EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Kapitalizm

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FELSEF'Î DÜŞÜNCELER
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Şub 28, 2010 12:51 am    Mesaj konusu: Kapitalizm Alıntıyla Cevap Gönder









Kapitalizm ve Aşk
Salih Selçuk

Kapitalizmin aşkla ne ilgisi var? Her yerde -aşkta bile- kapitalist bir yan aramak zorunda mıyız? Böyle her fırsatta "kominis kominis konuşmak" zorunda mıyız? Bu soruyu soranlar çok. Yeterince kalabalıklar! Kapitalizm, mümkün olduğunca geniş ve derin bir alanı "maddi normlara indirgeme" veya "maddi ölçülere göre tanımlama" sistemi olarak, düşünme ve hissetme biçimlerine kadar işleyebilmiş bir sistem. Gücü (ve zayıflığı) da bu basitliğinden geliyor. Belli kişilere/kurumlara indirgenemeyen bir özelliğe sahip. Bunun özgün/benzersiz yanı, herşeyin ama herşeyin paraya/ekonomiye endekslenmesi özelliğidir. Yani sürekli ekonomi ve kapitalizm konusuna dönmemizin nedeni, aslında bir zorunluluktur. Kapitalist sistem, ekonomi merkezli haliyle tarihte benzersiz bir istisna teşkil etmektedir. Kapitalizmin aşka nasıl, ne kadar işleyebildiğini veya işleyip işleyemediğini sorgulamakla ilgili birkaç noktaya dikkat çekmeye çalışacağız. Ve sosyolog Eva Illouz'un konuyla ilgilenen üç kitabına (eleştirel) bir göz atacağız.

Aşkın ne olduğuna değinmek bu yazının amacı değil, ama kısaca aşktan bahsedeceksek (biliyorsunuz, 'Işk' sözünden, yani 'ışık'tan gelmektedir) sahiden de insanı bir tür yüce mutluluk duygusuyla dolduran özel bir durumdur. Aşk mutluluğunun, bir başka kişiye bağlı olarak gerçekleştiği, bir başka kişinin varlığı şartına odaklı olduğunu ve aslında çok daha fazlasını söylemek mümkün. Aşk, insan beyninin (olası biyolojik gelişim/evrim sürecinde) en eski ikinci katmanıyla ilgili bir hal/durum. Buradan yola çıkarak, insanoğlunun ve insankızının (atalarının tarihiyle beraber hesaplandığında) milyonla ifade edilebilecek bir süreden beri birbirine aşık olabildiğini ("teorik" olarak) söyleyebiliyoruz. Biz buna kısaca, "Sonsuz aşk" veya "Aşk sonsuz" diyebiliriz!

Aşkın tamamen kapitalizmin etkisi ve kontrolü altına girmesi asla sözkonusu olamaz. Ama kapitalizmin aşk üzerindeki etkisisini; aşk duygusunu sömürmek, aşkı çağrıştırarak çeşitli yüzeysel sevinç duygularını aşka saymak; aşkın, tam bir tüketici mantığıyla, "biri diğeriyle yer değiştirebilecek aşıklar arasında seçim yapmak" aldanmasına indirgenmesi açısından inceleyebiliriz. Bu alanda kapitalizm, insanları mutsuz etmesinden tutun da, aşkın değerini düşürmesine kadar bir dizi önemli bazda ele alınıp incelenebilir.

Günümüzde aşkı çağrıştıran, aşkı kullanan ve onu doğrudan tüketici kültürüyle ilişkilendiren bir sektör var. Bu sektörün adı reklam sektörü. Aşkla ilişki kurularak, "bu mal mutluluğunuzun şartıdır" diye, ne kadar çok ürünün pazarlanmaya çalışıldığını bir düşünürsek, bu alanın ne kadar önemli bir kısmının aşk duygusunu komersiyel hale getirdiğini, sömütdüğünü görebiliriz. Aşk, şartlı mutluluğun kişiye özel en kutsal ve güzel halidir. Ama sadece şartlı bir mutluluk anlayışının hakim olduğu kapitalist yaşam biçiminde Tüketici zihniyeti, doğrudan aşk çağrıştıran bazı adetler bile uydurarak, insanın bu önemli mutluluk türünü kendi tüketim kültürüne entegre etmeye çalışmıştır ve bunda kısmen başarılı da olmuştur. Ve aşkla ilgili tüketici adetlerinin bazıları inanılamayacak kadar yenidir. En yeni olanları 'Tek taş yüzük'tür mesela, veya 'Sevgililer günü hediyesi' gibi konulardır. Biraz daha eski olanlar, 'Sevgiliyle şampanya-havyar', 'Evlilik ve yaş günü hediyeleri', 'Sevgiliyi ilk yemeğe götürmeler', 'Sinemaya gitmeler' gibi -doğrudan tüketicilikle ve parayla ilgili olan konulardır. Ama sevdiklerimizi mutlu etmemizin parayla-pulla alakalı olmadığını ve sistemin aşka, para üzerinden nasıl müdahil olduğunu konuşmalıyız.

Aşkın komersiyelleşmesi hakkında birden çok kitap yazan İsrailli bilim kadını Eva Illouz, bu konuda sahiden de çok önemli ve ilginç noktalara dikkat çekiyor. (Bkz: 'Konsum der Romantik' 2003, 'Gefühle in Zeiten des Kapitalismus' 2004, 'Die Errettung der modernen Seele' 2008) Bu yazıda, onun fikirlerine de değineceğiz. Fakat bizi ilgilendiren, kitabın en zayıf ve belki de en talihsiz yanı: Kitap bu konuda kapitalizmi savunuyor! Fakat bunu pragmatik bir şekilde, "ne yapalım başka çaremiz yok" cinsinden yaygın bir "ince"likle yapıyor.

Kapitalizm şu anda fena halde teklemesine rağmen dünyanın her köşesinde uygulanan ve daha bir süre daha uygulanacak olan tek sistem. Bazı konuları -varolan- kapitalist ilişkiler çerçevesinde değerlendirmek ve bu -kısıtlı- çerçeve dahilinde bazı iyi/kötü kategorileri oluşturmak mümkün -bu yapılıyor da. Fakat kapitalist sistemi değişmez/kadirimutlak bir düzen sayarak bu sınırlı kategorilerle yetinmek, insanı kapitalizmin ötesine uzanan opsiyon ve kategorilerden koparabilir. Koparmamalı. Çünkü kapitalizmin geleceği yok! Bu söz kulağa klişe gibi gelebilir ama döne döne söylemek zorundayız: Eğer kapitalizmin bir geleceği varsa, bu gelecek, dünyanın cehennem versiyonundan ibarettir. ("Kapitalizm çökmez, kapitalizme bişey olmaz, böyle devam eder" diyenlere: Yıkılmamış kapitalizm demek, elli yıl sonra, birkaç milyonluk bir elitin cam fanus benzeri dünyadan izole şehirlerin içinde yaşadığı, bunun bedeli olarak da dünyanın geri kalanının -doğanın/etmosferin bozulduğu- tam bir cehennem hayatına mahkum olduğu, kirlilikten, mutasyondan, olmadık hastalıklarla boğuşmaktan bitap düştüğü bir dünyadır. Ayrıca mutlaka en az bir büyük savaş dalgasının durumu daha da berbat hale getirmiş olma ihtimali de yüksektir.) Yaygın pragmatizm; birçok kişinin bu korkunç gerçeği bilmesine rağmen -flu olan- diğer alanı, yani kapitalizmin dışına doğru uzanan alanı, tarif edememekten kaynaklanan bir kolaycılığa yaslanmaktadır ve konuştuğu herşeyi kapitalizmin sınırları içine hapsetmektedir ve kapitalizm dahilinde değerlendirmektedir. Bu kolaycılık, iki nedenle herkesin işine geliyor.

Bir: Bugünün bilim adamlığı/kadınlığı da kapitalizm sınırları dahilinde işlemeye meyilli bir şeydir. Yani mutlaka "para etmesi" gerekiyor. Kapitalist yaşam biçiminin temel kuralı, herşeyin bir şekilde parayla ölçülebilir olması, olamazsa o normlara uyacak şekilde değişmeye zorlanmasıdır. Yapılan işin komersiyelleştirilebilir olması gerekir. Bunun için de belli normlar vardır ve yaptığınız çalışmaların, o normlara uyması şarttır. Ayrıca, bilim adamı/kadını olarak ciddiye alınmanın önemli şartlarından biridir o malum normlara uymak. Yani her "aklı başında" (yani çıkıntı olmadan kapitalizmle uyum halinde koyun koyun yaşayarak çocuklarını cehenneme göndermekten çekinmeyen) "çağdaş ve de modern" insanın ve bilim insanının, kapitalizmin insanlığın sonu olabileceğini bilebile, maaşı/geliri/işi/ünü/çevresindeki itibarı nedeniyle bu konulara pek girmemeleri -sözünü ettiğimiz bu pragmatizmin en klişe örneğidir. (Bin dereden su getirir, "demokrasi" dersiniz, ama kapitalizm demezsiniz mesela) Doğru bir şeyin müzelik halini savunmak, bu pragmatizmin daha eski bir yöntemidir. (Bu şekilde konuların özüne hiç değinmeden pas geçebilirsiniz. Mesela artık ölmüş olan ortodoks Marksizmi savunarak, hem Solcu kalmış görünürsünüz, hem de neoliberal kapitalizme akıl veren bir ekonomi yazarı olabilirsiniz!). Bu iki yüzlü tarzı sistem elitleri de beğenirler, hatta desteklerler. Siz yeter ki -esasen- sistemi savunun! Hergün demode teorilerden, mesela eski/ortodoks Marksizmden bahsedebilirsiniz. Hatta bu -entelektüel açıdan- “zengin” göstereceği için, bahsetmelisiniz de! Yeter ki bugünkü kapitalist sistemin şirketlerinin/bankalarının vs. ile dünyayı nasıl mahvettiğinden bahsetmeyin. O zaman, Che T-shirt'ünü giyip, Convers'leri çekip istediğiniz kadar Solculuk attırabilirsiniz! Hatta kocaman fabrikalar sizin için Che T-shirt'leri bile üretirler: Çiçekli Che, baloncuklu Che, pullu Che!..

İki: Kapitalizmin dışındaki alan, ekonomiden çok öte bir alanı ifade ettiğinden ve bu yavaş yavaş anlaşıldığından, bilim insanları orada, bir tür sudan çıkmış balığa dönmektedirler. Bu alan, mesela rasyonellik ötesi bazı irrasyonel yaklaşımlar/tarzlar gerektirdiğinden tek tip ölçüler sistemine de (yani sonuçta paraya) uymamaktadır. Para sistemine başka neler uymamaktadır mesela? Erdem, ahlak, annelik, adalet (kanun değil), iyilik, mütevazilik ve daha sayısız madde ötesi yüksek değer paraya uymamaktadır... Aşk da bu uymayan değerlerden biridir -buna rağmen, tüketim üzerinden önemli ölçüde sömürülmektedir, tıpkı diğerleri gibi. Ama aşk, hepsinden daha çok sömürülmektedir.

'Kapitalizmin ötesi'ni sadece "ekonomi" sananlar çok yanılıyor. Kapitalizmin kısıtlılığını ve ruh fukaralığını anladıkça, kapitalizm ötesi alanın çok daha geniş/derin ve kalite bakımından çok daha zengin olduğunu anlamak mümkün. Aşk ve kapitalizm ilişkisinden bahsetmek, biraz da bu yüzden gerekiyor. Aşkın, kapitalizmin etkisinden mümkün olduğunca kurtarılması önemli, çünkü aşk, insanın en önemli kişsel ilham kaynaklarından biri aynı zamanda.

O halde duygusal/emosyonal sıcak aşk ile, rasyonel/işlevsel (yani para edinmek amaçlı) soğuk kapitalizmin ilişkisine kısaca bakabiliriz. 'Romantik aşk' konsepti, -sosyolog Eva Illouz'un da değindiği gibi- "duyguların; sosyal ve ekonomik çıkarlardan, parasal kardan önce gelmesi" kuralını esas alır. Bu haliyle bazılarına göre ekonomi bazlı evlilik kurumuyla da çelişir (tabii evlilik, ekonomi bazlı bir kurum olmak zorunda değil). Fakat romantik aşk ideali, ekonomi ötesi (ekonomiden önce gelen) haliyle, içinde birçok iyi özelliğin yanı sıra, daha iyi bir düzen mantığını da içerebilir -çünkü özgürlükle yakın akraba görünümünde. Burada düşülen hatalardan biri, galiba, aşkı/sevgiyi, bir din seviyesine yükseltmektir. (Bu iki önemli faktörün birbiriyle bağlantılı/ortak yanları olmakla birlikte, özdeş olmadığı açıktır.) Fakat 'Özgürlük' faktörünün -tam da bu konunun- kapitalizm tarafından tepe tepe kullanıldığına özellikle dikkat çekmek gerekiyor.

Aşk, özgür bir ruhta -daha yoğun bir şekilde- ortaya çıkıyor. Aşkın özgürlükle doğrudan ilgisi var. Kapitalizm de, "Özgür insanların sistemi" olmak iddiasında. "Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik" sloganında ifadesini bulan bu sistemsel düşünce, "ilerici" bir şekilde, "eski" adetlerin ve "baskıcı" toplumun karşısına, "özgürlükçü" olmak iddiasıyla çıkıyor. Gereksiz yere baskıcı olan ve özgürlüğe sahiden aykırı durumları -dikkatlice- ayrı tutarsak, kapitalizmin getirdiği "özgürlük" ile, sahici özgürlük arasındaki fark nedir? Var mıdır böyle bir fark? Bu sorunun yanıtı, aşkın kapitalizm tarafından kullanılmasının da kilit sorusu olabilir.

Kapitalizmin verdiği/sağladığı özgürlük, paranın sağladığı "özgürlüktür". Bu özgürlük sadece paraya bağımlı olmakla mümkündür. Ve şöyle "ilginç" bir özelliği vardır: Bu tür özgürlüğün hiçbir ruhani/kutsal boyutu olmadığı için iyilik/güzellik şartı da yoktur. Yani iyi de olsanız kötü de olsanız birşey fark etmez. Halbuki ruhani/kutsal/gerçek özgürlük, ancak iyi olmakla ve burada kısaca 'iyi olmak' dediğimiz konunun rafine edilmesiyle kazanılabilir. (iyiliğin rafine edilmesi konusuna sonra dönebiliriz). Ancak o zaman bazı kapıların açıldığını ve yükseldiğinizi, çok daha yüce gerçeklere erişebildiğinizi, gerçek özgürlüğün anlamını anlarsınız (ve onu hiçbir paraya değişmezsiniz).


Burada bir karşılıklılık söz konusudur. Bir kişiye yönelen (veya Tanrı'ya yönelen yüce) aşk, bu özgürlükten doğar (ise) ve o ölçüde yoğun olur. Burada sözü edilen aşkın parayla/pulla ilişkisi ya hiç yoktur, ya da ilişkisi metaforlarla ifade edilebilecek cinstendir. Kapitalizmin, aşkı üzerine oturttuğu özgürlük ise "parasal zenginliğin sınırlı özgürlüğü"dür. Burada aşk açısından bakacak olursak sınır, aşkın kalitesiyle ilgili önemli bir durumdur. (Eva hanım malesef bu konuya girmiyor) Ve bu durum kapitalizmin ötesine/sonrasına doğru genişleyen yaklaşımla ilgili bir durumdur. İyiliği/güzelliği rafine etmeyen, onun yoğunlaştırılmasıyla insanın ruhunu yüceltmeyi hedefleMEyen (tam tersine ihtiraslara, tüketmeye, ruhu alçaltmaya vs. özendiren) bir yaşam biçiminin yoğun/yüksek duygular uyandırması mümkün değildir. Bunun anlamı, kapitalist sistemde insanın "ruhsal" özgürlüğünün maddi dünyadaki hareket özgürlüğüyle, sahip olmak özgürlüğüyle, maddi dünyayı esas alan kantitatif düşünce çokluğuyla vs. sınırlı olmasıdır. Bunu bir algılama durumuyla da ifade edebiliriz. Örneğin miyopsanız ve sadece önünüzü görebiliyorsanız, önünüzdeki çokluğu zenginlik sayabilirsiniz. Ama çok uzakları görebilmek opsiyonuna sahipseniz, önünüzdeki çokluğun aslında ne kadar az olduğunu ve belki ne kadar değersiz olduğunu anlayabilirsiniz. Kapitalizm insana -para üzerinden- miyopluk sunmaktadır. Seyahat etmek, sahip olmak, kitap okumak vs. gibi özgürlükler de sunmaktadır ve bunlar elbette önemsiz değillerdir. Fakat bunlar belli bir sığ ruhsal kalite seviyesini aşamamaktadırlar -asıl dikkat edilmesi gereken budur. Ve kapitalizmin bu sınırlı hali çok da doğaldır. Bu noktada bir "Parayla saadet olmaz" durumunun mutlaka her seferinde yeniden keşfedildiğini görüyoruz. Para, vaadettiği tüm özgürlüğe rağmen, vaadinin çok azını tutar ve verdiği mutluluk çok kısadır (hatta anlık olabilir) o yüzden de yalancıdır. Sadece parayla/malla mutlu olmak mümkün değildir, ama para üzerinden başka insanların üzerinde etkili olabilenler, diğerlerinin üzerinde bir çeşit kontrol gücü oluşturup bu gücün verdiği bir tür "güçlülük" ve "tatmin" duygusunu "mutluluk" sanabilirler. Kısacası, kalitesi düşük bir duygudan/duygulardan söz ediyoruz.

Kapitalist (sistemle ilgili tanımladığımız anlamda) zengin toplumlardaki yoğun depresyonu/mutsuzluğu bununla ilişkilendiriyoruz. O halde, bu atmosferden çıkan aşkın da düşük kalitede olduğunu tekrarlayabiliriz.

Kapitalizmin bu eksiklikten ürettiği caniane yan ise doyumsuzluktur. Kapitalizmin (parasal) özgürlüğüne dayanan/dayandırılan aşk, düşük kalitede/yoğunlukta olduğundan ve insani değerlerle (ahlak, yetinmek, tevazu vd.) desteklenmediğinden, sürekli aşkın daha büyüğü (yücesi değil!) aranmaktadır (ve tabii bulunamamaktadır!) Bulunduğunda da kolay yitirilmektedir. Çünkü kapitalizmin etkisindeki aşk, bulduğunla yetinmez, sürekli daha büyüğünü arar -ve bu yüzden de asla bulamaz; bulduğu anda bile, "daha büyüğü yok muydu acaba" diye sorar. Kapitalizmin "operasyon" alanı madde dünyasında olduğu için, "en yüce duygu" mertebesine çıkardığı aşkı da çeşitli maddesel şartlara bağlamıştır. Burada temel fikir şartlı mutluluktur: Mesela "aşık olan kişi alışveriş eder" varsayımıdır -veya bu ekuvalent bir tarzda tersine çevrilir: "Aşk için alışveriş edilir." Buradaki karşılıklılık ilkesi, parasal özgürlük temelli olduğundan, aşkın belirtisi olarak çeşitli -para bazlı- gelenekler geliştirilmiştir. Hediye kültürü burada kötüye kullanılıp bir tüketim kültürü haline getirilmiştir.

Eva Illouz Hanımın yaptığı, bu çerçeve dahilinde "sağlam" bir eleştiridir. Ama mesela parası olanın, sırf daha fazla hediye alabildiği için kapitalizmde -hediye alamayana göre- daha mutlu olabildiği üzerinde de durmaktadır. (Konuyu kapitalizmle sınırlayacaksak) Malesef doğru! Ama şu konuyu da es geçmiyor: E bu mutluluğu "canlı" tutmak için de sürekli birşeyler almak, "sürprizler" yapmak falan zorundasınız. (Sonucu söyliyeyim: Eviniz lüzumsuz eşyalar mağazasına dönebiliyor!) Ama asıl konu bu değil. Asıl konu: Sistem içinde yaşayan, sistemle kuşatılmış, herkesin sistemin normlarını esas aldığı bir atmosferde yaşayanların, kendilerini bu "mal" mutluluğunun gazabından korumasının pek de kolay olmamasıdır! Burada yalnız olmazsanız, (yani 'sahici' adam gibi / kadın gibi bir aşkınız varsa yanınızda!) kapitalizmin insan bozan paracıllığından korunmak çok daha kolay olabilmektedir. Bu açıdan bakıldığında aşkın önemli bir ilham kaynağı olduğunu tekrarlayalım.

Kapitalizm devrinin aşk ritüellerine getirdiği ve benimsenen bir çok yenilik var. Sadece aşk için 'Özel alan' yaratmak ve 'randevu/buluşmak' konuları bile yeteri kadar geniş alanlar oluşturuyor ve Eva Illouz bu alanları enine-boyuna inceliyor. İncelediği "Özel"alanlar ve "Özel"likler arasında, sözkonusu özel aşk alanlarının sosyal alana kaydırılması konusu da var. Yazar burada 'Sinemaya, lokantaya, Cafeye gitmek'ten tutun da 'birlikte turizm' konusuna kadar geniş bir alanı inceliyor. Aşkla/çiftle ilgili özgür alanın sosyal alana doğru genişletilmesi konusu. Yazarın bunu kapitalizm açısından incelemesi gerçekten de çok ilginç ve güzel. Tabii burada bunların "kötü" olduğunu söyleyecek halimiz yok -zira kapitalizm bile tamamen kötü bir şey değildir/olamaz. Fakat intim (iki kişinin arasındaki özel yakınlaşmayla ilgili) konuların bir tür despotizm gibi sosyal yaşamda diğerlerinin üzerinde baskı unsuru olarak kullanılması konularına bile giriyor yazar -ki, şimdi bu yazının çerçevesini aşmaktadır. Fakat aşkın romantize edilmesi, romantizm için maddesel/parasal şartların icadı (şampanya, sinema, tektaş vs.) aşk üzerinden tüketimin romantize edilmesini sağlıyor. Zaten bu da reklam endüstrisinin ilgi alanına giriyor. Yazarın bu denklemi gayet doğru bir şekilde gösterdiğini söylemeliyiz. Ama onun ötesi?!.. O yok malesef!.. Kapitalizm aşkın sadece maddeye değen yerlerini sömürüp kullanıyor, onun ruhuna dokunabilmesi mümkün değil. Ama dokunabildiği alanın bile ne kadar büyük olduğuna bakarak aşkın inanılmaz büyüklüğünü anlamak mümkün. Aşkın aslı ve özü çok büyük ve bizim en güzel işlerimizden biri onu çoğaltmak, maddi kelepçelerinden kurtarmak ve rafine iyilikle yüceltmek olmalı. Bu cümle kulağa, aşk sanki bir "iş"miş, bir külfetmiş gibi geliyorsa şunu hemen ekleyelim: Aşk, dünyanın en güzel işi! En güzel külfeti!

konstantiniye.blogspot.com
selcuksalihcaydi@gmail.com

Kapitalizm : Bir Aşk Hikayesi
Korkut Boratav
Sol

Michael Moore filmleriyle Amerikan toplumunu eleştirmeye devam ediyor.

Öncekileri hatırlatayım: Kapanan fabrikalarıyla birlikte işlevsiz kalan geleneksel işçi sınıfının kaderi, Amerikalıların silah tutkusu, 11 Eylül’den Irak saldırısına uzanan dönemde Bush yönetiminin marifetlerinin teşhiri, Amerikan sağlık sisteminin insafsız eleştirisi…

Şimdi de 2007-2009 krizini vesile ederek doğrudan doğruya Amerikan kapitalizmini hedef alıyor: Bu hafta Türkiye’de de gösterime giren Kapitalizm: Bir Aşk Hikâyesi…

Michael Moore’un, son yıllarda Amerika’dan çıkan en etkili muhalif olduğunu düşünüyorum. Kendisine bir Oscar, bir de Altın Palmiye ödülleri getiren belgesel sinemayı çarpıcı bir biçimde kullanıyor. Konusunu doğrudan doğruya insan hikâyelerine taşıyarak işliyor. Kapitalizm: Bir Aşk Hikâyesi de böyle bir film.

Kriz ortamındaki Amerikan kapitalizmini de tek tek insanlar üzerinde odaklanarak eleştiriyor.

***

Emekçi katmanlardan filme taşınan insan manzaralarından örnekler vereyim:

İpotek borçları nedeniyle konutlarından polis zoruyla tahliye edilen insanları görüyoruz… Bu insanların önemli bir bölümü, uzun yıllardan beri oturdukları evlerden çıkartılıyor; zira, komisyoncuların, bankaların iğvasına kanarak konutlarını ipotekleyerek ilaveten borçlanmışlar ve tökezleyince evleri satılmış.

Yirmi yıldır oturdukları konuttan polis zoruyla çıkarılan aileye emlâk komisyoncusu soruyor:

“Evin son temizliği için dışarıdan insan tutacağız; isterseniz siz temizleyip bin dolar kazanın…”

Kabul ediyorlar. 81.000 dolarlık borç nedeniyle tahliye ettikleri kendi evlerini temizleyip yeni sahipleri için hazır hale getirdikten sonra bin doları alıyor; kamyonetlerine binip kayboluyorlar.

Havayollarının bunalıma girmesi bahanesiyle maaşları düşürülen ve “yoksul Amerikalılar sınıfına” katılan pilotlar…

Bazıları, yoksullara dağıtılan yiyecek karnelerine muhtaç kalmış; birisi mesai saatleri dışında köpek gezdirerek; bir başkası kanını satarak ek gelir kazanıyor.

Dev perakende zinciri Wal Mart’ta çalışırken kansere yakalanıp ölen adamın hikâyesini karısından izliyoruz. Hastanelere 100.000 dolar borçlanmışlar.

Cenaze kalktıktan sonra öğreniyor ki Wal Mart kocası için bir hayat sigortası yapmış; ne var ki, sadece şirketin yararlanabileceği türden bir sigorta… İşçinin ölümü, aileyi iflasa sürüklerken, Wal Mart için kazanç kaynağı olmuş.

Bir hayli yaygın olan bu tür sigortalara, finans çevrelerinde “köylü sigortası” dendiğini öğrenen dul kadın, “bu köylü lâfı çok ağırıma gitti” diyor.

Özel şirketler tarafından “işletilen” çocuk hapishanelerinden manzaralar izliyoruz.

Öyle anlaşılıyor ki, hapis süresi uzadıkça işletmenin kârlılığı artmaktadır. Basit kabahatler nedeniyle bir-iki ay hapis cezası alan yoksul çocukların hapis süreleri çeşitli bahanelerle birkaç kat uzatılmaktadır.

***
İşçi sınıfı kökenli solcular diyalektik düşünmeye kendiliğinden yatkın olurlar.

Moore da böyle olduğu içim emekçilerden başlattığı hikâyesini karşıtlarıyla bağlantılandırıyor; sürdürüyor. Böylece Amerikan kapitalizminin egemen, yönetici sınıflarından, onların sözcülerinden de “manzaralara” ulaşıyoruz.

Amerikan ekonomisini yöneten kişilerin büyük şirketlerle göbek bağlarını Moore tek tek ortaya koyuyor.

Ve gösteriyor ki, bunlar, dev bankalara hizmet ederken kazandıkları milyonlarca doların “karşılığını” hükümete geçtikten sonra eski şirketlerini doğrudan veya dolaylı yöntemlerle ödüllendirerek fazlasıyla ödemişlerdir.

Ünlü banker Warren Buffett’in “finansal sistemin kitle imha silahları” olarak adlandırdığı ve krize yol açtığı söylenen “finansal araçlar”dan bazıları, örneğin türevler, batık kredi takasları ne anlama gelmektedir?

Wall Street’teki ofislerinden çıkan bankerlere, uzmanlara mikrofon uzatıyor; yanıt alamıyor.

Harvard’lı ünlü profesör (ve IMF’nin eski baş ekonomisti) Kenneth Rogoff’a ulaşıyor; profesör açıklamaya çalışıyor; tökezliyor, beceremiyor.

Bankalara 700 milyon dolar aktaran kurtarma operasyonunun izlerini sürmeye çalışıyor. Kongre’de bu süreci denetlemeyi üstlenen kişiye soruyor:

“Bu para şimdi nerede?”

Cevap,

“bilmiyorum”.

Moore’u, bundan sonra elinde bir torba; “vatandaş olarak paramı geri almaya geldim” diyerek tek tek dev bankaların kapılarında görüyoruz.

***

Michael Moore’un filmi, “krizden tablolar” olarak başlıyor; hızla kapitalizmin eleştirisine dönüşüyor.

“Kapitalizm paranın egemenliğine dayandığı için özünde anti-demokratiktir; acımasızdır; habistir; ortadan kaldırılmalıdır.”

Bu mesaj, film boyunca Moore’un, din adamlarının, sıradan insanların ağzından sık sık tekrarlanıyor.

Sistemin kötülükleri, Moore’a göre, o kadar açıktır ki, isyan haklıdır. Esasen, film boyunca sıradan insanların dayanışmayla, mücadeleyle, fabrika işgaliyla kazandıkları “küçük zaferler” de anlatılmaktadır.

Peki, alternatifi nedir?

Moore Reagan-öncesi Amerikası’na, kapitalizmin refah toplumu düzenlemelerine özlemle bakmakta; Roosevelt’e büyük saygı duymaktadır.

Finans kapital ve savaş lobisi tarafından kuşatıldığını kabul etmesine rağmen Obama’yı hâlâ desteklemekte; bu yüzden de Amerikan solcularının bir bölümüne ters düşmektedir.

(..)

Peren Birsaygılı
Deprem değil; Vahşi kapitalizm

İspanyol Katolik rahip Bartolome de Las Casas, 1508 senesinde Haiti’ye vardığında ada üzerinde sadece 60 bin insanın yaşadığını gördü. Ve bu gördüğünün 1494-1508 seneleri arasında “beyaz adam” tarafından vahşice katledilen 3 milyon insandan geri kalan olduğunu öğrendiğinde büyük bir sarsıntı yaşadı.


Bartolome de Las Casas vicdan sahibi bir insandı. Seyahat ettiği yerlerde yüzüne tokat gibi çarpan bu gerçekleri kaleme aldı. Ve ada yerlilerin huzur içinde yaşarken uğradıkları vahşeti tüm çıplaklığıyla aktardı. Ona göre “beyaz adam” doymak bilmeyen bir canavarı andırıyordu. Ne kadar alırsa alsın, daha fazlasına sahip olmak istiyordu. Haiti yerlilerinin verecek bir canı kalmıştı. Beyaz adam onu da istemişti. Ve almıştı…



Bartolome de Las Casas’ın Haiti yerlileri ve Kızılderili katliamı üzerine kaleme aldıkları gelecek nesiller üzerinde de büyük etki uyandırdı. Ve yazdıkları, dünyanın farklı coğrafyalarındaki pek çok insan tarafından okundu.

[img]Sömürgeciliğin Kanlı Tarihi: Haiti[/img]



Haiti de, Bartolome de Las Casas’ın adaya ayak basmasından bu yana, beyaz adamın daima iştahını kabartan toprakların başında geliyordu.

Üstelik bugün olduğu gibi, o zamanlar da Rahip de Las Casas gibi düşünmeyen pek çokları vardı. Zira Haiti’deki sömürünün henüz ilk yıllarında, Juan Gines de Sepulveda adında İspanyol bir ilahiyatçı ortaya çıktı. Ve meslektaşının aksine yaşanan tüm bu vahşeti “kitabına” uydurma konusunda üstün gayret gösterdi. Ona göre “beyaz adam” dört nedenden dolayı haklıydı. Bunlardan ilki, Haiti yerlilerinin tahakküm altına alınmaya muhtaç vahşiler oluşuydu. İkincisi, sözde ilahi hukuka ve adalete karşı geldikleri için dışarıdan müdahaleyi hak ediyorlardı. Üçüncüsü, puta tapanlar tarafından kurban edilen insanlar kurtarılmalıydı. Dördüncüsü ise, toprakların gasp edilmesi yoluyla tanrının kelâmı burada hakim kılınmalıydı.

Ve Haiti’nin acılarla dolu tarihi, Juan Gines de Sepulveda ve onun gibilerin sözlerinin lanetinden adeta yakasını kurtaramadı bir türlü…

Köle gemileri vardı…

Ve Haiti yerlileri köle gemilerine doldurulup satılıyordu. Bu gemilerde yaşananlar tam bir insanlık dramıydı… Gemilerdeki cellatların kullandığı sivri demirli çizmeler, türlü türlü işkence aletleri, zavallıların bedenlerini yarmak için yapılmış kalın demir çubuklar ve onları birbirine zincirlemek için gemiye yüklenmiş tonlarca zincir…

1.5 milyon yerlinin Atlantis okyanusuna gömüldüğü anlatan Bartolome de Las Casas, korkunç bir gerçekten daha söz ediyordu. Bu da; Kan kokusunu alan köpekbalıklarının bu gemilerin peşini hiç bırakmıyor oluşuydu. İçgüdüsel olarak yemek bulmaya şartlanmış köpekbalıkları sürekli gemileri takip ediyorlardı.

Latin Amerika’nın ilk bağımsız ülkesi

Uruguaylı yazar Eduardo Galeano, son kitabı Aynalar’da Haiti halkının özgürlük mücadelesine büyük yer ayırıyor.

İnsanların, özellikle de Latin Amerikan halkının mustarip olduğunu “unutkanlık”la savaşmak için yazdığını söyleyen Galeano’nun bu son kitabı da, diğer kitaplarında olduğu gibi, yine vurucu bir üslupla kaleme alınmış eşsiz bir muhalif tarih kitabı…

Galeano, kitapta önce Haiti’nin sömürülüş öyküsünü, ardından ise Haiti halkının gösterdiği büyük özgürlük mücadelesini anlatıyor.

Ve pek çoğumuz tarafından unutulmuş, hatta bir çoğumuzun haberdar dahi olmadığını önemli bir gerçeğin altını çiziyor.

Bu gerçek; Haiti’nin bulunduğu yarımkürenin ilk büyük sosyal devrimini gerçekleştiren ülke oluşu. Ancak Fransız sömürgesi altında köle haline getirilen 400 bin Afrikalının, şeker ve kahve ekimindeki 30 bin köle sahibine karşı ayaklanarak, Napolyon’un en yüksek rütbeli generalini büyük bir yenilgiye uğrattıkları gerçeği, tarihin tozlu sayfalarında kalmış, unutulmuş-unutturulmuş bir bilgi adeta.

Eduorda Galeona, köleleştirilmiş olan Haiti halkının kazandığı bu büyük zaferi ve ardından 1804 senesinde gelen bağımsızlığı, sömürge ordusuna indirilen esaslı bir şamar olarak tarif ediyor.

Ancak kan gölünün ortasında doğan bu yeni ulusa, dünyanın beyaz sahipleri tarafından her daim ödetilmekte olan bir bedel olduğunun da altını çizmeyi ihmal etmiyor; Aşağılanma…

Kapitalizmin Laneti ve Haiti



1804 senesinde kazanılan bağımsızlık, Amerika’nın 1915 senesinde düpedüz işgal etmesiyle son buldu. Haitili Vatanseverlerin lideri Charlemagne Péralte bir kapının üzerine çivilenerek çarmıha gerildi. Binlerce insan kıyımdan geçti. İşgalci Amerikan hükümeti adına açıklama yapan zamanın Dışişleri Bakanı Robert Lansing’in sözleri gerçekten de manidardı. Zira Lansing de tıpkı Juan Gines de Sepulveda gibi , “Haiti halkının vahşi yaşama yönelik doğuştan gelen eğiliminden ve Medeniyete yönelik fiziki yetersizliğinden dolayı kendi kendini yönetme kapasitesine sahip olmadığını” söylüyordu.

Ve 1934 senesine kadar bilfiil süren bu acımasız işgal büyük bir laneti de beraberinde getirdi.

Dün köle gemilerinde satılan, türlü işkencelere maruz bırakıldıktan sonra köpek balıklarına yem edilen insanlar, bugün kapitalizmin kölesi haline getirildi.

Adanın kaynaklarını kontrol etmek için yüzyıllardır süregelen paylaşım kavgası, Haiti’yi dünyanın en fakir ülkesi haline getirdi. Ve Amerika 1915 senesinde Haiti’yi işgal ettiğinden beri olumluya yönelik devam eden tüm uğraşlar, Amerikan hükümetleri ve onun müttefiklerince engellenerek, ada halkı mutlak bir sefalete maruz bırakıldı.

Haiti, son yıllarda artık rafine hale gelmiş bir işgal ve sömürü ile mücadele ediyor. IMF anlaşmaları yüzünden, yoksulluk inanılmaz oranlarda artmış bulunmakta. Özellikle çok uluslu şirketler için adeta bir ucuz emek cenneti olan Haiti’de asgari ücret 40 dolar ve bu Latin Amerika’nın en düşük asgari ücreti…

Deprem ve 230 bin ölü: Bu manzara kimin eseri?

Haiti, 12 Ocak günü büyük bir depremle sarsıldı.

Ve ortaya çıkan manzara içler acısıydı.

Binlerce derme çatma ev bir gecede yok oldu.

Yerle bir olmuş evler, üst üste yığılmış cesetlerden yapılmış barikatlar ve 7000 insanın biranda gömüldüğü toplu mezarlar…

Yoksulluk, açlık ve sefalet, depremle birlikte tüm gözlerin üzerine çevrildiği Haiti’nin kara yazgısı olarak tekrar kazındı hafızalarımıza…

Peki bu manzara kimin eseriydi?

Haiti’nin büyük depreme neden olabilecek fay hatları üzerinde olduğu biliniyorken, neden adada depreme dair alınmış en ufak bir önlem yoktu?

Oysa Haiti’de bu zamana kadar ciddi depremler olmuştu ve her 50-60 senede bir ciddi depremler olmak ihtimalinin yüksek olduğu bilimsel olarak defalarca kanıtlanmıştı.

Peki, bugün depremin ardından timsah gözyaşı döken sömürgeci ülkeler ve depremi fırsat bilerek adayı tekrar işgal eden Amerika, olası bir felaketi önlemek için en ufak bir önlem almışlar mıydı?

Elbette hayır!

Zira insan hayatının en ufak bir önemi dahi yoktu.

Ve ortaya çıkan bu korkunç manzara bir gerçeği daha gözler önüne seriyordu…

Deprem falan değil; Öldüren, vuran, katleden, yerle bir eden sadece vahşi kapitalizmdi…
perenbirsaygili@gmail.com
haber10

H. Bülent Kahraman
Fakirlerle alay etmek

Olacak iş değil. Uzun bir yolculuktan yorgun argın dönmüşüm. Vakit gece yarısı. Bir kanepenin üstüne yığılıp televizyonu açıyorum. Bir kanalda SABAH'ın Pazar ekinde iki hafta önce yazdığım yazı okunuyor. Nereden çıktı derken kadim dostum Haşmet'in (Babaoğlu) yazısı yayınlanıyor. Haşmet, benim o yazıda dile getirdiğim ve Rutkay Aziz'in oynadığı reklamı konu ediniyor.

Reklamın içerdiği ahlak anlayışını, Aziz'in solcu geçmişine, 1990'larda ortaya çıkan ve markalara dönük o saçma sapan tutkuyla beliren parıltı (bling bling) kültürüne göndermeler yaparak eleştirmiştim. Ama aynı yazıda, her şeye rağmen, diyordum, bu film ve son dönemde eski arabesk müzik ve kültüre dönük ironiler, bizi Yeşilçam'ın daha cemaatçi ahlak anlayışından, daha içe dönük ve dünyadan kopuk gerçeklik duygusundan uzaklaştırmaktadır da.

Haşmet bunu kabul ediyor ama asıl alay edilen "fakir ama onurlu gençlere" lafı getirip onlara gülüp geçmenin ahlaksızlık olduğunu vurguluyor. Yüzde yüz katılıyorum ve yazısının altına imzamı atıyorum.

Reklamın ideolojisine hiçbir biçimde katılmıyorum. Haşmet'in iğrenç dediği Rutkay Aziz kahkahasını irkiltici ve ahlak dışı buluyorum.

Buna rağmen ilk yazımda dile getirdiğim noktayı başka bir açıdan ele almak istiyorum.

Benim için soru şudur. Eski Yeşilçam "aile sineması"nın cemaatçi ahlak anlayışından, gerçekten kopuk masalsı dünya görüşünden bugünkü pespayeliğe nasıl geldik?

Türkiye'de ilkel sermaye birikimine dayalı, kapitalist sömürü düzenini her düzeyde kullanmak isteyen bir anlayış var. Marx bu tutuma "küçük burjuva radikalizmi" diyordu. Mal biriktirmeye, her şeye, haklı haksız, ahlaki, gayrı ahlaki yollardan sahip olmaya, her şeyi kendi mülkiyetinde tutmaya çalışan bir insan tipi ve onun tavrıdır bu. Tam da böyle bir insan tipolojisinin topluma gitgide hâkim olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Gene Marx'ın deyişiyle "mal fetişizmi"nin her şeyin önüne geçtiği bir anlayıştan söz ediyoruz.

Burada ilginç bir nokta var. Bu tutum içinde bulunan insanlar aslında toplumun en çok sömürülenleri. Yani "fakir ama onurlu" insanlar. Haşmet onların hâlâ var olduğunu söylüyor. Öyle. Kuşkusuz.

Ama bu daha ziyade küçük yerleşim çevreleriyle ilgili bir saptama. Büyük kente, metropolitan alana çıkınca sosyolojik olarak bu duygunun kaybolduğunu kabul etmek gerekiyor. İşin daha da beteri, bu insanların kendilerini sömüren ahlak anlayışıyla özdeşleşmeleri. Doğal, çünkü burada Hegel'in "köleefendi diyalektiği" dediği mekanizma işliyor. İnsanın işkencecisine âşık olması gibi bu insanlar da kendilerini sömüren düzenin kurallarıyla hareket ediyor, hatta bir yüceltme (süblimasyon) duygusuyla onu epey uç bir noktaya taşıyor.

O eski filmlerde bu yoksul ama onurlu olma durumunu yaratan, kim ne derse desin, arka planda gelişen, işleyen yarı mistik bir dünyaydı. Bu doğaldı. Çünkü o filmler netice itibariyle taşra burjuvazisiyle, bir anlamda Müslüman sermayesiyle ilgiliydi. Ticaret yapan ama dinsel bir tutumla kendisine sınır getiren bir muhakemenin insanları. Şimdi kentsel alandaki göçerlerin bu mistifikasyona sahip olmasını beklemek safdillik olur. Yani, Protestan/Müslüman etiği veya onları dengeleyecek çok yaptırımcı bir sivil ahlak anlayışı yoksa ortada burjuvazinin ahlaki tutumu da çok sorunlu bir hal alır.

Kapitalizm gelir rasyonel tavra dayanır. Dolayısıyla sinema hem küçük burjuva radikalizmini hem onunla bütünleşmiş ahlaki tutumu kaba bir gerçeklikle yansıtıyor. Kabul etmiyoruz ama anlıyoruz. Ne yazık ki böyle diyoruz.

Rahatsızlık duymamız sevindiricidir, çünkü bu kaba kapitalizmden rahatsızlık duyuyoruz demektir.
Sabah

Peren Birsaygılı
Sinan Çetin’le demleme çay!
Bir süredir Sinan Çetin’li bir çay reklamı dönüyor ekranlarda…

Sinan Çetin’i zaten her dönemin silahşörü olması özelliğiyle tanımayan yok adeta. Bir dönem solcu, bir dönem sıkı Özal’cı, ardından ise Tansu Çiller hayranı olarak çıkmıştı karşımıza. Şimdilerde ise koyu bir Akp sevdalısı olarak vitrinde.

Ve hayatında “Çiçek Abbas” dışında hiçbir kayda değer filme imza atmamış olmasına rağmen, kaldı ki bu filmin başarısı da yönetmenden değil Yavuz Turgul’un senaryo dehası ve Şener Şen ile İlyas Salman’ın büyük oyunculuğundan kaynaklanıyor, yönetmen denildiğinde ilk akla gelen isimlerden birisi maalesef.

Oysa yükselebilmek, bir yerlerden biraz daha nemalanmak adına kirletmeyeceği hiç bir değer yok. İslam dini de dahil olmak üzere, tüm inanç sistemlerinin ya da ahlaki değerlerin kolayca üstünü çizebilecek bir yapıya sahip. İşte bu yüzden o sakallı entelektüel imajının altında “kazanmak” duygusunun vahşice kışkırttığı çarpık hezeyanlar gizli. Bir röportajında söylediği “Hayatta en nefret ettiğim ses miting meydanlarında haykıran işsiz güçsüzlerin çıkardığı seslerdir” diyen Sinan Çetin’in tek başarı kriteri, ezilenlere ve sosyal devlete öfke duyan pek çoklarında olduğu gibi, para kazanmak. İşte bu yüzden Ayn Rand’ın kitaplarını basarak Türkiye düşünce tarihine eşi benzeri olmamış bir katkı sağlamış olan! yayınevinin sahibi olması hiç de şaşırtıcı değil aslında.

Üstelik insanların sömürülmesini zerre kadar dert etmemiş olan Ayn Rand’tan arakladığı düşünceler bir yana, kendi servetini meşrulaştırmak için ettiği saçma sapan konuşmalar da cabası. Sanki çok büyük bir fikir adamıymış gibi kendinden emin halleri, binlerce kez yinelenen o neo-liberal zırvaları sanki ilk kez söyleniyormuş gibi bir havayla söylemesi, çok bilgisi varmış gibi dünya sistemleri üzerine atıp tutması, binlerce kitap okuyan insanlar dahi bu kadar net çıkışlar yapmazken “Theodor Adorno aslında salağın tekiymiş” türünden saçma sapan çıkışları ile de sabırları zorluyor.

Sadece sabırları zorlamakla kalmıyor, günümüz Türkiye’sinde artık ne tür adamların prim yaptığını da gösteriyor bizlere.

Zira Sinan Çetin, mükafatını alıyor da. TRT’ye yaptığı tonla işin yanı sıra, bir sürü tanıtım olayına da imza atıyor. En son, ne sıfatla bilinmez ama, uluslar arası alanda almış olduğu bir tane adam gibi ödül olmamasına rağmen Abdullah Gül’ün peşine takılıp Hindistan’a gitti ve milyon dolarlık iş anlaşmaları imzalayarak tekrar gündeme geldi. Bir de, Haliç Camialtı Tersanesi’nin arazisini kapatma hevesine kapıldı ki, İstanbul’un göbeğindeki 300 dönümlük güzelim arazinin kendisine tahsis edilmesi için Abdullah Gül’den söz bile almış deniliyor.

Son olarak ise, çok yoğun biçimde ekranlarda dönmekte olan çay reklamı ile karşımıza çıkıyor.

Mevlana’nın sözleriyle süslenmiş bir reklam filminde boy gösteriyor.

Reklam “Yıllardır Anadolu’yu geziyorum” sözleriyle başlıyor…

Ve şimdiye kadar hiçbir filminde Anadolu insanın derdine tasasına değinmemiş olan Cihangir’li lümpen Sinan Çetin bu kez, filmlerinde daima Anadolu’yu çeken halkçı bir yönetmen imajıyla çıkıyor karşımıza…

Dini değerlerin ticari bir meta haline geldiği, halkın kutsalların basit birer kazanç kapısına dönüştürüldüğü ülkemizde, bir 'manevi değer istismarı' da Sinan Çetin’den geliyor.

Arka fonda “bir lokma bir hırka” felsefesini şiar edinmiş olan semazenler ticari birer figür olarak dönerken, önde Sinan Çetin “Rumi” olarak adlandırdığı Mevlana’dan sözler eşliğinde Anadolu insanının kadirşinaslığından dem vuruyor.

Mevlana’yı böyle ucuz bir reklam filmine alet ederek, onu ayaklar altına alıyor.

Ve o övgüler düzdüğü kapitalist sistemde satılamayacak hiçbir değer olmadığını gösteriyor bizlere…

Her şeyin ama her şeyin satılık olabileceğini görüyorsunuz…

Ve bizlere Mevlana eşliğinde, popülist bir halk adamı imajını yutturmaya çalışırken, bir yandan da çaktırmadan verilmeye çalışılan ucuz siyasi mesajlarla iktidara göz kırpmaya devam ediyor.

Velhasıl reklam filmini izlediğinizde neye sinir olacağınızı bilemiyorsunuz…

Anadolu insanın duygularını sonuna kadar sömürmekte beis görmeyen bir adamın 3 kutu daha fazla çay sattırmak için Mevlana ağzından İslami değerleri bu kadar küstahça ayaklar altına alıp reklam malzemesi yapmasına mı, yoksa iktidara verilen ve karşılığını da bolca aldığı bu “sevimli” pozlara mı?

Ancak şaşılacak bir şey yok aslına bakarsanız…

Zira devir artık bu adamların devri…

Dönemin ruhu işportacılık ve tezgahını halkın değerleriyle en iyi dolduran en çok da satışı yapıyor…

Ancak yine de insan sormadan edemiyor;

Gün gelip de, artık Sinan Çetin gibi adamlara gerek kalmadığında, kendisi bu kez ne tür filmler çevirme peşine düşecek acaba?
perenbirsaygili@gmail.com
Haber10

Morales: "Ya yalancı kapitalizm ölecek, ya da yeryüzü ana"
24.04.2010

'İklim Değişikliği ve Yeryüzü Ana Hakları Dünya Konferansı'na evsahipliği yapan Bolivya lideri Evo Morales, 'bugün dünyanın yaşanabilmesi için vurdumduymaz kapitalizmin ortadan kalkması gerektiğini' söyledi. Koçabamba kentinde başlayan konferans çerçevesinde dün küçük bir stadyumu dolduran yaklaşık 20 bin kişiye seslenen Morales,'Sanayileşmiş ülkeler sözlerinde durmadıkları için burada bulunuyoruz. Ya yalancı kapitalizm ölecek, ya da yeryüzü ana 'dedi.

Evo Morales'in önderliğinde düzenlenen konferans ne yazık ki bizim medyada pek önemsenmedi;birkaç gazete ,iki üç köşe yazarı dışında entellektüel angaryalar kapsamında ,boş işler kategorisinde işlem gördü;ne borsayı,ne açılımı etkiledi.
Peki kapitalizmin doğaya yönelik kıyımı, insanlığa ne getirdi? diye soran Birgün Gazetesi'nden Adnan Bostancıoğlu ise konuya değinenlerden ; şöyle diyor yazar:

'Mutluluk ve refah mı?
Dünya zenginliklerinin yarısı tüm nüfusun yüzde 2’sinin elinde. Kaynakların yüzde 80’ini dünya nüfusunun yüzde 8’i tüketiyor. Bugün, her 6 kişiden 1’i su, sağlık hizmeti, elektrik gibi imkânlardan yoksun. Her gün 5 bin insan, kirli içme suyu nedeniyle ölüyor. 1 milyar kişi açlık sorunuyla yüzyüze.
İşte geldiğimiz yer burası.
Bu arada... İnsanlığın en radikal dönüşümleri yaşadığı son 250 yıla kapitalizm yön verdiği için, bugün gelinen noktanın faturasını da ona çıkartmakta elbette bir beis yok ama... Sosyalizm tecrübesinin sicilinin de parlak olmadığı hepimizin malumu. Üstelik “o rejimler sosyalist değil devlet kapitalizmiydi” demekle işin içinden çıkmak fazlasıyla kolaycılık olur. Sosyalist düşüncenin aslî kaynaklarının yaslandığı “insanın doğa üzerindeki egemenliği” paradigmasından “doğayla uyumlu bir hayat tahayyülüne” evrilmesi kaçınılmaz bir gereklilik. Yoksa “çiçekler ve böcekler” için değişen bir şey olmayacak. Yani insanlar için.'
Doğadan öğrenebileceğimiz temel bir bilgi var. Yaratılmış her şey, tabiat içinde yer alan zincirin bir başka parçasıyla birlikte hareket halindedir. Dünyada olan her varlık,kendi dışındaki önce yeryüzünün hafızası,sonra da kosmosun bilinciyle uyum içinde titreşmezse varlığını sürdüremez. Gezegendeki her canlı,bir diğerinin yaşam nedeni, dizinin bağlayıcı parçasıdır. Bu nedenle soluk alan her nefes,topyekun organizmanın, tam özgür olmayan vucudun otonom uzvudur. Kangren olan parçaysa canlı beden tarafından kaçınılmaz olarak red edilecektir. Aydınlanma devrimiyle birlikte insani aklın özgürlüğünü ilan eden Kantcı bilim bunu hâlâ görememiştir ; Diğer ekümenik ideolojiler kapitalizme göre kendilerini tanımlayıp/tasnif edip,pozisyon alıp, konuşlandıklarından, ortak bilince/kolektif kazanımlara bağlanacak 'aklı' özgür bırakmaları zordur..Acil eğitim,insanın kendini böcekle,yaprakla her tür hayvanla,bitkiyle yeryüzüyle ve kendi türüyle eşitlemesi olmalıdır. Tanrının yeryüzündeki halifesi söylemini bırakıp,yeryüzünün hizmetkarı olmadıkça kurduğu cehennemden insanın çıkışı yoktur. Ego bu eşitlemeyi yapamazsa, sistemler köle/efendi paradoksuyla devindikçe,sömürü üstünden artı değer üretme alışkanlığı olan sistemin yarattığı problemlerin çözümü imkansızdır.Hürriyet, adâlet, müsavat, uhuvvet diyerek, alanlarda 1 Mayıs'ları kutlayarak eşitlik gelmez. Doğayla kendini eşitleyecek insanoğlunun nihai amacı sınıfsız/sömürüsüz toplum özlemi bir hayal olmaktan çıkarsa,insanoğlu bu dünyadaki misafirliğini sürdürebilir ancak.Gerçek hak, hukuk, hürriyet, eşitlik ve kardeşliğe ertelenmesi imkansız hedefler olduğunun bilinciyle sahip çıkılmalıdır.Bunların insan soyunun yürümesi için uygulanabilir pratikler olarak siyasi terminolojiye girmesi için henüz vakit vardır.

Bu noktada sorumluluğu üstlerine alıp, toprakla birlikte acı çeken Evo Morales gibi bireyler/önderler, revize olmamış özgür düşünce ve kamuoyu önem kazanıyor..

Bolivya Cumhurbaşkanı Evo Morales, sanayileşmiş ülkelerin er veya geç bir uluslararası iklim mahkemesinin kurulmasını kabul edeceklerini söyledi. Bolivya'nın orta kesimindeki Cochabamba kentinde düzenlenen iklim konferansında bugün konuşan Morales, uluslararası iklim mahkemesi kurulması gerektiğini savundu.

Morales, "Sanayileşmiş ülkeler böyle bir mahkemenin kurulmasını kabul etmeyebilirler ama bir yandan da ne kabul edecekler?" diye sordu.

"Er veya geç, halk baskısıyla gelişmiş ülkeler iklime karşı işlenmiş suçları yargılamaya yönelik uluslararası iklim mahkemesi kurulmasını kabul edecekler" diyen Morales, yaptırım gücünün ülkeleri herhangi bir iklim ile ilgili bir protokolün hükümlerine uymaya zorlayacağını ifade etti.

Cochabamba Konferansı, Uluslararası İklim Mahkemesi Projesini, "Toprak Ana'nın" beyannamesi ve iklim ile ilgili dünya çapında bir referandum fikrini, Aralık ayında Meksika'nın Cancun kentinde düzenlenecek olan iklim ile ilgili görüşmelere sunacak.

Morales, Uluslararası iklim mahkemesi kuruluncaya kadar, Uluslararası Adalet Divanının iklime karşı işlenen suçları yargılamasını önerdi.

- "TOPRAK ANA'NIN" HAKLARI -
Toprağın haklarının insan haklarından daha önemli olduğunu belirten Bolivya Cumhurbaşkanı Evo Morales, toprağın korunması için bir "uluslararası hareket" başlatacağını duyurdu.

Cochabamba Konferansında gazetecilere açıklamalarda bulunan Morales, bugün kapitalizmin yarattığı tahribata karşı toprağı korumanın önemine değindi.

Morales, "Toprak Ana'nın" haklarını korurken, insan haklarını da korumuş olursunuz" dedi.

İnsanoğlunun Evrensel İnsan Hakları Beyannamesine kavuşmak için 2 bin yıl beklediğini ve nihayet 1948'de BM'nin bu beyannameyi onayladığını hatırlatan Morales, aynı mücadelenin bir "Toprak Ana" beyannamesinin kabulü için de verilmesi gerektiğinin altını çizdi.

Morales'e göre, başlatmak istediği toprağı korumaya yönelik "uluslararası hareket", Uluslararası İklim Mahkemesi Projesini veya iklim ile ilgili alınan kararlar hakkında referandum fikrini hayata geçirecek.

Cochabamba Konferansına, 15 binden fazla delege, sosyal hareket temsilcisi, çevreci veya Güney Amerikanın yerli halklarına mensup kişiler katıldı.
E.Çetin Girgin
Odatv.com

Nihal Kemaloğlu
nihal.kemaloglu@aksam.com.tr
Dolandırıcı şişman kedi; Goldman Sachs

Finanslaşan kapitalizmin tescilli sabıkalı aktörlerinden Goldman Sachs'a önce Amerika'da dolandırıcılık suçlamasıyla dava açıldı.

İngiltere Başbakanı Gordon Brown da, finans denetim kurumundan Sachs için derhal yolsuzluk soruşturması açmasını istedi.
Brown, Goldman Sachs'ın yatırımcıları yanlış yönlendirerek Londra finans piyasasında yüz milyonlarca sterlinin el değiştirilmesine neden olduğunu söyledi.

Kapitalist devletlerin asalak ve kumarbaz küresel finans kuruluşlarından çektiklerinin sonu gelmiyor. Spekülatif balon makinesi, Sachs'ın ürettiği 'zararlı kağıtlarla' küresel krizin pimini çekenlerden.
Tamamen sanal varlıklardan oluşan enstrümanlarıyla emlak piyasasını yere çakanlardan biri olan Sachs'ın yatırımcılarının zararına da seyirci kalmıştı.
Halktan topladıkları paralarla yüksek karlı risk oyunları ve zehirli kağıtlar icat eden Goldman Sachs gibi, Lehman Brothers'ın da açgözlülüğünün neden olduğu finansal felaketin bedeli vergi mükelleflerinden kesilmişti.
'Türev piyasaları' adıyla yaratılan yapay likidite bolluğundan yapma köpükleri şişiren ve patlatan Sachs'ın 'karanlık işleri' New York Times muhabirleri tarafından birkaç ay önce yazıldı.

Sachs'ın mortgage destekli yatırım ürünleri türetip, sonra da bunların batacağına dair spekülasyonla işlem yaptığı ortaya çıkmıştı.
Amerika Borsa Denetim Kurulu SEC, cuma günü mahkemeye başvurarak Sachs'a dava açtı.

SEC, 2007 yılında krizin hemen öncesinde Goldman Sachs'ın 'türettiği!' bu finansal ürünle ilgili bilgileri gizleyerek sattığı sonra da sattığı ürünlerde satış pozisyonu alarak ayrıca kar elde etmekle suçladı.
Aralarında Alman Bankası IKB'in de bulunduğu mağdurların toplam zararı ise 1 milyar dolardan fazla.
Wall-Street bu dava haberiyle sarsılırken Goldman ise yapılan işlemin 'risk yönetimi' olduğunu söyledi.
Sachs'ın bu yılın ilk çeyreğinde 3.5 milyar dolar kar ettiği geçen yılın aynı dönemine göre karını ikiye katladığı açıklandı.
Reel üretimden koparak karmaşık enstrümanlarla atraksiyon yapmaktan vazgeçmeyen finans kapitalizmini yola getirmek zor görünüyor.
Sachs davası piyasalara nasıl müdahale edildiği ve piyasanın kendi kendini düzenleyen yasasının 'varlığını!' ya da 'yokluğunu' gösterecek tarihsel önem arz ediyor.

Ve ayrıca küresel krizin nedenlerini açıklayan 'ideolojik ekonomizm' modelinin de sonunun gelebileceğinden bahsediliyor
Küresel krizi fitilleyen Wall-Street bankaları, kriz sonrası kamu kaynaklarından aktarılan 700 milyar doları ceplerine atıp spekülatif işlemlere devam ettiler.
Kamu paralarıyla kumar oyunlarına devam eden sektöre, Amerikalıların öfkesini dillendirmek Obama'ya düştü.
2009 yılını 450 milyar dolar karla kapatan 38 Amerikan finans kuruluşundan biri olan Sachs, 16 milyar sterlini yöneticilerine dağıtmak üzereyken yakalanmıştı.

Obama da ahlaka aykırı ikramiyeler ve yüksek karlar için Sachs'ı 'şişman kedi' diye suçlamıştı.
Independent gazetesi, Goldman Sachs'ın dakikada elde ettiği karın; 14.4 sterlin olduğunu yazdı.
Obama 'bankalara savaş açtığını' ilan ederek, kamuoyunu yatıştırmak ve zararını telafi etmek için vergi koydu.
Ve ocak ayında bankalara yönelik 90 milyar dolarlık vergi koyarak kurtarma operasyonundaki paranın bir kısmını geri aldı.
Ama Wall-Street'in seçim bütçesinin büyük kısmını finanse ettiği ABD başkanlık seçimleri Obama'nın da bankalarla organik bağının teminatını sağlıyor..

Goldman Sachs'ın adı en son Yunanistan'ın ipini çeken operasyona karıştı, Yunanistan'ın borçlarını Yunan hükümetiyle maskelediği anlaşıldı.
Finans kapitalizminin içerdiği risklere Davos Ekonomik Forumu'nda da işaret edilmiş ve 2010 Küresel Risk Raporu'nda 2009'da aşırı şişmiş finansal varlık fiyatlarının 2010 için risk faktörü olduğu uyarısı yapılmıştı. Fon piyasalarında kısa sürede ve yüksek karlılık için koşturanlara Goldman Sachs'ın Türkiye'ye de çöp tahvil sattığı ve kamu dahil danışmanlık yaptığı biliniyor.

http://www.aksam.com.tr/2010/04/24/yazar/17162/nihal_kemaloglu/dolandirici_sisman_kedi__goldman_sachs.html

Sürdürülebilirlik, bir 21'inci yüzyıl ideolojisi mi?
Salih Selçuk
23.4.10


Günümüzde çok revaçta olan 'Sürdürülebilirlik' kavramı, veya moda tabiriyle 'Sürdürülebilir büyüme'; yeraltı/yerüstü kaynaklarını, gelecek kuşakların yaşam olanaklarını tehlikeye atmadan tüketerek ekonomik büyümeyi sürdürmeyi hedefliyor. Ele alınış biçimiyle, yeni bir tür ideolojiyle karşı karşıya olduğumuzu bile söyleyebiliriz.

1992'de yapılan ve ana teması 'Sürdürülebilir Kalkınma' (Nachhaltige Entwicklung / sustainable development) olan Rio Konferansı, daha sonraki tüm benzeri Birleşmiş Milletler (BM) konferanslarını derinden etkilemişti ve BM'in dünyaya yaklaşımındaki temel düstur 'Sürdürülebilirlik' olmuştu. BM Kalkınma Komisyonu'nun 1987 yılında yaptığı tarife göre, “Günümüz kuşağının, gelecek kuşakların gereksinimlerini karşılayabilecekleri koşulları tehlikeye atmadan kalkınması” anlamında kullanılıyor. İlk kez 1713'te, ormanların ekonomik kullanımıyla ilgili kuralları anlatmak amacıyla Carl von Carlowitz adlı bir ormancı tarafından ortaya atılan 'Sürdürülebilirlik' kavramı çok sonra İngilizceye çevrilmiş. İlk haliyle sürdürülebilirlik, ormanın asıl/öz varlığını tüketmeden, ormanın sadece serpilip büyüyen kadarını kesip o kadarından yararlanmayı öngörüyordu.

Bugünkü 'Sürdürülebilirlik' düşüncesi, 'Üç ayaklı model' (Tripple bottom line / 3BL) diye de adlandırılıyor. Tarifi de en kısa haliyle, 'insan varlığının ekonomik, çevresel ve sosyal boyutta geleceğe doğru gelişmesinin sürdürülebilirliği konsepti' diye özetlenebilir. Petrol şeyhinden çevrecisine kadar istisnasız herkese hitab edebilen ve “insanlığı” kurtarmak gibi ulvi bir perspektife de sahip bir kavram. Sosyal hayattan ekonomiye, oradan çevre ve atmosfere kadar -tek bir düşünce temelinde yaklaşıp tanımladığı- dünyaya/insana/hayata müdahale edebilme hakkını kendinde görebilen bir tür ideoloji. İlgilendiği ve müdahale etmeyi düşündüğü alan itibariyle tarihte şimdiye dek eşi benzeri görülmemiş bir kapsama alanına sahip. Daha önce, istisnasız herşeyi kapsayan benzeri tek örnek, ortaçağ kozmolojisidir.

Sürdürülebilirlik öyle kapsayıcı ve haklı bir tınıya sahip ki, itiraz etmek hiç de kolay değil. Ama havaya-suya kadar herşeye karışabilen, üstelik onları kullananların takdir hakkını kurnazlıkla ellerinden alarak yerel/kültürel/ailevi özelliklerini gözardı edebilen bir düşüncenin sorgulanması gerekiyor. Sürdürülebilrilik, şu andaki düzeni/sistemi çevreye uygun hale getirip sürdürmeyi amaçlıyor. Bunun mümkün olup olmadığını hiç tartışmadığı gibi, bu konuda gelecek kuşakların adına konuşarak onların geleceğini de ipotek altına alıyor. Bu haliyle, sistemin kendi kendine sınırlar koyarak çevreyi kirletmeyi durdurması konusundaki kesin başarısızlığının Kyoto Konferansı'nda tescillenmesi üzerine yeni ikame edilmiş bir tür avuntu gibi duruyor.

1796'da Fransız filozof Destutt de Tracy tarafından ilk kez tanımlandığı şekliyle ideoloji kavramı, dünyada tek tip bir fikirler bilim kurmak projesi ile ilgiliydi. Kısaca, 'dünyaya tek tip bakış açısı' çerçevesinde kullanılan ideoloji kavramı, Sürdürülebilirlik fikrine ve uygulamasına hiç de uzak durmuyor.

'Sürdürülebilirlik' tarifi 1992'de önemli bir değişiklik geçirerek, daha teknokratik bir tını kazandı. Buna göre, Papua ormanlarında avlanan yerlilerden Batılı büyük şehirlerde yaşayan tüketiciye, çölde su kuyusu açan Afrikalıdan boğa güreştiren Güneyamerikalıya kadar herkesin hayatındaki sürdürülebilirlik vaziyetlerine en iyi bilim adamları karar verebilir! Bu konuda demokrat değil. Sosyal, inançsal, etnik, kültürel ve hatta ailevi ilişkileri ikinci plana iten, demokrasilerin bireyin özel hayatını koruyan ilkelerine alenen ters düşebilen yeni sürdürülebilirlik anlayışı; insanların hayatına her alanda müdahale hakkını, ideoloji terimine ilk ilhamı vermiş bilime tanıyor. Bugünün dünyasında bilim, genel kabul gören, herkesin inanp güvendiği bir şey olduğundan, bilimin sürdürülebilirlik konusundaki takdirine itirazsız herkesin boyun eğmesi bekleniyor. Sistemin çevreye uygun bir şekilde sürdürülebilmesi için kararlarına itirazsız itaat bekleyen aynı bilim, çevrenin mahvına neden olan sistemin sürekli büyümeye odaklı temel düsturunu hiçbir bilimsel sorgulamaya tabi tutmuyor. Bu haliyle asıl sorunu gözden kaçırıp gizlediği gibi, geniş kapsama alanı nedeniyle özgürlükçü alternatif görüşler oluşturulmasını da engelliyor. İnsanların kendilerinin, kendi yerellerinde birşeyler yapmasına izin vermeyip tek tip “çözüm” tarzında ısrar ediyor. Özgürlükçü bir yaklaşıma sahip olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Sürdürülebilirliğin en büyük yanlışı ise, insanı -hem de geleceğin kuşaklarını da dahil ederek- bir 'homo oeconomicus' olarak tarif etmesi.

Bu insan modeli, esasen kendi maddi çıkarlarıyla ilgili, sadece rasyonel bazda düşünüp hareket eden, doğayla ilişkileri yararcılıkla sınırlı, klasik ve neoklasik kapitalist ekonominin tipik tüketicisidir! Sürdürülebilirlik anlayışının mantığına göre insan, gelecekte de “sınırsız” bireysel maddi ihtiyaçlarını karşılamak için yaşayacaktır ve sırf bunun için yakıp kavuracağı saçıp savuracağı yeterince yeraltı/yerüstü kaynağı geleceğe de kalmalıdır! Ancak kalması garantilendiği takdirde dünya, uygun bir şekilde yağmalanmaya devam edilebilir! Küreselleşen dünyada bütün küçük sistemlerin birbirine bağlı olması da, sürdürülebilirlik adına heryere ve herşeye karışabilmenin gerkçesi olarak sunuluyor. Sürdürülebilirlik anlayışı, özde yeni birşey olmadığı gibi, bilimi de alet ederek, yeni ve yapıcı olan başka düşünceleri dışlıyor. O düşüncelerden biri şu: Doğa, insanın bencil yararcılığı adına talan edilecek bir yer değildir. Bir diğeri de şu: Sistemin büyümeye odaklı karakterini, yani para/iş sistemini (ve mal/meta fetişizmini) kökten değiştirerek postkapitalist bir dünya kurmak ve çevre talanını tamamen durdurmak mümkün.

Sürdürülebilirlik projesinin kapsamı, tarihte benzersiz ölçüde olunca, bütçesi de yüksek tutuldu. Sürdürülebilir gelişme projeleri için 2002'de Johannesburg'da yapılan toplantıda, 2015'e kadar 980 milyar Dolarlık bir bütçe öngörüldü. Tabii bu paranın nereden bulunacağı bir muamma olmayı sürdürüyor. 2008 krizinden sonra dev bankaları kurtarmak için, nereden serbest bırakıldıkları kısmen başka bir muamma olan bir trilyon Dolar harcanmıştı. BM'in küresel Sürdürülerbilirlik projeleri için bir trilyon dolara yakın parayı ikinci bir kez bulmak hiç mümkün görünmüyor. Ayrıca, projenin işlemesinin sadece paraya bağlı olmadığı da her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. Çünkü sürdürülebilirlik düşüncesine karşı itiraz sesleri artık daha gür çıkıyor.

Sürdürülebilirlik, sistemin gelecekte de artan boyutlarda kriz üreteceği anlaşılan derin çelişkilerin artık bilincinde olan Avrupalı/Amerikalı/Asyalı orta sınıflara bir tür hayal pazarlıyor. Ve en çok bu sınıfların işine gelen statükonun çevreyi bozmadan, birkaç makyajla aynen sürdürülebileceği ham hayalini işliyor. İnsanların vicdanına seslenerek, piyasa mantığı içinde düşünülmüş sürdürülebilir gelişme projelerine angaje ederek rahatlatmaya çalışıyor. Ama sistemin temel karakterini değiştirmeden sürdürmek hızla zorlaşıyor. Gerçeklerden kaçmaktan ne kadar çabuk vazgeçilirse, gerçek çözümler de o ölçüde çabuk ortaya çıkıp etkili olabilirler. İnsanlığın kendini sürdürülebilmesi için herşeyden önce, kapitalist yaşam tarzından vazgeçmesi gerekiyor. Daha çok para/iş için koşturmayı bırakıp yaşamaya başladığı zaman, çevre zaten kurtulmuş olacak.
http://konstantiniye.blogspot.com/2010/04/surdurulebilirlik-bir-21inci-yuzyl.html

Nihal Kemaloğlu
nihal.kemaloglu@aksam.com.tr
Meksika Körfezi'nde yüzen petrol

Petrol bağımlısı kapitalist düzen, agresif teknolojisiyle Meksika Körfezi'nin 1.5 km derinliğinde doğaya tosladı.

Doğal kaynakları riskli ve pervasız yöntemlerle ele geçirme yarışındaki tüketici sistem Meksika Körfezi'nde neden olduğu çevresel kirliliği durduramıyor.

19 gün önce Meksika Körfezi'ndeki bir petrol platformun batmasıyla okyanus tabanında açılmış kuyudan, her gün 5 bin litre ham petrol denize karışıyor.

İki haftada 6 milyon litre ham petrol denize yayılırken deniz yüzeyindeki petrol örtüsü de 2O bin kilometre kareye ulaştı.

Denizin 1.5 km derinliğine kuyu açan 'petrol hırsının' güvenlik zafiyetli teknik koşulları yeni yeni sorgulanıyor.

Bilim adamları oluşan aşırı kirliliğin doğal yaşam üzerindeki yıkıcılığının uzun yıllar süreceğini ve 400'den fazla canlı türünün tehdit altında olduğunu bildirdiler..
Petrol'ün denize karışması devam ederken, deniz yüzeyindeki petrol tabakasını temizlemek için yapılan yakma işleminden ortaya çıkan kimyasal gazlar, çevrede başka bir kirliliğin nedeni oluyor.

Denizin derinliklerine çöken petrolün yoğun kısmını çözündürmek amacıyla kullanılan zehirli kimyasalların ise denizdeki eko yaşamı bitireceği konuşuluyor.

İki gündür çelik ve beton karışımı 90 tonluk dev bir baca sızıntı yerine indirilmeye çalışıyor ama işe yarayıp yaramayacağı bilinmiyor.
Petrolle kaplanmış canlı yaşamdaki yıkımın boyutları tahmin edilemezken, olayın ekonomik bilançosu çıkarılmaya başlandı...

Hisseleri piyasalarda 30 milyar düşüş yaşayan BP, 15 milyar doları aşan temizleme maliyetini karşılayacağını açıkladı.

Ama doğanın sınırlarına ulaşmak için, kendi teknolojik sınırlarını şaşıran yaşam yıkıcı kapitalist sistem kendini sorgulamıyor.

Binlerce yıllık ekolojik-sistemin varlığını yok etmenin etik sonuçları değil tazminat maliyetleri ve ekonomiye etkisi tartışılıyor.

ABD İçişleri Bakanı Salazar, BP'in kuyu açma faaliyetleri sırasında çok büyük hatalar yaptığını söyledi.

ABD şimdilik BP'yi suçlasa da ABD'in ulusal yani küresel çıkarları için BP'le kadim dayanışmasını yürütecektir...
Biliyoruz ki üretilebilir petrol rezervlerine erişimde ABD ve küresel petrol şirketleri gözü kara bir dayanışma içinde.
Dünyanın en büyük petrol tüketicisi ABD tüketiminin yarısını ithal petrolle karşılıyor, ABD ekonomisinin motoru sanayi sektörünün yaşamsallığı petrole bağlı.

Bu yüzden ulusal güvenlik stratejisi de petrol kaynaklarına ve hatlarına dönük hegemonik/militer politikalardan ibaret..
BP ise, dünyanın ikinci büyük devi ve diğer Amerikalı üç petrol şirketiyle (Exxon, Amaco, Chevron) dünyadaki karbondioksit salınımının yüzde 10'undan sorumlu, bu yüzden son yılllarda 'imaj' ve logo çalışması yaparak kendini yeşil şirket ve çevre dostu olarak sunuyor.
Oysa Irak başta olmak üzere petrol üretiminde kullandığı ucuz yöntemlerin çevre kirliliğini misliyle artırdığı kayıtlarıyla mevcut.
2006 yılında da Alaska'nın Prudhoe Körfezi'ndeki BP'in hasarlı çürük borusundan yayılan petrol kirliliği de ABD ve BP arasında gerginlik yaratmıştı.

Bunun üzerine BP Alaska'daki petrol sahasını kapatma kararı almış ve petrol piyasaları ters yüz olmuştu.

Ama sonra kazanan yine petrol olmuş ve BP üretim sahasına tam kapasitesiyle geri dönmüştü..

Şimdi de yeşil şapkalı Obama ve BP en kısa sürede petrol üretimine başlamanın çaresine bakacaklardır.
http://www.aksam.com.tr/2010/05/08/yazar/17352/nihal_kemaloglu/meksika_korfezi_nde_yuzen_petrol.html

Chavez "kapitalizm"i suçladı
06 Aralk 2010
Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez, ülkesinde en az 32 kişinin ölümüne neden olan seller ve toprak kaymaları için "kapitalizm"i suçladı.

Sellerden etkilenen 25 aileyi devlet başkanlığı sarayında konuk eden ve diğerleri için de bakanlıklarda, kışlalarda ve alışveriş merkezlerinde yer açılması talimatını veren Chavez, "gelişmiş ülkelerin, cani bir kalkınma modelini sürdürmek için sorumsuz bir şekilde ekolojik düzene zarar verdiğini, dünya nüfusunun çok büyük bir kısmının da bunun korkunç sonuçlarına katlanmak durumunda kaldığını" söyledi.

"Kapitalizmin neden olduğu ekolojik dengesizliğin endişe verici atmosferik fenomenlerin temel sebebi olduğunu" ifade eden Chavez, "Güçlü ekonomiler yıkıcı bir yaşam tarzında ısrar ediyor, daha sonra da herhangi bir sorumluluk almayı reddediyorlar" dedi. haber1001

Çin'li çevre örgütleri 'Apple'ın öteki yüzünden' şikayetçi
20 OCAK 2011

Çin'deki 36 çevre örgütü yayınladıkları ortak raporda Apple firmasını, Çin'de üretim yapan teknoloji şirketleri arasında çevre ve işçi sağlığına en duyarsız şirket ilan etti.

Raporda 29 firma arasında sonuncu sırada yer alan Apple'a yöneltilen temel eleştiri, şirketin Çin'deki tedarikçilerini yeterince denetlememesi sebebiyle çevreye ve işçi sağlığına zarar verilmesine göz yumması.

"Apple'ın öteki yüzü" isimli raporda, Apple firmasının Iphone isimli ürününe dokunmatik ekran sağlayan Wintek isimli fabrikada çalışan işçilerin yaşadıkları sağlık sorunlarına detaylı bir şekilde yer verilmiş.

İki üreticide büyük sorunlar yaşanmış

Rapora göre, Wintek fabrikasında çalışan işçiler 2009 yılında Apple yan parçalarının üretiminde kullanılan hekzan isimli kimyasıl maddeden zehirlendiler.
Greve gidip, fabrikaya dava açan işçiler, aynı dönemde Apple şirketine de Wintek fabrikasına müdahale etmesi çağrısında bulundular.

Kimyasal maddenin fabrikada kullanımı Wintek tarafından yasaklansa da, Apple Wintek'le çalıştığını kabul etmedi.

Raporda Apple'ın en son sırada yer almasına sebep olduğu söylenen bir diğer olay ise şirketin parça satın aldığını Çin'deki Foxconn isimli fabrikada yaşanan işçi intiharlarına da duyarsız kalması.

'Apple'dan bunu beklemezdik'

Raporu hazırlayan örgütler adına Bloomberg'e konuşan Ma Jun, Apple şirketinden birlikte çalıştığı fabrikaları daha iyi denetlemesini beklediklerini, ancak tam tersine bir durum yaşandığını söyledi.
Sözkonusu 29 şi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum May 28, 2010 12:49 am    Mesaj konusu: ABD, Çin, İran ve ekonomik krizde savaş konuşmak Alıntıyla Cevap Gönder

29.5.10
Kapitalist ahlaksızlığın kökeni
SELÇUK SALIH CAYDI

Size, yayımlanacak yeni kitabıma da aldığım
eski yazılarımdan birini sunuyorum...




Norveç parlamentosunun stenografı Hans Jaeger, kendi halinde, varlığıyla yokluğu belli olmayan ruh gibi bir memurdu –ta ki Kristiania-Boheme adlı otobiyografik romanını yazana kadar. 1885’de yayınlanan kitap müstehcen bulundu. Tanrıya hakaret ettiği gerekçesiyle, piyasaya çıktığının ertesi günü yasaklanıp toplatıldı. Yazarı, parlamentodaki işinden derhal kovuldu. Jaeger, yıllar yılı çeşitli işlerde sürttükten sonra 1902’de Paris’e düştü. Yazdıklarından pişman gibi bir hali vardı. Artık 48 yaşındaydı ve Tanrı ile ahlak hakkındaki fikirlerini onların lehine değiştirmiş görünüyordu. Jaeger önce devrimci-anarşist çevrelerde boy gösterdi ve nihayet 1906 yılında “Anarşinin İncili'ni yayımladı (1) Kitap, hiç kimsenin, ama hiç kimsenin dikkatini çekmedi.
Mammon (2), zafer kazanmışların edasıyla Tanrı'nın karşısına dikilmiş, onunla tartışmaktadır. İnsanoğlu’nun, kapitalin aptallaştırıcı ve ahlaksızlaştırıcı etkisine karşı ayaklanmayı akıl edemeyecek kadar akıl fukarası olduğunu anlatmaktadır Tanrı'ya. İnsanların çalışıp koşturmaktan, yaşamaya fırsat bulamadıkları hayatlarına öfkelenip kızmak gibi doğal reflekslerini bile kaybettiklerini anlatıp keyiflenmektedir. Hatta Tanrı’ya, yeni bir Tufan’la İnsanoğlu’nu yeryüzünden tamamen silmesini önerir. “Kartları yeniden kar ve yeniden dağıt” der. “Yeni bir oyuna, (…) bu kez senin daha donanımlı (akıllı) yarattığın yeni bir Adem ve Havva ile başlayalım. Yoksa bu oyun da çok can sıkıcı olacak.” (3)
İnsanoğlu, gerçekten bu kadar umutsuz bir vaka haline mi gelmiştir? Bütün tarihi boyunca sadık kaldığı ve ona, dünyadaki yaşam şartlarını ilelebet nasıl koruyabileceğini anlatan temel ilkeleri nasıl olmuştur da bukadar çabuk terketmiştir ve pupa yelken global ekonomik/sosyal/çevresel felaketlere yelken açabilecek kadar kendisini kaybetmiştir? “Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkını vermek, Allah’a mahsustur” (4) diyen söylemler, “Eski Dünya Düzeni”nin temel ekonomik prensibini oluşturmaktaydı. Bu ilkeye göre, insanın Tanrı’dan gelen rızkı, tam bir belirsizlik içeriyordu. Tanrı kimseyi aç bırkmıyordu, herkesin rızkını veriyordu, ama önemli bir şartı vardı. O rızkı, nasıl ve ne zaman vereceğine bizzat Tanrı karar veriyordu. İnsanoğlunun rızkını aksatmadan alabilmesi için Tanrı’ya bağlı olması, Onun temel yasalarına uyması, iyi ahlaklı ve erdemli olması gerekiyordu. Eski Dünya Düzeni, binlerce (belki de onbinlerce) yıl sürdü –ta ki Aydınlanmacıların ve onların ekonomi “deha”ları kapitalistlerin ortaya çıkıp insanlara yeni bir alternatif sunmalarına kadar.
Kapitalistler kırlık alanlarda ve şehirlerdeki yerleşim birimlerinin arasına, adına 'fabrika' dedikleri büyük binalar inşa etmeye başladıklarında, kimse buna bir anlam veremedi. İnsanlara, kapitalistlerin fabrikalarda onlar için belirledikleri işleri yapmaları karşılığında para vermeyi önerdiler. Ne kadar çok çalışırlarsa o kadar çok para alabilir, sonra bu parayı istedikleri gibi harcayabilirlerdi. Tanrı’nın ne zaman ne vereceği belli değildi -ama kapitalistler işten sonra trink para ödüyorlardı. İnsanlar, Eski Dünya Düzeni'nin o belirsizliğini aşmak pahasına iradelerini ve üreteceği şeye bizzat karar verme özgürlüklerini, -üç kuruşa- kapitalistlere sattılar. Pis fabrikaları tıkış tıkış doldurdular. Oralarda bütün günlerini/hayatlarını geçirip, hiç tanımadıkları garip bir zenginler tayfası için yaşam enerjilerini tükettiler. Bunu yaparken, özgürleştiklerini sanıyorlardı. Çünkü bu çilenin karşılığında aldıkları para için dua etmek, iyi ahlaklı, dürüst ve erdemli olmak zorunda değillerdi. Bu şekilde kendi sosyal topluluklarından/cemaatlerinden de “özgür”leşiyorlardı. Dayanışarak yaşayan cemaatleri içinde başkalarına karşı görevlerini yerine getirip, başkalarının da onlara karşı görevlerini yerine getirmesini beklemek gibi temel ilkeler de önemini yitiriyordu. İş karşılığı aldıkları paranın cemaatleriyle alakası yoktu, öyleyse o parayı nereye ve nasıl harcayacakları konusunda da kimse onlara karışamazdı. Parayı harcamak için, eskisi gibi tutumlu ve alçakgönüllü olmaları da gerekmiyordu. Yeni düzenin prensibi farklıydı. Çok para almak için çok üretmeli, üretmeye devam edebilmek için de daha çok tüketmeliydiler. Birileri tüketecekti ki üretilebilsin, pis fabrikalarda çalışmaya devam edilebilsin. Böyle bir üretim/tüketim “bilinci” için, eski düzenin emrettiğinin tersine, önce nefsin sesini dinlemek gerekiyordu. Alçakgönüllülük, mütevazilik, tutumluluk geçer akçe olmaktan çıktı. Yeni düzenin işleyebilmesi için onları kaldırıp atmak gerekiyordu. Artık cemaatin bütününü ve karşılıklı dayanışmayı düşünmeden canları ne isterse satın alabilir, nefisleri ne isterse yapabilirlerdi. Kazandıkları para, onları “özgür“ kılmıştı.
Çin’de M.Ö 1500’lü yıllardan itibaren Şang hanedanlığı tarafından kullanılmaya başlanan ve Çin uygarlığının temel kitaplarından biri olan kehanet ve astroloji kitabı Ho-Lo-Li-Şu’da, 64 tane altı katmanlı işaret (heksagram) bulunur ve bunlardan yalnızca onbeşinci işaret hiç bir olumsuz katman (varyasyon) içermez: Kien. İşaret, kitabın Tanrı’yı karşılayan birinci işareti “Gök” ile aynı adı taşır ve “Alçakgönüllülük/Mütevazilik” anlamına gelir. Kien, İnsanı mükemmelleşme hedefine götüren ana yoldur. Kitapta, kehanette bulunulan Kien tipi insan hakkında şöyle bir temel yargıya varılır: “Böyle (alçakgönüllü) insanlar, Göğün yasalarını uygularlar. (…) Bütün dünyada alçakgönüllüler sevilir, kendini beğenmiş kibirlilerden kaçınılır. Bir insan bu (bilgi) silahıyla her zorluğu gönül rahatlığıyla aşar” (5). İnsanoğlu modernleşmeye başlayınca, alçakgönüllülüğü ve kanaatkarlığı zayıflık, kurum kurum kurulmayı güçlülük, müsrifliği de marifet saydı. 21'inci Yüzyılın başında eriştiği körlük ve kibrin zirvesinde, ilerlemeci mantığıyla “ileriye” doğru tek bir yolunun bulunduğunu, o yolun da dimdik aşağıya, kör bir uçurumun diplerine doğru indiğini artık anlamak zorundadır. Çinlilerin deyimiyle, “çok yüksekten uçan, en derinlere düşer.”
Binlerce yıl boyunca bütün inanç sistemleri, insan olabilmek için nefsi kontrol etmek, gem vurmak gerektiğini, alçakgönüllülüğü vaaz etmişlerdi. Kapitalizm, ücretli çalışma sistemini kurarak insanla Tanrı’nın arasına girdi ve insanlara paralarını gönüllerince (müsrifce) harcayabileceklerini anlattı. Ve İnsanlar, kapitalistlerin sunduğu bu yeni “özgürlük” karşılığında kapitalizmin insanlardan beklediği modern köleliği benimsediler. “Özgürlüklerini, zihinlerini, ahlaklarını, kapitalizmin para tutkusuna teslim ettiler.“ Paul Lafargue 1883’de şöyle yazıyordu:
“…Üretilen malların insanlar arasında paylaştırılmasını ve herkesin keyiflenmesini talep etmek varken, işçiler işyerlerine koşuşturuyor ve açlıktan başlarını, kapalı fabrika kapılarına çarpıyorlar. (…) Ve bu sefiller, dimdik durabilecek durumdayken, (…)12 ila 14 saat boyunca iş güçlerini satıyorlar. (…) Kolayca zenginleşebilmek için fakirlere ‘iş’ verenleri, insanlığın iyilikseverleri diye adlandırıyorlar. Veba tohumları saçmak, su kuyularını zehirlemek bile, kırlık alanlarda yaşayan ahalinin ortasına fabrika kurmaktan daha iyidir. ‘Fabrikada çalışma’yı yürürlüğe sok; elveda yaşam sevinci, elveda sağlık, elveda özgürlük - elveda hayatı güzel ve yaşamaya değer kılan her şey.” (6)
Para tutkusu ve inanç, çok eski zamanlardan beri iki zıt kutuptular. Hz. İsa İncil’de, “Hiç kimse (aynı anda) iki efendiye (birden) kulluk edemez” diyordu. “Çünkü ya birinden nefret eder ve ötekini sever, yahut da birini tutar, ötekini hor görür. Siz (hem) Tanrı’ya ve (hem de) Mammon’a kulluk edemezsiniz. Bunun için size diyorum: Ne yiyeceksiniz, yahut ne içeceksiniz diye hayatınız için, ne giyeceksiniz diye bedeniniz için de kaygılanmayın. (…) Göğün kuşlarına bakın, onlar ne ekerler, ne de biçerler, ne de ambarlara toplarlar; ve semevi babanız onları besler. Siz onlardan daha değerli değil misiniz? Ve sizden kim kaygılanarak boyunun ölçüsüne bir arşın (daha) ekleyebilir? Ve niçin giyecekten ötürü kaygılanıyorsunuz? Kır zambaklarının nasıl büyüdüklerine iyi bakın; ne çalışırlar, ne de iplik eğirirler; size derim ki: Süleyman bile bütün izzetinde bunlardan biri gibi (güzel) giyinmiş değildi” (7).
Kapitalizm, insanın yaşam enerjisinin sömürülüp biriktirilmesiyle “ölü çalışma/iş”e yani paraya dönüştürülmesi anlamına geliyor. Paranın günlük hayatın tamel direği haline getirilebilmesi için de, paranın asıl kaynağının yani “çalışma/iş”in, hayatın temel direği haline gelmesi gerekiyordu. Ücretli çalışma sonucu elde edilen paranın, ‘rızk’ın yerine geçebilmesi için insanların çalışmayı iyice benimsemesi gerekiyordu. Kapitalizmin doğuşunun yüz yıl sonrasında halklar, kapitalist yoldan zenginleştikçe daha da mutsuzlaştıklarını yeni yeni farkediyorlar. Oysa Destutt de Tracy yüzyirmi küsür yıl önce; “Halkın kendini iyi hissettiği ülkeler, fakir ülkelerdir. Normal olarak zengin ülkelerde zavallılar yaşar” demişti. (8) Bunun nedeni çok açıktır. İnsanların yaşam enerejisini paraya çevirerek zenginleşen Kapitalist azınlıktan aldıkları ücretin artmasıyla “zengin”leşen halklar, “fakir” halklardan daha fazla yaşam enerjisi harcamış oluyorlardı. Bunun nedeni giderek çok daha fazla çalışmaları değildi. Daha az çalışıyorlardı, maddi anlamda zenginleşiyorlardı ama ruhsal anlamda giderek fakirleşiyorlardı. Çünkü ruhen yücelmelerini sağlayan eski insani/kutsal kuralları önemsemeyen, hatta dışlayabilen “çalışmak” edimi, hayatlarının tam merkezine oturuyordu, bütün hayatlarını belirliyordu, onları eski özgürlüklerinden daha uzaklara taşıyordu.
İnsanlar kendilerini kaptırdıkları bu gönüllü köleliği iyice benimsedikten sonra, “Kendi karıları ve çocuklarını fabrika baronlarına teslim ettiler. Kendi elleriyle kendi ocaklarını söndürdüler, kendi elleriyle karılarının göğüslerini kuruttular; ve o zavallı hamile, emzikli kadınları madenlere ve fabrikalara çalışmaya gönderdiler. Onlar da orada mahvoldular, akıllarını yitirdiler.” (9) İnsanları, (buna artık kapitalistler de dahildir) asıl mutsuz eden şey, para uğruna, ruhlarını ve yaşam enerjilerini -bir ömür boyu- saçma sapan bir takım “işler” için heba etmektir. Kapitalizm insanoğluna özgür olduğu telkin ediliyor ama insan bedeni ve ruhu, bunun böyle olmadığını bas bas bağırıyor. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre günümüz dünyasında her üç kişiden biri, hayatının herhangi bir döneminde psikiyatrik rahatsızlık geçiriyor. Depresyon, dünyadaki her beş kadından ve her 9-10 erkekten birinde görülüyor (10).
Günümüz modern kapitalist sisteminin en iyi işlediği bölgelerde, insanın yaptığı her türlü günlük iş, para ile ölçüldüğünden, parasal karşılığı olmayan işler ya küçümsenip kısıtlanıyor ya da komersiyel hale getiriliyor. Örneğin ev işi yapmak, çocuğu okula götürmek, çamaşır yıkamak, yurt dışından gelen bir arkadaşı karşılamak gibi, insanı bizzat ilgilendiren gerçek kişisel işler, parasal karşılığı olmadığından küçümsenmekte ve savsaklanmaktadırlar. Hep beraber deniz kenarında oturup saatlerce denizi seyretmek, baharın kokusunu ciğerlerine çekip yaşadığının farkına ve bilincine varmak, uzun günleri sadece yaşamaya ve yaşamın anlamını düşünmeye, kenndi özgün hayat tecrübelerine ayırmak gibi uğraşılar “iş” sayılmıyorlar, çünkü karşılığında para alınmıyor. Öyleyse yapılmıyor ya da bir aylık tatillere erteleniyor.
“Modern birey”i, eski çağların (ve geleceğin) insanından ayıran tamel özellik; herşeyi, “iş” ve “iş sonucu elde edilmiş para” bağlamında değerlendirmesidir. Sonuç olarak en önemli değer para olunca insan; onu ahlaki kurallara, kendi doğasına ve toplumuna bağlayan bütün bağlarından teker teker soyunabilmekte, ama soyundukça da o “tek değer”e yani “para”ya daha da bağımlı hale gelmektedir. Güncel eğilimlerine bakarak, kapitalist toplumun son aşamasında toplum diye birşeyin kalmayacağını, toplumun tek tek bileşenlerine/atomlarına ayrılıp çözüleceğini söylemek için kâhin olmak gerekmiyor. (Tabii olay bu noktaya kadar gelmeyecektir, çünkü yeryüzünde bu saçmalığa kesinlikle son vermeye kararlı güçlü bir irade şekillenmektedir.)
Kendini paraya ve çalışmaya vererek özgürleştiğini sanan “modern birey”, herşeyi parasal değeriyle ölçme alışkanlığı nedeniyle, aşk, düşünce, insan sevgisi gibi doğal ve insani değerleri de mal haline dönüştürmüştür. Aşk mı? Al sana “zengin porno endüstrisi”, yaygın fahişelik. Duygu mu lazım? Al sana sulu sepken yapış yapış aşk dizileri ve bu mevzuları yazıp konuşan sayısız medya lalesi. Düşünce mi gerekti? Al sana; Orta Avrupa liselerinde öğretildiği kadarıyla “Modern değerler”i savunan boy boy entelektüel. Nurlarından sizi de “yararlandırmakta” kararlılar, çünkü “işler”i bu, paralarını oradan kazanıyorlar. Amerikan askeri, Bağdat’ta TV kameraları karşısında, işlediği cinayetlerin anlamı hakkında nasıl “this is my Job” (bu benim işim) diyor ve bunun için ayda üç bin dolar alıyorsa, “Aydınlar” da “iş”lerini yapıp biraz daha fazlasını alıyorlar.
Modern aile babası, televizyonda Afrikalı çocukların sopa gibi çırpı kollarını, armut sapı gibi ince boyunlarını görüp onlara acırsa, hemen bir yardım kuruluşuna/firmasına internet üzerinden bağlanıp bir tıkla bir kaç kuruş para gönderiyor ve o gece rahat uyuyabiliyor; ama çalıştığı fabrikanın ürettiği metal parçaların, Afrika’da soykırım uygulayan savaş beylerine satılan tüfeklerin mekanizmaları olup olmadığını sormayı asla akıl etmiyor. Kapitalist toplumun “ahlakı” işte böyle birşey.
Bu saçmalığa karşı çıkmak noktasında bugün asıl önemli olan, -eski anlamda- hayatın tadını çıkarabilmek ve sarsılmaz bir mutluluk kurmak için, yalnız inançlı ve erdemli olmanın yetmediğidir. Kapitalist çalışma sistemine yani yeni “rızk!” sistemine bağlı olunduğu sürece erdemliliğin ve ahlakın maddi temeli yoktur. Çünkü para ve çalışmaya bağlı sistemde ahlaklı olmak sadece bir tercih meselesidir -bir zorunluluk değildir. Kapitalist toplumda ahlaklı ve erdemli laklidi yaparak da pekala yaşanabilir, çünkü ‘herşeyi gören Tanrı’yla ve onun rızk sistemiyle ilgi kesilmiştir.
Jaeger’in kitabında Mammon’un küstah sözlerini dinleyen Tanrı, yenilgiyi kabullenmez. İnsanın içinde, bu modern köleliğe karşı isyan kıvılcımının henüz sönmediğini ve Tufan’ın, bu dünyayı temizleyecek tek şey olmadığını söyler. İnsanların nasıl uyanacaklarını ve uyananların sayısının çığ gibi artarak sistemi yok edeceklerini anlatır. Mammon şaşırır ve Tanrının sözlerinden korkar. ‘Ya Tanrı’nın dediği olursa’ diye kaygılanır. İşte o zaman Tanrı, Jaeger’i yanına çağırır ve insanların da duymaları için, onlardan umudunu kesmediğini anlattığı konuşmasını yazdırır.
Gökkubbenin altında gerçekten değerli olan hiç bir şeyin yitip gitmediğinin bir kanıtı olarak, yüz yıl sonra bu kitap yeniden keşfedildi ve yeniden yayımlandı. (11) İnsanlar, ahlaksızlığın kökeni global kapitalist sisteme kanmayacak kadar akıllı olduklarını yeniden kanıtlamaya hazırlanıyorlar. Tufan ve diğer muhtemel çevresel felaketlere, sosyal çözülmeye ve barbarlaşmaya mahal vermeden, dünya ve insanlık sevgisinin bir işareti olarak global sistemin ocağına, yakışıklı bir incir ağacı dikmeye hazırlanıyorlar.

Hans Jaeger “Die Bibel der Anarchie” Kopenhag 1906.
“Mammon”, Süryanice “Mamuno” (‘Para’ ya da ‘Servet’) sözcüğünden kaynaklanır ve İncil’de adı geçen parasal zenginlik tanrısının adıdır. Kestirmeden, şeytan ile özdeşleştirildiği de olur.
Hans Jaeger. S.37
Hud Suresi 11:6. Bkz.: Abdullah Aydın “Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali” İstanbul
“Ho-Lo-Li-Şu”. Wen Kuan Chu ve Wallace A. Sherill çevirisi. Londra 1976. 15 Numaralı işaret. S.189. Veya, “I-Ging” Richard Wilhelm çevirisi. Münih 1973. S.75-76
Paul Lafargue “Le droit a la paresse”(Tembellik Hakkı) 1883. İnternetteki orjinal metin için Bkz: http://sami.is.free.fr/Oeuvres/lafargue_droit_paresse.html
Bkz.: Kitabı Mukaddes. Yeni Ahit / İncil. İstanbul 2000. Matta Bap 6.24’den 6.30’a kadar olan bölüm. 6. Bap’ın son bölümünde de şöyle bir cümle var: “…Önce Tanrının melekûtunu ve salahını arayın; ve bütün bu şeyler sizler için artırılacaktır.” 6.33
Lafargue’nin yaptığı bir alıntı. Aynı makalesinden.
Aynı yerde.
22 Aralık 2002 tarihli Radikal gazetesinden.
Hans Jaeger’in kitabını yeniden keşfedip yayımlayan: Merlin Yayınavi Gifkendorf 1997

http://konstantiniye.blogspot.com/

May 27, 2010
Salih Selçuk
selcuksalihcaydi@gmail.com
ABD, Çin, İran ve ekonomik krizde savaş konuşmak

Komplo teorisi gibi!.. Savaş denince, tuzu kuru modern vatandaşların aklına sadece sinema filmlerinin geldiği bir devirde, yani günümüzde, onların zengin mahallesinde sıcak savaş olabilir mi? Bu soruyu soranlar mesela, Irak'ı hiç hesaba katmayanlar, Irak'ı televizyonda gördüğünde zaplayanlar... Böylelerini yerinden zıplatmak için, “Avrupa'nın göbeğinde bile sıcak savaşlar yaşanabilir” demek yeterlä aslinda. İstanbul'da veya Paris'te veya Londra'da veya Moskova'da yaşayanlar için savaş en son 1945'de bitmiştir ve o zamandan beri -Türkiye'de yaşanan düşük yoğunluklu savaş da dahil olmak üzere- yaşanan onca sıcak hengame savaş sayılmaz, çünkü modern vatandaşın “kutsal” yaşam alanına, alışveriş tapınaklarına, sitelerine girmemiştir. Ama şimdi, Yunanistan'ın ve belki İspanya ve Portekiz'in durumlarına bakarak, Prof. Michael Hudson gibi biri “Avrupa'daki borçlanmalardan dolayı savaşlar çıkabilir” derse buna kulak kabartan olur. Oluyor. Litvanya hükümetinin ekonomi danışmanı Hudson, Nisan ayı başında verdiği bir konferansta Yunanistan'ın sadece bir başlangıç olduğunu söylediğinde bunu pek yadırgayan olmamıştı. Birçok devletin benzeri duruma düşebileceği her yerde söyleniyor. Ama savaş!.. İşte bu yeni.

Mürekkep yalamış herkes, kapitalizm ile savaş arasında bir ilişki olduğunu duymuş veya okumuştur. Bütün büyük savaşların, büyük krizlerin ertesinde çıktığı da sır değildir. “Ama o savaşlar çıktığında dünya globalleşmemişti. Ülkeler birbirine bu kadar bağımlı değildi. Ayrıca ABD'yi kim yenebilir ki” diyerek bu kabustan uyanmak mümkün mü? O kadar kolay mı? Hiç değil. “Teorik” olarak: Krizler ne kadar büyükse, savaş tehlikesi de o oranda büyüktür. Tabii savaşın çeşitli biçimleri vardır. Kapitalizmle ilişkisi ise, borçlardan kurtulmak ve maddi karşılığı olmayan devasa miktardaki sanal parayı bilgisayar ekranlarından silmektir. Daha da önemlisi, savaştan sonra yeni bir büyüme eğrisi yakalayıp, sisteme yeni bir temiz sayfa açmaktır. Tabi tamamen teorik! Bu işlem, global bir mutabakatla yapılabilir. Sistemin varlığı söz konusuysa ve kapitalizmin “mantığı” dahilinde akıllara başka ihtimal gelmiyorsa, sınırlı bir savaş oyunu neden olmasın?!.. (Tabii savaşların kendi kuralları da vardır. Savaşlar kolayca kontrolden çıkabilirler)

Savaş deyince akla -nedense- sadece silah/külah geldiğinden, modern vatandaş hemen arkasına yaslanıp ABD'nin askeri gücünü sayılara dökebilir. Bu konudaki en güvenilir veriler de merkezi Stokholm'deki SIPRI'dedir. Bugünkülerden daha az ürkütücü olacağından, 2008 yılının askeri harcamalarına bakalım. ABD'nin askeri harcamaları 607 milyar Dolar, Çin'in 85 milyar Dolar. Rusya'nın 58 milyar civarında. Kısa kesmek gerekirse, ABD'nin harcamaları, bu iki ülke dahil olmak üzere Hindistan'ın, İngiltere'nin, Fransa'nın, Almanya'nın, Suudi Arabistan'ın, Japonya ve İtalya'nın askeri harcamalarının toplamından yüz milyar Dolar daha fazla. Bu hesabı yapanlara, 11 Eylül'ü yapanların askeri harcamalarını hatırlatmakta fayda var: Birkaç yüz bin Dolar bile değil. Artık savaşlarda modern silahlar tayin edici olmayabiliyorlar, ama “modern silahların kullanıldığı tüm savaşların galibi ABD'dir” gibi kanıtlanmamış bir teori de mevcut.

Askeri sayılar hiç de abartıldıkları kadar önemli değiller. Bugün eğer sayılardan bahsedeceksek, asıl tehlikeli sayılar askeri değil ekonomik sayılardır. Clinton döneminin sonunda ABD'nin devlet borçları 5.8 trilyon Dolardı, şimdi 12 küsür trilyon Dolar. Bu sayılar roket sayılarından önemlidir, çünkü maaşını alamayan uzman Amerikan askeri istifa eder ve o silahları kullanmazsa, askeri sayılar bir işe yaramayabilir mesela.

Hudson, Yunanistan'ın ve Doğu Avrupa ülkelerinin borçlarını ödemelerinin imkansızlığı üzerinde duruyor ve krizden çıkış yolu olarak soğuk soğuk “Tek yol savaş” diyor. Öyle mi? Neden?

Bilindiği üzere neoliberal ekonomilere geçen eski sosyalist ülkeler, ilk iş olarak tüm devlet firmaları ve mallarını özelleştirmişlerdi. Böylece, neoliberalizmin tipik özelliğine yatay geçiş yaptılar: Özelleştirmeler sonucu devlet gelirleri azalıp eğitim/sağlık/emeklilik/vs. gibi devlet hizmetlerini finanse etmek zorlaşınca, sürekli yeni krediler alındı. Devletler kredi faizi ödemekten helak oldular! Sürekli borçlanmak, neoliberalizmin özelliklerinin başında geliyor. Ama borçlanmanın da bir sınırı var. Ve şimdi o sınıra gelindiği anlaşılıyor. Hudson bunu söylemiyor elbette, ama halkların aniden fakirleşebileceğini ve buna karşı mutlaka sokağa inebileceklerini öngörüyor. Bunun nasıl olabileceği konusunda Yunanistan örneği var elimizde. 110 milyar Euro kredi alacağı söylendi. Bu krediyi geri ödeyebileceğini kimse düşünmüyor. Bu sayede sadece biraz zaman kazanılmış olduğunu söyleyenler hiç de az değil. Ama ödeme ihtimalinin olabilmesi için Yunanlıların maaşlarının üçte bir oranında düşürüleceği, vergilerin artırılacağı gibi önlemler var -ki, Yunanlılar daha bu önlemlerden önce meydanlara indiler. Hudson, sadece böyle durumlarda, hükümetlerin dikkati dışarıya çekmek ve halkı evde tutmak için komşu ülkelere karşı savaş provoke edebileceklerini söylüyor.

Savaş dedikodularının bundan ibaret olduğunu sanan aldanır. Güvenlik politikaları üzerine araştırmalar yapan 'Bundesakedemie für Sicherheitspolitik' adlı kurum, sistemin merkezinin Batıdan Doğuya kaymasını da gözönünde bulundurarak geçen yılın yaz aylarında yaptığı bir değerlendirmede Batı ile Doğu arasında silahlı bir savaşın olabileceği ihtimaline dikkat çekiyor. Burada Batı'dan anlaşılan ABD ve AB, Doğudan anlaşılan da Çin ce Rusya. Kurum, bu büyük savaşın başlangıcı olarak da Batı ekonomilerinin çöküşü ertesini gösteriyor. Burada hemen dikkat çekmek gereken ilginç konu şu: Çökme tehlikesi altındaki ülkeler, Doğu değil Batı ülkeleri.

Eğer bir çöküş korkusundan konuşuluyorsa, global bir ekonomide, Batıda olabilecek çöküşlerin Doğuyu etkilememesi mümkün mü? Elbette değil. Ama zamanın hızlı aktığı günümüzde, Doğunun çöküşü Batıdan birkaç yıl sonra gerçekleşirse, bu bile bütüncül çöküşün sonrasındaki yeni başlangıç için önemli bir konu olabilecektir. (-Tabii bütün bunlar, bugünün kar/zarar rasyonel mantığıyla yapılan hesaplardır. Gelecekteki başlangıçlardan sonra mutlaka “jeostratejik” yeni hesaplar olmak zorunda olmayabilir. Malum bu kavramın “jeo” dediğimiz kısmı yeraltı kaynaklarına, mesela petrole falan işaret etmektedir.) Böyle bir durumda, Batının çöküşünden önce savaşı başlatmak -Doğu için de- “mantıklı!” olabilir mi? Nerede başlatılabilir? İran'da... Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyesi bütün ülkelerin İran'a karşı yaptırım uygulama kararına katılması (Türkiye ve Brezilya'nın çabalarının boşa gitmesi), krizin sosyal sonuçlarından kurtulmak için kontrollü bir askeri gerilim üretmek fikrini ön plana çıkarabilir. Ama bu kez Irak'daki gibi büyük bir mutabakat olmadığı gibi, savaş finansmanı sorunu var. Savaş, yukarıda değindiğimiz nedenlerle yayılabilir. Şurası bir gerçek ki, olası bir savaş durumundan -bu savaş ne kadar büyük olursa olsun, modern bir savaş olduğu takdirde- bundan ABD yararlanabilir. Savaş endüstrisinden para kazanır, işsizliği azaltır borçlarını kısmen eritebilir vs. -Ama bu tahminler de klasik savaş teorilerine ve kapitalizmin konjonktürel krizlerine göre yapıldıklarından, tayin edici hatalar içeriyorlar.

Hataların başında, yaşanılan krizin konjonktürel bir kriz olduğu, krizden sonra kapitalizmin yeni bir yükseliş yaşayacağı varsayımı geliyor. Kapitalizmin savaşlarla aşılan krizleri, aynı zamanda kapitalizmin yeni bir aşamasına geçiş demekti. Kapitalizmin 1930'lu yıllara kadarki krizlerinin, sistemin kapsama alanının şehirlerden kırlara doğru genişletilmesiyle aşıldığını biliyoruz. Daha sonra savaş endüstrisi sayesinde krizlerin aşıldığı bir dönem geldi ve iki dünya savaşı yaşandı. 1970'li yıllardan sonra reel ekonomiden yeterince kar elde edilemediği için, sanal finans ekonomisinin yükseldiği görüldü. Ekonominin motoru sanal para haline geldi. Doğu Avrupa'daki kooperatist kapitalizmin çöküşünden sonra (-ki bu bal gibi bir ilk sistemsel çöküş örneğidir, çünkü çöken bir kapitalizm türüdür) neoliberal kapitalizmin özelleştirilen devlet/kamu mallarına doğru yeni bir genişleme alanı bulduğu söylenebilir. Fakat sanal ekonomi asıl lokomotif olduğu için, bu yeni durum, sanal ekonomi ile reel ekonominin birbirinden iyice uzaklaşıp birbirinden kopma noktasına gelmeleri sonucunu doğurmuştur. Bu durumun neden sürdürülemeyeceğine daha önce değinmiştik. Şimdi “teorikman” beklenen, kapitalin savaş sonrası yeni alanlara doğru genişleyebileceği hamhayalidir. Nereye genişleyecek?!.. Hadi “şimdi bilinmiyor. O gün gelsin bulunur” diyelim... Diyebilir miyiz? Kesinlikle Hayır. Çünkü boyutlar, bize bunun ümkansızlığını şimdiden göstermektedir. Her kriz ve savaş sonrası kapitale açılan yeni alan, bir öncekinden büyük/yaygın/derin olmuştur. Yeni ve bugünkünden daha büyük/yaygın/derin bir alanın bulunması imkansızdır, çünkü yoktur. Ve sadece bu kadar da değil. Marx'ın gösterdiği üzere, parasal değerin maddi muhteviyatının (Substanz) esası 'ücretli iş'tir. Sistem, artık sanal/finans kapitale dayandığından, çalışan sayısını mütemadiyean azaltmakta, yani intihar etmektedir. Bunu tersine çevrilmek ve dünyayı herkesin çalıştığı global bir 'ücretli iş' toplumu haline getirmek mümkün değildir. Yani kısaca: Savaş bu kez kapitalizmi yeni bir aşamaya taşımayacaktır, Marx'ın deyimiyle “Barbarlaşmaya sürükleyecektir.”

Kapitalizmden ve onun yaşam/düşünce biçimlerinden kurtulmak, insanın kendisini aşmak anlamına geliyor. Bunun ilk elementar biçimi, insani/kutsal değerleri yükselterek, ezilenlerden yana olmak, sosyal-devleti yeniden kurmak ve neoliberal politikalara kararlılıkla son vermektir. Kapitalist mantığın sürdürülmesi, yeni bir dünya savaşına neden olabilir. Ve savaşı önleyebilmenin en garantili yolu, kapitalizmin (para/kar mantığı başta olmak üzere) esiri olmaktan kurtulmaktır. Ama savaş olsun veya olmasın, (mesela savaş sonrası) ortaya çıkabilecek barbarlaşmış bir dünyaya, postkapitalist yeni bir düzen sunabilmek, ruh sahibi her makul insanın şimdiden hedefi olmak zorundadır. İnsanoğlu, kapitalizm hastalığından kurtulmaya mecbur.

www.konstantiniye.blogspot.com

Mehmetçik Sigorta'dan Şok Mektup

Oğulları Şırnak’ta asker olan aile, Mehmetçik Sigorta’dan “şehitlik poliçesi” teklifi olan mektubu alınca şoke oldu.
Mektupta 20 lira lık sigorta sonrası asker oğlu şehit olduğunda 22 bin lira alabilecekleri yazıyordu. Zaten tedirgin ailenin uykuları kaçtı

TSK Mehmetçik Vakfı, TSK Elele Vakfı ve TSK Eğitim Vakfı’nca bir yıl önce kurulan özel sigorta şirketi Mehmetçik Sigorta’dan vatani görevini Şırnak’ta yapan bir askerin Ankara’daki annesine “Oğlunuzu 20 TL karşılığı sigortalarsanız ve oğlunuz şehit olursa 22 bin 500 TL ödenecek” yazılı bir mektup geldi. Mektupta Mehmetçik Sigorta’nın vefat veya organ kaybı durumunda ne kadar ödeme yapacağı anlatıldı, oğullarına, ‘ferdi kaza’ sigortası yaptırmaları tavsiye edildi. Mektubu okuyunca şoka giren aile , “Oğlumuz Güneydoğu’da olduğu için çok korkuyorduk. Mektup bizi daha da tedirgin etti. Uykularımız kaçtı” dedi.

‘BANA GELSE BEN ÖLÜRÜM’

Şırnak’ta bulunan Mehmetçik Sigorta Doğu Güneydoğu Bölge Müdürlüğü yetkilileri mektubu doğrularken aileye askeri birlikler tarafından gönderildiği bilgisini verdi. Bölge yetkilisi Ş.K. zorunlu olmayan bu sigortanın askerlikte geçerli olduğunu belirterek “Aileye de bilgi veriliyor. Bilgiyi askeri birlik gönderiyor. Ölüm halinde sigorta 22 bin 500 TL, Mehmetçik Vakfı ise 18 bin 500 TL veriyor” açıklaması yaptı.

Mektuptan haberdar olmadığını belirten Mehmetçik Sigorta Genel Müdürü Esin Sarıyalçın ise “Oğlum askerdeyken, bana böyle bir mektup gelse ölürüm. İyi niyetle bir bilgilendirme yapılmaya çalışılmış olabilir. Ama bu kadar hassas bir dönemde insanları tedirgin edecek bir durum. Ailelerin korkması çok normal” dedi.

OYAKBANK BAŞLATMIŞTI

TSK Mehmetçik Vakfı Genel Sekreteri emekli Albay Cengiz Baştuhan da “Asker ailesi olarak, itici bir mektup” değerlendirmesi yaptı.

Er ve erbaşlara isteğe bağlı sigorta uygulamasını 2000 yılında Oyakbank başlatmıştı. Oyakbank, ING Bank’a satıldıktan sonra da “Mehmetçik sigortası” uygulaması Anadolu Sigorta şirketi tarafından devam ettirildi.

Kaynak: Habertürk


24.6.10
Sosyo-ekonomik bozulmada neoliberal İslamcılığın ve Kürtçülüğün rolü
SALIH SELÇUK

Geçen yıldan beri giderek belirginleşen ölçüde Ortadoğulu bir tarz ve tını benimseyen Türk dış politikası, sadece Türkiye'de değil dünyada da tartışılıyor. Genel kanı, Türkiye'nin giderek Batı'dan uzaklaşıp yüzünü Doğu'ya çevirdiğidir. Türkiye'de muhafazakarlığın ölçüsünün iyice kaçtığı, ülkenin giderek islamcı ve Doğulu bir yer olduğu gibi sözlere itibar edenler az olsa da, ortada açıklamaya muhtaç bir bozulma var. Konu sadece Türkiye'nin yüzünü Batı'dan Doğu'ya dönmesi midir? Eğer öyle ise, bu Türkiye'nin tercih meselesidir ve kimseyi ilgilendirmez. Ama öyle mi?
Türkiye'de 1980'li yıllarda şekillenip 1990'lı ve 2000'li yıllarda 'altın' çağını yaşayan neoliberal dönemin tipik siyasi özelliğini, o dönemin 'yükselen yeni siyasi aktörleri'nin kendilerine verdikleri adlarından okumak mümkündü: Kürtler ve Müslümanlar... Sorunların kökeni olan ekonomiyi (kapitalizmi) hiç konuşmayıp onu 'demokrasi' adı altında kutsayan, sorunları etnik/dini kültürel kimlikçi ayrımlar üzerinden çözmeye çalışan kültürcü neoliberal dilin çözüm üretmesi mümkün değildi. Nitekim üretememiştir. Neoliberal kültürcü dil, kapitalizm/ekonomi ötesi tipik özelliğine uygun olarak sadece çözümsüzlük/nefret ve kutuplaşma üretmiştir. 2008 Ekonomik kriziyle birlikte neoliberal paradigma çöktüğünü söyleyebiliriz. Bunun nedeni, artık ekonomi konuşmak -hatta kapitalist sistemi sorgulamak- zorunluluğunun doğmasıdır. Buradan 'sorunların kökeni'ne, yani kapitalizme dönmek zorundayız.
Kapitalizme özgü para/değer ve ücretli iş sisteminin şehirlerin etrafına doğru yayıldığı ilk aşamasında, aynı parayı kullanmak ve ortak ticaret/iş dili çerçevesinde ortaya çıkan ilk kültürel homojenleşmelerin en güçlü olanları, ilk ulusların çekirdeğini oluşturdular. Bunun için uzun ve kanlı bir tarih yaşandı. Tabii modern kültür, sadece dil ve kültürden ibaret değildir. Modern kültür esasen, merkezini para ve işin teşkil ettiği yeni bir üretici/tüketici yaşam biçimidir ve insanı düşünsel bakımdan bile kapsayan (materyalist) özelliklere sahiptir. Uluslaşmanın başlangıcı sayılan bu sosyo-ekonomik gelişme ile, ulusal sınırlar dahilinde tek bir dil konuşan, tek bir para birimi kullanan, ortak tarih bilinci kurarak hızla homojenleşen ulus-devletler de ortaya çıktı. Bugün, kendi bünyesindeki tüm eski dilleri ve farklı kültürleri tamamen eriterek tek bir homojen modern kültüre sahip olmuş kapitalist ülke sayısı, yarım düzineyi geçmemektedir. Türkiye gibi sonradan modernleşmiş ülkelerde tam bir homojenleşme asla gerçekleşmemiştir, çünkü bu ülkeler nisbeten kısa bir süre dahilinde asla tam anlamıyla kapitalistleşememişlerdir. Üstelik 70'li yıllardan itibaren tersine bir gelişmeden, yani kapitalizmin bozulması sürecinden bahsetmek zorundayız.
Türkiye'deki modernleşme, çevresindeki birçok bölgeden çok daha başarılı oldu. Kapitalizmin liberal biçiminin ideolojisi milliyetçiliğin ve kooperatist kapitalizmin ideoljisi sosyalizmin, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yaklaşık çeğrek yüzyıl boyunca dünyaya hakim olduğunu söyleyebiliriz. Bozulmanın1960'lı yıllarda başlayıp 1970'li yıllardan itibaren belirginleştiği görülüyor. Bugünün Ortadoğu, Afganistan, Orta Afrika gibi üretip/tüketmeyen ekonomisiz işsizlik bölgelerinin o yıllarda da kapitalizmin çok sınırlı bir şekilde işlediği yerler olduğu biliniyor. Üstelik, Filistin/Gazze de dahil olmak üzere bu bölgeler, Sovyet nüfuzu altındaki bölgelerdi. Liberal kapitalizmden çok daha ilkel olan kooperatist Sovyet kapitalizmi, çöktüğü Ortadoğu'da, Afrika'da ve Doğu Avrupa'da, modern tarihin ilk ekonomisiz bölgelerinin doğmasına neden olmuştur. Neoliberalizm, böyle bir enkaz devralmış ve daha öncesi gibi dünyanın tamamını kaplayan hale asla gelememiştir.
Türkiye'de neoliberal dönemde ortaya çıkan, etnik/dini kültürel kimlikçi akımlar hem sistemin bozulmasının sonucu, hem de sistemin bozulmuş biçiminin temsilcileridir. Fakat bir ifade biçimi olarak neoliberal kapitalizme özgü görüngüler olduklarından, sistemin 2008'deki kriziyle birlikte onlar da krize girmişlerdir ve bugünkü halleriyle varlıklarını sürdürmeleri orta vadede mümkün değildir.
(devam edecek)
http://konstantiniye.blogspot.com/

Pagan Medeniyeti
İlhan AKKURT
ilhanakkurt@gmail.com
26 Temmuz 2010

Eski Roma ve onun kültür temeli olan eski Yunan, insanlık tarihinde aklın ve maddeci anlayışın üstün tutulduğu bir medeniyeti temsil eder. Temelde güçlünün üstün tutulduğu bu medeniyette hayatın gayesi, mermer saraylarda keyfince zevk ve sefa içinde bir hayat sürmeye dayanırdı. Zenginliği, generalleri, felsefecileri, arenalarda gladyatörleri ve festivalleriyle ünlüydü. Bir de bir sürü fitne ve fesat üreten yüzlerce tanrıları vardı. Tabi gücün doğurduğu hâkimiyet ve köleleştirilen insanlarda. Övündükleri senato, meclis ve güçlüyü üstün tutan hukuk kuralları da vardı. Üstün güçleriyle diledikleri ülkeyi işgal eder, sömürge haline getirirlerdi ve insanları köleleştirirlerdi. Bir dönem dünyanın tek hâkimi ve en büyük medeniyetiydiler. Hiçbir ilahi din etkisinin bulunmadığı insan aklının ve egoizmin önünü açan, hiçbir ahlak kuralı tanımayan tam bir Pagan medeniyetiydi. O da gün geldi, önce kendi kokuşmuşluğu içinde eridi gitti ve paganizme tepki olarak, yerini ilahi ahlak aldı.

İlahi dinlerin ahlak kuralları altında uzunca bir dönem bastırılan bu pagan anlayış, 18 yüzyıldan sonra yavaş yavaş, kendi bölgesi olan batı dünyasında Kapitalist sistem adı altında tekrar organize oldu. İlahi ahlak kurallarının maddi güç biriktirmeye karşı ifadesi olan “Tek lokma tek hırka” anlayışı terk edilerek yerini, egoizmin emrinde bütün dünyayı ele geçirme anlayışı aldı. Bunun sonucunda harekete geçen batı dünyası, dünyayı paylaşma hırsıyla birbirlerine girdi ve sebep oldukları dünya savaşlarıyla geçmişe rahmet okuttular. Kurdukları sistemi insanların mutluluğu için tek doğru olarak sundular ve insanın doymak bilmez hırslarının önünü açtılar. İlk bakışta insan aklının ürünü gibi görünen bu medeniyet, aslında insan egosunun bir ürünüdür. Çünkü bu medeniyette akıl, egonun emrinde olan bir akıldır.

Kime kul olduk

Hayatın gayesini bin bir çeşit zevkten yararlanmak üzerine kurmuş bir medeniyetin büyüsüne kapılan çağımız insanına, tüketimi körüklemek adına, içinde oturulan villalar, binilen arabalar, giyilen markalar ve yaşanılan eğlence ortamları adeta kutsallaştırılmış mabetler gibi sunuldu. Huzurun ve mutluluğun tek kaynağı olarak sunulan bu mabetlerde insan, adeta kendini eski Yunan- Pagan tanrılarına eş görür hale getirildi. Sanatçılar, sporcular, müzikçiler ve artistlerden insanlara pagan idoller yaratıldı. Önceleri ilahi dinlerin mabetlerinde Tanrısına taparak huzuru arayan insan, şimdi bu çağdaş pagan mabetlerinde yetişen pagan tanrılarına taparak huzuru ve mutluluğu aramaktadır. Vicdanlara hâkim olan dinlerin tek Tanrısı unutturuldu, yerine yüzlerce Pagan tanrısı kondu. Roma arenalarının yerini stadyumlar aldı, antik tiyatrolarda tekrar konserler başladı. Pagan tanrılar Olympos Dağında boş boş oturup vakit geçiremez, kendilerine eğlence ve macera arar. Ya en büyük olmak için bir birlerinin ayağını kaydırmaya çalışırlar, ya da gönül eğlendirmek için bir birlerinin sevgililerini ayartırlar. Bazıları da macera arar, zavallı insanlara yardım için ışığı çalıp verir. Günümüzde ayni hayat tarzları televole kültürü olarak ekranlarda boy göstermektedir.

İnsanı bağlayan her türlü vatan, millet, İman, aile ve ahlak bağları kırıldı. Tam bir hürriyet ve özgürlük ortamı sağlandı ve artık bir kuş gibi hürüz. Bir yuvaya bağlanmak, çocuk büyütmek vs. gibi bağlarla bağlanmakla hayattan zevk alınamaz. Bu bağlar varken bir o parti, bir bu festival gezilemez. Sosyal insan, entel insan yetişmiştir ama bu iki insan bir yuvada birlikteliği sürdüremez. Ne de olsa bir çiçekle bahar geçmez. Zaten gerçek sevgi öldürülmüş, bunun yerini mevki makam ve şöhrete bağlılık almıştır. Yuva kurmak fedakârlık, paylaşma; işbirliği ve tahammül gerektirir. Bunlarla vakit kaybedecek zaman değildir. Kadınlar cazibeleriyle Pagan Sokak Festivallerinde güzellik tanrıçası olmaya layıktır. Tıpkı Roma paganları gibi her güne bir festival icat edildi. İnsanlar mutluluğu yuvasında yakalamak yerine festival festival koşturuldu.

Bu tanrılaşmış Pagan Medeniyetinde, zevk sefa içinde, saraylarda yaşayanların en nefret ettikleri şey, bu saltanatlarını kaybetmeleridir. Yoksulluk, zayıflık, güçsüzlük en büyük korkularıdır ve birine muhtaç olmaktansa ölümü seçmek daha iyidir. Çünkü dost görünenler bu duruma düşenin elinden tutmaz. Böyleleriyle muhatap bile olunmaz, insanlara zayıfın elinden tutmamak öğretilmemiştir. Zayıf olan tıpkı hayvanlar âlemindeki gibi bir kenara çekilip ölümü beklemelidir. Kimseye ayak bağı olmaya hakkı yoktur. Zayıf insanlarla ancak işlerini gördürmek için muhatap olunur ve eski Roma’daki köle isyanları gibi daima bunların isyanından korkulur. Ancak insanlık tarihinde egoizmin zirve yaptığı her dönemde olduğu gibi, bu son dönem pagan medeniyeti de kendi kokuşmuşlu içinde antitezini doğuracak ve yoksuların elinden tutacak, paylaşmayı, dostluğu ve gücün yerini hakkın alacağı, insani yozlaşmanın önüne geçecek çalışmalar kabul görecektir. Doymak bilmez egosuna tapıp, ona tanrı gibi hizmet edenler olduğu gibi, aklını egosunun önüne geçirebilenlerde vardır. Mutluluk diye sunulan bir sürü şeyin peşinde boşa koşturulan insanların önüne geçip kollarını açarak “durun kalabalıllar bu yol çıkmaz sokak” diye haykıracak gönül erleri ve bu haykırışın sesine kulak veren vicdan sahipleri çıkacaktır.
habertaraf

Saadet zinciri
Immanuel Wallerstein

Gazeteleri okumak bazen ürkütücü olabiliyor. 26 Temmuz’da ABD gazeteleri oldukça çelişkili iki hikâyeden bahsediyordu. İlk haberi USA Today, ekonomistlerin 3 aylık tahminlerinin bulunduğu bölümde yayınladı. Başlık şöyleydi: “Ekonomistlerin iyimserliği azalıyor”. “Avrupa’daki çalkantının, işsizliğin, konut piyasasının zayıflığının ve fabrika üretkenliğinin yavaşlamasının” birleşimi ABD’nin kaybolan 8.5 milyon işi kolay kolay geriye getiremeyeceğini gösteriyor. Dahası “küresel bir finansal istikrarsızlık”tan da korkuluyor.

Yani, kötümser olmaları anlaşılmayacak bir şey değil. Ekonomistlerin doğuştan getirdikleri iyimserliğin bu kez gerçekliğin sert duvarına çarptığı söylenebilir. Pek çoğumuz bu sonuca çok daha erken varmıştık. Öyleyse tam da aynı gün, New York Times’ın ilk sayfada verdiği, ABD sanayisinin “yükselen kârlarından” bahseden haberine ne demeli?

Cevap yine aynı başlıkta gizli: “Sanayi kârı daha fazla işçi çıkarmada buluyor.” Bu, sanayinin daha fazla ürün satması anlamına gelmiyor. Tam tersine satışlar daha düşük. Kestikleri şey, maliyetler. Yani, işçi çıkarıyorlar.

Yeterince işçi çıkarırlarsa ve kalanları daha yoğun çalıştırırlarsa, daha az satış yapsalar da kârlarının daha yüksek olacağını düşünüyorlar. Buna “verimliğin zaferi” deniliyor. Amerikan Meryill Lynch Bankasının baş ekonomisti Ethan Harris bu konuda gayet açık sözlü: “Şirketler emek maliyetlerini kar elde etmek için sıkıştırıyor.”

Ne var ki Times’ın belirttiği gibi, “kârlar, ekonomiyi genişletmek yerine, hissedarlarda toplanıyor”. Sanayi, bunu geçici bir çözüm olarak tasarlamış da değil. Kârlarda yükselme olsa bile, istihdamı artırmayı planlamıyorlar. Tam tersi, büyük bir şirketin yönetim kurulu başkanının dediğine bakılırsa; “kaygılanacakları en son şey, ne zaman kapasite artırımına gidecekleri”. Aksine, “tüm işletme sistemini, daha fazla esnekliğe uygun olacak şekilde yeniden yapılandırıyorlar”.

Öyleyse, ABD sanayisi (ve dünyanın başka yerlerindeki sanayiler) için gelecekte kârlarını sonsuz genişletecek sihirli formülü buldular diyebilir miyiz? Bu ancak şaka olabilir. 1920’lerde Henry Ford’un işçilerine, aynı zamanda müşterileri olmaları için normalden fazla ücret ödediğini söylediği bilinir. Halefleri ise son beş yılda Ford’un Kuzey Amerika’daki iş gücünü yüzde 50’nin üzerinde azalttılar. Daha fazla kâr fakat daha az müşteri…

Keynes ve Kalecki’nin efektif talep hakkında bahsettikleri ufak sorundan söz ediyorum. Herhangi bir orta vadeli hesapta, yeterince müşterinin olmadığından bahsediyorsak, yeterince satış olmayacak ve kârlar kısa sürede azalacaktır. İşgücünü azaltarak ve kalan emekçilerin maliyetlerini sıkıştırarak kârlarını yükselten şirketler, çok kısa bir süre kâr artırımı yaşayabilir. Ta ki, ciddi bir deflâsyonun sert duvarına çarpana dek. Bu da paramparça olmaları demek.

Bunu göremiyorlar mı? Kimileri elbette görebiliyor fakat ye iç, şen ol, yarın olmayabilir kuralına göre, hedonist davranmaktan kendilerini alamıyorlar. Bunu saadet zincirine benzetebiliriz. Saadet zincirinde, işletmeci iskambilden ev çökene kadar diğerlerini kandırır. Bernie Madoff’un yaptığı gibi. İskambilden ev çökene dek kendini de kandırır. Sıradan bir saadet zincirinde yatırımcıların (potansiyel düşmanlar), çöküşün kendileri kâr ettikten sonra olacağını ummaları gibi oyuncular (sanayiciler) tüm sanayi çökmeden kendi kârlarını yanlarına alarak kaçabileceklerini düşünüyorlar. Kendilerine iyi şanslar!

[binghamton.edu adresindeki İngilizce orijinalinden Açalya Temel tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

Mick Brooks
Kapitalizm ve internet

İnternet herkesin kullanımına açıktır, ancak kapitalizm her şey için bir sahip ve bedel talep etmektedir. Düşüncelerdeki bu yeni özelleştirme yaygın bir tepkiye ve adaletsizlik duygusuna yol açtı. Fikri mülkiyet haklarının sıkı bir şekilde kontrol edilmesi aslında gelişmenin yavaşlamasına neden olmaktadır. Yeni teknolojiler standart kapitalist işletme modelini aşmış durumda. İnsan yaratıcılığını zincirlerinden kurtarmak için kapitalizmden de kurtulmamız gerekiyor. İnternet bize sosyalizmde nelerin mümkün olabileceğine dair bir fikir veriyor. Onu bizden almalarına izin vermeyin!

Amerika Merkez Bankası başkanı Alan Greenspan diyor ki: “Halka açık şirketlerin değerlerinin dörtte üçü maddi olmayan varlıklardan geldiği için -80’lerin başında yaklaşık yüzde 40 tan fazlaydı-, Birleşik Devletlerin ekonomik üretimi ağırlıklı olarak fikrileşmiştir” (The Economist araştırmasına göre, Fikirler için bir piyasa: patentler ve teknoloji için bir araştırma. 22 Ekim 2005).

Bazı insanları çok zengin eden ve ortak zenginliğin büyük bir kısmını oluşturan bu “maddi olmayan”, “fikri” varlıklar nelerdir? Bu zenginliğin büyük bir bölümüne fikri mülkiyet deniyor –düşüncelerdeki mülkiyet. Fikri mülkiyetin başlıca biçimleri tescilli markalar, patentler ve telif hakkıdır.

Kimi ölçümlere göre Microsoft dünyanın en zengin firması. Bill Gates kesinlikle dünyanın en zengin insanı. Ancak Microsoft’a, geçmişte diğer büyük şirketlerde olduğu gibi fiziksel sermaye varlıkları ile değer biçilmiyor. Microsoft fikirlere sahip olduğunu öne sürüyor. Sahip olduğunu iddia ettiği fikirler, fabrika ve ofislerimizin işleyişi ve birbirimizle iletişim kurmak için ihtiyacımız olan fikirler.

Daha önceki bir makalemizde kapitalist sistem için fikir üretiminde neyin benzersiz olduğunu irdelemiştik. Tüketim söz konusu olunca fikirler birbirleriyle rekabet etmezler. Thomas Jefferson’un ortaya koyduğu gibi, ışığı bir mumdan ötekine geçirmek kendi mumunuzun ışığını zayıflatmaz. Jefferson bu durumun fikirlerin taş kömürü, mumlar veya diğer metalar ile aynı kefeye konmaması ve ortak menfaat doğrultusunda serbestçe dolaşmasına izin verilmesi için yeterli bir neden olduğunu düşündü.

Diğer yandan kapitalistler eğer yapabilirlerse ışığı insanlara satabilmek için bir kutuya hapsetmek isterler. Onlar diğer her şeyden olduğu gibi fikirlerden de para kazanmak isterler. Diyorlar ki aksi takdirde insanlar bir şeyler düşünmeyi önemsemezlermiş! Bir dereceye kadar fikirleri metalaştırabiliyorlar. Bir veritabanında onları kiralayarak, bir DVD’ye koyarak veya fikirleri bir kitapta ya da gazetede satarak bunu başarabiliyorlar.

Hala iki tane önemli açmaz ile karşı karşıyalar. Birincisi, insanlar icat ediyorlar ve yeni fikirlerle geliyorlar çünkü bu onların doğalarında var. Tabiî kapitalistlerin bu icat edebilme yeteneğinden para çıkartmaya çalışacakları doğrudur. İkincisi yaratıcı insanlar fikirlerini olabildiğince yaygın bir şekilde paylaşmak isterler.

Fikirler doğal olarak insanlığın ortak mirasının bir parçasıdır. Bu bağlamda, eskinin müşterekleri gibidir. Yüzyıllar boyunca otlaklar, balıkçılık ve yakıt için kullanılan araziler kamu malı kabul edilmiştir. Kapitalizmin ortaya çıkışı, Marx’ın ilkel sermaye birikimi adını verdiği süreç, esas olarak yükselen kapitalist sınıfın ortak mallara el koyması ve onları gasp etmesiydi. Bu, sıradan insanları zor da olsa geçinebilmek için zenginlerin menfaatine çalışmak zorunda bıraktı ve onları kendi menfaatleri doğrultusunda çalışabilmek için gerekli olan kaynaklardan da yoksun bıraktı.

Şu an ikinci bir gasp etme dalgasının ne olabileceğine şahit oluyoruz, yaratıcı müştereklerimize el koyulması. Marx bu kanlı ve yıkım getiren sürece dair incelemesinde ilk gasp hareketinin (hırsızlık) ilk olarak 15. ve 16. yüzyıllarda başladığına ve bu hareketin hukuka karşı “bireysel şiddet eylemleri” olarak tezahür ettiğine işaret eder. “On sezikinci yüzyılın getirdiği gelişme kendini burada gösterir, öyle ki kanunun kendisi halkın toprağını yağmalamak için bir araç haline gelmiştir” (Kapital, Cilt 1, sayfa 885).

Tarihçi E.P. Thompson Whigs and hunters isimli kitabında onsekizinci yüzyıl Britanya’sında, birinci gasp hareketi boyunca hukukun rolünü tartıştı. Vardığı sonuç şuydu: “Yüzyıl ilerledikçe hukuk, egemenlerin kendi çıkarları için yeni mülkiyet tanımlarını empoze etmesini mümkün kılan müthiş bir araç haline geldi... diğer taraftan hukuk bu sınıf ilişkilerini yasal biçimler üzerinden uzlaştırdı” (Whigs and hunters, sayfa 264).

Tescilli markalar

Fikri mülkiyetin ilk biçimi tescilli markalardır. Gerekçe orijinal bir markanın olması gerektiğidir. Ünlü bir davada Bollinger, Babycham’i içkilerinin reklamını “champagne perry” olarak yaptıkları gerekçesiyle dava etti (Bollinger ve Babycham şampanya markalarıdır). Dava sonucunda “Champagne” kelimesinin Fransa’nın Champagne bölgesindeki köpüklü şarapları ifade ettiğine karar verildi. Bu yeterince adil gözüküyordu, tabi eğer Babycham içmekle arasındaki farkı anlayamayacak kadar aptalsanız.

Firmalar markaları konusunda oldukça koruyucudurlar. Warner Brothers şirketi Marx kardeşlerin “A night in Casablanca” filminin isminin, kendi yapımları ve oldukça farklı bir film olan “Casablanca”ya benzemesi yüzünden dava açmaya çalıştı. Groucho Marx karşılık olarak: “Casablanca ismine sahip olduğunuzu ve kimsenin izinsiz olarak bu ismi kullanamayacağını ileri sürüyorsunuz. Peki ‘Warner Brothers’ isminden ne haber? Muhtemelen Warner ismini kullanmaya hakkınız var, ya Brothers (kardeşler) ismini kullanmanızdan ne haber? Profesyonel olarak biz sizden daha uzun zamandır kardeşiz.” Ancak tescilli marka kanunu, patent ve telif hakkının yaratıcı müştereklerimizin büyük işletmelerce gasp edilmesinde kullanılma biçiminin yanında daha az rahatsız edicidir.

Telif hakkı

Telif hakları kanunu öncelikle yayıncıları korsan yayıncılıktan korumak için geliştirildi, yazarları korumak için değil. Sıradan insanlar kanundan nefret ettiler. Çünkü onlar bu kanunun, yayıncıların bir tekel oluşturmasına imkan vererek, kitabı bir lüks haline getirdiğini gördüler. Kitaplarda telif hakkının sınırları vardır. Öncelikle, telif hakkı belirli bir zamanda sona erer. İkincisi, eğer biraz daha fazla ödeyerek bir roman satın alırsam, yayıncı da tekel kurduğu için eser kamu malı sayılıyorsa (1 pounda alabileceğiniz Dickens kitapları gibi) kitabı bir arkadaşıma verirsem veya Oxfam dükkanına götürürsem kitap artık yayıncının ulaşamayacağı bir yerdedir. Buna ilk satış kuralı denir. Üçüncüsü, telif hakkı basım dünyasına uygulandığı için adil kullanım hakkının da konusudur; mesela bir kritik veya eleştiri yazısında bir kitap ya da makaleden alıntı yapmak veya araştırma amacıyla aynen geçirmek.

Veritabanlarında durumun ne kadar farklı olduğunu düşünün. Eğer bir firma ya da kütüphane bir veritabanına erişebilmek için ödeme yaparsa onu kiralamış olur. Hiçbir zaman materyale sahip olamazlar. Arşive erişebilmek için her yıl ödeme yapmaya devam etmek zorundadırlar. Kitaplardaki “adil kullanım” telif hakkı kısıtlamalarının aksine, dijital olarak saklanan bilgi alıntılanamaz ve sonsuza kadar kamu mülkiyetinden saklanabilir. Genellikle bir veritabanına eriştiğinizde ilk karşılaştığınız şey, içeriğe ilişkin bütün haklarınızdan feragat ettiğinizi belirten bir kullanıcı lisans anlaşmasıdır. Bu anlaşmaların yasal statüsü muğlaktır ama maksat (gözünüzü korkutmak) oldukça açıktır.

Telif hakkı aynı zamanda oldukça uzun bir zaman aşımı süresine sahiptir. ABD’de şu an yazarın ölümünden 70 yıl sonrasına kadar sürüyor. Modern teknoloji bakımından bu sonsuzluk demek. Birleşik Devletler Milenyum Telif Hareketi (DMCA) bunu yasal suçlama sebebi sayıyor ve cezası 10 yıl hapse kadar varabiliyor. Amaçları büyük şirketlerin fikri mülkiyet “haklarını” bizden korumak için kullandıkları telif hakkı koruma mekanizmalarını ortadan kaldırmak.

DMCA 1998’de Dünya Ticaret Örgütü’nün fikri mülkiyet kanunlarını daha uyumlu hale getirme müzakerelerinin sonucunda geçmişte kaldı. Büyük şirketlerin bir ajanı olarak Dünya Ticaret Örgütü fikri mülkiyet kanunlarını bütün dünyada daha sıkı hale getirmeye çalışıyor.

Patentler

Patentler yaratıcı müştereklerimizin gasp edilmesi çabasının bir parçasıdır ve sıra dışı zamanaşımı süresine sahip diğer bir fikri mülkiyet biçimidir. Patentler mucitliğin ödüllendirilmesi olarak görülür. Belirli bir süre mucit, insanları kendi icadını kullanmakla suçlayabilir. Yeterince adil mi? İlk olarak insanların bir şey icat etmesi için illa ki ondan para kazanması gerekmez. İcat ederler çünkü bu onların doğalarında vardır. İnternet insanoğlunun yorulmak bilmez girişimciliğinin kanıtıdır ve karşı konulamaz bir şekilde içerik ücretsizdir. İnsanlığın icat etme yeteneğinin açgözlülükten daha önemli bir motivasyon olduğunun bir kanıtı olarak çoğu mucit yoksulluktan ölmüştür.

Patentler firmalara aittir. Ancak hiçbir firmanın bir şey icat ettiği görülmemiştir; icat eden insanlardır. Bill Gates bir mucit değildir. O bir girişimcidir ve diğer insanların fikirlerini satın alır. Eğer Microsoft’ta işe girerseniz icat ettiğiniz her şeyi Microsoft’un mülkiyetine devretmek üzere bir anlaşma imzalarsınız. Bill Gates, hukuku fikirler üzerindeki tekelini pekiştirmek için kullanıyor. Microsoft her yıl avukatlarına toplam 100 milyon dolar ödüyor.

Patentleri icatlarla ilişkilendiririz, ilaçlar gibi. Bu konsept geçtiğimiz yıllarda garip bir şekilde bitki üreticilerinin haklarını, hatta insan hayatını kapsayabilmesi için genişletildi. DNA’mızın yaklaşık yüzme yirmisi patentlenmiş durumdadır, yani sahibi vardır! Bio-korsan RiceTec, yüzyıllardır var olan basmati pirincine dahi sahip olduğunu ileri sürdü.

Patent sistemi büyük şirketlere yaşam ve ölüm üzerinde hakimiyet kurma imkanı sağlar. Kimi durumlarda, başka bir firmaya ait olan bir markayla aynı işleve sahip (jenerik, eşdeğer) bir ilacın lisansını almakta dahi zorlanmıyorlar. İsviçreli firma Roche, muhtemelen kuş gribine karşı tek tedavi olan Tamiflu’nun haklarına sahip. Tekrar tekrar bir kuş gribi salgının on binlerce insanın ölümüne yol açabileceği konusunda uyarılıyoruz. Ancak ortalıkta yeterli sayıda Tamiflu yok.

Oxfam’dan Michael Bailey bu durumu şöyle yorumluyor: “Bu absürt bir durum. Bir hükümet harekete geçmeli çünkü görünüşe göre Roche dağıtım yapamıyor. Bu fikri mülkiyet kanununun çalışmadığı klasik bir durum. Anlaşılan Roche jenerik firmalarının üretim yapma hakkına sahip olmasını mümkün olduğu kadar geciktirmeye çalışıyor ki daha çok para kazanabilsin.”

Ayrıca patentlerin kapsamı bilgisayar yazılımlarını da içerecek şekilde genişletildi. Yazılımlar kodlarla yazılır. Bu bilgisayarların birbirleriyle konuştukları dildir. Bir kodun sahibi olduğunu öne sürmek, İngilizceye sahip olduğunu öne sürmekle eşdeğerdir. Her ne şekilde olursa olsun, birinin sıfır ve birlerden oluşan bir diziye sahip olabilmesi absürttür.

Eleştirmenler patent sisteminin saçma olduğunu ve araştırma-geliştirme kaynaklarının büyük bir kısmını tükettiğini belirtiyorlar. İlk olarak, bilgimizdeki bir gelişim, bir firma tarafından ele geçiriliyor ve özel mülkiyet kapsamına giriyor. Daha sonra aynı işlevi görebilecek herhangi bir şey bulmak ve patentini almak zorundalar. Rakip firmalar araştırma ekiplerinin zamanını ilk patent korumasının elde edilmesine ayırıyorlar, kansere tedavi bulunmasına değil. Bilgisayar yazılımlarında gelişmeler, kaçınılmaz olarak bir programı kullanma ve geliştirme temelinde bir işbirliği ile gerçekleşebilir, onu rekabetten gizleyerek değil.

Bill Gates “yeni, modern zaman komünistleri olduklarını ve bu teşviklerin (fikri mülkiyetin) gerekli olmadığını düşündüklerini” söyleyenlerin yorumlarına karşı ateş püskürüyor. O bir multi-milyarder. Bu adam daha ne kadar teşviğe ihtiyaç duyuyor?

Geçmişte farklı bir düşünceye sahipti. “Eğer insanlar, bugünün fikirlerinin çoğunluğu icat edilmiş ve patentleri alındığı bir durumda patentlerin nasıl verilebileceğini anlamış olsalardı, bugün endüstri tamamiyle sekteye uğramış olurdu. Kendi patentleri olmadan beliren bir gelecekte, devlerin dayatmak istedikleri fiyatlar ödenmeye zorlanacaktır.”

Direk kaynağın kendisinden! 1991’de Bill Gates kapitalist mülkiyet ilişkilerinin, fikri mülkiyet biçiminde, üretici güçlerin gelişiminin önünde nasıl bir engel oluşturduğunu dillendirebiliyordu. Ne değişti? Artık Gates genç bir girişimci değil, o artık zirvede ve tekelini pekiştirmek için yasal zorbalığı kullanıyor.

İnternetin gasp edilmesi?

Geçtiğimiz on yılda interneti kullanmış olan herkes son yıllarda internetin daha fazla ticarileştiğini fark etmiştir. Pop-up’lar, promosyonlar, ticari siteler ve internet üzerinden satışlar sıradan hale geldi. Google Akademik’te bir arama yaptığınızda birçok materyale erişebilmek için ödeme yapmanız gerektiğini göreceksiniz. Peki Google arama motoru nasıl para kazanıyor? Ağırlıklı olarak reklam gelirlerinden. O sinir bozucu promosyonlar aslında sponsorlu linkler.

Her zaman böyle değildi. İnternet fikirlerin ortak taşıyıcısı, fikirlerin özgürce paylaşımının ve özgürce sorgulamanın mecrası olarak olumlu karşılandı. “Fikri mülkiyet hakları – müşterekler üzerindeki modern çağ çitlemesi” makalemizin de gösterdiği gibi internet müştereklere (ortakça faydalandığımız alanlar) klasik bir örnektir. Bir müştereğin karakteristik özelliklerinden birisi de bir iletişim ağı etkisi yaratmasıdır, bir tür ölçek ekonomisi. İnternete daha çok insan katıldıkça, hepimiz açısından daha işlevli bir hale geliyor.

İnternetin takıntılı ve acayip insanların paylaştığı şeylerle dolu olduğu tartışılabilir ama internetin tek özelliği bu değil. Eğer oturduğunuz yerdeki bir bara giderseniz de bu takıntılı tiplere büyük ihtimalle rastlarsınız. İnternette yeni olan şey, örneğin marxist.org’un bir vizyon ortaya koyma ve düşüncelerinin kapitalist sınıfın egemen düşünceleriyle eşit şartlarda tartışılma ve takip edilme şansını bulmasıdır. Öte yandan en son ne zaman WH Smiths’te Socialist Appeal’ın bir baskısını gördünüz? Sol gazetelerin satıcıları insanların ilgisini çekmek için, polisin müdahale etme riskini göze alarak kaldırımları aşındırmak zorundalar.

İnternetin geleceği konusunda bir savaş sürüyor. Yirmi yıldır kapitalistler bu fenomene bakıyorlar ve bundan nasıl para kazanabileceklerini düşünüyorlar. Ticarileşme içeri sızmış olsa da hala sıra dışı bir olgu. Temel prensip serbest erişim, zira milyonlarca insan kütüphaneler dolusu düşünceye arka odaya gidip düğmeye bastığı her an ulaşabiliyor ve bundan oldukça memnunuz.

Büyük şirketler interneti de gasp edebilirler mi? Cevap evetse, nasıl? İnternete sızmak için kullanacakları levye, fikri mülkiyet hakları kanunudur. Bir internet sitesi ya da siteden bir parça, yazılım paketindeki bir mesajdır. Bazı büyük firmalar internet kullanımı için özel yazılımlar üretiyorlar ve yazılıma sahip olduklarını, kimseye kullandırmayacaklarını öne sürüyorlar.

Aslında Bill Gates kariyerinin başlarında internetin önemini kavramakta gecikmişti. Ancak Micorosoft’un tekel gücünü kullanarak geriden gelerek yetişmeyi başardı. Şu an Microsoft Ofis’te standart olarak İnternet Explorer’a sahip. Aslında iyi bir program değil, ancak muhtemelen masaüstünüzde olduğu için onu kullanıyorsunuz. Tüm Microsoft uygulamaları özel yazılımlar kullanıyorlar ve patentlerle korunuyorlar. Bu, eğer “onların” fikirlerini kullanmaya kalkarsanız, oldukça yüksek maaşlı avukatlar tarafından hayatınızın her anında dava edilme tehdidi altında olduğunuz anlamına geliyor.

Bill Gates’in bütün fikirleri, diğer insanlardan alınmış ya da çalınmış fikirlerdir. Ancak, yukarıda da açıkladığımız gibi yazılım paketleri kod halindedir. Yani pratikte fikirlerin birbiriyle iletişim kurduğu dildir ve Bill Gates bu dile sahip olduğunu iddia ediyor.

Bütün bunlar, internetin gelenek ve değerleri ile bu alanda çalışan en yaratıcı bireylerin çoğunluğunun savunduğu değerlerle uzlaşmaz bir çelişki içerisinde. Bu, yazılımlara serbest ya da açık erişim geleneği. İcat eden kişiler dünyanın kalanına bir hediye verdikleri hissiyatını taşıyorlar, tıpkı basmati pirincini geliştiren çiftçiler gibi.

Serbest erişilebilen yazılımların esprisi, herhangi birisinin nasıl çalıştığını görebilmesi ve böylece yazılımda kendi ihtiyaçları doğrultusunda değişiklikler yapabilmesi ve bunları diğer kullanıcılarla paylaşabilmesidir. İkinci bir avantajı ise, insanların yazılım paketinin nasıl çalıştığını görebildikleri için geliştirmeler önerebilmeleridir. Yani serbest yazılımlar daha iyi iş görüyor gibi gözüküyorlar. Bu, akademik dergilere sunulan katkıların değerlendirildiği akran denetimi süreci ile karşılaştırılabilir. Entelektüel akranlar makaleyi incelerler. Bu, kalitesinin bir göstergesi olmalıdır. Bu süreç her zaman düzgün işlemiyor, zira akademik dünya oldukça hizipçi bir alan (Bir ortodoks ekonomi dergisinde, bir Marksist iktisat makalesi aramaya zahmet bile etmeyin). Bu, hizipçi olmayan internette daha iyi işliyor gibi gözüküyor. Ancak bu da dahil olmak üzere herhangi bir makale veya yazılım, bir başkasından şöyle üstünkörü bir yararlanır.

İnternette özgürlüğü savunanlar, serbest erişimi savunanlar ile genel bir halk lisansı üzerinden açık erişimi destekleyenler arasında ikiye bölünmüş durumda. İkinci kesim komünizmi savunmuyor. Genel halk lisansı, herkesin sunulan teknolojiyi alabilmesi ve onu sonraki kullanıcılara da verebilmesini içeriyor. Ama bu, yeni teknolojiyle birlikte şahit olduğumuz yaratıcılığın musluğunu tıkıyor. Bu, pratikte yazılımın birinin mülkiyetinde olduğu anlamına geliyor ama oyunu açık erişimin kurallarına göre oynadığınız sürece kullanmanıza izin verileceği anlamına da geliyor. Açık erişimi savunanların argümanı, kötü adamların toprak sahibi seçkinlerin argümanını kullanacakları yönünde: “Bu kamu arazisi kimseye ait olmadığına göre, onu alabilirim”. Onların, Lenin’den yapılan şu alıntıyı onaylayacaklarına şüphe yok: “Kurtlarla yaşıyorsanız, bir kurt gibi ulumalısınız.” Microsoft’un onayladığı doğru, zira özgür yazılımın bir kısmını değiştirdi ve patent koruması altına aldı.

Eğlence ve büyük işletmeler

Çoklu ortam holdinglerinin yükselişine şahit olduk. Time Warner’ın AOL ile birkaç sene önce yaptığı şirket evliliği klasik bir örnek. Gerçi bu işe dahil olan kapitalistler için bu birleşme korkunç bir başarısızlıkla sonuçlandı. Mal varlığının çoğunluğu film ve müziklerin mülkiyetinden oluşan bir şirket, internet alanında uzmanlaşmış bir şirketle müttefik olma arayışındaydı. Birçok dev firmanın medya sektörüne hakim olması rastlantı değildi, fikri mülkiyet kanunu onların çıkarları doğrultusunda oluşturuldu.

Fikri mülkiyet “haklarını” en saldırgan şekilde savunanlardan birisi olan RIAA (Amerika Plak Endüstrisi Birliği), dört büyük plak şirketi adına (EMI, Universal, Warner ve Sony BMG) internette müzik paylaşanların gözünü korkutmaya çalışıyor. İnternetten müzik indirme “suçu” gerekçesiyle binlerce dolar ödemeye mahkum edilen, ağlayan 13 yaşındaki çocukların fotoğraflarıyla dolu ön sayfalar, kuşkusuz bu plak şirketlerine yeni bir hayran ordusu kazandırmıştır. Mağdurlar CD’lerin birkaç kuruşa üretilebildiğinin farkındalar; başka bir deyişle plak şirketleri bizi kazıklıyorlar.

Plak şirketlerinin tepkileri her şekilde absürt. İnsanlar satın almadan önce müziği duymak istiyorlar. Eğer ortaya konulan şey güzelse, insanlar kalıcı bir kopya için para ödeyeceklerdir. Sinema sektörü yıllarca telif haklarının ihlali gerekçesiyle mahkemelerde VCR (Video Kaset Kaydedicileri) ile mücadele etti. Sonunda yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldıklarında, VCR’ların aslında film arşivlerinden elde ettikleri geliri arttırdıklarını fark ettiler.

İlk çitleme hareketinde olduğu gibi, düşüncelerin bu yeni özelleştirilmesi de yaygın bir infial ve adaletsizlik duygusu yarattı, üstelik sadece sosyalist solda da değil. İlk çitleme hareketinin ortak toprakların çalınmasına tepki olarak kaçak avlanmaya yol açması gibi, büyük firmalar da hastalıklı kazançlarını koruyabilmek için bütün zaman ve kaynaklarını seferber etmek zorunda kalacaklar. Time Warner birincil mal varlığı olarak, film arşivine gözü gibi bakıyor. İronik olan, Time Warner’ın ve film sektörünün geri kalanının, Edison’un film projektörlerindeki patentinden ve prodüksiyon stüdyolarından kaçabilmek için sadece Kaliforniya’da yerleşmiş olmasıdır. ABD’de şu an telif hakkı yazarın ölümünden 70 sene sonrasına değin sürüyor. Bunun yaratıcılığı teşvik eden bir şey olduğu söyleniyor. 69 yıldır ölü olan birisinin nasıl yaratıcı olabileceği tartışma konusu. Kaldı ki, 19. yüzyılda Amerika utanmaz bir şekilde Avrupa’nın fikirlerini çalarak dünyanın önde gelen ekonomik gücü haline geldi. Şimdi kendisi Çin’i aynı şeyi yapmakla suçluyorlar.

The Economist’in araştırması, fikri mülkiyet haklarının sıkı bir şekilde kontrol edilmesinin aslında gelişmeyi nasıl yavaşlattığını gözler önüne seriyor. Başka bir deyişle Bill Gates gibi kapitalistler, kapitalizm için zararlı olabilirler. Gates serbest erişime kapalı yazılım sistemleri satıyor. Onun yaklaşımı, al ya da bırak.

The Economist’in araştırması kapalı sistem yazılımların satın alınmasındaki bir problemi de “müşterek çalışma” olarak tanımlanıyor. Başka bir deyişle işyerlerindeki bilgisayarlar birbirleriyle konuşabilmelidir ve bir sistem olarak çalışabilmelidirler. Ancak Gates diğerlerinin kendi yazılımlarıyla etkileşmesi için gerekli olan “protokollere” lisans vermeyi reddediyor.

Linux gibi açık sistemler kullanıcının programı kendi ihtiyaçları doğrultusunda değiştirmesine olanak sağlıyor. Onların mükemmelliği, yeni teknolojinin kapitalist işletme modelini nasıl aştığını gösteriyor. İnsan yaratıcılığını zincirlerinden kurtarabilmek için, kapitalizmden de kurtulmamız gerekiyor. İnternet, bize sosyalizmde nelerin mümkün olabileceğine dair bir fikir veriyor. Onu bizden almalarına izin vermeyin!

13 Mart 2006
[marxist.com adresindeki İngilizce orijinalinden Berkay Özbek tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

Einstein’dan 10 Tavsiye



1. Merakınızın peşinden gidin

‘Benim özel bir yeteneğim yok. Yalnızca tutkulu bir meraklıyım.’
Sizin merakınızı çeken nedir? Neyi en çok merak ediyorsunuz? Benim merak et
tiğim neden bazı insanların başarılı olup bazılarının olamadığıdır. Bu yüzden yıllarca başarı üzerine çalıştım. Merakınızın peşinden giderseniz başarıya ulaşırsınız.

2. Azim paha biçilmezdir

‘Çok zeki olduğumdan değil, sorunlarla uğraşmaktan vazgeçmediğimden başarıyorum.’
Belirlediğiniz yolun sonuna ulaşacak kadar sabırlı mısınız? Posta pullarının gideceği yere varasıya kadar mektuba yapışıp kalmasından ötürü çok değerli olduğu söylenir. Posta pulu gibi olun ve başladığınız işi bitirin.

3. Bugüne odaklanın

‘Güzel bir kızı öperken düzgün araba kullanan birisi, öpücüğe hak ettiği dikkati vermiyor demektir.’
İki atı aynı anda süremezsiniz. Bir şeyler yapabilirsiniz ama her şeyi yapamazsınız. Şim
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cmt Ağu 21, 2010 11:51 pm    Mesaj konusu: “ABD'nin ve Reel Kapitalizmin olmayan geleceği” Alıntıyla Cevap Gönder

“ABD'nin ve Reel Kapitalizmin olmayan geleceği”

Robert Kurz ile söyleşi



Selçuk Salih Caydı: Irak'ı işgal ederken Uluslararası meşruiyeti boşveren ABD'nin fütursuz tavrı, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye'de de tehdit olarak algılandı. Irak'daki direniş, Amerikalıların başını, dayanma sınırlarını zorlayacak ölçüde ağrıttı. Gerçi Amerikan Ordusu koca bir dev, ve dünyadaki milli orduların her biriyle -Clausewitz'in çizdiği çerçeve dahilinde- savaşabilecek güçte. Ama Iraklıların kanıtladığı gibi bu dünyada savaşlar sadece milli ordularla yapılmıyor. Savaşacak güç ve yetkinlikte olanlar sadece milli ordular değil. Sizce Amerikan Ordusu yenilmez bir güç mü?

Robert Kurz: Siyasetin kontrolü altındaki milli orduları, Clausewitz'in tarif ettiği anlamda ve klasik savaşlar bazında ele aldığımızda, Amerikan eskeri mekanizması, -diğer ordulara göre daha iyi motive olabildiğinden değil- sadece teknik üstünlüğü nedeniyle gerçekten de yenilmez bir ordudur. İkinci Dünya Savaşı'ndan beri, endüstriyel bakımdan en gelişmiş kapitalist ülke ABD'dir ve onun “daimi savaş ekonomisi” silah endüstrisi alanında, Batı Avrupa veya Rusya tarafından geçilemeyecek bir mesafe kaydederek nitel ve nicel avantaj kazanmıştır. Tabii bu sözümona yenilmezlik, pişmiş topraktan kırılgan ayaklar üzerinde duruyor. Sürekli gelişen 'meta/mal üreten' modern ekonomik sistem bazında, devlet güçlerinin milli rekabet içinde bulunduğu bir dünyada yaşıyoruz artık. Üçüncü Endüstri Devriminin krizi dahilinde ele aldığımızda, dünya halklarının büyük kısmı kapitalist karlılık anlamında “fuzuli” insanlar haline gelecekler.Devletler de nizami yetki ve ehliyetlerini tamamen kaybedecebilecekleri bir noktaya gelecekler; tıpkı bugün Üçüncü Dünya ülkelerinde artan sıklıkta görüldüğü gibi. Dünya pazarına serbestçe katılmak anlamındaki “Gelişmek/ilerlemek” paradigması çökmüştür; sermaye küreselleşiyor. Böylece, bütün diğer milli ordular tarafından malup edilemez konumdaki ABD askeri gücü de boşluğa, ofsayta düşmüş oluyor. Artık kendisiyle eşit düzeyde herhangi bir rakibi yok. Diğerlerine karşı emperyal etkide bulunmak mücadelesinde Batı Avrupa ve Rusya, ona karşı gelebilecek potansiyel karşıt güçler değiller artık. Onlar da, 'kapitalist bütün'ün dünya polisi ABD'ye bağımlı, ona tabi yardımcı güçler oluyorlar.
Diğer yandan Miloseviç ve Saddam Hüseyin gibi devletçi rejimler, iflas etmiş bir “gecikmiş/sonradan modernleşme”nin, yenmeye müsait konumdaki türleridir. 'Meta/mal üreten' kapitalist sisteme ve dünya pazarına katılımları bakımından son kullanma tarihi geçmiş demode türlerdir. Kapitalist dünya krizinin asıl sonuçları, devletler ötesi bir karakter arzediyor. İktidar gücünün şimdiye kadarki şekliyle kapitalist dünya krizi, kontrol edilemeyen ve önceden hesap edilemeyen türde; yani yüksek teknolojiye sahip askeri mekanizmanın erişemeyeceği/etkileyemeyeceği karakterde.

Soru: ABD özeline geri dönecek olursak, “Dünya Polisi”nin 11 Eylül'den sonra belirginleşen yeni savaş tarzı konusunda yetersiz kaldığı açıkça görüldü. Bu arada herkesin merak ettiği asıl konu, kimsenin yaralayamadığı o güçlü mitolojik kahramanın, Aşil'in tek ölümcül yeri, yani topuğunun yeri neresi?
Robert Kurz: 11 Eylül, küresel melez azınlık kapitalizminin, klasik askeri alanın dışından gelen beklenmeyen saldırılara karşı çok zayıf olduğunu gösterdi. Aynı durum, dünya polisinin işgali altındaki bölgelerde, devlet sonrası (poststaatlich/poststate) dönemin gerillası için de geçerli. Yeni “Asimetrik savaş” hakkında çok şey yazıldı. Makro boyutta ABD her zaman kazanıyor, mikro boyutta da her zaman kaybediyor. Şu “Terörizme karşı savaş” denen şey sonuçlandırılabilecek birşey değil, çünkü bizzat Batı'nın ortaya çıkardığı kapitalist dünya krizinin hayaletine karşı yürütülen bir savaş. Savaşan iki tarafın da belli bir perspektifi yok, çünkü savunabilecekleri toplumsal alternatifler geliştiremiyorlar.
Amerikan askeri mekanizmasının bambaşka bir sınırı daha var, o da mali sınırı. ABD'nin silah üstünlüğünü sağlayan ekonomik koşullar bşr daha geri gelmemek üzere geçmişte kaldı. 'Meta/mal üreten' kapitalist sistemin küresel krizi,her yerde, mali krizler şeklinde görünüyor. Ve kapitalizmde kaynaklar, askeri amaçlar için bile olsa, sadece 'finanse edilebilir' durumda olmaları halinde seferber edilebilirler. Günümüzün kriz şartları altında Batı Avrupa ve Rusya'nın ekonomik-mali bakımdan ABD'nin askeri büyümesini taklit edip tekrarlamalarına imkan yok. ABD de gittikçe artan bir hızla kendi 'finanse edebilme' sınırlarına dayanıyor. ABD şu andaki askeri mekanizmasını, kendi gücüne dayanarak kopyalayabilecek ve yeniden kurabilecek durumda değil; küresel sermayenin ve paranın ABD'ye akışına bağımlı. Küresel krizin yayılması ve maliyetlerin yükselmeye devam etmesiyle birlikte para akışı kesilmek zorunda -ki daha şimdiden rekor düzeyde borçlanmaya neden olmuştur. Askeri operasyonlarla Irak'ı, Afganistan'ı ve diğer ülkeleri devamlı işgal altında tutmak, pek yakında ABD'nin soluğunu kesecektir.

Soru: Amerikan Ordusu Irak'ı işgal altında tutuyor. İşgalin eski malum “gerekçeleri bir yana, göstermelik birkaç girişim dışında ABD'nin “söz verdiği” demokrasi ve düzenden eser yok. Sizce ABD Irak'ta bir düzen mi yoksa bir düzensizlik mi kurmak istiyor?

Robert Kurz: ABD'nin sadece Irak için değil, dünyanın Irak dışında kalan kısmı için de hiçbir stratejik gelecek tasarımı bulunmuyor. Elinde yüksek teknolojiye sahip askeri mekanizmasından başka kullanabileceği bir şey olmadığından, kendi sisteminin dünya çapındaki krizine karşı, ileriye doğru askeri bir kaçış yaparak tepki veriyor. Belki daha sonra İran'a Suriye'ye, Kuzey Kore'ye ve diğer ülkelere saldıracak, ama bunun sonucunda ancak Pirus zaferi kazanabilir. Çünkü ABD'nin toplumsal anlamda; ideolojik sayıklamalar ve siyasi hayaller dışında, insanların önüne koyabileceği, onlara sunabileceği tatmin edici hiçbir şey yok. Modern siyasi ve hukuki sistem, ancak dünya pazarındaki rekabet kabiliyetinin varlığına ve devamına uygun olduğu ölçüde varlığını sürdürebilir. Bu özelliğin -Üçüncü Endüstri Devrimi'nin şartları altında- sönmeye başladığı yerlerde, Batı matrisine/sistemine uygun siyasi ve hukuki yapılanmalar ya bozuluyorlar ya da hiç kurulamıyorlar.
Irak'ta, rekabet kabiliyetine sahip kapitalist bir üretim sisteminin kurulması için yatırım yaparak bunu finanse edebilecek tek bir Allah'ın kulu yok. Yalnız petrol endüstrisinin işler duruma getirilebilmesi için bile devasa yatırımların yapılması gerekiyor -kionun da pek olanağı yok. Irak'a yapılan askeri saldırı, bu ülkenin bakımsız altyapısını tıpkı Yugoslavya'da olduğu gibi, daha da bozdu. Üstelik Irak'da şimdi adını burada anmaya deyecek bir “yeniden inşa” çalışması da görülmüyor. Herhangi bir perspektiften yoksun Batılı kriz sömürgeciliği, işgal ettiği ülkeleri ve bu ülkelerin halklarını ne yapacağını da bilmiyor. Halklara, daha da büyütüp sonsuzlaştırdığı bir kaos ortamı, şiddet ve yoksulluktan başka Bir şey sunamıyor. Başını ABD'nin çektiği Batı, 'meta/mal üreten' sistemin artık tarihi sınırlarına dayandığını ve insanlığın ezici çoğunluğunun, dünya pazarınınkriterlerine göre yaşayamayacağı gerçeğini kabul etmek istemiyor. Bu bağlamda, onlar için bir “getirisi” olmayan bazı Yer altı kaynaklarını da (yüksek maliyeti nedeniyle) kullanmayıp kapatıyorlar. Batı'nın içine düştüğü bu zor durumun, askeri yöntemlerle bertaraf edilmesi mümkün değil. Irak'ın ABD tarafından işgali, sırf bu nedenle, gelecekteki olası benzeri girişimlerde görüleceği gibi başarısızlığa uğrayacaktır.
Kriz bölgelerinde Amerika'nın militarist ve işgalci politikası, sadece önemsiz bir siyasi ve sosyal azınlığı kendine dayanak olarak alabilir. Bu azınlık esas itibariyle kriz bölgelerindeki üst ve orta tabakanın artıklarından, “Jeunesse doree”* tipi, Batı'da Batı tipi bir öğrencilik dönemi geçirmiş olanlardan ve belki ülkelerinin Amerikan işgaline uğramasını umut edenlerden oluşuyor. Bunlar, toplumsal 'gelişim süreci'nin olumlu istikamette seyredeceğine artık inanmıyorlar. Bu yüzden de, içine doğru patlayarak küçülmekte olan dünya pazarında Batılı tüketim ürünlerinden/hizmetlerinden paylarına düşeni kaybetmemek, onları korumak istiyorlar. Bu istekleri elbette bir hayalden ibarettir. Globalleşmenin “Jeunesse doree” takımı her yerde, hatta Batı'da da var.Bunlar, morali bozulmuş bir enlektüel tabakanın sosyal ve ekonomik sefaletine işaret etmek bakımından, sadece bir dipnot olmak değeri taşıyorlar.

Soru: Amerikan entelektüelleri 11 Eylül'den sonra, kendisine “Başkanımız” diye hitap ettikleri George W. Bush'u “terörizme karşı savaşında” desteklemek amacıyla ortak bir bildiri yayımladılar (“What we're fighting for: A Letter from America”). Orada şöyle bir cümle de var: “Doğayla ilintili insan haysiyetinin en açık siyasi ifadesi, demokrasidir.” Amerika'nın “Batılı Değerleri” gerçekten de evrensel değerler mi?

Robert Kurz: Kendi sisteminin ürettiği dünya krizinden -ileriye doğru- askeri yöntemler kullanarak kaçışı, ileriye doğru ideolojik kaçışıyla tam bir uyum içinde ABD'nin global koruması altındaki Batılı evrenselcilik (Universalismus/universalism), bugün de sermayenin değerlendirilmesiyle ilgili bir şey. Kapitalizmin bütün dünyaya yayılmasıyla orantılı olarak evrenselleşti. Böylece evrenselciliği ideolojik anlamda savununların iddia attiği gibi, tarih ötesi bir gerçekliğe sahip değil; tam tersine, belli bir tarihsel dönemin, kapitalizm çağının tarihi ile sınırlı. Tabii evrensellik, insanlara uğur ve mutluluktan başka herşey getirdi. Evrensellik, dünyaya muazzam bir sefalet getiren sosyal zorunluluklar ve iktidar sistemi anlamına gelmektedir. Ve her zaman, insanların diskalifiye olmaları anlamına gelmiştir.Kapitalist kriterlere göre bir şekilde yetersiz sayılan insan kitleleri, diskalifiye oup sistemin dışında kalıyorlar. Kendi kriterleriyle değerlendirdiğinizde evrenselcilik kocaman bir yalandır.
Eğer burada İnsan Hakları'ndan da bahsedeceksek, önce insanın toplumsal tarifini sorgulamalıyız. Kapitalizmin, bir insanı hukuki anlamda “birey” sayması için, o insanın satabilecek bir şeyinin olması ve mal/hizmet satın alabilecek durumda biri olması gerekir. İnsanın bu kabiliyeti de -prensip itibariyle- o kişinin iş gücünün, sermaye değerlendirme sistemine uyarlanıp uyarlanamadığına bağlıdır. Oysa bugün gittikçe artan sayıda insan -hatta Batı'da bile- bu sistemin dığında kalıyor. Sistemin sessiz mantığına göre bu insanlar, insan olmanın bütün özelliklerini taşımıyorlar ve son tahlilde insandan sayılmıyorlar.

Soru: Amerikalı entelektüellerin bildirisindeki “Demokrasi” hakkında neler söyleyeceksiniz?

Robert Kurz: Benzeri şeyler demokrasi için de geçerli. Burada sözünü ettiğimiz şey (demokrasi); toplumun bireylerinin biraraya gelerek, toplumun kaynaklarının doğru şekilde nasıl kullanılabileceği hakkında karar verdikleri bir kurum falan değildir. Bu kararları verme hakkı, kör sürecin mekanizmaları tarafından ve pazarın -bugünkü şekliyle dünya pazarının- sosyal duyarlılıktan yoksun kriterleri tarafından toplumun elinden alınıyor. Demokrasi en başta, pazardaki rekabetin sonuçlarını düzenliyor. Aslında o, rekabetin öznelerinin düzenlenmesi demek oluyor. Bu yüzden demokrasi aygıtı aznı zamanda bir sınırlandırma, baskı ve tehdit mercii olma özelliği de taşıyor. Rekabet kabiliyetine sahip olmayanlar için demokrasi zaten anlamsız hale geldi. Sistemin dışında kalan kişilerin başına gelenler, sistem dışında kalan ülkelerin de başına geliyor artık. Dile getirilmeyen tüm bu insanlık karşıtı/düşmanı sonuçlar karşısında Batılı “demokratik” entelektüeller susuyorlar, bütün bunları görmezden geliyorlar.

Soru: Dünyanın tamamına aynı ekonomik düzeni (serbest piyasa kapitalizmini) aynı devlet biçimini (ulus-devlet, cumhuriyet vb.) dikte etme cüreti nereden geliyor? En ücra köşesine kadar dünyanın her yeri ve bütün insanlar birbirine benzeyince; Tibetli lamalar, Eskimolar ve Amazon yerlileri bile takım elbise giyip çizgili kravat takınca, Amerikalılar daha mı mutlu olacaklar sizce?
Robert Kurz: Kapitalizm, insanların ihtiyaçlarını dikkate almayan, irrasyonel bir; 'paranın durmaksızın daha fazla paraya çevrilmesi' olayıdır. Paranın birikimi işlemi, totaliter özellikler taşır ve yanıbaşında başka bir toplumsal şekillenmeye tahammül edemez. İşlem bu yüzden yayılıp genişlemeye yatkındır ve çoktan bir dünya sistemi haline gelmiştir. Dünyadaki bütün ülkeler, bütün kültürler, bütün insanlar, sermayenin aynı toplumsal şekli içinde yeralıyorlar. Bütün toplumsal varoluş biçimleri -buna rağmen- birbirinin aynı değildirler. Fakat asıl fark sermayenin global şekli dahilinde, kültürel değil ekonomiktir, kazananlarla kaybedenlerin arasındaki farktır, fakirlerle zenginler arasındaki farktır, gelişme ile “geri kalmışlık” arasındaki farktır.
Üçüncü Endüstri Devrimi'nin ardından, yeni dünya krizi şartları altında 'kaybedenler' ve 'fakirleşenler' kitlesi öylesine büyüyüp çoğaldı ki, artık koca koca ülkeler ve dünyanın çeşitli bölgeleri, kapitalizmin kendini kopyalayarak yeniden üterme özelliğinin dışında kalmaya başladılar. Ve kriz, bizzat Batı'nın içine kadar girip yayıldı.
Şimdi bu durumda ortaya, krizi -yanlış- bir kültürcü açıklamayla aşmaya çalışanlar çıktı. Kültürcü eleştiri, siyasi-ekonomik sermaye ilişkilerine ve onun şekillerine değil de güya “yabancı” saydığı bir başka kültüre yöneliyor. Oysa Batı'nın 'Kültür emperyalizmi'nin özü, kapitalist üretim şeklinin global bazda kabul ettirilmesinde yatar; dinsel tasavvurlarda değil, giyim tarzında da değil. Tibetliler, Amazon yerlileri ve diğerleri, dünya pazarında giderek daha da sefil durumlara düştükten sonra, geleneksel kıyafetlerini ve törenlerini geri alsalar bunun ne kıymeti olabilir?
Kapitalizm öncesi kültürler sanki hiç bozulmamışlar da, sadece dış görünümleri Batılı yaşam biçiminden etkilenmiş gibi yapamayız. Kapitalistleşme süreci yüzyıllardır devam ediyor. Dünyada bakir kalmış saf, yerel/yerli kültür diye birşey kalmadı. Tam tersine, kültüreli dinsel ve diğer özellikler, olumsuz anlamda evrensel kapitalizmin üzerini örterek ona folklorik parlak bir cila oluyorlar. Bugün ilan edilen neo-etnik, neo-aidiyetçi, neo-dinsel kimlikler; bütün bunlar yapay, sentetik bir gelişmeden başka bir şey değiller. İnsanların krizde hayatta/ayakta kalma dürtüsünden doğmuşlardır. Ayrıca bu kimlikler insanlara, kapitalist yoldan kapitalist metodlarla sunuluyorlar. Kapitalizmden kurtulmuş bir insanlık, kuşkusuz birçok pozitif şeyi, modern çağ öncesindeki Avrupa dışı gelenekleri benimseyebilir; ama mecburen içinde yeralmak zorunda kalacağı (dinsel ve etnik bazda) kapalı toplumlara ve cemaatlere artık geri dönemez.
Paranın belirlediği soyut evrenselliğin karşısında kültürel farklılık, başka bir şekilde yeniden keşfediliyor: eski donuk kültürel kimliklerin ötesinde, mesela dünyanın her köşesinde kitleler halinde yaşayan göçmenlerin şahsında. Kültür, zaten her zaman karışım demektir. Kapitalizm ve Batı sonrasının toplumunda kültür, gezegeni gerçek anlamda kapsayan bir ölçek kazanacaktır.

Soru: Dünyanın tamamını kaplayan veya kaplamayı hedefleyen kapitalizm/sosyalizm gibi sistemler, aynı kaynaktan, 'Aydınlanma' düşüncesinden doğdular. Global kapitalizm tahminlerden çok daha hızlı bir şekilde son sınırlarına ulaştığına göre, 'Aydınlanma' düşüncesi, kapitalizm ve sosyalizmden sonra yeni üçüncü bir global sistem doğurabilecek kadar genç mi?

Robert Kurz: Batılı Aydınlanma, insan aklının zaferi değildir. Bilakis; Batılı Aydınlanma, sermayenin yıkıcı aklını “akıl” ilan etmiştir ve topyekün rekabetin sivil öznesine, felsefi anlamda meşruiyet kazandırmıştır. Aydınlanma, dini tek tek kişilerin “özel meselesi” haline getirdi. Bunun nedeni; sermayeyi, sekülerleştirilmiş bir din haline getirmesidir -'soyut çalışma/iş' dini haline getirmesidir. Adına 'ölü iş'** dediğimiz 'Para', Batı'nın içkin/dünyevi tanrısıdır. Şimdiye dek görebildiğimiz kadarıyla sosyalizm, kendi kendisini tasdik etmek amacıyla Aydınlanma'ya dayanıyordu. Çünkü sermayenin -yani 'meta/mal üreten' sistemin- modern şekillerini aşamamıştı. Sosyalizm, dünya sermayesinin olgunlaşmış krizlerinden birinin ürünü bile değildi. Onun yerine, dünya pazarının taşrasındaki 'gecikmiş modernleşme'nin bir ürünüydü. Sosyalizm bu yüzden, milliyetçi bir örgütlenmeydi aynı zamanda. Aynı nedenle, sosyalizmin dini de 'soyut çalışma/iş' idi. Para faktörünü kullanarak pazarı daha farklı bir şekilde şekillendirmek ya da ayarlamak istiyordu. Ama günümüzde, Üçüncü Endüstri Devrimi'nin yaptığı hamle karşısında -ve sadece kapitalizmin değil, Batı'nın sahte aklı ve sahte birey/özne formu karşısında- tükendi. Bu saydığım nedenlerden dolayı, Aydınlanma düşüncesinden, insanların özgürlüğünü ilgilendirecek yeni bir perspektif çıkmaz. O da, bizzat 'meta/mal üreten toplum'a uygun parçalardan biridir ve bunların radikal bir şekilde topyekün eleştirilip aşılmaları gerekmektedir.
Burada asıl sorulması gereken soru, Aydınlanma'ya yöneltilecek eleştirinin nasıl formüle edileceğidir. Aydınlanma'ya karşı birçok ses yükselebilir, ama asıl önemli olan, gezegeni kapsayan ortak bir hareketle, şu “Modern” denen şeyin aşılmasıdır. Bu hareketin başarılı olabilmesi için, tıpkı krizdeki sermaye gibi uluslarüstü bir karaktere sahip olması gerekiyor. Aydınlanma'yı, tarihi bakımdan geleceğe açık olan alanda ileriye doğru yarıp çıkmak gerekiyor. -Gerici bir manevrayla, zamanda geriye doğru gidip geçmişe dönerek değil. Şimdilik bütün dünyada, geriye dönük hareketler yükseliyor. Dine sığınma olgusu Batı'da da mevcut. Dinin bize dünya hakkında söylemeye devam edebileceği şeyler konusuna gelince: Dinler, toplumsal alanda, artık geri gelmeyecek olan tarım kültürlerinin ürünleriydiler. Öyleyse dinler, bugünkü sosyo-ekonomik krizin aşılmasına fazla katkıda bulunamazlar.
Sermayenin çeşitli biçimlerine karşı; ayrıca insan kaynakları, doğal kaynaklar ve toplumsal ilişkilere yaklaşım konusunda yeni alternatifler geliştirilmediği sürece, kolaya kaçan kültürcü eleştiriler, tıpkı eski sosyalistlerin eleştirileri gibi önemsiz/hükümsüz olacaklardır. Böylece Max Weber'in dediği gibi, önce Batı'nın kurduğu 'demir kafes' içinde hapsolup kalacaklardır. Örgütlü sadakalarla/bağışlarla, kapitalizme alternatif olunamaz. Üçüncü Dünya'daki neo-dindar konjonktür; dünyanın sermaye tarafından ekonomik misyonerlik faaliyetine nasıl maruz kaldığı olgusunu gözardı ettiği sürece inandırıcı olamaz. Kapitalizmin ve dünya pazarının insanlara sunulma şekli, ancak bütün insanlığın devrimci çabasıyla aşılabilir.

* Bol paralı hedonist gençler anlamında. Fransızca, 'Yaldızlı Gençlik'
** Karl Marx, yazdığı 'Kapital' adlı kitabının birinci cildinde 'Ölü iş'i (Almanca: 'Tote Arbeit'), ücretli çalışmanın paraya dönüştürülmüş hali, yani 'Kapital' haline gelmiş hali anlamında kullanır.

Mart 2004 yılında Yarın dergisinde yayımlanmıştır.
... SELÇUK SALIH CAYDI

http://konstantiniye.blogspot.com/2010/08/abdnin-ve-reel-kapitalizmin-olmayan.html

Eske Bockelmann ile "paranın ritmi" hakkında söyleşiye sunuş
SELÇUK SALIH CAYDI



“Bana bir dayanak noktası gösterin, Dünyayı yerinden oynatayım.”
Archimedes


Aydınlanmacıların filmlere ve romanlara konu olan gizli örgütü Illuminatus’un İspanya hücresi 1624 yılında gizli bir kitap yayımlar ve kitapta, insanlara sunulacak yeni bir evrensel dinden söz eder. Öyle basit ve etkili bir din olacaktır ki, ona inananlar, aynı zamanda kendi dinlerine de inanmaya devam edebileceklerdir. (1) Bu anafikir, sonradan çok daha detaylandırılır ve Fransız İhtilali’nden hemen önceki yıllarda Illuminatus’un gizli belgelerinde, konu hakkında bazı mistik ve metafizik detaylar da yer alır. Mesela 1782’den kalma bir belgede, örgüt elemanlarına verilen genel talimat aynen şöyledir: “Bizim bütün elemanlar aynı sese göre akord edilmeliler (...) Birlikte, bütün dünyaya nüfuz edebilmeliler (...) Hepsi, büyük plan için çalışmalı.” (2)

Illuminatus veya Illuminati, Aydınlanmacıların en önemli mistik örgütlerinden biriydi. Artık böyle bir örgüt elbette yoktur. Olsa bile, -komplo teorisyenleri üzülecekler- kapitalist sistemin tek tek kişiler/devletler/örgütler tarafından yönetilmesi zaten mümkün değildir. Ama Illuminati’nin (Aydınlanmışların) fikirleri, bugün herkesin çok doğal saydığı ve körkütük inandığı, ama üçyüz yıl önce dünyada esamisi okunmayan fikirlerdir: Eşitlik, özgürlik, demokrasi, insan hakları, ilerleme vd. Bugün herkesin aşinası olduğu modern bilim fikrinin benimsenmiş yaygın halini de ilk kez Illuminati’de görüyoruz.

Illuminati talimatındaki “ses” sözcüğü, Almanca bir deyimden alınmış haliyle ‘üyelerin hepsinin aynı fikirde olması’ diye de anlaşılabilir. Ama böyle bir “ses” var mıdır, varsa nedir ve insanlar bir sese göre nasıl akord edilebilirler? Kulağa masal gibi gelen böyle irrasyonel sorular sorup, sağlam bilimsel yanıtlar da alabiliriz elbete. Bu söyleşinin kahramanı Eske Bockelmann, böyle sorulara sağlam yanıtlar veren bir bir bilim adamı. İnsanların belli bir ritme göre nasıl akord edildiklerini, o “ses”in ne olduğunu, ne zaman nerede tarih sahnesine çıktığığını ve dünyaya nasıl yayıldığını ortaya çıkartmış oldu.

Mesele elbette bundan ibaret değil. Eske Bockelmann, 512 sayfalık derin bir kitapla sansasyonel buluşunu ve anlamını detaylarıyla açıklıyor. Kitabın önemi, kapitalist sistemin mental matrisinin (yani temel dokusunun), en küçük ana bileşenlerinin ne olduğunu keşfedip, derinlemesine anlatmasından geliyor. Örneğin suyun temel bileşenleri Hidrojen ve Oksijen atomlarıdır. Bunu bilmek, suyun birçok başka özelliğini de çözmek/değiştirmek için son derece önemlidir. Kapitalist sistemin mental matrisi nedir, nasıl birşeydir, nasıl bir “maddeden” ve “moleküllerden” imal edilmiştir?! Bunun bilinmesinde sonsuz yararlar var. Eskiden vebadan millyonlarca insan ölürken, kimse bu hastalığın aslında ne olduğunu bilmiyormuş ve salgın bölgelerinden kaçarak, dualara sığınarak, hastalıktan kurtulmaya çalışıyormuş. Bu berbat hastalığın, gözle görünmeyen küçük mikroplar ve fareler tarafından yayıldığı anlaşıldıktan sonra ona karşı ilaçlar geliştirilebildi. Şimdi anlaşılma sırası kapitalist sistemde. Chemnitz Teknik Üniversitesi’nde dersler veren dil uzmanı (linguist) Eske Nockelmann, kapitalizmin bir tür mikrobunu keşfetmiş bulunuyor!

Şaka bir yana, iklimleri ve insanları tehlikeli ölçülerde bozabilen kapitalist sistem, bu özelliğiyle vebadan daha tehlikeli olabilmektedir. Herşeyden önce ‘kapitalizm’ kavramı, iki yüzyıl öncesinin ‘veba’ sözcüğü gibi büyük ölçüde soyut bir kavram sayılmaya devam edilmektedir. Vebaya karşı mücadelede kireç ve ateş metodu terkedileli yüzyıllar oldu. “İşçi sınıfı” veya “Burjuvazi” gibi çakaralmaz eski kavramlarla günümüzün karmaşık sistemini açıklamak ve sorun çözmek de artık pek mümkün görünmüyor. Bockelmann’ın keşfi, bu bağlamda önem taşıyor.

Özgür düşünen, araştırmacı, şiir ve müzik hayranı bir bilim adamı Eske Bockelmann. Günümüz şiirindeki ritmin şiire nereden ve nasıl geldiğini merak edip araştırmaya başlıyor. Antik dönemlerdeki şiirin düzenli bir ses ritmine sahip olmadığı, zaten bilinmekteydi. Eski, ritmsiz şiirin ne zaman ritm kazandığını araştırıken, 1620’li yıllarda bu değişimin sadece Avrupa’da olduğunu farkediyor. Araştırmasını derinleştirince, benzeri değişimin müzikte de olduğunu ve şiirdeki değişimle aynı dönemde ve aynı bölgede ortaya çıktığını görüyor. Kitabında sosyal, ekonomik ve kültürel ilişkileri, ritm değişimi açısından çok boyutlu bir incelemeye tabi tutuyor. Ve sanat düşkünü bilim adamı, şiir, müzik derken, hiç ummadığı sularda buluyor kendini. 1620’li yıllarda paranın, toplumun her alanına hakim olduğu Avrupa’nın bazı şehirlerinde/bölgelerinde yeni bir refleks edindiklerini, yeni bir ‘Düzenli Ritm’ (Takt) duygusu oluşturduklarını ve bu ritmin, toplumların her alanını hızla işgal ettiğini anlıyor. Bu öyle bir gelişme ki, değişimin sonucunda; düzenli ritmli yeni müzik/şiir, düzensiz (dönüşümlü) ritmli eski müziği/şiiri reddediyor. Bununla da yetinmeyip, eskiyi (tarihi), yeni ritm duygusuna göre yeniden yorumluyor.

Bu “mistik” temel üzerinde oluşturulan yeni kavramlar sistemiyle (ontoloji); kültürü, tarihi, bilimi, müziği vs. -yeni ritm duygusuna göre- geriye doğru yeniden yorumluyor (mesela tarihi, geriye doğru yeniden yazıyor). Eski düzensiz/dönüşümlü ritm, belleklerden ve kitaplardan siliniyor. Eske Bockelmann, büyük bir şaşkınlık içinde, bu büyük değişimin nedenini, aklına gelen her alanda ve konuda arıyor. Ve sonunda birgün, yıldırım çarpmış gibi, bütün bu değişimlerin ortak paydasını keşfediyor. Bu değişimin, paranın meta/mal değiş-tokuşu işleminden kopmasıyla ve meta/mal’dan bağımsızlaşmasıyla yaşandığını keşfediyor. O dönemde paranın, başlı başına bağımsız bir faktör haline geldiğini anlıyor. Cinin şişeden -nihayet- çıkmasına benzer bir durum!

Avrupa’da yaşanan bu köklü paradigma değişikliği sonucu, sahip olmak istenen her mal/hizmet için para, tek araç haline gelmiştir. Düzenli ritmin ortaya çıktığı şehirlerde, para olmadan hiç bir ama hiçbir mal/hizmet satın alınamamaktadır. Oysa daha önce para, herşey için kullanılmamaktaydı, insanlar yiyeceklerini/giyeceklerini, karşılıklı dayanışma ile kişiye özel üretmekteydiler. O zamana kadar, sadece ‘değerli’ tarifine giren bazı şeyler para karşılığı alınıp-satılırken, 1620’lerden itibaren herşey paranın bir karşılığı olarak düşünülmeye başlandı. Yani insanlar, baktıkları heryerde ‘para’ görmeye başladılar ve gördükleri şeyleri, “bunları nasıl paraya çevirebiliriz” diye düşünmeye başladılar.

Eskiden mal/ürün esas, -para tali iken; “7’inci Yüzyıl başından itibaren meta/mal tali, -para esas hale geldi. Yeni haliyle para, soyut bir kavram olarak, karşılığında birşeyler alınabilen gerçeküstü bir değer halinde yeniden ortaya çıktı. Daha önce insanlar, gerçek şeylere odaklı bir hayat sürüyorlardı. Para, bir suret olarak aslın yerini aldı. Para, kağıt bir banknot olarak kendi başına değersizdir, el kadar bir kağıt parçasıdır. Fakat herşeyi, kendi arasında bir birim (para) ortak paydasında ilişkilendirerek, onların hepsini kendi (parasal) yasalarına uydurur ve herşeyi belli birimlerle yorumlamaya başlar. Mesela suyun ltresi bir Lira ise, dünyadaki şu kadar katrilyon litre suyun fiyatı da şukadardır diye, aklın erdiği her şeyi kendi kriterleriye değerlendirip paraya indirgemeye başlar.

Bu ölçü sistemine göre, bir memurun aylık değeri de (maaşı) bin Lira olabilir. Buna göre su ile insan, para bazında ve para üzerinden birbiriyle orantılanabilinen iki meta/mal cinsi olarak ilişkilendirilebilir. Bu denklemde ritmin kökeni, o ‘1 Lira’dır. Esasen heryerde o ‘1 Lira’yı ve katlarını gören insan, herşeyin birbiri ardından belli düzenli aralıklarla birbirini kovaladığı ‘1 Lira’lık düşünme biçimiyle tarif ettikçe -yani herşeye fiyat biçtikçe- düşünce biçiminde de, eşit uzunlukta birbirini takip eden bir düzenli ritm kurmaktadır. Ve ruhlara sinen bu düzenli ritm (takt), ilk ifadesini müzikte ve şiirde bulmaktadır.

Düzenli ritmli popüler Batı müziğinin bugün tüm dünyayı saran çıs-ta çıs-tak çıs-tak’ları, bu ruh halinde ortaya çıkmıştır. Eska Bockelman konuyu, muhteşem bir detay zenginliği ve derinlikle anlatmakta, bu değişimin nedenleriyle birlikte sonuçlarını da incelemektedir. Eske Bockelmann’ın keşfi, Avrupalı entelektüeller arasında da yankı buldu. Büyük gazetelerde kitabı hakkında yazılar çıktı (4). Konu şimdilik, Edison’un ampülü keşfinden sonra “bu ne işe yarar” sorulması aşamasında. Konunun anlamı, yıllar içinde anlaşılacaktır kuşkusuz. Yazar, ‘Modern filozoflar dünyayı anlamamışlardır’ diye başlayan iddialı cümleler kuruyor ve şimdilik kimse, ona itiraz edemiyor.

Paranın insan ruhunu nasıl değiştirip kendi kalıbına döktüğünü anlatırken, şimdi tartşılmaz “doğru” sayılan “köklü” birçok bilimsel disiplinin bile nasıl tepetaklak olabileceğinin işaretlerini de verdi. Dünyanın tek tip haline getirilmesinin kökeninde, insanların para odaklı düşünme biçiminin bulunduğunu söylemek, artık abartılı olmasa gerek. Modern müziğin, bu parasal ruh halini kuvvetlendirmek gibi bir rol oynayabildiğini düşünmek bile, insana bilim-kurgu hikayesi kadar fantastik geliyor. Düzenli ritm, yerel müzikleri de kendi kalıbına dökerek, onları poplaştırıyor. Bunu yaparken, eski müziklerin özünü yokediyor. Oysa eski Türk, Çin, Hint, Fars, Avrupa müzikleri, insanlığın para çağı öncesi ruhuna açılan bir kapı olmak özelliğine sahipler.

Tektipleşmemiş dünyanın, karakterli, özgün ve derinlikli kültürlerinin/uygarlıklarının taşıyıcısı ve belki çok daha fazlası, Batı müziği kalıbına dökülmemiş o eski müzikte saklı. Bockelmann’ın deyimiyle ‘Paranın ritmi’, elbette müzikten ibaret değil, ama dünyanın ve insanlığın çok boyutlu bozulmasının öznesi, para ilişkileri. ‘Paradan daha önemli şeyler de vardır’ sözünün somut ifadelerinden biri, eski müziği eski haliyle yaşatmaktır. -Yani onu düzenli ritm kalıbına, Batı müziği kalıbına dökmemektir. Tabii para ilişkileri günlük hayatta belirleyici olmayı sürdürdükçe bu çok zor. Gene de eski müziği ısrarla yaşatmak gerekiyor. Düzensiz/dönüşümlü ritmli Türk müziğinin Türkiye’de hala yaşadığını, sevildiğini ve halkın bu müziği unutmayıp sahip çıktığını duyunca, Eske Bockelmann üşenmeyip İstanbul’a da geldi ve birlikte bir Klasik Türk Müziği konserine gittik. Şahit olduğumuz konser, tüm etkileyici güzelliğine rağmen bir istisnaydı malesef. Ama başka ülkelerdekinde daha büyük bir istisna. Umutlandıran bir istisna...

1. Horst E. Miers, “Lexikon der Geheimwissenschaften” Münih 1979. S.21. Illuminati’nin İspanya hücresinin üyelerine ‘Alumbrados’ denmekteydi. Burada sözü edilen “evrensel din”in adı, örgüt tarafından ‘Religio Catholica RC’ konmuştur. ‘RC’ harfleri, esrarengiz ‘Gül Haç’ tarikatına atıfta bulunmaktadır.
2. ‘Der aechte Illuminat oder die wahren, unverbesserten Rituale der Illuminaten’ Edessa (Frankfurt) 1788. S, 207. Bavyera Devlet Arşivi (El yazmaları bölümü) Münih.
3. Eske Bockelmann “Im Takt des Geldes. Zur Genese des modernen Denkens” Springe 2004. S, 225.
4. Eske Bockelmann’ın ‘Paranın Ritmi’ adlı kitabı hakkında çıkan yazılardan bkz.: Süddeutsche Zeitung’da Thomas Steinfeld’in 2.8.2004 tarihli “Klingende Münze” başlıklı yazısı. Frankfurter Allgemeine gazetesinde Andreas Platthaus’un 14.5.2004 tarihli, “Alles Denken ist auch nur Rumba” başlıklı yazısı.


http://konstantiniye.blogspot.com/2010/09/eske-bockelmann-ile-parann-ritmi.html

Postkapitalist bir ekonomiye doğru
Selçuk Salih Caydı
20.11.10

Eski Mısır ekonomisi, bazı bakımlardan sosyalist ekonomiye benzer. Ama Sovyet Sosyalizmi sadece 74 yıllık bir tarihe sahipken, Mısır ekonomisi üçbin yıl yaşadı. Mısırlıların kurduğu paylaşımcı ekonominin en dikkat çekici yanı, ‘para’ kullanmamasıdır. Parasız Mısır ekonomisinde ödeme yapma birimi, içine 77 litre kadar tahıl alabilen çuvallardı. Serbest ticaret bilinmiyordu. Üretim ve ticaretin bütün kurallarını ve fiyatları Firavun belirliyordu. Bu sayede yüzyıllar boyunca çeşitli ürünlerin fiyatları düşmeden aynı kalmıştır. Örneğin 3. Ramses döneminde (İ.Ö. 1198-1166) Mısır’da kumaş/elbise kıtlığı başgöstermiş olmasına rağmen elbise fiyatlarında bir değişiklik olmamıştır.
Halbuki bugünkü anlamda serbest piyasa olsa, elbise fiyatları alır başını giderdi. (1)

Mısırlılardan öğreneceğimiz üç şey var: Birincisi, ne üretileceğine/tüketileceğine pazarın doymak bilmeyen kâr dürtüsü değil, bizzat insanların (Mısırda: insanlar adına firavun) karar vermesidir. Böylece toplumu/çevreyi bozabilecek türde üretim/ticaret yapılamıyordu. İkincisi, ‘ücret’ benzeri bir fonksiyon üstlenen tahıl çuvalları, durduk yerde değer (faiz) getirmiyor, tersine çok dururlarsa bozuluyorlardı. (2) Yani faiz getirmeyip, faiz götürüyorlardı (negatif faiz). Hiç kimse tahıl çuvallarını biriktirmeye, onları borç vermeye, fazlasıyla geri almaya falan kalkmıyordu (faizsiz ekonomi). Üçüncüsü, bugünkü kapitalist (ve sosyalist) sistemin en karakteristik özelliği olan ‘ücretli iş/çalışma’ aracılığıyla insan hayatının (kafa ve kol gücünün, yani ruhunun), “mal”a -“parasal değeri” olan maddeye- ve oradan paraya tahvili olayı yoktu. Mısır Büyük İskender tarafından işgal edilip, ekonomiye para ve faiz zorla sokuluncaya dek sistem, sağlıklı bir şekilde binlerce yıl işlemiştir.

Bugünkü şekliyle para, ürünlerin değiş-tokuşunu sağlamak yerine, pazardan bağımsızlaşarak bizzat kendisi bir mal olmuştur ve alınıp-satılmaktadır. Dünyada para sirkülasyonunun devam ettirilebilmesi için düzenli olarak büyük miktarlarda para basılarak piyasaya sürülmesi gerekir. Çünkü borç senedi demek olan bu paraların asla tamamı, basıldığı bankaya (kaynağına) geri dönmeyip bir kısmı bir şekilde piyasada kalır. Böylece uzun vadede paranın değeri sürekli düşer. Kapitalist sisteme özgü olan bu “cins” para, biriktirilebildiği için faiz getirir. Oysa Mısırlılar gibi bütün kadim uygarlıklar paraya benzeyen -ama asla para olmayan- şeyleri sadece ürün/hizmet değiş-tokuşu aracı olarak kullandılar, faizi yasakladılar. Paranın kontrol altında tutulması sayesinde bu dünyada, binlerce yıl boyunca sefalet denen şey olmadı.

Sefalet, esasen paranın “cinsi” ile ilgili bir şeydir. Paranın pazardan bağımsızlaşıp, faiz yoluyla (faiz, faizin faizi) katlanarak büyümesi ve mal üreten sistem sayesinde (insanlar dahil) her şeyin –bir fiyatı olan- “mal” haline getirilmesiyle sefalet ortaya çıkmıştır. Sefalet’in tanımı, ‘kronik parasızlık’tır. Eskiden insanlar doğayla uyum içinde yaşıyor ve asla aç/susuz kalmıyorlardı. Bir toplumda yaşayan insanın temel gereksinimleri, yiyecek/giyecek/barınak ve bu yaşamsal konuların sürdürülebilmesi için gereken güvenlik’tir. Eski toplumların hepsinde bu vardı ve bunun için asla para gerekmiyordu. Öyleyse burada altını bir kez daha çizelim: Bugün Venezüella’daki gibi, Afrika ülkelerindeki gibi, Irak ve Afganistan’daki gibi sefaletin olabilmesi için önce para/faiz sisteminin bütün ekonomik faliyetlere hükmetmesi/girişmesi gerekiyordu. Sefaletin nedeni esasen budur. İnsanlar “ücretli çalışan bireyler” halinde, kapitalist sistemin ücret (para/faiz) sistemine mecbur oldukça, dünyanın biryerlerinde sefalet de artarak çoğalacaktır. Sistem çok açık konuşmakta ve “Çalışmazsan ekmek yok!” demektedir. Herşey paraya endekslendiğinden, sefaleti (fakirliği) parasal yöntemlerle çözmeye kalkmak da, ateşe benzin dökmek anlamına gelir.

İnsanlar, bu akıl tutulmasından kurtulup, uzatmaları oynayan sistemi değiştirmek zorunda kalacaklardır. Eğer bu dünyada yüz yıl sonra da solunabilir hava, içilebilir su, yenebilir tahıl/et/meyva/sebze olmasını istiyorlarsa buna mecburlar. Burada asıl soru, sistemi reformlarla yaşatmak mı, yoksa tasfiye edip yenisinin filizlenmesini sağlamak mı ekseninde dönmektedir. Sistemin sürdürülmesinin mümkün olmadığının iyice anlaşılmasından sonra, toplumlar yaratıcılıklarını konuşturarak bir çok alternatif yerel ekonomik modeller denemeye başlayacaklardır kuşkusuz. Ama yeni deneylere açılan kapıyı aralayabilmek için, sisteme global bazda kollektif bir şekilde indirecek en etkili darbe, para/faiz konusundaki köklü reformlar olabilir.

Faizin monoteist dinlerin kutsal kitaplarında haram/günah/yasak olduğu biliniyor. (3) Hatta İncil’de, Tanrı’nın düşmanı Para Tanrısı Mammon'a nasıl yüklenildiği de malumdur. Hz. İsa, “Aynı zamanda hem Tanrı’ya hem de Mammon’a kulluk edemezsiniz” der. (4) Faize karşı olan tavır, diğer inançlarda da vardır. (5) Seküler Friedrich Engels bile, 1878’de, sevmediği faizin kökenine dikkat çekerken, bugün kullandığımız türden “para”ya işaret eder (6). Elbette, bugün kullanılan para dışında bir de gerektiği zaman tedavüle konan başka para cinsleri de vardır. Böyle deneyimler, yerel ekonomik uygulamalara yatkın olduğundan, kapitalizmin kriz döneminde işe yarayabilir.

1929 yılındaki büyük ekonomik krizden sonra Tirol’ün (Bugünkü Batı Avusturya’da) Wörgl’de belediye reisi Michael Unterguggenberger, belediyenin borç faizlerinin 1.3 milyon Şiline dayanması üzerine duruma isyan eder ve belediye adına piyasaya, “biriktirilemeyen/faiz alınamayan cinsinden para” sürmeye karar verir (Orjinal adı: Schwundgeld). Çünkü zamanın deflasyon krizi yüzünden paranın değeri her gün yükselmekte, bu nedenle herkes parasını elinde tutmakta, harcamamaktadır. Piyasada para bulmak çok zordur, çünkü paralar yastık altındadır. Yalnız Wörgl’de geçen bu yeni para, sadece ürün/hizmet değiş-tokuşu için kullanılacaktır. Yeni para (1, 5 ve 10 Şilinlik banknotlar halinde toplam 1.600 Şilin basılmıştır), her yıl otomatikman %12 değer yitirecektir. O yüzden bu paradan elinde bulunduranlar, parayı aynı değerde tutabilmek için belediyeye, ellerindeki paranın %1 değeri kadar bir meblağı her ay ödemek zorundadırlar. Belediye, ödemeyi yapanların paralarının üzerine, özel bir ‘ödedi’ fişi yapıştırır. Tamamen iflas etmiş olan Wörgl belediyesi bu yolla hem belediye hizmetlerini döndürmeye başlar, hem de ekonomide müthiş bir canlanma olur. Yeni para, durdukça değer kaybettiğinden yastık altında kalmayıp sürekli ekonomide dönmek zorundadır. Ve -evet bildiniz- duruma 5 Ocak 1933’de Avusturya devletinin ulusal bankası müdahale eder ve yeni parayı yasaklar! Fakat faize yatkın olmayan yeni paranın başarısı bütün Avrupa’da dikkat çeker. Olayı yerinde incelemek ve bölgenin insanlarıyla konuşmak için Fransız başbakanı Daladier bile, 1933 Eylül’ünde Wörgl’e gelir. Daha sonra basına, insanların “altın hırsından, bu para sayesinde kurtulduklarını” söyler. (7)

Wörgl belediye başkanının bu fikri, 1930’da ölen ünlü Arjantinli/Alman tüccar, pratikten-ekonomist ve sağcı anarşist Silvio Gesell’den alınmıştır. (8) Gesell, “Doğal ekonomi” adını verdiği sistemini, Proudhon’un para konusundaki fikirlerini bir adım ileri götürerek oluşturmuştu. Proudhon’un ve anarşistlerin para konusunda eskiden beri anlamadıkları şey; paranın gücünün kaynağının parababası faizcilerin cüreti değil, herşeyi mal haline getiren kapitalist sistemin bir zorunluluğu olduğudur. (9) Para, mal üreten sistemin bir zorunluluğudur. Silvio Gesell ve hemen hemen aynı düşünceleri savunan Rudolf Steiner, bu temel mal-para ilişkisine kafa yormak yerine, sadece paranın niteliğini değiştirerek dünyanın sütliman olacağını sanmışlardır. Sağ ve sol anarşistlerin şöyle bir handikapı var: Ürünleri gene “mal” halinde üreteceğiz (parasal değerleriyle), ama “mal” olarak alıp-satmayacağız (yani parayla değil, ‘yeni para’ ile -veya değiştokuş edeceğiz).

Kapitalizmin, kendi başını yiyip çöküşünden önce, yaşanacak depremin dünyayı 8 şiddetinde sarsmasından ziyade, fayın birkaç kerede kırılmasından yanaysak, yıkımın/dönüşümün hızını ve şiddetini azaltmak gerekiyor. Bunun için enflasyonun hızının düşürülmesi, IMF’ye alternatif birden fazla faizsiz finans kurumunun oluşturulması, global ölçekte paranın Gesell’in önerdiği şekilde (Wörgl’de denendiği gibi) vergilendirilerek faizin cazip halden çıkarılması ve daha sonraki aşamada faizin kaldırılıp yasaklanması gibi bir dizi çoklu önlemle paranın global hükümdarlığına önemli darbeler indirilebilir. Elbette bu adımlar, postkapitalist bir çağa inanmış (ama malesef geleceği olmayan) ulus-devlet ve uluslarötesi anti-kapitalist örgütlenmelerin geniş katılımlı aktif ortaklığıyla gerçekleştirilebilir. Ama tek tek sivil toplum örgütlerinin ve devletlerin böyle bir şeyi kendi başlarına yapabilmeleri imkansızdır. Ancak koordineli bir birliktelik, onu üreten -dünya çapında- bir akım, bir moda, başarılı olabilir.

Burada özellikle altını çizmemiz gereken konu; bu önlemlerin, “depreme hazırlık” babından uygulamalar olduğudur. Deprem olacaktır, sistem mutlaka daha da şiddetli krizlere girecektir. Çünkü sistemin temelini oluşturan şey, Proudhon, Gesell, Steiner gibilerin sandığı gibi para değil, kapitalizmin icad ettiği “çalışma ve mal/meta sistemi”dir. Faiz ve ticari kredi sistemi, tarihin çok eski çağlarından beri vardı, ama asla bugünkü kadar etkili ve belirleyici olmamıştır. Çünkü paranın (faiz aracılığıyla) “mal” haline getirilmesinin ön koşulu, çeşitli ürünlerin bir “fiyat” birimine indirgenmesiyle ilintilidir. Birşeyin bir fiyatının olabilmesi için de onun bir şekilde “iş/çalışma” ürünü olması ve bu faktör üzerinden sisteme adapte olması gerekir. Yani, modern kölelik sistemini kaldırmadan, yapılacak bütün ekonomik girişimler, “sosyalizm” gibi geçici uygulamalar olmaktan öteye gidemezler. Böyle girişimler, sadece yıkımın şiddetini azaltmak için kullanılabilirler.

Şapkadan tavşan çıkaran kapitalistlerin, insanlara tarih içinde attıkları kazıkların en sivrilerinden biri de kuşkusuz, tavşanın suyunun suyu mahiyetindeki şu “paranın faizi ve faizin faizi” meselesidir. Doğmamış bebeklere, yeryüzünün yeraltı/yerüstü kaynaklarına ve katliamlara (Nazi soykırımlarına) bile “fiat” biçen rafine “Para/faiz” sistemi, tamamen kapitalizme özgüdür. Bugün, Lenin’in 1916’da yazdığı; “Kapitalizmin karakteristik özelliklerinden biri de endüstrinin muazzam büyümesi ve üretimin giderek daha büyük işyerlerinde odaklanması olayıdır” (10) sözünün çok ötesinde bir yerlerdeyiz. Şimdi o muazzam firmalar, “çeşitli endüstri dallarının kombinasyonuyla” (11) da yetinmeyip, dünyanın bütün devletlerini ve halklarını borçlandırabiliyorlar. Üstelik ulus-devletlerden de bağımsızlaşıp “sıcak para”larını anında istedikleri yere taşıyor, bir anda bir yeri ihya edip, sonra aynı yeri harabeye çevirebiliyorlar, üstelik bunları kısa bir zaman içinde yapabiliyorlar. Ama kapitalist sistemi, “para” ve “çalışma sistemi” diye iki ayrı kategoride değerlendirip, eski sosyalistlerin yaptığı gibi, “biz önce finanskapitale/faize çare bulalım, ‘çalışma’ işini de sonra düşünürüz” diyemeyiz. (12) Çünkü bu ikisi birleşik kaplar gibi birbirine bağlıdırlar ve çalışma sistemi değişmeden kaldığı sürece, tekbaşına faizin ortadan kaldırılması hiç bir şey ifade etmez. Yeni ekonomilerin yeşerebilmesi için ücretli çalışma sisteminin -yani kapitalizmin- etkisinin iyice kısıtlanması gerekmektedir. Postkapitalist çağın temel özelliği, dünyaya hakim olan eski para/iş sisteminin iyice sınırlandırılıp değiştirilmesi ve bu yoldan sefaletin de sona erdirilmesi değildir. Asıl özelliği, yüksek insani değerleri yücelten insanların mental anlamdaki değişimlerinin bir sonucu olarak, sosyo-ekonomik yapının global anlamdaki radikal dönüşümüdür.

Dipnotlar:

1. Eski Mısır ekonomisi hakkında bkz.: Eric Hornung “Grundzüge der aegyptischen Geschichte” Darmstadt 1996
2. Mısırlılar dış ülkelerle yapılan büyük ticaretlerde elbette bu çuvalları kullanmıyor, onun yerine parayla karıştırılmaması gereken 91 gramlık bakır yüzükler veya 9.1 gramlık gümüş yüzükler kullanılıyorlardı.
3. Tevrat’ta bkz.: Hesekiel 18:8 ve 9. İncil’de bkz.: Luka 6:35. Nicea (iznik) konsili 325 yılında faizi yasakladı ve faiz alanların afaroz edileceğini açıkladı. Papa 3. Alexander ve Papa Clemens, içinde “Faiz” sözü geçen bütün resmi döküman ve kanunların geçersiz sayılacağını açıkladılar. Kur’an’da faize karşı çok sayıda ayet bulunmaktadır. Örnek olarak: Bakara Suresi, 276. ayet: “Allah, faizi mahveder ve sadakaları artırır.(...)”
4. İncil. Matta 6:24
5. Örneğin Kun fu-tzu (“Yunancalaştırılmış” ismiyle Konfiçyüs!), faize karşı olduğunu anlatmak için, “Para, hayvan pisliği gibi toprağa saçılmalıdır” gibi bir cümle sarfetmiştir. Eski Hindistan’da, yalnız en düşük/aşağı kast’a faiz almak izni verilmiştir. Hinduizmin ana fikri: Yalnız en pis ve en aşağılık insanlar faiz alıp verebilirler.
6. Friedrich Engels “Herrn Eugen Dührings Umwälzung der Wissenschaft“ (Anti-Dühring) Doğu-Berlin 1962. S. 371.
7. Wörgl deneyi hakkında bkz.: Fritz Schwarz “Das Experiment von Wörgl” Bern 1951. Ya da nisbeten yeni bir kitap olan: Margrit Kennedy „Geld ohne Zinsen und Inflation. Ein Tauschmittel, das jedem dient“ Münih 1994
8. Silvio Gesell’in temel eseri: “Die natürliche Wirtschaftsordnung” Nürnberg 1949. Kitabın internet metni için: http://userpage.fu-berlin.de/~roehrigw/gesell/nwo/
9. Konu hakkında bkz.: Dudley Dillard “Proudhon, Gesell and Keynes” California 1940
10. Vladimir İlyiç Lenin “Der Imperialismus als höchstes Stadium des Kapitalismus” Peking 1974. S.14
11. a.g.e. Lenin S.17
12. Sosyalistler bu ‘iş/çalışma’ konusunda başından beri resmen uyumuşlardır ve bu yüzden de bitmişlerdir maalesef.

http://konstantiniye.blogspot.com/


'Otoriter kapitalizm' geliyor

National Review ona "Batıdaki en tehlikeli siyaset filozofu" diyor; New York Times ise "kültürel teorinin Elvis'i."
Juan Gonzalez: National Review dergisinin "Batıdaki en tehlikeli siyaset filozofu" dediği adamla mâli krizi konuşmaya devam ediyoruz. The New York Times ona "kültürel teorinin Elvis'i" diyor. Slovenyalı filozof ve entelektüel Slavoj Zizek felsefe, psikoanaliz, teoloji, tarih ve siyaset teorisi hakkında elliye yakın kitap yazdı. "Önce Trajedi Sonra Komedi" adlı son kitabında ABD'nin 11 Eylül trajedisinden, komedi diye adlandırdığı mâli krize doğru nasıl yol aldığını tahlil ediyor.
Harper's Magazine'in Ekim sayısında da özetlenen Zizek'in son teklifi, şu sözlerle başlıyor: "2008 mâli kriziyle ilgili hakikaten şaşırtıcı tek şey, vuku bulacağının tahmin edilebilir olmadığı fikrinin ne de kolay kabul gördüğüdür." Son on yılda IMF ve Dünya Bankasına karşı yapılan gösterileri anıyor; tüm gösterilerde bankaların parayla oynama şekilleri protesto edilmiş ve eli kulağındaki kazaya karşı uyarı yapılmıştı. Ancak göz yaşartıcı gazlarla ve kitlesel tutuklamalarla karşılık verilmişti.
Amy Goodman: Alıntı yaparak söyleyecek olursak, mesaj diyor "yüksek sesle ifade edildi ve berraktı ve polis, kelimesi kelimesine, hakikati bastırmak için kullanıldı."
Peki, Slavoj Zizek burada New York'ta Cooper Union'da Çarşamba akşamı bir konuşma yaptı ve şimdi stüdyomuzda bizimle birlikte. Democracy Now'a hoşgeldiniz.
Slavoj Zizek: Çok teşekkür ederim. Benim için bir zevktir.
Amy Goodman: Sizi ağırlamaktan mutluluk duyuyoruz. Protestolar...
Slavoj Zizek: Genelde izlediğim Fox News'ten daha iyisiniz. Daha hoş.
Amy Goodman: Protestoları mâli erimeye bağlar mısınız? Nasıl tahmin edilebilirdi?
Slavoj Zizek: Hayır, beni ilgilendiren, örneğin Paul Krugman bugün ideolojinin nasıl işlediği hakkında bize çok şey anlatan temelde o aynı şeyi söylemişti. Zihni bir deney yapsak ve önde gelen bankacılar, yöneticiler vb iki yıl önce nasıl sona ereceğini bilselerdi nasıl olurdu? Kendimizi aldatmayalım, hiçbir değişiklik olmayacaktı dedi. Aynı şekilde hareket edeceklerdi.
Bu ise bir psikoanalist olarak beni oyuna dâhil ediyor zira günlük uğraşımızın, psikoanalizde fetişist yalanlama dediğimiz mekanizma tarafından nereye kadar kontrol edildiğini fark etmemizi sağlıyor diye düşünüyorum."Je sais bien, mais quand même…" "Çok iyi biliyorum fakat..." Mâlumunuz, muhtemel yıkıcı sonuçları çok iyi bilebilir fakat bir şekilde pazara güvenirsiniz, işlerin bir şekilde istenildiği gibi olacağını düşünürsünüz vesaire vesaire. Yalnızca ekonomide değil, genel olarak da analiz etmeli bunu. Çalışmamın odağında işte bu var: İnançlar bugün nasıl işliyor? Bir kişi inanıyor dediğimizde neyi kastediyoruz?
Arada kaynamasın diye hemen nefis bir hikayeyi anlatayım, benim gözde hikayem. Kitapta da anlattım. Niels Bohr'u bilirsiniz, Kopenhaglı kuantum fizikçisi. Yazlık evini ziyaret eden bir arkadaşı, kapının girişinde at nalı görür; biliyorsunuz, Avrupa'da batıl inançların bir parçası olan at nalının güya kötü ruhların eve girmesini engellediğine inanılır. Bir bilimadamı olan arkadaşı sorar: "Fakat bir dakika, buna gerçekten inanıyor musun?" Niels Bohr "elbette hayır. Eblehin teki değilim" der. Arkadaşı tekrar sorar: "O halde niçin burada bulunduruyorsun?" Neils Borh ne cevap veriyor biliyor musunuz? "İnanmıyorum ama bulunduruyorum çünkü ona inanmasan bile işe yaradığı söyleniyor."
Bugünün ideolojisi işte bu. Demokrasiye inanmıyoruz – hiç kimse inanmıyor. Onunla eğlen dur, vesaire fakat bir şekilde sanki işliyormuş gibi yapıyoruz. Çok tuhaf bir durum çünkü – bazılarımızın yaşı hatırlayacak kadar vardır – gücün kamuya dönük yüzünün şeref, inanç olduğu eski günler var. Peki başbaşa kaldığınızda onu alaya alır, eğlenir miydiniz? Hayır. Şimdi biz çok tuhaf bir duruma doğru, gücün kamuya dönük yüzünün gittikçe daha bir açıktan açığa edepsiz (indecent), müstehcen olduğu bir yere doğru seyrediyoruz. Sarkozy'nin Fransa'sına bir bakın. Yaklaşık beş yıl içerisinde devlet gücünün asgari şerefini sistematik bir şekilde baltalayan Berlusconi'nin İtalyasına bakın. Bunun nasıl mümkün olabildiğine tekrar tekrar şaşıyorsunuz. İki hafta önce, bu seks skandallarından sonra, Berlusconi'nin avukatı resmi bir açıklama yaparak Berlusconi'nin iktidarsız olduğu iddialarının yalan olduğunu, Berlusconi'nin bunu mahkemede ispatlamaya hazır olduğunu söyledi. İyi de nasıl? Neyi kastetti? Müstehcenliğin bir seviyesi vardır fakat bu bizi oyuna getirmemeli. Gerçekten de sinik zamanlarda yaşıyoruz, kendilerini ciddiye almadıkları şeklindeki ucuz anlamda değil sadece -nasıl söylemeli?- kendi kendini baltalamanın, kendiyle dalga geçmenin tuhaf bir şekilde oyunun bir parçası olması anlamında da. Sistem sanki kendisiyle dalga geçse bile işleyebilirmiş gibi.
Juan Gonzalez: Peki, ilerlemecilerin veya buradaki solcuların tepkisini de eleştirdiğinizi söylüyorsunuz. Harper's Magazine'deki makalenizde şöyle yazmışsınız: "Mevcut krizin başlıca kurbanı kapitalizm değil, geçerli bir küresel alternatif sunmaktan âciz olduğu herkes tarafından görülür olduğu nispette, bizzat sol olacaktır." Bunu biraz açar mısınız?
Slavoj Zizek: Ben radikal bir solcuyum. Şartlarla mukayyet olmak üzere, kendimi komünist olarak adlandırmaktan hoşlanırım. Fakat bir solcu olarak, solun son yirmi yıldır yaşadığı mağlubiyeti de kabul etmelidir. Muhtemel bir tahkikin gerek şartıdır bu. Stiglitz, Krugman gibi kişilerin teklif ettiği sempatik şeyler bir yana ki temelde Keynesçi refah devletine bir dönüştür, ve Brezilya'da renta básica denilen ana gelir gibi ütopya olduğunu düşündüğüm bazı ilginç ekonomik fikirler bir yana – ne ki onların çözüm olduğunu sanmıyorum – insanlar bir kriz zamanında bile solun küresel bir cevabının olmadığını görsünler diye bu krizin imâl edilmiş olabileceğine dair bazen, bazı zamanlarda, paranoyak bir fikir geliyor aklıma.
Sol hakkında iki şeyden dolayı üzüntü duyuyorum. Birincisi, gitgide kanuncu mâneviyat öğretimine döndü. Biliyorsunuz, adaletsizliği bir tür protesto şeklidir. O halde yapabileceğiniz tek şey, hukuk forumları vb şeyler düzenlemektir. Bu bakımdan, eski solcuların pek çoğu siyasetle ilişiklerini kesiyorlar. Esasa ilişkin soruları artık sormuyorlar. Tek haykırış, şu anda bile, "ah, şu banka vurguncuları" oldu. Duymakta olduğumuz şeye tamamen katılıyorum. Fakat -bunu benden daha iyi bilirsiniz- mevcut krizin kökeninde yalnızca açgözlülük yatmıyor ve hakikatin bu bakımdan daha karmaşık olduğunu düşünmüyor musunuz? Yeni binyılın başındaki dijital balondan sonra, refahı nasıl elde tutmalı, ekonomiyi nasıl canlı tutmalı fikri ortaya çıktı. Hatırladığım kadarıyla, gerçekten bir miktar partilerüstü bir karardı: Emlak piyasasında hareketin devamını kolaylaştıralım. Bu psikolojik açgözlü bankacılar başlığının altında yapısal bir problem vardır, kapitalizmin nasıl çalıştığı meselesedir, Tanrım, bu yüzden sevgili modelimizle de – hayır, Bernard Madoff'la – ilgilidir. Onun üzerine odaklanma şekillerinden hoşlanmadım. Bir dakika durun. Sistemin sizi iteklediği yerin radikal bir versiyonudur o sadece. Şimdi, "işte bu yüzden tüm bankaları kamulaştırmalı ve hemen sosyalist diktatörlük kurmalı" demiyorum, deli değilim. Diyorum ki problemi psikolojik bir mesele yaparak yakamızı ondan kolayca sıyırmayalım. Şerli bir adam olabilirsiniz fakat yaptığınız şeyi yapmanıza imkan veren kurumsal, ekonomik vb arkaplan olmalıdır sonuçta.
İkinci şey, sol ve sağ kanat popülistlerin "Wall Street'e değil Main Street'e (sokaktaki vatandaşa) yardım edin" şeklindeki çığlığından da hazzetmedim. Üzgünüm, o bankaların yöneticileri kapitalizmde Wall Street olmadan Main Street olmayacağını ısrarla vurguladılar. Bugünün sanayisinde, rekabet ve yeni icâtlara yapılan çok büyük yatırımdan dolayı, krediye çaplı erişim olmadığında, çaplı kredi ulaşılabilir olmadığında, müreffeh bir Main Street de olmayacaktır. Bu yüzden yanlış bir seçimdir bu. Solun hatrına, sanırım mâneviyat öğretimine atılmaktan sakınmalıyız, şayet onda ciddiysek.
Amy Goodman: Şöyle yazmıştınız: "Kurtarma operasyonu gerçekten "sosyalist" bir tedbir midir? Eğer öyleyse, acayip bir şekil kazanır: Öncelikli gâyesi fakire değil zengine, borç alana değil borç verene yardım etmek olan bir sosyalist tedbir."
Slavoj Zizek: Evet. Benim tüm tezim, kapitalizmin her daim zirvedekilerin sosyalizmi olduğudur. Onun temel paradoksu mu bu? Değil.
Amy Goodman: Sağlık reformu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Slavoj Zizek: Benim en gözde konu başlığıma temas ettiniz. Neden biliyor musunuz? Çünkü – ideoloji hakkında yazdığımda ve insanlar bana güldüğünde – insanlar "haha, bunu bilmiyor musun? İdeoloji sonrası dönemde yaşıyoruz" dediler. Hayır, burada maddi gücüyle bir ideolojiyi görmektesiniz. İkiye ayırmalıyız. Bir yanda dinlemeyi sevdiğim komik sağcı paranoyalar var. Beni eğlendiriyorlar, Sarah Palin'in ölüm panelleri fikri gibi. Gizemli bir bürokrasi, amcanızın yaşayıp yaşamadığına karar verecek. Matrak bir şey. Hiç değilse şimdilik gülebiliriz. Fakat sonra...
Juan Gonzalez: Maalesef Amerika'nın büyük bir kesiminde değil.
Slavoj Zizek: Evet, evet. Fakat sonra gerçek problem var, Cumhuriyetçilerin seçim özgürlüğü gibi temel bir fikre tutunarak, sağlık reformu planına yönelttikleri eleştirinin gerçekten işe yaradığı bir noktadır. Bunun bir problem olduğunu düşünüyorum. Bununla yüzleşmeliyiz. Açıklığa kavuşturmamız gereken şey, seçim özgürlüğünü gerçekten tasarruf etmek için – bunu defalarca tekrarlamalıdır- sosyal ve hukuki düzenlemelerin, ve de bir şekilde kabul görmüş etik kuralların, aşırı karmaşık bir ağını vücuda getirmeliyiz. Başka bir ifadeyle, daha az seçim, ya da daha az kamusal seçim, belirli bir düzlemde, farklı bir düzlemde daha fazla seçim demektir.
Sağlık reformu meselesine döneyim. Benim fikrim, sağlık hizmetlerinin belirli bir düzeyde olmasıdır, su ve elektrik gibi. Su veya elektrik tedarikçinizi genelde seçmezsiniz diyebilirsiniz. Değil mi? Tamam, Cumhuriyetçi oyunu oynayabilir ve diyebiliriz ki "ne ürkütücü bir terör! Su tedarikçisini seçmek gibi temel bir seçim hakkından mahrum ediyorlar bizi." Ancak bizler bir şekilde kabul ederiz ki çok daha pratik olduğu yerde, başkalarına bel bağlayabileceğimiz bazı şeyler vardır. Üzgünüm, su tedarikçimi, aynı şekilde elektrik tedarikçimi seçmek gibi bir büyük özgürlüğü memnuniyetle reddediyorum her ne kadar işler o noktada biraz daha ustalık ve dikkat istese de. Bu dizilime sağlık hizmetlerini niçin eklemeyelim? Avrupa, özgürlüğü eksiltmeden, bunun etkin bir şekilde icra edilebileceğini ispatlamaktadır, gerçek özgürlük için size çok daha geniş bir alan bırakarak.
Gördüğünüz üzere, seçim ideolojisinin bir tehlikesidir bu, çünkü, biliyorsunuz, bu bir bakıma bugünün merkezi kategorisidir. Tekrar tekrar oynanan eski bir Marksist kart vardır. Denilir ki bize gerçek değil yanlış seçimler sunulmakta, Pepsi yahut Coca Cola gibi. Tamam, bunda bir gerçeklik payı var. Fakat seçim/tercih ideolojisinin bir diğer problemi daha vardır, mâkul bir seçim yapmak için uygun bir arkaplan verilmeden – siz seçimde hürsünüz gerçekten - seçimlerle bombardıman altında kalıyoruz. İngiliz sinik şüpheci John Gray, başka bakımlardan kendisine hayranım, özgürmüş gibi davranmaya bugün daha da zorlanıyoruz diye hoş bir şekilde yazmıştır. Büyük kaygılara/anksiyeteye yol açmaktadır bu. Seçim/tercih meselesiyle ilgili olarak hassasiyet sergilemelidir. Seçim özgürlüğünün hakkıyla yanındayım. Yalnızca, biliyorsunuz, şu küçük harflerle yazılmış, seçim özgürlüğü şerâitinin vesaire vesaire ne olduğuyla ilgili dipnotları da görmek/anlamak istiyorum.
Bir kez daha söylemek gerekirse, Obama'nın ne yapabileceği hakkında hiçbir yanılasama içinde olmamama rağmen, başkanlık seçimleri öncesinde onu desteklediğimden dolayı halen gurur duyuyorum, her ne kadar burada büyük bir etkisi olmadıysa da. Ancak "aynı emperyalizme giydirilmiş hoş bir insan yüzü" "kapitalizmin çıkarlarına daha iyi hizmet edecektir" vb mottoları olan benim son derece radikal arkadaşlarımın aksine, sağlık reformunda, merkezi savaşı verdiğimizi düşünüyorum.
Juan Gonzalez: Krize verilen tepkiyle ilgili olarak sizin kötümser bakışa sahip olmanızdan hareketle sormak istiyorum, tüm bir kıta, Güney Amerika ve Latin Amerika, farklı bir seyir içerisinde.
Slavoj Zizek: Bu noktada benim eleştirel solculuğum giriyor devreye.
Juan Gonzalez: Duymayı diliyorum, çünkü bu alanların büyük bir kesiminde – dünyanın geri kalanında uçurum artarken – hiç değilse bazı hükümetler, Latin Amerika'da, bu uçurumu kapatmaya çalışıyor ve farklı bir rol üstleniyor.
Slavoj Zizek: Çalışıyorlar. Gerçekten beceriyorlar mı? Bu benim şüpheciliğim. Şimdi söyleyeceklerimden dolayı bazı insanlar beni gizli neocon olmakla suçluyorlar. Yanılsama içine düşmeyelim Latin Amerika popülizminin son dalgasının, Hugo Chavez'in vb, yarattığı çekiciliğin solun bu eski arzusundan kaynaklandığını iddia ediyorum. Açık olalım, bugün ABD'deki pek çok solcu, kirli bölüm kariyeri savaşı veren, iyi maaş alan akademisyenlerdir fakat kalplerinde bir sıcaklık da hissetmektedirler. Bu yüzden, sempati duyabileceğiniz, mümkün olduğunca uzakta bir diğer ülkenin varlığı iyidir. "Ah, burada bir şeyler oluyor gerçekten." Biliyorsunuz bu, 1930'larda Sovyetler Birliği, Küba, Çin Kültür Devrimi ve Nikaragua idi. Korkarım şimdi de biraz olsun Venezüella. Ve Chavez'in diktatör olduğu şeklindeki liberal eleştiriye müşteri de değilim.
Chavez'in iyi bir açılış yaptığını düşünüyorum sadece. Tarihi önemde birşeyler yaptı. Bildiğim kadarıyla, favelalarda/varoşlarda yaşayan ve kamusal alandan dışlanan insanları bihakkın seferber etmeye çalışan ilk kişidir. Onları siyasi sürece dâhil etmeye çalıştı gerçekten. Bunu yapacağımız bir yol bulmazsak, bir tür ırk ayrımcısı topluma doğru yavaşça seyretmek olduğumuzu iddia ediyorum; düşük yoğunluklu kalıcı bir sivil savaş içinde yaşayacağımız bir noktadır, Paris banliyölerinde arabaların yakıldığı Fransa örneğindeki gibi bir tür irrasyonel patlamaların yaşanacağı bir noktadır.
Diğer yandan, Chavez'in uzun vadede gerçekte neyi başaracağı hususunda biraz kötümserim. Petrol zenginliğinin verdiği imkan sayesinde petrolle, parayla oynadığı, Standart Latin Amerika popülizmine yaklaşan yolunu sanırım tüketiyor. Bana soracak olursanız, Bolivya daha ilginç bir fenomendir. Daha sahihtir. Yeni bir şeyler icât etmeye zorlanıyorlar. Sahici bir şekilde ütopik anların, daha iyisi neden olmasın deyip uygun işler yaptığınız zamanlar değil, açmazda kaldığınız zamanlar olduğuna inanıyorum. Bu durumda, normalde ayakta kalmak için bile birşeyler icât etmeye mecbur kalırsınız. Ancak bütününü kastettiğinizde – yo, hayır, Latin Amerika'dan çok fazla ümitvar değilim.
Şu an Avrupa'dan ziyâde ABD'de ümit var. Avrupa şimdi, sanırım büyük bir çöküş içerisinde. Avrupa için bazı ümitler beslemiştim. Niçin? Çünkü, basitçe söylemek gerekirse, halen, rekabet halinde olan iki modelimiz var gibi görünüyor ve analizi sadeleştirecek olursam: Anglo-Sakson liberal piyasa modeli ve şâirane bir tarzda Asya değerleriyle kapitalizm dediğimiz yani otoriteryan kapitalizm modeli var. Her solcu üzülmeli bu duruma zira şeytana ait olanın şeytana ait olduğunu kabul etmeli. Yakın zamanlara kadar öyle değilmiydi – tekrar söylüyorum üzgünüm, tuhaf bir komünist olarak diyeceksiniz ki – kapitalizm için iyi tek bir sav mı vardı? Kapitalizm on, yirmi yıllığına diktatörlüklere ihtiyaç duymuş olabilir – Şili, Güney Kore – fakat hareket başladığında, kapitalizm her daim bir tür demokrasiye yol açtı Fakat artık öyle değil. Uzakdoğu'da şu an ortaya çıkmakta olanın – Singapur'da başladı – otoriteryan kapitalizm olduğunu iddia ediyorum. Sanırım yeni bir şey olacak bu: Bizimkinden çok daha dinamik bir kapitalizm fakat uzun vade'de demokrasiye ihtiyaç duymayanından.

Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı
Dünya Bülteni/

Kapitalizm Çökmeye Mahkum..Çünkü İnsani Değil
10 Ekim 2008
Ahmet Ali KOÇ



Son yıllarda kapitalizm adeta alternatif tanımaz bir "ideoloji" olarak ön planda idi. İdeoloji diyorum çünkü kapitalizm Adam Smith ile temellendirilmiş bir "ekonomi ilmi" değil tamamen sosyal düzen tayin eden bir sosyal düzenek halinde işledi.

Kapitalizmin bir ülkede bağımsız bir düzenek şeklinde işliyebilecek olmasını iddia etmek kadar absürt bir düşünce olamaz. Çünkü kapitalizm işlemeye çalıştığı ülkenin sınır dışlarına çıkıp ezilecek milletler aramak zorundadır.

"Bırakınız yapsınlar , bırakınız geçsinler " felsefesinin işlerlik kazanabilmesi ancak "geçen ve geçilen" insanların olduğu bir coğrafyada mümkündür. Çünkü kapitalizm, doğasında var olan şekli ile kapital sahiplerinin, olmayanlara karşı kurduğu üstünlük ve geniş bir yoksunluk alanından istifade etme sanatıdır.

İşte bu yüzden kapitalizm, bir millet içinde asla doğal bir işleyiş sergilemez ve sistematiğini işletemez. Yani, kapitalizm kendi ideolojisinin devamı için sömürülecek yeni hayatlar aramak zorundadır. Öz coğrafyasını tüketen kapitalizm, yeni alnalar bulmak zorundadır ve emperyalizm sürecine muhtaçtır yani.
. . .

Kapitalizmin doğuşu ve kendince bir sistematik oluşturması kağıt para, banknot ve bankacılık sistemlerine dayanıyor. Yani kapitalizmin üretime dayanmayan "kağıt ekonomisi" haline gelmesinin temelinde yatan, hakkında binlerce yazı yazılan siyonizmdir. Bu iddiayı "ham" bulan ve kapitalizmi samimi bir ekonomi ilmi görme iddiasında olanlar elbette vardır.

ABD deki kriz sonrası "bu kapitalizmin sonu değildir" diyerek onu hala alternatifsiz olmakla değerlendiren sözde aydınlarımız bu yanılgıyı ergeç anlayacaklardır.
. . .

WallStreet'in yahudi bankacılarınca planlanan ABD ekonomisi, yıllar boyunca emperyalizm ile beslendi. Ve dünyadaki milli uyanışlar, doğal kaynaklardan istifadelerin adres değişmeleri, tüketilmiş kaynaklar , uzun süreli savaşlarda ABD kaybı, teknoloji de uzak doğu rekabeti ve benzeri birçok etken ABD nin sömürge uçlarını törpüledi.

Dolayısı ile ABD, düşük maliyetli teknolojik ürünlerini , mübadele ülkelerine büyük maliyetler karşılığında trampa edemez oldu.

Velhasılı çoğunlukla planlama ve kağıt ekonomisine dayanan Amerikan ekonomisi, temsil ettiği "kapitalizm " özelinde çöküntüye başladı.
. . .

Son günlerde medyaya yansıyan çöküntü, basit bir kriz değil, kapitalizm ideolojinin batmaya başlamasıdır.

Dünya, adil ekonomik düzene yani "İslam Ekonomisi" ne gebedir. Pekala böyle bir düzen varmı dır?...

İslam Ekonomisini değerli kılan şey "Tüm kainat Allah'a aittir, insanlar kazandıkları ve dağıttıkları ile imtihan olacaklardır" cümlesidir. Bu cümleden beslenen bir coğrafyada , toplumda zulum olmaz.

Dolayısı ile, Para ve tedavül değerleri, kırılgan kağıt ekonomisi yerine tamamen üretim ekonomisinden bahseden islam ekonomisi hakkında araştırma yapmak hepimizin boynuna borçtur.

Kuralı koyan Allah..

Sistematize etmek bizlerin görevidir. Adam Smith artık bitmiştir..Bize "adam"lar lazım..

Bkz..Recep Yazar "Biz ve Ekonomi" makaleleri..

http://www.cankirininsesi.com/detay.asp?hid=3663

20.12.10
Selçuk Salih Caydi
Eski 3. Dünya ülkelerinde kitlesel kapitalizm

Avrupalı entelektüellerin iyi dergilerinden Lettre International'da okuduğum bir yazıdan sözedeceğim.Fransız düşünür Sami Nair'in 'Avrupa melezleşiyor' başlıklı yazısının dikkatimi çeken yanı, kapitalizmin fakir toplumların en alt katmanlarına kadar yayılmasıyla birlikte ortaya çıkan durumlar. Konu hakkında türkiye ile paralellikler kurmak da mümkün bu arada.
Sami Nair, üretim ilişkilerinin ve ediminin (prosesinin) mobil/hareketli hale gelmesiyle, dünyaya dağolmasıyla -mesela fabrikaların Çin'e taşınmasıyla- ve dünya kültür endüstrisiyle ortaya çıkan yeni kafa karışıklıklarına dikkat çekiyor. Kimliklerin giderek bozulması, onu rahatsız etmiş.
"Ne uluslar yok oluyor, ne de ulus-devletler, ama küresel bazda yeni bir ilişkiler düzeni oluşuyor ve bu bir eksen kayması
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cum Şub 25, 2011 12:51 am    Mesaj konusu: Kapitalizmin dinamosu; Kadın çıplaklığı Alıntıyla Cevap Gönder

KALVİNİST İSLAMCILAR
Bülent ESİNOĞLU
03.07.2011

Hıristiyanlık ile kapitalizmi uyumlu bir yapıya dönüştürmek için 15.
ve 16. yüz yılarda, Hıristiyan ilahiyatçılar Protestanlığa yeni
yorumlar getirdiler. Sonunda, Kapitalizmin yapıp ettiklerinin dinen
uygun olduğunu halkalara kabul ettirdiler.
Kalvinizm, insanların kendi seçimlerini kendilerinin yapamayacağını,
yani bazılarının zengin bazılarının da fakir olabileceğini belirledi.
İlahi olarak insanların eşit olmadığı kabulünü, Hıristiyan
ilahiyatının düşünce dünyasına sokmuş oldu.
Tarihten de biliyoruz ki, dinler modern çağda, birey üzerindeki
otoritelerini gittikçe kaybetmektedirler. Ancak, dinler devletler ve
egemen sınıflar vasıtasıyla, kaybettiği bu otoritesini yeniden kazanma
yolundadır.
Egemen sınıfların hem dini kullanmaları hem de kapitalizmi
benimsemeleri, yani bu birbiri ile çelişen iki unsuru nasıl da güzel
bütünleştirdiğini açıklamaya çalışacağım.
İslam dünyasının aydınları olarak bizler, yani kapitalizm ile
İslamiyet'in nasıl uyumlu hale getirildiğine kafa yorarsak, İslami
taraftan kendimizi ikna edecek İslami öğreti bulmamız imkânsızdır.
Yaşadığımız Türkiye'de bu uyum sağlanmışsa, İslami ilkelerden, İslami
öğretiden vazgeçildiği sonucu çıkar.
Kapitalizm, yerleşik düşünceye, geleneklere dine sürekli saldırır. Bu
saldırıyı yapmasa, tüketim alanını genişletemez. Kapitalizm yapısal
durumu gereğince hep yerleşik düzene ve düşüncesine saldırmak
durumundadır. Saldırmazsa, ayakta kalamaz.
Bu saldırıyı, halk nezdinde, değişim, gelişim ve demokrasi olarak
takdim eder. Türkiye'de iktidar olanların sahtekârlığı da bu
noktadadır. Geleneklerden (yerleşik dini düşünce) yana olduğunu
söyler, ancak kapitalizmin bu geleneklere saldırısını yok sayar.
İslamiyet her noktada, kapitalizm ile çatışır. Din faizi yasaklar,
Kapitalizm de bu noktada dini yasaklar. Bunun gibi binlerce örnek
vermek mümkündür. Sadece eşitlik ilkesi bile Kapitalizm ile çatışan
baş öğretisidir.
Kapitalizm ile dinin birlikte olmasının zor olmasına kaşın, çok iyi
bütünleşiyor gibi görünmesi, din ve geleneklerin sahiplerinin
ilkelerine sahip çıkmamasındandır. Yoksa kapitalizm ile İslami'ye tin
uyum içinde olmasında değildir.
Batı İslam' a sadece Haçlı Seferleri ile saldırmaz. Asıl geleneklere,
dini öğretilere saldırılar yapar. Kanunlarına saldırır. Aslında
İslam'da din kanun anlamındadır. Kanunlarına saldırarak İslam'a
saldırır.
Tüm saldırıların temelinde kapitalizmin tüketim alanlarını
geliştirmesi içgüdüsü vardır.
İslam'ı yeniden tanımlamak, İslam coğrafyasını manipüle etmek, hep bu
ihtiyaçtan kaynaklanır.
Kalvinist İslam tanımlaması da, Ilımlı İslam tanımlaması da Batıya ait
tanımlamalardır.
AKP'nin iktidarı da bu tanımlamaya tıpa tıp uyan bir özellik taşımaktadır.
Hem Müslüman hem liboş olunmaz. Yani Müslüman'ın iktidarı değil,
kapitalizmin iktidarıdır, yaşadığımız.
İslam kapitalizm karşı olduğu halde, Kapitalizmi iktidar yapamaz.
Bu gün Allaha tapıyorum diyenler, aslında paraya, yani kapitalizme
tapıyorum diyorlar.
ordu millet

'Avrupa Avrupalılarındır' ya da Yeni Kapitalizm
Erol Manisalı
07 Mart 2011

“Yeni Küresel Kapitalizm”, yeni faşizmi de kaçınılmaz olarak beraberinde getirmektedir. Sistem içinde, “sistemden daha fazla yararlananlar ile, daha az yararlananlar veya zarar görenler arasında çıkar çatışmaları ortaya çıkıyor”.
1990 sonrasında Avrupa’nın İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ağır toplarında ulusalcı politikalar öne çıkmaya başladı.

- Almanya’da Hıristiyan Demokratlar ve liberaller ilerleme yaptı. Ekonomide küresel, ekonomi dışı öğelerde ulusal bakıyorlar.

- Fransa ve İngiltere biraz gecikme ile ulusal politikalara yöneldi. Sağ ve liberaller,“ulusalcı çizgiye kaydılar”.

“Avrupa kimliği” biraz içine kapanarak, sağ, muhafazakâr ve liberal kanatlara yöneldi; bir anlamda, “Avrupa Avrupalılarındır” politikaları ve uygulamaları AB için çekici olmaya başladı.

Türkiye’deki “liberaller” ile Avrupa’dakileri karıştırmamak gerekir. Türkiye’de liberallik ulusal politikalara karşıdır. Ancak, İngiltere başta olmak üzere Avrupa liberalliği “ulusal ve kapitalisttir”.

Avrupa kapitalizmi 19. yüzyıldan beri Avrupa’daki ulus devlet oluşumlarına destek olmuş ve kılcal damarlarıyla onu beslemiştir.

Avrupa’da eksen kayması mı?

İngiliz Başbakanı Cameron’un 2011’de Türkiye’de belirttiği gibi, “kendine dönme, koruma, kültürel kapanma gibi öğeleri de beraberinde getirmeye başladı”. 21. yüzyıl Avrupa’da “yeni kapitalizmin” ortaya çıkışına yol açtı.

Bir yandan Avrupa Birliği kendi içinde bütünleşirken öte yandan Merkel’in, Sarkozy’nin ve Cameron’un kendine dönme, ulusal politika izleme uygulamalarını görmeye başladık. Avrupa büyüklerinde 1990 sonrasında bir “eksen kayması” oluşuyor.

Almanya, Fransa ve İngiltere dil ve kültür konusunda artık daha ulusal bir çizgideler. Avrupa’ya yeni göç istemiyorlar. Bunun yerine gidip fabrikalarını Çin’de, Hindistan’da,Türkiye’de kuruyorlar. Aslan payı yine kendilerine kalıyor.

Türkiye ve benzerlerinde solun misyonu

Türkiye’de ise ulusal politikalara daha çok solun sahip çıktığını görürüz. Avrupa’da sağ ve liberaller ulusal politikalara yönelirken Türkiye ve benzerlerinde neden daha çok sol, ulusal politikalara sahip çıkıyor?

Çünkü Türkiye ve benzerleri ile Avrupa’nın ulusallık anlayışları farklı. İngiltere, Fransa ya da Almanya için ulusallığın içeriğinde şunlar bulunur;

- Kendi kültürel ve iktisadi küresel üstünlüğünü koruma ve geliştirme.

- Kendi penceresinden, “dışarıdan gelecek olumsuzlukları engelleme”. Nüfus göçünden stratejik sektörlerinin desteklenmesine kadar geniş bir alanı koruma.

Buna karşılık Türkiye ya da bir Latin Amerika ülkesinde ulusallık; ezilmeme, sömürülmeme, kendi kültürel kimliğini sürdürme öğelerini içerir. Dış ilişkilerde denge arayışı vardır.

Avrupa’da kapitalizmin ulusallığı etken ve egemen; Türkiye ve benzerlerinin ulusallığı ise edilgen bir içerik taşır. İşte sol burada devreye girer; tanım gereği, azgelişmiş ülkelerde sol, emperyalist oluşumlara karşıdır.

İslam ülkelerinde solun sürekli budanması ve yaşamasına izin verilmemesi sonucu dinci örgütlenmeler çok defa, emperyalizme karşı solun işlevini farklı bir biçimde yerine getirmeye çalışır. İran, Filistin (Hamas) ve Mısır olaylarında olduğu gibi.

Müslüman Kardeşler’in Mübarek döneminde baskı altında tutulmasının nedeni buydu. Sorun onun dinciliği değil, antiemperyalist kimliği idi.

Şubat 2011’de Cameron ve Sarkozy’nin Ankara ziyaretlerinde yaptıkları açıklamalar, Avrupa büyüklerinin 1990 sonrası daha da belirginleşen politikalarını ortaya çıkarıyor.

Dünya küreselleşirken Avrupa’nın büyük ülkeleri “yeni ulusalcılığı” ortaya koyuyorlar. 1990 sonrasında Avrupa’daki yeni ulusalcılık, yeni faşizmin kimi özelliklerini gösteriyor. Ancak yukarıda da belirttiğim gibi Avrupa’nın (kapitalizmin) ulusalcılığı ile sömürülen azgelişmiş dünyanın ulusalcılığı farklı ve asimetrik özelliktedirler. “Biri egemenliğini sürdürmek, diğeri çıkar ilişkilerinde dengeyi sağlamak anlamını taşır”.

Emre Kongar’ın 26 Şubat 2011 tarihli köşesinde Robert O. Paxton’un “The Anatomy of Fascism” adlı kitabından aktardığı Avrupa’daki yeni faşizm öğeleri, 1990 sonrasının “yeni kapitalizmi” ile ilgilidir.

“Yeni Küresel Kapitalizm”, yeni faşizmi de kaçınılmaz olarak beraberinde getirmektedir. Sistem içinde, “sistemden daha fazla yararlananlar ile, daha az yararlananlar veya zarar görenler arasında çıkar çatışmaları ortaya çıkıyor”. R.O. Paxton’un kitabında belirttikleri sistemden daha fazla yararlananların, “bunu ancak yeni faşizm (neo fascism) sayesinde sağlayabilmelerinin sonucu” ortaya çıkan bir durumdur.

Ancak bu durum uzun vadede, sistemden daha fazla yararlananları da krize sokabiliyor; aynen 2008’de ABD’de başlayan dünya ekonomik bunalımında görüldüğü gibi.

Hele araya son Libya örneğinde olduğu gibi, “yeni işgal ve egemenlik öğeleri de eklenince” yeni faşizm yalnız “dışardakilere” değil, yarattığı istikrarsızlık ile, “içerdekilere” de zarar vermeye başlıyor.

Cumhuriyet
EROLMANISA@yahoo.com

Kapitalizmin dinamosu; Kadın çıplaklığı
22 Şubat 2011
Peren Birsaygılı Mut

Türkiye, bir süredir Selçuk Üniversitesi İlahiyat Profesörlerinden Orhan Çeker’i tartışıyor. Prof. Çeker, bir gazeteye verdiği röportajda sarf ettiği sözlerden sonra büyük bir tepkiyle karşılaştı.

Orhan Çeker’in bu denli büyük tepki çeken sözleri şöyleydi: "Sen dekolte giyinirsen bu tür çirkinliklerle karşılaşman sürpriz olmaz. Tahrikten sonra şikâyet etmen makul değil. Elbette işlenen suç son derece iğrençtir. Lakin bu suçun işlenmesinde dekolte ve tahrik edici kıyafetler giyen kadının da etkisi küçümsenemez." (17 Şubat 2011, Zaman gazetesi)

Prof. Çeker meramını anlatırken zorlandı mı bilinmez ancak söylemek istedikleri aslında çok açık. Tecavüzün bir insanlık suçu olduğunun altını zaten çiziyor. Bu suçu işleyen kişinin, en ağır biçimde cezalandırılması gerektiği konusunda hemfikir olmayan yoktur herhalde. Ancak kadın çıplaklığının, toplumsal normlara göre aşırıya kaçacak düzeyde serbest giyinmenin de vereceği zararın göz ardı edilmemesi gerektiğini belirtiyor ki bu hususta da aklıselim düşünüldüğünde Orhan Çeker’e katılmamak mümkün değil aslında.

Ancak feminist gruplar bu sözlerin ardından savcılığa suç duyurusunda bulundu. Oldum olası feminizme soğuk bakan ve feminist düşüncenin kapitalizmin bunalım çağında ortaya çıkmış, Müslüman coğrafyaya bakışı oryantalist öğelerle dolu bir görüş olduğunu düşünen biri olarak, Türkiye’deki feminist grupların Orhan Çeker’e yönelttiği bu tepki çok da şaşırtıcı gelmedi. Kimlik hanesinde “Feminist” yazan bu gruplara dair hiçbir zaman çok fazla bir beklentim olmamıştı çünkü.

Kapitalizmin dinamosu; Kadın çıplaklığı

Burada tartışılması gereken, Prof. Çeker’in sözlerinden ziyade kapitalizmin kadın çıplaklığından nasıl prim yaptığı olmalıydı. Zira gerçekte en büyük tecavüz, kapitalizmin kadın bedeni üzerine ettiği… Hem de dünya üzerindeki milyonlarca kadın aynı anda nasibini alıyor bundan. Sokakta ya da gazete köşelerinde gördüğümüz, kendini bir obje gibi sunan ve bu şekilde kabul göreceğini, beğenileceğini sanan kadınlar, kapitalizmin bir ürünü haline geliyor.

Normalde izlenmeyecek bir televizyon programı içerisine üç beş genç kadın serpiştirildiğinde ya da satılmayacak bir gazeteye çıplak kadın resimleri konulduğunda, izlenir! okunur! hale geliyor. Yani kadın metalaştırılıyor. Kendisini teşhir etmeye başladığı zaman biranda metaya dönüşüyor kadın Herhangi bir ürünün pazarlanmasında bedenine başvurulan bir ürün durumuna getiriliyor. Sokağa çıkın bakın yüzlercesini göreceksiniz… Bir süs bebeği gibi, kendini her zaman bakımlı görünmek zorunda hissediyor. O kuaför senin bu güzellik salonu benim dolaşmaktan kişisel gelişimine yönelik en ufak bir çabada bulunmuyor. Kendisini sunmaktan keyif alıyor. Sadece para değil, çok değişik ücretler talep edebiliyor toplumdan.

Fıtratından gelen özellikleri kaybediyor ve güzel ahlak, akıl ve annelik gibi özellikleri göz ardı edilerek bedeni ile değer kazanmaya başlıyor.

İslami Feminizmin büyük çelişkisi

Feminizm kavramı İslam dünyası içerisinde de yeni bir kadın söyleminin yaratılmasına neden oldu. İslami geçmişe sahip kadın yazarların çalışmaları da, kendini İslamcı feminist olarak görsün ya da görmesinler, İslamcı feminist söylemin sağlamlaştırılmasına katkı olarak görülüyor.

Bu kadın hakları savunucularının en çok üzerinde durduğu nokta Hucurat suresinin 13. ayeti. (Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için siz halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Hiç şüphesiz, ALLAH katında sizin en üstün (kerim) olanınız, takvaca en ileride olanınızdır.... -hucurat 13-) İşte bu ayette açık seçik vurgulanan eşitlik ilkesinin ataerkil uygulamalarla engellendiğini ve Kuran’ın kadın dostu bir bakış açısıyla yeniden yorumlanmasını savunuyorlar. Bu nedenle Kuran’ı yeniden yorumlayarak bu eşitliği sosyal hayata yaymak istiyorlar. Her birinin ayrı ayrı hikayeleri var. İslam’ın erkek egemen bir bakış açısı ile yorumlanmasından dolayı bu zamana kadar çok sıkıntı çekmişler, halen de çekmeye devam ediyorlar. İşte bu yüzden de çoğu kez fazla tepkisel davranıyorlar ve adeta erkek karşıtlığı üzerinden bir dil inşa ediyorlar.

Feminist grupların Orhan Çeker hakkında başlattığı linç girişimine destek vermeleri de bu tepkiselliğin bir örneği. Orhan Çeker’in sözlerine bu denli feveran edecek bir şey yok ortada. Ancak tepkiselliğin varlığı daima başka bir etkiye bağlı olduğu için, rehberliğini de daima akıl yerine duygular yapıyor. Bu yüzden Orhan Çeker’i aslında kapitalist ve modernist pencereden yargıladıklarını fark etmiyorlar. Sistemin dışına çıkarak farklı bir şeyler söyleyemiyorlar.

Oysa tepki gösterilecek bir şey varsa, o da kapitalizmin kadın bedeni üzerinde kurduğu tahakküm olmalıdır.

İllaki bağırıp çağıracaksak; “Bizim vücudumuz meta değildir!” diye isyan edersek anlamlı olur ancak…
perenbirsaygili@gmail.com
haber10

Nihal Kemaloğlu
Dünyanın doyuramadığı 'açlık': Kapitalizm
14 Mayıs 2011

Küresel, büyük, uluslararası toplantılarla 'açlık ve yoksulluk' tartışmalarına 'En Az Gelişmiş Ülkeler Konferansı'yla' Türkiye ev sahipliği yaptı...

Kapitalizmin 'insani yüzünü' örgütleyen BM'nin 'dünyada 1 milyar aç insan var' klişesinin tekrarlanıp, dişe dokunur hesaplaşmaların olmadığı bir toplantı daha gerçekleşti.

'Küresel açlığının' teşhisi yine bir türlü konulamazken, aslında dünyanın dindirip doyuramadığı yegane açlık yani kapitalist sistem konuşulamadı.

Çünkü gezegeni 200 yılda bitiren kapitalist kurnazlık, günümüzde 'her beş dakikada bir çocuğun açlıktan öldüğünü' bile sloganlaştırıp bize satıveren gücüyle ayaktaydı.

Büyük küresel egoyu küresel vicdan diye çarpıtıp sosyal sorumluluk adı altında topraklarını çitleyip mülksüzleştirdiği insanların açlığına karşı tedbirler pazarlamakta mahirdi.

Kapitalist taşeronlar IMF ve Dünya Bankası da kendi yiyeceğini ve hayatını üretme imkanını söküp aldığı ülkelere son yıllarda 'sosyal neo-liberalizm' taşıyarak tüketim pazarından ilelebet kopmasınların derdindeler.

Dolayısıyla hükümetlere sosyal politikalar tavsiye edip, yoksullarınız illa' tüketime 'zerre' kadar olsun ama katılsınlar' diyorlar...

Tarımsal üretimini küresel şirketlere kaptırılmış, ithal gıda bağımlısı, köylüleri varoşlara tıkılmış bizim gibi 'gelişmekte olan ülkeler' de piyasacı zihniyetin içinden çıkardıkları işportacı çözümleri işte sosyal devlet diye satıyordu.

Öte yandan BM'nin Gıda ve Tarım Örgütü'nün İsveç Gıda ve Biyoteknoloji Enstitüsü'ne yaptırdığı bir araştırma da ise dünyada 1 milyar ton yiyeceğin çöpe atıldığı açıklandı.

'Küresel adaleti olmayan dünyanın' kazananları, tüketenlerin çöplerinin 1 milyar tonu yiyecek ve gıda maddesiydi.

Daha da fazla tüket, daha da kısa zamanda tüket ki daha fazla üretelim döngüsüne kapılmış zengin kapitalistlerin yiyecek çöpü dünya gıda üretiminin üçte biri oranındaydı.

Ve çöpteki 1 milyar ton yiyecek kişi başına yılda 1 tondan 1 milyar insanı doyurabilir miydi, 500 kilodan 2 milyar insanı mı sorusu tabii ki çok didaktik kalacaktı...

'Küresel Gıda Kaybı ve Gıda Atığı' başlıklı raporda zengin ülkelerin israf ettiği 222 milyon ton gıda atığının Sahraaltı Afrika'nın yıllık gıda tüketimine denk olduğu yazılıydı...

Ayrıca dünyanın çöpünü üreten kapitalist ülkeler, bu tüketim fetişizmini ve yıkıcı yaşam tarzını sorgulama yerine yiyecek atıklarının yarattığı metan gazından yakınıyorlardı...

Almanlar yılda 20 milyon ton yiyeceği son kullanma tarihi geçtiği ya da gereğinden fazla aldığı için çöpe atıyorlardı, bu kişi başına 330 euro demekti...

İngilizler ise Webley stadyumunu

8 kez dolduracak 20 milyar dolarlık yiyeceği çöpe atıyorlardı, basitçe 3 alışveriş torbasının biri çöp poşetiydi...

Dünyaya kitlesel tüketim ağını kuran Amerika'da bir kişi günde büyük kısmı yiyecek olan iki kilo çöp üreterek rekor kırıyordu...

Kısaca merhamet yorgunu dünyanın tüketenlerinin en tok olduğu bilginin 'dünyada 1 milyar aç var' olduğu da unutulmamalıdır...

Akşam

IMF Direktörü, tecavüz girişimi iddiasıyla gözaltında



15 MAYIS 2011

Uluslararası Para Fonu IMF'nin Direktörü Dominique Strauss-Kahn, New York'ta kaldığı otelin kadın görevlisine cinsel saldırıda bulunduğu iddiasıyla gözaltına alındı.

62 yaşında ve evli olan Strauss-Kahn, Paris'e gitmek üzere bindiği Air France uçağında kalkıştan kısa bir süre önce gözaltına alınırken, polis IMF yetkilisine tecavüz girişiminin de aralarında bulunduğu üç suçlamanın yöneltildiğini açıkladı.
Diğer suçlamalar ise, cinsel saldırı ve zorla alıkoyma.

Fransa'nın eski Maliye Bakanı olan Kahn'ın gelecek yıl Fransa'da yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Nicolas Sarkozy'ye karşı Sosyalistlerin adayı olarak yarışma şansı yüksek bir olasılık olarak görülüyordu.
BBC'nin Paris'teki muhabiri Hugh Schofield, Strauss-Kahn'ın kamuoyu yoklamalarında Sarkozy'ye karşı bir üstünlüğü olduğunu aktarıyor.
Ancak muhabirimiz, olayın Kahn'ın olası seçim şansını yok edebileceğine de dikkat çekiyor.

Kahn'ın pazar günü Almanya Başbakanı Angela Merkel'le yapacağı görüşme de iptal edildi.

IMF Başkanı, pazartesi günü de Portekiz ve Yunanistan'a yönelik kurtarma paketlerine ilişkin gelişmelerin değerlendirileceği Avrupa Birliği Maliye Bakanları toplantısına da katılacaktı.

IMF Başkanı'nın gözaltına alınmasının euro bölgesi ülkelerinin bazılarında yaşanan mali krizlerle mücadele çalışmalarını da sekteye uğratabileceği uyarısında bulunuluyor.

IMF internet sitesinde yayınlanan bir açıklamada kurum sözcüsü, Strauss-Kahn'ın gözaltına alındığını doğruladı, ancak daha fazla ayrıntıya girmedi.

Strauss-Kahn'ın Avrupa'ya gitmek üzereyken gözaltına alınmasıyla sonuçlanan süreç ise New York polisi açısından zamana karşı bir yarış olarak tarif edildi.

Polis sözcüsü, olayın mağduru kadının 32 yaşında olduğunu söyledi.
Polis sözcüsü Paul Browne, Manhattan'da Tiems Meydanı'ndaki Sofitel'de yaşanan olayla ilgili olarak şunları anlatıyor:

''Otel'deki bir kadın çalışanın lüks süit odalardan birinde kalan bir müşterinin saldırısına uğradığı ve zanlının kaçtığına ilişkin bir telefon ihbarı aldık. Kat hizmetlisi olan kadın, odaya kilitlendiğini ve cinsel saldırıya uğradığını söylüyor. Polis, JFK Havaalanı yetkilileriyle temasa geçerek uçağın kalkışının geciktirilmesini talep etti ve havaalanına giderek zanlıyı gözaltına aldı. Eğer, görevlilerimiz 10 dakika gecikmiş olsaydı, zanlının uçağı kalkmış, kendisi de Fransa'ya doğru yola çıkmış olacaktı.''
Browne, hafif yaralı olduğunu söylediği kadının hastanede tedavi altına alındığını da söyledi.

Polis, Strauss-Kahn'ın otelden aceleyle çıktığını, bazı özel eşyalarıyla cep telefonunu odada bıraktığını da söylüyor.

Strauss-Kahn, Fransa'da 2006'da Sosyalist Parti liderliği için girdiği yarışı Segolene Royale'e kaybetmiş, ertesi yıl da IMF Direktörlüğü'ne atanmıştı.
Kahn, 2008 yılında emrinde çalışan bir kadınla ilişkisi nedeniyle de IMF İcra Kurulu tarafından ''ciddi bir muhakeme hatası yapmakla'' suçlanmış, ancak ilişkinin her iki tarafın rızasıyla gerçekleştiğinin altını çizmişti.

Kahn, bu skandal nedeniyle hem IMF çalışanlarından hem de eşi Anne Sinclair'den özür dilemişti.
BBC

Kütüphaneden: Eduardo Galeano
18.05.2011

Kapitalizm sahne ismi olarak pazar ekonomisini kullanıyor;

Emperyalizme küreselleşme deniyor,

Emperyalizmin kurbanlarına gelişmekte olan ülkeler deniyor, cücelere çocuk demek gibi bir şey bu;

Oportunizm pragmatizm oldu;

İhanetin adı realizm;

Yoksullara yoksun, dar gelirli ya da kıt kaynaklı insanlar deniyor;

Yoksul çocukların eğitim sistemi tarafından dışlanması eğitimi yarıda bırakma adı altında tanıtılıyor; Patronun, işçinin tazminatsız ve açıklamasız işine son verme hakkına emek piyasası esnekliği deniyor;

Resmi dil, kadın haklarını azınlık hakları arasında tanıyor, insanlığın yarısını oluşturan erkekler çoğunlukmuş gibi;

Askeri diktatörlük yerine süreç deniyor;

İşkenceye, yasadışı baskı ya da fiziksel ve psikolojik baskı deniyor;

Hırsızlar iyi bir aileden olunca, kleptoman oluyor;

Kamu kaynaklarının çürümüş bir politika tarafından boşaltılmasının adı yasadışı servet edinme oluyor; Otomobillerin işlediği suçlara kaza deniyor;

Kör yerine görme engelli deniyor;

Zenci, renkli insan oluyor;

Uzun ve acılı hastalık dendiğinde kanser ya da AIDS olarak okunmalı;
Ani ölüm, kalp krizi anlamına geliyor;

Asla ölüm denmez, fiziksel kayıp;

Askeri operasyonlarda yok edilen insanlar da ölü değildir, çatışmada ölenler zayidir, sivillerse kayıplardır;

1995'te Fransa Güney Pasifik' te nükleer denemeler yaparken Fransız büyükelçisi Yeni Zelanda' da açıkladı: 'Bu bomba kelimesi hoşuma gitmiyor. Bomba değil bunlar. Bunlar patlayan mekanizmalar';

Kolombiya' da askerin himayesi altında insanları öldüren bazı grupların adı Ortak Yaşam;

Şili diktatörlüğündeki toplama kamplarından birinin adı Haysiyet' ti, Uruguay diktatörlüğünün en büyük cezaevinin adı Özgürlük;

1997'de Chiapas' ta Acteal Köyü' nün kilisesinde dua ederken tamamı çocuk ve kadın kırk beş köylüyü arkadan makineli tüfekle tarayan yarı askeri örgütün adı 'Barış ve Adalet' ti.

Eduardo Galeano
(Tersine Dünya Okulu - Dil / 3)

Ekleyen: Aklıevvel

EDUARDO GALEANO- TEPETAKLAK

"Cardona Köyü'deki komşularının bakış açılarına göre, yaz kış aynı elbise ile dolaşanToto Zaugg müthiş bir insandı: Soğuk alıyordu. Alamadığı tek şey bir paltoydu"

Eduardo Galeano'nun Tepetaklak/Tersine Dünya Okulu adlı kitabı, dünyanın aldığı korkunç hali gözler önüne seriyor.Ama bunu yaparken başka bir dünyaya açılan yolun kapılarını işaret etmeyi de ihmal etmiyor.Umut için bir mum da Galeano yakıyor."Pek çok umut kaynağı var.Eğer umudun içecek suyu olmasa susuzluktan ölürdü.Neyse ki, büyük kalabalık insan grupları var, Zapatistalar gibi, topraksız köylüler gibi...Tek olası dünya bu değil.Gerçeklik her sabah yeniden doğan bir çarpışma.Kim 1 Ocak 1994'te ormanın içlerinden Zapatistaların çıkacağını söyleuebilirdi.Kimse bunu öngörmedi ve şapkadan tavşan çıktı. Bu şu demek, hala hayat var, uslu uslu boyun eğmeyi reddedenlerin arzusu...Bu dünya tepetaklak ve bakalım onu ters çevirebilecek miyiz, onu deniyoruz! "

" Tersine dünya okulu eğitim kurumlarının en demokratiğidir.Giriş sınavı gerektirmez, kayıt parası almaz, dersleri bedava verir.herkese ve her yerde;yerde ve gökte:Bu okul. bir biçimde, insanlık tarihi boyunca ilk kez evrensel iktidarı ele geçiren sistemin kendisinden doğmuştur.Tersine dünya okulunda, kurşun su üstünde kalmayı öğrenir, mantar suya batmayı.Yılanlar uçmayı vebulutlar yollarda sürünmeyi"

Alçakgönüllülüğü hoş gören, emeği ile çalışmayı ve dçnüştürmeyi cezalandıran, vicdansızlığı ödüllendiren, adaletsizliği ve yamyamlığı doğanınkanunu addeden bu suç, korku ve delilik çağını; tersliklerin normal sayıldığı bu 1yeni leviatanı" tersine dünyayı böyle tanımlıyor devrimci etiği tümhücrelerine yedirmiş ve sindirmiş asi ruhlu, ışıklar sönünce gerçekleri görebilen ve karanlıkta boy atan fabrika işçisi,biletçi ve boyacı Eduardo Galeano "Tepetaklak'ta. Uruguaylı yazar küresel kapitalizmin ve neoliberalizmin dünyada yarattığı total tahribatı aslında Latin Amerika izleğinde son derece çarpıcı, ironik, nüktedan ve dibine kadar politik bir tavır alarak tasvir etmeye girişiyor."Doğru, istikrarlı, ilerlemeci, modern ve tek alternatif" olarak tüm insanlığa sunulan ve evrensel bir tarih anlayışıyla yedirilen; parametrelerini ve koordinatlarını yukarıda açımlanan ultra serbest bu düzende aslında her şey normal. Peki, tepetaklakolan ne ?

Örneğin, günümüzün tersine dünyasında evrensel barışı en çok gözeten ülkeler en çok silah üreten ve diğer ülkelere en çok silah satan ülkelerdir; en itibarlı bankalar en çok uyuşturucu parası aklayan ve en çok çalıntı para saklayan bankalardır; en başarılı endüstriler gezegeni en çok zehirleyenlerdir;çevrenin korunması onu yok eden şirketlerin en parlakişidir; en kısa zamanda en çok insanı öldürenler, en az işle en çok parayı kazananlar ve doğayı en ucuza en fazla yok edenler dokunulmazlık ve kutlamayı hak ederler diyor Galeano.Tersine dünya bizi komşumuzu bir güvence değil, bir tehtid olarak görmemiz için eğitir; bizi zamansızlığa, mekansızlığa, yersizliğe yurtsuzluğa iter , sanal ve simülatif dostlar gelir bizi teselli eder; ve sonunda eğer şansınız varsa serseri bir kurşun işini daha önce görmezse,açlıktan korkudan ya da sıkıntıdan ölmeye mahkum oluruz.Galeano'nun eskizlerini çizdiği bu tersine dünya, bize bu "gerçekliği" değiştirmek yerine ona sinik bir biçimde katlanmayı, bunu kader saymayı, dinlenmek yerine onu unutmayı, geleceği hayal etmek onu kabullenmeyiöğretiyor.İşte, Galeano'nun da kaleminden bal damlayarak ifade ettiği gibi; suç böyle uygulanıyor veböyle öneriliyor. Bu bir okul. Ve bu suç okulundaki zorunlu dersler iktidarsızlık, öznesizlik, benliksizlik, unutkanlık ve teslimiyet. Peki ya insanlık, mücadele ve pandoranın kutusundan o en son çıkan umut? Şu diyalektik gerçeklik Galeano'nun zihninde o kadar aşikar ki:"mutluluğu olmayan mutsuzluk, karşı yüzü olmayan yüz, cesareti aramayan cesaretsizlik yoktur.Karşı okulunu bulmayan okulda..." Yani Woody Allen bir nebze de olsa rahat olabilir,çünkü Karl Marx daha ölmedi.

Tepetaklak

Kitap, bütün değerleri tepetaklak edilmiş bir dünyayı yeniden ayakları üzerine döndürme çabası olarak da okunabilir.Galeano'nun yaptığı yalnızca dünyanın ne kadar bir yer haline geldiğini göstermek değil.O hayat karmaşasında yabancılaşarak yaşadığımız kimi , sıradanlıkların aslında ne kadar büyük bir suç organizasyonun parçası olduğu gerçeğini çarpıyor suratımıza.Son model otomobilimize benzin doldururken, benzin şirketinin Nijerya'da nasıl bir soykırıma imza attığını öğrenebiliyoruz.Tepetaklak nasıl bir dünyada yaşamak zorunda bırakıldığımızı ve bugün normalmiş gibi yaşadıklarımızın sarsıvı yanlarını koyuyor önümüze; ABD' den Latin Amerika'ya: Asya'dan Afrika'ya kadar onlarca çarpıcı örnek ve bilgiye yoğrulmuş bu şiirsel metin, Bülent Kale'nin çevirisi ile düştü kitapçılara.Yaşadığımız dünyanın, medya, silah, otomotiv, petrol tekellerince kurgulanmış dünyasını anlamak,günlük hayatın sıradanlaştığı gerçeğin gücünü fark etmek için bulunmaz bir kitap..

http://www.gencumut.org/

HOMEOPATİ ÇAĞI
Serdar Akinan
30 Mayıs 2011



Son aylardaki stres ve tempodan ötürü bağışıklık sistemim oldukça zayıflamıştı. Bir yandan yüksek kolesterol öte taraftan karaciğer yağlanması başlı başına ciddi bir sağlık sorunu yaratıyordu. [Serdar Akinan yazdı]

Aylar önce bir arkadaşım vasıtasıyla tanıştığım İsveçli şaman Asa Andresson bana verilen tüm ilaçları çöpe attırmış ve homeopati önermişti. Onun tavsiye ettiği homeopati ilaçlarını uygulamaya başladım. Dr. Bach'ın çiçek özlerinden yaptığı bana özel karışım ve Hepaten adlı bir Tibet bitkisi birkaç haftada beni toparladı. Statin grubu ilaçları terk etmek öncelikle karaciğerimi rahatlattı. Aynı şekilde karaciğerime saldıran anti depresanları da çöpe attım.
Sonra modern tıp üzerine araştırmaya başladım. Modern tıbbın sağlıklı insanlardan hasta yaratma serüveni bana çok çarpıcı geldi. Mesela Der Spiegel'de çıkan bir makale bu konuda çarpıcı örnekler veriyor:
Modern tıp, tıp dernekleri ve ilaç firmaları sağlıklı insan tanımayan yeni bir yüzyılın başlangıcını ilan ettiler.
Evrensel platformda çalışan ilaç kuruluşları ve uluslararası tıp dernekleri sağlığı yeniden irdeliyorlar.
Yaşamdaki doğal değişimler, normalden çok az bir farklılık gösteren özellikler ve davranış biçimleri hastalık olarak tanıtılıyor. Yeni keşfedilen hastalıklarla ilgili araştırmaların sponsorluklarını üstlenen ilaç firmaları, bu sayede ürünleri için yeni pazarlar elde ediyorlar.
Bulaşıcı hastalık, sendrom, çeşitli bozukluklar vb gibi yaklaşık olarak 30.000 yeni hastalık keşfedildi. Artık her hastalığın bir ilacı olduğu gibi her ilacın da bir hastalığı var!
Uzmanlar en azından 60.000 ameliyatın gereksiz olduğunu söylemelerine rağmen, sadece Almanya'da her yıl 160.000 rahim alınmakta.
İlaç şirketleri gelirlerinin ve personelinin neredeyse üçte birini ilaçlarını pazarlamak için kullanırlar. Anti depresanlar başlı başına milyar dolarlık bir pazar ve muazzam bir pazarlama faaliyetidir.
Fransa ve İsviçre gibi bazı ülkelerdeki eczanelerde Homeopati ürünleri bulunuyor. Homeopati, bedenin kendi iyileşme gücünü harekete geçiren bir şifa yöntemidir. 'Benzeri benzer ile tedavi', yani 'Similia similibus currentur' (benzer benzeri tedavi eder) homeopatinin temel yasasıdır. Buna göre, herhangi bir madde sağlıklı bir kişide hastalık belirtileri oluşmasına yol açıyorsa, aynı hastalık belirtilerini gösteren bir hasta o maddeyle tedavi edilebilir. Cerrahi müdahale gerektiren durumların dışındaki hastalıkların büyük çoğunluğunda homeopati kullanılabilir. Mesela iki gün önce o eczanelerden birinden sıvı organik saf Aloe Vera aldım. Günde üç defa ikişer kaşık içtim. Anti enflamatuar özelliği bir yana... Aloe Vera müthiş bir vitamin, mineral ve eser element deposu. 48 saat geçmeden etkisini hissetmeye başladım. Tüm bunları neden yazıyorum? Sağlık meselesi modern tıp, tıp dernekleri ve ilaç firmalarının endüstrileşmesi nedeniyle yığınları esir almış vaziyette... Bugün 'Arap Baharı' olarak sunulan kalkışma aslında İzlanda'da, Yunanistan'da, İspanya'da, İngiltere'de de yaşanıyor. Küresel kapitalizm paradigması insanlığa adil bir çözüm sunamadı ve çöküyor. Sağlık bu çöküşün sadece bir ayağıdır. İfşa edilesi çok günahı vardır.

http://www.mizikacilar.com/HaberDetay.aspx?ID=794

Sistemin cinsiyeti ve kadınsı değerlerin önemi hakkında
Selçuk Salih Caydi
27 HAZIRAN 2011

Kadınsı değerlerin önem kazanması ve gelecekte daha büyük anlam taşıyacak olmasının sistemle ilişkisini göstermek son dece önemlidir. Gelecekte kadınsı değerler neden yükselecektir ve nedir bu kadınsı değerler.
En başta anlaşılması gereken, kendi erkekliğiyle sorunlu bazı tiplerin yanlış anladığı üzere dünyanın dişi/anaerkil bir yer olmasından bahsetmiyoruz burada. Dünya, bazı bakımlardan fazla erkek/ataerkil (gerçi bundan elli yıl öncesine nazaran daha anaerkil olmuştur) ve daha dengeli bir yer olabilmesi için daha dişi bir yer olmak istikametinde ilerlemektedir ve bundan daha doğal, daha doğru birşey olamaz.
Kapitalist sistem ilk haliyle çok ataerkil bir sistemdi. Bunu, duygulara ve gönül faktörüne metelik vermeyip mantığa ve soğuk paraya değer vermesinden anlıyoruz. Roswita Scholz'un deyimiyle kapitalizmin cinsiyeti erkektir. Bu düzendeki "değerler ayrılığı" (hatta yarılması) da bunu çok net bir şekilde gösterir. İş'ten sayılmayan "ev işleri", çocuklara bakmak ve onları yetiştirmek, yemek yapmak gibi işler ve türevleri -yani bugün hayat kalitesiyle doğrudan ilintili sayılmaya başlanan hakiki işler- dişi/anaerkil işlerdir. Kapitalizmin, parayla ölçülemeyeb işler ve konularda (analık gibi, sevgi gibi. Duygu gibi vs.) ne kadar aciz olduğunu ve böyle sahici hayatı kategorize edemeyip denklem dışı bıraktığını biliyoruz. Şimdi kadınlardan, onların güçlü olduğu faktörleri öğnmenin vakti. Bu faktörler bilinen, ama topluma asla "yakıştırılamayan", çünkü bir tür zayıflık sayılan yanlar; mesela duygusallık (sevecenlik/empati), sezgilere önem vermek, korumacılık/analık (özellikle mazlumları ve tabii çocukları), dış görünüme önem vermek (bu faktör kadınlar sayesinde zaten sağlam kökler salmıştır) ve elbette kültür/sanat konusunun çok daha büyük önem kazanması, dayanışmacı akıl ve ekonomi...
Sanal finans kapital merkezli global sistemin dönüşmesi -şekilde görüldüğü gibi- kuru sosyoekonomi veya tartışma/laf malzemesinin çok ötesinde bir durumdur ve asıl hedefi insanın eski dengesine yeniden kavuşması ve bu yoldan kendi içinde kalıcı bir iç huzurunu inşa etmesidir. Bunun için, hem kadın-erkek yanların dengesini sağlamak, hem de düşüncenin iki temel biçiminin (sezgisel/görsel-sözel/rasyonel) dengesini sağlamak, bu büyük prosesin iki -görünür- önemli bileşenidir. Kadın faktörü (aslında evrimci bir faktör olmasına rağmen) bu nedenle devrimci bir özellik taşımaktadır.

(devam edebilir)
http://konstantiniye.blogspot.com/

İnsanlığın sınavı ve bir soru: Çevreye saygılı, yeşil bir kapitalizm neden mümkün değildir?
Selçuk Salih Caydi
20 TEMMUZ 2011

Şu anda dünyada yaşayan insan sayısı, tüm çağlar boyunca dünyada yaşamış insan sayısı kadar. Gelmiş geçmiş bütün insanlık adeta yeniden bedenlenmiş. Sanki bir şeye şahit olmak için, bir şeyi iyice anlamak için yeniden yaşıyorlar.
Farzedelim böyle...
Yaşamaları gereken tecrübe ne olabilir?
Bence şu:
Dünya, milyonlarca yıllık tarihi boyunca Güneşten aldığı enerjiyi yeraltı kaynakları kömür/petrol/vd. şeklinde biriktirmiş. Ama İnsan, sırf 'Kapital' denen özel para biçimini benimseyip onun sınırsız büyüme/çoğalma karakterine uyarak, maddeyi mala çevirmek, onu da daha çok paraya çevirmek uğruna, milyonlarca yılda oluşmuş bu rezervi sadece yüz yıl içinde tüketmiş...
Bu süre, dünyanın ve insanlığın tarihi içinde bir şimşek çakmasından daha kısa bir zaman dilimidir.
Yaklaşık üçyüz yıldır bir sistemin içinde yaşıyoruz. Bu “şey”e “kapitalizm” deyince, bazıları Solculuk yaptığımızı falan sanıyorlar! Hayır! Durum Solun Sağın Aşağı Yukarı'nın çok ötesinde. O nedenle, Sol olmayan bir dille anlatmayı deneyelim...
İnsanoğlu/İnsankızı, dünyayı yaşanmaz bir hale getirmekte olan bu sistemi sürdürmekte ısrar ederse, şu üç alternatiften birini seçmek zorunda kalacaktır:
1. Giderek daha sık yaşanan ekonomik krizler ve her seferinde daha ağır bir ekonomik kriz sonucu sistemin çöküşü.
2. İyice belirginleşen iklim bozulmaları ve doğal afetlerin dozunu artırması sonucu sistemin çöküşü.
3. Sistemin üst tabakalara taşıdığı vicdan özürlü, çifte standartlı bozuk insanların galebe çalması sonucu toplumsal hayatın çözülüşü, insanların birbirine girmesi ve sistemin çöküşü.
Görüldüğü gibi, kapitalin durmaksızın büyümesine tapan sistemin sürdürülmesi diye bir alternatif yoktur.
Sistemi sadece kapitalistler değil, çalışanlar da sürdürüyor -hatta kapitalistlerden daha fazla onlar sürdürüyor. Çünkü, dünyanın yeraltı/yerüstü kaynaklarını tüketen ve sadece yüz yıldır var olan "hergün 8 saat ücretli iş" anlayışını kapitalistler değil çalışanlar sürdürmek istiyor. Artık böyle.
İnsanlar, 'Para' denen şeyin hükmüne uygun yaşamanın ne demek olduğunu -kanlı veya kansız- iyice anlamak/öğrenmek ve terketmek zorundalar...
Bu yazıda, sistemin nasıl işlediğine ve artık işlemeyeceğine de değineceğiz.
Kapitalizmin sadece mantıksal değil, çevresel sınırları da var. Değişim/dönüşüm'den bahsederken, sevgili Mathias Horx'un -dev firmalara yirmi yıl trend danışmanlığı yaptıktan sonra dönüşümün nasıl dayattığını iyi anlaması ve insanlara bir tür değişim/dönüşüm hazırlığı terapisi seminerleri vermesi de sevindiricidir- şu ilkesine değineceğiz: olay biraz denize atlamak gibi! Gemi batıyor. Gemiyi terkedip denize atlamalısın -ki adaya yüzebilesin. Bak üstün kirlenecek, ıslanacaksın, ama yeni bir hayata başlayacaksın. Yani ölmekten iyidir.
Durum bu vaziyettedir.
Bu yazıda, güneş enerjisi ve rüzgar enerjisi kullanarak eski hamam eski tas yola devam edilemeyeceğini ve bunun nedenlerini de anlatmaya çalışacağız. Olay hiç basit değil. Birkaç makyajla sistemi sürdürmek artık mümkün değil. Bunu anlamak için 2007 finans krizi ve 2008 ekonomik krizi yetmeliydi, yetmedi. Eh o zaman bir kriz daha yolda. Bu kez Türkiye'yi de "görebilir".

(devam edecek)
Kaynak: http://konstantiniye.blogspot.com/

Ekrem Eraslan
Harca… Harca… Harcannn…
27 Temmuz 2011



Bazılarına göre İslam, insanlığa mal biriktirmemeyi ve israftan sakınmayı salık (bana göre emreder) verir. Aynı zamanda adalet kavramını sadece mahkeme koridorlarında aramaz ve tesis etmeye kalkmaz, adalet kavramını hayatın her alanında tesis etmeyi esas alır. Durum bu minval üzere olunca da insan ile madde ilişkisi de adalet muvacehesindedir. Çerçevesi net olarak çizilmiş bu alanda insan nefsani yönelimlerine ve bu yönelişin getireceği zulme asla müsaade edilmez. İslam; insan olmanın getirdiği doyumsuzluğun, insanlık için bir sömürü ve zulm düzenine dönüşmesine neden olacak sorumsuz ve sonsuz harcama ile tüketime set çekmiştir. İslam’da harcamanın ölçütü ihtiyaç hali kabul edilirken, bunun ötesindeki mal edinmeyi (kenz) ve yersiz tüketimi (israf) ahiret yurdunda cezalandırılmayı gerektirecek bir suç olarak tanımlanmıştır.

Şimdi okuyucumuzun “eeee… ne var? Bunların hepsini bizde biliyoruz…” dediğini duyar gibi oluyorum. Haklılar da… ortalama her Müslüman bunu bilir. Temel sorun; Müslüman olarak insan-eşya ilişkisini bilen bir toplumun bilginin en kolay ve ucuz olduğu bu çağda zihninin ve yaşamının esir alınmışlığıdır.

Burada uzun bir “kapitalizm” analizine gerek bırakmayacak bir şekilde özetleme yapmak istersek sanırım en uygun ifade “sınırsızca kuralsızca-hatta akılsızca- HARCAYIN, TÜKETİN” buyruğunu insanlığa dayatıp, kendisi içinde “kuralsızca, ahlaksızca, acımasızca ÜRET, SAT” esasına sarılan ekonomik düzen diyebiliriz. Yukarıdaki İslami prensiplerle buradaki kapitalizmin esaslarının ne kadar taban tabana zıt olduğunu net bir şekilde görebiliyoruz. Böylesine net karşıtlık içerisinde İslamla Kapitalizmin modern dönemlerde (özellikle de zamanımızda ) cem edilmesi, daha doğrusu Müslüman toplumların bu derin paradoksa rağmen kapitalist ekonomik sistemlere entegre (esir) edilmesi kabul edilemez bir durumdur.

Devam ediyoruz…

Eski küresel kurguda dünya coğrafyasında değişik ülkelerde oligarşiler eliyle sistemleri kontrol altında tutan güçler özellikle son on yıldan bu yana dar oligarkların yaptığı harcamaları-tüketimi yetersiz görerek göreceli demokrasi ve refahı tabana yaymak siyasetini uygulamaktadırlar. Daha büyük tüketim ve kazanç için… Bu dönüşüm, her ne kadar demokrasi, kitlelerin yönetime katılması ve özgürlüklerin genişletilmesi gibi görünse de aslında küresel güçlerin oligarkların ötesinde halklara nüfuz etmesine yönelik kompleks bir projenin uygulanmasıdır. Bu projede daha geniş , daha sorunsuz , daha yakın,daha doyumsuz bir pazarla beraber küresel kurgu sahiplerinin teknoloji ve mallarıyla birlikte kültür ve anlayışına şekil verdikleri geniş kitleler kurulacak sistemin merkezini oluşturmakta. Oligarklar üzerinden kendi iktidarını kolayca devam ettiren küresel kurgu şimdi daha zor olanı tercih ederek -iyi ambalajlanmış- daha kalıcı ve köklü bir projeyi yürütmekte.

Önceki dönemde Oligarklar eliyle küresel kurguya köleleştirilen halklar yeni dönemde (demokrasi-özgürlük söylemleriyle v.s.) kendi rızalarıyla bu kurguya kullaştırılmaktalar. Kölelikteki zorlamalar ortadan kalkmış yerine rızanın esas olduğu kulluk sistemi getirilmektedir.

Yeni dünya, herkesin alabildiğine tükettiği ama herkesin üretemediği (üretim alanlarında parselasyonların yapıldığı) bir dünya olacak. Yeni dünya, sömürünün zora dayalı olmaktan çıktığı gönüllü bir şekle dönüştüğü bir dünya olacak. Yeni dünya, tüketerek ve teslim olarak mutluluğa erenlerin çoğaldığı sağır kitlelerin dünyası olurken, her inanış ve düşünüşün iri gövdelerine rağmen güçsüz kaldığı bir dünya olacak. Bütün inanış ve erdemlerin sureti hak görünen hayaletler tarafından devşirilip küresel sisteme eklemlendiği bir dünya olacak. En erdemli en onurlu duruş ve haykırışlar sağır duvarlarda kaybolup gidecek, eskiden zorbalığın boğduğu adalet ve özgürlük mücadelesi, kitlelerin sağırlığında daha hayat bulamadan kaybolacak

“HARCAAA…” buyruğunu komut edinip tüketeceğiz üretim tekellerinin süslü oyuncaklarını… onlara hizmet ederek kazanmaya çalışacağız ve sonra verdikleri üç kuruşu da gidip yeniden avuçlarına koyacağız… üretmeyeceğiz- üretemeyeceğiz ancak onların zahmet buyurmadıkları yeterince para kazanamadıkları alanlarda varolacağız.

Bizleri, isyancı bir köle olmaktan çıkarıp mutlu kulluğa terfi ettirecekler…

Ülkem… Güzel ülkem…

Demokrasi, özgürlükler ve istikrarla kucaklaşan ülkem…

Üretmiyoruz…

Sofradaki kuru fasulye Çin’den, içine koyduğumuz et Avrupa’dan, yağ hammaddesi Ukrayna-Rusya’dan, pişirmek için kullandığımız gaz Rusya’dan, ateşi yakmak için kullandığımız çakmak Çin’den, tencere, çatal-kaşık paslanmaz çeliği Avrupa’dan… Haksızlık yapmayalım bir tek tuz ve biber bizden…

Yukarıda da göreceğimiz gibi tarımsal üretimimiz yeterli değil, hayvancılığımız iflas etmiş, enerjide dışa bağımlıyız ileri teknoloji dersen hak getire… Kısaca üretmiyoruz, tüketiyoruz…

Verilen “HARCAAA…” buyruğuna uyup harcıyoruz… daha doğrusu harcanıyoruz…

Üretmeyen, kritik kaynaklarını kullanamayan, kritik alanlarda altyapısı olmayan bir ekonomi nasıl olur da gerçek adaleti, özgürlüğü, istikrarı ve bağımsızlığı getirebilir veya koruyabilir. Eğer bunlar yoksa yaşananlar ancak ve ancak illüzyon olabilir.

50 yıldır model olarak bu topraklara dayatılan kutsal ideamız AB aslında kendi içinde sömürü düzenini kurmuş bir yapıdır. Özellikle doğu Avrupa’ya yaptığım seyahatlerde çok açık bir şekilde AB’nin içinde bir sömürü düzeni olduğunu gözlemledim. AB’nin kendi içerisinde bütün Doğu Avrupa’nın stratejik-karlı kurum ve kaynaklarını ele geçirdiğini, bu ülkelerin Batı Avrupa’nın ürünlerini tüketen, üretimden ve ülke yönetimine hakim olmaktan uzak yığınlara dönüştürdüğünü görmek şaşırtıcı bir gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır. Türkiye böyle bir organizasyonun içerisinde ancak kalan kaynakları sömürülen kalabalık bir pazar olarak yer alabilir. Başka türlüsü düşünülemez…

“HARCAA… TÜKETT…” buyruğu sadece maddi varlığımızı ele geçiren süreci tetiklemiyor. Beraberinde getirdiği yaşam anlayışını bizim anlayış ve değerlerimizin yerine inşaa ediyor. Bu buyruğa esir oldukça kendimiz olmaktan uzaklaşıyoruz, bir nevi harcayalım derken harcanıyoruz…

Netice olarak, iktidar partisi içerisinden bile açık ifadelerle tüketim-harcama uyarıları yapılırken işin ciddiyetine yakışır davranmamak bizleri telafisi zor bireysel kayıplara düçar edecektir. Daha önemlisi bu süreç, sadece ekonomik bir model projesi olmaktan öte toplumların, sınırların, değerlerin dizayn edileceği bir süreç olacaktır. Ve bu süreci değerleriyle, ürettikleriyle ayakta kalanlar kazanacaktır…
Kaynak: haber10

Numan Kurtulmuş: "Bugün bütün insanlığın kurtuluşu olacak sesi ortaya koymak zorundayız"
09 Ağustos 2011


HAS Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş Anadolu Aslanları İşadamları Derneği (ASKON) tarafından 1453 Topkapı Sosyal Tesislerinde düzenlenen iftar programına katıldı.

İftarlardan sonra kürsüye çıkarak davetlilere konuşan ASKON Başkanı Mustafa Koca: "İnsanlık vahşi kapitalizmi durduracak, zulme bir direniş olacak ve sağlıklı bir paylaşım sözünün söylenilmesini bekliyor. Haklı zenginlik sözünün en yüksek perdeden söylenmesini ve haksızlıkları konuşacak birilerini insanlık bekliyor. Söz sırası bize geldi, bu sözü söylememiz gerekiyor" dedi.

Ekonominin şu anki durumuna da değinen Koca: "Cari açık 40 milyar doları aştı ve aşmaya da devam ediyor. Bu rakam büyük bir risktir. Bıçak sırtı yöntemlerle ekonomi düzeltilmeye çalışılıyor. Büyüklerin daha büyük, küçüklerin daha küçük olacağı bir model çözüm getirir ama huzur getirmez." Şeklinde konuştu.

"Somali'de daha önce neden kimse ölmüyordu?"

Yapılan selamlama konuşmalarının ardından kürsüye gelen Numan Kurtulmuş ise Somali'de yaşanan açlığa değindi:

"Bundan otuz yıl önce, kırk yıl önce Somali'de insanlar açlıktan ölüyor muydu? Tüm bunların sebebi daha fazla kazanma, çok daha büyük olma, tüm dünyayı kendi kontrolüne alma derdinde olan kapitalizmin sonucudur. Buna karşı koymak gerekmektedir. Bizim görevimiz örneğin bir tuhafiye dükkanını yerle bir eden fillerden geriye kalan dağınıklığı toplamak değil, o filleri dizginlemek olmalı. Somali'deki insan da bizim derdimiz olmalı, New York'taki Amsterdam'daki evsiz de, İstanbul'un arka mahallelerinde bir hurma ile iftarını yapanlarda bizim derdimiz olmalı. Yeryüzünde marufu yani mutlak iyiliği hakim kılınmak için mücadele etmeliyiz." dedi.

İnsanlığın kurtuluşu için yeni bir ses

"Bugün bütün insanlığın kurtuluşu olacak sesi ortaya koymak zorundayız' diyen Kurtulmuş, "Bugün dünyanın dört bir yanında yaşanan kıtlık, açlık ve yoksulluk dünyayı yöneten sistemin çöktüğünün çok açık göstergesidir. Artık bütün dünya, paylaşma, yardımlaşma, vefa, ihsan ve bereket gibi kavramların olduğu yeni bir medeniyet yani bizim medeniyetimizi istiyor. Yeni bir medeniyet ortaya koymadan sorunlar çözülemez. Yeni bir paradigmaya ve özgüven sahibi insanlara ihtiyacımız var" ifadelerini kullandı.
Haber1001



Haçlı Uşağı Çapulcu Demokratlar Libya’ya Şeriat Getirmişler (!)... -1-
Oğuz Gürses
25.10.2011



Libya Lideri Muammer Kaddafi Haçlı Ordusu NATO’nun Bombalarıyla yaralanmış halde, haçlı uşağı çapulcu demokratlara esir düştükten sonra Linç edilerek katledildi ve katledilirken de üstündeki eşyası daha son nefesini vermesi bile beklenmeden açgözlülükle gaspedildi...

Bu durum hem haçlıları hem de haçlı uşağı Libyalı çapulcu demokratları pek rahatlattı...

Pek sevindirdi...

O günü “Libya'nın Kurtuluş Bayramı” ilan ettiler...

Haçlılar ne kadar sevinseler azdır...

Artık Libya’nın yeraltı ve yerüstü kaynaklarını rahat rahat yağma edebilecekler...

Yeraltını kaynağı olan Petrolü anladık da; yer üstünde ne kaynağı var ki Libya’nın diye düşünenler olacaktır...

“Libya’nın en önemli yerüstü kaynağı şüphesiz Şehit Ömer Muhtar ve Şehit Muammer Kaddafi gibi haçlılara boyun eğmeyi hayatı pahasına reddededen yiğit liderler yetiştiren İnsan kaynağıdır” desek...

Neo-liberalizmin zehirlediği anlayışlar için bu kaynağın pek de önemi yok...

Çünkü fiyatı yok...

Kendini serbest piyasa şartlarında pazara/piyasaya arzetmiyor...

Neoliberal çakallık düzeninde piyasaya arzedilip, satışa sunulmayan hiç bir şeyin kıymeti yoktur..

Sunanlarınsa ahvalini görüyorsunuz...

Kabiliyetlerinin, verimlerinin ve emeklerinin çok çok üstünde ücretlendiriliyorlar...

Haydi bu defa misâli serbest piyasaya kendini arzetmiş politika esnaflarından değil de, doğrudan piyasa içindeki büyük şirket CEO (Chief Executive Officer/İcra kurulu başkanı veya yönetim kurulu başkanı ) larından verelim...

Biliyorsunuz Mağrip (kuzey Afrika’da Alevlenen isyan ateşinin kıvılcımları çok kısa bir süre içinde Neo-liberal çakallık düzeninin kutsal Şehri New York’un en kutsal caddesi Wall Stret’e kadar sıçradı ya...

Oradaki eylemcilerden birinin taşıdığı bir pankart dikkatimi çekti...



Eylemci, bazı ülkelerdeki CEO maaşlarıyla diğer çalışanların maaşlarını karşılaştırıyor.

http://img.guney.org/images/2011/10/IMG_6820.jpg

Ve ülkelere göre Bir Ceo’nun aldığı maaşın, 1 çalışanın maaşınınn kaç katı olduğunu gösteriyor:

[Japonya: 11.kat
Almanya: 12 kat.
Fransa: 15 kat.
İtalya: 20 kat.
Kanada: 20 kat.
Güney Afrika: 21 kat.
Meksika: 47 kat.
Venezulla: 50 kat.
ABD: 475 kat.]


Dikkat edilirse en vahşî, en adaletsiz oran, Neo-liberal çakallık düzeninin kutsal devleti ABD’de...

Bu da çok normal...

Çünkü uluslarası soygundan en büyük paya o el koyuyor...

Bir de...

ABD yıkıldı mı gerisi zaten yok...

Yani elleri mahkûm ABD önlerine ne atarsa ona razı olacaklar...

[Yerden göğe küp dizseler,
Birbirine bendetseler,
Altından birin çekseler,
Seyreyle sen gümbürtüyü.]


Der ya, Yunus Emre hazretleri, ABD’nin hali en alttaki küp misali...

“Çektiler mi”...

"Seyreyle sen gümbürtüyü"...

Bu çakallık düzeninde insanın kıymeti harbiyesi bu kadar...

Merhum üstad Necip Fazıl’ın mısralarıyla:

[Allah'ın on pulunu bekleyedursun on kul,
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul!...
Bu taksimi kurt yapmaz, kuzulara şah olsa,
"Yaşasın kefenimin kefili, karaborsa!.."]


Haa...

Libya’nın bu uluslarası soygun ve çakallık düzeni (neo-liberalizm)nin ağzını sulandıran asıl yerüstü kaynaklarını ise Erdal Şafak’tan okuyalım:

[Nice zamandır masamda duran bir dosyanın kapağını açtım.

İlk sayfasında tek sözcük yazılı:

"Desertec".

Hiç duydunuz mu?

Bir projenin adı bu. Kuzey Afrika'nın ve Ortadoğu'nun çöllerine kurulacak santrallerle güneş enerjisini elektriğe dönüştürmeyi ve o elektriği Avrupa'ya taşımayı amaçlıyor. En az 400 milyar euro'luk bir proje.

Önümdeki dosyanın bir sayfasını daha çevirdim, karşıma bir harita çıktı. Haritadaki işaretleri saydım:

Afrika ve Ortadoğu'ya kurulması öngörülen toplam 21 güneş enerjisi sitesinden 12'si Libya topraklarında yer alıyor.

Ama sorun şu:

Libya lideri Kaddafi, "Emperyalistlerin yeni sömürü planı" diyerek "Desertec" projesine karşı çıkıyor. Hem de şiddetle.

Oysa daha iki gün önce "Deutsche Welle", Sahra çölüne kurulacak güneş enerjisi santrallerinin başta Almanya, İtalya ve Fransa olmak üzere Avrupa'nın enerji oburlarının ihtiyacının yarısını karşılayabileceğini duyuran bir haber yayınladı.

Ne zaman karşılayacak ihtiyacın yarısını?

Cevap: 20 yıl sonra.

Yani, Almanya'nın nükleer santrallerine kilit vuracağı yıllarda.

O tarihte o hedefe ulaşabilmek için şimdiden Afrika çöllerinde altyapıyı hazırlamaya başlamak gerek. Ne var ki, Kaddafi engeli duruyor.

O zaman ne yapılacak? Engel ortadan kaldırılacak. Devrilinceye kadar bombardımana devam! Devam!

Devam!

NATO'nun Libya operasyonunu neden sadece Avrupalılar'ın yürüttüğünü anladınız mı?
] (1)

Şimdi böyle bir uluslarası soygun ve çakallık düzeninin Libya’daki piyonları/tetikçileri, bu düzene boyun eğmeyen Libya Lideri Muammer Kaddafi’yi dünya durdukça hatırlanacak iğrençlikte bir vahşetle linç ettikten sonra...

Libya’ya “Şeriat” getirmişler...

Ajanslar öyle diyor?

Dipnotlar:

1- Erdal Şafak, “Nükleer ve Kaddafi”, 08.06.2011 Sabah gazetesi

(Devam edecek)


Kaynak: http://millibirlikruhu.blogspot.com/2011/10/capulcu-demokratlar-libyaya-seriat.html


_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Çrş Ksm 26, 2014 7:03 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Prş Ağu 11, 2011 7:15 pm    Mesaj konusu: Büyük Britanya'deki ayaklanmalar hakkında Alıntıyla Cevap Gönder

AMERİKA'NIN ÖNLENEMEZ BAŞAŞAĞI ÇAKILIŞI - 1
16.08.2011

ASKERİ VE SİYASİ DÜŞÜŞ



İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika'nın yükselişi, aslında çöküşe giden yolda bir başlangıçtı.

Saldırdığı her yerde tokat yedi. Başarılı olduğu yerlerde bile sonradan kaybetti.

Çin Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşunu önleyemedi. İşbirlikçi Çan Kay Şek, Tayvan'a kaçarak canını zor kurtardı.

Küba'dan da tokatı yedi. Kenedi'nin planladığı Domuzlar Körfezi Çıkartması, Küba ordusu tarafından püskürtüldü.

Amerika, Fidel Kastro'yu düşürmeyi beceremedi.

Küba rüzgarının da etkisiyle bugün Latin Amerika Salvador'dan Arjantin'e kadar Amerika karşıtı cephede birleşiyor.

Kore'de Türk askeri sayesinde canını zor kurtardı.

Vietnam'da bozguna uğradı.

Laos'tan zor kaçtı.

Kamboçya'da yenildi.

Şili'de Allende'ye karşı darbe yaparak geçici bir başarı kazandı, şimdi Şili ulusalcıların kontrolünde.

Salvador'da devrimcilerin üzerine işbirlikçi katilleri sürdü, Ortega şimdi Salvador'u yönetiyor.

Arjantin'de darbe yaptırdı, devrimcileri uçaklardan okyanusa attılar, Arjantin şimdi solcuların yönetiminde.

Venezuela'da kaybetti. Çavez'e karşı başlattığı darbe ordu tarafından önlendi.

Bolivya'da Çe'yi öldürdüler. Ülkeyi şimdi Çavez ve Kastro'nun kankası Morales yönetiyor.

Latin Amerika'nın en büyük ülkesi Brezilya'yı da kaybetti.

Amerikancı faşist generaller Victor Jara'nın parmaklarını stadyumda kırdılar, gitar çalamasın diye, şimdi o şarkılar tüm Latin Amerika'da yankılanıyor.

Nepal Komünist Partisi'nin mücadelesini durduramadı.
2 yıl önce Nepal'de krallık yıkıldı.

Azerbaycan'da Çiller'in planladığı Amerikancı darbe, Demirel'in uyarısı ile önlendi.

Özbekistan'da Fethullahçıların Kerimov'a düzenlediği suikast başarılı olmadı.

Ukrayna'daki Amerikancı turuncu devrimi yapan bayan şimdi hapiste, seçimi de Rusya ile işbirliğini savunanlar kazandı.

Kırgızistan'da Amerikancı turuncu devrimin başı ülkeden zor kaçtı.

Amerika, Gürcistan'daki adamı Saakaşvili'nin Rusya'dan tokat yemesini önleyemedi.

Abhazya ve Güney Osetya, Rusya'nın yardıma koşması ile, özerkliklerine kasteden Gürcistan yönetiminden kurtuldular, bağımsızlıklarını ilan ettiler.

Amerika, Kafkaslardaki bir numaralı işbirlikçisine yardım edemedi.

Bu olay, Amerika'nın çöküşünün "başaşağı çakılış" haline dönüştüğü dönüm noktası oldu.

Rusya Devlet Başkanı Medvedev, geçen gün, “Gürcistan toprakları Rusya’nın işgali altındadır” diye bir karar çıkaran Amerikalı senatörlerin girişimi hakkında, “Bir avuç moruğun inisiyatifiyle alınan karar bizi bağlamaz” dedi. Çöküş bir kere daha tescillendi. Dünya kabadayısı, hakareti sineye çekmek zorunda kaldı.

Afganistan'da batağa saplandı. Taliban'a karşı başarılı olamadı.

Taliban orada üsleniyor bahanesiyle Pakistan'ın kuzeyindeki Svat Vadisi'ni bombalamaya başladı. Usame operasyonu yaptı.

Bu yüzden Pakistan, İngiliz ve Amerikalı eğitmenleri ülkeden çıkardı.

Pakistan, Amerika'ya, ülkedeki üssünü boşaltmasını istedi. Amerika çıkmamakta direniyor.

Darbe yaptırarak Pakistan'ın nükleer silahlarına el koymak istedi.

Pakistan, Çin ile "Ebedi Kardeşlik Anlaşması" imzalayarak komploya karşı koydu.

Bunun üzerine Amerika, Pakistan'ı "Taliban'a destek veriyor" suçlamasıyla mahkemeye verdi, 4 dava açtı, tazminat istiyor.

Mısır'da, Tunus'ta Amerikancı yönetimler devrildi.

Bahreyn'de Amerikancı yönetim sallanıyor. Suudi ordusunun müdahalesi isyana engel olamadı.

Amerika, Bahreyn'deki deniz üssünü kapatmayı planlıyor.

Irak'ta başarı kazandı gibi göründü. Ülkeyi görünürde parçalamayı başardı.

Bölücübaşı Talabani'yi Cumhurbaşkanı ve Barzanici Zebari'yi Dışişleri Bakanı yapmasına rağmen, Kuzey Irak'ın "Kürdistan" adı altında bağımsızlığını ilan etmesini kabul edecek bir işbirlikçi hükümet kurmayı beceremedi.

Amerika Türkiye'ye "Biz çekildikten sonra Kuzey Irak'ta asayişin korunmasına katkı yapın" diyerek, Bağdat hükümetine karşı Barzani bölgesinin savunmasını Türkiye'ye ihale etmeye çalışıyor.

Binbir emekle kurduğu Barzani kukla devleti Amerikan desteği kesilirse varlığını sürdüremez.

Sadr, "Aralık'tan sonra Irak'ta kalacak Amerikan askeri ölür" dedi.

Amerika, işbirlikçi Irak hükümetine Amerikan askerinin Irak'ta kalma süresini uzatacak bir formülü kabul ettiremedi.

Irak, Amerikan ekseninden kayıp İran'a yaklaşma sinyalleri vermeye başladı.

Amerika böylece Irak'ta da çarşafa dolaştı.

Irak hükümeti, 20 milyar dolarlık petrolünün kayıp olduğunu açıklayarak Amerika'yı tüm dünyanın gözleri önünde hırsızlıkla suçlamış oldu.

Amerika Libya'da da çarşafa dolaştı.

NATO'cu teröristler, kendi askeri komutanlarını ve iki albaylarını öldürdüler.

İsyancıların sözde "Geçici Ulusal Konsey"i kendini feshetti, sözde yeni yönetim oluşturacaklarmış.

Kaddafi yönetimi aşiretleri silahlandırdı, isyancılar merkezleri olan Bingazi'de kontrolü kaybettiler.

Sarkozi, isyancıların başına "Afrika Birliği ile anlaşmaya çalış" talimatı verdi.

Amerika, Birleşmiş Milletler'den Suriye için Libya kararı benzeri bir kınama kararı çıkaramadı.

Suriye'ye Türkiye'den terörist göndererek 120 asker ve polisin öldürülmesi provokasyonu tutmadı.

Suriye ordusu sınıra yaklaşmadı, hır çıkarıp NATO'yu Türkiye'nin yardımına çağırma planı işlemedi.

Bir milyon sığınmacı bekleniyordu, anca 15,000 kişi geldi, "Katil Beşar" safsatasının doğru olmadığı anlaşıldı, geri dönmeye başladılar, geride 5,000 sığınmacı kaldı.

Tayyip Bey orduyu Suriye'ye saldırmaya ikna edemezse Amerika Beşar Esad karşısında çaresiz kalacak.

Esas darbe İran'dan geldi.

"Amerika İran'a saldıracak" beklentisinin tam orta yerinde, İran Amerika'ya saldırdı.

İran'ın Kandil'e saldırması, Amerika'ya saldırması demektir.
Çünkü Irak Amerikan işgali ve denetimi altındadır. Irak toprağına yapılan saldırı, Amerikan denetimi altındaki bir bölgeye yapılmış bir saldırıdır.

İran, Amerikan ordusunun koruması altındaki bir örgüte Amerika'nın denetimi altındaki bir bölgede saldırı yapmıştır.
Amerika çaresiz kaldı. Saldırıyı durduramadı.

Amerika'nın Irak'taki askeri sorumlusu General Bucharan: "Eğer İran, Irak tarafından bir tehdit görüyorsa Irak hükümeti ile görüşmeli" diyebildi.

Bu cılız tepki, Amerika'nın başaşağı çakılışını tescilledi.

Amerika, Türkiye'ye verdiği "Kandil'den uzak dur" emrini İran'a verememişti.

Şubat 2008'de Türk ordusu Kuzey Irak'a girip Kandil'e yaklaştığında Buşoğlu Buş "Artık yeter, harekatı bitirin" talimatı vermiş, bunun üzerine AKP hükümeti, Zap, Avaşin ve Hakurk kamplarını geçerek Kandil'e yaklaşmış olan ordumuzu geri döndürmüştü.

İran örneğinde görüyoruz ki, bağımsız bir ülke, vatanı korumak söz konusu olduğunda, gereken tedbirleri korkmadan alabilir.

"Amerika izin vermez" yakınmaları bu anlamda doğru değildir, Org. Başbuğ'un "Kandil varken terör bitmez. Kandil'e harekat için Amerika engel değil" sözleri bu anlamda doğrudur.

Milli bir hükümet, Kandil'i denetim altına alarak terörü bitirebilir. Amerika bir şey yapamaz. İran'a bir şey yapabildi mi?

Kendi ordusunu yenmek için Amerika'ya muhtaç olan bir hükümet, Amerika'nın "Kandil'den uzak dur" talimatını doğal olarak yerine getirecektir.

Çin, Rusya, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Tacikistan, Şanghay İşbirliği Örgütü'nde birleştiler.

Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika BRICS (Brasil Russia India China SouthAfrica) örgütünde birleştiler.

Beyaz Rusya, Rusya ve Kazakistan Gümrük Birliği kurdu.
Latin Amerika ülkeleri kendi aralarında çeşitli birlikler kurarak Amerika'ya direniyorlar.

Amerika sessizce kuşatılıyor.

Amerikan emperyalizminin çöküşü, dünya çapında kapitalizmin sonu demektir.

Gelecek günler aydınlıktır.


Ali Serdar BOLAT

AMERİKA'NIN ÖNLENEMEZ BAŞAŞAĞI ÇAKILIŞI - 2
Ali Serdar BOLAT
16.08.2011



EKONOMİK ÇÖKÜŞ

Mehmet Ali Güller, 8 Ağustos günlü Aydınlık köşe yazısında Amerika'nın borçlarından dolayı yediği fırçaları listeledi.

Açılışı Çin yaptı. Çin'in Dagon adlı finans kuruluşu, Amerika'nın kredi notunu düşürdü.

Bunu, Çin hükümetinin resmi açıklaması takip etti:

"ABD'nin borç alışkanlığı dünya ekonomisini tehdit ediyor. ABD acilen borçlarını yapılandırmalı"

Hemen arkasından Çin resmi haber ajansı Sinhua uyardı:
"ABD, savunma ve sosyal yardım harcamalarında kesinti yapmalı"

Bugüne kadar ABD'nin hakim olduğu IMF diğer ülkelerden borç yapılandırması isterdi.

Rusya Başbakanı Putin, ABD'yi "asalak" ilan etti:

"ABD, borçları nedeniyle dünya ekonomisinin asalağı.
İmkanlarının ötesinde kredi ile yaşayan bir ülke."

Sıra Hindistan'a gelmişti.

Başbakanılık Ekonomik Danışma Konseyi Başkanı Rangajaran:

"ABD'nin güvenilir bir borç yapılandırması planına sahip olduğunu göstermesi gerekir"

Bütün bunlardan sonra bir Amerikan kuruluşu olan Standard&Poor's, ABD'nin kredi notunu AAA'dan AA'ya düşürdü.

Ekonomik çöküş böylece belgelenmiş oldu.

Dolar 1944'te altına bağlanmıştı. Yani Amerika, kasasındaki altının değeri kadar dolar basıyordu. Amerikan Merkez Bankası, dolar getirene karşılığı kadar altın ödemeyi taahhüt ediyordu.

ABD, 1972'de bu kuralı bozdu. Altın karşılığı olmaksızın, ihtiyacı olduğu kadar dolar basmaya başladı.

Karşılığı olmayan kağıt parçalarını "dolar" diye vererek diğer
ülkelerden başta petrol olmak üzere her çeşit malı almaya başladı.

Bu sistemle Amerika 39 yıldır dünyayı haraca bağlamış durumda.

Ama, her güzel şey gibi bunun da sonu geldi.
Elinde dolar biriken ülkeler:

"Her çeşit malımızı Amerika'ya gönderip karşılığında dolar denen bu kağıt parçalarını alıyoruz. Bunlar ne işimize yarayacak?" diye sormaya başladılar.

İşte, Amerika'nın kredi notunun düşmesi bu soru ile bağlantılı.

Doğu Perinçek, 12 Ağustos günlü Aydınlık köşe yazısında Amerika'nın haraç sistemini açıkladı.

ABD'nin dış borcu 14,3 trilyon dolar.

Bu borcun 4,5 trilyon dolarının alacaklıları, elinde ABD hazine
bonoları olan ülkeler.

Çin en büyük alacaklı, elinde 1,2 trilyon dolarlık bono var. Ayrıca 2 trilyon dolarlık döviz yığınağı da var.

Amerika bu borçlarının üzerine yatmış durumda.

Çin ve diğer ülkeler, bu alacaklarının üzerine bir bardak soğuk su içmek zorunda kalacaklar.

İşçi Partisi MKK Üyesi Bülent Esinoğlu, 12 Ağustos günlü
"Ödemeyecekler" başlıklı yazısında açıkladı:

"Amerika 14,3 trilyon dolarlık, İngiltere ise 14,5 trilyon dolarlık borçlarını ödemeyecekler"

Doğu Perinçek diyor ki:

Ekonomi, her zaman ekonomi ile açıklanmıyor. "Ekonomist"lerin çıkmazı burada.

Çin niçin bir sürü mal üretip dolar denen kağıt parçaları karşılığında Amerika'ya yolluyor?

Amerikalılar hiç çalışmadan sadece dolar basıp Çin'den aldıkları malları badavadan giyip, yiyip, kullanıp yan gelip yatıyorlar?

Ekonomi bilimi içinde cevabı olmayan soru budur.

Ekonomi âlimleri, bu manzara içinde Çin'in haline bakıp "vah vah" diyorlar.

Peki, Çin bilmiyor mu ki Amerika bu borçların üzerine yatacak?

Neden hala Amerikan hazine bonoları almakta devam ediyor?

İşte ekonomi dışı büyük gerçek:

Emperyalizm sadece sermaye ihracı değildir.

Aynı zamanda, büyük silahlı güçlerine dayanarak üstünlük savaşı yürütür. Amerika, uçak gemilerine, nükleer silahlarına dayanarak dünyanın haracını topluyor.

Borç batağına saplanmış ve ekonomisi çökmüş olan Amerika,
silah göstererek barışçı (!) yollarla haraç toplayamazsa, halkını beslemek ve giydirmek için kaba kuvvete başvurmak zorumda kalabilir.

Libya benzeri küçük ülkelere sataşması, aslında asıl hasmı olan Çin gibi ülkelere gözdağı vermek içindir.

"Libya dolar yerine başka para birimleri ile petrol satmak istedi, vurdum.

Dolarımın egemenliğine taş koyarsanız sizi de vururum" demektedir.

İran ile olan hırlaşması da aynı nedenledir.

Eğer İran yarın "Tamam, bugünden itibaren petrolümü sadece dolarla satacağım, Çin'e verdiğim petrolü de kısacağım, sen benden al Çin'e sat" derse, İran o gün "Nümunelik demokratik" bir ülke oluverir.

Doğu Perinçek, 14 Ağustos tarihli Aydınlık köşe yazısında, Libyasaldırısının ikinci nedenini de açıkladı:

Çin'in elindeki bu kâğıtlar (2 trilyon dolar ve 1,2 trilyon dolarlık bono) aynı zamanda bir silahtır.

Ani Di Franco'nun "Doğru tutulduğunda her şey bir silahtır" sözü bu kâğıt parçaları için de geçerlidir.

Mao, ABD emperyalizmine "Kâğıttan kaplan" demişti. Şimdi Çin'in elinde kâğıttan silahlar bulunuyor.

Çin, deposundaki bu kağıtları çıkarıp kullanmaya başladığında, ABD ekonomisi çöker.

Nitekim, Çin bu dolar deposunun çok çok az bir kısmı ile
Libya ve diğer Afrika ülkelerine yatırımlar yapmaya başlayınca,
NATO Libya'yı bombalamaya başladı.

Libya'ya Haçlı seferinin bir anlamı da budur.

Amerika, Çin'e:

"Bana verdiğin haraçlar, haraç olarak kalmalıdır. Haraç, geri ödemesi olmayan bir ödeme biçimidir." demektedir.

Yani Çin, deposunda tuttuğu bu dolarları harcamamalıdır.
Çin, haraç olarak Amerika'ya her türlü malı göndermeli, ancak
karşılığında aldığı dolarları çekmecesinde tutmalıdır.

Peki, Çin haraç vermeyi niçin kabul ediyor?

Veya, bu haraç sistemi daha ne kadar devam edecek?

http://www.ordumillet.com/

Büyük Britanya'deki ayaklanmalar hakkında dünya basınından yorumlar
Selçuk Salih Caydi
10 AĞUSTOS 2011



Londra'yı yakmanın eşiğine gelen ve anlaşıldığı kadarıyla Büyük Britanya Hükümet'inin kontrolü kaybettiği yağmalama/ isyan olayları, ülkenin diğer şehirlerine de sıçradı. Herşeyden önce bu olayı, benzeri diğer olaylardan ayrı değerlendirmemek gerekiyor -özellikle Yunanistan, İspanya ve İtalya'daki olaylardan- ve elbette Arap Baharı'ndan. Umarız değerlendirmeler fazla gecikmez, ama bir çağ sona eriyor.

Sona eren, (neoliberal) kapitalizm çağıdır.

Bu gerçek ne kadar iyi anlaşılırsa, gelecek için o kadar iyi hazırlık yapılabilecektir. Şimdi ayak sürüyen Hükümetler bunu er geç kabul etmek zorunda, çünkü çöküş sadece ekonomik değil, ruhsal bir boyuta da sahip. Konu bu şekilde bir bütün halinde ve çok boyutlu olarak ele alınmazsa, ve en önemlisi de kapitalist klişeler ötesi düşünülmez ve önlemler alınamazsa, tam bir cinnet yaşanabilir. İnsanları tamamen çaresiz para bağımlısı zavallılar haline getirip onurlarının kırılması -ki sistem bunu çeşitli biçimlerde yapıyor- ve her türlü şiddete baş vuracak kadar düşmeye itilmesi, en başta neoliberalizmin ve onun savunucularının suçudur.

Neoliberalizm, müthiş bir gelir dağılımı eşitsizliğine neden oldu ve bu durum iki farklı şekilde isyana neden oluyor. Biri, özgürlük ve demokrasi talep eden halk isyanları şeklinde, (aynı istekleri mikromilliyetçi söyleme tercüme edenler de bu kesime dahil edilebilir) kimlikçi isyanlar şeklinde. Şimdi üçüncü bir isyan türü gündemde: "Tatmin edilememiş tüketi hayallerinin isyanı." Bu deyimi kullanan, Belçika gazetesi De Morgen. Ortada, sistemin sadece ekonomik bakımdan değil, ruhsal bakımdan da mağdur ettiği insanlar var. Olay, ekonomik sistemin geliştirdiği ve krizin tetiklediği bir insan bozulması örneği.

Son örneğini Londra'da gördüğümüz ayaklanmaların nedenini tartışan Avrupa basını, ayaklanan kesimlerin ekonomik bakımdan 'en alttakiler' olduğunu söylüyor ve ayaklanma nedenleri hakkında ilginç şeyler yazıyor.

Slovakya'nın Sol gazetesi Pravda, yalnız bırakılmış ve ihanete uğramış olmanın verdiği duygularla ayaklanan bir kesimden bahsediyor. Muhafazakar Thatcher döneminde neoliberalizmin ilk aşamasında büyük bir yeni işsizler ordusu oluştu. Bu insanların çocukları da işsiz. Gazetenin yorumuna göre Liberalleri seçerek, bu yolla kapitalizme ve tüketim toplumuna karşı tavır alanlar da hayal kırıklığına uğradılar.
Ülkenin elitleri, şimdi bu kesimden korkmakta haklılar.
(..)
Belçika'nın sol gazetesi De Morgen, Büyük Britanyalıların gerçekleşmemiş tüketici hayallerine değiniyor ve mesela yaşlıların ev hayali kurduklarını, 40'lı yaşlarda olanların otomobil, 30'lu yaşlarda olanların da ucuz seyahatlerde gözünün kaldığını yazıyor. Bireysel tüketici hayallerine de yağmalanan plazma televizyonlarla, yeni çok fonksiyonlu cep telefonlarıyla, pahalı elbiselerle açıklıyor. Tüketici hayalleri yayan sistemin bir kâbusa dönüştüğünün altını çiziyor.

Büyük Britanyalı The Independent gazetesi, ayaklanmacılara karşı daha dikkatli bir dil kullanıyor ve "zengin mahallesinde yaşayıp ona dahil olamayan gençliğin ayaklanması" diye tanımlıyor. Eğitim, şehirleşme, sosyal yardım ve sağlık sistemiyle ilgili bakanlıkların başarısız olduklarını anlattıktan sonra, bu patlamanın fünyesinin onyıllarca önce çekildiğine işaret ediyor.
Kaynak: http://konstantiniye.blogspot.com/

Kapitalist kâhinden sosyalist itiraf: Kapitalizm kendini yok edebilir!
15 Ağustos 2011



Ünlü ekonomist Nouriel Roubini, Wall Street Journal gazetesine yaptığı açıklamada "Karl Marx haklıysa bir noktadan sonra kapitalizm kendini yok edebilir. Piyasalar bu aşamada çalışmıyor" dedi.

Roubini, global ekonominin ABD, Euro Bölgesi ve Japonya öncülüğünde bir resesyon uçurumunun kenarına geldiğini ve hükümetlerin bundan korunmak için tamamen yanlış, şeyler yapmakta olduğunu dile getirdi.

ABD ve Euro Bölgesi gibi ekonomilerin daha fazla canlandırma önlemlerine ihtiyaç duymalarına rağmen bunun tersine yüksek borç yükü ile ezilen ekonomileri nedeniyle tasarruf tedbirleri almaya başladığını hatırlatan Roubini önümüzdeki iki üç aylık dönemde global ekonominin resesyona girmesi şansını yüzde 50 olarak gördüğünü belirtti.
habertürk

Bütün Tüketiciler dikkat! Tanrınız Kapitalizm konuşuyor!

Millî Birlik Ruhu
28.08.20011

Not: Twitter’da “Capitalism” başlığıyla açılan İngilizce sayfanın benzeri Türkçe olarak “Kapitalizm” başlığıyla açılmış (tam başlık şöyle: Kapitalizm@Kapitalizm Her yerdeyim.Tüketiyoruz, o halde varız!) ve içinde harika aforizmalar var...
Millî Birlik ruhu olarak bugüne kadar sayfaya konulan bu aforizmaları derleyerek ilginize sunuyoruz... Devamını şu adresten okuyabilirsiniz: http://twitter.com/#!/Kapitalizm


Kapitalizm@Kapitalizm Her yerdeyim.Tüketiyoruz, o halde varız!

3 Mayıs
Merhaba ben Kapitalizm. Bu benim dünyam. Hepinizin kölem oldugunuz yer.

22 saat önce
Hepiniz kölesiniz, her gün evinize gidip ruhunuzu televizyon ekranınızla ısıtan, ancak hediyelerle sevdiklerinizi mutlu edebilen köleler.

22 saat önce
Televizyon karşısında uyumanın içinizdeki tüketim isteğini %20 artırdığını belirtmek istedim iyi geceler demeden önce.

22 saat önce
Amerikalıların %85'i ekonomik durumlarını iyileştirebilecekse faşist bir hükümeti seçebileceklerini söylüyor. İşte kapitalin gücü!

22 saat önce
İnsanları "borç batağı" ile korkuttuktan sonra yaptıramayacağım şey yok! Para benim param, düzen benim düzenim.

22 saat önce
Toplumu öyle bir hale getirdim ki kendinizi "normal" göstermek için takım tutmanız, alışverişe bayılmanız, ünlüleri takip etmeniz gerek.

22 saat önce
Tabii ki bu toplumdan uzak durma teşebbüsünde bulunabilirsiniz ama sonunda kendinizi yine bir AVM'de bulacağınızdan şüpheniz olmasın.

22 saat önce
Protesto etmek hakkınızı bile elinizden alıp, en sonunda canınızı dahi alabilen bir devleti kendi vergilerinizle beslemeniz müthiş.

26 Ağustos
Sizi özgür bırakmayan, fikirlerinize sansür vuran, en sonunda polis kurşunuyla öldüren bir devleti kendi elinizle kurmanız ne tuhaf.

26 Ağustos
Sizin ağzınızı burnunuzu kırıp hapse tıkmaları için bir devlet kuracak parayı, kendi vergilerinizle sağlamanız ne kadar tuhaf.

26 Ağustos
Ben Kapitalizmim ve para benim param, sizin bunu anlamak için sadece biraz zamana ihtiyacınız var.

26 Ağustos
Amy Winehouse gibi bağımlılara acırken hepinizin birer bağımlı olduğunu unutmanız ne kadar komik, zavallı tüketim bağımlıları!

26 Ağustos
Ortalıkta çok fazla özgürlük var ve yeterince ölüm yok.

26 Ağustos
Ben istediğim kadını elde ederim, biraz altın, biraz pırlanta, biraz şan şöhret, birkaç güzel vaat, tamamdır.

25 Ağustos
Sizlere yüksek çözünürlüklü TV verdim ki beyninizi daha net yıkayabileyim canlarım.

25 Ağustos
Neden hala inat ediyorsun, bütün arkadaşların seni alışveriş merkezlerine götürmeye uğraşırken, herkes seni tüketmeye teşvik ederken?

17 Ağustos
%95'ine bankanızın sahip olduğu bir evi kendinizinmiş gibi sahiplenmek için bayağı hayal gücünüzün olması lazım herhalde!

17 Ağustos
Benden başka herhangi bir ideolojiye saldırırsanız, size hemen bir Nobel Barış Ödülü takdim ederim, söz!

17 Ağustos
Beni yok etmek mi istiyorsunuz? O zaman kredi kartın yerine kanınla ödeme yapmaya başla!

17 Ağustos
Hala farkına varmadıysanız belirteyim, eski zamanlardaki krallarla bugünün CEO'ları arasında hiçbir fark yok.

17 Ağustos
Her yıl 20 milyon çocuk açlıktan ölürken siz bir bardak bilmemne aromalı kahveye 10 lira verebiliyorsunuz, sizi çok seviyorum!

17 Ağustos
Çok fazla düşünen insanlar sinirimi bozuyor. Niye gidip bir bilgisayar oyunu falan oynamıyorsun?

17 Ağustos
Benimle savaşa giremezsin, çünkü benimle savaşa girmek için önce kendinle ve kendi zayıflıklarınla savaşman lazım canım!

17 Ağustos
Tabii ki sizin emekli olmanıza izin vereceğim, ama bütün yaratıcı enerjinizi ve kapasitenizi sıfırlamadan önce değil.

17 Ağustos
Ben Kapitalizmim ve kapital sizin tek ve eşsiz dostunuz olmalı!

17 Ağustos
Evet. Ben sizi hayatınızın yarısını, geri kalan yarısında ne yapacağınızı düşünmekle geçirmeye ittim.

17 Ağustos
İçinizde hala idealist olanlar var, onlara uyarım: Böyle şeyler hakkında konuşmaya devam ederseniz tamamen arkadaşsız kalacaksınız!

17 Ağustos
Çocukların artık senin zavallı öğütlerini dinlemek istemiyor, onlar sadece para istiyorlar, para para para!

17 Ağustos
Görmüyor musun canım, sen sen değilsin! Sen televizyonda gördüğün duyduğun şeyleri tekrar eden bir papağansın!

17 Ağustos
Üçüncü dünya ülkelerinde çocuklar açlıktan kıvranırken birilerinin köpeklerine doğum günü partisi hazırlamaları beni nasıl mutlu ediyor!

17 Ağustos
Sistemimde durmaksızın çalış, arada bir Starbucks'ta kahve molası verebilirsin.

17 Ağustos
Evet evet yeterince inanırsan sen de zengin olabilirsin! Çok ama çok inan! Şimdi hayal kurmayı bırak ve çalışmaya devam et.

17 Ağustos
Hepiniz parayı seviyorsunuz tabii, "banka" adındaki ibadethanelerinizde bol bol tapınıyorsunuz.

17 Ağustos
Kimin çocuklarının savaşta öleceğine ben karar veririm.

17 Ağustos
Önce size ne kadar çirkin olduğunuzu öğretirim, sonra da önünüze kozmetiği, estetiği ve fitness centerları sererim. Zahmet değil, seve seve!

17 Ağustos
Ben size Pepsi ile Coca Cola arasında özgürce seçim yapma hakkını veriyorum, daha ne özgürlüğü istiyorsunuz?!

17 Ağustos
Evet, 2 milyar insan kronik açlık çekerken 600 milyon insanın obez olmasının sebebi tabii ki benim.

17 Ağustos
Benim düzenimde tüketmekten vazgeçtiğiniz an yaşamıyorsunuz demektir. Dışarı çık eğlen, biraz alışveriş yap!

17 Ağustos
Bu özgür ortamda insanlar özgürlük için sokaklara döküldüğünde çok sinirleniyorum!

17 Ağustos
Hepiniz çok çalışacaksınız! Çok çalışmak sizi çok düşünmekten alıkoyar canlarım.

17 Ağustos
Sizin ne yaptığınızı ya da ne söylediğinizi kontrol etmeme gerek yok çünkü zaten ne düşündüğünüzü kontrol ediyorum.

17 Ağustos
Bu toplumda aydınları öyle ödüllendirip zenginleştirdim ki, devrimin fikri bile artık onları tiksindiriyor.

17 Ağustos
"Rahat bir emekliliğe" kafayı takanları çok seviyorum.

17 Ağustos
Neyse, durup düşünme, ne bekliyorsun git biraz alışveriş yap!

17 Ağustos
Bir köle bile en iyi köle olmak istiyor! Evet, başardım.

17 Ağustos
Bana inanmanız lazım, paranın derin gücüne inanmanız lazım!

17 Ağustos
Sizler çabaladıkça ben gülüyorum...Ama sizi şeytanca fikirlerden koruyan da benim.

17 Ağustos
Egonuzun sığacağı kadar büyük bir ev bulamıyorsunuz değil mi canlarım?

17 Ağustos
Ortadoğu'daki ucuz petrol diktatörlerimizi elimizde tutmamız gerektiğini anlamanız lazım, lütfen!

17 Ağustos
Arap ülkelerindeki devrimci hareketler, Avrupa'daki yükselen anarşi de neyin nesi? Yeni Apple ürünlerini sevmediniz mi?

17 Ağustos
Ben Kapitalizmim ve sizin 73 milyon çalışan çocuğun 10 yaşın altında olduğunu bilmenize tabii ki gerek yok.

19 Haziran
Ben Kapitalizmim. Sen de tükettiğin şeysin.

19 Haziran
Ben sizin düşüncelerinize öyle bir ayar yaptım ki en sonunda parayı insanlarla ilişkilerinizin önüne koydunuz.

19 Haziran
Ben Kapitalizmim ve tüketiciyle tüketilen nesne arasında hiçbir fark yok.

19 Haziran
Evet insanoglunun sevgiye kesinlikle ihtiyacı vardır ben de tam bu yüzden sevgiyi sizden alıp sizi onun icin çalıştırıyorum.

19 Haziran
Benim toplumumda; zenginlik ve üne dair çılgınca hayalleri olmayan herkes hevessiz eziğin tekidir.

19 Haziran
Ben Kapitalizmim ve tüketim aliskanligindan baska her aliskanlik kötüdür.

19 Haziran
Siz insanlar, bütün hayati boyunca asla satin alamayacagi bir evi temizleyen bir temizlikciden baska birsey degilsiniz.

19 Haziran
Bir kadinin ayni elbiseyi haftada iki kez giymesi günahtir! Cünkü ekonomimiz her hafta yeni bir elbise almanizi gerektiriyor.

19 Haziran
Ben Kapitalizmim ve herkesin birseyleri kaybetmekten korkmasinin sebebi benim!

13 Mayıs
Ben Kapitalizmim ve erkeklerin tek kadinla yetinenememesinin sebebi kadinlarin bir cift ayakkabiyla yetinenememe sebebiyle ayni.

10 Mayıs
Ben Kapitalizmim ve lütfen bir karara varin. Ya parayi seversiniz ya da kendinizden nefret edersiniz!

3 Mayıs
Ben Kapitalizmim ve siz beni yok etmek mi istiyorsunuz? Kredi kartiniz yerine kaninizla ödeme yapmaya baslayin.

3 Mayıs
Ben Kapitalizmim ve para benim param. Sizin bunu anlamak icin sadece biraz zamana ihtiyaciniz var.

3 Mayıs
Ben Kapitalizmim ve herkes aile kurmaktan vazgecmeli ve özgürce harcayabilecegi parasini hayal etmeli.

3 Mayıs
Yeni dünya düzeni: "Tüketiyorum, o halde varim."

Kaynak: http://millibirlikruhu.blogspot.com/p/okunmaya-deger-yazlar.html

Dünyevileşme
Başar Başaran
9 Ağustos 2011



Hayatın devamı kendisine tabi kılınmış bir organ olan kalp, hemen bütün dillerde aşkın ve cesaretin kaynağı olarak tarif edilir. Ölüm ile hayat arasında uçuşup duran bu ince perdenin insanlığın ortak zihninde böyle bir telmihi haiz olması boşuna değildir. Çünkü varlığın ölümsüz hafızası, unutmamamız gereken bir gerçeği bize bilgece yalınlığıyla fısıldamaktadır; hayat aşka ve cesarete bağlıdır. Bugün çoğumuz aşksız ve korkak yaşantılarımızın kıyısında durmuş, zamanın eriyip gidişine bakarken, aslında yok olduğumuzun farkında bile değiliz. Oysa varoluşumuza dair hakikatlerin pek çoğu, bizim için işte bu kadar açık ve yakındır. Cesur ve âşık değilsek ölmüşüz demektir. Üstelik öz acılarımızla aramıza giren gündelik, bize kendi yasımızı tutmak şansını dahi vermez. Ne kendimize ne de başkalarına ağlayacak halimiz kalmıştır. Unutarak azalarız.

Devrim, aşkı ve cesareti içinde taşımasıyla hayatın bir eşidir. Kuşkusuz burada ne aşkın bir şeklinden, ne de devrimci cesaretin tek tarifinden söz etmekteyiz. Bu, insanın her türlü sevme ve hayatı değiştirme kapasitesine yönelik bir vurgudur. Zira kadük kalmış varoluşumuzun adını ancak böyle koyabiliriz. İçinde yaşadığımız zamanı rehin alan kapitalist medeniyet, sözünü ettiğimiz kapasitelerin de kaynağı olan insan maneviyatının düşmanıdır. Çünkü bireyin önce ve sadece kendi menfaatini aramasını vaaz eden ‘iktisadi rasyonellik’ ile bağdaşmayan her duygusal tavır sistemin genişlemesine engel olmaktadır. Düzen bu sebeple insandan her alanda ‘dünyevileşme’’sini talep eder.

Kişinin kendisinden çıkıp ihtida etmesi istenen dünya, kapitalizmin kendi kabullerine göre tasarladığı ‘’Yeni Dünya’’dır. Burada açgözlü bir rekabetin şehveti varlığın tüm pırıltısına galabe çalar. Öyle ki, insan plastikleşmediği sürece buna uyum gösteremez. Kendi bildiği ne varsa unutmalı ve yeni koşullara uygun bir ruhsallığa geçmelidir. Bu Marx’ın ‘’ Katı olan herşey buharlaşıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor’’ diye tarif ettiği zamandır. Aşklar, sevgiler, arkadaşlıklar, dinler, ideolojiler, meslekler, sanat, hülasa insanın dünya ile kurduğu bütün ilişkiler dünyevileşmektedir.

Düzenin bu keskin buyruğunu yerine getiremeyen her insan acı çekmeye, yapılarsa değişmeye, olmuyorsa yıkılmaya mahkûmdur. Hiç kimse piyasanın ötesinde kabullere göre eylemini belirleyemez. Dolayısıyla içerisinde idealizm barındıran her varoluş, kendisini, gözün gördüğü faydaya yönelmenin kestirmeciliği ile takas etmek zorundadır. Şifa dağıtan bir hekim ameliyat başına para alan bir doktora, öğrencileri için çırpınan bir hoca özel ders veren öğretmene dönüşür, dönüştürülür. Örnekler sayısızdır. Düzen aşkın olan ne varsa tahrip eder. Her şey kendisine içkin olmalıdır. İkna karabasan gibi üzerimize çökmüştür.

PİYASA AKLIMIZ, KALBİMİZ VE DİLİMİZ ARASINA BİR KOMİSER GİBİ KURULUR

Dünyevileşmenin tahribatı insanların fikir üretme kabiliyetlerini öldürmüştür. Kendi kaygısından gerisine bigâne kalmış insanın kişisel menfaat hesaplarından çıkarak, ‘ortak bir iyi’ için tezler üretmesi, dahası bunun bedelini ödemeye katlanması sık rastlanılan bir durum olmaktan çıkmıştır. Kol kola barikatlarda duran gençlerin toplam adaletsizliğe oranı marjinal seviyeye inmiş, düzen ile organik bağlar kurmaya direnen namuslu aydınlar azalmıştır. Herkes bir alanda ‘’istihdam’’ edilebilir olmuştur. Akademi, siyaset, sanat ve sokak dikenlerinden arındırılmıştır. Şimdi dünyanın bir alternatif üretme krizinden geçmesi zihnin üzerinde baskılanan öğrenilmiş bir rasyonellik yüzündendir. O yüzden insanlığın yeni bir sözden çok paçasını düzenden kurtarmış yeni bir akla ihtiyacı vardır. Bu pratiğin yokluğu bizi yeni bir ortaçağın kucağına atmıştır. Cevapsız kalmak bir karanlıksa sorusuz kalmak zulmettir. Bugün insanlığın elinden sorular dahi düşmüş görünmektedir

Zamanın ticari ruhu içimizdeki ve dışımızdaki her şeyi metalaştırır. Bununla sulh içinde yaşamanın yegane yolu sathileşmektir. İnsan gördüğüne değil gösterilene inanıp, duyduğunu değil kulağına fısıldananı yaparak boynundaki zinciri gevşetmeye çalışır. O yüzden derinlere bakacak cesareti yoktur. Yeni Dünya’nın insanı kendi dehlizlerinde kaybolmaktan korkmaktadır. Çünkü düzen kaybolanı kaybeden saymaktadır. O halde varlığın peşine düşmek düzenin safrası olmayı göze almaktır. İnsan hep yüzeyde olmak durumundadır. Bu bakımdan duyguların asılları ile değil yansımaları ile yetinecektir. Bugün tüm hislerimizin yüzeysel ve geçici olmaları bundandır. Zamanın içinde sürükleniyor olduğumuzun dışında hiçbir duygudan emin olamayız. Sevindiğimize üzülmemiz, üzüldüğümüzü unutmamız an meselesi olmuştur. Bir türlü kendimize yoğunlaşamayız. Kendi ruhumuzun yansımaları sanki biz yaklaştıkça kaybolan ve değişen imajlar olmuştur. Pazarın kalabalığında kendi kendimizi kaybeder, bize verilen ile idare ederiz.

Burada kişinin kendisiyle kurduğu artık dolaylı bir ilişkidir. İnsan ile iç dünyası arasına piyasa girmiştir. İçimizde ortaya çıkan her duygu kendisini önce pazarın diline göre belirleyip, orada onaylatıp, bize öyle dönmektedir. Böylece biz isyanı da, biadı da, sevgiyi de, nefreti de, marketten öğrendiğimiz halleri ile yaşarız. Kalbimizi ve vicdanımızı nasıl kullanacağımız bizim keyfiyetimizde değildir. Bu hassasiyetleri bir yerlerden ediniriz. Çarşı, kuralları ve onay mekanizmaları ile aklımız, kalbimiz ve dilimizin arasına bir komiser gibi kurulur. Adeta altıncı bir duyu organı diğerlerinin hepsini bastırmaktadır.

LYS BİRİNCİSİ İLE ELİF SHAFAK AYNIDIR

O bakımdan kapitalist moderniteye doğru yolculuk, toplumlarda topyekûn bir sathileşme sürecini beraberinde getirmiştir. Bu tünele girenler bir daha eskisi gibi şiir yazamamış, türkü yakamamış, resim çizememişlerdir. Özü ile rabıtasını kaybeden insan kendi duygularının kırıntılarına razı olmak durumunda kalmıştır. Piyasanın cevaz verdiği maneviyatın doğurduğu sanat da kısır ve dünyevi olmuştur.

Sistem ilhamı zapt eylemiş, endüstrinin gereklerine göre söyletmeyi becermiştir. Sanatkârın doğuştan uyumsuzluğunu türlü yönlendirmelerle kendisi adına bir ahenge çevirmiştir. Böylece kitleselleşen sanatsal faaliyetlerin üreticileri de, satıcıları da, alıcıları da aynı dünyeviliğin saç ayakları olmuştur. İnsanlar, kendi ehlileşmiş duygusallıklarını zorlamayan bu ürünlerle iyi geçinip artık olmayan bir sanatın imajıyla vakit geçirmektedir. Bu elbette bir oburluktur ve bir obur ne yediğini her zaman o kadar da önemsememektedir.

Yüzyılın başına Tanpınar gibi, Haşim gibi sayısız mücevher ile parıldayarak giren bir toplumun sonunda Elif Shafak’a fit olması, işte böyle bir yolculuğun menzilidir. Artık kimsenin derinlerde kaybolmaya niyeti yoktur. Hayata incelikli sorular sormanın riskini kimse almak istemez. Kapitalizm öncesinde sorulmuş olanların zararsız yorumları üzerinden evcil bir sanat devşirmek herkes için en iyisi görünmektedir. Böylece insanoğlunun kadim felsefi kazanımları ‘yeni dünya’da bütün derinliklerinden soyutlanarak paraya tahvil edilebilen birer sanatsal üretim tekniğine indirgenmiştir. Fikri ve ruhsal hazineler, insanlığın her gelenin üzerine bir şey koyarak biriktirdiği toplam varlığı olmaktan çıkmış, istilacı bir neslin yağmasının nesnesi olmuştur. Mevlana denilince akla, Abdülbaki Gölpınarlı değil de Elif Shafak’ın geldiği bir çağ böylesi bir acarlığın yüceltildiği, teşvik edildiği çağdır. Demek ne tasavvufun ne de sanatın bugünkü manası, hırslı bir yazarın, astronomik paralarla köpürtülen reklam kampanyalarıyla tanıtılmasına mani teşkil etmektedir. İnsan hem ‘sufi’ hem de ‘Bussines man’ olabilmektedir. Bunu pek az insan garipsemektedir. Öyleyse sistemin dünyevileşme talebi hakkıyla karşılanmış demektir. LYS sınavının bu yılki birincisinin bir gazetenin anketindeki,’Kendiniz olmasınız ne olurdunuz?’ sorusuna verdiği yanıt, ‘Derviş olurdum’ olmaktadır. Hem sınavda birinci olacak kadar kurumsal ve sürekli bir hırs, hem de bir dervişin dünyadan bir şey talep etmeyen tok gözlülüğü aynı bünyede barınmaktadır. Elbette bir sözde diğeri özdedir. İşte bu çocukla Shafak aynıdır. O bakımdan Shafak, istisnai bir örnek değil bizatihi zamanın ruhudur.

Musiki ve şiir, nesir ve resim…Ne varsa.teslim olmuştur. Bu dekadan bir dünyadır ve ona entegre olmak sadece elindekinden, avucundakinden vazgeçerek mümkündür.

Tükenişin nasıl şaşmaz ve doğrusal olduğunu her günün bir öncekini, her gelenin gideni aratmasında görebiliriz. Adeta sesimiz her an biraz daha kısılmaktadır. İnsan olmanın içerdiği mana açık bir saldırı altındadır. Adeta kendi içinde ürettiği bir hücre olarak kapitalizm tüm insanlığı öldürmektedir. Bu bağlamda insanlığın varoluşu kanserle savaşmaktadır. Bu hastalığın kesin sebebinin bir türlü anlaşılamamış olmasından kaynaklanan gizemine böyle bir teşbih üzerinden yaklaştığımızda; ‘Acaba bu hakikatin tesadüfî bir ortaya çıkışı olabilir mi?’ diye düşünebiliriz. Bilinmez. Ancak insanlık bir tek insanmış gibi ele alınırsa çektiği acıların ve mutsuzluğun benzerliği ortaya çıkar. Kötü günlere denk geldiğimizi açıktır. Kendi kendimize el olmamanın savaşını sürgit vererek uyanık kalmaya çalışmaktan başka çaremiz yoktur.

Birgün

H&M'e ağır suçlama
07.09.2011



Türkiye pazarına girmesi geçen yıl büyük yankı uyandıran İsveçli Hennes&Mauritz firmasının Kamboçya’daki tedarikçisinin fabrikasında yüzlerce işçi hastanelik oldu. Alman Radyolar Birliği'nden Carsten Vick'in haberi.

Kocaman bir salonda binlerce kişi dikiş makinelerinin başında harıl harıl çalışıyor. İçerisi havasız, dar ve sıcak. Çalışanların mola yapıp temiz havaya çıkma imkânı neredeyse hiç yok. Zira haftanın 6 günü, günde 10-12 saat çalışmak zorundalar. Böyle bir ortamda çalışan Kamboçyalı işçiler, Batılı moda zincirleri için seri bir biçimde tişört, elbise ve pantolon üretiyor. Bu işçilerin çalışma koşulları bazen daha da vahimleşebiliyor. Tıpkı 19 yaşındaki bu işçi kadının kısa bir süre önce yaşadıkları gibi. İşçi ‘'Bir anda el ve ayak parmaklarım buz gibi oldu, böyle kimyasal kötü bir koku geldi burnuma. Ama tam olarak ne olduğunu çıkaramadım. Daha sonra etrafta bazı arkadaşların nasıl birbiri ardına bayıldığını gördüm. Ben de el ve ayak parmaklarımı hareket ettiremiyordum’’ diye konuşuyor.

''Kimse görmesin diye kapıları kapattılar''

Ağustos ayının son haftasında Kamboçya'daki bu tekstil fabrikasında çalışan yaklaşık 300 kişi, aynı semptomlarla hastaneye kaldırıldı. İsveçli moda zinciri H&M’in tedarikçisi Çinli bir tekstil firması için çalışan 4 bin 600 işçiden bir başkası da yaşadıklarını şöyle anlatıyor: ‘’Ben bayılmadım ama arkadaşlarım bir anda güçten düşüp yere yığıldı. Sonra Çinliler kimse görmesin diye kapıları kapattı. Ama havasızlıktan daha da fazla kişi yere yığılmaya başladı.’’

Bu kadınların saat ücreti yaklaşık 30 cent. Yani ayda toplam sadece 61 dolar kazanıyorlar. Akşamları bambu dallarından yapılmış kulübelerde 3’er ya da 4’er kişi konaklıyor ve yerde yatıyorlar. Yemeklere genelde bir porsiyon pilavdan başka bir şey dahil olmuyor.

Asya’nın bir başka köşesi Singapur’da ise H&M firması Güneydoğu Asya’daki ilk mağazasını açıyor. Meraklı binlerce müşteri, mağazanın önünde sıraya girmiş bekliyor. Mağazada asılı olan tişört ve elbiselerin hepsi Kamboçya’daki fabrikadan geliyor. Alış veriş yapmayı başarmış olanlar ise markanın, hem moda tarzından hem de uygun fiyatlarından etkilenmiş biçimde dışarı çıkıyor. Bir kadın ‘’H&M'i seviyoruz. Her şey çok güzel ve çok ucuz’’ diye sevincini dile getirirken, genç bir erkek de

‘’Neden bu kadar ucuz olduğunu bilmiyorum ama bu fiyatlara arz ediyorlarsa benim için hiç sorun yok’’ diye konuşuyor.

H&M'den savunma

H&M firması, resmi olarak istismara, çocuk işçiliğine ve çevreyi kirletmeye karşı bir tutum sergiliyor. Ama markanın bu kadar ilgi görmesinin en önemli nedeni uygun fiyatları.

Firmanın Asya Sorumlusu Leks Kayzer, Çinli yan sanayi firmasındaki işçilerin kötü çalışma koşullarına ilişkin yöneltilen soruyu şöyle yanıtlıyor: ‘'Birlikte çalıştığımız firmalar, üretim yaptıkları ülkenin kural ve yasalarına uyuyorlar. Ama orada bir aksilik olur, böyle sorunlar yaşanırsa, biz hemen peşine düşüp soruşturuyoruz."

H&M, ağustos sonunda yaptığı son açıklamada Kamboçya’daki tekstil fabrikasında yaşananların nedenlerini esaslı bir şekilde araştıracağını duyurdu. Ancak şimdiye kadar çalışanların neden bayıldıklarına dair hiçbir bilgi açıklanmadı.

Puma da benzer suçlamalara maruz kalmıştı

Geçtiğimiz haziran ayında da yine Kamboçya'da Alman spor giyim markası Puma’nın tedarikçisinin yüzlerce çalışanı, mide bulantısı ve baş dönmesi gibi şikayetler nedeniyle hastaneye başvurmuştu . Puma firması da uzun çalışma saatleri ve sağlık koşullarının ihlâliyle suçlanmıştı.

Tekstil endüstrisi, Kamboçya’nın en önemli sektörlerden biri. Yaklaşık 15 milyon nüfuslu ülkede çoğu kadın olmak üzere 300 binden fazla insan bu sektörde çalışıyor.

Kaynak: Deutsche Welle

Kapitalizmin yeni aşaması: devlet kontrollü firmalar ekonomisi ve Türkiye
Selçuk Salih Caydi
10 EKIM 2011



Kısa bir aşama olacağından kuşku yok ama mutlaka konuşulması gerekiyor...
Bu aşamayı anlamak için, Sovyetler Birliği'nin çöküşü ve Çin'deki liberalleşmeye iyi bakmak gerekiyor.
"Sosyalizm" denen sistemin, bir tür kapitalizm olduğunu, para/iş sistemi (yani kapitalizmin 'Anafikri') olarak liberal kapitalizmle arasında sadece nüans farkları olduğunu yeniden yazmaya bilmem gerek var mı. 25 Aralık 1991'de Mikael Gorbaçov'un ünlü konuşmasıyla serbest piyasa ekonomisine geçildiğinin ilanı ve altı gün sonra Deng Xiaoping, "Güneye Yolculuğu" ardından daima, "free-market-capitalism" denen şeyin zafer kazandığı söylendi.
Acaba öyle mi?!
Şimdi 2008 krizine bakıyoruz ve asıl krize girenlerin (ve çıkamayanların), "Sosyalizmi yenen" serbest piyasa ekonomisinin aktörleri olduklarını görüyoruz: ABD, AB ülkeleri, vd. Kısaca "G7 Ülkeleri" de diyebiliriz.
Buna karşın Rusya, Çin, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler, krizden çok daha az etkilenmiş görünüyorlar. Biz, Türkiye'nin de içinde bulunduğu bu ülkeler grubuna G20 diyoruz ve kapitalizmin yeni aşamasına bir "G20'ler Düzeni" hakim oluyor.
Kapitalizmin sıklaşan kriz dönemlerinin bu aşamasında (bir sonraki krize kadar) yeni bazı özellikler göze çarpıyor ve bu özelliklerin başında, bir tür "Devlet destekli kapitalizm" modelinin giderek daha çok destek bulması geliyor.
Çin Komünist Partisi'nin (ÇKP) yaşlı kurdu Deng'in 1970'li yılların sonunda anladığı çok önemli bir şey vardı. Eğer ÇKP serbest ekonomiyi halka indirmeyip gibi sert devletçi politikalarda ısrar ederse iktidarını yitirecekti. Aynı şey Sovyetler Birliği için de geçerliydi, ama Ruslar bunu anlayamamıştı. Çin'in yaptığını Ruslar başka türlü ve sonradan yaptılar. Başta petrol şirketleri olmak üzere, en önemli firmaları -Çinlilerin yaptığı gibi- 'Devlet Firması' halinde tuttular ve bu firmalar, yeni global "Serbest Piyasa"da sanki diğer "Özel şirketlerdenmişler" gibi yer aldılar.
Ama arkalarında devlet desteği vardı...
G7 ülkelerinden diğer "Serbest Piyasa" firmalarının arkasınsında devlet desteği yoktu...
Başta pek dikkat çekmeyen bu durum, rekabet ortamında, devlet destekli firmalara önemli üstünlük sağladı. Mesela Rusların Gasprom'una, Rosneft'e, Sinopec'e. Aynı şey Çinliler için de geçerliydi. Industrial and Commercial Bank of China (ICBC) da bu örneklerden biriydi. Artık iyice dikkat çeken durum şu: Şu anda petrol şirketlerinin dörtte üçü, devlet firması -ve Suudilerin petrol şirketleri de bunlara dahil. Rekabette öne geçmek konusunda başarı sağlayan devlet desteği örneği, Türkiye'de de TOKİ için geçerli.
Kapitalizmin bozulma aşamasında, yeni bir tür istikrar faktörü olarak ortaya çıkan bu yöntemin, bir tür "Mış gibi yapmak" durumu olduğu için fazla uzun süremeyeceğini söylemek gerekiyor. Bu oyuna katılan devletler, kapitalizmin iki klasik kuralına uymamş görünüyor.
Bunlardan birincisi, rekabeti devlet desteği ve özel imtiyazlarla sollamak durumudur -ki global piyasada "karşılığını" mutlaka görür.
İkincisi, bu ülkelerin (yani Çin, Rusya, Suudi Arabistan, Türkiye vd.) ekonominin kar maksimizasyonu yerine siyasetin oy/nüfuz/iktidar maksimizasyonunu esas almalarıdır. Bu çok ömemli, çünkü hem despotlaşmaya işaret eder, hem de iktidarların iktidardan düşmekten çok korktuklarını gösterir.
Çünkü sistemin nasıl bozulduğu ve her iktidarı fena halde tehdit ettiği biliniyor. Ayrıca yeni neoliberal kapitalizm düzeninde iktidar değilseniz, (ve aktif mücadele biçimleri de uygulayamıyorsanız) hiçbirşeysiniz...
Korkunun nedeni, neoliberal dönemde özellikle böyle ülkelerde iktidar ile neoliberal ekonominin (ihalelerin) bütünleşmesidir ve bu gücü yitirmek korkusudur -zira muhalefetler her türlü ekonomik (iktisadi) kararın dışında kaldıklarından, tüm önemli siyasi kararlardan da tamamen dışlanmaktadırlar.
Kapitalizmin yeni aşaması, -bir dostun dediği üzere- "kanlı ve pis (yolsuz)" olmaya adaydır.
Tabii ne kadar sürecek, hep birlikte göreceğiz!
(Belki de sadece ilk yeni krize kadar -yani en geç gelecek yılın sonuna kadar!)
http://konstantiniye.blogspot.com/

Hamaney: Wall Street isyanı yayılacak
13-10-2011

Hameney, Amerika`da başlayan Wall Street hareketinin önemine değinerek, bu hareketin köklerinin yakın gelecekte Amerika ve batı kapitalizmini çökertecek kadar yayılacağını dile getirdi.

Seyyid Ali Hameney Kirmanşah ilinde halka hitaben yaptığı konuşmada Amerika`da başlayan Wall Street hareketinin önemine değinerek, bu hareketin köklerinin yakın gelecekte Amerika ve batı kapitalizmini çökertecek kadar yayılacağını söyledi.

Hameney daha sonra bölgesel gelişmelere temasla Mısır, Tunus, Libya, Bahreyn, Yemen ve başka bölgelerdeki olayların Amerika`nın bölgesel siyasetlerinin fiyaskoyla sonuçlanmış olduğunu gösterdiğini söyledi.

KAPİTALİST DÜZEN ÇIKMAZA SAPLANDI

Hananey konuşmasının devamında Amerika`da oluşan Wall Street protesto hareketi karşısında Amerikan medyaları ve yetkililerinin suskunluğa büründüğünü hatırlatarak şu görüşleri savundu:

"İfade özgürlüğünden dem vuranlar, bu protesto hareketini itirafa mecbur kalınca ona karşı şiddet kullandılar ve insan haklarını savunma, toplantı ve gösteri özgürlüğünü destekleme ve ifade özgürlüğünün kapitalist düzende ve liberal demokrasilerde ne anlama geldiğini gösterdiler. Amerikan halkı aslında yüzde 1`lik bir azınlığın yüzde 99`luk çoğunluk üzerinde egemenlik kurmasına ve Amerikan halkının vergileri ve parasını Afganistan ve Irak savaşlarında harcamasına ve siyonist rejimi desteklemesine karşılar. Amerikan yönetimi bu protesto hareketini şiddetle bastırabilir, ancak bu hareketin köklerini yokedemez. Bu hareketin kökleri gelecekte Amerika ve batı kapitalizmini çökertecek kadar yayılacaktır."

Ayetullah Hameney, konuşmasını şöyle tamamladı:
"Kapitalist düzen, tamamen çıkmaza saplanmış olup, batıda tam bir bunalım dönemi başlamış bulunmaktadır. Dünya hassas ve tarihi bir dönemden geçmektedir."
haber1001

Londra'nın kalbinde kapitalizmi protesto işgali
17 EKİM 2011

Şirketlerin açgözlülüğünü ve kapitalizmi protesto etmek için cumartesi günü başlayan Londra'yı işgal eylemi üçüncü gününe girdi.

Londra borsasının bulunduğu bölgeyle ünlü St Paul kilisesinin bulunduğu alanda yaklaşık 100 civarında çadır kurulurken, 250 civarında göstericinin geceyi bu çadırlarda geçirdiği bildirildi.
Gösteriler New York'ta başlayan ve küresel düzeyde yayılan ''Wall Street'i işgal et'' kampanyasının bir parçası.
ABD'deki eylemler yaklaşık dört hafta önce başladı ve geçtiğimiz günlerde İspanya, Portekiz, Yunanistan ve İtalya'nın da aralarında bulunduğu çok sayıda ülkeye sıçradı.
BBC'nin eylemleri izleyen muhabirlerinden Ben Ando, göstericilerin kendi aralarında gıda, hijyen gereksinimlerinin karşılanmasını örgütlemek üzere gruplar oluşturduklarını ve alanda kalmaya kararlı olduklarını aktarıyor.

Göstericilerden Belinda Singh BBC'ye, ''egemen elitlerle bir tür iletişim arayışında olduklarını'', hazırladıkları manifestoyu yakında dağıtacaklarını söyledi.
Singh, ''Buradayız çünkü zenginliğin eşit dağılımını, azınlıkların seslerinin duyulmasını ve yolsuzluğa bulaşmış sistemin değişmesini istiyoruz'' dedi.
Cam silici James Awberry de, eylemcilerin bir grup hiip olmadıklarını belirterek, ''Derdimiz tek değil, buraya da bir tek günlük eylem için gelmedik. Daha önceki eylemlerin başarıya ulaşamamasının nedeni bir gün sürmesi ve tek bir konu üzerine odaklanmasıydı. Burada ise çok sayıda sorun gündemde ve ne kadar gerekirse o kadar kalmaya da kararlıyız'' dedi.
BBC



İnsanoğlunun, düşünsel alandaki zayıflığının kötüye kullanılması hakkında
Selçuk Salih Caydi
23 EKIM 2011



İnsanın düşünme özürlü olduğu bazı alanlar var. Bunlar, hiç bilinmeyen şeyler de değil. Ama çok yaygın bir şekilde ve bazen sistemli bir şekilde kullanılarak insanlar fena halde aldatılabiliyorlar ve o alanlarla ilgili tahminlerin yalan/yanlış olduğunu -en akıllı olanlar bile- anlayamıyor.

İnsanoğlu belli düşünme tarzları konusunda zayıf. Tarih içindeki gelişimi ona farklı bir yol çizdiği ve bu yol sayesinde hayatta kalabildiği için, onun doğasına uygun olmayan düşünce biçimleri üzerinden tahminlerde bulunması istendiğinde, tamamen yanlış tahminlerde bulunabiliyor. İnsanın belli belli düşünce tarzlarıyla yanlış tahminlerde bulunacağını peşinen bilmek ve bu alanlarda ısrar etmek, insanoğlunun yanlış kararlar almasını istemek gibi bir hinlik içerdiğinden, bu alanlara değinmek gerek. Akıllı olanların bile uzunca bir süre kanabildiği alanlar bunlar. Ama 'Yalan Düzeni' eskisi kadar kolay işlemiyor...

Çok büyük sayıda insan aynı konuda aynı hatayı yapınca, yapılan şey doğru mu olur? 'Yalan Düzeni'ni sürdürmek isteyenler göre, 'Doğru' ve 'Gerçek', "demokratik çoğunlukla" (yani kafa sayısıyla ölçülür). Bu şekilde ortaya, doğru bilinen -ve inanılan- yalanlar/yanlışlar manzumesi çıkar. İşte bu düşünememe tarzlarından birini burada kısaca tanıtmak istiyoruz: 'Eksponensiyal (üstel) düşünce'.

Büyük bir tabaka kâğıt alalım ve onu ikiye katlayalım, sonra ikiye katladığımız kağıdı yeniden ikiye kaylayalım, onu da ikiye kaylayalım. Sayfanın kalınlığı milimetrenin onda biri kadar...
Kâğıdı aynı şekilde elli kez katlasak, katladığımız kağıt sayfalarının toplam kalınlığı ne olur?

Bu soruya verilen yanıtların çoğu, "bilemedin, bir ansiklopedi kalınlığında olur"dur!..

Hayır... Katladığınız kağıtların toplam kalınlığı yüz milyon kilometre olur ve bu uzunluk, Dünya ile Güneş arasındaki mesafeye eşittir.

Linear gelişmeleri, büyümeleri tahmin etmek kolaydır. Çünkü bilmemkaç milyon yıllık gelişme sonucunda insanoğlunun tecrübesini edindiği gelişme, linear gelişmedir.

"Bu yıl beş olan, gelecek yıl on olacak, ondan sonraki yıl oniki" derseniz, bunu herkes anlar, hayalinde rahatlıkla canlandırabilir ve daha sonraki gelişme hakkında sağlıklı tahminlerde bulunabilir.

Ama bir politikacı, "Ne olacak canım, fiyatlar her yıl sadece yüzde beş artıyor" derse, çoğunluk bunun fazla olmadığını düşünür. (Bunun gerçek anlamı, sadece 14 yıl içinde paranın satınalma gücünün yarı yarıya düşeceğidir!)
Böyle konularda her zaman hesap makinasına başvurmak gerekir (çünkü insan bu tip katlanarak artan oranları düşünmek için programlanmamıştır).

Kapitalist sistem, eksponensiyal büyüme düşüncesine dayanır. Kapitalizme özgü para türünün çoğalması böyle bir özelliğe sahiptir. Bu nedenle de nereye gittiği, sonunun ne olacağı konusunda tahminde bulunmak son derece zordur.

İnsanları kapitalizmin asla çökmeyeceğine inandırmak, tüm sayılara ve ortadaki bilimsel verilere rağmen mümkün olmamıştır, çünkü eksponensiyal/geometrik/üstel büyüyen bir sistemin geleceğini tahmin etmek, ancak hesap/kitap ile mümkündür, kafadan tahmin yapmak pek mümkün değildir. İnsanoğlu, bu tip büyümeyi tahmin edebilecek şekilde programlı değildir. Bu tip düşünce insanoğluna yabancıdır.
Kapitalizm, geometrik büyüme temelli bir intihar sistemi olarak insanlığa benimsetildiğinden beri, sisteme özgü "sürekli büyüme"nin, (kriz/mriz olmadığı takdirde) "aynen sürdürülebileceği" düşüncesi, insanların eksponensiyal düşünememeleriyle ilgili bir durumdur. Üstelik konuya 'Hayat' açısından yaklaştığımızda, bu tip çoğalmanın da mutlaka aniden sona erdiğini/çöktüğünü ve asla ilelebet var olamadığını görürüz. Buna verilebilecek en iyi örnek, herhalde virüslerin geometrik şekilde katlanarak artan sayılarıdır. Bir virüs türünün sayısı her onbeş dakikada bir ikiye katlanıyorsa, -teorik olarak- biriki gün içinde bütün dünyayı kaplaması gerekir. Ama asla böyle olmaz. Virüs türü bir yerden sonra aniden çöker ve sayısı azalmak bir yana adeta yok olur. Neden yok olur?

İşte bu, şu anda ekonomik kriz konusunda en çok duyulan sözlerden biridir:

"Ürettiğinden çok tükettiği için." Mesela o kadar çok oksijen ve şeker tüketir ki, bulunduğu ortamdaki oksijen ve şeker, ihtiyacından daha azdır. Aynı şekilde insanoğlunun ısrarla savunduğu kapitalist düzenin ihtiyacı olan petrol/gaz ve diğer yeraltı/yerüstü kaynakları, eksponensiyal bir şekilde artan oranlarda tüketilmektedir. Kömür çağından petrol çağına geçişin bundan yüz küsür yıl önce gerçekleştiği düşünülürse, insanlık tarihi içinde bu sürenin ne kadar kısa olduğu anlaşılır.

Bundan yedi yıl önce "Kapitalizmin sona ereceği"ni ilk kez yazdığımızda, bunun bir tür "entel fikir cimnastiği!" olduğu, hoş ama boş olduğunu düşünen çoktu ve böyle düşünülmesi de çok normaldi malesef. Ama bu uyarıyı yapanlara şimdi koca koca politikacıların da katılmış olması büyk kazanımdır. Mesela liberal ekonominin bayraktarı Alman Hristiyan Demokrat Partisi (CDU) eski genel sekreteri ve eski Bakan Heiner Geissler, daha iki gün önce kendisiyle yapılan mülakatta, "Kapitalizm, komünizm kadar yanlıştır ve geleceği yoktur" dedi. Biz ona şunu ekleyelim:

Kapitalizmin sonu da hiç umulmayacak kadar çabuk gelecektir. Ama bunu anlayabilmenin en iyi yolu düşünmek değil, hesaplamaktır -çünkü insanoğlu, eksponensiyal düşünememektedir. Bu konuda ne kadar çabuk ayarsa, virüsler gibi yok olmaktan o kadar kolay kurtulacaktır. Ama zaman çok kısa. Sistemin saati eksponensiyal oranlarla ilerliyor. Vakit hızla tükeniyor...

Kaynak: http://konstantiniye.blogspot.com/

Jean-Luc Godard ile para ve kapitalizm üzerine
3.11.11



Sinemanın en büyük sanatçılarından Jean-Luc Godard'ın yeni filmi vizyona girmek üzere. Sanatçıyla yapılan son söyleşiyi, kısaltarak çeviriyoruz. (Die Zeit, 41/2011)
Selçuk Salih Caydi

Parayla aranız nasıl Jean-Luc Godard?

Benim için tek başına bir amaç teşkil etmiyor, sadece araç. Alman işgaline karşı Fransız Direniş Örgütü Résistance'ın eski savaşçılarının yazdığı kitaplardan birinde paranın, 1943’e kadar bir değiş-tokuş aracı olduğu, sadece hayatta kalmak ve silah satın alabilmek için kullanılan birşey olduğu yazılı, Kâr etmek için kullanılan birşey değil.
Benim sorunum şu: Ben filmlerimin parasıyla geçiniyorum. Onun için film çekmeye devam etmeliyim.

Kendinizi kültürel bir Résistance’ın üyesi olarak görüyor musunuz?

Bu büyük bir laf.
Yeni film eserinizin başında, “Para, tıpkı su gibi kamusal bir maldır” deniyor.
Para elbette kamusal bir mal değil, ama öyle olmalı: Herkesin kullanabileceği bir değiş-tokuş aracı. Bizim sistemimizde bazıları parayı kullanıyor, bazıları hiç kullanamıyor. Sorun, birilerinin az diğerlerinin çok parası olması değil, bazılarının bu değiş-tokuş sistemine hiç girememesi.
(...)
Yeni eserinizin adı neden “Film Socialisme”?

Eğer sadece “Socialisme” sozünü alsaydık, fazlasıyla reel sosyalizmle ve tarihle ilişkilendirilecekti. Film, siyasi ve militan bir Statement olarak okunacaktı. “Film Socialisme” başka birşey.
Peki tam olarak ne?
Bir öneri, bir soru, bir kolaj.
Filmin ilk kısmı, bir seyahat gemisinde geçiyor. Orada daha çok, büfe önünde kuyruğa giren, alışveriş eden ve oyun otomatlarıyla oynayan yaşlılar görünüyor. Gemi, bir kıyamet fantazmagorisini andırıyor. (Fantazmagori, 1908'de çevrilmiş ilk çizgi filmin adıdır aynı zamanda. Ç.n.)
Ama orada bulunanlar mutsuz değiller. (...) Kıyametten ziyade, kapitalizmin bir zaferi. (...)
Gemi seyahatiniz, Avrupa kültür tarihinin antik yerlerine uzanıyor. Gemi, Avrupa'nın yüzen metaforu mu aynı zamanda?
Kendi tarihinde kaybolmuş bir Avrupa'nın.
(...)
Demokraside trajik olan ne?
Televizyonda haberleri seyrediyor musunuz?
Peki kültürlü Avrupa'dan geriye kalan ne?
Başından beri bir kenara bırakıldı. Avrupa, çelikten ve kömürden yapıldı, ve sonra paradan. Çünkü modern Avrupa, savaşın bir sonucuydu, tıpkı bir hastalığın sonucu gibi. Savaştan hemen sonra Potsdam Konferansı'nda Truman'ın bir sözünü hatırlıyorum. Ne dediğini kendi de anlamadığı, ama belki de anladığı üzere, "Savaşı nasıl yaptıysak, barışı da öyle yapacağız" dedi.
Bir zamanlar, "Bir hikayenin bir başlangıcı, bir ortası ve bir sonu olmalı, ama sıralama ılle de böyle olmak zorunda değil" demiştiniz. Biz kapitalizm tarihinin şimdi hangi aşamasındayız?
Sonu değil, yeni başlangıç da değil. Aynen devam ediyor! Ama başka türlü.
Ne değişti?
Adına kısaca 'Teknik' denebilecek şeyin çok fazla hükmü altındayız. benim cep telefonum yok. Herkes, telefonunun tuşlarına, yüzeyine falan hakim olduğunu sanıyor. Ama bize hükmedenler, o tuşlar. (Eski telefona parmaklarıyla dokunuyor) Ben bu eski alette bir numara çevirirken, onun bana hükmettiğini düşünmüyorum. Belki birazcık. Ama aleti okşamak zorunda hissetmiyorum kendimi. Bu tıpkı, aralarında bir tasma ipi olan köpekle sahibinin ilişkisine benziyor. Bu ilişkide iki efendi ve iki köle vardır. İki durumda da köpek efendisine aynı şekilde kükmeder ve tersi. Aynı şey uçaklar, otomobiller ve herşey için geçerlidir. Teknik bana bazen ahlaksız/arsız gibi geliyor.
Hangi anlamda?
Sözün tam anlamıyla. İnsanların her an ulaşılabilir olmaları bana ahlaksızlık/arsızlıkmış gibi geliyor. Beni arayanın sesinin tonuna hemek katılmak. bu beni rahatsız ediyor. Bir insana ulaşıp onunla konuşabilmek için hiçbir çaba harcamamak, ahlaksızlık/arsızlık. Ulaşmak, sadece zırlayarak bizimle dalga geçen, "Hadi konuş!" diyen, müptelası olduğumuz makineler üzerinden mümkün.
Sizce kapitalizmin günümüzdeki aşaması, çöküşlerin ve finans krizlerinin ötesinde, sadece teknikle ilgili bir sorun mu?
Biraz gerici bir Alman filozof olan Oswald Spengler, daha 1918'de "Garb'ın Batışı"ndan bahsetmişti. (...) Spengler, daha hiç kimse hayal bile edemezken, tekniğin tiranlığından bahsetti. Ben, tekniğin hükümranlığına karşı sadece uyuşuk bir memnuniyetsizlik görüyorum. İnsanlar belki bu yüzden gemilerle seyahat ediyorlar, kendilerini birazcık güvende hissediyorlar. Çünkü tatilde kafalarını birşeye takıp düşünmek zorunda kalmıyorlar. Ama tatil de tatil değil günümüzde. Fransızca 'Tatil' sözcüğü, 'vacances', 'boşluk' sözcüğünden türemiş. Ama bugün tatillerde herkes çok dolu.
İnsanlar kendilerini teknikten kurtaramamış/özgürleşememişler.
Yapabilirlerdi. İstememişler. Bu arada süreçler daha eleştirel bir şekilde gözden geçirilebilir veyavaşlatılabilirdi. (...)
Sinemanızla her zaman birşeyler yapmayı denediniz. Mesela 1991'de Almanya'nın birleşmesi hakkında yaptığınız "Deutschland Null" adlı makale (tipi) filminiz, hiç bir engel tanımayan ve düşmanı kalmamış olan insafsız bir kapitalizm harşısında kahince uyarmıştı.
Kapitalizm, sadece düşmanını değiştirdi. Kuzey Amerika başka türlü yapamaz. Bir tür finansiyel iç savaşa veya kültürler (medeniyetler) savaşına ihtiyacı vardır. Kendisiyle barışık olmayan bir sistem, daima dış düşmanlar arar. Bu kural kapitalizm için de geçerli. Karl Marx, belli kişilerin sermayeyi nasıl şekillendirdiklerini araştırdı. Ben size borç para verebilirim. Ama kendime kazanç sağlamak için, faiz almak için borç vermek başka, kardeşlik fikri dairesinde borç vermek başka.
Ne kadar verebilirsiniz?
Pardon? Ha! (Size.) Tabii fazla değil, ama gene de... Ama buradan bir yaşam prensibi çıkmaz. İsviçre Bankaları kardeşlik fikrine ne derler ki.
Kapitalizmin neredeyse sadece ekonomi üzerinden eleştirilip kültürel açıdan eleştirilmemesi sizi rahatsız ediyor mu?
Kapitalizmin kültürel eleştirisi diye birşey var varolmasına ama genellikle yazılı. Edebiyat, écriture... Bir cümleyi diğerine ekliyorlar, ama oradan bir vizyon çıkmıyor. Bir eleştirinin içinde, resimli eleştiri de olmalı.
(...)
Sinemanın da kendi mabedleri var.
Multiplex'ler (Çok salonlu sinemalar). Evet, sinemanın bizzat kendisinin aksesuvar haline geldiği mısırpatlağı mabedleri. Diyorum ki, kültürün kendisi kapitalistleştikten sonra, kapitalizmin kültürel eleştirisi nasıl mümkün olabilir.
Filozof Slavoj Zizek neoliberalizmi "Kung Fu Panda" filmine benzetiyor. "Muktedir ideolojinin gülünesi yanını açığa çıkarıp, varlığını sürdürüyor" diyor.
Ben bu filozoflardan kuşkuluyum. Bazen ilginç bulduğum fikirleri oluyor, ama ne zaman sinemadan örnekler verseler, çok etiketçi oluyorlar. Ne zaman sinemayı ve resimlerini analiz etseler, hep edebi bir açıdan bakıyorlar. Kötü filmlere çemkirip duruyorlar, ama iyi film nedir -bilmiyorlar. Ve iyi yazamıyorlar. İnsan Freud'u ve Bergson'u düşünüyor, sonra da böyle birine rastlıyor, Slo... Neydi adı? Sloterdiyk miydi neydi. Hem yazamıyor, hem de birbiri ardından kitaplar yayımlıyor.
(...)

Silikon Skandalı Büyüyor
28 Aralık 2011

Şirketin avukatı, asıl suçlunun ürünleri kontrol etmeyen sağlık otoriteleri ve bilinçli olarak kullanan cerrahlar olduğunu idda etti.

Onaylanmamış endüstriyel slikon kullanan Fransız Poly Implant Prosthesis şirketini temsil eden avukat Yves Haddad, 2010 yılında iflas eden şirketin 1991 yılından bu yana ürünlerinin çoğunda, bilinçli olarak endüstriyel slikon jel kullanıldığını doğruladı.
Ticari bir şirket olarak öncelikli amaçlarının kar etmek olduğunu ifade eden Haddad, "gerçek suçlular ürünlerini kontrol etmeyen sağlık otoriteleri ve bilerek kullanan cerrahlardır" dedi.
Haddad, "5 kat daha ucuz bir ürünü farkında olmadan kullanmaları mümkün değil, bizim ürünümüzü kullandılar çünkü daha fazla kar etmek istediler" diye konuştu.
Fransa'da silikon imal eden firmanın 20 yıl boyunca endüstriyel silikon jel içeren ürünleri piyasaya sürdüğü ve yoğun olarak ihraç ettiği ortaya çıkmıştı.
Fransa hükümeti ürünün kansere neden olmadığını fakat, patlama ihtimalinin diğerlerine göre daha yüksek olduğunu söyleyerek, bu ürünleri kullanan 30 bin Fransız kadına slikonlarını aldırmalarını tavsiye etmişti.
TRT




_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cmt May 19, 2012 7:26 pm tarihinde değiştirildi, toplam 4 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cmt Arl 31, 2011 9:18 pm    Mesaj konusu: İyi kapitalizm diye bir olgu yoktur Alıntıyla Cevap Gönder



Slavoj Zizek: Kapitalizm kılık değiştiriyor
25 KASIM 2011



Slovenyalı filozof Slavoj Zizek, kürsel ekonomik ve siyasal krizi değerlendirdi. Zizek, Kapitalizmin kılık değiştirerek yoluna devam etmek istediğini kaydederek, "Çin'in yükselişinde gördüğümüz şey Kapitalizm'in Asyalı değerlerle yeniden üretilmeye çalışıldığıdır. Oysa dünya şu anda gerçek bir alternatife ihtiyaç duymaktadır. Bu alternatif Batılı kapitalizmin Asya kapitalizmine dönüşmesi değil, kapitalizmin dışında bambaşka bir alternatif olmalıdır. Kapitalizm ile demokrasi arasındaki evlilik artık bitmiştir" dedi.

Ortadoğu'dan Londra sokaklarına, oradan Amerikan şehirlerine kadar yayılan isyan hareketleri kürsel sisteme bir başkaldırı olarak yorumlanırken, hem kapitalizmi hem de sosyalizmi eleştiren Slovenyalı düşünür Slavoj Zizek, kürsel sistemin meşruiyetini tamamen kaybettiğini söyledi. Zizek, "sistem, kendi geçerliliğini, meşruiyetini kaybetti. Şimdi yeni bir alan açılıyor. Bu yeni alanı ne ile dolduracağız? Bana göre, insanalr bugün gerçek bir alternatif istiyorlar. Siz, tek alternatifin anglo-saxon kapitalizmi ya da Çin-Singapor kapitalizmi olduğu bir yerde yaşamak ister miydiniz?" dedi.

Zizek, şöyle konuştu: "İddia ediyorum ki eğer bir şey yapmasak yavaş yavaş yeni bir tür otoriter rejimlere doğru kayacağız. Burada gördüğüm şey, Çin'de olanlar da göz önünde bulundurulduğunda tarihsel önemde ciddi bir değişimin yaşandığıdır. Şimdiye kadar hep şu iddia edilirdi: Kapitalizm eninde sonunda demokrasiyi doğurur. Bu doğru değil. Korkarım ki dünya gerçek bir alternatif isterken yavaş yavaş bu kez de Asya türü bir kapitalizme geçiş yapılacak. Böyle bir şey olursa kapitalizm yeni bir zafer daha kazanmış olacak. Bu yeni kapitalizm Batı'nın eskimiş dinamiklerine taze bir kan gibi sunulmuş olacak. Ben kapitalizmin demokrasiyi eninde sonunda doğurduğu tezine katılmıyorum. Kapitalizm ile demokrasi arasındaki evlilik bitmiştir."
Millî gazete

İyi kapitalizm diye bir olgu yoktur
Selim Horasanlı
31.12.2011
"İyi kapitalizm diye bir olgu yoktur. Ticari kapitalizm devrinin temelleri sömürgecilik yolu ile pazarları ele geçirmek ve her türlü yolu kullanarak sermaye birikimini temin etmekidi. Kapitalist gelişim sürecinin her aşamasına kan ve gözyaşı bulaştı. Bütün bu süreçleri göz ardı edenler ve "üretim artışı" gibi bir kaç olguyu vurgulayanlar var. Bugün çevre felaketleri, sosyal krizler kapitalizmin ürünüdür. Yani üretim artışının bedeli, insanın insanlıktan çıkması ve çevrenin yok olmasıyla sonuçlanmak üzeredir. Çevre yok olduktan sonra veya insanlar Marx'ın deyimiyle "yabancılaştıktan"-veya bizim deyimimizle ahlaksızlaştıktan, insanlıktan çıktıktan ve makineleştikten- sonra üretim artışı vs. ne kadar önemli olabilir ki?"
Entellektüel Terpki

Dünyanın yaşadığı kapitalist sistem krizinin ana hatları konusunda
Selçuk Salih Caydi
22.3.12

Bazı şeyleri basitleştirmek, onun çarpıtılması için önemli malzemeler sunar. Ayrıntılar genellikle önemlidir. Bu ilkeyi unutmamak koşuluyla sistem krizine yaklaştığımızda, artık bazı şeylerin ille de anlatılmasını gerektirmeyen bir durumla karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Toz dumanın yavaş yavaş dağılması, yeni bir toz duman başlamadan önce, sistem krizinin ana hatlarına yeniden bir bakıp, bir sonraki döneme daha sağlam girmemize yardımcı olabilir.

Dışarıdan bakıldığında görünenden yola çıkacaksak, bu krizin en önemli yanı, bir borçlanma krizi olmasıdır.

Türkiye'yi örnek verecek olursak, ülkenin kurulduğu yıllardan beri 80 yıldır verdiği cari açık 44 milyar Dolarken, son 9 yıllık cari açık 294 milyar Dolardır (CHP'nin son ekonomi raporundan). En iyimser tavrınızı takınıp, enflasyon, Kürt savaşı, ekonomik krizler vs. dahil bütün faktörleri bu değerden düşseniz, cari açığın artışının korkunç olduğunu -mutlaka- kabul etmek zorunda kalırsınız. Borcuna yaşamışsınızdır ve bu borcu döndürmeniz, her geçen gün zorlaşmaktadır. Bu, bütün dünyada işleyen sistem krizinin alt yapısını oluşturan durumdur. Buna, büyük bir çarpıklık olarak dikkat çekmek elbette doğru ve gereklidir -ama şu gerçeği gözden kaçırmadan: Şu anda dünyada, kapitalist ekonomiyi döndürebilmek için tek şart, borçlanmaktır!

Borçlanmadan döndüremezsiniz. (Nedenlerine girip yazıyı uzatmayacağız ve mümkün olduğunca kısa tutmaya çalışacağız)

1970'lerden beri ertelenip duran büyük bir ekonomik krizin sonucudur bugükü durum ve artık ertelenmesi mümkün değildir. Bunun anlamı, ya acilen değiştirilmeli ve radikal reformlar yapılmalıdır ya da sistem çökecektir. Günümüzün "Reel Kapitalizm"inin yaşayabilmesi için tek şart sürekli borçlanamdır.

Bunu açalım:

Borçlanmak demek, gelecekte üretilecek -şimdi olmayan- birşeylerin paraya tahvil edileceği ve bu paranın da borcu kapatmak için kullanılacağı spekülasyonuna dayanır. "Finans Endüstrisi", gelecekte güya paraya dönüşecek bu hayalleri finanse eder ve o hayal karşılığı size para verir (-ki, verdiği para da hayaldir! -ama oralara girip konuyu dağıtmayalım).
Verilen bu borç paralar, sistemin işlemeye devam etmesi için bir motor vazifesi de görür. Çünkü o paralar tüketime/üretime yansır ve ekonomi -taşıma suyla da olsa- döner. İşte bu nedenle, cari açık mütemadiyen artar. Borç sayesinde dönen bir ekonomi türüdür. Bu bir yere kadar sürdürülebilir.

Sürdürüldü de. Taa ki Lehman Brothers gibi dev bankalar batmaya başlayıncaya kadar. 2008 yılında başlayan kriz, işte bu borcuna yaşama devrinin sonunu işaretlemektedir.

1980'lerden beri hızla yükselen ve sistemin ana motoru haline gelen "Finans Sektörü", bu borçlanma ekonomisinin de motorudur aynı zamanda. Bu sistem, reel (üretim) ekonomisinden neredeyse tamamen koptuğundan, dev spekülasyon balonları üretmiştir ve üretmektedir (mesela Türkiye'deki yeni gayrımenkul balonu gibi). Ve bu balonlar da, oluşurken, ekonomiyi "olumlu" (gibi) etkilemişlerdir.

Sadece bu kadarıyla baksak bile, krizin, Kapital'in krizi olduğunu, yani kapitalizme özgü para ve değer sisteminin krizi olduğunu görebiliriz.
Karl Marx'ın deyimiyle, "Üretici güçlerin, üretim ilişkilerinin koyduğu zincirleri kırdığı" (kendi kabına sığmadığı) bir durum söz konusudur. Kapitalist akumülasyon sistemi borçsuz dönemiyor! Kapital'in kar ederek daha fazla Kapital'e çevrilmesi ve onun da yatırımla artırılması işlemi, yani kapitalist sistem borçsuz dönmemektedir.
Krizin en genel özü kısaca budur.
http://konstantiniye.blogspot.com/

'“VİCDANLI KAPİTALİZM YOKTUR!”
“ÜÇÜNCÜ YOL MÜMKÜN!”*'

Mustafa Yıldırım



Neydi değil o “küreselleşme”nin kutsandığı günleri. Bilgi ve sıcak ilgi çağındaydık onlara göre. Ülke sınırları ak-kara, sıcak-soğuk her türlü paraya açıldıkça dünya cennete dönüşecek; demokrasi yıldızı evreni aydınlatacaktı.

Soldan sıyırtma aydınımsılar da bayram çocukları gibiydiler; “açılım”dan yanaydılar, Artık emperyalizm falan yoktu, açılım-saçılım-saydamlık çağı başladı diye hoplayıp duruyorlardı.

Bazıları ABD hazinesinden dolarları aldılar; kendilerine “kızıl feminsitler” deyip “Amerikan başkanının yanına tünediler. (Bakınız Sivil Örümceğin Ağında, Ortağın Çocukları, anahtar sözcük Ka-Der.)

Bu geçmişin sözde “devrimcileri” Stratejik Ortağın Çocuklarıyla el ele verdiler; çöplüğün soytarısı oldular. Yetinmediler şeyhlerin-şıhların mahkemeleri el geçirmelerine “Gönül rahatlığıyla evet!” dediler.

Ortadoğulu, Kuzey Afrikalı çocuklarına bulanan Barrak Obama’yı kurtarıcı diye tanıtan o sosyalistler(!), sevinçten ağladılar.

O sıralarda kara vicdanlı bankerler, petrol-gaz vurguncuları, cennetlerini büyüttükçe büyüttüler. Kahverengi-yeşil vicdanlı yerliler de iç piyasayı ele geçirdiler.

Karanlık ve kanlı gelişmeleri, bu yeni kolonicilik dönemini önce anlamak, sonra savaşım için kafa yormak gerekiyor; çünkü çözüm üretmezsek yok olup gideceğiz.

İktisatçı Sayın Ufuk Söylemez de hiç boş durmuyor; kesintisiz izliyor, inceliyor, düşünüyor ve sloganlarla uğraşmak yerine “Ekonomimizi IMF olmadan, ateşi yüksek borçlar almadan da düzlüğe çıkarabiliriz” diyor ve sağlam verilerle somut çözümleri sıralıyor.

Kemal Derviş’ten medet uman sözde halkçıların yaptığı gibi ezbercilik ve taklitçilik kolaycılığına kaçmıyor Sayın Söylemez; acil çözümleri madde madde sıralıyor; programı birlikte geliştirelim, diyor. 14 maddelik öneriden bazıları:

“Sınırsız ve kontrolsüz bir yabancılaşmanın, tüm sektörlerde önünü açan, ‘Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ şeklindeki finansal de-regülasyon politikalarına” ayar verilmelidir.

“Belli sektörlerde yabancı payının belirlenen oranları aşmaması için tarife dışı önlemlerle birlikte kontrol ve sınırlar” getirilmelidir.

“Ekonomiyi sıcak para cennetine dönüştüren, üretimi ve istihdamı da yok eden denetimsiz kısa vadeli spekülatif yabancı sermayeye” vergi konmalı ve ülkede kalış “süre ve miktarına göre değişen sıcak para vergisi” alınmalıdır.

“Özelleştirmede karlı ve tekel konumundaki kuruluşların haraç-mezat yabancılara satışı durdurulmalı” ve “işçilere karşı haksız uygulamalara son verilmeli.”

“Doğu ve Güneydoğu’da işsizliği önlemek için devletin öncülüğünde, bölge insanının da ortak edileceği işletmeler açılmalı, Tarım Birlikleri yeniden örgütlenmeli.”

Maliyeden sorumlu Devlet Bakanlığı deneyiminden geçen, gelişmelerden dersler çıkaran Sayın Söylemez, Türkiye’nin dolar milyarderi sayısının Japonya, İngiltere, Fransa, İtalya, Kanada, Arabistan’dakilerden çok daha yüksek olduğunu saptıyor. Üstelik kişi başına ulusal gelir bu zengin ülkelerdekilerden kat be kat düşük!

“Liberal” görüşlü diye de nitelenen Sayın Söylemez, “1 Mayıs” ı yazıyor; “Bu ülkede ne zaman geniş halk kitleleri” diyor, “demokratik-barışçı ve vatansever, halktan, emekten yana, bağımsızlıktan ve ülke çıkarlarından yana, kitlesel hareketler yapsalar, kanla, baskıyla, tertiple, zorbalıkla ve şiddetle bastırıldılar” diye de ekliyor.

Bir yanda TESEV-TUSİAD-NED-QUANTUM Bankerleri’nin örümcek ağına kapılıp giden, Avrupa’nın kolonici sosyalistlerine “Yoldaşlarım!” diye seslenen parti başkanı; Bağımsız Cumhuriyet Devleti’ni kuranları katliamcılıkla karalayan CHP Başkanı, öte yanda yurdun kaynaklarını peşkeş çektirmemek için ulusal aklıyla bağımsızlık için savaşanlar.

Sayın Ufuk Söylemez’in “Vicdanlı Kapitalizm Yoktur” adlı kitabından yaralanarak emperyalizme ve içerdeki ortaklarına karşı bir acil ekonomik-siyasal eylem planı çıkarmak olanaklıdır.

Kitabı okuduktan sonra, Sayın Ufuk Söylemez, yurdun kentlerini dolaşsa, esnafa, sanayiciye, çiftçiye, işçilere ve özellikle Anadolu gazetecilerine gerçekleri ve acil programını anlatsa, çözümü onlarla birlikte geliştirse, demekten kendimi alamadım.

Ankara, 1 Nisan 2012

(*) Ufuk Söylemez, VİCDANLI KAPİTALİZM YOKTUR, Ekonomide ve Siyasette Üçüncü Yol Mümkün, Destek Yayınevi, İstanbul, Şubat 2012

Kaynak: http://yarimada.net/2012/04/03/vicdanli-kapitalizm-yoktur.html

Kapitalizm ve Kültür
İhtiyaçların Manipülasyonu

Conrad Lodziak


ÖNSÖZ

Bu yüzyılın büyük bir bölümünde, 1980’lerin başlarına kadar, toplumsal kuramın esas meselesi, gelişmiş kapitalist toplumların temel toplumsal eşitsizliklerin varlığına rağmen nasıl sağlam kalabildiklerini açıklamaktı. Toplumsal eşitsizliklerin, hoşnutsuzlukları, istikrarı bozucu protesto formlarını ateşleyebileceği ve potansiyel olarak toplumsal değişimin güçlü kaynaklarını ortaya çıkarabileceği geniş ölçüde iddia edildi. Bunun neden gerçekleşmemiş olduğuna dair en popüler açıklama, halkın büyük bir çoğunluğunun ideolojik manipülasyon yüzünden kapitalist sınıfa boyun eğmeyi kabul etmiş olduğu görüşünü merkeze almıştı. “Egemen ideoloji tezi” adını alan bu açıklama, 1970’lerde ve 1980’lerin başında büyük ölçüde eleştirildi. Ancak eleştiriler, kapitalist toplumların kendilerini nasıl yeniden ürettiklerine dair bütünlüklü, alternatif bir açıklama haline gelmeden önce, toplumsal kuram yakın zamanda gerçekleşen toplumsal değişimlerin derecesi ve hızıyla ilgili tartışmanın -modernite/postmodernite tartışması- içine girmişti. Birkaç istisna dışında, bu tartışmayı kapitalist toplumların yeniden üretiminin etrafındaki meselelerle ilişkilendirmeye dair pek fazla bir çaba olmamıştı. Birçok anlamda, kapitalist toplumların yeniden üretimi sorunu artık toplumsal kuramın bir meselesi değildi. Benim asıl görevim, bu sorunu yeniden merkezi bir mesele haline getirmek. Nedenlerimse akademik olmaktan çok politik.

Modernite/postmodernite tartışmasında yer alan en önemli değişimlerin - kapitalizmin küreselleşmesi, ulus-devlet iktidarının azalması, gelişmiş teknolojilerin yayılması, işin teknolojikleştirilmesi, tüketiciliğin artması, şehirciliğin gelişmesi, kamu mallarının azalması, işçi sınıfının parçalanması, politikanın çöküşü, ve benzerleri - kaynağında kapitalizmin gelişmesi var; ve bunlar kapitalist sistemin yeniden üretimine katkıda bulunuyor. Bu değişimlerden asıl kâr edenler kapitalist sınıf ve bu sınıfın sömürdükleri arasında en gözde olanlar. Asıl kurbanlar ise, Üçüncü Dünya’da aç yaşayan ve yavaş yavaş ölen yüz milyonlarca insan. Bununla birlikte, kapitalizmin gelişiminin en büyük sonucu olan ekolojik dengesizlik herkesi etkiliyor. Ayrıca kapitalizmin meydan getirdiği değişimlerin, gelişmiş kapitalist toplumlarda yaşayan insanların gittikçe artan bir bölümünü kötü bir biçimde etkilediğinin açık işaretlerini görmek mümkün. Kapitalizmin yeniden üretimi bir sorun.

Kapitalist sistemin yeniden üretimini açıklamak, sistemi, en zarar verici etkilerini yok etmek üzere en iyi şekilde nasıl bozacağımıza dair yol gösterebileceği ölçüde önemli. Başka bir deyişle, kapitalizmin yeniden üretimine dair açıklamalar özgürleştirici toplumsal değişim kuramları ve stratejilerine katkıda bulunuyor. Örneğin egemen ideoloji tezi, “ideolojik mücadele”nin sol kanat politikanın merkezi odağı haline gelmesinde etkili olmuştu (ve hâlâ da etkili). Buradaki düşünce, kapitalist sistemin yeniden üretimini bozmanın, halkın muhalif fikirleri kabul ederek kazanılmasına bağlı olmasıydı. İkinci bölümü, egemen ideoloji tezinin tartışılmasına ve ona yöneltilen eleştirilere ayırıyorum. Hem egemen ideoloji tezinin, hem de ona yöneltilen bazı eleştirilerin, ideolojinin gücünü abarttığını ve kapitalist sistemin yeniden üretiminde ekonomik pratiklerin ve devlet pratiklerinin maddi gücünü önemsiz gösterdiğini iddia ediyorum. Egemen ideoloji tezini eleştirenler arasında, ezilen çoğunluğun politik hareketsizliğinin egemen ideolojinin manipülatif etkilerinden kaynaklandığı görüşünü oldukça doğru bir biçimde reddedenler de var. Ancak bu eleştiriler, ezilenlerin çoğunlukla farklı ideolojileri benimsediğini ve bu durumun muhalif bakış açılarının geniş anlamda destek görmesini engellediğini iddia ederken, eyleme dair yaklaşımlarında “ideoloji-merkezli” kalmaya devam ediyorlar. Kapitalist sistemin yeniden üretimine dair ideoloji-merkezli açıklamalar, ideoloji-merkezli politikaların temelini oluşturuyorlar.

İdeoloji-merkezli düşüncenin temelinde, eylemlerimizin inançlarımız tarafından yönetildiği varsayımı bulunuyor. Bu görüşe karşı, üçüncü bölümde, eylemlerimizin bireyin ulaşabildiği kaynaklar bağlamında daha iyi açıklanabileceğini ve eylemlerin büyük bir çoğunluğunun ideolojik kaynaklı olmaktan çok ihtiyaçlardan kaynaklandığını iddia ediyorum. Temel tezim, kapitalist sistemin yeniden üretiminin en doğru biçimde ihtiyaçların manipülasyonu bağlamında anlaşılacağıdır.

İhtiyaçların manipülasyonu tezinin, günümüz kültürüne dair, postmoderniteyle ilgili ideoloji-merkezli literatürden kökten farklı bir yorum getirdiği aşikar. Bu literatürün, özellikle de tüketicilik ve kimlik yorumlarındaki muhafazakârlığı, Sol için yerinde bir okuma sunmuyor. İhtiyaçların manipülasyonu tezi, bunun tersine, tüketiciliğin ve günümüzün diğer kültürel eğilimlerinin inanmaya yöneltildiğimiz özgürleştirici toplumsal değişimin karşısında birer engel olmadığını gösterdi.

Kapitalist sistemin, insanların en çok ihtiyaç duyduğu şeyden iyice uzaklarda bir yönelim benimsediği gittikçe artan bir biçimde ortaya çıkıyor. Bunun, kapitalist sisteme olan bağımlılığımızı gevşetmek, ve anlamlı ve tatmin edici bir yaşama duyduğumuz gereksinmeyi karşılayacak koşulları yaratmak için bir fırsatı işaret ettiğine inanıyorum. Bu cilt, bu amaca adanmıştır.
Kaynak: İktisadi Aklın Eleştirisi

C KUŞAĞI
Serdar Akinan
19 Mayıs 2012

Generation Do it Online (GDOL) etkinliğinden Campaign dergisi sayesinde haberdar oldum. Son sayısında GDOL Manifesto ekinde hayli ilginç bölümler var.

Tüm bu bölümler içinde Dijital Sosyolog, Fütürist Brian Solis'in yazısı başlıbaşına önemliydi.

Solis olan biteni 'Dijital Darwinizm' olarak adlandırıyor.

'Markalar ya değişen koşullara ayak uyduracak ya da yok olacak' diyor Solis ve ekliyor, 'Günümüzde yepyeni bir tüketici profili var. Yaşlarıyla değil yaptıklarıyla değerlendiriyoruz onları. Ben onlara -Generation C- diyorum. Connected (bağlı) kelimesinin baş harfinden dolayı. Yeni tüketiciler satın alma süreçlerinde önce Google'da araştırma yapıyor. Bu kuşağın etkilenme süreçleri farklı.

Nokia, Blackberry, Tower records bu dev markaların hepsi yok olmak üzere.'

Aynı konferansta konuşan bir başka fütürist David Passig de aynı noktaya vurgu yapıyor: 'Markalar değişimle başa çıkmalı. Apple bile altı ayda bir kendini değiştiremezse beş yıl içinde sonu gelir.'

C kuşağının bizden daha ileri olduğunu fark etmemizi tavsiye ediyor, 'IQ seviyesi son 50 yılda yüzde 17 oranında arttı. Yani 30-40 yaşındaysanız çocuğunuz otomatikman sizden yüzde 17 daha zeki.'

Meselenin sadece zekayla da ilgili olmadığını internet kullanımındaki artış, bağlantı süratleri, içerik çeşitliliği, sosyal ağların yaratageldiği sosyo psikololoji bu yeni kuşakla ilgili çok fazla ipucu veriyor.

Dokunulan insan sayısı, sosyal hareketlilik ve tüketim ister istemez dünya devlerinin iştahını kabartıyor.

Pazarlama guruları, C kuşağına konvansiyonel metotlarla ürün veya hizmet satılamayacağını vazediyor.

Haksız değiller.

Bir tüketici olarak başıma gelenleri twitter'da paylaştığım anda ilk tepki veren burnundan kıl aldırmayan dev firmalar oluyor.

Bu tek taraflı bir ilişki de değil.

Aralık 2011'de bir Fedex kuryesini müşteriye teslim etmesi gereken monitörü çitin üstünden fırlatırken gösteren video YouTube'de 48 saat içinde 3 milyon kişi tarafından izlenmiş.

FedEx bu skandalı görmezden gelmek yerine ne yapıyor dersiniz?
'Kesinlikle, olumlu bir şekilde, kabul edilemez' başlıklı bir blog yazıyor ve özür diliyor.

Flawsome sosyal medyada hayat buluyor.

Tüketici ile firmalar arasında yeni bir ilişki mimarisi şekilleniyor.

'Hatalarını saklamayan müthiş olur' mottosuyla ötekiyle empatik bir ilişki kuruluyor.

North Carolina Üniversitesi'nden yardımcı profesör Zeynep Tüfekçi, insanlık tarihinde ilk 'oyun bozan teknoloji'nin yazı olduğundan hareketle şöyle bir saptama yapmıştı: ''Yazıdan sonra sırasıyla telgraf, radyo, TV ve internet.'' Nasıl ki matbaa Katolik iktidarı yıktı ama ortadan kaldırmadıysa her oyun bozan teknolojinin ardından mutlaka oyun kuran bir teknoloji gelmiştir. n İnternet iktidarların kontrol altına almak için uğraştıkları bir teknoloji.

İktidar derken kapitalizmi de kastediyor sanırım. Şirketler de ellerinden geldiğince kontrol etmeye çabalıyor.

http://www.mizikacilar.com/HaberDetay.aspx?ID=861

Neden kapitalizmde ahlâk istisna, ahlâksızlık kuraldır?
Fikret Başkaya:
15 Temmuz 2011



kapitalizmŞeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir. Kapitalizm denmiyor da ‘ekonomi’ veya ‘piyasa ekonomisi’ deniyor. Dolayısıyla söze yalanla başlanıyor. Eğer kapitalizm denirse, sömürü, yağma, talan, kolonyalizm ve emperyalizm, ekolojik yıkım gibi kelimelerin ve kavramların imâ edilme riski vardır. Dolayısıyla işin tadını kaçırmanın âlemi yok. Böylece kapitalizm denilen musîbetin insanlığın normal hali olarak görülmesi, öyle algılanması amaçlanıyor…

Oysa, kapitalizm netâmeli, tehlikeli bir sapmadır ve insanlığın normal hali değildir. Macar iktisatcı/antropolog, Büyük Dönüşüm adlı ünlü eserin yazarı Karl Polanyi, kapitalizmin insanlığın normal hâli olmadığını, yıkıcı/tehlikeli bir sapma olduğunu şöyle ifade ediyordu:

“Ama hiç bir toplum, insânî ve doğal özü ile iş düzenini bu şeytanî dişlilerin hasarından korumadan, çok kısa bir süre için bile böylesine ham hayallerden oluşan bir sistemin etkilerine dayanamızdı”. Dayanamadığı ortada değil mi? Karl Marks, Karl Polanyi’den yüz yıl kadar önce, Felsefenin Sefaleti adlı ünlü eserinde, kapitalist sistemin manzarasını şöyle resmediyordu:

“En sonunda, insanın ayrılmaz parçası olan her şeyin alış-veriş ve pazarlık konusu olduğu zamann gelip çattı. Bu, o zamana kadar el değiştiren fakat ticaret konusu olmayan, erdem, duygu, kanaat, bilgi ve bilinç gibi şeylerin de ticaret konusu olduğu bir zamandır. Tek kelimeyle her sey ticaret konusu oldu. Bu, genel kokuşma ve evrensel ölçekli alış-veriş dönemidir. Eğer ekonomik terimlerle ifade etmek gerekirse, bu, maddi olsun nanevî olsun, her şeyin gerçek değerinin saptanması için pazara getirildiği bir zamandır.”

Hâlâ alınıp-satılmayan bir şey kaldı mı? Para, silah, uyuşturucu, kadın, çocuk, su hava, insan vücüdunu oluşturan tüm organlar, sanat eserleri, eğitim/sağlık/iletişim hizmetleri… Peki neden böyle oldu, oluyor? Eğer bir toplumsal düzende, doğa, toprak, su ve insan emeği, meta kategorisine indirgenmişse, her şeyin metalaşması, paralı hale gelmesi, soysuzlaşması, çürümesi neden şaşırtıcı olsun? Bir yanda canlı yaşamı yok eden kör gidiş hızla yol alıyor, öte yanda bu kepazelik, ilerleme, moderleşme, çağdaşlaşma, “muasır medeniyeti yakalama”, ‘kalkınma’ sayılıp matah bir şey olarak sunuluyor…

Kapitalizm her ikisi de yıkıcı, birbirlerini karşılıklı olarak yeniden üreten, besleyen ve azdıran iki temel dinamik üzerinde yol alıyor:

1. Sınırsız büyüme/genişleme/ yayılma;

2. Yıkıcı veya ‘çılgın’ rekabet.

Her ikisi de tahripkâr bu iki temel eğilim, artık sınır diye bir şeyin de olmaması demektir. Oysa ahlâk sınır demektir, gerektiğinde potonsiyel olarak yapılabilir olanı yapmamak, ondan sakınmak, kendini sınırlamak demektir. Sınırlama yoksa ‘sorumluluk’ kaygısı yoksa, ahlâk da yoktur.

Durum böyledir ama yıkıcı rekabet de sınırsız [üssel] büyüme, hâkim ideoloji tarafından ve onun yapıcı unsunlarından biri olan iktisat bilimi denilen tarafından sadece olumlanmıyor, aynı zamanda yüceltiliyor. Eğer her hâlükârda kazanmak, mutlaka kazanmak kuralsa, ve birinin kazanması da diğerinin kaybetmesiyle mümkünse [ zira kapitalizm geçerliyken başka türlü olması mümkün değildir], birinin durumumun iyileşmesi ötekinin durumunu kötüleştirmeden mümkün değilse, birinin “kalkınması” ötekinin yoksulluk ve sefalet ortamına itilmesi pahasına gerçekleşiyorsa, azınlığı zenginleştirmenin yolu çoğunluğun müküksüzleştirilmesinden/ yoksullaştırılmasından geçiyorsa, ve bu kadarı da insânî değerlerin aşınması, doğal çevre tahribatı ve canlı yaşamın yok olması- ölümü pahasına gerçekleşiyorsa, bu makbûl ve sürdürülebilir bir durum mudur? Mâkûl bir şey midir? Velhasıl, arzulanabilir bir şey sayılacak mıdır?

Öyleyse bu tersliğin gersinde ne var? Bu durumun gerisinde tüm sapmalara kaynaklık eden asıl sapma var ki, kapitalist sistemde ekonomi toplumun hizmetinde değil, tam tersine toplum ekonominin hizmetindedir. Oysa, ekonominin sadece bir araç olması gerekirdi. Mâlûm, araç bir anlam taşıyıcısı değildir. Araç, amaca tâbî olmak, onun hizmetinde olmak durumundadır. Şimdilerde devasa güç odakları haline gelmiş dev şirketlerin [oligopoller densin] insanlığın kaderini belirler duruma gelmesi, söz konusu tersliğin bir sonucudur. O kadar ki, söz konusu şirketler, teker teker insanları, ‘bilim erbabını’, siyasi partileri, sendikaları, siyasetçileri , demokrasi oyununun figüranları siyasî partileri, “sivil toplum örgütü“ denilenleri, medyayı [ aslında medya şimdilerde sermayenin hizmetinde değil, bizzat kendisi...], orduyu, polisi… velhasıl her şeyi satın alabilir, manipüle edebilir durumda… Böyle bir dünya hâlâ ahlâktan, ‘etik değerlerden’ söz etmek ne anlama gelebilir?

Böyle bir sistemde, kazanmak, her seferinde daha çok kazanmak için ‘her şeyin mübah’ sayıldığı koşullarda, etik değerlere hâlâ yer var mıdır? Eğer bireysel zenginlik yaşamın yegane ereği sayılırsa, çok ve çabuk kazanmak yüceltilirse, ve birinin [azınlığın] durumunun ‘iyileşmesi‘ ötekilerin [çoğunluğun] durumunu kötüleştirmeden mümkün olmuyorsa, orada geçerli ahlâk ancak işbitiricilik ahlâkı olabilir ki, doğrusu işbitiricilik ahlâksızlığıdır. Mâlûm: birilerinin iş bitirmesi, başkalarının işinin bitirilmesini varsayar. Dolayısıyla liberal aydınların, burjuva ideologlarının yücelttikleri başarı öyküleri, işi bitirilen çoğunluk aleyhine ve doğanın tahribi pahasına mümkün oluyor.

Çelişik bir durum söz konusu: sistem bir yanda çok kazanmayı, ne pahasına olursa olsun kazanmayı bir marifet olarak sunuyor, hırsızlığı, ahlaksızlığı, yağma ve talanı yüceltiyor, sonra da yolsuzlukla mücadele amacıyla kanunlar çıkarıyor, kurumlar oluşturulor… sözde etik kurallar vâzediyor… Dünya Bankası bundan bir kaç yıl önce rüşvet ve yolsuzluğun portesinin 100 milyar dolara dayandığı haberini veriyordu… Elbette sorun göze görünenle, 100 milyar dolarla da sınırlı değil, yolsuzluk ve rüşvetin neden olduğu ekonomik, ekolojik, sosyal kötüleşmeleri ve insan sağlığına verilen zararları da dikkate almak gerekir. Nasıl işbitiricilik iki tarafı varsayarsa: işi bitiren ve işi bitirilen, velhasıl yolsuzluk ve ahlaksızlık da iki tarafı varsayar. Rüşveti veren de alan da bir ahlâksızlık ‘durumunun’ taraflarıdır. Tabii yapılan yolsuzluğun ve ahlâksızlığının faturası her zaman yoksullara ve doğaya çıkmak kaydıyla…

Bir kadın komşumuz oğlunun “beceriksizliğinden, pısırıklığından, işbilmezliğinden” yakıyordu. Onunla birlikte memuriyete başlayan arkadaşlarının kışlık, yazlık ev ve araba sahibi oldukları halde, oğlunun hâlâ kirada oturduğundan şikayet ediyordu. “Öyleyse oğlunuz müsrif, kazandığını ölçüsüz harcıyor olmalı” dediğimde, biraz şaşkın ve tedirgin, ‘yok yok hocam oğlum müsrif değildir, hiç bir aşarılığı yoktur’ cevabını vermişti. Aslında kadın besbelli ki, oğlunun işbitiricilik kategorisi dışında kalmasından şikayet ediyordu… İşbitiriciliğin kural, ahlâklı- sorumlu-ölçülü-duyarlı davranmanın istisna haline geldiği yerde, skandallar [ahlâk dışı, utanç verici durumlar] da artık istisna değil kuraldır ama egemen söylem sanki öyle değilmiş gibi yapıyor… Ortaya çıkan her skandal sanki istisna imiş gibi sunuluyor. Ve etkili/yektili şahsiyetler, yolsuzluğun üzerine gireceklerini, gereğinin yapılacağını… söylüyorlar ve skandallar her seferinde daha büyük boyutlarda daha sık ortaya çıkmaya devam ediyor. Aslında yüzeye çıkan skandallar aysbergin sadece göze görünen küçük bir kısmı… Zira, asıl skandal bizzat çürümüş/ kokuşmu/soysuzlaşmış burjuva düzeninin kendisi/tamamı… Durum böyle ama şimdilik kitleleri aldatmayı/oyalamayı başarıyorlar… Eğer kazanmak, ne pahasına olursa olsun kazanmak kural haline gelmişse, zenginlik de maddi zenginlikten [daha fazla şeye sahip olmak] ibaret sayılıyorsa, öğretmenin öğrencisini bir kazanç aracı olarak görmesi artık ‘olağan’ bir şeydir. Öğrencisine yeterli ilgiyi göstermez, öğretmesi gerekeni öğretmez, düşük not verip, “başarısız” sayar ve ona derste öğretmediğini ‘özel derste’ veya ‘özel dersanede öğretmeyi yeğler. Tıp profesörü, insan sağlığını iyileştirecek araştırmalar için laboratuvara kapanmak yerine daha çok ‘kazanmak’ için ne gerekiyorsa yapar, Futbolcu ve hakem daha fazla ‘kazanmak’ için şike operasyonuna dahil olur, Avukat karşı taraf daha çok teklif edince ‘akıllı davranmayı’ yeğler, hakim kararı verirken sadece ‘vicdanının sesini’ değil, başka sesleri dinlemeyi daha ‘uygun’ bulur, üniversite üyesi, bütün bir yıl boyunca öğretmediğini ‘yaz okulunda’ 5-6 haftada öğretir, verdiği derslerin saatini akşama, değilse geç saatlere kaydırmayı yeğler ki ‘kazancı artsın’.., bakanlığın ilgili büyük/küçük memuru ihaleyi en çok “komisyon” verene “lâyık görür”, belediye başkanı imar planında değişiklik yaparak hızla “kalkınır…” İşbitirici müteahhit de işi ‘iyi bitirmenin’ bir gereği olarak, demirden, çimento’dan, mümkün olan her şeyden, ve tabii en çok da işçinin emeğinden çalmayı yeğler… Ve inşa ettiği evler çöktüğünde ve insanlar öldüğünde bunun bir ‘takdir-i ilâhî’ olduğu söylenir… Böylesi ahlâk yoksunu bir ortamda yolsuzluğu tahkik etsin diye gönderilen müfettiş için iki şık söz konusudur: yolsuzluğun üstüne gidip, suçluların cezalandırılmalarını sağlamak, bu durumda bir ”trafik kazasına” uğramayı, değilse “faili meçhul” bir şekilde ortadan kaybolma riskini, mafyanın gazabına uğrama ihtimalini göze alması gerekecektir, ya da işbitiriciler kervanına katılıp ‘akıllı’. ‘gerçekçi’ olma yolunu seçecektir… Bir skandalı diğeri izlerken ve skandallar artık kural haline gelmişken, pis kokular her yeri sarmışken, hâlâ “çürük elmalardan” söz ediliyor olması rahatsız edici değil mi? Cuvaldaki elmaların çürükleri istisna ve ayıklanabilir durumda mıdır? Elbette her zaman ve her koşulda istisnalar vardır ama bilindiği gibi, istisnalar kuralı doğrulamak içindir denmiştir…

Kumar dememek için ‘şans oyunu’ deniyor… Aslında portesi on milyarlarca dolar olan bir kumar değil mi söz konusu olan? Doğrusu milli piyango değil, milli kumar olması gerekir. Toto, loto, şans topu, bahis, iddaa, kazı-kazan, at yarışları, paralı yarışma programları, vb. devasa bir kumar sektörüdür. Ahlâkı en çok ve en hızlı erozyona uğratan pis bir sektördür. Çalışmadan, bir emek harcamadan da ‘kazanılabildiği’ bilincinin yerleşmesini sağlıyor. Aslında genel bir çerçevede bu ‘oyunlar’ oyuna dahil olan emekçi halk kitleleri için bir tür ek vergi demektir… Amaç işlevi birilerini ‘ütmek’ olsa da, asıl tahribat ahlâkî erozyonla ilgilidir. Slogan şöyle: “Pekâlâ siz de kazanabilirsiniz! Neden olmasın”? Siz küçük hırsızların ayıplandığına, kötülendiğine, lânetlendiğine bakmayın, sistem büyük hırsızları görünmez kılmak için onları cezalandırıyor. Zira büyük hırsızların daha çok çalabilmesi için küçüklerin engellenmesi gerekiyor. Siz hiç mahpusanelerde ‘büyük hırsız’ gördünüz mü? Oysa mahpusaneler her zaman küçük hırsızlarla doludur. Büyük hırsızlar ancak istisna olarak orada bulunurlar… Fakat büyük hırsızların ‘en büyük hayır sever, yoksul dostu’ olarak sunulması da burjuva uygarlığının bir ironisidir. Çaldıklarının çok küçük bir kısmını hayır işlerine harcarlar, hayırseverliğin timsâli olarak cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanların elinden ödül alırlar… Elbette toplumsal ahlâkın hızla aşınmasında reklamların da çok önemli bir dahli söz konusu. Reklamlar daha çok satmanın [daha çok üretmenin de tabii], daha çok tüketmenin, daha çok yok etmenin ve kirletmenin hizmetinde. En çok kirletilen de bizzat insanların kendisi olmak kaydıyla… Reklamlar insanları alıklaştırıyor, bönleştiriyor, ahmaklaştırıyor, onları bir çeşit tüketen robotlara dönüştürüyor, düşünme, ‘bağımsız karar verme’ yeteneklerini dumura uğratıyor…

Metalaşma, paralılaşma, çürüme sürecinin hızlandığı, derinleştiği, her şeyi kapsar hale geldiği neoliberal küreselleşme çağında, sanatın, bir bütün olarak estetilk etkinliğin de bu sürecin dışında kalması mümkün değildir. Zaten gerçek anlamda estetik yaratıcılığın, metalaşma/paralılaşma mantığıyla uyuşması mümkün değildir. Sanatçı kendi etiğine ve varlık nedenine yabancılaşmadan, kendi misyonuna ihânet etmeden kapitalizmin dayattığı hıza uyum sağlaması kolay değildir. Kaldı ki, ve unutmamak gerekir ki, kaptalizmle estetik etkinliğin uyuşmamasının bir nedeni de sanatın kaliteyi [niteliği] esas alması, kapitalizm için ise nicellliğin kural olmasıdır.

Kapitalizm doğası, ve temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin zorunlu bir sonucu olarak, kendine özgü bir ahlâka sahip olamazdı ama geçmiş uygarlıklardan miras kalanı aşındırabilirdi. İnsan emeğinden başlayarak her şeyi metalaştıran, ticarileştiren, alınıp-satılan nesnelere dönüştüren, insanı üreten ve tüketen bir araca bir tür ‘makineye’ indirgeyen, maddi zerginliği yaşamın biricik ereği mertebesine çıkaran, bencilliği, egoizmi ve gücü yücelten, parayı tam bir tapınma aracına dönüştüren, işbitiriciliğin kural olduğu burjuva uygarlığının bir ahlâkı olabilir mi? Böyle bir toplumsal düzen, sözünü ettiğimiz tüm diğer olumsuzluklar ve kötütülükler bir yana, iyiyle kütü, doğruyla yanlış, gerçek yalan ayrımını da yok ediyor. Değer ölçüsü sahneden çekiliyor, nîrengi noktası [ point de repère] yok oluyor… İnsanın bunca değersizleştiği, anlam kaybının artık kural haline geldiği bir toplum düzeni sürdürülebilir mi? Ya da daha ne zamana kadar?
http://www.ozguruniversite.org/index.php/fikret-bakaya/guenluek/967-neden-kapitalizmde-ahlak-istisna-ahlhakszlk-kuraldr

Üretmek, tüketmek, yok etmek!
Fikret Başkaya
28 Haziran 2014



Neoliberal küreselleşme çağında tüm toplumlar daha çok üretime ve daha çok tüketime kilitlenmiş durumda. Üretim artarsa, ekonomi büyürse işlerin yoluna gireceği söyleniyor. Lâkin her üretim artışının sonunda beklenen sonuç ortaya çıkmıyor, işler daha da sarpa sarıyor. Kapitalist ürettiğine değil, üreteceğine bakar. Gözü ürettiğini görmez. Onu önündekine değil de ilerdekine, gelecektekine baktıran da çılgın rekabettir. Aslında kapitalist, “ileriye doğru kaçmaya mahkûm” bir bireydir ve bu yüzden de bireysel iradesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Rekabet onu her seferinde daha çok üretmeye mecbur eder. Zira daha çok üretemez ise, daha büyük bir artı-değer kitlesine el koyamaz ise, toplam artı-değerden daha büyük pay alamaz ise, rakipler tarafından yutulur, alan dışına itilir, yarışı kaybeder. Tabii daha çok üretmek de, daha çok satmakla mümkündür. Kapitalizm koşullarında bu işi başarmanın yolu, kapitalizmin kendi suretinde bir insan yaratmasından geçiyordu. Ancak o zaman insanlara ihtiyaçları olmayan şeyleri satmak mümkün olurdu. Şimdilerde çok sayıda gereksiz, dahası zararlı şeyin üretiliyor ve satılıyor olmasının sırrı orada yatıyor.

Bir insan ihtiyacı olmayan şeyleri satın almaya, her seferinde daha çoğunu satın almaya nasıl ikna edilebilir? Eğer refahın ve mutluluğun daha çoğa sahip olmaktan geçtiğine inanırsa... Refah ve mutluluğa ulaşmanın daha çok maddi şeye sahip olmaktan geçtiğine dair bir yanılsama içindeyse. Tabii, kapitalizm dahilinde herkesin üretilen ve satılan her şeye sahip olması mümkün değildir. Zira birilerinin (azınlığın) daha çoğa sahip olması için, başkalarının (çoğunluğun) satın alamaz duruma getirilmesi gerekiyor. Sistemin işleyişinin bir sonucu olarak, zenginlik giderek küçük bir grubun elinde toplanıyor. Çoğunluk yeterli bir gelire ve dolayısıyla satın alma gücüne sahip olamıyor. Netice itibariyle, toplum çoğunluğu sürecin dışına atılıyor. İşte üretimin her seferinde “lüks mallara”, gereksiz ve zararlı şeylere yönelmesinin, insanların da ihtiyaçları olmayan şeyleri satın almasının sebebi bu. Ve sonuç ortada: Bir tarafta en hayati ihtiyaçlarını karşılayamaz durumda olan, açlıkla, yoksullukla cebelleşen, sefalet ortamına itilmiş milyarlarca insan, diğer tarafta dünyanın zenginliğine el koyan ve yön veren dar bir küresel oligarşi ve çevresi ve onu taklit edebilen bir küresel orta sınıf... İşte “büyüme”, “kalkınma”, “ilerleme”, “demokrasi’, “hukuk devleti”, “hukukun üstünlüğü”, “insan hakları”, vb. dedikleri böyle bir şey...

Fakat hepsi bu kadar değil, aşırı düzeyde zenginlik ve yoksulluk üreten ve aradaki uçurumu derinleştiren bu süreç, bir de ekolojik bozulmaya neden oluyor. Başka türlü ifade edersek, insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehlikeye atacak düzeyde canlı yaşamın temelini aşındırıyor. Her geçen gün sosyal mahiyetteki sorunlar büyüyor, ekolojik riskler derinleşiyor ve insanlara “ilerde” işlerin yoluna gireceği” söyleniyor... Ve hedef ufukta bir çizgi gibi uzaklara kayıyor... Küresel oligarşinin adamları ve onların uzantıları ve müttefikleri olan “yerel” mülk sahibi sınıfların sözcüleri, “yoksulluğun kökünü kazımaktan” söz ediyorlar. En son verilen tarih 2015’ti ve 6 ay sonra doluyor. Lâkin vaad edilen sürede yoksulluk daha da artmış bulunuyor. Hem neoliberal çılgınlık, saldırganlık ve küstahlık pupa-yelken yol almaya devam edecek, her şey özelleştirilecek, metalaştırılacak, parayla alınır-satılır hale gelecek ve hem de yoksulluğun kökü kazınacak! Bu, insanlarla alay etmek değil midir? Eğer gerçekten yoksullukla mücadele diye samimi bir kaygı olsaydı, açlık 6 ay içinde insanlığın gündeminden çıkardı. Zira dünyada akıl almaz bir “zenginlik” stoku var. Ve yapılacak iş de çok basit... Nasıl, bir zamanlar kölelik yasaklanmıştı, o zaman hemen yoksulluğu da yasaklarsınız, aşırı gelir dağılımı adaletsizliğine son verirsiniz, olur- biter. Herkesin olan, hepimizin olan, toplumdan gasp edilen, asıl sahiplerine iade edilir! Birilerinin yoksulluğu, başkalarının herkese ait olana ve olması gerekene el koymasının sonucu olduğuna göre... Daha önce de yazdım, eğer dünyadaki zenginlik [gelir] eşit bölüşülseydi, her dünyalıya günde 19, ayda 570, yılda 6840 euro düşecekti. Bu 5 kişilik bir aileye yılda 34 200 dolar [yaklaşık 95 760 TL] düşecek demektir... Öyleyse neden yoksullukla mücadele söylemi hep gündemde? Böylece küresel oligarşi ve bir bütün olarak yeryüzünün egemenleri kendi konumlarını “meşrulaştırmak” istiyorlar. Asıl amaç asla yoksullukla mücadele değil... Amaç oyalamak için aldatmak... Bu nedenle, “yoksullukla mücadele söylemi” yoksullar cephesini değil, zenginler taifesini angaje ediyor!

Aşırı üretim ve tüketime endeksli geçerli neoliberal kapitalist işleyiş, akıl almaz bir israf ve yok etmek anlamına geliyor. Sistemin mantığının ve işleyişinin bir gereği olarak, satın alınan malların ve hizmetlerin sürekli yenilenmesi ve yenilenme hızını artması gerekiyor. Bu amaçla da reklamlar devreye sokuluyor. Tabii medyanın ve moda endüstrisinin rolünü de unutmamak gerekir. Aksi hale sistemin işlerliği mümkün olmazdı. Satın alınan şeyler, eskimeden kullanımdan düşüyor, normal ömrünü doldurmadan çöpe atılıyor. Bu amaçla modeller sürekli olarak yenileniyor. Ürünlerin, eskime/demode olma ömrü önceden, üretim aşamasında programlanıyor. Bir ürünün ne kadar zamanda kullanılamaz hale geleceğine üretici şirket karar veriyor. Buna “programlanmış eskime” deniyor... Bir insanın sapa sağlam bir aleti, kullandığı bir nesneyi atıp, yenisini alması, bu tür bir saçmalığa tevessül edebilmesi ancak düşünme yeteneğini yitirdiğinde, sorumluluk duygusundan arındığında mümkündür. Yedek parça üretimi bilinçli olarak savsaklanıyor ve yedek parçaya ulaşım zorlaştırılıyor. Dört yaşındaki arabasını yenileyen birine: “Neden böyle bir şey yaptığını” sorduğumda, “bundan sonra çok masraf çıkarır...” cevabını vermişti... İnsanlar öyle bir reklam bombardımanı altında, öylesine reklam kölesi olmuş durumdalar ki, elindekini atıp yenisini almadan edemiyor... Buna çöpe atma-satın alma refleksi de diyebilir siniz... Yani tam bir “şartlı refleks hâli”! Her yıl cep telefonunu değiştirmenin mantığı nedir? Her üç-dört yılda yeni bir araba satın almak ne anlama geliyor? Kapitalist sistem insanı insanlıktan çıkarmış durumda. Yepyeni pencere perdeleri neden değiştirilir? Ortalama insan, artık ne yaptığını, yaptığının ne anlamıma geldiğini bilmiyor. Bir şey üretmek için hammadde, enerji ve emek gerekir ve bir şeyi kullanım ömrü dolmadan çöpe atmak, hammadde, enerji ve emek israfı demektir. Daha da ötede doğayı kirletmektir. Her yıl çoğu plastik su ve süt şişesi olmak üzere doğaya 260 milyon ton plastik atık (çöp) atılıyor. Bir plastik torbanın ortalama kullanım zamanının 12 dakika olduğu tahmin ediliyor, lâkin toprakta çözülebilmesi için 400 yıl gerekiyor... Ve yerin altından çıkarılan madenler, enerji kaynakları, topraklar, vb. sınırsız değil. Bu tempoyla kullanım devam ederse [zira genel eğilim daha da artacağını gösteriyor], bu saçmalık daha ne kadar sürdürülebilir ?

O halde bu sefil durum nasıl mümkün oluyor? Değirmenin suyu nereden geliyor ve yapılanın anlamı nedir? Malûm, üretmek ve tüketmek aynı zamanda yok etmektir... Emperyalist oligarşinin ve “yerli oligarşilerin” bu şımarıklığı ve hovardalığı, şimdilerde Güney denilen dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerin doğal kaynaklarının ve emeğinin aşırı sömürüsü ve yağması sayesinde mümkün oluyor. Ve bu yeni ortaya çıkmış bir durum da değil... Kristof Kolomb’un macerasına kadar gerilere gidiyor. Eğer yoksul ülkelerin madenlerine, enerji kaynaklarına, emeğine, tarım ürünlerine, emperyalist devletler ve onların çokuluslu şirketleri tarafından yok pahasına el konmasaydı, bu günkü üretim ve tüketim çılgınlığı mümkün olur muydu? Gardroplar yılda bir kaç defa yenilenir miydi, cep telefonları, araba modelleri, vb. bu kadar hızlı değişir miydi? Bir cep telefonunun bir buzdolabından daha çok enerji tükettiğini biliyor musunuz?

Eğer Güneyin doğal kaynaklarına, maden ve enerji varlığına, biyolojik çeşitliliğine Batı tarafından el konulmamış olsaydı, topraklarında neyin nasıl yetişeceğine emperyalist odaklar karar vermeseydi, söz konusu ülkeler kaynaklarını kendi refahları ve kalkınmaları için kullanmış olsalardı, bu günkü saçma üretim ve tüketim çılgınlığı mümkün olur muydu? O ülkelerin onca insanı açlık ve yoksullukla cebelleşir durumda olur muydu? Mallar bu kadar ucuza üretilebilir ve bu kadar ucuza satılabilir miydi? Dünyanın beşinci büyük çokuluslu şirketi oyan Total, ortaklarına yılda 10 milyar dolar kâr payı dağıtıyor. Bu rakamın bir çok ülkenin milli gelirinden fazla olduğunu unutmamak gerekir. Bu şirket eğer Kongo’nun, Gabon’un, Nijerya’nın petrolünü, Birmanya’nın doğal gazını, vb. ve diğerlerinin enerji kaynaklarına el koymamış olsaydı, bu mümkün olur muydu? Eğer bu şirket, o ülkelerin yöneticilerini satın almamış olsaydı, bu talan mümkün olur muydu?

Oldum olası ucuza üretip, ucuz satmak bir marifet sayılıyor. Bir şeyi “ucuz üretmenin” ve “ucuza satmanın” ne demeye geldiği neden hiç bir zaman tartışma konusu yapılmıyor. Ucuza üretmenin ne demeye geldiğini merak edenler Soma’ya baksınlar. ABD’nin, Avrupa’nın, Japonya’nın, bir bütün olarak sanayileşmiş ülkelerin II. Dünya savaşı sonrasındaki ekonomik başarısı, yoksul (yoksullaştırılmış demek daha doğru) ülkelerin petrolünü, stratejik öneme sahip madenlerini ve biyolojik çeşitliliğini sudan ucuza kullanmaları sayesinde mümkün olmuştu... Üçüncü Dünya ülkelerinin o zamanki yöneticileri, yağma ve talanı sınırlama girişiminde bulunduklarında başlarına neler geldiğini meraklılar biliyor...

Tuhaf bir şekilde “ucuza üretme” adına insanlar aşırı sömürüye maruz bırakılıp, yoksullaştırılıyorlar. Aslında ucuza üretmek kârı büyütmektir. Kapitalizm dahilinde ucuzun öteki adı yüksek kârdır... Kârın büyüyebilmesi için ücretlerin olabildiğince düşürülmesi gerekir. Sonuçta geniş emekçi kesimler yoksullaşıyor ve üretilen “ucuz” malları satın alamaz hale geliyor. Bu sefer de bankalar devreye girip insanları borçlandırıyor. Şu ünlü “tüketici kredisi”... Ve herkesin cebinde bir kaç kredi kartı... Fakat gözden kaçan bir şey var, insanlar karınlarını doyurmak için bile bankalar tarafından rehin alınıyorlar ama üretilen gıda maddelerinin yaklaşık yarısı çöpe atılıyor... Ve bu skandal nedense pek tartışma konusu yapılmıyor! Velhasıl dünya nüfusunun %20’sinin maddi refah içinde yüzebilmesi, geri kalan %80’nin yaşam için gerekli şeylerden mahrum olması sayesinde mümkün oluyor!

Aslında durum çok açık ve çözümü de sanıldığı kadar karmaşık ve zor değil. İşlerin sarpa sarmasının, insanlığın bir bütün olarak sayısız sorunlar, kötülükler, riskler, belirsizliklerle yüz yüze gelmesinin, yaşamın anlamsızlaşmasının ve gezegen riskinin ortaya çıkmasının biricik nedeni, herkesin olana, herkesin olması gerekene birileri tarafından el konulmasıdır. Şimdilerde “Büyük İnsanlık” küresel bir çitlemeye maruz bırakılmış durumda. O halde bu yanlış, haksız ve mantıksız durumu aşmaktan başka çare yok. Yoksullaştırılmış çoğunluk maruz kaldığı bu adaletsizliği hiç bir zaman kabullenmedi. Zaten öyle bir şey eşyanın tabiatına de aykırı olurdu. XVII. yüzyılda, İngiltere’de ortak topraklara (common land) yeni yetme kapitalistler tarafından el konulduğu ünlü çitleme yıllarında, halkın itirazı bir anonim şiirin birinci dörtlüğünde şöyle ifade edilmişti:


Çaldı diye herkesin olan kazı

Adamı asıp kırbaçladılar kadını

Saldılar lâkin zalimin büyüğünü,

Herkesin olanı kaz kafalıdan çalanı (1)

Gerçi itiraz hiç bir zaman eksik olmadı ama geride kalan dönemde bu yanlış ve haksız durumu düzeltmek de mümkün olmadı. Şimdi bu işi başarmayı zorunlu kılan başka bir neden de söz konusu: Vakitlice bu yanlış düzeltilmez ise, insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmayabilir. Zira, toplum-doğa metabolizması artık sorunlu hale gelmiş bulunuyor. Başka türlü söylersek, kapitalizm dahilinde insan toplumlarının etkinliği, doğanın kendini yenilemesine mâni.

-------
(1) Çeviri, Aydın Ördek tarafından yapılmıştır

Kaynak: http://www.ozguruniversite.org/index.php/fikret-bakaya/guenluek/1542-ueretmek-tueketmek-yok-etmek
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Sal Hzr 30, 2015 2:08 am    Mesaj konusu: Amerika’nın 'evsizler' meselesi – Anıl Aba Alıntıyla Cevap Gönder

E. Ahmet Tonak anti-kapitalistleri güzel tasnif etmiş: Ne biçim anti-kapitalistiz?
26 Aralık 2015



Lafımız kapitalizm ile derdi olanlara. Solcuların tamamının, muhtemelen sosyal demokratların da bir kısmının kapitalizm ile derdi var. Kimimiz kapitalizmin kendisinden, kimimiz ise kapitalizmin sadece bazı yanlarından memnun değil.

Seçim bildirgesinde kapitalizm sözcüğünün 1 kez bile geçmemesine aşırı özen gösteren CHP’yi bir kenara koyalım. CHP’nin kapitalizm ile bir derdi varsa da, bu derdinin ne olduğunu şimdilik gizlemeye karar verdiği anlaşılıyor!

HDP’nin bildirgesinde ise kapitalizm sözcüğü 2 kez geçiyor; o da kapitalizmin insan sağlığına ve çevreye verdiği zararlardan, yani kapitalizmin bazı yanlarından bahsederken.

Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Avrupa rejimlerinin çözülmesi sosyalizm sözcüğüne iyice itibar kaybettirdi. Dolayısıyla, son yıllarda anti-kapitalizm deyimi bazen sosyalizm yerine, bazen başka bir şey yerine çok yaygın bir biçimde kullanılır oldu. Tam da bu yüzden, yani farklı kullanımları, imaları, hatta farklı stratejik tercihleri içerdiği için anti-kapitalizm terimi üzerinde durmak ihtiyacını epeydir hissediyordum.

Geçenlerde, Amerikalı radikal sosyolog Erik Olin Wright’ın bu konuda sistematik bir biçimde düşünmemize yardımcı olabilecek bir yazısına rastladım. Aşağıda, Wright’ın geliştirdiği sınıflandırmayı aktararak anti-kapitalizm terimini tartışmaya açmaya çalışacağım.

Erik Olin Wright, 1968’ler ABD’sinin Marksistleştirdiği akademisyenlerden, University of Wisconsin’de öğretim üyesi. Kriz, devlet, sınıf ve özellikle son yıllarda kapitalizmin alternatifleri üzerine yaptığı teorik ve ampirik çalışmalarla biliniyor. Kendisini defalarca dinledim, çalışmaları ile de 1970’lerin sonundan beri tanışıklığım var. Özellikle, 1970’li yıların sonunda yayımladığı Sınıf, Kriz ve Devlet kitabının metodolojik bölümünü hala çok yararlı bulurum. Wright, daha sonraki yıllarda Analitik Marksizm ve Piyasa Sosyalizmi perspektiflerini benimsedi, önceki klasik Marksist konumundan uzaklaştı.



Anti-kapitalizmleri sınıflandırırken 2 boyutta düşünmemizi öneriyor Wright: ilki, stratejik amaç, diğeri ise stratejik esas hedef. Somutlamak gerekirse, kapitalizmi yıkmak da evcilleştirmek de stratejik amaç olabilir. Biri kapitalizmi ortadan kaldırmayı, diğeri ise reformlarla kapitalizmin verdiği zararı azaltmayı benimseyen iki farklı amaç. Keza, stratejik esas hedef olarak da devlet veya bir başka kurumsal yapı tercih edilmiş olabilir. Dolayısıyla, icra edilen siyasetin yoğunlaştığı alanlar da makro veya mikro seviyeler olarak farklılaşacaktır.

anti-kapitalizmler

Wright’ın yazısından aktardığım yukarıdaki sınıflandırma, bahsedilen her 2 boyutun kendi içinde 2 farklı tercihi barındırdığını, dolayısıyla olası kombinasyonların 4 farklı anti-kapitalizm formülasyonuna yol açtığını iddia ediyor. Tasnif kendi içinde açık olmakla birlikte kısaca her bir kutudaki farklı anti-kapitalist anlayışların temel özelliklerine değinmek ve Wright’ın kendi önerisini nasıl konumlandırdığını görmek yararlı olabilir.

Stratejik amaç ve esas hedef boyutları dikkate alındığında, Türkiye solunun önemli bir kesiminin, hem tarihsel olarak hem de günümüz itibariyle kapitalizmi yıkmak kutusuna tekabül ettiği yadsınamaz. Devrimci partiler, fraksiyonlar, dergi çevreleri vs. kabaca ifade etmek gerekirse devleti ele geçirerek, yani makro seviyede siyaset yaparak kapitalizmi yıkmayı amaçlayagelmişlerdir. Malum, dünyada da bu stratejik tercihleri benimseyen partiler devletleri ele geçirmiş, sosyalizmi inşa çabasına girişmiştir. O çabaların ne denli başarılı, ne denli sosyalist ideallerle uyumlu olduğu, niçin uzun ömürlü olmadıkları haliyle başka yazıların konusudur.

Kapitalizmi evcilleştirmek kutusundaki anti-kapitalist anlayış sadece makro seviyede siyaset yapıyor olması bakımından önceki anlayış ile benzerlik gösterir. Genellikle sol sosyal demokrat partilerin benimsediği bu perspektif kapitalizmin reformlar yolu ile neredeyse her türlü olumsuzluğundan arındırılacağını varsaydığı için kapitalizmi yıkma yaklaşımı ile taban tabana zıttır.

Kapitalizmden kaçmak daha çok Batıda rastlanan, bir şekilde hayatını çalışmadan sürdürebilme imkânına sahip kişilerin kapitalizmin tahripkar sonuçlarından kendilerini koruma yoludur. Mesela, ABD’de değişik hippie grupların, komünlerin, Amish’lerin, hatta Türkiye’de de kıyılara, dağlara kaçanların bazılarının motivasyonunun anti-kapitalist konumlarından kaynaklandığı söylenebilir. Bir tür hayat tarzı ağırlıklı bir çözüm olan kapitalizmden kaçmak kararı (ki, çocuklu aileler için bu genellikle bir tercih olamaz) kısmen makro siyasetin zorluğu, uzun erimli oluşu, hatta imkânsız görülmesi ile de ilişkilidir.

Anti-kapitalist konumların sonuncusu kapitalizmi aşındırmak. Bu anlayışın dayandığı varsayım kapitalizmin ne tarihte ne de günümüzde saf haliyle var olmadığı. Kapitalizm kendi içinde anti-kapitalist nitelikte kurumları var ediyor; kimi STK’lar, kooperatifler, komünler dayandıkları işleyiş ilkeleri ve amaçları itibariyle bu tür oluşumlar. Wright, bazı çağdaş anarşist akımların kurdukları yapıların, birlikteliklerin de bu gruba dahil edilebileceğini düşünüyor. Bu tür anti-kapitalizm mikro siyasetin imkânları ile kapitalizmi aşındırarak, kapitalizmin kendisini egemen düzen olmaktan çıkarmayı amaçlıyor.

Buraya kadar daha çok Wright’ın anti-kapitalizmleri nasıl sınıflandırdığını aktardım. Artık, bu sınıflandırmadan Wright’ın günümüz kapitalizmi ile baş edebilmek için önerdiği en etkin stratejinin ne olduğunu görebiliriz. Yukarıda, Wright’ın Marksist teori içindeki serüvenine geçerken değinmiş, klasik, hatta ortodoks bir konumdan piyasa sosyalizmini benimseyen bir konuma vardığını belirtmiştim. Bizatihi bu serüven devleti ele geçirerek kapitalizmi yıkmak stratejisini Wright’ın benimseyemeyeceğini söylüyor zaten. O zaman, makro siyasetin gerekliliğini görecek kadar gerçekçi, kapitalizmin yavaş yavaş geriletilebileceğini düşünecek kadar reformist (naif?) Wright’a 2 anti-kapitalizmi kaynaştıran bir alternatif kalıyor. Kapitalizmi aşındırarak evcilleştirmek; şık ve çelişkili bir adı da var bu siyasetin: reel ütopyalar.

Meraklılarına bir not ile bitirelim; oldum olası piyasa düşmanıyımdır, piyasa sosyalizmi de kafama yatmaz.
Kaynak: Sendika Org

Anıl Aba Amerikan kapitalizminin ruh röntgenini çekmiş: Amerika’nın “evsizler” meselesi
18 Kasım 2014



ABD’de yılın herhangi bir gecesinde ortalama 610 bin evsiz insan var. Her yıl boyunca en az birkaç gece evsizlik yaşamış 3,5 milyon farklı Amerikalı var. Öte yandan mortgage krizinden sonra 18 milyon boş ev bankaların elinde değersiz bir şekilde duruyor. Kapitalizm öyle bir sistem ki 3,5 milyon evsizi bu değersiz ve boş olan evlere yerleştirmiyor

Digitürk’ü olanlar bilir, History Channel’da Pawn Stars ve benzeri “reality” şovlar vardır. “Pawn shop”, rehinci demektir; ya da yasal tefeci. Paraya sıkışıksınızdır, bu dükkânlara değerli bir eşyanızı (mesela bir akıllı telefon) götürürsünüz, rehinci size o eşyanın ikinci el piyasa değerinin %30’u kadar para verir (mesela 30 dolar) ve eşyanızı rehin alır. Bugünden sonra her gün için faiz işletir. Mesela 3 gün sonra 40 dolar getirirseniz eşyanızı geri alırsınız; getirmezseniz, ya gelip faizi arttırarak vadeyi uzatırsınız ya da eşyanız artık rehincinin olur. Veya gelip eşyanızı direk yarı fiyatına filan satabilirsiniz de. Programın öncelikli işi şov yapmak olduğundan genelde dükkâna getirilen ilginç şeyleri yayınlıyorlar. Örneğin, adamın biri NASA’nın uzay aracından aldığını iddia ettiği bir Ay taşı getiriyor, işte bizimkiler değer biçemiyor, bir uzman çağırıyorlar adam sahte olduğunu tespit ediyor böylece programa tartışmalı konu çıkıyor. Ya da işte başka biri 25 sene önce üretilmiş R2D2 şeklinde bir çöp kutusu getiriyor; ilginç bir eşya, pazarlık yapılıyor dükkanın sahibinin oğlu 60 dolar verip alıyor, babası gelip çok vermişsin 40 dolar bile etmez diyor, polemik yaşanıyor, reyting artıyor vs. (aman bizim Acun görmesin bu şamatayı). Fakat programı devamlı izleyenler dikkat etsinler, gelen 3 kişiden 2’si böyle baba yadigârı bir köstekli saat, annesinin evlilik yüzüğü, karısının küpesi vs. gibi maddi değeri az ama manevi değeri çok yüksek şeyler getiriyorlar genelde. Dükkân sahibi de eşyanın manevi değerini umursamadığı için 30 dolar verip yolluyor gelenleri. Program sonunda dükkâna gelenlerle işte ederine satabildin mi, niye sattın, kaç yıldır elinde tutuyordun gibi soruların sorulduğu röportajdan kesitler yayınlıyorlar ve çoğu “Valla 30 dolar az tabi ama buraya gelirken cebimde hiç param yoktu, şimdi 30 dolarım var, hemen gidip karnımı doyurcam” minvalinde şeyler söylüyor.

Yani düşünebiliyor musunuz Amerika’da insanlar açlıktan, fakirlikten, belki değer bile biçemeyeceğiniz baba yadigârı saatlerini, yüzüklerini, kolyelerini, şamdanlarını yok pahasına bu ölücülere verip karınlarını doyurmaya çalışıyorlar. Benim hayatımda ilk defa gördüğüm bu rehincilerden zaten burada nerdeyse her köşe başında var, o kadar yaygın ki düşünün üstüne reality şov bile yapmışlar. Buradan referansla Amerika’da giderek artan fakirliği ve sefaleti siz hesap edin artık.

Bunca insan yalnızken neden bunca insan yalnız?

Amerika’ya gelenleriniz ne görmüştür? Ne görmek isterse onu görmüştür. Algıda seçicilik. Holivud ve medya pazarlamasına maruz kalaraktan Amerika’nın çok zengin bir ülke olduğunu zanneden insanlar Amerika’ya gelince zenginlik görecektir; nitekim zenginlik yok değil, var. Desperate Housewives tarzı müstakil evlerle dolu mahalleler, evlerin içinde bilardo masaları, TV’nin altına konmuş bütün markaların oyun sistemleri vs. Zaten veriler de gösteriyor ki Amerika toplam GSYH açısından dünyanın en zengin ülkesi. Eyvallah.

Barcelona FC dünyanın en zengin takımı, tabii ki dünyanın en pahalı oyuncularını satın alacak. Yani Barcelona takımına baktığınızda dünyanın en pahalı oyuncularının orda olmasında ilginç bir nokta yok. Esas şaşılacak şey dünyanın en kötü futbolcularının Barcelona gibi zengin bir takımda oynaması olurdu, değil mi?

Amerikan kapitalizminin asıl ilginç olan yanı da bu zaten. Yani burada bazı insanların evlerinde bilardo masası olması gayet normal bir şey; dünyanın en zengin ülkesi, ya ne olacaktı?! Esas ilginç olan dünyanın en zengin ülkesinde akla hayale gelmeyecek derecede bir fakirlik olması. Dolayısıyla, algıda seçicilik, maalesef Amerika’da yaşayan biri olarak ben Amerika’ya baktığımda bazı insanların evlerindeki bilardo masalarını değil evsiz oldukları için her kış sokakta donarak ölen insanları görüyorum. Zaten veriler de gösteriyor ki (olmayan bir şeyi görüyor değiliz) yılın herhangi bir gecesinde ortalama 610 bin evsiz insan var. Her yıl boyunca en az birkaç gece evsizlik yaşamış 3,5 milyon farklı Amerikalı var. Öte yandan mortgage krizinden sonra 18 milyon boş ev bankaların elinde değersiz bir şekilde duruyor. İşte kapitalizm öyle bir sistemdir ki 3,5 milyon evsizi bu değersiz ve boş olan evlere yerleştirmiyor. Koca koca şehirler tamamen terk edilip hayalet kentler haline geliyor.

Yıllar önce izlediğim bir belgeselde Avustralya’dan New York’a getirilen bir aborijin yerlisi sokakta gezdirilirken koca koca gökdelenlere bakıp “Bu kadar fazla odanız varken neden insanlar bu soğukta parkta bir bankta yatıyor?” diye sormuş ve devamında “Bizim de bir arkadaşımızın kulübesi rüzgârdan yıkılmıştı, ertesi gün hemen bütün kabile çalışıp ona yeni bir kulübe yapmıştık” demişti. Yani bunca ev boşken neden bunca insan evsiz? Hadi gel de anlat, anlatabilirsen.

Evsizliğin ve fakirliğin sebepleri

Su üstünde görünen sebepler yüksek işsizlik, krizler, kira ve ev fiyatlarının aşırı artması, faturaların yüksek olması vs. olsa da meselenin özünde tabii ki kapitalizm var. Geçen yıl bu zamanlar bir ay boyunca Küba’nın altını üstüne getirdik. Valla hiçbir evde bilardo masası görmedik ama hiçbir yerde evsizlik de görmedik. Kapitalizmde ikisini de görüyorsunuz. Nasıl oluyor bu iş? Çünkü birileri diğerlerini sömürerek ve ezerek yoksullaştırıyor. Birilerinin evinde bilardo masası olmasının bedeli birilerinin evsiz olması noktasına geliyor. Sıfır toplamlı bir oyun gibi yani. Sosyal bir üretim var ve bu üretim bir şekilde topluma bölüştürülüyor. Eğer ben bu toplam üretimden kendime, iknayla ya da zorla, bilardo masalı bir ev alırsam sana geriye bir alışveriş sepeti ve battaniye kalıyor. İşte Marx’ın da hayatı boyunca göstermeye çalıştığı aslında buydu; yani kapitalizmin sınıflı bir üretim biçimi olduğu ve bu üretim biçiminde bir sınıfın diğer sınıfı sömürerek servet elde ettiği. Diğer bir tabirle: emek-sermaye çelişkisi. Piketty şu meşhur kitabında, meselenin sınıfsal ve sömürü boyuna fazla girmeden, bu servet makasının açılıyor olmasının basit bir matematiğini geniş bir veriseti kullanarak gösteriyor. Bizim için zaten bilinenin ifşası.

Amerika’daki evsizlik ve fakirlik meselesindeki en enteresan detaylardan biri ideolojik dayatma ve kabullenme. Radikal ekonomi politik penceresinden bakıldığında evsizliğin, gelir dağılımı adaletsizliğinin, fakirliğin sebepleri üretim biçiminin yapısı ile ikna edici bir şekilde açıklanabiliyor. Fakat Amerika’da liberal ideoloji o kadar kuvvetli ki kapitalizmin yarattığı bütün sorunları kapitalizmin maliyeti olmaktan çıkartacak şekilde vatandaşların beyinlerini yıkanmış. Buna, sistemin iç maliyetlerini dışsallaştırması diyebiliriz. Örnek: Amerika, üretimi pis olan, çok fazla zararlı atık yaratan işleri Meksika’ya ya da Çin’e iteleyip, pazarlama, reklamcılık, finans vs. gibi “temiz” işleri kendisi yapıyor. Böylece “ayfon”ların dokunmatik ekranlarının üretiminde kullanılan kimyasal madde yüzünden Amerikalı işçiler değil, Çinli işçiler kör oluyorlar. Akıllı telefonları Amerikalılar tüketirken üretimdeki sağlıksızlık maliyetine Çinliler katlanıyor, yani Amerika’nın kendi maliyeti Çin’e ihraç edilmiş oluyor. Ya da ülke içerisinde işsizlik ve fakirlik var; kapitalizm sistem olarak bunu yarattığı için maliyetini de sistem karşılamalı (misal, evsizlere ev yapılmalı, aborjinlerin yaptığı gibi). Ama sistem, ideolojik aparatlarla, kendi maliyetini bireye naklederek dışsallaştırıyor. Diyor ki, kapitalizmde, çok çalışan herkes Bill Gates olabilir. Sonuçta piyasada “8 Adımda Nasıl CEO Olunur”, “Zengin Olmanın Kuralları”, “İçindeki Enerji Nasıl Dışarı Çıkarılır” diye kişisel gelişim kitapları var, al oku enerjini çıkart zengin ol, bu kadar basit. Beyin bedava. Çünkü anaakım iktisat öğretisi optimize edilen bireysel tercihlerden ibarettir. Eğer senin tercihlerin Bill Gates olma yönündeyse çalışarak olursun zaten, şüphesiz ki sistem sana bu fırsatı verir. Ama sen hayatın boyunca tembellik yaparsan, iyi bir eğitim almazsan, bankadan yatırım sermayesi için kredi çekerek risk almazsan, suç işlersen, alkolik olursan bu yanlış tercihlerin bedelini evsiz, işsiz ya da fakir kalarak ödersin. Yani kendin ettin, kendin buldun. Senin işsiz kalmanda kapitalizmin hiçbir suçu yok, aksine kapitalistler “işveren”dir, onlar iş yaratırlar; biz onları iş versinler diye yarattık. O işleri sen bulamıyorsan, bu senin kabahatindir, bak Warren Buffett’a o senin gibi tembellik etmemiş, çalışmış, kazanmış. Piyasa sisteminde herkes hak ettiğini alır.

Ahteri düşkün garibim, evsiz avareyim

Bakın çok enteresan, Türkiye’de bizim şehir kütüphanelerimiz genelde boştur, en fazla 3-5 kişi olur içerde, zaten üniversite kütüphaneleri de sınavdan sınava dolar. Amerika’da herhangi bir şehir kütüphanesine giderseniz kütüphanenin ağzına kadar dolu olduğunu görürsünüz, neredeyse oturacak sandalye bulamazsınız. Duyan gelmiş, adeta ana baba günüdür. Eğer turist iseniz muhtemelen “Yaa bak Amerikalılar okumaya ne kadar düşkünler, gelişmiş ülke işte, süper güç kolay olunmuyor” diye düşünebilirsiniz. Oysa sabah saat 8’de kütüphanenin önünde kuyruk oluşmaya başlar; 9’da kapılar açılınca herkes içeri koşup kaloriferlerin yanındaki sandalyeleri kapmaya çalışır. Yani aslında evsizlerin evidir şehir kütüphaneleri, çünkü sıcaktır içerisi. Gün boyunca onca evsiz insanın gidebileceği tek kamusal alandır. Evsizlerin çoğu kütüphanenin bilgisayarlarında günlük 2 saatlik kullanım hakkıyla film izler, League of Legends filan oynar, facebook’a girer.

Yemin ediyorum ben hayatım boyunca bu kadar akıl hastasını bir arada görmedim. Geri geri koşan adam mı dersiniz, devamlı duvarlara sürtünerek yürüyenini mi isterseniz, şapkası ve mahmuzlarıyla kendini kovboy sanan dayı mı, yoksa kontrol edemediği konuşmasını durdurmak isteyip eliyle ağzını kapatmaya çalışan bir evsiz mi… İnsanlar kafayı yemişler var ya resmen fıttırmışlar yani anlatamam size. Amerika’nın garibi bir acayip garip yani öyle böyle değil. Öyle garip, öyle düşkün insanlar ki konuşsanız size hikâyelerini anlatırlar oturur beraber ağlarsınız. Milyonlarca insan bu durumda, zaten normal Amerikalı da normal değil ki babasını satayım, hepsi deli bunların. Mesela buraya ilk geldiğimde normal gözüken insanlar böyle hep gülüyorlar, hep selam veriyorlar, bölümde sekreter süper güler yüzlü, herkes neşeli, paso sırıtıyor filan, Truman Show gibi yani her şey “aşırı” normal. Sonra öğrendim ki bin kişi başına düşen anti-depresan kullanımında Utah Amerika’da uzak ara 1 numara, Amerika da dünyada 1 numara. Yani cidden hepsi kafayı yemiş bunların. Sadece, parası olup ilaç alabilen paso sırıtıyor, evsiz olup mutluluk ilacı içemeyen de kütüphanede duvarlara sürtünerek yürüyor.

Şehir kütüphanesini kendilerine mesken eden bu evsizlere “Neden böyle?” diye sorduğumda bazısı “Yanlış hayat seçimleri yaptım” diye cevap veriyor. Düşünün ideoloji ne kadar kuvvetli çalışmış. Sistemin en altına hapsolmuş bu insanların kazan kaldırıp isyan etmesini beklersiniz ama onlar bile kendilerini tembel, kötü kararlar vermiş, yanlış zamanda yanlış yerde bulunmuş insanlar olarak görebiliyorlar. Beyinleri yıkanarak durumu kabullenmeleri sağlanıyor, böylece sisteme karşı ayaklanmıyorlar. Hepsi böyle değil tabi. Troy vardı, bar pokeri oynardık her hafta, ne zaman n’aber diye sorsam “Rüyayı yaşıyorum, kardeşim!!” (Livin the “dream” bro) diye cevap verirdi “rüya” kelimesini vurgulayarak. Ama birasını biz ısmarlardık, parası yoktu çünkü. Adam 2 kere iyi iş tutturmuş, 2 kere batmış. Son krizdeki batışında bütün mortgage’ları da elinden alınmış, karısı da çocukları alarak boşanıp gitmiş, evi yok kiraya çıkmış, 500 bin dolar da borcu var sağa sola, sorunca sarkastik bir şekilde Amerikan rüyasını yaşadığını söyleyerek dalga geçiyor, düzenin farkında yani. Çünkü Amerikan rüyasını sadece %1 yaşıyor, geri kalanı ise anti-depresana talim.

Dahası, Amerika’da evsizlik sanki dünyanın en büyük suçuymuş gibi algılanır, adeta kast sistemindeki “dokunulmazlar” gibi, yanlarına bile yaklaşmayacaksın, gölgen bile değmeyecek. Amerika’nın en büyük dolandırıcısı olabilirsiniz, cinayet işlemiş bir suçlu ya da bir tecavüzcü olabilirsiniz; hapisten çıkarsınız, “Boş anıma geldi yaptım, cezamı çektim, şimdi temizim” dersiniz olur biter, unutulur gider, hayatınıza normal devam edersiniz. İnanın bunların hiçbiri “evsizlik” ya da “fakirlik” kadar kötü algılanmaz burada. Resmen dünyanın en utanç verici şeyidir, dip noktasıdır, bütün toplumdan dışlanırsınız.

Yine bakın çok enteresan, geçenlerde Florida’da 90 yaşında bir adam evsizlere yemek verdiği için tutuklandı, dava sonuçlandığında hapse atılması muhtemel. Düşünebiliyor musunuz, Florida’da “evsiz bir insana yemek verme” diye bir suç var ve hapse filan girebiliyorsun bu suçtan. Gerçekten. Sebebi açık. Eğer birileri evsizlere yardım ederse, yemek filan verirse o zaman bu evsizler hep burada takılırlar, hatta bedava yemek var diye başka evsizler de buraya gelir ve bu durum da zenginleri rahatsız eder çünkü oradaki evlerin değerleri düşecektir. Bu yüzden zenginler vergi dolarlarını, evsizleri kendi muhitlerinden uzaklaştıracak yasaları çıkaracak lobicilere harcıyorlar ve böyle yasalar çıkartabiliyorlar. Amerika’da büyük şehirler ve eyaletler evsizliği git gide daha fazla “suç” haline getiriyor. Yani sistem hem evsizlik yaratıyor hem de bu insanları şehirlerden öteliyor; bir nevi “Escape From New York” distopyası. Mesela bir diğer yaygın suç “bankta uyumak”; bu bir suç yani, inanılır gibi değil. Daha da ilginci, bazı insanlar evlerini kaybettiklerinde arabasında yatıyor ve inanın Amerika’daki şehirlerin %43’ünde arabada uyumak da bir suç, cidden. Git gide saçmalaşıyor, değil mi? En ilginci, şehirlerin %53’ünde bazı kamusal alanlara oturmak ya da yatmak dahi bir suç teşkil ediyor ve cezası var. New York City ve Las Vegas’ın tünellerinde, metrolarındaki gizli bölmelerde yani yeraltında yaşayan insanlar var. Evsizlerin şehirlerden ötelenmesini çok çarpıcı şekilde gösteren “Fakir’s Rest” isimli bu videoyu lütfen sonuna kadar izleyin, resmen sistemik bir saldırıdan söz edebiliriz: https://www.youtube.com/watch?v=Qv3M7FxJqtM

Peki ya bizdeki durum?

E bizde de kapitalizm var, üstelik Amerika’dan daha fakiriz ama neden bizde bu derece evsizlik yok? Bana kalırsa bunun cevabı “sosyal bağlar”. Kapitalizmdeki bireyselleşme henüz bizim damarlarımıza kadar işlememiş, hala bazı gelenek görenekler değerini muhafaza ediyor. Dünya haritasında, istisnaları olsa da, doğuya doğru gittikçe sosyal bağlar, aile kurumu, arkadaşlık, sevgililik, insan ilişkileri vs. daha kuvvetli hale geliyor. Bizde de bu ilişkiler henüz Amerika’daki kadar piyasalaşmış değil, her ne kadar gidişat o yönde olsa da. Vecihi’yi ya da Rıza’yı düşünün, bir ailede bir birey ne kadar boş beleş biri olursa olsun, hayatında ne kadar yanlış kararlar vermişse versin, işini batırsın, alkolik olsun, eşinden boşansın, okuldan atılsın, palavracının teki olsun, cinayet işlemiş olsun, yani ne olursa olsun ve ailesi de ne kadar fakir olursa olsun o kişi sokakta bırakılmaz. Ocakta bir tencere çorba kaynıyorsa bir tabak da ona konur. Ama Amerika’da bir anne-baba, çocuğu “yanlış” kararlar vermişse gayet tepkisizce “Kendi hayatı, kendi tercihleri, kendi kararı; sonuçlarına da kendi katlanır. Eğer yardım edip onu düştüğü bataktan kurtarırsak yaptığı yanlışları mükâfatlandırmış oluruz” diye düşünerek kendi çocuğuna dahi el uzatmıyor, muhtemelen nerde olduğunu bile bilmiyorlar, hatta çocuklarının yaşayıp yaşamadığını bilmeyen aileler var. Ama bizde bir kişiyi ailesi dahi reddedip sokağa koysa, hele soğuk bir gecede hiçbir arkadaş bir arkadaşını sokakta yatırmaz. Var olanlar çok istisnai durumlardır.

Valla evsizlikle ilgili anlatacak ve detaylandırılması gereken daha çok şey var ama daha fazla uzatmayım ve “San Francisco’da yaşayan evsiz Türk” videosuyla konuyu kapatmış olayım. Konuyla ilgili “Şeker Adamın Laneti” filmini ayrıca tavsiye ederim. Bu arada yolladığınız e-postalar için teşekkürler, hepsini okuyor ve cevap yazmaya çalışıyorum.

San Francisco’da yaşayan evsiz Türk

anil.aba@economics.utah.edu
Kaynak. Sendika. Org

Evet, kapitalizm ölüyor…
Anıl Aba
24 Aralık 2014



Anketler anketleri, araştırmalar araştırmaları kovaladı. Romanya’da, Macaristan’da, Bulgaristan’da ve Almanya’nın doğu şehirlerinde yaşayan halkların yarısından fazlası sosyalizmi geri istediklerini söylediler

Chomsky ve Herman, cop totaliter rejimler için ne ise propaganda da demokratik rejimler için odur diyerek, Rızanın İmalatı kitabında ana akım medyanın vatandaşları manipüle ettiğini çok açık verilerle tartışmış ve bir propaganda modeli ileri sürmüşlerdi. Bu model ile “serbest ticaret iyidir”, “küreselleşme kaçınılmazdır”, “savaşın gerekçeleri makuldür”, “kapitalizm fakirliği azaltmaktadır”, “çalışan herkes zengin olabilir” vs. gibi burjuva mitlerinin nasıl bir filtrelemeyle insanlara empoze edildiğini göstermişlerdi.

Bu propaganda modelindeki bir filtre kalemi de anti-komünizm idi. Fakat Chomsky daha sonra, SSCB’nin çözülerek Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte antikomünist filtrenin yerini “terör karşıtı” filtrenin aldığını belirtmişti. Zaten sistemin her daim Sovyet işgali, uzaylı istilası, zombiler, İslami terör, Küba, Chavez, nükleer felaket vs. gibi sanal korku faktörlerine ihtiyacı vardır. Bu korku hem insanların ilgisini önemli şeylerden başka bir yöne çevirir hem de kendi içinde bir ekonomi yaratır (silah satışları, bomba sığınakları vs). Öyle ya da böyle, burjuva toplumlarında bir ‘korku’ her zaman devlet ve medya tarafından empoze edilir.

Nerden nereye

Bir süre “gelişmiş” batı ekonomileri çok ciddi krizlere girmemişse de 2007 kriziyle birlikte cicim yılları bitmiş, başta kapitalizmin lokomotifi Amerika olmak üzere neredeyse bütün dünya ekonomileri çökmüştü. Kriz demek aslında hafif kaçar zira batanlar sadece bankalar ve şirketler değil, ülkelerdi. Hatta muziplik bu ya, bir aklı evvel İzlanda’yı ebay’de açık arttırmaya çıkarmıştı makarasına. Yunanistan, İrlanda, İspanya vs. gibi koca koca ülkeler fiilen hepsi battı gitti, iflaslar ilan edildi. Hani bakkal olsa anlarız; kiran fazla gelir, ötede bir market açılır, senin de satışların azalınca iflas edersin. Anlaşılabilir bir şey. Ama bir ülkeyi nasıl batırırsınız kardeşim? Konfeksiyon değil ki bu kepengi indirip çekip gidesin. Patron çıldırdı, zararına ülke. Yani şirketler, dükkânlar, marketler eskiden beri batardı, çıkardı, iflas ederdi ama kapitalizm öyle bir noktaya geldi ki artık şirketler değil ülkeler batıp çıkar oldu.

Doğal olarak Marksizm ve sosyalizm bir ara kaybeder gibi olduğu popülaritesini yeniden arttırmıştı, her zaman olduğu gibi. Fukuyama gibi zibidiler ortalıktan kaybolmuş, Friedman gibi ideologlar statü kaybetmiş, orta yollu pek çok liberal bile sosyalizme göz kırpar olmuştu. Misal, ülkemizin prestijli piyasa iktisatçılarından Mahfi Eğilmez, NTV’deki bir ekonomi programında sosyalizmle ilgili sorulan bir soruya cevaben kelimesi kelimesine “Tabii, niye olmasın. O da bir alternatif. Kapitalizmin içinde bir çıkış yok. Oturup düşünüyoruz burada bir çözüm yok…” gibi bir cevapla hepimizi şaşırtmıştı. O gün bugündür kendisini de ekranlarda pek sık göremiyoruz zaten, o da yanlışlıkla filtreye takılmış olsa gerek.

Şöyle bir dönüp bakınca neredeyse dünyanın bütün ülkelerinde Marksist, sosyalist, Troçkist partilerin meclislerde sandalye alıp hükümet koalisyonlarına girdiklerini görüyoruz. Eskiden piyasalara karşı ılımlı ve sosyalizme daha mesafeli olanlar, sosyalizmi kabul etmeseler de yavaş yavaş kapitalizme karşı tepki geliştirmeye başladılar. Latin Amerika ülkeleri dünya sistemi içindeki pozisyonlarını kuvvetlendirdiler. Yani 90’larda gözden düşen sosyalizm bir anda cazip bir alternatif olarak daha fazla insanın aklını çelmeye başladı.

Halklar kapitalizmi istemiyor

Bir ara Amerikan CNN muhabirleri sokakta halka sormuştu: Sizce Amerikan rüyası sona eriyor mu? Kimisi “evet”, kimisi “olur mu hiç öyle şey” demişti. Sonuçta çeşit çeşit insan, türlü türlü fikirler var. Sonra, zırt pırt dünyanın en zengin insanları listeleri yayınlayan Forbes dergisinde “Kapitalizm ölüyor mu?” (ROK: Haydaaaa…) başlıklı bir yazı yayımlanmıştı, daha geçen sene. Bence burada önemli olan vatandaşların cevapları değil, CNN’in böyle bir soruyu sormasıdır. Önemli olan Forbes yazarının “tabii ki ölmüyor” cevabı değil, böyle bir yazının o dergide basılmış olmasıdır. İşler yolundayken; tüketim, adalet, demokrasi, barış, ekonomi, siyaset, her şey çok iyi giderken; yani ortada fol yok yumurta yokken, kim çıkıp “acaba rüya bitti mi” diye sorma gereği duyar? Neden Dünya Kadın Hakları Günü diye bir gün vardır? Çünkü aslında kadın hakları yoktur da ondan. Mesela erkek hakları için bir gün yoktur çünkü öyle bir problem yoktur. Böyle sorular, cevabından bağımsız olarak, aslında işlerin yolunda gitmediğinin, vaat edilen şeylerin aslında olmadığının göstergesidir. Birileri, hele hele CNN ve Forbes gibi çekirdek yayın organları, böyle sorular soruyorsa o rüya zaten teoride bitmiş, pratikte de bittiğinin kabul edilmesini bekliyor demektir.

Anketler anketleri, araştırmalar araştırmaları kovaladı. Romanya’da, Macaristan’da, Bulgaristan’da ve Almanya’nın doğu şehirlerinde yaşayan halkların yarısından fazlası sosyalizmi geri istediklerini söylediler. Amerikan halkının yarısından fazlası artık çok çalışarak zengin olunamayacağını kabullendi ve bugünün çocuklarının gelecekte kendilerinden daha iyi durumda olamayacaklarını tahmin etti, çünkü kendileri de bir önceki jenerasyondan daha kötü durumda. Yine başka bir ankette Amerikalıların %50’si kapitalizmin sosyalizmden, %20’si de sosyalizmin kapitalizmden daha iyi olduğu yönünde tercih kullanmaya başladı, %30 ise kararsız idi. Ve 2009 yılında yapılan bu anket “Kapitalizm sosyalizmden daha iyi!!!” başlığıyla pazarlandı. Yahu bayram değil seyran değil kapitalizm bizi neden öpüyor? Sosyalizm zaten çöküp gitmemiş miydi, tarihin sonu zaten gelmemiş miydi?! Neden böyle anketler yapıp kapitalizmin daha iyi olduğunu gösterme ihtiyacı duyuluyor ki? Ve neden alternatif olarak kölelik, feodalizm ya da başka modellere bir üstünlük gösterisi yapılmıyor da sosyalizme karşı yapılıyor?

Çünkü korku başladı. Das Kapital satışları bazı ülkelerde 3’e, bazı ülkelerde 5’e katlandı. Ana akım medyada bile yer yer “Marx haklıydı” başlıklı köşe yazıları yayımlandı (günaydın). Bu durumda egemen ideolojinin, tek gerçekçi alternatif olan sosyalizmi de beyin yıkayarak tekrar sindirmesi gerekiyor. Kaldı ki kapitalizmin tercih üstünlüğünün gösterilmesi niyetiyle yapılan böylesi bir ankette bile Amerikan halkının ancak yarısı kapitalizm yönünde tercih beyan edebilirken yarısı da kapitalizmi tercih etmiyor. Hani referandum yapsan kapitalizm kazanır ama epey zorlanır. Esas çarpıcı olanı ise 20 sene öncesinin anketlerine göre sosyalizmi tercih edenlerin oran olarak artmış olması. Yani sosyalizm çökmüş bitmiş gitmiş, kapitalizm de müthiş demokratik şahane gelişmiş bir model ama nedense zaman içinde daha fazla insan sosyalizm ister olmuş. Sosyalizm lehine gelişen çok net bir trend var aslında. Başka türlü sorulmuş anketlerde ise yine serbest piyasa ekonomisi en iyi sistemdir diyenlerin oranının yüzde 80’lerden yüzde 50’lere gerilediği görülüyor. Üstelik kapitalizmin tüm ideolojik dayatmalarına, algı operasyonlarına, bilgi kirliliğine, polis şiddetine ve sosyalizmi karalama kampanyalarına rağmen. Eğitim ve medyanın hakkı verilse durum kapitalizm adına daha da kötüleşecektir.

Yani…

Ben, Chomsky’nin 90’lı yıllarda beyin yıkama mekanizmasından çıkarıldığını söylediği antikomünist propaganda filtresinin tekrar geri geliyor olduğunu iddia ediyorum. Küresel kapitalizmin derinleşen ve normalleşen buhran hali; bütün dünyaya yayılan radikal politizasyon, toplumsal ayaklanmalar, başkaldırılar ve devrimler; dünya genelinde radikal sol partilerin ağırlığının artıyor olması; akabinde kapitalizmin meşruiyetinin çok ağır darbeler alarak sosyalist alternatiflerin insanlar ve gruplar arasında tekrar tartışılmaya başlanması; ve sistemin giderek daha da fazla sıkışıyor olması bu argümanımın dayanak noktaları. Yani sol kanat kuvvetlendikçe sistem de ideolojik savunma mekanizmasını kuvvetlendirecektir, 1968 sonrası olduğu gibi.

Kapitalizm can çekişiyor, kapitalizm yoğun bakımda ama nafile. Mahfi beyin dediği gibi kapitalizmin içinde bir çıkış yok; insanlar yüzyıllardır oturup düşünüyorlar ama makul bir çözüm üretemiyorlar, hep aynı geyiklerin etrafında dönüp dönüp duruyorlar ama sistem her kendini yenilediğinde gittikçe daha fazla sıkışıyor aslında. Kapitalizm içerisinde bir çözümü olan varsa beri gelsin, e-posta adresim aşağıda.

Bir sonraki yazımda SONY’nin gösterimden çektiği The Interview filmi, Chomsky-Herman propaganda modeli ve bu yazıda kısa kestiğim ideoloji meselesi üzerinden burjuva medyasının ekonomi politiğini tartışmaya devam edeceğim.

anil.aba@economics.utah.edu

Kaynak: Sendika Org

Kapitalizmin "ulusal egemenlik" alanıyla ilişkisi ve İstanbul
Selçuk Salih Caydi
8.7.16



Türkiye'ye yeni geldiğim 1990'lı yılların başında ağzını açan her siyasi, "Türkiye'nin bölünmez bütünlüğü" diye başlayan veya biten uzun cümleler kurardı. O dönemde ülkenin bölünmesini isteyen Kürtler vardı elbette, ama bunlar bir çoğunluk oluşturmuyorlardı, şimdi de oluşturmuyorlar. Ülkenin bölünme ihtimalinin ihtimali, katmerli travmaları tetikledi, o travmalar da kurşun olup ülkenin üzerine yağdı.

Anlayamadığım konu, ülkenin bölünme ihtimalini -bırakın klasik neoliberal Türk "ökönomistlerini"- Sol'un bile ekonomi açısından neden cidden değerlendirmediğiydi. Bir ülke bölünecek, böl! Tamam. Peki bunun ekonomik mümkünatı nedir? Bundan bahseden bir tek bacak entelektüel görmedim. Kürtlerin o dönemde "Bölünürsek Kürdistan ekonomisi nasıl bir şey olur, biz sosyalist falan olma iddiasındayız, sosyalist Kürdistan ekonomisini nasıl işleteceğiz, nice olacak?" meyanında yazılmış bir tek kitap, hatta bir tek ciddi yazı görmedim. Kısacası bu konuda pek ciddiye alınabilecek gibi değillerdi, eh devlet tarafı da ciddi olamazdı. Nitekim Kürtlerin ezici çoğunluğu zaten Türkiye'den ayrılmayı düşünmüyordu, bugün de düşünmüyor. Ama olası bir bölünme durumunun bugün o güne nazaran daha sağlam ekonomik temellere sahip olduğunu da belirtelim. Buna rağmen, ekonomik dayanağı zayıf bir ihtimal. Neden? Bu yazının konusu, bu soruya -kapitalizmin bugünkü ahvali dairesinde- genel bir çerçeve çizip yorumu size bırakmak.

Ulus devlet denen kurumsallaşma, kapitalizmin en başından itibaren bir zorunluluk değildi. Kapitalizm ilk ortaya çıktığında bir şehir fenomeniydi. Venedik, Ceneviz, Amsterdam'daki ilk kapitalizm örnekleri, ulus devleti ve onun teritoryalliğini (egemenlik alanını/coğrafyasını) zorunlu kılmıyorlardı. Kapitalizmin teritoryal biçimini, Londra etrafında şekillenen ekonomiye "borçluyuz". Ardından Büyük Britanya kapitalizmi ve onun teritoryal ifadesi ortaya çıktı, bu model diğer ülkelerde de sahiplenildi. Buna rağmen Avrupa'nın önemli şehirleri, Birinci Dünya Savaşı öncesine kadar (19'uncu Yüzyıl sonunda) dünya kapitalizminin asli unsurlarını oluşturuyorlardı. Kapitalizmde -ülkeler arası- bariz teritoryal bütüncül farklılıkların ortaya çıkşı, ancak emperyalizm çağının sonuna doğru (yani esasen II. Dünya Savaşı'ndan sonra) görülmeye başlanmıştır. Ondan önce şehirler, endüstrilerileriyle, ülkelerden önde gidiyorlardı. Şehir-ülke ayrımını yeniden hatırlamamızın nedeni, şehirlerin global ekonomide giderek baş rol oynamaya başladığı bir döneme girmiş olmamızdır. 1950'lerde başlayan "iki süper devlet hegemonyacılığı" döneminde, ekonomide şehirlerin farkı değil, ulus devlet farklılıkları ön plana çıkmıştı ve kapitalizmin tarihi açısından önemli bir durumdu. Ama 1980'li yıllardan itibaren şimdi, neoliberalleşmiş bir globalleşme döneminde yaşıyoruz ve 2008'den buyana, postkapitalist paradigmanın gün geçtikçe güçlenmesi, sistemin trendleri açısından ayrı bir önem ve belirsizlik üretiyor.

Şehir ekonomisinden devlet ekonomisine geçiş Türkiye'de de oldukça net gözlenen bir gelişmeydi. İstanbul, Selanik ve İzmir illerinde başlayan ilk kapitalistleşmenin devlet ekonomisine ve homojen ulus üretimine dönüşmesinin asıl Cumhuriyet'in kurulmasından sonraki hızlı süreçte yaşandığını biliyoruz. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye'nin teritoryal bir milli ekonomi olarak ABD hegemonyasına göre hizalandığı da malum (bazı ülkeler de Sovyetler Birliği'ne göre hizalanmışlardı). Kapitalizmin globalleşmesinden ziyade enternasyonalleşmesi sözkonusuydu ve dünya ekonomisi, tek tek ulus devletlerin milli ekonomilerinin toplamı halideydi. 1980'lerde başlayan neoliberal globalleşme (özellikle Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra), Amerikan hegemonyasının artmayıp azalmasını sağladı ve neoliberal global döneme has, uluslarötesi kapitalin yeni global hegemonyasına vurgu yapan "Bütüncül Emperyalizm" ortaya çıktı (bu zorlama terim Robert Kurz'a aittir ve Sol konteks içinde geçmiş teori ile bir bağ kurmak amacıyla üretilmiştir).

Burada bizi ilgilendiren, kapitalin tek tek ulus devletlerden koparak uluslarötesi bir karakter arzettiği günümüzde, yerel teritoryal bağlantısının/dayanağının ne olduğu ve bunun önemi. Globalleşme genellikle fazla abartılıyor ve kapitalin yerellikten önemli ölçüde koparak bağımsızlaştığı söylenirken globalleşmenin yerel kökleri küçümseniyor. Şehir kapitalizminden teritoryal kapitalizme geçildiğinden beri devletin ekonomi üzerinde pozitif veya negatif etkisi arttı. Devlet, üretimin koordinesi ve hızlandırılması (ve ülkenin milli kapitalizminin egemenlik alanı dahilinde "iş"lerin daha kolay/hızlı grülebilmesi) için elzem. Halkı "iş toplumu"na entegre edebilmek için kültürel homojenleşmeye (ulus inşasına) girişen devlet, kapitalizmin iyi işleyebilmesi için başka önemli şartlar da yaratır. Mesela, kaliteyi yükseltmek amacıyla herkese sunulmaya çalışılan fırsat eşitliği, kurumsallaşmış hukuk sistemi, yeraltı/yerüstü/insan kaynaklarının hakkıyla kullanılabilmesi, para politikaları, ve benzeri konular, devletin sistemi geliştirmesini sağlayabilir, tersi de sistemi zayıflatır.

Globalleşme, yerel/teritoryal örgütlenmelerle oldu. Teritoryal yapılar, mal/hizmet/işgücü transferini -ülke içinde- yerel kalmaktan çıkarmış ve bu konuda belli tecrübeler biriktirmişti. Yerellik, önce ülkelerin kendi ulusal sınırları dahilinde bozuldu. Devletlerin bu süreçte çok katmanlı yeniden örgütlenmesi, neoliberalizmin kimlikçilik dönemine denk geldiğinden, Türkiye'de etnik/dînî kimlik üzerinden siyaset yapan parti ve örgütleri ön plana çıkardı. Fakat bu durum, 2008'de başlayan sistem kriziyle birlikte önce yavaş sonra hızlı tempoda bozulmaktadır. Kimlikçi politikalar hızla irtifa kaybederken, kapitalizmin yeni sürecine uygun siyasi hareketler ve Sol'a açık atmosfer belirginleşiyor. Henüz cılızlar, ama yaşanacak daha aküt krizlerle, kimlikçi siyasetlerin Türkiye'deki alternatifleri de güçlenecektir.

Globalleşmenin başında, yerel/teritoryal bağımlılığı (yani milli kapitalizmi) aşmak, gene teritoryal yapılar sayesinde oldu ve bu yapılar da gene teritoryal bir yapılanma olan ulus devlet tarafından kuruldular. Sistemin ihtiyacı olan "formatlanmış" -aynı dilde eğitilmiş ve ortak ulus bilinciyle teçhiz edilmiş- üreticileri/tüketicileri devlet üretmekteydi. Neoliberalizmin sınır ötesi karakter arzeden işleyişinin garantörü de gene bu yerel örgütlenmeler ve ulus devletler oldu. Yerel kurumların globalizme göre örgütlenmeleri prosesi için bugün 'Glokalleşme' terimini kullanıyoruz ve bu terim, globalleşme ile ulus devlet teritoryalliği arasındaki kilit terimlerden. Zira giderek global ekonominin yeni metropolleri diyebileceğimiz şehirlerde toplanan elit iş gücü, finans ve sofistike üretim teknolojileri, milli kapitalizm döneminden çok daha hızlı bir iletişim ve ulaşım gerektiriyor. İnternet üzerinden iletişim giderlerinin sıfıra yaklaştığı günümüzde global ekonominin metropolleri, egemenlik alanı dahilinde bulunduğu ülkeler tarafından tam kontrol edilemiyorlar ve bu anlamda giderek ulus devletlerden daha bağımsız oluşuklar haline geliyorlar. Bu şehirlerin içinde Türkiye'den sadece İstanbul ve periferisi bulunuyor. Daha küçük ölçekte, ülke içinde önemli şehirler malum, ama onlar arasında da geleceğe entegre şehirler sıralamasında galiba esasen İzmir, Ankara ve Eskişehir'i sayabiliriz.

Dar alanda hammadde işleyebilen, finans merkezi olan, kültür endüstrisinin yaşadığı, hukuk sisteminin iyi işlediği, banka ve sigortalrın üslendiği global metropollerin işlemesinin garantörü, gene teritoryal devletler. Gene teritoryal örgütlenmeler ve eğitim sistemi sayesinde bu metropollerdi taşıyan kalifiye iş gücü sağlanıyor. Kalitatif yüksek konsantrasyon sonucu elde edilen ekonomik avantaj, merkezî olmayan (desentral) ekonomiyi güçlendiriyor. Ve bu noktada, devletlerin ekonomi politikalarının yeni global mertopollerin güçlenmesine ve zayıflamasına ne kadar önemli etkiler yaptığı da net. Terör tehdidi altındaki İstanbul zayıflarken, Diyarbakır'ın global ekonomiye katılması engellenebiliyor. 1980'ler öncesi dünyasında ekonomik güç sıralaması yapılırken listeye ülke adları konuyordu, bugün de konuyor, ama artık devlet sıralamaları eskisi kadar gerçekçi değil. Sıralamaların giderek şehirler üzerinden yapılacağı, kapitalizmin ilk dönemine benzer bir sürece giriliyor. Ulusdevletlerin metropollere homojen dil ve kültürde kalifiye eleman yetiştirme tekeli de aşınıyor. Dil İngilizce, eğitim biçimi de global ve yerellik eskisinden daha önemsiz hale geliyor. Şehirler, uludevletlerden ve uluslararası ilişkilerden daha bağımsız hale geliyor. Şehirler, uluslarötesi kapitalin mal/iş/eleman dolaşımının merkezleri olarak ulusdevletlerin kontrolünden giderek çıkarlarken, üzerinde yaşadıkları ulus devletlere katkıları da çetrefilli bir rota izliyor. Bu şehirler ülkelere prestij sağlarken, maddi katkıları beklendiği kadar olmuyor. Mesela İstanbul, artık sadece Türkiye Cumhuriyeti'nin değil, global ekonominin ve global kültürün de malı ve ona uygun yeni bir İstanbul elitinin ortaya çıkmakta oluşuna bakarak, eskinin milliyetçi/ulusalcı mukaddesatçı Türkçü elitinin gelecekte sadece küçük bir azınlık teşkil edeceğini söyleyebiliriz. Bu fikir şimdi bazılarına absürd de gelse, dünyadaki genel trende uygun bir gelişme.

Kapitalizmin kategorik kriz sürecine tekabül eden Postkapitalist dönemde şehirlerin yeniden sistem merkezleri haline gelme eğilimi, teritoryalliğin (kapitalizmin ulusal egemenlik alanının) da zayıfladığına işaret ediyor. Sağ Popülizmin yeniden güçlenmesi, kapitalizmin bu yeni aşamasına hakkıyla uyum sağlanamaması ve yeni alternatiflerin henüz ortada görünmemesindendir. Malesef çok acıya ve ölüme neden olan yeni milliyetçiliklerin ömürleri de kısa olacak gibi görünüyor. Kapitalizmin en temel siyasi ifadesi olan milliyetçiliklerin zamanla marjinalleşip önemsizleşeceğini şimdiden söyleyebiliriz. Şehirlerin -Türkiye'de İstanbul'un- global anlamda çok daha önem kazanması ve ülkeye daha fazla prestij kazandırması, kapitalizmin en başında kapitalistleşmede motor rolü oynaması, şimdi de postkapitalist dönemde yeni bir rol oynayabileceğini gösteriyor. Ülkeyi de arkasından sürükleyebilecek önemdeki bu gelişmenin sistemsel garantörü, gene Türkiye Cumhuriyeti ve onun -gelişmelere takaza olmayacak- demokratik seküler hukuk devleti yapısı. Bu özelliklerin yaşatılıp geliştirilmesi, ülkenin bütünü için de tayin edici önemde. Yoksa günün birinde İstanbul ve havzasının ülkeden bağımsız bir yapı haline gelmesi hiç de bilim kurgu malzemesi değil, gerçek olabilir.

Kırılganlaşan global ekonominin işleyebilmesi, barışın yaygınlaşmasına ve kalıcılaşmasına bağlı. "Küçük olsun benim olsun" mantığı, üçüncü sınıf bir yer olmayı peşinen kabul etmek demektir. Gelişmenin bu aşamasında neoliberal islamcılığın ardından milliyetçiliğin bastığı zeminin de zayıflaması, Türkiye'nin müzminleşen Türk-Kürt meselesinin sosyo-ekonomi dili ve duruşu üzerinden çok daha yaratıcı ve barışçı bir evrim geçireceği aşikar. Kapitalizmin teritoryal bağımlılığının azalması, barışın sağlanması durumunda bir çok konunun düşünülenden daha kolay aşılabileceği ortamı da yaratabilir. Geleceğe akıllıca hazırlık, elbette kapitalizm ötesi alternatiflerin de denkleme dahil edilmesiyle mümkün. Kapitalizmin yeni aşamasını iyi anlamak, onu akıllıca kullanmak ve aşmak için büyük önem taşıyor.

Kaynak: Konstantiniye Notları
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> FELSEF'Î DÜŞÜNCELER Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com