EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

İmam-ı Müslîm; Tirmizi ve diğerleri

 
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ŞERİAT
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Eyl 05, 2017 9:58 pm    Mesaj konusu: İmam-ı Müslîm; Tirmizi ve diğerleri Alıntıyla Cevap Gönder

İslâma Muhatap Anlayışa Dair: 5
Selim Gürselgil
5 Eylül 2017

İmam-ı Müslîm

İmam-ı Buharî ile birlikte “imameyn-iki imam” olarak adlandırılan hadis âlimi… Yazdığı hadis kitabı ise, Buharî‘ninkiyle birlikte en emin iki kaynak anlamında, “sahihayn” olarak bilinir. İmam-ı Müslîm, Buharî‘nin çağdaşı, arkadaşı, yoldaşıdır.

Son zamanlarda en büyük saldırı hedefi olan hadisler konusuna, Buharî kadar olmasa da o da baş hedeflerden biridir. Allah Resûlü‘nden iki asır kadar sonra yaşamaları, onların yazdığının “sahihliği-güvenilirliği” konusunda bazılarına şübhe vermektedir. Yalnız burada gözden kaçırdıkları bir husus var: Buharî ve Müslîm, her hangi iki tarihçi gibi, kitab telif etmek usûlüyle hadis yazmamışlardır. Onlar zaten var olan hadis meclislerinde incelenen, güvenilir bulunan, konuşulan, öğretilen hadisleri tesbit etmişlerdir. Bu ikisi farklı şeylerdir.

Allah Resûlü‘nün irtihalinden itibaren hadisler toplanmaya, konuşulmaya başlanmıştır. İslâm âleminin her köşesinde hadis meclisleri kurulmuştur. Binlerce kişi, birbirine, Allah Resûlü falanca konuda şöyle demişti, filanca konuda böyle demişti diye anlatmaya başlamıştır. Bunlar, köken olarak, en güvenilir sahabiler, bütün badirelerde Allah Resûlü‘nü bir ân bile terketmeyenlerdir. Ebu Hureyre‘dir, İbn-i Mesud‘dur, Hazret-i Aişe‘dir, vesaire…

Ancak hadis nakli bir sisteme bağlanmamış olduğu ve her konuyu da kapsamadığı için mezhebler doğmuştur. Bunlardan Hanefîlik hariç diğer üçü, bizzat bu hadis meclislerinden doğmuş, “hadisçi ekol“ün, yani birçok İslâm şehirlerinde kurulan hadis okullarının ürünü sayılmıştır. Hanefîlik ise, yine bu öğretilen hadislere istinaden “rey ekolü” dedikleri fikir usûlünü getirmiştir. Hadisler üzerinde bir tür “icmâ” vardır; yani ümmetin toplu görüşü… Yüzbinlerce rivayetten elene elene birkaç bini kalan hadisler tartışma konusu değildir. Bunların ancak metinlerinde bazı kelime ve cümleler tartışma konusu olmuş, bunlar da tek tek belirtilmiştir.

Meselâ ravilerden birisinin üç cümlelik hatırladığı bir hadisi, diğeri beş cümlelik hatırlamıştır. Kütüb-ü Sitte denilen en emin hadis kitablarına giren hadislerin çoğu bu türdendir ve aralarında hem üç cümleliğin, hem beş cümleliğin yazılması bakımından tekrarlar vardır. Bu mevzuda Buharî ile Müslîm arasındaki farkı, yine dönemin ünlü hadis otoritelerinden İbn-i Hacer şöyle belirtmiştir:

-“Buharî‘nin kendilerinden hadis almakla Müslîm‘den ayrıldığı raviler 430 kişi civarındadır. Bunlardan “zaifilik” lafı edilenler 80 kişidir. Müslîm‘in kendilerinden hadis almakla Buharî‘den ayrıldığı raviler 620 kişidir. Bunlardan zaiflik lafı edilenler 160 kişi...”

Yani, hadisler durduk yerde birtakım belli belirsiz hatıralar arasından ortaya çıkmış şeyler değildir. Bunlar zaten müslümanlar arasında bir uzmanlık konusuydu. Müslümanlar hadis öğrenmek için uzak şehirlerdeki hadis okullarına giderlerdi. Sonunda bu hadislerin yazıya bağlanması kaçınılmazdı. Yazıya bağlama ise en güç işlerden biridir. Konuşurken bir kelime yerine “şey” desen olur da, yazarken yüzde yüz aslına sadık kalmak gibi bir müşkül ortaya çıkmıştır. Bu müşkülün altına da Arablar girmemiş, genellikle Farisîler girmiştir.

Evet, Kütüb-ü Sitte yazarlarının altısı da Acem’dir. Aralarında Türk olan yoksa -ki yok diye biliniyor- tümü Farisî’dir. İmam-ı Buharî Buharalı bir mevalinin (azadlı köle) oğludur. İmam-ı Müslîm ise Nişabur eşrafındandır. O dönemde henüz Türkler müslüman olup bu bölgelere yerleşmiş değillerdir. Hadislerin toplanmasını, kitaba bağlanmasını, bu zor ve bir o kadar kutsal işi, Farisîler yapmıştır. Bununla birlikte hadis kitablarına geçen her metnin yüzde yüz aslına sadık olmayabileceği hususunda İslâm âlimleri müttefiktir. Fakat bunlar mânâ olarak asılsız ve uydurma değildir, çünkü en emin kaynaklardan alınmış, binbir uzmanın süzgecinden geçmişlerdir.

Hadislerin din için önemini -olmazsa olmaz- bilenler, icmanın, kıyasın, yani mezheblerin doğuşunun da hikmetini anlayacaklardır. Çünkü Kur’ân ve Sünnette her mesele açıkça yoktu. Zaten hayatın dinamik yapısı içinde her meselenin açıkça olabilmesi mümkün değildir. Diğer meseleler orada olanlara “kıyas” yoluyla hükümlendirilmiştir. Bu kıyas yolunda da -tabiî olarak- âlimler arasında bazı farklar ortaya çıkmıştır. Çünkü kıyas akıl demektir ve akıl herkeste farklı sonuçlar verir. Önemli olan bunlardan hangilerinin aslına sadık olduğudur.

Ancak bunlar sonuçlanmış tartışmalardır. Hadis külliyatı üzerindeki tartışma, İmam-ı Nesaî ile İmam-ı Müslîm, Ebu Davud ile İbn-i Mâce arasındaki ihtilâflar ve o dönemin hadis okullarının inceleyip kabul etmesiyle sonuçlanmış tartışmadır. Bugünden onlar üzerine söylenecek bir şey yoktur. Çünkü o kuşak gibi ne ana kaynağa yakınlığımız, ne mevzu üzerinde uzmanlığımız, ne de bizi kontrol ve tenkid edecek hadis okulları var. Sadece kafamıza göre ahkâm kesebilme şansımız var.

Mezhebler mevzuunda da öyle: Vitr namazının vacib mi yoksa sünnet mi olduğu noktasında ne söyleyebilirsin? Namaz abdestinin karşı cinsin dokunmasıyla mı, yoksa bir yerin kanamasıyla mı bozulacağı noktasında ne bilebilirsin? Bunlar üzerine ahkâm kesiyorlar bugün. Sence öyleymiş, bence böyleymiş, zayıfmış, kuvvetliymiş, uydurmaymış, bilmem ne… Allah dinini tamamlamıştır. Bunun ötesi; “ümmetimin ihtilafında (görüş ayrılığında) rahmet vardır” sırrı içinde, rahmete vesiledir.

İmam-ı Müslîm işte bu noktadadır. Aslı gösteren araz… Arazlardan biri… Ne demek? Ruhu gösteren yüz, kalbi gösteren göz, kaynağı gösteren ırmak…

4 Nisan 2013

Tirmizî

Hadis ilminde en yüksek dereceye ulaşmış âlimlerden biridir. Âmâ-kördür, ama ortaya koyduğu eser cihanı aydınlatmaya devam eder. O da diğer beş büyük hadis kitabı müellifi gibi, Horasan erlerindendir. Yani Farisî’dir ve Allah Resûlü‘nden 200 yıl kadar sonra yaşamıştır. Bu husus aşağıda tetkik edilecek. Yalnız önce Tirmizî‘nin kaleme aldığı eserin mahiyetine bir göz atalım:

-“Ben bu Cami-i Kebir’i yazıp bitirince, onu ilkin Hicaz âlimlerine gösterdim. Hepsi de beğendiler. Daha sonra alıp Irak âlimlerine götürdüm. Onlar da ağız birliğiyle eseri övdüler. Nihayet Horasan diyarı âlimlerine takdim ettim. Onlar da memnun oldular, bilahare eseri ilim âlemine sundum. Bu eser kimin evinde bulunursa, orada konuşan bir Peygamber vardır.“

Hadislerle ilgili tartışmaların püf noktası işte buradadır. Hadisler, Allah Resûlü‘nden 200 sene sonra birdenbire ortaya çıkmış değildir. 200 yıl sonra, sadece toplanmışlardır. Tirmizî ve diğerleri, yazdıkları kitabları, Hicaz’da, Irak’ta, Mısır’da, Anadolu’da ve İran’daki birçok İslâm âlimine ve hadis bilginine onaylatmışlardır. Bu iş, bir kişinin, iki kişinin oturup uydurdukları bir şey değil, yüzlerce, binlerce müslüman ve âlimin kollektif çabasının ürünüdür. Onun için hadisler değerlidir.

Başlangıçta hadisler toplanmamıştır. Hattâ yazılmasından sakınılmıştır. Rivayetlerden, bunu Allah Resûlü‘nün istediğini anlıyoruz. Fakat bununla birlikte tek tük yazanlar ve rivayet edenler vardı; onları da bu işe Allah Resûlü teşvik etmiş veya ondan aldıkları izinlerle bunu yapmışlardır. Bir taraftan genelin yazmasına izin verilmezken, diğer taraftan küçük bir zümrenin yazmasına izin verilmiştir. Bunun neden böyle olduğuna dair açık bir fikri, Hazret-i Ebu Bekir‘in ve Hazret-i Ömer‘in açıklamalarında bulabiliriz.

Hazret-i Ebu Bekir, 500 kadar hadisi toplamış ve yazmıştı. Bir gece sıkıntıya düştü, uyuyamadı. Kızını çağırdı, yazdığı tomarları getirmesini istedi ve bunları yaktı. Çünkü yazdıklarının içine hatâ karışması ihtimâli vardı. Hadis yazılması işine sahabîler arasında öncelikle bu “edeb” tavrı hâkim oldu.

Hazret-i Ömer ise, kendi halifeliğinde, hadislerin yazılıp yazılmaması hususunda çok tereddüd etti. Hattâ 30 gün boyunca istihare yaptı. Nihayet şu açıklamayı yaparak, hadislerin yazılmasını istemedi:

-“Eski bir kavmin halini hatırladım. Onlar birtakım kitablar yazmışlar ve bütün dikkatlerini, meraklarını bu kitablara vererek Allah’ın kitabını unutmuşlardı. O hale düşmekten sakınınız...”

İşte hadislerin erken dönemde yazılıp toplanmamasına ilişkin bütün mesele burada: Kur’ân’ın yanında, ona eşdeğer ve alternatif ikinci bir kitab olsun istenmedi.

Bununla beraber kenarda köşede hadisleri tesbit eden sahabîler vardı. Bunların yazdıklarına “sahife” denilmiştir. Cabir‘de, Semüre‘de, Ebu Hureyre‘de, Enes bin Malik‘te, Abdullah bin Abbas‘ta, Abdullah bin Amr’ül-As‘ta bu tip sahifeler vardı. Amr’ül-As’ın oğlu‘ndaki “Sahife-i Sadıka” bin kadar hadis ihtivâ ediyordu ve daha sonra olduğu gibi Ahmed bin Hanbel‘in Müsned’inde yer aldı. Kezâ Ebu Hureyre‘nin “sahife”si, talebesi Münebbih oğlu Hemmam yoluyla günümüze kadar ulaşmıştır.

Sahabeler, Kur’ân’a ve onun yanında “Sünnet”e sımsıkı yapışmışlardı. Kur’ân sabitti ve o kitablaştırıldığından kaybolma tehlikesi yoktu. Üstelik ezberdeydi. Fakat sünnetin hem sabit hale getirilmesi kolay değil, hem de kaybedilmesi tehlikesi vardı. Meselâ Hazret-i Aişe, babasının 500 kadar hadisi yaktığını kendisi görmüştür ve kendisi rivayet eder; ancak aynı zamanda Allah Resûlü onu hadis rivayetine teşvik ettiği için, en çok hadis rivayet eden o olmuştur. Enes bin Malik, “hatâ etmekten korkmasaydım çok daha fazla hadis rivayet ederdim” der. Zübeyr gibi birçok büyük sahabî ise hadis rivayetinden tamamen kaçınırlar.

Dikkat edin: Hadisler, sahabîlerin onlar karşısındaki bu büyük hürmet tavrı içinde tesbit edilir; mutlak olarak tesbit edilemezliği içinde tesbit edilir. Sahabîlerden sonraki nesil içinde de bu hemen hemen devam eder. Fakat bir taraftan da “Sünnet”in en büyük bir edeb içinde korunmasına çalışılır. Okullaşma başlar. “Hadis ilmi” ortaya çıkar ve onda yetkinleşme başlar. Yazılan hadis kitabları olur. Veya yazılan kitablarda hadisler rivayet edilir: Mezhep kurucusu İmam-ı Mâlik‘in Muvattaa’sı bunun baş örneklerindendir.

Halife Ömer bin Abdülaziz zamanında muazzam bir çalışma başlatılır. Artık Kur’ân ağacı kökleşmiştir ve sakınıldığı için onun yanında “hadis” adında bir ağaç daha bitmemiştir. Ancak hadis, zamanı gelince o Kur’ân ağacının bir meyvesi olarak ortaya çıkacaktır. En büyük hadis âlimlerinden Zührî başkanlığında Şam’da büyük bir heyet kurulur. İslâm âleminin bütün şehirlerinde bulunan âlimler de çalışmaya sevkedilir. Her köşeden hadisler toplanır, yazılır, başkente gönderilir ve Zührî başkanlığındaki heyet tarafından kayd altına alınır. İşte İmam-ı Tirmizî‘ye ve diğer “kütüb-ü sitte” müelliflerine ulaşan çalışma bu şekilde başlatılır.

Buradan da yangın çıkarır oryantalistler. Başta Yaşar Nuri, hadis karşıtları derler ki, bu iş Emevî döneminde oldu, Emevîler hadisleri kendi çıkarlarına göre topladılar, hadislere yalan kattılar… Neresinden düzeltirsin! Hani üç tel saçı olan kel gitmiş berbere, saçımı oradan kırp buradan kes: Berber de kesmiş üç teli vermiş eline: Al sen düzelt… O hesap. Ömer bin Abdülaziz‘in Emevîlikle ne ilgisi var? O kadar yok ki, Abbasîler bir ihtilâlle Emevîleri devirdiklerinde halk ayaklanıp Emevîlerin mezarlarını bile tahrib ediyor, onlardan kalan her şeyi yok ediyor; bir tek Ömer bin Abdülaziz‘e aid olanlara ilişmiyorlar. Ömer bin Abdülaziz, sadece 2,5 yıl başta kalmış, bütün müslümanların gözünde “âbide şahsiyet”tir. Emevîler içinde Hazret-i Ali‘ye ve Ehl-i Beyt’e sövmeyi o yasaklamıştır. Onun adaletinden ümmet içinde kimsenin şübhesi olmamıştır.

İkincisi, zaten ümmetin büyükleri, Ehl-i Sünnet büyükleri, Ömer bin Abdülaziz‘den sonraki dönemde, Emevîlere muhalif durumdadır. İmam-ı Malik, Ebu Hanife gibi mezheb kurucuları Emevîler’e karşı ihtilâlci pozisyondadırlar. İmam-ı Şafiî, “Ehl-i Beyti sevmek rafızilikse ben de rafıziyim” diyerek Emevîler’den hiçbir görev kabul etmez. Kaldı ki, Kütüb-ü Sitte’nin ortaya çıkışı Emevîler döneminde olmamıştır ki, mevzuyla ne alâkası var! Ömer bin Abdülaziz döneminde başlatılan çalışma, daha sonra Abbasîler döneminde -yine hükümete muhalif duruma düşen- Ehl-i Sünnet büyüklerinin meclislerinde devam etmiş, en sonunda Arab bile olmayan Farisîler tarafından kitablaştırılmıştır. Emevîleri bırakın, Abbasiler bile müdahil olamamışlardır bu oluşuma.

Bu Emevî efsanesine son zamanlarda bilir bilmez bazı Alevîler de sarıldı. Sanki hakikate dokunur bir şey söylermiş gibi, Ehl-i Sünnet’e “Emevî” falan deyip duruyorlar. Arkadaş, Emevîlere karşı savaşan, Emevîleri yıkan sen değildin, Ehl-i Sünnet’ti, şimdi nasıl olayı tersine döndürüyorsun? Bunlar boş işlerdir. “Ehl-i sünnet icma-ı ümmettir“. Hadisler de bu icmaın, yani ümmetin topluca üzerinde görüş birliğine vardığı konuların nihaî bir görünüşüdür. Kimi lafz olarak, kimi mânâ olarak gelmiştir. Ama topluca bir hakikat belirtirler. O da şudur:

– Tirmizî ve diğerleri, öyle kendi başına bir şeyler yapan kimseler değil, binlerce müslüman ve âlimin ortak bir ismi gibidir.

8 Nisan 2013
Kaynak: Adımlar Dergisi

İslâma Muhatap Anlayışa Dair: 6
Selim Gürselgil

İmam-ı Nesaî

Böyle bir şeyin tarihte bir eşi görülmemiştir. Bir adam öldü; ve onun arkasından binlerce kişi, onu tanıyanlardan onun sözlerini ve davranışlarını öğrenmek üzere onun yaşadığı beldeye koştu. Dünyanın en uzak köşelerinden kalkıp ona dair bir söz öğrenmek için geldiler. Yüzyıllar boyunca insanlar nesilden nesile onun söz ve davranışlarını aktardı. Okullar kuruldu, onun sözleri yazıldı ve öğretildi. Sırf onun söz ve davranışlarını öğrenmek ve öğretmek üzerine usuller geliştirildi, ilim dalları ortaya çıktı. Onun bir sözünü en küçük bir yanlışla aktarmamak için, insanlar kan terledi, en ufak bir hata yapmamak için kılı kır yardılar. Ve hadis külliyatı bu ve daha nice titiz çalışmalar sonucunda ortaya çıktı.

İmam-ı Nesaî, Kütüb-ü Sitte olarak bilinen 6 güvenilir hadis kitabından birinin müellifidir. O da diğer hadis müellifleri gibi Horasanlı, onlar gibi bir hadis için İslâm âlemini baştan başa dolaşmaktan, uzun seyahatler düzenlemekten çekinmeyen biridir. Diğerlerinden sonra gelmiştir. Fakat eserinin sıhhat şartları bakımından bazıları onu “Buharî ayarında”, bazıları “hepsinden sıhhatli” saymışlardır. Hadisleri seçme ve derleme konusunda çok titizlenmiştir. Ravilerinden (rivayetçilerinden) birine âlimlerin itiraz ettiği hiçbir hadisi kitabına almamıştır.

Kur’ân mutlak hakikattir. Hadisler ise ideal kesinlik hükmü… Kur’ân hem lafz, hem de mânâ olarak sabittir. Hadis ise, sünnetten (Allah Resulü’nün söz ve davranışları) çıkarılmış olan ideal terkibdir. Sünnet, Kur’ân ile birlikte var olmuştur. Ancak tesbiti sonraya bırakılmıştır. Hadis “sonradan olan şey” demektir. Hadis külliyatı, Kur’ân ve sünnetten çıkarılan hükümler (fıkıh) oluştuktan sonra tesbit edilmiştir. Bu tesbit işi de mümkün mertebe hatâlardan arındırılarak ve şübhelerden kaçınılarak yapılmıştır.

Hadislerin sünnetten eksik olduğu bir gerçektir. Çünkü en büyük sahabîler hadis rivayet etmedi ve her şey tabiî olarak kayd altına alınamadı. Ancak sünneti ideal kesinlik hükmü içinde tesbit eden de hadislerdir; hadislerden ayrı “sünnet” diye havada bir mevzu yoktur. (Buradan doğan yangınlar konusuna bir sonraki bölümde gireceğim!) Hadis külliyatının oluşumunda, tarihte hiçbir benzeri olmayan çok sıkı şartlar uygulanmıştır. Hadisler, gerek metinleri bakımından, gerekse senetleri (aktaranların kişilikleri) bakımından sıkı denetimlerden geçirilmiştir. Misâl:

Ravi müslüman olacak,
Ravi aklı başında olacak; çocuk ve deli olmayacak,
Ravi doğru sözlü olacak, en küçük bir konuda bile yalan söylediği vaki olmayacak,
Ravi, “ravi” olarak tanınmış olacak; en az iki hadis âlimi kendisini geçerli kabul edip ondan rivayet alacak,
Ravinin, hadisin gerek senedinde, gerekse metninde eksikliği, değişikliği olmayacak,
Ravi, dinine bağlı, farzları yerine getiren, haramlardan kaçınan bir kimse olacak,
Ravinin itikadı düzgün olacak, İslâm dışı bâtıl fikirlere inanmayacak (şianın bazı kolları ve haricilerden hadis alınmamıştır),
Ravinin mürüvvet denilen insanî yönden bir kusuru, bir kompleksi, şahsî ihtirası ve bu işte menfaati olmayacak,
Ravinin yazdıklarına ve ezberlediklerine hâkimiyeti olacak; onları bir gün başka, öteki gün başka söylemeyecek,
Hadisin senedinde kopukluk olmayacak; yani birbirini görmüş kimselerden aktarılmış olacak ve kimin kimden aktardığı bilinecek,
Hadis, İslâmın temel gerçeklerine aykırı olmayacak,
Hadis, sadece bir hadis âlimin fark edeceği şekilde ince kusurlar taşımayacak.
Bu şartlar itibariyle beş ravi tabakası kabul edilmiştir.

Tabaka: Kendilerinde bütün sıhhat şartları tam olan ravilerdir. Bunların hadis aldıkları kimseyle uzun süre beraber olup olmadığı, ondan ders alıp almadığı esastır.
Tabaka: Sıhhat şartları tam, ama hadis aktardığı kimseyle uzun süre beraber olmamış raviler.
Tabaka: Hadis aldığı kimseyle uzun süre beraber olmuş, ama sıhhat şartlarında bir kusur bulunan raviler.
Tabaka: Hem hadis aldığı kimseyle uzun süre beraber olmamış, hem de sıhhat şartlarında bir kusur bulunan raviler.
Tabaka: Hakkında her şey bilinmeyen, zayıf kabul edilen raviler.
Birinci tabaka Buharî‘nin, ikinci tabaka Müslim‘in, üçüncü tabaka Ebu Davud ve Nesaî‘nin, dördüncü tabaka Tirmizî‘nin hadis aldığı tabaka diye kabul edilir. Böylece Buharî‘de 9082, Müslim‘de 7575, Nesaî‘de 5724, Ebu Davud‘da 5724, İbn-i Mâce‘de 4341, Tirmizî‘de 3591 ve toplam Kütüb-ü Sitte’de 35.647 hadis yer alır. Ancak bunlar kendi içinde ve yekdiğerinde olmak üzere, tekrarlıdır. Tüm tekrarlar tasfiye edildiğinde, toplam Kütüb-ü Sitte’de, belki 15.000, belki 20.000 civarında hadis kalır. Bunlar da genel olarak “sahih” (sağlıklı, güvenilir) kabul edilir.

Nesaî, ilim tahsilinde müthiş çalışkanlığının yanında, diğerlerinden farklı olarak aynı zamanda savaşçı bir kişiliktir. Cihada iştirak ettiği zamanlar olmuştur. Ancak devlete yakın olmaktan, idarecilerle oturup kalkmaktan kaçınmıştır. İslâm âlimlerinde bu genel karakterdir: “Devletten uzak ol, Allah’a yakın!” Bu karakter, Nesaî‘yi şehid olmaya kadar götürmüştür. Bazıları onu Haricîlerin şehid ettiğini söylerler. Bazıları da “Emevî yanlıları” derler. Şam’da, eski Emevî başkentinde, kendisini çevrelerler:

– Ali Ali anladık Ali… Muaviye’nin üstünlüğünü anlatan bir hadis söyleseniz de, İslâm âlemi gerçekleri anlasa…

– Durun söyleyeyim: Allah Resûlü buyurdu ki, “Allah Muaviye’nin karnını doyurmasın!”

Bunun üzerine ona saldırırlar. Çok ağır şekilde darb ederler. Bu haliyle yola çıkar. Mekke’ye geldiğinde ölür ve orada gömülür.

9 Nisan 2013

İbn-i Mâce

İbn-i Mâce de diğer hadis kitabı müellifleri gibi, hicrî üçüncü, miladi 9’uncu asırda yaşamıştır. O da Fars beldelerindendir, Kazvinli’dir. Ancak yazdığı hadis kitabı, yazıldığı dönemde diğerleri kadar itibar görmemiştir. Şübhesiz birçok hadis kitabları yazılıyordu o dönemde ve her biri, her yönünden inceleniyordu. Bunlar arasından ancak 5 tanesi çok başarılı bulunmuş ve onlara “kütüb-ü hamse” (beş kitap) denilmişti. Hadisler bunlardan alınıyordu. İlk defa 11. yy’da Makdisî, “kütüb-ü sitte” (6 kitap) demeyi teklif etti ve altıncısının da İbn-i Mâce‘nin eseri olduğunu belirtti. Eser diğer hadis âlimleri tarafından incelendikten sonra, “kütüb-ü sitte” tabiri yaygınlık kazandı.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, hadisler, hem kitaba bağlanmadan önce, hem de kitablaştırıldıktan sonra, çok titiz incelemelere tabi tutulmuşlardır. Bu incelemeler, yüzlerce yıl sürmüş tartışmalar içinde nihaî şeklini almıştır. Meselâ İbn-i Mâce‘nin eserinde yer verdiği 4341 hadis, tek tek, virgülüne kadar incelenmiştir. Bunlardan 1339 tanesi zevaid, yani diğerlerinde olmayan hadislerdir. Bunların 428’i sahih (güvenilir), 199’u ise hasen (geçerli) sayılmıştır. Geri kalanlardan 613’ü zayıf, 99’u ise çok zayıf kabul edilmiştir. Bu 99 hadis, onları rivayet eden kimselerden bazı durumlarda yalan söz çıktığı düşünüldüğü için güvenilmez bulunmuştur.

Dikkat edin: Güvenilmez bulunmuştur, uydurma denilmemiştir. Şimdi hadislerin geliş şekli, rivayet edenlerin kişiliklerine kadar kaç yönden incelenmiştir. Ama buradan adam bakıyor, iki tane hadisi anlamadı mı, “bunların hepsi uydurma, yok öyle bir şey” diyor. Binlerce emek gitti gümbürtüye. Sırf buradaki davar, iki tane hadisi anlamadı diye… Hepsini demiyorum yine: İki tanesini, üç tanesini anlamıyor, bütün İslâm tarihini çöpe atmaya kalkıyor. Yoksa kendisinin anlayabildiği, hoşuna giden hadisler de var; onları da…

Peki ne olacak? Kur’ân’dan yapacak! Biraz sıkıştırıyorsun, işte öyle her istediğini yapamazsın Kur’ân’dan; bu sefer sünnet ayrı, hadis ayrıdır deyip çıkıyor işin içinden. Sünnet Kur’ân’da yok, o da ayrı ama, oraya hiç girmeyelim: Hadisler yok, mezhebler yok, fıkıh yok, içtihad yok, sünneti nereden biliyorsun ki sen? Sünnet, Kur’ân’la birlikte ortaya çıkmıştır; sünneti sahabeler taşımış ve anlatmıştır. Kur’ân ve sünnette yeri bulunamayan veya hangi esasa bağlanacağı sarih şekilde anlaşılamayan meseleler üzerinde de içtihad edilmiştir. Şimdi sen sahabelere inanmıyorsun, mezheblere inanmıyorsun, en son hadislere inanmıyorsun, ama sünnetten yapıyorsun… Çocuk mu kandırıyorsunuz arkadaşım siz?

Ama iş bu kadarla bitmiyor. Bir de bunun ters yönde simetriği var. Burada birisi hadis dini, hadis dini deyip duruyordu. Ben de sürekli itiraz ediyordum, öyle bir şey yoktur, olmaz diye… Hâlbuki dikkat edince, bunda haklılık payı olduğunu gördüm. Hem de fecaat çapında… Şimdi hadisler, tarihî olarak mezheblerden sonra çıkmıştır. Mezheblerin hükümlendirdiği fıkıh esasları üzerinde tasnif edilmiştir. Hadis âlimleri birçok konuda, özellikle Hanbelî ve Şafiî fıkhına uymuşlardır.

Fakat burada bir akım var. Biz diyorlar, Kur’ân’ı kabul ediyoruz, hadisleri de kabul ediyoruz, ama mezhebleri kabul etmiyoruz. Yani öncekilerden farklı olarak, hadislerin içini boşaltarak, onları mânâlarından kopararak güya kabul etme usûlü… Kur’ân var, hadis var, ama ortada bu ikisini sistem bütünlüğü içinde birbirine bağlayan en önemli şey, mezhebler yok… Mezhepler olmayınca fıkıh nasıl var? Bunların kafasına nasıl eserse öyle artık… Kur’ân’dan bir şey mi çıkarırlar, hadislerde bir yer bulup oradan genellemeye mi giderler, canları nasıl isterse…

Bu ikinciler genellikle “mezhebsiz” olarak bilinen tiplerdir. Onlar çeşitli konularda mecburen mezhebleri taklid etseler de, mezheblere genel yaklaşımları “fala inanma falsız kalma” yaklaşımıdır. Bunlar sığ ve hatta çoğunlukla geri zekâlı kimseler arasından teşekkül eden bir zümredir. Hadis tercümelerini alırlar karşılarına, onların mânâlarını sığ anlayışlarına indirirler ve onlarla amel etmeye bakarlar. Hüküm gerektirmeyen, müteşabih olan hadislerde ise tamamen çuvalladıklarına aldırmadan, onları yalan yanlış yorumlarlar. Yeri geldiğinde illüstrasyonunu göreceksiniz.

Hâlbuki din, sistemli bir bütündür. Tek başınıza Kur’ân’ı alın elinize, amel edemezsiniz. Tek başına veya onunla beraber hadis kitablarını alın; amel edemezsiniz. Ama mezhebler, bir sitem bütünlüğü içinde bunları gösterir: İşte bu farzdır, bu vacibdir, bu sünnettir, bu mendubdur… Ha bunu anladınız, itikadı da terkedemezsiniz: Bir Mutezile gibi, “insan kendi fiilini yaratır, kader yoktur” diyemezsiniz. Bir Cebriye gibi, “insan iradesi yoktur, her şey kader” de diyemezsiniz. İnanç esaslarında kitab ve sünnete uygun olanı gösteren, itikadî mezheblerdir.

Evet, önce Kur’ân… Sünnet ona dair bir iniş mertebesidir. Sünnetse, icmâ içinde, mezhebler içinde, hadisler içinde, nihayet itikadî mezhebler içinde görünen şeydir. Yoksa havada “sünnet” diye bir şey yok; sünneti bütün bunlardan öğreniyorsun… Burada yapılan demagojilere hiç girmiyorum: İşte peygamberin mezhebi mi vardı, sahabîlerin mezhebi mi vardı, falan… Sen ne peygamberi gördün, ne sahabîleri gördün, ne selef-i salihîni gördün. Onların her biri dinde müçtehiddi; kendi görüşlerine tabi idiler. Sen ise dini onlara dair toplu görünüş içinden alıyorsun. Sen Peygamber’in nasıl abdest aldığını görmedin ki, onu mezheb imamından öğreniyorsun. Olur mu yani, abdest alırken Hanefî’yi taklid edeceksin, sonra da diyeceksin, ben mezhep tanımıyorum… Salak mı var karşında?

11 Nisan 2013

Kaynak. Adımlar Dergisi

“İslâma Muhatap Anlayış”a Dair: 7
Selim GÜRSELGİL
22 Eylül 2017

EBU DAVUD – I

İslâm’ın en güvenilir kaynaklarından biri de Ebu Davud’dur. Çünkü üzerinde hiçbir şübhe izi bulunmayan en güvenilir hadisleri derledi. Onbinlerce rivayet içinden eledi ve “işte bunlar sahihtir” diye ortaya koydu. Bu hususta çok teknik bilgiler verebilirim, biyografik ayrıntılar dökebilirim, güzel hikâyeler anlatabilirim. Ama ben işin daha çok muhâkeme usûlüyle ilgilenmek istiyorum.

Evet, hadislere bakış ve anlayış çarpıktır bugün. “Siyah köpek şeytandır hadisi” tartışmasında göreceğimiz gibi, muradı anlaşılmayan, mânâsı kapalı kalan pek çok hadis mevcuddur. Bunlara mantık düzleminde bakıldığı takdirde aralarında çelişkiler bulunabilmektedir. Akla aykırı rivayetler görülebilmektedir. Ama bu işin tabiatından gelir. Hadislere öyle rastgele ve bu işin altyapısından habersiz şekilde el atılamaz. Hadis ayrı bir ilimdir, hadis usûlü ayrı bir ilimdir, fıkıh yine ayrı bir ilimdir. Ve benim başından beri buradaki hadis inkârcılarına itiraz ettiğim asıl nokta burasıdır.

Şimdi sen bir hadisi alıp olduğu gibi kullanamazsın ki… Hadis sana bir anlayış verir. Verirse verir, vermezse sana hitab etmemiştir. Bu sözlerle şunu anlatmak istiyorum: Müslümana yapma mükellefiyeti yükleyen şey, hadisin metni değil, -onun pratik bir karşılığı olan- fıkıhtır. Hadisler fıkhın içinde sistematize edilmişlerdir. Müslüman fıkıhla, daha açıkçası, müslüman mezheb imamının içtihadıyla amel eder. Mezhebleri aradan çıkardığın zaman, hadisler üzerinde âlimlerin tartışmalarını, içtihad farklarını dikkate almadığın zaman, bir tek hadis metinlerine bakarak hiçbir şey yapamazsın. Namaz bile kılamazsın.

Bakın, bir misal vereyim: Allah Resûlü bir gün bir bahçede çalışanları görüyor. “Ne yapıyorsunuz?” İşte, hurmaları aşılıyoruz. “Aşılamayın” buyuruyor. Şimdi diyelim ki, bu hadiseye Ebu Hureyre Hazretleri şahid oluyor. Ve rivayet ediyor: “Allah Resûlü hurmaları aşılamayın buyurdu!” Ama hadise devam ediyor. Allah Resûlü birkaç gün sonra yine aynı yere gidiyor. Bakıyor, aşılamayın buyurduğu hurmalar kurumuş. Gülümsüyor, ilk söylediği sözünü geri alıyor ve bu sefer “Hurmaları aşılayınız, sizler dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz” buyuruyor. Diyelim ki, bu sefer orada Ebu Hureyre yok da Enes bin Malik Hazretleri var. Ve o da bu hadiseyi rivayet ediyor: “Allah Resûlü hurmaları aşılayın dedi!“

Şimdi bakın, burada, neler vardır: Birinci durum ile ikinci durum arasındaki çelişik görünen olay, işin bütünü ve bağlamı göz önüne alındığında muazzam hikmetler barındırır. Bu hadiseye, kendi usûlü dairesinde, bir sistem içinde bakan kimse, birinci durum ile ikinci durum arasındaki bağlantıyı görür; birincisinin, ikincisini hazırlamak üzere bir vesile teşkil ettiğini anlar. Dünya işlerinde gaibden haber vermenin olmadığı, dünya işlerinin tecrübeyle, yani o işin öz deneyimiyle bağlı olduğunu ve bunun da “Sünnetullah” olduğunu düşünür. Ve onun anlayışında her şey yerli yerine oturur. Hâlbuki hadiseye bu anlayışla bakmayan kimse için “aa, çelişki var!”, “aa, akla aykırı bir durum var!” Sonsuz geviş getirme bahaneleri vardır.

Ben şimdi bu işlere lüzumundan fazla dalan arkadaşları biraz anlıyorum. Eskiden kızıyordum ama, düşününce daha iyi anlıyorum. Onlar, aklın gelişmeleri karşısında dışarıda kalmak, modern çağda çağdışı bir inançla görünmek istemiyorlar. Dışarıdaki herifler bu çelişkileri gösterince boğulacak gibi oluyorlar. Çözüm olarak da hadisleri kaldırıp atmak ve yalanlamak gibi kolaycı bir yol seçiyorlar. Hâlbuki bu yol kolay olduğu kadar dindışıdır ve küfürdür. İslâma Muhatap Anlayış’ı anlasalar, İslâma Muhatap Anlayışın yenilenmesi dâvâsının gereğini kavrasalar, hadisler onlara zül gelmeyecek, tam aksine anlayışlarını arttıran, bütün bütün imân zevki veren bir sûrete bürünecek. Hadis reddiyeciliğinden küfre girmek yerine, onda imânın sayısız hikmetlerini bulacaklar; sadece İslâma Muhatap Anlayış‘ı anlasalar…

Hadisler, ne boş sözlerdir, ne de uydurma. Her hadiste binbir mânâ vardır. Bunları ehli bulur ve ortaya çıkarır zaten. Fakat herkesin ehil olmadığı bir gerçektir. İki sebebden: Birincisi, hadisler, hayatın dinamik yapısı içinde Kur’ân’a Muhatap Anlayış’ı gösterdiklerinden, Kur’ân’daki gibi kesin ifâdeler hâlinde gelmemişlerdir. İkincisi, modern insan, onlara, dilinden anlamayacak kadar yabancılaşmıştır. İslâma Muhatap Anlayış uçmuştur; hem de yeni değil, 500 yıllık bir çürüme süreci hâlinde uçmuştur. Böyle olunca hadislerin birçoğu mitolojik hikâyeler gibi görünmektedir günümüz anlayışına…

Meselâ mitolojide okursunuz: İşte Zeus, boğa kılığına girip Europe‘yi iğfal etti, bundan Minotaurus doğdu… Günümüz insanı bunu seks hikâyesi gibi okur. Hâlbuki adam orada kutsal tarihinden veya kâinat sırlarından bir şey anlatmaya çalışıyor. Nitekim o kültürün insanı bunu anlıyor ve bunun üzerine bir dünya bina ediyor, bu uğurda âyinler yapıyor, kurbanlar kesiyor. Ama senin için bu mânâları ifade etmiyor ki bu; onun ehli için, muhatabı için ediyor.

O kadar uzağa gitmeye gerek yok. Şundan 60-65 sene önce, Üstad Necip Fazıl, hükümete hitaben “Amerika’ya karşı nazlı bir sevgili gibi davranmalı” dediği için bugün bazı kesimler kıyametleri koparıyor. Hâlbuki ben hem o günün şartlarını, hem de Üstad Necip Fazıl’ın mânâsını az çok anlayan biri olarak, bundan pek de gocunmuyorum. Anlıyorum ki, Üstad, burada, amiyane tabirle “yakın ol ama kendini verme” diyor; “Amerika ile müttefik olmaya mecbursan bile, onun kültürünü alma, Amerikanlaşma” diyor. Zaten metnin tamamında da bu anlatılıyor. Ama buradan bakan adam, ne metnin tamamını görüyor, ne de sözün mânâsını anlıyor, basıyor yaygarayı: Aa, sevgili ol dedi!.. Bakın, bunu bu şekilde anlar ve eleştirirseniz, ben ona bir şey demem. “Evet, Necip Fazıl böyle diyor ama, Amerika yerine Rusya demeliydi!” O ayrı bir tartışma konusu. Ama burada tutup, lâfı kıçından anlayıp, “Necip Fazıl da çok Amerikancıymış!” Çüş derler eşeğe. Eşeğin oğluyla tartışacak ne var, basarsın tekmeyi gider.

Zannediyorum mesele anlaşılmıştır. Hadisler, onların mânâsına yabancı bir kafayla mıncıklanamaz. Ahkâm (yapma mükellefiyeti getiren) hadislerin mânâsı “fıkıh içinde” anlaşılır; zaten fıkhın mevzularına göre tasnif edilmişlerdir. Anlayışa hitab edenlerin de lisânına ve kültürüne âşinalık şartı vardır. Meselâ o günün dünyası içinde bir deyim vardır, bugün farklı bir anlam kazanmıştır veya bugün ortadan kalkmıştır veya tercüme / meal içinde sırrı kaybedilmiştir. Onu bilmedin mi, maymun gibi bak dur. Meselâ İbn-i Ömer yoluyla gelen bir rivayet, Sünen-i Ebu Davud’un Büyü bahsi 56’ıncı babında 3462 numarayla şöyle kayıtlıdır:

-“İğne usûlüyle alış-verişte bulunur, sığırların peşine düşer, ziraate razı olur ve cihadı da terkederseniz, Allah size öyle bir zillet verir ki, dininize tekrar rücû etmedikçe o zilleti kaldırmaz.“

Ne demek “iğne usûlüyle alışveriş”? İnce ince para hesabı yaparak mı? Dışarıdan bakan kimse buradaki mecazı, deyimi görmeyip buna “sırtılacak bir şey” gibi baktığı için de bizimkisi çığlığı basar: “Yok canım uydurma onlar. Hadisler hepsi uydurma… Başka örnek verme sakın. Konuşmayalım bu konuyu…” Bu mudur yani? Değildir bu. Muteber hadis kitablarında yer alan rivayetler arasında uydurma hadis bulamazsınız; mânâsı kolay anlaşılan veya zor anlaşılan hadis bulabilirsiniz. Zira bunlar yüzlerce yıl, binbir imbikten geçirilerek kitablaştırılmıştır.

Hayır, fotoğrafın bütününe bakmak çok mu zor? Nedir: Kur’ân ve Sünnet, İcmâ ve Kıyas birbirine zıd şeyler değildir; birbirini açan ve bütünleyendirler. Herbirinin nasıl anlaşılacağı hak mezhebler içinde gösterilmiştir. Yeri belirlenmiştir. “Şu farzdır, bu sünnettir, bu mendubdur, şu müstehabdır”… Bunların üstüne tasavvuf yolunu, yani hikmeti ilave edin. İmanın hakikatini yaşayan kimse için bunlar arasında bir çelişki yoktur; hepsi ayrı bir yönüyle İlahî hakikati gösterir ve ölçülendirirler. Çelişki, günümüz insanının kafasındaki kaostadır; her şeyi bağlamından koparmış, mânâsından düşürmüştür o… La Guernica’yı boya çanağındaki rastgele renk karmaşasından ayıramaz; aynı şey zanneder.

İsteyene daha çok şey konuşurum bu sadedde. Hadisler başlangıçta neden kaleme alınmadı, hadis işi sahabîlere niçin netameli göründü, 200 sene sonra ne diye yazılı hale getirilmek istendi, ne oldu, nasıl oldu? Ama bunların hepsi cevablanmış sorulardır; yeni ortaya çıkan meseleler değil… Siz iyisi mi ortaya çıkardığınız eserinizle mutlu olun: Burada beni sonunda molla edeceksiniz dedim dedim dinlemediniz, bak ne oldu şimdi?

6 Nisan 2013

EBU DAVUD – II

Bak hâlâ bu başlık altında saçma sapan lâflar ediliyor. Ya ben bunlara hastayım; Kur’ân’dan acaib hükümler çıkarıyorlar kafalarına göre. Misâl: “Allah kuluna yetmez mi” âyetini görünce, hemen atladılar: “Evet, yeter…”

İllâki öyledir de, bu âyet sana hayvan mutluluğu vermesin diye, Allah onunla birlikte akıl ve fikir de vermemiş mi? Öyle ya, nerede esere, nerede müessire bakacağını bilmek lâzım. Sizin kafadan gidersek, siz daha dünyaya gelirken bozuluyor ölçü: Allah kuluna yeter de dünyaya gelmek için neden bir anaya, bir babaya muhtaç oldun? Allah kuluna yeter de, Kopernik olmasaydı dünyanın yuvarlak olduğunu, Newton olmasaydı yerçekimi kanununu bilmeyecektin!

Dinde de bu böyledir: Allah kuluna yeter ama, bu söz öyle saçma sapan anlaşılmasın diye Allah, Peygamber göndermiştir. Zâtını bildirmek için ilimler halk etmiş, âlimler yaratmıştır. Her şey sebebler içinde, vesileler ve vasıtalar içindedir; sünnetullah ve âdetullah… Sen bunlardan muaf mısın yani? Sen Allah’ın zâtıyla mı muhatabsın yani? Şu kadarcık şeyi bana bildirmek için bile harflere, kelimelere, internete, bu portala muhtaçsın; niye bunlara başvuruyorsun, Allah sana yetmiyor mu?

Yahu bu Mustafa İslamoğlu ile Edip Yüksel‘in zehirlediği tipler, bazen bakınca bana biraz zeki imiş gibi görünüyorlar; bazen de böyle komik şekilde önüme çıkınca beni orantısız güç kullanmak zorunda bırakıyorlar. Sonra ben üzülüyorum. Üzmeyin lan beni bu kadar! Haddinden fazla salak olmayın!

Hakikaten üzülüyorum: Ne kadar geri zekâlılık varsa gençlik arasında prim yapıyor!

6 Nisan 2013

EBU DAVUD – III

Öyle anlaşılıyor ki, bu portalda bu büyük İslâm âliminin az sayıda olan hayranlarından biriyim. Azınlıkta olmak beni rahatsız ediyor mu? Etmiyor. Çünkü biliyorum ki, kuru kalabalık hiçbir şeydir, hakikat her şeydir. Ben diyalektikçiyim; diyalektikte demokrasinin çoğunluk kuralları değil, hakikatin kendi mantık kuralları geçerlidir. Ben karşıtımla temasa gelmekten hoşlanırım; fikir sahibi olduktan sonra en uzağımda da olsa değerini bilirim, severim. Ama iş mantık sınırları dışına çıkıp taassuba döndü mü, hemen bırakıp kaçarım. Yenilgiyi kabul ederim. Çünkü mantığın taassuba kılıcı işlemez.

Şimdi bu arkadaşlar beylik bir klişe tekerleyip duruyorlar. Nedir? “Allah ile kul arasına kimse giremez.” Eyvallah bu sözün bir yeri var, inkâr edecek değilim. Ama sizin kasdettiğiniz mânâ içinde hiçbir anlamı yok. Mesela kaleci Volkan kalede değerlidir de santrfora koysan beş para etmez. Bu da öyle bir şey. Sözgelimi kişi vicdanen Allah huzurundadır, onunla arasında kimse yoktur. Kezâ bizde Hristiyanlar gibi, efendim günah affeden, cennetin anahtarını veren aracı bir sınıf yoktur, vesaire… Ama bu hakikati kendi yerinden alıp her tarafa genellemeye kalktın mı, ben onu on yerinde çürütürüm. Deneyelim mi?

Her şey Kur’ân’dan olmalı kuralına göre, Kur’ân’da böyle bir âyet var mıdır? (Burada bitti sizin teori!)
Peygamber nedir o halde? Niye aracı koydun da direk Allah’tan almadın Kur’ân’ı? (Burada naaşı yaklıdı, külü savruldu!)
Yerçekimi meselesinde arana Newton girmiş, çıkarsana! (Tozu bile kalmadı!)
Yeterli sanırım. Yoksa değil mi? Aa, yeterli saymıyor arkadaşlar bu örnekleri. Ergen kızlar gibi “ne alakası var yea?” diyorlar. Yok mu? Pekâlâ, hepsinden vazgeçiyorum. Bütün istidlallerimi geri alıyorum. Tek soru soracağım. Lütfen mugalâta yapmadan cevab veriniz:

– Namaz kılıyorsunuz sanırım. Tahminimce namaz abdesti de alıyorsunuzdur. İyi ama nasıl? Önce elleri mi, yoksa ayakları mı yıkıyorsunuz? Kolları dirseklere kadar mı, koltuk altlarına kadar mı sıvıyorsunuz? Göbeğe mesh yapıyor musunuz? Ağız burun içinin tamamının mı (Hanefî içtihadı), yoksa yeterli bir bölümünün mü (Şafiî içtihadı) yıkanmasını öngörüyorsunuz? Ve bunları hangi âyetlerden, nasıl çıkarıyorsunuz?

Şimdi gidin insanları palavralarınızla kandırmaya ve palavra üzerinde çoğalmaya devam edin. Teşekkürleeer, iygünleeer…

6 Nisan 2013

EBU DAVUD – IV

Bomboş bir lâf ebeliği hâlinde devam ediyor bu mevzu. Hadis inkârcıları, sorduğumun soruların çevresinden dolanarak, maval okumaya devam ediyorlar.

Ben sıkıldım ama. Hadi bunu da açıklayın, söz, daha ilişmiycem:

– Peki, namazdan önce ezan da okuyor musunuz bu arada? Kur’ân’da ezan olmadığına göre, nasıl okuyorsunuz? Allahuekber yerine Subhanallah deyince oluyor mu? Zirâ ben şu an tam da onu demek istiyorum: Subhanallah, bu kakavanlar da nereden çıktı!

Neyse, sizinkisi İslâmiyet değil. Uydurmasyonizm… İslâmiyet, Sünnet ve Cemaat Ehli önderlerinin öğrettiği gibidir. Bundan ötesi, oyun oynaştır.

6 Nisan 2013

Kaynak:Adımlar dergisi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ŞERİAT Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com