EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

27 MayIs

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Cum May 30, 2008 10:51 pm    Mesaj konusu: 27 MayIs Alıntıyla Cevap Gönder

Bu İş Darağacında Biter
23 Mayıs 2009

"Ne cesaret kuruyorsunuz partiyi. Bu işin sonu darağacında biter! " Celal Bayar'ın kızı Nilüfer, parti kurarken yapılan tehditleri anlattı..

Adnan Menderes ve iki bakanın idamıyla sonuçlanan 27 Mayıs darbesi mağdurlarından dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın kızı Nilüfer Bayar Gürsoy, darbeyi Cumhuriyet Halk Partililerin de aralarında bulunduğu karanlık bir gücün adeta dantel işler gibi hazırladığını söyledi. Gürsoy, Demokrat Parti'nin (DP) kuruluş aşamasında bazı Halk Partililerin, "Ne cesaret kuruyorsunuz partiyi. Bu işin sonu darağacında biter! " tehditlerinde bulunduğunu dile getirdi.
Türkiye'nin demokrasi karnesindeki kara lekelerden birisi olarak yerini alan 27 Mayıs darbesi, üzerinden 40 yıla yakın zaman geçmesine rağmen etkisini hissettiriyor. Cuntanın millet iradesine müdahalesiyle başlayan ve Yassıada işkenceleriyle devam eden darbenin mağdurları acı ve ızdırap dolu günleri Cihan Haber Ajansı'na anlattı.

Dönemin baş aktörlerinden Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın kızı Nilüfer Bayar Gürsoy, darbenin Türkiye'de şok etkisi yarattığını ve toplumda büyük bir travmaya sebep olduğunu söyledi. 27 Mayıs'ın sadece asker değil, Cumhuriyet Halk Partililerin de içinde bulunduğu gizli bir yapılanmanın, cuntanın işi olduğunu vurgulayan Gürsoy, darbenin ülke çapında yürütülen dezenformasyonla başlatıldığını aktardı. Gürsoy, "Bu dezenformasyon 27 mayıs günü değil çok önceden başladı. Adeta dantel işler gibi adım adım 27 Mayıs'a doğru gidildi. Önce şartları hazırlandı." diye konuştu.

"HALK PARTİLİLER DP KURUCULARINI İDAMLA TEHDİT ETTİ"

DP'nin kuruluşunun da çok kolay olmadığını belirten Gürsoy, dönemin TBMM başkanı Refik Koraltan'ın eşine misafirliğe gelen Halk Partili bazı vekil eşlerinin, "Ne cesaretle kuruyorsunuz Demokrat Parti'yi. Bu işin sonu darağacında biter! En kalın ipi de Koraltan'a saklıyorlar." şeklinde tehditlerde bulunduklarını söyledi. Gürsoy, Koraltan'ın eşi Makbule Koraltan'ın, eşinin o tarihten sonra hastalandığını dile getirdi.

Halk Partisi'nin DP'yi karalamak için "Yalan yayma komitesi" adında bir yer altı teşkilatı kurduğunu ileri süren Nilüfer Bayar Gürsoy, yine Halk Partililerin de içinde olduğu bazı kişilerin darbe öncesi DP'lilerin evlerini belirleyerek ihbar ettiğini ifade etti. Çeşme'de yaşadığı bir anıyı da anlatan Gürsoy, "Artık ihbar yapmayın" yazılı afişlerin darbenin ardından sokaklara asıldığını belirtti. Gürsoy, bu ihbarların Yassıada davalarının temelini de bu yalan ihbarların oluşturduğunu kaydetti.

"DARBEYİ YAPABİLMEK İÇİN MUHAFIZ ALAYI KOMUTANINI DEĞİŞTİRDİLER"

Darbenin yapıldığı anı hüzünlenerek anlatan Nilüfer Bayar Gürsoy, gece yarısı gürültü ile yatağından kalktığını ve korku ile şaşkınlık arasında bir hisse kapıldığını ifade etti. Bayar'ı korumakla görevli Muhafız Alayı Komutanı Osman Köksal'ın henüz iki ay önce göreve başladığını ve eski komutanın ise ortaya atılan yalanlarla görevinden aldırıldığını anlatan Gürsoy, tarihe "9 subay" olarak geçen kişilerin Köksal'ı köşke yerleştirdiğini belirtti. Darbe gerçekleştirildiğinde Köksal'ın çağrılmasına rağmen Bayar'ın yanına gitmediğini söyleyen Gürsoy, nizamiye kapısında bir askerin ise tek başına darbecileri içeri sokmamak için mücadele verdiğini ifade etti. Muhafız Alayı Komutanı Köksal'ın, "Aç kapıyı girsinler" demesi üzerine askerin, "Demek sen de onlardansın." diyerek Köksal'a tepki gösterdiğini aktardı. Gürsoy askerin, komutanı Köksal'ın ısrarı üzerine kapıyı açmak zorunda kaldığını anlattı.

"BAYAR'IN KIZI OLDUĞUM İÇİN ÜNİVERSİTEDEN ATTILAR"

Darbenin ardından DP'lilerin adeta tecrit edildiğini hatta DP ile ilgili iyi bir şey söylemenin bile yasaklandığını belirten Gürsoy, kendilerinin de Çeşme'deki yazlıklarında izole bir ortamda tutulduklarını bildirdi. Darbecilerin akrabaları hatta onların yakınlarına bile eziyet ettiğini belirten Gürsoy, Darbenin ardından üniversitelerden de DP taraftarlarının atıldığını vurguladı. Çeşme'de hapis hayatı yaşadıkları dönemde görev yaptığı Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'ne gidemediğini ve durumu bir dilekçe ile gerekli makamlara bildirdiğini söyleyen Gürsoy, "Senelik iznim tamamlandı ve yapılacak işlerim vardı. Ankara'da 'buradan çıkmama müsaade edin' diye dilekçe verdim ancak dikkate almadılar. Daha sonra da 'vazife başına gelmediğiniz için görevden alındınız.' diye tebligat geldiğini anlattı.

"DEMİREL'İN SÖYLEDİKLERİ İLE YAPTIKLARI TUTMADIĞI İÇİN AP'DEN AYRILDIM"

Darbeden sonra Adalet Partisi'nden siyaset teklifi geldiğini belirten Nilüfer Bayar Gürsoy, teklifi Yassıada'da yargılanan eşi Ahmet İhsan Gürsoy'a mektupla şifreli şekilde yazdığını belirtti. Eşinden yine şifreli bir şekilde, "Bursa'ya gidersen Adalet teyzene uğra! " cevabını alan Gürsoy, AP'nin teklifini kabul ediyor.

Bir süre sonra AP ile yollarını ayırma kararı alan Gürsoy, sebep olarak Demirel'in söyledikleri ile yaptıklarının birbirini tutmamasını gösteriyor. Demirel'in 27 Mayıs yasaklılarına siyasi hakların verilmesi tartışmalarında da zorlaştırıcı rol oynadığına değinen Gürsoy, "Tabi insan olarak gayet saygılı. Ama sözlerle hareketler birbirini tutmayınca, ayrılık olunca, hükmünüzü verebiliyorsunuz. O günlerin askeri rejiminin de dahli vardı ama Demirel'in hiç değilse cesaretle bizleri müdafaa etmediğini söyleyebilirim." ifadelerini kullandı.

"KİMSENİN BİLMEDİĞİ MEKTUPTA NELER YAZIYOR?"

Ethem Menderes'in darbecilerle işbirliği yapıp yapmadığı noktasının karanlık olduğunu belirten Gürsoy, darbe sonrası Milli Birlik Komitesi'nin başına geçen Cemal Gürsel'in Adnan Menderes'e iletilmek üzere Ethem Menderes'e verdiği mektubu hatırlattı. Darbe sonrası Yassıada Mahkemeleri'nde okunan mektubun Gürsel'in isteği ile değiştirildiğini belirten Gürsoy, şimdiye kadar kimsenin bilmediği üçüncü mektubun varlığını açıkladı. "Aslında değiştirilen ilk mektup o değil, bir mektup daha var." diyen Gürsoy, Cemal Gürsel'in ölmeden önce bunu İsmet Bozdağ'a anlattığını ifade etti. Gürsoy, mektubun içeriği hakkında ise ipucu vermekten kaçındı. Gürsoy, "İsmet Bozdağ, aradan seneler geçti 3-4 sene evvel çaya geldi bize. Mektubu tartışıyoruz. Baktık böyle Bozdağ'ın yüzünde gülümseme belirdi. 'Bir versiyon daha var' dedi. Cemal Gürsel ölmeden önce mektubu Ethem Menderes'e anlatmış." şeklinde konuştu.

"CHP ATATÜRK'ÜN ÇİZGİSİNİ KARALAMAKTAN ÇEKİNMEDİ"

Cumhuriyet Halk Partililerin kendilerini devletin sahibi olarak gördüklerini belirten Gürsoy, "Halk Partisinin umdeleri aynı zamanda Cumhuriyetin de umdeleri. Halk partililer bunları bir bütün olarak gördüler. Ortak değerleri sahiplendiler. 'Devlet biziz' zihniyetini aşılamaya çalıştılar." dedi. Halk Partililerin DP'yi devlete karşı olarak lanse etmeye çalıştığını aktaran Gürsoy, "Atatürk'ün has ve objektif çizgisini karalamaktan çekinmediler. " diye konuştu.

Atatürk'ün ölümünün ertesi günü henüz Nutuk Meclis'te okunmadan CHP'li bazı vekillerin Bayar'a gelerek "Artık Atatürk yok." dediğini belirten Gürsoy, Bayar'ın 'Atatürk'ü anmak milli bir vicdan borcudur' sözünü o gün zabıtlara geçirdiğini ifade etti.

Atatürk'ün üstünden raht elde etmeye çalışan CHP'lilerin Atatürk'ün mirasına ve projelerine sahip çıkmadıklarını savunan Gürsoy şöyle konuştu: "Atatürk'ün projelerini hayata gözlerini yumduğu anda yok ediyorlar. Resmi pullardan resmi kaldırılıyor. Atatürk'ün tarih tezini yok etmek için Atatürk'ün tarih kurumuna hazırlattığı kitabın 1. cildini Şemsettin Günaltay daha 1939 yılında yeniden kendisi yazıyor ve okullarda okutulmasını kabul ediyor. Atatürk'ün fikriyatını silmeye çalışıyorlar."

aktifhaber

27 Mayıs döneminin İstanbul savcısı: "Menderes idam edilmedi, katledildi"

15 Mayıs 2009 - Demokrasi tarihinde kara bir leke olan 27 Mayıs darbesinin üzerinden 49 yıl geçti. Türk halkı, Başbakan Adnan Menderes ve iki bakanı için idam kararı veren Yassıada Mahkemeleri'nde yaşanan hukuksuzlukları unutamıyor.

Zaman gazetesine konuşan dönemin İstanbul savcısı ve eski CHP senatörü Mehmet Feyyat, Yassıada Mahkemeleri Savcısı Ömer Altay Egesel'i hukuku gasp ederek Menderes'i katletmekle suçluyor. Feyyat, bunun sebebini ise şöyle izah ediyor: "Duruşma bittikten sonra Egesel'in görevi de bitti. İnfaz işlemi İstanbul Savcılığı'na aitti. Ancak infaz, İmralı'da gerçekleşti. Egesel, İstanbul savcılarının görevini gasp etti. Geldi başında durdu ve idamı sağladı. Bu, tamamen hukuk dışıdır. Egesel'in salahiyet tecavüzünde bulunması onu suçlu kılmıştır. Yassıada'da Menderes idam edilmedi, katledildi."

Türkiye'nin demokratik gelişimini sekteye uğratan 1960 darbesinin üzerinden 49 yıl geçti. Türk halkı, Yassıada'da kurulan ve Başbakan Adnan Menderes ile 2 bakanını idama götüren mahkemede yaşanan hukuk dışı uygulamaları unutmadı. 592 kişinin yargılandığı davada sanıklar, mahkeme heyetinin hakaret ve aşağılamalarına maruz kaldı. Mahkeme başkanı Salim Başol'un, 'Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor.' sözü tarihe geçti. Sanıklar, şaşırtıcı delillerle suçlandı. Bazı DP'li vekiller, verdikleri yasa tekliflerinden dolayı yargılandı. Menderes'in Almanya'dan sipariş ettiği Kur'an-ı Kerim bile delil olarak sayıldı. Merhum başbakan, hakkında açılan 'bebek' davasından günlerce savunma yaptı. 27 Mayıs'taki hukuksuzluklar bununla bitmiyor.

İstanbul savcısı ve eski CHP senatörü Mehmet Feyyat, bugüne kadar gözlerden kaçan önemli bir ayrıntıyı gözler önüne seriyor. Feyyat, Yassıada Savcısı Ömer Altay Egesel'in hukuku gasp ederek Başbakan Menderes'i katlettiğini belirtiyor. Duruşma bittikten sonra Egesel'in görevinin son bulduğunu, infaz işleminin İstanbul Savcılığı'na ait olduğunu belirten Feyyat, "İnfaz, İmralı'da gerçekleşti. Egesel, İstanbul savcılarının görevini gasp etti. Geldi, başında durdu ve idamı sağladı. Bu, tamamen hukuk dışıdır. Egesel'in salahiyet tecavüzünde bulunması onu suçlu kılmıştır. Burada Menderes idam edilmedi, katledildi." diyor. Feyyat, Menderes'in henüz iyileşmeden idam edilmesine de tepkili. İnfazla İstanbul savcısı olarak kendisinin görevlendirilmesi durumunda baygın olan Menderes'i idam ettirmemek için tüm yolları deneyeceğini kaydediyor. Kararı birkaç gün durduracağını dile getiren Feyyat, "Bana hiçbir şey yapamazlardı. İsmet Paşa, Gürsel Paşa devreye girer, idam dururdu." şeklinde konuşuyor.

Türkiye'de yaşanan hiçbir darbenin laiklikle ilgisinin olmadığının altını çizen Feyyat, CHP döneminde de var olan imam hatipler, Kur'an kursları, ilahiyat fakültelerini buna örnek gösteriyor.

YARGI DEMOKRASİYİ ÖZÜMSESE DARBE OLMAZ

Emekli savcı Feyyat, mevcut Anayasa ve İç Hizmetler Kanunu'na göre darbenin suç teşkil etmediğini savunuyor. Yeni anayasanın ve İç Hizmetler Kanunu'nda değişikliğin şart olduğunu düşünüyor. Feyyat, demokrasinin tam olarak işlemesi durumunda ise darbe olmayacağını kaydediyor: "Eğer ki Türk adliyesi bihakkın demokratik rejimi benimsemiş olsaydı darbe olmazdı. Subaylar darbeye karşı çıkarlardı. Darbecilik şimdi şeref oldu. Her darbe, ordunun itibarından bir şeyler aldı götürdü. Bir zamanlar subaylara halk arasında gıpta edilirdi. Şimdi o güzelim ordu mensupları halkından uzak, kıyafetlerini giyemez hale geldi."

Ergenekon'da sonuna kadar gidilsin

İdama karşıyım. Ancak Ergenekon sanıkları arasında terörle irtibatı olanlar, Danıştay saldırısını azmettiren ve Cumhuriyet Gazetesi'ne atılan bombalarla ilişkisi olanlar varsa bunlara idam cezası verilmeli. Ayrıca yer altından çıkarılan silahlar bir tertip değilse, acımasızca yargılanmaları gerekir. İster asker isterse sivil olsun; halkı birbirine düşürerek darbe vasatı hazırlanır mı? Gerçek ihtilalci, halkı etrafında toplar. Bunların kafa yapısı darbeye müsait değil ki.

Savcı Zekeriya Öz, görevini yapıyor

Emekli savcı Feyyat, meslektaşı Zekeriya Öz'e ise sahip çıkıyor. Yargı kurumlarının cesur olması gerektiğini vurguluyor. Bazı kişilerin Öz'ün yaptıklarını istiskal etmeye çalıştıklarına dikkat çeken Feyyat, şöyle devam ediyor: "İddianameyi polis yazmış, diyenler var. Hangi iddianame fezlekenin kopyası değil? Öz, hepsini hâkim huzuruna taşıdı. O, görevini yaptı. Diğer savcılar emirle davaları gizliyorlar. İstanbul Savcılığı ikili oynamasın. Zekeriya Öz'ü sonuna kadar desteklesin."

netgazete

İşte Menderes'in Gerçek Avukatı
23 Mayıs 2009 08:34

"Menderes'in boynuna ilmeği geçirene 150 lira verdiler. İdamdan sonraki gün avukatlık cübbemi gömdüm..." Menderes'in gerçek avukatı konuştu..

Başbakan Adnan Menderes ve iki bakanının idam edildiği 27 Mayıs darbesinin üzerinden yarım asır geçti. Yassıada Mahkemeleri'nde yaşananların acısı ise hâlâ taze. Olayın en yakın tanıklarından Menderes'in avukatı Talat Asal, o günleri anlatırken gözleri doluyor.

İdamdan bir gün sonra avukatlık cübbesini toprağa gömdüğünü belirten Asal, "Bugün yaşadığımız sorunlar 27 Mayıs'ın devamıdır." diyor. Yassıada'daki hukukî cinayetleri kitaplaştıran Asal, çarpıcı bilgiler veriyor. Asal'ın anlattığına göre darbeciler, Menderes'in boynuna ilmeği geçiren cellada 150 TL ödemiş. Bu, o dönem üst düzey bir devlet memurunun aldığı maaşın iki katına tekabül ediyor.

Uzun yıllar suskunluğu tercih eden Talat Asal, ilerlemiş yaşına rağmen o dönemde Menderes ve arkadaşlarının maruz kaldığı haksızlıkları, yaşadığı acıları kaleme aldı. Asal'ın piyasaya yeni çıkan kitabı, yargının siyasallaşma tartışmalarının yeniden yaşandığı günümüze ışık tutacak bilgiler içeriyor. 27 Mayıs darbesinin ardından kurulan Yassıada Mahkemesi'nde 19 dava vardı. Magazin ve dedikodu unsuru içerdiği için 3 dava çok ilgi çekmişti: "Don, Cımbız ve Köpek". İşte Asal, kitabında bu trajikomik suçlamaların iç yüzünü anlatıyor.

ADNAN MENDERES'İN CELLADINA PARA, EVİNE HACİZ

Adnan Menderes'in boynuna ipi geçiren cellada o günün parası ile 150 TL ödenmiş. Menderes, 17 Eylül 1961'de asıldı. İdamdan bir gün sonra evine icra gönderiliyor ve idam levhası kapısına asılıyor. Eşi Berin Hanım'ın dairesinin kapısına asılan mühürlü levhada, "Türk Ceza Kanunu'nun 146. maddesine aykırı hareket ettiğinden Adnan Menderes'in idamına karar verilmiş, idam kararı infaz edilmiştir.'' yazısı yer almış.

Yassıada Mahkemesi'nde örtülü ödenek davası da görüldü. Menderes, Başbakanlık'ın örtülü ödeneğini amacı dışında kullanmak ve suistimal etmekle suçlandı. Bilirkişi, yüzlerce belgeyi tararken cımbız faturası buldu. Dava, bir anda "cımbız davası"na dönüştü. Menderes'in bu cımbızı bir kadın için aldığı ve faturasını devlete ödettiği ithamı yapıldı. İşin aslı ise 3 aylık yargılama sonucu ortaya çıktı. Asal, aylarca gazeteleri ve mahkemeyi meşgul eden cımbızla ilgili olarak şu bilgiyi veriyor: "Cımbız niçin alınmış, biliyor musunuz? Başbakanlık'ın aşçıbaşısı, tavuğun kıllarını temizlemek için cımbız alınmasını istemiş, onun için alınmış."

BAYAR'IN KASASINDAN PARA DEĞİL, ÖLEN OĞLUNUN SAÇI ÇIKTI

Yassıada'da yargılanan diğer bir isim de Türkiye'nin 3'üncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar'dı. Milli Mücadele'nin "Galip Hoca"sı Bayar, kurucusu olduğu İş Bankası'nın özel kasasında 103 milyon lira saklamakla suçlandı. Bayar'a, "Bu parayı nereden buldun?" sorusu yöneltildi. Daha sonra oluşturulan bir heyet özel kasayı açtı. Kasadan, Bayar'ın eşi Reşide Hanım'ın vefat eden oğlundan aldığı ve kâğıda sardığı bir tutam saç çıktı.

Haber: Ömer Şahin/Zaman



Hakan Albayrak
Yeni Şafak

Menderes'in katli ve bir rüya

27 Mayıs döneminde İstanbul Savcısı olarak görev yapan Mehmet Feyyat, Zaman gazetesine verdiği beyanatta, Yassıada Savcısı Ömer Altay Egesel'in hukuku çiğneyerek Başbakan Adnan Menderes'i katlettiğini söyledi.

Duruşmalar bittikten sonra Egesel'in görevinin son bulduğunu, infaz işleminin İstanbul Savcılığı'na ait olduğunu belirten Feyyat, "İnfaz, İmralı'da gerçekleşti. Egesel, İstanbul savcılarının görevini gasp etti. Geldi, başında durdu ve idamı sağladı. Bu tamamen hukuk dışıdır. Egesel'in salahiyet tecavüzünde bulunması onu suçlu kılmıştır. Burada Menderes idam edilmedi, katledildi" şeklinde konuştu.

Doğrudur.

Peki, Egesel o "salahiyet tecavüzü"nde bulunmasaydı, Menderes'in asılması cinayet olmayacak mıydı?

* * *

Askerî darbelerin sıkça konuşulduğu ve Demokrat Parti Kongresi'nde Menderes'in mirasına sahip çıkan demokratlarla bu mirasın içine tüküren postal yalayıcılarının yarıştığı şu günlerde, 27 Mayıs mezaliminin zirvesindeki o cinayeti bir kere daha hatırlayalım.

Üstad Necip Fazıl, "Benim Gözümde Menderes" (Büyük Doğu Yayınları, 2008) adlı kitabında anlatıyor:

"Her zamanki zarif giyinişi ve yürüyüşü içinde, sehpaya doğru, gayet metanetli, yürüyor.

İki taraf, iki saf asker… Kara, hava, deniz, jandarma, karışık…

O sırada bir ân duruyor.

Ufuklara doğru son bakış… Gözlerini çepçevre, daire şeklindeki son dünya mesafeleri etrafında gezdiriyor. Ve hafifçe göğüs geçiriyor. Yine tek kelime yok…

Sehpa… Üsküdarlı Kemal adlı cellât, hazır, tarihî avını kollamakta…

Masaya ve oradan masanın üstündeki iskemleye çıkış…

Yine bazı sualler:

Yine tek cevap yok…

Ismarlama hocaların, göstermelik şiveleriyle din telkinleri…

- Dur!

Bu hitap cellâda…

Cellât, hazırlığına devam ediyor.

Tekrarlanan söz:

- Sana dur diyorum! Bir dakika!

Ve Menderes'in dudakları, yalnız kendi gönül kulağına ve Allah'a hitap ederek kıpırdamaya başlıyor. Bir, belki iki veya üç dakika okuyor. Ne okuduğu belli değildir; okuduğunun tek kelimesi duyulmamıştır. Fakat Allah'ına yöneldiği besbelli…

(…)

Tamam…

Havada sallanmakta…

Fena takılmış ipin tesiriyle biraz uzunca süre can çekişme…

Hava erlerinden biri bayılıyor.

(…)

Bu arada Adnan Menderes'in nâşı, indirilip ayakları yere değer değmez gene çekiliyor ve bu hareket birkaç defa tekrarlanıyor. Bunun üzerine sarfedilen bir söz vardır ki, onu, iki Müslüman şahitten dinlemiş olarak tarihin kulağına fısıldıyorum:

- Onu yüz kere indirip assalar yine az!...

Bu sözü söyleyen, artık vasıflandırmaktan âciz bulunduğumuz Başsavcı Egesel'dir ve kurbanı hakkında kaç kere idam kararı istemişse, cesedin o kadar defa indirilip yine sallandırılmasını istemektedir.

Meş'um ve mel'un hareketi üç defa tekrarlıyorlar."

* * *

Kitabın "Elveda Menderes" başlıklı final bölümünden:

"Bana, temiz bir müminin anlattığına göre, asıldığı günün gecesi, sâf ve dünyadan geçmiş bir İslâm kadını, rüyada, Allah'ın Resülünü görmüş… Kâinatın Efendisi, kadına sol elini uzatmış… Kadın, acaba niçin Alemin Fahri bana sağ elini uzatmadı diye düşünürken cevap gelmiş:

Sağ elimde Adnan var!...

Bu bir rüyadır, hiçbir bakımdan şer'î huccet değildir ve yalnız görüldüğüyle hakikattir; öz hakikatiyse Allah'a mâlum…

Fakat her şeye rağmen, ötelere ve esrar âlemine inanalar için güzel bir ümit vaadı…

Elveda Adnan Bey!"


Yassıada Subaylarına Süper Terfi
06 Mart 2009 11:13

Yassıada'da Başbakan Adnan Menderes'in idam edilmesine şahitlik eden subaylar, en önemli makamlarla ödüllendirildiler. Yassıada'nın ünlü Komutanları.......

Yassıada'dan ne paşalar geçti

Yassıada'dan Genelkurmay Başkanları Karadayı ve Torumtay ile dört kuvvet komutanı çıktı. O dönem subay olan komutanlar Başbakan Adnan Menderes'in yargılanmasına tanıklık etti

Yassıada'da, teğmen rütbesi ile Muhafız Takım Komutanı olarak görev yapan emekli Korgeneral Salih Acarel, 'Yassıada'dan Cudi'ye' adlı kitabında, çok az kişinin bildiği ayrıntıları anlattı. Kitapta, 27 Mayıs darbesinden sonra dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile Başbakan Adnan Menderes'in yargılandığı sırada, Yassıada'da görev yapan askerlerin hikayeleri yer alıyor. Kitapta, Genelkurmay eski başkanları emekli orgeneraller İsmail Hakkı Karadayı ile Necip Torumtay, Kara Kuvvetleri eski Komutanları Kemal Yamak ve Namık Kemal Ersun ile Deniz Kuvvetleri eski komutanları İlhami Erdil ve İrfan Tınaz'ın Yassıada duruşmaları sırasında adada görevli oldukları anlatılıyor. Acarel kitabında, Yassıada'da görev yaptıktan sonra komuta kademesine yükselen isimlerin, o günlerle ilgili hiç konuşmadıklarını anlatıyor.

MUAYENE EDİLMEDİ
Adnan Menderes'e idamından önce prostat muayenesi yapıldığı iddialarıyla ilgili, 'Orada nöbette olan hiçbir subay, bu harekete seyirci kalamazdı' diye yazan kitabın, tartışılan konuyla ilgili bölümü şöyle:
'Tabip Binbaşı Zeki'nin adı geçiyor. Binbaşı ciddi, beyefendi biriydi. Böyle bir şeyi asla yapmaz, anında duyulur, görülürdü. Adayı kontrol eden irtibat bürosu komutanı (Dolmabahçe Camii) Alb. Namık Kemal Ersun, Kara Kuvvetleri Komutanı oldu. Binbaşı Necip Torumtay, Yüzbaşı Hakkı Karadayı Genelkurmay Başkanı oldular. Binbaşı Kemal Yamak da Kara Kuvvetleri Komutanı oldu. Adadaki Deniz Yüzbaşı İrfan Tınaz ile Deniz Teğmen İlhami Erdil de Deniz Kuvvetleri Komutanı oldular. Daha niceleri... Rahmetli Menderes'in kılına dokunan olmadı, olamazdı...'

MENDERES SADDAM'DAN CESURDU
Acarel, Menderes'in idama nasıl gittiğini de anlatarak, içeriden, tarihe ışık tutuyor. Avarel, her gün bahriyeli bir er tarafından tıraş edilen Menderes'ın Saddam'dan daha cesur ve soğukkanlı bir şekilde darağacına gittiği söylüyor.
aktifhaber

27 Mayıs, hangi ordunun eseri?
30 Mayıs 2008
m.turkone@zaman.com.tr

48. yılında 27 Mayıs'ı masaya yatıran Zaman gazetesi, hep peşinde olduğumuz hesaplaşma için bir çerçeve sundu. Siyasetçiler gündelik telaşın içindeyken hesaplaşma tarihçilere, dönemin tanıklıklarına ve aydınlara kalıyor. 27 Mayıs, tarihimizde bir kara leke.

Hafızamızı kirleten bir sapkınlık hali. Bu lekeden kurtulmak, bu ağır yükü sırtımızdan atmak hesaplaşmakla mümkün. Hesaplaşmak, çürüdüğü için kokusu her tarafa yayılan cenazeyi, usulüne uygun bir şekilde ait olduğu yere gömmekle bitecek.

Emekli Korgeneral Salih Acarel'in "Akide Şekeri Harekatı" isimli kitabı, hem bir tanıklık hem de bir yargılama. Dünkü Zaman gazetesinde, 1993 yılında emekli olmuş, 1960'ta Yassıada'da teğmen rütbesiyle görev yapmış bu askerin hatıralarından parçalar vardı. Öğreniyoruz ki, 1980'li ve 90'lı yıllarda Türk ordusunu yöneten komuta kademesinin önemli bir kısmı, Yassıada yargılamaları devam ederken meslek hayatlarının ilk yıllarını o adada yaşamışlar. 27 Mayıs'ın, ortak aklımızı ve devlet tercrübemizi iptal eden hukuksuzluğunu, üstlerinden aldıkları emirleri uygularken bihakkın yaşamışlar.

Korgeneral Acarel, Yassıada'da görev yapmış subayların, orada yaşananlardan bahsetmeyi hiç sevmediklerini kaydediyor. Bir anekdot, adeta askerlerin yaşadıklarının da özeti. Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Sadık Altıncan, adada tutuklu bulunan generallerden biri. Onun yaverliğini yapmış bir deniz binbaşı da adada görevli. Eski bir kuvvet komutanı ve onun yaveri, biri tutuklu biri de hapishane görevlisi olarak karşı karşıya geliyor. Acarel'in anlattığı, eski komutanını her görüşünde çakı gibi selam veren ve "ben bu duruma dayanamıyorum" diyen binbaşı portresi, Türkiye'nin yaşadıklarının da özeti.

27 Mayıs darbesini yapanlar, sabah radyoda okudukları bildiride söze şu cümle ile başladılar: "Sevgili vatandaşlar, Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri, memleketin idaresini ele almıştır." Korgeneral Acarel'in hatıraları, bize gözden kaçan çok önemli bir ayrıntıyı hatırlatıyor. "Memleketin idaresini ele alan" Türk Silahlı Kuvvetleri değil, 38 subaydır. İkisi arasındaki derin uçurumu anlamadan, Türkiye'de siyaset üzerindeki bürokratik vesayet hakkında fikir yürütmek imkânsız. Acarel aradaki farkı şu kızgınlıkla dile getiriyor: "Kim yaptı 27 Mayıs'ı? 38 subay, 3 ordu komutanı, bir simge Kara Kuvvetleri komutanı! Bize ne! Ama onlar kahraman, devrimci, onlara laf yok!"

Olan aslında ortada: 38 subay kendi aralarında bir gizli örgüt kuruyor. İlham kaynakları ise, Ortadoğu'nun yeni yetme devletlerinin askerî cuntaları. Arap ülkelerinde bir fırtına gibi esen Baas ideolojisi. Ellerindeki silahları ve askerleri kullanarak; iktidarın istihbarat zaaflarından yararlanarak bir dirençle karşılaşmadan yönetimi gasp ediyorlar. Tekrarlamalıyız: Bu işi yapan Türk Silahlı Kuvvetleri değil, bir gizli örgüt. Yaptıkları iş ise bir silahlı ayaklanma. Çete kendine itibar kazandırmak için Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kurumsal kimliği arkasına gizleniyor. Türk Silahlı Kuvvetleri ise, kendi bünyesinden çıkan bu çetenin yönettiği devlete bağlı olduğu için, devlet kurumu sıfatıyla bu yönetimin emrine giriyor. Tıpkı polisin, yargının, üniversitenin girmesi gibi.

27 Mayıs Darbesi'nin her şeyden önce ordunun kurumsal kimliğine, bu kurumsal kimliği işleten hiyerarşiye karşı yapıldığını unutmayalım. 27 Mayıs, Türk ordusunun tarihinde de kara bir lekedir. Bu leke, Gaziantep Havaalanı'nda MBK üyesi bir üsteğmenin karşısında hazırolda selam veren bir orgeneralin resminde somutlaşır. Bir genelkurmay başkanının, Orgeneral Rüştü Erdelhun'un bir teğmen tarafından tekmelenmesi, TSK'nın keskin hiyerarşisi ve disiplini içinde nereye yerleşir? 27 Mayıs sonrası pıtırak gibi çoğalan cuntaların, bunların içinde en çok bilineni olan Talat Aydemir olayı ile, Madanoğlu cuntasının, 27 Mayıs cuntasından tek farkı, amaçlarına ulaşamamalarıdır.

Emekli Korgeneral Salih Acarel'in Yassıada hatıraları, 48 yıl sonra bize çok önemli bir şeyi hatırlatıyor: Kurumlara değil, kişilere bakmamız lâzım.

Zaman

'CHP'li Vekiller Dayağı Seyretti'


12 Haziran 2008 15:14
Şeyh Sait'in torunu Abdülmelik Fırat, 27 Mayıs darbesi esnasında yedikleri dayakları asker kökenli CHP milletvekillerinin üniformalarını giyerek seyrettiğini belirtti.
O yıllarda sürgüne gönderildiği Yassıada günlerinin öncesini ve sonrasını Aktüel'e anlatan Fırat, röportajında Selim Soley isimli CHP'li bir milletvekili subayın üniforması içinde harp okulu öğrencileri arasına karışarak dayak yemelerini izlediğini söyledi.

Nereye gitseler Kürdistan'ı kurmakla suçlandıklarını anlatan Fırat, eski bakanlardan Kamran İnan'ın babası Selahattin İnan'ın Ermeni kökenli olduğunu da dile getirdi. İşkencelerin en çirkinlerine tanık olduğunu söyleyen Fırat, o dönemi şu şekilde anlattı: "Menderes'i ne kadar uyarsak da darbe olacağına ihtimal vermiyordu. Darbe olunca da kolayca insanlar toplanabildi. Hiçbir mukavemet olmadı. Çok ağır bir darbe oldu. Yassıada'ya getirilen bakan ve paşalara 'büyükbaş hayvan', milletvekillerine 'küçükbaş hayvan' diyorlardı. "

Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel'in doğu raporuna da değinen Fırat, Avrupa ülkelerinden çekinildiği için 2 bin 500 kişinin katledilmekten kurtulduğunu ancak Gürsel'den korkulduğu için kendisinin de dahil olduğu 50 Kürt aydının tutuklandığını belirtti.
aktifhaber

"İşte 27 Mayıs budur... "
06 Ağustos 2010

Başbakan Erdoğan, partisince Eskişehir Odunpazarı Meydanı'nda düzenlenen mitingde konuştu:

''Bugün artık çok daha iyi anlıyoruz ki Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu'nun tek ama tek suçları, bu millete hizmet etmiş olmaktı."

"Hasan Polatkan'ın muhterem eşleri Mutahhara Hanım, ziyaretine gittiği kocasıyla ilgili şunları anlatıyor: '83 kiloluk adam, 16 ayda 38 kiloya düşmüştü. Elinin üzerinde bir ben olduğunu gördüm. (O ne?) diye sordum. (Yok, hiçbir şey) dedi ve elini sakladı. Sonra arkadaşlarından öğrendim ki elinin üzerinde sigara söndürmüşler. Çok eziyet etmişler Hasan Bey'e. Yarı beline kadar gelen soğuk suyun içinde tutuyorlarmış. Sürekli hakaret ediyor ve dövüyorlarmış. Hasan Bey bir gün kumandana aynen şunları söylemiş: Bizi öldürecekseniz hemen öldürün; ama lütfen bu hakaretleri durdurun. Artık tahammül edemiyorum."

"İşte 27 Mayıs budur... Türkiye, tam 40 yıl boyunca 27 Mayıs ile yüzleşmedi, yüzleşemedi." Haber1001

'TSK'da Bir Dönem Sona Erdi'
13 Ağustos 2010
Emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi, son YAŞ kararlarıyla 1960 darbesinin ortaya çıkardığı darbeci kadroların döneminin sona erdiğini söyledi.
YAŞ kararlarını değerlendiren Tanrıverdi,28 Şubat1997 post-modern askeri darbesi dahil son 50 yıla damgasını vuran bütün darbeler ile tesis edilen askerî ve yargı vesayetinin kaynağı ve mimarının27 Mayıs1960 darbesi olduğunu vurguladı. Türk Silahlı Kuvvetlerinde ve Türkiye Cumhuriyeti siyasî hayatında yeni bir dönemin açıldığını dile getiren Tanrıverdi, yeniGenelkurmayBaşkanı Orgeneral Işık Koşaner ile birlikte TSK'da üst komuta kademesinin geçmiş 50 yıla nazaran farklı, çağdaş düşünceye açık ve hukukun üstünlüğüne inanan yeni bir zihniyeti dolduracağını belirtti.

60 darbesinin sadece millete ve sivil iradeye karşı değil aynı zamanda Ordunun üst kademesini de tasfiye ettiğini anlatan Tanrıverdi, 1960 ihtilalini takiben Ağustos 1960-Şubat 1961 tarihleri arasında, darbeye destek vermeyen 235 general ile 5 bin üst rütbeli subayın Silahlı Kuvvetlerle ilişiğinin kesildiğini hatırlattı. Son 50 yıllık darbe ve müdahalelere liderlik eden kadroların 1960 ihtilaline egemen olan zihniyeti benimseyen askerler olduğunu ifade eden Tanrıverdi, bu kadroların hem birbirleri ile mücadele ettiğini hem de devletin yönetimine müdahale ettiğini söyledi.

2010 ağustos YAŞ toplantısına siyasî iradenin damgasını vurduğunun altını çizen Tanrıverdi, "Askerî otorite de meseleyi uyum içinde çözme gayretini göstermiştir. Demokrasimizin gelişimine katkı sağlayan ve Ordunun milli irade tarafından kontrol edilmesinin başlangıcı olabilecek bir toplantı olmuştur. Bu YAŞ toplantısını Türk Silahlı Kuvvetler tarihinde ve Türk siyasi tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı olarak almak gerektiği kanaatindeyim.

Orgeneral İlker Başbuğ, 1960 darbesine fiilen iştirak eden son Genelkurmay Başkanıdır. Orgeneral Işık Koşaner ile birlikte, demokrat geleneğe sahip, yeni nesil komutanlar göreve geliyor. Bu yeni neslin disiplin anlayışı içinde, sivil iradeye tabi olma gereği de bulunmaktadır. Artık siyasiler isteseler de Türk Silahlı Kuvvetlerini darbelere heves ettiremeyeceklerdir.

Yeni kadronun en şansız tarafıTSKbünyesi içinde, hakkında darbe hazırlığı içinde olmaktan dolayı iddianame hazırlanarak suçlanan ve bu iddiaların ciddi bulunarak mahkemeler tarafından kabul edildiği için yargı önünde darbe zanlısı olarak bulunan bir kısım üst düzey komutanların hala aktif görevde olmasıdır. Bu durum Silahlı Kuvvetlerimizin ve üst komuta kademesinin başını ağrıtmaya devam edecektir.

İfadeye çağırılmalar, yakalanma veya tutuklanma kararları, bu kararlara uyulmaması gibi sebeplerden dolayı TSK'nin üst komuta kademesi bu yeni dönemde de suçlanmaya devam edecektir. Gönül isterdi ki bu YAŞ toplantısı bu meseleye noktayı koysun. Şaibe altında olanlardan TSK'ni temizlesin ve yeni dönem, temiz bir sayfa ile başlasın. Tabii bu gerçekleşmedi." dedi.

Yeni komuta kademesinin darbecilikten yargılanan subay ve generalleri, kendi istekleri ile emekliliğe zorlaması gerektiğini savunan Tanrıverdi, emekli olmayanların da Aralık 2010 Şurasında re'sen emekli edilmesini istedi. Tanrıverdi, "Artık Ordumuz; darbeci kadrolardan arındırılmalı, cuntalara son vermeli, ideolojik cuntalaşmalara imkan veren mevzuatın, liyakati öne çıkaracak şekilde yeniden düzenlenmesine yardımcı olmalı; asli görevine dönmeli, Kendisini siyasetten arındırmalı, İç güvenlikten sıyrılıp, dış tehditlere yönelmelidir." ifadelerini kullandı.
aktifhaber

Adnan Menderes'in o fotoğrafının sırrı
17 Ekim 2010 Yassıada'da Menderes ve arkadaşlarının fotoğraflarını çeken emekli Astsubay Şenyüz konuştu. Menderes asılır asılmaz gazinoda parti verildiğini söyleyen Şenyüz, Menderes'in asıldığı günü ve son saatlerini şöyle anlattı.



Yassıada'da Menderes ve arkadaşlarının fotoğraflarını çeken emekli Astsubay Şenyüz'ün anlattıkları 27 Mayıs'ın kanlı yüzünü göstermeye devam ediyor. Menderes asılır asılmaz gazinoda parti verildiğini söyleyen Şenyüz, Menderes'in son saatlerini anlattı.

Yassıada ve İmralı'daki tarihi fotoğrafları çeken 77 yaşındaki emekli Astsubay İsmail Şenyüz, Adnan Menderes'in son saatlerini Zaman Pazar'a anlattı. 17 Eylül 1961'de İmralı'da asılan Menderes'i fotoğraflayarak tarihe çok önemli belgeler bırakan Şenyüz'ün hatıraları da yine tarihe not düşecek cinsten.

11 ay, Yassıada'da yargılanan Menderes ve arkadaşlarının fotoğraflarını çeken Şenyüz, Menderes'in asıldığı günü hiç unutamıyor: "Öğleden sonra 14.30 sularıydı. Menderes asıldı. Daha birkaç dakika bile geçmemişti ki darağacının hemen yanındaki gazinoya geçtik. Üst düzey yetkililer, bazı savcı ve Menderes'in idam kararında imzası bulunan bazı hakimlerin mutluluğu yüzlerine yansımıştı. Adadan toplanan üzümlerle bir anlamda parti yaptılar. İdamı kutladılar. Hakimlerden bir tek Vasfi Göksu biraz neşesizdi. '40 kişiye idam kararı verdim, üçünü astılar.' diyordu."

Menderes'i kandırdılar

Şenyüz'ün anlattıklarına göre 17 Eylül sabahı Menderes'in odasına ilk önce aynı davada yargılanan eski bakan Ethem Menderes girdi. Ethem Menderes, Polatkan ve Zorlu'nun bir gün önce asıldığını ve Menderes'in de o gün asılacağını biliyordu. Hasta olduğu için idam kararının çıktığı son duruşmaya katılamayan Menderes ise olup bitenlerden habersizdi. Ethem Menderes'in eski Başbakan Menderes ile ne konuştuğu bilinmiyor ama Menderes'e idam edileceğini söylemediği kesin; çünkü doktorlar içeri girdiğinde Menderes hâlâ hasta ve bitkindi.

İşte o sabahı İsmail Şenyüz'den dinleyelim: "Sabah erkenden Yassıada'da biri profesör iki doktor, ada komutanı ve iki yüzbaşı ile birlikte Menderes'in odasına girdik. Ethem Menderes, odadan yeni ayrılmıştı. Bizi gören Menderes, hafiften doğrulmaya çalıştı. Doktor, 'Efendim sizi muayeneye geldik.' dedi. Menderes'i muayene etti. Komutan, o sırada fotoğraf çekmemi emretti. Menderes buna itiraz etti. 'Hastayım ve kıyafetim düzgün değil. Milletimin beni bu halde görmesini istemem.' dedi. Komutan ise, 'çekilen bu fotoğrafların eşine ve çocuklarına verileceğini' söyledi. Aslında maksat başkaydı. Çünkü basında Menderes'in hasta hasta idam edileceği yazılıyordu. MBK ise bunun önüne geçmek için 'Bakın Menderes hasta değil.' diye fotoğrafları servis edecekti. Bu sözler üzerine Menderes bir şey demedi. Yüzbaşı, Menderes'in başucundaki iki Kur'an-ı Kerim'i alıp yere bıraktı. Ben de o esnada birkaç kare çektim. Makinenin flaşı patlayınca yüzbaşı korktu. Elindeki Kur'an'lar az kaldı yere düşecekti. Sanırım yüzbaşı flaşları yıldırım sandı. Menderes o kadar beyefendi biriydi ki koltuğun altındaki dereceyi gömleğine silip öyle doktora uzattı. Doktor dereceye bakıp 'Efendim sizi hastaneye götüreceğiz.' dedi. Hastane dedikleri yer İmralı'ydı."

Menderes, askerlerin gözetiminde bir hücumbota bindirilerek Yassıada'dan İmralı'ya doğru yola çıktı. Çok sakindi. Kimseye bir şey sormadı. Beyefendiliğini hiç bozmadan denileni yaptı. İdama götürüldüğünü hissetmişti. Ama vakurdu, inançlıydı.

İmralı'da deniz kabarmıştı

Bugüne kadar halkın dilinde bir efsane olarak anlatılan doğal olaylar da yaşanmaya başlamıştı. Şenyüz, 'Böyle bir fırtınayı daha önce de, sonra da hiç görmemiştim.' diye anlatıyor: "Her yer karardı. Deniz simsiyah olmuştu. Gökten boşanırcasına yağmur yağıyordu. Dalgalar hücumbotu sallıyordu. Batacağız sanmıştım. Kendimizi İmralı'ya zor attık. Akşama kadar da bu fırtına hiç dinmedi. Zaten bizden sonra da daha kimse gelmedi."

Sadece İmralı'da Menderes'in idam fotoğraflarını çekmekle kalmadı Şenyüz, Yassıada duruşmalarında da binlerce fotoğrafı o ve üç arkadaşı çekti. Aynı zamanda Genelkurmay Foto Film Merkezi'nin şefliğini de yapan Şenyüz'ün duruşmalarla ilgili pek çok anısı var. Yaşı ve yaşadıklarından dolayı bunların çoğunu unutmuş. Ancak yine de aklında kalanlar var. Özellikle hakim ve savcıların Menderes ve arkadaşlarına yaptıkları kaba ve çirkin muameleyi unutamıyor. Hakimlerin zaman zaman hakarete varan sözleri hâlâ kulaklarında: "Hakim ve savcıların hakaretlerini duydukça, tavırlarına şahit oldukça sinirleniyorduk, canımız sıkılıyordu. Menderes ve arkadaşları sürekli azarlanırken onların aleyhine ifade veren tanıklara iltifatlar ediliyordu. Mesela gariban takımı geliyor elini mikrofona yaklaştırırsa 'Çek elini mikrofondan.' diye azarlanıyordu. Öbür taraftan bir tanık gelip onların aleyhine konuşuyorsa ellerini sallayabilir, mikrofonu tutabilir."

Yassıada fotoğraflarımı yürüttüler

Yassıada ve İmralı'da çektiğim fotoğrafları 1978'de emekli olduktan sonra evimde saklıyordum. Sonra bir baktım, sakladığım yerde yoklar. Evi altüst ettim ama bulamadım. Anladım ki birileri götürmüş! Çok tarihi fotoğraflar vardı. Mesela Celal Bayar'ın hücrede resmi vardı. Kimseye vermemiştim. Bir tek benim albümümde vardı. Kim, niye aldı bilmiyorum.

Hatıra olarak saklasınlar diye

Hatıra olarak Yassıada'nın bir fotoğrafını çerçeveletmek istedim. 1965'te Erzurum'da görev yaparken bir camcıya gittim. Ya çerçevelettiremedim. "Bakıp dalga mı geçeceksin bunlarla?" dedi camcı. "Çeken benim." dedim. "Hatıra olsun diye istiyorum." dedim. Salonun fotoğrafını çekmiştim. Sanıklar da vardı. Ama adam yapmadı, kimseye yaptıramadım çerçeveyi Erzurum'da...

Senaryo gereği fotoğraf çektik

27 Mayıs'tan sonra Menderes ve arkadaşları tutuklanıp Yassıada'ya getirildi. Ancak adaya inerlerken fotoğrafları çekilmemiş. Unutulmuş nedense. Birkaç gün sonraydı sanırım. Bir senaryo yazıldı. Hepsine takım elbiseleri giydirildi. Hücumbottan indiriliyormuş gibi yaptılar, biz de fotoğraflarını çektik. Celal Bayar, fotoğraf çektirmek istemedi. "Biz film artisti değiliz." dedi. Sonra 'Köpek Davası'nda da hakime bayağı kızdı. "Böyle basit davalar için beni buraya çağırmayın." dedi. "Hakkımda ne karar veriyorsanız verin." dedi.

O vatan hainiyle ne konuştun?

Yassıada'da sanıklarla ve onları ziyarete gelen yakınlarıyla tek kelime konuşmamız bile yasaktı. Rahmetli Menderes ile fotoğraf çekerken epey göz göze geldik. Ben kendisini severdim. Hatta arkadaşlarım bana Menderesçi derlerdi. Ama tek kelime konuşamadım. Korktum. Bir pazar günü sanık yakınları gelmişti. Görüşmeler bir barakada yapılıyordu. Bana bu barakayı sordu. Ben de 'Bilmiyorum.' dedim. Meğer Ada Komutanı Tarık Güryay, bizi izliyormuş, bu diyaloğu görmüş. Hemen beni çağırdı. 'Ne konuştunuz?' diye sordu. Hiçbir şey efendim, bana görüşmelerin nerede yapıldığını sordu, ben de 'Bilmiyorum.' dediğimi söyledim. Bana 'Onlar vatan haini, bir daha tek bir kelime konuştuğunu görmeyeyim.' dedi. Böyleydi uygulama. Adam istediğini yapıyor, astığı astıktı yani... Ya bilmiyorum, dedim ben, hakikaten pazar günü gidip de sanıklarla görüşmedim. Hangi barakada görüşüyorlar bilmiyorum yani. Bilmiyorum, dedim.

Uykularım kaçıyordu, 'rakı iç' dediler

İmralı'da Menderes'in idam fotoğraflarını çektikten sonra geceleri uyuyamamaya başlamıştım. Menderes'in o anları gözümün önünden hiç gitmedi. Gidip komutanıma durumu anlattım. 'Bir şey olmaz, akşamları yatmadan önce bir kadeh rakı al, bak nasıl uyursun.' dediler. O zamana kadar hiç alkol almamıştım. Artık rakı içip uyumaya başladım. Alışık olmadığım için tesir ediyordu yani. Öyle uyuyabiliyordum ancak. Sonra geçti. Ancak zaman zaman nüksediyor. O anlar hiç aklımdan çıkmıyor. Bir de bu fotoları benim çektiğimi kimse bilmez. Karım ve çocuklarıma söyledim sadece.

Menderes'in son saati

Menderes ile İmralı'ya indik. Ben önüne geçip fotoğraf çekmeye başladım. Menderes, iki askerin kollarında yürüyordu. Arkasında ise subaylar vardı. Hemen beni uyardılar. 'Önden çekme, arkadan çek, biz görünmeyelim.' diye... Çünkü arkadan gelenlerin hepsi subay. Kimisi İrtibat Bürosu'ndan, MBK'dan, kimisi 1. Ordu'dan, içinde hakimler de var. Onlar görünmesin diye önden çekilmesini istemediler. İdam işini sivil idarenin yaptığını anlatmak istiyorlardı. Ama ben şoka girmiştim. Çekemiyordum. Birisi 'çeksene' diye bağırınca o son yolculuk fotoğrafını çekebildim ancak...

Biraz daha ilerleyince idam sehpasını gördüm. İrkildim. Köşeyi dönünce, orada meydan var, meydanda sehpa var. Görecek o sehpayı, görünce ne yapacak diyorum ben kendi kendime. Hiçbir şey demedi, önüne bakarak yine sakin bir vaziyette sehpaya doğru yürüdü. Ama Menderes çok rahattı. İnançlı adam tabii, Allah'a kavuşacak. Bunları hesaplamış. Onun bu rahat tavrı beni de rahatlattı.

Menderes, adaya iner inmez komutanın odasına götürüldü. İdam hükmü okundu. "Menderes, Allah milletimize zeval vermesin." dedi. "İdama gitmeden önce hoca ile görüşmek ister misiniz?" dediler o odada. "Hemen beş dakika görüşeyim." dedi. Hemen orada beş dakika görüştü. Görüştükten sonra orada beyaz gömleği giydirdiler. Aşağı yukarı onbeş yirmi dakika geçti. Birileri iki de bir içeri girip çıkıyorlardı. Beni bekliyorlardı. "Daha hazır değil mi, daha hazır değil mi?" diye sıkıştırıyorlardı. Makinenin ayarlarını yapıyordum. İmamla görüştükten sonra orada beyaz gömleği giydirmişler. İdam sehpasına doğru yürümeye başladık. Sıralama böyle. Sehpada bir resim var. Hoca "Şehadet getirelim." dedi, kelime-i şehadet getirdiler. Orada boynunda iple sakin bir vaziyette durduğu bir resim var. Menderes'in yan etrafa doğru bakan resmi. Kime bakıyordu diye epey tartışıldı. Hocaya bakıyordu, beraber kelime-i şehadet getiriyorlardı. O resmi hiç unutamam.

Menderes, asıldığı andan itibaren dönmeye başladı. İdamlarda yarım saat sonra ölüm tahakkuk edermiş. Hep beraber daha fazla orada beklemeden yan tarafa gazinoya geçtik. Mini bir parti gibi bir şey hazırlamışlar. Adanın üzümünden ikram ettiler. Herkesle beraber yedik. Herkes mutlu, herkes sevinçli. Kuyrukların başı gitti diye, herkes neşe içindeydi. Yarım saat sonra biz doktorla beraber sehpanın yanına gittik; ölüm tahakkuk etmiş mi, etmemiş mi diye. Yarım saat içinde dili şişmişti. Doktor muayene etti. Öldüğünü söyledi. Helikopterle ayrıldık oradan...

ZAMAN

Asker Menderes'i Sille Tokat Dövmüş!

28 Mayıs 2011
Menderes'i havalalanında sille tokat dövmüşler..
Adnan Menderes'in yeni görüntülerinin yayınlanması dönemin canlı tanıklarının açıklamalarını da beraberinde getirdi. 72 yaşındaki Mustafa Nevzat Eskioğlu, 50 yıllık '27 Mayıs' sırrını Adnan Menderes'in TRT Haber'de yayınlanan görüntülerini izleyince açıkladı. 1960 ihtilalinde Yeşilköy'de görevli olan Eskioğlu, darbecilerin Bursa'dan getirdikleri ve uçaktan indirdikleri Başbakan Adnan Menderes'i tekme tokat havaalanı binasına soktuklarını açıkladı. O günleri anlatırken gözleri dolan Eskioğlu, "En garibime giden ve acı olan bir Başçavuş bile Başbakan'a tokat attı." dedi.1958 yılında Esenboğa Havalimanı'nda elektrik teknisyeni olarak iş başı yapan Eskioğlu, 1959 senesinde Yeşilköy Havalimanı'na görevlendirildi. aktifhaber

27 Mayıs NATO Darbesinde Generaller darbeci askerler tarafından tekme tokat dövülmüş
18 Ocak 2012


Aksiyon'un haberi:

Darbeciler G.Kurmay Başkanını Dövmüş

Başbuğ'un ‘darbeye teşebbüs'ten tutuklanmasına karşı çıkan CHP, 27 Mayısçıların gözaltına aldığı paşalara yapılan işkence ve kötü muameleleri destekliyordu.


Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un ‘darbeye teşebbüs'ten tutuklanmasına karşı çıkan ve mahkemelere hakaret eden CHP, 27 Mayısçıların gözaltına aldığı paşalara yapılan işkence ve kötü muameleleri destekliyordu.

Eski bir askerdi. Yarbaylıktan ayrılıp Ankara Emniyeti'ne girmiş, Ankara Emniyet Müdürlüğü'ne kadar yükselmişti. Gümüşhane Valiliği'ne tayin olmuş, giderken bir emirle İstanbul Emniyet Müdürlüğü görevine atanmıştı. Emekli Yarbay, İstanbul Emniyet Müdürü Faruk Oktay, Yassıada'da işkencede hayatını kaybetti. İlk gözaltına alındığında düzenli alması gereken ilaçları Davutpaşa Kışlası'na götüren eşi ve çocukları kapıdan kovulmuştu. Uzun süre babalarından haber alamamışlar, neyle suçlandığını gazete ve radyolardan öğrenebilmişlerdi. 27 Mayıs'tan itibaren ‘Sabıkların tertipleri' başlığı altında ağır iftiralarla karşılaştılar. CHP'lilerin başını çektiği bir kesim ‘Düşükler' ve ‘Kuyruklar' diyerek onlara nefret kusuyordu. Sokakta, çarşıda, okulda hakarete, tacize uğruyorlardı. DP'liler Yassıada'da, yakınları dışarıda tecrit edildi ve yargısız infaza uğradılar. Oğlu Emre Oktay, “Korgeneral Cemal Madanoğlu İstanbul'da bizim apartman komşumuzdu, babamın da Harp Okulu'ndan sınıf arkadaşı. Yüksek Adalet Divanı Üyesi Ferruh Adalı da ailece görüştüğümüz bir dostumuzdu; ama darbeden sonra ikisi de telefon bile etmedi, biz arayınca da çıkmadılar...” diyor. 27 Mayıs'ta basın, üniversite ve CHP'nin tam bir dayanışma içinde darbecilerle birlikte çalıştığını anlatan Oktay, “Silivri'yi toplama kampına benzeten CHP, o gün DP'lileri linç kampanyalarında başı çekiyordu.” şeklinde konuşuyor.

İlker Başbuğ'un darbeye teşebbüs suçlaması ile tutuklanması, 27 Mayıs darbesi ile tutuklanan ve Yassıada'da yargılanan emekli ve muazzaf askerleri akıllara getirdi. Başbuğ'dan, ‘Cumhuriyet tarihinde tutuklanan ilk genelkurmay başkanı' olarak söz edilse de onun durumu daha çok eski Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut'unkine benziyor. Yamut, 27 Mayıs'ta tutuklandığında emekli bir genelkurmay başkanıydı. Peki, CHP'nin zemin hazırladığı darbenin mağduru emekli ve muazzaf askerler nasıl bir muameleye tabi tutulmuştu?

Emekli Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut, Ankara'daki evine tutuklamak için gelen subaylara “Ben Çanakkale kahramanıyım, Atatürk'ün silah arkadaşıyım, gaziyim, eski genelkurmay başkanıyım... Bana hakaret edemezsiniz!” diye karşı çıkmıştı. Yamut'u önce tokatladılar, sonra merdivenlerden yuvarladılar. Yamut, hakaret ve işkencelere dayanamadı, Yassıada'da yargılamalar sırasında hayatını kaybetti.

27 Mayıs'ın tutukladığı asker ve generaller sadece bu iki isimle sınırlı değildi. Salih Coşkun, Kore kahramanı; Avni Karaca, süvari yarbayıydı. Mehmet Nuri Yamut, Gazi Yiğitbaşı ve Yümni Üresin, İstiklal Savaşı'na katılmıştı. Hepsi emekli, Oramiral Sadık Altıncan, Org. Nurettin Aknoz, Org. İshak Avni Akdağ, Org. Nazmi Ataç, Hava Kuvvetleri Komutanı Tekin Arıburun, Yassıada'da aynı hücreleri paylaşmıştı.

27 Mayıs cuntasının gözaltına aldığı generallerin suçu darbelere karşı olmaları ve cuntalara katılmamalarıydı. Gözaltına alınan üst düzey muvazzaf-emekli komutanlar en ağır işkencelere ve hakaretlere maruz kaldı. Gözaltı sırasında başlayan kötü muamele, Yassıada ve yargılanma sırasında da devam etti. Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Sadık Altıncan (Giresun Milletvekili) Yeşilyurt'ta ismi okununca birkaç kara subayı tarafından tartaklandı. Denizciler eski komutanlarına saygılarından dolayı araya girip Altıncan'ı karacıların elinden aldı. O sırada botların komutanı Albay Muzaffer Grebene, eski komutanına saygı gösterip kaptan köşküne aldığı için amirallik rütbesinden oldu. Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Altıncan, Yassıada'ya büyük emek vermişti. Adaya ayak basar basmaz, yaşlı gözlerle, “Kendime bir mahpes hazırlamışım.” demişti. Yeşilyurt'ta bir yandan dayak yiyen bir yandan da tükürük yağmuruna tutulanlar arasında General Namık Argüç de vardı. Ada Komutanı Tarık Güryay, İzmir Milletvekili, general kızı ve Org. Tekin Arıburun'un eşini mahkemedeki savunmasından dolayı saçından sürükleyerek dövdü.

Yassıada'da en hazin hadise kısa süre öncesine kadar şerefli Türk ordusunun Genelkurmay Başkanlığı görevinde olan Rüştü Erdelhun'un suratına yumrukların acımasızca indirilmesiydi. Erdelhun Paşa hakaretlere uğradı, rütbeleri söküldü. İdamla yargılandı. Mayıs 1960 öncesinin genelkurmay başkanı Erdelhun, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel'le sınıf arkadaşıydı. 1948'de Amerikan askerî yardımı henüz başlamıştı ve Genelkurmay Karargahı'nda dil bilen kurmay subay yok denecek kadar azdı. Rüştü Paşa, İngilizce bilen nadir generallerden biriydi. Kurtuluş Savaşı'ndan sonraki süreçte, İzmir müstahkem mevki kumandanı olan Hüseyin Hüsnü Erkilet Paşa genelkurmay eğitim başkanıyken, kimi seçkin kurmayları, sadece dil öğrenmelerini temin maksadıyla, çeşitli ataşemiliterliklerin emrine dil subayı (language officer) olarak göndermişti. Tuğgeneral Rüştü Erdelhun, bu seçkin subaylardan birisi olarak Tokyo'ya gitmişti. Japonca yanında İngilizce de biliyordu. Londra Ataşemiliterliği de yapmıştı. Bu niteliklerinden ötürü, Genelkurmay Başkanlığı ile Amerikan Askerî Yardım Kurulu (JUSMAT) arasında koordinatörlük görevi verilmişti kendisine. Rüştü Paşa'nın en belirgin niteliği, son derece kibar oluşuydu: Makam odasına giren en küçük rütbeli kurmayı bile ayağa kalkarak selamlar, onu karşısındaki sandalyeye oturtarak dinlerdi. Çok çalışkan, son derecede iyi niyet sahibi, insanlara sevgi ve şefkatle yaklaşan, yasalara saygılı bir askerdi. Eşi keza; omurgasındaki rahatsızlık sebebiyle çelik korseye mahkûm olduğu halde sosyal faaliyetlerini aksatmayacak kadar enerjik bir yapıya sahip, görmüş geçirmiş, örnek bir subay eşiydi, çocukları yoktu.

Ankara'dan Yassıada'ya nakledilecek sanıklar arasındaki asker kökenli milletvekillerinden biri de Kore kahramanı Tahsin Yazıcı'ydı. Darbecilerin gözaltına aldığı asker, sivil bürokratlar yolculuk esnasında da her türlü işkenceye maruz kalıyordu. Uçaklarda hava delikleri açılarak soğuk hava cereyanına tabi tutuluyorlardı. General Tahsin Yazıcı, uçakta gösterilen yere asil ve vakur bir tavırla oturmuştu. Tomsonlu hava yarbayı elinde tuttuğu gocuğu ona uzatmıştı. Paşa dik dik bakmış ve sert bir şekilde “İstemem!” diye bağırmıştı. Uçak komutanı elindeki tomsonu paşaya çevirdi. Elini tetiğe götürüyor, sonra çekiyor… Yine götürüyor, yine geri çekiyordu. General Salih Coşkun, millî savunma müsteşarıydı. Hava meydanında ve Yeşilyurt'ta hakarete maruz kaldı, tekme, yumruk saldırısına uğradı. Avni Karaca, süvari yarbayıydı. Türk bayrağını şeref direklerine çektiren usta millî binicilerimizdendi. Teğmenken elinde taşıdığı kupayı halkın omuzlarında Türkiye'ye getirmişti. Karaca uçakta dövüldü. Ankara Merkez Komutanı Namık Argüç de aldı yumruk ve hakaretlerden payını. Yassıada'da işkence ve hücre cezası vardı. Zindan cezasını en çok İstanbul grubu ve onların içindeki Merkez Komutanı Kemal Binatlı çekmişti.

Yassıada'da hayatını kaybeden eski Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut Paşa, eski Kolordu Komutanı Korgeneral Yümnü Üresin ve Gazi Yiğitbaşı'nın kahramanlıklarla dolu parlak geçmişleri vardı. Mehmet Nuri Yamut; TSK'nın 6. genelkurmay başkanıydı. 1908'de teğmen rütbesi ile harp okulundan mezun oldu. Anadolu'ya geçerek İstiklal Savaşı'na katıldı ve İstiklal Madalyası kazandı. 6 Haziran 1950'de atandığı Genelkurmay Başkanlığı görevinden 10 Nisan 1954'de kendi isteği ile emekli oldu. 11. dönem İstanbul milletvekili iken 27 Mayıs'ta tutuklandı ve 5 Haziran 1961'de orada hayatını kaybetti. Yümnü Üresin; 1898 doğumlu, 1911'de Harbiye'ye girdi. Birinci Dünya Savaşı'nda, Çanakkale, Kafkas ve Sina cephelerinde savaştı. Kütahya Eskişehir Muharebeleri, Sakarya Meydan Muharebesi ve Büyük Taarruz'a katıldı. Çeşitli görevlerden sonra 1951'de Millî Savunma Bakanlığı Tetkik Kurulu'ndan emekli oldu. Eylül 1951'de yapılan 9. ara dönemi seçimine girerek Bilecik milletvekili seçildi. 1952-54 arasında Ulaştırma Bakanlığı yaptı. Gazi Yiğitbaş; 1898 Afyon doğumlu. 1913'te Bolvadin askerî okulundan mezun oldu. 1920'de Afyon'da 23. Fırka 69. Alay 3. Tabur'a iştirak ederek Geyve, Adapazarı, Sapanca ve İzmit muharebelerine katıldı. 1 ve 2. İnönü savaşları ile Sakarya Meydan Muharebesi'nde savaştı. 1946'da DP'ye girdi. 9. dönem seçimlerinde Afyonkarahisar milletvekili seçildi. Yassıada'da kalp krizinden hayatını kaybetti.

Peki, İlker Başbuğ'un ‘darbeye teşebbüs' suçlaması ile tutuklanmasına ‘genelkurmay başkanı' diye karşı çıkan ve tepki gösteren CHP ile bazı basın organları, 27 Mayıs'ın gözaltına aldığı İstiklal Savaşı madalyalı paşalara yapılan işkence ile kötü muameleleri nasıl karşılamıştı? Babasını işkencede kaybeden Emre Oktay, “Basın, 27 Mayıs'a destek verdi, işkence ve cinayetleri görmedi, hatta bu muameleleri alkışladı. 27 Mayıs'tan sonra da zaten 27 Mayıs'ı eleştirmek ve DP'yi övmek bir yasa ile yasaklandı.” diyor.

Aksiyon

Hz. Muhammed'i mi, M. Kemal'i mi seviyorsun? Bu sorulur mu koskoca Müslüman alemine!”
5 Haziran 2012



Milli Birlik Komitesi'nin yaşayan üyelerinden Ahmet Er: "Askeri eğitimde ‘Güneş Tanrısı' okuyarak yetiştirildik.

Millî Birlik Komitesi'nin yaşayan üyelerinden Ahmet Er, askerde verilen eğitimin subayları millî değerlerinden kopardığını söylüyor: “Biz ‘Güneş Tanrısı' kitaplarını okuyarak büyüdük.”

Telefondaki sesi adeta inliyordu. “Emin olun ki konuşacak durumum yok.” dedi. Ancak ısrarımı kıramadı. Ahmet Er (1927), 27 Mayıs darbesinden sonra kurulan 38 kişilik Millî Birlik Komitesi'nin (MBK) sağ kalan az sayıdaki üyesinden biriydi. Darbe sonrası görüş ayrılığından tasfiye edilen 14 kişi arasında o da vardı. Manisa'nın Sünnetçiler köyünde, hasta yatağında da olsa gündemi takip ettiği anlaşılıyordu. Emekli bir askerdi ve ordudaki gelişmeler onu daha çok ilgilendiriyordu. TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu'nun davetine olumlu cevap vermiş, içinde yer aldığı ‘27 Mayıs da sorgulanmalı' diyordu. Er, komisyona nasıl tanıklık yapacaktı?

Er, yüzbaşı rütbesinde ihtilalin içinde yer almıştı. İstanbul'da Radyoevi'ne el koyma görevi ona verilmişti. 27 Mayıs bir sabah ansızın gelmemişti. Uzun hazırlıkların ve ortam oluşturmanın sonucuydu. Çok önceden Demokrat Parti (DP) iktidarını yıkmaya karar vermişlerdi ve ortamı hazırlamışlardı. Peki nasıl? Er'in ihtilal öncesi yaşadığı bir hadise bu soruya cevap teşkil ediyordu.

27 Mayıs'a doğru öğrenciler sokakta polisle çatışıyordu. Menderes hükümeti olayları önleyebilmek için İstanbul'da sıkıyönetim ilan etmişti. Ancak olaylar tırmanıyordu. İşte o günlerde Yüzbaşı Ahmet Er, Davutpaşa'da Tank Tabur Komutanı Orhan Erkanlı'nın yanına uğradı. İki milletvekili ile Erkanlı konuşuyordu. Er girince, Erkanlı muhataplarına ‘Bizden' dedi. Bir milletvekili “Binbaşım, Saraçhane'de iki grubu birbirleriyle çatıştırdık. Kavga bütün şiddetiyle devam ediyor. Başka bir emriniz var mı?” diye sordu. Erkanlı, “Teşekkür ederim, devam edin!” talimatını verdi. Yüzbaşı Er, duyduklarına inanamıyordu. Erkanlı onu şu sözlerle teskin etti: “Bunlar bize çalışıyor, ihtilale zemin hazırlıyorlar, merak etme.”

Erkanlı ve Er, cunta üyesiydi. Darbeden sonra ikisi de MBK üyesi olarak karşımıza çıkacaktı.

-Siz odaya girdiğinizde, Erkanlı'yı iki kişi ile görüşürken buluyorsunuz. Ne konuşuyorlardı odada?

Halk Partili 2 milletvekili, sol grupla sağ grubu birbirine tutuşturuyorlar, bunlar da seviniyorlar. Ben bunu lanetleyince Orhan Erkanlı, “Bunlar ihtilale zemin hazırlıyorlar, merak etme.” dedi. “Lanet olsun.” dedim, kapıyı vurup çıktım.

-Kimdi o iki kişi?

Adlarını alamadım, sormayı unutmuşum.

-Göz yumma mı vardı?

Evet.

-CHP'lilerin Erkanlı ile diyalogları neye işaret ediyordu?

İsmet Paşa'nın darbeye fiilen dahli vardı. “Şartlar tamam olunca ihtilal meşru olur.” diyor. Bir devlet adamına yakışır mı su söz? Esasında benim vicdani kanaatime göre ihtilal İnönü aleyhine yapılmalıydı, Menderes'in değil.

-Başka bilginiz var mıydı?

Bir gün Kurmay Binbaşı Mehmet Özgüneş (ki kendisi de örgüt üyesiydi ve bizimle aynı görüşteydi) bizlere mühim bir haber getirdi: İhtilal örgütü içinde bazı subaylar İsmet İnönü'den emir alıyorlar ve kendisine ihtilal çalışmalarıyla ilgili bilgi aktarıyorlar. Bu subaylar, ‘Demokrat Parti iktidarı ihtilal ile alaşağı edildikten sonra, İsmet İnönü, bütün kadrosuyla beraber iktidara getirilmelidir' görüşündeydi.

Yassıada'daki yargılamalar için de “Mahkeme değil o, rezalet.” diyordu Ahmet Er.

-İdamlara İnönü karşı çıktı mı?

Yok, yok, yok, yok!

27 Mayıs'tan sonra “14'ler” olarak adlandırılan olayla Ahmet Er ve 13 arkadaşı yurtdışına gönderildi. İhtilal önce kendi evlatlarını yemişti. Er, bu durumun hem yeni anayasa hem de idamların önünü açabilmek için yapılmış darbe içinde bir darbe olduğunu söylüyordu: “14'ler hakim olsaydı, 23 kişiyi biz sürerdik, hapishanenin kapısını da açardık. İhtilal bizim kontrolümüzde değildi, Halk Parti'nin kontrolündeydi. Anayasayı yapanlar da onlardır.”

-14'lerin planı var mıydı?

Er, bunu da ilk kez açıkladığını belirtiyordu: “Bizim ekibimizin niyeti Ali Fuat Başgil başkanlığında bir hukuk heyeti kurup Türk milletinin tarihine, kültürüne uygun bir anayasa yaptırmaktı. Ama yapamadık. Onlar bizden önce toplamışlar, anayasayı ve yasayı kendi oluşturdukları profesörler heyetine vermişler. CHP, doğduğundan beri hep silahlı kuvvetlere dayanmıştır, halka değil. Bu onun tabiatıdır, huyudur.

27 Mayısçılar en büyük tasfiyeyi de orduda yaptılar. 7 binin üzerinde subay bir gecede re'sen emekliye sevk edildi. Belli görüşteki subayların önü açıldı. Peki, neydi bu subayların özelliği? Er, 27 Mayıs'ta orduyu ele geçiren zihniyeti, darbe sonrası başından geçen bir olayla şöyle anlatıyordu: “MBK kurulmuş, yemin merasimi düzenleniyor komite için, cumaydı. Sami Küçük'e gittim; o albay, ben yüzbaşı. ‘Albayım, yarın cuma namazını Hacı Bayram'da kılalım. Asker gibi değil, halkın arasında. Sonra yürüyerek Meclis'e geçeriz, abdestimiz bozulmadan yemin ederiz.' dedim. Masaya elini vurdu, ‘Sen!' dedi, ‘Cumhuriyet, Atatürk subayısın. Beni irticaya davet ediyorsun!' Karşı çıktım, ‘Şimdi dikkat edin, ben sizi irticaya davet değil, irtifaya davet ediyorum.' dedim.”

27 Mayıs'tan bu yana Ergenekon ve darbe davaları ile ilk defa ‘darbecilerden' hesap soruluyor. Er'e göre darbe hesaplaşmaları kadar TSK'daki eğitimin de gözden geçirilmesi gerekiyor. Er, askerde verilen eğitimin subayları milletin değerlerinden kopardığını söylüyordu. Genelkurmay eski başkanlarından Hüseyin Kıvrıkoğlu'na yazdığı bir mektupta, “TSK'nın milletle hemen barışması gerekir.” dediğini belirtiyordu.

-Peki nasıl bir eğitim sistemi olmalı?

İnsanların maymundan geldiğini söyleyen paçavra yırtılmalı, atılmalı. Onun yerine Hz. Adem ve Hz. Havva annemizle tanıştırılmalı, kalplere Allah sevgisi yerleştirilmeli. Sonra vatan millet sevgisi konmalı. Kalbi selim, lisanı sadık, ahlakı müstakim bir gençlik yetiştirilmeli.

Er, GATA'da bir tümgeneralin M. Akif Ersoy'a ve onunla beraber Hz. Muhammed'e hakaret ettiğini hatırlatıyor ve “Onlara cevap verememenin üzüntüsü beni mahvetti.” diyordu.

-Neden cevap veremediniz?

Tartışmaya tahammülüm yok. Şahsım adına Rasulullah Efendimiz'den özür diliyorum. Bu adamlar çıldırmışlar. Askerî okullara girerken “Rasulullah mı büyük, Atatürk mü?” diye soruyorlar.

-Bu kurumun içinde o düşünce nasıl filizlendi?

Bu şuradan geldi: Cumhuriyeti ilan edenler onu korumak için İslam'ın önüne set çektiler. İslam'dan da korktular. Yahu, İslamiyet cumhuriyetin çok üstünde. Cumhuriyet erir onun içinde. O kadar cumhuriyetçi ihtiva taşıyor İslamiyet.

-Niçin İslam'a set çektiler?

Cumhuriyeti korumak için.

-Kim yaptı bunu?

Halk Partililer yapıyor. İhtilali yapan İsmet İnönü ve onun ordu mensuplarıdır. Gençliği Batı kültürü ile yoğuran İnönü'dür. Hasan Ali Yücel'le beraber Batı'nın çok tanrılı bütün eserlerini tercüme ettirdiler. Güneş Tanrısı, Şarap Tanrıçası gibi kitapları biz subaylara 10 kuruşa, 15 kuruşa taksitle sattılar. Biz bu kitapları okuyarak büyüdük.

Sanki içinde bir zehir vardı. Onu boşaltmak istiyordu. Sesi iyice titriyordu. Dikkatimi çekmek için “İlk defa anlatacağım, not alın.” diye uyardı: “Mareşal Fevzi Çakmak'ın arkadaşı Cevat Çağrı, Konyalı. Çok kıymetli, büyük bir insandı. Mevlana'nın torunlarından. O nakletti bana: ‘Bir gün ikimiz baş başaydık. Ona dedim ki: Mareşal, bu millet seni çok seviyor. Cumhuriyet kadrosundan en çok sevilen sensin. Fakat bir noktada sana çok kırgın millet.' ‘Nedir o Cevat?' demiş Fevzi Çakmak. ‘Atatürk öldüğü zaman neden o adamı (İsmet İnönü) cumhurbaşkanı yaptınız?' Mareşal arkasını dönmüş, cebinden mendilini çıkarıp ağlamaya başlamış. Sonra geriye dönüp ‘Cevat, Cevat, bana bir daha böyle soru sorma' demiş.”

Ahmet Er, hasta yatağında son tahlili yapıyordu: “TSK'yı içten ve dıştan iyice bozmuşlar, öyle görünüyor. Başbakanın eşini başörtülü diye GATA'ya sokmadılar. Bu ne faciadır! Fransız ordusu bizim kızlarımızın başörtüsünü yırtıyordu, şimdi Türk ordusu yırtıyor! Çok şaşılacak bir hadise. Zihnimizin, aklımızın almayacağı kadar çok endişe veren bir hadise. Bu çılgınlık, delilik, tımarhanelik. Hz. Muhammed'i mi, M. Kemal'i mi seviyorsun? Bu sorulur mu koskoca Müslüman alemine!”

Ve son sözleri: “TSK'nın tarihi milattan önceye dayanır. TSK peygamber ocağıdır ve bu vasfı devam etmektedir. Türk milletine, mukaddeslerine ve değer yargılarına ters düşen hareketleri benimsemezler. Bu mukaddeslere ters düşenler TSK'yı temsil edemez. Uygunsuz fikir ve davranışlar sahiplerine aittir, TSK'ya değil. Milet olarak bu millî kuruluşumuzu peygamber ocağı olarak tanımaya devam etmeliyiz.”

Aksiyon
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş May 27, 2009 11:44 pm    Mesaj konusu: 27 Mayıs Darbesi, TSK'ya Yönelik Bir Operasyon mu Alıntıyla Cevap Gönder

Sinan Tavukçu
27 Mayıs Darbesi, TSK’ ya Yönelik Bir Operasyon muydu?

27 Mayıs askeri darbesi genellikle Türk siyasi hayatı ve demokratikleşme açısından ele alınıp değerlendirile gelmektedir. Halbuki, bu darbenin bir de Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelik boyutu vardı ve belki de en köklü ve kalıcı tesiri Türk Silahlı Kuvvetleri üzerinde olmuştu. Darbeci subayların teşkil ettiği Milli Birlik Komitesi tarafından yayınlanan 2 Ağustos 1960 günlü 42 sayılı kanunla, Türk ordusundan 275 general ve 7.000 subay emekliye sevk edilmişti. Bu emsali az görülen bir tasfiye operasyonuydu. ABD Büyükelçisi Fletcher Warren’in 11 Ağustos tarihli raporuna göre, generallerin % 90’ı, albayların % 55’i, yarbayların % 40’ı, binbaşıların da % 5’i emekliye sevk edilmişti.

Ordu subaylarının gençleştirilmesi, rütbe enflasyonun önlenmesi, kadro fazlalığının giderilmesi ve orduda piramidin yeniden kurulması 42 sayılı kanunun gerekçeleri olarak sıralanıyordu. Emekliye sevk edilen generallerin yerine albaylar atanmış, ordunun üst kademesi şu şekilde düzenlenmişti; Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay, Genelkurmay İkinci Başkanı Tuğgeneral Şefik İlter, Kara Kuvvetleri Komutanı Tümgeneral İrfan Tansel, Jandarma Genel Komutanı Tümgeneral Nurettin Onur, Birinci Ordu Kumandan Vekili Tümgeneral Cemal Tural, İkinci Ordu Kumandan Vekili Tümgeneral Ali Keskiner ve Üçüncü Ordu Kumandan Vekili Korgeneral Celal Alkoç.

27 Mayıs darbesinden sonra tasfiyeye uğrayan subaylar, Emekli İnkılâp Subayları Derneği kurarak orduya tekrar dönme mücadelesi verdiler. Ancak, Dernek 6 Eylül 1961 tarihinde süresiz olarak kapatıldı. Bu tasfiye hareketi Emekli İnkılâp Subayları (EMİNSU) olarak tarihte yerini aldı.

Darbeci subaylar, görünüşte anti-amerikancı bir çizgiye sahip olmakla birlikte, bu tasfiye operasyonu, tamamı Amerika Birleşik Devletleri’nden hibe olarak temin edilen para ile gerçekleştirilmişti. Gerek kendileriyle yapılan röportajlarda, gerekse yayınladıkları hatıratlarda pek çok Milli Birlik Komitesi mensubu, 1947’lerden itibaren Amerika ile kurulan aşırı ilişkiden rahatsız olduklarını ifade ediyor, Amerika’ya mesafeli durmaya çalışıyorlardı. 1960 Haziranında yapılan ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Toplantılarında da bu hoşnutsuzluk tespit edilmiş, Milli Birlik Komitesi’nin 38 mensubunun ABD’deki askeri okula gitmiş olmalarına rağmen, ABD’li yetkililerin yeni rejimle yakın ilişkiler kurmada başarılı olamadıkları toplantı notlarında belirtilmişti. (1)

Amerika, Milli Birlik Komitesi ile iyi ilişkileri NATO üzerinden kurmaya çalışmış ve bunda başarılı olmuştur. NATO Başkomutanı Norstad, bu hususta önemli fonksiyonlar icra etmiştir. Norstad 24 Temmuz 1960 tarihinde Türkiye’ye yaptığı bir günlük gezide, 38 kişilik komitenin bütün üyeleri ile tanışmayı başarmış, “Hepsini çok parlak, sadık ve heyecanlı subaylar bulmuştur.” Ziyaretinde, TSK’da yapılacak geniş kapsamlı tasfiye operasyonu da ele alınmış, General Norstad Geçici Hükümet’in emeklilik konusundaki planına ABD’nin yardım edeceği sözünü vermiştir. Norstad ”Planın sorumluluğunu üstlenen genç subayların ABD’ye karşı tavrı iyidir; ABD’de eğitim gördükleri için, çoğu İngilizce bilir. Çoğu bir Amerikan önderliği umduğu, beklediği izlenimini veriyor ve bu aşamada devreye girmek çok önemlidir.” ifadesiyle, darbeci subaylar hakkındaki kanaatini bildirmiştir. (2)

ABD Büyükelçisi Warren, Cemal Gürsel’in daveti üzerine 13 Temmuzda askeri danışmanlarla birlikte MBK üyelerinin ziyaretine gider. Görüşmede emekliye sevk edilecek subayların durumu ve bu hususta Amerikan yardımı ele alınır. Büyükelçi Warren, bu tasfiyenin siyasi amaçlı olduğunu, aynı zamanda Türk Ordusunun savaş gücünü azaltacağını, Amerika’nın bu işe karışmaması gerektiği düşüncesini 13 Temmuz tarihli telgrafıyla Washıngton’a bildirir.(3) Ama Washıngton bu görüşe katılmaz. Bunu bir fırsat olarak değerlendiren Washıngton yönetimi, General Norstad’ın “bu aşamada devreye girilmesi gerektiği” görüşüne katılarak, tasfiye için gerekli parayı sağlar.

1958–61 yılları arasında Ankara'da ABD Büyükelçiliği’nde yarbay rütbesiyle askeri ataşelik görevini yapan Fred Haynes’ın, 10 Temmuz 2000 tarihinde Hürriyet’te yayımlanan röportajında, emekliye sevk işlemleri ile ilgili olarak anlattıkları bu tasfiyeye ilişkin ilginç ipuçları veriyordu. Darbenin hemen ertesi günü (28 Mayıs), saat 09.00 sularında MBK Başkanı Cemal Gürsel'in isteği üzerine Haynes ve ABD Büyükleçisi Warren birlikte, MBK Başkanı'nı görmek üzere başbakanlığa gitmişlerdi. Haynes röportajında, kendilerini başbakanlıkta Albay Alparslan Türkeş’in karşıladığını, Türkeş’in Ordu'dan dört bin subayı emekliye ayıracaklarını ve yeterli miktarda paraya gerek duyduklarını söylediğini kaydeder. (Büyükelçi Warren, MBK üyeleriyle yapılan 13 Temmuzlu görüşmede, Cemal Gürsel’in 2.900 civarında albay ve daha üst rütbeli subayın emekliye sevk edileceğini söylediğini belirtir.)

Haynes, ''Türkeş, sonra para talebinde bulunduklarını inkâr etti. Ama istedi. Ve bu para onlara verildi. Hiçbir resmi kayıtta yer almıyor. Paranın hangi kalemden aktarıldığı belli değil. Ama cömert bir para yardımını kesinlikle verdik. Görüşmeden sonra Büyükelçi Washington'u aradı ve resmen para istedi. Para verildi ve subaylar emekliye sevk edildi.'' sözleri ile TSK da yapılan tasfiye operasyonunun finansal boyutunu açıklamıştı. Haynes, röportajın devamında başbakanlıkta yapılan görüşmeyi aşağıdaki gibi anlatmıştı.

“MBK Başkanı Cemal Gürsel ile dörtlü bir görüşme gerçekleşti.

Cemal Gürsel, ABD ile müttefik olunduğunu söyledi ve Ankara'nın Amerikan politikasının kesinlikle değişmeyeceğinin güvencesini verdi. Aynı görüşmede, ABD Büyükelçisi, süvarilerin elçilik çevresinden çekilmesini istedi. Öğleden sonra süvari birliği çekildi.” (4)

Albay Alparslan Türkeş’in ihtilalin hemen ertesi günü, tasfiye operasyonu için Amerikalılardan para istemesi ve tasfiye edilecek subay rakamı telaffuz etmesi, bu konuda ihtilal öncesi ön bir hazırlığın bulunduğunu ortaya koymaktadır. Ancak, emekliye sevk edilecek subay sayısı 2.900–4.000 olarak konuşulurken, daha sonra hangi sebeple bu sayının 275 general ve 7.000 subay olarak gerçekleştirildiği meçhulümüzdür. 13 Temmuzda 2.900 olarak belirlenen sayının hemen 20 gün sonra yedi binin üstüne çıkarılması ya emekliye sevk işleminin bir plana bağlı olmadan keyfi olarak gerçekleştirildiğini, ya da başka bir müdahalenin olduğunu düşündürtmektedir.

Hulusi Turgut'un kaleme aldığı “Şahinlerin Dansı Alparslan Türkeş Anlatıyor” isimli kitapta Alparslan Türkeş, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yüksek rütbeli subaylarının çok arttığını, piramidin altının tıkandığını, sağlığı elverişsiz, mesleki bilgileri yetersiz yüksek rütbeli subayları tasfiye ederek, orduyu gençleştirmek ve modernleştirmek istediklerini anlatır.

Kitabın “İhtilalciler de Amerika’dan Para Aldı” başlıklı bölümünde Türkeş, Milli Birlik Komitesinin subayların dosyalarını incelemeye alarak sağlık durumları, askerlik san’atına yeterlilikleri ve ahlaki durumları itibariyle tek tek değerlendirdiğini anlatır. Neticede, 275 general ve amiralle, 7.000 albay, yarbay ve binbaşının ordudan tasfiyesine karar verilir. Türkeş, bu araştırma ve tespit yapılırken, muhtemelen yüzde üç, yüzde beş hata yapılmış olunabileceğini yahut bir takım nefret ve kıskançlıkların da rol oynamış olabileceğini sözlerine ilave eder. Aslında, MBK üyelerinin bir kısmı, bütün generallerin tasfiye edilmesini, orduda komuta kademesinin genç albay ve yarbaylardan oluşmasını istemekteydi. Ancak, Cemal Gürsel’in “Generalsiz ordu mu olur?” itirazı karşısında, 30 general ve amiral hizmette bırakılmıştı.

Alparslan Türkeş tasfiye planının finansman boyutunu aşağıdaki gibi anlatır. Anlattıkları, Fred Haynes’ın açıklamaları ile örtüşmektedir.

“Ordunun, gençleştirme hareketinde de yine paraya ihtiyaç vardı. O sırada, NATO’nun Paris’teki Başkomutanı Hava Orgenerali Norstad, Türkiye’ye gelmişti. Projemizi kendisine anlattık. Bize yardım edin, dedik. Bu iş için 12 milyon dolara ihtiyaç vardı.

Para, Amerika Birleşik Devletleri’nden temin edildi. Bu, NATO parası değildi. Bundan sonra, tasfiye hareketine girişildi. O gün için yüksek sayılan bir ikramiye verildi. Bu arkadaşlar kişi başına 36’şar bin lira ikramiye aldılar. Ayrıca, kendilerini yüksek maaşla emekliye sevk ettik.”

Emekli edilen subayların ikramiyesinin niçin Amerika Birleşik Devletleri’nden geldiği sorusuna Alparslan Türkeş, “Dost ve müttefiktik. Çok yakın münasebet içindeydik.” cevabını vermiştir. Röportajında Amerikalıların bu tasfiyeye karşı olduğunu ifade eden Türkeş, Amerikalıların karşı oldukları bir iş için niçin para gönderdikleri sorusuna karşılık olarak, General Norstad’ın “ Madem böyle düşünüyorsunuz, bu sizin bileceğiniz iştir. Amaç, Silahlı Kuvvetlerinizi güçlendirmek olduğuna göre, biz size her hususta yardımcı olmak isteriz.” dediğini aktarır.

NATO Başkomutanı Norstad’ın 1960 yılının ağustos ayında yaptığı bir değerlendirmede, bu tasfiye operasyonuyla ilgili olarak, “Ruslar, bir atom bombası atsaydı, bir hamlede, bu kadar Türk Generalini saf dışı bırakamazdı.” dediği rivayet edilmektedir.

Milli Birlik Komitesi’nin darbe bildirisinde NATO ve CENTO’ya bağlılıklarını ilan etmesi, diğer taraftan Cemal Gürsel’in darbenin hemen ertesi günü ABD Büyükelçisi ile yaptığı görüşmede, ABD ile müttefik olunduğunu söylemesi ve Ankara'nın Amerikan politikasının kesinlikle değişmeyeceğinin güvencesini vermesi ABD ve NATO bakımından çok önemli taahhütlerdi. Zira devrilen Menderes hükümeti, ABD ve NATO’nun izni ve bilgisi dışında, Sovyetlerle ilişkilerini geliştirmeye teşebbüs etmekle kalmamış, 15 Temmuzda bir de Moskova ziyareti planlamıştı. NATO, CENTO ve ABD’ye bağlılık açıklamaları, darbecilerin 30 Mayıs 1960 tarihinde ABD tarafından tanınmasıyla ödüllendirilmişti.

Türkiye’nin ABD çizgisi dışına çıkması ve Sovyetlerle bağımsız ilişki geliştirmesi, ABD tarafından kabullenilemeyecek bir durumdu. Nitekim 5 Ekim 1960 tarihli ABD’nin Türkiye Politikası konulu, ABD Ulusal Güvenlik Raporunda bu çizgiler net şekilde belirtilmişti (5). Raporda;

“ABD’nin ekonomik savunma politikasına uygun olarak, Sino-Sovyet bloku için gerekli stratejik mallarının ihracını sınırlandırma ve yasaklama konusunda Türkiye’yi zorlamak ve Türkiye’yi;

a) Belli bazı duyarlı alanlarda Sino-Sovyet blokunun yardımını kabul etmeme,

b) Bu bloka ekonomik bağlılık yaratacak şekilde Sino-Sovyet bloku ile ticari ilişkiler geliştirme ya da ABD çıkarlarını ciddi biçimde tehdide yönelik ilişkiler geliştirmeme konusunda uyarmak.” gerektiği belirtilmişti.

Türkiye’nin NATO inisiyatifi dışına çıkmaması için, ordunun NATO konseptine bağlanması, Amerikan harp doktrinlerine göre biçimlendirilmesi gerekiyordu. 18 Şubat 1952’de resmen NATO’ya üye olan Türkiye’nin ordusu, hem teşkilat yapısı bakımından, hem de tarih ve düşman algısı bakımından NATO standartlarına uygun değildi. NATO Başkomutanı Norstad’ın aracılık etmesiyle ABD, Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki tasfiye operasyonunu karşılıksız finanse etmiş, 27 Mayısçılar Türk Ordusu’nun NATO ordusu haline getirilmesi için yapılması gereken her şeyi yapmışlardı.

NATO ordusu olmanın ne demek olduğunu, Emekli Binbaşı İsmail Tansu “Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu?” adlı hatıra kitabında en güzel biçimde anlatıyordu.

“Atatürk’ün “Türkü Koru” anlamında soyadı verdiği Korutürk, bizim açımızdan bu soyadına uygun bir davranışta bulunmamıştır. Kıbrıs milli davamız için örgütlenen gizli teşkilatımızı silahlandırmak için çırpınan T.M.T. (Türk Mukavemet Teşkilatı) mücahitlerini, Akdeniz dalgaları ile boğuşurken ve şehit olurken onları korumamış, yalnız bırakmıştır. T.M.T.’ nin kuruluşunda en önemli konumuz olan silah sevkiyatı operasyonlarında donanması ile uzaktan yakından destek vermemiştir. Hem de; Başbakan’ın, Genelkurmay Başkanı’nın, Milli Savunma ve Dışişleri Bakanlarının yardım etmesi için telefonla ricada bulunmalarına rağmen Korutürk destekten kaçınmıştır. Korutürk; bağlı olduğu üst makam Genelkurmay Başkanlığı ile kendi hükümetine karşı olan sorumluluklarına duyarlı olmak yerine, NATO başkomutanına karşı olan sorumluluğunda duyarlı olmayı tercih etmiştir. Bu nedenle de, Korutürk bizi hayal kırıklığına uğratmıştır.” (shf. 98)

NATO başkomutanına karşı sorumluluğuna sadık kalan zamanın Donanma Komutanı Fahri Korutürk, 42 sayılı kanunla tasfiye edilen generaller arasından sıyrılmış, bilahare, 1973 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin 6. Cumhurbaşkanı seçilmiştir.

(1) Cüneyt Akalın, “Askerler ve Dış Güçler-Amerikan Belgeleriyle 27 Mayıs Olayları”, Cumhuriyet Kitapları, 2000, shf.348. (Belge No.35)

(2) A.g.e, shf.349 (Belge No.36)

(3) Prof. Dr. Fahir Armaoğlu, Amerikan Belgelerinde 27 Mayıs Olayı, Belleten Sayı: 227, shf.219-220.

(4) “İdamlar çok büyük hataydı etkileri bugüne dek geldi”, Hürriyet Gazetesi, Kasım CİNDEMİR, Fred Haynes’ la Ropörtaj; http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2000/07/10/221797.asp

(5) Hulusi Turgut, “Şahinlerin Dansı Alparslan Türkeş Anlatıyor”, ABC Yayınları, 1995.

(6) İsmail Tansu, “Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu?”, 2001.

sinantavukcu@yahoo.com.tr
Haber10

AVNİ ÖZGÜREL
Tuzağın gerçek hedefi ordu olabilir mi?

13/01/2010
‘Ergenekon’ pazar yazımın bir bölümüydü... Özel Harp Dairesi’nin 1953 senesinde, yani Türkiye’nin NATO’ya girişinin hemen akabinde, Avrupa ülkelerinin silahlı kuvvetleri bünyesinde oluşturulan benzer yapılarla eşzamanlı olarak kurulduğuyla başlamış, çekirdek kadrosunun anti-komünist düşünce taşıyan, ABD’de West Point’te kontr-gerilla eğitimi görmüş subaylardan teşekkül ettiğini yazmıştım. Keza 27 Mayıs darbesini gerçekleştiren cuntaya dahil oluşlarıyla ünlenen bu kadronun biri ordu bünyesine diğeri topluma ve siyasete dönük olmak üzere iki cepheli görev üstlendiğini de.
Bir tarih yazısı çerçevesinde sıkışıp kalmaması için konuyu biraz daha açmak istiyorum.
Söz konusu yapının topluma ve siyasete dönük faaliyetleri konusunda sanırım herkesin zihninde menfi kanaat oluşturmaya yetecek kadar bilgi/ kırıntı düzeyinde de olsa kanıt var. Ancak bu özel birimin silahlı kuvvetler bünyesinde bulunmakla birlikte, bazen siyasetten önce doğrudan orduyu hedef alan faaliyetler içinde olduğunu düşündüren işaretler mevcut.
Kadronun 1950’lerin tablosunda ordu içinde üstlendiği görev muhtemelen Türk Silahlı Kuvvetlerini geleneksel yapısından ve kumanda anlayışından çıkarıp ABD/ NATO eğitiminden geçmiş subaylara emanet etmekti... Nitekim o dönemde NATO karargâhının, çoğu 1. Dünya Savaşı’nı görmüş, Milli Mücadele’ye katılmış komutanlardan rahatsızlık duyduğu sır değil.. Sıkıntının sebebi İngilizce bilmeyen, orduya imparatorluktan tevarüs ettikleri askerlik anlayışıyla komuta eden, askerin kimini ‘Ağa’, kimini ‘Baba’ lakabıyla andığı bu yaşlı subayların ordunun general katını işgal etmeleriydi. Onlar yüzünden ABD/NATO tarafından eğitilmiş, kıta ve karargah hizmetlerinde albay rütbesine gelmiş subaylar ittifakın kendilerinden beklediği hizmeti sunamadan emekliye ayrılma noktasındalardı.
Demokrat Parti iktidarından hoşnutsuzluk 27 Mayıs darbesinin görünürdeki gerekçesidir elbette. Ancak darbeyi gerçekleştiren cuntanın içindeki çekirdek dışında pek çok subay. Bunlara ihtilal komitesinin başına getirilen Org. Cemal Gürsel de dahildir- seçim kararı almış, üstelik seçimi kaybetmesi kuvvetle muhtemel bir siyasi kadroyu devirmedeki telaşın ne sebebinden haberdardır, ne de harekâtın arkasında yatan esas düşünceye vâkıftır... ( *) Org. Gürsel’in ihtilalin eşiğinde yani darbeden 20 gün önce Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes’e yazdığı mektupta Başbakan Adnan Menderes’in cumhurbaşkanlığına getirmesini önerdiğini bilmek bile bu hükmü doğrulamaya kâfidir...
Siyaseti ve toplumu yeniden dizayn etmek kanımca 27 Mayıs darbesinin ikincil derecede hedefidir... Gerçek hedef ise orduyu istenen standarda getirmektir. İhtilalden iki ay sonra, üstelik darbeden bir hafta sonra başlayan dedikodular üzerine MBK Başkanı Org. Cemal Gürsel yalanladığı halde ve karardan sonra geriye sadece 15 general kalacak şekilde, 235 general ve amiralin içinde yer aldığı 7200 subayın emekli edilmesinin sebebi budur... Ne tesadüftür ki aynı günlerde Yunan silahlı kuvvetleri bünyesinde de benzer nitelikte bir tasfiye yaşanmıştır.
Geçmişten bu tabloyu yazmaktan muradım bugün şayet bir ‘yıpratma’dan söz ediliyorsa
bunun gerçek sebebinin ve kaynağının zannedilenlerden farklı olabileceği düşüncesine kapı açmak; kimi olayların farklı pencerelerden bakıldığında farklı okunabileceğine işaret etmek.
(*) Söz konusu dönemde Demokrat Parti’nin hızla oy kaybetmekte olduğunun en açık göstergesi 1950 ve 1954 seçimlerindeki tırmanışın ardından 1957’de DP iktidarının seçimi ‘kıl payı’ kazanmış olmasıdır. DP oylarının yüzde 47’ye gerilediği, CHP’nin tarihinde tekrarını yaşamayacağı seviyede yüzde 41 oy aldığı, Adnan Menderes’e ‘Allah bana bir daha böyle bir seçim gecesi yaşatmasın’ dedirten seçimdir 1957.

Radikal

İşte, 27 Mayıs darbesinin ardından idam edilen Adnan Menderes'in kendi el yazısıyla cellatlarına yazdığı son mektup

28 Mayıs 2009 "Adnan Menderes'in idamından evvel son sözleri.
Sizlere dargın değilim. Sizin ve diğer zevatın iplerinin hangi efendiler tarafından idare edildiğini biliyorum. Onlara da dargın değilim. Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki, Adnan Menderes hürriyet uğruna koyduğu başını 17 sene evvel almadığınız için sizlere müteşekkirdir. İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok. Ölüme kadar metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan kahraman efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz? Şunu da söyleyeyim ki, milletçe kazanılacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendinizi yine de 1950’de olduğu gibi kurtarabilirdim. Dirimden korkmayacaktınız. Ama şimdi milletle el ele vererek Adnan Menderes’in ölüsü ebediyete kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Ama buna rağmen duam [bu kelimenin üzeri çizilip merhametim yapılmıştır] sizlerle beraberdir."

netgazete

İsmail Küçükkılınç
'Alın şu kaltağı koğuşuna götürün'

27 Mayıs 1960 darbesinin 50. sene-yi devriyesine az kaldı. Milletin vicdanında onulmaz yaralar açan, tarihimize kara bir leke olarak yazılan bu hareketin en bariz özelliği husumet ve ölçüsüzlüğüydü. Harbiye’de ve Yassıada’da ika edilen mezalimler, bugün bile nefretle anılmaktadır.

Bizim bu yazıda kaleme alacağımız zulüm örneği İzmir Milletvekili Perihan Arıburun’a yapılanlarla ilgili olacaktır.

Malum olduğu veçhile 27 Mayıs darbesinden sonra hiç ayırım yapılmadan 1957 seçimlerinde Demokrat Parti’den milletvekili seçilenlerin tümü, CHP’den Demokrat Parti’ye geçenler ve Demokrat Parti listesinden bağımsız olarak seçilen Hikmet Bayur gözaltına alınmış, Yassıada’da mevkuf olarak tutulmuşlardır. Yalnız Demokrat Parti listesinden bağımsız seçilen Ali Fuat Cebesoy, bazı teşebbüslere rağmen gözaltına alınmamıştır.

Yeşilyurt’tan Yassıada’ya gönderilen milletvekili ve bakanlardan çok azı sıra dayağından kurtulmuş; konumlarına, ağırlıklarına göre ‘büyükbaş’ ve ‘küçükbaş’ olarak tavsif edilmişlerdir.

Yassıada mezalimleri, bilaistisna tüm mağdurların hatıratında önemli bir yer tutmaktadır. İhanetleri müseccel Şemi Ergin ile Ethem Menderes, özel muameleye tabi tutulan istisnai DP’lilerdir. Bunun dışında hakaret, küfür ve dayaktan azade kalmış hemen hemen hiçbir tutuklu bulunmamaktadır.

Yassıada zulümleri haddızatında gereği kadar anlatılamamıştır. Birçok bakan ve milletvekili gururlarına, onurlarına, konumlarına olan aşırı hassasiyetleri gereği bazı yapılanları ifade edememişlerdir. Bunlardan biri de Perihan Arıburun’dur. Perihan Arıburun’a yapılanlar, başkaları tarafından kaleme alınmıştır.

Perihan Arıburun hukuk tahsili yapmış, birkaç yabancı dil bilen ve aslında Cumhuriyet’in kadın tipolojisine de uygun bir milletvekilidir ve Cumhuriyet’in değerleriyle problemli de değildir. Üstelik Atatürk’ün hocası General Naci İldeniz’in kızıdır. Naci İldeniz, nezaketi nedeniyle Kibar Naci Paşa diye tesmiye edilen bir komutandır. Anlatıldığına göre Atatürk, hayatında hiçbir şekilde ‘sen’ diye hitap etmeyen Naci Paşa’ya muziplik kabilinden ‘sen’ dedirtebilmek için bir yemek esnasında ‘Hocam siz Paris’te bulundunuz. Fransa’nın o meşhur nehrinin ismini ben hatırlayamadım, neydi o nehrin adı?’ deyince Naci Paşa yine nezaketen ve zarafeten ‘Siz Nehri idi, Sayın Cumhurbaşkanım’ demiş, Atatürk de ‘Yine Paşamıza sen kelimesini kullandıramadık gitti’ demiştir (Sıtkı Ulay, Giderayak, İstanbul, Milliyet Yayınları, 1996, s.20). Perihan Arıburun ayrıca darbe esnasında Hava Kuvvetleri Komutanı olan Tekin Arıburun’un eşiydi. Tekin Arıburun, 27 Mayıs sabahı ihtilale iştirak etmesi teklif edildiğinde darbeye karşı olduğunu söyleyen, bu sebeple görevden alınıp Yassıada’ya gönderilen makamının ağırlığını ve mesleğinin izzet-i nefsini koruyan bir komutandı. Bir erkek için, üstelik bir general için beraber tutuklu bulunduğu eşine yapılan hakaretlere, dayaklara müdahale edememek en son yaşanılacak bir durum olsa gerek!

Yassıada’da anayasayı ihlal ettikleri gerekçesiyle tutuklu bulunan DP’lilerin belli bir müddet sonra sorgulanmalarına başlanır. Perihan Arıburun’un da sorgu günü gelmiştir. Soruşturma Kurulu’nda ifade verirken CHP’nin yıkıcı, tahrik edici davranışlarından bahseden Perihan Arıburun’a “Sen nasıl konuşuyorsun? Sen İsmet Paşa’nın aleyhinde nasıl bulunursun?” diye müdahalede bulunan, ancak “Siz Ada Kumandanısınız, benim ifademe müdahale edemezsiniz” cevabı üzerine de; erkeklikten, mertlikten zerre miskal nasibdar olmayan Tarık Güryay hiddetlenerek, döverek, söverek, saçlarından sürükleyerek iğrenç muamelede bulunur, onu bu şekilde götürmeye çalışır. Kumandanlık binasının holüne geldiklerinde Perihan Arıburun, saçı başı dağılmış, birbirine karışmış, gözleri yaşlı haldedir. Tarık Güryay, terbiyesizliğin, edepsizliğin tezahürü bir ifadeyle “Alın şu kaltağı koğuşuna götürün” der ve Perihan Arıburun, koğuşuna götürülür. Perihan Arıburun, teselli cümlelerini önce erlerden görür. Koğuşa girerken kendisine refakat eden eli süngülü ama gözleri dolu dolu olan iki erden biri ‘Ağlama abla! Allah kerim’ diyecektir.

Tarık Güryay, bununla da kalmamış, Tekin Arıburun’u odasına çağırtmış ve sadece ifadesini veren hukukçu bir milletvekilinin ifade ve savunma tarzını keyfine muvafık görmediği için utanmadan ona ‘Senin karı ne biçim karı’ diye söze başlamış, eşini terbiye etmesini ihtar etmiştir. Bu söz, kendisine hakaret için Yassıada’da kullanılan ‘Tekin Onbaşı’ ifadesinden daha ağırdı. Tarık Güryay bununla da kalmamış, Tekin Arıburun’un koğuşunu değiştirmiş, eşiyle bir kelime konuşmasına da izin vermemiştir (Mithat Perin, Yassıada Faciası, Cilt:2, İstanbul, y.y., 1991, s.135-139).

CHP hakkında suçlayıcı ifadeler kullanan birçok kişinin akıbeti buna benzer olmuştur. 27 Mayıs, anayasayı ihlal değil, CHP’ye muhalefet gerekçesiyle yapılmıştır. İktidar da olunsa, CHP’ye muhalefet edilmeyeceği aynı zamanda rejimin ve bürokrasinin genetik kodlarında bir iman umdesiydi. Bu açıdan tahsilli, lisan bilir, paşa kızı, paşa eşi olmanız bir anlam ifade etmezdi.

avkucukkilinc@hotmail.com
haber10

Taha Kıvanç
Yeni Şafak Gazetesi
27 Mayıs ve basınımız
28 Mayıs 2010

Şu satırlar bir anayasa profesörüne ait: "Müdafaa tarzında mukavemet, şiddeti şiddetle defetmektir. Fiilen mukavemete şanlı ordumuzun 27 Mayıs'ta yaptığı hareket şaheser bir nümune teşkil eder. Tam ilmin tavsiye ettiği gibi, son çare olarak ve son derece büyük bir ihtiyatla yapılmış bir hareket olmuştur. Subayların Harbiye talebeleriyle birlikte yaptıkları sessiz yürüyüşün ifade ettiği manayı anlayamayan iktidar, 27 Mayıs hareketini son çare kılmıştı. Zararın daha ağır bir zararla defedilmesini ilim kabul etmez. 27 Mayıs hareketi Menderes hükümetini ve meclisini aratacak huzursuzluk yaratması şöyle dursun, millete bir bayram olmuştur. Ordunun 27 Mayıs hareketine bütün dünyayı hayrette bıraktıran ve hatta cihan tarihinde emsalsiz kıldıran hususiyeti burada mündemiçtir."

Ord. Prof. Dr. Vasfi Raşid Seviğ imzalı bu yazı 3 Haziran 1960 tarihli Hürriyet gazetesinde yayımlandı. Gazetenin o zamanki başyazarı Tahsin Öztin ile Ankara'dan yazan Emin Karakuş'un darbe övgüsü yazılarına destek çıkmak üzere yazılmıştı bu yazı...

Hulusi Turgut'un aktardığına göre, Alparslan Türkeş, 27 Mayıs'ı takip eden günleri şöyle hatırlıyor: "Sıddık Sami Onar, Hüseyin Nail Kubalı, Vasfi Raşit Seviğ ve daha pek çok profesör vardı. Bizi tebrik edip, 'Memleketi kurtardınız, Türk milletinin direnme hakkını kullandınız' dediler. Sonra onu bir bildiri haline getirdiler. Yaptığınız harekat meşrudur, suç işlemiş değilsiniz, şeklinde bize teminat verdiler. Bunlar, hoşumuza gitti tabii.."

Türkeş'in isimlerini andıkları hukuk profesörleriydi ve 27 Mayıs'a verdikleri meşruiyet fetvasını takiben darbecilerden ilk talepleri, çoğu kendileri gibi hukukçu olan, 147 profesörün üniversiteyle ilişkilerini kestirmek oldu.

İstanbul Barosu da, 27 Mayıs sonrasında, üyelerine, Yassıada'da görülen mahkemelerde 'düşükleri' savunma yasağı getirdi.

50. yıldönümü sessiz-sedasız geçiştirilen 27 Mayıs darbesi kimlerin eseriydi? Bu sorunun cevabını darbeden hemen sonra (1 Haziran) Yeni Sabah gazetesinde çıkan bir başyazıda buluyoruz: Basın ve gençlik: "Bütün milletin, matbuatın ve gençliğin yardımı ile de, bu hayırlı inkilap kansız oldu."

Ertesi gün, aynı gazete, yine başyazı sütununda, darbe sonrası yalnızca "Ya kapanma, ya da araziye uyma" seçenekleriyle karşı karşıya bırakılan DP yanlısı gazetelerden darbeye doğru çark edenleri lânetleyen bir yazı yayımladı: "Bu yazıyı yazmaya bizi zorlayan sebep, bir kısım basının bugünkü utandırıcı manzarasıdır. (..) Daha düne kadar, gizli tahsisat ve resmi ilân kanalları ile beslenen ve sülükler gibi ve dünün kahredici zalim idaresini öven, hakikatleri yazan ve söyleyenlere karşı küfürlerin ve hakaretlerin en şiddetlisini savurmakta birbirleriyle yarış eden besleme gazetelerin, bugün birer hürriyet meleği gibi, eski idare aleyhinde ve ileri safta hücuma geçmeleri, ibret verci bir ahlâkî faciadır. Eğer bugünkü idarenin sayın başkanı, bu memlekette hür, müstakil, dürüst ve seviyeli bir basının bulunması kararında ise, işe her türlü ana kanunlarla birlikte, evvelâ basından tasfiye ile başlamalıdır."

'Tasfiye' sözcüğüne herhalde dikkat ettiniz. Başyazarın dönekliğe bile tahammülü yok; vaktiyle DP'yi desteklemiş olanların, darbe sonrası geçmişlerini unutturmak için 'darbeci' gibi görünmelerini yeterli bulmuyor, "Yasa çıkartılsın ve DP'yi tutmuş olanlar tasfiye edilsin" istiyor...

Ankara Gazeteciler Cemiyeti bu tavsiyeye uydu ve daha birkaç ay öncesine kadar cemiyetin başkan yardımcısı koltuğunda oturan dahil yedi-sekiz gazeteciyi üyelikten çıkardı; âidatlarını ödemedikleri bahanesi ardına sığınarak...

O sırada Vatan'da yazan Oktay Akbal'ı darbeye kadar DP'li olanların dışlanması tatmin etmez; sonradan karşı saflara geçse de 1954'e kadar 'DP şakşakçılığı' yapanları da listesine katar. ('Sahte Kahramanlar', 9 Haziran 1960).

Vatan'ın bir başka yazarı, Emil Galip Sandalcı, "Önce içimizdekiler" başlıklı ve son cümlesi "Basın olarak her şeyden önce kendi kendimize müsamaha etmemeyi öğrenmeliyiz" olan bir yazıyla çıkar okur karşısına (10 Haziran).

27 Mayıs öncesinde DP'yi destekleyen bir gazetenin sahibi olan Yılmaz Çetiner, Gazeteciler Cemiyeti'nden kovulduğu darbe sonrasında, muhabirliğe razı olduğu halde, uzun süre iş bulamadığını anılarında hazin hazin anlatır.

Kemal Kılıçdaroğlu Kurultay konuşmasında "Besleme basını bitireceğiz" dedi.

O işi, 27 Mayıs sonrasında, yardımlarına koşan gazetecilerin kendilerine el vermesiyle, darbeciler yapmışlardı.

28 Mayıs 2010 23:47
PKK'nın Kaynağı Sivas Kampı
Celal Bayar, 1938 ile 1960 arasında bölgenin istikrarlı olduğunu ama Sivas Kampı faciasının siyasal Kürtçülüğü hortlattığını söylüyor.

Sivas Kampı yazı dizisinin bu bölümünde “27 Mayıs’ın öteki yüzü: Sivas Kampı” kitabından ayrıntılarla yaşananları aktarmaya devam ediyoruz. 27 Mayıs askerin darbesinden sonra Cumhuriyet gazetesi başta olmak üzere basının tavrının bugün pek değişmediğini görebiliyoruz. Yassıada’da savunma avukatlığı yapan Hüsamettin Cindoruk da Sivas Kampı ile 1938-1960 dönemi arasındaki barışın bozulduğunu ifade ediyor. Cindoruk, Celal Bayar’ın Sivas için “Siyasal Kürtçülüğün merkezi” dediğini belirtiyor:

“Onlara Sivas’ta Kürt olduklarını hatırlattılar. Celal Bayar buna siyasal Kürtçülük hareketi derdi. Kürtçe diye bir dil de var, ırk da var, buna kimse karşı çıkamaz. Ama ayrı bir devlet olmak isteyen devlete isyan eden, ayrılıkları keskinleştiren bir hareket de olmuştur daima, ona Bayar Siyasal Kürtçülük derdi ve Sivas’a bağlardı. Bayar Sivas Kampı’na çok içerlemişti. Çünkü Bayar Şark meselesi ile çok ilgiliydi, bu konuda Şark Raporu hazırlamış bir insandı. Bayar, Sivas Kampı’nın siyasal Kürtçülük şuurunu tekrar uyandırdığını söylüyordu. Yani 1800’lerden başlayan hareketler durmuşken Dersim Hadisesi Bayar’ın tabiriyle tenkil edilmişken, her şey yoluna girmişken belirli bir barış hareketi yerine gelmişken, Sivas Kampı Kürtlere bir işaret veriyor, “Ne duruyorsunuz? İşte siz busunuz, hepinizi topladık biraraya, planınızı programınızı yapın.” Nitekim 27 Mayıs’tan hemen sonra Doğu Kültür Ocakları ve Rizgâri’ler ortaya çıkmıştır. Ve onlar kendilerine verilen imkânı yeterli bulmadıkları için silah zoruyla bu işlerin çözülebileceği noktasına gelmişler ve Apo Hareketi ortaya çıkmıştır. Apo yalnız değildir Apo’nun kaynağı Sivas’tır. Tabii orada Apo’nun peşinden gitmeyecek kadar idrak sahibi insanlar var, onlar siyasete tekrar dönmüşlerdir. Ama bir bölüm, bilhassa onlara yapılan haksızlıklardan ötürü kızgın olanlar Apo’ya doğru kaymışlardır ve Apo’da zamanlamasını iyi yapmıştır... Bir akıllı adam böyle bir formülün işe yarayacağını söylemiştir. Kim buna önayak oldu, kimi Alparslan Türkeş diyor, kimi Türkeş’le birlikte aşırı milliyetçi subaylar ve erler diyor, kimi Ragıp Gümüşpala diyor. Ama kim düşündüyse kim yaptıysa birden bire Kürtçe bilmeyen Kürtler dahil hepsini getirdiler Sivas’ta bir askerî kampa koydular. 55 Ağa hadisesi gibi ki önemli bir hadisedir, bu sosyolojik ve siyasal yapıyı bozdu” diyor.

Nurcular da Sivas Kampı’nda

Sivas Kampı’nın zorunlu misafirleri arasında Kürtler kadar Nurcular da yerini aldı. Görüştüğüm çoğu Nur gönüllüsü, Said Nursi’nin erkenden vefat etmemesi halinde onun da Sivas’ta zorunlu misafirliğe zorlanacağını ifade ettiler. Sivas Kampı’na gönderilen Nur talebeleri arasında Diyarbakır’dan Mehmet Kayalar, Erzurum’dan Mehmet Kırkıncı, Mehmet Serçil, Kamil Sirkeci, Yavuz Telli, Hilmi Ardos, Kahramanmaraş’tan Mustafa Ramazanoğlu, Malatya’dan Tarık Aktekin, gibi birçok insan vardı. Birçok insanın bütün hayatını vakfettiği Risal-i Nur ve Said Nursi hakkında Demokrat Parti’nin son dönemlerinde de “Gizli” ibareli raporlar tutuluyordu. Bu raporlar yıllar sonra Emniyet Genel Müdürlüğü vasıtasıyla kamuoyuna yansıtıldı. Kampa getirilen Mehmet Kırkıncı, Gülen’i Risale-i Nur ile tanıştıran kişiydi.

Diyarbakır’dan Sivas’a getirilen Bediüzzaman Said Nursi’nin “Nurun Muallimi, Nurun Kahramanı, Nurun Yüksek Bir Talebesi, Hayatını Nura Vakfeden Mehmet Kayalar...” gibi ifadelerle anlattığı Mehmet Kayalar Selanik doğumluydu. 1937 senesinin mayıs ayında Harp Okulu’nu bitirir ve subay olarak ordu saflarına katılır. Konya, Susurluk, Kemalpaşa, Uşak, Bingöl ve Diyarbakır illerinde vazife yapar. Kayalar 1952 yılında 41 yaşında yüzbaşı olarak ordudan emekli olmuştur. Evli ve üç çocuk babası olan Kayalar 1994 yılında Yalova’da vefat eder. Mehmet Kayalar ismi Diyarbakır Nur hizmetleri ile bütünleşmiştir. Zira 1950’den 1973 yılına kadar bu şehirde kalmış ve “hizmetlere” imza atmıştır.

İçişleri Bakanı olan Muharrem İhsan Kızıloğlu kampı denetlemeye geldiğinde herkes ayağa kalkar ama Mehmet Kayalar ve birkaç arkadaşı ayağa kalkmaz. M. İhsan Kızıloğlu, Kayalar’ın önünde durarak hakaret etmek ister ancak Kayalar onun hakaretine fırsat vermeden, “Senin soy ismindeki kızıllık, yüzünden görülmektedir. İsmin kızıllığı senin yüzüne aksetmiş” dedi. Kayalar daha sonra “55 Ağa” içerisinde yer alarak Çanakkale’ye sürüldü. Orada Milli Birlik Komitesi’ne yazdığı mektupta kısaca, “27 Mayıs’tan beri geçen 11 aylık zamanda maruz kaldığım acıklı muameleler, hapis ve neyfiyemdeki sıkıntılar ve bazı garazkâr neşriyatla üzerime tevcih edilen iftiraların hakikatsizliğini ifade etmek için şahsıma ait bu maruzatımı zikretmeye mecbur kaldım... Hatta bugün Şarkta Kürtçülük damarını kırdığımız ve aleyhinde bulunduğumuz için bu menfi fikri taşıyan Kürtler bize düşman kesilmişlerdir. Şayet bizde Kürtçülük fikri bulunsaydı muhakkak bir sızıntısı, bir ipucu, bir delil bulunacaktı. Halbuki 20-30 mahkemenin hiçbirisi, bu hususta en ufak bir delil bulamamış ve bir mahkûmiyet vermemiş olduğunu görüyoruz. Gerek umumi emniyette, gerek millî emniyette yapılan araştırma ve soruşturmalarda Kürtçülüğe dair en ufak bir emare görülmemiştir” diyordu.

Nurcular gibi Sivas’a getirilen en önemli kişilerden birisi de Malatya Ekolü’nün öncü isimlerinden biri olan Sait Çekmegil’di. Çekmegil, daha sonra yayımlanan anılarında Sivas Kampı’nda yaşadıklarını satırlara döktü.

“Bir bölen olmak istemedik”

Kampa getirilen en ilginç kişilerden birisi de Arap asıllı olan Demokrat Parti’de Mardin Milletvekilliği yapan Bahattin Erdem ve kardeşi Mehmet Sait Erdem’di. Türkiye’nin sayılı işadamlarından olan Zeynel Abidin Erdem, babası Mehmet Sait Erdem ve amcasının yaşadıkları sıkıntıyı anlatırken bugüne kadar neden Sivas’ı anlatmadıklarının da ipucunu veriyor: “Kampla ilgili bize birçok şey anlatıldı: Oradaki sefalet, soğuk, zaman zaman açlık... Biraz da o günün şartlarında değerlendirmek gerekirse orada bir haksızlık vardı. Bu, sadece sitemdir. Bu olayı yaşayan büyüklerimiz bize yaşadıklarını naklederken hepimize ayrı ayrı ve defalarca bir “emir” buyurdular: “Siz bunları gelecek nesillere intikal ettirmeyeceksiniz. diyor.

Sivas’ı yaşayanlar bugün ne dedi

Hacı Said Ensarioğlu: Bu kadar yaşadıklarımdan sonra devletin bölücülüğünün oradan başladığını anladım. Biz kendimizi vatandaş zannediyorduk. Ben diyorum ki eşit haklara sahibim ama senin devletin kalkıyor, sen benden değilsin, sana özel bir kanun yapıyorum ve seni sürgün ediyorum. Olay buradan başladı. Devletin bölücülüğe burada tohum ekti.

Abdulilah Fırat: O günkü sistemleri medeni değildi. Bir darbe hükümeti idi. İnsanlıktan nasiplerini almamışlardı. Zulüm yapmaktan zevk duyan insanlardı. Hürriyetin ne kadar büyük bir nimet olduğunu insan böyle zulümler gördükten sonra biliyor.

Sertaç Bucak: Sivas Kampı çözümleyici olmadı. Devletin tüm sürgün mağdurlarına karşı özür borcu olduğunu düşünüyorum. 1960’larda özür dilenmediği için 1990’larda devlet birkaç milyon Kürdü yeniden zorla yerinden etmiştir.

Zeynel Abidin Erdem: Ben bugün sürgüne gönderilmiş bir ailenin üyesi olarak ancak şunu söyleyebilirim. Biz hepimiz yanlış yaptık. Gerekli cezayı da aldık. Böyle bir inanış ve böyle bir son karar vardır. Bu kararı da o gün herkesle konuştuk. Tabii yukarıda arz ettiğim gibi bunun dedikodusunu yapmak ya da ileride bunların her gün tekrar yaşatılması, hatırlanması adına bir şey yapacak değilim.

Dengir Mir Mehmet Fırat: O zaman 105 sayılı yasaya göre yapılan uygulama tamamen insanlığa ve hukuka aykırı bir uygulamaydı. Dolayısıyla haksız bir uygulamaya uğrayan bütün insanlar gibi o insanlar üzerinde de çok büyük etkileri oldu. Bu tip uygulamaların devlete kazandırdığı hiçbir şey olmadı, temennim bu tip olayların bir daha yaşanmaması ve yaşatılmaması.

“Cumhuriyet gazetesi yüzünden kampa gittik”

Sivas Kampı’na gönderilen Şeyh Said’in torunu Abdülilah Fırat kampa gönderilme gerekçesi olarak; Şeyh Said’in torunu olmayı ve Cumhuriyet gazetesinin yaptığı yayınların etkili olduğunu ifade ediyor “27 Mayıs’ın öteki Yüzü: Sivas Kampı” kitabında. “Cumhuriyet gazetesinin 31 Mayıs 1960 yılında yapılanları alkışladığını görmekteyiz. Cumhuriyet gazetesi şöyle yazıyordu:

“Milli Birlik Komitesi’nin neşredeceği vesikalar, bir Kürdistan tesisi için DP Grubu içinde çalışanlar varmış. Sabık iktidarın Rus yapısı bir ciple vatan haini Şeyh Sait’in oğlunun Doğu’daki köylerde dolaşmasına göz yumulduğu tespit olunmuştur. Geliştirilmesine çalışılan gayenin yeni bir Kürdistan olduğu, bu konuda birkaç DP milletvekilinin çalışanlara müzair olduğu vesikalarda meydana çıkmıştır. Milli Birlik Komitesi ve hükümet bu yola sapanların faaliyetlerine son vermiş, memleketi parçalayıcı unsurların tamamen izalesi yolunda zecri tedbirler alma yoluna gitmiştir. Türkiye’nin bütünüyle yalnız Türklerin vatanı olduğu, başka gayeler taşıyan birkaç kişiye benimsetilecektir” diyordu.

Bunlar daha mı az ağa

Sivas’a götürülenler hakkında herhangi bir suçlama yapılmamışken, Meclis’ten çıkarılan bir yasa olacakları haber veriyordu. 2510 sayılı yasaya ek olarak çıkarılan 105 nolu yasada şöyle deniyordu: “Sosyal birtakım reformları yapabilmek, ortaçağın Türkiye’de yaşayan düzenini yıkmak, ağalık ve şeyhlik gibi müesseseleri yok etmek... Vatandaşın sömürülmesine engel olmak gayesiyle bu kanun çıkarılmıştır.” Bu sözlere bakılacak olursa, Sivas’taki toplama kampı ve mecburi iskânla, iktidar köylüleri baskı altından kurtarmak gibi “halkçı” bir iş yapıyordu.

CHP organı Ulus gazetesinin başyazarı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu Efendi’nin mecburi iskân tasarısıyla ilgili 12 Ekim 1960 tarihinde şunları yazıyordu: “Birkaç günden beri gazetelerde bahsi geçen Mecburi İskân Tasarısı, dün yayınlanan bir habere göre MKB’de görüşülerek kabul edilmiştir. Bu surette tasarının bir bölümünde görüldüğü gibi memleketimizin şu veya bu bölümünde ya da daha geniş bir bölge içinde dini his ve gelenekleri alet edenler, yabancı ideolojileri neşir ve telkine çalışanlar cebir ve şiddet kullanarak nüfuz ve baskıları altında adam sömürenler, bulundukları yerlerden uzak bölgelere nakledileceklerdir. Sürülecektir, demiyoruz. Çünkü bu gibiler için medeni haklardan mahrumiyet söz konusu değildir ve çıkarıldıkları bölgelere dönmemek şartıyla memleketin her tarafında dolaşmak serbestliği de ellerinden alınmayacaktır. Doğrusunu söylemek lazım gelirse, bu bakımdan Mecburi İskân Tasarısı’ndaki sertlik biraz yumuşatılmış gibi görünüyor” diyordu.

Öte taraftan Akşam gazetesinde Müfit Duru imzalı “Ağalardan sonra” ve Öncü gazetesinin “Şeyhlerin peşinde” yazı dizileri olmadık iftiralarla Sivas Kampı mağdurlarına saldırıyordu. Yön dergisi de konuyu inceleyerek Faik Bucak’ın görüşlerine yer veriyordu: “Faik Bucak ile konuşurken size şunları söyleyecektir:

“Benim toprağım yoktu ki toprak ağası olayım. Hayatımı avukatlık yaparak kazanıyordum. Yıllarca da bu memlekette hâkimlik yaptım. İşte bizim ağaların kaç dönüm toprağı olduğu da meydana çıktı. İyi ama bu memlekette madem ki toprak reformu diyoruz, madem ki sosyal adalet diyoruz, aklımıza niye Kasım Ağa (Gülek), Cavit Ağa (Oral), niye Fevzi Lütfü (Karaosmanoğlu), niye Hacı Ömer Ağa ve daha bunlar gibi yüzlercesi gelmiyor? Bunların toprakları bizimkilerin topraklarından yüzlerce defa büyük. Ya İstanbul’daki sermaye ağaları? Bunlar sanki daha az mı ağa?

55’lerden Bucak ve Kartal’ın tanıklığı

Bir ihtilal olmuştu. Her vatandaşa yeni bir dünya yaratmanın acı ve yük payı düşmüştü. Buna emniyet tedbiri dediler. Biz de masumca bir güvenle bileğimizi kelepçeye uzattık. Nasıl olsa diyorduk, “Adalet tecelli eder.” Suçsuz olduğumuz gün ışığına çıkar. Üç yüz kişiydik. Biz 55’leri ayırıp alıkoydular. Mesele sürgün müydü? İlk bakışta hissi konuştuğumuz sanılabilir. Bu soruların hakiki sebeplerini sıralayalım: 55’lerin bedbahtlık ve felaketlerinin sebebi Kürt asıllı olmalarında mı aranmalıdır? Yoksa hepimizin Demokrat Partili olmasında mı aranmalı? Yalnız Türkiye’de milyonlarca Demokrat Parti’li varken onlar niye bizim gibi sürülmediler?

Biraz geriye dönelim. Masumiyetimiz teslim edildikten sonra Ankara’ya geldik. İlk fırsatta günün idarecileriyle temas ettik. Salahiyetli makamlar bize haksızlık edildiğini kabul ettiler ve en kısa zamanda yerlerimize iade edeceklerini vaat ettiler. Türk aydınları, sizi haklı davamızın hakemleri seçiyoruz.

Numan Esin: İsyan hazırlığı vardı

Milli Birlik Komitesi Üyesi Numan Esin yıllar sonra Sivas Kampı ile değerlendirmeleri Güneri Civaoğlu’nun programında sorduğu “Menderes Kürt sorunu için ne söyledi?” sorusuna verdiği cevapta “ Bizim o tarihte bir endişemiz vardı. Acaba bir ayaklanma olur mu diye. Elli beş ağayı da o sebeple yönetim tutuklamıştı. Onları, güvenlik önlemi aldırarak, Sivas’ta nezaret altında bulunduruyordu. Bu arada acaba hükümetin, güneydoğuyla ilgili özel birtakım tedbirleri var mıydı? Aldığım cevap buydu ve son derece doğru bir cevaptı, demokrasi içinde. Gerçekten, 1938’den sonra, 1970’lere kadar, doğuda bir ayaklanma olmamıştı ve istikrar vardı. Türkiye’de bu istikrarı daha sonraki yıllarda yanlış uygulamalar bozmuştur ve güneydoğu sorunu Türkiye için ciddi, çok pahalı, çok riskli bir sorun haline gelmiştir.” dedi. Ancak Esin geçen hafta İstanbul’da katıldığı bir konferansta Sivas Kampı uygulamasının emrini kendilerinin vermediğini, İçişleri Bakanı olan Muharrem İhsan Kızıloğlu’nun bu emri tek başına aldığını ifade etti.

Kaynak:Taraf

Seçimlerin Aynasında TSK: Ordu Milletin Aynı -3-
Oğuz Gürses
10.07.2011



1960’da 27 Mayıs’la başlayan NATO darbeleri süreci içinde, TSK’da görülen milletten/halktan kopuş sürecinin, 28 Şubat darbesiyle birlikte aleni bir millet/halk düşmanlığına dönüşmesi ve bu millete ve bu milletin bütün millî ve manevî değerlerine karşı “bin yıl sürecek” bir topyekûn savaş ilan edilmesiyle de bu durum, tam bir halkdüşmanlığına dönüştü...

Bin yıllar içinde oluşan ordu-millet geleneği tükenip kopma noktasına gelmişti ki...

Bu sürecin zirve noktası olan ve her satırından bu halkın bütün millî ve manevî değerlerine kin ve nefret akan o alçakça 27 Nisan Muhtırasından sonra bir şey oldu...

Enterasan bir şey...

Sanki "görünmez bir el", mucizevî bir şekilde bu süreci bir anda tersine çeviriverdi...

“Bin yıl süreceği” kibirle ilan edilen bu halka karşı kin ve nefret savaşının bütün unsurları, önce bocalamaya, sonra patinaj yapmaya, sonra da çıktıkları halk düşmanlığının zirvesinden Silivri-Hasdal istkametine doğru başaşağı kaymaya başladılar...

Bu kayma halen devam ediyor...

Bu süreç, bu hızıyla sürerse, yakında Silivri ve Hasdal’ın kapasitelerini çok aşan bir durumla karşılaşılması çok muhtemel...

Şimdi... “

“Vaaay! Millîci subaylar ve aydınlar Amerikancı iktidar tarafından Silivri’ye Hasdal’a tıkılıyor” muhabbetleri gırla gidiyor...

Şüphhesiz kurunun yanında yaşın yanma ihtimali her zaman vardır...

Ama çoğunluğu itibarıyla Silivri ve Hasdal cemaatini oluşturanların içinde...

27 Mayısla başlayan ve 27 Nisanla sonuçlanan hiçbir NATO darbesinden herhangi bir şikâyet, rahatsızlık veya pişmanlık ifade edenine rastlanılmadı...

Bilakis, Mahkeme salonlarında savunma niyetine yapılan bütün açıklamalar 27 Mayıs, 12 Mart, 28 Şubat ve 27 Nisan darbecilerinin açıklamalarındaki halk düşmanı öğelerin neredeyse birebir aynıdır...

Öyleyse ne milliciliği?

Her fırsatta, bu milletin bütün millî ve manevî değerlerine karşı kin ve nefret dolu ifadelerle saldıranlar hangi milletin “millîcileri”dir?

Her halde bu milletin değil...

Mahkeme salonları birer kürsüdür...

Burada söylenenleri elimden geldiği kadar dikkatle takip etmeye çalışıyorum...

Bugüne kadar NATO planları çerçevesinde, TSK’yı "bağrından çıktığı milletten" koparmanın ana araçları olan NATO darbelerinin yanlışlığından bahseden, bunlarda yer aldığı, bunlara yardım ve yataklık ettiği için pişmanlık ifade eden bir tek sanık ifadesine rastlamadım...

Her insan şu veya bu sebeple yanlış/hata yapabilir...

Yanlış/hatadan dönmek fazilettir...

27 Mayıstan bu yana bu halka yapmadığı zulüm, işkence ve düşmanlık kalmayan NATO darbe süreçleriyle ilgili bir eleştiri, özeleştiri, pişmanlık ifade eden Silivri veya Hasadl cemaati mensubu oldu mu olmadı mı?

Olmadı...

O davalarda sanıklara isnad edilen suçların ve o suçlamaların mesnedi olan deillerin, doğru veya yanlış, geçerli veya geçersiz oldukları ayrı bir bahis...

Neticede doğru veya eğri bir yargılama süreci yürüyor...

Konumuz o değil...

Konumuz bu sanıkların “millîci” olup olmadıkları, “millîci” oldukları için AB-D/NATO tarafından tasfiyeye tabi tutulup tutulmadıkları...

İçlerinde az sayıda vatanseverin olması mümkün olan bu asker ve sivil sanıkların genel profilleri itibariyle Batıcı-NATO’cu, AB-D’ci ve İsrail’ci bir profil verdikleri çok açık...

Herhagibir duruşmada bu sanıklardan -Perinçek grubu hariç-, NATO, AB-D ve İsrail aleyhine tek bir söz eden oldu da ben duymadıysam o başka...

Peki AB-D/NATO bunları, yani kendi adamlarını niçin tasfiye ediyor?..

Algı yanılması buradan kaynaklanıyor...

Bunları AB-D/NATO tasfiye ettirdiğine göre bunlar “millici”...

İlk anlarda ben de aynı yanılgıya düştüm...

Ancak biraz dikkatli bakınca gördüm ki...

AB-D/NATO, bunları” millîci” oldukları için değil, Yeni Dünya Düzeni plânlarına en uygun partneri bvunların dışında AKP’de bulduğu için....

AKP’ye yol verip, bu yolda bilmeden takoz olmaya çalışan kendi adamlarını, işine engel oldukları için gözden çıkarmıştır.

Meselâ emekli Orgeneral Hurşit Tolon, emekli Orgeneral Şener Eruygur, Mehmet Haberal, İnönü Üniversitesi eski rektörü Fatih Hilmioğlu, İstanbul Üniversitesi eski rektörü Kemal Kılıçdaroğlu, emekli Orgeneral Çetin Doğan, Mehmet Haberal ve benzerleri en az Tayyip Erdoğan kadar AB-D’ci, NATO’cu ve İsrail’ci değil midir?..

Bizim bu sözde “millîci”lerin hayattan, dünyadan, geçmişten, gelecekten anladıkları tek şey kaba bir hedonizm (içki ,içmek, zina etmek, teşhircilik/röntgencilik yapmak, kumar oynamak kısaca Allah neleri yasak ettiyse onları yapmak)den ibaret olduğu ve bunu da “ilericilik, çağdaşlık, cumhuriyetçilik, laiklik” zannettikleri için....

AB-D/NATO’nun içki içmeyen, zina etmeyen, kumar oynamayan, dans etmeyen bu gericiler yerine kendileri gibi “çağdaş, ilerici, laik, cumhuriyetçi”leri seve seve tercih edeceğini düşünerek, birden fazla darbe planı hazırlayarak AB-D/NATO’ya arzettikleri, her defasında da “bu işleri bırakın, bizim planlarımıza taş koymayın” ihtarını almalarına rağmen bu emre itatasizlik ettikleri dava dosyası ve Wikileaks’den sızan belge ve bilgilerden açıkça anlaşılmıyor mu?..

İşte bu sebeple...

AB-D/NATO’nun da kendisi için çok hayatî olan “Yeni Dünya düzeni”nin en önemli operasyonu olan “Büyük Ortadoğu Projesi”ni korumak ve söz dinlemeyen bu eskimiş adamlarını terbiye etmek için Silivri ve Hasdal’a dolrurulmalarına izin verdiği izlenimi doğmuyor mu?..

AKP’nin ve Fetullah Gülen’in, ABD/NATO’dan icazetli İslâmcılığı/müslümancılığı ner kadar “gerçek İslâmcılık/müslümancılık” ise Silivri ve Hasdal cemaatinin çoğunluğunun millicilikleri de o kadar “gerçek millîcik”tir...

Bizim bu çakma millîciler ,ayık kafayla bir kere dünyaya bakabilselerdi, AB-D/NATO’nun işbirlikçisinin dinine, imanına, imansızlığına, laikliğine, mezhebine, içkisine, sıçkısına,zinasına, kumarına, giyimine, kuşamına bakmadığını, sadece işe yarayıp yaramayacığına baktığını, Suudî zorbalar ile Körfez’deki zorbalarla nasıl canciğer kuzu sarması dost olduğundan bile anlayabilirlerdi...

Halâ anlayamadıklarına göre, ortada psikiyatristleri ilgilendiren vahim bir “anlama ve anlamlandırma” problemi olduğu görülüyor...

Asker veya sivil bütün gerçek “millîci/vatanseverler"lerin "İslâmcı/milliyetçi/solcu/sosyalist/devrimci/liberal” diye ayırmaksızın başımızın üstünde yerleri var...

Biz onlardan onlar da bizdendir...

Sahtelerinin ise canları cehenneme...

(Devam edecek)

Kaynak: http://millibirlikruhu.blogspot.com/2011/07/secimlerin-aynasnda-tsk-ordu-milletin_10.html
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts May 31, 2010 11:57 pm    Mesaj konusu: İdam fotoğrafı için bakın ne yapılmış? Alıntıyla Cevap Gönder

İdam fotoğrafı için bakın ne yapılmış?

"İdam sırasında ve hemen sonrasında çekilen fotoğraflar sansürlenmişti. Peki sansürlenmemiş fotoğraflarda ne vardı?" İşte kan donduran tarihi gerçek!..

Asıl idam fotoğrafları nerede?

Tarihçiler bir olayın gerçekten tarihe mal olması için 50 yıl geçmesi gerektiğini söyler dururlardı, kamuoyundaki son "27 Mayıs patlaması" gerçekten de bu konuda haklı olduklarını gösterdi.

Olayın üzerindeki hassasiyet buğusunun dağılması için bu süre gerçekten gerekli. Anlaşıldı ki, duygular, olayın taraflarının sahneden çekilmeleriyle geri plana kaymakta ve yerini belgelere dayalı bir hatırlamaya bırakmaktadır.

Ancak 27 Mayıs için henüz tarih oldu denilebilir mi? Bundan pek emin değilim. Çünkü onun üzerindeki örtüleri henüz tam olarak açabilmiş, olayların iç yüzlerini aydınlatabilmiş değiliz.

Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan'ın idamlarıyla taçlanan 27 Mayıs darbesinin bu son faslı üzerinde yeni bir tanıkla görüşmemiz mümkün oldu. Kısa bir görüşme zarfında aldığımız ilginç bilgiler bu örtülerin altında daha pek çok gerçeğin, ortaya çıkmak için kıvrandığını göstermektedir.

Halen Şanlıurfa'da yaşayan Aslan Deniz, 1941 doğumlu. Askerliğini İstanbul'daki Ordu Foto Film Merkezin'de yapmış. Yassıada mahkemeleri başlayınca da film merkezindeki görevliler nöbetleşe mahkemeye götürülmüş, orada jeneratör çalıştırmaktan fotoğraf çekmeye ve tab etmeye (basmaya) kadar pek çok iş yaptırılmış. Urfa'da kendisiyle telefonda görüştüğümüz Aslan Deniz, mahkeme ve idamlarla ilgili ilginç bilgiler nakletti. Bunların süreci aydınlatacak mahiyette olduğunu düşündüğüm için sizinle paylaşıyorum.

Yassıada mahkemeleri biliyorsunuz Celal Bayar'ın 'Köpek', Adnan Menderes'in 'Bebek' davalarıyla başlamıştı. Güya Bayar, Afgan Kralı'nın kendisine hediye ettiği tazıyı 20 bin liraya satmış, parasıyla da Ödemiş'teki Musra köyünde bir çeşme yaptırmıştı. Makbuz, belge, her şey ortadaydı ama hediye edilen bir köpeğin satılmış olması, neden siyasi bir mahkemeye getirilmişti? Anlayabilen yoktu.

Aynı şekilde Menderes'in, doğduğu ve Ayhan Aydan'la birlikte öldürdükleri iddia edilen bebeklerinin davası da asıl yeri orası olmamakla birlikte (ki beraatla sonuçlanan tek davası buydu Menderes'in) sadece savunmayı, yani Bayar'la Menderes'i psikolojik olarak çökertmek maksadıyla ilk başta açılmıştı ve maksadına da büyük ölçüde ulaşmıştı. Kişisel davalarla başlanan mahkeme, anayasa ihlalinden idamla sonuçlanacaktı.

Ancak Köpek davasını bilirdim de, sözü edilen köpeğin mahkeme salonuna getirildiğini hiç okumamıştım (belki bir yere yazılmıştır ama benim gözümden kaçmıştır). Aslan Deniz'le konuşmamızda Afgan tazısının Yassıada mahkeme salonuna getirildiğini ve savcıların önündeki bir masada kuzu kuzu oturduğunu öğrenince şaşırmadım desem yalan olur. Çünkü siyasi bir mahkeme salonuna getirilen köpek bile bunun bir mahkeme değil, bir işkence salonu olduğunu ve hukuk açısından ciddiye alınmaması gerektiğini açıkça ortaya koymaktaydı.

İdamlarla ilgili de bazı ilginç noktalara temas eden Deniz, askerlerin İmralı'ya götürülmediğini, oradaki fotoğrafların subaylar tarafından çekildiğini söylüyor. O kadar ki, gece idamlar için kullanılacak olan jeneratörleri çalıştırmayı sadece kendisi bildiği için, İmralı'da bu işi yapacak bir subaya özel bir ders verecek, bildiği her şeyi ona bir bir anlatacaktı.

Foto Film Merkezi'nde fotoğrafları tab edenler, idam fotoğrafları karşısında irkilmişlerdi. Zaten idamlar sırasında orada görev yapan jandarma birliği, görmesinler diye yüzleri geri çevrilmişti. Sahne hakikaten korkunç olmalıydı. Zira fotoğraflar, idamlar sırasında çekien acıları olduğu gibi ve en feci sahneler halinde yansıtmaktaydı.

Foto Film Merkezi'ndeki komutanlar fotoğrafları incelediler. Basına verilecekleri seçeceklerdi. İdam sırasında çekilen fotoğraflar korkunçtu. Bunların basına verilmemesini istediler. "Hayali fotoğrafları" seçip verin dediler askerlere. Yani halkı fazla infiale getirmeyecek olanlarını.


Peki bu üç isim idam edilirken ve hemen sonrasında çekilen fotoğraflara ne olmuştu?

Öğrendiğimiz kadarıyla olay şöyle gelişmişti:

İdam sırasında ve hemen sonrasında çekilen fotoğraflar sansürlenmişti. Peki sansürlenmemiş fotoğraflarda ne vardı?

Dilleri bir karış dışarıya sarkmış olup, yüzlerindeki ifade korkunçtur.

Soruyorum: Bizim idam sonrası fotoğraflar diye gördüklerimizde hiç böyle bir hal gözükmüyor. Neden?

Meğer ne yapılmış, biliyor musunuz? Cellat, cesetleri yakışıklı olsun diye gitmiş, dillerini katlamış, çeneyi açmış, dilleri ağızlarının içine sokmuş ve çene tekrar kilitlenmiş. Yani bizim gördüğümüz fotoğraflar bu şekilde çekilmiş.

Celladın kim olduğunu ise bir tanıktan, Mehmet Şimşek'ten öğreniyoruz.

"Ben üç infazda da bulundum. Üçünde de iç emniyette idim. Sehpa ile aramızda 4 metre mesafe vardı. daha önceden 50 mezar kazılmıştı. İnfaz anında 150-200 kadar görevli ya da seyirci subay vardı. Gaddar ve katı yürekli bir halde görünüyorlardı. Cellat ise Üsküdar'da bekçibaşı imiş. Demokrat Parti devrinde suistimali tespit edilip görevinden atılmış. Bundan dolayı çok kinli ve öfkeliydi. İnfazlar sırasında asılanlara yapmadığını komadı. Birçok hakarette bulundu. Küfür etti, ağza alınmayacak sözler söyledi."

Demek ki, idamları keyifle seyretmek için subaylar toplanmış, küfürler edilmiş.

Üsküdarlı bekçibaşını bırakın, asıl cellatları konuşalım artık.


MUSTAFA ARMAĞAN - ZAMAN

Zulümlerin en alçakçası
Mehmet Şevket EYGİ
6 Haziran 2010

ADNAN Menderes'in idamının birinci yıldönümü...Haftalık Yeni İstiklâl gazetesini çıkartıyorum... Gazete o hafta "Zulümlerin En Şenii ve Alçakçası Kanunların Gölgesinden Yapılandır" başlıklı bir manşet yazısıyla yayınlandı... Aynı sayının birinci sayfasında şâire Şukûfe Nihal Hanımın "GİT" başlıklı bir şiiri de basılmıştı. İhtilâlciler o şiire de çok bozulmuştu. O tarihte darbecilerin çıkartığı "Tedbirler Kanunu" denilen bir zulüm kanun vardı, 27 Mayıs devrimini tenkit etmek ağır suçtu. Zikr ettiğim yazıda açıkça darbeyi kötülememiştim ama yazıma gıcık olmuşlar, beni tutuklattılar.

İlk çıkartıldığım mahkeme tutuklanmama lüzum görmedi. Savcılık bu karara itiraz etti. İkinci mahkeme gıyabımda tutuklama kararı verdi.

Sultanahmet Adliyesinin alt katındaki nezarethaneye atıldım. Bir müddet bekledikten sonra, genç bir hırsızla beni birer kolumuzdan kelepçelediler ve yürüyerek Sultanahmet hapishanesine götürdüler. Parktaki, yollardaki halk bize bakıyordu. Küçük bir kız çocuğu, yanlarından geçerken ninesine "Anne bunlar hırsız mı?" diye sordu.

Ana kapısının üzerinde nefis bir sülüs yazıyla "Dersaadet Cinayet Tevkifhanesi" kitabesi bulunan kapı açıldı. Evraklarım idareye teslim edildi. Mermer meydanlık, başka demir kapılar, paslı kilitler, gıcırdamalar...

Tarihî romanlarda okuduğum zindanları hatırlatan alt kattaki karantina kısmına verildim. İçeri girdim. Tütün, helâ, rutubet, yemek, insan kiri, küf kokuları birbirine karışmış. Aynı gün, Yeni İstanbul gazetesi yazı işleri müdürü Yücel beyi de tutuklamışlar.

Bu benim ilk tutuklanışımdı. Çilekeş annem evde çok üzülmüş, ağlamış... Ziyaretime gelmemesini istedim. Gelecek, daha fazla üzülecek.

Karantinadan sonra beni Yücel beyle birlikte Beşinci Kısma verdiler. Orada milletvekili var, emniyet âmiri var... Hapishanenin Hilton bölümü...

Tutuklanmamı abartacak değilim... İşkence etmediler, asmadılar...Sadece hapse attılar...

Yine de bir zulümdü bu. Zaten 27 Mayıs 1960 darbesi başlı başına, baştan sona bir zulümdür.

27 Mayıs darbesi hukukun, demokrasinin, insanlığın, insafın, adaletin ırzına geçmiştir.

Sultanahmet Hapishanesinde İran Azerîsi bir mahkûm yatıyordu, Menderes idam edilirken İmralı'da imiş, gördüklerini anlatmıştı. Herkesi uzaklaştırmışlar, onu çay ocağında bırakmışlardı. Adnan bey asılırken lavabonun üzerindeki tepe penceresinden bakmış. Zavallının üzerine idam mahkumlarına giydirilen beyaz bir gömlek geçirmişler. Ellerini arkasından kelepçelemişler. Sehpaya çıkartmışlar. Başsavcı ve ihtilâlci subaylar neş'e içinde seyrediyorlar.Öyle ya, başbakan astırmak şerefine nail olmuşlar. Hava açıkmış, birden gök kararmış, koyu renkli bulutlar... Küçük siyah kuşlardan oluşan bir sürü, idam sehpasına yaklaşmış, acı çığlıklar atmış. İlmik Menderes'in boynuna geçirilmiş. Allah diye bağırmış, sehpa ayaklarının altından itilmiş, vücudu sallanmaya başlamış, biraz çırpınmış ve sonra hareketsiz kalmış.

Başsavcı "Bu adam bir kere değil, bin kere asılmalıdır" demiş.

Katiller, idamdan sonra demli çaylarını yudumlamışlar.

İdamdan önce İngiltere Kraliçesi Ankara'ya bir temsilci göndermiş, asmayın diye rica etmiş, dinlememişler.

Adnan Menderes'i ve iki bakanını asanların özgürlük anlayışı budur işte.

Anayasaları budur... Hukukları budur...Vicdanları budur...

Maliye Bakanı HasanPolatkan'ın zavallı yaşlı beyaz başörtülü bir anacığı varmış. Oğlunu astılar diyememişler. Oğlun Pakistana sürüldü demişler...

Bugün özgürlük çığlıkları atan Kızılruhlular Partisi mensupları Menderes ve iki bakanı asıldığında kına yakıp def çalmışlardı sevinçten.

Darbecilerin ve onların yardakçılarının Menderes aleyhindeki bütün iddiaları yalan ve iftira idi. Merhumun bir kuruş yolsuzluğu çıkmamıştır.

Yassıada Yüce Divanı bir traji-komedi idi.

Orada hukuk, adalet, vicdan, millî irade, insaf idam edilmiştir.

Orada Türkiye'nin beli kırılmıştır.

Bugün olduğu gibi, 27 Mayıs darbecilerinin de kara cüppeli laik fetvacıları vardı.

Darbeyi, zulmü, idamları, zindanları, işkenceleri tenkit etmek yasaktı. Edenin anasını ağlatırlardı.

Açıkta ağlamak bile yasaktı.

Menderes'in asıldığı gün sokakta ağlayan, "Zavallıya yazık oldu!.." diyen kişiyi ne yaparlardı biliyor musunuz? Hemen tutuklanırdı.

Sultanahmet Hapishanesinde iken içeride Yassıadaya tünel sanıkları vardı. Trakya sahilinden Yassıadaya kadar tünel kazacaklar ve Menderes'i kaçıracaklar diye tutuklanmışlardı.

27 Mayıs darbesi ruhu dipdiri duruyor. Ellerine fırsat geçerse yeni 27 Mayıslar yaparlar.Onların özgürlüğünü, onların laikçiliğini, onların vesayet rejimini, onların resmî ideolojisini ilelebet ayakta tutmak için gerekirse her on yılda bir 27 Mayıs yapılmalıdır.

Üstad Necip Fazıl 1969'da yayınladığı Büyük Doğu'lardan birinin birinci sayfasına boynunda kement olan şaha kalkmış bir at resmi basmış ve "Menderes, 1960 son vâde, kendini ve milleti CHP kemendinden koru" başlıklı bir yazı kaleme almıştı.

Keşke maslub (asılmış) başbakan uyarıları dinlemiş ve gereken tedbirleri almış olsaydı.

Tedbir alınmış olsaydı darbeciler başarılı olamazlardı. Asıl asılacaklar, halkın oylarıyla, millî irade ile iktidar olmuş sivil hükümeti devirenlerdi.

Milli Gazete

'ÇIRPINARAK CAN VERDİ'

23 Ağustos 2010

Türkiye'nin ilk sivil cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın torunu Prof. Emine Gürsoy Naskali referandumla ilgili ilk kez konuştu.
Türkiye'de askeri vesayet de, yargı vesayeti de kaynağını 27 Mayıs'tan alıyor. Bugün çok sıkça gündeme getirilen cepheleşme, kutuplaşma söylemlerinin de doğum günü 27 Mayıs. Çünkü, millet o gün "DP'ye oy verenler - DP'ye oy vermeyenler" diye ikiye bölündü. O günden bugüne de saflarda hiçbir değişiklik olmadı. Nasıl 27 Mayıs'ta CHP, MHP'nin kurucu iradesi Türkeş, yargı, bürokratik oligarşi aynı saftaysa bugün de aynı safta. İşte Bayar- Menderes çizgisiyle başlayan bu kurulu düzene baş kaldırı, millet iradesinin egemenliği davası, bugün de bir başka "gerçek ve ileri demokrasi" hamlesine kalkıştı. 27 Mayıs'ı iliklerine kadar yaşayan, Türkiye'nin ilk sivil başbakanı ve sivil cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın torunu Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali ile 27 Mayıs'ta ve sonrasında yaşadıklarını konuştuk. Millete, millet iradesini temsil edenlere "düşük", "kuyruk" diyen zihniyetin yaptığı zulümleri ondan dinledik. 1960'dan sonra belki de ilk kez milletin elinde hükmü vermesi, kendi yazgısını tam ve eksiksiz bir demokrasiyle, özgürlüklerle yazması, darbe düzenini tasfiye etmesi için bir fırsat var.

27 MAYIS GÜNÜ BÜYÜKBABAM SİLAHLA KENDİSİNİ VURMAK İSTEDİ

*27 Mayıs günü evinizde neler yaşandı? 27 Mayıs'ta ben 10 yaşındaydım ve Çankaya Köşkü'ndeydim. Tank uğultusuyla uyandım. Sıradışı bir durum olduğunu anladım, ama belki çocuk olduğum için korkmadım. Büyükbabamı almaya gelmişlerdi. Büyükbabamın karşı koyduğunu, "millet iradesi ile geldim, millet iradesi ile giderim, siz kim oluyorsunuz" dediğini, silah çektiğini, gelenleri vurmak istediğini, sonra silahı kendisine çevirdiğini, bu silahın elinden alındığını ve Harbiye'ye götürüldüğünü biliyorum.

EV HAPSİNE ALINDIK, DENİZDEN BALIKÇILARIN GEÇMESİ YASAKLANDI

*Sonra neler yaşadınız? Çok kısa bir süre sonra Çankaya'dan ayrıldık. Beni, kız kardeşlerimi, anneannemi, annemi İzmir Çeşme'ye götürdüler ve ev hapsine alındık. Büyükbabamı önce Ankara'da Harp Okulu'na aldılar, sonra Yassıada'ya götürüldü. Başımızda bir manga asker vardı. Onlara bir liste verirdik, alışverişe onlar çıkardı. Biz kimseye gidemezdik, kimse de bize gelemezdi. Önümüz denizdi, hatta denizden balıkçıların da geçmesi yasaklanmıştı. İçeri gelen her şey kontrol ediliyordu. Yoğurdun içinde mesaj olmasın diye kaşıkla karıştırıyorlardı.

BAYAR'IN TORUNUNA İNÖNÜ SAVAŞLARINI SORDULAR

*Ne kadar sürdü bu durum?Eylül, ekime kadar sürdü. O sırada ben ilkokulu bitirecektim. Darbe nedeniyle bitirme sınavlarına girememiştim. Sınava girmek için dilekçe verdik. Bir gün, bir teğmen ve bir tomsonlu asker geldi. Beni askeri bir ciple kimsenin olmadığı bir gün ve saatte tek başıma Çeşme'nin bir ilkokuluna götürdüler. Sınavda İnönü Savaşları'nı sordular. Özellikle böyle sorular sordular.

OKULA BİLE ALMADILAR

*Bitirebildiniz mi okulu?

Aradan epey zaman geçti, bir gece yarısı, dışarıda gürültü patırtı oldu. Bir görevli, elinde iki parça halinde bir kağıt getirdi. Bu benim diplomamdı. Diplomamı fotoğrafımın olduğu yerden yırtmışlar, geçersizdi. O yıl okula gidemedim. Zaten hiçbir okul beni almak istemedi. O dönemde DP'li ailelerin çocukları da benzer olaylar yaşadılar. İlkokula başlayan birinci sınıf öğrencisine, birinci gün, bir öğretmenin "Sen kuyruk çocuğusun, gözükme gözüme, git en arkaya otur" dediğini anlatmışlardı. Bu sebeple okula gidemeyenler oldu. Ertesi yıl beni yine devlet okulları almak istemedi, özel bir okula gittim. Tahsilimin devamı da İngiltere'de oldu,

MENDERES ÇIRPINARAK CAN VERDİ, ZORLU İÇİN BOYU KADAR MEZAR BİLE KAZMADILAR

* İdamlara ilişkin neler hatırlıyorsunuz?Menderes'i bir an önce asabilmek için doktorlardan sağlıklıdır raporu aldılar. Ertesi gün asacakları Başbakan'a istememesine rağmen makattan prostat muayenesi yapmışlar. Menderes, ipinin düğümünü boynunun yan tarafına getirdikleri için çok çırpınarak can vermiş. Ayakkabıları ayağından fırlamış. Darağacından indirdikten sonra sırf zevk için tekrar ağaca çekmişler. İnfaz resimleri de o zaman çekilmiş. Cesedi yıkanırken, vücudunda sigara izleri olduğunu öğrendik. İdamları garantiye almak için bir grup subay adaya çıkmış. Yassıada kumandanı ayyaş vaziyette idama nezaret etmiş. Menderes, Zorlu ve Polatkan'ı yanyana İmralı'da gömmüşler, hangi mezarın kime ait olduğunu gösteren bir işaret yok. Yıllar sonra İmralı'dan cenazelerin alınacağı zaman bu mezarlardan hangisinin kime ait olduğu tereddüt yaratmış. Rahmetli Fatin Rüştü Zorlu çok uzun boyluydu, kemiklerinin uzunluğundan hemen anlaşılmış. Ama Zorlu için boyu kadar mezar kazmak zahmetine girmemişler, cesedi mezara sığdırıvermişler.

YASSIADA SENARYOSU HUKUK PROFESÖRLERİYLE HAZIRLANDI

*27 Mayıs'ta sizce yargı nasıl bir rol üstlenmişti?Yassıada senaryosu, darbeci zihniyetin tarihimize sürdüğü onmaz bir kara leke. 27 Mayıs'ta yargı, darbe kadrosunun komutuna girdi. Yassıada'nın başhakimini Milli Birlik Komitesi seçti, hakimler askeri hakimlerdi, dava diye ortaya sürülen iddiaları İstanbul Üniversitesi hukuk profesorleriyle hep birlikte telif ettiler. Yassıada başhakimi "Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor" diyerek gerçeği ağzından kaçırdı. Darbeden hemen sonra İnonü'nün damadı Metin Toker'in çıkarttığı Akis Dergisi'nin kapağında bir darağacı, darağacında sallanan bir idam ipi ve önünde büyükbabamın fotoğrafı vardı. Altında ise "cürüm ve ceza" denilmekteydi. 27 Mayıs sadece Yassıada değildi, Türkiye'nin her yerinde binlerce DP'li tutuklandı, yargılandı. Sivas'ta Kürt kökenli DP'li vatandaşlar için Sivas kampı kuruldu.

YASSIADA'DA DP'Yİ İKTİDARA GETİREN MİLLİ İRADE KATLEDİLMİŞTİR

*Yassıada Mahkemeleri yargı vesayetinin de doğduğu yer aslında. Yassıada mahkemeleri, bir yandan siyasi bir hesaplaşmadır, iktidar olamayan muhalefetin intikamıdır, diğer yandan da darbecilerin kendini aklamak için kurguladıkları bir senaryodur. Darbecilere akıl hocalığı yapan CHP'li profesörler, iktidarın yargılanması gerektiğini söylemişlerdir. Kararlar en başından verilmişti. Savunma yapılmış, yapılmamış önemi yoktu. İdamların olacağı belliydi. İmralı Cezaevi'nin müdürünü dinlemiştim. Davalar sürerken ona darağaçlarını hazırlamasına yönelik talimat geliyor. 80-90 darağacı ve sanduka yapması isteniyor. Cezaevi müdürü "zeytin fidanı dikeceğiz" diye çukur kazdırıyor, "mühimmat depolanacak" diyerek sandukaları, "futbol sahası kurulacak" diyerek darağaçlarını hazırlıyor. *Başbakan ve iki arkadaşı idam edildi. Bu ceza DP'ye mi yoksa onu iktadara getiren millete mi yönelikti?Darbeci zihniyet vatandaşa, "sen kime oy verirsen ver, senin verdiğin oyunun bir kıymeti yoktur, seni ben yöneteceğim, sen iyiyi, kötüyü anlamazsın, ne iyi ne kötü ben karar vereceğim" demiştir. Yassıada'da DP'yi iktidara getiren milli irade katledilmiştir. Darbecilerin kavrayamadığı taraf, Demokrat Parti'yi millet çok sevmişti.

HAYATININ SONUNA KADAR ONLAR İÇİN YAS TUTTU

*Celal Bayar, yaşı nedeniyle idam edilmedi. Büyükbabam, Yassıada mahkeme salonunda son celseden, hücum botuyla İmralı'ya idam edilmeye götürüldü. Elleri arkasından bağlı bir gece hücrede bekledi. İdam listesinde 1 numaraydı. Ertesi gün hükmün müebbete çevrildiği açıklanmış. Ada kumandanı elini büyükbabamın omzuna koymuş, "kurtuldun" gibi bir laf etmiş. Büyükbabam ada kumandanının elini omzundan ittirip, "ölüm beni korkutmaz, laubalilikten hoşlanmam" demiş. Üç arkadaşının aralarında olmadığını, idama götürüldüğünü anlayınca da gözlerinden sicim gibi yaşlar akmış. *Menderes'in ardından ne düşündü?16 ve 17 Eylül günleri, ömrünün sonuna kadar yas tuttu, o günlerde hiç bir davet kabul etmedi. "Başvekilim Menderes" kitabını yazdı. Kitabın son satırları büyükbabamın Yassıada'da Menderes'le son görüşmesini anlatır: "Aylarca yan yana iki sandalyede oturduk. Fakat görüşmek yasaktı. Her duruşmada biraz daha zayıfladığını, âdeta eridiğini görüyordum. Bir gün not alırken, elindeki dolma kalemin mürekkebi bitti. Kalemimi kendisine uzattım. Döndü, gözlerimin içine bakarak kalemi aldı. Notunu tamamladı. Sonra kalemi yine bana uzatırken yavaşça 'teşekkür ederim' dedi. Şimdi, onun sevgisi yüreğimde... Hayali, kirpiklerimin ucunda... Gözlerimde saygı yaşları var..."

27 MAYIS'TAN SONRA PARAYA ELİ SİLAHLI ASKER KONDU, 28 YIL KALDI

*Bayar asker kökenli değildi.Büyükbabam Cumhuriyet'in asker kökenli olmayan ilk başbakanı ve ilk cumhurbaşkanıydı. Kuva-i Milliye'nin önemli isimlerindendi, 1924'te İş Bankası'nı kurdu, o yıl İş Bankası Cumuhriyet'in ilk banknotunu bastı. Banknotun üzerine Atatürk'ün asker kıyafetli resmi basılmış. Atatürk, "asker kıyafeti yerine, sivil görünüm olsaydı" demiş. Yani arzulanan cumhuriyet, sivil bir cumhuriyet, askerin görüntü olarak bile öne çıkmayacağı bir cumhuriyet. Halbuki bugün İstiklal Marşı'ndan önce Atatürk'ün "silah arkadaşlarına saygıya" davet ediliyoruz. Hep silaha bir gönderme. *Belki de bu nedenle darbe hak olarak görünüyor. 27 Mayıs darbesinden sonra ilginç bir şey oldu, banknotlara ilk defa olarak eli silahlı bir asker kondu, Ankara'daki Zafer Anıtı'ndan bir kesit büyütülüp, paraya yerleştirildi ve bu para 28 yıl tedavülde kaldı. Bir rekor. Askerin siyasetteki varlığının 28 yıl boyunca gündelik kanıtı.

İNÖNÜ DP'NİN DOĞUDA TEŞKİLATLANMASINI İSTEMEDİ

*Bayar'ın hazırladığı Şark Raporu aslında bugün yaşanan Kürt sorununun o günden öngörülmesi miydi?1936'da hazırladığı Şark Raporu'nda yöre halkına şefkatle yaklaşılması gerektiğini söylüyor, böyle bir anlayış ilk defa Bayar'ın raporunda yer alıyor. 1946'da DP kurulduğunda, büyükbabam partinin tüzüğünü ve rozetini Çankaya'ya, Cumhurbaşkanı İnönü'ye götürüyor. O vakit CHP'nin Doğu illerinde teşkilatı yoktu, vali ve kaymakamlar partinin yapacağı işleri görüyorlardı. DP'nin Doğu illerinde teşkilatlanması istenmiyor. İnönü, "Doğuda teşkilatlanmasanız" önerisinde bulunuyor. Büyükbabam da, "Onlar vergi vermiyor mu, onlar askere gitmiyor mu?" diye cevap veriyor. Siyaseti doğusuyla batısıyla birlikte yapacağını söylüyor.

YASSIADA'DA İLK ÖLEN ERMENİ MİLLETVEKİLİ

*Ülkede yaşayan bütün etnik unsurlar da DP'de biraraya geliyor.DP kurulduktan sonra büyükbabam Ermeni cemaatinden, Rum Ortodoks cemaatinden, Musevi cemaatinden DP listelerine milletvekili adayı göstermelerini istiyor. Bu milletvekilleri de Yassıada'da yargılandı. Hatta, Yassıada'da ölen ilk milletvekili Ermeni cemaatinden radyolog doktor Zakar Tarver'dir. Milletvekillerini pencereleri gazeteyle kapatılmış vapura bindiriyorlar, Yassıada'ya götürecekler. Vapura binerken Zakar Bey'in ayağına bir subay çelme takıyor, Zakar Bey baş üstü yere düşüyor, bir iki gün içinde Yassıada'da vefat ediyor.CHP'YE DERSİM CEVABI* CHP Dersim olaylarının İnönü değil, Bayar döneminde yaşandığını iddia ediyor. İnönü'nün hatıralarına bakarsanız, Dersim olayının kendi başbakanlığı döneminde bitirildiğini, görevden ayrıldıktan sonra bölgede önemli olaylar olmadığını söylüyor. Seyit Rıza'nın tutuklanması da İnönü'nün başbakanlığı dönemindedir. Bayar, Seyit Rıza'nın tutuklanmasından iki hafta sonra vekaleten, 21 Ekim 1937'de de asaleten başbakan oluyor, Tunceli Kanunu yürürlükte. Seyit Rıza'nın İngiliz Dışişleri'ne yazdığı mektuba da bakılırsa, uçakla bombalama olaylarının da İnönü'nün başbakanlığı döneminde gerçekleştiği anlaşılıyor. Bugün geldiğimiz noktada yarayı nasıl iyileştireceğimizi düşünmemiz lazım. Mezarların yeri açıklansın, naaşlar sahiplerine teslim edilsin.ASKERİ VESAYETE GETİRİLEN DENETLEME BİLE TEK BAŞINA YETER * 12 Eylül'de referanduma sunulan değişiklikleri nasıl değerlendiriyorsunuz?Yapılacak değişiklikler elbette ki yeterli değil, ancak mevcut şartlar içinde bir ilk adım. Kısmen de olsa, yıllardır özlemini duyduğumuz düzenlemeler geliyor. Mesela, 145. madde. Bu madde askeri yargının görev alanını sınırlandırıyor, yani "asker, sivil alana el uzatır, darbecilik talimleri yapar ve darbe yapmaya kalkışırsa bu suç, askeri mahkemede görülmeyecek, sivil mahkemede görülecek, siviller hesap sorabilecek. Askeri yargı savaş hali dışında sivilleri yargılayamaz" diyor. TSK'yı bir ölçüde sivil denetime alıyor. Çok olumlu bir adım. Askeri vesayete getirilen bu sınırlı denetleme bile tek başına "evet" oyu vermemiz için yeterli.9 SUBAY SİVİL MAHKEMEDE YARGILANSA BELKİ 27 MAYIS OLMAYACAKTI*Neden "sadece bu madde bile yeter" diyorsunuz?9 Subay olayını hatırlarsınız. Geçmişe ait bir olay, ama günümüzde de yaşanıyor olabilir. 1957'de DP iktidarını devirmek amacıyla 9 subay ordu içinde hazırlık yapmaya başlıyor. Hücre tipi teşkilatlanıyorlar. İçlerinden biri olayı ihbar ediyor. Failler ordu mensubu olduğu için dava, kanun gereği mecburen askeri mahkemede görülmüştü. Mahkeme Başkanı Cemal Tural'dı, cuntacı girişimi tabii ki biliyordu. Mahkeme nasıl neticelendi? İhbarı yapan Samet Kuşçu iftira atmak suçundan hüküm giydi, hapis yattı, ordudan ihraç edildi. Ondan sonra ordu içinde kimse bir daha ihbar yapacak cesareti bulamadı. Diğer cuntacı subaylar ise beraat etti. Bu subaylar sonra terfi ettiler, ordu kademelerinde yüksek mevkilere geldiler, daha sonraki darbelerde de aktif rol aldılar. 9 Subay olayı askeri mahkemede görülmüştü, suçlular beraat etmiş, ihbarı yapan hapse girmişti. Anayasa değişikliği paketi, bu tür garabete nihayet bir son getiriyor. Onun için destekliyorum.

VESAYETİN TASFİYESİ

*27 Mayıs darbesini yapanlara kimse hesap sormadı. Referanduma sunulan değişikliklerle 12 Eylülcülerin zırhı kaldırılıyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

12 Eylül tarihinde yapılacak oylamanın mihenk noktasını bir hesaplaşma meselesi olarak görmemek gerekir. Bu oylamaya vesayetin tasfiyesi açısından bakıyorum. İleriye yönelik bir teminat noktasından bakıyorum. 27 Mayıs darbesini yapanların cezasını kamu vicdanı verdi.*CHP'nin referanduma yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz? CHP, karakterine uygun biçimde davranıyor. Geçmişte 27 Mayıs darbesini tetiklemişti, şimdi de "askeri vesayet maddelerini anayasadan çıkarttırmam" diyor. Aynı zamanda, nasıl oluyorsa, CHP kendini darbe mağduru da görüyor, "darbelerden en çok biz mağdur olduk, tam iktidara geliyorduk ki darbe oldu" gibi açıklamalar yapıyor. Dar ağaçlarının gölgesinde böyle konuşmak biraz ayıp oluyor.

MHP KENDİ ÇELİŞKİSİNİ KENDİSİ ÇÖZECEK

*MHP'nin de "hayır" cephesinde yer alması sizi şaşırttı mı?MHP'nin durumu gerçekten zor. Çünkü partinin kurucusu Türkeş'in bizzat kendisi bir darbeci. 27 Mayıs darbesinin içinde yer almış, hatta darbe duyurusunu o okumuştu. Haliyle şimdiki genel başkan da "siviller hakederse darbe revadır" gibi açıklamalar yapıyor. Diğer taraftan MHP tabanının bir bölümü "12 Eylül darbesinde işkence gördük, 12 Eylül'e tepkiliyiz, referandumda evet diyeceğiz" diyor. MHP'nin çelişkisini biz çözemeyiz, kendi çelişkisini kendi çözecek.

RÖPORTAJ: Seda ŞİMŞEK

Bugün

Yassıada Gerçeği Ürpertiyor!
07 Aralık 2010

27 Mayıs 1960 darbesiyle ilgili örtü kalktıkça cuntacıların bir başka ayıbı daha gözler önüne seriliyor. Cuntacılar, Adnan Menderes'e duruşma öncesi bakın ne yapıyorlardı?
27 Mayıs 1960 darbesiyle ilgili örtü kalktıkça cuntacıların bir başka ayıbı daha gözler önüne seriliyor. Cuntacıların kurdukları Yassıada mahkemelerinde Başvekil Adnan Menderes'in kendisini savunamaması için akıl almaz yöntemlere başvurduğu şahitlerin tanıklığıyla belgelendi. Darbecilerin mahkeme kararını öne sürerek idam ettiği Adnan Menderes'e, duruşma önceleri uyuşturucu etkisi yapan iğne vurulduğu ortaya çıktı.

Gazeteci Erdal Şen'in piyasaya yeni çıkan "Yassıada'nın Sessiz Tanıkları" kitabı, o dönemi yaşayan 'son tanıklar'ın anlatımlarıyla birçok olayı açığa çıkarıyor. Adnan Menderes'le birlikte Yassıada'da tutuklu olan DP'li vekillerden hayatta kalanlar ve Menderes'in A takımı sayılabilecek Yassıada mağdurlarının yakınlarından oluşan 30 aile ile yaptığı röportajlar Zaman Kitap'tan yayınlandı. Her bir ailenin anlattığı ayrıntılar yıllardır ortaya çıkartılmamış birçok olayı deşifre eder mahiyette. Ailelerin dile getirdiği hatıralar, 50 yıldır Türk siyasi sistemi üzerindeki kaotik durum ve çatışmaların başlangıcıyla ilgili hayati ipuçları veriyor.

Kitaptaki en dikkat çekici iddialardan birisi de hala hayatta olan dönemin DP Bilecik Milletvekili Mehmet Erdem'e ait. Erdem, Menderes'in duruşmalardaki halini anlatırken, "Pek normal değildi ki. Mahkemeye gitmeden sabah basıyorlardı iğneyi" diyor. İğnenin ne olduğunu da, "Müsekkin iğnesi. Teskin edici, uyuşturucu. Doğru dürüst kendini savunmasın diye. Askerlerden görüp acıyan oluyormuş, bizim arkadaşa anlattıklarından duyuyorduk biz de." sözleriyle ifade ediyor.

Dönemin İstanbul Belediye Başkanı Kemal Aygün'ün kızı, Mehmet Ali Bayar'ın annesi Baysan Bayar da babasının tanıklığına dayanarak şunları söylüyor: "Adnan Bey'in sabahlara kadar uyutulmadığına babam şahit. Babam hemen yan koğuşunda yatıyormuş. 15 dakikada bir gelip Adnan Bey'i uyandırırlarmış. Dinlenip mahkemelerde konuşamasın' diye. Kalk diyorlar, uyutmuyorlar, hakaret, tahkir, bağırma. Hepsine şahit olmuş babam." Bayar, babasının Bizans mahzenlerinde 19 gün boyunca soğuk suyun içinde tutulmasını da duygulanarak anlatıyor.

TARIK GÜRYAY MENDERES'E TOKAT ATMIŞ

Kitabın önsözünü Ekrem Dumanlı kaleme aldı: Kitabın okurları, 1960'da yaşanan darbeden sonra 1961'e kadar ülkenin asker ve basın tarafından nasıl yönetildiğini, yargının nasıl çaresiz hale getirildiğini, masum insanların hiç olmayacak suçlamalarla nasıl baskı altına alınmaya çalışıldığını hayretler içinde okuma imkanı bulacak. Bana göre bu dramın şahitlere bizlere Yassıada'nın bütün şifrelerini deşifre ederek yaşanan acıların büyüklüğünü anlatıyor. Onlara kulak kesilmemiz ve anlatılanları bir daha unutulmasın diye etrafımızdakilerle paylaşmamız önemli bir vazifedir.

HASAN POLATKAN'IN ELİNDE SİGARA SÖNDÜRMÜŞLER

İşte tüyler ürpertici anılardan bazıları:

Kitaba söyleşi verdiği sırada hala hayatta olan Celal Bayar'ın damadı Yassıada'da tutuklu olan DP'li vekillerden Ahmet İhsan Gürsoy'un aktardığı bir hatıra iç burkuyor. Gürsoy, Yassıada Komutanı Tarık Güryay'ın traş olmakta geç kaldığı için Adnan Menderes'e elinin tersiyle tokat attığını söylüyor.

Hasan Polatkan'ın eşi Mutahhare Polatkan: …elinin üzerinde bir ben olduğunu gördüm. 'O ne' diye sordum. 'Yok hiçbir şey' dedi ve elini sakladı. İdamından çok sonra arkadaşlarından öğrendim ki elinin üzerinde sigara söndürmüşler. Eşimin elinin üzerinde sigara söndürmüşler.

Fatin Rüştü Zorlu'nın kızı Sevin Hanım'ın henüz hayattayken Erdal Şen'e verdiği röportajda ilginç bir iddia da bulunuyor. Zorlu'nun söylediğine göre idamlar eksik imzayla yapıldı: "Babamı daha idam için gereken imzalar tamamlanmadan infaz ettiler." Sevin Zorlu ayrıca babasının Adnan Menderes'e darbeden altı gün önce söylediği bir sözü aktarıyor: "Bir komplo var. Beni Milli Savunma Bakanı yap. Ethem Menderes'i de Dışişleri Bakanı. Bu komployu çözeyim."

"BABAMI ASTILAR ÜSTÜNE CELLAT KİRASI İSTEDİLER"

Adnan Menderes'in oğlu Aydın Menderes: Babamı asan cellatın kirasını da astıkları ipin parasını da bizden aldılar. Adnan Menderes'le görüşebilirsiniz diye bize resmi bir yazı geldi. Annemle birlikte sevinç içinde Ankara'dan İstanbul'a gittik. Yassıada'ya geçmek için bindiğimiz vapurdan son anda indirdiler. "Siz zaten görüşmüşsünüz" dediler. Maksat eziyet etmekti.

Tevfik İleri'nin eşi Vasfiye Hanım: Eşim Yassıada şartlarından dolayı genç yaşında kanser oldu. Yassıada'da idam edilmedi ama Menderes'ten üç ay sonra gönderildikleri Kayseri Cezaevi'nde üç ay içinde hayatını kaybetti. Eşimin arkasından ağlayan hemşire için soruşturma bile açtılar.

Lütfi Kırdar'ın oğlu Erdem Kırdar: Salim Başol'un tavrı yüzünden ifadesini verirken babam Yassıada'daki mahkeme salonunda kalp krizi geçirip öldü. Babamın İstanbul'da seveni çoktu. Cenazesine çok büyük bir kalabalık katıldı. Ama çekemedikleri için o cenazeye katılanlara bile mezar davası açtılar.

"BABAMI YASSIADA'DA İŞKENCE EDERKEN ÖLDÜRDÜLER"

Dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Faruk Oktay'ın oğlu Emre Oktay: Daha duruşmalar bile başlamamıştı. Babamı sık sık Bizans mahzenlerine götürmüşler. Rahatsızlanıp revire kaydırıldığı halde bir daha götürmüşler. Sonra cenazesi geldi oradan. Ama kalp krizi dediler. Babamı Yassıada'da işkence ederken öldürdüler. 27 Mayıs yargılanmalı.

Adnan Menderes'in avukatlarından Talat Asal: Menderes'in avukatı olarak benim Beyoğlu'nda yürümem bile yasaktı. İlgi odağı oluruz diye çekiniyorlardı. Öyle komik yasaklar vardı ki, Yassıada'dakiler için kurtarma teşebbüsüne yol açar diye "Ada sahillerinde bekliyorum" şarkısını da yasakladılar.

DEMOKRAT PARTİLİ VEKİL EŞLERİNDEN TAKSİ ŞÖFORLÜĞÜ YAPANLAR VARDI

Dönemin Milli Savunma Komisyonu Başkanı Emekli Paşalardan Zihni Üner'in oğlu Ersin Üner: Geçinebilmek için taksi şoförlüğü yapan Demokrat Partili vekil eşleri vardı.

Yassıada'da yatan isimlerden Gıyasettin Emre: Tutuklular arasında Hava Kuvvetleri Komutanı Tekin Arıburnu da vardı. Çanakkale'deki meşhur 57. Alay Komutanı Yarbay Hüseyin Avni Bey'in oğlu. Askerler onun üzerini eşek yapıp binerlerdi.

1950- 54 arasında Genelkurmay Başkanlığı yapmış Nuri Yamut'un çektiklerini de DP'li Kemal Sinanoğlu'nun oğlu Niyazi Sinanoğlu aktarıyor: Eski Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut'u merdivenlerden yuvarlayarak götürmeleri hala gözümün önünde. O vatanperver adam üç-beş ay sonra Yassıada'da öldü

YASSIADA'DA DOĞAN ÇOCUK

Yassıada'daki 7 bayan milletvekilinin hikayelerine de yer veriliyor kitapta. Röportaj verenlerden biri Yassıada'da doğan DP'li Necla Tekinel'in oğlu Mehmet Tekinel: Annem DP'li mebus olarak Yassıada'ya götürüldüğünde yeni hamileymiş. Orada dünyaya geldiğim için yakınlarımız bana 'Yassıadalı Mehmet' derdi. Ama annemi emzirmeme izin vermemişler ve beni ondan ayırmışlar.

Yassıada'nın Sessiz Tanıkları darbenin nasıl yapıldığıyla ilgili de deşifreler yapıyor. Menderes'in bakanlarından Arif Demirer'in oğlu Mehmet Arif Demirer'in tahlilleri ilginç: 27 Mayıs bir tertipti; darbe yapma kararı verdiklerinde Türkiye en iyi günlerini yaşıyordu.

aktifhaber

Gazeteci Birgit'ten Darbe Anıları
03 Nisan 2011

Asker, gazeteci, avukat ve CHP yöneticisi olarak 27 Mayıs'ta neredeyse her taşın altından çıkan Orhan Birgit, 27 Mayıs hatıralarını anlattı.
Asker, gazeteci, avukat ve CHP yöneticisi olarak 27 Mayıs'ta neredeyse her taşın altından çıkan Orhan Birgit, 27 Mayıs hatıralarını, darbecilerin nasıl beraat ettirildiğini Aksiyon dergisine anlattı. Birgit, yıllar sonra “CHP il örgütünün talimatı ile 9 cuntacı subayı kuyudan ben aldım. İstanbul'daki öğrencileri organize ettim. Kıyma makinesi haberleri tam bir dezenformasyondu.” dedi.

27 Mayıs sürecinde 9 subayın beraatından sonra darbeciler yeniden toparlandı. Sivil uzantıları da vardı. İstanbul'da 28 Nisan 1960'ta Türkiye'deki en geniş çaplı öğrenci olayları gerçekleştirildi. Beyazıt'taki hukuk fakültesinde başlayan olaylar yayıldı, polisle öğrenciler karşı karşıya geldi. İstanbul ve Ankara'da sıkıyönetim uygulandı. Üniversite ve yüksek okullar bir ay süreyle kapatıldı.

Peki, aniden patlak veren ve 27 Mayıs darbesine zemin hazırlayan öğrenci hareketlerini kim başlatmıştı? Aksiyon, bu soruyu, o tarihte CHP Beyazıt İlçe Başkanı olan Orhan Birgit'e yöneltti.

İstanbul ve Ankara'daki gösterilere destek olduğunu belirten Birgit, "Ben eski bir öğrenci lideriydim. Geldi çocuklar, bana sordular, ben onlara ne yapmaları gerektiğini anlattım. Gösterdim." dedi.

"Öğrenci olaylarını siz mi organize ettiniz?" sorusuna "Evet, doğrudur." cevabını veren Birgit, şöyle devam etti: "Ben CHP Beyazıt İlçe Başkanı'yım. Öğrenciler, (Nurettin Sözen falan da vardı içlerinde) başka birtakım arkadaşlar geldiler. Yardım istediler. ‘Ne yapabiliriz?' diye sordular. Bizim yaptığımız şu, öğrenciler üniversite bahçesinde oturup direnç gösterecekler, miting yapacaklar tahkikatların kurulmasına karşı. Ancak olaylar kontrolden çıktı."

27 Mayıs sürecinde yalan haber ve dezenformasyon yapıldığını vurgulayan Birgit, bunlardan birinin öğrencilerin kıyma makinelerinde öğütüldüğünü ileri süren haber olduğunu belirtti. "Ben inandım ona. Sonra ne kıyma var, ne Et Balık Kurumu var. Kıyma makineleri haberlerini yayımladıktan sonra öğrendik ki uydurma. Anlatan da kim? Alev Alatlı'nın babası Albay Ertuğrul Alatlı. Basın yayın işlerinden sorumlu bir subayın uydurması. Dezenformasyonun dik âlâsı. Bildiri çıktı. Anadolu Ajansı geçti haberi." dedi.

Birgit, "Siz nasıl yayımladınız bunu? Araştırmanız gerekmez miydi?" sorusuna şu cevabı verdi: "Efendim bildiri verildi. Öğrenciler kıyma makinelerinde öğütüldü, diye... Tek araç devlet ajansı. Devlet ajansına güvenmeyip de kime güveneceksin? Kaynaklar onlar, dabıl çek (çifte kontrol) yapamıyorsun." aktifhaber

27 MAYIS’A GİDEN YOLDA 28 NİSAN 1960 ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİ OLAYLARI
26 May, 2017



1950’li yıllarda yükseköğrenim için Anadolu’nun çeşitli yörelerinden İstanbul’a gelen öğrenciler, devlet yurtları yetersiz olduğundan hayırsever işadamlarının kendi illeri adına açtıkları yükseköğrenim yurtlarında kalırlardı.
1957 genel seçimlerinden sonra Demokrat Parti (DP) Hükümeti, muhalefet partilerine ve Üniversite hocalarına da baskı kurmaya başlamıştır.
Prof. Dr. Hüseyin Nail KUBALI, Cumhuriyet Gazetesinin 2 Ocak 1958 Perşembe günkü nüshasında “Meclis İç Tüzüğündeki Değişiklikler Yasal Değildir” başlığı altında bir yazısından dolayı zamanın Milli Eğitim Bakanı tarafından Bakanlık Emrine alınmıştır.

1 Mayıs 1959’da Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı İsmet İNÖNÜ Uşak’ta DP’liler tarafından taşlı saldırıya uğrayarak başından yaralanmış, Kurtuluş Savaşı’nda kumandanlık yaptığı Karargâha sokulmamıştır.
4 Mayıs 1959 günü İstanbul’a gelen İsmet İNÖNÜ’yü Topkapı’da karşılamaya giden vatandaşlar, DP’nin siyasi milisleri ve polisler tarafından saldırıya uğramış, yüzlerce vatandaşı linç edilmekten askeri birlikler kurtarmıştır.
DP Hükümeti tarafından VATAN CEPHESİ adıyla bir örgüt oluşturulmuştur. Güya Vatan Cephesi’ne üye olanların adları radyo aracılığı ile sabahtan akşama kadar anons edilmeye başlanmıştır.

1960 yılının Nisan ayında ise, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)’de yargının tüm yetkilerine sahip, tamamı DP milletvekillerinden oluşan 15 kişilik TAHKİKAT ENCÜMENİ kurulmuştur. Bu komisyonun kuruluşuna tepki olarak zamanın muhalefet partisi CHP Genel Başkanı Sayın İNÖNÜ’nün 18 Nisan 1960’da TBMM’de yaptığı konuşmaya sansür koyarak, ne yazılı basında ne de radyoda duyulmasına imkân vermiştir.

Bütün bu gelişmelerin ardından, Milli Türk Talebe Birliği (MTTB), İstanbul Üniversitesi (İÜ), İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Talebe Cemiyetleri yönetim kurulu üyeleri ve bir grup üniversite öğrencisi görev bölümü yaparak 27 Nisan akşamı İstanbul’daki tüm özel ve devlet yurtlarını dolaşmış: “….yarın sabah 09.00’da İÜ merkez binasının bahçesinde TAHKİKAT ENCÜMENİ’ni telin mitingi yapılacağını….” duyurarak, İsmet Paşa’nın teksir ettirilmiş, 18 Nisan Meclis konuşmasını el altından dağıtmışlardır.

28 Nisan sabahı, öğrenci liderleri İÜ bahçesinde toplanan binlerce öğrenciye konuşma yaparken, Kapalı Çarşı tarafından bahçeye giren bir grup polis yakaladığı öğrencileri coplayarak ve sürükleyerek polis otobüslerine doldurmaya başladı. Biz öğrenciler de, yeni bellenmiş üniversite bahçesindeki toprak parçalarını polislere atarak kurtulmaya, bir taraftan da Beyazıt tarafındaki ana kapıdan dışarıya çıkmaya çalışıyorduk. O anda, bir grup polisin ana kapıdan üniversite bahçesine giren İÜ Rektörü Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami ONAR’a “….bütün bunlar senin başının altından çıkıyor….” diyerek bağırdığını, Sayın Rektörün tartaklandığını ve zorla polis aracına bindirildiğini gördük.
Sonradan öğrendiğimize göre Rektör’ümüzü Sirkeci’deki polis karakoluna götürmüşler. Kanlı gömleğini değiştirerek, öğrencilere dağılmaları için konuşma yapmasını istemişler. Rektörümüz gömlek değişikliğini kabul etmeden geldi ve dağılmamız için gerekli konuşmayı yaptı.

Daha sonra ana kapıdan Beyazıt Meydanı’na çıktığımızda atlı ve silahlı polislerle karşılaştık. Atları üzerimize sürüyor, coplarla dövüyorlardı. Turan Emeksiz polis kurşunu ile öldürüldü, Hüseyin Onur ise yaralandı ve ömür boyu sakat kaldı.

29 Nisan akşamı İÜ bahçesinde binlerce öğrenci toplandık. Konuşmalar yaparak “olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu, kahrolası diktatörler bu dünya size kalır mı?” sloganını atarak sabahlamaya karar vermiştik ki; 03.00 sularında Bölge Sıkı Yönetim Komutanı Tuğgeneral Refik TULGA geldi. Üniversite bahçesinin dışında askeri araçların beklediğini, hiçbir direnme ve taşkınlık yapmadan araçlara binmemizi emretti. Öğrenci liderleri ve komutan arasında yapılan görüşmelerden sonra araçlara binmeye karar verdik.

Benim bindiğim araç, bizi Davutpaşa Kışlası’na götürdü. Gün ağarmıştı, araçtan indiğimde eğitim alanında binlerce öğrencinin bulunduğunu gördüm. Bir kısmı top oynuyor, bir kısmı kaçmaya çalışıyordu. 10-15 dakika sonra kışlanın üzerinde bir helikopter dolaşmaya başladı. Kışladaki subaylar sıkı tedbirler alarak öğrencilerin kaçmaları önlediler ve tekrar araçlara bindirerek İstanbul’daki askeri birliklere dağıttılar. Sonradan öğrendik ki helikopteri içinde zamanın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü ERDELHUN varmış.
Ben ve 400 kadar öğrenci Hadımköy-Akpınar kışlasına götürüldük. Sıkıyönetim Komutanlığı’ndan birer hafta arayla gelen savcıların teksir edilmiş ifade tutanaklarını, Hukuk Fakültesi son sınıfındaki arkadaşlarımızın uyarısı ile imzalamadık. Garnizon Komutanı Alb. Edip KIRTILOĞLU’na şikâyet edilmemize rağmen en ufak bir baskı görmedik. En nihayetinde askeri savcı Yzb. Aydoğan KARSLIOĞLU’nun Hukuk Fakültesindeki arkadaşlarımız ile birlikte düzenledikleri ifade tutanaklarını imzaladık.
27 Mayıs 1960 sabahı Garnizon Komutanı’nın getirdiği radyodan “…dikkat, dikkat. Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresine el koymuştur….” diyen Alb. Alparslan TÜRKEŞ’in sesiyle uyandık. Saat 11.00 sularında, Milli, Birlik Komitesi Başkanı, TSK Başkomutanı, Devlet ve Hükümet Başkanı Orgeneral Cemal GÜRSEL’in “…tutuklu bütün öğrenciler serbest bırakılacaktır….” talimatıyla, 27 gün önce alındığımız Beyazıt Meydanı’na askeri araçlarla götürülerek serbest bırakıldık.

1961 Anayasası ile Anayasa Mahkemesi, DPT (Devlet Planlama Teşkilatı), çift meclisli (Senato ve Millet Meclisi) Parlamento oluşturulmuş, çalışanlara sendikal haklar vb. gibi özgürlükler getirilmiştir. Sayın Yakup Kepenek’in (25 Mayıs 2015 Cumhuriyet) yazdığı gibi “…özgürlüğün en güzel on yılı” 12 Mart 1971 Muhtırasına kadar yaşanmıştır.

Bugün, aradan geçen 57 yıldan sonra hala 27 Mayıs Askeri Müdahalesi bir Darbe midir? Yoksa bir Devrim midir? tartışmaları yapılmaktadır. 12 Mart 1971 Muhtırasına kadar 1. Beş yıllık Kalkınma Planı harfiyen uygulanmış, kalkınma hızı ile enflasyon baş başa (%6,5-7) gitmiştir. Muhtıradan sonra kalkınma planları hedeflerinden saptırılmış, maalesef siyasilerimiz plan yerine pilavı tercih etmişlerdir.

Zamanın İstanbul Emniyet Müdürü Ferit SÖZEN başta olmak üzere, Zeki ŞAHİN, Bumin YAMANOĞLU ve isimlerini bilmediğim diğer polis şeflerinin İstanbul Üniversitesi öğrencilerine ve Rektör Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami ONAR’a karşı saldırganca tutumu, hükümetin üniversite hocaları için KARA CÜBBELİLER gibi beyanları, bence 27 Mayıs Askeri Müdahalenin ilk kıvılcımını oluşturmuş, en azından askeri müdahalenin gerçekleşme zamanını öne çekmiştir.

Aradan 57 yıl geçmesine rağmen Türkiye Cumhuriyeti, ünlü matematik hocamız Ord. Prof. Dr. Cahit ARF’ın (1910-1997), o zaman dediği gibi “aritmetik demokrasisi ile yönetilmektedir”. Ne yazık ki bir türlü “matematik demokrasisine” geçemedik.

Yazımın başında belirttiğim gibi ülkemizin hayırsever insanları tarafından İstanbul, Ankara gibi sınırlı sayıda Üniversite’nin bulunduğu şehirlerde yaptırılan yurtlarda kalarak yüksek öğrenimlerimizi tamamlama imkânı bulduk. Bu vesileyle, Çoruh (bugünkü Artvin ili) Lisesi’nin ilk mezunlarını verdiği 1957’de, İstanbul’da Çoruh Yüksek Tahsil Talebe Yurdu’nu açarak, yüzlerce Artvin’li üniversite öğrencisine barınma imkânı sağlayan değerli işadamı merhum Ali Rıza ÇARMIKLI’yı rahmet ve saygıyla anıyorum.
12 Mart 1971 Askeri Muhtırası’ndan sonra tutuklanan Ziverbey Köşkü zindanlarında gördüğü insanlık dışı işkencelerden psikolojisi ve sağlığı bozulan, ölünceye kadar (30 Ağustos 1987) devrimci ruhunu kaybetmeyen Doğu Karadenizli (Rize-Çayeli) hemşerim, arkadaşım Avukat Nuri YAZICI’yı (Kastro Nuri) ve 29 Ağustos 2015 günü sonsuzluğa uğurladığımız hemşerim, arkadaşım Elektrik Yüksek Mühendisi Engin DAĞISTANLI’yı rahmetle anıyorum. Albay Edip KIRTILOĞLU ve Askeri Savcı Aydoğan KARSLIOĞLU’na yaşıyorlarsa kendilerine, ebediyete intikal etmişler ise çocuklarına ve torunlarına saygılarımı sunarım.

Raşit OSMANÇAVUŞOĞLU
Jeofizik Yüksek Mühendisi

Kaynak: İlk Kurşun
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com