EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Vicdansızlar susarken vicdanı olan konuşuyor

 
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> AHLAKÎ DÜŞÜNCELER
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Tem 31, 2017 11:52 pm    Mesaj konusu: Vicdansızlar susarken vicdanı olan konuşuyor Alıntıyla Cevap Gönder

Eski AKP'li vekil tepkili: Hakkım haram olsun!
27 Ocak 2018



"Düne kadar FETÖ ile aşk yaşayanlar, yukarı makamlarda olmamızı engelledi"

Eski AKP Diyarbakır Milletvekili Cuma İçten, sosyal medya hesabında paylaştığı "Hakkım haram olsun" başlıklı yazıda “Makam sahibi olduktan sonra; sadece kendini o makama oturtanlara kul köle olup yalakalık yaparak tutunmaya çalışanlara, kamera ve basın karşısında; şirin, sempatik, hoşgörülü durup, özü ile başbaşa kalınca; nefret, kibir kusanlar, geçmişini inkar, reddedenlere hakkım haram olsun" ifadesini kullandı.

Yazısında yapıldığını iddia ettiği torpillere de değinen İçten şu ifadeleri kullandı:

“Üst düzey rütbesi olan; milletin oyu ile makamı işgal edenler, makamları kendi yakınlarına özel işlerine imtiyaz edenlere, makam gücü ile; eşini, dostunu, akrabasını kayıranlara, özel işlerini yapanlara, sonrada pişkin pişkin Allah kitap diyenlere hakkımı haram ediyorum.

"Devletin makamlara verdiği imtiyazlar ile; çocuklarını ve eşini devletin tahsis ettiği araç ve şoförler ile okullara ve özel işlere yollayan, bunları özel işleri için kullananlar, makam gideri göstererek tıksırana, tiksirene kadar yiyip içenlere bir vergi mükellefi olarak açıktan hakkımı haram ediyorum."

"Devletin maaş, makam, araç, iletişim, lojistik, harcırah imkanlarını kendi siyasi işlerine yatıranlara, makamı başkalarına zülüm etmek için kullananlara, tepeden bakanlara, halk ile muhatap olmaktan kaçanlara, kibirli davrananlara hakkımı haram ediyorum. Hadi keyfini çıkarın bakalım.”

"Siyasilere yönelik çok ağır ifadeler kullanan İçten, “Makamı ve imtiyazları koruma adına; üstlerine hakkı ve gerçeği söylemeyen, aksine yalakalık yapanlara, haksızlık karşısında susanlara, liyakata bakmayanlara, devletten maaş alıp devletine, milletine, vatanına ihanet edenlere hakkım haram olsun”

"Bunlara prim veren yönetimlere hakkım haram olsun"

“Makam sahibi olduktan sonra; sadece kendini o makama oturtanlara kul köle olup yalakalık yaparak tutunmaya çalışanlara, kamera ve basın karşısında; şirin, sempatik, hoşgörülü durup, özü ile başbaşa kalınca; nefret, kibir kusanlar, geçmişini inkar, ret edenlere hakkım haram olsun.

"Siyasi partilerde siyaset yapıp; her seçimde beklenti içinde olup heyecandan uyuyamayıp, 6-7 ekim olaylarında, İKBY referandumunda, Zeytindalı Harekatında, karşı beyan edip, veyahut korkudan susmayı tercih edip, seçimde de pişkin pişkin Aday adayı veya Aday olanlara hakkım HARAM olsun.

"Bulunduğu siyasi partide; aday listesinde olmadığında karşı taraftan aday olan, bağımsız aday olarak partiye zarar veren, listedeki sıralamasını beğenmeyip istifa eden, karşı tarafa çalışan, sonra pişkin pişkin tekrar partiye dönüp sahnede boy gösterenlere hakkım haram olsun.

"Bu yalaka takımına, istikrarsız davranışlara, makam ve mevkiyi kendi çıkarlarını kullananlara, konu mankeni olanlara, siyasi partiler içerisinde bunlara pirim veren, önlerini açan parti yönetimlerine hakkımı haram ediyorum.”

“Düne kadar FETÖ ile aşk yaşayanlar"

“Düne kadar (17-25 Aralık sonrası); FETÖ ile kol kala aşk yaşayanlar, söylemlerimi kulak arkası edenlere, 15 Temmuz’da aklımız başımıza geldi diyenlere, PKK ve diğer terör örgütlerine tek bir laf söylemeyenlere, devleti, partiyi terör örgütlerini idare edenlere, bunları görmeyenlere, görüp de susanlara hakkımı haram ediyorum.

"Kimsenin başta FETÖ ve PKK terör örgütlerine tek bir laf etmediği dönemlerde; onlara savaş açan biri olarak, şahsımın tekrar seçilmesine engel olan sayın cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan‘a hakkımda bilgi kirliliği oluşturan, teröristler ile işbirliği içinde olan, olmaya devam edenlere hakkım haram olsun.

"Ülkemde kıyametler koptuğunda; insanlar katledildiğinde, şehrim savaş alanına çevrildiğinde, kamuoyuna çıkıp teröristlere tek bir laf etmeyip algı yönetemeyenler, ortalık sakinleştiğinde şehrin sokaklarında boy gösteren sözde siyasetçilere, korkaklara hakkımı haram ediyorum.

"FETÖ ile ilk mücadele ettiğimde; F tipi örgüt, Haşhaşi, paralelci, Tuzluk bunlar dediğimde; bana bozulanlar, laf atan, yüz çevirenler, şimdi bizden çok FETÖ düşmanı olup bizim yukarı makamlarda olmamızı engelleyip, her türlü pisliği yaparak, yalakalık yapanlara hakkım haram olsun.”

T24
ETİKETLER
cuma İçten akp diyarbakır hakkım haram olsun tayyip erdoğan

An gelir herkes aslına rücu eder; gizlenen çapsızlık, dökülüverir ortaya
HÜRREM SÖNMEZ
22/11/2017



Epeydir medyada lümpenliğin, bayağılığın saltanatı sürüyor malum.

Önceki gün onlardan biri tam kendine yaraşır bir cümle etti, ırkçılık ve cinsiyetçi belaltı mizah memlekette rutin faaliyet olduğu için normalde pek kimseyi bozmayabilirdi ama o şahsın işlevi sona ermiş olsa gerek ki birden “Sizinle yollarımızı ayırmaya karar verdik” denilerek oyundan elendi. Uzun müddet o lümpenliğiyle çokça prim yapmıştı oysa ki.

Elbette tüm ömrü dolanların sarıldığı sihirli cümleye sarıldı: “Operasyon çekiyorlar.”

Sürekli birilerine operasyon çekmek için hazır bekleyen dahili ve harici karanlık güçler var memlekette… Yoksa yandaş olan herkes masumdur, televizyoncusundan, tecavüzle suçlanan köy imamına kadar. Masumiyet karinesinin yeni hali!

Bu günleri anlatırken şöyle diyeceğiz ileride:

“Herkesin her şey olabildiği bir dönemdi, tek koşulu yandaş olmanızdı ama bu yandaş kelimesi epeyce bir alt anlam içeriyordu elbette, itaat etmeniz gereken koşullara göre; bazen vicdanı, bazen aklı izanı bazen de şahsiyeti bir kenara bırakmak, sıklıkla da hepsinden birden vazgeçmek icap ediyordu. İnançlı, imanlı, abdestli namazlı görünürsen iyiydi tabii ama şart da değildi, ideal bir yandaşta aranan en mühim vasıf itaatkârlıktı çünkü.

Herkesin (yani yandaş olan herkesin) her şey olabildiği günlerdi, onlar da fırsatı kaçırmadılar, iştahla saldırdılar, yemek programından, futbol yorumuna, oradan siyasete, siyasetten ekonomiye.

Kahvehane sohbeti düzeyinde bir bilgiye dahi gerek yoktu, yandaşlar için şahane bir ‘ifade özgürlüğü’ ortamı vardı çünkü, ahlaki, insani, hukuki hiçbir sınırlama olmaksızın üstelik..

İki kelime yazamazken gazeteci oldular…

Üç kelâmı yanyana getiremiyorlardı televizyoncu oldular…

Adalet nedir haberleri yoktu, dertleri de değildi ama televizyonlarda hukukçu sıfatını adlarının önüne ekleyip ahkam kestiler.

Saçma sapan, çalıntı tezlerle üniversitelere atandılar, gerçi akademik çalışmaya ihtiyaç da yoktu istedikleri gibi akademik kariyer yapabilirlerdi. Ayetle büyüyen fasülye üretirlerdi, onlardan akademiği olmazdı…

Dönemin sanatçıları da koşullara uygun oluştu, pek çoğunun sanat adına ne yaptığı soru işareti olmakla birlikte sanatçı sıfatlı hormonlu bir kadro lâzım gelen tüm karelerde boy gösterdiler.

Her şey mümkündü mezarlıklar müdürüyken tiyatroların başına geçebilirdiniz, lambadan çıkan cin, ‘Dile benden ne dilersen’ demişti bir kere…

Sanırım en çok da zengin olmak istiyorlardı, oldular da…

Velhasıl bir kısım insanın harika (!) bir hayatı oldu, canlı yayında yenen kebaplar, yalılar, şoförler, koruma orduları, makam odaları, ekranlarda her akşam yalan haberler ve binbir türlü kepazelik ile kazanılan paralar.

İhtirasla, iştiyakle vazgeçilen haysiyet haraç mezat paraya tahvil edildi.

Gerçek gazeteciler hapisteydi o sırada. Yıllarca emek vermiş akademisyenler üniversiteden ihraç edilmişti. Hayatını bilime, sanata adamış insanlar birer ikişer ülkeyi terk ediyordu.

Önce fazla mesele olmadı bu. Herkes her şey olabildiği, rasyonel bir akıl ve mantık gerekmediği, gerçeğin de bir kıymeti olmadığı için her şeye bir açıklama bulunabiliyordu.

Örneğin gazeteciler gazetecilikten yatmıyordu, ‘terörist’ti hepsi. Akademisyen olup da barış talep edene dünyada yaşam hakkı bile verilmezdi, hepsi haindi. Bilim, felsefe… bunlar milli ve dini şuura sahip genç nesiller yetişmesini engellemek için kurulmuş tuzaklardı. Sanat deseniz milli kültüre, ahlaka uygun değilse yere batsındı, blok flütte bile ne kirli oyunlar vardı, bilen biliyordu.”

Eskilerin lafıdır: ‘Sarımsağı gelin etmişler, kırk gün kokusu çıkmamış.’ Ama benim gibi iflah olmaz umutlular için şu bilgi mühim: ‘Kırk gün sonra da olsa kokusu çıkmış işte.’

Hani Cevat Fehmi Başkurt’un klasikleşmiş oyunu vardır, ‘Buzlar Çözülmeden’; kasabaya atanan yeni kaymakam diye akıl hastanesinden kaçmış bir deli kaymakamlık yapar, buzlar çözülüp yollar açılınca gerçek ortaya çıkar. Tabii olayımızdan farklı olarak o oyunda kaymakam görünümlü akıl hastası çok iyi icraatlar yapar, hırsızın, uğursuzun hakkından gelir.

Herkes her şey olabildi, bilgi, erdem, liyakat iyi olan ne varsa alaşağı edildi, kim daha çok alçalacak kim daha ahlaksızlaşacak, kim en büyük yalanı söyleyecek müsabakalarına girişildi, itibarlı insanlar itibarsızlaştırıldı… Lakin burada kalmayacaktı elbette, buzlar çözülmeye başlamıştı.

Kifayetsiz muhterislerin etrafını böyle vakitlerde hafiften bir korku sarıyordu, üstelik emsal de vardı önlerinde. Bir önceki versiyonda tıpkı onlar gibi hak etmedikleri yerlere gelen kimi eski dostlarının akıbetlerini biliyorlardı.

‘Şer odakları komplo kurdular’ çığırışlarının da bir yerde miadı dolacaktı elbet. Altın yaldızların, yalanların dolanların ve işlevine göre fiyat biçilenlerin, hepsinin bir son kullanma tarihi vardı.

Han-ı iştiha, han-ı yağma sonsuza dek sürer zannedenler tarih boyunca genellikle yanıldı.”

Bugünlerden bahsedecek olursak bir gün böyle diyeceğiz: “Herkesin her şey olabildiği günlerdi ama sonra birer birer asıllarına rücu ettiler, yani hep vezir kalacaklarını zannediyorlardı ama rezil oldular.”

Kayıt tutanlar hepsini görüyor; nedamet getirmek için fırsat kollayanları, “Ama bu kadar da olmaz” deyip yavaştan çark etmeye çalışanları, raf ömrü dolup ıskartaya çıkınca vicdanlı pozlarına girenleri, birbirini satanları…

Daha da çok şey görecekler belli ki.

Uzaktan duyulan uğultu, bayağılık, yalan ve iftira üzerinde yükselenlerin çöküşünün uğultusu.

Şairin dediği gibi: “Bu harmanın gelir sonu.”

Diken

Erdoğan'ın ilk müsteşarı: AK Parti'den bu paradigmayı değiştirmesi beklenir...
28 Ağustos 2017



"Maalesef iktidar aktörleri değişse bile sonuç değişmiyor"

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın başbakanlık görevini üstlendiği dönemdeki ilk Başbakanlık Müsteşarı olan ve daha sonra Milli Eğitim ile Çalışma bakanlıkları görevlerini üstlenen Ömer Dinçer, iktidarın kendisi gibi düşünmeyeni ötekileştirme ve sesini kısma çabasının siyasal ve sosyolojik olarak halkı kutuplaştırdığını söyledi. Dinçer, sözlerinin devamında "Buna karşın demokrasi, çoğunluk değil çoğulculuk, insan hak ve özgürlükleri, popülizmden uzak politikalar diyerek yola çıkan AK Parti’den bu paradigmayı değiştirmesi beklenir" ifadesini kullandı.

Ömer Dinçer'in Habertürk'te "Siyaseti fikirler, ortak değerler ve projeler üzerinden tartışmak" başlığıyla yayımlanan (28 Ağustos 2017) yazısı şöyle:

Siyaset en basit tanımıyla, “halka ait sorunları çözme yöntemi” dir. Başka bir ifadeyle, siyaset, “toplumsal talepleri örgütleme ve onlara uygun cevaplar verme” sürecidir. Eğer konuya devlet (veya iktidar) açısından yaklaşılırsa, “devletin faaliyetlerini amaç, yöntem ve içerik olarak düzenleme ve gerçekleştirme esaslarının bütünü” anlamına gelir.

Siyasetin bir de olumsuz anlamı var. “Bir hedefe varmak için karşısındakilerin duygularını okşama, zayıf noktalarından veya aralarındaki uyuşmazlıklardan yararlanma vb. yollarla işini yürütme.”

Ülkemizde siyasete maalesef bu olumsuz ve “her durumda işini yürütme”, “üste çıkma” anlayışının egemen olduğunu belirtmek gerekir. Bu yaklaşım tarzı siyasi tartışmaları bir yandan kişiler üzerine odaklarken, diğer yandan seviyesini düşürüyor. Siyaseti kişiler üzerinden tartışmak ise hem gerçek sorunları unutturuyor hem de ülkeye zaman kaybettiriyor.

Hâlbuki siyasete kalite getirmenin en bilinen yolu fikirleri tartışmak, ortak değerler oluşturmak ve toplumsal sorunların çözümüne uygun projeler geliştirmektir.

Güçlü bir millet olmak bir insan soyuna veya bir inanç sistemine dayanmaktan çok, ortak fikirler ve değerler geliştirmekle mümkündür.“Tek millet, tek vatan, tek devlet ve tek bayrak” gerçekleşsin isteniyorsa, kutuplaştırmak ve ötekileştirmek yerine ortak değerleri ve fikirleri olgunlaştırmak gerekir.

Çünkü fikirler insanlar gibi ölümlü değildir, somut ve birleştirici bir nitelikte inşa edildikleri zaman, kendi ölümsüzlüklerini bütüne de taşırlar. Böyle bir durumda fikirler tek başına ya da kitleler halinde çeşitli ırkları ve farklı inançları kucaklayacak güce ulaşır.

Osmanlı devletini 600 yıl boyunca evrensel bir güç haline getiren nedir, sizce? Üç Semavi dini ve pek çok ilkel inanışı bir arada tutan, değişik soyları aynı misyon etrafında toplayan, Ermenileri “millet-i sadıka”yapan güç, ortak bir fikirler ve değerler setidir. “Osmanlılık fikri”özümseyici bir güç olarak her dinden ve her soydan insanı ortak bir çaba etrafında birleştirmiştir.

Bu, Osmanlı Türklerinin Müslüman kalmadığı anlamına gelmez. Tam aksine Osmanlı Türkleri Müslüman kalarak, büyük bir millet olmanın ve imparatorluk kurmanın hamurunu yoğurmuştur. Osmanlı devleti, modern bir kavramla çoğulcu bir toplumdu ve farklı olanları kendine benzeterek değil, farklılıkları yaşatarak ortak bir vizyonla birleştirmeyi başarmıştı.

Cumhuriyetin en önemli sorunu da ortak fikirler ve değerler üretememesidir. Cumhuriyet bir millet olmayı, birlik oluşturmayı gelecek nesilleri şekillendirerek, daha doğrusu herkesi “tek tipleştirerek”gerçekleştireceği yanılgısına düştü.

Bu yanılgı ülkemizde büyük bir enerji ve zaman kaybına neden olmuştur. Devletin ideolojik yapısı ve bu doğrultuda toplumu şekillendirme çabası ise kutuplaşma ve zaman ilerledikçe kutuplar arasındaki çatışmaların şiddetlenmesi sonucunu doğurdu.

Maalesef iktidar aktörleri değişse bile sonuç değişmiyor. Üstelik yaklaşık yüz yıllık tecrübeye rağmen, toplumu kendi düşüncesi etrafında şekillendirme yaklaşımı kendi dışındaki seçeneklerin görülmesine de engel oluyor.

Geçmiş bütün tecrübeler, iktidarın kendisi gibi düşünmeyeni ötekileştirme ve sesini kısma çabasının siyasal ve sosyolojik olarak halkı kutuplaştırdığını gösteriyor. Buna karşın demokrasi, çoğunluk değil çoğulculuk, insan hak ve özgürlükleri, popülizmden uzak politikalar diyerek yola çıkan AK Parti’den bu paradigmayı değiştirmesi beklenir.

2004 yılında, çok doğru bir şekilde, “Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma” projesinin ana teması zihniyet değişimi olarak belirlenmişti. Kamu yönetiminde paradigma değişimi tek tipleştirme olgusuna karşı çıkıyor ve eski Türkiye’nin alışkanlıklarını değiştirmeye çalışıyordu.

Hiç şüphesiz ülke sorunlarını farklı şekillerde önceliklendirmek mümkün. Bazıları için farklı sorunlar daha öncelikli olabilir. Ama gerçekten tek bir millet olmak isteniyorsa önce zihniyetimizi ve siyasete yaklaşımımızı değiştirmek gerekiyor. Sonra da ekonomi için yeni gelecek projeleri hazırlamak..

T24
ETİKETLER
Ömer dinçer habertürk gazetesi recep tayyip erdoğan akp paradigma

Güler Zere için adalet
Peren Birsaygılı
2010

Hz Muhammed’in henüz 25-26 yaşlarında iken yani henüz Peygamber olmazdan evvel katıldığı Hilfu’l-Fudul Faaliyeti’nin kuruluş metni, “Allah’a yemin ederiz ki” diye başlıyor ve şöyle devam ediyordu;

“Mekke şehrinde birine zulüm ve haksızlık yapıldığı zaman, ister bizden olsun ister yabancı, ister iyi olsun ister kötü, haksızlığa uğrayanın hakkını geri alıncaya kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz. Deniz süngeri ıslattığı, Hira ile Sebir dağları yerlerinde durduğu sürece bu yemine aykırı davranmayacağız ve birbirimize yardımda bulunacağız...”

Bu teşkilat, büyük bir ontolojik, sosyal ve siyasi kriz ile imtihan edildikleri dönemde, insanoğlunun içindeki adalet ve iyilik damarının harekete geçirilmesini hedefliyordu. Ezilmişlerin, haksızlığa uğramışların sorunları ile ilgilenme yeri idi Hılfu’ul Fudul. Ve Kabe etrafında yoğunlaşan ontolojik arayışın kendini iyice hissettirdiği zamanlarda, yöneten-yönetilen, ezen-ezilen, zulmeden-mazlum edilen insanoğlunun donmuş dimağını parçalayan büyük bir isyanın başlangıcını simgeliyordu.

İşte bu yüzden, ihtiyaç duyulan o peygamberi soluğun ilk nefesi idi Hilfu’l-Fudul Faaliyeti. Zira haklı-haksız veya adalet-zulüm ekseninde şekillenmiş bu büyük davanın neferleri, Müslümanlara dünyanın adalet bekçiliği vazifesini emreden Kuran-ı Kerim’in siyasal ve sosyal mesajları ile tamamen örtüşecek bir hareketin ilk adımlarını atıyorlardı. Haksızlığa uğrayanın dini, dili, ırkı, düşüncesi her ne olursa olsun, hakkı kendisine geri verilene ve uğradığı zulüm son bulana kadar tek bir el gibi hareket etmeye ant içmiş, bunu bir refleks olarak içselleştirmiş bu Allah dostları, bir sosyo-politik değer olarak ısrarla adalete vurgu yapan olan Kuran’ın en temel mesajının erken uygulayıcıları olarak kazınıyordu zihinlerimize…
***
Hilfu’l-Fudul örneğinden yola çıkarak düşündüğümüzde görüyoruz ki; Bugün de özellikle dindar olma iddiasındaki insanların en temel önceliği, adalet kavramını vazgeçilmez bir İslami disiplin olarak hayatlarının merkezine yerleştirmek olmalıdır. Zira İslam düşüncesinde en temel hak “varolma” hakkıdır. Varolan şey, örneğin eğer insan ise varlığını devam ettirmek için beslenme, büyüme, düşünme yani yaşama hakkı var demektir. Bunlar insanın var oluşunun göstergesidir, yani varoluşu bu haklara sahip olması ile anlaşılır. Bu yüzden, eğer varoluş göstergelerinden herhangi biri dahi gasp edilirse, varolma hakkı gasp edilmiş olur.

İslam düşüncesinde bütün varlıklar öncelikle birbirine karşı sorumludur zira varlık aleminde birlikte yaşamak bunu gerektirir. Eğer birisi bir başkasının varolma hakkına engel oluyorsa ona zulmetmiş, bu zulme şahitlik etmesine rağmen herhangi bir tepki göstermeyen, yani Hz Peygamber’in “Mekke şehrinde birine zulüm ve haksızlık yapıldığı zaman, ister bizden olsun ister yabancı, ister iyi olsun ister kötü, haksızlığa uğrayanın hakkını geri alıncaya kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz.” yeminine riayet etmeyen kişi de zulme ortak olmuş olur.

İşte bu yüzden değerli olan başkaları için elinizi taşın altına sokabilmenizdir.

Her zaman ve mekanda başkasının da haklarını savunabilmenizdir.

***
Siz bu satırları okuduğunuz anlarda Güler Zere ölüme biraz daha fazla yaklaşıyor.

Artık ayakta durmakta zorlanan bedeni, her geçen gün biraz daha eriyor.

Sadece kendini düşündüğü için değil, hani o şafak söktüğünde yollara dökülerek çamura bulananlar, kimi zaman bir dilim ekmek için kör karanlık madenlerde ya da tersanelerde hayatını kaybedenler için daha insanca bir yaşam isteyen Güler, 14 senedir tutuklu bulunduğu Elbistan Hapishanesinde kanser hastalığına yakalandı.

Ve Güler’i bu hastalığın pençesine düşüren ülkemiz hapishanelerinde uygulanmakta olan Tecrit-Tretman modeli idi. Zira F Tipi ve tadilatlı E Tipi cezaevi hücrelerinde tek kişilik veya küçük bir grupta izolasyon esasına dayanan bu model havalandırma, görüş, okuma, giyim, sağlık gibi temel ve vazgeçilemez hakları dahi "ıslah yaptırımı" adı altında kısıtlıyor ya da tamamen yok ediyordu.

2000-2009 yılları arasında tecrit uygulamasına tabi 306 kişi ölmüştü ve tecrit öldürmeye devam ediyordu.

Yaşıtları kim bilir anne olmuş çocuklarına ninni söylerken, yaşıtları gezerken, yaşıtları aşık olurken, yaşıtları kim bilir gülerken, eğlenirken, Güler ince ince soluklanarak yaşam mücadelesi veriyordu. Ve önce Hapishane idaresi, ardından ise Adalet Bakanlığı Güler’in teşhis ve tedavisini geciktirerek sağlık durumunun gittikçe ağırlaşmasına neden oluyordu.

Güler onca zaman sonra muayene edildi ancak teşhis konulduğunda artık çok geçti. Hemen ameliyata alınarak, yanağının yarısı alındı ve gerisin geri tecrite konuldu.

Yani göz göre göre ölüme terk edildi…

Ve Babası “Kızımı versinler bana” diye haykırıyor ve şöyle devam ediyordu;

“ Ben dışarıda tedavisini yaptırayım, iyileştikten sonra tekrar cezaevine girsin”.

***

Bugün Güler’e hep beraber sahip çıkmamız lazım.

Onunla aynı dünya görüşünü paylaşmıyor olabilirsiniz…

Hatta belki adını dahi ilk kez duyuyor olabilirsiniz…

Ya da belki de, sizin tamamen karşı olduğunuz bir fikri savunuyor olabilir Güler…

Ancak bunların hiç birisi sizin Güler’i yalnız bırakmanıza neden olmamalı…

Adaleti Güler’in bedenini teslim alan kanserli hücre gibi ancak öldürücü olan sistemin, bu kez de Güler’i öldürmesine izin vermemeliyiz.

İşte bu yüzden, en doğal hakkı olan tedavi hakkından dahi mahrum bırakılarak, göz göre göre ölüme terk edilen Güler için, merhamet değil, af hiç değil ancak mutlaka “Adalet ve Özgürlük” istemeliyiz.
haber10

Yandaş gazetenin yazarı "Devletin malı deniz yemeyen keriz" diyenleri teker teker anlattı
21.08.2017

Hükümete yakın Yeni Şafak gazetesi yazarı Ahmet Ünlü kamu kurum ve kuruluşlarında yaşanan etik ihlallerini örnekleriyle yazdı.

Ünlü “Kamu kurumlarındaki etik ihlalleri ya da acınacak halimiz” başlıklı yazısında “Müsteşar veya genel müdür göreve yeni atanmıştır. Hemen makam odası ve makam aracı yenilenir. Ne olur ne olmaz bekli de odasında dinleme aleti bulunabilir. Kurumunun lojmanı olmasına rağmen genel müdürün yüksek ücretlerle lojman kiralattırması. Nasıl da tanıdık geliyor değil mi” dedi.

Belediye başkanlarından da örnek veren Ünlü şu ifadeleri kullandı:

“Belediye başkanının oğlu işsizdir. Özünde çocuk ufak tefek eksikleri olsa da iyi bir müteahhittir. Elbette babasının belediye başkanı olduğu belediyeden ihaleli veya ihalesiz iş alamaz. Onun için başka bir belediye ile çalışması en idealidir.

Üst düzey bir kamu görevlisinin oğlu veya kızı işsizdir. KPSS’den yüksek puan alamamıştır. İyi de bu çocuklar ortada kalacak değiller ya. Hemen kamu kurumlarının iştiraklerinde işe başlatılırlar ya da sınav istemeyen bir kamu kurumunda işe başlatılır.

Araştırma ve uygulama hastanesinde görevli kadın doğum uzmanının, doğum yaptırdığı hastalarını özel bir hastanede görevli çocuk hastalıkları uzmanı eşine yönlendirmesi etik açıdan doğru mudur? Kamu görevlisinin görevini kullanarak eşi lehine menfaat sağlaması etik ilkelere aykırıdır.”

“KONTOL MÜHENDİSİ ÜCRETSİZ TATİLE DAVET EDİLİRSE…”

Örneklerle etik ihlallerini aktaran Ünlü şöyle devam etti:

“Bir kurumun müsteşarı veya genel müdürü, kaba inşaat halinde bir ev satın almıştır. Kurumun ihaleli işlerini yürüten firma sahibi, müsteşara veya genel müdüre, evinin ince işlerini ve bahçe düzenlemesini sembolik bir ücret karşılığında tamamlamayı teklif etmektedir. Müsteşar veya genel müdür, kendisine sunulan bu cazip teklifi kabul etmemelidir. Kabul etmesi durumunda çıkar çatışması ortaya çıkar ve ileride firma sahibinin mevzuata uygun olmayan isteklerde bulunması durumunda zor durumda kalabilir. Kurumla iş ilişkisi bulunan kişilere normal fiyattan da olsa bu tür işlerin yaptırılması, etik dışıdır.

Bir ihalede kontrol mühendisi olarak görev yapan memur, firma sahiplerine ait tatil köyünde ailece ücretsiz tatile davet edilmiştir. Davete icabet edilerek ailece bir hafta ücretsiz tatil yapılmış, tatil dönüşünde firmaya ait hak edişleri kontrol ederken imalatlarda eksiklik olduğu tespit edilmiştir. Eksiklikleri firma sahibine ileteceği sırada, firma sahibi, tatilden memnun kalıp kalmadığını sormuştur. Bu durumda kontrol mühendisi nasıl davranacaktır? Ya da yutkuna yutkuna ağzında tükürük kalmayacaktır.

Bir denetim elemanının, denetlemek üzere gittiği özel bir hastaneden, kendisine ücretsiz check-up yapılmasını istemesi etik midir? Ya da ücretsiz check-up yaptırılma teklifini kabul etmeli midir? Denetleyici konumunda bulunan kamu görevlilerinin, mevzuata aykırı olarak kendileri için hizmet, imkân veya benzeri çıkarlar talep etmesi etik davranış ilkelerine aykırıdır. Yine, bir denetim elemanının, denetim görevi ile ilgili hazırladığı açıklamalı bir mevzuat kitabını, satın almaları amacıyla denetlediği kamu kurumlarına dağıtması etik midir? Kamu görevlilerinin, görev, unvan ve yetkilerini kullanarak kendi kitaplarının satışını ve dağıtımını yaptırmaları yasaklandığından etik değildir.

“DEFİN İŞLEMLERİNİ YERİNE GETİREN İMAMA PARA TEKLİF EDİLİRSE…”

Belediye mezarlığında görev yapan imama, defin işlemlerini yerine getirdiği cenazelerin sahipleri para vermek istemektedir. İmamın, cenaze sahiplerinin vermek istedikleri parayı alması etik açıdan doğru mudur? Kamu görevlileri verdikleri hizmetin karşılığında devletten maaş ya da ücret almaktadır. Bu nedenle iş sahiplerinden yaptıkları işin karşılığında ayrıca ayni veya nakdi bir bedel almaları doğru değildir.

Fen işleri müdürünün amcası inşaat malzemeleri satmaktadır. Kendisini ziyarete gelen yeğenine, belediyeye iş yapan firmaları, kendisinden malzeme almaları konusunda yönlendirmesi için ricada bulunmaktadır. Müdür ne yapmalıdır? Amcasına bu davranışın doğru olmadığını anlatmalı, firmaları şirketine yönlendirmesi durumunda çıkar çatışması meydana geleceğini açıklamalıdır.

Genel müdür, kurumdan ihale alan firmanın sahibine, paranın bir kısmını bir derneğe bağışlaması durumunda, hakedişlerin hemen ödeneceğini söylemektedir. Genel müdürün davranışı doğru mudur? Kamu görevlilerinin, kamu hizmetlerini yürütürken spor kulübü, dernek vb. kuruluşlara bağış ya da yardım yapılmasına aracılık yapmaları etik değildir.

Yapılacak olan büyük bir satın alma ihalesi öncesinde, kurumun üst yöneticisinin, ihale şartnamesini hazırlayacak olan müdürü makamına çağırarak, şartnameyi belli bir firmanın ihaleyi kazanacağı şekilde hazırlamasını istemesi etik midir? Ya da ihale öncesinde bir firmaya önceden haber vererek hazırlık yapmasını söylemesi. Üst yöneticinin ihale mevzuatına aykırı talimat vermesi yasal ve etik değildir. Müdürün de böyle bir talimatı yerine getirmemesi gerekir. Bunlar etik ihlali olduğu gibi aynı zamanda da hem disiplin hem de adli yönden suçtur.

Bir kurumun üst yöneticisinin, sürekli görev yaptığı Ankara’dan çocuklarının ikamet ettiği başka bir şehre hafta sonları gitmek için kendisini görevli-izinli göstermek suretiyle hem uçak hem de harcırah imkânlarından yararlanması etik ihlalidir.

Bir kamu kurumundaki üst yöneticilerin yönetim kurulu toplantılarını, mevsimine göre yazın sahilde, yaylada; kışın kayak merkezlerinde düzenlemesi açık bir etik ihlalidir.”

“BAKALIM DİKTİĞİMİZ BU ELBİSE KİMLERE UYACAK”

Köşesinde “Yukarıda yer verilen örnekler ne kadar tanıdık geliyor değil mi? Etik komisyonuna veya etik kuruluna konu intikal ettirilmediği sürece herhangi bir sorun yoktur.” diye yazan Ünlü yazısında şu ifadeleri kullandı:

“Hizmet araçlarının bazı bürokratların çocuklarının servis aracı olarak kullanılması veya hanımlarının makam aracı haline gelmesi vakayı adiyeden olmuştur.

Yine, sırf kapıcı parasından kurtularak daha az aidat ödeme uğruna kamu konutlarına kurumların hizmetli personelini görevlendirmekten dahi utanmayan bir bürokrat taifesinden bahsedersek konunun vahameti daha iyi anlaşılır. Doğrusu Kamu Görevlileri Etik Kurulu'nun 12 personelle bu işin altından nasıl kalkacağını merak ediyorum. Rahmetli Akif ne kadar güzel özetlemiş; 'Şarka bakmaz, garbı bilmez, edepten yok payesi; bir kızarmaz yüz, bir yaşarmaz göz bütün sermayesi.' Sakın yanlış anlaşılmasın, bildiğim özel şeyleri yazmadım, sadece ve sadece herkesin bildiklerini özet olarak yazdım. Bakalım diktiğimiz bu elbise kimlere uyacak?”

Odatv.com

Vicdansızlar susarken vicdanı olan konuşuyor: "Şehirlerimiz çirkinleşiyor"
31 Temmuz 2017



Yeni Şafak yazarı ve AKP Ankara Milletvekili Aydın Ünal, Batılıların çocukların, yaşlıların, engellilerin güvenle ve rahat hareket edebilecekleri şehirler inşa ettiğini ve tarihi muhafaza ettiklerini belirterek "Haydi cesaret edip soralım: Üzerine ağıtlar yaktığımız Kudüs, son 1 asırdır Müslümanların elinde olsaydı, şehirdeki tarih böyle muhafaza edilebilir miydi? Mekke’nin bugünkü haline bakın, cevabınızı öyle verin" dedi.

Aydın Ünal'ın "Şehirlerimiz çirkinleşiyor" başlığıyla yayımlanan (31 Temmuz 2017) yazısı şöyle:

Batılıların güzel şehirleri var. Londra, Nev York, Vaşington, Paris, Viyana, Roma ve diğer nice Batı şehrine gıptayla bakıyor, iç geçiriyoruz. Tarihi eserleri muntazaman muhafaza ediyorlar. Şehirlerin içine park yapmıyor, adeta parkların içine şehir yapıyorlar. Çocukların, yaşlıların, engellilerin güvenle ve rahat hareket edebilecekleri şehirler inşa ediyorlar.

Yollar, kaldırımlar, tabelalar, binalar insanı, gözü, ruhu yormuyor.

Batı medeniyetinin olduğu gibi Batı şehirlerinin de temelinde Latin Amerika,

Afrika ve Orta Doğu’nun kanı var. Başka dünyalardan, kan akıtarak sömürdükleri zenginliklerle güzel şehirler inşa ettiler. Ama bu kadar mı? Mesele sadece para mı?

Mesele sadece para olsaydı, son derece zengin Arap ülkelerinde de güzel şehirler olurdu, ama yok.

Haydi cesaret edip soralım: Üzerine ağıtlar yaktığımız Kudüs, son 1 asırdır Müslümanların elinde olsaydı, şehirdeki tarih böyle muhafaza edilebilir miydi?

Mekke’nin bugünkü haline bakın, cevabınızı öyle verin. Mekke Kabe’nin etrafına inşa edilmişti; şimdi ise “şu Kabe olmasa 3 gökdelen daha dikerdik” der gibi küçük bir “ayrıntı”olarak kaldı Kabe.

Şehir, insan yapısı olduğu kadar, insanı da “taş ile toprak arasında” inşa eder.

Çirkin şehirler, çirkin nesiller yetiştirir; çirkin nesiller ise şehirleri daha da çirkinleştirir.

Şehirlerimiz, yeni bir medeniyet inşa edecek muhayyileden, yeni bir medeniyeti kuracak nesiller yetiştirmekten gittikçe uzaklaşıyor.

Olur olmadık yerlerden ucube binalar yükseliyor. Rant odaklı planlarla, plan tadilatlarıyla, imar düzenlemeleriyle şehirlerimiz vahşice katlediliyor. Gecekondular yıkılıyor, yerine çok katlı gecekondular

dikiliyor. Yollar eziyete, kaldırımlar işkenceye dönüşüyor. Karmaşa, keşmekeş, gürültü, çukur, trafik, korna, toz ve duman arasında şehir gittikçe sıkan, boğan bir cendere oluyor.

Rant bir türlü doymuyor. Toprağı yutma

iştihası bir türlü son bulmuyor.

Osmanlı, Selçuklu eserlerinin hemen yanında çirkin binalar, rant alanları yapılmış. Tarihi eserler, rantın önündeki en büyük engele dönüşmüş. Çoğu şehrimizde türbelerin, kalelerin, hatta camilerin taşları gecekonduların inşasında kullanılmış.

Belediye başkanlarımız çokça yurt dışına temaslarda bulunmaya giderler. Gitsinler. Son derece gerekli. Ancak, Londra’da Hyde Park’a, Paris’te Lüksemburg Bahçeleri’ne, ya da Nev York’ta Central Park’a giden belediye başkanlarımız acaba ne düşünürler? Şehrin ortasındaki devasa parklara, yeşil alanlara bakıp, “buraya ne güzel AVM yaparım” mı derler, yoksa “bizim niye böyle parklarımız yok” diye hayıflanırlar mı?

Şehirler, sahiplerinin aynı zamanda Amel Defterleri’dir. Güzel şehir de çirkin şehir de, öldükten sonra bile insanın, insanlığın arkasından gelir.

3 kuruş dünyalık için milimetrekareyi bile ranta çevirip şehri cehennemleştiren, hak yiyen, hukuk çiğneyen, muhtemeldir ki cehennem ateşinden kurtulamaz.

Bize en başta, paraya, ranta tapan değil; Allah’a iman eden, şehir inşa etmenin insan ve medeniyet inşa etmek olduğu sorumluluğunu müdrik mimarlar, mühendisler, şehir planlamacıları, müteahhitler ve böyle belediye başkanları lazım.

Evinin önünü, sokağını, mahallesini güzelleştiremeyen insan, dünyayı hiç güzelleştiremez.

Filistin’in ya da Kudüs’ün toprağını sloganlaştırırken, şehirlerimizde yağmurun akacağı toprak bırakmadık. Kendimizi, şehirlerimizi kurtarabilsek, Filistin de kurtulur, Kudüs de...

T24

Helâl sana Coca Cola!
Tayfun Atay
14 Ağustos 2017



“Coca Cola” markasını “Rabia” simgesi ile buluşturan Tayyip Erdoğan görüntüsü, bize “Yeni Türkiye”nin dinbazlıkla malûl halipürmelâlini bin kelimeye bedel bir netlikle resmediyor.

Dil gibi çağrışımın da kemiği yok olsa gerek ki bu görüntü beni 11 yıl öncesine, bir AVM açılışında dua eden “Donald Duck” ve “Mickey Mouse” (Miki Fare) temsillerine götürdü!..

Bir dolu davetlinin arasında, belli ki çocuklar için “güzellik” olsun diye iki Walt Disney şaheserinin kılığına girmiş animatörler, AVM önünde kurban kesilirken imamın okuduğu duaya ellerini semaya açmış halde eşlik etmekteydiler. Ardından Fatiha okuyup “nurlanmış” ellerini yüzlerine sürmeyi bekleyerek...

Şimdi “Miki’nin duası”ndan “Kola’nın Rabia’sı”na vasıl olmuş bulunuyoruz!..

***
AKP Türkiye’sinin alâmetifarikası, daha önce de yazdık, sırtını yere getiremediği kapitalizmi hidayete erdirmeye kendince hevesli bir “post-İslamcılık”tır.

Emin olun, hiçbir şeyi İslâm için yapmıyorlar.

Her şeyi “ikbal” için, iktidar için, kendilerini, yakınlarını, yedi sülalelerini ihya için yapıyorlar.

Yaptıklarının adını hanidir “dinbazlık” koyuyoruz.

Dinbazlık, dini manen değil maddeten, ruhani ve ahlâki değil dünyevi ve “nefsani”, yani menfaatperest amaçlarla işlerliğe sokmanın, işlerlikte tutmanın ve işlerlikte “tüketme”nin kavramsal karşılığı...

Ve dinbazlıkla kendi “dünyalık”larını korumaya, battıkları suçları bastırmaya ve “dini-bütün”lükleri iktidarla bozulup, içten içe çürüyüp kokuştuğu için de zevahiri kurtarmaya çalışıyorlar.

***
Yıllarca “Coca Cola”yı “Bâtıl”ın iksiri, Batı sömürgeciliğinin, yani (“Coca-Colanization” tabiri eşliğinde) “Kolonizasyon”un bir “zehir”i sayıp reddeden;

Ama Müslümanların da kola içme alışkanlığından kopamadığını görüp “helâl kola”lar (Mekke Kola, Zemzem Kola, Kıble Kola, Kristal Kola, vb.) imal eden;

Ve işte nihayetinde Miki Fare’yi hidayete erdirmek gibi Coca Cola’yı da Rabia ile “mübarek"leştiren bir müflis maceranın hazan mevsimindeler!..

***
Rabia işaretini ABD emperyalizminin, yani “Coca-Colanization”un işbirlikçisi General Sisi’nin Mısır’da devirdiği İslamcı Mursi ile dayanışma adına ve sözüm ona “Bâtıl”a karşı “Hakk”tan (daha doğrusu “sûret-i hak”tan) yana görüntü vermek için devşirdiler.

Ve onu bu topraklarda kendilerine muhalif, laik, sol, Kürt, Türk, Alevi herkese karşı nefret ve şiddet üreterek kullanıma soktular.

Şimdi onu ABD’nin ve küresel kapitalizmin bir numaralı nişanesi “Coca Cola”nın bu topraklarda bir temsilciliğinin açılışında adeta aksesuarlaştırarak gözümüze sokuyorlar.

11 yıl önce AVM açılışında ellerini açmış dua eden “Miki Fare” ve “Donald Amca” görüntüsü, din adına sevimli bir komediydi.

Bugün Anadolu’nun ortasında bir “Coca Cola” şubesinin açılışında arkasını bu Amerikan şurubunun logosuna dayamış şekilde eliyle Rabia dörtlemesi yapan iktidar görüntüsü ise din adına iç kıyıcı bir trajedi.

Cumhuriyet

Ahmet Taşgetiren: Çağlayan’a veya ötekilerine ‘hesap ver diyememeyi anlayamıyorum
17/09/2017



Şu kol saati meselesi…

FETÖ, 17-25 Aralık kumpası, Paralel Devlet yapılanması, Amerika ile yaşanan büyük hesaplaşma… Bunlar konusunda net şeyler yazarak geliyorum bay Kekeç. Ama bir bakanın ya da bakanların, bu milli hassasiyetler arasında malı götürmesini, bunu da bizim hazmetmemizin istenmesini kabul etmiyorum.

Çağlayan’a veya ötekilerine “hesap ver” diyememeyi anlayamıyorum.

Şöyle düşün istersen, o kol saati CHP iktidarında bir bakana “armağan!” edilmiş olsaydı, nasıl davranırdın?

“Bir mizansenin aparatları” demişsin tüm bunlara dünkü yazında. Keşke Çağlayan’lar da bunları “Kirli aparat” olarak görüp, bileklerine takmasalardı. “Milli mesele”yi “afyon”a dönüştürmek yakışmıyor bizim camiamıza…

Ahmet Taşgetiren’in yazısının tamamı için: http://www.star.com.tr/yazar/kafa-karistirmayacak-bir-yazi-yazi-1255656/

BİZİ KİM DELİRTTİ?!.
Müyesser YILDIZ
16 Eylül 2017

Yıllarca “Kürdistan” görünümlü “Büyük İsrail” projesini anlatmaya çalıştım.

Ve dahi “çuvaldan” bu yana başımıza her ne geldi ve gelecekse, birinci sebebinin bu olduğunu.

İşte tam o günlerde, zurnanın zart dediği yerdeyiz.

Bense duruşma salonlarında, hukuku, adaleti, yargılamaları yazıyorum.

Neden mi?

Çünkü ülkemiz yöneticilerinin bir yandan “üst akıl”, öte yandan “dost” dediği güçler; Biliyordu ki, milletimizi bölüp parçalamadan bu projelerin gerçekleştirilmesi ve de ülkemize Sevr’in dayatılması mümkün değildi.

Maalesef adım adım bölünüp, parçalandık… Eş zamanlı kuşatıldık…

Kuşatmayı yarmak için sarılacağımız tek ip, tek ortak payda kaldı; Hukuk, adalet, vicdan!..

İşte bu yüzden masa ve klavye başında değil, duruşma salonlarındayım!..

-İmam Cemaat Meselesi-

Birkaç gündür HDP’li Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesinde yaşananları konuşuyor, lanetliyor ve “Biz bu noktaya nasıl geldik?” diye soruyoruz.

Dehşete düşmüş vaziyetteyiz!..

Çok değil, birkaç yıl önce İmralı’ya her gidişi “flaş” haber olarak hatta naklen verilmiş, en “kritik” süreçlerde İmralı-Kandil arasında seyrüsefer yapmışken, şu anda hapiste olan Aysel Tuğluk neyle suçlanıyor, “örgüt üyeliği, örgüte yardım-yataklıkla” mı, bilmiyorum.

Ancak bunların tamamının bu iktidar döneminde yaşandığını biliyorum!..

Dün “çözüm” denilip alkışlanan hareketleri, bugün “suç” sayılmış olabilir, amenna!..

Belki o saldırganlar da “çözüm sürecini” destekleyenler arasındaydı. Veya o zaman sürece karşı olduğunu açıklayamamanın “öfke patlaması”nı yaşadığından ya da bugünkü yaklaşımın gereği PKK’ya kızgınlığını cenaze üzerinden göstermek istemiş olabilir.

Sonuç; Kuştan-taştan örgüt çıkartılırken, bu saldırganlar “örgüt” değilmiş… “Nefret” suçu da işlenmemiş… Sadece “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşlerine Muhalefet” etmişler!..

Asıl melese şu; Suçun şahsiliği ilkesi hangi ara unutuldu, gitti? Tamam, sıradan vatandaşlar belki bunu kitabi ve hukuki anlamda bilmek durumunda değil, ama öğretmek, anlatmak, uygulamak mecburiyetinde olan yöneticiler ile hukukçular neredeydi, neredeler?

Devletin 1 numarası Erdoğan’ın, cenaze rezaletiyle ilgili açıklamasına bakalım:

“Ben doğrusu bu süreci yakından takip ettim ve oraya gelen 20-25 kişilik grup, içlerinde alkollü olanların olduğunu da bana bakanım söyledi. Çok çok yanlış bir yaklaşım tarzı. Her şeyden önce bizim dinimizde, bizim değerlerimizde siz kalkıp da yani defnedilen bir insanın mezarına yönelik, seversin sevmezsin, böyle bir müdahale tarzı yoktur. Böyle bir şeyi kabullenmek bizim dinimizde yok.”

Duruşmaları birlikte izlediğimiz sevgili kardeşim Avukat Erhan Tokatlı’nın çok güzel bir sözü var. Yanlış bir şey gördüğünde, “Bunun töremizde de dinimizde de hukukumuzda da yeri yok” der.

Kimileri töre nedir, bilmeyebilir… İnançlar farklı olabilir… Geriye ne kalıyor; Hukuk!..

“Evet cenazeye yapılan saldırının ne töremizde, ne dinimizde, ne hukukta yeri var” diyerek, “İmam-Cemaat” etkileşimine geçelim.

-Ağacı Kesen Vatandaşla Maaşı Kesen Devlet-

Cenazeye saldıranların bir grup “meczup” olduğunu varsayalım. Oğlu en ağır suçu işlemiş olsa da bir gece yarısı gidip, anasının bahçesindeki ağaçları testereyle kesenlerin de… Peki oğulun işlediği suç yüzünden o anaya, kocasından kalan maaşını kesen devletin yaptığına ne diyeceğiz?

Veya yine bir kişinin işlediği suç yüzünden tüm aile fertlerinin açlıkla cezalandırılmasına, sağlık hizmetlerinden yararlandırılmamasına?

Yargılama bitip, hüküm verilmeden sanıkların üzerine ip attırılmasına, tek tip kıyafet giydirme hazırlıklarının yapılmasına?

Muhtarlara mahallesindekileri, vatandaşlara konu komşusunu ihbar etme talimatı verilmesine?

Sabahtan akşama, kendinden olmayanın hedef gösterilmesine?

-Manşetlerin Cenazeye Saldırıdan Farkı Ne?-

Devam edelim:

Yeni Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, “lekelenmeme hakkının” korunacağını müjdeledi.

“Soyut ve dayanaksız ya da konusu suç oluşturmayan şikayetler için soruşturma öncesi ön değerlendirme süreci” getirilmiş. Böylece artık “Bu tür ihbar ve şikayetler üzerine doğrudan soruşturma yapılması, kişilere yersiz biçimde şüpheli sıfatı verilmesi ve kişilerin gereksiz biçimde soruşturma işlemlerine muhatap edilmeleri söz konusu olmayacak” mış.

Soyut ve dayanaksız yani asılsız ihbarda bulunanlar hakkında ne gibi bir işlem yapılacak, meçhûl. Şuraya geleceğim:

Yalap, şalap iddianamelerle gazete manşetlerinde yapılan infazlar, “lekelenmeme hakkı” kapsamında nereye oturuyor?

Sadece bugünkü gazete manşetlerine bakalım. Malûm dün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Avukatı Celal Çelik gözaltına alındı.

O Celal Çelik ki, Fetullah Gülen’in talimatıyla neredeyse “mezardakiler bile kaldırılıp” oy kullandırıldıktan sonra ortaklaşa hazırlanan “Nurlu listelerle” yargı “FETÖ”nün arka bahçesi yapılırken, tepki gösterip hakimlikten ayrılmış biri.

Manşetler ne; “Avukatı da FETÖ’cü çıktı”!..

Adam daha gözaltında… Tutuklanıp tutuklanmayacağı, hakkında iddianame tanzim edilip edilmeyeceği bile belli değil…

Ama görüldüğü üzere gazete manşetlerinde yine ve peşinen “hüküm” kesildi.

Kişiler, “Gazetedir, yazar” diyebilir de gerçek bir hukuk devletinde yöneticiler ve hukukçular, böyle düşünür, buna sessiz kalır, hatta teşvik eder mi?

O zaman Tuğluk’un annesinin cenaze törenine saldıranlarla, arada ne fark kalır ki?

Erdoğan 1 yıl önce Osmangazi Köprüsü üzerinde rekor denemesi yapan milli motosikletçi Kenan Sofuoğlu’na “Kenan oğlum bizi çıldırtma ya. Denize doğru gidiyorsun, yüzmeyi de bilmiyorsundur Allahualem. Çakıldığın zaman zaten betona çakılacaksın” demişti.

Evet Ankara’nın ortasında cenazeye saldırıya şaşırma değil, “Bizi kim delirtti” diye düşünmenin ve hukukun değerini bilmesek de hukuka sarılmanın zamanıdır.

Yoksa devlet ve millet olarak “betona çakılmamız” yakındır!..

Odatv
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> AHLAKÎ DÜŞÜNCELER Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com