EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

İmar davamız...

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> İMAR, MİMARÎ ve ŞEHİRCİLİK
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Ekm 10, 2010 6:49 pm    Mesaj konusu: İmar davamız... Alıntıyla Cevap Gönder





EVİM

Ahşap ev; camlarından kızıl biberler sarkan!

Arsız gökdelenlerle çevrilmiş önün, arkan!

Kefensiz bir cenaze, çırılçıplak, ortada...

Garanti yok sen gibi fâniye sigortada!


Eskiden ne güzeldin; evdin, köşktün, yalıydın!

Madden kaç para eder, sen bir remz olmalıydın!

Bir köşende annânem, dalgın Kur'an okurdu;

Ve karşısında annem, sessiz gergef dokurdu.


Semaverde huzuru besteleyen bir şarkı;

Asma saatte tık tık zamanın hazin çarkı...

Çam kokulu tahtalar, gıcır gıcır silinmiş;

Sular cömert, "temizlik imandandır" bilinmiş...


Komşuya hatır soran sıra sıra terlikler.

Ölçülü uzaklıkta, yakın beraberlikler...

Seni yiyip bitiren, kırk katlı ejder oldu;

Komşuluk, mâna ve ruh, ne varsa heder oldu;


Bir yeni nesil geldi, üstüste binenlerden;

Göğe çıkayım derken boşluğa inenlerden...

Seninle sarmaş dolaş, kökten bozuldu denge;

Vuran kimse kalmadı bu dâvayı mihenge...


Şimdi git, mahkemede hesap ver, iki büklüm;

Cezan, susuz, ekmeksiz, olduğun yerde ölüm!..

Evim, evim, vah evim, gönül bucağı evim!

Tadım, rengim, ışığım, anne kucağı evim!


Necip Fazıl Kısakürek

Çile'den

ÇALINAN SOKAKLAR
Prof. Dr. B. Gültekin Çetiner
28 Ağustos 2014



Eskiden sokaklarımız vardı. Bizim nesil pek çok şeyi sokaklarda türlü oyunlarda öğrendi. Şimdi zorunlu eğitimli okullarda öğrenemediğimiz takım oyunlarını orada oluşan dostluklarla birbirimize tahammül etmeyi hep sokaklarda öğrendik. Birbirimizin kafasını kah yararak, kah birlikte sevinerek. Eski nesle sorun size sokaklarda oynanan en az 10 oyun saysınlar. Sokaklarımızın kesiştiği yerlerin ortasında kocaman alanlar vardı. Oralarda çift kale maçlar yapardık. Şimdi onların yerinde hep AVM’ler yükseldi.Kapitalizm sokaklarımızı çaldı yerine, yabancı bankaların ürettiği parayla alınan yabancı yapımı, kendi evimizin önüne park etmek için para ödediğimiz arabaların gidebileceği YOLLAR verdiler. Hepimizi ulaşım endüstrisine köle ettiler. Arabalar ve yollar sayesinde daha fazla zamanımız olmadı. Daha fazla para ve zamanımızı ulaşım köleliğinde tüketir olduk.Bunun en büyük zararı da kendi çocuklarımıza oldu. Çalınan sokaklarımızda yerine yapılan yollarda artık çocuklarımız güvenle oynayamıyor. Onları evlere hapsettik. Bilgisayarlar ve tabletlerle zincirledik. Derin sularda yaşayan balıkları sığ sulara kapattığınızda nasıl tepki verirlerse o tepkiyi verdiler. Buna da Ortodoks tıpçı psikiyatristler hiperaktif bozukluk dediler ve bağımlılık yapan reçeteleri eksik etmemeye başladılar. Kesmedi. Çocuklar daha etkili zehirlere Bonzai denen illetlere yöneldiler.
Ama yine övünmeyi ve sevinmeyi eksik etmedik. Bakın eskiden hastanelere randevu alarak gidebiliyor muydunuz diye telkin ettiler…
Çok daha fazla özel hastanemiz oldu, devlet hastanelerinde sıra beklemekten kurtulduk ama daha sağlıklı olamadık.
Yetkililerimiz övünüyorlar ve büyüyoruz diye seviniyorlar. Bu sene satılan araba sayısı yüzde bilmem ne kadar artmış. Bu sene şu kadar daha fazla yol yapmışız. Eskiden sokaklardan yürüyerek okullara gidebiliyorduk. Şimdi çocuklarımızı iki cadde ötede okula servisle göndermek zorundayız.
Alın yollarınızı sokaklarımızı geri istiyoruz.
ÇALINAN SOKAKLAR
Sokakları çaldılar,
Yerine yol yaptılar.
Gitti tüm hatıralar,
Öğretici oyunlar.
Hapsedilen çocuklar,
Zincirler bilgisayar.
Yollarda hep araçlar.
Bir tane yerli mi var?
Yabancıdır bankalar,
Yoktan sanal paralar.
Övünün büyüme var.
Büyüyen yalnız borçlar,
Olan zulme payanda,
Dinidar Müslümanlar.

Kaynak: http://adimlardergisi.de/calinan-sokaklar-b-gueltekin-cetiner/

YAŞAM DÖNGÜSÜ VE MİMARİ KURGU
Y.Mim. Çelik ERENGEZGİN
30 Ağustos 2014



DÜŞTÜĞÜMÜZ YANLIŞLAR

“Ekonomi”; “Ekoloji” değildir. Ama
“Ekoloji”; “Ekonomidir” !..
Gelin bu paradokstan işe başlayalım..

“EKO” ; her ne kadar ekolojik sözcüğünün kısaltılmışı olsa da, ekonomik sözcüğüne de uymakta.. Bence çok da uygun düşmekte.. Zaten, dünya dillerine ancak yüzyıl kadar önce giren bu sözcük önceleri hayvan ve bitki ekonomisi anlamına geliyormuş.

Biraz daha kurcalarsak, Yunanca’da; oikos’un “ev”, logos’un da “konu” demek olduğunu, yani ekolojinin “ev konusu”olarak da tercüme edilebileceğini düşünmek mümkün.. Bu anlamı; “bana ne ekolojiden !” diyen bir mimarın ne kadar garip duruma düşeceğine dair ip uçları vermekte.. Lafı uzatmayalım ve sözlük anlamını şimdilik bir köşeye yazalım: “Canlı varlıklarla çevreleri arasındaki ilişkileri inceleyen biyoloji koludur” ekoloji.. Niye bu kadar laf cambazlığı yaptık ? Sözcüğün içerdiği anlamlar düştüğümüz yanlışlara kanıt oluşturacak nitelikte, ondan !.. Eko-Mimari adına “külsüz kalan mangallar !” yüzünden, bu kanıtlara ihtiyacımız olacak..

Bu güne kadar sistemleri kendi içlerinde ya da en çok birbirleri ile karşılaştırarak analizler yapmaya alıştık. “Bu, bundan daha pahalı bir çözümdür, yani diğeri daha ekonomiktir” damgasını yapıştırdık.. Yaşam gereksinimlerine ne kadar cevap verdiklerini hep göz ardı ettik. Düşünmedik ki; yaşamın bedeli, tüketilen kaynaklar ise, o yaşamın kendisi tehlikede demektir.. Yani; bir yaşam ancak başka bir yaşamı ya da kaynağı yok ederek sürdürülebiliyorsa yanlış yapmaktayız !..

Gerçek “ekonomi” ; yaşam döngüsüne uyumlu ve sürdürülebilir olmakla, çevresel ilişkiyi dengede tutmakla, yani “ekolojik”olmakla ölçülmelidir. Yüksek boyutta enerji harcayarak elde edilen yapı malzemelerini birbiri ile karşılaştırıp, ucuzluk sırasına koyarak değil.. Salt kolaylık ve ucuzluk uğruna yapılan tercihler ise, aslında neyin ucuz olduğunu hiç bilmediğimizi ortaya koyar..

Örnek mi istiyorsunuz ?.. Keşke istemeseydiniz!.. Çünkü bir acıyı tazeleyeceğiz.. En ucuz yapı sitemidir, yani en EKONOMİKTİR diye sahiplendiğimiz betonarmenin, sistemin getirdiği kontrol zorluğu ve ilaveten ihmaller sonucu hayatımıza mal olduğunu gördük. Bir hayat kaç paradır ? Ölçülemeyecek kadar büyük değil mi ? Öyle ise beton bize neyin ekonomisini sağladı ?.. İşte size; ekolojik olmayanın ekonomik de olamayacağına acı bir örnek..

Bu sohbetimizde biraz daha derinlere inip, ekolojik mimarinin düşünsel boyutunu irdeleyelim isterseniz. Sadece enerji tasarrufu sağlamanın eko-mimari olmadığını anlatalım. Bir yapıyı güneye baktırıp, çift camlı pencereler ve mini seralar ve de “trombe duvarı” denilen henüz mimarlık sözlüklerimize bile girememiş, “güneşin ısıttığı vantilasyonlu iç duvar” diyebileceğimiz buluşları üst üste dizerek “enerji tasarruflu” ev yapabileceğimizi, ama “ekolojik mimari” elde etmiş olmayacağımızı dile getirelim diyorum..

Bir ağaç gölgesine sığınıp beton saksıda çiçek yetiştirerek, “küstürdüğümüz doğaya barışma teklifinde bulunmak !”iyi niyetli bir davranıştır.. Fakat hani bir deyim vardır ; “daha bir fırın ekmek gerekir”.. Bu da; işte öyle bir şey !..

Bir buket çiçek gönül alır ama evliliği kurtarmaya yetmez.. İstemesek de bu dünyaya gelirken doğa ile nikahımızın kıyıldığını düşünürseniz, korumamız gereken hassas dengelerin sorumluluğunu fark ederiz. Canlı varlıkların çevreleri ile ilişkileri, biyolojinin olduğu kadar mimarlığın da temel konusudur. Sadece; camın ısı geçirgenlik katsayısına, ya da iç mekandaki havalandırma boşluğunun işlevine indirgenemeyecek kadar önemli ve kapsamlıdır. Dört-beş çizelge ve bir iki örnekle kolay ve alışılmış bir yol seçmek o yüzden bana hiç de “eko-lojik” gelmiyor..

GERÇEKLER

CIA’nın 1996 da hazırladığı rapora göre 21.YY da yaşanması muhtemel savaşların en büyük nedeni; su paylaşımı ve doğal kaynakların kullanım biçimi olacak.. Pek de büyük kehanet değil.. Aydın geçinen her dünyalı için artık bu varsayım; “görünen köy !” dür.. Ama bu yolda alınacak önlemler nedense gündemde hak ettiği yeri bir türlü alamıyor. Babadan kalma malı mülkü son kuruşuna kadar tüketmeden yoksulluğu akla getirmeyen mirasyedi gibiyiz. Ve bilmiyoruz ki bu doğal miras tükendiğinde, amcamız ya da dayımızdan yeni bir varlığa konma şansımız hiç yok. Çünkü hepsi bu !..

Çevreye ve insana saygılı, güneş, rüzgar, bio-kütle gibi “yenilenebilir” enerji kaynakları ile beslenebilen, ”rekabet yerine paylaşımı” ön plana çıkaran anlayış ve bu yönde teknolojik yenilenme, “yeni yaşam tarzını” ve beraberinde “yeni mimariyi” gündeme getirecektir.

Doğal olan her şeyden kopan, düşey yoğunlaşmayı çaresizlik sanan şehirlerin hiç de sakin olmayan sakinlerine besin yetiştirme telaşı, acı bir kısır döngüdür artık. Yapay gübre ile gücü sömürülen tarlalar ve kilo çeken fakat besin değeri düşük, büyüme koşulları yüzünden toksik özellikler taşıyan yiyecekler, yaşamı sürdürmek değil, adeta sona erdirmek için yetiştirilmektedir. Bu intihar koşusuna dur deyip, besin zincirini tekrar sağlıklı dönüşüm yörüngesine oturtmak da Eko-Mimarinin taşıması gereken bir endişedir artık.

Çok iyi izole edilmiş, az enerji harcayan, üstelik beş yıldızlı otel konforuna sahip evlerde oturan, fakat sağlıklı yaşam ve beslenme şansı olmayan bir şehir halkı düşünün.. Bu yapay konfor kimin, ne kadar işine yarayacaktır dersiniz ?.. En az benzin harcayan otomobil bile benzin bittiğinde çaresizdir. Bu nedenlerle Eko-Mimari sadece enerji tasarruflu detay çözümlerinin değil, bir yaşam felsefesinin ürünü olmak zorundadır. Bir başka deyişle; biyolojik döngünün boyut kazanarak yaşamın içine alınması demektir “Eko-Mimari”..

ÇOK KATLI MI ?
AZ KATLI MI ?

“Yeni ve güvenli, ekolojik şehirler”, insan fizyolojisine uygun, yatay gelişen konutlar ve ayağı toprağa basan insanlar gündeme geldiğinde, akla gelen ilk engele yani ilk soruya yanıt aramanın zamanı geldi..
Dünya standardına göre ideal yerleşim yoğunluğu; 100 dönüme 150 kişiden, 10 dönüme 150 kişiye kadar olan aralıktır.

En büyük eşik; ortalama olarak;
BİR KİŞİYE 666 m2,
3 KİŞİLİK BİR AİLEYE 2 DÖNÜM,
5 KİŞİLİK AİLE İÇİN 3.3 DÖNÜM demektir. Bu üst eşikte arazinin yaklaşık yarısının; yollar, meydanlar ve kamu hizmetlerine ayrılan alanlar olduğunu varsaysak bile, 5 kişilik bir aile için 1650 m2 lik bir arsanın tahsis edilebileceği anlaşılır.

Batı standardı bahçeli yerleşimde alt eşik olan 10 dönüme 150 kişi de ise; aynı aileye 160 m2 lik bağımsız bir arsa verilebilmekte. Bu da; 50+70=120 m2 iki katlı bir ev ve 110 m2 bahçe olanağı sunmaktadır. Bu bahçenin, doğrudan kişilerin kullanımına sunulmuş “aktif yeşil” alan olduğunu ve böylece toplu olarak ayrılması gereken “pasif yeşil” den tasarruf edilebileceğini düşünürsek, iki kat sınırını geçmeksizin, aile başına 200 m2 yi aşan bağımsız yeşil alan sağlanabileceği anlaşılmaktadır.

Türkiye’nin toplam alanının 800.000 km2 olup, devletin elinde; tarımsal, dağlık bataklık ve elverişsiz alanlar dışında400.000 km2 arazi bulunduğunu

biliyor muyuz ?

Bu hesaba göre; ülkenin YÜZDE 5’i olan 40.000 km2 nin yani 40 milyon dönümün konuta tahsis edilmesi halinde,
60 MİLYON NÜFUSUN “üst eşikte”,
BİNDE 5’i olan 4.000 km2 nin yani 4 milyon dönümün tahsisi halinde ise “alt eşikte” fakat yine de bağımsız yeşil alana sahip olarak, BİR VEYA İKİ KATLI EVLERDE
OTURABİLECEĞİNİ
biliyor muyuz ?

Türkiye’yi boydan boya geçen, yani 1500 km boyunda bir çizgi düşünün. Arada on misli fark olmasına rağmen hayallerimizi zorlayıp üst sınırı örnek olarak alsak bile bu çizginin en çok 27 km genişliğinde olacağını, tüm nüfusun BAHÇELİ EV DÜZENİNDE çizginin içine sığabileceğini ve
bu genişliğin, normal bir karayolları haritasında sadece 14 mm KALINLIĞINDA BİR ŞERİT KADAR olduğunu,nüfusunun artacağı varsayımı ile 100 milyonluk bir Türkiye’nin bu haritada en fazla 2,5 cm yer tutacağını da
biliyor muyuz ?

19.yüzyılın sonlarında “Amerikan rüyası” olarak belirlenen üst eşikteki yaşantı, özel bir grup ilişkisi ve ekonomik paylaşım söz konusu değilse, örneğin klasik bir köy kurgusu ve tarımsal üretim söz konusu değilse, sosyal ilişkileri ve hizmet dağılımını zorlamaya başlamaktadır. Özellikle ülkemiz gibi 50 yıldır “şehir yoğunluğu bağımlısı” olan halkın psikolojik tercihlerini de zorlayacaktır. Yeni olanakların yeni özlemler doğuracağını varsayarak fakat yine de gerçekçi bir yaklaşımla 10 dönümde 50 kişiyi, hesabımıza ve hayallerimize baz olarak alsak bile bize 12.000 km2 nin yeteceği bellidir. Yani Türkiye’nin YÜZDE BİR BUÇUĞU..

“Çok katlı yapmalıyız, çünkü yer yok !” diyenlerin ;
BU HESABI BİLMEYENLER olduğunu, sadece MEVCUT RANTLARIN KORUNMASINA VE YÜKSELMESİNEhizmet ettiklerini

düşünmüyor muyuz ?

Çok katlı olmak uğruna kalabalıklaşan şehir merkezlerinde YARIM SAAT tıkanan trafikte bekleyen bir aracın, açık bir yolda aynı süre içinde ve aynı benzinle sizi 50 km UZAKLIĞA götürebileceğini, yani
TOPLU TAŞIMAYA ÖNEM VEREREK ulaşım sorununu çözdüğümüzde, 60 milyon nüfusun ; BAHÇELİ, MÜSTAKİL VE EN ÇOK İKİ KATLI EVLERDE yaşayabilmesinin mümkün olacağını
göremiyor muyuz ?

200 YILLIK APARTMAN KÜLTÜRÜNE SAHİP FRANSA’DA 1963 yılında yapılan bir halk oylamasında halkın % 68’inin tek katlı evde oturmak istediğinin anlaşıldığını ve o tarihten beri iskan politikasının EN ÇOK İKİ KATLI KONUTLARyönünde değiştirildiğini
biliyor muyuz ?

Devlet Planlama Teşkilatı tarafından 1992 yılında Marmara Üniversitesine yaptırılan ankette 60.000 DENEK ile yapılan görüşme sonucunda Türk halkının % 96 SININ TEK VEYA İKİ KATLI EVDE oturmak istediğinin anlaşıldığını
biliyor muyuz ?

Tüm yönlendirme sorularının DPT tarafından titizlikle ayıklandığı ANKETİN KESİN SONUÇLARINA RAĞMEN iskan politikamızda az katlı konutlara doğru hiç bir değişimin görülmemesini
düşündürücü bulmuyor muyuz ?

VE BİR MODEL !

Mevcut çarpık düzenin, o düzenden beslenenler tarafından değiştirilmesini beklemek en büyük saflığımız olur. Hani derler ya;“eşyanın tabiatına aykırı !” Bu söz tam yerini bulur.. Geriye ne
kalıyor ? Halkın bilinçlenmesi, kendi çözümünü üretmesi..

Devletten en fazla bekleyeceğimiz şey ; yer tahsisidir. Sayın Mimar Turgut CANSEVER hocamızın anlatmaktan usanmadığı modelde olduğu gibi, bu arazinin bedelini de devlete kolaylıkla ödeyebilir oturanlar. Çünkü orada sağlanacak ekolojik, ekonomik ve demokratik döngü bu ödemeyi kolaylıkla sağlayacaktır. Bu yapılanmada, “şehir rantının bir grubun elinde bırakılmayıp bölüşümü” yaklaşımın anahtarıdır.

İlk yatırım bedelleri mi ? Aşağıda sunacağım modelde olduğu gibi önce kendi birikimlerimizle başlayabiliriz. Daha büyük modellerin projelendirilmesi halinde dış kaynakların seve seve devreye gireceğini de biliyoruz.. Çünkü bir kredinin verilebilmesinin ön şartı, geri dönüşünün güvenceli olmasıdır..

200 ila 1000 kişiyi barındıran “Eko Köyler” ve bu köyleri örgütsel çatısında toplayan, ekonomik çatkısını kurgulayan “YENİ VE GÜVENLİ ŞEHİRLER”, mevcut büyük yerleşimler için kurtuluş ümidi ve insanlık idealinin yaşamsal çözüm modeli olacaktır.

“Burada hedeflenen; sadece doğanın korunması değildir. Aynı zamanda, trafik, hava ve su kirliliği, enflasyon, şehir yalnızlığı gibi, aslında yapay olarak yaratılmış problemler altında sağlığını ve mutluluğunu yitirmekte olan bireylerin, doğa ile teknolojinin pozitif nimetlerinin uyumlu beraberliği sonucu tekrar iç huzurunu yakalamasıdır. Birlikte olmayı önceden seçtiği insanlarla ve tasarımında söz sahibi olduğu ekolojik yaşam alanında, hayatı ve doğayı yapıcı bir şekilde paylaşmanın getirdiği sevinçleri yaşamasıdır.”

LATERNA Alternatif Enerji Araştırmaları Şirketi tarafından hazırlanan “SEVREN” (Spiritual Example Village Retreat Ecological Nature) Ekolojik Yaşam Alanı modelinin tanıtım broşüründen aynen aldığım yukarıdaki paragraf, hedeflenen amacı başka söze ihtiyaç kalmayacak ölçüde özetlemekte..

Bu anlayışla kapsamlı araştırmaların yapılacağı ve halka bilgi aktarılacak “kentsel çevre merkezi”nin ve şimdilik 40 birimlik bir “eko-köy” modelinin proje çalışmalarını birlikte yürütmekten mutluluk duyduğum yetkililer, alternatif enerji kaynakları hakkında ne diyorlar ? Sözü yine onlara bırakarak sizi bu konularda düşünmeye davet ediyorum.. Aşağıdaki metin, LATERNA Ltd. tarafından kaleme alınmıştır. İlgili Web adresleri: www.laterna.com.tr / http://www.temizdunya.com

ALTERNATİF ENERJİ KAYNAKLARI

Dünyamızda enerji ihtiyacı her yıl yaklaşık %4-5 oranında artmaktadır. Buna karşılık bu ihtiyacı karşılayan fosil yakıt rezervi çok daha hızlı bir şekilde azalmaktadır. En iyimser tahminler bile önümüzdeki elli yıl içinde petrol rezervlerinin büyük ölçüde tükeneceği ve ihtiyacı karşılayamayacağını göstermektedir. Kömür ve doğalgaz için de uzun süreçte benzer bir durum söz konusu olacaktır.

Fosil yakıtların kullanımı, dünya ortalama sıcaklığını son bin yılın en yüksek değerlerine ulaştırmış, yoğun hava kirliliğinin yanı sıra milyarlarca dolar zarara yol açan sel, fırtına gibi doğal felaketlerin gözle görülür şekilde artmasına neden olmuştur. En kısa zamanda önlem alınmaması durumunda yakın gelecekte deniz kenarındaki bir çok şehir, sular altında kalacaktır. Bu nedenle insanoğlu, fosil yakıt rezervlerinin bitmesini beklemeden temiz enerji kaynaklarına yönelmek zorundadır.

Fosil yakıtlar yerine alternatif temiz bir çözümün getirilmemesi durumunda, birçok hayvan ve bitki soyu tükenecektir. Bu durumda yaşam şartları da son derece ağırlaşacaktır. Yoğun hava kirliliğinin tehdidi altındaki büyük şehirlerde yüzlerce insan bu yüzden hayatını kaybetmektedir. Asit yağmurları yüzünden birçok doğal eko-sistem tamamen çökmüştür.

Bu durumda, güneş, rüzgar, su ve bio-kütle gibi kendini sınırsız tekrarlayan “yenilenebilir” ve ham madde bağımlısı olmayan enerji kaynakları çok kısa bir süre içinde önem kazanacaktır. Dünyanın birçok ülkesinde yeni enerji üretim yatırımları artık temiz enerjiye odaklı olmaktadır.

Türkiye, hem güneş hem de rüzgar bakımından oldukça zengin bir ülkedir. Bu zenginliği boşa harcama lüksüne sahip olmayan yurdumuz için tükenmeyen bir kaynak olan rüzgar ve güneş, önümüzdeki yılların temel enerji ve elektrik kaynağı olmaya adaydır.

Bu çözümler; Taşınabilirlik, bakım ihtiyacı olmaması, ihtiyacın olduğu yerde üretim, hiçbir atık çıkmaması, sessiz üretim ve modüler yapı özellikler ile; merkezi enerji üretimi ve dağıtımından, yerel enerji modellerine geçişi sağlayacaktır.

Alternatif enerji kaynaklarının yaygın kullanımı ile daha değişik bir dünya görüşü günlük yaşamımıza hakim olacaktır. Sınırsız ve sorumsuzca enerji tüketiminin yerini; bilinçli, çevreye saygılı ve ihtiyacı karşılamaya yönelik enerji kullanımı alacaktır. Böyle bir ortamda da refah düzeyini, “en fazla enerji tüketen” yerine “en verimli enerji kullanan” belirleyecektir. Türkiye’de benzeri bir anlayışın hakim olması ile yenilenebilir enerji kaynaklarının önemi daha da artacaktır..

Kaynak: http://www.erengezgin.net/_xcelik/yasam_dongusu_mimari%20_kurgu.html

Etiketler:Çelik ERENGEZGİN, Çevre, biyoloji, Canlı varlıklar, doğal kaynaklar, EKO, Eko-Mimari, Ekoloji, ekonomi, enerji, mimar, muhtemel savaşlar, sistem, su paylaşımı, trombe duvarı, Turgut Cansever, Y.Mim., yapı

Zenginler için inşa edilmiş bir dünya
Yiannis Baboulias (*)
17 Ağu 2014

Endonezya'nın başkenti Cakarta'da olduğu gibi dünyanın birçok kentinde yoksullar izole edilip şehrin belli bölgelerine sıkıştırılmak isteniyor.

Dünyanın dört bir yanında gelir eşitsizliği artarken, yoksul kesim, lüks konut projeleri ve evsizleri hedef alan tedbirlerle toplum dışına itiliyor. Kapsayıcı toplumlar, çok sayıda insanın gelip keyfini çıkarması için parklar, halka açık alanlar yapıyor. Aşırı eşitsizliğin norm halini aldığı ülkeler ise yoksulları dışlayan, ayrıştırıcı bir kent manzarası yaratmayı tercih ediyor.

Endonezya'nın başkenti Cakarta'da olduğu gibi dünyanın birçok kentinde yoksullar izole edilip şehrin belli bölgelerine sıkıştırılmak isteniyor.

Thomas Piketty'nin çok satanlar arasına girmeyi başaran, gelir ve servet eşitsizliği sorununu ele aldığı '21. Yüzyılda Sermaye' (Capital in the Twenty-First Century, Harvard University Press, 2014) isimli kitabı, farklı yankılar uyandırmakla beraber, kamuoyunda ekonomi ile ilgili tartışmaları takip eden herkesin malumu.

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama, yönetim olarak eşitsizlik konusuna temel bir mesele vasfıyla ağırlık vereceklerini söylemişti, ancak daha sonra bu sözünden cayıp tek kelimeyle hiçbir şey yapmadı. İngiliz hükümeti ise eşitsizliğin ülkenin sorunu olduğu gerçeğini göz ardı edip suçu göçmenlere atmakla meşgul.

Aksi yöndeki onca kanıt görmezden geliniyor. Oysa Ulusal İstatistik Kurumu, Mayıs ayında İngiltere'deki yüzde 10'luk en zengin hane halkı diliminin, ülkenin toplam hane halkı gelirinin yüzde 44'üne sahip olduğunu; en fakir kesimin payının ise yüzde 9 ile sınırlı kaldığını açıkladı.
Lakin eşitsizlik bahsi artık gündemin önemli bir maddesi haline gelmiş durumda ve hükümetlerin, ayan beyan ortada duran gerçekleri gizleyebilmesi pek mümkün değil. Bu anlayış değişikliği neticesinde, hem halkta hem de medyada yeni bir bilinç gelişti. Dünya genelinde giderek artan gelir eşitsizliğine dair örnekler hızla fark edilip irdeleniyor.
Öte yandan, böylelikle toplumların yoksullara nasıl düşmanlaşmakta olduğuna da ışık tutulmuş oldu. Artık toplumsal sınıflar, kendilerinden daha alt sınıfları ellerinden geldiğince görüş alanlarının tamamen dışında tutmaya gayret ediyorlar ki, bu talep, şehir planlama ve mimariye de yansımış durumda.

Bu konuyla ilgili şaşırtıcı örneklerin en sonuncusu, New York Post'a konu oldu. Gazetede 20 Temmuz 2014 günü yayımlanan bir habere göre, New York Belediyesi, kentin yukarı batı bölgesinde inşa edilecek ve içerisinde "uygun fiyatlı dairelerin" de bulunacağı, lüks bir apartman projesine yeşil ışık yaktı. Müteahhit firmaya ciddi vergi indirimleri sağlayacak olan proje, orta halli sayılabilecek bazı şanslı ailelere de "yepyeni, harika bir binada" ev sahibi olma imkanı sunacak.

Ne var ki, projeye göre bu aileler, binaya ayrı bir kapıdan girip çıkacak. Kamuoyunun "yoksul kapısı" adını taktığı bu giriş, binanın diğer cephesinde yer alacak ve daha lüks segmentteki dairelerin sakinleri ile ekonomik tabir edilen dairelerde oturanların karşılaşmamalarını sağlayacak. Buna getirilen açıklama ise, ayrı girişler sayesinde, ekonomik dairelerde oturacak orta halli ailelerin, daha varlıklı daire sakinlerinin bina hizmetleri için ödeyeceği yüksek aidatlardan muaf kalacağı yönünde.
Doğru, ekonomik dairelere yüksek aidat yükü bindirip bunları uygun fiyatlı olmaktan çıkarmamak gerek; ama bu noktada asıl "yoksul" ve "uygun fiyatlı" kelimeleri üzerinde de bir durup düşünmek lazım.

Benim ailem gibi çalışan kesime mensup bir aile için, ekonomik diye tabir edilen çoğu dairenin aslında ekonomik olmakla uzaktan yakından alakası yok. Yoksul kapılarının son derece yaygın olduğu İngiltere'yi örnek alacak olursak, alınan son karara göre, bu tür gayrimenkullerin kiraları, bulundukları bölgedeki ortalama kiranın yüzde 80'ine denk gelecek şekilde belirleniyor. Bu da 3 odalı bir dairenin yıllık ortalama kira bedelinin 30 bin doları (18 bin sterlini) geçtiği anlamına geliyor ki, İngiltere'de kendilerini orta halli addeden ailelerin ortalama yıllık geliri 73 bin dolar (43 bin sterlin) civarında.

Bu bahsettiğimiz iyimser bir senaryo. Zira "uygun fiyatlı" yeni konutlarda yıllık kiralar 118 bin dolardan (70 bin sterlin) başlıyor. Öyle ki, Guardian'da yer alan bir habere göre, geçtiğimiz sene muhafazakar üyelerden oluşan Westminster Belediye Meclisi bile Londra Belediye Başkanı Boris Johnson'ı uyardı. Yeni kiralar, piyasa ortalamasının yüzde 80'ine varan seviyelere yükseltildiği takdirde, bunun hâlâ ekonomik sayılabilmesi için bölgedeki sosyal konutlarda üç odalı bir daire kiralamak isteyenlerin yıllık gelirinin 180 bin dolar (109 bin sterlin) civarında olması gerektiğini ifade etti.

Zengin kesim ile geri kalanımız arasındaki mesafe ne kadar da açıldı. Obama ve Mitt Romney'nin, geliri 250 bin dolara kadar olan haneleri orta sınıf olarak tanımlaması, meseleye dair görüşümüzü fazlasıyla çarpıtmış olabilir.

Elbette dışlama amacıyla yapılan şeylerin tek örneği bu değil. "Yoksul kapısı", liberal hassasiyetleri alevlendirebilir ama aslında belirgin biçimde orta sınıfa dair bir meseledir. Keza yoksul kesime yönelik aşırı hasmane tutumu yansıtacak biçimde çevremizi yeniden şekillendiren başka önemli değişiklikler de var.

Duvarların ardında neler oluyor?

Mesela siteleri ele alalım. Slovakya'daki Roman gettoları gibi insanları içerde tutma amaçlı olanlar kadar insanlık dışı olmasalar bile, benzeri imar projelerinin dünya genelinde arttığına tanık oluyoruz. Zenginler, kendilerini lüks içindeki güvenli sitelere kapatıyor ki, bu durum, son 30 yılda gelir eşitsizliğinin hangi noktaya geldiğinin açık bir işareti.

Brezilya'daki Rio de Janerio ve Güney Amerika'nın diğer büyük
şehirlerinde, gecekondu bölgelerine komşu lüks apartmanlardan tutun, İspanya, ABD, Hindistan, Rusya ve Güney Afrika'daki yeni projelere kadar, hepsi zenginlerin kendilerini toplumdan soyutlamasına birer örnek teşkil ediyor. Yani yoksullar "bizim gibi değil" demekten öte, "asla bizim gibi olamazlar" da deniyor.

Site tarzı yerleşimler, güvenli ve nispeten sınıfsız bir toplum olan Yunanistan'a bile girmiş durumda. Ülkenin ilk sitesi Girit'te inşa edilip oturuma açıldı. Fakat Yunan medyası, işine gelmediği için bunu haber yapmadı.

Zenginler, yer az olduğu için mekan değiştiremediklerinde ise "ayak takımını" gözden uzak tutacak planlar devreye giriyor. Örneğin Singapur'da sırf yabancı işçiler kentlerden uzak dursun diye yüzer mahalleler inşa edilmesi gündemde.

Bu ülkelerin hepsinin, zenginlerin duvarların arkasına saklanmasını veya fakirlerin göz önünden uzaklaştırılmasını gerektirecek derecede vahim güvenlik sorunları mı var? Elbette yok. Tüm ülkelerde olmasa bile, dünya genelinde suç oranlarında da, yoksulluk seviyesinde de bir gerileme söz konusu. Oysa eşitsizlik ve bununla birlikte, eşitsizlikten fayda sağlayan kesimin, durumdan muzdarip olanlarla bir arada bulunma isteği azalıyor.

Hard Times: The Divisive Toll of the Economic Slump isimli kitabın yazarı Tom Clark, bir süre önce İngiliz New Statesman dergisi için kaleme aldığı makalesinde şöyle diyor:

"Geçtiğimiz yıl YouGov tarafından yapılan ankete göre, tasarruf tedbirlerinden ciddi şekilde etkilenenlerin yüzde 62'si, koalisyon tarafından yapılan kesintilerin fazla aceleye getirildiğini düşünürken, durumdan pek fazla etkilenmeyenlerin yüzde 65'i, kesintilerin devam etmesi ya da arttırılmasından yana idi."

Bu hızlı değişim, hem toplum, hem de dünya genelinde yerleşerek, sınıfların kamusal alan ve bilahare bu alanın evrimiyle olan etkileşimini şekillendiriyor. Ekonomik krizin doğurduğu gerçek insafsızlığı asıl gösteren, kent manzaralarındaki gizli değişiklikler.

Normal kabul edilir hale gelen düşmanca tutumlar

Bir zamanlar Londra'nın güney bölgesinin varoşu sayılırken, son dönemde lüks bir muhite dönüşen Southwark'ta, evsizlerin geceleri sığındığı bir binanın önüne, bunu önlemek amacıyla metal çiviler yerleştirildi. Binanın bu halinin fotoğrafı internet ortamında yayımlanınca kamuoyundan öyle bir tepki geldi ki, bina sahibi çivileri kaldırma sözü vermek durumunda kaldı.

İngiltere'de boş mülklere izinsiz girenlere hapis de dahil ağır cezalar verilmesini öngören yasa yürürlüğe girdiğinden bu yana, sokakta uyuyanların sayısı önemli ölçüde arttı. Buna paralel olarak, evsizlere karşı bina önlerine dikilen çiviler, Londra'nın Camden bölgesindekiler gibi eğimli banklar, dekorasyon kisvesiyle küçük taşlardan yapılmış asimetrik yüzeyler, köprü altlarına yapılan sivri beton çıkıntılar gibi tedbirler de öyle…

Tüm bunlar, dünyanın en zengin bazı ülkelerinde krizden zaten en ağır şekilde etkilenmiş ve başkalarına göre bağımlılık, akıl hastalıkları ve yetersiz beslenmeden daha fazla muzdarip olan kesime, yani evsizlere karşı kullanılan silahlar.

York Üniversitesi Kentsel Araştırmalar Merkezi Eş Başkanı Rowland Atkinson'ın Guardian'a verdiği röportajda da söylediği gibi, "Biraz müstehzi, ama aynı zamanda gerçekçi bir açıdan bakacak olursak, bu, yoksullara karşı bir çeşit saldırı; sıkıntılarını gidermenin bir yolu. Bu noktada, insanları her şeyden önce savunmasız kılan, 'yatak odası vergisi', refah eşikleri gibi ekonomik süreçler da dahil, pek çok farklı süreç bir araya gelerek etkili oluyor. Fakat sanırım bir sonraki adımda, 'En sefil koşullarda bile olsa barınmanıza izin vermeyeceğiz.' diyecekler."

1990'lardan beri fark edilir biçimde uygulanan bu eğilim, "dışlayıcı mimari" olarak adlandırılıyor.

Danimarka gibi daha kapsayıcı toplumlar, mümkün olduğunca çok sayıda insanın gelip keyfini çıkarması için parklar, halka açık alanlar yaparken, aşırı eşitsizliğin norm halini aldığı İngiltere ve ABD gibi ülkeler, hasmane ve ayrıştırıcı bir kent manzarası yaratmayı tercih ediyor.

Bu yeni gerçeklerden endişe duymakta haklıyız. Siteler ve dışlayıcı mimari uygulamaları, en iyi ihtimalle "işler düzelince" çözülecek, geçici meseleler olarak kenara itiliyor. Ancak bizler, kısa vadede zenginlerin keyfini süreceği bir dünya yaratıyor olmanın dışında, o dünyanın uzun vadede neye benzeyeceği konusunda da endişe duymalıyız.

Bizim için kentlerdeki bu tür mimari unsurlar, uzayan ekonomik krizin getirdiği kötü karakterin geçici bir tezahüründen ibaret görünebilir. Lakin bunları miras alacaklar açısından; savaş bölgelerinden, insanlıktan uzak finansal çarpışma sahalarından öte bir görüntü çizmeyecektir.

* Yiannis Baboulias, Yunanistanlı gazeteci-yazar ve Avrupa'da risklilik, yeni milliyetçilik ve bağımsızlık hareketlerini inceleyen Precarious Europe'un kurucu üyesi. New Statesman, Vice ve Guardian'ın da aralarında bulunduğu çeşitli mecralarda çalışmaları yayımlanıyor.
Twitter'dan takip edin: @yiannisbab

Kaynak: http://www.aljazeera.com.tr/gorus/zenginler-icin-insa-edilmis-bir-dunya

Doğa, Karadeniz Sahil Yolu: ‘Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir yol yapılamaz’
26 Eylül 2014

Avukat Okumuşoğlu, “Kazandığımız davalara kaynaklık eden bilirkişi ‘dünyanın hiçbir yerinde böyle bir yol yapılamaz’ demişti. İşte görüyoruz. Karadeniz intikamını alıyor” dedi

Karadenizlilerin yıllarca yapılmasına karşı mücadele ettiği Karadeniz Sahil Yolu’nun Giresun bölümünde dün fırtına ve dev dalgalar nedeniyle ciddi zararlar oluştu. Sahile vuran dev dalgalar, onlarca aracı sürükledi, park ve işyerlerine zarar verdi.

Sahil yoluna karşı onlarca davanın avukatlığını üstlenen avukat Yakup Şekip Okumuşoğlu, “Kazandığımız davalara kaynaklık eden bilirkişi ‘dünyanın hiçbir yerinde böyle bir yol yapılamaz’ demişti. İşte görüyoruz. Karadeniz intikamını alıyor” dedi.

Sinop’tan başlayıp Sarp Sınır Kapısı’nda sona eren 604 kilometrelik şeridi kapsayan Karadeniz Sahil Yolu’nun amacı yolu güvenli ve kısa hale getirerek ticareti ve turizimi artırmak olarak gösterildi.

Karadenizliler ise denizi doldurarak ekolojik sistemi bozan ve halkın denizle olan bağlantısını kesen bu yolu hiçbir zaman istemedi ve onlarca dava açtı.

“Alternatif yol önerdik, parayı seçtiler”

Avukat Okumuşoğlu, karadenizin güneyinden geçen alternatif yol önerilerinin de kabul edilmediğini söyledi.

“Davalarda danıştaydan gelen bilirkişi raporunda dünyanın hiçbir yerinde böyle bir yol olmadığını, olamayacağını, yolun akan suların önünden bariyer oluşturacağını bunun da gelecekte ciddi sorunlar oluşturabileceğini söylemişti.

“Bizler de akademisyenlerin oluşturduğu raporlar ile alternatif yolları sunmuştuk. Bu raporlara göre Karadeniz için en uygun yol projesinin şehrin güneyinden tünellerle ve viyadüklerle geçecek bir yol olması gerektiği belirtilmişti. Bunları önerdik ancak en çok para nereden kazanılacaksa o şekilde oluşturuldu.

[img]“İklim değişikliğiyle o yol kalmayacak”[/img]

“Doğa hıncını alıyor ve almaya devam edecek. Küresel iklim değişikliği nedeniyle bilim insanları denizlerin yükseleceğini, kıyı kentlerinin sular altında kalacağını söylüyor. Bunlar Türkiye’de de yaşanacak. O yol su altında kalacak ve kullanılamayacak.

“Ünye yolunda ‘denizden taş çıkabilir’ diye bir levha vardı. Düşünebiliyor musunuz? Küçük küçük taşlarla doldurdukları denizde dalga vurdukça taşlar arabalara çarpıyordu, insanlar yaralanıyordu. O levhayı dalga geçildi diye kaldırdılar herhalde.”

“Davaları kazandık, uygulamadılar”

Okumuşoğlu, sahil yolunun Arhavi ve Fındıklı gibi bölümlerinden davaları kazanmış olmalarına rağmen bu kararların uygulanmadığını söyledi.

“600 kilometrelik yolu 10-20 kilometrelik projelerle yaptıkları için her bölüme tek tek dava açmak gerekiyordu. Yani toptan sahil projesine dava açamıyorduk.

“Bizler kendi yaşadığımız bölgelerde Fındıklı, Arhavi bölümlerine birçok dava açtık. Hepsini de kazandık. Ancak artık iş işten geçmişti. Deniz dolmuş, üstünden arabalar geçmeye başlamıştı. Hukuk devletinin bu kararları uygulayıp orayı eski haline getirmesi gerekiyordu.”

Kaynak: Bianet/Nilay Vardar
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> İMAR, MİMARÎ ve ŞEHİRCİLİK Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com