EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Necip Fazıl Kısakürek

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> EDEBÎYAT
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
admin
Site Admin


Kayıt: 31 Arl 2006
Mesajlar: 831
Konum: Belarus

MesajTarih: Cmt Şub 09, 2008 8:45 pm    Mesaj konusu: Necip Fazıl Kısakürek Alıntıyla Cevap Gönder

Büyük Zuhur
Necip Fazıl Kısakürek



Büyük zuhur, Büyük Doğu hisarının ova misali, geniş avlusunda milyonlar beklerken şimdiden içeriye alınan baş örneklik birkaç gencin sıhhatle tutmuş mayası içinden heykelleşecektir.

Radyum şuaı gibi pırıltılı bu birkaç genç, yine kendileri gibi ışıklı birkaç ağabeyleriyle bir tüpe doldurulsalar, sade Türke değil, bütün İslâm âlemine ve hatta topyekûn beşeriyete, muhtaç bulunduğu yeni insan ve ruh tohumunun ilk örnekleri diye gösterilebilir.

Benim 40 yıllık mücadelemde salonları ve meydanları taşıran alkışçılar karşısında «bu manzaraya güvenmeyin; biz gerçekte bir dolmuş arabası kadrosunu aşabilmiş değiliz!» demenin sırrı işte bu «birkaç»ların çerçevesinde tecelli etmektedir.

Satrancı icat eden adama, Acem Şahı, «dile benden ne dilersen!» deyince «satrancın ilk karesine tek bir buğday tanesi koy ve ondan sonra her kareye evvelkinin bir mislini ekleyerek devam et: yani 1, 2, 4, 8, 16, 32 vesaire.» Cevabı veriliyor ve bunun yüzlerce ülkenin yetiştiremeyeceği kadar buğday tuttuğu hayretle görülüyor.

İşte, tam 40 yıldır süze süze özleştirdiğimize şahit olduğumuz bu birkaç genç ve 3-5 ağabeyleri, satranç tahtasının ilk karesindeki ilk vâhid olmak mevkiindedir. Bu vâhidi elde edebilmek için 40 yıl çalıştık, ama sonunda «evreka-buldum!» diyebilmek saadetine ulaştık. Gerisi keyfiyetini bunlarla paylaşan basit bir kemiyet meselesidir ve cevher, kan oturmuş tırnaklarımızla 40 yıl kazdığımız kuyudan çıkarılmıştır.

Bu serinin altıncısı ve sonu, bu cevherin vasıf, vazife ve memuriyetinin ne olacağının göstermeye kalıyor.

Kervan, hazırlığını bitirmek ve yola çıkmak üzeredir.

Geliyorlar!

Gözleri kara, alınları fikir çizgili, kalbleri ceylân, iradeleri çelik, imanları volkan, irfanları tarla, idrakleri bıçak, edâları şiir, diyalektikleri ipekten örgü, geliyorlar!..



ALLAHIM!
Necip Fazil Kisakurek(*)

Muhal Farz;

Sonsuz fezanın dibine varsalar… Dibinin, dibinin, dibinin, dibindeki dibi, sonu, nihayeti bulsalar… Ve o “Hiç” çıksa…

Bütün kainat bana en uzak yıldızdan, en yakın ağacına kadar küfür, inkar ve şüphede israr etse…

Sistemli teşkilatlı ve techizatlı, küfür, Ay’a secde ettirecek, Güneş’e elektrik faturası kestirecek Kehkeşan’ı sarayına halı diye döşetecek marifete erse…Ve bütün marifetleri küfre bağlasa…

İnsanı ölümden kurtarsalar, ölenleri diriltseler, ebedi hayatın sırrını bulmuş gibi görünseler…

Ve, ve, ve bütün insanlık bir araya gelip Allah’a ve Peygamberine inanan bir mü’mini, alemin en korkunç ve bulaştırıcı hastası diye kezzap şişeleri içinde yaksalar, eritseler…

Ben yine senin; ve kainatı yüzü suyu hürmetine yarattığın sevgilinin, çizgisi çizgisine ve noktası noktasına yolu üzerinde kalacağım!!!

* 1001 Çerçeve'den

Bizim Şarkımız (*)

Kırılır da bir gün bütün dişliler,
Döner şanlı şanlı çarkımız bizim.
Gökten bir el yaşlı gözleri siler,
Şenlenir evimiz, barkımız bizim.

Yokuşlar kaybolur, çıkarız düze,
Kavuşuruz sonu gelmez gündüze,
Sapan taşlarının yanında füze,
Başka âlemlerle farkımız bizim.

Kurtulur dil, tarih, ahlak ve iman;
Görürler, nasılmış, neymiş kahraman!
Yer ve gök su vermem dediği zaman,
Her tarlayı sular arkımız bizim.

Gideriz, nur yolu izde gideriz,
Taş bağırda, sular dizde, gideriz,
Bir gün akşam olur, biz de gideriz,
Kalır dudaklarda şarkımız bizim…

* Necip Fazıl Kısakürek, Çile'den

“Necip Fazıl'a p.ştluk yapmaya kalkan öküzlere!”
Murad Salih

Epey zamandır sanal alemde merhum üstad Necip Fazıl aleyhinde sistematik bir tezvirat-karalama-kötüleme kampanyası yürütülüyor...

Hangi “Laik-kemalist-atatürkçü-kuvvacı” siteye girseniz bu kampanyanın ürünü olan üç beş saçmalığa rastlamanız mümkün....

Bunlardan en ünlüsü de merhum Üstad’ın nasıl iflah olmaz bir Amerikancı olduğunu belgeleyen(!) şu üç beş satır:

"Amerikan politikasını korumakla mükellefiz...
Amerikan siyasetini tutmak biricik yol...
Amerika'dan nazlı bir sevgili muamelesi görmek biricik dikkatimiz olmalı. Yoksa bir Amerikan bahriyelisinin iki yana açık bacakları arasında mütalaa ettiği kadından ileri geçemeyiz. Dış siyasetimizde Amerikan siyaseti ve iç bünyemizde Amerikanizm politikasını kendimize tecezzi etmez (birbirinden ayrılmaz) bir siyaset vahidine (tekliğine) göre ayarlamakta büyük ve her işe hâkim bir mânâ gizlidir.
“Necip Fazıl Kısakürek
“Büyük Doğu Dergisi
”17 Temmuz 1959”


Alıntı bu kadar...

***

Necip Fazıl hakkında Cumhuriyet gazetesi ve benzerlerinde yazılan zırvalar dışında tek satır okumamamış” olan ve kendilerine "laik-kemalist-atatürkçü-kuvvacı” gibi sıfatlar takan, her biri ayrı bir Güççük Uğur Mumcu taslağı olan, 'Araştırmacı Kuvvacılar Bölüğü' neferi hamşolar da mal bulmuş mağribi gibi bu satırları sanal alemde gezdirerek Üsdad aleyhinde kampanya sürdürüyor: “Bakın ne kadar fena adam, işte şeriatçıların gerçek yüzü bu... Bunların alayı amerikancı zaten... Falan, filan”
Bu arada Küfür ve hakaretin bini bir para... Bunlar aynı zamanda kendilerini nedese antiemperyalist filan da sayıyorlar ya: “Vurun Amerikan uşağı Necip Fazıl’a!”

Bir de her zamanki gibi, Üstad’ın reddettiği (1) yazı ve şiirleriyle mevzuyu beslemek üçkağıtçılığı da cabası...

En son bu mavraya İPsizlerin dergisi Aydınlık atlamış ve Baran’da Sn. Baki Aytemiz’den cevabını almıştı...

Bu karalama kampanyasının kaynağı da bu takımdan -ve bu takımın genel hususiyetlerinden biri olan “okuduğunu hiç anlamama veya kıçından anlama” özürlüsü- CÖ isimli bir hödükmüş... Bu hödük “irticanın ne kadar fena bir şey olduğunu ispatlamak” için bir kitap yazmış ve kitabına da yukarıdaki satırları irticacıların nasıl birer iflah olmaz Amerikancı olduklarını ispatlamak için belge niyetine koymuş...

Bu kampanyanın sanal alemde izini süreken,İintertürkforum’da o yazıyı oraya yapıştıran kuvvacı ile diğer forum katılımcıları arasındaki tartışmaya rastladım: bir katılımcı şöyle diyordu:

Necip Fazıl'a puştluk yapmaya kalkan öküzlere

“Necip Fazıl'ın 1959 yılının dünyasında, Türkiye'nin yerinin ve rolünün ne olması gerektiğini irdeleyen çok mükemmel stratejik bir makalesinden üç beş cümle kırpıştırıp ardarda monte ederek onun nasıl iflah olmaz bir Amerikancı olduğunu ispatlamaya kalkışan kemalist camışlara bu yazı benden armağan olsun...
”Okuyup okuyup dünya meselelerine nasıl bakılması gerektiğini öğrensinler de biraz olsun öküzlükten kurtulsunlar... Okuyup da bir bok anlamazlarsa boyundan büyük işleri bırakıp, tren yolunun kenarında bir otlak bulup hem otlayıp hem de trenlere bakmaya devam etsinler... İşte O makale... Virgülüne dokunmadan:” (2)


Katılımcı, sözkonusu makalenin tamamını ve yayınlandığı büyük Doğu mecmuasının orijinalini foruma asmıştı...

Ben de onun yazısının başlığını, bu yazının başlığına taşıdım...

Önce merhum Üstad’ın 1959 yılında Amerika, Rusya, Türkiye ve diğer milletlerin o günkü dünyadaki yerleri, rolleri ve münasebetlerinin ne olduğu ve nasıl olması gerektiğini dörtbaşı mamur bir mükemmellikte tahll eden ve dünya durdukça konusu siyaset olan bütün fakültelerde ders konusu yapılması gereken bu makalesini okuyalım....

***

AMERİKA, DÜNYA VE BİZ

Bugün dünya, milletlerin oluş istikameti ve tekevvün hakkı bakımından iki vâhide ayrılmıştır. Sonunda kaba ve basit iki vâhid... Ya Amerikayı tutacaksınız, ya Sovyet Rusyayı; ya demokrasiyi, ya komünizmayı...

Bunlardan birine temayül derhal ve kat'i olarak öbürüne aykırılık mânasına gelir. Onun için, en küçük Amerikan aleyhtarlığı, hangi zaviyeden olursa olsun, Sovyetleri desteklemek diye anlaşılır. Bu yüzden komünizmaya zıt bir dünya görüşü kerhen de olsa, Amerikan politikasını korumakla mükelleftir.

İkinci Dünya Harbinden sonra Avrupa medeniyetinin büyük mümessilleri, bir nevi iktisadi ve teknik tabiiyet yüzünden dünya görüşlerindeki istiklâllerini kaybetmişler ve mecburî olarak Amerikan hegemonyası altına girmişlerdir.

İmparatorluğunu ve dünya siyasetindeki başbuğluğunu kaybeden şahsiyetli İngiltere, şimdi bütün aksiyonunu ve söz hakkını kaybetmiş mahzun bir ülke halindedir. Almanya, topyekûn varlığıyla ödemek mevkiinde bulunduğu harp felâketini telâfi için, hârika çapında bir kalkınmadan gayri hiçbir gaye sahibi değildir. Avrupa'nın diğer milletleri de, Garp medeniyetini meçhul bir yarına çeken sinsi şartlara karşı, bütün güçlerini, kendi kabukları içinde, ruhî ve iktisadî günü birlik bir ferahlığa yöneltmiş ve dünya politikası üzerinde müessir olmak politikasını unutmuş bulunuyorlar.

Yalnız Fransa (Dö Gol) tecrübesinden sonra bir şahsiyet hummasına düşebildi; ve (frenk) isminin eski temsil hakkı üzerinde yepyeni bir istikamet kolladığını belli etti. Dış politikada ilk defa olarak (Dö Gol)ün; Amerikan hava üslerini Fransadan tasfiyeye kalkması, işte bu istiklâl ve şahsiyet davranışının en bariz işaretidir. Bu işaret, Fransanın artık bir âlet mevkiinden çıkıp, Garp medeniyetini yuğuran şahsiyetli milletlerden biri olmak sıfatını her sahada göstermek ve bütün iç ve dış buhranlarını yenmek istemesinden başka bir maksada yorulamaz.

Hakikat şudur ki, Amerika sadece iktisadi ve teknik üstünlüğü yüzünden, ayrıca hiç bir payı bulunmıyan Garp medeniyetini bütün hakları ve imtiyazlariyle ve açıkgözce nefsine yamamış; ve cihanın komünizma dehşetine karşı kendisini biricik tutamak haline getirmeği bilmiştir. Bu tutamağa el atanlar da, onun iradesine boyun eğmeğe, dünya çapında hiçbir temsil tavrı takınmamaya, şahsiyetsiz yaşamaya ve Amerikalılara mahsus basit ve düpedüz dünyanın bekçiliğini etmeğe mecburdur.

Bu ne boğucu, sıkıcı dünya! Yukarıya tükürsem bıyığım, aşağıya tükürsem sakalım...

Nazariyede materyalist Rusyaya karşı Amerika, cihana öyle ablâk bir çehre vermiştir ki, ikisi arasında sıkışıp kalan Avrupa, evvelâ birincisine, sonra ikincisine karşı (spiritüalist) bünyesini koruyabilmek için ne yapacağını bilememektedir. Birinden korunmanın öbürüne sığınmak şeklinde tecelli eden çaresi, gerçek korunmayı ve şahsiyet müdafaasını büsbütün iflâs ettirici bir durum arzetmektedir.

Bize gelince:

Halk Partisi devrinden beri, mutlak ve mecburi Amerikan siyasetini tutmak, Türkiye hesabına biricik doğru yol... Buna şüphe yok... Cihanın ölüm ve dirim halinde iki yolundan dirim istikametini seçmek milli irade ibresi yalnız bu istikameti gösterdiğine göre, her halde Halk Partisi hesabına büyük bir keşif değil...

Evet, dirim yolu seçildi; fakat bu yolda diri bir anlayış ve şahsiyetli bir tavır gösterilmedi. Vaziyet o türlü idare edildi ki, Amerika bizi cebinde keklik bildi; ve mevzuumuzda, idrâksiz kekliklere mahsus fedakârlıklardan ileriye gitmedi.

Mesele, Amerikan yardımının azlığında çokluğunda değil; Amerika'nın karşısında, yalnız kendi milli tekevvün gayesine bağlı, şahsiyetli bir millet tavrını takınmakta ve ona göre hürmet ve itibar sahibi olmakta...

Coğrafya ve tarihimiz, bizi, kapitalizma ve komünizma sistemleri arasındaki nihaî muhasebenin ana rakamını temsil edecek kadar nazik bir makamda bulundurduğuna göre, Amerika'dan bu makamın dolgun hakkını istemek ve nazlı bir sevgili muamelesi görmek biricik dikkatimiz olmalıydı. Olmadı; sanki Amerika tarafından boş bir araziye sevkedilmiş ve hudut bekçiliği almış boğaz tokluğuna çalışır bir millet olduk.

Hele lisaniyle, üslûbiyle, tipiyle, ruh haletiyle ve kendine göre kültürü veya kültür iddiasiyle Amerikalının içimize nüfuzu korkunç bir şeydir. Dolar kuvvetine dayanan ve sade Türkiye'de değil, dünyanın her tarafında kendisini hissettiren bu maddî ve aynı zamanda mânevî nüfuz belki Avrupa'nın ruhî sahada baş derdidir.

Zira Amerikalı, eski bir kök ve şahsiyet damarına bağlı olmaktan uzaktır.Garbın milletler katışığından öyle bir melezdir ki, o milletlere ait ruh uktelerini dibinden tıraş etmiş; ve meselesiz, dâvasız, dertsiz, ıztırapsız, yalnız madde hesaplarına bağlı ve beş hasse plânında yaşar bir yeni insan tipi getirmiştir. Bu yeni insan, elektriğin ne demek olduğunu düşünmez veya düşünmekte bir fayda görmez; onu bir ampul içinde zaptetmeği kâfi bulur. Bu yeni insanın hürriyet fikrinden, daha doğrusu insiyakından başka hiçbir ruhi sistemi yoktur. Başı boştur, ilcalarına tâbidir, her kayıttan ve ölçüden âzadedir, manevî sulta ve disiplin boyunduruklarından hiç birinin hükmü altına giremez; hasılı tam mânasiyle tabiat ve madde insanıdır.

Tarih, şahsiyet, ruhî hayat ve mesele sahibi milletler için de böyle bir tip, ancak bozucu ve çürütücü olabilir. Hele yeni bir hayat ve tekevvün arayan ve henüz olamamış bulunan milletler Amerikalıyı örnek aldıkları gün, meydana, bütün lûgatçesi 10-15 kelimeden ibaret, her ân çiklet çiğneyen ve homurtu halinde konuşan ve anlaşan, hiçbir ruhî müeyyideye kıymet vermeyen başı boşlar topluluğundan başka birşey çıkamaz. Amerikalı tipi, kendi vatanında belki her türlü içtimaî emniyet ve murakabeye malik olabilir; fakat taklitçilerinin dünyasında sadece felâkettir. Amerikaya gidip Amerikalı olmak belki iyi; fakat milleti içinde Amerikalılaşmak mümkün olduğu kadar kötü...

Başınızı kaldırıp büyük şehirlerde şöyle bir halimize bakacak olursanız, Amerikanizm denilen âfetin, kılığımızda, meşrebimizde, üslûbumuzda, edamızda bizi kendimizden ne kadar uzaklara götürdüğünü, yahut götürmek istediğini sezersiniz.

Mekteplerimize, gençlerimize, züppelerimize, zevk-u safa hayatımıza; ve oradan müesseselerimize, evet bütün müesseselerimize dikkatle bakınız yeter!

Bir Amerikan gemisinin İstanbul'a geldiği gün, şehrin geçirdiği telâşın, (Noel) babanın çıkını etrafında çocuklar geçirmez.

Eğer arada bir kendilerinden şu veya bu tarzda, hattâ bayrağımıza kadar uzanan kabalıklar görüyorsak, bunu, Amerikalının mizacında değil, kendi ruhî zebunluğumuzun muhatabımıza verdiği gururda aramalıyız.

İktisat reçetelerine kadar her şeyi sonsuz cömertliğinden beklediğimiz bir millet fertlerinin bize karşı ulvî hareket etmesini beklemek ve böyle bir istidadı da Amerikalıdan ummak, yerinde sayılamaz.

Bize düşen, kendi kendimize sahip olarak, Amerika'nın ebedî müttefiki, Amerikalının da "Sen sensin, ben de ben" tarzında dostu olmaktır.

Amerikalıyı da böylece kendimiz için bir saadet unsuru kılmak... Yoksa belâ haline getirmek değil...

Bunu en küçük milletler yaparken biz yapamazsak hazin olur. Amerika da ancak böyle bir şahsiyete maddî ve manevî itibar biçebilir. Yoksa, gelip geçici menfaatleri bakımından alâkadar olduğu; ve bir Amerikan bahriyelisinin iki yana açık bacakları arasındaki perspektif içinde mutalea ettiği kadrodan ileriye geçemeyiz.

Dış siyasetimizde Amerikan ve iç bünyemizde Amerikanizm politikasını, kendimizde tecezzi kabul etmez bir şahsiyet vâhidine göre ayarlamakta, devlet ve millet çapında kalkınışımızı kuşatacak derecede büyük ve her işe hâkim bir mâna gizlidir.

Bu mâna ta merkezinden ele geçirildiği gün, Türk ve Amerikan bayrakları, biri şu kadar yıldızlı ve öbürü sadece ay ve yıldızlı, iki ayrı dünyanın iki ayrı ve fakat daima beraber mümessilleri halinde yanyana göndere çekilebilirler.

Necip Fazıl KISAKÜREK
Büyük Doğu Dergisi / Sayı 20 /17.7.1959

***

Muhteşem makale bu...

Şimdi bu muhteşem makaleden üç beş satırı cımbızlayarak rahmetli Üstad’ın Amerikancılığına “kanıt” diye kullanan hödüklere ne nedemeli?Veya bu makaleyi okuyup da bugünün dünyasında amerikancılıklarına mazeret diye kullanmaya kalkabilecek işbirlikçiği tek ve vazgeçilmez “yaşam biçimi” olarak benimsemiş uyanık takımına nasıl anlatmalı?..

Yıl 2007...

Amerika da, dünya da 1959’un Amerika’sı ve dünyası değiller...

1990’da Sovyetler Birliği çöktü... Bu çöküş Dünyanın siyasî, hal, vaziyet ve dengelerini kökünden değiştirdi: ABD dünyada tek güç olarak kaldı ve bunun farkına varır varmaz da dünyanın tamamını ele geçirmek için plan ve eylemler yapmaya başladı...

11 Eylül 2001’de bir avuç genç mücahid, olağünüstü bir eylemle 17 Ocak 1991 Irak saldırısına karşılık olarak, ABD’yi kendi ininde ve en canını acıtacak yerlerinden vurdu... Bu eylem dünyanın siyasî durumu, yapısı, gidişatı ve dengelerini çok köklü olarak bir daha değiştirdi: Artık komünizm ve kapitalizm arasında ölümlerden ölüm beğenmek durumunda kalan güçsüz milletler için “ehvenişer- kötülerden daha az kötüsü”nü tercih ederek yaşamaya çalışma dönemini kapandı.. Bu dünyadaki tek gerçek siyasî kutuplaşma olan "Hak-batıl kutuplaşması"nın ilk adımı böylece atılmış oldu.

Bundan sonra yeni dengelerin ‘iyi güzel-doğrü’nun temsilcisi İslâm 'mücahidl/akıncı/direnişçi'ieri ile kötü-çirkin-yanlış’ın temsilcisi ABD (ve işbirlikçileri) arasındaki halen çok şiddetli bir şekilde sürmekte olan bu savaşın sonucuna göre oluşacağı açıkça görüldü...

Yani, artık antiamerikancılığın da, antiemperyalistliğin de tek bir kriteri/miyarı/ölçüsü/ölçütü var: Dünyanın her yerinde ABD ve işbirlikçileriyle ölüm kalım savaşı veren ‘İslâm mücahid/akıncı/direnişçi’lerine ne kadar dost ve yakınsan o kadar antiamerikancı ve antiremperyalistsin...

Gerisi hikâye...

Dipnotlar:
1- Merhum Üstad’ın Vasiyeti’nden:” İslama pazarlıksız ve sımsıkı bağlanmadan önceki şiirlerim ve yazılarım arasında hatta küfre kadar gidenler ise, çoktan beri eser çerçevem dışına çıkarıldığı, herbirinden ayrı ayrı istiğfar edildiği ve çöp tenekesine atıldığı için nereden nereye geldiğimi göstermekte bile kullanılmamalı ve onlarla müminleri benden çevirmek isteyeceklere -çok denenmiştir- şu cevap verilmelidir: "Koca Hz.Ömer bile Allahın Resulünü öldürmeye davranmış ve peşinden bütün sahabelerin, derecede ikincisi olmak gibi bir şerefe ermiştir. Hiç ona bu ilk davranışından ötürü sonradan dil uzatan olmuş mudur? Belki o noktadan bu noktaya gelmekte faziletlerin en büyüğü vardır."
Eserlerim mevzuunda vasiyetim kısaca şu: İlk yazılarımdan birkaçı asla benim değil; sonrakiler de en dakik şeriat mihengine vurulduktan, yani nasip olursa tarafımdan bütünleştirildikten sonra benim...”
2-İmlâ hatalarına dokunmadan iktibas ettiğim bu yazının internet adresi şu: http://f16.parsimony.net/forum28507/messages/214548.htm


25/11/2010
İslama Muhatap Anlayışı Yenileyen Adam Necip Fazıl Kısakürek
Sezai Kırlangıç

Necip Fazıl Kısakürek; Dasitani bir hayat, anne karnını andırır bir idrâk fırtınası içerisinde doğumdan ölüme efendisinin‘Ol’ emrine muhatap olan köle gibi ‘Ol’ ma istidat ve aksiyonu üzere ömrünü feda eden zat… Öncülerden, diriltici nefesi muştulayanlardan, aşkın ve sadakatin üstüne örtülen perdeyi bir celsede silkip attıktan sonra ferhat misali, mermerden dağa kazma vurmanın imkânsızlığı ve ümitsizliği üzerinden edebiyat ve davam adamlığı yapanlara karşın hohlaya hohlaya buz dağını eriten, iğneyle dahi olsa mermerden kayaları paramparça eden, ululaması da tenkit edilmesi de ehline ait olan zat…

Tarih, 26 Mayıs 1905 ve İstanbul… Bir Perşembe günü yeryüzüne doğuş… Dedesi İstanbul’un meşhur kadılardan Maraşlı Kısakürekzâde Mehmet Hilmi Efendi, babası Abdülbaki Fazıl Bey… Abdülbaki Fazıl Bey Mekteb-i Hukuk mezunu olup Bursa'da âzâ mülazımlığı, Gebze savcılığı ve ömrünün son yıllarında Kadıköy hâkimliği görevlerinde bulunmuş annesi Girit muhacirlerinden Mediha Hanım Girit muhacirlerinden, soyu Maraş'taki Dulkadiroğulları'na bağlı Kısakürekler soyuna mensup Mevlâna Bektut'a kadar…

Necip Fazıl Kısakürek; şiir, fikirde ilk belirişler… Şiirle olgunlaşan ruh, ilk şiirlerde anne teşvikleri ve adından Yeni Mecmua'da yayımlanış, bir nevi şair olarak ilk meşruiyet duruşu. Sonrası Milli Mecmua ve Yeni Hayat dergileri, ardından Paris dönüşü yayımlanan Örümcek Ağı ve Kaldırımlar adlı şiir kitapları… Şiir çevrelerinden muhteşem zuhur ve meşhur edebiyatçılardan yüksek ilgi, ‘Bu sesi nereden yakaladın çocuk’… Ben ve Ötesi (1932) ile fikrin içteki sancılarla beynini parçalamaya başladığı dönemler…

Felsefe eğitimi, Batı tefekkürü üzere ciddi araştırma ve ihtisaslar… Sancılar, sancılar, ruh acıkınca doymak için bir mecra arar. Doyurulacak ruh Necip Fazıl’ın olunca, işler en ince noktada, keskin kılıç misali en yüksek tecridde… Tarih 1933-34’ler zifiri karanlığa güneş aydınlığının imsakla başlayan aydınlatması misali doğum hali… O ve Ben ile dile getirdiği muhteşem karşılaşma, 1920’lerden itibaren bütün hayatı ve ruhları ele geçiren karanlığa nisbeten; ruhları ferahlatan, fikirleri yeniden nizam edici aşkı üfleyen Abdülhakim Arvasi… Necip Fazıl’ın Abdülhakim Arvasi ile fikirde ve aksiyonda birlikte olması Arvasi Hazretlerinin vefatına kadar devam eder.

İlk dergi Ağaç, Yeni Dünya Düzeni ve Beklenen Dünya İnkılâbının fikirde belirişleri, Anadolu’ya fikirde inşayı tedai eden Söğütten mülhem Ağaç çıkışı… İlerleyen dönem ve çağa vurulacak mührün adı; Büyük Doğu Dergisi, İlk nüveler ilk eserler… Artık tehditlerin bini bin para. Her bir yazı, rejim muhalefeti gerekçesiyle mahkûmiyet almakta… Zindanlar artık Necip Fazıla nikâhlıdır… Büyük Doğu Dergisi çıktığı gün, toplatılma rekoru ile yayınını ve rejimle olan hesaplaşmasını en yüksek dozda sürdürmeye başlar… Medeniyete nizam verecek, fikre ve yitik anlayışa yeniden hak ettiği mana ve değeri kazandıracak olan idealin üstünde ki tozları, perdeleri, karmaşıklığı andıran süslü püslü parçacıkları tek tek bu dergi vasıtası ile Necip Fazıl silkeleyip atacaktır. Öyle ki kaba softa ve ham yobazın elinde manasını kaybetmiş hakikatler bir bir aslı yerine yeniden oturacak ve bu Büyük Doğu ideali olarak şekillenecektir.



Sık sık kapatılan ve çeşitli bahanelerle toplatılan Büyük Doğu'nun çıkmadığı sürelerde günlük fıkra ve çeşitli yazıların Yeni İstanbul, Son Posta, Babıâli’de Sabah, Bugün, Milli Gazete, Hergün ve Tercüman gazetelerinde yayımlanışı… Her biri tarihi vesika hükmünde Büyük Doğu dergileri ile fikirde, ahlakta, şuurda olgunlaşma ve cemiyet ruhu üzerinde hâkim tavra eriş… En üst seviyeden telkinler, Adıdeğmez, Mürid, Ahmet Abdülbaki gibi müstear adlarla dergiyi zirveye taşıyış… Sonrası aç olan ruhlara ilaç misali ve doktorun hastanın ayağına ‘şifa niyetine’ gitmesi denk bir örneklikle Anadolu konferansları… Fikirde ve ruhta şahlanış, iman ve aksiyon bahsinde yenileniş…

1980'de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü'nü, 'İman ve İslam Atlası' adlı eseriyle fikir dalında Milli Kültür Vakfı Armağanı'nı(1981), Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü'nü (1982) alış ve beratla 'Sultan-üş Şuara' (Şairlerin Sultanı) unvanını kazanış… Lakin onun gözü hep büyük sanatkârlıkta… O’nun ifadesiyle “Ver cüceye onun olsun şairlik-Benim gözüm büyük sanatkârlıkta”

Necip Fazıl Kısakürek; “İdeali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun “oluş” ıstırabını, İslâm’ın hakikatine nispetle heykelleştiren adam!..”(S.M) Mütefekkir açlığının çekildiği, iyi insanların iyi atlara binip gittiği, çağın düştüğü-düşürüldüğü buhran içerisinde çarenin İslâm olduğunu haykıran, İslâm denilince derme çatma fukara kulübelerden başka bir şey gösterilmeyen bir dünyada ‘İslâm’a Muhatap Anlayış Davasını’ yenileyerek İslâm davasının yerli yerine oturtan adam… O’nun diliyle mana şu;

“ *İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir.

* Anlayış mı?.. Nurun aynadaki aksi... Aynayı yenilemek...

* Güneş yenilenemez, Göz yenilenir.

* İslâm, başı ve sonu olmayan ebedî yeninin ismi... Ona her ân biraz daha nüfuz etmektir ki, yenilik...”(N.F.K)

Bu mana çerçevesinde; başta İdeolocya Örgüsü (1959) olmak üzere fikir eserleriyle inanç-kültür-dava hayatımıza verdiği büyük hizmet, diğer tüm yönlerini bile geride bırakacak üstünlüktedir. Nitekim onu sadece şair diye öve öve bitiremeyenler, aslında içlerinde ki ihaneti, samimiyetsizliği ve Necip Fazıla karşı nefretlerini açığa çıkarmaktadırlar ki gayeleri onun dünya çapında inkılâba yol açacak Büyük Doğu Fikrini âdeme mahkûm etmek ve Necip Fazılı şiir yazmaktan başka bir şey yapmayan şiirlerden başka bir eseri olmayan yazar seviyesinde tutmaktır. Oysa Üstadın bir adet şiir kitabı mevcutken fikri eserleri 100’ün üzerindedir. Hal böyle olunca Necip Fazıl Kısakürek’in ‘içte yobazı dışta küfrü’ imha edici keramet çapında tecrid terleri dökmesi ve “Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök! /Heybem hayat dolu, deste ve yumak. /Sen, bütün dalların birleştiği kök; / Biricik meselem, Sonsuza varmak...” dizleriyle memuriyetini ifade etmesi kaçınılmaz olur.

Gizlenen veya gizlenmek istenen onun dünya çapında bir inkılâbın rüyasına yatmış olması ve varlığını bu çapta bir inkılâba adamış olmasıdır. “Dünyanın beklediği bu inkılâp, üç daire halinde... Dış daire dünya, içindeki daire İslâm Âlemi, onunda içinde Türkiye... Asıl Türkiye... Merkez Türkiye... Şimdi İnkılâp kelimesini ele alalım! Bu kelimenin yeni uydurukçacılara göre mukabili devrim… Hâlbuki nerede devrim, nerede inkılâp? Devrim, -isminden de belli- bir şeyi devirmek mânâsına geliyor. Hâlbuki inkılâp devirmek değil, dikmektir. Yüz bin beygir gücünde bir tankı sürerseniz her şeyi devire devire geçer... Ama düzeni kurmuş olmaz. İnkılâp düzeni kurmaktır, devirmek değil... Ve bir bina yapmak için eskisi devrilir, yenisi uğrunda... Bizde son zamanlarda, son yarım asır içinde, bütün hakikatlerle beraber mefhumlar da gürültüye gitmiştir. Kelimede bile gerçek inkılâbı kaybetmiş bulunuyoruz. Evet; asıl İslâm Âlemi ve asıl Türkiye; beşeriyete gerçek eczahaneyi getirecek, vitrinlerinde gerçek devayı belirtecek büyük inkılâba memur... Tek mesele, varlık hikmetinde... Niçin varım? Mes'elelerin mes'elesi...”(Dünya Bir İnkılâp Bekliyor)

Necip Fazıl Kısakürek; Cinnet Müstatili. Davasının çile ve ızdırabına katlanıcı iman zevki ve aksiyon idrakine sahip olma neticesi; hapis hayatları, tek parti zindanları, demokrat parti zindanları, Kemalist tahammülsüzlüğün baskıları, batıcı mana dolandırıcılarının âdeme mahkûm etme tavırları, ham yobaz kaba softanın ipe sapa gelmez hezeyanları, gıybetleri, hasetlikleri… Onca hal içerisinde Büyük Doğu idealini lif lif işlemeler… Eserine, mücerred fikri en titiz sanatkârlara has nakış nakış döşemeler… Batı ve Batıcıların zihni iğdiş eden program ve projelerine karşı zihni inşa ve ibda eden bir anlayışla meydan yerine dikiliş… Rejimin tahammülsüzlüğü ayyuka çıkacak derecede kindar ve öcü çapında… Bu merhalede Sultan Abdulhamid Han’dan Vahiduddin Han’a, İttihat ve Terakki’den CHP’ye yakın tarihin yalanlarının deşifre edilişi ve sahte kahramanların sorgulanışı. Zaman zaman hakiki kahramana dair gençlik hareketlerini yoklayış… Maraş’tan Kars’a, Rize’den Kastamonu’ya İstanbul’dan İzmir’e yeni bir ruhi hamle peşinde, Büyük Doğu İdeolocyası ile Batı tefekkürünün ve tarihinin hesaba çekilişi… Rejimde panikler, ilk tepki aşağılama ve yok etme, ikincisi sahtesini üretme ve sulandırma, üçüncüsü Büyük Doğu Davasının savunucularını mahkûmiyetlerle etkisizleştirme… Dava taşını yerli yerine oturtma işi ise Necip Fazıla Memuriyet… Bayrağı aldığı yerden ve yere düşürmeden, daha yükseğe en yükseğe yükseltmeye memur ve yine bayrağı kendisinin yolunu gözlediği-kendisinin yolunu gözleyen gence teslim etmeye mecbur bir vazife… Müjdelerin Müjdesi Necip Fazılın diliyle şu; Dava taşını yerli yerine oturtma işi ise Necip Fazıla Memuriyet… Bayrağı aldığı yerden ve yere düşürmeden, daha yükseğe en yükseğe yükseltmeye memur ve yine bayrağı kendisinin yolunu gözlediği-kendisinin yolunu gözleyen gence teslim etmeye mecbur bir vazife… “Onlar benim ardımdan gelmeyecek, ben onların arkasından koşacağım” Müjdelerin Müjdesi ile karşılanan bu genç-gençlerin hikayesi Necip Fazılın diliyle şu;

“Hiç beklemediğim bir zamanda, hiç beklemediğim bir mekândan ışık fışkırdı... Daima böyledir. İlâhî tecelliler hep böyle tepeden inme gelir. Allah’ın tecellileri, yapmacıksız ve zorlamasız, boynunuz bükük, köşenizde otururken görünüverir. Bu ışık, hiç birini görüp tanımadığım, görüp tanıyınca da aramızdaki ezelî yakınlığa şahit olduğum gençlerden...”

Necip Fazıl Kısakürek; Yağmurcu misali iz peşinde, bir genç arar gençliğe köprübaşı ve gençliği peşinden sürükleyen genç pusuda… Çile ve ızdırab, her şeyin kuytulaştığı, karanlığa doğru istikamet aldığı bir dem, 1972’ler. Bir genç pişmekten beter ızdırablara gark olmuş halde, çile şiirini yaşayan tanık gibi, ideolocyanın şekillendirdiği ‘derin müslüman’ şemail ve ruhuna tekne olur gibi, bir akşam O’nun kapısında… O, dar bir vakit, ‘sen beni mahvettin’ öfke ve duygu seline uğramış olmanın şaşkınlığı ile yıllar sonra Cahit Zarifoğlu’nda hatırlar bu hitabı… Lakin Cahit Zarifoğlu bahsi geçen kişinin kendisinin olmadığını Mavera’dan ilan eder…

Kuru sıkı pohpohtan ziyade, mücerret fikir istidadı ve aksiyoner mizacı ile Necip Fazıl Kısakürek’i peşinden sürükleyen genç 1975’ler itibarı ile hem cemiyet meydanında hem de Necip Fazıl’ın göz önündedir. 1979 sırlar sırrına muhatap bir yıl, o sırrın bir tezahürü 1989 Akdoğuş iken diğer tezahürü 1999 yılıdır… Her bir sahne farklı farklı cereyan eder ve sırlar sırrı 2009’da 2010’da halen muazzam oluş tezahürleri ile sürmektedir. O genç Salih Mirzabeyoğlu’dur ve bir başka sır, bu isim üzerinden yeryüzünü kuşatıcı haliyle vuku bulur. Necip Fazıl Mayıs 1983’te vefat eder ve Salih Mirzabeyoğlu o yıl 33 yaşındadır ve doğum ayı tıpkı Necip Fazıl gibi Mayıs ayıdır.

Necip Fazıl Kısakürek; İslâm aşkıyla, Resul aşkıyla, Ümmetin devletsizlikten gelen sıkıntılarıyla kavrulmaktan “Bir fikir ki sıcak yarada kezzap” şuuruyla gençliğin peşinde… "Zaman bendedir ve mekân bana emanettir!" şuurunda bir gençlik... Ruh avcısı Necip Fazıl o gençlikte aradıklarını şöyle sıralar; “Ruhu, maddesi, diyalektiği, nefret ve aşk hedefleriyle kuşatılacak ve teçhizatlandırılacak bu gençliğin, ilk (aksiyon) farikası da, gayet hareketli, seyyar, seyyal, çevik, gözükara ve hudutsuz fedakâr olması...”(İhtilal)

Hicri 1400 yılına denk gelen buluşma, dünya sahte bir İslâm İnkılâbı ile çalkalanmakta… İran’da Farisiler, Ehl’i Sünnet Ve’l Cemaat yolundan ayrılmış olmanın şekillendirdiği ‘Şiilik’ merkezli bir rejim değişikliği gerçekleştirirler. Bütün ülkelerde yükselen İslâm heyecanı bu sahte İslâm inkılâbı vasıtasıyla bir daha açığa çıkar. Sahtesinin bile ruhlarda açığa çıkardığı bu heyacan, bu İslâma ve adalete susamışlık; asılı ortaya koyacak kadroyu, gerçek İslâm inkılâbını gerçekleştirecek kadroyu daha bir perçinler ve 1976’lardan başlayan organize hareketlilik ‘devlet’ mantığı çerçevesinde Akıncı adlandırması ile AK-GÜÇ, AKINCI GÜÇ, Raporlar şeklinde iyice su yüzüne çıkar…

Sonrası; ‘Onlar benim ardımdan gelmeyecek ben onların ardından gideceğim’ övgüsünde istikamet bulan bu gençler Necip Fazıl’ın vefatından sonra, 1984 yılında İBDA’yı kurar ve en son İBDA adıyla şekillenirler. Davalarını özetleyen şu ifadeler o gençlere ait “Güya İslâm adına çırpıştırılmış fikirlerden kurulu köpek kulübesi cinsinden uyduruk oluşumlar bir yana, kelimenin gerçek anlamıyla insan ve toplum meselelerini kuşatıcı İslâmî bir dünya görüşü, ancak «Ehl-i Sünnet» itikadıyla mümkündür; Büyük Doğu-İbda, bu davanın hem tespitçisi ve hem de dünyada “İslâm’ı eşya ve hadiselere tatbik” mevzuundaki tek «sistem» terkibidir!..” (S.M)

Üç ışık; İman-Fikir-Aksiyon, Abdulhâkim Arvasi-Necip Fazıl Kısakürek-Salih Mirzabeyoğlu… Bir ve aynı, birbiriyle içice… Ahir zaman sahneleri; Mü’min’in peşinde türlü musibet, zillet, illet ve kıllet… Üç ışık-Üç nur; üç otuz-1920-2010… “İnkılâba dayanmış saatler döne döne”

MÜJDE

O gün bir kanlı şafak, gökten üflenen ateş;
Birden, dağın sırtında atlılar belirecek.
Atlılar put şehrine gediklerden girecek;
Bir şehir ki, orada insan ayaküstü leş.

Yalnız iman ve fikir; ne sevgili ne kardeş;
Bir akıl gelecek ki, akıllar delirecek.
Ve bir devrim, evvelâ devrimi devirecek.
Her şey birbirine denk, her şey birbirine eş.

Fertle toplum arası kalkacak artık güreş;
Herkes tek tek sırtına toplumu bindirecek.
Gökler iki şak olmuş haberi bildirecek.
Müjdeler olsun size; doğdu batmayan güneş!

http://seyhsaid.blogcu.com/islama-muhatap-anlayisi-yenileyen-adam-necip-fazil-kisakurek/9207282

GENÇLİĞE HİTABE
Necip Fazıl Kısakürek

Bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik…

“Zaman bendedir ve mekan bana emanettir!” şuurunda bir gençlik…

Devlet ve milletinin 7 asırlık hayatında dört devre…

Birincisi iki buçuk asır… Aşk, vecd, fetih ve hakimiyet…

İkincisi üç asır… Kaba softa ve ham yobaz elinde sefalet ve hezimet…

üçüncüsü bir asır… Allahın, Kur’an’ında “belhümadal - hayvandan aşağı” dediği cüce taklitçilere ve batı dünyasına esaret… Ya dördüncüsü ?…

Son yarım asır!.. İşgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde planında kurtarıldıktan sonra ruh planında ebedi helake mahkumiyet…

İşte tarihinde böyle dört devre bulunduğunu gören… Bunları, yükseltici aşk, süründürücü satıhçılık, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi…

Beşinci devrenin kapısı önünde nur infilakı yeni bir şafak fışkırışını gözleyen bir gençlik…

Gökleri çökertecek ve son moda kurbağa diliyle bütün “dikey”leri “yatay” hale getirecek bir çığlık kopararak “mukaddes emaneti ne yaptınız?” diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik…

Dininin, dilinin beyninin, ilminin, ırzının,evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlik…

Halka değil, Hakka inanan, meclisinin duvarında “Hakimiyet Hakkındır” düsturuna hasret çeken, gerçek adaleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik…

Emekçiye “Benim sana acıdığım ve seni koruduğum kadar sen kendine acıyamaz, kendini koruyamazsın.! Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın!” diyecek…

Kapitaliste ise “Allah buyruğunu ve Resul emrini kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın!” ihtarını edecek…Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına,vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrakine sahip bir gençlik…

Bir buçuk asırdır türlü buhranlar içinde yanıp kavrulan ve bunca keşfine rağmen başını yarasalar gibi taştan taşa çalarak kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığı, Türk’ün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını, her sistem ve mezhebe ortada ne kadar illet varsa devasının ve ne kadar cennet hayali varsa hakikatinin, İslamda olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslam alemine ve bütüıı insanlığa model teşkil edecek bir gençlik…

“Kim var?” diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert “ben varım!” cevabını verici, her ferdi “benim olmadığım yerde kimse yoktur!” fikrini besleyici bir dava ahlakına kaynak bir gençlik…

Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispette usule, stratejiye uygun bir gençlik…

Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle zifiri karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı farkedecek kadar gözü keskin; ve gerçek kahramanlık madeniyle sahtesini ayırdetmekte kuyumcu ustası bir gençlik…

Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, demagog politikacısı,çıkartma kağıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, takma diş fabrikası, fuhuş albümü gazetesi,mümin zindanı mabedi, temeli yıkık ailesi, hasılı kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldağı zehirli tesiri üzerinden atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, destanlık bir meydan savaşı içinde ve bu savaşı mutlaka kazanmakla vazifeli bir gençlik…

Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa, gelmiş ve geçmiş bütün eski mümin nesillerden hiçbirini beğenmeyecek, onlara “siz güneşi ceplerinizde kaybetmiş marka müslümanlarısınız !Gerçek müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başımıza gelmezdi!” diyecek ve gerçek müslümanlığın “nasıl” ını ve “ne idüğü” nü her haliyle gösterecek bir gençlik…

Tek cümleyle, Allahın, kainatı yüzü suyu ,hürmetine yarattığı Sevgilisinin fezayı bütün yıldızlariyle manto gibi saran mukaddes eteğine tutunacak, ve O’ndan başka hiçbir tutamak,dayanak, sığınak tanımayacak ve O’nun düşman larını ancak kubur farelerine layık bir muameleye tabi tutacak bir gençlik…

İşte bu gençliği, bu gençliğin ilk filizlerini karşımda görüyorum.şekillenmesi, billurlaşması için 30 küsur yıldır, devrimbazlık kodamanların viski çektiği kamış borularla kalemime ciğerimden kan çekerek yırtındığım, paralandığım ve zindanlarda süründüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allaha hamd etme makamındayım. Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim şudur: Tabutumu öz ellerinle musalla taşına koyarken, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşını da gediğine koymayı unutma ve bunu tek vasiyetim bil!

Allahın selamı üzerine oIsun

Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!
Ey kahbe rüzgar, artık ne yandan esersen es!.


Ankara duvarlarında NFK şiiri!

01 Ocak 2010 Anadolu Haber

Ankaralılar Üstad Necip Fazıl'ın Utansın şiirini yeni yıl kutlamalarına karşı sprey boyalarıyla sokaklara işlenmiş buldular.



Siyasetin, bürokrasinin eylemlerinin merkezi Ankara, bu sefere farklı bir eyleme tanık oldu. Yeni yıl kutlamalarına karşı Ankara'da ilk defa sokak-artçılar sprey boyalarıyla seslerini çıkardılar. Üstad Necip Fazıl'ın utansın şiirinden mısralar sokaklara, caddelere işlenmişti.

Yerli Sokak-artçılar!

31 Aralık sabahı Ankara'lılar ilginç bir güne uyandılar. İlginçti çünkü her mağazanın yılbaşı indirimi yaptığı, her kafe-restoranın yılbaşı özel programı düzenlediği bu günde sokaklarda hiç beklemedikleri ve bir o kadar da insanı etkileyici bir dörtlükle karşı karşıyaydılar:

"Eski çınar şimdi noel ağacı


dalında iğreti yaprak utansın


Ustada kalırsa bu öksüz yapı


Onu sürdürmeyen çırak utansın!"



Modernlik adı altında herkesin birbirini taklit ettiği bu zamanda bu eylemi gerçekleştirenler unutulan, göz ardı edilen bir gerçeği sokaklara taşıdılar.

Malcolm X in
'Bir maske tak.
Duvara bir slogan yaz.
Şehitleri an.
Bir hayal kur.

Bir BARİKAT KUR... '

şiirini kendilerine düstur alarak yola çıktıklarını bildiğimiz İslamcı sokak-artçılar şimdi de Ankara'da boy verdi. Sayıları çok değil belki ama milyonları aşacak cesur yürekler olduklarını düşünüyorum onların. "Kim var!" diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert "ben varım!" cevabını verici, her ferdi "benim olmadığım yerde kimse yoktur!" duygusuna sahip artçılar onlar benim için.

Muhtemelen bu genç artçılar Ankara'nın ayazında sabaha karşı 4 - 5 sularında koyuldular yollara. Dillerinde 'Utansın' şiiri ellerinde renk renk boyalar ve fon kartonuna çıkarılmış kalıplar... Böyle bir şey yapmanın verdiği heyecan, bu heyecanın ısıttığı yürekleri takdire şayan bir görüntü çıkarmışlar ortaya.

Şiiri anlamayacaklar için!

Yazdıkları şiir güzeldi ama eğleneceğiz diye zom sarhoş olan birisinin farkedemeyeceği farketse de anlayamacağı bir şiirdi nihayetinde. Bunu da düşünmüş olmalılar ki Sakarya Caddesindeki eğlence merkezlerinin önlerini, masalarını -kısa ve öz bir şekilde ve büyük puntolarla hazırladıkları- 'ZIKKIM İÇ' yazısıyla renklendirmişler.

Eve dönerken belki de bu kirli, memur, bürokrat şehrinde karar verdikleri sıradışı bir şeyi yapmanın huzuru ile içlerinden üstadın şu dizesi hafifçe dönüştürülerek şöyle geçiyordu:
'Surda bir yazı yazdık mukaddes mi mukaddes / Ey kahpe rüzgar artık ne yandan esersen es.'
Burkay Bilgiç/DÜNYA BİZİM

Maddeler Halinde Yahudilik!
Necip Fazıl KISAKÜREK (*)

1- Yahudilerin en sevdikleri meslekler, tüccarlık, bankerlik, bankacılık, aktörlük, avukatlık, doktorluk, muharrirlik, gazeteciliktir. En sevmedikleri meslekler de çiftçilik ve askerlik... Fakat İsrail tecrübesinden sonra bu son ölçü mahallî olarak değişmiştir. Bugün ziraatte en gayretli memleket İsrail olduğu gibi, dünya orduları içinde de, nüfus ve kemmiyet nisbetine göre en çabuk ve hareketli ordu İsrail'dedir.

2- İsrail dışı ve göze görünmez imparatorluğu içinde yahudi, daima (Site)lerde, (Metropol)lerde büyük şehirlerde kümelenmiştir. Su yüzüne yakın tabakada yaşayan balıklar gibi; yahudi dibe indikçe yâni köye yaklaştıkça azalır ve büsbütün kaybolur. Zira köyde gerçek millet vardır.

3- Yahudi, büyük şehirlerde, o şehirlerin dayanağı olan sâf istihsal sahaları ve o sahaları dolduran büyük yığınların millî ve ruhî nasibiyle arasında hiç bir ilgi kurmaksızın yalnız menfaat devşirmeye memurdur. Daima kıymet (transit) yollarının kavşağında oturur; ve hususî zekâsiyle, kıymet mübadelesi faaliyetinde öyle tertipler kurar ki, işin acı emek tarafını milletlere ve bedava nimet tarafını da kendisine devşirmeyi bilir.

4- İhtiyar küre üzerinde yahudiyi, harimine sızdığı milletlerin faaliyet kadrosu içinde meslek meslek ayırmak belli eder ki, o büyük milletlerin, kan ve tere batmış nasibine razı ve çilesinden mes'ut yığınları içinde yer almak şöyle dursun, onların (burjuva) sınıfları arasında pusu kurarak, top-yekûn millet emeğinin, millî istihsal ve istihlâk bünyesinin hayati merkezlerine yerleşir, belli etmeden hüküm ve nüfuzunu yürütür ve türlü maskeler altında sömürücülüğünü müesseseleştirir. Böyle yaparken de içinde faaliyet gösterdiği millî bünyelerin istidat ve kendi kendine sahip olma dehâsını iptal etmekten başka gaye gözetmez ve bu arada (spor)lu mikroplar gibi kendi bünyesini hisar içinde tutmayı ve her tehlikeye karşı korunmayı becerir.

5 - Yahudilerin nüfuz ettiği yerlerde hâkimiyetini nerelere kadar ulaştırdığına ait en canlı misal Almanyadır. Düne kadar Berlin (site)sinde yahudi nisbeti şuydu. Doktorların %48'i, avukatların %50'si, aktörlerin %12'si yahudi. Halbuki yahudi; Alman nüfusunun % yarımı, Berlin nüfusunun %1'i... Demek Berlin'de yahudi, tababet sahasında bire 48, avukatlıkta bire 50, aktörlükte bire 12, Almanların üstünde... Nisbeti bütün Almanya'ya teşmil edersek görürüz ki, muharrirlerin %18'i, avukatların %27'si, doktorların %46'sı yahudidir. O halde yüzde yarım nisbetinin belirttiği (X 2) üssüne göre, muharrirlikte 36, avukatlıkta 54, doktorlukta 92 misli yer işgal ediyorlar. Almanya gibi bir memlekette bu kudret ve hâkimiyet farkı başdöndürücüdür ve bu hesaba, farkların en üstünü olan malî takat dahil değildir.

6 - Dünyanın hemen her sahada en büyük kafaları, bu esrar ve hakikatte insanlık düşmanı ırktan doğmuştur. (Sar Bernar) gibi eşi gelmemiş bir artist, (Vagner) gibi bir musiki dehâsı, (Bismark) gibi bir politika zekâsı ve Alman ittihadının kahramanı bile yahudi olursa, düşünün gerisini... Evet; (prens) unvanlı halis Alman asili bilinen ve Alman milli menfaatlerini koruma yolunda en büyük eserleri vermiş olan bir zatın dörtte üç kan (üç ana kolu) yahudi olduğu tesbit edilmiştir. Ve bu gerçek, dünyada pek az kimseye malûmdur.

7 - Meşhur bir yahudinin sözü: "Bir millette büyük adam ya bir melezdir, ya bir yahudi..." İnce bir mânası olmakla beraber bu hikmete inanmamız icap etmez. Zira yahudi, bizzat ayrıldığı ve ihanet ettiği Peygamberleri müstesna aziz, sıhhatli, salim, müsbet ve sadece insanlığa faydalı en büyük kafalardan hiç birini yetiştirememiştir. Yahudi dehâsı hayrete şayan bir şey olmakla beraber, dünyanın aziz ve ulvî kafalarının seviyesine çıkamamış ve daima (defetist) bozguncu olmuştur. Bütün bu saydığımız yahudi büyüklerine dikkat edecek olursanız görürsünüz ki, içlerinde (Homeros), (Sokrat), (Platon), (Şekspir), (Kant), (Göte), (Bethoven), (Roden), (Mikel Anj), (Napolyon), (Pastör) çapında kahramanlar bulunmadığı bir tarafa; pek az istisnasiyle çoğu bozguncu, ümit kırıcı ve ideal körleticidir. Biz esasen yahudiyi hiçbir zaman ahmak farzetmemiş olduğumuza göre, onun kendi iç bünyesinden fışkırdığı bu garip ve marazî dehaları, aslında malik bulunup da tersine inkılâp ettirdiği müstesna istidadın şu veya bu türlü nişaneleri kabul edebiliriz. Yahudiyi, tersine dönmüş bir istidat kabul edince, bu dehalar insana hiç de hayret vermez ve yahudilik lehinde vesika teşkil etmez.

8 - Gerçekten yahudi dehâlarının hepsi (defetist)tir. En muhteşemleri bile... (Aynştayn)dan insanlığa kalacak şey, içinde hiç bir hakikat yaşamayan korkunç izafilik dünyası ile son intihar âleti olan atom bombasıdır. (Froyd) mukaddesat hissini ve ruhî temelleri berhava etmeye baktı. (Şarlo), insanlığın sadece acıklı gülüncünü gösteren bir dehâ... Marks ve ona bağlı komünist aksiyoncuları malûm... Anatol Frans münkir ve müstehzi... Prust bedbin ve şevksiz... Ne âlimleri ne kâşifleri arasında (Pastör) gibi bir tip var... Niçin yahudiler arasında (Şekspir) veya (Dante) gibi, büyük ve ulvî tek bir şair yok? Onların işi gücü sadece akıl; menfi tarafiyle tepetaklak edilen ve her ân taraflarından yıkılıp, güya taraflarından bina edilen akıldır.

9 - Fakat yahudi, kendi geniş kütlesiyle, avamiyle hiç de müstesna ve mücerret bir zekâ göstermez. Sadece (pratik), maddeci, hesabî bir açıkgözlük; o kadar...

10 - Onun orta entellektüelleri de böyledir. Çünkü mücerret arayıcılığı, mücerredi arayış, onun yalnız en ileri (elit) zümresinde... Bu da bir garibedir ve aslî kütle bağından ayrılık ifadesidir. Yüksek yahudi (elit)i yahudilere hitap etmez; içine sokulduğu milletin veya dünyanın entellektüel-lerine hitap eder. (Bergson) veya (Froyd) veya (Prust) ile alâkalı kaç yahudi bulabiliriz? Âdeta yahudi, aslından, özünden ve içindeki mücerretler istidadından kopmuş ve yamalı bohça halinde garip bir bütün ifadesine bürünmüş acaipler panaroması...

11 - Şimdi onun ticari ve iktisadî cephesini ele alalım: Âlemde para mefhumunu ve bu izafî kıymetin manevralarını yahudi kadar bilen hiç bir örnek yoktur. Onun bu tarafını, bizzat korkunç bir yahudi olan (Karl Marks) gibi kapitalizma düşmanı ve komünizmanın babası bir insanda tecelli eden şudur ki, o yahudinin, kendi nefsine karşı da bozguncu ve yıkıcı ve kendi nefsini intihara zorlayıcı bünyesinden en parlak bir örnektir. Yahudiliği teşrih ve teşhir eden ve onu yerden yere batıran yine bir yahudi olmuştur. İktisadi ölçüyle hüküm şudur: Parayı anlayan, destekleyen, besleyen, ona kıymet üstü kıymet kazandıran ve fertlerle cemiyetleri ve devletleri ona esir eden yahudidir. Kredi, faiz, kefalet, borsa hep onların icadıdır. Bunlarsa, mazi ve hâl bakımından hâkim olunan paraya istikbal ölçüsü ile tahakküm iradesini temsil eder. Sermayeyi dahhâme (ur) haline getiren ve ezici kapitalizmayı kuran, sonra da aynı müesseseyi komünizmaya tahrip ettiren onlardır. Peşinden de komünizmayı fikirde yıkan yine onlar... İhtikâr, sahte "arz-ü taleb" dalaverası ve stokçuluk işinin kurmayları hep yahudi.

12 - Anormal bir çapta büyüttükleri para kudretinin ruhî değerlere ve manevî müeyyidlere galip hale gelmesi kasdiyle de yaşadıkları milletleri ruhen ve bedenen zaafa uğratmak, şuursuz ve iradesiz, keyf ve kötü âdet müptelâsı kılmak, birinci taktikleridir. Bütün keyf verici zehirlerin icat, idare, istihsal ve istihlâk şebekeleri emirlerindedir. Manen de aynı şey...

13 - Tevhid akidesini ilk defa yeryüzüne getirmiş olmakla böbürlenen yahudi, asıl kendi derunî putu olan parayı ve iç mizacını en iyi sezip kendini tasfiye edecek olan gerçek muvahhidlere, millî ve ırkî bütünlük temsil eden bütün topluluklara düşmandır.

14 - Netice şudur: Yahudi mahut tarihinden ve öz Peygamberlerine ihanet devresinden sonra Roma lejyonlarının önünden vahşi bir sürü gibi kaçıp dünyanın her tarafına yayıldıktan sonra toplu millet seciyesini terkedip gizli ve ferdî millet maskesinin altına girmiş ve esatiri bir hınç üslûbiyle gizli plânda kendisini hâkim ve bütün insanlığı mahkûm kılmanın muazzam plânı içinde hareket etmiştir. Vasıtası para ve ruhun karanlık kutbu olan nefstir. Dine, millet ve milliyet mefhumuna, saf iman ve itikada, tek kelimeyle ruha ve ulvî insana düşmandır. Her yerde ve her payidar kıymeti yıkıcı, çözücü ve çürütücüdür. Gayesi de, kendi kanlı imparatorluğunu beşerî sefalet, tereddi ve ihtikarın gerisinde kurmaktır. Bir millet içinde mutaasıp yahudi düşmanlığı şart olmamakla beraber, nefsini muhafaza ve yahudiyi tanıma şuuru mutlak bir icap kıymetindedir. Zira yahudi, kuvvet ve irade karşısında kaldığı zaman, mikroplar gibi kesesine çekilmeyi bilir.

15 - Bir de bizde, Türkiye'de yahudiyi gözden geçirelim: Yahudi tek lütuf ve sığınağı Türklerde ve İslâmiyetin ağuşunda buldu. Bize sığındı, fakat en kısa zamanda içimize zehrini döktü ve Tanzimattan itibaren bütün istihale ve inkılâplarımız üzerinde müessir oldu. Saraya ve hazineye tam nüfuzun, en eski zamanlarda iki mümessili: Moşa Kapsali ve Yasef Nassi... Yasef Nassi, devlete bir sefer açtıracak kadar nüfuz kazandı. Fakat Tanzimata kadar yahudi, bizi sadece içimizden kemirmek ve buna rağmen ve millet ve devlet bütünlüğümüze (menfaati icabı) kasdetmemek yolunda gitti ve galiba buna da mecbur oldu. Fakat Garp emperyalizma ve kapitalizmasının bizi tam çember içine aldığı Tanzimat devresinde kaleyi içinden teslim işi yine yahudiye düştü. Memlekete Masonluğu ve kozmopolitlik fikirleri o soktu. Malî ve iktisadî hayatımızı perişan etti, "Düyun-u Umumiye"yi bir hapishane gardiyanı edasiyle göbeğimize yerleştirdi. Bu devrenin kahramanları, (Sigmund Spitzer), (David Ben Mayor), (Yeheskel Sasson), (David Motho)lardır. Ondan sonra Meşrutiyet gelir ve bu hareket sadece yahudi sevk ve idaresine dayanır. Başta yahudiden daha yahudi dönmeler bulunmak üzere (Salem), (Mazelyah), (Faraci), (İzak Frera) ve hepsinin önünde (Karasu) bulunmak üzere, sonunda o korkunç inhizam ve inkiraz çığırımızı açan yahudidir. Bir Türk Hükümdarı ve İslâm Halifesine hal'i tebliğ eden heyetin başında (Karasu)nun bulunması yahudi hınç ve taktiğinin Türk bütünlüğü üzerindeki tahakkukunu resmen bütün dünyaya ilân ve iblâğ etmek değil midir?

Meşrutiyeti takip eden devirde ise yahudi en büyük (kolpo)sunu oynamış ve İslâmiyete karşı tavrını (Lozan) konferansının kulis aralarında karşılıklı bir anlaşma sağlamak suretiyle tam yerine getirmiştir. Hahambaşı (Hayim Naum)un idare ettiği bu vaziyet Büyük Doğu'nun 1949 - 50 devresinde inceden inceye tahlil edilmiştir. Bugün ise yahudi, malî, iktisadî ve içtimaî gayesine tamamiyle ermiş durumdadır.

*Büyük Doğu Dergisi, 3 Ocak 1968, Sayı: 25

Margulies'e N.Fazıl'a hakaretten suç duyurusu

28 Ekim 2010
Necip Fazıl Kısakürek'in 25 Ekim 1967 tarihinde Büyük Doğu'da yayımlanmış olan "Dünyayı Yahudi Güdüyor" başlıklı yazısından alıntılar yaparak Taraf gazetesindeki 'Solduyu' adlı köşesinde 22.09.2010 tarihli yazısında, Necip Fazıl Kısakürek'e hakaret içerikli tepki gösteren Roni Margulies hakkında suç duyurusunda bulunuldu…
Medya Hayat'ın haberine göre; Margulies'in, 'Dünyayı Yahudi güdüyor!' başlıklı yazısında geçen (...) Recep Tayyip Erdoğan'dan belediye başkanlarına kadar pek çok AK Parti üyesi gençliğini Büyük Doğu dergisi okuyarak, Necip Fazıl'ın görüşlerini beğenip benimseyerek geçirdi. Başbakan hala bugün iyi niyetli bir beraberlik ruhu aşılama çabası içinde Nazım Hikmet'le Necip Fazıl'ı birlikte anıyor. Kusura bakmayın, ama yok öyle şey..." ?ifadelerinden ötürü? Bahçelievler Belediyesi Eski Başkanı Muzaffer Doğan ve İşadamı Nihat Eren, Kadıköy Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundular…

Konuyla ilgili HaberMolası'na konuşan Bahçelievler Belediyesi Eski Başkanı Muzaffer Doğan,
“Büyük bir terbiyesizlik yapmıştır. Son yüzyılda Türkiye ölçeğinde değil, dünya ölçeğinde Türk ve İslâm dünyasının yüzakı olan 'Üstad' Necip Fazıl Kısakürek'e kin kusmuş!..
Bugün ülkemizde Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül başta olmak üzere, Başbakanımız Sayın Erdoğan, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, Milletvekillerinden bazıları, İçişleri Bakanı Atalay, valiler, kaymakamlar, bazı üniversitelerin rektör ve dekanları, sayısız bürokrat, fikir adamı fikren 'Üstad Necip Fazıl'dan beslenmişlerdir…
Margulıes, 'Üstad'ı Nazım Hikmetle kıyaslıyor… Nazım'ı üstün görüyor!.. Ne boş bir gayret, ne lüzumsuz bir kıyaslama. 'Elmas' ile 'Kömür' hiç birbiriyle kıyaslanabilir mi?.. Üstad, 'Güneş'se Nazım 'İdare lambası'dır… Hapsi bu işte… Yazdıkları sinek vızıltısı mesâbesinde şeyler. Üstad Necip Fazıl, aramızda yaşıyor ve yaşayacak. Büyük Doğu dâvâsı yürüyor ve yürüyecek…” diye konuştu…
Doğan, Kadıköy Cumhuriyet Başsavcılığı'na iletilmek üzere, Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunduklarını ve bu işin takipçisi olacaklarını da sözlerine ekledi…
TCK'nun 125. Maddesi (Bir kimseye onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnat eden ya da yakıştırmalarda bulunmak veya sövmek suretiyle bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığına saldıran kişi, üç aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır.) ve
130. Maddesi (Bir kimsenin öldükten sonra hatırasına hakaret eden kişi, üç aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır. Ceza, hakaretin alenen işlenmesi hâlinde, altıda biri oranında artırılır.) gereği cezalandırılması talebiyle yapılan suç duyurusunda şu ifadelere yer verildi:
“Necip Fazıl Kısakürek'in şeref ve saygınlığını rencide edici mahiyette yazılarla onun kişilik ve şerefini hedef alan, hakaret ve nefret dolu yazısını, ulusal bir yayın organında yayınlayan, böylece, milletimizin içine kin ve nefret tohumlarını saçan Roni Margulies'in yazısını yayınlayan “Taraf gazetesi sorumlu yazıişleri müdürü ve tüzel kişi temsilcisi” sıfatıyla Adnan Demir'in, yukarıda zikredilen ve takdir edilecek olan sair mevzuata istinaden cezalandırılmalarını talep eder, gereğinin yapılmasını arz ederiz…” netgazete

Aman!

Aman efendim, aman!
Galiba Âhir Zaman!
Manzarası yurdumun,
Tufan gününden yaman!

Göz görmez aydınlıkta;
Asümanedek duman.
Yer dumanmış ne çıkar,
Duman dolu âsüman.

Türk evi delik deşik;
Yıkı dökük hânüman.
Duraksız itiş kakış;
Süresiz karman-çorman.

Anne çocuk doğurur,
Köpek soyundan azman.
Beyinler zıpzıp kadar,
Mideler koskocaman.

Aziz fikir buğdayı,
Katıra mahsus saman.
Boş lâf, hep dalga dalga;
Uçsuz bucaksız umman.

Hayvanlık orkestrası:
Eşek, birinci keman.
Orman keleş, nebat kel;
Nebat adamlar orman.

Midelerde ihracat,
Günde beş milyon batman.
Milli servet matbaa,
Bilmem kaç milyar harman.

Yangın evinde satranç;
Plân, reform ve uzman.
Tam bir buçuk asırdır,
Maymunlardan eleman.

Bizdeki hale nispet
Maymun taklitten pişman.
Hangi yol Türke uygun,
Hangi parti tercüman?

Çıkamaz meydanlara;
Camide mahpus iman!
Silah küfrün belinde,
Küfrün elinde, ferman.

Cehle sorarsan ilim;
Zehre sorarsan, derman.
Rahmet, meçhul kelime;
Bilinmez isim, Rahmân.

Kutsal kitaptır fuhuş;
Ahlâk, okunmaz roman.
Tarih, kontra gerçeğe;
Hürriyet hakka düşman.

Millete kasdedenin
İsmi milli kahraman.
Yere batsın bu dünya,
Bu dünyadan hayr uman!

Genç adam, at yorganı!
Sana haram, uyuman!
Aman, efendim aman!
Efendim, aman, aman!

Necip Fazıl Kısakürek















“İÇİMDE KIVRILAN LİSÂN”

ÜSTADIM’dan: Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi / Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır / Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi / Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır!

*

YEVMİYE: Üstadım’ı, özellikle İslâm dışı çevreler “Kaldırımlar” isimli şiirinin, özellikle ilkiyle, “Kaldırımlar Şâiri” diye anarlardı… Hâlâ öyle… Oysa bizzat kendisinin bana saf şiir mevzuuyla ilgili olarak 12 Mayıs 1983’de söylediği: “Saf şiir, Çile… Kaldırımlar ne?.. Onu da, Kaldırım çocuğu gibi anlıyorlar… Halbuki o, yatağında kıvranan, uyuyamayan entellektüelin şiiridir… Anlıyorsun değil mi?”
Salih Mirzabeyoğlu / Ölüm Odası B7

Akif Beki: Bu basit kafayı görse tokat gibi çarpmaz mıydı Necip Fazıl?
19 Aralık 2017



"Adına ödül dağıtan bir gazete Google’ın taklasına geldi"

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın başbakanlığı döneminde basın danışmanı olarak görev yapan Karar yazarı Akif Beki, Star gazetesinin perşembe günü yayınlanan nüshasının manşetinde Abdürrahim Karakoç’a ait dizelerin altına Necip Fazıl Kasakürek imzası atılmasına ilişkin olarak, "Edebiyatı beylik laflarla harcıalem klişelere indirgeyen, kullanım değerine göre kıymet biçen bu sığ, bu slogancı, bu tekerlemeci, bu basit kafayı görse tokat gibi çarpmaz mıydı Necip Fazıl?" diye sordu.

Beki'nin "Görse kovalardı Necip Fazıl" başlığıyla (19 Aralık 2017) yayımlanan yazısı şöyle:

Adına ödül dağıtan bir gazete Google’ın taklasına geldi, Abdurrahim Karakoç dizelerini Necip Fazıl imzasıyla bastı.

Hem alayıvalayla üstada saygı gecesi yap, hem de Abdurrahim Karakoç şiirini Necip Fazıl’ın diye yayınla!...

Skandal patlar da üstüne gidilmez mi, pandomim koptu haliyle. Üstadın ailesi de ayağa kalktı ‘bu ne saygısızlık, bu ne rezalet’ diye.

Fakat gazeteden ne bir düzeltme duyuldu, ne bir özür!

Üstelik şiirin orijinali de bozulmuş, hece tutmuyor. Karakoç’un da yapmayacağı bir vezin hatasıyla sakatlanmış halde.

“Ya İslam’la yükselir/ya inkarla çürürsün/ bu yol mezarda bitmiyor/gittiğinde görürsün” şeklindeki uyduruk bir versiyon...

Google allameliğiyle internetten almış, allayıp pullayarak Necip Fazıl’a mal etmişler.

Daha şiirini bilmeden, üslubunu tanımadan Necip Fazıl bayraktarlığını kimselere bırakmamakta da değil yalnızca sorun. Lakaytlık mı, laubalilik mi dersiniz, Abdurrahim Karakoç’a da ayıp var.

Olabilir, beşer şaşar, dikkatsizlik eseridir, gözden kaçmıştır, yüze göze bulaştırılmıştır gibi hafifletici sebepler sıralanabilir.

Ama böylesine vahim bir hatayı düzeltmemenin, telafi için parmak bile oynatmamanın, ortada bir kusur yokmuş gibi yapmanın mazereti bulunabilir mi?

BİR DEĞİL, İKİ DEĞİL BORÇ

Bu ‘özür’ beklentisini karşılamama, bir ‘hata’ itirafını bile okurdan esirgeme vurdumduymazlığı tek o gazeteye de mahsus değil aryıca.

Adı lazım değil, aynı günlerde başka bir gazete daha faka bastı.

Gaf mıdır, cehalet mi; yakalayıp Twitter’da afişe eden Cem İleri hesabında gördüm.

“1985 yılında ‘Saray’ adlı romanıyla Nobel Edebiyat Ödülü kazanan yazar Claude Simon’un kitabı, çok uzun ve okunması güç olduğu gerekçesiyle basılacak yayın evi bulamıyor” diye bir haber.

Güya “Bir Fransız radyosuna konuşan yazar bugüne kadar 12 yayıncıdan ret yanıtı aldığını, 7’sindense yanıt bile alamadığını” söylemiş.

“Bu haberi kim hazırladıysa Claude Simon’un 12 yıl önce öldüğünden, sözü edilen romanın 1962’de yayımlandığından haberi bile yok” diye tepki gösteriyor İleri.

Meğer Alan Sokal tarzı bir deneymiş yapılan. Hayranlarından biri, Fransız yazarın eserinden 50 sayfayı yeni yazılmış gibi göndermiş, bakalım edebi değerini bilecek, beğenip basacaklar mı diye. Hepsi de zokayı yutmuş, çoğu sıkıcı diye geri çevirmiş.

Peki olayı tamamen yanlış anlayan bizim gazete sorumluluk aldı mı, ne arar!

Skandalı deşifre eden arkadaşın şöyle bir tespiti de var:

“Bizi hemen etkilesin, ‘tokat gibi çarpsın’, ‘işte edebiyat’ dedirtsin, vay be dedirtsin, dile bak! Bütün derdimiz o tokadı yemek, edebiyattan başka hiçbir şey anlamıyoruz...”

Az bile demiş yaşadığımız irtifa kaybı için.

Edebiyatı beylik laflarla harcıalem klişelere indirgeyen, kullanım değerine göre kıymet biçen bu sığ, bu slogancı, bu tekerlemeci, bu basit kafayı görse tokat gibi çarpmaz mıydı Necip Fazıl?

T24
ETİKETLER
beki haber açıklama bu basit kafa


En son admin tarafından Pts May 26, 2008 11:09 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et
Direnç1
Misafir





MesajTarih: Sal Nis 01, 2008 9:35 pm    Mesaj konusu: MANZARA Alıntıyla Cevap Gönder













MANZARA
MANZARA

Demokrasi bu halka,
Burunlarda bir halka.
Hürriyet mi diyorlar;
Balık ağzında zoka.
Bilmezler ki hürriyet,
Teslim olmaktır Hakk’a
Naylondan bir hükûmet;
Kanun okları ıska.
Beri gel, kargaşalık,
Fitne fesat, tefrika!
Topu kelle bir futbol!
Yamyamca müsabaka…
Solcusuna kuş tüyü,
Sağcısına falaka,

Batıdan gelen mikrop;
Örgüt, dernek ve fırka.
Zulmünün kabulüdür,
Bir rejimde sendika.
Ya sendika horozu?
Hakikatte kuluçka.
Yumurtası som altun
İstismarı daniska.

Hem işçi, hem patrondan,
Bedavacı nafaka.

Bütçe, dibi çatlak küp;
Gel de deliği tıka!
Habire bas parayı;
Toplasın onu banka.
Peşinden çuval çuval,
Semayedara toka.
Budur yüzde kırk faiz
Oyununda entrika.
Tek, bozulsun dengeler,
Kavuşmaz olsun yaka.
Kırk şişkoya kan versin,
Kırk küsur milyon sıska.

Ölsen, kefen pahalı;
Bilmem kaça patiska?
Yaşasan, kaça pişer,
Bir tencere kapuska?

Dışa emek satarlar;
Şanlı ay-yıldız marka.
Ham beygir gücü insan;
Kiralık; birkaç mark’a.
Bilmeyende 1 dirhem,
İş bilende 1 okka.
Bir de bu gariplerden
Öz vatana sadaka.
Üstelik böbürleniş;
Üretim diye caka
Sen, Kafası tam montaj,
Adı, yerli fabrika!

Bizim saf verimimiz,
Günde kırkbin ton kaka.
Yılda dört milyon çocuk,
Hediye, vardan yoka.
Köylerde boş kalan ev,
Şehirlerde baraka.
İnsan kalmadı, insan;
Dert, ne lokma, ne hırka.
Bizde en büyük cahil,
Okur-yazar tabaka.

“Bilimsel Sosyalizm”
Adlı gizli varaka.
Namusun varsa eğer,
(K) harfini kullan, ka!
Bir garip bit salgını,
Libya’dan tut, Irak’a.
Sistemi hıyanetin,
Mahlûka ve Hâlık’a

Dersi yutturmacılık,
Müddeti on dakika.
Fikri çöp tenekesi,
Adaletiyse Çeka.

Şu dil belası nedir?
Vakvaka ve lâklâka.
Aramızda ne kaldı,
Kargalarla fârika?
Mektep isyan ocağı
İmana ve ahlâka.
İnkılâp, insanlıktan
Hayvanlığa irtika!
Akıl namussuzdadır;
Namuslu hebenneka.
Namus, namus ve namus,
Müzelerde antika.

Son moda bölücülük,
Türk’ü bastırmak faka
Türkiye’de Türk’e yok,
Köşe, bucak, mıntıka.
Her yandan kuşatılış,
Her taraftan abluka.

Bu hale akıl çatlar
Ve tutulur nâtıka.
Memnun olan bu halden,
Rusya ve Amerika.
Türk’e râm olur mu hiç,
Kıbrıs kızı Marika?
Yılgın, şaşkın ve bitkin,
Bir sefil politika.
Hayat hakkı âlemde
Sadece müstahakka.

“Milli Görüş” bir şarkı,
Notası yok bir mızıka.
Hele “Nuh’un gemisi”?
Tek kürekli filika..
Hız verdin iktidarda
Para dolabı çarka.
Uzaksın halisliğe,
Her türlü istihkaka!
İslama uzak adam;
Uzak, vecde ve aşka!
Dini hafife satmak,
Ne dert istersin başka?
Küfre verdiğin taviz,
Küfürlük bir vesika.

Ya sen ey din lüpçüsü
Yeter bunca sâbıka!
İslam dâvası dedik;
Sen çıktın çıka çıka!
Rezil ettin dâvayı
Mâğribe ve Meşrika.
İşin, gücün, kelâmın
Üfürükçüden muska.
Bâtıl dersin, hep bâtıl;
O sendin filhakika!
Ağır sanayi, evet.
Ama Zümrüdüanka.
Keşfin “Büyük Türkiye”,
Haykırışın, “Evreka”!

İşte devrimin sonu,
Çeneye geçmiş şapka!

Türk neydi ve ne oldu;
Soralım müsteşrika!
Garptan kovulmuş olmak,
Yabancı kalmak Şarka.
Tersimiz yüzümüzde;
Semavi bir harika!
Şahikalar uçurum,
Uçurumlar şahika.
Gidiyor koca devlet;

Gidiyor şaka-maka!
Gözümüz kaldı mı ki,
Gözümüzden yaş aka?
Ya ol, ya öl, son ihtar,
Bağlantı hangi şıkka?

Bu durumda haltetmiş,
Kâğıt, kalem ve hokka.
Demirden bir el lazım,
Havan topu bazuka!
Heyûlaî bir zuhur
Bir şimşek, bir sâika.
Mutlaka büyük devrim,
Büyük devrim, mutlaka!

NECİP FAZIL KISAKÜREK



Salih Tuna
Eyvah, bu dinciler o ezdiğimiz Müslümanlara benzemiyor!

Ahmet Hakan ve Oray Eğin'in dercettiklerine “muttali olunca”, Soner Yalçın'ın yeni çıkan “Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor” adlı kitabını okumuş kadar oldum.

Lafın belini kırmadan söylersek: Kitabı okumaya yönelik herhangi bir istek oluşmadı bende.

Ahmet Hakan kardeşimin “Elimden bırakamadım, alıp götürdü beni, eritti yok etti...” yollu goygoyculuğu da bu isteksizliği aşmama yetmedi.

Bu “Gel vatandaş geeel, kitaba gel…” panayırcılığı belki işe yarayabilirdi, ama, “kıymet hükmü” sadedindeki ifadesi, oluşturmaya çalıştığı “alakayı” yıktı viran eyledi.

Şu ifade: “Sanırım kitabın müptelası olmamın nedenini buldum: Kitabın derdiyle benim derdim acayip benziyor da ondan..”

E'ee, Ahmet Hakan'ın derdini de bilmeyen yok. “Papermoon yahut Nişantaşı kafelerinin dili olsa da konuşsa…” diye hayıflanmaya lüzum yok yani.

O halde, ikrah ettiğimiz bu derdin “acayip benzerini” niye okuyalım?

Hay Allah; Oray Eğin bile aynı dertten muzdaripmiş!

Diyor ki: “Maalesef, bu dinciler o ahlakı baş dava haline getirmiş Müslümanlara hiç mi hiç benzemiyorlar...”

Bu “genç çeri” hayatında kaç tane Müslüman görmüş, tanımış bilemem.

Mamafih “dinci” tesmiye ettiklerini iyi “tanıdığı” besbelli.

Zira meydanı boş bulamamanın, eskisi gibi fink atamamanın yegâne müsebbibi görüyor onları.

Haydi “bu dinciler” dediği gibi olsun, da, “O Müslümanlara” ağıt yakmak Oray Eğin'e mi kalmış?

Hey kurban olduğum Allah “bu ne yaman çelişkidir?”

Batı'nın popüler kültür çöplüklerinde eşinmekten başka marifeti olmayan, “Büfeci İslam” yahut “Kolonyacı…” filan diyerek “alinasyon”un doruklarında gezindiğini ortaya koyan bu “parlak çeri” mi Cemil Meriç'lere ağıt yakıyor?

Ya Soner Yalçın?

Fazla değil, bundan 2 yıl mukaddem, başörtüsüne “tarikatların resmi kıyafeti” dememiş miydi?

Dahası, başörtüsünü Nakşibendiliğe, Nakşibendiliği Barzani'ye, Barzani'yi de (akıl hocası Yalçın Küçük gibi) Yahudiliğe bağlayarak bütün başörtülüleri töhmet altında bırakmaya çalışmamış mıydı?

Bu kafayla mı rahmetli Cahit abiye (Zarifoğlu) “ağıt” yakıyor?

“Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor”u, “Eyvah, bu dinciler o ezdiğimiz Müslümanlara benzemiyor!” şeklinde mi okumalıyız yoksa?

Yani…

“Cinnet Mustatili” yaşattıkları “O Müslümanlara” duydukları “özlemin” ifadesi mi bu?

Soner Yalçın ve kankası Oray Eğin'in ruh ikizleri, “O Müslümanlardan” biri olan Necip Fazıl'a vaktiyle yapmadıklarını bırakmamışlardı.

Çok ibretamiz bir hadisedir, dikkat isterim:

Üstadımız Necip Fazıl, 1962'de, Çetin Emeç'in çıkardığı “Son Posta”da “Kırmızı” serlevhalı bir makale neşretmişti.

Bu makalede, “Malatya muhakemesi sırasında bizi, bumbara sucuk tıkarcasına kırmızı bir arabaya doldurup götürürlerdi…” dedikten sonra, 6 – 7 santimetrekarelik zindan deliğinden gördüğü zindan bekçisini anlatmıştı: “Tam bir buçuk yıl, kızıl yosunu gözlerini üzerimden ayırmayan kırmızı yakalı zindan bekçisi!.. / Adımı unuturum seni unutmam!”

Bunun üzerine…

Falih Rıfkı Atay'ın çıkardığı “Dünya” gazetesinde Bedii Faik, Necip Fazıl'a demediğini bırakmamış; en müstekreh hakaretleri yağdırmıştı.

Öyle bir coşmuştu ki, 20 tane Emin Çölaşan, 40 tane Yılmaz Özdil, namütenahi Soner Yalçın yan yana gelse o kadar coşamazdı.

“CHP'liler!..” diyordu, “ Yok mudur içinizde ,Türk ordusuna siper olacak tek yürek?..”

Bu yaygaraya sebep de, Necip Fazıl'ın, zindan bekçisinin “kırmızı” yakasının altını çizmesiydi ha!

Uzun lafın kısası:

“Babanız Atatürk”ün müellifi Falih Rıfkı'nın gazetesi öyle bir linç kampanyası başlatmıştı ki; (18 Ocak tarihli “Dünya” gazetesinin haberine göre) “Devrimci gençler” galeyana gelmiş, Necip Fazıl'ı Eskişehir'de protesto etmişti.

Şu vahamete bakın:

Masum bir makale yüzünden, nerdeyse ta o zamanlar “Cumhuriyet Mitingleri” tertip edilecekti.

Yenişafak

Necip Fazıl; “İlk Vicdan Azabım”
Taha KURUTLU
tkurutlu@hotmail.com
23 Ekim 2010

Necip Fazıl Kısakürek… Namı diğer “Üstad”. Çemberlitaş’ta, Sultanahmet’e doğru inen sokaklardan birinde, kocaman bir konakta doğmuştur. Harem ve selamlık halinde iki kapılı, dört katlı ve bilmem kaç odalı o büyük konakta… İlk terbiyesini annesinden aldığını söylüyor. “Bir Adam Yaratmak”, “Siyah Pelerinli Adam”, “Tohum” ve daha niceleri hep o terbiyenin meyveleri. Üstad Necip Fazıl’ın eserlerini okurken insan ruh dilemmaları içinde bocalayıp durur. Benliğimizde sakladığımız ve kimselere göstermediğimiz ya da gösteremediğimiz en mahrem odalara kadar inmesini bilir üstad, can damarından yakalar insanı. Onun “Çöle İnen Nur”unda gözyaşlarınızı tutamazsınız. Ben tutamamıştım. “İman ve Aksiyon”unda kanınız kaynar, “Peygamber Halkası”nda o halkanın bir zinciri olabilmek için kendinizi paralarsınız. Her sözü bir aforizmadır. Allah, iman, mefkûre, aksiyon, dava ve nihayet Akif’in “Asım” neslinin kardeşi “Büyük Doğu” onun en ulvi meşgalesidir. Üstad Necip Fazıl bir dava insanıdır. Ediptir, “Sultan-ı Şuara”dır, romancıdır bir örnektir ama her şeyden evvel bir o “insan”dır. Bu hikâye de onun fıtratının ulviliğine dair yıllar evvel okuduğum hüzünlü bir hikâyedir.

Üstadın büyük babası Maraşlı Kısakürekzâde Mehmet Hilmi Efendi, Abdülhamit Han’a yapılan bombalı suikastın tarihi muhakemesini yapan adam. İstanbul Cinayet Mahkemesi ve İstinaf Reisliğinden emekli. Üstad, dedesinin en sevdiği torunu, adamcağız kendisini “Gel benim akl-ı evvel torunum” diye sever. Sonra tercihindeki hakikati göstermek için torunlarını önüne dizer, herhangi bir divandan beyit okur, kimse onu tekrarlayamaz küçük Necip bülbül gibi tekrarlayınca; “Gördünüz mü nasıl sevmeyeyim akl-ı evvel torunumu? diyerek küçük Necip’e altın, diğerlerine çil kuruşlar verir. Hikâye de buradan başlar aslında. Üstad’ın kendisinden iki yaş küçük bir kız kardeşi vardır. İsmi; Selma… Üstad “Büyük Kapı”sında şöyle anlatır Selma’yı; “Kız olduğu için itibarda değildir. Konağın sadece ezilmeye memur gelini annemden başka himaye edeni yoktur. Selmacık ne büyük babasından ilgi görür ne büyük annesinden ne de zaten hiçbir kimse ile ilgili olmayan babasından. O evi dolduran dokuz çocuk içinde, ağabeysi büyük küçük herkesin ensesinde boza pişirirken minicik siyah önlüğüyle bir duvara yapışmış mahzun mahzun bakan ve önünden geçenleri adeta rahatsız etmekten çekinen bir gölgeciktir. Altı yaşında ölen Selma, bebekliğinden beri, daima duvarlara yapışmış ve ortalarda şuna buna engel olmaktan ürkmüş, beyazı damar damar görünen ela gözleriyle öleceği günü bekledi. Selma bende hayatımın en derin ukdelerinden biri…” Selma böyle bir çocuktur. Üstad, kız kardeşine olan özlemini bu satırlarla anlatmıştır. Çocukluğunun geçtiği eski İstanbul’u ve yaşlı konağı andıkça sanki birileri bıçakla yarasını deşiyorcasına hüzünlenir. Kız kardeşinin öldüğü o günde annesinin çığlık çığlığa kaldığını, kadıncağızın daha sonra verem olduğunu anlatır. Yatılı kaldığı Rehber-i İttihat mektebinin Boğaziçi’ne bakan pencerelerinde Rıza Tevfik’in “Selma sen de unut yavrum!” şiirini okuyarak günlerce gözyaşı döker. Ancak her şeyden ziyade acı bir anısı vardır üstadın. Hayatı boyunca unutamadığı, hayatı boyunca pişmanlık duyduğu bir yürek acısı ve vicdan azabı…

Kelimelerin sihrini bozmamak için üstaddan aktarıyorum; “Büyük babamdan kıpkızıl bir lira çeyreği kopardığım bir gün onu Selma’ya göstermiştim. Yavrucağın elinde, hafifçe ısırılmış, mini mini dişlerinin izini taşıyan bir elma vardı. Lira çeyreği o kadar hoşuna gitmişti ki o ebediyen mahzun yahut hüzün ebediyetiyle dolu gözlerini bana dikmişti de; ‘Ağabey! Bu elmayı sana vereyim de o parayı bana ver! Biraz ısırdım ama ziyanı yok değil mi? Pırıltılı lira çeyreğini vermiş fakat elmasını da almak gibi bir gaflete düşmüştüm. Sonra sonra dövündüğümü hatırlıyorum. Ah! Niçin lira çeyreğini verdim de hafifçe ısırdığı elmayı kendisine bırakmadım. Niçin ˂ O da senin olsun! ˃ diyemedim. Bu hayatımın ilk ve en büyük vicdan azabıdır.”

İşte küçük bir canın büyük bir insanın kalbinde açtığı kapanmaz yara…

Ne zaman İstanbul’un en sessiz en huzur verici mekânı Eyüp Sultan’da yatan Üstadın kabrini ziyarete gitsem aklıma küçük Selma gelir. Ve nedendir bilmiyorum bu hikâyeyi dinledikten sonra insanları kolay kolay kıramıyorum. “Aşk olsun Üstad! Yine yaptın yapacağını.” diyorum içimden…

habertaraf

“Oğlum, ne kadar yıkarsan yıka içki şişesine konan su içilmez"

Necip Fazıl, sıcak bir yaz günü sofraya otururken, bakmış ki masada bir “içki şişesi var”, sormuş; “Bu ne?..”
Oğlu, “Baba onun içinde soğuk su var, buzdolabı sürahileri almıyor; bu şişeyi bol sabunla yıkayıp, kaynar suya sokup çıkardık, tertemiz oldu, merak etme” demiş…[b]Necip Fazıl, sıcak bir yaz günü sofraya otururken, bakmış ki masada bir “içki şişesi var”, sormuş; “Bu ne?..”
Oğlu, “Baba onun içinde soğuk su var, buzdolabı sürahileri almıyor; bu şişeyi bol sabunla yıkayıp, kaynar suya sokup çıkardık, tertemiz oldu, merak etme” demiş…
Necip Fazıl cevap vermiş; “Oğlum, ne kadar yıkarsan yıka içki şişesine konan su içilmez. Yarın git çarşıdan hiç kullanılmamış bir lâzımlık al getir eve, sabunla ve kaynar suyla yıka, koy çorbayı içine, içebilir misin?.. Elbette içebilirsin, hiçbir mahzuru da yok, amma velâkin mantığın kabul etse de, ruhun kusar bu çorbayı!..”

(NAKLEDEN HAYRULLAH MAHMUD)
Başa dön
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Eyl 23, 2009 10:00 pm    Mesaj konusu: Üstad Necip Fazıl KISAKÜREK'ten Bir Ramazan Hatırası... Alıntıyla Cevap Gönder

BU EYLEM CEMAAT PROJESİNİN SONUDUR
Ayşe Altay


16.09.2010

Ülke gündemi referandum süreci ile meşgul olsa da bu süreçte 11 Eylül saldırıları yüzünden Kur’an-ı Kerim yakılması olayını unutmayalım.

Dinler arası diyalog çabasında olan Gülen cemaatinin bu yarışı 11 Eylül 2010 tarihinde bir kez daha boşa çıkmış oldu. Bir anlamda Gülen cemaatinin ‘Dinlerarası diyalog’ a olan inanışı bir kez daha çöktü. Peki, neden bu diyalog çağrısına sadece Gülen cemaati inandı?

SATIR ARALARINDA CEMAAT

Fethullah Gülen adına faaliyette bulunan yayınları incelediğimizde sorumuza cevap bulabiliriz.

Fethullah Gülen'in Fasıldan Fasıla kitabından alınmış olan aşağıdaki paragraf, bir Katolik din adamı tarafından fotokopi ile çoğaltılarak, Müslüman dostlarına -tıpkı kendi cemaatinden kimselere dinî resimler dağıtır gibi- dağıtıldı. Bu paragraf, dinler arası diyalog konusunda en aktif rol oynayan cemaatin kalkış noktasını özetliyor. Peki, Fethullah Gülen diyalog çağrısında bulunurken aslında neyi göz ardı etmiş size kendi kaleminden örnek vererek açıklayayım. Gülen kitabında diyor ki;

"... Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslah etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü, yani 'Muhammed Allah'ın rasûlüdür' kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır. Zira hadislere göre, kıyamet günü Allah'ın sonsuz rahmeti öyle bir tecelli edecek ki şeytan bile umuda kapılacak ve bu rahmetten istifade edip edemeyeceğini merak edecek. Böylesine âlicenap bir merhamet karşısında, bizim cimrilik etmemiz ve bu cimriliği temsil etmemiz tasavvur edilemez. Hem sonra bunun bizimle alâkası ne? Hükümranlık O'nun, hazine O'nun, hepsi O'nun kulları... Öyleyse herkes haddi aşmaktan sakınmalıdır."

“ Muhammed Allah’ın rasulüdür” sözünü söylemeye gerek yoksa Allah (c.c.) neden bu sözü söylememizi istedi? Allah’ın varlığına ve tek olduğuna inan diyalogcular Allah’ın Resulüne neden inanmıyor? Neden bu kelimeyi kullandığımızı Gülen cemaatine ben açıklayayım.

La ilahe illallah, Muhammedür Rasulüllah: "Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed (s.a.) onun elçisidir." deriz. Allah Tealanın bizi yaratan olduğuna ve bizi en iyi tanıyanın da O olduğuna şahitlik ederiz. En son peygamber Allah'ın Resulü Hz. Muhammed'dir. Son olarak peygamberimizin Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik ediyoruz ve böylece Allah'ın peygamberimiz aracılığıylabize göndermiş olduğu Kur'an-ı Kerim'i de kabul etmiş oluyoruz.

Bu açıklama ile bizi yaratan Allah - ü Teâlâ Hz. Muhammed (s.a.)’ın onun elçisi olduğuna şahitlik etmemizi istiyorsa Gülen cemaatinin savunduğu dinler arası diyalog projesi çökmüş oluyor.

NECİP FAZIL’IN DİYALOGCULARA CEVABI…

Necip Fazıl vapurla Karaköy’e geçerken, yanına biri yaklaşıp; “Üstad, Peygambere ne gerek duyuldu, biz kendimiz yolumuzu bulabilirdik.” Diye sormuş. Necip Fazıl okuduğu kitaptan başını kaldırmadan “ Ne diye vapura bindin ki, yüzerek geçsene karşıya” cevabını vermiş. Necip Fazıl’ın yaşadığı bu olayın sadece “La ilahe illallah” sözcüğünü söylemeyi kendince yeterli bulan diyalogculara ders olmasını dilerim.

HIRİSTİYANLARDAN DİYALOGCULARA KARŞI EYLEM

Gülen cemaati dinler arası diyaloğa inana dursun bir grup Hıristiyan bu diyalogculara ders niteliğinde bir eylem yaptı. 11 Eylül saldırılarından Müslümanları sorumlu tutan Hıristiyanların Müslümanlardan bir öç almayı istemelerinden dolayı bu eylem kutsal kitabı yakma eylemi gerçekleşti. Bu yaşanan olay Gülen cemaatinin “Dinler Arası Diyalog” projesinin boşuna olduğunu gösteriyor.


Ayşe Altay
kur'an-ı kerimin yakılması 12.eylül.2010 da oldu. hatta bir amerikalı kur'an sayfalarını yırtıp sigara yaptı ve içti. basında fazla yer almadı bu olanlar
2010-09-17 01:32:33
lionwoman
anlatılan necip fazıla göre.. islam deniz peygamber gemi.. bana uyar...
2010-09-17 01:23:53
Misafir - Kenan Kalecikli
F Tipi örgütlenmenin tek amacı İslâm dinini yozlaştırmaktır. ''İbrahimi dinler'' diye bir şey uydurdular; ancak aptallar inanırdı buna, inandılar. Karanıkerim'e İncil'den dipnotlar eklemeye bile utanmadılar. Kelime-i Tevhid'den Hz. Mumammed'in adını çıkardılar; bu nasıl hipnoz ki yine de uyanmadı müritler. Ey akıl!
2010-09-17 01:07:03

Misafir - halil gürsoy
dinler arası diyalog!?. gelin bir konuda anlaşalım ve daha anlaşılır kılalım şu, asrın yalanı dinler arası diyalog işini... en azından adını doğru koyarak başlayalım işe... örneğin; "dinler arası maskaralık ve sahtekarlık yutturmacası" gibi... vs. halil gürsoy.
2010-09-17 00:15:30

odatv

04 Şubat 2010
Üstad Necip Fazıl Kısakürek'i Çok Kızdıran Hadise

'Peygamber' kavgasının benzeri 34 yıl önce de yaşanmıştı.

Meclis'te AK Parti ile MHP arasında yaşanan 'Peygamber' kavgasının benzeri 1976'da yaşanmış, o dönemde hükümet ortağı MSP lideri Necmettin Erbakan, partisinin düzenlediği toplantıda kendisine 'Peygamber' diye bahseden bir partiliye tepki göstermediği için çok ağır eleştirilmişti.

Bu eleştiriyi merhum Üstad Necip Fazıl Kısakürek yapmış ve MSP'ye verdiği desteği bu hadiseden sonra çekmişti.

İşte O Yazı:

PEYGAMBER

Her hâli kendisini üstünlük rütbelerinin en tepesinde gördüğünü belli eden Erbakan, bana, her şeye rağmen, "sen bir Peygambersin!" gibi bir hitaba asla tahammül etmeyeceği ve böyle bir hitaptan cehennem azabı ateşine eş, bir acı duyacağı hissini aşılamaktaydı. Böyle bir hitaba şiddet ve nefretle mukabele edeceğinden ve hitap sahibini hakerete boğacağından emindim. Nitekim bir devirde, hikâyeci Sait Faik başta olarak bana da böyle hitaplar yöneltilmiş ve tarafımdan bir yazı yazılarak "vücudumu cımbızla zerre zerre koparıp her zerremi ayrı ayrı cenderede sıksalar böyle bir hitabın acısına yetişemezler!" diye karşılık vermiştim. "Ben, gerçek Peygamberin ümmeti içinde en hakîr fert olmaktan üstün bir rütbe tanıyamam ve bu türlü hudut tecavüzünü zerre miktarı benimseyecek olsam kendimi ebedî cehennemlik sayarım!" diye ilâve etmiştim.

Erbakan'ın böyle bir hitap karşısında alsa ürpermediğini, onun küfür alâyişlerine karşı tebessüm ve sükût ile cevap verdiğini ve bu gibi tezahürlerin birkaç kere vâki olduğunu haber aldığım zaman ise kulaklarıma inanamamıştım.

Şimdi soruyorum:

- 29 Mayıs fetih gününden önce Spor - Sergi Sarayında tertiplediğiniz gecede, size "Peygamber" diye hitab eden serseriye niçin mukabele etmediniz ve onu sille tokat salondan attırmadınız? İşitmedim diyebilir misiniz? Ya işitenler niye şahlanmadı?..

Vâkıayı bize gözyaşları içinde bir M.S.P.'li anlatmış ve demiştir ki:

- Hemen salonu terkettim ve bu adama bütün sıtkımı yitirdim.
Her tavrı bu tıyneti ihtar eden adamın ruh haleti üzerinde işte korkunç bir vesika...
Necip Fazıl Kısakürek

haber101

Üstad Necip Fazıl KISAKÜREK'ten Bir Ramazan Hatırası...











anadoluhaber
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Nis 14, 2010 10:18 am    Mesaj konusu: Odatv’nin İslâm ve Müslümanlarla ilgili hazımsızlığı Alıntıyla Cevap Gönder

Odatv’nin İslâm ve Müslümanlarla ilgili hazımsızlığının gerçek sebebi nedir-1-

Ertuğrul Horasanlı



Muhalif bir duruşu var...

Eyvallah...

Zaman zaman çok kaliteli analiz, yorum ve değerlendirmeler yayınlanıyor...

Faydalanıyoruz...

İlginç haberlere yer veriyor...

Okuyoruz...

Muhalif seslerin birbir susturulduğu...

Muhalif medya kuruluşlarının ya satın alınarak, ya içleri boşaltılarak yandaş hale getirildiği dehşetli bir kuşatma sürecinde...

“Muhalif olsun da çamurdan olsun”a fit olmuş vaziyette, Soner Yalçın’ın o şizofrenik/benbilirimci/kendine aşık hallerini bile sineye çekiyoruz... (*)

Ama kardeşim...

İki de bir, bu ülkenin iki büyük demografik unsuru olan Türkler ve Kürtleri saçma sapan kurgularla aslında Yahudi kökenli olduklarına inandırmak için çok özel/çılgınca bir gayretkeşlik gösterilmesini ne anlıyor ne de tahammül edilir buluyoruz...

Hastalık yeni değil...

Neredeyse 100 yıllık bayat bir hikâye: Dünyayı Yahudiler ve Masonlar yönetiyor...

On yılı aşkın bir zamandır da İnternette çeşitli ortamlarda sıcak tartışmalara konu oluyor...

Bu tartışmalarda kullanılan malzemeyi toplayarak üzerine birşeyler daha ilave edip kitaplaştıranlar da var...

İnnernetin o başıbozuk ortamında, her türlü hastalıklı fikre karşı duran, bu hastalığın yayılmasını engellemeye çalışan derviş ruhlu temiz yürekli insanlar olduğu gibi...

Her türlü sapık/sapkın/abuk subuk/ ipe sapagelmez hastalıklı fikirleri azdırarak hastalığı sirayet ettirmeye çalışan ve “bu iş” için özel olarak eğitilmiş oldukları anlaşılan psikolojik harp uzmanları da şeytanın avukatlığını canla başla yapıyorlardı...

Bir çok yerde bozguna uğratıldıkları, püskürtüldükleri halde bunlar hala görev başındalar...

Hastalığı yaygınlaştırmak için durmaksızın çalışıyorlar...

OdaTV de zaman zaman bu fikirlere hamilik/sponsorluk/yataklık yapıyor..

“Bunu niçin yapıyor?” ayrı bir bahis...

Bu bayat ve saçma hikâyenin halkı müslüman bir ülkede müşteri bulması ise başka bir garabet...

İslâm itikadının neredeyse ilk basamağı “mülkün/kainatın tek sahibinin Allah olduğu”na inanmaktır.

Mülkün tek gerçek sahibi olan Allah, aynı zamanda “tek hüküm sahibidir” de...

Yani?

O’nun mülkün de, O ne derse o olur...

Mülkü, mülkün sahibi yönetmeyecek de kim yönetecek?

Haaa..

Mülkün Sahibi, Mülkün’ün Dünya isimli bölümündeki bir kısım işlerin yönetimini “halife” sıfatıyla ve bazı kayıt ve şartlarla İNSAN’a emanet etmiştir ama...

“İNSAN nedir? Kime İNSAN derler?” bahislerine hiç girmeyelim(**) de mevzu dağılmasın...

Kısaca bir müslüman dünyayı Yahudiler ve/veya Masonların yönettiğine nasıl inanır?..

Böyle bir iman şirk/ortak koşmak olmaz mı?

Bugünün dünyasında böyleyle bir görüntü, algı, emare varsa bu Mülk ve Hüküm Sahibi’nin buna izin vermesi sonucudur...

İzni veren bu izni her zaman iptal de edebilir...

Dünyayı yönetmeye muktedir olmak için ne lâzım?

Güç ve kuvvet...

Dönelim yine İslâm itikadına: Yegâne güç ve kuvvet sahibi kimdir?

Allah’tır...

Kullar, ancak onun izni ve o işi yapacak güç ve kuvveti bahşetmesiyle iş görebilir...

O zaman da dünyayı kim yönetiyor görünürse görünsün...

Yaptığı şeyi ancak O’nun izni ve o işi yapacak güç ve kuvveti kendisine vermesiyle yapıyordur...

Ki...

Burada yapana değil yaptırana bakmak lâzım gelir...

Kendine izin, güç ve kuvvet verilenler bu işi doğru veya yanlış yapabilirler...

Emanet olarak verilen her izin ile bunu yapacak güç ve kuvvetin doğru kullanılmaması halinde bunu yapanların sorumlu olacağı, sonunda kendilerinden hesap sorulacağı da bu ilişkinin tabiî sonucudur...

Yahudilerin ve/veya Masonların dünyayı yönetmeye çalışmaları ayrı bir şey bunu fiilen yaptıklarına inanmak ayrı şey...

İşte İsrail’in durumu ortada...

Bırakın dünyayı yönetmeyi..

Yarın orada varolup olmayacağı bile şüpheli...

Bütün saldırganca gayreti sadece o toprak parçası üzerinde tutunmaya çalışmak için...

Orada kendi güvenliğini bile sağlayamamış İsrail mi Dünyayı yönetiyor?

Kelin merhemi olsa başına sürecek...

Haa...

Yönetmek istemiyor mu?

İstiyor...

Ve bunun Allah tarafından kendilerine bahşedilmiş bir hak olduğuna inanıyor mu?

İnanıyor...

Peki...

Bütün dünyadaki gizli, açık Yahudilerin toplam nüfusu kaç?

18 milyon...

Dünyanın toplam nüfusu kaç 6,5 milyar...

Bu 18 milyon, bu 6,5 milyarı nasıl yönetecek?

Bir akıllı adam çıksın önce bunu anlatsın...

Mevzuyu hurafelerden, şehir efsanelerinden, mavallardan, martavallardan ayırıp gerçeklere doğru sürdüğünüzde...

Hikâye başlıyor...

-Aslında Türkler de Kürtler de Yahudi asıllı...

Hadi ya?

-Bak hazara Türklerine... Barzan yöresindeki Yahudi Kürtlere...

Yahu ırken Yahudi olmakla, dinen Musevî olmayı birbirinden ayıramıyacak kadar ebleh misin?

Her peygamber bütün insanlığa gelmiştir...

İnsanlardan bazıları gelen peygamberlere tabi olmuş, bazıları olmamıştır...

Olanlara Müslüman, olmayanlara kâfir denilir...

Müslümamın da kâfirin de her ırktan olanı vardır...

Hazret-i Musa geldiğinde bütün ırklardan ona tabi olan müminler olduğu gibi bütün ırklardan ona tabi olmayan münkirler de olmuştur.

Bu arada Türklerden de Kürtlerden de Hazret-i Musa’ya tabi olan şanslı müminler elbette vardır.

Bunlar ırken Yahudi değil dinen Musevîdirler..

Nitekim Yahudi Hahamlar Hazret-i Musa’ın getirdiği kitab olan Tevrat’ı tahrif edince (İçinden bazı şeyleri çıkarıp, bazı şeyleri ekleyip bazı şeyleri de değiştirince) yoldan çıkmışlardır...

Bundan sonra Hz. İsa gelmiş sapkın Yahudilerin tahrif ettiği inanç sistemini aslına döndürmüş ve yeni bozulmamış bir kitap getirmiştir.

Hazret-i İsa’nın davetini her ırktan benimseyen müminler olduğu gibi her Irktan reddeden münkirler de olmuştur...

O yüzden Türkleri ve Kürtlerin geçmişlerinde İsevî olma bahtiyarlığına ermiş olanlar olduğu gibi tahrif edilmiş olan museviliğe inanmaya devam edenler de olmuş veya şamanlık, putperestlik, ateşperestlik veya ateistliği tercih edenler de olmuştur...

Neticede İsevîlik inanç sistematiği ve bu sistemin İlahî kitabı İncil de yine Yahudier tarafından tahrif edilmiştir...

Sonrası Malûm: Hz. Adem’le başlayan hak din İslâmiyet peygamberler boyunca kavimlerden “doğru yol”u isteyenlerce benimsene benimsene, istemeyenlerce reddedile edile Son Peygamber’e kadar gelmiş ve O’na vahyolunan Kur’an-ı Kerim’le “son ve mükemmel” şeklini alarak hükmü kıyamete kadar baki olmak üzere fert fert bütün insanlığa ve kavim kavim bütün kavimlere tebliğ olunmuştur...

Bu çerçevede Türkler ve Kürtlerin büyük çoğunluğu “tebliğ olunan”a eksiksiz ve fazlasız olarak iman ederek müslüman olma şerefine nail olmuştur...

Zaten aslolan bu seçimdir...

Kişi ırkını seçemez ama imanını kendi seçer...

İslâm öyle bir inanç sistemidir ki; kişinin mensup olduğu ırk her ne olursa olsun, müslüman olduğu andan itibaren, soyuna sopuna ve geçmişte neler yaptığına bakılmaksızın diğer müslümanlarla KARDEŞ olur...

Tabiî ki ırkında bir hakikati var ve bu hakikatin hakkı da İslâm tarafından teslim edilmiştir: “Kişi kavmini sevmekle kınanamaz”

Bu uzun girizgâhı niçin yaptık?

“Delinin biri kuyuya bir taş atarmış, kırk akıllı insan bunu çıkaramazmış” ya...

Odatv’nin kuyuya attığı son taş olan "BABANZADELER" başlıklı yazıyı kuyudan çıkarmaya çalışacak “kırk akıllı”ya belki bir katkımız olur ümidiyle, konu ile ilgili düşündüklerimizi aktarmaya çalışacağız...
Uzun bir yazı olacağa benziyor haberiniz olsun...

Dipnot:

*Fatma Sibel Yüksek’ten samimî bir odatv eleştirisi: “Oda Tv, gelişmelerin kamuoyuna tek yanlı aktarıldığı bir medya ortamında önemli bir islev görmekte ve bizlere madalyonun diğer yüzünü göstermeye çalışmaktadır Kuru muhalefet değil habercilik yapıyorlar, önemli özel haberlere imza atıyorlar. (..) Ancak son zamanlarda kendilerine yakışmayacak bir tarz tutturdular. Bir “Biz yazmıştıkçılık” basladı. Neredeyse her haberin üstüne “Oda Tv yazdı, böyle oldu” ibaresini konduruyorlar. Bunu yapınca gerçekten öyle bile olsa, inanın olayın hiçbir değeri, hiç bir saygınlığı kalmıyor. Oda Tv’nin bu etkisini bırakın okuyucu takdir etsin. Siz yazdınız diye mukadderat değişmişse hayat bunu eninde sonunda kabul edecektir. Iddialı başlıkların altına rutin haberler veya sıradan yorumlar yazarak “tıklatma” hilesine başvurmak da Oda Tv’ye yakışmıyor. Maalesef bunu sık yapmaya basladilar.” Kaynak: Açık İstihbarat

** İnsan nedir/kimdir? Sorusunu merak edenler Salih Mirzabeyoğlu’nun İbda Yayınevi tarafından yayınlanan şu eserlerine bakabilir:
Madde Nedir?
İman Ve Tefekkür
İnsan (Erkek Ve Kadın)
İnsan (Büyük Doğu-İBDA) I - II


İbda yayınevi için: http://www.ibdayayinlari.com/


(Devam edecek)
Sıradışı

Odatv’nin İslâm ve Müslümanlarla ilgili hazımsızlığının gerçek sebebi nedir-2-

Ertuğrul Horasanlı



Evet...

“Odatv’nin kuyuya attığı son taş olan "BABANZADELER" başlıklı yazı”nın yazarı: “Araştırmacı Salim MERİÇ”...

Salim Meriç hakkında internette herhangi bir bilgi yok...

Büyük ihtimalle müstear bir isim...

Bu konuda iki olağan şüpheli var; biri Yalçın Küçük, diğeri Soner Yalçın...

Üslûba bakıldığında Yalçın Küçük’ü listeden çıkarabiliriz...

Zira Yalçın Küçük, eşşek yükünden fazla malûmatını taşıyamadığı için bir paragraftaki cümleleri arasında bile tam bir insicam sağlayamıyor... Konudan konuya hoplayıp zıplarken başladığı konuyla bitirdiği konu arasında ne bir bağ ne de bir bağlantı kalıyor ve ortaya “ne ararsan bulunur derde devadan gayri” misali karışık bir salata çıkıyor... Yiyebilene aşkolsun...

Bu yazıdaki üslûp , Soner Yalçın’ınkine daha uygun...

Sinsi, yalan söylerken, sahte bağ ve bağlantılar kurarken ve bütün bu yazdıklarının kocaman bir yalan olduğunu bile bile soğukkanlılığını asla yitirmiyor... Profesyonel bir tetikçi gibi çok rahat dezenformasyon yapıyor... Gerçeği çarpıtıyor, bozuyor, tanınmaz hale getiriyor ve bundan özel bir zevk alıyor.. Kendisine verilen görevi başarmış bir profesyonelin tatmin duygusu gibi bir haz...

Yalçın Küçük...

Soner Yalçın...

Veya onların rahle-i tedrisinden geçmiş bir çömez...

İsimler o kadar da önemli değil...

Önemli olan yapılan iş: Yazılan yazı...

Ve bunun hangi amaçla yapıldığı...

Neydi Yazının başlığı: "BABANZADELER"...

İyi...

Dezenformasyon amacıyla yazılmamış -içinde yanlışlar olsa bile bizi kandırmak amacı taşımadığı için rahatlıkla içimize sindirebileceğimiz- bir kaç kaynağa gözatalım:

[Baban Aşiretleri ve Beyleri
Baban adının çeşitli beylikler için kullanıldığına dikkat çeken Minorsky’nin açıklamasına göre Babanlar’ın esas yerleri Küçük Zap’ın güneyinde, Şar-i Bazer merkezli bölgeydi. 18’inci yüzyıl sonunda başkentlerini Süleymaniye’ye taşıdılar. “Baban vilayeti” ve beyliğinden sözeden Şerefname, bu adın doğrusunun “Babani” olduğunu yazar. Bir yerde “Baban aşireti” diyerek bu adı bir aşiret veya aşiret grubunun adı gibi kullanır. Rozkan ve Hakkari aşiretlerinin de aslen Baban soyundan olduklarını söyleyen bir rivayetten sözeder. Baban beylerinden “Pir Budak Babani”/“Pir Budak bin Mir Ebdal” döneminde Larcan (İran’daki Lahican?), Şehrbazar, Kerkük gibi bugün İran ve Irak hudutları içine düşen çok sayıda yerin çevre aşiret veya beyliklerden ilhak edilip Baban Beyliği’ne dahil edildiğini kayddeder. Buna, bir rivayete göre Şehrezol’da oturan Mekri aşiretinin beylerinin de “Baban soyundan” olduklarını ekler. Şerefname’ye göre Baban beylerinin veya evinin soyu Pir Budak Babai’ye kadar gelmiş, bu tarihten sonra soyları kesilmiştir.
Bazı kaynaklarda “Kurmanclar” ve “Baba Kürdiler” (“Kurt Baba”) tarzında bir ayrımla karşılaşıyoruz. Bu kaynaklarda Asıl Kürtler’e “Baba Kürdiler” olarak referans verildiği anlaşılmaktadır. “Baba Kürdi” olarak referans verilenlerin Şerefname’nin Baban/Babani dediği grup veya topluluk olduğunu sanıyorum.]
(*)

[BABAN AŞİRETLERİ
Şeref Han, “Baban aşireti”nden sözeder. “Baban” adının çeşitli beylikler için kullanıldığı uyarısında bulunan Minorsky, Babanlar’ın esas yerlerinin Küçük Zap’ın güneyindeki Şar-i Bazer başkentli bölge olduğuna işaret eder. Ama 1784’te Babanlar, yeni başkentleri olarak Süleymaniye’yi inşa etmişlerdir (Bkz. Minorsky, Kürtler, EI). Şerefname’ye göre Baban adının doğru şekli “Babani”dir. Şerefname’nin bu bölümündeki bilgilerden “Larcan vilayeti”nin daha önce Zerza aşiretine ait olup, sonraları Babanlar tarafından ele geçirildiğini öğreniyoruz. Arapça çevirmen Larcan’ın İran’da daha sonraları Lahican diye bilinen Eşnu ile Urmiye arasındaki bölge olduğunu tahmin eder. Babanlar, kendi beylerinden Pir Budak zamanında Mekri ve Bane aşiretlerine de boyun eğdirmiştir. Onların Erdelan, Sohran bölgesi ve Kerkük’te de ilhaklar yaptığı kayddediliyor.]
(**)

[BABANLAR veya BABANZADELER
BABANLAR veya BABANZADELER, XVII. yüzyıl ikinci yarısında Baba Süley man ile başlayan ünlü aile.Uzun yıllar ken di kurdukları ocağın mutasarrıflığını yaptı lar, ilk hükümet merkezleri Kala Çuvalan’dı. Baban ocağını ilk defa Fatih Ahmed adında birinin kurduğu, daha sonra zaptedilen civar kazaların idaresinin Süleyman Be ye verildiği söylenir (1669 ?). Daha sonra sırayle kardeşleri ve onların oğulları ocağın mutasarrıflığını yaptılar. Baban büyükleri arasındaki rekabet ve geçimsizlik, sonunda ocağın kaldırılmasına sebep oldu. Aile fert leri etrafa dağıldı.
XVIII. yüzyılda Abdurrahman Paşanın oğlu ibrahim Paşa Süleymaniye adiyle yeni bir şehir kurdu (1783). Fakat daha sonraları hanedanın başında bulunan Ahmed Paşa nın Koi yakınlarında Bağdatlı Necip Paşa ya yenilmesiyle bağımsızlıklarını kaybettiler (1830-1847). Süleymaniye’de eski Baban ha¬nedanından birçok torun bulunmaktaysa da sadece Süleyman Paşanın ve ibrahim Paşa nın torunlarına değerli topraklar miras kal dı.
Babanlardan birçoğu avukatlık mesleğinde ün yaptı, ayrıca yüksek mevkilerde bulu nan ve Irak hükümetinde bakanlık yapanlar da vardır, (M)]
(***)

Demek ki neymiş?

“Babanzadeler” denildiğinde anlaşılması gereken ilk doğru bir Sünnî Müslüman Kürt aşiretinden sözedildiğiymiş...

Osmanlı topraklarındaki Süleymaniye şehrini kuran, Osmanlı’nın TC’nin ve Irak’ın entellektüel ve bürokratik, siyasî ve askerî alanlarında temayüz etmiş bir çok kıymetli insanın kökeni olan bir Kürt aşiretinden...

Bir Türk veya Kürt aşiret hem Sünnî müslüman olacak hem İslâm dünyasına seçkin insanlar yetiştirmiş olacak da bu dezenformatör takımın elinden yakasını kurtaracak ha?

İşte bu mümkün değil...

Onu buna ekleyip, bunu şundan çıkarıp, eğriyi düzleştirip, düzü eğriltip iila ki bir kulp takacaklar: "Yahudi, gizli Yahudi, Ermeni, Mason..."

Maksat içimizdeki kan ve doku uyuşmazlığı içinde bulunduğumuz bizden görünen yabancıları teşhirse bu kalıba rahatlıkla oturtulabşlecek binlerce "yüce şahıs" ortda durur ve bunların hayranlık ve bağlılıklarına mazhar olurlarken...

Sıra Sünnî Müslüman seçkinlere gelince: “Kesin Yahudidir... Muhakkak dönmedir...İllâki masondur.” Bunlar uymazsa “besbelliki Ermenidir”...

Niçin?

Sünnî Müslümanlık seçkin insanlar üretmekten aciz, eblehlere, ayaktakımına, geri zekâlılara mahsus bir inanç sistemi midir?

Bunlara göre öyle olmalı ki; Emevîler, Abbas’iler, Selçuklular, Osmanlılar’la 4 büyük İmparatorluk kurmuş, bunun yanında sayısız devlet organizasyonunun altına imza atmış bu inaç sisteminin ileri gelenlerini karalamayı kendilerine iş edinmişler...

Şimdi Salim Meriç’in şu satırlarına bakalım:

[Kuzey Irak’ın Kürdistan bölgesinde 1160- ? yıllarında yaşayan Kabalist ve Talmudist, David Alroy, Selçuklu sultanına karşı isyan başlatarak, mesihliğini ilan etti. Alroy, İsrail mabedi (Süleyman Tapınağını) yeniden inşa edeceğini, Yahudileri sürgünden bir arada toplayacağını ve İsrail'i yeniden kuracağını ilan ediyordu.(Encyclopedia Judaica, David Alroy, Vol.2. Keter: Jerusalem 1972, p.5)]

Bugünkü kuzey Irak’ın Kürdistan bölgesinde David Alroy isimli bir haham Selçuklu sultanına karşı isyan başlatarak kendini Meşiyah ilan ediyor...

Tarih: 1160...

Peki Yahudiler bu bölgeye ne zaman geliyorlar?

[İnanışa göre, M.Ö. 8.yy'da Asurlular'ın İsrail Krallığı'nı fethetmesiyle Kürdistan bölgesine yerleşen İsrailoğulları bir süre sonra Asur'un başkentine yerleştirildiler.] Encyclopedia Judaica'da Roth C s. 1296-1299 (Keter: Jerusalem 1972)

Yani Kuzey Irak’taki Yahudi nüfus o bölgenin yerlisi değil...

Asurlulardan kaçan bir grup mülteci..

Yahudi kaynakları bunlardan “Kürdistanlı Yahudiler” (הדות כורדיסתאן‎; Yehudot Kurdistan) olarak bahsediyor. Kürtler de aynı anlamda “Kurdên cû” diyor...

Burada altını çizmemiz gereken şey ne?

Demek ki, bugün “Irak Kürdistanı”ın denilen coğrafyada, ogün baskın demografik unsur Kürtlermiş. İşte bu yüzden de Yahudi kaynaklar bile -bu dezenformatör takımının uydurduğu “Kürt Yahudisi” tabirini değil- “Kürtdistanlı Yahudi” tabiri kullanılıyor. Zaten onlardan bugüne gelenlerin tamamına yakını da İsrail kurulduktan sonra (250 bin kişi) oraya göç etmiş bulunuyor.

O bölgede Hazreti Musa’nın davetini benimsemiş Kürtrlerin bulunması ihtimalinden bahsetmiştik, ancak buna dair herhangibir bilgi veya belge ortaya konulmuş değil.

Kürt kaynakları ise Kürtlerin Musevîlikten değil, Yezidilikten İslâma geçtiklerinden bahsediyor.

Zaten “Kürt Yahudi” tabiri, Yahudilerin ırklarını dinlerinin ayrılmaz bir partçası olarak görmeleri, dinlerini “seçilmiş ırk”larına mahsus bir din telakki etmelerine de aykırıdır ama...

Bütün Kürtleri, kökenlerinin Yahudi olduğuna ikna etmekle “görevli” bu dezenformatörler -bunu da biliyor da söylemek “işleri”ne engel olduğu için- söylemiyorlar...

“Kripto Yahudi”lik mevzuuna gelince; Selanik Dönmelerini takiyye yaptıkları için Yahudi saymayan Hahambaşılıklar “Kürt görünümlü Yahudiler”e niçin ayrı bir prosedür uygulasınlar ki.?.

Ama dezenformtör takımı bütün bunları da bilmiyor değil...

Kuzey Irak’ın üç Büyük Kürt aşireti Barzaniler, Bedirhanlar ve Babanzadelerler Yahudi olunca ...

Geriye ne kalıyor?

Kuzey Irakta’ki "ikinci İsrail", vatana millete hayırlı olsun...

İşte onların asıl görevi buna yardımcı olmak...

Barzani aşiretinin başında bulunan Mesut Barzani ve saz arkadaşlarının ABD ve İsrail ile yakın işbirliğine kızdıkları için “meğerse Yahudiymiş P...ler” diye bu uydurma iddialardan kendilerine sahte teselli üreten müslüman-milliyetçi-muhafazakâr kesim bakalım bu tutumlarıyla ikinci İsrail’in temellerine harç döktüklerini ne zaman anlayacaklar?..

Barzaniler de , Bedirhanlar da, Babanzadeler de bin küsur yıldır Sünnî Müslümandırlar...

İçlerindeki hainlere rağmen öyle kalmaya da devam edecekler...

Mesut Barzani ve adamları ABD ve İsrail ile işbirliği yapıyor da Recep Tayyip Erdoğan ve adamları yapmıyor mu?

Bu sakat mantıkla onlara da “kripto Yahudi” demeleri gerek miyor mu?

Ama demiyorlar...

Niye ki?

Önce “Yahudi Kürdistan” sonra “Yahudi TC” mi?

Yoksa TC mevzuuna zaten halledilmiş gözüyle mi bakıyorlar?..

Aslında TC’de her şeyi “hallettiler” de...

Sünnî Müslümanlığı bir türlü halledemediler...

Daha doğrusu Sünnî Müslümanlık Büyük Doğu-İbda Fikriyatı ile dimdik ayakta durmaya devam ediyor...

Teslim alamadıkları son Sünnî kale bu...

Bu yüzden de “davadan dönenlere” devletin en üst makamlarını bonkörce ikram ediyorlar...

Aynı sebeple [ b]“BABANZADELER"[/b] başlıklı yazılarında resim olarak Müslüman ve Türk olduğunu düşmanlarının bile kabul ettiği Enver Paşa ve Necip Fazıl Kısakürek’i kullanıyorlar ve lâfı döndürüp dolaştırıp Neslihan Hanım yoluyla merhum Üstad’a getiriyorlar...

Dipnotlar:

* http://www.desmalasure.de/09/1229740808/index_html?dateiname=1229741532

** http://www.karakocan.info/tr/index.php?option=com_content&task=view&id=2123&Itemid=1

*** http://www.vik2.com/babanlar-veya-babanzadeler/


(Devam edecek)

Sıradışı

Odatv’nin İslâm ve Müslümanlarla ilgili hazımsızlığının gerçek sebebi nedir-3-

Ertuğrul Horasanlı



Şerefname’ye göre Baban adının doğru şeklinin “Babanî” olduğunu 2. bölümdeki iktibaslarda görmüştük...

Nedir “Babanî” ?

“Baban” lı...

Peki Baban neresidir?

İkinci bölümdeki iktibaslardan Baban’ın “Küçük Zap’ın güneyinde, Şar-i Bazer merkezli bölge”de olduğunu da görmüştük...

Yine aynı iktibaslarda Şerefname’nin, “Bir yerde ‘Baban aşireti’ diyerek bu adı bir aşiret veya aşiret grubunun adı gibi kullan”dığını, “Rozkan ve Hakkari aşiretlerinin de aslen Baban soyundan olduklarını söyleyen bir rivayetten söz”ettiğini, “Baban beylerinden ‘Pir Budak Babani’/’Pir Budak bin Mir Ebdal’ döneminde Larcan (İran’daki Lahican?), Şehrbazar, Kerkük gibi bugün İran ve Irak hudutları içine düşen çok sayıda yerin çevre aşiret veya beyliklerden ilhak edilip Baban Beyliği’ne dahil edildiğini kaydedererek. Buna, bir rivayete göre Şehrezol’da oturan Mekri aşiretinin beylerinin de ‘Baban soyundan’ olduklarını ekle”diğini de görmüştük.

Bütün bunlardan ilk anlamamız gereken şey nedir?

Babanlar basit bir Kürt aşireti değil, "ana aşiret" (aşiretler doğuran aşiret) olduğu gibi aynı zamanda "baba aşiret"tir. Yani kendinden olmayan kürt boylarını da himayesine alarak bünyesine katmıştır...

Yani?..

Babanlara atılacak bir çamur büyük bir Kürt kitlesini de kirletecektir...

Bu yüzden Babanların hedef seçilmesi amatör bir araştırmacının tesadüfî seçiminden ziyade Kürtler üzerinde hesabı olan profesyonel bir güç merkezinin uzun inceleme ve araştırmalar sonucu yaptığı bir seçime benziyor.

Yazının art niyetli, dezenformasyon amaçlı oluşu şuradan belli ki, konu bir Kürt aşireti olmasına rağmen ne Kürtçe lûgât, ne Şerefname, ne Minorsky (*), ne Kürt mezarlıkları var...

Ya ne var?

İbranice lûgat var!...

Neymiş ibranice’de “baba” diye bir kelime varmış...

Eee?

İşte Baban kelimesinin kökeni buymuş: Yuh yahu, yuh!..

Bir Kürt aşiretinin ismini araştırıyorsun ama Kürtçe, Türkçe, Farsça, Arapça lügatların yanından bile geçmeden, kafadan İbranice lûgata dalıyorsun...

Siz “böyle bir araştırmada iyiniyet vardır” diyebilir misiniz?

Halbuki Kürt kaynaklar üzerinde basit bir araştırma yapsan, benim bulduğumu sen de kolaylıkla bulabilirdin: [Bazı kaynaklarda “Kurmanclar” ve “Baba Kürdiler” (“Kurt Baba”) tarzında bir ayrımla karşılaşıyoruz. Bu kaynaklarda Asıl Kürtler’e “Baba Kürdiler” olarak referans verildiği anlaşılmaktadır. “Baba Kürdi” olarak referans verilenlerin Şerefname’nin Baban/Babani dediği grup veya topluluk olduğunu sanıyorum.] (**)

Ayrıca...

“Baba” kelimesinin en çok rastlanabilaceği lügat Türkçe değil mi? Bu lûgatta "senin baban" anlamında "BABAN" kelimesi de varken...

Babanları, Türk yapmaya kalkmıyorsun ama kolayca Yahudi yapıveriyorsun...

Aynı “baba” kelimesi Türkçedeki anlamıyla “papa” olarak hemen bütün Batı dillerinde de mevcutken, baba kelimesiyle İbraniceyle kurduğun bu ilişkiyi, o dillerle niçin kurmuyorsun?

İbranice lügatta “baba” kelimesini bulan “araştırmacı yazar”(!)ımız, bilimsel araştırmasını tek bir “delil”(!)e bağlamıyor tabiî...

Başka ne yapıyor?

Okyanusu aşarak New York’taki Yahudi mezarlığına dalıyor ve başlıyor araştırmaya...

Aman Allahım o da ne?

“SHARLEY BABA” ve “BABA LEVY” yazan iki mezar taşı uzaktan araştırmacı yazarımıza el sallayor mu?...

Tamam mı, gördünüz mü?

İbranice lügatta “Baba”, New York Yahudi mezarlığı’nda da iki adet mezartaşında yine “Baba”...

Daha n’olsun?

Çamur atmak bu kadar kolay yani...

“Babanzadeler görevi" başarıyla tamamlanmıştır sayın amirim, yüce MOSSADIM...

Araştırmacım yazarım benim...

Madem iddiana mezar taşlarından delil arıyorsun...

Niçin öncelikle, Kürdistan’daki mezar taşlarına, Türkiye’deki mezar taşlarına bakmıyorsun da...

Taaa, New York’lara gidip Yahudi mezarlıklarınında kendini helak ediyorsun?

Bu arada...

İbranicede “Baba” kelimesinin anlamının “gözbebeği” olduğundan neden sözetmiyorsun?

O mezartaşlarındaki “SHIRLEY BABA”“GÖZBEBEĞİM/İZ SHIRLY”, “BABA LEVY”İ de “GÖZBEBEĞİM/İZ LEVY” olarak da anlaşılabileceğini düşünmeyelim diye mi?

Aynı yazar aynı hileyi kullanarak, başka bir yazısında Barzan’lı demek olan “Barzanî” kelimesinin Barzan’lı Yahudilerin mezartaşlarında bulunmasından yola çıkarak büyük bir Kürt aşireti olan “Barzanî”lerin de Yahudi olduklarını öne sürüyor ki; Barzanîler dindarlıkları ile tanınan, Sünnî Müslüman ve Nakşîbendi oldukları bilinen bir Kürt aşiretidir. Aşiretin bugünkü yönetcilerinin ABD ve İsrail ile yakın ilişki içinde olmaları (hainlik)başka şey, ırken Yahudî veya gizli/dinen kripto Yahudi olmaları (münafıklık) başka şey dir.

Neyse bu bahsi kapatmadan içinde Kürtçe “ Baba” ve “Baban” kelimelerinin geçtiği, -Güney Kürdistan hükümetinde de bir dönem Kültür Bakanlığı yapmış olan- şair Şêrko Bêkes’ten küçük bir iktibas yapalım:

[Bizde tarihçiler yetişmedi. Yazılı tarihimizin geçmişi çok geriye gitmiyor. Ama biz şiirimizde Kürtlerin sosyal hayatına ve tarihine ait birçok şeyi öğrenebiliyoruz. Şiir en eski sanat dalıdır. Kürtlerde özellikle yazıya geçilmeden önce dengbêjler de dahil olmak üzere sözlü edebiyat çok gelişkindi. Biz bu sözlü edebiyattan, şiirlerden, şarkılardan Kürtlerin tarihleri ve sosyal yaşamları konusunda önemli bilgiler elde edebiliyoruz. Edebiyat tarihi yazılı tarih olarak kabul edilir. Eğer bahsedilecek olursa binli yıllarda yaşamış olan Baba Tahir Hamedanî ile başlayabiliriz. Baba Tahir bin yıl önce şiirler yazmıştır. Ömer Hayyam'dan önce rubailer yazmıştır. Bu Kürt şiirinin zenginliğinin bir ölçütüdür. Baba Tahir'in rubailerini Kürt şiirinin başlangıcı sayabiliriz. Kürt tasavvuf şiirinin başlangıç noktasını Baba Tahir oluşturuyor. 1900'lü yıllara geldiğinde Kürt edebiyatının önemli eserler yaratan Kürt edebiyatçıları artık vardı. Bunlardan biri Mela Cizîri'dir mesela. Önemli bir takım gelişmeler bu dönemde göze çarpıyor. Özellikle Botan yöresinde konuşulan lehçe Kurmancî idi. Etkin dilde Kurmancî'ydi ve Kürt şairleri bu lehçede önemli eserler yarattılar. Biz onların eserlerinden Kürt şiiri ve tarihi noktasında önemli bilgilere ulaşabiliyoruz. Daha sonraki dönemde İran'da etkili olan Erdelan Beyliği var. Burada hakim lehçe Goranî lehçesiydi. Burada da Havraman şairlerinin önemli eserler yaratmış olduğunu görüyoruz. Daha sonra Süleymaniye'de Baban Beyliği'nin kurulmasının ardından da onların şiir ve edebiyattaki etkisini görüyoruz. Bu dönemin en önemli şairleri Salim, Kurdî ve Nali'dir. Onların yarattıkları eser ve kullandıkları lehçe, hala benim de kullandığım ve Soranî dediğimiz lehçedir.] (***)

Dipnotlar:

* Vladimir Feodoroviç Minorsky (d. 5 Şubat 1877 - ö. 25 Mart 1966): Fars ve Kürt tarihi, edebiyatı, coğrafyası, kültürü hakkında araştırmalar yapan Rus kökenli oryantalist araştırmacı. 1900 yılında Moskova Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni 1903’te Lazarev Doğu Dilleri Enstitüsü’nü bitirdikten sonra, Rusya Dışişleri Bakanlığı’nda diplomasiye atıldı. İran ve Türkiye’de bazı görevlerde bulundu. Bu ona bu ülkelerde konuşulan dilleri öğrenme imkanı verdi. Ayrıca bu ülkelerdeki Kürtlerin hayatını yakından gözlemleme fırsatı buldu. Bu gözlemlerden bazılarını kitaplaştırdı. Ekim Devrimi’nden sonra 1919’da Fransaya göç etti ve 1930’da İngiltere’ye yerleşti. İngiltere Bilimler Akademisi ile Fransa Bilimler Akademisi’ne üye oldu. İslam Ansiklopedisi’nin birçok maddesini yazan Minorsky, tarih, coğrafya ve din konularında onlarca eser yazmıştır. Kürtler hakkında dilimize de çevrilmiş kitablarından bazıları şunlardır: vardır. Kürtler ve Kürdistan, Musul Sorunu, Hududü'l-Alem Mine'l-Meşrik İle'l-Magrib, Kürt Milliyetçiliği

* * Bkz: http://www.desmalasure.de/09/1229740808/index_html?dateiname=1229741532

*** Bkz: http://www.yilmazguney.eu/Yazdir.asp?id=481

(Devam edecek)

Sıradışı


En son Ekim tarafından Çrş May 19, 2010 9:40 pm tarihinde değiştirildi, toplam 1 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Prş Nis 29, 2010 11:06 pm    Mesaj konusu: Odatv’nin İslâm ve Müslümanlarla ilgili hazımsızlığı Alıntıyla Cevap Gönder

Odatv’nin İslâm ve Müslümanlarla ilgili hazımsızlığının gerçek sebebi nedir-4-

Ertuğrul Horasanlı

(Kurtuluş Savaşı sırasında Urfa'da ellerinde silahlarıyla Kürt Direnişçiler görülüyor. Bu fotoğrafı ilginç kılan ise arkada en sağdaki direnişçinin bir kadın olması.)

Geçen bölümlerdeki iktibaslarda BABANLARIN kendi “ocak”larını kurdukları, Osmanlı İmparatorluğu döneminde bu ocaklarda “mutasarrıflık” yaptıklarını ve Süleymaniye’yi kurarak burasını kendilerimne başkent yaptıklarını ve bu dönemde “Baban Beyliği”nden sözedildiğini görmüştük.

Şerefname’de “mîrlik,beylik, hükümet” gibi terimler de kullanılmaktadır

Şimdi O dönemdeki Osmanlı idarî sisteminde “ocak, mutasarrıflık, beylik (mirlik) ve hükümet” nedir onu görelim:

[ OSMANLI İDARİ TAKSİMATI: Osmanlı Devletinde idari taksimat eyalet ile başlar. Bu sistem içerisinden aşağıdan yukarıya doğru sıralama yapılırsa, köy, kaza, sancak ve Beylerbeylik şeklinde idari, askeri, bir taksimata tabi tutulmuştu. Beylerbeylik ilk dönemde bir tane idi ve bütün ordu işlerinden sorumlu olup hükümdardan sonra onun sözü geçerdi. Rumeli de fetihlerin genişlemesi üzerine, beylerbeylik Rumeli ve Anadolu olmak üzere ikiye ayrıldı. Osmanlı Devleti genişledikçe ve zamanın şartlarına göre bu eyaletlerin sayısı artmıştı. Tanzimat devrinde mülki taksimat Eyalet ve Livalara “sancak” taksim edilmişti. Avrupa’da, Asya’da ve Afrika’da toplam 35 eyalet bulunmakta idi. Avrupa topraklarında 15 eyalet 42 liva, Asya topraklarında 17 Eyalet 83 liva ve Afrika topraklarında da 3 eyalet 17 liva vardı. Eyaletlerin toplamı 35, Livaların 142, kazaların 1320 idi.
Devletin idari taksimatı III.Murad zamanında Kaza, Sancak ve Vilayet olarak belirlenmiştir. Nahiye’de “Nahiye Müdürü”, Kaza’da “Kaymakam”, Sancak’da “Mutasarrıf”, memurları bulunurdu. Mülkî taksimatında mutasarrıf idaresinde bulunan memleket parçasına sancak yerine Liva’da denilirdi.
Osmanlı İdari Taksimatı İle İlgili Bazı Terimler:

Beylik/Sancakbeyliği:
Osmanlı Devleti'nde eyalet teşkilatıyla tımar usulünün uygulandığı zamanlarda, beş-on ilçelik yerin mutasarrıfı ile sipahisinin idare amirine verilen addır
Sancak beyleri, işgal ettikleri sancakların önemine göre derecelere ayrılmışlardı Dirliği dört yüz bin akçaya varan sancak beyi, beylerbeyi olabiliyordu Sancak beyleri, beylerbeyleri gibi emeklilik hakkına sahiptiler Altmış bin akçe ile emekli olurlardı Ayrıca evlatlarına zeamet verilirdi Sancak beylerine "Ümera" da denilirdi Bunlar, sancaklarındaki davalara bakar, şeriat hükümlerine göre karar verirlerdi Mutasarrıflar çağrıldıkları zaman, emrindeki kapı halkı ile beraber savaşa gitmek zorunda idiler. Mukâtaaların denetimi ve iltizam işleriyle de doğrudan ilgileniyorlardı. Ayrıca şehirde bulunan bazı dînî ve sosyal yapıların, su yollarının tamiri ve bakımı, herhangi bir âfet anında halkın ihtiyaçlarının karşılanması, sancakta görev yapacak idareci ve vazifelilerin atanması için takrir yazılması, âyan-ı vilâyetle birlikte esnafın sattığı mallarla ilgili narh konulması gibi pek çok idarî, askerî, ekonomik ve sosyal içerikli görevler üstleniyorlardı.

Hükümet: Osmanlılarda sancakların yanında Hükümet olarak adlandırılan ve idarenin mahalli beylere bırakıldığı ocaklık suretiyle tevcih edilen sancaklar da vardı. Bunlar defterlere Livâ yerine hükümet olarak kaydedilmişti.“Hükümet sancaklar”ın, kanunla belirlenmiş statüleri, tabii olarak Osmanlı Devleti’ne bağlılıkların ölçüsünde geçerli idi. Diyarbekir, Van ve Bağdat eyaletlerinde rastlanan hükümetlerin ihdas sebebi buradaki mahalli beyleri devletin resmi görevlisi yaparak bir ölçüde merkezi otoriteye tabi kılmaktı.
“Hükümet sancaklar”ı, kanun hükmünde belirlenerek bu muhtariyet şeklinde de anlaşılmaktadır.Buraların idaresi kuru bir mülkiyet ile mahalli beylere bırakıldığı ve uygulamada diğer sancaklar gibi muamele gördükleri de tesbit edilmiştir.

Yurtluk– Ocaklık: Bu tabirler, Bir yerin gelirinin birine tevcihi için kullanılmaktaydı. Yurtluk yalnız kayd-ı hayat şartıyla tasarruf edildiği halde Yurtluk ve ocaklık İrs yoluyla da tasarruf edilirdi. Kendisine bu şekilde bir arazi geliri tevcih olunan resmen o yerin sahibi değildi. Araziyi satamaz, bağışlayamaz, vakfedemezdi. Yalnız o yerin şer’i ve örfi vergisi kendisine ait olurdu. Tımardan farkı, mutlaka bir hizmet karşılığında verilmesinin şart olmaması, tevcihin geri alınmaması sahibinin idari ve bazı şartlarda bir dereceye kadar bir kısım kazai hakları da haiz bulunması idi. Bu sistem müstakil beylerden zapt edilen yerlerde sadakat ve bağlılıkların görülen beylere hanedanların uhdelerinde bırakılmak ve daha ziyade imparatorluğun şark hudutlarında yerli Beylere ve beyzadelere bulundukları yerler o adlar tevcih alınmak suretiyle tatbik olunmuştur. Tanzimat sıralarında lağvedilerek buna mukabil kendilerine maaş bağlanmıştı

Mutasarrıf: XVIII. ve XIX. Yüzyılda Sancaklara “Mutasarrıf”lar tayin edilmeye başlanmıştır. “Mutasarrıf” böylece sancağın en yüksek âmiri manasını kazanmıştır. Mutasarrıfın idaresinde olan sancaklara, bazen “Mutasarrıflık” da denilirdi..]
*
Osmanlı idarî sisteminin unsurları olan mutasarrıf ve/veya beylerin hem mülkî (idarî) hem askerî hem de kazaî(adlî) görev ve yetkileri bulunduğundan bu ünvan, yetki ve görevlerin gayrımüslimlere verilemiyeceği açıktır.

Yani Yahudi dinine mensup hiç kimse (ve aşiret) Osmanlı sisteminde mirlik, beylik, mutasarrıflık, hükümet sıfatlarına haiz olamazdı.

Bu kısacık tarihî bilgi bile Bütün büyük Kürt aşiretlerini bir kalemde Yahudi ilan eden “araştırmacı yazar”(!)ı açıkça yalanlamakdır.

“Araştırmacı-yazar(!)” buna şöyle bir itirazda bulunabilir:

- “Ama ben bunların açık Yahudi olmayıp “krito-gizli Yahudi” olduklarını iddia ediyorum...”

Öyle mi?

O zaman önce şunu öğreneceksin...

Soyadı Kanunu çıkıncaya kadar bu ülkede yaşayan herkes soyunu, boyunu, aşiretini, sülalesini -bin yılı aşan zamanlara kadar geriden başlayan soyağaçlarına sahip oldukları için- ezbere biliyordu...

Böyle bir sosyo kültürel alt yapıya sahip olan insanların veya bu insanların devletinin insanların soyları sopları veya dinleri mezhepleri konusunda bu kadar büyük çapta bir kriptoluk/gizlilik/üçkağıdı farketmemeleri imkânsızdır....

İki insanın ilk karşılaştıklarında selâmdan sonra birbirlerine sordukları ilk sorunun “Nerelisin?” ve “Kimlerdensin?” olduğu bir kültürde bu çapta bir kriptoluk mümkün mü?

Ama kendi topraklarının kültüründen kopuk veya yabancı bir kültüre mensupsan...

Bunu nereden bileceksin?

Madem “Araştırmacı-yazar”sın ve madem içinde yaşadığın toplumun nasıl bir sosyo kültürel tarihi dayanakları olduğundan habersizsin...

Yakına gel...

Yakın tarihe...

Meselâ bu Soyadı Kanunu niçin çıkarıldı?

Soyadı Kanunu'ndan önce herkes kendi soyunu, sopunu, sülalesini, nereden geldiğini, etnik ve dini kökünü çok rahat biliyor iken...

Şimdi durum nedir?

Kimin kim olduğundan kimin haberi var?..

Soyadı Kanunu -bize ilkokullarda anlattıkları gibi- insanların soyunu sopunu karıştırmamaları için çıkarıldıysa bu konudaki bu kargaşa nasıl ve niçin doğdu?

Madem maksat soy sop bigilerine bir çeki düzen vermekti; ailelerin mensup oldukları sülale, boy veya soylarına aidiyetlerini belirten lâkap, ünvan ve sıfatları soyadı olarak seçmelerine izin vermek yerine; nüfus memurlarına dağıtılan üçyüz beşyüz saçma sapan kelimeden ibaret liste dışında soyadı alınmasına niçin engel olundu?

Ne demek?

Paşakay, Yalçın, Küçük, Topal, Çolak, Çıplak, Tüzmen, Tüzemen, Boyner, Bezmen, Barut, Ateş, Beyaz, Pembe vb...

Benzeri bir yığın uydurmasyon soy isimlerinin o ailelerin sülaleleriyle, aşiretleri, boyları ve soylarıyla...

Yani tarihî kökleri, etnik ve dinî aidiyetleriyle ne ilgisi var?

Bu kargaşadan kimler istifade ederek araziye uydu?

Kimlere etnik ve dinî aidiyetleri araştırmak gibi eskiden çok kolay olan bir "iş" imkânı doğdu?

Kimler bu durumdan kendilerine vazife çıkararak ve bu kargaşanın artarak sürmesini sağlayacak tarzda “onlar da bunlar da, şunlar da, sizler de, bizler de, kısacası hepimiz aslında kripto Yahudiyiz” sonucunu doğuracak “araştırmacı-yazarlık(!)”lara başladı...

Osmanlı coğrafyasındaki bütün Sünnî Müslüman (Türk, Kürt, Arnavut, Arap, Boşnak, Çerkez, Tatar, Özbek, Türkmen vb.) kavimlerin aslında Yahudi oldukları sonucunu doğuracak ısmarlama araştırma(!)lar kaleme alan bu tür “araştırmacı-yazar(!)ların, sözkonusu kavimlere ve bu kavimlerin ortak paydası ve İnancı olan Sünnî İslâmlığa hizmet ve katkı olsun diye bu işi yapmadıkları ayan beyan görünür bir hakikat olduğuna göre...

Bunların gerçek maksatları, kime ve neye hizmet ettiklerine dair bir fikri/kanaati olan kimse yok mudur bu ülkede?

Ki...

Bunlar bu kadar rahat atmasyonculuk yapabilmektedir?

Dipnot:
* Bu bilgiler aşağıdaki kaynaklardan kısaltılarak derlenmiştir:
Karal, E. Ziya, Osmanlı Tarihi, VI. Cilt TTK. Yayını 1983 Ankara s.128
http://www.forumacil.com/turk-islam-tarihi-kulturler/130099-sancakbeyi-nedir-tarihi-sozluk.html

http://www.turkcebilgi.com/

(Devam edecek.)

Sıradışı


Odatv’nin İslâm ve Müslümanlarla ilgili hazımsızlığının gerçek sebebi nedir-5-

Ertuğrul Horasanlı

Bir insanın soyu ve dini hakkında esas olan kendi beyanıdır...

Bir insanın kendinden önceki akrabalarının etnik veya dini aidiyetlerini merak ederek bunları araştırması da normaldir...

Bunun dışında bir insanın diğer insanların etnik veya dinî aidiyetlerine dair beyanlarına ianmayarak onun hakkında onun rızası dışında araştırma yapmak ahlâk dışıdır.

Bu yüzden de Osmanlı Sabatey Sevi’nin “müslüman oldum” beyanını esas kabul ederek onu kendi beyanına uygun değerlendirmiş ve müslüman muamelesi yapmıştır...

Yani Sabetay Sevi “ahmak Osmanlı”yı kadırmamış, aksine Osmanlı , ona normal ahlâkî ve hukukî prosedürünü uygulamıştır...

İslâm ahlâk ve hukunda hür iradesiyle “ben müslüman oldum” diyen bir insana “Yok olmadın”, “oldun mu olmadınmı bir araştıralım” deme hakkı hiçbir kişi, kurum ve makamda yoktur...

Zaten inanç, insanın “kalbi/vicdanı” ile doğrudan ilgili olduğundan dıştan/başkalarınca tesbit edilmesi mümkün olmayan hali/tercihi ifade etmektedir.: Nasıl araştıracaksın?

Bu konuda makul bir şüphe ortaya çıkarsa ve şüphenin giderilmesinde şahsî veya toplumsal/içtimaî bir zaraın önlenmesi veya fayda sözkonusu ise böyle bir araştırma belki mümkün olabilir...

Ama...

Burada sözkonusu ettiğimiz araştırmacı yazar(!) ve benzerlerinin yaptığı şeyler, kesin olarak böyle bir gereklilik/lüzumdan yola çıkılarak yapılan araştırmalar değildir...

Bu araştırmalar kişilerin beyanları haricinde ve ortada hiçbir makul şüphe yokken onları ait olmadıkları bir etnik ve dinî kökenlerle irtibatlamdırmak için yapılmaktadır...

Bunu yapanların bu “iş”ten nasıl bir menfaatleri vardır ki; canla başla bazı kişilere, ait olmadıklarını açıkça beyan ettikleri soy ve dinî inaçlar atfetmeye çalışıyorlar?

- Fakat efendim, bu “Selanik dönmeleri” bütün toplumu kandırmakta ve örgütlü ve illegal faaliyetleriyle toplumun çoğunluğuna zarar vermektedir.

Doğrudur...

Topluma hiçbir zarar verme faaliyet veya niyetleri olmasa bile, tek başına toplumu aldatıyor olmalarından dolayı onların deşifre edilmeleri gereği doğabilir...

Ama...

Toplumdaki tek kriptoluk Selanik dönmeliği midir?

Alman Ermeni Patriğinin ve bazı yerli kaynakların ifadesine göre tehcirden kurtulmak için 500.000 Hıristiyan Ermeni Müslüman ismini almıştır. (*)

Bunların büyük kısmımın Şark'taki özellikle Dersim’deki Alev’i topluluklar ile Bölgedeki Sünnî Kürtler içinde kendilerini gizledikleri de bilinmektedir...

Sünnî Bölgedeki Ermeniler zaman içinde gerçekten müslüman olarak Kürtleşirken, Alevî toplulukjlar içine gizlenenlerin çift kimliklilik halini büyük ölçüde sürdürdükleri de bilinmektedir...

Bu Hıristiyan Ermeni Kripto topluluk, Selanik dönmelerinin yaklaşık 10 katı bir kriptoluluğu ifade ederken, bu araştırmacı yazar taifesi bunlarla niçin hiç ilgilenmemektedir?..

Meselâ “Karabekir’in yetimleri/gürbüzleri” denilen 3.000 civarında Ermeni erkek çocuk yetimhanelere alınarak müslüman isimleri verildikten sonra Kâzım Karabekir’in yardımıyla askerî okullara kaydedilmiş midir?

Peki bunlar sonra ne olmuştur?

Ermeni örgütleri bunları tespit edip etnik ve dinî kökenleri konusunda “bilgilendirmiş”ler midir?

Bilgilendirdilerse kaçını “ikna” etmişlerdir?

“İkna edilenler”den hangi taleplerde bulunmuşlardır?

“Bu “talepler”, muhataplarınca yerine getirilmiş midir?

Bu ”ikna edilen” Hıristiyan Ermeni Kökenli ama isimleri Türk ve Müslüman olan askerler ordu içinde kimlerle ittifak yapmışlardır?

Bu ittifakın içinde Selanik dönmeleri, Masonlar ve Kripto Alevîler de var mıdır?

Alevî oldukları halde Alevîliklerini gizleyen bir başka kriptoluğun, asker ve sivil bürokraside (özellikle AYM, Yargıtay, Danıştay ve HSYK), siyaset ve medyada çok stratejik mevkileri elinde tutarak ve diğer kripto unsurlarla birlikte; bu ülkenin etnik ve dinî çoğunluğunu oluşturan Sünnî Türk, Kürt, Arnavut Çerkez, Abaza, Laz, Boşnak vb. etnik unsurlar için kamusal alanı adeta yasak bölge haline getirem kararlara önayak olduklarına şahitlik etmememizin dışında; buna dair deliller, Özel Yetkili savcıların Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinde açtıkları davaların delilleri arasında klasörler dolusu ortalığa saçılmışken... Bu Kripto Alevîlik bizim etnik köken ve dinî aidiyet meraklısı araştırmacı yazarların niçin hiç dikkatini çekmemekte ve meraklarını uyarmamaktadır?

27 Mayıs’la başlayan Askerî darbeler ve muhtıralar dönemlerinde ordu içinde hep tasfiye edilen kesim Sünnî Türk, Kürt, Arnavut Çerkez, Abaza, Laz, Boşnak vb.kökenliler olduğuna göre; bunları tasfiye eden “grup”un gerçek etnik ve dinî aidiyetleri nedir?

Ordu içimde Sünnî Türk, Kürt Arnavut Çerkez, Abaza, Laz, Boşnak vb. düşmanlığı ve tasfiyesi yapan “kripto ittifak”ın benzeri Yargı bürokrasisi , sivil bürokrasi ve Siyasî partiler (özellikle CHP ve kısmen de ondan türeyen DP-AKP çizgisindeki partiler) içinde de var mıdır?

Yoksa ...

Konu Bu ülkenin etnik ve dinî çoğunluğunu teşkil eden Sünnî Türk, Kürt Arnavut Çerkez, Abaza, Laz, Boşnak vb.lerin dinî ,ahlaki ve kültürel değerlerine düşmanlık veya onların temel hak ve özgürlüklerinin önündeki engellerin kaldırılması olunca; ordu içindeki kripto ittifak ile, özellikle Yargıtay, Danıştay, AYM ve HYSK’ya egemen olan benzer kripto ittifaklarlarla CHP, nasıl önceden sözleşmiş gibi anı anına ve harfi harfine bir araya gelebilmekte ve omuz omuza tıpatıp aynı tepkileri verebilmektedir?

Bu tür "araştırmacı yazar"(!)lar bu konuları hiç kurcalamamakla yetinmeyip çok garip bir şekilde aynı konularda, o ittifakın tabiî müttefiki gibi davranmaktadır?

Peki kardeşim nedir bunların zoru?

Mesele kriptoluksa Hristiyan Ermeni, Mason ve Alevî Kriptoluğunu neden ısrarla araştırmaları dışı tutmaktadırlar?

***

Soy araştırmasında iki temel metod vardır...

Birincisi soyu anadan anaya geriye doğru yürürütmek... Ki, Yahudilerin metodu budur...

İkincisi ise, Babadan babaya geriye doğru yürütmek... Bütün müslüman kavimlerin metodu budur... Bunun tek istisnası Seyyidliktir... Seyyidlik hem anadan hem babadan intikal edebilir...

Buna göre bir Yahudinin soyunu araştırıyorsan analardan yürüyeceksin: Bir yahudi Baba ile bir Yahudi anadan doğan çocuk Yahudidir. Bir Yahudi Ana ile Yahudi olmayan babadan doğan çocuk da Yahudidir ama Yahudi babanın Yahudi olmayan karısından doğan çocuk Yahudi değildir.

Bir müslümanın etnik kökenini araştırıyorsan ve araştırdığın kişi Seyyid değilse soyu babadan babaya geriye doğru yürüteceksin...

Meselâ Babası Türk olan bir müslümanın annesi hangi kavimden olursa olsun etnik kökeni Türktür...

Diğer Müslüman Kavimler içinde öyle: Baba hangi kavimdense çocuk o kavimden...

Merhum Fazıl Kısakürek İnanç olarak Müslüman ve Irk olarak Türk müdür?

Evet...

Niçin?

Çünkü Müslümanlığı kendi beyanı ile sabit ve Babası Fazıl Bey de Müslüman Türktür...

Mevzu bu kadar basitken ve onun müslümanlığıyıla ve Türklüğü ile ilgili herhangi bir şüphe veya delil olmadığını bile bile... Konusu “Baban Aşireti” olan bir araştırma(!) yazısında Sünnî Müslümanlığı ve Kürtlüğünden kimsenin en ufak bir şüphesi olmayan koca Baban aşiretini uyduruk bir takım delil(!)lerle ırken Yahudi ve dinen kripto Yahudi yaptıktan sonra, lâfı dolandırırak Necip Fazıl Kısakürek’in merhume eşi Nesliham Hanım'ın soyadının Baban olmasıyla irtibatlandırarak ve “Annesi giritli olan Necip Fazıl” gibi kirli bir cümle kurmanın iyiniyetle bağdaşır bir tarafı var mıdır?

N’olmuş Giritli ise?

Girit dediğiniz yer bir Osmanlı toprağı değil midir? Fethedildikten sonra oraya hiç mi Müslüman yerleştirilmemiştir. Girittte hiç mi “Evlâd-ı Fatihan" yoktur...

Girit’in bütün ahalisi Yahudi midir?

Osmanlı Girit’i Yahudilerden mi aldı?

İnsan’a bu soruları bile sordurabilen bir yazıya "araştıma", bunu yazana da “araştırmacı yazar” denilebilir mi?

Bu nedir?

Bu resmen çamur atmak, “iftira et tutmazsa izi kalır” Yahudi taktiğini kullanmaktır...

Merhume Neslihan Hanım Müslümandır. Bunun aksine bir beyanına şahitlik eden yoktur. Şu anda kendisi Merhum eşinin yanıbaşında bir Müslüman mezarlığında Allah’ın rahmetine teslim edilmiştir. Baban Aşiretin mensup olduğuna göre de Müslüman bir Kürt hanımefendisidir...

Madem Söz O'na geldi, kendisini Üstad’ın kaleminden tanıyalım ve Babanzade olarak Müslüman Kürt Hanımefendisi olmanın yannda Peygamber soyundan olma ihtimalinin de bulunduğunu merhum eşinden öğrenelim:

[Efendimin en güzel ve en çarpıcı takdirleri izdivacımda oldu.
«— Evlen, evlen, evlen!»
Namaz emrinden sonra daima ihtarları…
— Evime ne zaman şeref vereceksiniz?
«— Sen evlenmeden gelmem!»
Bir gün dayanamadım:
— Efendim, ben münasibimi bulamıyorum. Siz bana muhitinizden, yakınlarınızdan birini bulun ve emredin… İsterse o hizmetçiniz olsun, hemen evleneyim!
«— Yok, olmaz, dediler; sen bulacaksın ve kendi muhitinden bulacaksın!..»
Nihayet yoluma, otuzyedi yıldır çile ortağım, Neslihan çıktı. Bana nur topu gibi beş çocuk hediye eden sevgili zevcem… Sırasiyle, Mehmet, Ömer, Ayşe, Osman ve Zeynep…
Dış yüzün dış yüzünde başlayan münasebet en kısa zamanda köklere kadar indi. Kendisini aldım, Eyüb'e götürdüm, evin önünden geçirdim ve biraz ilerideki (Piyer Loti) kahvehanesinde oturttum:
— Bekle biraz dedim; kendilerine haber vereyim… Çağırırlarsa koşar, gelir seni götürürüm. İzinsiz çıkaramam huzurlarına…
Kızcağız derin bir tevekkül içinde, oturdu, nasibini bekledi.



Huzurlarındayım:

— Efendim; bir kızla tanıştım, ismi Neslihan… Bildiğiniz modern kızlardan; Bâban'lardan, Bâbanzadelerden… Buraya kadar da getirdim. Şu anda ilerideki kahvehanede oturuyor. Takdir buyurursunuz ki, zamane kızlarına güven zor… Şüpheliyim… Ne emredersiniz?

Bir ânda şimşek gibi bir hareketle sordular:

«— Üzerinde ne var?..»

— Yeşil bir manto, efendim!

Yine bir anda, şimşek gibi bir hız içinde, âni bir dalış ve uyanış:

«— Sen, ondan değil, kendinden şüphe et!»

Suratımda şaklayan takdir tokatının zevkiyle, Neslihan'ın bu kadar güzel kabul edilişindeki zevk, içimde birbirine karışmış, koştum; (Piyer Loti) kahvehanesinden zevcemi aldım ve evlerine getirdim.

Şadırvan başında yalnız Şakir ve yakınlarından bir delikanlı, Mehmet… Kendileri içeriye geçmişler, belki birdenbire görünmek istememişlerdi.

Neslihan, ben, Şakir ve o delikanlı, bir arada oturduk.

Akit temellendirildikten ve iş belediye dairesindeki tescile kaldıktan sonra, birdenbire Efendi Hazretleri, evden çıktılar ve yanımıza gelmeden bahçe kapısına doğru yürümeğe başladılar. Arkalarından ilerledik ve ellerinden öptük…

Ayni şimşek edasiyle, yivleri ebediyen kulaklarımdan silinmeyecek bir hitapta bulundular:

«— Allah zâmin (borçlu) ve kefil; unutma!..»

Ve durmadan çıkıp gittiler.

İleride, vasıtamla Neslihan'a gönderecekleri mektuplarda kendisine «kızım» diye hitap edecekler ve benden «damadım» diye bahis buyuracaklardır.Ki, zevcemle aramda, sadece Efendimin yümniyle, bereketiyle, benim yüzümden çektiği binbir musibete rağmen küçük çekişmeler dışı, hainliğe kaçan hiçbir hâdise ve bağ gevşemesi olmamıştır.

Neslihan'ın ailesini (Bâbanlar) çok takdir buyuruyorlar, «Hükûmet icra etmiş» bir familya olarak vasıflandırıyorlar; ve onun amca kollarından, merhum Bâbanzade Naim Beyi medihle anıyorlardı.

Eski Darülfünun Profesörlerinden Naim Bey ki, doktor kendisine:
— Kalb hastasısınız, namaz kılamazsınız, secdede ölürsünüz!

Demiş; o da «ne mutlu bana» diye devam ettiği namazlarından birinde ve secdede ruhunu teslim etmişti.

Efendimin Neslihan'a gönderdiği mektuplardan birindeki hitabın sırrını, ileride çözmeğe çalışacağım… Zaten o hitabın bir sır sakladığını, vefatlarından hayli sonra ve yakınlarından Muhib'in dikkatiyle keşfettik.

Çok sonra bir gün… Muhib evimize geldi. Kendisine, Efendi Hazretlerinin Neslihan'a gönderdiği mektupları gösterdim. Muhib, hayretle bir noktaya dikkat etti: Mektubun başındaki «Neslihan kerimeme» hitabı, (sin) yerine (sat) harfiyle «Naslı han» şeklinde yazılmıştı. Bizse bu noktaya yıllardır dikkat etmemiştik.

(Nas), Kur'ân hükmü… Ne demek olsa gerek?.. Nur sülâlesinin imtiyazı Kur'ânla sabit olduğuna göre, yoksa ebediyet sülâlesinden olan, zevcem miydi? Böyleyse, evlenme günümde bana söyledikleri:

«— Sen kendinden şüphe et!..»

Sözünün hikmeti, gün gibi açık…

Bu da bir sır olarak kaldı.

Cuma 12 Aralık 1952… Sabahın saat 10'u… Hapishanenin önündeyim… Yanımda zevcem… Çilekeş kadına sormak istiyorum:

— Söyle; acaba içinden «şu adamın zevcesi olacağıma, bir bakkalın, bir kunduracının karısı olsaydım!» gibi bir duygu geçiyor mu? Söyle, hiçbir günü öbürüne uymayan bu belâlı, bu netameli adam senden af dilemeğe muhtaç mı?
Fakat çilekeş kadının asaletini biliyorum. O, bütün hayatı dalgalı bir ummanda ve kaptan köprüsünde geçen kocasından, sahilde sessiz bir balıkçı kulübesine mahsus bir yaşayış istemez!..

Ayrılık… Zevcemden ayrıldım:

— Haydi güle güle! Dimdik durun ve neşenizden hiçbir şey kaybetmeyin! Beni iyi görmek istiyorsanız iyi olmaya bakın!
Mazlûm ve mütevekkil, kadıncağız çıkıp gitti. Onun arkasından o kadar gözyaşı zaptettim ki, onları Toptaşı kasvet ocağının, asırlık, şerha şerha, süngere dönmüş duvarlarına verseydim, içemezdi, yutamazdı, alamazdı bu duvarlar... ]
(**)

Dipnotlar:

* [Türkiye'de, adını değiştiren 500 bin Ermeni var

Almanya Ermeni Patriği Karekin Bekciyan da ilginç bir iddiada bulundu. Anne tarafından Ankara Keskinli, baba tarafından Kayserili olan Bekciyan, Türkiye'de ismini değiştiren yaklaşık 500 bin Ermeni olduğunu savundu.
Şeyh Said'in torunu Abdülilah Fırat'ın dedeleri döneminde binlerce Ermeni köyünün İslam'a geçerek Kürtleştiğini ileri sürmesinin ardındın Almanya Ermeni Patriği Karekin Bekciyan da ilginç bir iddiada bulundu.] Kaynak : AHMET ÖZAY'ın röportajı, 07 Ocak 2007, haber7 (Röportajın tamaı için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?p=3583#3583 )

** Kaynak: http://www.necipfazil.com/neslihan.htm


(Devam edecek)

Sıradışı
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cum Ekm 01, 2010 3:50 am    Mesaj konusu: “Adem/adam” var, bir de “adem/yokluk” var... Alıntıyla Cevap Gönder

“PANİK OPERASYONU” - NECİP FAZIL’I ANMA

Adımlar(*)'dan



– Biliyorsunuz bu haftaki dergimizi, “Necip Fazıl Özel Sayısı” olarak tertib ediyoruz... Bahis Necip Fazıl olunca da, tabiî olarak söz Salih Mirzabeyoğlu’nun!.. Sohbetimize başlamadan önce, okuyucularımıza Cezaevi’nden çıkışınızı da hatırlatmak üzere “geçmiş olsun!” diyoruz. Bu mevzuda neler söyleyeceksiniz?..


S. Mirzabeyoğlu – Hâdisenin dı yüzünü hikâye etmek uzun sürer... İçyüzüne gelince: Allah, isterse Kâinat’ı bir sineğin kanatlarına da taşıtır hikmetinin tecellisi hâlinde, düşman ve münafık elinde, onların “engelliyorum!” zannı içinde, İBDA fikriyatının muhteşem bir hurucudur!.. “İBDA, hâdiselerin kendisini takib ettiği bir ruh ve keyfiyet mihrakıdır!” hükmünü bir kere daha delillendiren dava!.. Görüldü ki, bize karşı girişilen provokasyonlar, ateş üzerine benzinle gitmek gibi bir tesir yapar!.. Üstadım’ın gözleriyle hâdiseyi değerlendirdiğim zaman, söylenecek tek söz şudur: “İşte şimdi ocak kızıştı!”... Biliyorsunuz Allah Resûlü, Huneyn gazasında İslâm ordusunun bir ânlık dağılışını tek başına taarruza döndürürken böyle demişti... “İşte şimdi ocak kızıştı!”... Kendisine yapılacak işkence sırasını beklerken, “Kumandan’a işkence yapıyorlar!” diye ağlayan gençleri görünce, kalbime taşkın bir heyecanla bu mânâ dolmuştu... Üstadım, orada arkadaşlarımın ve gençlerin gösterdiği vakar ve aşk tavrını görseydi, ne kadar gurur duyardı... Elbette gördü!..

– Orada başka ne gibi tesbitleriniz oldu?..


S. Mirzabeyoğlu – Bahsimiz Necip Fazıl... Şimdi Büyük Doğu idealinden, cemiyet ve insan anlayışından birkaç madde işaretlemem, uçurumun dibinde yaşayan insan ve cemiyet iklimimize, dağın doruğunu hayâl ettirebilir. Büyük Doğu idealinde, “saadetini ne yapıp yapıp kötüyü bulmakta değil, ne yapıp yapıp kötünün bulunmadığını bulmakta arayan polis”: Yâni, meslekî başarı cehdiyle suç icadına varan ve işkencelerden geçirdiği yüzde doksanı suçsuz insanları kendine düşman eden, yakaldığı adamın suçsuzluğundan dolayı üzülen insanın tam tersi... Ve Büyük Doğu idealinde: “Polisi, kendi mesleğinin tesadüfen aksini temsil etmeye memur bir yoldaş sanmayan hırsız!”... Farkındasınız; bahsi bir ifade çevikliği içinde, hırsızdan bahsederken, polisin ne olması gerektiğini belirtiyor... Sonra da şu: “Polisle korkuttuklarına karşılık, polisi korkutmak ceberrutu yerine, ona hak takipçiliğini telkin eden hükümet!”... Ve ekliyor: “Bunlar oldu mu hükümet tamamdır!”... Bugünkü hâlimize bakıp, neyin tamam olup neyin tamam olmadığına dair bir hüküm çıkarabiliriz!..

– Hâdiseler sizi yıldırmaktan çok, coşturmuşa benziyor...


S. Mirzabeyoğlu – İlâhî hikmetlere göz atmayı bilmek lâzım... Allah, nelerin içinde ne imkânlar sunar, neleri nelere vesile eder.. Meselâ, Irak ve Batı dünyası arasındaki Körfez savaşında olduğu gibi, gebe olduğu hâdiseler zemini bakımından, mağlubiyetten beter zarara yol açan galibiyetler vardır.... Ve yine mahkûm ve mağdur durumlar vardır ki, içinde en büyük zafer tohumları saklar!..

– Bu söz bana, Üstadımızın sizin hakkınızdaki ısrarını hatırlattı... Kendisi de münafık ve kâfir soyuyla ademe mahkûm edilmeye çalışılmış Üstadımız, size ısrarla “görünmen lâzım!” demişti.. Okuyucularımıza, sizinle röportaj yapan Yalçın Tırgut olarak kendimi ifşâ ettikten sonra, bu sözün yakın şahitlerinden ve hikmetini ileriki yıllarda daha iyi gören biri olduğumu söylemeliyim... Bir nevî, kim ne hainlik ve hased tavrı içinde olursa olsun, İBDA’nın önlenemz yükselişi sözkonusu oldu... “Doğru Yol” anlayışı hâlinde İslâm’ın!..

S. Mirzabeyoğlu – Güzel bir teşhis; “doğru yol”... Necip Fazıl bu demektir zaten: İdeali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını, hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam... Bir sanat adamı olarak, şu sözümden ayrıca zevk duymalısın: “Şair, her yerde demektir!”... Şairin mânâlarından biri de bu!..

- “İslâm’a muhatab anlayış” davası ile şu “şiir idrakı” üzerinde biraz dursanız...

S. Mirzabeyoğlu – Önce şöyle formüle edeyim... Mücerret mânâda “ilim”, “bilme” demektir... “Bilme”nin hakikati de, feraset ve anlayış, basiret ve kavrayışta... Bunun uç noktasında da “şiir idrakı” var... Ve insanın bilgilenme süreciyle eşdeğer olan hürriyetin sonsuzluğunca hayret!.. Bu dilden anlayan adam, “İslâm’a muhatab anlayış” davasını da anlar, “ehli sünnet yolu” davasını da anlar!..

- Kısa kısa işaretler verseniz...

S. Mirzabeyoğlu – Pek çok şey ezbere bilindiği için, esasına vakıf olunmadan ezbere cinsinden konuşuluyor... Bu yüzden de İmam-ı Gazalî Hazretlerinin söylediği, “insan, bilmediği şeyin düşmanıdır!” hikmeti çerçevesinde, bir nevî hakikat ve hikmet düşmanlığı tecelli ediyor... Önce “İslâm selâmet dinidir!” derken, felâh, yani kurtuluşun “dindeki gizliliklerin açık edilmesi” mânâsına geldiğini anlamak lâzım... Zaten “Sûre” de, usulünce gittikçe, muhatab idraka nisbetle kendini ele veren sonsuz mânânın kelâm klişesinde hapsidir... “Fıkıh” da, kapalı bir şeyin hakikatine nüfuz edebilmenin usûlü; bugün bilinen veya bilindiği zannedilen mezhep ve ilim hakikatinden önce, mücerret mânâsıyla “idrak ve anlayış” demektir... İdrak ve anlayışın bu gayeyle ölçülendirdiği usûl... Demek ki, bugün anlaşıldığı mânâsıyla fıkıh, genel anlamının yanında hususîleştirilmiştir... Bahsimiz Necip Fazıl ve usûlümüz de vesilelerle mesele konuşmak olduğuna göre, şurada çıkardığım notlardan bunun üzerinde durayım isterseniz... Bilmem okumam gerekir mi?.. İsterseniz notları alın, kaset çözümünde yerine koyun... İsterseniz bir işaretle geçeyim bu bahsi... Okuyayım mı?..

- Çok faydalı olur... Zaten bizim gayemiz de, soylu bir zeminde Üstadımızı anmak, yoksa ölü ağlayıcılarına mahsus bir yerde konuşmak değil...

S. Mirzabeyoğlu – Bugün kim “Fürû-u fıkıh”ın inceliklerini bilir ve onlarla fazla meşgul olursa, ona “fakih” derler. Halbuki Birinci Asırda, ahiret yolu ve “nefsin ayetlerinin incelikleri bilgileriyle” amelleri bozan şeyleri bilmeye, dünyalığa kıymet vermeyip – ahiret nimetlerine bağlanmaya ve kalbini Allah korkusunun kaplamasına “Fıkıh İlmi” denirdi... Nitekim Allah, şu Ayet’te bunu açıkça göstermektedir:
-“Dinde fakih olup, kavim ve kabileleri döndüğü zaman, onları korkutmaları için.”
Korkutmak kendisiyle mümkün olan; işte bu fıkıhtır... Yoksa “talâk, itak, li’an, selem ve icare” meselelerini bilmek değildir; çünkü bu meselelerle ne çekindirme ve ne de korkutma olur. Belki yalnız bunlarla uğraşmak, kalbin korkusunu azaltır ve kalbi karartır; nitekim bunlarla uğraşanlarda olduğu gibi... Bu gibiler hakkında Allah şöyle buyuruyor:
-“Onlar için kalbler var ki, o kalblerle anlamazlar.”
Buradaki “fıkh” kelimesinden, “fetvaları anlamazlar” değil, imânın ne demek olduğunu anlamazlar mânâsı murad edilmiştir. Ömrüme yemin ederim ki, “fıkh” ve “fehm-anlayış” kelimesinin ikisi de lûgatta bir mânâdadır. Araplar arasında eski ve yeni şivelerde ikisi de bir mânâda konuşulur:
-“Bu ise, anlayışlı bir kavim olmadıklarındandır.” (59-Haşr:3)
Allah’tan korkularının azlığı ve insanların saldırılarını büyütmeleri, fıkıh azlıklarına havâle ediliyor. Bak bakalım, bunların “fakih” olmamaları, fetvaların çeşitlerini bilmedikleri için mi, yoksa bizim anlattığımızı bilmedikleri için midir?.. Peygamber Efendimiz kendisini ziyârete gelen bir cemaat hakkında fıkıh meselelerini değil, imân, amel ve ahlâk meselelerini öğrenmelerini ve iyi hasletlerini anlatmaları üzerine, “Âlimdirler, hakîmdirler, fakihtirler!” buyurmuştur; halbuki bunların hiçbiri diğer mânâda fıkıh meselelerini bilmezlerdi. Zührî Kabilesi’nden İbrahim oğlu Sâd’a (R.A.), “hangi şehir halkı fakihtir?” diye soruldukta, “Allah’tan en çok korkan!” diye cevab vermekle, fıkhın neticesine işaret etmiştir. Çünkü ilmin bâtınî neticesi fetva hükümleri değil, takvadır.


- Sanıyorum, Üstadımızın şiirindeki “korku” motifinin anlaşılması gereken yönleri burada... Şu mezhebler meselesine de temas etseniz...

S. Mirzabeyoğlu – Evet; İmam-ı Gazalî’den çıkardığım bu notta, Üstadım’ın şiirine hâkim olan korku ve hafakan sırrı da görünüyor... “Benim şiirimdeki korku, öcü ve umacı korkusu değil ki; gaibi kurcalamak?” diyordu ya... Tabiî o böyle diyedursun, “Necip Fazıl’ın şiirlerine korku ve hafakan hâkimdir; halbuki filanca, kasabadan temiz hava getirdi!” diye değerlendiriliyordu... Onun şiirlerinde, “otel odaları, dehlizler”den filân bahsediyormuş, bir arayış belirtiyormuş, bu bakımdan İslâmî değilmiş... Tabiî ben neyin ne olduğunu anlatınca herkes küstü!.. Neyse... “İslâm’a muhatab anlayış”ın bir yönüyle ne olduğu, daha doğrusu ne olmadığı da anlaşıldı sanırım... Meseleler içiçe, biz de kısa kısa işaretlerle geçmek zorundayız... Mezheb; bilindiği üzere, -gerçi pek çok meselede oluğu gibi, ben üzerine büyüteç tutup meçhûlden kurtarmasam bilindiği de yoktu ya-, “yol” ve “zann” demek... Umumiyetle “zan” deyince, işin “ihtimâl” mânâsı anlaşılır da, “kat’iyyet ve şüphesizlik” mânâsı bilinmez... Şöyle bir misâl vereyim: “Zannediyrum ki şu çekmecede kalem var!” desem ve çekmece açılınca orada kalem bulunsa, bu “zan” keyfiyeti kat’iyyet ifâde eder... Hayatın, imkân ve ihtimâllere açılan arazlardan yürüdüğü hakikatini bilenler, mezheblerin doğuş hikmetini anlayacakları gibi, zaruretini de kestirirler: Hakikatiyle mezhebler, İslâm’a muhatab anlayışın doğru yolu üzerinde, esasta değil de, “esası zedelemeyici” bir takım teferruat noktalarında ve “rahmete vesile ihtilaf sırrı” içinde farklılık gösterirken, farklılıklarında birbirlerine halef olucu ve iltica edici geçit noktaları bulan bir birlik arzederler... Alevîlik ise, bu mânâda bir mezheb değil, sapık bir koldur... Hazret-i Ali’yi sevme zannı etrafında, gerçekte sahabeye ve Hazret-i Ali’nin hakikatine ihanet içinde bulunan bir zümre; ruhî gıdaları da Rahmanî değil, Şeytanî... Üstadım’ın güzel bir misâli var: “Hazret-i Ali sevgisi, Sünnet ve Cemaat hli ölçüsüne bağlıdır; ve tıpkı Musa ve İsâ Peygamberlerin gerçek kıymet ve hakikatlerini bulmak isteyenlerin, bunu Yahudiler’de ve Hıristiyanlar’da bulmak yerine İslâm’da görmek mevkiinde olmaları gibi!”... Bu incelikler çerçevesinde, Büyük Doğu’nun kendisini izâhını, benim ağzımdan ropörtajın sonuna koyarsınız...

- Müsaade ederseniz, Üstad’ın “Büyük Doğu”yu tanımlaması sohbetimizin de noktalaması olsun...

S. Mirzabeyoğlu – (Büyük Doğu, İslâmiyetin emir subaylığı... Büyük Doğu, İslâm içinde ne yeni bir mezheb, ne de yeni bir içtihad kapısı... Sadece “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifâdelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi; ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti 21. Asrın eşiğinde eşya ve hâdiselere tatbik etme işi... Galiba işlerin de en değerli ve pahalısı.)
1991

* Salih Mirzabeyoğlu, Adımlar -984'den 1996'ya- İbda yayınları, İstanbul.


Necip Fazıl “ırkçı” mıydı? -1-
Murad Salih



Peşin söyleyelim: Tabiî ki değildi...

Merhum üsdad Necip Fazıl’a “ırkçı” diyen ya ırkçılığın ne olduğunu veya Necip Fazıl’ın kim olduğunu kesinlikle bilmiyordur...

Bunları bildiği halde bu ithamı yapıyorsa bilerek veya bilmeyerek AB-D’nin “Necip Fazıl’ı itibarsızlaştırma oprerasyonu"nun parçası olduğu için böyle davranıyordur...

***

Merhum Necip Fazıl’a çamur atma yarışı şöyle başladı:

Taraf isimli neoliberalizmin tetikçiliğini yapan bir gazetede yazdığı halde kendini hızlı solcu, yılmaz sosyalist, gözükara komünist olarak pazarlamayı beceren bir Yahudi yazar bastı önce düğmeye...

“Bas” emrini Tel Aviv mi, Brüksel mi, Vaşington mu verdi bilmiyoruz...

Hangisi olduğu önemli de değil...

Çünkü...

Hepsi aynı “melanet/lanetlenmiş kötü-kirli işler” yapan bir örgütün değişik tabelâları değil mi?

Hepsine birden “Deccaliyet komitesi” diyelim...

Bedüzzzaman Said Nursi Hazretleri gibi...

“Deccaliyet” deyince...

Nietsche’nin “Deccal” isimli eserine de bir mim koyalım... Çünkü konumuzla çok yakından ilgili...

Taraf’ın Yahudi yazarı düğmeye bastı ya gerisi çorap söküğü gibi geldi...

Merhum Necip Fazıl hakkında bugüne kadar karnında gizlediği sıkıntıları olanlar, ıkınıp sıkılmaktan vaz geçerek karnındaki kinlerini kusmaya başladılar...

Ne fena bir adammış şu Necip Fazıl, bir bilseniz bir daha eserlerinin yanına bile yaklaşmazsınız haberiniz olsun...

Lâf aramızda maksatları da tam olarak bu...

Sağlığında bırakın şu “mürteciyi, yobazı” derler ve cevabını alıp kuyruklarını arka ayaklarının arasına sıkıştırıp pısarlardı...

Şu muhteşem söz onun onlar için söylediklerinden yalnızca biri:

“Bize gerici diyenler dünyaya kıçlarındaki gözle bakanlardır...”

Bu da öyle:

“Gerinizde damgamız mı var ki, bize gerici diyorsunuz?”

“Onlar”a onların anlayacakları bir dille yalnızca o hitabetti...

Onlar?

“Onlar”a da geleceğiz...

Ama yeni başlayanlar için küçük bir edebiyat dersine ihtiyaç var:

Dersimiz “polemik”:

“Polemik, yunancadan geliyor: polemikosh; savaş demek." Diyor, Merhum Cemil Meriç “Bu Ülke” isimli eserinde... (1)

Polemik Türkçe’de de savaş demek...

Silahları kelimeler olan entellektüel savaş...

Bu aynı zamanda edebî bir yazı türü...

Bunun birde hertürden bayağı ağız dalaşını “polemik yapma ulen” diye karşılayan argo versiyonu var ama bu konumuz dışında...

***

Merhum üstad Necip Fazıl'ı eleştiri konusu yapılmaya çalışılan yazılarından bir kısmı doğrudan polemik türü yazılardır...

Üstad da polemiğin en büyük ustalarındandır...

Adı üstünde savaş...

Tek taraflı savaş olur mu?

Necip Fazıl bu yazıları kendisi için yazmadığına göre...

Bu yazıların bir veya birden fazla muhatabı olmalı...

O “muhatap” veya “muhataplar" ne dedi veya yaptı ki...

Bu tür cevaplara muhatap oldular diye soran yok...

Demek ki, maksat üzüm yemek değil bağcıyı dövmek...

***

Necip Fazıl yalnızca bir şair, edib, mütefekkir değil aynı zamanda bir aksiyon adamıydı...

Fikrini fikirde/teoride bırakmayan, onu hayata hakim kılmaya/kuvveden fiile çıkarmaya kararlı bir aksiyon adamı?

O yüzden de buradaki kavga/polemik, fildişi kulesinde oturup yazılar döktüren bir şair/edip/mütefekkirin yazı ve sözle sınırlı bir kavgası değil...

Hayata hakim olan “yanlış”ı ortadan kaldırarak; yerine “doğru”yu ikame etme savaşının bir parçası olarak yapılan bir polemikti...

Yani...

Ortada kıran kırana yapılan sahici bir savaş vardı ve merhum Necip Fazıl, Batı emperyalizmi tarafından Lozan’da pusuya düşürülerek tarihten silinmeye çalışılan bir milleti tek başına savunma durumunda kalmıştı...

Bir masal kahramanı gibi...

Yedi başlı, her başından kavurucu alevler fışkırtan dev bir ejderhaya karşı tek başına, yalınkılıç savaşmaktan korkmayan bir kahraman...

Adam, dünyayı yutma niyeti içinde öncelikle kendine engel olan Osmanlıyı lime lime ederek yutmuş bir ejderhaya tek başına saldırarak onun kelllelerini bir bir koparmak için vargücüyle savaşıyor..

Sen ise, bundaki masalımsı kahramanlığı hiç olmazsa estetik olarak kavrayıp hayran kalacağına...

“Tebiyesiz adam, pis ırkçı! Zavallı ejderhaya nasıl da küfür edip onu aşağılıyor” diye yazılar döktürüyorsun...

Vallahi helâl olsun...

Bir entellektüel idrak ancak bu kadar (küt) olabilir...

Dipnotlar:

1-) Bkz: itusozluk.com


(Devam edecek)

Buyazı dizisinin devamı için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?p=4591#4591

“Adem/adam” var, bir de “adem/yokluk” var...
Ertuğrul Horasanlı
01.010.2010




[BEN

Ben, kimsesiz seyyahı, mechuller caddesinin;
Ben, yankısından kaçan çoçuk, kendi sesinin.

Ben, sırtında taşıyan işlenmedik günahı;
Allah'ın körebesi, cinlerin padişahı.

Ben, usanmaz bekçisi, yolcu inmez hanların;
Ben, tükenmez ormanı, ısınmaz külhanların.

Ben kutup yelkenlisi, buz tutmuş kayalarda;
Öksüzün altın bahtı, yıldızdan mahyalarda.

Ben başı ağır gelmiş, boşlukta düşen fikir;
Benliğin dolabında, kör ve çilekeş beygir.

Ben, Allah diyenlerin boyunlarında vebal;
Ben bugünküne mazi, yarınkine istikbal.

Ben, ben, ben; haritada deniz görmüş, boğulmuş;
Dokuz köyün sahibi, dokuz köyden kovulmuş.

Hep ben, ayna ve hayal; hep ben, pervane ve mum;
Ölü ve Münker-Nekir; baş dönmesi uçurum...]
(1)

***

“Kitap ayna gibidir, yüzüne bir maymun bakarsa bir havarinin görüntüsünü yansıtamaz." Diyor Lichtenberg...

Onun gibi...

Veya...

“Nice kimseler gördüm üstlerinde elbiseleri yoktu; nice elbiseler gördüm içlerinde kimse yoktu” diyor ya büyük velî Hazret-i Mevlâna...

Onun gibi...



Bir kimse merhum Üstad Necip Fazıl Kısakürek’e bakar “ikinci sınıf şair”der ve ekler:

“Birinci sınıf olsaydı, mutlaka başka dillerde de okunurdu” (1) ...

Bakanın körlüğüne mi yanarsın...

Bu ülkesinin müstesna bir fikir/sanat/aksiyon adamını değerlendirirken dayandığı tek kriterin, onun “mutlaka başka dillerde de de okunuyor olması gibi”bir saçmalık olmasına mı?

Sen o “ikinci sınıf şair”in kaç şiirini okudun da hakkında ahkâm kesiyorsun?

Desek olmaz...

Adam Çin ü Maçin’den, Frengistan’ın en ücra memleketlerine kadar bilmediği bi b.k yok...

Sor anlatsın...

Capon sineması ne haldedir?

Fransız filozoflarının şu sıralar iştigal ettiği konular nelerdir?

Dünya ekonomisi ne yana devriliyor...

Neoliberalizm son nefesini ne zaman verecek?

Onun yerini ne alacak?

Bakın şimdi...

Bu kadar malûmat sahibi bir kimseye Evropalı bir kankası soruyor:

“Necip Fazıl hakkında ne düşünüyorsun?”

Bak...

Kankan, ta Frengistan’da namını duymuş Necip Fazıl’ın...

Ki...

Sana soruyor...

Herşeyi çok biliyorsun ya...

Bu kadar çok şeyi bilen bir adam, kendi ülkesinin bir mütfekkiri hakkında da herhalde bir fikir sahibidir diye düşünmüştür garip...

Aldığı cevap karşısında da “yuh” demiştir içinden...

Yuh!..

“Biz seni Adem/adam sandık meğer adem/yokluk-hiçlikmişsin”

Haksız mı?

Senin kriterine göre birinci sınıf şair nasıl olunurdu?

“Birinci sınıf olsaydı, mutlaka başka dillerde de okunurdu”

Öyle mi?

Bak işte, “başka dil konuşan” Frengistanlı kankan...

“Necip Fazıl hakkında ne düşünüyorsun” diye soruyor...

Demek ki; “başka dil” konuşan Frengistanlı kankan, Necip Fazıl diye birini okumuş/duymuş...

Necip Fazıl başka dilde okunmasa onu nasıl duyacak da sana soracak?

Eee n’oldu şimdi?

Frengistanlı kankan, frenk dilerinden en azından birinde Necip Fazıl’dan veya onun hakkında yazılanlardan bir şeyler okuyor ama...

Bu ülkenin irfanına yüzden fazla fikir ve sanat eseri, binlerce fıkra, makale, binlerce gazete ve dergi sayfası, yüzlerce konferansla katkıda bulunmuş bir adamdan, tek bir kitap, tek bir şiir, tek bir makale dahi okumamışken...

Bir de hakkında ucuz ahkâm kesiyorsun...

Bu durum...

Tam da nefret ettiğin/şikayet ettiğin “vasatlık” örneği değil midir?

“Zamanın kalitesi yükselirken” bu kaliteye bu “vasıtlık"la mı dahil olmayı düşünüyorsun?

***

Geçelim...

***

Öbürü daha feci...

Kendini “solcu, devrimci, marksist, sosyalist, komünist, örgütçü” olarak pazarlayan bir uyanık Yahudi...

Eh bunca etiket okunca “entellik” hayda hayda vardır canım diye düşünür –şayet varsa-okurları değil mi?

Bu uyanık “yaratık”, bu ülkenin enteli, solcusu, devrimcisi örgütçüsü sosyalisti, şusu busu...

Ama...

Gelmiş emeklilik çağına ve ilk defa bir Necip Fazıl yazısı okuyor...

O yazı da, Yahudiler ve Yahudilikle alâkalı değil miymiş...

Eh yani tesadüf(!)ün de bu kadarı olur...

Bu uyanık “yaratık”., "entelliği, solculuğu, sosyalistliği, komünistliği" bir kenara koyarak, birden bire oluyor “semitik/yahudi ırkçısı”...

Vaaay sen Yahudilere nasıl böyle dersin?

Bunu okuyan da sanacak ki...

Necip Fazıl isimli bir “faşist”, yeryüzünün bu en masum, en günahsız, en temiz, en saf, en zararsız halkı olan Yahudiler hakkında ilk defa kötü bir şey söylüyor, onlara iftiralar atıyor...

Yâhu...

Bu gök kubbe altında...

2 bin küsûr yıldır Yahudiler hakkında söylenmedik bir tek kötü söz kaldı mı ki..

De...

Necip Fazıl, onu söylemiş olsun?..

Bunu da sen, 40 yıl sonra anca duymuş ol da (eee normaldir, bu ülkede entelden sayılman birinci şartı bu ülkenin insanına irfanına, kültürüne, sanatına, tarihine, çoğrafyasına kinle, nefretle, iğrenerek, aşağılayarak bakmak olunca bu taifenin palazlanıp azgınlaşması normaldir...), bir kızmış..

Bir köpürmüş...

Bir kuyruğuna basılmış gibi yapıp...

Merhum Üstad’a sövme bahanesi yap...

Biz de bu ucuz numaranı yiyelim...

Yaa...

Sen bırak Üstad’a söverek meşhur olmaya çalışmayı da...

Senin gibi bir ” yiğit, solcu, sosyalit, örgütçü” ve “Seçilmiş Irk”a mensup ateist bir entelin, Taraf gibi neoliberal, AB-D mandacısı bir paçavrada ne işi var asıl onu anlat...

“Anlat da çözülsün dilin”...

Varsa bir “hikmeti” biz de bilelim...

***

Bunlar Adem/adam değil...

Adem/adam suretinde, adem/yokluk-hiçlik...

Gel gör ki yokluk-hiçlik de Allah’ın bir mahlûku/yaratığı...

***

Bakın aynı necip Fazıl hakkında bir sahici Adem/adam ne diyor:

''Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte, içinde bulunduğumuz çağın nabzını yakalayan ve ideali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam...'' (2)

Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte...

İçinde bulunduğumuz çağın nabzını yakalayan...

Ve...

İdeali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını...

Hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam...

Necip Fazıl işte budur...

Varsa bu dilden anlayan buyursun konuşsun...

Biz de edebimizle dinleyelim...

Yoksa...

Bu ülkenin irfanından süzülüp gelen şu sözler anlayana zaten anlatıyor her şeyi:

“Var ise ilmin irfanın söyle faydalansınlar./Yoksa; sus da bari adam sansınlar.”

Dipnot:
1-) Necip Fazıl Kısakürek

2-) Salih Mirzabeyoğlu


Merhum Necip Fazıl Kısakürek',n kızı son yolculuğuna uğurlandı
20 Mayıs 2011

Cumhuriyet döneminin en önemli fikir ve sanat adamlarından Merhum Necip Fazıl Kısakürek'in kızı Ayşe Kısakürek, son yolculuğuna uğurlandı.

Ayşe Kısakürek için Eyüp Sultan Camisi'nde ikindi namazının ardından cenaze namazı kılındı. Abdülhadi Arvas'ın kıldırdığı cenaze namazından sonra Ayşe Kısakürek'in cenazesi, Eyüp Sultan Hazretlerinin kabrinin önünden geçirilerek, caminin arka tarafında bekleyen cenaze aracına alındı. Ayşe Kısakürek'in cenazesi, Eyüp'teki aile kabristanına, babası Necip Fazıl Kısakürek'in yanına defnedildi.

Cenaze törenine, Necip Fazıl Kısakürek'in oğulları Osman ve Mehmet Kısakürek'in yanı sıra Ayşe Kısakürek'in yeğeni Emrah Kısakürek, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Eyüp Belediye Başkanı İsmail Kavuncu, yazar Mehmet Paksu ve yönetmen Mesut Uçakan ile çok sayıda vatandaş katıldı.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile TBMM Başkanvekili Meral Akşener de çelenk gönderdi.

Ayşe Kısakürek, bu sabaha karşı İstanbul'da 62 yaşında vefat etmişti.

haber5
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cmt May 21, 2011 10:12 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Ksm 22, 2010 1:42 am    Mesaj konusu: NFK Alıntıyla Cevap Gönder







“Yaşayan Necip Fazıl” Salih Mirzabeyoğlu ve İBDA – 1
Necip Fazıl’la Başbaşa

Tuğrul ÇELİK



Mum ile pervane

“Mum alevi… Dönüp dolaşıp, alevinde hissedip de anlatamadığım şeyleri hatırlatan mum etrafında dolanmam boşa değil. Ortalığın kapkaranlık kesildiği sırada yanan bir mumun ışığında, serin bir ilkbahar havasının tatlı ürpertisini hatırlatan, hüzünle mırıldanan bir aşık duasının içliliği vardır sanki.
Pervane ve mum!
Büyük Doğu İdeolocyası’nın ‘Son ve tek kıvılcım’ bahsi.”
“81 mevsimi”… “İlk misafirlik”… Ortada bir mum… Mumun etrafında dolanan, alevinde hissedip de anlatamadığı şeylerle baş başa, anlatmak için bekleyen bir genç… Pervane ve mum misalı…
Apaçık ortaya koyana kadar kimseciklere söyleyemediklerini “Üstad”ına anlatmak için duran, ileride ise söylediklerinden ihtiyaç sahiplerinin kendilerine yararlı bir şey bulmaları durumunda mesut olacağını söyleyen bir genç adam… “Yaşayan Necip Fazıl”, Salih Mirzabeyoğlu…
Necip Fazıl Kısakürek’in “Hakkımda yazılmış tek harika kitap,” dediği “Necip Fazıl”la Başbaşa” kitabının benim anladığım kadarıyla hikâyesi böyle…
Kitap, yazarının de belirttiği gibi “şöyle dedi”, “böyle yaptı” gibi “fotoğrafçılık” kitabı değil. 40 yıldır “her şeyi yerli yerine oturtacak, hesabını verecek, çilesini çekecek, neyin nasıl olduğunu gösterecek” bir gençlik bekleyen “Üstad”la, “yepyeni bir nesil sesi” olma mecburiyetini yerine getirmeye çalışan gencin bir araya gelişinin kıvılcımı…
Salih Mirzabeyoğlu da bu kitabın “doğrudan doğruya onun ağzından hakikatleri konuşturduğunu” söylüyor. Bu anlamda kitap hem Mirzabeyoğlu hem de Necip Fazıl hakkında diyebiliriz. Elbette ki Büyük Doğu ve İBDA hakkında da.
“Necip Fazıl’la Başbaşa”yı okurken “Üstad”ıyla genci, Necip Fazıl’la Salih Mirzabeyoğlu’nu konuşurken buldum ve bu “konuşmaya” dışarıdan bir dinleyici olarak dahil oldum.
Bir kitapta, kitap okurken aslında görmediğimizden, olan biteni duyduğumuzdan bahsedildiğini hatırlıyorum. “Necip Fazıl’la Başbaşa”, bu anlamda görmediğim, duyduğum bir kitap oldu.
Dava ve aşk
Okuyanların Necip Fazıl’la Mirzabeyoğlu’nun “konuşmalarından” nice mânâlar, anlayışlar çıkarmaları elbette mümkün. Ben ise bu iki isimden, bu kitaptan “duyduklarımı” aktarmaya, dikkatimi çekenleri paylaşmaya çalışıyorum.
Dikkatimi çekenlerden ilki “dava” mesela…
Hani bugün birçok şey gibi kirletilen kelimeden. Ahlak adına, hak-hukuk adına, sevgi ve iman adına içinde hiçbir şey bırakılmayan şeyden.
“Üstad”ıyla gencin “konuşmasından”, “dava” ile “aşkın” birlikte olduklarını duyuyorum:
“Davasına aşkla bağlı olanlar için her türlü terslik ve zıtlık, tesirinin müsbete döndürülmesi gereken bir aksiyona vesile olur ki, kendi oluş yolunun malzemesi ve sıçrama tahtası yapabilme işidir.”
Her türlü zorluk, kötü gün, “oluş yolumuzun malzemesi”, “sıçrama tahtamız” olmuyor mu?
Dostu, düşmanı yakından tanımaya bir vesile olmuyor mu?
Oysa bugünkü anlamıyla “dava”, adı kirletilen pek çok şey gibi servetine servet katmanın, bir yerden bir yere “sıçramanın” aracı; aşk ise paraya, ihaleye, arsaya, yani gerçek bir dava dışında her şeye duyulur olmadı mı?
Mirzabeyoğlu’yla Necip Fazıl’ın “konuşmasında” geçenden ne kadar da uzak…
Sevmek, bilmek ve anlamak
“Sevmek için bilmek gerek,” deniyor kitapta… Ve devam ediyor: “Nereden ve nasıl geldiklerini bilmeyenler, nereye ve nasıl gideceklerini de bilmezler.”
Mirzabeyoğlu eserlerinde teorik -ve de hayatta tatbik edilen- bir kavram olarak algıladığım “İslam’a muhatap anlayış”ta da çevreyi, dostu ve düşmanı tanımlarken bu ölçütün kullanıldığını okuyorum.
İslâma Muhatap Anlayış; yani “Mutlak Fikir”in tatbik fikri…
Hem “kendi”ni hem “çevre”yi tanımanın, nerede nasıl davranılacağının prensipleri…
Herkesi “Her şeyden önce ‘ben doğru olduğumu nereden bileyim?’” sorusundan pay almaya çağırdığı aynı isimli eserde de “İslâmi ölçüler yerli yerinde, ya ona bakan göz nerede?” diye yine bir soruyla “teorik bir dil”in nasıl kurulacağını anlatıyor Mirzabeyoğlu. Çünkü her mesele “İslâm’a muhatap anlayış”ın ifade ve teorisini gösterileceği bir yer olarak duruyor burada.
Bilmek için sevmenin gerekliliği konusunda ise sevginin mahiyeti özellikle belirtiliyor.
Başıboşluğa yer verilmiyor.
“Sevgilinin her sözüne 
hikmet gözüyle baktık
Başıboş yürüyene bin misliyle 
fark attık!”
Bu şiirden belki pek çok kişi pek çok anlam çıkarabilir kuşkusuz, ben ise “İBDA Mimarı”nın bu şiirinden sevmek için bilmek gerektiğini, bilmek için de çalışmak, anlamak, mücadele etmek, çile çekmek gerektiğini çıkarıyorum.
Kitapta geçen bir hikaye şöyle:
– Muhallebi çok güzel bir şey…
– Yedin mi?
– Yok, babam yemiş!
Bu hikaye benim aklıma en çok Üstad’a gösterilen ilgi dolayısıyla gelir. Mesela ‘Üstadsız ve Büyük Doğu’suz olmaz,’ dedin ve bu mevzuu derinlemesine bir tahlil ve terkib halinde anlattın. Muhatabının anladığı tek cümlecik ‘Üstadsız ve Büyük Doğu’suz olmaz.’ Bunu söyleyiverdikten sonra, onun okuma ve anlama zahmetine girmesine lüzum (!) yok. Sen ne olursan o da senin ‘gibi’n olarak aynı şey oluyor.
Ve ne laflar:
– Şu milleti bir türlü adam edemedik!’
Kendisi adam olmuş da, milleti adam edememiş; o adam olması gereken milletten değil.”
Hiçbir zaman taşın altına elini koymayan, ama sürekli eleştiren, kendini üstün gören insan tipinin net bir örneğini veriyor Mirzabeyoğlu, ki sadece o “mevsim”in değil her mevsimin adamı bu tipler üzerine çok şey yazılabilir. “Kaba softa ham yobaz” türünün kibir yönü ağır basan bu tipi siyaseten belli bir grubun değil her grubun içinden çıkabiliyor.
Fikir ve dava adamlığı
“Üstad”ının ve Mirzabeyoğlu’nun “konuşmasından” duyduklarıma, “Necip Fazıl’la Başbaşa”da bahsedilen, “dava adamı” ve karşısındaki “tehlikeler”den devam ediyorum.
Üç tehlikeli durumdan ilki “bir köşede pörsümek” tehlikesi.
“…Fikir ve dava adamı, devri daim makinesi gibi, kendi heyecanını kendi üretebilendir; etrafın ve şartların iteklediği, sonra pörsüyüp giden değil.”
Mirzabeyoğlu, “Necip Fazıl’la Başbaşa”da dava adamının özelliklerine de değiniyor bana göre.
Yıllar önce Kadrocuların dikkat çektiği “pesimizm” psikolojisini farklı bir açıdan yeniden okumuş olduğunu görüyorum. Şevket Süreyya, Kadro’nun ilk sayısında “pesimizm” tehlikesinden bahsederken şöyle yazıyordu: “Türkiye’de pesimizmin ilk kastı, inkılap heyecanınadır.”
Yani “pörsüyüp giden” değil, davaya ilk günkü heyecanıyla sarılan, doğrularıyla yaşayan ve o inançla savaşan olma durumudur dava adamınınki…
Mirzabeyoğlu’nun “Üstad”ından aktardığı ikinci nokta ise “muhatap ve ölçü” üzerine:
“Muhatabınız ve ölçünüz çevre değil, hep ‘olmanız gereken’ ve daha ileri basamaklar olmalı.”
“Pörsüme” tehlikesinde bahsettiği “etrafın ve şartların iteklemesi” durumu örneğindeki gibi…
Üçüncü uyarısı ise “zamanı israf etmeme şuuru”:
“Zaman, öldürmenin değil, yaşatanın zemini… Hemen olacakmış ve şu anı değerlendiremezsen olmayacakmış gibi, içinde bulunduğun anı değerlendirme, hiç olmazsa değerlendirememiş olmanın sancısını duyma şuuruyla, yavaş yavaş, kıvamını bula bula, hazmede hazmede, sıra ile oluş prensibi… Bizim şipşak fotoğrafçılıkla alakamız yok!”
Necip Fazıl’ın aktardığı bir hikâyeyle örnek veriyor Mirzabeyoğlu. Mısır’da 1939’da bulunan bir mabedin girişini tıkayan taş blok kaldırılıyor ve 7 bin senedir orada duran ve muhtemelen mabetten çıkan son kişiye ait olan bir çıplak ayak tabanı izi görülüyor. Bu haberden duyduğu heyecanla şöyle söylüyor:
“Dava 7 bin sene sonra doğacak bir günün suratına, tabanının izini basabilmekte.”
(Sürecek)

Kaynak: TürkSolu / http://www.turksolu.com.tr/yasayan-necip-fazil-salih-mirzabeyoglu-ve-ibda-1-necip-fazilla-basbasa/

“Yaşayan Necip Fazıl” Mirzabeyoğlu ve İBDA -2 “Büyük Doğu Mührü” 
ve “Yürüyen Büyük Doğu” İBDA
Tuğrul Çelik
29 Mayıs 2017

Türk Solu dergisinden sayın Tuğrul Çelik Daha önce yayınlanan makalesinin birinci bölümünden sonra bu haftaki yeni sayı da ikinci bölümü kaleme aldı. Haksız ve hukuksuz yere tutuklu bulunan Gökçe Fırat’ın başkanlığında faaliyetlerini yürüten ve her türlü haksız ve hukuka aykırı saldırının üstesinden gelebilecek iradeye sahip olduğuna inandığımız Türk Solu kadrosundan Sayın Tuğrul Çelik’in Kumandan Mirzabeyoğlu’nun “Necip Fazıl’la Başbaşa” isimli eseri hakkındaki makalesinin ikinci bölümünü dikkatinize sunuyoruz.

ADIMLAR


“Yürüyen Büyük Doğu”

Bir önceki yazıda “7000 yıl sonrasına uzanan ayak izi” hikâyesinde geçtiği gibi, davanın binlerce yıl sonra bile olsa geleceğe vurulacak bir mühür olacağı örneği, Mirzabeyoğlu açısından Büyük Doğu’da anlamını buluyor.

Bununla ilgili şu sözleri bunu açıkça gösteriyor:

“Elimin erdiği ve gözümün gördüğü hiçbir hakikat yok ki orada göze görünmez bir mührü basılmış görmeyeyim. Üzerinde şu mana olan bir mühür: Büyük Doğu.”

Büyük Doğu’nun “remz şahsiyet”i ise şüphesiz Necip Fazıl.
Mirzabeyoğlu, onunla olan ilişkisini ve ona bağlılığını “çağın nabzını yakalayan, ideali aramayla toprağa bağlanma arasında bir yerde kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını ortaya koyan, heykelleştiren adam” sözleriyle ortaya koyuyor.

Kendisi de bir mütefekkir olan Mirzabeyoğlu’nun gözünden Necip Fazıl ise “mütefekkir yetiştiren mütefekkir” olarak nitelendiriliyor.

İki makaledir hakkında yazdığım “Necip Fazıl’la Başbaşa” eseriyle ilgili daha önce Necip Fazıl ve Mirzabeyoğlu’nu karşılıklı konuşuyor gibi gördüğümü belirtmiştim. Mirzabeyoğlu da eseriyle ilgili ilerleyen sayfalarda “benim benle konuşmam benim Necip Fazıl’la konuşmamdır” diyerek, mânâ açısından arada bir fark olmadığının altını çiziyor.

“Yürüyen Büyük Doğu”nun sırrı da olsa olsa burada gizli diye düşünüyorum: Büyük Doğu’dan İBDA’ya, Necip Fazıl’dan Salih Mirzabeyoğlu’na uzanan bir dil ve fikir.

“Her şeye sahtesi musallat”

“Necip Fazıl’la Başbaşa”yı okurken, Mirzabeyoğlu’nun sahte olanla kavgasına da şahit oluyorsunuz.
Arabaşlığı da burada geçen bir cümlesinden aldım: “Her şeye sahtesi musallat.”
Sahte solcu, sahte milliyetçi, sahte dindar, sahte muhalefetten geçilmeyen şu günlerde bir kere daha görülüyor ki, sahtelik meselesi günümüze ait bir sorun değil.
Sahtecinin en büyük düşmanlığı de gerçeğine oluyor her zaman.

Yobaz kimdir?

İlerleyen sayfalarında “yobaz kimdir” sorusuna verilmiş en iyi cevaplardan birini okuyorum.
Şu satırlar özellikle de yobazlığın tek taraflı olmadığını söylemesi açısından oldukça ilginç ve önemli:

“Yobaz hakikate gerisiyle bakan adamdır. Bunun küfür yobazı tipi de var, din yobazı tipi de.

Nefs muhasebesinden anlamaz, kendini izaha yanaşmaz, anlamadan karşı çıkar, anlamadığından kaçar, kelimelerin geliş gidişinden sahte mânâlar türetir, ağzından çıkan lafın nereden gelip nereye gittiğini düşünmez.”

Mirzabeyoğlu, “küfür yobazı” içinde ele aldığı “çağdaş medeniyet tekerlemecisi yobazlar”dan bahsederken Batıcılığı da kıyasıya eleştiriyor.

İleri ve gerinin ölçüsünü “mutlak fikre göre” ölçen anlayışta, kısa bir tarih yolculuğuna da çıkarıyor okuru: “Geriye doğru bozulma ve çürüme devirlerimiz” olarak nitelediği Tanzimat’a, Meşrutiyet’e ve de Cumhuriyet’e yönelik sert söylemleri, Batılılışma serüvenimize yönelik fikirleri…

Bu mevzular da bir başka yazıda bir başka yerde elbette tartışılabilir. Çünkü bu aynı zamanda Mirzabeyoğlu’nun “Adalet Mutlak’a” konferansının açılış cümlelerinde dediği gibi bir “buluşma”nın da vesilesi olur.

“Karşı”dakinin -ki ölçütü samimiyet olmalı- ne dediğine kulak tıkamanın, araya görünmez duvarlar örmenin sıkıntısının çekildiği “huzursuz” memleketimize, yapılabilecek samimi tartışmalar hayli yararlı da olur hem…

Yakın zaman için bir hayal mi dersiniz? Peki Mirzabeyoğlu’nun da konferansında altını çizdiği gibi ya “hayatta ne varsa hayal maddesinden yapılmış”sa? “Dünyaya sadece didişmek için mi geldik?”
Tam da burada Salih Mirzabeyoğlu’nun altını çizdiği bir noktaya geliyorum; hakikat konusunda şöyle bir cümle geçiyor kitapta:

“Doğrunun olmadığı yerde güzel de yoktur!”

Buna ulaşmak için de bir yol haritası olabilecek ikinci bir cümle de şöyle:

“Her kıymet, ‘neyim’ ve ‘ne yapmalıyım’ diye, insanın her an kendini didiklemesinden çıkar.”

Anlamak ve anlatmak çilesi

Peki insan kendini nasıl “didikleyecek?”
Ben şöyle bir cevap çıkardım: Anlamaya çalışmakla…
“İBDA Mimarı” belki bu yüzden yazmadı eserini; ama Büyük Doğu’dan İBDA’ya olan bağı anlatırken şöyle diyor Mirzabeyoğlu:

“Dil ve işaretler, insanlar arasındaki ortak mânâ imkanı demektir. Böyle bir hakikat temeli olmasa, lisan olmaz. Dil ve işaretler insanlar arasında ortak bir mânâ dünyası meydana getiren sembollerdir.

1975’ten başlayarak toplumun genel çerçevesine Büyük Doğu’yu oturtmak mücadelemizin sebebi anlaşılıyor. Bunu böylece vasıflandırış nisbeti de, Büyük Doğu’nun muradı ve ‘niçin’ buudu halinde İBDA’da!”

Ortak bir mânâysa eğer mesele; çıkardan uzak, samimi, ortak bir amaçsa; iyiye, hakikate ulaşmaksa eğer; dinlemek, konuşmak ve anlamaya çalışmak bu işin önemli bir kısmı gibi geliyor.
Hakikat meselesinde “herkesin bir hakikati” olduğunu yazan Mirzabeyoğlu şöyle diyor:

“Herkesin hakikati kendine olduğuna göre, karşıdakini görmezden gelmek hakikat namusuna sığmaz, ayrıca hakikatin ne olduğu mevzuu da söz konusu olmaz!.. Önce onu var kabul edeceksin, çünkü ona var!”

Ve siyaset yapma işi de buradan hareketle zuhur ediyor belki de:

“Herkese mahsus bir hakikat yoktur, hakikat birdir. Onu yine bir kişi bulur ve bir milyon kişiye tasdik ettirir. Böylece nizam ve ahenk dediğimiz şey doğar ve böylece ister istemez reyler tekte birleşir.

Eğer bu bir kişinin bulduğu şey eğri ve yanlışsa, başka biri çıkar yine tek başına bulur ve yine bir milyon kişiye tasdik ettirir ve yine böylece reyler hakta birleşir.”
En saf haliyle bir “fikri bir milyon kişiye tasdik ettirme”nin -günümüzdeki gibi hile-hurda işlerine bulaşmadan- yolu çok zor olsa da yine anlamak ve anlatmak çilesi çekmekten mi geçiyor acaba?

Bendeki Mirzabeyoğlu

“Necip Fazıl’la Başbaşa”yı okurken, Salih Mirzabeyoğlu’nun üslubunun özgünlüğüne de şahit oluyorsunuz. Taklit değil, yaratıcı ve tamamen kendine has.
Okuduğunuz kitapta bir yer olur ve birkaç cümleye kitabın özü payesi biçersiniz ya hani; benim bu kitapta bulduğum yer, “İBDA Mimarı”nın kendisini ve İBDA’yı anlatırken yazdığı şu cümleler:

“Bizim insanları rahatsız edici bir tarafımız var. Sahte dengeleri, çaresizlik doyumları, ucuz tesellilerini yıkıyoruz.

Çoğu bizim haklı olduğumuzu bile bile kaçıyor, kaçışını mazur göstermek için de, muhalefet edebilmenin mazeretini tedarik gibi hallere düşüyor.”

Rahatsızlık vermek, sahte maskeleri indirmek, günü kurtarmak değil, katılalım/katılmayalım geleceğe yönelik bir iddia var burada…

Eleştirileri ve sataşmaları geçtim, bunun için “sükut suikastı”na uğramak var…
Mirzabeyoğlu, daha önce bahsettiğim konferansında kendisini dinlemeye gelenlerin içinde sevenlerinin, onu merak edenlerin ve de onu sevmeyenlerin olduğunu, olabileceğini söyleyerek sözlerine başlamıştı.

Ve hangi görüşte olurlarsa olsunlar, her kesimin fikirlerini samimice ortaya koyduktan sonra “sizdeki ben-bendeki siz” konusunda bir fikre sahip olunabileceğinin altını çizmişti.
Bu anlamda bu yazdıklarım için bendeki Mirzabeyoğlu denilebilir.
Bendeki Mirzabeyoğlu’nu anlatmaya devam edeceğim.
(Sürecek)

İKTİBAS: http://www.turksolu.com.tr/yasayan-necip-fazil-mirzabeyoglu-ve-ibda-2-buyuk-dogu-muhru-
ve-yuruyen-buyuk-dogu-ibda/

“BİR ADAM YARATMAK” ÜZERİNE: “ÖZ SANATKÂRI TANIYAN GÖLGE ARTİST”İN TRAJEDİSİ
Tuğrul ÇELİK
9 Ocak 2018



[Bir ağabeyim, hediye olarak ve içinde “bir solukta okunması” notuyla yollamıştı bana “Bir Adam Yaratmak”ı. Elime geçeli epey oldu ama dediği gibi bir solukta okudum.]

“TOHUM” YEŞERDİ

Necip Fazıl Kısakürek’in “Bir Adam Yaratmak”ına bakarken evvela geri dönüp “Tohum”a bakmak gerekiyor. “Tohum”dan “Bir Adam Yaratmak”a uzanan bir yol var çünkü. Daha doğrusu bir sıçrama var.

“Tohum” Milli Mücadele yıllarında, Maraş’ta geçiyor. “Madde”ye “ruh”la karşı çıkılan, Batı hayranlığı karşısında “öz”ün ön planda olduğu eserde “tohum” aslında Anadolu’nun ta kendisi.

1935’te sahnelenen “Tohum”da, “Bir Adam Yaratmak”ın da başrol oyuncusu ve Necip Fazıl’la da dost olan Muhsin Ertuğrul var.

Nedendir bilmiyorum, “Tohum” beklenen ilgiyi görmemiş. Hatta ve hatta Necip Fazıl’a, başarılı tiyatrocu Muhsin Ertuğrul’u kastederek, “Yaktın adamı, yazık oldu Muhsin’e” bile denmiş eleştirmenlerce…

Bu tavır Necip Fazıl’ı ne kadar etkilemiştir bilmiyorum ama belki de bu olmasaydı “Bir Adam Yaratmak” da yazılmayacaktı kim bilir…

1935’ten iki üç yıl sonra “Bir Adam Yaratmak” sahnelenecek, “Tohum” yeşerecek ve büyük beğeni kazanacaktır…

OYUN İÇİNDE OYUN

Necip Fazıl, “Eserleri içinde en bağlı olduğu eseri” olarak bahsediyor “Bir Adam Yaratmak”tan. “Kendisinin içinde olduğu, kendisinin konuştuğu eser”…

Gerçekten de öyledir, çünkü “Bir Adam Yaratmak”ta oyun içinde oyun vardır. “Bir Adam Yaratmak” kendi içinde “Ölüm Korkusu”nu taşır.

Pek çok oyuncu vardır “Bir Adam Yaratmak”ta: Husrev, Ulviye Hanım, Selma, Mansur, Nevzat, Turgut…

Ama asıl oyuncular üç kişidir: “Bir Adam Yaratmak”ın başrol oyuncusu Husrev, Husrev’in yazdığı “Ölüm Korkusu”nun başrol oyuncusu Mansur…

Ve bir de elbette, eserinde kendini konuşturan Necip Fazıl’ın ta kendisi… Çünkü “Bir Adam Yaratmak”, Necip Fazıl’ın hayatından, şiirlerinden, fikirerinden, eserlerinden mürekkep bir “eser”.

İÇİNDEN “HAKİKAT SIZAN” OYUN

Gazeteci Turgut’un “Bu oyunun her tarafından hakikat sızıyor” şeklindeki Husrev’i sıkıştıran ifadesi; yaşam, ölüm ve kader meselesi üzerine örülü oyuna sürekliliğini veren ifade bana göre.

Oyun içinde oyun demiştim ya “Bir Adam Yaratmak” için, oyunun içindeki “Ölüm Korkusu”nun yazarı da büyük bir “ruh çilesi” çekmektedir. “Bir Adam Yaratmak” da bir anlamda bu “çile”nin anlatımı.

Bu çekilen “ruh çile”si içinde Husrev’e “yazdığını yaşayan adam” denmektedir. Oysa Husrev’in “mesele”si, oyunundaki gibi “ölüm korkusu” değildir. “Gerçek sanatkâr”ı bilmenin ve bunu en korkunç haliyle öğrenmiş olmanın “sıkıntısı” içinde kıvranmaktadır o.

“Deliriyor muyum yoksa gözümden birtakım perdeler mi kalkıyor?” diye sormasının kerameti de buradadır.

Gözlerindeki perde kalkarken hem “kendini” bilmekte hem de etrafındaki “dost” bildiği Şeref ve Nevzat tiplerini iyice tanımaktadır.

“GÖLGE ARTİST ÖZ SANATKARI TANIDI”

Hüsrev, bir adam “yaratmıştır” eserinde.

Çünkü sanmıştır ki, orası, yani sanatı, onun kendi dünyası, “iradesinin bahçesi“dir.

Orada “oyuncaklarıyla oynayan bir çocuk gibi başıboş“tur…

Orada “kulluktan çıkıyor gibi“dir…

Oysa öyle değildir ve “özgürlük hakikatin esiridir“…

Adam “yaratmıştır” ama ona bir “suret” çizmeli, bir “kader” de yazmalıdır. İşte Husrev burada dönüp dolaşıp kendisiyle karşılaşınca düğüm çözülür:

“Suratsız ve kadersiz adam şahlandı. Zincirini kırdı. Elimden kaçtı. Ben insanım. Beni arkamdan vurdu. Suratsız ve kadersiz adam benim suratımı takındı. Kalıbımı giyindi. Kaderimin içine yattı.“

Husrev, gerçekten de denildiği gibi “yazdığını yaşamaktadır” artık.

“Yaratıcı neymiş, yaratmaya çalışarak” öğrenmiştir.

“Gölge artist, öz sanatkârı” tanımıştır.

“Ölüm Korkusu” Husrev’in eseridir, ama Husrev’in kendisi de bir “eser“dir aslında.

“Ben şimdi tanıyorum Allah’ı. İlminin, sanatının karşısında aklımı veriyorum” der. Çıldırmaktadır Husrev ve sonunda akıl hastanesinin yolunu tutar.

Deli olduğu için değil ama… “İlminin sanatının karşısında aklımı veriyorum” diyerek tanıyıp aklını verdiği için ve bir de Şeref ve Nevzat gibileriyle aynı “açık hava”da gezmemek için…

Tuğrul ÇELİK

Kaynak: Türk Solu
Etiketler:
BİR ADAM YARATMAK büyük doğu eser fikir haber milli mücadele muhsin ertuğrul Necip Fazıl Kısakürek roman sanat tiyatro tohum
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> EDEBÎYAT Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com