EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cmt Hzr 12, 2010 10:43 pm    Mesaj konusu: İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ Alıntıyla Cevap Gönder

İsmail Küçükkılınç
Dört İttihatçı imparatorluğu mu dağıttı?

“Ağır silahlı terör örgütü”, “büyük ölçekli mafya organizasyonu” faşist İsrail’in Gazze’ye insanî yardım yardım götürmek ve “ablukaya dikkat çekmek için” yola çıkan filodaki gemilerden “Mavi Marmara”da gerçekleştirmiş olduğu katliama gösterilen tepkiden yola çıkarak tarih bilgileri problemli bazı zevatın İttihatçıların Osmanlı devletini I.Dünya Harbi’ne sokmalarını hatırlatmaları anlaşılır gibi değildir.

İsrail’e karşı gösterilen protestolarda yer almış ve atılan sloganlara eşlik etmiş biri olarak söyleyebilirim ki; “Mehmetçik Gazze’ye” sloganından bu denli ürkmek ve korkmak garip bir psikolojinin tezahürü olsa gerek.

Muhafazakâr medyada dillendirilen savaş karşıtlığı(!), Cihan Harbi ve İttihatçı sövgüsü(!) ise Okyanus ötesi açıklamadan sonra ortaya çıkmıştır: “Savaş kötüdür”, “savaştan uzak duralım”.

Bu tavsiyeye medyun-u şükranız. Çünkü halkın hissiyatı savaştan yanadır, hâlbuki bu hissiyat bizi I.Dünya Savaşı’na sokmuş ve topraklarımızın çoğu elden çıkmıştır; oysa bu tür durumlarda devlet aklına ihtiyaç vardır ve o da problemleri diplomasi yoluyla halletmeyi gerektirir. Oldukça güzel ve derinlikli sözler!

Gülmek mi lazım, ağlamak mı, bilemiyoruz. Atılan sloganlara eşlik eden ve “Mehmetçik Gazze’ye” diyen insanların hemen hemen tamamının İsrail’e savaş açılmayacağını bildiği, bir faşist harekete karşı üst düzeyde bir tepki gösterdiği ortadayken, birilerinin sanki hükümet gösterilerden hemen etkilenecek ve İsrail’e savaş açacak gibi algıya kapılıp(!) sükûnet ve suhulet tavsiyesi garip bir akıldanelik olmalıdır.

Buradan yola çıkarak İttihatçılara giydirme çabası da oldukça garip. İttihatçılara hakaret etmenin, hatta küfretmenin bile bir adabı olmalıdır. Hemen her hadise ile İttihatçılar arasında bir paralellik kurma çabası güya tarihe ilginin hayli yüksek olduğu ülkemizde İttihatçılığın bile doğru dürüst bilinmediğini ortaya koymaktadır. 27 Mayıs darbesi olur, İttihatçılıkla bağlantı kurulur; Ergenekon ve benzeri çeteler konuşulur, İttihatçılıkla bağlantı kurulur. Bu nasıl bir şeydir?

Bu allameler yanında bizim İttihatçılık bilgimizin esamesi okunmaz ama şu kadarını söyleyelim, İttihatçılık bu zevatın söylediği ve iddia ettiği şeylerin hiçbiri değildir. İttihatçılık kısaca günahlarının kefaretini mümkün mertebe ödemeye çalışmış ve bugünden bakınca da üzerinde yaşadığımız toprakları bize armağan etmiş çok-parçalı ilginç bir yapının adıdır.

Bugünkü Türkiye Devleti’nin kuran ve büyük oranda sınırlarını belirleyen İttihat-Terakki’dir. Türk ve Müslüman unsurlara çağın özelliği gereği fazla hayat hakkı tanınmadığını ve Avrupa topraklarında barındırılmayacağını anlayan Talat Paşa’nın en azından Anadolu’yu sığınılacak veya barınılacak en son nokta olarak görmesi ve bütün planlarını buna göre yapmasının adına kısaca İttihatçılık denilmektedir. Gerisi laf-ı güzaftır.

İttihatçıların en büyük günahı 31 Mart Vak’asında Çerkes İsmail Canbulat’ın gazına gelip onun Selanik’e çektiği “Meşrutiyet mahvoldu” telgrafı üzerine İttihatçıların eli kanlı Türk ve Müslüman katili Makedon Bulgarı olan Sandanski mel’ûnuyla payitahta yürümeleri ve bazı hain ve nankörlerle elbirliği içinde Abdülhamid’i tahttan indirmeleridir. İttihatçılar hanesine kaydedilecek en büyük akılsızlık, bu muhasara karşısında padişahın tepkisiz kalışlarını idrak edememeleridir. Padişah, böylelikle 33 yıl boyunca kendi tahtını değil, Osmanlı topraklarını koruduğunu ortaya koymuş; kardeş kavgasına neden olmamak için mukavemette bulunmamış; Rusya İmparatorunun yardım ve filo teklini de reddetmiştir.

Tarih bilgisi mükemmel(!) zevatın atladığı husus “halkın hissiyatı”nın I. Dünya Savaşı’nda değil, Balkan Harbi’nde nazar-ı itibare alındığı şayiasıdır. Güya, Ömer Naci liderliğindeki bazı İttihatçılar Babıâli’ye gelip “harp, harp” diye bağırmışlar, Sadrazam Gazi Ahmet Muhtar Paşa da bu nümayişçilerden etkilenmiş ve savaşa bu şekilde karar verilmiş. Tarih bilgisine saygı duyduğumuz Taha Akyol’un bile bu anlama gelecek ifadeler kullanması üzücüdür. 93 Harbi’nin önemli komutanlarından olan bu sadrazamın bu düşünceyle hareket ettiğini iddia etmek, kabul edilebilir şey değildir.

Balkan Harbi, eninde sonunda patlak verecekti. Bunu bilmemek için tarih hakkında çok konuşmak ama yeteri kadar okumamak gerekmektedir. Bunu bilmemek için Makedonya’nın ismi dışında başka herhangi bir şeyden haberdar olmamak gerekmektedir. Bunu bilmemek için II. Meşrutiyetin niçin Makedonya’da ilan edildiğini dikkate almamak gerekmektedir

Balkan Harbi’nin kaybedilmesi gerçek bir yüzkarasıdır. Bunun günahı hem ittihatçılara, hem de muhaliflerine aittir. Ama Balkan Harbi esnasında İttihatçıların iktidar olmadığı niçin atlanmaktadır? İttihatçı muhalifi Halaskar Zabitan grubunun Arnavutluk merkezli isyan hareketi ve yayınladığı muhtıra sonucu İttihatçı Said Paşa kabinesinin istifa ettiği, yerine muhalif iktidarın işbaşına geldiği, Balkan Harbi esnasında sadrazamın önce Gazi Ahmet Muhtar Paşa, sonra da Kamil Paşa olduğu niçin unutuluyor? Önce bunları söylemek, daha sonra da İttihatçı Mahmut Şevket Paşa’nın ihanet kabilinden bir tavırla savaşta asla ve kat’a görev kabul etmediğini ilave etmek daha doğru olmaz mı?

Ocak 1913’te vuku bulan Babıâli baskınının Edirne’nin verilmesine mani olmak amacına matuf olduğu ortadadır. Doğrudur, baskından sonra sadrazam olan Mahmut Şevket Paşa da Edirne’nin Bulgarlara bırakılmasını kabul etti. Ancak sonuç önemlidir; girişilen bir iki hareketle başarısız olunmuşsa da II. Balkan Harbi’nin başlamasıyla öyle veya böyle Edirne istirdat edilmiştir. Mahmut Şevket Paşa suikastında, onun Edirne’nin Bulgarlara bırakılmasını kabul etmesinin ve bu nedenle Cemal Paşa’nın suikastı önleyebilecek durumdayken gerekli tedbirleri almamasının etkisinden bahseden tarihçiler yabana atılmamalıdır. Mahmut Şevket Paşa, dediğim dedik, çaldığım düdük diyen bir yapıya sahiptir ve kelimenin tam anlamıyla despottur. Dolayısıyla bu iddia en azından tahkike muhtaçtır. İttihatçılık ve tarih böyle bir şeydir ve “iman umdesi” değildir. Bu nedenle “iman-inkâr” kategorisinde değerlendirilemez. Mahmut Şevket Paşa, aynı zamanda kindar biridir. Sultan Abdülaziz’in hal’i ve katli nedeniyle ilişkilendirildiği için babasını sürgüne gönderen Abdülhamid’e -kendisine yaptığı tüm iyiliklere rağmen- duyduğu kin Hareket Ordusu Komutanlığında depreşmiş ve Talat Beyle birlikte Abdülhamid’i hal’ eden en önemli isim olmuştur.

İttihatçılara sövmek, cami bombalamayı planlayan Ergenekon yapılanmasıyla özdeşlik kurmak için Bahaddin Şakir’in Selimiye Camiini dinamitlemeyi teklif etmesini dile dolamak da ahlakî değildir. Bahadddin Şakir’in teklifinin Edirne Müdafii Şükrü Paşa tarafından kabul edilmemesi, Bahaddin Şakir’in idamla tehdit edilmesi elbette doğru olmuştur. Ancak Bahaddin Şakir, Fatih ve Beyazıt Camilerini bombalayıp toplumsal çatışma çıkararak iktidarı ele almak isteyen insanlar gibi hareket etmemiştir. O, Selimiye gibi bir mabedin Bulgarların eline geçmesi korkusunun meydana getirdiği teessürle bu teklifi yapmıştır. Geride ruhsuz, maneviyatsız kupkuru bir şehir, bir toprak parçası bırakmak düşüncesiyle hareket etmiştir. Ne kadar yanlış, ne kadar gereksiz, ne kadar mantıksız ve akılsız olursa olsun, bu niyet acının, elemin, öfkenin, Edirne’ye ve Selimiye’ye duyulan saygının, sevginin bir tezahürüdür. O şehri, o güzelim toprakları kaybediyor olmanın çaresizliğinin tezahürüdür.

I. Dünya Harbi’ne iştirakte “halkın hissiyatı”nın hangi derecede olursa olsun bir etkisine biz şahsen tesadüf etmiş değiliz. I. Cihan Harbi de Balkan Harbi gibi beklenen bir şeydi. İttihatçıların savaşa girme kararı, sadece kendi zamanlarının değil, tüm Osmanlı tarihinin en büyük ve önemli kararıydı. Bu savaş, Enver ve Cemal Paşa değil, Talat Paşa baz alınarak değerlendirilmelidir. Tarih, dinî aidiyet bağı, siyasî ve şahsî mülahazalarla değil, objektif olarak ele alınırsa Talat Paşa’nın resmen dile getirilmemiş uzun soluklu plan ve projelerinin yeni bir devleti meydana getirdiğini ortaya koyacaktır. Enver Paşa’yı ben de çok severim ama tüm zorlamalara rağmen onun değeri Talat Paşa’nın yanında deryada katredir. Cemal Paşa, hedefi olmayan, yaptığı idamlardan hayır hâsıl olmayan bir despottur. Ancak Talat, ne yaptığını bilen, kendine bir hedef tayin eden, bu hedef doğrultusunda hareket eden, kahramanlığa ihtiyaç duymayan ve yaptıklarını bile dile getirmeyen biridir ve modern Türk devletinin banisidir. İdeal olanı, Talat Paşa’nın Abdülhamid’in sadrazamı olmasıydı. Bu durumda Devlet ve devletin sınırları daha farklı olabilirdi.

I. Dünya Harbi’inde Talat’ın kuvvetle muhtemel birçok etkin isimle paylaşmadığı mülahazaları yanında, bu savaşa giriş aynı zamanda bir zorunluluktu. Çünkü bu çapta bir savaşta Osmanlı devletinin tarafsız kalması ancak tarih bilgisi mükemmel(!) insanların iddiası olabilir. O dönemden bakıldığında bunun imkânsız olduğu ise ortadadır. Almanya zoraki bir seçenekti ve Fransa ve İngiltere’nin ittifakı kabul etmemesi nedeniyle devreye girmiştir. Cemal Paşa’nın Fransa nezdinde yaptığı girişimler tüm kaynakların bahsettiği bir husustur.

I. Dünya Harbi, Osmanlı (modern Türk devleti) açısından başarıyla sonuçlanmıştır. En azından sığınılabilecek, barınabilecek bir toprak parçası az da olsa garanti edilmiştir. Bu savaşta toprak kaybettiğimiz de söylenemez. Bu toprakların bir kısmı muallâkta kalmış, kaderi sonradan ayak oyunlarıyla tayin edilmiş topraklardır. Bir kısmı da daha sonraki yanlış politikalar sonucu elden çıkmış yerlerdir. Bir kısmının ise daha önceden bize bağlı olup olmadığı da tartışmalıdır. Kâğıt üzerinde bize bağlı olan yerler, eğer savaş çıkmasa da bizden ayrılması mukadder yerlerdi. Hatta bu savaş, daha önceki kaybettiğimiz bazı toprakları kazanmamıza da vesile olmuştur. 93 Harbi nedeniyle kaybettiğimiz ve savaş tazminatına karşılık verdiğimiz yerlerden Kars ve Ardahan kazanılmış; Batum’un niye Gürcülere verildiği ise NE DENİRSE DENİLSİN hâlâ cevaplanamamış bir vilayetimizdir.

Kaldı ki, imparatorluk devrinin sonuna gelindiği, I.Cihan Harbi’nin sadece bunu tetiklediği, sadece Osmanlının değil, Almanya, Avusturya ve Rusya İmparatorluklarının sona erdiği sabit olduğuna göre nasıl oluyor da “Dört İttihatçı İmparatorluğu Dağıtı”yor?

İttihatçılara en ağır şeyleri söyleyebiliriz ki, ben de bunlardan biriyim. Ama bu tür basit, yanlış ve ufuksuz şekilde suçlama oldukça komik kaçıyor. Hele çok uzaklardan söylenen yanlışları meşrulaştırmak için gösterilen çaba, inanılır gibi değil!

Haber10

Teşkilat-ı Mahsusa'nın Son Kurşunu
Şükrü Alnıaçık
Haberiniz Olsun

Aşağıdaki resimler, bir Ermeni web sitesinden alınmıştır.(1) Sırasıyla ve “kozmik bir gözle” inceleyince akıl almaz olayların ipuçlarını bulacağımıza ve olanı biteni ANLAMAYA başlayacağımıza inanıyorum.

Web Sitesinde “KESİNTİSİZ SOYKIRIM 1894-2007” başlığı altında aşağıdaki resimlere yer veriliyor.

A- İlk önce Osmanlı dönemi: Aşağıdaki şahısların Ermenilere soykırım uyguladıkları, soykırımın ya fikir babası, ya da siyasi veya askeri sorumluları oldukları ilan ediliyor.



Listedekilerin Akibeti:

1- Sultan II. Abdülhamit, 40 kişinin öldüğü bombalı Ermeni Suikastinden kurtuldu; “Masonlarla” vuruldu.

2- Talat Paşa Ermeni kurşunuyla vuruldu.

3- Enver Paşa Ermeni davasından yargılanmamak için gittiği yurt dışında Basmacı hareketinin başında Rus kurşunuyla vuruldu.

4- Cemal Paşa Ermeni kurşunuyla vuruldu.

5- Ziya Gökalp 1924’te öldü, Türkçülük, 1944, 1980 ve 2008’de defalarca Vuruldu

6- Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey, Mütarekede Ermeni tehciri davasında yargılanarak idam edildi.

7- Sait Halim Paşa Ermeni kurşunuyla vuruldu.

8- Dr. Bahaeddin Şakir Ermeni kurşunuyla vuruldu.

9- Trabzon Valisi Cemal Azmi Bey Ermeni kurşunuyla vuruldu.

Ermeniler rövanş maçında 1-0 önde.

Bu kadar mazlum, “katliamdan çıkmış” bir halkın, kendi başına “hesap görmede” bu kadar atak ve başarılı olabileceğine inanıyor musunuz?

B- Cumhuriyet Döneminde 80’lerdeyiz: Aynı siteden alınan aşağıdaki resim grubundaki ilk üç resim, aynı sitede yan yana veriliyor; son ikisi ise Çatlı’nın cenazesine katılanlar arasında zikrediliyor. Asala’nın 1973’ten itibaren 10 yıl içinde 42 diplomatımızı şehit ettiğinden hiç bahsedilmiyor.

Bu gruptaki Kenan Evren, Hiram Abas ve Abdullah Çatlı’nın, Asala’yı bitiren eylemler sırasında masum Ermenilere de zarar veren 20 kadar eylemi planladığı ve yaptığı iddia ediliyor.



Listedekilerin Akibeti:

1- Kenan Evren’in yargılanması için Anayasa Referandumunda kampanya yürütülüyor.

2- Hiram Abas, bir suikast sonucunda öldürüldü. Eymür’e göree Abas’ı yerli

işbirlikçilerin peşinde olduğu için Amerikan istihbaratı öldürdü.

3- Abdullah Çatlı, şaibeli bir kazada öldü.

4- Muhsin Yazıcıoğlu, şaibeli bir kazada öldü.

5- Drej Ali Ergenekon sanıklarından.

Ermeniler maçta 2-0 öne geçiyor.

“Ermenilere dalaşanların uzun bir hayat yaşaması için Genelkurmay başkanı mı olması gerekiyor acaba?” diye insan sormadan edemiyor.

C- Cumhuriyet Döneminde 2000’lerdeyiz: Fotoğraflı listede bu kez 4 isim var. Listedekilerin 2007’deki Hrant Dink cinayetinin mimarları oldukları iddia ediliyor. Üç Türk generalinin bu kadar kolay hedef gösterilmesini hiç şüphesiz Ergenekon Davası sağlıyor. Bu resimlere yine Ergenekon sanıklarından Şehit Ailelerinin İmralı’daki müdahil avukatı, Ergenekon sanığı Fuat Turgut da eklenebilirdi.



Listedekilerin Akibeti:

1- Şener Eruygur, Ergenekon davasında tutuklandı yargılama devam ediyor.

2-Hurşit Tolon, Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklandı; yargılama devam ediyor.

3- Veli Küçük, Ergenekon davasının 2 nıumaralı sanığı olduğu iddia edildi. Susurluk davası ve faili meçhuller ile ilgili de suçlanıyor.

4- Kemal Kerinçsiz, Hrant Dink’e Türklüğe hakaret davası açmıştı. Dink 6 ay ceza aldı. Kerinçsiz, Ergenekon sanığı.

Ermeniler rövanş maçında 3-0 önde.

Daha doğrusu 100 yıldır bu ülkede Ermenilere dokunan yanıyor. Yaşatmıyorlar adamı. Yakında Ogün Samast’ın da diğer kısa ömürlü Ermeni karşıtlarına benzeyeceğinden hiç kuşkum yok.

Ergenekon sanıklarının Perinçek dahil son zamanlarını Ermeni meselesine odaklanarak geçirmiş olmaları, gündemin zorladığı bir tesadüf mü yoksa Ergenekon işinin içinde “Ermeni Sorunu” mu var?

Yazımızın temasını faili meçhul bir Ermeni web sitesindeki fotoğrafların ilginç kurgusu oluşturuyor. Ancak bu kurgunun dışına çıkıp ta Ermeni Sorunundaki taraflarla Ergenekon davasındaki tarafları alt alta koyduğumuzda basit toplama işlemlerine elverişli bir homojenleşmeyle karşılaşınca doğrusu şaşırıyoruz. Yani elmalar bir tarafta armutlar diğer tarafta toplanıyor.

Kimler açılımcı ve Ergenekon düşmanıysa aynı zamanda “Ermeni sempatizanlığı” korosunun bir üyesi olarak karşımıza çıkıyor. Dinler arası diyalog ütopyaları ve Etyen Mahçupyan’ın Zaman’da yazması da işin fantezi tarafı.

Teşkilat-ı Mahsusacı milis komutanı Said Nursi’nin öğrencileri, Antranik’in torununa köşe tahsis etmişse yüz yılın çok uzun bir zaman olduğuna artık inanmaya başlayabiliriz.



Türkiye’de olan bitene bir bütün olarak baktığımızda 1915’te Türk Ulusal Devletini kurmaya başlayan Teşkilat-ı Mahsusa’nın 2007’de son mermisini kullandığı ve tarih sahnesinden çekildiğini görebiliyoruz.

Tezgahın Önünde de Arkasında da ABD var.

Hedef Teşkilat-ı Mahsusa Cumhuriyetini Yıkılması Yerine Protestanlaşmış İslam Cumhuriyetinin kurulmasıdır. Bunun için gönüllü ve rövanşist Müslümanlar kullanılmaktadır.

Kendinizi bir an için 1,5 Milyon nüfuslu bir kitle üzerinde çalışan ve 100 yılda 150 bin Protestan üretmiş misyonerlerin yerine koyunuz. Yani bir an için ABD’nin Dış İlişkiler Konseyi olunuz.

1914 itibariyle Birden bire savaş-tehcir-ihtilal ve inkılâp oluyor; 100 yıllık misyoner pazarı birden kapanıyor, tüm yatırımınız heba oluyor. Siz o zaman Robert ve Boğaziçi gibi okullarla Türklerden intikam almayı düşünmez misiniz?

Türkler, Teşkilat-ı Mahsusa operasyonlarıyla 1915’te Protestan misyonerlerin Ermeni pazarını yani “hedef kitleyi” yerinden sürüp çıkarmışlar; onca ajan mektebi ve faaliyet boşa gitmiştir.

Osmanlı ülkesinde faaliyet gösteren Amerikan Protestan misyon örgütlerinden en büyüğü ve önemlisi American Board of Commissionars for Foreign Missions’dur. Bu örgüt 1810 yılında Boston’da Presbyterian ve Congregational kiliselerinin üyeleri tarafından kurulmuştur.

Başlangıçtaki hedefi Amerikan yerlilerini ve Amerika kıtasındaki Katolikleri Protestanlaştırmak iken, sonradan “bütün dünyayı Protestanlaştırmak” olan yeni bir hedef belirlemiştir. (2)

Bu hedefe ulaşmak için de iki önemli aracın bulunulduğu düşünülmekteydi: “İslam’ı yok etmenin bir yolu olarak Müslümanları ve ‘sözde’ Hıristiyanları (Gregoryen, Süryani, Keldani vb.) Protestanlaştırmak.”

20. yüzyılın pek çok misyoneri, toplantılarda sürekli, kilise ve okullar yoluyla ulusların Hıristiyanlaşmasını, bunun için de hükümet desteğini reddetmemek” gerektiğini söylüyordu. (3)

Bu arada Ermeniler Gregoryendi ve Fatih tarafından kendilerine tahsis edilen kiliselerinde Osmanlı millet sistemi içinde özerk ve özgür yaşıyorlardı. Yani “sözde” Hıristiyan sayılıyorlardı.

Operasyon 1820’de Başladı:

Yıl 1820: İlk Amerikan Protestan Misyonerleri Pliny Fiks ve Levi Parsons İzmir'e ayak bastılar. Levi Parsons, İzmir'e çıkar çıkmaz, "Bu günah İmparatorluğunu tamamen yıkmak ahdim olsun" diye yazdı. (4)

Yıl 1848: Amerikan Misyonerleri, Osmanlı Devletinde bir Protestan Cemaati yarattılar. Tamamı Ermenilerden oluşan bu yeni cemaati Osmanlı Hükümetine resmen tanıttılar.

Bu arada 2007’de İstanbul’da öldürülen Agos gazetesi yazarı (TKP/ML’li Fırat) Hrant Dink de Protestan Ermenilerdendi.

Yıl 1850: Amerikan Misyonerleri Osmanlı Ermenileri arasında eğitim çalışmalarını hızlandırdılar ve bundan sonraki 35 yıl içinde 80 Lise, 8 yüksek kolej ve 16 kız okulu açtılar.



Bu okullardan en önemlisi şüphesiz Robert Kolej ve onun üniversitesi olan Boğaziçi Üniversitesidir. Robert Kolej Müdürü DR. Gates'in Paris Barış Konferansı dolayısıyla Prof. Albert Lybyer’e gönderdiği mektupta adeta “geleceği okuduğunu” görüyoruz. (Robert College March 2, 1919)

“Ermeniler ve Rumları kurtarmak için Türkleri de kurtarmamız lazımdır….

….Türkiye de nasıl bir hükümet kuracağız? Türkiye’deki Hıristiyan milletler meselesi ancak bu mesele halledildikten sonra ele alınabilir.”(5)

Robert Kolej’deki bu Amerikan görüşü, Türkiye’nin 1919’dan sonra artık Türklere bırakılmayacak kadar önemsendiğinin bir göstergesidir. Bir Amerikalı Protestan misyoner okulu müdürünün elindeki en iyi reçetenin “Türkleri Protestan yapabilecek bir idare” olduğu açıktır.

Cumhuriyetle gelen Laiklik, Türklerin istenilen tarzda westernize olmalarına Protestan ahlakıyla ehlileştirilmelerine fırsat vermemiştir. Onlara göre yetersiz kalmıştır.

İmparatorluktan Cumhuriyete süzülen fikir akımları, cemaatler, tarikatlar ve yükselen Milliyetçiliğin Ülkücülük adı altında İslam’la senteze girmesi, halkın yaşamına tatbik edilen Amerikan tarzının ideolojik ve felsefi bir Protestanlıkla sonuçlandırılmasını engellemiştir.

Merkez bürokrasisi, Atatürk İlkeleri ile direncini sürdürürken Aleviler dahi Protestanlıktan çok Proleterya kültürüne yaklaşarak istenen “ehlileşmiş” düzeye gelmemişlerdir. Amerikan Protestan kültürü sadece Robert-Boğaziçi arasında, Şişli-Nişantaşı sosyetesinde ve büyük şehirlerin elitleri arasında etkisini gösterebilmiş ve marjinalleşerek toplumdan kopmuştur.

Sünni çoğunluk şifahi aile içi eğitimle sürekli “iman tazelemekte” olduğundan Sünnileri elde etmeden Türkiye’yi elde etmenin mümkün olmadığı anlaşılmıştır.

Türkiye’yi iyi analiz eden ABD ajanları, hedeflerine ulaşmak için Müslüman cemaatlerin ve İslamcı partilerin Protestanlık misyonunu üstlenmesi gerektiğini fark etmişlerdir.

Ilımlı İslam ve dinler arası diyalog söylemlerinin Ermeni diasporasının atakları ve Ergenekon davalarıyla aynı anda gündeme gelmesi tesadüf değildir.



Ergenekon’dan içeri alınanların en ilginç ortak paydası, yakın zamanda Ermeni sorunu konusunda milli bir çaba göstermiş olmalarıdır. Doğu Perinçek bile “toprak çekmiş gibi” son zamanlarında Yusuf Halaçoğlu’na destek için İsviçre’ye gidip soykırımı reddederek kendini İsviçrelilere tutuklattırmaya çalışmıştı. Ayrıca 6 CD’den oluşan “Büyük Yalan” Belgeselinde ADD ile birlikte çaba göstermiş, katkı sağlamıştır.

Çok çeşitli ve “kozmik katmanlı” senaryolar olabilir. Ancak hiç kimse bunların sıradan demokratikleşme çabaları olduğunu söyleyemez.

ABD, önce Saddam’ı Kuveyt’e yollayıp ardından Irak’a girdiği gibi, Önce Robert Kolejli Misyonerin evinde örgütlenen Maocuları kozmik katmanlarda yol aldırıp zayıf bir darbe örgütlenmesine ittikten sonra İslamcıların elini kuvvetlendirecek demokrasi ataklarıyla “Türkiye’ye girmeyi” planlamış olabilir. 1 Mart tezkeresinde ABD, Türkiye’nin sandığından daha bağımsız olduğunu fark edip buna epece içerlememiş miydi? Bırakın Sevr’i Lozan’ı bunun intikamı için bile ABD 1915 kod adlı bir operasyon başlatabilir ve bizim muhterem monşerler de çok kolay bu ilaçlı demokrasi yemeğine yumulabilirler.

Ancak Amerika’nın girebileceği bir Türkiye’de, Cumhuriyet muhafızlarının gürültüye papuç bırakmayacağı belli olduğundan Apo’yu yakalayan Özel Harpçi Komutanlar Apoyla el sıkışan Maocu Perinçek’le yan yana konulmuştur.

Devir her bakımdan uyanık olma devridir. Bizim kendi akıl oyunlarımızla tüm şifreleri çözmemiz tabii ki mümkün değildir; ancak Hrant Dink cinayetinin, Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurduğu I. Cumhuriyetin tasfiyesi ve Kurtuluş Savaşı öncesinin Türkiye’sine dönüş sürecinin başlatıcısı olduğuna dair pek çok belirti vardır.

Bundan Yasin Hayal’in bir menfaati olmayacağına göre; gerçek planlayıcının bulunması, milli bir görevdir.

Ben bu yüzden darbecilerin ve konunun uzağında kendi çizgisinde demokrasi yoluyla iktidar olmaya ve milli hedeflere odaklanmış olan MHP gemisine biniyorum; tufandan önceki son çıkış olan referandumda HAYIR diyorum.

Ve “beyler arkanızdan Atatürk mü kovalıyor? Bu kadar açılıp saçılmakta niye acele ediyorsunuz?

“TSK’ya sataşmada niye böyle ailecek birbirinizle yarışıyorsunuz?”

Diye soruyorum.

---------------------------------------------------------------------------

1- “http://wwwermenisoykiriminet/index.html”

2 -Çağrı Erhan, “Ottoman Official Attitudes Towards American

Missionaries”, Milletlerarası Münasebetler Türk Yıllığı- The Turkish

Yearbook of International Relation, 2000, XXX, Ankara, 2001, s.192.

3 -Joseph L. Grabill, Protestant Diplomacy and the Near East- Missionary

Influence on American Policy, 1810-1927, Mineapolis, 1971, s. 33-34.

4- Grabill, age, s. 42

5- Ömer TURAN, “Amerikan Misyonerlerinden E. Simith ve H.G.O.Dwigh’e Göre 1830-1831 Yıllarında Ermeniler”

Açıkistihbarat

İsmail Küçükkılınç
Uğur Mumcu’yu da mı İttihatçılar katletti?

İttihatçılar hakkında çok da derinlemesine bilgi sahibi olmadığını zannettiğimiz bir gazeteci-yazar “Gazeteciyi öldürmek” başlıklı yazısında kendince “İttihat ve Terraki’den kalma bir yöntem, kendi gibi düşünmeyen, yazmayan gazetecileri öldürmek. Cumhuriyet rejimi, fedailer gibi suikastleri de İttihat ve Terakki rejiminden devralmıştır” tespitinde bulundu. Yazısının devamında yer alan bilgi ve tespitlerin hemen hemen hepsi doğru olduğu gibi Çetin Emeç’in eşinin medyada da yer alan “bu cinayeti İslamcılar işledi demek işimize geldi” mealindeki itirafı da hatırdadır. Ayrıca Uğur Mumcu’nun eşi ile Mehmet Ağar arasında geçtiği söylenen mükâleme uzun müddet medyada kendine yer bulabildiği gibi, Mumcu’nun ağabeyi Ceyhan Mumcu’nun “kardeşimin gerçek katilleri bulunamadı” ifadesi de önemliydi.
Uğur Mumcu öldürüldüğünde Sirkeci’den Cumhuriyet Gazetesi’ne kadar yürüyen kalabalığın “kahrolsun şeriat” sloganları, cinayetin nedenini, daha doğrusu hedefini de ortaya koymaktaydı; aynı düşüncedeki diğer isimlerin cinayetinde de olduğu gibi.
Anlaşılmaz olan, garip olan Cumhuriyet dönemi cinayetleri ile İttihatçılık arasında bağlantı kurulması, bu ve buna mümasil her kötülüğün İttihatçılardan mevrus olduğunun zannedilmesi, İttihatçılara karşı yıllardır sergilenen menfî propagandanın etkisiyle de gerçek durumu ortaya koyacak evsafı haiz birçok yetkin ismin bu “ağır yükü” üstlenmekten çekinmesi; bu yükün altına girdiğini vehmeden isimlerin kahir ekseriyetinin de Ergenekon türü yapılanmalara mensup olmasıdır.
İttihatçılık, bir Balkan komitacılığı ve eşkıyalığı derekesine indirgenemeyecek kadar farklı ve çok-parçalı bir yapıdır. Komitacılık, İttihatçılığın belli bir dönem önemli bir rüknüdür, ancak onun temeli ve alamet-i farikası değildir. Çeşitli yazılarımızda dile getirdiğimiz üzre İttihatçılık-ki kökü Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’dir- tamamen Makedonya’nın özel şartlarında doğmuş bir harekettir. Makedonya, birbirinden farklı etnik-dinî unsurların bölgeyi ele geçirmek ve hâkim unsurun kendilerinin olduğunu, dolayısıyla bölge Osmanlı devletinde ayrılırsa en büyük paya kendilerinin hak sahibi olduğunu ispatlamak için her türlü eşkıyalığa ve komitacılığa başvurdukları, çok-dinli, çok-etnisiteli bir bölgeydi. Özellikle Ayastefanos Anlaşması’yla Bulgar Prensliğine bağlanan Makedonya’nın Berlin Anlaşmasıyla Bulgarlardan geri alınması, bu bölgenin Bulgarların başlattığı isyan ateşleriyle helâk olmasına yol açmıştır. Bulgarların çeşitli ufak-tefek isyan hareketlerinden sonra 3 Ağustos 1903’te başlatmış oldukları İlya günü (İlyada) isyanı bölgeyi yangın yerine çevirmiş; Bulgarlar, Bulgar sınırından geçerek ve içeride de “etnikdaşlarından” belli bir oranda destekçi bularak sayısız Rum ve Türk köyünü yakıp, birçok insanı da öldürmüşlerdi. Ancak Osmanlı devleti, nihayetinde bir devletti ve devlet olmanın gereği bu isyanı biraz da sert bir şekilde bastırdı.
Makedonya’da umumî müfettişliğin kurulması, yabancı büyük devletlerin müfettişlik idaresine sık sık müdahaleleri, yakalanan -özellikle Bulgar- çetecilerin büyük devlet konsoloslarının girişimiyle serbest bırakılmaları, bu çetecilerle hayatı pahasına mücadele ve müsademe eden zabitlerin de aynı yöntemi uygulamalarına yol açtı. Gündüz zabit olarak müfrezeyle çetecileri takip eden subaylar, gece de komitacı kıyafetiyle bu çeteleri takip etmekteydi. Bu nedenle Bulgarlar ve Rumlar inanılmaz zayiat verdiler (bu konuda daha fazla bilgi için tarafımızca hazırlanan ve YÖK sitesinde de okunabilen bir tez için bkz. II. Meşrutiyetin İlanında Halk Unsuru). Dolayısıyla İttihatçıların komitacılığı, Makedonya bölgesine münhasırdı ve bu bölgenin sui generis idaresinin aksaklığından kaynaklanan, müdahaleci değil, müdafaa pozisyonundaki bir komitacılıktı.
Meşrutiyetin ilanında bu komitacılığın etkisi elbette olmuştur. Ama ilanın sebebi, devletin parçalanması algısıydı. Eğer meşrutiyet ilan edilirse gayrimüslim dinî-etnik unsurlar, çetecilik faaliyetlerini ve ayrılık düşüncesini bırakırlar; böylelikle Makedonya, yani Osmanlı devleti de yıkılmaktan kurtulurdu. Meşrutiyet ilan edildikten sonra da komitacılık belli bir müddet devam etti, ancak bu sanıldığı kadar çok değildir.
Hasan Fehmi cinayeti, bir fecaattir; öldürüleceğinden kesin olarak emin olan Ahmed Samim’in yazdığı duygulu vasiyet, kendisinin boğaza bakan bir tepede gömülmesini isteyen satırlar yürek paralayıcıdır. Mizancı Murad’ın yakın arkadaşı Zeki Bey’in katli ise o günkü İttihatçı algısına da muvafık değildi. Öldürülen bu üç ismin de Jön-Türk olması ilginçtir. İsmail Mahir Paşa’nın hile ve desise ile Abdülhamid’in kendisini saraya çağırdığı yalanı ile evinden çıkartılarak öldürülmesi ise bir kepazeliktir. Kaldı ki, meşrutiyet öncesi başlayan bu tür cinayetler meşrutiyetin Manastır ve Selanik’te ilanı üzerine de devam etmiş, kaynaklarda sayıları belirtilmeyen ama hafiye olduğu iddia edilen sivil ve asker şahıslar, ağaçlar altında beyinlerine kurşun sıkılmış vaziyette görülmüştür. (Mithat Şükrü Bleda, İmparatorluğun Çöküşü, s.50). Kazım Nami Duru’nun anlatımı ise daha nettir: “Bu ruhî halet içinde bir takım vak’alar, şuursuzca bir surette akıp gidiyordu. Beş on gün evvel Yüzbaşı Bahaeddin adında bir Giritli hafiyedir diye gümrüğün arkasında, antrepolar arasında, yine bir zabit tarafından öldürülmüştü… Meşrutiyetin ilânı günü sabahleyin erkenden kışla dolaylarındaki mezarlıkta da üç kişi öldürüldü. Bunlardan biri kanun yüzbaşısı İbrahim, ikincisi Ali adında Merkez Kumandanlığında kanun zabitliği eden bir süvari yüzbaşısı idi. Üçüncüsü de Selânikli bir sivildi”. (Kazım Nami Duru, İttihat ve Terakki Hatıralarım, s.33). Süleyman Kani İrtem de, öldürülen ve yaralanan birkaç hafiye ve müstebidden başka, Debre mutasarrıfının öldürülmesinde de mahallî bey ve ağaların düşmanlığının neden olduğunu yazar ( Süleyman Kani İrtem, Meşrutiyet Doğarken- 1908 Jön-Türk İhtilâli, s.81).
İstanbul’da, yani İttihatçılar İstanbul’a gelince işledikleri toplam cinayet dörttür; bunların üçü gazetecidir; Hasan Fehmi, Ahmet Samim ve aynı zamanda Duyun-u Umumiye memuru olan Zeki Bey. Diğeri de hafiye olduğu gerekçesiyle katledilen Arnavut İsmail Mahir Paşa.
Dikkat edilirse, komitacı, eşkıya sürüsü olduğu sıkça dillendirilen İttihatçıların komitacı usulüyle öldürdükleri başka bir isim yoktur. Yani 1908-1918 arası değil gazeteci, herhangi başka bir muhalifin katline de tesadüf edilmemektedir (31 Mart Vak’ası bahs-i diğerdir).
İttihatçılar, komitacı usulüyle birini öldürdüklerinde mevcut günahlarıyla yetinmekte, kahpeleşmemektedirler. Katili her ne kadar yakalamıyor, koruyorlarsa da en azından adîleşip cinayeti başka birinin, başka bir grubun üstüne atmıyorlar. Cinayeti başka amaçlar doğrultusunda manipüle etmiyorlar, halkı galeyana getirerek belli bir grubu hedef tahtasına oturtmuyorlar. Bu cinayetler olduğunda katilin kim olduğunu, cinayeti kimin işlettirdiğini herkes bilmekte, hatta Hasan Fehmi cinayetinde olduğu gibi inanılmaz sayıdaki kalabalık İttihatçıları tel’in etmektedir.
Balkan komitacılığı, ittihatçılığın alamet-i farikası olmadığı için bahsedilen cinayetlerden sonra bu işler de son bulmuş; bir daha böyle bir cinayet görülmemiştir.
İttihatçıların komitacılığı, kesinlikle Makedon komitacılığının taklidiydi ve etkisi kısa süreliydi. Onlar için önemli olan Makedonya’nın ve devletin kurtarılmasıydı. Onlar, devletten ayrılmak için müracaat edilen bir yöntemi, devleti kurtarmak gayesiyle tatbik etmişler; yukarıda izah ettiğimiz gazeteci cinayetlerinde de dengesizleşip katil sıfatını hak etmişlerdir. Ancak çok kısa süreli bir döneme ait bu hususiyetten yola çıkıp sonraki tüm dönemlerin cinayetlerini ve bugünkü Ergenekon yapılanmasını İttihatçılara bağlamak kelimenin en hafif deyimiyle haksızlıktır. Bu bakımdan Uğur Mumcu ve diğer gazeteci ve aydınları öldürenler İttihatçıların varisi değil, muhalifi, hasmıdır. Bir ittihatçı işlediği cinayeti, kimsenin, özellikle de muhalif bir grubun üstüne atmamış; milletine düşman olmamış, millet arasında toplumsal çatışma çıkarma gibi iğrenç bir oyunun içinde yer almamıştır. Onlar, millete ihanet ederek, hainleşerek değil; maceraperestçe ve tabii ki hukuka aykırı olarak Babıâli’yi basıp sadrazamı tehdit ederek hükümetin istifasını alıp yine aynı şekilde ama daha nazikâne olarak da padişahı tehdit edip hükümete geçmişlerdir. Ne bir komplo teorisi, ne de başka bir ihanet teşebbüsü göze çarpmamaktadır. Onlar yine mazur görülemezler, ama Babıâli baskının nedeni de Edirne’nin Bulgarlara verileceği şayiasıdır.
Zaman zaman dile getirilen Balkan Komitacılığının, İttihatçı çeteciliğinin bir Çingene’nin işi olduğu söylemi de zavallılığın, çaresizliğin, yetersizliğin sonucudur. İyi ya, eğer Talat Paşa, bir Çingene ise İttihatçılık kafatasçı, ırkçı bir yapılanma değildir ve bir Çingene bu topraklara hepimizden daha çok hizmet edebilmektedir. Demek ki, İttihatçıların hemen hemen hepsi de bir Çingene’yi lider kabul ederek bu topraklarda ayrılık-gayrılık düşüncesinin geçersiz olduğunu eylemli olarak ispat etmişlerdir. Kaldı ki, bu Çingene hem bu topraklar için mücadele etmiş, hem de beş parasız olarak hayatını feda edebilmiştir.
İttihatçılık, tüm günahlarına ve belli orandaki dindışılığına rağmen bir birlik hareketiydi. İttihatçılar, hiç kimsenin etnik kökenini mesele yapmamışlar; birlik içinde yaşamak isteyen herkesi kucaklamışlardır. Eğer Çingeneyse Talat, sadrazamdır; eğer Arap veya Arnavutsa Said Halim Paşa, sadrazamdır; eğer Arnavutsa Ali Fethi Okyar, katib-i mesuldür; eğer Kürtse Ziya Gökalp, ideologdur; eğer Pomaksa Celal Bayar, İzmir katib-i mesulüdür; eğer Gürcüyse Mahmud Şevket Paşa sadrazam, eğer Çerkesse Yakup Cemil de silahşordur. Birçok İttihatçı ayağında yırtık ayakkabı ile gezerken yine bir Çingene olduğu söylenen ama besteleri, taksimleri ile Türk müziğine eşsiz eserler armağan eden Tanburi Cemil Bey’in hastalığında ısrarla onu yurtdışında tedavi olmaya zorlamış, hiçbir masraftan kaçınmamıştır. Cemil Bey’in oğlu Mesud Bey de babası gibi bu ülkeye hizmet etmiş, “Çingene Mesud” diye yer yer aşağılanan bu insan “Tanbûrî Cemil’in Hayatı” isimli şaheseriyle Türkçenin şahikalarında dolaşabilmiştir (Mes’ud Cemil, Tanbûrî Cemil’in Hayatı, Haz. Uğur Derman, İstanbul: Kubbealtı Neşriyat, 2002).
Çingenelik, ne aşağılanacak bir şeydir; ne de zararlı. Eğer öyle olsaydı, Çingene olduğu söylenen Muharrem Ertaş, bu gün bozlakların yaşatıcısı olmazdı. Türküleri kendine has yorumunun güzelliği kadar, entelektüel kişiliğiyle de tebarüz ve temayüz eden Bayram Bilge Tokel üstadın bu nedenle kendisini yormasına gerek yok. Neşet Ertaş, eğer “Çingân” değil, “Türkmen bir Abdal” olduğunu söylüyorsa, öyledir; ancak “Çingân”sa da değişen bir şey olmaz; yine başımız, gözümüz üstünde yeri olurdu.
Talat Paşa, İttihatçılar ve bir arada yaşama söz konusu olunca “peki, gayrimüslimlerin durumu nedir?” şeklinde bir soruyla karşılaşmamız mümkündür. Bu soruya bu yazı bağlamında çok uzun bir yer ayırmamız mümkün olmamakla birlikte, birçok tarih mezunu tarihçiyi mahcup edecek bir tarih bilgi ve algısına sahip olan bir petrol mühendisinin hem yüksek lisans, hem de doktora çalışmasında yer verdiği bir muhacire ait bir anekdotla konuyu bağlayalım. Eğer bu petrol mühendisi kökenli arkadaş, başkalarını değil, sadece kendini dinlerse İttihatçılık mevzuunun bu ülkedeki en değerli isimlerinden biri olabilir. Kendisinin, kendisine salvo atışı yapan bazı akademisyenleri susturuşundaki derinliği takdir ediyor, tenkit hakkımızı mahfuz tutarak gayretlerinin devamını bekliyoruz. “Dâhiliye Nazırı Talat Paşa, 25 Ekim 1915’te Meclis’te yaptığı konuşmada şu örneği verir, ‘Çanakkale’de mutasarrıf hikâye etmişti. Toyranlı bir fırıncı gelmiş, fırının içine girerek derhal hamur yoğurmaya başlamış ve içindeki fırıncıyı atmış. ‘Ne oluyorsun?’ demiş, bilmem nereye istersen git, şikâyet et, çünkü gelip beni de, birisi fırın içerisine girdi, kolumdan tuttu attı, derhal hamuru yoğurmaya başladı. Ben de buraya geldim aynını yapıyorum demiş’” (Fuat Dündar, Modern Türkiye’nin Şifresi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2008, s.208). Yani Rumeli muhaciri bir Türk, Çanakkale’ye iskân edildiğinde bir gayrimüslimin fırınına el koyuyor; gayrimüslim de “a be kuzum ne oluyor?” dediğinde muhacir Türk “geldiğim yerde bana ne yaptılarsa aynısını yapıyorum” diyor.
Haber10


"İttihat ve Terakki muhafazakar bir örgüt, devleti kurtarmak için çalışıyor"
Röportaj: Nagehan Alçı / Akşam

Cumhuriyeti kuran kadro İttihat ve Terakki'nin önde gelenleri. 1960'a kadar eski İttihatçılar Çankaya Köşkü'nde oturuyordu. Örgüt kendini vatan kurtarıcısı olarak görüyordu. O nedenle kendine yasaların üzerinde yetkili payesi biçiyordu. Bunun Türk siyasi hayatına çok ciddi etkileri oldu.

DünyanIn sayılı Osmanlı tarihçilerinden kabul edilen Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu geçtiğimiz hafta İstanbul'daydı. Biz de bu fırsatı değerlendirdik ve cuma günü söyleşi için bir araya geldik. Uzmanlık alanı olan İttihat ve Terakki'den başladık, liberal faşizm tartışmaları ile devam ettik. Hanioğlu İttihatçılar ve Ergenekon arasında benzerlikler olsa da böyle bir parallellik kurulmasına karşı. 'Bu, Ergenekon'a paye vermek, onu gerekçelendirmek olur' diyor. Ergenekon davasında adı geçenlerin de böyle bir parallellik kurduklarına inanmadığını söylüyor.

- İttihat ve Terakki, Ergenekon dolayısıyla son dönemde tartışılır bir başlık oldu. İttihatçılık nasıl bir zihin yapısıdır?

Kolay anlaşılabilecek bir zihniyet değil. Bir de biz kendi ulus-devlet değerlerimizle bakıyoruz. Bu, çok uluslu bir imparatorluk içindeki gerçeklikleri anlamamızı zorlaştırıyor. İki yapının çok farklı olduğunu unutmamamız lazım.

- Bahsettiğiniz bu yapılar arasında en önemli fark ne?

İttihat ve Terakki belli bir dönemin ortaya çıkarttığı bir zihniyet. İttihatçılar çözülmekte olan çok uluslu bir devletin sorunlarını çözmek için önce gizli sonra açık parti olarak çalışan, ama hep gizli bir kanadı olan bir zihniyetin temsilcileriydiler. Günümüz ile paralellikler olabilir ama 'bu İttihatçı zihniyettir' gibi benzetmelerden kaçınmamız gerek. Bu yaklaşım Ergenekon sürecine paye kazandırmak, onu gerekçelendirmek olur! Ama benzerlikler mutlaka var.

- Nedir benzerlikler?

Zihniyet alanında bir benzerlik var. Cumhuriyeti kuran kadro İttihat ve Terakki'de öne çıkmış insanlar. Türkiye'de 1960'a kadar eski İttihatçılar Çankaya Köşkü'nde oturuyorlardı. Bu örgüt kendini vatan kurtarıcısı olarak görüyordu. O nedenle kendine yasaların üzerinde yetkili payesi biçiyordu. Hatta yasal parti haline geldikten sonra bile bu işlevini değiştirmedi. Bunun Türk siyasi hayatına ciddi etkileri oldu.

- İttihatçılık ve Kemalizm arasında büyük benzerlikler olduğunu iddia edenler var. Siz bir parallelik görüyor musunuz?

Devamlılık, benzerlik olduğunu kabul ediyorum ama İttihat ve Teraki'nin çok farklı bir örgüt olduğunu unutmamamız gerek. Bir kere arka planlar farklı. Biri çok uluslu bir imparatorlukta var oluyor, diğeri bir ulus devlet yaratıyor...İT 19. yüzyıl sonu otoriter düşüncelerden etkilendi, bunun cumhuriyet üzerinde de etkisi oldu. Ama İT muhafazakar bir örgüt, devleti kurtarmak için çalışıyor.

- Bu anlamda Ergenekon ile benzeşiyor...

Böyle bir paralellik kurmak mümkün; ama İttihatçıların temel sorunu dönemin iktidarının statükoyu korumakta güçsüz kaldığını düşünmeleri. Bugün öyle değil.

- Olmasa bile Ergenekon davasında ismi geçenler İT'yi model almış, ondan etkilenmiş olabilirler mi?

Keşke Türkiye'de herkes tarihle bu kadar ilgilense! Ben bu tür gelişmelerin kendiliğinden gelişen nitelikli olduğunu düşünüyorum. Kuşaklardan kuşaklara nakledilen bir zihniyet var tabii ama böyle bilinçli bir esinlenmeden bahsedemeyiz.

- Ergenekon'da ordu içindeki cunta faaliyetlerini görüyoruz. Cuntacılık Osmanlı'dan gelen bir gelenek mi?

İT ve ordu ilişkisinde çok yanıldığımız bir husus var: Zannediyoruz ki 1908'de ordu ihtilal yaptı ve askeri dönem başladı. Halbuki bir grup subay ayaklanma başlatıyor. Ordunun üst kademesi ise buna karşı. Hatta bunu bastırmaya çalışıyor.
- Üst kademe başından itibaren bu faaliyetlerden haberdar mı?

Değil. İttihat ve Terakki'nin milli tabur, alay adını verdiği birlikler dağa çıkmaya başladığında haberdar oluyor. Bastırmaya çalışıyor. Redif (İhtiyat) taburları Rumeli'ye gönderiliyor ama onlar da ihtilale katılınca yapacak bir şey kalmıyor. Ama ordu, kurum olarak bu harekete karşı. Zaten daha sonra 1908-13 arası ordu ve İT arasında çok sorunlu bir ilişki başlıyor.

- Cumhuriyetin ilanından beri Batılı olmak geçmişten kopmakla mümkündür, düşüncesiyle hareket edildi. Batıcı hareket çok güçlü bir hareket oldu. Bu düşünceyle paralel olarak sizin üzerine doktora yazdığınız Abdulluh Cevdet'in 'Avrupa'dan damızlık erkek getirelim' dediği de rivayet edilir. Siz Batıcılığın böylesine baş tacı edilmesini nasıl buluyorsunuz?

Abdullah Cevdet'in cumhuriyetin ilk yıllarında mebus yapılması düşünülüyor. Bunu önlemek için, ona zarar vermek için bazı ifadeleri çarpıtılarak uydurulmuş bir söz bu. Ama tabii Abdullah Cevdet Türk Batıcılığının önemli liderlerindendir. Cumhuriyet ideolojisinin oluşumunda da rolü büyük. Ama bakın Batıcı hareket o dönemdeki entelektüel hareketlerden sadece biri. Üstelik marjinal bir hareket. Böyle marjinal bir hareketin cumhuriyet ideolojisine büyük etki yapmış olması önemli. O dönem İslamcılık da büyük entelektüel hareketlerden biri ama onun etkisi çok az.

Liberal düşünce ne zaman iktidar oldu da faşizmi başlattı

- Öyle ama şimdi de bunları konuşanları diğerlerini konuşturmamakla itham ediyorlar. ABD'den ithal edilen 'liberal faşizm'in Türkiye'deki yansımalarını nasıl yorumluyorsunuz?

Liberalizmin, Türkiye'ye 'liberal faşizm' olarak uyarlanmasını son derece anlamsız buluyorum. Türkiye'de birçok fikri liberal olarak kategorize ediyoruz ama aslında bu fikirler Avrupa ve ABD'deki liberalizmle pek de örtüşmüyor. Türkiye'de liberal düşünce ne zaman iktidar oldu ki, faşizmi başlattı? Sanki önce iktidar oldu, sonra kendi baskıcı sistemini getirdi... Böyle bir şey yok! Bir şey daha söyleyeyim; birtakım sorunları tarihle ilişkilendirmeye çalışıyoruz ve böylece bahaneler üretiyoruz. Bir süreklilik elbette var ama mesela Doğu Avrupa'da 1990'lardan sonra büyük bir kopuş yaşandı. Kimse kalkıp, 'biz yıllarca sosyalist rejimde yaşadık, bizde normal siyaset olmaz' demiyor. Bizde ise hep geriye bakıp bahaneler üretiliyor. 1877'de Meclis toplamış bir geleneğin günümüzde Doğu Avrupa ülkelerinden geride olması utanılacak bir durumdur. Artık bunu aşmamız lazım!

GÜLEN HAREKETİ MODERN BİR HAREKETTİR

AslInda İslami hareketler kendilerini modernist olarak tanımlamaktan hoşlanmıyorlar. Ama sosyolojik bir değerlendirme yaparsak Gülen hareketi için modern bir hareket diyebiliriz. Yine de 1908'de başlayan İslami hareketin devamı bir harekettir demek pek de doğru olmaz.

O ZAMAN İSLAMCILIK, GERİCİLİK DEĞİLDİ

Cumhurİyet öncesinde çok önemli diyebileceğimiz bir İslamcı hareket vardı. Bu çok modern bir hareketti. Bizde düşülen bir hata var, bu konuda çok bilgi sahibi olmadığımızdan İslamcılık=Gericilik diye düşünülüyor. Halbuki bu İslamcı hareket çok modernist bir hareketti. Cumhuriyet üzerindeki etkisi neredeyse sıfır. Biraz da bu yüzden bugün İslamcı hareketin söyledikleri, bundan 150 yıl önce büyük eleştiri alacak şeyler. Osmanlı'daki bu ciddi entelektüel hareketi basit bir gericilik kategorisine indirgeyerek entelektüel düşüncemizi çok zayıflattık.

TANZİMAT SONRASI KÜRTLERİN OSMAN DEVLETİYLE İLİŞKİSİ FARKLI

Kürt milliyetçiliği ve Kürt hareketinin ortaya çıkışı Tanzimat sonrası. Onun öncesi Kürtlerin Osmanlı devleti ile farklı bir ilişkisi var. Tanzimat merkezileşmesi sorunlar doğuruyor. Merkez çevreye daha fazla nüfuz etmeye başlıyor. Sırf Kürtler değil, Araplarla, Arnavutlarla da aynı sorunlar yaşandı. Kürt milliyetçiliğini bir proto-milliyetçilik olarak en fazla 19. yy sonunda Kürdistan dergisinin Mısır'da neşredilmesine götürebilirsiniz.

KİMLİK YENİDEN TANIMLANMALI

Türkİye'de yapılan kimlik tanımı, olması gerekeni söylüyor ama bununla olan arasında ciddi bir fark var. Sorun da bu.Olana daha uygun bir idealin belirlenmesi gerekiyor. Oturup tartışılması gerek. Biz uzun süre bu konularda konuşamadık. Şimdi bunlar aşılıyor.

Bir cebânet hâli ve iktifâ miktârınca korkmak…
Adnan İslamoğulları
5 Ekim 2010

Kemâl Tâhir, cumhuriyetin kuruluş yıllarını anlattığı romanlarında ülkede oluşan “korku imparatorluğu”nu, “Sarı Paşa” müsteârı etrâfındaki kadroların -bağımlı ya da bağımsız olarak- nasıl bir korku ve endişe unsuru ve merkezi olduğu, savaştan yorgun çıkmış yeni kurulan bir ülkenin bir korku ve endişe iklimine nasıl mâruz kaldığını bütün teferruâtıyla anlatır.

Bahse konu tarihin en önemli hâdiselerinden birisi şüphesiz “İzmir Su-i Kasti”dir, çünkü “İzmir Su-i Kasti”nin ardından hâdiseye karışmış olanların hâricinde, “İttihat Terakkî”den geriye kalan bâzı isimler ve kadrolar için “yolların sonu” gelecek ve tasfiye edilecek, Türkiye artık “kendi yolu”na devam edecektir.

Kendileri için “yolların sonu” gelecek olan kadrolar, yüzyılın başında “kimler çizmiş bu hududu, dar geliyor” diyenler. “Yoluna devam edecek” kadrolar ise “küçük olsun risksiz olsun” tercihinin kadroları.

Yola devam edenlerin ilk yaptığı işlerden birisi olan “İzmir İktisat Kongresi”nin baş aktörü “iki kere ikinin kaç ettiğinden habersiz” Kâzım Karabekir ve “Kongreye gerçek çiftçiler ve gerçek çobanlar da katılacak” diyen Yusuf Akçora.

Gerçek çiftçi ve gerçek çobanların(!) katıldığı “İzmir İktisat Kongresi”nden ülkenin liberal sistemle kalkınma kararı çıkar.

“Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” demektir bu, uzun yıllar sonrası Türkiyesi’ne veciz bir yansıma “teslisi” olacaktır bunun, ülkeyi yönetme biçiminin ser-levhası olarak:

“Yollar yürümekle aşınmaz”(Süleyman Demirel)

“Benim memurum işini bilir”(Turgut Özal)

“Verdimse ben verdim”. (Süleyman Demirel)

“İzmir su-i kasti”yle alâkalı olduğu gerekçesiyle tasfiye edilen ve “yollarının sonu” gelen kadrolar arasında, “millî sermâye” ve “bağımsızlık” tercihinin en önemli portrelerinden birisi olan Küçük Efendi Kara Kemâl, polisçe arandığı sıralarda sığınma isteğine cevap vermeyen İngilizler için, “Sevmezler, yabancılar yerli iktisat kurumları kurmaya çabalayanları… Almanlar da beni bunun için sevmezlerdi. Onlar borç isteyeni severler, hele hele rüşvet alanlara bayılırlar… Kendi yağıyla kavrulmaya çalışan Doğulu suç işliyor sayılır Batılılarca…” demişti.

Osmanlının yıkılışının tarihî mesuliyetini omuzlarında taşıyan ve hisseden Küçük Efendi Kara Kemâl, Kemâl Tâhir’in Osmanlıcı dilinden bu hissiyâtını şöyle anlatır:

“Biz dünyânın en ağır suçunu biraz tartaklanmayla savruşturulur sandık. Yüzüme vuran darağacı gölgesi suikast suçlusu olduğumdan değildir. Büyük suçun gölgesidir bu. Tarihin örneğini yazmadığı kurtlar boğuşmasına girip yenik düştük… Kurtlukta yenik düşeni yemek kânundur.”.

İttihat Terakkî’nin “Küçük Efendisi” Nâfıâ Vekîli “Kara Kemâl” de kurtlukta düştü ve yenildi…

Kadîm dostu mâliyeci Emin Bey’in evine sığınmıştı son çâre olarak.

Orada yakalanacağını anladığında kafasına bir kurşun sıkarak intihar etti.

Emin Bey İstiklâl Mahkemesi tarafından tutuklandı, İzmir’e götürüldü; idam cezâsıyla yargılanacaktı.

Sorgulama esnâsında kendisini sıkıştıran ve sık sık idam cezâsı alabileceğiyle tehdit eden “üç Aliler”den mahkeme reisine en sonunda şunu söylemişti:

“Siz benim eski arkadaşlarımsınız. İçinizde gerçek dostum olanlar da var. Beni korkutmağa çalışmanız beyhûdedir. Yeterince korktum, daha fazla korkmak gücümün üstündedir. Gerçekten daha fazla korkmak imkânsızdır benim için…”

Bir cebânet hâlinden sıyrıldığı ândır o ân Emin Bey’in. Korkusundan âzâd olduğu ândır.

İttihat Terakkî’nin “Küçük Efendisi” ve kâdîm dostu “Kara Kemâl”i evinde saklarken duyduğu korkuyla mücâdelesini yendiği ândır.

Serbest kaldıktan sonra neden o denli korktuğu üzerinde düşünür Emin Bey. Vardığı netice şudur:

“Mutluluğumu, huzurumu, rahatımı yitiririm diye korkmuşum meğer. Oysa insan gerçekten mutlu olayım derse, üstüne yüklenen sorumluluğun, gereğini sonuna kadar yerine getirip kurtulmalıdır. Gerçek hürlük budur bence. Korkuya.. hattâ ölüme karşı gerçek direnci veren bir hürlüktür bu…”

Ayrıca, George Orwell’ın “1984” isimli romanı da bu günlerde tekrâren okunası bir roman.

Roman, totaliter bir merkezî tek partinin ya da yapının ya da her ikisinin yönetiminde korku, izlenme, propaganda ve beyin yıkama ile halkın ve toplum hayatının nasıl manipüle edildiği üzerine “Ağabey seni gözlüyor” metaforuyla örülmüş, 20. yüzyılın en etkili romanlarından birisi olmuştur...

Bu yazıda yazılanların bizim ülkemizle hiçbir alâkası yoktur, bir pazar günü okumalarının tedâileri olarak okunmalıdır.

Ves-selâm…

Kaynak: haber10
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com