EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Medyatörler/Dezenformatörler/iliştirilmişler/Darbetörler
Sayfaya git Önceki  1, 2, 3
 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ÇÖPLÜK
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Ksm 14, 2010 8:02 pm    Mesaj konusu: Ahmet Kaya'ya Yapılan Medya İnfazının Belgeseli Alıntıyla Cevap Gönder



SEMİH VESİLESİYLE YARGI, SİYASET, MEDYA ÜÇGENİNDE ADALET
Av. Mehmet TIĞLI
2 Aralık 2017



Semih Özakça beraat etti, onunla birlikte tutuklanan Nuriye Gülmen de tahliye oldu bu gün.

Peki öncesinde ne oldu?

Masumiyet karinesi asıl iken, savunması dahi alınmadan suçlu ilan edildi, ögretmenlikten atıldı…

Hakkı talep etmek kutsal, hak ve mesuliyet iken hakkını aradı diye jop yedi, gaz yedi, tutuklandı, hakkı için aç kaldı, dalga geçildi, siyasetin en üstünden terorist olarak damgalandı, rencide edildi, susturuldu, medyada çarşaf çarşaf terorist olarak afişe edildi.

Her türlü iftiraya mikrofon uzatılırken, kendisine “yahu kardeşim senin derdin ne” diye söz hakkı veren olmadı…

Hal böyle iken görsel ve yazılı medya siyasetin bildiri bülteni gibi davranarak hukuksuzluğa iştirak etti.

Medyanın görevi basına servis edilen bilgiyi haberlestirmek degildir.

Bu haber de değil, bir bülten, bir bildiridir.

“Basın bilgi almaz! Bilgiyi araştırır, bulur, toplar ve sunar“

Eksik ya da hatalarla dolu bir yargımız var…

Medya ve siyasetin müdehalesi ile hepten çalışamaz duruma geliyor yargı. Çalışsa da yapılan bu müdehalelerle sonradan telafisi imkansız onarılmaz yaralar açan kararlar çıkıyor. Bozulan psikolojiler, oluşan mağduriyetler, kişinin ve yakınlarının hayatından çalınan yıllar, yara alan vicdanlar, haksız kararlar neticesinde milletin cebinden çıkan tazminatlar…

Daha karar kesinleşmedi… Sonuçta karar onanabilir ya da bozulabilir. Ama bırakın önce yargı doğru ya da hatalı kararını versin. O zaman tartışalım siyasetiyle, medyasıyla, hukukçusuyla karar doğru mu yanlış mı diye… Doğru olan budur…

Lakin mahkemelerden önce, medya ve siyaset hükmü veriyor; İddia ediyor, yargılıyor ve infaz ediyor…

Ve bunun bedelini topyekûn millet ödüyor…

Av. Mehmet TIĞLI – 01.12.2017

Adımlar Dergisi

Etiketler:
ADIMLAR DERGİSİ beraat hukuk Medya Nuriye Gülmen Semih Özakça siyaset tahliye yargı

Açlık grevindeki Nuriye Gülmen: İyi ki varız, iyi ki beraberiz
03/12/2017



Yargılandığı davada ceza verilip tahliye edilen açlık grevindeki akademisyen Nuriye Gülmen, evine geldikten sonra destekçilerine mesaj verdi.

OHAL KHK’sıyla ihraç edilmelerinin ardından başladıkları açlık grevini sürdüren Gülmen ve öğretmen Semih Özakça 23 Mayıs’ta tutuklanmıştı.

Özakça, 20 Ekim’deki üçüncü duruşmada tahliye edilirken, önceki günkü karar duruşmasında beraat etmiş, Gülmen de ‘örgüt üyeliği’ iddiasıyla suçlu bulunmasının ardından tahliye edilmişti.

Tek şart iade

İki eğitimci de halihazırda işlerine dönebilmek için OHAL Komisyonu’na başvurmuş durumda. Ancak komisyondan henüz karar çıkmadı.

OHAL Komisyonu’ndan Gülmen ve Özakça için işe iade kararı çıkıp çıkmayacağı da kestirilemiyor.

Gülmen ve Özakça ise açlık grevlerini işe iade edilene kadar sürdürmekte kararlı. Özakça, “Suçsuzluğum kanıtlandığına göre işime derhal döndürülmek istiyorum” derken, Gülmen bu konuda bir şey söylemedi.

Ancak Gülmen’in ailesi, akademisyenin açlık grevini işe iade edilene kadar sürdüreceğini kaydetti.

Gülmen’den mesaj var

Gülmen, aylar sonra evine gelmesinin ardından Twitter hesabından bir de video paylaştı.

Gülmen şunları söyledi: “Herkese merhabalar. Ben artık dışarıdayım bildiğiniz gibi, tahliye oldum ve siz beni çok güzel karşıladınız. Çok teşekkür ederim ‘hoşgeldin’ mesajlarınız için. Teşekkür çok kuru bir sözcük her seferinde söylüyorum ama iyi ki varız, iyi ki beraberiz, iyi ki el eleyiz, sizleri çok seviyorum.”

Sağlık durumları ciddi

İkilinin sağlık durumu ise ciddiyetini koruyor.

Gülmen’in doktoru, akademisyen için “Her geçen günün aleyhine işlediğini” söyledi. Özakça ise durumunu şu sözlerle özetledi: “Hücre hücre eriyorum.”
Diken

Gazetecinin koltuk derdi
Ceren SÖZERİ
26 Mart 2017

Gazetecilikte soruyu sorma biçiminiz, duruşunuz, karşı tarafa hitap şekliniz mesleğinize bakışınızı gösterir. Çünkü o randevuyu kendinizin ya da bir yakınınızın menfaati için talep etmemişsinizdir, sorularınızı da kendi adınıza değil kamu adına sorarsınız. Bu sorumluluğun farkındaysanız görüşmeye çok iyi hazırlanarak gidersiniz ki kimsenin aklında bir soru işareti kalmasın. Görüştüğünüz kişi yanıtlarıyla sizi ve kamuoyunu yanıltmasın, bilgileri gizlemesin, çarpıtmasın. Bu yüzden dikkat ederseniz gazeteciler, özellikle siyasetçilerle konuşurken, koltuklarında hiç rahat değildirler. Sürekli notlarını kontrol ederler, almaya çalıştıkları cevap bir türlü gelmedikçe sıkıntıyla kıpırdanırlar. Kulakları muhataplarında, elleriyle not tutarken bir yandan da bir sonraki soruyu düşünmektedirler.

Siyasetçilere sorduğu zor sorularla tanınan ünlü İtalyan gazeteci Oriana Fallaci başarısının sırrını insanların sormaya cesaret edemediği soruları sorabilmesinin sonucu olduğunu söyler. Bazı gazeteciler yazarken ya da diğer gazetecilerle konuşurken cesur olabilirler ancak iktidar sahipleriyle yüz yüze geldiklerinde o cesaret kaybolur. Bu cesareti gösterebilen gazetecilerin karşısına çıkmak siyasetçiler için de zordur. Onlar için de sıkı bir hazırlık süreci söz konusudur. Gazetecinin bilgisi ve özgüveni karşısında sakince doğru yanıtları verebilmek oldukça stresli bir iştir. Yapılan yanlışlar hayat boyu siyasetçiyi takip eder. Gazeteci Ruşen Çakır’ın 2013’te Hopa’da öldürülen öğretmen Metin Lokumcu ile ilgili soruya “ses kasetlerini dinleseniz, resimleri görseniz emekli bir öğretmene bunlar yakışır mı diye düşünürsünüz” cevabını aldıktan “ama öldü efendim” sorusunu eklemesi ve o dönem Başbakan olan Erdoğan’ın “bilmem” cevabı yakın tarihimizin unutulmazları arasındadır.

Tahmin edeceğiniz üzere konuyu referandum yaklaşırken Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağırlandığı haber programlarına getirmeye çalışıyorum. Bu hafta CNN Türk – Kanal D ortak yayınında Hakan Çelik’in sorularını yanıtladı. Doğan Grubu için önemli bir yayındı. Gazete Duvar’ın yapmış olduğu hatırlatmaya göre Erdoğan en son 29 Mart 2013’te Hande Fırat’ın moderatörlüğünde Taha Akyol, Hakan Çelik ve Enis Berberoğlu’nun sorularını yanıtlamıştı. “Karargah rahatsız” haberi yüzünden Hande Fırat’a yönelik öfke geçmemiş belli ki, Taha Akyol iktidar medyası tarafından sık sık hedef gösteriliyor. Enis Berberoğlu milletvekili oldu, aynı zamanda MİT TIR’ları davasında müebbetle yargılanıyor. Soru sorabilecek gazeteciler muhalif damgası yiyip görevden alındı, geriye yalnızca Cumhurbaşkanının uçağına binme şerefine nail olan Hakan Çelik kaldı.

Uzun zamandır gözlemlediğim, izlerken beni tebessüm ettiren bir durum var, sizin de gözünüzden kaçmamıştır eminim. Erdoğan’ın karşısına geçen gazeteciler koltuklarına bir türlü oturamıyorlar. Hepsi her an kalkıverecekmiş gibi koltuğun ucunda, ellerini kollarını nereye koyacaklarını bilemiyorlar. Soracakları sorunun cevabını alıp alamayacaklarının sıkıntısından değil, daha ziyade ilk kez kamera karşısına geçiyormuş gibi tedirgin bir hal. Çoğunlukla bedenleri öne eğik biçimde Erdoğan’ın ağzından çıkanları onaylamak üzere hazır bekliyorlar.

“Diktatör denmesi sizi incitiyor mu?”

Normal zamanlarda gazeteciler siyasetçilerle, iktidarın en tepesindekilerle görüşmek için fırsat kollar, seçim dönemlerinde ise siyasetçilerin medyaya ihtiyaçları vardır. Erdoğan’ın birkaç hafta önce yerden yere vurduğu Doğan Grubu’na çıkma sebebi aradaki buzların erimesi değil, kendisine mesafeli ama kararsız seçmene ulaşma isteği. Ne var ki karşısında bunu değerlendirip toplumun kendisinden beklediğini verecek, bir başka deyişle soru sorabilecek güçte bir medya yok.

Son dönemin medya düşmanı siyasetçiler listesinde en tepelere aday olan Trump bile seçildikten sonra New York Times’a gitmiş, tüm haber merkezinin karşısına çıkıp soruları kendi üslubuyla yanıtlamıştı. Burada kuralları Erdoğan belirliyor. Yayın haber merkezinin stüdyolarında değil kendi seçtiği mekânlarda gerçekleşiyor, anlaşıldığı üzere gazetecileri de kendisi seçiyor. Programı gazeteciler açıp, girişte “hoş geldiniz” deseler de asıl konuk onlar. Zaman zaman “kamera şurayı net gösterirse” diyerek rejiye de müdahale ediyor.

Bir önceki hafta ATV-A Haber ortak yayınına katılmıştı. Karşısındaki gazetecilerden Banu El’in ilk sorusu “hangi maddeden başlamak istersiniz?”di. Hakan Çelik soruların hiçbirini ‘gazeteci’ sıfatıyla sormadı, hemen her soruya ‘efendim böyle eleştiriler var, ne dersiniz?’le başladı. Buna propagandada “aşılama yöntemi” deniyor yani karşınızdakine karşı görüşün kolayca çürütebileceğiniz argümanlarını sunarak kendi savunmanızı güçlendiriyorsunuz. Gazeteci burada, soru sormaya cesaret edemediği için, bu propaganda biçiminin kolaylaştırıcısı haline dönüşüyor.

Gazetecilik Türkiye’de artık kelle koltukta yapılan bir meslek. Yaşamını idame ettirme gayesiyle türlü baskıya katlanan meslektaşlarımızı hırpalamaktan ziyade, derdimiz mesleğin nasıl kurtulacağına kafa yormak olmalı. Ancak “hayır” kampanyası yapanlar her gün üçer beşer gözaltına alınır, tutuklanırken, altı milyon seçmeni olan bir partinin yöneticileri dâhil 13 milletvekili ve onlarca üyesi hapisteyken, Erdoğan yalnızca haber yaptıkları için cezaevinde olan, çoğu iddianame bekleyen yüzün üzerindeki gazeteciyi hırsızlıkla, çocuk istismarıyla ve terörist olmakla itham etmişken; bunların yerine “diktatör denmesi çok ağır bir ifade, sizi incitiyor, kırıyor mu?” sorusunu sormanın gazetecilikle açıklanacak bir yanı yok. Doğan Grubu’nu iktidar medyasından ayıran haftada üç gün tartışma programlarına iki-üç CHP’li siyasetçi çıkarmaksa referandumdan sonra o ‘sorun’ da halledilir. Ucuna oturulan koltukların fırlatma düğmesi de Erdoğan’ın elinin altında. Basın tarihi gazetecilik yerine iktidara yaslanıp propaganda aracı olan gazetecilerin ibret hikâyeleriyle dolu.

Evrensel

Yandaş Medyanın tetikçisi Nihat yukarılardan fırçayı yiyince bakın kaç tak attı
25 Şubat 2017



Nihat Doğan, 'Sen kimsin lan?' dediği Kenan İpek'ten defalarca özür diledi
FETÖ'den tutuklu gardiyanların mahkemeye takım elbise ile gelmesi üzerine görevli gardiyanlar hakkında 'alçak' dediği için kendisine sert tepki gösteren Adalet Bakanı Müsteşarı Kenan İpek'e "Sen kimsin lan" diyen Nihat Doğan, akşam yayınladığı mektupla defalarca özür diledi.

Beyaz TV'de yayınlanan programda FETÖ soruşturmasında yargılanan infaz koruma memurlarının adliyeye "şık" kıyafetlerle çıkarılmasını eleştirerek, "alçak gardiyanlar" diyen şarkıcı Nihat Doğan'a, Adalet Bakanlığı Müsteşarı Kenan İpek sert tepki göstermişti. İpek, "Şarkıcı olduğu söylenen" ifadesinin kullandığı açıklamasında Nihat Doğan hakkında dava açılacağını belirtmişti.

Doğan, İpek'in açıklaması üzerine dün tekrar televizyona çıkarak, "Sen kimsin lan, beni iyi dinle lan, haddini bil lan" sözlerini kullandı. Beyaz TV, canlı yayınlanan programda Nihat Doğan'ın 'lan' ifadelerini biplese de ekran başındakiler bu ifadeleri çok net bir şekilde duydu.

Nihat Doğan'a Bakanlık'tan 'alçak' yanıtı: Şarkıcı olduğu söylenen...

Nihat Doğan, hakaret içeren konuşmasından sonra sosyal medya hesabından ise defalarca özür dilediği bir açıklama yayınladı. Doğan, "Sayın müsteşarım terbiye sınırlarını aştım. İnanın attığınız twiti anlamadan yorumladım" dedi.

Doğan'ın özür mektubu şöyle:



Kaynak: Hukuki haber

Star yazarı: Tayyip Erdoğan'a ilk tekmeyi onlar vuracak
21.02.2017

Hükümete yakın Star gazetesi yazarı Lütfü Oflaz, “kraldan fazla kralcı” diye tanımladığı bazı AKP yandaşları için “Tayyip Erdoğan iktidardan düşse, ilk tekmeyi onlar vuracaklar” dedi.

Lütfü Oflaz, bugünkü “Tayyip Erdoğan’a değil gücüne tapıyorlar!” başlıklı yazısında, “Demokrasi açısından ‘Evet’ diyenler de ‘Hayır’ diyenler de saygıdeğerdir” dedi.

“Bunların yanında bir de her dönemde kraldan fazla kralcılık yapanlar vardır. Bunlar her dönemin güce tapıcılarıdır!” diyen Lütfü Oflaz, şöyle devam etti:

“Şimdi de herkesten fazla Tayyip Erdoğan’a tapmıyorlar mı? Tayyip Erdoğan’ın iktidar yürüyüşüne başladığından beri yanında olanları, Tayyip Erdoğan’ı sevmemekle suçlamıyorlar mı? Aslında bunlar Tayyip Erdoğan’a tapmıyorlar; onun gücüne tapıyorlar! Onun gücünden yararlanıp köşe kapmak, mevki makam sahibi olmak, servet yapmak gibi çıkarcılıklar sergiliyorlar.”

“TAYYİP ERDOĞAN’I İLK ÖNCE ONLAR SATACAKLAR”

Lütfü Oflaz, “Bu ülkede güce tapıcıları en iyi ben tanırım” diyerek “Hiç şüphem yok ki, yarın öbür gün Tayyip Erdoğan da güçten, iktidardan düşse, ilk tekmeyi onlar vuracaklar. Tayyip Erdoğan’ı ilk önce onlar satacaklar” ifadelerini kullandı.
BirGün

O İstedi Diye Beni Kovdular!
28 Aralık 2010
Hüsnü Mahalli

Genel Yayın Yönetmenimiz İsmail Küçükkaya 23 Aralık tarihli köşesinde ''Tarafsızlığımız çok net'' başlıklı çok önemli bir yazıyı kaleme almıştı. ''Mutlak bir gazetecilik refleksi ve haber takibiyle güçlendirilmiş NET haberler ve NET gazetecilik'' ilkesine vurgu yapan Küçükkaya, AKŞAM'ın ne denli özgür bir gazete olduğunu anlatıyordu.
5 yıldır AKŞAM'da yazıyorum. Küçükkaya göreve geldiği ilk günden bu yana ve bildik çevrelerin tepki ve baskılarına rağmen hiçbir yazıma müdahale etmedi ve hiçbir yazımla ilgili hiçbir söz söylemedi.

Oysa Yeni Şafak'ta yazdığım dönemlerde yakın dostum olan Genel Yayın Yönetmeni Selahattin Sadıkoğlu zaman zaman yazılarıma müdahalede bulunmuş ve ABD ve İsrail ile ilgili yazılarıma itiraz etmiş hatta bu yazılardan bazılarını sansürlemişti. Gazetede bazı arkadaşlar da 'ABD ve İsrail karşıtı yazılarımın çok sert olduğu' uyarısında bulunmuş ve bu yazıların yumuşatılmasını istemişti. Bense 'ABD Irak'ta; İsrail de Filistin'de insanları öldürürken yumuşak öldürsün ben de yazılarımı yumuşatayım ' türünden yanıtlar vermiştim.

Nitekim ABD'nin Ankara Büyükelçisi namı değer Edelman, 'Sezer Şam'a gitmemeli'' türünden tehditkar bir açıklama yapınca ben de 16 Mart 2005'te kendi köşemde ''Edelman sömürge valisi mi?'' başlıklı bir yazı yazmıştım. Gazeteye sık sık geldiği, adamlarını gönderdiği ve gazetede bazı arkadaşlarla sıkı fıkı dostluk ilişkileri içinde olduğunu bildiğimiz Edelman bu yazıya dayanamayıp farklı kanalları da kullanarak gücünü kanıtladı ve yaklaşık 10 gün sona beni gazeteden attırdı. Peki ne oldu?

5 yıl sonra Edelman'ın değil benim haklı ve doğru olduğum kanıtlandı.

Peki ne oldu?

Edelman ve Edelman dostlarının Türkiye aleyhinde nasıl çalıştıklarını hep birlikte gördük.

İşte bu nedenle İsmail Küçükkaya'nın yazdıklarını ben çok önemsiyorum. Çünkü ben o zaman da bugün de NET ama aynı zamanda ÖZGÜR yazıyorum.

NET gazetecilik yapıyorum.

Bunu da son Ahmet Davutoğlu'nun sohbetinde çok daha NET anladım. Cumartesi günü 40 kadar meslektaşımla birlikte Bakan'ın sohbetine katılmıştım. Üç buçuk saat süreyle çok net, açık ve samimi konuşan ve Türkiye'nin dış politikası ile ilgili tüm detayları anlatan Bakan daha sonra soruları yanıtladı.

Salonda bulunanlara güvenerek 'şunları yazmayın' diyen Bakan, bazı sorulara da sinirlendiğini hiç saklamadı. Çünkü bazı meslektaşlarımız Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı'na Türkiye vatandaşı bir gazeteciden çok İsrail ya da ABD mantığı düşünen gazeteciler olarak sorular sormayı tercih ediyordu.

Örneğin ''Neden İsrail ile barışmıyorsunuz'' ya da ''İran bombasından korkmuyorsunuz''...

İşte garip olan buydu. Bu gariplikleri katıldığım televizyon programlarının tümünde görmüş ve yaşamıştım. Huylu huyundan vazgeçmiyor.

Allah Bakan Davutoğlu'na sabır versin. Allah bazı meslektaşlarımıza NET haber, NET ve ÖZGÜR gazetecilik ihsan eylesin.

Bu da olmazsa İsmail Küçükkaya'nın tavsiyesine uyarak AKŞAM okumalarını sağlasın
Akşam

NTV'de Osmanoğlu rahatsızlığı

NTV'de Banu Güven'in konuğu olan Osmanoğlu torunlarından Adile N. Osmanoğlu Tars, Muhteşem Yüzyıl'ı tartıştı. Dizinin Osmanlı'nın imajına büyük darbe vurduğu sözleri sunucu ile konuğu sık sık karşı karşıya getirdi.

14 Ocak 2011

Muhteşem Yüzyıl tartışmasında yeni boyut. NTV’de Banu Güven’in programına konuk olan Adile M. Osmanoğlu Tars, dizinin Osmanlı’nın imajına büyük darbe vurduğunu savundu. Program sunucusu Güven ise konuğunu konuşturmamak için elinden geleni yaptı.

Padişahın aşkından önemli şeyler olduğun söyleyen Adile Osmanoğlu Tars, filmde Sultan Süleyman’ın çok garip şekilde gösterildiğini söyledi. Banu Güven’in ‘Siz tarihçi değilsiniz’ sözü üzerine Tars, “Evet tarihçi değilim ama Osmanlı’da bir padişah hiçbir zaman böyle acayip acayip şeyler yapmazdı.” Dedi. Tars, bizim ailemizde de birtakım şeyler konuşulurdu, biz Padişah’ın ulaşılmaz bir noktada olduğunu biliyoruz. Filmin içinde öyle bir hale gelmiş öyle bir laubalilik yapılmış ki Sultan Süleyman bahçelerde dolaşan sıradan bir insan haline getirilmiş. Bu Meral hanımın hayal dünyasıdır” dedi.

Banu Güven’in Kemal Kılıçdaroğlu ile yaptığı görüşmede dizi ile görüşlerini sorduğunu hatırlatması üzerine Osmanoğlu’nun gülmesi Banu Güven’i rahatsız etti. Güven, “Eğer sizin eleştirileriniz bir belgesele olsa idi ben buna hiç itiraz etmem görüşlerinize saygı duyardım. Ama bu bir film.” Dedi. Güven, “ Sizin atalarınızdan söz ediyoruz. Ailenizden ve yüzyıllarca öncesinden söz ediyoruz. Ancak bu kişilikler tüm topluma mal olmuş kişilikler.” Sözü üzerine Osmanoğlu Tars, “ Size öyle gözüküyor. O kişinin sizlere de faydası oldu. Dünya bu insanlara saygı ile karşılıyordu. Siz böylesine saygı duyulan bir imajı kalkıp böyle yapamazsınız.” Dedi.

Banu Güven, şehzade ile ilişkilerinin böyle yaşandığına ilişkin sözlerine ise Osmanoğlu, “ O da doğru değil, Benim babam, babaanmem Ayşe Sultan ile birlikte oturmak istediğinde dahi böyle bir laubalilik yoktu. “ dedi.

Banu Güven, bunu bir tarih kitabında okuduğunda veya bir film veya belgeselde görüldüğünde farklı değerlendirilmesi gerektiğini söylemesi üzerine Osmanoğlu Tars “ O zaman başka şahıslar kullanılsaydı. Osmanoğlu’nun adı kullanılmasaydı Hayali bir fantezi yapılsaydı” dedi. Banu Güven, “Aile içinde herkes sizin gibi mi düşünüyor” sözü üzerine Osmanloğu Tars “Aklı başında bütün aile böyle düşünür” dedi. Banu Güven, ailenin bir başka ferdi olan Roksan hanımın diziyi onayladığı şeklindeki sözlerine ise Osmanoğlu Tars “ Hayır yine yanılıyorsunuz. O da benim gibi düşünüyor. Onu da ekranlara emrivaki bir şekilde getirdiniz. Can Dündar’ın karşısına öyle çıkardınız. “ dedi. Osmanoğlu Tars, Roksan’a “Dizinin fragmanı gösterildi ve Roksan, diziyi görmeden bir şey söyleyemem dediğini anlattı. Orsanoğlu Tars, Roksan’ın kanala başka bir konu için çağrıldığını ve programda başka sorular yöneltildiğini söyledi.

Banu Güven, Sultan Süleyman’ın 16. Yüzyılda yaşadığını ve harem hayatını bir kurgu içinde televizyonlara taşındığını dile getirirken Osmanoğlu Tars, “Bizim insanımız henüz böyle bir kurguya hazır değil. İnsanlar olayların böyle olduğuna inanıyor. “ dedi. Banu Güven, ‘İnsanların neye hazır olup olmadığını neye dayanarak söylüyorsunuz Böyle olmadığına inanalar da var ” sözü üzerine Osmanoğlu Tars “Maalesef bunun böyle olduğuna inanan insanlar var. Bu konulara özel dikkat isteyen konular var. Daha önce Hürrem Sultan’ı da yapmak istediler ve başarısız oldular.

Banu Güven, programın sonuna geldiğini söyledi ancak cevap alamadığı konular olduğunu belirterek “ Osmanlı padişanları çok eşli olması bir gerçek mi değil mi” dedi. Osmanoğlu Tars, “Onların çok eşli olduğunu herkes biliyordu. O dönemin şartlarını bugün ile mukayese edemezsiniz. Çok eşli olması beni rahatsız etmiyor. Çünkü artık böyle değil” dedi.

Osmanoğlu Tarzi, “Bir şey yapılacaksa adam gibi başından itibaren doğru şekilde ortaya konsun herkes gizlenen saklanan şeyleri daha iyi görür” sözü üzerine Banu Güven’in şimdi bitimem gerekiyor dediği program daha sonra Sultan Abdulhamit’e ve tazminatta yaşananlara geldi.
(Haber7)

Pardon! Banu GüveNTV mi Orası?
17 Ocak 2011
Geçen hafta programında ağırladığı Osmanlı torunu hanımefendiye yapmadığını bırakmayan Banu Güven'e tepkiler sürüyor.
NTV'de Banu Güven'in Osmanlı torunu konuğuna yaptığı muameleye tepki sürüyor. Takvim Yazarı Bekir Hazar, bugün çok muzip bir başlıkla Banu Güven'in programındaki tavrını eleştirdi. Hazar, NTV de dokundurdu.

İşte Bekir Hazar'ın yazısı...

NTV'de Banu Güven hanım konuğuna soru yöneltiyor…
Misafiri cevap vermek için ağzını açıyor…

Banu Güven "Tamam ama" diyerek söze girip bir başka suale geçiyor.
Misafir tam cevap verecek Banu Hanım yine dalıyor, cevabı kendi veriyor. Yorum yapıyor, görüşlerini açıklıyor, başka soruya geçiyor.
Cevap verdirmeden bir başkasına…

Sonra bir başkasına…
Bir daha…
Bir daha…
Belli ki dolmuş…
Neden, niçin gaza geldi perde arkasını bilemiyoruz.
Sonuçta NTV'nin tarzı hepimizce malum…
Can Dündar'ın beyefendiliğinde bir kanal orası…

Misafirleri en iyi şekilde ağırlayan imajıyla tanınıyor.
Zaten başında da yıllarca birlikte çalıştığımız, çiçek gibi bir adam, kibar ötesi sevgili Ömer Özgüner var…

Banu GüveNTV mi orası diyesi geliyor insanın tüm bu gerçekleri görerek…
Yoksa NTV Banu Güvenmetv mi oldu?...
Yeni bir tarz mı hayata geçiriliyo?
Bilemiyorum…

Özkök'e Kimse Böyle Sert Çıkmamıştı
18 Şubat 2011
Haber Türk gazetesi köşe yazarı Umur Talu, Ertuğrul Özkök hakkında öyle bir yazı kaleme aldı ki; Özkök'ün ne omurgasını bıraktı ne de temiz bir yerini bıraktı.
Ertuğrul Özkök'ün Hürriyet gazetesindeki "Soner Hürriyet'e nasıl geldi" yazısında 10 yıl öncesine giderek "Hepsi beyaz atlara binip gittiler" diye laf attığı Haber Türk gazetesi köşe yazarı Umur Talu'dan Özkök'e çok sert bir şekilde cevap geldi.

Umur Talu da Özkök'e 10 yıl öncesini hatırlattı. Talu'nun 10 yıl öncesini hatırlatması Özkök'ü çok rahatsız edeceğe benziyor. Zira Talu, Özkök için öyle cümleler kurdu ki; Özkök'ün ne omurgası kaldı ne de temiz bir yerini bıraktı. İşte Talu'un bugün ki o köşe yazısının bir bölümü;

Yalan mı Vijdan

“Cesur ve bağımsız” köşe yazarı, “basın rezaletlerinin unutulmaz yönetmeni”; nehir gibi akmış, kenarından üfürmüş.

“10 yıl önceki basın özgürlüğü şampiyonlarını, mangalda kül bırakmayan öfkeli arkadaşları; efelenmeleri, galiz küfürleri, iftiraları, hakaretleri; özgürlük savunur gibi kin kusmaları” hatırlamış.

Çünkü şimdi RTÜK geçerken hepsi suspusmuş. “Nehir kenarı” sandalyesinde doğrulup “haksızlıkların sularda nasıl yıkandığını görerek, bugünkü vicdansızlıklara dayanma gücü” şeytmiş!

Üstüme alındım o basın özgürlüğü beyannamesini! Zaten şahsın bilinçaltı da böyle kıvranıyor.

***

“Arkadaş”; bir kere sen artık yıkanamazsın! Onca şerden sonra çok geç!
Hiçbir nehrin debisi seni temizlemeye yetmez; hiçbir nehir buna tenezzül de etmez!
Öyle kenarında oturur, kendini avutursun. Sandalyede doğrulursun belki; omurganı asla doğrultamazsın!
Bir açıdan haklısın; bugünkü RTÜK o günkü gibi yangın yeri olmadı. Bizim de hatamız, eksiğimiz elbet.
O kadar yalama yaptınız ki medyayı, artık çivi tutmuyor. Her iktidar yanaktan bir makas alıyor.

Lakin, madem çok cesursun, hadi medya grubunu sürükle; çok sıkı muhalefet yapın. Ama manipülasyon değil, muhalefet!

Bırak ihaleyi nehaleyi, “Gazetelerinizi, TV’lerinizi satın” diyen Başbakan’a uysal uysal “Peki” deyip iktidara yakın veya yabancıdan müşteri aramak yerine, gazetecilik isyanı başlatın.

Halk sana inanmayacak da kime inanacak!
Maliyeci olan Soner’e söyle; patrona yaranıp yüksek prim kapmak için kaçındığınız vergileri cebinizden koyun, basın tarihinin kadim gazetelerini baskı görmekten kurtarın.

Halk senin yanında olmayacak da kimin olacak!

***

10 yıl önce “yazanlar”a sallamışsın da, aklına o günler “hiç yazamayanlar, yazdırılmayanlar” hiç gelmedi mi?
İsimlerini saysam belki utanırlar; onca ünlü yazarın boyun eğdiği “tek kelime yazmayın” sansürü, biçtiğiniz yazılar; o nemli vicdanına, nehri bırak, irin gibi aktı mı? Mendilde bir sümük kadar iz bıraktı mı?
Benden hakaret pek gelmez; size de olmadı; olsa, eminim onca dava yığardınız.
“Hakaret” edenler, sülalenize “galiz küfür” sahipleri ise bugün grubunuzda; gazetende yazıyor, sana kankalık ediyorlar. Ve bu rezalete değil, adlarının anılmasına bozuluyorlar!

***

Yahu ben ne diyeyim sana!

10 yıl önce, tam bu ay, zaten o yüzden kovdunuz bizi.

Onca emeğimizi, gençliğimizi, yüreğimizi koyduğumuz gazetemizden, seni “hürriyet”inle, nehrinle, kenarınla, sandalyenle, varsa vicdanınla birlikte kelepir satın almış Milliyet’ten, bizi onca kişi kovdunuz.

Rahmetliler; Turhan Selçuk ile Duygu Asena ne desin sana! O gazeteye hayatını gömmüş Akal Atilla, hastaydı kapıya koyduğunuzda; o kırgınlıkla bir yıl daha yaşayabildi. Bu ay, kovulalı 10, öleli tam 9 yıl oldu.

İhaleniz, mülkiyetiniz sizin olsun; gazeteciye hapis de getiren o yasanıza karşı çıkan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti yönetimindeki üç kişiyi birden gazetelerinden kovmuştunuz. (Bir “Gazeteci” cemiyeti, seçilmiş yönetim kurulu üyelerini kovanları asla unutmazdı!)

Onların ikisi, Zeynep Atikkan ile Seçkin Türesay, yönettiğin “iktidar yandaşı” gazetedeydi. Zeynep, “iktidara yandaş” olmayacak kadar gazeteci, sana yoldaş çıkmayacak kadar onurluydu.
Üçüncü bendim; o sıra o nehrinizin içine şeydiyordum!

***

Kanunu veto eden; Anayasa Mahkemesi Başkanı iken kapısına dayandığınız, sonra sürpriz cumhurbaşkanlığında düşman bellediğiniz Sezer’e de onca şantaj haberle vurdunuz. Az mı kapısını aşındırmıştın; “şımarık, kibirli” bir randevu koparmak için. Az mı reddetti tıynetinizi. Başbakanlık odalarında az mı beklediniz Çankaya’yı da işgal için.
Aynı şantajı, iki onurlu iktidar milletvekiline, Uluç Gürkan ile M. Ali İrtemçelik’e de yaptınız.
Vetolu kanun aynen geçsin diye; yiğidim aslanım üç partili koalisyonu; sağdan sola, ulusalcıdan milliyetçiye rehin aldınız!
Yalan mı Vijdan!
Hadi rahat bırakayım, sen döne döne yıkan!
aktifhaber

RAHATTA DİNLE! BAY GAZETECİ
24 Şubat 2011
EREN EĞİLMEZ

Ekmeğini yazı yazmaktan çıkartan profesyonellerin işi gerçekten kolay değil… Hele de yazı yazmakla geçinen profesyonel kişi gazeteciyse, köşe yazarıysa işi çok daha zor. Sustuğu yazdığından fazla...

Zaten yaptığı iş elalemin işi yani bir patronu var ve ücret karşılığı yazıyor, bir de üstüne üstlük tarladan pamuk toplar ya da fabrikada vida sıkar gibi belli bir periyotta yazmak zorunda.

Profesyonel bir köşe yazarı tıpkı bir işçinin işine ve kendine yabancılaştığı gibi işine ve kendine yabancıdır. Çoğu kez “acaba bu sefer ne yazsam” diye düşünürken bulur kendini…

Yazar yazısına son şeklini verip işini paketledikten sonra “malı” patron temsilcisine teslim eder.

Patron temsilcisi de yazıyı alıp gazetesine basarak o yazarın okurlarını toplar, o topladığı okurları da reklam verene satar.

Televizyondaki işleyiş de bundan farklı değildir. Gazetedeki tiraj televizyonda reyting olur ama asıl satılan mal gene aynıdır.

O mal sizsinizdir yani izleyicidir.

Medya sektörünün sattığı mal ürettiği içerik değildir, o içeriğin tüketicisi olan kitle yani sizsinizdir bu nedenle bir işletme olarak medya sizi kazanmak için bildiği tüm numaraları yapar.

Peki, gazete patronu kurduğu bu mekanizma ile kâr edip servetine servet katabiliyor mu?

Cevap tabi ki hayır…

Kimse medya patronlarının gazetelerden büyük paralar kazandığını iddia etmez. Hatta medya patronu elindeki kitle iletişim aracına bazen o kadar çok ihtiyaç duyar ki, işletmesi zarar etse bile onu ayakta tutmaya çalışır.

Kimi medya patronları zarar eden medya işletmesini diğer sektörlerde faaliyet yürüten şirketleriyle finanse ederek ayakta tutar kimisi de maliyet kalemi olarak gördüğü çalışanlarının maaşlarını düzenli ödemez, şirkete hizmet ve mal satmış olan alacaklıyı haciz aşamasına kadar oyalar vs.

Medya patronu böylesi türlü işletmecilik oyunlarıyla maliyetleri en düşük seviyede tutar ve sektördeki zararını minimize etmeye çalışır.

O zaman soru şu; hayatını kârını maksimize etmek üzerine kurmuş olan bu tüccar çoğunlukla zarar ettiği bu faaliyet alanından neden çekilmez ve işletmelerini ayakta tutmaya çalışır?

Bu medya patronları daha düne kadar -kamu varlıkları (toplumsal mülkiyet) özelleştirme yoluyla şahıs varlıklarına (özel mülkiyete) devredilirken- devletin zarar eden işletmelerden kurtarılması gerektiğinin propagandasını kendi yayın organlarından yapmamışlar mıydı?

Zarar eden kamu işletmeleri için “milletin sırtındaki kambur” imgesini toplumun algısına çivileyenler bu medya patronları değil miydi?

Bu patronlar söz konusu kendi yayın organları olduğunda zarar eden yayıncılık şirketlerini neden kendi sırtlarında birer kambur olarak görmezler?

Medya patronlarının zarar etmeyi bile göze aldıkları bu çabanın asıl nedeni nedir? Zarar eden kimi kamu işletmeleri için yasalarda “kamu yararı” ve “görev zararı” gibi kavramlar mevcuttur. Peki, zarar eden medya işletmesi “neyin yararı” ve hangi “görevin zararı” uğruna ayakta tutulmaktadır?

KİT’ler bir dönem topluma ait zenginliğin şahıslara (holdinglere) aktarılmasında önemli işlevler gördü. Ancak KİT’lerin toplumsal zenginliğin yağmalanmasında gördüğü işlev hiçbir dönem KİT’lerin özelleştirilmesinde görülen yağmanın yakınına bile yaklaşmadı. Yasalarda yer alan “kamu yararı ve görev zararı” ilkesi en kötü koşullarda bile halkın yararına da işledi.

Halkından kopmuş bu devlet aygıtının kamu işletmelerini doğru yönetmediği, KİT’leri kamu yararından çok kamu kaynaklarını yandaş sermaye gruplarına dağıtmanın bir aracı olarak kullandığını çok iyi biliyorduk ama yine de özelleştirmelere karşı çıktık, hala da karşı çıkıyorum.

Geçmişte yapılan bilimsel çalışmalar gösterdi ki, kamu işletmeciliği doğru yapıldığında en iyi özel sektör işletmeciliğine kıyasla bile kat be kat verimli ve halk yararına ama asıl inancım şu ki; eğer bir gün devlet halkın eline geçerse şahıslara kaptırılmamış, devletin elinde kalmış bu işletmeler o gün halk yararına işleyecek.

Yoksa özelleştirmeci sistemin asıl işleyiş biçimi gayet açık; holdingler seçim öncesi siyaseti finanse ederler, siyasette seçimlerden sonra holdingleri…

Gerçekten de sistem gayet açıktır. Herşey göz önünde olur ve biter. Halk ülkesinde gerçekleşen büyük soygunun hem mağduru hem de tanığıdır ama bu soygundan davacı değildir.

Hükümet olma şansı olan partiler (Türkiye tarihinde, koalisyon dönemleri hariç, genelde iki tanedir) milletvekili listelerinde holdinglere kontenjan ayırdıkları gibi ayrıca holdinglerin çıkartılmasını beklediği yasalar konusunda da vaatlerde bulunurlar. Bu kontenjan ve vaat toplantıları ise asla göz önünde olmaz.

Seçimler aslında holdingler sisteminin profesyonel temsilcilerinin halka onaylatılıp meclise yollanmasıdır. Her sistem meşruiyetini halktan alır. Kendi siyasal programını, partisini ve temsilcilerini ortaya çıkaramayan halk ise sistemi kendi temsilcileri üzerinden değil önüne konulan seçenekler üzerinden tescil eder ve meşrulaştırır.

Milletvekili adaylarını parti genel başkanı ve yakın çevresi gerekli pazarlıklar sonucunda belirler. Halk sandığa gittiğinde çoğunlukla oy verdiği kişileri tanımaz bile… Halk sandığa gider, bir halkla ilişkiler harikası olan ve adına lider denilen o imaja oyunu verir ve evine döner. Evine gidince de yediği haltın sonuçlarını kan gözüne çökene kadar sabahlayarak izler.

Halkın yüzeyde siyaset olarak algıladığı şey aslında derinde profesyonelce yapılmış bir iletişim çalışmasıdır. İktidar kavgası aynı siyasal programa sahip farklı imajların yarışmasıdır. Farklı fraksiyonlardaki holdinglerin örtülü kavgası da zaman zaman bu imajlar üzerinden yürür. Halk adına üzücü olan şey ise, küresel ortaklara sahip holding fraksiyonlarının yereldeki bu çatışmasının bir toplumsal kamplaşmaya dönüşmesidir.

Onlar dünyaya ve ülkenize yeniden biçim verirken toplum olarak siz evinize dahi çeki düzen veremez haldesinizdir ama o iletişim harikası imajları cansiperane savunursunuz.

Halk adına çok daha üzücü olan şey ise; holding fraksiyonlarının bu çatışması/çelişkileri onların asıl büyük uzlaşılarını bozmayacak bir çelişkidir yani onlar karı-koca kavga eder ve barışırlar. Olan halka olur, siz arada kalırsınız.

O aile holdingleri kendi CEO’ları da dahil bazı kadrolarını bir partiye yerleştirirken aynı ailenin diğer fertleri de o partinin tam karşıtı olan parti ile siyasetin de ötesinde kimi dostlukları çoktan kurmuş olabilir ama hiçbir köşe yazarı bunları okuyucusuyla paylaşamaz…

Belki birileri ipin ucunu gösterse takke/kasket düşecek kel görünecektir ama o birileri kim olacak, gerçekleri halka ulaştırmayı kim kendine iş edinecek asıl mesele budur.

Bu yazının başında ne demiştik; ekmeğini yazı yazmaktan çıkartan profesyonellerin işi gerçekten kolay değil…

Hele de yazı yazmakla geçinen profesyonel kişi gazeteciyse, köşe yazarıysa işi çok daha zor. Sustuğu yazdığından fazla...

Asıl işi madencilik, petrolcülük, bankacılık, telefonculuk, uluslararası taşımacılık ve daha da garibi imamlık vb olan kişilerin medya patronu olduğu bir sistemde gazeteci hem geçimini sağlayacak hem de mesleğine, kendisine ve halkına ihanet etmeden işini yapacak.

Siz bu işi kolay mı sanıyorsunuz?

Hiç kolay değil…

NOT: Bu yazıyı Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da halkların isyanı yerine -medyada adına “yağma” denilen- el koyma olaylarını gören çikolata renkli o genç gazeteciye ithaf ediyorum.

Anlayacağı dilde konuşacak olursak:

Rahatta dinle!

Ta Libya'daki yağmayı gören keskin gözlerinin burnunun dibinde -kendi patronunca- gerçekleştirilen yağmayı da görmesi ve kolundaki pırpırlar henüz omzunda yıldızlara dönüşmeden erdemli olan yolu bulman dileğiyle bay gazeteci...
http://www.mizikacilar.com/Makale.aspx?ID=177

28 Şubat'a giden yolu medya manşetlerle açtı

24 televizyonunda yayınlanan bir programda Türkiye'yi adım adım 28 Şubat'a götüren gazete manşetleri tek tek hatırlatıldı
28 Şubat 2011
Ana Haber

Türk siyasi tarihine postmodern darbe olarak geçen 28 Şubat kararlarının yıl dönümünde Kapatılan Nokta Dergisi'nin yayın yönetmeni Alper Görmüş, vefat eden Saadet Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan'ın ölümüyle ilgili medyanın yayınlarında "son derece pişkin olduğunu" söyledi. Görmüş, "Medya bugün Erbakan'ın ölümünde iki yüzlü davranıyor." dedi.

Görmüş, Cihan TV Network bünyesindeki 'Akşam Ajansı' programına telefonla katıldı. Görmüş, 28 Şubat döneminin Başbakanı olan Prof. Dr. Erbakan'ın ölümüyle ilgili medyanın bugün çok pişkin olduğunu söyledi. Görmüş, "Necmettin Erbakan, 28 Şubatçılığın bir uzantısı olan belki de karargahı saymak gereken o dönem ki medyanın ağır ve çok haksız saldırılarına uğramış bir şahsiyetti. Fakat o her zaman, bunlara çelebilikle cevap verdi. Bakıyorum medyaya çok pişkin, suçlarını ve ahlaksızlıklarını kedinin pisliği örter gibi örtmüş bir medyayla karşı karşıyayız. Bugün gerçekten iki yüzlü davrandığını görüyoruz. Bence Erbakan'ın naşının defnedilmesinden sonra işin bu yanını da deşmek ve göstermek gerekiyor bunu yapmalıyız. Çünkü Necmettin Erbakan'a o süreçte haksız biçimde çok fazla tepki ve saldırılar yapıldı." dedi.

"HASDAL'A SİVİL ZİYARETLER SERBEST BIRAKILSA ÇOK İNSAN BİRİKİR"

Kapanan Nokta Dergisi'nin Genel Yayın Yönetmeni Alper Görmüş, 28 Şubat sürecinin bugün hangi noktaya geldiğine dair önemli bir tespit de bulundu. Görmüş, "28 Şubat bin yıl sürecek dediler, ne hale geldi, değerlendirmesindeki haklılığın yanı sıra hakikaten de Türkiye'nin bu tür, meşruiyet dışı müdahalelere karşı ne kadar yol aldığını görüyoruz. 28 Şubat'ın asli aktörlerinin hareket kabiliyetinin azalmasına rağmen, onların zihniyetlerinin sivil bir bedende yeniden ortaya çıktığını görmemiz gerektiğini hep hatırlatmaya çalışıyorum. Her yıl da bir vesile buluyorum. Bu yıl da şu soruyu sordum: 'Hasdal'a Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının ziyaretinden yola çıkarak, 28 Şubat gününde Hasdal'a sivil ziyaretler serbest bırakılsa orada ne kadar insan birikir? Eminim çok insan birikir. Çünkü gerçekten de o zihniyet, çok tuhaf bir şekilde geniş sivil kitleler tarafından tevarüs edildi. Buna çok dikkat etmek gerekir. Bu zihniyet laik, kentli, modern olarak kendisini tanımlayan geniş kitlelere sirayet etti. O anlamda yeni bir biçime bürünmüş olarak bu zihniyet varlığını sürdürüyor. Bunu çok büyük tehlike olarak görüyorum. Mesela cumhuriyet mitingleri siviller tarafından yapıldığı halde o zihniyetin devamıdır. Kendisini böyle tarif eden siviller arasında marjinalize olmasından sonra ancak 28 Şubat'ın her anlamda bittiğini söyleyebiliriz." ifadelerini kullandı.

Gazeteci Ali Bayramoğlu’nun 24’te hazırlayıp sunduğu Demokrasi Arşivi programında 28 Şubat darbe sürecinde medyanın oynadığı rol belgeleriyle gözler önüne serildi.
10 ARALIK 1996

Ankara’da dün toplanan Rektörler Komitesi, yargı ve basın üzerinde yaratılmak istenen baskılardan “ciddi şekilde endişe duyduğunu” açıkladı. 61 rektörün katıldığı rektörler komitesi bir deklarasyon yayınlayarak, Susurluk ve basına baskı konularında sert uyarılarda bulundu. Deklarasyonu YÖK Başkanı Kemal Gürüz okudu.



29 ARALIK 1996

Aczmendilerin aylardır firarda olan lideri Müslüm Gündüz, müridlerinin 24 yaşındaki kızı ile bir evde yarı çıplak durumda polis tarafından basıldı.

11 OCAK 1997

Erbakan, tarikat tartışmalarının ayyuka çıktığı bir sırada, Başbakanlık Konutu’nda bu akşam 51 tarikat ve cemaat liderine iftar veriyor.

2 ŞUBAT 1997

İran’ın Ankara Büyükelçisi Bagheri, Sincan Belediyesi’nin düzenlediği Kudüs gecesinde şeriat çağrısı yaptı. Dünyanın terörist ilân ettiği Hamas ve Hizbullah örgütleri liderlerinin posterleri altında yaptığı konuşmada, İran Büyükelçisi’nin sözleri sık sık tekbirlerle kesildi.

12 HAZİRAN 1997

Genelkurmay Başkanlığı, ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmaya çalışan irticaya karşı mücadelede gerekirse silah kullanacağını’ açıkladı.

3 ŞUBAT 1997

Sincan’da dün sabah 15 tank ve 20 kadar kariyer ilçeden geçerek Yenikent’teki tatbikat alanına gitti.

3 ŞUBAT 1997

Son dönemde şeriat yanlılarının gövde gösterisiyle gündeme gelen Sincan’da dün sabah 20 tank ve 15 kariyer geçit yaptı.

3 MART 1997

MGK bildirisini imzalamadığı gibi türbanı gündeme getirmeye hazırlanıyor. Erbakan pes etmiyor

HOCAYA 1 HAFTA SÜRE

3 MART 1997- RADİKAL: “DYP Grubu, dün Çiller’e ‘Bu hükümetten derhal çekilelim. Artık bu iş bitti’ restini çekti. RP’ye başbakanlığın devri için bir hafta süre tanındı.

1 MART 1997

MGK’nin 9 satlik toplantısında özellikle şeriat girişimlerine karşı çıkılması istendi.

Bir kulağımda Mesut Yılmaz diğerinde ise Çevik Bir vardı

Emekli ve muazzaf askerlerle görüşürek yaptığı haberlerde son dönemde öne çıkan Fikret Bila, bir gazete de yayınlanan röpartajında 28 Şubat döneminde ilginç bir anısını anlattı. Bila “28 Şubat’ta pek aleyhte yayın yapmadınız ama. Yani asker mi, Erbakan mı tercihinde askeri seçmediniz mi” sorusuna şu cevabı verdi: “Ve o zaman haber, hem 28 Şubat’ı sahneye koyan, uygulayan askeri kaynaklardan, hem de ona karşı gelmeye çalışan sivil kaynaklardan çok süratli bir şekilde geliyordu. Hani ben bir kulağımda Çevik Bir, bir kulağımda Mesut Yılmaz’la konuştuğumu biliyorum, aynı anda aradıklarında. Onların yine ben hiçbirinin özlerine dokunmadan yan yana asker bunu söylüyor, başbakan bunu söylüyor diye tarafsız bir şekilde verdim.”

Emekli Paşa 'Kullanılmış' 40 Gazeteciyi Açıkladı

28 Şubat'ın cuntacıları, işledikleri suçu meşrulaştırmaya çalışan gazetecileri ödüllendirdiği ortaya çıktı. İşte ödüllendirilenler...

01 Mart 2011
Anadolu Haber

Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Erol Özkasnak ve Kurmay Kıdemli Yüzbaşı M. İhsan Tavazar imzalı “Basınla Temas” başlıklı belgede, 28 Şubat sürecinde kullanılan gazetecilere teşekkür mektubu gönderilmesi talimatı verilmiş.

28 Şubat zulmüne alkış tutan gazetecilerin ödüllendirilmesini emreden belgede çoğu Doğan Grubu'nun yazarları olmak üzere tam 40 gazeteci var.

28 Şubat'ı post modern bir darbe olarak yaptıklarını itiraf eden Erol Özkasnak, Genelkurmay Başkanlığı Basın Yayın Halkla İlişkiler ve Tanıtım Daire Başkanlığı'na gönderdiği yazıda, Türk Silahlı Kuvvetlerini kamuoyunda en iyi şekilde tanıttıklarını iddia ettiği isimleri tek tek yazdığını ve yazarlara işbirliği ve hizmetlerinden ötürü takdir mektubunun gönderilmesini istiyor.

EMİRLERİ YERİNE GETİRENLERE TAKDİR VE TEŞEKKÜR

Erol Özkasnak yaptığı hukuksuzluklara alkış tutan gazeteciler için, “Söz konusu basın mensuplarına, bu çalışmalarında gösterdikleri işbirliğinden ve vermiş oldukları hizmetlerden dolayı takdir ve teşekkürlerimi bildiren mektuplar yazılacaktır” diyor.

İşte 28 Şubat darbesine alkış tuttukları için ödüllendirilmesi istenen gazeteciler:

Yücel Yener (TRT Gn. Md.), Güntaç Aktan (TRT), Ertürk Yöndem (TRT), Ertuğrul Özkök ve Sedat Ergin (Hürriyet), Derya Sazak ve Fikret Bila (Milliyet), Mehmet Yılmaz, İsmet Berkan (Posta), Zafer Mutlu, Fatih Çekirge (Sabah), Bilal Çetin ve Okay Gönensin (Yeni Yüzyıl), Orhan Erinç ve Mustafa Balbay (Cumhuriyet), Sebahattin Önkibar ve Kenan Akın (Türkiye), Ali Kırca ve Baki Şehiroğlu (ATV), Uğur Dündar ve Mehmet Akarca (Kanal D), Murat Saygı ve Mithat Sirmen (SHOW TV), Ufuk Güldemir ve Ümit Aslanbey (STAR TV), Murat Yetkin ve Nuri Çolakoğlu (NTV), Hulki Cevizoğlu ve Ardan Zentürk (Kanal 6), Bülent Öztürkmen ve Zafer Ali Aytaç (HBB), Ceyhan Batur (C TV), Ferhan Şaylıman (FLAŞ TV), Ali Baransel ve Metin Özer (TGRT), İlnur Çevik (TDN), Metin Yılmaz (AKŞAM), Mehmet Güler (AA), Elvan Baransel (AA) ve Mehmet Karaman (İHA)

28 Şubat darbesinde TSK'dan gelen emirler doğrultusunda yazan ve darbeyi destekleyen gazeteciler, 2003 yılında hazırlanan Balyoz Darbe Planında da kullanılacak yazarlar arasında bulunuyor.

28 ŞUBAT'TA KULLANILDILAR BALYOZ'DA DA KULLANILACAKLARDI

28 Şubat'ta cuntacılarla işbirliğinden dolayı takdir edilen Ertuğrul Özkök, Uğur Dündar, Ali Kırca, Sedat Ergin, Yücel Yener, Fikret Bila, Mehmet Yakup Yılmaz, Zafer Mutlu, Fatih Çekirge, Mustafa Balbay, Sebahattin Önkibar, Baki Şehirlioğlu, Nuri Çolakoğlu, Murat Yetkin, Hulki Cevizoğlu, Ali Baransel ve Mehmet Güler isimli yazarlar Org. Çetin Doğan başkanlığında hazırlanan Balyoz Darbe Planında da kullanılacak isimlerin başında yer alıyorlar.

EROL ÖZKASNAK: POST MODERN BİR DARBE YAPTIK

28 Şubat sürecinde yaşananlarla ilgili yine 28 Şubat'ta kullanılan Milliyet'e konuşan dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak, 28 Şubat'ta post modern bir darbe yaptık itirafında bulunmuştu.

Özkasnak, "Tek bir mermi atılmadı, tek bir burun kanamadı. Tıpkı NATO'nun Varşo Paktı'nı teslim alması gibi" demişti.

Cuntacı Erol Özkasnak şu açıklamalarda bulunmuştu: "28 Şubat, günün koşullarına uygun bir yöntemde gerçekleştirildi. O günün dünya ve ülke koşullarında 12 Mart ve 12 Eylül gibi klasik bir müdahale yapılamazdı.

Cumhuriyetin karşılaştığı tehlike, bir tek mermi atılmadan, demokratik mekanizmaların harekete geçirilmesiyle bertaraf edilmiştir. Silahsız kuvvetler kavramını kullanmamızın nedeni ve amacı budur."

“DEMİREL'İ ÇAĞIRDIK”

"28 Şubat sürecinin başlangıcı 11 Ocak 1997 tarihidir. O tarihte dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Demirel, Genelkurmay'a davet edilmiş ve kendisine 28 Şubat günü Milli Güvenlik Kurulu'nda verilen bilgileri içeren bir brifing sunulmuştur.

Cumhurbaşkanı'ndan başlayarak bu bilgiler toplumun aydınlatılması amacıyla basına, yargıya ve üniversite mensuplarına tekrarlandı."

28 ŞUBAT'IN ETKİLERİ

"Bugün 28 Şubat'ı küçümsemeye çalışanların bilmesi gereken bir gerçek de şudur: O süreç başarılı olmasaydı 18 Nisan 1999 seçim sonuçları alınamazdı. Cumhuriyete karşı irticai faaliyetlerin kaynağı olan akımlara 18 Nisan'da verilen oy desteği düşmüşse, bunun nedeni 28 Şubat'tır."
Kaynak: Habervaktim

Oda Tv'den Bayraktar açıklaması

Odatv, Ankara muhabiri İklim Bayraktar’ın, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile Antalya Milletvekili Deniz Baykal’ın adını karıştırdığı iddialar üzerine "yarı resmi" bir açıklama yaptı.Muhabir Bayraktar’ın "anlaşılmayan psikolojisi"ne de dikkat çekile

Odatv internet sitesinde yeralan "yarı resmi" adı verilen açıklamada, Odatv’nin Ankara Temsilcisi Mümtaz İdil’in yakın zamanda olup bitenlerle ilgili geniş bir açıklama yapacağı duyuruldu.

Bayraktar’ın açıklamalarıyla "Kamuoyunda dalga dalga yayılanların" tam anlamıyla "aptallıklar felaketi" olduğu belirtilen açıklamada, "ODATV’nin eksiği, yanlışı, günahı varsa şayet içtenlikle ifade edeceğimize emin olun. Ama şu anda kamuoyunun kafası ne kadar karışıksa inanın bizim de kafamız o denli karışık ve kimseye zarar vermeden olup biteni anlamaya çalışıyoruz" denildi. Açıklamada, şu görüşlere yer verildi:

-BAYRAKTAR’IN PSİKOLOJİSİ-

"Ankara ODATV’de çalışkan hevesli ve gönüllü çalışmaya başlayan İklim Bayraktar arkadaşa hiç kimse parti liderleri ve toplumun çok önündeki siyasi simalarıyla git röportaj yap gibi bir şey demedi. Aksine ’düzgün bir muhabir, bir iki yıl sakin, basit, sıradan haberler yapıp kendini geliştirmeli’ tembihi yapıldı. Ayrıca ‘uçmayın, kaçmayın sakin olun, meslekte yavaş yavaş ilerleyin’ denildi.

Anladığımız kadarıyla ortada psikolojik bir hadise var, çok yoğun çalışıyor oluşumuz mazeret değil ama ’sitemizde çalışmanın getirdiği heyecanla’ diyelim, arkadaşımız fazlasıyla kendine büyük roller biçmiş ve uçmuş?

Biz gazeteci ve yazarlarda bir terbiye vardır, siyasi liderlerle fazla yüz göz olunmaz, iki özel hikayelerle rahatsız edilmez.

Arkadaşımızın birkaç ay içinde bu kadar yoğun uçuşunu, ’sakın ha gizli kapalı örgütlü bir şey olduğunu asla ima etmiyoruz’, saflığıyla ve şimdilik psikolojiyle açıklamaya çalışıyoruz, bu psikoloji lafını dahi bu satırlarda geçirmek inanın bizler için çok ağır bir sorumluluk. Bunu dahi bizim ifade etmemiz insani durumlardan öte inanın güzel bir söz değil."

-KILIÇDAROĞLU VE BAYKAL’DAN ÖZÜR-

Açıklamada, Bayraktar’ın iddialarında adı geçen CHP Lideri Kılıçdaroğlu ile Antalya Milletvekili Baykal’dan özür dilendi. Açıklamada, şöyle denildi:

"Saygınlığını ve insani ölçülerini yere göğe koyamadığımız sayın Kılıçdaroğlu’ndan ve yine haksız ağır komplo yaraları almış çok saygın Deniz Baykal beyden ortalığı rezil bir şekilde tozu dumana katan çalışkan hevesli ama ne yapalım anlayamadığımız bir psikoloji içinde arkadaşı çalıştırdığımız için özür dileriz. Şimdilik anlayabildiğimiz bu, henüz gözaltından yeni çıkmış Mümtaz İdil ağbimiz, şüpheniz olmasın arkadaşımızın şahsi kimliğini de itinalı cümleleriyle sakınan bir açıklamasını mutlaka yayınlayacağız."
haberpan



NATOPERSTLER- Yalakalık İrsidir
Bülent ESİNOĞLU
22.04.2011

CIA’nın örtülü operasyonları, yayın organları tarafından, Türk halkının üzerine masum bir haber ve yorummuş gibi boca edilir.
Haber ve yorummuş gibi boca edilme işinde, hep Cumhuriyet Gazetesi öne çıkar. Solcu gibi görünmesi, halk nezdinde güven sağlıyor gibi görünmesi, bu tür haberlerin bu gazeteye sızdırılmasında önemli rol oynar.
Cumhuriyet Gazetesinin Dış Haberler Servisi, İsrail ve Amerika ile haberler yapar. İsrail ve Amerika’nın İslam ülkelerinde yaptığı mezalim, laiklik penceresinden Türk halkına çok doğru uygulamalar gibi aktarılır.
Cumhuriyet Gazetesinin Ankara Temsilcisi Utku Çakırözer, “ Türkiye’de NATO’yu sevdirme Kampanyası” başlıklı bir makale yazmış.
Dikkatle okudum, Çakırözer’in bu sevdirme kampanyasının ne tarafında diye…
Son yıllarda, Türk halkının NATO’ya güvenini yitirdiğinden söz ediyor. NATO’nun Türk halkı nezdinde, yeniden güven kazanması için NATO gençlik üzerinde çalışma yapacakmış. Yazı bir makaleden ve yorumdan çok haber niteliğinde.
Yani medya kanalı ile NATO öyle bir imaj tazeleme çalışması yapacak ki, bize medya kanalı ile “NATO’yu sevin” diyecekler, bizde seveceğiz.
Çakırözer’in verdiği haberden sonra, şu cümlesine bakın, Cumhuriyet Gazetesinin en öndeki kişisinin, Amerika’yı bize sevdirmek için ne kadar uğraştığına siz karar verin.
“Veto gücüne sahip olduğumuz ve bölgesel-küresel barışı sağlamak için önemli görevler üslendiğimiz NATO’nun, Türk halkı nezdinde imajının düzeltilmesinin Türkiye’nin kendi ulusal çıkarları açısından önemlidir.”
Amerika’nın çıkarları ancak bu kadar ince bir teknikle savunulur. Bu cümledeki Türkiye kelimesini kaldırın yerine Amerika koyun daha iyi.
Yani Çakırözer’e göre, NATO’nun Afganistan da Müslümanların canına kıyması bir modernizasyon ve demokrasi hareketi. NATO’nun Libya saldırısı demokrasi hareketi oluyor.
Türk halkı bu beyleri solcu sanıyor. Cumhuriyet Gazetesini de solcu sanıyor.
Emperyalizmi bize küreselleşme ve demokrasi diye anlatanlar solcu olamazlar.
Çakırözer’in şunu bildiğinden eminim.
NATO bir savunma örgütü değildir.
NATO Batının saldırı aygıtıdır.
NATO savunmaz böler.
Emperyalizmin Türk halkı nezdinde imajını düzeltmeye Cumhuriyet Gazetesinin gücü yetmez.
Emperyalizme, emperyalizm denir. Başka bir şey denmez. Emperyalizmi, uluslar arası ilişkiymiş gibi Türk halkına kakalamanın artık modası geçmiştir.
Cumhuriyet Gazetesinin de sürekli tiraj kaybetmesi de bundandır.
Emperyalizme karşı olmadan solcu olunamaz. Anti emperyalizmin kendini ifade ettiği tek gazetenin Aydınlık olacağı görünmektedir.
http://www.ordumillet.com/

M. Ali Birand bir acı itirafta daha bulundu
27 Mayıs 2011
Medyanın darbelerdeki rolünü anlattığı yazıları nedeniyle ‘laik meslektaşları’ndan tepki aldığını söyleyen Birand, “Gerçeklerden bu kadar çok korkmalarını anlamadım” dedi. Gazeteci Mehmet Ali Birand’ın medyanın darbecilerle ilişkisini ortaya koyan yazıları tartışılmaya devam ediyor. “Genlerimizde darbecilik vardı” ve “Askeri, laik kesim kışkırttı” diye yazan Birand, tepkileri sosyal paylaşım sitesi Twitter üzerinden cevapladı. Laik kesimin darbelerdeki rolünü tartıştığını söyleyen Birand, “En yakın laik meslektaşlarım olsun, dostlarım olsun atmadıkları pislik kalmıyor” ifadelerini kullandı.

YANLIŞLARIMI YAZSINLAR
Twitter hesabı üzerinden kendisini eleştirenlere sert çıkan Birand şunları söyledi: “3 gündür benimde dahil olduğumlaik kesimin eski darbelerdeki rolünü tartışıyorum. Kimseyi suçlamıyorum. Sadece tespitte bulunuyorum. Ancak maşallah benim en yakın laik meslektaşlarım olsun, dostlarım olsun atmadıkları pislik kalmıyor. Gerçeklerden bu kadar çok korkmalarına bir anlam veremiyorum. Söylediklerimin hangisi yanlış bana yazsınlar da tartışalım.”
Bugün

GAZETECİLERİN PARALI AJANLIK KAVGASI
15 Mart 2010



Star Gazetesi yazarı ve Sabah Gazetesi eski Genel Yayın Yönetmeni Ergun Babahan, 28 Şubat ve sonrasıyla ilgili önemli ifşaatlarda bulundu... Babahan "Fatih Altaylı ile Tuncay Özkan, Mesut Yılmaz’ın önünde bir tartışma yapmışlar.“MİT’TE kim maaşlı, kim gönüllü çalıştı” diye atışmışlar. Güya biri paralı, biri gönüllüymüş." dedi...


İŞTE BAHAHAN'IN TARAF'TA NEŞE DÜZEL'E VERDİĞİ SÖZLERİNDEN SATIR BAŞLARI

Hürriyet’le Sabah arasında kartel ilişkisi kuruldu. Ertuğrul, Zafer, Aydın Doğan, Dinç Bilgin, Yalçındağ, Sönmez Beyti’de akşam yemeğinde her şeyi konuşuyorlardı.

28 Şubat’ı ABD organize etti. Amerikan devleti adına en önemli ayak eski Ankara Büyükelçisi Abramowitz’ti. Sabah’a çok gelip gitti. Dinç Bey’le birkaç kez konuştu.

Zafer Mutlu toplantıda, manşeti “De-de rahatsız” yapalım dedi. Çekinip vazgeçti. O anda Fatih aradı. “De-de manşeti atmışsınız. Asker aradı. Yapmayın” dedi.

İSTİHBARAT kurumları, ajan gazetecilere şu adamı yıpratın der ve onlar da suçlayıcı haberleri ve yazılarıyla yıpratırlar. Biz Sabah’ta ajan olarak bir tek Ünal İnanç’ı bilirdik.

HÜRRİYET Grubu’nda ise Fatih Altaylı’nın ve Tuncay Özkan’ın Milli İstihbarat Teşkilatı ile ilişkileri biliniyordu. Eski MİT yöneticisi Mehmet Eymür onların ismini açıkladı.

FATİH Altaylı ile Tuncay Özkan, Mesut Yılmaz’ın önünde bir tartışma yapmışlar.“MİT’TE kim maaşlı, kim gönüllü çalıştı” diye atışmışlar. Güya biri paralı, biri gönüllüymüş.

ASKERLERİN mesajları bize, Sabah’ın Ankara Temsilcisi Fatih Çekirge üzerinden geliyordu.

HÜRRİYET devlet gazetesidir. Onların askerlerle ilişkisi çok farklıydı. Onlar askerle iç içe gibidir.

DOĞAN ve Sabah Grubu ayda bir buluşurdu. Ertuğrul Özkök, Zafer Mutlu, Aydın Doğan, Mehmet Ali Yalçındağ, Dinç Bilgin, Kenan Sönmez Beyti’nin üst katında biraraya gelirdi.

ERBAKAN, Türkiye’nin Başbakanı olarak gittiği Libya’da, Kaddafi’den fırça yemişti. Sonra Abramowitz Sabah’a gelip ‘Türk askerlerini tanıyamıyorum. Sünepe olmuşlar’ gibi laflar etti.

28 Şubat’ın organizasyonunda, Amerikan devleti adına en önemli ayak Morton Abramowitz’di.

ŞERİAT tehlikesi yaşandığına inanıyorduk. Ahmet Vardar, Salih Memecan, Can Ataklı karşıydı.

EN önemli işim, yazarları tek tek sansürlemekti. Hükümet yanlısı, asker karşıtı ise silerdim.

ÇİLLER’E Erbakan’la koalisyon kurdu diye çok öfkelendik. Kendimizi ihanete uğramış hissettik.

NEŞE DÜZEL'İN ERGUN BABAHAN'LA YAPTIĞI SÖYLEŞİ...

NEŞE DÜZEL: Siz 28 Şubat döneminde Sabah Gazetesi’nin yönetim kadrosundaydınız. O günlerde neler yaşandığını çok iyi biliyorsunuz. O günlerde gazete yönetimleriyle generaller arasındaki ilişki nasıldı?

ERGUN BABAHAN: Ben o dönemde yazıişleri müdürüydüm. Genel Yayın Müdürü Zafer Mutlu’dan sonra gazetede ben vardım. Askerlerin mesajları bize, Sabah’ın Ankara Temsilci Fatih Çekirge üzerinden geliyordu. Mesela Zafer Mutlu Alevidir ve Kürttür. Ankara bürodan sık sık, Zafer Mutlu’nun bu Alevi ve Kürt kimliğinin onun aleyhine kullanılabileceği mesajları gelirdi. Bu da Zafer Mutlu’yu çok tedirgin ederdi.

Kim gönderiyordu bu mesajları?

Herhalde asker gönderiyordu. Zaten Çiller hükümeti düşürülürken ve DYP dağıtılırken, hükümetten istifa etmeleri için kimi bakanlara Alevi kökenlerinden dolayı çok baskı yapıldı.

Gazete merkezlerine generallerden talimatlar Ankara üzerinden ne şekilde gelirdi?

O sırada Sabah’ın Ankara temsilcisi olan Fatih Çekirge, “Şu paşayla konuştum” diye bizi telefonla arardı. Fatih’in bizimle yaptığı konuşmalardan anlardık askerlerin ne isteyip ne istemediklerini. Askerler hoşlanmadıkları bir şey yayınlandığında Fatih’i telefonla arıyorlardı. O da bize, “Çok rahatsız oldular, köpürdüler” diye haber veriyordu.

Diğer gazetelerde de aynı sistem mi işliyordu?

Bildiğim kadarıyla Ertuğrul Özkök, askerlerle yakın bir gazeteci. Zaten Hürriyet devlet gazetesidir. Dolayısıyla onların askerle ilişkisi bizimkinden çok farklıydı. Askerlerle iç içe gibidir onlar. Ama şu var. Biz o dönemde Tansu Çiller’e, Necmettin Erbakan’la koalisyon kurdu diye çok öfkelendik. Sabah Grubu olarak kendimizi ihanete uğramış olarak gördük.

Niye?

Sabah’ın sahibi Dinç Bilgin Avrupa yanlısıydı ve askerin siyasete müdahale etmesine karşıydı. Tansu Çiller Sabah’ın siyasetçisiydi. Sabah Grubu, DYP Başkanı Tansu Çiller’i çok destekledi. Onun için çok kavga etti ve epey tiraj kaybetti. Ama Çiller’in bu desteğe rağmen gidip Necmettin Erbakan’la koalisyon için anlaşması ve RefahYol hükümetini kurması Dinç Bey’i şoke etti. O günü çok iyi hatırlıyorum.

O gün tam olarak ne yaşandı?

Fatih Çekirge Ankara’dan telefonla aradı. “Tansu Hanım, Erbakan’la hükümeti kuruyor” dedi. Ben, gene de çok emin olamadığım için “RefahYol’a doğru” diye bir manşet attım. Manşeti görünce Dinç Bey’in yüzü asıldı. “Oğlum olmayacak şeylere amin diyorsunuz. Böyle bir şey mümkün olabilir mi? Aydın Bey’le (Aydın Doğan) ben varız. Böyle bir koalisyon mümkün değil. Biz buna karşıyız” dedi. Dinç Bey, Çiller’in medyayı karşısına alamayacağını, medyaya rağmen RefahYol hükümetini kuramayacağını düşünüyordu.

Niye bu kadar emindi?

Çünkü o dönemde siyasiler çok zayıftılar. O akşam Zafer Mutlu Londra’dan aradı. “Tansu Hanım beni aradı, koalisyon protokolünü imzalamış. ‘Erbakan başbakan’ diye manşet yapalım” dedi. İki sene Erbakan, iki sene Çiller başbakan olacak diye protokol imzalamışlar. Nitekim Sabah’ın Çiller’le ve hükümetle ilişkileri ondan sonra gerilmeye başladı. Hatta Hyaatt Oteli’nde bir Sabah yöneticisi için verilen davette, Dinç Bey, Çiller için, “Hata yaptı, bedelini öder” dedi.

Sabah Grubu’nun askerlerle yakın ilişkisi o günden sonra mı başladı?

Türkiye’de gazetelerin Ankara bürolarının askerle ilişkisi zaten hep vardı. Çünkü asker, politik hayatın bir gerçeğiydi. O sıralar, Genelkurmay’a davet edilmek, bir asker, general tanımak çok önemliydi. Hürriyet Grubu ise zaten o dönemde Çiller’le kanlı bıçaklıydı. İşte o sırada Doğan Grubu’yla Sabah Grubu arasında kartel ilişkisi kuruldu.

Kartel ilişkisi ne demek?

Fiyatı beraber belirleyeceklerdi. Birbirlerinden adam almayacaklardı.

O dönemde medyaya bu iki grup hâkimdi. Birinden ayrılan sonsuza kadar işsiz kalıyordu, gazeteciliği bırakmak zorunda kalıyordu. Köle ticareti gibi bir durum değil miydi bu?

Tabii.

Gazetecilere karşı yapılan bu anlaşmanın bir benzeri siyasetçilere karşı da yapıldı mı o dönemde peki?

Tabii... Doğan ve Sabah Grubu ayda bir Beyti lokantasının üst katında toplanırdı. Ertuğrul Özkök, Zafer Mutlu, Aydın Doğan, Mehmet Ali Yalçındağ, Dinç Bilgin, Kenan Sönmez akşam yemeğinde buluşuyorlardı ve o yemekte her şeyi konuşuyorlardı. Hürriyet hep askerciydi de... Sabah Grubu öyle değildi. Sabah, 28 Şubat döneminde değişti. Bir de o zaman Amerika’nın eski Ankara büyükelçisi Abramovitz Sabah’a çok gelip gitti. Dinç Bey’le konuştu.

Anlamadım...

Erbakan, Türkiye’nin Başbakanı olarak gittiği Libya’da, Kaddafi’den çadırda fırça yemişti. Bu fırçadan sonra Abramowitz geldi mesela. “Türkiye gibi bir devlet nasıl böyle bir aşağılanmaya katlanabiliyor? Bu Türk askerlerini tanıyamıyorum. Sünepe olmuşlar,” falan gibi... laflar etti. Zaten 28 Şubat’ın organizasyonunda, Amerikan devleti adına en önemli ayak oydu.

28 Şubat’ı ABD mi organize etti sizce?

Tabii... Yanılmıyorsam... Abramowitz, bu iş için devreye girmeden önce, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nda Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerden bütün Türkiye ve bölge uzmanları ortak bir toplantı yapıyorlar. Darbe değil ama, darbe benzeri bir müdahale üzerinde anlaşıyorlar. Yol haritası o şekilde çiziliyor. Abramowitz o sırada emekli büyükelçiydi. Türkiye’yi çok iyi bilen ve herkesi tanıyan biri olarak Türkiye’ye gelip gidiyordu. O zamanlar, Zafer Mutlu’yla yaptığı görüşmelerde, ikisi arasındaki tercümeleri ben yapıyordum. Abramowitz, Dinç Bey’le de bir, iki kez görüştü.

Abramowitz ne istiyordu medyadan?

28 Şubat’ın altyapısını hazırlıyordu herhalde. RefahYol hükümetinin Türkiye’ye zarar verdiğini düşünüyordu. Sanıyorum Erbakan’ın bölge politikasından İsrail çok rahatsız olmuştu. O sırada Erbakan’ın kabinesinde Abdullah Gül ve Abdüllatif Şener bakandılar ama Erbakan’a karşı kimsenin sesi çıkamıyordu.

Peki, Refah kapatıldı yerine AKP kuruldu ve ilk seçimde Abdullah Gül başbakan oldu. ABD, Gül’ün başbakanlığına karşı çıkmadı, öyle değil mi?

Bilmiyoruz. Bakın şimdi Ergenekon soruşturmasıyla, 2002 -2003 darbe planları ortaya çıkıyor. Demek ki AK Parti hükümetine karşı bir darbe için altyapı hazırlıkları yapılmış. Belki Genelkurmay karargâhının bu planlarla doğrudan bir ilgisi vardı ve sonra yaşanan gelişmelerle tablo değişti. Çünkü şu bir gerçek. 1960 ihtilalinden sonra, alt kadrolar yanlış yapmasınlar diye orduda öyle müthiş bir istihbarat ağı kuruldu ki, Genelkurmay karargâhının ve Genelkurmay başkanının bilgisi olmadan orduda hiç bir darbe hazırlığı yapılamaz.

ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz, bu aybaşında gene ortaya çıktı ve Türkiye’nin İran’la ve Rusya’yla artan ilişkileriyle ilgili yeni uyarılarda bulundu. İsrail’le gerginliğin ABD’deki muhafazakâr kesimleri kızdırdığını, Başbakan Erdoğan’ın Gazze’de yaşananlara ‘soykırım’ demesinin Türkiye’nin Batı’daki duruşuna zarar verdiğini, Türkiye ile ABD ilişkilerinin önümüzdeki birkaç yılda zorluklar yaşayacağını söyledi. Abramowitz, Türkiye’deki kutuplaşmanın daha derinleşeceğine de dikkat çekti. Koalisyon hükümeti olasılığını bile dile getirdi. Abramowitz’i yakından izlemiş biri olarak, onun bu yeni açıklamalarını nasıl yorumluyorsunuz?

Obama, Ermenistan sınırının açılmamasına çok bozuldu. Abramowitz, Amerikan yönetiminin AK Parti hükümetinden rahatsızlığını ortaya koyuyor. Amerika’yla ilişkilerde sıkıntılı bir dönem başlıyor. İsrail lobisinin görüşlerini dile getiren ama neocon olmayan biridir Abramowitz. Amerikan politikasında önemlidir. Eğer yaşı ilerlemiş olmasaydı, bugün Obama yönetiminde yer alırdı. Abramowitz, Türkiye konusunda söyledikleri kabul gören biridir. Ben olsam, onun sözlerini ciddiye alırım.

Gazeteci-asker ilişkilerine dönersek... Generallerden gazetelere talimatlar gelir miydi?

Ankara büroya gelirdi.

Neler yazılmasını isterlerdi?

Sincan olayını çok önemserlerdi. “Dört yıldızlı uyarı”, “Komutanlar rahatsız” gibi manşetler atılmasını isterlerdi. Bu manşeti hangi generalin attığını bilemiyorum. Belki o manşeti general atmazdı da, bizim Ankara büro manşet bulamayınca bunu oturup yazardı... Ama şu var. Bu herhalde bizim de işimize geliyordu. Dediğim gibi o sırada hem Çiller’e büyük bir öfke vardı. Hem de Erbakan’a, “Türkiye’yi Suudi Arabistan yapacak” diye bir güvensizlik vardı. Bizim de o sırada, solculuktan gelen ateist damarımızla, dinle ilgili her şeye şüpheyle bakan laikçi damarımız birleşmişti. RefahYol koalisyonunun, hayat tarzımızı değiştireceğini düşünüyorduk ve askeri doğal müttefikimiz olarak görüyorduk.

Psikolojik harbin ürünü olduğu apaçık olan o Fadime manşetlerine gerçekten inanıyor muydunuz?

Şeriat tehlikesi yaşandığına yüzde yüz inanıyorduk. Bizler aktif laiklerdik. Sadece rahmetli Ahmet Vardar ve Salih Memecan bu yayın politikasına ve askerle işbirliğine çok kesin karşı çıkıyorlardı. Can Ataklı, Çiller’e yakındı, o da benimsemiyordu. Mehmet Barlas da yayın politikasına karşı çıkıyordu. Geri kalan herkes RefahYol hükümetinin gitmesini istiyordu.

Darbeyle gitsin, öyle mi?

Biz o dönemde, askerle müttefik olmaktan rahatsız değildik. Türkiye’yi belaya sürükleyen bir hükümete karşı düzen kavgası veriyorduk biz. 28 Şubat’ı darbe olarak görmemiştik.

Bugün baktığınızda ne görüyorsunuz peki?

Korkunç tabii.

Askerler, nelerin yazılmasına kızarlardı?

Askerler, kendilerini eleştiren, hükümeti öven yazıların yayımlanmasını istemiyorlardı. Ben 28 Şubat sürecinin sonuna doğru depresyona girdim zaten. Benim o dönemde gazetede en önemli işim, oturup bütün köşe yazılarını okumak ve yazarları tek tek sansürlemekti. 28 Şubat’taki baskılar, bizlerde öyle tuhaf bir duygu ve ruh hali yaratmıştı ki... En ufak bir cümle bile hükümet yanlısı, asker karşıtı gelebiliyordu bize. Ben o bölümleri yazılardan siliyordum.

Yazarları çok sansürlediniz mi o günlerde?

Çook... Bir korku atmosferi yaratılmıştı. Düşünün, 28 Şubat’ın generali Erol Özkasnak, Mehmet Altan için “Onu süngüye oturtup Güneydoğu’da dolaştırırım” demişti. Faşizmin ne olduğunu, o döneme baktığımda şimdi daha iyi anlıyorum. İnsanın bayağı ruhunu ele geçiriyor faşizm. Bir gün Zafer Mutlu yazıişleri toplantısına geldi, Manşeti, “De-de rahatsız” yapalım dedi.

De-de mi?

Derin devlet yani... Sonra, “Bu manşet, bela çıkarır başımıza” dedi ve de-de başlığından vazgeçtik. Beş dakika sonra Fatih Çekirge Ankara’dan telefonla aradı. “De-de manşeti atıyormuşsunuz. Beni aradılar. Yapmayın” dedi. Haber anında askere gitmiş.

Ajan gazetecilerin sayısı basında çok mu fazladır?

Çok fazladır. Meşhur bir Hayri Birler olayı vardır. Hürriyet’in Ankara bürosunda ikinci adam olarak çalışırken, esas işi açığa çıkıyor ve Hürriyet’ten ayrılıyor ve gerçek işine geri dönüyor. MİT’in Diyarbakır bölge müdürü oluyor.

Bu ajan gazeteciler ne yaparlar?

Karakter suikastı.
T24

Rafael Abi Sırra Kadem Bastı!
10 Mart 2011
Açık istihbarat

Rafael Sadi'nin katılımı ile birlikte Odatv'de ilginç İsrail haberleri okumaya başladık. Wikileaks belgeleri üzerinden sistematik bir İsrail'i aklama faaliyeti başladı.

İsrail'e görev için giden gazetecilerin neredeyse tamamı kendisiyle tanışmıştır. 19 yıldır İsrail'de yaşayan Türkiye kökenli bir musevi. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ziyaretleri başta olmak üzere özellikle Türkiye'den İsrail yapılan üst düzey ziyaretleri "gazeteci" sıfatıyla yakından izler. Pos bıyıkları, iri göbeği ve ağzından düşürmediği sokak argosu ile yolda görseniz tipik bir Türk esnafı zannedersiniz.

İsrail'e giden gazetecilerle yakından ilgilenir, gidecekleri yerlere arabasıyla götürür, "Ye
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pzr Arl 03, 2017 10:11 pm tarihinde değiştirildi, toplam 13 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş Mar 10, 2011 8:24 pm    Mesaj konusu: DARBE MANSETLERI Alıntıyla Cevap Gönder















1960 Darbeslerde Atılan Manşetler?
10 Mart 2011
Emniyet Müdürlüğü Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü tarafından hazırlanan raporda, Türk medyasının, darbe süreçlerinde darbecilere destek verdiği açıkça görülüyor
..

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, “Biz bu ülkede bir kısım basın kuruluşlarının, demokrasiyi rafa kaldırma operasyonlarında nasıl görevler yüklendiğini çok iyi biliyoruz, çok iyi hatırlıyoruz. 1960'ın hemen öncesinde ülkede kaos oluşturmak, toplumu kışkırtmak, müdahaleye zemin hazırlamak için gazetecilerin ve yayın kuruluşlarının nasıl vazife yüklendiklerini ya da durumdan nasıl vazife çıkardıklarını biliyoruz. Aynı şekilde, 28 Şubat sürecinde manşetlerin nerelerde hazırlandığını, nasıl ısmarlama manşetler atıldığını, köşe yazarlarının ellerine nasıl ısmarlama konular verildiğini de çok iyi biliyoruz” şeklindeki sözleri, Türk medyasının darbe dönemlerindeki rolünü gündeme getirdi.

İstanbul Emniyet Müdürlüğü Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü tarafından, ülkemizde bugüne kadar meydana gelen darbeler ve darbe süreçleri ile Balyoz Darbe Planı arasındaki benzerliklere ilişkin 10 sayfalık rapor hazırlandı.

Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürü 3. Sınıf Emniyet Müdürü Hüseyin Işıldak tarafından hazırlanan rapora göre; 27 Mayıs darbesi, 9 Mart 1971 darbe teşebbüsü, 12 Mart 1971 Muhtırası, 12 Eylül 1980 darbesi ve 28 Şubat 1997 Post-Modern darbe olarak nitelendirilen askeri müdahale süreçlerinde medya aktif rol oynamış.

EN BÜYÜK DESTEK HÜRRİYET GAZETESİ'NDEN...

Raporda, Hürriyet gazetesinin darbe planlayanlara büyük destek verdiği gazete kupürleriyle açıklanıyor.

Raporda; 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleşen askeri darbesinin ardından Hürriyet gazetesinin, “Türk Ordusu Vazife Başında, Silahlı Kuvvetlerimiz Bütün Yurtta İdareyi Fiilen Ele Aldı” başlıklı manşetle çıktığı, dönemin Cumhurbaşkanı ve Başbakanı'nı köpek olarak tasvir edildiği belirtiliyor.

Raporda; Hürriyet gazetesinin yanı sıra birçok gazetenin, 12 Mart 1971 muhtırası ve 12 Eylül 1980 darbesinde, darbenin gerekli olduğu düşüncesinin halka benimsetilmeye çalıştığı belirtiliyor. Raporda; Hürriyet gazetesinin 28 Şubat sürecinde ise, “Gerekirse Silah Bile Kullanırız” başlıklı manşetini kullandığına dikkat çekiliyor. Yine raporda, Balyoz Darbe Planı'nda belirtildiği şekli ile bir kısım medyada haberler yaptırıldığına dikkat çekiliyor.

DARBE SÜREÇLERİNDE GAZETE MANŞETLERİ

3. Sınıf Emniyet Müdürü Hüseyin Işıldak tarafından hazırlanan 10 sayfalık raporda, darbe süreçlerinde medyanın rolü ise şöyle anlatılıyor:

27 MAYIS 1960 DARBESİ: Ülkeyi kaos ortamına götüren bu olaylara bakıldığında; 1955 yılında Rumlar tarafından Kıbrıs Türklerine yapılan baskılar Türk kamuoyunun gündeminde ilk sırada yer almıştır. Dönemin en çok satan gazetesi Hürriyet gazetesinde “İstanbul'daki Rum azınlığın aralarında bağış toplayarak, Kıbrıs Rumlarının Enonis çetelerine gönderdiği” haberi yapılmış, bu gelişmeler yaşanırken 6 Eylül 1955 günü saat: 13:00 sıralarında radyoda, “Atatürk'ün Selanik'teki evinde bomba patlaması” haberleri yayınlanmıştır. Bunun üzerine İstanbul Ekspres gazetesi, o dönemde tirajı 20 bin olduğu halde, 6 Eylül'de 290 bin adet basarak bu olayı “Atamızın evi bombalandı” şeklinde manşet yapmış, gazetenin bu baskısı o dönemde kurulan “Kıbrıs Türk'tür Derneği” üyelerince bütün İstanbul'da satılmaya ve halkı galeyana getirmek üzere kullanılmaya başlanmıştır.

Tüm bu yaşanan olaylar sonrasında, çeşitli gençlik örgütleri, meslek kuruluşları, İstanbul'a dışarıdan getirilmiş olan kitleler ve galeyana gelen yerel kalabalıklarca, İstanbul'da Rum, Ermeni ve Yahudilerin göç etmesi ile sonuçlanan 6-7 Eylül 1955 tarihindeki provokatif toplumsal olaylar meydana gelmiştir. (...)

Darbe planlayanların ekmeğine yağ süren dönemin medyası, 27 Mayıs 1960 günü yaptıkları haberlerde, “Kahraman Türk Ordusu Bütün Memlekette Dün Gece Sabaha Karşı İdareyi Ele Aldı (Cumhuriyet)”, “Türk Ordusu Vazife Başında, Silahlı Kuvvetlerimiz Bütün Yurtta İdareyi Fiilen Ele Aldı (Hürriyet)”, “Demokrasiyi Tesis İçin İktidar Deviren İlk Ordu: Türk Ordusu (Akşam)” başlıklı yayınlarla darbe ve darbecileri haklı gösterip desteklerken, darbe sonrasında ise darbecilerin hayat hikayeleri ve dünya görüşleri ile ilgili yayınlar yaparak, darbecilerin her birini birer halk kahramanı olarak lanse etmiştir. (...)

Hürriyet gazetesinde 14 Haziran 1960 tarihinde yayınlanan bir karikatürde, Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes'in çok çirkin bir şekilde köpek olarak tasvirlerine yer verilmiştir.”

12 MART 1971 MUHTIRASI: 15 Şubat 1971'de kaçırılan Amerikalı bir çavuşla ilgili haberi Hürriyet gazetesi 16 Şubat 1971 tarihli baskısında, “Tabanca, molotofkokteyli, dinamit, banka soygunları.... Nihayet Adam da Kaçırdılar” başlığı ile manşetten duyurmuş, ilgili haber hakkında, “Meçhul eller tarafından süratle kargaşalığa sürüklenen Türkiye'deki olaylar zincirine dün yeni bir halka daha eklenmiştir” tanımlaması kullanarak, ülkenin içinde bulunan zorlu süreci daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir.

12 EYLÜL 1980 DARBESİ: Medya daha önceki darbe süreçlerinde olduğu gibi gerek açıktan gerekse yaşanan olayları halka aktarış şekliyle 12 Eylül 1980 darbesini destekler bir tutum sergilemiştir.

“Bayramın kanlı bilançosu: 20 ölü Sağ kalmak zorlaştı, Dün Malatya bugün Sivas yarın başka şehir... Kaç kişinin nerede nasıl can vereceğini bilemez olduk. Ölen ölene vuran vurana. Anarşi kol gezmiyor hayula olup karşımıza dikiliyor (7 Eylül 1978 Hürriyet)”, “Halk endişeli Çorum'da bu iş durmaz (7 Temmuz 1980 – Hürriyet)” şeklinde haberler yapılarak, darbenin gerekli olduğu düşüncesinin halka benimsetilmeye çalışıldığı görülmektedir.

Medyanın rolü, darbenin yapılmasının ardından 13 Eylül 1980 tarihli Halka ve Olaylara Tercüman gazetesinin 1. sayfasında, “Ordu Mecbur Kaldı” ve Günaydın gazetesinin 1. sayfasında “Amaç Demokrasiyi Rayına oturtmak!” başlıklı haberler yapılması ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren'in oluşturulan Milli Güvenlik Konseyi kararıyla sık sık TRT ekranlarına çıkarak, kamuoyunu darbenin meşruluğu konusunda ikna etme çalışmaları yapmasından da daha net anlaşılmaktadır.

28 ŞUBAT 1997 POST MODERN DARBESİ: 1995 seçimlerinde en çok oyu alan Refah Partisi, DYP ile koalisyon hükümeti kurmuştur. Bu hükümetin icraatları, o dönemde ortaya çıkan bazı olaylar TSK'nın tepkisini çekmiş ve medya ağırlıklı yönetilen bir sürece girilmiştir.

28 Şubat sürecinde de; Ali Kalkancı, Fadime Şahin ve Müslüm Gündüz gibi kişilerin ilişkileri ve görüntülerine vurgu yapılarak, medyada ön plana çıkarılmış, halkın dini duyguları istismar edilerek, bu haberlerin yaşanılan süreçte irticanın belgesi şekinde sunulduğu görülmüştür.

Bu durumu daha iyi anlayabilmek için gazetelerde yer alan manşetlere bakıldığında; “Rektörler Endişeli (10 Aralık 1996 Sabah), “(Polis tarafından yapılan baskında Müslüm Gündüz'ün bir kadınla yarı çıplak vaziyette çekilen görüntüleri verilerek Böyle Basıldı (29 Aralık 1996 Hürriyet), “(Necmettin Erbakan'ın verdiği yemek ile ilgili) İftara Özel Konuklar (11 Ocak 1997 Hürriyet), “Sincan'da düzenlenen Kudüs Gecesi hakkında) Bu ne rezalet (2 Şubat 1997 Sabah), “(Yaşanan olaylarla ilgili Genelkurmay'dan yapılan açıklamalarla ilgili) Gerekirse Silah Bile Kullanırız (12 Haziran 1997 Hürriyet), “Hocaya Bir Hafta Süre (3 Mart 1997 Radikal), “Tanklar Sincan'da (5 Şubat 1997 Sabah ), “Tank Sesleri (5 Şubat 1997 Hürriyet), “Muhtıra Gibi Tavsiye 1 Mart 1997 Cumhuriyet) şeklindeki manşetlerden net bir şekilde anlaşılmaktadır.

BALYOZ DARBE PLÂNLARI: “Çetin Doğan liderliğindeki cuntanın gerçekleştirmeyi planladığı Balyoz Darbe Planı'na bakıldığında, geçmişte yaşanan darbelerden hiç de farklı olmadığı, bir taraftan ülkede kaos ve kargaşa ortamı oluşturmak için cami bombalama, uçak düşürme gibi eylem hazırlıkları yaparken diğer taraftan bu eylemlerden sonra halkı sokağa dökmek için planlar yapıldığı, bu faaliyetler yürütülürken diğer taraftan Balyoz Darbe Planı'nda belirtildiği şekli ile bir kısım medyada haberler yaptırıldığı, böylelikle gerçekleştirmeyi planladıkları askeri darbeyi vatandaşın gözünde masum ve haklı göstermeyi hedefledikleri ve TSK'nın bir an evvel gereğini yapması yönünde kamuoyunu yönlendirmeye çalıştıkları görülmüştür.”

Yeni Akit

Kutsal İnek ve medyanın masumiyeti
Meliha Çelik
14 Mart 2011



Büyümesi için kirlenmesi gerektiğini düşünenler de vardır. Bu yüzden “Kutsal İneği” yaşatmak için önce elinizin ne kadar temiz olduğuna bakmak gerekmez mi?

Eski Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Yargıcı Rıza Türmen’in geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklama dikkat çekici… Türmen, AİHM’in basın özgürlüğüne büyük önem verdiğini belirterek, ''Basın özgürlüğü AİHM için 'kutsal inek' gibidir. Her şeye dokunun, buna dokunmayın'' diyor.

Son dönemde yaşanan tutuklamalara ve medyada koparılan fırtınaya bakan Batı’nın, Türkiye’de basının hürriyeti konusunda sıkıntıların olduğuna dair kanaat getirmesi gayet normal. Onlara göre “Kutsal İnek” tehlikede.

Evet, bu ülkede fikirlerin hürriyetinde sıkıntı var. Evet, aklınızdan geçen her şeyi söylemek hem tehlikeli hem de suç olabiliyor çoğu zaman. Ancak çoğu kişinin ve özellikle de Batı’nın göz ardı ettiği bir konu var ki o da, Kutsal İneği en çok diline dolayanların yani “Medya”nın ne kadar masum olup olmadığıdır.

Bizde medya halkın üstünde ve elittir. Yani büyük bir “güç”tür. İster laik, liberal basın, ister ulusalcı ya da Cumhuriyet’çi basın, ister muhafazakâr-İslamcı basın; adı ne olursa olsun “ Medya” önce kendi çıkarlarına hizmet eder. Patronun sermayesi hangi istikametteyse hizmeti ve hizmetlisi de o istikamette gitmekte mecburdur. Çünkü sistemin vahşiliği bunu emreder. Bu sebepledir ki gücü elinde bulunduran medyanın adaletsizliği, kirli saldırganlığı ve kalemini kurşun gibi namluya sürme keyfiyeti böyle bir sistem içerisinde daha kolaydır.

Bu yüzden Basın Özgürlüğü’nü sadece “fikir suçu” yönünden görmek isteyenlerin, elindeki gücü sadece suç işlemek için kullananları görmezden gelmesi basının inandırıcılığına büyük zarar veriyor. Çünkü adaleti ve özgürlüğü kendi terazilerine koyanların tartısındaki kusur “İneğin” kutsiyetine gölge düşürüyor.

Bu bezirgan saltanatının sultanlarına “Tartınız bozuk” demek için birkaç soru sormak yeterli. (Dürüst-ahlaklı ve vicdanlı gazetecileri tenzih ederek…)

Ergenekon Operasyonu nedeniyle tutuklanan gazeteciler dışında hapislerde çürüyen kaç gazeteciden ve defalarca kapatılan kaç gazeteden, ne kadar haberdarsınız?

Peki ya 138 ila 166 yıl gibi akla zarar hapis cezaları verilen, aralarında kanser hastası olduğu halde hem tedavisi engellenen hem de mahkûmiyeti süren gazetecileri hiç duydunuz mu?

Kin ve nefretle “ırkçılık” suçu işleyenlere, istediklerini yazılarıyla fişleyen ve hedef gösterenlere (Hrant Dink ve Ahmet Kaya sadece en meşhurları oldukları için örnek gösterilebilir), “Darbe Heveslileri”nin yazı ve haberlerine kaçınız isyan etti?

Bireylerin özgürlüğünü görmezden gelerek sadece kendi özgürlüklerine hürriyet hakkı tanıyan “Medya”nın biricik kalemlerine ne demeli? Özgürlük tartışılacaksa eğer, okul kapılarından aşağılanarak geri çevrilen, eğitim hakkı gasp edilen başörtülülerin hürriyeti nereye konulmalı peki?

“Benim dilimi inkar etme” diyerek en insani hakkını talep edenleri işitmek dahi istemeyen hürriyet savunucuları, saltanatlarına-kuyruklarına basılınca mı sadece “Adalet ve Özgürlük” diye çığlık atıyor acaba?

Evet, herkes adil yargılanmalı mutlaka ve herkesin adil savunma hakkını hep birlikte sahiplenmeli.

Ancak “Basın özgürlüğü” diye haykıran “Medya”nın sesi herkes için eşit bir şekilde çıkmadıkça samimiyet de masumiyet kadar yara alır. Duyarlılıksa “Adil Duyarlılık”, vicdansa “Adil Vicdan” olması gerekmez mi?

Çirkin bir pazarlığın çaresiz köleleri; Kirlenenler ve onuruyla direnenler…

Bazı tabular vardır basında, onlar genellikle konuşulmaz. Kimsenin eli tam manasıyla temiz olmadığı için bir diğerinin kirli çamaşırına-damarına da basmak istemez çünkü. Bu durumda medya’nın kendi içinde ki haksızlıklar ile adaletsizlikleri ne kadar konuşabiliyoruz öncelikle bunu görmek lazım.

Tepedekiler ve büyük köşe sahipleri ile her zaman ekranlarda boy gösterenler medyanın mutlu azınlıklarıdır çoğunlukla. Bir de asıl işi yapanlar, yani fırsat verilmeyenler, yani haberi getirenler, yazanlar, takip edenler, koşanlar, terleyenler vardır. Onlar bedava ya da üç-beş kuruşa çalışan, ezilen, azarlanan, sesini çıkarmaya kalksa işsizlikle burun buruna geleceğini iyi bilen muhabirler, kameramanlar, adı duyulmayan editörler, kısacası gerçek gazeteciler.

Tepedekilerin itibarları ve bir o kadar büyük lafları vardır sadece. Konforlarına halel gelmedikçe seslerini bir diğer meslektaşının mağduriyeti için asla çıkarmazlar.

Kaç gazetecinin işten çıkarılan basın çalışanları için kalem oynattığını gördünüz? Kaç “köşe”de aylarca maaş alamayan muhabirler için bir yazı okudunuz?

Kriz var denilerek işten çıkarılan basın çalışanlarının hakkını savunanların sayısı kaç tane?

Başı örtülü diye çoğu medya kuruluşunun eşiğinden bile adım atmasına izin verilmeyen ya da “nasıl olsa sen daha kolay iş bulursun” denilerek ilk krizde önce başı açık olan gazetecileri işten çıkaranları kaç kişi konuşmaya cesaret etmiştir sizce?

“Basın Özgürlüğü” için Beyoğlu’nda yürüyen birkaç ağır isim, keşke bütün mağdur basın çalışanları için “her zaman” aynı duyarlılığı gösterebilseydi. Yıllarca ağızlarını süslü bantlarla kapatanların attığı slogan belki daha etkili olurdu.

Haktan hukuktan bahseden ‘büyükler’, hakkını ve emeğini gasp ettiği küçüklerin mağduriyetini görmezden gelir. Çünkü görürse kendisi küçülecektir. O yüzden yıllarca iletişim fakültelerinde eğitim alan, bin bir emek ve yoksunluk içinde didinen birçok kişi ya mesleğine küsüp mutsuz olduğu bir işi yapmakta ya da idealleri uğruna çaresizliğinin sömürülüşünü sessizce izlemektedir. Çünkü bilir ki eğer şanslı değilse büyümeyecektir.

Ve bilir ki başkasının emeğini ve terini gasp ederek sömüren sözde gazeteciler çoktur yanı başında. Eğer ahlakından ödün vermezse eğitiminin, tecrübesinin, bilgisi ile yıllarca çürüttüğü dirseğinin hiçbir ehemmiyeti yoktur aslında. Çirkin bir pazarlığın modern ve çaresiz köleleri olarak yaşamaya, çalışmaya devam edecektir.

Büyümesi için kirlenmesi gerektiğini düşünenler de vardır. Bu yüzden “Kutsal İneği” yaşatmak için önce elinizin ne kadar temiz olduğuna bakmak gerekmez mi?

Kaynak: Haber10

Hadi Onlar "Kafayı Yemiş" Siz Ne Yaptınız?
15 Mart 2011

O zaman sormak gerekiyor. Hadi askerler sizin deyiminizle "kafayı yedi, peki siz neden bunu haber yapmadınız, manşetlerinize taşımadınız. Bu sözlerin haber değeri yok mu?
“Davetliler arasında Doğan Grubu’nun patronu Aydın Doğan da vardı ve Aydın Bey bu davete tek başına değil yanında iki gazeteciyle gitmişti: Milliyet’in o dönemki Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Yılmaz ve Ankara Temsilcisi Fikret Bila. Görüşmeyi Mehmet Yılmaz’a sorduğumda, “Kafayı yemiş bunlar, bıraksan darbe yapacaklar ama cesaret edemiyorlar” demişti edindiği izlenimleri aktarırken. Benzer biçimde Doğuş Yayın Grubu’nun sahibi Ferit Şahenk ve Akşam Gazetesi ile Show TV’nin sahibi Mehmet Emin Karamehmet ile de görüşmüşlerdi. İstenen belliydi: 28 Şubat’taki gibi işbirliği yapılması ve darbe ortamı yaratılması. Ama görüştükleri patronların tamamından hayır cevabı almıştı komutanlar.”

Bu satırlar, İsmet Berkan'ın geçtiğimiz günlerde çıkan “Asker Bize İktidarı Verir mi” isimli kitaptan bir anektod...

Kitaptaki bu bölüme atıfta bulunan Ahmet Altan, İsmet Berkan'a ve haftasonu Taksim'de basın özgürlüğü için yürüyenlere fena çaktı.

Altan, darbecilerin gazetecilerden darbeyi saklamamasını bir skandal olarak değerlendirirken, gazetecilerin bu darbe iddilarını manşet yapmamasını ayrı skandal olarak değerlendiriyor.

Doğru ya o zaman sormak gerekiyor. Hadi askerler sizin deyiminizle "kafayı yedi", peki siz neden bunu haber yapmadınız, manşetlerinize taşımadınız?

Bu sözlerin haber değeri yok mu?

İşte Ahmet Altan'ın konuyla ilgili az ama öz cümleleri;

"2004 yılında Aydın Doğan’la birlikte generallerin davetine “icabet eden” dönemin Milliyet Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Yılmaz, o görüşmeden sonra Berkan’a “kafayı yemiş bunlar, bıraksan darbe yapacaklar ama cesaretleri yetmiyor” demiş.

Generaller, “darbe yapmak istediklerini” gazetecilerden saklamak gereğini duymuyorlar.

Peki, gazeteciler bu “isteğe” direnen bir yayın politikası izliyorlar mı?

Darbe planlarının birbiri ardına hazırlandığı, generallerin hükümeti devirmek için plan üstüne plan yaptığı bir dönemde, gazeteciler gerçeği biliyor ama yazmıyor, darbeleri açığa çıkarmak için parmaklarını bile kıpırdatmıyorlar.

Şimdi ise “basın özgürlüğü” mitinglerine basın kahramanları olarak katılıyorlar."

Taraf'tan Yıldıray Oğur da bu sözlerden sonra Radika ve Milliyet Gazetelerinin sonraki günlerdeki manşetlerini çıkarmaış.

Bakın neleri haber yapmışlar?

"Peki Berkan’a bu toplantıyı “Kafayı yemiş bunlar, bıraksan darbe yapacaklar ama cesaret edemiyorlar” diye özetleyen troçkist genel yayın yönetmeni, ertesi günkü gazetesinde bu dokuz sütuna manşetlik, tarihe geçecek haberi nasıl vermiş dersiniz?

Bilmiyoruz çünkü vermemiş.

11 Ocak 2004 günkü Milliyet’te, toplantıya katılan Fikret Bila’nın herhalde o toplantıda duyduğu “10 binlerce asker geçecek” başlıklı Irak savaşıyla ilgili bir haber var.

Gazetenin genel yayın yönetmeni Yılmaz’ın yazısının başlığı eğer Sarıkız gibi bir şifreli mesaj değilse: Yaşlanacağım Kadın Askerler darbe hazırlığı yapıyor haberini dört başı mamur hazırlamak için beklemiş olabilirler diye iyi niyetimizi koruyalım. Ertesi günkü Milliyet’e bakıyoruz. Manşet: Kravatlı Savunma. Başbakan Erdoğan’a türbandan yüklenen bir manşet. Sonraki günün manşeti: Molla Demokrasisi. ‘İran’a söylüyorum Türkiye sen duy’ minvalinden bir masa başı haberi. Herhalde o toplantılardaki rahatsız generallere selam çakılmış bu manşetlerle...

Bugün “Basın susturuluyor” diye bağırıp çağırmayı bırakın. Özgür basını esas siz susturdunuz.

Demek ki üç yıldır boşuna iddianameler arasında gerçeği bulmak için kaybolduk. Gerçek aslında herkesin malumuymuş. Yedi yıl geç olsa da mesleğinizin gereğini yapıp gerçeğin ortaya çıkmasına yardımcı olun beyler...

Yoksa tarih sizin için de şöyle diyecek: Kafayı yemiş bunlar, Cumhuriyeti kurtarmayı bıraksalar gazetecilik yapacaklarmış, ama cesaret edememişler..."
aktifhaber

Gazeteciler Darbe Olunca mı Yazacaklardı
22 Mart 2011

Herkes generallerin nasıl Genelkurmay Başkanı’na karşı tavır aldıklarını, “derin devletin” AKP’yi denetim altında tutmak için neler yaptığını biliyormuş...
Ahmet Altan ve Ergun Babahan bugün iki önemli analiz kaleme aldılar. Wikileaks belgeleri gösterdi ki 2002-2004 dönemindeki darbe girişimleri o yıllarda Ankara'da herkes tarafından biliniyormuş. Kokteylerde gazeteciler, askerler, diplomatlar bu konular aralarında hep konuşuyorlarmış. Hatta dönemin ABD Ankara Büyükelçisi darbe girişimlerini, derin devletin yapısını ve ilişkilerini Washington'a gizli kriptolarla aktarmış.

Peki bu olaylardan birinci derecede etkilenecek olan Türk halkı darbelerden ne zaman haberdar oldu?

İlk olarak 2007'de Nokta Dergisi'nde yayınlanan Özden Örnek'in darbe günlükleriyle...

O zaman bugün "basın özgürlüğü" diye yeri göğü inletenler o dönemde bu darbe girişimlerini neden haber yapmamışlar?

Örneğin "kafayı yemiş bunlar" diyerek komutanların darbe girişimlerinden birebir haber olan, bu anektodu kitabında yazanlar..?

Ahmet Altan/ Taraf

Herkes Biliyormuş

Wikileaks belgelerini okurken beni en çok şaşırtan gerçeklerden biri, daha sonra Özden Örnek’in günlüklerini Nokta Dergisi’nin yayımlamasıyla kalabalıkların öğrendiği olayları aslında Ankara’da birçok insanın bildiğini görmem oldu.

Amerikalı diplomatlarla kokteyllerde, yemeklerde, davetlerde karşılaşıp ayaküstü konuşan siyasetçiler, akademisyenler, diplomatlar, askerler, gazeteciler, o sıralarda generallerin nasıl Genelkurmay Başkanı’na karşı tavır aldıklarını, “derin devletin” AKP’yi denetim altında tutmak için neler yaptığını, ordu içindeki gruplaşmaları en ince ayrıntılarına kadar biliyorlar.

Böylesine açıkta dolaşan bilgiler elbette gazetelere de geliyor.

Ama gazeteler o bilgileri halka aktarmıyorlar.

Tam aksine, bir “baraj” gibi o bilgileri tutup biriktirerek halktan saklıyorlar.

Hiçbir gazetede, bir başka gazetenin o “bilgileri” haberleştirerek kendisini “atlatacağına” dair bir endişe yok, hepsi bu bilgilerin “hiçbir gazete tarafından” kullanılmayacağına emin.

Niye hep beraber halktan gerçekleri saklıyorlar?

Bunun birçok nedeni var.

İlk akla gelen, korkaklıkları.

Generallerden korkmak neredeyse Türklerin “milli” duygusu.

Bu korku, topluma da “generalleri yücelten” başlıklarla yayılıyor, “koskoca” generaller, gazete manşetlere bakılırsa hiçbir zaman konuşmuyor, her zaman “kükrüyorlar”, siyasetçileri azarlıyorlar, ülkenin nasıl yönetilmesi gerektiğine dair kesin emirler veriyorlar.

Korku kadar önemli ikinci neden, aynen generaller gibi “halk iradesini” küçümsemeleri.

Ülkeyi “halkın isteklerine” göre yönetmek onlara da saçma geliyor.

Gazeteciler, en azından “zihnen” devletin bir parçası durumundalar.

Üçüncüsü, gazetecilerin çoğunluğunun, generallerin “AKP nefretini” paylaşması.

Dördüncüsü, “ordu siyasette güçlü olduğu sürece” generallerle işbirliği yapıp sivil hükümetleri sıkıştırarak, siyasetçilerden birçok çıkar sağlamaları.

Onun için ordunun siyasetteki gücünün kaybolmasını hiç istemiyorlar.

Aslında, devlet-gazeteci işbirliği bizim cumhuriyetin tipik özelliklerinden biri, sadece son döneme mahsus değil, uzun yıllardan beri sürüyor.

Bunun kırılmasının ilk adımları Turgut Özal’ın döneminde atılıyor, Anadolu, devletle iş yapmadan, dünyaya açılarak zenginleşme dönemine giriyor.

Muhafazakâr işadamlarının zenginleşmesi, güçlenmesi “devlette ve gazetelerde” tedirginlik yaratıyor elbette, Özal gazeteler tarafından kıyasıya hırpalanıyor ama gene de bunun yaratacağı toplumsal değişimleri pek fark edemiyorlar.

Generaller ise toplumdaki değişimleri hiç algılamıyorlar.

Zaten, “halk iradesinin bir önemi yoktur” inancı, bütün sırların halktan saklanması, halkın sürekli kandırılıp sindirilmesi, generallerin gerçekleri görmemesi nedeniyle ardı ardına yaptıkları hatalar sonucunda kırılıyor.

En büyük hataları, cumhurbaşkanlığı seçimlerine karışmaları, pervasızca AKP’yi ve seçmenlerini korkutmaya kalkmaları oluyor.

27 Nisan muhtırası karşısında Başbakan Erdoğan’ın ve AKP’nin dik durması ve müthiş bir manevrayla seçimlere gitmeleri, generallerle halk iradesinin sandıkta yüz yüze gelmesini sağlıyor.

Ve, generaller de, onları destekleyen medya da büyük bir yenilgi yaşıyor.

Sonra Taraf gazetesi çıkıyor.

Darbe planları, cuntalar, fişlemeler, karakol baskınlarındaki ihmaller, 33 asker olayındaki karanlıklar, JİTEM, Ergenekon birer birer haberleşiyor ve halk gerçekleri görmeye başlıyor.

İlk önceleri biraz ürküntüyle izleseler de, daha sonra diğer gazeteler de Taraf’ın açtığı yola girip benzer belgeleri yayımlamaya başlıyorlar.

Bugün artık “sırların” halktan saklanması söz konusu değil.

Generaller bunu öğrendi, gazeteciler de öğrendi.

Sanırım siyasetçiler de öğrenecek bunu.

Kılıçdaroğlu, gizli ilişkilerinin ne kadar çabuk deşifre edildiğini bizzat yaşadı, bir daha hiç kimseye kurulacak tuzak için “yeşil ışık” yakacağını sanmam.

AKP de, Sayıştay Yasası’nın maddeleri arasına saklanan gerçeklerin halk tarafından çok çabuk değerlendirildiğini anladı.

Medya “barajı” yıkılıyor bu ülkede.

Gerçekler hayatımızın içine akıyor.

Gerçeklerden korkacak işler yapanları bu yeni anlayış bir sel felaketi gibi sürükleyip götürecek, gerçeklerden korkmayacak bir dürüstlükle duranları ise dev bir sörf dalgası gibi zirveye taşıyacak.

Ergun Babahan
ABD Elçisi bile görmüş bizimkiler hala göremedi

Taraf Gazetesi, Wikileaks belgeleri kapsamında müthiş bir analiz yayınladı dün.

Analiz AK Parti’nin 2002 Kasımı’ndaki zaferinden 13 gün sonra kaleme alınmış.

Analizi yazan, Büyükelçi Robert Pearson.

Wikileaks’te yeralan telgrafların bir bölümü analiz, bir bölümü Ankara dedikodusu şeklinde.

Pearson’ın kaleme aldığı rapor bu açıdan önemsenmeye değer.

Bakın neler diyor, dönemin Amerikan Büyükelçisi:

‘Eski bir Milli Güvenlik Kurulu üyesi bize, Derin Devletin kalbinde cumhurbaşkanlığının (ki kağıt üzerinde sınırlı yetkisi var), askeriyenin (ki resmen Başbakan’a bağlı) ve yargının (ki resmen bağımsız) bulunduğunu anlattı.

...Derin Devlet hükümetin aktivitesini etkilese de, hükümetin Derin Devlet üzerinde esas itibariyle hiçbir nüfuzu yoktur.

...Kaynaklarımız, bize Derin Devlet’in kimi zamanlar görüşlerini kabul ettirmek için kanunsuz yollara da başvurduğunu hatırlattılar. Bu genellikle imalar ve gözdağı yoluyla yapılsa da, geçmişte güvenlik ve istihbarat örgütleri arasındaki kötü kokulu bir ilişkinin; silahlı kuvvetlerin; ve onların himayesindeki Hizbullah ve mafya gibi grupların devreye girdiği olmuştu.

...Anayasa Mahkemesi’nde uzun süredir görev yapan bir yargıç, kısa bir süre önce bize, büyük ölçüde Türk sistemindeki asker egemenliği anlamında kullandığı Derin Devlet’in işleyişinin ve nüfuzunun tarifini yaptı. Bu yargıç dedi ki, yargı bağımsız değildir ve Kemalist statükoyu ebediyen sürdürmeye yarayan daha geniş bir mekanizmanın önemli ama tali bir parçasıdır.’

Bu, bizim uzun süredir dile getirmeye çalıştığımız Türkiye gerçeğini yansıtıyor.

Ancak, bu mekanizmanın yargı gibi, önemli ama tali bir parçası olan bir kısım medya, bu gerçeği çarpıtmaya uğraşıyor.

Ergenekon Davası’nı çürütme çabaları, bu analizde tarif edilen asker denetimindeki medya tarafından özenle yürütüldü.

Açıkçası bu bazen Doğan Medyası, kimi zaman da Karamehmet Medyası oldu.

Bu grupların köşe yazarı, yönetici atamaları askerle işbirliği, kimi zaman da askerin talimatıyla gerçekleştirildi.

Doğan Grubu’nun etkinliği, Karamehmet’in teknoloji alanındaki etkin varlığı, bu işbirliğinin temel unsurlarıydı.

Anayasa referandumunun ‘Yargı bağımsızlığı elden gidiyor’ gürültüsüne getirilmeye çalışılmasının ardında da bu işbirliği yatıyordu.

Bu gerçek ışığında, kimi medya patronlarının özellikle Danıştay’da nasıl hep dava kazandığı gerçeğini de daha iyi anlarsınız.

Bunlar aslında AK Parti muhalifi bile değil, açıkça asker işbirlikçisi.

aktifhaber

Umur Talu/ Habertürk
Artık hepinizin kod adı Tufan!
07 Nisan 2011



Sayın E. Özkök, Sayın Z. Mutlu, Sayın M. Yılmaz;

Bundan böyle sizin kod adınız da Tufan!

Artık “İlahi adalet” mi dersiniz, yoksa sadece “adalet” mi, bilemem.

Delik deşik ve yanık ölülerin ruhunun bir tesellisi mi dersiniz, kaderin tecellisi mi?

“Dönüş”üne hayran olduğunuz “Hayat”; döndü dolaştı, kod adınızı yüzünüze, hem de grubunuzun gazetesinde manşetten çarptı.

Kemal Göktaş imzasıyla, Vatan’ın manşeti: “11 yıl gizlenen belge.”

İçerideki daha hazin, daha kahredici ve “bundan da utanmayacaksanız neden utanacaksınız” diyen başlıkla, “Hayata Dönüş, yalan”.

Yani, devrin iktidarına ve katliamın kanına yandaşlıkla attığınız başlıklar, yazdığınız yazılar… Yalan!

***

“Bayrampaşa Cezaevi Özel Müdahale Planı” önümde.

Mahkemenin talebiyle, İl Jandarma Komutanlığı, 11 yıl önceki cezaevi katliamının “emir belgesi”ni, onca zaman kayıplara karıştıktan sonra, nihayet 2011 mart sonu bir köşede bulabildi:

“Arşivlenmesi gereken yer dışında olduğu görülmüştür.”

Fakat, her şeyi kayıt altına alan devlette, hiçbir video kaydı bulunmamıştır!

Başta dönemin medya yöneticileri, bugün demokrat, cumhuriyetçi filan saydığınız nice gazeteci ve köşe yazarı nezaretinde;

Uydurma manşet, düzmece haber, sahte fotoğraf desteğinde;

Hükümet, bürokrasi, Genelkurmay ve Jandarma’nın “Hayata Dönüş” diye yutturduğu katliamın kod adı meğer “Tufan”mış!

***

Bir Tufan yaratılacak; “dost kuvvetler”ce “düşman yaratıklar” katledilecek…

Devlet Nuh ya, koyacak gemiye belgeleri, hükümeti, komutanları, Adalet ve İçişleri yüksek bürokrasisini, Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü’nü; birer nadide olarak ebediyen “Tufan” vebalinden, suçluluğundan, hesabından kurtaracak!

Öldürülenler ölecek; ölümü emredenler Tufan’dan sonra da soyunu sürdürecek!

Baktılar ki, adalet yıllar sonra olsun, biraz sorumlu istiyor…

Attılar gemiden, çoktan terhis emir kulu erleri, katliamın tek sanıkları diye!

Sanki ülkede emirleri erler veriyor, sanki katliam planlarını erler yazıyor, sanki Tufan’ı erler ile o astsubay yaratıyor!

***

Emir diyor ki, “Yoğun gaz kullan.”

Bakmayın adı göz yaşartıcı diye; yoğunu ölümcül.

Adli Tıp’ta anlaşılmıştı ki, bedenleri yakan, göz yaşartıcıdan öte bir gazdı.

Büyük medya, cezaevinden çıkartılanların “Bizi diri diri yaktılar” çığlığına o gün vicdanda yer bulabilse, gazın özü çoktan anlaşılacaktı.

Doğru, gaz göz yaşartıcıydı; delik deşik bedenler hıçkırıklara boğucu; cesede bile sıkılmış “acayip” denen mermiler feryat ve isyan ettiriciydi!

Yaşamasan bile, görebilirsen, hissedebilirsen, gördüğünü yazabilirsen!

***

O hükümetin başbakanı Ecevit yaşamıyor; belki vicdan azabını yanında taşımıştır, belki öte dünyada yüzleşiyordur.

Ama koalisyon ortakları, en önemli bakanlar hayatta.

Artık hepsinin kod adı Tufan!

Başta Jandarma Genel Komutanı Yalman, Bölge Komutanı Hoş, Komando Özel Asayiş Komutanı Burhan Ergin, diğerleri; MGK’da “Tufan”a yol verenler, Cezaevlerinden sorumlu Genel Müdür ile müdürler…

Hepsinin kod adı artık Tufan!

***

Ecevit'in bilinmeyenleri
Emin ÇÖLAŞAN
02.07.2002

Çölaşan, birinci elden aldığı bu çok özel bilgileri yazmak konusunda bir hayli tereddüt etti. Ancak sonunda, kamuoyunun Başbakan'ın durumunu bilme hakkı olduğuna karar vererek yazdı. Yine de bazılarını yazmaya eli varmadı.

SEVGİLİ okuyucularım, bugün size aktaracağım her şey doğrudur. Lütfen dikkatle okuyunuz.

Ecevit'in yapılan tetkiklerinde şu sonuca varılıyor:

Beyin, kalp, böbrek ve karaciğer son derece düzgün. Kan değerleri çok düzgün. Sanki 10 yaşında sağlıklı bir çocuğun değerleri. Şeker, lipit, kolesterol ve diğerleri çok iyi.

Şimdi diğer gerçeklere gelelim. Bülent Bey 78, Rahşan Hanım 81 yaşında. Evlerine kimseyi almıyorlar. Yemek yapacak, ortalığı toparlayacak bir yardımcıları yok. Devletin verdiği hemşireyi bile eve almıyorlar. Hemşire nöbet kulübesinde bekliyor. Rahşan Hanım'ın da yaşlılık sorunları var. O haliyle kocasına bakamıyor, temizliğine özen gösteremiyor.

Bülent Bey ilaçlarını düzgün almıyor, alamıyor. Örneğin, 2 saatte bir alması gereken bir ilacı var. Bu ilaç düzenli alınacak ki, beyinle dil arasındaki ilişkiyi kursun ve düzgün konuşabilsin. İlaç düzenli alınmıyor.

Doktorların eve gelmesini istemiyorlar. Bülent Bey yatakta olması gerekirken, kapıyı çoğu zaman o açıyor. Rahşan Hanım içeriden sesleniyor:

‘‘Ayy, ben iş yapıyordum, zili duymamışım.’’

Bülent Bey'e bacağındaki arıza için kasığına kadar özel çorap verilmiş. Kapıyı bir açıyor ve çorap ayak bileklerinde. Çelik korse çözülmüş. Doktorlar ne yapsın, belki çıldırma aşamasına geliyorlar ve çok kibarca uyarıyorlar.

Hastaneye yattığında bütün derisinde kabarmalar ve lekeler var. Cildiye uzmanları bunları önce bir hastalık zannedip incelemeye alıyor. Sonra görülüyor ki, bunlar iyi yıkanmadığı, iyi temizlenmediği için oluşmuş şeyler. Hastanede her tarafı güzelce yıkanıp paklanıyor, pamuklarla siliniyor. Cildinin temizlik sonrası aldığı renge Rahşan Hanım bile şaşırıyor... ‘‘Meğer senin ne güzel tenin varmış Bülent’’ diyor.

Bülent Bey'in iyice uzamış ve bakımsız kalmış el ve ayak tırnakları da hastanede güzelce kesiliyor, temizleniyor. Ellerine bir güzellik geliyor, ayakları rahat ediyor.

* * *

Şimdi işin daha vahim bir boyutuna geliyorum. Başbakan'ın, hastaneye geldiğinde resmen ‘‘AÇ’’ olduğu görülüyor. Eksik ve yanlış beslendiği ortaya çıkıyor. Evinde yıllarca tek taraflı -çoğunlukla çay, bisküvi, kuru şeyler- ile beslenmiş. Bu durum kan tahlillerinde açıkça ortaya çıkıyor. Bu ‘‘açlık’’ ve tek taraflı beslenme nedeniyle, verilen bazı ilaçlar etkili olmuyor. Hastanede sıkı ve düzenli bir beslenme rejimi uygulanıyor. Sebze, meyve, diğer gıdalar, vitamin ve mineraller veriliyor. İlaçları düzenli içiriliyor ama bu düzen, eve çıkınca yine kaybolup gidiyor.

Akıllarda, aylardan beri bir soru var:

Ecevit bu durumuyla başbakanlık yapabilir mi?

Bu sorunun yanıtı şöyle veriliyor:

‘‘Beyinsel olarak yapabilir ama tekerlekli sandalye kullanması ve yanında sürekli doktorlar olması koşuluyla.’’

Neden tekerlekli sandalye? Doktorlar en çok kalça kırığından korkuyor. Evinde düşüp kalçasını bir kırsa, iş bitti. Sonrasını doktorlara sorun! Kemikleri kırılmaya zaten uygun. Ama kalça kırığı en kötüsü. Bu olursa, geriye dönüş yok. Başkent Üniversitesi Hastanesi'ne son gidişinde bu yüzden arka kapıdan girip çıktı... Çünkü 7 basamaklı ön merdivenlerde yine de düşme riski vardı. Şimdi her önlem, kalça kırığını önlemeye yönelik.
Evindeki düzen belli. Ortalık dağınık ve karışık. İçeriye kimseyi almayan, yeterince bakılmayan, beslenmeyen, temizlenmeyen, ilaçlarını düzgün almayan bir Başbakan ve yanında onu yönlendiren, her şeye karışan, pek çok yanlış yapan ve yaptıran 81 yaşındaki inatçı ve hükmedici karısı!

Yetkili kimseler bu açıdan şu değerlendirmeyi yapıyor:

‘‘Dışarıdaki yaşamı, belki evdekinden daha güvenli olabilir... Çünkü dışarıda iken yanında hep birileri var. Bu durumda düşüp kalçayı kırma riski evdekine göre daha az.’’

* * *

Sevgili okuyucularım, yukarıda çok özetle aktardığım ve hepsi de gerçek olan şu tablo, insanı gerçekten üzüyor...

Ve lütfen biliniz ki, bazı şeyleri yazmadım. İnsan olarak yazmaya elim varmadı.

Ortada fiziksel bir hastalık tablosu var. O kesin.

Ancak ortada bir de ailenin yaşam biçiminden kaynaklanan ve Türkiye'yi etkileyen psikolojik tablo var ki, hem bozuk, hem de çok daha acı ve üzücü.

Belki de öncelikle çözülmesi, tedavi edilmesi gereken hastalık tablosu bu!
Hürriyet

İsrail basını bu başlığı kullanmaz

Türkiye'de yayımlanan gazetelerin İsrail gazetelerinin bile kullanmadığı cümleleri Filistinliler için kullanmaları görenleri hayretler içinde bırakıyor

17 Mays 2011
Anadolu Haber

Türkiye basınındaki İsrail yandaşlığı her geçen daha da ilginç boyut alıyor. İsrail'in topraklarını ellerinden alarak işgal ettiği ve üzerinde yerleşim yerleri inşa ettiği Filistinlilerin Türkiye basınında tanımlanma ve yansıtılma şekli uzun zamandır tartışılıyor. Ancak son günlerde Nakba'nın anılmasıyla birlikte Türkiye basınında bu garip haller kendini daha da belli ettirdi.

İşgal edilen topraklarında eylem yapmak isteyen Filistinlilerin İsrail tarafından acımasız bir şekilde katledilmesini görmezden gelen Türkiye basını, son olarak bu topraklarda eylem yapan Filistinlileri "İşgalci Araplar" diye tanımladı. "İsrail sınırında Arap işgali" başlığı atan gazetenin editörlerinin yanlı tutumu ve bilgi eksikliği başlığa yansıdı. uluslararası hukuk açısından işgal statüsünde oalarak ytanımlanıyor. bu durum israil iç hukuku açısndan da böyle tanımlanmasına rağmen medyadaki haber dili iarail basınını bile şaırtacak boyuta ulaştı.

Daha önce Vatan gazetesinde yer alan haberler dikkat çekmişti. Bu haberlerde İsrail'in katlettiği 14 silhasız, savunmasız sivil Filistinli görmezden gelinirken, İsrail'in içinde Filistinli bir şoförün yaptığı kaza büyük bir terör saldırı gibi gösterildi.

Bugün ise yine aynı şekilde aynı grubun gazetesi Milliyet, Filistinli eylemcileri, kendi topraklarında eylem yapmak isteyen Filistinlileri "işgalci Araplar" olarak tanımladı.

M. Ali Birand'dan itiraflar

Mehmet Ali Birand, bir zamanlar askere "darbe yapmak onun hakkıdır" gözüyle baktıklarını ve sürekli buna destek olduklarını açıkça itiraf etti

19 Mays 2011
Anadolu Haber

Aydın Doğan medyasının en kıdemli isimlerinden biri olarak bilinen Mehmet Ali Birand, içinde bulunduğu medya grubunun uzun yıllar "darbecilere" istemeden de olsa çanak tuttuğunu geç de olsa anladığını itiraf etti.

Doğan gazetelerinden Posta'da yazan Birand, bugünkü yazısında darbe günlüklerini ortaya çıkaran ve cuntayla ilgili çok önemli bir kitap yazan Alper Görmüş'ü okuduğunu ve okuduktan sonra "yüzünün kızardığını" söyledi.

Birand, Alper Görmüş'ün darbecilere isteyerek ya da istemeyerek yardım edenleri deşifre ettiği kitabı okurken kendisine "Merkez medyada çalışan bizlerin içinde gizli bir darbecilik mi yatıyordu? Açıkça söylemesek dahi, askerin darbe yapmaya hakkı olduğuna inanmış mıydık?" sorularını sorduğunu itiraf etti.

"ÖNCELİK DEMOKRASİ DEĞİL, ASKERDİ BİZİM İÇİN"

Birand, tarihi sayılabilecek itiraflarını şöyle sıralıyor: "Bizim kuşak için devlet daima öncelikli ve haklıydı. Devleti de asker temsil ederdi. Politikacı, üçkağıtçı-yalancı-vatanını pek düşünmeyen-cebini dolduran insandı. Asker ise namuslu ve her şeyini vatana adamış, özveri dolu bir kahramandı. Üstelik atamız bu ülkeyi ve laik-demokratik Cumhuriyeti koruyup kollama görevini ona bırakmıştı. Askerin, politikacıyı denetlemeye hakkı vardı. Politikacı işleri bozduğu zaman Asker müdahale edebilirdi. Hatta, tereddütlü bir davranışla karşılaştığımızda "komutan neredesiniz, devlet elden gidiyor..." diyen yazılar yazdık.
Bizim için, (yani, laik Merkez medya mensuplarının büyük bölümü için) öncelik demokrasi veya parlamento değildi. Genelkurmay daha önemliydi. Bundan daha normal bir şey olmazdı ki..
Bizler böyle yetiştirildik. Genlerimize, belki de farkına varmadan darbecilik işlendi. Komutanların üstünlüğünü sorgusuz kabul ederdik. Üniformaların pırıltısını yarı hayranlık, yarı korkuyla izlerdik. Bütün darbeleri anlayışla karşılardık. Yardımcı olduk. Son birkaç yıldır, genlerimizin kafası karıştı ve her şeye farklı bakar olduk... İlk defa demokrasi-parlamento ile Genelkurmay arasındaki sıralama değişti. Demokrasi bir adım öne çıktı. Bakalım demokrasi kalıcı olacak mı?"

Helin Avşar Kıllarını Yolarken de Kefenin Cebinde miydi Çocuk?
Açık İstihbarat
20.05.2011

Sürekli darbe Ergenekon'un sevgili çocuğu kıyamet alameti Rasim Ozan Kütahyalı kendisine verilen görevi o kadar iyi yerine getiriyor ki, her akşam ayrı bir kanala çıkarılıyor ve karşısına konulan isimleri sürekli darbenin cuntasının hedefleri doğrultusunda provoke etmeyi çok iyi başarıyor.

Bu cuntanın yeni hedefi MHP ve CHP olduğu için Rasim Ozan Kütahyalı 'da çıktığı her programda bağıra çağıra CHP'lilere CHP'lilik, MHP'lilere MHP'lilik öğretiyor. Bu partilerin milletvekili adaylarını diline dolayan bu çocuk, konu AKP'ye gelince sus pus oluyor, lafı geçiştiriyor.

MHP'nin kasetleri günlerdir dilinde, her gece aynı nakaratları tekrarlıyor fakat AKP'nin sekreterinden çocuğu olan bakanları ile ilgili iddiaları, Ankara'daki konut piyasasını canlı tutan faaliyetlerinin bir kez olsun kıyısından geçmiyor.

O sürekli darbe "Ergenekon"'un en sevgili çocuğu.

Daha vahimi, Rasim Ozan Kütahyalı'nın karşısına çıkarılan koskoca adamlar, bu çocuğun kendilerine MHP'lik ve CHP'lik dersi vermesine tahammül edip, bir de kendilerini kanıtlamaya çalışıyorlar.

Rasim Ozan Kütahyalı 'da, koskoca adamların kendilerinin ne kadar "demokrat" , ne kadar maneviyatçı olduklarını kanıtlamaya çalışmalarını, ciddi olmaya çalışan sahtekarlara özgü bir gülümseme ile takip ediyor.

Sürekli darbenin sevgili çocuğunun bu akşam karşısında ülkücü hareketin köklü isimlerinden Nazif Okumuş vardı. Beyaz TV'deki Dinamit kendisine ismi ile hitap eden Kütahyalı , "Başörtüsüne karşı Engin Alan'a kahraman demiyorsun değil mi Nazif Okumuş" diye sordukça Nazif Okumuş coştukça coştu ve bir ara ayağa kalkarak kendini anlatmaya başladı.

Program sırasında moderator bir okuyucudan gelen soruyu Kütahyalı'ya sordu :

"Rasim Bey, AKP iktidar'dan düşünce de aynı şekilde gazetecilik yapacak mı?"

Kütahyalı bu soruya şu şekilde cevap verdi:

"Bir kere AKP en az 2019'a kadar iktidar. Eğer CHP ve MHP iktidar olursa da, bu zaten Ergenekon iktidar olmuş demektir. O zaman da ben gazetecilik yapmam. Beni mezara gömerler. Ama biz korkmayız. Ben kefeni cebimde dolaşıyorum"

Bu yavrucağın kahramanlığının ekran başındakilerin gözlerini yaşarttığına eminiz.

Duyan da, ülkede iktidara karşı cesurca muhalefet eden, ezilen, sesini duyuramayan bir aydın var zanneder.

Delikanlılık tasladığı "zihniyet" yıllardır Silivri'ye hapsedilmiş durumda. Kendisi gibi haftada beş gün, yılda bir kaç kez bile medyada kendine yer bulamıyor, sesleri her yerde kesiliyor.

Duyan da, bu lafları edenin en korunaklı lüks rezidanslardan birinde oturmadığını zanneder.

Duyan da bu lafları edenin yanında her gün polis koruması ile dolaşmadığını zanneder.

Türk milletinin maneviyatına önem vermeyenlerin siyasetten eleneceği vaazları veren bu yavrucak daha bir kaç ay önce Helin Avşar'a verdiği röportajda Helin Avşar'ın ayakkabısını apış arasına sokarak ve kıllarını yolarken poz verdiğini unutuyor ya da unuttuğumuzu zannediyor.

Bu maneviyatçılık vaazı veren ve sahtelikten kar eden sözde demokrat; ensesti savunan röportajlar veren Ahmet Altan'ın gazetesinde yazı yazdığını unutuyor veya unuttuğumuzu zannediyor.

Bu çocuğun karşısına çıkan bir Allah'ın kulu da, "sen kimsin ki maneviyattan sözediyorsun" diyemiyor.

Bu en kahraman rıdvan , dünyada iktidara yalakalık yapıp da kendini mağdur ilan edebilen nadide bir cinstir. Türkiye'deki bütün darbelerden nasiplenip de, halen kendilerini demokrat olarak pazarlayabilen bu nadide cinsin ağababaları Altan'lar, Ilıcak'lar, Türköne'lerdir.

Şimdi karşımıza çıkmış...

Üzerinde iktidarın medyasından kazandığı paralarla aldığı milyarlarca liralık takım elbisesi...


Kolunda milyarlarca liralık saati...

"Ben kefenimi cebimde taşırım" diye ahkam kesiyor.

Sen önce Helin Avşar'ın ayakkabısını ağzından çıkar yavrucak. Sonra da ufak at.

Cebini AKP'nin kefenle değil, dolarla doldurduğunu herkes biliyor ve görüyor.

Açık İstihbarat
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Hzr 05, 2011 11:08 pm    Mesaj konusu: Gazeteci Birand'a 'Oh' Çektiren İtiraflar Alıntıyla Cevap Gönder

ODA TV - Cem KÜÇÜK kavgasında yeni gelişme: Kripto FETÖ'cü Cem Küçük, "abileri"nden aldığı cesaretle yine kafasını çıkardı
06 Haziran 2017



Odatv'nin kendisine sorduklarının ardından uzun süre sessizliğe bürünen kripto FETÖ'cü Cem Küçük, "abileri"nden aldığı cesaretle yine kafasını çıkardı.

İyi de oldu!

Kendisiyle ilgili daha çok yazacak bilgi var. Şakirt sesini duymadıkça elimizin kaşıntısı geçiyor, motivasyonumuz azalıyor!

Nasıl mı tehdit ediyor TGRT Haber canlı yayınında, okuyalım:

"Odatv aşağılık bir sitedir. Karanlık bir sitedir. İdris Kardaş iyi yakalamış… Türk Devleti sanki böyle terör anlaşması yapıyor gibi Katar'la... Aslında bir savcı bunun için harekete geçebilir. Bir savcı bunun için harekete geçip, Odatv’yi çağırıp, 'sizin herhalde aklınız başınıza gelmedi' deyip, bunlara bunun hesabı sorulabilir. Bu yolda böyle giderlerse; nasıl Cumhuriyet, Sözcü diğerleri patır patır dökülüyorlar… Sayın Cumhurbaşkanımızın, Başbakanımızın, herkesin imzası var. Burada terörün finansmanı gibi sunuyorsun sen bunu. E sen aşağılık bir sitesin demek ki. Odatv herkesin hayatını karartmak için vardır. Yalan söyler, algı yapar… Ha bu kafayla gitsinler. Bir sabah uyandıklarında balyoz bir daha kafalarına iner."

Evet, Odatv'yi tehdit için referans aldığı İdris Kardaş gerçeğini de yazacağız.
Ama önce...

İŞTE O HABER

Bakınız, Odatv Katar krizinin başladığı saatlerde arşivciliğini konuşturuyor.

Terörizmi finanse etmekle suçlanan Katar ile Türkiye arasında daha 3 gün önce "Terörizmin Finansmanı ile İlgili Finansal İstihbarat Değişiminde İşbirliğine dair Mutabakat Muhtırası'nın" metnini bulup yayımlıyor.

Ülkelerin, Katar'la birer birer ilişkilerini kestiği dönemde imzalanan anlaşmayı hatırlatıyor.

Ama maklube yemekten beyin hücreleri yumuşamış kripto Cem Küçük, haberi "Türkiye'nin terörü desteklemesi" olarak sunuyor.

Neymiş, Odatv anlaşmanın adını doğru yazmamış!

"Abileri"nin kulağına fısıldadıkları yerine Odatv'nin haberini okusaydı, anlaşmanın resmi adıyla kocaman hem de boldlayarak yazıldığını görürdü.

Üstelik Cem Küçük'e pas atan program sunucusu Fuat Uğur da Odatv'nin yazdığından daha ileri giderek, anlaşmanın resmi adının sorunlu olduğunu, bizzat anlaşmanın adında "terör iması" yer aldığını iddia etti.

Kısacası...

Odatv'ye sözde suçlama yaparken, klasik kripto taktiğiyle daha ağırını kendi söyledi. İmzalanan anlaşmanın adının "terör destekçiliği" anlamına geldiğini iddia etti.

Gazeteci olmadıkları için bilmezler, ona da yanıt verelim: Bu "terörü finanse eden" bir anlaşma değil. İki devlet zaten "terörü finanse etmek" için oturup anlaşma imzalamaz.

"Terörün finansmanı" ile ilgili, "terörün finansmanı"na karşı anlaşma imzalar.

YANITLA CEM KÜÇÜK

Ha, bu arada...

Yahu bu Cem Küçük değil miydi, daha geçen gün İsrail ablukasını kırmak için harekete geçen gemideki insan hakları savunucularını "terörizm" ile suçlayan?

Mavi Marmara'yı destekleyenler (Erdoğan ve yakınındakiler dahil) hakkında "terörist" imasında bulunan?

Bu yüzden savcıların önünde koca bir Cem Küçük dosyası bulunuyor.

Saklayabilir mi sanıyor; Küçük hakkında "FETÖ şüphelisi" olarak yürütülen bir soruşturma da var.

Kripto Cem Küçük sağa sola saldırarak bunların üstüne kapatacağını sanıyor. Yemezler.

Ortadan kaybolup kimi yerlerden gözleri nemli şekilde af dileyerek Odatv'den kurtulabileceğini sandı.

Nafile! Unuttuk sanma Cem Küçük!

Sorularımıza cevap ver!

- Kaldığın Işık Evlerinde kimlerle birlikteydin? Kaçı şimdi cezaevinde?

-Elinden tutarak yazar yaptığın ve şimdi FETÖ'den içerde olan Profesör Halil İbrahim Bahar'la yazışmalarını sildin de, geçmişini nasıl sileceksin? Anlat bakalım, çok yakın akraban FETÖ'cü Bahar, sana başka ne "fayda"lar sağladı?

- FETÖ'den tutuklu yakın akraban, kumpascı polislerin hocası Halil İbrahim Bahar'ın Giresun Üniversitesi'ndeki ekibi, sana neden hala ödüller veriyor?

-Memleketin Zonguldak'ta FETÖ'nün Memur İmamı olduğu için tutuklanan Orhan Küçük'le ilişkin nedir?

-Hangi işadamlarından "FETÖ'cü ilan ederim" diye tehditle para topladın?

-Hangi belediyelere kitabına toplu alım yapması için baskı yaptın? Hangi belediye yönetimlerine şantaj yaptın? AKP'li belediyeler son zamanlarda, neden senden "kurtulduk" diye yaka silkiyor?

-Koruduğun, kolladığın, TV programlarına çıkardığın o avukat neden tutuklandı? O avukat adına peşine düştüğün "paralar", FETÖ talimatıyla Bank Asya'ya mı yatırıldı?

-7 yıl Timaş Yayınevi'nde hangi "hizmet"lerde bulundun?

-Gülen'e referans veren eski CIA'cı Graham Fuller'i "çevir" diye önüne koyan kimdi?

-Ekrem Dumanlı'nın peşinden aylarca neden koştun? Ondan neler istedin?

-17 Aralık operasyonu olduğu akşam FETÖ'ye övgüler düzerken, hangi abin "sen Hizmet'e oynama" tavsiyesinde bulundu?

-Hiç ByLock kullandın mı? Hangi yakınlarında ByLock çıktı?

-AKP içindeki kavgada Davutoğlu'na övgüler düzerken, ne oldu da dümeni kırmak zorunda kaldın?

-Arşivinden çıkan FETÖ ve terör örgütü liderine övgü yazılarını hangi imamın emri ile yazdın?

-Mavi Marmara çıkışınla kimlere operasyon planladın?

-Cumhurbaşkanı Erdoğan senin hangi görüntülerini izledikten sonra sinirlendi de birer birer sana kapılar kapandı? Ailesinden hangi isimler sana açıkça mesaj gönderdi?

-Odatv insanların özel hayatını yazmaz, kaşınıp bizi mecbur etme, ileride çocuklarının yüzüne bakamazsın.

REFERANS ALDIĞIN İSMİN FETÖ AŞKI

İşte böyle Cem Küçük...

Kaçamazsın!

Kaçtığın yer cehennem de olsa seni buluruz, yakalarız!

Sanma ki camileri "kerhane"ye benzeten o televizyon kanalından Odatv'ye yaptığın tehditler bizi korkutur.

Biz hapse gireriz çıkarız, yine yaşarız, yine yazarız.

Biz idama gitsek kendi sehpamıza tekme atar, yine yaşarız.

Çünkü biz gazeteciyiz.

Senin gibi paraya, cukkaya, FETÖ abilerine değil; habere ve gerçeğe bağlıyız.

Tarih senin gibi tetikçiler için, karanlık ve küflü sonlardan başka bir son hazırlamıyor.

Dün aynı maklubeyi kaşıkladığın, aynı abilerin elinden yetiştiğin tetikçilerden ders al.

Daha önce de yargıya başvurduk, şimdi bu tehditlerin için de dava açıyoruz.

Ve teklifimizi yineliyoruz: Gel itirafçı ol!

Son not: Kripto Cem Küçük'ün TGRT Haber'deki programda referans verdiği İdris Kardaş'ı biz değil, bugünlerde silmekle uğraştığı arşivinden kendisi anlatsın:

"Üniversite yıllarına kadar Diyarbakır'da yaşamış bir Kürt olarak Cemaat ile ilişkim neredeyse hiç olmadı. Üniversite yıllarında ve sonrasında bazı dostlarım vasıtasıyla tanıdığım Cemaat'e saygım bu dostlarımın gönül diliyle konuşmaları sayesindeydi. İlk kez onlardan dinledim Adem Tatlı'nın Diyarbakır'daki, Batman ya da Mardin'deki bir öğretmenden farklı olmayan cefakar hayat öyküsünü. Ülkelerinden binlerce kilometre uzakta Afrika'da, Asya'da ve nice ülkelerde, hastalıklardan dolayı hayatını kaybeden inançlı insanların, çok cüzi maaşlarla çalışan öğretmenlerin yaşadıkları zorlukları hep dostlarımdan öğrendim. Diyarbakır'da yaptığı Türkçe Olimpiyatlar sayesinde, Afrikalı Nicholas Bixa'nın Kürtçe öğrenmesini, sahnede Kürtçe şarkılar söylenmesini Cemaat'in bu ülkeye kattığı değerlerden biri olduğunu heyecanla düşündüm. Eminim, Cemaat bu çalışmalarıyla birçok Kürd'ün sempatisini, saygısını da kazanmıştır. Çalışmalarına, fikirlerine katılmasa da Diyarbakır'da kapısını çaldığı her ev Cemaat''e kapısını sonuna kadar açar. Çünkü Cemaat dendi mi akla gönül dili gelir. Cemaat dendi mi akla konuşmak, diyalog gelir. Çünkü Cemaat, dünyanın öteki ucunda bile barış için, insanların huzuru için çalışır."

Devamı sonra...

Odatv.com

Banu Güven'den Başbakan Erdoğan'a Mektup
Banu Güven
Gazeteciler
18.07.201

Bir çok yazarın Banu Güven'i konu alan yazılarından sonra bu kez de Güven'in Başbakan Erdoğan'a hitaben yazdığı mektup gündemde.

Ünlü ekran yüzü, kişisel internet sitesinde yayınladığı mektupta medyanın giderek en en ağır sorunu haline gelen 'oto-sansür'e dikkat çekiyor. Başbakan'ın beğenmediği bir soruyu soran muhabire 'sen hangi gazetedensin?' diye sorarak oto-sonsürü derinleştirdiğini söyleyen Güven, "Sizin beğenmeyeceğiniz varsayılan haberler yok sayılıyor!" dedi.

İşte Güven'in Başbakan'a hitaben kaleme aldığı o mektup:

Sayın Başbakan,

Siz de duymuşsunuzdur belki. Ondört yıl emek verdiğim NTV'den geçtiğimiz günlerde ayrılmak durumunda kaldım. Bu haber duyulduğundan, hatta programı erken tatile sokmamı gerektiren malum sıkıntıları yaşadığım günden beri çevreme 'neden böyle oldu' sorusunun cevabını vermeye çalışıyorum.

Yanlış anlamayın, anlattığım kişisel bir mağduriyet hikayesi değil. Ölçülebilir başarı kriterlerini karşılamış olan ve yayında olduğu dönem içinde kanal yönetiminin takdirini alan bir programın ve benzerlerinin gelecek yayın döneminde, en azından bugüne kadar bu yayınları götüren kişiler tarafından yapılmayacağı gerçeğiyle karşı karşıyayız.

Neden? Bu sadece bizim kurumumuzu ilgilendiren bir durum mu? Sizinle kısa vadede herhangi bir söyleşi yapmam pek muhtemel görünmediğinden yazma ihtiyacı hissettim.

HABERCİLİK BAŞKA BİR SÜZGEÇTEN GEÇİYOR

Yaşananlar üzerine farklı kuruluşlarda çalışan meslektaşlarımla konuşuyorum. Onlara neler yaşadıklarını soruyorum. Herkes artık haberciliğin kendi süzgecinden başka bir süzgeçten geçtiğini söylüyor.

'Şimdi o kişiyle konuşmasak' ya da 'Bu yazıyı birinci sayfadan görmesek', 'Haberi çok büyütmesek', 'Duyulmasından hoşlanılmayacak soruyu sormasak'. Bunlar herkesin son dönemde sık sık duyduğu cümleler.

Bazı konular da üzerinde hiç yorum bile yapılmadan geçiştiriliyor zaten. Üstelik dinlediklerimin bir kısmı hiç de yeni hikayeler değil. Bugün yaşadıklarımızın bir devamlılığı olduğunu anlatıyor. Bir meslektaşım hatırlattı.

2004'te Pamukova'daki hızlı tren kazasının ardından 'Ulaştırma Bakanı istifa edecek mi?' diye soran gazeteciye, 'Sen hangi gazetedensin?' diye sorup, sonra da had bildirerek konuşmaya devam etmiştiniz. Bence herkesin gözleri önünde yaşanan bu çıkışınız habercilerin özgüveni açısından bir kırılma noktasıdır. Çok kötü bir kazanın etkisinde ortaya çıkan bir tepki deseniz de buna, o zor ama göğüslenmesi gereken soruya verdiğiniz cevap da başka bir 'kaza' olmuştu.

ZEDELENEN ÖZGÜVEN TAMİR EDİLMEDİ

Tamam, bunun üzerinden yıllar geçti, ama zedelenen o özgüveni tamir edecek yaklaşımlarla karşılaşmadık.

Bundan birkaç yıl önce yabancı bir yetkiliye sorulan sorudan nem kapan bir hükümet üyesinin, muhabiri çalıştığı kurumun sahibine doğrudan şikayet etmesinden mi söz edeyim, yoksa ana akım medyadan başka bir meslektaşımın telefonda 'Bu iş artık katlanılır gibi değil' derken sesinin titremesinden mi?

Yoksa birçok meslektaşımın 'Ama ayrıntıları telefonda konuşmayalım' demesinden mi?

SİZİN BEĞENMEYECEĞİNİZ HABERLER YOK SAYILIYOR

Haber toplantılarında sizin duymaktan hoşlanmayacağınızın düşünüldüğü ya da bilindiği konuların gündemin alt sıralarına itilmesinden mi ya da bizim gazeteci tabirimizle, hiç görülmemesinden mi?

Toplumsal olaylarda biber gazı ve cop devreye girdiğinde, 'ağır kaçabilecek' bazı görüntülerin ayıklanmasından mı?

Yanlış anlaşılmasın, sadece eski kanalımda değil, yine duyduklarıma dayanarak söylüyorum, başka kanallarda da haber spotları yazılırken defalarca düşünülmesinden ya da bazı anahtar kelimelerin kullanım dışında tutulmasından mı?

Biliyorsunuz, buna otosansür deniyor. Sansür canavarı haber merkezlerine gelip kuruluyor. Zaten siyasi kültüründe biat etkisi kuvvetli olan, mesela darbelere yıllarca 'müdahale' deme kibarlığında yaklaşmış bir toplumda ve medyasında, otosansürün kendisine yer açması hiç zor değil.

Yani durum hiçbir yayın kuruluşunda pek farklı değil, ama belki farklı farklı idare ediliyor.

Her yayın kuruluşunun ait olduğu grubun karnının yumuşaklık derecesine göre reaksiyon verdiğini görüyoruz. Başka alanlardaki yatırımların, girişimlerin ya da sermayenin kazaya uğrama riski sınırlarımızı belirliyor, zaman zaman iyice geriye çekiyor. Şunu da söylemek gerek. Türkiye'de medya benzer tecrübeleri daha önce de yaşamış ve tökezlemiş bulunuyor. Doksanlı yıllardan başlayarak çok sayıda örnek verilebilir.

BİZ DOKUNULMAYAN KONULARA YER VERDİK AMA SONRA...

Biz de NTV'de, son dönemde bütün basın gibi belli bir 'frekans' dahilinde bir ortalama tutturmaya çalışarak habercilik yapmaya devam ettik. Yani ana akım medya ortalamasına kıyasla sapmaların olduğu yayınlar yaptık, dokunulması pek tercih edilmeyen konulara, yayına alınması pek tercih edilmeyecek konuklara da yer verdik.

Ama sonra koridor iyice daraldı ve tavan da basıklaştı. Tam kırılma seçimin hemen öncesine denk geldi. 'Neden böyle oldu' sorusuna bir cevap bulmak için, Mayıs ayına kadar biraz geriden gelerek bakmak faydalı olabilir.

DAHA ÇOK OYUMUZ VAR SÖZ HAKKIMIZ DAHA ÇOK OLMALI

Görebileceklerimizin yanında asla bilemeyeceklerimiz de var tabii. Her neyse, bizim daha çok oyumuz var, o halde daha çok konuşma hakkımız olmalı anlayışıyla bize yayıncılık ilkeleri yeniden öğretilmeye çalışıldı. Buluttan nem kapabilecek bir iktidar endişesi gelip üzerimize çöktü.

Sorabilirsiniz, 'acaba benzeri tepki ve talepler hiç muhalefetten yansımadı mı' diye. Evet, yıllar içinde muhalefetten de zaman zaman benzer yaklaşımlarla, bazen boykot olarak adlandırabileceğimiz tepkilerle karşılaştık. Ama arada sonuç açısından ufak bir fark var. İktidarla karşı karşıya kalmanın farkı.

Ak Parti'yi seçim başarılarından dolayı tebrik etmek gerekiyor. Haklısınız muhalefetle birlikte, size oy vermeyenler de partinizin iki seçmenden birinin oyunu neden aldığını oturup düşünmeli. Hakkınızı teslim etmeli, ama teslim olunması beklenmemeli.

Siz seçimden sonra yaptığınız balkon konuşmasında,

'Milletimizden aldığımız güçle, yetkiyle demokrasi daha ileri standartlara kavuşacak, özgürlükler çok daha genişleyecek, herkes kendisini çok daha rahat ifade edecektir. Bütün kardeşlerimin, 74 milyonun böyle bir gönül huzuru içinde olmasını yürekten temenni ediyorum"

demiştiniz. Seçim öncesinde bu konuda bambaşka bir anlayışın sert ifadelerini kullanmış olmanıza rağmen, bugün itibariyle ortaya çıkan somut bilgiler bu kadar yıldır kimsenin çözmediği Kürt sorununun sizin iktidarınız döneminde çözülme olasılığının yüksek olduğunu gösteriyor.

TOHUMLARI SİZLER TARAFINDAN ATILAN OTOSANSÜRÜN SORUNLARI

Aldığınız yüzde 50 oyla bu sorunu korkmadan çözebilecek bir konumdasınız artık. Bu durum heyecan yaratıyor. Bunlar olurken, bir taraftan da tohumları sizler tarafından atılan otosansür nedeniyle bugün karşılaşmış olduğumuz sorunların, mesela benim Leyla Zana'yı çıkaramamış olmamın, Vedat Türkali'nin söylediklerinin sonuçları ne olur endişesinin ya da Ertuğrul Mavioğlu'nun Murat Karayılan'la konuştuğu için yargılanmasının trajikomikliğini yaşıyoruz.

DEMOKRATİKLEŞME KÜRT MESELESİNİN ÇÖZÜMÜNDEN İBARET DEĞİLDİR

Bu sorun çözülünce herkes size müteşekkir olacak. Ama demokratikleşme Kürt meselesinin çözülmesinden ibaret değil elbet. Başörtüsü meselesinden, Aleviler'e eşitlik tanınmasına, suya erişim hakkından, Ahmet ile Nedim'in meslektaşlarının ve kamuoyunun vicdanını yaralayan tutukluluklarına kadar uzun bir liste belirliyor bizim demokrasiye dair notumuzu.

İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜN HER ALANDA HAYATA GEÇMESİNİ BEKLİYORUZ

Yeni Anayasa çalışmaları bu notun belirleneceği sınav olacak. Yeni Anayasa için vadettiğiniz özgürlüklerin Ceza ve Terörle Mücadele kanunlarında ve özel yetkili ceza mahkemeleri ve savcılarının 'özel' tasarruflarında yansımasını bir an önce bulması da gerek. Seçim, Siyasi Partiler, Dernekler ve Sendikalar, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri kanunları da belki anayasa çalışması bitmeden bu vaatlerle uyumlu hale getirilebilir.

Sözünü verdiğiniz ifade özgürlüğünün her alanda hayata geçmesini bekliyoruz. Haberciler olarak içinde bulunduğumuz tablonun bu derece karanlık olmasından sizler kendinizi doğrudan sorumlu tutmuyorsanız, en azından neden böyle bir algının oluştuğunu, nerelerde hata yapıldığını tahlil etmeniz, tespitlerinizi de iletişim içinde olduğunuz medya patronlarıyla ve yönetimleriyle tartışmanız belki somut sonuçlar verebilecek iyi bir başlangıç olabilir.

Saygılarımla.

Gazeteci Birand'a 'Oh' Çektiren İtiraflar


05 Haziran 2011

"Genlerimizde darbecilik vardı" diye yazdığı yazı büyük ses getiren Gazeteci Mehmet Ali Birand'ın ağzından Türkiye’de darbe gerçeği ve medya-asker ilişkisi...
"Genlerimizde darbecilik vardı" diye yazdığı yazı büyük ses getiren Gazeteci Mehmet Ali Birand, TRT Haber’e konuştu.

Birand, merkez medya mensuplarının büyük bölümü için bir dönem önceliğin demokrasi veya parlamento olmadığını, Genelkurmay’ın daha önemli olduğunu dile getirdi.

İşte Birand’ın ağzından Türkiye’de darbe gerçeği ve medya-asker ilişkisi.

"Darbecilik medyanın genlerinde var. Askeri darbeyi laik kesim kışkırttı’ sözünüz çok tartışıldı. Geçtiğimiz haftanın en çok tartışılan konusu buydu medyada ve ülkede. Türkiye’nin gücü ve iktidarı elinde bulunduranların darbeci kesim olduğunu ve bunların elindekini paylaşmamak için böyle bir yola başvurduğunu söylüyorsunuz. Aslında bu sözünüz bu yazınız çok açık net bir fotoğraf yapıyorsunuz. Çok kritik bir soru gibi geliyor bana burada ’Askerler mi laikleri kullandı? Laikler mi askerleri kullandı?”

Birand: “Aslında laik siviller askerleri kışkırttı, askerler de buna hazırdı. Yani ikisi arasında bir zorlama olmadı. Hani ’sen şöyle yapsan da ben böyle yapsam da’ değil. Birlikte hareket edilen, aynı dünya görüşünü paylaşan insanların buluştuğu bir kulüp gibi oldu. Bu kulübe ben de dahildim. Yani benim için de evet ’asker gerektiği zaman müdahale edebilir’ idi. Bunun aksini söyleyecek benim kuşağımda kimse olamadı. Buna itiraz etmiş olan olabilir. Anlatabiliyor muyum? Ama buna itiraz edecek ’Hayır bu öyle değildi’ diyecek kimse olamaz. Zaten bunu söylediğimden dolayı bu bir itirafta değil bu bir saptama. Yani bu böyleydi. Çok özür dileriz. Biz böyle yetiştirildik. Yani Cumhuriyet çocukları olarak böyle yetiştirildik. Ne yapalım. Sonradan bunun doğru olmadığını Genelkurmay’ın Parlamentodan daha önemli olmadığını zaman içinde öğrendik, sonra da değişildi. Ama kimse buna itiraz edemez. “

"Gönül bağı nereden geliyor iki taraf arasındaki ?"

Birand: “Bu eğitim. İlkokulundan sivilde ilkokulundan başlar, ’Türküm, doğruyum, çalışkanımla’ başlar, rap rap yürüyüşünden başlar ilkokulda. Avrupa’da olsun Amerika’da olsun, milli marş söylenmez okullarda. Biz böyle yetiştirildik. Türkiye korunması kollanması gereken bir toplum, halk cahil, koyun sürüsü, politikacı üç kağıtçı, yolsuzluk yapan her an o şeyi kafasını çelebilir o toplumun. Onun için birilerinin sağlam durması gerekecek… ’Kim duracak? Zinde kuvvetler…Biz sokağa çıkıp “hayır laikliği biz koruyacağız” diyeceğimize jandarma olarak askeri kullandık. Askeri kışkırttık.“

"O zaman siz kötü bir öğrenci miydiniz ki bugün farklı bir şey söylüyorsunuz ?”

Birand: “Olabilir. Benim o dönemdeki demokrasi anlayışım, ortaokuldaki, lisedeki demokrasi anlayışım bana böyle öğretildi. Yani evet kötü öğrenci olabilirim. Ama böyle öğrettiler. Önce devlet. Her şeyden önce devlet dendi. Biz de inandık. Sonra ben çıktım Avrupa’da 20 yıl süreyle gazetecilik yaptım, “Hanya’yla Konya’yı anladım”… bunun doğru olmadığını çok yanlış bir şey olduğunu, bu şekilde devam edilemeyeceğini anladım ama;”

"Sizin gördüğünüz demokrasilerde böyle bir rol model yok o zaman."

Birand: “Yok canım öyle şey olur mu? Yani orada bütün mesele halka güvenmemek, halkı hor görmekten geliyor. Bu kesim için. Öbür kesim için kapitali paylaşmamak. Yani Anadolu’nun kapitalinin zenginleşmesine şey yapar. Bir hayat tarzını devam ettirmek. Çünkü hep o şeyle kuruldu Cumhuriyet. ’Aman irtica gelecek, Ticaniler gelecek’… çok iyi hatırlarım ortaokul dönemlerimde 3 tane sakallı cübbeli adam yakalanmış, ne olduğunu tam anlayamadığınız şeylerdi onlar. Hep onun üzerine yani Atatürk’ün ilkelerini o kadar ters uyguladı ki Türkiye çok doğru yaptığı şeyleri bile Atatürk’ün söylediği şeyleri çok ters uyguladı ki onun cezasını gördük.”

"Peki, bu ilişki ne kadar geriye gidebilir? Ne zaman başladı aslında bu birliktelik ?"

Birand: “Osmanlı İmparatorluğu’ndan tutun hep vardı. Osmanlı İmparatorluğu’ndan ve Cumhuriyet’in ilk şeyinden itibaren bu birliktelik hep vardı yani.”

"27 Mayıs dâhil mi ?"

Birand: “27 Mayıs en büyük şeyi, yani 27 Mayıs ayaklanması diyorum ben ona artık, darbe falan da demiyorum, ayaklanması dahi tamamen çok gereksiz abuk subuk gerekçelerle ama karşılıklı hani ’Demokrat Parti’nin yaptıkları da harikaydı da çok iyiydi de, hayır. O da çok hoyratlıklar yaptı. Ama muhalefet müthiş hoyratlık yaptı. O arada askeri de kışkırttı muhalefet. Yani bunu gördük beraber yaşadık.”

"Geriye dönüp baktığımızda 27 Mayıs; İşte ben geçen hafta TRT Haber’de Yassı adada özel bir yayın yaptık. Bu konuyu araştırırken bazı çok çarpıcı gerçeklere ulaştık. 12 Eylül’ü nispeten hatırlıyorum, geriye dönüp baktığınızda dezenformasyon çok ileri boyutta, 27 Mayıs’ta kıyma makinelerine atılan gençlerden bahsediliyor"

Birand: “Konya yolundaki mezarlar açılıyor diye manşetler atılmıştı.”

"12 Eylül’de de benzer senaryolar yapılmış."

Birand: “Evet, 27 Mayıs’ta daha kolaydı ülkeyi kontrol etmek. Tek radyo var. Gazeteler zaten askerin iki dudağı arasında. Askere tapıyor medya. Her dediği doğrudur diyor. Bir iki tane böyle cılız biri çıkıp ’Ya bu böyle doğru mu falan’ pat diye biri vuruyor. 12 Eylül’de biraz daha kontrolü zordu. 12 Mart’ta zorlaştı. 12 Eylül’de daha da zorlaştı.”

"Bugün ?"

Birand: “Bugün artık yok. Bugün artık kalkıp ta Türkiye’de asker ‘hod’ dediği zaman selama duracak kurum sivil hayır. Ha şöyle olabilir. Türkiye Allah korusun müthiş bir sivil savaşa girdi Allah korusun, ’aman asker’ denir ha o zaman her şey değişebilir. Onun dışında bugün artık siyaset hâkimdir.“

“Bugüne geleceğiz ama biraz daha geçmişi konuşalım istiyorum. 28 Şubat sürecinde kalemi elinden alınmış bir gazetecisiniz. Andıç meselesi artık herkesin malumlu. Bugün o güne baktığınızda neler hissediyorsunuz ?"

Birand: “Ben 28 Şubat’ı ilk başta pek anlam veremedim 28 Şubat’a. Genelkurmay’ın emir yazıp, yalan doküman üretip, gazetecilerden intikam almak, o gazeteciler de en sonunda en fazla yaptıkları resmi ideolojiyi şey yapmamaları kabul etmemeleri. ’Hayır bu sadece silahla çözülecek bir şey değildir’, bu çok daha derinlere giden bir şeydir’ diyen gazeteciler. Hiç anlayamamıştım. Zaman içinde bana çok koydu. Ama o dönemde söyleyeyim devletin ne kadar gaddar, acımasız ve güçlü olduğunu o zaman anladım. Bir anda bütün etrafınız boşalıyor. Kimse selam vermiyor, kimse yanınıza uğramıyor, ne olur ne olmaz. Ha doğruymuş değilmiş tartışanda yok. Çok acıydı. Çok korumasız kalıyorsunuz birden bire.”

"Devletten kastınız askerler mi?"

Birand: “Hep “devlet devlet” dediğimiz şey askerdi. Şimdi o denmiyor artık. Devletle asker ayrıldı. O dönemde ’Devlet eşittir asker’ öyleydi.”

"28 Şubat sürecini kastederek soruyorum, sivillerin arkadaşlarınızın sizi yalnız bırakması da çok daha kötü değil miydi ?"

Birand: “Ama bu hep böyledir. Yani bu insan tabiatına uygun bir şey. Zayıf olan ayağı kayan, yaralananı köpek balıklarına atarlar. Artık onun hesabı verilmiştir. Onun için ben ondan çok şey yapmadım alınmadım. Alındığım şey oluyor ondan sonra kalkıp da kahramanlık yapmaya kalktıkları zaman ’E o kadar da artık değil’ demeye başladım doğrusu.”

"Bu açıklamaları yapmak için geç kaldığınızı düşünüyor musunuz? Çünkü bir kısmı destek verdi "evet yapılması gereken açıklamalardı" derken bazı köşe yazarları "geç kaldı daha önce yapılabilirdi" dediler...

Birand: “Onlar yapsalardı. Yani ben hiç zamanlama şeyi yapmadım. Bir gün otururken bir çok televizyonlara bakıyordum, gazeteleri okuyordum, ya dedim ben sanki Mars’ta yaşıyor gibiyim. Bu adamlar zamanında neler dediler, neler yaptılar, şimdi tam terslerini yapıyorlar. Canını okurum diye öyle çıktım meydana. Yoksa biz zamanlama olsun öyle düşünmedim. Evet, daha önce akıl etseydim. Etseydim ama edemedim.”

"Ayşenur Arslan’ın Medya Mahallesi programına konuk oldunuz. Yine 28 Şubat süreciyle ilgili bir soru geldi. Fethullah Gülen’in kasetleri…

Birand: “Ha soru değildi o...”

"Siz açıkladınız…"

Birand: “Yani şöyle şey yapıldı. Yani medya o kadar da değildi askere bak Fethullah Gülen kasetleri ne?”

"Birilerinin servis ettiğini söylediniz…"

Birand: “Canım gayet tabi. Nerden çıkacak Fethullah Gülen kasetleri diğer kasetleri yani 28 Şubat olayı çok psikolojik askeri psikolojik savaş açısından incelenmesi gereken bir şey müthiş iyi planlanmış, sonucu doğru mu oldu yanlış mı oldu onu bir kenara bırakalım, müthiş bir planlamadır. Yani resmen Türk Silahlı Kuvvetleri yargıyı da üniversiteleri de medyayı da müthiş başarılı bir şekilde kullanmıştır. Hiç orda söylenecek bir şey yok. Evet o olay o şeylerin olayı Aczimendilerin olayı bunların hepsi sonradan ’Ya bu da uydurmaymış’ denildi.”

"Yani 27 Mayıs’taki dezenformasyonun bir benzeri…"

Birand: “Gayet tabi. Ama bu hep böyledir. Dünyanın her yerinde bu tip şeylere girdiğiniz zaman bu tip girişimler yaptığınız zaman daima dezenformasyon şey yapar bakın şidi dezenformasyon yok mu şimdi de var.”

"Sizin de kulağınıza gelmiştir. Milliyet, ve Vatan gazeteleri satıldı. işte bunlara Birand’ın akrabaları da ortak…

Birand: “Ali Karacan kayınbiraderim.”

"Evet kayınbiraderiniz... ola ki bir gün eleştirdiğiniz merkez medyadan sizi aforoz ederlerse gidecek bir kapınız var. Sizi cesaretlendir mi bu gazetelerin el değiştirmesi ?"

Birand: “Ben 69 yaşındayım. Böylesine aptal bir komploya hiç gerek yok. Abuk subuk yazdı birkaç kişi onu biliyorum. Ben yerimden de memnunum. Ben Posta’nın başyazarıyım. Yazıyorum. Bundan büyük keyif duyuyorum. Yerimden kalkmaya da şu an bir niyetim yok. Kimden korkacağım ki? Ben bundan sonra madalya mı alacağım? Ben sadece sinirime dokunan bir şeyi bir yalanın ortaya çıkmasını istedim. Onu yazdım. Bu kadar etkili olacağını da tahmin etmedim. Çünkü bu bilinmeyen bir şey değil. Bunu ben yazdım diye insanlar şey yaptılar.”

“Kral çıplak mı dediniz?”

Birand: “Evet o kadar. Hayır, bu biliniyordu. Bunun üzerine kitaplarda yazıldı zamanında ama yazanlar okunmadı. Veya da ilgi çekmedi. “

"Kral çıplak demenin bir bedeli vardı, siz bu bedeli göze almıştınız öyle mi ?"

Birand: “Gayet tabii. Şey diyenlerde var bununla birlikte yeni bir yandaşlaşmaya çalışıyor. Bana ne. Recep Tayyip Erdoğan benim babamın oğlu değil. Bana iş vermiyor. İhale peşinde koşmuyorum. “

"Peki sizin tarif ettiğiniz isimlere gazeteci demek doğru mu ? Tüm kirli tezgâhların içinde olanlara, yardım edenlere gazeteci demek bu işi şerefiyle yapanlara bir haksızlık değil mi ?"

Birand: “Gayet tabi. Aslında öyle şunu söyleyeyim. Eskiye dönüp ya bizim zamanımızda deyip başlamak benim hiç hoşlanmadığım bir şey ama inanın gazetecilik bu değil. Gazetecilik şimdi politik bir partinin sözcülüğüne dönmeye başladı. Biri çıkıyor televizyonda halk partisini yerden yere vuruyor. Mahvediyor işte canını okuyor. İmam Hatip bilmem ne falan bir bakıyorsun öbür kanalda AK Parti’yi yerden yere ’ya kardeşim sizin göreviniz bu değil.’ Sizin göreviniz siz gazetecisiniz. Siz bir yeri korumak bırak muhalefet ve iktidar kendi aralarında kavga etsinler. Sen buna bulaşma sen kendi işini yap. Biz hepimiz siyasi bir sözcü haline geldik. Bu beni çok üzüyor doğrusu.”

"Terazinin iki kefesine koyarsak olumlu eleştiriler mi daha fazlaydı olumsuz eleştiriler mi?"

Birand: “Olumlular daha fazlaydı. Çünkü olumsuzlar ya haklısın ama şu açıdan haksızsın demek yerine yani dengeli bir eleştiri yapmak yerine ’gördün mü adamların eline şey verdin koz verdin’ bunun kozla ne ilgisi var. Benim bahsettiğim sosyolojik bir olaydan bahsediyorum. Onun için olumsuzlar bir şey diyemediler. Çünkü doğru yazdıklarım.”

"Sizce bu gerçeği neden görmek istemediler ?"

Birand: “Dindar medyanın çıkıp ’ya Mehmet Ali haklı biz de zamanında şöyle şöyle şöyle hatalar yaptık’ onlarda diyemiyor. Diyemiyor. Sanki kötülük olacakmış gibi. Yazımda onun üzerinde durmuştum. Şimdi bir yeni anayasa gelecek, daha çok muhafazakâr medyaya bakıyorum, bizim eskiden yaptığımız hataları yapıyorlar. Anayasa gelecek onun için korkuyorum. Anayasanın da kendilerinin hayatına göre bir anayasa olması, biz kendi istediğimiz anayasaları kurduk, ondan dolayı bunlara geldik. Şimdi siz de onu yapmayın. Aynı hatayı yapmayın diyorum ama kimsenin dinlediği yok. Sonra birileri çıkacak bundan 20-30 yıl sonra ya bak hata da olmuştu diyecek benim gibi.”

"Allah’tan TRT var."

Birand: “Doğru.”

Birand: “Bir misyonum yok. Hani ben Türkiye’yi kurtarayım, benim bir tek üstünde durduğum nokta var. Kürt sorununun şu veya bu şekilde yaşanabilir hale indirilmesi. Çözülmesi değil. Çözülmesine çok uzun yıllar var. Yaşanabilir hale gelmesi. Seçim sonrası tek beklediğim o. İşte anayasa değişikliği arkasından yapılacak şeyler ama, bakıyorum öylesine sertleşmeler var ki, bu sertleşmeyle nasıl karşı karşıya oturup el sıkışacaklar liderler o konuda şüphelerim var maalesef.”

"Bu yazınızın çok şeyi değiştireceğini düşünüyorum …"

Birand: “İnşallah. ’Hay Allah bak samimi bir şekilde çıktı söyledi’ ben de bir bakayım ben ne yapmışım’ diyenler oluyorsa çok memnun olurum.”

"Hayatınızdan endişe duyuyor musunuz ?"

Ben bedava yaşıyorum. 1993-94-95 döneminde işte o andıçlı döneme dair 94-98 arasında farkında olmadan bana Mehmet Ağar anlattı işte. O dönemin Emniyet Genel Müdürü. Birileri beni Yeşil’e öldürmesi için şey yapmış, Mehmet Ağar anlattı. Mehmet Ağar’a demiş ki "Yeşil tamam, onun işi bitiyor" demiş. Kim deyince beni tarif etmiş. Sen yaptın dedim Ağar’a?... Ağar’da bana "olur mu falan dedim. Sonra vurmadı seni" dedi. Kim peki engelledi? ’Valla onu da bilmiyorum’ dedi. Biliyor mu bilmiyor mu bilmiyorum…Ben onlarla yaşadım. Ama hiç ciddiye almadım. Şimdi de öyle bir tehdit ciddiye almıyorum. Ah vurulur. Onu da engelleyemem ki. Yanımdaki insanlar bari vurulmasın diye düşünürüm. "

"İlerde başkalarının da sesini yükseltmesini ister misiniz? Yoksa tarihte tek kalmak mı istersiniz ?"

Birand: “Yok. Tek başınıza hiçbir şey yapamazsınız. Belirli bir yaşınız var. Belirli bir süreniz var, bu sürede yoksunuz. Tek başınıza kaldığınız zaman çok zayıfsınız. Bilakis, etrafınızda daima sizden daha iyi insanların olması lazım. Ben hiçbir zaman çalışırken çürük insan almam yanıma. En iyilerini alırım. Her zaman böyle yaptım. Çünkü o en iyiler sizi yükseltirler. O en iyiler sizi yaşatırlar. Benim yerim sarsılmasın dediğiniz zaman yok olursunuz. Bilakis hep onlarla beraber yürümek isterim.”

"Çevik Bir’le karşılaştınız mı? Ne yaptınız?"

Birand: “Birkaç defa karşılaştım. Hiç kızmadım. Çünkü şunun farkına vardım. O Çevik Bir, bir kaç asker daha kendi kafalarında yaptıkları bir şeydi. O bütün Türk Silahlı Kuvvetleri değildi. O bütün askeri lekeleyecek bir olay değildi. ’Komutan niye yaptın bana bunu?’ dedim. ’Valla Birand o dönemler çok karışık dönemler artık geldi geçti’ dedi, ama ne oldu Cumhurbaşkanlığı’na adaylığını koydu, programıma geldi o programda öyle cevaplar verdi ki ertesi gün adaylığını çekmek zorunda kaldı. Hayat böyle bugün sana yarın öbürüne.”

"Oh İçimi Döktüm"

aktifhaber

Şemdinli'de Hürriyet İzleri Deşifre Oluyor!
23 Temmuz 2011



Star yazarı Ergun Babahan, Şemdinli davasının yeniden açılması üzerine Ertuğrul Özkök'ün o dönem yazdıklarını hatırltarak Hürriyet'i eleştirdi...

Star yazarı Ergun Babahan, Şemdinli davasında medyanın o dönem görevden alınan savcı Ferhat Sarıkya'yı linç ettiğini ve Hürriyet'in başrolü oynadığını yazarak Ertuğrul Özkök'ü eleştirdi.

'Derin devlet'in suç üstü yakalandığı Şemdinli davasının yeniden açılması ve Yaşar Büyükanıt'ın yargı karşısına çıkartılma kararı alınmasını değerlendiren Ergun Babahan dosyanın kapatıldığı süreçte Hürriyet gazetesinin oynadığı rolü hatırlattı.

Babahan, "Baykal, Hürriyet ve Şemdinli" başlıklı yazısında Özkök'ün Ferhat Sarıkaya için yazdıklarını aktarıyor:

Şemdinli olayı patlak verdiğinde Deniz Baykal CHP Genel Başkanı idi. Ergenekon Davası’nda avukatlığa soyunan Baykal, Şemdinli İddianamesi’ne de kafadan tavır almış “Bu savcıyı aşan bir iş” değerlendirmesi yapmıştı.

Baykal, iddianamenin Genelkurmay Başkanı olması beklenen dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın önünü kesmek amacıyla kasıtlı hazırlandığı iddiasındaydı.

Ergenekon Davası’nda olduğu gibi medya desteği de hazırdı adı da Hürriyet gazetesiydi.

Hürriyet’in Genel yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök iddianame için ‘’İddianameye bakınca, bu tür ideolojik değerlendirmelerin hukuka ne kadar zarar verdiğini görüyorum. Türkiye, bir savcının yol açtığı bu tartışmanın bedelini ağır ödeyecektir’’ diye yazıyordu.

Yazının yayınlandığı gün Hürriyet Gazetesi’nde ‘’Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın asıl bombaları iddianame içine soktuğu ortaya çıktı’’ diyen bir haber yayınlanıyor, haberde Baykal’ın ‘’Orduya karşı darbe girişim var’’ sözlerine yer veriliyordu.

Hürriyet haberlerine bu minvalde devam ediyor ve art arda şu haberleri yapıyordu: HSYK savcıya soruşturma açılmasını istiyor, HSYK’ya olaya el koysun daveti, Yargıtay ve Danıştay başkanları: Bu iddianameyi tasvip etmek mümkün değil...

Sonuçta Baykal ve Hürriyet’in dediği oldu, Sarıkaya hakkında soruşturma açıldı ve avukatlık yapma hakkı bile elinden alınarak meslekten ihraç edildi.

Aynı Hürriyet ve Baykal, Sarıkaya’ya mesleğe dönüş yolu açacak 12 Eylül referandumuna da karşı çıktılar ve yine kaybettiler.

Gazetelerde Büyükanıt’ın Şemdinli davasında şüpheli sıfatıyla ifade verebileceğini okuyunca bu dönemi hatırladım.

Hukukun üstünlüğü, basın özgürlüğü diye bağıranların kimin üstünlüğünü istediği, neye özgürlük talep ettiğini bir daha görün istedim.

Derin devlet yapılanmasını ortaya çıkaran her olayda medya-siyaset ittifakını görmek ve doğru okumak lazım.
haber5

Sıra ulaklara da gelecek!
Mehmet Baransu
01-08-2011

"Mevzu dört yıldız olunca, kafasını kuma gömmeyi severler. Ya da onlara ulaklık yapmayı yeğlerler.

Şu sıralar top çevirmeye başladılar. Yakında onların nasıl "döndüğüne" de şahitlik edeceksiniz. Tıpkı, birkaç gün önce, dört generalin istifa etmesinin ardından ekranlarda yaptıkları "döneklik" gibi.

Önümüzdeki günlerde, kâh Ramazan sofrasında, kâh teravihte karşınıza çıkacaklar.

HESAPLAŞACAĞIZ

Dün patronlarına, Karargâh`a onurlarını satıyorlardı, bugün başkalarına satacaklar. Ağızlarından "helalleşelim" kelimesi de eksik olmayacak.
Buradan kendilerine sesleneyim. Tıpkı bir ay önce dediğim gibi; Biz sizinle "helalleşmeyeceğiz, hesaplaşacağız".

SIRA SİZE DE GELECEK

Sıra parmak sallayanları, iyi çocukları hukuk önüne çıkartıp, yaptıklarının hesabını sormakta. Sonra sıra size gelecek. Yani o çok korktuğunuz günahlarınıza.
Yasa dinlemez, hukuk tanımaz icraatlarınıza. 28 Şubat sürecindeki rolünüze.

Bu ülke size ve Karargâh`taki ortaklarınıza, 28 Şubat sürecinde yaptıklarınızın hesabını da soracak. Bugün emeklilik resti çekenlerin, o gün nasıl tank yürüttüğünün hesabı da sorulacak.
Onların ulaklarının yaptıklarının hesabı da.
Taraf

Bir Gazetecinin İsrail’le Olan Özel İlişkileri
29 Eylül 2011


Gazeteci Sedat Sertoğlu’nun 2006 yılında yayımlanan “Yazsam Olay Olur” kitabı, İsrail muhibbi bir gazetecinin, Türkiye-İsrail ilişkilerinde oynadığı roller bakımından ilginç bilgiler ihtiva ediyor

Gazeteci Sedat Sertoğlu’nun GOA Basım ve Yayın Dağıtım Ltd.Şti. tarafından 2006 yılında yayımlanan “Yazsam Olay Olur” kitabı, İsrail muhibbi bir gazetecinin, Türkiye-İsrail ilişkilerinde oynadığı roller bakımından hayli ilginç bilgiler ihtiva etmektedir. Kitaptan, bu özel ilişkilere dair seçilen olaylar aşağıda anlatılmaya çalışılmıştır.

1980 askeri darbesinden sonra -Sedat Sertoğlu’na göre Araplardan medet uman- generaller bazı sivillerin dolduruşuna gelip, İsrail ile ilişkileri 3’üncü kâtip düzeyine indirmiştir. İşte bu sıralarda, Genelkurmay’dan bir Albay kendisini arayarak Orgeneral ‘U’ nun çok önemli bir görüşme için kendisini Ankara’ya çağırdığını bildirir. Bu görüşme için Ankara’ya giden Sertoğlu, Genelkurmay’da general ve albaylardan oluşan 15 kişilik bir grupla Orgeneral ‘U’nun başkanlığında bir toplantı yapar. Orgeneral ‘U’ “Senden İsrail’e gitmeni istiyoruz. Bizim ordunun tankları çok eskidi. İsrail ile ortaklaşa Merkava tanklarını üretmek istiyoruz. Bunlar çok iyi tanklar. Biz resmi olarak bu konuya giremeyiz. Sen bir sivil olarak yapabilirsin. Bizim adımıza gidip bu görüşmeleri yürütmeni itiyoruz.” diyerek, ona aracılık görevi verir. Bu görevlendirmeye şaşıran Sedat Sertoğlu, bu iş için niçin kendisinin seçildiğini merak etmektedir. Bu seçimde, FKÖ tarafından eğitilen ve İsrailliler tarafından yakalanan Türk asıllı militanlarla İsrail hapishanelerinde yapmış olduğu, Milliyet’te yayımlanan röportajlarının etkili olduğunu düşünür. Bu röportajlarından birisi, FKÖ tarafından eğitildikte sonra 5 kilo dinamitle Hayfa’daki petrol rafinerisini havaya uçurmaya giderken yakalanan bir Türk kamyon şoförüyle yapılan röportajdı. İsrail bu zata hapishanede öyle güzel muamele etmiştir ki, adamcağız cezasını çektikten sonra ailesini de getirip İsrail’e yerleşmeyi düşünmektedir. (3 yıl önce bir seyahat turu ile ailece İsrail’e gittiğimizde, gerek girişte gerekse dönüşte, Ben-Gurion Havalanı’nda saatler süren ve işkenceye dönüşen sorgulamaları hatırlayınca insan tebessüm etmeden geçemiyor)

Tank projesi için Tel Aviv’e giden Sertoğlu burada, daha sonra MOSSAD’ın ikinci adamı konumuna yükselecek olan Raffi Eritan ile temas kurar. Savunma Bakanlığı’nda yaptığı görüşmede ortak tank projesinin iki tarafın özel sektörü ile yapılmasında mutabık kalınır. Raffi bu projenin saklı tutulmasını tembihledikten sonra, “Özellikle de Amerikalılar duymamalı. Çünkü duyarlarsa sorun çıkartabilirler…” der. Generaller bu projenin Türkiye’deki sivil ayağı olarak Koç’ları seçer. Onlar da 25 milyon dolar harcayarak Atlı Zincir’i satın alırlar (Taha Kıvanç, Yeni Şafak’ta 05.06.2010 tarihinde yayımlanan makalesinde Orgeneralin ‘U’nun Org. Necdet Üruğ olabileceğini tahmin ettiği gibi, Koç’ların satın aldığı şirketi de Asil Çelik olarak düzeltir). Bu proje en fazla iki ay saklanabilir ve Amerikalılar öğrenince bu projeyi engellerler.

Sedat Sertoğlu, Türk-İsrail ilişkilerinin gelişmesinde Amerikalıların hep “kazık attığını” düşünmektedir. Nitekim kitabının henüz girişinde, “ABD’nin son 25 yıl içinde Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkileri kaç kez dinamitlediği, kaç kez dinamitleme girişiminde bulunduğunu biliyor musunuz?” diye sorar. Sertoğlu, yine 1990’lı yıllarda bir Türk-İsrail projesi olarak gerçekleştirilmesi düşünülen “Arrow-2” füze projesinin de Amerikalılar tarafından engellendiğini belirterek, ABD’ye olan kızgınlığını ifade etmekten çekinmez. Hatta bu konuyla ilgili olarak, “1990’lı yılların ortalarında yine Washington’da “bizim Beltway” ekibi ile toplanmıştık. Yahudi Lobisinin sıkı isimleri ile yemek yiyorduk. Onlara Amerika niye “Arrow-2” ortak projesine karşı çıkıyor?’ ” diye ortaya sorar. Pentagon’un nefes alışından bile haberi olan bir arkadaşı, bunu ABD milli menfaatleri ile açıklar. ABD, Mısır’ın taleplerini dikkate alarak bu projeye geçit vermemiştir.

Sedat Sertoğlu, Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinin en sert olduğu, ilişkilerin en düşük seviyede olduğu dönemlerde bile, İsrail’in dostluğunun ve yardımının devam ettiğini öne sürer. Nitekim, Abdullah Öcalan yüzünden Türkiye ile Suriye savaşma noktasına gelmeden önce İsrail, Suriye Ordusu’nun son durumu ile ilgili bütün bilgileri ve uydu fotoğraflarını gizli bir özel tim ile Ankara’ya getirip, Genelkurmay’a vermiştir. Sedat Sertoğlu’na göre, aralarında 20 yıllık dostlarının da bulunduğu Yahudi lobisinden Türkiye hep iyilik görmüştür. Yahudi lobisi için Türkiye’nin İsrail’le dost olması hayati derecede önemlidir. Yahudi lobisi’nin etkinliğini ve lobi üzerindeki kendi tesirini anlatmak üzere bir hatırasını nakleder. İsrail’de Begin’in başbakan olduğu sıralarda, Washington’dan Türkiye aleyhine bir karar çıkmak üzeredir. Dışişleri Bakanlığı müsteşarı Kamuran Gürün kendisin arayarak yardım ister. Sertoğlu, Begin’in çok yakınındaki arkadaşı Uri Dan’ı devreye sokarak Amerika’daki Yahudi lobisini harekete geçirir ve bu olumsuz kararı önlemeyi başarır.

Yıl 1991’dir ve Türkiye’de Cumhurbaşkanı Turgut Özal’dır. Aynı yıl Madrid’de, ABD’nin girişimiyle İsrail, Suriye, Lübnan ve Ürdün heyetlerinin iştirakiyle Filistin meselesi görüşülecektir. Bu sırada, Patron (Turgut Özal’a böyle denilmektedir) Cengiz Çandar aracılığı ile Sedat Sertoğlu’ndan özel bir talepte bulunur. Cengiz Çandar, “Patronun senden bir ricası var. İsrail Delegasyonu ile konuşmanı istiyor. Patron, burada bir anlaşmaya varılırsa Filistin-İsrail görüşmelerinin Türkiye’de yapılması için senin İsraillilerle konuşmanı arzu ediyor. Onun bu mesajını Şamir’e iletmen gerekiyormuş.” der. Sedat Sertoğlu zor da olsa Bibi (Benjamin Netanyahu) ’ye ulaşmayı başarır ve Cumhurbaşkanının mesajını iletir. Ertesi gün Bibi, “Haber iyi. Bizim başbakan teklife olumlu bakıyor. Ankara ve İstanbul olabilir. Ama benim sana dün söylediğim gibi Washington faktörünü unutmayalım.” diyerek, hem olumlu cevabı hem de endişesini ifade eder. Ancak, insiyatifi elinden kaçırmak istemeyen ABD, toplantıların Türkiye’de yapılmasına hayır der. Bunları yazarken Sedat Sertoğlu, Camp David anlaşması günlerinde İsrail üst yönetimiyle olan temaslarını hatırlar. Camp David öncesi, Tel Aviv’de Savunma Bakanlığı’nda, İsrail başbakanı İshak Rabin ile sıcak bir görüşme yapmıştır. 20 dakika sürmesi gereken ziyaret 55 dakika sürmüş ve o kadar dostça bir ortamda geçmiştir ki, Rabin orada “çişini” bile yapmıştır.

1982 yılında İsrail Lübnan’ı işgal eder. Bu sırada Sedat Sertoğlu Tel Aviv’dedir. Ancak aldığı bir haberle uyuduğunu fark eder. Türk Genelkurmayından bir heyet, Lübnan’ın işgal harekâtını İsrail Savunma Bakanlığı Harekât Merkezi’nden izlemektedir. Fakat bunu kendisi bile başka kaynaktan öğrenmiştir. Bu bilgi iç kamuoyunda ve Arap dünyasında tepki doğuracağından konuyu 24 yıl boyunca yazmaz.

Bu arada Sedat Sertoğlu, İran’ı ilgilendiren hatıralarından da bahsetmektedir. Bir gün, İran’lı iki diplomat Sedat Sertoğlu’nu ziyaret ederek İsrail’le diyalog kurmak istediklerini söylerler ve kendisinden aracı olmasını isterler. Niye kendisini seçtikleri sorusuna İranlı diplomat şu cevabı verir “Sedat Bey. Bu mesaj için niye sizi seçtiğimizi siz daha iyi bilirsiniz. Anahtar sizsiniz”. Sedat Sertoğlu anahtar fonksiyonunu yerine getirir ve diyalogu başlatır. Bu diyalogun neticesi bilinmez. Bu arada, İran’ı içeriden karıştırmak isteyenler de Sedat Sertoğlu’nu bulur. Yahudi asıllı çok önemli bir Amerikalı, Türkiye’nin laik ve demokratik rejiminin ne kadar olumlu olduğunu, dine dayalı devletinse ne kadar kötü olduğunu anlatan kitaplar basılarak İran’a sokulmasını, böylece İran’da Türkçe konuşan milyonlarca Azeri’yi İran rejimine karşı harekete geçirmeyi teklif eder. Amerikalı, Sedat Sertoğlu vasıtasıyla zemin yoklamaktadır. Buna Sedat Sertoğlu’nun cevabı, “anan güzel mi?” mahiyetinde İngilizce bir cevap olur.

Sedat Sertoğlu bir dönem, diplomatlarımızın katili ASALA örgütünün peşine düşer. ASALA örgütü hakkında bir yazı dizisi yapmak için Ermenilerin yoğun yaşadığı Fransa’nın Marsilya kentine gider. Buradaki Türk Başkonsolosu ve İdari Ataşeyi (ona göre İdari Ataşeler MİT elemanıdır) ziyaret ederek, kendilerinden bu araştırmada yardımcı olmalarını talep eder. Ancak onlar bu araştırmadan tedirginlik duyarlar. Başkonsolos ve İdari Ataşe kendi aralarında 20 dakikalık özel bir görüşme yaptıktan sonra kararlarını bildirirler. “Sedat Bey, burası çok tehlikeli bir yer. Size tavsiyemiz bir an önce toparlanıp dönmeniz…”

Sedat Sertoğlu “Canınız sağ olsun” diyerek Başkonsolosluktan ayrılır. Allah’tan gideceği ikinci bir adresi daha vardır. Türk Başkonsolosu’nun ilgisiz kalacağını tahmin ettiğinden, daha Türkiye’de iken İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Eli Shaked’i aramış ve ondan İsrail’in Marsilya Başkonsolosu’nun telefonunu ve adını almıştır. Marsilya’da Sertoğlu’nu kabul eden Başkonsolos Kabataş Lisesi mezunu bir Yahudidir ve mükemmel Türkçe konuşmaktadır. Başkonsolos onu çok samimi bir tavırla karşılar ve hemen “Hoş geldiniz Sedat Bey. Buyurun. Vatandan ne haberler var?” diye, havadis sorar. Başkonsolosun vatandan kastı Türkiye’dir. Kısa bir muhabbetten sonra, Sedat Sertoğlu sebeb-i ziyaretini anlatır; “Ben buraya ASALA ile ilgili bir yazı dizisi hazırlamak için geldim. Ama elimde yeterli bilgi yok. Bana bilgi verecek bir kaynağa ihtiyacım var. Ahtapotun kaynağı burada. Onu bulmam lazım.”

Başkonsolos bu konuda yardımcı olmak üzere bir MOSSAD ajanını çağırır. Bu ajan, ASALA destekçilerinin Marsilya’da nerede oturduklarını, örgütlenme biçimlerini kağıda çizerek gösterdiği gibi, bazı militanların fotoğraflarını da verir. Hatta daha ileri giderek, örgütün parasını yediği için ASALA tarafından aranmakta olan bir militanı dahi onun aracılığıyla Türkiye’ye teslim etmeyi teklif eder. Sedat Sertoğlu heyecanla Türk Başkonsolosu ve İdari Ataşeye bu teklifi iletir. Ama onlar, ta Marsilya’dan itibaren bu Ermeni militanı kendisinin koluna kelepçeleyerek götürmesini teklif ederler. Sedat Sertoğlu bu saçma teklif üzerine sükût-u hayale uğrar. Bir yanda İsrail’in ve MOSSAD’ın desteği, diğer taraftan bizimkilerin tavrı…

Sedat Sertoğlu, gerek Dışişleri Bakanlığı’nda, gerekse Genelkurmay’da yapılan beyin fırtınalarının sürekli davetlilerinden birisidir. O aynı zamanda, ABD’deki Yahudi düşünce kulüplerinin yaptığı beyin fırtınalarının da gediklisidir. Sedat Sertoğlu’nun gazetecilik fonksiyonunu aşan ilişkilerini anlattığı hatıralarında en göze çarpan husus, Türkiye ve İsrail’in birlikte ortak projeler geliştirmesi hususundaki gayreti ile bu yönde atılan adımların Amerikalılar tarafından engellenmesine duyduğu öfke ve kızgınlıktır.

sinantavukcu@yahoo.com.tr
haber10

Akşam yazarından genel yayın yönetmenine ağza alınmayacak laflar

ODA TV iddianamesinin ek delil klasörlerinden yer alan bir telefon görüşmesi çarpıcı bir gerçeği ortaya koydu. 30.09.2011 13:57

Telefon kayıtlarına göre, Akşam yazarı Oray Eğin, Soner Yalçın'la yaptığı telefon görüşmesinde yazarı olduğu Akşam'ın genel yayın yönetmeni İsmail Küçükkaya'ya nasıl savaş açacaklarının ayrıntılarını konuşuyor.

Genel yayın yönetmenine ağza alınmayacak küfürler eden Oray Eğin, ODA TV'de Küçükkaya'yı hedef alacak haberle eşzamanlı olarak Ahmet Hakan'ın da bir yazı yazacağını söylüyor.

(Öte yandan Hürriyet'ten Ahmet Hakan ve Ertuğrul Özkök bugünkü yazılarında telefon kayıtlarını yazdı.)

* * *

Medya Gündem sitesinde yer alan haber şöyle:

Oray Eğin ile Soner Yalçın arasındaki bir telefon kaydı, “Oda TV suç örgütünün” medyada nasıl terör estirdiğinin kanıtı gibiydi.

1 Kasım 2010 tarihli bir telefon görüşmesinde Soner Yalçın, Oray Eğin’e İsmail Küçükkaya’ya “savaş açalım” talimat veriyor. Eğin de kendi genel yayın yönetmeni olan Küçükkaya için ağza alınmayacak küfürler ediyor.

Soner Yalçın’ın Oray Eğin’le birlikte İsmail Küçükkaya’ya karşı operasyonunda Ahmet Hakan’a da bir rol verildiği anlaşılıyor.

İşte olay yaratacak bir tape daha:

http://www.medyagundem.net/files.php?file=tape_soner3_804746219.jpg

http://www.medyagundem.net/files.php?file=tape_soner4_408789100.jpg
Kaynak haberx


Ben Seni Hürriyet'te Çok Sevdim Sedat
Ergun Babahan
Star
01 Ekim 2011

Sedat Ergin son günlerde yazılarını Odatv iddianamesi üzerinde yoğunlaştırdı.

İddianamede Mahkeme kararıyla yapılan telefon dinlemelerini "özel hayatın gizliliği ihlal ediliyor" diye eleştiren Sedat Ergin, 2007 yılında Milliyet'in yayın yönetmeni iken Sedat Peker ile Güler Kömürcü'nün yine mahkeme kararıyla dinlenilen telefon görüşmelerinin dökümünü yayınlamıştı.

Bunu neden yayınladın diyenlere de Sedat Ergin şu yanıtı vermişti:

“Buradaki ölçütlerden biri dinlemenin yasal olup olmadığıdır. Bu olayda, yasa dışı değil, mahkeme izniyle yapılmış bir dinleme sözkonusudur...”

Şimdi aynı Sedat Ergin, Odatv iddianamesinde mahkeme kararıyla yapılan dinlemeleri köşesinden eleştiriyor.

Peki neden? Ergun Babahan'a göre amaç, Odatv'de müstear adla yazan "Hürriyet Yazarı"nı korumak için...

İşte Sedat Ergin'in çok fena yakalandığı yazısı;

Sedat Peker: Merhaba.

Güler Kömürcü: Milli Piyango gibi oldun ha.

Sedat Peker: Niye?

Güler Kömürcü: Şanslı kişiye çıkıyorsun.

Sedat Peker: Allah razı olsun. Ne yapıyorsun.

Güler Kömürcü: Sedat, sana 3 şey söyleyebilir miyim?

Sedat Peker: Buyur söyle.

Güler Kömürcü: Birincisi, salonda seni özledim.

Sedat Peker: Allah razı olsun.

Güler Kömürcü: İkincisi, seni çok seviyorum, iyi ki varsın.

Sedat Peker: Allah razı olsun.

Güler Kömürcü: Üçüncüsü hep var ol inşallah.”

Bu bir film senaryosu değil. Savcıların Ergenekon soruşturması sırasında yasal izinle yaptıkları teknik takibe takılan ve suç konusu faaliyetle hiçbir ilgisi olmayan bir diyalog.

Olduğu gibi, yani bir ayıklanma yapılmadan iddianameye aktarılmış.

Bu diyalog 2007 yılında Genel Yayın Yönetmenliği’ni Sedat Ergin’in yaptığı gazetede yayınlandı.

Dinleme yasaldı, bilgi de dava dosyasındaydı ama konuşma tamamen özel hayata ilişkindi.

Milliyet aldırmadı haber yaptı.

“Aleniyet kazanmış bir davada, polisin yapmadığı ‘ayıklamayı’ mahkemeden önce yapmak gazetecinin görevi midir? Benzer olaylarda, siyasetçiyi yazan medya, gazetecileri ‘dokunulmazlık’ kapsamına mı alacak?..”

Soruyu soran Milliyet’in Ombudsmanı Derya Sazak, cevap veren Sedat Ergin:

“Buradaki ölçütlerden biri dinlemenin yasal olup olmadığıdır. Bu olayda, yasa dışı değil, mahkeme izniyle yapılmış bir dinleme sözkonusudur...”

Sedat Ergin şimdi Hürriyet Gazetesi yazarı ve son dönemde Balyoz, Odatv, Andıç gibi iddianameleri bir hukukçu titizliğiyle inceliyor ve zayıf noktaları tartışmaya açıyor.

Perşembe günü kaleme aldığı şu satırlara katılmamak mümkün mü:

“Çelişkinin birinci ayağında Odatv davası sanıklarının mahkeme izniyle dinlenen telefon konuşmalarına ilişkin kayıtların hiçbir ayıklama yapılmadan iddianamenin ek klasörlerine konulması gerçeği yatıyor. Bu uygulama sonucu konuşmaların tümü kamuoyuna açık bilgi haline geldi.

Bu durum Anayasa’nın haberleşmenin gizliliği ve özel hayatın mahremiyetine ilişkin hükümlerine açıkça aykırı.”

Ama 2007’de de öyleydi.

O yüzden özel hayatı koruma çabasına “Dün dündür, bugün bugündür” demeden saygı duymak gerekir.

Ama Hürriyet yazarlarına (Sedat Ergin bunun dışında) baktığımızda sadece Odatv’de müstear adla yazdığı ortaya çıkan “4 yüzden” bir gazeteciyi kollamak için hareket edildiğini görüyoruz.

Hepsinden öncesi önce bir özeleştiri yapın, sonra tartışırız.

Nedim Şener buradaysa, Güler Kömürcü de başka bir yerde değil, o da buralarda.

Şimdi de “kişisel sorumluluk” alıp bu konuşmaları yayınlayan biri çıkabilir.

(Çünkü Ergin o zamanki tavrını kişisel sorumluluk almakla açıklamış.)

Birinin konuştuğu çete reisi olabilir, şimdiki de aynı çetenin bir başka yöneticisi olmakla suçlanıyor.

İkisi de yargılama aşamasında.

Sanığın adı Sedat Peker, gazetecinin adı Güler Kömürcü olunca doğru ve haklı görünen tutum, sanığın adı Soner Yalçın, gazetecinin adı Nedim Şener olunca yanlış bulunuyorsa, yorumda da sorun var demektir.

Özel hayatı mı koruyorsunuz medya çetenizi mi!
Ergun Babahan
Star
02 Ekim 2011

Cem Uzan, kardeşinin ayrıldığı eşi Yeşim Salkım’la telefonda küfürlü konuşmuş gazetelerinizin manşetinde...

İçkiliyken, sözcükler ağzından kayarken babasıyla tartışmış o da manşete girmiş.

O zaman hiç sormamışsınız ‘’Telefonda hala nasıl konuşuyoruz’’ diye...

‘’Bu telefonlar mahkeme kararıyla dinlenmiş’’ diyerek sıyrılmışsınız işin içinden.

Karşınızda duracak güç olmadığından kimse sesini çıkaramamış.

‘’Yarın suratına çarpmak’’ için beklememize gerek yok, Doğan Grubu gazetelerinin arşivinde kısa bir çalışma yapsak, Hürriyet’inden Milliyet’ine kadar neler buluruz.

Çarpacak surat bulsak zaten onları çarparız...

Şimdiki tatlı telaşınızı anlıyorum.

Nedim Şener’in onurunu koruma numarası altında Soner Yalçın’a mesajlar gönderiyorsunuz.

‘’Sakın bizi satma, biz burada senin için aslanlar gibi mücadele ediyoruz’’ mesajı bu.

Çünkü onun suç ortağısınız.

Bakınca Nedim Şener’in özel telefon görüşmelerinde bir yanlış, yamuk yok zaten.

Bu gazetecinin sizin korumanıza ihtiyacı yok açıkçası.

Çünkü korumak istediğiniz başkası.

‘’Medya çete’’nizin eşbaşkanını kolluyorsunuz.

Gıcık olduğunuz gazeteciyle röportaj yapan gazetelerin genel yayın müdürünün annesiyle seks yapma isteğinizi dışa vuran konuşmalar var burada.

‘’Medya mahallesi’’nde raconu sadece sizin kestiğiniz dönemde, nasıl terör estirdiğiniz, patronlara bile tehditler savurduğunuz bir bir ortaya çıkıyor.

Tatlı telaşınızı nehir kenarında oturmuş izliyoruz tüm Türkiye ile beraber.

Kendi çıkarı için önüne gelenin onurunu çiğneyenlerin, kızdıkları gazetecileri işsiz bırakmak için çırpınanların foyaları ortaya çıkıyor.

İlke için mücadele veriyor görüntünüz kimseyi ikna edemiyor çünkü sabıka dosyanız kalın.

Gazete sütunlarınız yetmedi, internet siteleri kurdunuz, karanlık odalarda, karanlık planlar yaptınız.

Parfüm kullanana ibne dediniz, çubuk taktırdı iftirası attınız.

Kimse size laf söyleyemesin istediniz.

Sizin Sedat Peker’den farkınız ne kardeşim, onun tabancayla yaptığını siz gazete sayfalarında, silinmez bilgisayar ekranlarında yaptınız.

İnsanları öldürmediniz ama yüreklerinde derin yaralar açtınız, uzun yıllar kapanmayacak yaralar.

Siz vicdanların katilisiniz, hala da utanmadan konuşuyorsunuz.

Türkiye’nin en etkisiz 10’u
Yıldıray Oğur
06.11.2011



1) Bir numara

Tarifçileri bile milletvekili oldu ama bir rivayete göre o seçildiği Meclis’e bile giremedi.

Son dört yılı bir zamanlar yıkmaya çalıştığı demokrasi ve hukuk devletinin faydaları üzerine hızlandırılmış bir kursta geçirdi. Artık kimse kim olduğunu merak etmediği gibi “bir numarası olsaydı şimdiye kadar gösterirdi” diyen sevenleri de ondan ümidi kesmiş durumda. Bir numaranın bir numarası kalmadı.

2) Ertuğrul Özkök

Kâbe’ye gitti, Ahmet Kaya’nın mezarına gitti, İmralı’ya gitmek istedi, Pensilvanya’ya selamlar gönderdi. İtiraf etti, özür diledi, pişman oldu, sarı pantolon giydi. Muhafazakar kanallara çıkıp geçmişini temize çekmeye çalıştı, Popstar yarışmasında imaj tazelemek istedi. Ama hukuk ve ahlak dersi verdikçe arşivleri, Kürt sorunu dedikçe en güzel bayrak yarışmalarını, başörtüsü dedikçe 411 el manşetini karşısında buldu. Köşesinde övdüğü yazarlar ertesi gün “Tanımayız” açıklaması yapmak zorunda kalıyor. Yurtta da uğursuz dünyada da. “Murdoch neden başarılı anladım” diye yazdıktan sonra Murdoch’la mahkemelik oldu. Ne şarap içen başörtülüler ne Ergenekon’a bağlanan Ajda, Sezen, Sertab yazıları, ne spermin tadı ne de oral seksin faydaları... Liste yayına hazırlandığı sırada etkili olmak için son kozunu da oynadı ve soyundu. Giyinikken daha etkili olduğu söylenebilir. Karanlık 90’ların, darbeci 2000’lerin en kudretli genel yayın yönetmeni şimdi her gün yırtmak için piyango bileti alan bir looser.

3) AYDIN DOĞAN


Başbakan’ı pijamalarıyla karşılayan medya patronuydu, kâbuslarında Başbakan’ı pijamayla karşıladığını gören medya patronu oldu. Ankara garnizonlarında “hükümeti nasıl deviririz” toplantılarından, “Başbakanım siz nasıl yayın yapmamızı istersiniz” toplantılarına terfi etti. Tarihin yanlış yerinde durdu, akıntıya karşı kürek çekti, yoruldu, Şimdi akıntı onu yine tarihin başka bir yanlış yerine doğru savuruyor. Türkiye büyüyecek, belki eskisinden daha zengin olacak ama...

4) KEMAL KILIÇDAROĞLU
CHP’nin başında unutulan gelen başkanı o. Partiyi kapatıp gitse yokluğu bir ay sonra fark edilir. Bir zamanlar kendisinden Gandi diye bahsedildiği artık sadece torunlarına anlatacağı güzel bir hatıra. Bir gün yanlışlıkla kendisine ait bir yolsuzluk dosyasını açıklasa bile kimseyi inandıramayacak. Merkez medya el ele verdi yine de şimdiye kadarki en büyük başarısı Deniz Baykal’ı bile aratması.

5) SÜLEYMAN DEMİREL



Bundan sonra ancak İslamköy’e dönerse manşet olabilir. Partiler üstüyüm diye diye Güniz Sokak’taki evinde çevirdiği politik kumpasların enkazı altında kaldı. Günlerini fail-i meçhul soruşturması haberlerini yakından takip ederek, devletine sadakatten hatıralarını bile açıkça yazamayarak geçiriyor.

6) HÜLYA AVŞAR
Gözümüze girmeye çalışan bir çift mavi göz artık. Türkiye’nin en güzel kadınının kendisi olduğunu söyleme işi bile ona kaldı. Acun Ilıcalı olmasa kariyerini iyi bir tenis oyuncusu olarak tamamlayacaktı. O ses Türkiye’de “Müzik konusunda kendisini daha iyi yetiştirmek için” Hadise’yi ve Murat Boz’u seçen genç kızlar ve erkekler tarafından her hafta emekliye sevk ediliyor. Ama henüz ona bunu söylemiyoruz.

7) UĞUR DÜNDAR



Kazdıkça kemik, karıştırdıkça çete, deştikçe darbeci çıkan ülkede ancak Kara Fatmaların kâbusu olabildi. Bir de hormoncu çiftçiler onun korkusundan traktörü boneyle sürdü. Çocukluğumuzun Zeus’uydu, demokrasi, hakikat, araştırmacı-gazetecilik çarptı, kırıldı.

8) RAHMİ KOÇ



Demokrasi ona da iyi gelmedi. Emekli generallerin cenazeleri dışında müzesine çekildi. Teknesiyle bu kurnaz hacı bakkalların her bir şey olduğu yeni Türkiye’den kaçmaya çalıştıkça Truman’ın akıbetiyle karşılaşıyor. Ama çarptığı duvardaki kapıdan çıkmaya bile cesareti yok. Şirketini teslim ettiği oğlu bir Amerikalıdan bile daha az anlıyor yaşadığı ülkeyi. Artık parayla satın alamayacağı çok şey var Türkiye’de...

9) GENELKURMAY BAŞKANI
Ancak etkisini azalttıkça etkili olabiliyor. Konuşmadıkça takdir ediliyor, emirleri yerine getirdikçe sözü dinleniyor. Adının ne olduğunun ne önemi var ki... Bu arada adı neydi?

10) TÜSİAD BAŞKANI
TÜSİAD’ın açılımının ne olduğu bile unutulmak üzere. İçlerindeki en radikal, en demokrat, en sivil müteşebbisi başkanlığa getirmeleri bile onları Kayserili bir mobilyacının gerisine düşmekten kurtarmıyor. Yaşam tarzı ideolojisini burjuva demokratlığa tercih ettiler. Yarın DİSK’le birleşseler kimse şaşırmaz. Gazetelerin hepsine tam sayfa ilan verseler, en radikal raporları yayınlasalar, 28 Şubat’taki, AKP kapatma davasındaki hallerini unutturamazlar...

TARAF

Mehmet Ali Birand: "Medyanın özür dilemesi gereken o kadar çok şey var ki."
07 Aralk 2011



Türkiye’de özür dilemesi gereken sadece devlet ve siyasi otorite mi? Ya medya... Kimlerden özür dilemeli? Cumhuriyet tarihinin karanlık sayfalarında medya nasıl rol oynadı? Hüseyin Aygün, Dersim’den 90’lı yıllarda söz etseydi, Dersim medyada kaç sütun yer bulurdu?

Kanal D ana haber anchormeni gazeteci yazar Mehmet Ali Birand, Habertürk ekranlarında yayınlanan Doğru Açı programında Belkıs Kılıçkaya'nın sorularını cevapladı

Mehmet Ali Birand, Türkiye'de medyanın cumhuriyet tarihi boyunca devletin ve ordunun yanında mevzilendiğini ifade ederek "Medya bu nedenle devletin bütün günahlarının ortağı oldu.Bugün de asker olgusu medyanın kafasından gitmiş değil. Maazallah ortam değişse, medya hemen eskiye döner, 'ne iyi oldu da geldiler' demekten çekinmez'' dedi.

28 Şubat sürecinde ki medya oluşumundan da bahseden Birand, askerin o dönem her şeye hakim olduğunu söyledi. Birand sözlerini şu şekilde sürdürdü:

"Asker her zaman her şeye hakimdi Türkiye'de. Özal askere rağmen geldi denirdi ama Özal'ın kendisi 'Askerler bana dua edecek onları ben koruyacağım' diyordu. Medya da askere bakar. 'Asker vatanı tabii ki sivilden çok sever. Asla yolsuzluk yapmaz.' Böyle diye diye bir koruma altına girdi ordu.

28 Şubat da bu sayede oldu. Askerler 28 Şubat'ta medya üzerinde yılların yatırımını kullandı. "MGK'lar bütün gün avaz avaz yayınlarla verilirdi. Güç ordudaydı, medya da o gücü yansıtmaya çalışıyordu. Kim daha güçlü diye bakılırdı. Siyasi iktidar mı devlet mi? Türkiye'de medya 'bizim halkımız cahil, koyun gibi nereye çekersen oraya gider. Allah korusun bunlar irticayı da getirir' diye düşünür. Devlet çok gaddardır. Ben 28 Şubat'ta bir günde işten atıldım. Asker sever, askere inanan gazeteciler vardır. Türk medyasının kafasından asker olgusu aslında bugün de gitmedi."

HÜSEYİN AYGÜN VE 1990’LI YILLARDA MEDYA

"Hüseyin Aygün 1990’lı yıllarda Dersim çıkışını yapsa, medyada çok az yer bulurdu. Partiden atılırdı, kaynayan kazanlara atılırdı, bir daha da adından söz eden çıkmazdı. 1990’lı yıllarda Kürt meselesi hiç konuşulmaması gereken bir meseleydi. 12 Eylül kitabını yazdığımda darbenin bir sebebi olarak da Kürt meselesini göstermiştim. Evren bu fikre itiraz etmedi, fakat ’’Kürt’’ kelimesini kullanmama kızdı. Kürtler’in varlığını aşikar kılmamıza tepki göstermişti. Zira Kürt yoktu, haydutlar vardı, Güneydoğu bizim gidebileceğimiz bir yer değildi, çok uzaktı. Genel algı buydu."

MEDYA VE DEVLET

"Medya aslında devletin medyasıydı. Medya siyasi iktidarlara güvenmedi. Daima devlete, devlete derken askerin ve bürokrasinin ne dediğine baktı. Medyanın özür dilemesi gereken o kadar çok şey var ki. 6-7 Eylül olaylarında ’namussuzlar Atatürk’ün evinde bomba patlattılar’ diye yazdı medya.’Vatandaş Türkçe konuş, bütün bu paraları gayri müslümler kazanıyor. Biz çulsuz kalıyoruz.’ Bunlar yazıldı... Mesele daima devletin yanında olmaktı. 60’larda 27 Mayıs’a destek verildi, 12 Mart’ta medya zaten işin içindeydi. Hasan Cemal yazdı bütün bu dönemi. 12 Eylül’de ’iyi ki geldiler’ dedi medya."

ASKER 28 ŞUBAT VE MEDYA

Medya da askere bakar. ’Asker vatanı tabiki sivilden çok sever. Asla yolsuzluk yapmaz... ’ Böyle diye diye bir koruma altına girdi ordu.

28 Şubat da bu sayede oldu. Askerler 28 Şubat’ta medya üzerinde yılların yatırımını kullandı. MGK’lar bütün gün avaz avaz yayınlarla verilirdi. Güç ordudaydı, medya da o gücü yansıtmaya çalışıyordu. Kim daha güçlü diye bakılırdı. Siyasi iktidar mı devlet mi? Türkiye’de medya ’bizim halkımız cahil, koyun gibi nereye çekersen oraya gider. Allah korusun bunlar irticayı da getirir’ diye düşünür. Devlet çok gaddardır. Ben 28 Şubat’ta bir günde işten atıldım.

Asker sever, askere inanan gazeteciler vardır. Türk medyasının kafasından asker olgusu aslında bugün de gitmedi."

Bugün maazallah yeniden eskiye dönüş söz konusu olsa mesela bir koalisyon hükümeti filan gelse, medya hemen döner. ’Ne iyi oldu da askerin gücü geldi’ derler. Koalisyonu çok sever medya; 2-3 partili zayıf koalisyonları. Hem onları birbirine düşürür, hem akıl öğretir. Hep parlamenterleri hırpaladık. Mesela kara kuvvetleri komutanını imkan var mı eleştirmeye. Türkiye’de medya devletin bütün günahlarının tam ortağıdır. Benim meslektaşlarım henüz yeterince ortaya çıkıp ’ben özür dilerim’ demedi. Kafalarında ’ya durum değişirse, hele biraz daha bekleyelim’ düşüncesi var. Bana da bizim cenahtan eleştiri geldi, ’sen İslamcılara prim veriyorsun’ dediler, 28 Şubat’ta nasıl kullanıldığımızı ifşa ettiğim için. İnsan hatasını tanır ve özür dilerse büyür."
haber1001


Medya Devi Murdoch ve Başbakandan Ricası...
Banu AVAR, 6 Mart 2012
banuavar@superonline.com



Dünya medya devi, Irak savaşındaki çığırtkanlığıyla ünlü, Soros medyasının ateş püskürdüğü Rupert Murdoch bugün Ankara’da, Başbakanlıktaydı…

Murdoch’un sahibi olduğu Dow Jones & Co haber ajansında Murdoch’un Başbakanı
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Sal Hzr 06, 2017 8:56 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Nis 03, 2012 5:21 pm    Mesaj konusu: Cumhuriyet'teki o sayfa: Kemalist Türkiye'den faşist İtalya' Alıntıyla Cevap Gönder

Cumhuriyet'teki o sayfa: Kemalist Türkiye'den faşist İtalya'ya selam!
Doğan Akın
03.04.2012



Başbakan Tayyip Erdoğan'ın partisinin grup toplantısında gösterdiği gazete sayfaları, Türk basın tarihi için bir süredir T24'te seçtiğimiz sayfalar arasındaydı. Başbakan'ın ekibinin, geçtiğimiz günlerde dijital ortama aktarılan ve kamuoyunun kullanımına açılan Cumhuriyet gazetesi arşivlerinde kısa sürede sıkı bir çalışma yaptığı anlaşılıyor.

Bizim T24'teki çalışmamızın hareket noktası, Türkiye'de basının başlangıçtan itibaren devlet ve resmi ideolojiyle ilişkisi ve bu ilişki üzerinden kurulan dildi. Bugünkü manzara nasıl bir geçmişin mirasıydı, sorusuna cevap ararken bulduğumuz çarpıcı cevaplardan biri de, Başvekil İsmet İnönü'nün İtalya gezisine çıktığı 22 Mayıs 1932'de yayımlanan Cumhuriyet gazetesiydi.

Başbakan'ın dün AKP grubundan birinci sayfasını gösterdiği o gazeteye birlikte göz atalım.

Aslında gazetenin, bugünkü ölçülerle “dokuz sütuna” çektiği başlık fazla söze gerek bırakmıyor:

Kemalist Türkiye'den faşist İtalya'ya selam!

Manşetteki bu başlığın altında, gemiyle yapılacak gezi için “Başvekil bu sabah şehrimizden geçerek İtalya'ya gidiyor” spotu kullanılmış.

Faşist Parti bayrağı ile ay yıldız iç içe

“Haber” için, o sırada İtalya Başbakanı olan Nasyonal Faşist Parti lideri Benito Mussolini (Il Duce) ve Başvekil İsmet İnönü'nün portre fotoğraflarının arasında kullanılan ilginç bir grafik de yapılmış. Bu görselde Nasyonal Faşist Parti'nin (PNF) “devlet gücü, halk gücü ve birlikteliği” sembolize eden baltalı bayrağı ile Türk bayrağının ay yıldızı üst üste oturtulmuş!

Lider kültü ve otoritesine dayalı iki ülke arasındaki ziyaret için hazırlanan bu görselin altında “Kemalist Türkiye ile faşist İtalya'nın dostluğunu temsil eden iki başvekil; İsmet Paşa ve Mussolini” ifadesi geçiyor.

İsmet Paşa'nın Ankara Garı'ndan İstanbul'a hareket etmek üzere trene bindiğini, “Gazi Hazretleri'nin İsmet Paşa Hazretleri'ni Çiftlik istasyonuna kadar uğurladığını” da duyuran gazetedeki yazılarda “faşist İtalya”ya övgüler içeren yazılar dikkat çekiyor.

Başyazı: Faşizm geldi ve...

Yazılardan ilki, gazetenin sahibi ve başyazarı, aynı zamanda Muğla Mebusu olan Yunus Nadi'ye ait. Nadi'nin “Başlı başına bir tarih” başlığı ve “Faşist Italya ile Kemalist Türkiye arasındaki dostluğun asıl kıymeti nedir? Spotu taşıyan yazısından bazı satırlar şöyle:

- Türkiye'de biz umumî harp neticesinde tasfiye olunan Osmanlı tmparatorluğunun ankazından yepyeni ve tamamen asrî inkılâpçı ve milliyetçi bir Türk milleti çıkarırken İtalya da İtalyan milletini asrın en mütekâmil bir cemîyeti haline yükselten Faşizmin gittikçe artan takdirlerine ve mubabbetlerîne mazhar olmaktan kuvvet buluyordu.

- Afyonkarahisarı'nın tekrar Türk'ler tarafından istirdat olunduğu haberi geldiği zaman bütün Roma'da sanki İtalya bir zafer kazanmışcasına meserretler izhar olunmuştu. Sonra Faşizm geldi, ve araya anlaşmamazlıklar sokmak istiyen bir sürü haricî gayretlere rağmen Faşist İtalya Türk dostluğunu daha realist bir salâbetle tuttu.

- Hakikat şu idi ki evvel ve ahir hakka riayet şeklinde Türk dostluğunu tutan İtalyan milleti idi, ve Faşizm idaresi İtalyan milletinin en hakikî hüviyeti ile tebarüz ettiği bir rejim idi.

- İtalyan milletinin Türkiye've karsı dostluğu bilhassa Fasizmin İtalyada hal ve mevkie hâkimiyetinden sonra müsbet ve filî sahalara intikal etmiştir, ve bu hususta Yeni İtalya'nın

Başbuğu M. Musolini'nin hissesi büyüktür.

Falih Rıfkı: Faşizm on senede elli senelik iş görmüştür



İsmet Paşa'nın ziyaretiyle ilgili diğer yazı, ertesi gün, Cumhuriyet'in 23 Mayıs 1932 sayılı nüshasında yayımlanıyor ve Falih Rıfkı (Atay) imzasını taşıyor. “Dünkü İtalya ve bugünkü İtalya” başlığı ile altında “Faşizm on senede bütün bir memleketin manzarısını değiştirmiştir” spotunu taşıyan Falih Rıfkı'nın yazısının da bulunduğu beşinci sayfa tamamen İtalya'ya ayrılmış. Sayfanın tepesinde dokuz sütuna yayılmış “Dost ve Faşist İtalya'ya Dair” başlığı var.

Falih Rıfkı'nın uzun yazısından bazı satırlar da şöyle:

- Cenup İtalya şehirleri, garp memleketlerinin en pis, karışık ve düzensiz şehirleri idi. Napoli'nin iç sokaklarından geçmek zordu. Brendizi'nin dar yollarından bir insan taaffünü vardı. Faşizm on senede bütün bu manzarayi değiştirmiştir. Servisler, şimdi, bütün Avrupa'nın en iyi işliyenlerindendir; sağlam bir hiyerarşi kurulmuş, sokak süpürücüsünden büyük idare adamlarına kadar, herkes iş başında ve size yardım etmeğe hazırdır; gümrük ve polis, eskisinin zıttıdır; Brendizi'nin iki tarafı hem dükkân, hem yatak odası, hem mutfak hizmeti gören höcrelerle çevrilmiş dar sokaklan bile tertemizdir.

- Yeni bir rejim, inşa etmeden duramaz. İnşa enerjinin fışkırışıdır. İnşa ve umran durduğu zaman, ruhlarda ve kafalarda bir ateşin sönmüş olduğuna inanmak lâzım gelir. Faşistler çok inşa etmişlerdir. İtalya'mn her şehri, Faşizm şehirciliğinin ve umranının büyük küçük, fakat mutlak kıymetli eserlerini size göstermektedirler.

- Faşizm, on senede elli senelik iş görmüştür: Mussolini ve Faşizm, yarın, başka bir gün belki düşebilir. Fakat bu eserlerin kaybolmak ihtimali yoktur.

- Evet, İtalya'da Fransız demokrasisi bulamıyacaksmız. Faşizm, ferdî parlâmento demokrasisine karşı ayaklanmış rejimlerdendir: «Bir prensip ki milletleri zayıflatır, doğrusu o değildir.»

- İtalya'yı bitiren disiplinsizlik idi. Faşizm bir otorite doktrinidir Her milleti, içinde bulunduğu şartlara en uygun sistemleri araştırmakta serbest bırakmak lâzım gelir. Faşizm, bir inkılâp mıdır? Hayır... Bir irtica mıdır? Hayır.. Faşizm yalnız İtalyan'lığa mahsus ve İtalya'nın şartlarına uygun bir sistemdir. Bu sistem, garp demokrasisi müesseselerinin, yeni hareketlere karsı, son tutunuş tecrübesi telâkki olunabilir.

Rus'lar, faşizmi, artık mukavemet mümkün olmıyan marksizme karşı burjuvazinin tavizatı gibi addetmektedirler. Faşistlerin fikri başkadır. Faşistler, hiç bir sınıfa bağlı olmadıkları gibi, hiç bir sisteme esir olmadıklarını söylemektedirler.

Faşizm, sınıf, grup ve şahısların menfaatleri üstünde bir devlet telâkkisine bağh olduğu için, cemiyetin bütün yeni inkişaflarının peşinden gitmeyi, lüzum oldukça değişmeyi, usul, fikir ve karar değiştirmeği tabiî sayar.

Gazete sayfalarından cumhuriyet tarihi

Falih Rıfkı, devrime karşı ve devriminhayatlarını güçleştirdiği insanları dört gruba ayırırken birinci grubu şöyle tarif ediyor:

“Korkaklar ve hayatlannda bir defa cesaret hissetmemiş olanlar: Bu korkaklar faşist rejiminin hadden aşırı ileri gittiğini ve ipin çok gerildiğini zannederler. Bunlar kendilerini besiye bırakanlardır ve artık inkılâp havasını teneffüs edemezler.”

Cumhuriyet'in 22 ve 23 Mayıs 1932 sayılı nüshalarında faşizme övgü satırları, başka sütunlarda da devam ediyor. Falih Rıfkı'nın yazısının hemen yanında “Antonio Mongerdi” imzasıyla yayımlanan “Faşist İtalya'da Ziraat ve sanayi” başlıklı yazının spotunda “Musolini'nin ziraat kanunu, İtalya'nın istiklal ve inkişafını temin etmiştir” ifadesi geçiyor.

Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Anayasa Hukuku hocamız Prof. Yavuz Sabuncu, “sadece Cumhuriyet okuyarak Mülkiye'yi bitirebilirsiniz” derdi. Çok zamansız kaybettiğimiz hocamız, elbette 12 Eylül darbesinden sonra Türkiye'nin aydın ve demokratları için sığınak olan Cumhuriyet'ten söz ediyordu.

Ne dersiniz; geçmişimizle gerçekçi bir şekilde yüzleşmek ve dürüst bir muhasebe yapmak için gazete sayfalarından yazılmış bir cumhuriyet tarihi bile büyük bir adım olmaz mı?

Kaynak: http://t24.com.tr/

Röportaj öncesi kafayı mı çektiler?.
Balçiçek İlter
29-05-2011

Mini etekle namaz, başörtüsüyle içki

Doymuyorlar... Poz vermekten... Kendilerinden bahsetmekten... Bıkmıyorlar, bıktırdılar ama yılmıyorlar...
“Ne kılığında çıkacaklar acaba?” mavraları dönüyor arkalarından, tınmıyorlar...

Niye tınsınlar ki... Yıllarca bu ülkeyi böyle uyuşturdular, sahte gündemlerle, sahte başrol oyuncuları yarattılar... Çarşaf çarşaf poz verdirdiler, poz verdiler...

Kendi küçük dünyalarının etrafında bütün memleketi şekillendirdiler... Gücü, parayı, mevkiyi, bir numara olmanın ağır zalimliğini kullandılar... Edepsizce, terbiyesizce, hayâsızca yaptılar... Kural mural tanımadılar...

Bütün medyayı organize etmeye kalktılar. Zaman zaman tuttu oyun... Ama sonunda patladı. Öylesine patladı ki çaresizce eski kuralları geçerli kılmaya çalışıyorlar. Müthiş bir çırpınma... Ama öylesine bir örgüt ki, öylesine bir çete ki, öylesine bir megalomani ki, hâlâ borularını öttürüyorlar...

Ne yapsalar olay olmalı, ne deseler gündem değişmeli... Onlar konuşulmalı, onlar tartışılmalı... Birilerine ayıp edilmiş, birileriyle dalga geçilmiş... Hayatlar karartılmış? Kime ne?
“Şov devam etmeli”

*

Dün Hürriyet’in ekini açtığımda bütün kapağı kaplayan Ertuğrul Özkök fotoğrafını gördüğümde önce iyi niyetle “pes!” dedim.
Yine niye söyleşi yapmış ki Ayşe Arman, Özkök ile? Yine neyi söylemesi lazım acaba? Yine niye gündeme gelmesi gerek?
Yarı melek yarı şeytan göndermesi falan, yine uğraşılmış prodüksiyon... Röportajı okuyunca utandım... Utandım, çünkü bu zihniyet bir dönemi, bu medyayı şekillendirdi...
Minik Özkökçükler türedi medyada.

Aslından değil çakmasından korkun misali, örgüt halini aldılar zamanla... Bu zihniyetti Hrant Dink’i ölüme götüren... Yine aynı bakış açısıydı Ahmet Kaya’yı linç eden...
Çünkü özgür fikir demek, saçmalamayı da beraberinde getirebilirdi... Haklar kişiye göre değişir, orasından burasından çekiştirilebilirdi...

Ertuğrul Özkök’ün kendini anlattığı bölümlere takılmadım. Ne istiyorsa o olsun, hatta lütfen bir gazete verin kendisine kıyıda köşede, bir televizyon programı falan... İçindeki enerjiyi atıversin, o bitmek tükenmek bilmeyen gündemde kalma arzusunu tatmin etsin, hırslarını bastırsın da biz de bir nefes alalım artık...
Gelelim beni öfkelendiren ve belki de bu yazı için ilham olan şu özlü sözlere... Pardon “hayaller” demeliydim aslında... Sonu yok ki, hayal işte!

Diyor ki Özkök: “Mini etekle beş vakit namaz kılınacağını, başörtüsüyle içki içilebileceğini düşünen ve buna cüret edebilen kadınların ülkesini düşlüyorum!”

Nedir bu? Zekâmızla dalga geçmek mi, gündeme gelmek ki, yoksa Özkök sarhoş muydu? Ayşe’yle çektirdiği pozda elinde dolu bir şarap kadehi var, ona istinaden soruyorum. Hani röportaj öncesi kafayı mı çektiler?

Özkök umutla mini eteklilerin namaz kılmasını, başörtülülerin içki içmesini bekleyedursun, zekâsından kesinlikle şüphe etmediğim bu adam, birilerine fena halde saygısızlık yaptığının farkında mı acaba? Bir mini etekli namaz kılabilir elbette ama o eteğiyle mi? Ya da başörtüsü takmış biri niye içsin ki arkadaş?
İşin mantığına, doğalığına hatta oluş biçimine aykırı olmanın daha uç derecesi var mıdır?

Özkök bu şahane hayalini açıkladıktan sonra soruyor: “Söyle var mı bunda adaba aykırı, inanca ters düşen bir şey?”
Ayşe Arman da susuyor. Oysa var tabii. Buyursun gelsin canlı yayında tartışalım bu muhteşem hayallerini... Ben anlatayım ona inancı, saygıyı, adabı, insanların hayatlarına karşı duruşu...

Neler diyorum ki ben, kime ne anlatıyorum... Bakın yine gündem yarattılar... Bu köşeye bile malzeme oldular. Tek bir tesellim vardır, o da Özkök’ün artık genel yayın müdürlüğü koltuğunda oturmaması...

Neme lazım, Türkiye’yi anlamaya yönelik yeni bir yazı dizisinde Ayşe’yi mini etekle namaz kılarken görebilirdik.
habertürk

Medya Devi Murdoch ve Başbakandan Ricası...
Banu AVAR, 6 Mart 2012
banuavar@superonline.com



Dünya medya devi, Irak savaşındaki çığırtkanlığıyla ünlü, Soros medyasının ateş püskürdüğü Rupert Murdoch bugün Ankara’da, Başbakanlıktaydı…

Murdoch’un sahibi olduğu Dow Jones & Co haber ajansında Murdoch’un Başbakanı ziyaretine her nedense ince detaylar katıldı:

‘Çalık Holding'in enerji alanında da yatırımları vardır. Çalık grubu, Sabah ATV ‘yi 2008’de 1milyar 250 milyon dolara devletten devralmıştır.. Şirketin CEO'su Berat Albayrak, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın kızıyla 2004 yılında evlenmiştir. Kardeşi medya grubunun başındadır.’ (http://news.morningstar.com/all/dow-jones/us-markets/201203060318/000048/rupert-murdoch-to-meet-turkey-pm-as-news-corp-bids-for-turkish-assets.aspx)

1946’da Amerikan vesayetine girdiğimizden beri, neredeyse tamamı yabancı güçler tarafından yönlendirilen ‘Türk’ basın yayın organları, Murdoch’la 2006’da tanıştı. Türkiye’de Fox TV geldi, kanalın başında küresel istihbarat memurları vardı.. Şimdi birkaç adet basın yayın kuruluşu daha neocon, savaş çığırtkanı Rupert Murdoch’un eline geçecek gibi..

Dünyanın çeşitli bölgelerinde medyayı ele geçirmek için birbiriyle boğuşan grupların bir kanadı, Murdoch krallığı!

Fox, BSkyB, Wall Street Journal, Dow Jones & Co haber ajansı, News Corporation’a bağlı nice medya şirketinden bir kaçı.. Murdoch, Rockefeller imparatorluğuyla işbirliği içinde, CFR Dış ilişkiler Konseyi'nin hatırı sayılır bir üyesi ve geçen yüzyıl ortasında, Avustralya’da babasından devraldığı basın krallığı son 40 yılda Çin’den Avrupa’ya dünyayı sardı.

Diğer kanatta Rothschilds şürekası, meşhur tefeci George Soros medyası var.. Malum ‘yumuşak güç’ baronları.. Turuncu darbe kralları.. Medya ve sivil örümceklerle hedef ülkeleri kıskaçlama operatörleri.. CNN, Time Warner, New York Times, The Economist falan… Onlar da CFR’nin üyesi… Hepsi aynı havuzun balıkları.

Bu gruplar sular durgunken kol koladırlar, aynı elitin parçalarıdırlar… Küresel kriz azdığında birbirlerine yakasına yapışırlar..

Bir bakarsınız Murdoch adı, İngiltere’de ‘dinleme skandalına’ karışır.. Sorguya alınır, News of the World kapatılır.. Murdoch sahibi olduğu kanallarda, memurlarından biri vasıtasıyla hıncını alır.. Ünlü sunucu Glen Beck ekranlardan Soros’a saldırtılır:

‘Amerika’yı sömüren ve ortadaki politikacıların arkasındaki kuklacı, ülkeleri ele geçirme teorisinin mimarı.. Amerika’yı ele geçiren sabotörlerin başı, ‘Dünya devleti’hayali gören üç kağıtçı.’ (Fox TV'nin ünlü programcısı Glen Beck, 18 Şubat 2012)

George Soros CNN’den cevaplar: ‘Bana kuklacı diyen kendine baksın.. O kimin kuklası ki? Boynundaki, Murdoch’un ipi!’

Aslında iki sermaye grubu, savaşmaktadır.. Kızışan taraflar ‘küresel medya imparatorluğu’ için gırtlaklaşmaktadır.

Türkiye’de her alanda olduğu gibi medyada da bunların izdüşümleri, gölge kahramanları vardır..

Bu konudaki söylemlerinden, hangi krallığın tebaası olduğu kolayca anlaşılır…

Patronlar küresel efendilerin iki dudakları arasındadır. O nedenle birden falanca gölge kahraman onca yalakalığa rağmen işinden atılır.. Patronu farklı cenaha doğru yelken açmıştır…

Bir zamanlar gözde olan falanca medya patronu, bu kurtlar sofrasında, nasıl sahip olduğu merak konusu olan dev servetini TMSF’ye kaptırır..

Sonra bir ‘iş’ adamı çıkar, Ziraat bankasından, yani halkın birikiminden ‘borç’ alır. O borçla TMSF’nin satışa sunduğu medya organın sahibi olur. Derken dünya medya devi Murdoch ve rakibi Time Warner o televizyon ve o gazeteye sulanır… Bir itiş kakış başlar…

Neoconlar ayrı, Soroscular ayrı çalışır… Ankara’nın yolunu tutarlar… Başbakana kadar çıkarlar..

Bizden alınan borçlarla ele geçmiş bir tv ve gazete şimdi yeni sahibini bulacak.. Arada birileri çok kazanacak.

Ve bu yaz çok ama çok sıcak olacak!

Haçlı medyası savaşa kışkırtacak, yalan haber yapacak, Türkiye’nin yoksulları daha çok ‘iane’ alacak, televizyonlarda ‘yarışmacı’ olmak için birbirini yiyecek.. Dilendirilecek… Maaşını, el emeği göznurunu iç edenlerin kanallarını seyredecek! Onların haber tetikçilerini, dinleyecek!

Hiçbir millet 70 yıldır süren böylesi bir vahşi operasyondan tek parça çıkamazdı.. İşte koca Rusya ve Yugoslavya dağıldı… Ne milletmişiz! Yıkılmadık ve hala ayaktayız… Bu millet oyunu gördükçe çözümü de bulacak.

kaynak: http://www.guncelmeydan.com/

Prof. Ahmet İnsel: Yandaş basın, Gülen medyasından öğrendiklerini aynı pespayelikle icra ediyor
22 Temmuz 2017



"Bir gün, iki düşman kardeş gene anlaşıp bütün suçu demokratlara yüklerlerse, şaşırmayacağız"

Ahmet İnsel*

İnsan hakları savunucularının, terör örgütü üyeliği, kalkışma hazırlığında bulunmak, yabancı ajanlarla temas gibi suçlamalarla tutuklanmalarının ardından, tetikçiliğin, dezenformasyonun en pespaye örneklerini yandaş basının bir kısmı birinci sayfadan sergiliyor. İnsan, ancak bir halüsinasyon tezahürü olabilecek bu hikâyeleri yazanların akıl sağlıkları yerinde mi, sorusunu ister istemez kendine soruyor.
Karşımızda iki şık var. Ya birbiriyle yarış halinde bu tür faaliyetleri yürütenler, kulaklarına fısıldanan, ellerine tutuşturulanlara inanarak, bunu yapıyor ya da asparagas olduğunu bilerek, kasıtlı biçimde, bu iftira, tetikçilik gibi aşağılık işlerle göze girmeye çalışıyorlar.

Birinci şık eğer doğruysa, karşımızda klinik anlamda budala olan (idyo) bir güruh var demektir. İktidar tarafından kullanılan, tetikçilik yaptırılan, planlanan yeni polisiye operasyonlara kamuoyunu hazırlama işlevi gören bu budala güruhu elbette tehlikelidir. Ama yaptıkları işlerden esas onları kullananlar sorumludur. Akli melekeleri yetersiz olan kişileri kendi menfaati için kullanmak, onlara suç işletmek ağır bir suçtur.

İkinci şık, bu güruhun hiçbir etik ve ahlaki değeri olmayan, geçmişte en parlak örneğini Nazi propaganda şefi Joseph Goebbels’ten bildiğimiz, müfteri kelimesinin yetersiz kaldığı, daha fazlasını söylemenin ise haldeki durumda mümkün olmadığı insanlardan oluştuğunu gösterir. Goebbels, zeki ama insanlığın yüz karası korkunç bir yaratıktı. Elinde devlet gücü ve imkânları olunca, iktidarın hedef aldığı kesimleri kriminalize etme gerekçeleri yaratmada eşi benzeri yoktu. “Yalan ne kadar büyük olursa, o kadar kolay geçer; ne kadar tekrar edilirse, halk o kadar inanır” ilkesini dile getirmişti. Bunu Nazilerin iktidarı ele geçirme, tüm muhalefeti yok ederek iktidarda kalma stratejisinin temel unsurlarından biri olarak tasarlamış ve uygulamıştı.

Bugün sanırım iktidar yandaşlığında birbiriyle yarış halinde olan medyada bu iki şıktan oluşan insan tipi de var. Daha önce aynı işi, biraz daha zekice ve bir parmak daha usturuplu biçimde yapan Gülen medyasından öğrendiklerini, aynı pespayelikle icra ediyorlar. Diğer yandan Gülen cemaati çevresi, 15 Temmuz darbe gişimiyle ilgili dezenformasyon çabasını yurtdışında var gücüyle yürütüyor. Bir gün bu iki düşman kardeş gene anlaşıp bütün suçu ortak nefret nesneleri olan solculara, demokratlara, Kemalistlere yüklerlerse, şaşırmayacağız.

Bu tetikçilerin iplerini elinde tutanlar, aslında rehin alma politikası yürütüyorlar. Alman basını, Alman dışişleri kaynaklı olduğunu söylediği bir iddia ortaya attı. Türkiye hükümetinin tutuklu iki Alman vatandaşı gazeteciyi Almanya’ya iltica başvurusu yapan iki Türk generaliyle takas etmeyi önerdiğini yazdı. Bu haber doğru mu, bilmiyoruz. Ama bugün Türkiye’de iktidarın bunu da yapmayacağını kim iddia edebilir?

24 Temmuz’da Cumhuriyet gazetesinin çalışanı on bir arkadaşımız nihayet mahkemeye çıkacak. Haklarında elle tutulur bir suç delili olmadan, 265 günden beri özgürlüklerinden yoksunlar. Muhasebede çalışan bir arkadaşımız da 106 gündür tutuklu. Hepsi iktidarın ceza hukukunu rehin alma mantığı içinde uygulamasının mağdurları. Aynı şey, insan hakkı savunucuları için, iktidar medyasının şimdi yeniden hedef gösterdiği insan hakları örgütleri için geçerli. Aynı şey, aylardır tutuklu olan, kâh gözaltına alınıp kâh serbest bırakılan HDP’li milletvekilleri, belediye başkanları, il ve ilçe yöneticileri için geçerli. CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nun tutuklanması da sonuçta bir rehin alma operasyonu değil mi?

İktidar toplumun yarısından elde edemediği rızayı giderek daha fazla baskıyla, devlet terörüyle ve rehin alma politikasıyla telafi etmeye çalışıyor. Bu yolla eleştirileri susturmak, insan hakları örgütlerini gözlemcilik ve tanıklıktan caydırmak, Erdoğan yandaşı olmayan Türkiye’nin dış dünyayla ilişkisini ve ülke içinde sesini kesmek istiyor.

İktidarın giderek çığrından çıkan ve kendi iç mekanizmalarıyla artık durdurmaya muktedir olmadığı bir gidişat bu. Buna karşı, siniklik ve mızmızlık reflekslerini aşarak, şiddet yöntemlerini bütünüyle reddeden, en geniş dayanışma ağının kurulması, pekiştirilmesi olmazsa olmaz bir gereklilik.

24 Temmuz, II. Meşrutiyet’in ilanını takiben sansürün kaldırılmasının kutlandığı Gazeteciler ve Basın Bayramıdır. 109 yıl öncesinden de daha kötüye döndüğümüz bugünlerde, bu yıl 24 Temmuz, Cumhuriyet çalışanı arkadaşlarımızla '64ayanışma günüdür.

*Bu yazı Cumhuriyet gazetesinde "İktidarın rehin alma politikası" başlığıyla (22 Temmuz 2017) yayımlanmıştır.

Turgay Güler'in İzmir Marşı okumasına sosyal medyadan tepki yağıyor: 'Yavaş dön ümmet yetişemiyor'
15 Kasım 2017



2012 yılı 10 Kasım'ında, "9'u 5 geçe 'hazır ol’a geçmedim, durumum nedir?" sözlerini kullanarak alay eden yandaş Turgay Güler, Erdoğan'ın Atatürk söylemini öne çıkarması üzerine bu kez programında İzmir Marşı okudu. Turgay Güler'in İzmir Marşı okumasına sosyal medyadan tepki yağdı. Kullanıcılardan Güler için, 'Yavaş dön ümmet yetişemiyor' yorumu geldi.















Cumhuriyet

AKP'nin medya tetikçisi Rasim Ozan Kütahyalı Boşnak halkına çpk ağır hakaretler edince Beyaz TV’den kovuldu
20 Kasım 2017




İktidar yanlısı Beyaz TV, Boşnaklarlarla ilgili hakaret içeren sözleri sarfeden Rasim Ozan Kütahyalı ile yollarını ayırdı. Kütahyalı, Beyaz Futbol ve Derin Futbol programlarında artık yer almayacak.

Geçtiğimiz gün Beyaz Futbol'da yayınlanan programda Rasim Ozan Kütahyalı'nın Boşnak halkı üzerinden ağır ithamlar içeren sözleri tepki toplamış ve Boşnaklar Beyaz TV önünde Kütahyalı’yı protesto etmişti

Gelen yoğun tepkiler üzerine kanal içerisinde alınan karar üzerine Rasim Ozan ile yolların ayrıldığı resmen açıklandı.

Ertem Şener program başlangıcından şu açıklamalarda bulundu:

"Bu akşam kanal yönetimimizle aldığımız karar doğrultusunda, bugünden itibaren Rasim Ozan Kütahyalı ile yollarımızı ayırdık. Tüm coğrafya ve tüm dünyadaki tüm Boşnak kardeşlerimizden özür diliyoruz. Rasim Ozan Kütahyalı artık bizimle olmayacak."

Rasim Ozan Kütahyalı'ya Cumhurbaşkanlığı'ndan tepki: 'Savcıları göreve çağırıyorum'

Rasim Ozan Kütahyalı'nın Boşnaklara ilişkin belden aşağı sözlerine karşı Boşnak ve Balkan dernekleri harekete geçti. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başdanışmanı eski milli Basketbolcu Hidayet Türkoğlu da sosyal medya hesabından Kütahyalı’ya sert çıktı ve savcıları göreve çağırdı.
Beyaz TV'de yayınlanan "Beyaz Futbol" programında, dün gece Sabah gazetesi yazarı Rasim Ozan Kütahyalı kendisine yapılan şakayı "Kusturmalı Boşnak Saksosu" diyerek niteledi. Kütahyalı'nın belden aşağı sözlerine tepki yağdı.

Sputnik'in haberine göre; Balkan ve Boşnak dernekleri konuyla ilgili açıklama yaptı. 13 derneğin "Ortak kamuoyu duyurusudur!" diyerek yaptığı açıklamada, "Kütahyalı'nın sarf ettiği bu sözler, kelimenin tam anlamıyla, belden aşağı, terbiyesizce, dini ve milli geleneklerimize uymayan sözcükler olmasının yanında, aynı zamanda ırkçı, aşağılayıcı, küçümseyici, tahrik edici, nefret ve hakaret içerikli sözlerdir" ifadeleri kullanıldı.

Rasim Ozan Kütahyalı hakkında hukuki işlem başlatacaklarını açıklayan dernekler, Beyaz TV ile Beyaz Futbol programını yapan ekibi kınadılar.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın başdanışmanı eski milli Basketbolcu Hidayet Türkoğlu da sosyal medya hesabından, Rasim Ozan Kütahyalı'ya çok sert çıktı ve savcıları göreve çağırdı.

MHP milletvekili Saffet Sancaklı, Rasim Ozan Kütahyalı'nın tepki çeken sözlerinin ardından Beyaz TV'nin sahibi Osman Gökçek'i arayarak Kütahyalı'nın ekrandan alınmasını istediği iddia edildi.
Sancaklı "Şerefsiz oğlu şerefsiz. Böyle insanların artık toplum dışına çıkarılması lazım. Bu işin peşini bırakmayacağım" sözleriyle tepkisini dile getirdi.
Ana Haber

"Rasim Ozan Kütahyalı ve Nagehan Alçı, Bank Asya kredisini ödüyor mu?"
24 Kasım 2017



"Kütahyalı çifti siz ayda ne kadar para kazanıyorsunuz da bu krediyi ödeyebiliyorsunuz?"

CHP Çanakkale Milletvekili Muharrem Erkek, Başbakan Binali Yıldırım’ın yanıtlaması istemiyle TBMM’ye soru önergesi verdi. Erkek, Rasim Ozan Kütahyalı-Nagehan Alçı çiftinin Bank Asya'dan aldıkları krediyi geri ödeyip ödemediklerini sordu.

Canlı yayındaki Boşnaklara yönelik sözleri nedeniyle Beyaz TV'den kovulan Rasim Ozan Kütahyalı ile ilgili tartışma sürüyor.

“Aylık ödemeleri dahi yüz binlerce lira tutan krediyle çok lüks bir villa satın aldıkları da yine kendilerince kabul edilmiştir” diyen CHP Milletvekili Muharrem Erkek açıklamasını şöyle sürdürdü:

“Kamuoyunda bu gibi isimlerin FETÖ ile ilişkisine rağmen herhangi bir yaptırıma uğramaması hakkında ileri sürülenler; çok yüksek miktarlarda alınan kredilere ve bunların nasıl ödendiğine dair iddia edilenler, FETÖ ile ilişkisi olmamasına rağmen süreçte mağduriyet yaşayanlar tarafından da tepkiyle karşılanmakta ve kafalarda soru işaretleri doğurmaktadır.”

Yıldırım'a 2 soru

CHP’li Muharrem Erkek, Başbakan Binali Yıldırım’a şu iki soruyu yöneltti:

1. Bank Asya’nın borç ve alacaklarını devralan kamu kurumu olduğu düşünüldüğünde; kredi ve/veya kredi kartı borçlarının ne kadarı geri ödenmiştir? Borcu olanlardan kaçı firari ya da tutuklu konumundadır? Bunların borçları için ne gibi bir işlem yapılmaktadır? Borçlarını ödeyemeyenlerin sayısı kaçtır?

2. Irkçı, ülkemizde yaşayan her kesimin tepkisini çeken açıklamalara imza atan Rasim Ozan Kütahyalı’nın aldığı kredi ve bunun aylık ödemeleri ne kadardır? Bu kredi kaç yıllık çekilmiştir? Bunun ne kadarı geri ödenmiştir? Bank Asya ile mali ilişkileri, FETÖ kumpaslarına desteği, o dönemki kimi belgelerin yargı organlarından önce sızdırılarak taraflarınca açıklanması gibi şeyler düşünüldüğünde bu kişiyle ilgili herhangi bir adli süreç yürütülmekte midir?

"Gelin biz hesaplayalım"

CHP Milletvekili Muharrem Erkek, Başbakan Binali Yıldırım’a kritik soruları yöneltti, ancak gelin biz de kendimizce bir hesap yapalım.

FETÖ’cü bankadan alınan kredinin anlamı, belki de daha net ortaya çıkacak.

Kütahyalı çiftinin 2013 yılında 5 milyon dolar kredi aldığını Odatv gündeme getirmişti.

5 yılda aylık ödeme 159 bin lira

Elbette mümkün değil ama hiç faizi olmadığını ve 5 yıllık ödeme planı çıkarıldığını düşünsek; yılda 1 milyon dolar geri ödemesi lazım. Bu da ayda yaklaşık 84 bin dolar demek. Türk lirası olarak da hesaplayalım. 2013 yılında dolar kurunun ortalaması 1.90 TL. Mümkün değil ama dolar kurunun sabitlense bile aylık ödeme yaklaşık 159 bin TL yapıyor.

10 yılda aylık ödeme 80 bin lira

Peki, vadeyi Kütahyalı çifti için biraz daha uzatalım.

10 yıl süreyle ödeme planı çıkarıldığını ve yine faize tabi tutulmadığını düşünelim. Dolar kurunu da sabit tutalım! Bu da ayda yaklaşık 41 bin dolar ediyor. Türk lirası olarak düşündüğümüzde de yaklaşık 80 bin TL demek.

Bize son olarak şu soruyu sormak kalıyor:

Kütahyalı çifti siz ayda ne kadar para kazanıyorsunuz da bu krediyi ödeyebiliyorsunuz?

Ya da siz bu krediyi ödüyor musunuz?

T24
ETİKETLER
alçı kredi haber açıklama

İŞGAL MEDYASI / SAVAŞ SUÇLUSU
Av. Mehmet TIĞLI
24 Kasım 2017



Öncesi de değerlendirilebilinir ama son 35 yıldır Batı gücünün her hangi bir hedef ülkeyi işgal etmeden önce, bu işgal için kamuoyu oluşturma taktiğidir;“üretilmiş bir haber” olarak hedefe konulan örgüt ya da ülkelerden kaçan kadın haberleri… Diğeri de kimyasal silah üretim haberleri…

Önce bir konu mankeni bulunur, sonra konu mankeni üzerinden itiraflar adı altında iftiralar… Konu mankeni kimdir, necidir, hadisenin aslı nedir, olay nasıl gelişmiştir, tüü bunların hepsi denetime ve araştırmaya uzaktır. Hazırda bekleyen kendine “Türk”,”İslamcı”,”Liberal”, “Sol”, “Milliyetçi” bilmem ne dese de aslında “Amerikan işgal medyası” olan yasa dışı TERÖR ÖRGÜTLERİ hedefe konulan ülke ya da örgüte halklardan gelebilecek yerel desteğin önünü kesecek ve kamuoyunu işgal ve imhaya hazır hale getirecek algı operasyonlarına başlar. Ülke yahut örgüt toprakları, uçaklarla bombalanmadan önce “üretilmiş haberler” ile ZİHİNLER bombalanır.

Bizim ülkemizde kendine “TÜRK MEDYASI” diyen bu İŞGAL MEDYASI özellikle 90’daki ilk Irak istilasından bu yana işlediği suçlardan dolayı “askeri hedef” konumunu çoktan hak etmiştir. Bu suçları işlemeye halen de devam ediyor.

Konu mankeni, başlar tiyatrosunu oynamaya, “IŞİD’ın elinden bin bir güçlükle kaçıp kurtulan tecavüze uğramış Yezidi kadın” rolünü… Ya da İran’dan kaçan kız çocuğu”…91’DEKİ İLK Irak saldırısında olduğu gibi bazen “Kuveyt’ten kaçan Esma” olur bu kadın, şimdi de “Kuzey Kore’den kaçan kadın Asker”…

Saddam döneminde Kuveyt’ten, “Saddam’ın askerlerinin zulmünden kaçan Kuveytli bir kız” vardı, bilmem hatırlayanınız var mı? Yıllar sonra bu kadının Kuveytli bir bakanın Amerika’da yaşayan kızı olduğu ortaya çıkmıştı.

Yeni yetme şen sıpa tipi hatırlamaz ama 24 saat ekranlarda verilen petrole bulanmış bir kuş vardı, hani sonradan bu görüntünün Fransa sahillerinde tespit edildiği ortaya çıkmıştı. Duygusal bir müzik eşliğinde verilen bu kuşun görüntüleriyle Saddam’ın ne kadar “zalim” olduğuna hükmedilmiş, kitleler de bu şekilde inandırılmıştı; ve, o görüntülerin yayınlandığı günden bu güne 10 milyona yakın Müslüman farklı bölgelerde Amerika ve işbirlikçileri tarafından boğazlandı.

Tiyatrocu sahte gözyaşlarını dökerken, sözde milli, özde İşgal medyası haberleri dünyanın ve ülkenin dört bir tarafına servis eder. Ve artık hedef “Şeytanlaşmıştır”. “Üretilmiş haber” bombardımanına maruz kalan masum(!) ahmaklar kendine gösterilen kadının haline gözyaşları dökerken işgal çoktan başlamıştır. Akan gözyaşlarından göremez hale gelen gözler hiçbir şeyin farkına varamaz. Farkına varmaya başladığında önündeki manzara: işgal ile birlikte yok olan şehirler, milyonları geçen mülteciler, öldürülen, tecavüze uğrayan yüzbinlerce çocuk, kadın, ihtiyar… Sonrası malum…

Batı, kendisinin en iyi yaptığı pislikle itham eder avını… Ve ne gariptir ki Batı’nın zehirledikleri de 16 yıldan beri epey misalini gördüğümüz üzere hep aynı yöntemle hareket ederler.

Bizzat Amerika’dır neredeyse tüm Uzak Doğu’yu kerhaneye çevirip, çoluk çocuğu ile seks turizminin merkezi haline getiren. Ki, Filipinlerdeki bağımsızlık mücadelesi bu ahlaksızlığa itiraz üzerine gelişiyor yarım asrı geçkin bir süredir…

Tespit edilebildiği kadarıyla şu an sadece Almanya’da on bin mülteci çocuk kayıp…

İslâmcı, solcu, liberal, milliyetçi fark etmez hangi medyada böyle bir haber görürseniz doğrudan ve şüpheye düşmeden etiketi yapıştırın : “İşgal Medyası!!!!”. Bu tür haberleri yapan aynı zamanda öldürülen, tecavüze uğrayan milyonların katili ve tecavüzcüsü olarak “Savaş Suçlusu”dur. Yargılanacağı ve hesap vereceği zaman gelecektir.

Adımlar Dergisi

Rafael Abi Sırra Kadem Bastı!
10 Mart 2011
Açık istihbarat

Rafael Sadi'nin katılımı ile birlikte Odatv'de ilginç İsrail haberleri okumaya başladık. Wikileaks belgeleri üzerinden sistematik bir İsrail'i aklama faaliyeti başladı.

İsrail'e görev için giden gazetecilerin neredeyse tamamı kendisiyle tanışmıştır. 19 yıldır İsrail'de yaşayan Türkiye kökenli bir musevi. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ziyaretleri başta olmak üzere özellikle Türkiye'den İsrail yapılan üst düzey ziyaretleri "gazeteci" sıfatıyla yakından izler. Pos bıyıkları, iri göbeği ve ağzından düşürmediği sokak argosu ile yolda görseniz tipik bir Türk esnafı zannedersiniz.

İsrail'e giden gazetecilerle yakından ilgilenir, gidecekleri yerlere arabasıyla götürür, "Yengenizi arayayım da akşam yemek yapsın, bize gidelim" bile der. Yolda trafik sıkıştığında "Hooop aloo, önüne bak önüne!" diye klasik Türk tepkileri verir.

Gelin görün ki İsrail'de doğup büyümüş bir yahudiden daha fanatiktir. İsrail'in kanlı-kansız bütün eylemlerini militanca savunur. İsrail devletine toz kondurmaz. Rafael Sadi'ye göre Mavi Marmara gemisi "terörist doluydu", baskın yapan İsrail askerleri ise barış güvercini!

Bu fikirlerini reytingi bol Türk televizyonlarında bile göğsünü gere gere savundu. Fatih Altaylı'nın Teke Tek programında saatlerce İsrail propagandası yaptı.

Rafael Sadi, Mavi Marmara olayına kadar AKP tarafından da sevilip sayılan, itibar gören bir isimdi. Bu yaklaşımın başlıca nedeni, kendisinin Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Kasımpaşa'dan ilkokul ve mahalle arkadaşı olmasıdır. Erdoğan İsrail'e her gittiğinde Rafael Sadi ile görüşür, iki eski arkadaş birlikte gençlik anılarını yâderlerdi.

Sadi, Türk medyasında bir süre "Başbakan'ın Kasımpaşa'dan bıçkınlık arkadaşı" postundan ekmek yedi. Bu imaj üzerinden haberler üretildi, hem Başbakan'ın "delikanlılığına", hem de Sadi'nin "Kasımpaşalılığına" sempatik vurgular yapıldı.

Erdoğan-Sadi ikilisi, giderek "Türk-İsrail dostluğunun" sembolü haline geliyordu ki Mavi Marmara olayı ipleri kopardı. İki Kasımpaşalı ayran içip ayrı düştüler.

Türk gazetecilerin "Rafael abi" diye hitap ettikleri Sadi, "Hastürk.tv" adlı bir internet sitesinden İsrail propagandası pompalamaya başladı. İsrail devletinin bülteni gibi çalışan bu sitenin neden "Hastürk" adını taşıdığı konusunda üç rivayet var.

Birinci rivayete göre "Asıl Türkler Yahudidir" mesafı verilmek isteniyor...

İkinci rivayete göre, ses çağrışımından hareketle aslında "H...tir Türk" denilmiş oluyor...

Son rivayete göre ise bu siteden televizyon yayını yapılmamasına rağmen "tv" eki kullanılarak Odatv ile özdeşlik kuruluyor...

Netice itibarıyla Rafael Sadi'nin izlerini taşıyan bu sitede, "Mavi Marmara'da cinsel taciz yaşandı" türünden gülünç ve de ağır hamaset kokan yoğun bir İsrail karapropagandası yapılıyor. "Mavi Marmara'da cinsel taciz" haberlerindeki üslübun Samanyolu Tv'nin üslubuna olan benzerliği de ayrıca dikkat çekiyor.

Rafael Sadi, Mavi Marmara olayından sonra Tayyip Erdoğan'dan kopunca bir yandan bu siteden İsrail devletinin propaganda bültenlerini yayınlamaya başladı, diğer yandan da sürpriz bir biçimde Odatv'nin yazarları arasına katıldı.

Rafael Sadi'nin katılımı ile birlikte Odatv'de ilginç İsrail haberleri okumaya başladık. Wikileaks belgeleri üzerinden sistematik bir İsrail'i aklama faaliyeti başladı. Rafael Sadi'nin sitede yayımlanan haberler üzerindeki etkisi giderek arttı.

Ve 15 Şubat'ta "Ergenekon" soruşturmaları kapsamında Odatv'ye baskın yapıldı. 4 Mart'ta yapılan ikinci bir baskınla da Odatv'ye yönelik operasyon genişletildi. İşin içine, "sarışın bayanlar", "İkinci kaset skandalı" iddiaları girdi.

Ve Rafael Sadi, 15 Şubat 2011 tarihinden itibaren Odatv'de yazmamaya başladı. "Türkiye'den gelişmeler" gibi haber başlıkları olan Hastürk tv ise Odatv'ye yapılan baskınları bir kez bile haberleştirmedi. Türkiye'de yaşanan siyasi gelişmeleri yakından takip eden bu internet sitesi, Odatv baskını yokmuş gibi davrandı.

Rafael Abi sırra kadem bastı!
kaynak: acikistihbarat.com

Aydın Doğan: Sabah'ta aldığı aylık maaş üzerine artı 5 bin TL fazla veririm"
8 Aralık 2017



"Hande Fırat'ın düğününde Rasim Ozan Kütahyalı'nın Hürriyet'e transferi konuşuldu"

Sözcü yazarı Can Ataklı, Hürriyet gazetesi Ankara Temsilcisi Hande Fırat'ın önceki gün akşam yapılan düğününde, Beyaz TV'deki futbol yorumculuğundan "Kusturmalı Boşnak saksosu" sözleri nedeniyle kovulan Rasim Ozan Kütahyalı'nın Hürriyet'e transferinin konuşulduğunu iddia etti.
Can Ataklı, "Aydın Doğan Nagehan Alçı'ya 'Kocanı Hürriyet'e alırım ama Turgay'ın sana verdiği gibi büyük transfer ücreti vermem. Zaten durum ortada" dediğini öne sürdü.
Ataklı'nın "Mavi Marmara’daki “Kudüs” nedir?" başlığıyla (7 Aralık 2017) yayımlanan yazısının ilgili bölümü şöyle:
Şimdi yazacaklarımın bir bölümü herkesin bildiği doğrular. Bir bölümü sadece Doğan Medya Ankara çalışanlarının bildikleri. Üçüncü bölüm ise tam dedikodu. Gerçi dedikodu olmasına dedikodu ama temelsiz de değil. Önce herkesinbildiği gerçekten başlayayım.
Doğan Holding uçağında Ciner'den sürpriz isim
Doğan Medya Grubu'nun sahibi Aydın Doğan önceki akşam Hande Fırat'ın düğünü için Ankara'ya özel uçağı ile geldi. Uçağın Aydın Doğan dışında üç yolcusu daha vardı. Biri Aydın Doğan'ın kızı Vuslat Doğan. Diğeri eski İçişleri ve Adalet Bakanlarından Mehmet Ağar ve diğeri de Habertürk yazarı Nagehan Alçı.
Bu haber dünkü internet sitelerinde vardı. Gelelim Doğan Medya Ankara çalışanlarının bildiği bölüme. Aydın Doğan'ıhavaalanında karşılayanlar uçaktan Nagehan Alçı'nın da indiğini görünce çok şaşırıyorlar. Tabii doğal olarak “Nagehan Alçı transfer mi ediliyor?” sorusu ortaya atılıyor.
Rasim Ozan Kütahyalı, Doğan Grubu'na mı gidiyor?
Aydın Doğan bunun üzerine Hürriyet Ankara bürosunda çalışanlara bir açıklama yaparak Nagehan Alçı'nın, Mehmet Ağar'la birlikte misafir olarak geldiğini söylüyor. Ancak muhtemelen espri olarak da “Ama Turgay Ciner'den ayrılırsa o zaman bizim gruba alırız kendisini” diyor.
Şimdi gelelim asıl dedikodu olan üçüncü bölüme. Açıktan sorulan soru “Nagehan Alçı transfer mi ediliyor?” olmasına rağmen herkesin asıl merakı bir süre önce söylediği sözler yüzünden hayatı kararan Rasim Ozan Kütahyalı'nın Hürriyet'e transfer edilip edilmeyeceği.
Aldığım duyumlara göre Rasim Ozan Kütahyalı'nın Hürriyet'e transferi uçakta konuşulmuş. Aydın Doğan “kendi başını yaktı ama bir süre sonra tekrar yazmalı” dediği Rasim Ozan Kütahyalı için Mehmet Ağar çok bastırmış. Aydın Doğan Nagehan Alçı'ya “Kocanı Hürriyet'e alırım ama Turgay'ın sana verdiği gibi büyük transfer ücreti vermem. Zaten durum ortada. Sabah'ta aldığı aylık maaş üzerine artı 5 bin TL fazla veririm. Haziran ayında başlatırım” demiş bunun üzerine.
Aydın Doğan'ın yeşil ışık yakması üzerine Mehmet Ağar “Bence çok iyi edersiniz, Rasim Ozan'ın size büyük katkısı olur” diye konuşmuş. Vuslat Doğan ise hiçbir yorumda bulunmamış konuşulanları dinlemiş sadece. Bu dedikoduyu neden aktardım? Hatırlayacaksınız, Rasim Ozan olayı patladığında “Şimdi ortadan yok olur ama Aydın Doğan sonunda sahip çıkar” diye yazmıştım. Daha sonra Ertuğrul Özkök iki gün Rasim Ozan'ı kollayan yazılar yazınca da altyapının hazırlanmakta olduğunu belirtmiştim. Eğer dedikodu doğru çıkarsa hepsi benim tahminimden de önce gerçekleşecek.

Patronlar Dünyası
Etiketler:
Can Ataklı Aydın Doğan Nagehan Alçı Rasim Ozan Kütahyalı

Levent Gültekin, Cem Küçük ve Ersoy Dede'ye açtığı hakaret davalarını kazandı
25 Ocak 2018



Gültekin: Bugün mahkeme ikisini de hem cezaya hem de tazminata mahkum etti

Gazeteci Cem Küçük ve Ersoy Dede, Gazeteci Levent Gültekin'e hakaretten tazminat cezasına mahkûm edildi.

Levent Gültekin'in Küçük ve Dede'yi şikâyeti üzerine açılan davada, iki isim bin 950 lira adli para cezasına çarptırıldı. Hükmün açıklanması geri bırakılırken Küçük ve Dede hakkında beş yıl süreyle denetimli serbestlik kararı verildi.

Gültekin Twitetr hesabından yaptığı açıklamada "Hani benim hakkımda "şöyle inşaat yapmış şöyle yolsuzluk yapmış" diye iftira yazısı yazan iki saray soytarısı vardı, hatırlar mısınız? Bugün mahkeme ikisini de hem cezaya hem de tazminata mahkum etti" dedi.

T24
ETİKETLER
levent gültekin cem küçük ersoy dede hakaret
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> ÇÖPLÜK Tüm zamanlar GMT
Sayfaya git Önceki  1, 2, 3
3. sayfa (Toplam 3 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com