EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

SEFİNE’YE GİRİŞ DENEMESİ / Sencer Ekin

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> HİKMET DAMLALARI
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Eyl 15, 2015 9:39 pm    Mesaj konusu: SEFİNE’YE GİRİŞ DENEMESİ / Sencer Ekin Alıntıyla Cevap Gönder

SEFİNE’YE GİRİŞ DENEMESİ
Sencer Ekin



Büyük Doğu - İBDA farklı ilmî disiplinler boyunca fikir gergefini ‘tecrit için teşhis’ usûlüyle işler. ‘Tecrit için teşhis’; müşahhas (somut) veriler üzerinden mücerret (soyut) gerçekliklere ve idrakin üst seviyelerine-şiir idrakine ulaşma usûlü... Bu minvalde, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun 42. eseri ‘Sefine -Suver-i Hayâl Âlemi-’ kendi ifadesiyle şu:

"Dery: Bilmek... Derya: Deniz... Sefine: Gemi. Çeşitli mevzulara dair kitab... Suver-i Hayâl Âlemi: Hayâlî suretler âlemi... Ağırlıklı olarak, “kuantum teorisi, hologram, kaos teorisi” ve ilişkilendirdikleri mistisizmlerden çizgiler; ve tabiî ki asıl ve esas olarak âit oldukları bütüne dair ölçülendirmelerle biz, Büyük Doğu – İBDA anlayışı!” (s.24)

İki yaklaşım: Birincisi “meselelere doğrudan doğruya girici ve ‘bedahet’lerle iş görücü usul”, İBDA Mimarı’nın usûlü; ikincisi ise “akıcı olan ruhîlik”ten uzak, kopuk ve basamak basamak yükselen ‘zihnî inşâ’ usûlü. Bu tasnifin açılımları bir kenara, bazı sanat akımlarında her türlü “a priori-peşin hazırlıklar luzumunu inkâr” şeklinde görülen, ikinci usûlün tamamen hiçe sayılması gibi sahteliklere karşı kitabın takdiminden şu uyarıyı aktarıyoruz:

"Dikkat ediliyorsa akıl da hakkını aramaktadır! Meselelere doğrudan doğruya girişten önce gerekli malzemenin de bir hakikati vardır! Nasıl ki, savaşta ortaya çıkan durumların talimde gösterilenlerle bir benzerliği olmamasından dolayı, talimin ve talimde kazandırılan melekenin inkârı mümkün değildir!” (s.23)

Makalemiz işte bu “meselelere doğrudan doğruya girişten önce gerekli malzeme” eksenli...



Agnostik/Gnostik Felsefeler ve Mihraksız Mistisizm

Eser uzunca bir takdimde, Sartre’ın varoluşçuluğundan Freud’un psikoanalitik yaklaşımına, pragmatizm ve agnostisizme kadar batıdaki mihraksız ve başıboş hakikat arayıcısı mezheplerin hülasasını yaparak ve hepsinin hakikatini İslam’da göstererek başlıyor. Tüm bu ekoller için “hakikati olmayan mahiyet” tabiri kullanılıyor; buna misal de masallarda tasvir edilen fakat hakikatte varlığı olmayan Zümrüt-ü Anka Kuşu...

Düne kadar bunlardı, bugün ise modern fiziğin şaşırtıcı buluşlarıyla süslenerek, Batıda bir dünya görüşü ve hakikat arayıcılığı mezhebi hayaline yol açan Şamanizm, Taoizm, Budizm ve bunların farklı telakkileriyle ‘new age-yeni çağ’ kültürü... Anka Kuşu misali, “hakikati olmayan mahiyet” nevinden tüm bu ekollerin hakikatinin İslam’da oluşuna dair temel tezimiz İBDA Mimarından:

"İlk dil ilk insanla vardı ve ilk insan ilk Peygamber’di. Âdem Peygamberden Allah Sevgilisi’ne kadar uzanan Peygamberler tarihi boyunca insan, Kâinat’ın yaratılışına âit bilgiyi, naklî ve aklî veya tevatür (dilden dile) yoluyla biliyorlardı, bilebilirlerdi. Dinî inanç yerine kaim mitolojiler, efsaneler ve felsefeler, doğru yolun tahrif edilmiş şekilleri, doğrunun yanlışta kullanılmış biçimleri, hakikatlerin mecazlarla ve mecazların hakikat yerine kaim kılınmış görünüşleridir.” (s.32)

Yeni Dünya Düzeni’nin ‘tek din’ planının bir parçası halinde İslam karşısında Hristiyanlık’tan Budizm’e kadar her türlü dinden ve mezhepten cımbızlanan metafizik tariflerin ve ‘istidrac-sahte keramet’ nev’inden fenomenlerin bir çorbası şeklindeki bu kültür hızla yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır. New age kültürü, ezoterik-okült bilgiyi nass’dan üstün gören ve nihai metafizik bilgiyi-mârifeti elinde bulundurduğunu iddia eden gnostisizmle, iş Allah’a iman noktasına gelince ‘metafizik hakikatler var olabilir fakat insan zihni bunu asla bilemez’ diyen agnostisizmi birleştirmektedir.

Bugün mistik ve gizemci bilgiyi tekellerinde bulunduran masonik gruplar, ellerindeki malzemeyi bazen sulandırarak, bazen de manipüle ederek insanlığın mistik arayışını yaratıcı fikrinden uzak noktalara taşımaya çalışmaktadır. Bunun Türkiye ayağı da yine masonik bağlantılı “Ruh ve Madde Yayınları” ve onların “Ruhsal Araştırmalar Derneği”dir.

Dinlerde ve eski medeniyetlere dair kitaplarda anlatılan tüm fenomen ve hadiseleri ayrımsız kabul eden, bu hadsiz mistisizm yığılmasına –her nasılsa- bir de evrim teorisini ekleyen ve inanmadığı tek şey Allah olan bir ‘yeni din’ kapımızda olan… Artık maddeci görüşün insanlık tabanında hiçbir müşterisi kalmamışken, 21. yüzyılın İslam karşısındaki yalancı ve yalanlayıcı yüzü ‘gnostisizm ve agnostisizm’ mi olacaktır?

"Modern fiziğin şaşırtıcı bulgularıyla süslenerek” demiştik. Zihin, ruh ve şuur gibi mevzularda verdikleri (Batı için) yeni bilgiler ile Batıda ruh ve ruhîlik boşluğunun doldurulması babında alaka gören bu araştırma sahaları, peygamberlerin buyruklarından, mitolojiden ve felsefeden rastgele aparılan verilerin modern fiziğin konseptleri üzerinden takip edilmesinden öte hiçbir terkîbi hükme sahip değildir. Kurulmaya çalışılan ve tahlilden öteye gitmeyen bu paralellik ile de “bilim tarafından onaylanmış” veya ‘bilim ile arasında paralellik kurulmuş’ bir kültürün teklifi sunulmaktadır.

Cambridge Üniversitesi İmmünoloji Anabilim dalı Başkanı ve aynı zamanda “Matrix’i Yeniden İnşa Etmek” isimli kitabın sahibi Dr. Denis Alexander, Ankara’da “Bilim ve Din” başlıklı bir konuşmada bulunmuştu. Konuşmada bilimin din ile çatıştığını iddia eden “Zıtlar Modeli” ve bilim ile dinin birbirleriyle kaynaştığını söyleyen “Kesişim Modeli”nden bahsedilmişti. ‘New age – yeni çağ’ akımlarının da metot olarak başa aldıkları, bilimsel bulguların dini verilere referans veya delil olarak kullanılması şeklinde bir usul benimseyen “Kesişim Modeli” hakkında mealen şunlar söylenmişti:

"Eğer bilimsel tabanlı bir mistik anlayış veya dini inanca sahip olsaydım, bilimdeki eskisini yerle bir eden ve onun yerine geçen her yeni bulguyla birlikte her yıl dinimi değiştirmek zorunda kalırdım.”

Bu iki modeli de reddeden Dr. Alexander, kendi fikirlerini "Tamamlayanlar Modeli" başlığı altında özetlemişti. Tamamlayanlar Modeline göre bilimin çalışma sahası dinden ayrıdır ve bilim dinin cevapladığı sorularla ilgilenmez. İngiliz Fizikçi Brian Pippard’ın şu güzel sözü de bununla alakalı:

"Gerçek inanan kesinlikle korkmasın; onun kalesi herhangi bir bilimsel tacizle ele geçirilemez. Çünkü onun üzerinde bulunduğu alan zaten bilime kapalıdır.”

Sanki iman inanmayan insan için ‘aklî bir zorunlulukmuş’ gibi ‘ispatladıkları Allah’ (!) karşısında hala teslim olmayan insanların varolabildiğinin izahını yapamayan Türkiye’deki ‘bilimsel İslamcılar’ için şunları söyleyebiliriz:

İman öncelikle aklî bir zorunluluk değil, kalbî bir zorunluluktur. Kalbî zorunluluk olduktan sonra ‘kalbe-ruha’ bağlı akıl için aklî zorunluluk… Aklın ruha bağlı bir fakülte halinde onun emrinde olması ve kimin elindeyse hasmının ‘ipini kesen’ ‘makas’ hüviyetinin göz önünde bulundurulması gerekir. Mihraksız tefekkür babında birbirinin ‘ipini kesme-yanlışını çıkarma’ işi olan felsefenin topallığı işte muhtar aklın bu hususiyeti ile alakalıdır. Doğrusu; ruh araçsız ve gereçsiz bulur, akıl da ruhun bulduğu hakikate doğru ‘zihnî inşa usûlüyle’ basamak basamak yükselir.

Görüldüğü gibi “o da değil bu da değil” derken, mevzunun muhtevasından önce ‘ona yaklaşan insan şuurunun-şuur süzgecinin’ tesisi mesele olarak karşımıza çıkıyor. Misalen, daha önce hiç film seyretmemiş Afrika halkının birtakım üyelerine ilk defa film gösterimi yapılıyor. Fakat zaman ve mekan içinde oradan oraya değişen filmin kurgusal yapısı yüzünden hiçbir şey anlamadıkları görülüyor. Afrikalılar bir yana, zihnî inşa usûlüne uygun mantıki geçişleri olan aksiyon filmlerine alışan bizler için, filmi kısımlara bölen Tarkovski’den rüyavarî bir anlatımı seçen Bunuel’e, aynı şekilde ‘eşzamanlılık’ ve ‘paralel evrenler’ bahsinde olduğu gibi filmlerinde üst üste gelişleri, tevafukları ve farklı isimler altında farklı şehirlerde yaşayan ‘aynı’ insanları kullanan Lynch’e kadar, filmlerini ilk defa seyrettiğimizde “hiçbir şey anlamadım” dedirten bu yönetmenler her biri kendi şuur süzgecini zorunlu kılıyor, bizleri alışageldiğimiz çerçevelerin dışından farklı bir şuur süzgeciyle filmlerini seyretmeye zorluyorlar.

İBDA Mimarı bizi neye zorluyor? Mutlak Fikir’e bağlı, tedailerle yol bulucu ve bedahetlerle iş görücü bir tefekküre, mistikliğe ve sırrîliğe, müntehasında Allah olan bir ruhçuluğa, her şeyi O’na bağlayan vahdet-i vücutçuluğa, kavramların-kelimelerin kök bilgisi (etimoloji, iştikak) ile hikmet devşirmeye, mevzular arası nisbet kurmaya ve terkipçiliğe... Başka?

Atasözü: "Yoktan Yonga Kopmaz"

Şu paragrafta kitap okuyucudan kendisine nasıl bakılması gerektiğini açıklıyor:

""Hakkında hüküm bulunan” ve “hakkında hüküm bulunmayan” meseleler ayrımı ve “mukadder oluş” bahsi göz önünde tutularak hatırlatmak gerekirse, “yalnız akıl ile din namına hüküm getirilemez ve böyle bir hükmün dinle alâkası olamaz!” şer’î ölçüsü, “naklî delil” gerektiren şer’î meselelerin halline dairdir. Şer’î olmayan ilimlere gelince, bunlar, Şer’î ölçülere göre nisbetlendirilmiş “İlm-i ledün” bahsinin şemsiyesi altında ve tasavvuf ölçülendirmelerinden çekilecek iplikler hâlinde, zatî ve indî hususiyetlerine uygun ilhamî ve aklî bir mahiyet belirtirler. Bunlar, kendi öz hakikatlerinin bulunuş usullerine, bedahete, basirete, ferasete, “hadiseye yanaşan insan şuuru”nun mizaç ve zevk hususiyetine göre mizâna vurulur. Şer’î ölçü ve ölçülendirmelere uygun “muhakeme usulü”, “tevil” ve “tâbir” şartları yerine getirilmiş olarak, bu tür bilginin mahiyeti “izâfiyet”i belirtir.” (s.28)

Kitapta yukarıdaki usulle incelenen ilk konu, kainatın yaratılışına dair ‘Big Bang – Büyük Patlama’ teorisi... Kur’an-ı Kerim’deki ‘ratk’ (bitişme, katışma) ve ‘fatk’ (ayrılma, kırılma) kavramları çevresinde tefsir, tevil, tabir, hadis, iştikak gibi ilimlerin konuyla alakalı verileri ve muhtemel yaklaşımları veriliyor. Büyük Patlama konusunda Yalçın İnan’ın kitabından “Big Bang: Dünü Olmayan Gün” başlığı altındaki bölümü aktarıyoruz:

"Henüz daha bir ‘gün’ yokken bir ‘patlama’ oldu.

Bu, insan aklının asla düşünemeyeceği şiddette bir patlamaydı. Sonsuz küçük bir hacmin içine sıkıştırılmış, sonsuz yoğunlukta ve sozsuz sıcaklıktaki ‘bir şey’ birden patladı. Patlama ile birlikte, o hacim içindeki düşünülemeyecek büyüklükteki enerji serbest kaldı ve korkunç bir hızla etrafa yayılmaya başladı. Böylece ‘zaman’ başladı, ‘mekan’ oluştu ve madde şekillendi. Her şeyin başlangıcı ve patlamaların en büyüğü- olan bu olaya ‘Büyük Patlama’ veya ‘Big-Bang’ adı verilir.

Büyük Patlama teorisi 40 yıl boyunca tartışıldı. Sonunda delilleri bulundu, ispatları yapıldı ve son otuz beş yıldır bir karşıtı çıkarılamadı. Büyük Patlama, evrenin oluşumu ile ilgili bugünün tek ve en ciddi teorisidir. İnanılması zor da olsa, içinde enerji, uzay ve maddenin bulunduğu evrenimiz tek bir noktanın müthiş bir patlamasıyla meydana gelmişti. Son seksen yıl içinde geliştirilen modern kozmoloji, parçacık fiziği, rölativite ve kuantum mekaniği yardımıyla ve delilleriyle açıklanan büyük patlama konusunda artık bir şüphe kalmamıştır.

Büyük patlamadan önce ne vardı, sozsuz yoğunluk ve sıcaklıktaki o muazzam maddeyi, o iğne başından küçük hacmin içine kim sıkıştırmıştı, ne zamandan beri oradaydı, bu kadar büyük miktardaki madde nereden toplanmıştı, patlamayı kim yapmıştı? Bütün bunların sebebi neydi, bir nokta niçin patlamıştı?

Kim yaptı, neden yaptı, nasıl oldu sorularından sadece ‘nasıl oldu’nun patlamadan sonraki safhasını biliyoruz. Büyük patlamanın 10-43’üncü saniyesinden bugüne kadar geçen süre içindeki bütün olayları net bir kesinlikle izah edebiliyoruz. 10-43’üncü saniye ile sıfır saniye arasında bilim yetersiz kalıyor ve yasalar geçerliliğini kaybediyor. Sıfırıncı saniye ve arkasının izahı ile ‘kim neden yaptı’ya tek bir cevap bulabiliyoruz: Bir Yaratıcı!”

"Bir sebebin maddî neticeler meydana getirmesinden dolayı, onun kendisinin de maddî olması neticesi çıkmaz” hikmetine en güzel örneklerden biri de Büyük Patlama hadisesidir. Zira zamanı ve mekanı gerekli kılan ‘maddi sebebin’, zamanın ve mekanın henüz varolmadığı bir durumda en ufak bir oluşa sebep olması muhaldir. Görülüyor ki maddi sebeplerin varolamayacağı bir halden maddi bir neticenin-kainatın ortaya çıkışı söz konusu... “Her şeyden önce söz vardı” hikmetine binaen “Madde bir mana nevi değil mi?” diye soruyor İBDA Mimarı...



Modern Fiziğe Giriş

Genel anlamda fizik, maddenin ve enerjinin özelliklerini, etkileşimlerini ve değişimlerini inceleyen bilim dalıdır. Parçacık fiziği ise, atom ve atom altı (atomu oluşturan) ölçekteki parçacıkları inceleyen fizik sahasıdır. Bu ölçekteki parçacıkların hareketleri kuantum ve izafiyet teorilerinin yardımıyla anlaşılmaya çalışılır. Acaba günlük hayatta kullandığımız hemen hemen bütün araç-gereçleri klasik fizik yasalarına göre inşa edip çalıştırırken niçin atomik boyutlarda ‘hususi’ bir fiziğe ihtiyaç duyuyoruz?

Müspet bilimlerde özellikle de fizikteki paradigma değişimlerinin tarih boyunca seyrine bakıldığında her gelişmenin bir önceki ‘asıl’ı ‘parça’ konumuna düşürüp, bu parçayı ‘kendine bağlayan’ ‘asıl’ olarak kendini kabul ettirdiği görüşür. Örneğin klasik fiziğin tahtını kuantum fiziğine devredişine yakında bakalım: Klasik fiziğin atom altı boyuttaki olguları açıklayamamasına karşın hem atom altı hem de büyük cisimlerin davranışlarına açıklama getirebilen kuantum fiziğinin klasik fiziğin yerine geçmesi ve klasik fiziği ‘hususi bir durum’ olarak kendine bağlaması...

Fizikteki öncekini yıkan ve onu ‘hususi bir durum’ olarak kendine bağlayan her yeni teorinin, eski teoriyle olan bu nispetine ‘tekabüliyet prensibi – correspondence principle’ denilmektedir. Yani her yeni teori, bugüne kadar bunca hizmette bulunmuş eski teoriyi ‘açığa almak’ yerine onu ‘ayak işlerinde’ kullanmak üzere kadrosunda tutar.

O halde tüm bu söylenenlerden, bugüne kadar klasik fizikle hesapladığımız –örneğin hareket eden bir arabanın konumunu- kuantum fiziğinin kanunları ile de hesaplayabileceğimiz sonucu çıkmaktadır. Doğrudur, diyelim ki klasik fizik kurallarına göre verilen t zamanında arabamız A noktasında olması gerektiğini hesaplıyoruz. Aynı şekilde kuantum fiziğine göre hareket eden arabanın dalga denklemlerini yazıp bir yol aralığında nerede olduğuna dair ihtimaliyet hesaplarına bakarsak, arabanın verilen t zamanında A noktasında bulunma olasılığını %99.99…..9 buluruz.

Görüldüğü gibi ihtimaliyetteki çok küçük boşluğu hesaba katmazsak, kuantum teorisi ile klasik teorinin günlük hayatta üst üste geldiği görülmektedir. İşte bu, günlük hayatta niçin kuantum fiziğinin karmaşık hesaplamalarına gerek olmadığının ve klasik fiziği kullanmamızın sebebidir. Öyleyse bugün için ‘hususi’ olan Newton fiziği, asıl olan ise kuantum fiziğidir.Bu arada eğer bir gün arabanızla yol alırken karşınıza bir duvar çıkarsa ve ona çarpmadan içinden geçip giderseniz işte kuantum hesaplamalarındaki bu %0.00....1’lik ihtimal aklınıza gelsin...

Atom fiziğine geri dönersek, Antik Yunan’da her şeyin kendisinden oluştuğu ve ‘bölünmez’ manasındaki atom, bugün parçalarına, parçalarının parçalarına ve o parçaların da farklı görünümlerine kadar tasnif edilmiştir. Elbette tabiatta bunlardan başka parçacıklar da vardır; ışığı taşıyan kütlesiz fotonlar gibi...

Demir, çinko, hidrojen, oksijen gibi her element kendi atomlarından meydana gelir ve her elementin atomu diğer bir elementin atomundan merkezindeki protonların sayısıyla ayrılır. Atom, çekirdeğinde bulunan değişmez protonlarının ve nötronlarının çevresinde bulunan elektronları diğer atomlara vererek veya ortak kullanarak kimyasal bileşikleri oluştururlar; karbondioksit, su, tuz gibi... Kablolarda akan ve elektrik akımını oluşturan da bu elektronlardır.



İzafiyet Teorisi

Modern fiziğin temellerinden ilkini Einstein’ın İzafiyet Teorisi oluşturur. İzafiyet teorisi Newton fiziğindeki ‘mekandan bağımsız mutlak zaman’ anlatışını yıkmış, yerine zaman ve mekanın ‘organik’ etkileşimine dayalı bir kainat tasavvuru kurmuştur. Bu teoriye göre birbirlerine göre hareket eden her cismin ‘kendi zamanı ve mekanı’ vardır ve diğerini kendi zaviyesinden görür.

Einstein’ın 1905 yılında yayınladığı ‘Özel İzafiyet Teorisi’ne göre tabiattaki en yüksek hız saniyede 300.000 kilometredir ve bu hızda sadece ışık yol alır. Işık hızına yakın hızlarda hareket eden bir cismin ‘bir gözlemciye göre’ hızı arttıkça boyu kısalır, kütlesi artar ve saati daha yavaş çalışmaya başlar. Hareketli bir cisim başka hızlarda hareket eden cisimler tarafından -örneğin boyu- farklı gözlemlenir. Bu, asıl olarak kuantum bahsinde değineceğimiz ‘müşahidin-gözlemcinin’ gözlenen üzerindeki veya gözlemle elde edilen bilgi üzerindeki etkisine misal olarak gösterilebilir.

Cismin boyunun kısalması veya zamanının yavaşlaması gibi etkiler ışık hızının onda birinden daha büyük hızlar için gözlemlenebilir. Işık hızının onda birinden düşük hızlar için bu etkiler gözlemlenemeyecek kadar küçüktür ve bu hız aralığında izafiyet teoremi ile klasik hız hesaplamaları aynı sonucu verir (Tekabüliyet Prensibi’ni hatırlayınız). Bu yüzden izafiyet teoremi çok hızlı hareket eden atom altı parçacıkların hareket hesaplamalarında kullanılırken günlük hayattaki düşük hızlar için kullanılmaz.

İBDA’daki ‘nisbet davası’ ve ‘nisbet davası zorunluluğu’ meselelerinde olduğu gibi fizik için de her türlü tanımlama beraberinde ‘neye göre’ sorusunu cevaplamadıkça anlamsızlığa ve havâiliğe mahkumdur. Yine İBDA’dan anladığımız kadarıyla bilgi faaliyetlerinde bir ‘bilen’, bir ‘bilinen’ ve bir de ‘ışık unsuru’ söz konusudur. Bu denklem içinde ışık unsurunun keyfiyeti bilme faaliyetimizi belirleyici role haizdir. Çıplak gözle yaptığımız gözlemlerde cisimleri onlardan gözümüze gelen ışık vasıtasıyla gördüğümüz ve bu ışığın da bir ‘hızı-hız limiti’ olduğu hatırlanırsa, örneğin bir yıldızda meydana gelen patlama, bu yıldıza eşit uzaklıktaki gözlemciler tarafından ‘eşzamanlı’ olarak görülürken, aralarında mesafe olan gözlemciler tarafından ‘ardıl’ görünür. Patlamanın ışığı yakındaki gözlemciye vardığında, uzaktaki gözlemciye ışık henüz ulaşmadığından hadiseden henüz haberdar değildir. Işık uzaktaki gözlemciye ulaştığında ise yakındaki gözlemcinin hadiseyi görmesinin üzerinden epey zaman geçmiştir. Yani kimi için geçmiş olan, bir başkası için gelecek olabilmektedir. Tedaisi ibn Arabi’nin şu sözü: “Kişi üzerinde olduğu işin zamanı üzerindedir.”

İlginç olması hasebiyle ‘ikizler paradoksu’ kayda değer bir örnek... Bu ‘zihin deneyi’ne göre –örneğin her ikisi de 20 yaşındaki- ikiz kardeşlerden biri bir rokete biner ve ‘kendi zamanına’ göre 30 yıl fezada yolculuk yapar. Dünyaya döndüğünde kendisi 50 yaşına gelmiştir fakat ikizi artık 70 yaşındadır (Yaşlarını tarihli saatleri ile karşılaştırırlar). Fezaya çıkanın zamanı, hızlı yolculuk yaptığı için dünyadaki ikizine göre daha yavaş akmış, dünyada geçen 50 yıla mukabil o 30 yıl yaşamıştır. Çok hassas atomik saatlerle yapılan ölçümlerde bu kurgusal deneyin öngördüğü sonuçlar gözlemlenmiş, hızlı bir roketle atmosfere gönderilen atomik saat dünyadaki senkronizesine göre geri kalmıştır.

‘Herkesin hakikati kendine’ diyoruz ya... Herkesin hakikati kendineyken ve bu ‘kendine hakikatler’ boyunca hiçbirinin diğerine bir üstünlüğü yokken hepsinin kantara vurulacağı ‘hakikatin hakikati-mutlak hakikat’ bunlara göre farklı ve ÜST bir keyfiyet belirtmek zorundadır. Hemen bir açıklamada bulunalım ki, farklı disiplinlerin ve her bir disiplin içinde farklı mevzuların kendine has ‘usul, esas ve kaideleri’ olması ve birinin vetirelerinin ve sonuçlarının diğerine aplike edilemeyeceği şartı önünde yapmaya çalıştığımız, zaten kendi içlerinde kendi izahları olan mevzuları birbirlerinin projeksiyonları altında anlamaya çalışmaktan öte bir şey değil. Birbirlerini ispat veya red için kullanılmadıkça farklı mevzular arası kurulan analojilerin bir mahsuru olmayacağı kanısındayız.

Özel İzafiyet’ten yaklaşık on sene sonra ‘Genel İzafiyet Teorisi’ yayınlandı. Özel İzafiyet’te ‘ivmesiz-sabit hızlarda’ hareket eden cisimler için açıklamalar getiren Einstein, ‘ivmeli’ hareketlerin davranışlarını Genel İzafiyet ile açıkladı. Gezegenler, yörüngelerindeki açısal hızların ivmelenmelerinden ayrı olarak bir de dönen cisimlerin hız vektörünün (şiddeti değişmese bile) yönü değiştiği için merkezcil ivme adı verilen bir ivmeye sahiptirler (İvme hızdaki değişimle alakalı olduğu kadar hızın yönündeki değişim ile de alakalıdır).

Teoriye göre her cisim üçü uzay (en, boy, derinlik) ve biri de zaman olmak üzere 4 boyutlu uzay-zamanda hareket eder. Ağır gök cisimleri uzay-zaman ‘ağını’ eğerek yakından geçen cisimleri bir çeşit girdaba sokarak çevrelerinde döndürürler. Bu tıpkı ağır bir güllenin gergin bir çarşaf yüzeyinde bıraktığı çöküntü gibidir. Teori, yerçekimini bir çekim alanı olarak değil de, hafif cisimlerin ağır cisimlerin uzayı eğdikleri noktaya doğru düşmesi şeklinde açıklar.

"Mekan ve zaman ihtiva ettikleri madde ve hadiselere bağlıdır” hükmünün taayyün ettiği bu uzayda Öklid geometrisinden sapmalar görülür. Örneğin düz Öklid geometrisinde iki nokta arasındaki en kısa mesafe bir doğru parçası iken, eğilmiş uzay-zamanda bu bir eğridir. Bir topun üzerinde tepeden dibe doğru yürüyen karıncanın çizdiği eğri gibi...

Yine teoriye göre büyük gök cisimlerinin yakınında zaman yavaş ilerler (Güneşin yakınında saatimiz yavaş ilerler, yanmazsa tabi). Işık da söz konusu çekimden payını alır ve örneğin uzak yıldızlardan gelen ışık güneşin yanından geçerken bir miktar bükülür. Bu yıldızın aslında baktığımız yerde değil, biraz sağda veya solda olduğunu gösterir (Futbolda falsolu ilerleyen topları hatırlayın. Topa buran kişi topun bize geldiği yönde değil, biraz daha yan taraftadır).

Günlük yaşamdaki küçük kütleler için Genel İzafiyet’in etkileri çok küçüktür, haliyle tekabüliyet prensibinin de öngördüğü gibi Öklid geometrisi işimizi görür.







Madde ve Enerji

Klasik fiziğe göre farklı madde ve enerji büyüklüklerine sahip iki ayrı sistem birbiriyle etkileşirse/birleşirse, ortaya çıkan son sistemdeki toplam madde miktarı, başlangıçtaki iki sistemin maddelerinin toplamı kadar; aynı şekilde son sistemin toplam enerji miktarı, başlangıçtaki iki sistemin enerjilerinin toplamı kadardır. Bu önermeye göre 16 gram oksijenle 2 gram hidrojen 18 gram su oluşturur. Gerçekte ise durum bu kadar basit değildir.

Einstein, meşhur E=mc2 formülüyle, enerji ve maddenin birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini ve bunların birbirine dönüşebileceklerini söyledi. Artık kütle enerjinin bir veçhesi veya tezahürü olarak algılanmaya başlandı. Böylece ‘enerjinin korunumu’ ve ‘kütlenin korunumu’ şeklindeki iki ayrı korunum yasası ‘madde ve enerjinin korunumu’ şeklinde birleştirildi. Bu önerme, 16 gram oksijen ile 2 gram hidrojenin birleşmesiyle tam olarak 18 gram değil de, 18 gramdan biraz az miktarda suyun meydana gelişini açıklayabiliyordu. Bu kayıp kütle enerjiye dönüşmüş ve bu enerji de suyu oluşturan hidrojen ve oksijen atomlarını bir arada tutan kimyasal bağlar için harcanmıştı.

Kütle-enerji dönüşümlerine en güzel örnekler ‘çift oluşumu-pair production’ ve ‘çift yok olması-pair annihilation’dır. Çift oluşumunda Gama ışınları büyük kütleli atomların üzerinde enerjisini kaybederek bir elektron ve bir pozitron (elektronun anti-parçacığı) oluşmasına sebep olur. Çift yok olması fenomeninde ise bir elektron ve bir pozitron kafa kafaya çarpıştırılır ve bu iki parçacık tamamen yok olur; yani kütleleri enerjiye dönüşür. Bu enerji de iki Gama ışını şeklinde çevreye yayılır (Gama ışını gözün göremediği bir ışık cinsidir).



Hologram

Başın başında İBDA Mimarı beyin, kainat ve unsurları arasındaki ilişki konusunda hologram bahsinin mecazî bir anlatım için kullanıldığını özellikle vurguluyor. Hernekadar mecazî anlatım için holograma dair yeterli bilgi kitapta verilmiş olsa da, mevzunun meraklıları için hologram kısaca şu:

İki boyutlu fotoğraflarda, cisimden gelen ve cisim ile aynı şekle sahip üç boyutlu (en, boy, derinlik) dalga cephesinin iki boyutlu (en, boy) fotoğraf kağıdına kaydedilmesiyle görüntünün derinlik boyutu kaybedilir. Holografik fotoğraflama tekniğinde ise cismin üç boyutlu görüntüsü hologram levha üzerinde lazer ışığıyla girişim (interference) yaptırılarak cismin görüntüsü değil de, ‘cismin görüntüsünün bilgisi’ hologram kağıdı üzerine işlenir. Örneğin bir insan kafasını, normal fotoğraflama tekniğiyle çekersek iki boyutlu fotoğraf kağıdında göz ve burun derinlik olarak aynı hizaya gelecektir. Halbuki burundan gelen ışık ile gözden gelen ışık arasında yol farkı vardır. İşte holografide farklı derinliklerden gelen ışığın yol farkı (dolayısıyla faz farkı) bilgisi de kaydedilir.

Çekilen holografik resim lazerle veya spot ışıkla aydınlatıldığında şekil üç boyutlu görünür. Kağıttan dışarıya doğru çıkan resme elinizi uzattığınızda eliniz görüntünün içinden kayıp gider, daha da önemlisi, elinize görüntünün ışığı düşmez. Çünkü hologramda görüntü ‘sanal’dır; halbuki -mesela- çukur aynalarda görüntü gerçektir; yani çukur ayna önüne koyduğumuz cismin görüntüsünü birkaç metre ötedeki duvarda büyütülerek düşürebiliriz. Görüntünün sanal olması, elimizi gezdirdiğimiz yerde aslında görüntü olmadığı, sadece hologramdan farklı açılarla gelen ışığın beynimizde üç boyutlu olarak algılanması demek olduğu manasına geliyor. Hologramdaki görüntünün farklı yanlarından (sağı, solu, üstü, altı) gelen ışığın sadece belirli taraflara yayılması sebebiyle hologramın karşısında sağa sola yukarıya ve aşağıya hareket ederek cismin farklı taraflarını görebiliriz.

Hologram kağıtlarının asıl ilginç tarafı ise fotoğrafı kaç parçaya bölerseniz bölün, cisim görüntüsünden hiçbir şey kaybetmeyecektir. Hologram kağıdına cismin görüntüsü yerine görüntünün bilgisinin kaydedildiğini söylemiştik. Girişimden dolayı hologramdaki her nokta görüntünün tümüne dair bilgiyi içermektedir. Örneğin üç boyutlu bir elma hologramının yarısını kesip atarsak, kalan parça aydınlatıldığında yine bütün elmanın görüntüsünü vermektedir; görüntü kalitesinin düşmesi ve bakış açısının daralması şartıyla...

Hologramdaki temel esprilerden birisi de "her parçanın bütünü kapsaması veya bütünün her parçada katlanmış” olmasıdır. Holografik anlayış, bugüne kadar bildiğimiz “ya/yahut” Aristo mantığı, “cevher/madde” kartezyen mantık, “tez/antitez” diyalektik mantık ve “hem/hem de” kuantum süperpozisyon mantığı ve “yüzdelik” ihtimaliyet mantığının yanında yeni bir yaklaşım olarak yerini alıyor.

Doğu mistisizmindeki şu örnekleme:

"Avatamsaka Sutra: "İndra cennetinde incilerden bir ağ vardır ve bu öyle düzenlenmiştir ki, birine bakan diğer hepsini ona aksetmiş olarak görür. Aynı şekilde dünyadaki her nesne sadece kendi değildir, diğer her nesneyle alakalıdır ve gerçekte başka her yerdir; her toz zerresinde mevcut, sayısı olmayan Buda’lar vardır. Buda: Varlık” (s.15)

Mirzabeyoğlu batıdaki ‘holografik kainat’ konseptini İslam tasavvufundan “Suver-i hayâl – hayalî suretler” bahsi içinde gösteriyor ve ekliyor:

""Sır birliğinde birlik” derken, “Allah-İnsan-Âlem” ilgi ve ilişkisi çerçevesinde, topyekûn kainatın bir hayâl varlık olarak niteliğini de belirtmiş olmuyor muyuz? Demek ki, bütün kâinatın (mecazî anlamda) dev bir hologram olduğu görüşünün İslâm dünyası adına yeni bir tarafı yoktur.” (s.99)



Beyin ve Hologram

Hafıza üzerine araştırma yapan bilim adamları, hafızanın ve hatırlamanın beynin muayyen bir bölgesinin fonksiyonu olabileceğini düşünerek hayvan ve insan deneklerde beyinlerin belirli bölgelerinin tahrip edilmesi şeklinde deneyler yapıyorlar. Deneylerin sonucunda, beyni tahrip edilen deneklerin, yok olması düşünülen beyin fonksiyonlarını eskisi gibi gerçekleştirebildikleri gözlemleniyor. Örneğin beyni hasar gören insan, hafızasındaki bir miktar zayıflama dışında her şeyi hatırlayabiliyor. Bu, parçalarına ayrılan hologram levhanın her parçasında bütün resmi aynen muhafaza etmesine benziyor.

Fakat madde ötesi ve mistik bir tad olarak sahip çıkılan holografik modelin ruh ve beyin mevzuunda tek başına yeterli olmadığını düşünüyoruz. Danah Zohar’ın şu haklı eleştirisi:

"Bilincin birliğini sağlıklı bir bilimsel tabana oturtma girişimi olarak holografik model en azından iki konuda eksik kalır. İlk olarak, bilgisayar modelinde olduğu gibi bilincin “Ben” kavramını açıklayamaz. Eğer beyin holografik bir evreni algılayıp ona katkıda bulunan bir hologram ise o zaman holograma bakan kimdir? Hologram kendi başına algılama yapamayan, alışılmışın dışında bir fotoğraftan başka bir şey değildir.”

Ruh-beden meselesinde aslolanın ‘ruh’ olduğunu söyleyen İBDA Mimarı’ndan aktaralım:

"Şayet beynin her parçası, bütününü içinde barındırıyor ise ve kasıt “şuur” ise, bu durumda “hologram”dan bahis, “misâl” veya “benzetme” ile ilgilidir. Hele, meselâ 2001 tarihinde gazete ve televizyonlarda çıkan “beyni olmaksızın dünyaya gelen, fakat açlık, korku, sevgi gibi bir bebekte gördüğümüz bütün tezahürleri normal bir bebek”in durumu, “beyin yok ki, şuuru beynin tezahürü olarak görmek ve üstelik bunu hologramla misâllendirmek söz konusu olsun!” hakikatine çatar; ve beyin bir saz ise, saz olmasa bile melodi bâki hakikatiyle, İlâhî bir ihtar hâlinde “kalb”in merkez ve aslın “ruh” olduğunu gösterir...” (s.60-61)

Bu noktada kitaptaki şu soruya cevap arayabiliriz: “Beyin mi ruhu, ruh mu beyni yaratıyor?” ‘Beynin ruhu yarattığı’ bayat marksist görüşün yanında ‘ruhun beyni yarattığı’ görüşü bugün bilim çevrelerinde yavaş yavaş kabul görmeye başlamıştır. Zamanında Harvard’da nörofizyoloji dalında akademik çalışmalar yapan bir bayanın yaşadıkları kayda değer… Discovery Channel’de yayınlanan bir belgeselde yaşadıklarını şöyle anlatmıştı:

"Bir sabah uyandığımda ellerim bana bir garip göründü. Onları istediğim gibi hareket ettiremediğimi gördüm. Farklı bir duyguydu. Sonra beynime felç indiğini anladım.”

Devamında saatler sonra birilerine telefon etmek için yatağından kalkmayı başarabildiğini söylüyor. Fakat bu sefer de hafızasının tamamen silindiğini fark ediyor. Sahip olduğu bütün kartvizitleri masaya yayarak onlardan bir tanesini rastgele seçiyor, fakat oradaki numarayı çeviremiyor. Çünkü beyni telefon tuşlarındaki rakamlarla harfleri ayırt edemiyor. Sadece harfleri ve rakamları değil, beyninin renkleri de unuttuğunu söylüyor. Zar-zor bir arkadaşını aramayı başarıyor, tahmin edin sonra ne oluyor? Konuşamıyor. Beyninin konuşma merkezi de iflas etmiş, sadece a-e gibi sesler çıkarabildiğini anlatıyor.

Hastaneye kaldırılıp beyni inceleniyor ve beyninin sol tarafında büyük bir ur saptanıyor. Harvard’da akademik kariyerinin basamaklarını tırmanırken bir sabah başına gelen bu olaylar onun hayatını tamamen değiştiriyor.Beyninin sol yarım küresi kurtarılamıyor, fakat zamanla beyin fonksiyonlarının eski işleyişine geri döndüğünü, artık yazıp konuşabildiğini söylüyor. Beyninin sağ yarımküresini kullandığı için sanatsal işlerdeki yeteneklerinin hızla arttığını söylüyor.

Bu örnekten anlaşılıyor ki, ruh bir ordu kumandanı gibi nöronlara (beyin hücrelerine) hükmediyor, gerekirse hasar gören hücrelerin görevlerini başka nöronlara devrederek onları tekrar aranje ediyor-düzenliyor. Meşhur nörofizyolog Pribram’ın yaptığı deneyler de bu tezimizi destekleyici mahiyette... Pribram, maymunların görsel korteksinin %90’ının ve kedilerin optik sinirlerinin %98’inin ameliyatla alınması durumunda kompleks görsel işlemleri yapabilme kabiliyetlerinde ciddi bir zayıflama olmadığını görmüştür.

Bitkiler üzerinde yapılan bazı deneyler de bu meselenin hasrında değerlendirilebilir. “İnsan-Bitki İletişimi” başlıklı makalesinde Marcel Vogel, bitkilerin yapraklarına bağladığı küçük elektrotlarla yaptığı deneyi anlatıyor. Bu deneyde, yapraklardaki elektrotlar vasıtasıyla bitkideki elektrik aktivasyonları zamana bağımlı olarak ölçülüyor. Vogel, bitkiye yaklaşarak yoğun bir şekilde “onu yakacağını veya kesip doğrayacağını” düşündüğünde ölçüm cihazının çizdiği grafiklerde aşırı sapmalar gözlemleniyor. İnsanın duygularını ve düşüncelerini sadece beyin fonksiyonlarıyla açıklamaya çalışanların açıklamakta zorlanacağı bir örnek...



Kuantum ve Kedi

Kuantum fiziği atomik ve atom altı ölçekteki parçacıkların durum, hareket ve enerji değişimlerini inceleyen fizik sahasıdır. Kuantum fiziği bir ‘kuantalar-miktarlar’ fiziğidir. Bu noktada “hayatta miktarı olamayan bir şey yokken niçin bu fiziğe ‘miktar nazariyesi’ denmektedir” sorusu akla gelebilir. Bu teoride bahsedilen miktarlar ‘sürekli’ değil ‘kesikli’ miktarlardır. Örneğin bir kuantum marketinden 1 kg, 2 kg veya 3 kg şeker alabilirsiniz, fakat 1.5 kg veya 2.2 kg gibi ağırlıklarda şeker satılmaz. Bu markette her 1 kg şeker bir ‘kuanta-paket’dir ve alışverişte ‘peşin’ ödeme usulü geçerlidir. Diyelim ki 1 kg şekerin fiyatı 1 milyon olsun, siz 1 milyonu tamamlayana kadar şeker satın alamazsınız. Mesela 500bin liranız varsa yarım kilo şekeri alıp gitme ihtimaliniz yoktur. Bu markette her 1 kg şeker bir ‘kuanta-paket’dir ve alışveriş bu paketlerin tamsayı katlarıyla yapılır.

Kuantum fiziğinin tarihini Max Planck’in ‘siyah cisim’ deneyinden başlatabiliriz. Bu tarihe kadar ışığın yayılımı konusunda bilim adamlarından bazıları parçacık modelini benimserken, bazıları da dalga modelini kabul ediyordu. Dalga modeli tarafından açıklanamayan bazı fenomenler parçacık modeli tarafından açıklanırken, parçacık modeli ile açıklanamayan bazı fenomenler de dalga modeli ile açıklanabiliyordu. 1900’de Max Planck yaptığı deneyde ısıtılan demir çubuktan yayılan enerjinin sürekli olmadığını, kesintili enerji paketleri şeklinde yayıldığını gözlemledi. İlerleyen yıllarda yapılan başka deneylerle ışığın hem parçacık hem de dalga özelliğine sahip olduğu görüldü.

1924 yılına gelindiğinde ‘de Broglie’, ışıkta olduğu gibi, elektronların da atomun çevresinde dalgalar şeklinde hareket ettiğini öne sürdü. Bu, sadece fotonların değil, hareket eden her ‘parçacığın’ aynı zamanda dalga olarak düşünülebileceğini söylüyordu. De Broglie’ün yazdığı denkleme göre büyük-küçük her cismin kütlesine ve hızına bağlı olarak dalgaboyu hesaplanabilir. Günlük yaşamdaki cisimler düşük hızlı ve büyük kütleli olduğu için ‘dalga boyları’ çok küçüktür, dolayısıyla dalga hareketi göstermezler. Dalga ve parçacık özellik kumaşın iki ayrı yüzü gibidir.

De Broglie’den sonra Schrödinger, atom çekirdeği etrafındaki yörüngelerde dalgalar halinde hareket eden elektronların ‘dalga denklemlerini’ yazdı. Belirli bir aralıkta hareket eden bir elektronun dalga denkleminin karesi ‘ihtimaliyet yoğunluğunu’ veriyordu. Teoriye göre bir elektronun atom çekirdeği etrafındaki yörüngelerde ‘tam olarak nerede olduğu’ değil, ‘nerelerde hangi ihtimaliyet ile olabileceği’ cevaplanabilir. Aynı zamanda kuantum fiziğinde ‘sıfır ihtimaliyet yoktur’, ‘ihtimaliyet yoğunluğu’ grafiğinde yatay eksen boyunca ne kadar gidilirse gidilsin, ihtimaliyet azalsa da asla sıfır olmaz.

Aynı yıllarda Heisenberg ‘Belirsizlik Prensibi’ni ortaya attı. Buna göre, elektron dalga hareketi yaptığında parçacık özelliği kaybolur, parçacık gibi hareket ederse de dalga özelliği gözden kaçar. Dalga ve parçacık davranışlardan her ikisi de aynı anda gözlemlenemez, belirli bir zamanda bu davranışlardan sadece biri görülebilir.

Bir elektronun yerini belirlemek istersek (parçacık özelliği ile alakalı) onun momentumunu (dalga özelliği ile alakalı) o kadar çok bozarız ki, yerini öğrensek de momentumu, bir anlamda hızı bize gizli kalır. Aynı şekilde momentumunu tam olarak ölçtüğümüz zaman da parçacığın konumunu kaybetmişizdir.

Danah Zohar, Kuantum Benlik isimli kitabında şu konuyla ilgili şu örneklemeyi yapıyor:

"Elektron muammasını çözme işlemi biraz ilk psikiyatrik görüşmenin dinamiğine benzer. İdeal olarak bir psikiyatrist hastasıyla ilk görüşmesinde hem onun geçmişiyle ilgili gerçekleri öğrenmek, hem de onunla hoş bir iletişim kurmak isteyecektir. Fakat ortada bir sorun vardır; eğer psikiyatrist hastasına geçmişiyle ilgili sorular sorarsa bunların yanıtlarını alır, bu arada hasta o andaki kendi olma durumunda değildir ve geçmişine gömülür gider. Diğer taraftan eğer psikiyatrist daha yaratıcı ve alıcı bir dinlenme uğruna bu soruları sormayı bırakırsa hastanın o anki durumunu iyice kavrarken geçmişi hakkında çok az bilgi edinebilmiş olacaktır. Bu iki unsur birbirlerini dışlasa da hastanın durumuyla ilgili portreyi eksiksiz çizebilmek için ikisine de gereksinim vardır.”

Belirsizlikler, ihtimaller ve sıçramalar üzerine kurulu bu teoriden başlangıçta katkısı olmasına rağmen sonradan teorinin karşısında yer alana Einstein ‘belirsizlik prensibi’ni “doğada aslında belirsizlik yoktur, belirsizlik bizim bilgi ve teknik eksikliğimizden kaynaklanmaktadır” diye yorumlarken, Bohr ve arkadaşları “gerçeğin nihaî tabiatının kelimelerle ifade edilebilmenin ötesinde olduğu” görüşüne benzer yorumların yanında yer alır.

Aslında Einstein’ın sözünü ettiği belirsizlik değil, ‘hesaplanamazlık’tır ve Newton ile Laplace gibi bilim adamlarının ‘formüllerle geleceği öngörebileceğimiz yönündeki katı determinizmlerini yıkan Kaos Teorisi’nin getirdiği bir tanımdır. Kuantum fiziğinin içerdiği belirsizlik ise Bohr’un vazettiği veçhiledir. Çünkü kendisi hakkında hiçbir şekilde bilgi edinemediğimiz bir alan için ‘aslında orada bir şeyler var ama biz göremiyoruz’ demenin hiçbir fizikî ve fikrî temeli yoktur.

Yaratıcının mükemmel olduğu görüşünden hareketle kainatın ancak tıkır tıkır işleyen bir saat gibi kusursuz (?) yaratılmış olabileceği düşüncesi ortaçağ Hristiyan dünyasındaki hakim görüştü. Bir hakikatten yola çıkarak ‘normatif şuur hatası’ ile yanlış bir neticeye varan bu görüşe göre tabiat her türlü belirsizlik, ihtimaliyet ve tesadüfîlikten uzaktır; “yaratıcı acizmidir ki yarattığı evrende belirsizlik, ihtimaliyet ve tesadüfîlik bulunsun” diye sorar.

Aynı düşünceden hareketle Einstein Bohr’a “Tanrı evrenle zar atmaz” demiştir. Bohr’un cevabı ise harika:

"Albert, Tanrı’ya ne yapması gerektiğini söyleme!”

İBDA külliyatında varlık ve oluş bahsi şöyle geçer:

"Eşya ve hadiselerin çokluğunda bütün kainat, bir ânda var görünür, sonra yine aynı ân içinde yok olur. Varlıkla yokluk arasında öyle müthiş bir hız vardır ki, bu hızın sürekli inkılâpları bize her şeyi var gösterir ve aradaki yokluk hissedilmez; zira her ân, yokluğun peşini varlık ve varlığın peşini de yokluk takip edince, uzun bir müddet her şeyde varlık devamlı sanılır... Her ân ve lâhzada varlık ve yokluktan biri gelip biri gittiği için, ne gelenin geldiği ve ne de gidenin gittiği anlaşılır.”

İşte bu yaradılış ve yok oluş ‘tabiat ve fizik teorilerine göre’ gerçekleşiyor demek büyük hata olur. Determinizm (sebep-sonuç ilişkileri) aklın hadiselerin seyrinden çıkardığı formdur ve çoğu zaman ‘Allah’ın adetine-adetullah’a’ dışyüzden uygun geldiği için sebep-netice ilişkisi bize bir zorunluluk gibi gelir. Halbuki hakikatte böyle bir zorunluluk yoktur ve bu sadece insan aklının algısından ibarettir.

Dün Newton fiziği iken, bugün için kuantum fiziği, insanoğlunun Yaratıcı’nın yaratma faaliyetini anlama çabasından öte bir şey değildir. Tüm bilimsel modeller ‘Mutlak’ olana ‘insanî’ bir bakıştır ve bilim asla son sözü söyleyemeyecektir. Aslolan ‘metafizikî olan tabiattır’ ve işte bu metafizik bütünlüğün kendi dilimize eksik-gedik tercüme edebildiğimiz kısmına ‘fizik’ diyoruz. Açmak istediğimiz aslında İBDA Mimarı’nın şu sözü:

"Fiziki kanunlar tabiatla değil, bizim tabiatla olan ilişkilerimizle alakalıdır. Tabiat metafizikîdir.” (s.70)

Kuantum fiziğinde, eski Newton fiziğinin tam tersine, gözlemci ve gözlenen arasında ‘organik’ bir bağ vardır. Örneğin bir elektron, onu nasıl görmek isterseniz size öyle görünür. Bir elektron huzmesi çift yarıklı bir levhanın üzerine gönderilirse elektronlar su dalgaları gibi iki yarıktan da geçerek girişim yaparlar. Eğer levhaya hangi elektron hangi yarıktan geçiyor diye merak edip birer parçacık dedektörü yerleştirirseniz, bu sefer elektronlar parçacık gibi davranarak yarıkların bir tanesinden geçip giderler. Kuantum dünyasında deneyin sonucu kullandığımız ölçüm aletinin dilindendir. Yani bir ‘makine/alet bilmecesi’ ile karşı karşıyayız.

İnsanoğlu “varlığı anlamak için yapma varlıklara” ihtiyaç halinde ve bu çabayı ‘teknoloji’ ismi altında sürdürüyor (Tekhnetos (Yun.): Yapay, sunî). Bu noktada Mirzabeyoğlu insan-tabiat ilişkisini “tabiat ve araç-gereç ilişkisi” ve “insan ve araç-gereç ilişkisi” olmak üzere iki ara başlıkta inceliyor.

Elektronun ‘batınında’ aynı anda bulunan dalga ve parçacık özelliklerinden birisi kullandığımız alete göre ‘zahir’ olur. Klasik fizikte nasıl ‘parçaların’ konum, hız ve ivme denklemleri varsa, kuantum fiziğinde de ‘dalgaların’ hareketlerine dair bilgileri içeren ‘dalga fonksiyonları’ vardır. Dalga fonksiyonunun karesi ihtimaliyeti verir ve farklı ihtimallerden birinin gerçekleşmesine ‘dalga fonksiyonunun çöküşü’ denir. Elektronun önüne parçacık dedektörü koyarsanız dalga fonksiyonu çöker ve elektron parçacık davranışı sergiler. Aynı şekilde eğer dalga dedektörü koyarsanız dalga fonksiyonu çöker ve elektron dalga hareketi yapar. Elektronun ‘dalga fonksiyonu’ ile ‘dalga hareketi’ karıştırılmamalıdır. Dalga fonksiyonunun keyfiyeti “Önce söz vardı” hikmetinde geçen kainatın yaratılışından önceki ‘söz’ ile analoji kurularak anlaşılabilir.

İnsan ölçüm yaptığı sistemlerin dalga fonksiyonunu çökertir:

"… Nick Herbert, bazen, arkasını döndüğünde dünyanın her zaman “kökeni belirsiz ve amaçsızca akıp duran bir kuantum çorbası” olduğu duygusuna kapıldığını söylemiştir. Ama ne zaman yüzünü çevirecek olsa, dünya yeniden her zamanki gerçekliğine dönüşüyordu. Herbert, bu durumun bizi âdeta, dokunduğu her şeyi altuna dönüştürdüğü için hiçbir insan eline dokunamayan efsanevi Kral Midas’a benzettiğini düşünüyor. “İnsanoğlu da aynı şekilde, Kuantum gerçekliğinin dokusunu asla tecrübe edemez, çünkü dokunduğumuz her şey maddeye dönüşüyor. “İnsanoğlu da aynı şekilde, kuantum gerçekliğinin dokusunu asla tecrübe edemez; çünkü, dokunduğumuz her şey maddeye dönüşüyor!” demiştir.” (s.50)

Dokunamadığımız kuantum gerçekliğinin dokusu, yukarıda bahsettiğimiz dalga fonksiyonuna tekabül etmektedir. Tedaisi Necip Fazıl’ın ‘Madde ve Ruh’ başlıklı şu mısraları:

"Ne varsa nakış nakış, tabiatta, maddede,

Gözlerimdeki nurun aksi, beyaz perdede..."

Bu konuda "her şey gerçekleşmeden önce mümkün olma özelliğiyle vardır” hikmeti ‘dalga fonksiyonunun çöküşü’ bahsiyle düşünülebilir. Dalga fonksiyonu ‘mümkün’lerin varlık zeminidir. De Broglie’nin güzel bir sözü var:

"Geçmiş parçacıktır, gelecek ise dalga...”

Bu minvalde, dalga fonksiyonunu çökerten insan ve onun şuuru ise ‘biz ona bakmadıkça’ orada bir dünya var mıdır? Schrödinger’in kedisi diye bilinen kurgusal deneyde bu soruya cevap aranmaktadır. Schrödinger’in kedisi, bizim onu göremeyeceğimiz ışık geçirmeyen bir kutunun içinde yaşar. Aynı kutunun içinde radyoaktif bir maddenin gelişigüzel bozunmasıyla çalışan bir düzenek vardır. Bozunan parçacık %50 ihtimalle bir mekanizmayı çalıştırır ve bu mekanizma kediye yiyecek verir; %50 ihtimalle de başka bir mekanizmayı çalıştırır ve kedi bu sefer zehirlenerek ölür. Biz ona bakmadıkça dalga fonksiyonu çökmez ve bütün ihtimaller –tabiri caizse- kutunun içinde dalgalanır. Yani kedi ne ölü, ne de diridir. Bu, elektronun veya fotonun (ışık parçacığı) biz onu gözlemleyemediğimiz sürece dalga ve parçacık özelliklerinin her ikisine birden sahip olmasına benzer. Ne zaman ki kutuyu açıp bakarız, işte o zaman ‘gözlemimiz’ dalga fonksiyonunu çökertir ve kedinin ‘ölü’ veya ‘diri’ özelliklerinden birini görürüz. Bir anlamda kediyi ‘öldüren’ veya ‘yaşatan’ bizim gözlemimiz, şuurumuzdur.



Kuantum Alan Teoremi

1927’ye gelindiğinde Dirac, o güne kadarki bulgularla Einstein’ın İzafiyet Teorisi’ni birleştirerek kuantum teorisindeki birçok eksikliği de kapatmış oldu. Dirac, hesaplamalarına dayanarak her parçacığın bir ‘anti-karşı’ parçacığı olduğunu ileri sürdü ve sonraki yıllarda yapılan deneyler bunu doğrulardı. Örneğin elektron ve anti-elektron (pozitron) çarpıştırıldığında kütleler enerjiye dönüşüp çevreye Gama ışını olarak yayılır.

Sonraki yıllarda ‘yüksek enerji fiziği’ gibi bazı sahalara kuantum fiziğinin uyarlanması söz konusu oldu. ‘Kuantum Alan Teoremi’ diye bilinen bu teoremde, standart kuantum teoreminde olduğu gibi parçacıklara katı maddeler gözüyle bakılmak yerine, onların temel bir ‘alanın’ uyarımları olduğu düşüncesi vardır. Teoriye göre tüm varlık bir ‘enerji havuzu’nun dalgalanmasından ibarettir. ‘Kim Korkar Schrödinger’in Kedisinden’ isimli kitaptan:

"Parçacıkları görebiliriz, dalgaları da görebiliriz, fakat bunların hiçbirinin birincil veya kalıcı olmadığını biliriz. Kuantum gerçekliği erişilmez bir dalga/parçacık ikiliğini kapsar, ve dalgalarla parçacıklar birbirine dönüşebilir. Yüksek enerjilerde, bir parçacık bir başkasına dönüşebilir. Algılanan varlık düzeyinde, her şey bir çeşit geçiciliğe sahiptir.

Geçici gerçekliklerin bu kozmik dansını anlamlı kılmak için, fizikçiler onun ardında yatan şeyi anlamak zorundaydılar. Eğer parçacıklar ve dalgalar yalnızca tezahürler ise onlar neyin tezahürleridir? Bu soruya cevap aramak kuantum alan teoremini doğurmuştur. Bu teoreme göre, mevcut olan her şey, görüp ölçebildiğimiz tüm dalgalar ve parçacıklar, sözlük anlamıyla mev-cut-turlar veya fizikçilerin vakum diye adlandırdığı temel bir potansiyel denizinden “meydana gelirler”. Dalgalar ve parçacıklar (ve insanlar!), tıpkı denizde kabaran dalgalar gibi, temel vakumdan “dalgalanırlar” ya da “meydana gelirler”.

Fizikçileri vakuma benzer bir şey aramaya iten ilk güdü, izafiyet teoremine karşılık olarak ortaya çıkmıştı. Einstein, bir zamanların meşhur esirinin var olmadığını kanıtlamıştı. Evren jöleye benzer maddî yapıda bir şeyle dolu değildir. Bu durumda, ışık bir dalga olabildiği için o neyin üzerinde veya içinde dalgalanmaktadır? Parçacık fiziğinin sonraki keşifleri buna benzer bir soruyu gündeme getirmişti. Parçacıklar gelişigüzel bir şekilde ortaya çıkıp kayboldukları için, onlar neyden ortaya çıkmakta ve nereye gitmektedirler?

Parçacık fiziğinde yapılan deneyler, “hiçbir yerden” gelip yine oraya giden mevcut parçacıkların sanki onların üzerinde etkili olan bir şey varmış gibi, tahmin edilen yollarından az miktarda saptığını veya uzaklaştığını göstermişti. Kuantum alan teoreminin genişçe açımlanmış matematiksel çerçevesi, bu etkileri, her şeyi kuşatan, temel potansiyel alana, vakuma atfetmişti. Görünmeyen ve doğrudan ölçülemeyen vakum varlığın yüzeyinde ince bir itim uygulamaktadır, tıpkı kendisine dalan varlıkları iten su gibi. (Kuantum alan teoreminde bu Casimir etkisi olarak bilinir.) Adeta yüzeydeki tüm varlıkla çabucak kaybolan gerçekliğin çok ince bir temeliyle sürekli etkileşim içindedir. Bu temel gerçeklik, vakum, maddî, jöleye benzer esirin yerini almıştır. Evren vakumla “dolu” değildir. Doğrusu evrenin, onun “üzerine yazılmış” veya ondan meydana çıkmaktadır.”

Kuantum vakumu ve ‘matrix-döl yatağı’ gibi telakkilerin temelinde ilahî dinlerdeki evrenin üzerinde olduğu veya maddenin özünde bulunduğu söylenen ‘esir maddesi’ vardır. Esir maddesi bir yaratıcı telakkisine yol verdiği için resmi literatür tarafından Michelson-Morley deneyindeki başarısızlık gerekçe gösterilerek şiddetle reddedilir.

Michelson-Morley’in 1887’de esir maddesini ispatlamak için ışık ve optik bir düzenek kullanarak bir deney yapmışlardır, fakat ışık üzerinde herhangi bir ‘esir maddesinin’ etkisini gözlemleyememişlerdir. Deneye başlarken peşin kabul edilen Batıdaki hatalı esir tanımı ve deney aparatının esir maddesine uygunsuzluğu göz önüne alındığında Michelson-Morley’in tecrübelerinin yanlış olduğu görülür. Öbür taraftan deneydeki bu başarısızlık ‘esir maddesinin’ yokluğu şeklinde okunamaz. Zira bilimsel metodolojide bir deney aparatıyla bir şeyin varlığını veya varolan bir şeyin bir özelliğini gözlemleyemiyorsanız bu o şeyin veya o özelliğin olmadığı anlamına gelmez; en fazla “bu deney aparatıyla bu varlık veya özellik gözlemlenemiyor” denilebilir.





Kaos ve Kelebek

Kaos düzen, lineerlik (doğrusallık), basitlik ve tahmin edilebilirliğin bozulması demektir. Kaos teorisinin yaşı aşağı yukarı kuantum teorisiyle eştir fakat kuantum teorisinin şaşırtıcı bulguları kaos teorisini gölgede bırakmıştır. Bu teoride kuantumdaki gibi indeterminist (sebep-sonuç ilişkisinin yokluğu) olmasa da, sistemin ve neticelerin ilk girdilere bağlılığı yok denecek kadar azdır. Kaotik sistemlerde bir süre için düzenli ve tahmin sınırları içinde ilerleyen gidişat bir değerden sonra tamamen hesaplanamaz bir hale geçer; düzenli yükselirken ve bir noktadan sonra türbülansa girip gelişigüzel kıvrılmaya başlayan sigara dumanı gibi...

Kuantum fiziğinin nasıl kedisi varsa, kaos’un da kelebeği vardır. ‘Kelebek etkisi’ne göre Çin’de bir kelebeğin kanat çırpışı Kansas’da ertesi günün hava durumunu etkileyebilir. Eski fizikteki girdiler ve çıktılar arasındaki uygunluk zorunluluğu kaos fiziği ile tarihe karışmıştır; çok küçük girdiler kendi üstüne katlanıp birikerek beklenmeyen büyük sonuçlara sebep olabilir.

Kaos teorisi altında incelenen ve çok karmaşık ve gelişigüzel gibi görünen bazı sistemler de ufak değişikliklerle bir forma girebilir. Düzen ve düzensizlik yine bizim şuurumuza ait bir tasniftir.

Sosyal hayattaki insan kitlelerinin öngörülemez/tahmin edilemez hareketleri ile kaos teorisi arasında metaforik bağlar kurulabilir. Öbür taraftan, sosyolojik hadiseler fizikteki kaos teorisiyle açıklanamaz. Fizikte kaos teorisi bulunmamış hatta hiç olmamış olsa bile insan kitlelerin kaotik hareketi sosyoloji ilmi içinde doğrusuyla/yanlışıyla ayrı bir veridir. Benzer olarak Batı, Doğu’nun bin yıllardır sahip olduğu hikmetleri ancak kendi mantık ve teknik buluşları içinde benzerlerini gördükçe keşfedebilmekte ve kabul edilmektedir.



Sonuç

İslam bir dindir, içtimai ve siyasi sahalara olduğu gibi alınamaz. Çünkü içtimai ve siyasi sahada hal, şart ve zaruretler ‘zamana bağımlı iken – zaman ile değişirken’, din –hakikatiyle İslam- ‘zaman üstü’ hüviyetiyle böyle bir değişikliği kabul etmez. İşte nasıl içtimai ve siyasi sahaları hakikate nisbetle semerelendirmek için ‘İslam’a Muhatab Anlayış – ideoloji’ gerekliliği varsa, fizik ve bilim sahasında da İslam’a muhatab bir fizik ve bilim anlayışı ve politikası şarttır. ‘Sefine’ ‘kendi fiziğimize’ doğru ilk yol işaretidir. İBDA Mimarı’ndan:

"… Şer’î ölçüler ve ölçülendirmeler yanında, onların jandarmalığı altında bedahetlerle iş görme ve her mevzuun kendine has usul-esas ve kurallarını koyarak hakikatin sıhhatini tayin başlıca usul…” (s.180)

Meselelere girişten önce peşin fikrin zaruret ve kaçınılmaz olması karşısında, hükümleriyle bu zaruretin gidericisi ve hükümlerinin ‘garantörü-kefili’ İslam; kefalet meselesi…

Bilgi ve onun araştırılması (bilim) sürecinde maddecisinden ruhçusuna kadar ‘peşin fikir’ zaviyesinden temel sorun, “hangi peşin fikir?” ve beraberinde “peşin fikrin kefili hangi din ve onun fikir sistemi?” sorularının cevaplanmasıdır. İBDA Mimarı bir misalle soruyor:

"Meselâ, "boynuzlu at" veya "kanatlı insan”a dair bir tasviri ele alalım. Diyelim ki, bir insanın böyle bir düşüncesi veya eski mitolojilerde geçen böyle bir şey var… Bunu, “düşünceyi var olan olarak almak” bakımından nasıl değerlendireceğiz? Yani, “boynuzlu at” veya “kanatlı insan”ı, “peşin fikir”e mevzu olarak aramak ve değerlendirmek mi, yoksa bunları bir ifâdenin benzetmeli şekli diye mi görmek? Ve elbette neye göre ve ölçü ne? İşte burada, hem “Mutlak Fikrin Gerekliliği” bahsine, hem de İslam’ın “mistisizm” genellemesine konulamayacağı hakikatine çatıyoruz.” (s.178)

İBDA Mimarı durulacak ve at koşturulacak alanın Şeriat’in kontrolünde olduğunu ve bu dünya ile öte dünyanın KEFALET’inin de sadece İslam’da bulunduğunu belirtiyor ve yukarıda sorduğu sorunun cevabını veriyor:

""İlk insan”dan bugüne ve son insana kadar “insan sureti”nin aynı olduğu ve olacağının bilgisini ve kefâletini İslâm’dan biliyoruz. Bu çerçevede, mitolojik bir veri hâlinde “kanatlı insan” tasviriyle karşılaşsak, bunun sembolik bir mânâ ifâde ettiğini anlarız; aynı zamanda bunun, “hakikati olmayan mahiyet” nev’inden olduğunu da…” (s.179)

Başka bir misal de bizden: Müslüman bir bilim adamı asla beşeriyetin maymundan gelmesi ihtimali etrafında kafa yormaz ve bu düşünce üzerine harcanan mesaiyi abesle iştigal olarak görür. Bu peşin fikrin kefaleti İslam’dadır; İslam’a göre insan ilk defa insan olarak yaratılmıştır. Yine bu usulle alakalı olarak:

"Çoğu geri zekâlı ve pek azı “kulaktan dolma” kültür kırıntısıyla “aydın insan” rolüne çıkanların zannettiklerinin tersine, “bağımlı düşünce”, arayış ve hürriyete ters bir usul değil, rastgele arama ve “hakikati olmayan mahiyet” çerçevesindeki hürriyete sed çekmektir.” (s.7)

Fizik araştırmaları için, ‘ahlak’ bahsinde olduğu gibi ‘münfail – yapanı yaptıran’ içkin bir motor olarak İslam tasavvufu ve hikemiyatı, yeni fizikçilerin besleneceği yekpare ve yegane pınardır. Bugünkü bilimin bütün kavramsal altyapısı Eski Yunan’a dayanmaktadır. Kütle, uzay, zaman ve birçok mefhum hala ilkçağ filozoflarının tarifleri üzerine kaimdir. Batı Descartes’in ruhu ve bedeni iki farklı varlık cinsi olarak ayıran kartezyen felsefesinden sonra ruhu yok saymış ve tüm arayışını madde planına kurmuştur. Ruh ve bedeni yerine göre ayrı, yerine göre aynı, yerine göre de birbirine nisbetini vazeden bizim fikir sistemimizin teknolojisi daha farklı ve zengin olacaktır.

Kitabın takdiminden başlayarak yaptığımız yolculuğun sonunda tekrar takdime dönersek, İBDA Mimarı’nın “kaskatı bilinen madde hakikatinin bile lâtifleştikçe nasıl bir ‘şiir idraki’ne âit olduğunu anlayabilmek” için şiir usûlünün ilim usûlünden ayrılan yönlerini işaretlediğini söylemiştik. Eğer ilmin usûlüne bakacak olursak, söz konusu olan, bulunan teorik bir bilginin alet düzeyindeki uygulamalarının araştırılmasıdır.

Bugünkü fizikte yükselen trend, kuantum ve kaos gibi yeni teorilerin insan beyninin izahında kullanılmaya çalışılmasıdır. Zaten ‘fizik’ kelimesinin eski İngilizce, Fransızca ve Yunanca’daki lügat manası “art of healing”, yani “tedavi sanatı-tababet” olarak geçer. Tilkinin dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına ‘converge’ etmesi gibi, fizik de başladığı yere-tıbba dönecek gibi görünüyor. Bu manada Sefine’deki bahislere bakacak olursak, İBDA Mimarı’nın mevzuya yine tam göbeğinden girerek farkını gösterdiği görülmektedir. Açıkçası, tüm bunlardan haberdar olmamıza vesile olan da yine kendisidir.

Şu an için mevcut fiziğin ve tekniğin ulaştığı son nokta da insan zihnin uzaktan yönlendirilmesi teknolojisidir. Tafsilatını başka bir makaleye ısmarlayarak, mevzuu hakkında kestirmeden ‘olmaz’ diyenler için şunları söyleyebiliriz:

Örneğin bir tenis topunu duvara fırlatıyorum ve top duvarın arka tarafına duvara zarar vermeden ışınlanıyor diyelim. Newton fiziği ve bu fiziğin paradigmasıyla yetişmiş bir psikolog şüphesiz bu sözü hezeyan, bu sözün sahibini de hasta olarak nitelendirecektir. Halbuki kuantum fiziğinden ve yeni bilimin paradigmalarından haberdar olan başka bir psikologun konuya yaklaşımı çok daha farklı olacaktır. Çünkü kuantum fiziği ihtimaliyet hesaplarına göre böyle bir ihtimal gerçekten mevcuttur!..

Beklenen Nizam Dergisi
Ağustos-2003
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> HİKMET DAMLALARI Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com