EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Salih Mirzabeyoğlu’nun 16 yıllık özgürlük mücadelesi

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FİKİR YAZILARI
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cum Ksm 26, 2010 11:35 pm    Mesaj konusu: Salih Mirzabeyoğlu’nun 16 yıllık özgürlük mücadelesi Alıntıyla Cevap Gönder



Salih Mirzabeyoğlu: "Hayatımı o şartların gerektirdiği şeyleri yaparak geçirdim. O sebeple 'hayatım ziyan oldu' demiyorum"
23 Tem 2014



Bolu Cezaevinden tahliye edilen Salih Mirzabeyoğlu sürece ilişkin, "Şu an tahliye edildiğim için mutluyum, içeride olmak istemezdim ama bu, benim için hayatımın boşa geçmiş safhası değil" dedi.

"TAHLİYE EDİLMEM SÜPRİZ OLDU"

Tahliyesinin ardından kendisini karşılayan kalabalık grupla Sapanca ilçesindeki restorana gelen Mirzabeyoğlu, gazetecilere yaptığı açıklamada, cezaevinden salıverilmesinin kendisi için sürpriz olduğunu söyledi. "Şu an tahliye edildiğim için mutluyum, içeride olmak istemezdim ama bu, benim için hayatımın boşa geçmiş safhası değil" diyen Mirzabeyoğlu şöyle konuştu:

"HAYATIMI HEBA OLMUŞ GÖRMÜYORUM"

"Hayatımı o şartların gerektirdiği şeyleri yaparak geçirdim. O sebeple 'hayatım ziyan oldu' demiyorum. Tahliye için uğraşan arkadaşlarım işe nereden başladılar, onu da çok iyi biliyor değilim. Şöyle söyleyeyim. Adli tıp kurumuna gittim, hastalık raporu alacağımı bekliyorlardı. Ben tam tersi, zekamın son derece sağlıklı olduğunu gösterir şekilde konuştum. Bunun üzerine doktor, bana 'niye geldin' diye sordu. Ben de 'niye geldiğimi bilmiyorum, savcı ve diğerleri gönderdi, geldim' dedim. Tuhaf bir durum oluştu.

Hukuk düzeni sadece benim problemim değil. Savcı ve hakimlerin de problemi. Şahsi konularımla uğraşırken bile elimde olmadan kayıverdiğim başka mevzular var. Yani bundan sonraki süreçte arkadaşlarımla hukuk safhasını geniş anlamıyla ele alacağım. 'Hayata bıraktığım yerden devam ediyorum' demiyorum. İnişler ve çıkışlar var. Hayatımı heba olmuş veya boşa geçmiş görmüyorum."
Haber93

Salih Mirzabeyoğlu saat 20.05'de Bolu F Tipi Cezaevi'nden tahliye edildi
23 Tem 2014



Salih Mirzabeyoğlu iki jandarma eşliğinde nizamiye kapısına doğru yürüdü. Bolu Belediye Başkan Yardımcısı İhsan Ağcan, Salih Mirzabeyoğlu'nu cezaevinin önünde karşılayarak, tokalaştı. Cezaevinin önünde bekleyenler tekbir getirirken, havai fişekler atıldı. Bazı kadınlar sevinçten ağlarken, Salih Mirzabeyoğlu gazetecilerin sorularını cevapsız bıraktı. Salih Mirzabeyoğlu Bolu Belediye Başkan Yardımcısı İhsan Ağcan'ın makam aracına binerken, birlikte Sapanca'ya gittikleri belirtildi.

İstanbul 14'üncü Ağır Ceza Mahkemesi'nin Salih Mirzabeyoğlu'nun tahliyesine karar vermesi, Bolu F Tipi Cezaevi önünde kamp kurarak, tahliyesini bekleyenler tarafından sevinçle karşılandı.

Salih Mirzabeyoğlu daha sonra sevenleriyle Sapanca'da bir motelde biraraya gelerek hasret giderdi sahur vaktine kadar devam eden bu coşkulu toplantıdan sonra, uzun bir konvoy eşliğinde İstanbul'a doğru yola çıkıldı.
MBR Haber

FAZIL DUYGUN SALİH MİRZABEYOĞLU'NUN TAHLİYESİ İLE İLGİLİ SÖYLEŞİ
2 Ağustos 2014



ADIMLAR: Fazıl Bey önce, Kumandan’ın tahliye olduğu gün, bütün İBDACILAR’dan önce hızla BOLU F TİPİ CEZAEVİ’ne giderek, O’nu kapıda...

ADIMLAR: Fazıl Bey önce, Kumandan’ın tahliye olduğu gün, bütün İBDACILAR’dan önce hızla BOLU F TİPİ CEZAEVİ’ne giderek, O’nu kapıda karşılayıp, Belediye Başkan Yardımcısı’nın aracıyla karşıladığınız için teşekkür ederiz. O gün herhangi bir yerden Kumandan’ın tahliye edileceğini duydunuz mu?

FAZIL DUYGUN: Yargılamanın yenilenmesi talebinin kabul edildiğini duymuştum ama ben de sizler gibi, tahliyenin bir sonraki gün olacağı haberini almıştım.

ADIMLAR: Peki nasıl bu kadar çabuk Bolu’ya gidebildiniz?

FAZIL DUYGUN: Kumandan’ın bir gün sonra tahliye olacağını duymuştum ve başka bir işim için, otobüsle Ankara’ya gidiyordum. Sakarya civarında bir yerde, internete bakınırken, Kumandan’ın tahliye olmak üzere olduğuyla ilgili bazı haberler okudum. O sırada, bir iki tanıdık ta telefon edip aynı şeyleri söyleyince kararımı değiştirip, Bolu’ya gitmek üzere o anda otobüsten indim.

ADIMLAR: Tahliye haberini aldığınızda, neredeydiniz ve nerede indiniz?

FAZIL DUYGUN: Bolu Batı çıkışı civarında indim.

ADIMLAR: Sonra?

FAZIL DUYGUN: Otobüsten inip, otogardan bir servise binerek cezaevi önüne geldim.

ADIMLAR: Bir çok İBDACI’nın, o an bulunduğunuz şartlar nedeniyle sizden önce Bolu’ya giderek, Kumandan’ı alıp İstanbul’a gitmiş olabileceği ihtimali sebebiyle, yeniden Ankara’ya doğru yolunuzu değiştirmeyi düşünmediniz mi hiç?

FAZIL DUYGUN: Böyle bir ihtimal aklıma gelmedi desem yalan olur. Elbette ben oraya vardığımda Kumandan çoktan İstanbul yoluna çıkmış olabilirdi, böyle bir ihtimal de vardı. Ama İBDACILIK ve Kumandan söz konusu olduğunda, tüm ihtimaller sıfıra düşüyor. Bu memuriyet hissiyle yoluma devam ettim. Tıpkı sizler gibi.

ADIMLAR: Bolu Cezaevi’ne geldikten sonra, cezaevi önünde yaşadıklarınızı anlatabilir misiniz?

FAZIL DUYGUN: Cezaevinin önüne geldiğimde, daha önce orada Özgürlük Kampı kuran bir kaç kişi de vardı. Avukat Hasan Ölçer Bey’in isteğiyle cezaevi önüne gelen, Belediye Başkan Yardımcısı İhsan Bey ile tanıştık. Kendisine, eğer Hasan Ölçer Bey veya İstanbul’dan yola çıkan İBDACILAR gelmekte gecikirse, Kumandan’ı kendisinin aracına almamız gerektiğini söyledim. Zaten kendisi de Avukat Hasan Ölçer Bey ile bu çerçevede konuşmuşlar. Biz de kendi aramızda bu noktada anlaşmış olduk.

ADIMLAR: Bildiğimiz kadarıyla, avukatları veya ailesi gelene kadar kendisini cezaevi içerisinde misafir edeceklerdi ama bir kaç memurun “dışarıda sizi bekliyorlar” demesine üzerine Kumandan kendisi çıkmak istedi. Bir an önce sorumluluktan kurtulmak istemişler…

FAZIL DUYGUN: Evet, aynen dediğiniz gibi. Aslında Kumandan, ailesini ve avukatlarını beklerken, kendisine dışarıda kalabalık bir insan topluluğunun beklediğini söylüyorlar. Yalan söylüyorlar.

ADIMLAR: Sonra?

FAZIL DUYGUN: Sonra bir süre bekledik. Kumandan’ın kapıya gelmesiyle de kendisine “Efendim, Hasan Bey’in kesin talimatı var, sizi Belediye Başkan Yardımcısı İhsan Bey’in aracına alacağız” dedim. Bir kaç kişiyle el sıkışırken, kendisini hazır bekleyen araca alarak, Sapanca’da bulunan bir tesiste iftar için yola koyulduk. Ve iftarımızı bu tesiste yaptık.

ADIMLAR: İftardan bahseder misiniz?

FAZIL DUYGUN: İftar sırasında İstanbul’dan Halil arkadaşımızla, bir grup arkadaşı yetişti. Cezaevinin önünden itibaren peşimizden gelen bir kaç kişi de oradaydı. Daha sonra, iftarda bizleri ağırlayan Belediye Başkan Yardımcısı İhsan Bey’in aracına yeniden bindik ve Sapanca gişelerinde Kumandan’ı bekleyen çocuklarının, ailesinin ve avukatlarının yanına gittik. Çok harika, çok duygusal ve hiç unutulmayacak bir kavuşma sahnesi yaşandı. Oradan sonrasını siz daha iyi biliyorsunuz zaten.

ADIMLAR: Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

FAZIL DUYGUN: (Gülerek) Kumandan ilk çıktığında, İhsan Bey ile birlikte iki koluna girmiştik. O sırada, diğer kolumun tırmalandığını, çekiştirildiğini hissediyordum ama dönüp bakmıyordum. Kim olduğunu da şu an bilemiyorum ama tırmalanan, çimdiklenen yerler (gülerek kolunu gösteriyor) şu an çiziklerle dolu.

ADIMLAR: Fazıl Bey, biz tüm İBDACILAR adına, soğukkanlılığınızı hiç kaybetmeden yaptığınız şeylerden dolayı size teşekkür ederiz.

FAZIL DUYGUN: Ben de sizlere teşekkür ederim.

KAYNAK: ADIMLAR DERGİSİ

VELİ AĞBABA: MİRZABEYOĞLU YENİDEN YARGILANSIN
10.07.2014



CHP Genel Başkan Yardımcısı Veli Ağbaba, "AKP, 28 Şubat'ın mağduru edebiyatına devam edeceğine, elini taşın altına koysun ve bu işi çözsün. 28 Şubat'ın mağduriyetleri giderilecekse, işte size fırsat. Gelin 28 Şubat ile sözde değil özde hesaplaşın ve en başta Mirzabeyoğlu için yeniden yargılama yolunu açın" dedi.

CHP Cezaevi Komisyonu üyeleri CHP Malatya Milletvekili Veli Ağbaba, Erzincan Milletvekili Muharrem Işık ve Manisa Milletvekili Özgür Özel, "Salih Mirzabeyoğlu Davası Takipçileri" platformunun üyeleriyle TBMM'de basın toplantısı düzenledi.

İBDA/C davası kapsamında, ''Anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye kalkışmak" suçundan aldığı idam cezası ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çevrilen, 16 yıldır cezaevinde bulunan ve kamuoyunda Salih Mirzabeyoğlu'nun yeniden yargılanması konusunda CHP Cezaevi Komisyonu olarak duyarlı olduklarını belirten Ağbaba, "Bugün yeniden yargılama demek umut demek. Hukuk devletine inanmak demek" diye konuştu.

Ağbaba, "Haksız ve hukuksuz bir şekilde tezgahlanmış mahkemeler için yeniden yargılamalar mutlaka başlatılmalıdır. Polis, savcı, hakim üçgeninde tezgahlanmış olduğu ayyuka çıkmış tüm davalar için yeniden yargılanma hayata geçirilmelidir. Bugün yargı elini temizlemek zorundadır" dedi.

Anayasa Mahkemesi'nin Balyoz davasında tüm sanıklar için yeniden yargılama kararı verdiğini anımsatan Ağbaba, "Sadece Balyoz'la, Ergenekon'la ilgili değil, bütün bu siyasi davalarla ilgili bir yeniden yargılanma talep ediyoruz. Balyoz'la ilgili verilen kararın bütün hukuksuz davalar için de verilmesini bir kez daha istiyoruz. Oda tv, Ergenekon, Şike davaları için ve sadece parasız eğitim istedikleri için yıllarca tutuklu kalanlar için, sadece Grup Yorum konserinde bilet sattıkları için cezaevine gönderilen öğrenciler için, gencecik yaşında anayasal düzeni yıkmaya çalışmakla suçlanan Ayşe Denizler için ve benzer tüm davalar için yeniden yargılanma yapılmalı ve bu umut derhal gerçekleştirilmeli diyoruz" şeklinde konuştu.

"Bizim anlayışımıza göre mağdurun adı sorulmaz. Salih Mirzabeyoğlu; o da cezaevinde unutulan binlerce insandan birisi. Haksızlıklara uğramış ve göz göre göre cezaevinde ölüme terk edilmiş birisi" diyen Ağbaba, hukukun katledildiği bir yargılama süreci sonunda Mirzabeyoğlu'nun cezaevine konulduğunu savundu.

Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası çeken Mirzabeyoğlu'nun şu an 63 yaşında olduğunu ve tam 16 yıldır hapishanede tutulduğunu anlatan Ağbaba, şöyle devam etti:

- "Mirzabeyoğlu'nun kendisine telegram işkencesi yapıldığına yönelik iddialarla ilgili hükümet bir çalışma yapmadı ve bizim verdiğimiz soru önergeleri hala cevap bekliyor. Tek kişilik, sekiz metrekarelik bir hücrede yaşıyor ve 16 yıldır tam bir tecrit altında. Darbeyle hesaplaşacaklarını söyleyenler bugün onu görmezden geliyorlar. 28 Şubat'ın bir numaralı kazananı AKP mağdur edebiyatıyla bu günlere gelirken, geçmişteki mağduriyetleri gidermekte nedense isteksiz. AKP 28 Şubat'ın etinden, sütünden, yününden faydalanmış, bir güzel beslenmiş, ancak 28 Şubat'ın gerçek mağdurları için kılını bile kıpırdatmamıştır."

- "Bu garabet 28 Aralık 1998'de başlıyor. Salih Mirzabeyoğlu eşi ve çocuklarıyla birlikte, diğer çocuğunu ilkokuldan almak için okula gittiğinde orada gözaltına alınıyor. İBDA/C'nin lideri olmakla suçlanıyor. Tıpkı Balyoz, Ergenekon ve diğer kumpas davalarında olduğu gibi emniyetten giden fezleke iddianame oluyor. Altı ay önce Salih Mirzabeyoğlu'nun bir yazar olduğunu ve başkalarının yaptığı eylemlerden sorumlu tutulamayacağını söyleyen İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, altı ay sonra farklı bir mütaala verip, Mirzabeyoğlu'nu yasa dışı bir örgüt lideri ilan ediyor ve Mirzabeyoğlu için cezaevi günleri başlıyor."

- 'Noel Baba' ismiyle Metris Cezaevi'ndeki koğuşuna hayata dönüş benzeri bir operasyon yapılıyor. Bu müdahalede ciddi yaralar alan Mirzabeyoğlu, saçı ve sakalı kesilerek, hiçbir tıbbı müdahalede bulunulmadan kan revan içinde mahkemeye çıkartılıyor. 2 Nisan 2001'deki duruşmada idam cezası veriliyor, sonra Yargıtay onaylıyor. AB uyum çerçevesinde yapılan değişiklik sonucu idam kararı ağrlaştırılmış müebbete çevriliyor."

- "AKP'nin turnusol kağıdı bu davadır"

Ağbaba, Mirzabeyoğlu'nun 27 Haziran 2014'te yeniden yargılama için müracaatta bulunduğunu belirterek, "AKP demokrasi havariliği yapacağına, 28 Şubat'ın mağduru edebiyatına devam edeceğine, elini taşın altına koysun ve bu işi çözsün diyoruz" dedi.

AK Parti'nin darbelerle hesaplaşmak adına, "yatalak bir paşayı yargılamak" yerine, 28 Şubat'ın gerçek mağdurlarıyla yüzleşmesini tavsiye ettiklerini dile getiren Ağbaba, "Bugün tüm siyasi davalar silbaştan ele alınmalı ve hepsi için yeniden yargılama yapılmalıdır. AKP'nin turnusol kağıdı tam bu davadır. 28 Şubat'ın mağduriyetleri giderilecekse, işte size fırsat. 28 Şubat'ın gayri meşru çocuğu AKP'ye buradan hodri meydan diyoruz; gelin 28 Şubat ile sözde değil özde hesaplaşın ve en başta Mirzabeyoğlu için yeniden yargılama yolunu açın diyoruz" diye konuştu.

"Salih Mirzabeyoğlu Davası Takipçileri" platformundan Fatma Parmaksız da Mirzabeyoğlu'nun kaldığı Bolu F Tipi Cezaevi önünde kurdukları "Mirzabeyoğlu'na Özgürlük Kampı"ndan geldiklerini belirtti. Parmaksız, Mirzabeyoğlu'nun özgür bırakılmasını istedi.
Pusula Haber





















Av. Ali Rıza YAMAN CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün'le birlikte TBMM'de yaptığı basın açıklaması özet olarak şöyle konuştu:
11 Mayıs 2012



Hukuksuzluklara karşı çıkan ve meseleleri "ama"sız, "fakat"sız, "lâkin"siz ifade etme ciddiyetini gösteren CHP Tunceli Milletvekili sayın Hüseyin AYGÜN ile birlikte dile getirdiğimiz Mirzabeyoğlu Davası'nın; başladığı tarih; 28 Aralık 1998'dir.

Salih Mirzabeyoğlu, eşi ve çocuğuyla birlikte o zaman için ilkokula giden diğer çocuğunu almak üzere ilkokula gider ve eşinin ve çocuklarının yanında, ilkokul bahçesinde saldırıya uğrar.

Salih Mirzabeyoğlu'na saldıranlar, herhangi bir arama veya yakalama belgesi kimlik vs. ibraz etmedikleri için, polis oldukları emniyette anlaşılır.

Hakkında hiçbir arama, yakalama vs. bir karar olmayan S. Mirzabeyoğlu'nun uğradığı bu saldırı medyaya tam ters bir şekilde lanse edilir ve O sanki hükümlüymüş, sanki kaçıyormuş, sanki saklandığı yerde yakalanmış ve sanki silahlı bir çatışmada ele geçirilmiş gibi bir havayla; "İBDA-C Örgüt Lideri Yakalandı!" şeklinde verilir.

Salih Mirzabeyoğlu emniyetteyken evi ve arabası aranır

İddianame'ye mesned teşkil eden hususlardan biri olan "ev ve araba arama tutanakları", adı o dönem yaptığı işkencelerle öne çıkan emniyette baskıyla imzalatılır.

Emniyette polisler kendisine; "YUKARIDAN BASTIRIYORLAR, SEN İBDA-C ÖRGÜTÜNÜN LİDERİ OLDUĞUNU MECBUREN KABUL EDECEKSİN!" der.

İşkenceleriyle meşhur İstanbul Emniyet Müdürlüğü T.E.M. Şubesinde Salih Mirzabeyoğlu'na söyledikleri şu sözlerle asıl niyet açık edilir: "Biliyoruz. Tamam, hiç kimseyle görüşmediğini ve tanımadığını kabul ediyoruz; talimat da vermediğini kabul ediyoruz… Gelelim şu liderlik mevzuuna..."

S. Mirzabeyoğlu; "Hiç kimseyle görüşmemişim, talimat vermemişim, bunu siz de biliyorsunuz. Ben bu durumda illegal bir örgütün nasıl başı olabilirim ki?" diye cevab verince aynı polis ısrarla devam eder:

"Gel sen şunu güzellikle kabul et. Hem biz sana kötülük yapmak istemiyoruz. İsteseydik evinin bahçesine eroini gömer, ‘eroin yakaladık’ derdik."

Salih Mirzabeyoğlu bunu kabul etmeyip, fikir adamlığından bahsedince aynı polis, hukukun Türkiye’de dünden bugüne nasıl işlediğini gösteren fevkalâde bir lâf eder:

“ASLANIM, SAVCI SENİN KİTAPLARINI OKUYACAK DEĞİL YA... BURADAN ÖNÜNE NE GİDERSE O.”

Nitekim polisin dediği gibi olur ve emniyetten giden fezleke aynen Eski İstanbul DGM Savcılığında İddianame hâlini alır.

Hazırlanan İddianame'de, Mirzabeyoğlu Davası'nda hangi mantığın işlediğinin gösteren ifade çarpıcıdır:

"ÖRGÜT MENSUPLARININ GERÇEKLEŞTİRDİĞİ EYLEMLERE DOĞRUDAN
DOĞRUYA HERHANGİ BİR İLGİSİ TESPİT EDİLMEMİŞ OLMAKLA BERABER..."


Bu noktada mühim bir hususu belirtmek gerekir:

İddianame'yi hazırlayan İstanbul DGM savcılığının, İddianame'yi hazırlamadan 6 ay kadar önce verdiği bir mütalaası vardır. Adana DGM'de 1998'de, Mayıs ayında bir soruşturma başlatılmıştır. Bu soruşturma kapsamında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan mütalaa istenir.

Ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı; Mirzabeyoğlu'nun yazar olduğunu, başkalarının yaptığı eylemlerden sorumlu tutulamayacağını belirtir.

Adana DGM'ye 6 ay önce gönderdiği mütaalada; "Salih Mirzabeyoğlu'nun bir yazar olduğunu, başkalarının yaptığı eylemlerden sorumlu tutulamayacağını" söyleyen İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, 6 ay sonra, YUKARIDAN gelen bir baskıyla kendi mütaalasını yalanlayacak bir şekilde Sayın Mirzabeyoğlu'nu yasadışı örgüt lideri ilân eder!

28 Şubat'ta yapılan sürek avının aktörlerinden olan polisin şu sözleri hukukun nasıl işlediğini anlatır nitelikte:

"YUKARIDAN bastırıyorlar! Mecburen kabul edeceksin! Buradan ne giderse o!"

Yukarıdan bastırılarak yazdırılan İddianame, İstanbul 6 Nolu DGM tarafından aynen kabul edilir.

"NOEL BABA" OPERASYONU

1 yıldır hukuksuz bir şekilde cezaevinde yatmakta olan Salih Mirzabeyoğlu'nun bulunduğu Metris Cezaevindeki koğuşa, adını "NOEL BABA" koydukları bir operasyon düzenlenir. 11 ay sonra "Hayata Dönüş" Operasyonlarının öncüsü sayılabilecek kanlı bir operasyondur bu!

Operasyon gecenin 3'ünde başlamış, medyanın görüntü almaması için İETT otobüsleri cezaevinin önüne getirilmiş, keskin nişancılar ve özel birlikler görev almış, eldeki stoklarını tüketecekleri kadar kimyevî gazlar kullanılmış, neticede bir kiş ölmüş, onlarca kişi yaralanmıştır.

Salih Mirzabeyoğlu "robocop" tabir edilen 100 kadar askerin oluşturduğu "ölüm koridoru"na elleri arkadan bağlanarak getirilmiş, bu koridorda çok ciddi bir şekilde yaralanmış, kafasına aldığı darbeler yüzünden aylarca sara nöbeti geçirmiş, aynı şekilde bir ayağı diğerinin iki katı büyüklüğünde şişmiş, saçı ve sakalı kesilmiş, hiçbir tıbbî müdahalede bulunulmamış, o hâliyle, kan revan içinde mahkemeye çıkarılmıştır.

Salih Mirzabeyoğlu; cezaevindedir ve başta can güvenliği olmak üzere herşeyi devletin sorumluluğu altındadır.

Zamanın mahkeme heyeti, çok ciddi bir şekilde darp edilen bir sanığı bu hâle getirenler hakkında ara karar verip, gerekli işlem yapması gerekirken en ufak bir soru dahi sormamışlardır.

"Noel Baba" operasyonunun ardından Kartal F Tipi Cezaevi'ne konulan Salih Mirzabeyoğlu; Türkiye'de F Tipi hücrelere konulan ilk sanıklardan olup, işkencenin en büyüğü olan Telegram -Zihin Yönlendirme-'yi burada yaşamaya başlamıştır.

TELEGRAM- Zihin Yönlendirme- İşkencesi

Telegram; düşünce formunun, sistem zihniyetinin dışarıdan değiştirilmesi teşebbüsüne ve bu maksatla irâdenin, kimliğin, kişiliğin parçalanmasına yönelik olarak yapılan bir işkence türüdür.

Telegram; insan iradesini ele geçirerek, istenildiği gibi yönlendirilmeye çalışılması için yapılan yeni bir işkence türüdür.

Telegram işkencesinin felsefî, fizikî, ruhî, ilmî, tıbbî, teknik, mühendislik, metafizik, psikolojik, parapsikolojik, nörofizyolojik, vs… bir çok yönü vardır.

Şayet bir kişinin bu alanlara dair asgari bir malûmatı yoksa kolaylıkla “böyle bir şey olamaz” diyebilir.

Elektro- manyetik dalgalarla yapılan işkenceyi bildik hukuk ve tıb mantığıyla ispatlamak pek mümkün değildir. En büyük işkence de budur.

Müvekkilimiz, başta “Telegram” ve “Ölüm Odası” isimli eserleri olmak üzere birçok eserinde bu işkenceyi çok kapsamlı bir şekilde anlatmıştır.

Holywood sinemasının son 5 yılda daha bir gündeme getirdiği bu konuya ilgi duyanlar, bu eserlerle birlikte, internet arama motorlarına “zihin kontrolü, telegram ve mind control” yazarak Türkçe ve yabancı dillerde yazılmış bir çok kitap ve makaleye ulaşarak meselenin korkunçluğunu görebilirler...

Bu konuda Türkçe kaleme alınmış ve ya Türkçeye çevrilmiş onlarca kitap da mevcuttur.

Telegram’ın bir çok çeşidi var. İspatı en zor ve dolayısıyla en garanti ve fakat en pahalı yöntem, elektro-manyetik dalgalarla yapılanıdır.

Elektro- manyetik dalgalarla yapılan işkenceyi bildik ve hâkim ispat mantığıyla ispatlamak pek mümkün de değildir.

MAHKEME SAFAHATI VE SONRASI

Noel Baba operasyonunun ardından Kartal F Tipi Cezaevi'nde konulan ve o günden bu güne kadar kesintisiz bir şekilde Telegram işkencesine maruz kalan Salih Mirzabeyoğlu, savunmasını bu işkence şartlarında yazıyor.

Davaya bakan ilk heyet davayı uzattığı düşüncesiyle görevden el çektiriliyor ve bu heyetin yerine başkanlığını Metin Çetinbaş'ın yaptığı bir heyet tayin ediliyor.

Metin Çetinbaş da 2 Nisan 2001'deki duruşmada; TCK'nın 146/ I maddesi gereğince İDAM KARARI veriyor. 2002 yılında Yargıtay da kararı ivedilikle onuyor ve dosya AİHM'e gitse de bir karar çıkmıyor.

AB müktesabatı çerçevesinde yapılan değişiklik neticesinde; idam kararı AĞIRLAŞTIRILMIŞ MÜEBBED hapis cezasına çevriliyor.

Gerekçeli Karar'da niçin idam cezasının verildiğine ilişkin açık ve net tek bir ibare dahi bulmak mümkün değildir.

Zira Karar'ın asıl gerekçesini Mirzabeyoğlu Davası'na bakan ilk heyet başkanı olan Sedat Karagül 12 Ocak 2006'da Sabah gazetesine verdiği bir mülâkatta açıklıyor:

"İBDA-C DAVASI DAHİL OLMAK ÜZERE BÜYÜK DAVALARA BAKTIM. İBDA-C DAVASI DAHİL OLMAK ÜZERE BASKI GÖRMEDİĞİM HİÇBİR DAVA OLMADI."
Yine bir başka gezeteye (Yeni Akit/ 23 Eylül 2011) verilen bir mülâkatta geçen şu ifade:

"MİRZABEYOĞLU DAVASI'NDA VERİLEN KARAR YÜZDE YÜZ DOĞRUDUR DİYEMİYORUM. O DÖNEMDE VERİLMİŞ BİR KARARDIR."

Bu sözlerle, hukukun zulmün aracı hâline geldiği DÖNEME atıf yapmak suretiyle baskıyı itiraf eden; Salih Mirzabeyoğlu'na idam cezası veren Metin Çetinbaş'tır.

Yine aynı gazeteye 29 Kasım 2011'de, Av. Doğan Yıldırım ifşaatlarda bulunur:

"28 Şubat post modern darbesinin sivil örgütlenmesi askerin sivilleri koordinesi Harbiye Orduevi'nde yapıldı. I. Ordu Komutanlığı'na bağlı Harbiye Orduevi'nde toplantı yapıldı. (...) Gizli ve seçmece bir toplantıydı. Harbiye Orduevi'nin konferans salonuna girdiğimde içeride Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, dönemin 1. Ordu Komutanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, ne ilginçtir şimdi Balyoz'un bir numarası eski I. Ordu Komutanı Çetin Doğan, Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak ve daha birçok asker vardı. İBDA-C DAVASINDA HAKİMLİK YAPAN ŞU MEŞHUR HAKİM METİN ÇETİNBAŞ DA VARDI."

Emniyet'te geçen; "YUKARIDAN BASTIRIYORLAR. ÖRGÜT LİDERİ OLDUĞUNU MECBUREN KABUL EDECEKSİN" sözünün basit bir söz olmadığını, bütün bir hukuk sürecine etki ettiğini artık herkes görmeli ve gereğini yapmalıdır.

NE YAPILMALI?..

Salih Mirzabeyoğlu hukuksuz bir şekilde alındığında 41 tane eserin altında imzası vardı. Onca işkenceye, en başta da Telegram işkencesine rağmen 20'ye yakın kitap yazmıştır.

14 yıla yakın bir zamandır cezaevinde tutulan ve onlarca eseri olan Salih Mirzabeyoğlu; 2005 yılından beri Bolu F Tipi'nde, tek kişilik hücrede ve tam bir tecrit altında tutulmaktadır.

Maruz kalınan hukuksuzluk; her türlü ispat ve izahtan varestedir.
Herşeyi bir kenara bırakalım ve iki heyet başkanının ifadelerine dikkat kesilelim.

Hâkimler bu açıklamaları polis, savcı veya hâkim huzurunda yapmıyor. Hür iradeleriyle ve HİÇBİR MECBURİYETİ OLMADAN medyaya yapıyorlar.

Bu itiraf ve ifşaatlar da gösteriyor ki;

Bir FİKİR ADAMI SADECE FİKRİNİ AÇIKLADIĞI İÇİN İDAM CEZASI almıştır.
Telegram işkencesine maruz bırakılmıştır.

7 yıldır tam bir tecrit altındadır.

Ailesini ayda iki kez, o da her bir ferdini sadece 15 dakika ve kapalı olarak görebilmektedir.

Mirzabeyoğlu’na yaşatılan bütün bu mağduriyetlerin sebebi devlettir…

GERÇEK BİR DEVLET; SEBEBİYET VERDİĞİ ZARARI HİÇBİR KAYIT, ŞART VE TALEBE BAĞLI KALMAKSIZIN VE RE'SEN TAZMİN ETME YOLUNA GİDER, bunun çarelerini arar!

Devlet; devlet olduğunu, hükümet; hükümet olduğunu, Meclis; Meclis olduğunu ve milletin iradesine mutabık bir şekilde hareket edip, meselelere ciddiyet ve samimiyetle yaklaştığını ispat etmek istiyorsa önünde güzel bir fırsat vardır.

Hukukta âmir-memur, ast-üst münasebetini tesis etmeye kalkan darbecilerle hesaplaşıldığının söylendiği şu vasatta;

28 Şubat DARBE HUKUKU mahsulü olan bütün kararların HİÇBİR KAYIT, TALEP VE ŞARTLA BAĞLI OLMAKSIZIN RE'SEN VE SİL BAŞTAN ELE ALINIP hukuksuzluğun giderilmesi adına gerekli adımları büyük bir ciddiyet ve samimiyetle ve ivedilikle atmak gerekmektedir.

Toplumun o dönemde örselenen adalet duygusu belki ve kısmen bu şekilde tamir edilebilir.
Kayanak: MBR Haber

Salih Mirzabeyoğlu’na Özgürlük!
Zeynep Bozdaş

Dinle kalemden , bak kimlerden şikayet eder?
Ne ister?

Salih Mirzabeyoğlu’nun kalemi özgürlük ister , adalet ister … Necip Fazıl’ın şiirlerini süslü mikrofonlara okuyanlar görmezler mi emanetini , talebesini? Salih Mirzabeyoğlu , Necip Fazıl’ın en yakınıyken nasıl müsade edilir tutsaklığına ? 56 cilt telif eser nasıl görmezden gelinir?

Haksızlığa kapatılan gözlerin ağır istigmat vizyonları , tutsaklığa çalışan zihinlerin tabiri yok parmaklıkları…

Tutmalı adaletin ellerinden , gerçek adaletin…Hiçbir suçu olmayan kalem, özgürlüğe bırakılmalı , Salih Mirzabeyoğlu kalemini özgürce kullanmalı , Hocasının yolundan parmaklıklar dışında yürümeli..Salih Mirzabeyoğlu adaletsiz adaletin ellerinde tutsak , üstelik hiçbir suçu yokken!

İslam dinini paganizmle anma gibi bir hadsizlik sergileyen haddini bilmez Rushdie bile ortalıklarda gezerken , Mirzabeyoğlu’nun suçsuzluğu , özgürlüğü mü battı gözünüze? Modernlik uğruna kriter yaladığınız ‘batı’nın karşısına dikilen ‘büyük doğu’ projesi mi korkuttu rezil ideallerinizi? Kabiliyetsizliğin heykelleri ‘zihin kontrolü işkencesi’ ile püskürtmeye çalışıyor Mirzabeyoğlu’nun fikirlerini. 56 cilt telif eser size sözcüklerini bir bir yedirirken işkenceli galibiyetinizi kutlayabilecek misiniz bakalım?

Binlerce zihin , kalp; Mirzabeyoğlu ve fikirleri ile dolu. Emperyalist dostlarınızın boş akılları da taş kalpleri de bu dolu dolu kalpleri , zihinleri boşaltacak bir zulüm aleti yapamaz , bilesiniz!

Mirzabeyoğlu’nun telegram-betatron’a maruz kaldığını herkesin bilmesine rağmen balina katliamlarına hıçkıra hıçkıra ağlayanlar gözlerini , kulaklarını , ağızlarını kapatıyorlar. Gen. yaşta idam edilen gençlerin mektuplarını okurken ağlayanlar , kalemin esaretini görmezden geliyorlar !

Aynı kaynaktan beslendiğin kardeşini işkencenin ellerine bırakmak , tüm mikrofonlar seninken suçsuzluğunu bağırmamak insanlık mı ? Necip Fazıl’ın umutlarını yeşerten insanı , zindanda solmaya mahkum etmek adalet mi?

Güvercinin arkadan vurulmasına yükselen çığlıklar , fikrin zindanda solmasına sustu, susuyor. Güvercin için mürekkep harcayan kalemler ‘umut’ için kurudu. Kalemler haksızlıkların karşısında duvar değil miydi? Ne oldu? Emperyalizm kalemleri de mi esir aldı?

Salih Mirzabeyoğlu’nu tutuyorum !
Özgürlüğü tutuyorum !
Gerçek adaleti tutuyorum !
Haklıyı tutuyorum !

Bebek katilleri konforlu hücrelerde yaşarken , eli kalem tutanlar işkence yuvalarında tutuluyor ! Mürekkebin tükürdüğü adaletiniz ancak bebek katillerine yarar !

Özgürlükçü müsünüz? Nah Özgürlükçüsünüz!
Adaletli misiniz? Nah adaletlisiniz!
Tarafsız mısınız? Nah tarafsızsınız!

Kibarlıktan kırılanlar kusura bakmasınlar, betonlaşmış fikirleri kırmak için bu tür kabalıklar şart…

Salih Mirzabeyoğlu özgür olmalı ! Gökyüzüne bakarak yazmalı ideallerini…
İslamı anlayamayanlara sözleri derman olmalı…
Mürekkebi, çektiği işkencelerle ağlatmamalı sevdiklerini , yaptığı projelerle gülümsetmeli yüzleri…

Salih Mirzabeyoğlu özgürce yürümeli yolunda…Özgür olmalı , bebek katillerini koruyan adalet onun kapısını da çalmalı…
Kaynak: http://www.sivildusunce.com/2011/01/salih-mirzabeyogluna-ozgurluk/

`Ateşten Yıllar` ve `Salih Mirzabeyoğlu`na Özgürlük`
Teodora Doni
09 Mays 2011

Gazetemiz Yeni Şafak yazarlarından Abdulkadir Selvi`nin Nesil Yayınları`ndan çıkan "Ateşten Yıllar" adlı son kitabını okuduğumda bir kere daha anladım ki bu günlerde olup bitenleri daha iyi anlayıp kavrayabilmek için öncelikle geçmişi her yönüyle ve tüm gerçekleriyle bilmek gerekiyor.

Çünkü "Ateşten Yıllar", Bediüzzaman Said Nursi üzerinden gelişen siyasi tartışmaların alevlendiği üç kritik dönemin belgeleri, tutanakları arasından çıkıp gelmiş bir araştırma... Gerçekten çok emek verilen, çok kapsamlı bir araştırmanın ürünü olan bu kitabı; sadece siyasetle ilgilenenler değil geçmişi bilerek yaşadığımız günleri anlamak böylece geleceği de doğru yorumlamak isteyen herkes kesinlikle okumalı bence.

"27 Mayısçılar sadece siyasi iktidarı alaşağı etmemişti. Ordunun içinde de geniş bir kıyıma girmiş iki yüz yirmi generalin bir gecede orduyla ilişiği kesilmişti. Tasfiyeler, tutuklamalar, ihanetler, ihbarlar; darbe döneminden nemalanma çabalarına eklenince korku dolu günler yaşanmaya başlamıştı. İnsanlar `belki beni ihbar eder` korkusuyla dostlarından bile uzak duruyordu" diye anlatılan ateşten yıllar.

"27 Mayıs ihtilali en acımasız ve en korkunç yüzünü, aralarında cumhurbaşkanının, başbakanın, bakanların, milletvekillerinin bulunduğu Demokratların dipçik altında itile kakıla Yassıada`ya tıkılması, diğeri ise Said Nursi`nin mezarının parçalanması olayıyla gösterdi. Çünkü bu mezardan başka mezarlara yollar açılacaktı. Bediüzzaman`ı mezarında rahat bırakmayanlar, bir yıl sonra bu kez Menderes`i hasta yatağından alıp, bir öğle vakti ipe çekeceklerdi" diye anlatılan ateşten yıllar.

O dönemde ileri sürülen "Said Nursi`nin naaşı denize atıldı" iddiasını çürüten belgelere de yer veren bu kitaptan haberdar olduğum gün, televizyon kanallarından Usame Bin Ladin`in öldürüldüğüne(!) ve denize atıldığına (!) dair ilk haberleri dinlediğim gündü. İlginç değil mi. Nasıl da aynı zihniyet. Denize atıldı diyerek yalanlarını, oyunlarını, zulümlerini gizleyeceklerini, gerçeğin üstünü örteceklerini sanıyorlar. Tıpkı ülkeleri işgal ederken, biz oraya demokrasi götürüyoruz dedikleri gibi.

Aslında sadece Türkiye değil bütün İslam ülkeleri, ateşten yıllar değil tam anlamıyla ateşten bir yüzyıl yaşadı ve şu günlerde Ortadoğu`da, Afrika`da, Kafkasya`da, Balkanlar`da ve Ortaasya`da olup bitenlere bakılırsa ne yazık ki İslam Milleti`nin ve tüm mazlumların ateşten yılları devam ediyor. Zalimlerin fitne fesat oyunları da...

Beklemedikleri bir anda Tunus`ta başlayan halk ayaklanmasının diğer ülkelere de sıçrayacağını öngören bu zalimlerin bundan sonraki ayaklanmaları kendi kontrollerinde istedikleri gibi şekillendirmek için Mısır`da da Libya`da da, Yemen`de de, Suriye`de de; dinamitleri de kendileri koydular fitilleri de kendileri ateşlediler diye düşünüyorum. Tam da bu noktada tüm İslam Milleti Türkiye`den meydanı bu zalimlere bırakmamasını, mazlum ve kardeş halkların yanında etkin bir şekilde yer almasını bekliyor.

Peki Türkiye ne yapıyor. Siyasilerin her geçen gün seviye kaybeden atışmalarını hep birlikte izliyoruz ne yazık ki. Keşke üzücü olan sadece seviye kaybı olsa... Bir yandan karşılıklı hakarete ve tehditlere varan söylemler çoğalırken diğer yandan aynı şekilde insanlarımızın canına kast eden bence oldukça provokatif saldırılar da hızla artıyor. Yani zalimler bu ülkede de büyük bir fitne fesat oyunu için yine iş başında.

Oysa insanlar nasıl da umutlanmıştı, artık her şey güzel olacak diye. Artık barış gelecek, huzur sağlanacak, sofralar bereketlenecek diye. Artık insanca yaşanacak ve ülke tüm özgürlüklerin güvence altına alındığı yepyeni bir anayasaya kavuşacak diye. Artık yeni Nazım Hikmet`lere, Said Nursi`lere, Necip Fazıl`lara sahip çıkılacak diye.

Oysa yine insanlar düşüncelerini yazdığı için hapiste. Elbette görünürde düşünmek ve düşündüğünü yazmak artık suç değil ama suya sabuna dokunmamak şartıyla. Eğer yazdıklarınızda, söylediklerinizde iyi, doğru ve güzel için insanlara bir çağrı; kötü, yanlış ve çirkin için bir eleştiri varsa suçlanmanız için yeterli olabiliyor. Kendinizi her an yasadışı örgüt lideri olarak bulabiliyorsunuz mahkeme karşısında.

Ömür boyu hapse mahkûm Salih Mirzabeyoğlu bunun sayısız örneklerinden biri sadece. Bütün eylemi sayısız esere imza atmaktan ibaret olan Salih Mirzabeyoğlu yıllardır demir parmaklıkların arkasında ve bugün doğum günü. "Salih Mirzabeyoğlu`na Özgürlük" kampanyasını başlatan arkadaşları birkaç gün önce bana gönderdikleri mesajda; 9 Mayıs 2011 Saat 13.30`da yani bugün Salih Mirzabeyoğlu`nu ziyarete gideceklerini, doğum gününde yalnız bırakmayacaklarını, içeri giremeseler de, avukatları aracılığı ile kendisine iletmek istedikleri mesajları yollayacaklarını yazmışlardı.

Ben de mesajımı buradan yazıyorum umarım iletilir Salih Mirzabeyoğlu`na. Kendisinin 28 Mayıs 2010 tarihinde Telegram (zihin kontrolü) işkencesi altında, Carlos`a "Başyücelik Devleti" adlı eserinin İngilizcesini imzalarken avukat görüşü sırasında yazdığı metni aynen tekrar ederek:

"İslam davasının kahraman devrimcisi Salim Muhammed (Carlos)a... Daha henüz ölmedik. Söyleyecek sözümüz var ve görüşmek dileğimiz ümitten öte birgün buluşuruz İnşallah! Öncü rolünü unutma aziz Gönüldaş! Allah her iki dünyada yüzünü güldürsün sana hayırlı ve mutlu günler diliyorum kurtuluşa ermen dualarımla." (Söz Çakal Carlos`ta –Tahkim Yayınevi)
YENİŞAFAK

Telegram İşkencesi'ne CHP'den Tepki
26 Kasm 2010
Salih Mirzabeyoğlu'na uygulanan Telegram işkencesine bir tepki de Cumhuriyet Halk Partisi'nden geldi... Salih Mirzabeyoğlu ismi anıldığı zaman kaçacak delik arayan sözüm ona İslami Kesin,C.H.P'nin gösterdiği tepki kadar bile tepki gösteremiyor.

Salih Mirzabeyoğlu’na uygulanan Telegram işkencesine bir tepki de Cumhuriyet Halk Partisi’nden geldi...

Salih Mirzabeyoğlu’nun maruz kaldığı Telegram işkencesiyle alâkalı olarak parti ve sivil toplum örgütlerini gezen grup, 22 Kasım 2010 tarihinde Cumhuriyet Halk Partisi Genel Merkezi’ne bir ziyaret gerçekleştirdi.

Cumhuriyet Halk Partisi’nde üst seviyede karşılanan ve büyük bir alâka gören grup, Genel Sekreter Gürsel Tekin’e Mirzabeyoğlu’nun maruz kaldığı Telegram işkencesi hakkında bilgi verdi.

Son derece olumlu geçen ziyaretin ardından medya mensuplarının yoğun ilgisiyle karşılanan grup üyeleri, medya mensuplarını Gürsel Tekin’le yaptıkları görüşmenin mahiyeti hakkında bilgilendirdi, sunulan dilekçenin örneğini kendilerine takdim etti.

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreteri Gürsel Tekin ile görüşme yapan grup üyelerinden Bilgisayar Mühendisi Hatice Toker, şu açıklamayı yaptı:

“Biliyorsunuz ki bizler, S. Mirzabeyoğlu’na uygulanan Telegram işkencesi hakkında, onları bilgilendirme maksadıyla her hafta bir parti genel merkezini ziyaret etmekteyiz. Bu çerçevede geçtiğimiz hafta AK Parti’yi ziyaret ettik, bu hafta da Cumhuriyet Halk Partisi’ni…

Cumhuriyet Halk Partisi’nde son derece büyük bir ilgi ve sıcaklıkla karşılandığımızı bilhassa belirtmek isteriz.

Gürsel Tekin bey, görüşme talebimizi hemen kabul etti, MKYK toplantısı bölerek yanımıza geldi ve bizi odasında ağırladı.

Son derece sıcak geçen sohbette kendisine meramımızı ilettikten sonra, Telegram işkencesinden haberdar olup-olmadığını sorduk.

Bu sorumuz üzerine Sayın Gürsel Tekin;

“Bu tür işkence metodları herkesin malûmu… Bunlar özellikle Amerika merkezli yapılan işkenceler olsa gerek. Mesele son derece insanîdir, bu yönüyle hepimizin meselesidir. Meşhur sloganda geçtiği gibi; susma sustukça sıra sana gelecek… Sayın Mirzabeyoğlu’na yapılan işkenceye karşı bir şey yapmak lâzım. Ben parlamento üyesi olsaydım hemen bir soru önergesi vererek meselenin üzerine gidebilirdim. Ancak biliyorsunuz parlamento üyesi değilim. Fakat Sayın Genel Başkanımızla görüşeceğime, bu konunun gündeme gelmesi ve işkencenin önlenmesine dair elimizden geleni yapacağımıza emin olabilirsiniz. Ülkede yıllardır sahte bir gündem var... Irak’ta milyonlarca insan öldürülürken bizler sahte gündemlerle avutuluyoruz. Suni gündemlerle zaten yeterince vakit kaybettik, daha da kaybedemeyiz. Burada söz konusu olan Salih beyin maruz kaldığı işkencedir. Mesele, sulandırılamaz.” dedi.

Ardından da partisinin hukukçu kurmaylarından olan Konya Milletvekili Sayın Atilla Kart’ı arayarak, meseleyle bizzat ilgilenmesini söyledi.

Sayın Atilla Kart’tan bizim adımıza randevu aldı. Salih beye uygulanan Telegram işkencesi nihayete erene kadar herkesle görüşmeye, her platformda meselenin takipçisi olmaya kararlıyız.

İŞTE O DİLEKÇE

CUMHURİYET HALK PARTİSİ GENEL BAŞKANLIĞI’NA

ANKARA

KONU : Bolu F Tipi Cezaevi’nde tutulan Salih Mirzabeyoğlu’nun maruz kaldığı Telegram işkencesi hakkında.

AÇIKLAMALAR:

Salih Mirzabeyoğlu; şiirden hikayeye, romandan resime, mitolojiden fiziğe, estetikten hukuka, iktisattan edebiyata kadar birçok alanda yazılmış 56 tane kitabın altında imzası olan, eserleri yurtiçinde ve yurtdışında birçok kişi tarafından takip edilen bir fikir ve sanat adamıdır.
Ancak ne yazık ki; üreten birçok fikir adamı ve sanatçı gibi O da cezaevinde tutulmakta ve yine birçok fikir adamı ve sanatçı gibi O da eserlerinden daha ziyade maruz kaldığı saldırılarla anılmaktadır.
Kendisi tam 11 yıldır cezaevindedir. 11 yıllık cezaevi hayatının son 5 yılını tek kişilik hücrede geçirmekte, yıllardır Telegram –Zihin Yönlendirme- işkencesine maruz kalmaktadır.
Bir fikir adamına yapılan işkenceyi önlemek; hükümetin en temel görevlerinden biri olsa da mevcut hükümet bu konuda son derece duyarsız bir tavır sergilemektedir.
İsminde “Adalet” gibi ulvî bir ideal geçen Hükümet Partisi’nin isminin tam zıddı yönünde icraatlara imza atmasının, Başbakan, Bakan ve milletvekilleri başta olmak üzere AKP’nin bütün üyelerinin Telegram işkencesinden haberdar olmasına rağmen işkenceyi önlemeye dair hiçbir şey yapmayıp ısrarla sessiz kalmasının, dünyanın hiçbir yerinde görülmeyecek bir şekilde kanunu geriye yürüterek O’nu tek kişilik hücreye koymasının tek bir sebebi olabilir: Diktatörlük arzusu.
Kendinden olmayanı yok sayan, onu öteleyen, farklılıkları törpüleyen, daha da olmadı mesnetsiz iddialarla cezaevinde tutanların hükümet ettiği bir dönemde Salih Mirzabeyoğlu’nun kanunun geriye yürütülerek tek kişilik hücrede tutulmasının ve yıllardır işkenceye maruz kalmasının bizce en önemli sebebi; mevcut hükümet eliyle yürütülen yıkma, imha etme ve insanları sefilleştirme projesinin tatbik edilmesine karşı olmasıdır.
“Yandaş değilse yok say”, “Yandaş değilse herşey mübahtır”, “Yandaş değilse vurun söyletmen” anlayışını temsil eden hükümet üyelerinin yapılmasına tam 9 yıldır göz yumduğu Telegram işkencesi;
- Mevzuunda otorite olanlar tarafından da ifade edildiği üzere; 'modern

bilim'in bir neticesi ve toplamı olup, çok veçhelidir.

- Felsefî, fizikî, ruhî, ilmî, tıbbî, teknik, mühendislik, metafizik, psikolojik, parapsikolojik, nörofizyolojik, vd. disiplinler zaviyesinden izah bekleyen birçok hususiyeti vardır.

- Hedef; insan iradesi olup, gaye; insan iradesini parçalamak, şahsiyetini ezmek ve onu tedricî olarak “güdülmeye teşne bir nesne” hâline getirmektir.

- İşkencenin birçok çeşidi olup, isbatı en zor ve bu yüzden de en dayanılmaz olanı; elektro-manyetik dalgalarla yapılanıdır.

- Elektro-manyetik dalgalarla yapılan işkenceyi bildik ve hâkim ispat

mantığıyla ispatlamak mümkün değildir.

- Telegram -Zihin Yönlendirme- işkencesini ispatlama külfetinin, son derece kolaycı ve zalimane bir tavır sergileyerek, işkenceye maruz kalan kişiye yüklenmesi, şu ân itibariyle reddi mümkün olmayan ve artık iyice avamîleşen meselenin psikiyatrik bir vakıa gibi algılanması, meselenin taraflarına baştan savıcı bir tavırla “bir dilekçeyle müracaat edin, gereğini yapalım, gerekirse doktora sevkedelim” gibi laflar edilmesi; işkencenin önemli bir unsuru ve hatta bizatihi kendisidir.

8- Bütün dünyada birçok mağduru olan Telegram işkencesine maruz kalan Salih Mirzabeyoğlu, yaşadığı işkenceyi “Telegram”, “Ölüm Odası” eserleri başta olmak üzere birçok kitabında yazmış, onu temellendirmiş, tafsilatlı bir şekilde anlatmış, bütün bu süreçte de 15 tane kitaplık çapta eser vermiştir.

9- Salih Mirzabeyoğlu'nun mesnetsiz bir şekilde cezaevinde tutulduğu, kanunun geriye yürütülmek suretiyle tam 5 yıldır 3 metrekarelik bir hücrede yaşamak zorunda bırakıldığı yetmiyormuş gibi bir de yıllardır Telegram işkencesine maruz kalmasına mukabil Hükümet Partisi’nin gösterdiği âciz tavır, herkes gibi, O'nun kitaplarını yakından takip eden bizleri de derin bir üzüntü, kaygı ve çeşitli arayışlara sokmaktadır.

10- İşkenceyi önlemek hükümetin; hükümetin her türlü izahtan vareste olan âcizliğini dile getirmek, yanlışlarını göstermek, diktatörlük heveslerine engel olmak ise muhalefetin, bilhassa da ana muhalefet partisinin görevidir.

TALEP :

Aşağıda imzası olan bizler son derece kritik bir dönemde “ana muhalefet” gibi ciddi bir misyona sahip olan Sayın partinizin Sayın yetkililerinden;

Sırf fikirden dolayı cezalandırmanın geri dönüşü olmayacak bir şekilde tarihe karışması gerektiği bir dönemde hükümet olan, ancak diktatörlük hevesinin tezahürü hâlinde kendinden olmayan ne kadar gazeteci, yazar, sanatçı, akademisyen ve fikir adamı varsa hepsini mahkûm etmeye çalışan, “her türden işkenceye sıfır tolerans” diyen, ancak yıllardır uygulanan birçok işkenceye göz yuman hükümet partisini;

- Salih Mirzabeyoğlu'nun şartlarının iyileştirilmesi,

- Maruz kaldığı işkencenin son bulması,

- İşkencecilerin bir ân önce bulunup, Türk yargısının önüne çıkarılması

hususunda gerekli çalışmaları ivedilikle yapması yönünde uyarmasını,

- Kendinden olmayanı yok sayan diktatörlük heveslilerinin icraatlarına engel olmanın gereği hâlinde bir fikir adamına uygulanan işkenceyi her mahfilde dile getirmesini talep eder, gereğinin yapılmasını saygılarımızla arzederiz. 22/11/2010.

EK-1: İmza listesi.

EK-2: Salih Mirzabeyoğlu'nun avukatlarının mevzuyla alâkalı olarak yaptığı

açıklamaların metinleri.

İrtibat: Şükrü Sak : ( sukrusak@gmail.com)

CHP Mirzabeyoğlu İçin Soru Önergesi Verecek!
28 Kasm 2010
Cumhuriyet Halk Partisi Konya Milletvekili Atilla Kart:
Salih Mirzabeyoğlu'na uygulanan Telegram işkencesi hakkında en kısa zamanda bir soru önergesi vereceğiz.

Salih Mirzabeyoğlu’na yapılan işkenceden parti ve sivil toplum örgütlerini haberdar edip, onları harekete geçirmeyi hedefleyen grup, 22 Kasım 2010’da, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin’i makamında ziyaret etmiş, G. Tekin’in büyük bir alâkası ile karşılaşmıştı.

Bizzat G. Sekreter Gürsel Tekin tarafından CHP’nin hukukçu kurmaylarından Atilla Kart’a yönlendirilen grup, 24 Kasım 2010’da, saat 11’de, özellikle yolsuzluk ve işkenceye karşı verdiği mücadelelerle tanınan ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin hukukçu kurmaylarından olan Atilla Kart’ı Meclis’teki makamında ziyaret etti.

Son derece olumlu bir havada geçen ve 1 saat kadar süren görüşmede, grup üyeleri Salih Mirzabeyoğlu’na yapılan hukuksuzluk ve işkenceler hakkında Atilla Kart’a yazılı ve sözlü bilgiler verdi.

Ziyaretine gelen heyeti büyük bir dikkatle dinleyen Atilla Kart, hukukçu olması hasebiyle olsa gerek, Mirzabeyoğlu Davası’nda işleyen hukuk mantığına özellikle dikkat kesildi, Mirzabeyoğlu’nun avukatlarıyla da görüşmek istediğini belirtti.

Telegram işkencesi hakkında malûmat sahibi olduğu gözlenen A. Kart, grup üyelerince kendisine sunulan ve Salih Mirzabeyoğlu’nun avukatlarından olan Av. Ali Rıza Yaman ile yapılan röportajda geçen “İslâmcı camia Salih Mirzabeyoğlu’na yapılan işkenceyi niçin gündeme getirmiyor?” suâli hakkında; “Bu çok mühim bir sorudur. Müsaadenizle ben de aynı soruyu sormak istiyorum.” dedi.

Atilla Kart ile görüşme yapan heyet şu kısa açıklamayı yaptı:

“Sayın Mirzabeyoğlu’na yapılan işkence hakkında bilgilendirmek için Sayın Gürsel Tekin’i 22 Kasım’da ziyaret etmiştik. Gürsel bey büyük bir alâkayla bizi dinlemiş ve Atilla bey’den adımıza randevu almıştı. 24 Kasım’da ziyaretine gittiğimiz Sayın Atilla Kart da en az Gürsel Tekin kadar bize derin bir ilgi ve alâka gösterdi. Kendisine sunduğumuz yazılı bilgileri büyük bir dikkatle okudu. Salih Mirzabeyoğlu’nun hukukî sürecini ve yaşadığı işkenceyi sordu. Aktarabildiğimiz kadar aktardık. Verdiğimiz bilgiler üzerine; Mirzabeyoğlu Davası’nda uygulanan mantığın hukuk adına bir facia olduğunu söyledi. Kanunun geriye yürütülmesi suretiyle Salih beyin tek kişilik hücreye konulmasının, herkesten ve her şeyden tecrit edilmesinin, bunlar yetmiyormuş gibi bir de Telegrama maruz kalmasının, bütün bunların da İslâmcılık iddiasındaki bir partinin iktidarı döneminde olmasının sebebini merak etti ve Av. Ali Rıza Yaman’la yapılan röportajda geçen; “İslâmcı camia Salih Mirzabeyoğlu’na yapılan işkenceyi niçin gündeme getirmiyor?” suâlini sordu. Uygun görürlerse, Salih beyin avukatlarıyla da görüşmek istediğini söyledi. Meselenin bir insanlık, hukuk ve vicdan sorunu olduğunu belirtti. Gerekli çalışmaları yaptıktan sonra geniş katılımlı bir soru önergesi vereceğini söyleyen Sayın Atilla Kart, “Hassasiyetiniz ve bizi bilgilendirdiğiniz için teşekkür ederiz. Buraya her zaman gelebilir, talebinizin sonucunun ne olduğunu takip edebilirsiniz.” dedi. İlgi ve alâkasından dolayı Sayın Atilla Kart’a ve onun şahsında meseleyle alâkadar parti üyelerine teşekkür ederiz.”

Mehmet EKİCİ: “Salih beyin maruz kaldığı Telegram
işkencesi hakkında toplumsal duyarlılık oluşturmak gerekir!”

01 Aralk 2010
Telegram işkencesini her mahfilde dile getirmeyi kendine misyon edinen, bu çerçevede ilk önce Adalet ve Kalkınma Partisi’ni ardından da Cumhuriyet Halk Partisi’ni ziyaret eden grup, 29 Kasım 2010 tarihinde, saat 14.00’de, Milliyetçi Hareket Partisi’ne bir ziyaret gerçekleştirdi.

Cumhuriyet Halk Partisi’nde Genel Sekreterlik düzeyinde ağırlanan grubu, Milliyetçi Hareket Partisi’nin Merkez Yönetim Kurulu Üyesi Mehmet Ekici ağırladı.

Grup üyeleri, MHP Yozgat Milletvekili M. Ekici’ye Salih Mirzabeyoğlu’na uygulanan Telegram işkencesinin yanı sıra maruz kaldığı hukuksuzluk hakkında hem yazılı ve hem de sözlü olarak bilgi verdi.

Bir saate yakın süren görüşmede Telegram işkencesi hakkında malûmat sahibi olduğu gözlenen Mehmet Ekici;

“Salih beyin maruz kaldığı işkencenin bildik yöntemlerle ispatlanamaz oluşu bu işkenceyi daha da ağırlaştırmaktadır. Bu konunun birçok kimsece bilinmesine rağmen yüksek sesle konuşulmamasının sebebi de bu olabilir. Ancak ciddi bir toplumsal duyarlılık oluşturmak, herkesi meseleye duyarlı hâle getirmek gerekir.” dedi.

Grup üyelerinden Gönül Bulut;

“Bizim açımızdan bir hayli ilginç ve yapıcı bir görüşme oldu. Yaptığımız her görüşmede; Telegram işkencesinin esasında herkes tarafından, net bir şekilde ve Sayın Mirzabeyoğlu’ndan dolayı bilindiğini müşahede ediyoruz. Sayın Ekici’nin de söylediği gibi; bu konuda bir toplumsal duyarlılık oluşturmak şart. Bu faaliyet kapsamında, her kesimle görüşecek, onları ziyaret edecek, Sayın Mirzabeyoğlu’nun maruz kaldığı işkencenin bir insanlık, bir vicdan, bir hukuk, bir ahlâk sorunu olduğunu, bu yönüyle de bütün bir toplumu ilgilendirdiğini ısrarla anlatacağız. Yaptığımız ilk ziyaretin duyulmasının hemen ardından bizlere sürekli olarak destek telefonu geliyor… “Bizler de Ankara’ya gelelim, sizinle birlikte olalım” deniliyor. Onlara teşekkür ediyoruz. Ankara’ya tabi ki gelsinler, misafirimiz olsunlar. Ancak unutulmasın ki; herkesin Telegram işkencesine dair yapacağı bir şeyi mutlaka vardır. Ve herkes bulunduğu ilde, ilçede ve hatta köyde bizim yaptığımıza benzer faaliyeti yapabilir meselâ. Toplumsal duyarlılık da böyle oluşur. Ankara bu işin bir ayağıdır. Önemlidir. Çünkü merkezdir. Çevreden ciddi bir tepki, ciddi bir duyarlılık gelmesi hâlinde merkezin daha çabuk harekete geçtiğinin en canlı şahidi; tarihtir.” dedi.
haberanajans

"Salih Mirzabeyoğlu'na Yapılan İşkence Kabul Edilemez!"
07 Aralk 2010
Faaliyetlerini; Salih Mirzabeyoğlu'na uygulanan işkenceden herkesi haberdar etmek, Telegrama ilişkin kim, ne tepki veriyor, buna dair tarihe naçizâne bir not düşmek olarak özetleyen ve gittikleri her yerde büyük bir alâka ile karşılaşan grup, 6 Aralık 2010'da, Saadet Partisi'ni ziyaret etti.

Cumhuriyet Halk Partisi’nde Genel Sekreterlik, Milliyetçi Halk Partisi’nde Genel Başkan Yardımcılığı seviyesinde ağırlanan grubu, Saadet Partisi’nde Teşkilatlardan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Birol AYDIN karşıladı.

Kendisini ziyarete gelen grubu büyük bir ilgi ve alâka ile dinleyen Birol AYDIN; Salih Mirzabeyoğlu’na yapılan işkencenin kabul edilemez olduğunu belirtti, “Allah yardımcısı olsun.” temennilerinde bulundu.

Saadet Partisi’nin Salih Mirzabeyoğlu’na dair bir taleple ziyaret edildiğini öğrenen Milli Gazete de gruba ayrı bir ilgi ve alâka gösterdi, kendilerini ağırladı, grup üyelerinden Adeviye Yeşiloğlu ve Gönül Bulut ile bir röportaj yaptı.

Gönül Bulut konu hakkında şu açıklamayı yaptı:

“Niçini ve nasılı artık herkesçe bilinen ziyaretlerimizi bu hafta da gerçekleştirdik. Saadet Partisi’ni ziyaret ettik. Böyle bir ilgi ve alâkayı işin açıkçası bekliyorduk. Sayın Birol Aydın’a hem Salih beye yapılan hukuksuzluk ve hem de işkence hakkında malûmat verdik. Büyük bir dikkatle bizleri dinleyen Birol Aydın son derece içten gelen bir tavırla; “Yıllardır işkence gören Salih beyin Allah yardımcısı olsun” dedi ve hemen partinin iki numaralı ismi ve Anayasa Profesörü Mustafa Kamalak beyefendiyi aradı. Sayın Mustafa Kamalak’dan bizim adımıza randevu aldı. Bu arada pek de beklemediğimiz bir gelişme oldu. Mirzabeyoğlu’na dair bir taleple Saadet Partisi’ni ziyaret ettiğimizi öğrenen Milli Gazete’nin muhabirleri bizi gazetelerinde ağırlamak istedi. Kısa bir görüşmenin ardından, röportaj da yapmak istediklerini belirttiler. Biz de bu teklifi kabul ettik, Salih Mirzabeyoğlu’na uygulanan hukuksuzluk ve işkence hakkında hem yazılı ve hem de sözlü malûmatlar verdik.”

“Ziyaretlerde aldıkları intibaların ne yönde olduğu” sorusuna Gönül Bulut;
“Hem kendim ve hem de grup üyeleri adına söylersem; şimdiye kadar hep iyi karşılandık. Bu ziyaretlerimizde, meseleye dair gerekli duyarlığın şimdiye kadar pek de gösterilmemesinden dolayı, duyulan derin bir mahcubiyeti sezdik. Mevzu; bir insanlık, ahlâk, vicdan sorunudur. Meseleyi böyle vaz’ettiğimiz zaman daha bir fark ederiz ki; işkenceyi kimin dile getirdiğinden daha ziyade, ehemmiyet belirten husus Telegram ve Telegram’a 11 yıldır maruz kalan Salih Mirzabeyoğlu’dur. Bahse mevzu olan Salih Mirzabeyoğlu ise; gerisi teferruattır. Biz sadece ve sadece O’na bakarız. Ve O’nu esaretten kurtulmuş görene kadar, faaliyetlerimize devam edeceğiz.” dedi.

Mirzabeyoğlu'na kimler işkence yapıyor?
09 ARALIK 2010
Yayınlanmış 56 eseri olan ve örgüt lideri olduğu iddiasıyla yargılanarak idam cezası alan Salih Mirzabeyoğlu, 11 yıldır Telegram (Zihin yönlendirme) işkencesine maruz kaldığı iddiasıyla yeniden gündemde.

Mirzabeyoğlu'na yapılan işkenceyi Ankara'ya taşıyan bir grup sivil girişimci, Adalet Bakanlığı ve hükümet yetkililerinden bir an önce bu uygulamaya son verilmesi çağrısında bulundu.

Sivil girişimciler, Salih Mirzabeyoğlu'na Telegram işkencesi yapıldığı gerekçesiyle Ankara'da, başta AKP olmak üzere CHP, MHP ve Saadet Partisini ziyaret ederek, insan haklarına ve hukuka aykırı olan bu işkencenin bir an önce sona erdirilip, sorumluların yargılanmasını istedi.

AKP'de Abduldakir Aksu ve AKİM'e dilekçe veren, CHP'de Gürsel Tekin, MHP'de Mehmet Ekici, Saadet Partisi'nde de Birol Aydın ile görüşen sivil girişimci grubun sözcüleri Ayşe Tercan ve Adeviye Yeşiloğlu, Mirzabeyoğlu'nun 12 yıldır cezaevinde ve tam bir tecrit altında yaşadığını vurguladı. Sivil girişimci grubun sözcülerinden Ayşe Tercan; "Salih Mirzabeyoğlu 12 yıllık cezaevi hayatının son 6 yılını 3 metrekarelik bir hücrede geçirmekte, 11 yıldır da Telegram (Zihin Yönlendirme) işkencesine maruz kalmaktadır. Telegram, düşünce formunun, sistem zihniyetinin dışarıdan değiştirilmesi teşebbüsüne ve bu maksatla iradenin, kimliğin, kişiliğin parçalanmasına yönelik olarak yapılan bir işkence türüdür. Hedefi, insan iradesinin teshir ve zapt altına alınıp, istenildiği gibi yönlendirilmesidir" dedi.

Bu işkencenin bildik ve hâkim ispat mantığıyla ispat etmenin mümkün olmadığını, zaten işkencenin hedefinin de bu olduğunu ifade eden Adeviye Yeşiloğlu ise; "Her türden işkenceye sıfır tolerans diyen ancak yıllardır uygulanan birçok işkenceye göz yuman Hükümet Partisi'ni, Salih Mirzabeyoğlu'nun şartlarının iyileştirmeye, maruz kaldığı işkencenin son bulmasını sağlamaya, işkencecileri bir an önce bulup yargı önüne çıkarmaya davet ediyoruz. Bir fikir adamına yapılan işkence hususunda duyarlı olmak, her Müslüman'ın görevidir." diye konuştu.
Millî Gazete

Hukuk devletinin neresindeyiz?
17 Mart 2010
Ebubekir Sifil

Yüzde 99'unun Müslüman olduğu sıkça söylenen bir ülkede yaşıyoruz ve en büyük mağduriyetlere bu ülkede Müslümanlar maruz bulunuyor. Müslüman bir hanımın, çarşafıyla gittiği bir resmî kurumda ne tür bir "psikolojik baskı"ya maruz kaldığını, "mahalle baskısı" naraları atanlar elbette düşünmez. Bu, adaleti sağlayıp haksızlığı engelleme iddia ve sorumluluğundaki hukuktan başlayıp icraya kadar uzanan geniş yelpazede sorumluluk makamında olan herkesin ortak problemi olmalıdır.

Bir an için farz edelim ki, "mahalle baskısı" diye bir olgu gerçekten var ve bazı kesimler ahlak anlayışlarına, geleneklerine ve inançlarına aykırı işlerin gözlerinin önünde icra edilmesinden hoşlanmıyor; lise çağındaki gençlerin, ellerinde bira kutularıyla mahalle aralarında, parklarda kızlı-erkekli "free takılması"nı doğru bulmuyor ve tepki gösteriyor.

Diyelim ki bu tepki, onların özgürlüklerini kısıtlamak anlamına geldiği için yanlıştır. Ancak "mahalle baskısı" olgusunun hiçbir yaptırıma tekabül etmediği, ayrıca belirtmeye gerek bırakmayacak kadar açıktır.

Madalyonun öbür yüzünü çevirdiğimizde karşımıza "kanun baskısı" çıkıyor. Bu ülkede "mahalle baskısı" diye bir şeyden söz etmek doğruysa, bunun "kolluk gücü korkusu"na dönüşmesinin söz konusu olmadığı aşikâr. "Kanun baskısı"nın, kitlesel travamalara yol açan genişlik ve derinlikte etkiler yaptığını ona maruz kalan geniş kitleler çok iyi biliyor.

Burada bir noktanın altını özellikle çizelim: "Kanun baskısı" dediğim şeyin hukukla hiçbir ilişkisi yoktur. Bu ikisi arasındaki fark, "kanun devleti" ile "hukuk devleti" arasındaki farka tekabül eder. Bu ülkede yargının, kimi zaman "hukuka aykırı" olduğu halde "kanuna uygun"luk gerekçesiyle tartışmalı kararların altına imza atabildiğini, kolluk kuvvetlerinin ise, "kanuna uygunluğun" dahi temin edilemediği pek çok olayda "kitabına uydurma" anlamına gelen uygulamalar yapabildiğini söylemek ne yazık ki şaşırtmıyor.

Hukuk mekanizmasının işletiliş biçimindeki tutarsızlıkların ve bunun ortaya çıkardığı arızalı durumun çarpıcı tezahürlerinden birini Salih Mirzabeyoğlu olayında görüyoruz.

Mirzabeyoğlu bir fikir adamı. Herhangi bir terör eylemiyle herhangi bir biçimde irtibatı olmamış. 1998'de terör örgütü liderliği suçlamasıyla yargılandı ve müebbet hapse mahkûm oldu. Türkiye kamuoyu, şu anda Bolu F tipi cezaevinde tek kişilik bir hücrede tutulan Mirzabeyoğlu'nun mahkûmiyeti ile birlikte farklı bir kavramla da tanıştı: Telegram.

Karmaşık bir yapısı ve pek çok çeşidi olduğunu öğrendiğimiz telegram, işkencenin "çağdaş" versiyonu. İnsanda hem ruh, moral, hem de beden olarak çok yönlü tahribatlar yapan bu işkence türünün ispatı adeta mümkün değil ve Mirzabeyoğlu'nun avukatları, kendisinin yıllardır bu işkenceye maruz bulunduğunu söylüyor.[1]

11 yıllık cezaevi dönemi boyunca yazdığı 15 kitapla birlikte eserlerinin sayısı 56'yı bulan Mirzabeyoğlu'nun aldığı bu ceza ve maruz kaldığı işkencenin "fikir özgürlüğü" ile nasıl bağdaştırıldığı araştırmaya değer bir husus...

Masum insanların hayatına kast eden eylemlere bulaşmış olmak İslam'ın hiçbir şekilde onaylamadığı bir husus. Samimi bir mü'minin, günahsız insanların canına kast etmesi ya da buna teşvik etmesi elbette düşünülemez. Mirzabeyoğlu'nun da bu tür bir eyleme iştiraki ya da teşviki ispat edilmişse cezalandırılması normaldir. Ama sağduyu ve vicdan sahibi insanların avukatlarının beyan ve iddialarına kulak vermezlik etmesi de mümkün değil.

Bu ülkede hukuk adına, insan hakları ve özgürlükler adına yazıp konuşan kimse ve kesimlerin bu olay hakkında ısrarlı bir suskunluk içinde olması gerçekten son derece manidar.

[1] Bu konuda bkz. http://www.timeturk.com/Mirzabeyoğluna-yapılan-işkenceleri-anlattı_115642-haberi.html
Milli Gazete - 15 Mart 2010

BBP GENEL BAŞKANI YALÇIN TOPÇU:
"SALİH MİRZABEYOĞLU'NUN ŞARTLARININ İYİLEŞTİRİLMESİ İÇİN ELİMİZDEN GELEN YAPACAĞIZ."

16 Aralk 2010
Salih Mirzabeyoğlu’na uygulan Telegram işkencesi konusunda herkesi bilgilendirmeyi amaçlayan grup 15 Aralık Çarşamba günü, Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Yalçın Topçu ile görüştü.

Salih Mirzabeyoğlu’nun maruz kaldığı telegram işkencesi konusunda bilgilendirilen Genel Başkan Topçu; “Kendisinin de işkence gördüğünü, işkence ve cezaevi’ne yabancı olmadığını” belirterek; “Devletin İmralı’da kuyruğa girdiği bir dönemde, Müslüman bir lidere işkence yapılmasının kabul edilemeyeceğini, bu konu ile yakinen ilgileneceklerini” belirtti...

Hafta’ya Başbakan Recep Tayip Erdoğan ile bir görüşmesi olduğunu, bu görüşmede de bu mevzuyu mutlaka dile getireceğini ifade etti.

Salih Mirzabeyoğlu’nun Avukatları ile de görüşmek istediğini söyleyen Topçu, Mirzabeyoğlu’nun cezaevi şartları konusunda da iyileştirme yapılması gerektiğini belirtti.

Mirzabeyoğlu'nun fikrî yönü örtülmek istenmektedir
31 Aralk 2010
Türkiye Partisi Genel Başkanı Doç. Dr. Abdüllatif Şener:Mirzabeyoğlu'na yapılan Telegram işkencesi kabul edilemez!

Ankara’da parti genel merkezlerini gezen ve şimdiye kadar Abdülkadir Aksu, Gürsel Tekin, Mehmet Ekici, Temel Karamollaoğlu ve Yalçın Topçu ile görüşüp onlara Salih Mirzabeyoğlu’na yapılan Telegram işkencesini anlatan grup, 28 Aralık 2010 günü, saat 15.30’da Türkiye Partisi’ni ziyaret etti.

Oldukça samimi bir havada geçtiği öğrenilen ziyaret, iki saate yakın sürdü.

Salih Mirzabeyoğlu’na uygulanan Telegram işkencesinin yanı sıra Mirzabeyoğlu Davası hakkında da bilgilendirilen Abdüllatif Şener;

“Salih Bey'e yapılan işkence kabul edilemez bir durumdur. Yaşadığı hukuk süreci ise, bir hukuksuzluk örneğidir.” diyerek, Salih Mirzabeyoğlu’nun da uygun görmesi hâlinde, cezaevine bir ziyaret gerçekleştirebileceklerini ifade etti.

Salih Mirzabeyoğlu’na uygulanan ağır tecrite de değinen Genel Başkan A. Şener; “Mirzabeyoğlu’nun fikrî yönü örtülmek istenmektedir” dedi.

Büyük Doğu ekolünden gelen bir siyasetçi olduğunu belirten ve birçok şiiri ezbere bildiği kamuoyunca malûm olan Doç. Dr. Abdüllatif Şener; Salih Mirzabeyoğlu’nun “Aydınlık Savaşçıları” isimli eserini ezbere okudu.

Has Parti ve BDP’den randevu talep ettiklerini, randevu taleplerine cevap gelir-gelmez Has Parti ve BDP başta olmak birçok partiyi ziyaret etmek istediklerini belirten grup üyeleri şu açıklamayı yaptı:

“Sayın Şener’le oldukça samimi bir sohbet gerçekleştirdik. Gerek Abdüllatif bey ve gerekse eşi Berrin hanım bizi büyük bir dikkatle dinlediler.

Hem Telegram işkencesinden, hem Mirzabeyoğlu Davası’ndan ve hem de Salih Bey’in son eserlerinden kendilerini haberdar ettiğimiz için bizlere teşekkür ettiler.

Abdüllatif Bey’in sohbet esnasında Aydınlık Savaşçıları’nı okumaya başlaması, günün en güzel sürprizlerinden biriydi.

Konuya büyük bir duyarlılık sergileyerek bizi çok iyi ağırlayan Türkiye Partisi Genel Başkanı Abdüllatif Şener Beyefendi'ye ve eşi Berrin Hanım'a, teşekkür ediyoruz.”

Salih Mirzabeyoğlu İçin Cezaevi Önünde Kutlama!
10 Mays 2011
Bolu F tipi Cezaevinde yatmakta olan Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu için sevenleri ve gönüldaşları tarafından Cezaevi önünde doğum günü kutlaması düzenlendi...

Bolu F tipi cezaevinin önünde gerçekleşen etkinlikte Kuran_ı Kerimler okundu ve dualar edildi.Konya,Bursa,Yozgat ,Bolu,Ankara ve İstanbul'dan gelen ve aralarında çocuk ve kadınlarında bulunduğu topluluk Salih Mirzabeyoğluna iletilmek üzere doğum gününü tebrik eden mektupları avukatlarına vererek kendisine ulaştırılmasını istedi...

Muhabirimizin bildirdiğine göre , Mirzabeyoğluna giden tebriklerin içerisinde ise oldukça dikkat çeken bir kağıt gözlerden kaçmadı.İçeriye gül ve çiçek benzeri hiç bir şey alınmayan Bolu F tipi cezaevine bir seveni tarafından çizilen kara kalem gül çalışmasıda avukatları aracılığı ile Mirzabeyoğluna gönderildi.

12 yıla yaklaşan cezaevi ve hücresinde uygulanan Telegram işkencesinin sona ermesi için dulalar eden topluluğun akşam saatlerine kadar cezaevi önünde beklediği ve avukatlarından gelecek haberlere odaklandığı gözlerden kaçmadı. Avukatları Güven Yılmaz ve Ali Rıza Yaman'ın görüşme sonrası yaptığı açıklamalar ise sevenleri tarafından büyük bir coşku ve tekbirlerle karşılandı.

Mirzabeyoğlu'nun selam gönderdiği ve bu sürprizden ötürü oldukça sevindiği dışarıda ki kalabalığa iletildi. Daha sonra gurubun içinden bir bayan'ın Mirzabeyoğluna yazdığı şiir ise büyük bir dikkat ile dinlendi.Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in Gençliğe Hitabe'sini ise büyük bir ustalıkla seslendiren bir Baba ve oğlu gruptan büyük alkış aldı.

50'den fazla eser sahibi bir Fikir Adamının 12 yıla yaklaşan cezaevi ve F tipi hücrelerde süren hayatı 61 yaşına girdiği bugünlerde bir çok yazar ve gazetecininde gündemine geliyor.Salih Mirzabeyoğlu bilindiği gibi üzerine atılmış bir suçlama veya kanıt olmamasına rağmen 28 şubat döneminde DGM'lerce yargılanarak müebbet hapse mahkum edilmişti.
AnHaber
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş Ksm 20, 2014 9:45 pm tarihinde değiştirildi, toplam 64 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Arl 20, 2010 6:54 pm    Mesaj konusu: Müvekkilime Telegramla işkence yapılıyor Alıntıyla Cevap Gönder





Müvekkilime Telegramla işkence yapılıyor
20 Aralk 2010

İBDA-C lideri olduğu iddiasıyla gözaltına alınıp müebbet hapis cezasıyla cezalandırılan Salih Mirzabeyoğlu, 12 yıldır cezaevinde yatıyor. 11 yıldır telegram işkencesine maruz kaldığı söylenen Salih Mirzabeyoğlu, şu anda Bolu F Tipi Cezaevi'nde ve 6 yıldır 3 metrekarelik tek kişilik hücrede tutuluyor.

Av. Ali Rıza Yaman, telegramcıların mantığını şöyle anlattı: İşkence nasıl olsa ispatlanamaz. İşkenceye muhatap kalan ısrarla meseleye dikkat çekerse kestirmeden ‘majör depresyon’ teşhisi konulur, alttan alta da ‘kafayı sıyırmış’ düşüncesi zerkedilir. Kendince majör depresyon teşhisinde bulunan doktor bile meseleyi izah etmeye kalkan hastasını daha ilk cümlesiyle boğar: ‘Siz böyle bir şeyin olabileceğine gerçekten inanıyor musunuz?’ Bu söze muhatap kalan kişi eğer Salih Mirzabeyoğlu değilse, yaşadıklarını anlamlandıramaz, kendinden iyice şüpheye düşer ve işkenceden maksat hasıl olur. İşkence katlanarak artar, insanın iradesi esir alınır.

28 Şubat medyası “Efsanevi örgüt lideri Salih Mirzabeyoğlu, saklandığı örgüt evinde yakalandı” tarzında haberler yaparak kamuoyunu yanlış mecralara yöneltti. Oysa bu haber kökünden yanlıştı. Yalanlanmalıydı. Fakat 28 Şubat medyası, yalanlama yerine, sanki aranıyormuş, sanki kaçıyormuş ve sanki kaçtığı yerde yakalanmış gibi bir edayla üzerine gitti. İddianamede “Örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere katıldığı tespit edilememiş olmakla beraber” denilerek lider olduğundan bahsedilip, işkence altında müebbet hapse çarptırıldı.

Kamuoyunun yakından tanıdığı Salih Mirzabeyoğlu’nun durumunu avukatı Ali Rıza Yaman ile konuştuk. Müvekkili Mirzabeyoğlu’na ileri teknolojik yöntemler kullanılarak işkence yapıldığını vurgulayan Ali Rıza Yaman, 56 eser sahibi bir ilim ve sanat adamının hukuksuz bir şekilde alı konulduğunu, yapılan işkencelere rağmen Mirzabeyoğlu’nun insanlığa faydalı olacak eserler üretmeye devam ettiğini ifade etti. Mirzabeyoğlu yargılaması ve Ergenekon iddianamesine de giren telegram işkencesine kadar birçok konuyu Mirzabeyoğlu’nun avukatı Ali Rıza Yaman ile konuştuk.


MURAT ALAN’IN RÖPORTAJI

AKİT: Salih Mirzabeyoğlu’nun yaşam koşullarından başlayalım isterseniz?

Av. Ali Rıza Yaman: Salih bey, biliyorsunuz 12 yıldır cezaevindedir. 11 yıldır telegram işkencesine maruzdur. Şu anda Bolu F Tipi Cezaevi’nde, 6 yıldır kaldığı 3 metrekarelik tek kişilik hücresindedir.

AKİT: Kimlerle görüşebiliyor?

Av. Ali Rıza Yaman: Haftada bir gün, iki saat avukatlarıyla.. İki haftada, o da bir saat ve kapalı olmak üzere ailesiyle...

AKİT: Sizin haricinde?

Yaman: Bizim haricimizde, hiç kimseyle görüşemiyor. İdam cezası verildiği ve bu, ağırlaştırılmış müebbete çevrildiği için tam bir tecrit altında.

AKİT: Röportaj öncesi bahsettiğiniz telegram işkencesine geleceğiz... Ondan önce hukuk sürecini kısaca anlatmanızı rica ediyoruz.

Yaman: Hukuk sürecini; “Fikri idam teşebbüsü” olarak özetleyebiliriz. Mirzabeyoğlu Davası’nda hukuk, fikri idam teşebbüsünün bir âleti, bir maşasıdır. Ve ortada sonucu başından belli bir tiyatro vardır. O dönemin İçişleri ve Adalet Bakanı’ndan polisine medyasına kadar herkesin rolü bu tiyatroda bellidir. Tiyatro, Salih Bey’in 29 Aralık 1998’de, saat 14 sularında o gün için ilkokula giden çocuğunu almak üzere gittiği okulun önünde başlıyor... Salih Bey’in yanında eşi ve diğer çocuğu olduğu hâlde, üzerine saldırılıyor. Okulun önünde, eşinin ve çocuklarının yanında ve hiçbir resmî belge gösterilmeksizin... Aynı hukuk tanımaz tavırla, evi ve arabası aranmış, daha sonra da eşiyle birlikte, emniyete götürülmüştür.

ÖRGÜT EVİNDE YAKALANMIŞ ALGISI OLUŞTURULDU

AKİT: Bakın bu hiç bilinmiyor. Sanki örgüt evinde çatışmada yakalanmış gibi bir algı var kamuoyunda.

Yaman: Bilinmiyor, çünkü 28 Şubat medyası tam da belirttiğiniz gibi “Efsanevî örgüt lideri Salih Mirzabeyoğlu, saklandığı örgüt evinde yakalandı” tarzında haberler yapmıştır. Oysa ki, okulun önünde, ailesinin yanında... Salih Bey, o gün için 41 tane eserin altına imza atmış bir fikir adamıdır. Hakkında hiçbir arama, yakalama, tutuklama kararı yoktur. Ama buna rağmen, sanki aranıyormuş, sanki kaçıyormuş ve sanki kaçtığı yerde yakalanmış gibi bir havayla haber servis edilmiştir... Daha sonrasında; sorgulama aşaması. Bu sorguda, hukuk adına sergilenen tiyatronun ruhunu veren çok ilginç diyaloglar yaşanıyor. Müsaadenizle aktarmak isterim.

AKİT: Buyurun...

Yaman: Sorguda Salih beye; “Yukarıdan bastırıyorlar, sen İBDA-C örgütünün lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin!” deniliyor.

AKİT: Çok ilginç...

MADEM BİR ÖRGÜT VAR, SEN DE LİDERİ OLMALISIN!

Yaman: Daha da ilgincini söyleyeyim... Salih Mirzabeyoğlu’na; “Biliyoruz. Tamam, hiç kimseyle görüşmediğini ve tanımadığını kabul ediyoruz; talimat da vermediğini kabul ediyoruz... Gelelim şu liderlik mevzuuna...” deniliyor. Salih Bey de; “Hiç kimseyle görüşmemişim, talimat vermemişim, bunu siz de biliyor ve söylüyorsunuz. Ben bu durumda illegal bir örgütün nasıl başı olabilirim ki?” diye mukabelede bulunuyor. Aynı polis ısrarla devam ediyor: “Gel sen şunu güzellikle kabul et. Hem biz sana kötülük yapmak istemiyoruz. İsteseydik evinin bahçesine eroini gömer, ‘Eroin yakaladık’ derdik.” Salih Bey bu ‘cazip’ teklifi kabul etmeyip, fikir adamlığından bahsedince; sorgucular 28 Şubat Türkiye’sinde hukukun nasıl işlediğini gösteren fevkalâde bir lâf ediyor: “Aslanım, savcı senin kitaplarını okuyacak değil ya... Buradan önüne ne giderse o.” O kadar ki iddianamede Salih Bey için; “Örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tespit edilmemiş olmakla beraber...” ifadesi mevcuttur.

AKİT: Tespit edilemediyse, neye istinaden ceza veriliyor?..

Yaman: Tespit yok, münasip görme var... İBDA-C markasıyla faaliyet gösteren yapılar var. Bunlar hiç kimseden emir ve talimat almadan eylem yapıyor. Vakıa bu. Bu vakıa karşısında iddia makamı; “Lidersiz bir örgüt düşünülemediği gibi, örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer. İBDA-C adlı örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği tüm eylemlerden örgüt lideri de sorumludur. İBDA-C örgüt mensuplarının Kumandan kod adlı sanık İzzet Erdiş’e bağlılığı...” diyor. Ortada hiyerarşik bir ilişki yok. Hiyerarşi olması bir tarafa, tanışıklık yok. Eylem yok. Talimat yok. Fikrî bir yakınlık, bağlılıktır söz konusu olan. O gün için 41 tane eser vermiş bir yazarın fikirlerinin etkisinin olmasından daha tabii ne olabilir? Kaldı ki, tanışıklık da olabilir. Bu bir şey ifade etmez. Ortada hiyerarşi yok, eylem yok, eylem talimatı yok, tanışıklık yok... Buna rağmen ‘olsa olsa budur’ mantığı üzerine bina edilen bir hüküm var. Bu sakat mantıkla verilen karar, idam olmuştur. Özdemir Sabancı’yı öldürdüğü söylenen Fehriye Erdal’ın yaptığı eylemden, yaşamış olsalardı, Engels ve Marks sorumlu tutulup, onlara idam cezası verilebilir mi? Bunu hangi hukuk mantığı kabul eder?

AKİT: Peki bu kadar aleni bir hukuksuzluk nasıl yapılabilir?

Yaman: Bu kadar aleni bir hukuksuzluk, ancak amir-memur ilişkilerine göre belirlenen bir hukuk sisteminde yapılabilir. Hele bu ilişki tarzı, 28 Şubat gibi hukuk haysiyetinin yerlerde süründüğü bir dönemde daha belirgin hâle gelmişse durum daha vahimdir. 28 Şubat sürecinin ruhunu, mantığını en iyi bilenlerin başında gazeteniz ve okuyucuları gelir. Yeri gelmişken belirtelim; tesbih tanesi gibi dizilip, brifing alan ve aldıkları emre göre hareket eden sözde hukukçulara karşı gazetenizin verdiği mücadele; son derece takdire şayandır.

TELEGRAM METODUYLA İŞKENCE

AKİT: Telegram işkencesine gelelim isterseniz.

Yaman: Belirttiğimiz gibi; Salih Mirzabeyoğlu, 12 yıla yakın bir zamandır cezaevindedir, Kartal F Tipi Cezaevi’ne alındığı günden bu yana, yani 2000 yılından beridir de telegram işkencesine maruzdur. Telegram, yani zihin yönlendirme işkencesi; düşünce formunun, sistem zihniyetinin dışarıdan değiştirilmesi teşebbüsüne ve bu maksatla irâdenin, kimliğin, kişiliğin parçalanmasına yönelik olarak yapılan bir işkence türüdür. İşkencenin hedefi; insan iradesinin teshir ve zapt altına alınıp, istenildiği gibi yönlendirilmesidir. Hâl bu olunca iç içe bahisler hâlinde telegramın birçok yönü ortaya çıkmaktadır... Burada hedef; insan iradesidir. ‘İnsan iradesi’ni hedef alan bir işkenceyi anlamak, anlamlandırmak, mukavemet etmek, ciddi bir fikrî seviyeye sahip olmayı gerektirir. Telegramın felsefî, fizikî, ruhî, ilmî, tıbbî, teknik, mühendislik, metafizik, psikolojik, parapsikolojik, nörofizyolojik, vs, vs... birçok yönü var...

AKİT: Salih Mirzabeyoğlu’nun şikâyeti nedir?

Yaman: Daha önceden de ifade edildiği gibi; hem Salih Bey’in ve hem de bizim en büyük şikayetimiz bu... Yani meseleye bir psikiyatr edasıyla yaklaşılıp, “Evet, şikayetiniz nedir?” denilmesi. İşkence; “Evet şikayetiniz nedir?” denildiği ânda başlıyor. Bu soru, işkencenin en önemli unsurlarından biri ve hatta bizatihi kendisidir. Telegramı anlamak için belli bazı mevzulara dair malûmat sahibi olmamız gerekir. Bunlardan biri de mantık ilmidir, özellikle de “yeni mantık”... Zira işkence; hâkim ispat mantığı ve sorunu üzerine bina edilmiştir. Hadi ispatlayalım. Ne yapalım? Elektro-manyetik dalgaları elimizle yakalayıp, gösteremeyeceğimize göre... Mevzu zannediyorum anlaşılıyor. Binlerce km. öteden biri sizi cep telefonundan arıyor. Nasıl arıyor, nasıl sesini duyuruyor? Milyarlarca telefonun frekansı niçin ve nasıl karışmıyor? Elektro-manyetik dalgalarla. Peki bu dalgaları eliyle tutup, “işte bu dalgayla konuşuyorum” diyebilen var mı? O zaman? O zaman evvelâ şunu anlayacağız; bu işkenceyi bildik ve hâkim ispat mantığıyla ispatlamaya kalkmak işkencenin bizatihi kendisidir.

AKİT: Ergenekon sanığı Ümit Sayın’ın dediği gibi, kendi içinde boğmak, ...

Yaman: Aynen... Telegramcıların mantığı şu: İşkence nasıl olsa ispatlanamaz. İşkenceye muhatap kalan ısrarla meseleye dikkat çekerse kestirmeden ‘majör depresyon’ teşhisi konulur, alttan alta da ‘kafayı sıyırmış’ düşüncesi zerkedilir. Kendince majör depresyon teşhisinde bulunan doktor bile meseleyi izah etmeye kalkan hastasını daha ilk cümlesiyle boğar: ‘Siz böyle bir şeyin olabileceğine gerçekten inanıyor musunuz?’ Bu söze muhatap kalan kişi eğer Salih Mirzabeyoğlu değilse, yaşadıklarını anlamlandıramaz, kendinden iyice şüpheye düşer ve işkenceden maksat hasıl olur: İşkence katlanarak artar, insanın iradesi esir alınır, kişinin en başta kendisine, daha sonra ailesine ve tedricen çevresine yabancılaşması sağlanır.

DALGALARLA FİZİKİ İŞKENCE

AKİT: Fizikî tezahürleri nedir?

Yaman: İşkence aynı zamanda fizikîdir de. İnsandaki arazın, hastalığın ortaya çıkarılması suretiyle gerçekleşiyor bu saldırılar. Salih Bey’in kendi kendine tespit ettiği bu hâdiseyi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden bir profesöre anlattığımızda Salih Bey’i doğrulamış ve ‘Bir noktaya teksif edilen elektro-manyetik dalgalarla o bölgedeki rahatsızlık azdırılabilir, belli yerler bloke edilebilir’ demiştir. Akla hayale gelmedik ahlâksızca ifade ve görüntülerden, vurma, yakma, bloke etme, kaşıntı verme şeklinde gerçekleşen fizikî saldırılara kadar işkencenin her türlüsünü yaşayan Salih Mirzabeyoğlu’nun günlerce uyumadığı da oluyor. Uyuyabildiği dönemlerde de fizikî olarak tazyik sürüyor, uyku ile uyanıklık arasında bir hâlle karşılıklı cedelleşme devam ediyor. ‘Deliksiz ve rahat’ bir şekilde 2 saatlik uykunun ardından ‘tamam, bu kadar yeter!’ denilerek yine uyandırılıyor.

ESER ÜRETMEYE DEVAM EDİYOR

AKİT: Bir adliye muhabiri olarak bu mevzuların çokça konuşulduğuna şahid oluyoruz. O konuşmalarda şöyle bir şey de söyleniyor: “Salih Mirzabeyoğlu’na iddia ettiği işkence yapılsaydı, istediklerini yapar, kitap yazdırmazlardı.” Ne diyorsunuz?

Yaman: Bunu biz de duyduk ve bunların konuşulmasını güzel bir gelişme olarak algıladık. Zira “böyle bir şey olur mu canım, nereden çıkartıyorsunuz, hapishane şartlarının etkisiyle söylenen sözler” evresinden, “böyle bir şey yapılmamıştır, yapılsaydı netice alınırdı” evresine gelinmiş demektir. Ki, bunu telegramcıların mağlubiyetini kamufle çabası olarak görmek mümkün. Zira işkencede istenilen neticenin alınamadığının en büyük göstergesi; Salih Mirzabeyoğlu’nun bu süreçte yazdığı 15-16 tane eserdir. Salih bey, bu eserleri için “Telegram Serisi” der. “Yapılmak istenseydi, yapılırdı.” sözündeki yapılan aynı vahim mantık hatasına ayrıca dikkat çekmek isterim.

AKİT: Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Av. Ali Rıza Yaman: Mirzabeyoğlu, cezaevine konulduğunda 41 eseri vardı. Çok kısaca ve kabaca anlattığım süreçte her şeye, en başta da telegram işkencesine rağmen 16-17 tane daha eser verdi... Konuşmaya buradan başlayalım: 56-57 tane eserin altında imzası olan bir fikir adamı niçin cezaevindedir? Kim, hangi mantıkla kendisini mahkûm etmiştir? Ve bu haksızlık niçin olması gerektiği şekil ve kadarıyla konuşulmamaktadır?

“VERİRSİN DALGAYI İSA OLUR... ANLATMAYA KALKSA KİMSE İNANMAZ”

AKİT: Ergenekon İddianamesi’nde buna benzer bir ifadeyi hatırlıyorum...

Av. Ali Rıza Yaman: Evet. Zannediyorum Ümit Sayın’ın ifadesiydi. “Verirsin dalgayı, İsa olur, Musa olur... Anlatmaya kalksa, kimse inanmaz.” diyor. 2000’li yılların Türkiyesi’nde bu mevzu konuşulmaya başlandığı vakit, yarım ağız konuşuluyor ve bütün cehd; nasıl ispatlanacağına veriliyordu. Dayatılan ve sahte olan ispat mantığının dışına çıkan herkes hemen fark eder ki; işkenceden gaye de asıl olarak budur. Özetlersek... Elektro-manyetik dalgalarla yapılan işkenceyi; bildik türden hâkim ve dayatılan ispat mantığıyla ispatlamak pek mümkün değildir. Zira diyalog şöyle gelişecektir: Şikayetin nedir? Derdini anlat... İşte şöyle oluyor, böyle oluyor... İspatlayabilir misin? Psikolojik sıkıntılarından dolayı böyle söylüyor olabilir misin? Malûm hapishane şartları insana sıkıntı verir, psikolojisini bozar... Kişinin dili döner ve meseleyi ifade ederse söylemesi gereken şudur: Bahsettiğim elektrikî dalgaları elimle tutup size gösteremem ya, nasıl bir ispat istiyorsunuz?

YENİ AKİT GAZETESİ

Zihin Kontrol Operasyonu: Telegram
Afşin Selim
21 Aralık 2010

Bilinçaltına hükmediş bahsine dâir öncelikle modern zamanların kitle iletişim araçları dikkate alınmalı diye düşünüyorum. Kitle, kitle iletişim araçlarının içinde saklı çünkü... İmha! İnsanoğlu bir zamanlar hayâl bile edemeyeceği imkânlara sahip artık. Günümüz insanı için vazgeçilmezleşen teknoloji, hayatımızı kolaylaştırıyor kolaylaştırmasına da… Durum yalnızca bundan mı ibaret?

Hızla ilerlediği dillendirilen –hattâ hızına yetişilemeyen- teknoloji, her defasında insanlığın yararına olmasa gerek…

İnsan öyle ya da böyle yaşamaya teşebbüs eden bir varlık… Pekiyi, her koyun kendi bacağından mı asılmakta? Her koyun kendi bacağından asılmakta, fakat etrafı kokuttuğu için, herkesi rahatsız etmekte…

***

Telegram, Vikipedi adlı sanal sözlüğün tanımlandırışına göre: Beynin belirli bölgelerine nokta vuruşları yapılarak gerçekleştiriliyor. Dünyada pek çok mağduru var, fakat kanıtlanması güç olduğu için psikiyatrik vaka olarak değerlendirmekte… Esrarengiz değil mi, iç gıdıklandırıcı, lanetli!

İnsan beyninin uzaktan kumandası, yönetilmesi ve yönlendirilmesi, ya mümkünse?

Bir nevî hükümsüzleşme bu; mankurtlaşma, yokoluş…

İleri teknoloji sayesinde dünyanın egemen güçleri ve istihbarat servisleri tarafından insan zihnine yönelik kontrol operasyonlarının yapılabilme ihtimali gözardı edilmemeli… “Teknik” bir mesele, o yüzden şüphelendirici. Mutlaka vardır, uygulanıyordur demiyorum, ama dediğim gibi gözardı edilmemeli…

Yazar Ömer Özkaya anlatıyor: “Amerika’nın Zihin Kontrol Operasyonları deneylerinin en önemli merkezlerinden birisi Guantanamo’dadır. ABD, 11 Eylül yalanıyla işgal ettiği Afganistan’da tam bir cennet buldu. 44 değişik milletten yaklaşık 800 savaşçı, buradan alınarak Guantanamo’ya getirildi. Bu tutsaklar üzerinde halen Irklara Göre Davranış Çözme Deneyleri yapılmaktadır.”

Buraya dikkat şimdi: 16 Temmuz 1977 tarihli New York Times Gazetesi’nde yayımlanan bir haberin başlığı şu: “ABD, insanlığı esir edebilecek görünmez silahlar geliştiriyor.”

Beyin; insan denilen varlığın en tesirli, en önemli, en etkili organlarından biriyken… İlgisiz kalınabilir mi?

Gelgelelim günümüzde, insan zihninin, farklı kanallardan kontrol altına alınabilmesi mümkün gözüküyor açıkçası. “Dijital terörizm” diyorlar ya hani adına…

Meselâ, kişilere suikast yaptırabilme gücünün, gizli servislerin üzerinde çalıştığı bir mesele olduğunu, cinleri dahi kullanabildiklerini işitmişsinizdir muhtemelen?

Hasan Sabbah’ın Haşhaşilerinden bu yana çok şey değişti, malûm! Hatırlayalım: 1090 yılında, Alamut Kalesi’ni alan Hasan Sabbah’ın ve tarikatının hedefi, Selçuklu Devleti’ni hırpalamaktı… Haşhaşın etkin maddesi eroinle keyif duygusuna ve cennet inancına şartlandırılan müritler, Hasan Sabbah’a itaat ederlerse hep böyle yaşayacaklarına inandırılıyorlardı. Böylece intihar saldırılarını zevkle yapıyorlardı falan…

Teknoloji, art niyetli kişilerin elinde insanlık dışı bir canavara da dönüşebilmekte! “İnsanın zihnî yetilerini bozmayı, yok etmeyi, değiştirmeyi hedefleyen sorgulama prosedürü ahlâki suçtur” deniliyor, Dünya Af Örgütü’nün 1992 yılında neşrettiği raporda…

İçeriği itibariyle Telegram; pek tabii ki bedenen, zihnen, ruhen rahatsızlandırıyor kişiyi… Yoruyor. Halisünasyonlar, insan sesleri, hafıza kaybı, davranış bozuklukları, şiddetli kalp çarpıntısı, çınlayan kulaklar, bacaklarda ağrı… olağanüstü psikolojik değişimler! Kişinin üzerine düşüveren ağırlık…

Peki ya Bolu F Tipi Cezaevi’nde neler oluyor?

28 Şubat sürecinden itibaren cezaevinde tutulan Salih Mirzabeyoğlu, Bolu’daki tek kişilik hücresinde, Telegram işkencesine maruz kaldığını belirtiyor. Elektromanyetik sinyallerle yerli işbirlikçi bir çete(?) kullanılarak uygulanan bu işkence metodunun; zihin kontrol maksadı güttüğünü de… Fakat evveliyatı Bolu’dan ibaret değil. 11 yıllık bir süreç... Fikirlerini beğenirsiniz yahut beğenmezsiniz, hâdise çerçevesinde bir kitap dahi yazmış durumda kendisi: “Türkiye’de pratiği -teorisi de!- benimle meşhur” diyor.

Gerçekten de böyle iğrenç bir işkenceye maruz kalıyor mu, ister istemez işkilleniyor insan: Kim, ne adına, niçin uyguluyor?

Hukuk ve vicdan gözeten herkesin rahatsız olabileceği bir durum elbette…
http://www.haberiniz.com/

Salih Mirzabeyoğlu’nu Savunmak
Erol BATTAL
erol@habername.com
02 Şubat 2011 Çarşamba

Genelde demokrasi diskuru çekilir, laf dolandırılır.

Öncelikle ne kadar demokrat, ne kadar insan haklarına saygılı olunduğu vurgulanır.

Bilinen, duyulan dillere pelesenk olmuş bütün insan hakları ihlalleri, tek tek sayılır.

Deniz Gezmişlerden girilir, Yusuf Aslanlardan çıkılır.

Azınlıkların yaşadıkları 6–7 Eylül olaylarından, Aşkale Sürgünleri’nden bahsedilir.

Dersim isyanlarına girilir, Seyit Rıza’nın masumiyetine inanılır.

Nazım Hikmet’in vatandaşlık durumu dramatize edilir.

Sonra, bütün bunlar yetersiz bulunup, başka malzemeler aranır.

Ünlü, büyük adamların, muteber kimselerin referansları sıralanır.

Arka plana “Başkalarını da savundum” dayanağı eklenir.

İstenenin; ‘bütün herkese özgürlük’ talebi olduğu özellikle vurgulanır.

Ayrımsız herkesin, hak ihlallerine karşı olmanın ilkelilik olduğu söylenir.

Salih Mirzabeyoğlu ile düşüncelerinin uyuşmadığı özellikle belirtilir.

Kesinlikle eylemlerini desteklemediğini söylemek eksik bırakılmaz.

Asıl konuya girileceği zaman boğaz yeniden temizlenir.

Hele hazırda bir bardak su varsa, mutlaka bir yudum alınır.

Geriye doğru yaslanılarak “emniyetteyim” duygusu hissedilmeye çalışılır.

Gereksiz de olsa, “ Suçu ve suçluyu savunmuyorum, bundan emin olabilirsiniz” denir.

“Efendim; ben, Mustafa Balbay’ın, Tuncay Özkan’ın tutuklu bulundurulmasının gerekmediğini söylüyorum. Delil karartma durumları da artık söz konusu değildir. Bütün deliller toplanmıştır” demek sözün sosu olarak kullanılarak karşıdakinin güven duygusu eksiksiz kazanılmaya çalışılır.

Ergenekon’un ciddi olduğu ancak savcıların yanlışlar yaptığı yeri olmasa da, son söz adına belirtilmeden geçilmez.

“Kesinlikle AK Parti yandaşı değilim. Ben AK Parti’nin yaptığı yanlışları da dile getiririm” demenin modasına da uyulur.

Tekrardan etrafa bakılır. Artık herhalde zamanı gelmiştir.

Eksik kalmasın diye “Başta da belirttiğim gibi onların düşüncelerine katılmadığım gibi, onların eylemlerini asla onaylamadım. Hatta onlar İslamcı bazı örgütlerle de çatıştılar” demek emniyet sigortası olarak görülür.

Sonra lafa girilir.

Tekraren “Asla yanlış anlaşılmak istemem. Acı çekenlerin acılarını gönülden paylaşıyorum.” Kalın çizgisinin ardından, aslından konunun çok da önemli olmadığı, sadece demokratlık adına bu konuyu dile getirdiği izleniminin keskinleşmesi sağlanır.

“Yahu, bu ülkenin geleceği için, demokrasinin kökleşmesi için “öteki” kavramını hayatımızdan uzak tutmamız gerekir.” Son bir hamle olarak bu cümle iyi oldu.

Artık nefes göğse dar gelmektedir, boşaltmak lazımdır.

Salih Mirzabeyoğlu’nu hatırlıyor musunuz? Hani eskiden cam kırma, Molotof kokteylli atmak gibi sansasyonel eylemler yapan bir örgüt vardı. Şey yahu. Hani, İBDA-C örgütü. İşte bu Salih Mirzabeyoğlu o örgütün lideriydi. Öldürme eylemleri yoktu. Oyun salonlarına, birahanelere Molotoflu saldırı yaparlardı. Efendim sanat eserini beğenmeyebilirsiniz, ancak ona “ucube” diyemezsiniz. Yani, şey… Bu Mirzabeyoğlu kitaplar yazmış. Görmedim ama 58 tane kitabı varmış. Düşünceye tahammül yok. Uğur Mumcu en araştırmacı gazeteciydi, yeri doldurulamaz. Yahu medya da bazen kötü sınav veriyor. Hatırlıyor musunuz, Mirzabeyoğlu’nun işkencede dayak yemiş fotoğraflarını gazeteler basarak; dayak izlerine, fotoğrafta oklar çıkarıp “İşte alnı duvara çarptı, saçları pervaneye sarıldı” gibi alaycı haberler yapılmıştı. Yani bu Türkiye’nin imajı… Ben, Ergun Poyraz’a da yapılsa karşı çıkarım. Hani Türkan Saylan’a da ayıp edildi. Hasta kadının evi arandı. İçime dokundu. Cüzamı bilir misiniz, cüzamı. Türkan Hanım hayatını cüzama adadı.

Hani diyorum ki. Salih Mirzabeyoğlu’da bir yazardı. Yani bir düşünce adamı olduğunu söylüyorlar. Hapishanede kitaplar yazıyormuş. Müebbetle mahkûm. Çocuğunun okulunun önünden, hanımıyla birlikte gözaltına alındığında “Örgüt evinde silahlarla birlikte yakalandı.” denmişti. Bu, tabi önemli değil. Şey… Diyorum ki, yani demek istiyorum ki, avukatları bar bar bağırıyor. “Müvekkilimize işkence yapılıyor.” Emin olun Nazım iyi şairdi. Ne de mavi gözleri vardı. Bir de Piraye. O ne güzel aşktı. Yazık oldu. Yanlış anlaşılmasın, ama acaba diyorum ki, düşüncelerine katılmıyorum, eylemlerini vallahi desteklemiyorum. Ben zaten onları kesinlikle tanımam. Yani aslında bu işkence iddialarının üzerine, yani… İncelense. Demokrasi daha güzel olacak. Yani Türkiye’nin imajı önemli. Şey… Haberal çok önemli bir bilim adamı. Çok önemli çok. Mirzabeyoğlu’nun saçını sakalını kesmişler. Şey yüzü, gözü yara bere içerisinde, görünce. Yani, “şey” dedim. Onun insan hakkı var mıdır? Yani, o aydın sayılır mı? Kesinlikle, yok, hayır. Yani avukatları diyor da. Oh… İşte, söyledim.

Terler silinir, etrafa bakılır.

“Yani benim söyleyeceklerim bu kadar. Son olarak şunu belirteyim ki, ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisine gösterilen tepkileri anlamıyorum. Sanata, sanatçının eserine saygılı olmak gerekir, kardeşim. Hatta felsefeyi de, Gazali öldürmüştür, asla unutulmamalıdır.
http://www.habername.com/


Salih Mirzabeyoğlu: Yıllardır şiir yazamıyorum
24 Eylül 2011

13 yıldır cezaevinde kalan ve Telegram işkencesine maruz kaldığı öne sürülen Yazar Salih Mirzabeyoğlu cezaevinden gönderdiği mektupla, 'bu sese kulak verin' dedi.

13 yıldır cezaevinde kalan ve Telegram işkencesine maruz kaldığı öne sürülen Yazar Salih Mirzabeyoğlu cezaevinden seslendi: "Ben yıllardır şiir yazamıyorum. Bu durum, bu dilden anlayan kimseye birçok şey söylemeli."

1998 yılında gözaltına alınıp, "yasadışı örgüt kurmak ve yönetmek" suçlamasıyla idama mahkum edilen daha sonra cezası müebbet hapse çevrilen Salih Mirzabeyoğlu, 5 yıldır tek başına kaldığı Bolu F Tipi Cezaevi'nden bir mesaj gönderdi. "Ben yıllardır şiir yazamıyorum. Bu durum, bu dilden anlayan kimseye birçok şey söylemeli" diyen Mirzabeyoğlu, yaşadığı sıkıntıyı böyle dile getirdi.

İşkence iddiaları

Cezaevinde bulunan ve sağlığı olumsuz yönde etkilenen Mirzabeyoğlu'nun yakın döneme kadar işkence gördüğü iddia edilmişti. Mirzabeyoğlu'na "Telegram- Zihin Kontrol işkencesi" uygulandığı iddiası kamuoyu tarafından tepkiyle karşılandı.
Hakim: Yüzde 100 haklı değil

Öte yandan Mirzabeyoğlu'nu 1998'de idama mahkum eden hakim Metin Çetinbaş, "O dosyada yüzde 100 haklı değildik" dedi. Yeni Akit Gazetesi'nden Murat Alan'a konuşan Çetinbaş, Allah'ın adaleti değil ki mutlak ve kesin olsun. Hiçbir hakim verdiği kararların yüzde yüz doğru olduğunu söyleyemez" dedi.

Şu anda Ergenekon Terör Örgütü sanığı olan İstanbul Üniversitesi eski rektörü Kemal Alemdaroğlu'nun avukatlığını yapan hakim Çetinbaş'ın bu açıklamaları, Mirzabeyoğlu'nun yeniden yargılanmasının önünü açabileceği şeklinde yorumlanıyor.

Milli Gazete/

BU SESE KULAK VERİN!
Burhan OKUTAN
26 Eylül 2011
atifokutan@hotmail.com

Özgürlük, adalet gibi kavramların dilini evrensel dille çeviremeyenler, belli bir ideolojinin borazanlığından başka bir işe yaramaz, sadece öterler. Adaletin ve zulmün sağı solu, Müslüman’ı kafiri, İslamcısı liberali olmaz.

Kemal Türkler’in davasında “şeriatın(hukukun) kestiği parmak acıttı” diye hakkını nasıl savunduysak, yaşayanların da hakkını savunmak zorundayım. Bu, insan olmamın ötesinde inancımla alakalı bir durumdur. Allah adaleti emrederken, “her şeyde ve herkese” adaleti emreder.

“Ey iman edenler! Bir kişiye, bir zümreye, bir düşünceye olan kin ve nefretimiz bizi adil olmaktan alıkoymamalıdır. Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”Maide 8

Yazar Salih Mirzabeyoğlu 1998 yılından beri 13 yıldır cezaevinde. Cezaevinden sesini duyurmaya çalışan bir yazar. 28 Şubat sürecinde tutuklandığı vakit upuzun saçlarını ve sakalını koyun kırpar gibi kesmişlerdi ve yüzünde mor çürükler vardı. Bunun ne manaya geldiğini söylememize gerek yok!

28 Şubat sürecinde bu zulüm yapılırken insan haklarını bayrak yapan sivil toplum kuruluşları yetkilileri görememişler, düşüncelerini tatile yollamışlardı.

O zaman bu haksızlığı göremeyen sivil toplum kuruluşları, şimdi duyarlar mı bilemeyiz; ama Mirzabeyoğlu, aynı şekilde Milli Gazete’ye gönderdiği mektupta “Telegram-Zihin Kontrol İşkencesi” gördüğünü söylüyor. Yeni Akit Gazetesi de bu feryadı ana sayfadan duyurdu.

Refah Partisi milletvekili Hasan Mezarcı, hapis yattığı süre içinde böylesi testlerden geçmiş olabilir mi? Mezarcı, hapisten çıktıktan sonra kendisini “İsa-Mesih” ilan etmişti! Doğrusu kesin bir bilgi yok…

Otuz bin kişinin katili olan Abdullah Öcalan “hücresinde rahat edemiyor, hücresi dar geliyor” diye gündem yapan medyatörler, bu sesi duyarlar mı bilemem. Ancak insan şunu diyesi geliyor; 28 Şubatın kasvetli havasında yüzünüzü maskelediniz, kulağınızı tıkadınız, sinenize çekildiniz, bari şimdi bu sese kulak verin! Adam “şiir yazamıyorum, işkence görüyorum” diyor, medyadan ses seda yok! Sadece birkaç yürekli ses, o kadar!

Öte yandan “Türkiye’de yazarlar içeri alınıyor” diye kıyametleri koparırlar. Baksanıza, “ağa paşa muamelesi” görenlere feryadı figan, “işkence görüyorum” diyene “gık” yok!

1998’de idam cezası verip daha sonra müebbet hapse mahkûm eden Mirzabeyoğlu’nun hâkimi, şu anda Ergenekon Terör Örgütü sanığı İstanbul Üniversitesi sabık rektörü Kemal Alemdaroğlu’nun da avukatlığını yapmaktadır. Yeni Akit Gazetesi’nden Murat Alan’a konuşan Hâkim Metin Çetinbaş “O dosya da yüzde 100 haklı değildik” diyor. Çetinbaş, “Allah’ın adaleti değil ki mutlak ve kesin olsun. Hiçbir hâkim verdiği kararların yüzde yüz doğru olduğunu söyleyemez” diye açıklama getiriyor.

Amenna, Mutlak doğru Allah’ın kelamıdır, buna şüphemiz yok; ancak bir yargıcın kararı, karineleri bir bir sıraladıktan sonra hükmünü sabit kılar. Tereddüt ve ihtimali bir kenara koyarak bu hükmü verir. Eğer siz, sonradan bu hükmünüzde zafiyet gösteriyorsanız, böyle bir açıklama yaparsanız, bu, o kişinin “adil yargılanmadığı algısı ve yeniden yargılanabileceği” kanaatini doğurur!

Devletin otoriter yönü cezalandırıcı olduğu gibi müşfik yönü de vardır. Devletin müşfik yönü daha da ağır başmalıdır. Her insan için geçerli olan evrensel bir ilke vardır; “beraatı zimmet asıldır” ve bu ilke “suçun delillerle sabit olması” ilkesidir. Eğer isnat edilen suçta karineler kesinlik ifade etmiyorsa, kişinin lehine hüküm işletilir.

Mesele Salih Mirzabeyoğlu meselesi değildir. Kendisinin “silahlı teşekkül kurma ve yönetme” suçlamasıyla müebbede mahkûm edilmesi bir yana, hâkim Metin Çetinbaş’ın açıklamasıyla “kesin karine hükmüne dayanılmadığı” veya “adil olunmadığı” kanaati halinde “kişiye yeniden yargılanma hakkı” hukuken işlevlik kazanır mı, bu hukuk insanlarının görevidir.

Bir gerçek var ki; sayın hâkimin “o dosyada yüzde 100 adil değildik” sözüyle vicdanlardaki hükmü sabit olmuştur.

Kaynak: http://www.olay53.com/yazi/bu-sese-kulak-verin-1756.htm

Mirzabeyoğlu`nun Annesi Vefat Etti
23 Ocak 2012
Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla Bolu F Tipi Cezaevi`nde yatmakta olan şair ve mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu`nun annesi Sabriye Erdiş, 22 Ocak sabahı ikamet ettiği Bursa`da vefat etti.

Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla Bolu F Tipi Cezaevi`nde yatmakta olan şair ve mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu`nun annesi Sabriye Erdiş, 22 Ocak sabahı ikamet ettiği Bursa`da vefat etti.

Salih Mirzabeyoğlu`nun vekili Avukat Ali Rıza Yaman, müebbet hapse mahkum edilen Mirzabeyoğlu`nun, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası gerekçe gösterilerek, cenazeye katılımına izin verilmediğini açıkladı.
http://www.dogruhaber.com.tr

Not: Entellektül Forum Merhumeye "Allah'tan rahmet diler. Mekânı cennet olsun...

Mirzabeyoğlu Efsanesi
Nusret Çiçek -
Yeni Akit
nusretcicek@yahoo.com
2012-06-21

Resmi ideolojinin canı kurban mı istedi, al sana Mirzabeyoğlu...

28 Şubat mağduru.
Fikri söndürdün mü zikir de kendiliğinden söner.
Rabbim sebepler kılmasaydı bilesiniz ki ülke ya Suriye olacaktı veya Cezayir.
Değneksiz gezen yüzlerce eli kanlı Lavrens, ve de onun ırkçısı, mezhepçisi, cemaatçisi, işbirlikçisi Hüseyin Şerif'ler aramızda...
Şu anda 18 askeri casus tutuklu, veya yakalanan canlı bombalar...
Neyi ifade ediyor bunlar?
Veya Silivri neyin sonucudur?
Mirzabeyoğlu olayı ile 40 bin insanı öldürten İmralı'yı yan yana getirin.
Hangisi daha feci?
Tespih çeken elle silah çeken el...
Slogan malum: Cumhuriyet tehlikede!
Cumhuriyeti kuran ittihatçı irade halkı hesaba katmayınca, bu işin bir gün bamtelinden kopacağını biliyordu. O yüzden İç Hizmet yasası dedikleri 35. madde ile bir kesime hem kollamacılık hem de "kavurmacılık" görevi verildi...
Kavurdular, kolladılar astılar kestiler...
Tilkinin tuzağı... Kim ki bu tilkileri eleştirdi; ya dilini yargı dedikleri kerpetenle çektiler, veya bileklerini bağladılar. Mirzabeyoğlu bunlardan sadece bir tanesidir.
El Kaideci olarak yakalanıp gavurun servislerine teslim edilen binlerce Müslüman Ortadoğu projesi kapsamında zindanlarda çile çekiyor...
Bosna'yı canları pahasına savunan mücahitler tutsak.
Başı dumanlı Suriye'de lavrens'in müritleri işbaşında.
Mirzabeyoğlu kalemi ile yazdı kitabı ile okudu...
Dava dosyasının okuma imkanı elde edemedim, ama takip ettiğim kadarı ile bu dosya 28 Şubat ruhu ile hazırlandığından yeniden ele alınarak adalet terazisi ile tartılmalı.
Verilen ölçüsüz ceza yeniden sorgulanmalı.
Evet ne yaptı Mirzabeyoğlu?
Öldürdüğü adam sayısı kaç?
Kaç yeri bombaladı?
Kaç banka soydu, veya posta aracını gasbetti?
Hangi karanlık projede, hangi karanlık planda eli var?..
Bunlar yoksa, ağırlaştırılmış hapis cezası ne için?
Mirzabeyoğlu, eskiden savcı olarak çalıştığım Bolu ilinin kapalı cezaevinde yatıyormuş. İsterdim ki dosyasını bir cezacı olarak okuyabileyim.
En azından mahkumiyet kararını.
Hatta cezacılardan müteşekkil bir komisyon kurulsa.
Bir yerden başlansa...
Fikir Özgürlüğü Platformu bu işe soyunmuş.
İsterdim ki bizler de soyunalım... Herkes soyunabildiği kadar soyunsun.
Platform gazeteye kadar giderek Mustafa Karahasanoğlu ile görüşmüş.
Güzel bir başlangıç.
Görev düşecekse Allah (c.c) rızası için ben de varım.
Mirzabeyoğlu olayı çok yalnız kaldı...
İşkenceler, sürgünler...
Bu dava bir şike kadar olamadı, tutuklu milletvekilleri kadar ilgi göremedi.
Yine nemelazımcılığımız mı tuttu ne oldu?
O halde...
En azından suçumuzu affettirelim...

Fikre Özgürlük Platformu Numan Kurtulmuş’u ziyaret etti
28.06.2012



Fikre Özgürlük Platformu Halkın Sesi Partisi Genel Merkezinde Genel Başkan Sayın Numan KURTULMUŞ’u ziyaret etti.

Platform üyelerini makamında Genel Başkan Yardımcıları ve eski milletvekili Şeref MALKOÇ, Mehmet BATUK, Nazım MAVİŞ, Cafer GÜNEŞ ile birlikte kabul eden Kurtulmuş ile Mirzabeyoğlu Davası üzerine bir görüşme gerçekleştirildi.

Görüşmede Fikre Özgürlük Platformu Salih Mirzabeyoğlu Davasında yaşanan haksız ve hukuksuzlukları, gelinen noktayı ve halen uygulanan Telegram – Zihin Kontrolü işkencesi hakkında bilgiler verdi.

28 Şubat sürecinde Mirzabeyoğlu’nun şahsında “FİKİR”in idam cezasına çarptırıldığına, manevi değerlerin hedef alındığına, hukukun siyasete alet edildiğine, adil olmayan darbe hukukunun verdiği zararlara dikkat çekildi. Bu zararların telafisi ve toplumun örselenen adalet anlayışının tamiri için herkesin özellikle de icra makamında olanların mesuliyetini yerine getirmeleri gerektiği vurgulandı.

Has Parti Genel Başkanı Numan KURTULMUŞ konuyla ilgili olarak Fikre Özgürlük Platformuüylerine şunları söyledi:

“Mirzabeyoğlu Davası partimizin hem İstanbul’da hem de çeşitli yerlerde düzenlediği etkinliklerde zanan zaman gündeme getirildi dile getirildi. Bu dava Sembol dava haline getirilebilir. Sözümüzün gücü var. Parlamentoyu baskı altına almak gerekir. Yargılama hiç yok kabul edilebilir. . Konuyu Mecliste dillendirmek açısından Hüseyin Aygün en doğru isimlerden. Bizler Mecliste olsaydık zaten bu mesele çözülürdü. 28 Şubat telafisi mümkün olmayacak bir dönemdir.28 Şubat sandığımızın çok üstünde, garip, vahim bir hadise. 28 Şubat’ın bütün kararları iptal edilmelidir. 28 Şubat’a parti olarak suç duyurusunda bulunduk. Araştırmalarımızda gördük; bu süreçteki hukuksuzlukların aktörleri o kadar korkusuz hareket etmişler ki, olmayan bilgileri resmen yazmışlar. Burayla hesaplaşmadan ilerisi olmaz. Telegram’a gelince, İsrail’de insanların karakterleri değiştiriliyor bu yöntemle. İktidar partisi bu noktadan itibaren mutlaka harekete geçmek zorundadır. Bizler size elimizdeki güçlerle destek oluruz.”
Haber1001

“Bizim önümüze iki (tür) dosya gelirdi. Birinde ne zaman hüküm verileceği, ne kadar ceza verileceği... Hepsi belirtilmiştir..."

Metin Çetinbaşın itirafı üzerine Mirzabey oğlunun Avukatı Ali Rıza Yaman'ın Yaptığı Açıklamalar

24 Eyll 2011
Anadolu Haber
İBDA-C davasında uyduruk gerekçelerle idam cezasına çarptırılan Salih Mirzabeyoğlu’nun avukatı Ali Rıza Yaman’la, eski hakim yeni Ergenekon avukatı Metin Çetinbaş’ı ve 28 Şubat cuntacılarının hayali bir örgüt inşa etme serüvenini konuştuk.

Yaman, gözaltı sürecinde imal edilen hayali delilerin dava dosyasına konulduğunu ve davaya bakan mahkeme başkanın, yıllar sonra bir sohbet ortamında davaya ilişkin söylediği, “Bizim önümüze 2 dosya gelirdi. Birinde ceza belliydi, diğerinde inisiyatif bize bırakılmıştı” sözlerinin, davada kararın nasıl alındığına ışık tuttuğunu söyledi.

MURAT ALAN’IN RÖPORTAJI

İBDA-C davasında uyduruk gerekçelerle idam cezasına çarptırılan Salih Mirzabeyoğlu’nun avukatı Ali Rıza Yaman’la, eski hakim yeni Ergenekon avukatı Metin Çetinbaş’ı ve 28 Şubat cuntacılarının hayali bir örgüt inşa etme serüvenini konuştuk.

Mirzabeyoğlu’nun avukatı Ali Rıza Yaman, yüzlerce silah ve bombaya rağmen “Ergenekon yok” diyen hakimin bir av tüfeği ile Mirzabeyoğlu’nu örgüt yöneticisi yapıp idam cezasına çarptırdığını belirtti. Yaman, gözaltı sürecinde imal edilen hayali delilerin dava dosyasını konulmasından, davaya bakan mahkeme başkanın yıllar sonra bir sohbet ortamında davaya ilişkin söylediği şok sözlere kadar bilinmeyen bir çok hususu Akit’e anlattı.

İşte röportaj:

- Salih Mirzabeyoğlu’na idam cezası veren Metin Çetinbaş’ın Ergenekon Davası sürecindeki rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Bilindiği gibi Metin Bey, Salih Mirzabeyoğlu’na fikrinden dolayı idam cezası veren heyetin başındaydı. Emekli olduktan sonra avukatlık yapmaya başladı. Ergenekon davası sürecinde de Kemal Alemdaroğlu’nun avukatlığını yapmak suretiyle aktif rol aldı. Müvekkilinin gözaltına alınmasının ardından yaptığı bir açıklamayı seyretmiştik... Polisin K. Alemdaroğlu’nu arabaya koyarken elini başına koymasını tarihin gördüğü en büyük hukuksuzluklardan biri olarak nitelendirmişti. M. Çetinbaş’ın rutinleşmiş bir eylemden yola çıkarak, “bu tarihin gördüğü en büyük hukuksuzluklardan biri” feveranı doğrusu çok ironikti.

KARAGÜL’ÜN SONRA GELEN ÇETİNBAŞ HEMEN İDAM VERDİ

- Çetinbaş, Mirzabeyoğlu davasında nasıl bir rol üstlenmişti?

- Belirttiğimiz gibi, kendisi Salih Bey’e idam cezası veren heyetin başkanıydı. Dosyayı ivedilikle bitirmesi için görevlendirilmişti. Kendisinden önce davaya, “İBDA-C davası da dahil olmak üzere baskı görmediğim hiçbir dava olmadı, hep baskı gördüm” diyen Sedat Karagül bakıyordu. M. Çetinbaş, Sedat Karagül’den sonra göreve getirildi ve hemen idam hükmünü verdi.

- Hükmün gerekçesi neydi?

- Hükmün gerekçesi sarih bir şekilde ifade edilmedi. “Her ne kadar bir eylemi ve eylem talimatı olduğu tespit edilememiş olsa da (...) eylemlerini TCK.’nun 146/I maddesinin ihlali şeklinde vasıflandırılması gerektiğinden...” Kitap yazmaktan ibaret olan eylemin niçin böyle vasıflandırılması gerekiyor? Açıklama yok. “Her ne kadar bir eylemi ve eylem talimatı olduğu tespit edilememiş olsa da, örgüt lideri olduğu açıktır.” Açık olan ne? Cevap yok. Hem hiçbir eylemi ve eylem talimatı yok ve hem de örgüt lideri? Nasıl oluyor? Yine cevap yok. Açık olan; Salih Bey’in eserleridir. O gün için 41 tane eseri olan ve eserleri yüz binlerce satan bir yazarın tesirinin olmasından daha tabiî ne olabilir? Ve ayrıca kendilerinin de atıf yaptığı Adana DGM’nin verdiği karar açık: “İçişleri Bakanlığı’ndan gelen yazı, adı geçen şahsın örgüt üyesi ve lideri olduğuna dair bir delil teşkil etmez.” M. Çetinbaş’ın verdiği kararda geçen başka bir ifade: “Sanıkların üzerlerinde ve evlerinde yapılan arama sonucunda ele geçirilen materyaller ve tüm dosya kapsamı ile sübuta ermiştir...” Bu dosyada nedir sübuta eren? En başta sabit olan tek eylemi kitap yazmak olan Salih Mirzabeyoğlu da, avukatları da en tabiî olan savunma hakkını kullanmak için bile ayrı bir mücadele verdi. Salih Bey tarihî önemi haiz savunmasını malûm Noel Baba Operasyonu’ndan sonra, o öldürücü şartlarda yazdı. Duvarların delinerek içeri girildiği, eldeki stokların bitecek kadar kimyevî gazların kullanıldığı, bir kişinin öldüğü, birçok kişinin ağır yaralandığı, Salih Bey’in kafasına öldürücü darbeler aldığı bir operasyondan sonra yapılan bir savunma... Ve fakat bütün bunlar yok sayılıyor ve dosya sübuta eriyor.

İSTESEYDİK EVİNE EROİN GÖMER, EROİN YAKALARDIK

- Av tüfeğinden yola çıkarak verilen idam cezasını nasıl değerlendirmek lazım ve bir de emniyet safhasını anlatır mısınız?

- Efendim, Salih Bey, çocuğunu almak üzere gittiği ilkokulun önünde gözaltına alındı. Kendisine hiçbir izin gösterilmeksizin üzerine saldırıldı ve eşiyle birlikte emniyete götürüldü. Evi ve arabası da bu arada arandı. Zaten ev arama tutanağı da şubede imzalatıldı. Av tezkeresiyle alınan ve başkasına ait olan av tüfeğinin bulunduğu söylenen ve karara gerekçe teşkil eden hususlardan biri olan ev arama tutanağı bu şekilde hazırlandı ve imzalatıldı. Bunu Metin Çetinbaş da çok iyi biliyor. Emniyette Salih Bey’e, “Kimseyle görüşmediğini, kimseye emir ve talimat vermediğini biliyoruz, ama yapacak bir şey yok, yukarıdan bastırıyorlar, örgüt lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin” deniliyor. Salih Mirzabeyoğlu fikir adamı olduğunu ısrarla belirtince o dönemde hukukun nasıl işlediğini gösteren harika bir cevap alıyor: “Savcı senin kitaplarını okuyacak değil ya, buradan ne giderse o, hem isteseydik evine eroin gömer, ‘Evinde eroin yakaladık’ derdik.” Mantık bu. “Bahçene eroin bile gömer, seni eroin kaçakçısı olarak evvelâ medyada, ardından da mahkemeler önünde yargılarım.” Nitekim gerçekten de öyle oluyor. Oradan ne gittiyse aynen iddianame hâlini alıyor ve hüküm yukarıdakilerin istediği gibi veriliyor. Şubedeki polis de, Sedat Karagül de, belli bazı meclislerde Metin Çetinbaş da yukarıdan gelen emirler doğrultusunda Salih Mirzabeyoğlu’na idam cezası verildiğini ikrar ediyor.

İKİ DOSYA GELİR, BİRİNDE HÜKÜM VE CEZA BELLİ, DİĞERİ BİZİM İNSİYATİFİMİZDE

- Bir de dost meclisinde söylediği iddia edilen bir sözü var Çetinbaş’ın, o nedir?

-Değerli bir meslektaşımız anlatmıştı... Meslektaşım, Metin Çetinbaş mağduru olan birinin avukatı olarak kendisiyle emekli olduktan sonra konuşuyor... Metin Çetinbaş; “Bizim önümüze iki dosya gelirdi. Birinde ne zaman hüküm verileceği, ne kadar ceza verileceği... Hepsi belirtilmiştir... Diğerinde ise insiyatif bize bırakılmıştır..." Biz buna göre kararlar verirdik” meyanında laflar ediyor. Tarihin gördüğü en büyük hukuksuzlukların izi sürülürse, karşımıza emir alan hukukçu kisveli bu memur zihniyet çıkar.
Kaynak : Yeni Akit

Salih Mirzabeyoğlu'na özgürlük
Hüseyin Yahya Şekerci
30 EKİM 2012



28 Şubat. Tarihe postmodern darbe olarak geçen, halkın iradesine egemen oligarşi tarafından yapılan açık müdahalenin diğer adı. Ve Salih Mirzabeyoğlu. Şimdilerde darbelerle yüzleşen Türkiye'de o karanlık günlerden arta kalan sembol bir isim.

Kendisine isnat edilen suçların hiçbirine ilişkin delil bulunamadığı halde yıllardır içeride. 28 Aralık 1998 tarihinde çocuğunu okula bırakırken polislerce gözaltına alınıyor. 4 Ocak 1999 tarihinde ise çıkarıldığı mahkeme tarafından tutuklanıyor. 2 Nisan 2001'e gelindiğinde mahkeme kararını veriyor: İdam. İdam cezası kaldırılınca da kararın icrası ağırlaştırılmış müebbet olarak uygulanıyor. 14 Yıllık cezaevi hayatının son 11 yılı ise tecrit altında Mirzabeyoğlu'nun.

Olağanüstü şartlarda görülen mahkemenin seyrini ve alınan kararın nasıl bir senaryonun ürünü olduğunu ise Mirzabeyoğlu'nun "tiyatro bitti" sözlerinde anlıyoruz. İBDA-C Davasının teknik teferruatına girecek değilim yalnız, geçtiğimiz günlerde muhabir arkadaşım Timuçin Mercanoğlu'nun 'Mirzaebeyoğlu davasında Ergekon izi' başlığını taşıyan haber oldukça çarpıcıydı. Şimdi Ergenekon Terör Örgütü'nden cezaevinde bulunan Okan İşgör isimli bir şahsın 5 Ocak 2000 tarihinde Metris Cezaevi'nde yaşanan olaylarda jandarma istihbarata bilgi sızdırdığı iddiaları Mirzabeyoğlu davasını anlamak için oldukça önemli.

Geçtiğimiz günlerde Yargıtay'ın bozduğu ve Bakırköy Adliyesi'nde yeniden mahkeme edilecek olan 'yıkıcı ve öldürücü madde imal etmek' suçundan verilen cezanın iptali ile yeniden gündeme gelen Mirzabeyoğlu davası bir dizi hukuksuzluk içeriyor. Mirzabeyoğlu'nun avukatı Hasan Ölçer'in anlattıkları ise inanılmaz. Ölçer, kamuoyunun yakından bildiği Salih Mirzabeyoğlu'nun yüzünün ve vucudunun yara bere içinde olduğu fotoğraf karelerinin çekildiği mahkemede, mahkeme başkanının 'bu ne hal' diye sormadığını, doğrudan ifadesini istediğini söylüyor. Yani bizzat hukuk adamlarının hukuku çiğnediğini, yaşanan hukuksuzluğa sadece seyirci kaldığını söylüyor Ölçer.

Bir yerlerde işkenceye tabi tutulduğu apaçık belli olan fikir adamının devlet denetimi ve daha önemlisi koruması altında olduğu dikkate alınırsa yaşananların boyutlarını kestirmek hiç de zor olmasa gerek. Duruma itiraz eden avukatlar ise mahkemeden yanıt alamayınca oracıkta cübbe bırakıp mahkemeyi protesto ediyor ama nafile. Mirzabeyoğlu'nun gördüğü iddia edilen işkence sadece darptan ibaret değil. Zihin kontrolü denilen ve bizzat Mirzabeyoğlu tarafından kavramsallaştırılan "telegram" da yıllardır Mirzabeyoğlu'nun maruz bırakıldığı iddia edilen işkence yöntemlerinden bir başkası.

Peki ne yaptı Mirzabeyoğlu? Tüm bunlara maruz bırakılacak kadar büyük ne suç işledi? Devleti yıkmaya yönelik suç örgütü kurma ve yönetme suçu isnat edildi, idam kararı da bu suça ilişkin verildi. Peki gerçekte böyle mi? Elbette hayır. Şimdilerde ifade özgürlüğünün kutsallara hakarete kadar indirgendiği bir süreçte, sadece doğru bildiğini yazan, anlatan ve yaşamaya çalışan bir fikir adamından başka birşey görmüyoruz Mirzabeyoğlu'nun hayatında.

Fikirlerine katılırsınız ya da katılmazsınız ama Cumhuriyet Tarihi'nin yetiştirdiği en önemli fikir adamlarından birinden söz ediyoruz. 58 Telif eser yazmış, yayınlamış fikir üreten bir entelektüelden. Yazdığı eserlerden 14-15'i de cezaevinde kaleme alınmış bir düşünce insanından. Dolayısıyla, vicdan sahibi herkesin sahip çıkması gereken, yaşanan bu hukuksuzluğa sesini yükseltmesi gereken bir vakadan bahsediyoruz. Şu durumda "Mirzabeyoğlu'na özgürlük" demek boynumuzun borcudur. Vesselam...

Kaynak: http://www.milligazete.com.tr/makale/salih-mirzabeyoglu-na-ozgurluk-253775.htm
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cum Arl 28, 2012 9:39 pm tarihinde değiştirildi, toplam 11 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Nis 17, 2011 8:43 pm    Mesaj konusu: "Mirzabeyoğlu Davası" Alıntıyla Cevap Gönder

"Mirzabeyoğlu Davası"
Millî Birlik Ruhu-17.04.2011



Yeni Devir Hukukçular Derneği FİKRİ İDAM TEŞEBBÜSÜ "Mirzabeyoğlu Davası" NİÇİN'i- NASIL'ı- SONUÇ'u başlıklı panel düzenledi.

Panel 17 Nisan 2011 tarihinde, saat:16.00’da Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde başladı.

Paneli Av. Ali Rıza Yaman yönetti, diğer katışımcılar ise Av. Hasan Ölçer ve Av. Güven Yılmaz iken Av. Harun Yüksel Panele gönderdiği bir yazı ile katıldı.

Panel Sinevizyon gösterisi ile başladı. Mirzabeyoğlu'nun "Tiyatro Bitti!" Başlıklı sözü bu sinevizyon gösterisinde vurgulandı.

Panel esnasında Bir çocuk annesinde "anne bu film mi ?" diye bir soru sordu. Katılımcı "Hayır yavrum gerçek." cevabını verdi.

Av. Ali Rıza Yaman, bu diyolog ile konuşmasına başladı. Her şeyin bir tiyatro olduğundan bahsetti. Müvekkilinin haksızlığa uğradığını söyleyen Yaman, Av. Harun YÜksel'in panel için gönderdiği yazıyı okuyarak sözlerine son verdi. Bu Yazının tam metni aşağıdadır.

Buı esnada Kumandan Carlos telefonla Av Güven Yılmaz’ı arayarak Mirzabeyoğlu ve bütün siyasi mahkûmların yanında olduğunu belirten bir konuşma yaptı.

Sonraki konuşması Av. Hasan Ölçer, müvekilline yapılan hukuksuzluk süreçlerini ayrıntılarıyla anlattı ve katılımcıları bilgilendirdi.

Son konuşmacı Av. Güven Yılmaz ise neden mirzabeyoğlunun hedef seçildiğini irdeledi. Müvekkilinin gördüğü işkence süreçlkerine değinen Yılmaz, bulundukları suç duyurularına yanıt bile vermeyen bütün yetkilileri suçladı. Bütün resmi makamların Mirzabeyoğlu’nun işkence gördüğünü bildiğini belirtti.

Mirzabeyoğlu Davası Hakkında(*)
Av. Harun Yüksel

Yeni Devir Hukukçular Derneği’nin nazik davetine sağlığımın elverişli olmaması sebebiyle katılamadım.

Derneğin Başkanı Av. Sayın Ali Rıza Yaman kardeşimin verdiği ev ödevi çerçevesinde bu metni hazırladım. Bu önemli panelin hayırlara vesile olmasını dilerken değerli katılımcı ve izleyicileri saygıyla selâmlıyorum...

Mirzabeyoğlu’nun “terör örgütü lideri olduğu” gerekçesiyle gözaltına alınıp, tutuklanıp, idama mahkûm edilmesi sürecinin üzerinden 12 yıl geçti...

Mirzabeyoğlu’na yapılan bu isnadın ne kadar haksız hukuksuz, delilsiz mesnetsiz bir isnad olduğu mahkemeden başlayarak her zeminde sözlü ve yazılı olarak defalarca izah ve ifade edildi...

Bugün de katılımcı arkadaşlar bu konu üzerinde hassasiyetle duracaklardır...

Mirzabeyoğlu’nun şahsını hedef alan bu zincirleme haksızlık ve hukuksuzluklar, üç açıdan irdelenebilir...

Bunun birincisi ve en kolay anlaşılabilir olanı insanî açıdır:

Herhangi bir insanın, herhangibir yer ve zamanda, herhangi bir şekilde haksızlık ve hukuksuzluğa maruz kalması, bu haksızlığın derecesi her ne olursa olsun vicdan sahibi her insanı incitir/incitmelidir...

Bir haksızlıktan incinen insan vicdanı, o haksızlık ortadan kalkıncaya kadar sızlamaya devam eder...

Bunun için de, insanlar bir başka insana haksızlık yapıldığında o haksızlığın giderilmesi için harekete geçerler...

Mirzabeyoğlu’na yapılan haksızlık 12 yıldır sürüyor ve 70 milyonluk bir ülkede bu haksızlığı kaldırmak için bir şeyler yapmaya çalışan insan sayısı ne kadar az...

Burada kendimize sormamız gereken soru şu:

Sorun nerede?

Mirzabeyoğlu’nun maruz kaldığı vahim haksızlığın bu ülke insanına yeterince ulaştırılamamasında mı?

Yoksa bu ükede vicdanının sesini dinleyen insanların oranının, cüzdanının sesini dinleyen insanların oranı karşısında ortaya çıkan negatif tabloda mı?

Birincisinde...

Veya ikincisinde...

Veya birincisiyle ikincisi bir arada...

Ne farkeder?..

Her durumda ortada insanî açıdan derhal giderilmesi gereken ciddi bir problem olduğu açık...

İnsanî yani ahlâkî...

Ahlâk olmadan insan ve vicdan olur mu?

***

Bu konuda İkinci açı hukukî açıdır:

Haksızlıkla hukuk birbirinin zıddı kavramlardır...

Birinin olduğu yerde diğeri yoktur...

Hukuk haksızlıkları kaldırmak için vardır...

Kime karşı yapılırsa yapılsın, yapılan büyük veya küçük bir haksızlık ortadan kaldırılamıyorsa orada hukukun varlığıdan bahsedilemez...

Mirzabeyoğlu’na yapılan çok vahim haksızlık 12 yıldır sürdüğüne göre, bu ülkede kimse hukukun varlığından söz edemez...

Söz eden yalancıdır...

Bir ülkede hukuk yoksa, o ülkede yaşayan hiç kimsenin ırz, can ve mal emniyeti yoktur...

O kadar yoktur ki...

Dün mirzabeyoğlu’na yapılan hukuksuzluğun bir parçası olan DGM başkanı bugün, Silivri toplama kampı kapılarında “Bu ülke de hukuk yok mu?” diye bizim ona Mirzabeyoğlu Davası’nda, Mirzabeyoğlu’na yapılan hukuksuzluğu anlatmak için 12 yıl önce kullandığımız cümleleri birebir kullanarak feryad ediyor...

Bu ülkede hukuk olsaydı, sen Mirzabeyoğlu için kalemini bu kadar pervasızca kırabilir miydin?

***

Bir ülkede hukuk yoksa problem hukukî değil siyasîdir...

O zaman geldik üçüncü ve üzerinde en az durulan ama asıl çözümün üretilebileceği bakış açısına...

Yani siyasete...

Hayır, “yargının siyasallaşması”ndan sözetmiyorum...

Onun için bile eğri veya doğru bir hukuka ihtiyaç var...

Burada hukukun hiç olmamasından sözediyorum...

O’nun kalemler kırılarak idama mahkûm edildiği duruşmadan çıkarken söylediği şu sözü hatırlayın: “Tiyatro bitti!”

“Yargılama bitti!” değil...

Tiyatro bitti...

Tiyatro nedir?

Gerçek olmayan, varolmayan, tamamiyle hayalî, kurgusal bir takım olayları bize o anda yaşanıyormuş gibi gösteren bir gösteri sanatı...

Bir tiyatro oyununda bir duruşma sahnesi düşünün...

Hakimler heyetinden savcısına, sanığından avukatlarına, zabıt kâtibesinden, mübaşirine, tutuklu sanığı oraya getirip arkasında dikilen jandarmalara, gözü yaşlı ve kalbi endişeyle çarpan sanık yakınlarına, meraklı ve arsız gazetecilere, seyircileri mimlemek/fişlemek için oraya gelmiş sivil polislere kadar herkes, tam bir mahkeme dekoru içinde yerli yerinde...

Herşey yerli yerinde ama bu tiyatro oyununun hukukla ne alâkası var?

Bunun hukukla ne alâkası olabilirse, Mirzabeyoğlu Davası’nın da hukukla alâkasının ancak o kadar olduğunu bu oyunda kendisine beceriksiz bir avukat rolü düşen biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim...

“Tiyatro bitti!” cümlesi, bu davayı izah bakımından, hem hukukî alanda hem de edebî alanda kıyamete kadar unutulmayacak bir nitelemedir.

Mirzabeyoğlu’na yapılan haksızlığın mahiyeti doğru anlaşılmadan bu haksızlığın nasıl giderilebileceği de doğru anlaşılamaz...

Mirzabeyoğlu, adlî bir hata, hukukî bir eksikliklik, delillerin değerlendirmesinde yapılan bir yanlışlık sebebiyle idama mahkûm edilmemiştir...

Siyasî bir merkezin aldığı bir kararla siyasi bir saldırıya uğramıştır...

Bu siyasî merkez, O’nu “suikast yaparak kahramanlaştırmamak için”, adliye eliyle infaz yolununu tercih edilmiştir.

Bu “siyasî merkez” neresidir?

Niçin böyle bir karar almıştır?

Bu karar nasıl ortadan kaldırılabilir?

Mirzabeyoğlu’nun maruz kaldığı haksızlığı gerçekten ortadan kaldırmak niyetinde olanların bu üç sorunun doğru cevaplarını bulması gerekir...

Bu konuya girersek ne bende anlatacak takat kalır ne sizde dinleyecek sabır...

O yüzden çok kısaca değinip gerisini irfanlarınıza ve ihlâslarınıza havale edeceğim...

Bu Siyasî merkez içte değil dıştadır...

Onun ismi “Batı emperyalizmi”dir...

Batı emperyalizmi, hegemonyası altındaki ülkelerdeki saldırılarınıl genellikle o ülkeden seçtiği taşeronlarına yaptırır...

Çok mecbur kalmadıkça ateşe elini doğrudan sokmaz maşa kullanır...

İçinizde 12 yıl öncesini hatırlayanlar varsa o dönemin 28 Şubat NATO darbesi dönemi olduğunu da hatırlıyor olmalıdır...

Bu saldırının maşaları da işte o 28 Şubat darbecileridir...

28 Şubat NATO darbesi hernekadar TSK’daki NATOCU subaylar eliyle kotarılmış görünse de, bu darbe esas olarak NATOCU siyasetçi, hakim, savcı, polis, istihbaratçılardan oluşan sivil bürokratlar, işbirlikçi medya, işbirlikçi sivil toplum kuruluşları eliyle yürütülmüştür.

Bugün şahit olduğumuz yanlışlardan biri Mirzabeyoğlu’na yönelik saldırının Batı emperyalizminin bugünkü taşeronlarına yanaşarak, yalvararak, yaltaklanarak çözülebileceğini sanmaktır...

Düşman’a yanaşarak, yalvararak, yaltaklanarak kazanılmış siyasal bir başarı var mıdır ki; düşmanın taşeronlarına yanaşarak, yalvararak, yaltaklanarak kazanılmış bir siyasî başarıya ümit bağlanabilsin?

Adam insan olsa ahlâkı olur, ahlâkı olsa vicdanı olur, vicdanı olsa insafı, merhameti ve haysiyeti olur...

Haysiyeti olsa işbirlikçi olmaz...

Batı emperyalizmi küresel bir saldırıya geçmiştir... Bunun önünde engel olabilecek herkesi ve her şeyi imha etmeye kararlıdır...

Böyle bir saldırı ancak küresel bir karşı taarruzla yokedilebilir...

Bunun adına siyasî literatürde vaziyete göre bazen ayaklanma, bazen, isyan, bazen devrim, bazen de savaş deniliyor...

Siyasî bir fikirden, ideolojiden o ülkenin irfanına uygun devrimci bir dil geliştirilmeden de devrim/inkılâp olmaz, ihtilâl olur, isyan olur ayaklanma olur ama devrim/inkılâp olmaz...

Burada sözü misâl olsun, emsâl teşkil etsin diye İbda Fikriyatı’nı bünyeleştirmiş ve hadiselere o fikrin verdiği geniş perspektiften bakabilen aksiyoncu bir entellektüele, Ali Osman Zor’a bırakmak lâzım...

Ülkesinde yaşayıp da gözünün önünde olup bitenlere düşmanın propagandasının zihnine çizdiği sınırlar içinden bakarak, düşmanın istediği cevapları verenlere, düşmanın istediği yerde durararak, düşmanın istediği gibi davranmayı siyasî tavır zannedenlere inat binlerce kilometre öteden bakın nasıl doğru teşhis ve tespitler yapıyor:

- Türkiye'de Özal'la başlayan yeni paradigma süreci -12 Eylül'le de başladığını söylemek mümkün- bugün “Eşbaşkan” Tayyip Erdoğan ve AKP ile devam etmekte. Mevcut yapının ismi ne şu ne bu, sadece “Batıcı düzen”... Batıcı düzenin yürümesi ve düzen lehine tıkanıklığın aşılması için kurgulanan yeni paradigma, geçerliliği test edildikten ve Batıcı düzen lehine kitleler devşirildikten sonra, İslâm coğrafyasına “model” olarak sunulmasına karar verildi.

- Eski paradigma mensuplarıyla ortaklaşa yapılan “28 Şubat operasyonu”yla eskiye duyulan tepkinin şiddeti arttırılırken, diğer taraftan yeni paradigma ve mensuplarının yeri sağlamlaştırıldı.

- Eğer paradigmaya duyulan tepkiyi örgütleyip ve bu tepkiyi düzenin kendisine yönelterek iktidarı ele geçirirseniz, bunun adı devrim olur. Bu da şu demektir, paradigmalar, değişim-devrim dönemlerinde düzenin gerçek sahipleri tarafından kendi lehlerine olarak kurgulanır.

- 28 Şubat operasyonuna duyulan tepkiyi, devrimci hareket, nihayetinde örgütlemeyi başarmış ve hedefe bir adım mesafede 99 yılına girmişti. Fakat 3 aylık hapisle parlatılan yeni paradigmanın figüranı, düzenin gerçek sahiplerinin maddi ve manevi bütün desteğini arkasına alarak, tabiri caizse bu tepkiyi çaldı. Ve böylece, Hıristiyan-Yahudi Batıcı düzeni değiştirmeye ramak kala İslâm Devrimi'nin önünü kesmeyi başardılar.

- Yeni paradigmanın bir düzen değişimi olmadığını, sadece zihinlerdeki algıyla oynanarak düzen değişimi gerçekleştirildiği hissini yaşattığını ve böylece bir taraftan mevcut düzen bütün kurum ve kuruluşlarıyla devam ederken, diğer taraftan da devrimci hareket ve fikirlerin benzeri ve sahtesi kullanılarak, bunun devrimin önünün kesilmesi demek olduğunu anlamak gerekir.

- Tekrar etmek gerekirse, “paradigma”, kesinlikle “düzen” mânâsına gelmez. Paradigma değişimi, mevcut düzenin tıkandığı dönemlerde, onun yürütülmesi ve kuvvetlendirilmesi için yapılan zihni operasyonlardır.

- Bu mânâda, dünyaya hâkim Batı hayat tarzı ve Hıristiyan-Yahudi Batı düzeni açısından değerlendirdiğimizde, Suudî Arabistan'daki sözde “şeriat” düzeniyle Türkiye'deki “laik” düzen arasında herhangi bir fark yoktur.

(..)

- Bugüne geldiğimizde, Asya Kıtası'nda yaşanan son gelişmeler bize gösteriyor ki, şu an için Batı'nın kendi düzenini yürütebilmek için, elinde, “Ilımlı İslâm” paradigmasından farklı veya daha elverişli bir paradigma mevcut değil. Ya bu paradigmayla işleri yürütmeye devam edecek, yahut yavaş yavaş geldiği yere, yani evine geri dönecek.

- Eğer, Özal'la birlikte başlayıp Eşbaşkan Tayyip Erdoğan ile neticelenen Ilımlı İslâm paradigmasının mânâsını bu güne kadar anlamamış ve onu çözememişsek, bize geçmiş olsun. “Algımız”ın -gerçeğin değil- ve “algılar”ın esiri olarak yaptığımız, hiçbir aksiyon doğurmayan çer-çöp değerlendirmeler de bizim olsun.

- Bütün ideolojiler ve davalar, bağlılık iddia edenler tarafından yükseltilir veya batırılır. “Vitrin”de, mevcut düzenin yürütülmesinin aleti olan paradigma ile yapılan her türlü işbirliği görüntüsü, heyecanı ve iktidar arzusunu öldüreceği, buna bağlı olarak da “donma”, “çözülme” ve “çürüme”yi beraberinde getireceğinden, paradigmanın tam çöküş anında altında kalınması mukadder olur. “Kaim” ve “Daim”den olmak, paradigmaların üstüne çıkmayı gerektirir. (**)

Ali Osman Zor’a kalbî bir selâm yolladıktan sonra...

Bu ülkenin saygıdeğer entellektüellerinden bir başkasına...

Aynı zamanda meslekdaşım da olan sayın Suat Parlar’a geçelim ve sosyalist bir devrimci aydınımızın çok geniş ve kıymetli Türkiye analizinden kısa bir bölüme kulak verelim:

- 12 Eylül yargılanamaz. Bu sisteme işkence, katliam, yargılı veya yargısız infaz suç olarak duyurulamaz. Kendini devrimci diye tanımlayan hiç kimse bu sistemden adalet dilenemez. Bu sistemden adalet dilenciliği, bu sistemi meşrulaştırmak anlamına gelir.
- Bu sistemin yargılanmasının tek yolu, bu sistemdeki sınıfsal egemenliği ortadan kaldıracak bir girişimin parçası olabilmekle ve bunu sonuca ulaştırmakla mümkündür.
- Bunun haricinde 12 Eylül yargılamalarından söz etmek ve 12 Eylül yargılamalarını, 12 Eylül'den sorumlu olan tekelci sermayenin ekonomik, politik, hukukî iktidarına emanet etmek ikiyüzlülük değil ise, nedir?
- Bu söylem ile yürümek sistemle bütünleşmenin siyasetidir. Bunun başka bir anlamı yoktur. (***)

Devrimlerin dili, devrimlerin niteliği bir birinden farklı da olsa birbirine çok benzer...
İşte devrimin dili, devrimcinin eşya ve hadiselere bakışı böyle bir şeydir...

Böyle bir siyasî dil olmadan/oluşmadan hiçbir fikir aksiyon kalıplarına dökülemez...

Mirzabeyoğlu bu sebeple 12 yıldır betondan bir hücrede esir olarak tutulmaktadır.

Bunun vebali bu ülkede yaşayan herkesin omuzlarındadır...

Hepinizi saygıyla selâmlıyorum...

* Av. Harun Yüksel'in, Yeni Devir Hukukçular Derneği'nin FİKRİ İDAM TEŞEBBÜSÜ "Mirzabeyoğlu Davası" NİÇİN'i- NASIL'ı- SONUÇ'u başlıklı panel'e gönderdiği konuşmanın tam metnidir. (Tarih: 17.04.2011)

** Ali Osman Zor'un, "ASİ ASYA AYAKTA
TÜRKİYE’DEN TÜRKİSTAN’A KITA ÇAPINDA CEPHELER" başlık yazı dizisinden alınmıştır. Bu yazı için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3500

*** Av. Suat Parlar ile yapılan "ANAYASAL KUŞATMA ve SERMAYE" başlıklı söyleşiden iktibas edilmiştir. Bu söyleşinin tamamı için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3735


Fikre Özgürlük Platformu: "28 Şubat darbe sürecinde verilmiş bütün yargı kararları iptal edilsin"
18 Mays 2011

28 Şubat Müslümanlara yönelik bir sürek avının başlatıldığı, halka karşı “Topyekûn Savaş” manşetlerinin atıldığı, Kelime-i Tevhid’in suç unsuru sayılıp, örgüt bayrağı diye sergilendiği, Kur’an Kurslar’nın basıldığı, “Çocuklara küçük yaşta Kur’ân öğretilmesin” diye MGK toplantılarının yapıldığı, bunun için “Sekiz yıllık kesintisiz eğitim” dayatmalarının yapıldığı, başörtüsüne düşmanlık naralarının atıldığı, kısaca bütün İslâmi değer ve sembollere savaş açıldığı Allahsız ve ahlâksız bir darbe süreciydi.

Amerika ve İsrail destekli yürütülen bu darbe sürecinde, ön cephede “medya”, onun hemen yanında da, 28 Şubat darbecilerinin “BRİFİNGLEDİĞİ” yargı yer almaktaydı.

Bu dönemde binlerce Müslüman değişik bahaneler altında, kılıfına uydurulup, “emir komuta” zinciri içinde verilen “brifingli yargı” kararlarıyla mahkûm edildi.

“Artık bu kararların yeniden gözden geçirilmesi ve darbecilerin yargılanmasının zamanı gelmiştir” diyen Fikre Özgürlük Platformu;

15 Mayıs Pazar günü bu konu ile ilgili bir basın açıklaması yaparak, imza kampanyası başlattıklarını duyurdular.

Fikre Özgürlük Platformu, 28 Şubat darbe sürecinde verilmiş bütün kararların iptal edilmesini ve 28 Şubat darbecilerinin yargılanmasını istiyor.

“28 Şubat darbecilerince ‘brifinglenmiş’ yargı tarafından verilen bütün kararlar iptal edilmelidir, hukuka ve adalete saygısı olan, kendisini demokrasi ile tarif edenlerin en öncelikli olarak yapmaları ve gündeme getirmeleri gereken konu budur” diyen Fikre Özgürlük Platformu adına basın açıklaması yapan Şükrü Sak şunları söyledi:

BASIN AÇIKLAMASI

Salih Mirzabeyoğlu; 28 Şubat sürecinde hukuksuz bir şekilde tutuklanıp, yine 28 Şubat darbecilerince BRİFİNGLENMİŞ yargı tarafından idama mahkum edilmiş, hukuktan edebiyata, şiirden hikâyeye, fizikten dile, matematikten resime, mitolojiden estetike, iktisattan ahlâka kadar 56 tane eserin altında imzası bulunan Müslüman bir Fikir adamıdır.

Adil bir hukukun üstün olduğu ülkelerde asla yaşanmayacak bir haksızlığa maruz kalan S. Mirzabeyoğlu, amir-memur, ast-üst ilişkilerinin hukukta daha bir belirgin hâle geldiği, hukukun bütün kurum ve kuruluşlarıyla rafa kaldırıldığı, Müslümanlara yönelik sürek avının başlatıldığı bir süreç olan 28 Şubat sürecinde tutuklanmış, davasının İddianame ve Gerekçeli Kararı'nda da geçtiği şekilde, “her ne kadar bir eylemi ve eylem talimatı olduğu tespit edilememiş olsa da” idam kararı almıştır.

Salih Mirzabeyoğlu tam 12 yıldır cezaevindedir. 12 yıllık cezaevi hayatının son 6 yılını tek kişilik hücrede geçirmekte, 11 yıldır da Telegram –Zihin Yönlendirme- işkencesine maruz kalmaktadır.

Bir fikir adamına yapılan işkenceyi önlemek; hükümetin en temel görevlerinden biri olsa da mevcut hükümet bu konuda son derece duyarsız bir tavır sergilemektedir.

Biz “Fikre Özgürlük Platformu” olarak;

Müslümanlara yönelik Allahsız ve ahlâksız bir sürek avı başlatan 28 Şubat Darbecilerinin yargılanmasını…

Bu darbe sürecinde tutuklanan, mağdur edilen, yargılanan ve BRİFİNGLENMİŞ yargı kararlarıyla mahkum edilen bütün Müslümanlarla ilgili kararların iptal edilmesini…

Başta Salih Mirzabeyoğlu olmak üzere verilen kararların kaldırılmasını…

Bu süreçte Haksızlığa ve adaletsizliğe uğrayan bütün Müslümanların haklarının iade edilmesini istiyoruz.

FİKRE ÖZGÜRLÜK PLATFORMU
haber1001

SUÇU NE İDİ?
Salih Mirzabeyoğlu' demek yasak mı?

20 Eylül 2011
Salih Mirzabeyoğlu “Tiyatro bitti” diyeli 13 yıl oldu. O bir yazar, fikir adamı. Onun adını anmak bile korkulu bir rüya Türkiye dindarları için...



İBDA düşüncesi keyfiyet ölçüleri dahilinde, fikir kalıbını toplum hayatına uygulama ısrarıyla ortaya çıkan ve üstad Necip Fazıl Kısakürek’in ‘İdeologya Örgüsü’nde anlattığı İslâm’ın sahih aksiyon tarafını oluşturmaktadır. Dünya görüşünü, ‘İslâm’a muhatap anlayış’ dairesinde, insan teki olarak varlığını İslâm’ın varlığıyla tamamlanmış sayan ve sorumlu mümin tavrıyla olayların muhasebesini yapan bir hareketin ‘remz’idir.

Tiyatro bitti!

Seksenlerin sonunda yayın organlarından Taraf dergisinde ‘mutlak’ olana itaatin yok sayıldığı yeni dünya düzeninde, İslâm temelli önemli bir ayrım yapılır: ‘Taraf olmayan bertaraf olur.’ Hareket içerisinde ümmet olma talebi, birtakım düşünce ayrımlarının netleşmesi yolunda dilemma oluşturmuş olsa da, tavır olarak ehli sünnet vel cemaat dakikliği ile dünya müslümanlarının emperyalizme karşı savaşında ortaya konulan eylemleri ön plana çıkarmasıyla dikkatleri üzerine çeker. İBDA anlayışını Büyük Doğu’ya nispetle örgüleştiren ve hareketin mimarı sayılan Salih Mirzabeyoğlu’nun, 1998 yılında tutuklanması ve sonrasında devam eden mahkemelerin neticesinde ömür boyu hapse mahkum edilmesiyle varılan süreç, yine Mirzabeyoğlu’nun bir tek cümlesiyle özetlenmiştir: ‘Tiyatro bitti!’

50 kitap yazdı

Buraya kadar yazılanlar, kamuoyunun bilgisi dahilinde, meraklılarının özel takibiyle ulaştıkları bilgi kırıntıları arasındadır. Fakat benim varmak istediğim nokta, tam da burada başlamaktadır aslında. İBDA hareketinden çok, kaleme aldığı ellinin üzerinde eseriyle Türkiye’de İslâm davasına metod ve düşünce olarak (beğenip beğenmemek eleştiriye tâbidir elbet) çeşitlilik kazandırmış, İslâm’ın varlığını ve teklifini özelde Türkiye, genelde Ortadoğu Müslüman coğrafyasında yeni dünya düzenine rağmen emperyalist bloklarda tartışmaya açmış yazar, mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun, hukuksuzluk örneği halinde ders kitabı olarak ilgili fakültelerde okutulması gerektiğini düşündüğüm mahkûmiyeti ve onun gözden ısrarla kaçırılmaya çalışılan eserleri oluşturmaktadır.



Salih Mirzabeyoğlu’nun suçu nedir? Bu sorunun etrafında duran cevaplara bakmamızı gerektiren saikler neler olabilir?

Mirzabeyoğlu’nun davası

Türk düşüncesi, modern atılımların lafzen ortaya çıktığı Tanzimat döneminin ağırlığını, Batı karşısında bir kompleks olarak algıladığı 28 Mehmet Çelebi zamanından günümüze kadar kafasında taşıdı. Sanayi devrimi ile ete kemiğe bürünen emperyalist blok, düşünce sistematiğinde yer alan Doğu kavramı içerisinde İslâm unsurunu ‘düşman’ bilerek çözme uğraşısına girdi. Oryantalizmin belli başlı etki alanı İslâm’ın Doğu toplumları üzerinde yer bulan spesifik ‘itikat’ kavramı üzerine yoğunlaştı. Çünkü Batı’nın tanrısı ile Doğu’nun Allah’ı arasında Aristo mantığı önemli bir ayrım oluşturuyordu ve bu ayrım sömürü düzeni açısından önemli bir engel olarak Batılı zihinlere Hıristiyan düşüncesi ve ahlakı tarafından yerleştirilmişti. Batı’nın önce İncil teklifi ile Doğu’ya yönelmesinin en önemli gerekçesini arada oluşan bu itikadi makasın olabildiğince kapatılması oluşturuyordu.

Bu ayrımın farkında bir yazar olarak Salih Mirzabeyoğlu’nun ortaya koyduğu eserler okunduğunda görülecektir ki, bahsi geçen Batı’nın niyeti ile Doğu’nun İslâm’a münhasır kavşak noktaları arasında hukukun dışında bir bağ bulunmamaktadır. Sözkonusu bu bağların nirengi noktalarına atıfta bulunan ve bir tek insanın kanını akıtmamış, aktırtmamış, zorbalığa, zulme bulaşmamış bir düşünce adamının hukuken lince tabi tutulması bir garabet örneği olarak karşımızda durmaktadır. Terör anlayışının dışında, ‘mevcut düzenin silah zoruyla değiştirilmesi’ suçlamasının ayağı yere basmayan tutarsızlığı, bir tek eserinin bir tek kelimesinde ‘silah’ geçmediği halde, yeryüzünde ömür boyu hapse mahkum edilen bir başka yazar örneği bulunuyor mudur acaba? Kaldı ki, terörün bölücü hamleler eşliğinde liderliğini yapanların ‘peygamber’ ilan edildiği bir ülkede, tasavvuf kaynağından beslenen bir düşüncenin sahibi olarak Salih Mirzabeyoğlu’nun mahkûmiyeti, maşeri vicdanda bilmem ki kabul görmüş müdür?

Arif Akçalı hatırlattı

GYY notu: Salih Mirzabeyoğlu Türkiye dindarlarının farklı bir imtihanıdır. Onun adının anılmasından bile korkulur dindarlar arasında. Evet, kimi söylemleri tasvib edilemez. Ehlisünnet dışında olduğunu iddia ettikleri Müslümanlara karşı bağlılarının kullandığı dil hareketin bütün birikiminden şüphe etmeye insanı zorluyor. O dil hiç bir zaman ümmetin hayrına olmadı. Mirzabeyoğlu bu kinci, nefret dolu dili ne derece beslemiştir, bilemiyoruz. Ama her şey bir yana, 28 Şubat sürecinde -hangi kurguların sonucu- hapse atılan bir yazarın hakkını savunamıyor olmak da bizlere, biz kültür çevrelerine (sadece dindarlara değil, tüm kültür çevrelerine) ayıp olarak yeter de artar bile.

Kaynak: http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=7418

MAZLUMDER: "Salih Mirzabeyoğlu davası başta olmak üzere, 28 Şubat döneminde yapılan bütün siyasi yargılamaların yenilenmesi gerekir"
02 Aralık 2011



MAZLUMDER Salih Mirzabeyoğlu davası başta olmak üzere, 28 Şubat döneminde yapılan bütün siyasi yargılamaların yenilenmesi gerektiğini ifade etti.

MAZLUMDER'in bu konudaki açıklaması şöyle:

28 ŞUBAT YARGILAMALARI YENİDEN YAPILSIN!


28 Şubat darbe süreci birçok boyutuyla tartışılmış, bazı mağduriyetler giderilmiş bazıları ise giderilmeye çalışılmaktadır. Ancak 28 Şubat darbe düzeninin ‘hazır ol!’ vaziyette beklettiği ve brifingler verdiği yargı mensupları eliyle oluşan mağduriyetler henüz konuşulma düzeyine bile gelmedi.

Bu sürecin mağdurları arasında birçok örnek sayılabilir. Salih Mirzabeyoğlu (Salih İzzet Erdiş) da bu örneklerden birisi olup, 6 No’lu DGM tarafından 2001 yılında idam cezası ile cezalandırılmıştır.

Mirzabeyoğlu hakkında; lideri olduğu iddia edilen İBDA-C örgütünün eylemlerine doğrudan doğruya katılmamış olsa da kitapları aracılığıyla örgüt mensuplarına yön verdiği, lidersiz bir örgüt düşünülemeyeceği için örgütün liderinin kendisi olduğu ve örgüt lideri olarak eylemlerden sorumlu tutulması gerektiği iddiaları ile “Anayasal Düzeni silah zoru ile değiştirmeye teşebbüs” suçundan ceza istenmiş ve mahkemece idam ile cezalandırılmıştır.

Söz konusu kararı veren mahkeme başkanının dönemin brifinglenen hâkimlerinden olması yanında, son günlerde gazetelere yansıyan beyanları da Mirzabeyoğlu kararı dâhil bu süreçte verilen kararları tartışmalı hale getirmek için yeterlidir ve getirmiştir.

Hâkim ve savcıların ordudan brifing aldığı, yargının ordu-medya ve çeşitli STK’lar aracılığıyla baskı altına alındığı, hâkimlerin “DGM’de siyasi baskı görmediğim dava olmadı” mealinde ve verdikleri kararlarda yanlış yapmış olabilecekleri yönünde beyanlarda bulunduğu, duruşmalar boyunca dile getirilen telegram dâhil bütün işkence iddialarının kulak ardı edildiği bir ülkede yapılan siyasi yargılamaların adil olmadığı ortadadır.

MAZLUMDER olarak, Salih Mirzabeyoğlu davası başta olmak üzere, 28 Şubat döneminde yapılan bütün siyasi yargılamaların yenilenmesi (iade-i muhakeme) gerektiğini ifade ederiz.

Saygılarımla

Ahmet Faruk ÜNSAL
MAZLUMDER Genel Başkanı

Haber1001

İBDA-C davası
Demet TEZCAN
demettezcan@gmail.com
29 Aralık 2011

19-22 Aralık 2000 tarihleri arasında 20 cezaevine yapılan eş zamanlı “Hayata dönüş Operasyonu”nun yıldönümü idi F tipi cezaevlerine gönderilip diri diri gömülmeyi reddeden ve bunun için direnen ikisi de Metris ve Bandırma cezaevindeki ( İBDA’cılar) olmak üzere 30 kişi koğuşlarında kimi yanarak kimi vurularak öldüler. Devamı olarak Bandırma Cezaevine yapılan “Noel Baba” operasyonunda ise yine cezaevinde bir kişi öldü bir çok kişi yaralandı. Dava zamanaşımına uğradı.28 şubat’ın kara(r)ları bir bir ortaya dökülüp deşifre edilirken hukuksuzluklar-haksızlıklar-zulümler silsilesi oluşuyordu. Geçtimiz haftalarda gazetemiz Milat 28 şubat belgelerinin bir kısmını yayınladı yayın üzerine MAZLUMDER G.Antep Şubesi suç duyurusunda bulundu. Suç duyurularının ise devamı gelecek gibi görünüyor.
Yine bu haberler üzerine o dönem 14 yaşında iken katıldığı Çeçenistan eyleminde İBDA-C örgütü üyesi olmaktan tutuklanıp idamla yargılanan Yakup Köse: “ 28 Şubat beni yeniden yargılasın” dedi. 28 Şubat kararlarının da yargı önüne çıkmasını istiyordu. Ama tam aksi bir gelişme oldu. 28 şubatın ruhuna huzur verecek bu gelişmede Hayata Dönüş Operasyonu çerçevesindeki diğer mahkumiyetlerde zaman aşımından dava düşerken Yakup Köse’nin de içinde olduğu Bandırma Cezaevindeki İBDA-C’davasından yatanlara yeniden 10 yıl, 11 yıl hapis cezası verildi. Hukukçular bu durumu aynı davaya ki ayrı karar olarak yorumladılar. Ana dosya zaman aşımından düşerken Bandırma 2.Asliye Ceza Mahkemesinde yeniden açılan dava sonucu yeni cezalar yağdı ve Yargıtay onaylarsa Yakup Köse başta olmak üzere 32 kişi yine yeni cezalar alacaklar. Adalet arayışındaki bu insanlar fazla yattıkları için adalet alacakları olduğunu düşünürken yeniden cezaevine girme durumu ile karşı karşıya bulunuyorlar.
Dosyalarında “İsnat edilen eylemleri yaptığından dolayı delil bulunmamasına rağmen kanaatten her bir eyleme idam” cezası alanlar mı istersiniz, taş atmaya teşebbüsten 15-16 yaşındaki çocukların yargılanması mı dersiniz, yasa değişmeden önceki maddelerle yargılamaya kadar pek çok haksızlıklar söz konusu.

Tutuklu gazeteci –yazarlar ve Salih Mirzabeyoğlu

Bu örgütün lideri olduğu hükmü verilerek idamla yargılanan, yıllarca cezaevinde olan Salih Mirzabeyoğlu( Salih İzzet Erdiş) onlarca kitabı olan bir düşünür, fikir adamı.
Türkiye’de hapiste olan gazeteci-yazar sayısının yüze yaklaştığı ifade ediliyor. Her biri bir başka düşünceden, her birini bir başka fikirden olduğu için görmezden gelebiliyoruz. Hep, birimiz, bir diğeri için “içeri alınmışsa vardır bir yaptığı” diye düşünüyoruz. Bu düşünceyle yıllar yılı gerek Ergenekon davalarında gerekse KCK tutuklamalarında öne çıkan “yazar” “gazeteci” kimliği Salih Mirzabeyoğlu söz konusu olduğunda öne çıkmadı. Bizler de aynı tedirginlikle mesafemizi korumayı tercih ettik. İBDA-C hakkında yapılan haberler Mirzabeyoğlu’nun ne eserlerini gördü ne içeride kendisine yapılan bitmez-tükenmez işkenceleri… Şimdi ise “Telegram” denilen zihin kontrolü sistemi ile hücresinde çıldırtma çalışması yapıldığı iddiaları ayyuka çıkmışken tıpkı tutuklandığı dönelerde yapılan işkencelerin kamuoyundan gizlenme gereği duyulmadığı gibi bu iddialara da karşı yalanlama yapıldığına şahit olmadık. Yeni bir Hasan Mezarcı olduğunda mahallenin delisi olarak serbest kalabilir.

http://www.milatgazetesi.com/2011/12/29/ibda-c-davasi/

Silahsız örgüt ile anayasal düzeni yıkmak !..
Abdulkadir Özkan
Milli Gazete
2012-01-25



Darbe dönemlerinde mahkemelerin var olması, insanların bu mahkemelerde yargılanması genellikle gücü ellerinde bulunduranların isteği doğrultusunda kararlara zemin hazırlamıştır. Elbette tüm yargılamalar buna göre yapılmıştır demek, bu mahkemelerde görev alan tüm mahkemelerin emir komuta zinciri içinde karar verdiğini söylemek doğru olmaz. Ancak, estirilen havadan etkilenmediklerini söylemek de yanlış olur. Bu bakımdan adalet isteyen herkesin darbelere ve darbecilere karşı çıkması gerekiyor.Yıllardan beri bunun için darbelere karşı çıktık.

Bu noktada iki darbe döneminde yaşanan iki yargılamadan örnek vermek istiyorum. İlki 12 Eylül 1980 darbesinin arkasından içinde bizimde bulunduğumuz 102 kişinin yargılandığı Akıncılar davasıdır. Bu dava mevcut anayasal düzeni yıkarak yerine İslam esaslarına dayalı devlet kurmak için silahlı örgüt oluşturmak iddiası ile açılmıştı. Ancak haklarında dava açılmış kişilerin ne evlerinde ne iş yerlerinde bir tek silah bulunmamış, yani silahlı örgütten söz edecek bir delil mevcut olmamasına rağmen iddianame bu yönde hazırlanmış ve buna göre muhakeme başlamıştı. Bu mahkeme uzun yıllar devam etti. Sanıkların bir kısmı daha işin başından itibaren tutuklu yargılandı, bir kısmı ise daha sonra laikliğe aykırı hareketten mahkum edilerek cezaevlerine konulmuştu.
Bir diğer dava ise 28 Şubat sürecinin şartları içinde İBDA-C davası olarak bilinen Salih Mirzabeyoğlu (İzzet Erdiş) ve arkadaşlarının yargılandığı ve Salih Mirzabeyoğlu'nun idama mahkum edildiği davadır. Bu dava 12 Eylül 1980 darbesinin arkasından yapılan yargılamadan çok daha dayanaksız açılmış ve mahkumiyetle sonuçlanmıştır. Hakimlerde hata yapabilir ama bir insan hakkında idam cezası verilirken sanıyorum çok daha dikkatli olmak gerekir.

Derdim bu yazıda mahkemelerin doğru ya da yanlış karar vermiş olmaları değil. Mahkemelerin bir takım tesirlerin altında kalarak karar vermesidir. Çünkü, bir hukukçunun ifadesine göre eğer bu darbe dönemlerinde hakimlerin önüne iki dosya getirilir birinde ceza belli diğerinde ise hakimlere inisiyatif bırakılıyorsa böyle bir yargılamadan adil bir sonuç çıkmasını beklemek mümkün olabilir mi?

Hangi dönemde ve kime karşı olursa olsun ben insanım diyenlerin adaletten yana olması gerekir. Çünkü adalet herkese lazımdır. Bugün haksızlıklara alkış tutanların yarın haksızlığa uğramaları halinde yanlarında kimseyi bulamamalarının yadırganacak bir yanı olmaz. Sanıyorum toplum olarak esas sorunumuzda burada ortaya çıkıyor. Herkes adaleti, demokrasi ve özgürlükleri sadece kendisi için istiyor. Başkalaştırdıklarının zulme uğraması onları ilgilendirmiyor.Bu ise zalimlerin işini kolaylaştırıyor. Çünkü zalimler her dönemde kendilerine yandaş bulabiliyorlar.

Ergenekon Davaları sebebiyle medyanın ve toplumun bir bölümü güya adaletin tecellisi için yiğitçe mücadele veriyor(!). Ne var ki bu kesimler geçmişte adaletsizliklere bırakın karşı çıkmayı, alkış tutuyorlardı. Yani bir tarafının yüreği yanarken bunların yüreğine soğuk sular serpiliyordu.
Bu sebeple şu günlerde İBDA-C davasının yeniden ele alınması gerektiğini ve özellikle mevcut anayasal düzeni yıkmak için silahlı örgüt kurduğu ileri sürülen Salih Mirzabeyoğlu'nun evinde ve işyerinde -İşyeri yoktu. O sadece kendisini okumaya ve yazamaya adamış birisiydi- hangi silahların bulunduğunu, silahsız silahlı örgütün nasıl kurulabileceğini birilerinin topluma açıklaması gerekiyor. Aksi halde yıllardan beri unutturulmaya terk edilmiş, hiçbir zaman hayırla anılmayacak bir yargılamanın mahkumu olan Salih içerde yatmaya devam ettiği sürece birilerinin haktan hukuktan bahsetmesinin samimiyetle bağdaşır bir yanı olamaz sanıyorum.

Kısacası Salih'e yapılmış haksızlık son bulmadığı, ilgililer son bulması için adım atmadığı/atamadığı sürece bu ülkede bir kesimin yargıya güven duyması mümkün olmaz.
Bu konuya ileride tekrar devam edeceğimi belirtirken, Akit'in genç yargı muhabiri kardeşim Murat Alan'a yardımlarından dolayı teşekkür ediyorum.




_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cum Ekm 12, 2012 8:57 pm tarihinde değiştirildi, toplam 7 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş Ekm 27, 2011 3:37 pm    Mesaj konusu: '(Mirzabeyoğlu) davası da 28 Şubat hukukunun eseridir' Alıntıyla Cevap Gönder

YDHD 25 Ocak'ta Bolu'da Basın Açıklaması Yapacak
23.01.2012

Yeni Devir Hukukçular Derneği'nin "Tarihin gördüğü en büyük hukuksuzluklardan biri olan MİRZABEYOĞLU DAVASI" ile ilgili olarak bir basın açıklaması yapacağı bildirildi.

YDHD'nin bu konudaki açıklaması şöyle:

1. Mirzabeyoğlu Davası; hukukî olmaktan daha ziyade siyasî olup, Atlantik ötesinden plânlanan operasyonun diğer adıdır. Bu operasyonda kritik dört gün vardır: 28 Şubat 1997-28 Aralık 1998- 25 Ocak 2000- 2 Nisan 2001.

2. Atlantik ötesinden gelen emir ve talimatlara göre hareket eden ve bu milletin aslî değerlerine düşman olan NATOcu grup, 28 Şubat 1997'de; “tam bağımsız ve millî iradeye karşı gerekirse 1000 yıl mücadele etme” kararı aldı.

3. Hukuk, medya ve sivil toplum örgütleri başta olmak üzere birçok kurum, alınan bu kararlar
doğrultusunda dizayn edildi.

4. Kararların en şedit bir şekilde tatbik edildiği günlerden biri de; 28 Aralık 1998'dir.

5. Bu günde tam bağımsız ve millî bir fikir adamı olup, o zamana değin 41 esere imza atan, bu tarihe kadar hakkında hiçbir arama, yakalama vb. bir karar olmayan Salih Mirzabeyoğlu; o gün için ilkokula giden çocuğunu almak üzere gittiği okulun önünde, kendisine herhangi bir bildirimde bulunmayan kolluk kuvvetleri tarafından eşinin ve çocuklarının gözü önünde saldırıya uğramış ve yine kendisinin “Tiyatro” olarak ifade ettiği süreç başlamıştır.

6. Operasyonun emniyet safhasında kendisine; “Kimseye emir ve talimat vermediğini, kimseyle görüşmediğini, eylemlerinin olmadığını biliyoruz. Ama yapacak bir şey yok. Yukarıdan bastırıyorlar, örgüt lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin” denilen Salih Mirzabeyoğlu; “Hayata Dönüş Operasyonları”ndan tam 11 ay önce, 25 Ocak 2000'de, Metris Cezaevi'nde düzenlenen, “NOEL BABA” adı verilen, öldürücü mahiyette kimyevî gazlar kullanılan, bir kişinin öldürüldüğü, birçok kişinin yaralandığı operasyonda
öldürülmek istenmiştir.

7. “NOEL BABA” operasyonundan sonra Kartal Cezaevi'ne konulan ve burada “TELEGRAM – Zihin Kontrolü- İşkencesi”ne maruz bırakılan Salih Mirzabeyoğlu'na ve avukatlarına; en tabiî hak olan savunma hakkı bile tam mânasıyla kullandırılmamış, savunma bir tarafa “İddianame”yi almak bile başlı başına bir işkenceye döndürülmüştür.

8. Sabah gazetesine verdiği bir röportajda; “İBDA-C davası dahil olmak üzere baskı görmediğim hiçbir dava olmadı” diyen hâkim Sedat Karagül'ün ardından göreve getirilen ve Vakit gazetesine “Mirzabeyoğlu hakkında o dönemde yanlış karar verilmiş olabilir” şeklinde beyanda bulunan Metin Çetinbaş başkanlığındaki mahkeme heyeti 2 Nisan 2001'de; “her ne kadar bir eylemi ve eylem talimatı olduğu tespit edilememiş olsa da sanığın idamına” şeklinde bir karar vermiştir.

9. Hukuk ve hukuka dair bütün değerlerin rafa kaldırıldığı, hukukta emir-komuta zincirinin işleyip, amir-memur, ast-üst münasebetlerinin daha bir câri hâle geldiği, hiç kimseden emir almaması gereken hâkimlerin NATOculardan brifing alıp, ona göre hareket ettiği 28 Şubat Dönemi'nde verilen BÜTÜN hükümlerin hukuksuz olduğu artık her türlü ispat ve izahtan varestedir. Dolayısıyla bu süreçte alınan bütün kararlar hiçbir kayıt, şart ve talebe bağlı kalmaksızın RE'SEN ve yeniden gözden geçirilmeli ve siyasî irade, millet iradesine mutabık bir şekilde tecellî etmelidir.

10. “İleri Demokrasi”den, 28 Şubat'la hesaplaşmaktan, yargının bağımsızlığından, devletin sebebiyet verdiği zararların tazmin edilmesi gerekliliğinden bahsedildiği şu günlerde; hukuka bir maşa muamelesi yapılan ve tarihin gördüğü en büyük hukuksuzluklardan biri olan Mirzabeyoğlu Davası'na bir hukuksuzluk daha eklenmiş, işin esasına dair suçlamaların asılsızlığı bir yana usulî açıdan öncelikle incelenmesi gereken ZAMANAŞIMININ VARLIĞINA RAĞMEN “Noel Baba” operasyonuna maruz kalan insanlar mahkûm edilmiş, Yargıtay da bütün hukuksuzluğu gözardı ederek kararı onamış, böylece 12 yıl önce başlayan operasyonun hukuk ayağı tamamlanmıştır. “Noel Baba Operasyonu”nun yıldönümü olan 25 Ocak 2012, saat 14.00'de Bolu F Tipi Cezaevi'nin önünde yapacağımız basın açıklamasına herkesi bekliyoruz.

Saygıyla duyrulur. 11 Ocak 2011.
yenidevir.hd@gmail.com
haber1001

Nurullah Aydın: "(Mirzabeyoğlu davası) da 28 Şubat hukukunun eseridir"
24 Ekim 2011

Örgütsel bir bağlantının tespit edilmemesine rağmen ‘delil yok ama biz seni uygun gördük’ mantığıyla örgüt lideri yapılan Salih Mirzabeyoğlu’nun durumu ve 28 Şubat hukukunu; uzun yıllar hakim ve savcılık yapmış Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nurullah Aydın ile konuştuk.

Prof. Dr. Nurullah Aydın, İBDA-C davasından ömür boyu hapse mahkûm edilen Salih Mirzabeyoğlu’nun 4 bin sayfalık dosyasını detaylarıyla incelediğini, Mirzabeyoğlu’nu var olduğu iddia edilen örgüte bağlayacak bir tek delil bulunmadığını belirtti. Mirzabeyoğlu için karar tashihinde bulunulması gerektiğini kaydeden Prof. Dr. Nurullah Aydın, “Her dönem kendi hukukuyla birlikte gelir, İBDA-C davası da 28 Şubat hukukunun eseridir” dedi.
RÖPORTAJ: MURAT ALAN

Ergenekon sanığı Ümit Sayın’ın ‘verirsin dalgayı İsa olur Musa olur’ sözleri ile izah ettiği Telegram yöntemi ile işkence yapıldığı iddia edilen İBDA-C davasında ömür boyu hapse mahkûm edilen Salih Mirzabeyoğlu ile ilgili birbiri ardına önemli gelişmeler yaşanıyor.

Şu an Ergenekon davasında örgüt üyesi olduğu iddia edilen Kemal Alemdaroğlu’nun avukatlığını yapan dönemin DGM Hakimi Metin Çetinbaş’ın “Dosyada yüzde yüz hata yapılmamıştır demiyorum, hakimler de hata yapabilir” şeklindeki itirafı ve Mirzabeyoğlu’na idam cezası veren İstanbul DGM’nin Adana Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdiği ‘Şüphelinin İstanbul ili içinde bilinen yasadışı bir faaliyeti tespit edilememiştir’ şeklindeki yazısı, 28 Şubat döneminde yapılan yargılamayı bir defa daha gündeme oturttu.

Örgütsel bir bağlantının tespit edilmemesine rağmen ‘delil yok ama biz seni uygun gördük’ mantığıyla örgüt lideri yapılan Salih Mirzabeyoğlu’nun durumu ve 28 Şubat hukukunu uzun yıllar hakim ve savcılık yapmış Gazi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Nurullah Aydın ile konuştuk.

“BU DOSYADAN İDAM CEAZASI ÇIKMAZ”

Akit: Siz dosyayı incelediniz, binlerce sayfa belge okudunuz; tam olarak suçun tanımı ve delil durumu nedir?..

Prof. Dr. Nurullah Aydın: Suç; Anayasal düzeni, silah zoruyla değiştirmeye teşebbüs suçudur. 6 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi 2001 yılında Salih Mirzabeyoğlu’nu “Anayasal düzeni cebir ile değiştirip tüm Ortadoğu ülkelerini kapsayan dinî esaslara dayalı federal yapıda bir İslâm devleti kurmaya teşebbüs” suçlaması ile yargılamış, Mirzabeyoğlu’nun “yazmış olduğu kitaplardan etkilenen şahısların herhangi bir hiyerarşik yapılanması olmaksızın birbirlerinden bağımsız hareket eden cephe hareketleri oluşturulduğu, kendiliğinden zuhur adıyla oluşturulan bu cephelerin bağımsız olarak değişik eylem kararı alarak bu eylemleri gerçekleştirdikleri gerekçesiyle idam cezası ile cezalandırılmasına” karar verilmiştir. Bu ceza; ÎBDA örgütü mensubu olduğunu söyleyen birçok kişinin farklı zamanlarda farklı yerlerde işlenen eylemlerle ilişkilendirilerek verilmiştir. Sanık hakkında kesin, açık, delil elde edilemediği gibi yayıncılık yaptığı, kitap ve dergilerde görüş düşünce ve önerilerini yazdığı, dosyada mevcut resmi yazılardan anlaşılmaktadır.

Akit: Verilen cezayı nasıl değerlendiriyorsunuz ve bundan sonra ne yapılabilir?..

Prof. Dr. Nurullah Aydın: Şu anda cezanın dayandığı TCK yürürlükte değildir. Bu kanun yürürlükten kaldırılmış, yerine yeni kanun kabul edilip yürürlüğe girmiştir. Yeni kanundan yararlananlar da göz önüne alınarak Salih İzzet Erdiş’in (Salih Mirzabeyoğlu) yeniden yargılanması gerektiği kanaatindeyiz.

“KUMANDAN KELİMESİNDEN ÖRGÜT LİDERİ ÇIKARTILAMAZ”

Akit: Nasıl yani biraz daha açar mısınız?

Prof. Dr. Nurullah Aydın: Şöyle ki; dosyada var olan farklı zamanlarda işlenen tüm eylemler, ilgili sanıklarca kabul edilmiştir. İşlenen tüm suçların, sanık Salih İzzet Erdiş’in işlediğine ilişkin tek bir eylem yoktur. Örgüt lideri tanımı olarak ifade edilen ‘Kumandan’ kelimesinin onu sevenlerce fikirlerinden esinlenerek hareket edenlerce kullanıldığı açıktır. Bu nedenle kullanılan ‘Kumandan’ kelimesinden yola çıkılarak Salih İzzet Erdiş’in, örgütü sevk ve idare eden, eylemsel eylemler planlayan, uygulatan örgüt lideri olduğundan bahsedilemez. Kaldı ki her kitap, o kitabı yazan ve kitapta yer alan fikirlerin örgüt dokümanı olarak kabul edilmesi, evrensel hukuka ve yaşamın gerçekleriyle bağdaşamaz.

“KARAR TASHİHİ İÇİN BAŞVURULURSA DOSYA YENİDEN ELE ALINABİLİR”

Akit: Yargıtay aşaması da bitmiş bir davadan bahsediyoruz. Yapılabilecek bir şey var mı?

Prof. Dr. Nurullah Aydın: Elbette var. Yeni deliller var ortada, sanığın lehine belgeler var. Mesela bunlardan birini siz yayınladınız. Cumhuriyet Savcısına gönderilmiş bir belge var. İstanbul DGM, Mirzabeyoğlu ile ilgili suçlayıcı bir delile ulaşılamadığından bahsediliyor. Bu dava 28 Şubat zihniyetinin gölgesinde karara bağlanmıştır. Salih izzet Erdiş, hiçbir eylem planlamasında, teşebbüsünde veya eylemde yakalanmamıştır. Yine Salih İzzet Erdiş, hiçbir eylemin azmettiricisi sıfatıyla da suçlanmamıştır. Yine sanık, terör örgütleri liderlerinin yaşam biçimi gibi bir yaşama sahip değildir. Salih İzzet Erdiş, mazbut bir aile reisi olarak geçimini mazbut gelirle sağlayan yaşama sahiptir. Dosyada mevcut olan örgütsel dokümanlar da, tasarlanan, özlenen bir devlet modeline ilişkin olduğu ve bunun için de mücadele edilmesi telkinlerini içermektedir. Bu bağlamda Salih izzet Erdiş’le ilgili kararın yeni ceza kanunu kapsamında, evrensel hukuk normları bağlamında ele alınarak, incelenerek yeniden ele alınması doğru olacaktır. Erdiş’in avukatlarının karar tashihi için başvurması durumunda, başvurunun kabul edilebileceğini düşünüyorum. Bunun örnekleri de mevcuttur.

‘MEDYA VE STK KANALIYLA HAKİMLER AĞIR BASKI ALTINDA BIRAKILDI’
Akit: Şu an Ergenekon’da avukatlık yapan, davanın hakimi Metin Çetinbaş’ın itiraflarını biliyorsunuz, özelde kişileri eleştirmek istemiyorsunuz ama bu duruma ne diyeceksiniz?

Prof. Dr. Nurullah Aydın: 28 Şubat dönemi Türkiye’de bir irtica tehdidine yönelik belli kesim tarafından çok yoğun bir kamuoyu oluşturma girişimleri olduğunu görüyoruz. Aczmendi olayı ve Fadime Şahin olayı gibi onlarca şey sayabilirim. Abartmalar, manipülasyonlarla kamuoyu yönlendirildi. Birçok yargılama da bu ortamda yapıldı.

Hakimler de toplumda yaşayan insanlardır. Toplumdaki siyasi eğilimlere göre bir inancı olan, toplumsal eğilimleri olan, zaafları olan, yetenekleri olan kişilerdir... Dolayısı ile yargılama sürecinde hakimlerinde etkilendiği faktörler vardır. Dolayısı ile hakimler olabildiğince tarafsız olma ilkesine rağmen, maalesef döneminde etkisi ile psikolojik baskı altında olabiliyorlar. Mirzabeyoğlu hakiminin yapmış olduğu açıklama da bu yöndedir. Her dönemin, kendi hukukunu doğurduğuna inanıyorum. İBDA-C davası da 28 Şubat hukukunun eseridir.
Yeni Akit

KEENLEMYEKÜN KARARIN YASADIŞI İNFAZI
Av.Güven Yılmaz
01.11.2011



Bilindiği üzere Devlet Güvenlik Mahkemeleri, maruf ismi ile DGM’ler Türk hukuk sistemine ilk kez 1961 Anayasası'na 1973 yılında eklenen bir maddeyle girmiş ve 1982 Anayasası’nın 143 maddesindeki düzenleme ile de varlığı devam ettirilmiştir. 5170 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun’un 22 Mayıs 2004 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanması ile kaldırılmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın bazı maddelerinin değiştirilmesi hakkındaki bu kanun teklifinin genel gerekçesinde “Avrupa Birliğine üye adayı olan Ülkemizin Kopenhag Siyasi Kriterleri bağlamında yerine getirmesi gereken hususlar ile yasal düzenlemeler 24 Temmuz 2003 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan "Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Ulusal Program”da belirlenmiş bulunmaktadır.

Bir taraftan hayat hakkının, demokratik toplumun temel değeri olduğunu ve ölüm cezasının kaldırılmasının, bu hakkın korunması ve tüm insanların doğuştan gelen onurunun bütünüyle tanınması için elzem olduğunu vurgulayan ve Ülkemizce de imzalanan İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Koruma Avrupa Sözleşmesi’ne Ek 13 No’lu Protokol gereğince ölüm cezasının kaldırılmış olması; diğer yandan, dünyada gelişen yeni demokratik açılımlara uyum sağlanması ve bu açılıma uygun bir şekilde temel hak ve hürriyetlerin, evrensel düzeyde kabul edilmiş standart ve normlar ile Avrupa Birliği kriterleri seviyesine çıkarılması amacıyla kanunlarımızda düzenlemeler yapılması ihtiyacı temel yasamız olan Anayasada da değişiklikler yapma zorunluluğu doğurmuştur.
Bu zorunluluktan hareketle, hazırlanan Kanun Teklifiyle, Anayasanın bazı maddelerinde değişiklik yapılması öngörülmektedir “

1982 Anayasası’nın 143 maddesinde düzenlenen Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kaldırılması teklifinin madde gerekçesinde de;

“Devlet Güvenlik Mahkemelerin yetki, sorumluluk ve işleyişinin, Avrupa ölçülerine uygun hale getirilmesi, 2003 tarihli Katılım Ortaklığı Belgesi ve 2003 İlerleme Raporunda beklenti olarak yer aldığından, bu mahkemelerin kuruluşuna ilişkin 143 üncü madde hükmünün yürürlükten kaldırılması öngörülmektedir." denilmektedir.

Bu gerekçeleri bir iki cümlede toparlayacak olursak,
“ Devlet Güvenlik Mahkemeleri, yetki, sorumluluk ve işleyişleri dikkate alındığında, insan temel hak ve özgürlüklerinin evrensel düzeyde kabul edilmiş normlara uygun bir şekilde teminat altına alınması önünde Türk Hukuk sistemi içinde bir engeldir. Ve derhal kaldırılmalıdır.”

5170 sayılı değişiklik paketinin içinde 9.maddesi’nın hükmü ile Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin düzenlendiği Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 143 üncü maddesi yürürlükten kaldırılmış, bununla birlikte aynı yasanın 2,3,5 ve 6.maddeleri ile de İDAM cezası kaldırılmıştır.

Gelelim hukukun temel prensiplerinden birine;

“suçun işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanun ile sonradan yürürlüğe giren kanunların hükümleri farklı ise failin lehine olan kanun uygulanır.”

Bu prensip 2005 yılında yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın 7.maddesinin 2. fıkrasında da aynen bu şekilde düzenlenmiştir.

Şimdi bu teorik bilgileri Mirzabeyoğlu davası temelinde ele alarak pratik bir hale getirelim.

Salih Mirzabeyoğlu, hakkındaki iddianamenin kabul edilmesi ile İstanbul 6. Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılandı. Ve 02.04.2001 tarihinde verilen kararla İDAM’a mahkum edildi.

Tarihlere dikkat

02.04.2001 tarihinde DGM tarafından İDAM cezası veriliyor.

22.05.2004’de DGM’ler ve İDAM cezası kaldırılıyor.

Yapılan değişiklikler nedeniyle Mirzabeyoğlu’na verilen İDAM cezası sanık lehine olan (bu da ayrı tartışma ve inceleme konusudur) -yeni icat- Ağırlaştırılmış müebbet hapse çevriliyor. Böylece sanığın lehine olan hüküm(!) tatbik edilerek TCK 7/2 deki prensibe uygun davranılıyor.
Peki Türk Hukuk sisteminde olmaması gerektiği için aynı yasa içinde kaldırılan Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından verilen İDAM ve devamındaki ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası şeklindeki mahkumiyet kararı sanığın aleyhine değil mi? Diğer bir anlatımla Türk Hukuk sistemi içinde olmaması gerektiği için DGM’ler kaldırılıyor, ama kaldırılmış DGM’lerin verdikleri hükümler hâla yürürlükte ve infaz ediliyor. Ve bu çelişki bir garabet olarak orta yerde duruyor. Herkes Hukukun üstünlüğünden bahsediyor, ama bu samimi olmayan pratiğe dökülmeyen bir söylemden öte gitmiyor.
Bugün baştasalih Mirzabeyoğlu olmak üzere pek çok insan Türk Hukukunda yer almaması gerektiği için kaldırılan Mahkemeler tarafından verilen ve keenlemyekün olan hükümler nedeniyle gayrıkanuni olarak cezaevlerinde tutuluyorlar. Kendisi olmayan bir Mahkemenin hükmünün “sanığın lehine olan hüküm uygulanır” prensibi de dikkate alındığında var olduğunun kabul edilmesi evrensel hukuk normlarına da uymayan bir ayıptır, hukuki garabettir.
Nasıl ki DGM’lerin yerine monte edilen Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri, nasıl ki İdam tarafların bir talebi dahi olmaksızın sanığın lehine olduğu için İDAM hükmünü kaldırarak, ağırlaştırılmış müebbet hapse çevirmiş ise, aynı Mahkemeler hiçbir talebe gerek kalmaksızın, Devlet Güvenlik Mahkemeleri tarafından yargılaması yapılan dosyaları tekrar ele alması gerekmektedir.
Zamanın Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in Apo’nun yeniden yargılanması talepleri karşısında kendisini Mahkeme yerine koyarak rey ihsas ederek “yargılansa da sonuç mu değişecek” cinliğine soyunacak hukukçular(!) mutlaka çıkacaktır. Buna da cevap verecek gerçek hukukçulardan da hayatta olanlar vardır herhalde.
Velhasıl 28 Şubat döneminin olağanüstü şartları, hakimlere verilen brifingler, mahkemelere yapılan ziyaretlerde verilen talimatlar, verilecek karara ilişkin ikinci dosyaların varlığı, yargılamayı yapan Hakimlerin itirafları dahi bir yana bırakılacak olsa başta Salih Mirzabeyoğlu davası olmak üzere, ister Mahkeme heyeti içinde askeri hakim veya savcı var olsun, isterse tüm heyet sivil hakim ve savcılardan oluşsun, Devlet Güvenlik Mahkemeleri tarafından verilen ve kesinleşerek halen infaz aşamasında olan tüm kararlar yasal dayanaktan yoksundur ve keenlemyekündür, bu hükümlere dayalı olarak yapılan İNFAZLAR da YASADIŞIDIR.

Son söz;

Salih Mirzabeyoğlu’nun yargılanması aşamasında hakimlere söylediği,

“HUKUKUNUZA UYUN”

Kaynak: http://www.dergimiz.net/

“BRİFİNG MEDYASI HEDEF ÜRETTİ, KOLLUK KUVVETİ DELİL, YARGISI MÜEBBET VERDİ”

29 Kasm 2011
28 Şubat darbesine yönelik soruşturma devam ederken, Av. Doğan Yıldırım Harbiye'de gizli bir toplantı yapıldı, önemli kararlar alındı, dedi...

- O toplantıya katılanlardan biri de, hakim Metin Çetinbaş idi... Çetinbaş, brifingte alınan kararlar doğrultusunda Salih Mirzabeyoğlu’na idam cezası verdi.

28 Şubat darbesine yönelik soruşturma devam ederken, Akit; yaşanan süreci deşifre eden çok önemli bir tanığa ulaştı... Av. Doğan Yıldırım; “Harbiye’de gizli bir toplantı yapıldı, önemli kararlar alındı, dedi... O toplantıya katılanlardan biri de, hakim Metin Çetinbaş idi... Çetinbaş, brifingte alınan kararlar doğrultusunda Salih Mirzabeyoğlu’na idam cezası verdi.

HATA YAPMIŞ OLABİLİRİM DEMİŞTİ

İBDA-C Dâvâsı’na bakan ve Salih Mirzabeyoğlu’na idam cezası veren hakim Metin Çetinbaş; daha sonra yaptığı açıklamada; “Verdiğim karar yüzde yüz doğrudur diyemiyorum... Biz o günkü şartlara göre karar verdik, hata yapmış olabiliriz” diyerek, “brifingte alınan kararlara” gönderme yapmıştı... Adana DGM’nin; “Mirzabeyoğlu dosyasının takipsizliğine” karar vermiş olması da, hakim Metin Çetinbaş’ın; “Brifingte alınan kararları uyguladığı” yorumlarını güçlendiriyor.

HARBİYE ORDUEVİ’NDE TOPLANMIŞLAR

Bahçelievler davasından tutuklanan Haluk Kırcı ve Mehmet Ali Ağca ile 1. Ergenekon davası sanığı Fuat Turgut’un avukatlığını yapan Doğan Yıldırım, Genelkurmay ve sivil uzantılarının hükümet yıkma planına bizzat şahitlik ettiğini söyledi. 1. Ordu Komutanlığına ait Harbiye Orduevi tesislerinde tertiplenmiş çok gizli bir toplantıya katıldığını söyleyen avukat Doğan Yıldırım, darbenin sivil kadrolarına bu toplantıda brifing verildiğini belirtti. Yıldırım, toplantıda Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, dönemin 1. Ordu Komutanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, Balyoz’un bir numarası eski 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan, Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak, dönemin DGM Başsavcısı, mahkeme başkanları, Susurluk ve İBDA-C davasında hakimlik yapan Metin Çetinbaş, eski İstanbul Barosu Başkanı Kazım Kolcuoğlu, İstanbul Valisi Erol Çakır, Doğan medyasında görev yapan birçok gazetecinin bulunduğunu ifade etti.

28 ŞUBAT’IN SIR ŞAHİDİNDEN TARTIŞMALARA SEBEB OLACAK AÇIKLAMALAR

Kayseri’deki ofisinde görüştüğümüz Doğan Yıldırım sorularımıza şu cevapları verdi:
Akit: Türkiye’de önemli isimlerin avukatlığını üstlendiniz, Haluk Kırcı, Mehmet Ali Ağca bunlardan birkaçı. Sizin savunduğunuz kişilerin birçoğu sağcı hatta ülkücü diyebiliriz; siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Doğan Yıldırım: Kayseriliyim, çocukluğum burada geçti. Temel eğitimi tamamladıktan sonra Deniz Harp Okulu’nu kazandım siyasi çekişmeler yüzünden daha sonra atıldım. Türk Milliyetçisi olarak tanımlıyorum kendimi, dediğiniz gibi birçok önemli isme avukatlık yaptım.

“İLK EYLEMLERİ YARGIDAKİ ALEVİ KADROLAŞMASI”

Akit: 28 Şubat döneminin şu ana kadar gizli kalmayı başarmış tanıklarından olduğunuz söyleniyor?
Doğan Yıldırım: Doğrudur (gülüyor) o döneme ilişkin birçok şey gördük yaşadık. Dönemin öncesi ve sonrasına vakıf biriyim. 28 Şubat aslında 1997’de değil Özal’ın ölümüyle başlayan bir süreç aslında. İlk eylem yargıdaki kadrolaşma oldu. Yargıdaki ilk kadrolaşma maalesef söylemek zorundayım bu bir siyasi parti görünümü (CHP-SHP) altında Alevi kadrolaşmasıydı. Bariz bir şekilde Alevi hakim ve savcılar kilit noktalara atandı.

Bu belki konumuz dışı ama merhum Türkeş’in Seyfi Oktay’ın desteklenmesi gerektiğini belirttiğini biliyorum..
Akit: Merhum Türkeş’in de... ilginç yani Ergenekoncu mu demek istiyorsunuz?
Doğan Yıldırım: Soruşturması ve davası süren Ergenekon yapılanmasından çok daha büyük bir yapılanma var aslında. Bu henüz tam olarak idrak edilebilmiş değil. Soldan sağa doğru hilal gibi dizilen gizli bir ittifak. Bu ittifak soldan sağa doğru yayılarak her iki grubu da kontrol eden gizli bir yapılanma. Sol kesimi idare eden isim isim verebileceğimiz insanlar var. Sağ grubu da hakeza. Kendi tanımlamalarına göre hilalin merkezinde birleşiyorlar örnek olarak merhum Türkeş beyi verdim. Hatta açık olarak talimat verdiğini biliyorum kendi partisine, ‘Seyfi Oktay’ı destekleyeceksiniz’ dediğini biliyorum. Ne ilginçtir değil mi?

Akit: Doğru ise dehşet verici ama asıl konumuza dönelim istiyorum.

Doğan Yıldırım: Tamam asıl konumuza dönelim. Ergenekon’da da sanık olan Seyfi Oktay’dan sonra gelen Mehmet Moğultay ile kadrolaşma tamamlanmış oldu ve bu kadro yargıda terör estirmeye başladı. Rahşan Affı olarak bilinen genel af çalışmasında sağcı mahkûmlar içeride tutuldu. Bahçelievler katliamından dolayı idam cezası alan müvekkilim Haluk Kırcı bu kuvvetin yargıdaki kadroları tarafından tahliye edilmedi. Fakat politik olmayan kişiler tahliye edildi. Mesela İzol Aşiretinden Mustafa İzol, 7 kişinin katili Mustafa İzol tahliye edildi. Dönemin Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Mehmet Kolukısa’ya dilekçe verdik. Adam ‘ben kabul etmem bunu’ dedi. Neden diye sorduğumda, ‘ben tarafım kardeşim kabul etmem’ dedi. Üsküdar o dönem stratejik bir mahkemeydi. O anlamda oranın kilit noktalarına kendilerine yakın kişileri atamışlardı. Adalet Alevi kadroların eline geçmişti. Ben bugünki durumu da bu kadroların tasfiyesi olarak görüyorum.

“28 ŞUBAT’IN SİVİL ÖRGÜTLENMESİ HARBİYE ORDUEVİ’NDE YAPILDI”

Akit: O dönem DGM’lerinde nasıl bir hava hakimdi?
Doğan Yıldırım: DGM’lere gelecek olursak PKK’nın insan kaynakları ve ekonomik altyapısını çökertmek için kurulsa da asıl hedefi derin devletin izlerini örtmek, Müslümanları baskı altında tutmak olmuştur. Bunlara talimatın gittiği nokta da Genelkurmay’dı. Devletin askeriyesi, Genelkurmay’ı Yargıtay, HSYK ve diğer mahkemeleri ile pek sıkı fıkıydı. Şahidi olduğum toplantılarda nasıl tavır alacakları izah ediliyordu.
Akit: ‘Şahidi olduğum’ dediniz, açar mısınız?
Doğan Yıldırım: Benim saklayacak gizleyecek hiçbir şeyim yok. Birazdan söyleyeceklerimle istiyorum ki gerçekler açığa çıksın. 28 Şubat post modern darbesinin sivil örgütlenmesi askerin sivilleri koordinesi Harbiye Orduevi’nde yapıldı. 1. Ordu Komutanlığı’na bağlı Harbiye Orduevi’nde toplantı yapıldı. Benim de katıldığım toplantıya yargı mensupları başta olmak üzere akademisyenler ve o dönem çok etkili olan birçok gazeteci katıldı. Toplantıda irticadan ve hükümetin irticayı körüklediğinden bahsedildi. Buna karşılık toplantıya katılanların koordineli harekete etmesi ve kendi konumlarından doğan gücü lehte kullanmaları gerektiği vurgulandı.

“KARADAYI, KIVRIKOĞLU VE ÇETİN DOĞAN ORADAYDI”

Akit: Bu çok önemli bir açıklama. Yani karargâhın gizlice toplandığını söylüyorsunuz kimler katıldı isim verebilir misiniz?

Doğan Yıldırım: Elbette gizli ve seçmece bir toplantıydı. Harbiye Orduevi’nin konferans salonuna girdiğimde içeride Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, dönemin 1. Ordu Komutanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, ne ilginçtir şimdi Balyoz’un bir numarası eski 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan, Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak ve daha birçok asker vardı.

“İBDA-C DÂVÂSININ HAKİMİ...”

Akit: Sivillerden kim vardı?

Doğan Yıldırım: Dönemin DGM Başsavcısı, mahkeme başkanları, hatta Susurluk ve İBDA-C davasında hakimlik yapan şu meşhur hakim Metin Çetinbaş da vardı. Ve hatta Çetinbaş kürsüde konuşma yaptı. Herkes protokoldeki yerine göre oturuyordu. Resmi bir toplantı havasındaydı. Ön sıralara baktığımda yanlış hatırlamıyorsam İstanbul Barosu Başkanı Kazım Kolcuoğlu vardı.

“İSTANBUL VALİSİ EROL ÇAKIR, TUNCAY ÖZKAN DA İÇERİDE”

Akit: Toplantıda basından kimler vardı?

Doğan Yıldırım: Epey zaman oldu hepsini hatırlamak zor ama şimdi Ergenekondan sanık olan Tuncay Özkan, Erol Mütercimler, Milliyet yazarı Yalçın Doğan ve şu an Doğan Medyasında görev alan birçok isim vardı. En ön sırada ise dönemin İstanbul Valisi Erol Çakır’ın oturduğunu gördüm.

“BRİFİNG MEDYASI HEDEF ÜRETTİ, KOLLUK KUVVETİ DELİL, YARGISI MÜEBBET VERDİ”

O dönem yapılan anti demokratik uygulamaların hepsinin geri planında o toplantıda alınan kararların olduğunu biliyorum. Toplantıya katılan DGM hakimleri karşılarına gelen dosyaları buna göre değerlendirdi. Delil aramadı gerekçe önemli değildi. Brifing Medyası irticacı yaftasıyla hedef üretti, brifinge katılan kolluk kuvveti bu kişiler hakkında sahte delil üretti, yargısı ise dosyada suç var mı yok mu umursamadan irticacı diye yaftalanan kişilere müebbet hapis cezası ve hatta idam cezası verdi. İBDA-C davası Susurluk davası ve benzeri birçok dava bunun neticesi. Bunların araştırılması aydınlatılması lazım, bu anti demokratik uygulamaların deşifre edilmesi, hesap sorulması lazım.
Kaynak : YENİ AKİT GAZETESİ

Dehşet içindeyim!
Salih Tuna
stuna@yenisafak.com.tr
30 Kasım 2011



"Başım belada" diyordu Ahmet Kaya o güzelim şarkısında, "Adamın biri vurulmuş sokakta / Cebinde adresim bulunmuş..."

Ahmet Emin Yalman vurulduğunda da bir başkasının "başı belaya" sokulmak istenmişti.

Hayır, kimsenin cebinde adres falan bulunmamıştı. Ama "saldırganın" okuduğu kitaplar vardı.

Kitap yani "adres!"

Ve bu "adresten" hareketle "bir başkası" Malatya'da "azmettirici" suçlamasıyla mahkemeye çıkarılmıştı.

Sayın Başbakanımızın "Dersim" konuşmasında kaynak gösterdiği "Son Devrin Din Mazlumları" adlı eserin müellifinden başkası değildi bu.

Yani Alevi kardeşlerimize Dersim'de yapılan emsalsiz zulmü, emsalsiz şekilde kelimelere döken şair:

Necip Fazıl Kısakürek.

Kendini şöyle savunmuştu Malatya'da: "İngiliz'in biri, kıskançlık krizi içinde karısını öldürse... Ve adamın cebinde Othello piyesinden bir sayfa bulsanız... Azmettirici diye Shakespeare'in iskeletini mezarından çıkarıp Londra köprüsünden mi sallandıracaksınız?"

Bu müthiş savunma, kitaplarını okuyan birileri "suça bulaştığı" için müebbet hapis cezasına çarptırılan Salih Mirzabeyoğlu'nu fena halde hatırlatıyor.

Telegram işkencesi altında 13 yıldan beri hapis yatan Mirzabeyoğlu hiçbir eylemin planlanmasında, teşebbüsünde veya eyleminde bulunmadı.

Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi İletişim Hukuku Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Nurullah Aydın "Karar Tashih Talebi"nde aynen böyle diyor.

Dahası, kitaplarda yazılanların örgüt dokümanı olarak kabul edilmesinin evrensel hukuk ilkeleriyle bağdaşmayacağı düşüncesiyle, Mirzabeyoğlu'nun yeni ceza kanunu kapsamında tekrar yargılanmasını talep ediyor.

Anlaşılan o ki suça bulaşmış (veya bulaştığı iddia edilen) birileri bulunmuş, bu birileri örgüt kapsamında mütalaa edilmiş, ama örgüte lider bulunamamış.

"Örgüt dediğin lidersiz olur mu?" zihniyetiyle de "suça bulaştığı" saptananların okuduğu kitaplardan hareketle Mirzabeyoğlu suçlu ilan edilmiş.

Halbuki suçlu ilan edilmeden 20 yıl önce de yazıp çiziyordu.

Yazıp çizdiklerinde de o günden bu güne milim değişiklik yoktu.

İlk gençlik yıllarımızdan hatırladığımız Gölge dergisini ünlü karikatürist Yalçın Turgut'la çıkarıyordu.

O yıllardan aklımda kaldığı kadarıyla yüreği geniş vuran bir adamdı: "Sen Eritre'desin çocuk, sen Moro'da / Sen yıllarca zulüm edilensin / Türkistan'da Azerbaycan'da Kırım'da..." diyordu.

Mirzabeyoğlu tanınmış bir Kürt ailesine mensup, kimseye eyvallahı olmayan, Necip Fazıl'ın da iltifatına mazhar olacak şekilde birçok alanda (şiir, roman, günlük, düşünce) elliyi aşkın eser vermiş bir yazar.

"Brifingi aldı idamı verdi" şeklindeki Vakit gazetesinin dünkü manşetini okuyunca tüylerim diken diken oldu.

Habere göre Harbiye'de yapılan gizli bir toplantıda alınan kararlar kapsamında, hakim Metin Çetinbaş, Salih Mirzabeyoğlu'na idam cezası verdi.

Okuyalım: "Hakim Metin Çetinbaş daha sonra yaptığı açıklamada 'Verdiğim karar yüzde yüz doğrudur diyemiyorum. Biz o günkü şartlara göre karar verdik, hata yapmış olabiliriz...' diyerek, 'brifingde alınan kararlara' gönderme yapmıştı..."

Vay canına!

Bir hata yüzünden bir insan çoluk çocuğundan kopartılıp 13 yıl içeride yatırılabiliyor, 60'lı yaşlarını zindanda idrak etmek zorunda bırakılabiliyor ha!

Okumayı sürdürelim: "1. Ordu Komutanlığı'na ait Harbiye Orduevi tesislerinde tertiplenmiş çok gizli bir toplantıya katıldığını söyleyen avukat Doğan Yıldırım, darbenin sivil kadrolarına bu toplantıda brifing verildiğini belirtti. Yıldırım, toplantıda Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, dönemin 1. Ordu Komutanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, Balyoz'un bir numarası eski 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan, Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak, dönemin DGM Başsavcısı, mahkeme başkanları, Susurluk ve İBDA-C davasında hakimlik yapan Metin Çetinbaş, eski İstanbul Barosu Başkanı Kazım Kolcuoğlu, İstanbul Valisi Erol Çakır, Doğan medyasında görev yapan birçok gazetecinin bulunduğunu ifade etti..."

Gerçekten de dehşet verici.

Salih Mirzabeyoğlu tekrar yargılanırsa kim bilir daha ne gizli "toplantılar" çıkacak ortaya!
Kaynak: Yeni Şafak

Benim için zor bir yazı: Mirzabeyoğlu hakkında
Kürşat Bumin
kbumin@yenisafak.com.tr
03 Aralık 2011



Yeni Şafak okurları bazı köşe yazarlarımızın sütunlarında dile getirdikleri Mirzabeyoğlu'nun 12 yılı aşan (büyük bir kısmı tek kişilik hücrede geçen) mahkûmiyetini konu edinen yazılarından haberdardır mutlaka. Konu sadece gazetemizde değil bazı başka yayınlarda da işlendi. Dönemin DGM'si (yani şimdinin "Özel Yetkili Mahkemeleri"!) tarafından hakkında "ölüm cezası" verilen ve bilahare bu cezanın mevzuattan defedilmesi sonucunda ağırlaştırılmış müebbet hapise çevrilen cezasının bir "iade-i muhakeme" sonucu tekrar gözden geçirilmesi talep ediliyor. Çünkü Mirzabeyoğlu'nun hiçbir delil bulunmamasına rağmen yazdığı kitaplarla örgüt üyelerini yönlendirdiği iddiasıyla yargılanıp mahkûm edildiği hatırlatılıyor. Mirzabeyoğlu'na kesilen bu biletin "28 Şubat" dönemi adaletinin iyi bir örneği olduğunun unutulmaması isteniyor.

Birkaç gün önce değerli bir okurum bana Mirzabeyoğlu konusuna (da) girmemin gerektiğini duyurdu. Haksız değildi bu isteğinde. Madem ki -son olarak Cihan'ın tutukluluğu meselesinde- ülkedeki adaleti gözden geçiriyorduk, Mirzabeyoğlu'nun başına gelenler de köşemde yer almalıydı. Kendisine özetle şöyle bir cevap verdim: "Haklısınız unutmuş değilim. Gecikmemin nedeni dosyaya henüz hakim olmamamdır. Ama belki pek yakında..."

Dolayısıyla bu çerçevede dersimi çalışmaya başladım. Mirzabeyoğlu dosyasına hepten yabancı değildim tabii ki. Hakkında ölüm cezası kesilen bu kişinin yara bere içindeki yüzüyle duruşmaya çıkarıldığını tabii ki ben de hatırlıyordum. Hatta bu çerçevede "yara bere içinde" bırakılmış bu yüz hakkında dönemin gazetelerinde sıkılmadan müstehzi ifadelerin kullanıldığını da unutmuş değildim.

İnternet sağ olsun, yerine getirmeye koyulduğum dersime çok yardımcı oldu. Hakkında yayımlanmış epeyce yazı okudum. YouTube'de hakkında yer alan epeyce videoyu izledim. Mirzabeyoğlu'nu unutturmak istemeyen Furkan gibi dergilere de göz attım. Avukatı ile yapılan röportajı da unutmadım... Bu arada bugüne kadar okumadığım şiirlerinden bazılarıyla tanışmış da oldum.

Avukat Ali Rıza Yaman'ın müvekkilinin mahkûmiyeti ve infaz şartları hakkında verdiği bilgiler çok önemliydi. Yaman, kendisiyle yapılan röportajda "Salih Mirzabeyoğlu tam olarak neyle suçlanıyor?" sorusunu şöyle yanıtlıyordu: "Tam olarak neyle suçlandığını, hangi suçtan dolayı ceza aldığını biz de bilmiyoruz. Herkes herkese suç isnad eder. Ancak mühim olan şahsın o suçu işleyip-işlemediği, bunun tespiti ve verilecek cezanın o suça uygunluğudur."

Avukatı Mirzebeyoğlu'nun "mevcut anayasal düzeni silah yoluyla değiştirmeye teşebbüs etmekten ve örgüt liderliğinden" yargılanıp mahkûm olduğunu, oysa ortada bu hükmü destekleyen hiçbir delilin olmadığını tekrarlıyordu. Avukat Yaman'ın şu sözlerini de aktarayım: "Tespit yok, münasip görme var. İBDA-C markasıyla illegal faaliyet gösteren örgütler var. Bu örgüt mensupları; hiç kimseden emir ve talimat almadan 'kendinden zuhur diyalekliği'ne göre iş yapıyor. (...) Eylem yok. Talimat yok. Fikri bir yakınlık, bağlılıktır söz konusu olan. O gün için 41 tane eser vermiş bir yazarın fikirlerinin etkisi olmasından daha tabii ne olabilir?"

Avukat Ali Rıza Yaman'ın Mirzabeyoğlu'nun cezaevinde "telegram" adı verilen ve tarifi "düşünce formunun, sistem zihniyetinin dışarıdan değiştirilmesi teşebbüsüne ve bu maksatla irâdenin, kimliğin, kişiliğin parçalanmasına yönelik yapılan bir işkence türü" olarak yapılan bir eziyet altında bulunduğunu iddia etmesi de tabii ki önemliydi. Ama doğrusu,ülkedeki cezaevi düzenine ilişkin böyle bir "işkence" türü ile ilk kez karşılaştığımdan Avukat Yaman'ın bu iddiası hakkında bir şey söyleyemeyeceğim.

Ancak, tartıştığımız dosyaya biraz yakından bakan herkesin gözleyebileceği gibi, sözü edilen örgütün eylemler (mesela "birahaneler"e molotof kokteyli atılması gibi) ile -avukatının söylediği gibi- Mirzabeyoğlu arasında "fikri bir yakınlık, bağlılık" olsa bile, 12 yılı aşkın süresi tamamlanmış bu mahkûmiyetin "fikir suçu"dan kaynaklandığı anlaşılıyor.

Görüldüğü gibi yazı henüz başlığında niçin "Benim için zor bir yazı" notunun yer aldığı konusuna bir türlü giremedi. Aceleye gelmemesi için bunun nedenini de yarınki yazıda açıklayayım.

Yeni Şafak

Benim için zor bir yazı: Mirzabeyoğlu hakkında (2)
Kürşat Bumin
kbumin@yenisafak.com.tr
04 Aralık 2011

Dünkü yazıda başlamıştım anlatmaya: "Ölüm cezası"nı mevzuatta yapılan değişiklikle atlatabilen Mirzabeyoğlu'nun ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmasını, çevresinin ve avukatlarının bu mahkûmiyetin adil olmadığı yolundaki görüşlerini ve nihayet "iade-i muhakeme" talep eden kampanyayı. Dünkü yazıda da söylediğim gibi, bugüne kadar bu konuya girmememin nedeni dosyaya yeterince hakim olmamamdı. Nihayet, bazı okur mektuplarının da teşvikiyle internetin karşısına geçip dersimi çalışmaya başlamıştım. Mirzabeyoğu hakkında yazılan yazılar, Furkan gibi dergilerin öne çıkardığı dosyalar ve de YouTube'da bol miktarda bulunan konuya ilişkin videolar.

You-Tube'de yer alan videoların içeriğinden biraz söz etmek isterim. Bu ortamda türküler-marşlar eşliğinde giden Mirzabeyoğlu'nu destekleyen pek çok video mevcut. "İstikbal İslâmındır" gibi sık rastlanan sloganlar eşliğinde akan bu görüntülerin en kolayından "militan" diyebileceğimiz bir üslupla gerçekleştirildiğini söyleyebiliriz. Hatta bazılarında (artık ne kadarı hakiki, ne kadarı "dışarıdan"dır bilemem) açılış sayfasında çaprazlamasına Kur'an (?) ve otomatik tüfek de görüyoruz. Yani kısaca, kendimi yakın hissedebileceğim türden videolar değildi bunlar. Ama olsun, bana hitap etmiyor diye bunları birer "suç delili" olarak kabul edecek de değiliz herhalde.. Benim bu konudaki yaklaşımım da -geçenlerde Orhan Gazi Ertekin'den naklen söylediğim gibi- modern ceza hukukunun "olmak"la değil, "yapıp etmeler" ile yani "eylemler"le ilgili olması gerektiğine dayanıyor. Yani bir kimsenin -ya da "kimseler"in- beğenin ya da beğenmeyin "ne olduğu" bu hukukun ilgisi dışında kalmalıdır. Ve de sonuç olarak Mirzabeyoğlu'nun da "ne olduğu" -yine beğenin ya da beğenmeyin- bu alanı ilgilendirmemektedir.

Bu konuyla ilgili olarak "dersimi çalışırken" ulaştığım bir "bilgi"yi de atlamak istemiyorum. Dersimi çalışırken -söylediğim gibi- tabii olarak Furkan adlı dergiyi de ziyaret ettim. Bu dergi tahmin ettiğiniz gibi Mirzabeyoğlu dolayımıyla Necip Fazıl Kısakürek'in sadık bir takipçisi. Bu derginin bir sayısında Selim Gürselgil (?) imzalı "Üstad'ı Anmak-Kuşlar ve Yılanlar" başlıklı bir yazı da dikkatimi çekti. Yazar, Kısakürek hakkında söz söyleyenleri üç gruba ayırmış: "Mümin, münafık ve kâfir". Sıralananların ilk ikisini geçip gelelim "kâfir" faslına:

Şu sözlere bir bakın (yazıda atıfta bulunulan yazılarım bayağı eski tarihli, "Dersim"le ilgili olanları değil yani):

"Üçüncü grup, kâfirlerdir; 'hakikatı örtenler'. (...) Bazıları Üstad'a ezelî küfür düşmanlığının sözcülüğünü yapmak tabiatındadırlar. (...) Yeni Şafak'tan Kürşat Bumin, söz konusu küfür ehlinin önde gidenlerinden biridir. Yeni Şafak gazetesi, bu camianın içinden çıkmasına rağmen, bu keferenin küfürnâmesini birkaç gün boyunca yayınlamakta tereddüt etmemiştir.(...) Onun kefere kafasına göre, güyâ Başbakan gibi büyük bir adam, Üstad gibi küçük bir adamı sevemezmiş. Bu onun kendisine haksızlık etmesi olurmuş! (Puşt, on tane başbakanı üst üste koysan, Üstad'ın tırnağı etmez!) (...) Kendisi, maddece yarım kalmış, ruhça tam olmuş bir i...dir. Ne kadar i... yetiştirirse o kadar çağdaş olunacağını savunan Amerikan demokrasisine tapınır. Bütün gayreti de, hükümeti ve Yeni Şafak okuyucusunu bu 'çizgiye' çekmektir." Vesaire...

Şimdi anlaşılmıştır herhalde yazıya niçin "Benim için zor bir yazı" diyerek başladığım.

Ne diyeyim şimdi ben... Zamanında haberdar olsam bir dakika durmadan savcılığa şikâyet dilekçemi verirdim... Ama düşünüyorum da bu hepten yoldan çıkmış kalem buna da değmez. En iyisi şöyle bir öneride bulunmak herhalde: Mirzabeyoğlu, eğer tekrar hakim karşısına çıkıp DGM'siz adil bir yargılanma süreci sonucunda masum bulunur ve hakkındaki mahkûmiyet bozularak serbest bırakılırsa ilk iş olarak kendisini yoldaş bilen bu ahlaksız satırların utanmaz yazarını karşısına alıp gereken dersi vermelidir... Bu dersi versin ki bu ülkede de bu küfür erbabı değil, "ifade özgürlüğü"nü olması gerektiği gibi savunanlar kazansın.
Yeni Şafak

O idam isteği o günün gereğiymiş!
Meryem Dal
05 Aralık 2011



28 Şubat sürecinde yazar Salih Mirzabeyoğlu'na idam cezası verilmişti. Aradan geçen onbir senenin sonunda hakim Çetinbaş "MİRZABEYOĞLU DAVASINDA HATA YAPMIŞ OLABİLİRİM" itirafında bulundu.


28 Şubat sürecinde yazar Salih Mirzabeyoğlu'na idam cezası verilmişti. Aradan geçen onbir senenin sonunda hakim Çetinbaş "Mirzabeyoğlu davasında hata yapmış olabilirim" itirafında bulundu.

(İddia olunan) Ergenekon Terör Örgütü avukatlarından eski hakim Metin Çetinbaş tarafından verilen bu idam cezasının şimdi hatalı olduğu hakimi tarafından itiraf ediliyor.

28 Şubat bitti denilen bir süreçte, dosyasında da somut bir suç isnad edilemediği görülen Mirzabeyoğlu'nun içerde tutuluyor olması vicdanları rahatsız ediyor.

Salih Mirzabeyoğlu'nun her hangi bir eyleminin bulunmadığının İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi savcısı Ali Yorulmaz'ın 12/01/1999 tarihinde mahkemeye sunduğu iddianamede de mevcut olduğu belirtiliyor.

28 Şubat şartları başka imiş!

Emekli Hakim Metin Çetinbaş’ın Salih Mirzabeyoğluna idam cezası verdiği Gerekçeli Kararda "şahısların herhangi bir hiyerarşik yapılanması olmaksızın birbirlerinden bağımsız hareket eden cephe hareketleri oluşturulduğu kendiliğinden zuhur adıyla oluşturulan bu cephelerin bağımsız olarak değişik eylem kararı alarak bu eylemleri gerçekleştirdikleri belirtilmiştir." ifadelerinin dikkate alınarak yazar Salih Mirzabeyoğlu'nun (Salih İzzet Erdiş) özgürlüğüne kavuşmasının önündeki hukuksuz engellerin kaldırılması vicdanların talebi.

Zira Mirzabeyoğluna idam cezası veren eski hakim yeni Ergenekon avukatı Metin Çetinbaş’ın verdiği röportajda söyledikleri durumu çok net açıklıyor:

"Biz Mirzabeyoğlu davasında o günkü şartlara göre karar verdik"

"Mirzabeyoğlu davasında hata yapmış olabilirim"

http://www.dunyabizim.com/manset/8100/o-idam-istegi-o-gunun-geregiymis.html


28 Şubat'ın "Harbiye Orduevi Birifingleri" Mercek Altında!
17 Ocak 2012



28 Şubat sürecinde 1. Ordu tarafından düzenlenen Harbiye Orduevi'ndeki gizli brifinglere katılan asker ve siviller Özel yetkili savcılar tarafondan soruşturma konusu yapıldı.
Aralarında Salih Mirzabeyoğlu'na idam cezası veren eski DGM hakimi Metin Çetinbaş'ın da bulunduğu birçok asker, sivil, yargı mensubu ve gazetecinin bu brifinglere katıldığı Av. Doğan Yıldırım tarafından Yeni Akit gazetesine açıklanmıştı.


Yeni Akit'in haberi:

O Birifingler Mercek Altında!

Ergenekon avukatlarından Doğan Yıldırım'ın akit'e yaptığı açıklamalar üzerine harekete geçen Balyoz savcıları, 28 Şubat dönemi ve sonrasında yapılan Harbiye Orduevi toplantıları ile brifinglere katılan yargı ve medya mensuplarını mercek altına aldı.

MURAT ALAN / İSTANBUL

Balyoz soruşturmasına bakan savcıların 28 Şubat dönemi ve sonrasında yapılan Harbiye orduevi toplantılarını mercek altına aldığı ortaya çıktı. Cuntanın brifinglerle yönlendirdiği yargı ve medya mensupları hakkında araştırma yapıldığı belirtildi. 1. Ergenekon davasının avukatlarından Doğan Yıldırım’ın gazetemize yaptığı açıklamadan sonra ifade için İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına çağırıldığı, Yıldırım’ın 4 saatlik ifadesinde darbe çalışması içerisinde yer alan medya ve yargı mensupları hakkında önemli bilgiler verdiği vurgulandı.

YILDIRIM 4 SAAT İFADE VERDİ

28 Şubat yargı brifingleri ve bu brifinglerin katılımcılarını deşifre eden Ergenekon davası avukatı Doğan Yıldırım, Beşiktaş Adliyesi’nde ifade verdi. Yaklaşık 4 saat süren ifadesinde Yıldırım, 1. Ordu Komutanlığında düzenlenen brifinglere ilişkin önemli beyanlarda bulundu. Balyoz, Ergenekon ve Kafes davalarında sanık olan eski Güney Deniz Saha Komutanı Koramiral Kadir Sağdıç, eski Kuzey Deniz Saha Komutanı Koramiral A.Feyyaz Öğütçü, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Plan ve Prensipler Başkanı Tümamiral Ramazan Cem Gürdeniz ve darbe günlüklerinin sahibi eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’i tanıdığını söyleyen Yıldırım, katıldığı toplantılardan birinde Kadir Sağdıç’ın darbe imaları ile dolu bir sunum yaptığını belirtti. İfadesinde Yıldırım, “Sağdıç’ı uyardım, ‘Bunlar çok tehlikeli şeyler kardeşim, başınıza iş açarsınız’ dedim. O da bana ‘Doğan’cığım kendi başımıza yapmıyoruz, yukarının, Genelkurmay’ın haberi var’ dedi. O zaman anladım ki öyle bir iki amiralin işi değil bu operasyon. Organize bir plan, toplu bir kalkışma bu’ dediği ifade edildi.

“28 ŞUBAT’IN SİVİL ÖRGÜTLENMESİ HARBİYE ORDUEVİ’NDE YAPILDI”

Bahçelievler davasından tutuklanan Haluk Kırcı ve Mehmet Ali Ağca ile 1. Ergenekon davası sanığı Fuat Turgut’un avukatlığını yaptığını söyleyen Doğan Yıldırım’ın, Genelkurmay ve sivil uzantılarının hükümeti yıkma planına bizzat şahitlik ettiğini söylediği belirtildi.

Balyoz savcılarına 1. Ordu Komutanlığına ait Harbiye Orduevi tesislerinde tertiplenmiş çok gizli bir toplantıya katıldığını söyleyen avukat Doğan Yıldırım, darbenin sivil kadrolarına bu toplantıda brifing verildiğini belirtti. Yıldırım, toplantıda Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, dönemin 1. Ordu Komutanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, Balyoz’un bir numarası eski 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan, Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak, birçok yargı üyesi ve medya mensuplarının bulunduğunu ifade etti. Yıldırım, süren soruşturmalara konu birçok yeni ismi işaret etti.

“BRİFİNG MEDYASI HEDEF ÜRETTİ

Anti ”demokratik uygulamaların tamamının geri planında o toplantıda alınan kararların olduğunu ifade eden Yıldırım, sorgusunda brifing medyasının 28 Şubat ve daha sonrasında planlanan Balyoz planı için zemin hazırladığını iddia etti.

28 ŞUBAT SORUŞTURMASINA DA KATKI SAĞLAYACAK

Doğan Yıldırım’ın ifadelerinin Ankara Cumhuriyet
Başsavcılığının başlattığı 28 Şubat soruşturmasıyla da bağlantılı olduğu ifade ediliyor. Yıldırım’ın ifadesinin bir kopyasının Ankara’ya gönderileceği belirtiliyor."
haber1001

Mirzabeyoğlu!
HAŞMET BABAOĞLU
23 Ocak 2012

Dikkatimi çekiyor...
F Tipi cezaevleri, tartışmalı yargı kararları ve cezaevlerinde süren kötü muamele hep belli bir siyasi çevre açısından medyaya taşınıyor.
Hak, hukuk savunuculuğu adına haksız ve manidar bir ayrımcılık bu!
Mesela tartışmaya çok açık bir yargı süreci sonrasında müebbet hapse mahkûm edilmiş ve on iki yıldır hücrede tutulan Salih Mirzabeyoğlu'nun durumunu merak edip sorgulayan var mı?
Sabah

Salih Mirzabeyoğlu için özgürlük
Ali ÖZTÜRK
rtozturk@gmail.com
Ocak 26, 2012

Yıllardır fikir suçlusu olarak içerde tutulan ve geçtiğimiz hafta sonu annesini kaybeden ve cenazesine bile katılamayan Salih Mirzabeyoğlu’nun yaşadıkları karşısında gereken duyarlılığı gösteremediğimiz için kendi adıma utanıyorum. Bu acı manzara karşısında bizim yerimize vicdanın sesi olan Haşmet Babaoğlu’na bu acı gerçeği bize hatırlattığı için teşekkür ediyorum ve bir kısım görüşlerine katılmasamda bu ülkedeki herkes kadar Salih Mirzabeyoğlu’nun da özgür yaşama hakkı olduğuna inanıyorum. Adalet Bakanlığı artık bu utancı bitirmeli ve gerekli adımları atmalıdır.
http://www.milatgazetesi.com/

Herkesimin ikiyüzlülüğüne kanıt: Salih Mirzabeyoğlu
25 Ocak 2012
Adnan KARAKAŞ
adkkas@gmail.com

Anadolu bir zamanlar ‘gözaltılar cenneti’ydi! İstenildiği zaman, istenilen kimseler gecenin sabaha devrilen alacakaranlığında gözaltına alınırdı. Evlere yapılan baskınlar televizyonlara servis edilir ve bültenlerde ‘anlı şanlı’ bir haber olarak yer bulurdu. Haber dediğin operasyonu başarıyla tamamlayan görevlilere ödül diye dizilen ‘kuru’ methiyeydi. Kimseler de sormazdı; “Kardeşim neden gecenin bir vakti evler basılıyor” diye. Yaşadığım şehirde böylesi baskınlar vakıayı adiyendi. Kanıksanmıştı. Evlerinden alınan kimselerin gözaltında kaç gün geçirdikleri bilinmezdi. Çünkü bırakıldıktan sonra evlerinde zorunlu istirahata çekilirlerdi. Çünkü o zamanlar işkence kötü bir şey olmakla birlikte suç değildi. Anlayacağınız gözaltında işkence, ev hapsiyle sürerdi. Gözaltı ve işkence psikolojisi atlatılmadan bir gece vakti yeni bir baskın ‘müjde’siyle kapılar çalınır/kırılırdı. Alacakaranlıkta. Kovsan şehirden gitmeyecek, ev-iş adresi ‘belli adamlar’ 1993-2000 arasını bu uygulamalara maruz kala kala geçirdiler.

Ev baskınları, aramalar ve gözaltılar anlı şanlı haber ‘değer’ini, ancak, Ergenekon soruşturmasının başlamasıyla kaybetti. Alacakaranlık baskınları tartışıldı! Ve böyle bir uygulamanın doğru olmadığı sonucuna ulaşıldı! Anadolu’nun ‘gözaltı cenneti’ hüviyeti son bulmuş mudur, bilmiyorum ama amaç zaten hak ihlalini ortadan kaldırmak değildi. Amaç, başlamış soruşturmanın etkisini kırmak ve itibarsızlaştırmaktı. Soruşturmaya konu olan örgütün vahameti yerine, hazırlanma aşaması uzun süren iddianamenin tartışma konusu edilmesinin nedeni de buydu. Bu amaca, tutukluluk sürelerinin öne çıkarılmasıyla da hizmet edilebilirdi. Öyle de oldu. Meselenin aslını örtmek amacıyla ‘yan konu’ üretme ikiyüzlülüğü aldı başını gitti. İddianameler ardı sıra hazırlandı, açıklandı. O kadar çok ‘yan konu’ üretiliyordu ki, sıranın örgüte gelmesi pek mümkün görünmüyordu. Balyoz Darbe Planı, Ak Parti ve Gülen’i bitirme planı, Danıştay saldırısı soruşturmalarında da aynı adamlar benzer bir tutum sergilemekte hiçbir beis görmediler.

Bir slogana indirgenerek tartışılan Hrant Dink suikastı davası, mevcut ikiyüzlülüğün katlanarak sürdüğünün de önemli bir kanıtı. Suikastın örgüt işi olduğunu söyleyenler “Ne örgütü, birkaç gencin fevri eylemi” savunmasıyla azarlanıyordu. Suikastın arkasında örgüt bulamayan mahkemeyi de azarlamaktan geri durmadılar. Devam eden yargı sürecinin sonucunda suikast tamamıyla çözülürse yine azarlayacak birilerini bulacaklardır.

Bazı gazetecilerin tutukluluğunu, gazetecilik ve düşünce özgürlüğü bağlamında tartışmaları kendilerini haklı kılıyordu! Ancak en büyük ikiyüzlülük de burada sergilendi… Mustafa Balbay, Nedim Şener, Ahmet Şık… Bu isimlerin serbest kalmasını ben isterim ama -emin olun- gazetecilik adına, düşünce özgürlüğü adına kara propagandaya girişenler istemez. Bu isimler, kara propagandacıların en işlevli malzemesidir çünkü. Hanefi Avcı’yı bile düşünce özgürlüğü bağlamında savunabildiler. Dolayısıyla bir ilkeyi savunur gibi yaptılar hep. Gazetecilik ve düşünce özgürlüğünü savunmak nihayetinde ilkesel bir meseledir. Bunlar isimlerden hareket ettiler. En basit kanıtı Salih Mirzabeyoğlu’dur. 56 kitabı olan bir yazar-düşünür. 1998 yılında gözaltına alındı ve yargılandı. Yani 28 Şubat sürecinde. Davaya bakan yargıcın Harbiye Orduevinde brifing aldığı iddiaları göz ardı edildi hep. Brifing sonrası Mirzabeyoğlu için müebbette karar kılması da göz ardı edildi. Mirzabeyoğlu, yaklaşık 14 yıldır içerde. Düşünce özgürlüğü ilkesi hala ağızlara sakız. Hanefi Avcı bile bu kapsama alındı. Ama 56 kitabın yazarı için herkes dilsiz ve sağır. Düşünce özgürlüğü ve gazetecilik diyerek, ‘insani durum’ diyerek Ergenekon ve benzeri davaların sanıklarına kol kanat gerildi. Bazı sitelerde haber vardı geçen gün. Mirzabeyoğlu’nun annesi 22 Ocak’ta vefat etmiş. Cenazeye gidebilmek için yapılan başvuru kabul görmemiş! Kim gördü bu haberi? Hiç kimse ve hiçbir kesim… Hiç kimsenin ve hiçbir kesimin kullanacağı ‘malzeme’ değil çünkü. Bir kez daha ikiyüzlülük ortak paydasında buluştuk. Nokta.
http://www.milatgazetesi.com/

20 Sivil Toplum Örgütü: 28 Şubat'ın Brifingli Mahkeme Kararları İptal Edilsin
02 Nisan 2012



Ankara'da bir araya gelen 20 sivil toplum örgütü temsilcisi, 28 Şubat sürecinde alınan brifingli yargı kararlarının iptal edilerek, yeniden muhakeme yolunun açılmasını istedi.

Burnunuzun Yeni Görünümüne Hayran Kalacaksınız Yalnızca 29-T
Ankara'da bir araya gelen 20 sivil toplum örgütü temsilcisi, 28 Şubat sürecinde alınan brifingli yargı kararlarının iptal edilerek, yeniden muhakeme yolunun açılmasını istedi. Sivil toplum örgütü temsilcileri, yargı kararlarının iptali için imza kampanyası başlattı.

28 Şubat mağdurları ile Metropol Otel'de bir araya sivil toplum temsilcileri adına konuşan Mazlumder Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal, brifingli yargı kararlarının iptal edilerek, yeniden muhakeme yolunun açılmasını istedi. "28 Şubat 1997 tarihinde gerçekleşen Milli Güvenlik Kurulu toplantısında alınan ve ilan edilen kararlar ile ve sonrasında hukuk dışı yapılanmalar eliyle kurumlara ve sivil siyasete müdahale edilmiştir" diyen Ünsal, sözlerine şöyle devam etti: "İdari işlemlerin usul ve esas yönünden geri alınamaz bir işlem hüviyetine bürünmesi, brifing almış hakimlerin önünde adil yargılanmanın ihlal edilmesi, mağduriyetlere yönelik yargılamaların hukuksuz bir yapı tarafından karara bağlanması sebebiyle, 28 Şubat sürecindeki tüm yargılamalar hukuka aykırı olarak yürütülmüştür. 28 Şubat sürecinde, Kuvvet Komutanlıklarından, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde, 'Batı Çalışma Grubu' adı altında illegal bir yapılanma kurulmuştur. İdarenin bütünlüğü ilkesine göre, idare kuruluşu ve teşkilatları ile bir bütündür ve idari teşkilatların oluşumu kanunlarla düzenlenir. 'Batı Çalışma Grubu', kuruluşu ve işleyişi bakımından tümüyle hukuk dışı bir yapılanma olup, idarenin bütünlüğü ilkesine aykırıdır."

Batı Çalışma Grubu'nun aldığı hukuksuz kararlar ve fişlemeler sonucu birçok kişinin görevinden alındığını, öğrencilerin eğitim haklarından yoksun bırakıldığını, disiplin cezaları ile üniversitelerden ilişiklerinin kesildiğini ve farklı görüş ve ideoloji sahiplerinin hürriyeti bağlayıcı cezalarla tecziye edildiğini vurgulayan Ünsal, sözlerini şu şekilde sürdürdü: "Hukuksuzluk uygulamalarına karşı dönemin hukuk yargılamaları da çare olmamış, ideolojik kararlarla insanların hayatları karartılmıştır. Bu sebeple, binlerce insanın hayatını karartmış olan 28 Şubat süreci siyasi yargı kararlarının iptal edilerek yeniden muhakeme yolunun açılması gerekmektedir. STK'lar olarak, konuyla ilgili yasa çalışmasının yapılması talebiyle imza kampanyası başlatmış olduğumuzu kamuoyuna duyuruyoruz."

14 YAŞINDA CEZAEVİNE KONULAN KÖSE: BENİ YENİDEN YARGILAYIN

28 Şubat sürecinde daha 14 yaşında iken Çeçenistan'a destek gösterisine katıldığı için idamla yargılanan ve 10 yıl hapis yatan Yakup Köse ise toplantıda, post modern darbe sürecinde verilen kararların yargısız infaz niteliğinde olduğunu kaydetti. 14 yaşında iken tüm hukuki haklarının elinden çalındığını ifade eden Köse, "Henüz 14 yaşındaydım. Çeçenistan halkına destek eylemine katıldım ve baba evime baskın yapıldı. Annemin gözleri önünde yere yatırıldım. Ellerimden kelepçelendim. Gözlerimi kapattılar. TEM şubede 7 gün tutuldum. Mahkemem 3,5 dakika sürdü ve tutuklandım. Hücrelere kapatıldım. İşkence gördüm. Halen suçumu bilmiyorum. Ama bugün daha sivilleşen bir Türkiye var. Yeni Türkiye'de yeniden yargılanmak istiyorum. 28 Şubat süreci ile hesaplaşılmasını ve ellerimizden çalınan hakların iade edilmesini istiyorum." diye konuştu.

İKNA ODASI MAĞDURU GÖKDEMİR: HESAP VERSİNLER

İkna odası (başörtüsü) mağduru Hanife Gökdemir de, karanlık odalarda yaşadıklarını anlatarak, şunları söyledi: "Şimdi haklarımızı gasp edenlerden hesap sorulmasını bekliyoruz. İkna Odaları, başörtüsü kullanan üniversiteli bayan öğrencilerin başörtüyle eğitim almalarını engellemek için yasal dayanaktan yoksun fiili bir uygulamadır ve sayısızca mağdur yaratmıştır. İkna odaları, gençlerin psikolojik ve manevi olarak çökertildiği, tehdit edilerek başörtülerinden taviz verilmesinin istendiği, kişisel hak ve özgürlüklerin yok sayıldığı bir işkence odası mahiyetindedir."

Destek veren sivil toplum kuruluşları şöyle: Ahde Vefa Platformu, Ankara İnanç Özgürlüğü Platformu, Ankara Gençlik Eğitim Merkezi Derneği, Araştırma Kültür Vakfı, ASDER, Bab-ı Ali Ehlibeyt Vakfı, Hür Beyan Hareketi, Hak-İş Sendikası, İLKDER, İNFAK, Memur-Sen, Özgür Eğitim Sen, Vahdet Vakfı, Toç Bir Sen, Başkent Kadın Platformu, Anadolu Gençlik Derneği, Milli Türk Talebe Birliği, Birlik Vakfı, Salih Mirzabeyoğlu İçin Hukuk Platformu.
Kaynak: http://www.haberler.com/

Mirzabeyoğlu’nun başı kabak mı...
Atilla Özdür
2012-04-09



28 Şubat ile 12 Eylül hareketlerinin hukuk dışı oldukları tebeyyün etmiş bulunuyor... 27 Mayıs devrim, ihtilal veya seçimle gelmiş meşru hükümete karşı askerin kazan kaldırması da, meşruiyetten yoksun bir çiftbozan hareketidir.

Her iktidarın kendi zenginini yaratması gibi, her hukuk dışı restorasyonlar da, kendi hukuklarını yaratıyorlar...

Mirzabeyoğlu da, bu hukuk dışı hukuk pratiklerinin bir kurbanı...

12 Eylül hukukunun kurban kanıyla mühürlenerek kapatılan dosyalarının teker teker açılmaya başlandığı, davalarının yeniden rüyet hazırlıklarının hızlandırıldığı günümüzde, Mirzabeyoğlu dosyasnın da, üzerindeki kanlı düğümlerinden çözülmesi gerekirdi...

Bir bakan emri, yeter de artardı bu düğümü çözmeye...

Bu konuda ileri boyutlu ahkam kesmek haddimiz değil... Hukuk nosyonuna sahip dostlarımıza arz ve ricalarımızla....

Yeni Akit

Cübbeli Ahmet Hoca'dan Salih Mirzabeyoğlu'na Taziye
07 Eylül 2012



Cübbeli Ahmet Hoca, perşembe sohbetinde okunan mektubunda Salih Mirzabeyoğlu'nun geçtiğimiz günlerde vefat eden Babası merhum Şerif Muammer Erdiş ile alakalı taziye mesajı yayınladı.

Cübbeli Ahmet Hoca'nın taziye mesajı şöyle:

* Salih Mirzabeyoğlu kardeşimizin babası Muammer Şerif Beyefendi’nin vefatını duymam dahası Salih Efendi’ye babasının cenazesine katılma izni verilmemesini öğrenmem beni çok mahzun etti, yakında benim başıma gelen annemin vefatında cenazeye iştirak edebilmiştim, niye ona izin verilmedi anlamadım, halbuki kendisi 28 şubat sürecinde ceza aldı, şimdi güya o kararlar incelenecek diye yazıyorlar, elbet incelenmeli ve herkes hakkında adalet tecelli etmeli ki âhlardan kurtulunsun.

* Merhum hakkında şu bilgileri sizinle paylaşayım; merhumun bir taraftan Akıncı Gençlik nüvesini hayata ısındırırken, diğer yandan küfre karşı şiddetle çarpışması, o dönemin şahitlerince efsane olarak anlatılmaktadır.

* Anadolu’nun Ermeni yurdu olmasında büyük engel teşkil etmiş olan doğunun kudretli beyi Hacı Musa Bey’in torunu olan Muammer Şerif Bey, henüz doğduğunda evlerinde misafir olarak bulunan Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri’nden, babası İzzet Bey oğluna isim koyması ve kulağına ezan okunması rica eder. Bediüzzaman Hazretleri, Muhammed Şerif ismini koyar ve kulağına ezan okur.

* Maalesef dönemin şartları gereği Muhammed ismi nüfusa geçirilemez ve Muammer Şerif olarak kaydedilir. Henüz beş yaşındayken Şeyh Said isyanları sebebiyle babası İzzet Bey şehid edilir. Aile doğunun zengin ve güçlü ailelerinden olmasına karşın, tüm malvarlıklarına el konularak Konya’ya sürgün edilirler. Muammer Şerif bu şartlar altında kendisini yetiştirmiş ve Anadolu İslamcı mücadele tarihinin gizli kahramanı ve mücadele adamı olarak tarihe geçmiştir.

* Bu vesileyle merhum Erbakan Hocamız’ın ve Necip Fazıl merhumun dava arkadaşlarından olan Muhammer Şerif Efendi’ye Cenâb-ı Mevlâ’dan ğarka-i ğarik rahmetler ve yüksek dereceler, Salih Efendi’ye de sabr-ı cemil, ecr-i cezil ve acil kurtuluşlar niyaz ederim, Merhum Şerif Efendi’nin ruhu için bir şehadet buyurun!
Haber1001

BİR FİKİR ADAMI HÂLÂ ESİR
10 EYLÜL 2012

Salih Mirzabeyoğlu’nun Avukatı Ali Rıza YAMAN:
Tarih 28 Aralık 1998, saat 14 suları. Salih Bey, o zaman için ilkokula giden çocuğunu almak üzere okula gider. Eşinin ve çocuklarının gözü önünde okul bahçesinde üzerine birileri saldırır. O dönemde Salih Bey hakkında hiçbir arama, yakalama vs. bir karar yoktur. Saldıranlar kimliklerini bile ibraz etmez. Saldırganların kim olduğu da Emniyet’te anlaşılır.
Kaynak: GERÇEK HAYAT

"BEN ARTIK ŞİİR YAZAMIYORUM..."
Ömer Osmanlı



Buraya bak şimdi hiçbir şeyi kafaya takmayan hayatı olduğu gibi yaşayan,araştırmayan,sorgulamayan bazı konulara kafa patlatanları da paranoyaklıkla suçlayan hazırcı arkadaş. Yahut insanları belirli kategorilere sokup birilerinin tu kaka demesiyle kötü belleyen kendi zekasını başkasının emrine vemiş bağnaz arkadaş. Ben Salih Mirzabeyoğlu'nu araştımış, çok iyi tanımış bir insan değilim. Fakat 28 Şubat döneminin en önemli mağdurlarından birisidir diyebilirim. Ve ilaveten günümüzde ne kadar arsız, soysuz, ne kadar katil, cani, Zani, Mütecaviz serbestçe dışarıda gezerken bu adam halen içeride yatıyorsa ben bu işin altında bir bit yeniği ararım.

Ben Salih Mirzabeyoğlu'nu tanımam. Onun geçmişte; o azılı 28 Şubat Döneminde mahkemeye çıkarmadan evvel ağzını burnunu dümdüz ettiklerini ve sonrada kendi kartel medyalarında, paçavra gazetelerinde traş olurken yüzünü kesmiş diye şerefsizce aşağıladıklarını, alay ettiklerini bilirim.

Çocuğunu okul çıkışı almak için beklerken aniden gelen ekiplerce yaka paça içeriye tıktıklarını ve akla gelebilecek her türlü modern işkence yöntemini onun üzerinde denediklerini ve kobay olarak kullandıklarını bilirim.

Ve bu kişi isterse benim kanlı bıçaklı düşmanım olsun ben bu adamı savunurum, haksızlığa uğradığını düşünür ve haykırırım. Evet her daim burada paylaşımlarımla destek olamıyorum çünkü fazla vakit bulamıyorum. ama eklendiğim gruplar vasıtasıyla yahut olağan yaşamımda neredeyse her gün aklıma getirir ve empati yaparım.
Sahi bu adam ne yaptı da bunca cezayı reva gördüler?

-Devletin anasını ağlatan, vatandaşın ağzına ... ! herkes lüks yalılarında kadeh tokuşturuyor!

- Ülkeyi yaptıkları darbelerle 50 yıl geriye götüren şerefsizler sırça köşklerde 18 lik kızların Nü Tablolarını çiziyor!

- Vatandaşı iliğine kadar sömürenler nasıl oluyorsa yurtdışına kaçıveriyor!

- Dünyanın Modern ! ülkelerinden birinde Mason bir sapık 77 kişiyi katlediyor 21 sene ceza alıyor vs. vs.

Sahi ne yaptı bu adam?

Ve sen Müslüman!

Haksızlık karşısında susuyorsan, bir fıkraya altına işeyene kadar gülüyor ve paylaşmak için türlü kılığa giriyorsan ve sen Salih Mirzabeyoğlu için kılını kıpırdatmıyorsan, onun duyuramadığı sesi bu ortamlarda duyurmaya gayret etmiyorsan daha ne diyeyim sana...
Kaynak: derinmillet
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cmt Arl 08, 2012 1:55 am tarihinde değiştirildi, toplam 7 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Oca 29, 2012 2:48 am    Mesaj konusu: Mirzabeyoğlu'yla yaşayan 28 Şubat Alıntıyla Cevap Gönder

Mirzabeyoğlu'yla yaşayan 28 Şubat
23 Ocak 2012
CAN GÜROLA



Uluslararası tekellerin önüne çıkacak tüm engelleri acımasızca ezdiği bir süreçte, AKP'nin 28 Şubat'ı devam ettirdiğini görememek aptallıktır.

Bugünlerde İslami kesim içinde sıklıkla tartışılan bir konu var. İBDA hareketinin fikri önderi Salih Mirzabeyoğlu’nun mahkeme süreci ve süregelen cezası sebebiyle özgürlük talebinin yükseltilmesi gerektiğini dile getiriyorlar. Bilhassa durumu devletin ceberut geleneğine bağlayarak olayı demokrasi ekseninden ele alma gayreti içindeler. İslami entelijansiya diyebileceğimiz bu ‘çok hassas’ kesimin olayı her zamanki demokrasi fenomenolojisine hapsederek, masalsı bir kurgulamayla 28 Şubat’ı bloklar arası çatışmanın dönemsel bir tezahürü şeklinde resmediyorlar. Çevik Bir’in İsrail tatilleri, Erbakan’ın Libya seferi yerine Kudüs Gecesi ve türban zulmü şeklinde bir retorik onların her zamanki tercihi. Çünkü bu eksende tartışmak ‘suya sabuna karışmayan’ şile bezi gömlekli arkadaşların, edebiyat dergisi çıkararak, Üsküdar’ın muhtelif kitabevlerinde çay içerek zaman öldüren Cahit Zarifoğlu hayranlarının temel tercihi. ‘Cihad-ı Ekber ve Kelam’ savunması zaten 12 Eylül sonrası dillerinden düşmedi. Bu kesim öyle cıvıktır ki, işler ciddileşmeye başlayınca olayı sürekli duygularla, albenili sözlerle ateşlemekten geri durmaz ama mevzu hırlaşmaya dönünce arazi olmak konusunda has Etiyopyalı’yı utandıracak deparları vardır.

28 Şubat’ta ne olmuştu? sorusunu nereden okuyacağımız çok önemli Mirzabeyoğlu konusunda. Devletin hakim bürokratik kastı olan Kemalistler, köylülüğün ve işçi sınıfının kent iktisadına yeni katılmış kesimlerinin desteğiyle iktidara gelmiş hükümete karşı darbe yaptı. Necmettin Erbakan, ideolojik nosyonu olan küçük ve orta köylülüğün muhafazakar partisini kurarak romantik milliyetçi bir çıkış diyebileceğimiz ‘Milli Görüş’ fikriyatıyla ileri götürmeye çalışıyordu. ANAP döneminde İMF ve neoliberalizm politikaları tarafından mağdur edilmiş memur ve emekli kesiminin de Erbakan’ın antiemperyalist söylemlerinden etkilenerek oylarını yağdırdığı bir gerçekti o dönem.

Erbakan kendisini iktidara getiren kesimlerin talepleriyle Uluslararası Sermaye’nin talepleri arasındaki farkı sürekli bir dengede tutmaya çalışsa da durum sürekli bir kültür savaşımı şeklinde basına yansıtılıyordu. Bugün ‘endişeli modern’ diye tabir edilen ve AKP’ye oy veren kesimlere koyun derken kendisi o dönemler koyunun önde gideni olan kesimlerde üstyapıdan dayatılan bu çatışma retoriğini aynen benimsemişlerdi. İttihad-ı İslam’a güvenen Erbakan ve yandaşlarının Ortadoğu monarşilerinin petrol parasıyla İMF’ye karşı bir cephe örebilme hayallerine vurulan darbe işte tam bu noktada gerçekleşti. Sincan’da tanklar yürüdü, muhtıra verildi, postmodern darbe denilen şey gerçekleşti. Türkiye İsrail silah sanayisine göbekten bağlandı, Morton Abramowitz Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ü neoliberalizmin yeni kitle partisini yaratmak üzere Milli Görüş’ün kongresine gönderdi vs. vs. vs...

İşte tam bu süreçte İBDA hareketi operasyon üstüne operasyon yedi. ANAP ve sonrasında son derece tatsız bir devlet macerası olan SHP-DYP döneminden bir başka güçlü çıkış yapan kesim olan devrimcilere karşı 95-96 operasyonlarıyla startı veren devlet 19 Aralık katliamıyla ’magnum opus’unu tamamlarken imha dalında, aynı süreçte küçük burjuva idealistler diyebileceğimiz İBDA hareketini de ihmal etmiyordu. Hareketin temeli her ne kadar solculara karşı kontra bir halde gözükse de ’68 ve ’78 döneminden farklı olarak ayrıksı biçimde kendi özörgütlülüğünü oluşturmayı başarabilmişti. Polis tarafından eline silah verilip devrimcilerin üzerine salınan kontra örgütlenmelerden farklı olarak bağımsız bir siyasal hattı savunuyorlardı. Ne Rusya ne ABD diyorlardı, Necip Fazıl’ın fikir dünyası, Başyücelik Devleti ve diğer türevi fikirlerle zaten farklarını ortaya koymuşlardı.

Salih Mirzabeyoğlu 1998’de tutuklandı ve mahkemesi başladı. Mahkemeyi anlatmaya gerek yok, DGM’lerin klasik hukuksuzlukları diyebileceğimiz bir olaylar silsilesi. Sonrasında İBDA hareketine yapılan 19 Aralık katliamının muadili Noel Baba operasyonu. Hikmet Sami Türk’ün devlet adamı pozları, mahkumları diri diri yakma dalında jüri özel ödülü…

Bugün gelinen noktada hareketin yayın organlarından BARAN veya Furkan dergisi takip edilirse görülecek şey, hareketin hâlâ fikir namusu ve düşünsel paradigmasından sapmadığıdır. Hele BARAN dergisi RED dergisiyle beraber Fethullah’a karşı en sert manşetleri atan yayın organıydı geçen senelerde... ABD, Rusya, Fethullah Gülen, AKP ve diğerlerine yürüttükleri muhalefet hâlâ sürüyor. Bir yerlerden İslami sol çıkarmaya çalışan arkadaşların bu hareketin uzun geçmişinde de farklı bir şey söylemediğini bilmesi lazım, yani o ‘hakiki siyasal İslam’ tabir-i caizse ‘delikanlı şeriatçı’ bu arkadaşlarda vücuda gelmiş durumda bir nevi, eyyamcılık, tolerans sıfır. Uluslararası pek çok bağlantıları var, Çakal Carlos bunlardan biri, Orta Asya’da ciddi bir hareket yaratmış durumdalar. CIA ve Rus istihbaratı tarafından bazı kovuşturmalar gerçekleştirildi kendilerine karşı.

Şimdi böyle bir hareketin fikri önderinin AKP gibi ABD’ye göbekten bağlı bir hükümet tarafından serbest bırakılabilmesi mümkün müdür? Olaya ekonomi/politik açıdan yaklaşmadan, 24 Ocak kararlarını algılamadan ve dolayısıyla sadece 28 Şubat’ı bir başlangıç vesilesi yaparak sorunu algılamaya çalışmak kadar salakça bir şey yoktur. Uluslararası tekellerin önüne çıkacak tüm engelleri acımasızca ezdiği bir süreçte, AKP’nin 28 Şubat’ı devam ettirdiğini görememek aptallıktır.

Yavan bir demokrasi söylemi ise esasında demokrasinin kimin demokrasisi olduğunu faş etme noktasında çok yararlı. Çünkü sürekli hak, hukuk sözleriyle reel ile nitel arasındaki çarpıklık kendiliğinden diyalektik mantığın olguyla bütünleşmiş dünyasında anında ortaya çıkıyor. Denklemin temelinde çıkarlar savaşı söz konusu olduğu zaman genel geçer bir hukukun, herkese eşit işletilen, bağımsızlığı tözüymüş gibi yeni üretilen liberal ütopyanın var olmamasının yegane sebebi de keza bu. Kullanılan retoriği en başta eleştirirken türban davasına indirgenmiş 28 Şubat anlayışına ve iyiler-kötüler çatışması (Firavunlar - Yezidler) olarak algılanan pejoratif jargonun yavanlığına vurgu yapmıştım, bugün modernizmin demokrasi söylemi de aynı yavanlığın format atılmış hali. Bir ilüzyon olarak esasında Türkiye özelinde işlevini çok güzel görüyor. Strauss ideolojileri yeni dinler olarak tanımlamıştı, ona bir ek yapmak gerekirse bugün iktidarın hegemonyası bizim olayları algılayış biçimimizde kullandığımız kavramlarla aynı minvalde ilerliyor, bunun en çok kullanıldığı yer ise İslamcı-liberal retorik. Fakat her dini görüşün değişen paradigma karşısında çaresiz ve çelişik kalması gibi AKP’nin demokrasi söylemi de Mirzabeyoğlu konusunda yetersiz kalacaktır. Kavramların gerçekliğe ergimesi yani demokrasinin bir ön takısı olması gerektiği, AKP’nin ve efendilerinin demokrasisi olduğunun vurgulanması da ciddi bir öneme haizdir işte. Bu o kadar önemli bir noktadır ki belki de böylece 28 Şubat’ın gerçek mağdurları diyebileceğimiz ve ezilmişliğe tepkisini kültürel bir doktrinle ifade edip Erbakan’ı iktidara getirmiş olanlar bu sayede 28 Şubat’ın dini bir sebeple ilintisi olmadığını anlayacaktır.

Bu yüzden Mirzabeyoğlu’na yönelik özgürlük kampanyası iki şeyin samimiyetini açığa çıkaracaktır. İslami kesim içerisinde durumu hâlâ ‘pis laiklerin, demokrasi karşıtı jakobenlerin komplosu’ şeklinde bir şablonu kullanarak algılayan çocuksu zihniyetle, tabloyu geniş biçimde algılayan ve dolayısıyla hakiki bir mücadele vermek isteyenleri ayrıştıracak bir samimiyet. Günümüzün siyasal İslamcıları arasında muktedirlik tartışmaları ve Ebu Zerr romantizmiyle süslenmiş ‘Nasıl yozlaştık?’ sorgusu revaçta. Bu sorunun yanıtı da aynı şekilde ‘kapitalist modernite’ adını verdiğimiz şeyin baştan sona etik algılayışa sahip Ortodoks dini yorumlara karşı nasıl bir çelişki içinde olduğunun cevabının verilmesiyle ortaya çıkacaktır. Bu da olguya dönük bir samimiyet testi olacaktır ve yukarıda anlattığım naif entelijans tiplerin tercihini Erol Yarar’dan mı yoksa İhsan Eliaçık’tan mı yana kullanacağı ortaya çıkaracaktır. Ezcümle bu ayrışmalar yararlıdır çünkü bir zamanlar Felluce sokaklarında var güçleriyle korkusuzca direniş çağrısı yapan imamlarla, Obama sevdalısı El-Ezher Üniversitesi imamlarının arasındaki farkın anlaşılmasını sağlamaktadır.

http://www.red.web.tr/site/haber_detay.asp?haberID=1392

"Dağı delen ırmak" ya da özgürlük için haykırmak...
Teodora Doni
teodoradoni@gmail.com
30 Ocak 2012 Pazartesi



"İnsanlar denize doğru akan nehirlere benzerler. Nehir gibi belirli mecralardan yürürler, yaşarlar ve bir yerde sonsuz denizlere erişirler. Ama bazıları herkesin gittiği yolu bırakıp başka yoldan yürümek ister. Nehirlerde de bazen ayrılan, kendi yolunu arayan ırmaklar vardır. Kendi yolunu açar ve akar gider ırmak dağlara, tepelere çarpıncaya dek... Irmak vardır, dağın üstünden atlamak istercesine kayalara çarpar, suları köpürerek yükselir, sonra gerisin geri düşer bir an, durgunlaşır. Sonra dağı kucaklayarak, öperek etrafında dolaşır ve sonra denize akar, gider" diyor Kemal Haşim Karpat, Timaş Yayınları'ndan çıkan "Dağı Delen Irmak" adlı kitabında...

Emin Tanrıyar'ın Kemal Haşim Karpat'la yaptığı söyleşilerden oluşan bu kitabı okuduğumda gerçekten de sayfalar boyunca hep dağı delen bir ırmağın denize doğru akışını gördüm. Adını iyi bir tarihçi olarak duyduğum Kemal Haşim Karpat hakkında kısa bir süre öncesine kadar çok az bilgim vardı. Hatta Romanya doğumlu olduğunu bile bilmiyordum İbrahim Paşalı TVNET'te yaptığı "Makam Arabası" programında bunu söyleyinceye kadar.

Kitabın daha ilk sayfalarında, ilk söyleşide çocukluğumdan beri çok iyi bildiğim ve eğer hafızam beni yanıltmıyorsa bir yazımda da söz ettiğim Romanya'nın Babadağ şehrini anlatan cümlelerle karşılaştığımda geçmişi yeniden hatırladım ve çok duygulandım. Yine edebiyat yapıyorsunuz, şimdi bu söylediklerinizin Türkiye ve gündemle ne ilgisi var demeyin lütfen. Türkiye'nin meseleleri üzerine aklının erdiği ölçüde kafa yoran, Kemal Haşim Karpat gibi sonradan Türkiye'ye gelen biri olarak en azından benimle ve bu ülkedeki benim gibi olan insanlarla ilgisi var. Aslında herkesle ilgisi var, hayatı denize doğru akan nehirlere benzeyen bütün insanlarla...

Kemal Haşim Karpat' ın dediği gibi ben de tıpkı o ırmaklar gibi kendime bir yol açmaya çalıştım, lakin bu sıralar dağlara, tepelere çarptığımı, kemiklerimin un ufak olduğunu hissediyorum. Buna rağmen toparlanıp devam etmek zorunda olduğumu da biliyorum. Hayatımla ilgili yeniden özeleştiri yapmama neden olan Kemal Haşim Karpat'ın söyleşilerini okuduğumda bir yandan kendimi daha iyi daha umutlu hissederken diğer yandan Kemal Haşim Karpat'ın da benim gibi bu ülkede birileri tarafından hep "yabancı" olarak görüldüğünü anladım ne yazık ki. Belki de bu özeleştiriye zaten ihtiyacım vardı, belki de hepimizin buna ihtiyacı var, bu ülkede yaşayan herkesin, hele ki bugünlerde... Başkalarının zalimliğinden söz etmeden önce kendimize bakmaya, öncelikle içimizdeki zalim taraflarımızı, yanlış algılarımızı görmeye, kendimizi yeniden gözden geçirmeye ihtiyacımız var.

Kemal Haşim Karpat gibi her yönüyle bizden biri olan, bu ülkenin tarihini, insanlarını çok iyi bilen birisinden hayatını, yaşadıklarını ve kendisine yaşatılanları dinlemek, okumak, kendi adıma söylüyorum bana çok iyi geldi. Yazıma bu kitaptan söz ederek başlamamın nedeni sadece bunlar değil elbette. Birçok nedeni var bunun. Bu kitapla, bu toprakların güzel insanlarının yabancı olarak algılanan insanlar hakkında ne kadar değişken fikirlere sahip olduğunu bir kez daha hatırladım, tabii ki çocukluk, gençlik günlerimi ve ailemi, annemi ne çok özlediğimi de...

Bunları hatırlarken ister istemez ne çocukluğunu ne de gençliğini tam olarak yaşayabilmiş, yıllarca zindanlarda çürüdüğü yetmezmiş gibi annesinin cenaze törenine bile gidememiş insanları da hatırladım; faili meçhul cinayetlerle hayatlarından olmuş, naaşları kayıp, çocuğunun, eşinin, anne veya babasının gidip başında dua edebileceği bir mezarı bile belli olmayan insanları da... Çoğu zaman pek de herkesin gözü önünde yaşanmıyor bu dramlar. Birçok zulüm hiç birimizin haberi olmadan yapılıyor ve duyulmaması için her yola başvuruluyor. Körlerin bile göreceği sağırların bile duyacağı kadar açıkça ortada olan zulümler için de kafa karıştırıcı, algı yanıltıcı her türlü yöntem deneniyor.

Böyle bir dramı yaşayan, büyük haksızlıklara uğratılan insanlardan biri olan Salih Mirzabeyoğlu'nun durumu hakkında ilk yazanlardan ve mağduriyetine tekrar tekrar dikkat çekenlerden biri olarak şimdi bir kez daha yazmamın da nedeni var. Kısa bir süre önce Salih Mirzabeyoğlu'nun annesinin vefat etmesinin ardından sosyal medyada sevenleri tarafından yapılan birbirine benzer epey yorum okudum. Allah rahmet eylesin, mekânı cennettir inşallah. Salih Mirzabeyoğlu'na da Allah sabır versin. Kendisi cezaevinde olduğundan ve izin verilmediğinden ne yazık ki annesinin cenazesine katılamadı ve doğal olarak sevenleri, vicdan sahibi herkes buna tepki gösterdi.

Bu tepkiyi, bu öfkeyi anlayabiliyorum ama asıl konuyu kaçırıyoruz. Kendim de çok öfkeliyim ama bunun nedeni Salih Mirzabeyoğlu'nun cenazeye katılamaması değil, annesinin son 13 yılını oğlundan ayrı, özlemle, endişeyle yaşamak zorunda kalmasıdır. Salih Mirzabeyoğlu yıllardır cezaevinde ve sadece annesinden, babasından değil yıllardır eşinden ve çocuklarından da uzakta. Annesinin cenazesine katılabilseydi, buna izin verilseydi ne değişecekti, bu yılların acılarını işkencelerini unutturacak mıydı yoksa hepimize. İnsanların adaletsizliğe, hukuksuzluğa karşı olan öfkesi bir anda dinecek miydi?

Son günlerde, adının tam tersine yıllardır cezaevinde olan Özgür Uygun'un daha 19 yaşındayken nasıl 17 yıl hapis cezasıyla cezalandırıldığını, devletin korumasındayken nasıl merdiven boşluğundan aşağıya atıldığını ya da kendini attığını ve nasıl felç olduğunu yazan gazete haberlerini de insanlar görmezden mi gelecekti? Bütün olanlara rağmen Özgür Uygun'un serbest bırakılması yerine bakımı için ağabeyinin de cezaevinde kendisiyle kaldığını böylece kardeşinin ailesinin de nasıl mağdur edildiğini kimse umursamayacak mıydı?

Elbette hayır. Ancak daha ne zamana kadar sistem değişmedikçe cezaevlerinde yeni Salih Mirzabeyoğlu ve Özgür Uygun'ların olacağını unutarak sadece tek tek kişiler için sesimizi yükselteceğiz ki. "Dağı delen ırmak" olmak, herkese adalet için, herkese özgürlük için haykırmak varken...

Kaynak: http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?t=30.01.2012&y=Teodora_Doni

Salih Mirzabeyoğlu’na Yapılan Zulümdür
Hilâl KAPLAN (*)



Salih Mirzabeyoğlu. Müslüman bir mütefekkir. Eline kalem hariç başka bir mücadele aracı almamış Mirzabeyoğlu, 28 Aralık 1998 tarihinden beri cezaevinde... 25 Ocak 2000 tarihinden beri aralıklarla telegram işkencesine maruz bırakıldığı söylenen bir mağdur... 8 Temmuz 2005 tarihinden beri tecrit altında tutulan bir mahkûm...

Süreci başından anlatalım: İlkokul öğrencisi olan çocuğunu almak için okul yoluna giden Mirzabeyoğlu, Aralık 1998’de gözaltına alınıyor. Bu gözaltı işlemi, 28 Şubat medyasından beklenen şekilde “İBDA-C’nin efsanevi lideri yakalandı” şeklinde yansıtılıyor. Ailesi ve çocuklarıyla beraber kaldığı ev “örgüt evi” denilerek lanse ediliyor. Cumhuriyet rejimim kurulduğundan beri talebesi olan pek çok Müslüman öncüye reva görülen Mirzabeyoğlu’ndan da esirgenmiyor. Bir düşünce/ inanç sahibi “örgüt lideri”, onun düşüncesini takip edenler de direkt “örgüt mensubu” olarak yaftalanıyor; böylelikle bir taşla iki kuş vurulmuş oluyor.

Mirzabeyoğlu’nun ifadesi bile alınmadan hakkında tutuklama kararı veriliyor. Dava dosyası İstanbul ve Adana arasında gidip geledursun, “yasa dışı örgüt lideri” olduğuna dair herhangi bir geçerli delil sunulamıyor.

28 Şubat düzeninin medya ayağı da boş durmuyor elbette. Günümüzde vaktini bazı başörtülü yazarların verdiği doğum günü partilerine iştirak ederek, 28 Şubat mağduru olup, bunun üzerine kitap bile yazan entelektüellerle fasıllara katılarak sürdüren bir ‘gazeteci’nin de patronajında olduğu Star gazetesinde Mirzabeyoğlu’nun zorla traş edilip işkenceye maruz kaldığı görüntüleri sanki kendisi kendine zarar vermiş gibi haberleştiriliyor. Her haber bülteninde “yasa dışı terör örgütü lideri” tanımlamasıyla ismi geçirtiliyor, âdeta bir cani adalete teslim edilmiş görüntüsü veriliyor. Bu canhıraş propagandaya bakınca mahkemenin nasıl bir karar vereceği tahmin etmek de pek güç olmuyor.

Şu anda Ergenekon davası sanığı Kemâl Alemdaroğlu’nun avukatlığını yapmakta olan, dönemin hakimi Mirzabeyoğlu’nu -idam kalktığından- ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm ediyor. Fakat ne ironiktir ki “mevcut anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye teşebbüs etmekten” yargılanan Mirzabeyoğlu’nun karar gerekçesinde bile “örgüt mensuplarıyla katıldığı eylemi tespit edilememiştir” yazıyor... Geçtiğimiz günlerde, annesinin cenazesine dahi katılmasına izin verilmeyen Mirzabeyoğlu, yedi yılı üç metrekare bir hücrede olmak üzere on bir yıldır çile dolduruyor.

Bu yazıyı yazdığım için arkamdan “İBDA-C”ci tezviratı yapacak olanlar bir kenara dursun. Sözüm geri kalanlara:

Söyleyin, Salih Mirzabeyoğlu’na yapılan hak mıdır?

* * *

Mirzabeyoğlu, 2000 yılının Şubat ayında yaptığı ilk savunmasına şu sözlerle başlamıştı:

“T.C. içinde yaşayan 3000 aile; hukuk da bunların çıkarına göre, ordu da, polis de... Kendi aralarındaki dalaşmalar bir yana, bunlar hukuk üstü imtiyazlı bir zümredir! Devlet, hukuk demektir ve hukukun olmadığı yerde devlet değil, çete vardır.”

Günümüz itibariyle, “üstünlerin hukukundan hukukun üstünlüğüne” geçme vaadini bir ölçüde gerçekleştiren siyasî iktidar mensuplarına sesleniyorum. 28 Şubat bitmedi; o dönemin eseri bu siyasî-yargı kararlarının mağduru olan pek çok kişi var. Mirzabeyoğlu, bunlardan sadece birisi. 28 Şubat rejiminin mahkemelerinde zulüm görmüş olanlara yapılan haksızlıklar telafi edilmedikçe de bizlerin “28 Şubat bitmiştir” deme lüksümüz yoktur. Zira onlar için 28 Şubat, tüm vahşetiyle sürüyor...

* 29 Ocak 2012 Yeni Şafak

İki darbe iki mağdur: Selahaddin Eş, Salih Mirzabeyoğlu
Salih Tuna
28/02/2012



Biri 32 yıl evvel vuku buldu, diğeri 15 yıl evvel. Biri klasikti, diğeri postmodern. Biri 12 Eylül, diğeri 28 Şubat.

Her iki darbenin de mağduriyeti bitmeyen iki mazlumu var: 12 Eylül'ün Selahaddin Eş Çakırgil, 28 Şubat'ın Salih Mirzabeyoğlu.

İkisini de beğenmeyebilir, görüşlerine katılmayabiliriz.

Lakin ikisi de sadece yazar; unutmamamız gereken bu.

Yani ikisi de mazlum, ikisi de mağdur.

Ve, ikisi de annesinin cenazesine katılamadı. (Vatandaşlıktan çıkartılan Selahaddin Eş tam 32 yıldır Türkiye'ye gelemediği için annesinin cenazesine katılamadı; Mirzabeyoğlu Bolu F Tipi'nde ağırlaştırılmış muhabbet cezasına çarptırıldığı için.)

Selahaddin Eş'i 12 Eylül öncesinde, Mili Gazete'nin en velut yazarı olarak hatırlıyorum.

"Ben de yazdım" başlığı altında anılarını tefrika eden Celal Bayar'a öyle bir "çakmıştı" ki, o gün (henüz orta mektep sıralarındaydım) bugündür unutmam.

Kemalist rejimin sağcısına solcusuna ölümüne muhalifti.

Kemal Ilıcak'ın Tercüman'ında ("Köşebaşı" sütununda) arzı endam eden merhum Ergün Göze'ye de demediğini bırakmazdı.

O siyah-beyazlı dönemde "arama motoru" falan yoktu ama hiçbir "arama motoruna" ihtiyaç duymayacak kadar müthiş bir hafızaya sahipti

Çağrışımı bol yazılar kaleme alırdı.

Şura ve Tevhid gibi 12 Eylül öncesinin kült dergilerinin vazgeçilmez yazarlarındandı.

Hüseyin Üzmez vakasına kadar da Vakit gazetesinde yazdı.

Çok şükür 12 Eylül darbesi yargılanıyor şimdi.

Ne ki, şana şöhrete dünya malına zerre miskali tenezzül etmeyen bir fikir ve aksiyon adamı olan Selahaddin Eş'in mağduriyeti devam ediyor hâlâ.

Bugün 28 Şubat darbesinin 15'inci yıldönümü. Hep birlikte lanetleyeceğiz bu postmodern darbeyi.

Ama bu darbenin "lanetlediği" Salih Mirzabeyoğlu hâlâ mağdur, hâlâ mahpus damında çürütülüyor.

Mirzabeyoğlu 12 Eylül öncesinde "Gölge" dergisini çıkarıyordu.

Ünlü karikatürist Yalçın Turgut'un unutulmaz desenleriyle katkıda bulunduğu "Aydınlık Savaşçıları" adlı kitabında yer alan şiirlerini bu dergide dercetmişti.

Yazıları gündem oluşturuyor, şiirleri meydanlarda "söyleniyordu."

Ali Bulaç'tan Hilal Kaplan ve Teodora Doni'ye kadar birçok köşe yazarı Mirzabeyoğlu'na yapılan zulmü daha evvel dile getirmişti.

"Yeni Devir Hukukçular Derneği" de dün yaptığı açıklamada bu zulmü gündeme getirdi: "28 Şubat'ın en büyük mazlumlarından biri olan Salih Mirzabeyoğlu 13 yıldır zindanlarda ve Telegram - Zihin Kontrolü işkencesine maruz./ 56 eseri bulunan mütefekkire müebbet hapis cezası biçildi. / O davanın hakimi, şimdi Ergenekon sanıklarının avukatı Metin Çetinbaş'ın 'Hata yapmış olabilirim' itirafı ve gizli toplantılarda aldığı brifingler sonucu bu idam kararını verdiği gazetelerde belgelendi. / Davanın ilk hakimi Sedat Karagül'den ise şu sözler döküldü: 'İBDA - C davası da dahil olmak üzere baskı görmediğim hiç bir dava olmadı, hep baskı gördüm.' İşte mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu'na yapılan tüm bu hukuksuzluk ve adaletsizliklerin başlangıcının yıl dönümü 28 Şubat'ta, 28 Şubat'ın halen devam ettiği Bolu F Tipi Cezaevi önünde Yeni Devir Hukukçular Derneği tarafından yapılacak Basın Açıklamasına desteklerinizi bekliyoruz..."

Yeni Şafak

Salih Mirzabeyoğlu’na yapılan haksızlık
Ruşen Çakır
rcakir@gazetevatan.com
07.03.2012

Daha birkaç aylık gazeteciyken, 1985 yılında Nokta Dergisi’nde Ayşenur Arslan’ın şefliğinde kurulan bir ekipte görev aldım. Amacımız yeni yeni konuşulmaya başlanan İslami hareketin yükselişini masaya yatırmaktı. Sonuçta başörtülü bir kızın fotoğrafı ve “Dinci gençlikte patlama” başlığıyla yaptığımız kapak çalışması Nokta Dergisi’ne sahiden patlama yaşattı. Bunda İslami hareketin temsilcilerinin görüşlerinin aracısız olarak aktarılmasının payı büyüktü.

Bugünden bakıldığında gülünç gelebilir ama o tarihte İslamcılara doğrudan mikrofon uzatmak alışılmış bir şey değildi; devletin “irtica” raporlarıyla yetiniliyor, İslamcılar bir tür uzaylı gibi görünüyordu. İşte Nokta Dergisi, Türk basınına yaptığı birçok olumlu katkıya ek olarak bu geleneği de kırarak bir çığır açtı.

Ekip içinde İslamcılarla görüşmeleri ben üstlenmiştim. İlk işim piyasadaki İslami dergileri toplamak, varsa telefonla, yoksa doğrudan adreslerine giderek (o tarihte bazı İslamcı dergilerin telefon bağlatacak paraları bile olmayabiliyordu) talebimizi ilettim. Başta çok şaşırdılar, çünkü dışlarındaki medya kendilerini ilk kez muhatap alıyordu. Bunlardan kimi teklifimizi kabul etti, kimi etmedi. Sadece bir mülakatı, Salih Mirzabeyoğlu ile olanı yayınlayamadık. Bunun nedeni, söylediklerinde herhangi bir suç unsuru filan görmemiz değildi, açıkçası Mirzabeyoğlu’nun sorularıma verdiği cevaplar popüler bir haftalık haber dergisinin sınırlarını hayli aşan bir yoğunluktaydı.

Nevi şahsına münhasır

Meslek hayatımda çok sayıda İslami grup, cemaat ve çevre tanıdım; birbirinden farklı İslamcı şahsiyetlerle tanıştım. Bunların birbirleriyle benzeşip ayrıştığı noktaları bulup çıkarmak, aralarındaki ilişki ve ilişkisizlikleri, sorunları tahlil etmek beni hep heyecanlandırmıştır. Bu noktada Mirzabeyoğlu ve onun düşünsel liderliğini yaptığı İbda hareketini oldum olası “nevi şahsına münhasır”, yani kendine özgü olarak tanımlamışımdır.

Bu nedenle, 1990’da ilk baskısı yapılan Ayet ve Slogan, Türkiye’de İslami Oluşumlar kitabımda en çok titizlendiğim bölümlerden biri İbdacılarla ilgili olanıdır ki İslami hareket içinde “marjinal” olarak tanımlanabilecek bir çevreye gösterdiğim bu ilginin diğer bazı İslamcıların hoşuna gitmediğini de biliyorum. (Bu yazıda uzun uzun Mirzabeyoğlu ve İbda’yı anlatma imkanım yok, zaten zaman epey değişti; oturduğunuz yerden, internet sayesinde birçok şeyi öğrenmek mümkün.)

Suç örgütü lideri mi?

28 Şubat’ın tam hız tartışıldığı şu günlerde, bu sürecin birinci derecede mağdurlarından Mirzabeyoğlu’nun adının çok az geçmesi, birçoklarının amacının geçmişle hesaplaşmak değil düşmanlarıyla/rakipleriyle olan hesaplarını görmek olduğunu kanıtlıyor. Şöyle ki 28 Şubat’ın en sert yaşandığı bir dönemde 1999 yılına birkaç gün kala tutuklanan Mirzabeyoğlu örgüt liderliği suçlamasıyla müebbet hapse mahkum edildi.

Olayın hukuki boyutunu tartışacak değilim, fakat konuyla ilgili bir gazeteci olarak Mirzabeyoğlu’nun bir suç örgütü lideri olduğunu düşünmüyorum. Zaten onun “İbda” olarak tanımladığı dünya görüşü bu tür katı merkezi bir yapılanmayı ilke olarak dışlıyor. Öte yandan kendilerini İbda düşüncesiyle tanımlayan bazı genç gruplarının kimi silahlı eylemlere girişmiş olduklarını biliyoruz fakat bunlardan Mirzabeyoğlu’nu doğrudan sorumlu tutmanın hakkaniyetli bir davranış olduğu kesinlikle söylenemez. Kaldı ki “provokasyonlar bize yarıyor” diye PKK’nın yapıp da üstlenmediği terör eylemlerine bile sahip çıkan; Körfez Krizi sırasında “Saddam sen oradan, biz buradan” diye pankart açan ve kendilerini İBDA-C diye adlandıran gruplar artık tamamıyla sahneden çekilmiş durumda.

Sözü uzatmaya gerek yok: Geçen 14 yıl zarfında birçok cezaevinde dolaştırılan ve halen Bolu F Tipi Cezaevi’nde yatan Salih Mirzabeyoğlu ülkemizde sayıları hiç de az olmayan düşünce suçlularından biridir ve en kısa sürede kendisine yapılan haksızlığın sona erdirilip özgürlüğüne kavuşması sadece o ve sevenleri için değil tüm Türkiye için hayırlı olacaktır.

Kaynak: Vatan Gazetesi

O da 28 Şubat mağduru
16.03.2012



Gazeteci-yazar Salih Mirzabeyoğlu, 28 Şubat sürecinde askerin brifingine katılan hakimin kararıyla ağırlaştırılmış müebbete çarptırıldı. Hukukçular, İBDA-C üyeleri ile örgüt liderliği ilişkisi ispatlanamadığı halde tecritte tutulan Mirzabeyoğlu'nun yeniden yargılanması gerektiğini belirtti.

İSTİHBARAT SERVİSİ / İSTANBUL
28 Şubat sürecinde yapılan yargılamalar ve verilen cezalar tartışma konusu olmaya devam ediyor. Post-modern darbe sürecinde İBDA-C örgütünün lideri olduğu gerekçesiyle gözaltına alınıp yargılanan gazeteci ve 50 kitabın yazarı Salih Mirzabeyoğlu da 28 Şubat sürecinde karagahta brifing alan yargının mağdurlarından biri oldu. Gerçek adı Salih İzzet Erdiş olan Mirzabeyoğlu, lideri olmakla suçlandığı İBDA-C üyelerinin yargılandıkları davalarda, hiçbir örgütsel bağ tespit edilememesine rağmen olağanüstü şartlarda önce idam cezasına çarptırıldı. Daha sonra cezası, idamın kaldırılması nedeniyle ağırlaştırılmış müebbet hapse çevrildi. Mirzabeyoğlu, halen Bolu F Tipi Cezaevinde tek kişilik hücrede kalıyor.

SAKALLARI ZORLA KESİLDİ

Mirzabeyoğlu, 1998 yılı Aralık ayında kızını okula götürürken gözaltına alındı. Çıkarıldığı mahkemede tutuklanıp Metris Cezaevi'ne götürüldü. Daha sonra Kartal Cezaevi'ne, oradan da Bolu F Tipi Cezaevi'ne gönderildi. Mirzabeyoğlu, İBDA-C üyeleri ile ilişkisi ispatlanmamasına rağmen terör örgütü lideri olarak yargılandı. Yargılama sürecinde hapishanede sakalları zorla kesilerek mahkemeye çıkarıldı.

SİLAHLI EYLEMİ YOK

Mirzabeyoğlu'nun avukatı Güven Yılmaz, ortada 'somut deliller' olmadığı gibi brifinglerde alınan kararlar sonucunda müvekkilinin mahkum edildiğini söyledi. Yılmaz, Mirzabeyoğlu'nun serbest kalmasını değil, 28 Şubat'ın diğer mağdurları gibi yeniden yargılanmasını istedi. Yılmaz "Mevcut anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye teşebbüs etmekten ve örgüt liderliği" suçlamasıyla yargılanan Mirzabeyoğlu'nun talimatını verdiği, tek bir silahlı eylem ilişkin delil olmadığını belirterek "Söz konusu deiller mahkemeye sunulmadan karar verilmesi hukuk açısından izah edilemez" dedi.

Gözaltına alındığı tarihte 41 tane kitabı olan Mirzabeyoğlu hakkında medyanın yalan manşetlerle 'yeraltı örgütü lideri' gibi gösterildiğini anlatan Yılmaz, müvekkiline polisin sorguda örgüt liderliğini kabul etmesi için baskı yaptığını söyledi. Yılmaz şöyle konuştu:

SORGUDA 'LİDERİM' DE BASKISI

"Yukarıdan bastırıyorlar, sen 'İBDA-C örgütünün lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin!' Sorgulama esnasında Salih Bey'e söylenen şeylerden birisi de şu: 'Biliyoruz. Tamam, hiç kimseyle görüşmediğini ve tanımadığını kabul ediyoruz; talimat da vermediğini kabul ediyoruz... Gelelim şu liderlik mevzuuna...' Salih Bey de 'Hiç kimseyle görüşmemişim, talimat vermemişim, bunu siz de biliyorsunuz. Ben bu durumda illegal bir örgütün nasıl başı olabilirim ki?' diye mukabelede bulunuyor. Aynı polis 'Gel sen şunu güzellikle kabul et. Hem biz sana kötülük yapmak istemiyoruz. İsteseydik evinin bahçesine eroini gömer, 'eroin yakaladık' derdik' diyor."

DEĞİL LİDERLİK TANIŞIKLIK BİLE YOK

Yılmaz, örgüt liderliği ilişkisinin savcılık tarafından da ispatlanmadığını belirterek, "Ortada hiyerarşik bir ilişki yok. Hiyerarşi olması bir tarafa tanışıklık yok. Eylem yok. Talimat yok. Fikrî bir yakınlık, bağlılıktır söz konusu olan. O gün için 41 tane eser vermiş bir yazarın fikirlerinin etkisinin olmasından daha tabiî ne olabilir? Kaldı ki, tanışıklık da olabilir. Çocukların bile bildiği üzere, suçlar şahsîdir" diye konuştu. Yılmaz, iddianamedeki "örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tespit edilmemiş olmakla beraber..." ifadesine dikkat çekti.

5 ay telegram işkencesi gördü

Güven Yılmaz, Mirzabeyoğlu'nun Kartal Cezaevinde Telegram işkencesi gördüğünü belirterek şunları söyledi: "Salih Mirzabeyoğlu'nun Kartal Cezaevine naklinden sonra burada 5 ay süreyle maruz kaldığı telegram-zihin kontrolü ile, kendisine mahkemelerde 'Kemalist' olduğunu açıklaması istenmiş bunun üzerine müvekkilim de 'Kemalist' olduğunu açıklamaktansa ideolojik bir tavırla hayatına son vermek istedi. Bunun üzerine paniğe kapılan Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü'nün yazılı emri ile tek başına kalmaması için yanına birisinin verilmesi kararlaştırıldı."

Kararı veren hakim brifing aldı

Mirzabeyoğlu ile ilgili yargılamaları değerlendiren MAZLUMDER Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal, 28 Şubat darbe sürecinde brifingler verilen yargı mensupları eliyle oluşan mağduriyetlerin henüz konuşulma düzeyine bile gelmediğini söyledi. Hakkında idam cezası verilen Salih Mirzabeyoğlu'nun da bu sürecin mağdurlarından biri olduğunu ifade eden Ünsal, "Söz konusu kararı veren mahkeme başkanının dönemin brifinglenen hâkimlerinden olması yanında, son günlerde gazetelere yansıyan beyanları da Mirzabeyoğlu kararı dâhil bu süreçte verilen kararları tartışmalı hale getirmek için yeterlidir ve getirmiştir" dedi.

Ünsal, şunları kaydetti: "Hâkim ve savcıların ordudan brifing aldığı, yargının ordu-medya ve çeşitli STK'lar aracılığıyla baskı altına alındığı, hâkimlerin "DGM'de siyasi baskı görmediğim dava olmadı" mealinde ve verdikleri kararlarda yanlış yapmış olabilecekleri yönünde beyanlarda bulunduğu, duruşmalar boyunca dile getirilen telegram dâhil bütün işkence iddialarının kulak ardı edildiği bir ülkede yapılan siyasi yargılamaların adil olmadığı ortadadır. Mazlum-der olarak, Salih Mirzabeyoğlu davası başta olmak üzere, 28 Şubat döneminde yapılan bütün siyasi yargılamaların yenilenmesi (iade-i muhakeme) gerektiğine inanıyoruz."
Kaynak: Yeni şafak

"Mirzabeyoğu Davası" İle ilgili Basın Açıklaması
02 Nisan 2012



Salih Mirzabeyoğlu'na idam cezası verilmesinin 11'inci yılı nedeniyle Bolu F Tipi Cezaevi önünde Yeni Devir Hukukçukar Derneği bir basın açıklaması yaparken, Cezaevi önünde toplanan bir grup da protesto gösterisi yaptı.



'Fikir idam edilemez' yazılı pankart açan eylemciler, Mirzabeyoğlu'nun fotoğrafının bulunduğu maskeleri takarak sloganlar attı..



Yeni Devir Hukukçular Derneği adına basın açıklaması yapan avukat Ali Rıza Yaman, Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nde (DGM) verilen kararların kaldırılması gerektiğini söyleyerek, "Dünya fikir ve hukuk tarihi şahittir ki fikir idam edilemez. Fikre idam cezası verilen bir ülkede hukuk maşa, idam cezası verenler de emir alan emir kuludur. Tarih zulme rıza gösterenlerle, zulme rıza göstermeyenlerin mücadele alanıdır. Bütün 28 Şubat kararlarının ve kaldırılan DGM'lerin verdiği kararların iptal edilmesi ve yeniden yargılama yoluna gidilmesi gerekmektedir" dedi.

Ali Rıza Yaman, daha sonra eyleme katılanların adının yazılı olduğu kağıdı alarak Salih İzzet Mirzabeyoğlu ile görüşmek için cezaevine girdi.
haber1001

Ortak utancımız Salih Mirzabeyoğlu
Ahmet Hakan
10 Nisan 2012



2000 yılıydı.

Ocak ayının başı...

İBDA-C örgütünün lideri olduğu gerekçesiyle cezaevinde tutulan Salih Mirzabeyoğlu, kolları arkasından bağlı şekilde mahkemeye getiriliyordu.
İki yanında jandarmalar olduğu halde.

Fakat o da ne?

Salih Mirzabeyoğlu'nun durumu vahim görünüyordu.

Yüzünde yara izleri vardı.Her tarafı morarmıştı.

AYağı aksıyordu.

Ayakta zor duruyordu.

Saçları kesilmişti.

Saatler süren işkencenin ardından bu hale getirilmişti Salih Mirzabeyoğlu...

O günlerde bu açık zulüm karşısında hiç kimse " gık" bile demedi.

İslamcı aydınlar sustu.

İslamcı teşkilatlar sustu.

İnsan hakları dernekleri sustu.

Siyaset sustu.

Salih Mirzabeyoğlu ahkkında kalem oynatmanın artık sıfır risk taşıdığı bugün kim konuşuyor, kim yazıyorsa o gün sustu.

Ben de susanlar arasındaydım.

Ben de sustum.

Salih Mirzabeyoğlu'nun iki avukatıylabuluştum geçen akşam...

Avukatlar anlattı, ben dinledim.

Ama gözümde hep Salih Mirzabeyoğlu'nun işkence sonrası hali vardı.

Kalbimde ise o gün duruma isyan etmemiş olmanın derin utancı...

avukatlar o işkenceyi anlattılar.

Bütün ayrıntılarıyla...

Biliyorum, o gün susmuş olmamım derin utancını bastırmayacak ama yine de şunu söylemek istiyorum:

28 Şubat'ın olağanüstü koşullarında yargılanan, " anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmek" suçundan idam cezası alan, idam cezası kalkınca da cezası ağırlaştırılmış müebbede dönüşen Salih Mirzabeyoğlu...

Eline silah almamış, herhangi bir eyleme katılmamış, 50'yi aşkın kitap yazmış düşünce adamıdır.

Bırakın " ömür boyu ağırlaştırılmış hapis cezası1 ile cezalandırılmayı, karakola çekilmesini gerektirecek bir kanıt bile yoktur ortada.

Demem o ki:

Yıllardır tecritte unutulmuş, hakkı hukuku asla savunulmamış bu fikir adamı için önce vicdanlar ayağa kalkmalı, ardından da bir şeyler yapılmalıdır.

Hürriyet


28 Şubat ona hâlâ sürüyor
ÖZGÜR TOPUZ
20/05/2012



Madem bu günlerde 28 Şubat mağdurlarından bahsediliyor, 'irtica tehdidi' algımız için sunulan Mirzabeyoğlu'nu da bir hatırlayalım artık.

“Ben yıllardır şiir yazamıyorum. Bu durum, bu dilden anlayan kimseye birçok şey söylemeli...”

Salih İzzet Erdiş, bilinen adıyla Salih Mirzabeyoğlu, yaşadıklarının vahametini son çare bu sözlerle anlatmaya çalıştı. 12 Şubat 2010’da Bolu F Tipi Cezaevi’nden avukatı aracılığıyla ‘halden anlayacaklara’ böyle seslendi. İBDA-C örgütünün lideri olmak suçundan mahkûm. Örgüt isminin benzerliği (THKPC) kadar, cezaevinden seslendiği ‘dil’ de bugüne kadar sosyalistlerden duymaya alışık olduğumuz bir dil. 1 Mayıs ’ta ‘sosyalist Müslümanlar’ı görünce herkes şaşırıverdi ama ‘bu dilden anlayan’ları o çok daha önce şaşırtmıştı aslında.

Tam da açılan soruşturmayla 28 Şubat’ın mağdurlarını konuşmaya başlamışken, üstüne 1 Mayıs ’taki sürpriz eklenince bir Mirzabeyoğlu portresi ‘farz’ oldu. 28 Şubat mağdurları derken, daha çok ‘legal siyasi’ figürlerden bahsediliyor. Üstelik bugün birçoğu devlet katında.

Kürt isyanı sürgünü

Mirzabeyoğlu ise yaklaşık 14 yıldır hapiste. Bunun son 11 yılı hücrede. Bu hazin ‘kader’ ona dedelerinden kalmış bir miras sanki; “Mutki aşireti reisi Hacı Musa Bey, onun oğlu İzzet Bey, onun oğlu Hacı Muammer Bey ve onun oğlu Salih Mirzabeyoğlu (...) Bizim aile, babaannem, babam ve halam, Muş’tan Konya’ya mecburi iskânla sürgün geliyorlar...” (Tilki Günlüğü kitabından)
1950’de Erzincan’da doğan Mirzabeyoğlu, ilk, orta ve liseyi Eskişehir’de okuyor. 15 yaşındayken Necip Fazıl Kısakürek’le tanışıyor. Büyük hayranlık duyduğu Kısakürek’in fikirleriyle ilerliyor. Çok sayıda makale ve kitapla İslami Büyük Doğu Akıncıları akımının (kendinden zuhur diyalektiği) felsefi altyapısını oluşturuyor. Fikirleri etrafında ‘İBDA’ grupları oluşuyor. Hiyerarşik irtibata girmeyen gruplar şeklindeki bu yapılanmalar İslam devleti kurma mücadelesine girişiyorlar. Üstelik arada Mahir Çayan, Deniz Gezmiş gibi sosyalist devrimcilere selam çakıyorlar.

İki tabanca, bir pompalı

Türkiye’nin siyasi tarihindeki illegal ve marjinal örgütlere göre oldukça küçük sayılabilecek bu gruplar, 28 Şubat’ın ‘şeriat ve irtica tehdidi olduğu yönünde algı yaratarak siyasete şekil verme harekâtı’ için paha biçilmez malzeme oluyor. İşte ‘28 Şubat mağduru Mirzabeyoğlu’ hikâyesi burada başlıyor:
29 Aralık 1998 sabahı, çocuğunu okula götürmek için evden çıktıktan sonra gözaltına alındı. ‘Hüce evinde yakalandı’ diye yazıldı. Terör örgütü İBDA-C’nin lideri olduğunu kabul etmesi istendi. Sadece fikirlerini yazdığını söylese de, polis “Aslanım, kimse kitaplarını okumayacak. Buradan savcının önüne ne giderse o” dedi. 4 Ocak 1999’da tutuklandı. Anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüsle suçlandı. Silahları ise iki tabanca ile bir pompalı tüfekti.

DGM’ye ‘Noel Baba’ hediyesi

6 ay boyunca duruşmalara katılmadı. 25 Ocak 2000’de sabaha karşı, Metris Cezaevi’ne büyük bir operasyon yapıldı. Bir tutuklunun öldüğü bu operasyona verilen ad pek manidardı: “ Noel Baba.” (19 Aralık’ta başlayan, sosyalistlerin katledildiği operasyona da “Hayata Dönüş” adı verilmişti.)
Mirzabeyoğlu adliyeye getirildiğinde, ağır işkenceden geçtiği anlaşılıyordu. Ayakta zor duruyordu, saçı sakalı zorla tıraş edilmişti. Yüzü kanlıydı. Medya olayı, ‘Metris’in üç aslanı yolunmuş tavuk’, ‘Tıraş olurken yüzünü kesti’, ‘İşte bu kadar’, ‘Kafasını jandarmanın copuna çarptı’ gibi başlıklarla verdi.

Bu örgüte bir lider lazım!

Operasyonun gerisi ‘olağanüstü’ mirası 28 Şubat brifinglerinde bir kez daha ‘update edilmiş’ olan yargıya kalmıştı. Mirzabeyoğlu, mahkemenin ilk hâkimine, “Ben bıçak yaparım. Onunla isteyen ekmek doğrar, isteyen insan” dese de, 2 Nisan 2000’de, yeni gelen hâkim tarafından “İdam” kararı verildi. Mirzabeyoğlu “Tiyatro bitti” dedi. Yargıtay onadı. Dosya ön sırayı kapıp Meclis’e bile gönderildi. O ara idam kaldırılınca, ceza ‘ağırlaştırılmış müebbet’e çevrildi. Davanın ilk hâkimi emekli olduktan sonra, DGM hâkimliği sırasında hep baskı gördüğünü itiraf edecekti. İkinci hâkim (emekli olduktan sonra müdafiliğini yaptığı Ergenekon sanıklarının “En iyi Kürt ölü Kürt’tür” sözünü mahkemede “Kürtlerin öldürülmesini temenni etmek suç mu?” diye savundu.) “Hata yapmış olabilirim” diyecekti.

Artık cezaevi günleri başlamıştı. Önce Kartal F Tipi sonra Bolu F Tipi... Bir kez intihara teşebbüs etti. ‘Zihin kontrol (Telegram) yöntemi’ne kadar varan işkenceler gördüğünü söylese de duyan olmadı. Üç ay önce annesi vefat ettiğinde (22 Ocak 2012) Bursa’daki cenaze törenine katılma talebini de duyan olmadı. Tıpkı, dosyasındaki tuhaflıklara, adaletsizliklere bakan olmadığı gibi. Oysa ki daha gözaltına alınmadan 4 ay önce, Adana Devlet Güvenlik Mahkemesi Mirzabeyoğlu’nun yakalanması için İstanbul Başsavcılığı’na yazı göndermişti. İstanbul “Kendisi kitap basan, dergilerde makaleleri çıkan bir şahıs. İstanbul hudutları dahilinde hiçbir örgütsel faaliyete katıldığı, talimat ve emir verdiği bilgisi yoktur” diye yanıt vermişti.

Mahkeme kararında ise şöyle denildi: “Kumandan Kod Salih İzzet Erdiş’in örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tespit edilememiş olmakla beraber... Lidersiz bir örgüt düşünülmediği gibi, örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer...”

Mazlumun dilinden Dersimli anlar

Hukuk, yani hak ve adalet duygusunu yaralayan bu karardan sonra unutuldu Salih Mirzabeyoğlu. 28 Şubat adaletsizliğinden bahseden günün ‘siyasileri’ bile hatırlamak istemezken, üstelik ‘o dilden’ anlayanların katledildiği Sivas’ı İBDA’cıların dergisi ‘Taraf’ övmüşken, geçen hafta Dersimli milletvekili Hüseyin Aygün hatırlatmaya çalıştı onu. Tıpkı, Mirzabeyoğlu’nun mürşidi Necip Fazıl’ın herkesin sırtını döndüğü Dersim katliamını tüm çıplaklığıyla ortaya koyması gibi. Çünkü zulme uğrayanlar, mazlumun dilinden en iyi anlayanlardır. Çünkü “Bir kişiye yapılan haksızlık tüm topluma yöneltilmiş bir tehdittir” ve “Haksızlığa karşı susarsanız, hakkınızla birlikte onurunuzu da kaybedersiniz.”

Kaynak: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1088532&CategoryID=77

Anahtar Kelimeler
Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl, Ergenekon , 1 Mayıs , Devlet Güvenlik Mahkemesi , Türkiye , Adana , İstanbul , İslam , Deniz Gezmiş , Noel

Mirzabeyoğlu raporu bakanlığa geliyor



İBDA-C lideri olduğu gerekçesiyle 1998 yılından bu yana cezaevinde tecritte bulunan Salih Mirzabeyoğlu'nun dosyası Adalet Bakanlığı'nın gündemine geliyor. Mirzabeyoğlu ile cezaevinde görüşen CHP'li Veli Ağbaba, 'İzlenimlerimle ilgili rapor hazırlayıp Adalet Bakanlığı'na sunacağım' diye konuştu.

ALİ KUŞ / İSTANBUL

İBDA-C örgütü lideri olduğunu gerekçesiyle 28 Şubat sürecinde tutuklanıp 1998 yılından beri Bolu F tipi Cezaevi'nde tecritte tutulan Salih Mirzabeyolu'nun dosyası Adalet Bakanlığı'nın gündemine geliyor. Son 6 ay boyunca Türkiye genelinde 17 F tipi cezaevinde kalan hasta mahkumları ziyaret eden CHP Malatya Milletvekili Veli Ağbaba, Bolu F tipi Cezaevinde Salih Mirzabeyoğlu ile de görüştü. Ziyaret izlenimlerini Yeni Şafak'a anlatan Ağbaba, Mirzabeyoğlu'nun tek başına bir hücrede tutulduğunu ve yaşadığı sıkıntıların yüzüne ve haline yansıdığını söyledi. Mirzabeyoğlu'nun kendisine gördüğü işkenceyi anlattığını ifade eden Ağbaba, 'Mirzabeyoğlu'nun iddia ettiği telegram işkencesinin (manyetik alan oluşturarak zihin kontrol yöntemi) ortaya çıkarılmalı mutlak surette tecritine son verilmeli. İzlenimlerimle ilgili rapor hazırlayıp Adalet Bakanlığı'na sunacağım' diye konuştu.

DURUMU VE GÖRÜNÜMÜ KÖTÜ

Ağbaba, cezaevlerinden kendisine mektup yazan kişilerin hangi davadan tutuklu veya hükümlü olmasına bakmadığını belirterek, 'Ayırt etmiyoruz. Siyasi görüşleri bizi ilgilendirmiyoruz. Bizi ilgilendiren siyasi görüşleri değil, yaşadığı hastalıklar' şeklinde konuştu. Mirzabeyolu, duyarlılıkları nedeniyle memnun olduğunu ifade eden Ağbaba, 'Ağır bir telegram işkencesi gördüğünü ifade ediyor. 2000 yılından beri ağır bir telegram işkencesi altında olduğunu söylüyor. 'Ben hasta değilim zaten' diyor. Bundan dolayı tedaviyi de kabul etmiyor. 'Telegram işkencesi yapanları bulabilirlerse o zaman tedavi olurum' diyor' ifadelerini kullandı. Ağbaba, Mirzabeyoğlu'na ağırlaştırılmış müebbet cezası aldığı için tecrit uygulandığını söyledi. 'Durumu ve görünümü kötü, konuşması normal ama tecrit üzerine sinmiş' diyen Ağbaba, izlenimlerini şöyle aktardı: 'İşkenceden dolayı son derece muzdarip olduğunu söylüyor. İşkenceyi devlet içinden bir gücün yaptığını iddia ediyor. Kendisi gibi İBDA-C'den mahkum insanlarla kalabilir aslında ama sanırım onu da yönetim istemiyor.'
YAYIN TARİHİ: 24.05.2012
Yeni Şafak

Mirzabeyoğlu İslâmcıların İmtihanıdır!
İsa Tatlıcan
08 Mart 2012



Meğer ne kadar çok demokrasi sevdalısı varmış bu ülkede.
Darbeye en az askerler kadar iştahlı olanlar basınımız, aslında askeri vesayeti hiçbir zaman gönülden desteklememiş!

Medyamız aslında, başörtüsü yasağına da, katsayı adaletsizliğine de, Merve Kavakçı’ya yönelik linç girişimine de, YAŞ’zedelere de, STK’lara yapılan baskılara da, Sincan’da yürüyen tanklara da, 28 Şubat’çıların Türkiye’ye ödettiği 300 milyar dolarlık faturaya da karşıymış.

CNN’Türk’te Can Ataklı-Aydın Doğan kavgasını izliyorum. Hepsi üzerlerine yapışan bu kara lekeden kurtulma peşinde. Aydın Doğan, hiçbir zaman siyasete yön vermeye çalışmadıklarını, darbecilerin yanında yeralmadıklarını iddia ediyor. İnandırıcı olabilmek için de avazı çıktığı kadar bağırıyor. Halk unutkan olabilir ama arşivler unutmuyor Aydın Bey!

Halkı aptal yerine koysalar da, 15 yıl sonra gelen tüm itirafları ve aklanma çabalarını Türkiye’nin normalleşmesi adına önemli birer gelişme olarak görüyorum.
Bu yıl tüm TV kanallarında, 28 Şubat belgesellerini ve günlerce süren haber dosyalarını izliyoruz. Gazeteler de farklı bir 28 Şubat mağduru bulma yarışında.

MİRZABEYOĞLU İSLAMCILARIN İMTİHANIDIR

Ancak her yıl olduğu bu yıl da 28 Şubat sürecinin belki de en büyük mağduru unutuldu. O, 1998 yılında bu yana yani yaklaşık 14 yıldır cezaevinde. 2005 yılından bu yana tecrit altında tutuluyor. 60 kitap yazmış, düşünmekten, konuşmaktan, tartışmaktan başka eylemi olmayan bir mütefekkir…

Yargının siyasallaştığı bir dönemin sembol ismi Salih Mirzabeyoğlu’ndan bahsediyorum.

Yargılandığı Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı tarafından da hiçbir eyleme katılmadığının altı çizilen Salih Mirzabeyoğlu, önce idam, daha sonra ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmış.

Mahkemeye çıkarıldığında gördüğümüzü dayaktan yara bere içinde kalmış yüzü ve Fatih Çekirge yönetimindeki Star gazetesinin yaptığı iğrenç yayın hala hafızamızda.

14 yıldır ailesi ve avukatı dışında kimse ile görüştürülmüyor. Mirzabeyoğlu’nun avukatı Ali Rıza Yaman, idam ile sonuçlanan yargılama sürecini şu cümlelerle özetlemiş: “Ortada hiyerarşi yok, eylem yok, eylem talimatı yok, tanışıklık yok… Buna rağmen ‘olsa olsa budur’ mantığı üzerine bina edilen bir hüküm var. Bu sakat mantıkla verilen karar, idam olmuştur. Özdemir Sabancı’yı öldürdüğü söylenen Fehriye Erdal’ın yaptığı eylemden, yaşamış olsalardı, Engels ve Marks sorumlu tutulup, onlara idam cezası verilebilir mi? Bunu hangi hukuk mantığı kabul eder?”

Kim ne derse desin Salih Mirzabeyoğlu Türkiye’deki İslamcıların imtihanıdır.
Tamam, söylemlerin ve kullanılan dilin kabul edilmemesini anlayabiliyorum. Hayatımızın hiçbir döneminde yolumuz kesişmemiş de olabilir. Ama yedi yıl boyunca üç metrekare hücrede yaşamak zorunda bırakılan Mirzabeyoğlu’nun hakkını savunamıyor olmak neyin nesi? “Bu zulmü hakkedecek ne yapmıştır” diye neden soramıyoruz?

Bir zulmü değerlendirirken kullandığımız ölçü, mazlumun yanlış olduğunu düşündüğümüz fikirleri olmamalıdır.

Merkez medyayı zaten geçtim, ama bu konuda kalem oynatmamakta ısrarlı muhafazakar yazarlarının içinde bulunduğu renk körlüğünü nasıl yorumlamak lazım bilmiyorum?

ADALET BAKANI SADULLAH ERGİN’E AÇIK ÇAĞRI

Aynı kuşaktan gelen, aynı siyasi ekolden beslenen birçok isim, bugün çok önemli makam-mevkileri işgal ederken, Mirzabeyoğlu’nun neden zindanlarda çürümeye terk edildiğini, bu konuda sessizliğin arkasında yatan nedenleri merak ediyorum.

Dışarıdan bakarak bir insanın suçlu ya da suçsuz olduğuna karar vermek elbette imkansız.
Bunu anlayabilmenin tek bir yolu var.

Öcalan’a özgürlük tartışmalarının yapıldığı, ev hapsinin pazarlık konusu haline geldiği günümüzde, Mirzabeyoğlu’nun da adil yargılanma hakkının mutlaka iade edilmesi gerekir.

28 Şubat sürecinin birifingli yargısının kurbanı olan Mirzabeyoğlu, yeniden yargılanmalı, gözaltı ve yargılanma sürecinde yaşanan hukuksuzluklar mutlaka araştırılmalıdır. Umarım bu çağrımız Adalet Bakanı Sadullah Ergin’e ulaşır.

Postmodern darbenin en büyük mağduru Mirzabeyoğlu ne zaman adil bir şekilde yargılanırsa, 28 Şubat süreci de o gün sona erecektir
Kaynak: Milat Gazetesi

Salih MİRZABEYOĞLU VE İBDA-C
Ahmet Ay ahmetay@haberx.com
16.12.2011

28 Şubat'ın "şipşak/yaptım oldu"cu yargısının bu ve benzeri kararları bozulmalıdır.

(..)

1990’lı yıllardı, “irticai faaliyet” haberlerinin televizyonlardan eksik edilmediği yıllar... Birilerinin ülkeyi darbe koşullarına hazır hale getirmeleri gerekiyordu. Ne de olsa artık “rutin”leşen ‘10 yılda bir darbe’ yapma zamanıydı. Ama darbe de durup dururken yapılmazdı ki. Bunun için ortam hazırlanmalıydı. Daha önceki darbelerin “ülke elden gidiyor, komünizm gelecek, ülke anarşi ve terörden dolayı bölünme noktasına gelmişti” safsatalarına bu sefer de, “irtica hortladı, şeriat gelecek, Türkiye karanlık çağa doğru gidiyor” gerekçesi ile darbeye hazırlıklı hale getirilmeliydi.

Bu süreçte “irticacılar” Bahriye ÜÇOK, Muammer AKSOY, Turan DURSUN’u öldürmüş ve sıra diğer aydınlara gelecekmiş! Yaptırdıklarının yeterli gelmediğini gören darbecigiller her türlü dini faaliyeti “irtica” kapsamına almak zorunda! kaldılar.

Yapılan baskınlarda Kur’an, tefsir gibi dini ne varsa “örgütsel doküman” diye suç gördüler ve cezai işlem için yeterli “delil” kabul ettiler.

Bir yazarın yazdığı makale, kitap dini içerik taşıyor ve hele hele baskıcı rejimleri, katı laikçi düzeni eleştiriyorsa, “devletin rejimine yönelik tehdit” olarak değerlendirdiler. Eğer mahkûm etme kararı önceden alınmışsa söz konusu dokümanları “yakın tehdit” kabul edip onlarca yıl ceza veriyorlardı.

(..)

Salih MİRZABEYOĞLU adı bu dönemde sıkça duyuldu. Eylemcilerin üzerinden onun makale ve kitapları çıkıyordu. Ve “işte teşvik eden” dercesine Salih MİRZABEYOĞLU mahkûm ediliyordu, edildi.

Salih MİRZABEYOĞLU ile 1990’lı yıllarda iki kez görüştüm. Benden Kürt sorununun sürecini dinlerken vicdanının sesini dinlediğini hissettim ve “Allah’ın musibetleri sebepsiz değilmiş” diye iç çektiğini hatırlıyorum. Hele Sünnet-Kur’an ilişkisi konusunda söylediklerimi “oldukça etkilendim” diyerek tepki vermişti. Kendisine çok sert/katı değil misiniz? dediğimde oldukça manidar bir cevap vermişti;

“Sert olsak ne yazar? Şimdiye kadar kanımızı emenler kadar sertleşebiliyor muyuz?”

28 Şubat’ın o karanlık ve karanlık olduğu kadar zulüm dolu günleriydi. Dindarlar olarak bizlere ne olacağını bilmiyorduk. Hemen hemen herkeste bir tedirginlik;

“Acaba namaz kılıyor olmam bana ne belalar getirecek?” diyenlerin sayısı oldukça fazlaydı. Bıyıklarını kesenler, evindeki Kur’an’a varana dek gizleyenler, başını açan hanımlar… yani dindarlığı ile tanınan herkes bir şekilde dertli ve tedirgindi. (Bende rahmetli babama verdiğim söz üzre kütüphanemdeki binlerce kitap arasından özellikle İslami Hareket ve Kürt sorunu ile ilgili kitaplarımı ‘etkisiz hale’ getirmiştim.)

Bu havaların hâkim olacağı yıllara yelken açan günlerde Sayın MİRZABEYOĞLU televizyonlarda görüntüleri gözümüze sokulurcasına polislerin ellerinde yüzü-gözü kan-revan içinde tutuklanmıştı. MİRZBEYOĞLU kan-revan içinde olmadan da yakalanabilirken o hale getirilişindeki mesajı biliyorum;

1- Sahiplerine selam gönderip “bakın ne kadar laikçiyiz, terfi hakkımız” diyorlardı.
2- İslamcılara “size kinimizle sizi bu hale getirmezsek rahat etmeyiz, ona göre” anlayacağınız psikolojik harp başlamış ve mesajlar bazı hanelerde gözyaşlarıyla alınmıştı.

28 Şubat kararları ile başlayan post-modern süreçteki bütün yargı kararları gibi MİRZABEYOLU hakkında verilen karar da zalimcedir. Gelin görün ki bugün ERGENEKONCU’lar için yürüyen “ÖZGÜRLÜKÇÜLER!” o günlerde bu haksız tutuklamalara “gık”larını bile çıkarmamışlardı. Üstelik kahir ekseriyeti ifade ettiğim gibi bu haksızlıkları alkışlıyorlardı.

Sayın MİRZABEYOĞLU ne yapmıştı?

Hangi suçu işlemiş ve hangi aiklerle cezalandırılıyordu bilen beri gelsin.

En büyük suçu! Kimi eylemcinin üstlerinde onun yazıları çıkıyordu. (burada eylemcilerin özellikle onu hedef göstermek için yapma ihtimalini geçiyorum)

Tamam, velev ki gerçekten de eylemcilerin onun eserlerini okuduklarını kabul edelim.

Peki,

Hangi ilkel kabilede bile bir teorisyen, bir yazar böyle suçlanır ve cezalandırılır?

Sahi suçu belli mi?

Bilen biliyor mu? Biz bilmiyoruz ve Avukatına soruyoruz;

Neden..?

Aldığımız cevapla bir kez daha hayretler içinde kalıyoruz, o da bilmiyor.

Nasıl mı?

İşte Avukatı Ali Rıza YAMAN’ın cevabı;

"Tam olarak neyle suçlandığını, hangi suçtan dolayı ceza aldığını biz de bilmiyoruz. Herkes herkese suç isnad eder. Ancak mühim olan şahsın o suçu işleyip-işlemediği, bunun tespiti ve verilecek cezanın o suça uygunluğudur."

28 Şubat’ın DGM’lerinin verdikleri ceza akıl alır gibi değil, müebbet…

MİRZABEYOĞLU'nun aslında hiçbir eyleme karışmadığı halde ve hiçbir delil bulunmamasına rağmen yazdığı kitaplarla örgüt üyelerini yönlendirdiği iddiasıyla yargılanıp mahkûm edilişi "28 Şubat" döneminin zulmüne iyi bir örnek olmuştur.

Şimdi,

Bu hukuk cinayeti 14 yıldır ağır hapis koşullarında -bir yazar/teorisyen ciddi bir suçlama olmadığı halde- 28 Şubatçıların keyfi yerine gelsin diye işleniyor. Bu zulmü Türkiye’nin aldığı mesafede izah edecek bir “hukukumsu” tabir dahi bulamıyorum.

Seyyid RIZA’nın dediği gibi; “aybo…cinayeto/ayıptır…cinayettir” şimdi bu durum bir daha değerlendirilir ve suç-ceza denksizliği/ orantısızlığına karar verilince bu geçen yılları kim, nasıl telafi edebilecek?

Ne demişti Seyyid RIZA;

“Aybo… cinayeto” ama bu ayıp ve cinayetten dönmek de bizim elimizde. HSYK adalet ve hukukun gereğini yapmalıdır, gecikmeden. Yoksa bunu çocuklarıma anlatamadığım gibi torunlarıma da anlatamayacağım.

Salih MİRZABEYĞLU adam öldürmemiş, gasp ve benzeri bir suç işlememiş. Bu ceza, bu zulüm insanlık ve hukukla izah edilemeyecek boyutta ve bu davanın altında kalmak ar geliyor.

MİRZABEYOĞLU “bin yıl süreceği” iddia edilen ve böyle planlanan bir 28 Şubat mağduru ve mazlumudur. O dönemin yaptım olducu “şipşak”çı yargısı tarafından verilen bu ağır ceza asla hukuka sığmayacak boyuttadır.Yeniden yargılanmazsa bir yazıma başlık olan “hukuk, mukuk” olur…

Son olarak tekrar Seyyid RIZA’nın sözlerini hatırlatmak istiyorum;

“Aybo… cinayeto” ama bu ayıp ve cinayetten dönmek de bizim elimizde. HSYK adalet ve hukukun gereğini yapmalıdır, gecikmeden. Yoksa bunu çocuklarıma anlatamadığım gibi torunlarıma da anlatamayacağım.

Kaynak haberx

FİKRE ÖZGÜRLÜK PLATFORMU'NUN SALİH MİRZABEYOĞLU DAVASI ÇERÇEVESİNDE GÖRÜŞMELERİ SÜRÜYOR
25.07.2012

Fikre Özgürlük Paltformu'nun bu konuda yaptığı açıklama şöyle:

Fikre Özgürlük Platormu – İstanbul olarak Ankara’da, 29 Haziran Cuma günü, MİLAT GAZETESİ’ne gidilerek Gazetenin Ankara Temsilcisi Sayın Aslan DEĞİRMENCİ ile görüşülmüştür.

Fikre Özgürlük Paltformu – İstanbul olarak;
Salih MİRZABEYOĞLU’nun tutuklanma, yargılanma, cezaevleri süreçleri ve bu süreçlerde uğradığı haksızlıklar, zulüm ve işkenceler dile getirilmiş; Zihin Kontrolü (Telegram) işkencesinin niçin kendisine yapılmak istendiği üzerine özellikle vurgu yapılmıştır.

MİRZABEYOĞLU DAVASI'nda basın-yayın kuruluş ve mensuplarının gerek kamuoyu oluşturulmasında gerekse halkın doğru, yeterli ve zamanında bilgilendirilmesi konusunda sorumluluk sahibi olunması gereğini vurgulayarak bu çerçevede tüm çalışmaları takip ettiğimizi, meseleye gösterilen alaka, duyarlılık ve samimiyet nisbetinde memnuniyetimizi ifadelendirdik.

Platform üyelerini ilgi alakayla dinleyen Sayın Değirmenci;

“Bizler, gazetemiz 28 Şubat Yargı Kararlarındaki ve MİRZABEYOĞLU DAVASI’ndaki hukuksuzlukların giderilmesi konusunda çalışmalara destek veriyoruz.
Bu çalışmaların kamuoyuna ulaşması noktasında da gerekeni yapmaya çalışıyoruz .Bizleri çalışmalarınız hususunda bilgilendirirseniz, bunları yayınlarız. Biz bu işe önem veriyoruz.

‘28 Şubat’ın Çözülen Kodları’ kitabımda yazdığım gibi, artık bu kodlar çözüldüğüne göre gereği de yapılmalıdır. Tüm haksız, hukuksuzluklarla birlikte MİRZABEYOĞLU DAVASI da bir çözüme ulaştırılmalı, zulüm son bulmalıdır.” diye konuştu.

Görüşmemizle ilgili olarak Milat gazetesinde çıkan haberlinki şöyle:
http://www2.milatgazetesi.com/fikre-kayitsiz-ozgurluk-/31047/

MBR Haber

Dört vicdan: Kurtulmuş ve Bekaroğlu, Selahattin Eş ve Mirzabeyoğlu
Yusuf Kaplan
ykaplan@yenisafak.com.tr
20 Temmuz 2012

(..)

Burada iki "vicdan"a daha dikkat çekmek istiyorum. Selahattin Eş Çakırgil'le, Salih Mirzabeyoğlu'na.

Selahattin Eş, tevazuun, fedakârlığın, kardeşliğin, paylaşmanın, kötü gün dostu olmanın timsali. Ümmetin, mazlumların, müstezafların, bilumum gadre uğrayanların vicdanı. 30 küsur yıldır, sudan bahanelerle Almanya'da sürgün hayatı yaşıyor, pedal çevirerek maişetini temin etmeye çalışıyor.

Vicdan, dayanır mı buna? İnsaf kaldırır mı bunu? Gayretullah'a dokunmaz mı bu? Sözü fazla uzatmadan, Selahattin Ağabey'i gece gündüz demeden yatıp-kalktığı ülkesine kavuşturacak engelleri kaldırmanın tam zamanı, diyorum, ey rical-i siyaset!

***

Salih Mirzabeyoğlu, fikrin vicdanı: Üstadı, Necip Fazıl'ın fikir, oluş ve varoluş çilesini tastamam yaşayan, fazlasıyla yaşayan, fazladan yaşayan bir fikir adamı; ama bu ülkede bir hukuk cinayetinin kurbanı! "İçeri atmamız istendi" denilerek suçsuz yere, günahsız yere içeri atılan, inanılmaz işkencelere maruz bırakılan, insanın kanını donduran telegram cinayetiyle hayatına kastedilen bir mazlum o.

O yüzden, yeter artık, diyorum. Bu zulüm bitsin! Zihin kontrolü terörüyle zihni tarumar edilebilir mi, hayatı söndürülebilir mi bir fikir adamının?

Hiç olmazsa, şu Ramazan ayında yapılması gerekeni yapalım da, Selahattin Eş de, Salih Mirzabeyoğlu da "çifte bayram" yapsınlar, biz de kendimizi böyle affettirmiş olalım, en azından!

Yazının tamaı için: http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=33289&y=YusufKaplan

SALİH MİRZABEYOĞLU DAVASI ÇERÇEVESİNDE GÖRÜŞMELERİMİZ SÜRÜYOR...



3 Eylül 2012-Pazartesi günü, FİKRE ÖZGÜRLÜK PLATFORMU- İstanbul olarak Kanal D - CNN TÜRK televizyonlarının Bağcılar'daki merkezinde Sayın ENVER AYSEVER Bey'i ziyaret ettik.

Tiyatro alanında yazar, yönetmen, oyuncu olan, özel bir üniversite de bu alanda çalışmalarda bulunan ve bir dönem CHP'de aktif siyaset yapan; gazeteci, yazar, tv programları yapımcısı Sayın AYSEVER hâlen CNN TÜRK tv kanalında AYKIRI SORULAR adlı programın yapımcı ve sunuculuğunu sürdürüyor.

Sayın AYSEVER, FİKRE ÖZGÜRLÜK PLATFORMU - İstanbul olarak kendilerini ziyaretimizden duydukları memnuniyetle bizleri karşılamış ve ağırlamış, tarafımızdan kendilerine sunulan MİRZABEYOĞLU DAVASI ile ilgili bilgi ve belgeler üzerinde dikkatle yoğunlaşmıştır.

Görüşmede Platformumuz tarafından özellikle şu hususlar üzerinde durulmuştur:

Bir fikir adamı olan Sayın MİRZABEYOĞLU'na fikirlerinde dolayı idam cezası verilen bu memlekette, yine fikirlerinden dolayı bir fikir adamına TELEGRAM - ZİHİN KONTROLÜ işkencesi uygulanmaktadır.

"FİKİR"e verilen bu cezayla aslında insanlık suçlanmış ve cezalandırılmıştır.

"FİKİR" özgür olmadan, insanlığın özgür ve barışçıl olması yolunda hiçbir adım gerçekçi ve faydacı değildir.

Çünkü insanlık zalimleri, haksızlıkları, hukuksuzlukları, ahlaksızları, vicdansızları, işkenceyi ve her türlü insanlık dışı uygulamayı affetmez.

Bu sebeple hiçbir düşünce ve kimlik farkı gözetmeksizin herkesin sahip çıkması ve taraf olması gereken dava, MİRZABEYOĞU DAVASI'dır. Çünkü bahsettiğimiz hususlarda bu dava; bir kriter mevkiindedir, semboldür ve insanlık sınavıdır.

Bu sınavda, bir an önce gerekenlerin yapılması icra makamlarının, ilgili kurum ve kişilerin ve insan olarak hepimizin vazifesidir.

Yasama, yürütme, yargıdan sonra dördüncü erk olarak gördüğümüz medyanın da sorumlulukları artı ve eksileriyle ortadayken daha fazla vakit kaybedilmemeli ve ;

Darbe Hukuku Mahsulü Olan Tüm Yargı Kararlarıyla Birlikte, MİRZABEYOĞLU DAVASI'ndaki Bütün Hukuksuzluklar Hiçbir Talebe, Şarta Bağlı Kalmaksızın; Re'sen ve Bir An Önce Çözüme Ulaştırılmalıdır.

Yaptığımız bu bilgilendirmelerden sonra bu ülkenin bir entellektüeli ya da bir vatandaşı veyahut sadece bir insan olarak bu husustaki düşüncelerini sorduğumuzda Sayın AYSEVER şöyle konuştu:

"Ortada bir paradoks var!..

Keşke fikirlerini tartışsak MİRZABEYOĞLU'nun, keşke karşımızda olsa bunları konuşsak; fikirleri konuşsak yani, hukuksuzlukları değil.

Olağanüstü koşullarda alınan kararlar olağan üstüdür. Önce serbest bırakılmalıdır, yargılanacaksa da tutuksuz yargılanmalıdır.

Ben bu meselelerin empati kültürüyle çözülebileceğini düşünüyorum.

Geldiğiniz için memnun oldum; hassasiyetinizi, programıma taşıyacağım. Perşembe günkü programda ve gelecek hafta Sayın Nimet Baş ile yapacağım programda gündeme getiririm. Dosyanızı değerlendirip takip edeceğim.

Hukuki travma yaşandığı apaçık ortada.Gerekenleri yapmaya çalışmalıyız, yapmaya çalışacağım."

Kaynak: Salih Mirzabeyoğlu'na Özgürlük

Salih Mirzabeyoğlu'na özgürlük
Hüseyin Yahya Şekerci
30 EKİM 2012



28 Şubat. Tarihe postmodern darbe olarak geçen, halkın iradesine egemen oligarşi tarafından yapılan açık müdahalenin diğer adı. Ve Salih Mirzabeyoğlu. Şimdilerde darbelerle yüzleşen Türkiye'de o karanlık günlerden arta kalan sembol bir isim.

Kendisine isnat edilen suçların hiçbirine ilişkin delil bulunamadığı halde yıllardır içeride. 28 Aralık 1998 tarihinde çocuğunu okula bırakırken polislerce gözaltına alınıyor. 4 Ocak 1999 tarihinde ise çıkarıldığı mahkeme tarafından tutuklanıyor. 2 Nisan 2001'e gelindiğinde mahkeme kararını veriyor: İdam. İdam cezası kaldırılınca da kararın icrası ağırlaştırılmış müebbet olarak uygulanıyor. 14 Yıllık cezaevi hayatının son 11 yılı ise tecrit altında Mirzabeyoğlu'nun.

Olağanüstü şartlarda görülen mahkemenin seyrini ve alınan kararın nasıl bir senaryonun ürünü olduğunu ise Mirzabeyoğlu'nun "tiyatro bitti" sözlerinde anlıyoruz. İBDA-C Davasının teknik teferruatına girecek değilim yalnız, geçtiğimiz günlerde muhabir arkadaşım Timuçin Mercanoğlu'nun 'Mirzaebeyoğlu davasında Ergekon izi' başlığını taşıyan haber oldukça çarpıcıydı. Şimdi Ergenekon Terör Örgütü'nden cezaevinde bulunan Okan İşgör isimli bir şahsın 5 Ocak 2000 tarihinde Metris Cezaevi'nde yaşanan olaylarda jandarma istihbarata bilgi sızdırdığı iddiaları Mirzabeyoğlu davasını anlamak için oldukça önemli.

Geçtiğimiz günlerde Yargıtay'ın bozduğu ve Bakırköy Adliyesi'nde yeniden mahkeme edilecek olan 'yıkıcı ve öldürücü madde imal etmek' suçundan verilen cezanın iptali ile yeniden gündeme gelen Mirzabeyoğlu davası bir dizi hukuksuzluk içeriyor. Mirzabeyoğlu'nun avukatı Hasan Ölçer'in anlattıkları ise inanılmaz. Ölçer, kamuoyunun yakından bildiği Salih Mirzabeyoğlu'nun yüzünün ve vucudunun yara bere içinde olduğu fotoğraf karelerinin çekildiği mahkemede, mahkeme başkanının 'bu ne hal' diye sormadığını, doğrudan ifadesini istediğini söylüyor. Yani bizzat hukuk adamlarının hukuku çiğnediğini, yaşanan hukuksuzluğa sadece seyirci kaldığını söylüyor Ölçer.

Bir yerlerde işkenceye tabi tutulduğu apaçık belli olan fikir adamının devlet denetimi ve daha önemlisi koruması altında olduğu dikkate alınırsa yaşananların boyutlarını kestirmek hiç de zor olmasa gerek. Duru
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Sal Ekm 30, 2012 12:16 am tarihinde değiştirildi, toplam 6 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Hzr 19, 2012 8:17 pm    Mesaj konusu: Mirzabeyoğlu Yeni şlafak'a Konuştu:Yukarıdakiler öyle istedi Alıntıyla Cevap Gönder

Mirzabeyoğlu Yeni Şafak'a Konuştu: 'Yukarıdakiler öyle istiyor diyerek yargılandım. Yukarıdakilere selam söyleyin!'



İBDA-C ile örgüt liderliği ilişkisi ispatlanamadığı halde önce idam sonra 'ağırlaştırılmış müebbet hapis' alan gazeteci-yazar Salih Mirzabeyoğlu ilk kez konuştu. Son 10 yıldır tek kişilik hücrede 'tecrid' altında tutulan Mirzabeyoğlu; 'Yukarıdakiler öyle istiyor diyerek yargılandım. Yukarıdakilere selam söyleyin!' diye konuştu. (..)

ORHAN TURAN / BOLU

14 yıldır hapiste, son 10 yıldır tecrit altında... Suçunun ne olduğunu, onu yargılayan hakim bile çözemedi. 60'a yakın kitabın yazarı Salih Mirzabeyoğlu 14 yıllık tutsak hayatında ilk kez Yeni Şafak'a konuştu. Mirzabeyoğlu, Yeni Şafak'ın Bolu F Tipi Yüksek Güvenlikli İnfaz Kurumu'nda yüz yüze yapılan 4 saatlik görüşmede yargılama sürecinden başlayarak günlük yaşamını anlattı. '14 yıl geçti. 9 yıldır da hücrede yaşıyorum. Geçmişe baktığımda itibarsızlaştırma, aşağılamanın bir arada olduğu bir süreç görüyorum 28 Şubat böyle bir şey... Beni sorgulayanlar 'Yukarıdakiler öyle istiyor' diyerek yargıladı' diyen Mirzabeyoğlu, bundan sonraki yargı süreciyle ilgili olarak, 'Bu kadar hukuksuzluğa uğramış bir adam olarak ne düşünebilirim ki...' diyor. Telegram yoluyla yıllardır işkence maruz kaldığını söyleyen Mirzabeyoğlu, 'Beni bu yöntemle delirtmiş gibi göstermeye çalışıyorlar. Amaçları itibarsızlaştırmak' diyor.

14 YIL SONRA İLK KEZ

Burası 'Bolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi'... Yuvarlak bir masa etrafına muntazam dizilmiş üç sandalye... Kırmızı karton kapaklı bir defter ve tükenmez kalemle o masada bekliyorum. 'Acaba ne kadar yaşlandı. Elleri titremeye başlamış mıdır?' diye içimden geçirirken, mahkum ve tutukluların ziyaretçi odasına giriş yaptıkları demir kapı açılıyor. Önce açık mavi gömleği üzerinde apoletlerin olduğu genç bir infaz memurunu görüyorum. Ardından bir memur daha... Bana 'mahkumla ilgili' bir şeyler söylemeye geldiklerini düşünürken, ardından saçları ensesinde Mirzabeyoğlu görünüveriyor.

'NASILSIN' DİYE O SORDU

Cezaevi öncesi fotoğraflarda siyah saçlarıyla aklıma kazınan Mirzabeyoğlu, 48 yaşında iken tıkıldığı bu hücrede şimdi 62 yaşında ama düşündüğümden daha dinç gözüküyor. (..)

Kendimi tanıtmayı unuttuğum o andan sonra adımı ancak söyleyebiliyorum. 'Nasılsın' sorusunu ise önce ben değil o soruyor. Utandığım için 'İyiyim' bile diyemiyorum. Garip bir his... Bir dahlim var mı bilemem ama sanki olup biten ne varsa kendi hesabıma düşen bir sorumluluğu yerine getirmemişim gibi hissettiriyor yaşadıklarım.

YARGI HİÇ BU KADAR HIZLI OLMAMIŞTI

Türkiye'de şikayet edilen yargılama uzunluğu bir anda tarih olmuş, 1998'de başlayan yargılama 2003'te noktalanmıştı. 99 suçun faili birkaç yılda sadece bir tek adamın üzerine yıkılarak bulunmuştu. Davanın ilk hâkimi olan Sedat Karagül, emekli olduktan sonra, DGM hâkimliği sırasında hep baskı gördüğünü itiraf edecekti. Bu yüzden Adalet Bakanlığı'nın açtığı davadan dolayı da tazminatla cezalandırılacaktı. Davayı bir an önce sonuçlandırmadığı için dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk tarafından görevden alındı. Ancak vitrindeki sebep, hatalı kararlardan dolayı görevden alındığı' yönünde olacaktı.

'ÖRGÜTSEL FAALİYETİ YOKTUR'

Önce Metris, Kartal F Tipi ve son olarak Bolu... Yıllarca bir tür zihin kontrol yöntemi olan Telegram işkencesine maruz kaldığını söyledi. Geçtiğimiz 22 Ocak'ta annesi vefat ettiğinde onu hiç kimse duymadı. Hatta gözaltına alınmadan önce, yakalanması için talimat gönderen Adana Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin talebine İstanbul DGM 'Kendisi kitap basan, dergilerde makaleleri çıkan bir şahıs. İstanbul hudutları dâhilinde hiçbir örgütsel faaliyete katıldığı, talimat ve emir verdiği bilgisi yoktur' diye cevap verdiğinde bile O'nun sesini kimseler duymayacaktı.

Beni sorgulayanlar iBDA-C'nin ne olduğunu bile bilmiyordu

'Tarih 28 Aralık 1998... Saat 14.30... Yer Tuzla... O zaman için ilkokula giden çocuğumu okuldan almak için bekliyorum... Çocuk okuldan çıkıp, onu beklediğim caddenin karşısına geliyordu ki, hızla yaklaşan birkaç sivil otomobil, ani bir frenla ikimizin arasına giriverdi. Hatta araç biraz daha geç frene bassaydı, çocuğuma çarpabilirdi. Otomobilden inen kişiler hiçbir kimlik, arama, yakalama vb. karar ibraz etmeksizin "gidiyoruz' dedi... Onlara "ne demek gidiyoruz, siz kimsiniz?" deyince, "kim olduğumuzu şubede görürsün" diyerek ellerime kelepçe, gözüme bandaj takıp beni İstanbul Terörle Mücadele Şubesi'ne götürdüler. Terörle mücadelede günlerce gözaltında kaldım. Sorgudan geçirildim. Dönemin İstanbul İl Emniyet Müdürü Hasan Özdemir ve savcı olduğunu tahmin ettiğim dördüncü kişi de sorgu sürecine katıldı. Bizim dava başı sonundan belli bir tiyatroydu. Zaten bunu açıkça da ifade ettiler. Komiser Bahri bana, 'Aslanım, kimse kitaplarını okumayacak. Buradan savcının önüne ne giderse o...' diyerek, bu sorgulamanın asıl amacına dair işareti veriyordu. Bizi hiç tanımadıkları sordukları sorulardan belliydi... O güne kadar yazdığım onlarca kitabın birini bile okumamışlardı. İBDA'nın ne olduğunu bile bilmiyorlardı.

LİDERSİZ ÖRGÜT OLUR MU...

Terörle mücade kapsamında gözaltına alındım. 4-5 gün gözaltında tutuldum. Hakkımda açılan davanın mahkeme kararında ise 'Kumandan Salih Kod Salih İzzet Erdiş'in örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tespit edilememiş olmakla beraber... Lidersiz bir örgüt düşünülemediği gibi örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer' ifadeleri yer aldı.

Jandarmanın copuna çarptı

Tutuklandıktan sonra 6 ay boyunca duruşmalara katılmayan Mirzabeyoğlu için 25 Ocak 2000'de sabaha karşı, Metris Cezaevi'ne büyük bir operasyon yapıldı. Noel Baba operasyonu ile Mirzabeyoğlu'na kaydadeğer bir 'yeni yıl hediyesi' verildiği düşünülüyor olmalıydı. Mirzabeyoğlu adliyeye getirildiğinde, ağır işkenceden geçtiği anlaşılıyordu. Ayakta zor duruyordu, saçı sakalı zorla tıraş edilmişti. Yüzü kanlıydı. Medya olayı, 'Metris'in üç aslanı yolunmuş tavuk', 'İşte bu kadar', 'Kafasını jandarmanın copuna çarptı' gibi başlıklarıyla verdi. Akıl tutulması gibi atılan manşetlerin en dikkat çekeni Star Gazetesi'nin 27 Ocak 2000 tarihli 'Tıraş olurken yüzünü kesti' başlıklı manşeti oldu. Gazete işkenceyi alaylı bir üslupla 10 başlıkta veriyordu: (..)
28 Şubat: Aşağılama itibarsızlaştırma ve yıpratma

Mirzabeyoğlu, muhabirimizin "28 Şubat size ne hatırlatıyor" sorusuna '14 yıl geçti. 9 yıldır da hücrede yaşıyorsunuz. Geçmişe baktığınızda manzara size ne söyletiyor' diye soruyorum. 'İtibarsızlaştırma, aşağılamanın bir arada olduğu bir süreçti' cevabı verdi.

Yürümekten kesildim dışarı çıkamıyorum

'Günüm, Telegram'ın bendeki etkisine göre değişiyor. Üç hücrenin ortak kullandığı bir havalandırma var. Her gün 13.00 ile 16.00 arasında buraya çıkılabiliyor. Ancak saat 13.00'e geldiğinde, ben çıkmak istesem de Telegram'ın üzerimde bıraktığı etki sebebiyle bitkinlikten o havalandırmaya çıkacak halim bile olmuyor. 4-5 aydır yürümekten kesildim. O yüzden dışarıya çıkamıyorum. Kimi zaman namaz kılarken bile Telegramcıların sözlü ve fiilî tacizlerine uğruyorum. Meselâ secdeye varıyor, "Subhanerabbiyel alâ..." diyorum... O ânda bile, küfürlü sözlerle karşılık veriyorlar. Bu yüzden namazlarımda zorlanıyorum. Bazen namazımı kesmek durumunda kalıyorum. Kur'an okurken, özellikle bazı harfler üzerine geldiğimde adeta şok uyguluyorlar. Genelde saat 17.00'de yatıyorum. Akşam saat 20.00'de sayım yapılıyor. Sayım sonrası 22.00'den sabah 6-7'ye kadar yazı yazıyorum. Ancak bu sistematik değil. Telegram'dan dolayı bu program kimi zaman tam tersi şeklinde gelişiyor. Bazı günler hiç yazamıyorum."

Başı sonu belli tiyatro

Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan Mirzabeyoğlu, "Ne yaptınız da bu cezayı aldınız" sorusunu şöyle cevapladı: Bu süreç öncesinde, beni şu anda nasıl görüyorsanız, sivil hayatımda da aynı yaşantımı sürdürüyordum. Yani yazıyordum. Benim niyetim belli. En başında ben Müslümanım. Hayatımı buna göre şekillendiririm. Böyle olduğuna göre yazdıklarım da bu çizgide şekillenir. Şimdi ben de size subjektif bir takım yargılarla yaklaşabilirim. Buraya benimle görüşmek için gelmişsiniz, sizi polis de göndermiş olabilir. Savcı tarafından görevlendirilmiş de olabilirsiniz. Bir kere, ben öyle görmek istedikten sonra size bu ön yargıyla yaklaşır ve her hareketinizi bu kurguya nispetle değerlendiririm. Tekrar ediyorum; bizim dava, başı sonundan belli bir davaydı, bir tiyatroydu...

Sokakta yakaladılar hücrede basıldı dediler

Bizim davada sürecin nasıl işletildiğine dair televizyon haberleri, en bariz örnektir. Ben Tuzla'da, evimin yakınındaki okulun önünde saldırıya uğradım, gözaltına alındım. Ama buna rağmen birçok tv. kanalı haberi çok farklı bir şekilde verdi. Meselâ zannediyorum Show TV'deydi... Haber, 'Hücre evine baskın' başlığıyla geçti... Haberde, sanki aranıyorduk, sanki kaçıyorduk ve sanki kaçtığımız yerde yakalanmışız gibi göste-rildik... Yakalandığımız yer olarak da koyun ağılı gibi bir yeri gösteriyorlardı... Benimle birlikte Saadettin Ustaosmanoğlu'nu da almışlar, güya korumammış. Oysa ki Mahmut Ustaosmanoğlu'nun yeğeni olan S. Ustaosmanoğlu'nu o zamana kadar ilk ve son kez Bursa'da görmüştüm. Ben İstanbul'un bir ucunda ikamet ediyordum. O ise Fatih'te... Ve buna rağmen benim korumam olduğu söylendi.

Komiser Bahri, araya İBDA-C sıkıştır

Gözaltına alındığım Aralık 1998 tarihi, Ramazan ayına denk gelmişti. Kimi zaman 14 saat aralıksız sorguda kalıyordum. İrademi kırmaya çalışıp, tüm suçları üzerime yıkmak niyetindeydiler. O kadardı ki, ifademi yazıya döken Komiser Bahri'nin yanında bulunan bir diğeri Bahri'ye, 'Bu ifadelerden birşey çıkmaz. Araya İBDA-C falan sıkıştır' tavrıyla ifadelerimi çarpıtıyordu. Günlerce süren polis safahatı, ardından savcılık, bir de oruçlusun... İnsan bir müddet sonra öyle bitkin düşüyor ki, 'ne olacaksa olsun' aşamasına gelebiliyor.'

Bu kadar hukuksuzluğa ne diyebilirim ki

Geçtiğimiz ay CHP milletvekili Veli Ağbaba'nın kendisine yaptığı ziyareti değerlendiren Mirzabeyoğlu, şöyle konuştu: "Evet Veli Bey, avukatıyla ziyarete gelmişlerdi. Kendilerinin bu ziyareti sadece bana özel değildi elbette ancak beni de ziyaret etme nezaketini gösterdiler. Ben kendisine teşekkür ettim. Buradan ne çıkar ne çıkmaz. Önemli değil. Bu kadar hukuksuzluğa uğramış bir adam olarak ne düşünebilirim ki... Siyaset; bir keyfiyet işidir. Keyfiyeti getirmenin işidir. Kim, hangi keyfiyete mâlik olarak ne getirecek... Sistem çapında kim, ne teklif ediyor. Evvelâ bunun konuşulması ve ortaya koyulması lâzım. Basit itiş-kakışların haricinde birşey yok. Çünkü olması gerekene dair kimsenin söyleyecek birşeyi yok. (..)."

YAYIN TARİHİ: 19.06.2012

Kaynak ve röportajın tamamı için: http://yenisafak.com.tr/Gundem/Default.aspx?t=19.06.2012&i=389783&k=l9

"Devlet telegram yok desin"
20.06.2012



İBDA-C ile örgüt liderliği ilişkisi ispatlanamadığı halde 14 yıldır ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası çeken gazeteci yazar Salih Mirzabeyoğlu, kendisine uzun yıllar telegram yapıldığı iddiasının araştırılmasını istiyor. Bugüne kadar iddiasına yönelik bir tek inceleme bile yapılmadığını belirten Mirzabeyoğlu, "Devlet araştırsın ve telegram yok desin" diye feryat etti. Cezaevi Müdürü Cevat Berber, 'İnceleme yaptınız mı?' sorusuna 'Hayır. Olsa ben bilirim' cevabını verirken, aynı soruya Bolu Cumhuriyet Başsavcısı Mehmet Yurtseven, 'Resmi bir incelemeye gerek yok' karşılığını veriyor

Yukarıdakiler öyle istedi 14 yıldır hücredeyim

ORHAN TURAN / BOLU
On dört yıldır ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını çeken gazeteci yazar Salih Mirzabeyoğlu, son 10 yıldır telegrama "uzaktan manyetik dalga kontrolü" maruz kaldığını söylüyor. Her defasında 'İncelensin' dediği telegramla ilgili şu ana kadar tek bir incelemenin dahi yapılmadığını anlatan Mirzabeyoğlu, 'Devlet manyetik yolla böyle bir etkinin olamayacağını açıklasın' diye konuştu. Bolu F Tipi Cezaevi Müdürü Cevat Berber, Mirzabeyoğlu'nun iddialarıyla ilgili inceleme yaptınız mı sorumuza, 'Hayır. Olsa ben bilirim' cevabını veriyor. Bolu Cumhuriyet Başsavcısı Mehmet Yurtseven ise 'Resmi bir incelemeye gerek yok' yanıtıyla 'araştırmaya gerek olmadığını' söylüyor.

ÖLÜM ODASI B-7

Kaldığı hücrenin numarası B-7. 2.80'e, 3. 50 bir hücre... Yemek, yatak, tuvalet, banyo, kitap okuma hepsi orada. Cezaevine geldiğinden bu yana şikâyetinin bilindiğini söyleyen Mirzabeyoğlu, bugüne kadar tek bir incelemenin yapılmadığını belirterek, 'Eğer bu telegram teknik olarak yapılabilecek bir iş değilse devletten açıklama bekliyorum. Denilsin ki, böyle bir şey mümkün değil' diyor.

İSTİHBARAT DEVLET İŞİDİR

Mirzabeyoğlu, yapılan manyetik etkinin bedeninde izler bıraktığını söylüyor. Ancak altını çizdiği nokta 'Telegram altında bir fizikî rahatsızlığın bile, ondan mı yoksa tâbiî bir şekilde bünyeden mi olduğu' konusunun anlaşılamaması... Bu etkinin 'Bizzat bunu yaşayan için bile birbirine karışan bir mevzu' olduğunu söyleyen Mirzabeyoğlu, 'Zaten bu muğlaklıkla birlikte sağlam insanın tıbbî tedaviye tâbi olması, hele 'kafayı bozmuş' niyetine tedavi bir yana böyle zannettirilmesinin' amaçlandığını söylüyor. Yapılanın asıl amacının itibarsızlaştırma olduğuna değinen Mirzabeyoğlu, 'Takdir edersiniz ki, bilgi almasından psikolojik savaşına, bir adamı itibarsızlaştırma gayesine kadar istihbarat bir devlet işi olduğuna göre, bir bakıma hâdiseyi yapanı hadiseyi yapana şikâyet gibi bir komiklik var' diyor.

12 YILDIR UYGULANIYOR

2000 yılının başından beri kesintisiz telegram altında olduğunu anlatan Mirzabeyoğlu, 'zihin kontrolü'nün genel anlamına nisbetle hususilerinden olmak üzere, 'ilaçla, şu, bu' çeşitlerinden psikolojik nitelikte olanlara kadar hepsinin içinde, telegram davasını genel niteliğiyle vurgulayan bir eser yazdım. Ondan sonra, onunla ilgili olsa da, ondan mustakil eserler. Giderek, onun üzerimdeki fizikî ve ruhî tesirlerinin nefs muhasebesi mevkiinde, yine kendi öz mevzuu ile çerçeveli eserler; telegram altında, onunla birlikte, ama yaşayan bir adam... Karın açlığını telegrama benzetirseniz, onun ne kadar tesirinde olsa da, neticede çevresindeki mevzuların kendisindeki çözümlerini bir hayat refleksi hâlinde gösteren adam. Yat kalk, telegramın senin etrafındaki hadisevî kurgularını ve tekrar tekrar fizikî tesirlerini anlatmaya çalışarak 'kafayı üşütmek' yerine, nefes alma tabiîliğimle bu...'

'OLSAYDI BİLİRDİK'

Bolu Cumhuriyet Başsavcısı Mehmet Yurtseven, Mirzabeyoğlu ve avukatlarının 'telegram' iddialarına inanmıyor. Başsavcısı, "Elimin altındaki bir yerde böyle bir şey olsa, benim haberim nasıl olmaz' dedi. Bolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi Müdürü Cevat Berber de Mirzabeyoğlu'nun 2002'den beri Bolu F Tipi Cezaevi'nde bulunduğunu yaklaşık 10 yıldır burada kaldığını söylüyor. Kendisinin cezaevi müdürü olduğunu söyleyerek, 'Buranın yöneticisi olarak, cezaevi içerisinden böyle bir şeyin yapılamayacağını söyleyebilirim' diyor.

Nokta vuruşla zihin kontrolü

Telegram zihin kontrol operasyonlarının genel adı. Telgraf gibi beynin belirlenmiş bölgelerine nokta vuruşlarla gerçekleştiriliyor. Dünyada sayısı pek çok mağduru vardır fakat ispat edilmesi oldukça güç olduğu için "psikiyatrik vaka" olarak değerlendiriliyor.

Mirzabeyoğlu ise aslında kelime anlamı olarak telegram diye bir sözcük olmadığını, bu kelimeyi ilk defa Kartal Cezaevi'nde, yani ilk kez uzaktan zihin kontrolüne maruz kaldığını söylediği süreçte, kendisine bu zihin kontrolünü yapanlar tarafından söylendiğini belirtiyor. 'Bu kelimeyi Kartal Cezaevi'ndeki 'uzaktan zihin kontrolü' yapan kişi bana bizzat aynı yoldan alay olsun diye söyledi. Kelime 'uzaktan haber iletilmesi' anlamına geliyor. Böylece hâdiseyi ifşâ etme imkanı bulmuş olduk. Kelime aslî anlamına nazaran kazandığı muhtevayla, yüzde yüz Türkçe bir muhtevaya bürünmüştür'

Dersim İsyanı ile hiçbir ilgimiz yok

Salih Mirzabeyoğlu, nereli olduğu ve babasının Dersim İsyanı'na katılıp katılmadığı ile ilgili basında yer alan haberleri hatırlattığımda noktayı şu sözlerle koyuyor. 'Ben Dersim'li değilim. Muşluyum. Büyük büyük dedem de, dedem de, babam da öyle... Dersim'le hiçbir alakamız yok. Bu mevzu ben yargılanırken, istihbarat kaynaklı bazı dosyaların mahkemeye sunulmasından kaynaklandı. Dersim İsyanı ile de alakamız yok' diyor. Mirzabeyoğlu, ailece Konya'ya yapılan sürgünün nedeni olarak Şeyh Sait İsyanı'nı gösteriyor. Büyük büyük dedesi Hacı Musa Hamidiye Alayları'nda ünlü bir komutan... Onun oğlu izzet bey de tanınmış isimlerden biriymiş. ... Dedesi İzzet Bey Şeyh Sait İsyanı'na karışmış. O yüzden de memleketleri Muş'tan dedesi İzzet Bey ve babası Muammer Şerif ile birlikte Konya'ya sürgüne gönderilmişler.

Her günümü yazsam 50 ciltlik kitap olurdu

Salih Mirzabeyoğlu, telegramın fiziksel etkilerinin birbirinden çok farklı olduğunu belirterek, 'Vücut mimiklerden beden hareketlerine kadar etki altında kalır. 13 senede her günü yazmaya kalksaydım, ortaya 50 cilt çıkardı ki buna lüzum yok...'

http://yenisafak.com.tr/Gundem/?t=20.06.2012&i=389971&k=l9

HUKUKA MİSAL
Şükrü SAK (*)
01 Eylül 2012
Tutuklu Gazete



Bugün içeri tıkılan 28 Şubat postmodern darbesinin hukuk tanımaz paşalarının “astığı astık, kestiği kestik” dönemlerinde, emir komuta zinciri içinde güya “yargılanarak”(!) idama mahkum edilen Salih Mirzabeyoğlu, kendisine verilen idam kararı ile ilgili olarak “ne düşündüğü” sorulduğunda yargılamanın hukukla bir ilgisi olmadığını kastederek “Tiyatro Bitti” demişti. Hukuk adına yapılan “mizansen-kurguya” dikkat çeken Mirzabeyoğlu “Yargıladıkları gibi yargılanacaklar!” demişti.
Bu sözün üzerinden 10 sene geçti, geçmedi… Onlar şimdi yargılanıyorlar. “Yargıladıkları gibi” olmasa da yargılanıyorlar (Belkide yargıladıkları gibi yargılanacaklar, bunu şimdilik bilemiyoruz).
Sadece bu misal üzerinden “keyfiliğin” nasıl tavan yaptığını görmek mümkün.
Darbelerle “kendi koydukları hukuku çiğneyenlerin” nasıl bir hukuku olabilir ki…
Böyle bir vasatta, ilkokul seviyesinde bile bir “hukuk kültürü” bulunmayan bir camiaya; büyük bir hukuk eseri (Hukuk Edebiyatı) bir de “hukuk haysiyeti” diye bir kavramı kazandırmış Salih Mirzabeyoğlu.
Bu denli önemli eseri ve bu kadar hayati bir kavramı, “hukuk literatürü”ne kazandıran Mirzabeyoğlu aklı ve mantığı çatlatan zulümlere ve haksızlıklara maruz kalmış, bir “hukuk cinayeti” işlenerek idama mahkum edilmiş ve hala cezaevinde bulunan bir fikir adamı.
İşte bu fikir adamının, 90’lı yıllarda bir dergiye verdiği röportajda, o zaman için bize çok orijinal ve çarpıcı gelen -ki, hala öyle- bir misal vermişti. Bu misal, yazılı metinler, kanunlar ve onu rastgele uygulayanlar bakımından “hukuk düzeni” nin tam bir fotoğrafıydı.
Misal hala güncel. Hala durumu en iyi tarif eden örnek olmayı sürdürüyor bence misalin kaynağı, avukat Faruk Eren’in “Bir Ceza Avukatının Anıları” isimli kitabı…
Kitapta aynen yaşanmış bir vaka anlatılıyor.
Mahkeme salonunda hakimin karşısında bir hayat kadını… İfadesi alınacak… Hakim kanunu uyguluyor ve klasik girişini yapıyor: “Doğruyu söyleyeceğine şerefin ve namusun üzerine yemin eder misin?”
Kadında bir şaşkınlık ve suskunluk.
Hakim soruyu tekrarlıyor; kadın kekeleyerek cevap veriyor:
“Yaptığım işi biliyorsunuz hakim bey. Nasıl namus üzerine? Çarpılırım sonra.”
Bu sahnenin şu veya bu şekilde, “Müslüman” bir toplumda yaşandığını ilave edin. “Şeref” ve “Namus” kavramının içeriğini tartışın demiyorum tabii…
Mirzabeyoğlu’nun bu misali verdikten sonra yaptığı yoruma daha da dikkat edilmesi gerekiyor…
Hatırladığım kadarıyla mealen şöyleydi:
“Bu kadın kendisine bu tabloyu yaşatanlardan daha namusludur.”
O kadın “çarpılmasa” da hukukun “çarpıldığı” bir gerçek. İşte dün hukuku, kendisi gibi düşünmeyenleri üzerinden tank gibi geçiren 28 Şubat darbeciler bugün içeride…
Fakat “çarpılma” ya bakın ki, onların emir ve talimatlarıyla ceza alanlar da içeride…
Peki hukuk nerede?
Hukukun “adaleti sağlamak” adına değil, gücü eline geçirenin düşman bellediklerini hizaya sokmak için “sopa” gibi kullanıldığı bir sistemde, “adalet” bir türlü gerçekleşmez ama “sopa” her an el değiştirebilir…
Hukuka son bir misal de; Türkiye’de “ileri demokrasi” arttıkça içerideki gazeteci sayısının çoğalması oluyor.
“Hukuk haysiyeti” gibi bir derdi olana ise şimdiye kadar pek rastlanmadı.
Bundan sonra rastlanır mı, onu da bilemeyiz…

* Sivas E Tipi Kapalı Cezaevi
D-6 Koğuşu, aa

Mirzabeyoğlu hala yatıyor, vebal ağırlaşıyor!
ÖZLEM ALBAYRAK
12.10.2012



Gündemde Suriye var. Gündemde yeni Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven'in tartışılan sözleri var. Gündemde, gündemin gediklisi Kürt meselesi var. Gündemde Başbakan'ın geçtiğimiz Salı günkü grup toplantısında sarf ettiği, çoğunlukla olduğu gibi yine haksız yakıştırmalara ve ithamlara neden olan sözleri var?

Ama ben bugün müsade olursa, şu hararetli gündem içinde kimsenin durup düşünmeye vakit ayırmayacağı, aslında kimsenin hiçbir zaman umurunda filan da olmamış bir konuda yeniden söz almak isterim. Balyoz savunucularının '28 Şubat'ta darbe oldu diyorsunuz ama hiçbir dindar yıllarca hapse mahkum edilmedi' argümanlarına inat; güya adalet talepkârı, güya hukuk sevdalısı, güya insan hakları tutkunu tiplerin çifte standardına karşı, Salih Mirzabeyoğlu'nun hala 'içeride' olduğunu hatırlatmak isterim.

Bir yüreğe değse, bir kişinin adalet duygusunu yaralasa, bir insanın vicdanını rahatsız etse bile kârdır. Umulur ki, yerini bulur. Buyrun, 17 Temmuz 2012 tarihinde kaleme aldığım 'Mirzabeyoğlu ve Vebal' başlıklı yazım:

'İtiraf etmeliyim; Türkiye'de demokrasinin yerleşik hale gelmeye başladığına; darbeler eliyle inkitaya uğrama geleneğinin sona ermiş olabileceğine gerçek anlamda kâni olmaya başladığım ilk gün; 28 Şubat soruşturmasının başladığı gündü.

Zira, 12 Eylül'le hesaplaşmak olsa olsa sembolik bir adımdı. Faillerinin neredeyse tamamı ya terk-i dünya eylemiş ya da eylemeye çeyrek kalmışlardan oluşan, üzerinden 30 küsur yıl geçmiş bir darbeye açılacak soruşturmadan ne çıkabilirdi? Üstelik böylesi bir davanın birtakım teknik sıkıntılarının olması da mukadderdi. Buna gerçek bir hesaplaşma denebilir miydi, pek emin değildim..

Ancak 28 Şubat'la hesaplaşmak, bu topraklara yüzyılı aşkın süredir tebelleş olmuş, başımızın belası olmuş darbelerle yüzleşmek ve darbecilerin bir sonraki sefer için bir değil, iki kez düşünmelerini sağlayacak caydırıcılığı ihtiva edebilirdi.

Çünkü, 28 Şubatçılar çatır çatır hesap verebilir durumda, yıktıkları yerine konabilir halde ve zulmettiği yüzbinler henüz adaletten ümitvar kıvamdaydı. Nitekim yüzbinlerce insanın hayatını cehenneme çeviren Çevik Bir'in tutuklandığını öğrendiğimde, içimdeki sevinçli telaş bendenizi, 'Türkiye İsviçre mi oluyor?' sorusuna dek götürmüştü.

Oysa, yakılıp yıkılmış, dağılmış, viran eylenmiş hayatlara adalet getirmek, zulme uğramış kalplere bir nefes ferahlık olabilmek o kadar da kolay değilmiş. Kimsenin elinde sihirli değnek yok ve dikkat çekilmedikçe, üstüne düşülmedikçe, iz sürmedikçe; 28 Şubat kalıntısı eğilimler, kararlar, uygulamalar zulüm etmeye, zulüm üretmeye devam ediyor; biz farkında olsak da, olmasak da?

Nitekim; bakınız Salih Mirzabeyoğlu hâlâ, hiçbir tutarlı gerekçeyle açıklanamaz şekilde hapis yatıyor; 10 yıldır tecrit ve işkence görmeye devam ediyor. Sebep; İBDA-C örgütünün lideri olmak. Delil? O yok.

Vakti zamanında DGM savcıları ve hakimlerinin paşa keyifleri öylesini uygun gördüğü için, Salih Mirzabeyoğlu ömür boyu hapse mahkum halde, çile dolduruyor. Mirzabeyoğlu, 48 yaşında girdiği damda 62. yaşını sürüyor ve 28 Şubat'la hesaplaşılma adımları atılan böylesi bir dönemde, O'na hâlâ 'pardon bir yanlışlık olmuş' diyen biri bulunamıyor.

Niyetim 'onlar çıkmasaydı' demek değil; ancak bendeniz dahil pek çok gazetecinin 'Şu kadar yıldan bu yana bu mesleğin mensubuyum ama adını hiç duymadım' dediği Ahmet Şık ve diğerleri, 'basın özgürlüğü' kaleminden savunulup, Türkiye'yi Avrupa'ya/dünyaya şikayet edecek denli gürültülü bir çıngarla içeriden çıkarılırken; Büşra Ersanlı ve onunla birlikte 16 KCK tutuklusu medya-akil adamların kamuoyu oluşturması sayesinde -ortak vicdanın itirazının tahliyelerde önemli rolü olduğu kanaatindeyim, iyi de olduğunu düşünüyorum- tahliye edilirken, Salih Mirzabeyoğlu kanıtlamamamış bir suçtan dolayı, hapiste unutuluşa terk ediliyor.

Bir özeleştiri: Kendi nefsimi bunun dışında tutarak söylemiyorum; ama İslamcılar, fikri manada yol ve kader arkadaşlığı yaptığı, yapmasa bile 'Allah' dediği için kardeşi sayılan insanlar düştüğünde, onu kaldırmak, destek ve ilgiyle ayakta tutmaya çalışmak konusunda pek mahir değildirler.

Özellikle medyadaki çoğu İslamcının aklına, mesaisinin büyük bölümünü 'öteki mahalle'ye şirin gözükmeye, onların trendlerini yakalamaya harcadığı, dolayısıyla kendi değerlerine ve insanına yönelik bir 'görme' faaliyetine yeterli zamanı ayıramadığı için; haksızlığa uğramış bir müslümana el uzatmak gelmez.

Hadi öncesi 28 Şubat'tı ve İslamcıların elini, rejimin gazabına uğrama ihtimali bağlardı. Ama Salih Mirzabeyoğlu'nun 2002 yılından bu yana aynı işkencelere maruz kalarak haksız yere hapiste yatıyor olmasında; biz medya mensuplarının bu haksızlığı gündemde tutmadığımız için, AK Parti hükümeti'nin de 28 Şubat yargı kararlarınıy eniden karar masasına koymadığı için, sorumluluğu var.

Bunu kim nasıl ödeyecek, bilmiyorum; ama emin olduğum bir husus var ki, o da Salih Mirzabeyoğlu'nun işlemediği bir suçtan dolayı hapiste yattığı her dakikanın üzerimize vebal olarak yazıldığıdır? O vebal, ağır bir vebaldir?'

Bendeniz üstüme düşeni ikinci kez yaptım, vebalin gerisi bu yazıyı okuyanların üstünedir!

Kaynak: Yeni Şafak

Salih Mirzabeyoğlu’na “Neden” Özgürlük?
İbrahim ARPACI
ibrahimarpaci@msn.com
3 Kasım 2012



Yaklaşık 15 yıldır cezaevinde, son 11 yıldır ise tecrit altında tutulan Mirzabeyoğlu, yaşayan dava şehitlerindendir. Kendisi İBDA-C adlı bir örgütün lideri olduğu ve örgütün hiçbir zaman ispatlanamayan silahlı eylemlerine liderlik ettiği iddiası ile müebbet hapse mahkûm edilmiştir. İşin bir diğer tarafı ise bu iddia edilen örgütün hiçbir mağduru yokken…

Malumunuz, devlet kademesindeki büyüklerimiz, bir zamanlar siyasi anlayışlarına muhalif düşen tüm fikirlerin illegal örgütler olduğunu vaaz ediyorlardı; bu doğrultuda da yasalar yapıp cezalar veriyordu. Yine aynı devlet yönetici zihniyeti, günümüze gelen değin birçok insanı haksız bir şekilde yerlerinden yurtlarından edip, ailelerinden ayrı koyarak toplum içinde itibarsızlaştırma siyaseti izlemişlerdir.

Bu devlet güruhu, yaptıkları yasaları kendi ideolojilerine uygun bir zemin içerisinde hazırlıyorlardı. Her aykırı sese “şucu, bucu” yaftası vurarak, illegalleştiriyordu. Uzun bir zaman bu yaptıklarında başarılı da olmuşlardı. Fakat bir vakit sonra o sırçalı köşklerinden teker teker düştüklerinde ise “vatan, millet, cumhuriyet edebiyatı” yaparak, geçmişte yaptıkları “bizden olmayan herkes bizim düşmanımızdır” sloganlarına, meşşru bir zemin aramanın derdine düştüler.

Bu monşörler, toplumumun bir kısım ananelerini ve bir kısım dini hassasiyetlerini hiçe sayarak, ülkenin kendilerinin söz sahibi olabildikleri bir Cumhuriyet ütopyası olma eğilimi ile ülkeyi yönettiler. Bir zaman sonra sorulduğunda peygamberlerinin ismini tam telaffuz edemeyecekleri, nesillerinde inşasında, mimar olmuş oldular. Bununla da kalmayıp bir vakit sonra insan müteahhitliği yapmaya başladılar. Zekâsının iyi olduğunu düşündükleri çocukları ailelerinden alıp köy enstitülerine koydular, inanç ve kökleri etrafında ahlak yasalarını koyan halk sınıfının çocuklarını da İmam hatip okullarına sevk ettiler. Bir vakit sonra kendi himayelerine aldıkları Atatürk İlke İnkılâplarına bağlı yetiştirdikleri nesilleri sistemli bir şekilde devletin kadrolarına yerleştirdiler.

Doğan her çocuk, hayatının ve inançlarının, yaşadığı devletin ideolojisi ile ters düştüğünü gördüğünde, kendini ya iğreti bir miskin sınıf olarak kabul etmek durumunda kaldı ya da bir cemaatin ya da tarikatın ya da fikir birliğinin kanatları altına girme ihtiyacını hissetti.

Menderes hükümetinin yürütmeye gelmesi ile 1960 ve 1980’li yıllar arasında devletin amentüsü ezberletilen aydınlar ile kendi anlayış ve ideasını geliştiren ya da yaşatan sınıf, gerek televizyon gerek cemiyet içinde karşı karıya geldiler. Fikir mübadelesine girdiler. 1980 den sonra bu tartışmalar yerini felsefe menşeli akademik tartışma ve fikir eksenli sivil toplum kuruluş ve cemaat oluşumlarına kendini bıraktı.

Tabi tüm bu süreçte devletin suni dogması kan kaybediyordu. Fakat devletin amentüsü kan kaybederken, halk kendi içinde, inanç anlayışı çerçevesinde cemaat ve fikir oluşumlarını iyiden iyiye kuvvetlendirmişti. Sonuç olarak, devlet bir pasta haline dönüşmüş ve bu pasta da, halkın iradesi sonucu yenilebilmesi mümkün olan bir nimet haline gelmişti. Yani devlet ve onun organları kaybettikleri kandan ötürü çekilmesi gereken sınırlarına kendilerini çekmek durumunda kalmışlardı. İdareyi eline alan ya da bugüne kadar hep mağrur ve mazlum rolünün kendisine biçildiğini düşünen darbelerle müzmin halk, geçmişte kendilerine ya da yakınlarına yapılan zulmün, zalimleri ile hesaplaşmak, onlarla yüzleşmek istedi.

Kaç dumansız evdi çünkü bu bacası tütmeyen, tüttürülmeyen? Yıllarca bir hiç uğruna ailesinden koparılanlar ardından kaybolanlar… Kaydı nüfustan kaç kör kurşun yüzünden silinen silindikçe daha bir silinenler. Hepsi bu ülkenin yakın zamanda ki gerçeklerinden fazlası değildi.

Fakat tüm bu hak alma safhasında kendine meşru bir zemin oluşturan mağdur bir o kadar da mağrur halk, oluşturdukları cemaat, tarikat sivil düşünce organları ile müntesiplerinin uğradıkları hak kayıplarını büyük ölçüde almışlardır almaya devam ediyorlar ve alabilmektedirler…

Kimi kurduğu siyasi kanat ile bu mağduriyetini ortadan kaldırmış, kimi siyasi bir yakınlaşma çerçevesinde meşru yasasını çıkartmış. Kimisi en çok kendi fertlerinin asker kanadından ötürü mağduriyetleri olduğu için tüm askeriyeden atılmış askerlere hükümet kanadı ile dirsek teması kurarak emekli olmalarını sağlamıştır. Kimi ise tekke ve zaviye kanununa muhalif duran sohbet halkalarını vakıf ve dernekleşme adı altında meşruiyet kazandırmış durumda.

Fakat gelelim 50’den fazla kitabı olan, İbda adlı, neredeyse hikmet külliyatı diyebileceğimiz bir külliyata sahip, fikir adamının mağduriyetine. Fikri bir sarnıca sahip bu düşünce adamı, aynı zamanda yazar, Mirzabeyoğlu, illeti dahi ortada olmayan bir suçtan dolayı tecrit altında. Şu ana kadar kendisi ile ilgili hiçbir resmi devlet kuruluşunda ki, bir zamanın mazlum bürokratı, siyasisi, sivil toplum kuruluşu, ellerlini kaldırıp umursamıyorlar. Sadece bazı siyasiler kendilerine Mirzabeyoğlu ile ilgili soru sorulduğunda umursar gibi yapıyorlar. O kadar.

Neden mi umursamıyorlar?

Çünkü bu mazlum, mağrur mütefekkir, yeteri oranda devlet bürokrasisinde, siyasetinde kendisinin fikirlerini kendisinin düşünce dünyasını paylaşan siyasiler ile ortak paydası yok.

Bakın, Danıştay cinayetinde ki sanığın mahkemesi karar bağlanmasına rağmen birkaç tanığın ifadesi ile mahkeme bozularak tekrardan yargılaması yapılarak başka bir davaya bağlandı.

Neden?

Çünkü davanın müdavimlerinin bir siyasi partide bir ideoloji de karşılığı vardı.

Pekâlâ, sormak isterim: Necip Fazıl Kısaküreğin kaburga kemiğinden fikirler damıtarak gelen bir İslam düşünce insanının, bir toplum bilimcinin, yeteri kadar cemaati ya da yeteri kadar halkta karşılığı yok diye mi bir hücre de tecrit altında tutuluyor? Geçmiş yıllarda, “bu ülkenin adalet terazisi şaşmış” diyen bazı siyasiler: Sizlerinde adalet anlayışı, kendi adaletinize kavuşncaya değin midir? Hani bir kardeşimiz dahi kalsa zulüm altında, o da çıkmadan hiç birimiz bu davayı, bu yolu hakkı ile tamamlamış olmayacaktık? Unuttuk mu yoksa?

Sizler dualarınızı yasalarla destekler iken neden en iyi ihtimalle Salih Mirzabeyoğlu’nun dualarına müşterek olup, fiili eyleme geçip, yeniden yargılanmasını sağlamıyorsunuz? Yoksa Mirzabeyoğlu’nun sizlerin siyasi yaşamında bir karşılığı mı yok?

Ne dersiniz?

Ey adaletin cenkliğine soyunan hamiler buyurun, dersiniz adalet ve vereceğiniz sınav ortada: Olmayan hayali bir örgütten dolayı müebbet yemiş mağrur bir düşünce adamı, mütefekkirin yaşamını ve davasını ele alıp işte bu yüzden bu adam tekrar yargılanmalı demelisiniz. İşte o vakit, Allah’ın, edebiyatın ve tükenmek üzere olan insanlığın adaletine fayda sağlamış olacaksınız vesselam.

Kaynak: http://www.dinihaberler.com/yazar/salih-mirzabeyoglu8217na-8220neden8221-ozgurluk--2555.html

"Gül, yetkisini kullanmalı"
04 KASIM 2012



Bugünkü Yeni Şafak'ın manşet haberi şöyle:

Gül affetsin

YASEMİN ASAN / ANKARA

28 Şubat yargısının uydurma gerekçelerle müebbet hapse mahkum ettiği Salih Mirzabeyoğlu'nun hastaneye sevki 12 yıllık 'tecridi' yeniden gündeme getirdi. Meclis'in darbe sürecindeki yargı kararlarına el atmasını isteyen STK temsilcileri ve aydınlar, Cumhurbaşkanı'nın 'af' yetkisini kullanarak Mirzabeyoğlu'nun mağduriyetine son vermesini istedi.

28 Şubat post-modern darbesi sürecinde İBDA/C lideri olduğu iddiasıyla müebbet hapis cezasına çarptırılan Salih Mirzabeyoğlu'nun yaşadığı mağduriyet son bulabilir. Kamuoyunda 'Salih Mirzabeyoğlu' olarak bilinen gazeteci-yazar Salih İzzet Erdiş'in, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün 'af' yetkisini kullanmasıyla özgürlüğüne kavuşabileceği belirtildi. Cunta güdümündeki yargının 'müebbet' kararıyla hücreye atılarak 12 yıldır kaderine terk edilen Mirzabeyoğlu için görüşlerine başvurduğumuz sivil toplum kuruluşu temsilcisi, siyasetçi ve aydınlar, 28 Şubat sürecinde verilmiş yargı kararlarını tümden boşa çıkartacak bir yasanın gerekliliğine işaret ederken, öncelikle Mirzabeyoğlu'nun özgürlüğüne kavuşturulması gerektiğine vurgu yaptı. Mirzabeyoğlu'nun avukatı Ali Rıza Yaman ise müvekkilinin itibarı zedelenmeden haklarının iade edilmesi gerektiğini kaydetti.

KARARLAR GAYRİMEŞRU

28 Şubat yargısı ile hesaplaşmak gerektiğini belirten ve bu yargının talimatlı bir yargı olduğunu belirten MAZLUM-DER Başkanı Ahmet Faruk Ünsal, "Askerler, yargı mensuplarını Genelkurmay Karargahı'na çağırarak onlara talimat verdiler. Sadece Mirzabeyoğlu'nunki değil, o dönemde yapılan bütün yargılamalar gayrimeşru" ifadelerini kullandı. Abdullah Gül'ün affetme yetkisi olduğunu hatırlatan Ünsal, Mirzabeyoğlu'nun sağlık nedenleri ile affedilebileceğini belirterek şunları dile getirdi: "Gül, elindeki bu yetkiyi kullanmalı, fakat 28 Şubat yargı mağdurları için de Meclis o dönemki kararların geçersiz olduğuna dair bir yasa çıkarmalı. Bu konuda topladığımız 100 binden fazla imzayı yakında Meclis'e sunacağız." Gül'ün af yetkisi olduğunu belirten Saadet Partisi Genel Başkanı Mustafa Kamalak ise 'Mirzabeyoğlu'nun alacağı Adli Tıp raporu sonrası Cumhurbaşkanı af yetkisini kullanabilir' diye konuştu.

Hukuksuzluk giderilsin

Salih Mirzabeyoğlu'nun avukatlarından Ali Rıza Yaman, kendilerinin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'den af talepleri olmadığını belirterek, yapılması gereken şeyin, Mirzabeyoğlu'nun hukuksuz yargılanmış olması nedeniyle acilen tahliye edilmesi olduğunu kaydetti. 28 Şubat sürecinin en bariz hukuksuzluğunun giderilmesi gerektiğini ifade eden Yaman, sürecin müvekkilinin itibarı zedelenmeden işletilmesi gerektiğini dile getirdi. Mirzabeyoğlu'nun Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları hastanesine sevkedilmesini eleştiren Yaman, kendilerinin ya da ailenin böyle bir talebi olmadığını söyledi. "Salih Mirzabeyoğlu gibi kamuoyunun yakından tanıdığı bir kişi hastaneye kaldırılıyor ama ne ailesinin ne avukatlarının haberi oluyor. Avukatları Bolu F Tipi Cezaevi'ne ziyaret için gittiklerinde olaydan haberdar oluyorlar" diyen Yaman, 2000 yılında da benzer bir uygulama yapıldığını hatırlattı.

BU OYUNU BOZACAĞIZ

Yaman, 'Bakırköy'e götürülerek 'Majör Depresyon' teşhisi konmak suretiyle olayın üzeri kapatılmak istendi. Telegram işkencesi psikolojik bir vakaymış gibi gösterilmeye çalışılıyor. Bu oyunu biz daha önce gördük ve bozduk. Yine bozarız. Kimse kurnazlığına soyunmasın" diye konuştu.

Yetkisini kullanmalı

İnsan Hakları Derneği (İHD) eski Başkanı Akın Birdal, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, af yetkisini kullanması gerektiğini belirtti. "Başta Salih Mirzabeyoğlu olmak üzere bu şekilde mahkûm olmuş kişiler, Tabipler Birliği başkanlığında yapılacak sağlık kontrollerinden sonra affedilmeli" diyen Birdal, darbe sürecindeki güdümlü yargı tarafından hapse gönderilen herkes için Cumhurbaşkanı'nın yetkisini kullanması gerektiğini ifade etti. Af yetkisinin pozitif koşulları olduğunu kaydeden CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu ise "O koşullar yerine getirildiğinde mesele yalnızca Cumhurbaşkanı'nın takdirine kalır" diye konuştu.

Fikirlerinden ötürü hapiste

ÖNDER Genel Başkanı Hüseyin Korkut, Mirzabeyoğlu'nun kitaplarından, fikirlerinden ötürü hapse atılmış olmasının kabullenilemez olduğunu dile getirerek, "İnsan hakları açısından önemli bir sıkıntı. Cumhurbaşkanı'nın anayasal hakları var. Cumhurbaşkanı, sağlık sorunlarının gerekçe göstererek Mirzabeyoğlu'nu affe-derse, biz bu kararı destekleriz, memnun oluruz. Cumhurbaşkanı Gül, yetkisini kullanmalı" diye konuştu.
haber1001

Bolu'da Mirzabeyoğlu'na özgürlük eylemi
28 ARALIK 2012



28 Şubat post-modern darbesi sürecinde IBDA/C lideri olduğu iddiasıyla müebbet hapis cezası alan Salih Mirzabeyoğlu'na destek Bolu Cezaevi önünde toplanan grup Mirzabeyoğlu'nun yeniden yargılanmasını istedi.

Bolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumu'nda İBD-C davası hükümlüsü Salih Mirzabeyoğlu'na destek vermek isteyen grup eylem alanındaki barikatı aşmak isteyince kısa süre gerginlik yaşandı.

2001 yılından bu yana Bolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumu'nda hükümlü bulunan Salih Mirzabeyoğlu'na destek için yurdun çeşitli bölgelerinden Bolu'ya gelen gruplar, F Tipi Cezaevi önünde eylem yaptı. Salih Mirzabeyoğlu'nun cezaevinde zor şartlar altında tutulduğunu ve yeniden yargılanması gerektiğini vurgulayan topluluk cezaevine yaklaşmak isteyince polisle gerginlik yaşadı.

Araya polis amiri ve gruptan bir şahsın girmesiyle gerginlik büyümeden yatıştırıldı. Grup daha sonra sessiz protesto yaptı.

28 Şubat Alt Komisyonu Başkanı AK Parti Kayseri Milletvekili Yaşar Karayel, 'Hiçbir silahlı eylemi saptanamamış yalnızca kitapları ve fikirlerinden dolayı mahkum edilen Mirzabeyoğlu'nu dinleyeceğiz' açıklamasını yapmıştı. CHP Malatya Milletvekili Veli Ağababa da hukuksuzluğa maruz kaldığını söylediği Mirzabeyoğlu için Meclis'te soru gönergesi vermişti.

Kaynak: http://www.yenisafak.com.tr/

Mirzabeyoğlu’nu Ne Yapmalı?
28 Aralık, 2012
Haberdesin.com



‘Toplumsal mutabakat Mirzabeyoğlu Davası ile sağlanabilir.’ Yıllardır Salih Mirzabeyoğlu’nun avukatlığını yapan Ali Rıza Yaman bu sözlerinde haksız sayılmaz. Hemen hemen bütün partilerden siyasetçiler, kamuoyunda İBDA-C adlı islamcı örgütün lideri olarak tanınan Salih Mirzabeyoğlu’na hukuksal anlamda büyük haksızlıklar yapıldığı konusunda açık veya zımni görüş bildirmiş. Zaten Mazlum-Der de bir müddettir 28 Şubat dönemi yargılamalarının yenilenmesi yönünde kampanya yürütüyor!
En ilginci 26 Aralık tarihinde CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun da bu yönde bir ifadede bulunması oldu: (28 Şubat yargılamaları ve Mirzabeyoğlu Davası’nı da kast ederek) "Yeniden yargılama başlarsa destek veririz. Mağdur kim olursa olsun. bu mahkemelerin adalet dağıtmadığı kanısındayız" dedi.
Aslında sürpriz sayılmazdı. Çünkü daha önce de CHP Malatya Milletvekili Veli Ağbaba, Mirzabeyoğlu’nun kaldığı Bolu F Tipi Cezaevini ziyaret etti ve daha sonra da Meclis’te Mirzabeyoğlu’nun durumu ile ilgili bir de önerge verdi. Yine CHP’den Hüseyin Aygün Mirzabeyoğlu’nun avukatı Ali Rıza Yaman ile bir basın toplantısı düzenledi.
Aslında Mirzabeyoğlu’nun durumu hakkındaki bu yeni ilgi, biraz da 28 Şubat ve o dönemdeki davalarla ilgili, yapılması tartışılan kimi düzenlemeler dolayısıyla doğmuş görünüyor.
Zaten Av. Yaman da kendilerinin talebinin mesela bir af değil, "Çünkü suçlular af edilir" diyor, "28 Şubat darbe hukuku mahsulü olan bütün kararların hiçbir kayıt, talep ve şartla bağlı olmaksızın re'sen ve sil baştan ele alınması" olduğunu söylüyor!
Buna rağmen şu günlerde konuşulan bir başka husus da Cumhurbaşkanı Gül’ün mesela sağlık nedeniyle Mirzabeyoğlu’nun affına karar verebileceği...
İlginç olan şey ise, 28 Şubat hukuksuzluklarının üzerine giden parti olarak Ak Parti’nin –bazı milletvekillerinin şahsi beyanları olsa da- resmen Mirzabeyoğlu konusuna ilgi göstermiyor oluşu...
MİRZABEYOĞLU’NUN DURUMUNU FARKLI KILAN NE?
Tutuklanışları, İBDA-C Örgütü, başından geçenler ve kendisine ‘zihin kontrolü işkencesi’ uygulandığını iddia edişi... Hepsi çok ilginç... Ve hepsi bir arada onun davasını 28 Şubat döneminin simge davalarından biri haline getirmiş. Haliyle 28 Şubat tartışılırken onun davası da tartışılıyor.
Son dönemde Ruşen Çakır ve Yeni Şafak’tan Orhan Turan onunla konuşabilmek için Adalet Bakanlığı’ndan izin alabilen iki gazeteci oldu. Bakın Orhan Turan, Yeni Şafak’ta görüşmeyi onun ağzından da cümlelerle nasıl anlatıyor:
"14 yıl geçti. 9 yıldır da hücrede yaşıyorum. Geçmişe baktığımda itibarsızlaştırma, aşağılamanın bir arada olduğu bir süreç görüyorum 28 Şubat böyle bir şey... Beni sorgulayanlar 'Yukarıdakiler öyle istiyor' diyerek yargıladı' diyen Mirzabeyoğlu, bundan sonraki yargı süreciyle ilgili olarak, 'Bu kadar hukuksuzluğa uğramış bir adam olarak ne düşünebilirim ki...' diyor. Telegram yoluyla yıllardır işkence maruz kaldığını söyleyen Mirzabeyoğlu, 'Beni bu yöntemle delirtmiş gibi göstermeye çalışıyorlar. Amaçları itibarsızlaştırmak' diyor."
Telegram, Mirzabeyoğlu’nun kendisine uzaktan ‘elektromanyetik dalgalar yoluyla’ uygulandığını söylediği zihin kontrolü işkencesine kendisinin taktığı isim. Kimileri onun ağır depresyon hatta şizofreniye düçar kaldığını düşünse de hem kendisi, hem avukatları, hem de takipçi ve taraftarları onun bu işkence iddiasını ciddiye alıyor. Hatta dediğimiz gibi CHP bile bu konuda önerge vermiş!
TUTUKLANIŞI, İŞKENCELER ve MAHKUMİYET SÜRECİ
Mirzabeyoğlu, İBDA-C örgütünün lideri olduğu gerekçesiyle tutuklandı. İBDA-C ilk kurulduğu dönemlerdeki sol örgütlerin isimlerinden ilham almış (THKP-C vb) görünse de İslamcı bir örgüt. O zamanki kimi sol gruplar gibi silahlı mücadeleyi savunan bir söylemi var. Milli Selamet Partisi gençlik örgütü Akıncılar grubundan ayrılanların oluşturduğu bir yapı. Bu anlamda Mirzabeyoğlu’nun Recep Tayyip Erdoğan ile yakın tanışıklığı olmalı; çünkü Mirzabeyoğulları benzer zamanlarda MSP’nin gençlik kolları olan Akıncılar grubundan, hatta kurucularından. Sonradan yolları ayrılsa da Erdoğan da yıllarca MSP Gençlik Kolları Başkanlığı yapmıştı ve Mirzabeyoğulları’ndan sadece 4 yaş küçük!
İBDA kelimesi İslami Büyük Doğu Akıncılar kelimelerinin kısaltması. Büyük Doğu ünlü İslamcı şair Necip Fazıl’ın düşüncesinin adı. Zaten Mirzabeyoğlu’nun hayran olduğu manevi lideri Neci Fazıl... MSP ile Necip Fazılcıların yolları zaman içinde ayrılınca İBDA örgütü doğuyor.
1999 yılında şimdi Ergenekon Davası tutuklusu Tuncay Özkan Radikal Gazetesi’nde ‘Şeriat Özlemcisi İBDA-C’ adlı bir makale yayımlıyor. İçinde İBDA-C’nin aşırı sol gruplar ve PKK ile işbirliği yaptığını yazıyor. Fakat o yazıda bile İBDA-C’ye yönelik herhangi bir terör eylemi ismi zikredilmiyor!
Nitekim 1991 yılına kadar Mirzabeyoğlu’na yönelik herhangi bir tutuklama yok. 1991 yılında Mirzabeyoğlu’nun avukatının naklettiğine göre ‘bizzat Turgut Özal’ın emri ile’ tutuklanıyor. Taraftarları bunun ABD’nin Irak işgali yüzünden yapıldığı kanısında... O dönem 60 gün şiddetli işkence gördüğü söyleniyor. Yine de bir kaç ay içinde beraat ediyor.
28 Aralık 1998’de ikinci ve asıl gözaltı/tutukluluk süreci başlıyor. O dönemin gazeteleri ‘Efsanevi örgüt lideri yakalandı’ diye başlık atıyor. Oysaki zaten kaçtığı yok, eşiyle beraber çocuğunu ilkokula bırakırken okul bahçesinde avukatının deyimiyle ‘polisin saldırısına uğrayarak’ gözaltına alınıyor.
25 Ocak 2001’de tutuklu olarak Metris Cezaevi’nde kalırken bu kez İBDA’cıların koğuşuna polis ve jandarma operasyon düzenliyor. Mirzabeyoğulları’nın taraftarları, bunu daha sonraki ‘Hayata Dönüş Operasyonları’nın ilk örneği olarak görüyor. ‘Noel Baba Operasyonu’ dedikleri bu operasyonda Sancar Kartal adlı İBDA-C tutuklusu (hükümlü değil) ölüyor. Hürriyet Gazetesi haberi ‘İşte bu kadar!’ başlığıyla veriyor. Gazeteye göre Metris, onu ‘çiftliğe çeviren İBDA-C militanlarının elinden özel tim tarafından kurtarılmış!’ O operasyonda, Mirzabeyoğlu ‘ölüm koridoru’ denilen yöntemle 100 kadar güvenlik görevlisi tarafından feci şekilde dövülüyor. Dönemin Star Gazetesi’nin (Uzanların mülkiyetindeyken) haberinde, işkence ve dayak izlerini nasıl verdiğini Mirzabeyoğlu yıllar sonra hatırlattı:
‘Star Gazetesi'nin 27 Ocak 2000 tarihli 'Tıraş olurken yüzünü kesti' başlıklı manşeti oldu. Gazete işkenceyi alaylı bir üslupla 10 başlıkta veriyordu: '1- Jandarma koğuşa dalınca uyanıp alnını ranzaya çarptı. 2- Sendeleyerek kalktı, ayağı kayınca burun üstü düştü. 3- Kalkayım dedi, uyku sersemiydi. Dipçiğe gözünü vurdu. 4. Kendini topladı. Kapıdaki askılığı görmedi, kulağını taktı. 5. Jandarma sıkı sıkı sarılınca boynuna kan dolandı. 6. Koğuştan çıkıyordu, kapıyı açık zannetti...’
DGM’DE HÜKÜM GİYDİ
Mirzabeyoğlu ve İBDA davası uzadı. Zaman aşımı tehlikesi belirdi. Bunun üzerine Heyet Başkanı Hakim Sedat Karagül görevden alındı. Yerine gelen Metin Çetinbaş, Av. Yaman’a göre ’40 günde davayı bağladı.’ 6. DGM’nin verdiği karar Yargıtay’da hızla onaylandı ve 2002’de hüküm kesinleşti: İdam!
İşin ilginci iddianamede Mirzabeyoğlu’na atfedilmiş bir cinayet suçu veya bu suçun talimatını verdiğine ilişkin iddia ve delil yok. Avukatı bunun altını çiziyor. Daha sonraki yıllarda davanın ilk hakimi Sedat Karagül, 2006’da Sabah Gazetesi’ne bu dava ile ilgili olarak kendisine baskı yapıldığını açıklıyor.
O yıllarda AB müktesebatına uyum nedeniyle idam cezası kalkınca Mirzabeyoğlu da ‘ağırlaştırılmış müebbed hapis’e çarptırılıyor. Sonrasında Kartal F Tipi ve Bolu F Tipi cezaevleri... 15 yıllık cezanın 8 yılı kesin tecrit koşulları altında...
En son geçenlerde avukatına haber verilmeden Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne sevk ediliyor...
Mirzabeyoğlu, ruhsal bir hastalığı olmadığı konusunda ısrarlı: ‘Beni itibarsızlaştırmak için yapıyorlar’ diyor.
Kendisine zihin kontrolu yoluyla işkence yapıldığını söylüyor. Bunun ‘telegram’ denen bir aletle uzaktan yapıldığını ve hâlâ devam ettiğini belirtiyor. Amacın ise fikirlerinden döndürüp, nedamet getirtmek olduğu kanısında... O nedenle 25 Haziran 2000’de ‘fikri ile canı’ arasında seçim yapmak zorunda kaldığı için ‘bir feda eylemi ‘ gerçekleştiriyor. Türkçesi intihara teşebbüs ediyor.
Buradan kalkılarak kendisinin olmayan zihin kontrolu sanrıları gördüğü iddia edilebilir; muhtemelen ağır depresyon teşhislerinden bahseden doktorlar zaten bu kanıda...
Öyle de olsa, bu, devletin sorumluluğunu azaltır mı?
Hangimiz aylarca ağır fiziksel ve psikolojik işkence sonra da yıllar süren hücre hapsi ve tecrit sonucu sağlam ve sağlıklı kalabiliriz?
Böyle bir ‘ceza’nın, yıllar süren işkence sonunda muhtemelen intiharla bitecek bir tür vahşi idam cezasından farkı ne?
Hangimiz DGM’lerin, hele de 12 Mart, 12 Eylül veya 28 Şubat gibi ‘özel’ dönemlerde mahkemelerin adil karar verdiğini düşünüyoruz?
Tek bir kişiyi öldürmemiş Menderes’in, Deniz Gezmiş’in idamı yüreğimizi sızlatıyor da, yine kimseyi öldürmemiş birinin idam cezasına çarptırılması ve sonra da idamdan beter bir çürümeye terk edilmesi bizi ilgilendirmiyor mu?
Eğer bu davalar o mahkemelerde adil görüldü diyorsanız; ceza ağır bile olsa haydi susalım. Fakat buna kimse inanmıyor. Toplumsal mutabakat kararların adaletsiz olduğu yönünde...
Öyleyse...

Kaynak: http://www.haberdesin.com/haber/toplum/mirzabeyoglunu-ne-yapmali

Altan Tan: "Aynı cemaatten birisi AYM başkanı, biri cumhurbaşkanı oldu, biri müebbet hapis aldı"
15 Ocak 2013



BDP Diyarbakır Milletvekili Altan Tan, parlamentoda düzenlediği basın toplantısında, yeni anayasa çalışmaları ve 28 Şubat dönemindeki mağduriyetlere değindi.

Geçen hafta başörtüsünün hem eğitim kurumlarında hem kamusal alanda serbest bırakılmasıyla ilgili bir kanun teklifi verdiğini ama halen bir ses çıkmadığını ifade eden Tan, şunları söyledi:

''AK Parti, Fazilet Partisi, Refah Partisi, Milli Selamet Partisi bu başörtüsü argümanıyla en az 5 seçim kazandı. Yerel seçimleri, ara seçimleri de katarsak 15 seçimi bunun üzerinden götürdüler bu arkadaşlar. Hani demokrasinin önündeki bütün engelleri kaldırmıştınız- Gelin bu ayıba son verelim. Yok, 'biz Altan Tan'ın verdiği kanuna destek verirsek siyaseten kötü duruma düşeriz' diyorsanız, siz bir kanun teklifi getirin biz destekleyelim. Siz şike kanununu bir gecede değiştirdiniz. Bankaların bilançolarının şeffaflığıyla ilgili olan kanunu 5 yıl ertelediniz. İş ihale, şike, kredi, banka, alavere dalavere olduğu vakit bir gecede kanun değiştiriyorsunuz ama iş hak ve özgürlükler olduğu zaman çamura yatıyorsunuz.''

Tan, 28 Şubat mağdurlarıyla ilgili bir kanun teklifi verdiğini anımsatarak, ''Bu dönemde yargılanan, mahkum olan, mağdur olan insanların hakkı ne olacak- Bir Nurettin Şirin Sincan'da Kudüs ile ilgili bir piyes sahneye koydu diye 10 yıl cezaevinde yattı. Salih Mirzabeyoğlu ağırlaştırılmış müebbet cezası aldı bu andıçlarla'' diye konuştu.

Kanun teklifini bu mağduriyetlerin giderilmesi için verdiklerini ifade eden Tan, şunları kaydetti:

''Gelin bunların mağduriyetlerini giderelim. Eğer illa bunlar suçlu diyorsanız bir daha yargılansınlar. Bunların maddi ve manevi mağduriyetleri devlet tarafından tazmin edilsin. Hiçbir şey yapamıyorsanız, çıkın özür dileyin. Müslüm Gündüz'den, Nurettin Şirin'den, Sincan Belediye Başkanı'ndan, Salih Mirzabeyoğlu'na çık cevap ver. Aynı İslami cemaatten olanlardan birisi Anayasa Mahkemesi başkanı oldu, biri cumhurbaşkanı oldu, biri müebbet hapis aldı. İzzettin Yıldırım kontrgerilla ve onunla işbirliği içinde olan bazıları tarafından kaçırıldı, infaz edildi. Yıldırım'ın odasında onunla beraber yatan öğrencisi Başbakan'ın başdanışmanı ağzını açmıyor. Ne oldu, bu kan kimin ellerinde...''

AKP Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik'in, ''Parti olarak mart ayının sonuna kadar bu çalışmaları sürdürürüz, bitti bitti, bitmedi ise biz kendi yolumuza devam ederiz'' ifadesini kabul etmenin mümkün olmadığını belirten Tan, ''Eğer masadan kalkmayı kafanıza koyduysanız utanmaya, sıkılmaya gerek yok. Bunu açık seçik çıkın söyleyin ve bizleri de uğraştırmayın. Yani bu kadar insan sizin konu mankeniniz ve siyasetteki bir piyonunuz değil. Bu bir defa komisyona saygısızlıktır. Oturacaksanız doğru düzgün oturun, kalkacaksınız uğurlar olsun kalkın gidin, bildiğinizi yapın'' diye konuştu.

MBR Haber

On Beş Senedir Devam Eden TARİHİ ADALETSİZLİK NEYİ BEKLİYOR?
Şükrü Sak



Bu sene 28 Şubat Darbesinin on yedinci yılı…

Geçen sene darbeciler tutuklandı ve malum olduğu üzere “yargılanmayı” bekliyorlar…

Onlar bekleye dursun, bunların “emir ve talimatlarıyla” ceza alanlar da; başta Salih Mirzabeyoğlu olmak üzere cezaevindeler;

Hem darbe yapanlar hem darbecilerin brifingleriyle içeri atılanlar…

Bu “derin çelişki” aşılmadan, kimse önünü göremez;

“Hak ve Adalet” kaygısı güden, insaf ve vicdanı körelmemiş kim varsa, öncelikli olarak, meydanda, alenen işlenmiş bu “hukuk cinayetini” ve sonuçlarını görmesi gerekir:

Daha önce sorduğumuz…

Bütün Müslüman kamuoyunun da sorduğu en hayati soruyu güncelleyip tekrar soralım:

28 Şubat’ın BRİFİNGLİ YARGI KARARLARI SORUNU ne zaman çözülecek?..

28 Şubat’ın üzerinden on yedi yıl geçti. Bir senedir de DARBECİLER cezaevinde.

Bu konudaki sessizliği anlamak ve anlamlandırmak mümkün değil!

Zira, hükümette, Mecliste, hatta Bakanların da içinde bu süreçten şu veya bu şekilde etkilenmiş, haksızlığa ve zulme uğramış insanlar var; kendileri değilse bile bir yakınları, akrabaları, tanıdıkları… Mutlaka var. Bu süreçten, 28 Şubat darbesinden payını almış bir tanıdıkları…

Başta, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın İslami duyarlılıkları malum…

“Adalet”i çok mühimsedikleri de…

Bunu AKP Milletvekili Sayın Mehmet Metiner de konu ile ilgili yazdığı bir yazıda ifade etti…

Bütün bunlara rağmen;

28 Şubat darbesinin “BRİFİNGLİ YARGI kararları SORUNU” konusunda neden sessiz kaldıklarını bir türlü anlamlandıramıyoruz;

Bu “baskıyı” Sayın Başbakan “şiir okuduğu” için hapse atılarak en somut şekilde gördü…

Bu “baskıyı” Sayın Cumhurbaşkanı “367’ye rağmen” engellenerek gördü…

Bu “baskı” devletin o yüksek kademelerinde, bu kadar ağır ve somut bir şekilde görüldüğüne göre, aşağılardaki baskının ve adaletsizliğin şiddetini siz düşünün artık…

Aslında düşünmeye de gerek yok;

Bu “BASKI”nın aşağılarda nasıl göründüğü;

İfadelere, tutanaklara, fişlemelere, resmi belgelere, andıçlara, Mahkeme kararlarına geçmiş…

Hepsi kayıtlı… Hepsi göz önünde…”Baskı”nın, hukuksuzluğun, adaletsizliğin şiddetini gösteren belgeler bunlar…

Darbeciler tutuklanıp içeri atıldıktan sonra….

Meclis’te Darbeleri Araştırma Komisyonu kurulup:

28 ŞUBAT DARBESİNİ araştırmaya başladığında;

Bu süreçte haksızlığa ve ADALETSİZLİĞE uğrayan Müslümanlar çok ümitlenmişti…

Haklılardı da ümitlenmekte…

Zira, bu kadar aleni-açık haksızlığın ve adaletsizliğin, en azından sonuçlarının giderileceğini düşündü herkes:

Hala da öyle düşünüyorlar;

Çünkü bütün bu, 28 Şubat darbesinin araştırılması sürecinde yapılan açıklamalar, medyada yazılanlar, bizzat ilgili ve yetkililerin kamuoyu önünde söylediği sözler ortada:

En başta, Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu Başkanı Nimet Baş; katıldığı bir televizyon programında;

“28 Şubat döneminin sembol ismi İBDA-C Lideri Salih Mirzabeyoğlu’yla ilgili Adalet Bakanlığı’na başvuruda bulunacaklarını açıklayan Baş, ’12 Eylül ve 28 Şubat dönemlerinde HAKSIZ ŞEKİLDE CEZALAR VERİLMİŞ hükümlülerin YENİDEN YARGILANMASINI sağlamanın yollarını aradıklarını belirtti.
Tek tek isimlerden gitmeyelim. Belki bunu ilk kez sizin programınızda açıklıyorum. Adalet Bakanlığı’na yazı gönderiyoruz. Bir şekilde terörden suçlanan ve cezasını infaz kurumlarında çekenlerle ilgili BİR ÇALIŞMA BAŞLATTIK. Bu davalar kesin hüküm teşkil ettiği için, Ceza Usul Kanunu’nun değişmesi lazım. Sadece bunlar değil, hala 12 Eylül’den içerde yatan insanlar da var. Biz bu YARGILAMALARI YENİDEN ele almak zorundayız’ diyen Baş, bu isimler için bir defaya mahsus olmak üzere YENİDEN YARGILANMA yolunun açılabileceğini ifade etti.”

Yine AKP Milletvekili ve Meclis İnsan Hakları Komisyonu üyesi Mehmet Metiner, aynı komisyonun başkanı Ayhan Sefer Üstün ile Bolu cezaevinde kaldığı tek kişilik hücrede Salih Mirzabeyoğlu ile görüştükten ve Mirzabeyoğlu Dosyası’nı inceledikten sonra Yeni Şafak’ta yazdığı yazıda;

“Yargıya duyduğum güvenin çatırdadığını hissediyorum, mevcut dosya üzerinden Mirzabeyoğlu’na nasıl ağırlaştırılmış müebbet verilebildiğini aklım bir türlü almıyor” dedikten sonra;

“Buradan bütün ünlü hukukçularımıza sesleniyorum; bu dosyayı alıp okuyunuz. Orada istihbarat notu dışında, Mirzabeyoğlu’nun ölümden bin beter bir cezaya çarptırılmasını haklı kılacak somut bir delil veya belge bulabilecek misiniz?” diye soruyordu.

“Dosyayı okurken vicdanım kanadı” diyen, İnsan Hakları Komisyonu üyesi Sayın Metiner: ”Ömründen çalınacak yılları engellemek bizim elimizde. Başbakanımızın bu konudaki hassasiyeti biliniyor. Adalet Bakanımızın da… İnşallah adalet tecelli eder.”

Diyordu.

Yine söz konusu yazısında sayın Metiner; “Adalet anlayışının tesisi için bu tür yargısal işlemlerin YENİDEN GÖRÜLMESİ acil bir gerekliliktir.” tesbitini yapıyor ve Darbeleri Araştırma Komisyonu Başkanımız da darbe dönemlerine ait bu tür yargısal işlemlerin masaya yatırılması konusunda nasıl bir duyarlılığa sahip olduklarını apaçık beyan ettiler. DARBELER DÖNEMİ KAPANSIN isteniyorsa BU DAVALAR YENİDEN GÖRÜLMELİDİR.” diyordu.

Haksızlığın ve Adaletsizliğin gün gibi aşikar olduğu bu mevzuda ortaya konan bu yaklaşımları tabii ki çok mühimsedik ve mühimsiyoruz.

Bununla birlikte bu TARİHİ ADALETSİZLİĞİN sona erdirilmesi için, YENİDEN YARGILAMA için, ne yapılacağını, kimin bunu yapacağını, ne zaman somut bir adım atılacağını da Müslüman kamuoyu bilmek istiyor tabii olarak.

Ortada on beş yıldır devam eden tarihi bir zulüm, tarihi bir adaletsizlik var.

Bunu sürdürmenin, bunu daha da uzatmanın, ne kadar büyük bir vebal olduğunu da, yine Yeni Şafak’tan Özlem Albayrak, bir değil, bir kaç defa dillendirdi.

Müslüman kamuoyunun bu konuda ortak ve tek talebi var:

“Af” da değil…

Sadece yeniden ADİL BİR YARGILANMA… Diyorlar…

Bu konu da;

Daha önce ifade ettiğimiz gibi, zamana yayılacak, ertelenecek bir durum yok, çok farklı ve birbirine zıt görüşler de yok; tam tersine AKP’den CHP’ye, CHP’den BDP’ye kadar;

ADİL BİR YENİDEN YARGILAMA konusunda tam bir mutabakat da var.
Zira bu “Tarihi Adaletsizliğin” herkes farkında…

“Bu zulüm ve adaletsizlik sürsün” diyen kimse de yok!

O yüzden diyoruz;

Darbecilerle, darbecilerin emir ve talimatlarıyla içeri atılan insanların aynı anda cezaevinde olmaları “derin çelişkisi” aşılmadan kimse önünü göremez diye.
Darbecilerin “brifingleri-emir ve talimatlarıyla” içeri atılanlar, “emir ve talimatla” değil;

ADİL bir şekilde YENİDEN YARGILAMA talep ediyorlar…

Bu kadar zor mu, bu kadar içinden çıkılmaz bir konu mu?..

İstisnasız bütün Müslüman kesimlerin- özellikle darbecilerin de içeri atılmasından sonra- son bir senedir, tek bir ağızdan dillendirdikleri ortak talebi bu…

Son olarak; Hakan Albayrak’ın 29.12.2012 tarihli Star gazetesinde; “Ayıptır, günahtır, Mirzabeyoğlu çıksın artık!” başlığıyla yazdığı yazının son satırlarını bir kere daha hatırlatalım:

“12 Eylül ve 28 Şubat dönemlerindeki YARGILAMALARIN YENİLENMESİ için yasal düzenleme yapılması nihayet gündeme geldi, elhamdülillah.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da, sağolsun, bu düzenlemeye destek vereceklerini ilan etti.
E hadi artık!”
E hadi!..
Bu “kürt sorunu” değil ki, üç beş sene zaman alsın…

Bolu F Tipi Cezaevi
B2-7 -40

Kaynak: http://www.facebook.com/pages/%C5%9E%C3%BCkr%C3%BC-SAK/376625979082909

“Mirzabeyoğlu ve Hilmioğlu ölüme gidiyor”
26 Mart 2013



CHP MALATYA MILLETVEKILI VELI AĞBABA, İBDA-C DAVASINDAN HAPISTE BULUNAN SALIH MIRZABEYOĞLU VE ERGENEKON’DAN TUTUKLU FATIH HILMIOĞLU’NUN ÖLÜME GITTIĞINI SÖYLEDI.

CHP Malatya Milletvekili ve Meclis Cezaevlerini Araştırma Komisyonu Üyesi Veli Ağbaba, katıldığı programdacezaevlerindeki muamele ve yaşam koşullarına dair önemli açıklamalarda bulundu.
Vali Ağbaba, CNN TÜRK’te yayınlanan ‘Aykırı Sorular’ programında, Türkiye’de cezaevlerinde yaşananları değerlendirdi. Cezaevlerinde kalan yüzlerce tutuklumahkumla görüşen komisyonda görev yapan Ağbaba, cezaevlerindeki muamele ve yaşam koşullarına dair önemli açıklamalarda bulundu.
Ağbaba en ilginç açıklamalarıysa çocuk mahkumlara yapılantecavüz iddialarıyla gündeme gelen ve kapatılan Pozantı Cezaevi hakkında yaptı. Cezaevinde kalan çocuklara işkence, taciz ve tecavüzde bulunulduğunu belgelerle ortaya çıkardıklarını belirten Ağbaba, görev yapan cezaevi görevlilerinin bu soruşturma neticesinde hiçbir ceza almadığını aksine müdürlerin terfi ettirildiğini söyledi.
Hizbullah, Ergenekon, Balyoz, İBDA-C ve DHKP-C gibi çeşitli davalardan mahkum ya da tutuklu durumda olan, siyasi fark gözetmeksizin herkese ulaşmaya çalıştıklarını söyleyen Ağbaba, bazı mahkum ve tutuklulara dair çarpıcı örnekler verdi.
İBDA-C davasından hapiste bulunan Salih Mirzabeyoğlu’nun ölüme gittiğini belirten Ağbaba, Ergenekon’dan tutuklu Fatih Hilmioğlu’nun da aynı durumda olduğunu dile getirdi. Meclis Cezaevlerini Araştırma Komisyonu Üyesi Veli Ağbaba, lösemi hastası bir yabancı mahkumun, raporlara rağmen ülkesine iade edilmeyip cezaevinde öldüğünü, şizofreni hastalığı 11 raporla kanıtlanmış bir mahkumun da hala cezaevinde tutulduğunu söyledi.
http://www.iha.com.tr/mirzabeyoglu-ve-hilmioglu-olume-gidiyor-268959-haber

Bir 28 Şubat Mağduru Mirzabeyoğlu
Ayşe Müzeyyen Taşçı
22 Temmuz 2013

Pazartesi Salih Mirzabeyoğlu, Büyük doğu Hareketinden etkilenen ve ölümüne dek necip fazıl Kısakürek’in gölgesinden ayrılmayan biridir. 1984’te Necip fazıl’ın vefatı ile “İbda” yı kurmuş ve 89’a kadar kırk eser neşrederek ibda külliyat oluşturmuş. Ayrıca Mirzabeyoğlu’nun 50 den fazla kitabı ve pek çok da makalesi neşredilmiştir.

Mirzabeyoğlu kendisini; batı tefekkürü ve İslam tasavvufu kanatları ile uçan bir su kuşuna benzetir. Taraftarları ise onun, modern Müslüman aydın tipolojisine karşıt batı tefekkürü ve İslam tasavvufu kanatları arasında kendi kavramalarını üretebilmiş bir mütefekkir ve ideolog olduğunu savunurlar. Üstelik o sadece yazan değil yazdıklarını hayatına geçirme mücadelesi veren bir aydındır.

Sonuç itibari ile büyük doğu okulunda yetişmiş bir mütefekkir bir mutasavvıftır Mirzabeyoğlu.

Türkiye’nin 28 Şubatı yaşadığı günlerde Mirzabeyoğlu çocuğunu okuldan almak üzere caddede beklerken aniden karşıdan kendisine doğru gelmekte olan oğlu ile arasına sivil araçlar girer. Üstelik henüz ilkokul öğrencisi olan oğlu ezilmekten kıl payı kurtulur. Baba, çocuğunun korku dolu bakışları arasında hızla kelepçelenerek araca sokulur ve araçlar geldiği gibi yine hızla oradan uzaklaşır..

Adana DGM’nin talebi üzerine tutuklanan ve günlerce süren sorgulama sonrasında memurların “bu sorgudan bir şey çıkmaz araya İbda-C filan sıkıştırın” talimatı ile sorgulama süreci devam eder.

Sorgulamanın mesnedini her sorduğunda, Mirzabey’in aldığı cevap aynı olur. “Yukarıdakiler böyle istiyor”.

İstanbul DGM’nin“kendisi kitap yazan, dergilerde makaleleri çıkan bir şahıs. Hiçbir örgütsel faaliyete katıldığı, talimat ve emir verdiği bilgisi yoktur” şeklindeki açıklamasına rağmen Mirzabeyoğlu “terörle mücadele” kapsamında yargılanır.

Mahkemelere katılmayan Mirzabeyoğlunun kaldığı metris cezaevine bir sabah baskını düzenlenir. Noel Baba operasyonu denen bu baskından sonra mahkemeye getirilen Mirzabeyoğlunun tüm vücudunda ağır işkence izleri vardır ve malum basın bu konuda da vazifesini yapar.(!) konuyu hem alaycı ve hem de kışkırtıcı tavrıyla manşete taşır.

1998’de başlayan yargılama 2003’te neticelenir ve 99 suçun faili olduğu “iddiası” ile Mirzabeyoğlu önce idam sonra ise “ağırlaştırılmış müebbet” cezasına çarptırılır.

Mahkeme hâkiminin yıllar sonra -emekli olduğunda- mahkeme sırasında -baskı gördüğünü - itiraf etmesine rağmen süreç hala devam etmektedir.

Mirzabeyoğlu 15 yıla yakın bir süredir hapishanededir ve bunun on yılını hücrede yatarak geçirmiştir. “Olmayan bir örgütün komutanı” olmakla suçlanan Mirzabeyoğlu ayrıca bu süreçte “telegram” yolu ile işkenceye tabi tutulduğunu söylemektedir.
Nitekim Mirzabeyoğlu -Elektronik manyetik dalgalarla kişi üzerinde etkili olan- telegram nedeniyle yaşadığı işkencelerin sonuçları öne sürülerek kendisine deli veya kafayı sıyırmış biri muamelesi yapıldığını her fırsatta dile getirmektedir.

Yaşadıklarını göz önünde bulundurarak 28 şubatı tam anlamıyla “İtibarsızlaştırma, aşağılamanın bir arada olduğu bir süreçti” şeklinde değerlendirir Mirzabeyoğlu..

Dile kolay, Ömrünün 15 yılı, 15 ramazanı ve 30 bayramı Mirzabeyoğlu için kendisi gibi hücreye hapsolmuştur.

Esasen, serbest bırakılması için toplumsal mutabakatın sağlandığı ve iki yıldır bu konu farklı şekillerde dilendirildiği halde hala atılmış bir adım olmaması, gerekli mercilerin konuya duyarsızlığının şaşırtıcı olduğunu ifade etmek i
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Nis 17, 2013 9:57 pm    Mesaj konusu: Salih Mirzabeyoğlu: "Suçlu olan affedilir ben af istemi Alıntıyla Cevap Gönder

Salih Mirzabeyoğlu: “ZALİM OLMAKTANSA MAZLÛM OLMAYI TERCİH EDERİM…”
SOHBET-İNTİBA
Şükrü Sak(*)



-Efendim on beş sene oldu, dış dünyadan, ailenizden, toplumdan uzak?..

-Evet, on beş sene. Son dokuz senesi de hücrede, tecritte. Ağızdan kolayca çıkıveriyor; iki kelime dört heceden ibaret bir ses… Yazdıklarımız, anlattıklarımız okunuyor ve anlaşılıyorsa, bu iki kelimede ifâde edilen zamanın ne kadar dolu dolu, ne kadar ağır ve yoğun bir “yaşanmışlıkla” geçtiği-geçmeye devam ettiği- görülebilir. Yıllardan beri söyleyip durduğumuz; Zaman kadans dedikleri ahenk helezonuna vakıâların posasını değil de ruhunu yerleştirme işinden başka gaye tanımaz... Vakıâların posasını değil de ruhunu... Bu süreçte ortaya koyduğumuz eserler, zamanın ruhunu yakaladığımızın, zamanın gayesine uygun yaşadığımızın misâli köşe taşları… Anlaşılıyorsa ne âlâ...

-“Hukuk” ve “Mirzabeyoğlu”… Ne yan yana gelebiliyor, ne de birbirinden ayrılabiliyor. Bu ikisi aynı anda anıldığında, yargı paketleri ile cilâlanmaya çalışılan “hukuk devleti” imajı sönükleşiyor, sahte hukuk makyajı dökülmeye başlıyor?

-Hep aynı kısır döngü; fikir olmayan yerde ahlâk oluşmaz diye bas bas bağırıyoruz yıllardır. Hukuk ahlâkın pıhtılaşması… Ahlâk yoksa?.. Ne pıhtılaşacak. Neyin pıhtılaştığı meydanda. Fikrin ne ki, onun oluşturduğu “ahlâk” ve “hukuk” olsun… Özellikle “sosyal ve siyasî” meseleler söz konusu olduğunda, âdeta ‘kim daha ahlâksızsa o kazansın’ der gibi bir yarış. Yarış da değil, itiş kakış. Bu dilden anlayan bir Allah’ın kulu da çıkıp; “iyi, doğru, güzel nedir ve onun adına neyi, hangi ahlâkı teklif ediyorsun?” demiyor. Tabii bunu sormak “sistem” ve “dünya görüşü” mevzunu anlamayı gerektiriyor. Üstad’ın Batı’yı tarif ederken; “Yunan aklı, Roma nizâmı, Hristiyan ahlâkı” diye, Batı’nın üzerinde yükseldiği temeli işaretleyen tesbitine kıyasla, buraya bakarsan ne göreceksin?.. “Osmanlı aklı” desen değil, “Osmanlı nizâmı” desen değil, “İslam ahlâkı” desen hiç değil. Sistem zaten onu yok etme üzerine kurulmuş. Ne kaldı geriye “temel aldığın?.” Yok. ‘Kuralsızlık bile kuraldan’ noktasına kadar incelen bir idrâkle mevcut duruma bakarsan, orman kanunundan başka bir şeyin geçerli olmadığı hemen görülebilir. Halbuki hukuk… Değil mi? Adalet onunla, mülk onunla, ahlâk onunla, ideale yaklaşmak onunla, devlet onunla… Meşruiyetinin dayanağı mânâsına… Bunları kaldırdığın zaman, devleti “örgütlenmiş ahlaksızlık” diye tarif eden Batılı aydına hak vermek gerekir. Tersinden ifâde ederken bile o; “ahlâk” veya “ahlâksızlık”… Bunu ahlâkın pıhtılaşması olan “hukuk” anlamında söylüyorum. Dün ‘kanun böyle’ deyip içeri atmışsın, bugün ‘değiştirdim kanunu’ deyip bırakmışsın… Bu kadar çok, bu kadar sık kanun değiştiren başka bir ülke var mı onu da bilmiyorum. Neyin suç olup olmadığı artık anlaşılamayacak hâle geliyor nerdeyse… Bunu şununla karıştırmamak lazım tabii ki; Hukuk, canlı, dinamik ve değişmez esaslar ve temeller üzerinde sürekli “değişen”, yenilenmesi gereken bir şey. Hayatın her ân yeniliği içinde bu tabii ve zaruri bir şey. Bu keyfe keder ‘suçlar icâd edip’, yine suç olan şeyleri keyfe keder suç olmaktan çıkarmak değil.

-Sizin dâvânız üzerinden örneklemek gerekirse?...

-Al sana hiçbir şekilde izâh edilemeyecek bir durum. Yeni Şafak’tan gelen gazeteci arkadaş soruyor; “Bu hukuksuzluğa ne diyorsunuz?..” Adı üstünde hukuksuzluk; yani suç. Ne diyeyim. Yapan orda, uygulayan burada, “Bu kadar hukuksuzluk karşısında ne diyebilirim ki” dedim. Siz gazeteci olarak bunu görüyorsunuz, öbürü bakan olarak, diğeri siyasetçi olarak, hukukçu olarak; herkesten ve her taraftan görülen hukuksuzluk. Bunu buradan düzeltmesi gereken de ben değilim. Hukuksuzluk suç değil mi?. Suçsa burada ne işim var. Farz edelim ki ben suç işledim. Sen, beni “suçlu” diye karşısına çıkaracağın hukuka uymuyorsun. Darbe, suç. Darbecilerin yargıya talimât vermesi suç. Ama talimâtla verilen karar doğru(!) Ee? Bunun böyle olduğunu Araştırma Komisyonu ile resmî rapor hâline getirdin?.. Darbecileri de “darbe yapmak suçundan” içeri attın… Şimdi sen de sorarsın; “Bu kadar çelişki karşısında ne diyorsunuz?..” diye… Ne diyeyim…
Türkiye’nin son on beş yıllık hukuk serüvenini benim üzerimden, benim aynamda seyredebilirsiniz… Şimdi bir de ben sorayım; Senin bu hukuksuzluk yapma imtiyazın nereden geliyor?.. Bu “imtiyaz”(!) başka birinin eline geçerse, sürekli çiğnediğin, üzerinden tankları geçirdiğin hukuka sığınıp, “hak ve adalet” dâvâsı güdecek misin!..
“Hukuk”u, bize karşı silah olarak kullanıp bizi boğmaya çalışanlara karşılık, biz dâvâmız, inancımız, imanımız gereği-kendi dünya görüşümüze bağlı olarak- “zerre-i miskal” hukuksuzluk yapmadık, yapmayız. Özellikle “Hukuk Edebiyatı” isimli eserimiz ve DGM’deki tarihî savunmamız, hukuk anlayışımıza dair, hukuk hassasiyetimize dair yeteri kadar ipucu verir… Hele “hukuk düzeni” adına yapılan hukuk dışı işleri göz önüne alırsanız, biz hep üstte, hak ve hukukun merkezindeyiz, onlara göre…

-Özellikle idâm kararı öncesi çok ağır işkenceler gördünüz, yaşadınız?..

-Evet, yaşadık ve yaşadığımızı da yazdık. Yeniden oralara dönecek değilim; ama şu kadarını söyleyebilirim; idâm kararını büyük bir sabırsızlıkla bekliyor, idâm edecekler ve kurtulacağım diye seviniyordum. Düşünün yani, o kadar… O zaman kendilerini “devlet” zannedenlerin bugünkü acıklı hâli ortada; şimdi “hukuk-adalet” arayıp soruyorlar mahkeme koridorlarında, cezaevi koğuşlarında. “Gücü” eline geçirenin ne kadar alçalabildiğine iyi bir örnekti o, özellikle ‘Telegram’ isimli eserimde anlattıklarım…

-Bugünle bir kıyaslama yapmak gerekirse?..

-Ölçüsüz, endâzesiz kıyaslama olmaz. Kendi “tarih muhasebemiz” açısından bir kıyaslama yapabiliriz, ama o zamanda mesele derinleşir; alâkalı olduğu mevzuları da ele almak gerekir-ki uzar- fakat dış yüzünden kabaca söylemek gerekirse; bir “tasfiye” yapıldığı herkesin malûmu; dış yüzden yılanın kabuk değiştirmesi gibi, bir “el” değiştirme. “Balkondakiler” değişince düzenin-sistemin özü değişmez, ama tabii ki politikalar, uygulamalar değişebilir, yumuşayabilir. Bizim için önemli olan; İdeolocyamızda tablolaştırılan sistem ve toplum hayalidir. Gaye odur. Ve o muhkem bir kale edâsıyla yükselmeye devam ediyor, çerden çöpten ‘düşünsel’(!) gecekonduların ortasında… Elhamdülillah…

-“Balkondakiler” mi değişti sadece?..

-Bu o kadar mühim bir mesele değil. Bir toplumda öncelikli olarak yönetici sınıfta olması gereken temel insanî vasıflar ve kültür-irfan meselesi… Yüceler Kurultay’ını hatırlayın, orda sorumluluk alacak insanda bulunması gereken vasıf ve nitelikleri… Uyanıklık, kurnazlık, yalakalık şu bu marifetiyle(!) “Balkona çıkanlar”ın, aşağıdakileri obje gibi görmeye devam etmesinde şaşılacak bir durum yok tabii ki. O yüzden niye önce “bir dünya görüşü” şartını ısrarla tekrarladığımız anlaşılmalı… Fikir diyoruz, dil diyoruz, dünya görüşü diyoruz, sistem diyoruz, bir toplum mimarîsinin temelini oluşturan bu meseleler anlaşılmadan, her biri başlı başına bir idrâk harikası olan, ortaya koyduğumuz çözüm çekirdeklerinin anlaşılması da imkânsız. Misâl olarak söylüyorum; sen gerçekten zor bir problemi tarif edip, onun çözümüne dair bir şey anlatıyorsun; ama muhatap kopya çekme-taklit derdinde. Sen ne anlatırsan anlat… Olmaz… Mesele bu çözümü bu filân derken…



-“Var olma müşkülü” gibi?...

-“Çözdük her müşkülü derlerse de ki / Sonunda var olma müşkülü kaldı…” Var olmak başlı başına bir mesele ve bütün meselelerin de başı… Varsın… Mesele başladı… Niçin?... Cevabının bulunması, aranması, verilmesi gereken bir mesele… Muhatap bu mevzuya yabancı, sığır gibi yaşayıp gidiyor diye, bu mevzu mesele olmaktan çıkmaz. Sadece; “Onun meselesi karnı doyuncaya kadarmış” olur. Cevap zarureti ortadan kalkmaz. “Varsın”… Niçin?... Hadi buyur… Bak şimdi, tâ “Kültür Davamız”dan beri anlatıp duruyoruz; insana kendini empoze eden temel meselelerin(varlık nedir, hayat nedir, sanat nedir, ölüm nedir, fert nedir, toplum nedir, insan nedir, ben kimim, zaman nedir, oluş nedir v.s.) bir sistem tutarlılığı içinde cevaplanamadığı yerde, bunlara nisbetle ele alınması gereken diğer bütün meseleler havada kalır… Bir ân için; “çözdük her müşkülü” ifadesini, “çözdük bütün insan ve toplum meselelerini” diye düşünün- ki temel meseleler çözülmeden bu imkansız ya, neyse- öyle kabul etsek bile “var olma müşkülü”, dağ gibi sahici insanın omuzunda durmaya devam edecektir… İnşallah bu söylediklerimizden, bir bütün halinde Büyük Doğu-İBDA Külliyatı’nın, niçin Mucizevarî olduğu ve Mehdi misyonuna bitişikliği de anlaşılıyordur. İnsanlığın varoluşundan bugüne temel mesele; “Var olma müşkülü…”dür…

-“Zulüm” deyince, yalnız hadisenin mağdur edebiyatına yatkınlarca kolayca anlaşılan tarafı yanında bunun bir de…

-Zulmün, zulme maruz kalanı mağdur ettiği bir gerçek tabii… Tamam. Şimdi… Zulme uğramak başka, gördüğün zulme hangi şart altında olursa olsun direnmek başka, “edebiyat yapma” denilen cinsten, hakikatsiz ve abartılı zulüm veya mağdur edebiyatı yapmak başka, bizzat yaşanmış bir zulmü, zalimliği tesbit başka… Bu çerçevede kendi adıma şunu söyleyebilirim rahatlıkla; Zalim olmaktansa mazlum olmayı tercih ederiz… Bakın ne kadar hassas bir inceliğe işaret ediyorum, dikkat edin; Zalim olmaktansa mazlum olmayı tercih ederim… Özellikle Üstad’ımı başa alarak, hem Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar’ı, hem Son Devrin Din Mazlumları’nı hatırlatarak… Bunları hatırlayınca O’nun işaretiyle yazdığım- dünyayı kalburdan geçirircesine- dört ciltlik “Büyük Muzdaripler”i hatırlamamak olmaz… O zulme ve bu ızdıraba yabancı olmadığımızın delili hâlinde… “Zalimin” dünyada ve ahirette Allah’ın gazabına hedef olması da unutulmamalı tabii…

-“Cinnet Mustatili” de var?..

-Cinnet Mustatili… Ne kadar derin tedailere yol açıyor, bir adı da Yılanlı Kuyu… Reis Bey… Özellikle bu ikisi “cezaevi tabloları” açısından-müdâfâlarım da dahil- husûsen hukuk, adalet, suç ve ceza kavramlarını da insanî ve İslamî bir hassasiyetle bir temele oturtması açısından ayrıca ele alınabilir, “anlayış” noktasından diyorum tabii ki. Mevzunun “zindan edebiyatına” girmeden, Üstad’ımın Cinnet Mustatili eserini de hatırlatarak, benim “Telegram” ve “Ölüm Odası” çerçevesinde yazdığım ve yaşadıklarıma bakmak kâfi..

-Bu “Arab Baharı” denilen hadiseleri, herkes bir ucundan bir tarafa çekiyor?

-Bir şeyler oluyor. Olup biteni-olup bittikten sonra- siyasî istismar-kendi lehine- ayrı mesele, hadisenin çok farklı bir arka plânı var; sanırsın dünya sancılanıyor… Doğum sancısı mı, ölüm sancısı mı; düğüm bu. Yanlış hatırlamıyorsam Amerikan Dışişleri Bakanıydı; “Gerçekçi olalım, ne olup bittiğini biz de anlamıyoruz, neticenin nereye varacağını bilmiyoruz” gibi laflar ediyordu. Hadise ortada ama, “niyetler başka başka” olmasından hareketle, Zamanın Maksatlılığı’ndan-bizim için- onunla irtibatlı, ona rabt olmuş bir şuurla sezmeye çalışmak lâzım; Zamanın maksatlılığına rabt olmuş bir şuurla değerlendirmek… Bu da ideolocya demek, sistem demek… Bunun gerektirdiği bir oluş çabası ve duruş yoksa; dünya yıkılsa sana ne gibi bir yere varır. Orda öyle olur, burda böyle olur… Sen “nesin?” nerdesin ve kimsin, “hastanın” karşısında doktor-doktor keyfiyeti ile- çözüm reçete sunan bir yerde mi, hastayı seyreden meraklı kalabalığın içinde mi, durduğun yer neresi…

-“Çözüm süreci” konusunda ne düşünüyorsunuz, bu konuya bakışınız?..

-Bu konudaki tavrımız bugün değil yirmi sene öncesinden belli… O gün ortaya koyduğumuz “çözüm”de… O yüzden; yirmi senedir Kürtlere küfredip, bugün yalancıktan “kardeşlik edebiyatı” yapanlara mukabil, Türk-Kürt kardeşliğinin hakikatini teslim edende biziz; bizim ideolocyamız temelinde açtığımız keyfiyet şemsiyesidir…. Çözülecekse, biz bu “çözüm sürecinden” tabii ki memnun oluruz… Bu ayrı dava. Ama, “amasız barış olmaz” diyorlar ya, bizim de insan ve toplum hayatına bitişik, -Türk’ü de Kürd’ü de ilgilendiren- ;”yaşanmaya değer hayat sorusuna teklif ettiğin sistem ne?” Sorumuz baki… Cevabımızın İslam’ın kefaleti altında ve sistem çapında ortada olduğu gibi… “Niçin savaşıyordun da, şimdi niçin barışıyorsun gibi” işin aslına ve hakikatine dair mevzulara hiç girmiyorum…

-Bu yeni süreçte Hizbullah da partileşti biliyorsunuz?...

-Bu vesile ile buradan onlara da selamlarımı gönderiyor, hem televizyon kanalları, hem de yeni kurulan partileri için hayırlı olsun diyorum. İslâmın hakimiyeti, ümmetin topyekûn kurtuluşu dâvâsı söz konusu olduğunda, garazsız ve ivâzsız bütün mü’minler kardeştir…

-Yarı resmî, yarı sivil ‘Necip Fazıl’ı Anma’ etkinlikleri bu Mayıs ayında da ‘şarkılar, türküler eşliğinde’ birçok yerde, farklı çevrelerce kutlanıyor(!). Bu konuda?...

-Bazen insanın nutku tutuluyor, hani ‘bu ne yahu böyle’ dersin… Onun gibi… Şimdi diyelim ki bir insanın O’nun mânâsına ve dâvâsına zıt çevre ve kişilerce, O’nun “mânâsı ve dâvâsını” tahrif amaçlı gayretleri neyse de… Bir de “O’nun tarafından”mış, “gibi”lerin hali… İşte bunu bir yere oturtmak çok zor… Ne yapıyorsun, ‘Necip Fazıl’ı Anma’… Evet? Birisi; “Necip Fazıl büyük adamdı…”, diğeri; “Olur mu, Necip Fazıl daha büyük adamdı…”, öbürü; “Ne diyorsun sen, Necip Fazıl daha daha daha da büyük adamdı…” Bu… Bu mudur yani… Bu pohpohtan en çok nefret eden, bizzat “andığın” adam… “Mış gibiler…” Söyledim, O’nun mânâsına-davasına zıt… E, ne takâza yapıyorsun… Pislik… (…..) Nuh Aleyhisselâm gemiyi yaparken, kâfirler pislik yapmak için, gelip gemiye pislerlermiş… Allah onlara öyle bir illet veriyor ki, tek çaresi; kendi pisliklerini vücutlarına sıvamak… Vicdan, utanma, Allah korkusu?.. (…..) Vesilesi geldi madem ölçüyü de söyleyelim; Bir büyüğü ancak bir büyük metheder… Alimi alim, arifi arif, veliyi veli… O da bir hikmete, bir inceliğe mebnidir… Aynı ölçü içinde; âlimi âlim bilir, arifi arif olan… Ee, senin de esnaf kılıklı hâlin ortada… O’nun manası ve davası etrafında, böyle bir incelikle ele alınmadığına göre, ne bu goygoy!... Hademenin başhekimi “takdiri”(!) cinsinden takdirler. Öyle yapacağına önce bir hademe keyfiyetinden kurtulmaya baksana… Erin Generali övmesi gibi, bayağılıklar… (…..) Demin söyledim; bir büyüğü ancak bir büyük metheder… Hiç bir şey anlamıyorsan bu mânâdan pay almaya bak. O’nu mânâsı, davası ve gayesi dışında- bu arada bizi de yemiş oluyorlar(!) tabii- “anma ve değerlendirmeler” hep aynı kapıya çıkar… “Dâvâ ve mana” dediğin kapılar daha açılmadan suratına kapanır… Ondan sonra da kendi şeyini üzerine sıvazla dur; ‘o bir dehaydı, olur mu dehadan da dehaydı, ne diyorsun sen o dehadan dehadan daha dehaydı’ filân… Kelâm yalama oluyor.(…..) defalarca yazdık, söyledik, anlattık; Büyük Doğu’nun muradı İbda’dır… Gösterdik, eğer derdiniz bunu perdelemekse, o treni kaçırdınız… Elhamdülillah. İstediğiniz kadar debelenebilirsiniz, bu “mânâ” artık hiçbir hile ile boğulamaz şekilde, cemiyet meydanında heykelleşmiştir, Allah’ın izniyle…

-Genel olarak gençliğin durumunu nasıl görüyorsunuz veya bu çerçevede söylemek istediğiniz Bir şey var mı?..

-Adres belli, adresi bulduktan sonra, neyi nasıl yapacağını da “bulduğun” adresten öğrenmek üzere, estetik, diyalektik, ideolojik ve politik sahalarda, “gençliğe” yol gösteren “pusula” hüviyeti ile; fikir sistemi- dünya görüşü... Bunu işaretledikten sonra, bu “temel ihtiyacı” hâllettikten sonra diyelim, diğer hususlar, zaman, mekân, imkân ve keyfiyet şartlarına bağlı olarak değerlendirilecek hususlar... Misâl olarak söylüyorum: Millet tarlasını, üniformalı ve üniformasız genç fidanlar ve yeni ekinler hâlinde donatmak gerektiğini işaretlemişim. “Bu nasıl olacak” diye sorduğunuzda; fikirdir, ruhtur, sistemdir, İslâma Muhatap Anlayış'tır... Böyle bir “nisbet noktanız” olmasa, tarla da gider elden, fidanları da tanıyamazsınız... (...) Meseleyi daha aktüel plâna çekmek istemenizi anlıyorum, fakat bildiğiniz gibi 15 senedir zindandayım, o yüzden meseleyi hep fikir plânında ele alıyorum. “Anadolu Gençlik” diyorsunuz, rahmetli Erbakan Hoca'nın millî bir çizgide tutmak için çok büyük bir gayret sarfettiğini bildiğim gençliğin, bugün fikrî bakımdan çok ileri bir aşamada olduğunu görmek, Anadolu'nun ruh ve mânâ köküne sahip olarak “Anadolucu” çizgide durmasını ve bu çizginin fikir zeminini güçlendirmesini çok mühimsediğimi söyleyebilirim...(...) “Fikir zemini” sağlam olduktan sonra da, zaten kendi “ideal nizâmına” doğru tabiî bir tekâmül olacaktır; konjöktürel savrulmalara karşı bu temel çok mühim... (...)Anadolu Gençlik de içinde olarak, bütün gençlikte, “fikir”e duyulan ihtiyaç ve alâkanın artmasını çok önemli buluyorum tabii ki... Hele bugün, bu şartlarda bu daha hayatî bir önem arzediyor. Hem küresel saldırı ve dayatmalara, hem de “iç” ve “dış” kaynaklı konjoktürel savrulmalara karşı durabilmek açısından bu çok mühim...(...)

-Ülke gündemindeki hadiselerle ilgili pek değerlendirme yapmıyor diye bir görüş ve beklenti var?

-Öyle mi?... İlginç. Bunu da yeni duyuyorum bak… Madem öyle, önce şunu söyleyeyim; Eşya ve hadiseleri İslam’a- İslamî gayeye nisbetle değerlendirebilmenin yegâne ideolojisini, bakış açısını, dilini, diyalektiğini, ölçülendirme ölçülerini ortaya koyduktan sonra, günlük hadiselere dair ânı ânına bizden yorum beklemek-hadi dışımızdakiler neyse- ortaya koymuş olduğumuz “dünya görüşü”ne tamamen yabancı olmak anlamına gelir. Veya bizi bir “siyasi parti lideri” gibi görme yanlışlığının sonucudur… Bizim durduğumuz yer belli… Fikrin, işlendiği, uygulandığı ve bunun pratikteki sonuçları görüldüğü zaman yaptığımız değerlendirmeler de ortada… Kaldı ki siyasete usûl ve metod dâvâsını getiren biziz, çünkü fikri koyduk önce ortaya, sonra fikre nisbetle “olması gereken”i… Usûl ve metod tabii olarak fikrin, fikir sisteminin davet ettiği bir mesele… Yani teori-pratik ilişkisinin sürekliliği ve bunun “ilke”lerinin olması gerektiği… Teoriye nisbetle atılan adım-pratik, bu pratikle zenginleşen ve hedefe doğru ilerleyen teori vesaire… Şimdi bütün bu temel meseleleri es geçip, “siyaset” deyince “hangi partiye oy verelim yani?”yle karşıma çıkılırsa, tabii ki söylenebilecek fazla bir şey kalmaz… Buna içinde bulunduğumuz şartları da ilâve edersiniz, tabiidir ki günlük, günübirlik hadiselerle ilgili değerlendirme yapmamıza gerek kalmaz… Ayrıca şunu da söyleyeyim, o anlamda, ne dün ne de bugün basit siyasî itiş kakışların içinde olmadık, olmayız da. Misâl söylüyorum, ben siyasî bir şuuru temsil ediyorum diyelim, bu şuura nisbetle tavrım ve duruşum bellidir…
Diyelim ki; “fikirde müphem, aksiyonda açık” olmak ideolocyamızın hüviyetidir, özünde mündemiçtir. Sen şimdi geçmişsin oraya, en ufak bir şekilde meçhule hürmet tavrı olmaksızın, fikirde “dır, dır, dır”la konuşuyor, açık olman gereken aksiyonda da, sarhoş yürüyüşü gibi bir sağa bir sola yalpalayıp duruyorsun… Bu mu anladığın o ilkeden! Hadi bu esası anlamadın diyelim, onun bu kadar tersine davranmayı nasıl başarıyorsun ben de bunu anlamıyorum… Bu, “fikirde müphem” mevzunu da anlattık, bu “müphemlik” belirsizlik mânâsına değil tabii ki…

-Telegram Mevzu çok konuşuluyor son zamanlarda?...

-Bu konuda söylenebilecek ne varsa yazdık, söyledik hemen hemen… “Konuşuluyor” derken sizin kasdınız meselenin bir şekilde gündeme gelmesi mi, kulaktan dolma malûmatlarla, farkında-veya farkında olmadan- olayın sulandırılması mı?...

-Her ikisi de…

-Meselenin gündeme gelmesi, anlaşılıyor olmak bakımından sevindirici tabii ki. Ama “telegramı” bilerek konuşmak lâzım. Benim, yapılan işe telegram ismini vermem, onun “Ölüm Odası” isimli Mücerred bir dünyayı toplayan hücre hâlinde, benim hayatın nihayeti ve nihâi gayesi amacıyla girişeceğim toplam bir muhasebenin içine, bir kader sırrı olarak hapishâne hayatım ve bu hayat içinde yerini alan bir vakıâ şeklinde dahil oldu. Her şey gibi tesiri adamına göre bir iş, bende temel muhasebem içinde müthiş bir kemirgen rolü oynadı. Üstelik telegram, sürekli bir iş ve bahsi geçtiği şekilde beni sadece beden değil, ruhî olarak da takibte ve tacizde… Bu mevzuyu isbat ve izah çerçevesinde konuşmaktan yoruldum ve söylenebilecek nihâi şeyleri de söyledim sanıyorum; devlet telegram yok desin… Bu konuda bilir bilmez konuşanlara gelince; bir misâl veriyorum hadiseyi tarif için, sonra bir bakıyorum, hâdise ortada yok, “misal” gerçek diye konuşulmaya başlanmış… Olmaz. Hani adamlar bilmediği bir mevzu olunca, ‘ben bu konunun uzmanı değilim’ diyor. O kadar. Bilmediğin, anlamadığın bir mevzuda “ya tutarsa” diye değerlendirme yapılır mı. Bunun tekrar bana ezâ olarak dönmesi de var; bilen konuşmuyor, bilmeyen susmuyor hesâbı… Olmaz tabii ki. Son zamanlarda bu konuyu bilerek konuşanların gündeme getirmesinden de memnun olduğumu ayrıca belirteyim…

-Bir de şu dikkatimi çekiyor; sizin bir mevzu anlatırken verdiğiniz orijinal misâller var, mevzuyu bilmiyorum ama ‘misâller” neredeyse herkesin dilinde, bu da bana her zaman ilginç gelmiştir?...

-Böyle kaba saba bir yaklaşım olmaz. Biz bir fikri, bir düşünceyi, bir mânâyı, bir hakikati anlaşılır kılmak için bir misâl veriyoruz, mânâ-hakikat ortada yok, “misâli” tekrarlayıp duruyorsun. Olmaz. Anlaşılması gereken, misâllendirilen hakikat, misâl de onun için. Bir mesele üzerinde, meseleye dair.(…..) Kur’an’da çok sık geçer; Allah kelamında… “Görmedin mi! Allah nasıl bir misâl verdi”, “İşte Allah böyle misâller verir” diye… Bu tür ifadeler çok… Bir “mânâyı” ifade etmeye çalışırken…



-“Güzel söz”ün ağaca benzetilmesi var?..

-İbrahim Sûresi’nde, meali tam olarak hatırlayamadım şimdi…(“Güzel söz, kökü yeryüzünde sabit, dalları göğe uzanan bir ağaç gibidir. Ki o ağaç Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir.” Mealen böyle… Devamında da; “Allah insanlara düşünüp ibret alsınlar diye işte böyle misâller verir…” diyor.. ş.s.) Ne kadar zengin, uçsuz bucaksız tedailere yol açıyor değil mi; “kökü yeryüzünde sabit, dalları göğe uzanan…” Aynı şekilde “kötü söz”ün de “köksüz kötü bir ağaç”a benzetilmesi… Sanıyorum bunu devamındaki ayette mealen; “Allah iman edenleri dünyada ve ahirette sağlam bir söz üzerinde tutar…” seziliyor mu bilmem…(……)
İmanın “zevken idrak” olması, bunun da şiir idrâkiyle sezilebildiği hakikatine nisbetle, anlamak, hissetmek, sezmek lâzım; “sağlam bir söz üzerinde” olmak… Allah kelâmı, Resûl kelâmı ve bize en “yakın” olan Veli kelâmı… “Veli kelâmı” buğusu içinde de; İslam’a Muhatap Anlayış dâvâsı… Her örgüsü tamam, tezadsız bir dünya görüşü, bir anlamda “sağlam söz”ün sistem olarak ifadesini bulmuş hâli. “Mustakîm yol” anlamıyla da “istikâmet” üzere… Bütün Büyük Doğu-İbda Külliyatı’nı bu ölçünün mânâsı önüne yığabilirsiniz… Bu tür ölçülerin papağanvâri tekrarlanmasına niçin şiddetle karşı çıktığımız da anlaşılıyordur herhâlde, “dır-tır” yok… Sanırım tedâi etmiştir; “Ölüm Odası”nın alt başlığı gibi her hafta tekrarlanan şiir; “…. Döllenir kelimeler kelimelerle/ Sura üflenmeden önce soyumuz…” Kelime… Söz… ve güzel sözün; “her zaman meyvesini vereceği..” Allah kelâmıyla sabit…



-Sizin Lügât tiryakiliğiniz ve bunun fikir ve sanat hayatınızda çok farklı bir yeri olduğu da biliniyor; Tilki Günlüğü’nden Lügât-ı Salihûn’a kadar?...

-Lügât tiryakilğim… Evet… Nasıl başladı, vesilesi neydi oralara girmiyorum. Bütün kainât kelimeler hâlinde lügatte toplu… İdrâk lisanla mühürlendi. Lügât içine doğuyor, lügât içinde kendimizi tanıyor, tanımlıyor, kendimizi onunla ifâde ediyor, bir bakıma onunla da ölüyoruz. Her şey onunla; dil, düşünce, fikir, sanat, hayat… Harf, kelime; belirme, taayyün mânâsına geliyor. Anlama onunla, anlaşma onunla, fert onunla, toplum onunla, ilim onunla… Cehâleti ifâde onunla… Bu mânâda anlaşılmak üzere; Lügât hayattır, tâ kendisidir; “mânâ”nın ve “mânâlandırma”nın… Sevgimiz, nefretimiz, öfkemiz, kavgamız, topyekûn hayat, varlık ve oluş… Varlık; Allah’ın kelimeleridir, her şey… Bu söylediklerim etrafında, “Lügât tiryakiliği…” İnsan dil içine doğar ve kendini dil içinde idrâk eder. Tek başına bu hakikat bile “Varoluş Müşkülü”ne yaklaşabilmenin “cümle kapısı”nın “Lügât-Lisan” dâvâsı olduğunu göstermeye yeter. Sürekli mevzular içinde gösterdiğimiz ölçü; “Herşeyden önce kelâm vardı…” Ne demiştik? Her şeyden sonra kalan da o… Lügât tiryakiliğimin izleri buralardan süzülebilir… Terkibî bir hüküm hâlinde söylersek; “Kâinat bir dildir, ama karanlık ve belirsiz bir dil; insan bu dili el yordamıyla anlamaya çalışır ve yapacağı işler için talimât çıkarmaya uğraşır… Ve sır, bütün ifade biçimlerine hep karşı koyacaktır…” Bunun yanı sıra kendi dünya görüşümüz Büyük Doğu-İbda’nın-her dünya görüşü ayrı bir dildir- nasıl bir dil zenginliği ve hafıza derinliği taşıdığı da, bu “Lügât tiryakilği”nden görülebilir… Hülâsa; “Lügât’in tercümesi yanında- Yer eder ehl-i dilin cânında.”

-Evvel eski bir “anlaşılmama” mevzu var… “Anlaşılmanızın zor olduğu” meselesi?..

-Bu da eski ve eski olduğu kadar da eskimemiş yeni bir mevzu demek ki… Fazla teferruata girmeyeceğim; bir şeyi anlamamak, ya mevzunun derinliği ve çetrefilliğiyle ilgilidir veya muhatabın donanımsızlığı-şuur seviyesi- ile ilgilidir veya bu ikisini de kapsar şekilde; “dil”in imkânları ile ilgili… Misâl olsun diye söylüyorum; “Matematik bir dildir, matematikçiler o dili konuşur ve problemleri o dil içinde çözer. Bunun gibi; “her dünya görüşü ayrı bir dildir” derken, demek ki, herkesin bildiği değil de “öğrenilmesi” gereken şeyi de işaretlemiş oluyoruz… Şimdi ben sorayım; tâ Kültür Davamız’dan beri, bu muazzam dil zenginliği içinde, bu muazzam diyalektik örgü içinde, neyi anlamaya çalıştın da, gayret ettin de neyi anlamadın?... Sadece “anlama-anlaşılma” üzerinde dahi, yeterli çaba ve gayretle yoğunlaşılmış olsa, fikrin derinlik buudu zevkini muhatabına verir. Bu bile başlı başına tutturmaya çalıştığımız mayanın “sefil kolaycılık ve ucuzculuk” işi olmadığını, bunu dışladığını göstermeye kâfidir. Şiir zevki, estetik idrâki, lisan kültürü, sanat çabası, ilim gayreti hep bunun etrafında oluşan şeyler değil mi…

-Bu çok kronik bir mesele olduğu için…

-Kronik- mronik, neyse… Tamam, “anlaşılmış” olanlara bakalım?.. “Anlamak”, anladım iddiasının dışında, anlamışlığın tezahürleri ile görünecek bir keyfiyet değil mi? Hani?.. O keyfiyet(anlamak) iş ve eser olarak görünürlük kazanmadığı sürece, anlamak ve anlamamak arasındaki FARK da “görünmeyecektir…” Bari bunu olsun anla!.. Dil, dünya görüşü, hayat tarzı gibi meselelere hiç girmiyorum…(……) Hadi, bilmeden konuşmak, anlamadan yazıp çizmek gibi basitlikleri es geçelim… Orda o kadar eser, o kadar mevzu… Hiç birini okuyup anlamıyorsun ama, iş “uçurmaya” veya “batırmaya” gelince, hop ölçüsüz endazesiz atlıyorsun… Biri “okuyucu”ların, diğeri “okumaz”ların hâli… Ne garip… Hâlbuki iki taraf içinde ön şart; “tanımak…Anlamak…” Birinde, insan bilmediği, tanımadığının düşmanıdır, diğerinde düşmanını düşmanından daha iyi tanıman gerektiği ölçüsü… “Küfrün kaynağını bilmek” de dahil…

-Bir de sizin her meselede, “usûl dâvâsı”nı önceleyen, başa alan bir tavrınız olduğu biliniyor?..

-Buna sevindim… Çünkü hangi mevzu olursa olsun, önce “usûl” gelir. Herşeyde bu böyle, usûl… Bak bu konuşmada bile bir usûl var, o olmazsa, bu konuşma olmaz. Benim durduğum yer itibariyle, mevzumuz İslam’a Muhatap Anlayış davası olunca, bu mevzu daha hayatî bir önem kazanır. Bunu niçin söylüyorum, bakın ilimlerde daima “usûl” önce gelir; önce “hadis usûlü” sonra o usûle göre öğrenilen Hadis ilmi… Fıkıh, tefsir, kelâm… Bunlar hep öyle, aynı sistemle öğretilir, sosyal ilimlerde de aynı şey… İslam’a Muhatap Anlayış davasının merkezinde de “doğru bir usûl” mevzu vardır; İslam’a Muhatap olmanın usulü… Eserlerimiz boyunca bunun yüzlerce misâlini verdik; “Mutlak Ölçü”lere hangi idrak seviyesinde muhatap olunabileceğinin… Mutlak Ölçüler’e götüren “vasıta sistem”le mümkün olduğunun… İslamî bir devlet-toplum-hayat tarzı inşâı gibi bir drdi ve meselesi olanların öncelikle bu mevzuyu anlamaları gerektiğinin… Bizim yıllardır çilesini çektiğimiz dava; müthiş bir imkânsızlık içinde otomobil icad edip, üretip, “muhatab”a hediye ettikten sonra, bir de ona, şöförlüğü, bununla nereye nasıl gidebileceğini öğretmek gibi, zorların zoru bir dâvâ… İslam’a Muhatap Anlayış… Bu “zor” mademki başarılmıştır, gerisi kolay… Allah’ın izniyle..
En genel mânâda-mevzumuz İslam’a Muhatap Anlayış- bütün “kötü, çirkin ve yanlışların” kaynağında “usûlsüzlük”, “iyi, güzel ve doğru” sonuçlara ulaştıran işlerin başında da “usûle riayet” vardır. Bir mevzuda “usûl”e uyulmasına rağmen “yanlış bir sonuç” ortaya çıksa bile bu kalıcı bir yanlış olmaz, doğruya tahvil edilebilir… Ama “usûlsüz”lükte?... O yüzden, “usûl” mevzuna göre, “o işe yanaşabilmenin” ön şartı ve kurallarını da ihtivâ eder. Misâl, yürümek istiyorsan, önce, oturduğun yerden ayağa kalkacaksın, “oturduğun yerden koşmak” diye bir şey olmaz, işte “usulsüzlük” budur!... Bir meselede “usûl” belirlendiği ve bilindiği zaman, kaba saba dış şartlar ve şekil benzerliğinden doğan mânâ kaymaları-hedef sapmaları da olmaz… Bu anlaşılmayınca da, “ağız yolunu bilmiyorsun” ama pilava kaşık sallamaya devam…

-Bunu sormam belki abes olacak ama yine de sormak istiyorum; sizin etrafınızdaki bir takım itiş-kakışları da duyuyorsunuzdur mutlaka?..

-Evet, abes. Hiçbir şekilde duymak istemediğim bir soru. Ama madem soruldu, ölçüleri hatırlatma vesilesi yaparak cevablıyalım; tabi ki, içinde bulunduğumuz şartlardan dolayı, hepsi olmasa da bazı şeyler çalınıyor kulağa… Bu da ayrı bir ezâ… Yüce bir ideale göz diken insanların, basit itiş kakışlar içinde olamayacağı bir bedahet. Bir ideale kendini adamış insan, en önce “basitlik” ve “sığlıktan” kurtulmuş insan demektir. Düşünün ki “Biz”i tarif eden şey, şu kadar sayıdan müteşekkil “külliyatımız”da ifade edilmiş fikirlerdir. Şimdi, o fikirlere külliyen yabancılığı gösteren “basitlikler”, bu sarayın çevresinde olmaması gerekir. Sarayın içinde, içine girende zaten olmaz. Fikre odaklanması gereken ilgi, alâka, merak, fikre değil de sığ ilişkilere ve “şahsa ilgiye” çevrilirse böyle basitlikler ve itiş kakışlar olur. Yani ayıp. Yakışmaz!..

-“Her şeye sahtesi musallat” sizin ifadeniz. İşin hakikatinin davet ettiği zorluktan kaçıp, taklide yeltenenler kasdıyla…

-Şapşal bir taklidin, insanı taklit ettiği şeyin hakikatinden büsbütün uzaklaştırdığını söyleyen de biziz… “Asıl”a yabancı olmak da, sahte gibi… Aynı neticeye çıkar. “Asıl” dan kastettiğimiz; fikrimiz, dünya görüşümüz… Onun dili, diyalektiği, ahlâkı, kültür edâsı, duruşu, telkin ettiği tavır, estetik idrâkı… “Asıl” bunlarda görünür… Sırf “görünme hevesi” ile olacak şeyler değil bunlar… Okumadan, anlamadan olmaz. Ne düşünüyoruz, ne yazmışız, ne anlatıyoruz… Değil mi?.. Olmaz…
Allah’ın ezelî ve ebedî kanunu; ihlâs olmayan yerde tekâmül olmaz.
Üstadıma nisbetimi; “Şahıs değil, fikir… Fikrinden dolayı şahıs” şiarıyla, hayatımız ve eserlerimizle nasıl muhkem bir zemine oturttuğumuz görülmüyor mu? Ne demektir kuru bir şahıs alâkası!.. İlgi, alâka ve merakın fikir üzerinde yoğunlaşması gerektiğini tekrar tekrar hatırlatmaya ne gerek var… Ben yiyince sen doyuyor musun? Yok… Ee, o hâlde ne bu takâzâ… Sofra orda… Açsan, oraya…

-Bir de, tamamen sizin dışınızda olan bazı hadiselerin de, sanki sizin kefâletiniz altında oluyormuş gibi, yanlış bir algı var, zaman içinde oluşan?..

-Olmaz öyle şey… Bu şartlar altında?.. Hiçbir ilgim ve bilgim olmayan bir şeye ne gibi yani, nasıl bir kefâletim olabilir?... Varsa eğer öyle bir algı, tamamen yanlış. Böyle bir algıya kapı açmak da ayrıca yanlış.(….) “Kârı tamamen kendine ait olmak üzere birisine sermaye vermek”; İbda’nın bir anlamı da bu değil mi?.. Ben sana sermaye vermişim, batırmışsın, öbürüne sermaye vermişim, işlete işlete büyütmüş, sermayeyi. Diğeri zaten çulsuz, bir başkası har vurup harman savurmuş sermayeyi, ne bileyim ben… Olmaz. Sanki ben herkesin yaptığı şeye kefilmişim gibi. Sermayeyi vermişim “n’aptın onu?.” diye daha sormamışım bile sana. Bunu bile sormamışken, ne kefâleti. Yaptığı şeyin sorumluluğunu almayan, yaptığı işin fikre uygunluğuna bakmayan… Olur mu öyle şey. Hani sermaye onu göster sen önce bana… Şimdi bu misâl de “ona buna para veriyor” diye anlaşılmaz inşallah… Bir şey asıl maksadının dışına çıktığında-çıkarıldığında buralara kadar düşer mesele.(…..) Bizim açtığımız “keyfiyet şemsiyesi” altında, kendi keyfiyetlerini parıldatmaları gereken yerde, keyfiyetsizliklerini gizleme-veya görünmesin- gibi bir hileli(nefs hilesi) duruş, sahibine zarar herşeyden önce…. (……) “Takdir” ve “tekdir”imiz ayrı, müsbet çaba ve gayretleri taltif etmemiz tabii. Bunlar başka şey. Ama, her durumda, benim duruşum(durduğum yer) belli değil mi. “İbda Reçetesi” ne mânâya geliyor, süs olsun diye yazmadık bunları.(…..) Netice şuraya gelir; İnsan “anladığı” kadardır. Bu mânâda da ben fikrime, eserlerime kefilim; her zaman ve daima…

*Mayıs 2013
F Tipi Cezaevi
B2.7.40 / BOLU

* FİKRE ÖZGÜRLÜK PLATFORMU: PLATFORMUMUZUN KURUCUSU GAZETECİ ŞÜKRÜ SAK'IN İBDA MİMARI SAYIN SALİH MİRZABEYOĞLU İLE GERÇEKLEŞTİRDİĞİ SOHBET-İNTİBANIN MİLLİ GAZETE'DE YAYINLANMAYAN KISMIYLA TAM METNİ.

Salih Mirzabeyoğlu: "Suçlu olan affedilir ben af istemiyorum"
07 Mayıs 2013



MURAT ALAN’IN RÖPORTAJI

Brifingli yargının ömür boyu ağırlaştırılmış hapis cezasına mahkum ettiği mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’yla Bolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde yaptığımız görüşmenin ikinci bölümünü yayınlıyoruz.

İki gardiyanın dikkatle takip ettiği görüşmede 10 yıldır hücrede tutulduğunu söyleyen Salih Mirzabeyoğlu, görüşmenin son bölümünde hem kendisine yönelik bakış açısını hem de İslami kesimin son 15 yılda yaşadığı sürece ilişkin eksikliklerini eleştirdi. Kendisini en çok yaralayan şeyin “ihtiyarlık ve kocama” gibi gerekçelerle tahliye edilmeye çalışılması olduğunu vurgulayan Mirzabeyoğlu, “Adil bir yargılama olsaydı sonuç böyle olmazdı. Ben af istemiyorum. Suç affedilir, affedilmemi gerektirecek bir şey de yapmadım” şeklinde konuştu.

İşte Mirzabeyoğlu’nun sorularımıza verdiği cevaplar:



Brifingli yargının ömür boyu ağırlaştırılmış hapis cezasına mahkum ettiği ve 10 yıldır hücrede tutulan mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, kendisini en çok yaralayan şeyin “ihtiyarlık ve kocama” gibi gerekçelerle tahliye edilmeye çalışılması olduğunu söyledi.

Akit: Son dönemde “Mirzabeyoğlu’na af”, “28 Şubat’ın yargı kararları iptal edilsin” ya da ‘yenilensin’ gibi girişimler hakkında ne diyeceksiniz?
Salih Mirzabeyoğlu: Bunu sormanız çok iyi oldu. Mesela benim bilgimin dışında gelişmeler yaşanıyor ama adeta benim çabammış gibi gösteriliyor. Bolu Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan bir yazı gönderdiler. Aynen şöyle diyor: “Bolu Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Cumhurbaşkanlığı’na hitaben sunup bakanlığımıza gönderilen 12.05.2012 tarihli dilekçesinde, hastalığı sebebiyle kalan cezasının affı talebinde bulunan Bolu F Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda tutuklu bulunan Salih İzzet Erdiş’in muayene sonucu Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulu tarafından düzenlenmiş, hali hazır durumda hastalık, bunama, kocama hali olmadığı anlaşılmıştır.” Bakın benim böyle bir talebim olmadı. Bu dilekçeyi ben vermediğim halde adeta ben böyle bir talepte bulunmuşum gibi yazı kaleme alınmış. İradem dışında Adli Tıp Kurumu’na götürüldüm. Araştırıldığında Konya’dan kimliği belli olmayan bir şahsın başvurusu görülüyor. Yargı kararlarının iptali veya yenilenmesine ise olumsuz bir tavrım söz konusu değil. Ama hastalık, bunama gibi şeylerle ilgim yok.

"BENİM DURUMUM ÖNEMLİ DEĞİL ÖNEMLİ OLAN MÜSLÜMANLAR"

Akit: Bu açıklamanızdan affedilmek istemediğinizi anlıyorum. Doğru mu?

Salih Mirzabeyoğlu: Bunu başında da söyledim. Ben davam bazında bakıyorum olaylara. O gözle değerlendiriyorum. Önemli olan Müslümanların faydası. Benim bu uğurda çektiğim sıkıntılar, İslam davası baz alındığında önemsiz kalır. Ayrıca kuru kuru dışarı çıkan olmak da istemiyorum. Bunun bir anlamı yok. Buradan ikide bir de götürülüp ifade vermekten, Adli Tıp doktorlarına bir şeyler anlatmaktan sıkıldım. Bir süre sonra her şey başa sarıyor. İnsan aynı şeyi anlatıp anlatıp duruyor. Bu durum çok rahatsız edici. Bundan sıkıldım.

Akit: Davanın yeniden görülmesi durumunda mevcut dosyanın ele alınacağı söyleniyor. Yani sizin aynı şeyleri defalarca anlatmanıza gerek yok gibi.

Salih Mirzabeyoğlu: Öyle bir şey olursa buna sevinirim. Onun dışında “Beni affedin” demiyorum, demem de. Suç işlemiş kişi af ister. Ben bir suç işlemedim. Zaten ortada beni suçlu çıkaracak bir delil de yok.

"YAPTIKLARININ HESABI SORULMALI"

Akit: 28 Şubat davasına bakış açınız ne? Malum, sizin aldığınız idam cezasının geri planında da bu davaya konu sanıklar var.

Salih Mirzabeyoğlu: Olumlu bir gelişme.

Akit: Çevik Bir, İsmail Hakkı Karadayı ve Metin Çetinbaş gibi şahıslar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Salih Mirzabeyoğlu: Yaptıklarının hesabı sorulmalı ama kişisel olarak bir nefretim, düşmanlığım olamaz. Olaylara bakarken davamı merkeze oturtmam daha uygun düşer. Önemli olan Müslümanların bilinçlenmesi, gelişmesi. Bu duruma bir faydası olacaksa önemli bir gelişme.

"MÜSLÜMANLARIN NE KADAR HAZIRLIKSIZ OLDUĞU ORTAYA ÇIKTI"

Akit: ‘Müslümanların bilinçlenmesi’ dediniz... Arap Baharı denen süreç bu durumun bir göstergesi mi?

Salih Mirzabeyoğlu: Arap Baharı ile aslında Müslümanlar ne kadar fikirsiz olduklarını gördüler. Yıllarca halklarını sömüren diktatörler öyle veya böyle devrildi, fakat boşluk doldurulamadı. Mısır’da Hüsnü Mübarek, Libya’da Muammer Kaddafi devrildi. Peki ne oldu? Yerine şuurlu bir yapı oturtulabildi mi? Aksine, Müslümanların ne kadar hazırlıksız olduğu ortaya çıktı.

Akit: Sizin hedef alınmanızın altında da bu neden yatıyor olabilir mi? Zira eserlerinizde bir İslam devletinin nasıl olması gerektiğini en ince teferruatına kadar yazdınız.

Salih Mirzabeyoğlu: İstenilen şey zaten Müslümanları şuursuzlaştırmak. Yönetim kabiliyetlerini zayıflatmak ve hatta yok etmek. Bilinç algısı kapalı, ne yapacağını bilmeyen bir İslam kitlesi istediler. Bunun aksini iddia eden, bir fikir ortaya koyan herkesi yok etmek istediler.

"TELEGRAM YÜZÜNDEN NAMAZIMI KESMEK ZORUNDA KALIYORUM"

Akit: Yıllardır Telegram’a maruz kaldığınız söyleniyor. Nasıl bir şey Telegram? Günlük yaşantınızı nasıl etkiliyor?

Salih Mirzabeyoğlu: Uzunca bir süredir Telegram yöntemiyle, çeşitli görüntü ve seslerle işkenceye maruz kalmaktayım. Günlük yaşantım Telegram’ın bendeki etkisine göre değişip şekilleniyor. Bilindiği gibi hücrede tutsak durumdayım. Üç hücrenin ortak kullandığı bir havalandırmaya açılıyor hücrem. Her gün saat 13.00 ile 16.00 arasında buraya çıkmama izin veriliyor. Ancak bu zaman dilimine gelindiğinde ben çıkmak istesem de Telegram’ın üzerimde bıraktığı etki sebebiyle, uğradığım işkence sebebiyle bitkin düşüyorum ve havalandırmaya çıkacak halim olmuyor.

Akit: Nasıl bir yöntem kullanıyorlar?

Salih Mirzabeyoğlu: Sözlü ve fiilî tacizlere uğruyorum. Bazen fiziksel şiddete de dönüşüyor. Dış ortama ilişkin algıların tamamı beyninizde yaşandığı için beyne müdahale bütün mekanizmayı çökertiyor. Kimi zaman namaz kılarken bile Telegramcıların sözlü ve fiilî tacizlerine uğruyorum. Meselâ secdeye varıyorum, o zaman bile küfürlü sözlerle karşılık veriyorlar. Bu yüzden namazlarımda zorlanıyorum. Bazen namazımı kesmek durumunda kalıyorum. Kur’an okurken, özellikle bazı harfler üzerine geldiğimde adeta şok uyguluyorlar. Televizyon hiç izlemiyorum neredeyse. Televizyonun açısını değiştirdiğimde biraz hafifliyor. Manyetik bir etki alanı gibi her yeri sarmış durumda.

Akit: Ne zaman yatıyorsunuz?

Salih Mirzabeyoğlu: Genelde saat 17.00 gibi yatıyorum. Akşam da saat 20.00’de sayım yapılıyor. Sayımda uyanıyorum, sabah 6-7’ye kadar uyumuyorum.

Akit: Nasıl yani? Hiç uyumuyor musunuz o saate kadar?

Salih Mirzabeyoğlu: Gece 22.00’den sabah 7’ye kadar uyumuyorum. Namazlarımı kıldıktan sonra yazı yazmaya koyuluyorum. Ancak Telegram’dan dolayı bu program kimi zaman tam tersi şeklinde gelişiyor. Bazı günler hiç yazamıyorum.

Akit: Telegram’la ne amaçlanıyor?

Salih Mirzabeyoğlu: İtibarsızlaştırma, delirtip değersizleştirme.

"AKILLARINI İSLAM’IN EMRİNE VERSİNLER"

Akit: Eserleriniz ve fikirlerinizin Müslümanlar üzerinde ciddi bir tesiri var. Bizim aracılığımızla onlara iletmek istediğiniz bir mesaj, tavsiyeniz var mı?
Salih Mirzabeyoğlu: Bizi sevenler, selam söyleyenler, iletenler ve kalbinde bize sevgi besleyenler sağ olsunlar. Allah yar ve yardımcıları olsun. Müslümanlarla ilgili ise şuurlu olmalarını tavsiye edebilirim. Kuru politikaların esiri olmasınlar. Bu durumu aşsınlar. İçgüdülerini akılla denetim altına alıp, aklı da İslam’ın emrine versinler.

Kaynak: http://www.yeniakit.com/suclu-olan-affedilir-ben-af-istemiyorum-2864h.htm

Mirzabeyoğlu: "10 yıldır hücrede yaşıyorum. Kimsesiz bir ortam... Duvarlarla çevrili daracık bir odada tecrit altında tutuluyorum."



Postmodern darbecilerin brifingli yargısı tarafından idam cezasına çarptırılan, idamın kaldırılmasıyla cezası ömür boyu ağırlaştırılmış hapse dönüştürülen mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, zindana girişinin 15. yılında

Akit’e konuştu: ‘Pişmanız’ Deyip Kurtulamazlar

Mirzabeyoğlu ile 4 saat

Akit: Hoş geldiniz. Nasılsınız?

Salih Mirzabeyoğlu: Asıl siz hoş geldiniz. Ben uzunca bir süredir buradayım. Allah’a şükrediyoruz iyi olmak için. Böylesine bir tutsaklıkta nasıl olunabilirse öyleyiz.

Akit: Yaşam koşullarınız nasıl?

Salih Mirzabeyoğlu: Dışarıdan bakılınca sorun yokmuş gibi görünüyor ancak göründüğü gibi değil. Heyetler gelip bakıyor, yaşam alanlarını, sosyal alanları inceliyor. ‘Yeterli’ deyip gidiyorlar. Oysa öyle değil. Bu, elli kiloluk bir yükü taşımaya benziyor. Bu yükü bir dakika omuzlayan şahıs ‘ooo hafifmiş, ne var ki bunda’ diyebilir ama devamlı taşıyan kişi ancak zulmün ağırlığını anlayabilir. 10 yıldır hücrede yaşıyorum. Kimsesiz bir ortam... Duvarlarla çevrili daracık bir odada tecrit altında tutuluyorum.

BAŞINDAN SONUNA BİR TİYATROYDU

Akit: İsterseniz direkt kamuoyunun merak ettiği hususlara girelim. Nasıl gözaltına alındınız? Çatışma ortamı diye yazıldı çizildi o dönem. Doğru mu?
Salih Mirzabeyoğlu: (tebessüm ediyor) Bu mevzuya çok da girmek istemiyorum aslında. Yani çocuklarımın üzerinden anlatılmak da anlatmak da hoş değil, istemiyorum. 28 Aralık 1998’de öğle sıralarında gözaltına alındım. Bir okulun önünde çocukları beklediğim sırada birkaç sivil otomobil hızla gelip önümde durdu. Otomobilden inen kişiler hiçbir kimlik göstermeye dahi gerek duymadan “hadi gidiyoruz” dedi. Ellerimi kelepçeleyip, gözümü bağlayıp beni İstanbul Terörle Mücadele Şubesi’ne götürdüler. Terörle Mücadele’de günlerce gözaltında kaldım. Sorgudan geçirildim. O dönem İstanbul İl Emniyet Müdürü olan Hasan Özdemir ve savcı olduğunu tahmin ettiğim dördüncü bir kişi de sorgu sürecine katıldı. Bizim gözaltı ve yargılama sürecimiz başından sonuna tiyatroydu. Zaten bunu açıkça da ifade ettiler.

Akit: Kim ifade etti?

Salih Mirzabeyoğlu: Sorgucular arasında bulunan ve isminin Bahri olduğunu öğrendiğim komiser. Komiser Bahri “Aslanım, kimse senin kitaplarını okumayacak. Buradan savcının önüne ne giderse odur. Başka bir şey yok” diyerek, bu sorgulamanın asıl amacını izah etmiş oldu. Bizi hiç tanımadıkları sordukları sorulardan belliydi... O güne kadar yazdığım onlarca kitabın birini bile okumamışlardı. İBDA’nın ne olduğunu bile bilmiyorlardı.

BELLİ BİR SÜRE SONRA “NE OLACAKSA OLSUN” DİYORSUNUZ

Akit: Sorgunuzu biraz daha açar mısınız?

Salih Mirzabeyoğlu: Ramazan’da gözaltına alındım. Korkunç bir baskı altında devam etti sorgu. Tabii adı sorgu. Aslında niyet belli: İşkenceyle istenilen sonucun alınması.
Kimi zaman 14 saat aralıksız sorguda kalıyordum. İrademi kırmaya çalışıp, tüm suçları kabullenmem isteniyordu. Durum öyle bir hal almıştı ki ifademi yazıya döken Komiser Bahri, yanında bulunan diğer polise dönerek “Bir şey çıkmaz bu ifadelerden. Araya İBDA-C falan sıkıştırmak lazım” şeklinde yönlendirmelerde bulunuyordu.
Günlerce süren baskı dolu polis sorgusuna oruçlu ve uykusuz nasıl dayanabilirsiniz. Belli bir saatten sonra ‘Artık ne olacaksa olsun. Bu iş bir an önce bitsin’ diye düşünüyor insan. Emniyet savcılık ve daha sonra o ibretlik yargılama süreci başladı.

Akit: Örgüt liderliğinden ceza aldınız değil mi?

Salih Mirzabeyoğlu: Mahkeme safahatı zaten biliniyor. Hakimi değişti. Sedat Karagül gitti, yerine Metin Çetinbaş geldi ve karar açıklandı. Karar metnindeki ifade aynen şöyle: “Kumandan Salih Kod Salih İzzet Erdiş’in örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tespit edilememiş olmakla beraber... Lidersiz bir örgüt düşünülemediği gibi örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer.” Bir tiyatroya dönüşen yargılamanın kararı ancak böyle verilebilirdi ve verildi.

ASIL HEDEF DAVAMI İTİBARSIZLAŞTIRMAK

Akit: 9 klasör mahkeme evrakı inceledim. Suç işlediğinizi ortaya koyan, sizi doğrudan suçlu duruma düşürecek, örgüt lideri olduğunuzu belgeleyecek bir tek delil göremedim. Buna rağmen idam ya da müebbet almanızı neye bağlıyorsunuz?

Salih Mirzabeyoğlu: Hedefleri tamamen itibarsızlaştırmaktı. Asıl hedef ben gibi görünsem de en önemli amaçları benim kanalımla davamı itibarsızlaştırmaktı. Fikir hareketini bitirmek için böyle bir operasyona giriştiler. Gözaltına alınıp tutuklanmamla sonuçlanan sürece kadar ne yaptıysam şu anda da aynısını yapıyorum. Yazıyorum, düşündüklerimi yazıyorum. Ben bir Müslümanım ve buna göre şekillendirdiğim düşüncelerimle yazıyorum. Dedim ya; hedef ben değilim, hedef düşüncelerim.

Akit: Mesela yargı sürecinde ilginç bir durum yaşanıyor. Ele geçirilen ruhsatlı av tüfeği rejimi yıkmak için kullanılacak silah, ortak olduğunuz fırından aldığınız aylık 150 lira da örgütün finansmanı olarak nitelendiriliyor.

Salih Mirzabeyoğlu: Şimdi olay şöyle: Ben bir yazarım, neşriyatla uğraşıyorum. Ticaretle işim olmaz. Arkadaşlar fırın açmak istediler. Bana da ‘Gel sen de para koy, 3 ortak açalım. Sen sadece koyduğun para kadar elde edeceğimiz gelire ortak ol’ dediler. Ben de gücüm nispetinde ortak oldum ve cüzi bir kâr payı aldım fırından. Olay tamamen bu. Sizin de tespit ettiğiniz bu durum dahi yargılamanın nasıl bir mantıkla yapıldığını ortaya koymuyor mu?

KAÇARKEN, YAKALANMIŞIM GİBİ GÖSTERDİLER

Akit: Dönemin egemen medyası hakkınızda çok yazdı çizdi. Bu da itibarsızlaştırmanın bir parçası mıydı?

Salih Mirzabeyoğlu: Kesinlikle öyle. Dava sürecinde medyanın yazıp çizdikleri bu durumun bariz örneği. Ben Tuzla’da, evimin yakınındaki okulun önünde gözaltına alındım. Fakat buna rağmen televizyon kanalları gözaltına alınmamı çok farklı bir şekilde verdi. Mesela yanlış hatırlamıyorsam Show TV “Hücre evine baskın” başlığıyla duyurdu gözaltımı. Düşünsenize sanki firari bir kaçaktım da beni kaçarken yakalamışlar. İtibarsızlaştırma ve halkın aldatılmasına dönük yayınlar bununla da bitmedi. Yakalandığımız yer de bir güzel kurgulanmıştı. Adeta koyun ağılı gibi, hayvan barınağı gibi bir yerde yakalanmışız gibi gösterdiler haberlerde.

Akit: Saadettin Ustaosmanoğlu’nu da gözaltına almışlar korumanız diye. Koruma olmak için biraz fazla ufak tefek gibi?

Salih Mirzabeyoğlu: (tebessüm ediyor) Güya korumammış. Daha önce bir defa Bursa’da görmüştüm. Ben İstanbul’un bir ucunda ikamet ediyorum, o ise Fatih’te. Ve buna rağmen benim korumam olduğu iddia edildi.

Akit: Nazik tavrınızdan aldığım cesaretle soruyorum. Silahlı mücadeleyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Salih Mirzabeyoğlu: Silahlı mücadele ne reddedilebilir ne de kabul edilebilir bir şeydir.

BANA NİYE ‘KUMANDAN’ DEDİKLERİNİ DİYENLER SÖYLESİN

Akit: Dava dosyasında sık sık zikrediliyor. Neden kumandan diyorlar size?
Salih Mirzabeyoğlu: 70’li yıllarda arkadaşların kullanmaya başladığı bir ifade. Bu soruyu benden ziyade diyenlere sormak lazım. Bana kumandan diyenlere sorarsanız daha net cevap alırsınız.

Akit: 28 Şubat döneminde sizi yargılayanlar, hakkınızda iftiralar kaleme alanlar, tankların arkasından kükreyip asılmanızı isteyenler şimdi sus pus oldu. Kimisi ‘Evet bu ceza çok’, kimisi ise ‘Yargılamada hatalar yapılmış olabilir’ diyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

MÜSLÜMANLARA SALDIRANLAR HESAP VERMELİ

Salih Mirzabeyoğlu: Onlar o havanın adamları. Etki altında kalarak yapanlar, dönemin egemenlerinden çekinip bu kararları verenlerden ziyade bu eylemin fikir babaları, bizzat uygulayıcıları, zihin ve bedenlerini bu amaç için kullananların durumu değerlendirilmeli. Korkmuş susmuş, korkmuş ‘tamam’ demiş, çekindiği için imza atmış. Bunlar önemsiz şahıslar ama diğerleri susarak, ‘Pişman olduk, yanlış yaptık’ diyerek asla kurtulamazlar. Müslümanlara yönelik böylesine bir saldırıda bulunanlar hesap vermeliler. Korkarak, kaçarak kurtulamazlar. Ölümü göze almamış birinin öldürmeye de hakkı yoktur.

SOVYETLER HİÇ YIKILMAZ DİYORLARDI AMA...

Akit: Bu olayların arkasındaki kişiler çok mu güçlülerdi, yoksa çok mu cesur davranıyorlardı?

Salih Mirzabeyoğlu: Kurdukları küfürle dolu beşeri düzenin hiç yıkılmayacağını sanıyorlar. Zulüm ve baskı düzeninin hiç sarsılmayacağını düşündükleri için böylesine pervasız olduklarını sanıyorum. Bu durum biraz da Sovyetler Birliği’nin durumuna benziyor. Romanya’da bir talebem vardı. ‘Sovyetler Birliği hiç yıkılmaz, sonsuza kadar devam edecek’ diyordu. Ama bunu söyledikten sadece 3 yıl sonra o devasa ülke koca balon gibi bir anda patladı. Aslında beşeri her yapı gibi Sovyetler Birliği’nin de yıkılması mantık dahilindeydi ama öylesine bir algı, öylesine bir baskı ortamı vardı ki zayıflığı gözle görülmüyordu. Bugün bile Sovyetler’in neden dağıldığına net bir açıklama getirilemiyor. İşte Türkiye’nin içinden geçtiği süreç de böyle bir süreçti. 28 Şubat döneminde böyle bir algı vardı.

AHLAKSIZ İŞKENCEYE KARTEL ÖVGÜSÜ

28 Şubat’ın belki de en ağır mağduru mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’ydu. Postmodern darbenin sivil işbirlikçileri tarafından olmadık işkencelere maruz kalan Mirzabeyoğlu ve arkadaşları, tiyatroya dönüşen yargılamaya itibar etmeyince zorla götürülmelerine karar verildi. 25 Ocak 2000’de sabaha karşı Metris Cezaevi’ne olağanüstü bir operasyon yapıldı. Devlet, Mirzabeyoğlu’nu zorla koyduğu cezaevinden yine zorla çıkardı. 1 kişinin öldüğü, çok sayıda kişinin de yaralandığı operasyon sonrası adliyeye getirilen Mirzabeyoğlu, 12 Eylül dönemini aratmayan bir uygulamaya tabi tutuldu. Saçı sakalı zorla tıraş edilmiş, yüzü yara bere içinde olduğu gözlenen Mirzabeyoğlu ayakta durmakta zorlanıyordu.
O dönemin kartel medyası ise kendi mahkumunu, mahkum ettiği yerden zorla çıkarmayı becerebilmiş yöneticileri “İşte bu kadar”, “Metris’in üç aslanı yolunmuş tavuk”, “Kafasını jandarmanın copuna çarptı” şeklindeki başlıklarla alkışlıyordu.

27 Ocak 2000 tarihli Star Gazetesi, cuntacıların Mirzabeyoğlu’na yapılan işkenceyi şu çirkin ifadelerle legalleştiriyordu: “1- Jandarma koğuşa dalınca uyanıp alnını ranzaya çarptı. 2- Sendeleyerek kalktı, ayağı kayınca burun üstü düştü. 3- Kalkayım dedi, uyku sersemiydi. Dipçiğe gözünü vurdu. 4. Kendini topladı. Kapıdaki askılığı görmedi, kulağını taktı. 5. Jandarma sıkı sıkı sarılınca boynuna kan dolandı. 6. Koğuştan çıkıyordu, kapıyı açık zannetti.

Yeni Akit Murat Alan

Prof. Dr. Nevzat Tarhan'ın,Ülke Tv'de "Mirzabeyoğlu ve telegram" hakkında söyledikleri...
Mehmet Atılgan



*** *** **** **** ***
Turgay Güler : Salih Mirzabeyoğlu sürekli gündeme geliyor. Kendisine Telegram yapıldığı söyleniyor. Nedir bu Telegram ? Tespit edilebilir mi ?

Nevzat Tarhan : Telegram tarzında söylenen yaklaşım aslında zihin kontrolünün popüler kültürde çok ifade biçimi diyebiliriz. Zihin kontrolde elektromanyetik alan oluşturularak ve radyo dalgalarıyla, radyo frekanslarıyla bir insanın beyni etkilenebilir. Mikro dalgalarıyla etkilenebilir bununla ilgili çok deneyler var yapılıyor. Bunun gibi bu Aselsan intiharlarında da bu çok soruşturuluyor. Bir kimse bir yerde çalışıyor ya da hücrede duruyor bu kimsenin idaresi dışında ona radyo frekansı dalgalarla beynine sürekli mikro dalgalarla kişide zaman ve mekan algısı bozulabilir, zihninde bir kaos oluşturulabilir, "Burası neresi, ben nerdeyim" gibi bir his oluşturulabilir. Bir insana devamlı yaptığın zaman o insanda müthiş bir yorgunluk, bitkinlik, baş ağrısı gibi belirtiler oluşur. Bilimsel olarak bir kimseye elektromanyetik alan oluşturarak bir hücerede tutarak mahvetmek mümkündür. Ama onu tuşlarla yönetmek tarzında bir zihin kontrolü kast ediliyorsa Telegram'dan, şuanda bununla ilgili bir bilimsel bilgi yok. Irak'ta ki Saddam'ın direnç gösterememesinin sebeplerinden birisinin bu olduğu söyleniyor yani elektro manyetik silah. Geleceğin silahı, önümüzdeki yılların en etkili silahı. İnsan beynini isterse pişirebiliyor tabi.

Turgay Güler : Bu anlaşılabilir mi ? Bir insana böyle bir elektro manyetik uygulamayla alan oluşturularak beyninde hasar oluşturulabilirse anlaşılabilir mi ? Mesela Salih Mirzabeyoğlu Telegram'a maruz kaldı mı ?

Nevzat Tarhan : (Teknik incelemelerden bahsediyor) Mirzabeyoğlu'nun gerçekten Telegram'a maruz kaldığı gözüküyor ama bu zulmün nasıl bir zulüm olduğu bilinmiyor ve ortada tanımlanmış, kamuoyunu aydınlatan bir bilgi de yok. Yani burada bir mazlumun ahı, o bölge insanlarına musibet olarak yeter. Eğer burda bir zülüm varsa, bu zülume duyarlı olmak gerekiyor. Bunun için bu boyutta 28 Şubat'ın devam eden bir zulmü gibi gözüküyor Buna karşı duyarlılık, muhakkak bir duyarlılık gösterilmesi gerekiyor. Emniyet güçlerinin, devlet istihbaratının bu konuda aşırı bir gereksiz bir hassasiyet içerisinde, bu kişileri mağdur ettiği ile ilgili toplumda bir algı oluştu. Bu alıgının değiştirilmesi gerekiyor. Adelet herkese lâzım. Yani burada adaletin işlemediğini söyleyebiliriz.

Turgay Güler : Herkes farklı düşünebilir ama burada onun mağruz kaldığı bir zülüm var ve çok tuhaf bir şekilde herkes sessiz kalıyor

Nevzat Tarhan : İmraliya karşı sempati başladı toplumda ama burada Salih Mirzabeyoğlu'nun durumu çok ilginç .

Kaynak: http://www.turkiyetime.com/

Bir 28 Şubat Mağduru Mirzabeyoğlu
Ayşe Müzeyyen Taşçı
22 Temmuz 2013

Pazartesi Salih Mirzabeyoğlu, Büyük doğu Hareketinden etkilenen ve ölümüne dek necip fazıl Kısakürek’in gölgesinden ayrılmayan biridir. 1984’te Necip fazıl’ın vefatı ile “İbda” yı kurmuş ve 89’a kadar kırk eser neşrederek ibda külliyat oluşturmuş. Ayrıca Mirzabeyoğlu’nun 50 den fazla kitabı ve pek çok da makalesi neşredilmiştir.

Mirzabeyoğlu kendisini; batı tefekkürü ve İslam tasavvufu kanatları ile uçan bir su kuşuna benzetir. Taraftarları ise onun, modern Müslüman aydın tipolojisine karşıt batı tefekkürü ve İslam tasavvufu kanatları arasında kendi kavramalarını üretebilmiş bir mütefekkir ve ideolog olduğunu savunurlar. Üstelik o sadece yazan değil yazdıklarını hayatına geçirme mücadelesi veren bir aydındır.

Sonuç itibari ile büyük doğu okulunda yetişmiş bir mütefekkir bir mutasavvıftır Mirzabeyoğlu.

Türkiye’nin 28 Şubatı yaşadığı günlerde Mirzabeyoğlu çocuğunu okuldan almak üzere caddede beklerken aniden karşıdan kendisine doğru gelmekte olan oğlu ile arasına sivil araçlar girer. Üstelik henüz ilkokul öğrencisi olan oğlu ezilmekten kıl payı kurtulur. Baba, çocuğunun korku dolu bakışları arasında hızla kelepçelenerek araca sokulur ve araçlar geldiği gibi yine hızla oradan uzaklaşır..

Adana DGM’nin talebi üzerine tutuklanan ve günlerce süren sorgulama sonrasında memurların “bu sorgudan bir şey çıkmaz araya İbda-C filan sıkıştırın” talimatı ile sorgulama süreci devam eder.

Sorgulamanın mesnedini her sorduğunda, Mirzabey’in aldığı cevap aynı olur. “Yukarıdakiler böyle istiyor”.

İstanbul DGM’nin“kendisi kitap yazan, dergilerde makaleleri çıkan bir şahıs. Hiçbir örgütsel faaliyete katıldığı, talimat ve emir verdiği bilgisi yoktur” şeklindeki açıklamasına rağmen Mirzabeyoğlu “terörle mücadele” kapsamında yargılanır.

Mahkemelere katılmayan Mirzabeyoğlunun kaldığı metris cezaevine bir sabah baskını düzenlenir. Noel Baba operasyonu denen bu baskından sonra mahkemeye getirilen Mirzabeyoğlunun tüm vücudunda ağır işkence izleri vardır ve malum basın bu konuda da vazifesini yapar.(!) konuyu hem alaycı ve hem de kışkırtıcı tavrıyla manşete taşır.

1998’de başlayan yargılama 2003’te neticelenir ve 99 suçun faili olduğu “iddiası” ile Mirzabeyoğlu önce idam sonra ise “ağırlaştırılmış müebbet” cezasına çarptırılır.

Mahkeme hâkiminin yıllar sonra -emekli olduğunda- mahkeme sırasında -baskı gördüğünü - itiraf etmesine rağmen süreç hala devam etmektedir.

Mirzabeyoğlu 15 yıla yakın bir süredir hapishanededir ve bunun on yılını hücrede yatarak geçirmiştir. “Olmayan bir örgütün komutanı” olmakla suçlanan Mirzabeyoğlu ayrıca bu süreçte “telegram” yolu ile işkenceye tabi tutulduğunu söylemektedir.
Nitekim Mirzabeyoğlu -Elektronik manyetik dalgalarla kişi üzerinde etkili olan- telegram nedeniyle yaşadığı işkencelerin sonuçları öne sürülerek kendisine deli veya kafayı sıyırmış biri muamelesi yapıldığını her fırsatta dile getirmektedir.

Yaşadıklarını göz önünde bulundurarak 28 şubatı tam anlamıyla “İtibarsızlaştırma, aşağılamanın bir arada olduğu bir süreçti” şeklinde değerlendirir Mirzabeyoğlu..

Dile kolay, Ömrünün 15 yılı, 15 ramazanı ve 30 bayramı Mirzabeyoğlu için kendisi gibi hücreye hapsolmuştur.

Esasen, serbest bırakılması için toplumsal mutabakatın sağlandığı ve iki yıldır bu konu farklı şekillerde dilendirildiği halde hala atılmış bir adım olmaması, gerekli mercilerin konuya duyarsızlığının şaşırtıcı olduğunu ifade etmek isterim.

Oysa 28 Şubatın tozu dumanı arasında kaybolan ömür ve hayatlara adalet iadesinde bulunulurken yanına Mirzabeyoğlu’nun özgülüğü de -eklenmeliydi-eklenmelidir.
http://www.timeturk.com/tr/

Pazartesi 23:13Bu haber 369 kez okundu.
Öcalan’a öyle Mirzabeyoğlu’na böyle
Akit 28 Şubat cuntasının mağdurlarından mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun hücresine ait çok tartışılacak skandal bir fotoğrafı ele geçirdi. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 20 metrekare olan hücresinin nemden şikayet ettiği gerekçesiyle değiştirilmesine karar verilirken, İBDA-C tutuklusu Salih Mirzabeyoğlu’nun 2005 yılından bu yana 9 metrekarelik “ölüm hücresi”nde alıkonulduğu ortaya çıktı. Eni 2.10, uzunluğu ise 4.70 cm olduğu öğrenilen hücrede çekilen fotoğrafta, eski ve yırtık bir yatak, paslı bir raf, plastik bir masa ve tabure ile 37 ekran bir televizyon bulunduğu görülüyor.

Öcalan’a öyle Mirzabeyoğlu’na böyle
19 Ağustos 2013



PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 20 metrekare olan hücresinin nemden şikayet ettiği gerekçesiyle değiştirilmesine karar verilirken, İBDA-C tutuklusu Salih Mirzabeyoğlu’nun 2005 yılından bu yana 9 metrekarelik “ölüm hücresi”nde alıkonulduğu ortaya çıktı.

Akit 28 Şubat cuntasının mağdurlarından mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun hücresine ait çok tartışılacak skandal bir fotoğrafı ele geçirdi.

Eni 2.10, uzunluğu ise 4.70 cm olduğu öğrenilen hücrede çekilen fotoğrafta, eski ve yırtık bir yatak, paslı bir raf, plastik bir masa ve tabure ile 37 ekran bir televizyon bulunduğu görülüyor. Hücreye ait fotoğraf bir fikir adamına reva görülen insanlık dışı muameleyi açıkça ortaya koyarken, Mirzabeyoğlu’nun avukatı Ali Rıza Yaman defalarca yetkilileri uyardıklarını, ancak olumlu bir netice alamadıklarını söyledi.

ZİNDANDAN BETER

Akit, 28 Şubat’ın brifingli yargısı tarafından ömür boyu hapisle cezalandırılan İBDA-C hükümlüsü mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun hücresine ait çok çarpıcı bir fotoğraf ele geçirdi. Bolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’ndeki hücresinde kısa süre önce çekilen fotoğraf yüz binlerce seveni bulunan, onlarca eser kaleme almış bir fikir adamının zor şartlar altında yaşamaya mecbur bırakıldığını belgeliyor. Fotoğrafta ilk göze çarpan ayrıntı şüphesiz odanın darlığı ve demirbaşların kir pas içinde olması. Genişliği 2 metre 10 santim, uzunluğu ise 4 metre 70 santim olduğu belirtilen hücrede çekilen fotoğrafta, yıllar öncesinden kalma, defalarca boyandığı belli olan, yer yer kabarıp altındaki pasın ortaya çıktığı eski bir ranza, plastik bir masa, üzerinde bir semaver, plastik küçük bir banyo taburesi, kullanım ömrünü yıllar önce doldurmuş nevresim ve yatak, 37 ekran bir televizyon ile mini buzdolabı olduğu görülüyor.
Tuvalet ve banyonun da bu alana dahil olduğu vurgulanırken, hücrenin kapı ve kaloriferinin de pas ve rutubetten nasibini aldığı göze çarpıyor.

AVUKATI: “NAMAZINI DAHİ YATAĞININ ÜSTÜNDE KILIYOR”

Kamuoyunda ilk defa Akit gazetesinde yayınlanan hücre fotoğrafı hakkında görüştüğümüz Salih Mirzabeyoğlu’nun avukatlarından Av. Ali Rıza Yaman; “Maalesef gösterdiğiniz fotoğraf ve bana aktardığınız tüm bilgiler doğru. Salih bey, fotoğrafta da görüldüğü üzere, küçücük bir alanda esir tutulmaktadır. Kaldığı hücreye dahil olan tuvalet-banyo, masa ve yatağın kapladığı alanı düştüğümüzde geriye sadece 70 cm. uzunluğunda, 40 cm. genişliğinde küçücük bir alan kalmaktadır. Seccade serip, namaz kılacak yeri dahi olmadığı için namazını yatağında kılmak zorunda kalmaktadır. Bu durum Mirzabeyoğlu’nun yaşam koşulları hakkında yeterli bir ayrıntıdır diye düşünüyorum” dedi.

28 ŞUBAT YARGI KARARLARI İPTAL EDİLMELİDİR

Türkiye’de barışın tam anlamıyla tesis edilmesi için 28 Şubat yargı kararlarının bütün sonuçlarıyla birlikte iptal edilmesi gerektiğini kaydeden Av. Ali Rıza Yaman sözlerini sürdürdü: “Barış süreci, ilgi ve alâkaya değer bir süreçtir. Âkil insan olmanın ölçüsü fikirdir. Âkil insanlar fikre nispetle mesele konuşurlar. Fikir ise Türkiye’de esirdir. Fikri gündeme almaksızın gösterilecek her çaba, son kertede boşa çıkacaktır. Unutulmasın ki, barışın yolu adaletten geçer. Adaletin yolu da Bolu’dan... 28 Şubat yargı kararları bütün sonuçlarıyla birlikte iptal edilmediği ve başta Bolu olmak üzere birçok yerde adalet tesis edilmediği müddetçe, bu ülkede adalet de barış da basit bir iddiadan ibaret kalır. İnsanlar, ‘4. Yargı Paketi de geçti, ama Mirzabeyoğlu hâlâ niçin içeride?’ diye bize soruyor. Biz de ilgililere aynı soruyu soruyoruz. Ve fakat iyi niyet temennilerinden başka bir şey görmüyoruz. İyi niyet temennilerinin mânâsı şüphesiz vardır. Ama somut adımın yerini hiçbir şey tutmaz.”
Kaynak: Yeni Akit

AKP İst. İl Bşk önünde 4. kez Mirzabeyoğlu'na özgürlük eylemi
22.09.2013



BAGİ, Güldenizde Elifler Platformu ve Anti-kapitalist Müslümanların katılımıyla 4. kez Mütefekkir Mirzabeyoğlu'na Özgürlük için AKP İst. İl Bşk. 'da eylem yaptı...

Eylemde yapılan basın açıklamasında; 28 şubat NATO darbesinin idam cezası verdiği 58 eser eser sahibi Müslüman Fikir adamı Salih Mirzabeyoğlu 15 yıldır esir tutulduğu, bu esaretin 11 yılı AKP iktidarı dönemde geçmiştiğinden sözedilerek. "Başbakan Erdoğan bu ayıbın düzeltilmesi için 31 gün önce bir söz vermişti. Söz hala yerine getirilmedi." denildi.
haber1001

AKP İstanbul İl Başkanlığı önünde 7. Hafta / 7. Protesto:
"Zalim emire karşı hak sözü söylemeye devam edeceğiz"

13.10.2013



Güldenizde Elifler- ve Büyük Anadolu gençliği BAGİ Mirzabeyoğlu'na özgürlük için AKP İstanbul İl Başkanlığı önünde 7. eylemini düzenledi: "AKP 52 gün önce verdiği sözü hala tutmadı..."

İşte basın açıklamasının tam metni:

Kamuoyu’na

Bugün burada sayın Başbakanın, fikir ve aksiyon adamı sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun özgürlüğü için verdiği sözün 52. gününde bu sözü unutturmamak maksadıyla 7. Kez toplanmış bulunuyoruz…

Yeniden hatırlatıyoruz ki bu söz tutulmamıştır.

Bu hafta, Sayın Mirzabeyoğlu’nun Avukatları tarafından 8 Ekim 2013 tarihinde kamuoyuna sunulan basın açıklamasından bir bölümünü okuyacağız:

Mirzabeyoğlu Davası, herkesin bildiği üzere, olağanüstü bir dönemde, 28 Şubat’ta başlayan bir davadır.

Olağanüstü dönemde görülen bu davada birçok hukuk cinayeti işlenmiş ve hukuk, işlenen cinayetin basit bir âleti konumuna indirgenmiştir.

Bu yönleriyle hu
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Sal Tem 30, 2013 7:03 pm    Mesaj konusu: Compulsion For Democracy / Salih Mirzabeyoğlu Alıntıyla Cevap Gönder

Compulsion For Democracy(*)
Salih Mirzabeyoğlu(**)



(..)The democratic regime which, for the West, is a sort of toothed Wheel interacting between themselves through which they have reduced the negative effects (otherwise which might cause a general destruction of their own due to the wars in which they are involved against each other) is for the Islamic world and the third world, only a poison which is covered with chocolate. In brief, while the fight between brothers within the family is prevented and solidarity is maintained, in countries where democracy is imported, the members of society are shifted from the sovereignty of the state and the citizenship of a state to the status of “world citizenship” and “New World Order,” of which characteristics have been described by the West. By means of the concept of state which is reduced so as to protect individual rights and freedoms and which is based on sovereignty of nation, they have a purpose of their own, that means, to tame these so called “sovereign nations” and make them slaves of the “New World Order!”



We are about pointing out the legal, political, economic, social and religious aspects and particulars of the democracy of the “New World Order.” Here is the significant point we would now like to note:
“While the democracy which arises from the Western society and the Western way of life is exported to others as an extension of colonialism which is also an integrated part of the West and western way of living, it turns into something strange and irrelevant to the original one. This situation not only gives them a sort of right to intervene in the name of democracy but also opens the door abundant possibilities for explanation in an indirect way!”

In the previous parts, we have noted the fact that there are overlapping and identical points of the principles of democracy and the “International Law,” the United Nations organization, the European Convention on Human Rights and the European Economic Community. Within this framework, we already know that powerful states intervene in other countries’ affairs and use their military forces whenever it is to their economic and/or political interest. And also we know that whenever they have no prospective profit, they just sit back and watch.



It is a widely known fact that the West, led by the United States, along with the states which have become slaves to it, attacked Iraq; basing their savage invasion on clauses of International Law like “it is prohibited to gain territories by force” and saved Kuwait in the name of the (jerk!) Kuwaiti administration. It is another widely known fact that they just sat and watched the Serbians attack and kill Muslims in Bosnia-Herzegovina and that we, as the slave countries, powerless to do anything but watch and mourn the victims. The West has not only witnessed a cold-blooded massacre but has also imposed an embargo on weapons and prohibited Bosnians to purchase any weapons to protect themselves. Russians brazenly attack Chechnya; no one knows what sort of decision the West will make in the future, but the West is contented with watching and not intervening for the time being. There is not much point in going further back to multiply such examples or going forth to add the possible ones. What matters is to grasp the spirit and the core of these things.(..)
*Salih Mirzabeyoglu, The State of Başyücelik The World Order, Translator Abdullah Davudoglu, Istanbul, Ibda Yayınlari, 2009, p 103-4
The first edition of “The State of Başyücelik” was published in 1995. In 1999, the book was banned and confiscated. In 2004 an expurgated second version was published.



** Salih Mirzabeyoglu (63) is a Turkish thinker-ideologist who has written 57 works so far.

His works are mainly about law, fine arts, ethics, philosophy, mathematics, physics, mythology, linguistics, history, literature, poetry, mysticism and so forth.
He is an anti-capitalist and anti-imperialist activist as well although he has never been involved in an action and remained at an intellectual level all his life.

Mirzabeyoglu was arrested at the end of 1998 as an opponent of the actual regime and was arbitrarily sentenced to death penalty in 2001 because of the accusation that he wanted to change the actual constitution by force. However, the court under the influence of the military authorities could not show any evidence for that and they even admitted that he has never been involved in any violent action. All they could claim was that his works might inspire his readers and encourage them to disobey the regime.

That death penalty was commuted to heavily isolated life imprisonment afterwards.

Salih Mirzabeyoglu has been in a prison cell for 15 years. In spite of all the tortures and injustices he has been going through for years, he still resists and writes his works. Furthermore, he has written nearly 20 of his works in a-few-square-metre prison cell.

Bu metnin Türkçe orijinali için: http://millibirlikruhu.blogspot.com/2013/07/muhim-olan-isin-ruhunu-ve-esasn.html

Kaynak: http://millibirlikruhu.wordpress.com/2013/07/29/compulsion-for-democracy-salih-mirzabeyoglu/

Balbay'ı gören Hürriyet 15 yıldır Mirzabeyoğlu'nu görmüyor
06.08.2013



Ergenekon mahkumları Başbuğ, Balbay ve Tuncay Özkan gibi isimlerin babalık haklarından mahrum olacağı haberlerinin ajitasyon içerdiği ve TCK'nın 53. Maddesinin her mahkum için uygulandığı belirtiliyor. 28 Şubat'ta müebbete mahkum olan Salih Mirzabeyoğlu'nun da benzer bir sebeple haklarından 15 yıldır mahrum olduğu ifade ediliyor.

UMUT YAVUZ / ROTAHABER - ÖZEL - Asrın davası Ergenekon'da kararlar açıklandıktan sonra yapılan tartışmalara bir yenisi daha eklendi. Bugün Hürriyet Gazetesi, Yargıtay cezaları onarsa, davada müebbet ceza alan İlker Başbuğ, Tuncay Özkan ve Mustafa Balbay gibi isimlerin babalık haklarının ellerinden alınacağını kaydetti.

Hürriyet'in haberinde tam olarak şu ifade kullanıldı: "Ergenekon Davası'nda eğer Yargıtay mahkemenin verdiği kararları onarsa İlker Başbuğ, Tuncay Özkan ve Mustafa Balbay'ın babalık, seçme ve seçilme ve kamu görevlerinde çalışma hakları ellerinden alınacak."

Halbuki Türk Ceza Kanunu'nun 53. Maddesi'ndeki hükümlere göre kişilerin hapis cezası mahkumiyetinin doğal sonucu olarak seçme ve seçilme hakkının yanısıra velayet ve vesayet haklarından da mahrum bırakılıyor. Yani her mahkumiyetin doğal sonucu olarak kişilerin bu tür hakları ellerinden alınıyor.

YASALAR NE DİYOR?

Türk Ceza Kanunu'ndan konuyla ilgili olarak tam olarak şu ifadeler geçiyor:
"MADDE 53. - (1) Kişi, kasten işlemiş olduğu suçtan dolayı hapis cezasına mahkûmiyetin kanuni sonucu olarak;
a) Sürekli, süreli veya geçici bir kamu görevinin üstlenilmesinden; bu kapsamda, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliğinden veya Devlet, il, belediye, köy veya bunların denetim ve gözetimi altında bulunan kurum ve kuruluşlarca verilen, atamaya veya seçime tâbi bütün memuriyet ve hizmetlerde istihdam edilmekten,
b) Seçme ve seçilme ehliyetinden ve diğer siyasî hakları kullanmaktan,
c) Velayet hakkından; vesayet veya kayyımlığa ait bir hizmette bulunmaktan,
d) Vakıf, dernek, sendika, şirket, kooperatif ve siyasî parti tüzel kişiliklerinin yöneticisi veya denetçisi olmaktan,
e) Bir kamu kurumunun veya kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşunun iznine tâbi bir meslek veya sanatı, kendi sorumluluğu altında serbest meslek erbabı veya tacir olarak icra etmekten,
Yoksun bırakılır."

Dolayısıyla Türk Ceza Kanunu'na göre işlediği bir suçtan ötürü mahkumiyeti kesinleşen herkeste olduğu gibi Ergenekon sanıkları da mahkumiyetleri devam ettiği sürece seçme-seçilme, velayet ve benzeri haklarından mahrum kalacaklar.

"MAHKEME UYGULADI" İDDİASI

Yasayla sabit olan bu hüküm mahkemenin insiyatifine bırakılmadan her mahkum hakkında uygulanırken Hürriyet Gazetesi'nin haberinde ise "mahkeme, İlker Başbuğ, Tuncay Özkan, Mustafa Balbay ve Doğu Perinçek’in de aralarında bulunduğu hapis cezası alan sanıklar hakkında TCK’nın 53. maddesinde düzenlenen babalık, seçme ve seçilme ve kamu görevlerinde çalışma hakkının yasaklamasını içeren maddeye uyguladı. Eğer karar Yargıtay tarafından onanırsa bu sanıklar cezaevinde kaldığı süre boyunca babalık ve diğer haklardan mahrum olacaklar." ifadeleriyle sanki Ergenekon mahkumlarına özel uygulanan bir kanun hükmü imiş gibi yansıtıldı.

Öte yandan Türk Ceza Kanunu'nun sözkonusu 53. Maddesinin 28 Şubat sürecinde mahkum olan bir çok kişileri de aynı şekilde mağdur ettiği ifade ediliyor. Babalık haklarından mahrum olmanın sadece Ergenekon mahkumları ile alakalı bir durum olmadığı ifade edilirken, halihazırda yıllardır içerde olan Salih Mirzabeyoğlu gibi isimlerin de yıllardır bu haklarından mahrum bir şekilde cezaevinde bulunduğu belirtiliyor.

MİRZABEYOĞLU NEDEN İÇERDE?

Gerçek adı Salih İzzet Erdiş olan Salih Mirzabeyoğlu 1991 yılında ilk kez tutuklanmış, 1998'de ise ikinci kez tutuklanarak 2001 yılında idamla yargılandıktan sonra, idam cezasının kaldırılması üzerine ömür boyu hapisle cezalandırılmıştı. İBDA-C üyesi olmaktan suçlu bulunan Salih Mirzabeyoğlu'nun o dönemin siyasi atmosferinin etkisiyle ağır bir cezaya çarptırıldığı ve o günden bu yana zaman zaman gündeme gelse de ömür boyu hapis cezasının devam ettiği ifade ediliyor. Salih Mirzabeyoğlu'nun tutuklanma, yargılanma ve mahkum edilme süreçlerini inceleyen uzmanlar iddianameden karar sürecine kadar geçen süreçte tak bir "hukuk faciası" yaşandığını belirtiyorlar. Savcılık iddianamesinde İBDA-C adlı örgütün kurucusu ve yöneticisi olarak suçlanan Mirzabeyoğlu'nun örgütün yöneticisi veya kurucusu olduğunu ispatlayacak yahut yapılan eylemlerin talimatını verdiğini ortaya koyacak herhangi bir somut delil olmadığı kaydediliyor. Mirzabeyoğlu, İBDA-C'nin kurulu düzeni sarsacak ve yıkacak eylemlerinden birinci derecede sorumlu olmakla suçlanıyordu. Dava dosyasını inceleyen uzmanlar ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alan Salih Mirzabeyoğlu'nu mahkum ettirecek yeterli deliller olmadığını ifade ederek, sadece dava dosyasına iliştirilen bir kaç "bilgi notunun" varlığından bahsediyorlar. Sözkonusu bilgi notlarının ise istihbarat birimleri tarafından tutulmuş notlar olduğu ve delil mahiyeti taşımadığı kaydediliyor.

ERGENEKON'A ÖZGÜ DEĞİL

28 Şubat sürecinde mahkum ettirilen ve hakları ellerinden alınan Mirzabeyoğlu gibi yüzlerce kişi olduğu ve TCK'nın seçme seçilme, velayet vesair gibi haklardan mahrum bırakan 53. maddesinin hükümlerinin hepsi için uygulandığı ancak medyada bu mağduriyetler ile ilgili ajitasyon haberler üretilmediği ifade ediliyor. Ergenekon mahkumları İlker Başbuğ, Tuncay Özkan, Mustafa Balbay ve Doğu Perinçek gibi isimlerin aileleri ve çocuklarının görüntüleri eşliğinde yapılan bu haberlerin maksatlı olduğu ve aynı şeylerin 28 Şubat mahkumları için de söylenebileceği belirtiliyor.

15 YILDIR BABALIK HAKKINDAN MAHRUM

Ömür boyu hapis mahkumiyeti bulunan Salih Mirzabeyoğlu'nun avukatı Ali Rıza Yaman da daha önce medyaya verdiği bir röportajda müvekkili Mirzabeyoğlu'nun 1998'de tutuklandığında eşi ve küçük çocuğunun yanında polis tarafından saldırıya uğradığı ve çocuğunu okuldan almaya gittikleri sırada apar topar gözaltına alınarak büyük bir zulüm yapıldığını anlatıyordu. Öte yandan Mirzabeyoğlu'nun da tam 15 yıldır babalık hakkından mahrum olduğu da biliniyor.

MİRZABEYOĞLU VE İSİMSİZ MAĞDURLAR

O günden bu yana muhafazakar medyada Salih Mirzabeyoğlu'nun ömür boyu hapsi hakedecek bir suç işlemediği, üzerine atılı bulunan suçların delillerinin olmadığı ve haksız bir şekilde hapiste çürümeye mahkum edildiği konusunda onlarca makale yayınlandı. Ancak bugüne kadar Mirzabeyoğlu'nun ve onun gibi 28 Şubat sürecinde haksızlığa uğrayan yüzlerce isimsiz mağdurun merkez medyada dramları ve sıkıntıları ile ilgili bir haber yapıldığına şahit olunmadı.

Kaynak: RotaHaber

ADALET tam 15 yıl gecikmiştir: “Geç gelen adalet , ADALET değil zulümdür!”(*)
9 Eyl 2013




08/09/2013
Kamuoyuna;

Bugün burada 58 eser sahibi Müslüman fikir adamı Salih Mirzabeyoğlu’nun hukuk dışı bir şekilde cezaevinde tutulması fiili durumunun 15. Yılında, sayın Salih Mirzabeyoğlu’na Özgürlük talebiyle, sayın başbakanın mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu için verdiği sözü unutturmamak maksadıyla, AKP İstanbul İl Başkanlığı önünde toplanmış bulunuyoruz…

Talebimiz basit, açık ve nettir: Sayın Başbakan, verdiği sözü tutmalıdır.

Bu sözün üzerinden 17 gün geçmiştir.

Talebimiz açık ve nettir: parlamento’da temsil edilen bütün partilerin, ve pek çok sivil toplum örgütünün, bütün toplum kesimlerinin ve pek çok gazeteci, yazar, sanatçı ve aydının ortak mutabakatı, fikir adamı Mirzabeyoğlu’nun koşulsuz şartsız serbest bırakılmasıdır.

Bu yönde oluşmuş milli iradeye saygı gösterilmelidir.

CHP genel başkanı sayın Kemal Kılıçdaroğlu, esir Mirzabeyoğlu’na yönelik herhangi bir meclis çalışması yapılırsa destekleyeceklerini beyan etmiştir.

Diğer muhalefet partileri MHP ve BDP de bu konuda kesin bir şekilde mütefekkir Mirzabeyoğlu’na özgürlük talebini desteklemektedir.

Sayın Başbakan da 17 gün önce bu konuyla ilgili bir söz vermiştir.

Bilindiği üzere mütefekkir Mirzabeyoğlu mahpusluğunun 11 yılını AKP iktidarı zamanında geçirmiştir. Bugün yasadışı 28 Şubat darbesi sanıkları AKP iktidarı döneminde serbest bırakılırken 28 Şubat’ın en büyük mağduru olan bir fikir adamının, halâ cezaevinde tutulması herkesin adalet duygularını incitmektedir.

“Geç gelen adalet , ADALET değil zulümdür!”

ADALET tam 15 yıl gecikmiştir!

Ve yine ADALET, AKP iktidarının ilk gününden bugüne her gün her saat, her dakika ve her saniye gecikmeye devam etmektedir.

Hiçbir şüphe yok ki, Toplumsal mutabakatın/konsensus’un oluşmasına rağmen mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun içeride tutulması, çok büyük bir zulüm olarak tarihe geçecektir.

Ahlâk felsefesi/hikemiyatı, estetik, tarih felsefesi/hikemiyatı bilgi felsefesi/hikemiyatı, , varlık felsefesi/hikemiyatı, hukuk felesefesi/hikemiyatı ,siyaset felsefesi/hikemiyatı, iktisat felsefesi/hikemiyatı, poetika, psikoloji, dil, tarih, edebiyat ve benzeri meseleler üzerine fikrî eserler veren ve bu meseleleri bir dünya görüşü etrafında birleştirmeyi başaran tek Müslüman fikir adamı olan Salih Mirzabeyoğlu’na verilen hukuksuz mahkeme kararı ve bu kararın halâ infaz ediliyor olması, vicdanların kabul edemeyeceği bir durumdur.

Sayın Başbakan’ın sözünün üzerinden 17 gün geçmiştir.

Bizler verilen bu sözün takipçisi ve hatırlatıcısı olmaya devam edeceğiz ve bu ahlâk, hukuk ve yasadışı karar ortadan kaldırlıp Sayın Mirzabeyoğlu özgürlüğüne kavuşana kadar, oturma eylemlerimizi her Pazar saat 14:00’de AKP İstanbul il başkanlığı önünde sürdüreceğiz…


* Güldenizde Elifler Platformu'nun 08/09/2013 tarihinde AKP İstanbul İl Başkanlığı önünde yaptığı basın açıklamasının tam metnidir.

http://millibirlikruhu.blogspot.com/2013/09/adalet-tam-15-yl-gecikmistir-gec-gelen.html

Salih Mirzabeyoğlu, Paket, nifak ve münafıklık üzerine -1-
Alihaydar Can
03.10.2013



Peygamber Efendimiz şöylebuyuruyor:

“Dört sıfat var ki, bunların tümü kimde
bulunursa katıksız münafıktır.
Kendisinde bu sıfatlardan bir tane
bulunan kimse de o sıfatı terk edinceye
kadar münafıklığın bir alametini
üzerinde taşımış olur:
Emanete ihanet eder,
Yalan konuşur,
Sözünde durmaz,
Birisi ile çekişmeye girince hak hukuk gözetmez haddi aşar “
[1]

Önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, katıldığı bir televizyon programında gazeteci Ahmet Kekeç'in sorusu üzerine, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu'na yapılan hukuksuzlukla ilgili olarak Adalet Bakanlığı'nın çalışma yaptığını söyledi. [2]

Tarih: 22 Ağustos 2013...

Böylece...

Recep Tayyip Erdoğan bu ülkeye başbakan oluşundan tam 11 yıl sonra, 15 yıldır 28 Şubat’ın brifingli yargısının verdiği ahlâk, hukuk ve kanun dışı bir kararla 15 yıldır haksız yere cezaevinde esir tutulan mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu hakında bir iki cümlecik de olsa konuşmuş oldu..

Oysa Salih Mirzabeyoğlu, Recep Tayyip Erdoğan’la aynı dönemde 28 Şubat yargısının önüne çıkmıştı...

Recep Tayyip Erdoğan, Milli Eğitim Bakanlığı’nın bastırdığı kitaplarda da bulunan bir şiiri okuduğu için kısa süreli bir hapis cezasına çarptırılmış ve bu kararla Silivri Cezaevi’ne kapatılmış, üç ay sonra da cezasını doldurarak şartlı tahliye hükümlerine göre serbest bırakılmıştı...

Salih Mirzabeyoğlu ise, aynı brifingli 28 yargısı tarafından hakkında hiçbir delil olmasına rağmen o zamanki TCK’nın 146. maddesine göre idam cezasına çarptırılmıştı...

Her iki yargılamanın detaylarına internetten kolaylıkla ulaşılabileceği için detaylara girmiyorum...

Tayyip Erdoığan Cezaevi’nden çıktıktan sonra “talihin yüzüne gülmesiden midir, talihin garip bir cilvesinden midir nedir?” kısa süre sonra TC’nin başbakanı olurken...

Salih Mirzabeyoğlu’nun, -Abdullah Öcalan için yapılan yasa değişikliğiyle- kaldırılan idam cezası ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına dönüştürülerek, F tipi cezaevinin daracık tek kişilik hücrelerinden birine kapatılmıştır...

Bu tek kişilik hücre eziyetinin 11 yılı da Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde geçmiştir...

11 yıl bu dile kolay...

Bu 11 yıl boyunca, bu ülkenin Başbakanı bu efsanevi zulüme son verecek bir adım atmasından geçtik...

Bu zulme uğrayan Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun adını kamuoyu önünde teleffuz bile etmemiştir...

Şimdi Başbakan’ın başbakan olmadan önce yaptığı konuşmalardaki İslâmî atıfları hatırlatmanın tam yeri...

Hani “Mü’minler kardeşti?”

Hani “Fıratın kenarında bakımsız bir tahta köprüden geçerken ayağı incinen koyunun hesabını Allah dönemin halifesinden sorardı?.."

Hani “şarktaki bir mü’minin ayağına diken batsa, garptaki mü’minin canı acırdı?..."

11 yıl bu...

Tek başına daracık bir hücrede...

Üstelik de işlemediği bir suçtan ötürü...

Neyse...

İşte bu Salih Mirzabeyoğlu için, Tayyip Erdoğan, başbakan oluşunun 11. yılında biraz yuvarlak, biraz kaypak, biraz esnek de olsa bir iki cümle sarfetti...

Bu cümleler vaad bir içeriyordu...

Mirzabeyoğlu ve diğer 28 Şubat yargısı mağdurlarının mağduriyetlerinin giderilmesi için Adalet Bakanlığı bir çalışma yapıyor ve bu çalışma sonuçlanınca AKP, TBMM’de gerekeni yapacaktı...

Başbakan’ın kamuoyu önünde verdiği bu söze binaen AKP yanlısı medya günler boyu bunu haber yorum olarak yaygılaştırdı...

Ve kamuoyunda bu haksızlığın artık kesinlikle giderileceği hususunda kanaat oluşturdu...

Aynı Medya AKP’den sızdırıldığı belli olacak tarzda, Adalet Bakanlığı’nın bu çalışmasının bittiğini ve başbakan’ın açıklayacağı “demokratikleşme paketi” içinde bu meseleninde yeraldığını bir müjde gibi duyurdu...

AKP’den veya Tayyip Erdoğan’dan bunun aksine bir açıklama da gelmeyince...

Kamuoyunda bu zulmün sona erdirileceğine dair bir umut ve beklenti oluştu...

O’nun zulümden kurtulması için ihlas ile yapılan her işin, ihlas ile atılan her adımın çok kıymetli olduğuna inan bu satırların yazarının kanaati ise açılacak “paket”in bu konuda hiçbir şey getirmeyeceği doğrultusunda idi...

Çünkü Salih Mirzabeyoğlu...

“Beni Allah tutmuş kim eder azat” diyen bir Üstad’ın fikirlerini hayata geçirmek için ömrünü adamış bir mütefekkirdi...

O’nun Allah’tan başka hiç kimseden hiçbir beklentisi olmadığını biliyorduk...

Allah’tan başka kimsenin önünde eğilmediğini ve asla eğilmeyeceğini de...

Davasından zerre kadar taviz vermektense tek kişilk bir hücrede ömrünün sonuna kadar kalmayı tercih edeceğini de...

“Allah çıkmamız için gereken şartları oluşturduğunda, çıkarız” tevekkülü içinde olduğunu da...

Öyle anlaşılıyor ki...

Bunu bilmeyen pek çok kişi var...

Dipnotlar:

[1] Bu hadis Abdullah b. Amr ibnil As (RA)’dan rivayet edilmiştir. Kaynak: Buhari, Müslim Ebu Davud, Tirmizî.
Bu konuda meşhur bir hadis de şudur:
“Münafığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman yerine getirmez ve ona güvenildiği zaman hıyanet eder” (Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesai / Camius-Sağir, İmam Suyuti, H No:25)

Bu hadisin Müslimdeki rivayetinde şu ek de vardır:

“Oruç tutup, namaz kılsalar ve Müslüman olduğunu iddia etse bile...”
(Cem’ul Fevaid: H No:8099)

Bu konuda ilginç bir rivayet de şudur:
“Münafıklar, gözyaşlarına hâkim olup istediği zaman ağlayabiliyorlar...”(Deylemi / Cami’us Sağir, İmam Suyuti H, No:9237)

[2] Erdoğan, 28 Şubat cuntası tarafından tutsak edilen ve son 13 yılını Telegram işkencesi altında 9 metrekarelik hücrede geçiren Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu ve diğer 28 Şubat mağdurları hakkında şunları söyledi:
"-28 Şubat sürecinde hakları gaspedilenlere hak iadesi için çalışmalar yapılıyor. 28 Şubat sürecinde başörtülüler ile birlikte Salih Mirzabeyoğlu gibi yargılananlarla ilgili de çalışmalar yapılıyor. Hak ihlali varsa gereken yapılacak."
http://www.haberinvakti.com/


(Devam edecek)

AKP İstanbul İl Başkanlığı önünde 7. Hafta / 7. Protesto:
"Zalim emire karşı hak sözü söylemeye devam edeceğiz"

13.10.2013



Güldenizde Elifler- ve Büyük Anadolu gençliği BAGİ Mirzabeyoğlu'na özgürlük için AKP İstanbul İl Başkanlığı önünde 7. eylemini düzenledi: "AKP 52 gün önce verdiği sözü hala tutmadı..."

İşte basın açıklamasının tam metni:

Kamuoyu’na

Bugün burada sayın Başbakanın, fikir ve aksiyon adamı sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun özgürlüğü için verdiği sözün 52. gününde bu sözü unutturmamak maksadıyla 7. Kez toplanmış bulunuyoruz…

Yeniden hatırlatıyoruz ki bu söz tutulmamıştır.

Bu hafta, Sayın Mirzabeyoğlu’nun Avukatları tarafından 8 Ekim 2013 tarihinde kamuoyuna sunulan basın açıklamasından bir bölümünü okuyacağız:

Mirzabeyoğlu Davası, herkesin bildiği üzere, olağanüstü bir dönemde, 28 Şubat’ta başlayan bir davadır.

Olağanüstü dönemde görülen bu davada birçok hukuk cinayeti işlenmiş ve hukuk, işlenen cinayetin basit bir âleti konumuna indirgenmiştir.

Bu yönleriyle hukukî olmaktan daha çok siyasi mahiyet arzeden bu dava aynı zamanda tarihi bir nitelik de taşımaktadır.

Salih Mirzabeyoğlu’nun karar sonrası “TİYATRO BİTTİ” şeklinde ifade ettiği üzere davada hukukun nasıl katledildiğine, hâkimlerin, savcıların nasıl baskı altına alındığına dair her türlü bilgi, belge ve şâhitlik bizim için son derece değerlidir.

Tarihî belgeler arasında, Ankara 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen 2013/ 43 Esas numaralı 28 Şubat davanın iddianamesi de yer almaktadır.

28 Şubat NATO darbesine ilişkin olan bu iddianamenin tanzimi, mahkemece kabulü ve üzerine bir yargılamanın bina edilmesi BİLE o dönemdeki hukuksuzluğun her türlü izah ve ispattan vareste bir durum arzettiğini ortaya koymaktadır.

Diğer taraftan TBMM tarafından oluşturulan darbeleri araştırma komisyonu tarafından da Mirzabeyoğlu davası’na ilişkin özel bir bölüm açılarak, bu dava 28 Şubat dönemi yargılamalarındaki hukuksuzluğun en önemli misali olarak gösterilmiştir.

Bütün bu değerli belgelerin, bilgilerin ve şâhitliklerin Salih Mirzabeyoğlu’nun şahsında devam eden MEVCUT HUKUKSUZLUĞU GİDERİCİ BİR MAHİYET ARZ ETMESİ için Türkiye’nin hem siyasî ve hem de hukukî olarak bir normalleşme sürecine girmesi gerekmektedir.

Ne zaman ki, 28 Şubat yargı kararları hiçbir kayıt, şart ve talebe bağlı kalmaksızın, ivedilikle ve re’sen iptal edilir, bunun hukukî ve teknik alt yapısı hazırlanırsa işte o zaman Türkiye’de belki bir normalleşmeden bahsetmek mümkün olabilir.

Kamuoyu, 28 Şubat’ın aktörlerinin hukuku baskı altına almaktan yargılandığı ve hepsinin teker teker tahliye edilmesine karşın müvekkilimiz Salih Mirzabeyoğlu başta olmak üzere o dönemde yargılanan birçok insanın HÂLÂ cezaevinde esir tutulduğu bir Türkiye tablosuyla karşı karşıyadır.

28 Şubat yargı kararlarının hâlâ câri olduğu günümüzde, Mirzabeyoğlu Davası’ndaki hukuksuzluklara ilişkin her türlü bilgi, belge ve şâhitliğin hukukî ve teknik mânâsıyla da değerli bir hâl alması için yapılması gereken şey; “AMA, FAKAT, LÂKİN VE ANCAK”A MAHÂL VERMEYECEK AÇIKLIK, NETLİK VE BAĞLAYICILIKTA BİR YASAL DÜZENLEMENİN YAPILMASIDIR.

Bu yasal düzenlemeyi yapıp, teknik alt yapısını hazırlayacak merci; hükümet partisi AKP, hükümet partisinin yapacağı düzenlemeye binaen gerekli işlemleri yapacak olanlar da yargıdır.

(…)

Sayın Mirzabeyoğlu’nun Avukatları’na ek olarak belirtiyoruz ki,

Bu zulüm ve zorbalık ortadan kaldırılıncaya kadar, bu zulmün 11 yıllık uygulayıcısı olan AKP’nin İstanbul İl Başkanlığı önünde eylemlerimizi ve adalet mücadelemizi sürdüreceğiz…

“Zalim emire karşı hak sözü söylemeye” devam edeceğiz…

Saygılarımızla…
mbrhaber

AKP İstanbul İl Başkanlı önünde 8. Hafta 8. Eylem:
20.10.2013



"Mirzabeyoğlu davası dahil, Türkiye’deki bütün haksızlıkların, hukuksuzlukların, zorbalıkların derhal sona ermesini talep ediyoruz!
Zalim Emire karşı hak sözü söylemeye devam edeceğiz!"

Güldenizde Elifler & BAGİ'nin basın açıklaması:

Bugün burada “ZALİM EMİRE KARŞI HAK SÖZÜ SÖYLEMEK İÇİN” 8. Kez toplanmış bulunuyoruz…

Bildiğiniz üzere sayın başbakan 8 hafta önce fikir ve aksiyon adamı Salih Mirzabeyoğlu için bir söz vermiştir.

Ve bu söz hala yerine getirilmemiştir.

Sayın Mirzabeyoğlu 15 yıldır küresel güç odakları tarafından tek kişilik bir hücrede esir tutulmaktadır.

Esareti 28 Şubat NATO darbesi döneminde başlamıştır.

Sayın Mirzabeyoğlu’nun esareti 11 Yıldır AKP eliyle şartları daha da ağırlaştırılarak devam etmiştir.

Ve AKP iktidara geldiği ilk günden bu yana sayın Mirzabeyoğlu’nun özgürlüğü için kılını dahi kıpırdatmamıştır.

Üstelik Mirzabeyoğlu davası Türkiye Büyük Millet Meclisi Darbeleri Araştırma Komisyonunda zulüm örneği olarak gösterilmesine, hatta AKP’nin ve diğer dört partinin bu zulmü resmen tanımasına, bütün bir kamuoyunun, Mirzabeyoğlu davasında HUKUKUN İHLAL EDİLDİĞİNE DAİR mutabakata varmasına, bu yönde bir milli irade oluşmasına rağmen…

Bugün bu ülkede hala 12 Eylül ve 28 Şubat NATO darbeleri devam etmektedir.

Hiç kimse hiç kimseyi kandırmaya teşebbüs etmesin:

Bugün bu ülkede her dinden, her mezhepten, her siyasi ve felsefi düşünceden insana zulmedilmektedir.

Bugün AKP genel başkan yardımcısı olan sayın Numan Kurtulmuş dün şöyle söylemekteydi:

“28 Şubat olmasaydı AKP olmazdı.”

Çok doğru…

Bugün de AKP’nin varoluş sebebi olan 28 Şubat NATO darbesi fiilen sürmektedir.

Üstelik bu NATOcu darbenin sanıkları birer ikişer serbest bırakılmaktadır…

Bu zorbalık artık son bulmalıdır!

Soruyoruz esir pilotlarımızı uluslararası pazarlıklarla Lübnan’dan 71 gün içinde kurtarmayı başaran hükümet, sayın Mirzabeyoğlu’nun 15 yıldır süren esaretine bir yasa ile son vermeye muktedirken; Üstelik de Meclisteki dört parti, tabanlarıyla birlikte bunu desteklerken neden hala bu zulmü sürdürmektedir?

İktidar partisinin bu konuda elini kolunu bağlayan şey nedir?

Mirzabeyoğlu davası dahil, Türkiye’deki bütün haksızlıkların, hukuksuzlukların, zorbalıkların derhal sona ermesini talep ediyoruz!

ADALET için Her hafta saat 14:00’te Pazar günü AKP İstanbul il başkanlığının önünde “Zalim Emire karşı hak sözü söylemeye devam edeceğiz!”

MBR haber

BAGİ& Güldenizde Elifler platformu'nun AKP İstanbul İl Başkanlığı önündeki 9. Hafta 9. Protestosu
27.10.2013



"Bizler Mirzabeyoğlu Davası dahil olmak üzere Türkiye’de bütün toplum kesimlerine karşı uygulanan zorba ve hukuksuz uygulamalara derhal son verilmesini talep ediyoruz."

"Zalim emire karşı hak sözü söylemeye devam edeceğiz!"

Basın açıklamasının tam metni:

Kamuoyuna;

Bugün burada “ZALİM EMİRE KARŞI HAK SÖZÜ SÖYLEMEK” için 9. kez toplanmış bulunuyoruz…

Biz buraya sadece fikir ve aksiyon adamı sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun özgürlüğü için verilen sözün takipçisi olmaya değil, aynı zamanda AKP iktidarının politikalarının mağdur ettiği bütün mazlumların sesi olmaya geldik…

Sayın Mirzabeyoğlu bir semboldür.

Zira, o Türkiye’deki ve dünyadaki tüm zorbalıklara karşı çıktığı ve merkezinde ADALET olan bir dünya görüşü teklif ettiği için, 28 Şubat NATO darbesinin hedefi ve mahkumu olmuştur.

Nitekim Sayın Mirzabeyoğlu, tutuklanmasından iki yıl önce yazdığı bir kitabında şöyle söylemektedir:

- Demokrasi ve liberalizmden, Birleşmiş Milletler Teşkilatı ve Avrupa Ortak Pazarı’na kadar; fikir ve kuruluşlar planında iç içe bir yumak olarak şekillendirilen “Yeni Dünya Düzeni”, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’nın birbirleriyle rekabet ortamı içinde de olsa bizim gibi ülkelere biçtikleri parya statüsünde müşterek, bir hegemonya sistemidir… Elbette” hayır!” diyoruz: Ülkemizden başlayarak teklif ettiğimiz “Yeni Dünya Düzeni”miz ile!..

Bugün, her din, mezhep, felsefi görüş ve etnik kökenden insanlar, sırf AKP’nin temsil ettiği görüşü benimsemedikleri için, devlet gücü kullanılarak sistematik olarak ezilmek suretiyle, sindirilmeye çalışılmaktadır.
Bu sebeple toplumun geniş kesimleri, haklarından mahrum bırakılmakta ve güvensizlik hissi içinde yaşamaktadır.

Örneğin, yalan söylemeyi reddeden müezzin sürgün edilmekte, ADALET talep eden öğrenciler tutuklanmakta ve okullarından atılmakta, Gerçeği yazan gazeteciler işsiz kalmakta ya da cezaevlerine gönderilmekte, bunun gibi bütün toplum kesimleri üzerinde korku imparatorluğu kurulmaya çalışılmaktadır.

AKP iktidarı çevre düşmanı, çiftçi ve esnaf düşmanı, işçi düşmanı, öğrenci düşmanı sadece batı ve kapitalizm yanlısı politikalar uygulamaktadır.
Tohum patenti ile yerli tohumların satışının yasaklanması, GDO ve sağlıksız yiyeceklerin yaygınlaşması, ormanların sistematik talanı, RANT uğruna camilerin dahi yıkılması, dış politikada siyasi veya iktisadi rant uğruna dış güçleri siyasi ve ekonomik planda destekleyen halk düşmanı uygulamalar AKP iktidarının temel politikaları haline gelmiştir.

Kentsel dönüşüm projeleri Türkiye’ye Amerikan-vari bir sosyo-ekonomik biçim veren ve Türkiye’nin geleneksel mimarisini, şehir ve mahalle kültürünü yıkan ve Türkiye şehirlerini, AMERİKAN-vari şehirlere dönüştüren projelerdir.
İstanbul’un tarihi silüeti AKP iktidarı döneminde kapitalizmin katedralleri olan gökdelenler tarafından bozulmuştur. Adeta AKP ülkemizde kültürel soykırım uygulamaktadır.

Ayrıca Türkiye AVMler ülkesi haline getirilmiştir.

AVM’ler kapitalizmin mabetleridir.

AKP, NATO’nun Türkiye ve Dünya’daki sesi, Doğu’daki ileri karakolu olmuştur…

Bugün Irak, Afganistan Libya ve Suriye’de yaşanan vahim hadiselerde, dökülen Müslüman kanlarında, kirletilen Müslüman ırzlarında AKP’nin dış politikalarının etkin katkısı yok mudur?

AKP en net ifadesiyle Emperyalizmin taşeronluğuna soyunmamış mıdır?

Siyasi literatürümüze “taşeron” kelimesi AKP ile birlikte girmemiş midir?

Ve ana muhalefet partisi lideri, Sayın Kılıçdaroğlu bu durmu şöyle özetlemektedir:

"Biz, haksızlıklar karşısında mücadelemizi sürdüreceğiz. Haksızlıklar karşısında susan dilsiz şeytandır. Biz dilsiz şeytan değiliz.

Kimdir bu dilsiz şeytanlar? Irak'ta 1 milyonu aşkın Müslüman katledildi. Bir diktatör vardı, onun gıkı çıktı mı? Çıkmadı. İşte o dilsiz şeytandır. Irak'ta on binlerce Müslüman kadına tecavüz edildi. Bir diktatör vardı, ağzından bir tek laf çıktı mı? Çıktı, 'Başarılar diledi tecavüz edenlere.' Bu, dilsiz şeytandır. Mısır halkına 'isyan edin' diyor. Peki sen 28 Şubat'ta neredeydin, neden isyan etmedin? Neden köşelerde saklandın ve sonra dönüp Erbakan'ı arkadan hançerledin? Görüşü ne olursa olsun kim haksızlığa uğramışsa bilin ki yanında bir CHP milletvekili var. Hapishanelerde hasta ve bakmıyorlar... Onun yanına CHP milletvekili gider. İster KCK, ister İBDA-C, ister Hizbullah'tan, ister başka bir davadan mahkum olsun.

O bir insandır ve bu devletten beklentileri vardır."

Sayın Kılıçdaroğlu’nun bu söylediklerinde herhangi bir yanlış var mıdır?

Sayın Egemen Bağış BATIlı dostlarına şöyle sitem etmektedir:

“İslamcı değiliz. Bunu kanıtlamak için haç mı çıkarmamız lazım?”

Sayın Egemen Bağış’a katılıyoruz:

AKP’nin politikalarının ne İslam’la ne de İslamcılık’la hiçbir ilgisi yoktur.
Bunun en büyük ispatı ise Mirzabeyoğlu Davasıdır.

15 yıl önce, 28 Şubat NATO darbesi ile başlayan Müslüman fikir ve aksiyon adamı sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun esareti devam etmektedir. Bu esaretin 11 yılı AKP eliyle sürdürülmüş ve sürdürülmektedir.

66 gün önce sayın başbakan bu zulmün sona erdileceğine dair söz vermiştir. Bu söz halen tutulmamıştır.

Bu durum bize karacaoğlan’ın 4 asır önce söylediği şu dörtlüğü hatırlatmaktadır:

Karac'oğlan der ki, her sözüm haktır
Yiğit olmayanın yalanı çoktur
Cehennem yerinde hiç ateş yoktur
Herkes ateşini kendi götürür

Bizler Mirzabeyoğlu Davası dahil olmak üzere Türkiye’de bütün toplum kesimlerine karşı uygulanan zorba ve hukuksuz uygulamalara derhal son verilmesini talep ediyoruz.

Talebimiz yerine getirilinceye kadar her pazar saat 14:00’te AKP İstanbul İl başkanlığı önünde “Zalim Emire karşı hak sözü söylemeye” devam edeceğiz!
Saygılarımzla…
haber93

İstanbul ve Düsseldorf’ta Salih Mirzabeyoğlu’na özgürlük eylemleri
10.11.2013



Büyük Anadolu Gençliği İnisiyatifi (BAGİ) tarafından İstanbul ve Düsseldorf’ta aynı saatlerde iki ayrı eylem düzenlendi.
İstanbul’da AKP il Başkanlığı önünde Güldenizde Elifler Platformu (GEP) ile birlikte haftalardır sürdülen eylemin onbirincisi yapıldı. Katılımcıların çeşitli slogan ve afişlerle zenginleştirdiği eylemde yapılan basın açıklaması şöyleydi:
[Bugün burada Zalim Emire karşı hak sözü söylemek için 11. Kez toplanmış bulunuyoruz.
Sayın Başbakan’ın fikir ve aksiyon adamı Sayın Salih Mirzabeyoğlu için verdiği sözün üzerinden 80 gün geçmiştir.
Ve 80 gündür bu söz yerine getirilmemiştir.
Bizler bu sözün hatırlatıcısı ve takipçisi olarak Sayın Mirzabeyoğlu özgürlüğüne kavuşuncaya kadar, eylemlerimize devam edeceğiz…
Bizler Adaletin şahıslar üstü bir önemi olduğuna inanıyoruz.
Amerika’daki siyahî hareketin öncülerinden Müslüman Lider MALCOLM X şöyle söylemiştir:
” Ben gerçeğin peşindeyim, kimin söylediği önemli değil.
Ben ADALET’in peşindeyim kimin için veya kime karşı olduğu önemli değil.”
Biz de bu söze katılıyoruz.
Adalet sistemi bir sopa olarak kullanılmamalıdır.
Bu doğrultuda hükümlü gazeteci Sayın şükrü Sak’ın belirttiği gibi:
Hukukun “adaleti sağlamak” adına değil, gücü elinde geçirenin düşman bellediklerini hizaya sokmak için “sopa” gibi kullanıldığı bir sistemde, “adalet” bir türlü gerçekleşmez ama “sopa” her an el değiştirebilir…”
ADALETin olmadığı yerde devlet değil, örgütlü bir çete düzeni var demektir.
İşte 28 Şubat NATO darbesi, tıpkı büyük kardeşi 12 Eylül NATO darbesi gibi, bir hukuk/ Adalet ortamı değil, bir çete düzeni getirmiştir.
Ve bu hukuksuzluklar hala devam etmektedir.
Bizler her din, mezhep, etnik köken, felsefi ve siyasi görüşten olan insanlar için de ADALET istiyoruz.
Bizler ADALETi parça parça değil, TAM olarak istiyor ve talep ediyoruz…
Bu sebeple, Mirzabeyoğlu davası başta olmak üzere, bütün toplum kesimlerine yönelik haksız ve hukuksuz uygulamalara derhal son verilmelidir.
Bizler “zalim emire karşı hak sözü söylemeye” devam edeceğiz!
Saygılarımızla…
Büyük Anadolu Gençliği İnisiyatifi
Güldenizde Elifler Platformu]

Aynı satlerde Bagi AC de TC Düsseldorf Konsolosluk önünde 2. hafta eylemindeydi .



BAGİ AC Türkçe ve Almanca olarak hazırladığı basın açıklamasını okudu ve çeşitli afiş ve pankartlarla eylemini zenginleştirdi. BAGİ’nin basın açıklamasının Almanca metni şöyle:

[Preissemitteilung auf Deutsch
Freiheit für Salih Mirzabeyoglu 10.11.2013
Bagi AC - 2. DEMO / vor dem türkischen Konsulat

An die Presse:
wir stehen zum 2. Mal hier vor dem türkischen Konsulat in Düsseldorf und rufen Freiheit für Salih Mirzabeyoglu.
Wir halten unser Versprechen, und verlangen auch von der türkischen Regierung Ihr Versprechen zu halten.
Die jetzige türkische Regierung ( AKP ) behauptet für Freiheit und Demokratie für alle zustehen und behauptet den Militär-Putsch am 28. Februar 1997 zu urteilen, aber unternimmt immer noch nichts für Salih Mirzabeyoglu‘s Freiheit.
Warum nennt Ministerpräsident Erdogan seinen Namen aber rührt sich nicht ?
Salih Mirzabeyoglu ist ein Denker und Autor über 57 Büchern. Er wurde vor 15 Jahren festgenommen und bis zum Tode verurteilt. Wenn das Gesetz " Todesurteil " nicht aus der Verfassung genommen wäre, wäre er durch das Militärregime (28.Februar Putsch) hingerichtet. Das einzige vergehen laut damaliger Festnahme war zu denken und das Gedachte in Bücher zu verfassen. Es wurde keine andere illegale Schuldzuweisung festgestellt.
Er schreibt seit den 70'er Jahren und ist unter vielen Akademikern, Autoren, Künstlern, Intellektuellen und Politikern bekannt. Er schreibt über westliche Betrachtung & über Mystiken des Islams, Kunst & Idee und unter anderem seit er unter Gefangenschaft ist auch über seine elektromagnetische Folterung, wo man in den Büchern auch weiterhin seine Ideologie finden kann.

Er wird seit 13 Jahren, genau gesagt seit dem Jahr 2000 durch elektromagnetische Geräte gefoltert. Man möchte ihm dadurch als verrückt darstellen.
Uns interessiert nur die Tatsache, dass im 21. Jahrhundert auf dem Weg einer so genannten Demokratisierung einer kompletten Nation immer noch Denker und Ideologen, die eine andere Meinung und Weltansicht haben festgehalten und gefoltert werden.
" Wenn man einen Menschen rettet, rettet man die ganze Menschheit"
Prophet des Islams

Mit freundlichen Grüßen
Bagi AC
Große Anatolische Jugend Initiative Europäische Front]
MBR Haber

BAGİ & Güldenizde Eliflerf Platformu 13.Hafta, Mirzabeyoğlu eylemi AKP İstanbul İl Başkanlığı önü...
24.11.2013



"Zalim emire, hak sözü söylüyoruz: Yanlış yoldasınız!

Bizler başta Mirzabeyoğlu Davası olmak üzere, Türkiye’deki bütün haksızlıkların hukuksuzlukların adaletsizliklerin derhal sona erdirilmesini talep ediyoruz...

Ayrıca 24 Kasım öğretmenler günü vesilesiyle belirtelim ki, dün Öğretmenlere/ eğitim emekçilerine uygulanan haksız orantısız şiddeti kınıyoruz... Öğretmenlerimizin, teslim edilmeyen her türlü hakları derhal teslim edilmelidir. Özel olarak, atanamayan öğretmenler, insan onuruna yaraşır bir ücretle anayasal çalışma haklarına kavuşturulmalıdır."

Basın Açıklamasının Tam Metni:
24.11.2013

Kamuoyuna;

Bugün burada AKP İstanbul İl başkanlığı’nın önünde zalim emire karşı hak sözü söylemek için 13. kez toplanmış bulunuyoruz...

Basın açıklamamız, Almanya Düsseldorf Türk Konsolosluğu önünde de eş zamanlı olarak gerçekleşmektedir.

Tam 13 haftadır, ADALET için mücadele ediyoruz...

Sayın Başbakan’ın Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun özgürlüğü için verdiği tutulmamış ve vadesi dolmuş sözünü hatırlatıyoruz tam 13 haftadır...

Sayın Mirzabeyoğlu, 28 şubat NATO Darbesi döneminin brifingli yargısı tarafından idam cezasına çarptırılmış, daha sonra idam cezasının kaldırılması ile ceza, ömür boyu ağırlaştırılmış müebbet hapse çevrilmiştir.

Sayın Mirzabeyoğlu 15 yıldır cezaevindedir.

Bunun son 11 yılı AKP iktidarı dönemindedir ve Sayın Mirzabeyoğlu AKP iktidarı döneminde tek kişilik hücreye konulmuştur.

Ayrıca sayın Mirzabeyoğlu gibi sayısız insana karşı uygulanan hukuksuzluklara da son verilmesi gerektiği, adaletin bir bütün olduğu ve ancak eksiksiz bir şekilde yerine getirilebilirse, GERÇEK ADALETin tecelli edebileceğini vurguluyoruz tam 13 haftadır...

Görüyoruz, duyuyoruz ve biliyoruz ki, bu iktidarın, son 11 yılda hiçbir zaman ADALET diye bir kaygısı olmamıştır. Hukuk diye bir kaygısı olmamıştır

Bugün sayın iktidar sahipleri, ANADOLU RUHU’nun tam aksi bir istikamette durmaktadırlar...

Ahlakta, estetikte, mimaride, dış politikada, hukukta, adalette rol model olarak Batı’yı benimsemişler ve Batı Emperyalizmine boyun eğmişlerdir.

Zalim emire, hak sözü söylüyoruz: Yanlış yoldasınız!

Bizler başta Mirzabeyoğlu Davası olmak üzere, Türkiye’deki bütün haksızlıkların hukuksuzlukların adaletsizliklerin derhal sona erdirilmesini talep ediyoruz...

Ayrıca 24 Kasım öğretmenler günü vesilesiyle belirtelim ki, dün Öğretmenlere/ eğitim emekçilerine uygulanan haksız orantısız şiddeti kınıyoruz... Öğretmenlerimizin, teslim edilmeyen her türlü hakları derhal teslim edilmelidir. Özel olarak, atanamayan öğretmenler, insan onuruna yaraşır bir ücretle anayasal çalışma haklarına kavuşturulmalıdır.

ADALET tecelli edinceye kadar, zalim emire karşı hak sözü söylemeye devam edeceğiz!

Büyük Anadolu Gençliği İnisiyatifi
Güldenizde Elifler Platformu



Aynı saatlerde BAGİ AC de Düsseldorf Türk Konsolosluğu önünde şu açıklamayı yaptı:

Bismillahirrahmanirahim
Bugün 24 Kasım 2013 Tarihi.
Bagi AC olarak, 4. kez " Salih Mirzageyoğlu 'nun özgürlüğü için toplandık.
Biz onu affı için burda değiliz, biz onun mağduriyet edebiyatını yapmıyoruz.
Biz O'nun hakkının teslim edilmesi için burdayız.
Bununda böyle bilinmesini istiyoruz.
Biz her Pazar burda olacağız.
05 Aralık 2013 Tarihi - Metris zaferinide kutlamak için yine aynı yerde,
Türkiye Cumhuriyeti konsoloslugu önünde toplanip
" Salih Mirzabeyoğlu 'na Özgürlük " diye haykıracağız.

Selamun Aleyküm

MBRhaber


BAGİ'nin AKP İstanbul İl Başkanlığı önünde “Zalim Emire karşı hak sözü söylemek için" 18. Basın Açıklaması
29.12.2013



Kamuoyuna;

Bugün AKP İstanbul İl Başkanlığı önünde “Zalim Emire karşı hak sözü söylemek için 18. Kez toplanmış bulunuyoruz.”

Sayın Başbakan 18 hafta önce Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun özgürlüğü için bir söz vermişti.

Bu söz hala yerine getirilmemiştir.

Dün yani 28 Aralık 1999 fikir sanat ve aksiyon adamı Salih Mirzabeyoğlu’nun emperyalist NATOcu güçler tarafından esir edilişinin, 16 yıl dönümüydü.

Salih Mirzabeyoğlu fikir adamı olduğu için 28 Şubat NATO darbecileri tarafından hedef seçilmişti 28 Şubat NATO darbecileri tarafından, tam 16 yıl önce…

Geçen bu 16 yıl dünyada değişim ve dönüşüm dalgasının hızlandığı yıllar oldu…

Dünya yanıyor, cehenneme dönüyor ancak kimse bu yangını nasıl durduracağını bilmiyorken, Salih Mirzabeyoğlu bir fikir adamı olaraki eserleri boyunca bu yangından ülkemizin ve dünyanın kurtuluşunun reçetesini veriyor, buna dair bir fikir sistemi inşa ediyor ve bunun karşılığı olarak idam cezası alıyordu…

Nitekim sayın Salih Mirzabeyoğlu’na İdam cezası verilmeden önce 3 kez cezaevinde suikast girişiminde bulunulmuştu.

Yargıtay 9.cu Dairesinin NOEL günü cezasını onayladığı Bandırma NOEL BABA operasyonu mağdurlarının gerçek suçları ise Salih Mirzabeyoğlu’nun fikirlerini benimseyerek anti-emperyalist bir duruşa sahip olmalarından ibaretti.

Yani 28 Şubat’ın brifingli yargısının uydurma gerekçelerle mahkûm ettiği akıncıların cezaları, AKP’nin değiştirip dönüştürdüğünü iddia ettiği AKP yargısı tarafından aynen tasdik edildi…

Bu durum karşısında 28 Şubat’ın brifingli yargısı ile AKP’nin değişimli dönüşümlü yargısı arasında herhangi bir fark olmadığı da ortaya çıkmış olmuyor mu?

28 Şubat NATO darbesi döneminde NOEL BABA OPERASYONLARINI, HAYATA DÖNÜŞ OPERAYONLARI izlemiş, böylece DÜŞMAN, İslamcı ve sosyalist diye hiçbir ayırım yapmadan bütün anti-emperyalistleri bir kabul ederek, emperyalizm ile olan mücadeleyi durdurmaya çalışmıştır.

Bu operasyonların devamı milliyetçi ve ulusalcı cephedeki anti-emperyalist duruş sahip insanlara karşı AKP döneminde yapılmıştır...

Bizim açımızdan son 16 yılın Türkiye’sinin “yargısal” özeti budur.

Peki bugün durum nedir?

Irak’ta, Afganistan’da, Libya’da ve Suriye’de milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuş, İsrail ‘in en stratejik dostu ve ABD’nin, sadık müttefiki, NATO’nun ileri karakolu haline getirilmiş bir ülkenin yürütme erki ile yargı erki birbirlerine savaş ilan etmiş ve birbirlerini ANAYASA’yı yürürlükten kaldırmakla yanı darbecilikle suçlamaktadırlar…

Bugün Hükümet, çıkardığı bir yönetmelikle güçler ayrılığı prensibini ve ANAYASA’yı ve Ceza Muhakemeleri Kanunu’nu fiilen ortadan kaldırıyor ve YARGI’yı hükümeti devirmeye teşebbüs etmekle suçluyor…

Şu anda bu ülkede devlet fiilen ortadan kalkmış durumdadır,

Son 12 yılda ekonomisi dışarıya daha da bağımlı hale getirilen Türkiye’de ekonomi çöküşe her gün bir adım daha da yaklaşıyor, öte yandan yolsuzlukları barışçıl bir şekilde protesto eden silahsız göstericilerin üzerlerine plastik mermilerle ateş açılıyor…

Görülüyor ki, 21. Yüzyılda fikir sistemi ortaya koymuş tek fikir adamının mahkümiyetinin 16.yılında, dünya ve Türkiye kıyamete bir adım daha yaklaşıyor…

Bizler ise, bu cehennem yerine dönmüş olan memleketimiz için tek bir kurtuluş yolu görüyoruz:

Başta sayın Salih Mirzabeyoğlu olmak üzere bütün anti-emperyalist siyasi tutuklu ve hükümlüler derhal serbest bırakılmalı ve acilen herkes için ADALET tesis edilmelidir.

Bugün bizler, siyonizmin 19 yıldır Fransa’da esir tuttuğu büyük aksiyon adamı efsanevi Filistin Halk Kurtuluş Cephesi komutanı Ilıch Ramirez Sanchez “Carlos”un Türkiye için sunduğu stratejik analizini buradan deklare ederken Kumandan Carlos için de acil özgürlük talebimizi tekrarlıyoruz…

Şöyle sesleniyor Kumandan Carlos Fransız zindanlarından tüm Türkiye’ye:

Ben bir milliyetçi değil, enternasyonalistim. Buna rağmen, her enternasyonalist de, her şeyden önce kendi ülkesini sevmeyi ve savunmayı bilmelidir. [..]her ne olursa olsun, sağcısından solcusuna Türkiye’nin tüm vatanseverleri –ki bu tabiri “şövenist” anlamında değil, “vatanını gerçekten seven” anlamında kullanıyorum-, Türkiye’deki her fert ve tüm halklar, “Büyük Türkiye”nin tarafında olmak ve bu muazzam gücü hep birlikte yeniden inşâ etmek borcundadır.…



Zalim Emire karşı hak sözü söylemeye devam edeceğiz…

Büyük Anadolu Gençliği İnisiyatifi
Güldenizde Elifler Platformu
MBR haber

Bagi AC Türkiye'nin Düsseldorf konsolosluğu önünde Salih Mirzabeyoğlu'na özgürlük için 11. Eylemini gerçekleştirdi



BAGİ AC'nin eylemde yaptığı baın açıklaması şöyle:

29.12.2013 - 11. Bagi AC
PRESSEMITTEILUNG
Freiheit für Salih Mirzabeyoglu - Düsseldorf

Wir haben uns heute vor dem türkischen Konsulat in Düsseldorf zum
11. Mal für den Ideologen Salih Mirzabeyoğlu's Freiheit versammelt.
Aktuell, wie man es auch in den Medien erfahren kann, wird in der Türkei ein großes Theaterstück abgespielt.
EINE KOMÖDIE !
Korruption, Schuhkartons gefüllt mit Geldscheinen, Minister Söhne, Skandale, Sex Tapes, Bedrohung und Rücktritte und einem antidemokratisch gehaltenem Gerichtsentscheidungen die man
Santa Claus - Fall nennt.
Der in die Geschichte als Heuchlerisch aufgezeichnet wird..
Die ungerechten Strafen an dutzende Muslimen und IBDA Anhänger und alle damit verbundenen zu Unrecht Beschuldigten Menschen.
Weitere Komödien der Regierung und der Opposition wird noch erwartet.
Nicht zu vergessen ist ein Blick an die ganzen Nachbar-Länder der Türkei.
Nun sieht man auch ganz im Klaren das die jetzige Regierung der Türkischen Republik durch Unterstützung an die Imperialisten im Irak und in Afghanistan sowie Libyen und Syrien Versucht eine Machtstellung im Nahen Osten zu Erbetteln. Auch für die Zahlreichen Toten in diesen Ländern stehen wir und verlangen den Rücktritt von AKP und Erdogan! UND FRAGEN ! Alle Beteiligten die am 28. Februar Putsch beteiligt waren sind FREI!
Alle die dem GLADIO unterliegen und Imperialistischen Gedankengut dienen sind FREI!
Die die Unschuldig hinter Gittern sitzen, nur weil Sie einen Buch geschrieben haben und eine WELT IDEOLOGIE verfassen werden mit dem Todesurteil bestraft und festgehalten so wie auch Gefoltert! GLADIO ist eine Organisation der NATO und wir fragen nochmal:
Warum ist die Türkei immer noch Mitglied der NATO?
Auch diese Frage ist genauso wichtig wie „ WARUM IST SALIH MIRZABEYOGLU IMMER NOCH IN HAFT? „
Hat die Türkei nicht die Nase voll davon den WACHHUND der NATO zu spielen ?
Wenn ein Premier eines Landes nicht selber entscheiden kann was in seinem Land geschieht stellt sich doch die Frage:
Wer Regiert das Land? Wessen gefangener ist Salih Mirzabeyoğlu ?
Etwa die Kreuzritter der NATO; USA; EU oder die Zionisten , vielleicht auch Israel ? Wer hat das sagen in der Türkei? Warum werden die Versprechen nicht eingehalten? Wer entscheidet warum seit 16 Jahren Salih Mirzabeyoğlu in Haft ist?
Wenn die Entscheidung bei unserem Premier liegen würde wären Unschuldige wie Mirzabeyoğlu schon lange Frei! Ist das nicht so?
Erst vor kurzem hat Herr Erdogan es selbst zugegeben das der Konsul der Vereinigten Staaten sich in unsere Inländische Politik einmischt!
Wenn Sie sich so sicher sind warum Unternehmen Sie nichts?
Oder sind es nur haltlose Behauptungen und sind die Vorwürfe der Korruption doch wahr? Wie schon am Anfang gesagt es ist eine Komödie und IHR seid die Kandidaten!
Wie der Ideologe, Denker und Dichter Salih Mirzabeyoglu in seinem Buch
Alleine mit Necip Fazil Seite 28 uns mitteilt (freie Übersetzung) :

„Haltet den Druck aus den die Flaschen Islamistischen Parteien hier ausüben..Wie mitten im Feuer liegen gebliebenen Wissenden und Denkenden. Es gibt keine weitere Haltestelle nach den ganzen Schmerzen und Geschrei nur ein Letzter Punkt. Hey Junger Mann meinen Weg kennst du...
KOMM SO FRÜH ES GEHT; SONST WIRST DU MICH NICHT ZUHAUSE ANTREFFEN!

29.12.2013 - 11. Bagi AC - BASIN ACIKLAMASI
Kumandan Mirzabeyoglu - Düsseldorf


Bugün Türkiye Cumhuriyeti Düsseldorf Konsolosluğu önünde, Kumandan ve Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu‘na Özgürlük adına 11. kez toplanmış bulunuyoruz.
Hem Yolsuzluklar, Ayakkabı kutuları, Bakanlar, Oğulları, Skandallar, Seks Kasetleri, Tehtidler, istifalar, görevden alınanlar, tarihe en adi davalar arasında kaydedilecek olan Noel Baba davasında onlarca Müslüman - İBDA erlerine verilen haksız hukuksuz cezalar ve daha bilumum traji komik meseleler etrafında gelişen Hükümet Politikalarını protesto etmek hem de Irak’ta Afganistan’da Libya’da ve Suriye’de de AKP’nin emperyalizme verdiği destek yüzünden ölen milyonlarca insanın adına da burada olduğumuzu belirtmek istiyoruz.. Ve soruyoruz… 28 Şubat NATO darbecilerinin tamamı tahliye edildiği halde, bu darbecilerin yasadışı emir ve talimatlarıyla delilsiz mesnetsiz mahkum edilen Sayın Salih Mirzabeyoğlu niçin hala zindandadır? Bu soru aynı zamanda bütün İslâm dünyasını kan ve ateşe boğan NATO’ya Türkiye niçin hala üyedir sorusuyla eş anlamlı değil midir? Bir ülkenin başbakanı verdiği sözü şu kadar zamandır tutamadı ise o ülkede başbakanın iradesinden daha üstün bir iradenin varlığından söz etmek gerekmez mi? Bu irade kimindir? AB nin mi? Haçlı ordusu NATO’nun mu? ABD’nin mi? Yoksa hepsinin patronu İsrail’in veya dünyayı yönetme iddiasındaki Siyonist çetelerin mi? Yani Mirzabeyoğlu 16 yıldır kimin esiridir? Türk hükümetinin olsa Başbakanın iradesi bu esareti sonlandırmaya yeterli olmaz mıydı? Sayın Başbakan dün yaptığı konuşmada ABD büyükelçisinin içişlerimize karıştığını açıkça ifade ettiği halde bu elçiye gereğini niçin yapamıyor? Sorusunun cevabı da “Salih Mirzabeyoğlu kimin esiri?” sorusuyla çok yakından ilgili değil midir?

Kamuoyu bildirimizi Sayın Kumandan ve Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu‘nun NECİP FAZIL'LA BAŞBAŞA adlı Eserinin 28. sayfasından alıntı yaptığımız şu cümlelerle bitiriyoruz.

"... Davanın İslâmî hareket iddiasındaki bir parti tarafından harcanışının istırabını, bir yangın ortasında kalmışçasına yaşamış olarak, -dedik ya bilgi, bilene var-, dehşet verici çığlıklardan sonra daha da ötesi olmayan bir durakta tevekkülle bekler gibi, konuşuyor. Edası, şu "noktalama"sında belirttiği çerçeve içinde:

--"Ey genç adam, yolumu adım adım bilirsin!
Erken gel, beni evde bulamayabilirsin!" ..."

Saygılarımızla
Bagi AC

MBR Haber

BAGİ AC: "Kumandan ve Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu'nun Özgürlüğü için
Almanca / Ingilizce / Türkçe olarak 3 ayrı sayfadan
İmza Kampanyalarımızı başlatıyoruz."

02.01.2014



Almanca Sayfa:
https://secure.avaaz.org/de/petition/The_AKP_Government_in_Turkey_AKP_Regierung_AKP_Iktidari_
Freedom_for_Mirzabeyoglu_fuer_Mirzabeyoglu_Oezguerluek
Stop die Folter
Salih Mirzabeyoglu ist ein Muslimische Denker und Autor über 58 Büchern. Er wird seit 16 Jahren in Gefängnis (Türkei) gehalten und mit Telegram bzw. Telekinezi-Technologie gefoltert ! WARUM ?
Freiheit für Salih Mirzabeyoglu !
Unterschreiben Sie für die Menschenwürde !

Ingilizce Sayfa:
http://www.ipetitions.com/petition/freedom-for-salih-mirzabeyoglu
Stop the Torture

Salih Mirzabeyoglu is a Muslim Man Thinker and a Writer over 58 books. He is caught since 16 years in the Prison (Turkey) and will abused byTelekinezi-Technology ! WHY ?
Freedom for Salih Mirzabeyoglu !
Sign it for human dignity!

Türkce Sayfa:
http://imza.la/freedom-for-salih-mirzabeyoglu
İşkenceye Son
Salih Mirzabeyoğlu bir Müslüman Fikir Adamı ve 58 tane Kitabın yazarıdır. 28 Şubat kararlarıyla 16 seneden beri hapishanede tutulmakta ve kendisine Telegram "Telekinezi" adlı elektromanyetik cihazlar vasıtasıyla işkence yapılıyor. Neden ?
Salih Mirzabeyoglu'na Özgürlük !
İnsan Onuru için İmzala !

rhyddid స్వతంత్రత laisvė פרייַהייַט เสรีภาพ tự do 自由 自由 स्वातंत्र्य özgürlük свобода თავისუფლების ελευθερία llibertat
libération freedom libereco স্বাধীনতা saoirse liri स्वतंत्रता சுதந்திரம் szabadság vabadus свабода સ્વતંત્રતા ಸ್ವಾತಂತ್ರ್ಯ wolność
freiheit sloboda kalayaan حرية ازادی libero libertà חופש azadî 자유 ອິດສະລະພາບ liberdade libertad

SAYGILARIMIZLA
Bagi AC

MBR Haber

BAGİ'nin AKP İstanbul İl başkanlığı önündeki 20. protestosu: "Herkes için Adalet, Salih Mirzabeyoğlu'na özgürlük"
13.012014



Bugün AKP İstanbul İl Başkanlığı’nın önünde zalim Emire karşı hak sözü söylemek için 20. Kez toplanmış bulunuyoruz…

Bilindiği üzere, 20 hafta önce sayın başbakan , sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun özgürlüğü için bir söz vermişti. Ve bu söz hala yerine getirilmemiştir. Bizler bu sözün hatırlatıcısı ve takipçisi olmaya devam edeceğiz…

Bugün burada sayın Salih mirzabeyoğlu2nun avukatlarının basın açıklamasını okumak istiyoruz:

“BÜTÜN HUKUKSUZLUKLARA TOPYEKÛN SON VERİLSİN!”

Kamuoyu’na; Bilindiği üzere Devlet Güvenlik Mahkemeleri, Avrupa Birliği uyum sürecinde Türk Hukuk Sistemi’nde olmaması gerektiği gerekçesi ile 22 Mayıs 2004 tarihinde kaldırmıştı. Ancak ne gariptir ki, hukuk sistemimizden kaldırılmış bulunan bu Mahkemeler tarafından verilen kararların hükümleri halen infaz edilmektedir.

Bu aşamada DGM tarafından verilen kararların keenlemyekün addedilmeyip halen infazlarının devam ediyor olması hukuki bir garabettir.

Özellikle, 28 Şubat sürecinde yargıya yapılan müdahalelerin de dikkate alınmasıyla Devlet Güvenlik Mahkemeleri tarafından verilen kararların iki kere iptal edilmesi gerekmektedir.

Olması gereken şudur; “Madem ki DGM’ler olmaması gereken mahkemeler olarak kaldırıldı, o halde bu mahkemelerin verdiği kararlar da yok sayılarak iptal edilmeli ve bu kararlar nedeniyle halen cezaevinde tutulanlar derhal serbest bırakılmalı, ve hatta infazı tamamlananların iade-i itibarları sağlanmalıdır.”

Yaklaşık 2 sene önce Adalet Eski Bakanı Sayın Sadullah Ergin’e bu konuda bir taslak çalışma tarafımızdan sunulmuştur. Nitekim Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından yaklaşık 19 hafta önce, “Adalet Bakanlığı tarafından başta MİRZABEYOĞLU DAVASI olmak üzere bir kısım davaları da içeren bir yasa çalışmasına başlanıldığı” bildirilmiştir.

Ancak bu konuda bugün itibariyle henüz kamuoyuna yansıyan elle tutulur bir çalışma bulunmamakla birlikte, yakın zamanda Sayın Başbakan ve TBBB Başkanı sayın Metin Feyzioğlu arasında yapılan görüşme ardından yapılan açıklamalarla, konunun Özel Yetkili Mahkemeler ile sınırlı bir şekilde ele alındığı anlaşılmaktadır.

Özel Yetkili Mahkemeler’in 05.07.2012 tarihinde kaldırıldığı ve bu Mahkemelerde devam eden yargılamalar ve verilen kararlar nedeniyle pek çok insanın cezaevlerinde bulunduğu kamuoyunun malûmudur. Ancak, unutulmamalıdır ki, DGM kararları nedeniyle haksız ve hukuka aykırı bir şekilde 20 yıla yakındır cezaevinde bulunanlar vardır ve bu insanlar şu an, şu dakika itibariyle, halen cezaevlerinde kanunsuz olarak tutulmaya devam edilmektedirler.

Elbette Özel Yetkili Mahkemeler de tıpkı İstiklal Mahkemeleri, Yassıada Mahkemeleri ve DGM gibi olağanüstü dönemlere ait mahkemelerdendir.

Olağanüstü dönemlere ait bu Mahkemeler, gerek kuruluş gerekse işleyişleri açısından ve bunun doğal sonucu olarak verdikleri kararlar yönünden, haklı olarak, her kesim tarafından ve her zaman eleştirilmişlerdir. Bu nedenle, hukuk sisteminde köklü bir reform yapılmak isteniyorsa 05.07.2012 tarihine kadar işlenen suçlara ilişkin olarak, gömleğin yanlış iliklendiği ilk Mahkemeler olarak İstiklal Mahkemelerinden başlamak üzere, Yassıada, DGM ve Özel Yetkili Mahkemeler’de yapılan yargılamalar sonucu mahkum olup infazı tamamlananların dahi itibarları iade edilmeli, devam eden davalar düşürülmeli, kesinleşmiş bir hükümle sonuçlananların cezaları ortadan kaldırılmalı ve tutuklu olanlar derhal serbest bırakılmalıdır.

Emniyet ve Yargı içindeki kliklerin varlığının daha açık bir şekilde ortaya döküldüğü bu günlerde, Yargı üstünde bir töhmet olarak bulunan “baskı, talimat ve yönlendirme” ile verilen bu kararlar nedeniyle oluşan hak ihlallerinin telafisinin yargıda mevcut kliklerin hukuk anlayışına bırakılamayacağı izahtan varestedir. Bu nedenle, hiçbir hakime, “ama”, “lakin”, “fakat”a sığınmaya mahal vermeyecek şekilde yapılacak bir yasal düzenleme ile, bu hukuksuzluğa derhal son verilmelidir.

Bizler de Büyük Anadolu Gençliği İnisiyatifi ve Güldenizde Elifler Platformu olarak, bu tekliflere katılıyoruz…

Sayın başbakan bu ülkede yıllarca haksız yere cezaevinde yatan insanların olduğunu söylemişti… “Geç gelen adalet, adalet değil zulümdür!”

Öyleyse artık adalet bir an evvel tecelli etmelidir…

Zalim emir’e karşı hak sözü söylemeye devam edeceğiz!

MBR Haber

13. Bagi AC PRESSEMITTEILUNG
Freiheit für Salih Mirzabeyoglu - Düsseldorf

12.01.2014



Pressemitteilung:

13. Bagi AC Versammlung Freiheit für Salih Mirzabeyoglu

Jeden Sonntag stehen wir hier vor dem Türkischem Konsulat in Düsseldorf und verlangen Freiheit für den Denker und Poeten Salih Mirzabeyoglu.

Die heutige Pressemitteilung haben wir ein wenig Satirisch gestaltet.

Eure HOHEIT der Türkischen Regierung R.T. Erdogan

Die Operationen; Affären und ausländische Kräfte sowie der parallele Staatsbildung beschäftigen Sie seid dem 17. Dezember.
Nur zwischen den ganzen Korruptionsaffären, Schuhkartons und Ihren heiligen Weg der Politik möchten wir Sie bitten Ihr Versprechen die Sie im August 2013 gegeben haben endlich mal zu halten und die Freilassung des Dichters und Denkers Salih Mirzabeyoglu zu veranlassen.

Wenn Sie unser Ansprechpartner in dieser Angelegenheit sind, möchten wir Sie direkt Fragen.
Der Post Moderne Militärputsch des 28. Februar wird von Ihnen verurteilt und andererseits wird der seid dem Tage an UNSCHULDIG Hinter Gittern gebrachte Dichter und Denker Herr Mirzabeyoglu nicht beachtet.
Wovor haben Sie Angst ?
Vor seinen Büchern und Ideen oder das er Ihnen nicht genügend Publicity für die nächsten Wahlen bringt.

Wenn Sie nicht unser Ansprechpartner sind sondern diejenigen die hinter dem Großen Teich sind,
bitten wir Sie für die Tragikomödie die in der Türkei herrscht nochmal um deren Gebete.
Da wir nur einen amerikanischen Sprichwort kennen die besagt :
FUCK YOU !!!!

Hochachtungsvoll

Bolu’da Noel Baba Operasyonu 15. yılında da Protesto Edildi
25 Ocak 2014



Yeni Devir Hukukçular Derneği Noel Baba operasyonu kapsamında tutuklanan İBDA-C lideri Salih Mirzabeyoğlu için Bolu F Tipi cezaevi önünde eylem yaptı. Yaklaşık 60 kişinin katıldığı eylemde konuşan Mirzabeyoğlu’nun avukatı Ali Rıza Yaman, “Mirzabeyoğlu Davası çözülmezse, Türkiye çözülür!” dedi.

Avukat Yaman basın açıklamasının ardından Mirzabeyoğlu ile cezaevinde görüştü. Grup eylemin sona ermesinin ardından olaysız dağıldı.

http://www.odatv.com/n.php?n=boluda-noel-babaya-karsi-eylem-2501141200

İşte Yeni devir Hukukçular Derneği Başkanı Av. Ali Rıza Yaman tarafından okunan basın bildirisinin tam metni:

“NOEL BABA OPERASYONU 14 YILDIR DEVAM EDİYOR!”

Kamuoyu’na;

Devlet; hukuk içindir! Hukuksuz devlet olmaz!

Hukuk; devletin kefâleti altındadır! Hukukuna güvenmeyen devlet olmaz!

Devlet; milletinin emniyetini sağlamakla mükelleftir! Emniyeti sağlayamayan devlet olmaz!

Modern devleti meşrulaştıran en önemli unsur; hukuktur! Bir cemiyet câri hukuka inanmıyorsa, orada devletin meşruiyetinden söz edilemez!

Bir ülke düşünülsün ki; hukuk, kanun metninden ibaret bilinsin.

Bir ülke düşünülsün ki; hukuk, bir maşa olarak görülsün.

Bir ülke düşünülsün ki; devlet kendi hukukuna kefil olmasın.

Bir ülke düşünülsün ki; ülkenin başbakanı dahi, hukuka güvenmediğini alenî bir şekilde ifade etsin.

Bir ülke düşünülsün ki; devlet milletin değil, ‘emniyet’in emniyetini sağlamaya çalışsın.

Bir ülke düşünülsün ki; bir ‘devlet’i devlet y


En son Ekim tarafından Pzr Ekm 27, 2013 7:05 pm tarihinde değiştirildi, toplam 4 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Ekm 09, 2013 7:02 pm    Mesaj konusu: ÖLÜM ODASI’NDA 15 SENE Alıntıyla Cevap Gönder

ÖLÜM ODASI’NDA 15 SENE(*)
08 Ekim 2013
Şükrü Sak

Salih Mirzabeyoğlu 15 yıldır cezaevinde, son dokuz yıldır da tek kişilik bir hücre-Ölüm Odası’nda- tecritte… Mirzabeyoğlu 28 Şubat darbecilerinin emir ve talimatıyla idâm cezasına çarptırıldı, dosyasında bir tek eylem yok, ne de bir eylem talimatı… Bilinen tek suçu; O’nun “Mütefekkir” kimliği ve yazdığı eserler; başta fikir, şiir, roman, hikâye, otobiyografi tarzı eserler… Batı felsefesinden İslam tasavvufuna, Divân Edebiyatından hukuka, sosyolojiye, psikolojiye, eski Yunan, İslam tarihine kadar onlarca alanda 60’a yakın eser… Her biri başlı başına çığır açabilecek, devrim sayılabilecek yenilikler getiren eserler… Necip Fazıl’ın 1983’te kendisine söylediği; “Dünya bir kahraman bekliyor; bir fikir kahramanı… Hadi bakalım, inşallah! Bizden bekleniyor, bizde de bir FİKİR ADAMININ YAŞAMAMASI için her şey mevcut…” sözü, bugün de O’nu “yaşatmamaya” çalışanlarca bir kere daha doğrulanıyor sanki… Daha önce; suikast girişimleri, gözaltında kaybetme teşebbüsleri, işkenceler ve 2000 yılında Metris’te uğradığı saldırılarda, O’nu öldüremeyenler, en son 2002’de darbecilerin talimatıyla O’na idâm kararı verdirdiler… Ve bugün bu şartlarda bu zulüm hâlâ sürüyor… O’nun düşünceleri, eserleri ve sanatı çerçevesindeki sohbet notlarını ilginize sunuyoruz… (Şükrü Sak)


SOHBET – İNTİBÂ

I. BÖLÜM *

Salih Mirzabeyoğlu:
“GERÇEK AYDIN ÇAĞINDAN MESUL NSANDIR…”

-Günlük meselelere günlük çözümler ile bu “İdeolocya-Dünya görüşü-Sistem” mevzu, çoğunlukla birbirine karıştırılıyor sanki?..
-Tamam, anladım kasdınızı… İnsan ve toplum meseleleri ekseninde söylüyorum; bu adam aç, geldi, bugün doyurdunuz. Yarın, öbür gün? Günlük meselelere günlük çözüm bu. Açlık devam ediyor, öğlen, akşam… (…..) Biz meseleleri sistem çapında ele alıp, sistem çapında çözümler teklif ediyoruz. Günübirlik meselelere günübirlik sunî çözümlerle karıştırılacak, kıyaslanacak bir şey değil ki bu… Nitekim bunun örneklerini aktüalite içinde bolca bulabilirsiniz; onu halletmeye çalışırken bu patlıyor, bunu düzeltmeye çalışırken öbürü, vesaire… Biz “ruh”, ruhçuluğun hakikati filân diyoruz, anlaşılmıyor. Bu başlı başına bir sistem meselesi…

-Bu “sistem meselesinin” bir özelliği de, İslam’a nisbet içinde-hesapta- mesele konuştuğunu düşünenlerin…
-Ondan da önce, ortaya koyduğumuz şey ne, ona bakılması lazım; her dünya görüşünün eşya ve hadiseleri ele alış, yorumlayış tarzı farklı, bu bir “muhakeme biçimidir” her şeyden önce. Biz her adımda İslam’a nisbetimizi muhafaza etmek zorunda olduğumuza göre?.. Bu nasıl olacaktır? Nisbetsiz, başıboş, nerden gelip nereye gittiği izâhsız bir “düşünce faaliyeti” ile olacak iş değil bu… Halbuki biz (Büyük Doğu-İbda); Muhakeme usûlu prensiplerini getirdik, ölçülendirme ölçülerini koyduk ve doğrulayıcılık usulünü…(…) Neticede kendi fikir sistemimizin, hem Batı’ya hem Doğu’ya dönük çehresi meydanda… “Bütün fikrin gerekliliği” ve Mutlak Ölçüler’in zabıtası olmaksızın bunun “kurulamazlığını” ispatladık… Felsefeden sosyolojiye, tasavvuftan hikemiyata kadar el attığımız her mevzuda; insan ve toplum meselelerinin ancak böyle bir ideolocya temelinde sistem şuuru-şuur sistemi ile ÇÖZÜLEBİLECEĞİNİ de…
-Bu meselenin (fikir sistemi-dünya görüşü) meselesinin, Türkiye şartlarında yeteri kadar veya gerektiği gibi anlaşıldığını düşünüyor musunuz?… Çünkü bu meselenin böyle sokaktaki sade vatandaşa değil de, aydın kesime, entellektüel tabakaya hitab eden asıl çehresi…

“AYDIN ÇAĞINDAN MESUL İNSANDIR…”
-MEVZU FİKİRSE; O ve BEN…-
-Bunu hem Batı’dan hem Doğu’dan örneklerle BÜYÜK MUZDARİBLER de anlattık; her yönüyle… Hem tasarrufuna almaya hem de insan ve toplum meselelerine el atarken görünmesi gereken derinliğe misal olarak… Hadisenin özü; Aydın çağından mesûl insandır ve bu mânâya bitişik olarak da velilik bir mecburiyettir… Bunların anlaşılması lâzım… (…..) “Türkiye şartları” filân deyince, bu da artık dünyadan kopuk ve bölge şartlarından bağımsız olarak değerlendirilebilecek bir şey olmaktan çıkmıştır…

-Fikir sistemi-Dünya görüşü mevzunun, öncelikle aydınlara dönük çehresi kasdıyla…
-Tamam, daha hususi planda… Şimdi diyelim ki, namazında niyazında, tesbihinde Kur’an’ında, evinden işine işinden evine bir Müslümansın, tamam… Ama bir “iddia” ile ortaya çıktığın zaman-bütün topluma, Müslümanlara dair bir iddia ile- ya bunu(Bd-İbda) göreceksin veya daha iyisini ortaya koyacaksın… Öyle kibirle, hasedle, inatla “karşıyım!” olmaz!… Böyle bir şey kişinin “imanını” tehlikeye sokar… Çünkü sen bütün Müslümanları ilgilendiren bir iddia ile ortaya çıkıyorsun… “Yanlış” bir şey yapıyorsan zararı İslam’a ve bütün Müslümanlara… Bunun görülmesi lâzım!… Sonra, oyuncak değil ki bu; burada daha “mükemmel bir vasıta”(Bd-İbda) dururken “yok, ben kendim bir vasıta icâd edeceğim” takâzâsı ile… Olmaz…(…..)
Bunu, İslam’ın-Müslümanların temel, hayatî-zarurî ihtiyacına nisbetle ve “hedef-vasıta-gaye” ilişkisi içerisinde düşünürseniz; burada diyelim “hızlı tren” dururken, “kağnı”yı tercih etmek gibi, değil mi, olmaz…

-Böyle bir başıboşluk veya rastgelelik?….
-Bunun yol açtığı emek, zaman, enerji, güç isrâfı bir yana… Bütün sosyal hayatın her alanında var olan tabii hiyerarşiye burada niye uymuyorsun?.. Bunun yol açtığı zararlar bütün Müslümanlara, herkes bir şekilde etkileniyor bundan… Burada zaten aydınlara çok büyük sorumluluk düşüyor… Bunun anlaşılması lâzım…(……)
Biraz önce “tabii hiyerarşi” dediğim husus; askere gidiyorsun, erden generale kadar o şeye tabi oluyorsun, trafikte polis kuralı hatırlatıyor uyuyorsun, şurada memur geliyor vergini veriyorsun, burada zâbıta geliyor ruhsatını… Hülâsa toplumda varolan, işleyen düzen içinde işin gereği ve tabii olarak o kadar şeye uyuyorsun da, mevzu-konuştuğumuz çerçevede- fikir-fikir sistemi olunca; “Yok, ben kendi kafama göre…” Mesele birden nerden nereye düşüyor… Halbuki cumhurbaşkanı da olsan-hastalık söz konusu olduğunda- gidip “doktora” tâbi oluyorsun, ‘yok, ben cumhurbaşkanıyım’ filân olmuyor… Kasdım anlaşılıyor mu bilmiyorum?… (Sosyal statü-veya- mevzun ne olursa olsun, her mevzuda o mevzunun “EHLİ OLAN”a tabi olmak…)
Mevzu “fikir”se, bu mevzu da; O ve ben… Müsadenizle(!)… Espri anlaşıldı sanırım; hasta karşısında doktorun tevâzûundan, (‘aman efendim, doktorluk kim, biz kim’ tevâzûunu(!) ) şifa değil maraz doğar… Öldürdün hastayı, geçmiş olsun…
Hadiseyi bu şekilde misâllendirmemin sebebi de, fikir kumaşım-“fikir hüviyetim”in, Üstadım tarafından; “ifrat hâlde tecrit” olarak ifâde edilmiş olmasıdır… Fikirde “doktor keyfiyeti” bensem, budur… Bunun ötesi ne olabilir… İşte, Batı tefekkürü ve İslam tasavvufu arasında açılmış keyfiyet şemsiyesi (İbda) ortada… Nisbetini kurup çoğalmaya bakacaksın…

Hep Yeniden, Hep Yeni:
“ORKESTRA, SENFONYA VE BİZ…”
-Bir dünya görüşünün bütün toplum tabakalarında, aydınlar, ilim adamları, sanatçılar, hukukçular, siyasetçiler vesaire bütün toplumsal iş ve verim şubelerinde, dalga dalga ayrı renklerde görünmesini ifade eden…
-Bu olmadığı zaman da “senfoni” değil, kakafoni çıkar ortaya… Bunları hep yazdık, defalarca anlattık… “Edebiyat” filân mı zannediliyor bilmiyorum, halbuki meselenin bütün ruhunu gösteren şeydir o… (….) Senfoni demek, çok sayıda adamın çok sayıda enstrümanla bir araya gelip (-bir araya-), herkesin KAFASINA GÖRE(!) bir şey çalması demek değil ki!…
Çok sayıda sanatkârın, çok sayıda enstrümanla BİR ARAYA gelip, bir “besteyi” bir notayı çalması değil mi… Hani NOTA?… Kasdımız anlaşılıyor değil mi? Halbuki bunu izâha ne hâcet… Sen baştan sona İslam’ı referans alan ideal bir devlet ve toplum hayalinden bahsediyorsun… İnsanı inşâ etmekten, anlayışı yenilemekten… İnsan ve toplum meselelerine çözüm getirmekten… Bütün bunlar zaten bir “fikir sistemi- dünya görüşü”nün hayatî zaruretini gösteren şeyler değil mi?… Bu olmayınca (bu nisbet kurulmayınca) benim yaptığımı sen yıkıyorsun, senin yaptığını o…. Tâ 1980’lerde basılan “Damlaya Damlaya”da anlattık bunları herkesin taşı getirip meydana koyması -bu nisbet olmadığı zaman- bir şey ifade etmez ki, tâ o zaman söyledik, taşları üst üste koyarsın ya bina çıkar ortaya veya taş yığını…İkisinde “taşları üst üste koyuyorsun”… Şöyle bakarsan da ‘herkes çalışıyor’; bak o da taş getiriyor buda…Taş; en önemli malzeme filan…Netice?..

“BD-İBDA İDEOLACYASI, MEKTUBAT SIRRI…”
-Nereden bakarsanız bakın, her yönden Büyük Doğu-İBDA ideolocyası…
-Bütün bunların “İbda nisbeti”nden görünen hakikâtler olduğunu söylemeye gerek yok… Epey uzun bir süre anlaşılmadı zaten ondaki (ideolocya) ruh… Onu da biz… Mektubât’tan süzülmedir o… O’nun usâresi bir nevi… O’nun (Mektubat-ı Rabbani) içinde bulunduğumuz bu zaman dilimine dönük -ihtiyaca nisbetle- çehresidir o -ideolocya örgüsü- çoklarınca bilinmeyen ve görülmeyen tarafıdır bu… İbda nisbetinin ne demek olduğu da buradan sezilmesi lazım… (…) O ruhu özümseyip anlamaktır mesele, oradaki ruh… O zaman, “ezber” ve “şablon” olmaktan çıkar ideoloji… Ve ancak o zaman -ki bizim yaptığımızda budur- onunla karşına çıkan her meseleyi, böyle lif lif çözme hassasına… Yoksa makaleler toplamı gibi, bir arada öyle zannediyorlardı, bizden önce tabii… Üstadım’ın “ben indim hatta fazlaca indim” dediği mevzu… Kaba bir bakışla bakarsan, şöyle de bir şey yok sanırsın, fakat önemli olan o ruh… O “nasıl”ın fikir çehresini ve “indim” dediği yerin YÜKSEKLİĞİNİ de gösteren biziz… “Niçin”ini ortaya koyarak…

“ON BİN DOLARLIK MÂNÂ NASIL BİR ŞEYDİR?…”
-Diliniz için söylenen “ağır” ve “zor”, belki de buradan…
-Ondan mı yoksa başka şeyden mi, neyse… Şu, bir “on bin dolarlık ev” hikâyesi var, Batılı bir aydının anlattığı… İnsan algısının ne hâle geldiği sadedinde; “Sadece rakamlarla algılayabiliyorlar artık” diye… “Ev”i ne kadar anlatırsan anlat, yeri şöyle güzel, ağaçları, bahçesi, mimarisi, estetiği filân, yok; şuuruna ulaşmıyor, bunlar bir “değer” ifade etmiyor… “10 bin dolarlık ev…” deyince, hâh tamam, şimdi anladı… “Algı” ve “değer” ölçüsü bu… Bırakın siz onu, bu “şuura” ne ile ve nasıl ulaşacaksınız… Halbuki bütün mesele bu, İstikbâl İslamındır’da anlattık; “şuur-şuur süzgeci” meselelerini, “değer”in, “şeyleri” ruha nisbet etmek demek oluşunu, değil mi?… Ruh?… İdrâk(algı)nın ne hâle geldiğini bu misâlden kıyas edin… Bunları anlamadan “İslamî” bir hayat tarzı?…

“LEYLA MECNUN’UN NESİ OLUR?…”
-Ezber ve şablonculukla anlaşılacak şeyler değil demiştiniz?…
-Bütün hâlinde Bd-İbda Külliyâtından tüten o ruh… O idrâk, anlayış seviyesi… Yoksa benim söylediklerimi yerli yersiz, papağan gibi tekrarlamak da, birilerinin bunları böyle anlamadan tekrarlaması da, neticede benim aleyhime bir durum… Burada şuna nisbetle söylediğim bir şeyi, o “nisbeti görmeden”, kafana göre kullanınca, benim kasdıma zıt bambaşka bir mânâ ve kasıt çıkıyor ortaya… Şimdi ben her defasında, yeniden o “ezberciye” bunu mu anlatayım, öbürüne sözün neye nisbetle söylendiğini, kasdını ve mânâsını izâh derdine mi düşeyim… Bir şeyi anlamadan kullanmanın “ezberciye” bir şey katmaması bir yana, böyle maksadı-muradı zedeleyen kısmı da var… O fıkra da geçtiği gibi, adam akşamdan sabaha kadar Leyla ile Mecnun’un hikâyesini anlattığı muhatabına soruyor, “anladın mı?..” Aldığı cevap müthiş bir anlayış(!) harikası; “Anladım anladım da, bu Leyla Mecnun’un nesi oluyor, onu anlamadım…” O yüzden ezber ve şablonla bir yere varılmaz, ezber ve şablonla tekâmül olmaz…

“MESELE İNSANI İNŞÂ ETMEK…”
-Bir konferansınızda geçiyordu yanılmıyorsam; dünya görüşü-düşünce sisteminin en temel niteliğini vurgularken; Anlayış temin eden teoriden daha pratik bir yol yoktur diyorsunuz?..
-Anlayış temin eden teori… Evet, İslam’a Muhatap anlayış yani… Batılı bir ekonomist, aydın; her insan bir ekonomistin ürünüdür der… Aynı şekilde, her insan bir sosyoloğun, bir felsefecinin ürünüdür, bir sanatçının ürünüdür… Hiçbir insan durduk yerde, (hiçbir şeyden etkilenmemiş olarak) “öyle düşünüp, öyle yaşamaya” başlamadığına göre?.. Her insan, “geçmişten gelen miras üzerinde”, onun izlerini, çizgilerini, işaretlerini taşır, barındırır… Bu mânâda sen kendini inşâ etmedin, ekonomiden, ahlâktan, siyasetten, sosyolojiden, felsefeden; bütün düşünüş ve tavırlarında, hayat tarzında bunların İZİ VAR… Biz bunun felsefesini, teorisini, fikrini getirdik… Daha müşahhas bir misâl vereyim; (….) Şuraya bin tane adam(asker) dizilmiş, bir kişi ne emrederse onu yapıyor… Bunun ruhî bir geçmiş ve mirasın sonucu olduğunu anlamıyor musun?.. O, “ben anlamıyorum, askere yat dersin yatar, kalk dersin kalkar, hücum dersin yapar” filân… Ordaki o bin kişiyi o bir kişiye itaat ettiren?.. İşte onu oluşturan, sağlayan; asker, teşkilât, devlet fikri, gerçeklik şu bu, neyse bu ruhî şeyini veren sen değilsin… Nitekim; “Niye sana itaat edeceğim lân, bir kişisin sen!” dediği anda iş biter, çözülür… Senin, o sanki “tabii olarak böyleymiş” sandığın şeyin öyle olmadığını görürsün. Bunun gibi; devlet nedir, hukuk nedir, ahlâk nedir, irâde nedir, fikir nedir, bunların gerçek anlamda neye tekâbül ettiği, neye karşılık geldiğinden haberin yok, bir şey olduğu zaman; “Ee bütün dünyada böyle…” Değil!…
-En çok da “demokrasi” üzerinden atıf yapılıyor; “bütün dünyada böyle…”
-Bütün dünya dediğin; Amerika ve Batı… Doksanlı yıllarda anlattık bunları; demokrasi bir teamül rejimidir diye… Zenginlik olmayan yerde demokrasi olmaz. Adam, o ekonomi dergisinde bizim yıllardır söylediğimiz şeyi yazıyor; rakamlar hatırımda kalmadı; diyelim ki, yıllık, kişi gelirinin yirmi bin dolardan düşük olduğu yerlerde demokrasi olmaz diye… Şimdi, İngiltere’de adam o zenginlik içinde tabii olarak öyle ufak tefek şeylerle uğraşmaz… O zenginliği de sömürge yolu ile elde etmiş zaten, seni sömürerek… Bunları yazdık hep; Batı kültür ve yaşayışının ulaştığı her yer Batı’dır diye… Sen şimdi bu züğürtlük içinde “Batı demokrasileri gibi” diyorsun. GİBİ… Orjinali sana ait değil. Sana uyacağına nasıl kani oldun… O adam(Batı) oraya nasıl ulaştı hiçbir fikrin yok…

“SERBEST REKABET DEDİĞİN GÖZÜNÜ OYMAK!..”
-Aynı yöntemle dış yüzden ekonomik sistem taklidi?..
-Şimdi adam -bir de profesör ünvânı var- ‘İslam’ın öngördüğü uygulanabilir bir ekonomi modeli yoktur’ diye başlıyor lâfa. Ne İslam’ı, ne de ezberlediği bir takım klişelerin dışında “ekonomiyi” biliyor… Bu şabloncu kafa iktisat ile ahlâk arasındaki o derin bağı nerden görecek… Tutturmuşlar bir “serbest piyasa”-onu da bir nevi dogma-nass gibi söylüyorlar- bunun hiçbir türlü alternatifi yokmuş ve aksi düşünülemezmiş gibi… Senin “serbest rekabet” dediğin; şunun için (mal-değer) birbirinin gözünü oymak demek!… Bunu ilmî, akademik tabirlerle süsleyince netice değişmiyor, sonuç aynı; Şunun için birbirinin gözünü oymak!… Halbuki bu -İslamî bir düzende- bir şekilde, sana da, bana da, ona da yetecekken, (adil bir paylaşım) “serbest piyasa” deyip bunu kaptığın için, şu kadar insan aç… Bu açlığın yol açtığı insanlık dışı vaziyetler… Aslında tam da devletin müdahil olması gereken yer…
Sen, onu (mal-kaynak-değer) karşındakinin gözünü oyarak, bir nevi gasbettiğin için, şu kadar insan aç, yoksul, perişan… Devlet burada müdahil olmayacaksa?..
Şunun için birbirinin gözünü oymayı “ahlâkî ve meşru”(!) kabul ettiğin için, diğer toplumsal ilişki ve kurumların da BU DOĞRULTUDA ŞEKİLLENMİŞ oluyor; hukuk, eğitim, aile vesair…
Her alanda, çıkar ve başarı için göz oymak meşru!… Ee madem öyle kabul ediyorsun, o zaman –haşa- İslam’a, İslamî bir düzene ne gerek var değil mi?

“AHLÂKSIZ EKONOMİ MODELİ…”
-İslam temelli bir ekonomik sistem modeli geliştirilip, İslam dışı bir düzende bu uygulanabilir mi derseniz, o ayrı bir mevzu… Bizim teklif ettiğimiz sistemde; “ekonomik model”, bütün sistemin bir alt-parça sistemi olduğu için… Bu sistemde (Bd-İbda); ekonomi, hukuk, eğitim, kültür, siyaset, sanat, teknik vesair, bütün SOSYAL MÜESSESELERİ KUŞATAN ve onları birbirine tamamlayan bir noktada (tamamlayan ve besleyen) AHLÂKÎ ve FİKRÎ bir dayanağa malik olduğu için, “uygulama” sorunu olmaz!… Ama ona zıt bir sistemde bu imkansız… (…..)
Bir kere, en başta, ahlâksız-ahlâkî temeli olmayan- bir “ekonomik sistem” fikri; Batı barbarlığı ve sömürgeciliğinin bir ürünü… (İnsanı ekonomik bir hayvan olarak görüp, kazanmak için her şeyi MEŞRU GÖREN bir ahlâk…) Bu bize ait bir şey değil ki… Bakın, Üstadım, işin bize ait RUHUNU gösteren misâli; şeriatte, seninki senin, benimki benim, tasavvufta; seninki senin benimki de senin, hakikatte; ne seninki senin ne benim ki benim; Mülk Allah’ındır… Böyle bir iman ve idrâk temelinde, kim şunun için birbirinin gözünü oyar…


II. BÖLÜM

Mirzabeyoğlu’nun
FİKRİ, SANATI VE ESERLERİ ÇERÇEVESİNDE

“KİMSE BİLMEZ KAYAN YILDIZ SIRRINI”

S. Mirzabeyoğlu: “Fikrim de, Sanatım da İslam’a Muhatap Anlayışımı Gösterir”
-Fikir ve sanatınız üzerine gerektiği gibi konuşulduğunu, tartışıldığını düşünüyor musunuz, yoksa bir “dil tutulması” veya başka bir şey mi?..
-Bir eserin mübdiî, eseri verdiğinde işi biter onun… Gerisi mevzunun ehli olan, fikir ve sanat hayatında çok mühim bir rolü bulunan “münekkid” veya münekkitlerin işi… “Bu eser nedir” den başlayarak, yeri, yurdu, orjinalliği, farkı, tarzı, usulü, üslûbü, yeniliği, eskiliği… Ne ise, bir eseri, eser olarak “değer ölçüsü…” Kıymet hükmünü koyacak olan “Münekkit”tir… Ama nerde o?.. Yeni dille “eleştirmen”… Münekkidin ‘kılavuz’ benzeri rolü, bir bakıma okuyucuya yol gösterirken, diğer yandan da eser sahibine bir “ayna tutma” gibidir… (….) Münekkit vasfı ile bu kesimde temayüz etmiş bir isim var mı, bilmiyorum. “Münekkit kıtlığı” diye bunu en çok dile getiren de Üstadım’dır… Ona daha esaslı ve büyük sıfatlar atfederek. Tabii şartlarda bir eseri “değerlendirme ölçüsünü” münekkit koyar. Batı’da (eleştirmen)in ağırlığı, otoritesi müelliften fazladır çoğu zaman. Çünkü vasat toplumun ve onun vasat anlayışının çok üzerinde dolaşan sanatkârla toplum arasında sürekli mekik dokur gibidir… O’nun bu bir nevi köprü rolü, fikir sanat adamını da zorlar… Böyle bir rol?.. (…..)
Fikir ve sanat adamı eserini verdiğinde onun işi bitmiştir, dedim, eser; şiir, roman, hikâye vesaire… Artık onu yorumlamak, değerlendirmek, sanat anlayışı -felsefesi- ekseninde tartışmak, müellifin değil münekkidin işidir, müellif de ehil münekkidin aynasında ona-eserine- tekrar bakmak isteyecektir… Fakat malûm olduğu üzere, bizim böyle bir “lüksümüz” olmadı… Neredeyse hiç…
-Necip Fazıl’ın koyduğu kıymet hükümleri var; Kültür Davâmız, İstikbâl İslamındır, Necip Fazıl’la Başbaşa ve diğerleri için?..
-O farklı bir konsept… Söylediğim şeyle karıştırmamak lâzım… Biraz evvel bahsettim, O’nun en fazla şikayet ettiği ve sürekli söylediği; “Biz de münekkit yok…”, galiba bugün hâlâ geçerli…


Fuzûli’den Mirzabeyoğlu’na…..
“Kimse bilmez fukâra sırrını…” değil

“KİMSE BİLMEZ KAYAN YILDIZ SIRRINI….”
-Aydınlık Savaşçıları, Önsöz, Anafor tabii bunlardan da önce Yaşamayı Deneme, Münşeat ve… Kayan Yıldız Sırrı…
-Aydınlık Savaşçıları… Hikâyesi ayrı… Baktım “Aydınlık Savaşçıları şairi” diye yapışacak üzerime, bıraktım… Devam ederdi, ediyordu yoksa o…

-Yaşamayı Deneme…
-İşte… Olmak… Ne olmak, nasıl olmak… Bugün burada devam eden hayatın bir çekirdek olarak orada toplu görünüşü gibi… Orda birazda efe bir yürüyüş vardır, on sekiz yaşın toplayıcı anten rolü… Oradan başlayan yürüyüş, bak bugüne, buraya… Başlarken yürümeye biliyordum nereye gideceğimi… Bugün 63 yaşındayım ve hâlâ zıplıyorum, durmadım… İki adım atıp (aferin ceplerinde) tükenenler utanır mı bilmem… Yaşamayı Deneme’de başlayan yürüyüş… Bugün hâlâ sürüyor, burada…

-Kayan Yıldız Sırrı…
-Nispet şiiridir o… Çile’ye… Çile’nin sahibine… İşte, ben eserimi vermişim, dönüp tekrar onu anlatacak olan ben değilim. Bak eser orda; bir tane tenkit, böyle eli ayağı düzgün, ehlince yapılmış?.. “Tenkit” deyince, bu da yanlış kullanılan bir kavram, “kritik etme”, “bu nedir?”in tartışılması, sanat eserindeki öz keyfiyetin yansıtılmasıdır o… Yansıtılması, şöyle veya böyle gösterilmesi, kritiğidir… Getirdiği o “yeni şey” ne ise onu… (Duyuş, düşünüş, fikir v.s) Ben sorabilirim onu; kim ne diyor bilmek isterdim… Benim açımdan, şiirin mücerret keyfiyeti bir yana, “saf şiir” olarak?… Fikirden süzülme şiir… Değerlendirme mi yapılamıyor, yoksa arazi bu kadar mı çorak?.. (….)

“YAŞAMAYI DENEME’DE: YAŞANMAYA DEĞER HAYAT…”
-Aradan şu kadar (30 sene) zaman geçmiş olmasına rağmen, neredeyse üç kuşak, Yaşamayı Deneme’nin bugün hâlâ yeni çıkmış gibi üç kuşak tarafından da okunuyor olması?… “Yaşanmaya değer hayat” meselesinin tohumlarını barındırıyor olmasından…
-O da okuyucunun, muhatabın takdirine kalmış artık, bilemem… “Yaşanmaya değer hayat” derken, bunun tevhidî bir tecrit ile ehline görünen mânâsı bir yana, bunun (yaşanmaya değer hayat) hazırlop bir kıyafet gibi alınıp giyilecek bir şey değil, İslam’a nisbet içinde ÜRETİLECEK bir keyfiyet olduğunu, en geniş anlamda “hayat tarzı” meselesi olduğunu anlamak lâzım… (…..)

“ÇÖPTEN HAYAT…”
“Baba” filminin sonunda bir sahne var; o şa’şalı, debdebeli hayat içinde, işte; parti, oyun, dans, kadın, eğlence, yemekler, o lüks içinde şampanyalar filân… Böyle şa’şa, debdebe ihtişam içindeki o parti biter… En son sahnede köşeden bir çöp arabası çıkar, bütün o hayattan, yaşananlardan geriye kalan ÇÖP YIĞINLARINI gösterir kamera, o çöpleri toplayıp çöp arabasına… O hayattan geriye kalan çöplük… Çöp yığınları… Çöpten bir hayat… Arkanda bıraktığın bu; çöp yığınları…
Anlatamadığımız “yaşanmaya değer hayatı”, tersinden mi misallendiriyor?… Hayatı İslam gayesine göre yorumlayan bir sanatçıya bu tablo bu sahne ne der?.. Bunun gibi daha neler…

-“Önce şiiri sevmeliydiler / Öğrenmeliydiler ipek kanatlarla yükselmeyi…. / Ve görmeliydiler baş dönmesi / Sürünmekten güzel…”
-Yaşamayı Deneme’de… İdealize edilebilecek (edebildikleri) bir hayat tarzı da kalmadı… Para ve futbolu kaldır, hiç… Başka bir şeyin olmadığı hemen görülüyor… Kahramanlara mahsus, kahramanca bir hayat tarzı?…

-Dil ve Anlayış isimli eserinizde geçen, hayat ve sanatın iç içeliğine misâl olarak…
-Eğer fertten öte bir şey olmak insanın özünde olmasaydı, sanat çabası boş ve mânâsız bir şey olurdu. Çünkü bu durumda insan, bir fert (birey) olarak da “tamam” ve “olabileceği her şeyi olmuş” olurdu. İnsanın çoğalma ve bütünlenme isteği de gösteriyor ki, kendinde kendini aşma memuriyetindedir insan… Her ân kendini oluşturan ferdin bütünle böylece kaynaşması için sanat, vazgeçilmez bir araçtır. Sanat, aynı zamanda, insanın sayısız birleşme, başka hayatları ve düşünceleri paylaşma kabiliyetini gösterir… Bunlar zamanında anlaşılmış olsaydı, belki de her şey çok farklı bir seviyede ele alınıyor olurdu bugün…
(….)

“ÇÖLE İNEN NUR…”
-Sizin “Çöle İnen Nur”a çok farklı bir bakışınız var?… Ve onunla ilgili çok farklı bir hatıranız?…
-O, doğrudan benim anlattığım değil de, hadiseyi bilen veya şahit olan arkadaşların anlattığı bir olay… Evet, öyle bir hadise var… Ama kendimi bu tür şeylerle ifade etmek istemem… Fakat hadise öyle, doğru yani… O, Hz. Ömer faslına gelince işte… (….)
Daha önce söyledim birkaç defa, ama kimsenin dikkatini çekmedi sanırım… Çöle İnen Nur’da FIKHIN (hadi bu defa İslam’a Muhatap Anlayış demeyelim) BÜTÜN İNCELİKLERİNİ bulabilirsiniz… Dikkat edin, temel meselelerde dahil, sahabe, siyer, fıkıh; bütün incelikler orda şiir zevki içinde görebilirsiniz; fıkhı ve fıkhın inceliklerini… (……)

“BEN KİMİM?…”
-“Ben kimim diye sormak, ölüm nedir diye sormakla birdir” diyorsunuz ve bunu hayatınızın merkezine alan bir usulle, başta Tilki Günlüğü olmak üzere –Ölüm Odası’nda devam eden- bir arayış, nefs muhasebesi olarak…
-Bunun tam ve doğru şekilde anlaşıldığından çok da emin değilim doğrusu… (….) Diyoruz ya “nefs” için; mâlum bir meçhul diye… Nefsini bilen Rabbini bilir ölçüsünü sezdirme sadedinde; bilen de o nefs “bileceğin”de, bildiğinin hep ötesinde meçhul kalan da…. Arayan da o, aranan da gibi… Buldukça bulunacak olan… Şimdi. “Ben kimim?” davasını İbda’nın Merkezine –Tilki Günlüğü’nün içine gömülü olarak- almamız da bu mânâda…. Kendi kendine şişinme mevzu değil; İslam inkılabının remzi Üstadım’ın fikirde “niçin” buudunu temsil eden hüviyetin sahibi olarak…. Yoksa sen kimsin, belli yani, fâlanca… O değil… “Ben kimim” davası, İslam-insan-âlem alakası içinde bir “kainat muhasebesinin” Cümle kapısı… Girizgâhı …

-“Kayan Yıldız Sırrı’nda; “Benim gölge alemde kendisine kaybolmuş…” diye geçen…
-“İstikbal İslamındır” da bu meselelerin kökleri, orda anlattık… Üstadım’ın demesi ile “saf fikir” olarak anlatıldığı için, pek anlaşılmadı sanıyorum; hayatın aslî karakteri “sır”dır diye… Sırra ilişik sır vesaire… Bu Ölüm Odası’nda da, aynı mânânın değişik açılımları şeklinde var; bir kelime de toplu bin mânâ hesabı; aç açabildiğin kadar… Fuzûli’nin matla’ beytinde; “Kimse bilmez fukara sırrını….” dediği, gösterdik, geçen sayılarda… İhlâsı olmayan kapalı… Kimse bilmez ihlâs sırrını; ihlâs iflâstır…
Kimse bilmez; “O gün bütün kapılar kapanır- “kapansın”, bir tek O’nun kapısı açık kalır- “kalsın” sırrını… Kimse bilmez aşk ve muhabbetin sırrını, sıddıkiyet sırrını… Kimse bilmez Hâcegan sırrını… Aç açabildiğin kadar; kimse bilmez “Necip” sırrını, kimse bilmez has oda sırrını, kimse bilmez Mehdi sırrını… Bıraksan böyle akıp gider, bunlar “şiir idrakine” hitap eden, sırrını o idrake fısıldayan mânâlar yekûnu; akılla ölçülüp biçilmeyen; o yüzden de “sır idrâki” diye vasıflandırdığımız, hayatın aslî karakteri sırdır diye tâ 1982’lerde…

-Kimse bilmez Kayan Yıldız Sırrı’nı…
-Üstadım’ın vefatından sonra yazılmıştır o… Görmesini isterdim… Vefâtından hemen sonra… Ve… “Kayan Yıldız”ın Allah Resûl’ünün bir ismi oluşu… O’nu da ben söylemiyeyim artık…..

(Böyle sanki yarım kalmış gibi değil; yarım kaldı…
Dahası, Ölüm Odası’nı, Ölüm Odası’ndaki hayatı, orda tasavvufun fikirleşmesini, fikrin oraya doğru derinleşmesini, dışardaki hayatın buraya düşen izdüşümlerini, Ölüm Odası’ndan “dışarı”nın nasıl göründüğü ile dışardan “Ölüm Odası”nın nasıl göründüğüne dair notları da, intibâları da yazacaktım, fakat zaman kalmadı. Ş.S.)

Şükrü Sak
BOLU F TİPİ Cezaevi
B2-7-40
Temmuz-2013

*[i]BOLU F TİPİNDE MÜTEFEKKİR MİRZABEYOĞLU’YLA AYNI HAVALANDIRMAYA ÇIKAN GAZETECİ ŞÜKRÜ SAK İBDA MİMARI İLE YAPMIŞ OLDUĞU SOHBET-İNTİBALARINI YENİ AKİT İÇİN YAZDI. TAM METNİ VE ‘ÖLÜM ODASI’NIN HİÇBİR YERDE YAYINLANMAMIŞ FOTOĞRAFI…


Kaynak: http://www.dunyatime.com/?p=1906


İBDA fikriyatı ve Salih Mirzabeyoğlu gerçeği..
Muhsin AKIL
13 Kasım 2013



Araştırmacı gazeteci olarak ne kadar dış politika, siyaset, terör, uluslar arası ilişkiler, istihbarat, derin devlet vs. konular üzerinde uzman olduğumu söylesem de Türkiye’deki fraksiyonlar, örgütler, guruplar, farklı düşünceler konusunda da uzmanlığımı çok rahatlıkla söyleyebilirim. Daha ötesi tüm illegal örgütler hakkında da yıllarca çok geniş çaplı araştırmalar yaptım. Sağ, Sol, İslamcı ve diğer irili-ufaklı birçok örgüt hakkında çok şey biliyorum! Aslında kökü/kaynağı dışarıya uzanan asıl potansiyel tehlike teşkil eden ve yıllarca Türkiye’yi bu hale getiren Sahte Derin Devlet hakkındadır asıl uzmanlığım..! İşte bugün yine tarafsız ve objektif bir gözlemle İBDA fikriyatı ve önderi/lideri Salih Mirzabeyoğlu üzerinde duracağım. Önce maziye gidip İBDA fikriyatının temeline ışık tutmaya çalışacağım…
İBDA ve lideri/önderi Salih Mirzabeyoğlu (Salih İzzet Erdüş) hakkında detaylara, ayrıntılara ve bazı hassas hususlara girmeden önce araştırmacı, istihbaratçı bir gazeteci-yazar olarak İBDA fikriyatı, Salih Mirzabeyoğlu ve İBDA gönüllüleri (militanlar demiyorum!) neler bildiğimi ve perde arkasındaki gerçekleri özetlemeye çalışacağım. İBDA ve Salih Mirzabeyoğlu hakkında bahsederken diğerlerinin yaptığı gibi istihbarat yapmama ve araştırmama hiç gerek yoktu! Çünkü bu konularda her şeyi bundan zaten yıllardır biliyordum. Daha doğrusu 1980 öncesi MTTB ve AKINCILAR teşkilatlarını ve merhum Necip Fazıl Kısakürek’i, İBDA fikriyatının kökenini ve Salih Mirzabeyoğlu’nun özgeçmişi, fikri/düşüncesi, kültürü, inancı, akide ve itikadı hakkında da çok şey biliyordum..!

AKINCILAR 1980 öncesi kendi içinde birkaç parçaya ayrılınca AKINCI GÜÇ olarak yeni bir yapılanmaya giderek düşünce/fikir ve dava adam Salih Mirzabeyoğlu önderliğinde İBDA doğdu. O yüzden Salih Mirzabeyoğlu için İBDA fikriyatının mimarı diyorum. Rahmetli/merhum Necip Fazıl Kısakürek’in gölgesi diyebileceğim kadar manen donanımlı, inançlı ve samimi bir önder/lider olarak İBDA gönüllüleri biraz daha çılgın, biraz daha uçuk, biraz daha gözükara bir şekilde dergiler ve kitaplarla kendilerini kısa bir zamanda Türkiye’ye duyurdular. Kendi seslerini duyururken çok ileri derecede sivri söylemler, gözükara/çılgın ama topluma/insanlara zarar vermeyen eylemler ve icraatta diğer örgütlere benzemeyen ‘kendinden zuhur’ bir anlayış içinde sempati toplamaya başladılar.

Bilhassa İslamcı camia içinde kanı kaynayan, heyecanlı ama kültürlü, aktif, Aristokrat düşünen gençleri saflarına çekerek zaman içinde Türkiye’deki yıpranmış, dejenere olmuş, dış kaynakla emperyalist güçlerin sahte derin devletini son derecede rahatsız etmeye başladılar. Evet, bugün bu zihniyete karşı olup da o günlerde o zihniyetten korkudan ödü patlayan hatta İBDA gönüllülerini suçlayanların bugün İBDA gönüllerinin karşı durdukları, mücadele ettikleri zihniyete karşı İBDA gönüllülerinden daha çok karşılar ve mücadele veriyorlar..! Peki, o günlerde neredeydiler?! Neden İBDA gönüllülerine kızıyorlar ve onları suçluyorlardı?! İBDA gönüllülerinin dik duruşunu, cesaretini neden görmek istemediler ve anlayamadılar? Bütün bu soruların cevabın İBDA fikrini/düşüncesini ve lideri/önderi Salih Mirzabeyoğlu’nu önyargısız ve samimi bir şekilde anlamaktan geçer diyorum..!

İşte bu yüzden İBDA lideri/önderi ve gönüllüleriyle Türkiye’deki emperyalist küresel güçlerin uzantısı olan sahte derin devletin dikkatini çekti! O yüzden potansiyel tehlike gördükleri İBDA mimarını/liderini, fikrini/düşüncesini ve gönüllülerini yok etmek için yıllar önce düğmeye bastılar..! Ve İBDA fikriyatın mimarı olan Salih Mirzabeyoğlu’nu içeri attılar, hak etmeyeceği bir şekilde zulüm ve akla-hayale alınmayacak işkencelere tabi tuttular. Sadece fiziksel değil zihinsel korkunç bir de tuzak kurdular! Haydi dün DÜNDÜ diyelim! Ya bugün?! Evet, bugün bu zihniyeti al-aşağı eden mevcut AK Parti iktidar bu konuda ne yapıyor?! (Yarın: Mirzabeyoğlu’na korkunç zihinsel ölüm tuzağı..!)

Kaynak: http://www.anayurtgazetesi.com.tr/default.asp?page=yazar&id=21411

Ateşin çocukları yargının zulasında
ORHAN GAZİ ERTEKİN*
26/01/2014



Tıpkı Salih Mirzabeyoğlu gibi Sarp Kuray'ın hakikatinin bugün yargı zulasında saklanması ve işkenceler, sürgünler ve mahpuslar içinde geçen bir hayatın sözde bir yargılamayla cezaevinde devam ettirilmesinin bir anlamı var

Türkiye ’nin son iki yüzyıllık siyasi serüveninde ardı ardına gelip geçen kuşaklar göz önüne alındığında bir kuşağın çok özgün bir siyasi karakter yapısıyla ortaya çıktığını teslim etmek gerekiyor. Daha “iyi” bir ifade bulana kadar onlara “68 kuşağı” demeye devam edeceğiz ve ayrıca “78 kuşağı”nı da onların bir parçası olarak eklemeyi tavsiye edeceğiz. Bu kuşak, kendilerinden önceki siyasi kuşakların “memurin” dünyasından çok uzak olduğu gibi siyaseti, “işletmecilik” disiplininin bir dalı olarak gören bugünün siyasi kuşağından da oldukça farklı özellikler sergiliyor. Bir defa, onlar, “Tanzimat adamları”, Yeni Osmanlılar, İttihat ve Terakki ve Cumhuriyet’in erken kuşakları gibi devlet, kurumlar ve giderek üniversite ikliminin politik terbiyesinin içinde kalmayı tercih etmedi. Politik eylemi, devlet alanından halkın coğrafyasına doğru taşıdı. Ve tabii ki adalet arayışında devleti terk etmenin bedellerini de öderken gelmiş geçmiş en zor ve şiddet dolu imtihanlara göğüs gerdiler. Bu nitelikleriyle, Türkiye’nin modern tarihine “sosyal isyancılar” olarak şan verirken bugünün kaygan politik dünyası bakımından da yüzleşme alanlarının dışında saklanmaları için olağanüstü gayret sarf edilmeye devam ediliyor. Tefekkürden kas gücüne kadar uzanan geniş alana yayılan bir “ateş”ten doğan bu çocuklar, bütün o modern tarihimizi anlamak ve anlamlandırmak için olduğu kadar bugünün iktidar kuşaklarının siyasi karakter yapısını ifşa etmek açısından da özel olarak öne çıkıyorlar.

Biz, şimdilik, ateşin çocuklarının bugün yargının zulasında saklanan ikisini anlamayı ve anlatmayı deneyeceğiz; Salih Mirzabeyoğlu ve Sarp Kuray. Ne için? Halihazırdaki ahvalimizi daha iyi görmek için!

Salih Mirzabeyoğlu

Mirzabeyoğlu, sözünü ettiğimiz kuşağın temel siyasi karakter yapılarını taşıyan en temsil edici isimlerden birisi. O sadece Türkiye İslamcılığının bir istisnası değil. Evet İslamcılığın içinden çektiği çizgi, tüm o hımbıl ve uzlaşmacı geleneğin reddine tekabül eder. Ama o sadece burada kalmaz. Onun hesaplaşma girişimleri sadece İslamcılık bakımından değil tüm siyasal hareketler açısından öğreticidir. Bir defa, teorik ve politik hesaplaşmasını, Batı ve Batı epistemolojisi ile sınırlı tutan ve bu anlamda kaçınılmaz olarak Batı’nın teorik alanına dahil olan bütün o modern İslamcı kuşakların tersine, doğrudan İslam ilahiyatının içinde ve onun geleneğiyle kurmayı tercih etti. Bu durum bir yandan Batı ile yüzleşmesini, tıpkı modern dönem öncesi İslami düşünürler gibi, daha kompleksiz biçimde kurmasını sağlarken diğer yandan da yepyeni bir kavramsal dünyanın içinde kendisini yaratmasına yol açtı. Bugüne kadar 58 kitap yayımlamasını ve hemen her meselede cevaplar geliştirmeye çalışmasını, bu özgün konumun dayattığı bir sorumluluk bilinciyle açıklamak yerinde olur. Bu nedenle de Mirzabeyoğlu söz konusu olduğunda tefekkürün derinleştirilmesinden imtina etmek, ciddi bir entelektüel ayıba da tekabül eder. Ama Mirzabeyoğlu, sadece bir mütefekkir değildir. Aynı zamanda bütün o Sünni geleneğin içindeki “devlet” algısının halkın isyan ve itiraz geleneğiyle değiştirilmesinde ısrar ettiği için de çok önemli bir şahsiyettir. Zaten, sözde yargılanarak müebbet hapse mahkum edilmesinin, on yıldan fazla tecrit altında kalmasının, ağır işkenceler görmesinin, çok çeşitli tertip ve baskınlarla yıldırılmaya çalışılmasının ve dahi “örgütsel bir bağ bulunamamasına rağmen” cezalandırılması yoluna gidilmesinin sebebi de hem düşünsel hem de bu politik özgünlüğü oldu. Kuşkusuz, bu özgünlük, bazen onun aleyhine kullanılmaya çalışıldı, çok uzun yıllar mahpus kalmış bir insanın kavramlarının giderek metaforik haller kazanması kaçınılmaz olduğundan anlaşılması da zorlaştı. Ama, düzen ve gelenekle barışmayı reddetmesine, mücadelesindeki tavizsiz duruşuna, son on yıllık “dindar ilerleyişe” mesafeli durmasına bakıldığında onun iman, güç, sebat ve hakikat ısrarının çarptığı her çelik kapıyı berhava edecek bir devrimci temsile dönüştüğünü gösteriyor.

Dindarlığı politik bir “değer” olarak yeniden ihyanın peşinde olan bütün o kuşakların, ama özellikle de bugünkü gençliğin onun yazılarına ve mücadelesine daha bir dikkatle yaklaşmaları gerektiği bir dönemdeyiz. Onun hâlâ yargının zulasında saklanmaya devam edilmesini ise içinde bulunduğumuz politik hakikat kaybının derin bir tezahürü olarak okumaktan başka çare yok. Tam da bu anda onun hakikat iddiasının İslamcılığın içine girdiği derin krizle hesaplaşmayı kolaylaştıracağı kesin. Onun özgürlüğü için mücadele etmek işte bu yönden de çok anlamlı.



Sarp Kuray

Türkiye sol hareketi, 1960’lı yıllara kadar “bilim” ve “felsefe”yle ilgisini öne alarak ülkenin politik geleceğinin tasarlanmasında ayrıcalık talep etti. Bunun sadece bir talep olarak kalması şaşırtıcı değil. Çünkü, sol gelenek her şeyden önce felsefi ve bilimsel bir yetersizlikle malul oldu ve politikayla ilişkisi sadece örgütsel bir mekanizmaya sahip olma boyutunda kaldı. Tarihe girmek yerine tarihin kendilerini çağırmasını beklediler. Buna karşılık, 68 kuşağı, politikanın ekonomik, toplumsal alanlardan özerkliğini keşfeden ve buna uygun bir konum alan ilk kuşaktır. Bu keşif, politik eylemin ertelendiği gelenekten kopmalarına ve hayatın her alanındaki sorunlara acilen dokunan girişimler başlatmalarına da yol açtı. Bu kuşağın politikayı her bir gündemin içindeki somut girişimlere dönüştürmeleri, sanıldığı gibi basit bir eylemcilik veya maceracılık değil, çok daha derinlere uzanan felsefi bir kopuşu da ifade ediyor. Sarp Kuray, geçmiş sol gelenekten düşünsel ve politik bir kopuş yaşayan işte bu kuşağın önemli temsilcilerinden biri. Kuray, sonradan, aydınlanmacı sol gelenek ile politik devrimci kuşak arasındaki bağı kurmaya ve aralarında tarihsel bir ilerleme ve bağ inşa etmeye de çalıştı. Bu anlamda, kendi serüvenini hem örgütsel hem de kişisel düzeyde düşünsel ve politik bir müdahale ve tekamül içinde kurmayı da başardı. Çeşitli tarihsel dönemlerde, örgütsel çabayı öne alması ve özellikle 1980’lerden sonraki dönemlerde ise geleneksel örgütsel çabaları terk edip farklı politik yollar aramayı tercih etmesini de bu kuşağın özgün politik karakterinde aramak gerekir. Kuray, bugün, hâlâ kendi hesaplaşmalarını takiple hakikatini aramaya devam ediyor. Hem de geride bıraktığı ve aştığı bir dünyanın hesabının kendisinden sorulmasına karşı bile kendi özgürlüğünü vererek mücadele etmeyi tercih edecek kadar sahici bir hakikat arayışının içinde. Kendi kurmadığı bir örgütün liderliğinden mahkum edilmesi onun bir trajedisi değil, Türkiye’nin yargısının ve toplumun bir trajedisidir aslında. Tıpkı Mirzabeyoğlu gibi Kuray’ın hakikatinin de bugün yargının zulasında saklanması ve işkenceler, sürgünler ve mahpuslar içinde geçen bir hayatın sözde bir yargılamayla cezaevinde devam ettirilmesinin bir anlamı var.

Şimdi bütün bu sahtelikler dünyası içinde siyaset yapmaya devam eden bu ülke hakikat arayan bu insanları, yani ateşin çocuklarını zulasında tutmaya devam ettikçe yeni bir hakikat ateşi yakamayacak ve yaşadığı güncel bunalımı daha da derinleşecek. Gelin gerçek ve sahici bir dünyanın içine girmek için onların derhal özgürlüğünü talep edelim.

* Demokrat Yargı Eşbaşkanı
Kaynak: http://www.radikal.com.tr/radikal2/atesin_cocuklari_yarginin_zulasinda-1172807

Erdoğan: Özel yetkili mahkemeler kalkıyor
28 Ocak 2014



Recep Tayyip Erdoğan İran’a hareketinden önce gazetecilere açıklamalarda bulundu. Erdoğan, "Süreç içinde Adalet Bakanlığımız yeniden yargılanma konusunu değerlendiriyor. Çalışıyor. Ben bir şeyi söyleyebilirim. Özel yetkili mahkemeleri kaldırmayı kesinlikle hedeflemiş durumdayız. O dosyalar hangi mahkemelerde ise onları ağır ceza mahkemelerine aktarmış olmak suretiyle bu süreci kapatmış olacağız. Dolayısıyla 133 ağır ceza mahkemesi ile süreci sürdüreceğiz" dedi.
Erdoğan, İran ziyareti öncesi yaptığı açıklamada; "Adalet Bakanlığı'yla alakalı, bu süreç içersinde Bakanlık'ımız yeniden yargılanma sürecini şu anda değerlendiyor, çalışıyor. Muhtevası ne olacak, nasıl olacak. Ben burada bir şeyi açık söyleyebilirim; Özel Yetkili Mahkemeler, bunu kaldırmayı kesinlikle hedeflemiş durumdayız. TMK'yı aynı şekilde kaldırmayı, ama buradaki TCK'na aktarılması gereken maddeleri aktarma gibi bir hedefimiz var. Ve Özel Yetkili Mahkemeleri kaldırarak, bu mahkemeleri tamamiyle Ağır Ceza Mahkemelerine devretmek suretiyle artık bu süreci kapatmış olacağız. Ve böylece sadece 133 ağır ceza mahkemesi var, yanılmıyorsam 8 tane de özel yetkili mahkemesi var. Bundan sonra 133 ağır ceza mahkemesiyle artık bu süreci sürdüreceğiz. Böyle bir dönemi başlatıyoruz." dedi.
haber93

Mirzabeyoğlu'na özgürlük eylemi 23. hafta: AKP İstanbul İl Başkanlığı önü
02.02.2014



Büyük Anadolu Gençliği İnisiyatifi (BAGİ) ile Güldenizde Elifler Platformu'nun birlikte düzenledikleri "Mirzabeyoğlu'na özgürlük eylemi"nin 23.cüsü bugün AKP İstanbul İl Başkanlığı önünde yapıldı, "Özgürlüğün yolu Mirzabeyoğlu, NATO'ya hayır, Kahrolsun Amerikan emperyalizmi" sloganlarının atldığı eylemde katılımcılar şu açıklamayı yaptı:

Kamuoyuna;

Bugün AKP İstanbul İl Başkanlığının önünde, zalim Emire karşı hak sözü söylemek için 23. kez toplanmış bulunuyoruz.

Sayın başbakan 23 hafta önce sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun özgürlüğü için verdiği sözü hala yerine getirmemiştir.

Bizler bu sözün hatırlatıcısı ve takipçisi olmaya devam edeceğiz.
Hem Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun, Hem de DGM’lerin yada Özel Yetkili Mahkemelerin mahkumiyet kararı verdiği herhangi bir şahsın, mahkumiyeti, bütün kamuoyu nezdinde şüphelidir.

Bugün gündemde olan, Özel Yetkili Mahkemelerin yargı kararlarının iptal edilmesi ve yeniden yargılama nasıl bir zorunluluksa, aynı zorunluluk DGM’ler için de geçerlidir.

Hükümet teklifi halinde Meclise getirilen ve demokratikleşme paketine eklendiği açıklanan fakat kapsamı açıklanmayan teklifte bu hususa dikkat edilmesi, DGM kararlarına da re’sen yeniden yargılama imkânı sağlanmalıdır.

Aksi yönde bir tavır alınacak olursa; bu tavır, hükümetin 28 Şubat NATO darbesi tarafından mahkum edilen insanların mahkumiyetlerini dolayısıyla, 28 Şubat NATO darbesini doğrudan desteklediği görünümü verir.

Hükümlü gazeteci Sayın Şükrü Sak’ın, geçen sene söylediği şu stratejik tesbiti hatırlatmaya devam edeceğiz:

“Mirzabeyoğlu meselesi çözülmezse Türkiye çözülür…”
Mirzabeyoğlu davası başta olmak üzere, Türkiye’deki her dinî, felesfi, siyasi ve etnik kökenden insana karşı uygulanan bütün hakszılıklar, hukuksuzluklar, adaletsizlikler derhal sona erdirilmelidir.
Zalim emir’e karşı hak sözü söylemeye devam edeceğiz!
Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi!..
Yaşasın kumandan Mirzabeyoğlu!..
--------------------------------------------------------
Büyük Anadolu Gençliği İnisiyatifi
Güldenizde Elifler Platformu



Aynı saatlerde BAGİ-AC tarafından Türkiye'nin Düsseldorf Konsolosluğu önünde de "Mirzabeyoğlu'na özgürlük eylemi yapıldı eylemde Almanca olarak okunan basın açıklaması şöyle:

PRESSEMITTEILUNG 02.02.2014 / BASIN ACIKLAMASI

Wie jeden Sonntag um 14.00 Uhr haben wir uns zum 15. Mal für den Denker und Poeten Kommandant Mirzabeyoglu’s Freiheit versammelt.
Gestern vor 23 Jahren, 1. Februar 1991 wurde Herr Mirzabeyoglu zum ersten Mal verhaftet. Vor der Verhaftung hatten seine Leser und Anhänger in Vielen Städten in der Türkei gegen die Regierung und gegen den IRAK –Krieg Demonstriert.
Die damalige Regierung der Türkischen Republik, unter der Führung von ANAP, sah auch damals eine Bedrohung in seinen Büchern und Gedanken. Die KEINERLEI was bedrohliches an sich hat, sondern die jetzige Führungsrat kritisiert und eine Alternative bietet.
Damals gab es keine Demokratie und heute gibt es auch keine Demokratie. Genauso wie in den 90‘zigern werden die Menschen unterdrückt und Unschuldig weggesperrt. Die Haltlosen Behauptungen der Polizei der Türkischen Republik sind: Das Salih Mirzabeyoglu ein Anführer einer TERROR Organisation sei. Eine LÄCHERLICHE Behauptung die NIE bewiesen worden ist.
Das keiner außer ER in Frage kommen würde der Anführer der IBDA-C zu sein ! Das Einzige wofür man Ihnen beschuldigen kann ist das Er Bücher Schreibt und die Führungsriege Kritisiert und im Gegenzug eine Alternative bietet wie man alles besser machen kann ! Das hat die folternden Polizisten nicht interessiert und sagten sogar „ Es ist uninteressant was du geschrieben hast, die da oben sind werden nicht deine Bücher lesen „
Alle schauen weg und keiner will was gesehen haben. Sogar Nahe stehende !
So wie 1991 hat sich das alles wie ein schlechter Film der zur Wiederholung im Fernsehen gezeigt wird am 28.Februar beim Postmoderner Putsch nochmal wiederholt! Er wurde vor seiner Tochter, als er sie zur schule brachte, einfach mal so festgenommen. Dies war der Beginn seiner 2. Folterung! Wieder haltlose Behauptungen und wieder Folter. Dieses ist aber jetzt öffentlicher und viele Politiker wissen von dem Sachverhalt, aber keiner traut sich was zu sagen oder ihre Äußerungen werden vor der Führungsriege nicht beachtet. Schlimmer ist es, das seine Ideen und Gedanken Kopiert und als eigene Idee an die Wähler verkauft werden.
Die Aussagen von Herrn Mirzabeyoglu sind:
„Ich bin ein Schmied und Schmiede ein Messer, du bist frei damit ein Brot zu schneiden oder einen Menschen umzubringen ! „
„Wenn Sie einen Kommunisten verhaften der einen Mord begangen hat und in seiner Tasche einen Buch findet Namens „ Das Kapital “ müssten sie ja Karl Marx Vorgericht zerren und verurteilen! „

Trotz dieser Aussagen und haltlosen Behauptungen war er in Metris in Gefangenschaft mit den sogenannten Terror Organisation die gegen die Regierung Demonstriert haben ! Am 05.12.99 kamen dann die Soldaten und Gendarmerie um Ihn von seinen 66 Schülern im Gefängnis zu trennen und in Einzelhaft zustecken.
An diesem Tag ging die Rechnung der Regierung nicht auf und Hunderte Soldaten wurden bei der Gefängnis Revolte von den Schülern als Geisel genommen. 67 Glaubende Menschen haben eine HEERSCHAR von Ausgebildeten Soldaten in Gewahrsam genommen. Das war von der Regierung nicht hinzunehmen und schnell wurde ein zweiter Plan namens
SANTA CLAUS ins Leben gerufen. 20 Stunden wurden vom Dach des Gefängnisses scharf geschossen und mit Reizgas behandelt. Die Eigenen Soldaten waren da uninteressant. Erst danach hat man mit den Verhandlungen angefangen und Versprochen das keine weiteren Gewaltaktionen seitens der Regierung stattfinden wird. Doch nichts wurde eingehalten:
Er wurde angegriffen, Verprügelt von mehreren Soldaten, sein Haare sowie sein Bart wurde unter Zwang rasiert und mit einem gebrochenem Bein verdreckten Klamotten vor Gericht Gezogen und das im Namen der DEMOKRATIE.
URTEIL: TOD
Begründung: AUS VERDACHT EINE TERROR ORGANISATION ZU FÜHREN
Die Medien die von der Regierung gefüttert worden ist, hat IHN als ein Biest dargestellt als der Große Anführer ! SO GEHT DIE TÜRKISCHE REPUBLIK MIT SEINEN POETEN UND DENKERN UM !

Jetzt nach 16 Jahren unschuldig Hinter Gittern hat der Ministerpräsident im August 2013 eine Aussage getätigt und versprochen das Herr Salih Mirzabeyoglu und andere Unschuldige Frei kommen werden soll !
Wir fordern die sofortige Freilassung von Ihm und all die am 28. Februar unschuldig Festgenommen worden sind !
In Worten vom S. Mirzabeyoglu „ Theater ist vorbei „ !

Es lebe Kommandant Mirzabeyoglu !
Es lebe die große Revolution !

Freiheit für Mirzabeyoglu !

Hochachtungsvoll
Anatolische Großen Jugend Initiative
BAGI Europäische Front

MBR haber

AKP İstanbul İl başkanlığı önünde Mirzabeyoğlu'na özgürlük eylemi: 29. hafta
16.03.2014



Büyük Anadolu Gençliği İnisiyatifi ve Güldenizde Elifler Platformu AKP İstanbul İl Başkanlığı önünde 29. Eylemini düzenledi: "Bizler çocukların öldürülmediği, masumların cezalandırılmadığı, katillerin ve kamu malını çalanların mahkemelerden kaçırılmadığı bir dünya istiyoruz. "

Basın açıklamasının tam metni:

Kamuoyuna;
Bugün AKP İstanbul İl başkanlığı önünde, zalim emire karşı hak sözü söylemek için 29. kez toplanmış bulunuyoruz.

Sayın başbakan 29 hafta önce Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun özgürlüğü için bir söz vermişti. Bizler görüyoruz ki sayın başbakan geçen bu 7 ay içerisinde, sözünde durmak için bütün imkânlara sahip olduğu halde, sözünü tutmamıştır.

Tıpkı, son 13 yılda olduğu gibi, AKP Salih Mirzabeyoğlu’nu cezaevinde tutmak için özel bir gayret içerisindedir.

Bizler bu noktada artık hükümeti samimi görmüyoruz.
Polis tarafından kapsülle başından vurularak öldürülen 14 yaşındaki çocuk Berkin Elvan cinayeti karşısındaki tavrı ile hükümet, gerçek bir vicdana sahip olmadığını bir kez daha kanıtlamıştır.

Bizler çocukların öldürülmediği, masumların cezalandırılmadığı, katillerin ve kamu malını çalanların mahkemelerden kaçırılmadığı bir dünya istiyoruz.

Bizimle aynı gayeye sahip olmayanlar için Salih Mirzabeyoğlu davası ne ifade edebilir ki?

29 haftadır burada bıkmadan usanmadan herkes için adalet Mirzabeyoğlu’na özgürlük talebimizi dile getirdik ancak AKP bir duvar sessizliğine büründü.

Böyle durumlar için bir halk deyişi vardır: Sana söylediklerimi duvara söyleseydim, duvar dile gelip cevap verirdi.
Bu yüzden AKP İstanbul İl başkanlığı önünde 29. kez ve son kez haykırıyoruz:

Sayın Salih Mirzabeyoğlu başta olmak üzere, Sayın Sarp Kuray, tutuklu ÇHD avukatları ve bütün anti-emperyalist siyasi mahkûmlar için özgürlük talep ediyoruz.

Başka platformlarda, zalim Emire karşı hak sözü söylemeye devam edeceğiz.

Büyük Anadolu Gençliği İnisiyatifi
Güldenizde Elifler Platformu

11 Ekim 2012'de, saat 12.30'da, Bakırköy Adliyesi önünde

Kamuoyu'na;



Türkiye'de bir Fikir Adamı'na;

28 Aralık 1998'te saldırı düzenlendi.

25 Ocak 2000'de “Noel Baba” adı verilen bir operasyon tertip edildi.

25 Haziran 2000'de fedâ eylemi yapmasına sebebiyet verecek kadar işkence yapıldı.

2 Nisan 2001'de sırf fikrinden dolayı idam cezası verildi.

8 Temmuz 2005'te üç metrekarelik tek kişilik hücreye konuldu.
26 Ocak 2000'den şu dakika, şu saniyeye kadar da Telegram işkencesi uygulandı.

Sebep?..

Fikrinden vazgeçmesi için!..

Peki o Fikir Adamı bunca saldırıya rağmen ne yaptı?!.

Herşeye, en başta da Telegram işkencesine rağmen fikir imâl etmeye devam etti, onlarca eser verdi!..

Sonuçta ne oldu?!..

“Uslanmaz Bir Şahsiyet” olduğu düşünüldü ve sırf bu yüzden hakkında dava açıldı!..

Fikri idam edeceklerini zannedenlere inat;

Her daim hükmünü yürüten “Fikir”in ve “Uslanmaz Şahsiyet”in yanında olduğumuzu bildirmek ve göstermek adına;

“Uslanmaz Şahsiyet” davasının da görüleceği 11 Ekim 2012'de, saat 12.30'da, Bakırköy Adliyesi önünde basın açıklaması yapacağız.

İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu'nun da katılacağı bu duruşmaya;

“Fikir'in yanındayım! O hâlde varım!” diyen herkesi bekleriz.

Saygıyla duyrulur.
15/09/2012
Yeni Devir Hukukçular Derneği

MBR Haber

CHP'li Aygün'den sürpriz Mirzabeyoğlu çıkışı
11.05.2012



Aygün: ''Mirzabeyoğlu Davası, 28 Şubat'la hesaplaşma konusunda Hükümetin samimiyetsizliği hakkında bilgi vermektedir''

CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla Bolu F Tipi Cezaevi'nde bulunan ve kamuoyunda ''Salih Mirzabeyoğlu'' olarak bilinen Salih İzzet Erdiş'in yıllardır tecritte tutulduğunu belirterek, ''Mirzabeyoğlu Davası, 28 Şubat'la hesaplaşma konusunda Hükümetin samimiyetsizliği hakkında bilgi vermektedir'' dedi.

Aygün, Erdiş'in avukatlarıyla birlikte TBMM'de düzenlediği basın toplantısında, ''28 Şubat'la hesaplaşmanın yolunun o dönemin doğurduğu mağduriyetleri gidermekten geçtiğini'' söyledi. Aygün, Salih İzzet Erdiş'in yıllardır tecritte tutulduğunu söyledi.

SALİH MİRZABEYOĞLU DAVASI

Aygün, ''Eğer DGM'ler hukuksuz mahkemelerse, 1990'lı yıllarda mağdur olmuş bütün kişilerin sorunlarına çözüm bulunması gerekir. Mirzabeyoğlu da bunlardan biridir. Yıllardır tecritte tutulmaktadır. Hükümet bir taraftan 28 Şubat'la, darbelerle hesaplaştığını iddia ediyor, diğer yandan tecrit, işkence ve çeşitli mağduriyetlerin sürmesi karşısında ses çıkarmıyor. Mirzabeyoğlu Davası, 28 Şubat'la hesaplaşma konusunda Hükümetin samimiyetsizliği hakkında bilgi vermektedir'' diye konuştu.

ZİHİN YÖNLENDİRME İŞKENCESİNE UĞRADI İDDİASI

Erdiş'in avukatı Ali Rıza Yaman da ''Mirzabeyoğlu Davası''nın başladığı tarihin 28 Aralık 1998 olduğuna işaret ederek, ''Salih Mirzabeyoğlu, eşi ve çocuğuyla birlikte o zaman için ilkokula giden diğer çocuğunu almak üzere okula gittiğinde saldırıya uğramıştır. Bu kişilerin polis oldukları Emniyet'te anlaşılmıştır'' diye konuştu. Yaman, Erdiş'in sistematik fiziki işkencelerle geçen bir yargılama sürecinden sonra ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum edildiğini, çeşitli F Tipi cezaevlerinde tecritte tutulduğunu ve halen ''telegram'' (zihin yönlendirme) adı verilen bir işkenceye maruz bırakıldığını iddia etti.

Yaman, ''Saldırıya uğradığında 41 eseri bulunan Salih Mirzabeyoğlu, olağanüstü bir dönemde, DGM'nin yargılayıp mahkum ettiği bir kişidir. Bu bakımdan dava yeniden görülmelidir. Eğer 28 Şubat'la hesaplaşılacaksa, darbenin sonuçlarından başlanılmalıdır. Mirzabeyoğlu davası, bu sonuçların en önemlileri arasındadır'' dedi.

Kaynak: http://www.ensonhaber.com/chpli-aygunden-surpriz-mirzabeyoglu-cikisi-2012-05-11.html
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Şub 03, 2014 1:50 am    Mesaj konusu: Ateşin çocukları yargının zulasında Alıntıyla Cevap Gönder

Ateşin çocukları yargının zulasında
ORHAN GAZİ ERTEKİN*
26/01/2014



Tıpkı Salih Mirzabeyoğlu gibi Sarp Kuray'ın hakikatinin bugün yargı zulasında saklanması ve işkenceler, sürgünler ve mahpuslar içinde geçen bir hayatın sözde bir yargılamayla cezaevinde devam ettirilmesinin bir anlamı var

Türkiye ’nin son iki yüzyıllık siyasi serüveninde ardı ardına gelip geçen kuşaklar göz önüne alındığında bir kuşağın çok özgün bir siyasi karakter yapısıyla ortaya çıktığını teslim etmek gerekiyor. Daha “iyi” bir ifade bulana kadar onlara “68 kuşağı” demeye devam edeceğiz ve ayrıca “78 kuşağı”nı da onların bir parçası olarak eklemeyi tavsiye edeceğiz. Bu kuşak, kendilerinden önceki siyasi kuşakların “memurin” dünyasından çok uzak olduğu gibi siyaseti, “işletmecilik” disiplininin bir dalı olarak gören bugünün siyasi kuşağından da oldukça farklı özellikler sergiliyor. Bir defa, onlar, “Tanzimat adamları”, Yeni Osmanlılar, İttihat ve Terakki ve Cumhuriyet’in erken kuşakları gibi devlet, kurumlar ve giderek üniversite ikliminin politik terbiyesinin içinde kalmayı tercih etmedi. Politik eylemi, devlet alanından halkın coğrafyasına doğru taşıdı. Ve tabii ki adalet arayışında devleti terk etmenin bedellerini de öderken gelmiş geçmiş en zor ve şiddet dolu imtihanlara göğüs gerdiler. Bu nitelikleriyle, Türkiye’nin modern tarihine “sosyal isyancılar” olarak şan verirken bugünün kaygan politik dünyası bakımından da yüzleşme alanlarının dışında saklanmaları için olağanüstü gayret sarf edilmeye devam ediliyor. Tefekkürden kas gücüne kadar uzanan geniş alana yayılan bir “ateş”ten doğan bu çocuklar, bütün o modern tarihimizi anlamak ve anlamlandırmak için olduğu kadar bugünün iktidar kuşaklarının siyasi karakter yapısını ifşa etmek açısından da özel olarak öne çıkıyorlar.

Biz, şimdilik, ateşin çocuklarının bugün yargının zulasında saklanan ikisini anlamayı ve anlatmayı deneyeceğiz; Salih Mirzabeyoğlu ve Sarp Kuray. Ne için? Halihazırdaki ahvalimizi daha iyi görmek için!

Salih Mirzabeyoğlu

Mirzabeyoğlu, sözünü ettiğimiz kuşağın temel siyasi karakter yapılarını taşıyan en temsil edici isimlerden birisi. O sadece Türkiye İslamcılığının bir istisnası değil. Evet İslamcılığın içinden çektiği çizgi, tüm o hımbıl ve uzlaşmacı geleneğin reddine tekabül eder. Ama o sadece burada kalmaz. Onun hesaplaşma girişimleri sadece İslamcılık bakımından değil tüm siyasal hareketler açısından öğreticidir. Bir defa, teorik ve politik hesaplaşmasını, Batı ve Batı epistemolojisi ile sınırlı tutan ve bu anlamda kaçınılmaz olarak Batı’nın teorik alanına dahil olan bütün o modern İslamcı kuşakların tersine, doğrudan İslam ilahiyatının içinde ve onun geleneğiyle kurmayı tercih etti. Bu durum bir yandan Batı ile yüzleşmesini, tıpkı modern dönem öncesi İslami düşünürler gibi, daha kompleksiz biçimde kurmasını sağlarken diğer yandan da yepyeni bir kavramsal dünyanın içinde kendisini yaratmasına yol açtı. Bugüne kadar 58 kitap yayımlamasını ve hemen her meselede cevaplar geliştirmeye çalışmasını, bu özgün konumun dayattığı bir sorumluluk bilinciyle açıklamak yerinde olur. Bu nedenle de Mirzabeyoğlu söz konusu olduğunda tefekkürün derinleştirilmesinden imtina etmek, ciddi bir entelektüel ayıba da tekabül eder. Ama Mirzabeyoğlu, sadece bir mütefekkir değildir. Aynı zamanda bütün o Sünni geleneğin içindeki “devlet” algısının halkın isyan ve itiraz geleneğiyle değiştirilmesinde ısrar ettiği için de çok önemli bir şahsiyettir. Zaten, sözde yargılanarak müebbet hapse mahkum edilmesinin, on yıldan fazla tecrit altında kalmasının, ağır işkenceler görmesinin, çok çeşitli tertip ve baskınlarla yıldırılmaya çalışılmasının ve dahi “örgütsel bir bağ bulunamamasına rağmen” cezalandırılması yoluna gidilmesinin sebebi de hem düşünsel hem de bu politik özgünlüğü oldu. Kuşkusuz, bu özgünlük, bazen onun aleyhine kullanılmaya çalışıldı, çok uzun yıllar mahpus kalmış bir insanın kavramlarının giderek metaforik haller kazanması kaçınılmaz olduğundan anlaşılması da zorlaştı. Ama, düzen ve gelenekle barışmayı reddetmesine, mücadelesindeki tavizsiz duruşuna, son on yıllık “dindar ilerleyişe” mesafeli durmasına bakıldığında onun iman, güç, sebat ve hakikat ısrarının çarptığı her çelik kapıyı berhava edecek bir devrimci temsile dönüştüğünü gösteriyor.

Dindarlığı politik bir “değer” olarak yeniden ihyanın peşinde olan bütün o kuşakların, ama özellikle de bugünkü gençliğin onun yazılarına ve mücadelesine daha bir dikkatle yaklaşmaları gerektiği bir dönemdeyiz. Onun hâlâ yargının zulasında saklanmaya devam edilmesini ise içinde bulunduğumuz politik hakikat kaybının derin bir tezahürü olarak okumaktan başka çare yok. Tam da bu anda onun hakikat iddiasının İslamcılığın içine girdiği derin krizle hesaplaşmayı kolaylaştıracağı kesin. Onun özgürlüğü için mücadele etmek işte bu yönden de çok anlamlı.



Sarp Kuray

Türkiye sol hareketi, 1960’lı yıllara kadar “bilim” ve “felsefe”yle ilgisini öne alarak ülkenin politik geleceğinin tasarlanmasında ayrıcalık talep etti. Bunun sadece bir talep olarak kalması şaşırtıcı değil. Çünkü, sol gelenek her şeyden önce felsefi ve bilimsel bir yetersizlikle malul oldu ve politikayla ilişkisi sadece örgütsel bir mekanizmaya sahip olma boyutunda kaldı. Tarihe girmek yerine tarihin kendilerini çağırmasını beklediler. Buna karşılık, 68 kuşağı, politikanın ekonomik, toplumsal alanlardan özerkliğini keşfeden ve buna uygun bir konum alan ilk kuşaktır. Bu keşif, politik eylemin ertelendiği gelenekten kopmalarına ve hayatın her alanındaki sorunlara acilen dokunan girişimler başlatmalarına da yol açtı. Bu kuşağın politikayı her bir gündemin içindeki somut girişimlere dönüştürmeleri, sanıldığı gibi basit bir eylemcilik veya maceracılık değil, çok daha derinlere uzanan felsefi bir kopuşu da ifade ediyor. Sarp Kuray, geçmiş sol gelenekten düşünsel ve politik bir kopuş yaşayan işte bu kuşağın önemli temsilcilerinden biri. Kuray, sonradan, aydınlanmacı sol gelenek ile politik devrimci kuşak arasındaki bağı kurmaya ve aralarında tarihsel bir ilerleme ve bağ inşa etmeye de çalıştı. Bu anlamda, kendi serüvenini hem örgütsel hem de kişisel düzeyde düşünsel ve politik bir müdahale ve tekamül içinde kurmayı da başardı. Çeşitli tarihsel dönemlerde, örgütsel çabayı öne alması ve özellikle 1980’lerden sonraki dönemlerde ise geleneksel örgütsel çabaları terk edip farklı politik yollar aramayı tercih etmesini de bu kuşağın özgün politik karakterinde aramak gerekir. Kuray, bugün, hâlâ kendi hesaplaşmalarını takiple hakikatini aramaya devam ediyor. Hem de geride bıraktığı ve aştığı bir dünyanın hesabının kendisinden sorulmasına karşı bile kendi özgürlüğünü vererek mücadele etmeyi tercih edecek kadar sahici bir hakikat arayışının içinde. Kendi kurmadığı bir örgütün liderliğinden mahkum edilmesi onun bir trajedisi değil, Türkiye’nin yargısının ve toplumun bir trajedisidir aslında. Tıpkı Mirzabeyoğlu gibi Kuray’ın hakikatinin de bugün yargının zulasında saklanması ve işkenceler, sürgünler ve mahpuslar içinde geçen bir hayatın sözde bir yargılamayla cezaevinde devam ettirilmesinin bir anlamı var.

Şimdi bütün bu sahtelikler dünyası içinde siyaset yapmaya devam eden bu ülke hakikat arayan bu insanları, yani ateşin çocuklarını zulasında tutmaya devam ettikçe yeni bir hakikat ateşi yakamayacak ve yaşadığı güncel bunalımı daha da derinleşecek. Gelin gerçek ve sahici bir dünyanın içine girmek için onların derhal özgürlüğünü talep edelim.

* Demokrat Yargı Eşbaşkanı
Kaynak: http://www.radikal.com.tr/radikal2/atesin_cocuklari_yarginin_zulasinda-1172807

Yeniden Müebbet Hapse mahkûm edilen Sarp Kuray: "Yiiğitlik, bedeli ne olursa olsun yanlışa karşı çıkmaktır"
02.02.2014
ZEYNEP KURAY



68 Kuşağının önderlerinden Sarp Kuray, 16 Haziran örgütünün kurucusu olduğu iddiasıyla yargılandığı İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesinde, AİHM’in adil yargılama yapılmadığı hükmünün ardından yeniden görülen davada yine müebbet hapis cezasına çarptırıldı.

68 Kuşağının önderlerinden Sarp Kuray, 16 Haziran örgütünün kurucusu olduğu iddiasıyla yargılandığı İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesinde, AİHM’in adil yargılama yapılmadığı hükmünün ardından yeniden görülen davada yine müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Yargıtay’ın 4 kez bozduğu 20 yıllık davada, AİHM’nin adil yargılama olmadığı kararı üzerine yapılan yeniden yargılamanın son duruşmasında karar çıktı. İlk yargılamada beraat ederek ardından 12 yıl hapis cezasına çarptırılan, son yargılamada da müebbet hapis cezasına çarptırılan Kuray, aynı mahkemede 6. kez yapılan yargılamada anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs ve örgüt yöneticiliği suçlarından yeniden müebbet hapis cezasına çarptırıldı.

AİHM HÜKMÜNE RAĞMEN CEZA DEĞİŞMEDİ

İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesinde yapılan karar duruşmasında tutuklu Sarp Kuray, avukatları, arkadaşları ve ailesi hazır bulundu. İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesinde 20 yıl önce açılan dava 4 kez Yargıtay tarafından bozuldu. Yargıtay beraat eden Kuray için en yüksek cezanın, yani ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının verilmesini istemişti. Mahkeme, bozma kararlarının ardından yapılan 5. yargılamada müebbet hapis cezası vermişti. Sarp Kuray'ın başvurusu üzerine AİHM, sanığın adil yargılanmadığını tespit ederek Türkiye'yi tazminat cezasına çarptırmış ve yeniden yargılama yapılmasına karar vermişti. 13 yıllık sürgün hayatının ardından kendi isteğiyle Türkiye’ye gelerek teslim olan Kuray, 2 Şubat 2009’da cezaevine konulmuştu.

SAVUNMANIN TANIK TALEPLERİ DİKKATE ALINMADI

Duruşmada ilk sözü avukat Saygın Bedri Gider aldı. Polis Akademisi’nde öğretim üyesi olan Önder Aytaç’ın Taraf gazetesinde Hanefi Avcı’ya yönelik yazdığı yazıyı hatırlatan Gider, Aytaç’ın “Sarp Kuray’ı içeri tıktırıp artanlarına kurdurduğun örgütü şimdi değilse ne zaman anlatacaksın” diye sorduğunu söyledi. Bu kadar vahim bir iddia karşısında hiçbir yetkiliden çıt çıkmadığının altını çizen Gider, dava kapsamında Aytaç’ın ve Avcı’nın tanık olarak dinlenmesini talep etti. Birkaç hafta önce Sabah gazetesinde istihbarat muhabirlerinin yaptığı haberi hatırlatan Gider, “18 yıldır kırmızı bültenle aranan ve hem bu davanın sanığı olan hem de Devrimci Karargah örgütünün kurucusu olduğu belirtilen Serdar Kaya’ya haberciler Almanya’nın Nürnberg kentinde kolayca ulaşabilirken, nedense MİT ve Emniyet istihbarat kurumları ulaşamıyor, ya da daha doğrusu ulaşmak istemiyor” dedi. Bu nedenle söz konusu gazetecilerin de tanık olarak dinlenmesini talep eden Gider, “yansıttıkları kadar yansıtmadıkları yönler de olduğu inancındayız” dedi. Basında Devrimci Karargah’ın finansörü olarak gösterilen Hakan Etyemez’in bu davanın da sanığı olduğunu belirten Gider, üstelik bu kişinin polise verdiği ifadelerde Sarp Kuray’ı Bekaa’da gördüğünü ve ondan talimat aldığını söylemesine rağmen, eşgalini bile tanımlayamadığını ifade etti. Sarp Kuray’ın diğer avukatı Altan Görkem Gürcan ise, müvekkili hakkındaki 1993 tarihli iddianameye, AİHM’in adil yargılama olmadığını saptadığı hükmünden sonra başka hiçbir delil eklenmediğini belirterek, “Yaklaşık 20 yıldır talep ettiğimiz hiçbir delilimiz toplanmamıştır, elimizdeki davada müvekkille birlikte toplam 10 kişi 765 sayılı TCK’nın 146. Maddesinde düzenlenen anayasal düzeni yıkmaya ve değiştirmeye yönelik örgütsel faaliyette bulunmak suçuyla suçlanmaktadır, kanaatimizce bu sayıda bir grup anayasayı ya da anayasal düzeni değiştiremez, eğer adalet sistemi varsa bu dosyadan müvekkilin beraat etmesi gerektiği kanaatindeyiz” dedi.

YİĞİTLİK YANLIŞA KARŞI ÇIKMAKTIR

Son savunmasını yapan Sarp Kuray ise, davanın baştan beri şaibeli olduğunu savunarak, "Çok genç yaşımdan itibaren inandığım yolda düşe kalka ilerliyorum. İşkenceleri de sürgünleri de tattım. Hiç pişman olmadım. Yiğitlik, bedeli ne olursa olsun yanlışa karşı çıkmaktır. Devletin gücünden değil fitnesinden korkarım. Ömrümün 50 yılı devrim mücadelesiyle geçmiştir. Bir kişinin üzerinden bir takım operasyonlar yapılıyor" dedi. Kuray, "İnandığım ilkeler içinde kendi paçamı kurtarmak için yalana dolana başvurmak, adam kandırmak ve sahte davranışlara yer yoktur. 1993'te ülkeme döndüğümde gazetecilerin sorduğu soruya ‘Ödenecek bedel varsa öderim’ demiştim. O günden bugüne söylediklerime bağlı kaldım" diye sözlerine devam etti. İddianamede iki örgütün birbirine karıştırıldığını belirten Kuray, 16 Haziran değil Partizan Yolu isimli örgütle 12 Eylülcülere karşı mücadele ettiklerini ifade etti. Ankara’da yargılanan Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya için ‘insan müsveddeleri’ ifadesini kullanan Kuray, “Onlar şimdi anayasal düzeni değiştirmek suçlamasıyla yargı karşısındalar. Biz de bunların sistemine karşı mücadele ettik. 12 Eylül’cülere karşı direnişimiz meşruydu. Amerikancı çeteye karşı varlığımızı koruma mücadelesiydi bu” dedi. 12 EYLÜL DARBESİNE DİRENMEK HAKTIR Cezasını kendi vicdanında bitirdiğini ifade eden Kuray, "Bundan sonrası şekli hapistir benim için. Ben Hikmet Kıvılcımlı'nın öğrencisiyim. Bu tamamen 12 Eylül darbesine karşı çıkış meselesidir. 12 Eylül faşist darbesine direnmeyi hak olarak görüyorum. Bugün geriye baktığımda keşke elimden daha fazlası gelseydi diyorum. Bizim mücadelemiz rejimi değiştirme çabası değil, ayakta kalma çabasıydı. Bu rejime karşı çıkmaktan ceza almak onurdur. 700 bin kişilik ordu, 300 bin polis ve 600 bin milis kuvvete karşı 10 kişiyle rejim değişmez" dedi. Yakın ve uzak tarihimizde sahnelenen katliamların, acıların hala kanayan yaralar olduğunu belirten Kuray, “Cezaevinde geçirdiğim 5 yıl boyunca benden çok daha kötü durumda olan insanları gördüm. Sevk edildiğim hastanelerde, ayakları kesik, parmakları kesik ve kanser hastası birçok tutsak gördüm. Onlara nasıl da otomatik cezalar verildiğini gördüm. Bu tablo karşısında ben kendimi mağdur saymaktan utanç duyarım” dedi. Türkiye’de kim iktidara gelirse gelsin, kendi saltanatını kurduğunu ifade eden Kuray, “Avukatların, gazetecilerin, direnen gençlerin, düşünen herkesin hapse atıldığını, en son Gezi olaylarında görüldüğü gibi direnişe geçen gençlerin öldürüldüklerini, sakat bırakıldıklarını” söyledi ve Kürt sorununda ise yine küçük hesaplar uğruna olmamışa çevrilen, heba edilen çözüm süreciyle bu işin içinden çıkılamayacağını vurguladı. Davanın her defasında artan hapis cezalarıyla yerel mahkemelerle yargıtay arasında pinpon topu gibi gidip geldiğini anlatan Kuray, "Bu davayla ilgili cezaevlerinde benden başka yatan kimse yoktur. 2 kaçak, 1 örgüt, bir de ben. Böyle komedi olmaz" dedi.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10202718425992146&set=a.1204980895037.31428.1544086657&type=1&theater

Demokratikleşme paketi mi AKP'yi kurtarma paketi mi?
Oğuz Gürses
06.02.2914



Gazeteport'un haberine göre Özel Yetkili Mahkemelerin kaldırılmasına ilişkin hazırlanan yasa teklifi Meclis Başkanlığı'na sunuldu.
Teklif 22 maddelik 22 maddelik. 22 Maddelik bu teklifte ÖYM'ler kaldırılıyor ama, ÖYM kararlarının iptali ve re'sen yeniden yargılama yapılması yok.

Daha önceden kaldırılmış DGM kararlarıyla yıllardır cezaevlerinde haksız ve hukuksuz olarak yatanların ise adı bile anılmıyor...

Tutukluluk süresi 10 yıldan 5 yıla indiriliyor ama bu indirimden Ergenekon ve KCK sanıkları faydalanamıyor...

Ya ne var?

POLİSE DE MİT BENZERİ SORUŞTURMA KALKANI GETİRİLİYOR:Teklifle, savcıların "en üst dereceli kolluk amirleri" yani polis müdürleri hakkında izinsiz soruşturma açmaları imkansız hale getiriliyor. MİT mensupları için soruşturma iznini Başbakan verirken, polis müdürleri için bu yetki Adalet Bakanı'na tanınıyor. Adalet Bakanı'nın izni olmadan, "en üst düzey adli kolluk amiri" hakkında savcılar soruşturma başlatamıyor.

Yani hoşgeldin polis devleti...

MİT'i BTK'yı hukuk dışına çıkardıkları gibi, polisi de tamamiyle hukuk dışına çıkararak, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Türkiye İstihbaratçı ve Polis Devleti haline getiriyorlar...

90 yılda cumhuriyet olamamıştık ama 22 maddelik bir "demokratikleşme paketi" ile göz açıp kapatıncaya kadar istihbaratçı ve polis devleti, yani tam bir diktatörlük haline dönüşüyoruz...

Yok canım olur mu öyle şey diye düşünecekler için AKP'nin demokratikleşme paketinden ikna edici bir örnek verelim:

MAHKEME KARARINI YERİNE GETİRMEYEN POLİSLERE TAZMİNAT CEZASI YOK: Mevcut yasada, mahkeme kararlarını 30 gün içinde yerine getirmeyen kamu görevlileri aleyhine tazminat davası açılabiliyordu. Ancak yapılacak değişiklikle, mahkeme kararlarını gerçekleştirmeyen kamu görevlisine karşı değil, onun bağlı olduğu idareye karşı tazminat davası açılması hükme bağlanıyor.

Yani yargının değil yürütmenin emrini dinleyerek yargı kararlarını yerine getirmeyen polisler için ceza davası açılması yürütmenin iznine bağlanırken, bu sebeple zarara uğrayanların zararını görevini yapmayan polis değil, devlet ödeyecek...

Siz polis olsanız; tayininiz, terfiniz, lojmanınız, cezalandırılmanız, mükâfatlandırmalarınızın iki dudağının arasından çıkacak bir emire bağlı olan "yürütme/diktatör"ün emrini mi dinlerdiniz, yoksa "yargı" diye hiçbir etkisi ve yetkisi olmayan göstermelik bir erkin hükmünü mü?

Efendim duyamadım?

Gelelim teklifin veriliş sebebini çok açık bir şekilde gösteren bölüme:

MEVCUT DİNLEME KARARLARININ HEPSİ YOK HÜKMÜNDE- Mevcut dinleme kararlarının tümü, yasa kabul edildiğinde geçersiz hale gelecek. Dinlemelerin devam edebilmesi için yeniden karar alınması gerekecek.

Yani...

Bilal oğlan olmak üzere bütün yağmacı bakan çocukları ile babaları ve içerdekilerin belki de en masumu olan Reza Sarraf da bu arada yırtacak...

Bu dosyalardaki henüz soruşturma safhasındayken yatgıya yapılan bir hükümet darbesiyle önü kesilen ve ucunun Başbaka'a kadar uzandığı açıkça anlaşılan bütün soruşturma delilleri yok edilecek...

Ne güzel "demokratikleşme paketi" bu böyle... İnsanın "Yaşasın demokrasi" diye eşşek gibi anırası geliyor...

Çünkü AKP, "demokratikleşme paketi" diye sunduğu "paçayı kurtarma paketl"yle bu ülkenin tüm halkını resmen eşşek yerine koymuş olmuyor mu?

Sıcağı sıcağına yaptığımız bu değerlendirmeye ek olarak bu konudaki ilk güzel değerlendirmelerden biri CHP milletvekili Akif Hamzaçebi'den geldi:

[CHP'li Akif Hamzaçebi, TBMM'de düzenlediği basın toplantısında AKP tarafından verilen Ağır Ceza Mahkemelerinin Kaldırılmasına ve Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifini değerlendirdi.

YENİ YASA NELER GETİRİYOR?

"BU BİR AKLAMA PAKETİDİR"

Hükümetin demokratikleşme paketi adını verdiği pakette demokratikleşme başlığı altında olmaması gereken, hukuk devletinde olması gereken, hukuk devletini ortadan kaldıran düzenlemeler olduğunu ifade eden Hamzaçebi, "Bu bir aklama paketidir. Rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasını, oradaki soruşturulan kişileri, bakanları, yakınlarını, hükümetin bazı mensuplarını aklama paketidir" dedi.

"BALYOZ HÜKÜMLÜLERİNE, ERGENEKON DAVASI HÜKÜMLÜLERİNE HİÇBİR OLUMLU KATKISI OLMAYACAKTIR"-

Hükümetin hareket noktasının İstanbul'daki "rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasını kapatmak" olduğunu savunan Hamzaçebi, şöyle dedi:
"10 yıllık tutukluluk sürelerinin kaldırılmasının Balyoz hükümlülerine, Ergenekon davası hükümlülerine hiçbir olumlu katkısı olmayacaktır. Mağdur olan aydınımızın, bilim adamının, gazetecinin, askerin mağduriyeti devam edecektir. Onların duygularıyla Sayın Başbakan oynamış, özel yetkili mahkemeleri kaldıracağız, yeniden yargılama yolunu açacağız diyerek vicdanları sızlatan o kararlar için büyük bir beklentiye yol açmıştır. Ama bu tasarıda o düzenlemelere yer vermemiştir. Yeniden yargılama konusunda bu tasarıda hiçbir hüküm yer almamaktadır."

"ANA HEDEF RÜŞVET VE YOLSUZLUK SORUŞTURMASINI KAPATMAK"

Teklif ile rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasını kapatmak için adımlar atıldığını iddia eden Hamzaçebi şöyle devam etti:
"Birinci olarak daha evvel adli kolluk yönetmeliği ile yapılmak istenen değişikliğin bir kısmı burada yasayla yapılmak istenmektedir. Buna göre en üst dereceli kolluk amirleri hakkında inceleme ve soruşturma izni Adalet Bakanı tarafından verilecektir. Adli kolluğu bu hükümle hükümet yürütme organına bağlamış durumdadır. Bu anayasa ihlalidir. Yine, birçok konuda mahkemelerin oy birliği ile karar vermesi düzenlemesi getirilmektedir. Bir hukuk devletinde bunun kabul edilmesi mümkün değil. Bir kişi adam öldürmek suçundan yargılanıyorsa onun hakkında müebbet hapis cezasını oy çokluğuyla veren mahkeme tedbir kararını, el koyma kararını oy birliği ile verecektir. Ana hedef rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasını kapatmak.
Mahkemelerin el koyma kararı verebilmesi için MASAK, BDDK, SPK gibi kurumların olumlu görüşünün olması şartı getirilmektedir. Mahkemenin el koyma kararları yürütmenin kontrolüne verilmiştir. Bunun kabulü mümkün değildir.
Yürürlüğe girmesinden itibaren 30 gün içerisinde bu kanunla düzenlenen hükümler uyarınca karar alınması zorunludur. 30 günlük süre içinde tedbir kararı yenilenmez ise malvarlığındaki tedbirler kalkacaktır."

"BU PAKETİ BİRKAÇ OLUMLU DÜZENLEMESİ DIŞINDA KESİNLİKLE KABUL ETMİYORUZ"

Bu paketi birkaç olumlu düzenlemesi dışında kesinlikle kabul etmediklerine dikkat çeken Hamzaçebi, "Ama öyle anlaşılıyor ki hükümet 10 yıllık tutukluluk süresini kaldırıyorum, özel yetkili mahkemeleri kaldırıyorum şemsiyesinin altına dünya kadar kirli çamaşırını saklamıştır" diye konuştu.

"Teklife destek verecek misiniz?" sorusuna da Hamzaçebi, "Elbette, özel yetkili mahkemelerin kaldırılması bizim CHP grubu olarak teklifimizdir, o maddeye kesinlikle karşı çıkmıyoruz. O maddeyi tabii ki destekliyoruz. Terörle Mücadele Kanunun 10. Maddesinin kaldırılmasını kayıtsız, şartsız destekliyoruz. Ama sözünü ettiğim bu maddelere destek vermemiz mümkün değildir. Hükümet bu kadar kendine yönelik soruşturmayı o soruşturmaya konu olan kişileri aklama gayretindeyse ayrı bir paket getirsin" yanıtını verdi.]
(*)

Bu kanun teklfinden herhangi bir beklentisi olanlar (DGM ve ÖYM hükümlüleri, Ergenokon ve KCK tutukluları) için peşinen söyleyelim ki: bu teklif bu haliyle yasalaşırsa; yargı kıskacında debelenen iktidar ve çevresi dışında kimseye bir faydası olmayacağı gibi, 90 yılda kanun devletinden bir türlü "hukuk devleti"ne geçemeyen TC'yi, "kanun devleti"nden de geriye doğru itecek ve tam bir hukuksuz diktatörlüğe dönüştürecektir...

Bizden söylemesi...

* BKZ: http://www.cumhuriyet.com.tr/

AV. TAYLAN TANAY: SALİH MİRZABEYOĞLU BU ÜLKENİN EN SAMİMİ MÜSLÜMANI…
Fazıl Duygun'un Röportajı
22.03.2014

Öncelikle Taylan Bey; geçmiş olsun demeyeceğim, gazanız mübarek olsun diyeceğim.

Çok teşekkür ederiz.

Bundan 22 sene önce, 1991’de 1. Irak İşgali’nde Sayın Salih Mirzabeyoğlu ve arkadaşları, emperyalizmin işgaline uğrayan Irak’ı savundukları için “Irak Casusu” suçlamasıyla tutuklandılar. Ondan 22 yıl sonra siz yani ÇHD (Çağdaş Hukukçular Derneği) olarak emperyalizmin saldırısını uğrayan Suriye’yi savunduğunuz ve desteklediğiniz için “Suriye Casusu Örgüt” ithamıyla –en büyük ithamlardan bir tanesi buydu- tutuklandınız. 22 yıldan bu yana direniş açısından bölgeyi bir değerlendirir misiniz?

Öncelikle Salih Mirzabeyoğlu’nun adı geçtiği için, kendisini sevgiyle anıyorum. Biraz önce basın toplantısında da bahsettik; “bu yargı sistemi yama tutmaz, bu yırtık yama tutmaz. Kamuoyunun bildiği bazı kişilerin, davaların veya iktidar içi çatışmanın sonucu olan bazı davaların içinin boşaltılmış olması, gerçek bir özgürlük havası değildir. Hâlâ binlerce insan içeride yatıyor. Özgürlüğünden haksız yere mahrum bırakılmış durumda” dedik. Şüphesiz bunlardan bir tanesi Salih Mirzabeyoğlu. İktidara geldiği günden itibaren, 12 yıl boyunca 28 Şubat’la, darbecilerle hesaplaştığını söyleyen bir iktidar tasarrufuna neden olduk. Bu tasarrufu gördük. Kişisel ikballeri için tek günde yasa yapan bu iktidar, meclis aritmetiği olarak çok güçlü siyasal bir iktidar sözkonusu. Ama bu siyasal iktidar, kendisini bu ülkenin en samimi müslümanı (Salih Mirzabeyoğlu) olarak değerlendiriyorum. Çünkü kişiler amellere göre ölçülürler. İşte bu telefon tapelerine yayılan o iğrenç şeyleri ağzıma almak istemiyorum. İşte inançlı insan bunun için savaşan insandır. O insanlar içeride. Bence AKP’nin sonunu getiren işte odur. Kendisine ihanettir. Kendisinin üzerine bina ettiği anlayışa, o anlayış üzerine iktidara geldi. Fakat o anlayışın, zulmün kaynağına hiçbir şey yapmadı. Onu temizlemedi. O nu temizlemediğinin bence bu memleketteki en görünür işi Salih Mirzabeyoğlu’dur. 28 Şubat’la öyle hesaplaşılmaz. O dönemde halka zulmedenlerin, halkın inançları nedeniyle işkence, tutsaklık, ağır ceza tehditleri savuranların elbette cezalandırılması gerekir, sendikacılara kadar. Bunda hiç problem yok. Ama buradaki samimiyet ölçüsü Salih Mirzabeyoğlu’dur. Salih Mirzabeyoğlu’nun derhal serbest bırakılması lazım. Özgür bırakılması lazım. Bu vesileyle Salih Mirzabeyoğlu’na ilişkin özgürlük talebini dile getirmiş olayım. Bu fırsatı değerlendireyim.

Sorunuza gelince, Fukuyama, Hamilton ve Yeni Dünya Düzeni doktrini ideologları, 1990’dan sonra, bunlar tüm dünyaya, artık ideolojilerin bittiğini ilân ettiler. Ama biz o tarihten itibaren dünyanın farklı coğrafyalarının bir kan gölüne dönmüş olduğunu gördük. Elbette ki bunun başlangıcı da 1991’deki Irak işgalidir. Ve daha sonra Saddam Hüseyin ve Irak’ın işgalini 2001’de hepimiz yaşadık. Ben bir Sosyalistim. Bunu hemen belirteyim. Biliyorsunuz Sosalistler şöyle okurlar, derler ki; çelişki ezilenlerle-proletaryayla sermaye sınıfı arasındadır. Ama emperyalist dönem için bir temel çelişki var. Bir baş çelişki var. Bu baş çelişki emperyalizmle direnen halklar arasındadır. Barikatın hangi tarafında durduğunuz önemli. Ezilenlerin tarafında mı duruyoruz, diğer tarafta mı duruyoruz? Bize göre barikatın bu tarafında duranların eksiğinin yönünde, barikatın diğer tarafında duranların tamının hükmü yok. Eğer barikatın bu tarafında Irak varsa, barikatın bu tarafında Suriye varsa, ezilenler varsa, yoksullar varsa, buranın eksiğinin karşı tarafın tamının yanında hiçbir hükmü yok. O eksik önemli değil. Bize ait bir eksiktir. Biz bununla savaşırız, direniriz. Elbetteki biz Saddam Hüseyin’in her şeyini beğenmiyoruz. Elbetteki biz Kaddafi’nin her şeyini beğenmiyoruz. Elbetteki biz Esad’ın her şeyini beğenmiyoruz. Ama emperyalizm karşısında bu milletlerin kendi kaderinin tayin hakkına inanıyoruz. Elbetteki Saddam’la, elbetteki Esad’la, elbetteki Kaddafi’yle hesaplaşılacaksa, bunu oranın halkları yapar. Emperyalizm, ABD tüm dünya üzerinde bir korku imparatorluğu kuramaz. Emperyalizmin müdahale etiği, emperyalizmin katlettiği her şeyin biz karşısında yer alırız. Emperyalizm bizim düşmanımızdır. ABD, o büyük şeytan bizim düşmanımızdır. Dolayısıyla emperyalizm nereye saldırıyorsa, Kaddafi’ye saldırıyorsa biz Kaddaficiyiz, eğer Esad’a saldırıyorsa biz Esadcıyız, eğer Saddam’a saldırıyorsa biz Saddamcıyız. Bunu da savunuruz. Ha döneriz bunları eleştiririz de. Saddam, Kaddafi, Esad dört dörtlük müdür? Hayır. Ama emperyalistlerin ve onların işbirlikçilerinin tasavvur ettikleri dünyanın bir yıkım olduğunu, her açıdan, kültürel olarak, sosyal olarak bir yıkım olduğunu daha ne kadar yaşayacağız. İşte Libya… Libya bir çadır devletine dönmüştür. Çeteler tarafından yönetilmektedir. Fransa –ELF- Libya’nın petrolüne el koymuştur. Bu insanlar açlıktan ölüyor. Bu insanların sağlık, eğitim, barınma… Bu insanların tek bir sorunları yoktu. Kim bana Kaddafi kötü bir adamdır diyebilir. Bunu emperyalistler diyemez bana. Irak işte Irak… Her gün bombalar patlıyor, her gün insanlarımız ölüyor. Her gün insanlara tecavüz ediliyor. Ebu Gureyb’i görüyoruz. Kim bana Saddam dönemi daha kötüdür diyebilir? Bunu diyebilir misin? O yüzden, dünyanın tüm okları size dönse de, işte Salih Mirzabeyoğlu’nun 1991’de Irak saldırısı önünde yaptığı odur. Dünyanın tüm okları üzerinize döner. Herkes size saldırır. Çünkü zor olan odur. Zor olan güçsüzün, ezilenin, yoksulun yanında durmaktır. Şimdi ben İslâmiyet anlayışını da başka bir yerden kurmamız gerektiğine inanıyorum. İBDA hareketini de o yüzden takip ediyorum. O yüzden özgürlük istiyorum. Sizin dininiz size, benim dinim bana anlayış… Evet yoksulların dini başkadır. Ebu Zer’lerin, Ebu Hanife’lerin… Ebu Hanife’yi düşünün… Ebu Hanife fetva vermediği için zindana atılıyor. Arkadaşları kendisiyle gelip konuşuyorlar. Diyorlar ki; “İmam-ı Azam yapma. Küçük bir devlet görevi kabul et”. O da hayır diyor ve öyle canını veriyor. İşte zulme karşı… Herkes Ebu Hanife’nin mezhebinden geliyor değil mi? Bu iktidar da Hanife… İşte Ebu Hanife’nin yolu budur. Bunu takip etmemiz lazım. Benim izlediğim ve anladığım İslâmiyet budur işte. Bugün İslâm anlayışını kim takip ediyor? Bunlara ben inanmadım. Ben 28 şubat sürecinde üniversite öğrencisiydim. O zaman sol içerisinde de Genelkurmay’a yedeklenen, MGK solculuğu yapan çok insan vardı. Onlarla çok mücadele ettik, çok savaştık. Ben Başörtüsü eylemlerine katıldım. O dönemde Genelkurmay’a diz kıranların hesap soracağına ben inanmadım. O süreçte savaşan ve mücadele eden, kim ne derse desin İBDA… Nicel gücümüz az olabilir. Hiç önemli değil. Ama doğruyu, haklıyı, adaleti savunmak, bu tarihsel bir iştir. Üç kişisiniz-beş kişisiniz hiç önemli değil. O yüzden 20 kişiyle yapılan eylemi ben hiç yüksünmüyorum. 5 kişiyle de eylem yapılır. Hiç önemli değil. Biz bunu aşacağız. Ben buna inanıyorum. O yüzden ben Bolu Cezaevi önündeki eylemleri okuyorum, takip ediyorum. Allah Razı olsun. Tüm oklar üzerine gelmiş. Bir tarafta din tüccarlığı var, Fethullahçılar… İşte bak ona karşı savaştı. AKP onunla kol kola giderken, herkes Fethullah’ın önünde diz kırarken, Fethullah’ın Amerikancılığı vurgusu 3-5 yerde vardı. İslâmcı cenah kendi kendini bir körlüğe hapsetmişti. Ama hapsetmeyenler de vardı. Onlar savaştılar, onlar direndiler. Ben bunun tarihsel bir şey olduğuna inanıyorum. Biz kazanacağız. Çünkü biz haklıyız. Çünkü Biz inanıyoruz. Şimdi ben Halifeler dönemini incelediğimde bunların Müslüman olduğuna inanmadım. Politik olarak bu hakkı da kendimde buldum. İnanç olarak değil ama, politik olarak bu hakkı kendimde buldum. Dedim ki; okuryazarlığımız var. Bu, bu değildir. O yüzden ben bizim kazanacağımıza inanıyorum. Az olabiliriz, hiç önemli değil. Dergimiz 100 satar, önemli değil. Basın açıklamamızı 20 kişiyle de yaparız. Hep dayak yeriz, dayak yiyoruz. Yiyelim. Ama bir gün, bak işte neler yıkılıyor? Halk yıkıyor, Allah yıkıyor. Neye inanıyorsak… İşte Fethullah yıkıldı bak. İki yıl önce bunu diyebilir miydik? Kim derdi bunu? Herkesi hapishaneye atıyordu. Bunu diyenler. İşte bu iktidar, Yakup Köse’lere ceza veriyor, Kâzım Albayrak’lara ceza veriyor. Salih Mirzabeyoğlu hâlâ içeride yatıyor. Kim bunu onaylayanlar? Fethullahçılar-AKP. Böyle bir şey olabilir mi? Böyle bir kardeşlik olabilir mi? Bırak kardeşliği, namussuzluktur. Artık buna diyecek bir şey yok.

Müslüman olduğunu iddia ediyorsun ama zulmediyorsun. Şöyle diyelim; hem bu düzenin zulmünden şikâyet ediyordun. Bir şekilde iktidara getirildin. Aynı zulmü sen Müslüman görüntüsü altında devam ettiriyorsun. En başta da Müslüman olduğunu söyleyen insanlara ve diğer insanlara…

Bunu –dini- politik araç olarak kullananlar çok oldu. Hristiyanlar arasında da oldu. Museviler bunu hep yaptılar. Müslümanlar içerisinde de bunu yapanlar var. Yani dini bir araç olarak kullananlar. Bir kilise tarzı örgütlenenler. Yani kendi dünyası için, kendi ameli için, kendi hesabı için değil, bu dünya için, bu dünyanın iktidarı için, zenginliği için kilise gibi örgütlenenler. Fethullahçıların Müslümanlıkla ne ilgisi var. Fethullahçılık kilisedir. Kilise gibi örgütlenmedir. Ben şunu alayım, bunu alayım. Diğer taraf umurunda değildir. İşte ondan sonra “Bakara-Makara” yazar.

İktidar sizin esir alınmanızla alakalı direkt cemaati suçladı. Sanki cemaat suçlu, iktidar masummuş gibi… Bu konuda siyasi iktidar sorumlu değimlidir? Bu konu hakkında ne diyeceksiniz?

Öyle tabi. Bu az buçuk siyaset bilen birinin yutacağı bir şey değildir. Yani bindirilmiş kıtaları bununla ikna edersiniz. Allah kahretsin, hırsızlığı zekat olarak nitelendirmeye varabilecek kadar dini kirletenler bunu yutarlar, ya da yutmak isterler. Bunu aklı olan, inancı olan birisi yer mi? Bu sürecin tamamını AKP idare etmiştir. Sürece refakat etmiştir. Birbirlerini kullanmışlardır. Birbirlerinin çıkarları ortaklaşmıştır, devam etmiştir. Çıkarları çatışmıştır. Bunlarınki, zenginlik, pay kavgasıdır. Bir varlık kavgasıdır. O kavgada bozuşmuşlardır. Bu iş bu kadar basittir. Bunun siyaset üzerinden okunacak tarafı da yok.

Zalimlerin durumunu seçmek durumunda değiliz.

Evet. Ben şuna inanıyorum: 18. Yüzyılda sokaklarda barikatlar vardı. Bugün de bir barikat olduğuna inanıyorum. Belki fiziksel bir barikat değil. Zihinlerimize oluşan bir barikat var. Bir tarafta ezilenler, mazlumlar, adalet için savaşanlar –renkleri başka, dilleri başka, inançları başka- , diğer tarafta da zalimler var. Biz her zaman barikatın bu tarafında olduk. Mesela biz Salih Mirzabeyoğlu meselesinde hep ilgilendik. Kalbimiz ve aklımız hep orada oldu. Büyük adaletsizlik. Bir adaletsizliği söylerken onu söylememek büyük bir haksızlıktır, günahtır. Mesela kendi cenahımızdan “Salih Mirzabeyoğlu’nu neden savunuyorsunuz” diye bizi eleştirenler vardı. Böyle bir anlayış olabilir mi? O yüzden bizim kafamızda bir barikat var. Halkın kurduğu bir barikat. Mazlum ve yoksulların kurduğu bir barikat. Biz barikatın bu tarafındayız. İnanan insanlarımızla siyaseten bir aradayız demiyoruz. Onlarla birlikteyiz. Onlarla birlikte dövüşüyoruz. Çünkü saygı ötekileştirmektir. “Onların inancına saygı duyuyorum” diye bir şey olamaz. Biz zaten birlikte kolkola yürüyoruz. Biz hapishanedeyken, sağ olsun Şükrü Sak bize 2-3 kez yazdı. Avukat Güven Yılmaz defalarca geldi. Avukat Ahmet Arslan geldi. Bunlar bizim yoldaşlarımız. Ben şunu açıklıkla Güven Yılmaz’a benim yoldaşımdır diyebiliyorum. Çünkü adalet için savaşıyor. Birbirimizin birikimini birbirimize aktardığımız da oldu, tartıştığımız da oldu. Ama biz kolkola yürüyoruz. Ben hep buna inandım. Ayrıca Güven Yılmaz’ı kardeşim kadar da severim. Ali Rıza Yaman’ı da severim. Çünkü bunlar adalet mücadelesi yapıyorlar. Nasılki kendi sosyalist arkadaşlarımla yazıştım, Şükrü Sak’la da yazıştım. Nasılki sosyalist yayınları okuyorsam, düzenli Baran da okuyordum. Kazım Albayrak’ın Kürt bölgesi ziyareti için, “ne güzel bir şey. İşte bu işler böyle olmalı. Buralar ve bu işler cemaat ve başkalarına terk edilmemeli. Azız ama yorulacağız. Yine de gitmeliyiz. Çünkü buralar bizim değerimiz. Oradaki yatırlar da bizim değerimiz” diyordum. Hep böyle baktık. Bundan sonra böyle bakmaya da devam edeceğiz.

Çok teşekkür ederiz. Tekrar “gazanız” mübarek olsun.

Sağolun. Tekrar teşekkür ederiz.

Kaynak: http://adimdergisi.com/HaberOku.aspx?ID=281

KUMANDAN MİRZABEYOĞLU’NA VERİLEN İDAM CEZASI PROTESTO EDİLDİ

İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’na, 2 Nisan 2001 tarihinde eski İstanbul 6 nolu DGM tarafından verilen “idam cezası” 12. Yıldönümünde Bir basın açıklamasıyla protesto edildi.

Yeni devir Hukukçular Derneği tarafından düzenlenen ve İstanbul’daki Çağlayan Adliyesi önünde gerçekleştirilen basın açıklamasına, Devrimci tutsak Sarp Kuray’ın eşi, sinema sanatçısı Nur Sürer ile Bahçelievler eski Belediye Başkanı ve Türkiye Yazarlar Birliği eski başkanlarından Muzaffer Doğan da iştirak etti.


Kalabalık bir grubun, sloganlar atarak desteklediği basın açıklamasında, ilk konuşmayı dernek üyesi avukatlarından ve Salih Mirzabeyoğlu’nun 30 yıldır avukatlığını yapan Hasan Ölçer yaptı. Av. Hasan Ölçer, “Türkiye’de hukukun iktidarların zulmetmek için kullandığı ve kendi çıkarlarına göre yönlendirdikleri bir araç olduğunu” söyledi. Hasan Ölçer açıklamasına “17 Aralık’ta ve 17 Aralık sonrasında halen devam etmekte olan, hukukun, siyasî bir baskı ve çıkar amacıyla kullanımı hâlen yaşamakta olduğumuz bir misalidir”, diyerek devam etti. Ölçer son olarak, “17 Aralık’ta, paralel denen bir yapının iktidara karşı, 17 Aralık sonrasından bugüne kadar ise iktidarın, hukuku kendi çıkar için hallaç pamuğu gibi attığını” söyledi.

Dernek Başkan yardımcısı, hem Salih Mirzabeyoğlu’nun ve hem de Comandante Carlos’un (Çakal) Türk avukatlarından Güven Yılmaz ise, konuşmasında, Türkiye’de Salih Mirzabeyoğlu ile aynı hukuk katliamına maruz kalan Sarp Kuray’ın durumunu anlattıktan sonra, eşi Nur Sürer hanımın bu dayanışmaya verdiği destek için teşekkür etti. Güven Yılmaz daha sonra dernek adına aşağıdaki bildiriyi okudu.


FİKİR İDAM EDİLEMEZ!

Kamuoyu'na;

Dünya hukuk ve fikir tarihi şahittir ki; fikir idam edilemez!
Dünya hukuk ve fikir tarihi şahittir ki; “fikir”i idam edeceklerini zannedenler büyük bir yanılgı içindedir!
Dünya hukuk ve fikir tarihi şahittir ki; fikre idam cezası verilen bir ülkede hukuk; maşa, idam cezası verenler de; emir alan bir emir kuludur!
Dünya hukuk ve fikir tarihi şahittir ki; “fikir”i idam etme bedbahtlığını gösteren ülkelerin başında Türkiye gelmektedir!
Dünya hukuk ve fikir tarihi şahittir ki; hukuk, “Fikir”i idam etmek uğruna
Türkiye'de olduğu kadar, alenen çiğnenmemiştir!

Dünya hukuk ve fikir tarihi şahittir ki; idam edilmek istenen “Fikir”in Mimarı; Türkiye'deki kadar zulme ve işkenceye maruz kalmamıştır!
Dünya hukuk ve fikir tarihi şahittir ki; idam edilmek istenen “Fikir”in Mimarı; fikri için Türkiye'deki kadar mücadele vermemiştir!
Dünya hukuk ve fikir tarihi şahittir ki; tarih, zulme rıza gösterenlerle, zulme rıza göstermeyenlerin mücadele alanıdır!
Dünya hukuk ve fikir tarihi şahit olacaktır ki; Türkiye'de tarih, tarihin gördüğü en büyük hukuksuzluklardan biri olan “Mirzabeyoğlu Davası'na destek olanlar ve olmayanlar” ayrımı üzerine yazılacaktır!
Mirzabeyoğlu Davası'nda hukuksuzluğun her türlü izah ve ispattan vareste bir durum arzettiğini, bu yüzden RE'SEN, yeniden ve ivedilikle ele alınıp, zulme son verilmesi gerektiğini düşünen bizler; “Fikri İdam Teşebbüsü” olan Mirzabeyoğlu Davası'nın yanında yer aldığımızı bildirmek ve ismimizi “zulme rıza göstermeyenler” arasında yazdırmak adına; bugün buradayız.
yenidevir.hd@gmail.com

http://adimdergisi.com/HaberOku.aspx?ID=330

Cezaevi önünde doğum günü gerginliği
09 Mayıs. 2014



Bolu F Tipi Cezaevi'nde ömür boyu hapis cezasını çeken Salih İzzet Erdiş'in doğum gününü kutlamak için içeri girmeye çalışan gruba, polis müdahale etti.

Kamuoyunda "Salih Mirzabeyoğlu" olarak tanınan, İslami Büyük Doğu Akıncıları Cephesi (İBDA/C) davası hükümlüsü Salih İzzet Erdiş'in kaldığı cezaevinin önünde 64. doğum gününü kutlamak isteyen gruba polis biber gazıyla müdahale etti.

Güvenlik güçlerinden, cezaevinin önüne kurdukları barikatı geri çekmesini isteyen grup, talepleri olumlu karşılanmayınca engeli aşarak polise saldırdı.

Polisin biber gazı ve cop kullanması üzerine saldırganlar, güvenlik güçlerine taş attı.

Gazdan etkilenen 1 kişi Köroğlu Devlet Hastanesine kaldırıldı, hafif yaralanan 4 polis de ayakta tedavi edildi.
ntvmsnbc
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cum May 09, 2014 10:19 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Nis 14, 2014 8:08 pm    Mesaj konusu: “Kurucu İktidar”ın 'Dil'i / Av. Ali Rıza Yaman Alıntıyla Cevap Gönder

“Kurucu İktidar”ın 'Dil'i
Av. Ali Rıza Yaman
14 Nis 2014



I.
Tayyip Erdoğan'ın “hallaç pamuğu gibi atmışlar” dediği MİT'in eski Müsteşarı Emre Taner geçtiğimiz yıllarda günümüzün asıl meselesini gayet güzel özetlemişti:
“Türkiye değerler krizine girmiştir.”
Değerler krizine giren sadece Türkiye değildi. Aynı zamanda ve pek tabiî ki; Batı'ydı.
Batıcı hayat tarzına pek zarif tenkitler getiren Terry Gilliam, dört köşe hâline getirilen ve öncesiz, sonrasız ve pasif olarak telâkki ettirilen şuurun dayatılan kalıplarını yıkan bir kurguyla gösterime sunduğu 12 Maymun filminde, Deli Jeffrey rolündeki Brad Pitt'in ağzından, Batı'nın girdiği değerler krizini ve bunun sebebini çok güzel özetler:
"Deli ne demek biliyor musun? Deli, çoğunluk iktidarı demek."
Ardından da asıl vurucu darbeyi indirir:
"Doğru yoktur. Yanlış yoktur. Sadece halkın görüşü vardır."
“İyi, doğru ve güzel” şeklindeki üç temel değeri 'çoğunluğun görüşü'ne dayandırarak değersizleştiren Batıcı siyaset yapma tarzının dayandığı fikrî temele göre zaman, 'ilerleyen'dir.
Stefan Zweig'ın; “kesintisiz ve durdurulamaz bir ilerlemeye duyulan inanç, gerçekte o dönemde dinden daha güçlüydu; insanlar “ilerleme”ye Kutsal Kitap'tan daha çok inanıyorlardı” şeklinde özetlediği durumun fikrî- tarihî arka plânı en az 500 yıl öncesine dayanır.




II.
'İlerleyen zaman'ın tecellî ettiği zemin Batı, o zamanın ruhunun cisimleşip, dile geldiği bünye de 'Batı insanı'dır.
Bu ‘zaman’da insan ‘eski’den arınır, bireyleşir ve ilerleyen zamanın ruhunu idrak eder.
Bu idrak nispetinde de hayata intibak edilir, intibak edemeyen ise zamanın gerisine düşer.
İnsanın zamanın gerisine düşmesiyle birlikte modernleştirmenin muharrik unsuru olan aydınlar devreye girer, 'şefkat eli’ni geri kalanlardan esirgemez ve onları ilerletmek, eskiden arındırmak için ellerinden geleni yapar.
'Geri kalan'ın ilerlemesi, I. Kant’ın ifadesiyle “insanın kendi suçu ile içine düştüğü ergin olamama durumundan kurtulması” ve aydınlanması için yapması gereken basitti: ‘Eski’den kurtulmak.
‘Eski’den kurtulmak için ise evvelâ akıla güvenilmeli. Bu güveni bir adım öteye vardırıp, ‘rasyonel olan’a iman edilmeli. İman edilene nispetle yapılan amellerle bu iman, kemâle erdirilmeli. Z. Bauman tarafından ‘mevcut durumun bekçileri’ şeklinde anılan aydın(lanmış)larca bir aşkınlık atfedilen akıl, yegâne irşat edici olarak görülmeli. Nihayetinde de muasır medeniyet yakalanmalı.
Herkesin mutlaka ama mutlaka geçmesi gerektiği düşünülen bu tedricî süreçte, Aydınlanmacılar bilginin ve değerin üretilmesinde son derece cömerttir. Bilgi ve değerin üretilmesine engel olmak bir tarafa bilgiyi baş tacı ederler. Bu noktada bir problem yok.
Problem, üretilen bilgi ve değerin hiyerarşik bir tasnife tâbi tutulması, aynı bilgilerin kendilerince belirlenen bir skalaya nispetle değerlendirilmesidir.
Değerlerin kendisine nispetle değerlendirildiği skala ise 'eski’yi şahsında temsil eden Kilise’nin aksülâmelidir. Ve kendi içinde binbir tezadı barındırmaktadır.
'Eski’den arınmayı, 'eski'den arınma nispetinde akılı kullanmayı, akılı kullanma nispetinde ergin bir birey olmayı, ergin birey olma nispetinde ilerlemeyi, ilerleme nispetinde gelişmeyi, gelişme nispetinde tabiata hâkim olmayı, tabiata hâkim olma nispetinde mutluluğu, mutluluk nispetinde müreffeh bir hayatı vaat eden, bu idealleri bağrında taşıyan Aydınlanma, vaat ettiklerinin hiçbirini yerine getiremedi.
Kilise’nin mütehakkim tavrından sıyrılmak, ergin olamama durumundan kurtulmak, insan olma yetkinliğini ortaya koymak, bütün bunları da ‘akıl’la yapmak adına yepyeni bir tahakküm ideolojisi belirdi.
‘Eskinin dogmasından kurtulmak gerekir' i dogmalaştıranlar, insanı insanlıktan çıkaran totaliter rejimlerin yolunu açtı. İnsan evvelâ bireyleşti, daha sonra da vatandaşlaştırıldı. ‘İçtimaî faydacılık’ esas alındı ve ferdin bütün hakikat ve keyfiyeti sadece muhayyilede var olan bir ‘egemen’e tevdi edildi.
İlerlemeyi, ilerleme nispetinde de gelişmeyi vaadeden ‘beyaz adam’, kendi topraklarında kalamazdı.
Kalmadı da...
Başka memleketlerin topraklarına ve kaynaklarına göz dikti. 'Toprak' ve 'emek'in kapitalist üretim ilişkileri içinde tanımlanması ile birlikte emperyal bir ideoloji belirdi. Günümüzde 'yerelleşme, şirketleşme, açık toplum' vb. şekillerde kendini kamufle eden bu ideoloji, ‘modernleşme, ilerleme’ vb. suretlerde 'zamandışı' ve 'geri kalmış' ülkelerin karşısına dikildi. Kendi zamanını dikte etti. Bu dikte işlemi ile birlikte kendi vahşîliğini kamufle etme yoluna gitti. “Sen geridesin, bense ileride… Ben, seni ilerletmek istiyorum. Seni ilerletmek isteyen bana yardımcı ol. Kapılarını, kaynaklarını, topraklarını bana aç.” dedi.
Mutlak Fikir iktidarda olsa da kalplerde ve gönüllerde pörsüdüğü, İslâm’a ritiüellerden ibaret bir din muamelesi yapıldığı, cemiyet, İslâm’ı şahsiyet aynasında karartan kaba softa- ham yobazlar elinde kenetlendiği için bu fikirlere mukavemet edilemedi. Ve faciaların en büyüğü yaşandı: Batı’nın kendi gerçekliği, kendi tekâmülü âlemşümûl bir tekâmül gibi telâkki edildi.
İnsan olma keyfiyetini ortaya koymak için 'eski' ile olan bütün ünsiyetini koparma, 'eski'den arî kılınma nispetinde 'yeni’ye adapte olma, Batı’nın kendi gerçekliği idi.
'Akıl'ı bölen, ferdî hakikati örseleyen bu süreçte bireyleşip, vatandaşlaşan insanlarca inşâ edilen medeniyet, dünyayı cihan çapında iki savaşa sürükledi.
Cihan savaşlarından sonra Batı buhranını yine yenemedi. Bu buhranın sebepleri üzerine kafa patlatanlarca içeriden ve amansız bir hücum başlatıldı.
Ve hatta bunalımı nazariyeleştiren Heidegger, “Varlık'ın Çobanı” olarak tavsif edildi.
Aydınlanma’ya yönelik sahici tenkitleri olan Frankfurt Okulu anılmaya değer bir hâl belirtti.
İlk başlarda Aydınlanma’nın ‘akıl’ını sorgulamada müşterek olan ve ortak bir dil geliştiremeyen Frankfurt Okulu’nu bir mânâda temsil kabiliyetine sahip olan Adorno ve Horkheimer tarafından yazılan ve eleştirel teorinin kutsal kitabı olarak da tavsif edilen Aydınlanmanın Diyalektiği, Batı’nın ‘akıl’la imtihanının son asırdaki durumunu anlamak için önemli bilgileri muhtevi. Ha kezâ altında yine Horkheimer imzası olan Akıl Tutulması isimli kitap.
Horkheimer ‘öznel akıl’ (verstand) ve ‘nesnel akıl’ (vernunft) ayrımı yaptı ve Aydınlanma’dan bu yana öznel aklın nesnel aklın aleyhine geliştiğini, bu gelişimin nesnel aklın alanının işgali demek olduğunu, bunun bir hüsran olduğunu ve bu hüsrana Aydınlanmanın sebep olduğunu söyledi. Bu hüsran, Aydınlanmanın kendi kendisini imhâ etmesi ve bireyin silinişiydi.
Nitekim Batı'yı “iktidar” zaviyesinden bir kritiğe tâbi tutan ve bu yönüyle muasırlarından daha sahici bir yön belirten Foucault da “özne öldü” diyecekti.
Geçmişin bâkiyesi olan tabiatı bilgi edinilecek ve tahakküm altına alınacak bir nesne olarak görme eğilimi, madde iştihasını daha bir artırdı, ilerleyen dönemlerde rasyonel olan irrasyonele ircâ edildi, “herkesin doğrusu kendine ise, ve uğruna yaşanmaya değer bir mutlak hakikat yoksa bir değer kaygısı niye?” anlayışı belirdi, “savaşma seviş” diyen çiçek çocuklar bu buhranın mücessem ifadesi olarak Batı’da bir dönem rüzgar gibi esti. Buhran bir müddet de olsa ötelendi, yok sayıldı.
Kaba madde iştihası, buhranı bir yere kadar unutturmayı başarmıştı.
Ama bu, bir yere kadardı. Varoluşu ve hayatı mânâlı ve değerli kılma gibi en masum, en insanî çaba yine kendini gösterdi. Bu süreçte de mistik arayışlar belirdi. Maddeden yola çıkılarak çeşitli mistifikasyonlara girişildi. Kuantum fiziğinin verileriyle yepyeni bir dünya görüşü inşâ edilmeye çalışıldı. Ve 2000'li yılların eşiğine gelindiğinde dünyanın birçok yerinde nur topu gibi birçok “new age” dinleri doğdu. İmâl edilen bu dinlerin unsurları kitlelere, ısmarlama bir kültür olan popüler kültürün ikonları üzerinden zerkedilmek istendi.
Bu dinler, Batıcı hayatın buhranına cevap vermeye çalışsa da hep bir şeyler yine eksik kaldı. Tıpkı Goethe'nin Faust'unda ifade ettiği gibi; “Ne yazık, yapılan yine eksik yine noksandır/ Noksan olan aklın bağıdır!”
'Batı insanı'nın eksiği bizzat yine ‘kendi’siydi.
“Değerleri gerçekleştiren insan”, değerleriyle varolur.
Varoluşunu mânâlı kılan bu değerlerdir.
Batı insanı'nın değerleri son 500 yılda topraktan değil, tepeden inme şekillerde belirdi.
Kurucu iktidar, kendi insanını yarattı.
Peki kurucu iktidarın değerinin hiçbir 'değer'i yoksa?..
Bu noktada insan nedir?
Mevcudiyeti olan ama hayatîyeti olmayan bir 'şey'.



III.
Her türlü 'değer'i değersizleştiren, insanı insan olmaktan çıkaran iktidarın 'dil'i üzerinden dayattığı Batıcı hayat tarzıyla hesaplaşmak için, Batılılaşmanın zihnî sürecini sorgulamak gerekir.
Bunun aksi bir durum son kertede acı bir hüsrandır. İşin bu noktasında anti-emperyal mücadelenin ancak Batı'nın ontolojik, epistemolojik ve aksiyolojik temellerini sarsma kudretine sahip bir ‘Dil’le zafere ereceği bir bedâhet belirtir.
Batı'nın ontolojik, epistemolojik ve aksiyolojik temellerini hedef almayan bir ‘dil’, son kertede yine Batı'yı besleyici olacaktır ki, bu, aksülâmellerden ibaret bir tarihi olan Batı’yı anlamamaktır.
Batı'nın ördüğü ontolojik ve epistemolojik çitlere rağmen var olan, onu aşan, onu hedef alan, onu mahkûm eden, onun verilerini “İslâm terâkkiye mâni değildir” vb. görgüsüzlüklere düşmeden kendi ben'ine aplike edebilen ve mücadeleyi zafere ulaştıracak olan İBDA Dili bu topraklarda filizlenmiş, Teorik Dil Alanı'nı oluşturmuş, kitap, sistem ve devletlik çapta ifâde ve teklif olunmuştur.
1928'de koparılan köklerle olan bağımız 1982'de, Kültür Davamız'da daha sağlam bir şekilde yeniden kurulmuş, zihnî esaretten kurtuluş başlamıştır.
Bundan sonraki aşama; “hak” temelinde ve hareket içinde birliktir.
Toprak'ın anlamlarından biri de; 'hak'tır. Ve mesele bu topraklardan bir fikri inşâ etmek ve bunun tatbiki mücadelesini vermektir.
Nitekim “Hak” temelinde ve hareket içinde birliğin işaret fişekleri çoktan çakılmıştır.


IV.
Yeni Türkiye'nin ufkunu aydınlatan, insanlara umut ışığı olan meşalelerden bazıları:


Cezaevinde yaptığımız sohbetlerde; “Lâfı evirip-çevirmeye gerek yok... Mirzabeyoğlu bu toplumun vicdanı olmuştur. Mirzabeyoğlu bu toplumun niçin vicdanı olmuştur?.. Mirzabeyoğlu'nun dostu olan bizlerin de, O'nun düşmanlarının da üzerinde asıl düşünmesi gereken meselesi budur. Mirzabeyoğlu; vicdanın, adaletin temsilcisi ve ifadecisidir. O devrimi zaten yapmış. Konsepti kurmuş. Muazzam derinlikli bir fikir meydana getirmiş. Yeni İnsan; o konseptte ve o ahlâkla şekillenecek. İnsanlar, insanlığı, İslâm'ı ve Allah'ı Mirzabeyoğlu'ndan öğrenecekler. O'nun düşmanları, bizim düşmanlarımızdır. O'nun düşmanları O'nun güzelliğini çekemeyen çirkin ve pislik tiplerdir. Bu pislikler O'na ve bize diz çöktürmeye çalışıyorlar. Ama yapamazlar. Biz kimseye diz çökmedik, çökmeyiz. Kumandan, bırakın diz çökmeyi 1 milim bile yamulmadı, yamulmaz. Yeni Türkiye'yi biz beraber kuracağız. O'nun iktidarında hiçbir adaletsizlik olmaz. Ölümüne romantik olan birinden kötülük gelmez. O'nun iktidarında herkes, herşeyinden emindir. O, hakikat arayıcısıdır. (...)için söylenen sözün hakikati Kumandan için geçerlidir; asıl 'Suyu Arayan Adam' Kumandan'dır. O, hakikat aşığıdır. Zaten bütün kurgular da O'nu gömmek, yok saymak için. Ama tutmadı, tutmaz. Mirzabeyoğlu kitlelerle buluştu. Daha da buluşacak. Gerçek adalet ve vicdan iktidar olacak.” diyen Sarp Kuray...



Mirzabeyoğlu Davası'nın pek görülmek istenmeyen “niçin” kısmına dikkat kesilen, meseleyi asıl bağlamında ele alıp, Fikir'e vurgu yapan ve Mirzabeyoğlu'nun; “(...)iman, güç, sebat ve hakikat ısrarının çarptığı her çelik kapıyı berhava edecek bir devrimci temsile dönüştüğünü” söyleyen Dr. Orhan Gazi Ertekin...


Tıpkı O. Gazi Ertekin gibi Mirzabeyoğlu Davası'nın 'niçin'ine dikkat kesilen, hemen her sohbetimizde buna işaret eden ve “devrimin sağlıklı bir mecrada ilerlemesinin ilk şartı; muazzam entelektüel bir devrimdir” diyen Doç. Dr. Fikret Başkaya...



Sohbetlerimizde; “Devr-î Hamidî yarım kalmış bir Başyücelik rejimidir” dediğimiz vakit, “Ben her zaman söylerim... Özellikle şu günlerde devlete Abdülhamîd'in devlet aklını hâkim kılmak gerekir.” diyen Prof. Dr. Anıl Çeçen...


Gazeteci-Yazar Fazıl Duygun'la yaptığı röportajda; “samimiyet ölçüsü Salih Mirzabeyoğlu'dur” diyen, “kalbimiz ve aklımız hep Bolu'da oldu” sözleriyle harbî ve hasbîliğini gösteren, Mirzabeyoğlu Davası'na her zaman destek olan, “bu ülkenin samimi müslümanı Salih Mirzabeyoğlu'dur” diyen ÇHD İstanbul Şb. Başkanı Av. Taylan Tanay...
Bu ve daha başka birçok isim; aslı, esası, temeli ve fikri ortaya koyulmaksızın biteviye tekrar edilen ve fakat aslıyla, esasıyla, temeliyle ve fikriyle yenilenecek olan Yeni Türkiye'nin öncü isimleridir.
***


Dr. Hakkı Açıkalın:
“Ortaçağ'ın skolastik karanlığına parlak bir medeniyet ilkâı ile cevap veren “lokomotif dil”, farkedilir yürüyüşünü sürdürmektedir. Baskın ve üstün ile an'anevî tepki ilişkisinde, tarafların yerleri değişti: Bunun sebebi, ekonomik silâh “petrol” değil, ideolojik silâh Massif İslâm Devrimi'dir!”
Bernard Lewis tarafından 1991'de, I. Irak Saldırısı'na karşı duran fikir ve hareketler hakkında yapılan ve Dr. H. Açıkalın'ın; “baskın ve üstün ile an'anevî tepki ilişkisinde, tarafların yerleri değişti” hükmünü teyit eden şu tespit:
“Bizim Jüdeo-Hristiyan mirasımıza seküler varlığımıza ve her ikisinin dünya çapında yayılışına karşı kesinlikle eski bir rakibin (İslâm'ın) tarihî tepkisi karşısındayız.”

Bu vesileyle, yıllar önce Dr. Hakkı Açıkalın tarafından yazılan ve İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu'nun “İstikbâl İslâmındır” kitabında (*) da yer bulan yazıyı, önemine binaen tekrar yayınlıyoruz:

“Karmaşa kuyusundan doğru kovayı, ideal “jargon- dil” çekip alacak. Dünyanın her yanında “jandarma ülke” ve “kobay ülke”ler oluşturan burjuva demokrasileri kod adlı büyük kapitalist “kumpanya devlet”lerle dünya savaşını “dilin manifestosu” başlatacak. Batıcı- Emperyalist- Faşist modellerin “modernizm” ve “liberalizm” boyası altında dayatılmasından bunalan kitleler gerçeklerini ararken İBDA DİLİNİ yakalayacaklar. Bu dil çok net ve “anlaşılır” bir dil. İnsanlara öyle yakın ki, adeta onların şahdamarları mesabesinde. Sol ve sağın birçok “post colonial- sömürge neticesi” kültür zırva ve zaafları, sorumsuzlukları, mazlumları harekete geçirmeye yetiyor: Kullanılan “dil” değişmiyor! Bazılarının sandığı gibi, İslâm basmakalıp, mahallî, kendini ispata çalışan ve kültürel anlamda Batı'nın Doğu için biraz aşağılayıcı bir mânâda kullandığı “orientel” bir tepki değil. Bunun böyle olmadığı onlara anlayacakları bir “dil” ile anlatılacak. Mazlumları, ideolojileri ve sunî “devrim”leriyle örten, kandıran ve sömüren Batıydı. Şimdi hamle sırası, yani “mantığın kurnazlığını kullanma” sırası Doğu halklarının eline geçti ve Batı artık savunmada. Savunma onlar için çok lüks, hiç nefes almamaları için çözüm, İbda'nın “ortak dil”i! Mazlumlara dayatılan ideolojiler aynı zamanda silâh yerine de geçti; Batı, bu “promosyon- sürüm”ün farkına iş işten geçtikten sonra vardı. Bu sürümün adı, “deşifran gözlük- açık edici gözlük”lerdir. Kitleler, herkese ve herşeye rağmen, bu gözlükleri iyi kullandı, çünkü “ideoloji-dil”imizden hiç taviz vermedik. Batı'nın bu hediyesine teşekkür ediyoruz. “İslâm Devrimi, 'reaksiyoner entegrizm- uyum sürecinde tepki'dir” görüşüne cevap, sert bir “dil” ile İBDA'dan gelecek. Ortaçağ'ın skolastik karanlığına parlak bir medeniyet ilkâı ile cevap veren “lokomotif dil”, farkedilir yürüyüşünü sürdürmektedir. Baskın ve üstün ile an'anevî tepki ilişkisinde, tarafların yerleri değişti: Bunun sebebi, ekonomik silâh “petrol” değil, ideolojik silâh Massif İslâm Devrimi'dir!”

*Salih Mirzabeyoğlu, “İstikbâl İslâmındır -Denenmemiş Tek Nizâm-”, İBDA Yay., 1995-Mayıs, İst., s. 162- 163.

Kaynak: http://millibirlikruhu.blogspot.com.tr/2014/04/kurucu-iktidarn-dili-av-ali-rza-yaman.html

Eski fotoğraflar ve eskimeyen çağrı: “Salih Mirzabeyoğlu’na Özgürlük”
TEODORA DONİ
18 Nisan 2014



Saatlerdir iyi bir sebep bulmaya çalışıyorum. Bu insanlar mutlaka düşünerek yapmışlardır bu hareketi diyorum. Ani bir kararla, sinirle veya hiç düşünmeden yapmış olamazlar diyorum kendi kendime. İyi bir sonuç elde edilir umuduyla yapılmış olabilir böyle bir hareket ama o umulan/istenen sonuç ne olabilir? Böyle sorular beynimi kemiriyor ve tatmin edici bir cevap maalesef bulamıyorum. İyi bir sebep bulamadığım gibi düşündükçe daha büyük bir üzüntü hissediyorum.

Evet, dediğim gibi saatlerce düşünüp durdum o fotoğraf karelerini gördüğüm andan itibaren. Salih Mirzabeyoğlu ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın yan yana olduğu o fotoğraf karelerinden söz ediyorum. İlk anda Salih Mirzabeyoğlu ile duygu ve düşünce birlikteliği yapan insanların o fotoğrafları yayınlamış olabileceğine hiç ihtimal vermemiştim lakin kısa bir süre sonra yanıldığımı anladım.

Salih Mirzabeyoğlu’nun davası ve bu konuda yapılanlar/yapılmayanlar hakkında kendisi özgür olana kadar artık hiç yorum yapmayacağıma kendi kendime söz vermiştim. Artık benim için asıl önemli olan Salih Mirzabeyoğlu’nun bir an önce özgür olması. Zira hayal kırıklıklarının buna sebep olan konular ve şahısların o andan itibaren bir önemi de kalmamış olacak zaten.

Ama insan dayanamıyor işte ve sorma ihtiyacı hissediyor; Salih Mirzabeyoğlu’na niçin bunu yapıyorlar diye?

Velev ki Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç bir zamanlar Salih Mirzabeyoğlu ile yol ve dava arkadaşlığı yapmış olsun, velev ki Sayın Kılıç hakikaten koltuk sevdalısı olsun bütün bunların o fotoğraflarla ve onları yayınlamakla nasıl ilgisi olabilir. O fotoğrafları yayınlamakla tam olarak ne anlatılmak istenmiş olabilir.

İnsan değişebiliyor, fikir de değiştirebiliyor ki bu durum herkes için geçerli.

Yoksa Salih Mirzabeyoğlu özgürlüğüne kavuşmuş da cumhurbaşkanı adayı olmuş da Sayın Kılıç de rakibi olarak görülüyor da eski defterler onun için mi karıştırılıyor desek sadece demiş olmakla kalmaz çok berbat bir ironi de yapmış oluruz.

Yıllar önce Salih Mirzabeyoğlu’nun davasını ve ona yaşatılanları; yazdığım ilk yazılardan birinde de dilim döndüğünce, kalemimin mürekkebi yettiğince anlatmaya çalışmıştım. Bu tarz yayınlar yarar değil zarar veriyor diye yazmıştım. Yıllarca Salih Mirzabeyoğlu’na yapılan zulümleri, işkenceleri ispatlamak için yüzü gözü yara bere içinde olan fotoğrafları kullanıldı her mecrada ve tam tersi bir tesir yaptı. İnsanlar zulme uğramış birini görmedi o fotoğraflarda ne yazık ki tam tersi bir algı oluştu. Birçok insan yıllarca bu yanlış algıyı düzeltmek için çaba gösterdi elbette ve kimileri elinden geleni yaptı kimileri de yüreğinden geleni.

Şimdi Sayın Kılıç’ı; arkadaşlarına vefasızlık eden, davasını, arkadaşlarını terk eden, “satan” biri olarak göstermek için bu yayının yapıldığını anlıyoruz da biz anlıyoruz. “Biz” derken kastım, Salih Mirzabeyoğlu ile ya dava, duygu ve yol arkadaşlığı yapan ya da yalnızca prensip olarak kim olursa olsun, kime yapılırsa yapılsın zulme karşı çıkma adına, mazlumdan yana duygu ve mücadele birlikteliği yapmış olan insanlar. Peki, başkaları nasıl anlıyor, bunu hiç düşünen, umursayan var mı?

Sözü fazla uzatmaya gerek yok. Belki de bazı kimseler bu yazdıklarımı pek de anlamayacak veya yanlış anlayacak ama olsun ben iki fotoğraf karesi etrafında bir sürü laf döndürülmesine, kafaların karıştırılmasına dayanamadım ve yazdım işte. Çünkü kendi payıma Salih Mirzabeyoğlu’nun bir an önce o zindandan çıkmasını özgürlüğüne kavuşmasını umuyor, diliyor, bunun için hep dua ediyor ve “Salih Mirzabeyoğlu’na Özgürlük” çağrısını bütün vicdan sahibi yürekli insanlar için bir kez daha kendi payıma tekrar etmek istiyorum.

Hem unutmayalım ki eski fotoğraflar geçmişten birer izdir, hepsi o kadar, günümüze ve geleceğe dair hiçbir işaret belirtemezler. Özgürlük ve adalet çağrısı ise bugün için, gelecek için, bütün zamanlar için geçerlidir ve asla eskimez, her zaman yenidir.

Bu anlamda umudumu hiç yitirmedim zaten yazının başında da belirttiğim gibi Salih Mirzabeyoğlu özgür olana kadar konuşmayacaktım, yazmayacaktım demiştim. Yani hayallerim, umutlarım, dualarım hep o yönde, özgür olacağı o güne, o ana yönelik. Umudum o ki inancıyla, sabrıyla, haysiyetiyle yıllardır zindanda nasıl direniyorsa öyle de çıkacak zindandan başı dimdik, onuruyla, haysiyetiyle…

Kaynak: http://www.teodoradoni.com/eski-fotograflar-ve-eskimeyen-cagri-salih-mirzabeyogluna-ozgurluk/

Mirzabeyoğlu davası nedir (mi)...
Atilla Özdür
Yeni Akit atlzdr@yahoo.com
19 Ekim 2012

Avukatı A.Rıza Yaman tarafından yapılan tarifine göre, Mirzabeyoğlu Davası:
28 Şubat’la ve onun şahsında bütün Amerikancı darbelerle hesaplaşmak demektir. Hukuktaki amir-memur münasebetlerini sorgulamak demektir. Hukukun görünmez bağlarla idari hıyerarşiye bağlanması zafiyetini net bir şekilde müşahade etmek demektir.
Emperyalizmle mücadele demek olan işkenceyi ve işkencecileri sorgulamak demektir.
Ona idam cezasını verenlerin bile daha sonradan yüksek sesle dillendirdikleri ‘Fikir hürriyeti’ meselesinin vuzuha ermesi mücadelesi demektir.
Akademik mahfillerdeki birçok kişinin bile artık pek şekvacı olduğu ‘modern’ manalı hukukla hesaplaşmak demektir. ‘Modern’ manalı devlet ile ‘modern’ manalı hukukun arasındaki karşılıklı ilişkinin zafiyetini görmek demektir.
Devlet, hükümet ve fikir ricalinin, meseleleri ne denli ciddiyetle ele aldığını görmek için güzel bir turnusol demektir.
Mirzabeyoğlu Davası, hemen herkesin teslim ettiği gibi, hukuki olmaktan ziyade siyasidir.
Bu yönüyle hukuki olup, yargı kararı konjonktüreldir, amma, ‘Dava’ tarihi ve hayatidir.
Davanın tarihi ve hayati vasfını anlamak için, gerek Doğu, gerek Batı, gerek Türk ve gerekse İslam tefekkür tarihinin son 500 yılına dair asgarinin en asgarisinden malumat sahibi olmak ilk şarttır.
Nasıl ki,
‘Modern’ manalı hukukun bürokratize olma haline/zafiyetine dair asgari bir malumatınız yoksa, Franz Kafka’nın meşhur eseri ‘Dava’dan pek bir şey anlayamayacaksak,
Nasıl ki,
Hukuk ve toplum vicdanı, toplum vicdanı ve aydın, aydın ve fikir namusu, fikir namusu ve mesuliyet, mesuliyet ve zamana şahitlik arasında derin münasebetlerin mahiyetini idrak edecek malzemeden yoksunsak, Emile Zola ile birlikte daha bir meşhur olan ve adeta onunla özdeşleşen ‘Dreyfus Davası’nın niçin meşhur olduğunu anlamada ciddi sorunlar yaşamamız tabii ise,
Nasıl ki,
Psiko-politik saldırıya, onun fikri altyapısına, temel stratejisine, saldırıda vasıta rolü oynayan medyaya, medyanın her türden ve geniş anlamıyla enstrümanlarına ve bu enstrümanların kullanılmasına en elverişle ortam olan şekli demokratik sisteme, bu sistemin manipülasyon rejimi olmasına, hukukun da bu süreçte nasıl işlediğine dair en ufak fikrimiz yoksa, ‘Rosenbergler Davası’ davalardan bir dava’dan başka bir şey değilse,
İlmi, fikri, siyasi, hukuki, ahlaki, ictimai, vicdani, felsefi, mantıki, adli, idari... başta olmak üzere birçok alana taalluk eden ‘Mirzabeyoğlu Davası’nın şumullüğüne ilişkin bir fikir sahibi olmak için birbirinden bağımsız ve o nisbette birbiriyle ilintili olan bu alanlardan en azından birine dair asgari de olsa bir malumattan yoksunsak, bu davanın tarihi ve hayati hususiyetinin yeterince idrak edilememesi kaçınılmaz bir sondur...
Atlantik ötesinden planlanan bir operasyon olan ‘28 Şubat Operasyonu’, “Fikir’e fikirle mukabele etmek yerine, onu mahkum, ardından da idam ve imha etme amacını taşıyan bir operasyondur.
Bu operasyonda hukuka biçilen rolü “maşa”, hukukçuya biçileni ise “memur” olarak tanımlıyor, Mizabeyoğlu Davası’nın ne anlama geldiğinin tarif ve açıklamasında, Avukatı A. Rıza Yaman...

Bu arada bize düşen de, öncelikle Başbakan’dan ve ayrı ayrı tüm hükümet erkanı ile özellikle de Adalet Bakanından,
‘Ağızlarına pelesenk edindikleri ‘Darbe karşıtlığı’ söylemlerindeki samimiyetlerini ortaya koymaları talebinde bulunmak, kalıyor...
‘Dava’ dosyasının yeniden açılmasını isteyerek...
Kaynak Yeni Akit
Salih Mirzabeyoglu ist ein Denker und Autor über 57 Büchern. Er wurde vor 15 Jahren festgenommen und bis zum Tode verurteilt
02.11.2013



Wenn das Gesetz " Todesurteil " nicht aus der Verfassung genommen wäre, wäre er durch das Militärregime (28.Februar Putsch) hingerichtet. Das einzigste Vergehen laut damaliger Festnahme war zu denken und das Gedachte in Bücher zu verfassen.
Es wurde keine andere illegale Schuldzuweisung festgestellt.

Salih Mirzabeyoglu schreibt seit den 70'er Jahren und ist unter vielen Akademikern, Autoren, Künstlern, Intellektuellen und Politikern bekannt.
Er schreibt über westliche Betrachtung & über Mystiken im Islam, Kunst & Idee und unter anderem seit er unter Gefangenschaft ist auch über seine elektromagnetische Folterung, wo man in den Büchern auch weiterhin seine Ideologie finden kann.

Neben seinen ganzen ergiebigen Werken wirkt er auch mit seiner Haltung sehr viel Interesse unter jugendliche und weitere Intellektuelle.

Uns interessiert nur die Tatsache, das im 21. Jahrhundert auf dem Weg einer so genannten Demokratisierung einer kompletten Nation immer noch Denker und Ideologen, die eine andere Meinung und Weltansicht haben festgehalten und gefoltert werden.

Die jetzige türkische Regierung ( AKP ) behauptet für Freiheit und Demokratie für alle zustehen, aber seit der Regierungsübernahme 2002 wurde für Salih Mirzabeyoglus Freiheit nichts in die Wege geleitet.

Warum nennt Erdogan seinen Namen aber rührt sich nicht ?

Wir rufen die ab sofortige Freiheit von Salih Mirzabeyoglu !

" Wenn man einen Menschen rettet, rettet man die ganze Menschheit"
Prophet des Islams

Unsere Facebook Organisation:
https://www.facebook.com/events/166028463604980/?ref_dashboard_filter=upcoming

Mit freundlichen Grüßen
BAGİ - AC (Büyük Anadolu Gençliği İnisiyatifi - Avrupa Cephesi)
( Große Anatolische Jugend Initiative - Europäische Front )

Kaynak: https://www.facebook.com/nihan.ozturk.14

Hürriyet Gazetesi’ne Mirzabeyoğlu Hackı
09 Ağustos 2013

14 yıldır hapishanede olan Salih Mirzabeyoğlu'na özgürlük isteyen bir grup hacker Hürriyet Gazetesi'nin Aile sayfasını hackledi.

Mirzabeyoğlu'na "Hürriyet"! başlığıyla hacklenen sayfaya Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in "Aman" adlı şiirinden mısralar ve Salih Mirzabeyoğlu'nun işkencecilere seslenişi konuldu.

"Kutsal kitaptır fuhuş;
Ahlâk, okunmaz roman.
Tarih, kontra gerçeğe;
Hürriyet hakka düşman.
Millete kasdedenin
İsmi milli kahraman"


"Tenimizi ezebilirsiniz… Ama… Ruhumuzu asla… Onu ne işkence zapteder, ne kelepçe, ne pranga… Gülümser durur inancımız hürriyet buudunda sonsuzca… Bizi edebilirsiniz, evimizden, tenimizden… Ama… Dinimizden?.. Çok şükür… Pişmanlık uğramadı semtimizden… Ya siz?.. Ezeli pis, hayvancıklar… Neye yaradı işkenceniz?.. Dünyanız kara, ahiretiniz zift… Sizi bekliyor cehenneminiz!.."
haber1001

'Mirzabeyoğlu'nu Fethullah Gülen tutuklattı' iddiası
24.07.2014



Dün tahliye edilen Salih Mirzabeyoğlu'yla ilgili Gülen cemaatinin eski üyesi Latif Erdoğan, 'Fethullah Gülen, Salih Mirzabeyoğlu'nun kendisine suikast düzenleyeceğini düşünüyordu' dedi.

A Haber'de Zeynep Bayramoğlu'nun sunduğu Kadraj programı yazar Latif Erdoğan'ı konuk etti. Salih Mirzabeyoğlu'nun tutuklanmasının 'paralel yapı' işi olabileceğini iddia eden Erdoğan, "Fethullah Gülen, Salih Mirzabeyoğlu'nun kendisine suikast düzenleyeceğini düşünüyordu" dedi.

GÜLEN'İN YAPTIĞI EN GÜZEL ŞEY KAÇMAK

"Dinleme meselesi kendi boyutlarını çok aşmış, ahlaksızca hatta şerefsizce bir boyut almış vaziyette. Bu yapı beni de dinledi. Düşünün kırk beş yıllık yol arkadaşını dinleyen biri kime ne yapmaz. Dinleme işini yapanlar da bir emirle yaptılar. Gülen'in en güzel yaptığı şey kaçmaktır. Cemaatini yüzüstü bırakıp kaçtı. Bir misal anlatayım. 1975'te Edremit'te bir kampa gittik, başımızda Gülen var. Jandarma gelip kampı bastı, fakat her zaman başımızda olan Gülen yoktu ortada. Okunan kitapları ben üstlenmek zorunda kaldım. Ben hapishaneye girdim, o ise evine gitti. Son dönemde de cemaate öncülük yapan ve onları bir ölçüde suça iten herkes yurtdışına gitti. Bu yapı yanlış yapılmıştır ve yanlışı esas yaptıran buraya getirilmelidir."

MİRZABEYOĞLU'NUN TUTUKLANMASI 'PARALEL' İŞİ

"Fethullah Gülen, Salih Mirzabeyoğlu'nun kendisine suikast düzenleyeceğini düşünüyordu. Bu bilginin kendisine emniyetten geldiğinin ifade ediyordu. Eğer bunlar doğruysa Salih Mirzabeyoğlu'nun tutuklanması da paralel yapının işi olabilir. Çünkü o dönemde İBDA-C'nin çıkardığı dergilerde "Fethullah'ın copları" isimli yazılar yayınlanıyordu. Hatta bu yazılarda cemaatten polislerin kendilerine yaptıkları işkenceler anlatılıyordu."
(Sabah)

Cumali Dalkılıç: “Şartlar Türkiye’yi Salih Mirzabeyoğlu’nu dinlemeye zorluyor"
02 Ekim 2014



Fazıl Duygun: Gerek Cumhurbaşkanı Tayip Erdoğan, gerek Başbakan Davutoğlu’nun “Yeni Türkiye’yi, gerçek Büyük Doğu’yu kuracağız, ve Ankara Selçuklunun yeni başkenti” söylemlerinden yola çıkarak, AK Parti bağlamında yeni Türkiye’yi ve AK Parti’nin ne yapmak istediğini değerlendirebilir misiniz?

Cumali Dalkılıç: Yaşadığımız süreç aslında, bundan sonrası için konuşulacak olan devreye gebe bir devir. Türkiye’de siyaset konuşulurken, İslami bir dünya görüşüne nisbetle konuşulmadığı için, konuşulanlar da aslında sosyoloji ağırlıklı bir siyasetten ibaret kalıyor. İdeolojik bir zeminden, ideolojik nispetlerden mahrum bir siyaset. Bugüne kadar konuşulan politikalar ağırlıklı olarak sosyolojik veriler ışığında hareketi belirleyen siyaset oluyor. Duygusal ağırlıklı, kitle psikolojisinin hükmettiği bir siyaset söz konusu… O yüzden Ak Parti'nin kendisi de, dünya görüşünden mahrum, akıp gelen sosyolojik hadiselerle yoğrulmuş, kitlelerin belirlediği duygu ve düşünceleriyle şekillenmiş bir yapı. Bu yapı, daha önce olduğu gibi, yine başka bir sosyolojik evrede daha farklı renkleri içine katarak sonradan gelen tesirlerin rengine kapılabilecek türden bir yapı. Değişken bir yapı. Çünkü belirleyici olan her zaman kitle olmuş. Demokrasi de bu anlamda kolay konuşuluyor bu memlekette. Tamamen şekli…

Demokrasi hani halk iradesidir ya, halkın belirlediği yön, duygu ve düşünce alışkanlıkları üst tabakayı, aydın kitlesini veya hükümetleri konuşturuyor, onlara da zaten bu kolay geliyor; bir ölçüde avantaj olarak görüyorlar. Her ne kadar Kemalist dönemin jargon farklılığından ötürü “halk düşmanı” nitelemesi yapılıyor olsa da, aradaki mesafe, devreler boyunca Kemalist yapının kendi kendini bitirmesine yol açtı. Kemalizmin bir dünya görüşü olduğu vehmi istediği kadar pompalanadursun, halk yine kendi bildiği duygu ve düşünceyi korudu, nötr kaldı siyasi gelişmelere. Şimdi tabanın belirlediği belli başlı sosyolojik ivmeler, sosyolojik yönelimler, eğilimler, üstteki yapıyı dönüştürmeye başladı son 15 yılda. Hatta tersinden 28 Şubat’la beraber. Zaten 28 Şubat’ın operasyonel unsurlarının bilinçli-bilinçsiz hedeflerinden biri de şuydu; tabanda İslâm’dan umudu kesici bir operasyon yapmak. O dönemler ve hemen önceki devrede İslam adı siyasetle birlikte telaffuz edildiğinde en "parlak fikir" şuydu: İslam'ı hayata geçirmek…

Nasıl olacaksa? Öyle psikolojik bir operasyondu ki bu, yukarıda İslami motif ve söylemlerle öne çıkan siyasi bir yapı oluşmasın, halk bu tür bir yapıdan umudunu kessin. Halkın her sandığa gittiğinde Menderes döneminden bu yana, tek parti döneminden bu yana umut ettiği hep oydu. Merhum Menderes'in, "siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz" sözünü bilirsiniz. Serbest Fırkanın kapatılmasının bir sebebi buydu değil mi? Serbest Fırka kapatılmasaydı, belki halk bu fırkayı o denli bir palazlandıracaktı ki, desteğiyle, potansiyeliyle CHP'yi etkisizleştirecekti. Serbest Fırka'nın kadrosunda zamanın Türkiye’sinden her kim olursa olsun, bu pek farketmeyecekti. Şimdiki yapının da dönüşebilecek bir yapı olduğu açık…

Dil itibariyle, dönüşüm geçirmekte olduğu, kullandığı dilden anlaşılıyor. Çünkü kadrosu oturmuş olan bir yapı değil. Nitelikli kadro olsa, dilini kurabilmiş, siyasi dilini oluşturabilmiş, giderek dünya görüşünün adını koyabilecek bir yapı olurdu. Kadrosu ve dünya görüşü olan bir yapı olmadığı için bazen “ideolojilerle işimiz olmaz” türünden, saçma laflar duyuyoruz. Oysa dünyada ideoloji davası, dünya görüşü tartışması hala sürüyor. Yeni hayat tarzının ne olacağı sorusu ortada dururken, yeni bir dünya görüşü, ideoloji konuşulmaz olur mu? Hayat tarzı ideoloji olmaksızın konuşulmaz. Dünya görüşü eşittir hayat tarzı. Günümüz dünyasında böyle… Hemen her şey imajlar üzerinden yürütülüyor, aşılanıyor. İdeolojiler, ideoloji dili, onun eşya ve hadiseleri yorum gücü belirler hayat tarzını, duygu, düşünce alışkanlıklarını. Fikir-ahlak beraberliği, “kendisinden doğduğu fikri ileri doğru zuhur ettirir” diyor ya Kumandan Mirzabeyoğlu, Bunun adı ahlak, diyor. Tam bu noktada ahlak, aksiyonla aynı manada idrak edilmeli… Bilinen manada ahlakı telkin eden tavır, aksiyonun ta kendisidir.

Fazıl Duygun: Peki şunu sorayım, AKP biliyorsunuz, 2002’de iktidara geldi. O günkü AK Parti, Irak işgalinde müthiş bir Amerikan taraftarlığı yaptı. Şimdiki Cumhurbaşkanı, o günün başbakanı Tayip Erdoğan tezkere içinde çok çalıştı. O günden bu güne baktığımızda şu anda Türkiye, Amerika’ya posta koymaya çalıştığı görülüyor.. Gerçi bugün Erdoğan gene askeri operasyona varız vs. dedi ama, genel kanı şu; 2003’deki AKP den bugünkü AKP’ye özellikle kongreden sonra ve kongre döneminde özellik Erdoğan cumhurbaşkanı, Davutoğlu başbakan olduktan sonraki AK Parti arasında bir fark var mı, varsa bunun izahı nedir?...

Cumali Dalkılıç: Bahsettiğimiz yapısal kriz hem iç hem dış politikada sözkonusu… İnsanımız "posta"yı gördüğü gibi "kolpa"dan da "çakar". Aksiyona davet ediyor. o da çapınca yapıyor veya mış gibisi oluyor. öyle ya verilen royun derhal işe-aksiyona çevrilme beklentisi var. Bu millet eski dönemlerin milleti değil… Beklentiler yükseltildiği nisbette teamülleri de zorluyor haliyle. Ancek tavan tabanın duygu ve düşünce tavrını tam olarak dengeleyemiyor. Milletin giydirmek istediği "gömlek" kat kat büyük geliyor; tabandaki duyarlılığı, insicamı sağlayacak hüviyette kadro henüz oluşmuş değil tam anlamıyla. Yani tabanın enerjisini şekillendirecek mekanizma, motor şahsiyetler olmuyor, inkişaf etmiyor, olan da yarım yamalak işlerle beliriyor. Haliyle bütün tezatlarıyla birlikte dönüşüm bunalımı yaşanıyor. Karakter sahibi olması zaruri ve hayati bir memleket davası var önümüzde. Siyaset… Neye ve kime göre?…

Hangi akılla? İşte mevcut dünya düzeni güdücülerine ve gönüllülerine ve buna karşı olan memnuniyetsiz geniş yığınlara sorulan en büyük "siyasi" suali budur İBDA'nın… CHP de MHP de yaşıyor kendi dönüşüm bunalımını… Bir türlü cesurca, delikanlı gibi nefs muhasebesine girişecek adam yok, kadro yok. CHP’de kendi içinde bir tür nefs muhasebesi yaşıyor. Mesela Bekaroğlu’nu MYK’ya katmaları bunun bir işareti olarak görülebilir. Çünkü ortada sosyolojik bir dayatma var anlatabiliyor muyum? CHP bugün “din düşmanı, halk düşmanı” imajından kurtulmak istiyor. CHP fena bir isim değil aslında; Cumhuriyet Halk Partisi…

Yani devletin partisi, halkın partisi, Cumhuriyet’le halkı barıştırabilecek bir parti olabilecekken, yukarıdaki yoz, yobaz zihniyet zaman içinde halkla bütünleşeceği yerde halktan koptu. Halk düşmanı tipler çıkmaya başladı içinden. Necip Fazıl Nihat Erim hükümetini örnek verir mesela, tamamen halk düşmanı güdücülüğünde…

Mirzabeyoğlu da benzer bir şey söyler; “CHP komünist bir parti değildir ama komünistlere fidelik etmiş bir partidir” der. Nüanslar var halbuki… Şimdi, algı olarak şu çıkıyor, halkın gözünde; “Bunlar olsa olsa komünist gibi parti veya komünist partisi, Allahsız parti..” gibi. Halkın ağzına Allahsız nitelemesi kolay yapışır. Nitekim öyle oldu, CHP sosyolojik dinamikleri kuşanıp dönüşemediği için, yeni yıllara, gelişen zaman ve mekan şartlarına hazırlıklı olamadı, apıştı kaldı. Gele gele 80’lere geldi, 80’lerde kitleselleşme davası sürecinde yalnız kaldı. 80'lerin ilk devresi kapatılan partilerin tamamı halktan umudunu kesmiş, halkın da onlardan yıldığı süreçti. Halk bu arada, tıpkı “Arab baharı”nda Arap halklarının, (Sayın Mirzabeyoğlu'nun hatırlattığı; “Halk talimi”…), bizde 60’larda, 70’lerde, 80’lerde devre devre büyük bir halk talimi yaşadı; siyaset düşünmeye başladık. Eski nesiller bu seviyeyi yakalayamamış olsa da. Necip Fazıl’ın ve Mirzabeyoğlu’nun; bütün dinamikleriyle, bir dünya görüşü dili kurmasıyla beraber, Müslümanlar da siyaset düşünmeye başladı. Yani muhakemesini belirlemeye başladı. Bunu da Üstad belirledi zaten. Sayın Mirzabeyoğlu anlatıyor ya, “Muhakeme usulü getirmiştir, eşya ve hadiselere bakışta” diye. İslam siyaseti, yani İslam'ın dünya çapında siyaseti oluşturulmuş durumdaydı. İdeolocya Örgüsü bu amaçla yazılıyor zaten, fasikül fasikül. Yine dünyada dünya görüşü tartışmalarının sürdüğü bir dönem. Şimdi o süreçte "İslamcı düşünce" dediğimiz şey doğuyor, gelen nesillerin adlandırışıyla. Aslında İslamcı düşünce diye bir şey yok, öyle bir niteleme yok, öyle bir keyfiyet yok. Bu tür adlandırmalar yetişen nesillerin dilinin olmamasından. Aslında dil kurulmuş, Büyük Doğu-İBDA adı…

Sayın Mirzabeyoğlu'nun belirttiği gibi; “Büyük Doğu bir şablon değildir, bir muhakemedir, bir mihrak anlayıştır.” Oradan anlayışını kurarak, gelişen hadiseler karşısında "şuur süzgeci" oluşturma davası olmalı siyaset. Şimdi bu gerçeklikten kopuk bir hadise değil şu an yaşadığımız süreç. Ak parti dediğimiz siyasi rüzgar diyelim, aslında dört köşeli ya da birkaç köşeli bir yapı değil. Sosyolojik bir rüzgarın etkisiyle yoğruluyor bu yapı, yani yine bir tür halk ihtilali, "halk talimi" sözkonusu anlatabiliyor muyum? Sosyolojik dinamikler, dönüşümler sözkonusu. Ancak bu çok hızlı olduğu için, kitlesel baskı yoğun olduğu için, fikir esaslı değil, duygusal anlamda çok yoğun olduğu için, yukarısı bunu, düşünce yetmezliği nedeniyle, tam anlamıyla tercüme edemiyor, dolayısıyla kalıba dökemiyor, kadrolaştıramıyor. Yoksa çok ciddi bir halk desteği var. Bu "dava" sadece hitabetle anlamlandırılamaz. “Yeni Türkiye veya Selçuklu’nun başkenti” vs. tamam bunlar duygusal anlamda güzel sözler… Ama, bunun ete kemiğe bürünmüş halini görmek için henüz erken. Dış politikadaki açmazlar da bunu ispatlar durumda. Zaten hükümetin içindekilerin önde gelenlerinin bile kendi itiraflarıdır aynı zamanda, "adam" sıkıntısı, kadro olma sıkıntısı.

Fazıl Duygun: Yusuf Kaplan’ın Cumhurbaşlığı seçimlerinden sonra “Tayip Erdoğan’a 20 Önerim” diye bir yazısı vardı, ordaki öneriler aslında BD-İBDA’nın, temel tezlerini oluşturan, ana düşüncelerini oluşturan, bir iktidar ortaya çıkarıp şekil vermesinin başka türlü bir izah diyebilir miyiz?

Cumali Dalkılıç: Tabi tabi, bu bir dayatma zaten. Mesela Davutoğlu’nun Başbakan seçilmesiyle birlikte yaptığı 9 maddelik bir konuşma vardı. İlk maddesi “özgüven”di. Kişilik sahibi olmak, kompleks hastalığından kurtulmak gibi ifadeleri vardı. “Başyücelik Devleti”nde ilk dava “Şahsiyetcilik” dir. İnsanımıza kendi şahsiyetini idrak etme davasını telkin eden ilk şahsiyet, "mihrak şahsiyet" Necib Fazıl'dır. Yani siyasette biz, biz derken bu halk, Müslüman Anadolu halkı, Anadolu çocukları rol almaya, ilk etapta şahsiyetini idrak ederek başlayacaktı. Bu lafta bir şey değil, gelişen hadiseler bunu dayatıyor zaten. Müslüman Anadolu çocuğu artık dünya siyasetinde rolünü oynamalı. Peki bu nasıl olacak? Yoğun batıcı hayat tarzının, batı fikir ve yaşayışının, batı kültür ve ahlakının “saldırılarının” tırnak içinde ifade ediyorum, -çünkü bu kimi zaman çok "zarif" de olabiliyor- püskürtülmesiyle olacak. Her ne kadar ruhen benimsenmese de bu “saldırılar” etkili oluyor. Anadolu ruhu sürekli bu darbeyi alıyor, mıncıklanıyor. Anadolu insanının mahrem dünyası kirletiliyor, zehirleniyor.

Fazıl Duygun: Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, daha ilginç bir şey dedi, “Hep birlikte gerçek Büyük Doğu’yu yeniden kuracağız”. Salih Mirzabeyoğlu’nun çıkışının sebebi, gerçek Büyük Doğu’yu kurmak lazımın bir ifadesidir. Yine Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun 3 sene önce yayınlanmış, “Ölüm Odası B-7 Tarih” isimli kitabında sürekli Selçuklu’ya vurgu yapar, onu gündeme getirir. Şimdi Ahmet Davutoğlu başbakan olduktan sonra bir konuşması var, “Ankara Selçuklu’nun yeni başkenti olacak” diyor ve, yeni başbakanlık binası için Ak Saray diye Selçuklu’ya gönderme yapıyor. Salih Mirzabeyoğlu’nun sürekli tekrarladığı Selçuklu Ahmet Davutoğlu’nun zihinde. Şöyle bakınca bu “tesiri” görmemek mümkün değil. İsterse istismar amaçlı olsun…

Cumali Dalkılıç: Ak Parti istismarı mümkün olmayan bir durumla karşı karşıya. Şartlar öyle bir zorluyor ki, bu şartlarda “ya herru ya merru” dışında çözüm görünmüyor. bu açıkça seziliyor ancak ifadeye getirilemiyor. "Dil"in olmazsa, idealin olmazsa, bir dünya görüşün ve onun kadrosu olmazsa dünya seni yiyecek. Anlata biliyor muyum? Hani o çift başlı kartal, Selçuklu’nun sembolü. Geçmişten geleceğe doğru çift yön. Mazi ve istikbal, halde, halihazırda idrak edilecek gerçeklik…

Bu sembol Başyüceliğin sembolü aynı zamanda. Başyücelik’te teklif edilen dünya görüşü öyle rafine bir şey ki, yani siyaset, kültür, ahlak, eğitim, ekonomi kısaca her şeye kendi edebiyatıyla aktarılması gereken bir idrak zemini, bir muhakeme usulü yenilemesi getiriyor. Yeni zaman ve mekan şartları itibariyle. Bunu sistem diliyle henüz siyasette dolaşıma sokabilmiş değiliz. Zaten halk efkarında bunun karşılığı var. Bize düşen buydu. Yani siyasette bugün, Başyüceliği açılmış, yorumlanmış, güncellenmiş, günümüz diliyle aktarılabilir duruma getirip, konuşmak, aktüelleştirmek gerekiyordu. Ki bir şey konuşuldukça, ifadeye geldikçe kafada pişer, olgunlaşır, zamanla pratiğine geçilir. Bu da bir süreç işi…

Eski Yunan'da stoacılar için "düşünen kafa"ların yeri sütun (sütun, yunancada stoa demekmiş) araları, bir başka akımınki yürüyerek konuşma-etüd, Araplar "meşşai" diyor bunlara… Eflatun da "akademya"yı kurarak kurumsallaştırmış davasını… İçselleştirme etüdlerinde tasarruf edilen mekan… İlk pratik mekan… Siyasette açıkca konuşulmayan bir şeyi bazı çıkıntılarla, diyelim böyle sembolik ifadelerle Ak Saray gibi… Bir özleyişin daha çok edebi ifadesi…

Mek'an tamam diyelim peki ya kadro? Yılların yılgınlığını azmanlaşmış yapılarla aşmak? Bu birgün yuvarlanacağın uçurum kendi ayağının altına kendin inşa etmek gibi bir tezatı andırıyor. Zaten kadro bir fikrin şekillenmiş hali olarak düşünülürse yeni zaman ve şartlarda, mekanı teşhir edecek bir organdır aynı zamanda. Kadro olmadığı için şekil konuşulmuyor. Şimdi noluyor? Bir takım resimlerle, tasvirlerle birlikte sembolik ifadeler konuşuluyor, gündeme getiriliyor. Tabi buradan dört başı mamur bir dünya görüşünün tartışmasını çıkarmak pek mümkün olmuyor. Konuşulduğu andan itibaren yakıt göstergesindeki azalma lambası gibi gözler alarm veriyor. Sürekli "dost meclisi"nde konuşulan bir şey Başyücelik Devleti. Yani bunu konuşabilecek “aydın” henüz sahneye çıkmış değil. Bunda son 30 yıldır 80’li yılların ortasından bu yana belki de daha öncesinden içinden gelmiş, kenarından geçmiş, şurasından bir şeyler kapmış, aşina olmuş insanların "siyasi şuur" noksanlığından belki kendini ifade etmek için çıkması gereken platformlarda görünmemesi, propaganda yetersizliği, idrak sığlığı...

Bunun muhasebesini yapmadan, Büyük Doğu idealinden bahsetmek pek mümkün değil. Nerede kaldı halk pratiğinde Büyükdoğu? Her kesimden insanı ikna edici, ona gerçek vatanında konuşulacak, yaşanacak, yaşanmaya değer hayatı sunacak bir imaj, bunun estetik idrakını sunacak pratikler… Alıştırmalar, atıştırmalar… İnsanımız diyor ki , ya tam olacaksın ya hiç. Anadolu halkı, yaşayışta ve iananışta pazarlıksız karakterdedir. Bu karakteri aşınmaya, yozlaşmaya terketmeden Sayın Mirzabeyoğlu'nun fikir davasını yücelttiği eserine verdiği isimle, "kültür davamız"ı insanımızın sırtlaması gerekiyor. Anadolu sosyolojisi artık diyor ki, yapacaksan adam gibi yap şu işi, pazarlıklı yapma diyor. Halk bunu istiyor, bir an önce gerçekleşsin istiyor. Bu yoğun baskı fena halde bir şoka uğratıyor üst yapıyı, yönetici yapıyı. Tırnak içinde söylüyorum, kimisi yetersiz, liyakat şartlarından yoksun ve ekserisi dalkavuk. Kimisi için belki konuşulabilir. Halk enerjisini yumruk halinde bir fikre bağlayıp sıçratmak. potansiyelden kinetiğe geçirmek… Hala başörtüsü tartışılıyor, yuh artık!..

Fazıl Duygun: Şimdi gazeteci Şükrü Sak, Baran dergisine verdiği bir röportajda diyor ki; “Mirzabeyoğlu’nun çıkışı, Türkiye’nin Batı, Amerika ve İsrail’e verdiği en büyük cevabdır…” diyor. Siz bu sürecin açılımını yapabilir misiniz? Mirzabeyoğlu’nun çıkışı Batı’ya ABD’ye ve Siyonizme gerçekten milli bir cevab mıdır?... Arkasından mahkeme kararı tarafından tutuklama kararı çıkarılması?... Bunu değerlendirebilir misiniz?...

Cumali Dalkılıç: Mirzabeyoğlu'nun tarih muhasebemizde ifade ettiği; “Şartlar Türkiye’yi tarihi misyonunu üstlenmeye zorluyor…” diye bir ifade var ya bunu şu şekilde de okumakta bir mahsur olmasa gerek... Şartlar Türkiye’yi Salih Mirzabeyoğlu’nu dinlemeye zorluyor, onun teklif ettiği dünya görüşünü tartışmaya zorluyor, onun teklif ettiği kadro ahlakını konuşmaya, benimsemeye zorluyor, onun teklif ettiği Başyücelik Devleti'nin aydın kitlesi tarafından hızla ve samimi bir şekilde tartışılmasına zorluyor. Salih Mirzabeyoğlu’nun “çıkışını” konuşmak demek, hadiseyi belli bir şahsa, topluluğa bağlamadan şöyle ifade edebirim sanırım. O'na göstericek teveccüh öncelikle ahlaki bir sorumluluk. "Mağdur" olduğundan veya yaşadığı zulümden değil… "Zalim olmaktansa mazlum olmayı tercih ederim" diyerek yaşadığı zulüm ve işkenceyi hiçleştiriyor. Korkunç bir fedailik bu, kelimeler yetersiz! O, gerçek bir dava adamı örneğini ortaya koyarak tüm dünyanın saygısını hakediyor. İşte bu tam bir Anadoluluk, Anadoluculuktur. Anadolu insanı, bizim insanımız tarih boyu bunu yaşamış, zulüm göreni daima anlamış, ağırlamış, onun için ağlamıştır da!… Şu kadar yıllık hapis hayatını düşünelim; bu irade, en gaddar cellatlarda bile saygı uyandırır. 16 yılın tamamını korkunç işkencelerle yaşamış olmasına ve tecride rağmen insanımız istisnasız O'nu sahiplenecekti. Gördüğü zulüm, her kesimi rahatsız ediyor, duyarsız görünmekten korkutuyordu. Memleketinin aydınını susturan olağandışı, olağan üstü dik duruş…

Anladığım kadarıyla onun duruşu birçok aydının duruşunu bozuyor; "itibarsızlaştırma" hedefiyken, uzaktan yakından herkesimden aydın iddialısını müthiş rahatsız ediyordu. Aksiyoncu kimliği, bütün çapıyla aydın kimliğini itibarsızlaştıracak şiddette çok ince bir noktadan silahsız, duldasız muhatabının nefsaniyet putunun alnına dokunmadan yıkıyordu. Bu halden haberdar olan için şikayet duygusuna kapılıp mevzuu olmayacaktı da O'nun durumu nasıl konuşulacaktı? Merhamet dilememiş, aksine aydınına adalet sistemini silkelemeyi, sorgulamayı, buradan ve bir çok açıdan dünya görüşü haysiyetini yoklamaya davet etmiş. Asla edebiyatında olmamış, iş ve aksiyon üzere çile doldurmuş, kendi ifadesiyle "bomboş bir devirde boş zaman geçirmemiş" Bu bütün siyasi kombinasyonları ve operasyonları aşan, etkisizleştiren en büyük teslim alıcı hamledir, aksiyondur. Bundan sonra aranan sebeblerse doğrusu spekülasyona açık hususlar olmaktan kurtulamayacak gibi…

Bunun açıklamasını da sorumlularına bırakalım. Salih Mirzabeyoğlu’nun davasının konuşulup, tartışılıp, gündem olup, benimsenebileceği bir süreçte olmamız gerekirken, aydın potansiyeli taşıyan insanlardan uzaklaştırılması gerekiyordu. Aydınımızın ilk anlaması ve derhal telafi etmesi gereken en büyük, en acı kaybımız O'nun davasını anlamamış olmaktır. Şu kadar zaman sonra Mirzabeyoğlu’nun dimdik çıkışı, müesses nizâmın Başbakan’ı tarafından aranıp bu çıkışı memnuniyetle ve saygın karşılaması, tabii ki siyasi tavır değerindedir. Bunu "Türkiye'nin Batı'ya verdiği en sert cevab olarak" görmekte sakınca yok. "Şartların tarihi misyonu üstlenmeye, Mirzabeyoğlu'nun çıkışa zorlayarak" yeni bir aşamaya geçmesi… Mirzabeyoğlu'nun dünyanın başına gelmiş en büyük "değer" olduğunu yaşayanlar görecek ve anlayacaktır.

Kaynak: http://www.timeturk.com/tr/2014/10/02/henuz-ole-aydinlar-sahneye-cikmis-degil.html#.VC2CSGd_s8o

Kumandan Mirzabeyoğlu: ”Tiyatro Bitti”
Av. Ali RIZA YAMAN



Mirzabeyoğlu Davası; 28 Şubat’la ve onun şahsında bütün Amerikancı darbelerle hesaplaşmak demektir. Mirzabeyoğlu Davası; hukuktaki âmir-memur münasebetini sorgulamak demektir. Mirzabeyoğlu Davası; hukukun görünmez bağlarla idarî hiyerarşiye bağlanması zafiyetini en net bir biçimde müşahade etmek demektir. Mirzabeyoğlu Davası; artık sadece adı kalan “savunma hakkı”nın mücadelesinin verilmesi demektir. Mirzabeyoğlu Davası; cemiyetin örselenen fıtrî adalet hissinin kısmen onarılması demektir. Mirzabeyoğlu Davası; mütemadiyen tekrar edilen toplumsal mutabakatın etrafında sağlanması demektir. Mirzabeyoğlu Davası; emperyalizmle mücadele demek olan işkenceyi ve işkencecileri sorgulamak demektir. Mirzabeyoğlu Davası; O’na idam cezası verenlerin bile daha sonradan yüksek sesle dillendirdiği “fikir hürriyeti” meselesinin vuzuha ermesi mücadelesi demektir. Mirzabeyoğlu Davası; dinamik karakterli hayatı her ân tanzim etmekle mükellef olan ve hayat gibi her dem dinamik olması gereken hukukun ne denli statikleştirildiğinin müşahede edilmesi demektir. Mirzabeyoğlu Davası; akademik mahfillerdeki birçok kişinin artık pek bir şekvacı olduğu ‘modern’ mânâlı hukukla hesaplaşmak demektir. Mirzabeyoğlu Davası; ’modern’ mânâlı devlet ile ‘modern’ mânâlı hukukun arasındaki karşılıklı ilişkinin zafiyetini görmek demektir. Mirzabeyoğlu Davası; ’olması gereken’i ihtar edip, ‘olan’ı tanzim eden hukukun günümüzde bu ulvî vasıfları ne denli haiz olduğunun anlaşılması demektir. Mirzabeyoğlu Davası; devlet, hükûmet ve fikir ricâlinin meseleleri ne denli ciddiyetle ele aldığını görmek için güzel bir turnusol demektir. Mirzabeyoğlu Davası; toplam hâlde ve hemen her mevzuda ciddiyet ve samimiyetin kriteridir. “Mirzabeyoğlu Davası” Ve Amerikancı Darbecilerle Hesaplaşma Samimiyeti, ciddiyeti, girişkenliği ve muhatabının şuuruna ulaşmadaki yetkinliğiyle belli-bazı psikolojik eşiklerin aşılmasına çok ciddi katkılar sağlayan sayın Yakup Köse 12 Nisan’da telefon açtı: “Çok güzel bir son dakika haberi… Çevik Bir başta olmak üzere birçok kişi 28 Şubat soruşturması kapsamında gözaltına alındı.” Türkiye’de “28 Şubatçılar’dan Hesap Soruyoruz!” mottosuyla Çevik Bir vd.leri hakkında suç duyurusunda bulunan belki de ilk insanlar olarak bu habere Y. Köse gibi sevinmemek mümkün değildi. Ancak Mirzabeyoğlu Davası’nın takipçisi olan bir avukat olarak ciddiyet ve samimiyet esaslı kaygımız bâki. Zira işin tıpkı 12 Eylül’de olduğu gibi, yürümeye bile takâti olmayan birilerine yurtdışına çıkış yasağı koyma türünden muhtevadan yoksun hissîlikle yürütülmesi tehlikesi fazlasıyla söz konusu. Bu türden meseleleri ele alış tarzının ciddiliği ve samimiyetine dair kriter bellidir: ”Sonuç” odaklı hareket etme yahut etmeme. Amerikancı bir darbe olan 12 Eylül’le de, 28 Şubat’la da tabi ki hesaplaşılsın. Ve fakat bu hesaplaşma, bizim suç duyurumuzda ifade ettiğimiz üzere, kendi öz ve millî gücümüze istinaden, sadece ve sadece ona güvenerek yapılsın. Ve tabi ki, hesaplaşmaya darbenin sonuçlarından başlansın. Zâhir plânda 28 Şubat’la uzun süredir hesaplaşılıyor. Ancak “sonuç” odaklı hareket etmekten ısrarla kaçınılıyor ve bu yüzden de mesele asıl mihverinden, Mirzabeyoğlu Davası’ndan uzak bir şekilde ele alınıyor. Mütemadiyen ifade ettiğimiz üzere; Mirzabeyoğlu Davası hukukî olmaktan çok çok daha ziyade siyasîdir. Bu yönüyle hukukîdir. Ve temyiz dilekçesinde BİLE siyasî-politik konjöktüre atıf yapılması âdeta bir zaruret belirtmektedir. Nitekim aşağıdaki ifadeler de 2002′de, Av. Harun Yüksel ve Av. Güven Yılmaz tarafından kaleme alınan Mirzabeyoğlu Davası’nın temyiz dilekçesinde geçen ibareler olup, “sonuç” odaklı bir tavrın zaruretini ihtar etmektedir: “Bazı yargıçlar ve savcılar 28 şubat brifingleri sonrası edindikleri yanlış reflekslerden ne zaman kurtulacaklardır? Bu ülkede 146/1′de tanımlanan suçu bütün unsurlarıyla birlikte işleyen asker ve sivil kişiler ne zaman mahkemeye çıkarılıp yaptıklarının hesabını vereceklerdir?” Onların yaptığı ihtarın muhatapları; günümüzde tasviye edilen kişilerdi. Bir NATO operasyonu olan 28 Şubat’ın görünürdeki aktörlerinden olan Çevik Bir vd.lerinin gözaltına alındığı günde, ne garip bir ironidir ki, Mirzabeyoğlu’nun bir başka avukatı Mirzabeyoğlu Davası’nı görüşmek ve “sonuç” odaklı bir tavrın zaruretini ihtar etmek üzere Köşk’teydi. Ve 2002′de Av. Harun Yüksel ve Av. Güven Yılmaz tarafından söylenen hususları 10 yıl sonra, HÂLÂ ve “Salih Mirzabeyoğlu’nun avukatı” sıfatıyla hemen hemen aynıyla tekrar edip, muhataplarını ciddiyet ve samimiyete davet etmek zorunda kalıyordu: “Şeytanın bariz vasfı; unutturmaktır. Unuttuğunuz Mirzabeyoğlu Davası’nı hatırlatmak için buradayız. Mirzabeyoğlu; 1998′in sonundan beri cezaevindedir. Şu ân da Bolu’da, F Tipi’nde, tek kişilik hücrede tutulmaktadır. O dönemin hukuksuzluğunu anlamak için 15 yıl geçmemesi gerekirdi. Ama madem bunu anlamak ve dillendirmek için 15 yıl geçti. O zaman gereği de yapılmalı. Devletin sebebiyet verdiği zarar herhangi bir talep, şart ve kayıtla bağlı kalmaksızın re’sen tazmin edilmeli, Mirzabeyoğlu ve onun gibi hukuk aracılığıyla zulme maruz kalanlar hemen özgürlüğüne kavuşmalıdır. Hukuksuz bir şekilde alınıp, emniyete götürülmesinden davanın Yargıtayca onandığı safhaya gelene kadar ki bütün hukuksuzlukları bir kenara bırakalım. Sadece ve sadece “bu davada baskı gördük” minvalli ifadelere dikkat kesilelim. Davaya bakan her iki heyetin başkanı da açık ve net olarak emir ve talimatlarla hareket ettiklerini medyaya ilân ettiler. Dikkat edilsin; bu beyanlar, polisin, savcının veyahut hâkimin karşısında verilmiş beyanlar değildir. Medyaya yapılan açıklamalardır. Ve bu açıklamalar, sair hukuksuzlukları bir kenara bırakalım, davadaki hukuksuzluğu her türlü ispat ve izahtan vareste hâle getirmektedir. İşin bu noktasında meselelere devlet ve hükümet ciddiyetiyle yaklaşıldığını göstermek için güzel bir fırsat vardır. Muhtevadan yoksun hissîliklere girmeden, meseleye ivedilikle çözüm üretmek gerekir. Mirzabeyoğlu Davası her kesimden insanın fıtrî adalet hissini örselemiştir. Örselenen hisleri tatmin etmek için güzel bir fırsat var. Meselelere devlet ciddiyetiyle yaklaşanlar bu fırsatı kaçırmaz ve gerekeni re’sen yapar.” Peki gereken yapılmazsa ne olur? Toplumun her kesimi ilgilileri ciddiyet ve samimiyete davet edici mahiyetteki aynı soruyu sorar: “Mirzabeyoğlu niçin hücrede siz niçin Köşk’tesiniz?!. Ve Mirzabeyoğlu hâlâ Bolu F Tipi Cezaevi’nde, tek kişilik hücresinde tam bir tecrit altındayken ‘28 Şubat’la hesaplaşıyoruz’ sözüne ne kadar itibar edilebilir?!.”

TÜRK SOLU YAZARI TUĞRUL ÇELİK İLE SALİH MİRZABEYOĞLU ÜZERİNE SÖYLEŞİ
30.08.2017


ÇELİK: “MİRZABEYOĞLU HİÇ DEĞİŞMEMİŞ!”

Merhaba Tuğrul bey!

Öncelikle söyleşi teklifimize sıcak bakıp kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.

Avrupa’da yaşıyor olmamıza karşın, Sayın Salih Mirzabeyoğlu ve eserleri hakkındaki incelemelerinizi Türk Solu dergisinden yakînen takip ettiğimizi, çok değerli bulduğumuzu belirtmek istiyoruz. Adımlar Fikir, Kültür, Siyaset Plâtformu’nun Türkiye’deki merkezî sitesi gibi, Adımlar Avrupa olarak biz de bu yazıları büyük bir memnuniyetle iktibas ediyoruz ve oldukça da ilgi görüyor, okunuyorlar. Bu vesile ile sizi ve yapmış olduğunuz bu çalışmaları okuyucularımıza daha yakından tanıtmak istiyoruz.

1) Bize kendinizden biraz bahseder misiniz? Kimdir Tuğrul Çelik?

– Öncelikle Adımlar Avrupa okurlarına selamlarımı iletmek isterim. Kendimi tanıtacak olursam, 1984 Antalya doğumluyum. 2003 yılında üniversite için İstanbul’a geldim. Mühendislik eğitimi aldım ama mesleğimi yapmadım. Üniversiteye geldiğimden bu yana Türk Solu içindeyim. Türk Solu gazetesinde ve İleri dergisinde yazıyorum. Evliyim.

2) Bir süredir Türk Solu dergisinde İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun eserleri hakkında yazılar yazıyor, değerlendirmelerde bulunuyorsunuz. Ezber bozduğunuzun farkında mısınız?

Adına ne denir tam bilmiyorum ama “bizim kesim” diye tabir ettiğimiz siyasi çevre içinde Mirzabeyoğlu’nun eserleri hakkında yazılan ilk yazılar bunlar sanıyorum. Türk Solu gazetesi, Başyazarlığını bir yıldır Silivri’de tutuklu olan Gökçe Fırat’ın yaptığı, Atatürkçü, Solcu, Milliyetçi bir gazete ve ben de bu gazetenin bir yazarı olarak kendimi Türk Solcusu olarak tanımlıyorum. Bu anlamda “Yaşayan Necip Fazıl Mirzabeyoğlu” yazı dizisi, yazanın siyasi kimliği açısından bakarsak alışılmış bir durum değil. Yani bu anlamda bakarsak, İBDA fikriyatına sahip insanlar dışında hem de Atatürkçü bir gazetede yayımlanan Salih Mirzabeyoğlu eserleriyle ilgili yazılara, ezber bozucu diyebiliriz.

3) Salih Mirzabeyoğlu ve İBDA Fikriyatını ilk olarak ne zaman ve nasıl tanıdınız? Onun eserlerini incelemek ve hakkında yazmak düşüncesi nereden doğdu? Veya şöyle sorayım: Sizdeki Mirzabeyoğlu’nun hikâyesi nasıl başladı ve nasıl ilerledi?

– “Sizdeki Mirzabeyoğlu” dediniz ya, ben de yazıları yazarken bu doğrultuda yazıyorum, hatta bir yazıyı şöyle bitirmiştim: “Bendeki Mirzabeyoğlu’nu anlatmaya devam edeceğim.”

Hikâyenin nasıl başladığına gelirsek, önceleri Mirzabeyoğlu’nu sadece ismen tanıyor, siyasî olarak “karşı kutup”ta yer aldığını biliyordum. Hiçbir eserini okumamıştım. Onu hiç okumamış birisi olarak düşüncelerim bunlardı.

2014 yılında “Adalet Mutlak’a” Konferansı oldu. Mirzabeyoğlu çok uzun bir tutukluluk sürecinden sonra ilk kez konuşacaktı. Bu konferansta Mirzabeyoğlu’nu dinlemeye gidenler arasında Başyazarımız Gökçe Fırat da vardı. Ben konferansı canlı izlemedim ama daha sonra youtube üzerinden tüm konferansın videosunu izledim. 16 yıl tutuklu kalmış Mirzabeyoğlu, 16 yıl sonra dinleyicilerinin karşısına çıktığında, istese hapishane hatıralarını anlatabilirdi ama o bunu yapmadı. Son derece samimi bir dille geleceğe yönelik son derece kapsayıcı açıklamalarda bulundu. Bu çok etkileyiciydi ve aslında asıl ezber bozucu olan buydu.

“Üç Işık” kitabı biliyorsunuz Mirzabeyoğlu’nun verdiği konferans metinlerinden oluşuyor. Ama neredeyse 30 yıl önceki konferaslar bunlar. 30 yıl sonra ekranda konuşurken gördüğüm Mirzabeyoğlu, aynı Mirzabeyoğlu’ydu. Değişmemişti.

Daha sonra Adımlar dergisiyle tanıştık, Adımlar Dergisi Başyazarı Sayın Ali Osman Zor’la Başyazarımız Gökçe Fırat röportaj yaptı, bu röportaj Türk Solu’nda yayımlandı.

Onun eserlerine yönelik ilgim de bundan sonra başladı diyebilirim. Eserlerini okumaya, notlar almaya başladım. Derken bir süre sonra bu yazılar şekillenmeye başladı. “Necip Fazıl’la Başbaşa” eseriyle de yazı dizisi başladı.

Okuduğum eserlerde benim katılmadığım yerler de oluyor elbette ve bunları da, okuyanlar hatırlayacaktır, zaman zaman belirtiyorum. Çünkü bendeki Mirzabeyoğlu’nu yazıyorum. Katılmadığım yerlerin olması İBDA hakkında yazmaya engel değil tabii. Kendine has, orijinal bir fikir İBDA ve üzerinde düşünüp yazmayı fazlasıyla hak ediyor.

Bendeki Mirzabeyoğlu’nun hikâyesi buraya dayanıyor. Yani Başyazarımız Gökçe Fırat’ın ve Adımlar dergisinin vesilesiyle başladı diyebilirim.

4) Bu işe girişme kararı aldığınızda, yazılarınızın bu kadar ilgi göreceğini tahmin ediyor muydunuz? Bu ilgiyi neye bağlıyorsunuz?

– Yazılar Türk Solu’nda yayımlandıktan sonra gerek Adımlar’ın merkezî sitesinde gerek Adımlar Avrupa’da iktibas ediliyor. Açıkçası bu kadar ilgi beklemiyordum. Ama gelen yorumlardan anladığımı aktaracak olursam, bu yazılar Mirzabeyoğlu üzerinde var olan ama gözle görülmeyen bir sansürü delmiş oluyordu. Ben bu amaçla yazmaya başlamamış olsam da böyle bir özelliğe de kavuşmuş oldular. Tabii daha önce söylediğim gibi Atatürkçü bir gazetede yayımlanıyor olması, ama özellikle Adımlar tarafından da okuyuculara ulaştırılıyor olması yazıların daha fazla görülür olmasını sağlıyor. Bir de merak uyandırıyor sanıyorum. Böylesine kutuplaşmış bir siyasi atmosferde kimileri şaşırıyor, acaba ne yazdılar diye merak da ediyordur.

5) Salih Mirzabeyoğlu’nu kısaca tarif etmek isteseydiniz… Meselâ bir cümle veya paragrafla şu âna kadar yazdıklarınızı özetleyecek olsaydınız… Ne söylerdiniz?

– Zor bir soru, ama aklıma ilk gelen onun devrimci bir fikir adamı olduğu. Yine bir şiirinden şu mısralar da bence onu anlatıyor:

“Duyun gönüldaşlarım duyun

işitin beni düşmanlarım

ipten henüz döndüm ama

çok şükür uslanmadım!”


6) Türk düşüncesinin içinde bulunduğu tıkanıklığa ve entellektüel kısırlığa rağmen, Salih Mirzabeyoğlu’nu hâlâ ısrarla görmezden gelen yazı çevrelerinin bu sükûtuna sebep sizce nedir? Onlara özel olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

– “Necip Fazıl’la Başbaşa” eserini okurken şöyle bir kısım vardı ki bence “İBDA Mimarı” hem kendisini hem de İBDA’yı anlatıyordu burada.

“Bizim insanları rahatsız edici bir tarafımız var. Sahte dengeleri, çerezlik doyumları, ucuz tesellilerini yıkıyoruz.

Çoğu bizim haklı olduğumuzu bile bile kaçıyor, kaçışını mazur göstermek için de, muhalefet edebilmenin mazeretini tedarik gibi hallere düşüyor.”

Sanırım bu özelliği bahsettiğiniz sessizliğin asıl nedeni. Yanılmıyorsam Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kullandığı bir kavramdı: sükût suikastı. Yok saymak, yok gibi davranmak, karşıdakini suskunlukla öldürmek. Yapılan bir sükût suikastı aslında.

Bir de şu var, tecrit. Mirzabeyoğlu yıllarca tecrit koşullarında kaldı. Bunun üzerinden yıllar geçti ama bakıyorsunuz bugün tecrit devam ediyor. Her anlamda, yani en yakınımdan örnek vereyim Başyazarımız Gökçe Fırat tamamen alâkasız, uydurma suçlamalarla bir yıldır tutuklu. Sevdiklerinden ne mektup alabiliyor ne de onlara mektup yazabiliyor. Bu da bir tecrit… Mirzabeyoğlu 16 yıl sonra tahliye oldu ama bu sefer de yukarıda bahsettiğiniz sessizlik devam ediyor. Bu da bir tecrit… Ve “tecrit insanlık suçudur!”, isteyerek ya da istemeden tecride sessiz kalmak da bu suça ortak olmaktır bence.

7) Adımlar dergisinin yayın çizgisini nasıl buluyorsunuz? Türk Solu ile Adımlar arasındaki bu karşılıklı samimiyeti oluşturan ana değer sizce nedir?

– Adımlar yakından takip ettiğim bir yayın organı. İBDA ve Mirzabeyoğlu üzerine yazarken de yararlandığım bir kaynak. Türk Solu ve Adımlar ile ilgili vereceğim cevap da aslında sorunuzda gizli: samimiyet.

Gerek Türk Solu, gerek Adımlar, birbirine ve fikirlere samimiyetle yaklaşan kesimler. Sayın Ali Osman Zor, Türk Solu’ndaki röportajında, Mirzabeyoğlu’nun Adalet Mutlak’a konferansında söylediklerinden hareketle onun bütünleştirici bir dil ortaya koyduğunun, ülkede var olan ayrılıkların aslında suni olduğunun altını çizmişti. Bu gibi ortak fikirler bu samimiyetin kaynağını oluşturuyor bence.

8 ) Türk Solu kadrosunun lideri Gökçe Fırat Bey, bir yılı aşkın süredir, kendisiyle hiç ilgisi olmayan, saçma bir ithamla cezaevinde… Bu süreçte yaşanan ayrı hukuk skandalları da oldu. İşte, yerine getirilmeyen tahliye kararı ve akabinde yaşananlar… Adımlar Avrupa Cephesi olarak süreci yakından takip ediyoruz. Bununla ilgili okuyucularımıza söylemek istediğiniz bir şey var mı?

– G
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş Ağu 31, 2017 10:55 pm    Mesaj konusu: TÜRK SOLU YAZARI TUĞRUL ÇELİK İLE SALİH MİRZABEYOĞLU ÜZERİNE Alıntıyla Cevap Gönder

TÜRK SOLU YAZARI TUĞRUL ÇELİK İLE SALİH MİRZABEYOĞLU ÜZERİNE SÖYLEŞİ
30.08.2017


ÇELİK: “MİRZABEYOĞLU HİÇ DEĞİŞMEMİŞ!”

Merhaba Tuğrul bey!

Öncelikle söyleşi teklifimize sıcak bakıp kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.

Avrupa’da yaşıyor olmamıza karşın, Sayın Salih Mirzabeyoğlu ve eserleri hakkındaki incelemelerinizi Türk Solu dergisinden yakînen takip ettiğimizi, çok değerli bulduğumuzu belirtmek istiyoruz. Adımlar Fikir, Kültür, Siyaset Plâtformu’nun Türkiye’deki merkezî sitesi gibi, Adımlar Avrupa olarak biz de bu yazıları büyük bir memnuniyetle iktibas ediyoruz ve oldukça da ilgi görüyor, okunuyorlar. Bu vesile ile sizi ve yapmış olduğunuz bu çalışmaları okuyucularımıza daha yakından tanıtmak istiyoruz.

1) Bize kendinizden biraz bahseder misiniz? Kimdir Tuğrul Çelik?

– Öncelikle Adımlar Avrupa okurlarına selamlarımı iletmek isterim. Kendimi tanıtacak olursam, 1984 Antalya doğumluyum. 2003 yılında üniversite için İstanbul’a geldim. Mühendislik eğitimi aldım ama mesleğimi yapmadım. Üniversiteye geldiğimden bu yana Türk Solu içindeyim. Türk Solu gazetesinde ve İleri dergisinde yazıyorum. Evliyim.

2) Bir süredir Türk Solu dergisinde İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun eserleri hakkında yazılar yazıyor, değerlendirmelerde bulunuyorsunuz. Ezber bozduğunuzun farkında mısınız?

Adına ne denir tam bilmiyorum ama “bizim kesim” diye tabir ettiğimiz siyasi çevre içinde Mirzabeyoğlu’nun eserleri hakkında yazılan ilk yazılar bunlar sanıyorum. Türk Solu gazetesi, Başyazarlığını bir yıldır Silivri’de tutuklu olan Gökçe Fırat’ın yaptığı, Atatürkçü, Solcu, Milliyetçi bir gazete ve ben de bu gazetenin bir yazarı olarak kendimi Türk Solcusu olarak tanımlıyorum. Bu anlamda “Yaşayan Necip Fazıl Mirzabeyoğlu” yazı dizisi, yazanın siyasi kimliği açısından bakarsak alışılmış bir durum değil. Yani bu anlamda bakarsak, İBDA fikriyatına sahip insanlar dışında hem de Atatürkçü bir gazetede yayımlanan Salih Mirzabeyoğlu eserleriyle ilgili yazılara, ezber bozucu diyebiliriz.

3) Salih Mirzabeyoğlu ve İBDA Fikriyatını ilk olarak ne zaman ve nasıl tanıdınız? Onun eserlerini incelemek ve hakkında yazmak düşüncesi nereden doğdu? Veya şöyle sorayım: Sizdeki Mirzabeyoğlu’nun hikâyesi nasıl başladı ve nasıl ilerledi?

– “Sizdeki Mirzabeyoğlu” dediniz ya, ben de yazıları yazarken bu doğrultuda yazıyorum, hatta bir yazıyı şöyle bitirmiştim: “Bendeki Mirzabeyoğlu’nu anlatmaya devam edeceğim.”

Hikâyenin nasıl başladığına gelirsek, önceleri Mirzabeyoğlu’nu sadece ismen tanıyor, siyasî olarak “karşı kutup”ta yer aldığını biliyordum. Hiçbir eserini okumamıştım. Onu hiç okumamış birisi olarak düşüncelerim bunlardı.

2014 yılında “Adalet Mutlak’a” Konferansı oldu. Mirzabeyoğlu çok uzun bir tutukluluk sürecinden sonra ilk kez konuşacaktı. Bu konferansta Mirzabeyoğlu’nu dinlemeye gidenler arasında Başyazarımız Gökçe Fırat da vardı. Ben konferansı canlı izlemedim ama daha sonra youtube üzerinden tüm konferansın videosunu izledim. 16 yıl tutuklu kalmış Mirzabeyoğlu, 16 yıl sonra dinleyicilerinin karşısına çıktığında, istese hapishane hatıralarını anlatabilirdi ama o bunu yapmadı. Son derece samimi bir dille geleceğe yönelik son derece kapsayıcı açıklamalarda bulundu. Bu çok etkileyiciydi ve aslında asıl ezber bozucu olan buydu.

“Üç Işık” kitabı biliyorsunuz Mirzabeyoğlu’nun verdiği konferans metinlerinden oluşuyor. Ama neredeyse 30 yıl önceki konferaslar bunlar. 30 yıl sonra ekranda konuşurken gördüğüm Mirzabeyoğlu, aynı Mirzabeyoğlu’ydu. Değişmemişti.

Daha sonra Adımlar dergisiyle tanıştık, Adımlar Dergisi Başyazarı Sayın Ali Osman Zor’la Başyazarımız Gökçe Fırat röportaj yaptı, bu röportaj Türk Solu’nda yayımlandı.

Onun eserlerine yönelik ilgim de bundan sonra başladı diyebilirim. Eserlerini okumaya, notlar almaya başladım. Derken bir süre sonra bu yazılar şekillenmeye başladı. “Necip Fazıl’la Başbaşa” eseriyle de yazı dizisi başladı.

Okuduğum eserlerde benim katılmadığım yerler de oluyor elbette ve bunları da, okuyanlar hatırlayacaktır, zaman zaman belirtiyorum. Çünkü bendeki Mirzabeyoğlu’nu yazıyorum. Katılmadığım yerlerin olması İBDA hakkında yazmaya engel değil tabii. Kendine has, orijinal bir fikir İBDA ve üzerinde düşünüp yazmayı fazlasıyla hak ediyor.

Bendeki Mirzabeyoğlu’nun hikâyesi buraya dayanıyor. Yani Başyazarımız Gökçe Fırat’ın ve Adımlar dergisinin vesilesiyle başladı diyebilirim.

4) Bu işe girişme kararı aldığınızda, yazılarınızın bu kadar ilgi göreceğini tahmin ediyor muydunuz? Bu ilgiyi neye bağlıyorsunuz?

– Yazılar Türk Solu’nda yayımlandıktan sonra gerek Adımlar’ın merkezî sitesinde gerek Adımlar Avrupa’da iktibas ediliyor. Açıkçası bu kadar ilgi beklemiyordum. Ama gelen yorumlardan anladığımı aktaracak olursam, bu yazılar Mirzabeyoğlu üzerinde var olan ama gözle görülmeyen bir sansürü delmiş oluyordu. Ben bu amaçla yazmaya başlamamış olsam da böyle bir özelliğe de kavuşmuş oldular. Tabii daha önce söylediğim gibi Atatürkçü bir gazetede yayımlanıyor olması, ama özellikle Adımlar tarafından da okuyuculara ulaştırılıyor olması yazıların daha fazla görülür olmasını sağlıyor. Bir de merak uyandırıyor sanıyorum. Böylesine kutuplaşmış bir siyasi atmosferde kimileri şaşırıyor, acaba ne yazdılar diye merak da ediyordur.

5) Salih Mirzabeyoğlu’nu kısaca tarif etmek isteseydiniz… Meselâ bir cümle veya paragrafla şu âna kadar yazdıklarınızı özetleyecek olsaydınız… Ne söylerdiniz?

– Zor bir soru, ama aklıma ilk gelen onun devrimci bir fikir adamı olduğu. Yine bir şiirinden şu mısralar da bence onu anlatıyor:

“Duyun gönüldaşlarım duyun

işitin beni düşmanlarım

ipten henüz döndüm ama

çok şükür uslanmadım!”


6) Türk düşüncesinin içinde bulunduğu tıkanıklığa ve entellektüel kısırlığa rağmen, Salih Mirzabeyoğlu’nu hâlâ ısrarla görmezden gelen yazı çevrelerinin bu sükûtuna sebep sizce nedir? Onlara özel olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

– “Necip Fazıl’la Başbaşa” eserini okurken şöyle bir kısım vardı ki bence “İBDA Mimarı” hem kendisini hem de İBDA’yı anlatıyordu burada.

“Bizim insanları rahatsız edici bir tarafımız var. Sahte dengeleri, çerezlik doyumları, ucuz tesellilerini yıkıyoruz.

Çoğu bizim haklı olduğumuzu bile bile kaçıyor, kaçışını mazur göstermek için de, muhalefet edebilmenin mazeretini tedarik gibi hallere düşüyor.”

Sanırım bu özelliği bahsettiğiniz sessizliğin asıl nedeni. Yanılmıyorsam Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kullandığı bir kavramdı: sükût suikastı. Yok saymak, yok gibi davranmak, karşıdakini suskunlukla öldürmek. Yapılan bir sükût suikastı aslında.

Bir de şu var, tecrit. Mirzabeyoğlu yıllarca tecrit koşullarında kaldı. Bunun üzerinden yıllar geçti ama bakıyorsunuz bugün tecrit devam ediyor. Her anlamda, yani en yakınımdan örnek vereyim Başyazarımız Gökçe Fırat tamamen alâkasız, uydurma suçlamalarla bir yıldır tutuklu. Sevdiklerinden ne mektup alabiliyor ne de onlara mektup yazabiliyor. Bu da bir tecrit… Mirzabeyoğlu 16 yıl sonra tahliye oldu ama bu sefer de yukarıda bahsettiğiniz sessizlik devam ediyor. Bu da bir tecrit… Ve “tecrit insanlık suçudur!”, isteyerek ya da istemeden tecride sessiz kalmak da bu suça ortak olmaktır bence.

7) Adımlar dergisinin yayın çizgisini nasıl buluyorsunuz? Türk Solu ile Adımlar arasındaki bu karşılıklı samimiyeti oluşturan ana değer sizce nedir?

– Adımlar yakından takip ettiğim bir yayın organı. İBDA ve Mirzabeyoğlu üzerine yazarken de yararlandığım bir kaynak. Türk Solu ve Adımlar ile ilgili vereceğim cevap da aslında sorunuzda gizli: samimiyet.

Gerek Türk Solu, gerek Adımlar, birbirine ve fikirlere samimiyetle yaklaşan kesimler. Sayın Ali Osman Zor, Türk Solu’ndaki röportajında, Mirzabeyoğlu’nun Adalet Mutlak’a konferansında söylediklerinden hareketle onun bütünleştirici bir dil ortaya koyduğunun, ülkede var olan ayrılıkların aslında suni olduğunun altını çizmişti. Bu gibi ortak fikirler bu samimiyetin kaynağını oluşturuyor bence.

8 ) Türk Solu kadrosunun lideri Gökçe Fırat Bey, bir yılı aşkın süredir, kendisiyle hiç ilgisi olmayan, saçma bir ithamla cezaevinde… Bu süreçte yaşanan ayrı hukuk skandalları da oldu. İşte, yerine getirilmeyen tahliye kararı ve akabinde yaşananlar… Adımlar Avrupa Cephesi olarak süreci yakından takip ediyoruz. Bununla ilgili okuyucularımıza söylemek istediğiniz bir şey var mı?

– Gerek Adımlar gerekse Adımlar Avrupa Başyazarımız Gökçe Fırat’ın davasını yakından takip ediyor. Bunun için bu röportaj vesilesiyle sizlere teşekkür etmek isterim.

Söylediğiniz gibi kendisiyle hiçbir ilgisi olmayan saçma bir ithamla bir yıldır tutuklu. Bu süre zarfında bir de uygulanmayan bir tahliye kararı var.

16 Ağustos’ta Başyazarımız Gökçe Fırat tekrar hâkim karşısına çıktı. Orada yine tarihi bir savunma verdi. Kendisine yönelik iddiaları tek tek çürüttü. Ve sonunda heyete şöyle seslendi:

“Sayın Başkan,

İnsanlar özgür doğar ama özgür yaşama şansını her zaman bulamaz.

Fakat tutsak insan da sonuçta yaşar.

Ben de Silivri’de yaşıyorum zaten.

Ama insan onursuz yaşayamaz.

Ben sizden özgürlüğümü değil onurumu istiyorum.

Bu iğrenç iftiradan beni kurtarmanızı istiyorum.

Sizden görevinizi yapmanızı istiyorum.

Sadece adalet istiyorum.”

Gökçe Fırat’ın savunmasını bu sayıda Türk Solu’nda yayımladık. Buradan Adımlar Avrupa okurlarının dikkatlerine sunmak isterim.

9) Sizin şahsınızda Gökçe Fırat Bey ve Türk solundaki dostlara selamlarımızı iletirken, son olarak söylemek istedikleriniz nelerdir?

– Hem bu röportaj için hem de “Yaşayan Necip Fazıl Mirzabeyoğlu” yazı dizisine olan alâkaları için Adımlar Avrupa’ya teşekkür ederim. Yayın hayatınızda başarılar dilerim. Ayrıca buradan Adımlar okurlarının Kurban Bayramını kutlarım.

Adımlar namına bende bu güzel söyleşi için teşekkür eder, sizin, ailenizin, Türk Solu camiası ve okuyucularının mübârek Kurban Bayramını tebrik ederim.

Nihan Öztürk – ADIMLAR Avrupa
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FİKİR YAZILARI Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com