EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Vasatizm

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FELSEF'Î DÜŞÜNCELER
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Ekm 31, 2010 1:36 am    Mesaj konusu: Vasatizm Alıntıyla Cevap Gönder

Vasatizmin sermayesi ve neoliberal medya toplumunda popülist elitizm
Selçuk Salih Caydi
19 NISAN 2011



GİRİŞ

Konumuz esasen medya ve medya toplumu olunca, neoliberal toplumlardaki dikkat çekici gelişmelerin başında -Türkiye'de adına kısaca 'Yandaş Medya' denen medyatik olgu/gelişme geliyordu. Bunun ne demek olduğu bağlamda, Pierre Bourdieu'nün 'Sembolik Kapital' diye adlandırdığı yeni sanal kapital türlerini de incelemek gerekiyor dersek, listeyi kuşkusuz oldukça kısa tutmuş oluruz. 'Yandaş Medya' olayı, en tipik örneğini İtalya'da yaşayıp etkisini yitirdi. Neoliberal toplumların, aynı zamanda vasatın diktatörlüğü haline nasıl geldiğini, yeni "elitler"i nasıl ürettiği, bu elitlerin vasat özelliklerini ve bu vasatlığın şimdi daha iyi farkedilip değiştirilmeye çalışılması, bu yazının ilgi alanı olacak.

Neoliberal toplumların medya tarafından oluşturulan yeni elitlerini incelerken, vasatizmin neoliberal toplumlarda nasıl işlediği hakkında bir fikir sahibi olmak da mümkün. Yeni medya ve Medya toplumu 'Mediokrasi' (Mediokratie/mediocracy), neoliberalizmden devralındı. Ama günümüz postkapitalist döneminde, neoliberal medya toplumunun hızla değişerek yeni bir boyut kazandığını söyleyebiliriz. Neoliberal dönemin asıl önemli ekonomik özelliği olan 'Sanal Kapital'e ek olarak -benzeri karakterde- bir de 'Sosyal ve kültürel sanal kapital'den bahsetmek gerekiyor.

Bourdieu'nün havada kalan 'Sembolik Kapital'ini bu şekilde yere indirmek mümkün olabilir. Medya toplumunun olaylara "seyirci" kalan tüketici bireyinin, postkapitalist dönemde seyirciliği bırakıp aktifleştiğini, sokağa indiğini görüyoruz. Apolitik neoliberal insanın, postkapitalist dönemde aktifleştiği de ayrı bir veri. Türkiye'de bu sıçrama, "Sustukça sıra sana gelecek" mantığının özellikle medyada yer bulması sonucu ortaya çıktı; gene bir medya olayı ve esasen vasatizme karşı bir isyan olduğunu belirtmeliyiz. Korku duvarının aşılması, sadece Arap ülkelerinde değil, Türkiye'de de yaşandı. Biz burada, Türkiye'de geniş kabul görmesi ve tartışılması nedeniyle 'Vasatizm'den de bahsetmek zorundayız (Serdar Turgut Habertürk'te bu konuda birkaç yazı yazdı. Gazete yazısı formatında olması nedeniyle fazla derinlere inmeyen bu yazılar, oldukça yararlıydılar. Ama Serdar Turgut ölçüsüz. Yazılarında -örnek verirken- mesela Ahmet Şık'ın kitabına "İmamın Ordusu" adını vermesini Ahmet Şık'ın "nefret söylemi"yle açıklamaya kalkmak gibi, inanılmaz derecede saçmalayabiliyor. Ayrıca Serdar Turgut'un 'Vasatizm' niyetine yanlış kullandığı 'mediocracy' teriminin 'vasatizm' anlamına gelmediğini de belirtmekte fayda var. Serdar Turgut bu terimi, Fabian Michael Tassano'nun bir kitabının başlığından alıyor. Ama bu terim esasen, 'Medya toplumu' anlamında kullanılıyor. 'Vasatizm' teriminin doğrusu: 'mediocrity/Mittelmäßigkeit' olmalı. Tessano blogunda, 'Ersatz culture' diye bir terim daha kullanıyor -ki bence çok daha ilginç bir terim).

Günümüzde vasatın diktatörlüğü sallanırken ve kalite talebi yükselirken, vasatizm konusunun kökeninde, neoliberalizm döneminde hakimiyetini ilan eden (ama postkapitalist dönemde çökme eğilimleri gösteren) yeni bir tür çoğunlukçu popülizmin yattığını unutmamak zorundayız. Neoliberalizmin temel özelliklerinden medyatik çoğunlukçu popülizm, en tipik örneğini Silvio Berlusconi italyasında yaşamıştı, şimdi krize girmiştir. Neoliberal dönemde kalitenin nasıl olup da bu ölçüde dip yaptığı ve vasatın makbul hale geldiği konusu, neoliberalizmin sosyo-ekonomisiyle ilgili bir durum...

NEOLİBERAL MEDYA TOPLUMUNDA ELİT

Türkiye'de 1990'lı yıllarda yükselip 2000'li yıllarda zirvesine ulaşan ve 2008'deki sonundan itibaren hızla değişmeye başlayan 'Neoliberal Medya Toplumu'nun elitleri, esasen medya tarafından oluşturulmuş 'Ünlüler' idi. Bu özellik, kapitalizmin iyi/kötü işlediği bütün dünyada benzeri özellikler taşıdığından, yazının bundan sonrasında daha genelleyerek konuşacağız. Neoliberal toplumlarda gelişen 'Elit' anlayışı, medyanın oluşturduğu bir anlayıştı ve 'Yandaş medya' kurmak anlayışına da bu temel özellik yön vermişti. Çünkü toplum, bir seyirciler toplumuydu. Basında adeta -halk adına- çeşitli kesimlerin mücadele ettiği görüntüsü vardı. Halk bu olayı pasif bir şekilde basından/medyadan izlemekle yetiniyordu. Bu denklemde asıl gözönünde bulundurulan şeylerin, reyting ve tiraj olduğu düşünülecek olsa da, bu konunun da önemli ölçüde manipüle edildiği söylenebilir. İşte bu noktada, demokrasilerin 'Dördüncü Kuvvet'i olması gereken medyanın, kendi ticari çıkarlarını gözeterek doğrudan demokrasi oyununa karıştığı gözlendi. Türkiye'de (ve tabii İtalya'da) bu manzara oldukça kesindir. 1990'lı yıllarda bütün büyük "iş" gruplarının/holdinglerinin (ve tabii para odaklı "cemaatler"in) basın işine girdiğini hatırlayın... Basında olmak, iktidara etkide bulunmak demekti ve bu temel fikir, 2008'e kadar esasen belirleyiciydi -gücünü de pasifize olmuş seyirci toplumdan almaktaydı.

Bu "gücün" kaynağı olan pasif toplum olgusunun, aynı zamanda 'Doğu Demokrasisi'ne "güç" veren anlayış olduğunu biliyoruz: "Cepler dolu olunca, özgürlükler pek de önemli değildir" anlayışı, başta Çin olmak üzere, İran'da hakim olan ve sonra Türkiye'de de giderek kurumlaşan 'Doğu Demokrasisi'nin ana fikriydi. Bilindiği gibi Neoliberal Kapitalizm, sosyalizmin çöküşü ertesinde dünyanın tek ekonomik sistemi olarak ortaya çıkmıştı ve itiraz kültürünün temsilcisi sosyalizm yenilmişti. Bunun bir sonucu olarak, itirazı medyaya havale eden kısa bir refah dönemi yaşandı. Neoliberal dönem aslında çok kısa sürmüştür ve Yugoslavya savaşından Irak savaşına kadar, eski sosyalizm bölgesini "tımar etmek"le çok uğraşmıştır.

Bu pasif dönemin elitlerini, reyting/tiraj belirledi ve belli bir kalite üzerinden değerlendirilen 'Elit' anlayışı hızla tasfiye oldu. Neoliberal dönemin elitizmi tamamen medya ürünü olduğu için ve kaliteden çok tanınmışlık üzerine kurulu olduğu için, vasatizm, neoliberal dönemlerin temel "vasfı" haline gelmiştir. Burada, kapitalizmin nasıl bir kalite katli anlamına geldiğini ve bozuk insan malzemesini nasıl toplumun tepesine doğru yükselttiği mekaniğini saklı tutuyoruz elbette (Konu hakkında daha etraflıca bilgi için bkz.: "Daha Nereye Kadar" başlıklı kitabımın ilk yarısındaki makaleler). Neoliberal dönemin 'Elit' anlayışını anlamak, çözülen neoliberal devri daha iyi anlamak bakımından önemli. Medya mamulatı elitlerin olağanüstü birşeyler başarmaları gerekmiyordu, sadece medyada sık görünmeleri yeterli oluyordu -çünkü bu anlayışta esas olan kalite değil reyting/tiraj idi. Bunun için de kalite değil sansasyon esastı. Bu özellik, günümüzde kısmen aşınmakla birlikte devam ediyor. Sansasyon haala önemli. Yeni medya eliti hızla ekranları ve "gönülleri" fethederken, belli bir kalite ve yaratıcılık sonucu 'Elit' adını haketmiş eski elitlerin hızla gözden düştüğünü görmüştük. O aşamada, herkesten, pop-star olması beklendi. Deprem profesörlerinin bile popüler olmak zorunda kaldığı bir dönemdi. 'Elit' sayılmak için çok görünmek yeterliydi. İşte vasatizmin, yani orta zekanın ve ortalama aşağısı banalizmin, trivialliğin, aptallığın iktidarı, bu şartlar altında kurulabilmiştir. Medya toplumunun bu özelliğini gören bütün vasat neoliberal tüccar iktidarlar, 'Yandaş Basın' kurmak için ellerinden geleni yapmışlardır ve bu basın başta oldukça etkili de olabilmiştir. Fakat 2008 sonrasında bu durumun hızla değiştiğini görüyoruz -ki tekrarlayalım: İtalya örneği en tipik örnektir bu konuda da.

SANAL KAPİTALİN SANAL KÜLTÜRÜ VE 'SEMBOLİK KAPİTAL'

Lenin, son önemli kitabı 'Emperyalizm'de, finans kapitalden bahseder. Klasik Emperyalist Devrin -ki 1945'de sona ermiştir- özelliklerinden biridir finans kapital ve 1980'lerin ortasında başlayan (ve 2008'de sona eren) Neoliberal Devrin 'Bütüncül Emperyalizm'ine uygun bir hal almış, 'Sanal Kapital' haline gelmiştir. Sanal kapital, Nixon döneminde (Vietnam Savaşının en cıvcıvlı döneminde) kaldırılan altın endeksi ile birlikte tohumu atılmış bir fenomendir ve daha sonra sıklaşan tüm finans krizlerinin de başlangıcıdır. Neoliberal dönemde mikroelektronik devrimin verdiği ivmeyle kapital, sadece bilgisayar ekranlarında varolan sayılar kalabalığı haline gelmiştir ve bu garip durumun başka yansımaları olmuştur elbette. Bu yansımaların başında, başka sanallıkların ortaya çıkmasıdır. Mesela ne idüğü belirsiz medyatik 'Elit'ler, bunun bir yansımasıdır ve sanal kapital gibi sadece ilgi/teveccüh ürünü oluşuklardır! Bu konuyu daha dikkatli incelemek zorundayız, çünkü günümüzde geçerliğiliğini (değişerek) sürdüren 'Medya Toplumu'nda Facebook, Twitter & Co. gibi fenomenlerin etkisi burada gizlidir. Bugün medyada bile birçok "yazar", Facebook ve Twitter'le devrim/mevrim olmayacağını, asıl devrimin sosyo-ekonomik dayatmaların bir sonucu olduğunu iddia edebiliyor -sanki Facebook ve Twitter sosyo-ekonomiden bağımsızlığını ilan edip bayrak dikmiş gibi! Nasıl 'Sanal Kapital' diye birşey varsa, bir de 'Sanal Kültür' var, hatta bir de 'İlgi/teveccüh Borsası' gibi birşeyler var ve bu sayede birkaç yıl önce kurulmuş Facebook'un "değeri" milyar Dolarlarla ifade ediliyor!

Neoliberalizmin tüketici fetişisti "demokrasi" anlayışı, özünde, "Müşteri velinimetimizdir" mantığıyla aynı olduğu için, müşterinin seçimi esastı ve onlar 'Elit'in kim olduğunu reyting/tiraj üzerinden "demokratik bir şekilde" belirliyordu, belirlediler de: İbrahim Tatlıses, Hülya Avşar vd... İlk kez 'Elit' kavramının, kalite kavramından büyük ölçüde ayrılarak yeni bir kategori oluşturduğu görüldü. Bunun yeni olan bir tarafı da vardı. 'Elit' olmak, klasik kalite/eğitim/akıl/yaratıcılık gibi temel faktörlerden ayrılarak esasen sansasyon üzerinden halka açılıyordu ve medya bu anlayışı devam ettirerek kendine tekkullanımlık yeni 'Elitler' yaratmak/bulmak için pop-star arayışlarına kadar düşüyordu.

Sanal kapitalin sanal kültürünün belirleyicisi, ilgi/teveccüh idi. Bir türlü anlaşılamayan ve "nerden kazanıyorlar ki?!" diye sorulan yeni elektronik medyanın ve sosyal paylaşım ağlarının sırrı, ilgi/teveccüh'te yatıyor. Sanal Kapital, aslında olmayan birşey olduğundan ve tamamen 'Güven Endeksi' dediğimiz sanal bir inanca dayanarak nasıl yaşıyorsa... Sanal Kültür de, 'İlgi/teveccüh' dediğimiz sanal bir inanca dayanıyor ve bu faktörü artırdığı/yaygınlaştırdığı oranda değer kazanıyor. Bu faktörün kapitale tahvil edilmesi konusunda birşeyler söylediği için değinmeden geçemeyeceğimiz kişi ise Pierre Bourdieu (1930-2002). Daha 1979 yılında, Kültür hayatındaki ince farkları ve olayların paraya çevrilmesi konularını incelemeye başlayan Bourdieu, "İktidarın gizli mekanizmaları"nı kültür üzerinden anlatırken, 'Sembolik kapital' gibi altı oldukça boş ama ilginç bir kavram kullanıyor. Mesela Bourdieu'ye göre 'Sosyal kapital' diye birşey vardır ve bir topluma dahil olmakla edinilen imtiyazlar, bu 'Sosyal Kapital'e dahildirler. 'Kültürel Kapital' de buna benzer birşeydir (Bourdieu, bu "Kapital türü"nü üç ayrı kategoride ele alıyor). Ama Bourdieu'nün burada bizi ilgilendiren 'Sembolik Kapital'i, neoliberal elitleri incelemekte kısmen yardımcı olabilir. Yeni ve eski medyanın da yardımıyla kitlelerin dikkatini çekenlerin, medya toplumunda 'Maddi olmayan zenginlik' sahibi olduklarından yola çıkan Pierre Bourdieu, bu zenginliğin, ilişkiler (sosyal bileşen) ve ilgi/teveccüh (medyatik/kültürel bileşen) üzerinden büyüdüğünü ve geniş "müşteri topluluğu"na ulaşmak için trivialleştiğini/vasatlaştığını (tabii başka şekilde) anlatıyor. Buradaki 'Kültür' sadece avam değil, aynı zamanda -belli bir kültürel birikim olmadan da ulaşabilinen- bir tür popüler kültür olma özelliği taşıyor, yani belli bir kaliteye de erişebiliyor, ama bu, bütüne baktığımızda düşük bir genel kalite demek oluyor (Bkz.: Pierre Bourdieu, "Die verborgenen Mechanismen der Macht und Die Regeln der Kunst" 1992. Derlenmiş toplu makaleleri).

Yeni medya da eskisi gibi informatif/bilgilendirici özelliklere sahip. Ama toplumlardan edinmek istediği ilgi/teveccüh karşılığında bedava hizmet sunuyor. Yani bu konudaki para alışverişi olayını aşmış oluyor. Tabii olay bu kadar basit değil, çünkü bunun da bir maddi karşılığı var ama doğrudan değil dolaylı bir karşılık bu. Bourdieu'nün 'Sembolik Kapital'i, neoliberal toplumlarda bazılarının sahip olduğu bu sosyal/medyatik ünlü olma potansiyeliyle ilgili bir durum olarak ortaya çıkıyor. Bourdieu'nün bu konularda hızını alamayıp 'Sembolik Güç/İktidar'dan bahsettiğini de biliyoruz. Tabii bu sanal konuların, artık eskisi gibi işlemediğini de unutmayalım. Burada bozulan, neoliberal toplumun özüdür, yani 'Sanal Kapital'dir. 2007'de başlayan finans krizi ve ardından 2008'de başlayan ekonomik kriz, bir bankalar krizi olarak şekillendi ve birçok 'Sanal' kaonuyu da değiştirdi. Bu değişikliklerin başında, aniden havaya uçabilen 'Sanal Değerler'den, kalıcı 'Sahici değerler'e dönüş gelmektedir ve yeniden kalite arayışı bu noktada devreye girerek vasatizm tarlasını tarumar etmiştir.

NEOLİBERAL POPÜLİZMİN İFLASI

Bu kadar engin bir vasatizmin, sadece "müşteri memnuniyeti" üzerinden ve siyasi koruma/kollama desteğiyle bu kadar uzun süre yaşayabilmesi, Doğu demokrasisi'nin temel varsayımına dayanıyor demiştik: "Ekonomi iyi işliyorsa, özgürlükler geniş olmasa da olur." Sosyalizm sonrası sistemin merkez ülkelerinde (ve Türkiye gibi yerlerde yoğun özelleştirmeler sonucu) yaşanan kısa tüketici refahı dönemi, totalitarizme açık Doğu Demokrasilerinin popülerleşmesini sağlamıştı. Berlusconi'nin medya destekli tek adamcı popülizmi, "tüketicinin mal seçimi" anlayışını demokrasiyle özdeşleştirmeye kalkan ve Doğu Demokrasisiyle akraba bir anlayıştı. Türkiye'de AKP iktidarının uzunca bir süre "ileri demokrasi" sayılabilmesi de, dünyada yaygın bu neoliberal tüketici popülizmi sayesinde olabilmiştir. Şimdi bu popülizmin, önemli ölçüde terkedilmekte olduğunu, onun yerini insani değerlerin ve kalitenin almakta olduğunu görüyoruz. Bunun çok somut bir nedeni var: İnsanlar, sanal değerler ve onlara yaslanan değişkenlerin ne kadar boş ve tehlikeli olduklarını anladılar. Dünyanın en büyük bankaları birkaç gün içinde iflas ediverdi. Ve hepsinin de sayısal yalanlar söyledikleri, 'Güven Endeksi'yle işleyen neoliberal finans sisteminin ve onun ürettiği Vasatizmin, nasıl koca bir balondan ibaret olduğunu anladılar. Bu noktada, kalıcı ve sabit değerlerin, gerçek kalitenin önemi yeniden ortaya çıktı. Vasatizmin tehlikesi bir yana, yaratıcı/üretici olmadığı, sadece tüketici/kantitatif (çokluk üzerine kurulu) "çözümler" üretebildiği, kriz döneminin sahici kalite gerektiren yapısına uygun olmadığı da anlaşıldı. Vasatizmin sanal kapitali gibi, popülist elitizmine de güvenilmiyor. Herşeyden önce böyle vasat oluşukların, ancak az sorunlu refah dönemlerinin yansıması olabileceği ve insanları aptallaştırdığı, hayat kalitesini düşürdüğü anlaşıldı. Hayat kalitesini kaliteli betonla eş tutan bir anlayışın, postkapitalist çağda yaşamını sürdürmesi imkansızdır. Şimdi yaşanan, sermayesini tüketen neoliberal Vasatizmin, mümkün olduğunca kansız ve demokratik yöntemlerle aşılması olayıdır -hem siyasi alanda, hem de kültürel alanda. Bu mücadeleyi kimin kazanacağı da şimdiden belli olmuştur: Postkapitalist döneme özgü, sanal olMAyan değerler ve evrensel kalite.

http://konstantiniye.blogspot.com/

Serdar Turgut
Vasatizm
30 Ekim 2010

BİRÇOĞUMUZUN gündelik yaşamımızın her alanında şahit olup da şimdiye kadar dillendiremediğimiz vahim bir gelişme var.
Türkiye'de yaşamın her alanında vasatlık hâkimiyet kazanıyor.
Bu sadece siyasette olan bir şey değil. Hayatın her alanında, her kurumda, her ilişkide aniden saldırıya geçti vasatlık.
Vasat, İngilizce "mediocre"dır; hayatın her alana yaygınlaşmasıyla bir iktidar türü de ortaya çıkar ki bu da "mediocracy"dir (vasatizm).
Türkiye'de bu yaşanan aslında sürpriz değil; çünkü vasatlığın tırmanışını inceleyen yazarlar, bunun eşitlikçi popülarizmin yoğunluk kazandığı toplumlarda kendisine çok uygun gelişme koşulları bulduğunu söylüyor. Bu toplumlarda her türlü yaratıcı, farklı düşünce de tehlikeli bulunur ve vasatlık en rağbet edilen insan özelliği olur. Vasatı tutturan korunup kollanır, ona fırsatlar açılır.

VASAT OLMAYANLAR HİZAYA SOKULACAK
Bu tür toplumlarda iktidarlar görünürde son derece eşitlikçi bir söylem kullanırlar, ama aslında o söylem, vasatı koruyup kollayan "paternalist elit"i kollamak için oluşturulmuştur. Çünkü aynı söylem, paternalist eliti eleştirebilecek olanları da dışlamak ve kontrol altında tutmak için kullanılır.
"Mediocracy: Inversions and Deceptions in an Egalitarian Culture" adlı kitabında Fabian Tassano, bu yönleriyle vasatizmin komünizmle paralellikleri olduğunu söylüyor.
Aleksandr Soljenitsin, Batı toplumlarında yaygın olan vasatlığı birçok yazısında eleştirmiştir.
Çağdaş Batı toplumlarında vasatlık, çoğunlukla siyaseten doğruculuk (political correctness) ideolojisiyle empoze edilir, hizadan çıkanlar o söylemle hizaya sokulur.
Vasatın tırmanışta olduğu Türkiye'de, siyaseten doğruculuğun da tırmanışta olduğunu görelim. Hâkim söylemin dışına çıkabilecek potansiyel düşünceler daha önceden karalanıp neredeyse suçlu duruma düşürüldüğünden, vasatın hâkim olduğu tek tip insandan oluşan Türkiye'ye hızla gidiliyor.

HÜRRİYET ÖRNEĞİ
Hayatın her alanında bu gelişme yaşanıyor; ben kendi mesleğimden örnek vereceğim.
Zaten otosansür kıskacı altında bulunan gazetelerin çoğu deneysel olandan, farklı olandan kaçındıkça, vasata onları ilgilendiren haberlerle hitap etmeyi ön plana çıkardıkça, çoğu birbirine benzemeye başladı ve hızla vasatlaştı.
Bu trendi en güzel Hürriyet Gazetesi'nin yaşadığı süreçte görebilirsiniz. Sitcom gazeteciliğine en fazla tepkiyi yine vasat gazeteciler duymuştur. Vasatlık, en rahatlatıcı ideolojidir; çünkü vasat olmayı kabul ettiğinizde, yeni olanı, farklı olanı yapma zorunluluğundan kurtulursunuz, orijinal hiçbir fikir oluşturmadan gazeteci olabilirsiniz.

BU BİR TEHLİKE
Hızla yaygınlaşan ve hegemonyasını sağlamlaştıran vasatlık, Türkiye için neden büyük bir tehlike biliyor musunuz?
Geçenlerde yazdım, Türkiye bugün ekonomisinde, dış politikasında dünyada takdir toplayan başarılar kazanıyor, en fazla gelecek vaat eden ülke olarak görülüyor.
Bu çok güzel de acaba toplum olarak bunun içini doldurabilecek miyiz?
Bu gelişme hızı ve varılacak nokta, toplumdan belirli bir kalite düzeyi de ister. Siz dünya gücü olma hayalinizi sadece ekonomik gücünüzle, dış politika manevralarınızla gerçekleştiremezsiniz. Eğer kaliteye de yatırım yapmazsanız bütün başarılarınızın içi boş kalır. Bu nedenle Türkiye'nin bu aşamada vasatlaşmak yerine hızla vasatlıktan çıkmaya, yaratıcı ve farklı düşünen insanlara ihtiyacı var.
Vasatın hegemonyasının demokrasinin büyük başarısı olduğunu zannedenler, bunun aynı zamanda demokrasinin sonu olabileceğini görmeliler. Çünkü vasatın iktidar olduğu yerde otoriter ya da faşist yönetimlerin iktidara gelmesi çok daha kolaydır. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
Habertürk

Etyen Mahçupyan: Yoğun bir vasatlığın içinde yaşıyor, kendimizi ‘bilgili’ veya ‘akıllı’ sanabiliyoruz…
23/07/2017 10:51

Share
3
Flip
+1
Pin
Tweet
Pocket
SHARES 3


Kendimizi kandırmayalım… Birçok hasletimiz olabilir, ama yarattığımız gündelik kültür ideoloji temelli aptalca tutum ve davranışlara, cahilce kanaat ve değerlendirmelere çok yatkın.

Kamusal alanı belirleyen yoğun bir vasatlığın içinde yaşıyor, tam da bu vasatlığı paylaştığımız için kendimizi ‘bilgili’ veya ‘akıllı’ sanabiliyoruz…

Reklam

Kültür kendini besler, yeniden üretir ve her yeni nesli var olan ortama uyum sağlamak zorunda bırakır. Eğer düşünme ve sorgulama özelliklerine sahip olmayan bir kültürünüz varsa, bu özelliklere sahip olanlarla aranızdaki mesafe tabi ki açılacaktır…

Türkiye’nin Batı standardını görmüş ve Türkiye’de yaşayabilen yeni nesillere ihtiyacı var. İşin ilk kısmı kolay… Ama ikinci kısmı, yani gerçekten düşünmeyi öğrenen nesilleri Türkiye’de tutmak zor…

Etyen Mahçupyan’ın yazısının tamamı için: http://www.karar.com/yazarlar/etyen-mahcupyan/cehalet-kultur-olunca-4522

Entelektüalizmin krizi
SELÇUK SALIH CAYDI
16.11.10

Bu konu hakkında ne zamandır not tutan biri olarak kısaca şunu söyleyebilirim:

Entelektüeller, tarihi zirvelerine 20'inci yüzyılda eriştiler. 11 Eylül 2001 sonrasında, entelektüalizmin hızlı bir erozyona uğradığı ve etkisini önemli ölçüde yitirmeye başladığını söylemek mümkün. Erozyon, asıl Sovyetler Birliği'nin çöküşüyle başladı. Bu konularla ilgili özellikle Fransa'da çok sayıda kitap yayımlandı.
Türkiye'de bu bozulmanın en tipik özelliği, Solculuktan "ayrılmadan" vahşi neoliberal kapitalizmin avukatlığına soyunan "Liberaller" oldu. Onlardan "cesaret" alan ve çağdaş vasatizmin temsilcisi olan engin bir "İslamcı aydın" deryası da, bu iflas sonrasının çarpık ürünleridir. Liberallerle başlayan Liberal-İslamcı kırması akımın bir devamı yoktur. Bu anlamda Liberaller, Türkiye'de bildiğimiz entelektüalizmin iflasını temsil ediyorlar.
Tabii Türkiye'deki bozuk türü bir yana, dünyada entelektüalizm, değişerek yoluna devam edecektir. Entelektüalizme hangi açıdan, hangi düşünme biçimleri açısından ve hangi konularda ihtiyaç olabileceği ve işe yaramayan yanlarının neyle tamamlanabileceğini konuşmak zorundayız. Mesela 'Televizyon entelektüeli' diye, konuşacağı istikameti televizyon moderatörünün belirlediği bir tip var. Artık pazar söyleşisi yapılacak adam/kadın kalmamasının bir nedeni de bu yeni tip entelektüel. Konuşma hürriyetinin olduğu, ama eylem hürriyetinin olmadığı post-demokrasilerde can sıkıntısı ve vasatizm de kaçnılmazdır!

http://konstantiniye.blogspot.com/

VASATİZMİN İSTİLASI...
SALIH SELÇUK
9.11.10

Dün Serdar Turgut'un uyaran yazısı, dikkat çekiciydi...
Vasatizm adeta bir istila gibi, her alanı kaplıyor...
Hükümetin hem "Büyük/yeni Türkiye"den bahsetmesi, hem de o Türkiye'lerini böylesi engin bir vasatizme teslim etmeleri, zaten vasatizmin bir ifadesi...
Serdar Turgut, Hükümeti vasatizmin dışında tutmuş!..
Ban bunu Türkiye'deki otosansürün tipik bir ifadesi sayıyorum...
Ve Türkiye'de artık konuşulamıyor...
.......
Bir de böyle "bi'şiy" var!..
Ve bu, yüzde 58'i pek rahatsız etmiyor!..
Demokrasi ilk piyasaya çıktığında, sadece eğitimli/kültürlü bir azınlık (vatandaş!) oy hakkına sahipmiş...
Halkın tamamına oy hakkı -bugün dünyanın en normal şeyi sayılıyor ama- çok yeni bir şey. Tarihi yüz yıl bile değil...
Şimdi -popülizm çağında- iktidarlar vasatizmin elinde... Vasatlaşma sadece Türkiye'ye özgü bir şey değil. Vasatlaşma ve bozulmanın esasen kapitalizme özgü olduğunu ve nasıl işlediğini, mekaniğini daha önce defalarca yazdık...
Bence önümüzdeki dönemde yaşanacak hızlı değişim, demokrasinin ve ekonominin, toplumların en ilkel güdülerine göre vasatizm tarafından yönlendirilmesine karşı yeni yöntemler bulacak...
Bugün çok özenilen eski edebiyatçılar, filozoflar ve büyük devlet adamları "herkese oy hakkı" diye birşeyin olmadığı bir devirde yaşadılar -buradan hatırlatmış olalım...
Günümüzde hızlı ve yaygın iletişim, halkın seviyesini eski zamanlarla kıyaslanmayacak ölçüde yükseltti. Ama bugünün vasatizmi, enformasyon ve bilgi ile ilgili birşey değil...
Bunlar kimseyi rahatsız etmiyor...
Gidişat felaket, ama herkes gününü yaşıyor...
Çocukların geleceği falan da kimsenin umurunda değil...
Binmişler bir alamete, gidiyorlar kıyamete...
Böyle bir devirde, üstüne üstlük otosansür var...
En solundan en sağına kadar, vasatizmin temsilcisi Hükümet çevrelerinin hoşuna gitmeyecek şeyleri kendi sayfalarından ayıklıyorlar...
Serdar Turgut'un itirazı oldukça cılız..
Buna rağmen, hiç yoktan iyidir...
Bugün her eleştiriyi hakaret sayıp susturanlar, Türkiye'yi vasatizme teslim edenler, bir gün bu baskıların şiddet olarak kendilerine geri döneceğini bilmeliler...

http://konstantiniye.blogspot.com/

Vasatizm
01 Jan 2010
Yaprak Özer

Bir varmış bir yokmuş… Dünyanın en güzel coğrafyalarından birinde, tarihiyle dokusuyla güzel bir ülke varmış. Bu ülkenin içinden yalnızca güzelim doğa değil, güzelim bir tarih geçmiş. Tarih boyunca gelen geçen kavimler bu coğrafyada soluklanmak istemiş. Çocuklar burada daha güzel büyüyüp serpilmişler, matematik, gök bilimi bu coğrafyada yeşermiş, dünyaya söz geçiren, bölgeyi yönetenler buradan çıkmış. Hamurundan mı suyundan mı havasından mı bilinmez…

Yaratan da bonkör, bu ülkeye olabilecek her şeyi vermiş. İnsanlara da bol keseden akıl dağıtmış. Ama o kadar çok gelmiş ki akıl, ne yapacaklarını bilemedikleri zamanlar olmuş. Her yolu denemişler, sonunda bu ülkenin insanları vasat olmayı tercih etmiş.

Vasat olmak demek 5′den şaşma 6′yı aşma demek. Çalışmazsın, hırs yapmazsın, yetecek kadar enerji harcarsın. Ödev yapmazsın, sınavdan kaçar ya da kopya çekersin.

Ama, her şeyin en güzelinden olsun istersin. Çalışma ama olsun! Çalışmak yakışmaz be güzelim. Biraz akıl kullansan kafi.

Politikacısı, bürokratı, askeri, polisi, öğrencisi… Annesi-babası, avukatı-doktoru mühendisi- akademisyeni… Hepsi böyle! Vasat.

Ambulansa adam taşınırken sağlık görevlilerinin hastayı kafa üstü yere düşürdüğü bir ülke daha nerede var? Düşen hastayı bir şey olmamış gibi kaldırmak, haydi diyelim o anı kurtarmak için uygun, ama ertesi gün bir başka hastayı düşürmemek için önlem alındığını düşünüyor musunuz?

Hadi canım sende! Vasat günü kurtarır. Yarından ona ne. Sonra onun işi değil ki bu. Versinler ona yönetimi hepsini düzeltir, o başka…

Sanatçılarının bilse de bilmese de her telden konuştuğu bir ülke daha nerede var? Şarkıcıdır, “açılım”dan konuşur, hatta devletin üstünü telefonla arar, “aferin çocuklar böyle devam edin” der. Herkes de alkışlar.

Her gün şarkı sözü yazıp her sene albümler çıkaran, bu nedenle her yazdığı ve söylediği şarkı bir öncekiyle neredeyse aynı olan sanatçılara sanatçı denir mi? Benim bildiğim denmez, ama sizi bilmem. Trikotaj atölyeleri de böyle işliyor. Veriyorsun bir yerden sana sürekli triko çıkarıyor. Ama hepsi aynı. Zaten maksat bu. Bir sürü aynı çıkarmak. Ya sanat?…

Her gün köşe yazan ve bununla birlikte cemiyet hayatından eksik olmayan gazeteciler nerede var? Her gün köşe yazmak guiness rekorlar kitabına girmekle eşdeğer. Diyelim fikrin var, yaratıcısın, içini nasıl dolduracaksın? Vasat adamın işi değil ama akıllı işi de değil. Akıllı rezil olmaktan korkar. Vasat ise her gün sağa sola sataşarak gündem yaratmaya ya da gündemde kalmaya çabalar. Örneğin köşesinden birine ya övgü ya sövgü gönderir. Vasat köşe yazarının bilgisi olmadığı için her telden çalar. Aynı telden çalmak zordur, farklı telden çalınca defolar daha az gözükür… Sonra unutma ki vasatı okuyan da vasat. Daya gitsin!

Her gün konuşan başbakan, her gün konuşan muhalefet lideri nerede var? Her gün konuşan bakanlar, susmayan bürokratlar nerede var? Yok. Olamaz. Konuşmak için zaman ayırmak, araştırmak, konuşmanın giriş gelişme sonucuna odaklanmak gerek. Yaradana sığınmak ise vasatlara mahsus. Yapacak işi olmayanlar medya aracılığıyla konuşuyor. Birini bile kendi şirketinizde işe almazsınız. Birinin konuştuğuna tepki 24 saat sonra geliyor. Öbürünün yanıtı için 48 saat gerekiyor, işin bir noktaya gelmesi için 3-5 gün geçiyor. Nerede burada tasarruf, katma değer?…

Sürekli toplantı yapmak da böyle bir şey… Sürekli toplantı yapanın çalışmaya vakti olmaz. Bakın çevrenize önemli bir sürü insan! Sürekli toplanıyor da toplanıyor… “İcraat?…” diye sorabilir misin…

Düşünmeden icraat yapan, kervan giderken yolda düzen insanlar nerede var? Çok böbürlenen az iş yapan, az işi çok kişi yapmayı seven, zoru görünce kaçan insanlar nerede var?

Sebat etmek, sürdürmek, sürekli olmak, sistemli olmak, saygı göstermek, selam vermek, gibi S harfiyle başlayan bazı kelimeleri lügatından silen insanlar nerede yaşar?

S harfiyle başlamasa da sevilmeyen ya da duruma göre sevilmeyen başka kelimeler de var. Alternatif örneğin. Alternatif ayakkabı çanta ya da alternatifin alternatif sevgili halinden söz etmiyorum… Alternatifli düşünce! Farklı planlar yapabilme yeteneği gibi. A planı B planı… Yedekli çalışmaktan hoşlanmayan, tamam hallederiz, olsun görürüz diyebilen… Alternatifi olmadığı için birine, bir şeye, bir duruma “mahkum” halinde yaşayan kaç ülke var?

Acele ettiği için ecele giden, bilmese de fikir yürüten, çalışmadan çok para kazanılabileceğini düşünen, hiçbir meziyeti olmadığı halde olması gereken temel vasıflarını meziyet gibi sunan insanlar nerede yaşar…

Peşpeşe açılım yapan, açtıkça açan, her şeyi açan ama halkına açılmayan devlet nerede var?

Vatandaşını baştan suçlu gören, herkesi dinleyen, sonra da “ama beni de dinliyor diyen” devlet nerede var?

Her yanlışa bir kılıf bulan, “ama” ve “fakat” ile cümleye giren çünkü kelimesini gerekçe göstermek yerine sorumlu göstermek için kullananlar nerede yaşar?

Soruna odaklanan, çözümün varlığından habersiz; ispiyonlayan üstünden teflon gibi atan,
Çarpıtınca yanına kar kalan…

Gençlerinin ortalama yüzde 25′i işsiz olan, bunca isşiz varken aralarından kendi firmanıza almak istediğiniz bir tek kişi bile bulmakta güçlük çektiğiniz ülke nerede var?

(..)

Bir işin başına gelince ayrılmayan, iş/hizmet değil koltuk sevdası olan, hayat yıkılsa da “görevimin başındayım” mesajı veren insanların bulunduğu, kendisinden sonra göreve kimseleri yetiştirmeyen büyüklerimizin olduğu kaç ülke var?…

Ölçmeyi bilmeyen, ölçülmekten korkan, ölçmekle ilgili her şeye karşın çıkan bu nedenle “bilmem ki”leri bol olan insanların yaşadığı ülke neresidir?

Ben bilmem kocam bilir.
Ben bilmem öğretmenim bilir.
Ben bilmem devlet büyüklerim bilir.

Ben bilmiyorum gazete yazmış.
Ben bilmiyorum başkasından duydum.
Ben görmedim öyle olduğunu söylediler.

Ben bilmem dinlemeye takılmış.
Ben bilmem biri ihbar etmiş.
Ben bilmem ihbar edeni hiç tanımıyorum.

Vasatizm bu işte.

http://yaprakozer.com/

Merhum Muallim Mahir İz
Mehmet Şevket EYGİ
30 Ocak 2011

Vefatının kırkıncı senesinde Mahir İz Hoca için bir anma toplantısı tertipleyen ve hacmi küçük olmakla birlikte muhtevası büyük bir kitap kadar kıymettar 32 sayfalık bir broşür yayınlayan İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Başkanlığına, bu hizmetleri yürüten daire başkanı Av. Numan Güzel beye teşekkür ve minnetlerimi takdim ediyorum.

Merhum Mahir hoca hakkında keşke şöyle kalıcı bir hizmet daha yapılabilse:

Hocanın değerini, menkabelerini, ahlak ve faziletini, bize örnek ve model olması gereken özelliklerini, hizmetlerini, adam yetiştirmesini anlatan yüz sayfalık küçük bir kitap hazırlansa, her baskısı on bin adetten az olmamak şartıyla basılsa, birkaç sene içinde tirajı yüz binlere, hatta milyona ulaşsa, okuyanlar aydınlansa, ibret alsa, bu kitapçık gençliğe yol ve yön gösterse... Bu kitapçığı mütalaa edenler ilim irfan, ahlak fazilet, ihlas mürüvvet neymiş; vasıflı bir öğretmen nasıl olurmuş, İslam'a nasıl hizmet edilirmiş, nasıl adam yetiştirilirmiş öğrense... Ne iyi olur değil mi? Bizde böyle hizmetler niçin yapılmıyor?

Sadece Mahir bey için değil, yakın tarihimizin, Müslüman kütleler tarafından yeteri kadar bilinmeyen ve değerlendirilmeyen yirmi beş kadar şahsiyeti için de böyle hizmet kitapları çıkartılmalıdır. Ali Fuat Başgil...Nurettin Topçu...Hasan Basri Çantay...Celalettin Ökten Hoca... Ömer Nasuhi Bilmen...Necmettin Okyay... Süheyl Ünver... Muallim Cevdet...Eşref Edib...ve daha on beş yirmi kişi...

Merhum üstad Muallim Mahir İz Hocadan söz açıldığında, hatıra ilk gelen şeyin eğitim ve öğretmen olması gerekir.

Türkiye'de çeşitli sıkıntılar, krizler, aksaklıklar, dertler içinde yaşıyoruz, yahut sürünüyoruz. Bunun birkaç ana sebebi vardır ve bunların başında da eğitim sistemimizin son derece düşük, menfi ve kalitesiz olması, çocukları ve gençliği iyi yetiştirememesi, yetiştirmekten geçtim, bozması gelir.

Bizde eğitim denilince akla öncelikle beton okul binaları ve dershaneler gelir; sıralar, kara tahtalar, yatılı okulun yatakhaneleri...

Eğitim sistemini tartışmayız. Bugünkü Tevhid-i Tedrisat sistemi okullarının binaları Çırağan sarayı gibi olsa, öğrenciler akaju ağacından mamul sıralarda otursa, zemin en pahalı granit ile kaplı bulunsa sanki eğitim düzgün ve kaliteli mi olacak?

Eğitimi eğitim yapan her şeyden önce sistemdir. Bir İslam ülkesi olan Türkiye'miz resmî ideoloji üzerine müesses Tevhid-i Tedrisat ile yükselmez, Tevhidî tedrisat ile yükselir.

Merhum Mahir Hoca millî kimlik, kültür ve medeniyetimize uygun eğitimin en başarılı üstadlarındandı.

Artık bundan sonra yeni bir Mahir İz gelir mi, bu hususta çok şüpheliyim. Medine-i Münevvere kadısının oğlu, Şeyhülislâm'ın yeğeni muallim olacak... Artık ne Osmanlı Medinesi var, ne Osmanlı kadısı, ne de Şeyhülislâm...

Lakin bu memlekette bir Tevhidî eğitim sistemi kurulabilir; ülkenin en kabiliyetli, istidatlı, ruh asaletine sahip, ahlaklı, faziletli çocuklarının bir kısmı öğretmen ve eğitimci yetiştirilir ve ülke hak yolda yüceltilebilir.

Bendeniz Mahir Hoca'nın okul öğrencisi olmadım. Kendisiyle liseyi bitirdikten sonra 1952'de tanıştım. Üstad ile tanışmam hayatımın dönüm noktalarındandır.

Mahir bey kimdi?

1. O vasıflı bir Türkiyeli idi. İnançta, düşüncede, kültürde, amelde vasıflıydı.

2. Vasıflı bir Müslümandı.

3. Çok vasıflı bir öğretmendi.

4. Övgü edebiyatı yapmıyorum, gerçekten yüksek ahlak, karakter, fazilet sahibi idi.

5. Bir hizmet insanı idi.

6. Yüksek bir aileye mensuptu. Aynı zamanda ruh asaletine sahipti.

Bu kadar vasfa bir arada sahip olmak her fâniye nasip olmaz.

Mahir beyin özelliklerinden biri de zengin, yazılı, edebî Türkçeyi çok iyi bilmesi idi. Yakın tarihimizde iyi Türkçe bilenlerin belki de sonuncusu, hâtemi idi. Hepimiz Türkçe biliyoruz yazıyoruz ama onun Türkçe bilgisi başkaydı. 1950'li yıllarda Ankara'da Siyasal Bilgiler Fakültesinde okurken, Ali Himmet Berki'ye elden teslim etmem için bir mektup vermişti. Ali Himmet Hoca Osmanlılar zamanında kadılık yapmış, sonra Cumhuriyet adliyesine intikal ederek Yargıtay daire başkanlığına kadar yükselmiş bir fıkıhçı idi. Emekli olduktan sonra avukatlık yapıyordu. Mahir beyin mektubunu götürüp kendisine verdiğimde okumuş ve kıraatini bitirdikten sonra "Bu Mahir beyin edebiyat-ı osmaniyesi kuvvetli imiş" demişti.

Merhum Mahir bey üstadımız hanegî metoduyla değerli ve ziyalı münevverler yetiştirmiştir.

Onda zerre kadar kibir, gurur, kendini beğenmek, nefsini yüceltmek görülmemiştir.

Ehl-i Sünnet itikadında, beş vakit namazını kılan, ahlak-ı hamîde sahibi bir zat idi.

Anne ve baba tarafından seyyid olduğunu kimseye söylemezdi. Bunu nice yıllar sonra öğrenmiş bulunuyoruz.

Onun en büyük kerameti, İslam'a karşı olan tevhid-i Tedrisat içinde Tevhidî tedrisat yapmaya muvaffak olmasıdır.

Gerçek bir İstanbul efendisi idi, medenî bir Müslümandı. Bedevîlik onun yakınından geçmemiştir.

Elli dokuz sene öğretmenlik, mektep müdürlüğü yapmış, bu müddet zarfında maaşıyla geçinmiştir. Yine kimse bilmezdi, her ay maaşını alınca kırkta birini ayırıp tasadduk ederdi. Böylece zekâtını da peşinen ödemiş olurdu.

Bendenizde hiçbir şahsî fazilet yoktur. Fazilet gibi görünen bazı kırıntılar, merhum ve mağfur üstadlarımın, hocalarımın ve büyüklerimin faziletlerinin akisleridir.

Mahir İz bey gibi değerli muallimler (öğretmenler) genç nesillere tanıtılmalı, onların menkabeleri anlatılmalı, gençlerin onları örnek ve model almaları sağlanmalıdır.

Âhir zaman fitnelerinin en büyüğü, paranın put haline gelmesi, şaşırmış insanların ona tapınmalarıdır. Nefs-i emmâre ihtirasları, benlik, riyâset sevgisi, çeşit çeşit çılgınlıklar Ümmet-i Muhammed içinde büyük tahribat yapmaktadır. Gençlere Mahir bey ve emsali değerli şahsiyetler tanıtılır ve anlatılırsa toplumda salah olacağını ümid ediyorum. Herkes ibret alıp düzelmese bile, düzelenler olacaktır.

Üstad Kemal Edib Kürkçüoğlu'nun, Mahir beyin vefatına dair yazdığı tarihli manzumesindeki şu mısralar onu tasavvuf boyutu hakkında bizi aydınlatmaktadır:

"Âşıktı Resûl-i Kibriya'ya, Bâ-hürmet-i hubb-i Âl ü Evlâd

Merbut idi Şah-ı Nakşbend'e, Görmüştü halîfesinden imdad"

İslam'a ve Müslümanlara hizmet etti, fâni dünyayı bırakıp gitti.

Hüda-yı Lemyezel kabir rahatlığı ve âhiret saadeti ihsan buyursun. Ruhu şâd olsun.

Merhum Mahir beyle ilgili bazı küçük notlar, hatıralar:

Mahir bey hanegî eğitimi ile insan yetiştirirdi. (Bunun ne olduğunu bilmeyenler kaynaklara müracaat edip öğrensinler.)

Bendenizi bir gün Emirgan tepesinde merhum Fuad Şemsi beyin devlethanesine götürmüştü. Fuad Şemsi bey başlı başına yaşayan bir tarihti, evi müze gibiydi. Ya Rabbi, ülkemize yeniden öyle büyük ve her biri tek başına bir ümmet olan şahsiyetler gelir mi?

Bir gün Kanlıca'da yol kenarında bir kahvede yoğurt yiyorduk. Sokaktan seyyar bir bıçakçı geçiyordu, Mahir bey onu tanıdı, selamlaştılar, ayak üstü biraz konuştular. Bıçakçı doğulu bir vatandaştı. Gittikten sonra Mahir bey "Bu zatı bilir misiniz, o Mesnevî-i Şerifi ezbere bilir" demişti.

Yazların bir kısmını Kanlıca'da ablasının köşkünde geçirirdi. Salı günleri sohbet olurdu:Celal Ökten hoca, Cevat Rıfat Atilhan, Necati Lugal, Kuleli Askeri Lisesi öğretmenlerinden Sıtkı Karababa gelirdi.

Celal hoca yaz aylarında Kanlıca ile Çubuklu arasındaki harap bir köşkte otururdu. Köşkte elektrik yoktu. Göçmesin diye orta sofanın tavanına kocaman bir direk dikilmişti. Celal efendi haftalar boyunca Hz.Ali ve Hz.Muaviye ihtilâfı konusunda ders vermiş, duyanlar koşup gelmiş, dinleyenlerin sayısı artınca korkup dersleri kesmişti.

Hoca beni Eminönü Arpacılar Camii aralığında yazın İstanbul dondurması, kışın sahlep satan Arnavut'a götürmüştü. İstanbul dondurması tarihe karıştı...

Kitap sevdiğimi bildiği için bir gün üşenmemiş, beni Bakırköy'de eski bir eve götürmüştü. Ev sahipleri ile bir şeyler konuşmuş, sonra alt kata indirmiş, oradaki eski kitaplardan istediğimi alabileceğimi söylemişti. Bir kenarda bir yığın tesbih vardı. Tesbih seç onları da al demişti. Balık dişi 99'luk bir tesbih almıştım. Kitaplar merhum Dr. Ahmet Ateş beye aitmiş...

Hocayla Üsküdar Kuruçeşme'de oturduğu, Dr.Keleşyan'a ait evde tanışmıştım.

Bendenizi yetiştirmek, faydalı olmak için hayli mektup yazmıştır. Bunlar kaybolmadıysa, evrak yığınlarının içinden çıkarsa inşaallah aynen fotoofset usulüyle yüz nüsha bastırmayı düşünüyorum. Belki merak edip yararlanan olur.

Hocanın kayınpederi Muhyiddin Raif bey Osmanlıcayı ve İngilizceyi çok iyi bilen kültürlü bir İstanbulluymuş. Türkçe ve İngilizce rubai yazmıştır. Bir gün Konya Lezzet lokantasında yemek yiyormuş. Yan masadaki iki İngiliz, vişne hoşafı içerken çekirdekleri çıkartmasını beğenmeyip kendi aralarında İngilizce tenkit etmişler.Muhyiddin bey duymuş, edebî bir İngilizce ile onları fırçalamış. Mahcup olmuşlar, kalkıp eline sarılmışlar.

Millî Gazete

Neşet Ertaş'tan Nihat Doğan'a Nasıl Düştü Bu Ülke?
Açık İstihbarat
01.11.2011

Magazin dünyasının klasik zibidilikleri arasında sıradan bir vaka olabilirdi. Ankara'da bakan, düğün, seks, "sanatçı", hayat kadını kelimelerinin yanyana geldiği ne ilk , ne de son vaka bu.

Bu haltı yiyenin ve haltın derecesine göre gerekirse devlet kurumları bile seferber olabilir örtbas etmek için. Ülkeye hizmet etme ideali ile göreve başlayıp, otel odasında kanlı çarşaf toplayıp, travestilere eskortluk yapmak zorunda kalan güvenlik bürokratlarına sorun bu hikayeleri. Nihat Doğan'ın hikayesi çerez kalır.

Aç adamın ambara düşmesi hikayeleridir bunlar. Yerken dozu kaçırır, yedikçe daha fazlasını ister

Kendini "feylezof" zanneden , bir de utanmadan kendini Arif Sağ'lar, Neşet Ertaş'lar, Musa Eroğlu'lar ve Aşık Veysel'lerle aynı kefeye koyan Nihat Doğan vakası ise bir magazin konusu değildir.

Nihat Doğan gibiler Türkiye'de her yeri ele geçirmiş olan vasatlar cuntasının ikoncanıdır.

Aslında küreyi ele geçiren vasatlığın Türkiye şubesidir.

İnsanlığı aptallaştıran ve sürüleştiren küreseller, toplumların önüne bu tarz oyun malzemeleri koyarak , insan fıtratının en has ürünü olması gereken düşünceyi, duyguyu ve edebi sıradanlaştırmakta, basitleştirmekte ve içini boşaltmaktadırlar.

Canlı yayında jenital bölgesine ağda yaptıracak kadar kendini mallaştıran Kardashian kardeşleri ABD'nin vitrininde tutan küresel vasatlığın Türkiye'deki şubesinin portföyü Nihat Doğan gibilerle dolu.

Aşık Veysel'i , Neşet Ertaş'ı , Arif Sağ'ı doğuran toprağın vıcıklaştığı noktada ortalığa sıçrarlar ve üstünüze başınızı aşağıdakine benzer sözlerle kirletirler...

"Porno skandalı çıkanlar devlet televizyonunda program yapıyor, anchormanlar sunuculuk yapıyor… Ama Nihat Doğan hemen asılıyor… Bu statükocu, ulusalcı bir takım medyanın bana karşı Faşitçe saldırısıdır… Ahmet Hakan bana siyasi açıdan yüklenmiş, kendisi Yalçın Küçük’ün kankası Soner Yalçın ile el ele kolkola olan birisi, Ahmet Hakan’ın bana yüklenmesi şimdiye kadar gördüğüm yüklenmelerin en kötüsü, en önemlisi…

“Başbakana Sesleniyorum”

İnternet yasasının mutlaka çıkaralım. Sosyal Medya denen ırkçı saldırıların çok olduğu, yalan yanlışın sınırsız olduğu bu canavarı dizginleyelim. Ben Anadolu çocuğuyum… Türkücüler suçlu mu, türkücü denince bunun içinde Arif Sağ, Aşık Veysel’de var… Türkücüler kötüymüş gibi gösteriliyor…"
Bu sözlerin kokusu ağırdır.

Nihat Doğan'ın ağız kokusu değildir bu. Bu çürümüş bir toplumun kokusudur.

Tayyip Erdoğan'ın başbakan,

Yiğit Bulut'un gazeteci yazar olduğu bir ülkede,

Nihat Doğan da böyle "türkücü" olur elbet.

Doktora tezinin kopya olduğu ortaya çıkınca bunu yayınlayanları "Ergenekoncu" olmakla suçlayan Ömer Dinçer'in Başbakanlık Müsteşarı/Bakan olduğu memlekette,

Nihat Doğan da "statükocu ulusalcı medyanın faşistçe saldırısından" bahsetmeye başlar.

"Statüko" ve "faşisti" bir başka cümlede kullan deseniz kullanamaz.

"Nihat Doğan sakal gibidir, kestikçe daha gür çıkar" şeklinde yumurtlayıp tahrif ettiği sözün tarihte hangi vesile ile söylendiğini bilmez. O her türlü akıldan, izandan ve edebten muaf örnek bir ikoncandır.

Yiğit Bulut'un utanmadan Başbakan'dan Internet'in sansürlenmesini isteyebildiği bir ülkede...

Zamparalığını eline yüzüne bulaştıran Nihat Doğan da, Internet'e sansür ister.

Uçkurunu toplayamadığı noktada, kendisini Somali'ye götürüp devlet sanatçısı muamelesi yapan Başbakanından uçkurunun perdelenmesini talep eder.

Nihat Doğan'ın uçkuru değildir bu. Bu ülkenin en derin çukurudur.

Vasatlığın küstahlıkla, gücün zavallılıkla harman olup bataklık gibi fokurdadığı bir çukur.

Aşık Veysel gibi bir dağdan , Nihat Doğan gibi bir çukura nasıl yuvarlandık bilmiyoruz.

Anadolu gibi bir toprak nasıl olur da bu kadar vıcıklaşabilir kestiremiyoruz.

Seyrediyoruz.

Gülerek, ağlayarak, kahrolarak, utanarak...

Yüzlerce yıldan beri bu toprakları vasata çiğnetmemek için şehitler düşen yüzbinlerden...

Türkülerini, bu topraklarda esaret/sansür çağrısı için değil özgürlük çağrısı için söyleyenlerden...

Utanıyoruz...

Anadolu'yu Nihat Doğan'ın "türkücü" olabildiği küresel bir pavyona dönüştürenlerin asla utanamayacağı kadar.

www.acikistihbarat.com
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FELSEF'Î DÜŞÜNCELER Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com