet bu noktada toplumsal sağduyunun içinde değil, devletin ve devlet yetkilisinin açık baskısı ve tehdidi ile sağlanmaya çalışılır. Avukat, ayağa kalkmazsa, zorla kaldırılır. Çünkü ayağa kalkmaması, bir yetki karşısında “saygısızlık” iması barındırır. Öğretmen kravat takmazsa bu, kaymakama karşı saygısızlık işareti hâline gelir. Böylece, halk istismar etmemeyi öğreninceye kadar memurlara emanet edilmiş bir “devlet terbiyesi” mekanizması harekete geçer. Bu mekanizma, Türkiye’nin memurlarını, halkın bütün gündelik hayatında öğretici-eğitici birer
“yetkili” ve bir “sosyal otorite” hâline getirir.

Bu durum, halk henüz demokrasiye ve adalete hazır olmadığı için bir “hazırlık ve terbiye devresi”ni harekete geçirir. Buna göre, Türkiye halkı, Avrupa halkına benzemez. Biz bize benzeriz! Türkiye’nin kendine has özellikleri vardır ve hiç kimselere benzemeyiz. Bizim, yöneticilerimiz gibi hukukumuz, yargımız ve dahi Cumhuriyet Savcılarımız da sadece bize özel bir tarihten miras kalmıştır. Batı'nın kurumları ve demokrasisinin biz de karşılığı yoktur. Demokrasiye bu nedenle henüz hazır değiliz. Bu çok tipik bir Türkiye istisnacılığıdır ve bütün demokratik kurumların yokluğunun açık itirafıdır. Dahası sürekli bir “geçici olağanüstü hâl durumu”nun Türkiye’nin devlet kurumlarında varlığını sürdürdüğünün de itirafıdır. Eşitsizlik ve hiyerarşi, Türkiye istisnacılığı yolu ile böylece normalleştirilir.

Halk ve memur (devlet) eşitliği

Buna karşılık geçen günlerde, halk-memur karşılaşmasına dair bu geleneği cepheden ihlal eden bir “hukuk olayı” yaşandı. Gaziantep 6. Asliye Ceza Mahkemesi'nde, avukatın “devlet terbiyesine” çağrılması gereken bir “nesne” değil, yargılamanın bir “özne”si olduğuna dair tespit yapıldı ve avukat ile savcının aynı seviyede ve birbirine eşit olarak konumlanmasına yönelik bir karar verildi. Buna göre, hâkim ile savcının yan yana oturduğu kürsüye, çok tipik bir Batılı yargılama ilkesi olan “silahların eşitliği” ilkesi gereğince avukatlar da davet edildi ve Türkiye yargı tarihinde ilk defa modern ve eşit bir halk-memur karşılaşması ve çekişmesinin imkânları hazırlandı. Tabii ki duruşma salonunda o güne kadar uygulanan oturma düzeni, gerçekte, halk ile devletin siyasal düzen içindeki oturma düzenine tekabül eder. Duruşma salonunda avukata reva görülen alt platformdaki yer, gerçekte siyasal düzen içinde halka reva görülen yerle aynıdır. Dolayısıyla, duruşma salonundaki avukat ile savcıların oturma düzeninin değiştirilmesi, genel siyasal düzendeki oturma düzeninin etkisini kıran, onun eşitsiz geleneğine yeni bir gelenek imkânı ile cevap veren simgesel bir anlam taşıyordu. Tam da bu nedenle, yaşanan bu “hukuki olay”ın halk da ve hâkim ve savcılar arasındaki karşılıkları oldukça farklı oldu. Geleneksel uygulamalar ile yeni bir dönem iddiasını barındıran bu hukuki olay arasında açık bir karşıtlık ortaya çıktı ve bu karşıtlık yeni bir çözüm alanı ortaya çıkana kadar sürecek. Geleneği devam ettirme ısrarında olanlar otoriteyi tercih ederken, yeni hukuki olayın potansiyeli ise ancak ve ancak yeni ve demokratik bir yargı kültürü ile açığa çıkacaktır.
Şüphesiz ki, bu iki yaklaşım, aynı zamanda gündelik kültür ve iktidar oyunları bakımından da farklı tercihlere tekabül etmektedir. Dolayısıyla geçmişte ısrar edenleri bir de bu ilişkinin yarattığı samimiyet, güven, saygı ve açıklık gibi hep aradıkları vasıflar bakımından da uyarmak gerekir. Geçmişimiz, genel olarak memur ile halk, özelde ise kaymakam ile öğretmen, hâkim ile avukat, savcı ile avukat arasındaki saklı şiddet ilişkisi nedeniyle samimi bir saygı ve iletişim tamamen yok olmakta ve Etiyopya atasözünün şu bilgece öğüdünü sürekli hatırlamayı salık vermektedir: Akıllı köylü büyük efendinin önünde sonuna kadar eğilir; fakat sessizce yellenir…

Anlaşılan o ki, Türkiye’nin devlet alanı ve halk-memur ilişkileri, bir süre daha, aşağıdakileri ve ezilenleri, Etiyopya atasözünde açıkça dillendirilen strateji ve taktiklere mecbur edecektir. Hiçbir saygı içermeyen bir saygı, samimiyet içermeyen bir samimiyet, açıklık ve diyalog içermeyen bir iletişim varlığını sürdürecek ve devletin bu karanlık ve kuytuluk alanı ülkedeki demokrasi ve adalet talepleri için tehdit üretmeye devam edecektir. Ama devletteki bu karanlık labirentin böyle devam ettirilemeyeceğini öngörmek için müneccim olmaya da gerek yoktur…

*Dr. Orhan Gazi Ertekin, Demokrasi ve Özgürlük İçin Yargıçlar ve Savcılar Birliği (Demokrat Yargı) Eşbaşkanı.

El Ceziretürk

Gürkan Hacır'dan seçim sonuçları ile ilgili ilginç bir yorum: Saray Düşerken!
8 Haziran 2015



Hepimiz bu sabaha mutlu uyandık.

Tam 13 yıl boyunca süren tek parti baskısı bu sabah itibariyle son buldu. Artık kafalarından uydurdukları bir davayla gece yarısı insanları evlerinden toplayamayacaklar.

Sonra yıllarca hapislerde yatırıp pardon yanlış olmuş diyemeyecekler.
Artık dünya da tek gram itibarı kalmamışken gözümüzün içine baka baka dünya lideriyim masalını dinletemeyecekler.

Artık yolsuzluğu 1000 belgeyle ispatlanmış işleri bize kalkınma diye yutturmayacaklar.

Artık ailemizin vakfı Türgev’e devlet müteahhitlerinin bağış yapıp ihale kapması yok.

Artık benim RTÜK’üm benim TRT’em yok.

Artık benim polisim benim hakimim de yok.

Artık Türkiye normalleşecek. Denge ve balans mekanizması işleyecek. Yaptım oldu dönemi bitecek.

‘Yok kanun yap kanun’ dönemi bitecek.

Biliyorum Akp’li arkadaşlar algılamakta güçlük çekiyorlar.

“% 40 oy aldık. Bunun neresi başarısızlık? En yakın rakibimize 15 puan fark attık, üstelik hükümeti gene biz kuracağız” diyorlar.

Siz normal bir parti olsaydınız bu dedikleriniz doğruydu. % 40 müthiş bir oy oranıdır aslında. Süleyman Demirel alsa sevinçten takla atardı. Turgut Bey zil takıp oynardı.

Ama sizin için iyi değil.

Çünkü sadece iktidar aygıtını elinde tutarak ayakta durabilen bir parti, aygıt elinden gittiğinde çırılçıplak kalır. Bol keseden dağıtacağı hazinesi, hukuksuz talimatlar verebileceği bir savcılığı ve emniyet teşkilatı olmayacağı için anında tepetaklak olur.

Artık ne kimse masallarını dinler ne de dünya palavralarına inanır.
% 40 almasına rağmen AKP artık, güneş görmüş bir dondurmadır !
Gün be gün eriyecek ve tarihin tozlu raflarında yerini alacaktır. Günahlarıyla beraber...!

CHP’ye gelince...

Sarsıcı bir tespitle başlayayım.

Dün eğer Kemal Bey olmasaydı CHP % 12 -15 bandında bir oyla çıkardı bu seçimden. HDP ise ana muhalefet partisi olarak güne uyanmıştı.

Lütfen şu sosyolojik gerçeği kabul edelim. CHP oylarını sadece İzmir Karşıyaka veya İstanbul Erenköy’den almıyor. Yani sadece laik çağdaş ilerici bir tabandan oy gelmiyor. CHP’ye oy veren başka bir sosyolojik taban daha var. Bizim modern ve ilerici yüzümüz olan, Aleviler...

Evet özellikle Anadolu’da ve büyük kentlerin çeperlerinde yaşayan Alevi canlarımız oylarını Kemal bey sayesinde CHP’ye veriyor.

Kılıçdaroğlu faktörü olmasa bu oyların HDP’ye kayması an meselesidir.
Kemal Bey’in liderliği bırakması durumunda tek bir saniye bile durmaz artık tam anlamıyla Türkiye Partisi olma yoluna girmiş HDP’ye gidiverir.

Bu yüzden Kemal Bey hem CHP için hem de Türkiye için şanstır.
Burada bir Tunceli parantezi açmamız zorunlu.

Madem öyle neden CHP Tunceli’de 0 çekti diyebilirsiniz. İşte orada hem Kürt kimliğine yönelik esen HDP rüzgarı hem de genel merkezin yanlış aday seçimi rol oynadı. Tunceli’yi hiç bilmeyen ve Ankara’da oturan Avukat Saniye Barut Tunceli’lerden kabul görmedi. Oysa bölgenin insanı Gürsel Erol olsa mutlaka bir vekil çıkartılabilecekti.

Neyse

CHP 2011 de aldığı oy oranını -yaklaşık olsa da- korumayı becermiştir. Evet böylesi etkili bir kampanyanın, böylesi halka dokunan güçlü bir ekonomik paketin daha büyük bir sıçrama yapması beklenirdi. Doğru.


Ama şunu unutmayın. Tüm araştırma şirketlerinin hem fikir olduğu konu CHP’den HDP’ye büyük bir oy kayması yaşandığıdır.

Nerdeyse AB’si ABD’si dahil tüm bir dünya Selo rüzgarı estirdi.
“Bakın şöyle genç, şöyle temiz, şöyle dürüst, hem saz da çalıyor” diyerek
Selahattin Demirtaş pompalandı.

Sanırsınız ki APO’nun karşısında ceket ilikleyen Selo değil bendim.

Sanırsınız ki 62 yaşındaki Kemal Bey, 31 Mayıs gecesi gaz bulutu içindeki Gezi’ye girerken, (İmralı’nın ve dolayısıyla MİT’in talimatıyla) topuklayıp kaçan genç Selo değil, bendim.

Sanırsınız ki yolsuzluk oylamasından sıvışan Selo değil bendim.

Normalde %5.5 luk olan bir parti bu büyük pr’la bir anda 13 oluverdi.

Tüm dünya elbirliğiyle Selo rüzgarını yarattılar. Sanal bir kahraman inşa etmeye çalıştılar. Medyası, sosyal medyası, küresel aktörleri hepsi Selo’yu ittirdiler. Ve büyük ölçüde de başarılı oldular.

Kemal Bey sadece Tayyip bey’e ve Akp’ye karşı değil bir yandan da estirilen bu Selo rüzgarına karşı mücadele etti. Ve bu küresel rüzgara karşı partisinin birliğini ve oylarını korumayı başardı. (Üstelik önseçim gibi yüksek bir demokratik cesaret göstererek.)

Kılıçdaroğlu’nun irili ufaklı hataları elbette var. Ben de zaman zaman yazıyorum. Ancak bu hatalar tolore edilebilecek türden hatalardır. Her liderde olur.

Kemal Bey bu seçimden yüzünün akıyla çıkmayı başarmıştır.

Dün gece Genel Merkez merdivenlerinde yaptığı konuşmada söylediği bir cümle 7 Haziran’ın tam da özeti gibidir.

“Baskıcı bir dönemi, demokratik yöntemlerle sona erdirdik.”

Evet...Artık “Erdoğan Rejimi” sona ermiştir, çökmüştür. Ve tüm olumsuzluklara rağmen bu iş demokratik yöntemle ve inatla başarılmıştır.

Başta Kemal Bey olmak üzere sabır ve inançla bu yolda yürüyen seçmeninden parti emekçisine kadar tüm CHP’lilere teşekkür borçluyuz.

Sağolun, varolun...Bizi bir kabustan uyandırdınız.

Umarım Türkiye bir daha böylesi bir kabusu yaşamaz.

Birikime düşman, nefret yüklü, beceriksiz bir grubun eline geçmez.
Bir daha devletin temeli kökünden sarsılmaz.

***

Peki bundan sonra ne olacak?

Bunu uzun bir yazıda ele alacağım. AKP CHP koalisyonu olur mu? CHP’nin hükümete girmesi ne anlama gelir? Tayyip bey saraya sıkıştırılırsa ne olur?

Ayrıntıları ile yazacağım.

(..)
Kaynak: Gerçek Gündem

Cengiz ÇANDAR'dan ilginç bir seçim analizi: 29 Mayıs'tan 7 Haziran'a bakış...
29/05/2015



Türkiye, 7 Haziran'da "Tek Adam rejimi"ne geçit vererek, "Ortadoğu kaosu"na iltihak etmeye karar verecek mi? Buna "evet" cevabı çıkarsa, yani, Erdoğan'ın "Yeni Türkiye"sine geçiş hızlanırsa, seçimin bu şekildeki sonucu "Türkiye'den olma" riskini beraberinde getirmiş olacak.

Bugün 29 Mayıs. Bundan 562 yıl önce bugün Bizans, bir başka deyimle Doğu Roma İmparatorluğu tarihe karışmıştı. Onu tarihe gömen Osmanlı Devleti ise 1453’ten itibaren “İmparatorluk” olmuştu.

Harvard profesörlerinden ve dönemimizin en üretken tarihçilerinden biri olan İskoçyalı Niall Ferguson, bizde “İstanbul’un Fethi” olarak anılan 29 Mayıs 1453 tarihini Osmanlı İmparatorluğu’nun başlangıç tarihi addederek, 29 Mayıs sonrasında tarihte en uzun yaşayan “İmparatorluk”un 469 yıllık ömrüyle Osmanlılar olduğunu kaydeder.

29 Mayıs, tarih için, özellikle bizim tarihimiz için çok önemli bir gündür. Ama, gerçek “tarih şuuru”ndan yoksun, tarihi sadece “ecdadımız” edebiyatına indirgemiş olan, “keyfilik” ve “pervasızlık”ta sınır tanımayan Türkiye’nin bugünkü iktidar merkezi, bu yıl 29 Mayıs’ı 30 Mayıs’ta kutlamaya karar verdi.

29 Mayıs, her yıl zaten hayli “mizahî” bir hale sokulan “büyük müsamere” kıvamındaki kutlama törenlerine konu olurdu. Bu kez, 562 kişilik mehter takımı ile, 30 Mayıs’ta “Cumhurbaşkanı’nın huzurlarında, Başbakan katılımlı” bir tantanalı “müsamere”ye dönüştürülecek.

Niye 29 Mayıs’ta değil de 30 Mayıs’ta?

Çünkü, Tayyip Erdoğan’ın AKP’ye dönük iktidar hesapları, seçim kampanyası taktiği olarak öyle gerektiriyor da, onun için. (Her yıl 25 Nisan’daki “Anzak Günü” de, “Anafartalar Kahramanı” Mustafa Kemal’ın ikinci plana itildiği, Tayyip Erdoğan’ın öne çıkartıldığı Çanakkale savaşlarını tantanayla anma törenlerine dönüştürülmüş ve Ermeniler için özel anlamı olan 24 Nisan’a çekilmişti.)

Türkiye, “İstanbul’un Fethi”nin tarihinin, 29 Mayıs’ın bile AKP’nin seçim hesapları gereği oynandığı, keyfiliğin sınır tanımadığı bir dönemi yaşıyor.
Bu ölçüde bir “keyfilik” ancak, 1923-1950 arası “Tek Parti” iktidarının damgasını vurduğu, cumhurbaşkanlarının “Ebedi Şef” ve “Milli Şef” sıfatlarıyla anıldığı dönemle karşılaştırılabilir.

7 Haziran’da böyle bir “Yeni Türkiye” için, “keyfi yönetime garanti belgesi” elde etmek amacı için bir “halk oylaması” niteliği kazanıyor.

Seçimden bu sonuç çıka bile –ki, her geçen gün azalan bir ihtimal- böyle bir zihniyetin ömrü çok sınırlıdır. Zira, tarih, şu sıra Tayyip Erdoğan ismiyle simgelenen zihniyetin ve yönetim tarzının “kullanma süresinin dolmuş” olduğuna dair örnekler sunuyor.

Bundan altı yıl önce Niall Ferguson, “Empires with Expiration Dates” (Kullanma Süreli İmparatorluklar) başlıklı çok ilginç ve çarpıcı bir makale yazmıştı.

Niall Ferguson için tarih, esas olarak, geniş topraklara yayılmış ve çok sayıda halkı birarada tutarak yönetebilmiş olan 50 ilâ 70 dolayındaki imparatorluğun hikâyesidir.

Bunlar arasında yaşam süreleri üzerinden karşılaştırma yapıldığında “kadim imparatorluklar”ın “modern çağ imparatorlukları”na oranla daha uzun yaşadığı ortaya çıkıyor.

Niall Ferguson, Batı’daki Roma İmparatorluğu’nun –imparatorluk haline gelmiş olmasının- başlangıç tarihini Oktavyanus’un Augustus adıyla başa geçtiği MÖ 27’ye götürüyor. 395 yılında İstanbul’un (Konstantinopolis) “rakip başkent” olarak Doğu Roma’nın merkezi olduğu 395 yılına kadar toplam 422 yıl süren bir imparatorluk.

Bunu, Bizans yani Doğu Roma’nın son bulduğu 29 Mayıs 1453 tarihine uzatırsanız, toplam 1058 yıl sürmüş olan bir imparatorluk. Doğu Roma’nın mirasçısı 29 Mayıs 1453’ten sonra Osmanlılar.

Batı Roma’nın mirasçısı olan Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu ise, Charlemagne’ın (Şarlman) taç giydiği tarihten, 1806’da Napolyon tarafından son verilene dek 800 yıl yaşamış.

Niall Ferguson “Yakın Doğu’da” kurulmuş olan ve aralarında Asur, Abbasi ve Osmanlıları da saydığı imparatorlukların ortalama ömrünün 400 yıldan biraz daha fazla olduğunu belirtiyor.

Mısır ve başlıca hanedanlarının ömrüyle hesaplandığında bu rakam Çin’de 350 yıl dolayında. Keza, aralarında Romanov’lar ile Çarlık Rusya’sını ve Habsburg’lar ile Avusturya-Macaristan’ın dahil olduğu “Doğu Avrupa” imparatorluklarının ömrü de bu kadar. 200 ilâ 300 arası.

Britanya tarihçiliğinde “Mughal dönemi”, bizim tarih kitaplarında “Türk-Moğol İmparatorluğu” olarak adlandırılan Hindistan’daki imparatorluk olsun, İran’daki Safeviler olsun, Doğu’nun parlak imparatorlukları ortalama 235 yıl ömür sürmüşler.

Batı Avrupa ülkelerinin oluşturduğu denizaşırı imparatorluklarının yaşam süresi şaşılacak kadar uzun olmuş. İngiliz, Hollanda, Fransa ve İspanyol imparatorlukları aşağı yukarı 300, Portekiz imparatorluğu ise 500 yıl.

Çok kısa süre önce arkamızda bıraktığımız “20. Yüzyıl imparatorlukları”nın yaşam süresi ise aslında pek kısa. Sovyetler Birliği, bir başka deyimle 1917 Bolşevik Devrimi’ni izleyerek kurulan “Sovyet İmparatorluğu”nun ömrü 1922-1992 arasında topu topu 70 yıl.

Japonya’nın sömürgeci imparatorluğu, Tayvan’a el koyduğu 1895’ten başlayarak, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna, 1945’e kadar 50 yıl olarak hesaplanıyor. Hitler’in “Üçüncü Reich”ı, bir başka deyimle “Nazi İmparatorluğu”nun teknik ömrü Nazilerin –seçimle- iktidara geldiği 1933’ten 1945’e dek 12 yıl!

Niall Ferguson, “20. Yüzyıl’ın yeni imparatorluklarının ömrü niçin bu kadar geçici sayılacak kısa süreye indi?” sorusunu soruyor ve buna karşılık olarak, “Bunun cevabı, kısmen, (siyasi) iktidarın, ekonomik kontrolün eşi görülmemiş ölçüde merkezileştirilmesinde ve toplumsal homojenlik istemiş olmalarında aranmalı” diyor.

Buradan çıkarılacak basit ders, 20. Yüzyıl’ı bile aşamayan “Tek Adam” ve “Tek Parti”ye dayalı, “otoriter-totaliter” özellikli ve “merkeziyetçi yapılar”ın, 21. Yüzyıl’da uzun ömürlü olmalarının hiç mümkün olamayacağıdır.

Batı dünyasında 21. Yüzyıl’da bırakın ömür süresinin ne olduğunu, totaliter rejimlerin kurulması ihtimali neredeyse sıfır. Türkiye gibi “yarı-Batılı” ülkelerde ise, kurulmasına kalkışılan “otoriter rejim”lerin dayanması ve yaşayabilmesi çok zor.

Bu tür rejimlerin yerini, Ortadoğu’da “içten parçalanma” ve “kaos”un almış olması, söz konusu rejimlerin “kullanım sürelerinin dolmuş” olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor.

Batı’da “totaliter” Sovyetler toplam 70 yıl, onun kontrolündeki Doğu Avrupa ve Balkan rejimleri 50 yaşının altında yaşadı. Hitler, dünyayı kana boğdu, “12 yaşında” ömrünü sona erdirdi.

Ortadoğu’da Saddam’ın, Esad’ın, Kaddafi’nin, Mübarek’in babadan oğula geçecek şekilde hazırlanmış olan, otokratik “Tek Adam” rejimlerinin yerinde, o coğrafyada şimdi “içi paramparça olmuş ülkeler” ve “çökmüş devletler”, onların yerini IŞİD’den Hizbullah’a uzanan bir çeşitlilikteki “devlet-olmayan aktörler”in almaya çalıştığı bir “kaos” hüküm sürüyor. Nerede, nasıl noktalanacağı bilinmeyen, kanlı, sarsıntılı bir “kaos dönemi”ni yaşıyoruz.

Gelelim, Türkiye için 7 Haziran’ın önemine. 7 Haziran’ın temel sorusu şudur:

Türkiye, 7 Haziran’da “Tek Adam rejimi”ne geçit vererek, “Ortadoğu kaosu”na iltihak etmeye karar verecek mi?

Buna “evet” cevabı çıkarsa, yani, Tayyip Erdoğan’ın “Yeni Türkiye”sine geçiş hızlanırsa, seçimin bu şekildeki sonucu “Türkiye’den olma” riskini beraberinde getirmiş olacak.

Ya da, Türkiye, 7 Haziran’da “kendisini koruma” kararı verecek.
Roma’nın son bulduğu günden, Osmanlı İmparatorluğu’nun doğum gününün yıldönümünden, 9 gün sonrasına, 7 Haziran’a bakıldığında görünen budur...
Kaynak: Radikal

İngiliz Avcılar Ankara'da Ne Arıyor?

Hasan Demir
Yeniçağ Gazetesi
18.01.2010

Avcı ne arar, tabii ki av arıyor!

Bu sefer hedefte Türk çocukları var, “üstün zekâlı Türk çocukları”.

İnkâr edilemez bir gerçek ki, Türk Milli Eğitimi, milli olmadığı gibi, “eğitim-öğretim” bakımından da, kelimenin tam anlamıyla, bir “felâket” !

Amerika böyle istedi, böyle oldu.

Siz deyin çocuklar yarış atı, ben diyeyim dolap beygiri. Cümlesi iyi bir üniversite kazanmak için sınav sistemine kilitlenmiş, dönüp durmakta.

“Tarih” yok, “muhakeme” yok, hep “artı” - “eksi” hep “ezber”. Algıları “bozulmuş” hatta “gece” ile “gündüzü” bile fark edemez hale gelmişler; daha bunlar “iyi çocuklar”.

Yani kendini okul ve dershane demirbaşı haline getirmiş olanları. Bir de elden avuçtan kaymış, internet, uyuşturucu ve misyonerlere paçayı kaptırmış olanlar var ki, Rabbim akıbetlerini ve akıbetimizi hayreylesin.

Bu sisteme bir çocuk acemi “er” gibi ancak “teslim olarak” tahammül edebilir. Oysa eğitim ve öğretimin amacı bir yandan disipline ederek bilgi emzirmekken diğer yandan da “sorgulatmak” değil midir?

Tarihin başlangıcından bu yana öğrenciler yalnızca öğretmenlerinin öğrettiğini tekrarlasalardı bugün insanlık cilalı taş devrinden öteye geçebilir miydi?

Amerika’nın Türk Milli Eğitimi’ne dayattığı işte bu, gayeleri Türk çocuğunun elinden “mucit olma” hakkını gasp etmek.

Sistem “yaratıcı zekâları” katlediyor.

Derdimizi daha iyi anlatabilmek için Taha Aslanlı’nın Sabah’taki haberini birlikte okuyalım isterseniz:

“Tekirdağ’ın Çerkezköy ilçesinde bir genç tren yoluna yatarak intihar etti. İki yıl önce Uludağ Üniversitesi Elektrik Elektronik Mühendisliği bölümünden mezun olan 22 yaşındaki Yakup Bilmedi, Veliköy beldesinde tren yoluna yatıp trenin gelişini bekledi. Edirne-İstanbul seferini yapan tren gencin üzerinden geçti. Talihsiz genç feci şekilde can verirken bir süre sonra durabilen makinist durumu jandarmaya bildirdi.”

Peki derdi neydi Yakup’un?

Bilmiyoruz, ancak Yakup’un bir “süper zekâ” olduğunu haberin devamından anlıyoruz:

“Bilmedi’nin çok başarılı bir genç olduğu, çevresinde ’süper zekâ’ olarak anıldığı öğrenildi. Tekirdağ Fen Lisesi’nde okurken TÜBİTAK’ın açtığı Fizik Olimpiyatları’na seçilen gencin, fizik alanında kendine ait iki teorisi de bulunuyordu.”

Yazık değil mi Yakup’a?

Türk Milli Eğitimi ve Devlet niye Yakup’u fark etmedi?

Baktı ki Yakup, anlaşılamayacak..
Hadi bana eyvallah dedi..

Size bir de Arran Fernandez’den bahsedeyim isterseniz. 1995 doğumlu Arran Fernandez, 2003 yılında, ortaokulu dışardan bitirme sınavında ileri matematikte üstün başarı gösterince İngilizler ne yaptı, biliyor musunuz?

Tuttular 14 yaşındaki Fernandez’in elinden, Cambridge Üniversitesine götürüp, “Senin yerin burası, sağda solda heder olma!” dediler..

“Çünkü sen İngiltere’nin geleceğisin”

Biz, boynunu tren raylarına uzatıp kendine ait fizik teorileri ile birlikte ahirete giden Yakup’a ağlar, ağzında süt kokarken Cambridge Üniversitesinde krallar gibi karşılanan İngiliz Fernandez’e imrenirken, Anadolu Ajansı’ndan şu haber düştü gazete sayfalarına:

“Merkezi İngiltere’de olan uluslararası üstün zekâlılar ve yetenekliler kuruluşu ’Meensa”nın Türkiye ofisi ülkedeki ’üstün zekâlı yeteneklileri’belirlemek amacıyla ilk kez sınav yapacak."

Yani İngiltere Türkiye’de “üstün zekâlı Türk” avına çıkmış bulunuyor.

Söyleyecek o kadar çok şey var ki..

Belki daha tesirli olur diye en iyisi susmak mı dersiniz!

Genç Türkiye...
Serdar Akinan

Çok sıcak bir Cumartesi sabahı... Çoluk çocuk Büyükada’dayız... Yol kenarında bir fayton... Atlar perişan gözüküyor. Faytoncu bezmiş...

Birader, “Kadıyoran’a çıkacaz...” diyor.

Faytoncu ifadesiz bakıyor.

Çocuklar tam ayaklarını faytonun basamaklarına atıyorlar adam atları kırbaçlıyor.

O köhne fayton bir anda fırlıyor. Anneleri çocukları faytonun altından zor alıyor.

Arkasından bağırıyoruz. Umurunda değil... Gidiyor... Bu saçma sapan öfke, bu kabalık kime? Neden?

Bir an koşup faytoncuyu yakalamak ve eşşek sudan gelinceye kadar dövmek istiyorum.

Zor tutuyorum kendimi... Yakışır mı? Değer mi? Ayıptır... diyerek, derinden bir “fesuphanallah” çekip o sıcakta yürüyoruz...

Ada mahşer yeri gibi... Bu güruha bakıyorum... Dönüşen Türkiye’nin genç yüzü...

Yüzlerce genç İstanbul’un dört köşesinden adaya akın etmiş... Ellerinde hamaklar, poşetler, toplar, sırtlarında çantalar, bağıra çağıra itişe kakışa yürüyorlar...

Kızların büyük bir çoğunluğu türbanlı... Bisiklet kiralayanlar, fayton kuyruğuna girenler...

Bu çıldırtıcı yapış yapış sıcaklarda ömrünü oto tamirhanelerinde, merdivenaltı atölyelerde tüketen yüzlerce genç bu kızların etrafında...

Jöleyle punk havası verilmiş uzun saçlar, çakma marka t-shirt’ler, hafta içi şehire kusamadığı nefreti bedeniyle etrafa saçan bir duruş...

Üçüncü kuşak ayrı bir alt kültür...

Müslümcü değil sanki Hip Hop’çı... İstanbul’a ait bir yeni ruh hali... Meselesi olan ama bunu bildik bir kalıp içinde okuyamayacağımız...

Varoş’un yozundan filizlenen, tüketerek var olan, bireyi tüketen ama aynı anda o kollektifi besleyen garip bir tipoloji...

Asıl ilgimi çeken bu kolektifin içinde, kenarında köşesinde, gezinen o türbanlı genç kızlar...

Benim anladığım mütevazı İslam’la uzaktan yakından ilgileri var mı?

Kesinlikle yok... O başörtüsü bir simge... Neyin simgesi?

Bu genç kızlar için o türbanın simgesi annelerinden ve ablalarından daha öte bir anlam içeriyor.

Öncelikle düne kadar “iktidar”a karşı olan bir zihniyete ait. En alt katmanda; temelde bu duruyor elbette...

Ancak bir yandan da o zihniyet şimdi “iktidar”... Yani aslında etkili gücü barındıran bir kolektif.

Başörtüsü bu kızlar için bu güce eklemlenmek; etki grubuna ait olmanın simgesi ikinci katmanda...

Evde babaya, okulda hocaya, sokakta ağbiye ve erkeğe kafa tutuşun; “ben”im demenin de etkin bir simgesi... Ayrıştırıcı bir simge.

Ama bir yandan da yukarıdaki gençler de akranları bu kızların... O cafcaflı türbanın hemen altında beden hatlarını örtmekten uzak dar elbiseler var... Bu elbiseler genellikle, yine dar pantolonların kalça kesiminde sonlanıyor... Ayakkabılar ise başlı başına ayrı bir kategori...

Tüm bunları alt alta koyduğumuzda Türkiye’nin “yeni İslam”ına dair ipuçları yakalanabilir.

Bu kuşağın nasıl bir kültürel koddan geldiğini, nasıl bir sosyal dokuya ait oldukları, bu şehre, bu memlekete ve özde kendilerine ne vermeye çalıştıkları çözülmek ve anlaşılmak zorunda...

“Cumhuriyet Kadınları” zihniyetinin; bu yığınlara “hizmetçi kız” ve “varoş iti” gözlüğüyle bakanların anlayamayacakları bir psikoloji ve sosyoloji var ortada...

Geçen sefer de Pakistan’ı yazdığımda, bağımsız Müslüman aydınların, AKP’nin neyi nasıl dönüştürdüğünü anlaması ve eleştirmesi gerekir demiştim.

Bu yaz sıcağında, bir hafta sonu, adaya gelip bir ağacın gölgesinde oturup, uzaktan bu çocukları izlemek, Türkiye’nin neye gebe olduğunu kavramak açısından önemli...

Nefret dolu “öteki”leştirme ile birbirimizi boğazlarız...

Bu çocukların birkaç yüz metre uzağında Abercormbie&Fitch üniformalarıyla babalarının sürat teknesinde bu kitleyi dikkate bile almayan İstanbul burjuvasının içler acısı çocuklarına sıra bile gelmedi...

Bir yanda bunlar öte tarafta onlar...

Cumhuriyet Türkiyesi’nin iki torunu oldu maalesef...

Biri Müslümanlığın özünü ıskalamış, boyun eğen, estetikten bi haber, tevhidden uzak acınası bir kul...

Öbürü hangi dünyaya ait olduğunu bile bilmeyen, kültürsüz, ruhsuz, heyecansız, tüketen ve tükenen bir zavallı...

Bu fotoğrafı aynı zaviyeden çekip, önümüze aynı mesafeden koyarak, bir vicdan muhasebesi yapmak zorundayız...

akşam
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> CEMİYET YANGIN YERİ Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com