EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Uygarlık ve medeniyet etkileşiminde oryantalizm anlatısı

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FİKİR YAZILARI
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Tem 20, 2011 9:12 pm    Mesaj konusu: Uygarlık ve medeniyet etkileşiminde oryantalizm anlatısı Alıntıyla Cevap Gönder

Uygarlık ve medeniyet etkileşiminde oryantalizm anlatısı
Aliye Çınar
14 Eylül 2011



Doğuluların başına gelebilecek en kötü bahtsızlığın, Batı gözlükleri takarak kendilerine bakmak olduğunu söylemişti Edward Said.

Bu gözlük takıldığında doğrudan beliren silüet, ideal ve kusursuz Batı'dır. Dolayısıyla tarihin ve insanlığın ibresi de Batı uygarlığıdır. Bu ülkü ve ideal, Batı'ya yaklaştıkça gerçekmiş gibi, uzaklaştıkça vehimmiş gibi hissettiriyordu kendini. Böylelikle ilerleme ve tekâmül, yol haritasının işaretleriymiş gibi algılandı.

Ne var ki evrimci ve çizgisel tarih görüşünün aksine; yayılmacılık ve etkileşimciliği öne çıkaran Franz Boas gibi, insan çeşitliliğini ve farklılığını konu alan pek çok antropolog, kültürel gelişimin ekseninde farklı kültürlerden alıp vermelerin önemini vurguladı. Zira kültürel gelişmede, mevcut kültürün özgün yapısı kadar, başka kültürel dokularla temasın önemi de inkâr edilemez. Dolayısıyla Batı'nın Doğu kültürünü etkilemesi kadar, Doğu'nun da Batı'yı etkilemesi kaçınılmazdır. Buna göre adeta bir boya fırçasının, belirlenen kareyi boyayıp tamamlamak için, bazen dairesel, bazen ileriye veya geriye dönük çizgisel hareketlerinde olduğu gibi, kültürel gelişme süreci de farklı unsurların ve etkinliklerin bir araya gelişiyle olgunlaşır. Tıpkı arabanın tekerleklerinin dairesel hareketi arabanın okuna doğrusal bir ivme kazandırması gibi, kültürel etkileşim de dairesel ve ileriye dönük hamlelerle ilerler. Ancak bunun ekseni ve ibresi de bir hedef içinde anlatılamaz. Çünkü her kültür, kendi "en iyisine" ulaşmak için sürekli hamle yapar.

Bu durumda oryantalist anlatının, ideal öğretmen olarak Batı'yı; öğrenci olarak da Doğu'yu görmesi ve göstermesi sorunlu gözükmektedir. Çünkü aslında öğretmen öğretirken öğrenmeye başlar. Öğrenci de nasıl öğretmen olunacağını/olunmayacağını, kısacası olumlu ve olumsuz profili, öğrenirken fark eder. Aslında Doğu, bir öğrenci toyluğu ve ezikliği içinde, Batı'nın bütün manevralarını görmüştür. Aynı şekilde Batı'da eğitmeye çalıştığı bu yeniyetme ve ham çocuklarda, şaşıracağı kadar çok çeşitte özgünlüklere şahit olmuştur. Sevgi, vefa ve güven gibi bu özgünlükleri o, bir çocuğun bakışındaki masumluğa; bir köpek yavrusunun sadakatine benzetiyordu. Acaba her şeyden emin olan bu öğretmen, gerçekte sözünü ettiğimiz sevgi ve sadakati biliyor muydu?

zayıf ve güçlü diyalektiği

Sevginin ve güvenin miyarı olan "zaman algısı", toplulukları da birbirinden ayıran bir kıstastır. Doğulu çocuk, kendisinin zaman algısındaki gevşekliği ve farkındasızlığını, Batılı öğretmeni sayesinde anlamıştır. Görev bilincinin ilerleme için gerekliliğini; merak ve şüphenin bilimsel gelişim ve büyümenin olmazsa olmaz şartı olduğunu; yaşam standardının, ürettiğiyle doğru orantılı olarak şekilleneceğini; kısacası kendi kültüründeki tıkalı damarın varlığını, işlevsel bir sistemi görünce fark edebilmiştir. Ancak o, söz konusu deneyimleri kendi yaşamına aktarsa bile, kültürel etkileşim sadece bireysel düzlemle sınırlı kalmıştır. Fakat yine de bu diyalog esnasında, kendi köklü ve iyi olan taraflarını, dolayısıyla onlara sahip çıkması gerektiğini de anlamıştır.

Batı, oryantalizmi enjekte ederken, Doğu'nun yetersizliğini öne çıkararak güvensizlik yaratmak suretiyle olağan üstünlüğünü birkaç kat daha büyük göstermeyi amaçlamıştır. Ancak küreselleşen dünyada bugün sınırların fazlasıyla yaklaştığından rahatlıkla söz edilebilir. Dahası enformasyon çağı bunu iyice kolaylaştırmıştır. Hal böyle olunca, âdeta Yunan toplumundaki Zeus'un halkın arasına inerek krallığından feragat etmesi; hatta Prometheus'un insan soyundan biriyle evlenerek tanrı-insan soyu izdivacı türünden (yarı Tanrı/yarı insan) bir melezleşmeyi gerçekleştirmesi gibi, bugün iki medeniyet, -Doğu ve Batı- böyle bir birleşmeye gebedir. Nitekim günümüzde Doğu bazı bakımlardan kendini Prometheus'a daha yakın olarak algılar olmuştur. Mesela onun yiğitlik (pathos) ve terbiyeyi (ethos) temsil eden karakterlerine, kendisinin daha yakın olduğunu görebilmiştir.

Böyle olunca, tamamlaması gereken ödevlerle birlikte özgüveni de gelişmeye başlamıştır. Belki de Batı deneyimini öğrenerek onların aklını boşaltabilmeyi en azından o deneyimi kendi toplumsal hafızasının kodlarına işlemeyi amaç edinmiştir çoğu zaman. Bu nüvelerin fazlasıyla atıldığını varsayarsak, çiçeğe durduğu zaman söz konusu durum, oryantalizmin mezarı olabilir. Görüldüğü üzere, toplumsal hafızanın adeta mayalanmasında bile eleştirerek yapılanma söz konusu olduğuna göre, kültürel ve toplumsal yenilenme ve gelişme de ancak etkileşimle mümkündür.

Öte yandan ilerlemenin kıstasını nasıl ve neye göre belirleyeceğiz? Teknolojik bakımdan ilerleme, bütün diğer gelişmeleri de beraberinde getirmiş midir? Buna bugün yaşanan tecrübeleri dikkate aldığımızda "evet" demek mümkün değildir. Oryantalizmin beşiği olan Batı, demokrasiyi ve özgürlüğü bir anlatı olarak dillendirirken, şarkiyatçılığın da amacının sömürgecilik olduğunu pekâlâ ifade edebiliriz.

Kapitalizmle demokrasiyi aynı anda savunmak nasıl tutarlı olarak mümkün değilse, hedefe Batı dünyasını yerleştirip herkesin Batı standartlarına ulaşınca ekonomide, eğitimde, kültürde ilerleyeceğini kabul etme durumu olası değildir. Çünkü bu anlatı ve manipülasyon Batı'nın bindiği dalı güçlü kılacaktır. Bu gücü de sömürülen diğer gelişmekte olan ve gelişeceği ümidi pompalanan ancak, sürekli ayağının altından takoz alınarak kendini cüce hisseden ülkelerden alacaktır. Bu, başkasının zayıflığından beslenmenin bir diğer adıdır. Dolayısıyla zayıf ve güçlü diyalektiği bu projenin içinde zaten vardır.

Fukuyama'nın "tarihin sonu" tezi de insanlığın ulaşacağı nihai olgunluk modeli olarak Batı'yı göstermesi bakımından, aynı idealin bir başka açıdan ifade edilmesidir. Medeniyetler çatışmasını öne süren iddia, -kültürler arası ilişkiyi olumsuz da olsa kurduğu için- en azından etkileşimi kaçınılmaz görmektedir. Soğuk beton yığınlarını aydınlatacak ışık nasıl zorunluysa, mekanik, akıl tutulmasına duçar olmuş bir toplum, Doğu veya Batı, irade, hissetme ve sevgi gibi rafine insanî hasletleri arayacaktır. Bu denge dünyada kendiliğinden oluşmaktadır.

Mehmet Akif, Garp/Batı'yı çelik zırh ve teknolojiyle sembolize eder, ancak Doğu'da -bütün dejenerasyonlara rağmen- medeniyetin nüvesi olan güvenme, sevgi ve inanmanın mevcudiyetini haykırmaktan geri kalmaz. Hatta Batı için medeniyetten bahsetmek bile zordur. Çünkü çekirdeğinde sözünü ettiğimiz Doğu'yu çağrıştıran unsurlar vardır. Çizgisel veya döngüsel tarzda bir ayrımla kendimizi kısıtlamak zorunda kalmasak da, kültürler arası etkileşim sayesinde oryantalizmin maskesinin düştüğünü söyleyebiliriz. Çünkü bugün, Batı toplumunu akıl ve bilimle özdeşleştirdiğimizde, medeniyetten ziyade uygarlıktan bahsedilebiliyorsa, Doğu için de medeniyetin bütün kayıp ve eksikliklere rağmen var olmaya devam edişinden rahatlıkla söz edebiliriz. Medeniyet ve uygarlık etkileşimi, bugün farkında olalım ya da olmayalım, yaşamakta olduğumuz veya yaşayacağımız bir alış-veriş ve etkileşim türüdür.

batı ve doğu'nun göreceli anlamı

Batı, oryantalizm yoluyla ve medeniyeti terk ettirme stratejisiyle, uygarlaşmayı adres gösterirken, bugün kendisi de medeniyet türü anlatıların peşindedir. Ancak bugün Batı ve Doğu'nun da göreceli bir anlamı olduğunu söyleyebiliriz. Tıpkı İspanya'nın Endülüs Emevi Devleti döneminde, fizikî olarak Batı, anlam olarak Doğu olduğu gibi, şimdi de bu mümkündür. Doğu coğrafyasında Batılı bir hikâyeye tanık olmak veya Batı'da Doğu medeniyetinin tohumlarının çiçeğe durduğunu görmek pekâlâ mümkündür.

Tam bu noktada uygarlık ve medeniyet etkileşimini özetleyen şehir olarak İstanbul'u gösterebiliriz. Bu bileşkenin yeri ve rotası değişebilir; ancak değişmeyen bir şey varsa uygarlık ve medeniyet izdivacı zorunlu görünmektedir. Bu da her toplumun, er ya da geç uygarlaşacağını, medeniyetin de anlamını yitirip gelişmişlik göstergesi olarak uygar kılıfına gireceğini yalanlamaktadır. Yine bu durum, dinin de rota değiştirip kültür kavramının eşkâline dönüşeceği hülyasını boşa çıkarır. Dahası iman ve sevginin, sözde gelişerek akla evrileceğinin de fiyasko olduğunu ima eder. Dolayısıyla uygarlık ve medeniyet etkileşimi, iman, güven ve sevginin akla; dinin kültüre; aşkın tutkuya dönüşeceğinin bir yanılgı olduğunu açıkça ilan eder. Demek ki oryantalizm, sömürgeciliğin bir motoru olarak devam edecek olsa bile Batı, Doğu'ya uygarlık gözlüğü takarak pembe bir dünya vaat etse de, yeni dönemeçten sonra buna, sadece çocukların inanacağının kesinlikle farkındadır. Hatta farkında olmadan onlar, rakiplerinin pek çok dokusunu kendileri de taklit etmek istemektedirler.
Kaynak:haber10

Değişen Dünya ve Yerinde Say(may)an Oryantalizm
Doç. Dr. Aliye Çınar
Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi
13 Temmuz 2011



Batılı gözle Doğu’ya bakmayı kısaca oryantalizm olarak tanımlayabiliriz, dolayısıyla Doğu’nun da bu bakışla kendini algılamayı kabul etmek zorunda kaldığını söyleyebiliriz. Ancak dünyada sınırların inceldiğini, bazen belirsizleştiğini, dahası dünyanın küçük bir köy halini almış olduğunu -şu ya da bu itirazlarla birlikte- kabul ettiğimizde, acaba hala aynı/eski oryantalizmden bahsediyor olabilir miyiz? Şüphesiz önyargıyı veya oluşmuş kalıplaşmış tutumları değiştirmek kolay değildir. Ancak bunlar bile, bilgi eksikliğinde -tamamlayıcı ve indirgeyici özelliğiyle- bir boşluğu doldurmaktadır. Uçsuz bucaksız dünyanın sınırlanırına ulaşıldığı, sınırların yaklaştığı şimdilerde aynı bilgi eksikliğinden söz edebilir miyiz?

Öncelikle Batı dünyasının, doğu üzerindeki -çoğu zaman sömürgecilik politikasını iyi yönetmek için uygulamaya koyduğu- plan veya manipülasyonundan söz etmemiz gerekir. Batı dünyasının ilk yaptığı şey, doğuya kendini oldukça hayalimsi bir dünyada yansıtmak olmuştur. Teknoloji ve bilgi konusunda yaptığı atılımdan önce, rakibinin kendisini oldukça yetersiz hissetmesini sağlamıştır. Kendisini ulaşılmaz bir ideal olarak albenili sununca, Doğu toplumu zaten yarışa çıkmaya bile cesaret edememiştir. Doğu’nun bu aşağılık kompleksinden kurtulması esnasındaki bilimsel keşifler ve teknolojik yenilikler, gelişmemiş toplumlarla mukayese edildiğinde, aradaki gerçek mesafeden oldukça fazla görülmüştür. Batı’nın amacı da bu mesafeyi ve uçurumu açmak ve bir yanılsama yaratarak bir taşla iki kuş vurmaktı.

Bu yanılsama odaklı politikalardan biri, insan için en doğal alan olan cinsellik alanında sürdürülmüştür. Batı, cinsel özgürlüğü, kendi toplumuna doyumluluk ve sadakat ekseninde verirken, Doğuya sınırsızlık ve özgürlük olarak lanse etmiştir. Cinselliği aşamamış bir doğu algısını abartarak ve vurgulayarak onlara yansıtmıştır. Dahası hüzün, ruhsal devinim ve beklemeyi merkeze alan Doğu’lu aşka kendisi asla yaklaşamayacağını ilen Batı, bu aşkın yerine akılcı ve çıkarcı cinselliği aşk olarak enjekte etmiştir. Kısacası gerçeklik ve hayal arasındaki mesafeyi açma konusunda Batı toplumu doğu üzerinde bütün entrikalara başvurmuştur. Ancak gerçekçi olana kendi toplumunu yaklaştırırken, Doğu toplumunu hayalin peşine takmıştır. Bir bakıma şizofrenik bir yarık oluşturmayı manevralarla başarmıştır Batı. Bu eziklik ve aşağılık duygusu karşında doğu toplumunun benlik algısı, kendilik bilinci tam olarak oluşamamıştır.

A. Hamdi Tanpınar’ın tespitiyle, “biz şimdi bir aksülâmel devrinde yaşıyoruz. Kendimizi sevmiyoruz. Kafamız bir yığın mukayeselerle dolu; Dede'yi, Wagner olmadığı için, Yunus'u Verlaine, Baki'yi Goethe ve Gide yapamadığımız için beğenmiyoruz. Uçsuz bucaksız Asya'nın o kadar zenginliği içinde, dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz halde çırılçıplak yaşıyoruz. Coğrafya, kültür, her şey, bizden bir yeni terkip bekliyor. Başka milletlerin tecrübesini yaşamaya çalışıyoruz”.

Aslında Batı’nın amacı da Doğu’yu çırılçıplak bırakmaktı ve bunu başarmıştır. Bu hikâyeyi basit bir yabacılaşma olarak okumak mümkün değildir. Çünkü para ve teknolojiyi güç olarak elinde bulunduran Batı, bunu da kültürel bir politika olarak çok kolay yürütmüştür. Zira hayali gerçek olarak güçlü bir dozda verdiğimizde yabancılaşma ve kendinden uzaklaşma zorunlu olacaktır.

Acaba dünyadaki pek çok gelişme sınırların değişmesi, güç dengelerinin farklılaşması ve globalleşme, sözünü ettiğimiz algıyı etkilemiş midir? Bir başka ifadeyle bugün insanımızın en azından bir kısmı sadece anlatılanla veya yazılanlarla dünyayı tanımaya mecbur değildir. Dünya dillerini ve kültürlerini bizzat teneffüs ederek, farklılıkları ve de kendi ülkesini olduğu gibi görebilme imkânına sahiptir. Dolayısıyla sömürgeci ideolojilerden, kapitalizmin işleyişine kadar, bilgi çağında dünyanın sınırlarının yaklaştığı açıkça görülmektedir.

En azından bu deneyim bile, tecrübe edenlerde aşağılık duygusunun yerini özgüvene bırakmıştır. Dahası bu tecrübeler sayesinde kişiler kendilerini yoksunluklarından başlayarak tanımlama mecburiyetinden özgürleşmiştir. Zira sağlıklı bir “ben inşası”nda bu geçerlidir. Kişi, sahip olduklarıyla değil de, olamadıklarıyla varlığını tanımladıkça, bu yoksunluk ve yakınma nevrotizm üretir. Dahası salınımlı ruhu, bu yoksunluktan beslenecektir. İşte toplumsal benlik için de bu geçerlidir. Oryantalist projenin bir diğer pompalamaya çalıştığı strateji budur.

Batı toplumu birey olmayı kendi dünyasına mümkün olabildiğince sahip olduklarıyla mutlu olma ekseninde verirken; doğuya yoksunluklarını dayatarak sahip olduklarını göstermeme politikasıyla işlemiştir. Ancak sözünü ettiğimiz globalleşme bu kumpası da ifşa etmiştir. Doğu toplumu çoğu bakımdan kendi insanının daha doyumlu, Batı toplumunun ise genellikle fazlasıyla hesapçı ve tabanda da üstü örtülen bir yoksunluk bulunduğunu yerinde gözetlenmiştir. Böylece oryantalizmin ikinci maskesi de düşmüştür. Batı’da yaşayan veya gezip gören çoğu kişi artık ideal bir Avrupa hayalini değil, “aslında” diye başlayan, kendi ülkesiyle aradaki mesafenin yaklaştığını hatta bazı bakımlardan öne bile geçilebileceği potansiyelini itiraf etmektedir. Bütün bunlar hayal ile gerçek arasındaki bilinçli açılan mesafenin kapandığını göstermektedir. Bu mesafenin daralması, iyileşmenin göstergesidir.

‘Doğuluların başına gelebilecek en kötü şeyin Batı gözlükleri takarak kendilerine bakmak olduğu’nu söyleyen Edward Said’in tespiti hala devam etmekle birlikte bir farkındalık durumunda olduğumuz da açıktır. En azından “başkasının gözlüğüyle ne kadar sağlıklı görüş sağlanabilir?”…sorusu bugün soruluyor.

Oryantalizmin karşıtı olarak oksidentalizm ise Doğu’nun intikam arayışı olarak karşımıza çıkmıştır. Diğerinde ne kadar normalleşme ve sağaltım yaşanırsa, oksidentalizmde de nefret ve kinin dozu azalmak suretiyle denge oluşmaya başlayacaktır. Dolayısıyla olanı olduğu gibi kendi yerinde gören Doğulu akıl düşmanlık yerine tembelliğini sorgulamaya başlayacaktır. Onların hikâyesinin de kendi yerinde değerli ve önemli olduğunu yaşayarak kabul edecektir. Çünkü Batı zaten kaybetmiştir ve edecektir psikolojisi de bir başka büyüklenmeci patolojiyi doğuracaktır. Doğu’nun ve Batı’nın iyisi kendi kültürel çerçeveleri içinde kabul edildikçe “normalleşme” başlayacaktır.

Tıpkı Batı’nın doğuyu inceleme nesnesi olarak görmesi gibi, Doğu’nun da Batı’yı devasa bir öğretmen yerine, inceleme nesnesi veya kendini fark edecek farklı bir ayna olarak algılamaya başlamasıyla oryantalizmin bir ideoloji olduğu da anlaşıldı/anlaşılacaktır. Böylelikle dev aynası, yerini normal boy aynasına bırakacaktır.
Kaynak: haber10

Kör Hollywood kayıp şark

"Hollywood Sinemasında Oryantalizm" kitabı, Doğu'nun Hollywood sinemasındaki kültürel temsilini ve bu temsil biçimlerinin oryantalist söylemle olan etkileşimini inceliyor

Hollywood Sinemasında Oryantalizm Hilal Erkan Kırmızıkedi Yayınları 268 Sayfa
BEYAZ ARİF AKBAŞ
Batı'nın farklılığı ve üstünlüğü hakkındaki söylemiyle Oryantalizm, sadece yazınsal arenada değil, günümüzde görsel ve işitsel alanlarda da varlık gösteriyor. Dünya çapında ilgi gören filmler üreten ve bu filmlerde Şark'ı vazgeçilmez bir dekor olarak kullanan Hollywood sineması, bu yaygınlaştırma sürecinde çok önemli bir rol üstleniyor. "Hollywood Sinemasında Oryantalizm" kitabı da Doğu'nun Hollywood sinemasındaki kültürel temsilini ve bu temsil biçimlerinin oryantalist söylemle olan etkileşimini inceliyor. Daha çocuk yaşlardayken izlediğimiz Indiana Jones Raiders of the Lost Ark, Mummy ve Mummy Returns gibi filmlerden yola çıkılarak Hollywood'un oryantalizmin kültürel varsayımlarını, anlatısal ve görsel geleneklerini nasıl miras aldığı ele alınıyor.

Bizde genellikle Oryantalizm konusundaki çalışmalar nedense oldukça yüzeysel kalıyor. Fakat bu kitabıyla Hilal Erkan, uğraşıldığında bizde de iyi ve nitelikli incelemelerin ortaya koyulabileceğini fazlasıyla kanıtlıyor. Amerikan Sinema'sındaki Oryantalizm konusunda, ilk elden bu konuyla alakalı olarak aklıma Brenstein'in "Visions of the East: Orientalism in Film" isimli çalışması geliyor. Aynı bağlamda Edward Said'in "Haberlerin Ağında İslam" isimli kitabının okunmasının faydalı olacağını düşünüyorum. Bu kitabı çeviren Alev Alatlı'da aynı bağlamda bir eser yazdı. "Hollywood'u Kapattığım Gün" (Everest, 2009) kitabıyla Alatlı, 'Amerika'lılara çok büyük iyilik yaptım.' diyordu. Bence bu tarz kompleksleri bırakıp eski entelektüel duruşuna dönebilse bize çok daha büyük bir iyilik yapmış olacak. Televizyona çıktığında Atilla İlhan karikatürü gibi bir duruş sergiliyor çünkü. Bu husus konumuzla alakalı olmadığı için pek değinmeyeceğim. Ancak şunu söyleyebilirim ki sayın Alatlı, yaşlandığında daha olgunluk beklenen eserler vermeli sanırım. Hollywood, Nasrettin Hoca misali kapısına kilit asmakla kapanmıyor. Hollywood, konusunda geniş bir literatür taramak isteyen arkadaşlar için bu yakınlarda kaybettiğimiz sayın Ünsal Oskay'ın tüm kitaplarını tavsiye edebilirim. Ayrıca Michael Ryan'ın bu konuda "Politik Kamera Çağdaş Hollywood Sinemasının İdeolojisi ve Politikası" (Ayrıntı, 1997) isimli kitabı da okunabilir. Hilal Erkan, kitabının kaynakçasında niyeyse Ryan'a hiçbir gönderme de bulunmamış. Kitabın bir daha ki baskılarında daha özenli çalışabileceğine inanıyorum.

SEYYAHLARIN DOĞU İMGESİ

Hilal Erkan'ın kitabı üç ana bölümden oluşuyor. Birinci kısımda Oryantalizmin tarihsel dönemi ele alınmış. Bu kapsamda; Antikçağ efsanesi ve Ortaçağ'da doğu algısı, Rönesans ve Reform döneminde Oryantalist çalışmalar, 17. Yüzyılın egzotik doğusu ve Aydınlıklar çağının batısı, Entelektüel bakışın odağındaki düşünce malzemesi doğu, Kurumsallaşan Oryantalizm ve Sömürgeci Faaliyetler ayrıntılı bir şekilde anlatılmış. Birinci bölümün bence en dikkat çeken konu başlığı; '19. Yüzyıl romantizmindeki doğu imgesi' isimli olanıdır. Yazarında belirttiği gibi "Doğu'nun Batı için nesnel gerçekliği olan bir yerden ziyade bir metin olarak algılanması ve onun ancak bu metinler aracılığıyla anlaşılabilir kılınabileceğinin düşünülmesi tarihsel olarak Napolyon'un Mısır Seferi' (s.65)ile başlamıştır. Said'in de bu konuya ayrıca önem verdiğini belirtmeliyim. Bu yüzden 19. Yüzyıl denebilir ki bir kırılma anıdır. İkinci bölümde Seyyahların hayalindeki doğu imajı işleniyor. Bu hususta, Jean Baptiste, Chardin ve Volney gibi önemli şarkiyatçıların metinleri inceleniyor. Batı'nın hayallerdeki ya da tam şarkiyatçı söylemle söylersek fantazyasındaki doğunun yeniden keşfi yahut icadı açıklanmaya çalışılıyor. Bu açıklamalar yeterli mi, kanımızca hayır ama yinede bazı orijinal tespitler yapılmış. Bu bölümde dikkat çeken diğer bir başlık ise; Antropolojik ırk sınıflamalarının kurgusuna değinilen kısa bölüm. Yazar ilk iki bölümü bitirdikten sonra kısa bir değerlendirmede bulunuyor. "Oryantalizmin gelişim süreciyle birlikte zenginleşen seyahatnamelerin ve gezi yazılarının oluşturduğu metinler topluluğu Doğu'nun tanımlanması ve zihinlerde belirli bir Doğu algısının yaratılmasında belirleyici olmuştur."(s.116)Yazarın tespitinden şunu söyleyebiliriz ki Doğuya dair geliştirilen klişe tipler vasıtasıyla bir çeşit Doğu bilgisi yapay olarak üretilmiştir.

METİNLERARASI YOLCULUK

Kitabın son bölümünde en nihayetinde Hollywood Sinemasında Oryantalizm konusu işlenmiş. Ele alınan her film; olay örgüsü, filmin anlatısında Oryantalist söylemin kuruluşu, mekân ve zamana ilişkin temsiller, erkeğe ve kadına ilişkin temsiller ayrıntılı bir şekilde söylem analizi yönünden çözümlenmeye çalışılmış. Kitabın sonunda incelenen filmler hakkında genel bir değerlendirme yapılmış. "Yazınsal ve görsel alanlar arasındaki imge alışverişi ve oryantalist klişelerin metinlerarası yolculuğuna tanık olacağınız. Hollywood Sinemasında Oryantalizm bir alt metin okuma çabasıdır. Kitapta 17. ve 19. yüzyıllar arasında Şark gezileri yapmış Batılı seyyahlar ve onların gözlemleri sonucunda ürettikleri gezi metinleri içindeki oryantalist imgeler, film çözümlemeleri için bir mihenk taşı kabul edilmiş." Bizimde zaman zaman izlediğimiz Hollywood filmleri, eski şark seyyahlarının metinlerindeki doğu betimlemeleriyle ortak özellikler taşımakta. Hilal Erkan, yaptığı çözümlemelerle bunu ortaya koymaya çalışmış. Heyhat kör Hollywood kayıp şark! Hakkında diyebileceğim son bir söz daha var; çeşitli gazetelerin sinema konusunda hezeyanları olan paçavralarda anlattıkları, "maarif-i garbiyeyi Şark'a ithale çalışan birer müstağrib" film seyircisi olmayalım efendim.
YAYIN TARİHİ: 13.01.2010
Yeni Şafak

29-04-2013 tarihinde, 13:20 saatinde eklendi
Oryantalizm karşısında çaresizlik

Oryantalizm karşısında çaresizlik
İkbal Zeynep Dursunoğlu



YDH-Avrupa’daki Müslüman bir öğrencinin, yaşadığı çifte yalnızlığa dair notlar.

Ben ülkemi seviyorum. toprağını, suyunu, göğünü, insanlarını, kokusunu, dillerini seviyorum; fakat ülkem de beni seviyor mu? Ben ülkemi her şeyiyle savunabiliyor muyum?

Geçen derste Avrupa, Amerika ve Afrika’da insan haklarını koruma sistemlerinden bahsedildikten sonra İslam’da insan hakları konusunda geldiğimizde Yunanlı bir çocuk çıkıp İslam’ın barışçıl bir din olmadığından; çünkü İslam’da cihad kavramı olduğundan ve Müslümanlara göre müslüman olmayan herkesin düşman sayıldığından dem vurdu.

Bunun böyle olmadığını açıklamaya çalıştım, araya beni destekleyen bir kız daha girince çocuk oldukça bariz bir örnek olarak gördüğünden şu soruyu sordu: “Avrupa topraklarında bir müslüman kadın istediği gibi gezip dolaşabilir, başörtüsünü çıkarması için kimse ona baskı kurmaz. -bu noktada kız onun lafını bölüp Fransa örneğini verince ‘Fransa hariç tüm Avrupa ülkelerinde’ diyerek düzeltmek zorunda kaldı, bu yasaktan haberi yokmuş; ama bunu duyduğuna memnun olduğunu da belirtmeden edemedi- ama mesela benim kız arkadaşım Ankara’ya gitse kendi kimliğiyle dolaşabilir mi, mini etek giyebilir mi?”

O topluluk içinde bulunan iki üç müslüman açısından, kız arkadaşının herhangi bir müslüman ülkede çarşaf giymeye zorlanacağını düşünen çocuğun muazzam cahilliği ortaya çıkmıştı; fakat dersin başında başörtümden dolayı ülkemde iş bulma kaygısını yoğun yaşadığımdan bahsetmiş olmama rağmen diğer on beş yirmi kişinin kafasında bu soru ciddiyetini gayet güçlü bir şekilde koruyordu.

Sorduğu örnekler olan Türkiye’de de, Mısır’da da, aslında hemen hemen bütün müslüman ülkelerde de kadınların istediği şeyi giymekte serbest olduğunu haykırdık. Tartışma bununla kalmadı, devam etti, çıkışta konuştuğum İtalyan kızın söylediklerine bakılırsa iyi de olmuştu, böyle tartışmalar sayesinde Avrupalılar önyargılarını kırmış oluyorlardı.

Tartışmanın heyecanı içinde sonucun gerçekten o tarafa meyledip etmediğinden emin değilim; fakat öyleyse bile benim açımdan acı bir tecrübe oldu.

Çocuğun ortaya attığı argümanlar son derece asılsız ve yer yer komikti, zaten böylesine özgüvenle tartışırken ne Kur’an’dan bir şey okumuş ne de herhangi bir Ortadoğu ülkesinde bulunmuş olmadığını itiraf etmesi gerekti. Tek kaynağı duyduğu ve çok güvendiği bazı “hikayelerdi”, fakat iki üç Türk öğrenciyle yaptığı konuşmalar dışında İslam’a dair hiçbir bilgisi olmayan hocamız da dahil orada bulunan herkes için bu argümanlar o kadar ciddiydi ki aksini kanıtlamak zorundaydık.

Bununla uğraşırken aslında Avrupa’nın da düşündükleri kadar özgürlükçü bir yer olmadığını, aslında Polonya’nın sokaklarında gönlümce rahat rahat yürüyemediğimi çünkü sokakta, tramvayda, otobüste, lokantalarda sürekli gözünü dikip suratıma bakan insanlar yüzünden kendimi garip hissettiğimi söylemek aklıma gelmedi.

Ya da Avrupa’da sürekli yaşayan müslüman toplulukların gittikçe yükselen islamofobi yüzünden çektikleri sıkıntılardan, Amerika’da müslüman toplulukların arasına onları izlemek için sokulan casuslardan, havaalanında beş dakika boyunca başörtümü didik didik arayan güvenlik görevlisinin potansiyel teröristmişim gibi davranmasından da bahsedemedim.

Ya da tartışma esnasında ben de dahil herkesçe yerden yere vurulan Suudi Arabistan ve onun gibi rant devleti olarak varlığını sürdüren monarşilerin, Ürdün, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar’ın varlıklarını ve baskıcı rejimlerini devam ettirebilmelerini Avrupa Birliği ve ABD’ye borçlu olduklarını, “Arap Baharı” denen süreçte Bahreynli protestocular Suudi Arabistan’ın gönderdiği orduyla ezilip giderken ne Türkiye’den ne Avrupa’dan bir ses çıkmadığını, o esnada bunların hepsinin her şeye rağmen değişmek zorunda olduğunun zaten farkında olan bir başka diktatörlüğü -yalnız Batılı blokun karşısında yer alan bir diktatörlüğü- devirip ülkede iç savaş çıkarmak için elbirliğiyle çırpınmakla meşgul olduklarından da bahsedemedim.

Çünkü kendi ülkemi veya diğer müslüman ülkeleri savunmak aslında oldukça zordu, çünkü mesele daima kadın üzerinden konuşuluyor ve daha bu dersin başında arkadaş Türkiye’de kadın haklarıyla ilgili bir sunum yaparak vaziyetin ne kadar rezil bir halde olduğunu ortaya sermişti.

Son on yılda kadın cinayetlerinin yüzde bin dört yüz arttığını, kadınların yüzde ellisinin aile içi şiddete maruz kaldığını ve yüzde yetmişlik çalışan erkek oranına karşı çalışan kadınların yüzde otuzda kaldığını ifade etmişti.

En azından on üç yaşında bir çocuğun yirmi altı kişiyle kendi isteğiyle cinsel ilişkiye girebileceğini düşünen bir yargı sistemimiz olduğundan haberleri olmadı. Ya da diğer bütün o korkunç davalardan. Ortadoğu’nun diğer ülkelerinden de çok daha iyi bir manzara çıkacağını sanmıyorum açıkçası. Avrupa ve kuzey Amerika’da vitrin süslüyken kadınların orada da gerçekten erkeklerle eşit olmaması, şiddet ve yaşamın her alanında adaletsizlikle birlikte hakim olan korkunç cinsel sömürü, bizdeki rezaleti örtmüyor ya da meşru kılmıyor.

Bir de yurda dönerken kapının önünde karşılaşıp tanıştığım Türk öğrenciye sıkıntıyla sınıftaki olaydan biraz bahsedince son derece sakin bir şekilde verdiği cevap beni iyice sersemletti.

Geçenlerde Yunanlı birisiyle tanışmış, Yunanlı olduğunu öğrenince dövmüş. “Neden?” dedim şaşkınlıkla. “Ben biraz milliyetçiyim de”, dedi.

Başka bir şey konuşmamışlar zaten, karşıdaki Yunanlıyım demiş, bu da siz fakirsiniz siz şöylesiniz, böylesiniz deyip dövmüş. O kadar sakin ve rahattı ki bir tepki veremeden içeri girdim.

Bizim ülkemiz biraz ataerkil olduğu kadar biraz da milliyetçidir çünkü. Gazeteciler, akademisyenler, siyasetçiler, öğrenciler etnik kimliklerinden ya da düşüncelerinden dolayı cezaevlerinde ömür çürütür, otuz dört kişi yanlışlıkla bombalanır, insanlar fikirlerinden dolayı durduk yere öldürülür. sonra yurtta İstanbul’daki bir arkadaşımla konuştum, bana okulda islamcı geçinen bazı grupların son zamanlarda dağıtmaya başladığı garip bildirilerden bahsetti. şu gibi bildiriler bunlar.

Kısacası boğuluyorum. Bu dünya beni boğuyor. İnsanların cehaleti beni boğuyor.

Bir zamanlar Madagaskar’da sömürge yönetiminde çalışan Fransız askerlerinin kurdukları çocuk esirgeme kurumunda beyaz insan çalıştıramadıkları için yerel halktan insanları çalıştırdıklarını öğrenince ilgisini en çok celbeden nokta “ama tabii ‘küresel güney’de insanların STK anlayışı da buradakinden farklı oluyor, acaba gelen yardımların yerel çalışanlar tarafından kısmen cebe indirilmesinin ya da rüşvetin önüne nasıl geçiyorlar?” olan hocanın yıllarca gidip milleti sömürmüş olan Fransız subaylarını altın kalpli görüp Afrikalıları kendi halkından yetim çocukların parasını tırtıklayacak tıynette bulan hayal gücü beni bunaltıyor.

Asya’yı, Afrika’yı, Ortadoğu’yu, Latin Amerika’yı topluca bünyesinde barındırıp bir kefeye koyan bu “küresel güney” lafı beni boğuyor. Dünyanın geri kalanını salak, geri kalmış, çıkarcı, dar kafalı gören Eurocentrism’in yanında daha anlayışlı olmakla birlikte kalkınamamamışlığın ve fakirliğin suçunu yine de pazarlarını Batı’ya yeterince açmadığı için üçüncü dünya ülkelerinde bulan kalkınmacı modernist zihniyet beni boğuyor.

Fakat bir yandan bu imajı haklı çıkarmak için elinden geleni yapan diğer halklar da beni boğuyor. küçük hesaplar peşine düşen ya da yeni bir sömürge imparatorluğu olarak yükselmeye hazırlanan, halkının ucuz işgücü olarak köle gibi çalıştırılmasına göz yuman, çevresinin çokuluslu şirketlerce kirletilmesine rıza gösteren, işbirlikçi, yalaka hükümetler ve hakkının peşine düşmeyen, ezilmeye razı, sorgulamayan, kendi arasında birbirine düşen, toplu bir hareket oluşturmaktan aciz, egosunu elinin altındaki kadını, çocuğu, güçsüzü ezerek tatmin eden halklar beni boğuyor.

Evet bunaldım.

http://www.ydh.com.tr/
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FİKİR YAZILARI Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com