EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

ESATİR VE MİTOLOJİ’YE DAİR: 1

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FELSEF'Î DÜŞÜNCELER
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Arl 17, 2017 10:41 pm    Mesaj konusu: ESATİR VE MİTOLOJİ’YE DAİR: 1 Alıntıyla Cevap Gönder

ESATİR VE MİTOLOJİ’YE DAİR: 1
Selim GÜRSELGİL
17 Aralık 2017



“Ölüm Odası (B-7)” adlı dev eserinin tefrikasının son bölümünde, eski Yunan tanrısı Zeus’u “büyük akIl sahibi” diye tabir eden İBDA Mimarı, daha sonra bu mevzuda şunları söylüyor:

Lâtince, IUPPITER-Jüpiter. Romalılar’ın en büyük Tanrısı. Alt yapısı, tahrib olmuş Musa Aleyhisselâm dini olan Yunan mitolojisi’nin baş Tanrısı, Zeus. (Allah’tan başka İlâh olmadığını bildiren Kelime-i Tevhid’ten sonra, inanılan ve rol verilen Zeus’un Mitoloji’deki rolü’nün, Yaratıcı değil, aslı Allah’ın İbda’ isminin, Hakk’ın Hak üzerine kaimliği cihetiyle kul yönü tasarrufu olduğunu belirtelim. Yaratıcı değil de, “Murakabe ve kontrol edici, denetleyici bir güç”… Mutlak hakikatinin İslâm’da olduğunu söyledik; sapkınlığını da… O, bir çaldırma; Mutlak ölçüleri olmayan… Zeus: Ze-Us… Ze-Zu: Sahib… Us: Büyük kadeh. “Akıl”… Zeus: İçgüdü’den, insiyaktan gelenleri alan, murakabe eden, denetleyen… Batı’nın, “Biz onu, güzellik gözüyle görüyoruz, akıl yoluyla değil!” dediği Mitoloji’nin, malûm hakikatle iptali: “Sadece güzel, aldatıcı da olabilir!”… Doğru’nun olmadığı yerde, güzel de yoktur; Zeus’un kendi kendinden ibaret murakabe edici bir Müz oluşu belli… Put, nefsin kendi reyini, Allah ve Resûlü’nün reyine tercih ettiği yerde başlar; o, ameliyle doğrulayıcı olacak, onun rengine, sıfatına bürünmeye memur… Hakikatler, Allah’ın muradıdır, mahlûkudur. Böyle anlaşılmak üzere, İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin sözü: “Şübheli bir Hadîs’i bile, akla üstün görerek teslim olunmasını isterim!”… Şübheli Hadîs, Hadîs İlmi içinde bir mevzu; zayıf olup olmaması. Yâni oturup da mesnedsiz, “Hadîs” diye uydurulanlar değil): 7626: DERVİŞ MUHAMMED SEMERKANDİ-332 mührü. “En büyük ebcedle”.

Burada altını çizeceğimiz ibare şu: “…tahrib olmuş Musa Aleyhisselâm dini olan Yunan mitolojisi’nin baş Tanrısı, Zeus.” Ve devamı, tekrar tekrar üzerinde durulmaya değer mânâlandırlamalar…

Bu mevzu, yeni yazı dizimizin girizgâhı olsun!

İBRAHİM PEYGAMBER VE ZEUS

Esatir ve Mitoloji’nin Onüçüncü bölümü “Baba” başlığını taşıyor. Bölümün diğer parçaları: İbrahim Aleyhisselam, Baba, Zeus, Mousalar’dır.

İbrahim Aleyhisselam bahsinden küçük bir alıntı yapalım:

“İbrahim – İbranice’de

`baba` ve `cumhur` mânâlarına gelen

`eb` ve `reham`dan mürekkep bir kelime

`milletin babası` demek

telaffuzda ufak bir değişiklikle

Arabça’da da var

– İbranilerle Arablar’ın yakınlıklarına delil! –

İbrahim Aleyhisselam’da tecelli eden

mehimî hikmet – `ifrat halde aşk`

Allah’ın dostu sıfatlı

ve dört büyük Peygamber’den

derecesi ikinci...”

En büyük peygamber, Allah Sevgilisi‘dir. Ondan sonra İbrahim Aleyhisselâm gelir. Ondan sonra Musa Peygamber. Dördüncüsü, İsa… Dört büyük Peygamber bu şekilde sayılmıştır. İslâm tasavvufunda, zaman, başından sonuna kadar 7 devreye ayrılır ve bu devrelerden herbirine 7 büyük peygamber hilâfet eder: 1. Hazret-i Adem, 2. Hazret-i İdris, 3. Hazret-i Nuh, 4. Hazret-i İbrahim, 5. Hazret-i Musa, 6. Hazret-i İsa, 7. Allah Resûlü… Bunlar aynı zamanda 7 felekle de ilgili ve kozmik anlamlara sahiptir. Evvel zamanın öğretilerinde “tanrılar” dedikleri…

Esatir ve Mitoloji’de söz edilmiyor ama, Romalılar’ın en büyük tanrısı Jüpiter kelimesine verilen mânâ da kökeninde “İbrahim” kelimesiyle hemen hemen özdeştir. Bu ismin “yov peder” şeklinde iki ayrı kelimeden oluştuğu düşünülür ki, o da İbrahim gibi “cumhurun babası, milletin reisi”dir. Kezâ Hint mitolojisinde Brahman ve Yunan mitolojisinde Zeus, benzer anlamları ihtivâ eder.

Zeus’tan lûgat mânâsı olarak söz etmediğimi bir şerh olarak belirteyim. Zeus’un lûgat mânâsı hakkında okuduğum bir çok analize rağmen, bilmiyorum. Yalnız Zeus’un efsanesinde İbrahim Aleyhisselâm’ın kıssasını andıran; meselâ gizlice bir mağarada doğurulduğu…

Uzatmayalım; bir mânâ, her milletin kültür süreci ve tarihî macerası içinde zamanla farklı anlamlar kazanmış, mitoloji sürekli yenilenmiş ve yeniden üretilmiştir.

Esatir ve Mitoloji’den;

“Helen – eski Yunan – panteonunun

en büyük tanrısı

ışık – aydınlık – gök

ve yıldırımlar tanrısı

fakat Apollon güneş’le

veya Poseidon denizle

nasıl aynı değilse

Zeus da aynı değil – gökle…



Helen düşüncesinde tanrılar

gelişmelerinin başka bir safhasında

-belki sahib oldukları-

kozmik değeri kaybetmişler

dolayısıyla Zeus sadece

bir efsane kahramanıdır



(…) âlemşümul bir `kudret` olarak

bu Zeus anlayışı

Homerik şiirlerden itibaren gelişerek

kadim Yunan’da – filozoflarla

tek tanrı anlayışına varmıştır

cevr ve cefaya tahammül ahlâkı

stoacılar – Zeus onlarda

kosmosta cisimleşmiş tek tanrı sembolü

kâinatın kanunları – Zeus’un

düşüncesinden başka bir şey değil:

-“Bu – tanrının tekâmül sürecinin son noktası

ve mitolojinin sınırlarını aşarak

ilahiyat ve felsefe tarihinin mevzuu...”

2 Nisan 2013

PEYGAMBER – I

Peygamber, Farsça kelimedir. Anlamı “haberci” demek. Arabçası “nebi”… Veya “resûl” de peygamber karşılığı; Türkçesi “elçi, gönderilmiş kimse”… Şeriat sahibi olan peygamberlere “resûl”, başka bir peygamberin şeriatına tabi peygamberlere ise “nebi” denir. Bu ayrım, Arapça dışındaki dillerde yoktur.

Peygamber, ister “nebi” olsun, ister “resûl”, mutlaka Allah tarafından görevlendirilmiş olmalıdır. Allah tarafından görevlendirilmediği halde peygamberlik davası güdene “mütenebî-sahte peygamber” denir. Peygamberlerin sahtesiyle gerçeğini ayırdetmek ise müminlerin özelliğidir. Onlar Allah’tan olanı ve şeytandan olanı ayırdederler. Tıpkı bir kuyumcunun sahte altınla gerçeğini ayırdetmesi gibi…

Hâsılı peygamber, “Allah’tan haber getiren”dir. Ona karşı insan ise “doğrulayıcı” veya “yalanlayıcı”… Doğru haberi doğrulamak mü’minin vasfıdır, doğru haberi yalanlamak ise kâfirin vasfı; kezâ yalan haberi yalanlamak müminin, yalan haberi doğrulamak kâfirin vasfı… Demek ki, peygamberler karşısında iki tip insan var: Doğruyu yanlıştan ayırdedebilen ve ayırdedemeyen insan… Belki ikincisini şöyle tarif etmek daha doğrudur: Yanlışa meyleden insan… Çünkü kâfirlerin çoğu, doğrunun kendisinden başka her şeyi doğrulamaya hazırdır; bir tek ondan hoşlanmazlar.

Şimdi ben burada öncelikle şu şaman artığı arkadaşa cevap vermiş olayım: Bizim için Allah’tan ve Peygamberinden gelen hiçbir şey, hiçbir şekilde tartışma konusu değildir. Ama beşer yapısı her şey tartışma konusu olabilir, yalanlanabilir, değiştirilebilir. Tarihe bakışta da bu böyledir: Ne ki, Kur’ân’da ve hadiste geçer; o artık bir rivayet değil, gerçektir. Ne ki, tarih hakkında falancanın anlatımıdır, şüpheden ırak değildir.

Yarın maç var, göreceksin… Binlerce “haber” yazarı aynı maçı seyrettikleri halde, birbirinden çok farklı yorumlar yapacaklar. Zaman geçtikçe, seyrettikleri maçı daha az hatırlayacaklar; birisi şurasını, birisi burasını daha iyi hatırlayacak. Birisi abartacak, milleti coşturacak; onu daha çok sevecekler, söylediği, olmayan şeyleri bile kabul edecekler. Misal: Atsız’ın Kürşat efsanesi… Doğruluğunu gösterecek hiçbir delil yok; ama onun uğruna can verecek binlerce genç var; onun gibi olmak isteyen… Kur’ân ve sünnet ise bu tür şaibelerden uzaktır.

Diğer taraftan, Peygamberler Tarihi, Yahudilerin millî tarihi değildir. Tam aksine, Peygamberler tarihini millîleştiren ve bir millî tarih haline getiren, Yahudi hahamlarıdır. Orada Arabların atası İsmail, Ad kavmine gönderilen Hud, Semud’a gönderilen Salih gibi peygamberler var. Bunların Yahudilerle ne alâkası var? Bunlar sadece bilinen örneklerdir. Peygamberler tarihinde ismi geçen peygamberlerin “gerçek tarihleri” bilinmemektedir.

Şimdi burada şaman artığı arkadaşa hak verebilirim: Kuran’da geçen kıssalar, bizim anladığımız anlamda “tarih” değildir. Ad, Semud, Eyke denilen halkların kimler olduğu, nerede yaşadıkları, kendilerine ne ad verdikleri, hangi dönemde yaşadıkları bilinmemektedir. Burada İsrail Oğulları sadece nisbet noktasıdır. Onlar bir zamanlar “seçilmiş halk”tı. Büyük peygamberler, her dönemde onlara yol gösterirdi. Hazret-i Musa‘dan sonra peyderpey, “kovulmuş halk” oldular. Tıpkı İblis’in önce “seçilmiş” iken sonra “kovulmuş” olması gibi…

Ama dediğim şekilde; Peygamberler hakkında Kuran’dan ve hadislerden öğrendiklerimiz, bizim anladığımız anlamda birer tarih bilgisi değildir. “Nass”tır. Onun içinde yer ve zaman genellikle tayin edilmemiştir. Toprağın altından çıkarılan bir veri değildir; zamanın ötesinden gelmiştir.

25 Nisan 2013

PEYGAMBER – II

Rivayet değil, nass’tır dedik. Bu anlamıyla tarih değildir; ama tarihe dayanaktır. Çünkü nass kadar sabit bir hakikat olamaz; o Allah’tan gelmiştir. Allah, peygamberlere Cebrail vasıtasıyla hitab eder. Peygamberler’in öncelikle bundan korktuğu, şaşkınlığa uğradığı, delirmiş veya hastalanmış olmaktan ürktükleri, ancak daha sonra ikna oldukları ve giderek mutmain oldukları söylenir. Demek ki peygamberlik, sadece bizim için değil, peygamberler için de olağanüstü, tabiatüstü bir şeydir.

Burada evvelce yarım kalmış bir mevzuya da açıklık getirelim. Bu iş, mantıkla olmaz, imaânla olur; imân derken mücerret mânâda inanmayı kasdetmiyorum; teknik anlamda, gözün görmesi için gereken ışık gibi, “anlayışa yol gösteren nur“u kastediyorum. Mücerret mânâda imân; doğruya da inanmak, yanlışa da inanmak, her türlü inanmak fiilini kapsar. Hâlbuki mümin kelimesinin kökenindeki imân, o ancak Hakk’a inanır, bâtılı dışta bırakır; Hakk’ı Hak olarak bilir ve tanır; bâtılı bâtıl olarak… Ayırdedici vasfı budur.

(…)

Şimdi Peygamber mevzuu da öyle… Aslında Peygamber mevzuu hakikat mevzuundan hiç de farklı değil. Peygamberin peygamber olduğunu bilmek, hakikatin hakikat olduğunu bilmekten ayrı bir mesele değil. Bunu mantıkla bilemezsin. Ya?.. Hakikati nasıl biliriz? Ruhumuzda hakikati bilmeye yönelik bir hassa olması sayesinde; ve olduğu kadar… Hakikatler derece derece ve basamak basamaktır; bazılarını herkes anlar, bazılarını çok az kişi anlar, bazı hakikatler de insan anlayışından uzakta kalır. Peygamberler de öyle; bazı peygamberleri, büyük bir kalabalık, bazılarını çok az kimse, bazılarını da hiç kimse anlamamıştır. Bu onların delillerinin güçlü veya zayıf olmasının yanında, çağdaşları arasında onları anlayacak hassaya sahip insanlar olup olmamasıyla da ilgilidir.

Aslında peygamberleri tanımak derken, prensip olarak hepsini tanımak değildir bu. Prensip olarak bir tanesini tanımak, ona inanmak, onunla diğerlerini tanımaktır. Meselâ biz müslümanlar, Allah Resûlü‘ne inandığımız için diğer peygamberleri biliyoruz. Yoksa ne gördük kendilerini, ne sözleri bize eksiksiz ulaşmıştır. Kuran’da geçtiği ve Allah Resûlü tarafından anlatıldığı için, ismi geçen kimselerin peygamberler olduğunu biliyoruz. Yoksa bilemeyiz…

100 binden fazla peygamber geldiğini, yine bu yoldan biliyoruz. Meselâ Muhiddin-i Arabî demiştir ki, “Hazret-i İsa ile Allah Resulü arasında bir peygamber zuhur etti, Yemen taraflarında, adı Sinan (tam hatırlayamadım), ona kimse inanmadı“… Yine İmam-ı Rabbanî der ki, işte Hindistan’da şu kadar peygamber zuhur etti, bunların mezarlarını bile gösterebilirim, birisine birkaç kişi inandı, birisine hiç kimse inanmadı, vesaire, vesaire… Tarihin her köşesinde peygamber zuhur etmiştir; ve bunların peygamberliği, kendilerini inanılıp inanılmamasından bağımsız olarak vardır.

Bunları nereden bilebiliriz? Aslında bundan sonra peygamber gelmeyeceğine göre, bu bizim gündemimiz değildir; her kim peygamberlik iddiasına kalkışırsa, onu kovarız. Tarihte ise, belki benzerlikler yoluyla akıl yürütebiliriz; yoksa kesin olarak bilemeyiz. Meselâ bazı Türkçüler Oğuz‘un İskender olduğunu, peygamber olabileceğini söylüyorlar; bilemeyiz. Yine ben Afrika mitolojisi okurken birisinden şüpheleniyorum mesela… Veya bir zamanlar, verilere dayanarak, Yunanlı bilge Solon‘un Kur’an’da geçen Salih Peygamber ile aynı kişi olabileceğinden şüphelenmiştim.

Ama bu bir imân konusu değil, bir araştırma konusudur. Sadece hakkında nass olan (Kur’an hükmü olan) peygamberler imân konusudur. Birisine inanırsın, hepsini bulursun, birisine inanmazsın, hepsini yitirirsin. İşin özcesi!..

25 Nisan 2013

Selim Gürselgil

Kaynak: Adımlar dergisi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FELSEF'Î DÜŞÜNCELER Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com