EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri

 
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> TASAVVUF
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş Ksm 04, 2010 7:40 pm    Mesaj konusu: Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri Alıntıyla Cevap Gönder

Hacı Bektaş-ı Veli ve Makalat
Serdar AYDIN
serdaraydin01@hotmail.com



Bu kez size Türkiye Diyanet Vakfı yayınlarından basımı gerçekleştirilen klasik ve çok değerli bir kitaptan bahsetmek istiyorum.

‘’Makalat-ı Hacı Bektaşi Veli’’

Kitap 2010 yılında basılmış. Diyanet Yayınevlerinde bulabilirsiniz. Ayrıca bu değerli eseri Yeni Şafak gazetesi de okuyucularına promosyon olarak verdi.

Bakın, kitap nasıl başlıyor; ‘’Makâlât sahibi, şeriat askeri, marifete bürünmüş, hakikat hazinesi, yüce makama erişmiş, cehaleti sevmeyen ve her türlü ilim hazinelerinin de sahibi olan, din meşalesini elinde tutan ve adeta kandil gibi olan iman nurunun yağı, erenlerin durağı Horasanlı Sultan Hacı Bektaş-i Veli şöyle buyurmaktadır.’’

Kitap hem Arapça orijinalini, hem Osmanlıcasını hem günümüz Türkçesine tercümesini birlikte içeriyor. Harika bir baskı ve mizanpajla üstelik.

İmdi. Gelin bu kitap üzerinden küçük bir sorgulama ve otokritik yapalım!

Hacı Bektaş-ı Veli 13. asrın başlarında Horasan’dan gelip Anadolu’ya yerleşen, Anadolu’nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşmasında büyük rolü olan gönül sultanlarının en başta gelenlerinden biridir.

Hacı Bektaş-ı Veli, Anadolu topraklarında binlerce yıldır yaşamış insanlar içerisinde en çok yanlış anlaşılmış isimlerden biridir!

O, kendi hayatında olduğu gibi, ölümünden sonra da bağlıları ve sevenleri bulunan, önder olarak kabül edilen büyük bir kişidir.

O, hayatta iken herkesçe aynı şekilde bir büyük âlim ve mürşit olarak anlaşılmış ancak ölümünden sonra çok farklı şekillerde algılanmıştır!

Hacı Bektaş-ı Veli’nin arkasında bıraktığı birçok eser içerisinden bize kadar ulaşan en önemli eser ‘’Makalat’’ isimli eseridir.

Bu büyük zatın öğretisi bu kadar yaygın iken yazdığı kitabın bu kadar az tanınması ve bilinmesi kafalarda soru işareti bırakmaktadır!

Bu ünlü eserine Üstad Hacı Bektaş-ı Veli ’’Âdem, Tangrı’ya kaç makâmda irer, anı bildürür.’’ diye başlamıştır.

Bugünkü Bektaşi geleneğinin temsilcisi olduğu iddia edenlere baktığımızda(genelleme yapmıyorum) bilakis din dışı ve din karşıtı akımların daha bir makes bulduğunu görüyoruz!

Bugünün Türkiyesinde kendilerini bu ‘’yolun yolcusu’’ gören binlerce insandan hiç biri bu kitabına ilgi göstermezken ‘’Üniversiteli Şeyh’’ diye, aynı kesimlerce alaya alınan! Muhterem ve müteveffa M.Esad COŞAN hoca efendi bu kitabı gün yüzüne çıkartmıştır.

Mahmud Esad COŞAN hoca efendi doktora ve doçentlik tezini bu kitap üzerine yapmış. Tercüme ederek Seha neşriyattan da basılmasını sağlamıştır. Yani bir mürşit bir mürşitin kitabını milletin hizmetine sunmuştur!

Kitap içerik olarak Tanrıya erdirecek ‘’ dört kapı’’ olarak adlandırılan; Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifeti ve yine ‘’kırk makâm ‘’ olarak da bu kapılardan girilen kırk manevi merdiveni anlatmakta.

Bugünkü Bektaşiliğe baktığımızda ise bırakınız bu kelimelerin manasını bilmeyi ve gereğini yerine getirmeyi, daha ilk kapı olan ‘’Şeriatla’’ bile göğüs-göğüse savaş edilmekte!

Kitabı okuduğunuzda Üstad insanları dört kısma ayırmakta; abidler, zahitler, arifler, muhipler diye ve bu insan guruplarının özellikleri anlatmakta uzun uzadıya…

Bugün ise Bektaşilik öncelikle gülmek için ağız dolusu fıkra, ardından İslam’dan kendini gittikçe soyutlayan bir fırka ve bazı siyasilerin shov malzemesi olan kumpanyaya dönüşmüştür!

Şimdi size kitabın orijinal baskısının beşinci sayfasından bir örnek; ‘’…bir kuyuya bir damla içki damlasa, o kuyunun suyunu çıkarıp başka yere dökseler, o yerde de ot bitse ve o otu koyun yese takva ehlinin sözüne göre o koyunun eti haramdır…’’

‘’Kişi bilmediğinin düşmanıdır’’ gerçeği işte burada apaçık ortaya çıkmakta bugün Bektaşilikte alkol kullanmakta bir sakınca görülmemekte. Oysa Üstadın yazdığı da yaşadığı da çok açık!

Örnekler çoğaltılabilir ama sözü uzatmayacağım.
Ne hazin değil mi? Hazreti Ali’yi bilmeden Alevi olmak, Hacı Bektaş-i Veliyi bilmeden Bektaşi olmak!
Bu kitabi kendini Sünni ve tasavvuf erbabı sayanlara’’tatbik’’ için kendini Alevi-Bektaşi sayanlara ise ‘’tetkik’’ için hararetle tavsiye ediyorum.

4 Kasım 2010
habertaraf

BEKTAŞİ GÜLBENGİ
(Yeniçeri Duası )



Bismişah Allah Allah
Vakitler hayrola,
Hayırlar feth ola.
Şerler def ola.
Müminler saf ola.
Münâfıklar berbat ola.
Gönüller şâd ola.
Meydanlar âbâd ola.
Kalplerimiz mesrûr, sırlarımız mestûr, zahirimiz mâmûr, bâtınımız pür nûr ola.
Er hak Muhammed Ali iftiradan saklayıp, gözcümüz, bekçimiz ola.
Merd ü namerde, hiçbir ferde muhtaç eylemeye.
Dert verip derman aratmaya, hastalarımıza şifa, dertlilerimize deva, gönüllerimize iman,
kalplerimizi musaffa eyleye.
Zümre-i salihinden ve gürûh-ı naci’den eyleyip, dualarımızı dergâh-ı izzetinde kabul ve
makbul eyleye, nefesimiz Hakk, nutkumuz can bula.
Oniki imam ve ondört masum pâk, onyedi kemer bestegân efendilermizin yolundan,
erkânından, didârından, katarından, destinden, dâmeninden, cemâlinden, visâlinden ayırmaya.
Âl-i Âba emrine inkiyâd eden, arifân, sadıkân, muhibbânın cümlesi azîz ola. Ferdi bi
hemta rezzâk-ı mahlûkat seyyid-i kâinat, es-seyyid Muhammed Hacı Bektâş Veli kaddesallahu
sırrahu'l-azîz ve Pîr-i Sâni Balım Sultan Erenlerimizin de himmetleri üzerimizde hâzır ve nâzır
olup, desteklerimiz piş-i penâhımız ola.
Yerden hayırlı kısmet, gökten hayırlı rahmet, bol feth-i fütûhatlar kerem-i inâyet ola.
Ordu ve donanmamızı karada, denizde her umurda mansur ve muzaffer eyleye.
Ordularımıza savaş yüzü göstermeye. Savaşmak zorunda kalırlarsa, kışlalarına eksiksiz bir
şekilde dönmeleri nasip ve müyesser ola.
Ricâl-i devletimizin ömrü şeriflerini Müjdat buyura.
Vatana, millete, haklı, hayırlı, adaletle hükmedecek işlerde daim ve kaim eyleye.
Çocuklarımıza hayırlı aş, hayırlı eş, hayırlı işler nasip ve müyesser ola.
Dil bizden nefes Hazret-i Pîr efendimizden ola.
Padişah-ı Alem penah efendilerimizin ve silah
arkadaşlarının ve günümüze kadar gelmiş geçmiş, bütün şehitlerimizin de ruhları şâd ola.
Buraya uzaktan yakından gelmiş olan, bilcümle dostlarımızın, buraya maddi, manevi
katkısı olan herkesin de hizmetleri kabul, Hakk divanda makbul ola. Cümleyi de gûrûru naciden
ve zümre-i sâlihinden olmayı nasip ve müyesser eyleye.
Dil bizden nefes hazreti Pîr efendimizden ola.
Vakitlerin hayrı gele. Dem-i Pîr keremi evliyâ gerçeğe hü!

Kaynak: https://www.facebook.com/OSMANLI.HANEDAN.VAKFI?ref=stream&hc_location=stream

KIZILBAŞLIK SÜNNİLİKTEN ŞİİLİĞE SAFEVİYYELİKTEN SAFEVİ DEVLETİ’NE ŞEYH SAFİYYÜDDÎN-İ ERDEBÎLÎ’DEN SOMUNCU BABAYA VE ŞAH İSMAİL’E...
FATMA TOKSOY



Yavuz Sultan Selim denince akla ilk gelen şeylerden biridir Kızılbaşlık ve Şah İsmail. Son günlerde medyada kulaklarımızı, gözlerimizi meşgul eden bir kavramdır: Kızılbaş ve Kızılbaşlık. Kızılbaş denince ilk akla gelen Alevilik ve Aleviler. Doğru veya yanlış veya kasıtlı olarak yapılan bilgi kirliliği, bir sürü efsane, safsata. Peki, gerçekten nedir Kızılbaşlık? Kızılbaş neye denir? Kızılbaşlar bir tarikat mensubu insanlar. Evet, yanlış duymadınız, Kızılbaşlık bir tarikat. Kızılbaş da o tarikata mensup insanlar. Safevîyye veya Erdebîliyye veya Erdebil Tarikatı veya Erdebîl Sûfîleri diye bilinen ve Zâhidiyye şeyhi Zâhid-i Geylânî’nin postnişini ve Sünni Şafiî Mezhebine bağlı bir Şeyh olan Safiyyüddîn-i Erdebîlî (ö. 735/ 1334)Hazretlerinin kurduğu bir tarikattır bu… Halvetiyye ve Kalenderiyye Tarikatını birleştirerek kurduğu yeni bir tarikat bu Safevîyye veya Erdebîliyye. Somuncu Baba (ö.815 /1412) Hazretleri de Safevîyye tarikatının kurucusunun oğlu Sadreddin Erdebîlî veya onun postnişini Hâce Ali’den hilafet alarak Anadolu’ya gelip yerleşmiştir. Somuncu Baba da Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri’nin mürşididir. Bu zatlar da Erdebîlî tarikatı mensubudur. Daha sonraları Hacı Bayram-ı Velî , “Bayramiyye” tarikatını kuracaktır. Ancak onun mürşidi olan Somuncu Baba Hazretleri Erdebil Tekkesi’nin mensubudur. Yani anlayacağınız Sünni bir tarikat olarak başlamış Erdebil tekkesi veya Safevîyye tarikatı sonra da mecrasını değiştirmiş, yolunu şaşırmıştır. Şeyh İbrahim Zâhid-i Geylânî, Şeyh Safiyyüddîn’e hilafet verirken onun Seyyid olması sebebiyle ona yeşil taç giydirmiştir. Ancak Şeyh Safiyyüddîn daha sonra seyyidliğinden şüphelenip, yeşil taç yerine beyaz taç giymiştir. Tarikat, Hoca Ali veya Hâce Ali adıyla tanınan Alâeddîn-i Erdebîlî (ö. 832/1429)adındaki şeyhleri zamanında Moğol Hükümdarı Timur tarafından kendisine Erdebil şehri ve civarı verilerek özerk bir devlet gibi oldu. Çünkü Timur da etkilenmişti bu tarikatın şeyhi olan Hâce Ali’den. Üstüne üstlük Timur, Ankara Savaşı dönüşü bu savaşta aldığı Osmanlı esirleri, Hâce Ali’nin ricasıyla bıraktı. Yaklaşık olarak serbest bırakılan otuz bin esir. Serbest kalan esirler Hâce Ali’ye minnettar olup, bunun karşılığında çoğu ona intisap etti. Hâce Ali’nin, Timur tarafından önemsenip, desteklemesiyle de bu tarikatın nüfuzu daha da artı. Bir tarikat-devlet oluşmaya başladı. Hâce Ali zamanında Şiîlik temayülleri arttı denilse de Hâce Ali’nin Kudüs’teki halifesi olan İbnü’s-Sâiğ’in meşhur bir Hanefî fakihi olması ve Timur’un halefi ve aynı zamanda koyu bir Sünni olan Şâhruh Mirza’nın da Hâce Ali’yi ziyaret ederek ondan manevi destek himmet istemesi Hâce Ali zamanında tarikatın Sünni olduğunun işaretidir. Tarikatta, Şeyh İbrahim’in zamanında, Şeyh İbrahim’in Şiî olan Karakoyunlu Sultanları ile temas etmesiyle Şiîlik temayülleri başladı. Tarikatta onun oğlu Cüneyd ile Şeyh İbrahim’in kardeşi yani Cüneyd’in amcası olan Cafer arasında düşünce ayrılıkları başladı. Amca yeğen Sünni düşünce üzerine birbirine zıt düştüler. Şeyh Cafer yeğeninin Rafizîlik, Şiîlik fikirlerini ortaya atmasıyla onunla yollarını ayırdı. Böylece tarikat Şeyh Cafer tarafından Sünni, Şeyh Cüneyd tarafından da Şiî olmak üzere iki kola ayrıldı. Bizi ilgilendiren ise Şeyh Cüneyd ve ondan devam eden tarikatının Sünnilikten Şiiliğe temayülü. Şeyh Cüneyd Erdebil’den ayrılıp, önce Suriye’ye sonra Anadolu’ya geçti. Buralarda hem ünlü bir tarikatın şeyhi olarak hem de bir seyyid gibi dolaşmaya dolaşıp taraftar toplamaya başladı. Osmanlı kurulduğu günden beri tarikatları ve mensuplarını desteklemiştir din uğruna. Tarikatların İslâmiyet’in daha iyi öğretilip, yayılmasına öncülük ettiklerine inandıkları için. Hatta tarikatlara “Çerağ Akçesi” adıyla her yıl yüklü miktarda paralar da göndererek onları desteklemiştir. Desteklediği tarikatlardan biri de bu Erdebîliyye yani Safevîyye Tarikatıdır. Bu tarikatı da Şeyh Cüneyd Erdebil’den ayrılana kadar desteklemiştir. Bundan ümitlenip, Osmanlı’nın, kendisini destekleyeceğine inanan Şeyh Cüneyd, Anadolu’ya geçti. Anadolu’da kendisine inanmaya hazır birçok insan buldu. Çünkü daha önceleri buralarda İlhanlı Devleti hüküm sürmüş ve Olcaytu Muhammed Hüdâbende (1304–1317) döneminde on iki imam Şiiliğinin Anadolu’da bazı kesimlerinde kabul görmüş ve uygulanmıştı. İşte bu devirden kalan Şiâ’nın izleri üzerine yeniden bir Şiîlik inşa etmesi bu yüzden kolay olmuştu. Böyle elverişli bir ortamı değerlendiren Şeyh Cüneyd, beş- on bin kişilik bir ordu oluşturmakta da zorlanmadı. Daha sonra müridlerinden bir kaçını, bir takım hediyelerle beraber Osmanlı Hükümdarı Sultan II. Murad’a gönderdi. Ondan Kurtbeli’nde oturma müsaadesi istedi. Ancak Sultan II. Murad Anadolu’da zaten var olan Şiîlik inancının daha da yayılmasından endişe ederek ve Şeyh Cüneyd’in de hükümdarlık davasında olduğunu sezerek, buna müsaade etmedi.

Gelen Şeyh Cüneyd’in elçilerine 200 Duka altın ve 100 akçe verip, onların gönlünü alarak şeyhlerinin bu isteğine bir İran- Pers atasözüyle cevap verdi: “Yedi derviş bir posta sığar, ancak bir tahta iki padişah sığmaz.”

Bunun üzerine Şeyh Cüneyd, Karamanoğlu Beyliği’nin hâkimiyetinde olan Konya’ya geldi. Orada Zeyniyye tarikatının kurucusu olan Zeyneddin Hafi’nin halifesi Abdüllatif Makdisi ile müridleri vasıtasıyla görüşmüş ve orada kalarak müridlerine zâviye kütüphanesinde bulunan Muhyiddin Arabî ile Sadreddin Konevî’nin eserlerini istinsah ettirmiştir. İki şeyh arasındaki ikinci sohbette Şeyh Cüneyd kendi mezhep ve kanaatini savunmak zorunda kalmıştır. Mağlup olacağını düşünen Cüneyd bu defa Kuran’ı tezyif edecek bir tarzda konuşarak başta Hz. Ali olmak üzere Ehl-i beyt’in övüldüğünü içeren âyetlerin Kur’ân-ı Kerîm’ den bilinçli bir şekilde çıkarıldığını, sahabeler hakkındaki âyetlerin ise Allah’ın kelamı olmayıp onların da uydurma olduğunu Kur’an’a sonradan eklendiğini ifade etmiştir. Böylece Şeyh Cüneyd’in maskesi düşmüş, ağzında gizlediği bakla ortaya çıkmıştı. Bunu niye anlattım sizlere, Şiîlik inancının nasıl bir inanç olduğunu, Şiîler’in nelere inandığını ortaya koymak içindi. Sünnilikten nasıl ve hangi fikirlerle ayrıldıklarını anlatabilmek içindi sizlere. Şeyh Cüneyd, hiçbir yerde barınamadı. Akkoyunlu Devleti hariç. O devlet de bir Türk devletiydi üstelik Sünnî’ydi. Hükümdarları Uzun Hasan’dı. Uzun Hasan kendisine sığınan Şeyh Cüneyd’i ağırladı. Siyasi çıkarları uğruna kendisine kız kardeşini verdi. Çünkü şeyh Cüneyd’in yirmi bin sûfi-askeri vardı. Şeyh Cüneyd, Uzun Hasan’ın kız kardeşi Hatice Begüm’le evlendi. . Böylece Şeyh Cüneyd daha da güçlendi. Bu evlilikten Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar dünyaya geldi. Şeyh Haydar da dayısı olan Uzun Hasan’ın kızı Âlemşah Halime Begüm yani Prenses Marta ile evlendi. Prenses Marta dedik, , çünkü Uzun Hasan’ın bu eşi Trabzon Rum İmparatoru’nun kızı olan Katerina (Despina Hatun) idi, Hristiyan’dı ve dinini ölene kadar değiştirmedi. Kızını da Türk ismi ile değil, kendi verdiği isimle çağırıyordu. Şeyh Haydar’ın dayısı Uzun Hasan’la olan akrabalık bağları bu evlilikle daha da güçlendi. Bu evlilikten Şeyh Haydar’ın üç oğlu oldu. Bunlardan en küçüğü de Şah İsmail’di.

Şeyh Haydar’la birlikte tarikat değişmeye başladı, mecrasından iyice çıktı. Önceleri tarikat mensupları başlarına iki karış uzunluğunda beyaz taç takarlarken, sonraları Şeyh Haydar zamanında tarikatlarını Bayramiyye Tarikatından ayırt etmek için bu beyaz taç, kırmızıya, kızıla dönmüştür. Böyle bir başlığı Şeyh Haydar’ın rüyasında Hz. Ali (r.a.)’ı görmesi sonucu giydiğini iddia edenler de vardır. Bu başlık üzerine beyaz bir tülbent sarılan on iki dilimli, kırmızı ya da kızıl bir kavuktur. Bu on iki dilimin her biri bir imama delalet eder. On iki dilim, on iki imam. Bu on iki dilimli kızıl börk, kızıl başlık Şeyh Haydar zamanında giyilmeye başlandığı için adına Tâc-ı Haydarî veya kısaca Taç da denilmiştir. Bu başlığı giyenler, sakallarını kesip, bıyıklarını uzatıyorlardı. Traş sırasında başlarında da bir tutam tüy tutmaktaydılar. Kızılbaşlığı takanlar ya da bu tarikata mensup olanlar genelde Türkmenlerdi yani onlar da Türk’tü. Budizm, hatta Yahudilik, Hristiyanlık, Zerdüştlük, Şamanizm gibi eski dini inanç ve geleneklerini İslâmî bir anlayışla birleştirip, sürdüren bazı Türkmenlerin bazı Bâtıni- Şiî anlayışları benimsemesiyle ortaya çıkan bir topluluktu bu Kızılbaşlar. Eski kamlar yani ozanlar mecralarını değiştirip, oldular derviş. Aslında Anadolu’daki Türkmenlerden bazıları Sünnî’ydi. Çünkü Türkmenler, Sünni bir tarikatla karşılaştıklarında Sünni oldular. Şeyh Cüneyd’in, Şah Haydar’ın veya Şah İsmail’in bu benimsedikleri Şiî inancı yaymak için gönderdikleri Dai’lerle karşılaşan Türkmenler de Şiî veya Kızılbaş oldular. Daî, insanları kendi din veya mezhebine çağıran kişi demektir. Bu daîleri Anadolu içlerine kadar yollayarak, insanları Kızılbaşlığa davet ettiler ve bu yolla çok sayıda mürid topladılar. Önceleri mürid idi topladıkları. Sonra bu da mecra değiştirdi, siyasileşerek taraftar oldu, asker oldu, ordu oldu. Öyle ki Osmanlı ordusunda bile Şah İsmail’in yani Kızılbaşların taraftarları vardı. Tarikat mecra değiştirdi Şeyh Haydar zamanında. Onun zamanında Şeyhlik Şahlığa dönüştü. O da mecra değiştirdi. Şeyhlikten şahlığa, Erdebil merkez olmak üzere tarikattan devlete geçiş yaptılar. Şeyh Haydar’ın oğlu olan Şah İsmail, küçük yaşta babasının yerine posta oturarak şeyh oldu. Tabii artık şeyh olarak değil, Şah olarak anılmaktaydı post nişinler, o da mecrasını değiştirmişti. Müridleri onu taparcasına seviyorlardı. Çünkü tarikatın Türkmen müridleri Şah Haydar’ı ve ailesini kutsallaştırmıştı. Şeyh Cüneyd’i Tanrı, Şeyh Haydar’ı Tanrı’nın oğlu olarak görmeye başlayan bu Türkmenler için onun oğlu şah İsmail de tabii olarak kutsaldı. Şeyh Haydar’ın Şirvanşahlar’la olan mücadelesinde babasına dost olan akraba olan Akkoyunlular’ın saf değiştirip, onu öldürmesinden sonra Şah İsmail’i müridler emin bir yere kaçırdılar. Çünkü Akkoyunlu hükümdarı Osmanlı hükümdarıyla Şiîliğe karşı birlik olmuştu. . Şah İsmail’in ağabeyi Sultan Ali de yapılan saldırılarda ölmüştü. Ölmeden önce on iki dilimli bu kızıl başlığı bu kızıl tacı yedi yaşındaki kardeşi İsmail’e giydirdi. Böylece İsmail, Safevî Devletinin hükümdarı oldu. Artık Şiî Türkmenler Şah İsmail’i Tanrı’nın cisimleşmiş hali olarak görüyorlar ve onu bu yüzden yenilmez ve çok güçlü olarak kabul ediyorlardı. Ancak Şah İsmail’in varlığı Akkoyunlu iktidarı için tehlike arz ediyordu. Bu yüzden onu bulup öldürmek istediler Ancak Şah İsmail’i müridleri annesinin bile bilmediği yerlere kaçırarak, sürekli yer değiştirterek sakladılar. Bu süre zarfında da ona hem ilmi hem de askeri eğitim verdiler. On üç yaşına gelen Şah İsmail, artık müridlerinin başına geçerek, müridlerini tekrar etrafına topladı. Sonra ona şahlık yolunda engel olacak beylikleri bir bir ortadan kaldırdı. Önce Şirvanşahlar’ı yendi. Şah İsmail’i yetiştirenler ona öyle bir kin aşılamışlardı ki bu kini yavaş yavaş kusmaya başladı Şeyh-şah İsmail. Şirvanşahlar’ı yenip, ülkelerine girince, büyük babası Şeyh Cüneyd’i öldüren Şirvanşah Halilullah’ın kabrini buldurup, açtırdı ve kininden ölmüş adamın kemiklerini mezarından çıkartıp yaktırdı. Sonra çeşitli oyun ve entrikalarla ve taht kavgasıyla birbirine düşmüş olan Akkoyunlu Devleti’nin üzerine yürüdü. Akkoyunlu Hükümdar’ı Elvend Bey ona Şirvan’a dönüp, oralarla yetinmeyi teklif etti. Buna karşılık Şah İsmail de ona birinci İmam Ali’nin yolunu tutup, Şiîliği kabul etmesini teklif etti. Eğer o Şiî olursa onu kardeş bilip, kılıç sallamayacaktı. Fakat bu teklifi Akkoyunlu Hükümdarı Elvend Bey kabul etmedi ve aralarında bu yüzden bir süre sonra savaş çıktı. Savaşı Şah İsmail kazanıp, İran- Tebriz’e girdi ve orada Hükümranlığını ilan etti. Böylece 907(m.1502 ) yılında resmen Safevî devleti kurulmuş oldu. Şah oldu bu devletin başına. Sonsuz salâhiyet sahibiydi. Hem dinin, hem de devletin başıydı şah. Şeyhlikten şahlığa geçildi, tarikattan de devlete. Safevîyye idi, oldu Safevî Devleti. Şehirde kendi adına Türkçe hutbe okuttu. Şiîliği kabul etmeyen Akkoyunlu ailesine ve diğer Sünnî halka çok işkenceler etti. On iki imam Şiîliğini resmen ilan etti. On iki imam adına da hutbe okutup, onların adına sikke (para) bastırdı. Hutbelerde Hz. Osman (r.a.), Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.)’a lanet okunmasını emretti. Bu okunan laneti duyanların da “Daha ziyade olsun!” demelerini zorunlu kıldı. Artık dinlerinin de tarikatlarının de mecrası tamamen değişmişti. Bu değişiklikten ezan da nasibini aldı. Ezana “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah’tan sonra “Eşhedü enne Aliyyen Veliyullâh” ve “Hayy A’le’l-Felâh” tan sonra “Hayy A’l’e- Hayri’l- Amel” lafzı eklendi. Artık okuttukları ezan da mecrasını değiştirmişti. Yeni bastırttığı paraların üzerinde “Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed Allah’ın elçisi, Ali Allah’ın dostudur.” ibaresini yazdırttı. Bu paraların yani sikkelerin arka yüzünde Şia’nın On iki İmam’ının adı ve “Mukaddes Halife Ali” ismiyle beraber küçültülmüş şekilde kendi ismi olan “Şah İsmail” de yazmaktaydı. (Bu isimler sikkelere onun emriyle darbedilmişti.) Safevîler’den önce Şia usûl uleması tarafından kullanılan “Adil İmam” ve “Sultan” tabirlerinin kendisi için de kullanılması yolunda ferman hazırlayıp, hutbelerde adını bu ünvanlarla beraber okutmuştur. Kendisi “Hatayî veya Hataî” mahlasıyla yazdığı şiirlerinde kendisini şöyle tanımlar:

“Allah Allah deyin gaziler / Gaziler din-i şah menem./ Karşu gelün, secde kılun, / Gaziler din-i şah menem.” Burada askerlerin, müridlerin kendisine secde etmelerini istemektedir. Bu ve bunun gibi farklı yorumları olan şiirleri vardır Şah İsmail’in. Secde edin derken bana, Allah’ın hâşâ yeryüzündeki gölgesi olduğunu vurgulamaktadır. Bu da onun Şiîlik anlayışına İsmailîlik- Haşhaşîlik inançların da karıştığını gösterir bize. Ayrıca gaip olan On İki İmam’ın yedincisinin kendisi olduğunu veya o imamın temsilcisi olduğu fikrini de Kızılbaşlara aşılamıştır. Böylece etrafındaki Kızılbaşlar onun yenilmezliğine inanmış ve ona adeta tapar olmuşlardı.

Onun askerlerinin savaş naraları da mecrasını değiştirmiş, “Allah, Allah, Aliyyun Velîyullah” şeklini almıştır. Şah İsmail, değişen bu mecrada artık akmaya başladı. On iki İmam’ın türbelerini tamir ettirdi. Buna karşılık, Bağdadı aldığında Ebû Hanife ve Abdülkadir Geylani Hazretlerinin türbelerini yıktırttı. Halid b. Velid soyundan gelenleri de Kazvin’i alınca yok eti. Katliamların ardı arkası kesilmiyordu. Özbeklerin hükümdarı Şeybanî Han da Sünnî idi. Onu da savaşta yenerek başını gövdesinden ayırıp, kafasını altınla kaplatıp, bununla şarap içmiştir… Bir Müslümanın başını kesip, altınla kaplatıp sonra kadeh gibi kullanarak içinden şarap içen bir başka Müslüman! Vahşet bir o kadar da gaddarlık, zulüm. İşte Şah İsmail budur. Fuzulî’nin meşhur Beng-ü Bade kasidesinde de anlatılır bu olay ve bu kasideyi Fuzuli Şah İsmail’e ithaf ederek onu methetmiştir.

Henüz tam bir Şiî olmayan aralarında çok sayıda Sünnî Müslümanı da barındıran İran artık Şah İsmail’in zorbalığıyla tamamen Şiileşti. Ve bu tarihten sonra Osmanlı’ya düşman oldu. Mecrası değişmiş de olsa aynı dinin insanları olan bu iki halk böylece tarih sahnesinde çatışmaya başladı. . Osmanlı Avrupa’yı tam dize getireceği sırada kurulan Kızılbaş Türkmenlerin Osmanlı’dan kopup kurduğu bu Safevî devleti bütün bu fetihleri engelleyerek Osmanlı’yı arkadan hançerlemiştir. Osmanlı-Safevî mücadelesi belli aralıklarla yaklaşık 250 yıl sürmüştür. Osmanlıları bu savaşlarla meşgul eden Safevî Devleti Avrupalı Hristiyanların ekmeğine bal sürmüştür. Avrupalıların Osmanlı’dan kurtarıcısı olmuşlardı bir nevi Böylece Müslümanlar arası birlik kurulamamış ve Osmanlı istenilen hedefe bunlar ve bunlar gibi devletlerin yüzünden ulaşamamıştır. 250 yıl süren çekişme ve mecrasından çıkan İslâm Birliği. Gerek bu aşırı uçlara kaymaları gerekse vergi vermekten imtina etmeleri, devletin başına bela olmaları hatta zaman zaman Hristiyanların oyununa gelip, ayaklanarak, isyanlar, savaşlar çıkarmaları sebebiyle Osmanlı için potansiyel tehlike olmuşlardır.

Bu arada Şah İsmail’in ölümünden sonra İran’daki yerleşen bu Şiîlik ile Anadolu’daki Şiîlik bazı yönleriyle gitgide farklılık göstermeye başladı. . Başlangıçta aynı fikirleri paylaşırlarken zaman içinde farklılaştılar. İran’daki Kızılbaşlar zaman içinde önceleri Sünnî olup, zorla Şiîliği kabul edenlerin Kur’an’a dayalı bilgilerinden beslenerek, Caferiyye mezhebinin görüşlerini benimsemişlerdir. Anadolu’daki Kızılbaşlar ise gerek Osmanlı’nın yaptığı haklı baskıyla gerekse, daha önceki dinleri olan Şamanizm’in ve de Batınîler’in tesirinde kalarak dinle ilgili bir bilgi birikimi oluşturamamışlardır. Bu konuyu isterseniz erbabına bırakalım. Bu konuda Mustafa Ekinci, “Erdebil Tekkesinin Kuruluşu, Gelişmesi ve Anadolu’daki Dini ve Siyasi Faaliyetleri” isimli doktora tezinin 198. sayfasında şöyle diyor: “Anadolu’daki Kızılbaş gruplar arasında tam bir inanç birliğinden söz edilemez. Bu gruplar arasında Caferî Mezhebi’ne mensup olanlar olduğu gibi, kendilerini bu mezhebe bağlı sanmayanlar da vardır. Bazı konularda Caferî mezhebinin etkisinde kaldıkları gibi diğer bazı hususlarda da Batınîlik’ten etkilenmişlerdir. Diğer taraftan İslâm’dan önceki bazı örf ve adetleri de dinî bir kisve altında devam ettirmektedirler. Namazını kılıp, orucunu tutanlar olduğu gibi; ‘Namazımız niyazımızdır, orucumuz da Muharrem Orucudur’ diyenler de vardır. Diğer bir tabirle en mutedil grupların yanında en aşırı gruplara da rastlanmaktadır. Bu şekil bir inanç haritasına sahip olan Kızılbaşlar’ı tek bir mezhep mensubu göstermek mümkün görünmemektedir. Anadolu’daki Kızılbaşlar nev’i şahsına münhasır olarak mezhepler tarihindeki yerini almışlardır.” Sünnîlerle Kızılbaşlar arasında oluşan bu soğukluk da nesilden nesile geçerek, günümüze kadar ulaşarak; adeta insanların genlerine kazınmış gibi irsî bir hal almıştır. Bir zamanlar gurur ve ayrıcalık sembolü olan kızıl başlık ve Kızılbaşlık da anlamını yitirerek mecrasını değiştirmiş, farklı mecralara çekilerek, farklı anlamlar kazanmış, kazandırılmış ve hakaret içeren bir tabir haline gelmiştir.

Neredeeen nereye? Sünnîlikten Şiîliğe, Safevîyye’likten Safevî Devleti’ne, Şeyh Safiyyüddîn-i Erdebîlî’den Somuncu Baba’ya, Şah İsmail’e.

FATMA TOKSOY

KAYNAKLAR

v Hoca Sadeddin Efendi, Tacü’t-Tevarih, çev. İsmet Parmaksızoğlu, c.IV, Ankara: Kültür Bakanlığı, 1992.
v Solak-zâde Mehmed Hemdemi Çelebi, Solak-zâde Tarihi, çev: Vahid Çabuk, Ankara: Kültür Bakanlığı, 1989. c.I, 439-471; c.II, s.s. 1-111.
v Mustafa Ekinci, Erdebil Tekkesinin Kuruluşu, Gelişmesi ve Anadolu’daki Dini ve Siyasi Faaliyetleri, [Tez, Doktora Tezi, Harran Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı, 1997] .
v Giyas Şükürov, Safevî Devleti’nin kuruluşu ve I.Şah İsmail Devri, [Tez, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, sosyal Bilimler Enstitüsü, İlahiyat Anabilim Dalı, 2006].
v Reşet Öngören, Osmanlılarda Tasavvuf, İstanbul: İz Yayıncılık, 2000, s.s. 54-60, 247-250, 342-384.
v Mithat Sertoğlu, Osmanlı Hükümdarlarının Kıyafetleri, Resimli Tarih Mecmuası, sayı: 34, Ekim 1952, s.s.1774-1778.
v Fatma Aslışen, Şah İsmail’in Türk Siyaseti ve Kültürel Yeri, [Tez, Yüksek Lisans Tezi, Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, 2006].
v Tufan Gündüz, Şah İsmail, DİA, İstanbul 2010, c. XXXVIII, s.s.253-255.
v Mürüvet Karagöz, Safavî Devleti’nin Kuruluş Dönemi, [Tez, Yüksek Lisans Tezi, Harran Üniversitesi, Sosyal bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, 2010], s.s. 29-67.
v Adnan Er, Safevî Devleti’nin Yıkılış Sebepleri, [Tez, Yüksek Lisans Tezi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, 2008], s.s. 19-37.
v Ahmet Akgündüz- Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, İstanbul: OSAV, 1999, s.s. 133-148.
v Erhan Afyoncu, Yavuz’un Küpesi, İstanbul: Yeditepe Yayınevi, 2010, s.s.11-13.

Bu Yazı Seyyide Dergisi’nde Yayınlanmıştır
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Bu forum kilitlendi: mesaj gönderemez, cevap yazamaz ya da başlıkları değiştiremezsiniz   Bu başlık kilitlendi: mesajları değiştiremez ya da cevap yazamazsınız    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> TASAVVUF Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com