EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Yalaka Behçet Kemal'in Mevlid'i

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pzr Şub 07, 2010 10:49 pm    Mesaj konusu: Yalaka Behçet Kemal'in Mevlid'i Alıntıyla Cevap Gönder

Yalaka Behçet Kemal'in Mevlid'i
Yalakalık edebiyatımızın daniskası Behçet Kemal'in 'Atatürk Mevlidi'dir. Süleyman Çelebin'nin 'Mevlit'ine nazire yazan Bahçet Kemal'in yazdığı 'Mevlit'...

Eski AK Parti Aydın İl Başkanı İsmail Hakkı Eser’in Başbakan Tayyip Erdoğanhakkında “Bizim için ikinci bir peygamber gibidir” demesi ve daha sonra istifaetmek zorunda kalması, bana Cumhuriyet dönemi Türk Edebiyatı’nın bu şekilde aşırı övmelerle dolu diğer örneklerini, en başta da Behçet Kemal Çağlar’ın Atatürk için yazdığı “Yeni Mevlid”i hatırlattı.

Şair, Süleyman Çelebi’nin meşhur Mevlid’ini, Atatürk’e uyarlamıştı.

ESKİLER, şimdi “yalakalık” yahut “yağcılık” dediğimiz işe “tabasbus”, yalakalıkyapana da “tabasbuskâr” derlermiş.

Böyleleri için yine eskilerin kullandığı başka sözler de vardır ve bunların arasında en hoşuma gideni, “kâselîs” kelimesidir. “Kâselîs”, “çanak yalayıcı” demektir.

“Son yalaka”nın kim olduğunu artık biliyorsunuz: AK Parti’nin Başbakan Tayyip Erdoğan hakkında “Bizim için ikinci bir peygamber gibidir” diyen eski Aydın İl Başkanı İsmail Hakkı Eser.... Eser, yayınlanan ses kaydı vasıtasıyla bu unvanı bihakkın elde etmiş oldu, üstelik unvan kazanmakla da kalmadı, ortalığı birbirine kattı, Meclis’te AK Partili ve MHP’li milletvekilleri, Eser’in yalakalığı yüzünden tekme-tokat birbirlerine girdiler ve müseccel son kâselîsimiz partisinden istifa etmek zorunda kaldı.

RAHMET OKUTAN ŞİİRLER

İster “yalakalık” deyin, ister “ifratla tefrit arasındaki sayıklamalar” şeklinde niteleyin; bizde muhatabını övmeye heveslenince ipin ucunu kaçıranlar pek çoktur ve edebiyat tarihimiz bu gibi tabasbusların örnekleriyle doludur. Üstelik, içlerinde Atatürk’ün vefatından sonra kaleme alınan öyleleri vardır ki, eski AK Parti Aydın İl Başkanı İsmail Hakkı Eser’in sözlerine rahmet okuturlar.

SÜLEYMAN ÇELEBİ’NİN İLHAMI

Bu şekildeki eserlerin başında, Behçet Kemal Çağlar’ın Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inin verdiği ilhamla yazdığı, daha doğrusu Mevlid’in sözlerini Atatürk’e uyarlayarak kaleme aldığı yeni “Mevlid” gelir... Bu sayfada, Behçet Kemal Çağlar’ın yeni Mevlid’inin bazı mısraları ile Süleyman Çelebi’nin o mısralara ilham veren asıl Mevlid’inin ilgili yerlerini, bu sayfada birarada yayınlıyorum.

İsmail Hakkı Eser, “yağcılık” konusunda bence Behçet Kemal Çağlar’ın eline su dökemezmiş...

Atatürk’e ‘Tanrı’ deyip ‘Türk Âmentüsü’ yazanlar da vardı EDEBİYATIMIZDA, Behçet Kemal Çağlar’ın Atatürk için yazdığı Mevlid’in yanısıra aynı şekilde aşırı ifadelerle dolu olan çok daha başka eserler de vardır. Meselâ, 1894 ile 1957 seneleri arasında yaşamış olan Edip Ayel,
Atatürk’ün vefatından sonra kaleme aldığı bir şiirde onun aslında “Tanrı” olduğunu ve “Tanrı’nın ölmeyeceğini” söyler: “Ey dertli saray! Kâbe mi oldun bize artık? / Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harabe / Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe / Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun / Türk ırkının en son ulu peygamberi oldun / Tutsak seni lâyık yüce Tanrı’yla müsavi /
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvi / Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses / İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!” Bir hahamın oğlu olan,1883 ile 1961 yılları arasında yaşayan Moiz Kohen, gençliğinde İttihad ve Terakki’yi destekleyip milliyetçilik ve Türkçülük konularında çok sayıda eser verdi. Yazılarında “Tekinalp” adını kullanan Moiz Kohen, 1928’de “Türk’ün YeniÂmentü’sü” başlıklı bir metin yayınlamıştı. Tekinalp, “Yeni Âmentü”de “Türkiye için âhıret günü yoktur” diyor, “İyilik ve fenalık insanlardan gelir” diye yazıyordu.

“Kahramanlığın örneği olan ve vatanın istiklâlini yoktan vâreden Mustafa Kemal’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücâhid analarına ve Türkiye için âhıret günü olmadığına iman ederim. İyilikle fenalığın insanlardan geldiğine, büyük milletimin medenî cihanda en büyük mevkiyi kazanacağına, hamâset destanlarıyla tarihi dolduran kudretli Türk Ordusu’nun birliğine ve ‘Gazi’nin Allah’ın en sevgili kulu olduğuna kalbimin bütün hulûsuyla şehâdet eylerim.”

Ol Zübeyde, Mustafa’nın annesi Ol sedeften doğdu ol dür dânesi
BEHÇET Kemal Çağlar, 1908 ile 1969 yılları arasında yaşadı. Asıl mesleği maden mühendisliği idi ama şair olarak, özellikle de Atatürk hakkında yazdığı şiirlerle tanındı.

Onuncu Yıl Marşı’nın sözlerini Faruk Nafiz Çamlıbel ile beraber yazan Behçet Kemal Çağlar, bazı aşk şiirleri de kaleme aldı. Bestesi Münir Nureddin Selçuk’a ait olan meşhur “Kalamış” şarkısının sözleri de Behçet Kemal Çağlar’a aitti.

Aşağıda, Behçet Kemal’in yeni Mevlid’inin bazı bölümlerini yayınlıyorum. Soldaki sütunda Süleyman Çelebi’ye ait olan asıl Mevlid’in beyitleri, o
beyitlerin hemen karşısında da Behçet Kemal Çağlar’ın Süleyman Çelebi’nin verdiği ilhamla yazdıkları yeralıyor.

İşin tuhaf tarafı, Behçet Kemal’in İsmet Paşa’yı da unutmamış olması ve bu yeni Mevlid’inde Atatürk’ün doğum tarihini “1880” olarak yazması.

habertürk/Murad Bardakçı

23 Kasım 2009 13:59
'Atatürk Tanrılaştırıldı'
"Türkiye’de bir Atatürk kültü kuruldu. Atatürk tanrılaştırıldı, mevlütü bile yazıldı. Bunda onun da günahı var."

TEK PARTİ DÖNEMİ UZMANI ÜNLÜ TARİHÇİ Prof. DR. Mete Tunçay: “Türkiye’de bir Atatürk kültü kuruldu. Atatürk tanrılaştırıldı, mevlütü bile yazıldı. Bu, Mustafa Kemal’in kendi sağlığında başladı. O da razı oldu. Bunda onun da günahı var. Atatürk büyüktü, peygamberdi” diyenler bunu İnönü’ye muhalefet için yapıyorlar. İsmet Paşa’ya sen küçüksün diyemedikleri için “Atatürk çok büyüktü” dediler. "

Röportaj: Fadime Özkan/Star

* * *

Prof. Mete Tunçay, Türkiye’de siyasal düşünceler tarihi disiplininin gelişmesinde katkısı çok büyük olan, çok büyük bir düşünür, akademisyen. Sosyalizmin (hatta sosyal demokrasinin) gerçekleşmesi için demokrasiyi gözden çıkarmayı düşünen kimi “sözde sosyalistler”den farklı olarak liberal demokrasiye, açık topluma inanıyor. Herkesin ortak saygısını kazanmış sol liberal bir demokrat. Tarihçiliğin namusuna halel getirmeyen bir tarihçi.

İki ciltlik “Türkiye’de Sol Akımlar” adlı devasa çalışmasının yeni baskısı İletişim Yayınları’ndan çıkınca kapısını çaldık ve Türk sol düşünce tarihinden bugünün neden güçlü bir solun olmadığına, tek parti döneminden Atatürk’e, Dersim’e kadar engin bir deryaya daldık. İnsanın, işi gücü bırakıp öğrencisi olası geliyor. Öyle “tatlı” anlatıyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı olan Tunçay’ın pek çok başka değerli çalışmasının yanı sıra “Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması” adlı çok önemli bir çalışması daha bulunuyor.

• Atatürk ve Cumhuriyetin ilk yılları artık daha geniş toplum kesimlerinin de takip ettiği bir tartışmanın öznesi oldu. Yöntem ve üslubu nasıl buluyorsunuz?

Teslim etmek gerekir ki; Türkiye’de bir Atatürk tapısı / kültü kuruldu. Atatürk tanrılaştırıldı. Bu Mustafa Kemal’in kendi sağlığında başladı. Bunda biraz da kendi günahı var. Atatürk çok akıllı bir adamdı. Kendisinin bir dizi sözü vardır, “Sana büyük adam diyecekler bunlara inanma” falan diyor kendisine ama beşeri bir şey tabi, kendisinin yaratıcı, kurucu, baba olduğunu söylediklerinde buna razı oluyor. Etrafında bunları söyleyen bir sürü adam var. Kötü manzumeler yazan Behçet Kemal mesela, Atatürk mevlütü diye bir şey yazdı, Atatürk’e peygamberlik izafe etti falan. Bütün bunlar abartmalı şeyler. Atatürk’ün etrafında kurulan şey böyle başladı başka bir yere gitti.

İNÖNÜ’YE MUHALEFETLE BAŞLADI

• ‘Abartmalar’ nasıl bir yere doğru gitti?

Yıllarca önce Bulgaristan’da geziyorum. Yanımda da Cengiz Hakof adında bir Türk var. Orada tarih profesörü. Ben Kiril harfleri okuyorum ama Bulgarca bilmiyorum. Bir yerde Dimitrov’un adını gördüm. Ne yazıyor burada, diye sordum: “Dimitrov Bulgarya’nın yetiştirdiği önemli adamlardan biridir’ yazıyor dedi Cengiz. “Ulan” dedim “Ne kadar kansızsınız. Biz olsak en büyük deriz”. Cengiz de dedi ki “Olmaz, Dimitrov en büyükse, Jivkof eşeğin biri mi demek istiyorsun?” Bu bana müthiş bir aydınlanma olarak geldi.

• Ne anlamda?

Çünkü “Atatürk çok büyüktü, peygamberdi” diyenler bunu İnönü’ye muhalefet olarak yapıyorlar. İsmet Paşa paralara pullara kendi resmini koydurduğu zaman “sen kim oluyorsun da bunu yaptırıyorsun” dendi. Halbuki her padişahın kendi parasını çıkartması bizim geleneğimizdir. O da çıkartacak. İsmet Paşa’ya ‘sen küçüksün’ dememek için ‘Atatürk büyük’ deniyor. Bir süre sonra Halk Partisi bunun farkına varıyor: “Tabi büyüktü, partimizi o kurdu” diye bir yarışma başlıyor. Bir çeşit açık arttırma, çok abartmalı şeyler. Bunlar Atatürk’ün sağlığında başlamış olmakla birlikte asıl İnönü’ye muhalefette yükseliyor.

• Sağlıklı bir şekilde nasıl tartışabiliriz?

Bu kültten sıyrılmak “Atatürk haindi, faşistti” terimleriyle yapılabilecek bir şey değil. Atatürk de hiç şüphesiz bir takım takıntıları olmakla birlikte iyilik isteyen bir adamdı.

• Atatürk’ün takıntıları neydi?

Mesela Atatürk’ün bir Arap sevmezliği olduğu muhakkak. Kürtleri de her zaman bir tehlike olarak gördüğünü biliyoruz. Fakat ilginç yanları vardı.

MEMLEKETİN SAHİPLERİNİ BİLİYORDU

• Neydi en ilginç yanı?

Mesela Samsun’a çıktıktan sonra bir böbrek problemi var. Havza’da bir ay geçiriyor. 1919 28 Mayısı ve Haziranın önemli bir kısmı. Orada “memleketin sahiplerine” mektuplar yazıyor. Memleketin sahiplerinin kimler olduğunu biliyor. Çeşitli Kürt aşiret reisleri, şeyhler falan. İşte “sizinle şurada tanışmıştık, söylediklerinizi her zaman saygıyla hatırlıyorum” falan diye yazıyor ama içten içe de her zaman tedirgin. Kendisi de Türk milliyetçisi olduğu için diğer milliyetçiliğin yükselmesinden çekiniyor. Fakat Birinci Mecliste üzerine geldikleri zaman, hiçbir zaman Türk milleti falan diye milliyetçilik yapmıyor. Zaten Milli Mücadele, İslam milletinin mücadelesi. “Biz burada Türk’ü Arap’ı Çerkez’i Kürd’ü hep beraberiz” diyor.

POLİTİKAYA İNANMIYORDU

• Bu onun iyi bir politikacı olduğunu gösteren bir şey midir?

Politik manevra yapmak bakımından iyi bir politikacı ama politikayı sevmeyen bir adam Atatürk. Politika değil, buyurganlık yanlısı. Politika uzlaşı demektir. O ise kimseyle uzlaşmak istemiyor. Ama çeşitli

manevralarla onu ona, onu ona oynayıp kendi alanını açıyor. Pek çok örneği var bunun ama politikayı bir değer olarak benimsemiş biri değil. Pozitivist bir tarafı var. Neyin gerekli olduğunu bildiğine inanıyor. Doğruyu biliyorsan onu yerine getirmek senin için ahlaki bir vazifedir. O da biliyor neyin iyi olduğunu, ona inanıyor. O yüzden de buyuruyor.

BİR DİKTATÖRLÜK MÜ BIRAKACAĞIM?

• Milli mücadele ile ilgili bildiklerimiz ne kadar doğru?

Bir takım oransızlıklar var. 1. Dünya Savaşında Osmanlı ordusu 2 milyon kişiyi askere aldı. Ve Avrupa cemiyeti ülkelerinde, Kafkaslarda, Sina’da, Çanakkale’de büyük darbeler yedi. Ermenilerle başlayan sonra Yunanlılarla devam eden Milli Mücadelede sayılar inanılmayacak kadar küçüktü. En çok yüzeli, iki yüz bin kişi. Son derece uzun sürmüş küçük bir şey ama Milli Mücadele ya da İstiklal Harbi, siyasi bir olay olarak önemli. Fakat sonrasında politik sebeplerle Ali Fuat Paşa, Karabekir Paşa ve Rauf Bey ortalıktan siliniyor. Bunlar da muhalefete geçiyor. Ali Fuat Paşayı Çerkes Ethem ile işbirliği yaptı diye Moskova’ya büyükelçi olarak sürüyorlar, Karabekir’in askeri zaferlerini görmezden geliyorlar. Sonra Rauf Bey’e takıyor. Ki Rauf Bey Milli Mücadele’de hep onunla birlikte. Mesela Nutuk’ta en çok yerilen kişi Vahdettin değil Rauf bey.

• Muhaliflerini ekarte etmekten dolayı bir rahatsızlık duyuyor mu?

Tabi Atatürk zeki bir adam. Fethi Okyar’a Serbest Fırka’yı kurdurtmadan önce Okyar’ın defterine kaydettiği bir şey var. Atatürk ona dert yanıyor, diyor ki “Bütün gençliğim Harbiye sıralarında Abdülhamit’e muhalefetle geçti. Şunları, şunları yaşadık öyle bir durum oldu ki, bugün gözlerimi kapasam arkamda kalacak olan bir diktatörlük manzarasıdır”. Mustafa Kemal’in böyle düşündüğüne şüphe yok.

• Bu bir pişmanlık ifadesi sayılabilir mi?

Hayır. Pişmanlık değil de daha çok bir hayal kırıklığı. “Ben beceremedim bu işi” demek gibi bir şey.

Tek Parti döneminde yaprak kıpırdamadı

• 1936 doğumlusunuz...

Çocukken 2 buçuk yaşındaki halimle Atatürk’ün cenaze törenini hatırlardım. Üzerimdeki kıyafeti tarif etmiştim de annem doğrulamıştı.

• O ilk yıllar, heyecanlı ama kaygılı yıllar. Psikolojisinden de etkilendiniz haliyle?

Cumhuriyetin ilk yıllarında herkesi sarmış bir heyecan vardı. Pek çok kişiyi almış götürüyordu. Ama bu ne pahasına oluyordu? Alfabe inkılâbından sonra okur yazarlık yüzde 10’larda geziyor. Ekonomik felaket kötü. Köylünün üretimi para etmiyor. Peşinden benim hatırladığım savaş yılları. Annemin ekmek dilimlerini güneşte kurutup bozulmasın diye saklardı. Şeker, ekmek karneyle. Üniversiteyi bitirdiğim yıllar eleştirel gözle baktığım yıllar. O vakte kadar bunlar verilmiş bunlara uyacaksın, doğru olan da budur iyidir hep iyiye gidiyor...

• Merakla ve eleştirel gözle baktığınız yıllardan bugüne ne değişti ülkede?

DP’ye gelinceye kadar Türkiye, elli yıldır kımıldamamış bir vaziyette. Her ne kadar benim arkadaşlarım mesela Sina Akşin DP’nin iktidara gelmesini karşı devrim olarak görüyor idiyse de hakikat halinde, köylerin elektriği yok, yolu yok, şehirlerde küçük bir grubun yaşadığı hayatla nüfusun büyük çoğunluğunun hiçbir alakası yok. İlk defa böyle bir entegrasyon DP zamanında başladı. Elektrifikasyon 60’tan sonra gerçekleşti. Benim gençliğimde telefon büyük bir belaydı. Bir tarafa telefon edeceksen santrale yazdırırsın; acele yıldırım bilmem ne diye farklı tarifelerde, beklersin. Teknoloji açısından müthiş bir gerilik vardı.

İkinci Dünya Savaşına İsmet İnönü Türkiye’yi sokmadı. Belki en büyük iyiliği o oldu. Gerçi adamı da ‘milletin erkekliğini öldürdü’ diye tenkit ettiler. Savaşı girsek iyi olur iyi. Benim elime bir liste geçti. Ayak diremek için “ordunun ihtiyaçları karşılanırsa savaşa katılabiliriz” deniyor. Rauf Orbay heyetinin İngilizlere sunduğu bir liste bu. Toplu iğneye dikenli tele varıncaya kadar her şey var listede. Sadece toplar tüfekler değil. Toplu iğne bile yapılamıyor. Toplu iğne çivi gibi bir şey. Kumaşa saplayınca yırtıyor kumaşı. Ampul diye bir şey yok. Türkiye Tek Parti döneminde hiçbir şey yapamadı. 2. dünya savaşı gelince de onun sıkıntıları boğucu oldu.

Dersim’de isyan bastırılmadı halk edeplendirildi

• CHP’nin genel başkan yardımcısı Onur Öymen, kendini savunmak için “Ne yani Dersim isyanını bastıranlar faşist miydi” dedi ve bir tartışmayı kapatmak isterken farkına varmadan başka bir tartışmayı başlattı.

Milli Mücadelenin başında, Cumhuriyetin ilk yıllarında Bektaşiler Aleviler kesinlikle Mustafa Kemal’i desteklediler. Hele hilafeti kaldırması Alevileri sevindirdi çünkü baskı unsuru gibi görülürdü. CHP Alevilerin partisiydi, bu Dersim’e rağmen devam etti. Alevilerin CHP desteği Demirel zamanına dek devam etti. Hatta bir ara anayasaya aykırı bir Alevi partisi kuruldu. Demirel bu partiye sırf CHP’den bir kısmını kopartır diye izin verdi. Ama Dersim özel bir durum.

• Nasıl özel bir durum?

Atatürk dönemindeki ayaklanmalara karşı yapılanların hepsine tedip deniyor. Edebe getirme yani bastırma. Ama bir isyan yok. Bir çok yerde “ola ki bunlar ayaklanır” diye önleyici tedbir alınıyor. Şeyh Sait’inkinde önce bir isyan sonra harekat var. Diğerlerinde bir isyan bastırmaktan değil Kürtlerin yola getirilmesinden bahsediliyor. Dersim’den önce ve sonra Kürt ve Türk Alevi cemaatinin büyük kısmı CHP’yi desteklemiştir. Alevilik etnisiteden önemliydi.

• CHP Tunceli’den iki vekil çıkarırdı ama 22 Temmuz’da bu olmadı. Aleviler de “CHP’nin arka bahçesi değiliz” demeye başladı. Laikliğin Kemalizmin bekçisi ilan edilip de aynı sistem tarafından görülmemeyi sorguluyorlar” artık.

Alevilik kimliği tanınmıyor, böyle bir kabul yok. Bir Alevi toplantısında “Osmanlı, halkı din üzerinden sınıflandırıyor. Ermenileri Gregoryanlar, Katolikler ve Protestanlar diye üç ayrı millet olarak kabul ediyor. Fakat iş Müslümanlara gelince ayrım yapmıyor, Alevi milleti demiyor. Aleviliği geçici olduğunu ümit etmek istedikleri bir sapma diye görüyor” deyince Aleviler “Mete hoca bize sapık dedi” diye itiraz ettiler. Talihe bak ki yanımda Mehmet Ağar oturuyor. Kalktı, hoca öyle demedi, dedi. “Şu hale bak” dedim kendime “beni Mehmet Ağar savunuyor”.

Demokrat Parti muhalif değildi

• Demokrat Parti döneminde Atatürk’e ve dönemine siyasi muhalefet var mı?

DP’de herhangi bir Atatürk muhalefeti yok. Celal Bayar belki en içtenlikli Atatürkçü. Her şeyini Atatürk’e borçlu. 27 Mayıs’ta Atatürk inkilaplarına muhalefet etti deniyor ama bu haksız bir ithamdı. Menderes daha serbestçe ‘İstiklal harbi dediğiniz şey, 3,5 sene sürdü 6 aylık işti, halbuki sayılar küçük, ben bunu ast subaylarla da yapardım’ gibi münasebetsizlikler etti diye çok kızdılar ama asıl işin sahibi Celal Bayar müthiş bir Atatürkçü. Hatta bir dönem bir Ticaniler put diye Lozan meydanındaki Atatürk heykelindeki kılıcı tutan ip kırmış. Celal Bayar, bir sembol olarak Cumhurbaşkanı sıfatıyla gelip kaynak makinesiyle kendisi tamir etti heykelin ipini.

Bu topraklar bir ‘federasyon’a gebe

• Prof. Halil İnalcık “Türkiye milli devlettir. Yeni Osmanlılıktan bahsediliyor, bu yanlış olur” dedi. Türkiye’nin Osmanlı bakiyesi ülkelerle ilişkileri de giderek gelişiyor, ne dersiniz?

Osmanlılık değil ama ben bir ‘federatif ülke’ye inanıyorum. Ben görmem ama, insanlık çeşitli gruplaşmalar etrafında bir dünya devletine doğru gidecek. BM son derece sınırlı tecrübe. Muhtemelen eski Osmanlı toprakları üzerinde bir federasyon olacaktır. Türklerin hâkimiyetinde değil Türklerin de, Yunanlıların Bulgarların Sırpların Arnavutların, Kafkasların, Suriyelilerin Iraklıların Ürdünlülerin İsraillilerin de yer alacakları bir federasyon. Bana öyle geliyor ki bu yapıya erişilse var olan problemler daha kolay çözülebilir. Mesela Kürt Türk çatışması bu kadar taraf olursa daha sağlıklı çözülebilir. Ama buna yeni Osmanlıcılık demek yanlış olur. Osmanlıdan önce de burada bu insanlar bin yıl ortak bir yönetim altında yaşadılar, Doğu Roma’da. Bir arada yaşama geleneği var.

Engin Ardıç
Savarona fetişizmi

Atatürk Galatasaray Lisesi'ni ziyarete geldiğinde okul müdürü Behçet Bey'in odasında kahve içmiş (orta mı şekerli mi acaba?), fincanı hiç yıkamadan, kuru telvesiyle Galatasaray Müzesi'ne kaldırmışlar...

Atatürk'ün artığı bile kutsaldır bu ülkede!

Kutsalların başında da, "Atatürk'ün gemisi" Savarona gelir.

Fakat onu becerip de bir müze yapamadılar.

Bir süre deniz kuvvetlerinde "okul gemisi" olarak kullanıldı, bir ara yandı. Sonra Galatasaray'dan sınıf arkadaşım armatör Kahraman Sadıkoğlu kiraladı, o da yabancı zenginleri gezdirdi.

Bu, ne hikmetse, hiçbir Kemalist'in kanına dokunmadı... "Atatürk'ün yatıyla emperyalistler geziyor" diye kimse tantana yapmadı.

Fakat astarı yüzünden pahalıya geldiğinden Sadıkoğlu da şimdi onu satmaya kalkınca kıyamet koptu. (Satmaya mı, devretmeye mi, orası da karanlık.)

Çünkü alıcı bir Arap...

Avrupa sosyetesinin Savarona'nın kamaralarında kokain çekip çiftleşmesi mubahtı, "elin Arabı çorabı" onu almaya kalkınca Atatürk ilkeleri çiğneniyor...

"Bugün Savarona satılırsa yarın Dolmabahçe Sarayı, öbür gün Anıtkabir satılır" gibi dangalakça eleştiriler de yapılmakta...

Nedir bu Savarona?

"Makam arabası" gibilerden bir "makam gemisi"... Atatürk'ün, hem de Hitler'in hediyesi olan makam otomobili hurdaya çıkarılıp yıllarca Kadıköy-Bostancı dolmuş seferi yapmıştı, ona kimse ses etmemişti.

Atatürk, Savarona'dan önce cumhurbaşkanlığı yatı olarak Ertuğrul gemisini kullanmıştı, bu tekne nerededir? Sökülmüştür. Niçin ona da aynı özen ve saygı gösterilmemiştir?

Savarona'yı Amerikalı zengin bir kadın yaptırmış (Emily Cadwallader), aşırı yüksek vergisinden dolayı Amerika'ya sokamayınca da, yattan soğumuş, satmış.

Hitler'in talip olduğu, ama "Atatürk istiyor" dediklerinde vazgeçtiği de söylenir.

Hastalığı ilerleyen Atatürk'ün son günlerinde bir "oyalanma aracı" olarak düşünülmüş. Daha önce deniz kenarında bir köşk aramışlar, hatta Suadiye'deki ünlü Geylani Köşkü'ne gidip bakmışlar ama sonra yalıdan vazgeçip gemide karar kılmışlar...

Atatürk Savarona'da toplam altı hafta geçirmiş, bir buçuk ay... Gemi 1 Haziran 1938 günü İstanbul'a gelmiş, Atatürk aynı yılın 10 Kasım'ında vefat etti, geminin toplam saltanatı da beş ay...

Yani öyle ulu önderin "dümenine geçip de Yunan donanmasını topa tuttuğu" bir gemi falan değil bu...

Becerip adını da değiştirmemişler, şöyle "Piri Reis" ya da "Barbaros" falan yapmamışlar, adı Savarona kalmış. 1931 Hamburg yapımı, dizaynı artık tapon görünmekle birlikte zarif bir gemidir.

Altı üstü bu işte...

Savarona devletimizde kalmalı ve bir "yüzer müze" yapılmalıdır. Yalnız Atatürk değil, genel bir "Türk Denizcilik Müzesi" yapılabilir, bir iskeleye sürekli demirlenir, Beşiktaş'taki vergi dairesinden bozma, içi muhteşem, dışı kelek deniz müzesi buraya nakledilebilir.

Ama, "Atatürk'ün kutsal ayağıyla bastığı Savarona'nın güverte tahtalarına yüz sürmek ibadettir" gibilerden eşekleşmeden...

SABAH

Yıldıray Oğur
Taraf Gazetesi
'Dudaklarıyla giderdi özlemini mozolenin mermerinde’
06 Nisan 2010 Salı

Yukarıdaki başlık erotik bir dergiden değil.

Urfa’daki köyünde Öcalan’a 61. yaş günü için yapılan “doğum günü partisinden” gelen fotoğrafları gördüğümde aklıma geldi iki yıl önce okuduğum o haber.

Fotoğraflarda, bu yıl ilk kez girilmesine izin verilen Amara Köyü’ndeki Öcalan’ın evini saran kalabalık, bahçeden toprakları pet şişelere doldururken, evde yapılan tandır ekmekleri (Öcalan ekmeği) kapışırken, fotoğrafları, evin duvarlarını öperken görülüyordu.


Dün Vatan gazetesi “Türbeye çevirdiler” diye manşetine taşıdı bu görüntüleri. Hürriyet’in iç sayfadaki manşeti de aynıydı.

Herhalde bu kutsal ekmek, şifalı toprak, öpülesi taş ritüelleri pozitivizmde Kemalistleri aratmayan ana akım Kürt siyaseti tarafında da “çağdışı hurafeler” olarak kınanır.

Hurafeleri de ortaya çıkmaya başladığına göre alamet zinciri tamamlanan Öcalan’ın yüce önderliği üzerine de artık Kürtler Türkiye yakın tarihiyle karşılaştırmalı okumalar yaparak biraz düşünürler.

Peki, “Hurafeci cahil köylüler, Kürtler ve PKK”yı aynı karede birarada görünce dayanamayıp manşetten çakan hurafe-savar, süpersonic rasyonel medyamız bu görüntülerin hemen hemen aynıları yıllardır Türkiye’nin başkentinde, Anıtkabir’de tekrarlanırken ne yaptı acaba?


Son üç yılda Anıtkabir’e gidip Ata’ya memleketi şikâyet etmeyen, kendisinden yardım ve ihsan dilemeyen kaç tane yurtdışlarında okuyup gelmiş ODTÜ’lü hoca, kaç tane tarafsız ve bağımsız Yargıtay üyesi, kaç tane İngilizce bilen, modern prenzantabıl çağdaş Türk kadını kaldı?

Mesela 2008 yılının 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda “Anıtkabir’e sel olup akan milyonlarca yurttaşın” yaptıklarıyla, “Öcalan’ın köyün hücum eden terör örgütü yandaşlarının” yaptıkları arasında mahiyet olarak ne fark vardı?

O yıl Anıtkabir’de Atatürk’ün mozolesini öpen, okşayan, üstüne kitap bırakanlar “çağdaş” yurttaşlarken, Öcalan’ın evinin duvarlarını öpenler mi “hurafeci, sözde yurttaşlar” oldu?

Peki, o gün Atatürk’ün mozolesini öpüp, okşayanlar için Vatan ve Hürriyet “Anıtkabir’i türbeye çevirdiler” diye başlık atabilmiş miydi?

Hafızamdan emin olamayıp arşivleri taradım. Yok, doğru hatırlıyormuşum.

Önce Hürriyet.

Başlık: Cumhuriyet ışığı ruhlarımızı yıkadı.

“Türkiye’nin dört yanından Başkent’e gelen her yaştan, her sosyal gruptan vatandaşlar, Ata’nın mozolesine ulaşmak için saatlerce kuyrukta bekledi. Ve kimi parmaklarıyla, kimi dudaklarıyla giderdi özlemini mozolenin mermerinde.”

Ve Vatan.

Başlık: Ata’ya minnet öpücüğü.

“Dua okuyanlar, Ata’nın mozolesini diz çöküp öpenler ve hatta gözyaşlarını tutamayıp ağlayanlar vardı. Askerlerin nöbet değişimi de ziyaretçiler tarafından alkışlar eşliğinde yapıldı.”

Artık her yıl Selanik’teki Atatürk’ün evinin bahçesinden alınan toprağın atletler tarafından 337 kilometre taşınarak 19 Mayıs törenlerinde Cumhurbaşkanı’na sunulduğunda ne yazdıklarına hiç girmiyorum.

Anıtkabir’in ziyaretçi defterinde Atatürk’le dalga geçen çocuklara hapis cezası verildiğinde, Damal dağındaki Atatürk silueti üzerinde koyunlara otlama yasağı getirildiğinde, Gülsüm İnek sürgüne gönderildiğinde neler dendiğine de...

Yine de ikna olmadıysanız isterseniz Anıtkabir’e sel olup akan yurttaşları bir gün de Selanik’teki Atatürk evine götürelim. Bakalım bahçeden toprak almadan, duvarları öpmeden kaç kişi geriye dönüyor?

O halde ne yapıyoruz: Herkes önce kendi atasının mezarının türbeye çevrilmesini eleştiriyor. Sonra “başkalarının atasına” batırıyor manşeti...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> YAKIN TARİH Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com