EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Lozan

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Sal Ksm 06, 2007 5:20 am    Mesaj konusu: Lozan Alıntıyla Cevap Gönder

86. yıldönümünde Lozan Antlaşması-1-
Murad Salih



Lozan Antlaşması 86 yıl önce (24 Temmuz 1923 ) imzalandı; İmzalanması öncesinden başlayarak bugüne kadar yoğun tartışmalara sebep oldu...

Tarihimizin çok önemli kırılma noktalarından biri olan bu antlaşma bir “zafer” mi yoksa “hezimet” miydi? Bu konuda ortak bir karara varılamadı.

Bu antlaşma etrafında 86 yıldır bitmeyen ve yürürlükte kaldığı sürece de bitmeyecek olan bu tartışmaya ışık tutacak bir iktibasla başlıyalım.

Kemal Tahir “Yol Ayrımı” isimli eserinde bu anlaşma ile ilgili bakın nasıl bir tez ortaya atıyor:

[Sonra, Serbest partinin açılmasıyla ne kadar üzüldüğünü, inkılaplardan vazgeçiliyormuş gibi geldiğini, halbuki kapandığı zaman da sevinemediğini anlatır. `Galiba farkına varmadan gelip bir çıkmaza girdik` diye ekler. Kapanma kararının verildiği o son toplantıyı düşünür:
- Halk Partisi, o toplantıda, iktidarda olduğu halde, çoktan yenik düşmüştü. İşte bunu anlayamıyorum o günden beri...
-Anlayamazsın! Uzun zaman kimse de anlayamadı. Düşündün mü hiç, bir dünya imparatorluğu nasıl tasfiye edilir? Bir dünya imparatorluğu yüzyıllar boyu, yüzlerce nesillerin birleşik gayretiyle, kanları, canları, malları pahasına doğmuş, kökleşmiş, gelişmiş, yaşatılmıştır. Tarihin bir döneminde, herhangi bir nesil, tek başına bu tasfiyeye karar verebilir mi? `Veririm` derse, bu kararın meşruluğu hangi vesikalarla ispatlanır? 1908`in padişahçı ittihatçıları imparatorluğu yıktılar; 1923`ün Kuvay-ı Milliyecileri bir dünya imparatorluğunun miras hesaplarını tasfiyeye oturdular. Peki, neydi tasfiye edilecek miras? 700 yıllık bir imparatorluk... 1908`de ittihatçıların ele geçirip on yılda yıktığı imparatorluk tam dört milyon üçyüz seksen üç bin kilometre kare toprağa sahipti. Nüfusumuz kırk üç milyonu aşkındı. Bu toprak üzerinde malımız olan yedi bin kilometre demiryolu döşeliydi. Buna, dört yüz yıllık hilafetin bütün dünya İslamları üzerindeki manevi haklarını katmıyorum. Tasfiye edilen miras Osmanlı`nın sırf kılıç gücüyle aldığı, tarih boyu vuruşarak savunduğu mirastı. Evet, oturuldu masaya... Karşımızda yirmi iki devlet... Tasfiye beş buçuk ayda tamamlandı. Mahzenler dolusu arşivleri düşün... Delegelerimiz incelediler mi bunları? Kılı kırk yardılar mı? Hayır! Çünkü İstanbul hükümeti delegeleri, yani asıl uzmanlar bizim isteğimizle sokulmadı bu konuşmalara... Bu iyiliğimize karşı İngiliz generali Harrington`un teşekkürünü hatırlarım. Demek, dört milyon küsur kilometre karelik bir imparatorluğun yedi yüz yıllık hesapları tasfiye edildi beş ay içinde. Buna tasfiye denmez, mirası reddettik. Kurtuluş iki türlü olur: Ya bütün haklarını en son zerresine kadar koruyarak kurtulursun, ki gerçek kurtuluş budur. Ya da haklarından birçoklarını vererek kurtulursun! Bu da kurtuluştur ama öyle pek öğünülecek, kasınılacak çeşitten sayılmaz. Hele rejim değişmelerinin tarihsel haklardan vazgeçmekle hiçbir ilintisi olamaz. Sözgelimi, Bolşevikler, Çarlık İmparatorluğu`na pekala sahip çıktılar. Nitekim, Fransa cumhuriyetçileri de kendilerinden önce, çeşitli krallarının kurmuş oldukları imparatorluğu rejim değiştirdik bahanesiyle hiç kimseye bağışlamadılar. Dünyada çok az milletin eline geçmiştir bizimki kadar büyük tarih birikimi... Eğer her millet ilk zorlukta, yüzyıllar boyu biriktirdiği haklarını kaldırıp atarsa, dünyada tarih diye bir şey kalmaz. Neden sana yenik düşmüş gibi geldi, bir tek adam karşısında koca bir iktidar?... Hem de askeri bir zafer kazanarak gelmiş bir iktidar? Çünkü Anadolu-Yunan savaşı belletilmek istendiği gibi, bin yıllık tarihimizden ayrı bir Milli Kurtuluş Savaşı değildir. Bin yıldır süren Doğu-Batı boğuşmasının yüzlerce savaşlarından biri, hem de küçüklerinden biridir. Böyle bir savaşı kazanmak, bin yıllık tarihin biriktirdiği hesabı kapatmaya yetmez ki, iktidarı gerçek iktidar olsun. Bu savaşa, İstiklal savaşı da, haşa, denemez! Çünkü biz, hiçbir zaman milli devletimizi yitirmedik. Siz Cumhuriyet çocukları `gözümüzü zaferde açtık` avuntusundasınız. Şimdi umulmaz yerlerde beklenmez yenilgilerle karşılaşınca apışmayın!.. Biz, er geç, Batıyla ister istemez hesaplaşmak zorundayız. Bunu gerçekten yapmadıkça batıya hizmet teklif etmekle belayı başımızdan defleyemeyiz...]


Türkiye’de “Resmî tarih”i benimseyen, bu tarihin tek doğru tarih olduğunu kanun zoruyla ilkokullardan başlayarak üniversite son sınıfa kadar aynı şeyleri her sene defalarca tekrar ederek inandırmaya çalışan (kendilerine genellikle laik-Kemalist-Atatürkçü-Cumhuriyetçi-İlerici gibi garip sıfatlar takan) iktidara hakim azınlık görüşü ise Kemal Tahir’in anlattıklarının tam tersini savunmaktadır...

Bu zıd tezi. Şimdi virgülüne dokunmadan Cumhuriyet gazetesinden aynen aktaralım:

[ADD tarafından Lozan Antlaşmasının imzalanışının 86. yıldönümü dolayısıyla yapılan açıklamada, Lozan antlaşmasının Türk tarihinin en büyük siyasi zaferi olduğu belirtildi. Açıklamada şöyle denildi:

"Lozan Antlaşması Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal sınırlarını ve bu sınırların içinde ulus-devlet bütünlüğünü, siyasal ve ekonomik bağımsızlığını ilan eden, bütün dünyanın kabul ettiği, sadece kendi ülkesinde değil bulunduğu bölgeye de barış getiren ve hiçbir gizli maddesi olmayan varoluş belgesidir.
İşte bu varoluş belgesi yok sayılarak, Cumhuriyetimiz içten ve dıştan baskılarla nitelikleri değiştirilmekte, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olmaktan uzaklaştırılmaktadır.
Ülkemizin ortaçağ karanlığına sürüklenmek istendiği bu dönemde, Lozan'ın armağanı olan tam bağımsızlığımızı ve bölünmez bütünlüğümüzü savunma kararlılığımızı bir kez daha kamuoyuna açıklıyoruz."


“Bağımsızlık ve eşitlik belgesi”

İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği (İKKB) Koordinatörü Nazan Moroğlu ise Lozan Antlaşması’nın siyasal bağımsızlık ve eşitlik belgesi olduğuna dikkat çekerek “Lozan Konferansı’nın arka sahnesinde, İsmet İnönü’nün yanındaki eşi Mevhibe Hanım, Atatürk’ün önerisiyle ilk defa Avrupa’ya gitmiş, çarşafını çıkarmış ve eşinin yanında çağdaş bir Türk kadını olarak ülkesini temsil etmiştir. Kadın haklarının yerleştirilmesinin izleri, Lozan sürecinde görülmüştür. Günümüzde Lozan’dan ve Cumhuriyetin kazanımlarından ödün verilmesine yönelik dış güçlerin ve içteki yandaşlarının girişimleri artmıştır.” dedi.]

ADD’nin açıklamasındaki “hiçbir gizli maddesi olmayan” ibaresininin şimdilik sadece altını çizerek Kemal Tahir’e geri dönelim.

Yukarıdaki metni doğru çözümleyebibilirsek... Lozan hakkında net bir fikire sahip olmamız kolaylaşıabilir...

Resmî tarihe göre “Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Yunanlıları İzmir’den denize döktükten sonra çok tırsan İngilizler, ‘Ulan bu gözü dönmüş barbar Türk böyle giderse Londra’ya kadar gelecek galiba’ diye düşünerek ‘Aman paşam biz ettik bir dangalaklık buralara kadar geldik, ocağınıza düştük ne derseniz kabulümüzdür. Yeter ki bizim canımızı bağışla da sağ salim memleketimize dönelim başka bir şeycik istemeyiz’ diyerek Gazi paşa ne istemişşse aynen kabul ederek ve hatta işin içine Paşa’nın istediklerinden fazlasını da katarak bu anlaşmayı imzalamışlardır. Böylece Gazi Paşa İzmir’de Yunan Palikaryası’nı denize dökerek kazandığı askerî zaferi, diplomasi masasında da bilumum düşmanlarımıza kabul ettirerek ikinci bir zafer daha kazanmıştır.”
Yani işin başlangıç noktası Kuvva-yı Milliye’nin Yunan işgalini Ankara önlerinden püskürterek işgalci Yunan’ı İzmir’den denize dökmesiyle biten “zafer”dir.

Bu “zafer” konusunda Kemal Tahir’in şu cümlesi metni doğru çözümlememizde anahtar olabilecek kadar önemlidir:

“Anadolu-Yunan savaşı belletilmek istendiği gibi, bin yıllık tarihimizden ayrı bir Milli Kurtuluş Savaşı değildir.”

Kemal Tahir’in “Anadolu-Yunan savaşı” ismini verdiği bu savaşa resmî tarih “İstiklâl Harbi/Kurtuluş Savaşı” olarak isimlendirirmekte ve Lozan’a giden yollar burada ayrılmaktadır...

Kemal Tahir’e dönelim:

“Anadolu-Yunan savaşı belletilmek istendiği gibi, bin yıllık tarihimizden ayrı bir Milli Kurtuluş Savaşı değildir. Bin yıldır süren Doğu-Batı boğuşmasının yüzlerce savaşlarından biri, hem de küçüklerinden biridir.”

Demek ki neymiş? Anadolu-Yunan savaşı’nı bu topraklardaki bin yıllık tarihimizden ve bu tarihin omurgası olan “Doğu-Batı kapışması”ndan ayrı, tek başına, kendinden ibaret bir savaş olarak kabul etmek; onun sebep ve sonuçları hakkında doğru değerlendirmeler yapmayı imkânsız kılar...
,
Çünkü tarihi hadiseleri öncesi ve sonrası ile birbirlerine zincirleme bağlı kesintisiz bir süreç halinde ele alarak tahlil etmezsek tarihin belli bir anıunda ne olup bittiğini anlamamız imkânsızlaşır...

Resmî tarih 86 yldır böyle bir imkânsızı kanun zoruyla başarmaya/gerçekleştirmeye çalışmaktadır...



Biz bu topraklara 1071’de Doğu’dan girdik... Doğu’nun sancaktarı olarak girdik...

Kiminle kapışarak girdik?

Bizans ile...

Bizans Kim?

Batı...

Yani Doğun’un en Batı sınırını temsil eden bizler... Batı’nın en Doğu sınırını temsil eden Bizanslıları tepeleyerek, Doğu’nun sınırlarını Batı’ya doğru yeniden genişletme hamlesini başlattık... Bu hamle adım adım 500 yıl boyunca Viyana kapılarına dayanıncaya kadar Sürdü...

Kemal Tahir’in dediği gibi yüzlerce defa kapıştık, çok büyük savaşlar, zaferler ve mağlubiyetler yaşadık...

İşte bu yüzden, “Anadolu-Yunan savaşı” bu dev kapışmanın en küçük muharebelerinden biridir...
Bu anlaşılmadıkça...

Ne Lozan Antlaşması’nın gerçek mahiyeti anlaşılabilir ne Kemal Tahir’in “İstiklâl Harbi” tabirinin niçin yanlış ve yakışıksız bulduğu...

Ne de...

(Resmî tarihin, yavan yalanlarını kanun zoruyla bile bu “cahil halka” bir türlü “özümsetip benimsetememesi”... Ne İtile kakıla Birleşik Haçlı Orduları demek olan NATO’ya niçin sokulduğumuz... Ne Batı’nın AB yoluyla, Doğuya doğru yaptığı savaşsız (siyasî-iktisadî-kültürel) tek bir hamleyle, bizim 500 yılda kan dökerek can vererek adım adım Viyana kapılarına kadar genişlettiğimiz Doğu sınırlarını 1071’deki eski haline getirme plânı olduğunu...Üstelik bu plânı da, daha dün “biz biz biz Fatihlerin nesliyiz/Onlar ortak biz Pazar” diye slogan atan RTE’nin AKP’sine -hem de kapısında yalvar yakar ede ede- gerçekleştiriyor oluşundaki vahamet ve ihanetin büyüklüğünü niçin farkedemediğimiz...)

Anlaşılabilir...

Kaynak Baran dergisi

86. yıldönümünde Lozan Antlaşması-2-
Murad Salih


“Anadolu-Yunan savaşı belletilmek istendiği gibi, bin yıllık tarihimizden ayrı bir Milli Kurtuluş Savaşı değildir. Bin yıldır süren “Doğu-Batı boğuşması”nın yüzlerce savaşlarından biri, hem de küçüklerinden biridir.” Diyordu ya Kemal Tahir....

Biz bu topraklara 1071’de Doğu’dan girdik... Doğu’nun sancaktarı olarak girdik...

Doğun’un en Batı sınırını temsil eden bizler... Batı’nın en Doğu sınırını temsil eden Bizanslıları tepeleyerek, Doğu’nun sınırlarını Batı’ya doğru yeniden genişletme hamlesini başlattık... Bu hamle adım adım 500 yıl boyunca Viyana kapılarına dayanıncaya kadar Sürdü... Sonraki 500 yılılımız ise bu sınırları muhafaza ve müdafaa etmeye çalışmakla geçti... Adım adım genişletiğimiz sınırlardan vuruşa vuruşa 500 yıl boyunca Anadolu yarımadasına kadar çekilip burada sıkışıp kaldıktan sonra, elimizde kalan son toprak parçasının da elimizden çıkmak üzere olduğu 1919 şartlarına geldik dayandık...

1919 şartlarını anlayabilmek için 1918’e Mondros Müterekesine kısaca ve hızlıca göz atmamız gerekir...

“Vikipedi, özgür ansiklopedi”den kısaltarak:

[Mondros Ateşkes Anlaşması ya da Mondros Mütarekesi, I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan ateşkes belgesi. Osmanlı Devleti adına Bahriye Nazırı Rauf Bey, Birleşik Krallık adasının Mondros Limanı'nda demirli Agamemnon zırhlısında 30 Ekim 1918 akşamı imzalanmıştır. Mondros Ateşkes Anlaşması, Osmanlı Devleti'nin yıkımından sonra kurulan Türkiye'nin çerçevesini çizen ilk uluslararası belge olarak önem taşır. Türk Kurtuluş Savaşı'nın siyasi manifestosu olan Misak-ı Milli Beyannamesinin birinci maddesi, "30 Ekim 1918 tarihli anlaşmanın çizdiği hudutlar dahilinde, dinen, ırkan ve emelen müttehit [birleşik] Osmanlı İslam ekseriyetiyle meskûn bulunan aksamın tamamı, fiilen ve hükmen gayrı kabil-i tecezzi bir küldür (bölünmez bir bütündür.)" demek suretiyle, Milli Mücadele'nin hedefi olan ulusal varlığı Mondros Ateşkes Anlaşmasına gönderme yaparak tanımlar.
1 Ekim'de Şam'ın düşmesi üzerine, Talat Paşa hükümeti 5 Ekim'de İngiltere ile ateşkes sağlamak için ABD'nin arabuluculuğuna başvurdu. Bu arada 29 Eylül'de Bulgaristan ateşkes imzalamış, bu ülkeye giren Fransız ve müttefik ordularının İstanbul'a yönelmesi olasılığı doğmuştu.
8 Ekim'de Talat Paşa kabinesi istifa etti. Eski genelkurmay başkanlarından Ahmet İzzet Paşa'nın 14 Ekim'de kurduğu kabinede, İttihatçı olduğu halde hükümetin Alman yanlısı savaş politikasına karşı çıkan ve İngiliz dostu olarak tanınan Rauf Bey (Orbay) Bahriye Nazırı oldu. 18 Ekim'de Osmanlı'da esir bulunan İngiliz generali Townsend, Osmanlı'nın ateşkes şartlarını iletmek üzere bir gemiyle gizlice Midilli'ye gönderildi. 24 Ekim'de İngiliz hükümeti Limni'de bulunan Amiral Calthorpe'a ateşkes görüşmelerini başlatma yetkisini verdi. Ertesi gün Türk hükümetinin görevlendirdiği Rauf Bey Zafer römorkörüyle Foça'dan Midilli'ye geçti; burada kendisini karşılayan İngiliz kruvazörüyle Limni adasına ulaştı. 27 Ekim'den itibaren dört gün süren çetin müzakereler sonunda 30 Ekim akşamı anlaşma imzalandı. 1 Kasım sabahından geçerli olmak üzere Osmanlı Devleti ile Britanya İmparatorluğu arasında ateşkes ilan edildi
Mondros Ateşkes Antlaşmasın şartları, aynı günlerde imzalanan Bulgaristan, Avusturya-Macaristan ve Almanya anlaşmalarıyla benzerlik gösterir. Stratejik noktaların işgali, ordunun terhisi ve donanma ile cephanelerin teslimi gibi askeri tedbirler, yenilen tarafın savaşa devam edemez hale getirmeye yöneliktir. Sadece doğu illerinde karışıklık çıkması halinde İtilaf devletlerine buraları işgal etme yetkisini veren 24. madde, Türk ateşkesine özeldir. Bu madde, tehcirden dönecek Ermenilere karşı direniş gösterilmesi olasılığına karşı anlaşmaya konmuş ancak uygulama görmemiştir.
Anlaşmada Osmanlı Devleti'nin sınırlarına ve statüsüne ilişkin bir ifade yoktur. Ancak İngilizler Suriye cephesinde ateşkesi tam Türk-Arap etnik sınırında kabul etmekle, Osmanlı Devleti'nin barıştan sonraki sınırlarına ilişkin ilginç bir fiili durum dayatmışlardır.
Taraflar arasında ateşkes durumu 31 Ekim 1918 günü öğle vakti başlayacaktır. Resmî anlaşmanın yanısıra, Amiral Calthorpe'un sözlü açıklamalarını içeren bir mektup da Türk tarafına sunuldu. Bu mektupta, işgal kuvvetlerine Yunan askerinin katılmayacağı ve benzeri taahhütler yer alıyordu. 7/24 Maddeleri en önemli maddelerdir.
İstanbul kamuoyu anlaşma hükümlerini ağır buldu, ancak genel bir iyimserlikle karşıladı. 1 ve 2 Kasım tarihli İstanbul gazeteleri daha çok İstanbul'da savaş ihtimalinin ortadan kalkmış olduğunu vurguladılar. (Bulgaristan'ı işgal eden İtilaf ordularının o günlerde İstanbul'a yönelik taarruzu bekleniyordu.) Mustafa Kemal Paşa'nın görüşlerini yansıtan Minber gazetesi 1 Kasım'da, "Bir devletin küçülmüş bile olsa herhalde bir siyasi mevcudiyet ve milli birlik muhafaza ederek böyle bir badireden kurtulabilmiş olması en büyük siyasi başarı sayılmalıdır." yazıyordu.
Minber, başka birçok yorumcu gibi, Rus ve Avusturya imparatorluklarının parçalanıp anarşiye ve iç savaşa düşmelerini örnek gösteriyor, Osmanlı’nın bu akıbetten kurtuluşunu memnunluk verici buluyordu. Fethi Bey'in (Okyar) aynı tarihli başyazısında şöyle deniyordu:
"Cihan Harbi henüz her tarafta bitmemiştir. Ne zaman sona ereceği de katiyetle hesap ve tahmin edilemez. Anlaşma şartlarının ağırlığı bundan ileri gelmiştir. Dünya durumunun fevkaladeliği karşısında İtilaf devletleri tarafından konulan bu kayıtların, bu anlaşma maddelerinin devamı olamaz. Sulh zamanına kadar alınmasına lüzum görülmüş geçici ve ihtiyati tedbirler kabilindendir."
Ancak 13 Kasım'da İtilaf donanmalarının İstanbul'a gelmesi ve Tevfik Paşa kabinesinin kurulmasından sonra anlaşma hükümlerine yönelik kuşku ve kaygılar İstanbul basınında daha sık görülmeye başlandı.
13 Kasım 1918'de İtilaf donanmalarına mensup bir filo, ateşkesin 1. maddesi uyarınca Çanakkale ve İstanbul boğazlarındaki askeri tesisleri işgal etti. 6 Kasım'da Boğazlar silahsızlandırıldı. 7 Kasım'da işgal güçleri Çanakkale'den geçti. 13 Kasım 1918'de Osmanlı'nın başkenti İstanbul'a müttefik askerleri geldi. 23 Kasım 1918'de Ahmet İzzet Paşa yeni hükümeti kurdu. 9 Şubat'ta Hadisat gazetesinde Süleyman Nazif 'Kara Gün' başlıklı bir yazı yazdı. Türk milletinin böyle bir işgali yaşamadığını ve bunu kaldıramayacağını söyledi. İtilaf devletleri Türk halkının tepkisini çekmemek ve işgalin haklılığını kanıtlamak için işgalin geçici olduğunu amacının Padişahlığı, halifeliği, azınlıkları korumak olduğu. Padişahlık makamının kaldırılmadığını ve İstanbul'dan verilecek kararların geçerli olduğunu ilan etti. İstanbul sularına ellibeş parçalık donanma demirledi ve 3000 civarında asker karaya çıkarılarak işgal hızlandırıldı.
Çoğunluğu İngilizlerden oluşan bir subay grubu ve asker grubu meclisi bastı ve kapattı. Böylece BMM açılana kadar halkın sesi kesildi. Milliyetçi ve milli mücadelenin devamını sağlamak amacını güden milletvekillerini Malta'ya sürgüne gönderdiler.]


1918’den 1919’a bu şartlarda girdik..

1919’u da (Vikipedi, özgür ansiklopedi)’den okuyalımi:

[Aralık 1918 ve Ocak 1919 aylarında Fransız ve İngiliz birlikleri, 10. ve 16. maddeler uyarınca Antakya, İskenderun, Adana, Tarsus, Kilis ve Antep'e girdiler.
11-26 Kasım tarihleri arasında Türk ordusu Batum, Ardahan, Ahıska ve Kars'ı tahliye etti. Bu yerlerde Türk direniş örgütlerinin denetiminde, Sovyet modelinden esinlenen milli şura hükümetleri kuruldu.
İtalya Fransızların Kilikya (Adana) bölgesine girmesini kendi çıkarlarına yönelik bir tehdit sayarak protesto etti. 22 Mart 1919'da anlaşmanın 7. maddesini gerekçe göstererek tek taraflı olarak Antalya'yı işgal etti. Bu olay Paris'teki barış konferansında diplomatik bir krize yol açtı. Nisan ayında İtalya bir ay süreyle barış konferansını terketti.
Bu olaylar dışında anlaşmanın ilk altı ayı önemli gerilimler olmadan geçti. İstanbul'daki İtilaf temsilcileri ile Türk hükümeti arasındaki en ciddi sorunlar, eski İttihat ve Terakki yöneticilerinin savaş ve tehcir suçları nedeniyle yargılanması ve tutuklanması konusundan doğdu.
Anlaşmanın nisbi sessizlik dönemi Mayıs 1919 başlarında sona erdi. Bu tarihte Paris Barış Konferansı, Mondros'ta verilmiş sözlere aykırı olarak, İzmir'in Yunanlılarca işgali kararını aldı. Aynı günlerde Osmanlı Devleti'nin birçok köşesi İtilaf devletlerince işgal edildi; Kars ve Batum milli şura hükümetleri İngilizler tarafından dağıtıldı. İzmir 15 Mayıs 1919'da Yunanistan tarafından işgali. Aynı günlerde ilan edilmesi beklenen barış anlaşması belirsiz bir geleceğe ertelendi.
İtilaf devletleri politikasında meydana gelen bu ani değişim, Türk tarihçileri tarafından henüz yeterince incelenmemiş bir konudur.
İttihat ve Terakki yönetimi, gizli bir teşkilat olan Teşkilat-ı Mahsusa vasıtasıyla Anadolu ve Rumeli'de savaş sonrası bir direniş hareketi örgütledi.. Direnişin amacı, doğu illerinin Ermenilere, Ege bölgesinde bazı yerlerin Yunanlılara ve Adana yöresinin Fransa kontrolündeki Suriye'ye verilmesini öngören girişimlere karşı mücadele etmekti. Yanı sıra, savaş yıllarında çeşitli yöntemlerle önemli servete ve yerel iktidara kavuşan İttihat ve Terakki yanlısı zümrelerin konumlarının korunması, savaş sırasında sürülen gayrimüslim Osmanlı vatandaşlarının geri dönmesinin önlenmesi, bundan dolayı çıkabilecek karışıklıklar nedeniyle müttefik devletlerin olası müdahalesine karşı konulması amaçlanmaktaydı.
1919 başlarından itibaren Kuvay-i Milliye (milli kuvvetler) adıyla silahlanan bazı gruplar, Ege ve Karadeniz bölgesinde Rumlara, Güneydoğu'da ise Ermenilere karşı çatışmalara girdiler. Bu grupların çoğu 50 ila 200 kişilik düzensiz kuvvetlerden oluşmakta ve Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olduğu bilinen kişilerce yönetilmekteydi.
1919 Şubat ayında Müttefik Yüksek Komutanlığı, Anadolu'da asayişi sağlamak amacıyla üst düzey bir Türk komutanının özel yetkilerle donatılarak Anadolu'ya gönderilmesini önerdi. 15 Mayıs 1919'da "Yaver-i Fahri Hazret-i Şehriyari (Padişah Hazretleri’nin Onursal Yaveri)" Mirliva Mustafa Kemal Paşa, 9. Ordu komutanı ve Anadolu Genel Müfettişi sıfatıyla, padişah VI. Mehmet Vahdettin tarafından Anadolu'ya gönderildi.]


“1919 şartları” böyle şartlardı...

Ölüm-kalım şartları... Unufak olup tarihin tozlu sayfalarında yer almanın kıyısınana kadar geldiğimiz şartlar...

İşte bu şartlarda; Sultan VI. Mehmet Vahidüddin Han Mustafa Kemal Paşa’yı Huzuruna çağırarak:

- "Paşa, paşa!..Şimdiye kadar DEVLET'e çok hizmet ettin. Bunların hepsi tarihe geçmiştir. Fakat bunları unutun. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa!.. DEVLET'i kurtarabilirsin." Diyor...

Mustafa Kemal, geniş bir örgüt istiyen bu görevi için bir tahsisatın verilip verilmeyeceğini sorunca PADİŞAH:

- “Muktezi her türlü masrafın iş'arınız ve tensibinizle verilmesi hususunda Sadrazam Paşa'ya derhal irade edeceğim.” Cevabını veriyor. (Bkz. Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan, cilt 2, sf. 212-213)

Böylece bir Osmanlı paşası olan Mustafa Kemal, İşgal altındaki Payitaht/Başkent İstanbul’da Sultan Vahidüddin Han tarafından, Anadolu'da başlayan işgale karşı direniş hareketlerini Sultan’ın iradesi doğrultusunda organize ederek yönetmek için görevlendirilmiş ve bazı yorumcuların “padişah yetkileriyle donatılmış olarak” diye nitelediği çok geniş yetkilere sahip olarak, emrine verilen kurmay subaylarla birlikte “Devlet’i kurtarmak” üzere, kendisine tahsis edilen Bandırma Vapuru’na binerek Samsun’a doğru yola çıkmıştır.

Bundan sonrası malûm...

Mustafa Kemal Paşa, Sultan Vahidüddin Han’ın kendisine verdiği görevi başarı ile tamamlayarak İşgalci Yunanlıları İzmir’den denize döker... Tarih: 9 Eylül 1922 ...

Sonrasını (Vikipedi, özgür ansiklopedi)’den okuyalım:

[İzmir'in 9 Eylül 1922'de kurtuluşundan sonra Fahrettin Altay komutasındaki Türk süvari kolordusu Çanakkale Boğazı üzerinden İstanbul'a yöneldi. Türk ordusu, Çanakkale'de bulunan İngiliz-Fransız işgal kuvvetlerine bir ültimatom vererek geçit hakkı istemişti. Bunun üzerine bölgede bulunan Fransız birlikleri Fransa Başbakanı'nın emriyle derhal geri çekildil. İngiltere Başbakanı Lloyd George ise ültimatomu reddederek İngiliz kuvvetlerine direnme emri verdi ve hükümetindeki bir grup bakanla birlikte bir bildiri yayınlayarak Türkiye'ye savaş ilan edileceğini duyurdu. Bu savaşı istemeyen Kanada Başbakanı, savaşa İngiltere hükümetinin değil, Kanada parlamentosunun karar vereceğini belirterek, Kanada'nın siyasi bağımsızlığını tarihte ilk defa fiilen ilan etmiş oldu. İngiliz kamuoyu ve Muhafazakâr Parti ileri gelenleri ile hükümetteki üyeleri de Türkiye ile savaşa karşı çıktılar. Dışişleri bakanı Lord Curzon ve Çanakkale Savaşındaki yenilgisini unutmamış olan savaş bakanı Winston Churchill de başbakanın çatışmacı politikasına karşı çıkınca Muhafazakâr Parti, 12 Ekim 1922'de Carlton House deklarasyonuyla hem hükümetten çekildi.
Çanakkale Krizinden sonra, İtilâf Devletleri BMM’ne mütareke çağrısında bulunmuşlardır. Türk ordusu ile İngiliz işgal kuvvetleri arasında bazı gerginlikler yaşandıysa da görüşmeler 3 Ekim 1922’de Mudanya’da başladı.
Görüşmelerde BMM hükümetini Batı Cephesi komutanı İsmet Paşa temsil ederken, Fevzi Paşa ve Refet Paşa da görüşmeler boyunca Mudanya’da bulundular. İngiltere’yi General Harington, Fransa’yı General Charpy ve İtalya’yı da General Mombelli’nin temsil ettiği Mudanya görüşmelerinde, ateşkesle doğrudan ilgili durumda bulunan Yunanistan, General Mazarakis ve Albay Sariyanis’i görevlendirmesine karşın, Yunan delegeler görüşmelere doğrudan doğruya katılmamışlar ve olan biteni bir gemiden izlemekle yetinmişlerdir.
Zaman zaman gergin anların yaşandığı , hatta görüşmelerin kesilmesi tehlikesinin doğduğu ve Türk ordusunun yeniden harekat hazırlıklarını giriştiği mütareke görüşmeleri 11 Ekim 1922 tarihinde uzlaşmayla sonuçlanmıştır.
14 maddelik Mudanya Mütarekesi'nin en önemli hükümleri şunlardır:
*Mütareke imzalandıktan üç gün sonra, 14/15 Ekim gecesi yürürlüğe girecektir.
*Türk ve Yunan kuvvetleri arasındaki silahlı çatışma sona erecektir.
*Yunanlılar Doğu Trakya’yı 15 gün içerisinde boşaltacaklar ve bölge, İtilaf Devletleri aracılığıyla 30 gün içerisinde Türk yönetimine devredilecektir.
*Barış antlaşması imzalanıncaya kadar Türk ordusu Trakya’ya geçemeyecektir. Buna karşılık iç güvenlikle ilgili olarak sayısı 8000’i aşmayacak bir jandarma kuvveti gönderilebilecektir.
*Barış antlaşmasının imzalanmasına kadar Meriç’in batı sahili (yani Batı Trakya) ve Karaağaç İtilaf Devletlerinin işgali altında kalacak ve Türk kuvvetleri Çanakkale Boğazı ve İzmit’te belirlenen çizgiyi geçemeyeceklerdir.
Ateşkes anlaşması en kısa zamanda İsviçre'nin Lozan (Lausanne) kentinde bir barış konferansı toplanmasını da öngörüyordu.
Mudanya Mütarekesi ile Türk-Yunan çatışmasının sona erdirilmesi ve Doğu Trakya’nın kurtarılması gibi gelişmeler Türk tarafının lehine sonuçlar doğuracak gelişmeler olarak göze çarparken, İstanbul ve Boğazlarda Türk egemenliği tam anlamıyla kurulamamıştır. Gerek Boğazlar üzerinde kontrolün sağlanamamış olması, gerekse Trakya’ya ordu geçirilememesi, barış konferansı öncesinde Türk hükümetinin pazarlık gücünü sınırlandırmıştır. Bu hükümler, birçok noktada önemli kazanç sağlayan Mudanya Mütarekesi'nin zayıf halkalarından bir kısmı olarak değerlendirilebilir.]


Artık Mustafa Kemal kendisine Sultan’ın verdiği “görev”i tamamlamıştı...

17 Ekim 1922'de Sadrazam Tevfik Paşa Ankara'ya çektiği telgrafta "muzafferiyet Ankara ve İstanbul arasındaki ikiliği kaldırmış, vahdet-i milliyemizi temin etmiştir" diyordu... Yani: “Halife-Sultan yerinde, hükûmet onun yanında, sizde görevinizi başarıyla tamamladınız. Teşekkür edriz. Bundan sonrasını bize bırakın...” demek istiyordu.

Ama Mustafa Kemal Paşa’nın buna hiç niyeti yoktu. Tevfik paşa’ya şu cevabı gönderdi: "Tevfik Paşa ve arkadaşlarının devlet siyasetini karıştırmaktan çekinmemelerinin büyük mes'uliyetler doğuracaktır"
Mustafa Kemal Paşa’ın bu cevabıyla: “Zaferi kazanan benim siz de kim oluyorsunuz? Kesin sesinizi, yoksa sizi de tepelerim!” demek istediği anlaşılıyordu.

Tevfik Paşa yılmadı, bu defa Büyük Millet Meclisi'ne başvurdu...

Mustafa Kemal Paşa için İşin uzamaya tahammülü kalmamıştı. 28 Ekim günü Rauf Bey'i çağırarak "Saltanatı lağvedeceğiz" dedi... Rıza Nur "Saltanat'ın kaldırılması için teklifi kendisinin hazırladığını, MUSTAFA KEMÂL'in başlangıçta tereddüt ettiğini, bu yüzden imzasının aşağılarda olduğunu" söyler.

Sonrasını yine (Vikipedi, özgür ansiklopedi)’den okuyalım:

[Mudanya Ateşkes Antlaşması nın imzalanmasından sonra İtilaf Devletleri 28 Ekim 1922 de BMM Hükümeti ni Lozan da toplanacak olan barış konferansına davet etti. Mustafa Kemal Paşa İsmet Paşa nın Lozan a baştemsilci olarak gönderilmesini uygun buldu.İsmet Paşa Dışişleri Bakanlıgına getirildi ve çalışmalar hızlandırıldı. İtilaf Devletleri Lozan a İstanbul Hükümetini de davet ettiler. Bu duruma tepki gösteren BMM 1 Kasım 1922 de Saltanatını kaldırmıştır. Büyük Millet Meclisi'nin 1 Kasım 1922'de kabul ettiği "Osmanlı İmparatorluğunun münkariz olduğuna dair" 308 numaralı kararname ile gerçekleşmiştir. Kararname, ilga hükmünü geriye yürüterek "İstanbul'daki şekl-i hükümetin 16 Mart 1336 [1920]'de tarihe intikal ettiğini" bildirmiştir. Aynı gün alınan bir başka Meclis kararıyla 1 ve 2 Kasım günleri milli bayram ilan edilmiştir.
Kararnamenin ilanından sonra sadrazam Tevfik Paşa başkanlığında 4 Kasım günü son toplantısını yapan Osmanlı hükümeti istifasını padişaha sunmuştur. 5 Kasım'da Ankara hükümetinin İstanbul'daki temsilcisi Refet Paşa (Bele) tüm bakanlık müsteşarlarını Divanyolu'ndaki Şark Mahfili'nde toplayarak her türlü faaliyete son vermelerini tebliğ etmiştir. 7 Kasım'da Babıali'deki başbakanlık dairesi resmen boşaltılmış ve Osmanlı Devleti'nin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi'nin yayınına son verilmiştir.
"Halife" ünvanını koruyan VI. Mehmet Vahidettin 10 Kasım'da son Cuma selamlığına katılmış, ancak hayatımına ve hürriyetine yönelik tehditleri gerekçe göstererek 17 Kasım sabahı Boğaziçi'nde demirli bulunan İngiliz zırhlısı Malaya'ya sığınmıştır. Bunun üzerine 19 Kasım'da BMM, veliaht Abdülmecit Efendi'yi halife ilan etmiştir.]


İşte bu şartlar altında başladı Lozan görüşmeleri... Tarih: 20 Kasım 1922...

O sırada İstanbul halâ işgal altındaydı...

Kaynak: Baran dergisi

86. yıldönümünde Lozan Antlaşması-3-
Murad Salih



Resmî tarih ve resmî tarihi esas alarak yazı yazan söz söyleyenler Lozan’ın ne kadar büyük bir zafer olduğunu ispat etmek için onu Sevr’le karşılaştırarlar...

Sevr’le Lozan karşılaştırıldığında Lozan’ın Sevr’den çok daha iyi bir antlaşma olduğu açıktır...

Ancak...

Sevr’in yürürlüğe girebilmesi için “önce Meclis-i Mebusan'ın antlaşmayı görüşüp kabul etmesi, sonra da imzalamak üzere Sultan Vahdettin Han’a göndermesi gerekiyordu. Fakat antlaşma imzalandığı tarihte Meclis-i Mebusan kapalı olduğundan antlaşma mecliste görüşülemedi ve Sultan’ın önüne gelmedi. Dolayısıyla antlaşma hiçbir zaman yürürlüğe girmedi.” (Bkz. Vikipedi, özgür ansiklopedi)
.
“Hiçbir zaman yürürlüğe girmeyen” bir antlaşma ile halen yürürlükte olan bir antlaşmayı karşılaştırarak, bunun yürürlükte olanını “zafer” olarak yutturabilmenin vasıtası yapmanın adı “tarihçilik, entellüektellik, nesnellik, bilimsellik, tarafsızlık” mıdır yoksa manâ dolandırıcılığı, sahtekârlık ve üçkâğıtçılık mı?

Lozan’ı illâ başka bir antlaşma ile karşılaştırmak gerekecekse, bunu konuları aynı olan Mondros Mütarekesi ile yapmak daha doğru bir kıyas olmaz mı?

Çünkü Mondros Mütarekesi, Osmanlı Hariciyesi/Dışişleri’nin “mağlûp devlet” olarak oturduğu masada imzaladığı bir sözleşmedir ve Lozan’la özellikle sınırlar bakımından konuları aynıdır...

Şimdi Osmanlı Hariciyesi’inin “mağlup devlet” olarak oturduğu masadan Osmanlı yönetimine bırakılan toprakların sınırlarına Mustafa Kemal’in yorumuyla bakalım::

[- "Mütareke aktolunduğu gün, hudut İskenderun Körfezi cenubundan ANTAKYA'dan, HALEP ile Katma istasyonu arasında, ÇARABLUS köprüsü cenubunda Fırat nehrine mülaki olur. Oradan DİRİZOR'a iner; badehu Şark'a temdit edilerek MUSUL, KERKÜK, SÜLEYMANİYE'yi ihtiva eder."
- "ŞARKİ TRAKYA hinterlandımızın gayr-ı kabil-i fek bir kısmını teşkil etmekte ve TÜRK ekseriyetini haiz bulunmaktadır. TRAKYA'nın diğer aksamı için biz maalmemnuniye rey-i amm'a müracaat olunmasını kabul edeceğiz."]


Bu ne demek?

“Lozan zaferi”yle çizilen bugünkü sınırlarımıza güneydoğu’dan Antakya (Hatay) dahil Halep’in 40 kilometre aşağısından geçen bir hatla bütün Kuzey Suriye ile Musul, Kerkük, Erbil ve Süleymaniye’siyle bütün Kuzey Irak’ı ilave edin... Batı’dan da bugün Yunanistan topraklarında kalan bütün Batı Trakya’yı ekleyin...

İşte Osmanlı Haiciyesi’nin “mağlûp devlet” olarak oturduğu masada “Galip emperyalist devletler”e kabul ettirdiği asgari sınırlarımız budur...

Zaten Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı da bu avantajı kalıcılaştırmak için sözkonusu sınırları Millî Mücadele’yi hedeflendiren temel siyasî belge olan Misak-ı Milli Beyannemesi’ne “bölünmez bir bütün olduğu” kaydıyla aynen dahil etti. Bu sınırların dışında kalan “Osmanlı İslam çoğunluğu”nun bu sınırlara iltihak etme iradesinin, kabul edileceğini ilave etmeyi ihmal etmedi:

[Ankara’da düzenlenen taslak metinde, Mondros Mütarekesi’yle belirlenen sınırların “içinde” yaşayan Osmanlı İslam çoğunluğunun bölünmez bir bütün” olduğu vurgulanırken, İstanbul’da bu ifade “mütareke çizgisinin içinde ve dışında” yaşayan Osmanlı İslam çoğunluğu” olarak değiştirilmiştir..
Misak-ı Milli, sınırlar konusunda iki temelden oluşur: 1- Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada Türk ordularının kontrolünde olan eski vatan topraklarının Osmanlı'dan koparılması mümkün değildir. 2- O sırada işgal altında bulunan topraklarda ise halkoylamasına (plebisit) başvurulması ve statülerinin bu şekilde belirlenecektir..
Dolayısıyla; 30 Ekim 1918 tarihinde halâ Osmanlı ordularının kontrolünde olan Suriye'de Azez, Cerablus, Rakka ve Deyrizor (Fırat Vadisi); Irak'ta Sincar, Musul, Altınköprü, Erbil ve Süleymaniye Misak-ı Milli sınırları içindedir. Doğuda ise "Vilayet-i Selase (Kars, Artvin ve Batum)" ve 30 Ekim 1918'de Osmanlı ordularının kontrolündeki (Türklerle meskûn) Ahıska aynı şekilde Misak-ı Milli'ye dahildir. (Bkz. Vikipedi, özgür ansiklopedi).]


Buna “Ama Mondros Mütarekesi bizzat imzacı ‘galip devletler’ tarafından çok kısa sürede ihlâl edilmedi mi?” diye bir itiraz sözkonusu olabilir...

Her antlaşma siyasî bir metin olduğu kadar hukukî bir metindir de...
Dolayısıyla taraflar arasında aktolunarak yürürlüğe giren her antlaşma, o antlaşmanın bütün taraflarını bağlar ve ihlal edenleri haksız durumuna düşürürken, diğer tarafa bu ihlâllere karşı direnme hakkı verir...

Bu yüzden Emperyalist Batı devletlerinin kendi imzaladıkları antlaşmayı ihlâl etmeleri “Millî Mücadele”yi siyasî ve hukukî açıdan meşru ve haklı hale getirmiştir...

Bu sebeple de Lozan’da “galip devlet” olarak oturduğumuz masada haklarımızı savunurken; Mondros Müterekes’ndeki sınırları zaten hakkımız olarak kabul ederek, işgal edilmiş vatan topraklarından ne koparabilirsek onu da buna ilave edecek bir strateji izlemek (meselâ Boğazlar meselesini lehimize sonuçlandırmak, Ege adaları ve Kıbrıs’ı geri almak vb. ) yerine...
“Mağlûp devlet” olarak imzaladığımız Mondros Mütarekesi’nden bile daha azına razı olmanın neresi “zafer”dir?

***


Lozan’ın ne anlama geldiğini, hangi sonuçları doğurduğunu anlayabilmek için bir şiirinde “İnanmıyorum bana öğretilen tarihe” diye haykıran merhum Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in, 1965 yılında MTTB’de verdiği “Ayasofya Konferansı”nı okumak lâzım...

Lozan’ı imzalayan zihniyeti çırılçıplak teşhis ve teşhir eden o muhteşem konferanstan tadımlık bir kaç paragraf:

[Yemen'den Viyana'ya Fas'tan Kafkasya'ya kadar en aşağı 10 milyon kilometre kare bir zemin üzerinde... Evet, böyle bir zemin üzerinde... Atalarımızın... (..) Tohum atarcasına her tarafa serptiği kubbelerden birini... 700 bin kilometre kareye indikten ve bu halin ismine “millî kurtuluş” dedikten sonra...
(..) bizi, şiltesi üç kıt'ayı kaplayan devi, cüceleştirdiler. Sonra ona iki santim boy ilave edip, Batının bat pazarı veya bit pazarı elbiselerini giydirdiler. Peşinden de:

"- İşte sana lâyık (özgürlük) ve (uygarlık) budur!"

Dediler.

Bizi bu hale getiren, annemizin cennet kokulu başörtüsünü sarhoş kusmuğuna bez diye kullanan, ahlâkımızı Paris'in dünya çapındaki (Şabane) kerhanesinden daha aşağıya düşüren, millî kültürümüzü çöplüğe ve millî iktisadımızı kumarhaneye çeviren, zekâmızı maymunlaştıran ve kalbimizi kanserleştiren, tarihi 129 yıllık cereyan(..)
129 yıl boyunca, dışarıdan Batı emperyalizmasının, içeriden de onların sadık ajanları sıfatiyle kozmopolitlerin, masonların ve nihayet hepsinin birden ana sermayesi ve gönüllü fedaisi halinde, adı Türk, küfür tip ve zümrelerinin idare ettiği bu cereyan, Ayasofya'yı müzeye çevirmekle, (..) Türkün öz ruhunu müzeye kaldırmış oldu. Frenk kelimesinden gelen "frengi" ismine dikkat ediniz! Türkün mukaddesatına frengili bir surat gibi bakan bu insanlardır ki, "frengi" mefhumunun ta kendisidirler ve ciğerlerine kadar frengilidirler...
(..)İmperyum Romanum)dan üstün bir imparatorluğun dev adamı olan Türk'ü binbir tarihî saik yüzünden çüceleştiriyorlar, 10 milyon kilometre karelik bir servet ve nimet zeminini 700 bin kilometre kare fakir bir anavatan kadrosuna kadar indiriyorlar, fakat bütün bu olanlara rağmen, Fatih'in o kadar maharetle yerine oturttuğu mili söküp atamıyorlar, çekip alamıyorlar. Zira İstanbul ve Ayasofya, muazzam nasibi icabı, anavatana bitişik ve onun içinde kalıyor; hiçbir şey yapılamayınca da, dünyada hiçbir milletin başına gelmemiş bir felakete yol açılıyor; Ayasofya Türk'ün öz evi ve anayurdu içinde güya Türk'lerin eliyle manâsından koparılıyor, duvarlarından Allah ve Resûlü’nün mukaddes isimleri indiriliyor, iç sıvaları kazınıp putlar meydana çıkarılıyor ve hilâlden ziyade salibin faziletlerini ilâna memur bir müze, yâni içinde İslâmiyetin gömülü olduğu bir lâhid haline getiriliyor. Artık o, basit bir taş yığınıdır. Öyle bir taş yığını ki, sadece kendisinde kıyılan ulvî manânın katillerini ilan ve ihtarla kalmıyor, üstelik her an salibin ağzından salyasını akıtıcı bir iştah telkiniyle, Türk'ün, ruhiyle beraber maddesini, maddesiyle beraber de ruhunu hıristiyanlık alemine peşkeş çeken, "buyurun, ne duruyorsunuz; gelin ve bizi esir edin!" diyen bir hava yaşatıyor. (..)
Böylece, Batı dünyasının bize içimizden, içimizdeki ajanları vasıtasıyla yaptırdığını, ne Haçlılar yapabildi, ne Moskof, ne de Ayasofya'nın gözü dönmüş şehvetlisi Yunanlılar...
(..) Türk'ü yoktan var ettiğini iddia eden bir zümre ve (klik) zihniyeti, Ayasofya ile Türk vatanını, göklerdeki aslî ve hakikî vatanıyla beraber satmıştır.
(..) Belirttik ki, kendi öz mukaddesat ve tarihini kendi öz yurdunda maskara edenlere, o mukaddesat ve tarihin düşmanları hürmet etmez, tiksintiyle bakar. İşte, dünyada ve dış politikada yüzümüze kapanan kapılar bunun için kapanıyor. Doğrudan doğruya bunun için olmasa da dolayısıyla bunun için... Şahsiyetsizliğin ceremesi...]


***
Bir de sürekli sözü edilen ama bir türlü belgesine ulaşılamadığı için tarih ilmi çerçevesinde doğrulanamayan, fakat meseleye siyâsi hadiseleri kronolojik bir çizgide izleyip tahlil ederek bakıldığında varolduğu apaçık görülen, “Lozan’ın gizli protokolleri” meselesi var..

Kaynak: Baran

Yusuf Kaplan
Kimse durduramayacak Türkiye'yi; ama...

Sanırım şu yakıcı gerçeği herkes kavradı artık: Eğer Türkiye, iç sorunlarıyla boğuşmaya mahkûm olmamış olsa, kimse durduramayacak Türkiye'yi.

Dünyada, ülkenin geleceğini ipotek altına alacak kadar kontrolden çıkabilecek boyutlar kazanan, kangrenleşen patetik iç sorunlarla boğuşan başka bir ülke yok Türkiye'den başka.

Başka ülkelerin de iç sorunları var elbette. Ama dünyanın hiçbir ülkesinde, iç sorunlarının ülkeyi rehin aldığı, elini kolunu bağladığı, çeşitli toplum kesimlerini bu kadar sert, keskin cephelere ayırdığı, karşıt kutuplara savurduğu, en küçük meseleleri bile bir anda ölüm-kalım meselesi hâline gelebilen sorunlar yaşandığı söylenemez.

Böyle bir ülke yok yeryüzü coğrafyasında. Çünkü yönünü, rotasını, ruhunu, temel dinamiklerini bizatihî kendisi yok etmeye kalkışan başka bir ülke yok şu dünyada. Olamaz da.

Bunun temel nedeni bizim medeniyet iddiamızı yitirmemiz ve tarih yapan bir aktörden tarihte tatil yapan bir figüran derekesine düşmemiz/di.

Şunu demek istiyorum: Batı uygarlığının modernlikle birlikte geliştirdiği meydan okuma, öncelikli olarak bizi, İslâm medeniyetinin hem yeniden-kurucusu, hem de koruyucusu Osmanlıyı hedef alan, tarihten silmeyi amaçlayan bir meydan okumaydı. Bu meydan okumanın nihâî olarak başarıya ulaşmasının en önemli şartı, Osmanlı'nın temsil ettiği İslâm medeniyetini tarih dışına itebilmesiydi.

Batı uygarlığı, bizi önce Avrupa'dan uzaklaştırdı; sonra da tarihin dışına itmeyi başardı.

Avrupa'dan uzaklaştırılma girişimini belki önleyemeyebilirdik; ama eğer ok yaysız kalmamış olsaydı, yayını yitirmemiş olsaydı, tarih dışına itilme girişimlerini kesinlikle önleyebilirdik. Sorun okun yaydan çıkmış olması sorunu değildi; okun yaysız kalmış olmasıydı.

Başka bir deyişle, biz, bir ceset olarak varlığımızı sürdürüyorduk; ama ruhumuzu yitirmiştik ve ruhumuzu yitirdiğimizi bile fark edemiyorduk: Bizim, ruhumuzu yitirmemiz şartıyla ceset olarak varlığımızı sürdürmemize izin verilmişti yalnızca.

Ruhumuzu yitirmemiz demek, iddialarımızı kendi ellerimizle reddetmemiz, terk etmemiz demekti: İşte bizden istenen şey buydu; bizim içimizdeki beyinsizlerin tam bir zafer sarhoşluğuyla yaptıkları şey de bu oldu: Kendi kuyumuzu kazmak, kendi intiharımızı hazırlamak.

Bu coğrafyanın insanlarının ruhunu oluşturan yegâne kaynak İslâm'dı: Tarihimiz boyunca ortaya koyduğumuz en büyük tecrübeyi bu sayede gerçekleştirmeye muvaffak olmuştuk: Sadece müslümanlar açısından değil, insanlık açısından da ortaya koyduğumuz en büyük tarihî tecrübenin yaratıcı ruhunu ve kurucu iradesini İslâm'a borçluyduk: Kurduğumuz Osmanlı sulh düzeni, bizi insanlığın son adası yapacak kadar insanlığın, tabiatın, dinlerin, inançların koruyucusu, kollayıcısı kılacak kadar insanlığın sadece Müslümanlara, müslüman medeniyetine emanet edildiğinde gün yüzü, huzur ve barış yüzü görebileceği yegâne evrensel ve insanlık düzeni olduğunu bütün dünyaya göstermişti.

Düşünsenize... Batılıların modern meydan okumayla bütün kıtaları sömürgeleştirdikleri, yüzmilyonlarca insanı zincirlere vurdukları, başka insanların, medeniyetlerin, dinlerin, felsefelerin kökünü kazıdıkları bir zaman diliminde, Osmanlı sulh düzeni, insanlığa esaslı bir ruh üflemişti.

İşte biz, insanlığın ekmek kadar, su kadar ihtiyaç hissettiği, herkese, bütün farklılıklara hayat bahşeden bu ruhu yok etmeye kalkıştık: Gerekçe, tam anlamıyla metamorfoz yemiş kişilerin ileri sürebileceği bir gerekçeydi: "Biz yenilmiştik ve bu yenilginin nedeni de İslâm'dı."

İnsanlığa insanlığın ne demek olduğunu öğreten bir medeniyet ruhunu yitirmekle, neyi yitirdiğimizi kavrayabilmiş değiliz hâlâ. Hâlâ figüranlık yapmakta ve bu coğrafyayı Batılılara, -Batılıların gayr-ı insanî, çatışmacı, bölücü, parçalayıcı, ruhsuzlaştırıcı, barbarlaştırıcı, materyalist seküler ve ruhsuz değerlerini Batılılarda bile görülmeyen bir putlaştırma ilkelliği sergileyerek- dekor yapmakta bir sakınca bile görmüyoruz.

Yeniden rotasını bulduğu, ruhuna ve iddialarına sahip çıkabildiği zaman, Türkiye'yi kimsenin durduramayacağını çok iyi biliyoruz artık.

Ancak bu, Türkiye'nin değil, Türkiye'deki güç ve çıkar aygıtlarını ellerinde bulunduran, o yüzden sadece kendi bencil çıkarlarını düşünen, Türkiye'yi kendi sefih çıkarları için ipotek altına alan küçük azgın azınlığın, bu milletin yakasından düşmesi veya düşürülmesiyle mümkün. İşte o zaman, iç sorunları Türkiye'yi ipotek altına alamayacak, Türkiye, yeniden tarihî yürüyüşüne soyunacaktır.

Yeni Şafak


Bu fotoğrafa iyi bakın
11 Aralık 2010


Yıl 1936, Çanakkale'ye giren ilk Türk Birliği ve Sancağı karşılanıyor

Bilindiği gibi 1936 yılına kadar Boğazlar ( İstanbul ve Çanakkale Boğazları ) Lozan Anlaşması gereği silahtan arındırılmış bölgelerdi.

1936 yılında yapılan Montrö Boğazlar Anlaşması uyarınca boğazlarımızın tam hükümranlığı Türkiye Cumhuriyeti Devleti`ne geçmiştir. Bu nedenle Çanakkale'ye giren ilk Türk Birliği`nin Sancağı`na Halkımızın gösterdiği olağanüstü sevgi tezahürünü ve hasretimizi ölümsüzleştiren bu resim AP - Associated Press Ajansı`nın foto muhabiri tarafından çekilmiştir.
antigazete

SON SADRAZAM TEVFİK PAŞA'NIN SÖYLEDİĞİ RİVAYET EDİLİR Kİ ELHAK DOĞRUDUR:



90 yıl oldu, hâlâ çıkarmaya çalışıyor millet, devlet "Beko'nun babası"nın sapladığı hançeri...

(1923 - 2023)


...
ah! küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;
bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap!

TAALLUK:
VEHMETTİĞİN, ZANNETTİĞİN ŞEY TÜRKİYE VE "ATATÜRK CUMHURİYETİ"NİN YIKILMASI DEĞİL, ATATÜRK İMGESİYLE MASKELENMİŞ "İNÖNÜ CUMHURİYETİ"NİN TASFİYESİDİR!

http://odatvninatladigihaberler.blogspot.com/2011/06/son-sadrazam-said-halim-pasanin.html


Seçimler Bitti, Sandıklar Açıldı: Ya Sonra? -1-
Alihaydar Can
14.06.2011



Hürriyet mi diyorlar;
Balık ağzında zoka.
Bilmezler ki hürriyet,
Teslim olmaktır Hakk’a. (*)


12 Haziran akşamı sandıklar açılıp sayım bitinceye kadar, bu seçimin olup olmayacağından, sonuçlarının alınıp alınmayacağından emin değildim...

Hem neredeyse tamamı küresel çete/diktatörlüğün sömürü ve tahakküm alanı haline gelen dünya...

Hem de bu küresel çeteye/diktatörlüğe yardım ve yataklık etmeyi en büyük dış politika marifeti olarak kakalamayı beceren AKP’nin yönetimindeki Türkiye ...

Gerilim yükü kırılmanın eşiğine gelmiş siyasî/iktisadi/sosyal fay hatlarının üzerinde bulundukları halde...

Hiçbir şeyden habersiz kitleleri günübirlik sahte çözümler üreterek (daha doğrusu; ellerindeki medyanın gücüyle hipnotize ettikleri kitleri bunun gerçek çözümler olduğuna inandırarak) iktidarlarını -bu iktidarları ebediyyen sürecekmiş gibi- fütursuzca sürdürüp gidiyorken...

Bu gerlim yüklü fay hatlarından biri veya bir kaçının aynı anda veya zincirleme reaksiyonlar halinde kırılıvermesi halinde ortaya çıkabilecek kıyametin etkisi ve sonuçları hem kadim kitaplarda, hem sonra gelen bilge kişilerin yorumlarında, en ince detaylarına kadar tasvir edilmişken...

Bugün de durumun farkında olan kalp, ilim ve insaf ehli tarafından sayısız ikazlar ve ihtarlar dile getirilirken...

Bu kıyamet tablosundan kurtuluşa en ufak bir katkısı bile olmayacak seçimler üzerimnde bunca hassasiyet gösterimesi neyin göstergesi olabilir?

***

Öyleyse biraz geriye dönelim...

Çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nu bir an önce parçalayıp paylaşmak isteyen “Dış güçler/Batı emperyalizmi” İttihat ve Terakki Fırkası’nı kolayca kafaya alıp, Halkı “müstebit Sultan” 2. Abdülhamid Han’ın “istbdadından/zorbaca baskısından” kurtarmak bahanesiyle, İmparatorluğun son kurtuluş imkânı olan -bu politika dahisi Sultanı- hallettiler/Yetkilerini alıp tahtından indirdiler...

Bu bir hükümet darbesiydi ve o günü “hürriyet bayramı” ilan ettiler...

Halbuki o gün Osmanlı İmparatorluğu’nun idam fermanının ilan edildiği menhus/uğursuz bir gündü ve bu durum, İttihatçılar tarafından ancak -gerçekten yenilmedikleri- bir büyük savaşta mağlûp ilan edildikleri zaman anlaşılabildi: “Hürriyet” zokasını yutmuşlar oltaya takılmışlardı...

Yani iş işten çoktan geçmişti...

Onlar İmparatorluk topraklarını terkedip mücadelelerini dışarda sürdürmeye çalıştılar ama...

Bu sırada İmparatorluk toprakları aç gözlü emperyalist devletler tarafından işgal yoluyla yağma edilmeye başlanmıştı...

Böyle bir hengâmede tahta çıkan “Büyük Vatan Dostu” Sultan 6. Mehmed Vahidüddin Han ve Hükümeti son bir kurtuluş hamlesi planlayıp bu hamlenin başına komutan olarak Mustafa Kemal Paşa’yı tayin ettiler...

Emperyalist devletlerin fiilen işgali altındaki bir başkentte hazırlanan bu dahiyane kurtuluş plânı, Mustafa Kemal Paşa’nın Ordu Müfettişi görünümünde -ama gerçekte Bütün imparatorluk tarihinde sadece bir kez bir tek sadrazama verilmiş yetkilerle donatılarak, bir nevi 2. Sultan (eş başkan gibi) olarak- Bandırma Vapuru’na, emrine verilmiş imparatorluğun en seçkin Kurmay subaylarıyla birlikte bindirilip yolcu edilmesiyle yürürlüğe konuldu...

Bu “kurtarıcı Heyet”in Yol haritası ilk elde Misak-ı Millî çerçevesindeki topraklardaki düşman işgalini kaldıracak yeni bir ordu kurmaktı.

Bu ordu, Mütareke ile dağıtılmış osmanlı ordularının subay ve erleri arasından seçilerek kuruldu, dağıtılan Osmanlı ordusunun el konulan silahları silah depoları ele geçirilerek, toprağa gömülmüş silahlar çıkarılarak, yeni silahlar temin edilerek silahlandırıldı...

Zor bir işti ama bu işle görevlendirilen heyetin üstün kaabiliyetiyle hakkından gelindi...

Bu orduyla -Misak-ı Millî’de belirtilen vatan topraklarının tamamı olmasa bile- Anadolu’da Ankara önlerine dayanmış Yunan İşgali kırıldı...

Yunanlılar geldikleri yere geldiklerinden çok eksik bir sayı ile döndüler..

Piyonun defteri dürülmüştü...

Sıra asıl düşmana İstanbul ve çevresini işgal altında Tutan İngilizler ve Fransızlara gelmişti...

Bu yeni Osmanlı Ordusu’nun bir Süvari Tümeni Yunanlıları denize dökmenin verdiği üstün motivasyon ile Çanakkale’ye dayandı...

Yunanlılar’ın başına geleni gören Fransızlar havlu atıp kenara çekildiler...

Artık asıl ve büyük düşman işgalci emperyalistlbaşı İngilizlerle bizim topraklarımızda başbaşa kalmıştık...

Bütün şartlar lehimizeydi, son bir hamleyle yılanın başını koparıp Marmara’nın mavi sularına rahatça gömebilirdik...

Ama...

İngiltere, Osmanlı Süvarilerinin Çanakkalede’den Gelibolu’ya geçmesini savaş sebebi sayacağını ilan etti...

İngilizlerle zaten savaşmıyor muyduk?

Savaşmıyorsak İngilizler’in bizim Başkentimizde işleri neydi?

Ve İngilizler ateşkes için Mudanya’da müzakere talep etti...

Müzakereci olarak da -nedense- İsmet Paşa’dan başkasını kabul etmediler...

Ve ne hikmetse İngilizler’in hem müzakere, hem de İsmet Paşa talepleri bizimkiler tarafından itirazsız kabul edildi...

Böylece 1919’da işgal altındaki bir başkente hazırlanıp binbir güçlükle yürürlüğe konulan dahiyane kurtuluş plânı, tam da kurtuluşa bir adım kala Mudanya sularına gömüldü...

Mudanya’dan Lozan’a giden süreç işgalciye adım adım teslim olarak, işgalden kurtulmaya çalışmak gibi inanılmaz ve ve izahı mümkün olmayan bir garip bir süreçtir...

İstanbul ve çevresindeki düşman işgalini -edindiğin yeni askerî imkânlarla- kolaylıkla söküp atabilecek durumdayken Mudanya’da kurulmuş diplomatik tuzağa niçin ve nasıl düşüldüğünü helal süt emmiş bir tarihçi herhalde bir gün anlatır, biz de öğreniriz...

Yalnız...

Kemal Tahir’in yarım yüzyıl önce sorduğu şu soru halâ cevabını bekliyor:

- “Biz bu İngiliz gâvuruyla savaşmadık, Yuanlılarla savaştık.İngilizler’e bir tek bile kurşun atmadık... Peki bu İngiliz gâvuru İstanbul’dan niye çekip gitti?..”.

Burayı almak için Çanakkale'de yüzbinlerce askerini feda eden İngiziler, bu İngilizler değil miydi?

İstanbul dediğin yer dünyanın en staratejik noktalarından birisi değil mi?..

Yunanlıları yenen yeni Osmanlı ordusundandan korktularsa, korkan bir düşmanla Mudanya’da masaya niye oturuldu?

Lozan’a niçin gidildi?

Lozan'da koskoca İmparatorluğun bütün hak ve alacaklarından vazgeçilirken bütün borçları niçin üstlenildi?

İngilizler kendilerine tek kurşun atılmadığı halde İstanbul gibi dünyanın en stratejik yerlerinden birini bırakıp gittilerse, birazcık diplomasi kültürü olanlar bilir ki; bu aç gözlü emperyalistbaşı İstanbul’dan gitme karşılığında, İstanbul’dan çok daha değerli bir şey almadan böyle bir enayiliği asla yapmaz...

İngilizler’i İstanbul’dan bile vazgeçirecek kadar değerli neyimiz vardı ki bizim, İngiliz gavuru onu alıp gitti?

Bu soruya ipucu olması için değil de hep aklımızın bir yerinde durması için son bir soru:

Lozan'da vazgeçtiğimiz İmparatorluk topraklarımızda bugün kaç tane yeni yetme devlet var sayısını bilen var mı?

Neyse...

Bütün bunları niye anlattım?

İttihatçılar’ın yuttuğu “hürriyet” zokasının nelere malolduğunu göstermek için...

Sonradan Filozof Rıza Tevfik gibi pişmanlık şiirleri(**) döktürdüler ama ne çare...

Dipnotlar:

(*) Necip Fazıl Kısakürek’in Manzara isimli şiirinden

(**) İttihat ve Terakki Fırkası mensuplarından Rıza Tevfik, "Sultan Abdülhamid Han’ın Ruhâniyetinden İstimdad (yardım dilemek)" başlıklı şiirinde şöyle feryad ediyor:

Nerdesin şevketlim, Sultan Hamid Han?
Feryâdım varır mı bârigâhına?
Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,
Şu nankör pezevengin bak günâhına.

Târihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek, ey koca sultan;
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en siyâsî padişâhına.

Pâdişah hem zâlim, hem deli dedik,
İhtilâle kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse, biz ‘beli’ dedik;
Çalıştık fitnenin intibahına.

Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.
Sade deli değil, edepsizmişiz.
Tükürdük atalar kıblegâhına

Şiirin tamamı için Bkz: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=714

(Devam edecek)

Bu yazı dizisinin diğer bölümleri için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3869

Lozan'da Çanakkale şehitlerini İngiliz'e teslim etmiştik
17 Kasım 2008

İsviçre, Lozan masasını verecek kimse bulamayınca bize hediye etti. Eh artık anlı şanlı bir müzede sergileriz nasıl olsa. Üzerindeki mürekkep lekelerini -tabii hâlâ duruyorsa- çocuklarımıza mikroskopla gösterip bu masada nasıl bir zafer destanı yazıldığını filan anlatırız gururla. (Kimse sormaz ama bana kalırsa masanın konulacağı en uygun yer, İsmet İnönü'nün mezarı veya Pembe Köşk'ün bir salonudur.)

Şimdi lütfen alttaki fotoğrafa dikkatle ve ibretle bakın. Ne görüyorsunuz? Birkaç genç kız, askerlerimizin önüne atılıyor ve çiçek veriyor, değil mi? Güzel.



Peki nerede çekilmiş bu fotoğraf? Bir şehrin kurtuluşu olduğu belli de nerenin kurtuluşu olabilir sizce? Ne İstanbul'un kurtuluşudur, ne de hatta Hatay'ın kurtuluşu. Fotoğraf, Çanakkale'ye Türk askerinin giriş anını gösteriyor.

Çanakkale'yi, 1915'te geçirmediğimiz İtilaf kuvvetlerine Mondros'la açmıştık. Ancak 1918'de başlayan 'hukukî işgal'in Lozan'la bittiğini sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Çünkü Lozan'ın 129. maddesinde Boğazlar'ın British Empire'a, yani İngiliz İmparatorluğu'na terk edileceği belirtiliyordu. Bununla da yetinilmiyor, aynı maddenin 2. fıkrasında bir lütuf olarak bizim bölgeye müfettiş göndertebileceğimiz belirtiliyordu. Bir de eğer Çanakkale Boğazı'nı ziyaret edecekler 150 kişiyi aşarsa Türk hükümetine önceden haber verilecekti.

Sizin anlayacağınız, Çanakkale Boğazı'ndaki 8 kilometre eninde bir şerit 1936 Temmuz'una kadar Lozan gereği İngiliz işgali altındaydı. Fakat bunu ders kitaplarımız nedense es geçer ve Montrö birden bir Anka kuşu gibi gelip kuruluverir inkılap tarihi kitaplarımıza.

Sevgili tarihçiler! Montrö ile elde ettiklerimizi anlatıyorsunuz. İyi güzel de, demek ki, Lozan'da bazı eksik ve gedikler vardı, bunları neden gözlerden gizliyorsunuz?

İşte fotoğrafta gördüğünüz, askerlerimizin önüne atılıp çiçek veren genç kızlar, Lozan'ın ardından tam 18 yıl süren uzun bir esaretten kurtuluşun sevincini yaşıyorlardı.

Bazıları yazıp çiziyor. Özellikle genç okurlarım da bunların etkisinde kalıp soruyorlar: Efendim, Lozan'da gizli maddeler varmış, bazı sözler verilmiş. Bunları açıklar mısınız?

Bu sevgili kardeşlerime soruyorum: Lozan Antlaşması'nı kaç kere okudunuz? Bugüne kadar baştan sona okuyanına rastlamadım desem yalan olmaz. Okusalar zaten pek çok gizli sanılan 'söz'ü metinde çatır çatır yazılı görürlerdi. Okumadığımız bir metinde yazılmayan bilgileri merak eden tuhaf bir toplumuz vesselam.

İşte Çanakkale şehitliğini gezerken gördüğünüz İngiliz, Anzak vs. mezarlıkları ile devasa anıtları bu işgal döneminde yaptırılmıştır ve Montrö'de bize devredilirken de mezarlıkların o ülkelerin kendi toprakları olduğu açıkça belirtilmiş, buralara dokunamayacağımız vurgulanmıştı. Şimdi o anıtlara dokunmamız yasak. Değerli dostum Fethi Murat Doğan'ı da yıllardır uğraştıran, "Türk anıtları neden diğerlerine oranla küçük yapılmış?" sorusunun cevabı da burada gizli.

Daha da iç yakıcı olan gerçek şu ki, Çanakkale'deki bütün o savaş alanı, tabii ki Türk şehitlikleri de, 1918-1936 yıllarında İngiliz askerlerinin insafına terk edilmiş, atalarımızın kemikleri İngiliz çizmeleri altında ezilmiştir.

Öte yandan İngilizler kendi mezarlıklarını pırıl pırıl döşerken ve Gelibolu'yu bizim Hayber'deki "Türk mezarı"mız gibi vatanlarının bir parçası haline getirirlerken, Lozan'da zafer yazan delegelerimiz Türk şehitliklerinin korunması veya en azından bizim toprağımız olarak tanınması için bir madde koymayı dahi akıllarına getirmemişlerdir. Gelin görün ki, İngilizler, Montrö'de Çanakkale'yi boşaltmayı kabul ederken, 1915'te bu topraklara gömdükleri gençleri bahane ederek kendilerinden izin almadan müfettiş göndermemizi bile istememişler, bunu dahi şarta bağlamışlardı.

Böylece son yıllardaki şahlanış olmadan önce Çanakkale'deki Türk şehitliğinin (daha doğrusu "Osmanlı şehitliği"nin) arz ettiği perişanlığın gerçek sebebini anlamaya başlıyoruz.

Bence İsviçre Lozan'daki masayı vermekle iyi etmedi. Çünkü böylece Lozan'ın hesaplaşması yeniden başlayacak. Hazır masa da gelmişken, oturup konuşalım şu yarım kalmış hesapları diyecek birileri.

İşte 21 Ağustos 1923 günü TBMM kürsüsünde var gücüyle haykıran Tekirdağ milletvekili Faik Öztrak'ın sesi kulaklarımıza İsrafil'in surunu üflüyor sanki. Tutanaklardan aktarıyorum:

"Fakat efendiler, İngilizlere bırakılan bu topraklardaki muazzez şehitlerimizin hatıralarına ne dersiniz? Onların ölülerinin mevcut olduğu bu yerlerde bizim de yüz binlerce şehidimizin kanları ve kefenleri mevcuttur. Vatanımızı istilaya gelmiş olanlara karşı bu imtiyazları vererek bu şehitlerimizin aziz hatırasını nasıl rencide edebiliriz?"

Tutanaklar, Faik Bey'in sözlerinin Meclis'te "çok doğru" sesleriyle onaylandığını ve Niğde milletvekili Hazım Bey'in oturduğu yerden şöyle laf attığını kaydediyor: "Evet... Maksatları başkadır. Bir gün bu memleketi ölülerle bile istilayı düşüneceklerdir."

"Cumhuriyet'in ilk yıllarında Çanakkale şehitleri için herhangi bir anma töreni düzenlenmeyişinin asıl sebebi nedir?" diye soranlara gülümseyerek cevap veriyorum. Bu, o topraklarda gözümüzün olduğu anlamına gelirdi de ondan.

Şimdi Çanakkale zaferini kutlamayı İngilizlerden ve Anzaklardan öğrendik desem, çoğunuzdan tepki alacağımı biliyorum. Ama tarihin aynası böylesine acımasızdır.

En iyisi şu Lozan masasını birkaç günlüğüne bana verin de, başında şehitlerimiz adına doya doya ağlayayım.

m.armagan@zaman.com.tr
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Ağu 04, 2009 9:41 pm    Mesaj konusu: Batı'nın yeni Doğu sınırı, Doğu'nun yeni Batı sınırı Alıntıyla Cevap Gönder

İbrahim Karagül
Batı'nın yeni Doğu sınırı, Doğu'nun yeni Batı sınırı

Bir süre önce burada "Dünyayı ikiye bölen sınır çizildi" başlığı ile, aslında bugün olan, önümüzdeki yıllarda karşılaşacağımız gelişmelerin adresi niteliğinde bir olaydan söz etmiştim.

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton; "İran'ın nükleer çalışmalarından vazgeçmemesi durumunda, komşularının silahlandırılacağını ve Ortadoğu'da Amerikan savunma şemsiyesinin kurulacağını" açıkladı. Bu söz ve yeni ABD politikaları; ABD ve Avrupa'nın Batı'ya yeni bir "Doğu sınırı" çizdikleri gerçeğini ortaya koyuyor. Bütün güvenlik politikalarında bunun izlerini görüyoruz. Gürcistan krizi, Irak'a yüklenecek yeni misyon, Afganistan-Pakistan hattındaki gelişmeler, Rusya-Çin-Hindistan üçgenine yönelik müdahaleler ve son olarak Ortadoğu'da ABD güvenlik şemsiyesi…

Önceden Doğu-Batı sınırı, Batı'nın savunma hattı daha doğrusu sınırları Doğu Avrupa, Boğazlar, Süveyş olarak görülüyordu. Bu hattın Doğu'su tehditlerle doluydu. Şimdi sınır daha Doğu'ya kaydırıldı. Dikkat edelim, yeni sınır Gürcistan, Doğu Karadeniz, İran-Türkiye sınırı ve Basra Körfezi.

Yeni dönemde Ortadoğu Batı sınırları içinde yer alıyor. Türkiye de öyle. Bundan sonra Türkiye'nin bölge perspektifi büyük oranda bu yeni jeopolitik çizgiye göre şekillenecek. Artık Avrupa'nın sınırı, Boğazlar değil, Türkiye-İran sınırı olacak. Suriye ve İsrail de birer Avrupa devleti artık. Belki yakın gelecekte "Ortadoğu" kavramını bile tarihe gömecek gelişmelere tanık olacağız. Barack Obama'nın Türkiye ve Mısır'da Müslüman dünyaya yüklemeye çalıştığı yeni rol, Rusya ziyaretlerinin arka planında hep bu var. Bizler, Basra Körfezi'nden Karadeniz'e uzanan kuşak üzerindeki bütün gelişmeleri dikkatle izlemek zorundayız.

Bugünlerde özellikle Avrasya'nın Doğu sınırlarına dikkat çekmeye çalışıyorum. Orta Afrika'da yaşanacak gerilimleri şimdilik bir kenara bırakırsak, krizler yoğun olarak İran ve ötesinde yaşanacak. Doğu Türkistan'daki son olaylar, açık söyleyelim, bu yeni bölünmenin ilk ciddi göstergesi, denemesidir. Doğu Türkistan olayları sırasında özellikle dikkat çekmeye çalıştım; bundan sonra Çin, Hindistan ve belki Rusya, Müslüman azınlıklar üzerinden istikrarsızlaştırılacak, en azından bu denenecek. Müslüman toplumlar, Soğu Savaş'tan sonra yeniden Batı'nın küresel hegemonyası yolunda elverişli bir malzeme, araç olarak kullanılmak isteniyor. Hiç değilse, bu ülkenin zeki insanlarına bu uyarıyı yapmış olmayı tarihi bir sorumluluk olarak görüyorum.

Yeni dönemin kaba hedefleri şöyle: "Rusya-Çin Aksı"nı kırmak, Asya'da Batı karşıtı oluşumları şimdiden engellemek, Moskova ile iyi iletişim kurup Çin'in elini zayıflatmak, Müslüman toplulukları harekete geçirerek İran ve Doğu'sundan Çin Seddi'ne kadar Batı çıkarlarını güvence altına almak. Tam bu dönemde Çin-ABD ekonomik ortaklığının bitmeye doğru gittiğine, "Chinamerika" kavramının zayıfladığına ilişkin işaretler beliriyor.

Avrasya üzerinde devam eden güçler mücadelesinin en keskin safhası başlıyor. Bu sefer söz konusu ülkeler doğrudan birbirini hedef almaya başladı. ABD ve Avrupa, Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan, Ukrayna gibi ülkeleri stratejik ortak haline getirirken, Karadeniz'i bir "NATO Gölü"ne dönüştürmeye çalışırken, Ortadoğu'ya tam olarak yerleşirken, Doğu ve Orta Afrika'da Asyalı güçleri çıkarmak isterken, Mezopotamya'dan sonra Afganistan-Pakistan merkezli bölgesel operasyon başlatırken, Orta Asya'yı Rusya-Çin nüfuzundan çıkarma yolunda adımlar atarken, Kırgızistan gibi Çin sınırındaki bir ülkeye yoğun ilgi gösterirken, Doğu Türkistan üzerinden operasyon yaparken, Hindistan'ı Müslüman-Hindu gerilimiyle meşgul etmeye hazırlanırken, Tibet'i yeniden harekete geçirmeyi planlarken, Batı'nın güvenlik sınırını Doğu'ya, Türkiye sınırına kaydırırken Asyalı güçler de kendi Batı sınırlarını çizmeye çalışıyor.

Sudan, Darfur, Kuzey Afrika, Orta Afrika ülkelerinde önemli mevzi kazanan Çin ve Asya ülkeleri, Rusya ile birlikte Orta Asya üzerinde Batı ile kıyasıya bir çatışma yaşıyor. Bunun en son örneği, geçtiğimiz günlerde Moldova'da yaşandı. Çin, Moldova ile bir milyar dolarlık kredi anlaşması yaptı. Bütçesi bir buçuk milyar dolar olan, gayrisafi milli hasılası sekiz milyar doları geçmeyen Moldova, Çin için ekonomik bir değer değil. Bu, jeopolitik çatışmanın bir hamlesi sadece. Pekin, bu anlaşma üzerinden Karadeniz'e indi. Anlaşma çerçevesinde Moldova ekonomisinin her alanında Çin etkisi on beş yıl sürecek. Daha önce Afrika'ya yerleşen, yüzbinlerce Çinli'yi bu bölgelere gönderen, milyarlarca dolar kredi akıtan Pekin, bir yandan Doğu Türkistan'daki olaylara tepki veriyor, diger yandan Kırgızistan'dan üskeri üs isteyerek Orta ve Güney Asya'da etkisini artırmaya çalışıyor.

Şimdiden söyleyelim; Batı ve Doğu sınırları değişirken, her cephe kendi sınırını belirlemeye çalışırken, belli bölgelerde flulaşan bu sınır hatları büyük çatışma riskleri oluştururken Avrasya üzerindeki güçler mücadelesi ilk kez bu kadar sertleşiyor. Ve bu büyük çatışmalar zinciri, Müslümanlar üzerinden tezgahlanacak.

Avrasya'nın iki güçlü ülkesi Rusya ve Türkiye. Perşembe günü Ankara'ya gelecek Vladimir Putin'in temaslarını bir de bu açıdan izlemek son derece önemli. İki ülke de bu çatışmanın seyrini belirleyebilecek, etkileyebilecek ülkeler. İki ülke etkileyici bir tavır belirleyemezse, ikisi de, Doğu-Batı çatışmasının sadece tarafları olmak zorunda kalacak. Ama öncelikle Müslümanlar, güçler mücadelesinde hangi rolü üstlenecek? Bu ülkenin düşünen insanlarının bunun üzerinde kafa yorması

Yenişafak

Yusuf Kaplan
Hesaplaşmadan asla!

Bugünkü yazıda Kemal Tahir`in Yol Ayrımı başlıklı romanından uzunca bir pasajı sadece alıntılamakla yetineceğim. Bu pasaj, bizim yeni gibi görünen sorunlarımızın aslında ne kadar köklü olduğunu gösteren nefis saptamalarla dolu. Şu günlerde yaşadığımız sorunları, handikapları, çıkmaz sokakları anlamlandırabilmek için Kemal Tahir üstadımızın roman kahramanları aracılığıyla yaptığı gözlemleri dikkatle okumanızı öneriyor ve sizi bu uzun ve silkeleyici pasajla başbaşa bırakıyorum. [Köşeli parantezler ve boldlamalar bana ait]. `...Nermin hanım, Kadir`i damatlığa istememektedir. Kadir`e güvenememektedir. Kadir hakkındaki fikirlerini, Ayşe`nin babasına ulaştırmasını, Murat`tan rica eder. Murat da bu işi, Doktor Münir Bey`e havale eder. Sonra, Serbest partinin [Serbest Fırka`nın] açılmasıyla ne kadar üzüldüğünü, inkılaplardan vazgeçiliyormuş gibi geldiğini, halbuki kapandığı zaman da sevinemediğini anlatır. `Galiba farkına varmadan gelip bir çıkmaza girdik` diye ekler. Kapanma kararının verildiği o son toplantıyı düşünür: - Halk Partisi, o toplantıda, iktidarda olduğu halde, çoktan yenik düşmüştü. İşte bunu anlayamıyorum o günden beri... -Anlayamazsın! Uzun zaman kimse de anlayamadı. Düşündün mü hiç, bir dünya imparatorluğu nasıl tasfiye edilir? Bir dünya imparatorluğu yüzyıllar boyu, yüzlerce nesillerin birleşik gayretiyle, kanları, canları, malları pahasına doğmuş, kökleşmiş, gelişmiş, yaşatılmıştır. Tarihin bir döneminde, herhangi bir nesil, tek başına bu tasfiyeye karar verebilir mi? `Veririm` derse, bu kararın meşruluğu hangi vesikalarla ispatlanır? 1908`in padişahçı ittihatçıları imparatorluğu yıktılar; 1923`ün Kuvay-ı Milliyecileri bir dünya imparatorluğunun miras hesaplarını tasfiyeye oturdular. Peki, neydi tasfiye edilecek miras? 700 yıllık bir imparatorluk... 1908`de ittihatçıların ele geçirip on yılda yıktığı imparatorluk tam dört milyon üçyüz seksen üç bin kilometre kare toprağa sahipti. Nüfusumuz kırk üç milyonu aşkındı. Bu toprak üzerinde malımız olan yedi bin kilometre demiryolu döşeliydi. Buna, dört yüz yıllık hilafetin bütün dünya İslamları üzerindeki manevi haklarını katmıyorum. Tasfiye edilen miras Osmanlı`nın sırf kılıç gücüyle aldığı, tarih boyu vuruşarak savunduğu mirastı. Evet, oturuldu masaya... Karşımızda yirmi iki devlet... Tasfiye beş buçuk ayda tamamlandı. Mahzenler dolusu arşivleri düşün... Delegelerimiz incelediler mi bunları? Kılı kırk yardılar mı? Hayır! Çünkü İstanbul hükümeti delegeleri, yani asıl uzmanlar bizim isteğimizle sokulmadı bu konuşmalara... Bu iyiliğimize karşı İngiliz generali Harrington`un teşekkürünü hatırlarım. Demek, dört milyon küsur kilometre karelik bir imparatorluğun yedi yüz yıllık hesapları tasfiye edildi beş ay içinde. Buna tasfiye denmez, mirası reddettik. Kurtuluş iki türlü olur: Ya bütün haklarını en son zerresine kadar koruyarak kurtulursun, ki gerçek kurtuluş budur. Ya da haklarından birçoklarını vererek kurtulursun! Bu da kurtuluştur ama öyle pek öğünülecek, kasınılacak çeşitten sayılmaz. Hele rejim değişmelerinin tarihsel haklardan vazgeçmekle hiçbir ilintisi olamaz. Sözgelimi, Bolşevikler, Çarlık İmparatorluğu`na pekala sahip çıktılar. Nitekim, Fransa cumhuriyetçileri de kendilerinden önce, çeşitli krallarının kurmuş oldukları imparatorluğu rejim değiştirdik bahanesiyle hiç kimseye bağışlamadılar. Dünyada çok az milletin eline geçmiştir bizimki kadar büyük tarih birikimi... Eğer her millet ilk zorlukta, yüzyıllar boyu biriktirdiği haklarını kaldırıp atarsa, dünyada tarih diye bir şey kalmaz. Neden sana yenik düşmüş gibi geldi, bir tek adam karşısında koca bir iktidar?... Hem de askeri bir zafer kazanarak gelmiş bir iktidar? Çünkü Anadolu-Yunan savaşı belletilmek istendiği gibi, bin yıllık tarihimizden ayrı bir Milli Kurtuluş Savaşı değildir. Bin yıldır süren Doğu-Batı boğuşmasının yüzlerce savaşlarından biri, hem de küçüklerinden biridir. Böyle bir savaşı kazanmak, bin yıllık tarihin biriktirdiği hesabı kapatmaya yetmez ki, iktidarı gerçek iktidar olsun. Bu savaşa, İstiklal savaşı da, haşa, denemez! Çünkü biz, hiçbir zaman milli devletimizi yitirmedik. Siz Cumhuriyet çocukları `gözümüzü zaferde açtık` avuntusundasınız. Şimdi umulmaz yerlerde beklenmez yenilgilerle karşılaşınca apışmayın!.. Biz, er geç, Batıyla ister istemez hesaplaşmak zorundayız. Bunu gerçekten yapmadıkça batıya hizmet teklif etmekle belayı başımızdan defleyemeyiz...`
2002-09-18 Yeni Şafak http://www.yenisafak.com.tr/ykaplan.html

Abdullah Burak
2009-02-12

Kemal Tahir'den Lozan yorumu

- Düşündün mü hiç, bir dünya imparatorluğu nasıl tasfiye edilir?

- Nasıl mı?.. Basbayağı… Dış güçlerce yıkılır gider!

- Nasıl yıkılır, demiyorum… Nasıl tasfiye edilir?.. Bunun tekniği, hukuk bakımından nedir?

- Bilmem!.. Hiç düşünmedim!..

(…)

- Dinle, 1908’de, ittihatçıların ele geçirip on yıl içinde yıktığı imparatorluk, tam dört milyon üçyüz seksenüç bin kilometrekare toprağa sahipti!..

- Yok canım!.. Var mıydı bu kadar?

- Hay hay!.. 1908’de Bosna – Hersek, Bulgaristan, Girit, Kıbrıs, Mısır, Tunus, Cezayir, Trablusgarb, Sudan çeşitli anlaşmalarla imparatorluk toprakları sayılıyordu… Sayıldığı için de nüfusumuz 43 milyonu aşkındı. Bu topraklar üzerinde malımız olan, yedi bin kilometre demiryolu döşeliydi. Dikkat et, dörtyüz yıllık hilâfetin bütün dünya Müslümanları üzerindeki mânevî haklarını katmıyorum. Tasfiye edilen miras, Osmanlı’nın sırf kılıç gücüyle vuruşarak aldığı, tarih boyu vuruşarak savunduğu mirastı. Evet, oturuldu masaya… Bilir misin, iki bölümde tamamlanan Lozan Andlaşmasının bütün oturumları ne kadar sürmüştür?

- Hayır!

- Beş buçuk ay… Mahzenler dolusu arşivleri düşün, buradaki anlaşmaları, buradaki incelikleri getir göz önüne. Delegelerimiz incelediler mi bunları? Kılı kırk yardılar mı? Hayır! Çünkü İstanbul hükümeti delegeleri, yani asıl uzmanlar, bizim isteğimizle sokulmadı bu konuşmalara… Bu iyiliğimize karşı İngiliz generali Harington’un teşekkürünü hatırlarım. Demek dört milyon üçyüz seksen küsur kilometrekarelik bir imparatorluğun yediyüz yıllık hesapları tasfiye edildi beş ay içinde… Buna tasfiye denmez. Mirası reddettik, hem de borçlardan bir kısmını kabul ederek reddettik. Değil bir dünya imparatorluğunun mirası, bir mahalle bakkalının mirası bile, bizim bugünkü mahkeme usûllerimiz göz önüne getirilirse, bu kadar kısa zamanda tasfiye edilip karara bağlanamaz.

- Ne yapabilirdik peki?.. 1923’lerde imparatorluğun bütün tarihî hakları silahla savunulur muydu?.. Nasıl güç yetirirdik bu kadar zorlu düşmanlara?..

- Haklar her zaman silahla savunulmaz. Hakkımız olanlara önce mutlaka sahip çıkardık. Fırsat kollayarak beklerdik… Sıra geldikçe yeniden pazarlık teklif ederdik… Hesaplaşma isterdik. Güç yetmeye geldi mi, elimizden zorla alınanı zorla geri alamazdık belki ama, bize zorla da “bağışladık” dedirtemezlerdi. Diyelim ki bıçağın altına yatırdılar da dedirttiler, hattâ işkenceyle bir şeyler de imzalattılar. Böyle anlaşmalar, kişiler arasında da, toplumlar arasında da, bütün tarih boyunca geçerli sayılmamıştır. İlk fırsatta böyle bir imza reddedilir, işkencecinin yakasına sarılınır. Yoksa, bu durumda, “Yurtta sulh, cihanda sulh” diye şişinerek dolaşılmaz. Yunan, üst üste yenildiği halde “Megalo İdea”dan vazgeçiyor mu? Bir milletin tarihî istekleri, tarih süresi ölçüsünde elde edilir. Nitekim Anadolu’da yenildikleri halde, Lozan’da Batı Trakya’yı bizden almayı başardılar; sanki biz yenilmişiz gibi… Böyledir, milletlerin millî kurtuluş amaçlarına varmaları… Kurtuluş iki türlü olur: Ya bütün haklarını en son zerresine kadar koruyarak kurtulursun, - ki gerçek kurtuluş budur- veya haklarından birçoklarını vererek kurtulursun!.. Bu da bir kurtuluştur ama, öyle pek öğünülecek, kaşınılacak cinsten sayılmaz. Hele rejim değişimlerinin tarihî haklardan vazgeçmekle hiçbir alâkası olamaz. Sözgelişi, Bolşevikler, Çarlık imparatorluğuna pekâlâ sahip çıktılar. Nitekim Fransa Cumhuriyetçileri de kendilerinden önce, kendilerinden sonra çeşitli krallarının kurmuş oldukları imparatorluğu “rejim değiştirdik” bahanesiyle hiç kimseye bağışlamadılar.

- Aklım karıştı Münür amca… Mümkün olur muydu bir şeyler koparmak?

- Mümkün olsun olmasın, isteyeceksin!.. Çünkü vazgeçmeye, bağışlamaya hakkın yok!.. Babanın malı değil!.. Her fırsatta isterdik, dengine düşerse alırdık!.. Ama o zaman dünya içindeki yerimiz, güdeceğimiz politika, başka türlü olurdu: Tarihte birikmiş haklar böyle aranır. Eğer her millet ilk zorlukta, yüzyıllar boyu biriktirdiği haklarını kaldırıp atarsa, dünyada tarih diye bir şey kalmaz… Anadolu-Yunan savaşı, belletilmek istendiği gibi, bin yıllık tarihimizden ayrı bir Millî Kurtuluş Savaşı değildir. Bin yıldır süren Doğu – Batı boğuşmasının yüzlerce savaşlarından biri, hem de küçüklerinden biridir. Bir düşünsene… Osmanlı İmparatorluğu’nu kurup yaşatmış Anadolu halkları için ne utandırıcı bir sözdür, Yunan Savaşına “Kurtuluş Savaşı” demek… Bu savaşa –hâşâ- İstiklâl Savaşı da denemez!.. Çünkü biz hiçbir zaman millî devletimizi yitirmedik. Hattâ doğrusu istenirse, 1920-23 arasında bizim bir değil, iki devletimiz vardı.

(…)

- Siz Cumhuriyet çocukları, “Gözümüzü zaferde açtık” avuntusundasınız. Şimdi umulmaz yerlerde beklenmez yenilgilerle karşılaşınca apışmayın!.. Biz Batıyla er-geç, ister istemez hesaplaşmak zorundayız. Bunu gerçekten yapmayınca, Batıya hizmet teklif etmekle belâyı başımızdan defleyemeyiz!.. Bunu böyle bilesin, Gazeteci Murat!.. İşini ona göre tutasın!..

habervaktim

17 Kasım 2008
Zaman gazatesi yazarı Mustafa Armağan'dan Lozan masası ile ilgili çarpıcı bilgiler aktardı.

Lozan'da Çanakkale şehitlerini İngiliz'e teslim etmiştik

İsviçre, Lozan masasını verecek kimse bulamayınca bize hediye etti. Eh artık anlı şanlı bir müzede sergileriz nasıl olsa. Üzerindeki mürekkep lekelerini -tabii hâlâ duruyorsa- çocuklarımıza mikroskopla gösterip bu masada nasıl bir zafer destanı yazıldığını filan anlatırız gururla. (Kimse sormaz ama bana kalırsa masanın konulacağı en uygun yer, İsmet İnönü'nün mezarı veya Pembe Köşk'ün bir salonudur.)

Şimdi lütfen alttaki fotoğrafa dikkatle ve ibretle bakın. Ne görüyorsunuz? Birkaç genç kız, askerlerimizin önüne atılıyor ve çiçek veriyor, değil mi? Güzel.



Peki nerede çekilmiş bu fotoğraf? Bir şehrin kurtuluşu olduğu belli de nerenin kurtuluşu olabilir sizce? Ne İstanbul'un kurtuluşudur, ne de hatta Hatay'ın kurtuluşu. Fotoğraf, Çanakkale'ye Türk askerinin giriş anını gösteriyor.

Çanakkale'yi, 1915'te geçirmediğimiz İtilaf kuvvetlerine Mondros'la açmıştık. Ancak 1918'de başlayan 'hukukî işgal'in Lozan'la bittiğini sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Çünkü Lozan'ın 129. maddesinde Boğazlar'ın British Empire'a, yani İngiliz İmparatorluğu'na terk edileceği belirtiliyordu. Bununla da yetinilmiyor, aynı maddenin 2. fıkrasında bir lütuf olarak bizim bölgeye müfettiş göndertebileceğimiz belirtiliyordu. Bir de eğer Çanakkale Boğazı'nı ziyaret edecekler 150 kişiyi aşarsa Türk hükümetine önceden haber verilecekti.

Sizin anlayacağınız, Çanakkale Boğazı'ndaki 8 kilometre eninde bir şerit 1936 Temmuz'una kadar Lozan gereği İngiliz işgali altındaydı. Fakat bunu ders kitaplarımız nedense es geçer ve Montrö birden bir Anka kuşu gibi gelip kuruluverir inkılap tarihi kitaplarımıza.

Sevgili tarihçiler! Montrö ile elde ettiklerimizi anlatıyorsunuz. İyi güzel de, demek ki, Lozan'da bazı eksik ve gedikler vardı, bunları neden gözlerden gizliyorsunuz?

İşte fotoğrafta gördüğünüz, askerlerimizin önüne atılıp çiçek veren genç kızlar, Lozan'ın ardından tam 18 yıl süren uzun bir esaretten kurtuluşun sevincini yaşıyorlardı.

Bazıları yazıp çiziyor. Özellikle genç okurlarım da bunların etkisinde kalıp soruyorlar: Efendim, Lozan'da gizli maddeler varmış, bazı sözler verilmiş. Bunları açıklar mısınız?

Bu sevgili kardeşlerime soruyorum: Lozan Antlaşması'nı kaç kere okudunuz? Bugüne kadar baştan sona okuyanına rastlamadım desem yalan olmaz. Okusalar zaten pek çok gizli sanılan 'söz'ü metinde çatır çatır yazılı görürlerdi. Okumadığımız bir metinde yazılmayan bilgileri merak eden tuhaf bir toplumuz vesselam.

İşte Çanakkale şehitliğini gezerken gördüğünüz İngiliz, Anzak vs. mezarlıkları ile devasa anıtları bu işgal döneminde yaptırılmıştır ve Montrö'de bize devredilirken de mezarlıkların o ülkelerin kendi toprakları olduğu açıkça belirtilmiş, buralara dokunamayacağımız vurgulanmıştı. Şimdi o anıtlara dokunmamız yasak. Değerli dostum Fethi Murat Doğan'ı da yıllardır uğraştıran, "Türk anıtları neden diğerlerine oranla küçük yapılmış?" sorusunun cevabı da burada gizli.

Daha da iç yakıcı olan gerçek şu ki, Çanakkale'deki bütün o savaş alanı, tabii ki Türk şehitlikleri de, 1918-1936 yıllarında İngiliz askerlerinin insafına terk edilmiş, atalarımızın kemikleri İngiliz çizmeleri altında ezilmiştir.

Öte yandan İngilizler kendi mezarlıklarını pırıl pırıl döşerken ve Gelibolu'yu bizim Hayber'deki "Türk mezarı"mız gibi vatanlarının bir parçası haline getirirlerken, Lozan'da zafer yazan delegelerimiz Türk şehitliklerinin korunması veya en azından bizim toprağımız olarak tanınması için bir madde koymayı dahi akıllarına getirmemişlerdir. Gelin görün ki, İngilizler, Montrö'de Çanakkale'yi boşaltmayı kabul ederken, 1915'te bu topraklara gömdükleri gençleri bahane ederek kendilerinden izin almadan müfettiş göndermemizi bile istememişler, bunu dahi şarta bağlamışlardı.

Böylece son yıllardaki şahlanış olmadan önce Çanakkale'deki Türk şehitliğinin (daha doğrusu "Osmanlı şehitliği"nin) arz ettiği perişanlığın gerçek sebebini anlamaya başlıyoruz.

Bence İsviçre Lozan'daki masayı vermekle iyi etmedi. Çünkü böylece Lozan'ın hesaplaşması yeniden başlayacak. Hazır masa da gelmişken, oturup konuşalım şu yarım kalmış hesapları diyecek birileri.

İşte 21 Ağustos 1923 günü TBMM kürsüsünde var gücüyle haykıran Tekirdağ milletvekili Faik Öztrak'ın sesi kulaklarımıza İsrafil'in surunu üflüyor sanki. Tutanaklardan aktarıyorum:

"Fakat efendiler, İngilizlere bırakılan bu topraklardaki muazzez şehitlerimizin hatıralarına ne dersiniz? Onların ölülerinin mevcut olduğu bu yerlerde bizim de yüz binlerce şehidimizin kanları ve kefenleri mevcuttur. Vatanımızı istilaya gelmiş olanlara karşı bu imtiyazları vererek bu şehitlerimizin aziz hatırasını nasıl rencide edebiliriz?"

Tutanaklar, Faik Bey'in sözlerinin Meclis'te "çok doğru" sesleriyle onaylandığını ve Niğde milletvekili Hazım Bey'in oturduğu yerden şöyle laf attığını kaydediyor: "Evet... Maksatları başkadır. Bir gün bu memleketi ölülerle bile istilayı düşüneceklerdir."

"Cumhuriyet'in ilk yıllarında Çanakkale şehitleri için herhangi bir anma töreni düzenlenmeyişinin asıl sebebi nedir?" diye soranlara gülümseyerek cevap veriyorum. Bu, o topraklarda gözümüzün olduğu anlamına gelirdi de ondan.

Şimdi Çanakkale zaferini kutlamayı İngilizlerden ve Anzaklardan öğrendik desem, çoğunuzdan tepki alacağımı biliyorum. Ama tarihin aynası böylesine acımasızdır.

En iyisi şu Lozan masasını birkaç günlüğüne bana verin de, başında şehitlerimiz adına doya doya ağlayayım.

m.armagan@zaman.com.tr

Zaman-Pazar


23 Kasım 2008
Mustafa Armağan/Zaman
Lozan'ın değiştirilemez maddeleri var mıydı?

Tarih, şaşırmaktır. Şaşırmaya niyeti olmayanlar, tarihin tozlu kepenklerini kaldırmasalar da olur bence. Her şey önceden belli ve değişme ihtimali olmayan bir katılıkta ise o zaman tarihçi olmaya da gerek yoktur. Çünkü bir bilim, çözülmesi gereken problemler varsa yaşar. Bütün problemlerini tepeden tırnağa çözmüş bizimki gibi burnundan kıl aldırmayan bir inkılap tarihinin neden bir 'bilim' olamayacağı buradan da belli değil midir?

Bakın o çok örnek verilen Batı'ya, adamlar tarihlerini nasıl bir cesaretle hallaç pamuğu gibi atmaktalar. "Truva diye bir savaş oldu mu?"dan başlayıp "Newton'un büyücülükle nasıl kafayı bozduğu?"na varıncaya kadar yığınla konuyu havalandırıyorlar. İyi de ediyorlar. Şundan: Bir kültür sürekli soru soran ve insanları bakılmamış pencerelere doğru süren adamlar yetiştiriyorsa hayatta demektir. Doğruların daha okulun kapısında nöronlarımıza monte edildiği bir sürece günümüzde eğitim denilmiyor ne yazık ki.

Hadi bir örnek ver de ne demek istediğini anlayalım diyenleri sabırsızlandırmamak için masamdaki kitabı açıyor ve başlıyorum okumaya:

Birinci Dünya Savaşı'nı herkes İngiltere kazandı diye bilir. Lakin kayıplara bakılınca durum hiç de öyle görünmüyor. Alman ve İngiliz hükümetlerinin resmi rakamlarına bakılırsa çetin ceviz bir manzara çıkıyor karşımıza. 1915 yılında İngilizlere karşı savaşan 20 bin Alman askeri ölürken, Almanlara karşı savaşırken ölen İngiliz askerinin sayısı 43 bini bulmuş. Ertesi yıl 109 bin İngiliz askeri ölürken sadece 49 bin Alman askeri hayatını kaybetmiştir. 1917'de savaşın seyri Almanların aleyhine dönerken rakamlar biraz şişmiştir, o kadar: 136 bin İngiliz'e karşılık, 72 bin Alman ölmüştür. Nihayet savaşın son yılında durum eşitlenebilmiştir: 108.539 İngiliz'e karşılık 108.508 Alman

Şimdi tarihçi John Mosier soruyor haklı olarak: Bu durumda toplam 249 bin kayıp veren Almanlar, 406 bin kayıp veren İngilizlere yenilmiş oluyorlar, öyle mi? Bu nasıl bir mantıktır böyle? Mosier'in iddiası şu ki, Alman Genelkurmay Başkanı Von Schleiffen'ın planları her bakımdan üstündü ve ABD müdahale etmemiş olsa Almanlar İtilaf devletleri'ni darmadağın ederlerdi.

Buyurun zamklı bir tartışmaya. İspatlanamasa bile bu iddiayı tartışmanın faydası, daha önce bakılmamış açılar bulup yeni gerçeklere kapı açmaktır ki, bu da sizin tarihe, dolayısıyla kendinize bakışınızı, en azından zenginleştirir. Öyleyse tarihi tartışmak, zenginleşmektir.

Geçen haftaki yazıma teşekkür edeceklerine kızanlar olmuş. Bence yanlış yapıyorlar. En azından birkaç kişi o yazıyla birlikte Lozan'a yeniden bakmış oldu. Şaşırdı, düşündü. Hiç böyle bakmamıştım, bilmiyordum dedi. En azından bakış olarak zenginleşti, ufku genişledi. Bunu neresi kötü?

Bir de Lozan'da Çanakkale şehitlerini İngilizlere bıraktığımız yalan, diyenler çıktı. Halbuki sadece 'Mezarlıklar' bahsine baksalar neler yazılı olduğunu görürlerdi. İşte madde 128. "Türk hükümeti" diyor, "Britanya İmparatorluğu, Fransa ve İtalya hükümetlerine(...) abideleri muhtevi olan arsaları ayrı ayrı ebediyyen terk etmeyi taahhüt eder." Ne demek bu toprakları ebediyyen, yani sonsuza kadar, İngilizcesiyle söyleyelim "in perpertuity" İngiliz'e, şuna buna vermek? Çanakkale'deki araziyi kıyamete kadar verdik demedikleri kalmış.

Soruyorum: Bizim şehitlerimizin de kanlarıyla sulanmış bir toprak parçasını emperyalistlere sonsuza kadar bırakmayı taahhüt etmek de dahil midir Lozan zaferine?

Ya 37. maddeye ne diyeceğiz? Bu mudur zafer? Hadi beraberce okuyalım, o zaman:

"Turkey undertakes that the stipulations contained in Articles 38 to 44 shall be recognised as FUNDAMENTAL LAWS, and that no law, no regulation, nor official action shall conflict or interfere with these stipulations, nor shall any law, regulation, nor official action prevail over them."

Türkçesi şu:

"Türkiye 38'den 44'e kadar olan maddelerde musarrâh ahkâmın KAVÂNİN-İ ASLİYYE şeklinde tanınmasını ve hiçbir kânun, hiçbir nizâm ve hiçbir mu'âmele-yi resmiyenin bu ahkâma münâfi' veya mu'ârız olmamasını ve hiçbir kânun, hiçbir nizâm ve hiçbir mu'âmele-yi resmiyenin ahkâm-ı mezkûreye ihrâz-ı tefevvuk etmemesini ta'ahhüd eder."

"Fundamental laws" veya "kavânin-i asliyye" kelimelerini özellikle büyük harfle yazdım. "TEMEL KANUNLAR" demektir. Yani İsmet Paşa Lozan'da bundan sonra gelecek 7 maddeyi, kendi anayasasından, yasalarından, tüzük ve işlemlerinin hepsinden üstün kabul etmiş ve gelecekte yapacağımız hiçbir düzenlemenin bu maddelere aykırı olamayacağına dair kapı gibi taahhütte bulunmuştur. Lozan'ın değiştirilemez maddeleridir bunlar.

Neredeyse baştan sona bizim taahhütlerimizi içeren Lozan Antlaşması'nı zafer olarak görmek, bizi gerçeklere karşı körleştirmekten başka bir işe yaramaz. Sonra bir şeyin zafer olup olmadığı neyle kıyaslandığına bağlıdır. Evet, Lozan, Sevr'le kıyaslarsak bir başarıydı. Öte yandan TBMM'nin İsmet Paşa'nın eline tutuşturduğu talimatnameyle kıyaslarsak başarısızlıktı.

Ama insaf edelim, ölü doğmuş olan ve Nutuk'ta haklı olarak antlaşma değil de 'proje' olduğu ısrarla belirtilen Sevr, Yunanistan'dan başka hiçbir devlet tarafından onaylanmamıştı. Üstelik İngiliz parlamenterler onunla paçavra diye dalga geçmemişler miydi? Neden bunları anlatmıyoruz bu ülkenin evlatlarına?

Üstelik Sevr'in Irak sınırını Lozan'da aynen kabul ettiğimizi de unutmayalım. Bu arada araştırmanız için bir köşeye not edin isterseniz: İmadiye ilçesi, Sevr'de bizde görünür ama Lozan'da Irak'a bırakılmıştır.

Haim Naum ismini duymuş muydunuz? Lozan'da ismi resmi listelerde görünmeyen, Osmanlı Yahudilerin Başhahamı olan bu zatı İsmet Paşa gayri resmi danışman olarak yanına almıştı. Peki nereden tanıyordu onu? Merak bu ya, araştırdım ve Esther Benbassa'nın hazırladığı ve Alabama Üniversitesi'nin bastığı "A Sephardic Chief Rabbi in Politics, 1892-1923" adlı kitapta şu ilginç bilgiye ulaştım: Meğer İsmet Paşa Harbiye'nin Topçu sınıfında okurken Haim Nahum onun Fransızca öğretmeniymiş. Böylece Lozan'ın ikinci devresinde hoca ile talebenin el ele çözdüklerini görüyoruz en sıkıntılı meseleleri.

Ne demiştik? Tarih, şaşırmaktır, değil mi? Lozan bizi daha çok şaşırtacak, çok


23/08/2007
Mehmet Şevket Eygi
Eyvah!.. Lozan’ın Gizli Protokolları tehlikede

CUMHURBAŞKANLIĞI konusunda kopartılan yapay fırtınaların asıl sebebi “Lozan’ın Gizli Protokolları’nın” ihlâli meselesidir. Lozan’ın Gizli Protokolları ne demektir? Açıklanmasa da bu protokollar yazılı mıdır, yahut şifahî/sözlü olarak mı yapılmıştır? Bunlar hâlâ geçerli midir?

Lozan’ın Gizli Protokollarını ilk defa olarak, sanırım 1959’da merhum Üstad Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’sunda okumuştum. Bundan, uzun yıllar sonra CHP devrinde Van milletvekilliği yapmış olan merhum İbrahim Arvas “Hatıralarında” bahseder. Onun hatıraları önce küçük bir kitap şeklinde basılmıştı, daha sonra bendenize bu hatıraların ikinci kısmını müsvedde şeklinde verdi, haftalık Yeni İstiklâl’de tefrika ettik.

Lozan’ın Gizli Protokolları kısmında İbrahim Bey birkaç madde halinde çok önemli ifşaatta bulunuyordu. Bunların yayınlandığı sırada durum müsait olmadığı için maalesef bu satırları basamamıştık. Sonra ihtilaller, darbeler, sıkıyönetimler, politikacıların ve gazetecilerin tutuklanması... Bir yığın hadise oldu. Yurtdışına çıkmak zorunda kaldım. (Kaçmadım, normal şekilde pasaportlu olarak Hacca gittim, bir daha dönemedim... Altı seneye yakın sürgün hayatı yaşadım.) İki günlük gazetem battı, evrakım, arşivim tarumar oldu. İbrahim Arvas Beyin hatıratının ikinci kısmının müsveddeleri ne oldu bilmiyorum.

Sanırım 1980’deydi, İstanbul Hukuk Fakültesi’nde okuyan bir öğrenci ziyaretime gelmişti, elinde bir kitap vardı. Bu bir medeni hukuk ders kitabıydı. Öğrenci bana sayfasını gösterdi, orada Lozan Antlaşması’nın bir vesile ile gizli maddelerinden bahsediliyordu.

Bir TV programında bir araya geldiğimiz Aytunç Altındal Beye “Reklâmlar molasında” sormuştum: “Lozan’ın Gizli Protokolları konusunda fikriniz nedir?” Şu cevabı vermişti: “Ben de böyle protokollar olduğunu duydum ama bu konuda herhangi bir bilgiye ve belgeye ulaşmış değilim...”

Geçenlerde yüksek rütbeli bir emekli subay “Cumhuriyetin bazı temel ilkeleri vardır, bunlar yazılı değildir ama bekçileri vardır...” şeklinde bir beyanda bulundu. Sayın emekli general acaba Lozan Protokollarını mı kastetmişti?

Lozan Antlaşması bir bütündür. Yazılı ve şifahî kısmıyla; açıklanmış veya gizli maddeleriyle...

Lozan’ın mimarı kimdir? Herkes bu mimarın İsmet Paşa olduğunu zanneder. Hayır, Lozan’ın mimarı Hahambaşı Hayim Nahum’dur. Dr. Rıza Nur Hatıralarında Hahambaşıdan pek de olumlu olmayan satırlarla bahseder,

Lozan müzakereleri ikiye ayrılır: Birinci bölümde başta İsmet Paşa olmak üzere Türk delegasyonu sömürgeci ve emperyalist düvel-i muazzamaya İslâm konusunda, millî kimlik konusunda fıkıh ve Şeriat konusunda tâviz vermez. Lozan müzakerelerinin bu bölümünün bende Fransızca zabıtları var, İsmet Paşa Şeriatı, İslâm hukukunu sâdıkane bir şekilde müdafaa ediyor; ecnebilerin hakları ve güvenliği İslâm hukuku tarafından garanti altına alınmıştır diyor. Sonra müzakereler neticeye ulaşmaz, delegasyon Türkiye’ye döner... Lozan’ın ikinci perdesi bundan sonra başlar. Hahambaşı Hayim Nahum devreye girer, büyük devletlerin başkentlerine gider, çok gizli müzakereler yapar... Türkiye’nin Lozan resmî heyetine üye olur ve neticede bildiğimiz Lozan muahedesi (ahitleşmesi) ortaya çıkar ve imzalanır. İmzalanır ama Amerika Birleşik Devletleri bunu tasdik etmez. 1923’ten bu yana 84 yıl geçmiştir ve ABD, Lozan’ı hâlâ tanımamaktadır.

Lozan imzalandığında Türkiye’nin anayasasında (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu), “devletin dini, dîn-i İslâm’dır” yazılıydı. Yine Türkiye’nin Dolmabahçe Sarayı’nda ikâmet eden ve her hafta “Selâmlık Resm-i Âlisi” ile Cuma namazına giden bir Halifesi vardı. Medenî kanunu “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye” idi. Hafta tatili cumaydı. Ve saire ve saire...

Şimdi içteki Beyaz Türkler ve dıştaki sömürgeci ve emperyalist devletler Lozan’ın Gizli Protokollarının ihlâl edileceğinden korkuyorlar.

Yüzde 50’ye yakın oy alan AKP onlara garanti veriyor: Laikliğe bağlıyız, Atatürk ilkelerine bağlıyız, din devleti taraftarı değiliz, bu beyanlarımız sözde değil özdedir, bize inanın ve güvenin, biz sizi kandırmıyoruz...

Beyazlar bu sözlere inanmıyorlar, takiyyedir diyorlar. Haklılar, çünkü yakın tarihimizde birtakım kişiler ve gruplar da buna benzer takiyyeler yapmışlardı.

Lozan hakkında birbirini tutmaz, birbirine zıt bir yığın görüş var. Kimisi ak diyor, kimisi kara. Kimisi zafer diyor, kimisi hezimet. İtiraz edilmeyecek tek husus şu: Lozan, Türkiye Cumhuriyetinin uluslararası meşruiyet belgesidir.

Tekrarlamakta fayda var: ABD, Lozan’ı tasdik etmemiş. Unutmamak için elinize bir tesbih alınız, 117 defa bu cümleyi tekrar ediniz, ezberlersiniz.

Lozan konusunda Beyazların çok aykırı buldukları bir kitabı okumanızı tavsiye ederim: Kadir Mısıroğlu Beyin “Lozan, Zafer mi, Hezimet mi?” (iki cilttir.)

Halkımız maaşallah uykuya genellikle düşkündür; yatakta uyur, ayakta uyur... TV seyrederken uyur, gazete okurken uyur...

İslâmî kesimde binlerce profesör yetişti, “araştırıcı yazarlarımızın” sayısı da çok. Bunlardan biri yahut birkaçı himmet buyursalar da dünya arşivlerine girseler, senelerce polis hafiyesi gibi araştırsalar ve Lozan’ın Gizli Protokollarına ulaşsalar. Ne iyi olur...


(Milli Gazete)

Atatürk "bayrak inkılabı" da yapmak istemiş
Mustafa Armağan/Zaman

Cumhuriyet'in Osmanlı'dan kopmuş yepyeni bir devlet olduğu söylenir. Atatürk döneminde devletin isminden hukuk düzenine, yazısından ideolojisine kadar değiştirilmedik pek az şey kalmıştır.Ancak inkılap fırtınasında bir tek

Osmanlı sembolüne dokunulmadı.

O da, İstiklal Marşı'nda çehresini çatmasından tarifsiz kederlere düştüğümüzü her gün haykırdığımız ay yıldızlı al bayrağımızdı.
Peki neden dokunulmadı acaba al bayrağa? Hiç değiştirilmesi gündeme geldi mi? Geldiyse nasıl? Ve Atatürk ay yıldızlı bayrak yerine hangi bayrağı getirmeyi düşünmüştü?


Bu konular öteden beri konuşulur ama yazılı değil de, sözlü kaynaklara dayanırdı. Burada yazılı bir kaynağa dayanarak Atatürk'ün Türk bayrağını değiştirmeyi düşündüğünü fakat bir sebeple vazgeçtiğini göreceğiz.
Kaynak, Atatürk'ün yakınında bulunmuş ve Zübeyde Hanım'la yaptığı görüşmeler sayesinde aile kökenleri konusunda bizi kısmen aydınlatmış bulunan Enver Behnan Şapolyo'dur. Yazının künyesi: "Atatürk ve bayrak", Türk Kültürü, sayı: 97, Kasım 1970, s. 30-31.


Enver Behnan Şapolyo, Atatürk'ün yaveri Muzaffer Kılıç'la çok samimidir. Devrimlerin hızla sürdüğü günlerden birinde olmalı, Şapolyo sorar, Kılıç da cevaplar:
- Atatürk bayrağımızı değiştirmeyi düşünüyor mu? Sen bir şey duydun mu?
- Gök bayrağı kabul etmeyi düşünüyor!
- Gök bayrak mı?
- Evet! Atalarımızın kullandığı gök renkli bayrağı[n] yeni devletin bayrağı olmasını düşünüyor, fakat daha bir şey yok!
"Gök renkli bayrak", yani Göktürklerin Cumhurbaşkanlığı forsunda da yer alan mavi zeminli ve ortasında da bozkurt kafası bulunan bayraktır Atatürk'ün kafasındaki Cumhuriyet'in bayrağı...


Merakını yenemeyen Şapolyo, işin peşini bırakmaz. Atatürk'ün Türk bayrağı olarak, gök bayrağı düşünüp düşünmediğini, Cumhurbaşkanı Celal Bayar'a da sorar. Bayar, Muzaffer Kılıç'ın sözlerini doğrulayan bir cevap verir:
- Atatürk, Cumhuriyet'in resmî bayrağını gök bayrak olarak kabul etmeği düşünmüştü, fakat bu hususta hiçbir neşriyat yapılmadığından, bu bayrağı kabul etmediler.


Celal Bayar'ın sağlığında, üstelik de Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü gibi resmî destekli bir kurumun dergisinde çıkan bu yazı üzerinde düşünmeye değer.


Celal Bayar'ın sözlerine göre eğer gök bayrak üzerine yeterli yayın yapılsa ve muhtemelen belgeler tatminkâr bulunsaydı, bugün al bayrağımızın yerinde mavi zemin üzerine kurt kafası bulunan Göktürk bayrağını kullanıyor olacaktık.


Enver Behnan Bey sözlerini şöyle noktalıyor:
"Atatürk harsta [kültürde] milliyetçi, medeniyette Batılı idi. Demek oluyor ki, gök bayrak onun mefkûresinde [idealinde] yaşıyordu. Gök renkli bayrağı kabul etmeyi düşündü, fakat çok güzel olan al bayrağımızdan da vazgeçemedi. (...) Şimdi O'nun kabrini kaplayan semada gök bayrağı hayal ediyorum!"


Dışişleri Bakanlığı'nın Lozan hatası


Dışişleri Bakanlığı'nda Ahmet Davutoğlu rüzgârı kendisini hissettirmeye başladı. Nitekim 19 Mayıs'ın Yunanistan'da resmen "Pontus günü" olarak anılması ve buna hükümet yetkililerinin de katılmasına "misilleme" olarak Dışişleri Bakanlığı hem bir kınama yayınlıyor hem de Lozan'ın bir maddesini hatırlatıyordu. Açıklama, aynı zamanda tarihle ilgili ince bir noktayı da gündeme getiriyordu. Bizimle ilgili kısmı şuydu:

"Bu vesileyle, Kurtuluş Savaşımız sırasında Yunanistan'ın Anadolu'da tevessül ettiği vahşet ve mezalimi ve bu bağlamda, Lozan Antlaşması'nın 59. maddesinin, 'Yunan ordusu veya yönetiminin savaş hukuku kuralları hilafına Anadolu'da sebep oldukları yıkımın Yunanistan tarafından tazmin edilmesi'ni öngördüğünü hatırlatmak isteriz."

Yerinde bir tespit; ancak yanıltıcı bir bilgi. Lozan'ın sözü edilen maddesinde 'tazminat' kelimesi asla geçmez. Ya hangi kelime geçer? "Tamirat" kelimesi vardır ama "tazminat" yoktur. İngilizcesi "reparation", Fransızca metinde ise "reparer" şeklinde ifade edilmiştir.


Zaten eğer Dışişleri Bakanlığı'nın açıklamasında geçtiği gibi, Lozan'da Yunanistan'ı 1 lira bile olsa "tazminat"a mahkûm ettirebilmiş olsaydık, bu, dünya önünde Yunanistan'ın suçlu olduğunu ilan anlamına gelecekti. Sadece savaşta Anadolu'ya verdikleri zararı tamir ettirme şartını antlaşmaya koydurabildik.


Ancak İsmet Paşa, bırakın Dışişleri'nin açıklamasında geçtiği gibi 'tazminat' almayı, Yunanlıların resmen ödemeyi kabul ettikleri 'tamirat' bedelini dahi Venizelos'a bağışlamış, sanki avukatlığı kendisine düşmüş gibi, Yunanistan'ın 4 milyar altın Frank tutarındaki tamirat bedelini ödeyecek malî durumu olmadığını söyleyerek TBMM'nin bütün ısrarlarına rağmen Yunanlıları affetmiş, Meclis'te yaptığı konuşmada ise "Barışın bir an önce gerçekleşmesi için tarafımızdan büyük bir fedakârlık" yapıldığını ileri sürmekten çekinmemişti.


Peki İsmet Paşa'ya sormazlar mı? Madem Yunanlıların malî durumu bu parayı ödemeye müsait olmadığı için affediyorsunuz, peki Türkiye'nin durumu çok mu müsait idi de Lozan'da Osmanlı borçlarını son kuruşuna kadar ödemeyi taahhüt ettiniz? Hiç değilse bu borcun 4 milyar altın Frank tutan kısmını Yunanistan'ın üzerine yıksaydınız.


Ben de ne söylediğimin farkında değilim. Bizim bütün borcumuz ne kadardı ki, 4 milyar oradan düşülsün! Açın kitapları bakın, 1933 yılındaki konsolidasyonla borcumuz 962 milyon Franga bağlanmıştı, yani yaklaşık bizim Yunanistan'dan alacağımızın dörtte birine. Şöyle diyelim: Yunanistan'a lütfettiğimiz miktarla Osmanlı'dan kalan borcu biz 4 defa fazlasıyla ödeyebilir, hatta cebimizde yüklüce bir para bile kalabilirdi.


Nedense Osmanlı borcunu ödeye ödeye bitiremediğimizi dillerine dolayan İsmet Paşa kafasındakiler, Yunanistan'a bunun 4 katını hibe ettiğimizi söylemeyi unutuyorlar. Biraz ciddiyet beyler!

Daha Lozan'da yaptığımız o meşhur hesap hatasına değinmedik. Maliye memuru Hüsnü Himmetoğlu sayesinde çift hesaplanan bir borcumuz ortaya çıkmıştı. Ne kadardı biliyor musunuz bu borç miktarı? Tam 300 milyon lira! 300 milyon lirayı gözden kaçıranlar orta halli bir memur kadar hesap kitap bilmiyorlarsa, "Lozan'ı biz kimlere emanet etmişiz?" diye yeniden düşünmemiz gerekmiyor mu?

Lozan Anlaşması'nın 86 yıl dönümü

Lozan Barış Antlaşması'nın 86. yıl dönümü nedeniyle İnönü Vakfı tarafından 24 Temmuzda Heybeliada İnönü Evi ve Müzesi'nde bir program düzenlenecek.

21 Temmuz 2009 13:12

Yapılan açıklamaya göre etkinliğin açılış konuşmasını 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün kızı ve İnönü Vakfı Başkanı Özden Toker yapacak.

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) Genel Başkanı Prof. Dr. Aysel Çeliker, Adalar Vakfı Başkanı Aykut Mutlu, Adalar Belediye Başkanı Mustafa Farsakoğlu ve Kaymakamı Mevlüt Kurban'ın da birer konuşma yapacağı programda, ÇYDD'nin kurucularından olan ve ölümüne kadar genel başkanlığını yürüten Prof. Dr. Türkan Saylan adına derneğe ''Onur Ödülü' sunulacak.
haber7

Lozan’da neler kazandık, neler kaybettik?



24 Temmuz 1923’te (86. yıldönümü) imzalanan Lozan Antlaşması’nı Türkiye yıllardır tartışıyor. Net Tv’de bu konuyu işlediğim program yüzünden bir sürü tehdit aldım: Yani kavga sürüyor. Çünkü insanımız bu konularda tek kaynaktan besleniyor, “şartlanmış” kafalarla konuya bakıyor. Farklı şeyler duyduğu zaman ise tepki gösteriyor. Tepki o kadar derin oluyor ki, muhatabını yok ederek (zindana-hicrana atarak) ondan kurtulmaya çalışıyor.

Hâlbuki bu çare değil: Olsaydı, Adnan Menderes’ten Deniz Gezmiş’e kadar insan asa asa geldiğimize göre, çareyi çoktan bulmuş, bir “uzlaşma” atmosferinde çoktan uzlaşmış olurduk. Kaldı ki ideolojik ve siyasi mensubiyetimizden dolayı biz rakamlarda dahi uzlaşamayan bir millete dönüştük. Birbirimizi yok etmekle besleneceğimizi zannediyoruz. Çok yanlış.

Mesela, Lozan’a “Zafer mi, hezimet mi?” çerçevesinden bakmak yerine neler verip neler aldığımıza bakmak bence daha doğrudur. Öncelikle şunu hatırlamakta fayda var: İsmet Paşa (İnönü) önderliğinde Lozan’da masaya oturan Türk heyeti, Kurtuluş Mücadelesini zafere taşımış bir milletin temsilcileriydi. Yani galiptik.

Savaştığımız Yunanistan ise mağluptu. Ama Lozan’da karşımıza Yunanistan’ın yanı sıra, Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletleri çıktı: İngiltere, Fransa ve İtalya. Bizimle en çetin pazarlıkları yapan, hattâ dişe diş dövüşen ise İngiliz Heyeti Başkanı Lord Cürzon’du.



George Nathaniel Marki Curzon ( Lord Cürzon)

İngilizler ülkemizi dört bir yandan işgal etmişlerdi, ancak hiçbir cephede aramızda düzenli bir savaş cereyan etmemişti. Fransızlar ve İtalyanlarla da öyle. İngilizlerle hiçbir cephede savaşmamıştık. Geldikleri gibi dönmüşlerdi. Bazı tarihçiler bu noktaya bir “mim” koyarak, soruyorlar:

“Türkiye ile İngiltere arasında, Milli Mücadele döneminde gizli bazı anlaşmalar mı yapıldı? Yapıldıysa bunların mahiyeti nedir? Türkiye’nin asla komünist olmayacağı, Sovyetler Birliği’ne yanaşmayacağı, saltanatı ve hilafeti kaldıracağı yolunda İngiltere’ye taahhütler mi verdik?”

Zira İngiltere, Fransa ve İtalya Yunanlıların arkasında dursalar ve Türkiye’ye farklı noktalardan cephe açsalardı, Türkiye’nin durumu çok zorlaşabilirdi.

Lozan görüşmelerinin kesintiye uğradığı günlerde Lozan’dan dönen İsmet Paşa’yı yanına aldığı Konya tren yolculuğunda Mustafa Kemal’in gazetecilere söyledikleri ilginçtir. TBMM’deki gizli oturumu kastederek şöyle diyor:

“Gizli celselerde bir takım beyanatta bulunanlar oldu, nihayet ben Meclise gittim; dedim ki: ‘Efendiler! Ne istiyorsunuz? Karaağaç, Musul vesaire için harp mı edelim? Millet harpten usanmıştır. Takatı kalmamıştır. Harp edemeyiz. Milleti harbe sürüklemek için pek hayatî, son derece mühim meselelerin mevzubahis olması lâzımdır.’”

Demek ki Mustafa Kemal Musul Vilayeti’ni (Kerkük ve Süleymaniye de bunun içinde) “hayatî” ve “son derece mühim” bulmuyor. Bu durumda İngilizlere bırakılması çok da önemsenmemiş oluyor.

Şimdi Lozan’da kaybettiklerimize bir bakalım.

- Kıbrıs, İngiltere ile aramızda tartışmalı bir konuydu. Hak bizimdi. Lozan’da İngiltere’ye terk ediliyor. İngiltere de tutuyor Yunanistan’a armağan ediyor. (Adada yaşayan Türkler, ya İngiliz vatandaşlığına girecek, ya da Türkiye’ye göçeceklerdi.) [20. madde].

- Birinci Dünya Savaşı öncesinde İngiltere’ye sipariş edip parasını nakit ödediğimiz savaş gemilerine İngiltere haksız ve hukuksuz bir şekilde el koymuştu: Lozan’da bu gemilerin kurtarılması gerekiyordu, ama İngiltere’ye bırakılıyor. [Madde 58].

- Mısır, Sudan ve Libya üzerindeki tüm hak ve ayrıcalıklarımızdan Lozan’da vazgeçiyoruz. [Madde 17-22].

- Batı Trakya Yunanistan’a veriliyor. [Madde 1].

- Boğazların kullanım hakkının 5 devletin kontrolüne bırakılmasına razı olunuyor. Kıyıdan itibaren 8 kilometrelik alana asker sokmamayı bile taahhüt ediyoruz. [Boğazların kullanımına ait sözleşme Madde 1-6].

- Antlaşmaya göre, Rum-Yunan ve Türk azınlıklar karşılıklı olarak değiştirilecek, ancak İstanbul’da yaşayan Rumlarla Batı Trakya’da yaşayan Türkler bundan müstesna tutulacaktır. (Buna ilişkin sözleşmede belirtilen ince bir nokta var: Rumlardan “Rum” diye bahsedilirken Batı Trakya’lı Türkler “Müslüman” olarak anılıyor. Herhangi bir olumsuzlukta müdahale hakkımız böylece engelleniyor! [Bu konudaki sözleşmenin 1. ve 2. maddeleri].

- Ek protokolde, Türkiye ve Yunanistan karşılıklı olarak ülkelerinde Yunanlı, Rum ve Türkler için genel af ilan ediyor. Bu aftan az sayıdaki Türk faydalanırken, işgal sırasında Anadolu’da katliam yapan, Osmanlı vatandaşı iken Osmanlı Devleti’ne ihanet eden binlerce Rum ve Yunanlı affediliyor. [Madde 1-2-3-4].

- Kapitülasyonlar kalkıyor, ne var ki adalete ilişkin protokole, Türk adaletini 5 yıl için Avrupalı yargıçların denetleyeceği maddesi konuluyor. Avrupa bu süreçte Türk yargısına karışabiliyor. [Madde 1-6].

- İzmir ve havalisinde katliam yapan, İzmir’de taş taş üstünde bırakmayan Yunanistan’dan savaş tazminatı bile alınamıyor.

- Musul, Kerkük, Süleymaniye İngiltere’ye terk ediliyor.

- Hatay BM’ye kalıyor, alınamıyor.

- Ortodoks Patriği Ankara’nın arzusuna rağmen yurt dışına çıkarılamıyor.

- Türkiye, Fransız ve İngiliz şirketlerine bazı ticari avantajlar sağlamayı kabul ediyor. (Mesela, Türkiye, demiryolu yapımı için uluslararası bir ihale açmışsa, bunu bu şirketlere bildirmek zorunda olacak).

Lozan’da kazandıklarımıza gelince:

- Batı, Türkiye ile eşit şartlarda masaya oturmayı kabul ediyor.

- Türkiye’nin bağımsızlığı tanınıyor.

- Kapitülasyonların büyük bölümü kalkıyor.

- Dış borçların ödenmesinde kâğıt para kullanılması kabul ediliyor.

Yani bu konuda kavga etmemiz gerekmiyor!

(Yavuz Bahadıroğlu, Vakit, 2009-07-26)
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Ağu 09, 2009 6:26 pm    Mesaj konusu: Lozan Zafer mi, hezimet mi? Alıntıyla Cevap Gönder

Lozan Zafer mi, hezimet mi?

www.analitikbakis.com sitesinden Engin Dinç, Kadir Mısıroğlu ile ilginç bir röportaj yaptı. Tarihçi-yazar Kadir Mısıroğlu`nun Sebil Yayınevi`nden `Lozan zafer mi hezimet mi?` isimli 3 ciltlik kitabı çok tartışıldı, konuşuldu.. Peki Kadir Mısıroğlu, şimdi Lozan Antlaşması`nı nasıl değerlendiriyor? İşte bu röportaj:.

Lozan`la ilgili toplumumuzda yanlış bilinenler nelerdir?

Lozan`ın değerlendirilmesinde Sevr Antlaşması Projesi`ni ölçü kabul etmek üç temel yanlışla sonuçlandığını inkar etmek kabul edilebilir değildir. Bunlar; Türk istiklalinin Lozan`da temin edildiği, paylaşılan Osmanlı topraklarından yeni Türk devletine mümkün olan yerlerin kazandırıldığı ve Lozan`ın uzun süreli olarak geçerliliğini korumasının antlaşmanın mükemmel olduğunu düşünmektir.

Bağımsızlığımız Lozan`da kazanılmamış mıdır?

Lozan`ın Türk milletinin istiklali ile hiçbir alakası yoktur. Bu mantıkla `Milli Mücadele`ye `Türk İstiklal Harbi` denilmesi de yanlıştır. Zira Türk milleti Lozan`dan önce istiklalini ortadan kaldıran bir antlaşmayı kabul etmemiştir. Sevr sadece bir projeden ibarettir. M. Kemal Paşa Nutuk`ta, İnönü de hatıralarında `Sevr Sulh Projesi` olarak bahseder. İstiklalini kaybetmemiş bir milletin onu Lozan`da yeniden kazanmış olduğunu iddia etmek hem tarihi gerçekler ve hem de mantık açısından tutarlı değildir. Ülkemiz bir istilaya maruz kalmıştır ve bu istila karşı canhıraş bir mücadele gösterilerek defedilmiştir. Burada sadece istiklalimize tecavüz söz konusudur. Lozan`la istiklalimiz arasında irtibat kurulamaz. `Milli mücadele`ye de `Türk İstiklal Harbi` denilemez.

Diğer bir konu Osmanlı`dan miras kalınan topraklardan yeni Türk devletine mümkün olan yerlerin kazandırılmadığı yönünde. Bunu biraz açar mısınız?

Lozan`da Osmanlı İmparatorluğu topraklarından mümkün olan kısmının kurtarılabildiği iddiası da Lozan zabıtları ve tarihi gerçekler açısından propagandaya dayalı yalanlardır. Lozan`da Türk Heyeti Başkanı İsmet Paşa Musul hariç hiçbir yeri dava etmiş, almaya çalışmış da başarılı olamamış değildir. Misak-ı Milli`ye dahil oldukları halde Batum, Batı Trakya, Adalar, Kıbrıs, Antakya ve Halep`in bize bırakılması için Lozan`da heyetimizin söylenilmiş bir tek cümlesi mevcut değildir. Üstelik İsmet Paşa, Batı Trakya`yı Yunanlılardan kurtarıp Bulgarlar`a vermek için çalışmıştır. Sekiz yüz metre mesafedeki İstanköy adasını talep etmezken Romanya`da Tuna nehri içinde mevcut olan `Adakale` adındaki kuş gözü kadar bir ada için gereksiz ve mantıksız bir gayret safretmiştir.
Çanakkale Boğazı`nın trafiğine hakim olduğu için münakaşasız bir şekilde bize terk edilmiş olan ve dört adadan biri olan Limni, temsilcilerimizin onu unutarak kayda geçmemesi sebebiyle kaybedilmiştir. Musul için yapılan ısrarlarda ise sayısız hatalar yapılmıştır.
Lozan Antlaşması`nın uzun müddet geçerli kalmasını onun mükemmelliğine de yoramayız. Bu doğrudan doğruya Türkiye`nin kaybettiği toprakları dava etmeyen Batı alemi karşısındaki korkak ve pısırık siyasetinin neticesidir.

Bize biraz Lozan`a giden Türk heyetiyle ilgili bilgi verir misiniz?

Lozan`a giden heyetin başındaki İsmet Paşa, böyle bir müzakere için gerekli olan lisan bilgisinden ve tecrübeden yoksundu. Hatta, bu aczini bizzat itiraf ederek Lozan`a gitmekten intizar ettiği M. Kemal Paşa`nın Nutku`nda bile kayıtlıdır. Ayrıca İnönü`nün kulakları rahatsızdı, iyi işitmiyordu. Müzakereleri takip edebilmek için bir aracı kullanıyordu. Bu aracılar arasında kadın ticareti yapmaktan, petrol şirketleri aracılığı peşinde koşanlara kadar bir sürü insan vardı.
Bu heyetin içinde Yahudi Hahambaşısı Hayım Naum Efendi`nin bulunduğu ve bunun İsmet Paşa`ya akıl hocalığı yaptığı, Hilafet pazarlığının bir numaralı sebebi olduğu dikkate alınırsa başarısızlığın sebepleri biraz daha anlaşılır.
Ayrıca Türk heyetinin davalarını ispat için hiçbir hazırlıkları yoktu. Müttefikler oraya dosyalarıyla gelmişlerdi. Bizimkiler ise, sözkonusu olan eski bir anlaşmanın metnini dahi temin etmekte güçlük çekiyorlardı.
Toprak kayıplarımız nasıl gerçekleşti? Neler yaşandı görüşmelerde?
Öncelikle Batum`dan başlayalım. Batum, Misak-ı Milli`ye dahildi. Yani 30 Ekim 1918`de fiilen elimizde bulunmaktaydı. Lozan`da Ruslar`ın da konferansa katılmış olmasına rağmen burası talep edilememiştir. Çünkü, 1921`de imzalanan Moskova Antlaşması ile Batum Ruslara verilmiş, karşılığında kırk bin piyade tüfeği ile 5 milyon ruble alınmıştı.
Batı Trakya`nın da Misak-ı Milli`ye dahil olduğu tartışmasız bir gerçektir. Buna Yunanlılar bile itiraz etmemektedirler. Hatta burada mütareke yılları sırasında `Batı Trakya Hükümeti` Müstakillesi` bile kurulmuştu. Lozan`da İnönü burasını talep etmek yerine Yunanistan`ın elinden alınıp, Bulgaristan`a verilmesi için çalışmıştı. Bulgaristan Dedeağaç İskelesi`nden Ege`ye açılmak istiyor. İsmet Paşa da akıl almaz bir şekilde bunu destekliyordu.

Adalar konusunda ne tür tartışmalar yaşandı?

1912 Uşi Antlaşması`yla Adalar bize geçmişti ama Balkan Harbi sonuna kadar emaneten İtalyanlar`da kalacaktı. Fakat 1. Dünya Savaşı ve sonra da Yunan Harbi başlayınca Adalar`ın bize devri gecikmişti. Bunları Lozan`da topyekün dava etmek gerekiyordu. Çünkü hukuken bize ait olduklarına itiraz eden yoktu. Ama ne yazık ki, Türk heyeti bu işte de çeşitli tavizler vererek fırsatı elden kaçırmıştır.

Limni adasını müttefikler münakaşasız bize verdikleri halde Askeri müşavirimiz Tevfik Bıyıklıoğlu zapta geçmeyi unuttuğu için kaybettik.
Kıbrıs müzakereler sırasında elden kaybettiğimiz bir ada. Kıbrıs nasıl elimizden çıktı?

İngilizler 5 Kasım 1914 tarihinde Kıbrıs Adası`nı ilhak etmişlerdi. Türkiye bu emr-i vakiyi kabul etmedi. Sorunun Türkiye ve İngiltere arasında muallakta kalmış oldu. Bunun da Lozan`da halledilmesi gerekiyordu. Lozan zabıtlarını baştan sona okuyanlar, Kıbrıs`ın heyetimizce talep olunduğuna dair tek bir cümleyle karşılaşmazlar. Böylece Antlaşma`nın 20. maddesiyle Türkiye`nin İngiltere`nin 1914`teki ilhak kararını tanıdığı konuldu.
21. maddede ise orada yaşayan halkın artık Türk vatandaşlığını kaybederek İngiliz vatandaşlığını kazandığı ifadesine yer verildi. Bizim üyelerimiz buna itiraz etti. Böylece isteyenlerin 2 sene içinde Türk vatandaşlığını tercih edebilecekleri kabul edildi. Ancak bu tercih hakkını kulanlar 12 ay zarfında Türkiye`ye geçecekti.
İşte Kıbrıs adasında Türkler ve Rumlar arasındaki nüfuz dengesizliği böylece başladı. Daha sonra 2. Dünya Savaşı`nda Almanlar`dan kaçarak Ege sahilimize sığınan 10 binlerce Rum istekleri üzerine, bizim tarafımızdan Kıbrıs`a yerleştirildi. Ayrıca Mihri Belli`nin de katıldığı 1946-49 yılları arasındakiYunanistan İç Savaşı sırasında yenilen komünistler Kıbrıs`a giderek oraya yerleşti. Böylece adadaki nüfus dengesizliği büyüdü.

Günümüzde Irak neredeyse 3 parçaya bölünmüş durumda. Bizimse Lozan sırasında güney sınırlarımız oldukça tartışmalı konularla geçti. Örneğin Musul için çetin müzakereler olduğu söylenir. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?

Ben Irak`ın parçalanacağını 40 yıl önce söylemiştim. Ama Musul`a geçmeden Halep hakkında bilgi vermek istiyorum. Halep de Misak-ı Milli`ye dahildir. Mütareke günü ordumuz Halep`in 40 km. güneyindeki `Nibil Kasabası`nda idi. Ankara İtilafnamesi ile sınır Halep`in 40 km. kuzeyindeki Tibil`den geçirilerek, başta Halep şehri olmak üzere 80 km. derinliğindeki bir vatan parçası hudutlarımız dışında bırakıldı. Arap alfabesiyle yazıldığında Nibil ile Tibil arasında bir nokta farkı vardır. Bir nokta farkı için Güney hudutlarımız 80 km. kuzeyden çizildi. Bu yanlışlığında Lozan`da düzeltilmesi gerekiyordu ama tek bir cümle bile sarfedilmedi.

Musul`a konusuna gelirsek…

Musul öyle bir arazi kaybıdır ki, üzerinde ne kadar söz söylense azdır. Musul`un Misak-ı Milli`ye dahil olduğu öylesine aşikardır ki, Türk heyeti burası için aylarca münakaşa etmişti. Fakat sonunda bir taktik hatası ile Musul da elimizden çıktı. Konu daha sonra 1926`da Haliç Konferası`nda ve ardından Cemiyet-i Akvam`da görüşüldü. Ancak aleyhimize sonuçlanacağı ihtimali belirince, Ankara`da 14 Haziran 1926 tarihinde gece yarısı bir anlaşma imza edilerek, Musul İngiliz mandası olarak Irak`a bırakılmıştır. Karamela şekeri misali, 25 sene boyunca petrol gelirlerinden Türkiye`ye yüzde 10 verilmesi kabul edilmişti. Fakat bu dahi alınamadı.
Halbuki Lord Gurzon`un hatıratına göre, İngizler Musul`u bize vermekte direnirlerse ve bundan dolayı barış gerçekleşmezse petrol yüzünden barışa yanaşmadıkları yolunda itham edilecekleri endişesiyle Musul`u toprak olarak bize vermeyi ama petrolü işletmek için mümkün olan çabayı sergilemeyi hedefliyorlardı. Ancak Türk heyetinin hatalarıyla İngilizler taktik değiştirerek Musul`u bize vermekten vazgeçmiştir.

Lozan`la ilgili tartışmalı konulardan biri de hilafet. Bu konuda neler yaşandı?

Hilafet 3 Mart 1924`te Ankara`da kaldırıldı. Ancak bu konuda en önemli adımlar Lozan`da atıldı demek yanlış olmaz. Lozan başladığında, M. Kemal Paşa halife olmak istiyor ve Meclis`te saltanatın ilgası tartışmalarında hilafeti göklere çıkaran konuşmalar yapıyordu. Hatta İzmir İktisat Kongresi`ni açmaya giderken yol boyu yaptığı konuşmalar ve bu arada Balıkesir Zağnos Paşa Camii`ndeki hutbesi herkesçe bilinir. Diğer taraftan İsmet Paşa`da Lozan`da aynı istikamatte beyanlar veriyordu.
Bunun üzerine Lord Curzon, İsmet Paşa`nın müşaviri Hayim Naum Efendi`yi çağırdı ve onun vasıtasıyla hilafet yıkılmadıkça barış olmayacağını söyledi. İsmet Paşa buna tek başına karar veremezdi. Hayim Naum Efendi İzmir`e geldi ve durumu M. Kemal Paşa`yı anlattı. İzmir`e gelinceye kadar her fırsatta hilafeti metheden M. Kemal Paşa İzmir İktisat Kongresi`nde plağı tersine çevirerek, hilafet ve halifeler aleyhine konuştu.
Bu arada Lozan Konferansı kesintiye uğramış heyet Türkiye`ye dönmüştü. Ankara`ya gitmekte olan İsmet Paşa`nın treni Eskişehir`de bekletildi. Bu sırada yapılan görüşmelerde hilafetin ipini çekme kararı verildi.

Patrikhane`nin ekümenikliği konusu da Lozan`da açıklığa kavuşmayan konulardan biri. Bununla ilgili neler söyleyeceksiniz…

İstanbul`un işgali gerçekleşmeden önce Patrikhane`nin kapısına çift kartallı Bizans bayrağı çekilmişti. Ayasofya`ya asılmak için çanlar bile hazır edilmişti. Yaşanan bu gelişmelerin hatırasıyla bir fitne yuvası haline gelen Patrikhane`nin Lozan`da alınacak kararla Türkiye dışına çıkartılması konusunda TBMM`den sokaktaki adama kadar tam bir birlik söz konusuydu. Türk heyeti de başta bu şekilde tavır aldıysa da hem İnönü hem de Dr. Rıza Nur bu talepten vazgeçerek Patrikhane`nin kalmasına razı olmuşlardır. İnönü, Patrikhane`yi Lord Curzon`a bir doğum günü hediyesi olarak bağışlayıp hediye etmişti. Patrikhane meselesi Lozan`da bir madde olarak yer almamış, bu konudaki tartışmalar havanda su dövmekten ileri gitmemişti.
O dönemde Türkiye`de yaşayan Rumların büyük bir kısmı mübadeleyle Yunanistan`a gitti ve Türklerden bir kısmı da Türkiye`ye geldi…
Mübadeleyi teklif eden ne biz ne de Yunanlılar`dır. Mübadele`yi teklif eden Romanya delegesi Nansen`dir. Mübadele teklifinin sebebi Rumlar`ın milli mücadele sırasında bize ihanet etmeleri sebebiyle ceza veririz korkusudur. Venizelos buna itiraz etmiştir. Sonunda İstanbul`un Rumları`yla Batı Trakya Türkleri mütekabiliyet esasına göre yerinde kalmak şartıyla Anadolu Rumlar`yla Yunanistan`daki Türkler`in mübadelesi kabul edilmiştir. Müttefikler bizi gayri Müslim azınlığın cezalandırılmaması için umumi bir af protokolü imzalamaya zorlamış, ancak bizimkiler buna yanaşmamıştır. Bu arada uzun münakaşalar sonunda anlaşılmıştır ki, bizimkilerin affetmek istemedikleri ihanet etmiş olan gayr-i Müslimler değil, yeni Türkiye idarecilerinin şahsi düşmanlarıdır. Türk heyeti tahminen yüzelli kişi kadar olabilecek şahsi düşmanlarını gayri hukuki bir şekilde istisna kılarak, Lozan`ın 17 ekinden biri olarak af protokolüne imza atmışlardır. Bu yüzeli kişi affın dışında tutulmuş, daha sonra yazboz tahtası şeklinde bir liste meydana getirilmiştir. Yüzellilikler denilen bu insanların arasında pek çok ünlü isim vardır.

Resmi tarihin Lozan`ı övmesine karşın sizin çizdiğiniz tablo çok da öyle değil. Lozan`ı nasıl tanımlıyorsunuz?

Lozan muazzam imparatorluk mirasının han-ı yağması (yağma sofrası) dır. Türkiye`nin şahsında İslam dünyasından intikam alınmış ve başsız bırakılmıştır. Lozan`la adalar Yunan çemberine alınmış, iktisadi kaynaklardan mahrum bırakılmış, her türlü unvan ve sıfatı yolunmuş, gayr-i tabii hudutların çizdiği küçük bir Türkiye ortaya çıkmıştır.

Kaynak: www.analitikbakis.com

Mustafa Armağan/Zaman
İngilizler Abdülhamid'i neden sevmezdi?

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu geçenlerde çarpıcı bir açıklama yaptı: "Ortadoğu'nun, Kafkaslar'ın ve Balkanlar'ın en büyük ülkesiyiz, bu bölgede düzen kurucu ülke biz olmalıyız."
Bu sözler "birilerini" ürkütmüş olsa da Türkiye'nin kayıp misyonuna dönüşünü hatırlatan bir çıkıştı. Davutoğlu'nun komşularla iyi geçinme ve güç dengelerini kendi lehine kullanarak inisiyatif alma şeklinde basitleştirilebilecek 'ritmik diplomasisi', II. Abdülhamid'in denge oyunlarını hatırlattı.

Abdülhamid 1880'lerin başından itibaren dizginleri Babıali'nin elinden alarak Yıldız'da yeni bir merkez kuracak, tabii İngiltere'nin uyarısı hemen yetişecektir. İngiliz büyükelçisi bir gün huzura çıkarak Sultan'a bir mesaj getirir. Mesajda Abdülhamid'e, amcası Abdülaziz ve ağabeyi Murad'ın başına gelenlerden ders çıkarması öğütleniyor, eğer bu kafayla giderse sonunun iyi olmayacağı ima ediliyordu. Zaten en zayıf anımızı kollayarak Kıbrıs'ı istemekle dost olmadığını göstermiş olan İngiltere, Abdülhamid için artık güvenilmez ama cepheden karşısına alınması da tehlikeli bir rakipti.

Sunacağım belge, İngiltere hakkında ne düşündüğünü göstermesi bakımından ilginçtir. Sadeleştirip kısaltarak aktarıyorum:

"İngiltere'nin, Allah korusun, Devlet-i Aliyye'yi bölüp "tavâif-i mülûk" (küçük devletler) şekline koymaya çalışmakta olduğu açıktır. Onu Arnavutluk, Ermenistan, Arap hükümeti ve "Türkistan" tabirleriyle "otonomi" (özerklik) değil, "anatomi" yapmak, yani parçalarına ayırmak istemektedir. Hilafeti de İstanbul'dan kendi kontrolündeki Cidde veya Mısır'a götürecek ve bütün müminleri istediği gibi yönetecektir. Yalnız şurasına teessüf olunur ki, Jöntürk tabir olunan birtakım "çapkın" takımından herifler, kendi el ve ayaklarıyla İngilizlerin maksadı uğruna gece gündüz çalışıyorlar." (BOA, Yıldız Esas Evrakı, 9.2638.72.4)

Abdülhamid İngiltere'nin gerçek niyetlerini isabetle değerlendirmiştir. Peki ne yapacaktır? Bunu da şöyle açıklar:

"Bir hükümetin ve milletin ayakta kalması için birkaç şey lazımdır. 1) Din, 2) Eğitim, 3) Milliyet, 4) Sanayi ve zenginlik. Ne yazık ki, bilgisi tam olan adamlarımız pek azdır. Halbuki Hıristiyanlar bunların tamamına sahiptirler. Bunlar bizde yerleşinceye kadar Osmanlı Devleti'nin, İngiltere ve Rusya arasında bir yol ve politika izlemesi gereklidir."

Abdülhamid'in "İngiltere ve Rusya arasındaki politika"sı şudur: Kuzeyimizdeki "Rus kapanı"na düşmeden Ruslarla iyi geçinmek; öte yandan İngiltere'nin çıkarlarını Rusya ile birleştirmesine mani olmak. İkisinin çıkarları çatışırsa yaşama şansımız artacak, diğer ülkelerle ilişkilerimizde elimiz rahatlayacaktır.

Hatırlarsınız, Said Nursi'nin "Müstemlekât Nazırı" dediği fakat o sırada Başbakan olan Gladstone, 1882'de parlamentoda eline Kur'an'ı alarak yaptığı konuşmada Mısır Müslümanlarını kastederek, "Bu kitap bu Müslümanların elinde kaldıkça İngilizler hiçbir zaman onlara hakim olamayacaklardır. Yegâne çözüm, Müslümanları Kur'an'dan uzaklaştırmaktır." sözünü söylemiştir. Bu konuşmayı çok sonraları işitecek olan Bediüzzaman, "Ben de Kur'ân'ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu dünyaya ilan edeceğim." diye haykırmış ve bütün mesaisini, sinsi İngiliz siyasetine karşı manevî bir set oluşturmaya adamıştır.


İngiliz Büyükelçisi Sir Henry G. Eliot, Sultan II. Abdülhamid'in huzurunda (1877).

Bediüzzaman'ı harekete geçiren Gladstone, Abdülhamid'in de hasmıdır. Nitekim Büyükelçi Layard'da verilen bir muhtıraya, "Düşmanımız Gladstone'dur" diye yazdıran Abdülhamid'dir. "Türkler pılısını pırtısını toplayıp Asya'ya çekilmelidirler" sözünün sahibi Gladstone karşısında Abdülhamid, kozlarını Eyüp Peygamber sabrıyla kullanmıştı.

İngiltere bir şekilde Mısır'ı işgal etmişti ya, Sultan işgali tanımamakta kararlıydı. Ne yapıp edip Abdülhamid'in elinden, işgali resmen onayladığını bildiren bir belge almak gerekiyordu. Bir ara ikna eder gibi oldular da. İngiliz ordusunun 3 yıl içinde Mısır'dan çekileceğine dair sözleşmeye Kraliçe Victoria dahi imza koydu. Sıra Abdülhamid'in onayına gelmişti. Ne var ki o, hiç beklenmeyen bir hareketle anlaşmayı son dakikada reddetti. Zira bu imza, sadece İngiltere'nin Mısır üzerindeki hakimiyetini -geçici bile olsa- tanımayı getirmekle kalmayacak, Müslümanları emperyalizme teslim etmek anlamına gelecekti. (Mısır'ın hukuken elden çıkışı Lozan'dadır.)

"Hükümranlık haklarım ortadan kalkmadıkça" diyordu

Abdülhamid, "hukuken mülküm olan yerlerde yabancı hakimiyeti ve geçici işgale asla razı olmam." Sen misin razı olmayan! Al sana Ermeni sorunu! Ermeni ayaklanmalarını bastırması bile suç sayılmış, Gladstone Abdülhamid'e yepyeni bir ad bulmuştur: "Kızıl (Kanlı) Sultan." Sanki 1857'deki Hint ayaklanmasında yüzlerce insanı katleden kendisi değilmiş gibi, İngiltere, Ermenilerin hamisi kesilmiştir. Sevdiğinden değil elbette, Abdülhamid'in kestiği hortumları tekrar tesis edebilmek için piyon olarak kullanmak arzusundan.

Lord Ponsonby adlı insaf sahibi parlamenter, Mondros Mütarekesi'nin hemen ardından Abdülhamid'in hakkını parlamentoda şöyle teslim edecektir:

"Abdülhamid Avrupa'nın gördüğü en zarif ve en kurnaz diplomatlardan biriydi. O, Avrupa Birliği (Concert) makinesinin tekerleğine çomak sokacağı ve Düvel-i Muazzama'yı birbirine düşüreceği anı gayet iyi biliyordu."

İngiltere'nin kurt diplomatlarından Aubrey Herbert, 14 Aralık 1911'de Avam Kamarası'nda şunları demiş:

"İngiltere'de sabık Sultan Abdülhamid ve politikası sevilmezdi. Aynı şekilde Abdülhamid de, karakterinde çok nadir görülen bir samimiyetle İngiltere'den hoşlanmazdı. Aklımızda tutmamız gereken iki şey şudur: Abdülhamid yönetimi, fırsatını bulur bulmaz çıkarlarımızı baltalıyordu, yeni yönetim ise Liberal Güçlerin en büyüğü olan İngiltere'nin dostluğuna güvenmektedir."

Çıkarları baltalayanların er geç tasfiyesi, yakın tarihte örneğini defalarca yaşadığımız bir kuraldır

Ahmet Altan
Taraf Gazetesi
Donmuş Fikirler
12 Kasım 2009

Bizim medyanın entelektüel düzeyi düşüktür. Bu sanırım bilinçli bir tercih.

Düzey düşüklüğü “yaratıcılığı” ve dürüstlüğü engeller çünkü.

Yeni fikirler, yeni yaklaşımlar, yeni bakışlar getirmeyecekleri için sürekli olarak “klişelerin” ve “tabuların” içinde dolaşırlar.

“Klişe” dediğimiz neticede “Donmuş” fikirlerdir. Aynı sözlerin sürekli tekrarlanması anlamına gelir.

Baktığımızda bir çok konuda medyanın tutumu elli yıl öncesiyle aynıdır.

Sanki dünyada ve Türkiye’de hiçbir şey değişmemiş gibi sürekli olarak aynı sözleri, aynı cümleleri, aynı ağıtları tekrarlarlar.

Resmi ideolojinin her yıl kendini yeniden doğurarak varlığını sürdürmesine yardımcı olmaya çabalarlar.

Bu klişeler, “bugünün gerçeklerini” gözlerden saklar.

Zaten temel amaç ta budur.

Halkın iradesine hiç aldırmayan bir “devlet sultasının” gözlerden saklanmasıdır asıl istenen.

Klişeler bunun için kullanılır.

Türk medyasında Atatürk ile ilgili “konuşulmaz”, Atatürk’le ilgili olarak ağlanır.

Bu anlayış, yaşadığımız bütün “olumsuzlukların” Atatürk’ün “eksikliğine” bağlanmasını sağlamak içindir.

Onlara göre, bugünkü sistemde, devlet sultasında, tek parti rejiminin sürdürülme çabalarında, ordunun “muhtıra” verme özgürlüğünde, darbe planlarında, 12 Eylül Anayasası’nda, Kürtlerin ikinci sınıf vatandaşlar haline getirilmesinde, dindarların inanç özgürlüğünün engellenmesinde, Alevilerin haklarının gasp edilmesinde, insanların özgür fikirlere sahip olmasının yasaklanmasında, eğitim sisteminde, tarihi gerçeklerin gizlenmesinde bir sorun yoktur.

Sorun bugün Atatürk’ün olmamasındadır. Atatürk yaşasa ya da Atatürk’ün yetmiş yıl önce yaptıklarını yapsak sorunlarımız olmayacaktır.

İnsanlarının zihinlerine yerleştirilmek istenen düşünce budur.

Ve bu yalandır.

Sadece Neşe Düzel’in Cemil Koçak’la yaptığı konuşmayı okumak bile bunu anlamaya yeter.

Bizim bugün yaşadığımız birçok sorun Atatürk’ten önce de vardı, Atatürk döneminde de vardı, Atatürk’ten sonra da vardı.

Bu sorunları çözmek için Atatürk’ten kopya çekmeye çalışmak sorunları çözmeye yetmez.

En basitinden Kürt meselesinin Atatürk’ün yöntemleriyle nasıl çözüleceğini biri bana anlatsın, Atatürk Kürt meselesini çözdüyse biz bugün niye hala bu mesele ile uğraşıyoruz?

Çünkü çözemedi.

Bir isyanı bastırmak liderlerini asmak “toplumsal” bir sorunu, aynı ülkenin vatandaşları arasındaki eşitsizliği çözmeye yetmiyor, sadece bir isyanı bir süreliğine bastırmış oluyorsunuz, daha sonra o mesele yeniden gündeme geliyor.

Tarihi bir liderin tecrübelerinden yararlanmak için sürekli olarak klişelerle onu övmek ve onun için ağlamak yetmez, onun hangi konularda başarılı hangi konularda başarısız olduğunu görmek, başarılarının ve başarısızlıklarının nedenini bulmak gerekir.

Bunu bizim medya yapmaz.

Çünkü medya “çözüm” aramıyor, medya bu düzenin devamını sağlamaya çalışıyor.

Bugünkü düzeni de Atatürk’le özdeşleştirip, düzeni dokunulmaz ve tartışılmaz kılmaya uğraşıyor.

Atatürk için yetmiş yıldır ağlayıp duran bu medya neden Atatürk’ün döneminde imzalanan Lozan antlaşmasıyla hiç ilgilenmez?

Bugün yapılacak her anlaşmaya “ver kurtul” adını takmaya çalışan Babıali’nin Atatürkçüleri neden Musul-Kerkük meselesini merak etmez?

Çünkü onlar aslında Atatürk’le yada onun yaptıklarıyla ilgili değiller, onlar Atatürk’ü “bugünkü gerçekleri” gizlemek için kullanmaya çalışıyorlar.

Her 10 Kasım’da sayfalarca ağlayan bu medya Atatürk’ü seviyor mu gerçekter?

İnsan sevdiği biriyle ilgilenmez mi?

Siz bu gazetelerde Atatürk’ün yaptıklarıyla ilgili kaç ciddi yazı okudunuz?

Atatürk’ün Sovyet ilişkileriyle, Kürt meselesiyle, Hatay sorunuyla, Musul-Kerkük anlaşmazlığıyla ilgili politikaları konusunda kaç araştırmaya rastladınız?

Neden bu konular hiç yansımaz gazete sayfasına?

Atatürk’le bu toplumun ilişkileri sadece “klişelerin” her yıl tekrarlanmasından mı ibaret?

Neden bu medya “klişelerden” bir adım öteye gidemez?

Çünkü klişelerden bir adım ötede “gerçekler” vardır.

Amaç ta o gerçeklerin saklanmasıdır.

Onlar Atatürk’ü sevdikleri için yeryüzündeki hiçbir ciddi gazetede rastlanmayacak türden ağıtlar yakmıyorlar, o ağıtlar, gazetelerin “gerçeklere” duyduğu nefretten kaynaklanıyor.

Atatürk’ü sevmiyorlar, Atatürk’ü kullanıyorlar. Sevseler biraz ilgilenirler.

06 Ocak 2010
Türkiye Kıbrıs'ı Lozan'da Vermişti
Mehmet Barlas/ Sabah

Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundaki temel belge olan Lozan Antlaşması ile Kıbrıs İngiltere'ye verilmişti. Osmanlı İmparatorluğu 1571'de fethedilen Kıbrıs'ı 1878'e kadar elinde tuttu. 1878'de ise Hariciye Nazırı Saffet Paşa ile İstanbul'daki İngiliz sefiri arasında imzalanan anlaşma ile Kıbrıs İngiltere'nin kullanımına tahsis edilecek ve İngiltere'nin Kıbrıs'ta asker bulundurarak adayı yöneteceği kabul edilecekti. Osmanlı Devleti, Almanya'nın müttefiki olarak İngitere'ye karşı da 1'inci Dünya Savaşı'na girince, İngiltere 5 Kasım 1914'te Kıbrıs'ı ilhak etti. Lozan'da ise antlaşmanın 20'nci maddesine "Türkiye, Britanya Hükümeti tarafından Kıbrıs'ın 5 Kasım 1914'te ilan olunan ilhakını tanıdığını beyan eder" diye yazıldı. Böylece 1950'li yıllarda Kıbrıslı Rumlar örgütlenip İngiliz yönetimine karşı şiddet eylemlerine başlayıncaya ve Yunanistan'la birleşmek isteyinceye (Enosis) kadar, Türk iç ve dış siyasetinde Kıbrıs diye bir sorun var olmadı. Daha da ötesi bu döneme kadar Kıbrıslı Türkler büyük sayılarla Türkiye'ye göç etti. Bu göçler teşvik edilirken Ada'daki nüfus dengesinin Türkler aleyhine bozulduğu da hiç önemsenmedi. Çünkü Cumhuriyet'in kurucu liderleri olan Atatürk de, İsmet İnönü de, Osmanlı'nın son dönemindeki felaketlerden ders almışlar ve dış siyasette, dünya konjonktürüne ters düşmemeyi, antlaşmalara kesin olarak uymayı, sıcak anlaşmazlıklardan uzak durmayı temel çizgi olarak benimsemişlerdi.

ÇİZGİNİN KIRILMASI
Bu çizginin üzerindeki süreçte, Misak- ı Milli sınırları içinde bulunan bazı topraklardan da Lozan'da feragat edilmiş, 2'nci Dünya Savaşı dışında kalınmış, 1947'de "12 Ada" Roma Antlaşması ile İtalya'dan alınıp Yunanistan'a verilirken bir girişimde bulunulmamıştı. Bu çizgi Kıbrıslı Rumların İngiltere'ye karşı başkaldırmaları üzerine, değiştirildi ve Kıbrıs, iç siyasetin de ipoteği haline geldi. 1950'lerde Kıbrıs'ın Yunanistan'a ilhak edilmesi anlamına gelen "Enosis" söylemleri, İngiliz yönetimine yönelik şiddet eylemleri ile tırmanırken, Türkiye'de de "Kıbrıs Türk'tür, Türk kalacaktır" ve "Ya Kıbrıs ya ölüm" sloganları meydan mitinglerinde duyulur olmaya başlamıştı. Daha sonra bu sloganların "Ya taksim ya ölüm" şeklinde değiştiği de görüldü. Bu gelişmenin en acı sonucu Selanik'teki Atatürk'ün evine bomba koyulduğu haberleri üzerine, 6-7 Eylül 1955 akşamı İstanbul ve İzmir'de yaşayan Rumların evlerine, işyerlerine, kiliselerine ve hatta mezarlıklarına dönük yağma ve şiddet içeren kitlesel saldırılar oldu. Daha sonra Selanik'teki bombanın arkasında Türk görevlilerin bulunduğu da anlaşıldı. Bu gelişmeleri iyi yönetemeyen ve dış konjonktürü yok sayarak kitleleri sokağa döken iktidardaki Demokrat Parti'nin sorumluları, olaylar "Bu bana ders olsun" denilecek noktaya gelmeden, uluslararası bir çözümü görüşmeler yoluyla aramaya başladı.

ÜÇ TEMEL ANLAŞMA
Zaten Yunanistan da Kıbrıs'ın ilhakını amaçlayan politikasını değiştirmiş ve "İki toplumlu bağımsız Kıbrıs Devleti" formülü, Amerika ve İngiltere tarafından da Türkiye ve Yunanistan'a zorlanmaya başlamıştı. Sonuçta Türkiye'den Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'nun katıldıkları, Türkiye, Yunanistan, İngiltere ve iki toplum liderleri arasında 1959'da Londra ve Zürih'te üç temel antlaşma imzalandı. Buna göre Türkler yönetime %30 oranında katılacak, Cumhurbaşkanı Rum, yardımcısı Türk olacak, Türk ve Rum meclisleri kendileri ile ilgili kararlar alabilecekler, resmi dil Rumca ve Türkçe olacak, Kıbrıs Devleti başka hiçbir devletle birleşmeyecekti. "Garanti Antlaşması"na göre de anayasal düzen ihlal edildiğinde Türkiye, Yunanistan ve İngiltere birlikte müdahale edecek bu oluşmadığı takdirde garantör devletlerden her biri tek başına müdahale hakkına sahip olacaktı. Kıbrıs'ta kurulacak ortak karargâha da Yunanistan 950, Türkiye 650 kişilik bir kuvvetle katılacaktı. Sonuçta Türkiye, Kıbrıs konusunda yeniden Cumhuriyet'in temel dış siyaset çizgisine dönmüş ve uluslararası konjonktür ile uyum halinde Kıbrıs'ın Yunanistan'a ilhakını önlemeyi ve Kıbrıslı Türklerin güvenliklerini sağlamayı başarmıştı. Kıbrıs, uluslararası camiada bağımsız bir devlet olarak yerini alıyordu. Cumhurbaşkanı olan Makarios, Bağlantısız Ülkeler Bloku'nun saygın bir lideri konumuna giriyor, "Akdeniz'in Castro'su" diye anılıyor, bu arada Kıbrıs Devleti de İngiliz Commonwealth'ine üye oluyordu. Ancak Kıbrıs Cumhuriyeti'nde işler, anlaşmalarla düzenlendiği gibi gitmiyordu.

İŞLER KARIŞIYOR
Ankara'yı da ziyaret eden Makarios, 1963'te Kıbrıs Anayasası'ndaki 13 maddenin değiştirilmesi önerisini gündeme taşımış ve anayasadaki toplumlararası eşitliğin katı uygulanmasının devleti işlemez hale getirdiği tezini seslendirmeye başlamıştı. 27 Mayıs 1960 darbesi ertesindeki siyasi kararsızlıkları yaşayan Ankara ise önce bu gelişmeleri tam olarak değerlendiremedi. Sonunda Cumhurbaşkanı Yardımcısı Dr. Fazıl Küçük ve kamu görevi üstlenmiş Türk memurlar görevlerinden istifa etti. Rum toplumu içindeki aşırıların örgütü EOKA, yine Enosis sloganı ile üstelik bu kez İngilizleri değil Türkleri hedef alan şiddet eylemlerine başladı ve bu eylemler 1963 Aralık sonunda "Kanlı Noel" olarak tarihe geçen, Türklere dönük katliama dayandı. İşte bu noktadan sonra Kıbrıs sadece dış siyasetin değil iç siyasetin de bir ipoteği olarak kriz konusu biçiminde günümüze kadar ağırlığını korudu. O günkü gelişmeleri hatırlayalım: 1963 Aralık'ta Rumların Kıbrıs Türklerine saldırıları yoğunlaşınca 25 Aralık'ta Türk savaş uçakları Lefkoşe üzerinde alçak uçuşlar yaptı. BM Güvenlik Konseyi, adaya Barış Gücü gönderilmesine karar verince bu gelmeden önce Rumlar avantajlı durum elde etmek için saldırılarını yoğunlaştırdı.

ABD'DEN TEHDİT
Bunun üzerine Türk hükümeti, TBMM'den Kıbrıs'a müdahale yetkisi aldı ve 7 Haziran'da (1964) müdahale edileceği kararı planlandı. Ancak 5 Haziran'da ABD Başkanı Johnson Başbakan İsmet İnönü'ye gönderdiği mektubunda ağır ve tehdit dolu ifadelere yer veriyor ve Kıbrıs'a müdahalede Türkiye'nin başı Sovyet Rusya ile derde girerse yardım etmeyeceğini söylüyordu. Ayrıca Amerika'nın verdiği silahların da müdahalede kullanmamasını, bu silahların sadece savunma amacıyla kullanabileceğini söylüyordu. 1964 yazında Rum saldırıları yine başlayınca Türk jetleri 8-9 Ağustos'ta Rum mevzilerini bombalayacak ve bu kez de Sovyetler Birliği'nden Türkiye'ye uyarı mektubu gelecektir. Kıbrıs'a ilişkin gelişmeler demokrasimizin sağlığını da etkileyen biçimde bizim açımızdan çözümsüzlüğünü sürdürecek ve Ecevit'in başbakanlığı sırasındaki 1974 Barış Harekâtı ertesinde alınan yanlış siyasi kararlar "Bu bana ders olsun" özeleştirisini yine getirmeyecektir.

82. yılında Türkiye'nin resmi tarihi
AVNİ ÖZGÜREL

Nutuk’un hazırlanması da Meclis’teki sunumu da meşakkatliydi. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, sabah ve öğleden sonra üçer saat olmak üzere beş gün boyunca Meclis’e hitap etti; kürsüde toplam 36 buçuk saat kaldı.

Resmi tarih dediğimiz şey, metni, kaynağı meçhul, varsayımlara dayalı olarak şekillenip mihenk taşı işlevi görmeye koşulmuş bir süzgeç değil. Üstelik sadece Türkiye’ye ya da sadece devletlere mahsus bir şey de değil. Her devletin bir resmi tarihi var; keza şirketlerin, cemaatlerin, terör örgütlerinin de. Amerika’nın veya Batılı bütün devletlerin resmi tarihleri ‘lekeden arındırılmış’ metinler.
Aynı şekilde dev şirketlerin veya büyük sermaye sahiplerinin tarihini/biyografisini yansıtan resmi yazımların çizdiği tablolar da ‘steril’.. Çağımızda terör örgütleri bile gerek yaslandıkları portreler gerekse varlık sebeplerini açıkladıkları belgelerde hangi olaylara ya da kimlere nasıl bakılması gerektiğini ortaya koymak ihtiyacını hissediyorlar. Amerikalı çocukların ülkelerinde yerli nüfusunun yok edildiğinden habersiz yetişmesini, Japon çocukların devletlerinin Mançunya’da sergilediği katliamdan birhaber olmasını, Pakistanlıların 1947’ye kadar ülkelerinin adının geçtiği tek bir kaynak bulunmadığı halde 5000 senelik tarihleri olduğuna inanmalarını sağlayan şeyin adı ‘resmi tarih’. Nazilerin resmi tarihi vardı, İsrail’in de resmi tarihi var. Tıpkı Katolik kilisesinin, PKK’nın, DHKPC’nin ve diğerlerinin olduğu gibi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi tarihi de Atatürk’ün 1927 senesi Ekim ayın da toplanan CHP’nin 2. büyük kongresinde beş gün devam eden oturumlarında toplam 36 buçuk saat süreyle yaptığı konuşma. Yani ‘Nutuk’.

Neyin hesaplaşması
Evveliyatı vardı kuşkusuz ama kavga Lozan günlerinde dışa vuruldu. İsmet Paşa ve Türk heyeti 17 Kasım 1922 günü Lozan’a hareket etmiş, aynı gün Ankara’ya özellikle saltanatın devamını savunan milletvekillerini sarsan haber ulaşmıştı: Sultan Vahdettin Malaya zırhlısıyla yurt dışına kaçtı!
Bu gelişmeden bir hafta kadar sonra Lozan’da müzakereler alabildiğine sert şekilde devam ederken Başbakan Rauf Orbay Atatürk’ün BMM’deki başkanlık odasına gelerek onu Milli Mücadele’nin önde gelen komutanlarından Refet Bele’nin Etlik’teki bağ evine akşam yemeğine davet etti. Orbay, o günlerde Türkiye’nin Moskova büyükelçisi olup hariciyenin istişare için Ankara’ya çağırdığı Atatürk’ün yakın arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’un da yemeğe katılmasını istemiş Gazi de buna itiraz etmemişti.
Dört yakın arkadaş sofrada bir araya geldiler. Hal hatır sormayla başladı sohbet. Yemeğe geçilmesinden önce davetin sebebi olan konuya Rauf Orbay girdi. Atatürk’e döndü ve ‘Kemal’ diye söz başlayıp ‘Kabul edip geldiğin için teşekkür ederiz. Lakin yemeğin yanı sıra seninle baş başa konuşmak istediğimiz bazı hususlar var, bugün seninle onları da konuşmak istiyoruz’ diye devam etti. Kendisini sıkıntılandıracak bir şeyler işiteceğini anlamıştı Atatürk ama belli etmedi hissiyatını ‘Elbette, buyurun, konuşalım’ dedi. Ve Rauf Orbay açtı mevzuyu: ‘Kemal, mesele şu ki, Meclis senden korkuyor, o yüzden kimse doğrudan sana gelemiyor. Herkes tüm şikayetlerini rahatsızlıklarını başbakan olarak bana iletiyor.’ Şaşırmış gibi yaptı Gazi. ‘Neyimden korkuyorlarmış’ diye sordu. ‘Senin cumhuriyet kuracağından korkuyorlar. Dedikodular giderek yayılıyor. Bazen o kadar abartıyorlar ki, eline bir fırsat geçerse, senin padişahı resmi olarak da bu ülkeden kovacağını söylüyorlar!’
Bu sözler karşısında ne diyeceğini bilemiyor, soğukkanlılığını korumaya çalışıyordu Atatürk. Rauf Bey ise fırsat bulmuşken içini döküyordu: ‘Bu vatan tehlikeye düştü, işgale uğradı. En çok sen çaba gösterdin, biz de sana yardım ettik. Şimdi vatan kurtuldu. Bize göre artık emaneti sahibine iade etmenin zamanı geldi.’
Gazi yemek davetinin bahaneden ibaret olduğunu anlamıştı Mustafa Kemal. ‘Ne demek istediğini gayet iyi anladım. Peki Rauf, Sultan Vahideddin için sen ne düşünüyorsun’ diye sordu. Orbay bu soru karşısında zihnindeki düşünceyi en açık haliyle ortaya koyması gerektiğinin farkındaydı. Lafı dolandırmadı: ‘Babam padişahın başmabeyinliğini yaptı. Boğazında padişahın ekmeği var. Şimdi o ekmek benim gırtlağımda. Ben yediğim ekmeğe ihanet etmem kardeşim. Benim rejim sorunum yok. Üstelik, madem sordun, söyleyeyim. Padişah bir İslam halifesi, ben de Müslümanım. Dini terbiyem nedeniyle de padişaha bağlıyım.
O makamlar uhrevi makamlar. Senin, benim gibi kişilerin ulaşabileceği makamlar değil. Kaldı ki, bu milletin yüzlerce yıldan bu yana alıştığı yönetim de bu yönetimidir, cumhuriyet değil..’ dedi.
Yüz hatlarının gerilmesinden Atatürk’ün iç dünyasında fırtınalar koptuğu belli oluyordu. Ama yine itidalini korumaya çalışarak ev sahibi Refet Bele’ye döndü; ‘Sen ne düşünüyorsun’ diye sordu. O da en yalın haliyle ifade ettiği kanaatini: ‘Aynen Rauf Bey gibi düşünüyorum Paşam!’
Köşeye sıkışmış hissetti kendisini Gazi. ‘Benden ne yapmamı istiyorsunuz’ diyebildi sadece. ‘Yarından tezi yok, kürsüye çık, bunları yapmayacağına dair söz ver
Meclis’te’ dedi Rauf Bey.
Bir an düşündü Atatürk ne yapması, ne demesi gerektiğini... Sonra ‘Bana bir kâğıt verin...’ dedi.
Bağ evinde gece yarısı kâğıt bulamadılar, içtiği sigaranın kapağını yırttı ve arkasına yazdı: ‘Günü geldiğinde padişahla ilgili kararı en yüce icrai organ olan BMM verecektir!’ Yüksek sesle okudu yazdığını ve sordu: ‘Bu sizi ve Meclis’i tatmin eder mi? Yarın kürsüye çıkıp bunu okursam, sizce Meclis tatmin olur mu?.’ Olur, dedi Rauf Orbay. ‘Yarın çık yarın kürsüden oku bunu!’ Mustafa Kemal dışındaki üç kişi de Meclis’ten saltanat makamı aleyhinde bir karar çıkmayacağından emindiler, rahatlamışlar davetten murad edilen elde edilmişti.

Yollar ayrıldı
Atatürk’ün en yakın arkadaşlarıyla yolu o gün ayrıldı.. Ertesi gün kürsüye çıktı ve yazdıklarını aynen okudu Gazi. Bunun Meclis’le ve komutanlarla tartışmaya girmeden atlatılması gereken bir kriz olduğundan başka bir şey yoktu kafasında. Fırsat doğana kadar bekleyecekti. 1921 Anayasası’na göre iki yılda bir seçim yapması gerekiyordu. Meclis 23 Nisan 1920’de açıldığına göre, seçimleri yenilemenin zamanı gelmişti. Dolayısıyla seçim kararı alındı. Gazi, artık ayakbağı olarak gördüğü milletvekillerinden kurtulma fırsatını bulmuştu. Komutanlar onun bu niyette olabileceğini düşünüp yeni bir plan kurdular. Ancak bu defa rest değil kılıç çektiler. Mustafa Kemal’i Meclis’e sokmamanın yolunu arayacaklardı. Seçim Yasası’nda yapılacak küçük bir değişiklikle maksat hasıl olabilir görünüyordu. Önergeyi komutanlar değil Erzurum, Samsun ve Mersin’den üç milletvekili hazırladı. Buna göre doğum yeri Misak-ı Milli dışında olan kişiler ve milletvekili olmak istediği vilayette ikameti beş seneden az olan kişiler milletvekilliğine aday olamayacaklardı. Özel olarak kendisi için hazırlandığını fark etmişti Mustafa Kemal. Hem doğum yeri Selanik Misak-ı Milli hudutları dışındaydı hem de askerlik mesleği dolayısıyla hayatı boyu değil beş yıl, hiçbir yerde sürekli beş ay oturamamıştı. Belgenin altındaki imzalar farklı olsa da tuzağı kuranlar en yakın silah arkadaşlarıydı.
Meclis başkanı önergeyi okuttuktan sonra kürsüye çıktı. Ve o zamana
kadar yaptığı konuşmalarla kıyaslanmayacak derecede öfkeyle konuştu.
‘Doğum yerim Selanik Misak-ı Milli sınırları dışında kalırken, devlet Selanik’i
tek kurşun atmadan Yunan’a verirken ben diğer bir yurt köşesi olan Derne’de savaşıyordum... Hiçbir yerde beş yıl oturamadım. Otursaydım, Bingazi’de, Derne’de, Sina’da, Filistin’de, Çanakkale’de, Kafkaslar’da, Sakarya’da olamazdım. Ama ben oralarda olmasaydım bu önergeyi veren efendilerin doğum yerleri de Allah korusun sınırların dışında kalırdı... Şimdi millete soruyor ve cevabını bekliyorum. Bu önergenin sahibi efendileri buraya gönderen millet onlar gibi mi düşünüyor?...’
Meclis bir anda ‘Hayır.. Asla..’ nidalarıyla inlemeye başladı. Ertesi gün binlerce telgraf yağdı Meclise. Önerge geri çekildi ve Mustafa Kemal Ankara’nın Bala ilçesinden milletvekili seçilerek Meclis’e girdi.
İşte bu olayı hiç unutmadı Atatürk. Nutuk’ta en ince ayrıntısına kadar yer verdi yaşadığı tabloya ilişkin değerlendirmelerine..

Nasıl yazdı?
Gerek Falih Rıfkı Atay’in Çankaya’sında gerekse farklı kaynaklarda Nutuk’un yazım sürecine ilişkin hayli bilgi var. Atatürk askerlikten kalma alışkanlıkla çok fazla not tutmuştur zaten. Ancak bunları gözden geçirmek ve metne aktarmak kolay olmamıştır. Gerçi Meclis kürsüsünde okumuştur metni Atatürk ama resmiyette hitabettiği heyet milletvekilleri değil CHP delegeleridir. Bilinen onun bu çalışmayı üç ay sigara ve içkiye ara verip anlattıklarını kâğıda döken yaverleri sekiz saate bir değiştirerek hazırladığı. Yakın çevresindekilerin anılarında ifade ettiklerine göre ara ara yanıbaşına yerleştirdiği su dolu kapta ıslattığı pamukları gözkapaklarına koyarak uykuyu yenmeye çalıştığı. Rıza Soyak bir defasında masadan hiç kalkmadan ve uyumadan 36 saat oturduğunu söylüyor. Falih Rıfkı ise yaverlerden birinin baygınlık geçirdiğini.
Nutkun okunması zahmetli oldu. Sabah ve öğleden sonra üçer saat olmak üzere beş günde toplam 36 buçuk saat kürsüde kaldı Atatürk. Ve yine anılarda ifade edildiğine göre üç gün sırtüstü yatarak üzerinden atabildi yorgunluğu...
Kaynak: Radikal

Etiketler: ulu hakan abdulhamid han osmanlı ingiltere asya hilafet tasfiye Lord Ponsonby Rusya Yıldız Esas Evrakı lozan antlaşması inönü mustafa kemal atatürk meclis tarih

Amerikancı Eğitim Düzeni - Fulbright Anlaşması
Ahmet Efeoğlu
Türk Celil

Milli Eğitimimiz 27 Aralık 1947'de imzalanan ve “Fulbright Antlaşması” olarak anılan ”Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma’nın sonucu olarak, bütünüyle Amerikalı uzmanlar ve CIA tarafından, Amerikan çıkarları doğrultusunda biçimlendiriyordu.

*

Senatör Haydar Tunçkanat’ın “İkili Antlaşmaların İç Yüzü” ve “Amerikan Emperyalizmi ve CIA” adlı kitabında açıkladığı üzere, 27 Aralık 1947'de imzalanan Eğitim Komisyonu’yla ilgili anlaşmanın 5. maddesi şöyleydi:

"Komisyon, dördü TC vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden kurulu olacaktır. Bunlara ek olarak Türkiye’deki ABD diplomatik heyetin başı, (Amerikan Büyükelçisi) komisyonun fahri başkanı olacaktır.Komisyonda oyların eşit oluşması durumunda kesin oyu misyon şefi (Amerikan büyük elçisi verecektir.”

Komisyonun ABD vatandaşı olan dört üyesinden ikisinin elçilikteki CIA mensupları arasından seçileceğinden kuşku duymamak gerekir, böylece CIA, Milli Eğitim Bakanlığı’na rahatça sızma olanağı bulacak ve komisyon üyesi sıfatıyla öğrenci ve eğitim üyeleri arasında ajanlar devşirmekte hiçbir güçlükle karşılaşmayacaktır.

Okul kitaplarına ve ders kitaplarına Amerikan propagandasının etkinliğini artırmak için malzeme hazırlayacaklardır.”

O günden 2007' ye 58 yıldır, “Milli Eğitim”imizi ve daha pek çok bakanlığımızı Amerikalı uzmanlar yönlendiriyor.

Bu durun, 2007'de de böyledir ve FULBRİGHT COMMİSSİON adı altında Türk Milli Eğitimini biçimlendiren kurulun başında 2007'de Amerikan Büyük elçisi oturmaktadır. (bu gün de o kadar taviz verdiğimize göre bu şartlar muhtemelen aynı şekilde, belki de daha da ağır şekilde devam etmektedir. Bundan daha ağır ne olacaksa?)

İsmet İnönü, Amerikan Yarı-Sömürgesi Olduğunu Açıklıyor.

Yalnızca Milli Eğitim’in değil, diğer pek çok bakanlıkların1949'dan başlayarak Amerikalı uzmanlar güdümlendiğine ilişkin acı gerçek, Türkiye’yi Amerikan yarı- sömürgesi durumuna düşürerek Türk ulusunun anlına bu lekeyi süren İsmet İnönü tarafından, yıllar sonra,1963'de “timsah gözyaşlarıyla” şöyle itiraf etmişti.

“Daha bağımsız ve kişilik sahibi dış politika izlemesini istiyoruz. Herkes aynı şeyden söz ediyor. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar ayrıntılı çalışmalar yapacaklar ve öneriler hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu?

Hepsini çevresinde uzman denen yabancılar dolu. İğfal etmeye çalışıyorlar. Başaramazlarsa işi sürüncemede bırakmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı tedbir alıyorlar. Bir görev veriyorum sonucu bana gelmeden, Washington’un haberi oluyor. Sonucu memurlardan önce sefirden öğreniyorum.

Bağımsızlık savaşından sonra Lozan’da asıl mücadele de bu uzmanlar konusunda oldu. Yoksa sınırlar zaten fiili durum idi. Tazminat işini iki devlet aramızda çözerdik. Bütün mücadele idaremize yapılmak istenen müdahale yüzünden çıktı. Bir tek uzman vermek için büyük ödünlerde bulunmaya hazırdılar. Dayattık. Biz onların neden ısrar ettiklerini biliyorduk. Onlar bizim neden inatla red ettiğimizi biliyorlardı.

Böyledir bu işler, peygamber edasıyla size dünyaları vaat ederler. İmzayı attınız mı ertesi günü gelmişlerdir. Personeli gelmiştir, teçhizatı gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsen sök. Gitmezler. Ancak bu sorunun üzerine vakit geçirmeden gitmek gerek. Yoksa ne bağımsız dış politika ne bağımsız iç politika güdemezsiniz. Havanda su döversiniz. Fakat sanmayın ki bu kolay bir iştir. Denediğinizde başınıza neler geleceği bilinmez…”

Türkiye’nin Şubat 1948'de 705 bin dolar olan döviz varlığını, Mayıs 1950'de eksi 12 milyon dolara; 1946'da 214 ton olan altın varlığını 1949 sonunda 123 tona indiren, ülkenin dağarcığında yeterince altın ve döviz bulunmasına karşın Amerika’dan borç alarak ülkeyi Amerikan güdümüne sokan İsmet İnönü’nün bu yüz kızartıcı açıklamaları karşısında:

“Madem bunları biliyordunuz, öyleyse niçin Amerika ile antlaşmalar yaparken Türkiye’ye Amerikalı uzmanlar dolmasına neden olacak maddelere imza attınız?” ..

demek gerekiyor.

İsmet İnönü’nün bu sözleri, kendisinin Türkiye’yi içine düşürdüğü durumu tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdiği gibi, onun bir Türkiye Cumhuriyeti kahramanı, Cumhurbaşkanı, Başbakanı olarak ne denli çaresiz olduğunu da ortaya koymaktaydı.

NOT: Bu yazıda Sn. Cengiz ÖNAKINCI’nın “Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni- Osmanlı Tuzağı ”adlı kitabından alıntı yapılmıştır.

Açık İstihbarat

Sevr'i tartışmaya açma zamanı geldi mi?
Mustafa ARMAĞAN

"Bandırma vapuru" denilince aklınıza ne gelir? Tabii ki, şu dümeni kırık, pusulası bozuk, Atatürk'ü Samsun'a çıkaran "gazi" gemi. İyi ama, aynı Bandırma'nın Samsun'dan dönünce işgal İstanbul'unda çeşitli hizmetlerde kullanıldığını, 9 ay sonra bu defa Milli Mücadele'nin öncülerinden Yahya Kaptan ve çetesini yakalayıp öldürecek olan birlikleri Hereke limanına çıkaran "hain" gemi olduğu neden eklenmez?

"Gazi" olunca iyi de, "hain" olunca kötü mü oldu Bandırma?

Tarih bizde olduğu gibi "seçmece" usulünde yazılınca, olgular da ister istemez iyi ve kötü diye ikiye ayrılır. "İyiler" çekmecesine girenler, öbürlerinden atılır, sonradan "ihanet" edenler de "kahramanlık" zirvesinden tepe takla yuvarlanırlar.

Bunları yaşadık yakın tarihte. Rauf Orbay gibi bir kahraman bile 10 yıl 'kürek' cezası almamış mıydı anlı şanlı İstiklal Mahkemesi'nden? Neyse, şimdilik bunları bırakalım da, şu günlerde 90. yıldönümü vesilesiyle yeniden gündeme getirilen, Sevr'i neden hâlâ tartışamadığımızı soralım.

Sevr Barış Projesi'nin tamamını okuyan var mıdır aramızda? (Bu arada Ankara Ticaret Odası Sevr'in tamamını Lozan'la beraber yayınladı, meraklılar kaçırmasın.)

'Barış projesi mi?' dediğinizi duyar gibi oluyorum. Evet, yanlış okumadınız, Sevr bir 'barış projesi'ydi? Nereden mi çıkartıyorum? Hani şu hepinizin elinin altında olan ama bir türlü sonuna kadar okuyamadığınız "Nutuk"tan (ya da şimdilerde kesilip biçilerek iyice sulandırılan 'Söylev'den). Üzerinde yazdığı adıyla Gazi Mustafa Kemal "Nutuk"un sonlarında hem de 4-5 yerde Sevr'den 'proje' ("Söylev"de 'tasarı') olarak söz eder. Neden acaba?

Bunun sebebini Prof. Sina Akşin, 1983'te "Yaba" dergisine şöyle açıklamış:

"ABD 1919 sonunda Avrupa siyasetinden elini eteğini çekmek kararını aldı. İngiltere, Müslüman sömürgelerine ibret olsun diye Yunanistan'ı kendi uydusu yapıp Türkiye'yi ezmek kararındaydı. Fransa ve İtalya, onun müttefiki olarak bu karara katılıyor görünüyorlardı. Nitekim Sevres Antlaşması'nı birlikte yaptılar. Fakat anlaşılan kimse Sevres'i ciddiye almıyordu ki hiçbir devlet bu antlaşmayı onaylamadı. Sevres'i, garip bir şekilde, bile bile ölü doğurdular."

Kafanız mı karıştı? Olabilir. "Türkiye'nin Önünde Üç Model" adıyla 1997'de çıkan kitabının 42. sayfasında aynen böyle yazıyor Kemalist tarihçi Akşin.

Demek Sevr'i kimse, yani ne İngiltere, ne Fransa, ne de İtalya ciddiye almamış ve "garip bir şekilde bile bile ölü doğur"muşlar, öyle mi?

'Öyleyse şimdiye kadar okuduklarımız masal mıydı?' diye sormayacak mıyız? Peki ya şu can sıkıcı gerçeklere ne diyeceksiniz?

1- Paris'e giden Osmanlı barış heyeti başkanı Tevfik Paşa bu 'antlaşma (muahede) projesi'nin 'bağımsızlık' ve hatta 'devlet' kavramlarıyla bağdaşmasının mümkün olmadığını söylemiştir.

2- Sevr şartlarının Türkiye'ye bildirilmesinin üzerinden sadece 10 gün geçmiştir ki, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Sultanahmet meydanında düzenlenen mitingde kürsüye çıkıp ateşli bir konuşma yapmış ve projedeki şartların asla kabul edilemeyeceğini haykırmıştır.

3- Sonradan adı haine çıkartılacak olan Ali Kemal "Peyam-ı Sabah"ta Sevr şartlarını lanetlemiş, Veliahd Abdülmecid, Sevr'in Türkiye'yi köleleştireceğini iddia ederek karşı çıkmış, Sultan Vahdettin ise ondan "mecelle-i mesâib", yani 'musibetler belgesi' diye söz etmiştir.

Gördüğünüz gibi içeride de Sevr'den memnun olan yok, dışarıda da.

Öyleyse neden zorla imzalatıldı Sevr? Demek ki, Sevr'i Sevr'in içinde kalarak anlayamayız. Sevr'in dışında bir "Arşimed noktası" yakalamak zorundayız onu hakkıyla değerlendirebilmek için.

Şimdi gelelim Vahdettin'in Sevr'i imzalayıp imzalamadığı meselesine.

İsterseniz bu konuyu ben değil, yukarıdaki bilgileri aktardığım Kemalist tarihçi Sina Akşin açıklasın ("İç Savaş ve Sevr'de Ölüm", T. İş Bankası Yayınları, 2010, s. 220 vd.):

"Vahdettin imzalattığı Sevr Antlaşması'nı hiçbir zaman onaylamadı (...) İlginç olan başka bir şey, sonbaharda Vahdettin'in kendisi de feragat "silahını" kullanmaya başladı. (...) De Robeck bu olasılık karşısında hayli heyecanlandı, çünkü [eğer Vahdettin tahttan çekilirse] Abdülmecit'e bu antlaşmayı onaylatmak çok zor olacaktı. (...) Vahdettin San Remo'da dikte ettiği anılarında Sevr'i zorunluluktan ve zaman kazanmak amacıyla imzalattığını, ama onaylamaya hiç niyeti olmadığını söylemiştir."

Gerçi Akşin hoca Vahdettin'in onaylamayışını son tahlilde Milli Mücadele'nin başarısına bağlamak istemişse de (ki bunda haklılık payı var), Sevr'in neden bir 'antlaşma' değil de, bir 'proje' olduğunu açıklamaktan kaçınmamıştır (s. 219). Akşin haklı olarak uluslararası antlaşmaların onay süreci tamamlanmadan yürürlüğe girmediğini, dolayısıyla Sevr projesinin Osmanlı heyetince imzalanmış bile olsa 'antlaşma' kimliğini kazanabilmesi için meclis ve padişahın onayından geçmesi gerektiğini yazıyor. Ne var ki, o sırada meclis kapalıydı ve üstelik padişah İngilizlere ayak diriyordu.

Nitekim İngiltere Parlamentosu tutanaklarında yapılan bir araştırmada üyelerden birinin Sevr'i "insanlık kibrinin ve ahmaklığının anıtı" saydığını görüyoruz. Bir şeyi daha: Lozan görüşmelerini kabul etmek suretiyle Sevr'i "yırtan taraf" olarak İngiliz hükümetini tebrik ettiğini görüyoruz. (M. Çufalı, "Lozan konferansı ve...", ATAM, Temmuz 2000, s. 564.) Biliyorsunuz, Sevr'i bizim yırttığımızı söyler dururuz. Öğreniyoruz ki, İngilizler de ondan şikayetçiymiş.

Atatürk, Sevr'e 'proje' (tasarı) diyor, uyanmıyorlar. Akşin 'kimse ciddiye almadı' diyor, fark etmiyorlar. Bizzat İngilizler 'Hangi ahmak yaptı bu antlaşmayı?' diyorlar, duymuyoruz. Şeyhülislamından padişahına kadar kimsenin kabul etmediğini yazıyorsunuz, yine tutturuyorlar: 'Sevr'de bizi parçalamak istediler'.

İnsanı söyletecekler: Sanki Lozan'da hareket noktası olarak Sevr'i almamışız, sanki Sevr'in bir çok maddesi Lozan'da güle oynaya kabul edilmemiş gibi...

Elbette Osmanlı Devleti'ni parçalamak istediler ama neden? Devletleri parçalama sadizmi mi kaplamıştı İngilizleri, yoksa bir gaye için miydi bu? "Yurtta sulh, cihanda sulh"un bu gayeyle bir ilgisi var mıydı? İşgal altındaki Müslümanlarla bütün ilişkinizi keseceksiniz emrini veren Sevr'in 139. maddesinin 90 yıl sonra yırtılmaya başladığını söylemek neden cesaret ister?


18 Temmuz 2010 ZAMAN
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cum Eyl 24, 2010 12:45 am    Mesaj konusu: Referandum sonuçlandı; Sırada Ne Var? Alıntıyla Cevap Gönder

Referandum sonuçlandı; Sırada Ne Var?
-4-


Murad Salih

Mesele şu...

Hangisi tehlikeli?

Kâfir (hakikati örten) mi?

Münafık (hakikti örtttüğü halde örtmemiş gibi yapan) mı?

Yukarıda yazdığımız sıfatlardan (laik-kemalist-cumhuriyetçi-ulusalcı vb.) birini veya bir kaçını benimseyen ve Referandumda en az yüzde altmış “hayır” çıkacağını zanneden...

Çıkmayınca da...

Yüzde 42’yi yüzde 58’den büyük göstermek için çeşitli mantık hokkabazlıklarıyla yaparak, kendilerini teselli etmeye çalışan siyasî grupçuklara bakın...

Dünün Osmanlıcıları gibi...

Yıkılanın yerine konulacak yeni ve yerli bir proje üretmek yerine...

Bütün cehdin/gayretini...

“Muhal”e...

Yani yıkılması mukadder olanı kurtarmaya vermiyorlar mı?

Nasıl kurtaracan?

Olmaz ama, hadi kurtardın...

Sonra ne yapacan?

Mudanya-Lozan hattında İngilizler tarafından eline tutuşturulan (6) ve geçersizliğini yaşayarak gödüğümüz bu emperyalist projeden başka ne var?

“Bölüneceğiz...”

Bölünsen de...

BOP çerçevesinde birleştrilsen de...

Bölen veya birleştiren irade sana ait değil ki?

Ne umuyorsun?

“Eski hal muhal”...

Ya “yeni hal”...

Mudanya –Lozan kumpasına düşmememizden önce olduğu gibi...

Sağlam bir “kurtuluş iradesi”...

Bu iradeyi, millî kurtuluş projesi haline dönüştürererek her şartta hayata geçirebilecek ehliyet ve dirayette "yeni bir lider" ve yeteneklerini o liderin emrine verecek "üstün vasıflı kurmay kadrosu"...

İşe el koydu...

Koydu...

Koyamadı: “İzmihlâl/çöküş”...

Şimdi...

"Vaziyet bu kadar kritik/hassas/riskli mi?"

Kesinlikle evet...

Vaziyet bu kadar kritik/hassas/riskliyken...

Ve...

Hazır YSK resmî sonuçları da açıklamışken (7)...

Dönüp mevcudun haline yeniden bakalım:

“Ortada 49 buçuk milyon kayıtlı seçmen var” demiştik ya ABD-AKP medyasının verdiği rakamlara dayanarak...

YSK bunu "52 milyon 51 bin 828" olarak açıkladı...

Arada 2 buçuk milyondan fazla fark var...

Buna göre seçime katılma oranı da tabii olarak değişiyor...

52 milyon 51 bin 828 kayıtlı seçmenden 38 milyon 369 bin 99 ’u sandık başına gitmiş...

AB-D AKP medyası seçime katılım oranını yüzde 77 olarak açıklamıştı...

YSK’nın resmî açıklamasına göre bu rakam yüzde 73,71...

Bu ne demek?..

Boykot oranı AB-D AKP medyasının açıkladığı orandan yüzde 3 buçuk daha fazla: Yüzde 23 değil, yüzde 26,5...

Buna 725 bin geçersiz oyu da ilave ettiğimizde (yüzde 1,5)...

Toplam kayıtlı seçmen sayısına göre boykot + geçersiz oy oranı: Yüzde 24 değil, yüzde 28...

Toplam kayıtlı seçmen sayısına göre...

Bu seçmenlerin yüzde 44’dü değil, 41,85’i “evet” oyu kullanırken...

Yüzde 32’si değil, yüzde 30,46’sı “hayır” oyu kullanmış...

Mevzu miiletin iradesiyse; YSK’nın resmî rakamlarına göre tablo bu...

Ama mevzu milletin iradesi filan değil...

Rakamlarla oynayıp bu iradeyi fesada uğratmak/bozmak...

Bu yüzde 28’i, yani toplam seçmenlerin dörttebirinden fazlasını yok sayıyorlar ve hesabı “geçerli oylar” üzerinden yapıyorlar...

Yüzde 58 ben aldım, yüzde 42 de sana yazdım..

Anlaştık mı?

Anlaştık...

Biri kayıtlı seçmenlerin yüzde 41’inin oyunu aldığı halde bunu yüzde 58 olarak yutturuyor ve çoğunluğu sağladığını kabul ettiriyor... Ötekiler de yenildik ama ezilmedim moduna giriyor...

Neymiş; Milletin yüzde 42’si eski rejim yanlısıymış...

Yok öyle bir şey...

Külliyen yalan...

Bakın eski rejim yanlılarının yüzde kaç olduğunu ben size göstereyim...

Toplam seçmenlerin yüzde 42’si değil yalnızca yüzde 30,46’sı “hayır” dedi?..

Bu yüzde 30,46’nın içinden en az yüzde 10 MHP oyunu düş...

Kaldı yüzde 20,64...

Bu yüzde 20,64’ten 1000 civarında dedenin kafaya alınmasıyla blok olarak her an öbür tarafa geçebilecek yüzde 3 civarında Alevî oylarını çıkar geriye ne kaldı?

Yüzde 17,46...

Hepsi bu...

O da şimdilik...

Zira operasyon sürüyor...

CHP yakında üç parçaya bölünüverirse (içinden bir eski/taşkafa Kemalist parti, bir AB normlarında sosyal demokrat parti, bir de minik Alevî partisi) yüzde 10 barajını aşabilene aşkolsun...

Yüzde 42’ymiş...

Geç bunları geç...

Bu tabloda en sağlam parça yüzde 28’lik boykotçu parça...

Kesinlikle bu kayıkçı kavgasının da, bu tırışkadan demokrasi müsameresinin farkında...

Dostunu ve düşmanını tanıyor...

Kaypak da değil, pazarlığa açık da değil...

Pervasız...

Kimseye diyet borcu yok...

Kimseden bir beklentisi de yok...

Dişlerini sıkmış öylece duruyor...

Sanki liderini bekliyor...

Bir şey yapmaya niyeti olan ona baksın...

Hesabını onun üzeriden yapsın...

Dipnotlar:

6-) [Önce kuruluşumuzdan başlayalım. Türkiye Cumhuriyeti, İngilizlere rağmen kurulmadı. İngilizlerle uzlaşılarak kuruldu. İdris Küçükömer bunun işaretlerini kitabında verir. Dikkatli bir üslupla Doğan Avcıoğlu da bundan bahseder. İngilizlerin İstanbul'u işgalinde ve sonrasında, İstanbul'u terk etmelerinde tek kurşunun atılmaması hiç merak etmediğimiz bir konudur. Neden Rum ve Ermeni çetelerine karşı örgütlenen direniş, İngilizlere karşı yapılamadı? (..)İngilizlerle büyük mücadelemiz olan Çanakkale'ye... Çanakkale'de büyük bir direniş ve insanlık dramı yaşandı. Sayısı halen tartışmalı olsa da yüz binlerce şehit verildi. İngilizler, büyük askeri güçlerine rağmen Çanakkale Boğazı'nda sulara gömüldü. Ama bu savaşın Kurtuluş Savaşı'yla bir alakası yoktur. Arada 4 koca yıl vardır. Bu basit gibi gözüken ayrım aslında herkesin aklında karmakarışıktır. Kronolojik düşünme ne yazık ki eğitim sistemimizde bizlere verilmiyor. 1915 ile 1919 birbirine giriyor.
Ondan sonra Atatürk'e ve 36 arkadaşına Samsun'a gitmek üzere vize veren kişinin bir İngiliz İstihbarat subayı olduğunu öğrendiğimizde şaşırıyoruz. John Bennet bir İngiliz subayıydı. Atatürk ve yakın arkadaşlarının, İstanbul Boğazı'ndan ayrılması için gerekli vizeyi bizzat o hazırladı. Bu işlem için özellikle de İngiltere Dışişleri'nin baskı yaptığını anılarında anlattı. Anılarını 'Tanık' isimli kitapta topladı. Yakın bir zamanda yaşamını yitirdi. (..)Milli Mücadele yıllarında İngilizlerle hep masa başında karşı karşıya geldik. Cephede değil. İngilizler izin vermeselerdi Cumhuriyet kurulabilir miydi acaba? Emin değilim.] GÜRKAN HACIR, İngilizlerin Bilmediğimiz Planları, 24 Mayıs 2009, Akşam

7-) [Yüksek Seçim Kurulu, 12 Eylül tarihinde yapılan halkoylamasının resmi sonuçlarını açıkladı.
Resmi Gazete’de yayımlanan YSK kararına göre referandumda yüzde 57,88 "Evet", yüzde 42,12 "Hayır" oyu kullanıldı.
Katılım Oranı 73,71
Halkoylamasına katılım oranı ise yüzde 73,71 olarak gerçekleşti.
Yurtiçi ve yurtdışı seçmen kütüğüne kayıtlı 52 milyon 51 bin 828 kayıtlı seçmenden 38 milyon 369 bin 99 ’u sandık başına gittiği bildirildi. Buna göre Halkoylamasına katılım oranı yüzde 73,71 olurken, kullanılan oylardan 37 milyon 644 bin 37’si geçerli, 725 bin 62’si ise geçersiz sayıldı.
Geçerli oyların 21 milyon 787 bin 244’ü "Evet" oyu, 15 milyon 856 bin 793’ü "Hayır" oyu oldu.
"Evet" oylarının geçerli oylara oranı yüzde 57,88; "Hayır" oylarının geçerli oylara oranı yüzde 42,12 olarak belirlendi. 23.09.2010 ] Kaynak: http://www.trt.net.tr/Haber/HaberDetay.aspx?HaberKodu=13860e37-08de-4ba5-aa83-664b26240273


(Devam edecek)

Bu yazı dizisinin diğer bölümleri için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3129

Necip Fazıl “ırkçı” mıydı? -2-
Murad Salih
14.10.2010



Savaş dedik ya...

Bu öyle edebî sanat olsun diye söylenmiş bir söz değil...

Bildiğin savaş...

Ateş, barut, top, tüfekle, kan revan içinde yapılanı...

Nasıl mı?

Bundan yüz sene önce üzerimize 7 düvelin yağmacı talancı emperyalistleri çullanmıştılar ya...

10 küsur cephede biz bunlarla göze göz dişe diş süngü süngüye yaman bir savaş vermiştik de altedememiştik onları...

Sonra onlar kendi aralarında bizi nasıl paylaşacaklarına dair uzun uzun müzakereler etmişlerdi...

De...

Çakallar gibi dörtbir yandan işgale başlamışlardı vatan topraklarımızı...

Uçsuz bucaksız vatan topraklarından bize kala kala, neredeyse Anadolu bozkırlarında bir avuç toprak ya kalacak ya kalmayacak hallarına kadar düştüydük ki...

Son anda...

Son Sultan 6. Mehmed Vahiddüddin Han ve kurmaylarının hazırladığı “millî mücadele” projesi...

Mustafa Kemal Paşa komutasında hayata geçirildi...

Emperyalistlerin piyon olarak Anadoluya sürdüğü Yunanlıların işgali İzmir’den denize dökülünceye kadar da başarıyla uygulandı...

Böylece Anadolu işgalden kurtarıldı...

Sıra Trakya’daki Yunan ve İstanbul’daki İngiliz işgaline gelmişti...

İzmir'in 9 Eylül 1922'de kurtuluşundan hemen sonra...

Fahrettin Altay komutasındaki süvari kolordusu, Çanakkale Boğazı üzerinden Trakya’ya yönelmek üzere durmaksızın harekete geçti...

Kolordu Çanakkale’ye doğru bir kaç İngiliz kontrol noktasını çatışmasız geçti...

Çanakkale önlerinde İngilizler tarafından durdurulunca...

Çanakkale'de bulunan İngiliz-Fransız işgal kuvvetlerine bir ültimatom vererek Trakya’daki Yunan işgalini defetemek için Gelibolu’ya geçit hakkı istedi...

Fransız birlikleri Fransa Başbakanı'nın emriyle derhal geri çekildiler...

Bunun üzerine bölgede bulunan. İngiltere Başbakanı Lloyd George ise ültimatomu reddederek İngiliz kuvvetlerine direnme emri verdi ve hükümetindeki bir grup bakanla birlikte bir bildiri yayınlayarak Türkiye'ye savaş ilan edileceğini duyurdu..

Ancak....

Bu savaşı istemeyen Kanada Başbakanı, savaşa İngiltere hükümetinin değil, Kanada parlamentosunun karar vereceğini belirterek, Kanada'nın siyasi bağımsızlığını tarihte ilk defa fiilen ilan etmiş oldu....

İngiliz kamuoyu ve Muhafazakâr Parti ileri gelenleri ile hükümetteki üyeleri de Türkiye ile savaşa karşı çıktılar....

Dışişleri bakanı Lord Curzon ve Çanakkale Savaşındaki yenilgisini unutmamış olan savaş bakanı Winston Churchill de başbakanın çatışmacı politikasına karşı çıkınca Muhafazakâr Parti, 12 Ekim 1922'de Carlton House deklarasyonuyla hem hükümetten çekildi, hem de bir sonraki seçimlere Liberal Parti'den ayrı olarak gireceğini beyan etti. Böylece hem Lloyd George, hem de lideri olduğu Liberal Parti İngiltere tarihinde bir daha tekrar iktidara gelmemek üzere siyaset sahnesinden kayboldular... (2)

Kısaca:

Ordulaşan “Millî Kuvvetler”in Anadolu’daki Yunan işgalini söküp atarak Trakya’daki Yunan işgalinin de defterini dürmeye yönelmeleri. Önce İşgalcilerin küçüklerini (Fransız ve İtalyan) çözerek yılanın asıl başı İngilizi yalnızlaştırmıştı...

Yunanlılardan sonra sıranın İngilizlere geleceği açıktı.

Bu yalnızlık İngiltere’nin içini de dışını da karıştırmıştı...

Bu karışıklıkta İngiltere savaşı göze alamazdı...

Kısaca hem Doğu ve Batı Trakya’daki Yunan işgali, hem de İstanbulda’ki İngiliz İşgali askerî ve siyasî açılardan kolaylıkla defedilebilir durumdaydı...

Olmadı...

Çanakkale’deki bir avuç İngiliz işgalciyi tepeleyerek rahatça Gelibolu’ya geçebilecek durumdaki Süvari Kolordusu orada durdu(ruldu)...

Bunun niye olmadığını bize bir gün cesaretle söyleyebilecek gerçek siyasî tarihçiler ortaya çıkıncaya kadar öğrenemeyeceğiz...

Onların yerine...

Sanki mağlûp tarafmışız gibi otur(tul)duğumuz Mudanya’daki ateşkes masasına...

Niçin oturmaya mecbur ve mahkûm olduğumuzu binbir dereden su getirerek bizi inandırmaya çalışan bugünkü martavalcı “tarihçi”lerin martavallarını dinlemeye devam edeceğiz...

Tarihe Çanakkale Krizi ("Chanak Affair") adıyla geçen bu tuhaf durum...

Aslında Millî Mücadele’nin İzmir’de zaferle noktaladığı ölüm kalım savaşında elde ettiği zaferin sağladığı askerî ve siyasî üstünlük avantajının elden çıkarıldığı ve inisiyatifin işgalci ingilizlere geçtiği andır...

Tarihî bir kırılma noktasıdır...

Sıfır noktasından başlayarak ince ince kurgulanan ve olağanüstü fedekârlıklarla yürütülerek yükseltilen, bir “işgalden kurtuluş projesi” doğusu ve batı’sıyle Trakya ve payitaht İstanbul’u da işgalden kurtarmaya bir iki adım kala niçin ve kim(ler) tarafından durdurulmuştur?

Bu sorunun gerçek cevabını da şimdilik bilmiyoruz...

Ancak hadiselerin akışına bakıldığında şu hususu net olarak görünüyor:

Mondros Ateşkesi’nin ağır şartlarına boyun eğmek zorunda kalan Osmanlı, İşgalcilerinin paylaşım kavgalarının doğurduğu zaman aralığında, İmparatorluk tecrübesiyle dönanmış devlet aklının ürünü olarak ortaya çıkan bu işgalden kurtuluş projesi; son bir iki adım daha atılarak Trakya ve İstanbul’un işgalden kurtuluşuyla taçlandırılabilseydi...

Ne Mudanya Antlaşması’na gerek kalacaktı, ne de Lozan Antlaşması’na...

12 Adalar, doğusuyla ve batısı ile birleşik bir Trakya, Boğazlar, Tüm Anadolu,Hatay, bugünkü Suriye Sınırının 30-40 Kilometre aşağısından geçen bir sınır çizgisiyle çoğunlukla Türk ve Kürtlerin yaşadığı topraklar... Erbil, Musul, Kerkük ve Süleymaniye dahil bugünkü Kuzey Irak ve Batum olmak üzere Vatan topraklarımız -Misak-ı Millî’de kararlaştırıldığı gibi-, kaybedilmiş diğer vatan toprakları halklarınınının hür iradeleriyle katılımına açık bir statüyü kapsayan sınırlar içinde, gerçekten bağımsız bir devletimiz olacaktı...

İsmi Osmanlı olsa da olmasa da; bir İmparatorluk nüvesini/çekirdeğini muhafaza etmiş olacaktık...

Bugün yaşadığımız iç ve dış problemlerin çoğu ortaya çıkmayacaktı...

İşte merhum üstad Necip Fazıl, doğru bir tarih muhasebesiyle başımıza gelenlerin ne olduğunu farkeden ve o güne kadar yalanlarla avutulan/uyutulan millete bunu anlatmak için, tek başına devlerle savaşmayı göze alabilen ilk mütefekkir-aksiyoncu idi...

O, bize zafer diye yutturulan “millî felâket”i yalnızca teşhis, tespit ve ilan etmekle kalmamış...

Aynı zamanda da...

Düştüğümüz bu tuzaktan nasıl kurtulabileceğimizi madde madde gösteren bir dünya görüşü/İdeolocya örgüleştirmiştir...

Bu yüzden de dün de emperyalizmin ve onun yerli uşaklarının hedefindeydi bugün de hedeftir/hedeftedir...

Lozan’dan bu yana bin bir türlü engellemelere rağmen dünyanın en büyük ordularından biri haline gelen TSK, AB-D emperyalizminin bu bölgedeki hesaplarının önünde potansiyel bir engel olarak görülüp ağır bir asimetrik psikolojik harekâtla yıpratılarak...

Eskiden olduğu gibi daha küçük, daha güçsüz ve “yurtta sulh cihanda sulh” zinciriyleyle sıkı sıkıya bağlanmış olarak...

AB-D’nin yalnızca tetikçiliğini yapmak üzere yeniden yapılandırılmaya çalışılırken...

O faaliyetlerin medyadaki tetikçiliğini kim(ler) yapıyordu?

Taraf ve ona koruma ve destek atışları yapan sair neoliberal paçavralar...

Peki...

Emperyalizmin bütün insanlığı köleleştirmek için “demokratikleştirme” adı altında dayattığı vahşî işgal hamlesinin adı ne?

Yeni Dünya Düzeni...

Var mı bunun fikirde bir alternatifi?

Var...

Bu kimin fikri?

Necip Fazıl Kısakürek’in...

Adı ne?

Büyük Doğu İdeolocyası...

BOP= Büyük Ortadoğu Projesi’nden 50 sene önce ortaya koymuş Merhum Üstad bu projeyi...

İsim benzerliğine bakar mısınız:

Büyük Doğu...

Büyük (Orta)doğu...

“Tesadüf canım” mı?

Pekiyi...

AB-D emperyalizmi’nin yürüttüğü bu alçakça projenin en sadık yayın organın ismini ve logosunu 20 yıl önce yayılanmış Büyük Doğu İdeali’ni hayata geçirme kavgası veren Taraf dergisinden aynen tırtıklanmış olması da mı “tesadüf”?

Merhum üstad Necip Fazıl’ı itibarsızlaştırma operasyonunda ilk kim bastı düğmeye?

Taraf’ta yazan “sosyalist” bir Yahudi yazar müsveddesi...

İmparatorluğun yıklmasının önündeki en büyük engel bir siyasî deha olan Abdülhamîd Han’a hâl fetvasını etekleri zil çala çala kim götürmüştü?

Emanuel Karasu... (3)

Bir Yahudi avukat...

Bu da mı “tesadüf”?

Pekiyi...

Taraf’ın derdi TSK değil miydi?

Ne derdi olur Necip Fazıl’la?

Çünkü projenin aksaksız yürümesi için bütün potansiyel tehlikelerin ortadan kaldırılması lâzım...

Dipnotlar:
2-) Bkz: Vikipedi-Özgür Ansiklopedi.
3-) Emanuel Karasu (ya da Emanuel Karaso, sonradan Emanuel Carasso); (d. 1862 Selanik) - (ö. 1934, Trieste), Yahudi asıllı Osmanlı avukat ve siyasetçi.
Jön Türkler'in tanınmış üyelerindendir. 1492 yılında İspanya'dan tehcir eden Sefarad Musevilerinin tanınmış ailelerinden birine mensuptur. Karasu, Selanik'teki Makedonya Risorta Masonik Locası'nın bir üyesi(bazılarına göre kurucusu) ve sonraki başkanı ve Osmanlı Devletinde masonik faaliyetlerin öncüsüdür.[1] Masonik localar ve bazı gizli cemiyetler, Selanik'te devrimci radikal görüşlere sahip ve aralarında Talat Paşa'nın da bulunduğu Jön Türkler'in duygudaşları arasında bir buluşma yeriydi. Karasu, Selanik'te avukatlık yaparken İttihat ve Terakki Cemiyetine üye oldu. Cemiyetin Müslüman olmayan ilk üyelerindendir.
Cemiyet, 1908 yılında II. Meşrutiyet ve sonrasında Osmanlı Devleti'nin idaresinde söz sahibi olunca Karasu da Selanik'ten Meclis-i Mebusan'a girdi.[2] Karasu, Sultan II. Abdülhamid'e Nisan 1909'da Hal'ini (tahttan indirilmesini) bildiren 3 kişiden biriydi. (Vikipedi)


(Devam edecek)
Bu yazı dizisinin diğer bölümleri için:
http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3213


Lozan’ın örtüsü açılıyor. Lozan’da bir antlaşma olmamıştır. Yok, daha neler! (1)
Canmehmet
http://blog.milliyet.com.tr/paylasmak

Kazanan hepsini alır, normal olarak. Kaybederek kazanmak sadece, "Baba-çocuk" arasında olur.
Kendisine rakibini çok iyi dövdüğünü söyleyen ama dayak yiyen boksör antrenörüne sormuş, ya: peki beni kim dövüyor?” I. Dünya Savaşını kaybettik. Vatandaşa kazanmışız gibi anlatmanın, aldatmanın kime ne yararı var. Tartışılması gereken; Biz hangi hatalarımızla kaybettik ve bir daha kaybetmememiz için yapmamız gerekenler nelerdir?

Neden alternatif tarih?

Biz tarihçi değiliz. Ancak, yakın tarihimizde konu ile ilgili okuduğumuz yerli-yabancı yayınlar arasında çok sayıda birbirleri ile çelişkili, birbirlerini teyit etmeyen bilgiler, ifadeler bulunmaktadır.

Bu doğrultuda, süreç içerisinde çok farklı kaynaklardan öğrendiklerimizi meraklısı için bir açık büfe misali sergilemek ve doğruyu bulmak adına araştırılmasını sağlamaktır.

Belirtmeliyiz ki, kimseyi herhangi bir konuda ikna etmek gibi bir anlayışımız bulunmamaktadır.

Biliyoruz ki, Denizi üzerinden seyreden ve evvelce denizin altındaki dünyayı görmemiş ve o dünyada yaşayanların aralarındaki ilişkiyi kavrayamamışlara; neyi, nasıl anlatabilir, ikna edebilirsiniz?

Rüzgâra ıslık çalınmaz. Dileyenler rüzgâra karşı ıslık çalmayı deneyebilirler!

Biz cama küçük bir taş atıyoruz. Dileyenler araştırarak, kendi bilgilerini, doğrularını, kontrol edebilirler.

...

Başlamadan evvel, gözbebeklerimize, geleceklerimize, gençlerimize, yaşamlarında yararının olacağına inandığımız bir, “sokak lambası”, rehber vermek istiyoruz.

-Kendi hakkımızdaki gerçekleri düşmanlarımızdan öğrenebiliriz. Mecnun, Leyla’nın ancak güzelliklerini görebilmektedir, kusurlarını değil.

“Karga yavrusuna bakmış, "benim ak pak evladım" demiş (Biliriz ki, "Kuzguna yavrusu şahin-anka-görünür").

İnsan bencildir. Kendine ait olanları-değerleri, diğerlerinden daha çok beğenir ve sever. Kişi kendi çocuğunu güzel, kendi eserini kusursuz, kendi anlayışını en doğru görür. Başkalarına göre ne kadar çirkin ve kusurlu olurlarsa olsunlar, bunlara yine de olumlu bir gözle bakar.”

Sorgulama ve eleştiri, gelişmenin temel direği, vazgeçilmezidir. Bu nedenle batılı gelişmişler, kendilerini eleştirmek için ücretli danışman tutmaktadırlar.

Kendisine, bilgisine, yaptıklarına güvenen insanlar, her zaman sakin ve hoşgörülüdür.

...

Önce yemek yapacağımız malzemeleri masamızın üzerine yerleştirelim.

-“Lozan Antlaşması ile Doğu Sorunu ortadan kalktı. Doğu Sorunu, bir zamanların büyük devleti Osmanlı İmparatorluğu’nun 18. Yüzyılda çökmeye başlamasından ve bu çöküşün büyük Avrupa devletleri arasında yarattığı rekabet ve Avrupalı devletlerin emelleri yüzünden ortaya çıkmıştı. (1)

...

-Birinci Dünya Savaşı resmi olarak, 12 Kasım 1918’de sonlandırılmıştır. Ancak, 5 Ocak 1918’de, I. Dünya Savaşı’nın galip devletlerinden İngiltere Başbakanı (2) ; 8 Ocak 1918 Tarihinde de, ABD başkanı, bizlerin savaş sonrasındaki, “Yeni Dünya Düzeni”ndeki konumumuzla ilgili çok önemli açıklamalarda bulunurlar. (3)

-Bu kararlar, savaşın resmi olarak sonlanmasından yaklaşık 300 –üçyüz- gün öncesine aittir.

-Ortada sonlanmamış bir Dünya;

-Ve Türkiye açısından yapılmamış bir Kurtuluş savaşı,

-Lozan’da barış için oturulmamış boş bir masa vardır.

Bunların ışığı altında, önceden verilen bu kararlar ne anlama gelmektedir. Daha açık ifadesi ile ortada oynanması için önceden yazılan bir senaryo mu vardır?

- Lozan'dan evvel, savaşın galiplerinden Fransa ile, “20 Ekim 1921 günü yapılan antlaşma (4), 24 Temmuz 1923 tarihindeki Lozan'daki masada Fransa-Türkiye antlaşmasına referansı olacaktır.

20 Ekim 1921 Tarihinde Fransızlarla yapılan antlaşma neyi içermektedir?

“20 Ekim 1921 tarihinde TBMM Hükümeti ile Fransa arasında imzalanan Ankara Anlaşması,Kurtuluş Savaşımızda son derece önemli bir yer tutmaktadır.

Mondros Mütarekesi’nden sonra Fransızlar tarafından işgal edilen toprakların boşaltılmasını beraberinde getiren ve Türkiye-Suriye sınırını belirleyen bu anlaşma, Müttefiklerle bir arada çözümlenmesi gereken sorunların Lozan’a kalmasından ötürü her ne kadar bir “ön barış anlaşması” niteliğinde ise de, İtilaf kanadından bir ülkenin tek başına da olsa Ankara Hükümeti ile bir anlaşma imzalaması onun bu hükümeti yasal olarak tanıdığının bir göstergesidir,

Bu da TBMM Hükümeti’nin diplomatik alanda kazandığı önemli bir zaferdir.

Mondros’tan Londra Konferansı’na...

Mondros Mütarekesi’nin yürürlüğe girmesiyle birlikte İtilaf Devletleri, yıllardır bekledikleri fırsata kavuşmuş ve hiç zaman kaybetmeden işgallere başlamışlardı. Mütarekeyi takip eden günlerde

-Musul ve İskenderun İngilizler;

-Dörtyol, Mersin, Tarsus, Adana Fransızlar tarafından işgal edilmişti.

İngilizlerin ayrıca Kilis, Antep, Urfa ve Maraş’ı işgal etmeleri sorun yaratmıştır, zira bu bölgeler 1916 yılında İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan Sykes-Picot Anlaşması’na göre Fransa’ya aittir.

-Sorun 15 Eylül 1919’da Fransa ve İngiltere arasında imzalanan gizli sözleşmede çözülebilmiş ve İngilizler Sykes-Picot ile Fransa’ya verilmiş olan Kilis, Antep, Urfa ve Maraş’ın yanı sıra Adana, Mersin, Kozan (Sis) ve Cebel-i Bereket (Osmaniye) sancaklarını kapsayan Kilikya’dan ve Suriye’den çekilmişler, karşılığında ise Musul’a sahip olmuşlardı.

...Gerek Mustafa Kemal’in gerekse Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’nin ve halkın tepkilerinden oldukça etkilenen Fransızlar ise General Gouraud’dan önce Suriye’de Yüksek Komiser olarak görev yapan Georges Picot kanalı ile Mustafa Kemal ile ilişkiye geçeceklerdir.

Ancak Picot’un 7 Aralık 1919’da Sivas’ta Mustafa Kemal’e “Adana’da kendilerine sağlanacak ekonomik ayrıcalıklara karşılık olarak Antep. Urfa, Maraş ve Kilikya’nın boşaltılmasının söz konusu olabileceğini” söylemesine karşın görüşmelerden hiçbir sonuç alınamamıştır.(5)

Konu ile ilgili olarak geniş bilgi edinmek isteyenler için web adresi; http://www.atam.gov.tr/index.php?Page=DergiIcerik&IcerikNo=572

İlerleyen bölümlerde Fransızlara o dönem verilen yatırım izinleri açıklanacaktır.

Yukarıda vurgulamak istenenler, Lozan’da masaya oturmadan çok önceleri;

-I. Dünya Savaşında hamile kalan kadına doğum yaptırılmış, doğan çocuğa isim konulmuş ve çocuk anaokuluna başlatılmıştır.

-Fransızların yanında İngilizlerle de, Lozan’da, (Irak-Türkiye sınırı ile ilgili) alınan bir karar yoktur. İhtilaf konusu olan Musul ve Kerkük Petrolleri, Dünyanın o gün için bilinen en büyük petrol yataklarıdır.(aslında önceden alınan kararlar, galiplerin kendi aralarındaki pazarlık bitmediği için orada açıklanmayacaktır.)

İngilizlerin, 5 Ocak 1918’de açıkladıkları, gerçeğinde bunun şifrelerini yıllar öncesinden vermiştir.

-ABD, Lozan Antlaşmasını imzalamadı.

“Kimse söylemiyor, bari ben söyleyeyim... Milli Mücadele’de “düşman ülkeler”..

Bizler bugüne kadar, Kurtuluş Savaşı denince aklımıza hiç ABD’yi getirmedik. Ya da, aklımıza getirtmediler!..

Tekrar düşünelim bakalım, “Kurtuluş Mücadelesi” deyince aklımıza hangi “düşman ülkeler” geliyor?..

Başta Yunanistan, sonra İngiltere, Fransa ve İtalya..

Oysa, “Kurtuluş Savaşı’nda ana düşman ABD” dersek, “hadi canım” der misiniz?..

Böyle diyen ve düşünenler olsa dahi, şuna artık kimse itiraz etmiyor:

“ABD, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş anlaşması olan Lozan’ı resmen tanımadı!..”

1919’ da da Avrupa’ya emir veren abd..

Bugün PKK’ya destek veren, onu yok etmek için silahlı mücadeleye karşı çıkan ve “sabredin!” diyen, Irak’ın kuzeyinde bir Kürt Devleti kuran, ülkemizdeki Kürt ayrılıkçılara siyasal destek veren ABD, 1919’da da karşımızda imiş de haberimiz yok!..

Bizlere de yıllarca “tek düşman” olarak Avrupa gösterildi. Oysa o Avrupalı ülkelere emirleri veren ABD Başkanı Wilson.. Türkiye’yi dörde bölen haritayı yapan da ABD Başkanı Wilson...

ABD Başkanı, “İstanbul bir Türk kenti değildir” diyor; “İstanbul Boğazı ve çevresini ABD mandasına almalıyız” diyor; “Boğazlara ve İstanbul’a Amerikan askeri yerleştireceğiz” diyor; “Yunanistan Başbakanına söyledim” diyor..

Yine aynı tarihte, “Türkler’i medenileştirmek!” için ülkemize 100 bin Amerikan askeri göndermeyi planlıyor.. (Bugün Irak’a yaptıklarını bize yapacakmış da Mustafa Kemal’i aşamamış!..) (6)

(6 sayılı not) Yukarıdaki açıklamaların sahibi olan Sayın Hulki Cevizoğlu’nun;

-“ABD Başkanı, “İstanbul bir Türk kenti değildir... “İstanbul Boğazı ve çevresini ABD mandasına almalıyız” İfadesine katılmıyoruz.

-ABD, içerisinde bulunduğu şartlar nedeniyle, ’Türkiye ile bir Manda ilişkisine girmek istememiştir. Bunun belgeleride ilerleyen bölümlerde açıklanacaktır.

Sayın Cevizoğlu’nun konu ile ilgili açıklamalarının yanında, Yeni Mesaj Gazetesi’nden Sayın Orhan Dede’nin de konu ile ilgili olarak;

ABD’nin Lozan’ı imzalamamasının nedeninin Chester Projesi(*) olduğunu ifade ediyor. Bu proje, demiryollarının finansmanı için gerekli olan kaynağı sağlıyor, ancak bölgedeki tüm madenlerin işletim hakkını 99 yıllığına ABD’ye veriyordu.

Bu alan zengin krom, bakır ve petrol yataklarıyla doluydu. Proje, bazı ayak oyunlaryla TBMM’den geçti.

(O dönem Atatürk'ün izni olmadan Mecliste sinek kanat dahi çırpamamaktadır.)

Ancak Mustafa Kemal, bu anlaşmayı yırtıp attı. Bunun üzerine ABD, Lozan Antlaşmasını imzalamadı. ABD Türkiye’nin sınırlarını hâlâ tam olarak tanımış değildir. İlişkiler ikili anlaşmalarla yürütülmektedir.”

İfadesine de katılmıyoruz. Bunu da belgelerini, Atatürk’le de görüşen Amerikalı Bayan gazetecinin (Türkiye’nin Yeniden Doğuşu" Yazarı, Clair Price) kaleminden aktaracağız.

Özetle, Chester projesi ABD'lilerle imzalanmıştır. Ancak, Musul-Kerkük petrolleri İngilizlerde kaldığı için yapılan bu antlaşma anlamını kaybetmiştir.

Bunu bir zafer olarak sunmak ne kadar doğrudur?

Devam edecek...

www.canmehmet.com

Resim; "Halit Şekerci, Lozan antlaşması karikatürleri

(1) Prof. Matthew Smith Anderson, “Doğu Sorunu, Uluslar arası İlişkiler Üzerine Bir İnceleme “

(2) Birinci Dünya Savaşı resmi olarak, 12 Kasım 1918’de bitmesine rağmen, “Yeni Dünya Düzeni”, bundan aylar önce, 5 Ocak 1918’ de, İngiltere Başbakan Lloyd George tarafından, İşçi Sendikaları Kongresinde açıklanır; “Türkiye’yi başkentinden veya ırkça hakim unsuru Türk olan Küçük Asya ve Trakya’nın verimli topraklarından mahrum etmek için savaşmıyoruz […] Biz, Akdeniz ve Karadeniz arasındaki deniz trafiği uluslararasılasmış ve yansızlasmıs olmak kaydıyla, başkenti Istanbul ile birlikte Türk ırkının anayurdunda Türk devletinin varlığını sürdürmesine karşı değiliz...” (Bayur, a.g.e. c. III/4, s. 620-621.)

(3) ABD Başkanı 8 Ocak 1918’de açıklamaktadır; “Osmanlı Devleti’nin Türk olan kısımlarında egemenliği sağlanacak, Türk olmayan milletlere kendi geleceklerini tayin hakkı tanınacak, Boğazlar uluslararası trafiğe açık olacak ve uluslararası denetim altında tutulacak.” (wikipedi ve alıntıları)

(4) Lozan Antlaşması (Barış Andlaşması, Lozan, 24 Temmuz 1923) 1-Topraklara ilişkin hükümler : Konu ile ilgili olması nedeniyle sadece Suriye-Irak sınırı ile ilgili olan madde verilmektedir. (Tam metin için; http://sam.baskent.edu.tr/belge/Lozan_TR.pdf Web adresine bakınız.

(5) 1921 Tarihli Türk-Fransız Anlaşması hazırlık aşamaları, Prof. Dr. Bige Sükan Yavuz, ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 23, Cilt: VIII, Mart 1992

(6) http://www.cevizkabugu.com.tr/yazilar.asp?procid=37&page=19

Kaynak: http://blog.milliyet.com.tr/Lozan_in_ortusu_aciliyor__Lozan_da_bir_antlasma_olmamistir__Yok__daha_neler___1_/Blog/?BlogNo=338940&RefNo=22


Lozan’da Lokomotif vagonlardan ayrılır. Ve Salip, Hilal’i, Doğu’yu halleder! (son)
17 Aralık '11

Torun, dedenin yüreğinin atışlarını ninni olarak dinleyerek büyür. Devir değişti tabii... dün ağaç, bugün yürek!
“Dede, Kazanan her şeyi alır mı?” Almaz mı be Torun, bir de kazanan Salip olursa! Başbakan Curzon’un akrabası, Hindistan valisinin kardeşi, 1918-1922 yıllarında yeni devletin yapılanmasında adı geçen İngiliz istihbarat subayı Rawlinson’u (*) henüz tanımayanlara bir şarkı çalıyoruz! Desene ki güzelim sen hiç yaşamamışsın!

Birinci bölüm özetle;

-Salip, Lozan’da kendisine sömürmesi için engel olan Hilal’i halleder ve ‘Doğu Sorunu” onların açısından mutlu bir sonla noktalanır. Ve Osmanlı İmparatorluğu’nun ana parçalanma nedeni, Avrupalı tarihçilerin tespitleri ile, “Avrupa devletlerin aralarındaki rekabet ve Osmanlının mirasının büyüklüğüdür.”

-Birinci Dünya Savaşı resmi olarak, 12 Kasım 1918’de sonlanmasına rağmen, savaştan sonra oluşturulacak, “Yeni Dünya Düzeni”, Dönemin büyük devletlerinden ve bu işin öncülerinden olan İngiltere tarafından, aylar önce, 5 Ocak 1918’de açıklanır.

- Lozan antlaşması resmen, 24 Temmuz 1923’te imzalanmasına rağmen, gerçeğinde antlaşma büyük devletlerden;

-Fransa ile, 20 Ekim 1921;

-İngiltere ile, 5 Haziran 1926 Tarihinde imzalanmıştır.

Diğer ifadesi ile, Büyük devletlerle Lozan’da yapılmış olan, oluşturulacak yeni dünya'nın çevre düzenlemesidir. Antlaşma Türkiye ile değil, galiplerin arasındadır.

-ABD’nin Lozan antlaşmasını imzalamaması-nın altında, Chester Projesi mi, vardır.

Perde arkasında İngiltere-Fransa ile ABD’yi, tabiri uygun olursa boğaz boğaza getiren bu proje, “1922 yılında Ankara'nın da gündemine oturur. “Proje görüntüsü itibari ile ulaşım ve kalkınma sorunlarının çözümü gibi insani amaçlara yönelik, masum bir izlenim vermektedir. Ancak, projenin işgal ettiği bölgenin hem siyasi hem de kaynak zenginliği açısından İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin çok önceden dış politikalarının ilgi odağı olduğu hatırlanırsa, bu iki ülkenin böylesi bir proje müzakerelerini başlatmış bulunan Türk-Amerikan b l o ğ u n u n karşısına dikilmekte duraksama göstermeyecekleri açıktı ve nitekim de öyle olmuştur. Chester Demiryolu Projesi, kısa zamanda, uzun vade hedefinin bölgenin sahip olduğu petrol kaynaklarının kontrol altına alınması olduğunun anlaşılması üzerine özelikle Fransa, Amerika ve Türkiye arasında son derece ince hesaplara dayalı gizli diplomasiyi davet etmiştir. (1)

-ABD-Türkiye Manda konusu;”

ABD Başkanı, “...WoodrowWilson'un Türkiye'nin doğusunda bir Ermenistan kurmak çabalarının olmayacak duaya amin demek olduğunu, dağılan Osmanlı Devleti topraklarının hepsinin ya da bir bölümü üzerinde manda üstlenmenin, Türk tepki ve direnişinden başka ABD bütçesi için büyük masrafları ve askeri birlikleri bulundurmayı gerektireceğini çabuk anlamış ve bu heveslerden vazgeçmişti. (2)

...

-İngiltere, Birinci Dünya savaşının başlaması ve sonuçları itibariyle, Osmanlının yıkılmasına-paylaşılmasına öncülük eden ve Osmanlının mirasından en büyük payı alan Fransa ile birlikte devletlerinin önündedir. Ancak, ABD ile petrol nedeni ile takışır ve bu gizli sürtüşme onu dünyanın, “süper gücü” vasfının kaybetmesinin nedenlerinden biri olur. 2. Dünya Savaşında Avrupalıları, Hitler’in karşısında düştükleri zor durumdan da ABD kurtaracak ve “Süper Güç” ünvanını İngiltere’nin elinden almakla birlikte, İngiltere’yi verdikleri borç paralar ile boğazına kadar batağa sokacaktır. Bunların sonucu olarak İngiltere, kırk-elli yılda, Avrupa liderlik sıralamasında aşağılara düşecektir.

Bugün “İngiltere, ekonomik olarak bitmiştir.” Dersek, çok fazla abartmış olmayız.

...

-Birinci Dünya savaşı’nın görünmeyen yüzünde, Salip, Hilal ve bunların evvelki maçlarının rövanşı vardır. Bunun ne olduğunu özellikle açıklamıyoruz.

Meraklıları, bu bilgilere web ortamında çok kolay ulaşabileceklerdir.

Biraz ipucu verirsek;

-Osmanlı İslam Dünyasının görünürde belki de en son bağımsız İslam ülkesi ve lideridir.

-Lider Osmanlı bir lokomotif, Lokomotif’in sembolü de Hilafet tir.

-Hilafet Lozan’da kaldırılarak, Lokomotif (Osmanlı) ile Vagonlar (Diğer Müslüman Milletler) arasındaki bağ koparılır.

Neden?

Nerede ise tüm büyük devletlerin tarihçilerinin, Türkleri-Osmanlıları tanımaları adına yaptıkları binlerce araştırma, binlerce eser vardır.

Peki, bu araştırmalar neden yapılır?

Siz toprağı neden kazar, derinliklerine inersiniz? Elbette bulduğunuz değerli madenleri işlemek değerlendirmek için…

Onlarda yaptıkları araştırmalarda, Bir aşiretin, nasıl cihan İmparatorluğu olabildiğinin sırrını, “Gaza-Fetih” anlayışını bulurlar.

Bunu en önce tespit edenler de İngilizlerdir.

Bu nedenle İngiliz Başbakanı, yazının başında anlatılan Rawlinson’un da akrabası olan bu siyasetçi, bu ifadeyi, çok açık olarak kullanabiliriz, “İslam ve Kuran düşmanı”dır. Bunu konuşmaları ile çok kere ispat etmiştir.

“Türklerin elinden Kuran alınmalıdır” Petrol için zaten karar verilmiştir.

...

-“Sevr anlaşması öncesi Lozan’daki İngiliz temsilcisi Lord Curzon hükümetine verdiği memorandumda bütün batı dünyasının görüşlerine tercüman olarak şu açıklamayı yapıyordu.

-“Türkleri Avrupa’dan ve İstanbul’dan sürmek için 500 yıldır beklediğimiz fırsat doğmuştur. Bu fırsat asla kaçırılmamalıdır.”

-1899 Yılında Avam kamarasında yaptığı bir konuşma sırasında Kur’an-ı Kerimi gösterip masaya atarak “bu Kuran Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hakiki hâkim olamayız. Ya Kuran’ı ortadan kaldırmalıyız veya onları Kur’an’dan soğutmalıyız” diyen İngiliz Başbakanı Gladston ise, Lord Curzon’un bu görüşünü destekleyerek “Barbar Türkleri Asya’ya Sürmeliyiz” açıklamasını yapıyordu...”(3)

...

Bir diğer ifade ile,

Salip’in birinci dünya savaşının görünmeyen yüzünde iki ana hedefi vardır.

- İnandıklarına (Evanjelik anlayışlarına) karşılık gelen, Kuran ve Hilafet,

-Çıkarlarına karşılık gelen, Petrol.

Bu ikisi de Lozan’dan evvel kararlaştırılarak halledilmiştir. Aslında onlara göre, “doğu sorunu” Kapanmıştır.

-Lozan’da İngiltere-Fransa arasındaki sürtüşmeden belki de bizim için gelecek adına yararımıza olan bir durum, Denge ortaya çıkmıştır. İngiltere ve ABD’in birliktelikleri, petrol üzerindeki çıkar hesaplarının beklentilerini karşılamaması nedeni ile çatlamıştır.

Bu pencereden bakıldığında TOP İngiltere’nin, BOP’ ta Amerikalıların eseridir.

...

Her doğru her zaman her yerde söylenmez…

Ancak, bazı doğruları bazı yerlerde söylemek farzdır.

...

Eğer, Yazılanların daha fazla bilgi ile desteklenmesi gerekir diyenler olursa onlara çok kolay ulaşabilecekleri cevaplara ait iki soru;

-İnönü Lozan’dan dönünce, Atatürk’le başbaşa görüşme ihtiyacı duyacaktır? Neden, ki, bu milli-hayati bir meseledir, görüşme yeri meclis olmamalı mıdır?

-Mısak-ı Milli, (Ulusan yemin) Sivas kongresinde alınan bir karar olmasına rağmen en önemli maddelerinden biri olan “Hilafet”e ne olmuştur?

-Lozan antlaşması Meclisten nasıl geçmiştir?

-Daha doğrusu geçmemiştir de, nasıl geçirilmiştir?

-Bu tip uygulamalar Cumhuriyet yönetimlerinde-Meclis uygulaması olan ülkelerde usulden midir?

...

Toparlarsak,

Lozan’da, Şeyh Edebali’nin ünlü ağacı budanmış, kanırta kanırta topraktan sökülmüş, bir saksıya dikilmiş ve bu saksıdaki ağaççık! Uzun süre sentetik ve estetik vitaminlerle beslenmiştir.

...

Son söz;

İngilizlere göre,“Bir damla petrol bir damla kandan daha değerlidir.”

-Dünyanın, o gün için bilinen en büyük petrol yatakları olan Musul-Kerkük alındı mı?

-Yes Sir.

-İngilizlere göre, “Kuran ellerinden alınmalıdır.”

-Kuran ellerinden alındı mı?

-Yes, sir

- Is everything ok?

-Yes sir,

...

-Peki, üç çadırla bir çağı kapatan-açan Osmanlı bunu yer, hazmeder mi?

-Yer ama hazmedemez, çıkarır!

www.canmehmet.com

Resim;masal ve masal .blogcu.com'dan alıntıdır.

(*) Albay Alfred Rawlinson,Bir İngiliz istihbarat subayıdır. Önemi, 1918-1922 yıllarındaki Kafkasya ve Doğu Anadolu'da görevinden ve mensup olduğu aileden gelmektedir. (Lozan’da İngiltere’yi temsil eden) İngiltere Başbakanı Lord Curzon’un yeğeni ile evlidir. Kardeşi İngilizlerin sömürge valisi, amcaları da milletvekilidir. Kazım Karabekir Paşa’nın günlüklerinde anlattığına göre, “Cumhuriyet’i düşünmeleri”ni söylemiştir.

(**)Hilal İslam’ı; Salip Haç’ı temsil etmektedir.

(1)Fransız Arşiv Belgelerinin Işığında Chester Demiryolu Projesi, Doç. Dr. Bige Sükan Yavuz

(2)(http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/45/800/10216.pdf) (Konunun meraklıları detaylar için belirtilen web adresine bakabilirler.)

(3)Prof. Dr. A. Haluk ÇAY, 1996, “Her Yönüyle Kürt Dosyası” S.13–14, Turan Kültür Vakfı Yayınları Ayrıca bakınız, Prof. Karaca’nın “Büyük Oyun” isimli eserine

Kaynak: http://blog.milliyet.com.tr/Lozan_da_Lokomotif_vagonlardan_ayrilir__Ve_Salip__Hilal_i__Dogu_yu_halleder___son_/Blog/?BlogNo=339220&RefNo=22

"A new era will open./Yeni bir çağ açacak"
02.93.2012

Mustafa Armağan: Bu akşam Tarih Atlası'nda gösterdiğim belgede İngiliz Kralı şöyle diyordu: "A new era will open." Yani Lozan'la birlikte yeni bir çağ açılacak. Hangi çağdan bahsediyordu acaba?

Mustafa Armağan: konuşmayı yaptığı tarih 10 Ocak 1924. Yakında yeni bir çağ açılacak demenin anlamı açak değil mi?

Mustafa Armağan: Hilafetin kaldırılması şartıyla Lozan'ı onaylayacakları ve bunun kendileri için yeni bir çağın başlangıcı olduğunu.
http://www.facebook.com/korku.duvarini.yikmak/posts/251957308223967


Hilafetin kaldırılmasını İngilizler mi istemişti?
Mustafa Armağan
04 Mart 2012

İşi gücü bıraktık, 'Ulubatlı Hasan diye biri var mı yok mu?' diye tartışıyoruz. Oysa rivayetin kaynağı olan Makarios'un kitabında her şey vardır da, surlara bayrak diktiği yoktur.

Aksine bayrağın, Ulubatlı Hasan şehit düştükten sonra "başka kulelerde savaşan askerler" tarafından dikildiği yazılıdır. Anlayacağınız, bir "akl-ı evvel" bayrakları Ulubatlı'ya diktirmiş ve bu yama, sorgulanmadan tekrarlanagelmiştir.

Hilafetin kaldırılmasının hikâyesi de benzer bir çarpıtma gayretinin izlerini taşır. Yok Halife Abdülmecid tahsisatının artırılmasını istemiş de, yok şatafatlı bir törenle cuma namazına gitmiş de, yok iktidarda gözü varmış da...

Artık İngiltere ve müttefiklerinin baskı ve zorlamaları yüzünden Hilafetin kaldırıldığını açıkça söyleyebilmeli, bunun çok isteniyorsa o günler için zorunlu olduğu, başka türlü bu devleti yaşatmayacakları itiraf edilmelidir ki, toplum da gerçekleri bilsin.

Central Florida Üniversitesi öğretim üyesi Hakan Özoğlu'nun ABD arşivlerinde bulduğu rapor, bir ABD diplomatının halifeliğin kaldıracağını Washington'a bizden önce öğrenip bildirdiğini ortaya koyuyor. Rapor Washington'a 25 Şubat 1924'te ulaşmıştı. Başka bir deyişle, Türkiye'deki insanların haberi olmadan bir hafta önce, Fransa ve ABD yetkilileri halifeliğin kalkacağını öğrenmişlerdi ("Aksiyon", 13 Aralık 2010).

Bunun anlamı şudur: Batı dünyası Hilafetin kaldırılmasını Lozan'dan beri bekliyor ve istiyordu. Hilafetin kaldırıldığı haberini, dönemin 1. Ordu Müfettişi, yani Halife'nin yaşadığı İstanbul'dan sorumlu olan Karabekir Paşa'nın bile gazetelerden öğrendiğini söyleyeyim de, gerisini siz anlayın.


Halifeliğin kaldırılmasından sonra yapılan bu karikatürün alt yazısında "Darısı diğerlerinin başına" yazıyor.

İlk topta atılan Halife Abdülmecid. Diğer topların ucunda ise Patrikler ve haham var. Ancak Halifeye yeten güç, diğerlerine yetmedi.

Hakan Özoğlu'nun "Cumhuriyetin Kuruluşunda İktidar Kavgası" (Kitap Yay., 2011) adlı kitabında ilginç bir analiz yer alıyor: Ankara, 1922'de Saltanatı kaldırmış ama Hilafete ve Osmanlı hanedanına dokunmaya cesaret edememişti. Çünkü Karabekir gibi muhalif paşalar, İstanbul basını, Osmanlı döneminden kalma siyasetçiler ile Osmanlı hanedanı, Hilafeti kendilerine siper yapmışlar, onun arkasından muhalefetlerini örgütlemeye çalışıyorlardı. Muhalefet cephesinin sindirilip bertaraf edilebilmesi için Hilafetin devreden çıkarılması gerekiyordu. Daha sonra tasfiye sırası nasıl olsa diğerlerine gelecekti.

Yazar, Ankara hükümeti 1922'de muhtemelen bütün Osmanlı hanedanını yurtdışına sürme hamlesini yapacak kadar kendine güvenmiyordu, diyor. Oysa Kâzım Karabekir, daha 1922'de Hilafetin Osmanlı hanedanından alınma planını kendisinin önlediğini yazmaktadır. Gerçi o, Mustafa Kemal'in Hilafeti kendi üzerine geçirmek niyetinde olduğunu da yazar ama konumuz bu değil. Önemli olan, 1922'de Ankara'nın Hilafeti, Osmanoğullarından koparmak için siyasî bir hamle yaptığı gerçeğidir.

Hakan Özoğlu'nun nihai hükmü, Ankara'nın Hilafeti, hanedan tehdidini bertaraf etmek için kaldırdığı şeklinde. Başka bir deyişle "Hilafetin lağvedilmesindeki asıl hedef, Halifenin kendisi değil, Osmanlı hanedanıdır."

Ancak dış dinamiğin ihmal edilmemesi ve bu nedenle konunun daha geniş bir temele oturtulması gerektiğini düşünüyorum. Bence Hilafetin kaldırılması ve laikliğe gidiş, daha Lozan'da dayatılmış, Türkiye'nin kurulmasına bu şartla izin verilmişti. Bunun, Antlaşmaya ayrı bir madde halinde konulmamakla birlikte Osmanlı Devleti'nin eski Müslümanlar üzerindeki Hilafetten gelen ayrıcalık ve haklarının geri dönülmezcesine işgalcilere bırakıldığının açıklanması, Hilafetin bu yeni dönemde gündemde olmayacağının ipucuydu.


Üzerinde Kral V. George'un 10 Ocak 1924 günü Avam Kamarası'na yaptığı belirtilen konuşmanın Türkiye'yi ilgilendiren paragrafında "Lozan onaylanır onaylanmaz yeni bir çağ açılacağı" söyleniyor.

Şimdi birileri köpürecek, biliyorum. Ancak sakin olmalarında yarar var. Zira önemli bir kişisel tanıklık ile ilk defa burada yayınlanacak bir resmi belgeye göz atmadan karar vermeseler iyi olur derim.
Önce tanıklığa bir göz atalım:
Kâzım Karabekir, 16 Ağustos 1923 günü İsmet Paşa'ya, son zamanlarda hükümet çevrelerinden duymakta olduğu din aleyhindeki fikirlerin Lozan'dan geldiği kanaatinde olduğunu söyler. Ona göre Peygamber Efendimiz (sav) ve Kur'an hakkındaki "bu tehlikeli hava" Lozan'dan esmektedir. İsmet Paşa ona 1. Dünya Savaşı'nda Macarlar ve Bulgarlar da bizim gibi yenildikleri halde bağımsızlıklarına Hıristiyan oldukları için dokunulmadığını, bizimse sırf Müslüman olduğumuz için bağımsızlığımızın ortadan kaldırıldığı cevabını verir: "Biz kendi kuvvetimizle bağımsızlığımızı kazansak bile Müslüman kaldıkça sömürgeci devletlerin ve bu arada özellikle İngilizlerin daima aleyhimize olacaklarını, bağımsızlığımızın daima tehlike altında kalacağını anlattı."
Yeterince açık değil mi? Böylece İsmet İnönü, Müslüman kimliğimizden uzaklaşma telkininin Lozan'da yapıldığını itiraf etmiş olur.
İngiliz Milli Arşivleri'nden (National Archives) bulduğum ve ilk kez burada yayınlanacak olan bir "gizli" belge, Lozan'ın Hilafetle bağlantısını net bir şekilde ortaya koyacak nitelikte. 10 Ocak 1924 tarihinde İngiltere Kralı V. George, Avam Kamarası'na yaptığı açış konuşmasında, Lozan'ı ilgilendiren bir kanun tasarısının derhal görüşülmek üzere Parlamentonun gündemine geleceğini belirttikten sonra şu çarpıcı cümleyi sarf eder:
"Bu tasarı kabul edilir edilmez Lozan Antlaşması onaylanmış olacak ve YENİ BİR ÇAĞ AÇILACAKTIR." (As soon as this Bill has been passed, the Treaty will be ratified, and a new era will open.) (CAB/23/46, s. 424)
Kral V. George, Lozan'ın kabul edilmesiyle İngiltere için "yeni bir çağ veya dönem" açılacağını söylerken ne demek istiyordu? Bu, Halifeden kurtuluşun bir tür müjdesi olarak yorumlanabilir mi? Net olarak bilmiyoruz. Ancak İngilizlerin, Lozan'ı onaylamak için Hilafetin kaldırılmasını bekledikleri ve Hilafetsiz bir dünyanın kendileri için "yeni bir çağ"ın açılması anlamına geleceğini düşündükleri açıktır.
Nitekim beklenen Lozan kanun tasarısı Avam Kamarası'nda Nisan 1924'te gündeme alınıp kabul edilmiş, Ağustos'ta diğer taraf devletler tarafından da onaylanarak 1924 Eylül'ünde Cemiyet-i Akvam tarafından tescillenmiştir. Bu demektir ki, Cumhuriyet'in ilk yılının dolmasına çok az bir süre kalmasına rağmen TC henüz tanınmış bir devlet değildi. Hilafet düğümü çözülünce tanınmalar da gelmeye başladı. Artık tasfiye operasyonları başlayabilirdi.

m.armagan@zaman.com.tr
http://twitter.com/mustafarmagan

YUNANİSTAN'A 4 MİLYAR ALTIN FRANKI NASIL ACIYIP BAĞIŞLADIK?



Kurtuluş Savaşı sırasında Yunan ordusunun işgal ettiği Anadolu'da vahşice öldürdüğü binlerce masum insanın yanı sıra onbinlerce ev, bahçe, iş yeri ve kamu binası da yakılarak yılların birikimi yok edilmiş ve Türkiye büyük bir zarara uğratılmıştı. Bu yüzden Lozan Antlaşması'nın 59. maddesi ile Yunanistan'ın gerçekleştirdiği bu yıkımın tamiri için 4 milyar altın Frank ödenmesine karar verilmiş ve Yunan tarafı da ödemeyi resmen kabul etmişti.

Fakat Lozan'da "tazminat" kelimesi yerine "tamirat" kelimesi kullanılarak Yunanistan'ın dünya önünde suçlu olduğunun kabulü engellenmişti. Antlaşmada sadece savaşta Yunanlıların Anadolu'da verdikleri zararı "tamir" ettirme şartı ile yetinmiştik. Halbuki Yunanistan 1 lira bile tazminata mahkum edilseydi suçu tescillenecekti.

Ancak İsmet Paşa "tazminat" almak şöyle dursun Yunanistan'ın mali durumunun kötü olmasını gerekçe göstererek Yunanlıların bile ödemeyi resmen kabul ettikleri 'tamirat' bedelinden vazgeçerek zenginlikleri yakılarak yok edilen Türkiye'nin doğal olarak kazandığı bir hakkı Türk halkı namına Venizelos'a ve Yunanistan'a bağışladı.

Sanki avukatlığı kendisine düşmüş gibi, Yunanistan'ın 4 milyar altın Frank tutarındaki tamirat bedelini ödeyecek malî durumu olmadığını söyleyerek TBMM'nin bütün ısrarlarına rağmen Yunanlıları affetmiş, Meclis'te yaptığı konuşmada ise "Barışın bir an önce gerçekleşmesi için tarafımızdan büyük bir fedakârlık" yapıldığını ileri sürmekten çekinmemişti.

Madem malî durumu iyi olmayan Yunanistan'ın iyiliği için bu parayı affettiniz, peki Türkiye'nin malî durumu çok mu iyi idi de bunun dörtte biri kadar olan Osmanlı borçlarını son kuruşuna kadar ödemeyi taahhüt ettiniz? Neden bu 4 milyar altın Frank parayı Yunanistan'ın kendisi bile resmen ödemeyi kabul ettiği halde siz kendiniz bağışladınız..? Veya borcu bağışlamak yerine neden küçük taksitlere bölerek uzun yıllara yaymadınız? Ya da hiç değilse bu paranın sadece dörtte biri kadar olan (ve 1933 yılındaki konsolidasyonla 962 milyon Franga bağlanan) Osmanlı borçlarını neden Türkiye'nin üzerinden sildirmediniz..?

Halbuki Yunanistan'a lütfettiğimiz paranın dörtte biri ile Osmanlı'dan kalan borçlarımızı ödeyebilir ve bunun üç katı parayı da cebimize koyabilirdik. Oysa yıllarca fakirliklerini Osmanlı borçlarına bağlayıp ödeye ödeye bitiremediğimizi dillerine dolayıp Osmanlı'yı kötüleyen İsmet Paşa ve kafasındakiler işgalci Yunanistan'a bu miktarın 4 katını acıyarak hibe ettiler..

Sonuçta Yunan halkına acıyanlar Türk halkına acımadılar ve Yunanistan'a kıyamayanlar Osmanlı'ya da Türkiye'ye de kıydılar.. Hem de içlerinde hiç bir rahatsızlık hissetmeden..

Kaynak: https://www.facebook.com/OsmanliHayranSayfasi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Sal Mar 06, 2012 8:38 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cmt Mar 03, 2012 1:52 am    Mesaj konusu: AB-D Eşbaşkan Erdoğan’ı tasfiye mi ediyor? -2- Alıntıyla Cevap Gönder

AB-D Eşbaşkan Erdoğan’ı tasfiye mi ediyor? -2-

Murad Salih
03.03.2012



Burada cevaplanması gereken asıl soru şu...

AB-D kendisine bu kadar sadık bir llderi niçin harcamaya karar vermiş olabilir?..

Bu soruya doğru cevap verebilmek için kısa bir tarih yolculuğu yapmak lâzım...

Olay cumhuriyet döneminde geçtiğine göre...

Cumhuriyetin kuruluş dönemine göz atmakta fayda var...

Bu işin ilk düğüm noktası Mudanya Mütarekesi...

Anadolu'daki işgali başarıyla kaldıran ve işgalciyi İzmir’de denize döken bir ordu, Trakya ve İstanbul’daki İşgale sıra gelince niçin durmuş ve Batı emperyalizmiyle masaya oturmaya niçin razı olmuştur?

Bu düğüm çözülmeden...

Yani, “Tam bağımsızlık” hedefiyle yola çıkan,“Ya istiklâl ya ölüm” şiarıyla yürüyen Millî Mücadele şuuru ve onun arkasındaki "Misak-ı Millî" iradesinin Mudanya-Lozan hattında nasıl buharlaştırılıp yokedildiği anlaşılmadan...

Bu kumpasa karşı çıkan 1. Meclis’in muhaliflerinin bir darbe ile niçin Meclis’in kapısına konulduğu da anlaşılamaz...

Bu anlaşılalamayınca da...

Batı emperyalizmine nasıl kul köle haline getirildiğimizi anlamak mümkün değildir...

Ve...

Kendine “uUusalcı” diyen bazılarının yaptığı gibi “Lozan bağımsızlığımızın tapusudur” diye ortalıkta dolanır, dostu da düşmanı da kendinize güldürürsünüz...

Lozan’ın “Tapu belgesi” olduğu doğru da...

Onun "Bağımsızlığımızın tapu belgesi” olduğunu idia edebilmek için tam bir yakın tarih cahili olmak lâzım...

Çünkü Lozan bizim "tam bağımsızlığımız"dan da, vatan topraklarımız üzerindeki egemenliğimizden de feragat ettiğimze, mülkümüzü Batı emperyalizmine “Bila kay ü şart” teslim ettiğimize dair tapu belgesidir...

İstanbul ve Çanakkale boğazları kimin?

Bizimse niçin boğaz trafiğini tehlikeye atan transit gemilere kılavuz kaptan mecburiyeti getiremiyor...

Boğazdan geçen gemilerden geçiş ücreti alamıyoruz?

Boğazların her iki yakasına koruma amaçlı dahi olsa, silahlı askeri alanlar tesis edemiyoruz?

Çanakkale boğazını 1. Dünya savaşında koruyan tabyaların efsanevi topları bile niçin yerinde değil?

Lozan öncesi bizim olan Ege adaları, Yunanları yenmemize rağmen nasıl “Yunan Adaları” oldu?

Misakı Millî’nin kırmızı çizgileri olan bugünkü Kuzey Irak’ın tamamı ile, Antakya (Hatay) dahil Halep’in 40 kilometre aşağısından geçen bir hatla bugünkü bütün Kuzey Suriye’den (Türkmen ve Kürt nüfusun o gün yoğun olarak yaşadığı vatan topraklarımızdı) ne karşılığında vazgeçildi?

Ya Batı Trakya?

Biz Yunanlıları İzmir’den denize dökmemiş miydik?

Vatan topraklarımızdan olan Batı Trakya’yı Yunanlılara kim, niçin hediye etti?

Lozan Anlaşması imzalandğında bu konudaki görüşü sorulan Son Osmanlı Sadrazamı Tevfik Paşa’nın şöyle cevap verdiği rivayet edilir: “Yunan işgali devam etseydi, bu millet birkaç yıl gecikme ile de olsa, istiklâlini yine kazanırdı... Ancak Lozan’da milletin bağrına öyle bir hançer saplandı ki; bu hançerin çıkarılması yüz senede zor gerçekleşir!”

İleri görüşlülük diye ben buna derim...

90 yıl geçti o hançer halâ bağrımızda duruyor...

Çıkaramadık...

Neyse...

Uzatmayalım da konu dağılmasın...

***



Daha yakın zamanlara gelelim ve yeni ortaya çıkan bir belgeye gözatalım:

[Irak işgalinin tam gaz devam ettiği 2003 yılında, Londra'daki Royal Halloway College öğretim üyelerinden Matthew Jones, bir araştırması esnasında "ilginç" belgeler buldu. 1957 yılında Büyük Britanya Başbakanı Harold Macmillan ile ABD Başkanı Dwight Eisenhower arasında yapılmış bir planı gösteren belge, Amerikan ve İngiliz gizli servislerinin desteğinde Suriye'nin işgali öngörüyordu. (tıklayınız:http://www.guardian.co.uk/politics/2003/sep/27/uk.syria1 ) Plana göre Suriye sınırlarında yaşanan bazı olaylar bahane edilerek ülke, "Suriye'nin Batı müttefiki komşusu" tarafından işgal edilecekti. Irak'la Suriye'nin arası iyi. O halde, "Suriye'nin Batı müttefiki komşusu", şimdi olsa olsa Türkiye olabilir! (..) Plan, Washington'da hazırlanmış. Birkaç ayrıntıdan bahsetmekte fayda var. Plandan bölümler:

"Kurtarıcı (muhalif) güçlerin ilerlemesini kolaylaştırmak için, ayaklanmanın ilk aşamasında, önemli şahsiyetler ortadan kaldırılmalı. (...) CIA ve SIS (o zamanın İngiliz gizli servisi) küçük sabotajlar düzenlemeli ve bunun için oradaki bağlantılar kullanılmalı. (...) Olaylar Şam ile sınırlı olmamalı. (...)
Sınır olayları ve manipüle edilmiş çatışmalar bahane edilerek ülke işgal edilmeli. CIA ve SIS, bölgede gerilimi artırmak amacıyla, psikolojik savaşta gerekli gizli operasyonları yapmalı."

Plan yapıldığında Suriye, Soğuk Savaş döneminin Sovyet nüfuz bölgesinde bulunuyordu. ]
(4).

Suriye’de rejimin, dıştan askeri destekle değişikliğini öngeren emperyalist Plan 1957 tarihli...

1957 Türkiye’de seçim yılı...

Demokrat Parti üçüncü defa tek başına iktidar oluyor...

Acaba bu emperyalist plan, Menderes’in önüne seçimi yeniden kazanma diyeti olarak konuldu da...

O bir şekilde ayak mı sürüdü de.. (5)

27 Mayıs NATO darbesiyle devrilip idam edildilerek onun için mi cezalandırıldı?...

Bilmiyorum ama benzerlik ilginç...

Son seçimden önce Libya’nın haçlılar tarafından işgaline ön ayak olan tezkereyi Meclis’ten geçiren AKP (24.03.2011) ...

12 Haziran 2011’de yapılan genel seçimde AB-D/Fetullah medyası ve CHP’nin her zamanki gibi “Kötü adam” rolünü “Tecavüzcü Coşkun”a taş çıkaracak bir inandırıcılıkta oynaması sayesinde; üçüncü defa tek başına iktidara geldi...

Daha seçim yorgunluğunu üzerinden atamadan, seçim öncesi yağlı ballı olduğu Esad’a sövüp saymaya, tehditler savurmaya başladığında herkes hayretler içinde kaldı...

Demek ki seçimleri kazanmanın ilk diyeti Suriye idi...

Menderes’in önüne konulan Suriye’deki planın hemen hemen aynısı Tayyip Erdoğan’ın önüne konulmuştu...

Anlaşılan Emperyalizm, Eşbaşkan’dan Kış’tan önce ordularını Suriye’ye sokmasını istiyordu...

Ancak Rusya, Çin, İran ve hatta İşgal altındaki Irak bile sağlam durunca işler sarpa sardı...

Üstelik önümüz kıştı...

Ve...

Türkiye elektriğinin yüzde ellisini ve ısınmanın büyük bölümünü doğalgazla yapıyordu...

Doğalgazın vanaları ise İran ve Rusya’nın elindeydi...

Rusya ve İran’la kış öncesi papaz olmak Türkiye'deki hükümet için intiharla eş anlamlıydı...

O oldu, bu oldu Tayyip Erdoğan kendisinden beklenen Irak, Afganistan ve Libya’da gösterdiği gibi “üstün bir performansı” Suriye konusunda gösteremedi.

Ve...

Dipnotlar:
4- ). Selçuk Salih Caydi , “Suriye'nin Türkiye tarafından işgalini öngören 1957 Amerikan-İngliz planı mı?” 16.2.12, http://konstantiniye.blogspot.com/

5-) Banu Avar, bu planı Menderes hükümeti’nin kabul ettiğini ancak diğer Arap ülkelerinin kabul etmemesi üzerine planın uygulamadığını iddia ediyor ama: yazısında buna dair herhangibir delil yok. Böyle bir delil veya emare’ye ulaşmış olsaydı bunu tipik bir ulusalcı gazeteci refleksi ile muhakkak kullanırdı diye düşünüyorum. Yani Banu Avar’ın bu iddiası tamamiyle şahsî tahminine dayanıyor olmalı: Bkz: “55 Yıl Sonra Gizli 'PLAN' Yine Masada!”, Banu AVAR, 13 Şubat 2012
(Devam edecek)


Bu yazı dizisinin diğer bölümleri için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?p=5974#5974

''1923'DE 'KÜRT HALK HEYETİ'NİN LOZAN'A GÖNDERDİĞİ TARİHİ MEKTUP''



(Hakikatte bilumum-u Yahudi, Ermeni, Rum, Sırp ve Cermen dönmesi oldukları halde; amansız bir aşk, şevk ve sevda ile “Kürt Meselesi”ne sarılan-soyunan sahtekârlara: “1923′ DE KÜRT HALK HEYETİNİN LOZAN’A GÖNDERDİĞİ TARİHİ MEKTUP” ithaf olunur.)


‘’Biz Kürtler, Turan neslinden bir kavimiz.

Bu günlerde (Lozan konferans görüşmeleri sırasında) İngiltere Yetkili Kurul Başkanı Lord Curzon’un Kürtlere bağımsızlık verilmesi fikrini ortaya atarak, Kürtlerin koruyucusu tavrını takınmasını, hayret ve şaşkınlıkla karşıladık.

Biz Kürtler, Turan neslinden bir kavimiz. Milli hatıralarımız ve özelliklerimizden dolayı Türkler bize ,’’yiğit ve cesur’’ anlamına gelen Kürt ismini vermişlerdir. Kürt adıyla anılan ve büyük hizmetleri geçen kahramanların isimlerinin yaşaması amacıyla, Deminan, Hayderan, Kureyşan ve Lolan gibi isimler kabile ve aşiretlere verilmiştir.

Bu aşiretler bu gün anavatanın Doğu Türklerini oluşturmaktadır. Kürtlerin 1876 tarihinden önceki ve sonraki durumları araştırılacak olursa, İranlı misyonerlerin aşiretler üzerinde yaptıkları çalışmaların sonucunda Kürtler kendi öz dilleri olan Türkçe lehçesini ve öz kültürlerini yavaş yavaş kaybettiler.

Bundan dolayı Erzurum, Van, Bitlis ve Musul taraflarındaki aşiretler, Farsçadan başka bir şey olmayan, Kırmanç adı verilen Farisi lehçeyi konuşmaya başladılar. Bu misyoner faaliyetlerinden az etkilenen, Harput ve Diyarbakır taraflarındaki Kürt aşiretler ise ana dilleri olan Türkçe lehçesi ile karışık Zaza lehçesini konuşmaya başladılar.

Bu Öz Türkoğlu Türkler’i Yavuz Sultan Selim Han, Kürtlerin hanı Şeyh İdris-i Bitlisi’ye gönderdiği fermanla kendi ülkesine dahil etti. O günden bu güne kadar, Türk akrabalarının şefkat ve himayelerinde huzurlu ve rahat yaşamakta ve Türk lehçesi ile de konuşmaktadır.

Yukarıda yapılan değerlendirmeden sonra, İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon’a sorarız ki; İranlılar’ın dilini biraz konuşmakla, o millete mensup olunduğu kabul edilirse, İngilizler de dahil her milletin durumu tartışılır.

Doğu ülkelerini istila eden ve genellikle dünyanın kendi toprakları içerisinde olmasını hayal eden İngilizlerin, diğer milletlerin kabullenemediği ‘’müstemleke‘’ kelimesinin yerine kulağa hoş gelmeyen ve aynı anlamı taşıyan ‘’manda‘’ kelimesinin de aslında aynı şey olduğunu Kürtler anlamıştır.

Dünyadaki zenginlik kaynaklarına sahip olmak isteyen İngilizlerin, 12/10‘u Türk olan Musul’u ve petrol kaynaklarını biz Müslüman Türk’lere çok görmesini hayretle karşılıyoruz.

Lozan Konferansı’nda İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon’un, Dersim (Tunceli) ve Bitlis olaylarından bahsederek tek millet olan Türk ve Kürt arasına ayrılık düşünceleri sokma gayretini biz Kürtler anladık.

Biz Kürtler, Avrupa ve İngiliz diplomatlarının parlak vaatlerinin altında kendi menfaatlerinin olduğunu biliyoruz. Ve bundan dolayı kendi direniş kuvvetlerimizi oluşturduk.

1917 yılında İngiltere Yetkili Kurul Başkanı Lord Curzon gibi bağımsızlık vaatlerinde buluna Ruslar’a biz Kürtler :

‘’Bizi anavatandan hiçbir kuvvet ayıramaz. Bizim rahata kavuşmamız, sizin hemen bu topraklardan çekilmenizle olacaktır.’’

Dedik.

İşte bu gün bütün Kürtler, Lozan’daki Avrupa ve bilhassa İngiliz diplomatlarına aynı yanıtı veriyoruz. Kürtler bağımsızlıklarını, kendilerini yok edecek yabancılara değil, kendi ailelerinden olan Türkler’e ve Onları temsil eden Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ne emanet etmiştir. Sonuç olarak biz Kürtler, İngiltere Yetkili Kurul Başkanı Lord Curzon’un bizler için fikirler üretmemesini rica eder ve Lozan’daki Temsil Heyetine ve başkanı sevgili hemşerimiz (Kürt ) İsmet Paşa hazretlerine başarılar dileriz.’’


İMZALAR:
Umum Kürt Amele ve Esnaf Cemiyeti; İstanbul Umum Kürtleri adına Reis Salih Kâhya; Lolan aşiret reisi; Sabık Erzurumlu İsazade Ahmet; Kürt Gençler Cemiyeti; Düzerzade Dersimli Mehmet Sabri.


KAYNAK: 24 Kanun-i Sani (1339-24 ocak 1923) ,Devlet Arşivleri Genel Müd.,Başbakanlık Osmanlı Arşivi ,HR.İM, 60/3

Ebru Gündüz bende bir lolan aşireti mensubuyum ve biz türküz . yaptığım büyük araştırmalar sonucunda orta asyadan gelmiş olduğumuzu ve lolanlıların ipek yoluna yakın bir yerde bulunan lau lan bölgesinde ikamet ettiği biliniyor ve oğuzların koluna aittir yıllarca ipek yoluna hakimiyet kurmuş bir aşirettir lolan ayrıca yukarıda sayılan aşiretlerin tümü hasbe has türktürler. bir lolanlı olarak yukarıda sayılanları doğruluyorum ayrıca lolan aşireti bu güne kadar gelmiş en büyük aşiretlerdendir halen orta asyada bulunmakta, türkiye ve avrupaya yayılmışlardır Türk olarak.


Lozan zafer mi, hezimet mi?
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Lozan Anlaşması'na ilişkin “Birileri de Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştı” sözleri anlaşmanın “Zafer mi, hezimet mi?" olduğu yönündeki tartışmaları yeniden başlattı. Lozan Barış Anlaşması konusunda araştırmalar yapan akademisyen ve gazetecilerle konuştuk. 30 Eyl 2016 Güncelleme 12:48 TSİ
Konular: TÜRKİYE

"Tarihte bize ne yaptılar. 1920'de bize Sevr'i gösterdiler, 1923'te Lozan'a bizi razı ettiler. Birileri de Lozan'ı 'zafer' diye yutturmaya çalıştı. Her şey ortada. İşte şu an Ege'yi görüyorsunuz değil mi? Bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan'da verdik. Zafer bu mu? Oralar bizimdi. Oralarda bizim camilerimiz, mabetlerimiz var ama şu anda hâlâ Ege'de kıta sahanlığı ne olacak, havada, denizde ne olacak bunları konuşuyoruz, hâlâ bunun mücadelesini veriyoruz. Niye? İşte o anlaşmada masaya oturanlar sebebiyle. O masaya oturanlar, o anlaşmanın hakkını vermediler. Veremedikleri için şimdi onun sıkıntısını biz yaşıyoruz.”

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Perşembe günü muhtarlara yaptığı konuşmada, Lozan Barış Anlaşmasına katılan Türk heyetini bu sözlerle eleştirmiş ve Lozan anlaşmasının “zafer” diye sunulmasına karşı çıkmıştı.

Lozan Barış Anlaşması hakkında 1960’lı yıllarda kitap yazan tarihçi Kadir Mısırlıoğlu kitabının adını “Lozan, Zafer mi, Hezimet mi?” koymuştu. Türkiye’de Lozan Barış Anlaşması daha çok bu soru üzerinden tartışılıyor. Bu soruyu Lozan üzerine araştırmalar yapmış kişilere sorduk.

Taha Akyol: Zafer demek de, hezimet demek de siyasi tavırdır. Araştırmak lâzım

“Bilinmeyen Lozan” kitabının yazarı ve aynı adlı belgeselin yapımcısı Hürriyet yazarı Taha Akyol, söz konusu soruyu yanlış buluyor:

“Lozan, hezimet mi, zafer mi? sorusunu yanlış buluyorum. Lozan’a zafer demek de hezimet demek de siyasi bir tavırdır. Lozan’ı araştırmak lâzım.”

Akyol, Adalar konusunda ise tek cümlelik yanıt veriyor:

“Biz adaları 1911-1912 yılında İtalya ve Balkan Savaşlarında kaybettik.”

Akyol bugün Hürriyet gazetesindeki köşe yazısında da, "Büyük zaferi Lozan’da heba etmediler; bazı eksikler olsa da yapılabilecek olanı yaptılar. En önemlisi de Osmanlı bütçesinin üçte ikisini alıp götüren Düyun-u Umumiye ve kapitülasyonları kaldırarak bağımsız Türkiye’yi kurdular" ifadelerine yer verdi.

Profesör Baskın Oran: Türk tarafı olarak alınabilecek en iyi şey alındı

Lozan üzerine araştırmalar yapan Profesör Doktor Baskın Oran da "Zafer mi, hezimet mi?" sorusunu sevmeyenlerden.

“Bu soru cahilce bir soru. Neden biliyor musunuz? Lozan Barış anlaşması iki savaşı sona erdirdi. Nedir o iki tane savaş Türkiye’nin yenildiği “1. Dünya Savaşı” ve Türkiye’nin yendiği “Kurtuluş Savaşı”. Dolayısıyla Lozan Anlaşması bu ikisini birden sona erdirdi. 'Zafer midir, hezimet midir?' diyenlerin bilmediği bu. Türk tarafı olarak alınabilecek en iyi şeyin alındığına benim zırnık kadar şüphem yok.”

Baskın Oran’a göre, Türk tarafının istediğini almasındaki en büyük etken İngiltere’nin Lozan anlaşmasını bir an önce sonlandırma isteğiydi.

"Dünya Savaşı sonrasında Lozan yapılırken dönemin dünya gücü İngiltere’nin başı beladaydı. Ülkede insanlar 'Çocuklarımızı artık terhis edin' baskısı yapıyorlardı. İkincisi başında İrlanda sorunu vardı. Ülke içinde siyasi liderler arasında sert çatışmalar vardı. Özet olarak bir an önce barış yapıp kendi iç meselelerine dönmek istiyordu. Bu arada da İngiltere ile Fransa ve Fransa ile İtalya çatışma halindeydi. Nitekim Fransa, İngiltere’ye 1921 Ankara anlaşmasını yaparak büyük kazık atmıştı. Fransa, Gaziantep, Maraş civarlarından çekilivermiş, İngiltere’yi iyot gibi açıkta bırakmıştı. Müttefikler arasındaki bu kavga gürültü ortamında bir an önce anlaşma yapılması gerekiyordu. Bu sebeple Lozan, Türkiye’nin isteklerinin büyük çoğunluğunun kabul edilmesiyle sonuçlanmış bir anlaşmadır."

Mustafa Armağan: Lozan'ın hezimet olduğu açık

Tarihçi Mustafa Armağan ise Lozan Barış Anlaşmasının bir hezimet olduğunu savunuyor. Armağan’a göre görüş farklılığı olabilecek tek konu hezimetin büyüklüğü:

"Lozan’ın Sayın Cumhurbaşkanımızın da ifade ettiği gibi bir zafer değil hezimet olduğu açık fakat kaç sıfır yenildiğimiz hususu 3 sıfır mı, 5 sıfır mı, 7 sıfır mı olduğu tartışılabilir; bu noktada görüşlerimiz farklılaşabilir. Misak-ı Milli hedeflerine bile ulaşamamış, Batum’u, Antakya’yı, Adaları, Batı Trakya’yı alamamış; Kıbrıs’ı, Mısır’ı Sudan’ı İngilizlere bırakmış bir anlaşmadır. Neticede bizim canımızı dişimize takıp kazandığımız, o kadar şehit verdiğimiz İstiklâl Harbi’mizin kazandığımız zaferin bir karşılığı olmamıştır. Batı Trakya, o tarihte daha fazla Türk içeriyordu. Misak-ı Milli bize Türklerin çoğunlukta yaşadığı yerler Misak-ı Milli’ye dahildir deniyordu. Batı Trakya, Yunanistan’a bırakılıyor, Doğu Trakya Türkiye’de kalıyor, Batı Trakya’nın Yunanistan’a kalmasının hiçbir makûl açıklaması olamaz. Eğer bir zafere kazanmışsanız zafer kazandığınız ülkeye nüfusu yüzde 80 Türk ve Müslüman olan bir bölgeyi bırakamazsınız bu açık bir hezimettir. Ege adaları, İtalyanlara bırakılmıştır, Ege Adaları onların hakkı değildir. Ege adaları İtalyanlara geçici olarak bırakılmıştır ama Lozan’da bunlar mevzu bahis edilememiştir. Lozan’ın zafer olduğu bir yanlıştır."

Elçin Macar: Türkiye büyük oranda hedeflerini tutturmuştur

Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Profesör Doktor Elçin Macar da Lozan Anlaşması’nın “Hezimet” ve “Zafer” kelimeleri ile tartışılmasını doğru bulmuyor.

"Bir kere bu iki kelimenin üzerinden tartışılmasını pek anlamlı bulmuyorum. Çünkü bir kere uluslararası konferanslar ve onların sonucunda oluşan uluslararası anlaşmalar birer diplomatik sürecin sonucudur. İster istemez bir al ver sürecinin sonucudur yani hiçbir zaman da tarafları yüzde 100 tatmin etmez. Lozan döneminde Türkiye’nin öncelikleri vardı. Birincil olarak önem verdiği meseleler vardı, daha aşağıdaki meseleler vardı. Böyle bakıldığında biraz acilen Osmanlı mirasını tasfiye etmek ve yeni devlet kurma sürecinde daha çok bağımsızlığa ve sınırlara odaklanmış bir diplomasi izlemişti Türkiye. Aslına bakarsanız da her ne kadar tam istediği gibi olmasa da büyük oranda hedeflerini tutturmuştur. Kapitülasyonların kaldırılması ile Balkanlar da özellikle de Yunanistan ile sınırlarını Türkiye kendi istediği biçimde çizdirdi. Tam olarak istediğini alamasa bile öncelikleri açısından Lozan, Türkiye açısından başarılıdır denilebilir. Adalar ise o zamanlar İtalya’daydı. Lozan’da gündeme bile gelmedi. 2. Dünya Savaşı’nda İtalya yenildikten sonra adalar Paris Anlaşması ile Yunanistan’a verildi."

Lozan zafer mi, hezimet mi?
30 Eyl 2016



Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Lozan Anlaşması'na ilişkin “Birileri de Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştı” sözleri anlaşmanın “Zafer mi, hezimet mi?" olduğu yönündeki tartışmaları yeniden başlattı. Lozan Barış Anlaşması konusunda araştırmalar yapan akademisyen ve gazetecilerle konuştuk.

"Tarihte bize ne yaptılar. 1920'de bize Sevr'i gösterdiler, 1923'te Lozan'a bizi razı ettiler. Birileri de Lozan'ı 'zafer' diye yutturmaya çalıştı. Her şey ortada. İşte şu an Ege'yi görüyorsunuz değil mi? Bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan'da verdik. Zafer bu mu? Oralar bizimdi. Oralarda bizim camilerimiz, mabetlerimiz var ama şu anda hâlâ Ege'de kıta sahanlığı ne olacak, havada, denizde ne olacak bunları konuşuyoruz, hâlâ bunun mücadelesini veriyoruz. Niye? İşte o anlaşmada masaya oturanlar sebebiyle. O masaya oturanlar, o anlaşmanın hakkını vermediler. Veremedikleri için şimdi onun sıkıntısını biz yaşıyoruz.”

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Perşembe günü muhtarlara yaptığı konuşmada, Lozan Barış Anlaşmasına katılan Türk heyetini bu sözlerle eleştirmiş ve Lozan anlaşmasının “zafer” diye sunulmasına karşı çıkmıştı.

Lozan Barış Anlaşması hakkında 1960’lı yıllarda kitap yazan tarihçi Kadir Mısırlıoğlu kitabının adını “Lozan, Zafer mi, Hezimet mi?” koymuştu. Türkiye’de Lozan Barış Anlaşması daha çok bu soru üzerinden tartışılıyor. Bu soruyu Lozan üzerine araştırmalar yapmış kişilere sorduk.

Taha Akyol: Zafer demek de, hezimet demek de siyasi tavırdır. Araştırmak lâzım

“Bilinmeyen Lozan” kitabının yazarı ve aynı adlı belgeselin yapımcısı Hürriyet yazarı Taha Akyol, söz konusu soruyu yanlış buluyor:

“Lozan, hezimet mi, zafer mi? sorusunu yanlış buluyorum. Lozan’a zafer demek de hezimet demek de siyasi bir tavırdır. Lozan’ı araştırmak lâzım.”

Akyol, Adalar konusunda ise tek cümlelik yanıt veriyor:

“Biz adaları 1911-1912 yılında İtalya ve Balkan Savaşlarında kaybettik.”

Akyol bugün Hürriyet gazetesindeki köşe yazısında da, "Büyük zaferi Lozan’da heba etmediler; bazı eksikler olsa da yapılabilecek olanı yaptılar. En önemlisi de Osmanlı bütçesinin üçte ikisini alıp götüren Düyun-u Umumiye ve kapitülasyonları kaldırarak bağımsız Türkiye’yi kurdular" ifadelerine yer verdi.

Profesör Baskın Oran: Türk tarafı olarak alınabilecek en iyi şey alındı

Lozan üzerine araştırmalar yapan Profesör Doktor Baskın Oran da "Zafer mi, hezimet mi?" sorusunu sevmeyenlerden.

“Bu soru cahilce bir soru. Neden biliyor musunuz? Lozan Barış anlaşması iki savaşı sona erdirdi. Nedir o iki tane savaş Türkiye’nin yenildiği “1. Dünya Savaşı” ve Türkiye’nin yendiği “Kurtuluş Savaşı”. Dolayısıyla Lozan Anlaşması bu ikisini birden sona erdirdi. 'Zafer midir, hezimet midir?' diyenlerin bilmediği bu. Türk tarafı olarak alınabilecek en iyi şeyin alındığına benim zırnık kadar şüphem yok.”

Baskın Oran’a göre, Türk tarafının istediğini almasındaki en büyük etken İngiltere’nin Lozan anlaşmasını bir an önce sonlandırma isteğiydi.

"Dünya Savaşı sonrasında Lozan yapılırken dönemin dünya gücü İngiltere’nin başı beladaydı. Ülkede insanlar 'Çocuklarımızı artık terhis edin' baskısı yapıyorlardı. İkincisi başında İrlanda sorunu vardı. Ülke içinde siyasi liderler arasında sert çatışmalar vardı. Özet olarak bir an önce barış yapıp kendi iç meselelerine dönmek istiyordu. Bu arada da İngiltere ile Fransa ve Fransa ile İtalya çatışma halindeydi. Nitekim Fransa, İngiltere’ye 1921 Ankara anlaşmasını yaparak büyük kazık atmıştı. Fransa, Gaziantep, Maraş civarlarından çekilivermiş, İngiltere’yi iyot gibi açıkta bırakmıştı. Müttefikler arasındaki bu kavga gürültü ortamında bir an önce anlaşma yapılması gerekiyordu. Bu sebeple Lozan, Türkiye’nin isteklerinin büyük çoğunluğunun kabul edilmesiyle sonuçlanmış bir anlaşmadır."
Kaynak: El Cezire
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com