EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

TUĞRUL ÇELİK: “YAŞAYAN NECİP FAZIL” MİRZABEYOĞLU VE İBDA -9

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FİKİR YAZILARI
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Ekm 10, 2017 11:12 pm    Mesaj konusu: TUĞRUL ÇELİK: “YAŞAYAN NECİP FAZIL” MİRZABEYOĞLU VE İBDA -9 Alıntıyla Cevap Gönder

TUĞRUL ÇELİK: “YAŞAYAN NECİP FAZIL” MİRZABEYOĞLU VE İBDA -9

“HAYAL BU YA, HAPİSHANEDEYİM”



Hayal bu ya…
“Hapishanedeyim… Hayal bu ya!..”
Böyle diyor Mirzabeyoğlu, “Damlaya Damlaya”nın daha başlarında…
“Hayal bu ya” demesinin üzerinden aşağı yukarı 2 yıl sonra gerçekten hapse girecek, hayal gerçek olacaktır.
“Damlaya Damlaya”, hapisten bahsediyor ama dışarıdaki hapisten, “yaşadığımız günler”den ve dünyadan…
“Hayal bu ya”, bilindik demir parmaklıklar ardında olmasa da zindandayızdır “Damlaya Damlaya”da…
Okura bir “zindan edebiyatı” değil, “damla damla biriken” bir ıstırabın anlatıldığı; hayallerle gerçeklerin, tahlillerle tarkiblerin ve tespitlerin “harmanlandığı” bir eser yazmış Mirzabeyoğlu.
Necip Fazıl’ın “Yılanlı Kuyudan Notlar”ına nisbetle yazar Mirzabeyoğlu “Damlaya Damlaya”yı. Yılanlı Kuyu’da olma durumu devam edegelmiştir onda.
“Hayal bu ya hapishanedeyim” derken acaba sezmiş miydi iki yıl sonrasını?
Bilmiyorum ama, “Damlaya Damlaya”da ‘tefekkür’ün tanımını yaparken şöyle diyor: “Sezgi ve aklın arasını birleştirmek.”
Hemen sonra dağılan tespih tanelerini -kendini ve eserlerini- yeniden toplayıp ipe dizerken, yani “kendi hâl izahını” yaparken de mahkûmiyete giden yolun sırrından bahsediyor Mirzabeyoğlu. Sezgi mi değil mi bilemiyorum…

Ölüm odası-doğum odası
“Damlaya Damlaya”, daha önce “Şiir ve Sanat Hikemiyatı”nda karşıma çıkan “İlimde tecrid, teşhis için; şiirde teşhis, tecrid içindir” tanımına yeni bir anlam vermeme neden oldu. Bana karmaşık gelen bu kavramı “Damlaya Damlaya”dan sonra şöyle de anlamlındırabiliyorum:
“Aradıkça bulmak, buldukça aramak.”
Aramak, bulmak, bulduktan sonra yine aramaya devam etmek. Kendini bilmek ve muhasebeye çekmek.
“Uğraştığım işin ruhumu teskin eden bir tarafı var” diyen Mirzabeyoğlu da bence bu uğraştan bahsediyor “Damlaya Damlaya”da.
Gerçek anlamda bir hapis hayatından değil de dünyadaki hapislikten bahseden ve “Damlaya Damlaya”da buradan notlar gönderen Mirzabeyoğlu, “ölüm odası” kavramıyla meselenin tam zıddına da vurgu yapıyor.
“Demem o ki, odama ölüm odası adını vermem, heran yeniden doğmaya memur insan ‘oluş’una nisbetle, oranın ‘doğum odası’ olmasından.”
Mirzebayoğlu’nun “Ölüm Odası” isimli bir kitabı daha var. “Damlaya Damlaya”daki “ölüm odası” kavramı da kitapta beni en çok düşündüren yer oldu.
Sussun, her zaman yaptığını yapamasın, küssün yani bir çeşit “ölüm”e yatsın diye atıldığınız zindanın, bir yeniden “doğuş” odasına dönüşmesi, dönüşebilmesi fikri “Damlaya Damlaya”nın en çarpıcı ve umut verici ve de düşünmeye değer yanı…
Belgesellerde gördüğümüz mağaralara resimleri, buraları barınak yapan, aslında burada yaşamak zorunda kalan, gelişme çizgisi içinde bir süre burada “hapis” olan insanoğlunun yaptığı yarına dönük bir eylemdi. Bir dertten muzdariplikten doğan yazma eyleminin en “ilkel” hali olarak…
Yine dönemin egemenlerince hapse atılan Ali Kuşçu’nun “kalemsiz kitapsız” zindanında yaptığı astronomi hesapları…
Bir battaniye üzerinde muhayyel bir satranç tahtasıyla oynayarak Czentovic’i yenecek ustalığa gelen Prof. B… Zihni ve ruhu dört bir yandan kuşatılan Zweig’in “Czentovic’i yenebilirim” diye düşünebilmesi…
Bunlar umudun ve inancın benim aklıma yazıyı yazarken gelen örnekleri… Ve elbette okurken sizin aklınıza da onlarcası gelecektir. Ve eserini okuduğum Mirzabeyoğlu’nun hapiste yazdığı onlarca eserini de bundan ayırmamak gerekiyor.
“Ölüm odası”nı bir “doğum odası”na çevirebilmekten bahseden Mirzabeyoğlu’nun “Damlaya Damlaya” eseri üzerinde düşünebileceğimiz başka şeylerden bahsediyor.

Modern-makine insanı
Mirzabeyoğlu’nun “Damlaya Damlaya”sının ikinci önemli bulduğum noktası yaptığı modernizm eleştirisi. Bu doğrudan bir Kemalizm eleştirisinden çok daha genel bir reddiye bana göre.
“Ölen” insandan bahsedilmesi, “ölüm odası”nı da doğrudan çağrıştırıyor. Burada ele aldığı “makine/makineleşmiş” insan. Peki bu “makine” insanın yaşadığı yeri doğum odasına çevirme şansı var mı?
Yok, çünkü hissi, aşkı, vicdanı yok!
Mirzabeyoğlu’nun deyimiyle tıpkı “‘kalb’ dedikçe, ‘aşk’ dedikçe, ‘vecd’ dedikçe öküz gibi bakan sözde İslamcı geçinen mankafalar” örneği gibi… Eleştirdikleri modernizm içinde onunla aynı cephede duran zihniyeti burada açık ediyor “Damlaya Damlaya”…
Tıpkı Zamyatin’in “Biz”i gibi sayılarla ifade edilen, nesne üreten, kendisi de nesne olan ve nesne tüketmeye programlanmış “insanlık”tan bahsediyor “Damlaya Damlaya”. Kadını “otomobili” gibi gören “erkek”ten bahsediyor. Oldukça modern bir modernizm eleştirisi var “Damlaya Damlaya”da.
Makineleşmeye yönelik eleştiriler içinde “kendinden zuhur” meselesini doğal olarak gündeme gelen bir durum olarak algılıyorum. Belli kurallar içinde devam edegeldiği için bir çeşit “durağanlık” kazanan sisteme, “kendinden zuhur”la bir hayat aşısı mı verilmiş oluyor sorusu aklıma geliyor. “Damlaya Damlaya”nın akla getirdiği pek çok “damla”dan biri de bu oluyor.

Eleştirinin güzelleştirici yönü
“Damlaya Damlaya”, okurken pek çok farklı nokta üzerinde bir şeyler söylüyor. Eleştiri ile ilgili söylemi ise yine Mirzabeyoğlu’nun üç yıl önceki konferansına götürüyor.
Diyor ki: “eleştiri… Dil böyle güzelleşir dudaklarımızda ve bilmeyen böyle tanır, bilmediği bir yana, bilmediğini!”
Eleştiri deyince olumsuzluğu akla getirme zihniyetinden ne kadar uzak, konuşmaya ve iletişime ne kadar önem veren bir tanımlama… Samimiyet meselesi kitaptan yıllar sonraki konferansında da ilk cümlesi olmuştu Mirzabeyoğlu’nun…

“Yeme” adabı bilmeyen Don Juan’lar
“Yiyin efendiler yiyin” yazıldığı zamandan buyana yakın tarihimizde iktidarı gaspedip halkı sümürenlere yöneltilen bir söylem olagelmiştir ya… “Damlaya Damlaya” yeme adabını anlatırken meseleyi öyle bir göze sokuyor ki, hem de Allah resulünün sözleriyle…
Medeniyet taşıyıcısı olarak Peygamber sözünün ümmete yeme-içme adabını öğrettiğini, tokluğun felaketlerini, açlığın faziletlerini anlattığını hatırlatıyor “Damlaya Damlaya”.
Bence bununla ilgili satırlar, sağlık-sıhhat meselesinden çok ruhi ve ahlaki “açlık”la ilgili yazılmış. Mirzabeyoğlu’nun bir okuru olarak bunun, “yiyici efendiler”e yönelik bir eleştiri olduğunu düşünüyorum. Bilmem yanılıyor muyum?
Don Juan örneği ise kullanılış açısından oldukça ilginç bir değerlendirme olmuş. Don Juan karakterinin üzerinde taşıdığı özellikler psikolojik ve politik haliyle fetihli, mehterli, hayali “Yeni Osmanlıcı” zamanlara cuk diye oturacak cinsten. Mevzu önemli değil, nasılsa inanacak var:
“Don Juan’ın ihtirası elde etme değil, yalnız fethetmekti. Mevzua aldırmaz. Onu fetheder etmez, atar. Henüz ulaşamadığına kıymet verir.”

Aksiyon ve Mirzabeyoğlu’nun “Üstad”ı
“Aksiyon” kavramının Necip Fazıl özelinde ve daha çok onun şahsında tartışıldığı “Damlaya Damlaya”da “aksiyon”, sıradan bir hareket olmayıp; cansızların, nebatın ve hayvanın hareketinin dışında -hatta kimi insanın hareketinin dışında- bir anlam verilerek değerlendiriliyor.
Yeni her hareketin “aksiyon” olmaması meselesi…
Necip Fazıl’ın “Ağaç” dergisi üzerinden açtığı “aksiyon” mevzuunda Mirzabeyoğlu, “kavgacı yazar-kavgacı mizaç” üzerine konuşurken, “aksiyon verici kalem” olarak “Necip Fazıl der, kalırım” diyor.
Burada “Geçmişi tanıyıp geleceğe ilerleme özü”nü vurgulayan Mirzabeyoğlu, “aksiyon”un yalnızca görülen hareketlerle sınırlı olmayıp, düşünce hareketini de onun içine koyuyor.
Bu anlamda Necip Fazıl’ın hem düşünce hem de siyasi partiler içindeki varlığı ile aksiyoner kişiliği öne çıkıyor.
Mirzabeyoğlu’nun “Üstad”ı ile ilgili bu sözleri, Mirzabeyoğlu’nun da bir aksiyon adamı olduğu gerçeğini örtmüyor tabii.
Ve gelelim öze… Adımlar Avrupa geçtiğimiz haftalarda benimle yaptığı röportajda “Mirzabeyoğlu’nu bir cümleyle açıklar mısınız” diye sormuştu. Onun hakkında söylediğimi tekrar etmeyeceğim ama “Damlaya Damlaya” hakkında bu kadar yazdıktan sonra tek cümleyle ne diyebilirim diye düşündüm, şunu buldum:
“İnsanın özelliği, hürriyet içinde yaşamak değil, bir hapishanede hür yaşamaktır.”
Hapiste hür yaşayanlara selam olsun!

Tuğrul ÇELİK

Kaynak: TürkSolu

“GÖLGELERİN GÜCÜ” ÜSTÜNE
Gökhan YAMANGÜL
27 Ağustos 2017

Türk Solu Gazetesinde uzunca bir süredir, Tuğrul Çelik imzasıyla İBDA Mimarı Salih MİRZABEYOĞLU’nun eserlerine dair inceleme ve değerlendirmeler yayınlanıyor. İlgi ve merakla takip edenler arasındayım. İlk olarak Necip Fazıl’la Başbaşa eseri etrafında iki yazıyla yola koyulan genç yazar, daha sonra sırasıyla Yaşamayı Deneme, Müjdelerin Müjdesi, Üç Işık ve Adalet Mutlak’a Konferansı ile Şiir ve Sanat Hikemiyâtı etrafında toplam altı yazı kaleme almıştı. Kendisini İslâmcı olarak vasıflandıran kesim içinde, 40 sene boyunca Salih Mirzabeyoğlu ve İBDA Külliyatı etrafında, kendi bağlıları dışında tek bir ciddi makalenin yayınlanmadığını varsayarsak, her şey bir yana, sadece kronolojik olarak bile bu yazıların ne kadar değerli olduğu takdir edilecektir. . Bütün bu yazıların ortak özelliği şu: Dürüstlük, saygı, ciddiyet, aydını “aydın” yapan merak, anlamaya odaklı uyanık bir şuur…

Tuğrul Bey, son olarak, Türk Solu Gazetesinin dün yayınlanan 545. sayısında “Gölgelerin Gücü” başlığı ile İBDA Mimarı’nın 1984 yılında yayınlanan Gölgeler romanını incelemiş. Diğer yazıları için kullandığım ifadeler, hiç tereddütsüz bu yazıya da yakışır.

GÖLGELER romanı öyle bir eser ki, kahramanları arasına Emil Zola‘dan, Stefan Zweing‘e kadar birçok başka romancının kahramanını da katıyor. Hani, yepyeni bir film düşünün ki, eski zamanların unutulmaz film karakterleri de o filmin içinde bir rol üstünde… Yönetmen, eski zaman yönetmenlerinin kahramanlarını da oyuna dâhil etmiş. Eserin merkezî karakteri Adem’in izdüşümleri olarak… Karanlığın belli noktalarına sırmalı bir çerçeve içinde tutulmuş kaleidoskop gibi…

Kelimenin içerdiği mânânın ne olduğunu bilerek konuşuyorum… Bu eser, muhtevasından ayrı ve onu da içine katarak, kurgusal planda Türk Edebiyatının en DEVRİMCİ romanlarından birisidir. Kalıpları yıkmıştır. Eğer bizde sihirli bir edebiyat atmosferi olsaydı, bir zamanlar batıda James Joyce’un Ulysses’sine nasıl bir değer biçildiyse, benzer muhakeme içinde Gölgeler’e de bir kıymet atfedilirdi.

“Zaman” ve “mekân” kavramlarının determinist çizginin sınırlarını alt üst ettiği, bir günde mi, bir asırda mı, hayalde mi, reelde mi yaşandığı belli olmayan, ama hep aynı merkeze gidiş ve gelişler… Belki de Ulysess ile arasındaki en mühim fark bu… Ruhî bütünlük… Zâhirdeki dağınıklığın ötesinde, bütün yolların Roma’ya değil de, Adem’in yoluna çıkması… Çünkü, zıddının da hakikatini arıyor. İntihar eylemcisinden tutun, nedendir bilmem, bana Oğuz Atay‘ın ironik ve kavruk zekasını anımsatan, kafası cin gibi işleyen, sahteyi yakalamakta mahir alkolik Nadir Bey‘e kadar…

Bazen düşünürüm: İBDA Mimarı dileseydi, bütün ülke tarafından “Romancı Mirzabeyoğlu” olarak tanınmak isteseydi, hele şu vakaların iç yüzünü tespitteki eşsiz hüneriyle, bunu çok kolay başarırdı. İsminin başına “Şair” kelimesini kondurmayı arzulasa, ki bence bu kelimenin en çok yakıştığı isimlerden, eleştirmenlerin gözdesi olurdu. Oysa ne derece doğrudur bilmiyorum; 1970’lerin sonunda dilden dile dolaşan, mitinglerde okunan Aydınlık Savaşçıları tefrikasını da, “baktım, Aydınlık Savaşçıları şairi olarak kalacağım, bırakıverdim yazmayı” diye sonlandıranın kendisi olduğu rivayet edilir. Sanırım hiçbir sıfatın, hiçbir vasıflandırmanın KUMANDAN ve FİKİR ADAMI kimliğinin önüne geçmesini istemiyor. Diğer bütün hüviyetlerini de, bu ana merkezin unsuru olarak ve onu beslediği müddetçe benimsiyor.

Tuğrul Çelik Bey’in, İBDA Mimarının kitaplarına dair yazdığı, serinin yedinci denemesi olan “Gölgelerin Gücü”nü okurken, bütün bunlar bir kere daha aklımdan geçiverdi. Yazıyı keyif ve mutlulukla bitirdim. Ama bu güzel yazı, Türk edebiyatı eleştirmenlerinin günahına kefaret yerine geçmez. Bilakis, onların bu roman etrafındaki 30 küsur senelik ayıbının Tuğrul Bey tarafından ifşası olur. Bu vesileyle O’na ve bu yazıları büyük bir cesaret örneği ile neşreden Türk Solu idarecilerine teşekkürlerimi sunarım.

Kaynak: ADIMLAR Dergisi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FİKİR YAZILARI Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com