EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Türklüğün Eksen Krizi

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FİKİR YAZILARI
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş Oca 19, 2012 11:24 pm    Mesaj konusu: Türklüğün Eksen Krizi Alıntıyla Cevap Gönder

Türklüğün Eksen Krizi
Ömer Altaş
9 Şubat 2012



Amerikalı evrim biyoloğu Jared Diamond, Tüfek Mikrop Çelik adlı önemli kitabında kıtaların bir ekseni olduğunu iddia eder ve bunun insanın yayılış tarihi üzerindeki etkisini araştırır. Amerika kıtasının ve Afrika kıtasının Sahra çölünün güneyinde kalan bölgesinin eksenini kuzeyden güneye doğru olarak açıklarken Asya kıtasının ekseninin doğudan batıya doğru olduğunu söyler.

Benzer bir çıkarsama ile toplumların da yapılarından kaynaklanan karekteristik eksenleri vardır. Örneğin Rusların ekseni güneye doğrudur. Çinlilerin ve Kürtlerin ekseni ikamet esaslıdır. Farisilerinki yarı ileri yarı ikamettir. Türk karakteristiğinin ana ekseni ise hep batıya doğru yatay-ileri olmuştur.

Türklük’ün yapısını oluşturan dairelerin son halkası ise jeo-politik bir halkadır. Kültür, siyaset, din, ekonomi ve tarih gibi olgular bu jeopolitik çatı altında kendine yer bulur. Bu tanımlama içte kalan söz konusu dairelerin ne değerini küçültür ne de son halkayı kutsallaştırır. Bu sadece bir tanımlamadır.

Türk’e katılan değerler manzumesinin her zaman geometrik bir form kazandığını görüyoruz. Oluşlar, Türk’ün öz bünyesine girerken ana eksene uygun bir değişime uğruyor. Kadim dönemlerden bugüne doğrusal bir çizgi üzerinde yürüyen bu topluluktan beklenen tabii vasıf, disiplindir. Ana eksenin birinci türevi olan Disiplin, Türk topluluğunun bütün değerlerini kendi içinde bir sisteme sokar.

Öyle ki Türk, sonradan tanıştığı İslam’ı bu form içine buyur etti. İslam’ı “misafir odası”na aldı ve başının tacı yaptı. Sonra benliğini İslam’a teslim etti. Ancak İslam’ın, Cihat ilkesi yapısına kendi istikametçi yapısını ekledi. Savunma esasına dayalı Cihat, hegamonik bir fetih mefkûresine dönüştü. Türk, ana ekseninin yönü ile örtüşen ve ona kutsallık katan bir dinle tanıştı. Meskensizlik insiyakı daha iyi ve daha meşru bir neden bulamazdı; İlayı-ı Kelimetullah’ı arzın her köşesine ulaştırmak.

Türk’ün seciyesi onu serbest zamanlarda sürekli olarak ileri doğru iter. Olduğu yere bırakıldığında öne doğru eğim alır. Türk her zaman arkada, yukarıda ve yanlarda değil sadece ileride mucizeler olduğunu düşünür. Türk’ün tarihi gelecektir. Tarih, göçerken közleri sönen bir ocak gibi sadece iziyle yaşar. Her Türkün gönlünde hala bir komutanlık duygusu yatar, liderlik günümüzde bile bu topraklarda en gözde özelliktir.

Türkün en büyük iki hayal kırıklığı vardır, iki de en büyük nefreti. Biri Moğol saldırısı, diğeri Viyana bozgunudur. Birincisinden arkadan geldiği için nefret eder. İkincisinden ontolojik eksen kırılmasına yol açtığı, yürüyüşünü durdurduğu için nefret eder.

Viyana Kapısı’ndan geri döndükten sonra Türk artık iflah olmayacak, içinde bir inhitata, gerilemeye gidecektir.

İnhitat, Cumhuriyet kurucularının (Rumeli ekibi ) Türk’ü geriye ve içe doğru bir pozisyona zorlaması ile kronikleşecektir.

Rumeli ekibi tanımı ile yaşanan travmalarla karakteristik dezenformasyona uğrayan, öz benliğinin başkalaşmasına izin veren ve uluslararası konjonktüre koşulsuz teslim olan bir yapıdan bahsediyoruz. II. Meşrutiyetten sonra belirginleşen Türkçülük akımının, Yusuf Akçura’nın tabiri ile “ Türklüğün ve Türk tarihinin İslamiyet’ten önce de var olduğu bilinmektedir” diyerek içinden İslam’ı atmaya çalışması ve Lozan’da batıya onursuz bir şekilde boyun eğmesidir. Türkçülük akımının oluşumunun yerli olmayan karakteristik yapısı Cemil Meriç’ten Baykan Sezer’e, Ahmet Özcan’dan Sinan Tavukçu’ya birçok aydın tarafından irdelenmiştir. (Bu çerçevede Sinan Tavukçu’nun, haber10’da yayımlanan İstiklal Harbi’nde Silah Kaçakçılığı ve İngiliz, Fransız Yardımları I,II adlı araştırmasını ek olarak okumakta fayda var.)

Bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti aslında bir Türk Cumhuriyeti değildir.

Türkiye, Enver Paşa mefkûresi gerçekleşmiş olsaydı Türkiye Cumhuriyeti (Asya-Doğu milletler ve dinler topluluğu) olacaktı. Enver Paşa’nın projesi gerçekleşseydi, günümüzdeki toplumsal parçalanmışlık muhtemeldir ki daha sınırlı kalacaktı.

Bu nedenle 1925 ve sonraki süreçte Kemalizm ve İnönücülükle yapısını tamamlayan Türkiye Cumhuriyeti aslında bir Rumeli Cumhuriyeti’dir.

Rumeli karakteristiği, her şeyi kendi içine çeken jeolojik ve psikolojik bir mizaca sahip. Bu karakter derin platolar gibi kendine özgü bir dünya yaratıp etrafına suni setler oluşturur. Yaşadığı depremlerin şokunu atlatamaz, büzülür, bekler, yetinir.

Cumhuriyetin kuruluşu sürecinde İngilizlerle muhtemelen gizli anlaşmalar yapan Rumeli ekibi, Türk’ün ontolojik yönünü, kendi korkularının platosu içine çekerek kadük bıraktı.

Günümüzde Devlet’in en tepesinde patlayan ve devam eden kavganın özünde bu var.

Şu an ülkede izlediğimiz, Türkiye Cumhuriyeti içindeki iki tarz Türklük ekolünün birbiriyle mücadelesi, geri kalanlar ise bu mücadelenin türev fenomenlerinden ibaret. Kültürüyle birlikte terakki etmek isteyen Türkler ile asabiyesi dâhil her şeyini elini tersiyle iten Rumeli karakterli Türkler arasındaki canhıraş kavga. Anadolu Türklüğü ile Türklüğün Rumeli ekolü arasındaki sert iktidar mücadelesi. Beyaz Türkler (asker, bürokrat ve burjuvazi ) ile beyazlaşmayı tefessüh olarak gören kavruk Türklerin ( Türkmen, Laz, Çeçen, Kürt - evet Kürt- ve Kafkas Türkleri ) hayata bakışlarındaki derin ayrışma.

Devlet şatosunun son odasında yapılan kavga iki kanat arasında yapılan bir kavga; biri Derin Devlet diğeri Türklüğün Otantik Devlet’i. Bu anlamda Teşkilatı Mahsusa’nın kavruk Türklük ekolünün şeklen fesh olmasına rağmen fiilen yaşadığı ve günümüzde iktidar mücadelesini sürdürdüğünü görüyoruz.

Bugün, kökü Özallı yıllara dayanan ama 2002-2012 yıllarında sistemleşen sürecin ilk yarısında, kendi içinde uyum yolları arayan iki ekip, uyuşmanın artık mümkün olmadığını gördü. İkinci yarısında ise biri diğerini yok etmeye çalıştı. Geride kalan bütün değerler bu ana kavganın taraflarının yarattığı güçlendirici ve zayıflatıcı araçlardan ibaret.

Rumeli ekolü, köklerine karşı topyekûn bir inkâra giriştiği için tek çözüm yolu olarak toplumun idaresini askeri seçeneğe bıraktı. Bu mantık Cumhuriyet rejimini inkarcı, faşizan bir yapıya itti. Yapı, Batı ve NATO bloğunun gereklerini harfiyen uygulayarak sonsuza kadar iktidarlarını sürdüreceklerine inandı.

Ama zaman içinde her iki tarafta değişti. Batı bloğu, daha demokratik bir Türkiye Cumhuriyetinin Ortadoğu menfaatleri açısından tehlikeli olabileceği fikrine evirildi. Türkiye Cumhuriyeti oligarşisi ise sahte bir anti batıcı söylemle kendini meşrulaştırıp ulusalcılık kılıfıyla Batı-İngiliz çıkarlarının yeni dilini üretti.

Ergenekon’un yapısını inceleyenlerin, anti Amerikan ve anti Batı söylemlere rastlaması şaşırtmış olabilir. Eski rejim oligarşisinin bağımsız politikaları, toplumsal bağımsızlık ve özgürlük arayışı bağlamında sahici değildi. Oligarşinin politikaları sadece öznel menfaatler zincirinin işgüzarca organizasyonundan, sivil ve askeri diktanın sürdürülebilir kılınmasından ibaret.

Bu eski rejimin yeni, ulusalcı söylemine bazı eski solcu ve dini hiziplerin de katılması, eski Türkiye’de kurulmuş olan düzeneğin aslında ne kadar yaygın ve derin olduğunu da göstermiş oldu.

İşin tamamen çığırından çıktığını gösteren siyasal ve toplumsal olayların yaşandığı 90’lı yıllar ve sonrası süreçte Anadolu Türklüğü, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yıllarında teslim ettiği iktidarı yeniden devralmak için şartları uygun buldu. Anadolu Türklüğü, Rumeli Türklüğünün kendini en muktedir gördüğü bir zaman diliminde aslında en zayıf sosyo-politik evrede olduğu tespitini yaparak Yeni Dünya Düzeni konjonktürü ışığı altında sahneye çıktı.

Anadolu Türklüğü, Rumeli Türklüğüne karşı verdiği varlık yokluk mücadelesinde başarılı olabilmek için toplumun bütün cüzlerini arkasına almak zorunda. Anadolu Türklüğünü harekete geçiren en büyük iç dinamiğinin, Rumeli Türklüğünün bu gidişle Türklüğü de yok edeceğini düşünmesidir. Bunun için toplumun üç büyük parçası ile yeniden barışmak istiyor, İslamcılar, Kürtler ve Aleviler. Hikâyemizin özeti budur.

Tabii-tarihsel Türklük, yatay serüvenini devam ettirmek için, derununda ve arkasında sorun bırakmamak mecburiyetinde.

Amerika ve Avrupa birliği ile ilişkilerin çıkar ilişkisine dayandığı net, ancak bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde Demokratik Açılım kapsamında gündeme gelen yapı bozucu değişimlerin tamamının birer enstrüman mı yoksa değişimin özü mü olduğunu birlikte göreceğiz.

Bu durum, yeni Türkiye düzenin en önemli sınavı olacak.

omeraltass@gmail.com
haber10

'Türk'
Ömer Altaş
17 Ocak 2012



Türkiye Cumhuriyeti’nin elitleri, "Türkiye Devleti" mantığında saklı olan anlamlara uygun davranmış olsalardı, sorunlar bugün yaşandığı kadar yıkıcı olmazdı.

Bazen olayları ve olguları dışarıdan izlemek içinde iken fark edilemeyen başka noktaların aydınlanmasına neden olur. Sorunların alışagelmiş konuşulma biçimini ve ele alınış tarzını değiştirmek kimi zaman olayın daha önce gündeme gelmeyen yanlarının ortaya çıkarır.

Bugün, "Türk" kavramının gelişi güzel kullanışının altında saklı duran anlam zenginliğinin gözden kaçırıldığı gözlüyoruz. Bu nedenle yazımızda Türkiye’nin en zor problemi Kürt meselesine daha fazla ışık tutması amacıyla Türk kavramının içerdiği anlamları irdeleyeceğiz.

Türklük olgusu, ülke sınırları dışındaki dünyada dinamik anlamlar içeren bir algıya sahip. Başka bir ifade ile Türklük, bir anlam ve medeniyet dünyasının ve yapı bütünlüğünün ifadesi.

Balkan ülkelerinin tamamında, Kafkaslarda, Türki Cumhuriyetlerde, Rusya’nın sınırları içinde otonom olarak yönetilen topluluklar arasında ve tabi ki Arap topluluklarında Türklük demek aynı zamanda Müslümanlık demektir. Bahsi geçen bölgelerin dışında kalan dünyada da Türk toplumu Müslüman bir toplum olarak tanımlanır. Batı dünyasının Türkiye’ye dönük kültürel ve siyasi değerlendirmelerinin tamamının alt metninde Türk Müslümanlık ile eş anlamlıdır.

Hatta tarihi gerçekler nedeniyle Batı, Türk kavramın içerdiği anlam zenginliğinin aynısını Arap toplumlarında aramaz. Batı, Türk kavramının içerdiği kültürel zenginliğin dünya için hala bir alternatif oluşturabilme potansiyeli taşıdığına inanır. Türk devletinin, teslim olurcasına Batının uygarlık bilincini takipte ısrar etmesi bile bu tedirginliğin dağılmasına yetmez..

Türk kelimesi, Dünya’nın ve Türkiye’nin yaşadığı büyük değişimlere rağmen taşıdığı yoğun anlamları korumakta.

Batılı ve dış dünya için Türk; Kürt, Türk, Çerkez, Arap, Abhaz, Gürcü, Rum, Ermeni, Boşnak, Laz ve Çeçen ile birlikte Türk’tür ve Müslüman’dır.

Batılı ve Doğulu diğer topluluklar için Türk toplumu, İslamcısı, Laiki, Alevisi, Solcusu ve Ateisti ile birlikte Türk ve Müslüman bir topluluktur.

Özellikle Makedonya, Lübnan, Gürcistan, Moldova ve diğer Asya ülkeleri gibi farklı dinlerin bir arada yaşadığı bölgelerde bu durum bütün çıplaklığıyla kendini gösterir.

Üsküp’de Vardar nehrinin ikiye böldüğü şehrin Hıristiyan olmayan bölgesinde kalan Üsküplüler onlara göre etnik yapıları ve hayata bakış açıları ne olursa olsun Türk ve Müslüman’dırlar. Benzer örnekleri çoğaltmak mümkün.

Dış dünya’nın gözünde bu anlam da Türk toplumu demek dar anlamda tek etnisitenin yer aldığı bir oluşum değildir.

Dünya, özellikle I. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan konjonktürde uluslararası ilişkileri yeni paradigmalar ışığı altında yürüttü. Buna rağmen Osmanlı’nın yıkılamayan kalesi olarak görülen Türkiye devletini her zaman ayrı bir kategori içinde değerlendirdi. İslamlık ve Hıristiyanlık bağlamında resmi ayrımlar son bulmasına rağmen bu yapıların varlığını bütün canlılığı ile sürdürdüğüne inanıldı.

Türkiye devleti kuruluş yıllarında oluşan yeni dünyaya eklemlenirken bünyesinde hala şu dört ana unsuru taşıyordu. Millet, İslamlık, Kültür ve Liderlik. Türkiye cumhuriyeti resmi söyleminin bu dört ana özelliği dikkate almaması söz konusu özellikleri yok etmedi.

Millet kavramı içinde, bu topraklarda yüzyıllardır süren farklı etnik toplulukların bir arada yaşama bilinci demek olan Ümmet projesini saklar. İslamlık, toplumun sökülüp atılamayacak kadar iliklerine işlemiş bir inanç dinamiğinin adıdır. Kültür, farklı din, dil, örfler ve farklı tarihlerin ( Hitit, Roma, Selçuklu vb.) birlikte oluşturduğu çok zengin bir havzayı ifade eder. Liderlik, iç bünyede bir refleks ve sınır dışında bir özlemin ortak tanımıdır. İçte, Türkiye’nin şuur altına yerleşmiş olan bölgesel liderlik refleksinin, sınır dışında, İslam dünyasını koruma şemsiyesi özelliği ortadan kalkmasına rağmen o bölgelerin toplumsal bilincinde (Pakistan’dan Makedonya’ya, Kırım’dan, Filistin’e) hala bütün canlılığıyla varlığını sürdüren bir öncülük özleminin ortak tanımı.

Batı dünyası, Bir medeniyetin oluşumu için asgari özellikleri bünyesinde barındıran bir toplumun, eski yapısına dönmesini onaylayacak kadar saf değil. Elbette ki , "Türk toplumunu" oluşturan dinamiklerin her birinin parçalanarak iş göremeyecek hale gelmesi en iyimser ifade ile onlar için yararlı bir durumdur. Bugün toplumun çözüm isteğine rağmen Kürt sorununun çözülmemek için tırnaklarını bir yerlere sapladığını görenler sebepleri arasında bu iradeye de önemli bir pay verirler.

Görülüyor ki, Türk kavramı sırtında taşıdığı Türkiye cumhuriyetinin etnik temelli faşizan uygulamalarına rağmen anlam zenginliğini kaybetmiş değil. Türkiye’ de bu yönüyle dünyanın diğer bölgelerinde yeşermiş milliyetçilik akımlarına benzer bir sosyoloji yaşanmamaktadır.

Türk milliyetçiliği,’’her şeye rağmen’’ bir Sırp Milliyetçiliği, bir Rus Milliyetçiliği ve Avrupa’daki milliyetçilikler gibi dar anlamlara sahip değil.

Aynı şekilde, Türk toplumunda yaşayan duyarlılık, PKK’nın geliştirmeye çalıştığı Kürt milliyetçiliğine de benzememekte. Kürtlük, Kürtçülük akımı içinde sadece bir etnisiteden ibaret olmaya zorlanırken, Türklük, Türkçülük akımına rağmen tarihi arka planı nedeniyle daha geniş anlamlar taşımakta.

PKK’nın yaptığı etnik temelli Kürtlük söyleminin yanlışlığı bir yana, ısrarla vurguladığı Türkler tanımı da bu anlamda problemli. Kürtçülük hareketi, Türklüğü kendi zengin anlamından kopararak etnik temelli dar bir alan içine mahkum etmek istemektedir. PKK, Türkler şeklinde tanım yaparak kendi haricinde kalanların ırkçılık temelinde davranmasını istemektedir.

Bahsi geçen "Türk" toplulukların bütün ajitasyonlara rağmen ırkçılık şeklinde bir davranış içine girmemesi ‘’Türklük’’ olgusunun etnisite dışında çok belirleyici özelliklerinin var olduğunu bir başka açıdan gösterir.

Öyle ki Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında sistem içi tartışmalardan sonra devletin isminin Türk devleti değil de Türkiye devleti olması manidardır. Türkiye devleti tanımlaması, 1924 Anayasası’nda, 1961 Anayasası’nda ve 1982 Anayasası’nda aynı ifade ile yer alır. Her bir Anayasa’nın 1. Maddesi "Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir" şeklindedir.

Bu şu anlama gelir, Türkiye sınırları içinde öyle bir sosyoloji vardır ki Türk devleti tanımı bu sosyolojiye dar gelmektedir. Türkçülük yapmaya çalışan Cumhuriyet’in totaliter elitleri bile bu sosyolojiye aynı nedenle yenilmiş sayılır. Cumhuriyet öncesi süreçte ülkenin Ziya Gökalp’lı, Yusuf Akçura’lı serüvenini de hatırlamakta fayda var.

Türkiye devleti tanımı aslında yukarıda bahsi geçen zenginliğe uzanan bir damar içermektedir. Amacımız bu damardan anlam zenginliğinin kaynağına bir ana yol inşa etmektir.

Anayasa Profesörü Bülent Tanör, Türk devleti ve Türkiye Devleti ayrımına dikkat çekerek, Osmanlı - Türk Anayasal Gelişmeler adlı kitabında şöyle diyor:"Ulusal Kurtuluş Savaşı, esas olarak Türk milliyetçilerinin damgasını taşımakla birlikte, Türk olan ve olmayan unsurların anti-emperyalist birliğini temsil ediyordu. Erzurum ve Sivas Kongreleri belgeleri başta olmak üzere, pek çok tarihsel kaynakta bu birlik, zaman zaman "İslam ekseriyeti", "bilcümle anasırı İslamiye" gibi terimlerle de ifade olunmuş, bunların "öz kardeşliği" vurgulanmıştır. Bu bakımdan "Türkiye Devleti" ibaresi, etnik kökeni, dili ve kültürü ne olursa olsun, belli bir siyasal coğrafya (Misak-ı Millî sınırları) içinde yaşayan insanların siyasal birleşmesinin en üst noktası olan devleti bütün kucaklayıcılığıyla ifade ediyordu."(*)

Ancak Türkiye Cumhuriyeti kurucularının (Kemalizm) ve sonraki politikacılarının (Kemalistler) bu sosyolojiyi ve kaderi önce görmemezlikten gelmeye sonra da tamamen inkar etmeye başlamalarıyla bu topraklarda sorun hiç eksik olmadı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin elitleri, "Türkiye Devleti" mantığında saklı olan anlamlara uygun davranmış olsalardı bile sorunlar bugün yaşandığı kadar yıkıcı olmazdı.

Ama çöküş ve savaş yenilgileri nedeniyle oluşan travma yorgunu elitler, "Türkiye" devleti olgusunu hızla "Türk" devletine dönüştürerek toplumun çok az bir kesimi hariç geri kalanlarını (İslamlık, Kürtlük, Alevilik ve diğer unsurlar) karşılarına alıp düşman ettiler.

Bunca çabaya rağmen Türk devleti batılıların arzuladığı dört başı mamur bir Türk ırkçılığı unsuru "yaratamadı." Çünkü toplumun özüne ve dokusuna uymayan bir yapıydı "yaratmak" istedikleri. Bugün Sistem’in oluşturabildiği tek unsur devletin maddi ve manevi kaynaklarından birinci dereceden yararlanan bir avuç Beyaz Türk’tür.

İlginç olan bir durum daha var ki, söz konusu Beyaz Türkler, değil Kürtlerden kendilerini Türklerden de ayrı tuttular. Böylece ortaya yeni sosyal oluşumlar çıkmış oldu, Beyaz Türkler, Anadolu Türkleri (ki 80 İhtilali’nde içeride işkence görecekler) ve geç dönem Göçmen Türkler.

Müesses Sistem böylece, yönetici elitleri ve Beyaz Türkler’iyle birlikte aslında Türklükle de reel ve samimi bir bağının olmadığını göstermiş oldu. Sistem gerçekte bir Türk devleti hiç olmadı, Türklüğü de maske olarak kullandı. Türkiye cumhuriyeti için Türklük oligarşik düzenin topluma nizam verme aracı oldu sadece. Böylece tersten Türklük hiç olmadığı kadar antipatik bir figüre dönüştürüldü. Peki haftanın bulmacası sorularının cevaplanmasında ortaya çıkan anahtar cümle gibi, bu herkesin herkese düşman olduğu toplumu kim ya da ne bu hale getirdi sorusunun da bir cevabı var mı?

Bugün, devlet etnik temelli bir Türk devleti görünümünü anayasal anlamda hala koruyor. Ancak halk iradesi, resmi yapısı değişmemesine rağmen sistemi daha özgürlükçü bir yöne çevirmiş durumda. Bu nedenle sistem, bir süredir kendi içinde de halk iradesine yer açarak özeleştiri yapmakta.

Görülüyor ki bu topraklarda Kürt sorunu henüz yokken bir Türk sorunu vardı. Hala da aslında sadece Türk sorunu var. Varlığını bu şekilde koruduğu müddetçe de Kürt sorunu ve diğer benzeri sorunlar var olmaya devam edecek. Sorunları önce çıkarıp sonra da muhataplarına ‘bakın siz sorun çıkarıyorsunuz’ demek nasıl bir ironi ise söz konusu problemlerin çözümü için anayasal teminatı gerçekleştirmeden Açılım faaliyetleri ardından ‘hadi bir an önce her şeyden vazgeçin ve geçmişi unutun’ demekte ayrı bir ironidir.

Sistem, "Türklüğü" gerçek mecrasına soktuğu zaman artık ortada konuşulmaya değer bir Kürt sorunu olmayacak. Asıl amaçları Kürtlerin hakkını aramak olmayanlar doğal seçilimle ayıklanarak yalnızlaşacak ve apaçık bir terör sorunu ile baş başa kalınacak.

Bundan yüzyıl önce yeni bir dünya kurulurken var olmak için aldığı kararlar ile bunca sorunun tek kaynağı haline gelen Devlet, tam yüzyıl sonra yeni bir dünya kurulurken yeni hatalar yapacak mı?

Cumhuriyetin kuruluşunda, özünü oluşturan temel özellikleri hiçe sayan Son Kale, bu hatasından döndüğünü nasıl ispat edecek?

Türklük, İslamlık, Millet, Kültür ve Liderlik gibi temel özelliklerinden hangisini, ne şekilde ve ne ölçüde gerçekleştirebilecek?

Görünen o ki liderlik ve kültür noktasında pek bir problem yaşamayan Sistem, diğer üç özellik ile ilgili olarak sancılanmaya devam ediyor.

Geride kalan üç temel olgu politik mecralara bırakılmayacak kadar değerli. Yeni dönemde bu olguların teorisi aklıselim tartışılıp sağlıklı bir sonuca ulaşılmadan iyi şeylerin oluşmasını beklemek beyhude olur.

Eski rejim, büyük bir medeniyetin kendini hapsettiği kötü ve küçük bir hapishane idi. Özgürlük, sağlıksız koşullar içindeki bu hapishaneden çıkıp kendini var eden dinamiklere doğru koşmakla mümkün olacak.

Ancak yeni süreçte devletin ve aydınların kafasının karışık olduğu göze çarpıyor. Sorun var ve çözüm gerekli bunlar net ama hangi yöntemlerin kullanılacağı ve çözümün son durağının neresi olduğu konusu oldukça muğlak. Bu belirsizliğin odağında ise Kürt, Türk gibi etnik ama daha öte anlamlara sahip olan kavramların kullanım biçimi yatıyor.

Mesela; Kürtler ve Türkler diye yapılan bir ayrım vicdan sahibi her insanın yüreğini sızlatmalı.

Bir defa, Türkler ve Kürtler şeklinde yapılan bir konuşmada Türkler ifadesi de Kürtler ifadesi de bir gerçeğin tam ifadesi değildir. Sosyolojik olarak tarafların (Kürtçüler ve Batı dilini kullananlar) sunduğu gibi toplum için ikili bir olgu yok. Kürtlerin hakları konusunda bir sorunun varlığı artık inkar edilmiyor bu nedenle onları Kürtler olarak ifade etmek bir ihtiyaç ve gerekli.

Peki diğer tarafın adının Türkler olduğunu kim, nereden çıkarıyor? Ortada bir Türk topluluğu var da bile isteye Kürtleri karşısına alıp ezmeye mi çalıştı! Kürtlerin yaşadığı sıkıntıların dışında kalan topluluklar ne suç işlediler acaba? Türk devleti ve Türkçülük ayrı bir olgudur, Türk devleti sınırları içinde yaşayan topluluklar ayrı bir olgu. Kürtler ayrı bir olgudur, Kürtçülük ayrı bir olgu. PKK da başka bir olgudur. Bunların yanında bugün bile hala Kürt hareketi kapsamına alınamayacak kadar dışta kalan ama bilinçli olan ama olmayan bir Kürt topluluğu da inatla gündeme gelmeyen daha başka bir olgudur. Kemalizm’in yarattığı problemi halkın da sırtına yükleyerek totaliter rejime ırkçı-faşist toplum oluşturma ve sistemle toplumu aynileştirme bu. Böylece Kürtlerin ayrı bir sistem (Öcalanizm) ile özdeşleşmelerin haklı gerekçesi oluşmuş olacak! Türk rejimi ve Türk toplumu bir tarafta, Kürt rejimi Kürt toplumu bir tarafta. İşte bu söylem Müslümanlık mefkuresini dışlayanların memnun olacağı bir sonuç sadece.

Bu dil toplumu daha fazla ayırmaktan başka bir amaca ulaştırmaz. Bu dili kullananlar süreci hangi uçuruma doğru ittiklerinin yeterince farkındalar mı? Ayrıca Devlet, neden tek başına yarattığı sorunu çözmeye çalışırken Açılım politikalarını toplumun gözlerinin içine sokarcasına ve bağıra bağıra çözmektedir. Kürt sorununun çözümü daha suhuletli yöntemlerle ve özkültürel üsluplarla yapılmalı."Türk" devletinin bir yerlere hesap verme gibi bir derdi mi var? Devlet bugün bile öz benliği ile gerçek anlamda barışmadan mış gibi davranıyor ve bu inandırıcılıktan uzak. Her şeyden ve herkesten önce Devlet kendini halkın iradesine ve halkın kültürüne uygun olarak düzeltmeli.

Sorunlarla yüzleşirken benliğini sorunun içinde yok etme psikolojisini yaşıyor Sistem şu an. Kullanılan yöntemler daha önce hiç olmadığı kadar toplumdaki ayrışmayı beslemekte, farklılıkları ve seçici algıları bilemekte. Bu üslup, halk iradesi ve Sistem uyuşması sonucu gerçekleşen yapı bozucu değişimleri, toplumu rahatlatan açılımları ve "eskiyi" altüst eden dönüşümleri gölgeliyor.

Yeni Anayasasını henüz yapamamış ve hala yürürlükte olan 1982 Anayasasının 1. Maddesinde "Türkiye devleti bir Cumhuriyettir" diye yazan bir ülkenin yönetici elitlerine seslenme vakti: "Ey Türk titre ve kendine dön!"

(*) Bülent Tanör, Osmanlı – Türk Anayasal Gelişmeleri, Yapı Kredi Yayınları, 20. Baskı, Sh: 254

omeraltass@gmail.com
Kaynak: haber10

‘TÜRK RUHU’ DEDİĞİMİZ ŞEY
Hakan Yaman
2 Aralık 2014



Eğer hadiselerin tutarlı bir dünya görüşü etrafında sebep netice ilişkilerine bakmak yerine, cımbızla çekilmiş kulaktan dolma bir bilgiyle bütüne dair kati bir netice elde etmeye yeltenirseniz, Kuyucu Murat Paşa’nın Celali isyanları karşısında takındığı tavizsiz ve merhametsiz tutum asabiyet duygunuza dokunabilir ve hatta Osmanlı’nın Türk düşmanı olduğunu ima eden bazı batıcı sürüngenlerin pompaladığı maskaralıklara prim vermenize sebep olur. Tıpkı yabancı bir devletle işbirliği yapıp mensubu olduğu devleti arkadan vurmaya yeltenen hainleri cezalandırdığı için Yavuz Sultan Selim Han’ın Kürt ve alevi düşmanı olduğu propagandasına inanılması gibi…

Kuyucu Murat Paşa’nın Celali isyanlarına karşı verdiği sert tepkiyi doğru okuyabilirsek, Osmanlı’nın kavimciliğe bakışını daha sağlıklı göreceğimize şüphe yok. Celaliler Türk’tür; devlete asi gelmiş, ordu ne zaman küffarla cenge çıksa Anadolu’ya Moğol istilacılarını andıran zulümleri reva görmüştür. O kadar büyümüşlerdir ki, saraya dahi ajanlarını yerleştirmiş ve devlete güpegündüz meydan okur duruma gelmişlerdir. Kuyucu Murat Paşa Anadolu’ya kan kusturan bu “Türk” çetesinin defteri dürülmeden dışa karşı hiçbir hamlenin mümkün olmadığını Padişahına bildirmiş, ikna etmiş ve bazıları otuz bin çapulcuya erişecek kadar büyüyen “Türk” Celalilerin emdiği sütü burnundan getirmiş, ihanetlerinin bedeli olarak cesetlerini kuyulara atmıştır. Eğer Yavuz Sultan Selim Han’a buğz eden kökten batıcı faşist Kürtlerin mantığı ile meseleye bakacak olursak, “bir Hırvat devşirmesi olan Kuyucu Murat Paşa, yüz bin Türk’ü öldürdü” diye bas bas bağırıp, Osmanlı’ya ait ne varsa kin kusmak lazım. Nitekim kökten batıcı Türk ulusalcılığı da bunu yapmakta bir beis görmüyor. Batıcı Türk ulusalcısıyla batıcı Kürt ulusalcısının tarihi ne kadar ortak okuduğuna dikiz…

Oysa Kuyucu Murat Paşa’nın Celali isyanları karşısında takındığı tutum, Yavuz’un Şah İsmail’le işbirliği yapan Şii Kürtlere takındığı tutumun benzeridir. İhanetin söz konusu olduğu yerde mezhep, ırk ve hatta din kimliği ile cezadan kurtulamazsın. Bilakis kendi ırkına ve dinine hainlik etmenin bedeli çok daha ağır olmak icap eder. Bir Türk’ü Türk olduğu için öldürmekle, hain olduğu için öldürmek arasında, tarihe namusluca bakmakla, batı emperyalizmi hesabına kahpelik etmek için bakmak kadar büyük bir fark vardır. Aynı şekilde Kürt’e Kürt olduğu için saldırmakla, ihanetini cezalandırmak için üstüne yürümek arasındaki aziz fark… Nitekim kökten batıcı Kürt faşizminin temsilcisi PKK çetesi, geçtiğimiz ay içinde sırf kendisi gibi düşünmüyor diye onlarca Müslüman Kürt’ü öldürmedi mi? Onun kendi ideolojisi adına Kürt öldürmesi Kürt düşmanlığı olmuyor ama onun hainliğine karşı Anadoluculuk ruhuyla bütün Müslümanları beraber olmaya davet etmek Kürt düşmanlığı sayılıyor, öyle mi? Buna inanacak kadar Kürt faşizminin etkisinde kalmış kişiler için akıl fikir diliyoruz.

Türkçülüğün ve Kürtçülüğün doğuşu azınlıkların milliyetçilik davasından çok sonradır. Bu ülkede milliyetçilik kavgasına düşen son zümre Türkler ve Kürtlerdir. Tanzimat aydını İmparatorluğun dağılışını engellemek için Osmanlıcılık gibi içi boş bir hayalle kendisini kandırıyordu. Bunlara göre dini, dili, milliyeti, kültürü ne olursa olsun, Osmanlı sancağı altında yaşayan herkes Osmanlıydı ve Devlet-i Âliye’ye sahip çıkmalıydı. Halbuki bu çocukça fikir ancak devletin zaafa uğramadığı ilk 250 yıllık aşk ve fedakârlık döneminde ciddi bir anlam taşıyabilirdi.

Aralarında dinî, millî ve manevî bağ olmayan kavimleri bir arada tutabilmenin yolu her zümreyi memnun kılacak adalet mekanizmasının yanında iktisadî refah ve güçlü bir otoriteyle mümkün olabilir; böylece değişik din ve milliyetten kavimler ortak menfaat paydası olarak aynı devleti sahiplenebilirdi. Ortak menfaat “ortak zahmet”e dönüşünce, yani tespihin maddi bağı kopunca taneler dağılacak, kendilerini bambaşka bir manevi iklimin çocuğu hisseden kavimler otoritenin zaafa uğradığı ilk fırsatta ortaklık sözleşmesini feshetmenin yoluna bakacaktır ve tarih boyunca hep böyle olmuştur. Bu sebeple Tanzimat aydınının Osmanlıcılığı bugünün dünyasında tartışılmaya değer bir fikir değildir. Ama Amerika’nın pek yakında benzer bir duruma düşme ihtimali bakımından önemlidir.

Anadolu merkezli baktığımızda Türk ve Kürt’ü ortak bir kader çizgisinde görüyoruz. Bu sebeple Necip Fazıl’ın Anadoluculuğu üzerinde ayrıca durulması gerektiğini düşünüyoruz. Necip Fazıl’ın 1920’lerde bulduğu Anadolu, çölleşmeye yüz tutmuş bir bozkır denizidir. Türk ve Kürt bu kaderi ortak yaşamış ve buna rağmen Devlet-i Âliye’nin mirasına yine son bir varlık şevkiyle ve kurtuluş iradesiyle bu iki halk sahip çıkmıştır. Sonuna kadar, en zor günlerde bu iki kavmi bir arada tutan sır neydi? Elbette Ehl-i Sünnet’e dayalı iman ve İslâm kardeşliği…

Osmanlı’yı yıkmak ve ümmet bütünlüğünü parçalamak için pompalanan kökten batıcı Türk ve Kürt ulusalcılığı birbirinin zıttı gibi dururken aslında el birliği ile Necip Fazıl’ın adına Anadoluculuk dediği ve bizi yedi düvele karşı bir arada tutan “o mübarek oluş sırrını” baltalamaktadır. Böylece Türk başta olmak üzere, Kürt, Laz, Çerkez ve Arap, bu coğrafyada ne varsa topunu birden “muasır medeniyete erişmek için” batı emperyalizmine peşkeş çekmek gayesindedir.

Kökten batıcı milliyetçiliklerin ortak yönü çoktur. En başta, her türlü İslâmî hassasiyeti “gericilik” olarak damgalar. Ama sıkışınca “şehitlik”, “birlikte rahmet vardır” ve benzeri İslâmî ölçüleri istismardan kaçınmaz. Kürt ve Türk batıcılaşması bu noktada kardeştir, pragmatisttir, küfründe bile samimiyetsizdir. Onlar tarafından dayatılan ulusalcılık Anadolu’ya ait değildir. Bu milletin “ruh kökünden” beslenmez. Parçalayıcıdır, sevgisizdir, imansız ve kalleştir. Birbirlerini nefret üstünden beslerler. Öz kültür ve medeniyetinden tiksinir, batıcı hayat tarzına tapınırlar.

Bu oyunu kırmanın yolu Büyük Doğu-İBDA’nın temellendirdiği ve Anadoluculuk adını verdiği ruh ve hassasiyete dayalı milliyetçiliği kuşanmaktır. Vatansız düşünce olmaz. Milletler inancın ete kemiğe bürünmüş yaşayan halleridir. Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü’ne Millet ve Milliyetçilik bahisleri açması elbette sebepsiz değildir.

Milliyetçilik esasen bir ideoloji değil, “psikoloji” olduğu için, bu kavramın üzerinden düşünce üretmeye gayret eden her yazar, kendi mizaç ve meşrebine göre bir milliyetçilik tanımı yapmış, değişik bir anlayış benimsemiştir. Öyle ki, milliyetçiler “millet” tanımında bile birleşememiştir. Aynı şekilde Turancılar “Turan”, Anadolucular ise Anadoluculuk üzerinde anlaşamamıştır.

Bunu özellikle belirtme ihtiyacı hissediyoruz; çünkü bağlısı olduğumuz Büyük Doğu-İBDA dünya görüşünün temellerinden birisi olan Anadoluculuk fikri ile bu türden Anadoluculukların birbirine karıştırılmasını istemeyiz. Nasıl ki, “insan” davasını merkez alışımıza bakarak kimse bize hümanist diyemezse, bütün insanlığa şamil davamızın mekanda merkezi olarak Anadolu coğrafyasının seçilmiş olmasından dolayı da, kendisine Anadoluculuk adı verilen, birbirinden farklı ve çeşitli görüşlerle bir tutulmak istemeyiz.

Bizim Anadoluculuğumuz dar bir mekan nazariyesinin ötesindedir ve insan bedeninin kalbe muhtaç oluşu gibi ; Anadolu coğrafyası, dünya çapında davamıza kan pompalayan merkezi organ hükmündedir.

Bizim Anadoluculuğumuzun bir mekân nazariyesinden ibaret olmak yerine, “bütün insanlığa dağıtımı kabil, beşeriyet çapında” bir davanın unsuru olduğunu bizzat Necip Fazıl’ın kaleminden göstermek icap eder. “Bâbıâli” isimli eserinin son başlığını ırkçı-Turancı Nihal Atsız’a ayırmış ve onunla arasında geçen bir konuşmaya yer vermiştir:

“Bir milletin hayrı diye bir dâvâ olamazdı. Ancak bütün insanlığa dağıtımı kâbil, beşeriyet çapında bir dâvâ…

Ona sordum:

- İslâmiyet hakkında ne düşünüyorsunuz?

Hemen cevap verdi:

- Milletimin dinidir; hürmet ederim!

- Ya milletinizin dini Şamanlık olsaydı?..

- ………..

İslâma böyle bir iltifat, onu topyekûn reddetmekten beterdi. Kıymet, millete verilmiş ve İslâm tâbi mevkiine düşürülmüş oluyordu. Halbuki biz, Türk’ü müslüman olduğu için sevecek ve müslümanlığı nispetinde değerlendirecek bir milliyetçilik anlayışı peşindeydik ve bu anlayışa “Anadoluculuk” ismini veriyorduk. Bir konferansımızda, 15 yıl sonra söyleyeceğimiz gibi, “eğer gaye Türklükse mutlaka bilmek lâzımdır ki, Türk müslüman olduktan sonra Türktür!” tezini güdüyorduk.” (Necip Fazıl Kısakürek, Bâbıâli, Büyük Doğu Yayınları, 4.Basım, Aralık 1990, Sayfa: 394,395)

Büyük Doğu-İBDA Anadolu’nun tarihî, siyasî ve içtimaî şartlarında ortaya çıkmış, tarih muhasebesini bu noktadan yapmış, doğu ve batıyı bu merkezden hesaba çekmiş ve bunu yaparken “İslâm’ın saffet ve asliyetinden” zerre feda etmemiş, bilakis ne yaptıysa “İslâm’ın saffet ve asliyeti” için yapmış biricik dünya görüşüdür.

Mensubiyet duygusu olmadan hizmet olmaz. Büyük Doğu-İbda anlayışımızda, milliyetçilik bir ideoloji değil, “psikoloji”dir. Bir insanın ailesini, akrabasını, köyünü sevmesi kadar tabii bir ruh hâli olup, parçalayıcı değil, birleştiricidir. Nasıl ki ailemize ve akrabamıza duyduğumuz sevgi onların her fiilini kayıtsız şartsız benimsememizi gerektirmez ve bilâkis “dost acı söyler” hesabı onları uyarma sorumluluğumuzu ihtar ederse, aynı şekilde, milletimizin fikirde zaafını ortaya koymak ve yanlış olduğu noktada “dur!” diyebilmek en haysiyetli milliyetçilik gereğidir. Mensubiyet hissine dayalı bu “psikoloji” kuru kuruya böbürleniş değil, sevdiklerimizin en iyi, en faydalı ve en sevilen olması için hiç durmaksızın çalışma mükellefiyetidir. Bu anlamda milliyetçilik İslâm’a ve Müslümanlara hizmet yarışıdır.

İbda Mimarı, Tilki Günlüğü’nde Türk’ü tanımlıyor: “Bu mânâda Türk de, mefhum olarak, “Allah adamları, Allah’ın dostları, Allah’ın askerleri” mânâsına uygun düşer… Demek ki Şeriat davasının dışında kalan insan sınıfları, kendilerine “Türk” ismini almış olsalar bile, bizim Büyük Doğu davamızın hecelediği “Türk” davasının kastı dışındaki “hayvandan aşağı” insan zümrelerini teşkil ederler!..” (Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü, Cilt: 6, İbda Yayınları, 1.Basım, Ekim 1994, Sayfa: 235)

Yine Tilki Günlüğü’nün aynı cildinde, muhtevasında “Türk” vurgusu yer alan Üstad Necip Fazıl’a ait bir yazının hemen ardından Kumandan’ın şu ikazı yapması çok mühimdir ve Üstad’ın eserlerindeki Türk lafzına nasıl bakılması gerektiğinin ölçüsüdür. Üstad’ın, “biz sussak mezarımız konuşacaktır” cümlesiyle biten yazısının hemen ardından İBDA Mimarı ikazını yapar:

“Said ve Suud Üstadım “Mezarımız Konuşacaktır!” derken, “Türk” lâfzından şu “maymun Türk”leri kastetmediğini anlamak için, Türk’ün “Allah’ın askeri” mânâsına gelişini hatırlamak yeter… Bu mânâdan sonra, “ismi Cemil, kendisi cemil” hesabı bir uygunluktaki “Türk”se, ne alâ!..” (a.g.e. Sayfa: 288)

Hangi yoruma dayanırsa dayansın, İslâmî bir temelde meşruiyet zemini aramayan her türlü milliyetçilik, batıcı ihanetin bir parçasıdır ve bizim adına Anadoluculuk dediğimiz hakiki milliyetçiliğin düşman kutbudur.

Bizim için Türk Müslüman’sa Türk’tür. Ve din ölçüsü: “inananlar kardeştir!” Müslümanlar birbirini sever. Demek ki Türk, başka kavimlere mensup Müslüman kardeşini sevdiği kadar Türk’tür. Kürt de aynı şekilde, Müslüman Türk ve Müslüman Arap kardeşini sevebildiği kadar Kürt… İslâm dışı bir sebeple bunlardan herhangi birisi diğerine düşmanlık güder ve ihanet ederse Anadolu’ya ihanet etmiş, kendi kavmine sonsuzluğun kapılarını açan imana sırt çevirmiş, onu büyük bir medeniyetin sütunu yapan ruhu baltalamış bir alçak olarak bizim Anadoluculuk görüşümüzün imha hedefleri arasında yerini alacaktır.

Bu vatanı ve üzerinde yaşayan milleti batı emperyalizmine peşkeş çekmeye yeltenen her kim olursa Kuyucu Murat Paşa’nın celali eşkıyasına reva gördüğü muameleyi yapmak Türk’e tarih borcudur.

Milletinin mutluluğunu istemeyen bir milliyetçilik düşünülebilir mi? Gerçek milliyetçilik en özlü biçimde milletinin saadetini, mutluluğunu istemektedir. Ve bu milletin dünya ve ahirette tek gerçek saadet kaynağı İslâmiyet’tir. Gerçek milliyetçiler kendi kavimleriyle İslamiyet arasına örülen duvarı yıkmak için savaşan ve Anadolu’yu bütün dünyaya emsal teşkil edecek ve ruh üfleyecek bir iman davasının mekânda sembolü yapmak için gecesini gündüzüne katanlardır. Bu gayenin dışına ve zıddına düşenler ise Türk’ün de, Kürt’ün de, Laz’ın da, Çerkez’in de hainidir. Hangi milliyetperver milletinin ebedi kurtuluşa ermesi dururken sonsuz azaba düşmesini ister? İşte bizim Anadoluculuğumuzu besleyen bu ruhtur.

İBDA Mimarı, Ölüm Odası’nın 2. cildinde Anadolu ve Anadoluculuk bahsini bin bir meseleye yol verecek tedâi zenginliği içinde ele alırken, eserin bir yerinde ANADOLU’yu BERZAH sırrına bitişik değerlendirmesi ve BERZAH’ın iki tarafı olarak işaretlemesi, “derinliğine insan meselesi” kadar “genişliğine toplum meselelerinin” de yol haritasını bize çizmektedir:

“Bu iki deniz, hissin zâhirî ve bâtınî bütün KAİNAT ve İNSAN nesne ve keyfiyet suretlerini şâmil bir mânâ arzederken, birleşememenin bütün müşterek ve zıd unsurlarını BERZAH kavramında toplar. Bunun, ben “çocukluğumdaki benim”, Anadolu mânâ olarak asıl, bu cüssenin gelişmesi boyunca ortaya çıkan problemleri, vücud azalarının vücud bütünlüğüne ve muvazenesi amacına mecbur edilmesi gibi, BERZAHIN iki tarafı olarak kabul edilir. “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir!” sırrının verimine temin vesilesi ve “lâftan anlamayanın hâli kötektir!” cezasının görüneceği ölçü ve ölçülendirmelere tâbî ANADOLUCULUKTAN başka, meselelerin çözülmesini söyleyen çok da, meselelerin derinliğine İNSANA doğru çözümünün ölçülerini gösterebilen yok.” (Salih Mirzabeyoğlu, B-7 “Tarih” – 2.Cilt, İbda Yayınları, 1.Basım, Nisan 2013, Sayfa: 413, 414)

Bizim genişliğine toplum meselesi olarak süzdüğümüz: “Lâftan anlamayanın hâli kötektir!” cezasının görüneceği ölçü ve ölçülendirmelere tâbî ANADOLUCULUK…”

Bütün etnik ayrılıkçı, bölücü ve faşist unsurları “lâftan anlamayanın hâli kötektir” kelâmına ısmarlayarak, yine İBDA Mimarının ölçülendirmesini hatırlıyoruz:

“Beylik kavim ismi hâlinde kendini ne hissedersen hisset, ne türden melez olursan ol, oradan mekânı ANADOLU olan İSLÂMÎ hüviyete su taşı. MUTLAKA. Demek ki, bizim sözünü ettiğimiz ANADOLUCULUK, ne kendini bir keyfiyet ve kültür ifâdesine kavuşturabilen, ne de çerçöpler gibi kendini ifâde edemeyen kavim ve kavimsizler mozaiği değil, tek başına ve âlâ olmaya niyet bir İNSAN tipinin de tarif edenidir. Nasıl ki, “toplum ailelerden meydana gelmiştir!” diye, bugün ailelerin hâli belli, böyle bir mozaik taneleri yerine, bütün aileleri ANADOLUCULUK ruhu altında nasiplendirmek ve ANADOLUCULUK ruhunu besleyici kılmak anlayışı. ANADOLUCUYUM, ANADOLUCUYUZ! Sözümüz eksik kalmasın: Fikrimizin ulaştığı heryer, bedende uzuv, tecelli eden ruh, ANADOLUDUR. Nefs birdir.!” (Salih Mirzabeyoğlu, B-7 “Tarih” – 2.Cilt, İbda Yayınları, 1.Basım, Nisan 2013, Sayfa: 408)

Batı entelektüelinin kendi coğrafyasını “batı düşüncesinin ulaştığı her yer batıdır” ifadesiyle tarif ederek, yayılmacı bir kültür istilasına ideolojik zemin hazırlamasına mukabil, İBDA Mimarının, “fikrimizin ulaştığı heryer, bedende uzuv, tecelli eden ruh, ANADOLUDUR” hükmüyle karşılık vermesi nihayetinde bütün bir Doğu-Batı muhasebesinin çözüleceği hesaplaşma noktasıdır. Bu çerçevede Irak’tan Afganistan’a kadar her yer Anadolu davasının bir tezahürüdür.

Büyük Doğu-İBDA külliyatında “Allah adamı” mânâsına gelen gerçek Türk bu ruhun aksiyoncu seciyesidir. Çünkü Türk ruhu dediğimiz şey, İslâm imanının pırıltısından başka bir şey değildir. Batı dünyasında yüzlerce sene Türk’ün Müslüman’la eş anlamda kullanılmasının sırrı da burada yatar. Esasen yağma ve istilaya gelen Haçlı sürüleri yüzlerce sene karşılarında “Allah adamı” Türk’lerden başkasını görmemiş ve her defasında onlara toslamıştır. Viyana kapılarında da aynı “Allah adamlarının” fetih rüyasıyla yüzleşmişlerdir. Bu sebeptendir ki, batının Türk’e düşmanlığının altında yatan aslında İslâm’a olan düşmanlığıdır.
Kaynak: Adımlar Dergisi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FİKİR YAZILARI Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com