EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Hakan YAMAN: ERDEMİN YENİ HİKÂYESİ

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> EDEBÎYAT
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Eyl 25, 2017 7:35 pm    Mesaj konusu: Hakan YAMAN: ERDEMİN YENİ HİKÂYESİ Alıntıyla Cevap Gönder

ERDEMİN YENİ HİKÂYESİ
25 Eylül 2017

1 – HENRY JAMES’i HATIRLAMAK

Emel ZOR’un ADIMLAR’da tefrika edilen Bir Varoluş Çabası adını verdiği hikâyesini okuyup bitirdiğim anda, aklıma gelen ilk cümle, Amerikalı romancı Henry James’e atıfla, “işte erdemin yeni hikâyesi!” oldu.

Henry James bir 19. Yüzyıl romancısıdır. Edebiyatla ilgilenenler için bunun karşılığı, roman sanatının saadet asrıdır. Bu devirde yazılanları çıkarın, dünyanın büyük romanlarının belki üçte ikisini yok etmiş olursunuz. Gerisi de, diğer bütün yüzyıllara kalır. Artık hangi kesişen yıldızların, hangi burcun şakasıysa; geldikçe gelmiş… Fransa’da Balzac, Stendhal, Victor Hugo, Flaubert, Mauppassant, Zola ve daha niceleri… Rusya’da romanın “ermişi” Dostoyevski başta olmak üzere, Tolstoy, Turgenyev, Gogol, Puşkin, Gonçarov… İngiltere’de Dickens, Bronte Kardeşler… Ve ihtiyar Avrupa’da roman altın çağını yaşarken, onu takip ve taklit eden Amerika’da Jack London’dan daha önce, “dünya çapında” ifadesine ilk erişen bir Henry James ile Mark Twain var. Amerika’nın diğer evrensel romancıları, Hemingway, Steinbeck gibi ustalar 20. Yüzyılın adamlarıdır. 19. Yüzyıl doğumlu Jack London’ı da büyük eserlerinin yazılış tarihi itibarıyla yirminci de saymak gerek.

Henry James, Amerika doğumluydu ama bu yeni ülke, kültür anlamında da henüz çocukluk çağında olduğu için, o yüzyılın yazıya hevesli bütün genç kıta aydınlarının gözü-kulağı ihtiyar Avrupa’daydı. Henry James’te soluğu orada aldı. Tıpkı Rus romanının Avrupa’da tanınmasında ilk büyük rolü oynayan ve ömrünün son senelerini Fransa’da geçiren Turgenyev gibi, James’de hayatının yarısından çoğunu Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yaşamış ve ölmeden evvel İngiliz vatandaşlığına geçmiştir. Kaderin cilvesine bakın ki, Fransa’da bir Rus romancıyla bir Amerikalı romancı arkadaş oldu. Henry James, Turgenyev aracılığı ile Fransa’nın büyük romancılarıyla tanışma, onların çevresine girme şansı buldu. İhtiyar kıta, elli sene sonra kan düşmanı olacak doğunun ve batının iki imparatorluğunu, iki romancının şahsında Paris’te buluşturup, onların romanına yön tayin etti. Henry James’i o çevreye Turgenyev soktuğu için, evrensel değerdeki Amerikan romanına da Rus eli değmiş oluyordu. O Turgenyev ki, yine kendisinden sonra yetişen Tolstoy’u oralarda tanıtmak, tercüme edilip okunmasını sağlamak için az uğraşmadı. Ne yazık ki, hür düşünceli bir liberaldi ve kendi ülkesinde bunun horlanmışlığını hep yaşadı.

Şimdi bütün bunların Emel Zor’un çalışmasıyla ilgisi ne? Hani, hikâyesinin başlarında; “bazı yaşanmışlıkların hep üzerimizde kalmasını istemekten” söz ediyor ve “tıpkı vefa borcumuzu bir ân önce ödemek ister gibi onu kayıt altına almak” arzusunu dile getiriyor ya… Bu, aslında hikâye içinde hikâyenin yazılış gerekçesinin de izahıdır. Adına vefa borcu mu denir; yoksa başka bir ifade mi bulmak gerek, emin değilim. Ama sadece geçmişimizde yüz yüze tanışıp üstümüzde etki bırakanlar için değil, bizi bir dönem sarsan, sürükleyen, duygulandıran, düşündüren, olumlu veya olumsuz etkileriyle kendi kendimizle yüzleşmeye mecbur bırakan bütün yazarlara karşı da böyle bir borç hissi duyan birisi olarak; “Bir Varoluş Çabası”nın çağrıştırdığı Amerikalı romancıyı da kayıt altına almak isteyiverdim. Sadece görüp duyduklarımız değil, okuduklarımız da bizim geçmişimizdir; biz’dir ve biz’dendir. Bütün iyi ve kötü tesirleriyle… Ve kaç yaşında olursak olalım; büyümeye devam ediyoruz. Borçlarımız da birikmeye…

Henry James, Amerikan edebiyatının en iyi romancısıdır diyemem ama psikolojik derinliklere nüfuz etme noktasında açık ara en ustasıdır. Esas şahsiyet kıvamına Birleşik Devletler’in uluslararası güç olma süreciyle paralel olarak 20. yüzyılla beraber ulaşan Amerikan romanı, daha çok Amerikan pragmatizminin edebiyatta bir yansıması olarak, derinlikli karakterlerden çok, hareketli kişiliklerden oluşur. Şahsiyetlerin renklerini duygusal yoğunluklarından değil, hadiseler karşısındaki pratik tutumlarından süzeriz. Bunu da çok ustaca ve takdire şayan bir göz keskinliği ile yaparlar. Yine de evrensel insanı yakalamak için bunun yeterli olmayacağını bilen dehalar, ömürlerinin belli bir bölümünü eski kıtada geçirmiş ve buradan beslenmiştir.

James ise bu noktada apayrıdır ve gerçekten bir Amerikalı romancıdan çok, özellikle son eserlerinde psikolojik roman üstadı Fransız Marcell Proust’un romandaki atası gibi durur. Onunla Amerikan edebiyatını yan yana getiren tek şey, nüfus kâğıdındaki doğum yeri ve bir de eser karakterlerinin çoğunluğunu, tıpkı kendisi gibi Avrupa’ya yerleşmiş Amerikalılar arasından seçmesidir. Hadiselerin kendisinden çok onların psikolojik etkileri üstünde durur ve onu göstermeye çalışır. Erkek kardeşinin de Amerika’nın önde gelen psikolog-filozoflarından William James olması ve onunla arasındaki irtibat ile rekabetin de muhtemeldir ki, bu konulardaki ustalığında önemli payı vardır.

İşte, bu sözünü ettiğimiz romancının, 150 sene önce yazılmış “Erdemin Öyküsü” adını verdiği kısa bir hikâyesi vardır. Kısa dememiz, James’in eserlerinin genel hacmine nispetledir. Çünkü bazı ünlü romanları 1000 sayfaya yaklaşan, hikâyeleri bile küçük bir roman kadar olan yazarın, “erdeme” dair yazdığı 20 sayfa, belki en kısa çalışması olabilir.

James, bu kısa hikâyesinde, erdemli kalan, duygularına yenik düşmeyen ve günahtan uzak durmayı başaran bir kadının edebiyat açısından bir değeri olup olmayacağını merak etmiş, bizzat hikâye kahramanlarına da bunu sorgulatmıştır. O hikâyede de tıpkı Emel ZOR’un hikâyesinde olduğu gibi kadın bir yazar vardır. Bu kadın yazar, Fransız edebiyatına çok tepkilidir:

-“Fransızlar bize durmadan hep aynı kadın-erkek çiftini sunuyor. (…) Sanırım ben her şeyden çok dürüst bir kadın arıyorum.”

Oysa tartıştığı adam bunun mümkün olmayacağı düşüncesindedir:

-“Öyleyse, dürüst kadını büyük aşklar anlatan romanlarda aramayın. Onun yeri yurdu bu kitaplar değildir.”

Ve aralarındaki tartışma şu şekilde sürer:

-“Büyük aşkla ne demek istediğinize bağlı değil mi bu?”

-“Sanırım ancak tek bir şey demek isteyebilirim: Büyük aşk, dürüst davranışın düşmanıdır. (…) Katı ve garip bir yasa deyiniz isterseniz siz buna, ama iyiler gönül serüveni yaşamak lüksünden yoksun kalmak zorundalar. Aslında iyi olmak bu tür serüvenlerden uzak durmak değil midir?”

-“Gönül serüveni dediğiniz şeyin ne olduğuna bağlı değil mi bu?”

Konuşma bu konu etrafında uzar gider. Kadın yazarın tartıştığı adam, evli bir albaydır ve sonradan öğreniriz ki, bu kadın içten içe onu sevmektedir ama bunu asla dile getirmeyecek, uygunsuz bir ilişki için harekete geçmeyecektir. Hikâye şöyle biter:

“… işinin ustası bir yazarı, gerekli düş gücüne ya da cesarete sahip bir yazarı ihya edecek bir serüven değildi onunki; kendine zarar vermeyecek, başkalarına da hiçbir yararı dokunmayacak, küçük, ürkek, aç bırakılmış, kişisel bir doyumdu, o kadar. Böyle bir ilişki de –albay görüşünde diretiyordu- budala bir yazardan başka hiç kimse, en ufak bir öykü kırıntısı görebilir miydi?” (Erdemin Öyküsü için bkz: Henry James, Kısa Romanlar – Uzun Öyküler, İş Bankası Kültür Yayınları, 3.Basım, 2016, s: 169-191)

James, 20 sayfacık da olsa erdemi hayatının merkezine koyan bir kadını hikâye kahramanı yapmış, ama yine de son sözü, güçlü bir edebî eserde erdemli kadınların başrolde olamayacağı iddiasını savunanlara vermiştir. İnsanları günahlara sevk eden psikolojik alt yapı için binlerce sayfa ruh tahlilleri yapan, daha doğrusu, günaha meyleden iradelere psikolojik kılıf giydirmek için binlerce sayfayı bulan romanlar yazan Henry James’in erdemli bir kadına dair yazarlık hayatının belki de en kısa hikâyesini yazması, konu açısından ironik bir detaydır. Bu noktada büyük romancıların, insanların işlediği günahlardan beslendiği ve okuyucunun merakını da bu günahların tetiklediği gibi, türlü mantık istismarlarına açık bir durum çıkıyor ortaya. Oysa günahı anlatmak ile idealize etmek çok ayrı şeylerdir. Çirkini kusursuz anlatabilmek de güzel’dendir ve yanlış’a bir roman formunda can vermek, yerine göre doğru’nun en büyük hizmetçisidir. Salih Mirzabeyoğlu’nun Anafor isimli kitabında yer alan iki “poetik” mısra, sadece şairlere değil, romancıya da estetik bir “öz” vermektedir düşüncesindeyim:

“çirkin veya güzeli GÜZEL SÖYLEMEK
güzel veya çirkin yapacağın iştir.”

Bu ifadeyi, İslâmî estetik idrakine yol verici Şiir ve Sanat Hikemiyatı davasının, seneler evvel atılmış tohumu olarak görmekten kendimi alamam. Bir eserin edebî kıymeti ne anlattığı ile değil, nasıl anlattığı ile tartılır. Bu anlamda, hikâyedeki kadının “erdemli kahramanlar istiyorum!” dileği kadar, o tür kadınların edebiyatta yeri olamayacağı, çünkü günahtan uzak duranların hayatında, anlatmaya değer, ilginç bir şey bulunamayacağı tezi de meseleyi kökünden çevrelemekten uzak, tek boyutlu yaklaşımlardır. Usta bir yazar, bir çakıl taşının macerasından bile insanlığın evrensel meselelerine uzanan renkli bir konu çıkarabilir. Bunun yanında, erdemli bir kahramanı eserin merkezine koymak da, erdemi idealize etmeyi başarmak anlamına gelmez. Ele aldıkları konu ne olursa olsun; iyi yazarlar vardır; bir de yetersiz ve yeteneksiz yazarlar… Arada da bunların türlü tonu…

Günahtan sakınanların edebiyattaki yeri denilince, James’in hikâyesinden yaklaşık 40 sene sonra yazılan, Andre Gide’in Dar Kapı isimli şaheserini de hatırlamamak olmaz. Bu başlı başına ayrı bir yazı konusu olmak gerek bir novelladır. “Olmak” ve “ermek” isteyen dindar Allice’in bu uğurda kendi hayatıyla beraber, ona deli gibi âşık bir başka hayatı da nasıl heba ettiği gerçeği ile içimiz burkularak yüzleşiriz. Yazar bunu asla söylemez, ama okuyucuda “olmaz olsun böyle nefs terbiyesi!” duygusu uyanır. Gide, gırtlağına kadar “Dünya Nimetleri” içinde boğulmuş bir yazar olarak, nefsinin arzularıyla savaşan erdemli bir genç kızın bu oluş çilesini kusursuz anlatmıştır; ama eseri okuyup bitirenler, Allice’e gıpta etmek yerine öfkeyle karışık bir acıma duyar. Demek ki, erdemi anlatmak ile idealize etmek aynı şey olamaz. Bir eserin estetik değerine ne anlattığı ile değil, nasıl anlattığı ile yaklaşıyorsak; fikrî yapısına da, neyi anlattığı değil, neyi idealize ettiği noktasından bakabiliriz.

Yine erdemli kalmayı başaran kadınların edebiyattaki yeri bahsinde Nobel ödüllü ve Gide ile kanlı bıçaklı denilecek seviyede kavgalı, koyu katolik François Mauriac’ın “Ateşten Nehir” isimli küçük romanını da hatırlamadan geçemem. Mauriac, Necip Fazıl’ın kendi çağdaşları içinde en takdir ettiği romancılardandır ve hatta Büyük Doğu’dan seneler önce, daha Ağaç mecmuasında, onun roman sanatına dair bir tetkikini neşretmiştir. “Romancı Allah’ın maymunudur!” cümlesiyle başlayan meşhur yazı… Günümüz kitapçı vitrinlerinde onun romanlarına pek rastlayamıyor olsak da, 1950’li ve 60’lı yıllarda özellikle Varlık Yayınları pek çok eserini basmıştır. Hatta bir romanını da Engerek Düğümü adıyla Peyami Safa çevirmiştir. Ateşten Nehir, bende Dar Kapı’ya verilmiş bir cevap intibaı bırakır. Böyle hissetmemde, Gide ile yaşadıkları polemiğin etkisi olabilir.

Stefan Zweig’ın “Yakıcı Sır” isimli uzun hikâyesinin de, Ateşten Nehir’i hatırlatır bir yanı vardır ve son bir irade ile kadın o meşum fiilin kıyısından dönmeyi başarır. Fakat nihayetinde Mauriac’ın da, Zweig’ın da eserini heyecanlı kılan ve okuyucuyu sürükleyen unsur, o “günahın” gerçekleşip gerçekleşmeyeceği merakıdır; erdem, eserlerin sonunda görünür, merkezde değil. Üstelik her ikisinde de, kadınların kendi iradelerinden çok, onlara engel olan bir başka kahraman aracılığı ile… Ateşten Nehir’de bir rahibenin çabası, Yakıcı Sır’da ise son anda ortaya çıkıp, planları bozan ufak çocuk…

Kısacası, bu eserler tam anlamıyla Henry James’in sorusuna karşılık olamazlar. Çünkü her ikisinde de erdem, şuurlu bir günah saldırısıyla imtihan edilmektedir. Dar Kapı’da ise günah yoktur; ama erdem cazibesini yitirmiş, acınacak bir duruma düşmüştür.

İşte, Emel ZOR’un yedi bölüm hâlinde tefrika edilen “Bir Varoluş Çabası” adlı hikâyesi, diğerlerinin yanında edebî değeri ne olursa olsun, Henry James’in 150 sene önce merak ettiği soruya verilmiş bir cevap gibidir. “Uzun süredir bir hikâye yazmak, günümüz insanının pek çoğunun üstünde durmaya değer bulmadığı, belki de çok sıradan gelecek bir konuyu, insan ruhundaki tesirleri açısından ele almak ve derinleştirmek istediğini, ancak böyle bir konunun ne olacağı ve nasıl gelişeceği hususunda bir türlü karar veremediğini” söyleyen Özlem, arkadaşı Gülşah’tan bir sevgi hikâyesi dinler ve onun etrafında karşılıklı fikir alışverişi yaparlar. Bu masumane ve adı konulmamış gençlik duygularından, günahsız ve tuhaf bir sevgi hikâyesi yazılır. Erdemin Öyküsü’ndeki kadın hikâyeci Maud’un yapmak istediğini, Bir Varoluş Çabası’ndaki kadın hikâyeci Özlem yakalamış ve yazmıştır.

2 – BİR VAROLUŞ ÇABASI ETRAFINDA TAHLİL VE TENKİD

a) Kişiler

Bir Varoluş Çabası dört isim etrafında şekillenmiş bir hikâyedir.

Gülşah: Hadisenin ana karakteri ve anlatıcısı… Yalnız yaşadığını biliyoruz… Medeni durumu hakkında başkaca detay yok. Hiç evlenmemiş mi; yoksa boşanmış veya başka bir durum mu; değinilmemiş. Özlem en yakın dostu ve sırdaşıdır. Ona geçmişindeki “sevgi hikâyesinden” bahsedince, “bundan bugüne kadar benim nasıl haberim olmaz!” diye tepki görmesi bundandır. Lise yıllarının popüler şarkısı “Geri Dön” olduğu için, orta yaşlarda olduğu anlaşılıyor. Tahammül gücü yüksek ve anlayışlıdır. Ama artık “değişme kararı” almıştır. Çok kitap okuduğu anlaşılıyor. Kendi “sırrını” anlamak için olsa gerek, pek çok notlar aldığı da… Hemen ilgili kitapları çıkarıp, sehpaya yığmasından bunu anlıyoruz. Arkadaşına anlattığı olayın “adını koymak” için belli ki, geçmişte çok kitabın kapısını çalmış ve ipuçları bulmaya çalışmış.

Özlem: Kadın bir hikâye yazarı… Evli ve lise çağlarında bir kız çocuğunun annesidir. Arkadaş canlısı olduğunu, “hikâye şu an umurumda değil” tavrından anlıyoruz. İlk bölümde en canlı anlatılan karakter olmasına karşın, ilerleyen sayfalarda çok az görülür. Buna görülmekten çok, sesi duyulur da diyebiliriz. Zaman zaman arkadaşının anlattıklarına müdahil olarak, düşünce ve yorumlarıyla katılır.

Selçuk: Gülşah’ın içinde “sır” olarak kalan, lise yıllarına ait bir figür… Özellikle figür diyorum, çünkü sadece onun anlattığı kadar var ve neredeyse hiçbir özelliğini bilmiyoruz. Gülşah ile arasında iki veya üç yaş olduğu tahmin edilebilir. Çünkü kız liseye başladığında onun son senesidir. Esasen Gülşah’da onun hakkında çok şey bilmiyor; sadece içinde bir merak, çözmek istediği bir bilmece… Hakkındaki tek tasvir, “yamuk” gülüşü ki, bu da fiziki bir detaydan çok, olayın akışı içinde iki arkadaşın arasındaki latifeli bir teşbih gibi… Bütün konuşulanlar ona dair olduğu için, en azından boyu, göz rengi vs gibi detaylar verilebilirdi. Gülşah anlatmak istemese bile Özlem bu konularda sıkıştırabilirdi.

Zeynep: Hikâyedeki diğer kız. Farklı bir kişilik yapısına sahiptir. “…kendisine tek bir arkadaş dahi edinememiş, sürekli karşısındakini azarlayan ve küçümseyen bir modda kendi yalnızlığıyla boğuşan, tek bir kişinin bile onu sevmediği gerçeğini bilmekle birlikte, bu duruma hiç de aldırış etmiyormuş havası içerisinde, halinden son derece memnun bir tablo çizen, istisnasız herkese göre “dengesiz” olarak değerlendirilen birisi…”

b) Mekân:

Özlem’in evinde başlayan hikâye, yoğun bir trafikten sonra Gülşah’ın evinde sürer. Trafiğin yoğun olması büyük bir şehirde yaşandığını göstermektedir. Ama tafsilatı yoktur. Öğrencilik günlerinin de aynı kalabalık şehirde olması muhtemeldir, ama bunu sadece biz tahmin ediyoruz. Yer bildirimi konusunda çok cimri davranılmış…

c) Zaman:

Gülşah ile Özlem’in buluşup konuşması Ağustos sonu veya Eylül başındadır. “Yaz bitiyordu. Huzursuzluk veren korkunç sıcaklar geride kalmış, güneş, hiç olmazsa belli saatlerde uysallaşıvermişti.” 2014 ile 2017 arasında herhangi bir sene olabilir. Bunu da Salih Mirzabeyoğlu’nun hapisten çıkmasına yapılan atıftan anlıyoruz. Fakat net bir bilgi yoktur. Geriye dönük olarak anlatılan bölüm ise 1980’li yılların ortalarındadır ki, bunu –yukarıda bahsettiğimiz- Sezen Aksu’nun Geri Dön şarkısının yeni çıkmış olmasından öğreniyoruz.

d) Kurgu:

Hikâye kurgulanırken basit ama bir o kadar da geçerli ve eskimeyen bir yol izlenmiştir. Özellikle Gülşah ile Özlem’in konuşmasının daha başlarında adı geçen ve örnek verilen Mauppassant bu tarzı en sık kullananlardandır. İki veya daha fazla arkadaş buluşur; bir konu hakkında geçmişe dair bir hatıra anlatılır. Sonra da bugüne geri dönülür.

e) Olay:

Hikâye yazarı Özlem, kimsenin üstünde değer bulmadığı, basit bir konuyu yazmak istemektedir. Amacı o basite dair ruhsal çözümlemeler yapmak… Herkesin başına gelen tabii bir hadisenin kişilik üzerindeki etkilerini incelemek… Ama bu konunun ne olacağından bir türlü emin değildir. Telefonda konuştuğu yakın dostu Gülşah, geçmişine dair adını koyamadığı bir sevgi hikâyesinin onun işine yarayabileceğini söyler. Özlem buna epey bozulur. Hikâyeyi filan unutmuş, en yakın dostunun kendisine anlatmadığı bir “sevgi hikâyesi” olmasına üzülmüştür. Hemen akşama buluşmak üzere randevulaşırlar. Fakat Gülşah’la konuşmaya başladığı zaman ona hak verir. Gerçekten anlatması zor bir şeydir. Esasen anlatılacak bir şey dahi yoktur ortada. Gençlik yıllarına ait, ne olduğunu bilemediği, adına sevgi denilip denilmeyeceğinden bile tam emin olamadığı, anlamlandırılmayı bekleyen hissi bir hatıra vardır ortada. Kalpteki yarası kapanmış, ama yaşanmışlığı aynıyla kalan ve saygı duyulan bir isim…

Sonra geçmişe dönülür… Kız ve erkek öğrencilerinin birbirini görmesinin mümkün olmadığı bir imam-hatip lisesi ilk sınıfında, Zeynep isimli, diğer öğrencilerin sevmediği bir kızı arkadaş edinmiştir. Bunda, Gülşah’ın hoşgörülü ve sabırlı kişiliğinin payı büyüktür. Zeynep bir şekilde tanıma fırsatı bulduğu erkeklerden bahseder Gülşah’a. Otobüs durağında onlarla beraber yolculuk yapmaktadır. Oysa Gülşah’ın evi ile okul aynı mahallede olduğu için o servis kullanmaz. Ona ilk olarak Selçuk’tan bahseden ve Selçuk’u kafasına sokan da Zeynep olmuştur. Derken Selçuk’un da kendisine ilgisini fark eder. Aslında sadece hisseder. Ne bir konuşma, ne temas… Fakat sözleşmiş ve birbirlerinin akıllarından geçenleri okuyorlarmış gibi, bu mahcup alâka sürer gider ve zamanla bir çeşit oyuna dönüşür. Derken Selçuk mezun olur ama kızların daha üç senesi vardır. Artık onu görmek için sömestri tatilini beklemek zorunda kalırlar. O dönem Selçuk, okulu ziyarete gelir. Onun da Gülşah’ı unutmadığı ve esasen görme iştiyakıyla geldiğini anlarlar.

Mezun olduktan sonra bir gün Zeynep günlüğünü Gülşah’a verir. Okuyunca büyük bir yıkım yaşar. “Günlük baştan sona benimle ilgiliydi. Bana duyduğu kıskançlık, hınç, nefret aklına ne gelirse… Her şeyden beni sorumlu tutuyordu. Selçuk da dâhil, insanların neden beni sevdiklerini sorguluyor ve kendisinin sevilmeme sebebi olarak hep beni görüyor, beni suçluyordu. Günlüğü başından sonuna kadar okudu. Bitirdiğinde tek bir kelime dâhi söylemeden terk ettim evini…”

Selçuk – Gülşah arasındaki kelimesiz ilgi, hiçbir kayda değer olay olmadan sürer gider ve nihayet bir şekilde bu sessiz irtibat kopar.

“Ben beklemeyi bıraktım; O da gelmeyi…

Çoook uzun seneler sonra okulumuzun bir piknik organizasyonunda eşi ile tanıştım. Çocukları da olmuş.”

“Sağa sola bakınıp, görmeye çalışmadın mı hiç?”

“Yok… O benim hayatımın en saf, en temiz hatıralarından birisi. Bunu kirletmeye hiç niyet edebilir miyim? Öylece kalmalı orada… Hatırladığım gibi.”

Ve bütün bu anlattıklarını yazmak ve hikâyeleştirmek sırası Özlem’dedir.

f) Fikrî ve Sosyolojik Değeri:

Emel ZOR’un hikâyesini bitirdiğimde, ilk olarak aklıma nasıl “Erdemin Öyküsü” geldiyse, başlığı görür görmez ve okuma sürecinde de, sıklıkla Salih Mirzabeyoğlu’nun Yaşamayı Deneme isimli gençlik romanını hatırladım. Tertemiz bir liseli kalbinde, gizli bir yeraltı nehri gibi el değmemiş şiir bahçelerini besleyen, ama bir türlü karşı tarafla arasında kelâm köprüsü kurulamayan platonik bir gençlik aşkının ne kadar çekici olabileceğini bize bu roman göstermişti. Eserin arka kapağında yazdığı üzere, “gençlik ruhundan kesitlerle, kurak bir iklimde doğmuş nesillerin (…) içtimâî değerler kaos’u içindeki yaşama savaşını” ortaya koyuyordu. Bir Varoluş Çabası, aslında her birimizin çocukluktan gençliğe ilk adım attığımız yıllarda, dünyada bir yer kapma, “ben” olma hissiyle giriştiğimiz Yaşamayı Deneme macerasıdır. İlk büyük yolculuğuna hazırlanan genç göçmen kuşların kanat çırpma alıştırmaları gibi…

Bu tür taze ama ifadeye gelemeyen yoğun hisler, olgunluk çağına ermiş insanlar arasında, muhtemeldir ki, Henry James’in kahramanının çerçevelediği şekilde, “kendine zarar vermeyecek, başkalarına da hiçbir yararı dokunmayacak, küçük, ürkek, aç bırakılmış, kişisel bir doyum” olarak görülebilir ve belki de dikkate almaya değmez. Oysa olgun bir insanda, sahtelik, ürkeklik, korkaklık, hatta sünepelik olarak adlandırılabilecek ve bir yazarın ilgisini muhtemelen sadece ironi yapmak için çekecek bu türden bir mahcup ve mütevazi karşı cins alâkası, yaşamayı deneme çağlarının ne değerli bir varoluş çabasıdır ve gençliğin masumiyetine ne de güzel yakışır.

Hikâyenin ayrıca sosyolojik bir değeri de var. Erkeklerle görüşmenin yasak olduğu, amiyane tabirle haremlik-selamlık bir imam-hatip lisesinde, “gözünü yeni açmış” genç bir kızın karşı cinsle arasında gelişen o en insanî, en tabii merak ve ilgi, objektif olarak ve bizzat bir yaşayanın ağzından olduğu gibi verilmiştir. Hikâyenin kahramanı Gülşah, keşke hikâyeci Özlem’e bunları daha tafsilatlı anlatsaydı. Okuduğu kitaplardan alıntı yaparak, olayın akıcılığını sekteye uğratacağına, erkek öğrencilerle temasın yasak olduğu bir lisede, kızların kendi cinsel kimliklerinin şuuruna varış sürecine daha geniş bir yer ayırmasını temenni ederdim. Özellikle kendi kimliğinin farkına varış diyorum; çünkü bu ancak karşı cinsle imtihan olunarak ve onun aynasında gerçekleşebilir.

Salih Mirzabeyoğlu, hatırladığım kadarıyla bir eserinde, “erkek veya kadın olmak bir keyfiyet işidir!” diyordu. Aklımda kalanı kendi kelimelerimle özetlersem, “erkek veya kadın olmanın şartlarına haiz olarak dünyaya geliriz; oluruz veya olamayız.” Yani cinsel kimlik bir oluş işidir ve süre içerisinde tamlığa erer. Her cinsiyet için karşı taraf, varoluş çabasının olmazsa olmaz imtihanıdır. Bu açıdan, Gülşah ile Selçuk’un kendilerince oynadığı o “masumane” oyun ki, hikâyenin en hoş anekdotlarındandır, esasta kendi kimliklerinin peşindeki yolculuklarıdır. Hayata yürüyen kutsal adımlardır onlar. Selçuk’un önden giderken, sanki arkayı görüyormuş gibi adımlarını ayarlayabilmesi ise bu oluş sürecinin hat sınırları içinde yaşanması ve mahfuz tutulması gereken mesafeyi temsil eden iki değerli sembol kabul edilse yeri…

Bu hikâyenin hatırlattığı bir başka fikir de, -sanırım- merhum Peyami Safa’nın çok eski bir yazısında altını çizdiği üzere, alâkalarımızın bin bir çeşidini de sevgi olarak adlandırıyoruz ve bu kelimenin bu kadar istismar edilmesinin sebebi budur. Oysa duyguların türlü tonunu tek bir retorik içine sıkıştırmak, olur şey değil. Emel ZOR’un hikâyesi, sevgi deyip geçmiyor ve bunun türlü tonu olduğunu bize yeniden hatırlatıyor. Ruhî haller, aklî kategorilere sıkıştırılamaz.

g) Eleştiri:

Hikâyenin en büyük kusuru, hacminin kaldıramayacağı kadar bilgi yüklenilmeye çalışılması, yazarın sürekli okuyucuya bir şey öğretmeye veya hadisenin fikri karşılığını kitaplardan alıntılamaya kendisini mecbur hissetmesidir. Didaktiklik, edebiyatın çocukluk hastalığıdır. Telkin davası, fikrin anlatılması değil, his yoğunluğunda kıvama erdirilmesidir. Yazar, geçmişe dönük hatıraları naklederken bunu ustaca yapmıştır. Lakin akıp giden konuyu sıklıkla bölüyor, araya giriyor, bir kitaptan bir şeyler okuyor; amiyane tabirle vaazını veriyor ve sonra tekrar konuya dönüyor. Belki çok büyük bir romanda bir kahraman diğerine önemli bir makale okuyabilir. Ama 20 sayfanın neredeyse üçte birisi bu şekilde olunca, kahramanlar düşüncelerin altında eziliyor ve onları okumaya memur, önlerine mikrofon konulmuş bir hatibe dönüşüyor.

Bence bunda yazarın kendi tercihinden çok, okuyucu kitlesinden gelebilecek “bunları niçin yazmış ki?” sorusuna maruz kalmamak kaygısı başrolde… Sürekli siyasi kimliğini vurgulama ihtiyacı hissetmesi de, bu baskıdan… Evet, “sanat baskıdan doğar” diyor Andre Gide; ama bu baskı, çevrenin değil, sanatın kendisine özel kurallarının dayattığı baskıdır. Eğer bir sonraki çalışmasında, belli bir okuyucu kitlesini hedef seçmek yerine, tek kişinin bile okumama ihtimalini göze alarak, ama bütün Türkiye okuyacakmış gibi bir titizlikle ayıklama ve detaylandırma yaparsa, bir yanardağ gibi patlayacağı günün arefesinde olduğunu hissettiren bu cevherden çok daha ustaca eserler okuma şansı bulabiliriz. Anlaşılıyor ki, “zamanı gelmiş.” Yeter ki, kendi düşüncelerini daha az, yarattığı kahramanları daha çok anlatsın.

Kaynak: Adımlar dergisi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> EDEBÎYAT Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com