EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

'Yeni bir dünya düzenine ihtiyaç var'

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Oca 11, 2010 1:52 am    Mesaj konusu: 'Yeni bir dünya düzenine ihtiyaç var' Alıntıyla Cevap Gönder

'Dünya bir inkılâp bekliyor…'/ Şükrü Sak
16 Şubat 2014



Bolu F Tipi Cezaevinde Salih Mirzabeyoğlu ile aynı havalandırmaya çıkan gazeteci Şükrü Sak, Mirzabeyoğlu ile sohbet ve intibâlarını Millî Gazete'ye yazdı…

Salih Mirzabeyoğlu; 28 Şubat Darbecilerinin verdiği emir-talimatlarıyla idam cezası almış bir fikir adamı. Tam 16 senedir cezaevinde ve son dokuz yıldır da “kanun geriye yürütülmek” suretiyle “tek kişilik hücre”de. Dosyasında bir tek eylem yok, ne de bir eylem talimatı… Bilinen tek suçu; O’nun “Mütefekkir” kimliği ve yazdığı eserler; başta fikir, şiir, roman, hikâye, otobiyografi tarzı eserler… Batı felsefesinden İslam tasavvufuna, Divân Edebiyatından hukuka, sosyolojiye, psikolojiye, eski Yunan, İslam tarihine kadar onlarca alanda 60’a yakın eser… Bugünlerde 28 Şubat darbecilerinin tek tek dışarı çıktığı ve “paralel devlet” yapılanmasından söz edildiği, ama tek suçu FİKİR ÜRETMEK olan Salih Mirzabeyoğlu’nun hâlâ içerde olduğu göz ardı edilmektedir…

Gündemdeki konular ile ilgili değerlendirmelerinizi soracağım ama, günlük politik mevzular üzerinde konuşmaya isteksizliğinizi daha önce belirttiğiniz için…

Bunun içinde bulunduğumuz şartlardan dolayı, malûm olduğunu, anlaşılacağını farzediyorum…

Anladım efendim…

Fakat, şöyle de bir şey var; -sizin kastınızı göz önüne alarak söylüyorum- bir dünya görüşüne nisbetle, onun pratiği olarak yapılmayan, başı sonu belirsiz her “değerlendirme” de –isterse isabetli olsun- nihâyetinde havada kalır… Öncelikle “siyaset”; hareket olarak, vasıta olarak, hedef ve gaye olarak, “OLUNMASI GEREKEN”in tertibidir, âletidir ve her basamakta ve her türlü görünüşü içinde, “ruh ve fikrin sindirileceği” vesiledir, manivelâdır… “Olunması gerekene” ait en küçük bir imajın, “yapılması gereken”e ait en küçük bir fikrin olmadığı yerde, basit itiş kakış… “Şartların objektif tahliline, şartlara, fikri tatbik edebilmek…” siyasi mücadele dediğin şey budur! Hani? Hangi fikir?.. Şartlara fikri tatbik edemiyorsanız, o ândan itibaren, fikir pörsümeye başlamıştır diyeceğim ama, galiba çok lüks bir ifade olacak…

Fikrin, “aksiyonla” ilgisine mi atıf yapıyorsunuz?...

Şimdi, ben bir fikir adamı sıfatıyla konuşuyorum. Aksiyon fikre dayalı harekettir, fikirsiz hiçbir hareket, ne kadar büyük olursa olsun, aksiyon değildir. Bir harekete yön veren, istikâmet tayin eden; fikir… İdeal (…..) Sanırım anlaşılmıştır, niçin günlük politika konuşmadığım; fikir ve fikir sistemi etrafında, el atabileceğimiz mevzular tabi ki var, fakat onun da, kaval çalan-kaval dinleyen gibi abuk sabuk bir zemine kaymaması için, daha doğrusu “reel bir zemini” olmadığı için, günlük politikadan ziyâde, onu da asıl olarak şekillendirmesi gereken, tefekkür plânında konuşabilirim…

O zaman, “Ölüm Odası”na “nasıl bakılması gerektiğine?” dair bir pencere açmanızı.

Aslında, anlaşıldığına dair bir takım tezahürler görsem, “Ölüm Odası” ile ilgili söyleyeceğim çok şey var… Roman, otobiyografi, hatırât, vesair gibi klasik edebiyat kategorilerinden birine sokulmasa da, bunlarla beraber diğer birkaç kategoriyi de içine alan orijinal bir tarz, dış yüzden şekil olarak bakıldığında böyle…

“Kendi (rönesans)ımızı başlatmak…”

“Ölüm Odası”nda “yapmaya çalıştığınız nedir?” diye sorsam?...

Orda bir nevi; “kâinatta insan-insan’daki kâinat” sırrını kurcalar gibi, hakim Batıcı düşüncenin “mekanik kâinat-mekanik hayat” (robot insan) algısını yıkmak, bunu yıkarken de yerine; İslam tefekkürünün “duygu ve düşünce” alışkanlığını kazandırmak gibi azim bir çaba ve niyet var…

“Ölüm Odası”nda ne yapmaya çalışıyoruz?.. Aslında sadece bu esere mahsus değil, bütün eserlerimizi de içine katarak söyleyebilirim; bir bakıma kendi (Rönesansımızı) başlatmanın heyecanını duyurmaya çalışıyoruz… Bu da kendi değerlerimizi yenilemek anlamına gelir… Beş yüz yıllık çöküş ve çürümeyi tersine çevirmek gibi, zorların zoru bir iş… En genel anlamda Batı karşısında “Doğu” diye anlayın. Mücadeleyi, dava ahlâkını, hep verici olmayı, başını bir gayeye adamayı, ilme, fikre, ideolojiye dayalı bir hareket tarzını yaşamak, yaşatmak, aşılamak… “Olması gerekeni” hayâl ettirebilmek, hissettirebilmek… Batı’nın (Rönesans’ta) yakaladığı ışığı, aşkı, şevki, kendi tarih ve değerlerimiz içinde yakalamak… Bunu yapmaya çalışıyor, yapılması gerekenin bu olduğunu göstermeye uğraşıyoruz. İşte aydınların, sanatçıların, ilim adamı, fikir adamı, akademisyenlerin temel alması gereken zemin bu… Bu da ancak bir ideolocya-sistem temelinde gerçekleştirilebilecek bir şey. Büyük Doğu-İbda Külliyatı bunun için... Dünyada bugünkü ruhî, fikrî, siyasî çöküşü bütün sebeb ve sonuçlarıyla tartarak, tarayarak, anlayarak… Kendi nefs muhasebemizi dibine kadar yapmış, bütün zaaf ve kuvvetlerimizi tesbit etmiş olarak, yepyeni bir ruh ve nizâm yekpâreliği içinde yeniden doğmak…

“Dünya bir inkılâp bekliyor…”

Evet, dünya bir inkılâp bekliyor ve bu inkılâbın adı da İslâm… Dayanak sınıfı da aydınlar… Bugün içinde bulunduğumuz iç ve dış şartların bunu nasıl zorladığını görmek lâzım… Ve asıl ihtiyacımızı; belli sahalarda dinin hikmetlerini en DOĞRU ANLAYIŞLA topluma aplike edecek ve insanlara yaşanmaya değer hayatı bildirecek fikirlere ihtiyaç var… Bu da mihraksız çocuk uçurtması fikirler gevelemekle olacak iş değil, bir “ruh-anlayış-sistem”le, böyle bir sisteme nisbetle yapılması gereken bir iş…

İslami hassasiyetlere yürütülen bazı çaba ve gayretler var; güzel ve de olması gereken çalışmalar. Fakat bir fikre nisbet içerisinde olmadığı için zamanla hem etkisi azalıyor, hem de rastgeleliğe dönüşme eğilimine giriyor…

Bin kere söyledik, bir kere daha söyleyelim; İslam’ın hakimiyeti gayesi etrafında gösterilen samimi çaba ve gayretler, rastgele değil de, böyle bir “sisteme” nisbetle yapılıyor olsa, on senede alacağın mesafeyi-verimi bir senede almak gibi muazzam bir fayda doğacak. Yuvarlandıkça büyüyen kartopu gibi ve bütün insanlığın fikir ve sanat verimini de, kendi keyfiyet bünyesinde eritmiş, kendine mal etmiş olarak… Geçenlerde izledim, Başbakan, BM’nin Müslümanlar söz konusu olduğu zamanki tutumuna karşı, “dünya beşten büyük” diye bir şeyler söylüyordu… Otuz beş yıl önce “Aydınlık Savaşçıları”nda ifadesini bulan duygu-şuur; (“Öğrendiler onlar için olmadığını/ İnsan Hakları Beyannamesinin/ Öğrendiler Birleşmiş Milletler/ Domuzlar Diktatoryasını/ ve tanıdılar parçalanmış göğüslerinde/ Annelerinin/ Çağdaş uygarlığın sırtlan yüzünü…)

Tam bunu “hatırlatmanın” yeri geldiğinde…

Bırak hatırlatmayı, sen hatırlamaz olmuşsun. Bunu, biraz önce söylediğim, “on senede alacağın mesafeyi bir senede alırsın”dan kasdıma da misâl olsun diye söylüyorum; Ne değişti otuz beş seneden bu yana; biz bunu tâ o zaman söylemişiz. Bu “şuurun” kökleşmesi için ne yaptın, onu soruyorum… O zamandan bugünlere –rastgele değil de- “üst üste koyarak” geliyor olsaydın, bugün çok daha başka noktada olurdun; millet olarak… Tabii bizim mânâmız açısından…

“Dünya görüşü-fikir sistemi”

İslam tefekkürünü günümüz şartları ve ihtiyaca göre “sistemleştiren” bir usûl üzerinde olduğunuzu söylemiştiniz?

Bu söylediğimizin “ne demek” olduğunun anlaşılması için, meseleyi en kökünden ele alıp işaretleyelim; insanın yaratılmasından maksat, Allah’ın emrettiği ibadetlerin eda edilmesi olduğu gibi, ibadetlerin edasından maksat da imânın hakikati olan “yakîn” halini elde etmektir; yakîn, yani şüphesiz, kat’i ve sağlam olarak bilmek… Allah’a iman, din manzumesini O’ndan getiren Resûlü’ne itaatle mümkün olduğuna göre, Resûlü’ne “yakîn” halini elde etmeye çalışmak da Allah’a imanın hakikatindendir, imanın kendisidir; Allah’ın Sevgilisi, Allah’a iman ve itaat kendisiyle mümkün olan… İşte bu noktada, O’na “yakîn” getirme usullerinden biri de, belirttiği liyakat nisbetinde TEFEKKÜRDÜR; ve tefekkürün öyle çeşitleri var ki, has ve hususî ibadet neviîndendir. Bu tefekkürün –İslam tefekkürünün- cemiyetin ihtiyaç ve yoğrulması gayesi etrafında “sistemleştirilmesi…”

Sanırım, iman Metedolojisi dediğiniz husus da bununla ilgili?...

Öncelikle; aklın kuşattığı hiçbir yerde sır yok, kuşatıldığı her yerde sır var… Allah’ın kuşatılması muhal, kuşatması da mutlak olduğuna göre, ona giden yol “sır idraki”nden başka ne olabilir?.. Sır olmasaydı, “meçhul” olur muydu hiç?.. Meçhul olmayınca da, ne fikir, ne ilim, ne sanat… Buna bağlı olarak; bütün iş ve hareket şubelerinin, kendi özellikleri çerçevesinde tüttürmeleri gereken “metod ve muhteva ölçüsü”nü Üstadım’dan işaretleyebiliriz:

-“Biricik taktik ve diyalektik olarak, Allah ve Resûlü’ne hakikat dedikleri mevhumelerden değil; bizzat hakikati Allah ve Resûlü’nün emirleri terazisinde tartanlardan olacaksın! Mantık üstü mantığın şu olacak: Doğruyu mu istiyorsun?... Allah ile Resûlü’nün bildirdiği!... Güzeli mi istiyorsun?... Allah ile Resûlü’nün gösterdiği!... İyiyi mi istiyorsun?... Allah ile Resûlü’nün öğrettiği!..” Bunun sistem olarak ifadesi de, bağlı olduğumuz dünya görüşü!..

“Batı tefekkürü ve islam tasavvufu arasında”

Kökleri, “Zamanı aşmış bâtın kahramanları” diye nitelediğiniz, gerçek tasavvuf ehlinin hâl, söz ve yaşayış olarak misâllendirdiği ruha dayanan, kökleri oraya uzanan bir sistem?...

Dünya görüşümüzün tasavvufi derinliği, “fikir suretinde” görülmüştür sanırım; bu kadar, -meseleler içinde- yazıp anlattıklarımızdan sonra… Daha önce de söyledim; İbda İdeolocyası Mektubât’tan süzülmedir, onun, zamanımızın ihtiyacına nisbetle fikirde suret bulmuş hâlidir diye… Malûm; bu yolda iki dev, iki zirve var; İmam-ı Rabbânî ve Muhiddinî Arabî Hazretleri… Bu iki zirvenin bu asırda kesiştiği nokta; “Üç ışık”tır… (Büyük İrşad Kutbu, Abdülhâkim Arvasî hazretleri ve Necip Fazıl.) İbda’ya vücud veren bu temel, bu arka plân… Tasavvufun, topluma bütünü ile şamil değil de, daha hususî bir yol olduğu göz önüne alınırsa, bütünü ile topluma şamil bir fikir sisteminin (İbda) “ruhunu” o yoldan alacağı tabiidir… Bu çerçevede İslam tefekkürüne getirdiğimiz yeni açılımlar, ANAHTAR kavramlar anlaşılmış olsa, bugün her şey çok daha farklı olurdu… Şunu da ilâve edelim; bu meselenin (tasavvuf ve tarikat mevzuları) sahtelerinden nefretimizi bilenler, hakikisini ve hakikatini de candan aziz tuttuğumuzu bilirler…

Örgüleştirdiğiniz düşünce sisteminde “Veli kelamı”nın çok ayrı bir yeri var; “Sütün kaymağı” diyorsunuz ve bir takım meselelerin çözüm çekirdeği diye niteliyorsunuz, bunu biraz?..

Sefillikle ve bayağılıkla- aslından ve hakikatinden uzak- işportacı ağızlara kadar düşen, düşürülen bu mevzuyu, ilgisiz, alâkasız ayak takımının istismarından kurtarıp, göklerdeki yerine, (olur olmaz kullanmamak, oluruna getirip kullanmamak anlamında) iade eden de biziz, bu şuuru uyaran ve sahtelerini tepeleyen anlamında… Boynu bükük mübareklerin(!) her asil değeri kendi çapsızlığına indirmelerine müsaade etmeyerek… Yoksa biliyorsunuz, bu meselelerin –sapık kolları bir tarafa- “gönül sohbetleri”(!) kıvamında nelere âlet edildiğini…

İslam tasavvufu ile batı tefekkürü arasında –bütün eserlerinizde görülen- mekik dokur gibi gidip gelişleriniz, sanki iki zıddı birleştirmeye çalışır gibi çarpık bir değerlendirme(!)ye tabii tutulmuştu bir aydın tarafından?

Tamamen yanlış!.. “Birleştirmeye çalışır gibi” ne demek! Değil…

Batı tefekkürünü İslam Tasavvufu önünde hesaba çekmek. Onun bizden (İslâm’dan) aldığı doğruları “aslına irca” ve bir sistem içinde yerli yerine oturtmak; yaptığımız bu… Ne kuru, ruhsuz bir nakilcilik, ne de ezbere soydan bir tekrar yok bunda! Ben yitik malımı tanırım, “bulduğum” benim yitiklerim veya benden (İslâm’dan) çalınmış olanlar… (……) Bakın, ortalama Batılı aydının İslâm karşısında müthiş derecede hileli bir tavrı vardır. Diğer, Hind, Çin vesair “doğu mistizmlerine” karşı öyle değil ama. Onlardan alırken kaynak gösterir, adresi verir ve bir nevi reklamını yapar, idealize eder… İslâm’dan aldıkları-veya çaldıkları- söz konusu olduğunda tam tersi, gizler, örter, üzerine yatar, kendi buluşu, kendi icadı gibi…

Kendinizi ve düşünce sisteminizi tarif ederken söylediğiniz; “Batı tefekkürü ile İslâm tasavvufu arasında kanatlarını açmış” diye niteliyorsunuz, bunu biraz?..

Batı tefekkürünü İslâm tasavvufu önünde hesaba çeker ve muhasebe ederken, temel noktalarımızdan bir tanesi şu ölçü; “İslâm, bulduktan sonra aramanın rejimidir.” Senin “hakikat” diye bir kaygın yok ki! Daha doğrusu hâlin ve tavrın; hiç de “hakikati bulmuş” adamın hâli ve tavrı değil, ne de o “itminan hissi” dediğimiz… Mutlak mânâda hakikate teslim olmuş insanın hâli?.. Ezber soyundan geveleyip duruyorsun; “Hürriyet hakikate esarettir” filan diye. İşte o ne? Onu soruyorum; Hakikate esaret gerçek hürriyettir! Bu, senin ne anladığın, ne de şahsında görünen, isbatladığın bir hakikat? Yok! Hürriyet, ruhî idrakin tekâmülü mânâsına, bilgilenme süreciyle aynı şeydir… Bu, hem hürriyetin ne olduğunu ve hem de niçin gerekli olduğunu izah eder… Anlatabiliyor muyum? Bu anlamda da, İslâm’dan başka hiçbir sistem, gerçek mânâda ferdi ve toplumsal özgürlüğü garanti edemez! Hürriyetin gayesi, sadece hak ve hakikat olmalıdır.

Bugün ağzına “demokrasi” lafını almadan, neredeyse cümle kuramayacak hâle gelmiş aydınların çelişkisini de gösteren bir durum bu?..

Doğrudan Üstadım’ın ifâdesiyle söyleyeyim: Esaretlerin en korkuncu başıboş Batı hürriyetçiliğidir ve aslında, herkese mahsus bir söz, herkese mahsus bir fikir, herkese mahsus bir hakikat yoktur. Hakikat birdir. Onu yine bir kişi bulur, bir milyon kişiye tasdik ettirir. Böylece nizâm ve âhenk dediğimiz şey doğar. Ve böylece, ister istemez reyler tekte birleşir. Eğer bu bir kişinin bulduğu şey eğri ve yanlışsa, başka biri çıkar, yine tek başına bulur, yine bir milyon kişiye tasdik ettirir. Ve yine böylece reyler hakta toplanır. Büyük ve soylu kavga, bu “bir kişi”ler arasında, usûl, tahlil ve terkip altında cereyan eder.

Yine demokrasi ekseninde ve demokrasi dayanak yapılarak, bir nevi suçlama veya “önemsiz, bir şey ifade etmez” kasdıyla kullanılan bir kelime; “Marjinal”… Sanki “doğru”, kalabalığın olduğu yerdedir gibi, sahte bir algıya da yol açıyor, tekrarlana tekrarlana da, “Marjinal” demek; kötü, yanlış, hak ve hakikatin zıddına gibi bir içerikle kullanılmaya başlıyor?...

Üstadım’ın kavram putperestliği dediğine benzer bir durum… “Marjinal” diyorlar, söyleyecek bir şey bulamadıkları zaman. Evet, bir nevi suçlama ve hafifseme kasdıyla… Hileli bir yaklaşım tabii ki… Halk çoğunluğuna, halka nisbetle marjinal olmayan kim var?.. Bakanlar Kurulu, hükümete nazaran Marjinaldir, Meclis çoğunluğuna göre de hükümet Marjinal… Genelkurmay da, polis de, halk çoğunluğuna nisbetle marjinal… Halka göre de tamamı… Şimdi bu ölçüye göre bakarsan, “Hakikati” söyleyene, temsil edene “Marjinal” deyip, çoğunluğun söylediği “yanlışa” mı uyacaksın? Sonra… “Çoğunluğun her yaptığı doğrudur” gibi bir zımni kabul nereden geliyor?.. Demokrasi diye diye iş nereye gidiyor, görüyorsunuz… Bu kuru mantık yürütmelerden kurtulmak lâzım. Yukarıda Üstadım’dan işaretlediğim husus; Hakikati “bir kişi” bulur… Yoksa “bir milyon kişi bir araya gelip, hakikati bulup”, ona tabi olmuş gibi(!)… Değil… İnsanlar hazırlop argümanlarla konuşmaya alışmışlar, çilesi çekilmemiş ezbere klişelerle. Misâl söylüyorum; demokrasi diyorsun, hadi diyelim, söylediğin anlamda “demokrasi tamam” olsa, ne diyeceksin, hangi fikir ve ruhu hâkim kılacaksın? Değil mi…

“Demokrasi için zorlama…”

Mevzu, demokrasiye gelmişken, Amerika ve Batı’nın bizim gibi ülkeleri “demokrasi için zorlamalarının” asıl sebebi?...

Bu meselenin fikrî ve kültürel arka plânını “Başyücelik Devleti” isimli eserimizde bütün yönleriyle izâh ettik. Burada kestirmeden şunu söyleyebilirim; Uluslararası emperyalizmin çıkarları ve hedefleri için bir “vasıta” olmaktan öte bir anlamı yok! “Demokratik rejim” dedikleri, Batı dışındaki İslâm ülkeleri ve 3. Dünya ülkeleri için çukulatayla kaplanmış bir zehirdir!..

Niçin?..

Batı toplum ve yaşayışının içinden doğan demokrasi, Batı’nın ayrılmaz parçası SÖMÜRGECİLİĞİN uzantısı olarak ihraç ediliyor. İhraç edildiği ülkelerde, gördüğünüz gibi, “altı kaval üstü şişhane” oluşumlara vücut veriyor… İşin diğer yanı da, bu vaziyet hem onlara -Batı’ya- demokrasi adına müdahale hakkı hem de dolaylı ve dolaysız yollardan bolca imkân sağlıyor, malûm… İşlerine gelen yerde müdahale ettiklerini ve askerî güç de kullandıklarını biliyorsunuz, işlerine gelmeyen yerde seyirci kaldıklarını da!..

Dolaylı ve dolaysız yollardan bolca imkân elde etmelerini sağlıyor dediniz?...

Kaba bir bakışla bile hemen görüleceği üzere çarklar şöyle işliyor; bir yandan “ferdî hak ve hürriyetler” kapsamında ekonomi alanının “kâr” ve “çıkar” ilişkilerine dayalı düzeninde TAYİN EDİCİ MEVKİYE GEÇMEK, öte yandan para gücüyle “iç”e ve “dış”a bakışta kamuoyu oluşturucu işbirlikçi basını gütmek, demokratik kitle örgütleri adı altında kamuoyu baskı gruplarını temsil eden ve oluşturan kuruluşlar vasıtasıyla işi Milletlerarası alana âit kılmak, her biri her birinin içinde ve birbirleriyle alâkalı buna benzer çeşitli tesir unsurlarıyla SİYASÎ İKTİDARI TAYİN etmek…

Kısaca?..

Bu sayede, bir memleketin ahlâkî, hukukî, sosyal, iktisadî ve siyasî yapısını, işine geldiği gibi, işine gelen tonda yönlendir!.. Daha ne olsun!..

Biz de millet iradesine niye saygı duyulmuyor diye…

Değil mi ama?.. Bak, Meclisin duvarında “Hâkimiyet Milletindir!” yazıyor ama, iktidara gelmek için veya iktidara gelince gözler hep Amerika ve Batı’nın baba devletlerinde! Batı emperyalizminin iktisatta nazım rolü oynayan bankalarının kredi verdi-vermedi tutumunun iktidarı belirleyici rolü, aynı minvâlde “dış yardım” ve “askerî yardım” meselesi?.. Bunun son örneğini Mısır’da gördünüz…

“Birleşmiş Milletler’in ‘İnsan Hakları Bildirisi’ ile BM Antlaşmasının “insan haklarına” ilişkin maddelerinde geçen; “ırk, cins, dil veya din farkı gözetmeksizin” lâfları?..

Kuru bir palavradan ibarettir!... Devletlerin eşit olarak oturmadıkları bir masa etrafında, Milletler nasıl eşit olacak?.. BM, bizzât Güvenlik Konseyi’nin yapısı ile bir “Domuzlar Diktatoryası” olduğunu göstermektedir… Güvenlik Konseyi’nin “veto hakkı” olan daimi üyeleri arasında niçin bir tane bile halkı Müslüman ülke yok?...

Bizde, bu durumu sorup sorgulayan –rahmetli Erbakan’ın dışında- bir siyasî lider niye yok, bu da ayrı bir mesele galiba?..

Bakın, rejimi İslamî olmadığı hâlde bile, halkı Müslüman olan ülkelerin yeri pabuçluk!.. Anlaşılıyor galiba… (….) Netice şudur; Batı’nın DEMOKRASİ DAYATMASI, herkesin eşit olarak haklardan istifade edeceği bir dünya bütünlüğü için değil, George Orwell’ın ünlü eseri “Domuzlar Diktatoryası”nda geçtiği gibi, “Hepimiz eşitiz ama, bazılarımız biraz daha eşit” anlayışı çerçevesinde bir düzene boyun eğdirme zorbalığıdır…

Bu zorbalığın buradaki görüntüsü?..

Biraz daha açarsak… Bizdeki anayasa ve kanunların herkes için geçerli hükümleri önünde, sayısız “adamına göre muamele” örneklerine ve şu en son, Amerika nezâretinde işletilen “hukuk”(!) tezgahına bakmak yeter…

Amerikan Büyük elçisi, operasyonda iki gün önce; -iktidarı kastederek- “Bizi dinlemiyorlar, İran’la ticarete devam ediyorlar, bir imparatorluğun çöküşünü izleyeceksiniz” diyor, sabah da malûm hadise…

Tablo bütün çıplaklığı ile ortada… Fazla söze hacet bırakmıyor, bugüne kadar gizli kapaklı yürütülen –yürütülmeye çalışılan- ne varsa meydana dökülüverdi bir ânda… (…)

Bu meselelerin fikrî ve ideolojik çerçevesini tâ doksanlı yıllarda ortaya koyduk; “karar alma-emir verme” şeklinde tarif edilen iktidarın, başka devletlerle ilişkilerinde şu veya bu şekilde bir TABİ OLMA durumu varsa, bu takdirde iş “BAĞIMSIZ OLUP OLMAMA” meselesini ortaya getirir… Bağımsızlık meselesi; yani hâkimiyet meselesini…

Amerika ve Batı karşısındaki “hâkimiyet” durumumuza bakalım?...

Bugüne kadar olan buydu kasdıyla söylüyorum, -bundan sonra ve yarın ne olur Allah bilir- Biz Amerika ve Batı’nın güçlü devletleri karşısında iktisadî, askerî ve tabiî ki siyasî mahkûmiyetleri olan her ülke gibi, onların karalarında sadece figüran roller aldılar… Sosyal, kültürel ve eğitim plânında resmi ideolojinin, daha doğrusu “resmi ideolojisizliğin” yetiştirdiği tipler de, aslında bu role uygun yetiştirildi, yetiştiriliyor…

Bağımsızlık lâfta kalıyor yani?..

Daha önce de değişik vesilelerle söylediğim gib; Dostunu ve düşmanını kendi tayin edebilme durumunda olmayan bir devletin bağımsızlığı sadece lâftan ibarettir… Yani “hakimiyet”, sınır dışı bir yerlerde… Öyle olmasa, bu kadar kolay at oynatılabilir mi, alın size “siyasî tablo…”

“Bir kaç çizgi…”

“İslam’a Muhatap Anlayış” mevzuunun fıkhî niteliğine çok sık temas ediyorsunuz, bu konuda müstakil bir eseriniz de var?..

İmam-ı Gazali hazretlerinin “fıkh”ı tarifini biliyorsunuz, anlattık… Fıkıh “anlayış” demektir. Bu manada anlaşılmak üzere söylüyorum; fıkıh; fetva kitablarında dercedilmiş, fıkıh kitablarında yazılmış “hüküm”leri ezberlemek, bilmek demek değildir. Yaşadığımız hayattan kopuk, arşivlerde istifli hükümleri tekrarlamak değildir… Fıkıh; her an yüz yüze olduğumuz, hayat kadar canlı, dinamik, yaşayan, işleyen, eşya ve hadiseler karşısında görünen “anlayıştır…” İçinde bulunduğumuz zamanın meselelerine çözüm getirebilmek, çözümler üretebilmektir…

Misâllendirmek gerekirse; “Ne çok ilim sahibi olduğun”la değil, sahip olduğun ilimle, “Hangi problemi, hangi meseleyi çözdüğün?”le, çözebildiğinle “görünür” olan “anlayış…” Yoksa, şöyle de bir (paradoks) doğar; Teknik imkânların bolluğu ve yaygınlığı sayesinde, herkes her şeyi “biliyor” veya herkes, her istediği “bilgi”ye anında tek tuşla ulaşabiliyor?... Bilgi mi?.. Bilgi. Demek ki başka bir şeyden söz ediyoruz; bilip-bilmemekten de önce gelen; “Bildiği şeyi niçin bildiğini?” bilen, “gerekli olan”ın bilgisine ulaşmış, bu bilgiyi “doğru bir anlayışla” yorumlayan usûlden…

Daha kestirmeden söyleyelim; Akıp giden zamana bak, içinde bulunduğumuz duruma bak, bizzât hayatın içinde karşı karşıya olduğumuz meselelere bak, ona göre BİR ŞEY SÖYLE… Mevcut vaziyeti “fıkhî açıdan?” izâh et, buyur?... Çözümünü göster, çözümün nasıl hayata geçirileceğini?... “Bildiğini, niye bildiğini bilmemek” gibi bir mesele çıkıyor karşınıza… Yine geldik, “anlayış-İslam’a Muhatap Anlayış” mevzuuna…

Farklı siyasî düşünceler arasındaki zıdlaşma ve kavgaların, “asıl düşman” yüzünü gösterdiğinde bir “yakınlaşmaya” dönüşebileceğini söylemiştiniz…

-Evet… Bu tarihte çok sık rastlanan bir durum, günümüzden misâllendirmek gerekirse; Bugün gelinen noktada, Erbakan’ı düşmanlarının bile “rahmetle anıyor olmasını” iyi değerlendirmek lâzım… Amerika ve Batı’nın gerçek yüzünü tâ başından beri biliyor olanlarla, bunu sonradan farkedenler arasındaki fark… Özellikle, Amerika ve Batı’nın –İsrail de dahil- “gerçek niyetini” gösteren, “demokrasi için zorlama” bahsi etrafında anlattıklarımızı göz önüne alırsanız, hem “içten” hem “dıştan” kol kola yürütülen saldırı ve dayatmalar karşısında; Ehl-i Sünnet, anti emperyalist ve tam bağımsızlıkçı “Mili” bir çizgiyi koruyarak iktidar olma mücadelesinin zorluğunu görürsünüz… Şu son hadiseler buna iyi bir örnek; “içten ve dıştan” derken, kasdımı gösteren….

İçinde bulunduğumuz zaman dilimiyle ilgili bir “devir” hükmü koymak gerekirse?....

-Bütün putlar bir bir yıkıldı, yıkılıyor… Bunda bizim gizli veya açık tesirimiz, işin ehline malûm olsa gerek. Halid b. Velid hazretlerinin Kâbe’deki putları yıkması, çok mânâlı bir “hatırlama-hatırlatma”… Biliyorsunuz; Halid b. Velid; İslam’ın yayılma sembolüdür, dışa doğru fetih ve yayılma… O dönemde her boy, kabile, aşiret toplumsal bir görev üstleniyor… Bunlar da “askerî kanat” rolünü… İçinde bulunduğumuz devir? Herşey böyle sona doğru yaklaşıyor sanki, artık zaman; “Ahir zaman-son devir” olarak ifâdelendirilen… Bu meseleyi “hususileştirip”, mânâların letâfetini zedelemeden, bu zaman diliminin “Halidî karakterini” de fısıldamış oluyorum… Yani? “İstikbâl İslâm’ındır!”, bu bir devir ve zaman hükmüdür aynı zamanda…

Kaynak: http://www.milligazete.com.tr/haber/Dunya_bir_inkilp_bekliyor/309520#.Uv_lnG7YVu5

Alternatif "Yeni Dünya Düzeni": Başyücelik Devleti (*)

Dünyada bugünkü siyasî ve içtimaî ihtilaçların bütün illet ve müessirlerini tartarak, tanıyarak, anlayarak ve bütün tarih seyri boyunca kendi nefs muhasebemizi dibine kadar yapmış, kendimizi bütün zaaflarımız ve kuvvetlerimizi tespit etmiş olarak, yepyeni bir ruh, mefkûre ve nizâm yekpâreliği içinde yeniden doğmamız lâzım...

Dünya ne oluyor ve biz ne olacağız?

Boşlukta mekân işgal etmek hakkımızı hangi şahsiyetli dünya görüşüne istinad ettireceğiz ve manevî "Ortak Pazar"a hangi öz malımızı sürebileceğiz?

Sovyetler Birliği'nin çökmesinden sonra "Yeni Dünya Düzeni" adı altında rakipsiz olarak pazarlanan eski liberalizm ve demokrasi nizamı, başta Amerika ve yamacında Avrupa'nın patronluğunu tescil mahiyetinde hükmünü hâkim kılmaya çalışırken, kâfirlerin gönüllü alçaklığı bir yana, "onu babam da bilir!" hesabı kuru kuru "İslâm!" demek yeter mi?

Elbette İslâm; ama "nasıl" ve "niçin"ini göstermek şartıyla!..
·
İdeal, eşya ve hadiseler üzerinde kendi nakşını görmek isteyen bir fikrin belirttiği hasret, iştiyak, hayâl ve plândır; ve eğer ideolocya bir beyin ise, ideal de bir kalbdir...

Küçük ve miskin fikre dayanan hiçbir arzu, heves, merak ve davranış, ideal olamaz.

Bir şeyin ideal olabilmesi için, mutlaka cemiyet plânında ulvî bir oluş ve erişe göz dikmesi lâzımdır...

Her ideal bir gayedir; fakat her gaye ideal değildir.

Gayeler aşağılara düşebilir, idealler düşemez...

Sözkonusu hikmetlerin toplamı hâlinde biz, beyin ve kalb bir arada, İslâm davasının eşya ve hadiselere nakşı işini "nasıl" ve "niçin"i ile sistem bütünlüğünde göstereniz...

Dünyada tek örneğiz...

Biz: Büyük Doğu-İbda...

Bu çerçeve içinde eserimi takdim ederim: Başyücelik Devleti... Ve, Yeni Dünya Düzeni!..
·

Aslında "Başyücelik Devleti" bahsi, Büyük Doğu İdeolocya Örgüsü'nün işleniş gayesi ve bütün mevzularını toplayan ana sütunu; yani İdeolocya Örgüsünün tâ kendisi...

Ne var ki, gözönünde duran eşyanın kayıp olması gibi, etrafında işlenen mevzuların içinde gaib oldu ve uyudu kaldı...

Bahsi alıyorum ve malûmu meçhullükten kurtarmak ve elbette kullanılmak üzere yapılmış bombayı cemiyet meydanında patlatmak şeklinde, işliyorum...

Umulur ki, meselelerin seyri ve İslâmcı mücadelenin müşahhas hedef ve gayelerinin tesbiti hususunda yepyeni bir bakış getirilmiş olsun!..
·
Demokrasi ve liberalizmden, Birleşmiş Milletler Teşkilâtı ve Avrupa Ortak Pazarı'na kadar; fikir ve kuruluşlar plânında içiçe bir yumak olarak şekillendirilen "Yeni Dünya Düzeni", Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa'nın birbirleriyle rekabet ortamı içinde de olsa bizim gibi ülkelere biçtikleri parya statüsünde müşterek, bir hegemonya sistemidir...

Elbette "hayır!" diyoruz: Ülkemizden başlayarak teklif ettiğimiz "Yeni Dünya Düzeni"miz ile!..

* Bu yazı, Salih Mirzabeyoğlu'nun [Başyücelik Devleti "Yeni Dünya Düzeni] isimli eserininin takdim bölümünden derlenmiştir. Eser hakkında daha fazla bilgi için:
http://www.ibdayayinlari.com
Sıradışı

Viki Miki Derken...
Ertuğrul Horasanlı
02.12.2010

Ebû Hureyre Hazretleri Resûlullah Efendimizden
şöyle naklediyor:

[Âhir zamanda dîni dünyâya âlet eden bir takım
kimseler çıkacak ve insanlara hoş görünmek için
yumuşacık kuzu postuna bürünecekler. (Onların) Dilleri
baldan daha tatlı, fakat kalbleri canavar kalbi
gibidir.

Allah (onlar hakkında)şöyle buyurur:

“Benim hilmime mi aldanıyor, yoksa bana karşı cür'etkârlık
mı gösteriyorlar?

Kendi adıma yemîn ederim, onlara öyle bir fitne göndereceğim
ki; içlerinden hilim sahibi olanlar bile şaşkına dönecektir!”


(Tirmizî, Zühd, 5))





İster siretleri/içyüzleri de suretleri gibi harbi kurtlardan olsunlar, ister yukarıdaki Hadisi-i Şerif’teki gibi suretlerini/dış yüzlerini kuzu postu altında saklayan ahir zaman kurtlarından olsunlar...

Kurt dumanlı havayı sever...

Bu ne demektir?

Kurtların saldırısına açık bir yerde isen, her daim tetikte olacaksın...

İllâki hava dumanlandığında, ahirzamanın kurtları,

avının gırtlağına çökmek için havanın dumanlanmasını beklemiyor...

Canı av çektiğinde günlük güneşlik havayı ise/sise/pise boğmak için bin türlü usul/teknik, araç/gereçlere de sahip...

Viki işi böyle pis bir iş olabilir mi?

Olabilir...

Banu Avar böyle olduğuna dair görüşlerini anlatan güzel bir yazı yazmış Mutlaka okummalı...

Şöyle başlıyor yazı:

[Aylar önce durum anlaşılmıştı: Amerika imparatorluğunun denetimindeki çeşitli basın yayın organlarında cyber attack (siber saldırı) cyber warfare (siber savaş) başlıkları yeralmıştı. Ve giderek benzer haberlerle kulaklar doldurulmaya başlandı

Bill Clinton ve Bush’un anti terör danışmanı Richard Clark ‘Siber saldırı Amerika’yı 15 dakikada yokeder!’ başlığıyla gazetelerde yeraldı. Onu başkaları takip etti.. Amerika kendini ‘elektronik Pearl harbour’ a karşı korumalıydı!

2007’de Pentagon’un bilgisayar sistemi çökertilmemiş miydi!

Şimdi de işte WİKİ LEAKS ortalığı karıştırmaktaydı…NATO, ABD, BATI siber saldırıyla karşı karşıyaydı. O zaman ÖNLEM almak lazımdı!

Psikolojik harp oyunu]
(1)

Ama bu tür durumların nasıl çözümlenmesi gerektiğine dair akademik ders notu niteliğinde bir yazı yazan Deniz Ülke Arıboğan’ın o yazısı da -benzeri başka durumlarda uygulanabilir şablonlar ihtiva ettiğinden- ıskalanmamalı:

[Soru sormanın komploculuk, sormadan kabul ya da reddetmenin yandaşlık ya da taraftarlık, her şey açığa çıktı, dünya demokratikleşiyor demenin saflık, konularla hiç ilgilenmemenin cahillik olduğu bir ortamda WikiLeaks belgelerini analiz etmenin ne kadar güç olduğu ortada. Ne yapsak tasnif edileceğiz. Düşünce üzerinde bundan daha ağır bir kısıtlama nasıl oluşturulur bilemiyorum, lakin herkese farklı bakış açılarını da dikkate almalarını öneriyorum. Yanlış da olsalar, farklı gözlemler bizleri zenginleştirir, düşünce havuzumuzu derinleştirir.

Belgelerin içeriğiyle ilgilenmek elbette önemli bir yaklaşım, ama yetmez. Olayın aynı zamanda yaratacağı yan etkiler bakımından da değerlendirilmesi gerekir diye düşünüyorum. Zira basit bir iddiayla karşı karşıya değiliz. Dünyanın en güçlü siyasi aktörünün diğer ülkeler ve yöneticileri hakkındaki gizli kanaatlerinin açıkça ortaya konulduğu bir durumdan söz ediyoruz. (..) Analiz edelim:

1-Belgelerin ABD'nin içerisinden çok, müttefikleri ile ilişkisinde bazı etkiler yaratması mümkün. ABD'li diplomatlar gayet avam bir üslupla, bulundukları ülkeler ve yöneticileri hakkındaki dedikoduları ve kanaatlerini merkeze aktarmışlar. ABD yönetimi eğer dünyayı bu ifadelerden hareketle algılıyor ve yönetmeye çalışıyorlardıysa, bugün neden bu vaziyette olduklarını da rahatça algılayabiliyoruz. 'Kral çıplak' ama Fransa'da değil, ABD'de. Belgeler, ABD'nin her şeye muktedir olduğu efsanesinin yıkılış fermanıdır; hem belgeleri korumayı başaramamış ve hem de şaka gibi diplomatik belgelerle dünyayı algılamaya çalışmış olmaları bakımından.

2-Belgelerde hemen her ülkenin yöneticileri hakkında bazı kanaatler var ve ilginç bir biçimde ilk yayınlanan da bu kanaatler. Yayınlanma sırasının neye göre tayin edildiğini bilemiyoruz. Ama kuşkusuz ilk yayınlanan belgeler en yüksek etki yaratacak olanlardır. Belgelerin tamamının kamuoyuna yansıması her gün 250 tane yayınlanması söz konusu olursa (ilk gün bu kadardı) yaklaşık 3 yıl sürecek bir zaman dilimine yayılacaktır. İlk haftadan sonra yayınlananların ne kadar ilgi çekeceği ise şüphelidir. Bu sebeple ilk yayınlananların, en çok görülmesi istenenler olduğunu söylemek mümkündür. Sadece sıralama bile yayıncıya manipülasyon imkanı vermektedir.

3-Belgeler diplomasi belgeleridir, istihbarat değil. Her ne kadar diplomatların asli görevleri bulundukları ülkelerle ilgili bilgileri merkeze aktarmak olsa da, bir istihbaratçının yaklaşımı ile diplomatınki farklılaşacaktır. Elçilikte istihbaratçıların çalışması da sıradan bir durumdur. Gelen bilgiler farklı format içerisinde analiz edilir ve kalıplanırlar. Çok konuşan ya da kendini beğendirmeye çalışan bir politikacı, bir diplomat için bulunmaz nimet olabilir. Nitekim Türkiye'de de konuşmayı seven siyasetçiler, danışmanlar kullanılmıştır. Bu kişiler tanımlandığında bizim ülkemizde siyaseten bedel öderler ama dünyanın birçok ülkesinde bu konu bir güvenlik sorununa dönüşebilir. Küresel düzeyde bir cadı avı başlatılabilir ve ülkeler kendi içlerine dönüp temizlik faaliyetine girişebilir. (..)

4-WikiLeaks kendisine sızdırılan belgeleri yayınlamaktadır. Kendisine verilen paketin içeriği bu noktada önemli değildir. Gelinen nokta internet medyasının gücünü göstermesi bakımından da çok önemli bir örnektir. Lakin paketin objektif olduğu garanti edilemez. Paketi gönderenler manipülasyon amaçlı olarak bilgileri elemiş, şekillendirmiş olabilirler. Aynı biçimde yayınlayanlar da belirli pazarlıklar yaparak, paketi şekillendiriyor ve bazı bilgileri eliyor olabilirler. Wikileaks'in sığındığı, yani koruma aldığı ülkeden (İngiltere) müdahalelerle de paket şekillendiriliyor olabilir. Hiçbir şey karşılıksız ve nedensiz değildir. Bedelin ne olduğunu da sorgulamak elzemdir. ]
(2)

Umur Talu’nun şu değerendirmesini de gözönünde tutmak gerek:

[“Reel sosyalizm” dandikliği, tamam, çöküşüyle güm diye ispatlandı.
Kapitalizmin dandikliği başını alamadığı kronik krizlerle her gün kanıtlanıyor.
Emperyalizmin dandikliği ise, koca “Amerikan imparatorluğu”nun rezil belgeleri, “bilgi çağı kusmukları”yla orta yerde!
Aklı olan bir demokrasi de, “az gelişmiş ülke” de, tahakkümcü Sam Amca’nın bu pis yüzüne tükürmeli önce.
Ama biz affettik bile!
Müttefikliğin dandikliğine, dostluğun pespaye ikiyüzlülüğüne, diplomasinin sefil janjanlarına Yarabbi şükür diyerek!]
(3)


Ali Atıf Bir’in şu sözleri de diplomat eğitiminde ihnal edilmemefi gereken bir hususun altını çiziyor:

[Wikileaks belgelerinin açıklanmasıyla ortaya çıkan en önemli olgu ABD elçiliklerinin bulundukları ülkelerde birer halkla ilişkiler elemanı gibi çalışmaları, hükümetteki bakanları yakın markaja alıp onları sürekli bilgilendirmeleri ve de spin (evirmece çevirmece) doktorluğunu mükemmel bir şekilde yapmaları.

Buradan geleceğe yönelik iki sonuç çıkarabiliriz. İlki diplomatlarımızı yetiştirirken mutlaka iyi birer de iletişimci olarak yetiştirmeliyiz. Hükümetteki bakanlara iletişim, ikna ve çağdaş halkla ilişkileri eğitimleri vermeliyiz!]
(4)

***

“Olan da hayır vardır” denilmiştir ya...

Bir şey olduktan sonra, paniğe kapılmadan, ürkmeden, tırsmadan veya mal bulmuş mağribi gibi önünü arkasını düşünmeden üzerine atlamadan önce onu anlamaya çalışmak en doğru davranış biçimi olsa gerek...

Olan ilk elde bize “şer/kötü” gibi veya “hayır/iyi” gibi gelse bile...

Onu doğru anlamaya çalışmalıyız...

Zira bize hayır gibi gelen şeylerin şer, şer gibi görünen şeylerinse hayır olabileceğine dair İslâm tarafından uyarılmadık mı?...

Viki hadisesinde ihmal edilen şey bu...

250 bini aşkın olduğu söylenen belge yığınından 250’sinin açıklanması bile bunu bir devrim olarak görenlerin heyecanlı alkışlarına sahne olurken bu belgelerde adı geçtiği için canı yananlarca öfkeli reaksiyonlar gösterildi...

Bu bir tertip/komplo değilse bile ilk 250 belge havayı dumana boğmaya yetti sonrası ne olur bilinmez...

Hava ister kendiliğnden dumanlansın ister sun’i/yapay dumanla karartılsın...

İlk yapılacak şey ne idi?

Ahir zaman kurtlarına dikkat edecektik...

Her an her yerden saldırmaları mümkün olduğundan saldırıları püskürtecek donanımı kullanıma hazır tutatacaktık...

Kurt deyip geçmeyin, bunlar bildiğiniz kurtlar gibi karnı doyunca saldırmaktan vazgeçen hayvancıklar gibi değilller....

Bunlar ahir zaman kurtları; ne gözleri doyuyor ne de karınları...

Her şeyi paralayıp silip süpürmek niyetindeler...

Her şeyi ve hepimizi...

Üstelik de çoğunluğu kendini kuzu postuyla kamufle etmiş durumda...

“Kurtlukta düşeni yemek kanundur” der ya Kemal Tahir...

Düşen kurt da olsa kuzu da olsa; bu kanun gereği, çare yok yenilip yutulacaktır...

Bu aç kurt sürüsü, ancak kurtluğun kanunlarını iyi bilen ve kurtlara karşı kurt gibi davranabilenler tarafındnan tepelenebilir...

Kuzularınsa hiç şansı yok...

Kurt bile olsa düşenin de hiç şansı yok...

Öyleyse ilk prensip belli: Kurda karşı kurt olacaksın...

İkinci prensip: Düşmeyeceksin...

***

Bu saatten sonra komploydu, değildi...

Öyleydi, böyleydi diye olanın oluş sebebi üzerinde fazlaca durmanın faydası yok...

Olan olmuş...

Komplo veya değil artık ne farkeder...

Kurtlar harekete geçti bile....

***

Ahir zaman komploloları da ahir zaman kurtları gibi...

Bir internet sitesi durumu güzel özetlemiş: “Hesap içinde hesap, plan içinde plan, kurgu içinde kurgu var ama "en büyük" hesap, plan ve kurgu sahibi kim!” (5)

Komplo olmasa bile, olan üzerine kurtlar bin türlü hesap, bin türlü plan, bin türlü kurgu ile durumu kendi lehlerine çevirmek için harıl harıl çalışmıyorlar mı?

“Hesap içinde hesap, plan içinde plan, kurgu içinde kurgu var”sa korkup, tırsıp bir kuzu ürkekliğinde ecelimizi mi beklemeliyiz?...

Bu sorunun cevabı yukarıdaki cümlenin ikinci ksmında gizli: "En büyük" hesap, plan ve kurgu sahibi kim!”

“Allah’a inanıp da ona bir türlü güvenemeyenler” ile onların peşi sıra uygun adım yürüyen şakirtler için bu sorunun cevabı belli: AB-D+İsrail...

Bize gör ise: Her hesabı, her oyunu, her kurguyu gören, bilen, duyan ve dilediği zaman bozmaya muktedir olan ALLAH....

Bizim iman ettiğimiz o Allah, en baştaki kudsî hadiste ne buyuruyor bu ahir zamanın gözü doymaz kurt sürüleri için:

“Benim hilmime mi(Yumuşak başlılığıma mı) aldanıyor, yoksa bana karşı cür'etkârlık mı gösteriyorlar? Kendi adıma yemîn ederim, onlara öyle bir fitne göndereceğim ki; içlerinden hilim sahibi olanlar bile şaşkına dönecektir!”

Onlar hakkında 1400 küsûr yıl önceden ilan edilmiş hüküm budur...

Allah hüküm sahibi olmakta da tektir...

O’nun hükmünü kimse geçersiz kılamaz...

Zaman ahir zamansa, vakit de bu hükmün infazı vaktidir...

Ve bu Viki işi AB-D komplosu değilse...

Deniz Ülke Arıboğan’ın öngördüğü şu ihtimal...

“ABD'li diplomatlar gayet avam bir üslupla, bulundukları ülkeler ve yöneticileri hakkındaki dedikoduları ve kanaatlerini merkeze aktarmışlar. ABD yönetimi eğer dünyayı bu ifadelerden hareketle algılıyor ve yönetmeye çalışıyorlardıysa, bugün neden bu vaziyette olduklarını da rahatça algılayabiliyoruz. 'Kral çıplak' ama Fransa'da değil, ABD'de. Belgeler, ABD'nin her şeye muktedir olduğu efsanesinin yıkılış fermanıdır; hem belgeleri korumayı başaramamış ve hem de şaka gibi diplomatik belgelerle dünyayı algılamaya çalışmış olmaları bakımından.”

Bu hükmün infazının başlangıç işareti de sayılabilir...


***

Şeyh-i Ekber Muhiddin-i Arabî Hazretleri buyurdu ki: “Kulluk sözcülük etmektir.”

Bu büyük hesaplaşmada Allah’a cür’etkârlık eden kurt başları kim: ABD+AB+İsrail...

Yani...

Kim bunların gizli (kuzu postuna bürünerek) veya açık sözcülüğünü yapıyorsa onların kuludur...

Kim Allah’ın sözcülüğünü yapıyorsa o da Allah’ın kuludur...

Görüldüğü gibi, Viki miki derken saflar netleşiyor...

Her türden takiyye(ikiyüzlülük/münafıklık)nin geçersizleşeceği, kuzu postları giymiş kurtların bu postlarını çıkarmak zorunda kalacakları yere doğru hızla savruluyoruz...

1400 küsûr yıl öncesinden bildirildiği üzere son hesaplaşma Allah’ın kulları ile Şeytan’ın kulları arasında olacak...

Allah’ın kullarının kumandanı Mehdi, Şeytan’ın kullarının kumandanı Deccal...

O, son büyük savaş/En büyük savaş/Savaşların Anası 1. Körfez işgaliyle zaten başlamıştı...

Öyle görünüyor ki bu savaş bütün dünyayı kısa sürede saracak...

Biz kulluğumuzu gereği gibi yaparsak ortada ne kurt kalır...

Ne de kurtbaşlarının oyunu, hesabı, kurgusu...

Allah’ın izniyle hepsini çiğner geçeriz...

İnanmayan dönsün Bedir’e ve Bedir’den bu yana olan bitene yeniden bir göz atsın...

Mesele Sadece Allah’a inanmakta değil, aynı zamanda ona gerçekten güvenmekte...

Eş veya ortak koşmamakta...

Şirke düşmemekte...

Bence Viki işinin en büyük hayrı: Müm’min- kâfir ayırımını keskinleştirip her iki tarafa da göz kırpan,öpücük/gülücük dağıtan, takiyyeci/diyalogcu/ılımlı/münafık tabiatlı kesimin önderleri ve şakirtleri için hayatı bu halleriyle yaşanmaz kılacak ve onları saflarını netleştirmek zorunda bırakacak olmasıdır...

Umarım tövbe kapıları kapanmadan önce durmaları gereken yere dair doğru bir karar verirler...

Dipnotlar:
1-) Yazının tamamı için: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3351
2-) Akşam gazetesi: http://www.aksam.com.tr/wikileaksten-sizanlar-109y.html
3-) Habertürk gazetesi: http://www.haberturk.com/yazarlar/576703-bilgi-cagi-kusmuklari
4-) Bugün gazetesi, 1 Aralık 2010 .
5-) Bkz: http://odatvninatladigihaberler.blogspot.com/


Kaynak: http://millibirlikruhu.blogspot.com/

Şoygu: ABD dünya düzeninin temelini yıktı
Sputnik
12.09.2016

Rusya’yı dünya düzeninin temelini yıkmakla suçlayan Pentagon Şefi Ashton Carter’a yanıt veren Rusya Savunma Bakanı Sergey Şoygu, ABD’nin Batılı partnerlerle birlikte tutarlı olarak dünya düzeninin temelini yıktığını söyledi. “Bosna ve Kosova’dan başlayarak Irak ve Libya’ya kadar, mevcut dünya düzeninin temellerini tutarlı biçimde yıkan ABD ve Batılı partnerleriydi” diyen Şoygu, Rusya’nın ise Yugoslavya’yı parçalamaya yönelik ABD-NATO operasyonundan bu yana her defasında, bu tür eylemlerin sonuçları konusunda uyarılarda bulunduğunu hatırlattı.

‘ABD, SUÇU BAŞKALARINA YIKMAK YERİNE EYLEM STRATEJİSİNİ DEĞİŞTİRMELİ

Irak, Afganistan, Libya ve diğer ülkelerde hep aynı hataları tekrarlayan ABD’li mevkidaşlarının bu hatalardan hiçbir ders çıkarmadığını belirten Şoygu, “ABD, suçunu Rusya, Çin ve diğer ülkelere yıkmak yerine eylem stratejisini değiştirmeli” dedi. ‘NE KADAR ERKEN ANLARLARSA…’ Dünya düzenini korumanın sadece Pentagon’un değil tüm dünya toplumunun görevi olduğunu söyleyen Şoygu, “ABD’li mevkidaşlarımız bunu ne kadar erken anlayıp değişmeye başlarsa biriken anlaşmazlıklar da hızlıca çözüme kavuşur. Bu, sadece Suriye’yle sınırlı değil” diye konuştu. Dünya düzeninin ABD düzeniyle karıştırılmaması gerektiğini kaydeden Şoygu, Rusya’nın her zaman adil ve çok kutuplu dünyadan yana olduğunu söyledi. Oxford Üniversitesi’nde konuşma yapan ABD Savunma Bakanı Carter, Rusya’nın dünya düzeninin temellerini sarsmaya çalıştığını söylemişti. ABD’nin Rusya’yı düşman olarak görmediğini savunan Carter, yine de müttefiklerini, mevcut dünya düzenini ve bu düzenin sağladığı pozitif geleceği korumaya devam edeceklerini ifade etmişti.
Kaynak: Sputnik

Batı'ya karşı yeni dünya düzeni
22 EKİM 2010
İRAN'da resmi temaslarda bulunan Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez ve İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad, 'yeni dünya düzeninin kurulması'' yönünde güçbirliği yapma kararı aldı. 'Ülkelerimiz, yeni bir dünya düzeninin kurulması çabası konusunda birleşti'' diyen Ahmedinecad, 'yeni düzende, küresel ilişkilerde Batı'nın baskınlığının ortadan kalkmış olacağını'' söyledi. Chavez de açıklamasında, İran ve Venezüella'nın ilerlemesinin durdurulmasına yönelik her tür çabanın başarısızlıkla sonuçlanacağını belirterek, ABD'yi emperyalizmle suçladı. İran ile 11 adet ekonomik ve ticari işbirliği anlaşması imzalayan Chavez dün Suriye'ye geçerek Devlet Başkanı Beşşar Esad ile görüştü.
Akşam



Rus-Çin jeopolitik oyunu
Immanuel Wallerstein
13 Haziran 2014



“Batı” dünyasındaki hükümetler, politikacılar ve medya başka yerlerde birilerinin oynadığı jeopolitik oyunları anlamakta yetersiz gibi görünüyor. Rusya ve Çin arasında ilan edilmiş son anlaşmaya ilişkin analizleri de bunun en güzel örneği.

Rusya ve Çin, 16 Mayıs’ta “sonsuza” kadar sürecek askeri olmayan bir “dostluk anlaşması” imzaladı. Hemen ardından, Rusya’nın Çin’e gaz ihraç etmesi için gaz boru hattı inşa edeceklerini bir gaz anlaşması ile ilan ettiler. Çin doğalgaz boru hattındaki payını almak için Rusya’ya borç verecek. Rusya’nın (ana gaz ve petrol üreticisi olan) Gazprom anlaşmanın bir süre gecikmesine sebep olan konu olan Çin’e fiyatlarda imtiyazda bulunmuş görünüyor.

15 Mayıs’ta medyaya bakıldığında bu anlaşmanın neden mümkün olmadığını anlatan makaleler ile dolu olduğu görülebilir. Yine ertesi gün bu gerçekleşince, batı hükümetleri, politikacılar ve medya bunun Rusya Başkanı Vladimir Putin açısından jeopolitik bir zafer olduğunu düşünen ve jeopolitik olarak çok da faklılık yaratmayacağını düşünenler olarak ikiye bölündü.

Son birkaç yıldır BM Güvenlik Konseyi’ndeki oylama ve tartışmalardan açıkça Ukrayna’daki iç savaşa ve Ortadoğu’daki çoklu çatışmaya doğrudan müdahil olmada (askeri müdahalenin yolunu sonunda açacak olan) yetkili olmak için ABD (ve birçok Avrupa ülkesi tarafından genellikle desteklenen) tarafından ileri sürülen birçok tasarıya karşı Rusya ve Çin hoşnutsuzluklarını dile getirmekteler.

ABD’nin Rusya’nın Ukrayna’daki iddia edilen davranışları nedeniyle tek taraflı olarak empoze ettiği yaptırımları ve daha fazlasının da geleceği tehdidi hiç kuşkusuz Rusya’nın gaz ve petrol için ek çıkış noktaları bulma isteğini hızlandırdı. Ve bu Rusya ve ABD arasındaki “soğuk savaşın” canlanması gibi yorumlanmasına yol açtı. Peki Rusya-Çin anlaşmasının esas noktası gerçekten bu mu?

Bana göre her iki ülke de devletler arası farklı ittifakların yeniden oluşturulmasıyla gerçekten ilgileniyor. Rusya’nın aslında istediği Almanya ile bir anlaşma. Ve Çin’in aslında istediği ABD ile bir anlaşma. Ve Rusya ve Çin’in kabul ettikleri ittifakın “sonsuza dek” süreceğini ilan etmeleri onların bir taktiği.

Almanya Rusya’yı Avrupa tarafına dahil edilme ihtimali ile ilgili içten olarak açıkça bölünmüş durumda. Böyle bir anlaşmanın Almanya açısından avantajı, üretim için Rusya’daki alıcı tabanlarının sağlamlaşması, enerji ihtiyacının garanti edilmesi, ve uzun vadede küresel planlama açısından Rusya’nın askeri gücünün birleşmesi. Bunun kaçınılmaz olarak bir post-NATO Avrupa’sı oluşması anlamına geldiği için hem Almanya hem de elbette Polonya keza Baltık ülkelerinde bu düşünceye karşı muhalefet var. Rusya’ya göre, Rusya-Çin dostluk anlaşmasının amacı Rusya’nın Almanya’da çalışmaya elverişli olanların pozisyonlarını güçlendirmek.

Diğer yandan Çin temel olarak ABD’nin evcilleştirilmesi ve doğu Asya’daki rolünün azaltılmasıyla ilgileniyor. Fakat Çin’in ABD ile olan bağlantılarını zayıflatmak değil güçlendirmek istediği söyleniyor. Çin şu an mevcut olduğunu düşündüğü ABD’deki yatırım olanaklarına bakıyor. Çin, ABD’ye doğu ve güneydoğu Asya’da hakim bir bölgesel güç olarak varlığını kabul ettirmek istiyor. Ve Japonya ve Güney Kore’nin birer nükleer güç olmalarını engellemek için ABD’nin nüfuzunu kullanmasını istiyor.

Elbette, Çin’in isteği ABD’de egemen olan ideolojik dille uyumlu değil. Yine de, ABD içinde özellikle ana birleşik yapılar tarafından bu türden ittifakların oluşumu için sessiz bir destek var gibi görünüyor. Benzer şekilde Rusya da en yararlı şekilde bulduğu yöne ilerlemek için Almanya’daki grupları teşvik etmek için bu dostluk anlaşmasını kullanmak istiyor, Çin de ABD ile aynısını yapmanın arzusunda.

Bu türden jeopolitik oyunlar işe yarayacak mı? Kesin olmasa da büyük ihtimalle. Rusya ve Çin’nin bakış açısına göre bu taktikle kazanacak çok şeyleri ve kaybedecek çok az şeyleri var. Asıl soru Almanya ve ABD arasındaki müzakerelerin yakın gelecekte nasıl gelişeceği. Dünyanın ABD ve Rusya arasında bir savaşa sürükleneceği tartışmasına gelince, bu tartışmayı Rusya ve Çin arasındaki taktiği anlayan ve buna karşı atak geliştirmeye çalışanlar tarafından oluşturulan bir karşı-taktik olarak düşünün.
Kaynak: Sendika Org

Antonio Negri...
Michael Hardt ile birlikte yazdıkları son kitapları çok tartışılacak.
İkili, yeni kitapları 'Common Wealth'de, yeni bir toplumsal sistem öneriyorlar.


Doğal kaynakların, bilginin/bilimin, enformasyonun herkesin malı sayılacağı bir düzen. Ünlü 'Empire' adlı kitapları eleştirilere de neden olmuştu, ama biz şimdilik eleştirilerimizden değil, yeni kitaplarından bahsetmekle yetineceğiz.
Kitabın alt başlığı: 'Mülkiyetin Sonu'
İnsanların yeni bir birlikteliğinden söz ediyorlar, bu kez doğayı dışlamayan, paylaşımcı bir birliktelik. Neoliberalizmin ortak noktaları değil, farklılıkları ön plana koyan ideolojisini eleştirirken, yeni bir mülkiyet türü öneriyorlar: Devlet mülkiyeti ve özel mülkiyetin ötesinde, bir kamu mülkiyeti. Mülkiyet ötesi, herkese açık önemli değerlere dikkat çekiyorlar, mesela diller. Kimsenin malı değildir, herkese açıklardır.
Yazarlar, günümüzde neoliberalizmin para üzerinden iflasına bakarak giderek artan bir şekilde 'Devlet sektörü, devlet kontrolü' fikrine dönüş olduğunu, sosyalizmi çağrıştıran bu önerilerin yanında keynesçi yaklaşımların da daha popüler hale geldiklerini söylüyorlar. Ama bunlar çözüm mü? Elbette değil. Yazarlar, kapitalizm ile sosyalizmin mülkiyet üzerinden benzeştiklerine dikkat çekiyorlar. Kapitalin globalleşme ile birlikte bir tür dünya hakimiyeti kurduğunu söyleyen yazarlar, sosyal hayatın da doğrudan 'ekonomi'leştirildiğinden bahsediyorlar (Günaydın!).
Artık herkesin belli bilgilere erişebildiği üzerinde durup, yaratıcılık konusunun özgürlük ile ilgili olduğunun anlaşıldığını, bunun belli sonuçları olacağını yazıyorlar (Tünaydın!).
Benim hoşuma giden bir şey de, Gelişmiş ülkelerdeki 'Sevgi eksikliği' diye bir laf kullanmaları (aslında 'vicdansızlık'tan bahsediyorlar) ve kitaplarının ağırlık merkezlerinden birini de bu laf üzerine oturtmaya çabalamaları...
Diğer ilginç konu, Hristiyancı/İslamcı/Siyonist dincilik türlerinde insan vücudunun (yani mesela cinselliğin) nasıl kontrol altında tutulması gerektiği konusuna dayanarak, dinci totaliterleşmenin üzerinde durmaları -ki tartışmaya değer yanlar içeriyor. Tabii bu konuda bazı yerlerde saçmaladıkları da oluyor (İyi geceler!). Ama dincilerin topluma karşı bir baskı unsuru olarak kullandıkları konuları incelemek galiba önemli...
Kutsala aşık ve sıkı sıkıya bağlı biri, bir kadına/erkeğe sırılsıklam aşık olamaz mı? Onunla sabahlara kadar sevişemez mi? Cinsellik ile kutsallık birbirine zıt mı yoksa belli bir adab dahilinde birbiriyle ilintili mi? 'Aşk, cinsellik ve kutsal arasındaki bağ'ı göstermek gerek ve bu konuda yakında burada bir yazı yer alabilir.
'Kapitalizmden geriye ne kalacak?!..'
(İşte bu bölümü şimdi okumam lazım!..)
http://www.konstantiniye.blogspot.com/

Meritokrasi



Meritokrasi, yönetim gücünün, yetenek ve kişilerin bireysel üstünlüğüne yani liyakata dayandığı yönetim biçimidir. Bu yönetim şeklinde idare gücü, üstün özellikleri olduğu düşünülen kişiler arasında paylaştırılmaktadır, kayırma yoktur. Özellikle kamu yönetiminde daha bilgili ve yetenekli kişilerin seçilmesi ve yine hizmet içindeki ilerleme ve yükselmelerinin bilgi, başarı ve yetenek kıstaslarına göre yapılmasını amaçlar. Osmanlı Devleti'ndeki Devşirme sistemi buna örnek gösterilebilir.[1]

Kökeni

Meritokrasi kelimesi ilk kez Britanyalı sosyolog Michael Young'ın hiciv tarzındaki eseri Rise of the Meritocracy (Meritokrasinin Yükselişi)'nde geçmektedir.[2][3] Bu kelime Latince meritum ile Yunanca kratein (κρατεῖν) kelimelerinin birleşmesinden oluşmuştur. Meritum; yeterli ve değer anlamına, kratostan türeyen krasi ise güç, etki ve kuvvet anlamına gelmektedir. Kelimeler birleşince ortaya çıkan kelime ise toplumda değerlilerin, seçkinlerin güçlü ve etkili olmasını savunan bir görüşün adıdır. Dolayısıyla üst kademelerde zekâ, çalışkanlık ve diğer meslekî hünerleri bulunan kişilere yer verilmesi anlamına gelmektedir.

Liyakat sistemi (merit system), siyasî kayırmacılık sisteminin uygulamada olumsuz sonuçlar vermesi neticesinde ortaya çıkan bir sistemdir. Sistem, 1883 tarihli “Pendleton Act”'in ABD’de uygulanmasıyla başlanmıştır. Kayırma sisteminin ortaya çıkışından itibaren geçen zaman içinde devletin rolü büyük ölçüde değişmiştir. Devletin geleneksel düzenleyicilik işlevleri hem hacim yönünden katlanarak artmış, hem alan itibariyle son derece genişlemiş; bunun sonunda devlet yeni ve büyük sorunlar üstlenmiştir. Devletin bu yeni görevlerini yerine getirebilmek için modern kamu personeli, zamanımızın sosyal, ekonomik, bilimsel ve teknik problemlerini çözme gücüne sahip olmalıdır. Bu ihtiyaçlarla ve sorunlarla karşı karşıya kalan devlet, bunları çözümleme sorumluluğunu üzerine almış ve “liyakat sistemini” geliştirmiştir. Konuyla ayrıntılı bilgi, yazarın Kamu ve Kamu Personeli kitabında bulunmaktadır.

Ayrıca sosyolog Melvin Tumin'in ifade ettiği üzere meritokrasi, toplum içerisinde bireylerin yetenekleri ölçüsünde rol almaları durumudur.
İngiltere merkezli Meritocracy Party, beş maddeden oluşan bir manifesto yayımlamıştır.[4] Bu maddeler şu şekildedir:

Kayırmacılık yoktur: Ailenizin değil, sizin kim olduğunuz önemlidir.
Yandaşçılık yoktur: Başkalarının sizin için ne yapabildiği değil, sizin ne yapabildiğiniz önemlidir.
Ayrımcılık yoktur: Cinsiyet, ırk, din, yaş, geçmiş önemsizdir. Yetenek her şeydir.

Eşit imkânlar: Herkesle aynı noktadan başlar ve yeteneklerinizin sizi götürdüğü yere gidersiniz.

Tatminkar erdemler: En başarılı insanlar, en yüksek tatmine erişirler.

Eleştiriler

Balibar ve Wallerstein tarafından, nepotizmaya karşı ilerici uygulamaları olduğu vurgulandığı halde kapitalist toplum yapısından dolayı iyi eğitime ulaşmayı sağlayacak maddi imkanların yarattığı ayrıcalıkla iyi eğitilmiş olanın daha yetenekli ve zeki olanın önüne geçmesine neden olduğu gerekçesiyle eleştirilmiştir.[5]

Kaynaklar

^ Cem Oğuz (1999). "Osmanlı: Toplum". Yeni Türkiye Yayınları. s. c. 5.
^ Paul Kamolnick (2005). "The just meritocracy: IQ, class mobility, and American social policy". Greenwood Publishing Group. s. s. 87.
^ Boris Ford (1992). "The Cambridge cultural history of Britain". Cambridge

Kaynak. Vikipedi[/b]

Putin’in danışmanı: Liberal Dünya Düzeni çöküyor, Büyük Avrasya Ortaklığı şart
21 Eki, 2017



Putin danışmanı Karaganov, Liberal Dünya Düzeni’nin çöktüğünü yerini ‘Büyük Avrasya Ortaklığı’nın alması gerektiğini belirtti

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in dış politika danışmanı Sergey Karaganov, Batı’nın askeri üstünlüğü ile kurulan Liberal Dünya Düzeni’nin çökmekte olduğunu ve “Büyük Avrasya Ortaklığı” temelinde yeni bir düzenin kurulması gerektiğini savundu.

Karaganov, MEMRI internet sitesinde yayınlanan “Gelecekteki Dünya Düzeni” başlıklı yazısında, Batılı ülkelerin askeri üstünlüğünü kullanarak diğer uluslar adına söz söyleme hakkını kendinde gördüğü “liberal düzenin” artık sürdürülemez duruma geldiğini kaydetti.
Yeni Şafak’ın aktardığına göre, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile Batılı ülkelerin tek taraflı pek çok müdahaleye giriştiği, Irak ve Libya örneklerinde olduğu gibi, bu müdahalelerin daha büyük kaosa sebep olduğunun altını çizen Karaganov, Batı’nın “özgürlük” iddiasının içinin ise tamamen boş olduğunu belirtiyor.
Nükleer silah sahibi ülkelerin sayısındaki artışın güç dengelerini derinden sarstığını değerlendiren Karaganov, askeri güçle rakip devletlere diş geçiremeyen Batılı ülkelerin elinde tek silah olarak “yaptırımlar” kaldığını kaydediyor. Kremlin’in etkili danışmanlarından Karaganov önümüzdeki 15 yılla ilgili tahminde de bulunarak, nükleer ve siber silahların yeni küresel düzenin belirlenmesinde etkin rol oynayacağını dile getiriyor.

ATLANTİK İTTİFAKI’NIN YERİNİ ALACAK

Sergey Karaganov, Avrupa ile birlikte Rusya, Çin ve diğer yükselen Avrasya güçlerinin birlikte oluşturacağı Büyük Avrasya Ortaklığı’nın, Atlantik İttifakı’nın yerini alarak yeni küresel düzeni belirlemesi gerektiğini savunuyor. Batı’nın askeri üstünlüğünün sona ermesi ile Liberal Dünya Düzeni’nin de çöküşe geçtiğini belirten Karaganov, yeni güçlerin, öncelikle de Avrasyalı güçlerin, yeni düzende söz sahibi olması gerektiğini belirtiyor. Çin’in “Tek Yol Tek Kuşak” projesinin yeni ittifakın şekillenmesinde önemli rol oynayacağını belirten Kremlin Danışmanı, ABD’nin yeni düzene katkısının önemli olduğunu ama öncelikle içinde bulunduğu “toplu çılgınlık” durumundan çıkması gerektiğini vurguluyor.

LİBERALİZM ÇIKMAZA GİRDİ

Yazıda, Batılı ülkelerin her geçen gün kendi gündemlerini, kültürel ve siyasi değerlerini diğer ülkelere dayatmakta zorlandığına da dikkat çekiliyor. Diğer ülkelerden gelen direnişin, Batı’da derin bir hayal kırıklığına sebep olduğunun da altı çiziliyor.
Putin’in danışmanlık görevinde bulunan Karaganov, Avrupa’nın küresel rekabet gücünü kaybettiğini ve bunun ABD’yi de etkilediğini belirterek, söz konusu durumun “Trump fenomenini” de açıkladığını iddia ediyor. Karaganov, ABD’nin, Liberal Dünya Düzeni’nin çıkmaza girdiğini farkederek, Donald Trump’ın başkanlığa yükselişi ile bu çıkmazdan bir çıkış arayışı içinde olduğunu savunuyor.

15 YILI SİBER SİLAHLAR BELİRLEYECEK

“Gelecekteki Dünya Düzeni” adlı yazıda, önümüzdeki 15 yılı nükleer ve siber silah gücündeki yükselişin belirleyeceği de iddia ediliyor. Yeni düzenin üzerine kurulacağı askeri-siyasi yapıda da değişiklikler olacağı değerlendirilen yazıda, Kuzey Kore’nin nükleer güç olmasından sonra, Güney Kore ve Japonya’nın da hızla bu teknolojiyi elde etmek isteyeceğinin altı çiziliyor. İran’ın da üzerindeki baskı devam ederse, kısa sürede nükleer silah teknolojisini geliştireceği de yazıda iddia ediliyor. Karaganov, siber silahların da en az nükleer silahlar kadar etki oluşturma kabiliyetine ulaşacağını vurguluyor. Kremlin danışmanı, siber silahların etkisinin çok taraflı caydırıcılığın kurulmasını sağlayarak, yeni düzenin doğuşunu destekleyebileceğini iddia ediyor.
İlk Kurşun

Burhan Halit KOŞAN: ORTA DOĞU- 2
16 Ocak 2018



“Çin” diye söze başladığımızda İPEK YOLU’nu anlatmaya mecbur değiliz. Ticaret güzergâhı olan İpek Yolu hattının yeniden işlerlik kazandırılması için yapılan çalışmalar ve gösterilen gayretler “YENİ DÜNYA” düzenine alternatif değildir, apayrı bir düzen teklifi hiç değildir. Amerika tarafından domino edilen YENİ DÜNYA düzeniyle de hiç kavga halinde değildir.

Yeni “İpek Yolu” projesini anlamak için öncelikle yerel ölçekte Irak-Suriye merkezinde başlatılan ve bütün Orta Doğu’yu yangın yeri, kan gölüne çevirmek üzerine tasarlanan “Arı Kovanı” projesi anlaşılmadan “İpek Yolu” projesine odaklanmak, matematiğin basit dört işlemini bilmeyenlere integral denklemleri anlatmaya benzer. Küresel ölçekte ise, Lâtin Amerika ülkeleri için “And Dağları Projesi” ve Uzak Doğu ülkeleri için “Domino Teorisi” gibi her biri ayrı bir bölgeyi, her biri farklı bir iklimi işgâl ve tasallut için düzenlenen yıkıcı ve yakıcı küresel projeler anlaşılmadan, direkt “İpek Yolu projesi” sonucuna odaklanmak gaflet değilse kesinlikle ihanettir. Sonuç üzerinden formül bulmaya çalışmak, analitik düşünceye de metodolojik zihin egzersizlerine de aykırıdır.

Sonuca odaklanarak geçici zaferler kazanmak, kalıcı hezimetleri getirir. Bu durum ise, insanlığın düşünce tarihi başta olmak üzere biyolojik ve fiziki dünya pratiğinde, kaybedenler listesine yazılmayı getirir.

Kadrolu hariciye hainleri ile politika kanalizasyonunda banyo yapanlar tarafından piyasaya sürülen Çin merkezli hamleler, güya Amerika’nın kurguladığına aykırıymış-karşıtıymış gibi pazarlanıyor. Hâlbuki “Çin” orijinli/odaklı tüm fikir ve hareketlenmeler, Atlantik orijinli Yeni Dünya düzenine alternatif olmadığı gibi farklı bir güzergâh hattı olmadığını da belirtmeye mecburum. Birkaç ekstrem-uç teklifi dışında “Çin” tarafından yapılıyormuş zannedilen bütün organizasyon tekliflerinin; Batı, batıl, Paris-Berlin-Londra’nın vagon, Atlantik-Amerika’nın lokomotifliğindeki Yeni Dünya düzenine hizmet etmek için olduğuna adım gibi eminim.

İster iyi niyetli olsun, ister kötü niyetli olsun, Oksidantalizm okumalarının sonu, Batı’nın ve batılın mamulü olan şarkiyatçı nazariyeleri savunma ibişliğine vardığını görüyorsun-görüyorum; gördüğünü de görüyorum! Oksidantalizm denen dikenli yolun, bu kirlenmiş çağın griye bulanmış vasatı ile vasat altı insanları için risk devamlılığı sabit, çok rizikolu bir güzergâh olduğunu söyleyebilirim.

Biz, Oksidantalizm tehlikesinden, KİM’in, niçin ve niye azade olduğunu, kimlerin ise hangi nedenlerden dolayı azade olabileceğinin cevabını bir sonra ki yazımıza bırakalım ve ana hattımız olan Orta Doğu konusuna odaklanalım.

Evet, Orta Doğu havzasına ait meseleleri ete, kemiğe bürümeden ve elbise renklerini seçmeden önce konuyu, iki soruyla renklendirelim:

1-Amerika için uyuşturucu mu önemli? Petrol mü?

2-Amerika, uyuşturucu savaşını mı kazandı? Petrol savaşını mı?

Sorulardan önce cevapları görebilen Adımlar kadrosu ve kıymete haiz okuyucuları için suallere ait düşüncelerimi yazmadan önce iki kelâm etmekten şeref duyacağım. Seçkin ruhlara ve aristokratlara hitap eden İBDA fikrine müdrik olmaya çalışan yoksul bir Türk olarak, Müessir Eser/ Allah Resûlü’nün varisi olduğuna iman ettiğim Kumandan’ı takip etmekten ve ardında yürümekten onur duyduğum gibi kendi varlığımı inşa etme sürecinde Adımlar ile beraber yürümekten, mutlu olduğumu söylemeliyim. Sonuçta, eziklerin zihin yapısıyla düşünmeyen, rejimin konfeksiyon-hazır giyim elbiselerini reddeden ve statükocu düzenin tercihlerine yönelmeyen insanlarla yürüdüğüm için kendimi talihli görüyorum.

Evet, Amerika, her ne kadar nano-teknoloji, biyo-teknoloji ve hidrojen çağının en uçlarında dolanıyor olsa da uyuşturucu savaşını kaybetti. Kazandığı petrol savaşının ise son çeyrek asrına girdi. Cevap anlaşılsa da bazen, gerçeği iyicene sadeleştirmek gerekir. Amerika uyuşturucu savaşını kaybedeli çok zaman oldu. Kaybeden derken yurttaşlarının içmesine engel olamadığı-olmadığı gibi CIA ve FBI kurumlarının organizesiyle Amerika’nın 15 resmi istihbarat kuruluşu ya direkt-doğrudan kendileri, ya endirect-dolaylı yollarla uyuşturucu ticareti yaptıklarını da söylemeliyim. Uyuşturucu ticareti yapan, insanlığın ve medeniyetin düşmanı Amerika’nın istihbarat kuruluşlarının isimlerine değinelim. Ulusal ve uluslararası istihbarat çerçevesinde ABD’deki on beş istihbarat teşkilatı şunlardır: İç Güvenlik İstihbaratı, Hava Kuvvetleri İstihbaratı, Ordu İstihbaratı, Sahil Güvenlik İstihbaratı, Merkezî İstihbarat Teşkilâtı, Savunma İstihbarat Teşkilâtı, Deniz Piyade İstihbaratı, Enerji Bakanlığı İstihbaratı, Devlet Bakanlığı İstihbaratı, Hazine Bakanlığı İstihbaratı, Federal Araştırma Bürosu, Ulusal Jeouzay İstihbarat Teşkilâtı, Ulusal Tanıma Bürosu, Ulusal Tanıma Bürosu ve Deniz Kuvvetleri İstihbaratı.

Bilahare hepsinin karnını tek tek deşecek, beş para etmez ciğerlerinin izâh edici fotoğraf karelerine ân be ân değineceğiz


En son Ekim tarafından Cum May 28, 2010 12:05 am tarihinde değiştirildi, toplam 2 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Pts Mar 29, 2010 11:21 pm    Mesaj konusu: LAMARTINE’DEN DUGİN’E, TÜRK – RUS VE BATI İLİŞKİLERİ Alıntıyla Cevap Gönder

Başkanlık Tartışmalarına Katkı: OTOKRASİ DEĞİL BAŞYÜCELİK DEVLETİ!
Selim GÜRSELGİL –
08 Kasım 2016

Üstad Necip Fazıl, eserlerinin en önemlisi kabul ettiği “İdeolocya Örgüsü”nde, İslâm İnkılâbını bütün yönleriyle ele almış, tasvir ve teklif etmiştir. Bu inkılâbın, çekirdeği, zübdesi ve özü ise, bilindiği gibi “Başyücelik Devleti” idealidir.

Üstad için İslâm İnkılâbı, Müslümanların boyunlarının borcudur. Müslümanlar, “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyene itaat edemez”ler. İslâm, kimsenin çıkar aracı veya şahsi avuntusu değildir. İslâm ancak İslâm inkılâbı ile, İslâm devletinde idrak edilebilir. O devletin adı da, yine İslâmi bir incelikle “İslâm devleti” değil, “Başyücelik Devleti”dir.

Başyücelik Devleti, “Hâkimiyet Hakkındır!” düsturuna dayanır ve bütün hâkimiyetinin kaynağını ve temel ölçülerini İslâmiyetten alır. Bu temel ölçülerden çıkan sonuç ise ne saltanata, ne cumhuriyete benzer. Üstad Necip Fazıl’ın tarif ve tasvirleri içinde –kısaca özet hâlinde verirsek- şudur:

* İslâm ve Devlet

İslâm, devlete, ruhun uzviyete yapışık olması gibi sımsıkı bağlıdır; asla ayrılmaz ve onsuz uzviyet düşünülemez.

* Teşkilât ve İdare

İslâm inkılâbı, başlı başına ve müstakil ideal kıymetinde, bütün bir teşkilât ve devlet şekli gayesine sahiptir. Bu gayenin ismi “Başyücelik devleti” ve teşkilatıdır.

… Başyücelik devleti, eski Yunan’dan bugüne kadar gelen örnekler arasında misilsiz bir ilerilik ve yenilik temsil ettiği gibi, tarih boyunca gelmiş, ya ferdî, ya içtimaî, yahut da zümrevî irade hâkimiyetlerine bağlı şekillerden teker teker herbirinin faziletlerini toplayıcı son ve üstün buluştur. Öyle bir buluş ki, İslâm’ın “şûrâ” ölçüsüne de sımsıkı bağlı…

… Teşkilât cephesi Büyük Doğu ideolocyasında gergef gibi nakışlandırılmış olan bu davanın fikir ve özü, bir topluluğu, o topluluk içindeki en üstün ruh ve idrak kahramanlarının emir ve iradesine teslim etmekten ibarettir. Açıkçası, her sahadaki idrak soylularının, bir hastahanede ilmi doktorluk hâkimiyeti gibi mutlak hegemonyasını kurmak…

* Devlet

Bütün zıtlarından ve sahte benzerlerinden ayırarak, şeriat, tasavvuf ve onlara tâbi aklı, anlayışı ile derin ve gerçek mümine bağladığımız İslâm inkılâbı içinde devlet ve hükümet şekli, serbest ve ileri akıla bırakılmış, bütün bir icat ve ibda mevzuudur. Bu davada serbest ve ileri akıl, ana ölçüye daima bağlı kalarak, insan cemiyetlerinin ve idare nizamlarının tarih boyunca macerasını takip ederek, en doğru, en iyi ve en güzel şekli seçmekte veya bulmakta yüzdeyüz hürdür.

* Aydınlar Aristokrasisi

Bir İmam-ı Gazali ile bir keleş çoban arasındaki farkı daima aziz tutan ve tutacak olan ölçümüz, keleş çobanla uyuz keçinin de hakkını kendilerinden daha emniyetle tekeffül edecek nizamın nihai hak ve adl tecellisi içinde fenâya ermiş ve nefslerini aşmış “entellektüeller hâkimiyeti” olduğunda asla tereddüt sahibi değildir.

* Yüceler Kurultayı

“Büyük Doğu” mefkûresinde, cemiyet iradesini temsil adına, dünyanın her yerinde örnekleri bilinen millet meclisleri yerine, bir “Yüceler Kurultayı” vardır. (…) “Yüceler Kurultayı”nın mânâsı, milleti, en ileri düşünenlerin ve en iyi yapanların kadrosunda özleştirmektir.

* Başyüce ve Kurultay

“Başyüce”den itibaren “Yüceler Kurultayı” azasına ve topyekün hükümet kadrosuna kadar hiçbir ferdin, kanun muvacehesinde mesuliyetsizlik ve şahsi masuniyet (dokunulmazlık) gibi bir imtiyazı yoktur. Meselâ, sokağa tükürmek, “Yüceler Kurultayı”ndan çıkacak bir zevk ve terbiye yasasına göre suçsa, zabıta, bunu yapacak bir “Başyüce” ile bir “yüce”yi, bir hükümet reisi ve bir çöpçüyü bir tutar.

* Başyüce

Anlaşılıyor ki, “Başyüce”, İslâmın “ulülemr” diye isimlendirdiği büyük içtimâî irade ve icrâ makamını, bu makama en küçük nefs ve hırsı karıştırmamak ve kendi öz nefsaniyeti bakımından madum (altta) kalmak borcu altında, şahsıyla dolduran ideal ferddir. “Başyüce”, temsil ettiği iman ve hakikat kutbunun, en ileri hürriyet içinde her şeyi ve herkesi köleleştiren mânâsına karşı mukaddes mizan önünde, bizzat, her şeyden ve herkesten fazla köleleşecektir.

İdeolocya Örgüsü’nde ayrıntısıyla ortaya konulan bu fikirleri, daha sonra Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, “BAŞYÜCELİK DEVLETİ – Yeni Dünya Düzeni” adını verdiği eserinde, günümüz dünyası ile ilgisi içinde detaylandırdı. Böylece Başyücelik Devleti ideali, Hristiyan-Yahudi Batı Emperyalizmini ve onun kurduğu yeni dünya düzenini red tavrı içinde, İslâm birliğinin ve İslâm devletleri birliğinin fikri altyapısı olarak tamamlanmış oldu.

OTOKRASİ DEĞİL, AYDINLAR ARİSTOKRASİSİ

Başyücelik idealini günümüzdeki Başkanlık sistemi tartışmaları bakımından ele aldığımızda, bu tartışmaların tam da merkezinde bulunduğunu görürsünüz.

Başkanlık sistemine taraftar olanlar, klasik parlamenter sistemin dünyanın hiçbir yerinde, örnek alındığı Fransa’da bile kalmadığını ve âtıl bir sistem olduğunu savunuyorlar.

Başkanlık sistemine karşı olanlar ise onun kolayca otokrasiye, yani keyfî yönetime, yani diktatörlüğe dönüşebileceğini öne sürüyorlar.

Başyücelik idealine yakından bakıldığında, bu iki mahzuru da ortadan kaldırıcı olduğu kolayca görülebilir. Başyücelik ideali, hem klasik parlamentarizmin ataletinin, hem de otokrasi tehlikesinin bir arada ve yegâne tedbiridir.

* Demokrasinin Üstünde

Üstad Necip Fazıl’ın teklif ettiği “Başyücelik Sistemi”, bir tür başkanlık modelidir. Ancak bu model, “Amerikan tipi başkanlık” modelinden veya “Fransız tipi yarı başkanlık” modelinden ayrı, nevi şahsına münhasır bir başkanlık modelidir.

Başyücelik Sistemi, her şeyden önce “demokratik bir rejim” değil, “aristokratik bir rejim” öngörür. Sözkonusu aristokrasi, “kan ve soy üstünlüğü” esasına dayanmayıp, “fikir ve idrak soyluluğu” esasına dayandığı için, Üstad Necip Fazıl bu sistemin ortaya koyacağı rejime “Aydınlar Aristokrasisi” adını vermiştir.

Bu rejimde, yasama kuvvetini temsil eden Yüceler Kurultayı ve yürütme organının başı olan Başyüce, halk seçimiyle ortaya çıkmaz. Yüceler Kurultayı, ilk defa “Müessisler Meclisi – Kurucular Meclisi” adı verilen, memleketin en ileri idrak soyluları arasından oluşturulur ve daha sonra kendi kendini idâme eder. Başyüce ise 5 yıllığına bu Kurultay içinden, Kurultay içinde yapılacak seçimle belirlenir.

* Otokrasinin Dışında

Başyücelik Sistemi’nde, Amerikan sisteminde olduğu türden yasama ve yürütme kuvvetleri arasında keskin bir ayrılık yoktur. Başyüce (Başkan), Yüceler Kurultayı’ndan (Kongre) ayrı bir seçimle değil, doğrudan doğruya Yüceler Kurultayı içinden seçilir.

Yüceler Kurultayı’nda bir Başvekil (Başbakan) vardır ve Başvekil, yine Yüceler Kurultayı içinden, bizzat Başyüce tarafından seçilir. Başvekil, Kurultay dışından oluşturacağı “Vekiller Heyeti” (Bakanlar Kurulu) listesini Başyüce’ye arzeder ve liste onun tasdikinden geçerek ve “Başyücelik Hükümeti” adıyla göreve başlar.

Yine Amerikan Sistemi’nden farklı olarak Yüceler Kurultayı, gerek Başyüce’yi, gerekse Başyücelik Hükümeti’ni denetleme ve gerektiğinde düşürme yetkisine sahiptir. Yüceler Kurultayı’nın Başyücelik Hükümeti’ni düşürebilmesi için mutlak çoğunluk (yani yüzde 51) kararı lazımdır. Başyüce’yi düşürebilmesi için ise, Yüceler Kurultayı’nın yüzde 75’i bulması gerekir.

Başyüce ise doğrudan doğruya Yüceler Kurultayı’nı feshedemez. Kurultayı feshetmek için, Kurultay üyelerinin yüzde 40 desteğiyle beraber halk oyuna (referandum) başvurması lazımgelir. Bu takdirde, Başyüce, halk desteğini arkasına alırsa, kendi karşısında olan yüzde 60’lık Kurultay çoğunluğunu feshedebilir. Eğer halk oyu, Yüceler Kurultayı’ndan yana çıkarsa, bu sefer Başyüce görevinden azledilir.

* Kuvvetler Birliği ve Kuvvetler Ayrılığı

Üstad’ın teklif ettiği bu sistem, Başyücelik Devleti adını alır. Sözkonusu sistem içinde Başyüce, “kuvvetler birliği”nin sadece bir sembolüdür; bunun dışında, yetkileri sınırsız değildir ve “kuvvetler ayrılığı” bütün alanlarda geçerlidir.

Meselâ bu sistemde “masuniyet – dokunulmazlık” diye bir şey yoktur. Başyüce, Yüceler Kurultayı üyeleri, Vekiller Heyeti mensupları, hiç kimse, en küçük bir suç isnadı karşısında kanun karşısına çıkmaktan kurtulamaz. Yargı ise mutlak hürdür. Her ne kadar Başyüce adına hüküm verirse de, gerektiğinde Başyüce üzerine de hüküm verir.

Yargı bağımsızlığı, bu sistemde, diğer bütün kuvvetlere tanınan ayrıcalıklardan daha geçerlidir. Yasama ve yürütme, belli şartlar altında, yukarıda söz ettiğimiz gibi, birbirine müdahale edebilir. Fakat yargıya hiç kimse müdahale edemez. Başyücelik Sisteminde kanun, bütün fani şahıslardan daha üstün bir güçtür.  

Buradan anlaşılacağı gibi, Başyücelik Sisteminde Başyüce, parlamenter sistemdeki cumhurbaşkanı gibi “sembolik” ve “sorumsuz” değildir. Ancak Başkanlık Sistemindeki gibi, katı sınırlarla yasama organının dışına çıkarılmış da değildir. Daha yakın olduğu sistem, “yarı başkanlık” modelidir. 

* Check and Balance (Murakabe ve Muvazene)

Necip Fazıl’ın öngördüğü Başyücelik Sistemi’nin denetleyici unsurları, üç tânedir. Bunlardan biri, dinî uzmanlık bakımından, diğeri aydınlar rejimi bakımından, üçüncüsü ise doğrudan doğruya halk şikayetleri ve çıkarları bakımından sistemi denetler.

Dini uzmanlık bakımından bu sistemin denetleyici unsuruna, Üstad Necip Fazıl “Yüce Din Dairesi” adını vermiştir. Yüce Din Dairesi, hükümet üstü bir seviyede ve Yüceler Kurultayı’nın yanında bir dini uzmanlık sahasıdır. Hükümleri dine uygunluk noktasından denetler. Her ne kadar soyut olarak Başyüce adına bu denetimi yaparsa da, somut ifâdesinde Başyüce’nin dahi etkisine kapalıdır. Onunla çelişmesi hâlinde, Yüceler Kurultayı’nı hakem tutabilir.

Aydınlar rejimi bakımından Başyücelik Sistemi’nin denetim organı ise Başyücelik Akademyası’dır. Necip Fazıl onu İlim ve Tefekkür kolu, Fen ve Keşifler kolu, Edebiyat ve Güzel Sanatlar kolu olarak üç şubeli görür. Bu alanlarda kendini gösteren eser ve buluş sahibi aydınlar, Başyücelik Akademyası’nın kadrosunu oluştururlar.

Başyücelik Akademyası, Yüceler Kurultayı’nın soyut ifâdesidir. Onun somut hâli, Yüceler Kurultayı’dır. Bir müessese olarak Başyücelik Akademyası’nın, siyasî, idarî veya hukukî olarak bir yaptırım gücü yoktur. Ancak o, Başyüce’nin danışma çevresidir ve görüşlerini rapor hâlinde Başyüce’ye arzeder. Bunun yanında, Yüceler Kurultayı’nın bir tür tamamlayıcı ve onu devam ettirici unsurudur.

Sözkonusu sistemin bir diğer denetleyici mekanizması da Halk Divanı’dır. Bu divan, senenin belli başlı günlerinde kurulur. Halktan, şikâyet ve talep sahibi her fert bu divana katılabilir. Başyücelik Sarayı’nda kurulan bu divan karşısında başta Başyüce olmak üzere bütün hükümet erkânı halka hesap vermeye ve onların ihtiyaçlarını dinlemeye hazır bir ruh hâleti içinde bulunur.

Kaynak: ADIMLAR Dergisi

LAMARTINE’DEN DUGİN’E, TÜRK – RUS VE BATI İLİŞKİLERİ ETRAFINDA
Hakan YAMAN
27.08.2016



LAMARTINE’DEN DUGİN’E, TÜRK – RUS VE BATI İLİŞKİLERİ ETRAFINDA
“YERİNDEN TAŞAN KUZEY” VE TÜRK’E BİÇİLEN ROL

Türkiye Tarihi adını verdiği üç ciltlik eseri ülkesi Fransa’da yayınlandığında henüz 19. Yüzyılın ortalarını yeni geçmiştik ve takvimler 1859 senesini gösteriyordu. Rusya’da ve Osmanlı’da modernleşme süreci adı verilen reform hareketleri başlamış, devlet aygıtında ve sosyal yapıda köklü değişim hamleleri gündeme gelmişti. Fransa’da da iktidarın niteliği etrafında benzer çatışmalar oluyor; mühür, Cumhuriyetçiler ile Monarşistler ve İmparatorluk yanlıları arasında dönüp duruyordu.

Kendisi ünlü bir şair, romantik akımda saygın bir yeri olan tanınmış bir romancıydı. Türkiye Tarihi’nin neşrinden 10 yıl kadar evvel ülkesinde meydana gelen 1848 devriminde aktif rol oynamış ve kurulan devrim hükümetinde Dışişleri bakanı olmuştur. Bu sebeptendir ki, onun tarihine bir edebiyatçının oryantalist alâkasından çok, Fransa’nın en kritik virajında dış politikaya yön veren bir siyaset adamının eseri gözüyle bakmak gerekir. Alphonse de Lamartine’den bahsediyorum. Zira bugün batının bizi ne büsbütün dışlayan, ne de şahsiyetli bir şahlanışa göz yuman iki asra yaklaşmış ikircikli politikasında onun rolü sanılandan fazladır. Tıpkı Tanzimat ile Cumhuriyet arası edebiyatımızın dar bir boğaza sıkışmasındaki payı gibi…

Henüz ne Osmanlı’nın yeni rotasının varacağı yer belliydi, ne Rusya’nın… Fransa ise iktidarın niteliği konusunda bir açmaz yaşasa da, en azından kendi kültürel kökleri üzerinde mutabıktı. O her ne olursa olsun batı medeniyetinin merkezindeydi ve “batı” olarak kalacaktı.

Rusya’da siyaset iki ana akıma bölünmüş, Batıcılar ile Slavcılık (Rus Milliyetçiliği) arasında fikirden edebiyata kadar keskin bir kavga başlamıştı. Terör, yer altı örgütleri, siyasal cinayet ve yangınlar hep bu dönem Rusya’sından düşen görüntülerdir. Bu safhayı da bütün dehşetiyle anlatan en güzel eser Dostoyevski’nin Ecinniler’idir. Ecinniler politik romanın çıkabileceği en üst seviyedir.

Lamartine, 1859 yılında yazdığı tarih ile Türkiye’yi dışlamak yerine pohpohlayıp Rusya’ya karşı mayın eşeği olarak kullanmalıyız teorisini üretirken, Dostoyevski ise Rusya’nın içine kaçan ve onu delirten cinleri çıkarmanın yolunu anlatıyordu. Tıpkı İncil’de geçen ve sürüsü uçuruma sürüklenen cinlenmiş çobanın hikâyesi gibi… Rusya’da cinlenmiş, uçuruma sürüklenmiştir; ama bir gün sürüsünü kaybeden o çoban gibi İsa’nın dizlerine oturacak ve cinlerinden kurtulacak…

Ecinniler, Türkiye’nin özellikle 1970’lerde yaşadığı cinnetin 100 sene evvel Rus toplumundaki hâlidir. Batılılaşma, toprak reformu, fikir hürriyeti, milliyetçilik, anarşizm, “Tanrı”nın varlığı, aydın yabancılaşması vs. Cemil Meriç hoca o meşhur Dostoyevski yazısında tevekkeli yazmıyor: “Biz, Balzac’tan fazla Dosto’ya yakınız. Acılarımızla, zilletlerimizle, hayal kırıklıklarımızla.” (1)

Rusya düşe kalka kendi yolunu bulurken, Türkiye, Lamartine’in kendisine biçtiği rolü benimseyerek ayakta kalmayı tercih etti. Zaten bu tarih kitabının en mühim tarafı, bizzat tarihe ait bahislerden çok Avrupa ile Türkiye ilişkilerinin hangi zeminde yürütülmesi gerektiğini telkin eden önsözüdür. Hani önsözü kendisinden meşhur eserler var ya; bunu onlardan kabul etmek gerekir.



Benim açımdan dikkat çeken bir diğer nokta da, 19. Yüzyıl ortasında yazılan Osmanlı’ya dair bir tarihe “Türkiye Tarihi” adı verilmesidir. Bu konuya dikkat çeken bir değerlendirmeye henüz rastlamış değilim. 19. Yüzyılda İmparatorluktan “Türkiye” diye bahsedilmeye başlanmış mıydı; o dönem batıda genel olarak kullanılan ifade neydi; yoksa parçalanması planlanmış bir coğrafyaya yeni bir ad mı takılıyordu? Buna dair bir tarihçinin ayrı bir çalışma yapması ve batı literatürüne “Türkiye” kelimesinin ne zaman ve hangi şartlarda girdiğini, bizde ilk ve ne şekilde kullanılmaya başlandığını belgelemesi gerekir ki, üstünde sağlıklı bir mütalaa yürütülsün. Dikkat: Devletten “Türkiye” diye bahsedilmesini kastediyorum. Kitabın orijinal adı Historie de La Turquie.

Biz, bize “iltifat” edilmesine pek bayılırız. Hele bu iltifat batıdan gelirse değmeyin keyfimize. “Dünya lideri dediler,” “dost ve müttefik olduğumuzu söylediler,” “şunu ve bunu da ifade ettiler” diye gevşedikçe gevşeriz. Oysa bu iltifatların arkasında ne gibi bir telkin söz konusu, tavşana kaç tazıya tut durumu mu var? -ki genelde öyle olur, yoksa başka bir hesap mı söz konusu, bunun tahkikine yanaşmayı ve gardımızı ona göre almayı pek sevmeyiz. Aradan Abdülhamid Han’ı çıkarırsanız, son 200 senelik dış politikanın kabaca özeti budur. Necip Fazıl’ın 1950’li yıllarda kaleme aldığı ve İdeolocya Örgüsü‘ne dâhil ettiği “Avrupalı Tuzağı” isimli yazısını hatırlamadan geçmek olmaz:

“Biz, hangi milleti ve siyasî zümresiyle olursa olsun, Avrupalının hoşuna gittikçe ve alkışını topladıkça, böbürlenmek yerine başımızı taştan taşa vursak daha iyi ederiz.

Zira bizim, hangi milleti ve siyasî zümresiyle olursa olsun, Avrupalının hoşuna gitmemiz ve alkışını toplamamız, ancak kendi kendimizi tahrip ve inkârımız nisbetinde kabildir.”(2)

Ege’den bir çiftlik alıp ömrünün kalan kısmını orada geçirmeyi düşünecek kadar bize yakın olan ve Osmanlı sarayından keseler dolusu bahşiş alan Lamartine bu zaafımızı biliyordu elbet. Öyle ki, birbiri ardına şiirleri çevriliyor ve o güne kadar Batı fikir ve sanat hayatına kayıtsız Osmanlı aydınları arasında şöhreti gün geçtikçe tavan yapıyordu. Balzac’ın, Baudelaire’in olduğu dünyada bizim payımıza Hugo, Mussset ve Lamartine düşmüştü.

Modernizmle yüzleşme sürecini bizimle aynı yıllarda yaşamaya başlayan ve entelektüel anlamda bunun çok ciddi kavgasını veren Rus yazı hayatına yabancılığımızı saymıyorum bile. Dostoyevski’nin “Batı Çıkmazı”nı çevirmekte 100 sene geç kaldık. Bu sebeptendir ki, yakın dönemde hem orijinal metin, hem sadeleştirilmiş hâli bir arada yayınlanan Namık Kemal’in “Renan Müdafaanamesi” bütün iyi niyet ve satırlardan taşan iman öfkesine rağmen, Salih Mirzabeyoğlu’nun deyimiyle “başkasının ol dediğine olmam demekten ibaret” cılız soluklu bir karşı çıkıştan öteye geçmemiştir.

Lamartine’in batının dış politikasına yön verme ve bunu bize de benimsetme gayesiyle yazdıklarına dönelim. “Hiç bir milletin tarihi Türklerinki gibi bu kadar önemli şartlar altında kaleme alınmamıştır” cümlesiyle başlar meşhur önsöz. Daha sonra Rus orduları karşısında nasıl “kahramanca” savaştığını anlatan hamasî cümleler. Hemen ardından Haçlı seferlerinden kalan antipatinin sona erdirilmesi gerektiğinin altını çiziyor. Ne gariptir ki, Haçlı seferlerinden kalma “antipatiyi” ortadan kaldırmaya dönük cümleler son dönemde bizde de açıktan dillendirilir oldu. Doğuya sarılan da, batıya sarılan da, işe Haçlı Seferleri’nden kalma “antipatiyi” hedef alarak başlıyor.

Fransız şairin kaygısı açık: “İstilâcı bir ırkın –Rusya’yı kastediyor- sanki tabiatüstü bir afet gibi, toprakları, denizleri, milliyetleri, kentleri, dinleri, medeniyetleri, hürriyetleri ve ticareti işgal etmesine korkakça izin mi verecekler, yoksa onu yatağına sokmak için önünde engel olarak birleşecekler mi?”

Bunu sorduktan hemen sonra cevap beklediği adresi yazar: “Türkiye cesaret ve kahramanlığı…”

Göl şairi, ünlü şiirindeki kadar karamsar değildir Rusya tehlikesi karşısında. Çünkü: “Avrupa Rusya’nın mutlak kudreti karşısında, bir tabiat felaketi gibi çaresiz kalmayacaktır. Yerinden taşan Kuzey, vaktini şaşırmıştır. Türkiye henüz ölmemiştir.” (3) Evet, Türkiye ölmemeli; çünkü Avrupa ona, onun askerinin kanına ihtiyaç duyuyor. Bu satırları yeni okuduysanız, dünyanın en karanlık adamlarından “küresel demokrasi finansörü” Soros‘un Lamartine‘den 150 sene sonra Türkiye için söylediğini hatırlamadan geçemezsiniz: “En iyi ihraç malınız, askeriniz.”

Fransız edip daha sonra Yunan bağımsızlık hareketini destekledikleri için Batı adına günah çıkartır ve bizim gönlümüzü almaya çalışan satırlar yazar: “O zamanlar genç olan biz bile, doğuda geçenleri bilmeden, ne insanları, ne yeri tanımadan, Yunanlıların eski medeniyetleri için hayranlık duyarak Osmanlılara karşı haksız davrandık. Bizde herkes gibi aldandık. Doğuyu ve Batıyı Moskof istilâsına karşı koruyan Osmanlı İmparatorluğunu parçalamamak ve Yunanistan’ı himâye ederek Osmanlı camiası içinde federal bir devlet hâline getirmek icap ediyordu.” (4) Hayret, “aldandık” tabiri bize özel değilmiş. Türkiye Tarihi yazarının da bu ifadeye sarılması gösteriyor ki, siyasette “aldanmak” kavramı, her şey olup bittikten sonra ihtiyaç halinde başvurulan bir manevra yöntemi, bir çeşit aldatma sanatıdır.

İşin özeti şu: Osmanlı’nın artık batıyı tehdit edecek gücü kalmamıştır. Ama Rusya yeni bir yola girdi. Batıyı tehdit ediyor ve istilâya yelteneceği muhakkak. Türkiye şu durumda bir tampon vazifesi görüyor. Biz Rus saldırganlığını doğrudan göğüslemeyelim. Türk askerinin kanı ucuz; ona gerekli desteği verelim ve bizim sınır karakolumuz vazifesini gördürelim.

Bu satırların yazılışından sonra bahsedilen politika 1. Dünya Harbine kadar göreceli olarak uygulandı ve o konjonktürde bizim de işimize geldi. Rusya kabuğuna sığmıyordu ve Osmanlı’nın tek başına onu karşılayacak gücü yoktu. Savaşlar sınır komşusu olarak bizim topraklarımızda oldu, esas asker gücü bizden oluştu; Avrupa ise takviye birlik ve teçhizatlar göndererek bizim ayakta kalmamızı sağladı ve tehlikeyi kendi coğrafyasından olabildiğince uzak tuttu.



Bu stratejinin tam ve esaslı olarak tatbikata geçmesi ise 2. Dünya Harbi sonrası NATO’nun kuruluşu ve Türkiye’nin bu işe dâhil olmasıyla başlar. Konu yine Rusya tarafından gelen bir tehlikedir, ama bu defa “millet” adına değil, “ideoloji” için yapılan bir saldırı… S. Huntington’ın meşhur Medeniyetler Çatışması kitabında tasvir ettiği tarihi süreç… Hatırlayalım mı?

ÇATIŞMANIN TEMELLERİ

Son 20 yıl içinde politikayla az buçuk ilgilenip Medeniyetler Çatışması tezini duymayan yoktur. Varsa da, bir zahmet artık ilgilenmesin. Samuel P. Huntington Yahudi kökenli bir Amerikalıdır. SSCB’nin dağılıp dünyanın tek bloklu bir hâl aldığı yılların hemen başında ortaya attığı tez ve oluşturduğu yankı, onu herhangi bir siyaset bilimcisi ve ABD Savunma danışmanının ötesinde bir şöhrete eriştirmiştir. Soyvetler Birliği ve onun güdümündeki Varşova Paktı dağılınca, bütün meşruiyetini ona karşı olmakta bulan ve zaten o olduğu için var olan Kuzey Atlantik Antlaşması Paktı (NATO) başta olmak üzere birçok organizasyonun ne olacağı tartışmaya açılmıştı. Varşova Paktı ortadan kalktığı için NATO’nun da tasfiyesi dillendiriliyor, ABD ise kendi güdümündeki böyle bir gücü dağıtmak istemiyordu. İşte tam bu noktada Medeniyetler Çatışması tezi imdada yetişti.

Bu eserin yayınlanış tarihiyle Mirzabeyoğlu‘nun Başyücelik Devleti – Yeni Dünya Düzeni’ni neşretmesi aynı yıllara, 1990’ların ortasına denk düşer. İslâm âleminin olup biteni hiçbir şey anlamadan seyrettiği ve kayıtsızca kendisine biçilecek rolü beklediği bir vasatta, ilk Irak saldırısının mesajını bütün detaylarıyla idrâk ve izah eden ilk ve tek kişi olan Salih Mirzabeyoğlu satranç tahtasına kendi taşını sürmüştü. Evet, dünya yeni bir düzene geçiyor; ama kimin patronluğunda?

Batının Fransız devrimi öncesi çatışma ve savaşlar “idare ettikleri toprakları genişletmeye teşebbüs eden prenslerle imparatorlar arasında” meydana gelmiştir ve bunlar Krallar Savaşı olarak kategorize edilir. Yahudi asıllı ABD siyaset bilimcisine göre 19. Yüzyıldan başlayarak 1.Dünya Savaşı sonuna kadar olan savaşlar ise milletler çatışmasıdır. Kralların ve prenslerin topraklarını genişletmek için yaptıkları savaşların yerini millet için yapılan savaşlar almıştır.

Tam burada yine Lamartine tarihinin altını çizmek gerek. Huntington’ın “milletler çatışması” diye tasnif ettiği dönemde yazılmıştır ve mezkur önsözde Batı ile Türkiye’nin müttefik olmasını isterken çatışmanın millet kaynaklı olduğuna vurgu yapar: “Bundan böyle milletler yeryüzünde birbirlerini öldürmenin ve birbirlerinden nefret etmenin sebeplerini dinde aramayacaklardır.” (5) Görülüyor ki, batı kendi tarihsel süreçlerini sanki başkalarında karşılığı var gibi herkese dayatmaktadır. Belki Osmanlı Tarihi yerine Türkiye Tarihi adını seçmesi de bu sebepten…

Ve sırada batının kendi iç hastalıklarının neticesi olarak patlak veren ideolojiler çatışması: “Rus ihtilali ve ona karşı gösterilen bir tepkinin neticesi olarak, milletler mücadelesi yerini önce komünizm, faşizm-nazizm ve liberal demokrasi arasında ve daha sonra da komünizm ve liberal demokrasi arasında cereyan eden ideolojiler mücadelesine bıraktı. Bu sonuncu mücadele, Soğuk Savaş esnasında, iki süper güç arasındaki mücadelenin mücessem ifadesi olmuştur. Bu süper güçlerin hiç birisi, klasik Avrupaî anlamda millî devlet değildi ve her birisi hüviyetini kendi ideolojisinin terimleriyle tarif ediyordu.” (6)

Peki şimdi? Soyvetler Birliği dağıldı ve Amerika bir anda “Yeni Dünya Düzeni” jargonuyla tek başına kalıverdi. Krallar çatışması, milletler çatışması, ideolojiler çatışması derken “tarihin sonu mu” tartışmalarının yapıldığı günlere geliverdik. ABD Savunma Bakanlığı danışmanı ve meşhur Harvard Üniversitesi’nde kürsü sahibi Huntington “hayır” diyor, henüz tarihin sonu değil. Şimdi çok daha büyük bir savaş var kapıda. Bundan öncekiler esasen “Batı medeniyeti içindeki mücadelelerdi.” Bir başka deyişle “batıya ait iç savaşlardı.” Oysa şimdi “milletler arası siyaset Batılı görünüşün dışına çıkıyor ve Batı ile Batılı olmayan medeniyetler arasında” (7) yeni bir devir başlıyor. İşte yahudi kökenli siyaset bilimcinin Medeniyetler Savaşı olarak adlandırdığı sürecin hikâyesi budur.

Bu tez, Batıya karşı alternatif olarak sunulacak herhangi bir medeniyet – hayat tarzı teklifine karşı Batılıların şiddet başta olmak üzere çeşitli “tedbirler” almalarını meşrulaştırmak ve “anlaşılır kılmak” için üretilmiştir. Telegram (8) bahsi de bu “tedbirler” dairesinde değerlendirilebilir. Çünkü 1995 senesinin hemen başında neşredilen Başyücelik Devleti (9) tamı tamına bu alternatif tekliftir.

Esasen Soyvetler’in dağılmasının hemen akabinde ABD ve onun kuyruğundaki yancı ülkelerin bunu beklermiş gibi Körfez’e çöküvermeleri de yeni dönemin Batı ile İslâm arasında yaşanacağının apaçık ilanıydı ama bunu o gün sadece BİR kişi görebilmişti.

YENİ BİR DÜNYA KURULUR VE…

İsmet Paşa’nın meşhur “Johnson mektubunu” az buçuk memleket meseleleriyle ilgilenenler içinde bilmeyen yoktur. Rum çetelerinin Kıbrıs’ta katliama başladığı dönemde Adaya müdahale tartışmaları başlamıştır. Sene 1963. Dönemin ABD Başkanı tarafından Başbakan İsmet İnönü’ye bir uyarı mektubu gelir ve ABD’nin kendilerine verdiği silahları Kıbrıs’ta Rum çetelerine karşı kullanamayacakları söylenir. “Silahı biz veriyorsak, bizim istediğimize doğrultacaksınız” dayatması o günden bugüne “batı cephesinde” hiç değişmemiştir. Nitekim 1974 Kıbrıs çıkarmasında da aynı problem yaşandı. İsmet Paşa her ne kadar ardında duramasa da, bu küstahlığa tarihî bir cevap verdi: “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye orada yerini alır.”

Paşa, rotayı Rusya’ya çevirmekten bahsediyordu ama bunun yerine Kıbrıs’a gönderdiği filoların rotasını yarı yoldan geri çevirmeyi tercih etti. Kimbilir, belki de bu hadiseden birkaç ay önce Talat Aydemir’in teşebbüs ettiği darbe girişimini bir ikaz olarak almış ve aklına Rusya ziyaretinden hemen sonra tepetaklak edilen muarızı Menderes gelmiştir; bilemiyoruz.

Bizi ilgilendiren kısım ise “Türkiye orada yerini alır” bölümü… Tanzimat’tan bugüne bir “yer kapma” ve “yer alma” tartışmasının içindeyiz. Şahsiyetini muhafaza kaydıyla elbette yer alınır, yer değiştirilir, yer gösterilir vs. Şahsiyetçilik ise bir fikir ve buna bağlı olarak pek tabii bir ahlâk davasıdır. Bu aynı zamanda güçlü olmayı gerektirir. Gücün temini, bunun için fedakarlık yapılacak ve “kırmızı çizgi” kabul edilecek noktalar vs. Bütün bunlar kim olduğunu ve ne olması gerektiğini bilen ve buna bütün samimiyetiyle iman edenlerin güç dengeleri içinde hesap edip temellendirileceği “adımlar”dır. Diğer türlüsü mayın eşekliğine rızadır ve artık böyle milletlere hayat hakkı kalmamıştır. “Küstüm oynamıyorum, karşı mahalleye gider orada oynarım bak” restleri(!) ne kucağına oturdukların, ne de “karşı mahalle” tarafından ciddiye alınacak değildir.

Oysa meselenin “yer alma” değil, “hissedar olma” meselesi olduğunu Necip Fazıl çok önceden, Paşa’nın Reis-i Cumhur olduğu Tek Parti yıllarında yazmıştı: “Bir dünya doğuyor ve bu dünyanın doğuşunda hissedar olmayan milletlere artık içtimaî mânada ölüm ve yokluk düşüyor.” (10)

Tarih daima belli ittifaklar ve ihtilaflar içinde akıp gelmiştir. Batının kendi iç buhranını “prensler çatışması” diye adlandırdığı devirlerde Osmanlı Devlet aklı, bu ittifak ve ihtilafların bazılarını “evlilikler” üzerinden yönlendirdi. Aslında tarihle ilgilenen arkadaşlardan birisinin bu evlilikler üzerine ciddi bir araştırma yapması, ayrıca ufuk açıcı olacaktır. Hangi şartlarda kimlerle ne gibi evlilikler yapılmış ve bunların tarihe etkisi ne olmuştur? Tabii bu işler batıda da böyle yürütülüyordu.

“Milletler çatışması” denilen süreçte ise ittifak ve ihtilaflar daha başka gerekçeler üzerinden şekillendi. Uyanan Rusluk “gurur ve şuuru” İstanbul’un şahsında Ortodoksluğun liderliğini ele geçirmek, modern çağın yeni Doğu Roma’sı olmak, Avrupa’ya karşı Patrikhane üstünden manevi ve Boğazlar üzerinden maddi taarruz başlatmak istiyor, bunu açıkça dillendiriyordu. Dostoyevski‘nin günlüğünü okuyanlar edebiyattan çok bu “hayallerle” karşılaşacaktır. Çeyiz olarak şehir alıp verme devri çoktan kapanmış, vatan sınırları kutsallaşmış, milletler bağımsızlık ve ülke bütünlüğü derdine düşmüştü. Bir zamanların Moğol saldırılarını hatırlatan ve Necip Fazıl’ın “Moskof Yumruğu Altında Türk” (11) başlığı ile levhalaştırdığı devirlerde, Katolik dünyasından alınan nisbî desteğin, bizim olduğu kadar destek verenin de çıkarına olduğunu yukarıda yazmıştık.

“İdeolojiler çatışması” sürecinde de Türkiye’nin Soyvetler Birliği karşısında “demokrasyalar cephesinde” yer almasını dünyanın bugün geldiği noktadan ve günümüzün tek taraflı verileri üzerinden büsbütün mahkûm edemeyiz. Şeklen bağımsızlığa bile tahammülü olmayan Stanilist bir ideolojiye karşı ölmek yerine sürünmeyi seçmek, dönemin şartlarında mazur görülecek arızî bir seçimdir. Mazur görülemeyecek olan ise, ölümü gösterenlere karşı sıtmaya razı olma tavrının arızî bir durum olmaktan çıkıp aslî bir devlet stratejisine(!) dönüşmesi ve bunun olmazsa olmaz gibi kitleye yedirilmesidir. Sürünene düşen vazife, bıkmadan usanmadan kendisini ayağa kaldıracak milli şahlanış imkânlarını aramak olması lazım iken, hâlini meşrulaştırmak için sürüngenliğe övgüler sıralamak bizim demokrasi tarihimizin özetidir.

Ve Soyvetlerin çöküşüyle beraber batının bizi korumak ve kollamak için “ideolojik” bir kaygısı kalmadı. Salih Mirzabeyoğlu şu satırları 1995 senesinde yazmıştı: “Demokrasi ve liberalizmden, Birleşmiş Milletler Teşkilâtı ve Avrupa Ortak Pazarı’na kadar; fikir ve kuruluşlar plânında içiçe bir yumak olarak şekillendirilen “Yeni Dünya Düzeni”, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’nın birbiriyle rekabet ortamı içinde de olsa bizim gibi ülkelere biçtiği parya statüsünde müşterek, bir hegomonya sistemidir… Elbette “hayır!” diyoruz: Ülkemizden başlayarak teklif ettiğimiz “Yeni Dünya Düzeni”miz ile!..” (12)

1991 senesi özellikle bizim adımıza tarihin bir kırılma noktasıdır. Tafsilatı İBDA Diyalektiği’nin “Tarih Muhasebemiz” (13) levhasındadır. Aslında Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü eserinin Mirzabeyoğlu tarafından Başyücelik Devleti adıyla yeniden işlenmesinin sırrı da bu tarihte yatar. Yeni ve baş düşman artık Amerika’dır.

Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü’nü kaleme aldığı yıllar, Soğuk Savaş denilen çift kutuplu dünyada “demokrasya ile komünizma” yani sürünmekle büsbütün ölmek arasında bir tercihe zorlandığımız yıllardı. Ölmek mecazi bir ifâde değil; tek hatırlatmak istediğim, 1922 senesinde 10. Soyvet Kurultayı’nda “Ukraynalılar bile dört kurucu unsur arasında kabul ediliyor da, niçin çok daha büyük nüfusa ve köklü bir tarihe sahip millet olan Türkler SSCB’nin kurucu unsurları arasında sayılmıyor” dediği için başına gelmedik kalmayan ve sonrasında büsbütün yok edilen; nerede, ne zaman ve nasıl öldüğü dahi bilinmeyen, adeta buharlaştırılan Sultangaliyev’in altını çizmek yeter. Yeni ittifakların arefesinde ona ve tezlerine dair ayrıca konuşmak icap edecek.

Başyücelik Devleti eseri, çift kutuplu dünyada yazılan ve buna dair bazı stratejik mevzuları da içinde barındıran İdeolocya Örgüsü‘nün, Amerika’nın “tek başına patron” olup “dünyanın jandarmalığına soyunduğu” şartlarda yeniden ele alınması ve o stratejik vahitlerin aynı hakikate nispetle yeniden şekillendirilmesidir. Amerika’nın 91 Irak saldırısıyla birlikte avutulup idare edilecek “ahmak fil” zamanı geride kalmış, bu tarihle birlikte esas mücadele, onun “Yeni Dünya Düzeni” dayatmasına karşı istikâmetlenmiştir. Her şart altında sürdürmeye çalıştığımız “esas düşman Amerika ve bölgemizdeki işbirlikçileri” temel politikası bu kaynağa dayanır.

Öyleyse İsmet Paşa’nın cümlesini biraz değiştirip, yeniden okumanın zamanı gelmedi mi? Artık “yeni bir dünya kurulur ve Türkiye orada yerini alır” değil;

–Yeni Bir Dünya Kurulur ve Merkezi Türkiye Olur!

Demenin sırası gelmedi mi?



29 Kasım 2014 tarihinde Haliç Kongre Merkezi’ndeki tarihî konferansın son bölümlerinde Mirzabeyoğlu kelimesi kelimesine şu mesajı vermişti:

“-Yeni bir dünya düzeni kurulacaksa, biz de diyoruz ki, buradan başlasın!”

Bundan böyle ittifaklar ve ihtilaflar bu gaye etrafında şekillenecek. Çünkü batının açtığı yeni yolda -ki birisi bunun adına Medeniyetler Savaşı dedi- bize hayat hakkı yok. Devlet aygıtını 1991 öncesinin denge ve stratejileri etrafında sürdürmeye çalışanların payına maskaralıktan başkası düşmeyecek ve dış politikada saplanacakları bataklık sonlarını getirecek. Dün Stalin‘in Sultangaliyev’e reva gördüğünü, bugün “Yeni Dünya Düzeni” patronları kendilerine karşı KİM, ne “alternatif” teklif ederse ona reva görüyor. 1991 sonrasından bugüne bu milletin yeni “Moskof”u Amerika’dır. Çünkü dün Moskof’u milli düşman ilan ettiren şartlar, bugün çok daha derin tesirleriyle onun şahsında tecessüm etmiştir.



BİR ZİYARETİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Amerika Savunma Bakanlığı Danışmanı Huntington, Batı medeniyetinin kendisine alternatif olarak sunulacak her teklife karşı, şiddet dahil alacağı tedbirleri meşrulaştırıcı tezler üretirken, Rusya Devlet Başkanı Putin’in Dış İlişkiler Başdanışmanı Alexander Dugin geçtiğimiz günlerde Ankara’nın Bağlum köyünde Abdülhakîm Arvasî Üçışık Hazretlerinin kabrini ziyaret etti.

Büyük Devletler, politikalarını, muhatabı olan ülkelerin en ince liflerini tetkik ederek şekillendirir. Bizim bu ziyaretten anladığımız, Rusya Anadolu’daki gerçek muhatabını arıyor ve Amerika’nın tasfiyesi davasında dayanılacak esas adresi gösteriyor. Bir şeyin farkında ki, Amerika’ya karşı oluşturmak istediği cepheyi, varlığını onun projelerine borçlu olanların sözlerine güvenerek yerine getiremez. Bu sebepten doğrudan Anadolu ruhunun gerçek temsilcisini, esas muhatabını arıyor.

Muhatap derken, bunu tek cepheli değerlendirmemek gerekir; siyasette bu kelime yerine göre “ortak”, yerine göre “dost” ve yerine göre kavga edeceğin “düşman”dır. Bizzat batı projelerinin var ettiği kişi ve zihniyetlerle Türkiye’nin batıya sınır karakolu vazifesi görme paradigmasından kurtulamayacağının farkında olmalılar ki, Anadolu’nun gerçek sahibine, birleştirici EL’e selâm veriliyor.

Dış politikada bu tür “sembolik” ziyaretlerin anlamı çok büyüktür. Lamartine‘in bir dönem politikaya da bulaşmış “romantik” bir edebiyat adamı ve “Türk dostu” sıfatıyla 19. yüzyılda Türkiye’ye yakıştırdığı misyon, 20. yüzyılın ortasında NATO şemsiyesiyle kurallara bağlanmıştı. “Rus karşısında dalgakıranlık” olarak biçilen bu rol, son 25 yılda kardeş-komşu topraklarımıza saldıran Amerika’ya, yüz karası bir desteğe dönüştü. Şüphesiz bu zinciri kıracak olanlar bizzat bu zincirin var ettikleri değildir. Dolayısıyla Alexander Dugin‘in Bağlum ziyaretini İBDA’nın 1991 çıkışından bağımsız değerlendirmek, siyasî akıl noktasında çuvallamak olur.

Ne tevafuktur ki, bu ziyaretin olduğu günlerden hemen evvel Salih MİRZABEYOĞLU’nun kaleme aldığı yazının başlığı: BAĞLUM (HER YERDE…)’dir. Yazının sonundaki tespit ise bir başka “harika” tevafuk: “İttihad ile İttifak’ı birbirine karıştırmamak gerek… Sistem, gerçek ittihad fikrinden doğar!” (14)

Dün NATO şemsiyesine girenler, ne oldukları ve ne olmaları gerektiğinin sistem ve şuuruna sahip olmadığı için ittihat ile ittifakı birbirine karıştırmıştı. 3. Dünya Savaşı’nın arefesinde gözden kaçmaması gereken bir ikâz!

DİPNOTLAR:

1) Cemil MERİÇ, Mağaradakiler, Ötüken Yayınları, 2.Basım, 1980, s: 313
2) Necip Fazıl KISAKÜREK, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yay. 6.Basım, 1991, s: 72
3) Alphonse de Lamartine, Türkiye Tarihi, 1.Cilt (Aşiretten Devlete), 1.Baskı, Tercüman 1001 Temel Eser, Hazırlayan: Mehmet Uzmen, s: 14
4) Alphonse de Lamartine, a.g.e. s: 15
5) Alphonse de Lamartine, a.g.e. s: 14
6) Samuel P. Huntington, Medeniyetler Çatışması, Vadi Yayınları, 2.Baskı, Ekim 1997, Hazırlayan: Murat Yılmaz, s: 16
7) Samuel P. Huntington, a.g.e. s: 16
8) TELEGRAM, ülkemizde “Zihin Kontrolü” olarak anılan “elektromanyetik dalgaları hedefe yönlendirebilen çeşitli cihazlarla, uzaktan zihin ve beden kontrolünü sağlama ve yönlendirme faaliyeti” dar mânâsı yanında, Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun 15 yılı cezaevlerinde ve son iki yılı da dışarıda olmak üzere, bütün şiddetiyle günümüzde de –bugün de!- maruz kaldığı işkencenin, saldırının adıdır. Batının askerî-istihbarî-ilmî literatüründe “remote mind control device”, “neuro-electromagnetic weapon”, “non-lethal weapon”, “directed energy weapon”, “psychotronic weapon”, “radio frequency weapon”, “electromagnetic radiation weapon”, “psycho-acoustic correction equipment”, “remote neural monitoring”, “electronic harassment” vesair adlarla kaydettiği Telegram, bütün yönleriyle bu saldırılara maruz kalan Mirzabeyoğlu tarafından, literatüre sokulmuş bir kavramdır.
9) Salih MİRZABEYOĞLU, Başyücelik Devleti – Yeni Dünya Düzeni, İbda Yay. 1.Basım, Ocak 1995
10) Necip Fazıl KISAKÜREK, a.g.e. s: 81
11) Necip Fazıl KISAKÜREK, Moskof, Büyük Doğu Yay, 5.Basım, 1995, s: 105
12) Salih MİRZABEYOĞLU, Başyücelik Devleti – Yeni Dünya Düzeni, İbda Yay. 2.Basım, 2004, s: 9
13) Salih MİRZABEYOĞLU, İBDA Diyalektiği, İbda Yay. 3.Basım, 1995, s: 59
14) Salih MİRZABEYOĞLU, http://www.adimlardergisi.com/olum-odasi-b-yedi-324-baglum-her-yerde-salih-mirzabeyoglu/


Etiketler:
19. yüzyıl 1991 29 kasım 2014 ABD Abdulhakim Arvasi Abdülhamid Han aleksander dugn aleksandr dugin Alphonse de Lamartine Amerika avrasyacılık bağlum balzac başyücelik devleti Batı Baudelaire cemil meriç Doğu Dostoyevski edebiyat fikir fransa hakan yaman Historie de La Turquie hugo Huntington ibda ibda diyalektiği ideolocya örgüsü ideoloji ırak ismet inönü İsrail medeniyetler çatışması modernizm musset namık kemal NATO necip faıl ölüm odasi Osmanlı Putin rus milliyetçiliği Rusya SALİH MİRZABEYOĞLU şiir soros Stalin sultangaliyev TELEGRAM Telegram işkencesi türkiye türkiye tarihi ÜÇIŞIK Üstad yahudi yeni dünya düzeni

SSCB'ni tasfiye eden Gorbaçov'dan ilginç bir küreselleşme eleştirisi: Küresel dünyaya yeni yönetim kuralları ve yeni bir ahlâk gerekiyor
28 Nisan 2016



1991'de Batı emperyalizminin dünyanın tamamını ele geçirme hamlesinin kod adı olan 'Küreselleşme" adına, SSCB'ni (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) kendi eliyle tasfiye eden son lideri Mihail Gorbaçov, mevcut küresel siyasi sisteme sert eleştiriler yöneltti.

BBCT'nin haberine göre; İngiliz Daily Telegraph gazetesi bugün Rusya'yla ilgili yazıların yer aldığı, 'Manşetlerin Ötesindeki Rusya' adlı bir özel ek yayımladı.
Rus Rossiykaya Gazeta gazetesinin hazırladığı ekin manşetinde Mihail Gorbaçov'un bir yazısı yer aldı.

Gorbaçov yazıda kendisi dahil bazı siyasetçilerin küreselleşme adına Soğuk Savaş dönemini bitirdiğini, Doğu ile Batı arasında iyi bir ilişki kurulması hedeflerininse bugün hayata geçmediğini belirtiyor ve "Neden" sorusuna cevap arıyor.

Gorbaçov yazının basında özetle şu görüşleri aktarıyor:

"Küreselleşmiş dünya 21. Yüzyıl'da, nereye gidiyor? Bugün insanlar bu soruyu git gide artan bir kaygıyla soruyor. Ben, onlardan biriyim. 1974-1992 yılları arasında Almanya'da dışişleri bakanlığı ve başbakan yardımcılığı yapan arkadaşım Hans-Dietrich Genscher ile sık sık şu soruyu soruyoruz: Yanlış giden neydi?
"Ortak çabaları Soğuk Savaş'ın sonlandırılmasına katkı yapan bir siyasetçiler kuşağı olarak bizim kuşağımız, görevini yerine getirdi. Ancak sonrasında, bugünün dünyası neden huzursuz, adaletsiz ve askerileşmiş durumda?
"Küresel çatışmanın sonlanması ve başta bilgiyle olmak üzere yeni teknolojilerin yarattığı eşi benzeri görülmemiş imkânların dünyaya yeni bir nefes vermesi, her bireyin hayatını iyileştirmesi gerekiyor gibi görünmüştü.
"Ancak gerçek farklı sonuç verdi. Bunun ise kolay bir açıklaması yok."

'Soğuk Savaş'ta Batı'nın zaferini ilan edenler sorumlular'

Gorbaçov bu konuda asıl olarak Batı'daki bazı siyasetçileri suçluyor:

"Soğuk Savaş'ta Batı'nın zaferini ilan edenler, yeni ve adil bir güvenlik sistemi kurmayı reddedenler, günümüz dünyasının durumunun sorumluluğunun büyük bölümünü taşımaktadır."

'Küresel dünyaya yönetim kuralları ve yeni bir ahlâk gerekiyor'

Eski SSCB lideri "Ancak sorun sadece bu değil" diyor ve ekliyor:

"Yeni, küreselleşmiş dünya hâlâ anlaşılmadı ve yorumlanmadı. Yeni yönetim kuralları ve yeni bir ahlâk gerekiyor. Ancak görünen o ki, dünya liderleri bunu kavrayamıyor. Günümüzün 'küresel dertlerinin' ana nedeninin burada yattığını düşünüyorum."

'İnsanların hem uluslararası alandaki gelişmeler hem de kendi hayatlarıyla ilgili kaygı duyduğunu, en gelişmiş ülkelerde dahi insanların yaşamlarından memnuniyetsiz olduklarını ifade ettiklerini' yazıyor Gorbaçov.

'Mali yapılar küreselleşmeden faydalandı'

Gorbaçov liderler gibi finansal yapıları da eleştiriyor:

"Bununla birlikte sorumsuz mali yapılar, küreselleşmeye iyi uyum sağladı ve bundan faydalandı. Bu yapılar sabun köpüklerine hava üfledi ve havadan milyarlarca dolar kazandı. Bu milyarlar, onları vergiden saklayan dar bir çevrede yer buldu. Daha yeni bunun örneklerini gördük. Ve bu, buzdağının sadece görünen kısmıydı."

Gorbaçov küreselleşmiş dünyada şu grupların kendilerini çok rahat hissettiklerini belirtiyor:

"Organize suç yapıları, uyuşturucu satıcıları, silah tacirleri, büyük göçmen akışlarından faydalanan gruplar, siber suçlular ve en önemlisi de teröristler."

'Zengin ile fakir arasındaki uçurum artıyor'

Dünya siyasetinin bu sorunlara çözüm bulamadığını belirten Gorbaçov, dünyanın gündeminde olması gereken sorunlarla ilgili şunları yazıyor:

"Bu arada yeni bir silah yarışı raundu başladı, ekolojik kriz kötüye gidiyor, zengin ve fakir ülkeler arasındaki uçurum da, ülkelerin içinde zenginler ve fakirler arasındaki uçurum da açılıyor. Bunlar dünyanın gündeminin tepesinde olması gereken sorumlar. Ancak çözülmüyorlar."

Gorbaçov, bunları çözebilecek BM ve G 20 gibi yapılarınsa hep geç kaldığını, geriden geldiğini yazıyor ve "Hem uluslararası hem ulusal çapta bir liderlik kriziyle karşı karşıyayız" diyor.

Son dönemdeki olumlu gelişmelerle ilgili olarak Suriye'de diyalogun başlamasını örnek gösteriyor Gorbaçov ve bunun şimdiden Rusya ve Batı arasındaki gerilimi azaltmaya yardımcı olduğunu belirtiyor.

Gorbaçov'a göre Ukrayna krizi de diyalogla çözülmesi. Eski lider, ABD Başkanı Barack Obama ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'e bir araya gelip bu konuyu tartışma çağrısı yapıyor.

Gorbaçov yazısında sorunların çözümü için bunların küresel bağlamda ele alınmasının şart olduğunu savunuyor.

Ona göre günümüz siyasetinin ihtiyaç duyduğu şeylerden bir diğeri ise 'yeni bir siyasi ahlâkın oluşması'.

'Batı Rusya'yı izole etme girişimlerinden vazgeçmeli'

Gorbaçov yazısının son bölümünde Batı ile Rusya arasındaki gerilimde diyalog ve güven için şu anda asıl olarak Batı'nın adım atması gerektiğini savunuyor:

"Küresel krizin üstesinden gelinmesinde Rusya'nın pozitif ve önemli bir role sahip olabileceği ve olması gerektiğine dair ikna olmuş durumdayım. Şimdi, Batı'nın Rusya'yı izole etme girişimlerinden vazgeçmesi zamanı.
"Bu, hiçbir zaman sonuç üretmedi. Kişisel yaptırımlar da hiçbir zaman meyve vermedi. Öncelikle bunların kaldırılması gerekiyor. Aksi takdirde diyalog olmaz, güveni inşa etmek için şans olmaz.
"Hiç kimse Rusya'nın, karşılaştığı ekonomik zorluklardan sonra dünyada ikincil bir rolü kabul edeceğini beklememeli."
Haber 93

Jeffrey D. Sachs (*): Ortadoğu için yeni bir yüzyıl
29 Oca 2016



"Ortadoğu'da siyasi kurumlar, bir asırdır yaşanan Amerika ve Avrupa kaynaklı müdahaleler neticesinde işlemez hale gelmiş durumda. 2016, bölgenin kendi içerisinde ürettiği politikalarla sürdürülebilir kalkınma meselelerine eğildiği yeni bir yüzyılın başlangıcı olmalı." diyen Jeffrey Sachs'a göre, Ortadoğu'da iyi bir yönetim tesis edilmesinin önündeki tek önemli engel, bölgenin öz yönetim eksikliği.

Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Avrupa Birliği (AB) ve Dünya Bankası gibi Batı liderliğindeki kurumlar, sürekli Ortadoğu'nun niçin kendi kendini yönetemediğini soruyor. Dürüstlükle, ancak bilinçsizce sorulmuş bir soru bu. Sonuçta Ortadoğu'da iyi bir yönetim tesis edilmesinin önündeki tek önemli engel, bölgenin öz yönetim eksikliği. Bölgedeki siyasi kurumlar, Birinci Dünya Savaşı'ndan, hatta kimi yerlerde daha da öncesinden beri yaşanan Amerika ve Avrupa kaynaklı müdahaleler neticesinde işlemez hale gelmiş durumda.
“Amerika, 2003'te BM Güvenlik Konseyi Irak'ta savaşı reddettiğinde işgalden kaçınsaydı veya Beşşar Esed'in ABD desteğiyle devrilmesine Rusya karşı çıktığında, Suriyeli lideri devirmek için gizli operasyonlar düzenleme yoluna gitmeseydi akıllıca davranmış olurdu.”
Jeffrey D. Sachs

Ancak bir asırdır süren bu gidişat artık sona ermeli. 2016, Ortadoğu'nun kendi içerisinde ürettiği politikalarla sürdürülebilir kalkınma meselelerine ivedilikle eğildiği yeni bir yüzyılın başlangıcı olmalı.

Ortadoğu'nun son 100 yıldaki kaderi, Kasım 1914'te, Osmanlı İmparatorluğu'nun Birinci Dünya Savaşı'nda kaybeden tarafı seçmesiyle şekillendi. Osmanlı İmparatorluğu parçalandı; imparatorluk topraklarından geriye kalanlar, savaşın galipleri İngiltere ve Fransa'nın hâkimiyeti altına girdi. 1882'den beri Mısır'ı elinde bulunduran İngiltere, bugünün Irak, Ürdün, İsrail, Filistin ve Suudi Arabistan topraklarını kapsayan bölgede fiilen yönetimi ele geçirirken, Kuzey Afrika'nın büyük bölümüne hâkim olan Fransa da Lübnan ve Suriye'yi aldı.

İngiliz ve Fransızların petrol, limanlar, deniz taşımacılığı rotaları ve yerel liderlerin dış politikaları üzerindeki kontrolünü sağlama almak için Milletler Cemiyeti eliyle resmi manda yönetimleri kuruldu ve çeşitli hegemonya uygulamalarına gidildi. Sonradan Suudi Arabistan adını alacak olan bölgede İngiltere, Haşimi Hicaz'ın Arap milliyetçiliği yerine İbn Suud'un Vahabi köktenciliğini destekledi.

İkinci Dünya Savaşı sonrası süreçte, ABD, Suriye'de gerçekleşen CIA destekli askeri darbe (1949) ve Batı'nın İran petrolü üzerindeki hâkimiyetini koruma amacıyla İran'da Muhammed Musaddık'ı devirmek için düzenlenen CIA operasyonu (1953) ile birlikte müdahaleci bir yaklaşım benimsedi. Washington'ın bu tutumu, günümüze kadar aynı şekilde devam etti. Libya'da Muammer Kaddafi'nin (2011) ve Mısır'da Muhammed Mursi'nin (2013) devrilmesi ve Suriye'de Beşşar Esed'e karşı yürütülen savaş bunun örnekleri. ABD ve müttefikleri, son yetmiş yılda yeterince kontrolleri altına alamadıkları hükümetleri devirmek için defalarca bölge ülkelerine müdahale etti ya da iç kaynaklı darbelere destek verdi.

Batı ayrıca yüz milyarlarca dolar silah satarak tüm bölgeyi silahlandırdı. ABD, bölge genelinde askeri üsler kurarken, başarısız CIA operasyonları nedeniyle ciddi miktarda silah, şiddet yanlısı Amerika ve Avrupa düşmanlarının elinde kaldı.

Bu yüzden, Batılı liderler bölgedeki Araplara ve diğer halklara niçin kendi kendilerini yönetemediklerini sorarken, şu yanıtı duymaya da hazır olmalı: "Cezayir, Filistin, Mısır ve diğer bölge ülkelerinde yüzyıl boyunca yaptığınız müdahalelerle, sandıktan çıkan sonuçları kabul etmeyerek demokratik kurumların temelini çürüttünüz; artık kronik bir hal alan savaşlara neden oldunuz; kendi kötü amaçlı çıkarlarınız için en şiddet taraftarı cihatçıları silahlandırdınız; bugün Bamako'dan Kabil'e kadar uzanan bir ölüm tarlası yarattınız."

Yeni bir Ortadoğu için beş ilke

Peki o zaman yeni bir Ortadoğu için ne yapılmalı? Bunun için önerebileceğim beş ilke var.

İlk ve en önemli olarak, ABD, dış ülkelerdeki hükümetleri devirme ya da istikrar bozma amaçlı gizli CIA operasyonlarına son vermeli. CIA, 1947 yılında iki temel yetkiyle kuruldu. Bu yetkilerden biri (istihbarat toplama) meşru, diğeri (Amerika'nın çıkarlarına "düşman" görülen rejimleri devirmeye yönelik gizli operasyonlar düzenleme) ise felaket doğurucuydu. ABD başkanı, çıkaracağı bir kararname ile gizli CIA operasyonlarına son verebilir ve vermelidir. Böylece özellikle Ortadoğu'ya miras bıraktıkları olumsuz sonuçlar ve karışıklıklar da son bulacaktır.

İkincisi, Amerika, bölgeye yönelik o her zaman pek de meşru olmayan dış politikalarını Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üzerinden yürütmeli. ABD liderliğinde kurulmuş "gönüllü koalisyonlara" dayalı mevcut yaklaşım, başarısız olmasının yanında, Irak Şam İslam Devleti'ni durdurmak gibi meşru Amerikan hedeflerinin bile jeopolitik rekabetler yüzünden engellendiği anlamına da geliyordu.

ABD, dış politika girişimlerini Güvenlik Konseyi oylarıyla sınayarak çok şey kazanabilirdi. Amerika, 2003'te Güvenlik Konseyi Irak'ta savaşı reddettiğinde işgalden kaçınsaydı veya Beşşar Esed'in ABD desteğiyle devrilmesine Rusya karşı çıktığında, Suriyeli lideri devirmek için gizli operasyonlar düzenleme yoluna gitmeseydi akıllıca davranmış olurdu. Bugün tüm Güvenlik Konseyi de IŞİD ile savaş konusunda (Amerika'ya ait değil) küresel bir plan etrafında birleşirdi.

Üçüncüsü, ABD ve Avrupa, Ortadoğu'da demokrasinin sandıkta birçok İslamcı zaferini de beraberinde getireceği gerçeğini kabul etmeli. Seçimle iş başına gelecek bu İslamcı rejimlerin çoğu, zayıf performans gösteren birçok hükümet gibi başarısız olacaktır. Böyle bir durumda da ya bir sonraki seçimlerde, ya halk protestolarıyla ya da belki yerel generaller tarafından devrileceklerdir. Ancak İngiltere, Fransa ve ABD'nin tüm İslamcı hükümetleri iktidar dışında tutma gayretleri, başarıya ulaşmak ya da uzun vadede yarar sağlamak söyle dursun, bölgenin siyasi açıdan olgunlaşmasını engellemekten öteye geçmiyor.
Dördüncüsü, Sahil Kuşağı'ndan Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Orta Asya'ya kadar uzanan bölgenin içinden yetişen liderler, bugün İslam dünyasının önündeki en büyük sorunun eğitim kalitesi olduğunun bilincine varmalı. Bölge, bilim, matematik, teknoloji, inovasyon, girişimcilik, küçük işletmelerin kalkınması ve (dolayısıyla) istihdam yaratma açısından orta gelir düzeyine sahip benzerlerine kıyasla oldukça geri kalmış durumda. Yüksek kaliteli eğitimin olmadığı yerde ekonomik refah ve siyasi istikrar şansı az.

Son olarak, çevresel bozulma karşısında istisnai derecede savunmasız ve hidrokarbon kökenli enerji kaynaklarına aşırı bağımlı olan bölge, dünyanın artık düşük karbon düzeyli enerjiye geçmekte olduğunu da göz önünde bulundurarak bu sorunları ele almalı. Nüfusunun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu, Batı Afrika'dan Orta Asya'ya uzanan topraklar, dünyanın en kalabalık kurak bölgesi. Sekiz bin kilometrelik bu alan, su sıkıntısı, çölleşme, artan hava sıcaklığı ve gıda güvencesizliğinden muzdarip.

Ortadoğu'nun karşı karşıya olduğu gerçek sorunlar bunlar. Şii-Sünni ayrılığı, Esed'in siyasi geleceği ve doktrinel anlaşmazlıklar ; kaliteli eğitim, mesleki beceriler, ileri teknoloji ve sürdürülebilir kalkınma ihtiyacına kıyasla uzun vadede kesinlikle çok daha önemsiz meseleler. İslam dünyasında sayıları hiç de az olmayan cesur ve ilerici düşünürler, içindeki yaşadıkları toplumun bu gerçeğin farkına varmasına yardımcı olmalı. Dünyanın dört bir yanındaki iyi yürekli insanlar da, onların bu çabasına barışçıl bir işbirliği göstererek ve emperyal tarzda savaşların ve manipülasyonun önünü keserek destek vermeli.

*Jeffrey D. Sachs, Columbia Üniversitesi'nde sürdürülebilir kalkınma, sağlık politikası ve yönetimi profesörü ve Yeryüzü Enstitüsü Direktörü. Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği Milenyum Kalkınma Hedefleri Özel Danışmanı olarak görev yapmaktadır.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Al Jazeera’nin editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu makalenin ilk nüshası Project Syndicate tarafından yayımlanmıştır.

Kaynak: Al Jazeera

Bülent ESİNOĞLU'ndan önemli bir analiz: Çöküntünün arkasındaki çöküntü…
11 Ocak 2016



Çöküntünün arkasındaki çöküntü…

Amerika 2008 yılına gelene dek, kendi krizlerini hep, kendi dışındaki ülkelere ihraç ederek, büyük zaman ve birikim kazanmıştı.

Oysa 2008 Amerikan krizi, 1980’lerin kredi patlamasının sonucudur. Kontrolsüz dolar basımının sonucudur. Dünyaya verilen finansal tahribattır.

Yoksulluğun, zenginlerin yararına olacak biçimde yönetilmesi, sürdürülebilir bir yönetim tarzı değildir.

Aksi yöndeki tüm fikirleri marjinalleştiren kapitalist emperyalizm, piyasayı özgür ve eşit mübadele alanı olarak kabul eder.

Bu şekildeki ideolojik yapılanmayla, tepeden tek taraflı yürütülen bir sınıf savaşı yapılmaktadır.

Piyasayı özgür ve eşit mübadele alanı olarak kabul etmek ve tüm diğer düşünce alanlarına geçit vermemek, bir ideolojik kapanma yaratmaktadır

Piyasa ekonomisinin var olan kurallarını belirleyen ve istediğinde değiştirenler ise, uluslararası sermaye tekelleridir.

Uluslararası sermaye tekelleri güçlerini bastıkları dolarlardan alırlar.

Bir ülke hesaplı hesapsız dolar basacak, ama o ülkede enflasyon olmayacak!

Amerika krizlerini de, bastığı fazla dolarların enflasyonunu da, bizim gibi ülkelere ihraç etmektedir.

Amerika’nın en büyük ihracatı dolar ve onun enflasyonudur.

Türkiye’nin ekonomi yönetimi, bu gün, Orta Vadeli Program açıklaması yaptı.

Türkiye piyasalarında, hem dolar, hem de Türk Lirası var. Ülkemiz içindeki dolar miktarını belirleme yetkisi Merkez Bankasının elinde değildir. 28 milyar dolar net, bürüt 90 milyar dolar rezervle piyasadaki dolar miktarını denetleyemez.

Doları denetleyemeyen yönetim, ülkede enflasyonu denetleyemez. Kambiyo sistemi olmaksızın giren ve çıkan dolar miktarı spekülatörler tarafından belirlenir.

Doların fiyatı artıkça da, dolara bağlı olan her şeyin fiyatı artar.

Orta Vadeli Programda, 2016 ve 2018 yıları için enflasyon 5-7 olarak konulmuş. Beyler sanki ülkeye girecek ve çıkacak doları ve onun arkasındaki spekülatörlerin ne yapacağını biliyorlar da, enflasyonu belirliyorlar.

Halkı kandırmaktan başka bir işe yaramayan enflasyon hedeflemesi yutturmacası sürüp gidiyor.

Sıcak paranın ülkemizden çekildiği, jeopolitik risklerin yükseldiği bir dönemde, ülkemize gelen dolar azalacağından, dolar yükselecektir. Dövizden kaynaklanan enflasyon da yükselecektir.

Enerji ve emtia fiyatlarının düşmesine rağmen, enflasyonun düşmemesinin nedeni dolar spekülasyonudur.

Doların artması veya azalması bir piyasa kuralı olmayıp, tamamen uluslararası tekellerin aldıkları veya alacakları kararlarla ilgilidir.

Ülkemizdeki ve dünyadaki çöküntünün arkasındaki çöküntü, uluslararası sermaye tekellerinin doları bir silah gibi yoksul ülkelere karşı kullanmasından ileri gelir.

Kaynak: Ulusal Kanal

Ertan Acar'dan geleceğe dair öngörü: Bakalım yeni dünya düzenini kim kuracak?
17/11/2015



Ortadoğu merkezli paylaşımda, Paris'teki katliamlarla muktedirlerin güç kavgası alevlendi. Bakalım yeni dünya düzenini kim kuracak?

Afganistan ile başlayan 3’üncü Dünya Savaşı’nda Irak'ın yıkılışı, Arap baharları, harap olan, milyonların terk ettiği ve yüzbinlerin hayatını kaybettiği Suriye'nin içler acısı hali, Suruç, Ankara, Sharm el Sheikh’te düşen Rus uçağı, Beyrut ve Paris’te patlayan bombalar, yitip giden masum yüzlerce can…

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da dediği gibi, sözün bittiği yerdeyiz.

Bedeli dünya ödüyor.

İşte tüm bunların gölgesinde G20 toplantısı gerçekleşti.

Zirve içinde zirveye dönüşen G20’de, liderlerin satır aralarında verdiği mesajlar, geleceği okuma bakımından ipuçları veriyor.

Ama bir öngörü olarak şunu söylemek çok da yanlış olmaz; yakın gelecekte şekillenmeye başlayacak yenidünya düzenini Suriye’de gelinen süreçte muktedir olanlar çizecek.

Çünkü, 1'inci ve 2'nci dünya savaşlarında galip çıkanlar yani muktedir olanlar, yenidünya düzenini kurdular. Oyun hep onların kuralları ile oynandı. Osmanlı çöktü. Monarşi düzenler güç kaybetti. Çarlık Rusya ve Çin’de imparatorluklar yerini komünizme bıraktı.

Afganistan ile başlayan 3'üncü Dünya Savaşı’nda; artık batı kapitalizmin karşısında iyi bir nadas süresi geçirmiş, safralarını atmış ve kendilerine özgü kapitalizmleri ile Shangay 5'lisi var.

Belli mi olur yeni oyunda kartı onlar kararlar.

Victor Hugo'nun dediği gibi "Doğuda insanlık ölür, bu bir meseledir. Paris'te bir kişi ölürse bu bir cinayettir."

Artık muktedir adayları mesele ile uğraşmak istemiyor.

Amaç kartları bir an önce karıp oyuna başlamak. Çünkü Suriye tüm dünyaya 1,5 trilyon dolara mal oldu.

Şimdi Ortadoğu merkezli paylaşımda Paris'teki katliamlarla muktedirlerin güç kavgası alevlendi. Bakalım yeni dünya düzenini kim kuracak?

Kaynak:Radikal

Antalya'da G-20 protestosuna polis müdahalesi: 35 gözaltı
15/11/2015



Radikal'in haberine göre; Antalya'da yapılan G-20 Liderler Zirvesi'ni protesto için saat 12.00'den itibaren Aydın Kanza Parkı'nda toplanmaya başlayan Emek ve Demokrasi Güçleri üyeleri, saat 15.00 sıralarında Güllük Caddesi'nden Yavuz Özcan Parkı'na doğru yürüyüşe geçti.
Polis, 'Katil, Sömürgeci, Emperyalist Savaş Örgütü G20 Defol' ve İngilizce olarak 'Killer, Colonist, Imperialist War Organization G20 Get Out' yazılı pankart taşıyan gruba Yavuz Özcan Parkı'na kadar izin verildiğini bildirdi.

'G- 20 defol, bu memleket bizim', 'Obama Antalya'dan defol' gibi sloganların atıldığı yürüyüş sırasında yapılan açıklamalarda G20 ülkeleri 'Akbabalar' olarak nitelendirildi.

Eylemde, KESK merkez yönetiminden Fatma Çetinkaya, Yavuz Özcan Parkı önündeki caddede grup adına bir açıklama yaptı. Çetinkaya, "Bu dünyayı kan gölüne çevirenlere, bölgemizdeki zenginliklere göz dikenlere, halkların boğazlanmasına yol açanlara 'defolun' diyoruz. Bizi kandıramazlar. Bu G-20 zirvesi de daha önce yaptıkları gibi emekçilere, yoksullara ve halklara karşı bir savaş zirvesidir. Bu vampirler, dünyada yaşanan ekonomik sorunları tartıştıklarını ve kararlar aldıklarını iddia etseler de Suriye'de yaşanan iç savaş ve bölgeye yönelik emperyalist planları kararlaştıracaklar" dedi.

Yürüyüş ve konuşmaların bitiminde grup dağılmak üzereyken Güllük Caddesi'ndeki grubun 30 metre kadar yakınında havai fişekler patlamaya başladı. Bir anda paniğe neden olan olay sonrası eylemcilerden birçoğu patlamanın olduğu yöne doğru koştu. Büyük paniğe neden olan patlama seslerinin ardından grubun patlamaların olduğu yöne doğru koşmasıyla Cumhuriyet Caddesi'ni kapatan çevik kuvvet ekipleri de müdahaleye başladı. Protestocular ara sokaklara dağılırken, polis 35 göstericiyi gözaltına aldı. .
Yürüyüşü izleyen yabancı medya mensuplarının yanlarında gaz maskeleri ve kaskları dikkati çekti.
Haber 93

Burhan Halit KOŞAN: ORTA DOĞU- 2
16 Ocak 2018



“Çin” diye söze başladığımızda İPEK YOLU’nu anlatmaya mecbur değiliz. Ticaret güzergâhı olan İpek Yolu hattının yeniden işlerlik kazandırılması için yapılan çalışmalar ve gösterilen gayretler “YENİ DÜNYA” düzenine alternatif değildir, apayrı bir düzen teklifi hiç değildir. Amerika tarafından domino edilen YENİ DÜNYA düzeniyle de hiç kavga halinde değildir.

Yeni “İpek Yolu” projesini anlamak için öncelikle yerel ölçekte Irak-Suriye merkezinde başlatılan ve bütün Orta Doğu’yu yangın yeri, kan gölüne çevirmek üzerine tasarlanan “Arı Kovanı” projesi anlaşılmadan “İpek Yolu” projesine odaklanmak, matematiğin basit dört işlemini bilmeyenlere integral denklemleri anlatmaya benzer. Küresel ölçekte ise, Lâtin Amerika ülkeleri için “And Dağları Projesi” ve Uzak Doğu ülkeleri için “Domino Teorisi” gibi her biri ayrı bir bölgeyi, her biri farklı bir iklimi işgâl ve tasallut için düzenlenen yıkıcı ve yakıcı küresel projeler anlaşılmadan, direkt “İpek Yolu projesi” sonucuna odaklanmak gaflet değilse kesinlikle ihanettir. Sonuç üzerinden formül bulmaya çalışmak, analitik düşünceye de metodolojik zihin egzersizlerine de aykırıdır.

Sonuca odaklanarak geçici zaferler kazanmak, kalıcı hezimetleri getirir. Bu durum ise, insanlığın düşünce tarihi başta olmak üzere biyolojik ve fiziki dünya pratiğinde, kaybedenler listesine yazılmayı getirir.

Kadrolu hariciye hainleri ile politika kanalizasyonunda banyo yapanlar tarafından piyasaya sürülen Çin merkezli hamleler, güya Amerika’nın kurguladığına aykırıymış-karşıtıymış gibi pazarlanıyor. Hâlbuki “Çin” orijinli/odaklı tüm fikir ve hareketlenmeler, Atlantik orijinli Yeni Dünya düzenine alternatif olmadığı gibi farklı bir güzergâh hattı olmadığını da belirtmeye mecburum. Birkaç ekstrem-uç teklifi dışında “Çin” tarafından yapılıyormuş zannedilen bütün organizasyon tekliflerinin; Batı, batıl, Paris-Berlin-Londra’nın vagon, Atlantik-Amerika’nın lokomotifliğindeki Yeni Dünya düzenine hizmet etmek için olduğuna adım gibi eminim.

İster iyi niyetli olsun, ister kötü niyetli olsun, Oksidantalizm okumalarının sonu, Batı’nın ve batılın mamulü olan şarkiyatçı nazariyeleri savunma ibişliğine vardığını görüyorsun-görüyorum; gördüğünü de görüyorum! Oksidantalizm denen dikenli yolun, bu kirlenmiş çağın griye bulanmış vasatı ile vasat altı insanları için risk devamlılığı sabit, çok rizikolu bir güzergâh olduğunu söyleyebilirim.

Biz, Oksidantalizm tehlikesinden, KİM’in, niçin ve niye azade olduğunu, kimlerin ise hangi nedenlerden dolayı azade olabileceğinin cevabını bir sonra ki yazımıza bırakalım ve ana hattımız olan Orta Doğu konusuna odaklanalım.

Evet, Orta Doğu havzasına ait meseleleri ete, kemiğe bürümeden ve elbise renklerini seçmeden önce konuyu, iki soruyla renklendirelim:

1-Amerika için uyuşturucu mu önemli? Petrol mü?

2-Amerika, uyuşturucu savaşını mı kazandı? Petrol savaşını mı?

Sorulardan önce cevapları görebilen Adımlar kadrosu ve kıymete haiz okuyucuları için suallere ait düşüncelerimi yazmadan önce iki kelâm etmekten şeref duyacağım. Seçkin ruhlara ve aristokratlara hitap eden İBDA fikrine müdrik olmaya çalışan yoksul bir Türk olarak, Müessir Eser/ Allah Resûlü’nün varisi olduğuna iman ettiğim Kumandan’ı takip etmekten ve ardında yürümekten onur duyduğum gibi kendi varlığımı inşa etme sürecinde Adımlar ile beraber yürümekten, mutlu olduğumu söylemeliyim. Sonuçta, eziklerin zihin yapısıyla düşünmeyen, rejimin konfeksiyon-hazır giyim elbiselerini reddeden ve statükocu düzenin tercihlerine yönelmeyen insanlarla yürüdüğüm için kendimi talihli görüyorum.

Evet, Amerika, her ne kadar nano-teknoloji, biyo-teknoloji ve hidrojen çağının en uçlarında dolanıyor olsa da uyuşturucu savaşını kaybetti. Kazandığı petrol savaşının ise son çeyrek asrına girdi. Cevap anlaşılsa da bazen, gerçeği iyicene sadeleştirmek gerekir. Amerika uyuşturucu savaşını kaybedeli çok zaman oldu. Kaybeden derken yurttaşlarının içmesine engel olamadığı-olmadığı gibi CIA ve FBI kurumlarının organizesiyle Amerika’nın 15 resmi istihbarat kuruluşu ya direkt-doğrudan kendileri, ya endirect-dolaylı yollarla uyuşturucu ticareti yaptıklarını da söylemeliyim. Uyuşturucu ticareti yapan, insanlığın ve medeniyetin düşmanı Amerika’nın istihbarat kuruluşlarının isimlerine değinelim. Ulusal ve uluslararası istihbarat çerçevesinde ABD’deki on beş istihbarat teşkilatı şunlardır: İç Güvenlik İstihbaratı, Hava Kuvvetleri İstihbaratı, Ordu İstihbaratı, Sahil Güvenlik İstihbaratı, Merkezî İstihbarat Teşkilâtı, Savunma İstihbarat Teşkilâtı, Deniz Piyade İstihbaratı, Enerji Bakanlığı İstihbaratı, Devlet Bakanlığı İstihbaratı, Hazine Bakanlığı İstihbaratı, Federal Araştırma Bürosu, Ulusal Jeouzay İstihbarat Teşkilâtı, Ulusal Tanıma Bürosu, Ulusal Tanıma Bürosu ve Deniz Kuvvetleri İstihbaratı.

Bilahare hepsinin karnını tek tek deşecek, beş para etmez ciğerlerinin izâh edici fotoğraf karelerine ân be ân değineceğiz; periyodik olarak.

Küresel uyuşturucu pazarında dönen para, yaklaşık olarak 800 milyar dolar civarındadır. Bu malûmatı, sokak aralarında bilye oynayan çocuklar dahi biliyor. Bu kirli ve kan damlayan uyuşturucu parasının 500 ile 550 milyar dolarlık cirosuna ise, Amerika’nın 15 istihbarat biriminin hükmettiğini de biz söyleyelim. Sonuç itibariyle yıllık kaz
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Cum May 28, 2010 12:07 am    Mesaj konusu: ABD, Çin, İran ve ekonomik krizde savaş konuşmak Alıntıyla Cevap Gönder



Putin: Herkes için eşit ve bölünmez bir güvenlik istiyoruz
28 Ekim 2016



Rusya Devlet Başkanı Putin, hangi yöntemle olursa olsun başka bir ülkenin iç siyasi sürecine müdahalenin kendileri için kabul edilemez olduğunu söyledi.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Soçi’de gerçekleşen Valday tartışma kulübünde yaptığı açıklamada, yaptırımlar, dünyanın ekonomi ve siyasi durumu, ABD'deki seçimler ve terör konularına değindi.

Putin bir soru üzerine, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın kendisiyle görüşmesinde 15 Temmuz darbe girişiminin FETÖ tarafından gerçekleştirildiğini ve örgütün elebaşı Fetullah Gülen'in Amerika'da yaşadığını anlattığını belirtti. Putin, "Hangi yöntemle olursa olsun başka bir ülkenin iç siyasi sürecine müdahale kabul edilemez. İster siber saldırılar isterse de o veya bu ülkede bulunan organizasyon aracılığıyla olursa olsun." dedi.

Putin, Rusya'nın ABD'deki seçim sürecini etkilediğine ilişkin açıklamaların efsanevi hikayeler olduğunu belirterek, "Donald Trump'un Moskova'nın favorisi olduğuna ilişkin iddialar tamamen saçmalıktır. Bunlar siyasi mücadele aracıdır. Birileri ciddi olarak Rusya'nın Amerikan halkının seçimini etkileyebileceğini düşünüyor mu? Amerika bir muz cumhuriyeti mi? Amerika büyük güç.
Kimin ABD Başkanı olacağı Rusya'nın pek umurunda değil. Biz seçilecek her başkanla çalışmaya hazırız. Ancak Rusya ile ilişkileri düzeltileceği yönündeki açıklamaları memnuniyetle karşılıyoruz. Sayın Trump'ın ölçüsüz davranışları olduğunu görüyoruz ancak onun sıradan insanların ve iktidardaki elitlerden bıkan kesimlerin çıkarlarını temsil ettiğini düşünüyorum." dedi

Uluslararası duruma da değinen Rus lider, Rusya'nın bazı partnerlerinde uluslararası sorunları çözme isteğini görmediğine dikkat çekti. Putin, "ABD diğer ülkelerle eşit haklara sahip diyalog kurmayı reddetti. Aynı zamanda batı sürekli tehditler savuruyor. ABD teröristler ile muhalif güçlerin ayrılacağını bildirdi, fakat sözlerini tutmadılar. Rusya'nın uluslararası olaylardaki rolü tehditler uydurmak değil reel sorunları görmektir" dedi.

'BM'DEN VAZ GEÇERSEK, BU BİZİ KAOSA SÜRÜKLER'

Konuşmasında yaptırımlara da değinen Putin, Rusya'ya uygulanan yaptırımların siyasi baskı aracı olarak kullanıldığını ve Dünya Ticaret Örgütü dışında başka birliklerin kurulduğunu belirtti. Putin devam etti, "Tüm bunların neden olduğunu biliyoruz. Dünya Ticaret Örgütü çerçevesinde biriken sorunlar çözülemiyor. Bu yüzden bu kuralları bir tarafa itiyoruz ve yenisini kuruyoruz."
Putin, son yıllardaki terör saldırılarının teröristlerin tek başlarına da hareket edebileceklerini gösterdiğini belirtti ve "Terör örgütleri silahlanmaya ve hedeflerini uygulamaya devam ediyorlar. Bu çok tehlikeli bir oyun ve bir kez daha oyunculara sesleniyorum, teröristler daha akıllı ve güçlüler. Onlarla oynayanlar her zaman kaybedecekler. Tüm küresel sorunlar BM çerçevesinde çözülebilir. Eğer şimdi BM'den vazgeçersek bu bizi kaosa sürükler" diye konuştu.

Putin, Suriye'de dökülen kanı durdurma ve siyasi çözüm sürecini başlatma girişimlerinin başarısız olduğunu ifade ederek, "Uzun görüşmeler, ortaya konan çaba ve zor uzlaşılardan sonra terörle mücadelede ortak cephe kurulmaya başlandığını düşündük ancak bu olmadı. ABD Başkanı ile şahsi anlaşmalarımız başarılı olmadı. Washington'da bu anlaşmaların hayata geçmesini istemeyen güçler devreye girdi" dedi.

Suriye'nin Halep şehrindeki duruma ilişkin bir soruya cevap veren Putin, "Eğer Batı Halep'te siviller olduğu için terörle mücadelenin sona ermesi gerektiğini düşünüyorsa, Musul'u da aynı mantıkla değerlendirmek gerekir. Eğer hiçbir şeye dokunmayacaksak, Musul'a da operasyon düzenlenmemeli, Rakka'ya da dokunmayalım" ifadelerini kullandı.

'RUSYA'YI SUÇLAMAK AHLAKİ DEĞİL'

Putin, Suriye'de çatışmasızlık anlaşmasının uygulandığı sürede Obama'nın "ılımlı muhalifleri" terörist gruplardan ayırma sözü verdiğini ifade ederek, "Ancak bu yerine getirilmedi. Daha sonra kendileri bu anlaşmayı sona erdirdi. Suriye'de yaşanan her şey için Rusya'yı suçlamak ahlaki değil. Rusya, ABD'nin bu suçlamalarına karşı temkinli davranıyor ve cevap vermiyor ancak her şeyin bir sınırı var" şeklinde konuştu.

'NATO ADAPTASYON SAĞLAYAMADI'

Putin, NATO'nun yeni şartlara adaptasyon sağlayamadığını savunarak, "Soğuk Savaş döneminde kurulan ve yapısal ömrünü dolduran NATO, yeni koşullara adapte için yapılan tüm görüşmelere rağmen gerçek bir adaptasyon sağlayamadı" ifadelerini kullandı.

NATO ve Batı'nın Rusya'nın askeri tehdit oluşturduğu yönündeki açıklamaları "karlı bir iş" olarak nitelendiren Putin, "Rusya kimseye saldırmayı planlamıyor. Bu komik ve aptalca. Ancak bu tür açıklamalarla ülkedeki askeri bütçeyi artırmak, müttefikleri tek bir gücün etrafında toplamak, NATO'yu genişletmek ve askeri gücü sınırlarımıza yaklaştırmak mümkün oluyor" diye konuştu.

Putin, dünyada siyasi gücün yeniden dağıtılmasıyla bağlantılı ihtilafların arttığını ifade ederek, bunun neticesinde ortaya çıkan karşılıklı güvensizliğin küresel sorunların çözülmesi imkanlarını daralttığını söyledi.

Rusya'nın küresel bir domine ve genişlemeyi hedeflemediğine kaydeden Putin, herkes için eşit ve bölünmez bir güvenlik istediklerini kaydetti
Kaynak: Cumhuriyet

Ali Koç'tan ilginç tesbit: Gerçek sorun kapitalizmdir!
15/11/2015



Cumhuriyet’ten Duygu Güvenç ve Pelin Ünker’in haberine göre; Antalya'da düzenlenen G20 Zirvesi öncesinde iş dünyasının zirvesi B20 ve çalışma hayatına yönelik L20 toplantıları düzenlendi. B20 toplantısında konuşan Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi Ali Koç, "Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir. Ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gerçek sorun kapitalizmdir" dedi.

Antalya’da düzenlenen B20 zirvesinde konuşan Ali Koç, “Bill Gates diyor ki, 100 bin dolarla siz sıtma ile mücadele edebilirsiniz. Bir insanın saçlarının dökülmesine karşı kellik ilacı için büyük paralar dökülürken insanları öldüren sıtmaya karşı mücadele saç dökülmesine karşı mücadeleden daha zayıf kalıyor. Eğer bu problemlere eğilmezsek sonuçta günlük hayatta karşılaştığımız bu olumsuz şeyler kaçınılmaz olacak” diye konuştu.

“Küreselleşmenin insan tarafı yok” diyen Koç sözlerini şöyle sürdürdü: “İkinci Dünya Savaşı’ndan beri en büyük göç dalgasıyla karşı karşıyayız. 60 milyon insan evini terk etti ve kötü insan hakları altında düşük ücretlerle çalışmaya hazırlar. Burada özgür olarak serbest olarak dolaşamayan tek unsur insan.”

İkinci Dünya Savaşı’na göre gelirin 50 kat arttığını, ancak gelir dağılımına bakıldığında büyük bir ayrım olduğunu söyleyen Koç, “Buradaki eşitsizliği anlamak için Einstein olmaya gerek yok” diyerek şöyle devam etti: “Eşitsizliği asgari düzeye indirmek için yapılacak çok fazla senaryo var. Paradigmalar değişmeli” dedi.

Diğer yandan toplantı sonrası sendikacılar arasında, "Türk İş’in başına Ali Koç’u getirelim" konuşmaları geçti. Sendikacılar, Koç’un işçi haklarını savunan açıklamalarını överek, “Ali Koç Türk İş Başkanı olsun” dediler.
Kaynak: Radikal

‘Augustus eşiği’
Ahmet Özcan
M.Ö. 31 yılında Roma imparatoru Octavianus, Yunanistan'ın batı kıyılarında, Mısır’da bir Doğu İmparatorluğu kurmaya çalışan Marcus Antonius ve Cleopatra'nın ordusunu yendi. Ardından Roma’da tek otorite olarak Augustus (yüce) ünvanını aldı. Roma Cumhuriyetini askeri, mali,siyasi ve sosyal reformlarla yeniden yapılandırdı ve Roma büyük bir imparatorluğa dönüştü.

Alman kökenli ABD’li yazar Herfried Münkler, ‘İmparatorluklar-Eski Roma’dan ABD’ye dünya egemenliğinin mantığı (İletişim,2008) isimli kitabında, Roma’daki yaşanan bu değişim sürecini ‘Augustus eşiği’ kavramı etrafında tartışır. Cumhuriyetin düşmanlarını yenerek bütün enerjisini iç reformlara yöneltip sağlamlaşma aşamasını tamamlaması ve imparatorluğa dönüşmesinin kritik eşiğidir bu aşama.

Münkler, tarih boyunca bir çok imparatorluğun bu aşamada takıldığını ve eşiği geçemediği için kısa süreli bir parlamadan sonra yıkılıp gittiğini söyler.

ABD’nin 11 Eylül sonrası yürütmeye başladığı politika çerçevesinde emperyal güç, emperyalizm, imparatorluk, hegemonya, liderlik gibi kavramları tarihi ve güncel örnekleri eşliğinde tartışan yazar, örtük bir şekilde ABD’nin ‘Augustus eşiği’nde olduğunu ve henüz Roma gibi uzun yaşayıp yaşamayacağı belli olmayan bir emperyal hegemon güç olduğunu ileri sürer.

Kitapta bir diğer önemli kavram ‘emperyal çevrim’ dir. Uzun süre yaşayan imparatorlukların geçici gerileme dönemlerine rağmen farklı koşulları değerlendirerek kendini yenilemesi ve yeniden emperyal bir düzeye yükselmesini ifade eden bu kavramla yazar, İspanya, Osmanlı Rusya ve Britanya imparatorluklarının farklı tarihsel dönemlerini irdeler.

Augustus eşiği, devlet iktidarının küresel bir otoriteye dönüşmesidir. Emperyal çevrim ise büyük bir devletin en zayıf anında bile sürekliliğini sağlayacak dinamiklere yaslanarak küllerinden yeniden doğması demektir.

Aktium savaşı antik tarihin dönüm noktasıdır. Doğu Roma’nın İstanbul’un fethiyle birlikte imparatorluk mirasını Osmanlı’ya devretmesi gibi, Antik Mısır imparatorluğu da bu savaşla mirasını yeni Roma’ya devretmiştir. Tarihte büyük İmparatorluklar emperyal miraslarını yeni güçlere bu tür büyük ve kritik savaşlarla devretmiştir.

Antik Mısır’ın kolonisi olan Yunan şehir devletleri, Girit, Roma vilayeti ve Tuna kıyıları, M.Ö 6. yüzyılda Pers istilası nedeniyle Mısır’dan kaçan seçkinlerin yeniden toparlandığı mekanlardı. Böylece tarih sahnesine özgün birer uygarlık merkezleriymiş gibi sunulan ve aslında antik Mısır’ın yeni formları olan şehir devletleri çıktı. Nitekim M.Ö. 4. yüzyılda doğu seferine çıkan Büyük İskender ve ordusu, aslında Antik Mısır ordusuydu ve Pers istilasına son vermek için organize edilmişti.

Mısır, kendisi olarak bu süreçten ciddi bir tahribatla çıktı ve imparatorluk merkezi olma özelliğini kaybetti. İşte M.Ö. 31 yılında yapılan Aktium savaşı, Romalı komutan Antonius ile Mısır kraliçesi Kleopatra’nın ilişkisi şahsında son defa Mısır merkezli bir imparatorluk kurma deneyiminin fiyaskoyla sonuçlanmasını sağlamıştı. Böylece devir teslim tamamlanmış ve bölgesel imparatorluğun yeni merkezi Pers güçlerinin uzanamayacağı Roma kasabası olmuştu. Roma imparatorluğu, bu manada Mısır’ın devamıdır.

Bu tarihsel gelişim, bize büyük güçlerin yükseliş ve düşüşüne dair kritik sonuçlar vermekle birlikte, yeni güçlerin sahneye çıkışına dair önemli bir gösterge sunar. Her yeni güç, ancak ve sadece bölgesindeki başka bir hegemon gücü tasfiye ederek doğabilir. Aynı anda aynı bölgede iki veya daha fazla eşit hegemon olamaz. Dolayısı ile, hem bölgesel hem de küresel egemenliğin mantığı son tahlilde güç yarışı ve çok boyutlu bir savaşla işler.

Bugüne gelirsek, tabii ki ABD hegemonyasının bu tarihsel deneyimlerle birlikte analiz edilmesi önemlidir. Özellikle bu devasa gücün akıbeti konusunda Roma deneyimi çok önemli ipuçları verir, Ki ABD’li analizciler diğer batılı güçlerde olmadığı kadar ABD ile Roma arasında tarihsel, siyasal veya askeri benzeştirmelere sıkça başvurur.

Ama şimdilik küresel egemenlik ve ABD’yi bir kenara bırakıp, bu tarihsel birikim eşliğinde kendi bölgemizi ele almalıyız. Devletler, Dinler ve İmparatorlukların doğum yeri olan Mezopotamya-Akdeniz havzasının politik tarihini bilmeden, bugün ve geleceğe dair doğru bir analiz yapılamaz. Olan biteni tarihin ritmik çevrimi ve coğrafyanın zorunlulukları eşliğinde ele almadan yapılan her değerlendirme eksik olacaktır. Tabii ki tarih her gün yeniden yazılır ve her yeni gelişme bizatihi kendi koşulları ve içeriği ile öncesiz bir durumdur. Ancak tarih ve coğrafya, bu yeni durumun olasılıklarını ve sınırlarını kavramamızda yardımcı olur. Ayrıca muazzam bir deneyim laboratuarı olarak önümüzü görmemize ışık tutar.

Türkiye, emperyal bir mirascı olarak er ya da geç yeniden büyüyecektir. Bugün var olan siyasi ve coğrafi pozisyonu, bir emperyal çevrim sürecinin ürünüdür. Osmanlı dağıldıktan sonra içine girilen fetret dönemi mutlaka sona erecek ve yeni bir emperyal dönem başlayacaktır. Bu öngörü, tarihi ve coğrafi ritmin potansiyellerine dayanır. Ama bundan sonrası, yani yeni bir emperyal çevrimin ne zaman, nasıl, hangi merkezde ve hangi formla başlayacağına bugün var olan iradeler ve eylemler belirleyecektir.

Türkiye Cumhuriyeti devleti, bölgesel hegemonya için en öncelikli adaylardan biridir. Jeopolitik ve jeokültürel dinamikleri şimdilik potansiyel halinde bir imkan olarak durmaktadır. Bugün ve bundan sonra yaşanan ve yaşanacak her bölgesel gelişme, öncelikle bu objektif gerçekliğin hareketi içinde değerlendirilmelidir. Türkiye’nin tarihsel ve coğrafi hegemon kimliği buraya kadar bir tercih değil, bir zorunluluktur. Yani Türkiye’ye teklif edildiği veya dayatıldığı varsayılan neo Osmanlıcılık türünden misyonlar, teklif edenlerin özel icadı değil, gördükleri potansiyeli manipüle etme çabalarıdır. Ancak bu konuda Türkiye’ye ait bir kararlılık ve yönelim henüz ortada yoktur. Bu noktada eski dünya düzeninin Türkiye’deki personelinin yeni döneme ilişkin itirazları(Ulusalcılık,Ergenekon, her ne isimle anılırsa anılsın bu unsurların itirazları kendi imtiyazlarını korumaya dönük görünmektedir), son tahlilde bu odaklardan bağımsız olarak Türkiye için bir pazarlık kozu, büyük güçler içinse bir ayakbağıdır.

Aynı denklem, bölgede büyük güçlerin plantasyonu ve ayar merkezi misyonu olan İsrail için de geçerlidir. İsrail’de iktidarda olan güçler de henüz çerçevesi muğlak görünen yeni dönemde bölgesel misyonlarını Türkiye’ye kaptırma endişesiyle direnmektedir.Onların bu direnişi de bir tür pazarlık kozudur. Bu bağlamda, hem büyük güçler-(adını ABD-İngiltere koalisyonu olarak zikredebiliriz.) içinde hem de bu Türkiye ve İsrail devletleri içinde kıyasıya bir çatışma, çekişme ve rekabet yaşanmaktadır.

Türkiye’nin AK Parti iktidarı ile içine girdiği canlanma süreci, tarihi ve coğrafi dinamiklerle daha barışık kadroların varlığı ile potans halindeki emperyal çevrim dinamiğini harekete geçirme işaretleri vermektedir. İsrail’deki eski düzen yanlısı güçler ise buna karşı harekete geçmiş ancak Türkiye’de başaramadıkları kapsamlı direnişi hem İsrail’de ve hem de bölgesel düzeye yayarak sürdürme peşinde görünmektedirler.

Bu bağlamda Türkiye’deki –adını, içeriğindeki tuhaf hukuksal hataları ve sunumdaki abartılı söylemin yanlışlarını saklı tutarak anlaşılsın diye kod adı Ergenekon olan – eski düzen personeli ve İsrail’deki iktidarla ABD ve İngiltere içindeki NeoCon olarak ifade edilen ama kapsamı aslında daha derin ve geniş olan güçler arasında ortak ve paralel bir pozisyon vardır. Obama ile temsil edilen yeni bir döneme geçiş çabalarını sabote etme eylemleri için Türkiye ve İsrail kullanılmaktadır. Türkiye’de, hükümetin her yenilik çabası sabote edilerek, İsrail’de ise Türkiye’deki bu sabotajlara destek verilerek sürecin çatışmalı denkleminde yer almaktadır.

(PKK denilen örgüt içindeki unsurların da zaman zaman bu sabotajlarda rol aldığı görülüyor)

Bu genel fotoğraf içinde şimdilik yaşanan güncel gelişme ile ilgili şunlar söylenebilir:

- Türkiye, bir 'Augustus eşiği'ndedir.

- Bölgesel hegemonya için bütün olası rakiplerini yenmek zorundadır.

- İsrail, bu süreçte Türkiye’ye rakip ve hasım olarak artık açıkça tavrını belli etmiştir.

- Türkiye’nin hızlı bir şekilde İsrail, PKK ve Ergenekon denilen şeklen bir birinden bağımsız ama özünde ortak eski düzen unsurlarını kontrol altına alması gerekmektedir.

- Bu manada Ergenekon davalarının hukuk çerçevesinde tamamına erdirilmesi,

- PKK ve İsrail’in ise dönüşüme zorlanması öncelikli gündem olmalıdır.

- İsrail’de Netanyahu-Liberman çetesi, mutlaka yıkılmalıdır.

- AK Parti hükümeti, bu çeteyi yıkamazsa, kendisi yıkılacaktır.Türkiye bütün imkanları ile İsrail'in dönüşümünü bu çetenin tasfiyesi üzerinden sağlamaya dönük çok yönlü bir politika geliştirmelidir. İsrail'de pasifist-barışçıl muhalefetin etkin olacağı bir iktidar yapısı bölge barışı için ömcelikli bir adım olacaktır.

- Gazze konvoyuna saldırı ile başlayan yeni süreç, İsrail’deki çetenin genel olarak Türkiye misyonuna özel olarakta AK Parti ile temsil edilen sosyal ve siyasi iradeye açtığı bir savaştır.

- Yeni dönemin başlangıcı için bu olaylar bir bela değil, bir rahmet ve fırsat olarak değerlendirilmelidir.

- Türkiye kendisine açılan bu yeni Aktium savaşını mutlaka kazanmak zorundadır.

- Bu savaşın galibi, PKK ve Ergenekon’la temsil edilen diğer fitne ve belaları da bertaraf edecektir.

- Ancak böyle bir zafer sonunda Augustus eşiği geçilecek, ve hem Türkiye’de hem bölgede hem de dünyada yeni bir dönem başlayacaktır.

- Yeni dönem, savaş ilanı karşısında korkmayan, paniklemeyen, bedavadan elde edilmiş konforlu ilişkilerle değil, kriz yöneterek, bedel ödeyerek, düşmanlığa misliyle cevap vererek, savaş anında halka itidal değil daha fazla savaşçı ruh pompalayarak, savaşı politikanın bir aracı ve diplomasiyi bu savaşçı iradenin emrinde bir silah olarak gören kurmay kadrolarla inşa edilecektir.

- Bu olayların bir an önce sukunetle bitmesini isteyen ve kaldıkları yerden el bebek gül bebek devlet yönetmecilik oynamaya devam etmek isteyenler, artık farklı bir dönemin başladığını ve eski düzen çetelerinin tam anlamıyla yenilene kadar her tür sabotaja devam edeceğini, yani daha bir çok krizin güçlü iradelerle yönetileceği bir süreç yaşanacağını beklemelidir.

- Türkiye, kendisine yönelik en büyük sabotaj olan iç çatışmalarla zayıf düştüğü noktalarda yani ulusalcı veya liberal, Türk ve Kürt, Alevi ve Sünni, Laik ve İslamcı tüm güçlerini ortak bir gelecek için seferber edecek büyük bir terkib arayışına sokulmalıdır.

- Son olarak: İsrail’deki çetenin Savaş ilanına altı boş küfürlerle karşılık vermeye kalkanlara yönelik isyanımızın nedenlerini kavrayamayanlara da eski Çin filozofu Sun Tzu’dan bir çift söz;

- “Akıllılar savaşmadan kazanır akılsızlar ise kazanmak için savaşır. Ama savaş kaçınılmazsa zafer için yapılacak tek şey savaşı iyi yönetmektir.”

- “Güçlü olamazsan zayıfta olamıyorsan bu işin sonu yenilgidir.”
haber10

ABD, Çin, İran ve ekonomik krizde savaş konuşmak
Salih Selçuk
selcuksalihcaydi@gmail.com

Komplo teorisi gibi!.. Savaş denince, tuzu kuru modern vatandaşların aklına sadece sinema filmlerinin geldiği bir devirde, yani günümüzde, onların zengin mahallesinde sıcak savaş olabilir mi? Bu soruyu soranlar mesela, Irak'ı hiç hesaba katmayanlar, Irak'ı televizyonda gördüğünde zaplayanlar... Böylelerini yerinden zıplatmak için, “Avrupa'nın göbeğinde bile sıcak savaşlar yaşanabilir” demek yeterlä aslinda. İstanbul'da veya Paris'te veya Londra'da veya Moskova'da yaşayanlar için savaş en son 1945'de bitmiştir ve o zamandan beri -Türkiye'de yaşanan düşük yoğunluklu savaş da dahil olmak üzere- yaşanan onca sıcak hengame savaş sayılmaz, çünkü modern vatandaşın “kutsal” yaşam alanına, alışveriş tapınaklarına, sitelerine girmemiştir. Ama şimdi, Yunanistan'ın ve belki İspanya ve Portekiz'in durumlarına bakarak, Prof. Michael Hudson gibi biri “Avrupa'daki borçlanmalardan dolayı savaşlar çıkabilir” derse buna kulak kabartan olur. Oluyor. Litvanya hükümetinin ekonomi danışmanı Hudson, Nisan ayı başında verdiği bir konferansta Yunanistan'ın sadece bir başlangıç olduğunu söylediğinde bunu pek yadırgayan olmamıştı. Birçok devletin benzeri duruma düşebileceği her yerde söyleniyor. Ama savaş!.. İşte bu yeni.

Mürekkep yalamış herkes, kapitalizm ile savaş arasında bir ilişki olduğunu duymuş veya okumuştur. Bütün büyük savaşların, büyük krizlerin ertesinde çıktığı da sır değildir. “Ama o savaşlar çıktığında dünya globalleşmemişti. Ülkeler birbirine bu kadar bağımlı değildi. Ayrıca ABD'yi kim yenebilir ki” diyerek bu kabustan uyanmak mümkün mü? O kadar kolay mı? Hiç değil. “Teorik” olarak: Krizler ne kadar büyükse, savaş tehlikesi de o oranda büyüktür. Tabii savaşın çeşitli biçimleri vardır. Kapitalizmle ilişkisi ise, borçlardan kurtulmak ve maddi karşılığı olmayan devasa miktardaki sanal parayı bilgisayar ekranlarından silmektir. Daha da önemlisi, savaştan sonra yeni bir büyüme eğrisi yakalayıp, sisteme yeni bir temiz sayfa açmaktır. Tabi tamamen teorik! Bu işlem, global bir mutabakatla yapılabilir. Sistemin varlığı söz konusuysa ve kapitalizmin “mantığı” dahilinde akıllara başka ihtimal gelmiyorsa, sınırlı bir savaş oyunu neden olmasın?!.. (Tabii savaşların kendi kuralları da vardır. Savaşlar kolayca kontrolden çıkabilirler)

Savaş deyince akla -nedense- sadece silah/külah geldiğinden, modern vatandaş hemen arkasına yaslanıp ABD'nin askeri gücünü sayılara dökebilir. Bu konudaki en güvenilir veriler de merkezi Stokholm'deki SIPRI'dedir. Bugünkülerden daha az ürkütücü olacağından, 2008 yılının askeri harcamalarına bakalım. ABD'nin askeri harcamaları 607 milyar Dolar, Çin'in 85 milyar Dolar. Rusya'nın 58 milyar civarında. Kısa kesmek gerekirse, ABD'nin harcamaları, bu iki ülke dahil olmak üzere Hindistan'ın, İngiltere'nin, Fransa'nın, Almanya'nın, Suudi Arabistan'ın, Japonya ve İtalya'nın askeri harcamalarının toplamından yüz milyar Dolar daha fazla. Bu hesabı yapanlara, 11 Eylül'ü yapanların askeri harcamalarını hatırlatmakta fayda var: Birkaç yüz bin Dolar bile değil. Artık savaşlarda modern silahlar tayin edici olmayabiliyorlar, ama “modern silahların kullanıldığı tüm savaşların galibi ABD'dir” gibi kanıtlanmamış bir teori de mevcut.

Askeri sayılar hiç de abartıldıkları kadar önemli değiller. Bugün eğer sayılardan bahsedeceksek, asıl tehlikeli sayılar askeri değil ekonomik sayılardır. Clinton döneminin sonunda ABD'nin devlet borçları 5.8 trilyon Dolardı, şimdi 12 küsür trilyon Dolar. Bu sayılar roket sayılarından önemlidir, çünkü maaşını alamayan uzman Amerikan askeri istifa eder ve o silahları kullanmazsa, askeri sayılar bir işe yaramayabilir mesela.

Hudson, Yunanistan'ın ve Doğu Avrupa ülkelerinin borçlarını ödemelerinin imkansızlığı üzerinde duruyor ve krizden çıkış yolu olarak soğuk soğuk “Tek yol savaş” diyor. Öyle mi? Neden?

Bilindiği üzere neoliberal ekonomilere geçen eski sosyalist ülkeler, ilk iş olarak tüm devlet firmaları ve mallarını özelleştirmişlerdi. Böylece, neoliberalizmin tipik özelliğine yatay geçiş yaptılar: Özelleştirmeler sonucu devlet gelirleri azalıp eğitim/sağlık/emeklilik/vs. gibi devlet hizmetlerini finanse etmek zorlaşınca, sürekli yeni krediler alındı. Devletler kredi faizi ödemekten helak oldular! Sürekli borçlanmak, neoliberalizmin özelliklerinin başında geliyor. Ama borçlanmanın da bir sınırı var. Ve şimdi o sınıra gelindiği anlaşılıyor. Hudson bunu söylemiyor elbette, ama halkların aniden fakirleşebileceğini ve buna karşı mutlaka sokağa inebileceklerini öngörüyor. Bunun nasıl olabileceği konusunda Yunanistan örneği var elimizde. 110 milyar Euro kredi alacağı söylendi. Bu krediyi geri ödeyebileceğini kimse düşünmüyor. Bu sayede sadece biraz zaman kazanılmış olduğunu söyleyenler hiç de az değil. Ama ödeme ihtimalinin olabilmesi için Yunanlıların maaşlarının üçte bir oranında düşürüleceği, vergilerin artırılacağı gibi önlemler var -ki, Yunanlılar daha bu önlemlerden önce meydanlara indiler. Hudson, sadece böyle durumlarda, hükümetlerin dikkati dışarıya çekmek ve halkı evde tutmak için komşu ülkelere karşı savaş provoke edebileceklerini söylüyor.

Savaş dedikodularının bundan ibaret olduğunu sanan aldanır. Güvenlik politikaları üzerine araştırmalar yapan 'Bundesakedemie für Sicherheitspolitik' adlı kurum, sistemin merkezinin Batıdan Doğuya kaymasını da gözönünde bulundurarak geçen yılın yaz aylarında yaptığı bir değerlendirmede Batı ile Doğu arasında silahlı bir savaşın olabileceği ihtimaline dikkat çekiyor. Burada Batı'dan anlaşılan ABD ve AB, Doğudan anlaşılan da Çin ce Rusya. Kurum, bu büyük savaşın başlangıcı olarak da Batı ekonomilerinin çöküşü ertesini gösteriyor. Burada hemen dikkat çekmek gereken ilginç konu şu: Çökme tehlikesi altındaki ülkeler, Doğu değil Batı ülkeleri.

Eğer bir çöküş korkusundan konuşuluyorsa, global bir ekonomide, Batıda olabilecek çöküşlerin Doğuyu etkilememesi mümkün mü? Elbette değil. Ama zamanın hızlı aktığı günümüzde, Doğunun çöküşü Batıdan birkaç yıl sonra gerçekleşirse, bu bile bütüncül çöküşün sonrasındaki yeni başlangıç için önemli bir konu olabilecektir. (-Tabii bütün bunlar, bugünün kar/zarar rasyonel mantığıyla yapılan hesaplardır. Gelecekteki başlangıçlardan sonra mutlaka “jeostratejik” yeni hesaplar olmak zorunda olmayabilir. Malum bu kavramın “jeo” dediğimiz kısmı yeraltı kaynaklarına, mesela petrole falan işaret etmektedir.) Böyle bir durumda, Batının çöküşünden önce savaşı başlatmak -Doğu için de- “mantıklı!” olabilir mi? Nerede başlatılabilir? İran'da... Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyesi bütün ülkelerin İran'a karşı yaptırım uygulama kararına katılması (Türkiye ve Brezilya'nın çabalarının boşa gitmesi), krizin sosyal sonuçlarından kurtulmak için kontrollü bir askeri gerilim üretmek fikrini ön plana çıkarabilir. Ama bu kez Irak'daki gibi büyük bir mutabakat olmadığı gibi, savaş finansmanı sorunu var. Savaş, yukarıda değindiğimiz nedenlerle yayılabilir. Şurası bir gerçek ki, olası bir savaş durumundan -bu savaş ne kadar büyük olursa olsun, modern bir savaş olduğu takdirde- bundan ABD yararlanabilir. Savaş endüstrisinden para kazanır, işsizliği azaltır borçlarını kısmen eritebilir vs. -Ama bu tahminler de klasik savaş teorilerine ve kapitalizmin konjonktürel krizlerine göre yapıldıklarından, tayin edici hatalar içeriyorlar.

Hataların başında, yaşanılan krizin konjonktürel bir kriz olduğu, krizden sonra kapitalizmin yeni bir yükseliş yaşayacağı varsayımı geliyor. Kapitalizmin savaşlarla aşılan krizleri, aynı zamanda kapitalizmin yeni bir aşamasına geçiş demekti. Kapitalizmin 1930'lu yıllara kadarki krizlerinin, sistemin kapsama alanının şehirlerden kırlara doğru genişletilmesiyle aşıldığını biliyoruz. Daha sonra savaş endüstrisi sayesinde krizlerin aşıldığı bir dönem geldi ve iki dünya savaşı yaşandı. 1970'li yıllardan sonra reel ekonomiden yeterince kar elde edilemediği için, sanal finans ekonomisinin yükseldiği görüldü. Ekonominin motoru sanal para haline geldi. Doğu Avrupa'daki kooperatist kapitalizmin çöküşünden sonra (-ki bu bal gibi bir ilk sistemsel çöküş örneğidir, çünkü çöken bir kapitalizm türüdür) neoliberal kapitalizmin özelleştirilen devlet/kamu mallarına doğru yeni bir genişleme alanı bulduğu söylenebilir. Fakat sanal ekonomi asıl lokomotif olduğu için, bu yeni durum, sanal ekonomi ile reel ekonominin birbirinden iyice uzaklaşıp birbirinden kopma noktasına gelmeleri sonucunu doğurmuştur. Bu durumun neden sürdürülemeyeceğine daha önce değinmiştik. Şimdi “teorikman” beklenen, kapitalin savaş sonrası yeni alanlara doğru genişleyebileceği hamhayalidir. Nereye genişleyecek?!.. Hadi “şimdi bilinmiyor. O gün gelsin bulunur” diyelim... Diyebilir miyiz? Kesinlikle Hayır. Çünkü boyutlar, bize bunun ümkansızlığını şimdiden göstermektedir. Her kriz ve savaş sonrası kapitale açılan yeni alan, bir öncekinden büyük/yaygın/derin olmuştur. Yeni ve bugünkünden daha büyük/yaygın/derin bir alanın bulunması imkansızdır, çünkü yoktur. Ve sadece bu kadar da değil. Marx'ın gösterdiği üzere, parasal değerin maddi muhteviyatının (Substanz) esası 'ücretli iş'tir. Sistem, artık sanal/finans kapitale dayandığından, çalışan sayısını mütemadiyean azaltmakta, yani intihar etmektedir. Bunu tersine çevrilmek ve dünyayı herkesin çalıştığı global bir 'ücretli iş' toplumu haline getirmek mümkün değildir. Yani kısaca: Savaş bu kez kapitalizmi yeni bir aşamaya taşımayacaktır, Marx'ın deyimiyle “Barbarlaşmaya sürükleyecektir.”

Kapitalizmden ve onun yaşam/düşünce biçimlerinden kurtulmak, insanın kendisini aşmak anlamına geliyor. Bunun ilk elementar biçimi, insani/kutsal değerleri yükselterek, ezilenlerden yana olmak, sosyal-devleti yeniden kurmak ve neoliberal politikalara kararlılıkla son vermektir. Kapitalist mantığın sürdürülmesi, yeni bir dünya savaşına neden olabilir. Ve savaşı önleyebilmenin en garantili yolu, kapitalizmin (para/kar mantığı başta olmak üzere) esiri olmaktan kurtulmaktır. Ama savaş olsun veya olmasın, (mesela savaş sonrası) ortaya çıkabilecek barbarlaşmış bir dünyaya, postkapitalist yeni bir düzen sunabilmek, ruh sahibi her makul insanın şimdiden hedefi olmak zorundadır. İnsanoğlu, kapitalizm hastalığından kurtulmaya mecbur.
www.konstantiniye.blogspot.com

Kore Savaşı Her An Çıkabilir!
03 Haziran 2010
Kuzey Kore'nin üst düzey diplomatlarından biri yarımadada Güney Kore'yle yaşanan gerginliğin her an bir savaşa yol açabileceğini söyledi.

Kuzey Kore’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi’nin yardımcısı Ri Jang-Gon, Perşembe günü yaptığı açıklamada, Kore Yarımadası’ndaki gerginliğin Güney Kore gemisinin batırılmasından sonra çok gergin bir düzeye geldiğini ve “her an savaş çıkabileceğini” söyledi.

Yaşanan kötü durumdan Güney Kore ve ABD’yi suçlayan Ri, “Kore Yarımadası’nda şu an yaşanmakta olan durum, o kadar kötü ki her an bir savaş çıkabilir” dedi. aktifhaber

Bu işin sonu üçüncü dünya savaşıdır
Mehmet Şevket EYGİ
5 Haziran 2010
İsrail'in barış ve yardım gemilerinde canavarca kan dökeceğini sanmayanlar gaflet etmiş oldular. Netice itibarıyla bu krizden Türkiye kârlı çıktı, İsrail çok ama çok zarar etti.

İnsanlığın büyük kısmı Yahudi devletini lanetliyor.

Siyonistler insanlık, adalet, insaf, merhamet, bilgelik, akıl, firaset, kiyaset, feraset dışı bir canavarlık yapmıştır.

Bu barış ve yardım gemileri işi burada son bulmamalıdır. İleride uygun bir zamanda ikinci filo yola çıkarılmalıdır.

İkinci filoya başta Türk harp gemileri olmak üzere en az üç devletin silahlı gemileri refakat etmelidir.

Yardım gemilerine Kızılay ve Kızılhaç bayrakları çekilmelidir.

İsraile bahane vermemek için gereken her tedbir titizlikle alınmalıdır.

Gemilere Naturei Karta cemaatinden ve hassidik Yahudilerden de gözlemciler alınmalıdır.

Siyonist devletin Gazze ablukası tamamen hukuk, insanlık ve adalet dışı bir zorbalıktır.

Uğursuz ve meymenetsiz Lausanne anlaşması ile Filistin üzerindeki haklarımızdan vaz geçmiş olsak bile o ülke üzerinde mânevî, kültürel, dinî vazifelerimiz baqidir.

Filistin'de ezilen Müslümanlara, din kardeşlerimiz olmaları hasebiyle, orada yaşayan Hıristiyanlara ise mazlum insanlar olmaları hasebiyle yardım etmemiz gerekir.

Siyonizm ve İsrail Tevrata ve Musevîliğe aykırı bir küfür ideolojisi ve devletidir.

Bunu ben söylemiyorum, başta Naturei Karta Yahudileri olmak üzere bütün antisiyonist Musevîler söylüyor.

Siyonizm ırkçı ve faşist bir ideolojidir.

İsrail zalim bir devlettir.

Yahudilere yapılmış olan zulümlerin faturasını Filistin halkına ödetmek çok büyük bir adaletsizlik ve haksızlıktır.

İkinci dünya savaşından sonra ille de bir Yahudi devleti kurulması gerekiyordu ise, bu devletin Polonya'ya verilen Doğu Almanya topraklarında kurulması uygun olabilirdi.

Üçüncü dünya savaşı İsrail yüzünden çıkacakır.

Bu savaşın 2012'ye kadar patlayacağını sanıyorum.

İsrail'in kuruluş tarihi 1948'dir, batış tarihi muhtemelen en geç 2014 olacaktır.

Haçlılar Kudüs'te 1099'dan 1187'ye kadar 88 sene hakim olmuşlardı.

Üçüncü dünya savaşında büyük miktarda insan zayiatı (kaybı) olacak, on milyonlarca insan ölecektir.

Aklı başında Yahudilerin güvenli yerlere göç etmelerinde büyük yarar vardır.

İsraili kayıtsız şartsız destekleyen ABD de Sovyetler Birliği gibi parçalanıp dağılacaktır.

İngiltere de parçalanacak, İskoçya bağımsızlığını ilan edecektir.

Üçüncü dünya savaşında nükleer silahlar kullanılacak ve yüz milyonlarca insan radyoaktif serpintilerden hasta olup ölecektir.

Âhir zamanda korkunç savaşlar olacağına dair üç kitapta (Kur'ân'da, Tevrat'ta, İncil'de) rümuzlu haberler vardır.

İsrail bilge bir devlet değildir.

Âdil bir devlet değildir.

İsrail halkının ancak yüzde 10'u (en fazla yüzde 15'i) dindardır.

İsrail'de korkunç boyutlarda kokuşma ve kirlilik vardır. İsrail'de azınlıkta olan Eşkenaz Yahudiler, çoğunlukta olan Sefarad Yahudilere ikinci sınıf Yahudi muamelesi yapmaktadır.

Türkiye'de 20 bin (hattâ bu rakamın altında) Yahudi vatandaş vardır. (..)

Kendilerini Müslüman Türk gibi gösteren Kripto Yahudiler vardır.

Kendini Alevî gibi gösteren Kripto Yahudiler vardır.

Sünnî veya Alevî Kürt gibi görünen Yahudiler vardır.

Her sene İsrail'den gelip Hacı Bektaşı Veli'yi ziyaret eden, semah yapan Alevî Yahudiler vardır.

Dönmeler ve Kripto Yahudiler damarlarımıza, iliklerimize kadar nüfuz etmişlerdir.

Sonu üçüncü dünya savaşına ulaşacak dehşetli bir krizin başlangıcındayız.
Millî Gazete

İyimserlik katsayısı, güven endeksi ve savaş tehlikesi
SALIH SELÇUK
12.6.10
İyimserliğin günümüz ekonomisi için ne kadar önemli olduğu yeni yeni anlaşılıyor. Modern kapitalist anlamda “Ekonomi” sahici bir bilim olsaydı, George W. Bush'un önce Afganistan'a sonra da Irak'a saldırısının, her türlü teamül ve uluslararası anlaşmayı çiğnemesinin, iyimserliği de vuracağı anlaşılırdı. Ama çok daha kötüsü oldu. Bush, Afgan ve Irak direnişine yenildi. (Yenilgisi, savaşı artık finanse edememesiyle ilgilidir) Bu noktada sadece iyimserlik değil, altın endeksinin Nixon tarafından kaldırıldığı 1971'den bu yana ekonominin ve finans dünyasının temel endeksi olan 'Güven Endeksi' de sarsıldı.
Sanal/fiktif (hayali) kapitalin sürdürülemez boyutlarda şiştiği ve sönerek hükmünü yitirmeye başladığı bir dünyada yaşıyoruz.
Tek bir örnek: 'Citigroup'un değeri, iki yılda 250 milyar Dolar eridi.' (1)
Sistemin garantörü ABD'nin ve prestijinin yaşamsal önemde olduğu, ekonomi “bilimi” tarafından maalesef anlaşılamadı. Anlaşılmış olsaydı, zırt-pırt arızalanan ve her arızası bir öncekine göre daha derin olan global sistemi değiştirmekten başka kalıcı/temel çözümün olmadığı da anlaşılabilirdi. İyimserlik konusu, bunun giderek anlaşılmasıyla ilgili bir durumdur. Çünkü, çok daha kötü yeni krizlere mahal vermeden, yapıcı ve yaratıcı çözümlerle kriz sarmalından çıkılabileceğine olan özgüven ancak bu şekilde artmaktadır.
Şimdi kriz atmosferinde iyimserlik/güven, hükümetler ve medya tarafından tehlikeli bir biçimde yanlış yorumlanıyor. Bunun baş sorumlusu da, bir ay sonrasını tahmin etmek konusunda bile her birinin ayrı telden çaldığı ekonomi “bilimci”leridir.
İyimserlik, mezarlıkta ıslık çalmak, susmak veya “polyannacılık”la olmaz. Ekonominin düzelmesi için her türlü eleştirinin susması, 'kapitalizm' sözünün gene eskisi gibi mümkün olduğunca ağızlara alınmaması, iyimserliğe değil, insanlığın ekonomik/sosyal intihar mekanizmasına hizmet eder. İyimserliği ve özgüveni aşındıran asıl tehlike, kapitalizme ısrarla “sonuna kadar” kapılanarak kapitalizm ötesini düşünmeyi reddetmektir. “Çağdaş ekonomi bilimi”nin ufku, kapitalizmle sınırlıdır ve bu durum, yakın gelecek için büyük bir tehlike oluşturmaktadır -çünkü kapitalizmin sürdürülemez bir sistem olduğu gerçeği, “ekonomistler” dışında matematikçiler, çevre bilimcileri, jeologlar, fizikçiler ve daha niceleri tarafından hergün sayısız makale ve kitapla yeniden kanıtlanıyor.
İyimser olunca tüm sorunların kendiliğinden, “piyasanın görünmez eli” tarafından çözüleceğini sananlar, buna inananlar yanılıyor. O “El”in daha önceki yüzyıllarda varolup olmadığıyla, ne ölçüde etkili olduğuyla ilgilenmiyorlar. Ekonominin insanların ruh haline neden bu kadar çok, (tayin edici ölçüde) bağlı/bağımlı olduğunu da merak etmiyorlar. Bu garip “irrasyonel” bağımlılık durumun/durumlarının, maddeden başka kuş tanımayan bir düzende nasıl olup da olabildiğiyle ilgilenmiyorlar! Üstelik bu absürd durumun, otuz küsür yıldır böylesi duyarlı ve tehlikeli bir hal aldığı da dikkatlerini çekmiyor.
2007'den beri sallanan finans piyasalarının bağlı olduğu 'Güven endeksi'nin -hatta kapitalist sistemin- nasıl işlediği konusunda “bilim”in kafası oldukça karışık görünüyor. Ekonomistlerin, gelişmeleri önceden tahmin etmek konusunda sınıfta kaldıkları açık. Ekonomi bir bilimse, belli temel verilere dayanarak ekonomistlerin de aynı/yakın sonuçlara ulaşmalarını gerekmez mi? Ama her ekonomist ayrı telden çalabiliyor. Bugün sistemin iflasından önce, ekonomistlerin ve bu “bilim dalı”nın iflasından söz etmek gerekiyor.
Günümüzde sosyo-psikolojik anlamda sağlıklı bir iyimserlik inşa edebilmek için, ekonomi/para/iş merkezli sistemi açıklamakta yetersiz kaldığı ve işe yaramadığı anlaşılan klasik ekonomi eğitimi/bilim ötesine geçen bir bakış açısı geliştirmek gerekiyor. Ancak tüm malum konvensiyonları sorgulayabilen çokyönlü yapıcı bir anlayışla, kriz sinyalleri veren ekonominin nasıl ve neden işlemediğini, nasıl ve neden sürdürülemez hale geldiğini anlamak ve belirsizliği/bilinmezliği aşarak somut bir iyimserlik kurmak mümkün olabilir.
İyimserlik, özellikle kötü zamanlarda lazımdır ve en kötü ihtimalin bile sarsamadığı, cesur ve mert bir yana sahip olabilmesi için, alabildiğine gerçekçi ve çok yönlü olması gerekir. Tatlısu iyimserliği zoru görünce önce paniğe kapılan, tehlikeye gözlerini kapatıp mezarlıkta ıslık çalmayı tercih eden, sonra da yelkenleri indirip duruma teslim olmayı seçen bir depresyona dönüşme eğilimi taşır. Tatlısu iyimserliği korkak ve miyoptur. Düşünmemeyi, günü birlik hareket edip, rüzgara göre yelken kırmayı tercih eder. Ama o rüzgarların bile dinmeye başladığı zor bir döneme girildiği anlaşılıyor. Artık, klasik asprin tedavisinden ve konjonktürel kriz teorilerinden fazlasına ihtiyaç var.
Yaklaşık otuz yıldan beri durmadan büyüyen spekülasyon ve kredi borçları balonu, dünya ekonomisinin esas dinamiğini oluşturuyor. Reel ekonomiye yatırım yapmak fazla kâr getirmediğinden, sermaye, finans piyasalarına kayıyor. Spekülatif “kazanç”, dünya ekonomisinin motoru haline geldi. Sadece tüketiciler değil, devletler de sürekli borçlanıyorlar, faaliyetlerini borçsuz döndürmekte zorlanıyorlar. Ve bu borçlanma sarmalının kendi sınırlarına dayandığını, Yunanistan'da görmek mümkün. Ortada, hemen bütün devletlerin benimsediği bir sistem söz konusu olduğundan, Yunanistan'ın iflasın eşiğine gelmesi istisna değil, giderek bir kural olabilir.
2008'de başlayan kriz, bir ‘aşırı sermaye birikimi’ sorunudur. Kısacası: Piyasalarda, dünyayı onlarca kez satın alabilecek kadar çok para dolaşmaktadır. Bu acaip durum “ekonomistler”i düşündürmüyor. Fakat saptamak için matematikçi olmak gerekmediği üzere: sadece bir adet dünya bulunuyor. Öyleyse, bu kadar çok paranın hayali olduğunu ve maddi karşılığının bulunmadığını söyleyebiliriz! Marx’ın daha 1857’de analiz ederek (2) adını ‘fiktif/sanal sermaye’ (fiktives Kapital) koyduğu duygusal/kurgusal/hayali sermaye türü, II. Dünya Savaşı öncesinin neredeyse üçyüz yıllık kapitalizm tarihinde yaşananların hepsinden daha ürkütücü bir krize girmiş görünüyor. Ürkütücüdür, çünkü hayali para miktarı/balonu ve günlük hayatı doğrudan veya dolaylı olarak hayali sermayeye bağlı olan insan sayısı olağanüstü fazladır. Hatta son otuz yıldır, bu sermaye türünün/balonunun sosyal bir yansıması olarak, adına 'Beyaz Yakalılar' denen yeni bir sosyal tabakanın/sınıfın da ortaya çıkmış olduğuna bakarak, 'çalışan ve çalışmayan insanların çoğunun' bu ucube durumdan doğrudan etkilenebileceğini söyleyebiliriz. Bu insanları korumak için sistemi aynen sürdürmeye çalışmak, patlayacağını bile bile balonu şişirmeye devam etmekten başka bir anlam taşımamaktadır. Balon ne kadar çok şişirilirse, o kadar şiddetli patlar.
Kriz aşamasında, sadece kapitalizme özgü yöntemlere/önlemlere bel bağlamaya devam etmek, daha fazla insanın daha kötü bir şekilde sistem tarafından vurulmasına razı olmak anlamına geliyor. Kapitalizm, bütün türleriyle “büyüme”ye endekslidir. Bu aynı zamanda, krizlerin de artan sıklık ve şiddette “büyümesi” demek oluyor. “Ekonomi” bir bilim dalıysa, ekonomistler oturup, neoliberal kapitalizmle veya kapitalizmin başka bir türüyle krizlerin nasıl aşılıp, iklimleri çökertmeden (en azından bir yirmi yıl daha) nasıl mutlu-mesut yaşanabileceğini biz fanilere kanıtlamak zorundadırlar. Ekonomistler dışındaki bilim adamlarının yaptığı hesaplar, sistemin sürdürülemez bir noktaya doğru hızla yaklaştığını gösteriyor. Yer altı kaynaklarının tükenmesinden tutun da atmosferin ve denizlerin/suyun daha fazla kirlenmeyi kaldıramayacağı hesaplarına kadar, tüm bilim, büyümeden yaşayamayan kapitalizmin sonunu ilan etmektedir. Kapitalist bir gelecek bulunmamaktadır. Kriz ile görüldüğü üzere, sanal para balonu, sistemin taşıyabileceği o kritik eşiği aşmıştır. Toplumsal huzursuzluğu önleyip, gelecek için umut kaynağı olacak yeni bir iyimserlik ve güven, artık böyle bir sistemin ve onun düşünsel çerçevesini aşamayan “Ekonomi bilimi” üzerine inşa edilemez.
Marx tarafından tarif edilmiş sistem mekaniğine göre; ağırlık merkezi spekülasyon, faiz amaçlı kredi ve fiyat dalgalanmaları olan sanal sermaye ile (3) onun reel karşılığı arasındaki fark büyüdükçe, finans krizi ihtimali de artar. Otuz yıl öncesine kadar geçerli olan bu 'konjonktürel kriz mekaniği'ne göre sanal sermayenin otuz yıl önce yeniden krize girmesi gerekiyordu. Fakat İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra en geç 1970'li yıllarda olması beklenen büyük finans kriz yaşanmadı. Onun yerine, sadece ‘zorunlu büyük kriz’ baskısını hafifleten ve Doğu Bloku’yla (ve Ortadoğu ülkeleriyle vs.) sınırlı kalan bir ekonomik çöküş yaşanmıştır. Parası pul olan reel sosyalizmin (yani kooperatist kapitalizmin) çöküşü, kapitalizmin başarı hanesine yazılamaz. Krizin (liberal) kapitalist bloka sıçramasını önleyen asıl etmen, altın endeksinin kaldırılmış olmasıydı. Paradoks gibi görünen bu duruma göre hayali/sanal sermaye, çökmek yerine (yani reel değerine dönmek yerine), yeni spekülatif mecralara akarak çökmeden çoğalmayı/şişmeyi sürdürebildi. Burada özellikle altı çizilmesi gereken durum şudur: Beklenen büyük kriz önlenmemiştir, sadece ötelenmiştir.
2008 krizine kadar geçen süre zarfında sanal sermaye balonu, reel gerçeklerden tamamen uzaklaşarak tarihte hiç olmadığı kadar şişip uçmuştur. Ne kadar şiştiğini anlamak için, Alman düşünür Robert Kurz'un tahminlerine bakılabilir. Günümüzde, dünyada dolaşan uluslarötesi paranın yaklaşık yüzde doksanyedisi, reel olmayan spekülatif sermayedir (4). Burada en rahatsız edici gerçek, sanal sermayenin -konjonktürel çöküşü ertelense de- önünde sonunda reel değerlere dönmek zorunda oluğudur.
Ücretli çalışanların ürettiği mal ve hizmetlerin, maliyetinden daha fazlaya satılması sonucu ortaya çıkan (üretime bağlı) artı değer birikimi, reel sermayeyi oluşturur. Dünyada reel sermayenin üretilmesinde temel rolü oynayanlar hâlâ işçilerdir (ve köylülerdir). Sanal sermaye ise 'kapitalist çalışma ve üretim sistemi' ile değil, spekülasyonla, fiyat dalgalanmalarıyla, faiz almak amacıyla verilmiş kredilerle vs. oluşur. Bu yüzden de duygusaldır ve güvene endekslidir.
Reel ekonomi sanal ekonomiyi artık taşıyamıyor. Reel/sanal dengesinin bozulmasındaki bir diğer etmen de, 1980'lerde yaşanan mikroelektronik devrim sonucu hızla yaygınlaşan bilgisayarların yol açtığı rasyonalleşmedir. Sistemi taşıyan üretici sınıfların (işçi-köylü) sayısı giderek azalmakta, daha az kişiyle daha çok üretim yapılabilmektedir. Temel özellikleri; (amacını “iş veren”in belirlediği) ücretli iş, kapitalizme özgü çalışma sistemi çerçevesinde üretilen somut mal ve hizmetler, onların paraya tahvil edilerek daha pahalıya satılmaları sonucu elde edilen artı değer olan bir sistem için rasyonelleşmenin anlamı, sistemin kendi altını oymasıdır. Son otuz yıllık ertelenen büyük finans/ekonomi krizi süreci, sistemin temellerinin fena halde aşındırıldığı bir döneme rastlamıştır aynı zamanda.
Son otuz yüzyıldır sanal sermayenin katlanarak büyümesinin ve balonun iyice şişmesinin en önemli nedenleri arasında; neoliberal döneme özgü özelleştirmelerden gelen paralar ve tabii devletlerin yüksek faizlerle borçlanmaları gelmektedir. Faiz ve spekülasyonla hızla artan bu paralar, dolaylı olarak tüketime yansıyıp reel ekonomiyi de canlandırdıklarından, motoru sanal sermaye olan neoliberal kapitalizmin temel politikaları arasında yeraldılar. 2008 Krizinin ilk “önlemi” olarak devletler, neoliberal politikaların bir devamı olarak, hızla eriyip sönen “özel” sanal sermayeye garantör oldular ve mevduatlara verdikleri devlet garantisini, mevduatların büyük bölümünü kapsayacak şekilde genişlettiler. Maddi karşılığı/değeri olmayan sanal sermayeye garantör olma eğilimi, tam bir felakete neden olmak üzere. Garantörlük, garantör olunan kişilerin (yani “özel” bankaların) borçlarını ödeyememeleri halinde, o borçları ödemek anlamına geliyor. Amerika ve Avrupa'da devletlerin trilyonlarca Dolar vererek kurtardıkları banka “operasyonları”nın ana fikri, “kriz nasıl olsa atlatılacak, bankalara verilen o paralar/borçlar da nasıl olsa bir şekilde geri ödenecek” varsayımından yola çıkmaktaydı. Böyle düşünmenin temel dayanağı, devranın aynen devam edeceği, sistemin aynen yoluna devam edeceği hesabına dayanmaktadır. Yani sanal sermaye balonu, patlamayacak seviyeye indikten sonra şişmeye aynen devam edecektir!
Krizin başında hiç hesaba katılmayan bir nokta çok önemlidir: Ya devletler garanti ettikleri o dipsiz/sonsuz sanal borçları bizzat ödemek zorunda kalırlarsa? Burada devlet olmanın gücü kullanılarak, “Borcumu bir kanunla sıfırlarım olur biter” de denemez. Çünkü global bir dünyada borç, 'kendi vatandaşına olan borç'tan, 'başka ülkeye olan borç'a çevrilmiş durumdadır. Sermaye sınırsızdır ve borç/kredi işleri de uluslararası/uluslarötesi bir durum arzetmektedir. Böyle bir ortamda, sonsuz miktardaki (sanal sermaye kökenli) alacak-verecek hesabının, devletler arası alacak-verecek hesabına dönüşmesi en büyük ihtimaldir. Borçların devletlere devri, sanal sermayenin sağ tarafı! Onlar sorumluluktan büyük ölçüde kurtulmuş oluyorlar. Ama, global alacak-verecek hesaplarının, uluslarötesi kolay kredi kaydırmaca alanının dışına çıkarak ulusallaşması, büyük bir savaş tehlikesini de beraberinde getirmektedir.
Devletin büyük bankalara trilyon Dolarlık yardımlar yaparak “piyasaları rahatlatması”, krizin devletleştirilmesi anlamına gelmiştir. Özel firmaların/bankaların borçlarını -ulusal sınırlar ötesi bir şekilde- bir kurumdan diğerine kaydırılarak “idare etmek” mümkün olabiliyor. Ama devletlerin borçlarını birinden diğerine kaydırmak mümkün değil. Ayrıca bu tür konuların çözülememesi halinde, devletlerin elinde savaş opsiyonu gibi Bir şey de var!
Sürekli ertelenen, faizin faiziyle artıp duran, üstüne bir de çürük kredilerin garantörlüğü yüklenen devlet borçlarının ödenme günü gelebilir. Böyle bir duruma Yunanistan'dan sonra en yakın ülkeler, sadece Balkan ülkeleri, İtalya, İspanya değildir. Japonya, hatta ABD, borç ödeyemez duruma gelebilir.
Amerikan Dolarının giderek dünya parası olma özelliğini yitirmesi, Avro'nun tehlike sinyalleri vermesi, bu ihtimalleri yükseltmektedir. On yıl öncesine kadar ABD'nin asla yenilemeyeceğini söyleyenler, Irak ve Afganistan'da olanlardan sonra susmak zorunda kaldılar. Şimdi de ABD'nin asla çökmeyeceğini söyleyenler, birkaç yıl sonra yutkunup susabilirler. Krizin devletleştirilmesi, önemli bir savaş potansiyeli taşıyor. Gerçek anlamda iyimser olabilmek için bunları konuşmak ve tabii sanal sermayenin onmaz krizini devlete satmasına son vermek gerekiyor. Maddi temeli olmayan bir iyimserlik, bu saatten sonra kimseden beklenemez.
Milliyet, 25 Kasım 2008
Marx-Engels-Werke (MEW) Cilt 25, s. 482-488, Berlin 1956
a.g.e.
Robert Kurz, 'Das Weltkapital', Berlin 2005, s. 234
Not: Yazı, iki yıl önce yayımlanmıştı. Güncelledik. Yeni kitabımıza da alıyoruz.
...
http://konstantiniye.blogspot.com/

Katliam: Fergana ateşi Orta Asya'yı yakacak!
İbrahim Karagül

"Üç gündür Kırgızistan'ın Oş şehrinde Özbek ahaliye karşı bir katliam yapılmaktadır. Kalaşnikoflarla silahlanan Kırgız gençleri ve askeri üniformalı meçhul gruplar savunmasız Özbek ailelerini kurşuna dizerek katletmektedir. Oş şehrindeki Özbeklere ait yüzlerce ev ve bina yakıp yok edilmiştir. Özbek tiyatrosu, Özbek Üniversitesi ve Özbek TV binası ateşe verilmiş, tamamen yanıp kül olmuştur. Öldürülen Özbeklerin sayısı resmi açıklamalara göre 800, bağımsız haberlere göre 2000'in üstündedir. On binlerce yaralı var. Kırgızistan'ın güney sınırından Özbekistan'a geçen kaçak sayısı resmi rakamlara göre 170 bini geçmiş durumdadır. Zorbalık ve katliam Oş şehrinden başka vilayetlere yayılmaya başladı. Celalabad şehrindeki askeri birlik, Kırgızlar tarafından basıldı ve şimdi bu silahlanan gruplar, Celalabad'ı da Oş gibi virane ve mezarlığa çeviriyor, bölge halkını kurşuna diziyor.

Bu facianın Şanghay İşbirliği Örgütü'nün Taşkent'teki toplantısına rastlaması asla rastlantı değildir. Fakat bu örgüt üyesi devletlerden ses çıkmamıştır. Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov tarafından bu katliama karşı "Kırgızistan'ın iç işi" diye bir açıklama dışında hiç bir tedbir alınmamıştır. Vahşet karşısında Kırgızistan'ın geçici hükümeti çaresiz bir tutum sergilemektedir. Devlete ve askere ait zırhlı araçlar çetelerin ellerine geçmiş ve katliamda rahatça kullanılmaktadır. Dünya kamuoyu sessizliğini korumaya devam ediyor. Bu katliama dur diyecek kimse yok..."

Muhammed Salih, Özbekistan muhalefet lideri, bu küçük ülkede yaşanan dehşeti böyle özetliyor. 2005 yılından beri, küresel güçlerin oyun alanına dönüştürülen Kırgızistan; Lale Devrimi'nden sonra "Görev tamamdır. Bu küçük ülkeye yönelik ABD müdahalesi Gürcistan'daki Gül Devrimi ya da Ukrayna'daki Turuncu Devrim'den çok daha önemlidir" açıklaması ile zafer ilan edenler tarafından kanlı bir iç savaşa, etnik savaşa sürüklenmiştir.

Oş kentinin yüzde kırkını, Celalabad'ın yarısını oluşturan Özbekler, yeryüzünün en karışık ve hassas bölgelerinden biri olan Fergana Vadisi'nde bütün bölgeyi sarsabilecek bir vahşetin ortasında kaldılar. Stalin tarafından Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan arasında bölünen Fergana, ABD'nin terörle mücadele hedeflerinden biri. Buradaki Özbekler, daha önce İslam Kerimov'a isyan etmiş ve bu isyan çok kanlı bir şekilde bastırılmıştı. Yine bu bölgenin insanları, Kerimov'a muhalefet edip Afganistan'da üslenmişler, orada da ABD tarafından kıyıma uğratılmıştı.

Fergana bölgesindeki huzursuzluk, bu katliamla sınırlı kalmayabilir. Bölgedeki bütün ülkeleri istikrarsızlaştırabilir hatta savaşa sürükleyebilir. ABD, Rusya ve Çin arasında yoğunlaşan güç mücadelesi, son örnekle gördüğümüz gibi bütün Orta Asya'yı tehdit eder hale gelmiştir.

Orta Asya'da sınır, kaynak ve etnik gerilimlere dayanan savaşlar henüz yaşanmadı. Er geç bölgede bu gerekçelere bağlı olarak çatışmalar bekleniyordu. Çok hassas, çok kırılgan olan etnik dengelerle böylesine acımasızca oynayanlar, bu ülkeleri birer garnizon devlete dönüştürmeye çalışıyor.

Bölgenin en sakin ülkesini kanlı bir iç savaşa ve darbelere sürükleyen şey, sadece ülkenin yoksulluğu, liderlik sorunu ya da etnik huzursuzluğu değil. Lale Devrimi'nden bu yana sürekli bir yerlere savrulan Kırgızistan, şimdi bütün Orta Asya'yı ateşe atacak bir tehlike haline dönüştürüldü. ABD ve Rus askeri üsleri arasındaki rekabet, rejimi/yönetimi de mevsimden mevsime değiştirir oldu.

Afganistan merkezli istila hareketi bir yandan Pakistan'ı iç savaşa sürüklerken diğer yanda Orta Asya'ya doğru genişliyor. Bu genişlemenin nerelere uzanacağını kestirmek çok güç. Ama öyle görünüyor ki; Fergana Vadisi, küresel kırılmanın ve güç mücadelesinin en keskin en kanlı merkezlerinden biri haline gelecek. Buradaki kriz sadece Özbekistan'ı, Kırgızistan'ı ve Tacikistan'ı değil, Orta Asya'dan Güney Asya'ya kadar bütün bölgeyi sarsıcı etkiler gösterecek.

Küçük ülkedeki büyük güç mücadelesiyle ilgili başka ayrıntılar da verelim. Kırgızistan'daki ABD üssünden ayda 25 bin ABD-NATO askeri transfer ediliyor. Karaçi'den Afganistan'a ulaşan lojistik hattı, ağır saldırılar yüzünden işlemez hale gelirken bu bölge ABD ve NATO güçleri için daha fazla öne çıktı.

Kırgızistan, Afganistan eroininin Asya pazarlarına ulaştırılmasında kritik bir güzergaha dönüştü. Özellikle Oş kenti, yani Kırgızisbtan'ın güney başkenti, büyük eroin güzergahının ana istasyonlarından biri. Kaosun en önemli sebeplerinden biri bu ticaret!

ABD'nin Afganistan'ı işgalinden sonraki beş yıl içinde, afyon üretimi olağanüstü bir artış gösterdi. Ağustos 2007'deki BM verilerine göre neredeyse bir milyon hektar alanda afyon üretimi yapılır olmuştu. İşgal sırasında 185 ton üretim varken bugün bu rakam 8 bin 200 tona çıktı. Bu, dünya genelindeki afyon üretiminin yüzde 93'üne tekabül ediyor. Rus Federal Narkotik Servisi, Afganistan'da bugünkü afyon üretiminin mali karşılığının yaklaşık 64 milyar dolar olduğunu, çok az bir miktar dışında bu paranın küresel uyuşturucu mafyasının kontrolünde olduğunu açıkladı. Jeopolitik gerekçelerin dışında işgalin nasıl bir endüstri oluşturduğu ortada değil mi? Peki bu pastayı kimler paylaşıyor acaba? "Mafya" tanımını biraz geniş yapmakta fayda var. Uyuşturucu pazarı sadece Afganistan'ı değil, Kırgızistan'ı da hem garnizon devlete hem de nekrotik devlete dönüştürdü.

Şimdi, beş milyon nüfuslu Kırgızistan'daki bir milyon Özbek tehdit altında. Adeta kitlesel kıyım yaşanıyor. On binlerce insan bölgeden kaçıyor. Özbekistan'ın Fergana bölgesindeki şehirlerde, kasabalarda mülteci kampları kuruluyor. Yarın rüzgar tersine döner ve Özbekler Kırgızları katletmeye başlarsa o zaman ne olacak?

Bölgedeki hiçbir ülke, bu tür kanlı çatışmalara sessiz kalamaz. Ortadoğu'yu ateşe verenler, Afganistan-Pakistan'ı yıllardır savaşta tutanlar, kriz haritasını genişletiliyor ve Orta Asya'ya yönlendiriyor.
(..)
Yeni Şafak

Sen önce kendi ellerini temizle!
İbrahim Karagül
İngiltere eski Başbakanı Tony Blair, artık İsrail'in ne kadar haklı, adaletli, mazlum bir devlet olduğunu, ne zor şartlarda ayakta kaldığını, Akdeniz'in ortasındaki o kanlı saldırıyı yapmakta ne kadar haklı olduğunu, saldırı sonrasında haksız taarruzlara maruz kaldığını anlatacak dünyaya. İsrail'in, Benjamin Netanyahu'nun, Gazzelileri atom bombasıyla yok edelim diyen Avigdor Lieberman'ın gülen yüzü olacak. Kanal kanal dolaşıp İsrail'in haklı davasını anlatıyor bugünlerde. İsrail'in Türkiye karşısında ne kadar haklı olduğunu ispatlamaya çalışıyor Blair.

Sempati rüzgarları estirecek. İş takipçiliğine bir yenisini ekledi. Kariyerini oldukça yüksek kâr getiren alanlara yaptı. Zor iş ama bir o kadar da paralı bir iş.

ABD eski Başkanı George Bush'un, Ortadoğu'nun istilasında ve küresel hegemonya savaşında en sadık ortağı oydu. Savaş suçu işleyen, işkenceden kimyasal saldırılara kadar suç dosyası alabildiğine kabarık olan biri. Bush ve Şaron'dan tek farkı yüzündeki o sahte, riyakar gülümseme. Kofi Annan'dan sonra BM Genel Sekreteri olmaya çalıştı. Hesaplara göre 1 Ocak 2007'den sonra Genel Sekreter olacaktı, olamadı. O zaman da ABD'nin kötü imajını tamir edecekti. Washington'ın bir dediğini iki etmeyen, küresel savaş politikalarında en zor görevleri üslenen Blair bu görev için pazarlandı. ABD'ye ondan daha sadık aday yoktu çünkü. Ama kendi imajı da yerlerde süründüğü için proje tutmadı.

Bush ne kadar savaş suçlusuysa Blair de o kadar savaş suçlusuydu. Bush ne kadar dünya barışına inanıyorsa Blair de o kadar inanıyordu. Bush ne kadar saldırgansa Blair de o kadar saldırgandı. ABD Başkanı'na, kötü politikalarına, saldırganlıklarına bir kez olsun hayır demedi. Tarafsız kalıp rezerv de koymadı. Her zaman en ön sırada yerini aldı. Her türlü desteği tartışmasız verdi. Hatta bu sadakatı yüzünden alay konusu oldu.

Irak işgaliyle ilgili bütün yalanlarda Blair'in imzası vardı. Yalanların bir çoğu tartışmasız ona aitti. "Saddam'ın 45 dakikada Avrupa'yı vuracak füzeleri var" yalanı ona aitti. İnternetten derlenen Irak'ın kitle imha silahlarına ilişkin uyduruk dosya ona aitti. İngiliz istihbaratının hazırladığı dosyayı zorla değiştiren oydu. İntihar ettiği öne sürülen yaygın bir şekilde öldürüldüğüne inanılan İngiliz Savunma Bakanlığı Silah Uzmanı David Kelly, Irak dosyasının değiştirilmesinden Blair'i sorumlu tutmuştu. Bütün dünyaya bunları gerçek istihbarat bilgileri olarak pazarladı ve inandırdı.

45 bin İngiliz askeri ile Irak yağmasına ve istilasına katıldı. Afganistan işgalinde en ön safta yer aldı. İnsanlık suçlarının siyasi kariyer kabul edildiği bir dönemde yaşıyoruz. Blair BM Genel Sekreteri olamadı, Bush'un ellerindeki kanı temizleyemedi, çünkü kendi elleri de kanlıydı. Şimdi bu kanlı ellerle, İsrail'i aklamaya çalışıyor.

Sadece para için mi dersiniz!

Romanya'nın İsrail aşkı!

Türkiye ile İsrail arasında, her alanda bir çatışma, bir güç mücadelesi, hesaplaşma yaşanıyor. Hemen bütün bölgesel ve uluslararası platformun değişmez konusu Türkiye'nin İsrail'in kınanması talebi. En son Güneydoğu Avrupa Ülkeleri İşbirliği Zirvesi'nde ortak kınama Romanya'nın engeline takıldı. Bükreş'in tavrı önemli. Son seçimleri ve "seçilen kişinin kimliği" İsrail aşkının sebebini ortaya koyuyor. İsrail'in bu ülkedeki varlığı, 2006 yılında imzalanan askeri anlaşmaları hatırlamak gerekiyor.

Kişilerin kimlikleri üzerinden konuşulmaz ama Türkiye'de Başbakan veya Cumhurbaşkanı hakkında, İslami değerlere önem veriyor diye dünya genelinde kimlik üzerinden kampanya yürütülüyorsa biz de böyle bir imada pekala bulunabiliriz.

Pilotlarına Türk hava sahası kapatıldıktan sonra İsrail, Yunanistan'la bu açığını gidermeye çalıştı. Akdeniz'deki gemi saldırısından sonra Yunanistan tatbikatı erteledi. Şimdi İsrailli pilotlar Romanya hava sahasında eğitilecek. ABD ve NATO'nun Karadeniz'e yönelik hesapları için garnizon ülkeye dönüştürülen, üslerle donatılan, meşhur işkence/sorgu evlerine ev sahipliği yapan Romanya bundan sonra her platformda İsrail'i savunacak.

Takip edilecek konular

1- İsrail'in, Türk hava sahasından Gürcistan'a silah sevkiyatları ve Kafkasya'dan İran'ı taciz stratejisi.

2- İsrail'den Azerbaycan'a silah sevkiyatlarının amacı.

3- Irak iç savaşında on binlerce insanın ölümünden ve kitle katliamlarından sorumlu Blackwater şirketinin Afganistan ihalesini almasının sonuçları..

4- Türkiye'nin İsrail'le görüştüğü ve milyarlarca dolar değerinde 16 silah alım pazarlığını dondurmasının sonuçları.

5- IHH'yı "terör örgütü ilan eden İsrail'in, ABD'deki lobi ile birlikte ABD'nin de bu yardım teşkilatını terör örgütü ilan etmesi talebi. ABD bu talebi kabul ederse bu ülkeyi, Anadolu insanlarını terör örgütü üyesi ilan etmiş olacak. O zaman çok şey değişecek. İsrail perspektifinin ABD'yi nerelere sürüklediği bir kez daha göreceğiz. Yıllardır terörle mücadele diye dünyayı seferber edenlerin "büyük dava"da, kararları böyle aldığı bir kez daha ortaya serilecek.
Yeni Şafak

'SAVAŞ İHTİMALİ ARTIYOR'
6 Temmuz 2010
Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, İsrail-Türkiye ilişkilerinde yaşanmakta olan gerginliğin Ortadoğu'nun istikrarını tehdit ettiğini belirtirken, 'Savaş ihtimali artıyor' dedi.
Eğer İsrail ve Türkiye arasındaki ilişkiler düzelmezse Türkiye'nin barış müzakerelerindeki yerini korumasının çok zor olacağını söyleyen Esad, Türkiye'nin barış sürecinin çok önemli bir parçası olduğunu ifade etti.

Madrid’de İspanya Başbakanı Jose Luis Rodriguez Zapatero ile düzenlediği ortak basın toplantısında konuşan Esad, bölgesel istikrara zarar veren "asıl nedenin İsrail'in saldırıları" olduğunu söyledi.

Türkiye'nin Ortadoğu'nun girdilerini ve çıktılarını bildiğini belirten Suriye Devlet Başkanı, "Daha önce barış görüşmeleri ve bölgesel istikrar için Türkiye'den daha önemli bir faktör olmamıştı" dedi.

Jerusalem Post gazetesinin haberine göre, Türkiye-İsrail gerginliğinden duyduğu endişeyi dile getiren Esad, bölgede gelinen noktayı değerlendirirken, “Barış şansı azalıyor, Savaş ihtimali artıyor" ifadesini kullandı.
Hürriyet

Yeni bir dünya düzeni
Serdar Akinan
New York Times gazetesinde son zamanların en tutarlı fakat karamsar analizini okudum.
Yazı, küresel bir çöküşün arifesinde olduğumuzu anlatıyordu...
Krugman'ın çizdiği tablo milyonların işsiz kalacağı bir dünyayı muştularken bunun olası sosyal sonuçlarından pek bahsetmiyordu.
'Küresel Sistemin 3. Büyük Krizini'' bilemem ama bölgesel bir çatışmanın arifesinde olduğumuza inananlardanım. Kavramların içinin boşaldığı bu zaman diliminde ve bu coğrafyada bir başka sürece giriyoruz.
Sadece Türkiye'ye bakarak neyin eşiğinde olduğumuzu görenlerdenim.
Bu köşede günlerdir etraflıca yazıp çiziyorum. Açık açık dillendiremesem de gördüğüm ürkütücü...
İşin kötüsü bu kanlı oyunun hiçbir etkin aktöründe umut verecek bir çıkış stratejisi de göremiyorum. Umut mucizeye kaldı...
Bir adım geri çekilip bölgemize baktığımda da içinden çıkılamaz bir tablo görüyorum.
Batı'nın tasarımının gerçekleşmediği bu coğrafya, İran ve İsrail nedeniyle, zorla tanzim edilecek gibi duruyor.
Ve bu tanzim de bir tasarımla olmayacak.
'Ne halleri varsa görsünler... Düşen düşsün kalan sağlar bizimdir'' diyen bir kaotik akıl devreye giriyor.
Ya Pakistan ve Afganistan? Oralarda tutarlı hesaplanabilir gelecek senaryoları var mı? Yok...
Memleketimize tam olarak yansımayan Meksika Körfezi'ndeki ekolojik kriz bu küresel kaosun neresinde peki?
Ve asıl soru bu sessiz yığınları daha ne kadar bu haliyle (uyuşuk) tutmak mümkün?
Porto Allegre ruhuyla Davos ruhu nasıl çarpışacak?
Hangi zeminde?
Türkiye bu anlamıyla tarafların saflarının karıştırdığı, kardeşin gerçek anlamda kardeşi boğazladığı bir evreye neden koşarak gider?
Bu sorunun yanıtı bende saklı değil.
Ama geçen gün Diyarbakır'da bindiğim taksinin yaşlı şoförü çok şey anlatan birkaç cümle sarf etmişti.
'Yıllardır Diyarbakır'da taksi şoförlüğü yapıyorum... Bu sokaklarda araba yoktu. Şimdi her taraf son model arabadan geçilmiyor... Bu çatışmalar sürdükçe dağa benim gibi garibanların çocukları çıkıyor... Diyarbakır'ın bağlarından dağa çıkan ölüyor... Bir yandan da Dicle'nin kenarında lüks villalar yapılıyor. Diyarbakır'ın yanında yepyeni havuzlu lüks kasabalar yükseliyor. Kim bunlar? Kürt... O da Kürt ben de Kürt...''
Bu cümle size bir şey hatırlatıyor mu?
Siz hiç Teşvikiye Camii'nden kalkan şehit cenazesi gördünüz mü?
Tekel direnişinin önemi burada saklıydı aslında...
Bitlis'ten gelenle Diyarbakır'dan gelen, İstanbul'dan gelenle, Manisa'dan gelen, türbanlısı da Alevisi de aynı çarkın kurbanıydı.
Sadece bunu görsek yeter aslında...
Sadece bunu...
Ama ne görecek vakit kaldı... Ne dinleyecek ortam...
http://www.aksam.com.tr/2010/07/03/yazar/17950/serdar_akinan/yeni_bir_dunya_duzeni.html

Sistemin patronları için çıkış
Nihal Kemaloğlu

Geçen hafta yapılan G-20 Zirvesi'nde ne 'yeni bir dünya' kurulabildi ne de 'tarihi' bir zirve gerçekleşti.
Kafası karışık küresel kapitalizm, zirve sonunda uzlaşıya varamadı.
Krizin kendisini yeniden üreterek ilerlediği küresel zemin 'tekinsizliğe' terk edildi.
Kapitalist sistemin geçemediği bu eşikte yapılan zirve sonunda, asli kurucular ve destek üyeler farklı yönlere dağıldı.
Üç yıl önce patlak veren finans krizinin yıkıcılığını bu yıl faturalandıran AB ile 'ekonomik canlılık paketleri' peşindeki ABD'nin başını çektiği toplantılarda, kapitalizmin patronlarının yeni emperyalist stratejileri konuşulmadı.
G-20'nin BRIC ülkeleri Brezilya, Çin, Hindistan ve Rusya'nın yani 'yükselen ekonomiler' diye parlatılan bu ülkelerin zirve performansları, ev sahiplerinin yanında hayli düşüktü.
Dolayısıyla G-8'lerin yerini G-20'lerin yükselen yıldızlarının alacağı yorumları fazla heyecanlı kaldı.
Çünkü kompleks ve almaşık küresel ekonomiye köktenci entegrasyonlarla bağlı ve bağımlı 'yükselen güçler' geleceğin onlar için taşıdığı risklerin hayli farkındaydılar.
Bu yüzden de küresel piyasalara, yabancı sermayeye, sıcak paraya, doğal kaynaklara, ucuz emeğe, tedarikçi üretime, ihracata endeksli büyüyen ülkelere patronaj mevki düşmüyor.
Çünkü altyapının siyasi ve ekonomik kurulumu ve tarihsel 'know how''ı tamamen Batı kapitalizmi yapımı ve de mal sahibi onlardı.
Diğer yandan Batı kapitalizminin durgunluğunun önümüzdeki yılları da kapsayacağı ve Euro Bölgesi'ndeki enkazı anca kaldıracağı anlaşıldı.
Neoliberal dönemin bitişinin 'işaret fişekleri' finans krizinin borçlarını kamulaştıran Batılı devletlerin yüklendikleri borçları kamu sırtından nasıl ödeyeceğini izleyeceğiz.
Hazinesi boşalmış İngiltere, grevlerle sarsılan Fransa, euro kurtarıcılığına soyunmuş Almanya, aşırı kemer sıkma ve tasarruf tedbirlerine yüklenirken; ABD'nin ekonomiyi hareketlendirecek canlılık önerisine buz gibiydiler.
AB'nin bütçe açıklarını kapatmak için sıkı mali disiplin uygulaması ABD'yi endişelendirdi.
1929'dan beri görülen en uzun süren durgunluktan çıkamayan küresel ekonominin Avrupa ayağında yaprak kıpırdamayabilir.
Ama ABD ve AB, bütün sıkıntılı pozisyonlarına rağmen emperyalist sistemin kurucuları olarak yeni sermaye birikimleri yaratacak, kaynak transferleri sağlayacak stratejilere doğru kayacakl
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Tem 25, 2010 10:28 pm    Mesaj konusu: Pagan Medeniyeti Alıntıyla Cevap Gönder

DOĞU PERİNÇEK'TEN STRATEJİK BAKIŞ: 'ABD, SURİYE ve BATI ASYA'da YENİLMİŞTİR!'
05 Ekim 2015



İşte Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek'in Aydınlık Gazetesindeki köşesinde yayımladığı 'Batı Asya ve Türkiye’de tanyeri ağarırken' başlıklı o ilgi çekici ve aydınlatıcı yazısı;

Batı Asya ve Türkiye’de tanyeri ağarırken

Rusya, artık yalnız Suriye’de değil, aynı zamanda Doğu Akdeniz’dedir. Ukrayna’da karşı karşıya gelen ABD ile Rusya, Suriye’de işbirliği yapmaz. Anlaşma falan yok, Rusya, Batı Asya’da ABD’ye karşı cephe tutmuştur.

BATI ASYA’DA OLUŞAN CEPHE

Batı Asya’da, Suriye, Irak, İran ve Rusya aynı cephededir. Almanya da onlarla birliktedir. ABD’nin Volkswagen’i hedef alarak Almanya sanayisine açtığı savaş stratejik düzlemdedir. Berlin, Washington’a direniyor. Bu direnme, yalnız ekonomi alanında değil, her cephededir.

Çin Halk Cumhuriyeti, ABD’yi barışçı yoldan geçme stratejisinde hayli yol aldı. Ve artık dünyanın yedi ikliminde ABD tahakkümüne karşı mücadele edenlerin yanında konumlanıyor. Çin yöneticileri, kravatları çıkardılar ve Batılıların “Mao ceketi” dedikleri Asya ceketlerini giydiler. Çin ile Rusya arasındaki işbirliği sağlam adımlarla ilerliyor. Washington’un eski akıl hocalarından Brzezinski’nin “Aman Çin’e karşı Rusya’yı yanımıza çekelim” öğütleri bir işe yaramadı.

Toplam olarak baktığımız zaman, Batı Asya’da bölge ülkeleri ile Rusya, Almanya ve Çin ortak cephede buluştu. Artık Suriye, Avrasya’nın, başka deyişle Avrupa+Asya’nın ön cephesi oldu. Ön cephe kuşkusuz bölge genişliğindedir.

ABD’NİN PİYONLARINA VURAN VURANA

“Vekâlet savaşları” deniyor, biz “piyon savaşları” diyoruz. Batı Asya devletleri, ABD’nin piyonlarını artık buldukları yerde köşeye sıkıştırıyor ve pataklıyor. Herkes “IŞİD’e vuruyorum” diyerek ABD’nin piyonlarına vuruyor. Washington, “Hani IŞİD’i vuracaktınız, benim adamlarımı vuruyorsunuz” diye yakınmakla meşgul.

24 Temmuz’da Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ABD’nin “Kara gücüm” dediği PKK’ya karşı başlattığı harekâta Washington hiçbir ciddî yanıt verememiştir. Bu kez Rus uçakları yine ABD’nin “bizim adamlarımız” dediği teröristleri dövüyor. ABD, ateşe sürdüğü örgütlere sahip çıkamıyor.

YENİ ÇAĞ

Bölgede kuvvet dengeleri değişmiştir. Hatta dünya ölçeğinde kuvvet dengeleri değişmektedir. ABD, Suriye’de ve genel olarak Batı Asya’da yenilmiştir. “ABD yenilmez” diyenler de yenilmiştir. Beş yüzyıllık Atlantik Çağı, artık arkada kalıyor. Dünya Asya Çağına girmektedir.

TÜRKİYE’NİN ÖNÜNDEKİ ÇAĞDAŞLAŞMA ÇAĞI

2000’li yılların başında CIA, “21. Yüzyılın Perspektifleri” gibi bir başlıkla rapor yayınlamıştı. Orada Türkiye’nin 21. Yüzyıldaki çıkarlarının Asya’da olduğu belirtiliyordu. Türkiye’nin işbirliği yapacağı ülkelerin, Batı Asya ülkeleri yanında Rusya ve Çin olacağı öngörülüyordu. Bu nedenle Türkiye, ABD’nin isteğiyle Avrupa Birliği’ne aday üye yapıldı ve Atlantik kapısına bağlandı. Ancak şimdi Atlantik ittifakının kendisi parçalanmaktadır. Almanya Başbakanı Merkel’in ABD ile birlikte Rusya’nın Suriye harekâtından kaygılanan bildiriye imza atması bu gerçeği değiştirmiyor.

Türkiye’nin önündeki seçeneklere bakıyoruz. Tek seçenek kaldı, tek mecburiyet var. Türkiye, toprak bütünlüğünü korumak ve Atatürk rotasında ilerlemek için, Batı Asya’daki ve Avrasya’daki konumuna yerleşmek durumundadır. Türkiye, Atlantik sistemi içinde borca battı, bölündü ve tarikat-cemaat pençesine düştü.

Şimdi Türkiye, Asya’daki konumuna yerleşerek çağdaşlaşma hedefine ilerleyecektir. Atlantik’te yıkıma uğratılan Atatürk Devrimi, Asya’da ayağa kalkacaktır.

‘KÜRT KORİDORU’NDA BOZGUN VAR

ABD’nin Türkiye’yi yeniden 1990 öncesine götürme şansı bulunmuyor. ABD’nin kendisi Türkiye için tehdit haline gelmiştir. Washington’un PKK’yı feda ederek Türkiye ile eski günleri canlandırma şansı da geçerli değildir. PKK/PYD, zaten herkes tarafından feda edilmiştir. ABD’nin “Kürt Koridoru” girişimi, Türk Ordusunun harekâtından ve en son Rusya’nın harekâtından sonra bozguna uğramıştır. Artık hiçbir güç, Barzanistan’ı Doğu Akdeniz’e bağlayamaz. Birleşen Suriye’de Kürtlere kuşkusuz yer vardır ama Kürt bölücülüğüne izin olmayacaktır. Rusya ve Suriye, PYD’ye Suriye’nin bütünlüğü dışında bir seçenek tanımıyorlar. PKK/PYD’nin ABD-İsrail Koridoruna hizmet seçeneği de artık geçersizdir.

ABD’NİN ÇARESİ YOK

Girdiğimiz süreçte artık Türkiye’de ABD’ye dayanarak iktidar olma ve iktidarda kalma formülleri de geçerliğini yitiriyor. O nedenle Davutoğlu’nun ve Tayyip Erdoğan’ın Rusya’ya üzüntülerini beyan etmelerinin siyasette karşılığı bulunmuyor.

Türk Ordusunun 24 Temmuz’da başlayan harekâtı, yalnız iç cephede değil, dış cephede de yeni bir dönemi açmıştır. Türkiye, ABD’nin piyonlarına vurarak Atlantik sistemine başkaldırmış bulunuyor. ABD’nin bu süreci geri döndürmek için yapabilecekleri sınırlıdır. Kuşkusuz macera da bir seçenektir. Ancak o tür girişimler ABD tarihine “delilik” olarak geçer. Nitekim Obama’nın dün gece “Kürt savaşçılarından” medet umar hale düşmesi çaresizliğin itirafıdır.

Türkiye, yalnız Bölücü Teröre karşı mücadelesiyle değil, borç batağından kurtulmak için de ABD’nin zincirlerini kırmak durumundadır. Atlantik sistemi içinde Üretim Ekonomisi kurma şansı bulunmuyor. Atatürk önderliğinde 1930’larda Planlı Karma Ekonomi uygulanarak gerçekleştirilen “Türk Mucizesi” yeniden gündemdedir. Bir seçenek olarak değil, mecburiyet olarak Türkiye’nin biricik çıkış yolu budur.

TÜRKİYE’NİN VE DÜNYANIN YAKIN GÜNDEMİ

1.Türkiye, üretim ekonomisine geçecektir. Planlı Karma Ekonomi görüş mesafesi içindedir.

2.Türkiye, komşuları Suriye, Irak, İran, Azerbaycan ile birlikte hatta bir süre sonra Lübnan ve Mısır’ın da katılmasıyla Batı Asya Birliği’ni oluşturacaktır.

3.Türkiye, Şanghay İşbirliği Örgütü’nde, Rusya, Çin, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Hindistan ve diğer Asya ülkeleriyle dünya barışı ve ekonomik kalkınma için el ele verecektir.

4.Avrupa+Asya ittifakı olan Avrasya Birliği dünya gündemine girmiştir.

5.ABD, önümüzdeki süreçte Batı Asya’da oluşan yeni durumu kabul etmek ve Batı Asya ülkeleriyle işbirliğine yönelik politika oluşturmak dışında bir seçeneğe sahip değildir. Bunun dışındaki zorlamalar, ABD’nin ağır yenilgisiyle sonuçlanır.

6.Türkiye’de Atlantik’te bölünme ve borca batma döneminin sonuna geliyoruz. ABD işbirlikçileri ve PKK dostları önümüzdeki dönemin kaybedenleridir.

7.Bu koşullarda Türkiye’de Vatan Partisi Programı artık gündemdedir. Bu süreçte Millî Hükümetin kuruluşunu kimse önleyemez.

Kaynak: Haber Habere

Doğu Perinçek'ten ilginç bir analiz: Asya Çağının öncüleri
15 Kasım 2015



Dünyamız Asya Çağına girdi. 21. Yüzyıl, artık Asya Çağıdır. Macellan’ın Ümit Burnu’nu dolaşarak Asya’ya ulaşmasından bu yana beş yüzyıl geçti. 9-15. Yüzyıla bakanlar, kapitalizmin Çin’den ve Ortadoğu’dan yükseleceğini düşünebilirler. Avrupa o zaman dünya uygarlığının kenarındaydı ve karanlıklar içindeydi. Nedenlerini burada tartışmıyoruz, kenardaki Avrupa kapitalizmin merkezi oldu ve dünyamız çağ atladı.

DÜNYA EKONOMİSİNİN ÖNCÜLERİ

Beş yüzyıldır Dünya uygarlığının öncülüğü Atlantik’tedir. İşte bu çağın sonuna geldik. Güneş, artık yeniden Doğudan doğuyor. 19. ve 20. Yüzyılın Asyalı yoksulları, bugün dünya ekonomisinin öncüsü konumundalar. Çin Halk Cumhuriyeti ve Hindistan’ı çıkarınız, dünya ekonomisi gelişmiyor. Çin’den New York limanına yüksek teknoloji ürünleri götüren gemiler, oradan hurda kağıt yüklenerek Çin limanlarına dönüyor.

İLERİ ASYA, GERİ ATLANTİK

Dünya ekonomisinin ağırlığı artık Asya’dadır. Lenin’in 20. Yüzyıl başında vurguladığı “İleri Asya, Geri Avrupa” saptaması, artık tartışılmaz bir dünya gerçeğidir. Avrupa’nın filozofları ve siyasetçileri, gelecek umutları olmadığını belirtiyorlar. Asya, ise artık umut kıtasıdır.

Bugün Avrupa, Asya’ya tutunarak yaşama savaşı veriyor. ABD de, bu büyük gerçeklikle yüz yüze gelmiştir. Atlantik dünyası, Asya’nın merkezinde olduğu yeni dünya düzenini tanımak durumundadırlar.

Buraya nasıl geldik, Asya Çağının ilk ışıkları ne zaman ve nasıl parladı?

DÜNYANIN İKİ KAMPI

Kapitalizm, 20. Yüzyılın eşiğinde emperyalizm aşamasına girince, çürüme ve ölüm belirtileri de saptanmıştı. Artık Dünya iki kampa bölünmüştü. Zalim Milletler ve Mazlum Milletler saflaşmasını Lenin ve Mustafa Kemal gibi zamanın büyük devrimcileri belirlediler. İnsanlığın geleceği işte o mazlumların elindeydi. Türk Devriminin önderinin belirttiği gibi, “Mazlumlar, bir gün zalimleri mahv ve perişan edeceklerdi.” İşte şimdi yaşanan olay budur. Artık Mazlum Milletlerden “Gelişen ülkeler” diye söz ediliyor. İnsanlığın geleceği, Gelişen Dünyanın elindedir. Dünün Mazlumları, artık dünyamızın efendileridir. Enternasyonal Marşındaki, “Uyanın dünyanın lanetlileri” çağrısına, Mazlumlar yanıt vermiştir. Mazlum Milletler, önce Asya’da ayağa kalkmış ve Latin Amerika ve Afrika’ya önderlik etmişlerdir.

ASYA’NIN İMPARATORLUK BİRİKİMİ

Asya Çağının öncüleri, Rusya, Türkiye, Çin ve Hindistan gibi Asya’nın imparatorluk birikimi olan ülkelerden çıktı. 20. Yüzyıl devrimleri, Rusya, Türkiye, İran, Çin ve arkasından Hindistan’da başladı. Asya Çağının öncüleri aslında bu devrimlerdir. Ve o devrimlere damgalarını vuran önderler var: Lenin, Atatürk, Gandi ve Mao. Yeni yayınlanan kitabımızın konusu, işte o önderlerdir. Gandi konusunu yeterli çalışmayı yaptıktan sonra gelecek basımlarda işleyeceğiz.

MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİMLER ÇAĞI

Asya Çağı, devrim çağıdır. Bu çağa devrimlerle girdik. 20. Yüzyıl Asya Devrimleri çağıdır. 19. Yüzyılda, gelişmiş kapitalistlerin Avrupasında beklenen sosyalist devrimler ertelenmiş, insanlık çıkış yolunu Asya’da başlayan millî demokratik devrimlerle bulmuştur. Asya Çağı, millî demokratik devrimler çağıdır. Millî demokratik devrim, ancak sosyalizme geçerek yaşayabilir, deneyimler bunu kanıtladı. Sosyalizmin kapısını Asyalılar açıyor.

DÜNYA İKİ ABD’Yİ KALDIRMAZ

Dünya ekonomisinin merkezinin Asya’ya kayması, yeni bir çağın başlangıcıdır. Kapitalist bir Çin olmaz. Dünya iki tane ABD’yi kaldıramaz. Asya’nın yükselişi ve arayışları, yeni bir uygarlığın başlangıcıdır. Dünyamız, Asya önderliğinde kamucu, paylaşmacı ve insancıl bir uygarlığa geçişin sancılarını yaşamaktadır.

ÇAĞIMIZI ANLAMAK

Artık dünyamız, Batı kapitalizmini sırtında taşıyamıyor. Emperyalizm aşamasındaki kapitalizm, insanı ve içinde yaşadığı doğayı yıkıma uğratan bir karakter kazandı. Kapitalizm, dünyanın damını deliyor, okyanusları zehirliyor ve aşkı öldürüyor. İnsanlık, yeni bir devrim dalgasının eşiğindedir ve Asya dünya gündeminin odağındadır.

Asya Çağının üç önderini tanımak, çağımızı anlamanın ilk adımıdır. Yayımlanan çalışmamızda, Lenin, Atatürk ve Mao’nun hayatlarını incelemiyoruz. Onların çağ açan büyük eylemlerini ve o pratiklerde geliştirdikleri Asyalı Devrim Teorisini ele alıyoruz.

Eleştirilmesi ve tartışılması umuduyla okuyucularımızın, bilim dünyasının değerlendirmesine sunuyoruz.

Kaynak: Aydınlık

Pagan Medeniyeti
İlhan AKKURT
ilhanakkurt@gmail.com
26 Temmuz 2010

Eski Roma ve onun kültür temeli olan eski Yunan, insanlık tarihinde aklın ve maddeci anlayışın üstün tutulduğu bir medeniyeti temsil eder. Temelde güçlünün üstün tutulduğu bu medeniyette hayatın gayesi, mermer saraylarda keyfince zevk ve sefa içinde bir hayat sürmeye dayanırdı. Zenginliği, generalleri, felsefecileri, arenalarda gladyatörleri ve festivalleriyle ünlüydü. Bir de bir sürü fitne ve fesat üreten yüzlerce tanrıları vardı. Tabi gücün doğurduğu hâkimiyet ve köleleştirilen insanlarda. Övündükleri senato, meclis ve güçlüyü üstün tutan hukuk kuralları da vardı. Üstün güçleriyle diledikleri ülkeyi işgal eder, sömürge haline getirirlerdi ve insanları köleleştirirlerdi. Bir dönem dünyanın tek hâkimi ve en büyük medeniyetiydiler. Hiçbir ilahi din etkisinin bulunmadığı insan aklının ve egoizmin önünü açan, hiçbir ahlak kuralı tanımayan tam bir Pagan medeniyetiydi. O da gün geldi, önce kendi kokuşmuşluğu içinde eridi gitti ve paganizme tepki olarak, yerini ilahi ahlak aldı.

İlahi dinlerin ahlak kuralları altında uzunca bir dönem bastırılan bu pagan anlayış, 18 yüzyıldan sonra yavaş yavaş, kendi bölgesi olan batı dünyasında Kapitalist sistem adı altında tekrar organize oldu. İlahi ahlak kurallarının maddi güç biriktirmeye karşı ifadesi olan “Tek lokma tek hırka” anlayışı terk edilerek yerini, egoizmin emrinde bütün dünyayı ele geçirme anlayışı aldı. Bunun sonucunda harekete geçen batı dünyası, dünyayı paylaşma hırsıyla birbirlerine girdi ve sebep oldukları dünya savaşlarıyla geçmişe rahmet okuttular. Kurdukları sistemi insanların mutluluğu için tek doğru olarak sundular ve insanın doymak bilmez hırslarının önünü açtılar. İlk bakışta insan aklının ürünü gibi görünen bu medeniyet, aslında insan egosunun bir ürünüdür. Çünkü bu medeniyette akıl, egonun emrinde olan bir akıldır.

Kime kul olduk

Hayatın gayesini bin bir çeşit zevkten yararlanmak üzerine kurmuş bir medeniyetin büyüsüne kapılan çağımız insanına, tüketimi körüklemek adına, içinde oturulan villalar, binilen arabalar, giyilen markalar ve yaşanılan eğlence ortamları adeta kutsallaştırılmış mabetler gibi sunuldu. Huzurun ve mutluluğun tek kaynağı olarak sunulan bu mabetlerde insan, adeta kendini eski Yunan- Pagan tanrılarına eş görür hale getirildi. Sanatçılar, sporcular, müzikçiler ve artistlerden insanlara pagan idoller yaratıldı. Önceleri ilahi dinlerin mabetlerinde Tanrısına taparak huzuru arayan insan, şimdi bu çağdaş pagan mabetlerinde yetişen pagan tanrılarına taparak huzuru ve mutluluğu aramaktadır. Vicdanlara hâkim olan dinlerin tek Tanrısı unutturuldu, yerine yüzlerce Pagan tanrısı kondu. Roma arenalarının yerini stadyumlar aldı, antik tiyatrolarda tekrar konserler başladı. Pagan tanrılar Olympos Dağında boş boş oturup vakit geçiremez, kendilerine eğlence ve macera arar. Ya en büyük olmak için bir birlerinin ayağını kaydırmaya çalışırlar, ya da gönül eğlendirmek için bir birlerinin sevgililerini ayartırlar. Bazıları da macera arar, zavallı insanlara yardım için ışığı çalıp verir. Günümüzde ayni hayat tarzları televole kültürü olarak ekranlarda boy göstermektedir.

İnsanı bağlayan her türlü vatan, millet, İman, aile ve ahlak bağları kırıldı. Tam bir hürriyet ve özgürlük ortamı sağlandı ve artık bir kuş gibi hürüz. Bir yuvaya bağlanmak, çocuk büyütmek vs. gibi bağlarla bağlanmakla hayattan zevk alınamaz. Bu bağlar varken bir o parti, bir bu festival gezilemez. Sosyal insan, entel insan yetişmiştir ama bu iki insan bir yuvada birlikteliği sürdüremez. Ne de olsa bir çiçekle bahar geçmez. Zaten gerçek sevgi öldürülmüş, bunun yerini mevki makam ve şöhrete bağlılık almıştır. Yuva kurmak fedakârlık, paylaşma; işbirliği ve tahammül gerektirir. Bunlarla vakit kaybedecek zaman değildir. Kadınlar cazibeleriyle Pagan Sokak Festivallerinde güzellik tanrıçası olmaya layıktır. Tıpkı Roma paganları gibi her güne bir festival icat edildi. İnsanlar mutluluğu yuvasında yakalamak yerine festival festival koşturuldu.

Bu tanrılaşmış Pagan Medeniyetinde, zevk sefa içinde, saraylarda yaşayanların en nefret ettikleri şey, bu saltanatlarını kaybetmeleridir. Yoksulluk, zayıflık, güçsüzlük en büyük korkularıdır ve birine muhtaç olmaktansa ölümü seçmek daha iyidir. Çünkü dost görünenler bu duruma düşenin elinden tutmaz. Böyleleriyle muhatap bile olunmaz, insanlara zayıfın elinden tutmamak öğretilmemiştir. Zayıf olan tıpkı hayvanlar âlemindeki gibi bir kenara çekilip ölümü beklemelidir. Kimseye ayak bağı olmaya hakkı yoktur. Zayıf insanlarla ancak işlerini gördürmek için muhatap olunur ve eski Roma’daki köle isyanları gibi daima bunların isyanından korkulur. Ancak insanlık tarihinde egoizmin zirve yaptığı her dönemde olduğu gibi, bu son dönem pagan medeniyeti de kendi kokuşmuşlu içinde antitezini doğuracak ve yoksuların elinden tutacak, paylaşmayı, dostluğu ve gücün yerini hakkın alacağı, insani yozlaşmanın önüne geçecek çalışmalar kabul görecektir. Doymak bilmez egosuna tapıp, ona tanrı gibi hizmet edenler olduğu gibi, aklını egosunun önüne geçirebilenlerde vardır. Mutluluk diye sunulan bir sürü şeyin peşinde boşa koşturulan insanların önüne geçip kollarını açarak “durun kalabalıllar bu yol çıkmaz sokak” diye haykıracak gönül erleri ve bu haykırışın sesine kulak veren vicdan sahipleri çıkacaktır.

habertaraf

İbrahim Karagül
Bunlar ne ki! Daha ne bilgiler çıkacak ortaya

Bir karanlık tarih, bazı istihbarat bilgilerinin, gizli belgelerin açıklanmasıyla aydınlanabilir mi? Elbette hayır. Ama gerçeklere ulaşmak için bir kapı aralayabilir. Demokrasi ve özgürlük savaşı veren devletlerin, bu söylemlerin ardına gizlenerek insanlığa ettiği kötülükler hakkında kanaatimizi güçlendirebilir. İyi ve kötünün, doğru ve yanlışın bize öğretilenler gibi olmadığını gösterebilir. Resmi tarihe yazılanların dışında utanç verici bir gerçeğin varolduğunu üstelik bu gerçeğin, öğretilenlerden çok daha doğru olduğunu anlamamıza yardımcı olabilir.

Wikileaks adlı bir internet şirketi, ABD ordusunun ve müttefiklerinin Afganistan'daki gizli savaş günlüğünden doksan binden fazla belgeyi deşifre etti. ABD ve Avrupa'nın büyük yayın organları, bu bilgileri eleyerek okuyucusuna ulaştırdı. 2004 ile 2009 arası askeri faaliyetleri kapsayan bilgiler, artık kanıksadığımız bir savaşın ürpertici yüzünü tekrar düşünmemizi sağladı.

İnsan avı yapan gizli birliklerin faaliyetlerini, otobüs bombalayan Fransız askerlerini, düğün vuran Polonya askerlerini, öldürülen kadın ve çocukların nasıl dünyadan gizlendiğini, Nevada Çölü'nden düğmeye basıp insansız hava araçlarıyla nasıl katliamlar yapıldığını, Taliban'ın elindeki füzeleri, bu tarih aralığında Afganistan'da yaşanan tüm çatışmaları, öldürülen sivilleri ve ölen askerleri ve savaşın gidişatıyla ilgili tüm bilgileri bu bölgelerde öğreniyoruz.

Hepsini mi? Elbette hayır. Aslında çok azını öğreniyoruz. Her altı ayda bir başlatılan ve fiyaskoyla sonuçlanan büyük nihai operasyonların aslında yalan ve imaj kurtarmaya yönelik olduğunu, savaşın asla kazanılamayacağını, terörle mücadele gerekçesinin sadece aptalları inandırmak için uydurulduğunu, savaş ne kadar ölümcül olsa da kimsenin Afganistan'dan çekilmek istemediğini çünkü ortada başka bir büyük hesabın bulunduğunu, on milyarlarca dolarlık uyuşturucu parasının nasıl paylaşıldığını, Obama döneminde Afganistan-Pakistan savaşının neden daha fazla şiddetlendiğini, Pakistan'ı da aynı kötü duruma çekmek içine tür planlar yapıldığını bu bölgelerden öğrenemiyoruz maalesef.

2004'ten öncesini de öğrenemiyoruz. İlk işkence merkezinin Afganistan'da kurulmasını, ardından dünyanın her yerinden insanların kaçırılıp Avrupa'dan Uzakdoğu'ya ve Afrika'ya kadar bir çok ülkede kurulan gizli esir kamplarına kapatılmasının Afganistan'la başladığını öğrenemiyoruz. CIA ile esir ticaretinin Afganistan'la başladığını, bu ticaretin içinde olan ülkeleri, yüzlerce uçak seferlerinin detaylarını öğrenemiyoruz.

Daha işgalin ilk günlerinde, Cenk Kalesi'nde yüzlerce esiri nasıl öldürdüklerini televizyon ekranlarında naklen izlemiştik. Bir zafer havasında izlemiştik. Kötü insanlar, dünyayı kana bulayan insanlar demokrasi ve özgürlük savaşçısı ABD ve İngiliz özel birlikleri tarafından imha ediliyordu. Bazılarımız seyrederken alkış tutmuştu. Ardından binlerce insan, esir Mezar-ı Şerif'teki hapishanelerden alınıp kurşuna dizildi ve çöllere gömüldü. Esirler boyunları kırılarak, üzerlerine asit dökülerek, çöle götürülüp toplu şekilde kurşuna dizilerek öldürülüyordu. Köpekler cesetleri parçalamasaydı haberimiz olmayacaktı. İnsanlığı kötülüklerden kurtarmak için yapılmıştı her şey.. Kimse bu cinayetlerin hesabını sormadı, soramadı.

Peki gerçek neydi? Gerçek, özellikle son on yıldır bir propaganda mekanizmasının gözlerimizi kör eden, zihinlerimizi rehin alan, vicdanlarımızı susturan yalanları mıydı? O gün başlatılan ve insanlığın en temel değerlerini ayaklar altına seren süreç hala devam ederken, neden bunları sorgulayacak mecalimiz kalmadı? Biz neyi kaybettik?

Türkiye dahil, hiçbir ülke Afganistan'daki işgale, savaşa meşruiyet sağlayacak hiçbir gerekçeye sahip değil. Her ne sebeple olursa olsun, Afgan halkının kalbini ne kadar kazanırsa kazansın, böylesine kirli, tarih önünde yargılanacak, utanç verici bir işgale katılmanın, birilerinin büyük hesaplarına katkıda bulunmaktan başka hiçbir anlamı olmayacak. Tarih bunu böyle yazacak. Gelecek nesiller bunu böyle sorgulayacak. Bu iki yüzlülüğü bırakalım artık. Hemen her gün yüz masum sivilin hayatını kaybettiği, ABD'deki üslerden düğmeye basıp insansız uçaklarla öldürmelerin devam ettiği, iyi ve kötünün sadece bu savaşı başlatanların çoğumuzun bilemediği özel hesaplarına göre şekillendiği bir savaş, Türkiye'nin hafızasına hiç de iyi anılar bırakmayacak.

Sızdırılan bilgiler sadece Bush dönemini kapsıyormuş, Obama döneminde planlar tamamen değişmiş. En son yalan da bu olmalı. Asıl Obama döneminde bu savaş şiddetlendi. Üstelik Pakistan'da iç savaş başlatıldı. Bush döneminde yapılan her şey aynen devam ediyor. Artık kanıksadığımız bu savaş ve işgali zihinlerimizde ve kalplerimizde bir yere oturtabilmek için böylesine istihbarat belgelerine ihtiyacımız olmamalı. Çünkü biz bunlardan çok daha fazlasını biliyoruz. Bu kirli dosya bir gün tüm ayrıntılarıyla ortaya serilecek...

Yeni Şafak

Immanuel Wallerstein
Saadet zinciri



Gazeteleri okumak bazen ürkütücü olabiliyor. 26 Temmuz’da ABD gazeteleri oldukça çelişkili iki hikâyeden bahsediyordu. İlk haberi USA Today, ekonomistlerin 3 aylık tahminlerinin bulunduğu bölümde yayınladı. Başlık şöyleydi: “Ekonomistlerin iyimserliği azalıyor”. “Avrupa’daki çalkantının, işsizliğin, konut piyasasının zayıflığının ve fabrika üretkenliğinin yavaşlamasının” birleşimi ABD’nin kaybolan 8.5 milyon işi kolay kolay geriye getiremeyeceğini gösteriyor. Dahası “küresel bir finansal istikrarsızlık”tan da korkuluyor.

Yani, kötümser olmaları anlaşılmayacak bir şey değil. Ekonomistlerin doğuştan getirdikleri iyimserliğin bu kez gerçekliğin sert duvarına çarptığı söylenebilir. Pek çoğumuz bu sonuca çok daha erken varmıştık. Öyleyse tam da aynı gün, New York Times’ın ilk sayfada verdiği, ABD sanayisinin “yükselen kârlarından” bahseden haberine ne demeli?

Cevap yine aynı başlıkta gizli: “Sanayi kârı daha fazla işçi çıkarmada buluyor.” Bu, sanayinin daha fazla ürün satması anlamına gelmiyor. Tam tersine satışlar daha düşük. Kestikleri şey, maliyetler. Yani, işçi çıkarıyorlar.

Yeterince işçi çıkarırlarsa ve kalanları daha yoğun çalıştırırlarsa, daha az satış yapsalar da kârlarının daha yüksek olacağını düşünüyorlar. Buna “verimliğin zaferi” deniliyor. Amerikan Meryill Lynch Bankasının baş ekonomisti Ethan Harris bu konuda gayet açık sözlü: “Şirketler emek maliyetlerini kar elde etmek için sıkıştırıyor.”

Ne var ki Times’ın belirttiği gibi, “kârlar, ekonomiyi genişletmek yerine, hissedarlarda toplanıyor”. Sanayi, bunu geçici bir çözüm olarak tasarlamış da değil. Kârlarda yükselme olsa bile, istihdamı artırmayı planlamıyorlar. Tam tersi, büyük bir şirketin yönetim kurulu başkanının dediğine bakılırsa; “kaygılanacakları en son şey, ne zaman kapasite artırımına gidecekleri”. Aksine, “tüm işletme sistemini, daha fazla esnekliğe uygun olacak şekilde yeniden yapılandırıyorlar”.

Öyleyse, ABD sanayisi (ve dünyanın başka yerlerindeki sanayiler) için gelecekte kârlarını sonsuz genişletecek sihirli formülü buldular diyebilir miyiz? Bu ancak şaka olabilir. 1920’lerde Henry Ford’un işçilerine, aynı zamanda müşterileri olmaları için normalden fazla ücret ödediğini söylediği bilinir. Halefleri ise son beş yılda Ford’un Kuzey Amerika’daki iş gücünü yüzde 50’nin üzerinde azalttılar. Daha fazla kâr fakat daha az müşteri…

Keynes ve Kalecki’nin efektif talep hakkında bahsettikleri ufak sorundan söz ediyorum. Herhangi bir orta vadeli hesapta, yeterince müşterinin olmadığından bahsediyorsak, yeterince satış olmayacak ve kârlar kısa sürede azalacaktır. İşgücünü azaltarak ve kalan emekçilerin maliyetlerini sıkıştırarak kârlarını yükselten şirketler, çok kısa bir süre kâr artırımı yaşayabilir. Ta ki, ciddi bir deflâsyonun sert duvarına çarpana dek. Bu da paramparça olmaları demek.

Bunu göremiyorlar mı? Kimileri elbette görebiliyor fakat ye iç, şen ol, yarın olmayabilir kuralına göre, hedonist davranmaktan kendilerini alamıyorlar. Bunu saadet zincirine benzetebiliriz. Saadet zincirinde, işletmeci iskambilden ev çökene kadar diğerlerini kandırır. Bernie Madoff’un yaptığı gibi. İskambilden ev çökene dek kendini de kandırır. Sıradan bir saadet zincirinde yatırımcıların (potansiyel düşmanlar), çöküşün kendileri kâr ettikten sonra olacağını ummaları gibi oyuncular (sanayiciler) tüm sanayi çökmeden kendi kârlarını yanlarına alarak kaçabileceklerini düşünüyorlar. Kendilerine iyi şanslar!

[binghamton.edu adresindeki İngilizce orijinalinden Açalya Temel tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

BM Barış Gücü toplu tecavüzleri seyretmiş
24 Ağustos 2010, 10:52Anadolu Haber
Kongo'nun doğusunda, BM Barış Gücü üssüne sadece birkaç mil mesafede bir bölgede Ruandalı ve Kongolu militanların yaklaşık 200 kadını ve bir grup erkek çocuğunu dört gün alıkoyarak tecavüz ettiği bildirildi.

Uluslararası Medika Kolordu'da (International Medical Corp) görev yapan Will F. Cragin, yardım görevlilerinin, militanların Luvungi kasabasını ve çevre köyleri ele geçirdiğini saldırının başladığı günden bir gün sonra, yani 30 Temmuz'dan itibaren bildiğini söyledi.

Cragin, AP haber ajansına yaptığı açıklamada, BM üssüne sadece 10 mil (16 kilometre) mesafede bulunduğunu ifade ettiği kasabaya, mensubu olduğu örgütün, militanların 4 Ağustos'ta kendi istekleriyle gitmelerinin ardından girebildiğini belirtti.

Hiç çatışma çıkmadığını ve ölen olmadığını kaydeden Cragin, sayıları 200 ila 400 kadar olduğu sanılan militanların bölgeyi "talan ettiğini ve kadınlar ile erkek çocuklarına sistematik tecavüz uyguladığını" söyledi.

Birçok kadının çocuklarının ve eşlerinin önünde ve üçten fazla farklı kişi tarafından tecavüze uğradığını belirttiğini ifade eden Cragin, uluslararası ve yerel sağlık görevlilerinin şu ana kadar 179 kadını tedavi ettiğini ancak bu sayının artabileceğini bildirdi.

Yerel sağlık yetkilileri de tecavüze uğrayanlar arasında dört erkek çocununun da olduğunu kaydetti.

Olayın üzerinden üç hafta geçmesine karşın vahşet konusunda henüz bir açıklama yapmayan BM yetkilileri, soruşturmanın sürdüğünü belirtmekle yetindi.

İbrahim Karagül
Bir yandan sel, diğer yandan ABD vuruyor

Bir ülke düşünün... 17 milyon insan çok büyük bir felaketten doğrudan etkilenmiş. Hayatını kaybedenlerin dışında çok sayıda kayıp var. On binlercesi evsiz kalmış. Evler, köyler harabeye dönmüş, ülkenin beşte biri sular altında. Merkez yönetim çaresiz, dünyadan gelen yardımlar yetersiz. Hele bu Ramazan ayında, Müslüman dünyanın dayanışma iradesi son derece cılız.

İktidardaki koalisyonun bir ortağı askerlere darbe çağrısı yapıyor. "Vatansever generaller, gelin bu işe bir el koyun" diyor. "Yoksa yolsuzluk ve çaresizliğin önünü alamayacağız" diyor. Siyasi cepheler birbirine düşmüş, kıyasıya bir çatışma. 180 milyonluk o ülkede, felaketten etkilenenler, mağdur olanlar, "devlet nerede, giyebileceğim bir tişörtüm bile kalmadı" diye haykırıyor. Etnik, dini, mezhebi farklılıkların "birilerinin" sinsi çalışmalarının da etkisiyle keskin bir ayrışmaya, çatışmaya dönüştüğü ülkede, bazı çevreler halka isyan çağrıları yapıyor.

İnsanlar sel felaketiyle boğuşurken, kayıplarını ararken, evlerinin enkazında çaresizlik içinde ağlarken, ülkedeki ABD askeri üslerinden birinden kaldırılan insansız hava aracı, bir köy evini bombalıyor. Çocuklar ve kadınlarla dolu evden 20 ceset çıkarılıyor, 13 de yaralı.

Büyük felaketle yüzleşen ülkede, acımasız bir iç savaş daha doğrusu iç savaş çıkarmak isteyenlerin "terörle mücadele" adı altında Pakistan halkına karşı yürüttükleri kıyım da devam ediyor.

ABD için, müttefikleri için, dengesini kaybetmiş yöneticiler büyük felaketten çok daha öncelikli bu savaş. Washington Güney Asya'ya yönelik emperyal çıkarları için dizayn yapıyor, Pakistan yönetimindeki bazı figürler de ABD'nin gözüne girmek ve politik gelecek elde etmek için kendi insanlarına karşı yürütülen savaşa ortak oluyor. Ve dünyaya; kötü insanlara karşı, insanlığı tehdit edenlere karşı mücadele verildiği yalanı yutturuluyor.

Kimin umurunda 17 milyon insanın içinde bulunduğu durum! Rejimlerin, yöneticilerin, siyasi örgütlerin, iktidarı elinde tutanların saptığı nokta, dengeyi kaybettiği nokta burası işte. Bu noktadan sonra hangi halk böyle bir yönetime güven duyabilir, saygı gösterebilir, itaat edebilir?

Bu vahim tablo gözümüzün önündeyken Washington yönetimi şu açıklamayı yapıyor: "Pakistan, sel felaketine karşı teröre karşı savaşa devam edecek." Bu yönde Pakistan yönetimine baskılara devam edileceği söyleniyor.

Bu halde bile, o ülke için öncelikli konu terörle mücadele. Milyonlarca insan, ülkenin beşte birini kaplayan sel sularının Umman Denizi'ne bir an önce çekilmesi için dua ederken, ellerinden başka bir şey gelmezken, ABD müttefikleri o ülkede terörle mücadele yapıyor!

Kimin terörü bu? Pakistan'ın mı? Asla!... ABD'nin, Anglo-Amerikan cephenin Güney Asya'yı kontrol etmesine yönelik hesapların terörü. O ülkenin nükleer silahlarını tehdit görenlerin terörü.

Pakistan yöneticileri için iki seçenek var. Ya Amerika diyecekler ya da Pakistan!

Yenisafak

11 Eylül sonrasında…
Hayrullah MAHMUD
ABD süper güç olmaktan çıktı.

Ters tepen BOP operasyonu üzerinden, Rusya, Çin, İran, siyasal Kürtler ayağa kalktı.

AKP & Gülen iktidarında ise…

Almanya, her iki koldan ayağa kalktı!
Doğu / Batı…

Roma & Germen!

Erdoğan üzerinden, Doğu Almanya, Rusya, Çin, İran…

Vatikan & Kudüs ekseni “out” oldu.

Patrikhane & Tahran ekseni ise “in”!

Rusya & Çin (İran) AKP üzerinden süper güç olma yolunda!

“Konjonktürel fotoğraf” şimdilik kaydıyla böyledir.

Nokta!

Askerhaber.com


Küresel Savaş Çıkaracak Gıdalar

04 Eylül 2010
Bu gıdalar küresel savaş çıkarır! Küresel ısınma gıdayı etkili bir koz haline getirdi. Tarımsal üretimi güçlü olan ülkelerin küçük bir hareketi bütün ülkeleri etkiliyor. Bazı ülkelerde gıda isyanları başladı
Gıda tüm dünyada bir silaha dönüşüyor. Temel gıdaların üretiminde söz sahibi olan ülkelerin en küçük bir hareketi, tüm dünyayı etkiliyor. Bu güç giderek tehlikeli bir boyuta erişince Dünya Gıda Örgütü (FAO) de harekete geçti ve buğday, pirinç gibi temel gıdaları üreten ülkelere acltoplantı çağrısı yaptı. Ekonomistler ise giderek daha sıklaşan bir biçimde 2007-2008 yıllarına gönderme yaparak bir ‘gıda krizi’ olasılığına dikkat çekiyor. Gıda zengini ülkeler de ellerindeki ürün üzerinden, aldıkları kararla sıkıntının daha uzun vadeli olacağı endişeleri yaratıyor.

Gıda ürünleri ülkeler için ‘varlıkta da yoklukta da’ adeta bir silah gibi kullanılıyor. Rusya ‘elinde bulunmayan’ buğday ile tüm dünya emtia piyasasını son üç aydır yönetirken, en büyük tüketici Çin alım yapmama tehditleri savuruyor, Avrupa Birliği korumacı önlemleri tartışıyor, Asya ve Ortadoğu ülkeleri gelişen orta sınıfının ihtiyaçlarına paralel olarak et talebini giderek arttırıyor, Mozambik’te binlerce insan zamlara karşı ayaklanıyor.

Günden güne artan gıda sıkıntıları zincirinin son halkası yine Moskova’dan gelen haber ile tetiklendi. Rusya Başbakanı Vladimir Putin, Rusya’nın tahıl ürünleri ihracatına yönelik getirdiği yasağı, gelecek yıl hasadın yapılacağı döneme kadar uzattı. Putin, Rus televizyonlarından yayımlanan açıklamasında, tahıl ürünleri ihracatına yönelik yasağın, sadece 2011 yılındaki ekinlerin toplanmasıyla ortaya çıkacak sonuca göre kalkabileceğini söyledi.


Rusya’da haziran ayının ortalarından ağustos ayının ortasına kadar devam eden sıcak hava dalgası yüzünden çıkan yangın ve meydana gelen kuraklık yüzünden, buğday üretiminde ciddi bir düşüş yaşanmıştı. 90-95 milyon ton civarında mahsul bekleyen Rusya’nın, bu yıl ancak 60-65 milyon ton ürün elde edeceği tahmin edilirken, Putin önlem olarak tahıl ürünleri ihracatını geçici olarak, 15 Ağustos’tan itibaren yasaklamıştı.

FAO ‘acil’ toplanacak

Putin’in buğday fiyatlarını yeniden zıplatan açıklaması Birleşmiş Milletler Tarım ve Gıda Örgütü’nü (FAO) harekete geçmeye zorladı. Örgüt genel olarak gıdada özel olarak ise buğday piyasasındaki sıkıntıları konuşmak için ‘acil’ toplantı çağrısı yaptığını duyurdu. FAO’nun Roma’daki temsilcilerinden Abdulrıza Abbassian, “Bu oldukça ciddi bir durum. Rusya’nın iki yıl boyunca ihracat yapmayacak olması, rahatsızlık yaratabilir” dedi.
Uzmanlara göre gıda alanındaki sıkıntıların önemli bir diğer nedeni ise finansallaşma. Son 10 yılda artan bir biçimde piyasa oyuncularının insafına bırakılan tarımsal emtia ürünleri, pek çok zaman fiziki nedenlerden bağımsız olarak fiyat artışlarının kurbanı oldu.

Ayaklanmalardan korkuluyor
Uluslararası Gıda Politikaları Araştırma Enstitüsü eski yöneticisi Joachim von Braun Financial Times gazetesine yazdığı makalesinde gıdanın finansallaşması ile ilgili sıkıntıların acilen kontrol altına alınması gerektiğini söyleyerek şu uyarıda bulunuyordu: “Bu nedenle şimdi ulusal hükümetlerin önlem alması ve bunun uluslararası bir düzeyde sonuçlara bağlanması için gerekli önlemlerin farkına varmalıyız. Gıda fiyatlarındaki oynaklığa çözüm ancak bunun global anlamda düşünülmesi ile mümkün olabilir. Pazarın kurumsal ihtiyaçlarını düzenleyecek şekilde saydam ve uygulanabilir bir açık ticaretin teminatını sağlamak bu durumda bir elzem. Gıda emtia ürünlerinde aşırı spekülasyon mutlaka frenlenmeli.”

Tüm bu gelişmelerin 2007-2008 gıda krizi ile benzerlikler taşıması ekonomistleri korkutuyor. Özellikle Mozambik’te yaşananlar bu kaygıları giderek güçlendiriyor. Hükümetin ekmek fiyatlarını yüzde 30 arttırma kararı almasından sonra, Mozambik’in başkenti Mabuto’da bir ayaklanma başlamış ve 280 kişi yaralanmıştı. Fiyat artışını protesto etmek amacıyla toplanan ve lastik yakıp, gıda depolarını yağmalayan binlerce kişiye polis ateş açmıştı. 2007-2008 döneminde, gıda sektöründe son 30 yılda görülen en ağır kıtlık yaşanmıştı.

Küresel politikalar ile aşılabilir

Dünya gündemine ‘ülkelerin gıda savaşı’ gibi yansıyan bu duruma karşı ise yapılacakları yine Braun şöyle özetliyor: “Sonuç olarak, tarım ve gıda için, küresel bir politikanın omurgasının kurulması için harekete geçmek bir zorunluluktur. Şu andaki sistem sorumluluklar, etkililik ve inovasyon boyutlarında eksik kalmıştır. Yaklaşan G-20 zirvesi ve Birleşmiş Milletler Konferansı’nın milenyum hedefleri içinde gıda ve beslenme güvenliği konusu belirgin bir şekilde işlenmelidir. İki yapı G-8’in bitmemiş olarak bıraktığı bu konunun takipçisi olmalıdır.” aktifhaber

Tahıl Krizi Büyüyor
09 Ağustos 2010
Rusya'daki durum beklenenden daha kötü, bu durumun dünyayı nasıl etkileyeceği belirsiz
Rusya Başbakanı Vladimir Putin, daha önce 90 milyon ton olarak açıklanan 2010 yılı tahıl üretiminin 60-65 milyon ton civarında olacağını söyledi.

Putin, bazı bakanlarla yaptığı toplantıda, Tarım Bakanlığı'nın tahminlerine göre tahıl üretiminin bu yıl 60-65 milyon ton civarında olacağını belirterek, ''iyimser senaryolara'' göre 60 milyon ton tahılın tüm iç ihtiyacı karşılayacak miktarda olduğunu söyledi.

Putin, Tarım Müdahale Fonu'nda 9,5 milyon ton ve geçen yıldan da 21 milyon ton tahılın bulduğunu kaydetti.

Yılda yaklaşık 90 milyon ton tahıl üreten Rusya, bunun yaklaşık 20 milyon tonunu ihraç ediyordu. Ancak aşırı sıcak geçen havaların yol açtığı kuraklık yüzünden Rusya 15 Ağustos-31 Aralık tarihleri arasında tahıl ve tahıl ürünleri ihracatını geçici olarak iptal etmişti.

Rusya'nın önde gelen tarım analiz şirketinden yapılan açıklamada, hükümetin tahıl ve tahıl ürünlerine yönelik yasağı uzatabileceği belirtilerek, Rusya'nın gelecek yılki buğday ihracatını 10-11 milyon tondan 3 milyon tona kadar indirebileceği kaydedildi.

Açıklamada, geçen yıl 61,7 milyon ton olan Rus beyaz buğdayı üretiminin bu yıl 43 milyon tona kadar inebileceği ifade edildi.
aktifhaber

BM, Pakistan felaketi için acizliğini ilan etti

Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Ban Ki-moon, İnsani İlişkilerden Sorumlu yardımcısı olarak atadığı Valerie Amos, Pakistan'daki sel felaketinin boyutunu, ''Birleşmiş Milletler olarak bugüne kadar karşılaştığımız en büyük felaket'' diye tarif etti.

New York'taki BM Genel Merkezi'nde gazetecilerin karşısına çıkan Amos, dünya ülkelerini Pakistan'daki sel felaketi için daha cömert olmaya davet etti. Felaketten etkilenen insan sayısının 20 milyon olduğunu ve ülkenin 5'te birinin sular altında kaldığını anımsatan Amos, ''Bölgeden (Pakistan) üç gün önce New York'a geldim. Felaketzedelere hiç vakit kaybetmeden insani yardım ulaştırmak durumundayız. Salgın hastalıklar insan hayatını bölgede ciddi tehdit ediyor'' dedi.

Sel felaketi nedeniyle hala milyonlarca insanın gıda, ilaç ve temiz su gibi temel insani ihtiyaçlarının karşılanamadığını aktaran Amos, ''Bu felaketin boyutu ve etkilediği kişi sayısı göz önüne alındığında Birleşmiş Milletler'in tek başına bunun altından kalkması mümkün değil'' diye konuştu. Felaketzedelere yardımın Pakistan hükümetinin öncülüğünde yürütüldüğünü belirten Valerie Amos, kendilerinin de uluslar arası NGO ile işbirliği yapmaya hazır olduklarını vurguladı.

Pakistan'daki sel felekatinin yaralarının sarılmasının kısa sürede olmasının mümkün olamadığını aktaran Amso, ''Bu uzun soluklu ve sabır isteyen bir uğraş ile mümkün olacaktır. Hayatımda gördüğüm en büyük felaketin yaralarını sarmak birkaç hafta ya da ay ile mümkün değil. O nedenle dünya ülkeleri Pakistan'a yardım etmeye devam etmeleri gerekiyor'' dedi.

Sel felaketi sonucunda bölgede yalnızca insani yardımlara değil aynı zamanda da barınak sorununun olduğunu anımsatan Amos, şuan çadırlarda kalan insanların en kısa sürede uzun soluklu kalıcı meskenlere taşınması gerektiğini vurguladı.

Temiz su ihtiyacı ve tıbbi malzeme yetersizliği nedeniyle salgın hastalıkların önünün alınamadığını belirten Amos, kolera vakalarına gün geçtikçe daha sık rastlandığını dile getirdi.

GAZZE'DEKİ İNSANİ KRİZ DEVAM EDİYOR

Bir gazetecinin Gazze'deki insani durumun nasıl olduğu sorusuna Amos şöyle yanıt verdi; ''Şuan bir barış görüşmeleri süreci devam etmekte ve ben bu konuda çok şey söyleyecek durumda iken susmam gerektiğine inanıyorum. Ancak size şu kadarını iletebilirim ki; Gazze'deki insani kriz devam etmekte ve buraya gerekli yardımların girişinde hala sıkıntılar sürmekte.'' habertaraf

TÜRKÇÜLER VE SOLCULAR VE GERÇEK MÜSLÜMANLAR OPERASYON ODAĞINDA!
Banu AVAR
19.10.2010

Söyleşiye gideceğim bir kentten gelen mektupta şu satırlar var:

‘MHP ilçe yöneticisi, geleceğinizi duyduğunda, "-Banu Avar solcu ama olsun çok sağlam milliyetçi, mutlaka katılırız " dedi. CHP Gençlik kollarındakiler "- Banu Avar sağcı ama olsun,seve seve katılırız" dediler.. Ulusalcılıkla Milliyetçilik artık bir oldu.
Kimi sizi Türk Milliyetçisi,hatta ülkücü sanıyor,kimi ise solcu ulusalcı...’

Garip değil mi? Emperyalizm önce bizi aç açıkta bırakıyor. Sonra Şucu ve bucular olarak bizi birbirimize karşı kışkırtacak düzenekleri kuruyor.. Elebaşıları çeşitli mevzilere yerleştiriyor.. Hatta bazı ahvalde, elebaşılar kendileri bile hangi örgütte ne amaçla kullanıldıklarını bilmiyor… Senaryoya göre sahneye oyun konuyor… ABD/NATO’nun füze kalkanı projesiyle Türkiye topraklarına ‘yumuşak iniş’ planlanırken, Türkiye’ye ‘Turban’ konuşturuluyor. Bu arada bir Kürdistan devletinin gelecek kadroları Türkiye’de hazırlanıyor. Kafkas Seddi yeniden tarih sahnesine çıkıyor. Türkiye komşuları ile çatışmaya sürükleniyor. ..

Çünkü batı batıyor! Bu nedenle dünyanın enerji küpü Avrasya ile işleri var sırtlanların! Avrasya’nın kilidi ise Türkiye!

Batı işini şansa bırakamaz… İktidarı da muhalefeti de sağcısını da solcusunu da dindarını da ‘ayara’ sokmak zorunda. Aynı zamanda her birini hem kendi içinde hem birbirine karşı, keman teli gibi gergin tutmalı. Getirip tüm silahlarını hedef ülkeye yığmalı. Bunu yaparken ‘barıs’ adı altında iç savaş hazırlıklarını tamamlamalı…!

*-*-*

Bu giriş neden derseniz?

Okulların, üniversitelerin açılmasıyla birlikte benim söyleşi tarihlerimde belirlenmeye başladı. Ağırlıklı olarak Üniversitelere zaman zaman da Liselere konuk oluyorum. Bunun dışında yüz yıl önce Balkan faciası ortasında kurulmuş olan ve Cumhuriyetin ilk demokratik toplum kuruluşu sıfatı taşıyan, Türk Ocakları’nın davetlerine ve Atatürkçü Düşünce Derneklerinin Anadolu davetlerine icabet etmeye gayret ediyorum.

Üzerimdeki ambargo nedeniyle, internet dışında profesyonel olarak mesleğimi yapamıyorum ve bana açılan bir iki ekran dışında (Ulusal kanal, Meltem tv, Kanal B, ART, BengüTürk) hiçbir televizyon kanalına konuk olamıyorum.

Söyleşi, imza günlerini açıkladığımda nette yeralan yorumlara gelince… Yazının nedeni onlar!

‘Sağ’dan ‘Ne işi var İşçi partisi yayın organında!’ nidaları yükselirken, ‘Sol’dan ‘Ne işi var Türk Ocaklarında!, Dinci kanallarda!’ sesleri geliyor…

Bana Türk Ocakları İstanbul başkanı Cezmi Bayram’ın, ABD görevlisi Vamık Volkan operatörlüğünde, ‘BDP ile sarmaş dolaş Ekopolitik toplantılarına katıldığı’ hatırlatılıyor.

Doğru! 99 yıllık ve yurt çapında 76 şubeli bu köklü kuruluşun TABANINDA yeralan samimi unsurlar bir OYUNUN içine çekilmeye çalışılıyor. Görünen bu.

Türk Ocakları’nın içinde yuvalanan birileri, ABD operatörü Vamık Volkan önderliğindeki ‘toplumsal barış’ fırıldağının içinde yeralıyorlar. PKK ile elele federasyon konuşuyorlar.

Benzer bir operasyon, hedef seçilen 500 şubeli Atatürkçü Düşünce Derneği için de geçerli. Yine ABD operatörü Vamık Volkan’ın ‘çalışmaları’ doğrultusunda ADD’yi hedef seçen birileri, ADD web sayfasında ‘toplumsal barış’ projesinin reklamını yapıyor.

Atatürkçü Düşünce Derneği sitesinin başköşesinde ‘açılıma destek’ veren, mektuplar yayınlanıyor. ‘BARIŞ için YARIŞ ‘ gibi Amerika kokulu sloganlarla, toplumun hangi ‘proje’ kapsamında ‘yönlendirileceği’ Rotary ve Propeller Club bağlantılı zevat tarafından açıklanıyor. Nerede Atatürkçü Düşünce Derneği resmi sitesinin başköşesinde!

Mütedeyyin (dini bütün, samimi) müslümanları hedef alan örümcek ağları da benzer yöntemlerle çalışıyor. Bu alanda teşkilatlanma, uzun zamandır, ‘toplumsal barış’ benzeri, ‘medeniyetler ittifakı’ , ‘dinlerarası diyalog’ sloganı çerçevesinde örgütleniyor…

‘Dini önder’ Fethullah Gülen, ‘ABD’nin egemenliğinin zayıflamasından kaygı duyulması gerektiği’nden başlıyor, Papa’ya mektubunda, ‘diyalog hizmetini icra yolunda en mütevazi yardımlarını sunarak’ devam ediyor. * Vatikan ve Yahudi lobileriyle samimi ilişkiler yürütüyor.
Pensilvanya’dan Türkiye’ye ağlar atıyor.

*-*-*
Meclisdeki muhalif partilerin içinde boygösteren ve söylemleri iktidarla tıpatıp aynı olan başdanışmanlara, siyasi kimliklere de bu bağlamda bir bakın.
Hemen hemen her partide karmaşık ilişkileri yönetenler var. Global İlişkiler Forumu adı altında Amerikan derin devletince kurulan ‘Akil adam/kadın’ örgütlenmesinde her soy ve boydan partili işadamı, sanatçı ve gazeteci yan yana, omuz omuza!

Acaba CHP’li Sencer Ayata, Faik Öztrak, Hurşit Güneş, MHP’li Vedat Bilgin, ve Mithat Melen birbirlerinden farklı mı düşünüyor? Ve bu isimler AKP’li meslekdaşlarıyla acaba hangi konularda ayrılıyor? Acaba değişik partilerden değişik isimler, Graham Fuller’lı, Alan Makovski’li, Henri Barkey’li, Vamık Volkan’lı Kemal Derviş’li ABD operatörler timiyle nasıl bir diyalog içindeler? Araştırmaya değer!

Sistem, yani emperyalizm, 1950’lerden beri, hedef ülkelerde, her cenaha elini sokuyor, ekonomiden kültüre, savunmadan eğitime tüm ulusal kaleleri düşürmek için uğraşıyor.

Her ülkede, her kurumda yuvalanacak bir ‘devşirmeler’ tümenini sabırla eğitiyor. Onları kraldan çok kralcı yapıyor ve sadık bendeleri olarak geldikleri ülkeye geri yolluyor. Ülkeyi yönetenlerin başına kendinden olanları getiriyor. Onların başına da Washington merkezli vakıflardan ‘danışmanlar’ koyuyor. Basın yayını tümüyle devşirmelerin denetimine veriyor.

Bu kadrolar, ‘Türkçü’, ‘Solcu’, ve ‘dini’ oluşumlar içinde yeralmışlardır.

Gel de Attila ağabey’i (İlhan) anma! Diyor ki:
‘Batı yani emperyalizm, üçüncü ülkelere bulaştı mı hemen oracıkta, kendi ‘İslamcılığını’, kendi ‘Türkçülüğünü’, kendi ‘komünistliğini’ örgütler…...Küreselleşme işte budur.

Bu hesaplar tutmaz…

Çünkü emperyalizm, uzun zamandır hedef ülkeleri içten fethetmenin önemini kavramıştır.

Ama 100 yıl önce olduğu gibi, hesaplayamadığı iç dinamikler vardır. Bilimsel bir gerçektir ki, basınç ne kadar fazlaysa, madde o kadar hızlı farklılaşır. Giderek azgınlaşan emperyalizmin bu saldırısı, saldırıya maruz kalan milletleri kaçınılmaz bir biçimde, birliğe, bütünlüğe, ve ‘ortak direnişe’ götürür.

Attila İlhan, Müdafaa-i Hukuk tablosunu buna en iyi örnek olarak göstermişti. Şöyle diyordu, Bir Millet Uyanıyor kitabının ‘takdim’ kısmında:

‘1920’li yılların Gazi ve şehit Ankarası’nda, Mustafa Kemal Paşa, bir yanına Ziya Gökalp Bey’i almıştı, bir yanına Yusuf Akçura’yı. Mehmet Akif bey hiç uzağında değildi, İstiklal Marşı ona rica edilmişti. (Ankara müftüsü) Börekçizade Rıfat Efendi ile de eylem birliği yapıyorlar, dahası, ittihatçıları etkisiz kılıp, TKP’yi örgütleyen Mustafa Suphi Bey, Ankara’dan mülaki olmayı rica ediyor ve ricası kabul ediliyor. O da formasyonu itibariyle, Ethem Nejad ve Şevket Süreyya gibi ‘Türk Ocağı aydını’dır.’

Bu cumhuriyet kurulurken her düşünceden vatanseverler bir araya gelmişlerdir. Bu milletin bekasının sırrı da budur.. O nedenle Batı, ‘ayrıştırma, parçalama, bölme ve savaştırma’ yöntemini uygulamaya sokmak için çabalamaktadır.
İşte bu nedenle bizler, bu vatana sevdalı olanlar, Anadolu’da Türk Ocağı’nın saygıdeğer üyeleriyle buluşmaktan da gurur duyarlar. ADD’nin samimi ve fedakar üyeleriyle de kucaklaşırlar. Meltem televizyonuna da çıkarlar, konuşurlar, Ulusal Kanal’ın çilekeş gazetecileri ile de sohbete katılırlar.

Beni ve diğer arkadaşları izleyen, okuyan, söyleşilere katılanlar arasında hatırı sayılır oranda başörtülü hanım, Saadet Partisi tabanından gelen vatandaşlar da var. BBP’ye oy vermiş, Ülkü Ocakları çıkışlı gençler de var. Sol örgütlerde çalışan üniversiteliler, liseliler de.

Yırtınsınlar bakalım, binlerce yıldır, ne operasyonlar yapıldı bu topraklarda, binlerce isyan çıkarıldı…. Ne Lawrencelar iş tuttu bu coğrafyada, Kubilay’ın sarayından bu yana ne hainler fırladı tarih arenasına…

Biraz geç de olsa, genetik hafızası, belki de tüm milletlerden güçlü olan bu millet, her seferinde felaketleri defetti.. Yine öyle olacak!

Bu ekonomik, psikolojik, harp oyunlarınız, tüm ekranlardan fırlayan kuklalarınız işe yaramayacak. Füze kalkanlarınız da sizi ve devşirdiklerinizi koruyamayacak. Bu millet sağcısıyla solcusuyla mütedeyyin müslümanıyla elele kalp kalbedir.

Ve komşularıyla omuz omuza geçen yüzyıldaki gibi üzerine gelen belayı defedecektir.

banuavar@superonline.com
www.banuavar.com.tr

Etiketler : ABD, Emperyalizm, Kesimler, Samimi Unsurlar, Bölücülük, AKP, Açılım, PKK

Nihal Kemaloğlu
nihal.kemaloglu@aksam.com.tr
Sokaktaki Fransa

Geçen yüzyılın kazanımlarını kaybederek piyasa toplumu haline getirilen Avrupalılar, refah devletlerinin yerini alan piyasa devletlerini kolay benimseyemeyecekler.

Son 25 yılın dümdüz ettiği sosyal devleti ve piyasa kurallarının ürettiği adaletsizliği tecrübe eden halklar, finans krizinin ardından kendilerini aldatılmış hissederken, hükümetlere karşı da öfke ve kızgınlıklar artıyor.
Fransa'da emeklilik yaşını 60'tan 62'ye çıkaran ve tam emeklilik maaşını alma yaşını da 65'ten 67'ye çıkaran yasaya karşı kitlesel genel grevlere katılım 3.5 milyona vardı.

Emeklilik 'reform' yasasının adaletsizliği, 'eşitlik idealinin' tarihi vatanı Fransa'da halkı çileden çıkardı.

Aslında yüksek işsizlik, esnek emek piyasası, kapanan şirketler, Fransızlar için ne bir işi ne de 40 yıllık güvenceli bir çalışma hayatını garanti ediyor.
Fransızların öfkesi spekülatif finansın çökmesiyle batan bankaların borçlarını 'devletleştiren', buna karşılık yüksek bütçe açıklarını kamudan fatura etmeye kalkan hükümeti hedef alıyor.

Babalarının ve dedelerinin 1936'larda mücadeleyle kazandığı sosyal haklar ve emeklilik, Fransız gençleri için uzak bir hayal oldu.
Ama 'örgütlü toplum', çetin ceviz Fransızların hükümete tepkileri, yasa tasarısının Senato ve Ulusal Meclis tarafından kabul edilmesinden sonra da devam ediyor.

8 haftadır süren grev ve protestolara halk desteği büyüyor. 28 Ekim ve 6 Kasım Fransa'da genel eylem günü ilan edildi.

Finans sermayenin denetimsizliği ve üretim- tüketim mantığını piyasalara bıraktıran neoliberal paradigmanın iflası, Avrupa'da cüsselenirken, devletler mali krizlerini çalışanlara ve gençlere yıkma derdinde.
Fransa'da neoliberalizmin kurumsallaşmasında emek sahibi Sarkozy'nin otoriter-karizması ve halk desteği yerlerde.

Fransızların 1793'te yargılanmayı bekleyen 16. Louise'ye benzettikleri Srakozy'nin siyasi kariyerinin bittiği söyleniyor.

Anglosakson kapitalizm hayranı Sarkozy'nin 19 milyon oy alarak, seçilerek 'sözde' Fransız solunu bozguna uğrattığı günler geride kaldı.
Yabancı düşmanlığıyla sürdürdüğü popülist siyaseti, sınır dışı ettiği Romanlar, göçmen gençlere karşı ırkçı ifadeleri bir yana sağcı-popülist Sarkozy'nin bu kitlesel grevlerden sonra hiçbir icraatının 'aklanamayacağı' kesin.
Halkın yüzde 71'inin desteklediği grevlere, 1600'ü aşkın lise ve üniversite de katılıyor.

Genç Fransızlar mücadele geleneğini aldıkları dedelerinin ve büyük annelerinin mirasına sahip çıkıyorlar.

Siyasi partilere mesafelerini koruyan sendikaların toplu dayanışması da yabana atılmayacak toplumsal hareketin çapını büyütüyor.
İngiliz hükümeti de mali operasyona başladı, sosyal kesintilerle 81 milyar sterlin tasarruf planına göre 500 bin kişi 5 yıl içinde kamu görevinden çıkartılacak.

Emeklilik yaşı 60'tan 66'ya çıkartılacak ve yoksullara yapılan konut yardımı kesilecek.
İngiliz ve Fransız halkların, finansal krizin şımarık bankalarına sahip çıkan muhafazakar-liberal hükümetlerin kendilerine yönelttiği 'hak' saldırılarına vereceği cevabı sokaklardan izleyebiliriz.
Avrupa'nın II. Dünya Savaşı'ndan sonraki en büyük kemer sıkma operasyonunun hükümetlerin boynuna dolaşabileceği de muhtemel görünüyor.

http://www.aksam.com.tr/2010/10/30/yazar/19296/nihal_kemaloglu/sokaktaki_fransa.html

4.1.11
Selçuk Salih Caydi
Kolbrin Yazıtlarının mesajı ve 'seçilmişler' konusuyla ilgili düşünce oyunu...

Kolbrin Yazıtları ile ilgili notlarımıza devam ediyoruz...

Bu kez bir düşünce/varsayım oyunu oynuyoruz...

2012 sonrasına hazırlanmak için bir savaşçı mantalitesinin çok önemli olduğunu söylemiştik. Savaşçı mantalitesi, burada ayrıca üzerinde duracağımız bir konu ve önemi şuradan geliyor:

Geleceğin yeniden inşası için iki kesimden sözedilecekse -yani seçilmişler ve, yaşamaya karar vermiş savaşçı seçilmişler olanlar... Bunların arasından bu ikinci katagori, 'asıl hayatta kalacak olanlar' sayılabilir.

Savaşçılar, hayata tutunmak ve hayatı devam ettirmek için, yeni bir dünya kurmak için, ölümü hiçe sayanlar olabilir. Burada absürd gibi görünen durum, hayata ölümün ötesinden tutunmak anlayışıdır ve Savaşçı olanlar, aynı zamanda asıl seçilmişler sınıfını oluşturabilirler -hükümetlerin seçtiği seçilmişleri değil.
(Bunlar, sadece tahmin ve olasılıklar üzerinden bir tür "düşünce oyunu" çerçecesinde değerlendirilmelidir)

Kutsal kitaplardaki uyarıları destekleyen -çok ayrıntılı- Kolbrin Yazıtlarının uyarıları ciddiye alınırsa, bu uyarılara nasıl yanıt verilebilir?
(Konuyu rasyonel haliyle, galiba böyle ifade edebiliriz!..)

Hz. Musa'nın mucizeleriyle Mısır ordusunu helak etmesi sırasında meydana gelen felaketler, sadece Eski Ahit'te anlatılanlardan ibaret olmasa gerek. O sırada olanları anlatan Kolbrin Yazıtlarına göre, çok daha kapsamlı bir felaket söz konusudur. Çok tanrılı devrin sonu anlamına da gelen bu büyük felaket hakkında insanları uyaran Kolbrin Yazıtları, M.Ö. 1500'lü yıllarda Yahudi'lerin Mısır'dan çıkışından sonra Mısırlı alimler tarafından Firavunun emriyle yazılmıştır. (Bkz. Bu blogdaki Kolbrin yazıları)

Kolbrin Yazıtlarının anlattığı, kutsal kitaplardaki Kıyamet tasvirlerine benziyor. Fakat o olaydan sonra Mısır yok olmayıp hızlı bir düşüş yaşadı, Büyük İskender'in ve sonra Roma'nın kontrolüne girdi. Ama unutmamak gerekir ki, bir devasa felakete karşı Mısırlıların sosyo-ekonomik yapısı, günümüzün elektrik/petrol bazlı modern kapitalist yoplum yapısından çok daha sağlam ve dayanıklıdır. Felaketi atlatmıştır. Mısır sosyo-ekonomisi ile modern toplumların sosyo-ekonomisini, bu açıdan karşılaştırmak, ayrı bir yazı konusu.
Olağanüstü bir felaket olursa modern toplum Cehenneme döner. Ve o Cehennemden çıkışın yolları, şimdiden döşenmek zorundadır, hem de modern/rasyonel "maddi" önlemlerle birlikte -ama onların ötesine geçerek, "manevi" önlemlerle. Ama bu manevi önlemler, somut olmalıdır.
(-Tabii bunu da konuşmak gerekir! "Somut manevi önlem" nasıl olabilir diye!)

Zira, korunmak için çok sağlam kaleler, derin sığınaklar, dayanıklı gemiler yapabilirsiniz. Ama bunları yanlış yere yapıp yanlış zamanda, iyi/güzel/kutsal diye özetlediğimiz kontekse uygun yapmazsanız, kumun üzerine gökdelen yapmış gibi olursunuz. Yani gökdeleniniz sağlam da olsa kumda kayar!

Kolbrin yazıtlarında anlatıldığı tipte bir felakette, rasyonel akla dayanarak kurtuluşun garantisi yoktur. Matematikten anlayan herkes bunu hesaplayabilir. Ama "tesadüfler", herşeyi değiştirebilir...

Kulağa saçma da gelse, tesadüfleri önceden "anlayanlar ve sezinleyenler", insanları Cehennem'den geçirip düze çıkarabilirler. Sözünü ettiğimiz büyük felaket ihtimali konusunda böyle "düşünce oyunları" yaparken "aslolan, Sezinleyebilen bir Savaşçı olmaktır" diyebiliriz herhalde.

Kolbrin Yazıtlarında, bu konuda şunlar yazıyor:

"Sonra, insanlar kalplerinde huzursuzluk hissedecekler. Tarif edemedikleri birşeyi arayacaklar, belirsizlik ve kuşku onlara eziyet edecek. Büyük zenginliklere sahip olmuş olacaklar ama, ruhları vasatlığın eziyetini çekecek. Sonra gök titreyecek ve yer sarsılacak. İnsanların korkudan dizlerinin bağı çözülecek. Korku içinde yaşarlarken, batışın tellalları görünecek. Mezar hırsızları gibi sessizce gelecekler. İnsanlar onları tanıyamayacak. İnsanlar kanacak. Çölleşmenin/yıkımın zamanı yakın."
(Kolbrin manüskrileri 3.9)

"İnsanlara bilgelik getiren "Büyük Kitab"ları (Kolbrin Yazıtları) olacak. Bir avuç insan bir araya gelecek ve hazırlanacak. İmtihan zamanı.

Korkusuzlar hayatta kalacak; yılmayanlar yıkıma uğramayacak."
(Kolbrin manüskrileri 3.10)

http://konstantiniye.blogspot.com/

Sistemin patronları için çıkış
Nihal Kemaloğlu

Geçen hafta yapılan G-20 Zirvesi'nde ne 'yeni bir dünya' kurulabildi ne de 'tarihi' bir zirve gerçekleşti.
Kafası karışık küresel kapitalizm, zirve sonunda uzlaşıya varamadı.
Krizin kendisini yeniden üreterek ilerlediği küresel zemin 'tekinsizliğe' terk edildi.
Kapitalist sistemin geçemediği bu eşikte yapılan zirve sonunda, asli kurucular ve destek üyeler farklı yönlere dağıldı.
Üç yıl önce patlak veren finans krizinin yıkıcılığını bu yıl faturalandıran AB ile 'ekonomik canlılık paketleri' peşindeki ABD'nin başını çektiği toplantılarda, kapitalizmin patronlarının yeni emperyalist stratejileri konuşulmadı.
G-20'nin BRIC ülkeleri Brezilya, Çin, Hindistan ve Rusya'nın yani 'yükselen ekonomiler' diye parlatılan bu ülkelerin zirve performansları, ev sahiplerinin yanında hayli düşüktü.
Dolayısıyla G-8'lerin yerini G-20'lerin yükselen yıldızlarının alacağı yorumları fazla heyecanlı kaldı.
Çünkü kompleks ve almaşık küresel ekonomiye köktenci entegrasyonlarla bağlı ve bağımlı 'yükselen güçler' geleceğin onlar için taşıdığı risklerin hayli farkındaydılar.
Bu yüzden de küresel piyasalara, yabancı sermayeye, sıcak paraya, doğal kaynaklara, ucuz emeğe, tedarikçi üretime, ihracata endeksli büyüyen ülkelere patronaj mevki düşmüyor.
Çünkü altyapının siyasi ve ekonomik kurulumu ve tarihsel 'know how''ı tamamen Batı kapitalizmi yapımı ve de mal sahibi onlardı.
Diğer yandan Batı kapitalizminin durgunluğunun önümüzdeki yılları da kapsayacağı ve Euro Bölgesi'ndeki enkazı anca kaldıracağı anlaşıldı.
Neoliberal dönemin bitişinin 'işaret fişekleri' finans krizinin borçlarını kamulaştıran Batılı devletlerin yüklendikleri borçları kamu sırtından nasıl ödeyeceğini izleyeceğiz.
Hazinesi boşalmış İngiltere, grevlerle sarsılan Fransa, euro kurtarıcılığına soyunmuş Almanya, aşırı kemer sıkma ve tasarruf tedbirlerine yüklenirken; ABD'nin ekonomiyi hareketlendirecek canlılık önerisine buz gibiydiler.
AB'nin bütçe açıklarını kapatmak için sıkı mali disiplin uygulaması ABD'yi endişelendirdi.
1929'dan beri görülen en uzun süren durgunluktan çıkamayan küresel ekonominin Avrupa ayağında yaprak kıpırdamayabilir.
Ama ABD ve AB, bütün sıkıntılı pozisyonlarına rağmen emperyalist sistemin kurucuları olarak yeni sermaye birikimleri yaratacak, kaynak transferleri sağlayacak stratejilere doğru kayacaklar.
Küresel kapitalizmin yaşamsallığını sağlamak için bir yandan kemer sıkma, mali disiplin ve bütçe açıklarının 2013'e kadar yarılanması kararlarına mutlaka yayılmacı, sömürgeci girişimler eşlik edecek.
Nitekim ABD'nin askeri ve ekonomik dünya patronajlığını kolay kolay bırakmayacağı, İran-İsrail odaklı militer ekonomileri devreye sokacağı çokça konuşuluyor.
Teskin edilemeyen spekülatif finans da mali disiplini ıskalayan ekonomiler de yeniden azıp piyasaları birbirine katabilir.

http://www.aksam.com.tr/2010/07/03/yazar/17988/nihal_kemaloglu/sistemin_patronlari_icin_cikis.html

Üç yüz yılın en büyük çöküşü!
İbrahim Karagül
"Piyasa Gurusu" diye ün yapan Robert Prechter, piyasaların son üç yüz yılın en büyük düşüşünü yaşayacağını öne sürerek, küresel ekonomik krizle ilgili oldukça ürkütücü bir tablo çiziyor. Ona göre; beş-altı yıl içinde borsalarda görülmemiş bir düşüş yaşanacak. Bu senaryo gerçekleşirse, bildiğimiz dünyadan eser kalmayacak demektir.

Böyle bir düşüşün sarsıcı etkileri, sadece piyasaları ve sadece ekonomiyi değil, dünyanın siyasi haritasını da değşitirecek, askeri güç dengelerini tepetaklak edecek, devletlerin/milletlerin çöküşünü ya da tarih sahnesine çıkışını hazırlayacak demektir. Senaryonun inandırıcı bulunmayacağını biliyor olmalı ki, "Ben kış geliyor, bir palto alın diyorum. Diğerleri size çıplak gezmenizi tavsiye ediyor. Eğer benim görüşüm yanlışsa size birşey olmaz, ama onlar hatalıysa ölürsünüz. Bu belli bir süre güvende olmak için verilmiş oldukça şefkatli bir tavsiye" diyor.

Küresel ekonomik kriz konusunda, milyarlarca insanı felakete sürükleyecek büyük bir yalanla karşı karşıyla olduğumuz bir gerçek. "Paniği önlemek" gibi masum bir gerekçeyle kamufle edilen bu yalan, paniği önlemenin çok ötesinde, varolan güç dengesini koruma, bazı ülkelerin gücün ve küresel iktidarın ellerinden kayıp gtimesini önleme kaygısına dayanıyor.

Krizle ilgili her türlü senaryo tartışıldı bugüne kadar. Ancak hiç bu kadar kötüsü söylenmemişti. Son aylarda, dünya genelinde görülen nisbi iyileşme işaretleri, aslında çok daha büyük bir sarsıntı öncesi sessizlikten başka bir şey değil. Sanki ABD'yi 2009'da vuran kriz bitmiş gibi, Yunanistan kurtuluşa ermiş gibi, İspanya ve İtalya paçayı kurtarmış gibi bir görüntü oluşturuluyor.

Bırakın Federal yönetimi, ABD'nin otuzu aşkın eyaleti batmış durumda. Borç 14 trilyon doları aştı. Avrupa'da, bırakın küçük ekonomileri, bazı büyük ekonomiler batmış durumda. Büyüme yüzde sıfıra doğru seyrediyor. Kamu borçları kontrol edilebilir düzeyini çoktan aştı.

Ve en önemlisi; bu son baharda Avrupa'da çok büyük şok dalgaları bekleniyor. Şirket batışlarının yanı sıra, ülke batışlarına tanık olacağız sanki. Türkiye, her ne kadar büyüme rekoru kırıyor olsa da, sonbahar şokunu nasıl atlatır, düşünmek lazım.

Her zaman söylediğimizi tekrarlayalım: Bu bir ekonomik kriz değil. Dünyanın güç haritasını değşitirecek bir buhran. Dünyada jepolitik çözülmelere, ülkelerin temel politikalarında radikal değişikliklere, bölgesel gerilimlere, sosyal patlamalara yol açabilecek bir buhran. Ve "büyük yalan"a inanıp sakın krizin atlatıldığını düşünmesin kimse. Daha şok edici gelişmelere hazır olmayı önermek, belki bu aşamada söylenebilecek tek sihirli cümle olacaktır.
Yeni Şafak

Kuzey Kore: Nükleer savaşa her zaman hazırız
24 Temmuz 2010
Anadolu Haber

SEUL- Kuzey Kore: Nükleer savaşa her zaman hazırız.

Kuzey Kore, Güney Kore ve ABD'nin 25 Temmuz'da planladıkları ortak tatbikata sert tepki gösterdi. Pyongyang yönetimi, bu iki ülkeyle nükleer savaşa her zaman hazır olduğunu duyurdu.

Kuzey Kore Ulusal Savunma Komisyonu tarafından yapılan açıklamada, "ABD ve Güney Kore'ye karşı kutsal bir savaşa, gerektiği anda başlamaya hazırız" denildi. Bir Güney Kore savaş gemisinin batırılması olayından Kuzey Kore'nin sorumlu tutulduğu hatırlatılan açıklamada, bu iddia bir kez daha reddedildi.

Pyongyang yönetimi, Pazar günü başlayacak olan tatbikata karşı ABD ve Güney Kore'yi "misillemede bulunmakla" tehdit etti. Açıklamada, "Kuzey Kore ordusu ve halkı, nükleer caydırıcılığa dayalı özgün bir kutsal misilleme savaşına, gerektiği zaman başlayacaktır" ifadeleri kullanıldı.

ABD, bu ülke ve Güney Kore ile savaşa hazır olduğunu açıklayan Kuzey Kore ile "laf savaşına girmek istemediğini" açıkladı.

Amerikan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü P.J. Crowley ise, "Kuzey Kore'den provokatif açıklamalarını azaltmasını bekliyoruz" şeklinde cevap verdi.

Füze kalkanıza da .... Amerikanıza da .... AB'nize de .... NATO'nuza da .... İşbirlikçilerinize de...



http://universiteliblog.blogspot.com/
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Pzr Ekm 30, 2016 12:03 am tarihinde değiştirildi, toplam 9 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Arl 08, 2010 11:47 pm    Mesaj konusu: AB-D emperyalizminin son çaresi: Cihada karşı pezevenklik... Alıntıyla Cevap Gönder

AB-D emperyalizminin son çaresi: Cihada karşı pezevenklik...
Oğuz Gürses
09.12.2010



AB-D müslümanlardaki cihad şuurunu bulandırmak, şehidlik arzunu söndürmek için her yıl milyarlarca dolar harcıyor...

Bunun için...

Ferdî/kişiye özel veya içtimaî/toplu olarak zihinleri kontrol altına almaya çalışıyor...

Bu konuda hergün yeni teknik ve taktikler üretip insanlar üzerinde deniyor ve anketler ve gözlemler vasıtasıyla da bunların etkili olup olmadıklarına kontrol ediyor...

Müslümanları Allah Resûlü'nün gösterdiği doğru Yol/Ehl-i Sünnet’ten saptırmak, onun tamamladığı "güzel ahlâk"tan uzaklaştırmak için...

İçki, kumar, fuhuş, uyuşturucu, futbol taraftarlığı, uyuşturan müzikler, her türden boş lâf ve boş işler(magazin/dedikodu) gibi ne kadar şeytanî tuzak varsa hepsini birden kuruyor/kullanıyor..

Maksat Müslümanları hedonizm bataklığında boğarak İslâm'dan uzaklaştırmak...

Bu olmazsa...

Müslümanları Doğru yol/Ehl-i Sünnet anlayışından koparıp abuk sabuk anlayış/mezhep/tarikatlara yönlelendirmek için emrindeki binlerce teolog, psikolog, sosylog, şarlatan hoca, sahte şeyh, dandik müridlere oluk oluk para akıtıyor...

Ama ne yapsa olmuyor...

Emperyalizmin küresel saldırısına karşı küresel cihad İslâm’ın adalet kılıcı olarak, her gün yeni mevziler ve zaferler kazanarak büyüyor...

"Güneş yenilenmez göz yenilenir" (*) düsturuna uygun olarak...

Doğru Yol/Ehl-i Sünnet’in yer yer hasarlanmış/pörsümüş anlayışı Büyük Doğu-İbda ismiyle tecdid olunarak/yenilenerek, bir güneş gibi yeniden doğuyor....

Hedefi açık...

Küresel Adalet, küresel barış, küresel kardeşlik, küresel güvenlik, küresel refah için:

Küresel iktidar...

Şeytan'ın çöken “Yeni Dünya Düzeni”ne karşı; İslâm'ın "Yeni Dünya Düzeni"...

***

Zamanı gelmiş bir fikrin iktidarını hiçbir gücün engeleyemeyceği çok kişi tarafından bilinen bir gerçekse de...

Huylunun huyundan vazgeçmeyeceği de bir başka gerçek...

AB-D emperyalizmi gücünün en son sınırına vardığı için hızlı bir çöküş sürecine girmiş olsa da...

Umutsuzca çırpınmaya devam ediyor...

İşte bunun son örneği şu haber:

[Cihada Karşı "Umutsuz Ev Kadınları"

Wikileaks'ten sızan belgelere göre Amerikan dizileri ve şovları Suudi gençleri cihattan soğutma konusunda ABD propagandasından daha başarılı oluyor.

Guardian gazetesinde yayımlanan belgelere göre, Suudi Arabistan’daki Amerikan kaynakları, Cidde’deki Amerikan elçiliğine, "Umutsuz Ev Kadınları ve David Letterman ile Geceyarısı Şovu gibi programlar, gençlerin cihadı reddetmelerinde, yüzmilyonlarca dolarlık Amerikan propagandasından daha etkili oluyor" doğrultusunda rapor gönderdi.
Suudi Arabistan’ın MBC 4 kanalında sansürsüz ve Arapça alt yazılı yayınlanan bu tür programların, krallığın radikal unsurlara karşı "fikir savaşı"nın bir parçası olarak yayınlandığı belirtiliyor.

"David Letterman: Etki Ajanı" başlıklı gizli bir yazıda, bu programların Washington’ın ana propaganda cihazı olan, ABD tarafından finanse edilen El Hurra haber kanalından daha etkili olduğuna işaret ediliyor.

Belgelerde diplomatlar, Eva Longoria, Jennifer Aniston ve David Schwimmer gibi ünlülerin cazibesinin, bu programları yayınlayan ticari televizyonun etkisinin El Hurra’dan daha çok olacağını gösterdiğini ifade ediyorlar.

2009 tarihli bir yazıda "Suudiler artık dış dünyayla çok ilgileniyorlar ve herkes becerebilirse ABD’de eğitim görmek istiyor. ABD kültüründen daha önce hiç olmadığı kadar etkileniyorlar" deniliyor. ]
(TRT, 08.12.2010)

Bu haberin özeti şu: AB-D emperyalizmi'nin son çaresi: Cihada karşı pezevenklik...

Namusa karşı fuhuş...

Ahlâka karşı ahlâksızlık...

İnsan onuruna karşı kirli para...

İnsanca yaşamaya karşı lüks, şatafat ve sefehat/hedonizm...

Böyle bir savaşı sizce hangi taraf kazanır?..

Dipnot:

*[ - İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir.
- Anlayış mı?.. Nurun aynadaki aksi… Aynayı yenilemek…
- Güneş yenilenemez, Göz yenilenir.
- İslâm, başı ve sonu olmayan ebedî yeninin ismi… Ona her ân biraz daha nüfuz etmektir ki, yenilik…
- “Bir günü bir gününe eş geçen aldanmıştır” hadisindeki sonsuz hikmettir ki, yeninin ve yeniliğin sırrını getirmiştir.
(..)
- Emevî ve Abbasî devrelerini takip ederek Türk’ün eline geçen İslâmî devlet livası, 600 küsur yıllık gerçek devlet hayatının ancak 250 senesinde böyle bir nesle yataklık etmiş, ondan sonra 300 yıl korkunç bir aşk ve üstün anlayıştan yoksunluk çığrına girmiş, 100 küsur senedir de, aynı ham yobaz ve kaba softa idrakinin tersine dönük şekliyle bütün cehdini İslâm’a karşı çıkmakta bulmuştur.
- O gün bugündür ki, nesillere kahraman diye tanıtılanlar, İslâm’dan tiksinmenin fikrî ve fiilî icracıları olmuştur.
- İslâmı, zatından zerre feda etmeden olanca saffet ve asliyetiyle kucaklayabilecek ve nefslerinde yenileyecek nesillerin böylece köküne kibrit suyu dökülmeye başlanınca din ihtiyacından büsbütün kurtulamayan muvâzaacı mizaçlar her tarafta işi reformculuğa dökmüş; ve olduğu gibi bir İslâm yerine, oldurulmak istenildiği tarzda bir İslâm’a kapı açmaya bakılmıştır.
- Reformcu, İslâm’ı şu veya bu görüş ve mezhep lokomotifine bağlamak, onu zatına ve aslına göre değil, kendi şahsî nefsine ve idrakine iliştirmeye kalkmak, böylece çürük gördüğü bir binayı kendince payandalamaya yeltenmek bakımından, İslâma cepheden zıt olanlardan daha tehlikelidir; ve İslâmı kalb ve göz yenilenmesi yoluyla koruyacak olan nesil, cemiyet dairesi içinde kendisine üç düşman tanıyacaktır; aşksız ham yobaz, duygusuz kâfir, nasipsiz reformcu… Yani ruhu, kör nefsinde kabuklaştıran, büsbütün inkâr eden ve ikisi arasında arabuluculuğuna kalkışan…
- İslâm, 500 yıl kılıcını elinde tutan Türkiye’de bozuldu ve her yerde altüst oldu. Bu, ancak Türkiye’de düzelirse her yerde sağlığa kuvuşabileceğine ait İlâhî bir ihtar…
- İslâmı yenileyecek olan nesil, bu ruh ve madde felâketleri Türkiye’sinde son ve som, hepçi ve bütüncü tepki hâlinde zuhur etmekle mükellef…
- Bunca zevalin ardından ancak kemâl çığırı açılabilir…] Bkz: Necip Fazıl Kısakürek, Akıncı Güç kadrosuna ithaf: İSLAMI YENİLEMEK, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul.

Kaynak: http://millibirlikruhu.blogspot.com/

17.12.10
Selçuk Salih Caydi
Julian Assange'ın özgürlüğü, WikiLeaks ve tarihin ivmesi



Perşembe günü, yerel saatle 16.46'da serbest bırakılan Julian'ın avukatları, ABD'de gizliden gizliye bir dava hazırlığı yapıldığı haberini aldılar.

Görgü tanıklarının ifadesine göre, Julian'ın serbest bırakıldığı dakikada Londra'da kar yağmaya başladı.

Bulvar gazetesi Sun internette, "Here we snow again" diye başlık attı.
Kefaletle serbest bırakılan Julian'ın, 9 gün hapisten sonra, özgürlüğünün bir tür gizli tutukluluk haline dönüşüp dönüşmeyeceği şimdilik bilinmiyor. Bilinen tek şey, WikiLeaks'in fena halde can yaktığı ve canı yananların -ki bunlar dünyanın hakim güçlüleri- ona herşeyi yapabilecekleri ihtimali. WikiLeaks'in önemi, açıkladığı belgelerden değil, bir tarz yaratmasından ve açtığı yeni kapıdan geliyor. Bu değişikliğin anlamı daha çok konuşulacak elbette, ama Türk basınının olaya son derece Fransız kaldığı, kimsenin aklına -dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi- WikiLeaks'e destek oluşturmak, imza toplamak falan gibi şeylerin gelmediği düşünülecek olursa, Türk basınına söylenecek bir çift laf aramak -sahiden gerekiyor!

(Mesela Almanca "Spießer" diye bir laf var. Sözlükten baktım ama Türkçe karşılıklarından hiçbiri tam karşılığı değil... Rahata alışmış, toplumun konvensiyonları çerçevesi dışına çıkmayan, lüks tüketim meraklısı veya hedonist, aykırı düşünemeyen ve asla cesur olmayan okumuş-yazmış naylon takımına "Spießer" diyorlar!..)

Şimdi Julian'a karşı iftira/tecavüz kampanyası devam edecek. Amerikan kriptolarını sızdıran Amerikan askeri Bradley Manning'e baskı yapıldığını öğrendik. Hapiste sağlığının bozulduğu söylenen Bradley Manning'in, Julian'a iftira atması, onu suçlaması istendiği konusunda duyumlar var. Julian'ı bir komplonun parçasıymış gibi gösterip suçlamaya hazırlanıyorlar.

İlk kez, dünyadaki malum iktidar biçimlerinden tutun da dünya siyasi sistemine kadar birçok şeyin, göründüğünden farklı olduğu ve itibarlarını önemli ölçüde yitirebilecekleri anlaşıldı. Günümüzde hayati önemdeki konular. Sanal bir para sistemine dayanan bir sistem için çok önemli. Bu, merkezini ABD'nin oluşturduğu siyasi/iktisadi sistem için büyük bir tehlike teşkil ediyor. Şimdi bu tehlikeye karşı İsrail'inden AKP'sine, oradan ABD'sine ve Suudi Kralına, hatta BP'sine, dev bankalarına kadar herkes "dayanışacaktır." Ortada, sistemi sallayan fundamental bir "sorun" var ve onun "usturubuyla" susturulması gerekiyor.

Fakat WikiLeaks'i ve Julian'ı susturmaları, çözümleri değil!.. Bu artık birşey ifade etmiyor.

Çünkü konu WikiLeaks değil, uç veren bir anlayış, bir tarz, bir model.
Ayrıca...

Devletlerinden bankasına kadar her kurum, insanlardan oluşuyor. Daha önemlisi, onların ikna edilmesi üzerine kurulmuş bir sistem söz konusu. Para sisteminin de esas olan, bir tür "inanç", (aslında sadece yüzde ikisinin reel karşılığı olan) "Paraya güven". Bu çok önemli.

Daha önemlisi, gelişmelerden öğrenen bir model ve yakında bildiğimiz medyayı çok zorlayacak bir model.

Şimdi, WikiLeaks sonrası gelişmeler hakkında konuşulması gereken çok şey var. Bunların başında, dünyadaki rejimlerin bu olaya tepkilerinin ne olacağı konusu var. Diğer konu, oldukça tehlikeli sularda yüzen dünya ekonomik sisteminin -ki ABD'nin iflası da konuşulmaya başlandı- içinde bulunduğumuz mecburi değişim trendine karşı koymaya devam ederse, "başına ne gelebilir?" konusu. Muhalefetin sanal alanla sınırlı kalmayıp hangi alanlarda etkili eylemler yapabileceği de diğer önemli konu...

Para sisteminin çökertilmesine ben karşıyım.
(Bunu söylemeye artık utanıyorum ama: "Dünya sakinlerine, uyanmaları için biraz daha zaman tanınmalı.")

Çünkü sistem çökerse, tam bir kaos olacaktır. O zaman yazışmayıp savaşmak zorunda kalınacak.
(Aslında yazışmaktan daha kolay!..)

Ben genelde çok umutluyum. Yazışmaya da devam etmekten yanayım.

İçinde bulunduğumuz dönemin, bütün karamsar tahminlerin ötesinde, hayal ötesi iyi bir yere varacağından eminim.
(Ama Türk basınından pek umudum kalmadı.)

2008'de başlayan dönem, insanlık tarihinin en önemli dönüşüm dönemlerinden biri olarak tarihe geçebilir.

Karşılaştırmak bakımından kısa bir örnek vermek gerekirse:
14'üncü Yüzyılda Avrupa'da bir veba salgınları silsilesi başladı.
(Mikrobun Çin'den geldiği biliniyor.)

"Kara ölüm" denen bu salgın, Anadolu'da Moğol işgali dönemine denk gelir.
Avrupa'da 6 yıl içinde 25 milyon insan öldü. (Avrupa nüfusunun üçte biridir.)

Bu olaydan sonra Avrupa'da önemli bazı mental değişikliklerin olduğu biliniyor. Mesela, Vatikan'ın hastalığın sadece kabullenilmesini öneren aciz tutumu, kilise otoritesine karşı hareketleri ve 'Özgür düşünce' denen şeyi tetikledi.

Şimdi, o dönemden çok daha köklü sarsıntıların olacağı bir dönemde ilerliyoruz. Üstelik bu kez sarsıntı, dünyanın belli bölgeleriyle sınırlı olmayacak gibi görünüyor.

http://konstantiniye.blogspot.com/


Ahmet Özcan
Bagavad Gita; Yeni yüzyıl eski tarih
20 Aralık 2010



Yeni Türkiye, yeni bölgesel düzen, yeni bir dünya..öncelikle derinliklli bir zeminde başlayacak tartışmalarla inşa edilebilir…

kötürüm bir yel eser ıraklardan
çağlar alınyazımı tartışır
karanlığı tırmalar karanlık bilgeler
evren bir savaş alanıdır
aşkı eline dolayan bir dize yürür üstüme
bir kent mecnunu keser yollarımı
leylayı sorar

leyla bir özge can mıdır
can içinde can mıdır…”


İlhami Çiçek


Doğu bilgeliğinin ünlü Bagavad Gita destanı, eski Hindistan’da krallığı paylaşamayan iki akraba hanedan arasında geçen büyük savaşı anlatır. Rivayete göre tarihin bu ilk dünya savaşında değerli komutanlar önderliğindeki iki ordu karşı karşıya gelir. Hintçe ‘Kutlu ezgi’ veya ‘Tanrının şarkısı’ manasına gelen Bagavad Gita tam bu noktada başlar. Savaş başlamak üzereyken ordulardan birinin başındaki ünlü komutan Arjuna, arabacısı Krişna’ya savaş arabasını iki ordunun ortasında bir yerde durdurmasını söyler. Ve savaş alanını uzun uzun sessizce seyreder. Gördüğü manzara karşısında titrer, savaşın anlamsızlığını düşünür. Birden tüm hareket gücünü yitirerek okunu ve yayını bırakır. Savaş alanının ortasında arabasına yığılır kalır. Savaşmayacaktır.
Arjuna’nın arabacısı ve arkadaşı konumundaki krişna, onu savaşmama kararından caydırmaya çalışır. Ve aralarında önce savaş sonra giderek yaşam, ölüm, tanrı ve varoluş konularına dair derin bir tartışma başlar. Destan bu tartışma metaforu ile devam eder. Savaş alanı aslında dünya hatta evrendir. Aralarında kan bağı olduğu halde bir birine düşman olan bu iki hanedandan biri düzeni diğeri karmaşayı simgeler. Savaş, hayatın kendisi yani ‘yaşamak’tır. Arjuna’nın iç çatışması ise insanın iç savaşıdır. Krişna, Arjuna’nın akıl hocasıdır (destanda Hint mitolojisine uygun olarak Krişna ilerde tanrısal bir kimlik kazanarak tanrı Vişnu’ya dönüşür ve son aşamada sonsuz ruh Brahman’ın ta kendisi olduğu anlaşılır.) Arjuna ve Krişna’nın tartışması insanın içindeki sonsuz ruhla sonlu olanın çatışmasıdır aslında.
Destan, ilginç diyaloglar, hikmetli cevaplar, yer yer Hint felsefesinin teolojik açıklamaları ve yaşamın anlamına dair derin sorgulamalarla doludur. Metafor gereği bir sorumlu insan figürü olarak komutan Arjuna ve hem sonsuz ruhun sesi, hem insanın bilinçaltı, hem tanrısal bir nefes olarak Krişna başlarlar konuşmaya:

Arjuna: “Kötülük belirtileri görüyorum krişna. Savaşta kendi yakınlarımı öldürmenin bana nasıl bir şan sağlayacağımı bilemiyorum”
”kendim ölecek olsam bile onları öldürmek istemiyorum krişna. Bir yeryüzü krallığı şöyle dursun üç dünya krallığı için bile bunu yapamam.”
”Savaşta kendi akrabalarımızı öldürecek olduktan sonra ne tadı kalır yaşamın.”
“Ben ne utku peşindeyim ne krallık ne de krallığın sağlayacağı zevkli bir yaşam. Krallıklar, zevkler ve hatta yaşamın kendisi neye yarar?”
“Biz bütün bunları burada savaşmak için canlarını ve servetlerini ortaya koyanlar için istemiş değil miydik? Üstelik bu savaşta kimin kimi yenmesi daha hayırlıdır onu da bilmiyoruz. Karşımızda savaş düzeni almış olan akrabalarımızı öldürürsek bizde yaşama isteği kalacak mı?”.

Krişna iki ordunun arasında umutsuz bir halde kala kalan Arjuna’ya gülümser ve şöyle der:
“Gereksiz yere acı çekiyorsun. Kişi bilge ise eğer ne yaşayanlar ne de ölenler için üzülür. Çünkü ne senin ne benim ne de burada toplanmış olan kişilerin var olmadığı bir zaman hiç olmadı. Bundan sonra da hepimiz sonsuza kadar var olacağız.”
“Ölümlü bedenimizin içinde nasıl çocukluktan gençliğe, gençlikten yaşlılığa geçen bir öz varsa, bu öz ölümden sonra da bir başka bedene geçer. Zevkler ve acılar tıpkı sıcak ve soğuk gibi duyular dünyasına ait gelip geçici şeylerdir. Aş bunları arjuna!”
“Bu değişikliklerden etkilenmeyen, mutluyken de acı çekerken de hep aynı olan insan gerçek anlamda bilge sayılır ve ölümsüzlüğe erişir. Gerçek olmayan hiçbir şey var olamaz. Gerçek olanlarsa asla yok olmaz. Bu ikisi arasındaki ayrımı görebilenler gerçeği görmüş olan kişilerdir.”
“Evrendeki her şeye egemen olan bu gerçek yok edilemez. Ona hiç kimse son veremez. Beden ölümlüdür. Ama bedenin içindeki öz ölümsüz ve sınırsızdır. Onun için Arjuna dövüş bu savaşta. Bu savaşta ne ölen ne öldüren olacaktır. Böyle olacağını sananlar yanılıyorlar. Çünkü insanın içindeki sonsuz ne ölür ne öldürür.”
“ Sen hiç doğmadın ve asla ölmeyeceksin. Hiç değişmedin ve hiçbir şeyi değiştirmeyeceksin. Hiç doğmamış ve sonsuz olduğun için bedenin öldüğünde sen ölmeyeceksin. İnsan özünün doğmadığını, sonsuz olduğunu, hiç değişmediğini, yok edilemez olduğunu bilir de nasıl bir başkasını öldürebilir veya ölebilir?”
“Bu özü kılıç kesemez, ateş yakamaz, yağmur ıslatamaz, rüzgar kurutamaz. Kılıcın ve ateşin, yağmurun ve rüzgarın gücünün ötesinde O sonsuz ve tektir. Ölümlü gözler onu göremez. O tüm düşüncelerin ve değişimlerin ötesindedir. Bunu bilirsen üzülmemen gerekir.”
“Hiç ölmeyecek olan bir şeyin ölümüne boş yere üzülüp durma Arjuna. Bu yolda hiçbir şey boşa gitmiş sayılmaz ve başarısızlık söz konusu değildir. Bu yolda ilerleyen kişinin tek amacı vardır. Yolun sonuna ulaşmak.”
“Oysa amaçsız kimseler yaşamın sonsuz seçenekleri arasında yitip giderler.”…

Destan, bu minvalde devam eder..Hint felsefesinin o kendine özgü demagojik akıl oyunları insanın kadim sorularına şaşırtıcı cevaplar verir. Mantıksal tutarlılıktan çok, zekice kurgulanmış dil oyunlarına yaslanan bu bilgelik tarzının en önemli özelliği, verdiği cevapların içeriği değil, sorunlara yaklaşımdaki paradoksal kesinliktir. Hint düşüncesi, insanın ruhunu acıtan bütün sorulara kesin ve mutlak bir üslupla çelişik cevaplar verir. Söylemin cesareti, cevapların muğlâklığını örter. Üsluptaki yukardan bakan eda, içerikteki derin bilinemezciliği dengeler. Belki de tarih, bu nedenle Hint kıtasında hiç değişmeden akmanın yolunu böyle bulmuştur.

Bagavad Gita’nın baş kahramanları olan Arjuna (Adem) ve Krişna (tanrı)’nın konuşmaları, felsefe tarihinin en temel sorununa, varlık ve varoluş’a dair bir tartışmaya cevaptır; Brahmanizm’i reforme edilmesini talep ederek ortaya çıkan akımlara Ortodoks bir cevap… Reformist akımlar ‘yol’un sonuna ulaşmak için var olan’ın dışına çıkmayı teklif etmiştir. Brahmanizm ise, varolan sadece sensin ve senin çıkabileceğin bir dış’ın yok ki, demektedir. Hint düşüncesinin bu büyük ayrışmasından doğan Bagavad Gita destanı, bir yanıyla teolojik bir metindir ama politik olarak müesses düzenle ona itirazın felsefi betimlemesidir..

Bu karmaşık görünen meselelerin Mezopotamya-Akdeniz havzasındaki karşılığı, otorite-devlet ve insan ilişkisidir. Varoluşun efendi-köle diyalektiği içinde ve devlet-muhalefet denkleminde gerçekleştiği bu coğrafyada, bütün sorunlar politikleşmiş bir din diliyle ifade edilir. Devlet, tanrının yeryüzündeki gölgesidir ve bu nedenle kadir-i mutlak, tek, bölünemez ve bütüncül bir iradenin adıdır. Devlet bu bağlamda sadece dinsel bir otorite değil, dinin ta kendisidir. İnsan ise devletin kuludur. İtaat etmek, sorumluluklarını yerine getirmek, dirlik ve düzeni bozmamakla mükelleftir. Devlete isyan, itiraz, muhalefet, en büyük günahtır. Dinsel reformlar olarak İbrahim, Musa, İsa ve Hz. Muhammed’in mesajları, bu kadim denklemin bozulduğu yerden tamirini sağlamaya çalışmıştır; İtaat ama adalet koşuluyla, sorumluluk ama hürriyet koşuluyla, dirlik ve düzen ama zulmetmemek koşuluyla..Mezopotamya-Akdeniz havzasının temel çelişkisi, sınıfsal, etnik veya dinsel değil, politiktir ve politika işte bu koşulların taraflar arasındaki pazarlığından ibarettir. Devlet, bu koşullara uymazsa isyan meşrudur. İsyan bu koşulları talep etmiyorsa gayrı meşrudur. Tanrı-devlet, tanrı-kral, tanrının yeryüzündeki gölgesi, tanrısal düzen…Mezopotamya –Akdeniz uygarlıklarının en bariz vasıfları bu kutsal devlet telakkisi ile şekillenmiştir. Bu coğrafyadaki devlet kavramı, ona yüklenen bu anlam ve bunun tarihsel serüveni anlaşılmadan, hiçbir şey doğru anlaşılamaz.

Bagavad Gita’nın Mezopotamya-Akdeniz havzasının bu politik gerçekliğine tercümesi ilginç bir manzara ortaya çıkarır. Destanı bu havzanın diliyle okursak, Arjuna, devlete itiraz eden toplumsal vicdan, krişna-Brahma ise koşulsuz itaate devam isteyen devlet olarak tercüme edilebilir. Aralarındaki tartışma, iktidarla muhalefet, halkla devlet, akılla vicdan, idealle gerçeklik gerilimi olarak yorumlanabilir. İnsanın tarih boyunca farklı biçimlerde yaşadığı bu gerilim, bugün için bize ne anlatır?
Öncelikle Mezopotamya-Akdeniz havzası ile Hind-İran havzasının iki farklı uygarlık bloku olduğu gerçeğini bir kenara not edelim. Birincisinde dirlik ve düzen, dolayısı ile devlet ve hukuk, ikincisinde ise kaos içinde düzen ve dolayısı ile hikmet, felsefe ve paradoksal gerçeklikler önceliklidir. Hind-İran havzasında devlet müttehit bir otorite değildir. Bürokratik bir mekanizma olarak devlet cihazının yanında ve ondan daha etkin özerk otorite odakları olarak din adamları ve aristokrasi gibi iki güç merkezi daha vardır. Bu karakteristik yapı Batı Roma’dan beri Katolik Kıta Avrupa’sında da böyledir.
Mezopotamya-Akdeniz’de ise durum tam tersidir. Burada ‘tanrı’, yani tek egemen güç-tanrı adına veya tanrısal yetkiyle veya tanrının gölgesi manasında- devlettir. Din, aristokrasi, ordu, aydınlar, hepsi devletin içindedir. Daha doğrusu devlet her şeyin içindedir. Kadir-i mutlak tanrı telakkisi otoritenin tekliğini sağlayan teolojinin ifadesidir. Bu durum pagan ve Ortodoks Doğu Roma’dan beri böyledir.
Bu iki tarihsel tecrübe ve iki farklı bilgi bloku, dünyanın, bölgemizin ve ülkemizin yarını için kurgulanacak her senaryoda temel alınmalıdır.
Her iki havzanın birbiriyle mukayeseli üstünlükleri vardır. Yine tarihsel olarak ciddi bir rekabetin de taraflarıdır. Ancak bu iki havzasının terkibinde büyük bir uygarlık dinamiği saklıdır.

M.Ö. 2. binyıldan 19. yüzyıla kadar tarihin aktığı ana coğrafi bölge olarak bu havzalarda egemen olan çeşitli etnik-siyasi-dinsel güçlerin temel çelişkisi bu eksende kurulmuştur. İki tektonik plaka gibi, bu havzalarda temerküz eden güçler bir biriyle rekabete, çatışmaya, savaşa tutuşmuş ve bu büyük çatışmalar tarihin ana akışına yön vermiştir. Büyük göçler, nüfus hareketleri, dinsel-felsefi ekoller, politik oluşumlar, teknolojik gelişmeler, ekonomik ilişkiler, her şey bu ana akışın içinde şekillenmiştir.
Bu iki blokun sentezi, terkibi, yani birleşme çabası, İbrahimi geleneğin temel politik hedefidir ve Musevilik, Hıristiyanlık, İslam gibi büyük dinlerin doğumu bu hedefin ifadesidir. Bu dinler insanın ontolojik soru(n)larına cevaplar vermiş ve tarihsel akışın çatışma değil, uyum, sentez yani barış ve adalet yolunda sürmesini sağlamıştır.
Bu havzaların çatışması ise Brahmanizm, Zerdüştlük, Budizm, Yahudilik, Manicilik, Yezidilik, Babilik, kabalacılık, Batınilik, Haşhaşilik, Durzilik, Nusayrilik gibi bütüncül doğruların parçacıklarına tutunarak var olan onlarca heretik mezhep, meşrep ve tarik üretmiştir. Bunlar, çatışmadan doğan ve eksik, parçalı, fraktal doğruları bütüne karşı savunan trajik ekollerdir.
İbrahimi dinler dirlik ve düzeni, heretik ekoller ise kaos ve karmaşayı ifade eder.
Örneğin Museviliğin doğuşu Hitit-Mısır savaşını, Hristiyanlığın doğuşu sasani-Roma savaşını ve İslamın doğuşu İran-Bizans savaşını sona erdirmiştir. Ancak bir süre sonra bu ana savaşlar, bu yeni dinlere yaslanarak kurulan yeni düzenlerin iç savaşı olarak devam etmiştir. Museviliğin Esseni-ferisi ekolleri, hristiyanlığın Ortodoks-katolik yorumları, İslamın Emevi -Abbasi çatışması bu iç savaşlara örnek olarak yorumlanabilir. Sadece politik olarak değil, teolojik olarakta bu iç çatışmalardaki tarafların düşünme biçimi, dünyaya, eşyaya olaylara bakış tarzları birbirinin yenilenerek devamı gibidir. Tarih tekerrürden ibarettir sözü boşuna söylenmemiştir.
19. yüzyıldan itibaren dünyanın sıklet merkezi Avrupa’ya, daha sonra da Atlantik’e kaymıştır. Modernleşme, yani bilimsel-teknolojik devrimle birlikte dünyanın kadim akış merkezleri kenara dönüşmüş ve büyük tarihsel akış artık küre çapında devam etmeye başlamıştır. Derin tarihin gözüyle bakarsak, oyun alanı genişlemiş, oyunun aktörleri, kullandıkları teknoloji, hareket kabiliyeti, hız ve diğer nicel bileşenler çoğalmış, artmış, yenilenmiştir. Ama oyun aynı oyundur. Tarihin ritmi aynı yasalarla, aynı metafizik ve politik gerilim ekseninde atmaya devam etmektedir.Değişen jeopolitik havzaların niceliğidir. Temel diyalektik ise devam etmektedir. İnsanın iç savaşı, sonsuz olan yanımızla sonlu olanın çelişkisi, ideal ile gerçeklik, efendi ile köle, otorite ile muhalefet, adaletle zulüm, özgürlükle tahakkümün kadim savaşı sürmektedir. Batı olarak tanımlanan yeni havzanın insanlığın bu kadim çelişkisini çözmeye ne aklı, ne idraki ne de ruhu yetmemiştir. Bu nedenle insanlığın tarihsel yürüyüşünün yeniden kadim havzalara ayağını basarak devam edeceği söylenebilir.
21. yüzyılın sıklet merkezinin Avrasya olacağı tahmin edilmektedir. Eğer bu öngörü gerçekleşirse, yeni yüzyılın diyalektiği uzun zamanlar tarihinin derin akışına uygun olarak yeniden Mezopotamya-Hindistan eksenine dönecektir.
Eğer bugün yeni bir dünya kurulacaksa -Ki yeni bir dünya ifadesindeki ‘yeni’nin gerek şartı bunun batı dışı bir havzadan doğmasıdır- bu dünya ya Hint-İran havzasının, Ya Mezopotamya-Akdeniz havzasının veya bu ikisinin ortak sentezinin ürünü olacaktır.

Bugün batı denilen ve aslında Anglosakson-Protestan aşiretlerle Germenik-Katolik aşiretlerin iç savaşının dünyaya yayılmasından ibaret olan sözümona uygarlık, son yüzyılını yaşamaktadır. Bu manada batı, 21. yüzyılda kendi iç savaşını Avrasya’ya taşımak ve soru(n)larını evrensel bütünsellikte değil, parçacık doğrulara dayalı ideolojik yabancılaşmalarla çözme çabasından vazgeçmediği sürece, derin tarihte bir paranteze dönüşecektir.
Mezopotamya-Hint havzasında tarihin kadim diyalektik geriliminin yeniden nüksetmesi, gerçekten insanlık tarihinde yeni bir sayfanın açılmasını sağlayacaktır.
Bagavad Gita’nın anlattığı kaos ve düzen arasındaki savaşta yaşanan gerilim, ‘biz’im dünyamızın gerçek diyalektiğidir. Batı dolayımı ile üzeri örtülen veya batıcılığın yarattığı sonuçlarmış gibi süren bu sahici denklemin, önümüzdeki on yıllar boyunca artık kendi doğal seyrinde sahneye çıkması beklenmelidir. Bu denklem, doğu-batı çatışması, sınıf savaşı, milletler mücadelesi gibi batı tecrübesinin ürettiği sonlu olanın sahte diyalektik gerilimlerini ortadan ikiye bölüp, ontolojik bağlamda aynıları aynı yerde gayrıları gayrı yerde toplayan ve dünyevi çelişkileri ontolojik çelişkilere bağlayarak gerçek bir zemine yani sonsuz olana ulaşma çabasına oturtan derin tarihin özüdür.
İnsanın içindeki sonlu olanla sonsuz olanın gerilimi; dinsel, etnik, sınıfsal çelişkileri bir üst bütünsellik içinde ve politik zeminde yeniden ele almanın sahici zeminidir. Bu zemin bütün mevzuların özünü yani insanlaşma çabasını ifade eder. Sonlu olan insanı eksiltir, böler, aşağı çeker. Sonsuz olan ise yüceltir, olgunlaştırır, tamamlar… İnsan olmak, sonlu olan dünyada sonsuz olana sarılma gayretidir.
Avrasya merkezli yeni diyalektik, insanlığın bu kadim savaşının kaldığı yerden devamını sağlayacaktır. O zaman, sadece kapitalizm ve bağlantılı sorunlar değil, beyinlerimizi ve ruhlarımızı yoran, vaktimizi çalan, çocuklarımızı kirli savaşlara kurban eden ırkçı, etnik,putperest bütün cahiliye adetleri tekrar tarihin çöplüğüne atılacaktır.

Yeni Türkiye, yeni bölgesel düzen, yeni bir dünya..öncelikle böyle bir zeminde ve bu derinlikte başlayacak tartışmalarla inşa edilebilir…
Arjuna ve krişna, 21. yüzyıl boyunca kaldıkları yerden tartışmaya devam edecek gibidir.

ahmetozcan1@yahoo.com
Haber10

Tunus, ne/re/yi gösteriyor?
Yusuf Kaplan
20 Ocak 2011



Tunus'ta "küçük" bir hâdise'nin ardından patlak veren halk hareketi, kıvılcım gibi başka ülkelere de sıçrayabilir mi?

Şimdilik bundan pek emin olmadığımızı söyleyebiliriz. Ama Mısır'dan Ürdün'e, Cezayir'den Filistin'e kadar bu kıvılcım'ın yayılabileceğinin işaretlerini görüyoruz.

Daha da ilginci şu: Fransa ve Belçika başta olmak üzere, Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde yaşayan Tunusluların ve diğer Arap ülkelerinden göçen kitlelerin hiç de küçümsenmeyecek bir tepki ortaya koydukları, heyecanlandıkları, hatta umutlandıkları gözleniyor.

Tunus'taki halk hareketine çeşitli ülkelerin ve örgütlerin tepkileri de ilgi çekici: Sözgelişi, Almanya Başbakanı Merkel'in Tunus'taki halk hareketini açıkça desteklediklerini açıklaması, özelde Avrupa'da, genelde ise Batı bloğunda bazı çatlaklar, yarıklar açılmasına yol açabilir.

Fransa, İngiltere ve ABD'nin tepkileri, ardından da el altından yürüttükleri faaliyetler, hatta operasyonlar dikkatle izlenmeli.

En ürpertici açıklama Arap Birliği ve İsrail'den geldi: İsrail Başbakanı Netanyahu, "barışın temini için güvenlik önlemleri artırılmalı" diye histerik bir açıklamada bulundu. Benzer bir dilin ve kaygının Arap Birliği tarafından da geliştirilmesi elbette şaşırtıcı değil.

Başlangıçta Tunus'ta ne/ler olup bittiğini anlamak sanırım herkes için biraz zordu. Ben şahsen TRT-Türk'ün yayını yakın takibe alınca ortaya çıkan tablo zihnimde belirgin bir şekilde netleşti. TRT-Türk'ün yaptığı kapsamlı ve doyurucu yayını, CNN International'da da, BBC'de de, hatta El-Cezire'nin Arapça ve İngilizce kanallarında da göremedim. O yüzden "iyi ki varsın TRT-Türk!" diyorum. Ve TRT yöneticilerine sesleniyorum buradan: TRT-Türk'ün yayını vakit geçirilmeden yabancı dillerde de yapılmalı. TRT'nin kuracağı İngilizce kanalın TRT-Türk kalibresinde ve çapında olabileceğinden kuşkuluyum.

Bundan sonraki süreçte izi sürülmesi gereken soru şu: Tunus'ta yaşanan olaylar, ne'yi ve nereyi gösteriyor, ne anlam ifade ediyor?

Bu soruya çeşitli açılardan, çeşitli cevaplar verilebilir.

Her şeyden önce, Tunus'taki hâdiselerin diğer bölge ülkelerine de sıçraması, sadece bölge değil, bütün dünya dengelerini değiştirecektir.

Ama Tunus'taki hâdiseler, bölge ülkelerine sıçramasa bile ortaya çıkan yakıcı gerçek şu: Batılıların onca "demokrasi, özgürlükler, insan hakları, özgürlükler" söylemlerine rağmen uzaktan kumanda ettikleri, yaşaması için yoğun çaba gösterdikleri diktatörlüklerin sonu yakındır.

Tünelin ucunu gösterdi Tunus'taki hâdiseler: Tünelin ucunda, Batılıların kuklası olan, halklarını inim inim inleten zorba, zâlim ve çoğunun adında "Halk Cumhuriyeti" gibi ayartıcı nitelemeler bulunan ama gerçekte bir numaralı halk düşmanı rejimler, artık tarihe karışmak üzere...

Sonu gelen bir başka fenomen de şu: Bu ülkelerin elitlerinin hepsi de sömürgecilik-sonrası dönemin artıkları: Sömürgeciler, önceki sömürgelerini terk ettiler ama giderken yerlerine zâlim ve zorba kuklalar yerleştirdiler. B

öylelikle bir taşla iki kuş vurmuş oluyorlardı: Birincisi, artık sömürgecilik dönemi "bitmişti" ve Batılılar bundan böyle sömürgeci olarak anılmayacaktı.

İkincisi ve daha tehlikelisi de, terk ettikleri ülkelerin elitleri ve halkları birbirine düşürülmüş, düşman edilmişti. Böylelikle sömürgeciler, kendileriyle daha iyi çalışacak aktörleri / kuklaları uzaktan kumanda etme imkânına kavuşmuşlardı.

Sonuçta ortaya çıkan şey şu: Batılıların kuklaları aracılığıyla, üstelik de demokrasi, insan hakları ve özgürlükler naraları atarak bu ülkelerin yürüyüşlerini durdukları, kaynaklarını dolaylı, dolambaçlı yollarla iç ettikleri dönem artık sona ermek üzere.

Özetle, milliyetçilik, sosyalizm ve liberalizm gibi seküler söylemlerle ayakta tutulmaya çalışılan zorba rejimlerin günleri sayılı. Çünkü bu söylemlerin hepsi, Batılıların dünya üzerindeki hâkimiyetini pekiştirmeye yarayan söylemlerdi. Bu söylemlerin bu ülkelere ve bölgeye pahalıya patladığı apaşikâr ortada.

Dolayısıyla bu düzen böyle gitmez artık. Yeni bir dünya kurulacak. Tunus'taki olaylar, insanlığın yeni bir dünya arayışı içinde olduğunun somut bir göstergesi.

Buradan nereye ve nasıl gidilebileceğini zaman gösterecek artık. Ama bir şey kesin: Dünya üzerindeki yağmacı, ülkeleri bölerek, parçalayarak u/yutucu ve her şeye rağmen zorbaları ayakta tutucu Batı tahakkümü son demlerini yaşıyor. Yeni kurulacak dünyanın merkezinde Batı olmayacak o yüzden.

Yeni Şafak

PANDORA
SERDAR AKİNAN
02 Mart 2011

Prof. Albert Wohlstetter kim bilir misiniz? Çok mühim adamdır.

Daha Sovyetler çökmeden şu cümleyi söylemiştir:

'Sovyetler Birliği'nin günleri sayılı. Moskova merkezli komünist rejim yakın gelecekte parçalanacak, Kafkaslar'da özgürlüğe kavuşacak toplumlar yeni devlet kurarken, Türkiye'yi örnek alacaklar. Ama Ankara'nın akılcı bir politika izlemesi gerekir. Türkiye, Kore savaşından bu yana Amerika'nın idealler ortağı. Demokrasi ve özgürlükler peşinde Türk-Amerikan dostluğu hep sürecek.''

'Güneybatı Asya Doktrini''nin babası bu adamdır. BOP'un temeli de aslında bu doktrindir...

1998 yılında ABD'de hazırlanan 'Stratejik Değerlendirme Raporu''nda; Kuzey Afrika'dan Afganistan'a kadar uzanan ve dünyanın en önemli petrol ve doğalgaz kaynaklarını kapsayan bölge 'Geniş Ortadoğu Bölgesi'' olarak tanımlandı. Prof. Wohlstetter bu dev planda Türkiye'ye daima büyük önem atfetti. 80 Darbesi'nden önce İstanbul'daydı ve muhtemeldir ki darbe ve Özal'lı yıllar onun planına entegre bir süreçti.

Başbakan Necmettin Erbakan 1996 Ekim'inde nereyi ziyaret etti?

Mısır ve Libya...

Kasım 1996'da ise Susurluk'ta kaza oldu.

Refahyol Hükümeti'nin sonunu getiren neydi? 28 Şubat...

O 28 Şubat ki AKP iktidarının görünen temelidir.

11 Eylül saldırıları ardından Afganistan ve Irak işgal edildi.

ABD'nin bu coğrafyadaki temel hedefi neydi?

'Ortadoğu coğrafyasındaki zengin petrol ve doğalgaz yataklarını denetim altına almak ve Avrupa'yı Çin'i, Japonya'yı ve Rusya'yı petrol ve doğalgazdan uzak tutmak.''

Türkiye ise 'model ülke'' projesi olarak tuttu.

AKP; tarihsel, sosyal, siyasal ve ekonomik nedenlerden ötürü başarı kazandı. Ancak tam da bu günlerde sözüm ona öngörül-e-meyen bir gelişme peyda oldu.

Merkezinde yer aldığımız bölge (BOP coğrafyası) alev alev...

Bir yanda tasfiye olan Cumhuriyet. Bir yanda 'kullanılıp atılan'' TSK...

Hüsnü Mahalli'nin analiziyle, 'bir yanda ekonomik anlamda bireyci, egoist ve inanç itibarıyla kaderci vatandaş...'' Yani? Kafa yapısı itibarıyla kapitalist, ama ideolojik olarak kaderci yani uyumlu...

Lafı çok dolandırdım biliyorum. Ama...

İran'da muhaliflerin tutuklanmasına, PKK'nın eylemsizliği bitirmesine, Kuzey Irak'ın fokurdamasına ve Akdeniz'deki askeri hareketliliğe bakarak demem o ki...

Piyasa, kartları bir kez daha karıyor.

Prof. Albert Wohlstetter veya meşhur öğrencileri bunu öngördü mü bilemiyorum...

Ancak tahminim o ki bu topraklar bir büyük yangına gebe...

Hoca'nın cenazesini izlerken bu satırları yazıyorum. 'Milli Görüş gömleği, 28 Şubat, TSK, millet, İslam...'' kelimeleri uçuşuyor zihnimde ve buraya yazmak istemediğim duygulara savruluyorum.

Okuyucu Yorumu:

Cavitabi

"Karanlığın en koyu olduğu an, aydınlığın en yakın olduğu zamandır ..." derler ya...

Bu anlar öyle anlar...

Sevgili peygamberimizin, O'nun meşalesini taşıyan kıdemli bilgelerimizin ve onların yazdıkları Kadim kitapların 1400 küsur yıldır bize anlatageldikleri ve şerrinden Allah'a sığındıkları "Ahir zaman/zamanın son dilimi"nde gibiyiz...

Merhum Necip Fazıl'ın dediği gibi:

"Aman efendim aman/Galiba ahir zaman/Manzarası yurdumun/Tufan gününden yaman."

"Zamanın son dilimi"nde isek; kaçınılmaz olarak her şey altüst olacak, her yer alev alev yanacak... İnsanların sağlam zannettiği her yapı çökecek... Kötülerin her hesabı akim kalacak... Attıkları her pusuya kendileri düşecek... Evdeki hiçbir hesap çarşıya uymayacak...

Bu kıyamet yıkıntılarının arasından yepyeni bir dünya doğacak...

Bu yeni dünyanın merkezinde para, pul, alavere dalavere, yalan dolan değil sadece insan,erdemli insan yer alacak...

Yani aşk, yani ahlâk, yani fikir, yani eylem, yani alınteri, yani göznuru, yani dostluk, yani yiğitlik, yani fedakârlık, yani cömertlik, yani ahde vefa, tani adaletin kıymetinin bilindiği yeni bir dünya düzeni ortaya çıkacak (büyüklerimiz buna "büyük zuhur" diyor)...

Kısacası: "Denizler durulmaz dalgalanmadan"...

http://www.mizikacilar.com/Makale.aspx?ID=179

Bu öfke Fransa'yı çok kötü çarpacak!
İbrahim Karagül
23 Mart 2011

Peki biz ne diyelim şimdi? Fransız savaş uçakları Libya'yı bombalarken susalım mı? Birleşmiş Milletler'in kararını uyguluyor mu diyelim?

Hava kontrolü beklerken, dünyayı, olup bittiye getirip, Libya'ya saldırı pozisyonuna sokan Nicolas Sarkozy, BM kararı için mi yoksa Marcel Dassault'nun bir zamanlar Türkiye'ye de satmak istediği Mirage ve Rafale uçaklarını pazarlamak için mi, petrol için mi, Afrika'ya yeniden dönüş için mi, Avrupa'ya liderlik için mi saldırıya geçti?

Amacı ne olursa olsun her haliyle kirli bir hesap bu. Fransa yeni saldırgan güç olarak bölgeye dönüyor. Belki ABD'nin yerini alacak. Ama bu çıkış ona çok pahalıya malolacak. Çıkış, yükselen doğunun ve bizim coğrafyanın öfkesini Fransa'nın üzerine çekecek. Bunun bedelini çok iyi biliyor olmalılar.

Ne oluyor? Bölgeyi yeniden mi paylaşıyorlar? Irak ve Basra Körfezi İngiliz-ABD denetimine, Kuzey Afrika Fransa-İtalya denetimine mi veriliyor? Birkaç gün sonra büyük değişikliklerin yaşanacağı iddia edilen Yemen yine İngiltere-ABD safına mı düşecek? Oraya da onlar mı saldıracak? Peki Ya Suriye? Suriye ve Lübnan'da da Fransa mı olacak? Almanya'ya neresi kalıyor, Afrika'nın derinlikleri mi?

Bize düşen söz ne? Bölgedeki her hareketi fırsat bilip silaha sarılanlara, kendi özel hesaplarını uluslararası irade olarak satanlara, göz göre göre ülkeleri işgal edenlere karşı bizim sözümüz ne olmalı?

Şunu mu demeliyiz: Ey Fransa'da yaşayan Mağripliler! Bugün Libya'ya saldırıyorlarsa yarın Cezayir'e de saldıracaklar. Belki bütün Kuzey Afrika'ya... O zaman siz de Fransa'dan bunun hesabını sorun! Paris'te ve diğer şehirlerde ayağa kalkın. Atılan her bombanın öfkesini sokaklara yansıtın. Yakıp yıkın... Öyle mi diyelim. Sarkozy'nin uçaklarının, Akdeniz'deki savaş gemilerinin, füzelerin yaptıkları bundan daha mı meşru, daha mı insani!

Bir duruş belirlemeliyiz. Neresi olursa olsun, durduğumuz yeri belirlemeliyiz. Bugün Libya'da gördüğümüz, yarın Yemen'de göreceğimiz, dün Irak'ta yaşadığımız şeyler bizi buna zorluyor. Hepsi aynı hesabın birer parçası. O zaman durduğumuz yeri, söyleyeceğimiz sözü, soracağımız hesabı iyi bilmeliyiz.

Bize yeniden 20 yüzyılı yaşatmak isteyenlerin hesaplarını bozacak bir duruş olmalı bu. Yeni bir yüzyılın, ayağa kalkmanın yolunu gösterecek bir duruş... Bu coğrafyanın beyinsizlerine göre değil, tarihimize, birikimlerimize, kimliğimize göre bir duruş olmalı.

Batı, inisiyatif kaybetti. Hırçınlık ve kontrolsüzlük bundan. Dünyanın ağrılık merkezini kaybetti. Artık hiçbir zaman yerküreye hakim olamayacak. Ne yaparlarsa yapsınlar, olamayacaklar. Bu şuursuzluk, bencillik, gözü dönmüşlük bu kayıptan besleniyor.

Bu coğrafyanın insanlarını yok saymanın bedelini bir gün ödeyecekler. Atlantik'ten Pasifik kıyılarına uzanan dalga işte bunun habercisi. Bu yüzden, artık öfke Fransa'yı vuracak. Sadece Sarkozy değil, Fransa bunun bedelini ödeyecek.

Geçtiğimiz günlerde burada "kimlik savaşları" adı altında bir öngörüden söz ettim. Gelişmelere bakınca insan "neden olmasın" diyor. Neydi o, hatırlatalım:

"Avrupalılar için 20. yüzyılın sonları 2. Dünya Savaşı ile yakın zamanda çıkacak kimlik savaşının arasındaki dönem olacak. Bu savaş, bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu olan bölgeyi tamamıyla yutup Avrupa'ya yayılacak. Devletler veya süper güç blokları ya da imparatorluklar arası bir savaş olmayacak. Bir iç savaşa benzeyecek. Yaklaşan çatışma çerçevesinde ordular, kıtalar veya ülkeler arasındaki jeo-stratejik fay hatlarında mevzilenmeyecek, savaşanlar daha ziyade siviller, siyasetçiler, polisler olacak. Kentler mahallelere, devletler internet ve örgütlü suç üzerinden başka yerlerdeki müttefiklerine bağlı etnik ve mezhepsel gruplara bölünecek. İhtilaflar kimlik üzerinden yaşanacak. Leeds, Kopenhag, Marsilya, Halepçe, El Halil, Kerkük ve İskenderiye varoşlarında çatışma belli zamanlarda kanlı bir hal alacak. Avrupa devletleri ayakta kalacak ama liberal demokrasi pahasına. Ortadoğu'da bazı devletler çözülecek ve savaşın başladığı nokta bu olacak...."

Neden olmasın! Bugün Libya, yarın Yemen ya da bir başka ülke. Peki ya sonra? Sarkozy ve Berlusconi mi Avrupa'nın öncüsü oldu. Böyle bir Avrupa nereye gider sizce?

Yenişafak

Cameron'dan Tarihi İtiraf: "Bugün dünyada yaşanmakta olan birçok sorunun sorumlusu İngiltere'dir"
06.04.2011

İngiltere'nin Başbakanı David Cameron'dan ilginç bir itiraf geldi.

İngiltere Başbakanı David Cameron, bugün dünyada yaşanmakta olan birçok sorunun arkasında İngiltere’nin yattığını söyledi.

Daily Telegraph’ın haberine göre, resmi bir ziyaret için Pakistan’da bulunan Cameron, Pakistan’la Hindistan’ın iki kez savaşmasına yol açan ve halen de iki ülke arasındaki başlıca çatışma konusu olan Keşmir sorununun altında İngiltere’nin yattığını belirtti.

Cameron, Londra’nın Keşmir sorununun çözümünde nasıl bir katkı sağlayabileceği yolundaki bir soru üzerine, "İngiltere’nin bu konuda öncü rol oynamasını istemiyorum. Çünkü dünyadaki birçok sorunda olduğu gibi bu sorunun yaratılmasında da başlıca sorumlu biziz" dedi. TRT

Ahmedinejad: "Güvensizlik ve fakirliğin önlenmesi için adil bir yönetim dünyaya hakim olsun''
9 Mayıs 2011

4. Birleşmiş Milletler En Az gelişmiş Ülkeler Konferansı için istanbul'a gelen Ahmedinejad, Conrad otel'de düzenlediği basın toplantısında, bugün, insanlığın sorununun güvenlikten sonra fakirlik ve gelişmiş ile az gelişmiş ülkeler arasındaki farkların olduğunu vurgulayarak, 1 milyardan fazla insanın fakirlik içinde yaşadığını anlattı.

Dünyada fakirlikten ölen çocuk sayısının her geçen gün arttığını dile getiren Ahmedinejad, ''4. zirve bu açık arayı ortadan kaldırmak için programlar bulmak için yapıldı. Burada görüşlerimizi belirttik. Umuyoruz ki bu zirve iyi neticeler içersin. Dünyadaki sorunların en büyük nedeni, idare biçimden kaynaklanıyor'' diye konuştu.

Dünyayı belirli bir kesimin idare ettiğini belirten Ahmedinejad, ''Hakim paradır. Dünyadaki parasal ilişkiler, Amerika'nın hazinesi bizim nasıl yaşayacağımızı belirliyor. Onlar karar alıyor. Döviz eşitliğini değiştiriyorlar. Onlar ekonomilerini, başkalarının cebinden, parasından yönetiyorlar. Dünyadaki ekonomik ilişkiler sadece bir kaç ülkenin yararına programlanmıştır. Güvensizlik ve fakirliğin önlenmesi için adil bir yönetim dünyaya hakim olsun'' ifadelerini kullandı.


-DÜNYADAKİ FAKİRLİK-

''Fakir ülkelerin gelişmesi için en doğru yöntem nedir?'' sorusu üzerine Ahmedinejad, şu anda dünyaya hakim olan yönetimi, halkın adaleti ve yararı için değiştirmek gerektiğini savundu.

Dünya kurallarının halkın yararına değiştirilmesi gerektiğini aktaran Ahmedinejad, şunları söyledi:

''Bir bağımsız grup kurulmalı. Kölelik dönemindeki, savaş dönemindeki, baskı dönemindeki zararlar hesaplanmalı ve devletlere, halklara geri ödenmeli. Sömürgecilik sabıkası olmayan ülkeler arasından seçilmeli. Afrika ve Güney Amerika ülkelerine gittim. Bu ülkeler çok zengin kaynaklara sahip. Bu ülkelerin yöneticileri bile bu kaynaklardan habersiz. Sömürgeciler hala hükmediyor. Kaynaklarını alıp gidiyor. BM'nin bunu engellemesi gerekiyor. Ancak BM de o ülkeler tarafından yönetiliyor. Bu insani bir savaştır. Bu mantık savaşıdır. Ben eminim ki bir gün milletler hakim olacaktır. Adalet bir gün hakim olacaktır.''
haber10

"Madrid ve Atina’da parlamenter demokrasinin bugünkü biçiminin sallanıyor"
11 HAZİRAN 2011

Alman basınından...

Frankfurter Allgemeine Zeitung ise, yardım kararının gelecekte yolaçacağı gelişmeleri ele alarak karamsar bir tablo çizdi.

Bir devletin iflası söz konusu olduğunda AB’nin ve Almanya’nın bundan sonra da elini cebine atmaya mecbur olacağını öne süren gazete, “Yunanistan diğer AB üyelerinin desteğine ne kadar uzun muhtaç olursa, şu sorular da o kadar yüksek sesle sorulacak: Yunanlılar için vergi indirimlerinden, yeni çocuk yuvalarından, emekli maaşlarının arttırılmasından vaz mı geçeceğiz? Pire için tasarruf mu edeceğiz? Portekiz ve İrlanda için de tasarruf mu edelim?”

Ardından da gazete bu krizin mali piyasaların çok ötesine geçen bir tehlikeyi içerdiğini savunarak, başka Avrupa ülkelerinde kamuoyunda ufak bir çatlağın ötesinde zararlar oluşmaya başladığına işaret etti.

Buna karşılık tageszeitung, Tunus ve Kahire’de diktatörler düşürüldükten sonra, şimdi de Madrid ve Atina’da parlamenter demokrasinin bugünkü biçiminin sallandığını yazdı.

Yunanistan’da haftalardır süren gösterilerde göstericilerin devletin sadece zenginlerin çıkarlarını korumasına karşı sokağa çıktığını anlatan gazete, “Almanya’da bu gösteriler hakkında çok az haber yayınlanması çok ilginç” ifadesini kullandı.
BBC


Madrid'te halk meydanlarda

İspanya'nın başkenti Madrid'de sistem karşıtlarının gösterileri bu akşam da devam ederken geniş güvenlik önemleri alan polis, kent merkezindeki Sol meydanına girişi engelledi.
04 Austos 2011
Anadolu Haber
İspanya'da 15 Mayıs'ta başlayan sistem karşıtı eylemlerin merkezi olarak sembolik bir önemi bulunan Sol meydanı, iki gün önce tamamen temizlenip, meydanda sabahlayan az sayıdaki eylemci uzaklaştırılmıştı. İçişleri Bakanlığı ve yerel yönetimin göstericilerin bu meydanda toplanmasına izin vermeme kararı, sistem karşıtlarını tekrar harekete geçirdi. İki gündür Madrid sokaklarında protesto yürüyüşleri yapan binlerce sistem karşıtı, her yönden giriş yolları kapatılan Sol meydanına girmeye çalışsa da bunu başaramadı. Alınan güvenlik önlemleri kapsamında yerel saat ile 19.00'dan itibaren Sol metro durağı ve tren istasyonu kapatılırken meydana çıkan tüm yolların önüne de polis barikatı konuldu. Sadece bölgede oturduğunu kimlik kartıyla ispat edenlerin geçmesine izin veren polis, gazetecilere de büyük zorluklar çıkardı.

Kentin en turistik sokaklarından olan Preciados caddesi de kapatıldı, zaman zaman polisle halk arasında tansiyon yükseldi.
Sol meydanına giremeyen sistem karşıtları, sloganlar atarak Madrid'in şehir merkezinde yürüdü ve oturma eylemleri yaptı.
Bu arada İspanyol polisinin ilk defa sistem karşıtlarına karşı geniş önlem alması, havadan helikopterlerle eylemcilerin güzergahlarının takip edilmesi dikkati çekti.

Genel anlamda barışçıl olan gösterilerin gece boyunca sürmesi bekleniyor.
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Prş Ağu 04, 2011 9:26 pm tarihinde değiştirildi, toplam 5 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Mar 23, 2011 7:41 pm    Mesaj konusu: Çekin kanlı ellerinizi topraklarımızdan ve kapatmayın göğümü Alıntıyla Cevap Gönder

Ahmet Özcan: 'Biz de iç savaşlarımızı batıya ihraç etmeliyiz'
4 Mayıs 2011



"Ortadoğu'da genç Musa'ların batı destekli firavunlara isyanı söz konusu.Bütün batıcı rejimler, kemalizm, baasçılık, ulusalcı faşizmler tasfiye edilmeli.Türkiye önderliğinde yeni bir dünya kurulmalı."

Aylık Özgün İrade dergisi, Mayıs sayısı için yayın yönetmenimiz Ahmet Özcan'la Ortadoğu'daki son gelişmeler üzerine bir söyleşi yaptı. Bu söyleşiyi ilginize sunuyoruz
Haber 10

Büyük Ortadoğu Nereye?


-Yaşadığımız şu aylarda İslam coğrafyasında gelişen değişim ve dönüşüm hareketlerini nasıl anlamalıyız?

Dünya sistemi, son yirmi yıldır yeni bir düzen arayışında. Sistemin büyük güçleri arasında tartışmalar ve pazarlıklar henüz bitmiş değil. Olan biteni tek cümleyle özetlersek; Anglosakson Yahudi Cephesi, içindeki fraksiyonlarla birlikte ön alıp dünyanın stratejik bölgelerine yığınak yapıyor. Bu hamle, “entegre edilmemiş boşluk” olarak tanımladıkları Akdeniz-Avrasya hattı boyunca bütün kritik geçiş güzergahlarında sürüyor. Buralar esas itibariyle İslam coğrafyası ve bu nedenle kriz, İslam’la Batı arasındaymış gibi görünüyor. Oysa 20. yüzyılın iki dünya savaşında olduğu gibi, kriz hala Batı’nın bitmeyen iç savaşını ifade ediyor. Bu bağlamda, son gelişmeler dahil, son yirmi yılın bütün gelişmelerini bu çerçeve içinde okumak gerekir diye düşünüyorum.

Son olaylar ise Batı’nın iç savaşının bizim coğrafyamızda yansımalarından biri, Anglosakson Yahudi Cephesi’ndeki bir kanadın Avrupa-Rusya ve Çin’i bölgede enterne etme çabası olarak görülebilir. Ama durum sandığımızdan da karışıktır aslında. Çünkü bu cephe içinde rakip sayılan Avrupa-Rusya-Çin ve İran’la ittifak içinde olan güçler de var. Dolayısıyla, bütün eski tanımlamaların yetersiz kaldığı yeni durum ve güç bileşenleri ile de karşı karşıyayız.

Küresel finans-kapital ile konvansiyonel devletler, ABD ile İngiltere, ABD ile Avrupa, ılımlı Yahudilikle radikal Yahudilik, soğuk savaşçılarla yeni düzenciler, imparatorlukçularla- liderlikçiler… Bir dizi Batı içi fraksiyon kıyasıya rekabet içinde… Her yeni durumda bunların ittifakları, birbiriyle ilişkileri değişiyor. Taşlar yerine oturmuş değil ve kesin olarak söyleyeceğimiz tek şey, olan biteni bütünüyle yönlendiren tek bir iradenin olmadığı… Süreç, 20.yüzyılın düzenlerinin tasfiyesine dönüktür. Ki, bu düzenler aslında Osmanlı mülküne kondurulmuş birer gecekondudan ibarettir.

Bugün eski rejimler yıkılırken ve bu yıkım esnasında tabir caizse filler çarpışırken karıncalara çeşitli imkanlar ve fırsatlar çıkıyor. Şimdi bu geçiş dönemi boşluklarını değerlendirerek kendi talep ve çıkarlarına kullanmak isteyen Türkiye ve İran gibi ikincil güçler için önemli bir zemin oluşuyor. Değişim ve dönüşüm bundan sonra olacak…Stratejik olarak en kritik sorun, Türkiye ile İran’ın ortak bir çizgide, mezheplerüstü ve ittihad-ı İslam temelli bir vizyonla, emperyalist güçleri bölgeden atacak derin bir işbirliği içinde hareket etmesidir. Bu işbirliğine Arap dünyasını da katıp, bölgemizin kaderini bu büyük tarihsel akılla belirlemeye çalışmak, en önemli gelişme olacaktır. Böyle bir tarihsel fırsatı kim geri teperse, ister Türkiye, ister İran, ister Araplar, o geçmişteki Fatımiler gibi, batının yeni haçlı işbirlikçisi tarihe olarak geçecektir. Bana göre, İslam dünyası, özellikle Fars-Arap ve Türk-İran rekabetini bölgemizde değil, gidip batıda, Avrupa içlerinde sürdürmelidir. Bölgede barış, batı tarlasında hesaplaşma; ortak jeopolitik formül bu olmalıdır…Bu formül, uzun vadede batının Müslümanlaşmasını da sağlayacaktır.

-Kitle hareketlerini tetikleyen sebepler nelerdir?

Dünyanın her yerinde doğru ve kararlı bir çalışmayla ve iyi bir zamanlamayla her tür sorunu büyük çaplı değişimlerin tetiği yapacak kitlesel manipülasyonlar yapmak mümkündür. Bu objektif gerçek, bizim coğrafyamızda çok daha fazla geçerlidir. Zira yeteri kadar tarihsel çelişki, etnik ve mezhebi gerilim ortamı, ekonomik nedenler mevcuttur. Bu olaylarda her ülkenin ortak nedeni bellidir; zalim diktatörlükler. İngiltere-Fransa ve Rusya’nın ortak yapımı bu rejimler aslında birer mafya örgütlenmesidir.Kimi sosyalist, kimi kapitalist, kimi sözde dinci veya bilmem ne görünümlü, ama hepsi de batının çıkarları ve dolayısı ile İsrail’in güvenliği temelinde var olan işbirlikçi oligarşilerin diktaları..işte genç nesillerin başını çektiği bu isyanların temel kalkış noktası, bu oyuna “artık yeter” denmesidir.

Oyunun iç yüzü ise oldukça karışıktır aslında. I. Dünya Savaşı’nın galipleri olan İngiltere ve Fransa arasında paylaşım hala bitmemiştir, zira İngilizler Sykes-Picot Antlaşması’na riayet etmeyip petrol alanlarına el koymuştur.

20. yüzyıl boyunca İngiltere-ABD ve İsrail eksenine karşı bölgede Fransa’nın farklı bir politikası hep göze çarpmıştır mesela. Derin Avrupa ile Protestan Batı’nın iç savaşı, bizim tarlamızda sürmüştür. Dolayısı ile bölgemizdeki kitle hareketleri dün olduğu gibi bugün de bu çelişkilerle birlikte değerlendirilmelidir. Son isyanların da bundan bağımsız olduğunu düşünmüyorum. Bölgede Avrupa’nın tasfiyesi yapılmaktadır sanki…Ama bu ayaklanmaların yanlış olduğu anlamına gelmiyor. Aksine halkları işin içine katan her gelişme, prensip olarak iyidir. Ve orta ve uzun vadede bu coğrafyada bir irade kendi kaderine hükmedecekse, bölgedeki soğuk savaş ve hatta 20. yüzyıl kalıntısı bütün rejimlerin tasfiyesi hayırlıdır. Bunu sağlayan kitle kalkışmasının kendiliğinden veya operasyonel olması, basit bir teferruattır. Önemli olan sonuçtur. Sonucun halklarımız adına hayırlı olması için uğraşmak eylemleri tetikleyen nedenlerden daha önemlidir.

-Tunus’ta başlayıp Ortadoğu’nun büyük bir kısmında yaşanan bu ayaklanmaların domino etkisi oluşturmasını nasıl okumalıyız?

İsyanların birbirine mutlaka moral etkisi olmuştur. Ama bence her ülkenin ayrı ayrı koşulları, nedenleri ve iç-dış tesir odakları var. Olaylara farklı güçlerin karşılıklı hamlesi olarak baksak ta, farklı ülkelerin benzer sorunlarının biriktirdiği fay kırılmaları olarak değerlendirsek de sonuç aynıdır.

Bir dönem, bir yüzyıl, bir statüko düzeneği yıkılıyor. Ve yeni sayfalar açılıyor. 20. yüzyıl boyunca neredeyse her on yılda bir büyük çaplı değişimler ve devrimler olmuştur. Şimdi 2010-2020 yılları arasında da benzer bir sarsıntı dönemi yaşayacağız gibi…

Sorun şu ki, bir şekilde bu sarsıntıların ABD ve Avrupa’yı da içine almasını sağlayacak manipülasyonlar keşfetmek gerekir. İç savaşlarını bizim tarlamızda sürdürenlere iç savaş ihraç etmek en önemli politik görevdir. Domino etkisi asıl o zaman söz konusu edilebilir.

-Ortadoğu’da onca baskıcı rejimler yıllarca yönetimdeyken bu ayaklanmalar neden şimdi? Zamanlamasını nasıl değerlendirmeliyiz?

Filozoflar “zamanın ruhu” kavramını çok tartışmış… Diyalektiğin yasasıdır, nicel birikimle nitel değişimler gerçekleşir. Demek ki, biriken sosyal enerji tam şimdi patlamanın eşiğine geldi. Bence en önemli faktör, yeni nesiller. Babalarının yaşadığı korkulara tanık olmayan, bu nedenle Hz. Musa gibi, firavun düzenlerinden korkmayan ve korku duvarının aşılabileceğini gösterecek basit ama tarihsel adımlar atabilen gençler, bu patlamaların asıl kahramanlarıdır. Zamanın ruhu herhalde yeni Musaların kalbiyle birlikte attığı için, şimdi isyan olabildi…Uzun vadede ABD ve Avrupa halklarının gençliğine de el atıp, oradaki Musa’ları da kendi firavunlarına karşı ayaklandırmanın yollarını bulmalıyız..küresel kapitalist-emperyalist sistem, ancak o zaman çökecektir. Zamanın ruhu, işte o vakit insanlığın ruhu olacaktır.İnsanlığın ruhu, Allahın ruhudur. Çünkü iblis insana güvenmemiş ama Allah güvenmiş ve emaneti vermiştir. Bu emanete sahip çıkmanın tam zamanıdır. Zira şeytanlar yine hadlerini çok aşıp insana tahakkümde şımarıklık ve pervasızlık boyutunda mesafe aldılar. Batılı halkların vicdanını, insanlık damarını uyandırmak, en önemli fikri çabamız olmalı…Ey insanlar, demeliyiz; “21. yüzyıla yemin olsun ki, hüsrana doğru gidiyorsunuz..bu kadar tefeci, bu kadar banka, AVM, kredi kartı, bu kadar ahlaksızlık, bu kadar zulüm ve haksızlık…artık yeter. kendinize gelin, bu dünya, bu hayat şekli insana yakışmıyor. İnsanı insanlığından çıkartıyor. Bu alçak dünyayı hak etmiyoruz. Bunu değiştirmek elimizde ve hep birlikte başka bir dünya kurabiliriz.” İnsanlığa mesajımız işte budur. Küresel barbarlığa karşı küresel insanlık devrimi…Lailahe illalah’ın 21. yüzyıldaki tefsiri bu olmalı…Ortadoğu devrimleri Allah göstermesin, şeytanların müdahalesiyle şimdilik başarısız kalsa bile, bu evrensel devrim çağrımız sürmeli…

-Ekmek ve özgürlük talebinin öne çıktığı bu ayaklanmalar bir isyan mı devrim mi ya da neye tekabül ediyor?

Bu hareketler 20. yüzyılın veya III. Enternasyonal sonrası görülen klasik devrimci kitle hareketlerine benzemiyor. Ortak bir lideri, ideolojisi, örgütü yok… Kahramanı yok… Kelimeyi sevmem ama, post-modern bir durumla karşı karşıyayız. Tunus ve Mısır, tam bir sivil itaatsizlik devrimi gibiydi. Ama Libya, Suriye, Yemen gecikmiş feodal hesaplaşmaların ve stratejik bölgesel dinamiklerin de rol aldığı daha farklı bir süreç izliyor. Buralarda belki iç savaş ve parçalanma tehdidi ile daha zor ama daha köklü devrimler olacak. Sorun şu ki, devrilen belli ama deviren nedir, gelen nedir? sorusu belirsiz. Muhtemelen bu değişimlerin adı sonra konulacak…talepler meşru, haklı ve evrensel değerleri içeriyor, dolayısı ile isyanların taleplerine uygun değişimler gerçekleşince tarihe büyük Ortadoğu devrimleri olarak yazılacaktır.

-Bu hareketler Ortadoğu’yu nasıl şekillendirecek?

Bir çok analist, Büyük Ortadoğu Projesi’nden bahsediyor. Bence ortada bir proje yok. Veya her emperyalistin başka bir projesi var. Bu çok ta önemli değil… Bence gavurun niyetini bir kenara bırakıp, Türkiye önderliğinde büyük bir emperyal entegrasyon tasarlamamız gerekiyor. İşte ona proje diyebiliriz. Büyük Avrasya veya Birleşik Milletler Birliği ya da Adalet birliği diyebiliriz mesela…

Gavurun ortaya attığı her kavramı çok matah bir şeymiş ve de onlar haşa tanrıymış gibi tartışıp durmak yerine, kendi insanlık idealimizi, bölgesel ve küresel projelerimizi isimlendirip tartışmalıyız. Evrensel hukukla Osmanlı millet sistemini mezceden yeni bir formülle bütün insanlığa, özellikle de ortak tarihi ve coğrafi tecrübesi olan bölgemiz halklarına yeni bir dünya kurmayı teklif etmeliyiz.

Adalet, hürriyet ve hukukun üstünlüğü, tek ortak şiar olmalı. Müslümanlar, Hıristiyanlar, Siyonist olmayan Yahudiler, ladiniler, Agnostikler velhasıl her inanç ve meşrepten topluluğun içinde yer alabileceği bir büyük şemsiye açmalıyız. Bu son hareketlerin, böyle bir proje için büyük bir fırsat oluşturduğunu düşünüyorum. Bunun dışında gavur projeler umurumda bile değil… Halklarımızın da umurunda olduğunu sanmıyorum… Önemli olan bizim ne istediğimiz ve ne istemediğimizdir. Beyinlerimizi buna yoralım…

Kendimize ve halklarımıza güvenelim. Bu, Allaha güvenmek demektir… Emperyalistler, büyük güçler, şu, bu… ne yapmaya çalıştıklarını elbette takip edelim, bilelim… Ama tarihi şeytanlar değil, insanlar yapar, şeytanlar sadece bozar…

-“İktidarlar İslamcıların eline geçerse” korkusu paranoya mıdır yoksa sahici bir korku mudur? Ortadoğu İslamcıların eline geçerse, sonuç ne olur?

Bu Haçlı korkusudur. Mümkün olsa da bu korkuyu derinleştirsek… Daha da artırsak… Tabii ki bütün iktidar bu toprakların asıl sahiplerinin olacak. Onlar İslamcı, Fundamentalist, Şeriatçı türünden öcü kavramlarıyla insanlığı ve aslında kendilerini korkutadursun, bir gün hepsi saygıyla veya korkuyla, halklarımızın ve kuracağımız adil ve özgür düzenlerin önünde eğilecek, çocuklarımızın ayaklarını öpecek.

Bizim ülkelerimizdeki Haçlı tohumu bazı unsurların da aynı korkuyla refleks verdiğini bilerek tekrar ediyorum; bizden korkanlar, Müslümanlardan korkanlar, işiniz çok zor, zira artık hep korkularınızla yaşayacaksınız. Çünkü artık sadece Müslümanlar iktidar olacak. Biz de hep tekrar edeceğiz, İslam’dan korkan insan değildir.

Çünkü, insanlığın İslam’dan daha evrensel, daha özgürlükçü, daha medeni ve daha insani başka bir kurtuluş yolu yoktur! Varsa çıkarsınlar da görelim… Gördüklerimiz ise, yani son 300 yıldır berbat ettikleri bu dünyaysa önerdikleri, biz bu alçak ve zalim dünyalarını istemiyoruz. Her şeylerini, bütün kavramlarını, modellerini, sistemlerini, ideolojilerini alıp defolup gitsinler… topraklarımızdan da, İnsanlıktan da ellerini çeksinler… Onlardan öğrenecek hiçbir şeyimiz yok!.. İç hesaplaşmalarını gidip evlerinde halletsinler. Halklarımızı rahat bıraksınlar. Gölge etmesinler bize… Bizden korkmaya da devam etsinler! Çünkü er veya geç oralara da gideceğiz. Endülüs’ün, Osmanlı’nın yarım bıraktığı işi tamamlayacağız.

-Halk isyanlarında Türkiye’nin uyguladığı politika doğru mu?

Türkiye, bölge halklarının çıkarına olacak her gelişmeyi desteklemeli. Tek ölçümüz, halkların özgürleşmesi… Bunu sağlayacak her adım doğrudur ki, bu olaylarda önemli ölçüde doğru bir siyaset izlenmiştir. Ama resmi bağların, yani eski rejimden kalma küresel mükellefiyetlerin sıkıntı yarattığı durumlarda olmuştur. Ama bizler halk olarak artık devleti ve hükümeti bütün bölge halkları lehine daha kararlı, daha cesur ve daha müdahaleci olmaya zorlamalıyız. Özellikle silahlı kuvvetleri hükümetin bu siyasetinin arkasında koruyucu bir güç olmaya teşvik etmeliyiz. Mavi Marmara katliamı sonrası ordu susmasaydı, İsrail çetesi çoktan dağılmıştı. Aynısı Afganistan, Irak ve Lübnan için de geçerli, Balkanlar içinde…

Türkiye, güvenlik, refah ve idealizm temelinde bölgesel entegrasyonunu tamamlayabilir. Bu da aydınlar, Ordu ve milli sermayenin ortak bir hedefte toplanmasıyla mümkündür. Bu süreç, Türkiye’nin ordusunun, aydınlarının ve orta sınıflarının da değişmesini sağlayacak bir doğrultuda yönetilmeli. Zira artık dış politika, iç politikadır. Bu bağlamda, bütün muhalefet partileri dahil, siyaset, sivil toplum, iş dünyası, aydınlar ve ordunun ortak bir idealde toparlanması için, bölgemizdeki gelişmeleri kullanmalıyız.

Bundan sonra iç çelişkilerimiz, sadece emperyal vizyon tariflerimiz temelinde söz konusu olmalı. Yeni düzenimiz için önce Batıya mı yoksa doğuya mı yönelmeliyiz? Bölgemizde Entegrasyon mu, konfederasyon mu, birlik mi kurmalıyız? Bölge halklarıyla eşit vatandaşlık mı, Millet sistemi ile mi bir arada yaşamalıyız? Askeri endüstriyel temelde mi, tarımsal ticari temelde mi ortak pazar oluşturmalıyız? Avrupa ve Amerika’nın iç savaşını mı, dini ve sosyal dönüşümünü mü desteklemeliyiz? Latin Amerika, Çin, Hindistan politikamız ne olmalı? Rusya parçalanmalı mı, kontrol altındaki bir partnere mi dönüştürülmeli? Şiilik ve Sünniliği nasıl entegre ederiz, vb. vb.

İç siyaset artık bu ve benzeri sorulara verilecek cevaplar ekseninde şekillenmeli. Bu doğrultuda partiler olmalı. Velhasıl, Türkiye’nin yürüttüğü doğru politikaların bu şekilde bir devamı da olmalı. Bizlere düşen iktidarları sürekli buna zorlamaktır.

-“Model Türkiye” tartışması var; bunun gerçekliği var mı?

Türkiye, iç değişimini kansız gerçekleştiren, halkı sürece demokrasi içinde katabilen; tarihsel ve İslami kökleriyle doğal bir süreçte barışan bir değişim modelidir. Tabii ki bunu ihraç etmelidir.

Bütün bölge halkları, sadece Arap kardeşlerimiz değil, Balkan halkları, Orta Asya, hatta Latin Amerika bile Türkiye’yi ilgiyle izliyor, imreniyor, özeniyor, seviyor. Bunda en önemli sebep, insanlığa meydan okuyan Siyonist çeteye bir küçük “van münit” demiş olmaktır. Bütün sihir işte bu söz ve duruşta gizlidir.

Davos’tan önce de sonra da gezdiğimiz onlarca ülkede bizzat bu değişimi, Türkiye’ye olan bakış açısındaki müthiş farkı gözlemlemiş biri olarak söylüyorum; kim ne masal anlatıyorsa anlatsın, bu olay bize şunu gösteriyor: İnsanlık mert, doğru, adil ve cesur bir ses arıyor. Bu sesi kimden duyarsa ona kulak kabartıyor. Onun her şeyini sevmeye başlıyor. İster Yunanistan, ister Makedonya, ister Sırbistan, ister Suriye, Mısır, Libya olsun, hepsinde gözümüzle gördüğümüz temel saik işte bu idi.

Demek ki, Türkiye’nin tek reel gücü Müslüman ve Osmanlı damarından beslenen adalet ve hürriyetin sesi olmak! Ekonomik, askeri ve siyasi güç, bu duruşun meyvesi olarak gelecektir. Bu nedenle, yaşanan değişim, iktidar partisinden, devletten, bir ideolojiden bağımsız olarak, hepimize, bütün millete ait bir tarihsel silkiniştir. Ve böyle de devam etmelidir. Gerçekten bu sürecin herkesin siyasi kimliğinden bağımsız olarak sahiplenebileceği bir zeminde ilerlemesi için uğraşılmalıdır.

Türkiye modeli, zalimlere kafa tutabilen, mazlumların yanında yer alabilen, modern, Müslüman, demokratik ve büyük bir ülke demektir! Bundan sonra, demokrasinin de aşil topuğu bu zemindir. Yani artık hükümetler, bu modele hizmet ettikçe halkın desteğini alır, aykırı düşerse alaşağı edilir…

-Amerika ve Batı Dünyası mı ayaklanmaları yönlendiriyor yoksa bu güçler hazırlıksız mı yakalandı?

Ben prensip olarak hiçbir şeyi şeytanların yönlendirdiğine inanmam. Kötülük sadece bizim zaaflarımızdır. ABD, Yahudilik, Batı… Bunlar insanlığın zaaflarından beslenen kanser hücreleridir. Tek başlarına hiçbir şeydirler. Ama bizim zaaflarımız, tamahkarlıklarımız, dünya malına düşkünlüğümüz, bencilliğimiz, kontrolsüz ihtiraslarımız, zalim ve sefil yanımız, bu pespaye barbar güçlerin insanlığa musallat olmasına sebep olmaktadır.

Onların parası, silahları, teknolojisi, fikirleri, neleri varsa, dikkat edin, aslında onlara ait değildir, onların icadı değildir, onların malı değildir. Hepsi insanlığa aittir, “biz”e aittir. Kapitalist sistem, bizim zaaflarımız sayesinde ayakta durmaktadır. Onlara ait tek şey, şeytani kurnazlıktır, kendilerine ait olmayanı kendilerininmiş gibi kullanabilmektir. Bu olayları elbette ki yönlendirmeye çalışıyorlar. Belki de bizzat onlar organize ediyor. Bence hiç önemli değil, Allah bazen şeytanlar eliyle de insanlığa yardım eder.

Ölçümüz basittir: Kendine ve halklara güven. Halkların önünü açan her rüzgar iyidir. Bu manada halklarımızı Batı destekli zalim diktatörlüklerden kurtaran her operasyon ilahi müdahaledir. Bundan sonra da daha özgür ve adil düzenler kurmaları için çaba göstermemiz gerekir. Ama bu çabayı göstermeyip yeniden Batıcı düzenlerin kurulmasını seyredersek, bu batının gücünü değil, bizim zaafımızın düzeyini gösterir. Hepsi bu.

-Değişen dengede İsrail’in konumu ne olur?

İsrail diye bir devlet yoktur!.. Dolayısı ile bir konumu da yoktur. II. Dünya savaşından sonra Anglosakson gücün Arapları ve petrolü kontrol etmek için Rusya’yla beraber uydurduğu İsrail isimli bu zalim formül, artık reel politik açıdan da geçersizdir. Oradaki çocuk katillerinin aşırılıkları, muhtemelen İsrail yok edildikten sonra da bölgedeki denklemde yer alabilmenin pazarlığı içindir. Ama halklarımız buna da asla müsaade etmeyecektir. Siyonistler, işledikleri suçların hesabını teker teker verecektir!..

Önümüzdeki 10 yıla kadar İsrail isimli bir sözüm ona devletin kalmaması için uğraşmamız lazım. Bölgemizde bu habis urun sökülüp atılması gerekir. Batı ajanı Siyonistler sevdikleri Batı ülkelerine göç etmeliler. Geri kalanlar ise bölge halklarının kuracağı büyük entegrasyona uyum sağlasın. Bunun dışında hiçbir formüle razı olunmamalıdır.

-I. Dünya Savaşı’ndan sonra şekillenen haritaların yeniden çizilme durumu söz konusu olabilir mi?

Batının değişmez planı, kendisini bütünleştirirken, kendi dışındaki dünyayı sürekli bölmek, parçalamaktır. İslam dünyasını da haçlı alışkanlığıyla mezhebi ve etnik bölünmelerle kontrol etmek istemektedir. Bu çerçevede tabii ki Pakistan’dan Fas’a kadar Şii-Sünni farklılığını, bazı etnik sorunları sürekli kışkırtarak ülkeleri bölme tehdidiyle oyun çevirmektedirler. Bu son gelişmelerde de elbette kafalarında yeni haritalar vardır. Ama işler öyle yeni harita yapıp ülkeleri bölünme korkusuyla yönetmeye çalışmakla yürümüyor. Mesela benimde kafamda ABD’yi 30 ülkeye, İngiltere’yi 12 ülkeye, Fransa’yı 7, Rusya’yı 5 ülkeye bölecek haritalar var. Bu işler öyle kafadan planlar yapmakla olmuyor. Halklar, neyi istiyor ve hak ediyorsa o olur. Bu manada haritanın emperyalistler tarafından yeniden çizilmesine müsaade edilmemelidir. Aksine, haritadaki bütün sonradan eklenmiş çizgiler kaldırılmalıdır. Bizim haritamız, İspanya’dan, Çin’e kadar olan bütün coğrafyadır ve burada hiçbir başka güç istemiyoruz! Elbette ki gavurun aklında yeni böl-yönet politikaları, yeni etnik-mezhebi çatışmalar, yeni ajan devletçikler bulunmaktadır… Bölgedeki bütün devletleri daha küçük birimlere bölüp bir biriyle sürekli çatışan Afrika kabile düzenine çevirmek istemektedirler. Hiçbirine müsaade etmemeliyiz. Bütün ayrılıkçı, mezhepçi ve hizipçi akımlara prensip olarak karşı çıkmalıyız. Aslında unutulmamalıdır ki, bölgemizde Osmanlı sonrası var olan bütün devletler gayrı meşrudur ve bunlar, hepsini ifade eden tek bir büyük şemsiye yapı kurulana kadar, idare edeceğimiz geçici yapılardır. Biz bunları dahi hazmedememişken yeni hiçbir bölünmüş devletçiği kabul etmemeliyiz.

Aksine her durum ve şartta, her bölgede daima bütünleşme, birleşme, entegrasyon ve birlikleri savunmalıyız. Balkan Birliği, Asya Birliği, Afrika Birliği, Kafkas Birliği, Hindistan Birliği, Ortadoğu Birliği gibi… Ve hepsinin kalpgahı “payitaht”, yani Türkiye’dir… İşte bunu sağlayacak her gelişme iyidir; bunu bozacak her akım, fikir ve gelişme kötüdür. Ölçümüz bu olmalıdır ve Batılı güçleri de buna göre değerlendirmeliyiz. Bizim gerçek ülkemizin kurulmasına hizmet edecek bir politika güdüyorlarsa işbirliği yapabiliriz, aksi ise resmi olarak müttefikimiz olsalar bile karşı durmalıyız. Dünyaya, bölgeye ve dış siyasetimize bakışımızın özü bu olmalıdır.

Tarihi; bir hayali, ideali ve hedefi olan “maceracı ruhlar” yapar, realistler sürdürür. Bu özelliğiniz yoksa, boş konuşuyorsunuz, boş işler içindesiniz demektir. Allah, boş şeylerden yüz çevirin diyor. Kendi kaderinizi elinize alın, nefislerinizi değiştirin, o zaman bende sizinleyim, diyor. Bugün olaylara, gelişmelere bakıpta sürekli dış güçleri abartan, komplocu, tuhaf yargılarla ama fiilen seyirci olarak değerlendirenler, boş işler içindedir. Aslolan süreci doğru okuyup aktif destek vermek, devrimleri desteklemek, hem Türkiye hem de kardeş ülkelerdeki değişimi sonuna kadar gitmesini sağlanmasına katkıda bulunmaktır. 20. yüzyıldan kalma batıcı-pozitivist-totaliter bütün rejimlerin yıkılması, Kemalizm, Baasçılık, Ulusalcı faşizm gibi zehirli ideolojilerin personeliyle birlikte tasfiyesi ve halkların önünü açan yeni düzenlerin kurulması, bu sürecin en temel dinamiğidir.

Geleceği kuracak olan irade, işte bu sürecin içinden ve bu dinamiklerden çıkacaktır.

*Kaynak: Özgün İrade dergisi, Mayıs-2011
[/i]

İbrahim Karagül
Masal bitti: 'Hasta adam'lar çoğalıyor!
20 Nisan 2011



Kredi derecelendirme kuruluşu Standard&Poors, ABD'nin kredi notunu durağandan negatife çevirdi.

Dünyanın ekonomik devi, beyni, 2009 kriziyle sarsılan gücünün duraklama dönemine girdiğini, artık güvenilir bir ekonomi olmadığını, giderek içe kapanmak zorunda olduğunu, süper güç masalının sonuna gelindiğini az çok biliyorduk.

Ama artık bu masalın bittiğini söyleyebiliriz. Siyasi, askeri, teknolojik ve ekonomik açıdan "gücüne erişilemez" dev, çaresizlik içinde kıvranırken, deprem Avrupa'yı da sarsmaya başlarken bizler tarihsel bir kırılma yaşandığına, güç kaymalarının zorunlu olduğuna, küresel güç dengesinin değişeceğine dair tartışmaları Türkiye'ye taşımaya çalışıyorduk.

Öyle de oldu... Önce ABD'yi vuran deprem sonra Avrupa'yı dağıttı. Avrupa Birliği projeleri, süper Avrupa fikri zayıfladı. AB ülkeleri, "herkes başının çaresine baksın" diyerek birlik ruhunu hızla terketti. Son on yılda, bütün birikimlerini, değerlerini hızlı bir şekilde terk ettiği gibi... Çaresizlik, çözümsüzlük derinleşti. Güçlü ekonomileri, bırakın diğer üyeleri kurtarmayı, kendilerini kurtarma telaşına düştü. Birlik düşüncesi, jeopolitik hedef olmaktan çıkıp kültürel, içe kapanmacı, diğerlerini düşman bilen bencil bir boyut aldı.

Bugün Yunanistan, İspanya ve İrlanda'yı batıran, İspanyayı batırmak üzere olan, İngiltere'yi "Avrupa'nın hasta adamı" haline dönüştüren kriz, kısa süre sonra bütün kıtada sosyal patlamalara, aşırı sağın yükselişine hatta yeni bir ırkçılık dalgasına kadar uzanacak bir tehdit haline geldi. Artık Avrupa'nın, kendini düşünmekten dünya ile ilgilenecek mecali kalmadı. Yakın gelecekte bir çıkış yolu da görünmüyor.

ABD de aynı durumda. Artık sermaye de vizyon da bu ülkelerden kaçıyor. Başka adreslere, iklimlere yöneliyor. ABD'nin kredi notunun negatife çevrilmesi, aslında gecikmiş bir tespit. 2009'da bu yapılmalıydı ve gerçek de buydu. İki kıta da durgunluktan gerilemeye doğru hızla güç kaybediyor. Bu aşamada neler olur?

İşte burası önemli. Bırakalım küresel vizyonları, dünyaya öncülük etmeyi, bu ülkeler dünya için dehşet bir tehdide dönüşebilir. Çaresizlik, yeryüzünün kaynakları üzerinde hiç görülmemiş talana, kavgaya, savaşlara neden olabilir. Kaynak ve gıda savaşları insanlık tarihinin en hazin sayfalarını aralayabilir.

Bunlar kimseye şaşırtıcı gelmesin. Büyük savaşlara, buhranlara bakın. Hepsi benzer gerekçelerle başlamadı mı? İnsan ırkının yaşadığı en büyük trajediler açgözlülükle başlamadı mı?

Kuzey Afrika'dan Orta ve Doğu Asya'ya uzanan kuşakta başlayan, genişleyerek büyümesi beklenen değişim ve arayışta bu çaresizliğin etkileri çok fazla. Bu ülkeleri varolan ekonomik sisteme entegre etmek ve kaynaklarını denetim altına almak büyük krizden çıkış arayanların hedeflerinden biri. Mesela Libya'nın tam bağımsız merkez bankası gibi. Direnişçilerin yaptıkları ilk iş Bingazi'de bir Merkez bankası kurmak oldu. Size de tuhaf gelmiyor mu?

ABD'nin krizi öncelikli güvenlik tehdidi ilan etmesi aslında bütün bu açıklamaları içeriyor. İlk kez böyle bir şey oldu. Ne İslamcı tehdit, ne Çin ne Batı medeniyetine yönelen tehditler. Onlar için tek tehdit algılaması vardı o da kriz.

16 istihbarat kuruluşundan oluşan ABD Ulusal İstihbaratı, bu tehdidi şöyle açıklamıştı: "Zaman en büyük düşmanımız. Krizden çıkış ne kadar uzun sürerse, ABD'nin stratejik çıkarlarına zarar verme gücü o kadar yüksek olacaktır. Kriz dünyanın dörtte birinde istikrarsızlığa yol açacaktır. Mevcut rejimi tehdit eden risk faktörleri artmaktadır. Çöküşten kurtulamayan ülkeler yıkıcı korumacılığa yönelebilirler..." ABD için kriz artık bir rejim meselesidir...

Uzun zamandır krizin siyasal, toplumsal sonuçlarına, dünya genelinde yol açacağı jeopolitik güç kaymalarına hatta harita değişiklikleri ihtimaline dikkat çekiyoruz. Küresel hal alsa da, krizin nihayetinde en büyük zararı merkez ülkelere vereceğini, bu ülkelerin güçlerinde ve etkinliklerinde ciddi daralma yaşanacağını, özellikle Amerika'nın küresel liderlik rolünde ciddi gerileme söz konusu olacağını, bugünkü ekonomik sistemin açıklarını kapatmakla krizin sona erdirilemeyeceğini, İkinci Dünya Savaşı sonrası sistemin çöktüğünü, yeni güç dengelerinin oluşacağını, bu değişimin çok ciddi bölgesel çatışmalara yol açacağını, kaynak ve ticaret savaşları döneminin başlayacağını ısrarla vurguladık. Hala aynı kanaatteyiz. Yeni güçlerin, aktörlerin tarih sahnesine çıkacağına inanıyoruz.

"Krizin üstesinden gelindi" iyimserliklerine hiçbir zaman inanmadım. İyimserlik pazarlanıyor, psikolojik bir operasyon yürütülüyor sadece. Şimdiye kadar çözüm yolunda hiçbir esaslı adım atılmadı. Sadece ürkütücü sonu biraz erteleyecek tedbirler alındı. Trilyon dolarlar merkez bankalarından piyasaya akıtıldı. Sonuç? Hiçbir şey...

Para akıtılan yerler, mekanizmalar zaten krizin sorumlusuydu. Vergiler aynı yerlere gidiyordu. Bunun sosyal sonuçları üzerinde de duruldu. ABD ve bazı Avrupa ülkeleri olağanüstü hal yasalarını revize ettiler. Ürkütücü düzenlemeler içeren bu hazırlıklar aslında onları nasıl bir gelecek korkusunun sardığına da işaret ediyordu.

Krizin jeopolitik çözülmelere yol açacağına yönelik inancımız giderek güç kazanıyor. Bu çözülme, sadece Ortadoğu coğrafyasında olmayacak. Arap Baharı'nın mimarları gibi görünenlerin çok yakında Avrupa başkentlerinde aynı öfkeyle yüzleşeceklerini şimdiden söyleyelim.

Kahire'de, Şam'da, San'a da sokakları saran ateş, yarın Paris'te, Londra'da, Marsilya'da, ABD kentlerinde de görülecek. Asıl rejim değişikliği o zaman olacak...

Yeni Şafak

Ayşe Doğu
Çekin kanlı ellerinizi topraklarımızdan ve kapatmayın göğümüzü..
23 Mart 2011



Yeni bir dille beraber inşa edilecek ‘yeni dünya’..

Artık bırakalım katile katil dememe inceliğini, naifliğini.. Yeni bir dil gerek bize artık kötüye kötü, iyiye iyi diyebileceğimiz.. kaypak olmayan bir dil.. korkak olmayan, üstünü örtmeyen çirkefliklerin ve koruyup kollamayan haini ve gözü dönmüşü.. Yeni bir dil, çocukları yanlışlıkla öldürmeyen ve taş kalpli olmayan bir dil gerek bize ve bütün dünyaya.. Sözün ve dilin haysiyeti iade edilmeli yeniden ve acilen.. Hatta bu dil ‘meli’, ‘malı’ dememeli.. yapalım hemen demeli, yapmalıyız derhal demeli..

Neyin koalisyonu bu?

Neymiş bu koalisyon? Var mı bunun hukuki bir dayanağı.. Bunlar ev basan, yol kesen eşkıya değil de nedir? Var mı bu çetenin insani bir açıklaması.. Ne işiniz var sizin, mülkünüz olmayan bir yerde (bir vatanda), tapusu sizin olmayan bir evde.. Kim çağırdı sizi oraya?.. Nedir sizin bu petrol ve doğalgaz manyaklığınız.. Neden sizde olmayan şeylere sahip olanlara karşı bu husumetiniz, nedir bu kıskançlık? İş bu davranışların derininde ya da daha doğru bir ifadeyle yüzeyindeki freudyen güdüler nelerdir? İlim ve bilim adamlarının genetik biliminin sırlarını keşfetmeyi bırakıp, bunlar üzerine bilimsel deney ve araştırmalar yapması dünya için, dünyanın selameti için daha elzemdir. Biz ( biz derken biz doğulular, biz Afrikalılar, biz Ortadoğulular, biz Osmanlı torunları) kendi tiranlarımızla nasıl baş edeceğimizi biliriz. Onları tarihin çöplüklerine nasıl gömeceğimizi.. Musalar ve Firavunlar yabancı değiller bize..

Ne zaman akıllanacak bu Avrupa?

Söyler misiniz Belçika’nın ne işi var Libya’da?.. Ne çıkarı var demek daha doğru aslında.. Almanya üslerini ABD’ye açarak destek verdi.. Niçin; çıkar için tabi.. 1. Dünya Savaşı sendromu yine nüksetti Avrupa’nın ama bu sefer aynı argümanlar geçerli değil, hele bir uzatın bakalım Libya saldırılarınıi nasıl karışacak Avrupa’nın kendi evi.. Binlerce göçmen var ve milyonlarca halinden şikayetçi insan yaşıyor Avrupa’da-..Daha dün; Irak’ta da aynı tiyatro sergilenmedi mi, seyircisiz? Bu ‘saldırgan koalisyon’u sadece çıkarla ifade etmek ve bilimsel terimlerle süslemek hata olur. Çünkü dünyada girilmeyen ülke, mal satılmayan bölge yok. Bu anlamda gerçekten dünya global artık.. Çıkar, dünyaya barış getirmek, demokrasi havariliği gibi kelime ve kavramların ardına sığınarak açıklamak bu koalisyonu çok basite indirgeme ve zihinleri bulandırma olur zannımca.. Delilik en hafif tabir bence bunlar için.. Ve dünyada aklı başında herkesin birinci görevi bunu tescil ve teşhir etmek olmalı ve ellerini kırmak, bir daha silahlarını doğrultamayacak kadar! Belki de sizinle yeterince mücadele etmediğimiz için kanser bu kadar yaygın! Sizi ancak ‘dervişin zikriyle’ ve ‘aç tavuk kendini buğday ambarında’ deyimleri en güzel ifade eder. Kim alıştırdı sizi terlemeden kazanmaya, paylaşmadan kapkaça, kim müsebbibi bunun? Anneleriniz mi yoksa fikir babalarınız mı böyle eğitti.. Gidin, işgal edin Filistin topraklarını, sürün asıl sahiplerini yurdundan, ben yaptım oldu; olur mu, olmaz tabi! O Akdeniz’in tuzlu sularını yutacaksınız ki aklınız başınıza gelsin!.. Kirasını ödemeden başkasının evine yerleşemeyeceğinizi, izin almadan bahçesine bağına giremeyeceğinizi, hele hele karşı tarafın rızasını almadan kimseyi birlikte yaşamaya ikna edemeyeceğinizi, güçsüz diye, kendini savunamıyor diye kimsenin kimseyi inanmadığı, kabul etmediği bir şeye zorlayamayacağını öğreneceksiniz, gerekirse kafanıza vura vura ya da kafanızı duvarlara vura vura!.. Bu dünya halklarından özür dilemek için gereken adımları atmadan kendinizi aklayamayacağınızı, uluslararası toplumda ciddiye alınmayacağınızı öğreneceksiniz! Afrika’daki halkların bile size acaba’larla yaklaşacağını ve sizinle herhangi bir ilişkiye girerken, ekonomik, sosyal hatta gezi amaçlı bile olsa sizden kefil isteneceğini aklınızdan çıkarmayın.. Erken davranan mı, laf kalabalığı yapan mı, abra kadabra diyen mi, ülkelere, şirketlere ve insanlara şantaj yapan mı rüşvet teklif edenler mi, halkını kandırıp tağut’la iş tutan mı kazanırmış; yoksa özü sözü doğru olanlar mı yoksa haklı ama dilsiz olanlar mı, denize itilip sonra yılana sarılanlar mı, Allahın kılıcı, kelimesi , gölgesi ve ruhundan üflediklerinden olmaya çalışanlar mı göreceksiniz!

Kendi altınızı oyuyorsunuz!?

Bush’u ve farklıyım diye gelerek İsrail ve İngiliz çetesine teslim olan Obama’yı cezalandıracak elbet boş ve inanmadıkları bir gelecek ülküsüyle kandırdıkları için, ABD halkı .. AB ülkeleri de alaşağı edecek; ahlaksız Berlüsconi’yi ve çapulcu Sarkozy’yi.. Yoksa sonları 2. Dünya Savaşında ölen ve yerinden olan 1 milyon Avrupalıyla aynı kaderi paylaşacak!

Bosna kasabı Miloşeviç’i sallandıramadılar, besliyorlara ma kimyasal silahları eline verdikleri Saddam asıldı niyeyse.. ABD’nin maşası korsan İsrail için caydırıcı bir yaptırım çıktığını göremezken Libya’ya bir günde saldırı kararı alınabiliyor.. Gözlerimiz yaşarıyor bu ‘tarafsız’ ve ‘ilkeli’ tutumlarınıza..

Vatandaşlarınızın boğazını her geçen gün biraz daha sıkarken (emeklilik yasası) meşruiyetsiz iktidarlarınız; hırsızlıkla, namluların gölgesinde güçlendirmeye çalışırken Saddam gibi Kaddafi gibi uşaklarınızı –zaten onlar sizin sadık uşaklarınız değil mi, siz ellerine verip uzun namluları memur etmediniz mi onları, musallat etmediniz mi halklarımıza, ağzımızdaki lokmaları -sizin için- alsınlar diye görevlendirmediniz mi? - bahane edip sırtlan yüzlerinizi göstermekten vazgeçin artık komik duruma düşersiniz! Onların el koyduğunuz servetleri hatta, bizim halklarımızın öz ve helal servetimizdir..

Korkuyorsunuz halklarınızdan, iki yüz yıldır tabi tutuldukları herkese malum kişilik ezici yöntemlerinizden ve kurallarınızdan, cezalarınızdan ve el altından sopa göstermelerinizden bıktı ve onlar da bir çıkış yolu arıyor çünkü.. Korkuyorsunuz onların da ayaklanmasından ve emperyal hırslarınızdan hesap sormasından.. Tarihte defalarca denediniz haçlı zihniyetini ama akıllanmadınız: bizden önce İstanbul’un bütün kiliselerini, manastırlarını söküp götürdünüz. Ne gözünüz doydu ne de akıllandınız! göçmenler, fakirler ve kaybedenlerden yana tiksinti ve horlamalarınızdan, insanlığı para hesabına tahvil etmenizden ve taşeron firmalarla kölelik sistemini devam ettirmenizden ve vatandaşlarınızın işlerini kaybetme endişelerinden, hafta boyu bir makine gibi çalışıp hafta sonları sızıncaya kadar içerek gün doldurmanın yaşamak olmadığını, kaygıyla sahip olunan hiçbir şeyin zenginlik olmadığını anlayacaklar ve yakanıza yapışacaklar diye, işgaller için ve iktidar için yalanlar uydurmanızın hesabını soracaklar diye korkuyor ve izansızca saldırıyorsunuz, düzmece ithamlar uyduruyorsunuz ve vicdanlarda asla aklanamıyorsunuz..

Korsanlığa mı başlasak hesap sormak için korsanlardan!?

Bu mavalları dinleyecek mecal yok bizde.. Bu masalları onaylayacak kadar izanımızı yitirmedik. Kaybetsek de teslim etmeyiz kendimizi göz göre yalana-dolana..Hani nerde kaldı Bush’tan hesap sorma, hani nerde yeni bir döneme giren ABD?.. Kapandı mı Guantanamo hapishanesi, suçlular cezalandırıldı mı, çekildi mi işgalci ABD askerleri Irak’tan ve Afganistan’dan, hani babası müslümandı- Charles gibi- Obama’nın da.. Öyleyse niye Müslümanlara bomba yağdırıyor?.. (Bunları bir temenni gibi değil, suçlama amaçlı söylüyorum) Gazze ve Mavi Marmara baskınından dolayı niye İsrail’den hesap soramıyor BM.. Hani temiz eller, hani hukuk ve adalet, nerede vicdan? Ülkelerin sınırlarına saygı nerede ve yaşama hakkına saygı? Değişen sadece solaryumda karatılmış çakma bir başkan, kara derililerle alay eder gibi ve çapulculara çanak tutan BM..

Yeni bir kurum lazım bize..

Dünyaya, bağımsız çalışan ve ilkeleri olan yeni bir kurum lazım.. Arap Birliği niye varsın ki lağvet kendini.. Kendi topraklarına sahip çıkamayacaksanız, olmasanız halklar için daha iyi, kendini savunurlar layığıyla.. Bari gölge etmeyin, zarar vermeyin insanınıza.. Çok beğeniyorsanız gidin, yerleşin Avrupa’ya da, görün gerçek yüzlerini, sizi ne kadar çok sevdiklerini.

Bu defa intikam sırası bizde..

Asla bırakmayacağız bu davanın peşini.. Sabah akşam öğreteceğiz çocuklarımıza Amentü gibi..Yakında 2. Dünya savaşındaki gibi yemeye başlayacaksınız birbirinizi ve bizler seyredeceğiz.. Nasıl da kanını akıttıklarınızın ah’ı tuttu sizi ve Allah kahr sıfatını gösterdi, diye imanımız perçinlenecek! Allah bizim ellerimizle kahredecek sizi ve çocuklarımızın elleriyle.. İbret olarak okutacağız okullarda çocuklarımıza fos çıkan medeniyet mavallarınızı: Duyarsız olmayın, haksızlıklara, acılara; velev ki binlerce km uzakta olsun, kulak kabartın ve taraf olun; doğrudan taraf olun, temizden ve garipten taraf, diyeceğiz!

Dövüşür, barışır, sarılır, koklaşırız biz, hiç olmazsa kan parası öderiz birinin canına kasd edince.. Yan yana yaşamaya devam ederiz, -en azından- kalu beladan beri süregelen bir hukuka iman etmişizdir –ne kadar önemli bir hukuka bağlı olmak-. Eşkıya değiliz bir bütünün parçasıyızdır her halükarda ve bu bilince eremeyenleri dışlarız, adam yerine koymayız gerçekte. Yoldan çıksak, hata yapsak bile, biliriz bu gelenektir bizi toprağa koyacak -aynı kadim ritüellerle-..

Bunca zayiatın ve yıkımın faturasını kim ödeyecek?

Ülkelerinizi bağışlasanız yetmez öyleyse sizi seçenler ve sessiz kalanlar ödeyecek bunun faturasını; çocuklarınız ve torunlarınız ödeyecek. Adım atarken topraklarımıza, didik didik aranacaklar ve sakıncalı damgası yiyecekler sizin saldırganlıklarınızdan dolayı çünkü sütle ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer diye bir deyiş var buralarda.. Kudüs duvarlarında eskiden ‘köpekler ve Yahudi giremez’ yazarmış, gerçekten feraset bu işte!

Dönün çöplüklerinize..

Çıkın, gidin topraklarımızdan, kendi çöplüklerinizden yükselen kötü kokuları giderin önce.. Onurlu muhalefetlere imkan tanıyın.. Tanıyın da onurlu yöneticiler çıksın içinizden. Komşu hakkını öğrenin, İncil’den Tevrat’tan ve Kuran’dan. İsterseniz gelin Doğu’dan öğrenin binlerce yıllık gelenekten, binlerce yıldır yan yana yaşayan halklardan.. Çekin kanlı ellerinizi topraklarımızdan, pazar yerlerinde, düğünlerde patlattığınız bombalarınızı da alın, sorry’lerinizi de; defolun gidin topraklarımızdan.. Batı halkları, bedelini ödeyecek yöneticilerinin ortak olduğu insanlık suçlarının?.. (Bakınız: 2. Dünya Savaşı) Bunun muhasebesini yapın borsadan , AB’den önce.. Siz kimi sallandıracaksınız bakalım; Bush’u mu, Obama’yı mı, yoksa Sarkozy’i mi?

Kaynak: Haber10

Cumhurbaşkanlığı Sitesi "Hack"lendi: "Uyandık! Buradayız, güçlüyüz ve kalabalığız. Artık bizi kimse gömemez!"
14.06.2011
Ekonomik alanda sıkıntılı günler yaşayan Yunanistan'da, Cumhurbaşkanlığı'nın resmi internet sitesi hackerların saldırısına uğradı.



Yunanistan’da, cumhurbaşkanlığı resmi internet sitesi, "bıkkın ve öfkeli" hackerler tarafından "hack"lendi.
Yunan medyası, bugün erken saatlerde hackerlerin saldırısına uğrayan cumhurbaşkanlığı sitesinin (www. presidency.gr) kullanılamaz duruma geldiğini duyurdu.

Saldırganların cumhurbaşkanlığı sitesine Atina’da Sintagma Meydanı’ndaki "bıkkın ve öfkeli" vatandaşların görüntülerini içeren bir video yerleştirdiği belirtilen haberlerde, siteye ayrıca "Orestis" imzasıyla "Uyandık! Buradayız, güçlüyüz ve kalabalığız. Artık bizi kimse gömemez, kimse bizden yararlanamaz. Bizim onlara borcumuz yok, onların bize borcu var. Hayallerimizin et ve kemiğe bürünmesini istiyoruz. Yaşamak istiyoruz, özgürce nefes almak istiyoruz, Yunanistan’ın, Yunanlıların olmasını istiyoruz" ifadeleri bulunan bir de metin yerleştirildiği bildirildi.

Cumhurbaşkanlığı sitesinin, hackerlerin yol açtığı arızanın giderilmesi için bir süreliğine kapatıldığı belirtildi. TRT

Ayşe Doğu
Mazlum Suriye halkının işi Anjelina Jolie'ye mi kaldı?
17 Haziran 2011



Sorum şu; bu İslam ve insan aleminin bir temsilcisi, savunucusu olacak mı Türkiye? Yoksa iş tek tek bireylere –bin Ladinlere mi kalacak? Türkiye neden besler ‘dünyanın en güçlü ordusunu’ .

Ahmet Kaya’nın şarkısındaki gibi ben de karışık duygular içindeyim.. Tarifsiz acılar..

Suriye’de ne Tunus ne de Mısır misali bir gelişim seyri yaşanmıyor. Hatta Yemen’dekinden de farklı bir seyir izliyor demokrasi talepleri ile Esad yönetiminin buna verdiği karşılık. Suriye'de şu anda halkın özgürlük talepleri akıl almaz işkence ve silahlı ve askeri yöntemlerle bastırılmaya çalışılıyor. İnsanların başvurabilecekleri hiçbir merci de yok! Ya ellerine silah alıp savaşacaklar ya da bir kırk yıl daha tecavüze uğrayacaklar.

Bu halk dünyanın göz önünde barışçıl yollarla hak talep ederken –ettikleri için- koyun gibi boğazlanmakla ödüllendiriliyorsa ve bir kere daha ‘Gazze’ gibi meşru! bir şekilde onlara ve bütün vicdan sahiplerine gözdağı veriliyorsa, batsın bu dünya..

Ne yapsak bilmiyorum, bu millet ‘demokrasi’ diyen bir partiyi hem de yüzde elliyle boşuna mı iktidara taşıdı? İş müslümanın haklarına gelince çıta biteviye yükseliyor nedense ve hep insan gibi yaşama umudumuz başka baharlara kalıyor. Kılıçdaroğluna mı inansaydık Suriye’deki dindaşlarımız için? Suriye bizim sınır komşumuz olan bir ülke ve akrabalarımız var Suriye’de, ortak tarihimiz, ortak yenilgimiz ve yüz yıllık perişan olmuş kaderimiz..

Katilin elini tutmayacaksak her şey boş! Demokrasi boş, insanlık boş, inançlarımız boş, geleceğimiz karanlık.. Boş bütün söylemler, analizler, gayri safi milli hasılanın artması, dünyanın bilmem kaçıncı ülkesi olmamız; hepsi içi boş birer balon.. Dine ve başörtüsüne CHP’den ‘hoşgörü’ beklemek kadar boş her şey!..

Ben ne hukukçuyum, ne de asker ama vicdanım bana ‘yanlış’ diyor, bu işler, bu mikrofonlara verilen demeçler yanlış!..

Bu uluslararası toplum İran’ın Irak’a, Lübnan’a, Suriye’ye, Afganistan’a vb. vb. mezhepçilikle açık seçik müdahalesini hazmedebiliyor da bir tek Türkiye mi icazet alacak BM’den, Nato’dan.. Madem ki böyle bir fiili durum var dünyada ve madem ki ABD girebiliyor Irak’a, Afganistan’a.. Irak^'ta bir buçuk milyon insanı boğazlayabiliyor.. Rusya, Fransa, İsrail gibi bu bölgede hak iddia etmesi imkansız aktörler kan kustururken Ortadoğu’ya.. Bize maval okumasın kimse.. Kimse şu saatten sonra inandıramaz bizi dünyada ‘adalet’i koruyan bir uluslarüstü düzen olduğuna.. Her gün bin defa ölmektense, bir kere alnı ak, göğsü dik bir vaziyette ölmek evladır, derim ben.

Eğer bu Baasçı vahşet Erdoğan’ın Lübnan ziyaretine karşı yapılmış bir hamle değilse ben de hiçbir şey bilmiyorum, öğrenmemişim bu dünyada! Onlar pek iyi bilirler bu satranç olayını da bir tek insanlıktan nasiplerini alamamışlar zahir. Ee hadi bakalım o zaman bizim hamlemiz ne olacak? Ne olacak cevabımız bizim.. İşkence edilerek öldürülen ve cinsel organı kesilen Hamza ve dişleri tek tek sökülüp gözünün biri çıkarılarak öldürülen Hamza’nın arkadaşına karşılık? Belki de zayiat yirmi bini aştı. Hayvan olsa inanın bütün çevre örgütleri ayağa kalkar. Balinalar için yapılan kampanyaları hatırlayın lütfen.. Bunların hiçbiri diğerinden daha az vahşi ve önemsiz değil.. Öyle bir inancımız var ki, insana da saygılı, hayvana da, tabiata da..

Sorum şu; bu İslam ve insanlık aleminin bir temsilcisi, savunucusu olacak mı Türkiye? Yoksa iş tek tek bireylere –Bin Ladin'lere mi kalacak? Türkiye neden besler ‘dünyanın en güçlü ordusunu’ ve neden NATO’nun, BM’nin peşinden dolaşır durur. Neden merhamet bekler ‘zalim’den.. Ne farkı var Esad’la Netanyahu’nun?.. Ne farkımız kalır Fransa'dan.. Gazze’nin hesabı soruldu mu Netanyahu’dan da, Esad’tan sorulur diye bir beklenti içine girelim?

Belki de onbeş milyon Suriyelinin heder olan hayatları, giden kocalar, oğullar, ırzına geçilen kızlar ve kadınlar.. Değer mi, eşdeğer mi Esad ailesinin doymak bilmez iştahlarına, aç gözlü ihtiraslarına btn bir Suriye halkı..

Ben hukukçu değilim ama biri yararlanacaksa bu dünyanın nimetlerinden öteki de yararlanır hukuken. Biri yaşayacaksa öbürü de yaşama hakkına sahiptir. Biri giriyorsa okula öbürü de girer pekala.. Hakim bakar aynı paralelde bir başka davaya ve onu delil dayanak, kabul eder. Lüzum yok sayfalar dolusu şerhler yapmaya, anayasalar yapmaya.. Bu boş işlerle uğraşmaya lüzum yok! Çünkü bunların hepsi bir namluya yenilmeye mahkum! Lüzum yok uzlaşı aramaya insanlığın yolunu tıkayanlarla, hele hele vakti zamanında halkına silah doğrultan CHP’yi yaşatmaya sun’i teneffüsle ve Esad çetesini iktidarda bırakmaya çalışmaya.. Steril hayatlar ve inançlar peşinde koşanlar önder olamaz insanlık davasına. Çok şükür yeterince avukatımız var bu davalara bakacak!

Hala anlamıyor musunuz ya da anlamıyor muyuz? Bu ikisi birbirinin zıddı.. Bakın Suriye halkının sloganlarına.. Biri (Esad) diyor: ‘Allah, Suriye, Beşşar’ burada Allah ve Suriye aynı şey –tiranlık iddiası işte!- Diğeri yani halk ‘Allah, Suriye ve özgürlük’. şimdi hangi politika, din, bilim ve hangi ‘gelişmiş’ silahlar eşitleyebilir ki bu iki tarafını eşitliğin ya da eşitsizliğini? Burada neye bakılır? Halk kimden yana tavır almış? Halka yaslanmayan, ondan icazet almayan bir yönetim gayri meşrudur. Bir de gitmekte ayak diriyor ve katliam yapıyorsa..

O zaman Srebrenitza ve Gazze gibi seyirci kalacağız. Sırp kasabı Miloseviç gibi beş günlük ömrü kalınca adaletin önüne çıkarılacaksa Esad ve çetesi, eğer dünya bu soykırıma seyirci kalıyorsa ve Türkiye; bölgesel ve küresel bir ‘insanlık’ davası güdecekse; hemen bugün müdahale etmeli ve Esad, ailesi ve katil çeteleri meydanlarda asılmalıdır ki o kocasını, oğlunu, karısını, ekinlerini kaybeden insanların içlerindeki öfke tıpkı İsrail Yahudileri gibi onları ‘insanlık düşmanı’ birer psikopata çevirmesin.!.

Esad’tan sonrasını da düşünmek zorundayız. Biz Türkiye olarak bütün Suriyeli kardeşlerimizi sonuna kadar besleriz de; ‘niye dağdan gelen bağdakini kovsun’? Niye insanlar vatanları varken vatansız kalsınlar ve kafaları ve düzenleri bozulsun? Niye ev sahibiyken dilenci konumuna düşsünler?

Türkiye olarak yeni mülteciler yaratmanın değil, bütün mültecileri vatanlarına kavuşturmanın yollarına kafa yoralım.. Mültecilik bir hak da değildir, bir kader de, bir özgürlük de değil.. Bu zilleti ortadan kaldıracak çareler düşünelim mesela; insanlığa karşı suç işleyenleri en çabuk ve en etkin cezalandıracak mekanizmalar kuralım.. Bize destek olacak o kadar çok ülke var ki; korkmayalım ‘tağut’tan, onlar hem korkak, hem saygısız, hem şerefsiz, hem kaypak hem de aptal.. Bindikleri dalı kesecek kadar ‘aptal’ hem de..

Kulaklarımızı tıkayıp bilgi kirliliğine, içimize bakalım. O iç ses ne fısıldıyor kulağımıza?

Suriye’deki Baas çetesi bizden güzel bir ‘Osmanlı tokat’ını hak edecek kadar çok cürüm işledi Türkiye halkına da.. Ne çabuk unuttuk PKK’nın öldürdüğü 30 bin gencimizi ve ateş düşen ocakları?

Vakit ya şimdidir, ya hiçbir zaman..

Allah insanları inandıklarıyla sınar çünkü.. Söz bir defa ağızdan çıktı mı yazılır kader defterlerine ve bir gerçeklik kazanır. Artık o canlı, nefes alan bir varlıktır, bir insan gibi.. Ve hayatın dengelerini değiştirir. Allah, Suriye ve özgürlük sloganı gibi.. Yeni bir boyut kazanır seçenekler..

Daha yaşanır bir dünya mümkün olur böylece..

haber10

FINANSAL ÇÖKÜŞ TEHLIKESI MI?
SALIH SELÇUK
18 HAZIRAN 2011

Büyük Britanya'nın en önemli bankalarından Lloyd, müşterilerini büyük bir çöküş tehlikesine karşı uyardı...

Yunanistan'ın 110 milyar Dolarlık borcunu döndürebilmesi için 60 milyar Dolarlık bir krediye daha ihtiyacı var...

Şimdi bu sanal paraların da kesin bir çözüm olmayacağını bilmek için mutlaka ekonomist olmak gerekmiyor...

Sadece zaman kazanılmaya çalışılıyor...

Yunanistan'ın kurtarılması konusunda Almanya çekimser davranmaya başladı, çünkü bunun sonu yok belli; ama kurtarmazlarsa risk daha büyük...

Yunanistan'ın kredi aldığı bankalar -Avrupa bankaları- paralarını geri alamayacaklarını anlarlarsa, bu bankalar çöker...
(Bkz., bu blogdaki "Güven endeksi" konulu yazılar. Orada, para sistemin bir tür "inanç" sayesinde ayakta durduğunu anlatmaya çalışmıştık.)

Şimdi, hangi ihtimalle daha fazla zaman kazanılabileceğinin hesabı yapılıyor...

Daha 2009 yılında basına sızan gizli AB belgelerinde, AB bankalarındaki finansal varlıkların yüzde 44'ünün çürük olduğu tesbiti yapılmaktaydı... (Daily Telegraph 11.02.09)

Lloyd'un uyarısı önemlidir...
(Şimdi "Bizi teğet geçer" diyenleri duyar gibi oluyorum!..
Tabii canım!..
Siz yeter ki isteyin!..)

ABD'nin durumu, Yunanistan'dan farksız durumda...

Ve Çin'deki tehlikeli durum, ÇKP'nin tüm rötuş çabalarına rağmen artık gizlenemez boyutlarda...

Türkiye'nin de cari açığı yırtılıp, neoliberal rant ekonomisi malı meydana çıkabilir!..
Türkiye, sıcak paranın ve küresel sermayenin güven endeksi dışına çıktığı anda çöker...
(Bu endeksin çöküşü de, muhtemelen yeni büyük tutuklama dalgalarıyla tetiklenecektir...)

Bu gelişmeler, finansal alanda köklü değişimler yapılmadığı ve (kategorik) sorun sadece ötelendiği sürece, ancak bir felaketle sonuçlanabilir...

http://konstantiniye.blogspot.com/

İnsanlığın sınavı ve bir soru: Çevreye saygılı, yeşil bir kapitalizm neden mümkün değildir?
Selçuk Salih Caydi
20 TEMMUZ 2011

Şu anda dünyada yaşayan insan sayısı, tüm çağlar boyunca dünyada yaşamış insan sayısı kadar. Gelmiş geçmiş bütün insanlık adeta yeniden bedenlenmiş. Sanki bir şeye şahit olmak için, bir şeyi iyice anlamak için yeniden yaşıyorlar.
Farzedelim böyle...
Yaşamaları gereken tecrübe ne olabilir?
Bence şu:
Dünya, milyonlarca yıllık tarihi boyunca Güneşten aldığı enerjiyi yeraltı kaynakları kömür/petrol/vd. şeklinde biriktirmiş. Ama İnsan, sırf 'Kapital' denen özel para biçimini benimseyip onun sınırsız büyüme/çoğalma karakterine uyarak, maddeyi mala çevirmek, onu da daha çok paraya çevirmek uğruna, milyonlarca yılda oluşmuş bu rezervi sadece yüz yıl içinde tüketmiş...
Bu süre, dünyanın ve insanlığın tarihi içinde bir şimşek çakmasından daha kısa bir zaman dilimidir.
Yaklaşık üçyüz yıldır bir sistemin içinde yaşıyoruz. Bu “şey”e “kapitalizm” deyince, bazıları Solculuk yaptığımızı falan sanıyorlar! Hayır! Durum Solun Sağın Aşağı Yukarı'nın çok ötesinde. O nedenle, Sol olmayan bir dille anlatmayı deneyelim...
İnsanoğlu/İnsankızı, dünyayı yaşanmaz bir hale getirmekte olan bu sistemi sürdürmekte ısrar ederse, şu üç alternatiften birini seçmek zorunda kalacaktır:
1. Giderek daha sık yaşanan ekonomik krizler ve her seferinde daha ağır bir ekonomik kriz sonucu sistemin çöküşü.
2. İyice belirginleşen iklim bozulmaları ve doğal afetlerin dozunu artırması sonucu sistemin çöküşü.
3. Sistemin üst tabakalara taşıdığı vicdan özürlü, çifte standartlı bozuk insanların galebe çalması sonucu toplumsal hayatın çözülüşü, insanların birbirine girmesi ve sistemin çöküşü.
Görüldüğü gibi, kapitalin durmaksızın büyümesine tapan sistemin sürdürülmesi diye bir alternatif yoktur.
Sistemi sadece kapitalistler değil, çalışanlar da sürdürüyor -hatta kapitalistlerden daha fazla onlar sürdürüyor. Çünkü, dünyanın yeraltı/yerüstü kaynaklarını tüketen ve sadece yüz yıldır var olan "hergün 8 saat ücretli iş" anlayışını kapitalistler değil çalışanlar sürdürmek istiyor. Artık böyle.
İnsanlar, 'Para' denen şeyin hükmüne uygun yaşamanın ne demek olduğunu -kanlı veya kansız- iyice anlamak/öğrenmek ve terketmek zorundalar...
Bu yazıda, sistemin nasıl işlediğine ve artık işlemeyeceğine de değineceğiz.
Kapitalizmin sadece mantıksal değil, çevresel sınırları da var. Değişim/dönüşüm'den bahsederken, sevgili Mathias Horx'un -dev firmalara yirmi yıl trend danışmanlığı yaptıktan sonra dönüşümün nasıl dayattığını iyi anlaması ve insanlara bir tür değişim/dönüşüm hazırlığı terapisi seminerleri vermesi de sevindiricidir- şu ilkesine değineceğiz: olay biraz denize atlamak gibi! Gemi batıyor. Gemiyi terkedip denize atlamalısın -ki adaya yüzebilesin. Bak üstün kirlenecek, ıslanacaksın, ama yeni bir hayata başlayacaksın. Yani ölmekten iyidir.
Durum bu vaziyettedir.
Bu yazıda, güneş enerjisi ve rüzgar enerjisi kullanarak eski hamam eski tas yola devam edilemeyeceğini ve bunun nedenlerini de anlatmaya çalışacağız. Olay hiç basit değil. Birkaç makyajla sistemi sürdürmek artık mümkün değil. Bunu anlamak için 2007 finans krizi ve 2008 ekonomik krizi yetmeliydi, yetmedi. Eh o zaman bir kriz daha yolda. Bu kez Türkiye'yi de "görebilir".

(devam edecek)
Kaynak: http://konstantiniye.blogspot.com/

Ekrem Eraslan
Harca… Harca… Harcannn…
27 Temmuz 2011



Bazılarına göre İslam, insanlığa mal biriktirmemeyi ve israftan sakınmayı salık (bana göre emreder) verir. Aynı zamanda adalet kavramını sadece mahkeme koridorlarında aramaz ve tesis etmeye kalkmaz, adalet kavramını hayatın her alanında tesis etmeyi esas alır. Durum bu minval üzere olunca da insan ile madde ilişkisi de adalet muvacehesindedir. Çerçevesi net olarak çizilmiş bu alanda insan nefsani yönelimlerine ve bu yönelişin getireceği zulme asla müsaade edilmez. İslam; insan olmanın getirdiği doyumsuzluğun, insanlık için bir sömürü ve zulm düzenine dönüşmesine neden olacak sorumsuz ve sonsuz harcama ile tüketime set çekmiştir. İslam’da harcamanın ölçütü ihtiyaç hali kabul edilirken, bunun ötesindeki mal edinmeyi (kenz) ve yersiz tüketimi (israf) ahiret yurdunda cezalandırılmayı gerektirecek bir suç olarak tanımlanmıştır.

Şimdi okuyucumuzun “eeee… ne var? Bunların hepsini bizde biliyoruz…” dediğini duyar gibi oluyorum. Haklılar da… ortalama her Müslüman bunu bilir. Temel sorun; Müslüman olarak insan-eşya ilişkisini bilen bir toplumun bilginin en kolay ve ucuz olduğu bu çağda zihninin ve yaşamının esir alınmışlığıdır.

Burada uzun bir “kapitalizm” analizine gerek bırakmayacak bir şekilde özetleme yapmak istersek sanırım en uygun ifade “sınırsızca kuralsızca-hatta akılsızca- HARCAYIN, TÜKETİN” buyruğunu insanlığa dayatıp, kendisi içinde “kuralsızca, ahlaksızca, acımasızca ÜRET, SAT” esasına sarılan ekonomik düzen diyebiliriz. Yukarıdaki İslami prensiplerle buradaki kapitalizmin esaslarının ne kadar taban tabana zıt olduğunu net bir şekilde görebiliyoruz. Böylesine net karşıtlık içerisinde İslamla Kapitalizmin modern dönemlerde (özellikle de zamanımızda ) cem edilmesi, daha doğrusu Müslüman toplumların bu derin paradoksa rağmen kapitalist ekonomik sistemlere entegre (esir) edilmesi kabul edilemez bir durumdur.

Devam ediyoruz…

Eski küresel kurguda dünya coğrafyasında değişik ülkelerde oligarşiler eliyle sistemleri kontrol altında tutan güçler özellikle son on yıldan bu yana dar oligarkların yaptığı harcamaları-tüketimi yetersiz görerek göreceli demokrasi ve refahı tabana yaymak siyasetini uygulamaktadırlar. Daha büyük tüketim ve kazanç için… Bu dönüşüm, her ne kadar demokrasi, kitlelerin yönetime katılması ve özgürlüklerin genişletilmesi gibi görünse de aslında küresel güçlerin oligarkların ötesinde halklara nüfuz etmesine yönelik kompleks bir projenin uygulanmasıdır. Bu projede daha geniş , daha sorunsuz , daha yakın,daha doyumsuz bir pazarla beraber küresel kurgu sahiplerinin teknoloji ve mallarıyla birlikte kültür ve anlayışına şekil verdikleri geniş kitleler kurulacak sistemin merkezini oluşturmakta. Oligarklar üzerinden kendi iktidarını kolayca devam ettiren küresel kurgu şimdi daha zor olanı tercih ederek -iyi ambalajlanmış- daha kalıcı ve köklü bir projeyi yürütmekte.

Önceki dönemde Oligarklar eliyle küresel kurguya köleleştirilen halklar yeni dönemde (demokrasi-özgürlük söylemleriyle v.s.) kendi rızalarıyla bu kurguya kullaştırılmaktalar. Kölelikteki zorlamalar ortadan kalkmış yerine rızanın esas olduğu kulluk sistemi getirilmektedir.

Yeni dünya, herkesin alabildiğine tükettiği ama herkesin üretemediği (üretim alanlarında parselasyonların yapıldığı) bir dünya olacak. Yeni dünya, sömürünün zora dayalı olmaktan çıktığı gönüllü bir şekle dönüştüğü bir dünya olacak. Yeni dünya, tüketerek ve teslim olarak mutluluğa erenlerin çoğaldığı sağır kitlelerin dünyası olurken, her inanış ve düşünüşün iri gövdelerine rağmen güçsüz kaldığı bir dünya olacak. Bütün inanış ve erdemlerin sureti hak görünen hayaletler tarafından devşirilip küresel sisteme eklemlendiği bir dünya olacak. En erdemli en onurlu duruş ve haykırışlar sağır duvarlarda kaybolup gidecek, eskiden zorbalığın boğduğu adalet ve özgürlük mücadelesi, kitlelerin sağırlığında daha hayat bulamadan kaybolacak

“HARCAAA…” buyruğunu komut edinip tüketeceğiz üretim tekellerinin süslü oyuncaklarını… onlara hizmet ederek kazanmaya çalışacağız ve sonra verdikleri üç kuruşu da gidip yeniden avuçlarına koyacağız… üretmeyeceğiz- üretemeyeceğiz ancak onların zahmet buyurmadıkları yeterince para kazanamadıkları alanlarda varolacağız.

Bizleri, isyancı bir köle olmaktan çıkarıp mutlu kulluğa terfi ettirecekler…

Ülkem… Güzel ülkem…

Demokrasi, özgürlükler ve istikrarla kucaklaşan ülkem…

Üretmiyoruz…

Sofradaki kuru fasulye Çin’den, içine koyduğumuz et Avrupa’dan, yağ hammaddesi Ukrayna-Rusya’dan, pişirmek için kullandığımız gaz Rusya’dan, ateşi yakmak için kullandığımız çakmak Çin’den, tencere, çatal-kaşık paslanmaz çeliği Avrupa’dan… Haksızlık yapmayalım bir tek tuz ve biber bizden…

Yukarıda da göreceğimiz gibi tarımsal üretimimiz yeterli değil, hayvancılığımız iflas etmiş, enerjide dışa bağımlıyız ileri teknoloji dersen hak getire… Kısaca üretmiyoruz, tüketiyoruz…

Verilen “HARCAAA…” buyruğuna uyup harcıyoruz… daha doğrusu harcanıyoruz…

Üretmeyen, kritik kaynaklarını kullanamayan, kritik alanlarda altyapısı olmayan bir ekonomi nasıl olur da gerçek adaleti, özgürlüğü, istikrarı ve bağımsızlığı getirebilir veya koruyabilir. Eğer bunlar yoksa yaşananlar ancak ve ancak illüzyon olabilir.

50 yıldır model olarak bu topraklara dayatılan kutsal ideamız AB aslında kendi içinde sömürü düzenini kurmuş bir yapıdır. Özellikle doğu Avrupa’ya yaptığım seyahatlerde çok açık bir şekilde AB’nin içinde bir sömürü düzeni olduğunu gözlemledim. AB’nin kendi içerisinde bütün Doğu Avrupa’nın stratejik-karlı kurum ve kaynaklarını ele geçirdiğini, bu ülkelerin Batı Avrupa’nın ürünlerini tüketen, üretimden ve ülke yönetimine hakim olmaktan uzak yığınlara dönüştürdüğünü görmek şaşırtıcı bir gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır. Türkiye böyle bir organizasyonun içerisinde ancak kalan kaynakları sömürülen kalabalık bir pazar olarak yer alabilir. Başka türlüsü düşünülemez…

“HARCAA… TÜKETT…” buyruğu sadece maddi varlığımızı ele geçiren süreci tetiklemiyor. Beraberinde getirdiği yaşam anlayışını bizim anlayış ve değerlerimizin yerine inşaa ediyor. Bu buyruğa esir oldukça kendimiz olmaktan uzaklaşıyoruz, bir nevi harcayalım derken harcanıyoruz…

Netice olarak, iktidar partisi içerisinden bile açık ifadelerle tüketim-harcama uyarıları yapılırken işin ciddiyetine yakışır davranmamak bizleri telafisi zor bireysel kayıplara düçar edecektir. Daha önemlisi bu süreç, sadece ekonomik bir model projesi olmaktan öte toplumların, sınırların, değerlerin dizayn edileceği bir süreç olacaktır. Ve bu süreci değerleriyle, ürettikleriyle ayakta kalanlar kazanacaktır…
Kaynak: haber10



Numan Kurtulmuş: "Bugün bütün insanlığın kurtuluşu olacak sesi ortaya koymak zorundayız"
09 Ağustos 2011


HAS Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş Anadolu Aslanları İşadamları Derneği (ASKON) tarafından 1453 Topkapı Sosyal Tesislerinde düzenlenen iftar programına katıldı.

İftarlardan sonra kürsüye çıkarak davetlilere konuşan ASKON Başkanı Mustafa Koca: "İnsanlık vahşi kapitalizmi durduracak, zulme bir direniş olacak ve sağlıklı bir paylaşım sözünün söylenilmesini bekliyor. Haklı zenginlik sözünün en yüksek perdeden söylenmesini ve haksızlıkları konuşacak birilerini insanlık bekliyor. Söz sırası bize geldi, bu sözü söylememiz gerekiyor" dedi.

Ekonominin şu anki durumuna da değinen Koca: "Cari açık 40 milyar doları aştı ve aşmaya da devam ediyor. Bu rakam büyük bir risktir. Bıçak sırtı yöntemlerle ekonomi düzeltilmeye çalışılıyor. Büyüklerin daha büyük, küçüklerin daha küçük olacağı bir model çözüm getirir ama huzur getirmez." Şeklinde konuştu.

"Somali'de daha önce neden kimse ölmüyordu?"

Yapılan selamlama konuşmalarının ardından kürsüye gelen Numan Kurtulmuş ise Somali'de yaşanan açlığa değindi:

"Bundan otuz yıl önce, kırk yıl önce Somali'de insanlar açlıktan ölüyor muydu? Tüm bunların sebebi daha fazla kazanma, çok daha büyük olma, tüm dünyayı kendi kontrolüne alma derdinde olan kapitalizmin sonucudur. Buna karşı koymak gerekmektedir. Bizim görevimiz örneğin bir tuhafiye dükkanını yerle bir eden fillerden geriye kalan dağınıklığı toplamak değil, o filleri dizginlemek olmalı. Somali'deki insan da bizim derdimiz olmalı, New York'taki Amsterdam'daki evsiz de, İstanbul'un arka mahallelerinde bir hurma ile iftarını yapanlarda bizim derdimiz olmalı. Yeryüzünde marufu yani mutlak iyiliği hakim kılınmak için mücadele etmeliyiz." dedi.

İnsanlığın kurtuluşu için yeni bir ses

"Bugün bütün insanlığın kurtuluşu olacak sesi ortaya koymak zorundayız' diyen Kurtulmuş, "Bugün dünyanın dört bir yanında yaşanan kıtlık, açlık ve yoksulluk dünyayı yöneten sistemin çöktüğünün çok açık göstergesidir. Artık bütün dünya, paylaşma, yardımlaşma, vefa, ihsan ve bereket gibi kavramların olduğu yeni bir medeniyet yani bizim medeniyetimizi istiyor. Yeni bir medeniyet ortaya koymadan sorunlar çözülemez. Yeni bir paradigmaya ve özgüven sahibi insanlara ihtiyacımız var" ifadelerini kullandı.
Haber1001


_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Sal Ağu 09, 2011 8:41 pm tarihinde değiştirildi, toplam 5 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cum Tem 15, 2011 12:15 am    Mesaj konusu: Seçimlerin Aynasında TSK: Ordu Milletin Aynı -4- Alıntıyla Cevap Gönder

Seçimlerin Aynasında TSK: Ordu Milletin Aynı -4-
Oğuz Gürses
15.07.2011

Diyarbakır İkinci Taktik Hava Üssü’nde görevli subay ve astsubayların oturdukları lojmanlardaki on tane seçim sandığı’ndan alınan neticeler ışığında dedik ki:

[Görüldüğü gibi üç aşağı beş yukarı asker kişiler ve onların ailelerinin oy verdiği sandıklarda da durum Türkiye’nin geneliyle aynı...

Bu iyi mi yoksa kötü müdür?

Ordu’yu kendi örgütlerinin silahlı kanadı gibi görmeye alışmış geleneksel beton kafa Kemalist azınlık için kötü...

Hem de çok kötü...

Silivri-Hasdal Cemaati’ndeki moraller ne kadar bozulsa yeridir...

Buna mukabil, binlerce yıllık ordu-millet geleneğiyle, orduyu kendinden bir parça kabul edip, kendinden ayrı tutmak istemeyen bu ülkenin çoğunluğu (yani millet) içinse müjdeli bir haber...

27 Mayıs 1960 NATO darbesiyle ayrışmaya başlayan ve ondan sonra her on yıllık peryotlarla yapılan NATO darbeleriyle kopma noktasına kadar gelen ordu-millet birliğinin yeniden kurulmakta olduğu görülüyor...

Ordu, millete tepeden bakıp, onu süngü zoruyla kendisinden başkası (Batılı) yapma hevesinden vazgeçiyormuş gibi gösteren bir tablo bu...]


Binlerce yıllık ordu-millet geleneği 27 Mayıs-27 Nisan arasındaki bütün NATO darbeleri boyunca kırıla kırıla, törpülene törpülene, elene elene neredeyse tükenme noktasına gelmişti ki...

27 Nisan NATO’cu muhtırasından sonra yaşanan mucizevî bir süreçle, uçurumun kenarından dönerek ordu-millet yakınlaşması şeklini almış görünüyor...

Bu süreci desteklemek lâzım...

Ancak bu konuda hem milletin hem de ordunun kafalarının çok karışık olduğu da ayrı bir vak’a...

Bütün kamuoyu yoklamalarında dünyanın en anti-Amerikancı, anti-Batcı ve anti- siyonist halkı çıkan bu milletin, bu ülkenin en Amerikancı, en Batıcı en siyonist partilerine (AKP ve CHP) oy vermeye mecbur eden sebepleri bulup acilen ortadan kaldırmak lâzım...

Ordudaki kendi halkının çoğunluğu ve onun mill3i ve manevî değerleri düşman kabul eden anlayışı da...

Geçen yıl kaybettiğimiz değerli ilim adamı merhum Durmuş Hocaoğlu’nun 1995 yılında yaptığı şu tespitler, bu çift taraflı kafa karışıklığını çok iyi teşhis ediyor:

[Türkiye:
Kimine göre, "İslamiyet'in en güzel şekliyle yaşandığı", kimine göre "laikliğin en iyi uygulandığı" ve kimilerine göreyse "dar-ül harb olduğundan Cuma namazı kılınmaması gereken" ülke!...
Türkiye:
Sözde panislamizmin, panslavizmin ve total hristiyanizmin ortak hedefi... "Gerici olduğu için" Batı'nın, "ilerici olduğu için" Doğu'nun ittiği, "yalnız ülke"...
... Ve bin yıldanberi din hürriyetinin en olgun biçimde uygulanıp İslami hoşgörünün dorukta yaşandığı yer olmasına rağmen; "düşmanımın en iyi nesi varsa, önce onu bozmalıyım" diyen mihraklarca, laikliği "ateizm"le ve ibadeti "yobazlık"la nifaklanan, inanç grupları arasına durmadan fit sokulan ülke: Türkiye...]
(*)

Hem ordunun hemde milletin kafaları karışık...

O yüzden bir türlü ne olmaları gereken şekli alabiliyorlar, ne durmaları gereken yerde durabiliyorlar...

Bakın işin orduya ait yanını dünyanın en kalabalık ordusu olan, Çin ordusunun yayınladığı Liberation Army Daily gazetesi, “Çin askeri doktrininin modasının geçtiği tespitini yaptıktan sonra” ne kadar açık ifade ediyor, konuyla ilgili haberden -ve özellikle altını çizdiğimiz cümlelere dikkat ederek-takip edelim:

“.16.08.2010 - Dünyanın en kalabalık ordusuna sahip olan Çin, ABD destekli Tayvan ve Japonya ile bizzat ABD'ye karşı daha etkili bir silahlı kuvvetler oluşturmak için son birkaç yılda asker sayısını azaltmaya başladı. Ancak bunun için yaratıcılık ve daha açık fikirli olmak gerektiğini belirten gazete, "Geleneksel Çin kültüründe muhafazakar görüşün büyük etkisiyle ordumuzun kültür ve düşünme biçimini yenileme görevi son derece zor" ifadesi kullanıldı. Yazıda ayrıca "tarih ve gerçekler, dünya görüşü olmayan bir ülkenin çağdışı kaldığını tekrar tekrar göstermektedir. Küresel vizyonu olmayan bir ordunun umudu yoktur" denildi.” (**)

- “Çin, ABD destekli Tayvan ve Japonya ile bizzat ABD'ye karşı daha etkili bir silahlı kuvvetler oluşturmak için (..)asker sayısını azaltmaya başladı...”

- “(..) muhafazakar görüşün büyük etkisiyle ordumuzun kültür ve düşünme biçimini yenileme görevi son derece zor...”

- “Tarih ve gerçekler, dünya görüşü olmayan bir ülkenin çağdışı kaldığını tekrar tekrar göstermektedir...”

- “Küresel vizyonu olmayan bir ordunun umudu yoktur...”

Bunları kim söylüyor?

Çin ordusunun yayınladığı Liberation Army Daily gazetesi...

Her biri hem doğru hem de hayati tespitler...

Şimdi dönün bizim Genel Kurmay başkanlığı veya Kuvvet Komutanlıklarının internet sitelerine bakın...

Çin ordusu eksiklerini farketmiş düzeltmeye, yeniden yapılanlamaya çalışırken...

Otur laiklik, kalk Atatürkçülük, otur laiklik, kalk Atatürkçülük içine kendi kendini hapsetmiş dünyanın en kalabalık ordularından birinin hazin hali...

Çin ordu gazetesi diyor ki: “Tarih ve gerçekler, dünya görüşü olmayan bir ülkenin çağdışı kaldığını tekrar tekrar göstermektedir...”

Pekiyi...

TC’nin bir dünya görüşü var mı?

Var...

Ne?

“Atatürkçü dünya görüşü”

Atatürk filozof veya mütefekkir miydi?

Hayır:..

Peki kim uydurdu bu “Atatürkçü dünya görüşü” hikâyesini...

ABD’nin “bizim oğlanlar “ dediği, 12 eylül NATO darbesini yapan 5 general...

Onlar filozof veya mütefekkir miydi?

Yok...

Öyleyse Çin ordu gazetesinin yazdıklarından çıkarılacak ilk ders ne oluyor?...

Bir ülkenin iyi bir ordusu olabilmesi için, o ülkenin iyi bir dünya görüşü olmalıdır..

İyi ve gerçek bir dünya görüşü!...

NATO darbecilerinin tuvalettem gazete bulmacası çözerken akıllarına geliveren uyduruk kaydırık cinsten bir taklit değil...

Bu aslında ordunun değil, milletin görevi...

Millet, kendi millî ve manevî köklerinden beslenen bir dünya görüşüne sahip olacak ve ordu da o dünya görüşünde kendine biçilen yer ve role uygun bir şekle bürünecek...

Bu öyle bir dünya görüşü olacak ki hem millete hem de orduya “küresel vizyon/ufuk/hedef/ideal” belirleyecek...

Çerden çöpten şeylere “dünya görüşü” ismi verilebilirse de bu isim o çerden çöpten şeyleri dünya görüşü yapmaz.

Sadece o çerden çöpten şeyleri dünya görüşü zanndenlerin cehaletini gösterir...

***

Vizyonun ne olup olmadığına dair güzel bir tanımlama:

[VİZYON NEDİR?
- Uzun bir gelecekte ulaşmak isteğimiz durum.
- Kendiliğinden gerçekleşmeyecek ancak gerekli çabaları harcarsak başarabileceğimiz bir ideal.
- Vizyon, içinde bulunduğumuz şartlarla uzun vadeli amaçlarımızın bileşiminden oluşur.
- Ulaşılmak istenen, farklılaştırılmış bir gelecek düşüncesi ve geleceği öngörmek.
- Vizyonun altında stratejilerin, amaçların, motivasyonların, duyguların ve değerlerin yönlendirileceği eğilimler belirlemek.
- Bir vizyon sanki oradaymışız gibi ulaşmak istediğimiz durumu tanımlayan nitelikli bir hedef seçimidir.
VİZYON NE DEĞİLDİR?
- Gelecek ile ilgili tahminler yapmak değildir.
- Hiçbir şey yapmadan, hayatın sizi yönlendirmesine izin vererek ulaşacağınız durumu tanımlamak değildir.
- Bugünden ve yarından vazgeçmek değildir.
- Gerçekleşmesi imkansız hayaller değildir.
- Yalnızca fantezilerle ve düşlerle varolan duygu ve görüntüleri, davranışların çıkış noktası yapmak değildir.
- Bir macera arayışı, bir koyup üç alınacak bir kumar değildir.]
(***)

Ya İdeal?..

[img][İdeal, eşya ve hadiseler üzerinde kendi nakşını görmek isteyen her fikrin belirtiği hasret, iştiyak, hayâl ve plândır; eğer ideolocya bir beyin ise, ideal bir kalptir... Küçük ve miskin fikre dayanan hiçbir arzu, heves, merak ve davranış, ideal olamaz. Bir şeyin ideal olabilmesi için, mutlaka cemiyet plânında, ulvî bir oluş ve erişe göz dikmesi lâzımdır... Her ideal bir gayedir fakat her gaye ideal değildir. Gayeler aşağılara düşebilir, idealler düşemez.][/img] (****)

Dünya görüşü ve küresel vizyon ihtiyacının ne kadar önemli ve acil olduğunun anlaşılmasına dair kısa bir iktibasla yazımızı bitirelim:,

[Demokrasi ve liberalizmden, Birleşmiş Miletle teşkilatı ve Avrupa ortak Pazarı’na kadar; fikir ve kuruluşlar plânında içiçe bir yumak olarak şekillendirilen “Yeni Dünya Düzeni”, Amerika Birleşik devletleri ve Avrupa’nın birbirleriyle rekabet ortamı içinde de olsa bizim gibi ülkelere biçtikleri parya statüsünde müşterek, bir hegemonya sistemidir... Elbette “hayır!” diyoruz: Ülkemizden başlayarak teklif ettiğimiz “Yeni Dünya Düzenimiz” ile!] (*****) age, Sayfa: 9.
Kısaca...
Bütün dünyayı ele geçirmek isteyen emperyalist “Yeni Dünya Düzeni”ne karşı, aynı çapta “alternatif bir yeni dünya düzeni”ne sahip olmadıktan sonra, ne milletin beli doğrulur ne de ordunun...

İkisi de, o yanlıştan bu yanlışa savrula savrula yok olur gider...

İhtiyaç bu kadar önemli ve bu kadar acil...

Dipnotlar:

* Durmuş Hocaoğlu, “Laisizm'den Milli Sekülerizme -Laiklik Sorununun Felsefi Çözümlemesi-“, 1995, Selçuk Yayınları, Ankara, ISBN: 975-9546-66-3, 503 sayfa

** Kaynak: http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3010

*** Kaynak: http://www.vizyon2000.s5.com/vizyon.htm

**** Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti –Yeni Dünya Düzeni-, İbda yayınları, sayfa.8, İstanbul.

***** age, Sayfa: 9.


Kaynak: http://millibirlikruhu.blogspot.com/2011/07/secimlerin-aynasnda-tsk-ordu-milletin_15.html

Kapitalist kâhinden sosyalist itiraf: Kapitalizm kendini yok edebilir!
15 Ağustos 2011



Ünlü ekonomist Nouriel Roubini, Wall Street Journal gazetesine yaptığı açıklamada "Karl Marx haklıysa bir noktadan sonra kapitalizm kendini yok edebilir. Piyasalar bu aşamada çalışmıyor" dedi.

Roubini, global ekonominin ABD, Euro Bölgesi ve Japonya öncülüğünde bir resesyon uçurumunun kenarına geldiğini ve hükümetlerin bundan korunmak için tamamen yanlış, şeyler yapmakta olduğunu dile getirdi.

ABD ve Euro Bölgesi gibi ekonomilerin daha fazla canlandırma önlemlerine ihtiyaç duymalarına rağmen bunun tersine yüksek borç yükü ile ezilen ekonomileri nedeniyle tasarruf tedbirleri almaya başladığını hatırlatan Roubini önümüzdeki iki üç aylık dönemde global ekonominin resesyona girmesi şansını yüzde 50 olarak gördüğünü belirtti.
habertürk

AMERİKA'NIN ÖNLENEMEZ BAŞAŞAĞI ÇAKILIŞI - 1
16.08.2011

ASKERİ VE SİYASİ DÜŞÜŞ

İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika'nın yükselişi, aslında çöküşe giden yolda bir başlangıçtı.

Saldırdığı her yerde tokat yedi. Başarılı olduğu yerlerde bile sonradan kaybetti.

Çin Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşunu önleyemedi. İşbirlikçi Çan Kay Şek, Tayvan'a kaçarak canını zor kurtardı.

Küba'dan da tokatı yedi. Kenedi'nin planladığı Domuzlar Körfezi Çıkartması, Küba ordusu tarafından püskürtüldü.

Amerika, Fidel Kastro'yu düşürmeyi beceremedi.

Küba rüzgarının da etkisiyle bugün Latin Amerika Salvador'dan Arjantin'e kadar Amerika karşıtı cephede birleşiyor.

Kore'de Türk askeri sayesinde canını zor kurtardı.

Vietnam'da bozguna uğradı.

Laos'tan zor kaçtı.

Kamboçya'da yenildi.

Şili'de Allende'ye karşı darbe yaparak geçici bir başarı kazandı, şimdi Şili ulusalcıların kontrolünde.

Salvador'da devrimcilerin üzerine işbirlikçi katilleri sürdü, Ortega şimdi Salvador'u yönetiyor.

Arjantin'de darbe yaptırdı, devrimcileri uçaklardan okyanusa attılar, Arjantin şimdi solcuların yönetiminde.

Venezuela'da kaybetti. Çavez'e karşı başlattığı darbe ordu tarafından önlendi.

Bolivya'da Çe'yi öldürdüler. Ülkeyi şimdi Çavez ve Kastro'nun kankası Morales yönetiyor.

Latin Amerika'nın en büyük ülkesi Brezilya'yı da kaybetti.

Amerikancı faşist generaller Victor Jara'nın parmaklarını stadyumda kırdılar, gitar çalamasın diye, şimdi o şarkılar tüm Latin Amerika'da yankılanıyor.

Nepal Komünist Partisi'nin mücadelesini durduramadı.
2 yıl önce Nepal'de krallık yıkıldı.

Azerbaycan'da Çiller'in planladığı Amerikancı darbe, Demirel'in uyarısı ile önlendi.

Özbekistan'da Fethullahçıların Kerimov'a düzenlediği suikast başarılı olmadı.

Ukrayna'daki Amerikancı turuncu devrimi yapan bayan şimdi hapiste, seçimi de Rusya ile işbirliğini savunanlar kazandı.

Kırgızistan'da Amerikancı turuncu devrimin başı ülkeden zor kaçtı.

Amerika, Gürcistan'daki adamı Saakaşvili'nin Rusya'dan tokat yemesini önleyemedi.

Abhazya ve Güney Osetya, Rusya'nın yardıma koşması ile, özerkliklerine kasteden Gürcistan yönetiminden kurtuldular, bağımsızlıklarını ilan ettiler.

Amerika, Kafkaslardaki bir numaralı işbirlikçisine yardım edemedi.

Bu olay, Amerika'nın çöküşünün "başaşağı çakılış" haline dönüştüğü dönüm noktası oldu.

Rusya Devlet Başkanı Medvedev, geçen gün, “Gürcistan toprakları Rusya’nın işgali altındadır” diye bir karar çıkaran Amerikalı senatörlerin girişimi hakkında, “Bir avuç moruğun inisiyatifiyle alınan karar bizi bağlamaz” dedi. Çöküş bir kere daha tescillendi. Dünya kabadayısı, hakareti sineye çekmek zorunda kaldı.

Afganistan'da batağa saplandı. Taliban'a karşı başarılı olamadı.

Taliban orada üsleniyor bahanesiyle Pakistan'ın kuzeyindeki Svat Vadisi'ni bombalamaya başladı. Usame operasyonu yaptı.

Bu yüzden Pakistan, İngiliz ve Amerikalı eğitmenleri ülkeden çıkardı.

Pakistan, Amerika'ya, ülkedeki üssünü boşaltmasını istedi. Amerika çıkmamakta direniyor.

Darbe yaptırarak Pakistan'ın nükleer silahlarına el koymak istedi.

Pakistan, Çin ile "Ebedi Kardeşlik Anlaşması" imzalayarak komploya karşı koydu.

Bunun üzerine Amerika, Pakistan'ı "Taliban'a destek veriyor" suçlamasıyla mahkemeye verdi, 4 dava açtı, tazminat istiyor.

Mısır'da, Tunus'ta Amerikancı yönetimler devrildi.

Bahreyn'de Amerikancı yönetim sallanıyor. Suudi ordusunun müdahalesi isyana engel olamadı.

Amerika, Bahreyn'deki deniz üssünü kapatmayı planlıyor.

Irak'ta başarı kazandı gibi göründü. Ülkeyi görünürde parçalamayı başardı.

Bölücübaşı Talabani'yi Cumhurbaşkanı ve Barzanici Zebari'yi Dışişleri Bakanı yapmasına rağmen, Kuzey Irak'ın "Kürdistan" adı altında bağımsızlığını ilan etmesini kabul edecek bir işbirlikçi hükümet kurmayı beceremedi.

Amerika Türkiye'ye "Biz çekildikten sonra Kuzey Irak'ta asayişin korunmasına katkı yapın" diyerek, Bağdat hükümetine karşı Barzani bölgesinin savunmasını Türkiye'ye ihale etmeye çalışıyor.

Binbir emekle kurduğu Barzani kukla devleti Amerikan desteği kesilirse varlığını sürdüremez.

Sadr, "Aralık'tan sonra Irak'ta kalacak Amerikan askeri ölür" dedi.

Amerika, işbirlikçi Irak hükümetine Amerikan askerinin Irak'ta kalma süresini uzatacak bir formülü kabul ettiremedi.

Irak, Amerikan ekseninden kayıp İran'a yaklaşma sinyalleri vermeye başladı.

Amerika böylece Irak'ta da çarşafa dolaştı.

Irak hükümeti, 20 milyar dolarlık petrolünün kayıp olduğunu açıklayarak Amerika'yı tüm dünyanın gözleri önünde hırsızlıkla suçlamış oldu.

Amerika Libya'da da çarşafa dolaştı.

NATO'cu teröristler, kendi askeri komutanlarını ve iki albaylarını öldürdüler.

İsyancıların sözde "Geçici Ulusal Konsey"i kendini feshetti, sözde yeni yönetim oluşturacaklarmış.

Kaddafi yönetimi aşiretleri silahlandırdı, isyancılar merkezleri olan Bingazi'de kontrolü kaybettiler.

Sarkozi, isyancıların başına "Afrika Birliği ile anlaşmaya çalış" talimatı verdi.

Amerika, Birleşmiş Milletler'den Suriye için Libya kararı benzeri bir kınama kararı çıkaramadı.

Suriye'ye Türkiye'den terörist göndererek 120 asker ve polisin öldürülmesi provokasyonu tutmadı.

Suriye ordusu sınıra yaklaşmadı, hır çıkarıp NATO'yu Türkiye'nin yardımına çağırma planı işlemedi.

Bir milyon sığınmacı bekleniyordu, anca 15,000 kişi geldi, "Katil Beşar" safsatasının doğru olmadığı anlaşıldı, geri dönmeye başladılar, geride 5,000 sığınmacı kaldı.

Tayyip Bey orduyu Suriye'ye saldırmaya ikna edemezse Amerika Beşar Esad karşısında çaresiz kalacak.

Esas darbe İran'dan geldi.

"Amerika İran'a saldıracak" beklentisinin tam orta yerinde, İran Amerika'ya saldırdı.

İran'ın Kandil'e saldırması, Amerika'ya saldırması demektir.
Çünkü Irak Amerikan işgali ve denetimi altındadır. Irak toprağına yapılan saldırı, Amerikan denetimi altındaki bir bölgeye yapılmış bir saldırıdır.

İran, Amerikan ordusunun koruması altındaki bir örgüte Amerika'nın denetimi altındaki bir bölgede saldırı yapmıştır.
Amerika çaresiz kaldı. Saldırıyı durduramadı.

Amerika'nın Irak'taki askeri sorumlusu General Bucharan: "Eğer İran, Irak tarafından bir tehdit görüyorsa Irak hükümeti ile görüşmeli" diyebildi.

Bu cılız tepki, Amerika'nın başaşağı çakılışını tescilledi.

Amerika, Türkiye'ye verdiği "Kandil'den uzak dur" emrini İran'a verememişti.

Şubat 2008'de Türk ordusu Kuzey Irak'a girip Kandil'e yaklaştığında Buşoğlu Buş "Artık yeter, harekatı bitirin" talimatı vermiş, bunun üzerine AKP hükümeti, Zap, Avaşin ve Hakurk kamplarını geçerek Kandil'e yaklaşmış olan ordumuzu geri döndürmüştü.

İran örneğinde görüyoruz ki, bağımsız bir ülke, vatanı korumak söz konusu olduğunda, gereken tedbirleri korkmadan alabilir.

"Amerika izin vermez" yakınmaları bu anlamda doğru değildir, Org. Başbuğ'un "Kandil varken terör bitmez. Kandil'e harekat için Amerika engel değil" sözleri bu anlamda doğrudur.

Milli bir hükümet, Kandil'i denetim altına alarak terörü bitirebilir. Amerika bir şey yapamaz. İran'a bir şey yapabildi mi?

Kendi ordusunu yenmek için Amerika'ya muhtaç olan bir hükümet, Amerika'nın "Kandil'den uzak dur" talimatını doğal olarak yerine getirecektir.

Çin, Rusya, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Tacikistan, Şanghay İşbirliği Örgütü'nde birleştiler.

Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika BRICS (Brasil Russia India China SouthAfrica) örgütünde birleştiler.

Beyaz Rusya, Rusya ve Kazakistan Gümrük Birliği kurdu.
Latin Amerika ülkeleri kendi aralarında çeşitli birlikler kurarak Amerika'ya direniyorlar.

Amerika sessizce kuşatılıyor.

Amerikan emperyalizminin çöküşü, dünya çapında kapitalizmin sonu demektir.

Gelecek günler aydınlıktır.
Ali Serdar BOLAT

AMERİKA'NIN ÖNLENEMEZ BAŞAŞAĞI ÇAKILIŞI - 2
Ali Serdar BOLAT
16.08.2011

EKONOMİK ÇÖKÜŞ

Mehmet Ali Güller, 8 Ağustos günlü Aydınlık köşe yazısında Amerika'nın borçlarından dolayı yediği fırçaları listeledi.

Açılışı Çin yaptı. Çin'in Dagon adlı finans kuruluşu, Amerika'nın kredi notunu düşürdü.

Bunu, Çin hükümetinin resmi açıklaması takip etti:

"ABD'nin borç alışkanlığı dünya ekonomisini tehdit ediyor. ABD acilen borçlarını yapılandırmalı"

Hemen arkasından Çin resmi haber ajansı Sinhua uyardı:
"ABD, savunma ve sosyal yardım harcamalarında kesinti yapmalı"

Bugüne kadar ABD'nin hakim olduğu IMF diğer ülkelerden borç yapılandırması isterdi.

Rusya Başbakanı Putin, ABD'yi "asalak" ilan etti:

"ABD, borçları nedeniyle dünya ekonomisinin asalağı.
İmkanlarının ötesinde kredi ile yaşayan bir ülke."

Sıra Hindistan'a gelmişti.

Başbakanılık Ekonomik Danışma Konseyi Başkanı Rangajaran:

"ABD'nin güvenilir bir borç yapılandırması planına sahip olduğunu göstermesi gerekir"

Bütün bunlardan sonra bir Amerikan kuruluşu olan Standard&Poor's, ABD'nin kredi notunu AAA'dan AA'ya düşürdü.

Ekonomik çöküş böylece belgelenmiş oldu.

Dolar 1944'te altına bağlanmıştı. Yani Amerika, kasasındaki altının değeri kadar dolar basıyordu. Amerikan Merkez Bankası, dolar getirene karşılığı kadar altın ödemeyi taahhüt ediyordu.

ABD, 1972'de bu kuralı bozdu. Altın karşılığı olmaksızın, ihtiyacı olduğu kadar dolar basmaya başladı.

Karşılığı olmayan kağıt parçalarını "dolar" diye vererek diğer
ülkelerden başta petrol olmak üzere her çeşit malı almaya başladı.

Bu sistemle Amerika 39 yıldır dünyayı haraca bağlamış durumda.

Ama, her güzel şey gibi bunun da sonu geldi.
Elinde dolar biriken ülkeler:

"Her çeşit malımızı Amerika'ya gönderip karşılığında dolar denen bu kağıt parçalarını alıyoruz. Bunlar ne işimize yarayacak?" diye sormaya başladılar.

İşte, Amerika'nın kredi notunun düşmesi bu soru ile bağlantılı.

Doğu Perinçek, 12 Ağustos günlü Aydınlık köşe yazısında Amerika'nın haraç sistemini açıkladı.

ABD'nin dış borcu 14,3 trilyon dolar.

Bu borcun 4,5 trilyon dolarının alacaklıları, elinde ABD hazine
bonoları olan ülkeler.

Çin en büyük alacaklı, elinde 1,2 trilyon dolarlık bono var. Ayrıca 2 trilyon dolarlık döviz yığınağı da var.

Amerika bu borçlarının üzerine yatmış durumda.

Çin ve diğer ülkeler, bu alacaklarının üzerine bir bardak soğuk su içmek zorunda kalacaklar.

İşçi Partisi MKK Üyesi Bülent Esinoğlu, 12 Ağustos günlü
"Ödemeyecekler" başlıklı yazısında açıkladı:

"Amerika 14,3 trilyon dolarlık, İngiltere ise 14,5 trilyon dolarlık borçlarını ödemeyecekler"

Doğu Perinçek diyor ki:

Ekonomi, her zaman ekonomi ile açıklanmıyor. "Ekonomist"lerin çıkmazı burada.

Çin niçin bir sürü mal üretip dolar denen kağıt parçaları karşılığında Amerika'ya yolluyor?

Amerikalılar hiç çalışmadan sadece dolar basıp Çin'den aldıkları malları badavadan giyip, yiyip, kullanıp yan gelip yatıyorlar?

Ekonomi bilimi içinde cevabı olmayan soru budur.

Ekonomi âlimleri, bu manzara içinde Çin'in haline bakıp "vah vah" diyorlar.

Peki, Çin bilmiyor mu ki Amerika bu borçların üzerine yatacak?

Neden hala Amerikan hazine bonoları almakta devam ediyor?

İşte ekonomi dışı büyük gerçek:

Emperyalizm sadece sermaye ihracı değildir.

Aynı zamanda, büyük silahlı güçlerine dayanarak üstünlük savaşı yürütür. Amerika, uçak gemilerine, nükleer silahlarına dayanarak dünyanın haracını topluyor.

Borç batağına saplanmış ve ekonomisi çökmüş olan Amerika,
silah göstererek barışçı (!) yollarla haraç toplayamazsa, halkını beslemek ve giydirmek için kaba kuvvete başvurmak zorumda kalabilir.

Libya benzeri küçük ülkelere sataşması, aslında asıl hasmı olan Çin gibi ülkelere gözdağı vermek içindir.

"Libya dolar yerine başka para birimleri ile petrol satmak istedi, vurdum.

Dolarımın egemenliğine taş koyarsanız sizi de vururum" demektedir.

İran ile olan hırlaşması da aynı nedenledir.

Eğer İran yarın "Tamam, bugünden itibaren petrolümü sadece dolarla satacağım, Çin'e verdiğim petrolü de kısacağım, sen benden al Çin'e sat" derse, İran o gün "Nümunelik demokratik" bir ülke oluverir.

Doğu Perinçek, 14 Ağustos tarihli Aydınlık köşe yazısında, Libyasaldırısının ikinci nedenini de açıkladı:

Çin'in elindeki bu kâğıtlar (2 trilyon dolar ve 1,2 trilyon dolarlık bono) aynı zamanda bir silahtır.

Ani Di Franco'nun "Doğru tutulduğunda her şey bir silahtır" sözü bu kâğıt parçaları için de geçerlidir.

Mao, ABD emperyalizmine "Kâğıttan kaplan" demişti. Şimdi Çin'in elinde kâğıttan silahlar bulunuyor.

Çin, deposundaki bu kağıtları çıkarıp kullanmaya başladığında, ABD ekonomisi çöker.

Nitekim, Çin bu dolar deposunun çok çok az bir kısmı ile
Libya ve diğer Afrika ülkelerine yatırımlar yapmaya başlayınca,
NATO Libya'yı bombalamaya başladı.

Libya'ya Haçlı seferinin bir anlamı da budur.

Amerika, Çin'e:

"Bana verdiğin haraçlar, haraç olarak kalmalıdır. Haraç, geri ödemesi olmayan bir ödeme biçimidir." demektedir.

Yani Çin, deposunda tuttuğu bu dolarları harcamamalıdır.
Çin, haraç olarak Amerika'ya her türlü malı göndermeli, ancak
karşılığında aldığı dolarları çekmecesinde tutmalıdır.

Peki, Çin haraç vermeyi niçin kabul ediyor?

Veya, bu haraç sistemi daha ne kadar devam edecek?

ordu millet

Bir milyar insan aç, bir milyar obez
22 EYLÜL 2011

Küresel beslenme verilerini ortaya koyan bir rapor, dünya üzerinde bir milyar insanın yetersiz beslendiğini, bu sayıdan fazla kişinin ise aşırı kilolu olduğunu ortaya koydu.
Uluslararası Kızıl Haç ve Kızıl Aylar Federasyonu örgütü tarafından yayımlanan raporda dünya nüfusunun yaklaşık yüzde on beşinin açlıkla karşı karşıya oldukları belirtildi.

Dünya Felaketler Raporu isimli çalışmada bu durumu oluşturan sebeplerin yükselen gıda fiyatları, israf ve dağıtım problemleri olduğu belirtildi.

Raporda dünya üzerinde tüketilen besinlerin yarısını üreten köylülerin ciddi kısmının da açlık çekmekte olduklarının altı çizildi.

Açlık ve obezite

Örgütün raporunda dikkat çekilen bir diğer nokta ise dünya nüfusunun karşı karşıya olduğu obezite tehlikesinin boyutları.
Özellikle hızla gelişmekte olan Çin ve Hindistan gibi ülkelerde hızla artan aşırı kilolu nüfusun, yaşanmakta olan beslenme yetersizliğiyle birlikte ülkeler için büyük yük oluşturduğu belirtildi.
Obezite pek çok gelişmiş ülke için de sağlık sistemleri üzerinde ciddi bir yük yaratıyor.
İngiltere'de yetişkinlerin dörtte biri, çocukların onda biri obez.
Araştırmalar her şey şu anki gibi devam etmesi halinde 2030'da Amerikalıların yaklaşık yarısının, İngilizlerinse %40'ının obez olacağını ortaya koyuyor.
BBC

"İş yok, sağlık hizmeti yok, emeklilik ödeneği yok"

"İşgal' bu sefer kapitalizmin kalbinde...

Tunus'ta bir seyyar satıcının fitilini ateşlediği halk ayaklanmaları ABD'ye sıçradı. Dünya finans sisteminin kalbi olan Wall Street'te başlayan gösterilere katılım her geçen gün artıyor.

09 Ekim 2011

Arap ülkelerinden İsrail'e, İngiltere'ye, İspanya'ya, Yunanistan'a ve en son olarak da ABD'ye uzanan ve temelinde de sosyal adaletsizlik, çarpık gelir dağılımına tepki olan gösterilerin, Wall Street'i hedef alması kapitalist sistem için ciddi bir alarm niteliği taşıyor.

"Açgözlülük Amerikan rüyasını öldürdü"

New York'tan başlayarak diğer kentlere de yayılan protestolar ABD basınında çok fazla yer bulamasa da, gösterilerde başı çeken "Wall Street'i İşgal" (Occupy Wall Street) ve "Biz yüzde 99'uz" (We are 99 percent) girişimlerinin kurdukları internet siteleriyle dünyaya yayılıyor. "Wall Street'i İşgal" hareketine mensup bir protestocunun elindeki "Açgözlülük Amerikan rüyasını öldürdü" pankartı büyük şirketlerin doymak bilmez iştahını, "Wall Street, Savaş (War) Sokağı" pankartı ise ABD'nin ekonomik çıkarlar uğruna giriştiği savaşları eleştiriyor. "Savaşmayın, iş sahası açın" pankartı da, ABD genelinde büyük bir sorun haline dönüşen işsizliği dile getiriyor.

"İş yok, sağlık hizmeti yok, emeklilik ödeneği yok"

İngiltere'deki Sokak eylemleri sırasında göstericiler tarafından dile getirilen "İş yok, sağlık hizmeti yok, emeklilik ödeneği yok" gibi gerekçeler Wall Street sokaklarında da sıkça dile getirilen sloganlar arasında. Eyleme katılan bir gösterici "Banka ve holdinglerin bizden çalmasından artık bıktık. Evlerimizi, işlerimizi ve sosyal haklarımızı kaybettik. Hepimiz bu mücadelede beraberiz." derken 2008'deki küresel krizin ardından ABD'nin büyük finans şirketlerini kurtarmak için harcadığı çabaları eleştiriyor.

"Zengin daha da zenginleşiyor"

Bir zamanlar (ve hala) az gelişmiş ülkelerdeki insanların kaderi gibi algılanan şikayetler, bugünlerde ABD'nin finans merkezinin sokaklarında yankılanıyor. En zengin yüzde 1 her şeyi elde ederken, geriye kalan yüzde 99'un düşük ücretler karşılığında çok çalıştıkları, yüksek borçlar yüzünden evlerini kaybettikleri, kaliteli sağlık hizmetlerinden yoksun oldukları söyleniyor."Wall Street'i İşgal" hareketinin verdiği mesaj gayet yalın: Finans kapitalin, ABD hükümeti üzerindeki gücünün azaltılması.

ABD'nin meşhur finans gazetesi Wall Street Journal'a nazire yaparcasına hazırlanan The Occupied (İşgal Edilmiş) Wall Street Journal gazetesi, protestocuların sesi oluyor. Wall Street'teki göstericilerden birinin taşıdığı yukarıdaki pankartta "Anaokuluna dön ve paylaşmayı öğren" yazarken, alttaki büyük pankartta "Sevgili Wall Street, çok fazla aldın, şimdi birazını verme sıran geldi" yazmakta.
Kaynak: milligazete.com.tr

İşgalciler: Bu böyle gitmez!
Selin Girit
BBC Türkçe
15 EKİM 2011



"Mevcut sistemin işleyişinden memnun değilim. Burada olma nedenim bu."

Soyadını -özel nedenlerle- vermek istemeyen Nick, St. Paul Katedrali'nin önündeki basamaklarda otururken böyle diyordu.

Anlaşılan, yalnız da sayılmazdı. Çünkü katedralin önündeki meydanda benzeri şeyler söyleyen binlerce kişi toplanmıştı. Polis barikatlarının ardında da yine binler olduğu söyleniyordu.

"Londra Borsası'nı İşgal Et!" diyerek yola çıkmışlar, borsa binasının olduğu Paternoster Meydanı'nı hedef almışlardı. Ancak özel mülkiyet olan bu alana girişleri atlı polisler ve mahkeme kararlarıyla engellendi.

Elinde megafonla bir gösterici, polislere, "Tanrı konuşuyor. Çocuklarıma izin verin." diye sesleniyordu. Ama izin çıkmadı. İşgalciler yakınlardaki St. Paul Katedrali'nin meydanında toplanmaya karar verdi.

"Londra Borsası'nı İşgal Et!" eylemi, Arap Baharı adı verilen halk ayaklanmasından ve İspanya'daki "Öfkeliler" hareketinden esinlenen, küresel ekonominin kalbinin attığı New York'taki Wall Street işgalini Atlas Okyanusu'nun Doğu kıyısına taşıyan, dünya genelinde yüzlerce kentte yapılan işgal eylemlerinden biriydi. Peki neden Londra'da böyle bir işgale gerek duymuşlardı?

Eylemi organize edenlerden Peter, ki o da özel nedenlerle soyadını gizliyordu, "Hükümet bankacıların avcunun içinde. Bir yandan kemer sıkma önlemleri alınıyor, diğer yandan bankacılar ikramiyelerini almaya devam ediyorlar. Bu krizi biz yaratmadık. Neden bedelini biz ödüyoruz? Birlikte hareket etmek tek çaremiz. Ancak bu şekilde bir şeyleri değiştirebiliriz." diyordu.

İngiltere'de banka kurtarma paketlerine 1,3 trilyon sterlin harcandı. Bu, dünya genelinde bankaları kurtarmak için harcanan toplam paranın üçte biri... Buna karşın, hükümet üç yıl içinde kamu sektöründe 83 milyar sterlinlik kesinti yapmasının şart olduğunu söylüyor. Bu da daha fazla kişinin işsiz kalacağı anlamına geliyor. "Biz yüzde 99'u temsil ediyoruz." diyen eylemciler tepkili.. "Her beş gençten biri işsiz," diyorlar daha birkaç gün önce açıklanan rakamlara dikkat çekerek. "Bu böyle gitmez!"

"Mesih değil, o da insan!"

Böyle gitmeyeceğini düşünenlerden biri de Wikileaks'in kurucusu Julian Assange'dı.



İşgal eylemine destek vermek için 323 gündür devam eden ev hapsinden bir gün izin almıştı.
"Hepimiz birer bireyiz. Ama bugün burada olan şey, hayallerimizin bir toplamıdır." diyor, kalabalığın üzerine yanında getirdiği şekerleri avuç avuç atıyordu.
"Bu protestonun New York'ta, Kahire'de, Tunus'ta gördüğümüz gibi sonuçlar vermesini umuyorum. Çoğunluğun iradesi siyasete yansımıyor. Grupların bir araya gelmelerini, somut siyasi kararlar almalarını umuyorum." diyen Assange, "Peki işgale destek verecek misiniz?" sorusunu, "İşgale anlamlı bir şekilde katılmam ev hapsim nedeniyle mümkün değil." diye yanıtlıyordu.
Alana girer girmez infial yaratan, medyanın aşırı hareketlenmesi sonucu eylemcilerin "Defol medya!" diye bağrışmasına, "Mesih değil, o da insan!" diye serzenişlerin yükselmesine neden olan Assange, belki ev hapsinden akşam 5'e kadar izin alabildiğinden, belki medyanın kendi üzerinde olan ilgisini eyleme geri yönlendirmek istediğinden, hızla girdiği alandan hızla çıkıyor, benim gibi bazı muhabirler arada ezilme tehlikesi atlatıyordu.

"Polis, size teşekkür ederiz!"

Bu arada, St. Paul Katedrali'nin önündeki meydanda Halk Meclisi kurulmuştu.



"Nereyi işgal edeceğiz? Gıda ve tuvalet ihtiyaçlarımızı nasıl gidereceğiz? Medyayla ilişkileri nasıl kuracağız? Daha fazla insanı buraya nasıl çekebiliriz? Süreç nasıl işleyecek? Yasal ne gibi sorunlarla karşılaşabiliriz? Sağlık ve sığınma sorunlarını nasıl çözeceğiz?" gibi sorular tespit edilmiş, herkesin gruplara bölünerek bu sorulardan birini seçip tartışması istenmişti.

Çünkü bu, lideri olmayan, hiyerarşik yapısı bulunmayan bir hareketti. Yani her karar Halk Meclisi'nde bulunan herkes tarafından, uzlaşı usulüne göre alınacak, doğrudan demokrasiye dayalı bir süreç işleyecek, hiçbir görüş dışlanmayacak, kapı herkese açık olacaktı.
St. Paul Katedrali'nin çanları akşam 5'i vurduğunda, gruplar içindeki tartışmalar halen devam ediyor, karara varılabilmesi için daha fazla zaman isteniyordu.
Peter, "Liderimizin olmaması işleri yavaşlatacak tabii. Ama bu bir ayrıntı sadece. Çünkü insanların seslerinin duyulması sağlanmış olacak." diyordu.

Şimdi ben bu satırları yazarken saat 8 buçuğu geçiyor. Alandan son haberlere bakıyorum. Hâlâ bir karar yok. Ama yeni bir gelişme var: İşgalciler, polisin kendilerini dağıtmaya çalıştığını söylüyorlar.

Wall Street'teki eylemcilerden birinin şu sözleri düşüyor aklıma: "Bize attığınız her copla medya kampanyamıza katkıda bulunuyorsunuz. Polis, size teşekkür ederiz!"

"Londra'da da benzeri sözleri duymak durumunda mı kalacağız?", diye düşünüyorum.
BBC Türkçe

Osmanlı İmparatorluğu son dünya düzeniydi
Erhan Afyoncu
eafyoncu@bugun.com.tr
26 Haziran 2011

Amerikan Newsweek dergisinde Tarihçi Niall Ferguson tarafından "Ortadoğu`nun Bir Sonraki İkilemi" başlığıyla kaleme alınan makalede, `Türkiye`nin kaslarını esnettiği bu dönem ardından yeninden canlanmış bir Osmanlı İmparatorluğu ile karşılaşabiliriz" yorumu yapıldı. Tam imparatorluktan ayrılan ülkelerle tekrar yakınlaştığımız bir dönemde Araplar`ı manipüle edebilecek bir yazı da olsa bu makale bir gerçeğe parmak basıyor. Yıllarca görmediğimiz, unutmak istediğimiz, küçümsediğimiz Osmanlı İmparatorluğu`nun izleri her alanda devam ediyor.

Osmanlı`yı keşfettik

1990`lı yıllarda Sovyetler Birliği`nin dağılmasından sonra dünya yeniden şekillenmeye başladı. Dünyanın yeniden şekillendiği bu dönemde Amerika ve Türkiye Osmanlı İmparatorluğu`nu yeniden keşfetti. Amerika kendi yeni dünya düzenini kurmaya çalışırken Kafkaslar`dan Balkanlar`a, Ortadoğu`dan kuzey Afrika`ya her yerde karşısına Osmanlı İmparatorluğu`nun izleri çıktı. Emperyalistlerin bütün çabalarına rağmen Osmanlı`nın izleri silinmemişti. Yönünü Batı`ya çevirip, asırlarca hükmettiği ülkelere bakmayan Türkiye de bu dönemde Osmanlı geçmişini yeniden keşfetti. 1999`daki 700. yıl kutlamaları tarihimizle barışmamızın dönüm noktası oldu. Bosna, Kosova, Makedonya gibi birçok ülkede problemler ortaya çıktıkça Türkiye bu bölgelere yardım eli uzatmaya başladı. Batı ise Osmanlı canlanıyor diye bu ülkeleri bizden uzaklaştırmaya çalıştı. Bu bölgelerde fazla bir nüfusa ve siyasi ağırlığa sahip olmayan devletlere samimi olarak yardım edecek Türkiye`den başka ülke de yok.

Modern dünyayı şekillendirdi

Osmanlı İmparatorluğu denilince her şeyiyle tarih olmuş, gitmiş; ondan günümüze bir şey kalmamış gibi düşünülür. Ancak 600 yıldan fazla bir süre dünyanın en önemli coğrafyasında hakimiyet kuran ve iki büyük imparatorluktan birisi olan Osmanlı İmparatorluğu bugünkü dünyanın oluşmasındaki en önemli aktörler arasındadır. Osmanlı İmparatorluğu`nun bugünkü dünyanın Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu gibi en problemli üç bölgesinin de içinde olduğu çok geniş topraklar üzerinde 600 yıl süren hakimiyetinin günümüze tesiri çok büyüktür. Osmanlılar`ın izlediği siyasi ve dini politikalar günümüz modern dünyasının şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Asırlarca Osmanlı idaresi altında bulunmuş ülkelerin pek çok karakteristiği de bu dönemde şekillendi. Budin`den Basra`ya kadar uzanan bölgedeki dini ve etnik gruplar Osmanlı idaresi altında oluştu. Osmanlı mimarisi ve şehircilik anlayışı, hakimiyeti altındaki birçok yerde şehirlerin şekillenmesinde önemli tesirlerde bulundu. Nitekim 2003`te bir makale kaleme alan David Fromkin bu gerçeği, "Başkan Bush`un bazı bölümlerini değiştirmek istediği Ortadoğu`nun çoğu karakteristiğinin 500 yıllık Osmanlı idaresinde şekillendiği açıkça görülüyor" şeklinde ifade etmişti.

30`a yakın devlet

Osmanlı İmparatorluğu`nun hakim olduğu sahada Arnavutluk, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Cezayir, Etiyopya, Filistin, Hırvatistan, Irak, İsrail, Karadağ, Katar, Kıbrıs, Lübnan, Libya, Macaristan, Makedonya, Mısır, Moldova, Romanya, Sırbistan, Suudi Arabistan, Suriye, Tunus, Umman, Ürdün, Yemen ve Yunanistan kurulmuştur. Ayrıca bugünkü Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Sudan ve Ukrayna`nın da bazı kısımları Osmanlı toprağı olmuşlardı. Bütün bu bölgelerde asırlarca süren Osmanlı hakimiyeti günümüz dünya politikasına da etki eden derin izler bıraktı. Nasıl ülkemizdeki en önemli eserler Osmanlı döneminden kalmaysa, Osmanlı hakimiyetinde kalmış ülkelere gittiğinizde de oraların belli başlı eserlerinin Türkler zamanından kalma olduğunu görürsünüz. Selanik`te dikkati çeken iki eser vardır. Biri Beyaz Kule diğeri ise Makedonya Eyalet Konağı. Birincisi Kanunî, ikincisi ise İkinci Abdülhamid döneminde inşa edilmiştir. Beyrut`a gittiğinizde Osmanlı vilayet binası, Kudüs`e gittiğinizde ise şehri çepeçevre saran Osmanlı surları karşınıza çıkar. Günümüzde, özellikle son 20 yılda Balkanlar`da, Kafkasya`da ve Ortadoğu`da kaldırılan her taşın altından Osmanlı İmparatorluğu`nun izleri çıkıyor. Altı asır süren Osmanlı İmparatorluğu, son dünya düzeniydi ve yenisi de kurulamadı. Kimliklere saygı Osmanlılar, fethettikleri bütün bölgelerin dini ve milli kimliklerini korumalarını sağladılar. Gerek Balkanlar`da, gerekse Ortadoğu`da olsun Osmanlılar çekildikten sonra buralardaki halkın dillerinde ve dinlerinde büyük bir değişim olmadı. Bazı ülkeler, Osmanlı fetihlerinden önceki durumlarından daha ileri bir duruma geldiler. Örneğin Osmanlı fethi sırasında Katolik olma tehlikesi ile karşı karşıya olan Sırbistan`da Ortodoksluk devam ettiği gibi, ayrıca Sırp milli kilisesi de kuruldu. Böylelikle Rum Patrikhanesi`nin nüfuzundan çıkan Sırplar, Helen kültürünün tesirinden kurtulup, milli kimliklerini yaşatabildiler. Oysa Osmanlı İmparatorluğu`nun asırlarca kaldığı yerlerde 50-100 sene kalan İngilizler ve Fransızlar kendi dilleriyle birlikte dinlerini de dayatmışlardı. Bu iki ülkenin sömürgelerinin çoğunda resmi dil hâlâ İngilizce veya Fransızca`dır. Bu ülkelerin Osmanlı İmparatorluğu`ndan sonraki bitmek bilmeyen karışıklıkları da gözler önündedir.

Osmanlı Tarihi Kronolojisi

Osmanlı tarihçiliğinin en önemli isimlerinden biri olmasına rağmen kıymeti fazla anlaşılamamış İsmail Hami Danişmend`in beş ciltlik "İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi"nin uzun süredir baskısı yoktu. Doğu Kütüphanesi çok uzun süre uğraşarak Danişmend`in bu önemli eserini yeniden bastı. Eserin ilk dört cildi siyasi tarihe, beşinci cildi ise Osmanlı devlet ricaline ayrılmış. Bir ek olarak hazırlanmış altıncı ciltte ise Osmanlı tarihine ait Batı dillerinden yapılmış tercümeler var. Osmanlı tarihi konulara göre değil, kronolojik olarak gün gün anlatılıyor. Birinci ciltte 1299-1512, ikinci ciltte 1512-1574, üçün cü ciltte 1574-1703, dördün cü ve son ciltte ise 1703-1922 yılları arası anlatılıyor. Eserin özellikle 16. yüzyılı anlatan kısmı çok iyi kaleme alınmıştır. Osmanlı tarihi hakkında önemli bir müracaat eseri olan "İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi"ni tarih meraklılarına tavsiye ediyor, Doğu Kütüphanesi yayınlarını da tebrik ediyoruz.

Tarih olmadı

Osmanlı İmparatorluğu, tarihin gördüğü en büyük iki imparatorluktan birisiydi. Roma İmparatorluğu gibi Osmanlı İmparatorluğu da, tarih sahnesinden kalkmasına rağmen tesirleri devam ediyor.

Osmanlı`nın hayaleti

David Fromkin, New York Times`teki 9 Mart 2003 tarihli makalesinde şunları yazmıştı: "Bir hayalet ABD`yi pençelerine almış, rahat bırakmıyor. Bu, Osmanlı İmparatorluğu`nun hayaleti. Irak`ta, Sırbistan`da, Bosna`da, Kosova`da, Körfez Savaşı`nda, 11 Eylül saldırılarında bu hayalet bizimleydi. Osmanlı hayaletleri asla uzaklaşmadı."

Suriye, İran ve Ortadoğu'da Kuvvetler Dengesi
George Friedman
Ara 01, 2011



Suriye, İran ve Ortadoğu'da Kuvvetler Dengesi

ABD askerleri, 2011 sonu olarak belirlenen Irak’tan çekiliş hareketini tamamlamak üzereler. Şimdi, bunun sonuçlarını ile hesaplaşmaya doğru gidiyoruz. Bu hesaplaşma, bölgede kuvvetler dengesinde olabilecek büyük bir kayma, İran’ın oldukça marjinal bir güçten nüfuzlu bir güç durumuna geçme olasılığıdır. Bu hareket ilerlerken Amerika ve İsrail karşıt hareketler yapıyorlar. Bunları daha önce etraflı olarak konuşmuştuk. Yanıtlanmamış soru, bu karşıt hareketlerin bölgeye denge getirip getirmeyeceği, İran’ın bunlara karşıt bir davranışı olup olmayacağı, olursa ne ölçüde olacağı.

İran Amerika’nın çekilişi için hazırlıklar yapmaktaydı. İran’ın, Irak üzerine hükümran olacağını söylemek mantıksız olsa da, Tahran’ın, Bağdat üzerinde, Irak tarafından İran’ın istemediği davranışları engelleyecek güçlü nüfuzu olacağını söyleyebiliriz. Amerika’nın çekilişinin tamanlanması ile bu nüfuz daha güçlenecek ve bu geri çekiliş politikasında ani bir geri dönüş olmayacağı ortaya çıkacak. İran kuvvetinin yakınlığı ve gittikçe uzaklaşan, önemini kaybeden Amerikan gücü Irak’lı politikacıların hesabında bulunmalı.

Bu şartlar altına İran’a karşı direniş fayadasız ve tehlikeli olacak. Kürtler gibi bazıları Amerikan’ın garantisi olduğu ve Amerikan şirketlerinin Kürt petrollerinde olan hatırı sayılır yatırımlarından dolayı bu taahhütlerini yerine getirecekleri inancındalar. Haritaya bir göz atış Amerika için bunu yapmanın ne kadar zor olduğunu gösteriyor. Bağdat rejimi Sünni liderleri tutukladı; tamamı hiçbir şekilde İran taraftarı olmayan Şii’ler de coşkulu bir direnişin bedelinin ne olduğunu biliyorlar.

Suriye ve İran

Suriye’deki durum bunu karmaşık bir hale getiriyor. Şimdiki cumhurbaşkanının babası, zamanın Suriye hava kuvvetleri kumandanı, bir darbe ile iktidarı ele geçirdiği 1970’den beri azınlıkta olan Aleviler Suriye devletine hakim oldu. Şii’liğin bir kolu olan Aleviler, çoğunluğu Sünni olan nüfusun yüzde 7’sini oluşturuyor. Yeni Alevi hükümetinin tutumu Nasır rejimi benzeri, laik, sosyalist ve ordu üzerine inşa edilmiş idi. İslam bir politik güç olarak Arap dünyasında yükselişe geçtiğinde Suriye’liler Mısır’daki Sedat rejimi ile ters düştüler, İran’ı bir sığınak olarak gördüler. İran’ın İslamcı rejimi Suriye’nin laik rejimini Lübnan’daki köktendinci Şii’lere karşı koruyucu oldu. İran ayrıca Suriye’nin Lübnan’daki maceralarına olduğu gibi, daha önemlisi Suriye’nin Sünni çoğunluğunu sindirmesine destek verdi.

Suriye ve İran, en çok Lübnan’da birlikte davrandılar. 1980’lerin başında Humeyni devriminden sonra İran, radikal Şii güçleri destekleyerek İslam dünyasındaki etkisini arttırmaya çalıştı. Hizbullah bunlardan biri idi. Karmaşıklığı tartabilmek için bir örnek: Suriye 1975’de, Hristiyan’lar adına ve Filistin Kurtuluş Örgüt’üne karşı Lübnan’ı işgal etti. Suriye, tarihsel olarak Lüban’ı Suriye’nin bir parçası olarak gördü ve üzerindeki nüfuzunu göstermek istedi. İran aracılığı ile Hizbullah, Suriye’nin Lübnan’daki gücünün aracı oldu.

Sonuçta, İran ve Suriye, bugüne kadar gelen, dengeli sayılabilecek uzun süreli bir birlik oluşturdu. Şu anda Suriye’de yaşanan huzursuzlukta, Amerika’lılar, Suudi’ler ve Türkler Beşşar Esad rejimine karşı düşmanca davranmaktalar. İran, aksine, Suriye hükümetini destekleyen tek ülke.

Bunun makûl bir sebebi var. Ayaklanmalardan önce Suriye ile İran arasındaki belirli ilişki, değişken olarak tarif edilebilir. Suriye, İran ve İran’ın Lübnan’daki vekilleri ile özerk olarak ilişki kurabiliyordu. Hizbullah gibi grupların önemli desteklecilerinden biri olan Esad rejiminde, Suriye’liler duruma hakim olarak Hizbullah’ın Lübnan’daki gücünü kontrol altında tutuyordu. Suriye ayaklanması Esad rejimini kendini savunmaya, İran’la daha yakın ve dengeli bir ilişkiye yönlenmeye zorladı. Türkiye ve Arap Birliği’nin karşıt davranışları ile Şam Sünni dünyada kendini yalnızlaştırılmış buldu. İran ve çok ilginç, Irak Başbakanı Nuri El Maliki – Esad’ın tek dış destekcileri oldu.

Şu ana kadar Esad düşmanlarına karşı dayandı. Orta ile aşağı rütbelerde bazı Sünni’lerin karşı tarafa geçmelerine rağmen ordu genel olarak sarsılmamış durumda, çünkü Aleviler kilit noktaları kontrol altında tutuyorlar. Libya’da olanlar, güç durumda olan Suriye liderliğine ve ordu içindeki bazı karşıtlarına da – kaybetmenin sonucunun ne olduğunu gösterdi. Ordu bütünlüğünü korudu, silahsız ve zayıf silahlarla donanmış bir halk toplumu, sayıca ne kadar büyük olursa olsun, yerinde sağlam duran bir orduyu yenemez. Esad’ın düşüşünü bekleyenler için anahtar, orduyu bölmek.

Eğer Esad bu badireyi atlatırsa ve şu anda, bekleyenlerin umutları sayılmazsa, atlacak – bundan büyük kazançla çıkacak olan İran olacak. Irak geniş ölçüde İran’ın etkisinde kalırsa ve pek çok ülkeden ayrıştırılmış fakat Tahran tarafından desteklenen – Esad rejimi Suriye’de devam ederse, İran batı Afganistan’dan Akdeniz’e (burada Hizbullah’ı kullanarak) kadar uzanan bölgede hakim güç olarak ortaya çıkacaktır. Buna ulaşmak için İran’ın askeri gücünü kullanması gerekmiyecek Esad’ın bu badireyi atlatması yeterli olacak. Suriye rejiminin kendini İran’a borçlu hissetmesi, İran ordusunun batıya doğru yönlendirilmesi olanağını getirecek, bu olanak bile çok ciddi tepkiler yaratacaktır.

Bu nüfuz alanını harita üzerinde canlandıralım. Suudi Arabistan’nın kuzey sınırları, Ürdün, ve Türkiye’nin güney sınırları ile belirlenecek bu bölge. İran’nın bu bölgeyi nasıl idare edeceği belirsiz, örneğin ne gibi bir güç göndereceği. Tek başına haritalar sorunu anlamaya yeterli değil; ancak sorunun varlığını gösteriyorlar. Ve sorun kesin değil – İran’ın etkisi altında, çok geniş stratejik bir alanı kapsayan, bir bloğun oluşma potansiyeli.

Hatırlamak lâzım ki İran’ın gizli askeri ağına ilaveten güçlü bir düzenli ordusu var. Bunlar ABD’nin zırhlı birliklerine karşı çıkıp galip gelemezler, fakat İran’la Lübnan arasında ABD zırhlı birlikleri yok. İran’ın yeterli gücü bu bölgeye getirebilme imkânı özellikle Suudi’lerin karşılacağı riskleri arttıracak. İran’ın hedefi bu riskleri öylesine arttırmak ki Suudi Arabistan karşı koyma yerine kabullenmeyi daha ehven bulsun. Haritayı değiştirmek buna erişmeye yardımcı olur.

Bu olasılıktan korkanlar – ABD, İsrail, Suudi Arabistan ve Türkiye – bunu engellemeye çalışacak. Şu anda bunun durduralacağı yer artık Irak değil zira orada İran duruma hakim olan güç. Onun yerine Suriye’de olacak bu iş. Ve Suriye’de yapılacak kilit hareket Esad’ın devrilmesi için elden gelen her şeyin yapılması.

Geçen hafta, Suriye’deki ayaklanma yeni bir boyut kazanıyor gibi göründü. Son zamanlara kadar en kayda değer muhalefet hareketleri Suriye dışında, medyada yer alan direnmelerin de dışarıda yerleşik muhalefet grupları tarafından yürütüldüğü idi. Muhalefetin etkinlik derecesi hiçbir zaman belirli değildi. Tabii ki Sünni çoğunluk Esad rejimine karşıt ve nefret hisleri ile dolu. Fakat muhalefet ve duygular, ölüm kalım savaşı veren kişilerden oluşan bir rejimi deviremez. Ve bu direnmelerin dışarıdan yapılan propagandalarda gösterildiği kadar güçlü olduğu da belirsiz idi.

Geçen hafta, Hür Suriye Ordusu – Türkiye ve Lübnan’da üslenmiş taraf değiştirmiş Sünni bir grup - taraf değiştirenlerin devlet tesislerine hücum ettiklerini, bu tesislerin arasında hava kuvvetleri istihbarat dairesi (rejimin geçmişine bakılırsa özellikle hassas bir nokta) ve Şam büyükşehir bölgesinde Baas Partisi binaları olduğunu beyan etti. Bunlar Hür Suriye Ordusu’nun üstlendiği ilk saldırılar değildi fakat geçen hafta güçlü propaganda aracı olarak kullanıldı. Bu saldırıların en önemli olan yönü, ufak çapta ve abartılmış olsalar da taraf değiştirenlerden bazılarının kaçıp Türkiye veya Lübnan’da kalmak yerine savaşmak istediklerini ortaya çıkarması idi.

İlginç olan, silahlı eylemlerdeki artışın – veya yeni güçlerin katılımı – İran ile ABD ve İsrail ilişkilerinin bozulduğu zamana rast gelmesi. İlişkilerin bozulması, İran’ın gizli bir eylemle Suudi Arabistan’ın ABD Büyük Elçisine suikast düzenlemekle suçlanması ve arkasından Bahreyn hükümetinin, Bahreyn’deki saldırıların İran’lı ajanlar tarafından organize edildiği iddaaları ile başladı. Bunları, Uluslararası Atom Enerjisi Komisyonu’nun İran’ın nükleer cihaz geliştirmedeki ilerleme raporu ve arkasından, İsrail’in kendi işi olduğunu neredeyse açıkça ima ettiği, 19 Kasım’da bir İran füze tesisindeki patlama takip etti. Bunların doğruluk derecesi bilinmese de, İran üzerindeki psikolojik baskı artıyor ve öyle görünüyor ki bu bilinçli olarak düzenleniyor.

Bu oyunda İsrail’in durumu en karmaşık olanı. İsrail’in Suriye ile, görünür olmasa da, Yaser Arafat’a ortak düşmanlıklarından kaynaklanan yürüyen bir ilişkisi vardı. İsrail için Suriye bildikleri bir şeytan idi . Kuzey sınırlarında Müslüman Kardeşler’in kontrolü altında bir Sünni devlet korku verici idi; yerine Esad’ı yeğlediler. Bölgesel güç dengesindeki değişikliğe bakarak, İsrail’in görüşü de değişiyor. Son on yılda, İran kaynaklı Şii tehlikesine oranla Sünni İslam tehlikesi azaldı. İleriye doğru bakıldığında İsrail’in kuzey sınırında Suriye, düşman bir güç olarak, cesaretlendirilmiş bir İran’dan daha az kaygı verici bir durum. İsrail dış politikasının mimarlarlarından Dışişleri Bakanı Ehud Barak’ın “rejimin sonuna doğru gidişin hızlandığını” görüyoruz demesi de bundan kaynaklanıyor. Sonuç için tercihi ne olursa olsun İsrail Suriye’deki olayları etkileyemez. Onun yerine, İsrail, İran tehlikesinin bölge politikalarını yeniden şekillendirmesinin en yüksek seviyede olduğu bir duruma uyum sağlıyor.

İran psikolojik kampanyalara alışkın. Bizim görüşümüze göre, İran yeraltında, kontrollü bir ortamda patlatabileceği nükleer bir cihaz yapabilecek duruma yaklaşmış olabilir; ancak laboratuvar (yani yeraltı) dışında kullanılabilecek bir nükleer silahtan çok uzakta. Burada, nükleer başlığı taşıyacak bir füzeye hassas deneme sisteminin yüklenebilmesi ve patlamasını bekleyiş var. Patlayabilir. Patlamayabilir. Uçuş esnasında havada yakalanabilir; bir karşı saldırı için “meşru savaş sebebi” olabilir.

Esas İran tehdidi nükleer değil. Öyle olabilir fakat nükleer silahlar olmasa bile İran bir tehlike olarak devam ediyor. Bugünkü yükseliş Amerika’nın İrak’tan çekilişinden kaynaklandı ve Suriye’deki olaylarla güçlendi. İran, yarın nükleer proğramını terketse de durumun karmaşıklığı devam edecek. Üstünlük İran’da; ABD, İsrail, Türkiye, ve Suudi Arabistan, hepsi, durumu kendi lehlerine çevirmenin yollarını arıyorlar.

Görünüşe göre iki yönlü bir strateji uyguluyorlar: savunma açıklarını yeniden gözden geçirmeye zorlayarak İran üzerindeki baskıyı arttır, ve İran’ın Irak üzerinde nüfuzunun sonuçlarını sınırlamak için Suriye hükümetini devir. Suriye rejimi devrilebilir mi, bu sorunlu. Eğer NATO karışmasaydı Libya’da Muammer Kaddafi bugün hayatta olacaktı. NATO Suriye’ye de el atabilir ancak Suriye Libya’ya göre daha karmaşık. Şu anda Araplar’ın İran’dan korkuları ne olursa olsun, ikinci bir Arap ülkesine, rejimi değiştirmek için yapılacak bir NATO taarruzu beklenmedik sonuçlar doğurabilir. Savaşların ne getireceği önceden bilinemez; savaşlar ilk seçenek değildir.

Sonuç olarak çözüm, Türkiye, Ürdün, ve Lübnan üzerinden Sünni karşıtların el altından desteklenmesi. Türk’ler katılır mı? ilginç olacak bunu görmek. Çok daha ilginç olanı acaba bu bir sonuç verecek mi? Suriye istihbaratı yıllardır etken bir şekilde Sünni karşıtların içine sızmış durumda. Rejime karşı gizli bir operasyon düzenlemek güç, ve bunun başarılı olabilmesi garanti değil. Yine de bundan sonraki hareket bu.

Fakat bu son hareket değil. İran’ı sınırlandırmak için Irak’taki politik duruma bir şekil vermek gerekli. ADB’nin Irak’tan çekilişi ile Vaşington’un orada etkisi kalmadı. ABD’nin geliştirdiği bütün ilişkiler ABD gücünün bu ilişkileri koruması üzerine kurulmuştu. Amerika’nın gidişi ile bu ilişkilerin temelleri dağılır. Ve Suriye’de bile güç dengeleri kaymakta.

ABD’nin üç seçeneği var. Değişimi kabullen ve sonuçla yaşamaya çalış. İran’la bir anlaşmaya varmaya çalış, çok sıkıntılı ve pahalıya mal olur. Veya savaşa gir. Birincisi, sonuç ne çıkarsa Vaşington onunla yaşayabilir, varsayımı. İkincisi, İran’nın ABD ile alışverişe istekli olmasına bağlı. Üçüncüsü, bir savaşa girişecek yeterli güce sahip olmaya ve Hürmüz Boğazı’nda İran’nın karşı taarruzlarını sineye çekmeye bağlı. Bunların hepsi belirsiz, dolayısıyla kritik olan Esad’ın devrilmesi. Bu oyunu ve gidişatı değiştirir. Fakat bu bile çok güç ve bir yığın riskle dolu.

Şimdi Irak’ta son perdedeyiz, ve bu umulandan çok daha ızdıraplı. Bununla, Avrupa krizine bir arada bakıldığında küresel sistemin yapısal bir krizde olduğu düşüncesinin doğruluğu görülüyor.

STRATFOR, George Friedman, 22 Kasım 2011
Çeviri: Erkan GÜÇİZ
Kaynak: http://www.guncelmeydan.com/pano/suriye-iran-ve-ortadogu-da-kuvvetler-dengesi-george-friedman-t30019.html

Ahmedinejad: "Kapitalizm Çöküyor, Adil Bir Yeni Dünya Düzeni Şart"



Küba'da bulunan İran Cumhurbaşkanı, adaletin sağlanacağı yeni bir dünya düzeni için çağrı yaptı.

İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinijat, Latin Amerika gezisi kapsamında Küba'da temaslarda bulundu.

Ahmedinejad, Havana Üniversitesi'nde düzenlenen konferansta gençlere seslendi.

Kapitalist sistemin birçok ülkede çökmekte olduğunu söyleyen Ahmedinejad, adalete dayalı, bütün insanlara saygı gösterilen yeni bir düzen kurulması gerektiğini belirtti.

Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere kapitalist devletleri eleştiren Ahmedinejad, bugün, kapitalizmin başvurabileceği tek şeyin öldürmek olduğunu iddia etti.
Ülkesinin, hiç kimsenin hakkına tecavüz etmediğini, hakkından fazlasını istemediğini belirten Ahmedinejad, İran'a gereksiz yere nefret ve düşmanlık beslendiğini savundu.

Konuşmanın ardından, Havana Üniversitesi, İran Cumhurbaşkanına fahri doktora unvanı verdi. Ahmedinejad, temasları kapsamında, Küba Devlet Başkanı Raul Castro ile de görüştü.

Resmi törenle karşılanan Ahmedinejad'ın Castro ile görüşmesi sıcak bir ortamda gerçekleşti.

Venezuela ve Nikaragua'dan sonra Küba'ya geçen İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, Latin Amerika turunu Ekvador'la noktalayacak.
TRT/haber1001

Amerikan hegemonyası 
son bulurken
Korkut Boratav
12 Kasım 2013



Tarihçi Immanuel Wallerstein on beş günde bir “dünyanın hali” üzerindeki düşüncelerini internet üzerinden okurlarıyla paylaşır. 1 Kasım tarihli iletisi, Amerikan hegemonyasının sonu üzerindeydi. Birleştirerek, yer yer düzenleyerek aktarıyorum: “ABD hegemonyasının gerilemesi (gönülsüzce de olsa) artık ülke içinde de kabul ediliyor. Amerika’nın dünyayı denetleyebilme yeteneği açıkça azalmış; öyle bir noktaya gelmiştir ki, Washington Orta Doğu’da önde gelen aktörlerden hiçbirisine, (başta Mısır, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan, Irak, İran, Pakistan olmak üzere) söz geçirememektedir. ABD hâlâ bir devdir; fakat ayakları kilden bir dev… En büyük askeri güçtür; ancak fazla işe yaramayan bir güç…Savaşları kazanamamaktadır; fakat çok fazla zarar verebilmektedir.

Bunlar özgün saptamalar değil. Benzer gözlemler, soL’daki haberlerde, yorumlarda, köşe yazılarında sık sık yer alıyor. Önemi, yazarın kimliğinden geliyor. Wallerstein 20. yüzyılın önemli düşünürlerinden biridir. Marksizmle sürekli dirsek teması içinde olmuş; ondan etkilenmiş; ancak kapitalist dünya sisteminin tarihini, hegemonik ve bağımlı kutuplara ayrışmasını ticarete ve devletlere dayandırmış; emperyalizm kavramını ve analizini kullanmamayı yeğlemiştir. Bu farklılığa rağmen, çağdaş kapitalizmi bir sistem olarak soldan (ve reddederek) eleştiren Batılı aydınların ön saflarında yer almıştır.

Bu özellikleriyle Wallerstein’in yukarıdaki saptamadan çıkardığı sonuçlar önem taşıyor. Yazının sonunda bunlara değineceğim.

***

Wallerstein’in “ABD’nin dünyayı kontrol yeteneğinin azalması” üzerine verdiği örnekler doğrudur. Ben de biraz açayım:

Emperyalizmin doğrudan şiddet uygulayarak rejim değiştirme operasyonları, öyle anlaşılıyor ki, Libya fiyaskosu ile son bulmuştur. Obama yönetiminin hayıflanarak Kaddafi Libyası’nı özlediğini söylersek, herhalde fazla hata yapmayız.

Bu modelin önceki iki örneği de iflas etmiştir. Yüzbinlerce Iraklı’nın, binlerce Amerikalı’nın ölümü sonunda gerçekleştirilen Irak işgali, İran’ın etki alanı içine yerleşen bir hükümet ve El Kaide’nin vurucu gücü haline gelen bir Sünni kalkışması ile sonuçlanmış; ABD’nin ekonomik beklentileri hayata geçirilememiştir.

Afganistan’da Taliban ayaktadır ve ABD bu ülke üzerinde hiçbir hedefini gerçekleştirmeden vurucu güçlerini çekmektedir.

Amerikan halkı başka ülkelerde savaşmayı reddetmektedir. İnsansız hava araçları, Pakistan’daki Taliban militanlarıyla birlikte çoluk-çocuk köylüleri öldürmektedir; ancak o kadar… Obama’nın bir önceki Savunma Bakanı Gates de açıkça ifade etmişti: “Savaşlar ancak karada kazanılabilir…”

Taşeronlar yoluyla rejim değiştirme modeli ise Suriye’de çökmek üzeredir. Esad’ı iktidardan ulaştırma önceliği terkedilmiş; Suriye sorununun çözümü büyük ölçüde Rusya ve İran’a havale edilmiştir. ABD’nin İran-Irak ve kısmen Suriye ile Hizbullah Lübnanı’ndan oluşan yeni bir bloklaşmayı sineye çekmek zorunda kalacağı anlaşılmaktadır. İşlevsiz kalan taşeronlar (özellikle Türkiye ve Suudi Arabistan) Obama yönetimine çeşitli rahatsızlıklar vermeye başlamıştır.

“Arap baharı”nı ABD senaryosu olarak görenler yanıldılar. Halk ayaklanmaları, Batı’nın Tunus ve Mısır’daki iki sadık işbirlikçisini devirdi. Emperyalizm, neo-liberalizmi yürütme işlevini Müslüman Kardeşler’e devrederek kayıplarını telâfiye kalkıştı; yine tökezledi. Mısır’da halk muhalefeti Mursi’yi devirmek üzere iken ordu iktidara el koydu. Tunus’ta ise, kitlesel ve sendikal muhalefet karşısında İslamcı Nahda’nın günleri sayılı görünüyor. Ortak özellik şudur: Halk ayaklanınca ABD çaresiz, etkisiz kalmakta; ancak halkın iktidara el koymasını önleyebilmektedir.

Örnekleri Orta-Doğu ötesine, Asya’ya, Latin Amerika’ya; kapitalist dünya ekonomisinin bunalımına taşıyarak zenginleştirelim. Aynı tablo tekrarlanıyor: Amerika’nın dünyaya hükmetme yeteneği ciddi boyutlarda aşınıyor.

ABD emperyalizminin gücünü buna rağmen abartmak ise, muhalif çevreleri kötümser bir kaderciliğe sürükleyebiliyor.

***

Bu tablonun sonuçlarına eğildiğinde Wallerstein daha da ileri gidiyor. 15 Ekim tarihli iletisinde Amerika’nın hegemonya krizinin bir sistem krizine dönüştüğünü vurguluyor. Ona göre kapitalizm çökmektedir ve insanlığın geleceği “dünya solu” olarak nitelendirdiği sistem-karşıtı güçler tarafından belirlenecektir.

Bu güçler kapitalizmin hegemonya mücadelelerinin dışında kalmalı; enkaz altında kalmaktan kaçınmalıdır. Wallerstein farklı bir mücadele gündemini savunuyor: “Dünya solu da bölünmüştür. Bu bölünmeyi aşmaya çalışmalıyız. İnsanlar acı çekmektedir. Kısa dönemde bu acıları hafifletmenin mücadelesini vermeliyiz. Orta dönemde geleceğe ışık tutmalıyız. Bir sistemden bir başkasına geçerken her şey mümkündür; ancak hiçbir şey kesin değildir.”

Kaynak: http://haber.sol.org.tr/yazarlar/korkut-boratav/amerikan-hegemonyasi-son-bulurken-82455

BREZİLYA’DA KADINLAR BİR GDO LABORATUVARINI BASTI…
Ayhan Yalçınkaya




Ulusal Biyogüvenlik Kurulu’nun genetiği değiştirilmiş okaliptüs ağaçlarının üretimini serbest bırakmaya hazırlanmasını protesto eden Topraksız Köylüler Hareketi MST’nın kadın kolları, çalışmaları yürüten laboratuvara baskın düzenleyerek projeyi durdurdu.
Brezilya’nın başkenti Brasilia’da genetiği değiştirilmiş okaliptüs ağaçlarının üretimini serbest bırakacak kararın oylanması, protesto haberinin ardından iptal edildi. Başkente yaklaşık 1050 km mesafedeki Itapetininga’da proje sahibi Suzano adlı şirketin laboratuvarını basan 1000 kadar kadın protestocu, numune filizlerin bulunduğu serayı ve laboratuvarın su sistemini tamamen kullanılamaz hale getirdi. Ülkenin en büyük kağıt üreticisi şirket, genetiği yetiştirilmiş okaliptüs ağaçlarının 7 yıl yerine 4 yılda büyümesini sağlayarak ülkenin toplam üretimini %20 oranında arttırmayı planlıyordu. Şirket, uğradıkları zarardan ötürü projeyi durdurmak zorunda kaldı.
Kadın kollarının protestosuna birçok sivil toplum örgütünden destek geldi. Örgütler, doğal okaliptüs ağaçlarının günlük su ihtiyacının zaten çok yüksek olduğunu ve genetiği değiştirilmiş ağaçların doğal ağaçlardan 4 katı daha fazla su tüketeceğini, şirketin ise doğal su kaynaklarının bu durumdan etkilenmesini hiç umursamadığına işaret ediyor.
Üretimi serbest bırakmaya kararlı hükümet yetkilileri oylamayı önümüzdeki ayda gerçekleştirmeyi planlıyor.

Kaynak: http://dunyalilar.org/brezilyada-kadinlar-bir-gdo-laboratuvarini-basti.html
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Cmt Mar 07, 2015 6:49 pm tarihinde değiştirildi, toplam 5 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Cum Şub 03, 2012 11:38 pm    Mesaj konusu: Tek çıkaryol Osmanlıvari bir çözüm Alıntıyla Cevap Gönder

Tek çıkaryol Osmanlıvari bir çözüm
30 Ocak 2012



Günümüzün en popüler felsefecilerinden biri kabul edilen Slavoj Zizek bir dizi konferans için Türkiye'ye geldi.

Farklı biçimlerde tanımlasa da özünde hep Marksist olduğunu söyledi, hep de Marksistlerin büyük eleştirilerine maruz kaldı. Son dönem çalışmalarında en büyük ilhamı Hegel’den aldı, üzerine bin sayfalık son kitabını yazdı. Ancak Ortodoks Hegelciler onu içlerine almayı hep reddetti. Kendi camiasında hedef olduğu eleştirilerin de, dünyada popüler bir felsefe ikonuna dönüşmesinin de nedeni, kitle kültürüne dair gözlemlerini, gündelik dil ve sosyal teori ile birleştirmesi oldu.

Devrimci terörü destekleyen Leninist söylemleri ve radikal teori soslu görüşleri nedeniyle ‘Batı’daki en tehlikeli felsefeci’ ilan edildi.

Kendisini ‘radikal solcu’ olarak tanımlayan bir felsefecinin reklamcılar tarafından finanse edilen bir organizasyona katılması tartışmalı değil mi?

- Ben hâlâ bir solcuyum. Bugüne kadar reklam sektörünü çok eleştirmiş biriyim. Bütün masrafları karşılıyorlar. Neden kabul etmeyeyim? Anlatacağım şey reklamcılığın son 10-15 yılda uğradığı değişim. Örnek verirken yine Starbucks’a saldırmış olacağım. Bir bardak kahve alıyorsunuz ve ufak bir miktar fazladan ödeme yaptığınızda onun yüzde bilmem kaçı Guatemala’daki çocuklara, bilmem kaçı şuna buna gidiyor. Pazarlama taktiğine bakar mısınız? Bir ürün alıyorsunuz ve o sırada sosyal sorumluluk meselesini de ürünle beraber üç kuruşa çözüyorsunuz. Konuşmamda bunları hedef alacağım. Reklamcılara yaptığım bu konuşma sayesinde yolculuğum ve masraflar karşılandığı için ertesi gün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde gerçek Marksist bir konuşma yapabileceğim. Benim kazancım da bu.

Osmanlı’ya olan sempatinizden başlayalım...

- Türkiye’ye bir sempatim var, bu gerçek. Tabii benim çocuk olduğum yıllarda Balkanlar’da Osmanlılarla ilgili anlatılanları düşünün. Aslında ilkokuldayken kötü adamlara sempati beslemek neredeyse otomatik bir reflekstir. Gerçekten tarih okumaya başladığım ileri yaşlarda şunu gördüm; sizi harap eden aslında biz Slavlar olmuşuz. Osmanlı’nın çöküşü 17. yüzyıldaki savaşlarla başlar ki, bu dönem Balkanlar’dan gelen yöneticilerin sistemi ele geçirmesiyle paraleldir. Mesela Sokullu Mehmet Paşa, ailesinin bütün fertlerini Balkanlar’dan getirip sisteme sokmuştur, yolsuzluklar da beraberinde gelmiştir. Şaka yapmıyorum. Osmanlı’yı bitiren, çok fazla açık ve toleranslı bir rejim olmasıdır. Ben bu toleransı takdir ettiğimi söylemeye çalışıyorum.

Ama bu yorumunuz Türkiye’de bazı entelektüeller tarafından sığ bulundu, epey paraladılar sizi.

- Evet biliyorum. Ama bu tam bir yanlış anlaşılma. Aslında biraz da yeni-Osmanlıcı söylem tarafından manipüle edilmiş olabilirim. Söylemeye çalıştığım şuydu; eğer yeni-Osmanlıcılık eski imparatorlukta olduğu gibi farklı toplulukları kucaklamaksa (Kürtleri ve Ermenileri), o zaman Osmanlı gibi olmaya çalışın. Yani, etnik kimlik üzerine kurulmamış bir modeli övmeye çalışıyordum. Şimdi korkunç birşey söyleyeceğim. Bakın Ortadoğu alt üst olmuş durumda. Böyle ortamlarda ister istemez bir devlet bölgesel güç olarak sivrilir.

Türkiye’nin bölgesel bir aktör olarak Müslüman ülkelere model olduğundan mı bahsetmeye başlayacaksınız yoksa?

- Eh illa biri model olacaksa Türkiye olsun tabii. Türkiye’de yaşananlar çok ilgimi çekiyor. Bazı paradoksal durumlar da var aslında. Yanlışsam beni düzeltin, AB üyeliğini isteyenler neo-liberal İslamcılar, şüpheyle yaklaşanlar daha ulusalcı bir çizgi izleyen Kemalistler değil mi?

Avrupa’nın tuzağına düşmeden özür dileyin

Siyasi doğruculuğun sorunu zaten geleneksel olarak alışkanlığımız olan şeyleri yasal zemine oturtma çabası. Bu tür meseleleri yasalaştırmaya çalışırsanız uzun vadede ters teper. Yahudi soykırımında bile biliyorsunuz bazıları kaç kişinin öldürüldüğünü yasaya bağlamaya çalıştı. Düşünsenize ben beş milyon değil dört milyon dokuz yüz bin Yahudi katledildi dersem ceza alacağım. İşte bu benim için siyasi doğruculuğun fiyaskosudur. Bu yöntemlerle ırkçılığı yeniden üretmekten başka birşey yapamazsınız. Bence Türkiye buna Ermenilere yapılan korkunç şeyleri kabul ederek yanıt vermeli. Ama bunu yaparken kesinlikle kendinizi Avrupalılara karşı ezik bir şekilde konumlandırmayın. Avrupa’da pek çok ülke ulus devlet olmaya çalışırken pratikte benzer kıyımlar yapmıştır. Siz de Osmanlı’nın son döneminde başlayan modernizasyon hamlesi çerçevesinde Avrupalılara benzemek için bunu yaptınız aslında. Evet bunlar Kemal’den önce oldu (Mustafa Kemal’i kastediyor). Aslına bakarsanız Kemal çok daha iyiydi, eleştirildiği kadar kötü bir adam değildi. Sonuçta ne oldu? Avrupalılar sizi damgaladılar, sanki tek kötü adamlar Naziler ve Türklermiş gibi. Ben aslında Ermenilere yapılanın büyük endüstriyel bir planlamanın sonucu ortaya çıkan bir etnik temizlik kampanyası olduğunu da düşünmüyorum. Tamam belki bir şekilde planlıydı ama herkesin vahşilikte birbirinden geri kalmadığı dönemlerden bahsediyoruz. Özür dileyecekseniz de unutmayın özrü Avrupalılardan dilemeyeceksiniz. Avustralyalılar da Aborijinlerden özür diledi sonunda. Ama siz de özür dilerken Avrupa’nın tuzağına düşmeyin, onlara benzemek için yaptığınızı söyleyin, onları da suçlayarak yapın bu işi. Bu şekilde bir özürden Türkiye’nin kaybedeceği birşey yok. Zaten ancak gerçekte güçlü olanlar hatalarını kabul edebilir.

Tüm Kürtler Türkiye’de birleşse mükemmel olmaz mı

2007’de Türkiye Kuzey Irak’a sınır ötesi bir müdahale için meclisten tezkere çıkarttığında Guardian için eleştirel bir yazı kaleme almıştınız.

- Aslında eleştirdiğim Batı idi. Avrupa askeri müdahaleleri kendine reva görüyor ama bu hakkını adeta monopolize ediyor. İşte tam da bu nedenle her ne kadar Kürtlere yönelik askeri operasyonlara karşıysam da Türkiye’nin pozisyonuna biraz sempatim yok değil. Çünkü Türkiye ‘Umrumda değilsiniz, siz yapıyorsunuz ben de yaparım’ diyor bir anlamda.

Bir yandan da Kürtlerin siyasi taleplerine sempatiniz yok mu?

- Tarih boyunca kimse Kürtleri istemedi. Türkiye’de, Suriye’de, İran’da, Irak’ta sorunları var. Kolonyal gerekçelerle cetvelle parçalandılar. Ben bugün Osmanlıvari bir çözümü tek çıkar yol olarak görüyorum. Biliyorsunuz umutsuzca yeni bir model arayışındayım. Acaba çok kültürlü bir yapı için Osmanlı modeli bugün işe yarar mı diye sorguluyorum işte. Tabii bu toplulukların birbirine karşı tolerans içinde yaşadığı bir model için devletin yasal çerçevesi yetmez. Bizlerin de minimum bir dizi kültür normlarını benimsemiş olmamız gerekiyor. Bu süreçte belli bir kültürün diğerleri için tolerans alanını tanımlarken biraz daha avantajlı bir konumda olması da kaçınılmaz. Avusturya İmparatorluğu’nda da Osmanlı’da da bu böyleydi. Ama bugün Kürtlere kültürel otonomi vererek Türkiye ulus devlet modelinden çıkış için dünyaya bir model yaratamaz mı?

Bu Türkiye’de bazıları için geçerli bir korku.

- Hayır, hayır. İlla birilerinden kopmak gerekirse Irak’taki Kürtler kopar, hatta size katılmak ister. Şimdi çok korkunç birşey söyleyeceğim ve yeni-Osmanlıcılar bunun için muhtemelen beni çok sevecek. Uzun vadede bütün diğer ülkelerdeki Kürtler, Türkiye’nin altında birleşse mükemmel olmaz mı? Bunun savaşsız çok da mümkün olmadığı aşikar. Ama bu ideal bir çözüm olabilirdi. Suriye, Irak ve İran Kürtleri, Türkiye Kürtlerinin liderliğinde Türkiye çatısı altında ancak özerk bir yapı içinde temsil ediliyor. Şimdi bana bunun yapılamaz olduğunu söyleyeceksiniz. Peki o zaman bu iş nereye gidecek?

(..)

Kaynak: Cansu ÇAMLIBEL / Hürriyet Planet

ABD'nin Aşil topuğu...
Selçuk Salih Caydi
2.8.12

Tek süper güç ABD, Doğuk Savaş'ın ardından Dovyetler Birliği ve Sosyalist Blok'un çökmesine rağmen, ordusuna yaptığı yatırımı azaltmayıp artırdı. Amerikan Ordusunun bütçesi, yaklaşık 700 milyar Dolar. Amerikanın en büyük rakibi Çin'in Halk Kurtuluş Ordusunun bütçesi ise sadece 78 milyar Dolar. Amerikan Ordusunun bütçesi, endüstrileşmiş tüm büyük devletlerin ordu bütçelerinin toplamına yakın. ABD neyi korumak için bu kadar büyük, bu kadar pahalı bir ordu besliyor?
Bu sorunun kuşkusuz birçok yanıtı var. Ama şimdiye dek pek üzerinde durulmayan yanıtların başında da, 'Dünya para sistemi' var. Kapitalist değer sisteminin, en belirgin ifade biçimi 'Para' olduğuna göre; sistemin bir numaralı merkez ulusdevleti ABD'nin askeri gücü ile Dolar merkezli para sistemi arasında hayatî bir bağ olmalı.
Kapitalizme özgü değer ve para sistemi, (15’inci yüzyıldan itibaren yaygınlaşan altın/gümüş para kullanımı sürecinde) 17'inci yüzyılda ortaya çıkmıştır. (Bkz. David Graeber “Debts” 2011). Kağıt para, Çin'de çok daha eski bir tarihe sahip olmasına rağmen Avrupa’da (ve daha sonra Osmanlı coğrafyasında) 18'inci yüzyıldan itibaren, devletin bir tür borç senedi olarak kullanılmaya başlanıp yaygınlaşmıştır. Devletlerin savaşları daha kolay finanse etmelerine yardımcı olan kağıt para sistemi (ve ona bağlı kredi/borç sistemi), paranın altına endekslenmesi ilkesine beşyüz yıl sadık kalmıştır.
Beşyüz yıllık altın endeksi devrine -ki bu dönemin sadece bir kısmı kapitalist döneme tekabül eder- 31 Aralık 1968'de Vietcong gerillaları son noktayı koymuştur. Güney Vietnam'da Saigon’u kısmen ele geçiren Vietcong'un Zaferi, ABD'nin II. Dünya Savaşı'ndan sonrasındaki ilk açık yenilgisiydi ve Richard Nixon'ın buna tepkisi, tarihin en ağır bombardımanı emrini vermesi oldu. Amerikan uçakları Vietnam’a, sadece iki yıl içinde dört milyon ton bomba attı. Nixon, savaş giderlerinin ülkenin altın rezervlerini fena halde aşındırdığını farkedip, Amerikan Doları'nın altın endeksine bağını 15 Ağustos 1971'de kopardı. O gün dünyada, serbest kur uygulaması başlamıştır. Bunun ilk sonucu, büyük bir enflasyon oldu. Yeni durumun avantajları da vardı tabii. Bu sayede, bir özel bankalar konsorsiyumu olan Amerikan Merkez bankası FED, canı istediği zaman para basabilecek hale geldi. Şapkadan tavşan çıkarmaya benzeyen bu garip durumi dünyada bir ilkti ve dünyada kabul görmesinin tek bir nedeni vardı, o da “Güçlü Amerika tablosu”ydu. Ve bu gücün en somut ifadesi, II. Dünya Savaşında Japonya'ya iki atom bombası atmaktan çekinmemiş "muzaffer" Amerikan Ordusuydu. Aynı dönemde, Ho Chi Minh'e selam gönderirken doğan 68’li hareketin hiç ilgisini çekmese de, beşyüz yıllık altın endeksi gitmiş, yerine Amerika’ya ve ordusuna güven endeksi gelmişti. Bu benzersiz durum, şimdi aklın sınırlarını zorlar bir krizle sürdürülemez hale gelmiştir. Çünkü, maddi karşılığı olmayan trilyonlarca Dolarlık paranın döndüğü sistem (yani borç senedinin döndüğü sistem), gelecekte trilyonlarca Dolarlık kapitalist katma değer üretileceğini varsaymaktadır –ki buna kesinlikle imkan yoktur. “Kapitalist toplumun bugünkü zenginliği, olmayan bir geleceğe dayanmaktadır.” (Ernst Lohoff, Norbert Trenkle “Die grosse Entwertung” 2012)

1971 sonrasının muazzam bir enflasyon döneminde, birçok ülke gibi Türkiye de Amerika'yı taklit edip gazete basar gibi para basmıştır. Dolar merkezli para sistemini o zaman sorgusuz/sualsiz kabul edip destekleyen endüstrileşmiş ülkelerin hepsi, (Almanya'dan Japonya'ya ve oradan Kore'ye kadar), II. Dünya Savaşı ve sonrasında Amerikan Ordusu tarafından işgal edilmiş ülkelerdi. Dolara sadık bu ülkelere daha sonra, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi gönüllü Amerikan uyduları da katıldı. Dolara güvenin, Ordunun gücü ile korunup garanti altına alınması, daha sonra bir model haline geldi. 2000 yılından itibaren petrolünü Dolar değil Euro ile satan Saddam Hüseyin’in Irak'ına karşı da aynı modelin yeni versiyonu uygulandı. İran, aynı nedenle hedef tahtasındaki yerini “koruyor” görünüyor.
Dolar bazlı dünya para sisteminde ABD'ye birşey satıp Dolar alan ülke, enflasyon nedeniyle aynı Doları, en çok kazanma umudu olan Amerikan tahvillerine yatırmayı tercih ediyordu. Eşyanın doğasıyla ilgili bir durumdu. Sanal ulusal para ulusal kaynağına geri dönüyor, borç sürekli yeni borçlarla yeniden yapılandırılıyor ve Amerika borçlarını asla ödemiyordu (Ama IMF üzerinden, ülkelerin borçlerını ödemesini sağlıyordu) Borçlarını ödemeyen, ama mal/hizmet ithal eden ABD, bir nevî bedavadan yaşıyor, ordusunu dünyanın her yerine müdahale edebilecek şekilde örgütleyebiliyor, aynı anda birden fazla savaşa girebiliyordu. ABD’nin pahalı ordusu olmasa, nisbeten borçsuz bir ülke bile olabilirdi, ama Dolar bazlı para sistemini koruyabilmek için güçlü olmaya, göç göeterisinde bulunmaya, mecburdu.
İlk kez 1960’lı yılların sonunda Amerika’da ortaya çıkan “kredi kartıyla borca yaşamak” anlayışı, ancak 1990'lı yıllarda yaygınlaştı ve bu yıllar, tarihte faizlerin neredeyse tamamen serbest bırakıldığı dönem oldu. İnsanlık tarihinde “Kötülük” ile en çok özdeşleştirilen meslek “tefecilik” (Graeber age.) ile kredi kartı faizleri yarışır hale geldi. Tefecilik adeta legalleşmenin eşiğine geldi. Borca yaşam, ABD için -asla ödeyemeyeceği- absürd seviyeleri görmüş bulunuyor.
Bu aşamada Çin, ABD’deki en büyük yatırımcı haline gelip, Amerikan Dolarının garantörü Amerikan Ordusunun en önemli finansörü haline geldi. Çin'in bunu neden yaptığı konusunda birçok spekülasyon mevcuttur. Benzeri bir uzun stratejiyi Çin, Hunlara karşı uygulayıp, hırçın göçebe savaşçısını yumuşatarak asimile etmiştir. Çin, Amerikan devlet tahvillerine büyük yatırımlar yapmaya devam ederse, bu durumun devamında ne olabileceğine bakıp bir tahminde bulunmak mümkün. ABD Çin’e bu ölçüde borçlanmaya devam ederse, günün birinde Çin'in sömürgesi olabilir. İşte bunun olmaması, tek bir şarta bağlıdır: Borçların silinmesine...
Tarihte borçlar, her zaman savaşla, (savaş sonrası yapılan anlaşmalarla) silinmiştir. Endüstriyel Amerikan Ordusu o kadar büyük, o kadar sofistike ve o kadar çok yönlü bir para bağımlısıdır ki, maaşını aldığı Çin'e karşı savaşması -bir yerden sonra- hiç de kolay olmasa gerektir. Amerikan Ordusu, bütün dünyada operatif güç halinde kalabilmek için her yıl en az yüzlerce milyar Dolar bulmak zorunda. Ama bu paranın şakır şakır basılıp askerlere dağıtılması yetmez. –O, işin en kolay tarafıdır. Zor olan kısmı, keyfe uygun basılan Dolarların, Amerika kadar, dünyanın heryerinde de paradan sayılmasıdır. Aslında reel değeri olmayan bu yeşil kağıtların Çin'de ve başka ülkelerde de para niyetine kabul edilmesi gerekir. Ancak o zaman ABD, birçok konuda imtiyazlı bir ülke olarak borçlarını döndürebilir ve halkına belli bir yüksek refah seviyesi sunabilir. İşte bunu kabul ettirmek, artık eskisi kadar kolay değildir. Dolar, her para birimi gibi, aynı zamanda Doları kullananların karşılıklı güven mutabakatı olmak zorundadır, bu şartlar altında işler. Doların, reel deerlerden tamamen koparak sanal bir değer haline geldiği (ve nasıl işlediği) artık çok daha iyi biliniyor. Finans dünyasına hakim olan o sofistike bilinmezlik, aslında bu absürdlükleri örtmek için düşünülmüş olmasına rağmen, artık mızrak çuvala sığmıyor.
Dolar sisteminin (Yuro gibi) taklitlerinin ortaya çıkması, Doların ABD hesabına nasıl işlediğinin artık iyice anlaşıldığını gösterir. ABD'nin bütün dünyaya vergi koymasına benzer bir şekilde işleyen Dolar bazlı para sisteminin yerini başka bir para biriminin/birimlerinin alması, Dolar sistemi sayesinde yaşayan ABD’nin sonu olabilir. Fakat ABD, dünyanın Dolar sisteminde kalması için Amerikan Ordusunu kullanmaya devam etmek istemekle birlikte, oyun alanı giderek daralmaktadır. Amerikan Doları'nın bir numaralı para birimi olduğu bir global para sisteminin iyi işleyebilmesi için, her ülkenin Amerikan dostu bir rejime/Hükümete “kavuşması” en ideal durumdur tabii! Günümüzde ABD'nin borçları o kadar yüksek, kapitalist para sistemi o kadar bozuktur ki, 2008 krizinden sonra sistemi yeniden krizsiz işletebilmek için savaşlar da yeterli olmayacaktır. Çünkü sorun, sadece 'Para Sistemi Dorunu' değil, bir bütün olarak kapitalist sistemin sorunudur. Reel Kapitalizmin para sisteminden önce, çalışma sistemi iflas etti. Bugün dünyanın her hangi bir yerinde sokakta insanlara, ülkelerindeki baş sorunun ne olduğunu sorsanız, "İşsizlik" diyeceklerdir. Kalıcı işsizlik ve iş alanlarının bütün bütün ortadan kalkması, geri dönüşsüz bir durumdur. “Üretimi artıralım” şeklindeki klasik klişe ile geleceğe umutla bakmak kesinlikle mümkün değildir. Kim niçin üretecek, ürettiklerini kime nasıl ve kaça satacak, karşıdakiler de bu kadar çok ve lüzumsuz ürünleri hangi parayla ve niye alacaklardır? Üretilen şeyler arttıkça, değerleri de düşmekte, dünya bir lüzumsuz modern üretim çöplüğüne dönüşmektedir. Paraya para kazandırmak için -sadece bu8 nedenle üretmek- kendi sınırlarına dayanmıştır. Karl Marx’ın deyimiyle “Kapitalist üretimin gerçek sınırı, kapitalin bizzat kendisidir.” (“Marx-Engels Werke” 1972. C.25, S.260)
ABD, sistemin son krizinin başladığı tarihten bu yana -dört yıldır, eskisi gibi her istediğini yapamıyor. Borçları mantık sınırlarını aştıkça, alacaklıları da bazı siyasî şartlar öne sürmeye, talepkar olmaya başladılar. Çin, ABD’yi, canı istedikçe para basmaması konusunda uyardı. Amerikan Ordusuna sınırsız kaynak aktarımı eskisi kadar kolay değil. Bu durum, etkisini hemen gösterdi. Yeni ve önemli bir durumdur. ABD, savaşlarını baska ordulara ihale etmeye yatkın bir görünüyor. Devasa Amerikan Ordusu'nu işler halde tutmak, giderek daha da zorlaşacaktır. Dolar sisteminin terk edilmesini, ABD'ye yeni şartlar dikte edilmesi izleyecektir. Gelişmeler, ABD'nin aleyhine işliyor ve bunun tersine döndürülmesi pek mümkün görünmüyor. Ama ABD yönetimi, Amerikan Ordusunun önemini herkesten iyi biliyor olmalı. ABD belli sınırlar dahilinde, savaşmaya devam edecek, gereğinde cebir ve şiddet kullanarak Doları ayakta tutmaya çalışacaktır. Amerika, merkezinde Amerikan Dolarının bulunduğu para sistemi için savaşıyor, ama kazanma ihtimali bulunmuyor. Zira Dolar bir yana, bugünkü para sistemin bile bir geleceği olamaz. ABD'nin aşil topuğu, Dolar. Bu nedenle, Dolara sadık, Doları militanca savunan ülkelere ihtiyacı var. Bu şartları yerine getirmeyenler kolayca "düşman" sayılabiliyor". ABD'nin 2008'de askeri doktrinini yenileyip, "çökmekte olan, halkının ihtiyaçlarını karşılayamayan devletler, ABD'nin ulusal güvenliğini birinci derecede tehdit etmektedir" mealindeki saptamalar da, Dolar konusundaki endişelerini göstermektedir. Böyle ülkelerde, (Somali ve Afganistan gibi yerlerde) ekonomi denen şey bile bulunmuyor artık. Sistem finali oynuyor. Dünya, altın endeksi devrinin ardından, Dolar bazlı para devrini ardında bırakmaya hazırlanıyor -hatta belki para çağını...
Ama bu başka bir hikaye.

http://konstantiniye.blogspot.com/2012/08/abdnin-asil-topugu.html#more

Değişimin doğum sancıları başladı
Mehmet Serim
20-09-2013



YDH Suriye Temsilcisi Mehmet Serim, Suriye bağlamında oluşan Soğuk Savaş dengesinde tarafların pozisyonunu ve değişim ihtimallerini irdeleyen muhteşem bir analiz kaleme almış. Hem Suriye'de hem de dünyada neler olup bittiğini gerçekten anlamak isteyenler için mutlaka ve dikkatle okunması gereken bir analiz bu.

Entellektüel Forum


Şam’ın Guta bölgesinde yapılan kimyasal saldırısından sonra savaş pozisyonuna geçen dünya Rusya – ABD anlaşması ile “şimdilik” rahat nefes aldı. Sürecin Cenevre 2’ye doğru ilerlemesi ve Cenevre 2’de siyasi bir sonuca ulaşılması “umuluyor.”

Umuluyor diyoruz; çünkü ABD ve küçük ortaklarının çözümü istediğinden kimse emin değil. Bu nedenle Rusya başta olmak üzere herkes çok dikkatli davranıyor.

Görüşme masasında silahlar da var ve her an durum yine gerginleşip eller tetiğe gidebilir.

Önümüzdeki süreç bölgesel ve küresel açıdan birçok gelişmeye gebe. Suriye başlangıçtı. Suriye üzerinden devam eden “peşrevde” kimin ne durumda olduğuna / olacağına dair yapılan yorumların bir özetini çıkarmaya çalışacağız.

ABD açısından

ABD bugüne kadar müdahale etmek istediği ülkelere yönelik olarak uyguladığı klasik taktiklerde başarılı oldu denilebilir. Ancak Suriye’de herkes gibi “süper güç” de duvara tosladı ve çıkış yolu arıyor. Sadece müdahale niyetinden vazgeçmek için değil, başka bir yol bulmak için de.

Bu nedenle Rusya ile varılan kimyasal anlaşması ile ilgili açıklamalara paralel tehdit açıklamaları devam ediyor. ABD’nin Suriye ile ilgili açıklamalarından yola çıktığınız zaman “iki yönetim” öldüğünü sanırsınız.

Çelişkili açıklamalar bazen aynı şahıs tarafından bile dile getirilebiliyor. Bir yanda Rusya ile “anlaşmaya varıldığından” bahsediliyor, diğer yandan “Esad’ın sözüne güvenilmeyeceğinden..” Bir yandan bizzat Obama Kongre’deki oylamayı erteliyor, diğer yandan “savaş pozisyonunu koruyoruz” deniliyor.

CNN her ne kadar Türkiye’de daha çok bilinse de Amerikalıların beyni alınmış olanlarına (ki bunlar çoğunluktur) hitap eden asıl kanal FOX TV’dir. İşte bu FOX TV’nin muhabirleri geçtiğimiz günlerde Suriye Cumhurbaşkanı Beşsar Esad ile röportaj yaptılar. Esad onlara “kimyasal ile ilgili uluslararası bütün anlaşmalara uyacaklarını” söylüyor. Bizim muhabir arkadaşlar ardından soruyu “patlatıyor” “yani siz kimyasal silahlara sahip olduğunuzu kabul ediyorsunuz?” Ben olsam “sayın zeka yoksunları burası Hollywood filmindeki tipik Amerikan mahkeme sahnesi değil, ben iki saattir size ne anlatıyorum” derdim. Ama Esad sabırlı adam vallahi. Soğukkanlılıkla şu cevabı veriyor: Ben kimyasal ile ilgili anlaşmalara taraf olmak için başvuru yaptığımızı söylediğime göre..” yani VAR!

Bu örnek Amerikalıların mantığını anlayabilmek açısından çok önemli. Bu mantığı ABD”nin her düzeydeki insanında görebilirsiniz.

İşte bu nedenle ABD bir yandan Ruslar ile varılan ittifaktan, BM’den bahseder; ama diğer yandan kendi kafasında takıntı haline gelmiş “saldıralım” düşüncesini atamaz. Ve bu durum açıklamalara yansımaya devam eder.

ABD için Suriye’den vazgeçmek bu kadar kolay olmamalı

ABD mantığı bir yana içerideki dinamikler yönetimin Suriye meselesinden kolay kolay vazgeçmeyeceğini gösteriyor. Şöyle ki:

1) Obama olayların başından bu yana sağlam gerekçeler olmadan ve şımarıkça Esad’ı suçladı ve gitmesi gerektiğini söyledi. Ancak Esad gitmedi. (Batı’nın iddia ettiği gibi) sadece muhaberatı güçlü, halkını kanlı şekilde bastırdığı için değil. Halk içinde geniş bir tabanı olduğu için. ABD bunu göremedi ve Obama ilk golü buradan yedi.

2) Obama el-Kaide gibi unsurları dost ve müttefik bölge ülkeleri ile işbirliği halinde besledi, büyüttü, Suriye’ye gönderdi. Bunların Esad’ı kısa zamanda devireceğini düşünüyordu; ama Esad yukarıda saydığımız nedenlerle de devrilmedi. Bu da ikinci goldü.

3) Obama süreç içinde Rusya duvarına tosladı. Daha önce” istediğim yerde borazanımı çalarım” diye düşünüyordu; ama Putin bu kez “yemezler” dedi. Bu da üçüncü gol oldu.

4) Obama savaş çığlıkları atarken askeri açıdan Suriye’nin yanı başında bulunan sevgilisi İsrail’in ne büyük tehlike altında olduğunu hesaplayamadı. Boşuna değildi NATO Genel Sekreteri Rassmussen’in “çok isterdik; ama vuramıyoruz” demeçleri. Bu da dördüncü gol oldu.

5) Obama kimyasal meselesini bölgedeki iki sadık müttefiki ile birlikte tezgahladı. Ancak kimyasal bu kez kendisini vurdu. Raporlar, haberler, iddialar karşısında net bir şekilde “Suriye yönetimi yaptı” diyemedi. Bu beşinci goldü.

6) Obama Rusya’nın “tamam, Suriye’nin kimyasallarını kontrol altına alalım” hamlesi ile belki de gönüllü şekilde altıncı golünü de yedi.

Bu goller ABD için tam bir hezimet. Peki koskoca ABD tüm hilelerine rağmen, hakemin taraf tutmasına rağmen aldığı bu yenilgiyi kabul edecek kadar centilmen mi?

Bizce değil.

Bu nedenle ABD dışarıdan vuramadığı Suriye’yi içeriden vurmak için elinden geleni yapacaktır. Zaten başına muhaliflere “nitelikli” silah gönderildiğine dair haberler de yansıdı. Yani önümüzdeki dönemde içeride çatışmaların yoğunlaşacağını öngörebiliriz. Diğer yandan Suriye yönetimi “kimyasala imza attık diye her şeyden vazgeçecek değiliz, yanlış yaparsanız savaşırız olur biter” söyleminden vazgeçmiş değil. Bu nedenle Obama o çok istediği savaş tamtamları sahnesine yeniden dönebilir.

Rusya açısından

Suriye peşrevi Rusya için “gücünü test etme” süreci oldu ve Rusya dünyaya gücünü gösterdi. Putin “daha önce Bosna’da, Libya’da bize feyk attınız; ama bu kez öyle olmayacak” dedi ve bu dediğini de yerine getirdi. Çin, İran, Hindistan, Brezilya gibi ülkeler ile birlikte “yeni bir dünyanın var olduğunu, bu yeni dünyanın gelişeceğini, büyüyeceğini ve doğunun eski görkemli günlerine dönebileceğini” gösterdi. Birkaç yüzyıllık şımarıklığı ile hareket eden Batı durumun ciddiyetinin farkında.

Rusya’nın güçlü olduğu bu aşamada bile Batı’ya nezaket ile yaklaştığı söylenebilir. Ben Putin’in bu kadar kibar olduğunu bilmezdim; Ama dikkat ettiniz mi Putin bir yandan kimyasal anlaşması gibi diplomatik argümanlar geliştirirken diğer yandan savaş gemilerinin hemen hepsini Akdeniz’e yığdı. Mesaj belli: ABD sana hiçbir şekilde güvenmiyorum. Her an yeni bahaneler bulabilirsin; ama eğer savaşmayı göze alıyorsan ben hazırım.

İran açısından

İran’ın dinsel – tarihi açıdan düşmanı Siyonizm ve tezahürü İsrail. Bunun İslam içindeki yansıması ise vahhabi – Şii savaşı. Ancak görünen konjonktürel ihtilaf konusu İran’ın nükleer çalışmaları. Her ne kadar İranlı yetkililer “bomba niyetimiz yok, amacımız sadece barışçı nükleer enerji” dese de Batı’nın tüyleri diken diken oluyor. İran (sahip olursa) bu silahları kullanacağı için değil, karşılarında güçlü bir İslam ülkesi; üstelik “düşünen” İslam’ın ülkesi olacağı için. Çünkü Batı biliyor ki Müslüman Kardeşler örgütü “fikir kulübü” değil. İslam adına geliştirebilecekleri bir düşünce yok. Sadece siyasi İslam adına iktidara gelebilirler. Bu da geçicidir; Ama Şiilik, ilkeleri gereği düşünce geliştirme, akideye göre hareket etme, uygarlık oluşturabilme doğasına sahip. İşte Batı’nın ve İslam içindeki Vahhabiliğin tüylerini diken diken eden budur.

İran, geniş ve uzun düşünebilen bu sabırlı siyaseti sayesinde Suriye krizinden karlı çıkan ülkelerden biri oldu. Bir yandan bizimkilerin yaptığı hatayı yapmadı ve yanı başındaki dev Rusya’yı gördü, diğer yandan Suriye enstrümanını nükleer için kullanmayı başardı, diğer yandan da bölge içinde (tüm engellemelere rağmen aslında) lehine olan dengeleri bozdurmamayı başardı.

İran’ın da bu avantajlı durumdan vazgeçecek hali yok elbette. İran şimdi ABD ile nükleer pazarlıklarına çok daha güçlü biçimde oturacak. Obama, Ruhani ile poz vermeye bile hazır!

Fransa ve İngiltere açısından

Fransa’yı İngiltere’den önce saymamız boşuna değil. Cameron Avam Kamarasında aldığı yenilgiden sonra sessiz sedasız kenara çekildi. Bunu fırsat bilen Fransa öne çıkmaya ve ABD’ye “senin Avrupa’daki asıl müttefikin benim değil mi?” demeye başladı. Hollande’in Erdoğan’dan farkı yok. Suriye ile sınırı olmadığı için nakliye helikopteri düşürüp kahramanlık yapamıyor; ama ha bire “saldıralım” demeyi de sürdürüyor. Diğer yandan “muhalifleri” Elysee’de ağırlıyor. Katar’ın, BAE’nin adamlarına ceket giydirip kravat taktırabiliyor ve onlarla dayanışma pozları verebiliyor. Peki neden Hollande bu kadar telaşlı?

Le Figaro’nun haberi doğru muydu

Kimyasal saldırısının yapıldığı gün Fransız Le Figaro gazetesi “haberi patlattı” ve dünya karıştı. Haber ve etrafında dolanan dedikodulara göre Amerikan özel komandoları Suriye içine sızmış ve Şam’a kadar varmıştı. Suriye ordusu ise o gün başlattığı büyük saldırıda işte bu birliği hedef almıştı. Peki gerçek ne? İşte Hollande’ı telaşlandıran sebep: kimilerine göre Dareyya’da, kimilerine göre Muaddemiye’de Fransız özel komandoları mevcut!

Yani?

Şam’a yaklaşanlar Amerikalı değil Fransız askerleriymiş Le Figaro kurnazlık yapmış!

Suriye yönetimi bunların geleceğini biliyor. Ardından buralara kadar yollar açılıp liberallerin ünlü sloganından yola çıkıp “bırakınız geçsinler” deniliyor. Fransız askerler Guta’ya vardıktan sonra kıstırılıyor.

Başka bir iddiaya göre aslında bu askerler aylardı burada ve çıkamıyorlar. Ancak kesin olan bu askerlerin halen bu bölgede kıstırılmış oldukları.

Nasıl? Sizce dikkate alınacak bir iddia mı? İddiayı destekleyecek bir veri de şu: Dareyya operasyonu aylar öncesinden tamamlandı. Ancak birkaç blokluk bir bölge var. Burası ordu tarafından kuşatılmış durumda ve aylardık tek kurşun dahi atılmış değil.

Lafı çok uzattık. Bu ve diğer nedenlerle Fransa Suriye’ye saldırılmasını her zaman isteyecek ve bunun için çalışacak gibi görünüyor.

İngiltere ise şimdilik tribüne çıktı. Bir yandan Obama’nın yediği darbeler, diğer yandan tüm çabalara rağmen BM’den karar çıkartılamaması Cameron’ın sesini kesmiş gibi. Üstelik ABD – İran olası yumuşaması öncesinde İran ile görüşmeler de yapılacak.

Türkiye açısından

Bu uzun soluklu savaştan şu anda somut zararlı çıkan tek ülke Türkiye oldu. Hayallerini akademik çalışma adı altında kitaplaştıran Davutoğlu ile birlikte Erdoğan, “yel değirmenlerine karşı” savaşını kaybetti. Erdoğan Dülçinea’sina kavuşamayacak; ama hayat masal değil. Dülçinea yok ancak oy veren, ülke yönetimini teslim eden milyonlar “rahatsız” ve Türkiye Cumhuriyeti muz cumhuriyeti değil koskoca bir devlet. Halkı da Suudi Arabistan ya da Katar halkları gibi değil.

Erdoğan bakkal hesabı ile girdiği Suriye savaşında hesaplarının hiçbirisi doğru çıkmadığı için ne yapacağını şaşırmış durumda. Bir yandan savaş için elinden geleni yapıyor, diğer yandan el-Kaide ve diğer örgütlere verilen destekler ile “lokal başarılar kazanarak” tatmin olmaya çalışıyor.

Helikopterin düşürülmesi de bu küçük başarıların bir parçası. “Onlar da bizim uçağımızı düşürdü” diyerek işin içinde sıyrılmak mümkün olabilseydi, helikopter haberini gazetelerde günlerce çarşaf çarşaf görürdük. Ancak başındaki bu sessizlik sizin de dikkatinizi çekmedi mi?

Helikopter düştükten sonra saldıran vahşi güruhun pilotun kafasını kesme görüntüleri neden birkaç saat sonra “asosyal paylaşım sitesi” youtube’tan kaldırıldı?

Bu görüntüyü kaldırtanlar bizimkiler miydi?

Bu görüntüler “Erdoğan-el Kaide ile işbirliği halinde” görüntüleri olduğu için mi kaldırıldı?

Bu bir yana Erdoğan’ın tıpkı Hollande gibi “kısa süreli savaş yetmez, kimyasal anlaşması olamaz, saldıralım” demesinin ardında kimyasal ile ilgili “suçluluk psikolojisi” yatıyor olmasın. Erdoğan ve Davutoğlu’yu zor günler bekliyor.

“Ekonomik açıdan da darboğaza girileceği öngörülen sonbahar Erdoğan’ın da sonbaharı olacak” yorumları da yapılıyor.

Üstelik Erdoğan’ın elinde bulunan saatli bombayı da saymak lazım. “Barış süreci” her an bozulabilir. Gerisini düşünmek bile istemiyor insan.

Suriye açısından

Suriye Rusya ile yaptığı ortak hamle ile çok önemli bir avantaj yakaladı. “Daha önce Kaddafi de kitle imha silahlarını teslim etmişti bu demektir ki Esad’ı da aynı son bekliyor” tahminleri yanlış. Çünkü Suriye şu ana kadar bütün ezberleri bozan bir strateji uyguladı ve bundan sonrasını da iyi hesapladı.

Esad hala Batı basınının “sonu yaklaşmış bir diktatörle son röportajı biz yapalım” anlayışıyla değil; ama “bu adam ne diyor” anlayışıyla gelip röportaj yaptığı bir cumhurbaşkanı.

Üstelik söylemlerinin hiçbirisinden geri adım atmış değil. İlk günlerde ne diyorsa şimdi aynısını konuşuyor. Obama’ya “yalancı” diyor, “ABD oyun yapmaya kalkışmasın” diyor vs..

Esad içeride de gücünü koruyor. Eğer kimyasal hikayesi patlatılmasaydı bugünlerde Şam kırsalında kesin üstünlük elde etmişti. Zaten kimyasal hikayesi bu nedenle patlatıldı. Bugünlerde ordu yeniden kırsala yüklenmeye başladı. Son birkaç gündür Berze, Jobar, Kabun taraflarında görülmemiş şekilde operasyon var. Bu operasyon başarı ile sonuçlanırsa Esad Şam’da “kesin zafere” yaklaşacaktır.

Humus taraflarında 1-2 merkezin dışında hemen her yer ordunun kontrolünde. Stratejik Humus sonrası ise geriye tek önemli merkez kalıyor: Halep.

Bundan sonra zaten Batı’nın Halep taraflarına yönelmesi bekleniyor. Aslında uzun bir zamandır Halep gündemdeydi; ancak iki taraf da Halep’e yüklenemeyecek kadar “meşguldü.”

Şimdi iki taraf da net biçimde Halep’e yüklenebilir. Sonrası ise nihai durumu belirleyecek.

Deyr ez-Zor, Rakka gibi iller ise ikinci planda ve şimdilik oralarda devam eden çatışmalar sanki başka ülkede oluyormuş gibi.

Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerde ise durumun ne olacağı konusunda netlik yok; ancak Kürtlerin en azından birkaç yıl rahat edecekleri kesin gibi.

Esad için önemli olan büyük şehirler, diğerlerine daha sonra sıra gelecek deniliyor.

Anormal bir gelişme yaşanmazsa gelecek Haziran’da Esad cumhurbaşkanı olarak tebrikleri kabul ediyor olacaktır.

Sonuç

Gelinen aşamada Esad Suriye ve bölgedeki varlığını biraz daha güçlendirdi. Batı Rusya ve İran’ı kabul etmek zorunda kaldı.

Türkiye “başbakanı sayesinde” yalnızlığa mahkum oldu. Erdoğan’ın bir şeyleri düzeltmesi için Davutoğlu’nu göndermekten başka çaresi yok. Yerel seçimler sonrası olabilir bu. Ya da kendisi de gidecek.

Suudi Arabistan ve Körfez’in diğer ülkeleri için değişen bir şey yok; çünkü onların kamuoyları yok.

Batı “eski sömürge günlerinden” çok uzakta olduğunu gördü. Bundan sonra “iki kez” düşünecektir.

Ve

Putin’in dediği gibi: Bu yüzyıl ekonomik ve siyasal açıdan önemli değişikliklere sahne olacak!

Kaynak: http://www.ydh.com.tr/HD12280_degisimin-dogum-sancilari-basladi.html

Devletlerin iflas mekaniği, domino efekti ve Yunanistan
Salih Selçuk
5.2.10



Ekonomik krizde en önemli son gelişme ABD, Japonya ve AB ülkelerinin geçen yıl kesenin ağzını açarak özel bankaları paraya boğmalarıydı. Bu "yeniliğin" sistemi kurtardığı iddia edilmişti. Hatta yakında krizin aşılacağını söyleyenler de az değildi.
Dünya çapında bankalara trilyonlarca Dolar para dağıtıldı.
Amaç şuydu: Bankalara para verilecek, bankalar da reel ekonomiye kredi verecekler -ki, yatırımlar artsın, istihdam olsun, iş yerleri açılsın, (reel) ekonomi dönsün. Ekonominin dönebilmesi için de geniş kesimlerin elinde yeteri kadar para olmalı ki harcasınlar, üretilen onca ürün satılsın.
Ekonominin dönmesini paraya endekslemiş bir dünyada "mantıklı" gibi geliyor kulağa!
Ama bankalar, kapitalizmin "kar mantığı"nı izlediler ve parayı en çok kar getirecek "iş"lere yatırdılar -geniş kesimlerin refahı kimin umurunda?!
Reel ekonomi, 1970'li yıllardan başlayarak Sanal ekonomiden daha az "kar" getiren alan.

Bu krizde bankalara aktarılan devasa mikarlardaki paralar reel ekonomiye değil borsa ve spekülasyona aktı. Kapitalizme göre bu çok "normal"di. (Normal olmayan, paranın borsalara akmasına şaşanlar)
Sonuç şu:
Amerikan Yatırım bankası Goldman Sachs'ın 16 Ekim 2009'da yaptığı açıklamaya göre sadece Temmuz ile Eylül ayları arasındaki net karı 3.2 Milyar Dolar (Bir önceki yıldan dört misli fazla).
11 Kasım 2009'daki verilerine göre Britanyalı Barclays bankası üçüncü çeğrekte 4.4 milyar Pfund Sterlin ile bir yıl öncesine göre karını ikiye katladı. (Die Zeit, 14.1.2010)
Haberlere göre sadece 2009 Aralık ayında ABD'de insanların çalıştığı 85.000 iş pozisyonu çeşitli nedenlerle (rasyonellleşme veya iflas nedeniyle) ortadan kalktı (Telgraph, 8.1.2010).
Sırf spekülasyon nedeniyle petrol fiyatları geçen yıl iki misli arttı, şimdi de (6.2.2010) aniden düştü. Aynı şekilde altın fiatları da yüzde 30 artmıştı, birden düştü. Spekülasyon sonucu yükselen en komik şey de "portakal suyu konsantresi." Fiyatı yüzde 80 arttı! Bir de bakır fiyatları! Bilgisayardan buz dolabına ve cep telefonuna kadar tüm elektronik aletlerin değişmez maddesi bakırın fiyatı yüzde 150 arttı.
Neoliberal ekonominin ana motorunun sanal ekonomi olduğunu daha önce söylemiştik. Reel ekonomi artık, sadece onun peşinden, ona takılarak işleyebilen ikincil konumdadır. Bunun nedeni, reel (kapitalist) ekonominin ve ücretli iş sisteminin dünya çapındaki krizdir. Sistemin final krizi, 1970'li yıllardan itibaren reel ekonominin boğulmaya başlamasıyla kendini gösterdi demiştik. Ekonominin motorunun reel ekonomiden sanal ekonomiye kayması ve çalışma/iş krizi 1990'lı yıllarda dünya çapında bir olgu haline gelmiştir. 2000'li yıllar, sistem dışı kalan kalıcı işsizler ve ekonomisiz bölgeler devri olmuştu. Şimdi bu durumun giderek pekiştiği ve bozulmanın, sistemin merkezine ulaştığı bir dönem yaşanıyor. Yeni durumda, sistemin sürekli işsiz üretmek zorunda olduğunu -ama böylece kendi altını da oyduğunu- anlatmıştık. Sistem -reel ekonomi bazında- karlı olabilmek için üretimi çok fazla artırmak zorunda, çok daha fazla enerji, hammadde kullanmak zorunda. Oysa borsada kazanmak kolay -bir tık ötesinde! Ve reel ekonominin o sonsuz miktardaki (giderek daha da) ucuz ürünlerini alabilecek geniş kitleler de azalıyor. Neoliberal sistem insanları işsizleştirerek, iş yerlerini rasyonelleştirerek, geçici işçi statüleriyle vs. kendi altını oyuyor.

Son verilere bakarak söylenebilecek konuların başında, devletlerin konjonktürel programlar dahilinde bankalar üzerinden piyasaya sürmeyi denedikleri son para "yardımının", halkla doğrudan ilintili iş/üretim/isdihdam gibi temel sorunları çözmediğini, insanları rahatlatmadığını gösteriyor. Bunun sonucu, sosyal tepkinin hızla büyümesidir. Türkiye'de bu konu, iktidarın inanılmaz cehaleti ve sorumsuzluğu sonucu yeni bir Muhalefet ayağının doğurmuştur ve bu muhalefet, (tıpkı AKP'nin pek övündüğü gibi) 81 ilde örgütlü sahiden 'mazlum' bir muhalefettir. Şimdilik Tekel İşçileri tarafından temsil edilmektedir ama kendine temsilci bulmakta zorluk çekmeyeceği açıktır.

Dünyada büyük özel bankaların paraya boğulması sonucu genel ekonomi sayılarının "olumlu" görünmesine rağmen, sanal paranın sadece bankalarla ilişkili alanlarda yoğunlaşıp kaldığı ve reel ekonomiye ya hiç inmediği ya da çok sınırlı ölçüde ulaştığı söylenebilir.
Buna bakarak şu söylenebilir: Bankalara para banyosu, sistemin kendini döndürebileceği türde bir etki yapMAmıştır. Yeni bir para banyosu, bu kez doğrudan reel ekonomiyi "görecek" şekilde yapılması gerekebilir. (yani böyle yeni para banyoları gerekebilir) Daha önce verilen paranın reel ekonomiye ve halka inebilmesi için -Obama'nın yapmayı planladığı gibi- bankalara sıkı risk sınırları konabilir, veya daha yaratıcı önlemler alınabilir. Ama bunlar, sistemi kurtarmaya yeter mi? Maalesef Hayır. Artık ekonomi çevrelerinde de alenen konuşulduğu üzere, sistemi değiştirmeden aynen sürdürmek artık mümkün değildir. Şimdi düşünülmesi gereken, reformların dozu ve halkın -bu değişim sırasında- azami ölçüde korunmasıdır. Değişimi gönüllü/planlı/dinamik bir yaklaşımla yapanlar (mesela Türkler), post-kapitalist dönemde yarışa önde başlayacaklardır. O yüzden AKP'nin sosyo-ekonomi ötesi günlük "laf demokrasisi!" ve "katakullist" kurnazlık oyunlarıyla (politika bile değil) bir yere gidilemeyeceği halk tarafından hızla anlaşılmaktadır. Şimdi, (AKP/İslamcı kökenliler dahil) her kesimin sağduyulularının bir arada -yaratıcılık/kalite, bütünü gözetmek, nesnellik ve insani/kutsal değerleri önemseyen bir yaklaşımla- yeni döneme kararlılıkla adapte olmaya çalışmaları gerekiyor. Bunu yapabilecek bir anlayış ve irade ortaya çıkıyor -ki çok sevindiricidir.

Dünyadaki son para banyosundan korkunç boyutlarda zengin olan "elitler"in tüketim alışkanlıkları dikkat çekici ve yeni önlemlerin hangi istikamette olması bakımından da öğretici. Para banyosuyla yıkanan yeni zenginler, kazandıkları devasa paraları harcamıyorlar. Bir-ik ev, araba, yat ve kattan sonra durup, paralarını bankalara depone ediyorlar. Yani (reel) ekonomiye/tüketime pek bir faydaları olmuyor. Oysa -sistemin çökmemesi için- mutlaka olmak zorunda. Serveti 30 milyon Dolar üstü sanal para zenginlerinin sayısı, 1997'den 2007'ye kadar olan süre içinde ikiye katlandı. (Die Zeit, age.)
Burada devletlerin iflas dinamiğini ilgilendiren ilk konu ise, devletlerin bankalara pompaladığı parayla ilgili bir durum. Bu sanal paraların önemli bir kısmının, şapka-tavşan misali, ekranlardaki sayıların ardına birkaç sıfır ekleyerek oluşturulduğu artık sır değil... (Bu çok önemli)
Bizi ilgilendiren durum da şu: Madem paralar hiç yoktan ekranda yumurtlanabiliyor -yani aslında büyük ölçüde yoklar-, öyleyse para denen şeyin -en azından teorik olarak- kaldırılabileceğini, iptal edilebileceğini, şutlanabileceğini söyleyebiliriz...
Yani para yerine, -sanal da olsa- başka birşey koyarak işe başlayabiliriz ve en azından fakirlerden başlayarak insanları mecburen para peşinde koşarken her türlü haltı yemek zorunda kalmaktan kurtarabiliriz. -Kurtarmalıyız.
Devletlerin bu kadar yüklü miktarda parayı bankalara vermesi, -sanki o para varmış gibi davranmak- olayının absürdlüğünü göstermekle kalmadı, verilen paraların elbette belli bir "reelimtrak" dayanağının olması nedeniyle, parayı veren devletlerin sosyal giderlerden kısması anlamına da geldi. Yani daha az sosyal devlet, daha az kreş, daha az emekli maaşı, daha az -parasız- sağlık hizmeti vs... Milletin boğazından/sağlığından/sosyal yaşamından kısılan paraların, "piyasanın kanunları!" uyarınca bu paracı beylere "faiz" olarak ödendiğini herkes görüyor. Ve o "kanunlar!"ın canına okumaya hazırlanıyor. Şimdi neoliberal iktidarlar -tıpkı AKP iktidarının yaptığı gibi- bunu gören, Milletten korkuyor, bu devasa haksızlığa ses çıkarmamasını istiyor, Milleti tehdit ediyor. Çünkü o kapı bir açılırsa, Milletin onu Stürn'e kadar kovalayacağını biliyor. İnsanlar, bu paracı tiplerin şutlanmasınan sonra Dünyanın herkese yeteceğini artık tahayyül edebiliyorlar.

Başta ABD, AB ve Japonya'da olmak üzere, bankalara dağıtılan paralar, günün birinde (kısmen de olsa) geri alınabilecek düşüncesiyle verilmişti. Bankalar, bu paraları hiç ödemeyecekmiş gibi davranıyorlar -ki bu, mesela Obama'yı kızdırdı. Parayı alamazlarsa, üstelik tüm o finansal yükümlülükleri ve borçları devletler yüklenmişken, paraların bir kısmı da olsa geri dönmezse (daha korkuncu o paralar da batarsa -ki yeni balonlar oluştu bile!) bunun nasıl bir felaket olabileceğini ABD'de birileri mutlaka düşünüyordur!.. (Türkiye'de Emine Hanım'ın türbanı, Taraf'ın Balyozu, Fethullah'ın Ergenekonu, Genç Siviller'in GATA eyleminden fırsat bulunabilirse konuşulur -belki!) Benzersiz olan bu durumun dünyada nasıl bir yıkıma neden olabileceği henüz bilinmiyor. Devlet iflasları denen olay konusunda tecrübe var. Ama birbirine bağlı devletlerden bir-ikisinin iflası, hiç yaşanmamış bir durum.

Devletler, gelişmeler sonucu kendilerini birden finans piyasasının doğrudan içinde buldular, bizzat kendileri 'finans piyasası' oluverdiler. Ortada oynanan para, devletlerin bilgisayar tuşlarından türedi! Şimdi eski metodlarla, "kredilere" dayanarak konjonktür ayakta tutulmaya çalışılıyor. Kapitalizmi borçlanmadan ayakta tutmak şimdilik mümkün görünmüyor.
Devletler, özelleştirmeler/sınırsızpiyasa falan derken giderek daha az vergi toplayabiliyorlar ve varlıklarını/hizmetlerini ANCAK sürekli borçlanmayla sürdürebiliyorlar. Bu genel eğilim, neoliberal dönemin zayıflattığı ulus-devletlerin ortak sorunu.
Yunanistan örneği, bu borçlanmanın bir sınırının olduğunu gösterdi. Bu sınır, alınan borcun miktarıyla değil, çevrilebilir olmasıyla ilgili. Ve hayali paralarla falan da işlemesi şüpheli bir durum söz konusu. Kredi kuruluşlarının bir ülkenin kredi notunu düşürmesi, günümüzde birçok finans fonunun bilgisayar ortamında otomatik satış talimatına uygun olarak harekete geçmesine neden olabiliyor. Bu da ani para kaçışlarını tetikleyebiliyor, banka çöküşlerine benzer durumlar doğurabiliyor. Yunanistan, şimdi Portekiz (sonra belki İspanya, Ukrayna vd.) gibi ülkeler riskli olduklarından daha pahalı krediler alıp sürekli artan miktarda yüksek faize mahkum kalıyorlar ve borç ödeme/çevirme sıkıntısına girebiliyorlar. Bu sarmalı sürdürmek için sürekli daha fazla borç almak gerekiyor.
Şimdi bu sarmal, kendi sınırlarına dayanmak üzere. Yani Yunanistan gibi ülkeler çökme tehlikesi altında. Avrupa'da Portekiz, İspanya ve İtalya'nın tehlikeli sulara girmeleri çok önemli, çünkü Türkiye AB ülkeleri ile ekonomi üzerinden oldukça yoğun bir ilişkiye sahip. Ukrayna da aniden çökebilecek ülkelerden biri. (Pakistan da tehlike altında)
Dünya tarihi boyunca devletler, hiç bu kadar kısa sürede bu kadar çok borçlanmamışlardı. Devlet borçları, son bir-iki yıldır astronomik boyutlarda arttı. Sadece ABD'nin borçlarının, geçen yılın Ekim-Kasım ayları arasında üçyüz milyar Dolar civarında artarak yıl sonunda 1.400 milyar Doları görmesi, benzersiz bir duruma işaret ediyor. Böylesi absürd sayıların ne anlama geldiğini anlamak için komşu Yunanistan'a bakmak yeterli. Toplam borcunun 300 milyar Dolar olduğu söyleniyor. (Gerçekte ne kadar olduğu henüz bilinmiyor.) AB, Yunanistan'ın bir domino efektini harekete geçirebileceği korkusuyla Euro (Avro) bölgesini kurtarabilmek için Yunanistan'a mutlaka destek olmak zorunda. Ama Yunanistan'ın AB'ye şişirilmiş yanlış bilanço sunduğu, borcunun/açığının çok daha fazla olduğu ortaya çıktı ve güven sarsıldı. Yunanistan kurtarılamazsa, Euro bölgesindeki ülkeler, kendi borçlarını daha kolay çevirbilmek için, eski para birimlerine geri dönemek isteyebilirler. Çünkü o zaman kendi darpanelerinde para basabilirler. Şimdi para sadece Brüksel'de basılabiliyor. (Euro bölgesinin çökmesi Türkiye'yi nasıl etkiler, mutlaka tartışılmak zorunda)
Devlet iflasları yeni bir olgu değil. Türkiye Düyun-u Umumiye'yi unutmadı. İspanya 19'uncu yüzyıl boyunca tam 19 kez iflas etti. Ama iflaslar bu kez farklı. Çünkü ekonomiler -tarihte hiç olmadığı kadar- birbirine bağlı. Bu nedenle çöküşler birbiri ardına gelebilir. Tehlike burada. Bu bir sistemik çöküş haline gelebilir. Bunun olmaması elbette daha iyi, ama reformlar yapılmazsa er veya geç mutlaka olacaktır. Zayıf halkalardan başlayan bir çöküş, bütün dünyayı etkileyecektir. Büyük tarihçi Eric Hobsbawm'ın "Yeni bir Dünya savaşı çıkması için tüm şartlar mevcut" demesi -bu nedenle- çok yerindedir. Eski neoliberal vahşi piyasada ve ekrandaki bol sıfırlı sayılarda ısrar etmek, sistemin söz sahibi muktedirlerini -giderayak- bir savaşa ve enerji/yeraltı kaynaklarını yeniden paylaşmaya itebilir. Bunu önlemek, ancak değişerek ve değiştirerek mümkün.
Değişimden korkmamak gerekiyor.
(Bunu Türkiye'de, özellikle AKP ve iktidar çevrelerine anlatmak gerekiyor! Çünkü en çok özveride bulunması gereken çevrelerin başında onların rantiyecileri geliyor)
Yunanistan'ın iflası mutlaka önlenmek, veya Euro bölgesinden çıkarılmak zorunda. Değişim için zaman kazanmak önemli. Yunanistan düşerse bunu Portekiz izleyebilir dedik. Ardından İspanya ve İtalya gelebilir. İflas şampiyonu İspanya'da halen 4 milyon işsiz var.
Kaynak: http://konstantiniye.blogspot.com/

Neredesiniz ?
Selim Muradoğlu

Neredesiniz ?

Romancı.. şair.. hikâyeci.. yönetmen.. tarihçi.. sosyolog.. psikolog.. filozof.. araştırmacı.. gazeteci .. muharrir.. muhabir.. hukukçu.. iktisatçı.. siyasetçi.. asker.. polis.. istihbaratçı.. fizikçi.. kimyacı.. matematikçi.. hekim.. hakim..savcı..avukat.. mühendis.. akademisyen.. öğretmen.. müftü.. kısaca kendi alanında iyi olan herkes!

Haydi artık, gizlendiğiniz yerlerden çıkın!

Bugün ortaya çıkıp risk almazsanız ne gün alacaksınız?

AB-D emperyalizmi ilhak planını tamamladığında mı?...

Yani iş işten geçmiş olduğunda...

Siz, hanımlar ve beyler...

Bu karanlık kuyudan çıkmak, bu kanlı pusudan/ bu kahpe tuzaktan kurtulmak, için herkese ihtiyaç var !

Hem de şu an ve acilen..

Kurtulmak için bu belki de son şans...

Son fırsat

Gelin!

Harekete geçin!

Düşüncelerinizle, fikirlerinizle, tecrübenizle. uzmanlığınızla...

Kurtuluş davasında sizin de bir katkınız olsun...

Emeğiniz... Alınteriniz......

Bildiklerinizi bir yoldaşa, bir gönüldaşa, bir dosta, bir arkadaşa, bir öğrenciye öğretin !

Meydan okuyun kötülüğe işinizle, eserinizle...

Korkrmayın!

Gelin...

"Son ve tek kıvılcım"a* kulak verin!

Onu aklı küt, fikri cüce, aksiyonu yetersiz, hamlesi ürkek, algısı çarpık, kallbi kirli, edası kibirli, kifayetsiz muhterislerin elinden kurtarın...

Romancı.. şair.. hikâyeci.. yönetmen.. tarihçi.. sosyolog.. psikolog.. filozof.. araştırmacı.. gazeteci .. muharrir.. muhabir.. hukukçu.. iktisatçı.. siyasetçi.. asker.. polis.. istihbaratçı.. fizikçi.. kimyacı.. matematikçi.. hekim.. hakim..savcı..avukat.. mühendis.. akademisyen.. öğretmen.. müftü.. kısaca kendi alanında iyi olan herkes!

Bu gidişe dur diyecek “Kurtarıcı Fikir” hangisidir?

Var mı haberi olan?

Halbuki “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” buyruğu kulaklarımıza küpe olmalıydı hepimizin...

Mademki birşeyler biliyorsunuz...

Öyleyse bildiğinizce sorumlusunuz...

Bilenlerin bilmeyenlere borcu öğretmek...

Bilmeyenlerin bilenlere borcu ise bilenlere kulak vermek...

Yapılanları yanlış buluyorsanız doğrusunu gösterin...

Siz, saygıdeğer insanlar, kurtuluşu susmakta aramayın...

Kötülüğe teslim olmayı reddedin...

İyiliğin önündeki bütün engelleri kaldırılmasına katkıda bulunarak...

Kötülüğün dünyayı İşgal etme hamlesine karşı çıkın...

Fikirsizlik cangılında can çekişen dünya için yapın bunu... Sevdikleriniz için yapın... Kendiniz için yapın...

“Zaman bizde ve mekan bize emanet”ti ya...

Peki “biz” kimiz?

"Biz var ya bizim neslimiz, şanlı bir nasibin sahibiyiz. Zaman öyle oldu ki zaman, öncekiler kazanmaya memurken, biz kazanmaya mahkûm kılındık. Bilmem anlatabildim mi" **

Peki bu “biz”in içinde siz niçin yoksunuz?

Sizce “iyilik” uğrunda mücadele etmeye değmeyecek kadar değersiz bir şey midir?

İbda, benzersiz fikir demek...

Yani benzersiz oluş... Benzersiz şiir... Benzersiz aksiyon... Benzersiz duruş.. Benzersiz vuruş... Benzersiz devrim.. Benzersiz güzellik... Benzersiz doğruluk... Benzesiz iyilik...

Yani “Gaye İnsan-Ufuk Peygamber” ne dediyse ne yaptıysa ve neyi yapmadıysa o...

Eksiksiz ve fazlasız olarak o...

* "Son ve tek kıvılcım" için bakınız İdeolocya Örgüsü, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Yayınları, istanbul

** Salih mirzabeyoğlu, Damlaya Damlaya, İbda Yayınevi, İstanbul.

Kaynak: Sıradışı

'3 GÜNDÜR AÇIZ SAYIN BAKANIM'
26 Mart 2010
Bayındırlık ve İskan Bakanı Mustafa Demir'in yanına gelen 5 çocuk annesi, 3 gündür aç susuz yaşadıklarını belirterek, eşine iş istedi.

SAMSUN- Hem kendilerinin hem de çocuklarının mağdur durumda olduğunu anlatan Şerife Akbulut, Bakan Demir'den yardım beklediklerini söyledi.

Halk günü toplantısını Cuma namazının yaklaşması nedeniyle sonlandırmaya hazırlanan Mustafa Demir, bir köşede bekleyen Şerife Akbulut isimli kadına ''Ne istemiştiniz" diye sordu. Bunun üzerine ayağa kalkıp sıkıla sıkıla bakanın yanına gelerek kısık sesle derdini anlatmaya çalışan Akbulut, maddi bakımdan zor durumda olduklarını ve 3 gündür yiyecek ekmek bulamadıklarını ve askerde olan çocuğuna harçlık gönderemediğini söyledi.
Haber10

AVRUPA’DAN DEVRİM ÇIKMAYACAĞINA GÖRE..
Bülent ESİNOĞLU
20.12.2010

Amerika’nın zoru ile devletimizden ve bağımsızlığımızdan vazgeçip Avrupa Birliğine girmemiz istendi. Yaklaşık 45-50 yıldır, AB üyesi olmak için aramızı buramızı yırttık.
Biz bağımsızlığımızdan vazgeçtik, onlar gene de almadılar.

Haysiyetimizden, onurumuzdan vazgeçtik onlar gene almadılar.

Yalvardık yakardık, gene de almadılar.

Şunu bizimkiler anlamadılar. Hangi emperyalist, kolayca sömürmek dururken, kendi sömürgesini kendi devleti içine katmış? Tarihte, sömürgesini kendi devletine katan bir örnek gösterin. Bin parçaya böler ama gene de kendi devletine katmaz.

Amerika Irak’ı kendi devletine katıyor mu?

AB tam üye olmak için orasını burasını yırtanlar şimdi diyorlar ki, Avrupa’yı birleştiren Auro idi, eğer Auro giderse Avrupa dağılır.

Aslında Avrupa’da ve Batıda çöken Auro veya dolar değildir. Auro’nun ve doların çökmesi sebep değil sonuçtur. Kapitalizm kendi temel mantığından kopmuştur. Sanayi sermayesi ve banka sermayesinin kaynaşması, üretim sermaye ilişkisini büyük ölçüde koparmıştır.

Paranın alınır satılır olması, buradan elde edilen kazanç, üreterek üretimin kazancına yeğlenmiştir.

Mali tekellerin siyaset üzerine etkisi gittikçe artmış, görünürde siyasiler yönetiyormuş gibi bir şekil oluşmuştur. Demokrasi sahtekarlığı, tekellerin daha da büyümesinin aracı olarak kullanılmıştır.

Toplumsal servetler yeniden paylaşılmış, çok sınırlı sayıda insanların elinde birikmiştir.(Türkiye’de elli dolar milyarderi var)

Gerçekte çok uluslu tekeller, eskinin koskoca devletlerini Berluconi, Sarkozi, Tansu ve Merkel gibi kuklalar ile yönetir olmuşlardır.

Tekeller etnik ve nesepsel ayrıştırma politikalarını ulus devletleri parçalamanın aracı olarak kullanmışlardır. RTE’nin Açılım Politikaları yetmiyormuş gibi TÜSİAD Başkanı Boyner Diyarbakır’a gidip, Kürtçe resital vermiştir.

Benzer durumlar yaşlı Avrupa kıtasında yaşanmaktadır. Yugoslavya yedi parçaya bölünmüş, Çekoslovakya iki parçaya ayrılmış, Belçika bölünmek üzeredir.

Avrupa’daki parçalanma bölünmeler, toplumsal servetlerin yeniden bölüşülmesinin sonuçlarıdır.

Peki, Avrupa’dan, 18 ve 19. yüzyılın devrimleri çıkar mı?

Ulus devletlerin siyasi karar organları büyük ölçüde tekellerin eline geçtiği için Avrupa’da sosyal devlet anlayışı büyük ölçüde ortadan yok olmaktadır.

Çalışanlar aleyhine gelişen bu süreç, sınıf siyaseti yönünde gelişme yaratmza mı?

Bu sorulara hala “evet” cevabını vermek mümkün değildir.

Peki, Yunanistan, İspanya, İngiltere ve Fransa da olanlar nedir diye sorarsanız, olanların hiçbirisi çalışanların kaybettikleri toplumsal serveti kazandıracak hareketler değildir.

Peki, Avrupa’dan devrim çıkmayacağına göre, insanlığın kurtuluşu nasıl mümkün olacaktır?

Bundan böyle insanlığın kaderini değiştirecek etkenlerin Doğu’dan, Asya’dan, üretim merkezlerinden geleceği aşikardır.

Para üretim merkezlerine bakarak yolumuzu tayin etmek yerine, maddi üretim merkezlerine bakarak yolumuzu çizmemiz daha gerçekçi olur diye düşünmeliyiz.

http://www.ordumillet.com/Content.aspx?haberID=940&B=avrupadan-devrim-cikmayacagina-gore

Ahmedinejad: "Dünyanın yeni bir fikir, insani bir yola ihtiyacı var"

İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, kapitalizmin sonunun geldiğini belirterek, geleceğin, İran ve Türk milletine ait olduğunu söyledi.

24 Aralk 2010

İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, İran ile Türkiye arasındaki ilişkilerin, kardeşçe ve yapıcı olduğunu belirterek, ''Seviye ve hacim olarak iki ülke arasındaki işbirliği her gün gelişiyor. Bu, hem iki ülke, hem bölge ülkeler, hem de dünyanın faydasınadır'' dedi.

Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (EİT) 11. Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi dolayısıyla Türkiye'de bulunan Ahmedinejad, düzenlediği basın toplantısında
''Herkesin bildiği gibi kapitalizmin düşüncesi çıkmaza girmiş ve yolun sonuna gelmiştir'' diye konuştu.

Dünyanın iktisadî olarak bir kaç devletin tekeline girdiğine dikkati çeken Ahmedinejad, konuşmasını şöyle sürdürdü:

''Ne yazık ki güç, servet ve dünyanın iktisadî işlemleri birkaç birkaç devletin tekeline girmiştir. Bu tekel, bütün problemlerin, savaşların, tecavüzlerin ve kötülüklerin kaynağı olmuştur. Dünyanın yeni bir fikir, insani bir yola ihtiyacı vardır. Bizim inancımız şu ki, İran milleti ve Türkiye milleti ile bu bölgedeki ülkelerin vr insanların ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir potansiyele sahiptir. Bizim kültürlel birikimimiz , bütün insanların problemlerini barış ve adaletle çözebilir.''

Ahmedinejad, Türkiye ve İran gibi ülkelerin hızla geliştiğini, yeni ve etkili fırsatların, uluslararası münasebetlerin bu ülkelerin önü

'Yeni bir dünya düzenine ihtiyaç var'
10 Ocak 2010

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, dünyanın yeni bir düzene ihtiyacı olduğunu ve bun
'Yeni bir dünya düzenine ihtiyaç var'un da felsefi bir açılımla kurulabileceğini söyledi.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, hiçbir ülkenin, Türkiye kadar insanlık birikimini temsil edici niteliğe sahip olmadığını vurgulayarak, 'Türkiye'den böyle bir beklenti var, uluslararası sisteme katılamayanlar, sistemin eşitsizliğinden yakınanlar, bir sesin kendilerine sahip çıkmasını bekleyenler dönüp Türkiye'ye bakıyorlar' dedi.

Davutoğlu, 'İkinci Büyükelçiler Konferansı Değerlendirme Toplantısı' kapsamında geldiği Mardin'de, Artuklu Üniversitesi'nde düzenlenen 'Türkiye, Orta Doğu ve Dünya' konulu panelde, 'Kadim Kültürden Evrensel Düzene' başlıklı bir konferans verdi.

İkinci Büyükelçiler Konferansının, Dışişleri Bakanlığının Ankara'da yaptığı en geniş kapsamlı ilk toplantı olduğunu ifade eden Davutoğlu, Mardin'in tarihi, felsefi ve düşünsel derinliğiyle bir arka planının olduğunu belirtti.

Davutoğlu, konuşmasının başlığında yer alan 'kadim' kelimesinin Mardin için çok uygun olduğunu dile getirerek, 'Aynı çınar ağacı gibi kökleri derinlere gitmeyenlerin gölgelikleri de olmaz. Kökü sığ olanın gölgesi de sığ olur' diye konuştu.

Mardin'in aynı Türkiye gibi kökü çok derinde ve geleceği parlak bir şehir olduğunu kaydeden Ahmet Davutoğlu, Mardin'de bütün insanlık tarihinin her renginin görülebileceğini ve bu anlamda Mardin için 'biblo medeniyet şehri' denilebileceğini söyledi.

Bakan Davutoğlu, 2001 yılında Mardin'e yaptıkları bir aile ziyaretini anlattığı konuşmasında, ziyarette yaşadığı duyguları dile getirdi. Davutoğlu, 'Mardin'deki her cami, her kilise, her medrese, her mabet o bilinci yansıtır, aynı Kudüs gibi. Kudüs'ün Zeytin Dağı'na gidin ve seyredin, doyamazsınız. Kudüs'ün içinde Mescid-ii Aksa vardır, kiliseler vardır, sinagoglar vardır, ama Kudüs insanlıktır, aynı Mardin'in insanlık hulasası olması gibi' dedi.

Mardin'in 'kadim' kelimesinin en iyi timsali olduğunu yineleyen Davutoğlu, Osmanlı kültürünün en temel kavramlarından birinin kadimlik olduğunu, bu kelimenin başlangıcı bilinmeyecek kadar eski, kökü çok derinlere inen, insanlığın bütün unsurlarını barındıran anlamına geldiğini söyledi.

Davutoğlu, hedeflerinin Mardin'i yeniden bölgenin merkezi şehri yapmak olduğunu ifade ederek, 'Her yol Mardin'den geçsin istiyoruz, her kültür Mardin'e uğrasın istiyoruz. Eğer bir gün evrensel anlamda bir düzen kurulacaksa ve o düzene bir felsefe ihtiyacı varsa, ki o gün çok uzak değil, mevcut uluslararası düzenin küresel krizlerini aşacak bir çaba sarf edilecekse, bunu yapanların felsefi anlamda Mardin'in ruhunu anlaması lazım' dedi.

Osmanlı'yı anlamak için Artukluları da anlamak gerektiğine işaret eden Davutoğlu, Osmanlı'nın bütün bu kültürleri harmanlayarak bir sentez oluşturduğunu, bunun için Osmanlıların da kadim kelimesini kullandığını, Fatih Sultan Mehmet'in de bu çerçevede sultan, hakan, halife gibi unvanların yanı sıra hiç çekinmeden 'Kayzer-i Rum (Rum Sezarı)' unvanını da kullandığını bildirdi.

-DÜNYANIN YENİ DÜZENİ NASIL OLMALI?

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, dünyanın yeni bir düzene ihtiyacı olduğunu ve bunun da felsefi bir açılımla kurulabileceğini söyledi.

Davutoğlu, bu yeni düzenin ilkelerinin ilkini, 'dışlayıcı değil, içselleştirici bir düzen olma mecburiyeti olarak' belirtti. Bu düzenin hiçbir ülkeyi, milleti, kıtayı, rengi ya da ırkı dışlamaması gerektiğini ifade eden Davutoğlu, doğu ve batı, kuzey ve güney denklemlerine dayanmaması, aksine bunların hepsini barındırması gerektiğini dile getirdi.

Türkiye'nin BM Güvenlik Konseyi üyesi olduğunu hatırlatan Davutoğlu, BM sisteminin de içselleştirici olması, herkesin temsil edildiğini hissetmesi gerektiğini bildirdi. Davutoğlu, bu ilkenin en çarpıcı örneğini Türkiye'nin oluşturduğunu belirterek, Türkiye'nin bütün kültürlerin kadim zenginliğini temsil ettiğini kaydetti. Davutoğlu, 'Dünyada hiçbir ülke, Türkiye kadar insanlık birikimini temsil edeci bir niteliğe sahip değil' diye konuştu.

Bakan Davutoğlu, yeni düzenin ikinci ilkesinin, 'katılımcılık' olduğunu anlatarak, uluslararası sistemin ancak ve ancak katılımcı olduğu zaman yaşayabileceğini belirtti.Davutoğlu, bu çerçevede BM'nin de sadece daimi üyelere dayalı bir işleyiş içinde olmasının yeterli olamayacağını, 2. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan siyasal denklemlere dayalı yapıların artık geçerliliklerini yavaş yavaş kaybettiklerine dikkati çekti.

Ahmet Davutoğlu, Türkiye'nin AB'yi stratejik bir hedef olarak tespit ettiğini, ancak diğer bölgelerle olan bağlarını ihmal etmediğini, bu bölgelerin uluslararası düzende yeterli derecede temsil edilemediğini ve bundan yakındıklarına işaret ederek, sözlerini şöyle sürdürdü:

'Türkiye'den böyle bir beklenti var, uluslararası sisteme katılamayanlar, sistemin eşitsizliğinden yakınanlar, bir sesin kendilerine sahip çıkmasını bekleyenler dönüp Türkiye'ye bakıyorlar. Onun için Başbakan Erdoğan'ın Filistin konusundaki çıkışı ve haklı feryadı sadece Orta Doğu'da değil, bütün dünyada yankı buldu. Ortaya koyduğumuz vizyonla Orta Doğu'da yeni bir sesin, üçüncü bir yolun, farklı bir vizyonun sözcüsü oluyoruz.'

Hedeflerinin Mardin, Gaziantep, Şanlıurfa'nın sınır şehirleri gibi köşede kalmış şehirler olmaktan çıkarak, Gaziantep'in Halep'le, Mardin'in Musul'la, Halep'in Lazkiye ile buluşması olduğunu ifade eden Davutoğlu, bu entegrasyon sağlandıkça, büyük farklılıklar gibi gözükenlerin aslında büyük farklılıklar olmadığının görüleceğini bildirdi.

Davutoğlu, 'Birileri oraya sınır çizdi diye bu sınırların kalıcı olacağını kimse düşünmesin. Tabii ki sınırlara saygı göstereceğiz, ama dostluk içinde, aynı Avrupa oluşum sürecinde olduğu gibi bu sınırları anlamsızlaştıracağız. Bu sınırları duvar olmaktan çıkaracağız, gerçek anlamda kapı haline getireceğiz. Kapı girmek içindir, kapı açıktır, duvarı açamazsınız' diye konuştu.

Ahmet Davutoğlu, bölgede barış istediklerini belirterek, 'Kimseye hükmetme niyetinde değiliz, kimsenin de bize hükmetmesine izin vermeyiz. Ama kuracağımız düzenin herkesin eşit olarak katıldığı bir düzen olmasına önem vereceğiz. Evrensel düzenin de bu katılımcı ilkeyi benimsemesini bekliyoruz' dedi.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, yeni düzenin üçüncü ilkesinin, 'sentezcilik' olduğunu kaydederek, düzenin birçok rengi bir araya getirince bir anlam ifade ettiğini, mutlaka farklılıkları barındırması gerektiğini anlattı. Davutoğlu, 'Hedefimiz insanlığın birçok birikimini bir araya getiren, onları bir sentez, bir harman halinde gören, yeni bir felsefi yaklaşımın sözcüsü olmak ve bu felsefi yaklaşımı dış politika alanına yansıtmak' diye konuştu.

Evrensel düzenin kadim kültürden alması gereken bir başka dersin, 'eşitliğe dayalı bir yaklaşım benimsemesi olduğunu' belirten Davutoğlu, katılımcı, içselleştirici, harmanlayıcı, bütünleştirici, eşitlikçi bir uluslararası düzene ihtiyaç olduğunu söyledi.

Davutoğlu, Türkiye'nin olağanüstü bir tecrübesi bulunduğunu ve içinden gelen tarihe güvendiğini ifade ederek, 'Mardin'in ruhu, Türkiye'nin ruhudur, Türkiye'nin ruhu da gelecekte uluslararası düzenin ruhunu, merkezini teşkil edecek' dedi.
haber101

Yerlilerin ‘düzeni’nden yabancıların ‘kurtarıcılığı’na
Alptekin DURSUNOĞLU
05/10/2014



Yerlilerin ‘düzeni’nden yabancıların ‘kurtarıcılığı’naArap Baharı’ndan yeni bir bölgesel düzen çıkarmaya çalışan bölge liderlerini Sykes-Pico’dan farklı kılan şey zihniyetleri değil, düzen kurma başarısızlığıydı.

Uluslar arası bir seferberlik konusu yapılan IŞİD’le ilgili tartışmalar güncel düzeyde ve bölgesel güvenlik sorunları çerçevesinde tartışılıyor.

Halbuki bizatihi uluslar arası seferberlik olgusu, bu sorunun yeni bir bölgesel düzen ihtiyacı çerçevesinde ve stratejik düzeyde ele alınmasını zorunlu kılıyor.

‘Uluslar arası müdahale’ ve ‘yeni bölgesel düzen ihtiyacı’ gibi değişkenler ise teröre karşı uluslar arası ittifakın ortaya çıktığı eylül 2014 sonrası şartlar ile 1916’daki Sykes-Pico sonrası şartlar arasında ilgi kurmaya imkan veriyor.

1916 sonrası (20. Yüzyıl) oluşan şartlar ile 2014 sonrasında (21. Yüzyıl) oluşması muhtemel şartlar arasındaki somut benzerlikler şunlar:

1- Yeni bir bölgesel düzen ihtiyacının doğması.

2- Bölgenin dışı güçlerin bölgenin kaderinde belirleyici aktör olarak yer alması.

3- Bölge dışı güçlerin bu belirleyiciliği, bölgedeki askeri varlığına borçlu olması.

4- Bölge dışı güçlerin bölge içerisinde müttefik bulması.

Bu benzerliklere sahip olan 1916 ile 2014 şartlarını, birbirinden farklı kılan özellikler ise şunlar:

1- 1916’da inşasına başlanan yeni bölgesel düzen tamamlanış bir süreç olarak günümüze kadar gelirken, 2014’te baş
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pts Ekm 06, 2014 12:18 am    Mesaj konusu: Yerlilerin ‘düzeni’nden yabancıların ‘kurtarıcılığı’na Alıntıyla Cevap Gönder

Yerlilerin ‘düzeni’nden yabancıların ‘kurtarıcılığı’na
Alptekin DURSUNOĞLU
05/10/2014



Yerlilerin ‘düzeni’nden yabancıların ‘kurtarıcılığı’naArap Baharı’ndan yeni bir bölgesel düzen çıkarmaya çalışan bölge liderlerini Sykes-Pico’dan farklı kılan şey zihniyetleri değil, düzen kurma başarısızlığıydı.

Uluslar arası bir seferberlik konusu yapılan IŞİD’le ilgili tartışmalar güncel düzeyde ve bölgesel güvenlik sorunları çerçevesinde tartışılıyor.

Halbuki bizatihi uluslar arası seferberlik olgusu, bu sorunun yeni bir bölgesel düzen ihtiyacı çerçevesinde ve stratejik düzeyde ele alınmasını zorunlu kılıyor.

‘Uluslar arası müdahale’ ve ‘yeni bölgesel düzen ihtiyacı’ gibi değişkenler ise teröre karşı uluslar arası ittifakın ortaya çıktığı eylül 2014 sonrası şartlar ile 1916’daki Sykes-Pico sonrası şartlar arasında ilgi kurmaya imkan veriyor.

1916 sonrası (20. Yüzyıl) oluşan şartlar ile 2014 sonrasında (21. Yüzyıl) oluşması muhtemel şartlar arasındaki somut benzerlikler şunlar:

1- Yeni bir bölgesel düzen ihtiyacının doğması.

2- Bölgenin dışı güçlerin bölgenin kaderinde belirleyici aktör olarak yer alması.

3- Bölge dışı güçlerin bu belirleyiciliği, bölgedeki askeri varlığına borçlu olması.

4- Bölge dışı güçlerin bölge içerisinde müttefik bulması.

Bu benzerliklere sahip olan 1916 ile 2014 şartlarını, birbirinden farklı kılan özellikler ise şunlar:

1- 1916’da inşasına başlanan yeni bölgesel düzen tamamlanış bir süreç olarak günümüze kadar gelirken, 2014’te başlayan yeni sürecin yeni bir bölgesel düzenle sonuçlanıp sonuçlanmayacağı henüz belirsiz.

2- 20. yüzyıldaki yeni bölgesel düzen ihtiyacı Osmanlı devletini yıkan bölge dışı güçler tarafından dayatılırken, 21. yüzyıldaki bölgesel düzen ihtiyacı, bölgesel aktörlerin talebinden doğdu.

3- Bölge dışı güçler 1916’da ‘işgalci’ ya da ‘emperyalist’ sıfatıyla bölgeye gelirken, 2014’te bölgeden yapılan çağrı ile bir ‘kurtarıcı’ sıfatıyla geldi.

4- 20. Yüzyıldaki bölgesel düzen, bölge dışı güçler arası bir emperyalist paylaşım çelişkisinden doğmuşken, 21. yüzyıldaki bölgesel düzen talebi, bölge içi aktörlerin egemenlik kurma ya da bağımsızlık ilan etme çelişkileri üzerinde şekilleniyor.

21. yüzyıla kadar bölgedeki yabancı askeri varlık gerekçeleri

2003’te işgalci olarak girdiği Irak’tan 2011’de tek bir askeri üs dahi elde edemeden çekilmek zorunda kalan Amerika’nın bölgeye ‘rica’ ile geri dönmesini sağlayan faktörün terör olduğu doğru; ancak Amerika’nın bölgede askeri varlık bulundurma isteğinin çok daha eski bir mazisi var.

Amerika, bölgedeki askeri varlığını 1980’lere kadar, ‘Sovyet yayılmacılığı’ 1980’den sonra da İran-Irak savaşı ve ‘Körfez’in güvenliği’ gerekçesine dayandırdı.

İran-Irak savaşının 1989’da, Soğuk Savaş’ın da 1990’da bitmesi, ABD’nin bölgede askeri varlık bulundurma hevesinde değişikliğe neden olmadı.

Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgal etmesi ABD’nin Körfez’deki güçlerinin, 36. Paralelin kuzeyinde oluşturulan uçuşa yasak bölge ise, Türkiye’deki operasyonel askeri varlığının gerekçeleri oldu.

21. yüzyıl ve yeni gerekçe arayışı

2000 yılına gelindiğinde ABD’nin bölgedeki askeri varlığına gerekçe olarak kullandığı ‘tehditler’ tamamen ortadan kalktıysa da, CIA tarafından Afganistan’da Sovyetlere karşı desteklenen el-Kaide, 11 Eylül’le birlikte yeni bir gerekçe haline geldi.

ABD’nin 2002’deki Afganistan müdahalesi ve 2003’teki Irak işgali, bölgedeki askeri varlığını kalıcı hale getirecek yeni bir bölgesel düzen inşasına yönelikti.

Washington’un bölgeye demokrasi ve özgürlük vaadiyle söz konusu ettiği ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ (BOP), Irak’ta yaratılacak model çerçevesinde bölgenin yeniden yapılandırılmasını öngörüyordu.

Ancak 9 yıllık işgale rağmen ne Irak’ta istenen model oluşturulabildi ne de bölgede bu projeye müşteri bulunabildi.

Arap Baharı ve BOP’un hedeflerinin ihyası

Bölgedeki siyasi örgütler, 2010 yılına kadar ‘demokrasi ve liberal özgürlükler’ hedefleriyle BOP’u bölgenin medeniyet dokusuna aykırı ve dışarıdan dayatılan bir proje olarak gördü.

Ancak aynı siyasi örgütlerin 2011’de öncülük ettikleri ‘devrimlerdeki’ sloganları BOP’un hedeflerinden ibaretti.

Temel öncelikleri iktidardı, sadece yerel sistemlerle çelişkileri vardı. Uluslar arası ya da bölgesel sistemle uyumluydular ve bunu da iktidara geldiklerine Camp David’e bağlılıklarını sunarak göstermişlerdi.

Katar, Türkiye, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi bölge ülkelerinden destek, ABD’den de onay almakta bu yüzden zorlanmadılar.

Türk yetkililer, ‘Arap Baharı’nı “dışarıdan dayatılan 100 yıllık Sykes-Picot düzenine bölge halklarının iradesiyle son verilmesi” diye okudu.

2011’de bölge halklarının iradesiyle yeni bir bölgesel düzen kurması beklenen ‘Arap Baharı’, 2012 ortalarından itibaren tüm bölgeye iç çatışma veya savaş armağan etti.

Mısır, Tunus ve Yemen’de toplumsal bölünme, Libya’da ‘başarısız devlet’ (failed state), Suriye’de iç savaş sonuçlarıyla eski düzenleri aranır hale getirdi.

Yerlilerin yabancılaşması ve yabancıdan düzen dilenmek

20. yüzyılın başlarından bu yana kendisini doğrudan ilgilendiren hiçbir meselede belirleyici aktör olamayan bölge ülkelerinin Arap Baharı adı verilen süreçteki belirleyiciliği son derece açık.

Amerika, son derece dikkat çekici bir şekilde geri planda kalmayı tercih etti. Fransa ve İngiltere, sadece Libya’da etkili birer oyuncu olarak gözüktü. Libya da dahil olmak üzere 2011’de isyanların yaşandığı altı ülkede belirleyici olanlar bölge ülkeleriydi.

Örneğin, 2011’de Tunus ve Mısır’da Katar ve Türkiye; Libya’da Katar, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri, Yemen ve Bahreyn’de Suudi Arabistan, Suriye’de ise bunların tamamı belirleyici oldu. Batılı ülkeler ise bölge ülkelerini destekleyici rollerle yetindi.

Ancak özellikle 18 Temmuz 2012’de başlatılan Suriye’deki vekalet savaşında yaşanan başarısızlık, 31 Ekim 2012’de Amerika’yı liderlik rolünü doğrudan üstlenmeye sevk etti.

Batılı müttefikleri ile birlikte Suriye’deki vekalet savaşını destekleyen bölge ülkeleri, devletlerden güçlü silahlı grupların ortaya çıkmasına zemin hazırladı.

Bölge ülkelerinin Batılı müttefikleriyle birlikte desteklediği vekalet savaşı, 2013 yılının eylül ayından itibaren kontrolden çıkmaya başladı.

Bu savaştan beslenerek en güçlü grup haline gelen IŞİD’in Irak’ta ‘hilafet devleti’ ilan ederek Kürdistan Bölgesi’ni doğrudan, Suudi Arabistan ve Ürdün’ü ise potansiyel olarak tehdit etmesi ‘yeni bölgesel düzen’i acil bir ihtiyaç haline getirdi.

Çünkü 2014 haziranına gelindiğinde bölgenin siyasi coğrafyasına ilişkin tablo şöyle gözüküyordu:

Mısır ve Tunus, eski düzene geçiş aşamasında. Libya, Somali gibi bir ‘başarısız devlet’ oldu. Suriye, Lübnan ve Yemen Libya haline gelmemek için direniyor; Irak ise bütünlüğünü korumaya çalışıyor.

Sonuç

Mevcut tablo, ‘Arap dünyasının liderliği’ ya da ‘Yeni Osmanlıcılık’ idealleri ile bölgesel egemenlik hevesleri taşıyan bölge ülkelerinin başarısızlığının eseri.

Arap Baharı’ndan yeni bir bölgesel düzen çıkarmaya çalışan bölge liderlerini Sykes-Pico’dan farklı kılan şey zihniyetleri değil, düzen kurma başarısızlığıydı.

Çünkü 2011’de ne Türkiye, ne Katar ne de Suudi Arabistan, 1916’da Sykes-Pico bölgesel düzenini kuran İngiltere ve Fransa’nın reel diplomasi gücüne sahip değildi.

Türkiye’nin diplomasi öngörüsü ve gücü, ‘Stratejik Derinlik’ kitabından, Katar’ınki el-Cezire kanalı ve Yusuf el-Karadavi’den, Suudi Arabistan’ınki ise Bender Bin Sultan’dan ibaretti.

Yerli bölgesel düzen kurma başarısızlıkları sebebiyle bölgeyi Sykes-Picot’yu arar hale getiren ‘yabancılaşmış yerliler’, şimdi yeniden düzen için Batılılara ‘ricada bulunuyor’.

Batı ise, Cidde toplantısıyla başlayan bu yeni süreçle bölgeye bir ‘kurtarıcı’ olarak geri dönüyor.

Bölge halklarının birbirini öldürdüğü ve masraflarını bölge devletlerinin ödediği savaş sonunda ortaya çıkacak yeni düzen Sykes-Pico kadar yabancı bir düzen sayılmayabilir; çünkü bu düzen, ‘yabancılaşmış yerlilerin’ ‘yabancılara’ hazırlattığı bir düzen olarak anılacak.

Kaynak: http://www.ydh.com.tr/YD430_yerlilerin-duzeninden-yabancilarin-kurtariciligina.html

29-12-2014 tarihinde, 21:03 saatinde eklendi
Yeni soğuk savaş dönemi

Yeni soğuk savaş dönemi
Mustafa Hilmi Yıldırım
29-12-2014



ABD İstihbarat Konseyi’nin, “Küresel Eğilimler 2025: Değişen Bir Dünya” başlıklı raporunda da, “Güç dengesinin Batı’dan Doğu’ya kayacağı, Rusya, Çin ve Hindistan gibi ülkelerin Ortadoğu’da büyük roller oynayacağı” öngörülmektedir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya iki kutba ayrılmıştı. Bir kutbun başında ABD, diğerinde SSCB vardı. ABD ve SSCB, zaman zaman savaşın eşiğine gelmişler, fakat savaşmaya cesaret edememişler. Çünkü her iki taraf da savaşın neden olacağı büyük yıkımların farkında idi. Bundan dolayı karşılıklı savaş yerine, başka devletleri ve grupları kendi hesaplarına savaştırma yolunu seçtiler. Birçok bölgesel savaşlar, yerel çatışmalar ve iç karışıklıklar, bu politika sonucu çıkmıştır.

ABD ve SSCB savaşmadı, ama savaştırdı. O nedenle aralarındaki mücadele, “Soğuk Savaş” olarak nitelendirildi. Bu nitelendirmeyi ilk yapan ABD’li Bernard Bruch oldu. Bruch’un Soğuk Savaş nitelendirmesi genel kabul gördü ve yaygın olarak kullanıldı.

ABD ve SSCB Soğuk Savaş’ı kendi aralarında ekonomik alanda sürdürdüler. Sonuçta SSCB, ekonomik üstünlük kazanma yarışından kopunca, Soğuk Savaş da bitmiş oldu. Soğuk Savaş’ın bitişinden sonra “tek kutuplu dünya” yorumları yapılmaya başlandı. İlginçtir, ABD de bu yönde bir politika izledi.
ABD’nin dünya jandarmalığına soyunmasına ve hukuk tanımaz tutumuna karşı itirazlar yükseldiyse de pek etkili olamadı. Ta ki, Rusya Devlet Başkanı Putin’in, 43. Münih Güvenlik Politikası Konferans’ındaki sert çıkışına kadar. Rusya Devlet Başkanı Putin, ABD’yi şu sözlerle uyardı: “Son yıllarda ABD politikalarında tek kutuplu bir dünya oluşturma çabalarını tedirginlikle izliyorum. Bir ülke kendi kurallarını dünyanın geri kalanına, sanki iç düzeniymiş gibi kabul ettirmeye çalışırsa, huzur ve istikrar değil, sorun bekleyin. Çağdaş dünyada tek efendi fikri mümkün olmadığı gibi, kabul edilemez de.” Siyasi gözlemciler, Rusya Devlet Başkanı Putin’in, bu konuşmasıyla Yeni Soğuk Savaş’ın fitilini ateşlediğini ifade ettiler. Gerçekten de o günden itibaren Yeni Soğuk Savaş kavramı gündemde yerini aldı.
Yeni Soğuk Savaş’ta bir tarafta Rusya ve Çin, öteki tarafta ABD ve AB bulunmaktadır. Sovyetler Birliği’nin son Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov, Rusya ile Batılı ülkeler arasında güvenin çöktüğünü belirtti ve şöyle dedi: “Dünya yeni bir Soğuk Savaş’ın eşiğinde, hatta bazıları bunun çoktan başladığını söylüyor.” Gorbaçov, çözüm olarak her iki tarafın zarar veren yaptırımları aşamalı bir şekilde kaldırmasını teklif ediyor.

Rusya Başbakanı Medvedev, “ABD’nin Rusya’ya yaptırım uygulayarak Yeni Soğuk Savaş’ı bizzat başlattığını” söylüyor ve ekliyor: “Bu, aslında kimsenin işine gelmez.” Doğru, ama ABD gücünü ispatlama zorunluluğu hissediyor. Aksi halde içte ve dışta kurduğu sömürü düzeninin yıkılacağını düşünüyor.
Ne yaparsa yapsın, ABD’nin sonu yaklaşmaktadır. ABD’li bilim adamları, yıllardır bu gerçeği seslendiriyorlar. Bunlardan bir olan Zbigniev Brzezinski, “Stratejik Vizyon: Amerika ve Küresel Güç Buhranı” adlı kitabında “stratejik ve jeopolitik güç merkezinin Doğu’ya kaydığını” söylemektedir. ABD İstihbarat Konseyi’nin, “Küresel Eğilimler 2025: Değişen Bir Dünya” başlıklı raporunda da, “Güç dengesinin Batı’dan Doğu’ya kayacağı, Rusya, Çin ve Hindistan gibi ülkelerin Ortadoğu’da büyük roller oynayacağı” öngörülmektedir.

Türkiye, Soğuk Savaş döneminde, tek taraflı politika izleyerek cephe ülkesi konumuna sokuldu. Bugün hem dünyanın, hem de Türkiye’nin şartları çok değişti. Onun için aynı politikayı sürdürmek, çok yanlış olur. Daha açık bir deyişle, Türkiye, Yeni Soğuk Savaş döneminde taraf olmamalı ve her iki tarafla ilişkilerini bir denge üzerinde yürütmelidir. Böyle bir denge kurulabilir mi? Elbette kurulur, onu kuran ülkeye büyük hizmet eder ve büyük devlet adamı olarak da tarihe geçer.
Kaynak: Yeni Mesaj

HAİTİ'NİN DRAMINDA BATI'NIN PAYI
15 Ocak 2010
"Uluslararası camia", dindirmeye çalıştığı acının boyutundan büyük ölçüde sorumlu. Guardian’dan Peter Hallward Haiti depremini ve bu acının arkasındaki batının zulmünü irdeliyor.
Peter Hallward

Salı günü Haiti'nin başkentini vuran şiddette bir deprem dünya üzerindeki hangi büyük şehirde meydana gelse büyük zarar verirdi.

Ama Port-au-Prince'in bir savaş alanını andırıyor olması tesadüf değil. Haiti'nin başına gelen bu felaketin yol açtığı yıkımı okumanın en iyi yolu, insan eseri olan uzun ve çirkin bir tarihî döngünün bir başka sonucu olarak görmek. Şimdiden apaçık ortada olansa, bu etkinin, tarihi çok daha uzun bir bilinçli yoksullaştırma ve gücü eline almasını engelleme sürecinin sonucu olacağı. Haiti'yi "batı yarıkürenin en yoksul ülkesi" diye anmak âdettendir. Bu yoksulluk, dünya tarihindeki belki en vahşi kolonyal sömürü ve üstüne gelen onlarca yıllık sistematik postkolonyal zulmün mirası.

"İnsanî yardım" için koşuşturan asil "uluslararası camia", şimdi dindirmeye çalıştığı acının boyutundan büyük ölçüde sorumlu. ABD, 1915'te işgal etmesinden bu yana, Haiti halkının, eski cumhurbaşkanı Jean-Bertrand Aristide'in sözleriyle "tam sefaletten onurlu yoksulluğa" doğru kımıldanmak için attığı her ciddi siyasî adım, ABD hükümeti ve bazı müttefikleri tarafından bilinçli şekilde engellendi. 2004 yılında binlerce kişinin ölümü ve halkın büyük çoğunluğunun öfkesiyle sonuçlanan, uluslararası desteğe sahip bir darbeyle yıkılan Aristide hükümeti (% 75'lik bir oy oranıyla seçilmişti) en son kurbandı. Ardından BM, ülkede devasa ve son derece pahalı bir istikrar ve barış gücü bulundurmaya başladı.

Bugün Haiti, eldeki en sağlıklı verilere göre, halkının yaklaşık % 75'i günde 2 doların, dört buçuk milyon kişiye tekabül eden % 56'sınınsa bir doların altında bir miktarla yaşadığı bir ülke. Onlarca yıl süren neoliberal "düzenleme" ve neo-emperyal müdahaleler hükümetin, halkına yatırım yapabilme veya ekonomisini düzeltme kapasitesini elinden tamamen aldı.

Port-au-Prince'de bugün yaşanan felâketin sebebi işte bu yoksulluk ve kudretsizlik. 1970'lerin sonlarından bu yana Haiti'nin tarıma dayalı ekonomisine yapılan insafsız taarruzlar on binlerce küçük çiftçiyi kalabalık şehirlere akın etmek zorunda bıraktı. Güvenilir istatistikler bulunmamakla birlikte, başkentin yüz binlerce sakininin, standartların tamamen altındaki gecekondu tipi evlerde yaşadığı tahmin ediliyor. Bizzat bu tip yerlerde yaşayan insanların doğal ayıklanmaya uğraması, uğradıkları zararın boyutları gibi, "doğal" ya da kazara değil. Haiti Adalet ve Demokrasi Kurumu Müdürü Brian Concannon'un sözleriyle: "O insanların orada olmasının sebebi, kendilerinin veya anne-babalarının, şehirlerde sömürüye açık bir işgücü yaratılmasını amaçlayan politikalarla kırsal bölgeleri terk etmeye teşvik edilmiş olmaları; dolayısıyla tanım itibarıyla, depreme dayanıklı evler inşa edemeyecek insanlar". Bu arada şehrin; su, elektrik, yollar gibi temel altyapısı son derece yetersiz, bazı yerlerde yok bile. Hükümetin, felakete çare bulma kapasitesi sıfıra yakın.

2004 darbesinden bu yana Haiti'yi uluslararası camia yönetiyor. Şimdi Haiti'ye acil yardım göndermek için koşuşturan aynı ülkeler, son beş yıl içinde, BM'nin yetkisini askerî amaçların ötesine genişletmek yolundaki tüm önerileri veto etti. Bu "yatırım"ın bir kısmının yoksulluğu azaltmaya ya da tarımsal kalkınmaya yöneltilmesine yönelik her girişimin önü tıkandı.

2008'de Küba'yı da vuran aynı fırtınalar sadece dört kişiyi öldürdü. Küba, neoliberal "reformlar"ın en korkunç etkilerinden uzakta kalmayı başarmıştı ve hükümeti halen halkını felâketlere karşı koruma kapasitesinin elinde tutuyor. Eğer bu son krizde Haiti'ye yardım etmek niyetindeysek, bu karşılaştırmayı akılda tutmalıyız. Acil yardım göndermenin yanı sıra, Haiti halkı ve kamu kurumlarının kendi iktidarını eline alması için neler yapabileceğimiz üzerine kafa yormalıyız. Yardım konusunda samimiysek Haiti hükümetini denetlemeye, halkını pasifize etmeye ve ekonomisini sömürmeye çalışmaktan vazgeçmeliyiz. Ardından da, sebep olduğumuz zayiatın hiç olmazsa bir kısmını ödemeye başlamalıyız.
Zaman

19 Ocak 2010
ABD'nin Haiti'deki amacı yardım değil, işgal

Leş kargası misali nerede bir karmaşa olsa ondan faydalanıp o ülkeye yerleşen ABD bu kez de depremin yerle bir ettiği Haiti'ye asker gönderiyor. Dünya ayakta.

Amerikan ordusu Haiti'nin başkenti Port-au-Prince'de operasyon üssü kuracağı ortaya çıkınca Fransa ve Latin Amerika ülkelerinden tepki geldi: Amaç yardım değil, işgal.

Amerikan ordusunun 82. hava indirme tümenine bağlı paraşüt birlikleri, Haiti'nin başkenti Port-au-Prince'in kuzeyinde bir operasyon üssü kurmaya başladı.

ANF'nin AFP’ye dayandırarak verdiği habere göre Albay Pat Haynes, görevlerinin insani yardım sağlamak olduğunu belirtirken, Amerikan donanmasına bağlı Seahawk helikopterleri askeri personeli taşımayı sürdürdü.

Amerikan askerleri, üslerini başkentin havaalanına yaklaşık bir kilometre uzakta terk edilmiş bir elektrik santrali tesisine kuruyorlar.

Fransa: ABD'nin Haiti'deki amacı yardım değil, işgal

Richter ölçeğine göre yedi büyüklüğündeki depremle harabeye dönen Haiti'de insani dram sürerken Fransa’da Birleşmiş Milletler’den Haiti'yi vuran depremin ardından "ABD'nin üstlendiği egemen role açıklık getirmesini ve soruşturma başlatmasını" istedi.

Amerikan güçleri, geçen hafta sahra hastanesi taşıyan bir Fransız yardım uçağının, Port-au-Prince havaalanına inişini engellemiş, Joyandet'nin şikayeti üzerine uçak ertesi gün Port-au-Prince'e güvenli bir şekilde inmişti.

Latin Amerika ülkelerinden tepki

ABD'nin Haiti'ye asker sevketmesine Latin Amerika ülkelerinden tepkiler geliyor. Venezuela devlet başkanı Hugo Chavez ABD güçlerinin insani yardım bahanesiyle Haiti'yi işgal ettiğini belirtti. Yaklaşık üç bin Amerikan askerinin Haiti'ye gönderildiğini hatırlatan Chavez "Askerler savaşa gider gibi silahlı. Şu anda ihtiyaç duyulan şey silahlar değil, ABD'nin doktor, ilaç, yakıt, sahra hastanesi göndermesi gerek. Gizlice Haiti'yi işgal ediyorlar" diye konuştu. Chavez Haiti'deki Amerikan askerlerinin ne yaptığının belli olmadığına da dikkat çekti ve Amerikan askerini yardım çalışmalarında göremediğini söyledi.

ABD'nin bölgeye asker yığmasına bir tepki de, Nikaragua Devlet Başkanı Daniel Ortega'dan geldi. Ortega ABD’nin Haiti’deki deprem felaketini fırsat bilerek ülkeye daha fazla asker konuşlandırdığını söyledi. Haiti'deki gelişmelerin kendisini endişelendirdiğini belirten Nikaragua devlet başkanı ABD askerlerinin Haiti’ye gitmesinin bir anlamı olmadığını ifade etti. Ortega “Görünüşe göre Latin Amerika’daki üsleri ABD’ye yetmiyor. Umarım Haiti’deki askerlerini geri çekeler” diye konuştu.
aktifhaber

'Banka olsaydı kurtarılacak iklim'
Nihal Kemaloğlu
nihal.kemaloglu@aksam.com.tr

Kopenhag İklim Zirvesi, büyük enerji lobisinin zaferiyle nihayete ermişti. Binlerce protestocunun eli böğründe kalmış, başta Obama olmak üzere küresel liderler yeşil temennilerle zirveyi savuşturmuşlardı.
Kopenhag gelişmiş ülkelerin kapitalist sistemin doğa-yıkıcı etkilerini retleri ve dünyanın geri kalanını ise umursamadıklarının tescillenmesiydi.
'İnsan kaynaklı iklim değişikliği' ancak yeni 'yeşil' pazar olarak kabul görüyordu.
Küresel ısınmanın 'küresel bir yalan' iddialarını sisteme yayarak' kirliliği' yaratanlar yine enerji devleriydi.
Halbuki bu şirketlerden sadece dört tane petrol şirketi, sera gazını oluşturan karbondioksit gazının %10'unu üretiyordu.
Diğer küresel 198 şirketle birlikte bu petrol şirketleri, dünya karbondioksit salınımının %80'inden sorumluydu.
Kopenhag'daki yoksul ülkelerin yaşadıkları iklim tehdidi için taleplerine vurdumduymazlığın sebebi de buydu.
Kalkınmış ülkeler Kopenhag'da yoksul ülkeleri dikkate almadan küresel şirket çıkarlarını korudular.
Nitekim geçen hafta The Independent gazetesindeki bir makalede Exxon Mobil'in planlı bir kampanyayla 'iklim değişikliğine insanoğlunun sebep olmadığı' tezini yaymak ve yerleştirmek üzere finansman sağladığı yazıldı. ABD ve İngiltere'deki iklim değişikliği karşıtı düşünce kuruluşlarının yüz binlerce sterlin aldığı belirtildi.
Bu tezi sağlamlaştırmak için düzenlenen uluslararası toplantılara sponsorluk yaptığı ortaya çıktı.
Küresel kapitalizmin siyasetçi-medya-bilim adamı-düşünce kuruluşu-şirket karlılığına dayanan hegemonik yapılanması zaten biliniyordu.
Bush'a 'bilim danışmanlığı!' yapan Exxon, iklim değişikliği olmadığını savunan makalelere 10 bin dolar para ödülü veriyordu.
2001 yılında Kyoto Protokolü'ne karşı çıkan Bush'a ülkesindeki sanayiciler mektup yazarak 14.000 şirket adına kutlamışlardı.
Küresel ısınmayı kabul etmeyen devler 'Küresel İklim Koalisyonu' diye blok oluşturdular.
Exxon, Mobil, Chevron, Shell, General Motors, Amerikan Petrol Enstitüsü, Amerikan Portland Çimento Birliği... Oluşan blok, Amerika'nın çıkarı için iklim değişikliğinin 'insan kaynaklı' olmadığını savunan kamuoyu tasarımına giriştiler.
Kapitalist devlerin gözünde 'küresel ısınmanın sebep olacağı iklim değişikliği', solcu bir fantezi.
Şu anda dünya sanayi enerji tüketiminin %90'ı fosil yakıtlardan karşılanıyor ve zerre kadar kısıtlamaya yanaşmıyorlar.
İklim değişikliğinin bilimselliğini kanıtlayan bilim adamları tehdit ediliyor.
Dünyayı yöneten tekellerin cüret alanına 'dünyanın geleceğiyle ilgili yalan' üretmek de meşrulaştı.
Bilimin sermaye karlılığı için çarpıtılması bir yana küreselleşme kurulumunda düşünce kuruluşları ve bilimin kullanımı dünyanın başının sahiden belada olduğunun delaleti.
Bilim adamları karbondioksit ve metan gibi sera gazlarının atmosferdeki 420 bin yıldaki en üst noktaya ulaştığını ve sanayi devrimi öncesi miktarın günümüzde iki katına çıktığını gösterdiler.
Ve dünya sanayi öncesi döneme göre 1 derece daha sıcak. Eğer 1.5 derece daha ısınırsa iklim felaketleri dönemine girilecek.
İklim felaketine doğru hızlı sürüklenen dünyamızda çözüm konuşulmadığı gibi 'küresel ısınmanın' gerçekliği insanlıktan saklanıp, inkar ediliyor.
Kopenhag'daki protestocuların söylediği gibi 'iklim ancak banka olsaydı kapitalistler kurtarırdı.'

http://www.aksam.com.tr/2010/02/13/yazar/16290/nihal_kemaloglu/_banka_olsaydi_kurtarilacak_iklim_.html

Dünya Sosyal Forumu, Mısır ve değişim
Immanuel Wallerstein
16 Şubat 2011

Dünya Sosyal Forumu (DSF) hala hayatta ve ayakta. 6-11 Şubat arasında Senegal, Dakar’da toplandı. Öngörülemeyen bir tesadüfle, aynı hafta Mısır halkı Hüsnü Mübarek’i tahtından indirdi ve hareketin başarıyla sonuçlanması forumun kapanış oturumuna denk geldi. DSF tüm haftayı Mısır’ı selamlayarak ve Tunus ve Mısır’daki devrimlerin başka bir dünyayı mümkün kılmak (kesinleştirmek değilse bile mümkün kılmak) hedefindeki değişim programları açısından anlamını tartışarak geçirdi.

60 bin ila 100 bin kişi arasında olduğu sanılan önemli sayıda insan bu foruma katıldı. Böyle bir organizasyonu düzenlemek için DSF’nin ihtiyacı güçlü yerel toplumsal hareketler olduğu kadar (ki Senegal’de vardı) forumun düzenlenmesini en azından tolere edecek bir hükümetti. Senegal’deki Abdoulaye Dade hükümeti her ne kadar birkaç ay önce finansmanının üçte ikisini karşılayacağına ilişkin verdiği sözden dönse de DSF’nin düzenlenmesini “tolere” etmeye hazırdı.

Ne var ki Tunus ve Mısır’da ayaklanmalar patlak verince hükümet korkuya kapıldı. Ya DSF’nin düzenlenmesi Senegal’de de benzer bir ayaklanmaya yol açarsa? Hükümet Brezilya’dan Lula’nın, Bolivya’dan Morales’in ve birçok Afrikalı başkanın katılacağı organizasyonu iptal edemedi. Bunun yerine ne yapabiliyorsa onu yaptı. Forumu sabote etmeye çalıştı. Bunu, forumun yapıldığı üniversitenin rektörünü açılıştan dört gün önce kovarak ve yerine eski rektörün DSF sırasında derslere ara verilmesi ve böylece toplantı salonlarının kullanılabilir hale gelmesi kararını alelacele geri çevirecek yeni bir rektör atayarak yaptı.

Sonuç en azından ilk iki gün organizasyonel bir kaostu. Sonunda rektör, 170 salondan fazlası gerekiyorken, üniversitedeki 40 salonun kullanılmasına izin verdi. Düzenleyenler yaratıcılıklarını kullanıp kampüse çadırlar kurdular ve forum sabotaja rağmen gerçekleştirildi.

Senegal hükümeti DSF’den böylesine ürkmekte haklı mıydı? DSF’nin kendisi, DSF’yi muhtemelen hiç duymamış insanların yaşadığı Arap dünyasına veya başka yerlerdeki halk ayaklanmalarına ne kadar ilgili olduğunu tartıştı. Katılanların verdiği cevaplar uzun süredir var olan bir fikir ayrılığını da yansıtıyordu. Organizasyonun on yıllık geçmişinin neoliberal küreselleşmenin meşruiyetinin altını oyduğuna ve mesajının dünyanın her yerine ulaştığına inananlar da vardı, ayaklanmaların gösterdiği gibi DSF haricinde her yerde değişim siyasetinin pekâlâ yürüdüğünü düşünenler de.

Ben şahsen Dakar toplantısında iki önemli şey fark ettim. İlki, neredeyse Davos’taki Ekonomik Forum’dan bahseden neredeyse yok gibiydi. DSF 2001’de bir anti-Davos olarak kurulmuştu. 2011 itibariyle Davos güncel olanlar arasında politik olarak önemsizleşti ve gündem dışı kaldı.

İkincisi ise, tartışılan tüm başlıkların birbiriyle nasıl da bağlantılı olduğunun neredeyse herkes tarafından belirtilmesiydi. 2001’de DSF esas olarak neoliberalizmin olumsuz ekonomik sonuçları ile ilgiliydi. Fakat sonradan gelen her toplantıda DSF’ye yeni gündemler –toplumsal cinsiyet, çevre (özellikle iklim değişikliği), ırkçılık, sağlık, yerli halkların hakları, emek mücadeleleri, insan hakları, suya, gıdaya erişim, enerji kullanımı gibi- eklendi. Ve Dakar’da aniden fark edildi ki oturumun konusunun ne olduğundan bağımsız olarak başlıkların diğer başlıklarla bağlantısı öne çıkıyor. Bu bana DSF’nin en büyük başarısıymış gibi görünüyor: İlgi alanlarını her geçen gün geliştirmek ve herkesin bunlar arasındaki iç bağlantıları görmesini sağlamak…

Yine de katılımcılar arasında alttan alta yaygın bir şikâyet söz konusuydu. İnsanlar haklı olarak, hepimiz neye karşı olduğumuzu biliyoruz fakat neden yana olduğumuzu daha net ifade etmeliyiz, diyorlardı. Bu Mısır’daki devrime ve dünyanın diğer yerlerinde olacak devrimlere katkıda bulunabilmemiz için gerekli.

Sorun başka bir dünya isteyenlerin arasındaki çözülemeyen bir farklılaşmadan ileri geliyor. Dünyanın ihtiyacı olanın daha fazla kalkınma, modernleşme, böylelikle kaynakların daha eşitlikçi bir dağılımı olduğunu düşünenler bir tarafta. Diğer tarafta ise kalkınmanın ve modernleşmenin kapitalizmin uygarlaşma belasının ürünleri olduğunu ve ihtiyacımız olanın gelecekteki dünyanın uygarlaşma gibi kültürel önermelerini yeniden düşünmek olduğunu ileri sürenler var.

Uygarlaşma tezini ileri sürenler bunu çeşitli şemsiyeler altında yapıyorlar. Amerika kıtasında (ya da başka yerlerde), Latin Amerika’da “buen vivir” (daha iyi bir yaşam) dedikleri; ekonomik büyümeye sınırlamalar getirilmesini, gezegenin sürdürülebilir olmak için fazla küçük olduğunu savunan yerli hareketleri söz konusu.

Yerli hareketlerin taleplerini topluluklarının yaşadıkları topraklar üzerindeki otonomisi üzerinde odakladıkları gibi dünyanın başka yerlerinde sınırsız ekonomik büyümenin iklim felaketine ve yeni salgın hastalıklara yol açacağını savunan kentli hareketler de var. Bunla birlikte sınırsız büyüme talepleri ve patriyarkanın sürdürülmesi arasındaki ilişkinin altını çizen feminist hareketlerden de söz edilebilir.

“Uygarlık krizi” hakkındaki bu tartışma, bunu onaylayan siyasal hareketler ve devlet iktidarını hedefleyen sol partilerin tartışılan değişimde oynadığı rol üzerinde önemli sonuçlara yol açtı. Tartışma kolay kolay çözüleceğe de benzemiyor. Ne var ki gelecekteki on yıl için oldukça önem taşıyor. Eğer sol kendi içinde bu anahtar konuya ilişkin farklılıkları çözümleyemezse kapitalist dünya ekonomisinin çöküşü dünyadaki sağ odakların zaferi anlamına gelir ve hâlihazırdakinden de kötü bir yeni dünya sistemle karşı karşıya kalırız.

Şimdilik tüm gözler Arap dünyasında ve Mısır halkının kahramanca çabalarının Arap dünyasındaki siyaseti nereye kadar etkileyebileceği tartışılıyor. Ne var ki dünyanın başka yerlerinde, daha zengin bölgelerinde bile bu tip isyanların nüveleri var. Şu an için yarı iyimser olmaya hakkımız var.

[Binghamton.edu adresindeki İngilizce orijinalinden Açalya Temel tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

“Afrika Birleşik Devletleri’ni kurmalıyız”
5 Nisan 2010
Senegal Devlet Başkanı Fransız bakanın da katıldığı bir törende ülkesinde bulunan Fransız üslerini kapatacaklarını belirtmesi Franszı bakanı şaşırtttı. Ayrıca toplantıda Afrika Birleşik Devletleri kurulması ifadesi de kullanıldı.
Senegal, bağımsızlığını ilan etmesinin 50’nci yıldönümünde, bir dönem ülkeyi sömürgeleştiren Fransız üslerini kapattı.

Devlet başkanı Abdulaye Vade, muhalefetin protesto ettiği “Afrika Rönesansı Anıtı” adlı 50 metrelik bronz heykelin dün yapılan açılış töreninde, Fransız üslerini kapattığını söyledi.

Senegal Devlet Başkanı Abdulaye Wade ülkelerindeki Fransız üslerini geri alacaklarını söyledi. Fransız İçişleri Bakanı Brice Hortefeux’nün de katıldığı bağımsızlığın 50. yılı kutlama törenlerinden sonra konuşan Devlet Başkanı Wade bunun bağımsız ülke olmalarının gereği olduğunu ifade etti:

“Bütün kararlılığımla söylüyorum ki; 4 nisan günü gece yarısından itibaren topraklarımızdaki tüm Fransız üslerini geri alıyoruz.”Bu sözler, 19 Afrikalı liderle birlikte törende bulunan Fransa İçişleri Bakanı Brice Hortefeux’u şoke etti.

Senegal, topraklarında halen Fransız askeri üssü bulunan 3 Afrika ülkesinden biri. Senegal ve Fransa daha önce de kuvvet indirimi konusunda anlaşmış ve yılbaşından önce Dakar’daki hava üssünde bulunan 1200 Fransız askerin ülkesine dönmesini kararlaştırmışlardı.

Wade üslerde kullanılan askeri malzemelerle ilgili de yakında Fransız yetkililerle görüşeceklerini söyledi.

Vade, Amerikalı siyah hakları savunucusu Jesse Jackson ve Senegal asıllı Amerikalı şarkıcı Akon’un gibi isimlerin bulunduğu törende, “Afrika Birleşik Devletleri’ni kurmalıyız” ifadesini de kullandı.
haber10

Sistemi aşmanın üçüncü yolu ve temel çelişkiler hakkında
Salih Selçuk

2010 yılının pek iç açıcı bir yıl olmayacağı konusunda maalesef geniş bir mutabakat var. Katılmamak elde değil. Ama benzeri karamsar ve karmaşık dönemlerin, her zaman yeniliklerin ve umutların da somut başlangıcını teşkil ettiklerini, tarihteki örneklerden biliyoruz. Global ekonomik krizin henüz dinmediği ve kriz aşılsa bile yenilerinin yaşanabileceği korkusu, günümüzdeki karamsarlığın belki de en önemli 'kaynağı' olmayı sürdürüyor. O halde kaynağa geri dönmek ve onu daha iyi tanımaya çalışmak, korkuyu yenmeye yardımcı olabilir.

Kapitalizm, hiç de sevimli bir terim değil. Ve yüz yılı aşkın bir süredir de esasen olumsuz anlamda kullanılıyor. Kapitalizm, ekonomik ilişkilerden sosyal ilişkilere ve günlük yaşam kültürüne, hatta düşünce biçimine kadar, yaşamla ilgili çok geniş bir yelpazeyi ilgilendiriyor. Günümüz krizinin, kapitalizmin krizi olduğunu söylemek de eskisi gibi solculara özgü bir hal değil. Bankacılardan Hristiyandemokrat politikacılara kadar, eskiden 'sağcı' sayılabilecek kesimler bile, 'kapitalizm' terimini olumsuz anlamda kullanıyorlar artık. Ayrıca sıklaşan krizler, bardağın dolu kısmından çok boş kısmının görülmesini ve 'kapitalizm' teriminin 'krizler'le özdeşleşmesini sağladı. Bu sıkıcı durumun tek avantajı, sistemin tekrarlanan krizlerine kalıcı çareler düşünmek işinin artık daha sıkı tutulması isteği ve sorunun daha ciddiye alınması. Şimdi asıl soru, kapitalizmin krizlerle de olsa yoluna devam edip edemeyeceği, veya daha ne kadar devam edebileceğidir. Özellikle çevrecilerin yaptıkları hesaplar çok karamsar. Krizin aşılacağı, büyümenin yeniden başlayabileceği müjdesi verenlere kimse inanamıyor. Sisteme olan güvensizlik, had safhada. Bu karamsarlığı ve belirsizliği sineye çekmek gerekmiyor.

Kapitalizmi değiştirmek düşüncesi, eskiden beri iki temel yaklaşımı esas almıştı. Bunlardan biri, ortodoks sol yaklaşımın 'devrim' fikri, yani kapitalizmin bir devrimle zorla sonlandırılıp yeni bir düzenin (sol için bu yeni düzen 'sosyalizm'dir) kurulması fikri. Diğer yaklaşım ise, insanların belli bir bilinç/anlayış seviyesine gelmeleriyle, kapitalizmi akıllı yöntemlerle aşacakları ve yeni bir düzen kuracakları ana fikri. İkinci anlayışın önşartı olan, 'kitlelerin bilinçlenmesi', her solcunun hayaliydi. Günümüzde bu aşamaya oldukça yaklaşıldığı söylenebilir belki. Ama bu iki anlayışın da zayıf bir noktası bulunmaktaydı. Kapitalizm devrimle veya çoğunluğun iradesiyle değiştirilmediği sürece ilelebet devam edebilir mi? Bu iki anlayışın zayıf noktası, kapitalizmin devrimle/reformla değiştirilmediği sürece ilelebet devam edebileceği gizli-varsayımıydı. Kendi haline bırakılmış, müdahale edilmeyen kapitalist sistemin yaşamını sürdürme imkanı bulunmuyor. Sovyetler Birliğinin çöküşünü önceden doğru tahmin eden ünlü düşünür Immanuel Wallerstein geçen yıl, kapitalizmin en fazla otuz yıllık ömrünün kaldığını söylemişti. Bu tahminine katılıyoruz. (Bkz., daha önce Haber10'da yayımlanmış "Kapitalizmin otuz yıllık ömrü mü kaldı?" başlıklı yazı. Tıklayınız.)

Güncel haliyle kapitalizmin kendi iç çelişkileri sonucu, dış müdahaleye gerek kalmadan kendiliğinden bozulması ve işlerlik sınırlarına dayanmak üzere olması, sistemi değiştirmek için daha somut veriler ve fırsatlar sunamaz mı? Bir defada toplumu altüst edip devrimle canların yanmasına neden olmaktansa, veya iradeyi işletip -ki işlemiyor, istek yok- bir dizi reform yapmaktansa, gerektiği (öne gelen) konularda aktif olmak, günümüz modern insanının doğasına daha uygun değil mi? Kuşkusuz evet.
(Ama "'Modern insan', dünyanın doğasına uygun mu?" sorusu saklı kalmak koşuluyla)

Kapitalizmin, ekonomiyi de aşan geniş anlamdaki krizi, onun değer sistemiyle ilişkili görünüyor. İşte bu konunun açıklığa kavuşturulması, kapitalizmin bundan sonraki kaçınılmaz çöküşünü/sonunu daha iyi anlamamıza ve ona göre konumlanmamıza yardımcı olabilir.

Bugün hakim ekonomi biliminin insanları yanılttığı en önemli yanı ve ekonomistlerin büyük eksikliği şu: Ekonomi "bilimi", kapitalizmin sadece maddesel yanıyla ilgileniyor (ve bunu belli/kısıtlı bir yaklaşım tarzıyla yapıyor). Üretim artmış mı, azalmış mı. İhracat artmış mı azalmış mı. Faiz oranları. GSMH'daki artış, azalış. Bütün bu kalemler, kapitalizme özgü bir değer sistemine göre belirlenmişlerdir. Özellikleri, parasal karşılıkları olmasıdır mesela. Ama biz 'para'dan daha önce çok söz ettiğimizden, bu kez kapitalizmin özgün değer sisteminden -yani (seküler) manevi yanının özelliklerinden bahsedeceğiz.

Kapitalizmi bugüne dek en iyi açıklamış düşünür olan Karl Marx, kapitalizmin bu özgün değer anlayışına kısaca (maddesel) 'Değer' (Wert) diyor ve bunu çok detaylı bir şekilde izah ediyor. Kapitalist 'değer'i anlamadan, kapitalizm sonrası (post-kapitalist) maddi değerleri, maddi zenginliği ve doğru anlamda maddi değer sistemini anlamak mümkün olmayabilir. Bunun özellikle anlaşılmasının önemi, kapitalist 'değer'in ilelebet/mutlak 'maddi değer' sanılmasından kurtulmakla ilgili bir durumdur. Kapitalist 'değer' insanlık tarihinde geçici bir görüngüdür, öyle olmak zorundadır -çünkü uzun yüzyıllar boyu sürdürülmesi kesinlikle imkansızdır. Bugün ulaştığı aşamada bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. (Eskiden de geçerli olsa idi, dünyanın sonu çok daha önce gelmiş olurdu, yaşanabilir bir dünya olmazdı)

Son zamanlarda biraz kısık sesle ifade ediliyor olsa da günümüzün en önemli klişelerinin başında, "kapitalizme birşey olmaz" efsanesi geliyor. Bu fikrin daha uzun cümlelerle ifadesi de genellikle şöyledir: "Solcular fi tarihinden beri 'kapitalizm çökecek' derler, ama çökmez. Her krizden sonra yeni bir yükseliş gelir, kapitalizm küllerinden yeniden doğar."
Kapitalizmin birden çöküp, tamamen ortadan kalkması elbette beklenmemeli. "Sosyalizm" (kooperatist kapitalizm) de birden kaybolmadı. Küba, Kuzey Kore, bugün de sosyalist olduklarını iddia ediyorlar. Çin Halk Cumhuriyeti, Çin Komünist Partisi tarafından yönetilmeye devam ediyor. Ama biz, "Sosyalizm sona erdi" diyoruz. Bunu, genel resme bakarak söylüyoruz. Kapitalizmin mecburen sona erecek olmasının nedeni, kapitalizmin ruhunu belirleyen 'Değiş-tokuş değeri' (veya 'Alış-veriş değeri') dediğimiz, -Marx'ın deyimiyle- 'Tauschwert'in işlevini yitirmesiyle ilgili bir durumdur. Kısacası: Kapital, kendi varlığıyla çelişmektedir -ve bu yeni bir durum da değildir. Ama artık taşınamaz boyutlara ulaşmıştır.

Marx, adını özellikle 'Kapital' koyduğu (mesela 'Sömürü', 'işçi sınıfı' falan koymadığı) kitabının birinci cildinde, 'Alış-veriş değeri'nin (yani paranın) içeriğini belirleyen temel faktörün 'ücretli iş / ücretli çalışma' olduğunu belirtiyor. Böylece çalışma süresi ve saat ücreti, 'kapitalist değer'in büyüklüğünü belirleyen reel ölçü oluyor (Marx-Engels Toplu Eserler. Berlin 1962. MEW, C.23, s.98). Bu konu, üzerinde yeniden, başka yazılarla durmayı gerektirebilecek kadar önemli. Ama kısaca hemen dikkat çekelim: Kitlesel kalıcı işsizlik sorununun, şişip şişip patlayan sanal para balonları sorununun kökeni, doğrudan bu relasyonla ilgilidir. Bozukluk köken itibariyle oradadır ve bu da yeni değildir -tam tersine eskidir ve artık taşınamaz boyutlardadır.

Marx daha önce, Kapital'in kendi içindeki temel çelişkiye dikkat çekmişti. Buna göre Kapital, "çalışma süresini mümkün olduğunca azaltmaya eğilimli"dir ve bu, kapitalizmin, "çalışma süresini, zenginliğin tek ölçüsü ve kaynağı olarak görmesi"ne rağmen böyledir (Grundrisse, s.593). Marx, bu çelişki sayesinde kapitalist üretim tarzının kendi kendini "havaya uçuracağını" söyler (Marx, aynı yerde, bir sayfa sonra). Kendi kendini havaya uçuracaktır, çünkü sistemin genel eğilimi şöyledir:
1. Mümkün olduğunca az ve ucuz işçi kullanmak. Çalışan haklarının olmadığı Çin (proleter!) diktatörlüğünde üç kuruşa onsekiz saat çalışan işçiler muazzam miktarlarda mal üretmektedirler. Kapitalizmin genel eğilimine optimal ölçülerde uygundur.
2. Üretilen ürünün reel değerini iş-gücü/iş-saati belirler. Marx'ın detaylandırdığı bu karmaşık konuyu şöyle özetleyebiliriz: Saat ücreti yüz Lira olan bir işçinin bir saatte ürettiği yüz kalem malın her birinin reel kapitalist değeri bir liradır. İşçinin maaşı düşünce veya üretim artınca, reel değer düşer. Doğada doğal olarak bulunan şeyler (arazi, hava/cıva) 'kapitalist mal' formatına girebilmeleri için, mesela önce ölçülmelidirler -ve bu bile bir ücretli iş sonucunda yapılmaktadır, yani doğrudan Marx'ın temel (kapitalist) 'Değer' kavramının kapsama alanına girmektedir.
3. Kapitalizm, o giderek daha ucuza malettiği ürünü daha fazla kar etmek için, çok daha fazlasına satmaya çalışır. Marx'ın tarif ettiği ve ancak çok sonra -zaman içinde- anlaşılabildiği üzere, ürün miktarındaki patlama ürünlerin değerlerinin ve buna bağlı olarak fiyatlarının düşmesiyle sonuçlanmıştır. Kar edebilmek için zaman içinde sürekli daha fazla sayıda üretmek gerekmiştir.
Kapitalizmin genel eğilimi şöyledir: Ürün miktarı sonsuza doğru artarken, tek tek ürünlerin değeri sıfıra doğru düşmektedir. Ve buna ek olarak işçi sayısı mümkün olduğunca azaltılmakta, üretim rasyonelleştirilmektedir. Kapitalizm, kendi değer sisteminin kökeni olan 'ücretli iş'in altını oymaktadır.
4. Bunun sonucu, artı değer üretmenin giderek zorlaşması ve artı değer üretimi genel eğiliminin sıfıra doğru düşmesidir. Bu çok önemlidir, çünkü kapitalizmin asıl amacı gerçek anlamda 'değer' üretmek falan değildir, sadece 'artı değer' (kar) üretmektir. Kapitalizm, kar etmeyen hiçbir işe girMEmenin adıdır. Şimdi bazıları şöyle düşünebilir: "Kapitalist metodları kullanarak, kar etmeyen veya artı değeri düşük tutan bir kapitalizm türü kursak olmaz mı?" Yanıt 'Hayır'dır. Sistem kar etmek, kazancını sürekli artırmak zorundadır, ve bu durum "isteğe bağlı" bir durum değildir, somut nedenleri vardır. (Tabii bunu da açıklamak zorundayız)

Kapitalizmin buraya kadar sözünü ettiğimiz yanı, kısaca 'Reel Kapital' dediğimiz, onun "en sağlıklı" sayılan, "alınteriyle çalışıp kazanan" yanıyla ilgilidir. ('Sanal Kapital'le ilgili değildir -daha oralara gelmedik!..) Şimdilik hemen belirtmemiz gerekirse, özellikle Avrupalı Sosyal Demokratlar arasında son kriz döneminde yaygınlaşan mantık şudur: "Gözü para hırsı bürümüş bankerler şeytandır, paşa-paşa çalışan ve üreten mütevazi işverenler ve işçileri melektir. Onları örnek alalım." Öyle midir? Hiç değil.
Asıl durum farklıdır: Bunların biri diğerini tamamlar. Sanal kapital, reel kapitalden doğmuştur ve reel kapital tıkandığı için bu kadar aktiftir/yükselmiştir ve şişip şişip zırt-pırt patlamaktadır. Sanal ve reel kapitalin ikisi de aynı şeyin faklı uzantılarıdır.

"Namuslu" kapitalizmin diline doladığı en önemli konu, 'Üretim'dir. Üretimi artırmak, genellikle "iyi bir şey" olarak sunulur ve amaçlanır -bu boşuna da değildir. Yukarıda göstermeye çalıştığımız gibi, bugün reel kapitalin artı değer üretebilmesi için üretimi sürekli -hem de çok fazla- artırması gerekir. Üretimin artırılması demek, aynı iş/çalışma süresi dahilinde, daha az işçiyle, daha fazla maddesel ürün/çıktı almaktır. Burada teknoloji devreye girer. Sistem, bu yeni formuyla, yeteri kadar kar edebilmek için, çok fazla mal üretmek (sürümden kazanmak) zorundadır. Kar etmek eskisi kadar kolay değildir. Borsada çok daha kolay, "işçisiz!", çok daha kısa sürede, çok daha fazla kazanılmaktadır. ABD'de 1970'li yıllarda altın standardının kaldırılmasının nedeni de esasen budur. Reel kapital artık eskisi kadar/oranda artı değer üreteMEmektedir. Artı değer elde edebilmek için mümkün olduğunca çok üretilen ürünlerin, en azından kar getirecek kadarının satılması gerekmektedir tabii. Ama siz giderek daha az işçi çalıştırır ve onlara (mecburen) daha az ücret öderseniz, ürettiğiniz malları alabilecek kitleyi sürekli azaltmış olursunuz. -Hatta bir noktadan sonra ürünlerinizi satamayabilirsiniz, veya kar edemeyebilirsiniz. Sistem, bu boğulma halini 1970'li yıllardan itibaren yaşamaya başlamıştır ve sırf bu yüzden 'Sanal Kapital' yükselmiştir. Şimdi geldiği nokta daha da vahimdir: Bu dinamiğin bir sonucu olarak, 'Kalıcı işsizler' diye bir sınıf doğmuştur ve bu insanlar, ne üretmekte ne de tüketmektedirler. Sistem dışı kalmışlardır. Eskiden bu garip durum, sadece Afrika, Irak, Afganistan gibi yerlerde görünüyordu. Son Kathrina Kasırgası felaketinden sonra, bu tür insanların ABD'de bile olduğunu gösterdi.
Şimdiki sorun, reel kapital boğulmak istikametinde ilerlerken, onun bir tür devamı/uzantısı olan sanal kapitalin de tıkanması sorunudur. Bunu özellikle belirtiyoruz, çünkü borsacılık/faiz terkedilip "üretim"e dönülünce dünyanın güllük-gülistanlık olacağını sananlar var. Maalesef doğru değildir. Kapitalizmde sadece denizler değil, okyanuslar da bitmiştir.

Kapitalizm aslen bir 'yanlış tasavvur' sorunudur. Reel karşılığı olmayan, sadece bilgisayar ekranında varolan sayılardan ibaret "büyük zenginlikler" bir tasavvur ve "inanç" meselesidir. Yani olmayan birşeye inanılmaktadır. Kapitalizmin "manevi" yanı, kapitalizme ve onun parayla ifade edilen değer sistemine körü körüne inanmakla ilgilidir.

Maddi değerler ve zenginlik, eskiden de vardı, ileride de olacaktır. Ama bunun ne olMAması herektiği üzerinde, kısacası 'Maddi değer' üzerinde durmalıyız. Verdiğimiz örnekte, üretilen malın, para ile ölçülen iş saati üzerinden, kitlesel üretimi arttıkça maddi/parasal değerinin düştüğünü anlatmaya çalıştık. Kapitalizmdeki zenginlik, Marx'ın da (yukarıda) tarif ettiği gibi sadece (maddi) 'Değer' bazlı bir zenginliktir. Sadece kapitalist sisteme özgüdür. Ve bu (kapitalist maddi) 'Değer' türü, kapitalist sistemin ruhudur (tabii buna "ruh" denebilirse!) veya sistemin 'iç çekirdeği/özü'dür denebilir.

Kapitalizmde maddesel zenginlik, kapitalizm öncesi toplumlardan çok farklıdır. Bu farka Marx, "Kapitalist toplumların zenginliği, muazzam bir mal birikimidir/toplamıdır" diye dikkat çekiyor (MEW, C.23, s.49). Aslında Mal, sadece parayı taşıyan malzeme olarak düşünülür. Bunun böyle olduğunu, 'Sanal Kapital'in son kırk yıllık büyük yükselişine bakarak da anlayabiliriz. Aslolan her zaman paradır, mal değil. Nitekim Marx, bunu da hemen belirtir (aynı yerde, bir sayfa sonra).

Kapitalizmden kurtuluş sadece üretim biçimini değiştirmekle -bu nedenle- olamaz. Önce mesela, dünyanın mala boğulmasını önlemek demek olan kapitalist 'mal formu'nu (formatını), mala/ürüne yaklaşım/bakış tarzını değiştirmek gerekmektedir. Çünkü bugünkü mantığıyla mal/ürün, kapitalist 'Değer' biçimi ve sistemine entegre olmuştur. Bunun anlamı, kitlesel üretimdir ve ürünlerin kişiliksiz/tüketilebilir olmalarıdır. Kalıcı değildirler. Zaten bu şekilde üretilebilmeleri için de kitlesel üretimi taşıyan kapitalist sisteme dayanmaları gerekir. Değer sistemin değiştirilmesi, kişiye özgü sağlam ve kalıcı ürünlerin az sayıda üretilmesi demektir. Yani her yıl milyonlarca cihazın çöpe gidip yeni nesillerinin çıkması değil, ürünlerin -kişiye özel- sürekli yenilenebilmeleri anlayışı demektir. Kapitalist değer sisteminin değiştirilmesi, en başta, çok yüksek bir maddi/manevi uygarlık demektir -ve muazzam çöp dağlarının, günlük yoğun üretim koşuşturmacasının olmaması demektir. (Elbette bundan ibaret değil)

Şimdi başa dönersek, bu temel sorunların, hızla bozulma/işleMEme veya çöküş aşamasında peyderpey insanların önüne geldikçe çözülmesinin -kapitalizmin aşılması konusunda- üçüncü yol olabileceğini söyleyebiliriz. Ama üçüncü yol, en az şerefli yoldur, çünkü sistemin zaten kendiliğinden sona erme aşamasıyla ilgilidir. Şerefli değildir, çünkü sistem sona ererken, yukarıda sözünü ettiğimiz nedenlerle atmosferi/çevreyi çok daha hızlı bir şekilde bozabilir. Üçüncü yol, sistem yanarken, "yangından mal kaçırmak" yoludur. Çünkü mücadeleci bir iradeden ziyade uyanıklık ve çalışkanlık gerektirir. Bir sonraki yazıda (veya bu yazıyı tamamlayarak) göstermeye çalışacağımız üzere, sistemin aynen devam etmesi, ancak, giderek çok daha hızlı bozulan bir atmosfer ve çevreyle mümkündür. Ayrıca krizlerin -aşılsa bile- hızla yeniden tekrar edeceği bir aşamada, savaşlara başvurma ihtimali çok yüksektir. Savaş gerekecektir, çünkü artı değer elde edilebilmesi için mobilize edilmesi gereken iş gücü, enerji ve hammadde miktarı katlanarak artmaktadır. Ve sözünü ettiğimiz bu durum, esas olarak "temiz" 'Reel Kapital' için geçerlidir. Sistemin güncel motoru olan 'Sanal Kapital'in desteklenebilmesi için gereken reel durumun sürdürülmesi de çok zordur. O halde sanal kapitalin daha büyük krizleri de muhtemeldir.
Üçüncü yolun bilinmeyenleri de vardır elbette: Mesela sistem, dünyayı iyice mahvedemeden işlemez hale gelebilir. Ama o durumda bile "kapıldım gidiyorum" mantığıyla kendini gelişmelerin akışına bırakmış iradesiz/isteksiz/korkak bir modern insanlık camiasının çok büyük bir bedel ödemesi muhtemeldir. Gelişmelere en azından kararlı bir şekilde müdahale edebilmek için istekli, iradeli, cesur, uyanık ve dikkatli olmak şimdi çok önemli.
http://konstantiniye.blogspot.com/2010/01/sistem-krizleriyle-nereye-kadar.html

Bülent Esinoğlu: Ulus-Devlet operasyoncusu işbaşında!
11.06.2015



Milli devletlerin bütçesinden daha büyük çok uluslu şirketlerin varlığı herkesçe bilinir.

Bir şirketin başka küçük şirketleri yutarak büyümüş haline tekel deniyor.

Kapitalizmin yapısal krizleri sonucunda, şirket birleşmeleri ve şirket satın alma işlemleri çoğalır. Kriz yapısaldır, birleşme kuraldı.

Kapitalizmimde şirketlerin ayakta kalabilmeleri için büyümeleri gerekiyor. Büyüyemeyen şirket, başka bir büyük şirket tarafından yutuluyor.

Bize şirketler arasında rekabet diye yutturulan şey; hangi şirketin pazarda egemen olacağı kavgasıdır.

Tekel; rakiplerini bir bir eleyerek, o sektörde iktidar olandır. Burada iktidar sözünden kastımız, hem siyasi hem ekonomik iktidardır.

Takdir edersiniz ki, anlattığım süreç, ekonomiden ibaret değildir. Hatta ekonomik bileşeni daha az, siyasi bileşeni daha fazladır. Siyasi bileşen ekonomik bileşenden daha etkilidir.

Tekeller çağında, neyin ekonomik, neyin siyasi olduğunu birbirinden ayırmak bu sebepten çok zordur.

Sektör ifadesini kullandım. Bir sektörde iktidar olan şirket, finansman büyüklüğü sebebiyle, diğer birçok sektörde de söz ve hisse sahibidir.

Bu kadar büyümüş şirketlerin siyasi yansıması; tekellerin siyasi iktidarıdır.

Tekellerin ulus devlet içindeki siyasi ve ekonomik varlığı, yani ulusal devletin yıkılıyor olması, işçi ücretlerini düşürür. Tekellerin siyasi partiler ve devlet üzerindeki etkinliği artıkça, siyasi partiler halkı değil, tekellerin çıkarlarını düzenleyen kuruluşlara dönüşür.

Halkımızın seçimlerde, bir partiden ötekine savrulmasının asıl nedeni budur. Siyaset ve şirket bütünlüğü korunurken, halk kime oy verirse versin, kendi çıkarını değil, çok uluslu şirketlerin çıkarını korumuş olur.

Çok uluslu şirketlerin %70’i Amerikan menşelidir.

Yani tekellerden söz ediyorsak, Amerika’dan söz ediyoruz anlamındadır.

İfade etmeye çalıştığım bu tekeller, ulus-devletin pazarlarını ele geçirmesinde, ekonomik ve siyasi alanı eş zamanlı olarak kullanırlar.

Ekonomik işbirliği yapacak yerli ortak bulmada bir sıkıntıları yoktur.

Ancak, tekelin ulus-devletin tüm pazarlarını tam olarak ele geçirmek için siyasilerle de işbirliği şarttır.

Tabi böyle bir işbirliğinde, siyaset kirlenir, sosyal hayat kirlenir, fiziki fakirlik başlar. Ulus devletin borçları artar, borç veren tekeller, alacaklarını tahsil etmek ve siyaseti buna uygun şekle sokmak için harekete geçer.

İşte bir ekonomik ve siyasi işbirliğinin kesiştiği yerde Kemal Derviş ortaya çıkar.

Ulus-devleti tekeller adına yıkma operatörü sazı eline alır.

Ve kurulacak olan koalisyon hükümetinin kimlerden oluşacağını ve o hükümetin, hükümet programını açıklar. (Büyük koalisyon AKP+CHP’dir)

-Yeni Anayasa yapılmalıdır.

-Çözüm süreci devam etmelidir. Meclis çözüm sürecine dâhil edilmelidir.

-Ekonomi mimarisi yeniden yapılmalıdır.(Burada ben görev alırım diyor)

-Kutuplaşmanın önlenmesi gerekir.

-Dış politikada, yeniden yumuşak güç temelinde aktif bir dönem başlatılmalıdır. AB süreci hızlandırılmalıdır. (Yani tekelerin dedikleri uygulanmalıdır.)

Çok uluslu şirketlerin borç tahsilatçısından başka bir program beklenemezdi.

Seçimden önce, uluslararası tekellerin, yerli taşeronu TÜSİAD’ın, neden bir seçim operasyonu yaptığı artık sır olmaktan çıktı. Bombalarla nasıl da HDP’ye baraj atlattıkları da sır değildir.

Çıktı ama halkımız durumu anlayana kadar, atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş olur.
Kaynak: Ulusal Kanal

Kriz ve devletlerin zincirleme çöküş mekaniği
Salih Selçuk
Ekonomik kriz, 2007 Temmuz ayından beri dünyanın bir numaralı gündem maddesi. Krizin başladığı yıl yirmidokuz bine yakın çalışanıyla, dünyanın en büyük bankalarından Lehman Brothers iflas edince, bankanın verdiği genel zararın elli ile yetmişbeş milyar Dolar arasında olduğu tahmin edilmişti. Diğer bankaların da batma korkusu, endüstrileşmiş zengin ülkeleri harekete geçirdi. 2008 sonunda ABD, AB ve Japonya'da -halkın vergilerinden oluşan- keselerin ağzı açıldı ve özel bankalar paraya boğuldu. Bankalara aktarılan paraların miktarı konusunda çelişkili sayılar telaffuz edilmekle birlikte, yardımın iki trilyon ile dört trilyon Dolar arasında olduğu söyleniyor. Bu sayede bankaların, birbiri ardından çöküp, reel ekonomiyi de beraberlerinde çöküşe sürüklemeleri (-kısa bir süreliğine) önlendi.

Şimdi asıl konu, bankalara verilen bu olağanüstü miktarlardaki paranın ne olduğu (ve bu kadar çok paranın -ekranlardaki sayılara yeni sıfırlar eklenivermediyse- nerden geldiği). Mayıs başında yaşanan ürkütücü borsa düşüşleri, bu önemli konuyu yeniden gündeme getirdi. Dünya basınının popüler gazeteleri ve dergileri ilk kez devletlerin zincirleme çöküşü ihtimalinden bahsettiler (mesela bkz. Der Spiegel 3.5.10). ilk önce gündeme gelen elbette Yunanistan oldu (ondan çok önce gündeme gelmiş olan İzlanda, İrlanda gibi ülkeler unutulmuş görünüyor) Durum biraz “garip.” Ortada/piyasalarda dolaşan devasa miktarlardaki paranın yatırım yaptığı alanlardan hiçbirinde yüklü kar edilememesi gibi bir durum söz konusu. Ve paranın gittiği, yatırım yapılan bu alanlar arasında reel ekonomi alanını sayan yok!

Bankalara trilyonlarca Dolar para pompalanmasının amacı, reel ekonominin canlandırılmasıydı. Bankalar, paraya sıkışan reel ekonomiye irili ufaklı krediler vermeliydiler -ki, yatırımlar artsın, istihdam olsun, geniş kesimlerin eline yeteri kadar para geçsin, -ki üretilen onca ürün tüketilsin, böylece (reel) ekonomi dönsün.

Ama sistemin mantığına uyan, beklentilere uymayan bir şey oldu ve bankalara verilen para reel ekonomiye değil sanal ekonomiye aktı. Çünkü reel ekonomiye yatırım yapıp kısa sürede yüksek miktarlarda kar etmek, 1970'li yıllardan beri düşen bir eğri çizmektedir. Günümüzde reel ekonomiye yatırım yaparak kar etmek oldukça zordur ve meşakkatlidir, ama borsada oynamak çok kolaydır. Bilgisayar faresinin bir tık ötesinde, birilerine maaş ödemeden çabuk kazanç elde etmek... Bunun sonucu şöyle oldu:

Sırf vahşi spekülasyon nedeniyle petrol fiyatları geçen yıl ikiye katlanmıştı. Aynı şekilde altın fiatları yüzde 30 artmıştı -artış hızla devam ediyor. Spekülasyon sonucu fiyatı en çok yükselen kalemlerden biri de portakal suyu konsantresidir mesela. Çok aranan ürün olmasından değil, sırf spekülatörlerin para sevdası yüzünden fiyatı yüzde 80 artmıştır. Vahşi piyasa ruhunu aynen devam ettiren bankaların kazançları ise inanılmazdır.

Amerikan Yatırım bankası Goldman Sachs'ın 16 Ekim 2009'da yaptığı açıklamaya göre banka, sadece Temmuz ile Eylül ayları arasındaki 3.2 Milyar Dolar kar etmişti (bir önceki yıldan dört misli fazla). 11 Kasım 2009'daki verilerine göre Britanyalı Barclays bankası üçüncü çeğrekte 4.4 milyar Pfund Sterlin ile bir yıl öncesine göre karını ikiye katlamıştır. (Die Zeit, 14.1.10) Bankalara verilen paralar sayesinde çökmekten kurtarılan global ekonominin halka pek yararının olmadığı gibi bir durum çıkmıştır ortaya. Haberlere göre sadece 2009 Aralık ayında ABD'de 85.000 iş pozisyonunun üzeri -başta rasyonalleştirme olmak üzere- çeşitli nedenlerle çizildi (Telgraph, 8.1.10). Bunun tek anlamı işsizliktir. Amerikan Hazine Bakanı Timothy Geithner 2010 yılında ABD kamu borcunun 1.6 trityon Dolara erişeceğini söyledi. Geçen yıl 1.4 trilyon Dolardı ve bu miktarın 300 milyar Dolarlık kısmı Ekim-Kasım aralığı içinde, yani bir ay içinde yapılmış borçlardı. Büyük bankalar sıkışınca devletlerden devasa paralar aldılar ve çökmekten kurtuldular. Fakat bu borçlar ortadan kalkmadı, devletler tarafından üslenilmiş oldu. Şimdi borçlanan devletler sıkışıyor ve borçların döndürülemez/çevrilemaz olabileceği bir aşamaya doğru ilerliyorlar. Bankalar borçlarını devletlere yüklemişlerdi. Ama devletlerin sıkışınca borçlarını yükleyebilecekleri bir yer yok. Borçlanmalar, alacaklı-verecekli devletleri karşı karşıya getirebilirler.

Krizin daha başında, (Kasım 2008'de) bankaların kurtarılması olayının, “borçların devletleştirilmesi” anlamına geldiğinden söz etmiştik (Bkz. Haber10'daki “İyimserlik katsayısı, 'güven endeksi' ve ekonomik kriz” başlıklı yazı). Halen ABD için çevrilebilir olduğu düşünülen bu devasa borç miktarının büyüme mekaniğinin, büyümeye nereye kadar izin vereceği önemli. Geçen yıl ve geçtiğimiz haftalarda iflasın eşiğine gelen Yunanistan örneği ve onu Portekiz, İspanya, Ukrayna, hatta İtalya gibi ülkelerin izleme ihtimali, krizin yeni aşamasında devlet borçlanmalarının kritik bir sınıra dayanmakta olduğunu gösteriyor. Mütemadiyen artan ve geriye ödenmesi artık imkansızlaşan borçlar daha nereye kadar sürdürülebilir? Globalleşmenin bir sonucu olarak giderek daha az vergi toplayabilen, varlıklarını özelleştiren ve esasen borçlanmalar özerinden dönebilen devletler, daha nereye kadar dönebilirler? Borçlanma sınırı neresi?

İspanya devleti 19'uncu yüzyılda borçlerinı ödeyemeyip tam ondokuz kez iflas etti. Osmanlı İmparatorluğu'nun iflası ve Düyun-u Umumiye de henüz unutulmadı. Fakat kapitalizmin ilk dönemlerindeki devlet çöküşleri, dünyanın bütününü etkilemiyordu. Çünkü ekonomiler aslen kendi milli sınırları içerisinde/dahilinde işliyordu. Bu yapı, zincirleme çöküşlere karşı bir garantiydi. Şimdi ulusal sınırlar ötesi global bir ekonomi var. Son zamanda sistem eski vahşiliğini yitirdiyse de, devletler birbirine bağlı, hatta bağımlı olmaya devam ediyor. Devlet iflaslarının bir domino etkisi yapması ve düşen bir devletin beraberlerinde başka devletleri de sürüklemesi gibi tehlikeli bir durum söz konusu. Sistem bir yerinden çökmeye başlarsa, bunun etkilerinin nereye kadar gidebileceği bilinmiyor -çünkü bu konuda edinilmiş bir tecrübe henüz yok. Mesela Yunanistan'daki olası bir devlet iflasının ve çöküşün boyutlarının -Türkiye veya İtalya açısından veya başka bir devlet açısından- ne olacağını kimse bilmiyor. AB'nin Yunanistan'a mutlaka yardım etmek zorunluluğunun ardında böyle bir haklı korku yatıyor. Bu nedenle Yunanistan gibi görece önemsiz bir ülke de olsa, çöküşü engellemek için azami çaba göstermek büyük önem kazanıyor. Ama galiba asıl soru şu: Bıçak sırtında seyreden bu durum nereye kadar sürdürülebilir? Ardından başka ülkeler gelirse -ki gelmesi bekleniyor- o zaman ne olacak, ülke nasıl kurtarılacak?

Kriz mekaniği bize, milli sınırlar içinde işleyen ve 'Yeni Milli Ekonomi' denebilecek ekonomilere dönüş istikametinde reformlar yapmadan devletlerin zincirleme çöküşünü önlemenin hiç de kolay olmayacağını gösteriyor. Henüz kimse kulak asmasa da, kronik işsizliğin hüküm sürdüğü yerlerden başlayarak alternatif milli ekonomik sistemleri devreye sokmanın zamanı geliyor. Bunlar da sır değil. Özelleştirmeleri durdurmak, ve mümkün olduğunca az para kullanan yerel kamusal mal/hizmet değiştokuşu/üretimi sistemleri örgüyleyerek (ve belki bazı kamulaştırmalarla) “işe” başlanabilir. Giderek ölümcül bir tuzağa dönüşen global ekonominin zincirleme reaksiyonlarından korunmak konusunu ciddiye almak ve o zinciri bazı yerlerinden kırmaya hazırlanmak gerekiyor.
www.konstantiniye.blogspot.com

Savaş sezonu...
SELÇUK SALIH CAYDI
19 MAYIS 2010

İran?!..
Azerbaycan-Ermenistan?!..

Yeni Azeri-Ermeni Savaşı kapıda...
(Bu yaz mı?!..)
Burada daha önce bir Ermeni generalinin sözlerini aktarmıştık. Azerbaycan'ın bu yaz saldırabileceğini söylüyordu...
Azeri lobisi, "Ermeni sınırı açılırsa savaş olur" başlıklı yoğun bir PR çalışması yürütüyor...
Çalışmayı, bire bir, adam adama markaj şeklinde -dünya çapında- yürütüyor...
Sadece siyasi değil, zengin Azeri çevrelerinin de sınırın kapalı olmasından önemli karlar elde ettikleri biliniyor. Ama olay çok daha karmaşık...
Adamları dinledikçe, bu "sınır açmak/kapamak" konusunun sadece bir bahane olduğunu anlıyorsunuz...
Gerekçeleri aslında çok haklı:
1. Azerbaycan'ın bir kısmı Ermenistan'ın işgal altında...
2. Bir milyon Azeri, Ermeni işgali altındaki topraklarını terketmek zorunda kaldı, göçmen olarak yaşıyor...
3. Bu haksız durum neredeyse yirmi yıla yakın zamandır devam ediyor, dünya bakıyor -hiçbir şey yapmıyor...
4. Bir tek Türkiye buna reaksiyon gösterip sınırı kapattı...
Asıl gerekçe şu:
"Azerbaycan o savaşı kaybettiğinde henüz yeni bağımsızlığını kazanmıştı. Şimdi bir petrol ülkesi, zengin. Halk, 'bizim zenginliğimiz artık bir işe yaramalı, işgal altındaki topraklarımızı geri almalıyız' diyor." Böyle diyorlar!..
(-Politikacılar da malum hep halkı dinler!.. Halk ne isterse yaparlar!.. Halk yirmi yıldır savaş istememiş, şimdi canı savaş çekmiş!..)
Bunlar sadece, küçük bir ülkenin arzularına, hedeflerine ve yoğun savaş hazırlıklarına işaret etmez.
Olayın bir yanı:
Azerbaycan Rusya ile İran arasında ne zamandır bir güç savaşına sahne oluyor. Daha önemlisi, Sovyetlerin çöküşünden sonra ABD de devreye girdi!.. Türk Hükümeti, Ermeni sınırını açmak mı açmamak mı arasında gidip gelerek ("Ermeni Açılımı" hikayesi!) hem Azerbaycan'ı hem de Avrupa/Amerika'yı kızdırmak gibi bir diplomatik "başarı!"ya imza atmış ve dışlanmış bulunuyor!..
(Halbuki sadece açsa veya sadece kapasa, her tarafı aynı anda kızdırmak gibi büyük başarılara "imza atmayacak" idi mesela!..)
Türkiye buradan dışlanmakla kalmıyor, bir taraftan da Azerbaycan'a bir savaş gerekçesi sunarak bilerek/bilmeyerek tehlikeli bir savaş oyununa dahil oluyor. (Son Rusya güzellikleri, Çin ile petrol aramalar, Türk hükümetinin taraf seçimine de benziyor!..)
Olayın diğer yanı ise galiba şu:
Azerbaycan saldırmaya bu kadar kararlı göründüğüne göre, uluslararası desteğini de sağlamış olmalı!.. Bu desteğin kim olduğu çok önemli. Rusya/Çin mi, İran mı?!.. Avrupa ve Amerika mı?!.. (Bu, küçük ihtimal...)
"İran'a yaptırımlar" meselesi de var!..
Bir ihtimal daha var!..
(O da "piyasalar" mı dersin?!..)
Petrol/spekülasyon piyasası!..
(Savaş iyi para getirir!..)
Ayrıca Ortadoğu'ya lök gibi oturmuş ABD'nin tuttuğu petrol dışındaki kaynaklara ulaşmak için "dünyanın üretim devi" Çin'in yapamayacağı şey yoktur!..)
Bu yaz savaş var gibi!..
...
Buraya kadarıyla,
"E Kafkasya'da gene savaş olacak işte!.."
lafıyla geçiştirilebilecek bir durum gibi görünüyor değil mi?!..
Hiç öyle değil...
Dünya ekonomik krizi, devlet borçlanmalarının had safhaya çıkması, devlet iflaslarının gündeme gelmesi, tam bir savaş atmosferi aynı zamanda...
("Dünya hiç bu kadar savaşa yakın olmamıştı" diye konuşan en az bir yarım düzine adam aklıma geliyor şimdi!..)
Bu kıvılcımdan büyük bir yangın başlayabilir...
Önce için için yanar...
Bir-iki yıla kadar, dünyanın gördüğü en büyük yangınlardan birine dönüşebilir...
Azeri lobisi, şimdiye kadar hiç bu kadar "yoğun" çalışmamıştı!..
Keşke böyle yoğun çalışmaya devam etse ama savaş opsiyonunu ağzına almasa!..
http://konstantiniye.blogspot.com/

Burhan Halit KOŞAN: ORTA DOĞU- 2
16 Ocak 2018



“Çin” diye söze başladığımızda İPEK YOLU’nu anlatmaya mecbur değiliz. Ticaret güzergâhı olan İpek Yolu hattının yeniden işlerlik kazandırılması için yapılan çalışmalar ve gösterilen gayretler “YENİ DÜNYA” düzenine alternatif değildir, apayrı bir düzen teklifi hiç değildir. Amerika tarafından domino edilen YENİ DÜNYA düzeniyle de hiç kavga halinde değildir.

Yeni “İpek Yolu” projesini anlamak için öncelikle yerel ölçekte Irak-Suriye merkezinde başlatılan ve bütün Orta Doğu’yu yangın yeri, kan gölüne çevirmek üzerine tasarlanan “Arı Kovanı” projesi anlaşılmadan “İpek Yolu” projesine odaklanmak, matematiğin basit dört işlemini bilmeyenlere integral denklemleri anlatmaya benzer. Küresel ölçekte ise, Lâtin Amerika ülkeleri için “And Dağları Projesi” ve Uzak Doğu ülkeleri için “Domino Teorisi” gibi her biri ayrı bir bölgeyi, her biri farklı bir iklimi işgâl ve tasallut için düzenlenen yıkıcı ve yakıcı küresel projeler anlaşılmadan, direkt “İpek Yolu projesi” sonucuna odaklanmak gaflet değilse kesinlikle ihanettir. Sonuç üzerinden formül bulmaya çalışmak, analitik düşünceye de metodolojik zihin egzersizlerine de aykırıdır.

Sonuca odaklanarak geçici zaferler kazanmak, kalıcı hezimetleri getirir. Bu durum ise, insanlığın düşünce tarihi başta olmak üzere biyolojik ve fiziki dünya pratiğinde, kaybedenler listesine yazılmayı getirir.

Kadrolu hariciye hainleri ile politika kanalizasyonunda banyo yapanlar tarafından piyasaya sürülen Çin merkezli hamleler, güya Amerika’nın kurguladığına aykırıymış-karşıtıymış gibi pazarlanıyor. Hâlbuki “Çin” orijinli/odaklı tüm fikir ve hareketlenmeler, Atlantik orijinli Yeni Dünya düzenine alternatif olmadığı gibi farklı bir güzergâh hattı olmadığını da belirtmeye mecburum. Birkaç ekstrem-uç teklifi dışında “Çin” tarafından yapılıyormuş zannedilen bütün organizasyon tekliflerinin; Batı, batıl, Paris-Berlin-Londra’nın vagon, Atlantik-Amerika’nın lokomotifliğindeki Yeni Dünya düzenine hizmet etmek için olduğuna adım gibi eminim.

İster iyi niyetli olsun, ister kötü niyetli olsun, Oksidantalizm okumalarının sonu, Batı’nın ve batılın mamulü olan şarkiyatçı nazariyeleri savunma ibişliğine vardığını görüyorsun-görüyorum; gördüğünü de görüyorum! Oksidantalizm denen dikenli yolun, bu kirlenmiş çağın griye bulanmış vasatı i
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Sal Oca 16, 2018 10:14 pm tarihinde değiştirildi, toplam 5 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Tem 29, 2015 9:27 pm    Mesaj konusu: Jeo-stratejik analiz: ABDÜLHAMİT’İN ŞAM DEVLETİ[ Alıntıyla Cevap Gönder

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN'den okunması gereken bir jeo-stratejik analiz: ABDÜLHAMİT’İN ŞAM DEVLETİ



Dünya üçüncü bin yıla doğru ilerlerken üçüncü dünya savaşını birileri Suriye’de yaşanmakta olan savaş sürecinden çıkartmaya çalışmaktadır. Birçok merkez ve uzman bu konuda düşüncelerini dile getirirken, bu bölgenin tarihsel geçmişini ve bugüne gelen mirasını ele alarak dünyanın geleceğini tartışmaktadırlar. Dünya tarihi içinde Orta Doğu’nun geçmişi ele alınarak irdelenirken, Suriye’nin de geçmişi didik didik edilmekte ve geçmiş dönemlerden bugüne uzanan bir zaman dilimi içinde bu ülkenin haritası ve jeopolitik konumu yeniden belirlenmeye çalışılmaktadır. Türkiye cumhuriyetinin güney sınırlarından başlayan bu ülkenin geçmişi, bütün bölgeyi ilgilendirdiği gibi en uzun sınırlara sahip olduğu Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir. Türkiye’nin hemen güneyinde yer alan bu ülke açısından da Türkiye Cumhuriyeti bu ülkenin kuzey komşusu olarak haritada yer almaktadır. Dokuz yüz kilometrelik bir ortak sınır bu iki ülkenin kaderini bir araya getirmekte ve her iki ülkede kendi geleceği ve güvenliği açısından birbirini yakından izlemek zorunda kalmaktadır. Bu çerçevede Suriye’de cereyan etmekte olan iç savaş her yönü ile Türkiye’yi yakından ilgilendirmekte, Türk devletinin bu ülkeye olan komşu konumundan bütün emperyalist devletler yararlanmak istemekte ve kendi emperyal planları doğrultusunda Türkiye’yi ve Türkleri savaş senaryoları doğrultusunda kullanmaya çalışmaktadırlar. Bu doğrultu da, son zamanlarda Türkiye’nin başlıca meselelerinden birisi haline gelen Suriye sorunun çözümü için bu ülke ile ilgili olan bütün gerçeklerin ortaya konulması gerekmektedir.


ABD’nin Büyük Orta Doğu, İsrail’in Büyük İsrail, Avrupa Birliğinin ise Büyük Avrupa planları doğrultusunda merkezi coğrafya haritasının yeniden çizilmeye başlandığı yeni dönemde, önce Irak’ta ve daha sonraları da on yıllık bir kısa dönem içerisinde Arap baharı provokasyonları sonrasında Suriye de iç savaş çıkartılmış ve Türkiye’nin güney sınırlarında yer alan bu iki komşu devlet ve ülke yıkılmaya çalışılmıştır. Tarihin çeşitli dönemlerinde bazen aynı devletin çatısı içinde yer alan bu üç ülke zaman zaman da merkezi coğrafyanın jeopolitik konumu nedeniyle karşıt devletler çatısı içinde yer aldıklarında birbirleriyle savaşlara sürüklenmek zorunda kalmışlardır. Bazen merkezi alanın ortak kaderi bu üç ülkeyi benzer bir yöne doğru çekmiş, bazen da doğu-batı ya da kuzey-güney ekseninde gündeme gelen siyasal gelişmeler, orta dünya ülkelerini birbirine karşıt konumlara getirmiştir. Türkiye topraklarında tarih sahnesine Selçuklu ya da Osmanlı İmparatorluğu gibi ortaya çıkan devletler güneye doğru inerek Irak ve Suriye bölgelerini de hegemonyaları altına alabilmişlerdir. Bazen da bunun tersi olmuş, Suriye’nin Şam kentini merkez edinen Emevi Devleti, Irak’ta kurulan Bağdat merkezli Abbasi İmparatorluğu tarafından yıktıktan sonra, kuzeye çıkarak Anadolu yarımadasını da kendi hegemonya alanına dönüştürebilmiştir. Bu Devlet de, kendi hegemonyası doğrultusunda kendi kuzeyinde yer alan Anadolu yarımadasını kontrol altına alabilmek üzere, tıpkı Emevi Devleti gibi zaman zaman kuzeye doğru askeri seferler düzenlemiştir. Bu nedenle, her üç ülkenin tarihinde ortak yönler fazlasıyla çoktur ve bu gibi benzerlikler, bugün üç ayrı ülke olarak tarih sahnesinde yer alan bu merkezi alan ülkelerini siyasal etkilenme sürecine itmiştir. Merkezi alanın tam ortasında yer alan bu üç ülkenin ortak geçmişi geleceğe dönük bir benzer yapılanma arayışını günümüzde bölgeye dayatmaktadır. Bu ülkelerin birbirleriyle etnik ve dinsel kavgalara sahne olmaları geçmişten gelen birikimin sonucudur.

Osmanlı İmparatorluğu üç yarımada üzerinde kurulu bulunan bir merkezi dünya devleti idi. Kuzey ve orta Asya’dan gelen Türkmen toplulukları Selçuklu İmparatorluğu döneminde, Azerbaycan üzerinden Irak ve Suriye’ye yerleşirlerken, aynı dönemde Anadolu yarımadası üzerine de giderek bu bölgeye de yerleşmişlerdir. Horasan bölgesini merkez tutan Selçuklular İran ile beraber Irak, Suriye ve Anadolu yarımadasını da yerleşerek buraları yeni yurtları haline getirmişlerdir. Arap yarımadasında yer alan Irak ve Suriye ülkeleri ile birlikte, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulu bulunduğu Anadolu yarımadası da Türklerin hegemonyası altına girmiştir. Selçuklu devleti Hazar bölgesinden gelen Türk boyları ile kurulurken, aynı dönemde Asya ve Avrupa’dan gelen akınlar fazlasıyla etkili olduğu için, Selçuklu İmparatorluğu çok fazla dayanamayarak parçalanmak zorunda kalmıştır. Selçukluların İran, Irak ve Suriye bölgelerinde etkinliklerini yitirmelerine rağmen Anadolu’da son olarak ayakta kalan Anadolu Selçuklu Devleti daha uzun bir süre direnerek Anadolu yarımadasının Türkleşmesini sağlamıştır. Anadolu Selçuklu devletinin de bir süre sonra yıkılmak zorunda kalması üzerine, bu yarımada da yaşayan Türk boyları bu kez Osmanlı devleti olarak ortaya çıkarak yeniden bir Türk hegemonyasını merkezi alanda geliştirmeye yönelmişlerdir. Türkler yeni imparatorluğun çatısı altında önce Anadolu yarımadasında egemenliklerini kurmuşlar, daha sonraki aşamada ise suyun karşı yakasına geçerek Balkan yarımadasına ayak basmışlardır. Uzun süren savaşlar sonucunda Avrupa kıtasının ortalarına kadar Balkan yarımadasını fetheden Türkler, merkezi coğrafyadaki ikinci yarımadayı da ele geçirmişlerdir. Balkanlar bölgesinin ele geçirilmesi, Osmanlı devletinin merkezi alanda güçlü bir devlet olarak yedi yüzyıl varlığını sürdürmesini sağlamıştır.
Osmanlı Devleti’nin hegemonya kurduğu üçüncü yarımada Arap Yarımadası olmuştur. Anadolu merkez haline gelirken, Balkanlar hegemonyanın batı ucunu oluşturuyor ve imparatorluğun gücü daha sonraki aşamada güneye doğru uzanırken, Osmanlılar Arap yarımadasının tamamını ele geçirdikten sonra, bir de Afrika kıtasının kuzey bölgelerini de kendi otoritesi altına alarak dünyanın en büyük devleti haline geliyordu. Bugün Irak ve Suriye de devam etmekte olan iç savaşlarda, Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarından kalan siyasal mirasın bölüşümü kavgası sürüp gitmektedir. Batı emperyalizmi tarafından kışkırtılan Arap baharı olayları Irak ve Suriye’yi iç savaşlar üzerinden yeni bir savaş dönemine sürüklerken, Balkan ve Arap yarımadaları üzerinde yer alan Anadolu yarımadası üzerinde Türkiye Cumhuriyeti devletinin geleceği tartışma alanına girmiştir. Avrupa kıtası üzerinde sürekli olarak batılı emperyalist güçler ile çekişmek ve savaşmak zorunda kalan Osmanlı devleti, Balkan yarımadası içinde yer alan küçük toplulukların Balkanizasyon adı altında dağılmaya doğru yönlendirilmesiyle önce dağılmaya başlamış ve daha sonra da Birinci Dünya Savaşı ile birlikte çökerek dünya haritasından çekilmiştir. Osmanlı İmparatorluğunu meydana getiren üç büyük yarım adadan Balkan yarımadası yirminci yüzyılın başlarında ayaklanmalara sahne olunca, Osmanlı Devleti bu yarımada üzerindeki hegemonyasını yeniden tesis edememiş ve üst üstü iki kez gündeme gelen Balkan savaşlarının yitirilmesiyle birlikte, üç kıta arasındaki Türk imparatorluğu olarak Osmanlı devletinin çöküş süreci başlamıştır. Üç yarım ada sonrasında Kuzey Afrika kıtasını da ele geçirmiş olan Osmanlı hegemonyası, Akdeniz’i tıpkı Roma imparatorluğu döneminde olduğu gibi bir iç deniz haline getirmiştir. On dokuzuncu yüzyılın başlarında Yunanistan’ın Osmanlı imparatorluğundan koparak bağımsız devlet olmasıyla başlayan Balkanizasyon sürecinde, Balkan ülkeleri teker teker bağımsız devlet olmaya doğru yönlendirilerek, merkezi alandaki Osmanlı hegemonyasına son verilmek istenmiştir. Balkan yarımadasının bütünüyle elden çıkmasına neden olan Balkanizasyon oluşumu bir imparatorluğu dağıtırken, Osmanlı yönetimini yeni arayışlara itmiş ve bu devletin Balkan yarımadası koptuktan sonra devam edebilmesi için yeni arayışlar kendiliğinden gündeme gelince zamanın Osmanlı padişahı Abdülhamit yeni bir alternatif arayışını öne çıkarmıştır.
Balkanların ayaklanması sonrasında Kafkasya bölgesinin de Rus Çarlığının işgali altına girmesi Osmanlı yönetimini hepten yok olmak gibi bir çıkmaz ile karşı karşıya bırakması üzerine zamanın imparatoru II.Abdülhamit, birinci yarımadanın elden çıkışı sonrasında geride kalan iki yarımadayı bir arada tutacak yeni bir devlet yapılanması arayışı içine girdiği görülmüştür. Anadolu ve Arap yarımadalarını bir arada tutabilecek yeni imparatorluk yapılanmasının, merkezinin jeopolitik olarak iki yarımada arasında ve tam bir kesişme noktası üzerinde kurulması gerektiği için, iki yarımada üzerinde eskiden egemenlik kurmuş olan Emevi İmparatorluğu benzeri bir oluşuma gidilmesi, yeni bir alternatif olarak öne çıkınca, Abdülhamit İstanbul’u bırakarak Şam’ı imparatorluğun merkezi yapmaya yönelmiştir. Üç kıtanın kesişme noktasındaki bir boğaz üzerinde uzanıp giden İstanbul’un orta dünya imparatorluğu alanında başkent olarak kalabilmesi için jeopolitik açıdan Balkan yarımadasının Osmanlı çatısı altından çıkmaması gerekiyordu. Balkanları kaybeden ve elinden çıkaran Osmanlı İmparatorluğunda İstanbul kenti merkezi konumunu yitiriyor ve Anadolu yarımadasının ucunda, Arap yarımadasına çok uzak bir mesafede kalıyordu. Rusya’nın Kafkasya bölgesini ele geçirdikten sonra tam Orta Doğu’ya doğru inmeye yönelmesi aşamasında, Fransa’yı yanına alan Britanya İmparatorluğu Kıbrıs adasına gelip yerleşerek merkezi alanın hegemonyasını Müslüman olmayan bir emperyal güç olarak tesis ederken, orta dünyadaki İslam egemenliğini açıktan tehdit ediyordu. Kuzeyden gelen Hristiyan tehdidi olarak Rusya’nın önünün kesilebilmesi için, batı emperyalizminin o dönemdeki başlıca temsilcisi olan Britanya İmparatorluğu Kıbrıs’ı işgal ederek ve bu ada üzerinden merkezi coğrafyaya yayılarak, orta dünyadaki Türk ve Müslüman hegemonyasını tehdit ediyordu.
Avrupa kıtasında Fransız Devrim’i sonrasında devletler ulusal yapılanmaya dönüşürken devletsiz kalan Yahudiler, Budapeşte merkezli geliştirdikleri Siyonizm akımı doğrultusunda kendilerine bir yurt aramaya yönelmişlerdir. 1898 yılında İsviçre’nin Basel kentinde toplanarak örgütledikleri ilk Siyonist kongre de Filistin’i Yahudilerin anayurdu ilan edilmiştir. Avrupalı Hristiyanların ele geçirmeye yöneldikleri merkezi coğrafyanın tam ortasında, bu kez tarihte iki kez kurulmuş olan Yahudi devletinin devamı olarak bir üçüncü Siyonist devleti Filistin topraklarında ilan etmeye hazırlanmışlardır. Thedor Herzl gibi bir Macar Yahudi’sinin öncülüğünde örgütlenen Yahudi devleti girişimini temsil eden bir heyet, Osmanlı Padişahı Abdülhamit’i ziyaret ederek, İsrail’i kurmak için Filistin topraklarını istemişlerdir. Ancak padişahın bunu ret ederek o topraklarda bütün Osmanlı tebaasının hakkı olduğunu ileri sürmesi üzerine, Siyonist örgütün ikinci heyeti yeniden Abdülhamit’i ziyaret ederek, Filistin’i vermiyorsa Kıbrıs adasını Yahudi krallığı kurulabilmesi için Siyonistlere teslim edilmesini talep etmiştir. Ruslar Kafkaslardan Orta Doğu’ya doğru inerken, Akdeniz üzerinden bölgeye giren İngiltere ve Fransa Balkan ülkelerini ayaklandırarak Osmanlı İmparatorluğundan kopmaya doğru sürüklerken, Avrupa kıtasından Vatikan öncülüğünde kovulan Yahudiler de Orta Doğu’ya gelerek kendi devletlerini kendi din kitaplarında yazılı bulunan kutsal topraklar da kurmaya yönelmişlerdir. Bu durum üzerine, üç cephe de birden aynı dönemde savaşmak zorunda kalan Abdülhamit, imparatorluğu dağılmaktan kurtarmak üzere Balkanlar’da etkisini yitirmiş olan Osmanlı devletinin merkezini, İstanbul kentinden çıkartarak Şam kentine taşımaya yönelmiştir. Osmanlı Devletinin çöküş sürecinde 33 yıl gibi uzun bir süre imparatorluk koltuğunda oturan Abdülhamit, her türlü saldırı ve işgal girişimi ile mücadele ederken, Osmanlı Devletini geleceğe dönük olarak yeniden kurmaya yönelmiştir. Bu yönü ile bir İslam imparatoru olmasına rağmen çağdaş bir devlet adamı kimliğini ortaya koyan Abdülhamit, birçok alanda reformlara ve benzeri yeniliklere yönelerek, batının gelişmiş ülkeleri ile devletlerarası rekabete girmek için çaba harcıyor ve güçlenen Avrupa emperyalizmi ile baş edebilmek için benzeri reformların Osmanlı devletinde yapılmasını istemiştir.
Abdülhamit zamanına kadar Osmanlı yönetimi Balkanlardaki Yahudi nüfusun baskı ve yönlendirmeleriyle, Avrupa’nın Hristiyan yapılanmasına karşı emperyal bir denge unsuru olarak devreye giriyor ve Hristiyan saldırılarına karşı güçlü bir doğu devleti olarak varlığını sürdürebilmek üzere bütün yatırımlarını Balkan yarımadasına doğru yapıyordu. Roma İmparatorluğu sonrasında ortaya çıkan Hristiyan-Yahudi kavgasının önce İsrail’i yıkması, daha sonraki aşamada da iki bin yıl boyunca Avrupa kıtasını din savaşları ile bir çok kanlı olaya sürüklemesi üzerine, hem Hristiyanlar hem de Yahudiler güçlerini artırmak üzere, Avrupa kıtasının yanı başındaki merkezi alan topraklarına yöneliyorlar ve bu bölgede kurulu bulunan merkezi imparatorluk olarak Osmanlı devletinin varlığını tehdit ediyorlardı. Balkan ülkelerinin büyük çoğunluğunun Hristiyan olması ve Endülüs sonrasında Balkan yarımadasına büyük miktarda Yahudi göçleri olması nedeniyle, aslında Anadolu toprakları üzerinden Asya kıtasında kurulmuş olan Osmanlı devleti, Hristiyan-Yahudi çekişmesi yüzünden Balkanları ana ülkesi yapıyordu. Bu durumda Anadolu yarımadası geride kalıyor ve sürekli olarak bir arka ülke muamelesi görüyordu. Arap yarımadası ise, iyice uzakta kaldığı için bu bölgeye ara sıra askeri seferler düzenleniyor ama kalıcı hiçbir yatırım yapılamıyordu. Anadolu bu durumda hiçbir yatırım yapılmayan boş bir alan olarak arka ülke konumunda yüzyıllarca geride kalarak varlığını sürdürüyordu. Osmanlı devleti Avrupa kıtasındaki Hristiyan-Yahudi çekişmesinde, Vatikan komutasındaki Hristiyan yapılanmasının Avrupa’daki Yahudi varlığını yok etmesini önlemek üzere hem sürekli olarak savaşıyor, hem de devlet yatırımlarını Balkanlara yaparak Avrupa kıtası üzerinde güç kazanmaya öncelik veriyordu. Bugün Balkanlar bölgesi gezildiğinde fazlasıyla Osmanlı eseri görülmesine rağmen, Anadolu toprakları üzerinde benzeri bir durum görülmemekte, aksine Bizans ve Selçuklu eserlerine Anadolu yarımadasında daha fazla rastlanılmaktadır.
Abdülhamit, Osmanlı başkentini Balkanların yanı başındaki İstanbul’dan Orta Doğu’nun merkezi kentlerinden Şam’a taşımaya karar verirken, geride kalan iki yarımadayı bir arada tutabilmek üzere Anadolu yarımadasına yönelik önemli devlet yatırımlarını öne çıkarıyordu. Sahil kentlerinde önemli limanlar, bu limanlar ile bağlantılı kara ve demiryolları, Anadolu’nun batısından doğusuna kadar uzanan kara yolları boyunca telgraf direkleri Abdülhamit döneminde yapılarak, Osmanlının arka ülkesi konumundaki Anadolu yarımadası ön ülke konumuna getiriliyordu. İki Müslüman yarımadayı bir araya getirerek, Hristiyan Avrupa emperyalizmi ile Yahudilerin dünya hegemonyası planları doğrultusunda geliştirilen Siyonizm’e karşı çıkan Abdülhamit, Anadolu bölgesine yapılan yatırımlar ile Küçük Asya denilen bu bölgeyi dünyaya açıyor ve Balkanlar elden çıkarken, Anadolu üzerinden Arap yarımadası üzerinde yeniden bir hegemonya tesis ederek, Osmanlı devletini değişen koşullarda yaşatmaya çalışmıştır. Jeopolitik ve stratejiyi iyi bilen bir padişah olan Abdülhamit dünya kavgasının doğuya doğru kaydığını görüyor ve bu nedenle Balkanların elden çıktığını fark ederek bütün Asya kıtasına yönelik bir strateji izleyerek, küçük Asya topraklarında modernleşme doğrultusunda önlemlerini alıyordu. Emevi İmparatorluğunun başkenti olan Şam’ı yeniden başkent olarak öne çıkartmak isteyen Abdülhamit, bu planı doğrultusunda Berlin-Bağdat demiryolu projesini devreye sokarken, Alman devletinin gücünü İngiltere, Fransa ve Rus devletlerine karşı kullanmaya çalışıyordu. Siyonizm’in Macaristan merkezli devreye girmesinden sonra, Balkan Yahudilerinin Siyonizm’e doğru kayma göstermesi üzerine Abdülhamit aynı zaman İslam halifesi olduğu için, bir halife olarak İslam’ın yeniden güçlü bir biçimde örgütlenmesini gündeme getiriyor ve bu yüzden de Osmanlı ülkesinde yaşayan gayrimüslim ve lövanten kesimlerin çok büyük tepkilerini çekerek iktidarını tehlikeye atıyordu. Balkanlardaki Hristiyan nüfusun Vatikan ile işbirliği yapması üzerine Abdülhamit bir İslam halifesi olarak İslam’ın güçlendirilmesine çalışıyor ve eski Emevi devletinin başkenti olan Şam kentinde Osmanlı İmparatorluğunu yeniden kurmaya hazırlanıyordu.
Balkan ülkeleri teker teker Osmanlı imparatorluğundan koparken, Balkanlardaki son Osmanlı merkezlerinden birisi olan ve daha sonraki aşamada bir Yunan kenti haline gelen Selanik kenti, sahip olduğu Balkan ve Avrupa birikimi ile tam bu aşamada devreye girerek, Abdülhamit’in Osmanlı devletini bütünüyle tam bir İslam devletine dönüştürme planlarına karşı çıkmıştır. Abdülhamit İstanbul’daki başkenti Şam’a taşımadan önce Selanik kentinde gayrimüslim unsurların ve batıcı bazı gizli ve kapalı derneklerin öncülüğü ile bir ordu hazırlanarak Selanik’ten İstanbul’a göndermiştir. İngiltere’nin yakın ilgisiyle örgütlenen bu girişimin devreye girebilmesi amacıyla İstanbul kentinin tam ortasında bir İslamcı görünümlü bir isyan hareketi, İngiliz istihbarat örgütünün gizli düzenlemeleriyle ortaya çıkarılmış ve bu ayaklanma hareketi bahane edilerek, Selanik’te örgütlenen yeni bir ordu yapılanması İstanbul’a gönderilerek, Osmanlı devletinin başkentinin Şam’a taşınması planının önü kesilmiştir. Balkanlar olmadan İstanbul’un başkent olamayacağını iyi bilen Abdülhamit, başkenti Şam’a taşımak için yeni plan ve projeleri devreye sokarken, Selanik’te toplanan Osmanlı Devletinden arta kalan eski Osmanlı gayrimüslimleri kendi geleceklerini sağlama alabilmek için öne geçmişlerdir. Bu doğrultuda Abdülhamit’in yeni Şam devletini önlemek doğrultusunda, hem İngiltere ve Vatikan ile hem de İsrail’i kurmak üzere yola çıkmış olan Siyonist lobilerle işbirliği yapmışlardır. İstanbul’da tezgâhlanan ayaklanmayı bahane ederek bu kente gelen Hareket ordusu duruma müdahale ettikten sonra, Osmanlı ülkesinde yaşayan bütün gayrimüslim unsurları temsil eden beş kişilik heyet batı dünyasından aldığı desteklerle, Osmanlı devletinin en güçlü padişahı olan Abdülhamit’i tahttan indirerek Selanik kentinde hapse mahkûm ediyordu. Balkan kökenli İttihat ve Terakki yönetimi, kendi içindeki gayrimüslim unsurlar yüzünden böylesine bir emperyal manevrayı önce seyirci kalmaya tercih etmişler, ama devletin çöküşünün hızlanması üzerine Abdülhamit’in haklılığı anlaşılınca, bir ay sonra Abdülhamit’i yeniden tahta geçirmeye çalışmışlardır. Ne var ki, içeride örgütlenmiş olan batılı istihbarat servisleri böylesine karşı bir manevraya izin vermeyerek Abdülhamit’i devre dışı bırakmışlardır.
Abdülhamit’in tahttan indirilişi bir anlamda Osmanlı Devletinin sonu olmuş ve imparatorluğu yeniden kurmaya yönelmiş olan Abdülhamit’in devre dışı kalmasıyla birlikte, Şam merkezli iki yarımada imparatorluğu oluşturma projesi geride kalmıştır. Abdülhamit tıpkı Emevi İmparatorluğu gibi, yeni bir Osmanlı İmparatorluğunun Orta Doğu bölgesinde tesis edilebileceğini bütün dünyaya göstermek isterken, batı emperyalizmi destekli Osmanlı gayrimüslimleri buna izin vermeyerek Abdülhamit’in önünü kesmişler ve böylece gayrimüslim yapılanmaların Osmanlı devleti sonrasında Orta Doğu bölgesinde gerçekleştirilmesinin önünü açmışlardır. İngiliz-Fransız işbirliğine karşı Alman devleti ile ortaklığa giderek Bağdat demiryolunun yapılmasını Abdülhamit örgütlemiştir. Ne var ki, tam Bağdat demiryolu inşaatının bittiği günlerde ve Alman ordusunun tren yolu aracılığı ile Bağdat’a gelmesinin sağlanacağı noktada, Abdülhamit tahttan indirilerek Şam merkezli yeni Osmanlı devleti projesi devre dışı bırakılmıştır. Bu durumdan Siyonistler de yararlanmasını bilmişler, Abdülhamit sonrasında hem Filistin’e Yahudi göçü daha da hızlanmış, hem de Siyon katır birlikleri hem Suriye’de hem de Çanakkale de savaşarak Orta Doğu’nun geleceğinde Siyonistlerin de bulunacağı mesajını dünya kamuoyuna yansıtmışlardır. İngilizlerin işgali altındaki Kıbrıs adasında bir Yahudi krallığı kuramayan Siyonistler Basel kararları doğrultusunda Filistin’de üçüncü kez bir İsrail devletinin kurulabilmesi için yoğun lobi çalışmaları ile uluslar arası alanda etkili olmuşlardır. Bunun sonucunda, Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulamayan Yahudi devleti ancak ikinci dünya savaşı sonrasında Amerikan ordusunun Orta Doğu’ya gelmesi üzerine kurulabilmiştir. Abdülhamit’in Şam devleti kurulabilseydi hiçbir biçimde gündeme gelemeyecek olan üçüncü İsrail projesi, Abdülhamit’in tahttan indirilmesi sonrasında gerçekleştirilebilmiştir. Aynı doğrultuda bir değerlendirme İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu’daki varlıkları açısından da yapılmalıdır.
Abdülhamit’in tahttan indirilmesini Balkan gayrimüslimleri aracılığı ile örgütleyen İngiltere, Abdülhamit sonrasında Anadolu ve Arap yarımadalarında gizli servislerini yoğun bir biçimde çalıştırarak, Anadolu yarımadası üzerinde Türkçülük akımını, Arap yarımadası üzerinde de Arapçılık akımını örgütleyerek, iki yarımadanın birbirinden ayrı bir kimlik doğrultusunda geleceğe dönük yeni bir siyasal yapılanmaya doğru yönlendirilmesini sağlamıştır. Arap ülkelerindeki şeyhleri ve aşiretleri Osmanlı Devletine karşı kışkırtarak bir anlamda Arap milliyetçiliğinin öncülüğünü yapan İngiltere, benzeri bir biçimde, hiçbir ideolojisi olmadan Osmanlı topraklarını savunmak üzere kurulmuş olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni de Türkçülük ideolojisine yönlendirmiştir. Geride kalan Osmanlı toprakları üzerinde İslam üzerinden bir birlikteliğin önünü geçme doğrultusunda, Anadolu ve Arap yarımadalarının birbirinden uzaklaşmalarını sağlamıştır. Böylece bölünmüş ve parçalara ayrılmış bir Orta Doğu coğrafyasını Osmanlı İmparatorluğu sonrasında on ayrı devlete bölmek kolay olmuş, Türk ve Arap milliyetçiliği doğrultusunda iki yarımada birbirinden uzaklaştırılırken, İngilizler ile Fransızlar kendi çıkarları doğrultusunda bir harita çizerek merkezi alanın yeni patronları olmuşlardır. Bu durum ikinci dünya savaşına kadar devam etmiş ama ABD’nin bölgeye bir süper güç olarak gelmesiyle ve İsrail devletinin kurulmasıyla birlikte, merkezi alanda hegemonya ABD-İsrail ikilisinin eline geçmiştir. ABD’nin yönetiminde Siyonist lobilerin etkin olması nedeniyle Siyonizm, ikinci dünya savaşı sonrası dönemin orta dünyadaki önde gelen gücü haline gelmiştir. Siyonistler Abdülhamit’in tahttan indirilmesini gerçekleştirdikten sonra, üçüncü İsrail projesini gerçekleştirmişler ve bugünkü aşamada Büyük İsrail imparatorluğunu kurmak üzere Suriye’de dıştan güdümlü bir iç savaşı örgütleyerek Şam kentinin önüne gelmişlerdir. Abdülhamit’in yeni Osmanlı başkenti yapamadığı Şam kentinin bugün Siyonistlerin yeni merkezi konumuna getirilmesi söz konusudur.
Sovyetler Birliği’nin dağıtılması sonrasında gündeme getirilen küreselleşme döneminde, kuzeyden gelen emperyal güç olan Rusya’yı bölgeden çıkarmak, İran’ın Şii emperyalizminin önüne geçmek ve bir doğu gücü olarak Çin’in merkezi alana girmesini önleme doğrultusunda körfez savaşları ile başlatılan savaş döneminde çatışmalar Irak üzerinden bölgeye yayılmıştır. Arap baharı kışkırtmaları ile bütün İslam ülkeleri ve merkezi coğrafya tehdit altına alınmış ve Irak’ın çökertilmesinden sonra sıra Suriye’nin parçalanmasına gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra merkezi alanda meydana gelen otorite boşluğu, bir süre Sovyetler Birliği ile dengelenmeye çalışılmış, bu büyük doğu blokunun dağılmasından sonra yeniden orta dünyada otorite boşluğu kendiliğinden gündeme gelince, Amerika Birleşik Devletleri bu kez orduları ile gelerek bölgede İsrail’in güvenliği ve şirketlerinin petrol çıkarları doğrultusunda savaşmaya başlamıştır. ABD ordularının on yıl süre ile İsrail için Orta Doğu da savaşması üzerine, Amerika Birleşik Devletleri süper güç olma şansını elinden kaçırmıştır. Siyonist lobiler ABD’yi Orta Doğu bölgesine kilitleyince, Avrupa, Afrika ve Latin Amerika kıtalarındaki ABD hegemonyası sarsılmış, Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya gibi büyük ülkeler yeni süper güçler olarak, dünya siyaset sahnesindeki yerlerini almışlardır. Osmanlı gibi Sovyetlerin de haritadan çekilmesiyle batılı emperyalist güçler ile Siyonist lobiler Orta Doğu bölgesinde karşı karşıya gelmişlerdir. Bu durumun sonucunda, İkinci Dünya Savaşı sonrasında İsrail’in kurulması üzerine merkezi bölge sürekli bir savaş alanına dönüşmüştür. Abdülhamit’in Şam devleti projesi gerçekleştirilseydi hiçbir zaman görülemeyecek bazı siyasal gelişmeler, Abdülhamit ve Osmanlı Devleti sonrası dönemde birbiri ardı sıra bölgede gündeme gelen sıcak olaylar aracılığı ile gerçekleşme aşamasına gelmiştir. Emperyalizmi ve Siyonizm’i yakından izleyen Abdülhamit, bunların önüne geçmek istemiş ama o günün koşullarında emperyalist dış güçler ile ortaklığa giren mandacı iç güçler yüzünden tahtını koruyamamıştır. Bunun sonucunda hem Bağdat hem de Şam gibi devlet merkezleri emperyal savaşlar ile yıkılmıştır.
Suriye iç savaşı bugünlerde bütün şiddeti ile sürüp giderken, Orta Doğu planları çatışmakta ve bu yüzden de bir türlü merkezi alanda kamu düzeni ve güvenliği tesis edilememektedir. Zamanın getirdiği değişimi iyi gören Abdülhamit Osmanlı Devletinin geleceğe dönük güvenliğini Anadolu ve Arap yarımadalarının Şam kenti merkezli bir yeni yapılanmaya yönlendirilmesiyle sağlanabileceğini herkesten önce görerek önlemlerini alınca, İngiliz emperyalizminin manevraları ile karşı karşıya kalmıştır. Kıbrıs’ı işgal eden İngilizler bu ada üzerinden bütün bölgeye yayılarak Osmanlı devletinin ortadan kaldırılmasını gerçekleştirecek planlı adımları atmışlardır. İngilizler bin kilometrelik uzun bir sınır çizerek Türkleri Anadolu’ya hapsetmişler, Arap yarımadasında da petrol şirketlerinin istekleri doğrultusunda sınırları çizmişlerdir. Abdülhamit’in iki yarımada üzerinde yeni Osmanlı devleti oluşturma planını önleyen İngilizler, İttihatçıları Türkçü yaparak Anadolu yarımadasına yönlendirmiş Arap şeyhlerine de yeni devletler kurarak Arap yarımadasından Osmanlıların geri çekilmesini sağlamışlardır. Arap yarım adası dörde bölünürken, körfezdeki şeyhliklere bağımsızlık verilerek bunlar yedi kız kardeş adı verilen petrol şirketleri ile evlendirilmişlerdir. Yedi petrol şirketinden birisi ile anlaşan körfez şeyhlikleri bağımsız devlet olarak tanınmış ve petrol istasyonu görünümünde birçok devletçik kurularak, petrol şirketlerinin çıkarları en üst düzeyde gerçekleştirilmiştir. Soğuk savaş yıllarında İngiltere’nin patronluğunda yeni Orta Doğu düzeni yirminci yüzyılın sonlarına doğru devam etmiş ama İsrail’in kurulmasıyla devreye giren Büyük İsrail projesi yüzünden her şey alt üst olmuştur. ABD ile ortak hareket eden İsrail, İngiliz ve Fransızların kurmuş olduğu Orta Doğu düzenini kendi çıkarları için değiştirmek istediğinden, küreselleşme aşamasında Orta Doğu savaşları öne çıkmıştır.
Orta Doğu savaşlarının son aşamasında, Hristiyanlık açısından kutsal bir ülke olarak kabul edilen Suriye iç savaşı giderek tırmanma ve bölgeye yayılma aşamasına gelmiştir. Romalıların merkezi alanı işgali sırasında ortaya çıkan Hristiyanlık, önce Suriye ‘de yayıldığı için bütün Hristiyan dünyası bu ülkeyi din açısından kutsal bir yer olarak görmekte ve bu yüzden Suriye’de yeni bir İslam ya da Musevi hegemonyası istememektedir. Bu nedenle, Vatikan savaşa karşı ısrar edince hiç bir Hristiyan devlet Suriye iç savaşına müdahale etmemiştir. Ne var ki, İsrail’in öncülüğündeki Siyonist lobiler sürekli olarak Amerika üzerinden katı dinci terör örgütleri kurdurarak, Suriye’yi hiçbir biçimde Hristiyanlara bırakılmayacak derecede çökertmenin yollarını ararken, Abdülhamit’in başkent yapamadığı Şam kenti, yeni dönemde kendisini Irak-Şam İslam devleti olarak tanıtan bir terör örgütünün hedefi konumuna gelmiştir. Irak-Şam İslam devleti adıyla ortaya çıkan bir terör örgütü şimdiye kadar gerçekleştirdiği saldırılar ile, Irak ile birlikte Suriye devletini de çökertirken, Şam’ı ele geçirerek İslam dünyasının merkezi yapacağını ileri süren bu terör örgütü, Şam ile birlikte Suriye devletinin de yıkıma doğru sürüklenmesine giden vahşi bir savaşı bölgede tırmandırmaktadır. Abdülhamit’e Şam kentini bırakmayan gayrimüslim kesimler, var olan siyasal düzeni yıkmakta bu yeni terör örgütünü kullanmakta ama Şam kentini de yavaş yavaş İsrail işgaline hazırlamaktadırlar. Türkiye’yi Suriye savaşına çekerek Arap ve İslam dünyasına karşı kullanabilmenin çabası içinde olan ABD-İsrail ikilisi, Suriye devletini kesin olarak parçalama doğrultusunda Halep kentini Türklere bırakır görünerek, Türkiye’nin gücünden Araplara ve İslam dünyasına karşı yararlanabilmenin yollarını aramaktadırlar. İngilizlerin Araplar ile Türkler arasına bin kilometrelik bir sınır çizmesinden memnun kalmayan ABD-İsrail ikilisi, Türkler ile Araplar arasına yeni bir ulus devleti tampon bir mekanizma olarak yerleştirme doğrultusunda Kürt asıllı toplulukları emperyalist bir plan doğrultusunda devletleştirerek bölge devletlerine karşı kullanmaya çalışmaktadırlar. İran ve Türkiye’ye karşı bir tampon mekanizma oluşturacak böylesine yeni bir devletin temelleri Kuzey Irak’ta atıldıktan sonra, bölgedeki petrolün Akdeniz’e akmasına sağlayacak bir koridor açılmaya çalışılmakta ve bu doğrultuda Kuzey Irak’tan sonra bir de Kuzey Suriye meselesi çıkartılarak, merkezi coğrafya haritası ABD-İsrail ikilisinin çıkarları doğrultusunda yeniden çizilmeye çalışılmaktadır.
Orta Doğu yeniden yapılanmaya doğru zorlanırken, Bizans döneminden kalma bir adlandırma ile Doğu Akdeniz bölgesi Levant olarak yeniden ele alınmaya çalışılmakta, Akdeniz’in batısında yer alan emperyalist Hristiyan devletler dünyanın merkezi denizi olan Akdeniz’de yeni bir yapılanmaya giderken, Doğu Akdeniz’in merkezi konumundaki Suriye’yi geleceğin Levant yapılanmasının bir parçası olarak görmektedirler. Suriye’nin başkenti olan Şam kenti Bizans döneminde merkezi bir konuma sahipken, sonraki aşamada İslamiyet’in çıkışı ile birlikte Emevi İmparatorluğuna da başkentlik yapmıştır. İspanya’da bir Müslüman devlet olarak Endülüs kurulurken, Emevi devletinin merkezi olan Şam kenti bu konuda Endülüs devletine fazlasıyla yardımcı olmuştur. Avrupa’daki Hristiyan-Yahudi çekişmesinin Orta Doğu’ya doğru taşınması aşamasında, Şam kentini merkeze alarak Osmanlı devletinin, Türklerin ve Müslümanların çıkarlarını korumak isteyen Abdülhamit’in, böylesine bir savunma projesini gündeme getirmekte, ne kadar haklı olduğu sonraki olayların gelişimi ile kanıtlanmıştır. Tarih boyunca Hristiyanlarla kavga eden ya da çekişen Musevi gruplar, İslam’ın ortaya çıkışı sonrasında bu tek tanrılı dini Hristiyanlara karşı kullanabilmenin arayışı içinde olmuşlardır. İspanya yarımadasındaki Endülüs devletinin Hristiyan devlet ve topluluklar ile süren savaşlarla dolu olan yedi asırlık tarihi bu açıdan ilginç örnekler taşımaktadır. Aynı doğrultudaki siyasal gelişmelere Osmanlı tarihinde de rastlamak mümkündür. Osmanlı gücünü Tanrının kılıcı olarak Avrupa’daki Hristiyan hegemonyasına karşı destekleyen Musevi topluluklar, bugün Hristiyanların Orta Doğu’ya girmesinin önlenebilmesi doğrultusunda gene işbirlikçi ve mandacı Müslüman kesimleri kullanmaya çalışmaktadırlar.
Abdülhamit’in Yeni Osmanlı İmparatorluğuna başkent yapamadığı Şam kenti, Orta Doğu’da son dönemde sürüp giden savaşlar doğrultusunda Büyük İsrail’in mi, yoksa Lövanten kesimlerin Hristiyan devletlerin desteği ile gerçekleştirmeye çalıştıkları Lavant Federasyonunun mu başkenti olacağı daha belli olmamıştır. Bu arada, ABD-İsrail ikilisinin Avrupa Birliği, Rusya Federasyonu ve Büyük Alman Birliği girişimlerine karşı İsrail-Fransa işbirliği ile yavaş yavaş gündeme getirilmeye çalışılan Akdeniz Birliği’ne mi Şam’ın başkent olabileceği de tartışma alanına girmiştir. Bölünecek Türkiye’den gelecekte ortaya çıkabilecek Trakya, İyonya, Likya ve Klikya gibi eski Bizans eyaletlerinin yeniden özerk ve bağımsız bir yönde gündeme getirilmesiyle birlikte Akdeniz Birliği’nin doğu bölgesi örgütlenmesinin tamamlanabileceği düşünülmektedir. Bugün Suriye de devam etmekte olan savaşın uzayıp gitmesinin arkasında geleceğin jeopolitik yapılanmasının hesaplaşması bulunmaktadır. İsrail’in son zamanlarda Lübnan’a yönelik bir harekâta hazırlanması ve bu ülkeyi kendisine bağladıktan sonra Şam kentine yönelik bir askeri harekâta kalkışması, kutsal kitaplarda yer alan Armegeddon senaryoları ile açıklanmaya çalışılırken, bu kutsal savaşın cereyan edeceği yer olarak Suriye’deki Megiddo Ovası adres olarak gösterilmektedir. Suriye savaşı tırmandırılırken Şam kentinin geleceği giderek belirsizleşmekte, böylesine bir kaos ortamı planlı olarak yaratılırken, var olan savaş düzeninin bir büyük üçüncü dünya savaşına dönüştürülebilmesi için Neo-con lobiler, silah ve petrol şirketleri tarafından desteklenen Irak Şam İslam devleti yapılanması Suriye’yi iyice yaşanmaz bir ülke haline sürüklemektedir. Bu durumda, Türkiye böylesine emperyal ve Siyonist bir savaştan kendisini korumak üzere kesinlikle uzak durmak zorundadır. Türkiye’yi böylesine bir savaşa sürükleyen emperyal baskılara karşı, Türk devleti komşu devletler ile bir araya gelerek yeni bir savunma yapılanmasına yönelmek zorundadır. Türk devletinin kurucusu Atatürk’ün öne sürdüğü gibi, Irak ve Suriye devletleri ile halkları ancak kendi kurtuluşlarını sağladıktan sonra Türkiye ile bir bölgesel güvenlik ve işbirliği ittifakına gidebilirler.
Kaynak: http://www.kemalistyaklasim.info/index.php/makaleler/prof-dr-an-l-cecen/549-abduelhamit-in-sam-devleti

Öncesiz; öncesiz olduğu için de sonrasız
Yusuf Kaplan
Modern Batı uygarlığı, bir "hümanizm" projesi olarak başladı. Sanıldığının aksine "hümanizm", insancıl bir dünyanın kurulması çabası değildir. Kilise çağları boyunca, iradesi, duyguları, aklı bastırılan insanın her türlü kilise otoritesine başkaldırması ve her türlü otorite, meşrûiyet ve hegemonya kaynağının Kilise'nin elinden alınarak insana devredilmesidir hümanizm.

Önceden bizzat tanrılaştırılan, Tanrı'nın rolünü Tanrı adına da olsa üstlenen, sorgulanamayan Kilise'nin bu tanrısal rolünün insanın eline geçmesi, dolayısıyla insanın her şeyin ölçüsü ve ölçütü katına yükseltilmesi girişimidir.

Hümanizmle temelleri atılan modernite projesi, beklenildiği gibi, insanın, insanca bir dünya kurmasıyla sonuçlanmamıştır. Bizzat insanın kendisini bile yok etmiştir. Önce sanatta ve düşüncede modernizm hareketiyle başlayan, sonra da postmodern düşünürlerin, sanatçıların geliştirdikleri söylem, artık insanın ve her şeyin sonu fikrine dayalı, varlığa ve hakikate varoluşsal bir saldırıyla sonuçlanan, bu darboğazdan nasıl çıkılabileceğini gösteremeyen eylemsiz bir söylemdir. İnsanı opaque'leştiren / donduran, grotesk'in, pathos'un, estetize ayartıların ve yokoluş biçimlerinin eşiğine fırlatan bir bitiş ve yitiş noktası.

Modernite, sonunda insanı da, Tanrı fikrini de, tabiatın aşkınlığı fikrini de yok etti ve insanı, gezegenimizi, medeniyetleri geleceksizleştirdi. O yüzden, postmodern zaman da, postmodern mekân da, öncesizlik ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak da sonrasızlık fikrine dayalı, geçmiş ve gelecek zaman duygusunun iptal edildiği, her şeyi genişletilmiş tek bir geniş zaman duygusuna hapseden, her şeyin mübah olarak algılandığı, bütün değerlerin değersizleştirildiği, bütün anlamların anlamsızlaştırıldığı, bütün hafızaların hafızasızlaştırıldığı, bütün eylemlerin, iradelerin ayartıcı, baştançıkarıcı söylemlerle ve eylemlerle sanallaştırıldığı bir zamansızlık ve mekânsızlık hâlidir. Bir yersizlik ve yurtsuzluk durumudur. Bir duyarsızlaşma, hissizleşme, insansızlaşma, vicdansızlaşma, niteliksizleşme, yüzeylere, yüzeyselliklere, niceliklere, araçlara, dizginlenemez arzulara, hazlara ve hız biçimlerine teslim, mahpus ve yok olma biçimidir.

Hümanizmle birlikte başlayan modern Batı uygarlığının seküler bir meydan okuma olması, düşüncede, sanatta ve hayatta yepyeni çiçeklenmelerin, zenginleşmelerin, derinleşmelerin, keşiflerin, mükâşefelerin, karşılıklı olarak vareden çok yönlü konuşmaların, buluşmaların yaşandığı bir fütûhat (açılımlar dizisi ve ufku) olmasını engellemiştir modernliğin.

Sekülerlik, modern Batı uygarlığının icat ettiği dinin adıdır: Tanrısı insan olan; varoluş alanı sadece bu dünyaya ayarlı; ufku burayla ve şimdiyle sınırlı; insanı, insanın varoluş mecrasını fizik dünyaya kilitleyerek tastamam bir yokoluş macerasına dönüştüren bir paganizm ve barbarlaşma biçimidir.

Sekülerleşme, insanın, başta kendisi olmak üzere, Tanrı'yla ve kâinât'la ilişkisini tersyüz ettiği için, insan, kaçınılmaz olarak ontolojik güvensizlik duygusu yaşamaya, Foucault'nun deyişiyle, "modernlik hapishanesi"ne hapsolmaya mahkum olmuş; bu dünyayı, dolayısıyla hayatı güç ve çıkar ilişkilerinin, dizginlenemez arzu ve haz biçimlerinin tatmin edildiği; insanın aşkın özelliklerini, vicdanını, duyarlıklarını aşındıran; insanın diğer insanlarla, varlıklarla ve kâinâtla ilişkilerini yalnızca kontrol ve kolonize etme güdüleri üzerine kuran ve sonuçta insanı da yok eden darwinyen bir barbarlıklar dünyasının, materyalist bir çatışmalar ve çıkarlar anaforunun ortasına fırlatmıştır.

Modernlik, bir unutma biçimiydi. İnsanın, kendisini ifade edebilmesi ve gerçekleştirebilmesi için, öncesini unutması gerekiyordu. Sonuçta, nevzuhûr bir varlık türü çıktı ortaya. Tarihte ilk defa, insanın tanrılaştığı, tanrılaştığı ölçüde de barbarlaştığı, vicdanını, duyarlıklarını yitirdiği, hayatı güç, çıkar ve haz ilişkileri arenasına dönüştüren zavallı bir varlık türü.

Öncesi yoktu bu insanın. Kendisinden önceki bütün insanlık birikimlerini ya yok etmişti; ya da dümdüz... Öncesi olmadığı, öncesiz olduğu için de, sonrasızlıkla malul şimdi. Buraya ve şimdiye, benine ve bedenine hapsolmuş durumda. Aslâ mutlaklaştırılamayacak ve ilahlaştırılamayacak hususiyetlerle yaratılan benini ve bedenini mutlaklaştırdığı için, insan, özne olma özelliklerini de yitirmiştir. Beninin ve bedeninin, dizginleyemediği arzularının, ayartılarının, barbarca dürtülerinin, ruhsuzlaşmış hâllerinin kulu ve kölesi olmaktan kurtulamıyor ve özneleşemiyor o yüzden.

İnsanın özneleşebilmesi, özgürleşebilmesi, yeniden varolabilmesi için, ontolojik güvensizlik duygusunu aşması gerekiyor. Bunun yolu ise, Tanrı, Kâinât ve bütüncül insan fikrinden oluşan büyük varlık zincirini hatırlayabilecek derinlikli bir yolculuğa çıkabilmesinden geçiyor.
Yenişafak

İbrahim Karagül
Türkiye'nin hesabını bozacak savaş yakın!

Can alıcı soru şu: Ortadoğu'da bütün hesapları sıfırlayan yeni ve çok yakın tehdit ne olabilir? Türkiye'nin son sekiz yıldır, bazı merkez güçlerin gıpta ve veya hasetle baktığı yeni pozisyonunu kim, nasıl sabote edebilir? Yaklaşık bir yıldır, bu soruları ıslarla gündemde tutup cevabını kestirmeye çalışıyoruz. Gerek bölgesel düzeyde kendini hissettiren stres birikimi, gerek bazı merkez ülkelerin ve İsrail'in Türkiye'ye karşı tutumu, soruyu ve cevabını çok önemli hale getiriyor.

İran'ın, "Ordu Günü"nde sergilediği abartılı, çok da sağlıklı olmayan gövde gösterisi, İran liderliğinin çatışma tezlerine güç veren açıklamaları, İsrail'den daha sert tonda gelen mesajlar bölgesel bir çatışmanın fitilini ateşleyip, bütün hesapları sıfırlama tehlikesinin hiç olmadığı kadar yakın olduğunu gösteriyor. Sadece bu kadar mı?

ABD yönetimi, İran nükleer tezleri konusunda işe yaramayacağını herkesin bildiği "ağırlaştırılmış ambargo" konusunda bile dünyayı ikna edemedi. Başka da bir politika geliştirebilmiş değil. Askeri seçenek, bugünkü haliyle sadece bölgesel kaosa değil, ABD için de ciddi bir yıkıma neden olacaktır. İsrail'in bütün tahriklerine rağmen, ABD liderliği, askeri seçenek konusunda mesafeli duruşunu bu yüzden sürdürüyor. Ancak, bölgede hemen her gün, artarak devam eden gerilimli süreci dikkatle izleyenler, nasıl bir stresin biriktiğini, bunun kısa süre içinde bir yerde patlamak zorunda olacağını bilir.

İsrail'in "sorunlu" Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman; "Hizbullah balistik füze kullanırsa Suriye'ye taş devrine döndüreceğiz" açıklaması yaptı. Böyle bir tehdidin bedelini Suriye'nin ödeyeceğini, Beşşar Esad iktidarının devrileceğini, bu ülkeye çok ağır kayıplar verecek acımasız bir saldırı gerçekleştireceklerini söyledi. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu'nun, "İran ambargoyla felce uğratılmalı. Eğer İran tehdidine karşı BM bünyesinde bir karar alınamazsa, tehdidin farkında olan ülkeler arasında bir koalisyon oluşacak" türü açıklamaları Çin, Rusya, Türkiye ve Brezilya'nın "engel"ini aşamayan ambargo sonrasına ilişkin tezler hakkında ipuçları veriyor. Söz konusu açıklamalar yapılırken İsrail savaş uçaklarının Lübnan hava sahasında gezindiğini unutmayalım.

Gerilimi artıran son "bahane" Suriye'nin Hizbullah'a Scud füzeleri verdiği, İran üzerinden gelen füzeleri Hizbullah'a ulaştırdığı, Hizbullah mensuplarına bu füzeleri kullanma eğitimi verdiği iddiaları. Saddam Hüseyin'in Körfez Savaşı'nda onlarcasını İsrail'e fırlattığı bu başarısız füzeler İsrail için müthiş bir propaganda malzemesi olarak kullanılıyor.

İran'dan Akdeniz kıyılarına uzanan kuşakta Irak işgalinden sonraki en tehlikeli restleşme yaşanıyor. Nerede patlayacağını bilmek elbette mümkün değil ama bu stresin tahminlerimizden bile yakın bir zamanda bu kuşakta ağrı bir bunalıma yol açacağını söylemek abartı olmayacaktır. Gerçekten de çok tehlikeli bir oyun oynanıyor ve oyunun tarafları için manevra alanı giderek daralıyor. Daralmanın sonucu savaştır. Şu an için, İsrail'in bir savaşın fitilini ateşleyeceği apaçık ortada. Peki, böyle bir savaşın, ürkütücü sonuçlarının ötesinde bölgesel denklemi nasıl sarsacak, bunun Türkiye'ye maliyeti ne olacak?

İşte, Aralık ayından bu yana tartıştığımız konu bu. "Türkiye'yi nasıl durduracaklar" ya da "İsrail Türkiye'yi durdurabilir mi?" sorularını yüzden sorup durduk. Zira, böyle bir savaşın öncelikli sebebi İran'ı ve beraberindeki

Ekonomik krizin ürettiği çok boyutlu savaş potansiyeli
SELÇUK SALIH CAYDI
5.5.10

Cumartesi günü. Öğle saattleri. İstiklal Caddesi'nde yüzlerce kişiden oluşan bir yürüyüş kolu. Yürüyüşçülerin ellerinde, üç oklu tanımadık yeşil bayraklar. “Rusya Kafkaslardan defol! Bağımsız Çerkesya!” diye bağırıyorlar. Rusya'nın geleceğine işaret eden bir işaret belki. Böyle gösteriler Yunanistan'da, halk sporu haline gelmiş vaziyette. Atina'dan gelen bir dostun anlattığına göre; gösterilere katılanlar değil katılmayanlar işten atılıyormuş!

Orada, işsizler/çalışanlar sosyo-ekonomik kimlikleriyle sokağa iniyorlar. Gösterilere katılmayan arkadaşlarını aralarında barındırmıyorlarmış. Rusya'da ve Çin'de tepki, daha çok etno-kültürel kimlikler üzerinden gösteriliyor.
Ekonomik krizde huzursuzluğu ifade biçiminin iki türü. Savaşlara doğru gidebilecek bir yolun başı...
I. OLASI SAVAŞIN SOSYO-EKONOMİK ARKAPLANI
Bunların bir başlangıç olduğuna ve sıradan huzursuzluklardan farklı olduklarına işaret etmek gerek. En büyük ilk fark, bir gelecek umudunun olmamasıdır. Mesela Yunanistan'da alınan yeni ekonomik önlemlere göre Yunanlıların maaşları üçte bir oranında azalacak, kesilen vergiler artacak... Avrupa Birliği'nin (AB) Yunanistan'ı kurtarmak için vermeyi kararlaştırdığı onmilyarlarca Avroluk kredilerin ilk şartı bu. Hatta Yunanistan'ın daha sıkı bir kontrol altında tutulacağı, kısmen AB'ye devrettiği ulusal bağımsızlığının daha da kısıtlanacağı söylenebilir. Bu gelişmelere karşı Yunanlıların önümüzdeki kısa dönemde çok daha büyük bir tepki göstereceği kesin.
Buraya Doğu Avrupa ülkelerini, özellikle AB'ye yeni katılan ülkeleri de eklemek gerek. Bu ülkeler AB'ye katılırken yüzmilyarlara varan Avroluk krediler aldılar. Krediler, yeni kurulmuş neoliberal ekonomilere aktı. Sözkonusu kredilerin geri ödeneceğine bugün hiç kimse inanmıyor... "AB'nin iç işidir, alan memnun satan memnun” deyip işin içinden çıkmak da mümkün değil! Kredi derecelendirme (rating) kuruluşları, Yunanistan'da yaptıkları gibi, Avrupa'nın zengin ülkeleri de dahil olmak üzere birçok ülkenin kredibilitesini (bilgisayar ekranlarındaki otomatik kotalara bakıp) “mecburen” düşürebilir, bu ülkelerin ucuz kredi bulmalarını zorlaştırabilir. Sonuç, devlet iflaslarının yenileri olabilir, önemli Avrupa ülkeleri de zor durumda kalabilir. Avro bölgesinin çöküşü ihtimali bu nedenle güncel konulardan biri. Bunların olması mümkün, çünkü Yunanistan (ve Yunanistan gibi) "kurtarılması gereken" (mesela Doğu Avrupa'lı) AB ülkelerine verilen parayı sadece Almanya, Fransa vermiyor. Para, ekonomik güçleri/büyüklükleri oranında diğer AB ülkelerinden alınıyor. Mesela Polonya, Romanya, Slovenya, Bulgaristan da Yunanistan'a kredi veren ülkelerden. Fakat toplamı 110 milyar Avro'yu bulan bu paraların sonra geri ödenme ihtimali bulunmadığı gibi, bazı AB ülkelerinin krediye katkıda bulunması da tehlikeli. Tehlikeli, çünkü ekonomileri daha da zora girecek ve muhtemelen halk muhalefeti yükselecek, Yunanistan'daki gibi halk sokağa inebilecek.
“Sosyalizm”den kurtulan Doğu Avrupa ülkelerinin yeni neoliberal ekonomileri, o ülkelerin çıkarlarına göre değil, uluslarötesi firmaların ve piyasaların çıkarlarına göre kurgulanmışlardı. Devlet/kamu varlıkları özelleştirildi. Devletlerin gelirleri hızla azaldı. Bu ülkelerde çalışanlardan kesilen vergi, bazen kazançlarının neredeyse yarısı kadar olabilirken, uluslarötesi firmalardan alınan vergiler, yüzde birin de altında seyrediyor. Burada kısaca, neoliberalizmin devletleri nasıl zayıflatıp iflasa sürüklediğini yüzüncü kez tekrarlayalım: Neoliberal kafayla yönetilen devletler, kamu varlığı özelleştirilip gelirleri azaldığından, artık yeteri kadar vergi toplayamıyorlar ve en sıradan (eğitim, sağlık, emeklilik vs.) hizmetlerini yerine getiremiyorlar, bir ölçüde yerine getirebilmek için de sürekli -daha yüksek faizlerle- borçlanıyorlar. Şimdi borçlanmaların sınırına ulaşılmış bulunuluyor. Clinton döneminin sonunda ABD'nin toplam borcu 5.8 trilyon Dolardı -yani Gayrı safi milli hasılanın (GSMH: 10.2 Trilyon Dolar) yüzde 56'sına tekabül ediyordu. 2008 yılında ABD'nin GSMH'sı 14.3 trilyon Dolar, toplam borcu da 10 trilyon Dolar'dı -yani GSMH'sının yüzde 70'i. 2009 Aralık ayının verilerine göre ABD'nin borçları 12.4 trilyon Dolar. ABD ekonomisinin dönebilmesi için ülkeye her gün en az bir milyar Dolar para girmesi gerekiyor!.. Şimdi bu acaip durumun sürdürülemez bir noktaya gelmek üzere olduğu kesin. Ve benzeri raporlar Avrupa'dan da geliyor. Dikkat çekici olan, Doğu'nun değil Batı'nın çökmek üzere olmasıdır. (Tabii sistem yekpare global bir bütün olduğundan, Batıdan başlayan bir çöküşün, ikinci aşamada Doğuyu da beraberinde sürükleyeceği kesindir) Bundan sonrası için iki ihtimal var: Ya çöküş ya savaş. Göstergeler, her zaman olduğu gibi ikinci alternatifin, yani savaş alternatifinin seçildiğine işaret ediyor.
Neoliberal dönemin özelliği, muazzam devlet borçlanmaları ve ülkelerin dünya para/finans elitine yüksek faiz ödemesiydi. Dünya ekonomisinin asıl motoru buydu. Şimdi bu borçlanma sarmalının sonunda, devlet iflasları gündeme gelmiş bulunuyor. (Bu mekaniğin nasıl işlediğine değineceğiz) Yunanistan bir istisna değil, bir kural. Ve Yunanistan, buz dağının sadece görünen kısmı. Devletlerin çöküşten kurtulmak için son çaresi savaş. (Ama bu kez, savaş bile çare olmayabilir).
Sistem dahilinde umudun tükendiği ve çalışanların/çalışmazların hızla bozulacak yaşam standartlarını düzeltmek için mutlaka mücadele edecekleri bir dönemin eşiğindeyiz gibi görünüyor. -İşin en kötü yanı da, ne için mücadele edileceğinin bilinmiyor olması. Herkese iş mi istensin? (Bu mümkün değil ve buna artık gerek de yok. Yeni bir paylaşım sistemiyle, dünya herkese yeter) Sosyal devlet geri mi gelsin? (Neoliberal bir ekonomide pek mümkün değil) Aslında şimdilik tek istek, bu belirsizlik/umutsuzluk ve gelecek korkusu durumunun aşılması. Böyle bir dönemde toplumun alt/ezilen kesimlerinin tarafını tutan ve onların korkularını giderecek somut önlemler alan iktidarlar (buna sistem dışı çözümler de dahil elbette) kuşkusuz halk tarafından desteklenecektir. Ama bu patlayıcı ortamda, sorunlara yaklaşırken en önemli ilk konu, sorunlara yaklaşım tarzı. Sorunlara etnik/dinci kimlikler üzerinden mi yaklaşılacak (-ki son tahlilde hiç bir çözüm getirmeyecektir, sadece düşmanlık üretecektir), yoksa sorunlara sosyo-ekonomik bir yaklaşım tarzı benimsenip, 'Ekonomik kimlikler' üzerinden mi yaklaşılacak? Neoliberalizme özgü etnik/dini kimlikçiliğin kamplaştırdığı Türkiye ve benzeri ülkeler için kuşkusuz sosyo-ekonomik yaklaşım alternatifi hayati önemdedir. (Ve son CHP kurultayında bu alternatifin savunulduğunun -üzerine basa basa- ifade edilmiş olması, son derece önemlidir)
Dünya 2008'den beri 'Ekonomik Kriz'le yatıp kalkıyor. Başta umut vardı. “Suyun yolunu bulacağı”, piyasanın kendi kendini regulaya sokacağı, herşeyin düzelip eskisi gibi devam edeceği umuluyordu. Bu krizin de diğerleri gibi aşılacağı ve sistemin kaldığı yerden yoluna devam edeceği düşünülüyordu. Burada 'Yoluna devam etmek' sözünü bilinçli bir şekilde kullanıyoruz, çünkü kapitalizm, daha önceki sistemler gibi sürekli yinelenen -Mısır'daki gibi bozulmadan üçbin yıl sürebilen- bir dönüşümler sistemi değildir (Aynı şeyin dönüşümlü tekrarı değildir). Virüs gibi, sürekli büyümeye odaklı linear bir sistemdir -yani bir çizgi üzerinde yoluna “ileriye doğru” devam ettiği düşünülen “ilerlemeci” bir sistemdir.
Kapitalizmin ilk piyasaya çıktığı 17'inci yüzyıl başlarından 19'uncu yüzyıla kadar yaşadığı krizler, ülkeler bazındaki krizler olmuşlardır ve kolaylıkla aşılmışlardır, çünkü kapitalist üretim/tüketim tarzı ve para/iş sistemi, tek tek ülkelerin bütününü kapsamamaktaydı. Belli bölgelerde halkın tamamını kapsamaya başladıkça, kapsadığı ekonomi merkezlerinin etrafında, kültürel milliyetçi homojenleşmeler de oluşup güçlenmiştir. Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun, bu yeni kapitalist milliyetçi homojenleşmenin kurbanı oldukları malum.
Ulus/milli devletlerin ortaya çıkıp milli ekonomilerin toplumların bütününü kapsamaya başladığı dönemlerde ortaya çıkan yeni krizler, sistemin ilk dönemindekilerden önemli farklılıklar gösteriyorlardı. Birinci Dünya Savaşı'na da yol açan yeni krizler, fordist endüstrileşme (seri üretim anlayışı) ve keynesçi regülasyon ile aşıldılar. Fordist ekonomi, ancak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra dünyaya hakim olabildi.
Fordist anlayışın tükendiği 1970'li yıllarda, bugüne doğru salınım yapan en önemli gelişmeler gerçekleşti. Bunların başında, reel ekonominin artık yeterince para getirmemesi ve ekonominin ağırlık merkezinin sanal sermayeye kaymasıdır. Bu durum, kapitalizmin hayatının son safhasına girmesidir aynı zamanda. Çünkü sistemin kesin sonunun tetikleyicisi olan bir durumun başlangıcıdır: Üretimden bağımsız, kendi kendine hızla ve sürekli artan paranın reel değerlerle bağının kopması durumu. Daha önce pek önemsenmeyen bu "gerçeklerden kopuş" durumunun günümüzde vardığı absürd durum, aynı zamanda kağitalist para sisteminin mantığının iflası anlamına geliyor. Marx'ın gösterdiği üzere, Kapitalist "değer sistemi"nin temelleri, yani onun maddi temeli olan ücretli iş ile arasındaki bağ önce açılıp iyice esnemiştir, şimdi de kopma noktasına gelmiştir (kalıcı işsizlik).
Neoliberal dönemde yoğunlaşan bu durumların bir savaş noktasına gelebilmesi, kuşkusuz bazı özel gelişmelerin ve siyasi kararların sonucudur.
II. OLASI SAVAŞIN SİYASİ BOYUTU HAKKINDA
Konu kuşkusuz daha çok konuşulacaktır: Bu dipsiz borçlanma sarmalında çırpınan ve en tehlikeli sularda yüzen ülkelerin, Doğu değil Batı ülkeleri olması, sistemin merkezinin Doğuya kayması şeklinde (yanlış!) değerlendiriliyor. Sistemi global açıdan incelemek zorunda olduğumuza göre, şimdilik sistemin en zayıf coğrafi karnının Doğu Avrupa ülkeleri ve tabii Yunanistan olduğunu söyleyebiliriz. Bunun anlamı galiba şu: Sistemin sonuncu krizi yaşanırken, kapitalizmin mecburen aşılmasından önceki son versiyonunda, global kapitalist sistemin merkezi Doğuya kaymış olacaktır. Bazıları buradan yola çıkarak bir “Çin Yüzyılı” yaşanacağını iddia ediyor. Çinlilerin inanılmaz kibri eşliğinde Yunanistan'a, Irak'a kadar gelip yerleşen o “efsanevi” Çin yüzyılı, on yıl bile sürmeyebilir! Fakat bir ayın bile önemli olduğu günümüzde, böyle bir avantaja sahip olmasına rağmen, Çin (ve Rusya) parçalanabilir. Dünya borçlanma şampiyonu ABD'nin de bu ölümcül kafileye dahil olduğu, (hatta en önden gittiği) malum. Fakat, sistemin yeni merkezi olacağı kesinleşen Çin'in böyle bir savaşı istemesi ve bu savaşın merkezini de mümkün olduğunca Batıya taşıma çabası sözkonusu olabilir. Burada Çin'in müttefiki Rusya ile ilgili son gelişmelerin ayrıntıları ürkütücü işaretler vermektedir. (Buraya döneceğiz)
Avrupa'da Yunanistan, (eski Sosyalist) Doğu Avrupa ülkeleri, Polonya ve ne zamandır konuşulan Portekiz, İspanya, İtalya üçlüsü, çöküşe en yakın duran ülkeler. AB'nin Yunanistan deneyimi büyük önem taşıyor. Yunanlıların -maaşların üçte bir oranında azalması vb.- önlemlere tepkisinin hangi ölçüde olacağı bilinmemekle birlikte, hükümetler düzeyinde umutların tükendiğini gösteren işaretler var. Yunanistan'dan sonra bir Portekiz'in gelmesi durumunda, yeni bir kurtarma operasyonu çok zor. Daha önemlisi, karşılıksız para/kredi vererek sorunların çözülmediği anlaşılıyor ve ekonomik refah ülkelerinin halkları para vermek istemiyor. Bu hengamede en ilginç durum, Türkiye'nin AB üyesi olMAması sayesinde, çöküş tehlikesinden görece uzak kalmasıdır. Avrupa (Doğu Avrupa?) ülkelerinde, Yunanistan'dakine benzer "ani fakirleşme" durumlarının yaşanması bekleniyor. (Aynı durumlar dünyanın başka yerlerinde de görülebilir elbette) Bunun sonucu olarak büyük kitle hareketleri bekleniyor. Beklentiler bununla da kalmıyor. Buradan, ülkeler arasında çatışmalar çıkabileceğinin üzerinde de duruluyor. Olası bu durumun alacaklı/verecekli ülkeler arasında bir ihtilafa neden olabileceği de belirtiliyor. Batı'dan başlayacak çöküşün, Çin ve Rusya'da uyandıracağı (mikro-milliyetçi) parçalayıcı etkiye karşı durabilmek ve dikkatleri dışarıya çevirmek, kendi halklarını birleştirebilmek için ABD ve AB'ye karşı savaş açma ihtimalleri de bulunuyor.
İran'a yaptırımlar uygulanması konusunda Birleş Milletler Güvenlik Konseyi'ndeki tüm ülkelerin hemfikir olması, en yeni savaş işareti gibi duruyor. Yalnız İran'a karşı savaş bu kez -Irak Savaşı gibi- geniş destek bulmayacak gibidir ve ABD'ye karşı yeni bir tür 'Düşük yoğunluklu savaş'a dönüşebilir. Global sistemin merkezi konumundaki ABD'nin borçlardan/çökmekten kurtulmak için büyük bir savaş başlatması, kapitalizmin "mantığı"na uygun görünüyor. ABD şimdiye kadar iki dünya savaşından sadece yarar sağları ve bir Üçüncü Dünya Savaşı'ndan da yarar sağlıyabileceğini düşünüyor olabilir. "Dünya savaşları konusundaki tecrübesi, ABD'nin böyle bir yola daha kolay tevesül etmesini sağlayabilir. Bu kez savaş, bir devlet olarak kalabilmesi için de zorunlu olabilir. Savaş durumunda ABD borçlarını daha kolay tasfiye edebilecek, devasa savaş endüstrisini dünyaya daha kolay pazarlayabilecek, işsizlik yükünü daha kolay omuzlayabilecektir ve ekonomik çöküşün sosyal isyan faturasından da kısmen kurulabilecektir, halkın dikkatini dışarıya çekebilecek, yüksek enflasyonla borçları eritebilecektir vs. Aynı şey, birçok diğer ülke için de geçerlidir." Tabii bu, son derece yanıltıcı ve tehlikeli bir varsayımdır. En tehlikeli yanı, dünyayı tam bir felakete sürüklemesinden öte, kapitalizmin bu krizini kesinlikle aşamayacak olmasıdır. Eskiden olduğu gibi, savaştan sonra kriz aşılıp yeni bir yükseliş gelmeyecektir... Çünkü sistemin kar getiren paraya/işe çevirebileceği alan kalmamıştır. (Bu konuyu biraz açalım)
Kapitalizm, ülkeler bazında krizler yaşarken, kapitalist üretim/tüketim ve para/iş sistemi henüz sadece büyük şehirlerle sınırlıydı. Krizler, 1930'larda Avrupa'da sistem yarıkıtanın tamamına hakim oluncaya kadar, sisteme yeni para/iş alanları ekleyerek krizlerini aştı. 1970'lerde reel ekonomi karlılığını yitirdi ve sistem aslında kendi sınırına erişti. Bu dönemden sonra asıl motorun finans sektörüne doğru büyüdüğünü ve reel ekonominin onu izlediğini, reel alanın doyduğunu görüyoruz. Neoliberal dönemde sisteme yeni bir genişleme alanı bulundu: Devlet/kamu malı. Şirketler bu alana doğru büyüdüler. Asıl motor finans sektörü olarak kaldı ve finans sektörü tamamen uçarak reel ekonomiden kopma noktasına geldi. Artık bir savaştan sonra, kısmen yokedilecek devasa (sanal) paranın yatırılıp kar edebileceği bir alan yok. Bulunması da mümkün değil, çünkü beklentiler o kadar yüksek ki!.. Şu anda dünyada borsalarda dolaşıp duran sanal paranın, dünyayı on kere satın alacak kadar çok olduğunu hatırlatalım ve bu paranın savaşta kısmen eritileceğini varsayalım, kapitalist kar mantığıyla bu paraya "makul!" oranlarda para kazandırmak artık mümkün değildir. Burada aslolan, insanın kapitalist yaşama/düşünme biçimini terketmek zorunluluğudur. Kapitalizm, şekilde görüldüğü gibi kanlı veya kansız mutlaka sona erecektir.
III. SAVAŞ BELİRTİLERİ
10 Nisan 2010 günü Polonya Cumhurbaşkanı Lech Kacynski'nin uçağı düştü. Uçakta, Polonya'nın tüm muhafazakar eliti bulunmaktaydı. Genelkurmay Başkanı dahil bu elitin başında bulunan Kacynzki, Avrupa'da bilinen en önemli Rus karşıtıydı. Uçağın düşmesi (veya kaçırılması?) konusundaki komplo teorilerine değinmek gerekiyor. Ama asıl önemli olan, Polonya Cumhurbaşkanı'nın uçağındaki araçlar/gereçler/belgeler üzerinden Rusya'nın tüm gizli NATO kodlarını ele geçirmiş olması ihtimali bulunuyor. Kacynski'nin uydu telefonu ve güvenlik danışmanının çok önemli bir çantası kayıp. Bu uçak kazasının ayrıntıları, incelemeye değer. (...)
IV. SAVAŞIN OLASI SEYRİ HAKKINDA
(devam edecek)
http://konstantiniye.blogspot.com/2010/05/ekonomik-krizin-urettigi-cok-boyutlu.html
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Ağu 31, 2016 11:22 pm    Mesaj konusu: III. Dünya Savaşı Zaten Devam Ediyor Alıntıyla Cevap Gönder

Cem TÜRKBİNER'den ilginç bir durum ve çözüm analizi: BARBARLIK ve ODUNCULUK
16 Eylül 2015

Dünya tarihine hızlı bir bakış atıldığında -ismine ister devrim densin ister denmesin-, köklü değişimlerin, her zaman medeniyetin dibinde kümelenmiş “barbar” toplulukların medeniyete şu veya bu şekilde toslaması neticesinde olduğu görülür. Barbar kelimesi esasında Roma’nın kendisinden olmayan toplulukların tümüne verdiği genel bir isimdir. Tıpkı arabın “acem” anlayışı gibi… Fakat Roma bir medeniyet iken, yakın coğrafyalarda kendisine denk bir topluluk olmadığı ve hatta dünyanın geri kalanı -Mısır ve Pers’i hariç tutarsak-, bugün kullanıldığı mânâsıyla da “barbar” olduğu için, kelime böyle bir mânâ kazanmıştır.

Barbar topluluklarda ilişkiler ve güç, neseb bağı ile sağlanır ve “tabii” liderler doğar. Medeniyetlerde ise aynı ilişkiler kültür bağı ile sağlanırken iktidar, şahıstan çok sistemdedir. Bu iki tip toplum arasında sürekli bir çatışma ve birbirinin yerine geçme vardır. Medeniyet bir noktadan sonra donuklaşır, bütün gayreti ise kurmuş olduğu statüyü korumak adınadır ve dolayısıyla dinamizm barbar topluluklardadır. İçinde bulunulan donuklaşma hâlini sezen Sezar, medeniyetine taze kanı fethettiği bölgelerin tabii liderlerini senatör yaparak sağlamıştır. Kendisi de bu tabii liderlerin tabii lideri olarak imparator olmuştur. Bu barbar dinamizminin eninde sonunda Roma’yı dize getireceğini farkeden Sezar, o enerji dalgasını medeniyetine yakıt yapmayı başarmıştır. Ve dikkat; Sezar barbar tavırdan yana duran bir aristokrat iken, rakibi Pompei Magnus ise alt kesimden gelip aristokrat donukluğun sözcülüğünü yapmıştır. Kutsal kıyafetlerini giyerek kutsal senatolarının mermer zeminlerini çiğneyen bu barbar şeflere daha fazla tahammül edemeyen asiller tek çareyi Sezar’ı yine o senatoda öldürmekte bulmuş ancak ok yaydan bir kere çıkmıştır. Netice malûmdur…

Hıristiyanlığın Roma’ya toslaması da benzer zümredendir. Roma nihayet, o dinamizm karşısında da dize gelmiştir. Hıristiyanlık, “Patristik” ismi verilen, 8. yüzyıla kadar olan dönemde paganlık ile olan fikrî mücadelesini sürdürmüş ve dinamizmini nisbeten koruyabilmiştir. Bu dönemde Roma Hıristiyanlaşırken, Hıristiyanlık da Romalılaşmıştır. Daha sonra başlayan “Skolastik” devir ile birlikte ise tam bir hakimiyet vardır ve tam da bu noktadan itibaren tehlike çanları çalmaya başlamıştır.

İslâm’ın tarihteki seyri de, Roma ve Pers medeniyetlerinin yanıbaşında, -tabiri caizse- çölden fışkıran dinamizmdir. İlim ve idrakte en üstün seviyede olanların bizzat askerî olarak da öncü kişiler olduğu bir toplum oluşmuştur. Öğle vakti cenk meydanında omuz üstünde baş komayan insanın, ikindi vakti çocuklara inci gibi hikmetli sözler düzerken görüldüğü bir toplum, dünya fethinin mânâ şartına da kavuşmuştur ve bunun tarihte bir ikinci misâli de yoktur. Burada, bürünülmesi gereken mânânın ipucu da değil son derece açık bir tezahürü vardır. Ufukları Taif’e kadar uzanamayan bedevî bir topluluğa İstanbul ve Roma’yı ideal olarak gösteren Peygamber’in üflediği dinamizm öyle bereketli olmuştur ki; saraylara diz çöktüren çadırlar saraylaştıkça, o saraylaşan çadırların belirtmeye başladığı donukluğa karşı yeni dinamik çadırlar da yine aynı medeniyetin içinden doğagelmiştir. Türklerin İslâm’a dahil olmaları, buna bir misâldir. Atının üstünden Konstantiniyye’yi izleyen Genç Hakan: “Kayser’in sarayına örümcek perdedâr olmuş” demiş ve gereğini yapmıştır.

İslâm toplumlarının, bir yerde çökerken başka bir yerde yükselme geleneği, Osmanlı’nın yıkılışı ile birlikte sekteye uğramış ve toplum, genlerinde olan gelenek istismar edilerek yine heyecana bürünmüş ama daha evvel yaşanmamış bir iklime maruz bırakılmıştır. Cümledeki her bir kelimeyi özellikle vurgulayarak belirtelim ki, Türk toplumlarındaki İslâm nisbeti İmam-ı Azam’ın anlayışı üzeredir. İster ilmî ister romantik bakılsın, İmam-ı Azam’a mensub olan bir anlayış, ya hükmedecek ya da hükmedene kadar “yıkıcı” olacaktır. Bu keyfiyet, genel olarak barbarların medeniyete akışında olduğu gibi özelde de İslâm’ın iktidara akış usûlünü gösterir ve tıpkı suyun dağ başından ovaya akışı kadar tabiidir.

Daha evvel pratiği olmayan bu dönemde köklerinden kopmuş hareketler de zuhur etmiştir. Bağlı olduklarını söyledikleri kişi ve kıymetlerin papağan gibi tekrarlayıcısı olmuş ve ortaya garabet bir topluluk çıkmıştır. Şöyle hikâyelendirirsek; adaya gitmek gerektiği gibi bir ideal ortaya konmuştur. İlk tesbit, adaya gitme imkânından mahrum olunduğudur. Arka tarafta bir orman, elde ise kör baltalar vardır. Ağaçlar kesilecek, sallar yapılacaktır. Bu heyecanla işe girişilmiş, şu olmuş bu olmuş, nihayet odunculukta karar kılınmıştır. Bir kere bu vartaya düşülünce idealler de küçülmüş, iş döne dolaşa kimin ağaçları daha iyi kesip odunu daha pahalıya satabildiği üzerinden yeni bir kıymet ölçüsüne bürünmüştür. Bugün odunculukta, hem teknik hem de ticarî olarak gerçekten mesafe alınmış, daha evvel kimse odunları bu kadar güzel kesip bu kadar iyi bir pahaya satmamıştır. Bütün İslâmî heyecan, kolayca ve düzgünce kesilmiş odunun parlak yüzeyine kurban edilmeye çalışılmıştır. Bu ruh hastalarının ikliminde ada idealinden bahseden haindir çünkü hastalar diyarında sağlıklı olmaktan büyük suç yoktur.

Bugün dünya, Hıristiyan Skolastizmi’ni yenilgiye uğratanların köhneleşmiş sisteminin hükmü altındadır. Ülkede ise politik gündem, boyunu çok aşan bir zuhura sebeb olmuş, bir milletin hafızasını harekete geçirmiştir. Şu an daha emekleme aşamasındaki bu uyanışta ilk dikkati çeken ise sahte kategorileştirmelerden azade olması ve son yılların popüler mesleği olan odunculuktan hiçbir iz taşımamasıdır. Bu ormanda ne işi olduğunu sorgulamaya başlayan bu toplum, eline tutuşturulan oyuncakları bırakıp yeniden bilenmiş baltalarına sarılacak, gözlerini adaya çevirdiği andan itibaren de dışta terörist içte ise hain olarak yaftalanacak ve doğru yolda olduğuna bu yaftalamalardan daha açık bir delil tanımayacaktır. Usûlünü tarihten, ölçüsünü ise İslâm’dan alan bu topluluğun önünde hiçbir şey duramayacaktır. Ne mutlu barbarlara…
Kaynak. Adımlar Dergisi

ABD çöküşünün dünya çapındaki neticeleri
Immanuel Wallerstein
25 Ağustos 2011

On yıl evvel, ben ve bazı kişiler Amerika’nın dünya sistemindeki çöküşünden bahsettiğimizde en iyi halde saflığımızdan dolayı küçümseyici tebessümle karşılanırdık. Amerika, dünyanın en ücra köşelerine kadar uzanan ve istediğini yaptıran tek süpergüç değil miydi? Siyasi tayfta yer alan tüm kesimlerin paylaştığı bir görüştü bu.

Bugün ise, ABD’nin çöktüğü, ciddi şekilde çöktüğü görüşü sıradanlaşmıştır. Çöküşü tartıştıkları takdirde çöküş gibi kötü bir haberin suçlusu olmakla itham edilmekten korkan birkaç Amerikalı politikacı hariç herkes bunu söylüyor. Hakikat şu ki çöküşün gerçekliğine bugün neredeyse herkes inanmaktadır.

En az tartışılan ise bu çöküşün dünya çapındaki neticelerinin neler olduğu-olacağıdır. Çöküşün iktisâdi nedenleri var elbette. Ancak ABD’nin bir zamanlar tasarruf ettiği jeopolitik güç üzerindeki tekeli kaybedilmiş olması başlıca siyasi neticelerden biridir.

7 Ağustos tarihli The New York Times’ın iş dünyası ekinde (Business Section) anlatılan bir bilgi notundan başlayalım. Atlanta’daki bir para yöneticisi, hisseleri satmasını ve parayı bir şekilde korunaklı yatırım ortaklığı fonlarına kaydırmasını isteyen zengin iki müşterisi adına “panik düğmesine bastı.” Para yöneticisi 22 yıllık iş hayatında böyle bir istekle daha önce hiç karşılaşmadığını söylüyordu. Bir benzeri daha önce görülmemişti. Gazete, Wall Street’in “nükleer şıkkı” diye nitelemişti bunu. Rotayı piyasalardaki akışa uygun tut diyen geleneksel tavsiyeye ters düşmektir bu.

Standart & Poor’s, ABD’nin kredi notunu AAA’dan AA’ya indirdi ki bu da benzersizdir. Fakat mülayim bir harekettir de. Çin’de Standart & Poor’un muadili olan Dagong, ABD kredi notunu çoktan A+’ya indirmişti; şimdi ise A-‘ye düşürdü. Perulu ekonomist Oscar Ugarteche ABD’nin bir “muz cumhuriyeti” olduğunu ilan etti. ABD’nin iyileşme ümitlerini korkutup kaçırmamak adına kafayı kuma gömme politikasını seçtiğini söylüyor. Geçen hafta Lima’da toplanan Güney Amerika Mâliye Bakanları ABD’nin ekonomik çöküşünün etkilerini çabucak tecrit etmenin yollarını ele aldılar.

Herkesin sorunu şu: Kendini ABD çöküşünün etkilerinden korumak çok zordur. İktisâdi ve siyasi çöküşün sertliğine rağmen, Amerika dünya sahnesinde bir dev olarak kalmayı sürdürüyor ve orada olup bitenler başka yerlerde büyük dalgalar oluşturuyor halen.

Şüphe yok, Amerikan çöküşünün en büyük etkisi bizâtihi ABD üzerindedir ve böyle olmaya devam edecektir. Politikacılar ve gazeteciler, Amerika’nın siyasi durumunun işlevsizliği hakkında açıkça konuşuyorlar. İyi de işlevsiz olmaktan başka mümkün olan bir şey var mıydı ki? En temel gerçek şu ki, katıksız çöküş gerçeği, Amerikan vatandaşlarını afallatmıştır. Amerikan vatandaşlarının çöküşün maddi sıkıntılarını yaşamalarından ve zaman ilerledikçe sıkıntılarının artmasından derin bir korku duymalarından ibaret değil mesele. Birleşik Devletlerin dünyada model ulus olarak Tanrı veya tarih tarafından “seçilmiş ulus” olduğuna inanmaları da var. Başkan Obama, Birleşik Devletlerin +AAA ülkesi olduğuna dair güvence veriyor onlara.

Obama’nın ve diğer tüm politikacıların problemi buna halen çok az sayıda insanın inanıyor olmasıdır. Ulusal gururun ve benlik bilincinin uğradığı şok ani ve müthiş oldu. Ülke bu şokla başa çıkıyor ama çok kötü bir şekilde. Halk, günah keçisi arıyor - ve hiç de zeki olmayan bir şekilde - suçlu olduğu farzedilen taraflarda arayarak yapıyor bunu. Öyle görünüyor ki son ümit, birilerini kabahatli bulmaktır; dolayısıyla da çare, otorite makamındaki kişileri değiştirmektir.

Federal yetkililer – Başkan, Kongre ve iki büyük parti – sorumlu tutulacak taraflar olarak görülüyorlar. Bireysel silahlanma ve ülke dışında askeri müdahalelerin azaltılması yönünde güçlü bir eğilim var. Washington’dakileri her şeyden sorunlu tutmak, siyasi istikrarsızlığa ve yıkıcı-mahvedici yerel mücadelelerin daha da şiddetlenmesine yol açar. Dünya sisteminde istikrarı asgaride olan siyasi teşekküllerden biri de ABD’dir diyeceğim.

Bu ise siyasi mücadeleleri işlevsiz olan ve dünya sahnesinde gerçek güç tasarruf edemeyen bir ülke haline getirmektedir ABD’yi. Bu yüzden de geleneksel müttefiklerin ve başkanın ülke içi siyasi tabanının ABD’ye ve başkanına duydukları inançta büyük bir azalma var. Gazeteler, Barack Obama’nın siyasi hataları hakkında analizlerle dolu. Bunun hakkında kim tartışabilir? Obama’nın benim kanaatime göre yanlış, ödlekçe ve bazen de büsbütün ahlaksızca olan düzinelerce kararlarını kolayca sıralayabilirim. Fakat Obama, siyasi tabanının alması gerektiğini düşündüğü kararları almış olsaydı sonuç çok farklı olur muydu diye de merak ediyorum. ABD’nin çöküşü, başkanlarının aldığı zayıf kararların değil dünya sistemindeki yapısal gerçeklerin neticesidir. Obama halen dünyanın en güçlü kişisi olabilir fakat hiçbir Amerikan başkanı, geçen yılların başkanları kadar güçlü ol/a/mıyor.

Döviz kurlarında, işsizlik oranlarında, jeopolitik ittifaklarda, vaziyetin ideolojik târif-tanımlarında akut, sabit ve hızlı dalgalanmaların olduğu bir döneme girdik. Bu dalgalanmaların çapı ve hızı, kısa vadeli tahminleri imkânsızlaştırmaktadır. Kısa vadeli (mesela üç yıllık) tahminlerde makul bir istikrar olmaz ise dünya ekonomisi felç olur. Herkes korumacı ve içe dönük olur. Hayat standardı düşer. Hoş bir resim değil. Amerikan çöküşünün birçok ülke için pek çok olumlu tarafları varsa da diğer ülkelerin bu yeni durumdan umdukları kazancı dünya gemisi şiddetle sarsılırken sağlayabilecekleri kesin değildir.

Daha aklı başında uzun vadeli analizler yapmanın, analizlerin ortaya koyduğu hakkında daha berrak ahlâki hükümler vermenin, bugün çakılıp kaldığımızdan daha iyi bir dünya sistemini 20-30 yıl zarfında kurma çabası içerisinde çok daha etkili bir siyasi eyleme girmenin vaktidir.

Kaynak: Agence Global
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın

III. Dünya Savaşı Zaten Devam Ediyor
Bülent ESİNOĞLU
25 Mart 2010

Rusya’da Svobodnaya Pressa’da bir makale yayınlandı. Jeopolitik Araştırmalar Akademisi adına Kostantin Sivkof tarafından kaleme alınmış.

Brezinski ve Hantington’dan bahsetmeyen Sivkof’a göre, dünya bir medeniyet krizi yaşamaktadır.

Brezinski ve Hatington’un medeniyetler çatışması meselesine Sivkof başka bir yönden yaklaşmaktadır.

Bir zamanlar İslam/ Hıristiyan çatışması olarak takdim edilen krizin daha gerçekçi bir açıklaması olarak alabiliriz.

Sivkof Krizin kaynağını üç temel etkene dayandırmış. 1) Üretim ve tüketim arasındaki kriz, 2) gelişmiş ülkeler ile gelişmemiş ülkeler arasındaki kriz ve 3) kriz ruhsuz serbest pazarın mali gücü ile ruhu maddenin üzerinde kabul eden çeşitli medeniyetlerin manevi ahengi arasında cereyan etmektedir.

Gelişmiş ülkeler ile gelişmemiş ülkeler arasındaki dengesizliğin, çözülebileceğine dair yapılan tüm analizlerden çözümün olmadığı anlaşılıyor.

Küresel krizin tabiatı göz önüne alındığında tarafların çıkarlarını dengeleyecek, bir çözüm görünmüyor.

Bu koşullar altında, ülkeler kendi yapılarına ve eğilimlerine göre, iki modelden birini seçmek zorunda kalıyor.

Sivkof bir uygarlık hiyerarşisi tanımlıyor. Üste insanlığı vahşice sömüren ülkeler, altta ise uygarlık harmonisi ve ahengi yaratmaya çalışan insanlık ve ait oldukları ülkeler topluluğu.

Uygarlık harmonisi ve ahenk yaratmak isteyenler dengesizliği çözemediklerine göre, yürüyen savaşın sonunda insanlık başka bir ruhsal temelde belirlenecektir. Diyor Sivkof.

Burada bir yorum da ben getireyim. Emperyal güçlerin tabiî kaynak ve yeni Pazar için istekli olduğu, yürüttüğü savaşlardan zaten belidir. Ama burada Sivkof’un belirttiği husus şudur. Savaş sadece vahşice sömüren tarafın zorunluluğu değil, aynı zamanda uygarlık harmonisinin de mecburiyetidir.

Yani her iki tarafta savaşa mecburdur demek istiyor.

Savaştan sonra ortaya çıkacak ruh (düşünce), ya bireyselcilik, bencillik ve bastırma, ya da karşılıklı çıkarlarımızı geliştirmek ve desteklemeye dair olacaktır. Diyar Sivkof.

Yani ya bireysel çıkarlarımızın peşinde koşacağız, acımasızca sömürüleceğiz, ya da toplumun çıkarlarını bireyin çıkarlarının üzerinde tutacağız.

Bir dünya savaşı vahşi elitleri terbiye eder mi bilmiyorum. İnsanlık savaş ile ekonomik menfaatlerin adilce yeniden dağıtımı arasında bir seçim yapamaya mecburdur.

Sivkof şöyle bitiriyor. Tanımlanan bu iki model zaten dünyada var. Yani karşımızda iki koalisyon(birliktelik) var. Biri paranın gücünü yaratan bireycilik, Yani Batı, diğerleri ise Ortodokslar, Müslümanlar, Budistler v.s. Bunlar da, ruhun maddenin üzerinde olduğuna inananlardır.
Batı ülkesinin bir parçası olmayanlar, ne organizasyon, ne de askeri bakımdan bir çatışmaya hazır değiller. Buna karşılık, heyula bir insan gücüne sahipler. Diğer bir üstünlükleri ise, geniş bir coğrafyaya ve tabiî kaynaklara sahipler.
Ruhu maddenin üzerinde tutan dünyanın, uzun süreli bir savaşa dayanabilmesi ve aynı anda farklı noktalardan saldırabilme üstünlüklerini de görmek gerek. Bu da antiemperyalist bir koalisyon ile mümkündür.
Diyor.

Bilim insanları savaşın zaten devam ettiğine inanıyorlar. Sadece savaş düşük yoğunluklu ve bağıl olarak barışçıl bir görünüm arz ediyor.
Barışçıl kriz çözüm girişimleri G20 zirvesinde zaten sonuçsuz kaldı.
Dolayısı ile savaşı barışçıl birinci bölümü bitti. Şimdi ikinci merhaledeyiz.
İmedi ve Helsingin provokasyonları ikinci aşamanın başlangıcıdır
. Diyor.

Birinci aşamada, Batı yerel savaşlar ve kaynaklar için gerekli hazırlıkları tamamlamıştır.
Batı enformasyon operasyonları ve çeşitli formlar içinde ekonomik yaptırımlar, terörist ataklar yapmaktadır.
Birkaç yıl sonra, ABD üçüncü aşama olarak, “sınırlı savaş” ilanında bulunacaktır. Daha sonra da, tüm silahların kullanıldığı, tüm dünyayı kapsayan savaş başlayacaktır.
Batıyı kısıtlayan bir tek faktör var, o da Rusya’nın nükleer başlıklarıdır. Onun için Amerika Rusya üzerinde baskı uygulamaktadır.
Diyor Sivkof.

Amerika’nın bahsedilen hazırlığı söylenince ister istemez aklıma Büyük Ortadoğu projesi ve eş başkanı aklıma geldi.
25.3.2010, bulentesinoglu@gmail.com

Morales: "Ya yalancı kapitalizm ölecek, ya da yeryüzü ana"
24.04.2010

'İklim Değişikliği ve Yeryüzü Ana Hakları Dünya Konferansı'na evsahipliği yapan Bolivya lideri Evo Morales, 'bugün dünyanın yaşanabilmesi için vurdumduymaz kapitalizmin ortadan kalkması gerektiğini' söyledi. Koçabamba kentinde başlayan konferans çerçevesinde dün küçük bir stadyumu dolduran yaklaşık 20 bin kişiye seslenen Morales,'Sanayileşmiş ülkeler sözlerinde durmadıkları için burada bulunuyoruz. Ya yalancı kapitalizm ölecek, ya da yeryüzü ana 'dedi.

Evo Morales'in önderliğinde düzenlenen konferans ne yazık ki bizim medyada pek önemsenmedi;birkaç gazete ,iki üç köşe yazarı dışında entellektüel angaryalar kapsamında ,boş işler kategorisinde işlem gördü;ne borsayı,ne açılımı etkiledi.
Peki kapitalizmin doğaya yönelik kıyımı, insanlığa ne getirdi? diye soran Birgün Gazetesi'nden Adnan Bostancıoğlu ise konuya değinenlerden ; şöyle diyor yazar:

'Mutluluk ve refah mı?
Dünya zenginliklerinin yarısı tüm nüfusun yüzde 2’sinin elinde. Kaynakların yüzde 80’ini dünya nüfusunun yüzde 8’i tüketiyor. Bugün, her 6 kişiden 1’i su, sağlık hizmeti, elektrik gibi imkânlardan yoksun. Her gün 5 bin insan, kirli içme suyu nedeniyle ölüyor. 1 milyar kişi açlık sorunuyla yüzyüze.
İşte geldiğimiz yer burası.
Bu arada... İnsanlığın en radikal dönüşümleri yaşadığı son 250 yıla kapitalizm yön verdiği için, bugün gelinen noktanın faturasını da ona çıkartmakta elbette bir beis yok ama... Sosyalizm tecrübesinin sicilinin de parlak olmadığı hepimizin malumu. Üstelik “o rejimler sosyalist değil devlet kapitalizmiydi” demekle işin içinden çıkmak fazlasıyla kolaycılık olur. Sosyalist düşüncenin aslî kaynaklarının yaslandığı “insanın doğa üzerindeki egemenliği” paradigmasından “doğayla uyumlu bir hayat tahayyülüne” evrilmesi kaçınılmaz bir gereklilik. Yoksa “çiçekler ve böcekler” için değişen bir şey olmayacak. Yani insanlar için.'
Doğadan öğrenebileceğimiz temel bir bilgi var. Yaratılmış her şey, tabiat içinde yer alan zincirin bir başka parçasıyla birlikte hareket halindedir. Dünyada olan her varlık,kendi dışındaki önce yeryüzünün hafızası,sonra da kosmosun bilinciyle uyum içinde titreşmezse varlığını sürdüremez. Gezegendeki her canlı,bir diğerinin yaşam nedeni, dizinin bağlayıcı parçasıdır. Bu nedenle soluk alan her nefes,topyekun organizmanın, tam özgür olmayan vucudun otonom uzvudur. Kangren olan parçaysa canlı beden tarafından kaçınılmaz olarak red edilecektir. Aydınlanma devrimiyle birlikte insani aklın özgürlüğünü ilan eden Kantcı bilim bunu hâlâ görememiştir ; Diğer ekümenik ideolojiler kapitalizme göre kendilerini tanımlayıp/tasnif edip,pozisyon alıp, konuşlandıklarından, ortak bilince/kolektif kazanımlara bağlanacak 'aklı' özgür bırakmaları zordur..Acil eğitim,insanın kendini böcekle,yaprakla her tür hayvanla,bitkiyle yeryüzüyle ve kendi türüyle eşitlemesi olmalıdır. Tanrının yeryüzündeki halifesi söylemini bırakıp,yeryüzünün hizmetkarı olmadıkça kurduğu cehennemden insanın çıkışı yoktur. Ego bu eşitlemeyi yapamazsa, sistemler köle/efendi paradoksuyla devindikçe,sömürü üstünden artı değer üretme alışkanlığı olan sistemin yarattığı problemlerin çözümü imkansızdır.Hürriyet, adâlet, müsavat, uhuvvet diyerek, alanlarda 1 Mayıs'ları kutlayarak eşitlik gelmez. Doğayla kendini eşitleyecek insanoğlunun nihai amacı sınıfsız/sömürüsüz toplum özlemi bir hayal olmaktan çıkarsa,insanoğlu bu dünyadaki misafirliğini sürdürebilir ancak.Gerçek hak, hukuk, hürriyet, eşitlik ve kardeşliğe ertelenmesi imkansız hedefler olduğunun bilinciyle sahip çıkılmalıdır.Bunların insan soyunun yürümesi için uygulanabilir pratikler olarak siyasi terminolojiye girmesi için henüz vakit vardır.

Bu noktada sorumluluğu üstlerine alıp, toprakla birlikte acı çeken Evo Morales gibi bireyler/önderler, revize olmamış özgür düşünce ve kamuoyu önem kazanıyor..

Bolivya Cumhurbaşkanı Evo Morales, sanayileşmiş ülkelerin er veya geç bir uluslararası iklim mahkemesinin kurulmasını kabul edeceklerini söyledi. Bolivya'nın orta kesimindeki Cochabamba kentinde düzenlenen iklim konferansında bugün konuşan Morales, uluslararası iklim mahkemesi kurulması gerektiğini savundu.

Morales, "Sanayileşmiş ülkeler böyle bir mahkemenin kurulmasını kabul etmeyebilirler ama bir yandan da ne kabul edecekler?" diye sordu.

"Er veya geç, halk baskısıyla gelişmiş ülkeler iklime karşı işlenmiş suçları yargılamaya yönelik uluslararası iklim mahkemesi kurulmasını kabul edecekler" diyen Morales, yaptırım gücünün ülkeleri herhangi bir iklim ile ilgili bir protokolün hükümlerine uymaya zorlayacağını ifade etti.

Cochabamba Konferansı, Uluslararası İklim Mahkemesi Projesini, "Toprak Ana'nın" beyannamesi ve iklim ile ilgili dünya çapında bir referandum fikrini, Aralık ayında Meksika'nın Cancun kentinde düzenlenecek olan iklim ile ilgili görüşmelere sunacak.

Morales, Uluslararası iklim mahkemesi kuruluncaya kadar, Uluslararası Adalet Divanının iklime karşı işlenen suçları yargılamasını önerdi.

- "TOPRAK ANA'NIN" HAKLARI -
Toprağın haklarının insan haklarından daha önemli olduğunu belirten Bolivya Cumhurbaşkanı Evo Morales, toprağın korunması için bir "uluslararası hareket" başlatacağını duyurdu.

Cochabamba Konferansında gazetecilere açıklamalarda bulunan Morales, bugün kapitalizmin yarattığı tahribata karşı toprağı korumanın önemine değindi.

Morales, "Toprak Ana'nın" haklarını korurken, insan haklarını da korumuş olursunuz" dedi.

İnsanoğlunun Evrensel İnsan Hakları Beyannamesine kavuşmak için 2 bin yıl beklediğini ve nihayet 1948'de BM'nin bu beyannameyi onayladığını hatırlatan Morales, aynı mücadelenin bir "Toprak Ana" beyannamesinin kabulü için de verilmesi gerektiğinin altını çizdi.

Morales'e göre, başlatmak istediği toprağı korumaya yönelik "uluslararası hareket", Uluslararası İklim Mahkemesi Projesini veya iklim ile ilgili alınan kararlar hakkında referandum fikrini hayata geçirecek.

Cochabamba Konferansına, 15 binden fazla delege, sosyal hareket temsilcisi, çevreci veya Güney Amerikanın yerli halklarına mensup kişiler katıldı.

E.Çetin Girgin
Odatv.com

Nihal Kemaloğlu
nihal.kemaloglu@aksam.com.tr
Küreselleşmeye kül bulutu tecrübesi

Mekansal sınırların kalktığı, finans enstrümanlarının ışık hızıyla iletildiği, sabit adresi olmayan yurtsuz sermayenin kanat çırpıp dolaştığı 'küresel' dünya, İzlanda'da bir yanardağın hareketlenmesiyle fiziksel sınırlarına geri döndü.

Zaman ve mekanüstü kurulmuş yeni evrensel düzen 'küreselleşen köy', buzul altında 190 yıldır uyuyan volkanın kül püskürtmesiyle gerçek yerküresel boyutlarına kavuştu.

Yanardağın kül bulutlarına teslim olan Avrupa merkezli hava sahasında ulaşım 6 gün boyunca durdu. Dünyanın hazırlıksız yakalandığı bu küçük kaosa yüklü ekonomik maliyet eşlik etti.
İş, ticaret, mal ve hizmetin küresel akış bağlantıları altı gün boyunca koparken 'küreselleşmenin' siyasi, ekonomik alt yapısının zafiyeti de tecrübe edildi.

Japonya'ya ulaşamayan yedek parçalar, Afrika'da depolarda çürüyen meyveler, toplanamayan AB ulaşım bakanları, ülkelerine dönemeyen devlet başkanları, yapılamayan spor ve sanat aktiviteleri ve havaalanlarında mahsur milyonlarca insan şok mağduriyetle karşı karşıya kaldı.

Çin ve Güney Kore'de yüzlerce ton teknolojik ürün ambarları doldurdu.
Bilişim teknolojilerinin elektronik siber mekanlarıyla çaresiz milyonlar yakınlarına 'zorunlu bekleyişlerini' iletti.
Fiziksel hayatın bloke olması, ayaklarımızın altından hızla kayan 'akışkan' dünya ve zaman algımızı da kırarak bulunduğumuz noktada nasıl sabitlenip zamanı belli olmayan hareketsizliğe mahkum olacağımızı da gösterdi.

Tabii ki BM'nin 'Küresel ısınma, insan etkinliğidir' raporuyla mevcut üretim ve tüketim modellerinin sebep olduğu 'ısınmanın' İzlanda'daki yanardağ patlamasını tetiklediğini kesinleştirmek için erken.
Bilim adamları, kapsamlı araştırma yapılması gerektiğini söylediler.
Ama küresel ısınmanın erittiği buzullar ve yükselen deniz suyu seviyesinin yerküre üzerindeki baskıları değiştirerek jeolojik, sismik hareketlere neden olabileceğini de bildirdiler.

İlk defa küresel boyutta hareket hızının etkilendiği ve kül bulutunun geçmesini beklediği günlerin ekonomik faturası da çok yüksekti.
100 bin uçuş iptaliyle Avrupa havacılık sektörüne maliyeti beş günde 1.7 milyar doları geçti.

28 ülkenin hava sahasını kapattığı Avrupa'da havayolu şirketleri ağır darbe aldı. British Airways, AB'den mali kurtarma yardımı talep etti.
Havayolu şirketlerinin borsada hisseleri düşmeye devam ederken, şirketler uçuş yasağı getiren hükümetleri suçladı.

Avrupalı siyasiler de kül fırtınasının katlanılmaz etkilerinin, 11 Eylül'ü misliyle geçtiğini açıkladı. Nairobi'deki çiçekçinin malı Brüksel'e, Capetown'ın yaş sebze, meyvesi Avrupa pazarlarına ulaşamadı. Kenyalı çiçek üreticileri, 300 bin ton çiçeği imha etti, Zambiya ve Uganda da bekleyen mallarını çöpe döktü.

Bu zararları Afrika'daki tarım sektöründeki binlerce işçiyi de kapsayacak.
Küresel kapitalizmin neden olduğu ekolojik tahribat derinleşiyor. Bu tahribatın büyük ihtimal tetiklediği yanardağ patlamasıyla, küresel ekonomik sistem bozguna uğradı. Küresel ısınma ve küreselleşme ideolojisinin kopma ilişkisini gözden geçirmek gerekiyor.

http://www.aksam.com.tr/2010/04/24/yazar/17175/nihal_kemaloglu/kuresellesmeye_kul_bulutu_tecrubesi.html

Sürdürülebilirlik, bir 21'inci yüzyıl ideolojisi mi?
Salih Selçuk
23.4.10



Günümüzde çok revaçta olan 'Sürdürülebilirlik' kavramı, veya moda tabiriyle 'Sürdürülebilir büyüme'; yeraltı/yerüstü kaynaklarını, gelecek kuşakların yaşam olanaklarını tehlikeye atmadan tüketerek ekonomik büyümeyi sürdürmeyi hedefliyor. Ele alınış biçimiyle, yeni bir tür ideolojiyle karşı karşıya olduğumuzu bile söyleyebiliriz.

1992'de yapılan ve ana teması 'Sürdürülebilir Kalkınma' (Nachhaltige Entwicklung / sustainable development) olan Rio Konferansı, daha sonraki tüm benzeri Birleşmiş Milletler (BM) konferanslarını derinden etkilemişti ve BM'in dünyaya yaklaşımındaki temel düstur 'Sürdürülebilirlik' olmuştu. BM Kalkınma Komisyonu'nun 1987 yılında yaptığı tarife göre, “Günümüz kuşağının, gelecek kuşakların gereksinimlerini karşılayabilecekleri koşulları tehlikeye atmadan kalkınması” anlamında kullanılıyor. İlk kez 1713'te, ormanların ekonomik kullanımıyla ilgili kuralları anlatmak amacıyla Carl von Carlowitz adlı bir ormancı tarafından ortaya atılan 'Sürdürülebilirlik' kavramı çok sonra İngilizceye çevrilmiş. İlk haliyle sürdürülebilirlik, ormanın asıl/öz varlığını tüketmeden, ormanın sadece serpilip büyüyen kadarını kesip o kadarından yararlanmayı öngörüyordu.

Bugünkü 'Sürdürülebilirlik' düşüncesi, 'Üç ayaklı model' (Tripple bottom line / 3BL) diye de adlandırılıyor. Tarifi de en kısa haliyle, 'insan varlığının ekonomik, çevresel ve sosyal boyutta geleceğe doğru gelişmesinin sürdürülebilirliği konsepti' diye özetlenebilir. Petrol şeyhinden çevrecisine kadar istisnasız herkese hitab edebilen ve “insanlığı” kurtarmak gibi ulvi bir perspektife de sahip bir kavram. Sosyal hayattan ekonomiye, oradan çevre ve atmosfere kadar -tek bir düşünce temelinde yaklaşıp tanımladığı- dünyaya/insana/hayata müdahale edebilme hakkını kendinde görebilen bir tür ideoloji. İlgilendiği ve müdahale etmeyi düşündüğü alan itibariyle tarihte şimdiye dek eşi benzeri görülmemiş bir kapsama alanına sahip. Daha önce, istisnasız herşeyi kapsayan benzeri tek örnek, ortaçağ kozmolojisidir.

Sürdürülebilirlik öyle kapsayıcı ve haklı bir tınıya sahip ki, itiraz etmek hiç de kolay değil. Ama havaya-suya kadar herşeye karışabilen, üstelik onları kullananların takdir hakkını kurnazlıkla ellerinden alarak yerel/kültürel/ailevi özelliklerini gözardı edebilen bir düşüncenin sorgulanması gerekiyor. Sürdürülebilrilik, şu andaki düzeni/sistemi çevreye uygun hale getirip sürdürmeyi amaçlıyor. Bunun mümkün olup olmadığını hiç tartışmadığı gibi, bu konuda gelecek kuşakların adına konuşarak onların geleceğini de ipotek altına alıyor. Bu haliyle, sistemin kendi kendine sınırlar koyarak çevreyi kirletmeyi durdurması konusundaki kesin başarısızlığının Kyoto Konferansı'nda tescillenmesi üzerine yeni ikame edilmiş bir tür avuntu gibi duruyor.

1796'da Fransız filozof Destutt de Tracy tarafından ilk kez tanımlandığı şekliyle ideoloji kavramı, dünyada tek tip bir fikirler bilim kurmak projesi ile ilgiliydi. Kısaca, 'dünyaya tek tip bakış açısı' çerçevesinde kullanılan ideoloji kavramı, Sürdürülebilirlik fikrine ve uygulamasına hiç de uzak durmuyor.

'Sürdürülebilirlik' tarifi 1992'de önemli bir değişiklik geçirerek, daha teknokratik bir tını kazandı. Buna göre, Papua ormanlarında avlanan yerlilerden Batılı büyük şehirlerde yaşayan tüketiciye, çölde su kuyusu açan Afrikalıdan boğa güreştiren Güneyamerikalıya kadar herkesin hayatındaki sürdürülebilirlik vaziyetlerine en iyi bilim adamları karar verebilir! Bu konuda demokrat değil. Sosyal, inançsal, etnik, kültürel ve hatta ailevi ilişkileri ikinci plana iten, demokrasilerin bireyin özel hayatını koruyan ilkelerine alenen ters düşebilen yeni sürdürülebilirlik anlayışı; insanların hayatına her alanda müdahale hakkını, ideoloji terimine ilk ilhamı vermiş bilime tanıyor. Bugünün dünyasında bilim, genel kabul gören, herkesin inanp güvendiği bir şey olduğundan, bilimin sürdürülebilirlik konusundaki takdirine itirazsız herkesin boyun eğmesi bekleniyor. Sistemin çevreye uygun bir şekilde sürdürülebilmesi için kararlarına itirazsız itaat bekleyen aynı bilim, çevrenin mahvına neden olan sistemin sürekli büyümeye odaklı temel düsturunu hiçbir bilimsel sorgulamaya tabi tutmuyor. Bu haliyle asıl sorunu gözden kaçırıp gizlediği gibi, geniş kapsama alanı nedeniyle özgürlükçü alternatif görüşler oluşturulmasını da engelliyor. İnsanların kendilerinin, kendi yerellerinde birşeyler yapmasına izin vermeyip tek tip “çözüm” tarzında ısrar ediyor. Özgürlükçü bir yaklaşıma sahip olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Sürdürülebilirliğin en büyük yanlışı ise, insanı -hem de geleceğin kuşaklarını da dahil ederek- bir 'homo oeconomicus' olarak tarif etmesi.

Bu insan modeli, esasen kendi maddi çıkarlarıyla ilgili, sadece rasyonel bazda düşünüp hareket eden, doğayla ilişkileri yararcılıkla sınırlı, klasik ve neoklasik kapitalist ekonominin tipik tüketicisidir! Sürdürülebilirlik anlayışının mantığına göre insan, gelecekte de “sınırsız” bireysel maddi ihtiyaçlarını karşılamak için yaşayacaktır ve sırf bunun için yakıp kavuracağı saçıp savuracağı yeterince yeraltı/yerüstü kaynağı geleceğe de kalmalıdır! Ancak kalması garantilendiği takdirde dünya, uygun bir şekilde yağmalanmaya devam edilebilir! Küreselleşen dünyada bütün küçük sistemlerin birbirine bağlı olması da, sürdürülebilirlik adına heryere ve herşeye karışabilmenin gerkçesi olarak sunuluyor. Sürdürülebilirlik anlayışı, özde yeni birşey olmadığı gibi, bilimi de alet ederek, yeni ve yapıcı olan başka düşünceleri dışlıyor. O düşüncelerden biri şu: Doğa, insanın bencil yararcılığı adına talan edilecek bir yer değildir. Bir diğeri de şu: Sistemin büyümeye odaklı karakterini, yani para/iş sistemini (ve mal/meta fetişizmini) kökten değiştirerek postkapitalist bir dünya kurmak ve çevre talanını tamamen durdurmak mümkün.

Sürdürülebilirlik projesinin kapsamı, tarihte benzersiz ölçüde olunca, bütçesi de yüksek tutuldu. Sürdürülebilir gelişme projeleri için 2002'de Johannesburg'da yapılan toplantıda, 2015'e kadar 980 milyar Dolarlık bir bütçe öngörüldü. Tabii bu paranın nereden bulunacağı bir muamma olmayı sürdürüyor. 2008 krizinden sonra dev bankaları kurtarmak için, nereden serbest bırakıldıkları kısmen başka bir muamma olan bir trilyon Dolar harcanmıştı. BM'in küresel Sürdürülerbilirlik projeleri için bir trilyon dolara yakın parayı ikinci bir kez bulmak hiç mümkün görünmüyor. Ayrıca, projenin işlemesinin sadece paraya bağlı olmadığı da her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. Çünkü sürdürülebilirlik düşüncesine karşı itiraz sesleri artık daha gür çıkıyor.

Sürdürülebilirlik, sistemin gelecekte de artan boyutlarda kriz üreteceği anlaşılan derin çelişkilerin artık bilincinde olan Avrupalı/Amerikalı/Asyalı orta sınıflara bir tür hayal pazarlıyor. Ve en çok bu sınıfların işine gelen statükonun çevreyi bozmadan, birkaç makyajla aynen sürdürülebileceği ham hayalini işliyor. İnsanların vicdanına seslenerek, piyasa mantığı içinde düşünülmüş sürdürülebilir gelişme projelerine angaje ederek rahatlatmaya çalışıyor. Ama sistemin temel karakterini değiştirmeden sürdürmek hızla zorlaşıyor. Gerçeklerden kaçmaktan ne kadar çabuk vazgeçilirse, gerçek çözümler de o ölçüde çabuk ortaya çıkıp etkili olabilirler. İnsanlığın kendini sürdürülebilmesi için herşeyden önce, kapitalist yaşam tarzından vazgeçmesi gerekiyor. Daha çok para/iş için koşturmayı bırakıp yaşamaya başladığı zaman, çevre zaten kurtulmuş olacak.

http://konstantiniye.blogspot.com/2010/04/surdurulebilirlik-bir-21inci-yuzyl.html

G-20’ye Hamburg sokaklarından itiraz: Bizi kurtaracak olan bankadaki paramız değil
07/07/2017



Almanya’da düzenlenen G-20 zirvesiyle eş zamanlı olarak sokaklar ‘yangın yeri’ne döndü.



Hamburg kentinde 7-8 Temmuz tarihlerinde ülkenin ilk G-20 zirvesi düzenleniyor. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da zirvenin katılımcılarından.

Ancak zirve öncesinde başlayan protestolar halen devam ediyor. Alman hükümeti, G-20 için güvenlik önlemini sıkı tutuyor. Sokaklarda TOMA’lar ve polis araçları hazır bekletilirken, iki gün boyunca 20 bin polis görev alacak.



Protestocu grup ‘Cehenneme Hoşgeldiniz’ adını verdikleri yürüyüşle sokaklara çıkarken, polisin biber gazlı ve tazyikli sulu saldırısıyla karşılaştı.

Protestocular da polislere şişe ve taşlarla karşılık verdi. Polis, Hamburg’daki 12 bin protestocunun bin kadarının yüzlerini kapattığını ve polis aleyhine slogan attığını bildirdi.



Gösterilerde polisin başını ağrıtan grup ise kara elbiseler giyerek yüzlerini kapatan ‘Siyah Blok’ üyeleri oldu. Polis, bu grubun gösterilerden ayrılmasını isterken, polise şişe fırlatıp direnenler sert bir şekilde gözaltına alındı.

Protesto tertip komitesinin gösteriyi sona erdirmesinin ardından da sokaklar kalabalıktı.



Olaylarda 70’ten fazla polisin yaralandığı bildirildi. G-20 protestolarına Almanya’nın ve Avrupa’nın her yerinden gelen 100 bin göstericinin katılması bekleniyor.

Gösteriler sırasında bazı işyerlerinde hasar meydana gelirken ateşe verilen araçlar oldu.

‘1000 suret’



Kendilerine ‘1000 Gestalten/Suret’ adını veren grup da elbiselerini ve vücutlarını griye boyayarak ‘zombi’ gibi yürüdü.

Sallanarak ve ayak sürüyerek ilerleyen göstericilerin sessizliği, bir eylemcinin üzerindeki gri kıyafeti ‘atmasıyla’ bozuldu. Grup, ‘grilik ve ruhsuzluğu’ simgeleyen grilerden ‘kurtulunca’ renkli kıyafetler ortaya çıktı.

Etkinliğin yöneticisi, eylemin ‘değişimin tek bireyden bile gelebileceğini’ vurgulamak amacıyla yapıldığını belirtti.

Yapılan açıklamada da etkinlik ‘kapitalizmin yıkıcı etkinlerine insanların daha fazla katlanmak istemediğinin ifadesi’ olarak tanımlanırken, “Nihayetinde bizi kurtaracak olan, banka hesabımızdaki para değil, birinin elini uzatıp elimizi tutmasıdır” dendi.
Diken

G20’nin gerçek sonuç bildirgesi: Fakir çocuklarız dünyayı yakarız
ERK ACARER
10.07.2017



Gözümüz kulağımız, Ankara’dan İstanbul’a uzanan Adalet yolculuğundayken Almanya, Hamburg’taki G20 liderler zirvesini izlemek ilginç bir deneyim oluyor.

Ateşli, solcu, çArşı kardeşi St. Pauli taraftarının mabedi Millerntor Stadyumu’nun kale arkasındaki tribününde ‘kimse illegal değildir’ yazıyor... Güzel söz; ancak biraz iddialı... Çünkü G20’deki liderlere bakmak kale arkasında yazanla bir çelişkiyi ortaya koyuyor!

Zirvenin sonuç bildirgesi riyakârlığı anlamak açısından yeterli. G20’nin hedeflerinde, iklim, terörle mücadele, küresel ticaret ve Afrika’daki sefalet konuları yer alıyor.

g20-nin-gercek-sonuc-bildirgesi-fakir-cocuklariz-dunyayi-yakariz-317472-1.

Dünyanın en çok silah üreten, çatışmalı bölgelere gönderen ülkeleri ve liderleri barış ile terörizmin bitirilmesinden söz ediyor!

NATO’ya yıllık 682 milyar avro ayrılıyor. Oysa dünyadaki açlığı önlemek için yıllık 70 milyar maliyet yetiyor. Afrika, susuzluk ve açlıkla mücadele ediyor. Batı ülkeleri, Amerika, tarım, hayvancılık ve balıkçılıkla geçimini kolaylıkla sağlayabilecek hatta refah içinde yaşayabilecek Afrika ülkelerinin kaynaklarını alabildiğine sömürüyor. Misal Afrika’dan çalınan balık, Afrika’ya Avrupa’dan iki katı maliyetle gidiyor. Egemenler Afrika’nın balığını, ülkeden çalıp yine ülkeye, daha pahalıya satıyor. Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde yaşları 10’u bulmayan çocuklar günde 1 dolara, mobil telefonlarının çalışmasını sağlayan kobaltı çıkarmak için 12 saat madenlerde çalışıyor.

Neoliberal politikalar tüketim çılgınlığını körüklüyor. Toprağa bağlılığın pazarla değiştirildiği politikaların maliyeti iklim değişikliği... Suni gübre üretimi, zirai ilaçlama, kloro-flora karbon gazı, fosil yakıtı gazlarının kullanımı, içten yanmalı motorla çalışan çılgın sayıdaki araç üretimi... Fabrika bacaları, bilinçsiz ağaç kesimi, üretim atıklarının denize dökülmesi, plastik ve elektro manyetik dalgalar...

g20-nin-gercek-sonuc-bildirgesi-fakir-cocuklariz-dunyayi-yakariz-317473-1.


Tümünü toplayınca sonuç kapitalizm, sömürü ve dünyanın kanını içenlerle eşitleniyor.

Hem dünyaya hem kendi halklarına kan kusturan ülke liderlerinin barışçıl, çevreci bir sonuç bildirgesi imzalaması aslında nasıl bir çarkın içinde olduğumuzun da ifşası.

Hamburg’taki St. Pauli, Millertor, Reeperbahn ve Liman bölgesi gibi merkezler, günlerce çatışmalara sahne oluyor. Kapitalizm, kürelselleşme, neoliberal politikalar karşıtı gruplar adeta sokakları ateşe veriyor. 20 lider huzur içinde, dünyanın en seçkin mönülerinin tadına bakıp, bembeyaz çarşaflarda mışıl mışıl uyurken, gençler TOMA suyuyla ıslanıyor, biber gazıyla gözleri yaşarıyor.

Dünyanın tüm özgürlükten yana çocuklarının bir derdi var. Eşitlik, adalet ve sömürüden uzak bir yaşam isteği. Tıpkı İstanbul, Atina ya da Buenos Aires’te olduğu gibi Hamburg’ta da neden en çok bankamatiklere zarar verildiği ya da kalburüstü semtlerdeki servet değerindeki otomobillerin yakıldığı sorularının bir cevabı var: Bize yar olmayan bu dünyayı yakarız. Ya hep beraber ya hiç. Birlikte her şey düzelene kadar.

Hamburg, G20 liderleri ayrıldıktan sonra gerçek bir çöplüğe dönüşüyor. Kırılmış bira şişeleri, boş pizza kutuları, etrafa saçılmış sigara paketleri arasında Suriyeli mülteciler dolaşıp şehrin çöpünü öğütüyor. Kara gözlü bir kız çocuğu, bulduğu sağlam şişeyi heyecanla annesine uzatıyor. O şişe birkaç sente satılacak. Böyle böyle akşam yemeği çıkacak.
Almanya neresi Hamburg neresi...

G20’nin sonuç bildirgesi açıklanıyor... Oysa somut sonuç; bulduğu şişe için heyecanla annesine dönüp bağıran o kara gözlü kız çocuğudur.

Beyaz çarşaflara inat; bu dünya adalet için yakılmaya değer!

***

G20’nin ilginç notları

g20-nin-gercek-sonuc-bildirgesi-fakir-cocuklariz-dunyayi-yakariz-317474-1.

»Tüm dünyada sol yükseliyor. Tıkanan sistem gerçekçi bir alternatif yaratıyor. Özellikle gençler meydanlarda. Hamburg, her yerde umudun sürdüğünü gösteriyor.

»G20 karşıtı protestoların düzenleyicileri, liderlerin bireysel olarak değil kitlesel olarak protesto edilmeleri konusunda hemfikir olmuştu. Ne var ki protestocular bazı liderleri ön plana çıkarıp daha etkin olarak hedefe koymak konusunda ısrarlı davrandı. Bu liderler arasında Erdoğan’ın da olmasından gurur duyduk!

»Pek çok dükkân kapalıydı. Hatta kimileri tahtalarla camlarına koruma sağlamıştı. Yine çoğunun camlarında ‘G20’yi reddediyoruz’ yazıyordu.

»Kimi dükkânlarda ise G20 liderlerinin fotoğrafı asılıydı. “Onlara satış yok” yazıyordu. Hamburg genelevleriyle her dönem meşhur bir şehir. Reepberbahn ise adeta günahın semti. Yanarlı dönerli ışıkları olan genelevler cadde boyunca ve ara sokaklarda uzanıyorlar. Bunlardan birinin camında da; “Trump, Putin ve Erdoğan giremez” levhasını görünce onlar adına üzüntü duyduk!

»Türk esnafın sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde Paris komünündeki esnaf gibi davrandığına tanık olduk. Paris komününde göstericilere saldıran esnaf esas müşterilerinin o protestocular olduğunu düşünememişti. Dükkânlar kapandı hepsi işsiz kaldı. Hambug’ta neredeyse tüm dükkânların kepenkleri inmişken Türk lokanta ve marketleri çalışıyordu. Ne ilginçtir ki göstericilere en çok küfür edenler de onlardı. Türk insanının devlet reflekslerini neden bu kadar sevdiğini ve ‘herkes terörist’ algısını neden bu kadar benimsemiş olduğunu sosyologlara bırakalım.

Afrika adalet İstanbul almanya esnaf mücadele neoliberal Ankara çArşı illegal avro Avrupa iklim değişikliği araç ağaç çevreci Atina NATO tarım sömürü
Birgün

Burhan Halit KOŞAN: ORTA DOĞU- 2
16 Ocak 2018



“Çin” diye söze başladığımızda İPEK YOLU’nu anlatmaya mecbur değiliz. Ticaret güzergâhı olan İpek Yolu hattının yeniden işlerlik kazandırılması için yapılan çalışmalar ve gösterilen gayretler “YENİ DÜNYA” düzenine alternatif değildir, apayrı bir düzen teklifi hiç değildir. Amerika tarafından domino edilen YENİ DÜNYA düzeniyle de hiç kavga halinde değildir.

Yeni “İpek Yolu” projesini anlamak için öncelikle yerel ölçekte Irak-Suriye merkezinde başlatılan ve bütün Orta Doğu’yu yangın yeri, kan gölüne çevirmek üzerine tasarlanan “Arı Kovanı” projesi anlaşılmadan “İpek Yolu” projesine odaklanmak, matematiğin basit dört işlemini bilmeyenlere integral denklemleri anlatmaya benzer. Küresel ölçekte ise, Lâtin Amerika ülkeleri için “And Dağları Projesi” ve Uzak Doğu ülkeleri için “Domino Teorisi” gibi her biri ayrı bir bölgeyi, her biri farklı bir iklimi işgâl ve tasallut için düzenlenen yıkıcı ve yakıcı küresel projeler anlaşılmadan, direkt “İpek Yolu projesi” sonucuna odaklanmak gaflet değilse kesinlikle ihanettir. Sonuç üzerinden formül bulmaya çalışmak, analitik düşünceye de metodolojik zihin egzersizlerine de aykırıdır.

Sonuca odaklanarak geçici zaferler kazanmak, kalıcı hezimetleri getirir. Bu durum ise, insanlığın düşünce tarihi başta olmak üzere biyolojik ve fiziki dünya pratiğinde, kaybedenler listesine yazılmayı getirir.

Kadrolu hariciye hainleri ile politika kanalizasyonunda banyo yapanlar tarafından piyasaya sürülen Çin merkezli hamleler, güya Amerika’nın kurguladığına aykırıymış-karşıtıymış gibi pazarlanıyor. Hâlbuki “Çin” orijinli/odaklı tüm fikir ve hareketlenmeler, Atlantik orijinli Yeni Dünya düzenine alternatif olmadığı gibi farklı bir güzergâh hattı olmadığını da belirtmeye mecburum. Birkaç ekstrem-uç teklifi dışında “Çin” tarafından yapılıyormuş zannedilen bütün organizasyon tekliflerinin; Batı, batıl, Paris-Berlin-Londra’nın vagon, Atlantik-Amerika’nın lokomotifliğindeki Yeni Dünya düzenine hizmet etmek için olduğuna adım gibi eminim.

İster iyi niyetli olsun, ister kötü niyetli olsun, Oksidantalizm okumalarının sonu, Batı’nın ve batılın mamulü olan şarkiyatçı nazariyeleri savunma ibişliğine vardığını görüyorsun-görüyorum; gördüğünü de görüyorum! Oksidantalizm denen dikenli yolun, bu kirlenmiş çağın griye bulanmış vasatı ile vasat altı insanları için risk devamlılığı sabit, çok rizikolu bir güzergâh olduğunu söyleyebilirim.

Biz, Oksidantalizm tehlikesinden, KİM’in, niçin ve niye azade olduğunu, kimlerin ise hangi nedenlerden dolayı azade olabileceğinin cevabını bir sonra ki yazımıza bırakalım ve ana hattımız olan Orta Doğu konusuna odaklanalım.

Evet, Orta Doğu havzasına ait meseleleri ete, kemiğe bürümeden ve elbise renklerini seçmeden önce konuyu, iki soruyla renklendirelim:

1-Amerika için uyuşturucu mu önemli? Petrol mü?

2-Amerika, uyuşturucu savaşını mı kazandı? Petrol savaşını mı?

Sorulardan önce cevapları görebilen Adımlar kadrosu ve kıymete haiz okuyucuları için suallere ait düşüncelerimi yazmadan önce iki kelâm etmekten şeref duyacağım. Seçkin ruhlara ve aristokratlara hitap eden İBDA fikrine müdrik olmaya çalışan yoksul bir Türk olarak, Müessir Eser/ Allah Resûlü’nün varisi olduğuna iman ettiğim Kumandan’ı takip etmekten ve ardında yürümekten onur duyduğum gibi kendi varlığımı inşa etme sürecinde Adımlar ile beraber yürümekten, mutlu olduğumu söylemeliyim. Sonuçta, eziklerin zihin yapısıyla düşünmeyen, rejimin konfeksiyon-hazır giyim elbiselerini reddeden ve statükocu düzenin tercihlerine yönelmeyen insanlarla yürüdüğüm için kendimi talihli görüyorum.

Evet, Amerika, her ne kadar nano-teknoloji, biyo-teknoloji ve hidrojen çağının en uçlarında dolanıyor olsa da uyuşturucu savaşını kaybetti. Kazandığı petrol savaşının ise son çeyrek asrına girdi. Cevap anlaşılsa da bazen, gerçeği iyicene sadeleştirmek gerekir. Amerika uyuşturucu savaşını kaybedeli çok zaman oldu. Kaybeden derken yurttaşlarının içmesine engel olamadığı-olmadığı gibi CIA ve FBI kurumlarının organizesiyle Amerika’nın 15 resmi istihbarat kuruluşu ya direkt-doğrudan kendileri, ya endirect-dolaylı yollarla uyuşturucu ticareti yaptıklarını da söylemeliyim. Uyuşturucu ticareti yapan, insanlığın ve medeniyetin düşmanı Amerika’nın istihbarat kuruluşlarının isimlerine değinelim. Ulusal ve uluslararası istihbarat çerçevesinde ABD’deki on beş istihbarat teşkilatı şunlardır: İç Güvenlik İstihbaratı, Hava Kuvvetleri İstihbaratı, Ordu İstihbaratı, Sahil Güvenlik İstihbaratı, Merkezî İstihbarat Teşkilâtı, Savunma İstihbarat Teşkilâtı, Deniz Piyade İstihbaratı, Enerji Bakanlığı İstihbaratı, Devlet Bakanlığı İstihbaratı, Hazine Bakanlığı İstihbaratı, Federal Araştırma Bürosu, Ulusal Jeouzay İstihbarat Teşkilâtı, Ulusal Tanıma Bürosu, Ulusal Tanıma Bürosu ve Deniz Kuvvetleri İstihbaratı.

Bilahare hepsinin karnını tek tek deşecek, beş para etmez ciğerlerinin izâh edici fotoğraf karelerine ân be ân değineceğiz; periyodik olarak.

Küresel uyuşturucu pazarında dönen para, yaklaşık olarak 800 milyar dolar civarındadır. Bu malûmatı, sokak aralarında bilye oynayan çocuklar dahi biliyor. Bu kirli ve kan damlayan uyuşturucu parasının 500 ile 550 milyar dolarlık cirosuna ise, Amerika’nın 15 istihbarat biriminin hükmettiğini de biz söyleyelim. Sonuç itibariyle yıllık kazançları 500 ile 550 milyar dolar arasında uyuşturucu kazancı olan 15 Amerikan istihbarat biriminin hepsi kazandıkları kirli ve kan damlayan uyuşturucu paralarıyla ekonomik tetikçilik, kirli savaşlar, hukuksuz infazlar ve gezegenin her köşesinde üstü örtülü operasyonlarını domino etmektedirler.

Problemi tespit ettiğimize göre çözümü ne?

Mümin kardeşlerimizle birlikte, Atlantik-Amerika ve Batı-Paris, Berlin gibi merkezlerde yaşayan ve bu durumdan rahatsız olanlar da, küresel uyuşturucu ticaretini yönlendiren global mafya babaları ile birlikte, uyuşturucu ticaretini destekleyen Doğulu ve Batılı devlet yöneticilerinin de elleri kelepçeli olarak adalet önüne çıkarılmasını istiyorlar; çıkacaklar.

Çarşaf olan denizlerin başkaldıran dalgasını, kibirli dağların isyan eden kel kafasını; Fikir-İBDA çekici veya has demirle ezmek bizim işimiz.

Bir kısım insan, “Bu ne özgüven, bu ne cesaret kardeşim?” diye sorabilir. Birincisi, görkemli zaferler kazanacak İBDA fikrinin ayak seslerine tanıklık. İkincisi ve daha önemli olanın ise insan iradesinin, inandığı fikir ve inandığı dava değerlerinden geldiği malûmdur.

Davamız İslâm; fikrimiz, davaya giden vasıta da Büyük Doğu-İBDA olduğuna göre bırakın da küfrün, kâfirin, münafığın ve oynakların meydan okumalarına layıkıyla cevap verebilelim. Takdir edersiniz ki kölenin şerefi ve kabadayılığı efendisinden gelir. Davamız İslâm, fikrimiz İBDA ve kutlu Kumandan Salih MİRZABEYOĞLU liderimiz olduğuna göre fazla söze hacet yok.

Ana konudan belirli bir mesafe uzaklaşsam da tamamen uzaklaşmadım. Meseleler birbiriyle ilintili, konular matruşka gibi iç içe geçişli olduğu için yazmaya mecburdum. İmdi müsaadenizle kısa bir mola verelim.

Ahmet ARSLAN tarafından seslendirilen “Minnet Eylemem” şarkısı eşliğinde Türk tarihinden bir nefes alalım.

Papa I. Leon, Atilla’nın önünde diz çöküp yalvarması ve ayaklarına kapanmasına karşılık olarak, Roma İmparatorluğu’nu kurtardığında takvimler 452 yılının bahar mevsimi gösteriyordu. Atilla, Batı Roma’nın diz çökmesi, Doğu Bizans’ın baş eğmesi ile yetinmedi. Sırada Sasanîler vardı. Atilla, her ne kadar İran-Acem-Sasanî Devleti’ni terbiye etmek ve hadlerini bildirmeyi düşünse de 453 yılında ölmesi, düşüncesini akamete uğrattı. Türk devletlerinin genetiğinde olan devamlılık geleneğince, İran-Sasanî Devleti’ne diz çökertip, haddini bildirmek, Akhunlular kağanı Aksungur zamanında gerçekleşti. Sasanî Devleti’nin başına geçen Firuz, Türk hakanı Aksungur’a güzel kızını, Akhun İmparatorluğuna ise vergi-haraç vermeyi kabul ettiği için yaşamasına müsaade edilse de güzel bir cariyeyi kendi kızı imiş hilesiyle göndermesinin ve haraç-vergi ödemekte gecikmesinin bedelini hayatıyla ödedi; Allah Resûlü’nün doğumundan 102 yıl önce.

Petrol ve tarihî Atilla figürüne, niye değindim?

Atlantik-Amerika’nın, fosil kalıntısı yobazlar tarafından pompalananın aksine, Ortadoğu petrolünden daha ziyade Asya, Uzak Doğu ve Lâtin Amerika uyuşturucusuna mahkûm olduğunu anlatmak için.

Tarihî gönderme yapmamın sebebi ise, bildiğiniz üzere, uygulanan eğitim müfredatı neticesinde siyasî, içtimaî-sosyal, edebî hafıza tarihimizin unutturma ve unutkanlık üzerine bina edilme eşiğini aşma cehdidir. Aynı şekilde, toplum dinamiği olması gereken yapı ve köklü kuruluşların haramî düzenle bitişik yürüme gafletinde olanları uyandırmak, ihanet sürecine girenlere de haddini bildirmektir.

Bizler, Başyücelik odaklı uzun soluklu yürüyüşümüze, kesintisiz devam etmekle sorumlu-mükellefiz. Bize düşen vazife ve sorumluk, analitik şuur süzgecimizin temelleri olan Doktriner İslâm, âyet, Müessir Eser-Allah Resûlü, Ehli Sünnet ve ideolocyamız olan İBDA fikriyatı ile ulvî değerlerimizin azimli hatırlatıcısı olmak ve gün be gün, ân be ân İslam ihtilâl ve inkılâbına hazırlanmak ve hazırlamak olmalıdır.

Mücadele ve savaş, tuhaf dostluklar, ilginç ortaklıklar doğurur. Gün olur, yüzüne bile bakmadıklarınızın elini sıkmaya, gün olur en iyi dostlarınızdan uzak kalmaya mecbur kalırsınız. Çarpık malûmat ve hasarlı bilgiler sonucu verilen hükümler, insanı, sonu hüsranla neticelenecek uçurumlara sürükler. Biz, insan belleğine kılavuzluk eden hakikate, insan genetiğine işlenmiş doğru, güzel, iyi ve gerçekler ışığında yürümeye devam etmekle sorumluyuz. Evet, konumuz Ortadoğu idi.

“Yarın değil, hemen şimdi” prensibimizle, bugün, sinek vızıltısı hükmünden öteye geçmeyen Ortadoğu ülkeleri ve yöneticilerine bodoslama girişelim.

Ezher-Kahire-Mısır, ataları olan Firavun’dan miras kalan emperyalist ve sömürgeci anlayışının devamı olarak düşman gördüğü, başta Sudan olmak üzere elinin erişebileceği yerleri toprağına katmak, siyah renkli mümin kardeşlerimizi köle olarak kullanmak için fırsat kollamaktadır.

Ezher medresesi, her ne kadar küresel emperyalizme müstahdem olduğunu gizlemek ve genetiğine kodlanan vesikalı olma özelliğinin üstünü örtmeye çabalasa da her ân suçüstü yakalanıyor. Siz, hiç Ezher Medresesi yöneticilerinin, “Mısır’ın Filistin kapısı her zaman açık kalmalı!” dediğini duydunuz veya küfre meydan okuyan bir fetvasını okudunuz mu? Okuyamazsınız, çünkü yok. Kısa ve öz olarak Ezher-Kahire-Mısır fitnesinin, küfre ve kâfire meydan okumaktan çok ümmet-müminleri parçalamak için çalıştığını ve çabaladığını görelim. Sonuç olarak Ezher-Mısır, Arap dünyasının hasta adamıdır. Dinamikleri olmadığı için hızla parçalanmaya yürüyor.

Tahran-İran, Ortadoğu ve bölge havzasında, yönetici kliği Amerika’dan göreceli ve parçalı olarak nefret etse de İran-Acem halkı, Amerika’yı kendisinden dahi çok seven tek körfez ülkesidir. İran’daki Şia ruhu, arkasına bile bakmaya cesaret edemeyeceği şekilde uzun yıllar önce öldü; defnedilmesi için sadece gün sayıyor diye inanıyorum. Hükümetleri reform yaparmış gibi davransa da sönük ve ölü siyasî düzenleri defnedilmeyi bekleyen mort-ölü. Kum kentinin çocukları, defnedilmeyi bekleyen ölülerinin yüzünü pudralamakla meşgûller. İran, şu ânda hâlen daha nefes alıyor ve ölen Şia rejimlerinin başında ağlamıyorsa küresel terör şebekelerine verdiği destek nedeniyledir. Çin, nasıl ki Mao’nun öldüğü gün, ideolojik açıdan zayıflamaya ve çürümeye başladıysa, İran da kâfir liderlerinin öldüğü gün itibariyle kuduz saldırganlığından vazgeçmeye ve sapkın kültürel taarruzlarını terk edip savunmaya geçmiştir. İran-Şiî rejim, şu ânda Rusya’nın Brejnev dönemini yaşıyor. Verimsiz ekonomi, çapulcu bürokrasi ve adaleti erteleyip zulmü yasallaştıran İran için cenaze namazı ne zaman? Bu sual abartı olmaz.

Körfez ülkeleri ve Suudî Arabistan’ın, Amerika’nın dayattığı, bölgesel bir standart ile makul davranışlara mahkûm olup bu rolü kabullendiklerini görmemek için ya kör, ya ahmak yahut sağır olmak gerekiyor. Uzak Doğu ikliminde Amerika ile Çin nasıl ki aynı havuzun iki damla suyu iseler, Ortadoğu havzasında da kibirli Suudî sürtüğünün başatlığında hareket eden körfez ülkeleri ile Amerika, aynı havuzun iki damla suyudurlar. “Bırakın da pasta yesinler” diyen kibirli Suudî sürtüğü yöneticileri ile Ezher yöneticilerinin emir eri olan Kahire yöneticilerinin, İsrail’in suyuna göre aktığını ve İsrail dümeninde hareket ettiklerini inkâr edecek bir Allah kulu-insan çıkmaz, çıkamaz. Kibirli Suudî sürtüğü, Sünnî dünyasının hamisi kendisiymiş rolünü oynamak için rol kapma girişimlerine başlasa da sapkın anlayışının alâmetifarikası olan sadist şiddet eğilimini, terörist yönetimini ve hepsinden önemlisi bölücülük aşılayan Selefî ve Vahhabî inancının simgesi olduğunu saklayamıyor. Allah aşkına, hangi insan, zalim-totaliter bir rejim altında yaşamayı tercih eder ki?

İşin netice veya öznesi olarak, kibirli Suudî sürtüğü yöneticilerinin tek tutkuları var; Selefî ve Vahhabî kırması monarşilerini-diktatörlüklerini ayakta tutmak olduğunu söyleyebilirim.

Problemli ve hassas bir çizgi olan Filistin-İsrail konusuna değinmeden, meseleyi az çok belirli bir noktaya taşımaya çalıştığımı fark etmişsinizdir.

Oldukça netameli ve hassas bir çizgide yürüyen Filistin meselesine başlamadan önce kısa bir mola verelim. Neomavi tarafından dillendirilen “Kumandan’a – Sen Benim Her Gece Efkârım” adlı çalışma eşliğinde kıssadan hisse alalım:

Bir çakal, horozun birini sabah uykusunda yakaladı. Horoz feryat etti, “Ben Uyanıklar dostu, geceyi ibadetle geçirenlerin müezziniyim. Beni öldürmekten sakın. Kanımı zulüm kılıcıyla dökme.” Çakal cevap verdi: “Seni şu iki şıktan birini beğenmekte serbest bıraktım. İstersen bir pençe vuruşuyla canını alayım, istersen seni parça parça edeyim öyle yiyeyim.”

Vazifesini yapmayanların sonu, ölümlerden ölüm beğenmek dışında bir tercih olamaz. Gaflet uykusuna yatıp çalışmayanların sonu ya kölelik hüsranı yahut ölümlerden ölüm beğenmektir. Çakal olan Amerika olduğuna göre, Ortadoğu horoz olmasın?

Küresel satranç hamleleri ile oynadığımıza göre bildiğinizi hatırlatmak adına iki kavrama değineyim; Taktikçi-teorisyen ve uygulayıcı-savaşçı sözcüklerine değinelim.

Siyasî teorisyen: İster Batılı ister Doğulu olsun, bu insanların zekâ çarkları son sürat giden yarış arabasından daha hızlı vites değiştirir. Zekâları gaza bastığı ândan itibaren, nöron-beyin hücrelerinin çalışma hızına yetişmek imkânsızdır. Her teorisyen aynı zamanda savaşçı kimliği taşımaktadır. Teorisyen, bir bakıma, oku yaya yerleştiren, mesafeyi ölçen ve atış vaktini hesaplayan üst akıldır diyebiliriz.

Uygulayıcılar-Savaşçılar: Gaz pedalına basmak için motoru çalıştırır vaziyette tutan yarışçıdır. Bir bakıma, beynin emrinde hareket etmeye mecbur gerilen yay, çekilen okun bizatihi kendisidir.

KİM teorisyen ve savaşçı, kimler sadece savaşçı belli olduğuna göre biz, üzerimize düşen vazifemizi yapmakla mesulüz.

AĞZI TATLI M…….’İM (s.a.v)

Rahman kokusu taşıyan, Cebrail nefesi barındıran, kıymet üstü kıymetli bu tanımlama cümlesi elbette ki Allah Resûlü’nü anlatıyor. Tahrif edilmiş Tevrat’ın ezgiler ezgisi bölümünde bulunmasına rağmen tahrif edileni bile tekrar tekrar tahrif etmekten çekinmeyen ve Üstadımız’ın tabiriyle “Fikirde anarşist, maddede despot” Yahudiler tarafından kitaptan çıkarıldığını söylememe kimsecikler şaşırmaz. “İM” ekinin, İbranî lisanında sevgi mânâsına geldiği gibi çoğul eki olduğunu da söyleyebilirim.

Netameli ve bir o kadar da sıkıntılı olan Filistin-İsrail meselesine böyle bir giriş yapmakla dostlarımızı sevindirip, düşmanlarımızı üzücü ve incitici hamle şuurumuzu da yeniden göstermiş olalım.

Türkiye ile Amerika ilişkilerinin kasvetli ve bir o kadar da kırılgan yapıya büründüğü malûmunuz; hakeza İsrail ve Filistin meselesi de… Yıllardır bir bacadan diğer bacaya geçmeyi, çözüm veya yol bulmak diye tarif edip halkları kandıran, ümmeti aldatan, İsrail ile Filistin taraflarının ikisinin de çıkmaz sokağa girdiğini söyleyebilirim. İki tarafta ya yeni bir suç icat edip yeni bir suç işleyecekler yahut suç işlemekten beter bir tiyatro çevirerek halkları ve ümmeti kandırabilirler. İsrail tarafında katiller ve caniler sürüsü olduğu konusunda mutabık olduğumuza inanıyorum. Filistin tarafını yönetenlerin birçoğunun ise, özellikle Arafat’tan sonra kibirli Suudî sürtükleri gibi egolarını tatmin etmek ve şehit kanlarını şahsî menfaatleri uğruna harcadıkları ve özgürlük mücadelesinden daha ziyade şahsî menfaatlerine odaklandıklarını düşünüyorum.

Ortadoğu ile beraber körfez ülkelerinin tamamı ve özellikle Filistin için en çok yardımı yaptığını iddia eden İran’ın, diplomatik ayak oyunları ile halkları kandırmaya devam etseler de görünürde iki devlet –gerçekte sadece İsrail Devleti– teklifine balıklama daldıklarını ve kabul ettiklerini bilmeliyiz. İnşallah yanılan ve kurduğu cümleleri yüzüne vurulan ben olurum.

“Filistin için çözüm ve kurtuluş ne?” sualine cevap yazmadan önce Ortadoğu’nun, Doğu’ya bakan ve Batı’ya bakan diye ikiye ayrılmak üzere yeni bir Yalta antlaşmasının mevzuu olmaya doğru sürüklendiğini söylemeliyim.

Filistin’in, özgür bir devlet olarak bağımsız yaşamak istiyorsa tek seçeneği vardır: Erivan’dan izin, İstanbul’dan ise hem izin, hem onay almaya mecbur ve mahkûmdur.

Siz, “Neden? Niçin? Nasıl?” suallerinin cevabını düşüne durun, ben, Kumandan Salih MİRZABEYOĞLU’nun “Elif” eseri üzerine tefekkür ibadetiyle meşgûl olayım.

Kaynak: Adımlar dergisi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...


En son Alemdar tarafından Sal Oca 16, 2018 10:22 pm tarihinde değiştirildi, toplam 3 kere değiştirildi
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Pzr Mar 19, 2017 10:56 pm    Mesaj konusu: BAŞYÜCELİK DEVLETİ -Yeni Dünya Düzeni- Alıntıyla Cevap Gönder

KÜRESEL SAVAŞ MERKEZLERİ
Burhan Halit KOŞAN
4 Temmuz 2017

MUM GİBİ OL, MUM GİBİ OLMA.

Bozkırın gülü, Türk’ün aksakallısı,Kaptanıderya Şahı Nakşibendi böyle emretti.

Bu emirle girdik kutlu dergâha, yüz sürdük toprağa, düştük yollara, pirin emri sadağımız, demir çarık atımızdır. Gözümüz, gökkuşağıyla güneşe yolculukta biricik kefilimiz, rabıtalı kalbimizdir.

Küresel savaş merkezleri başlıklı bu makalemizde; ezilen mazlumlar, sömürülen garipler, katledilen insanlık ve suskunluğa mahkûm edilen bütün âşıklar şahidimiz olsun, şahidimiz olsun kırmızı kalem. Bu kutlu yürüyüşümüzde; Mansur ATA kolbaşımız, Hacı BEKTAŞ yoldaşımız, Hızır bizim duacımız, MİRZABEYOĞLU reisimiz ve Türkistan piri Şahı NAKŞİBEND Başbuğumuzdur.

Haydi bre! Vira Bismillah diyelim ve yürüyelim güneşe, karanlık tepelensin, kötülük debelensin.

Bu öyküde; Hak ile batılın, iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin ve doğru ile yanlışın kavgası yoktur. Bu hikâyede; çok kötü ile daha çok kötünün, karanlık ile zifiri karanlığın kavgasını anlatacağız.

Meselenin başında, kanların döküldüğü canların verildiği çatışma sahaları ile küresel savaş

Kararlarının alındığı ve asıl harbin döndüğü küresel savaş merkezleri tamamen farklıdır. Bu yazımızda çatışma alanlarını değil küresel savaş merkezlerinin kalbine yolculuk yapacağız. Evet, Öncelikle Gezegenimizde küresel savaş veya yerel çatışma kararlarında dahli olmayan başkentleri sıralayalım. Karar alan ve icra edenlerin arasında; Moskova yok,Pekin ve Roma yok.

Afrika kıtası; ağzını dahi açamaz.

Japonya başta olmak üzere Uzak Doğu; kendini kabuğuna hapseden tembel tosbağa.

Tahran ile Kahire; emperyalizmin gönüllü hizmetkârı, kapitalizmin tasmalı hınzırları. Ortadoğu, evet Ortadoğu ise, baştanbaşa sinek vızıltısı. Bu paragrafımıza itiraz edici kakofoni/kuru gürültülere kesinlikle pabuç bırakmayız. “Yarın değil hemen şimdi” prensibimizle; olmayanları izaha çalışalım ki meramımız ve serencamımız anlaşılabilsin.

Özne; Batı sisteminin varlığı, Rusya’nın ölümcül bir tehdit olarak algılanmasına bağlı olduğudur.

Rusya; Batının, glasnost ve perestroika oltaları ile avlanıp, kibirli Suudi destekli petrol ayak oyunlarıyla tarumar olduğunu unutmadığı gibi, intikamını alamadığının farkında.

Moskova, Batının-Batılının gözünde mistik ve barbardır. Batı, Osmanlı ile direkt çarpışacak cesareti gösterdiği için Moskova ve Rus halkına hayrandır. Aynı Batı, Moskova’ ya karşı çocukluğunda iğfale uğramış haleti ruhiye tavrıyla ürpermektedir. Batı, Moskova karşısında; korku, tedirginlik ve dehşet duygusuyla çekingen yaklaşır ki, bu sebeple de, Moskova’ ya karşı değil savaş düşüncesini taşıması, Moskova ile savaşma hayalini bile aklından geçirmez/ geçiremez. Rusya ile doğrudan bir savaşı göze alamayan batı, dolaylı yollardan savaş cepheleri açarak terbiye etmeyi ve Moskova’yı istikrarlı Kaosa mahkûm etmeyi istemektedir. Moskova’nın, batı karşısında savunma pozisyonu alacağını söyleyenler; Batının beşinci kol faaliyetini yapan ahmak posta güvercinleridir.

Moskova, hinterlandı/etki alanı ve menfaatine yapılacak saldırılara karşı kesinlikle affedici yaklaşmayacak ve merhamet göstermeyecektir. Batının, açıkgöz geni ile çevirdiği diplomasi palyaçoluğunu sobeleyen Moskova’nın, batının kaderinde olan parçalanışını hızlandırdığını görmeliyiz. Moskova’nın, kendi açısından bütün artılarına mukabil,sendelemesi, ayağının sürçmesi ve tekerlenme ihtimaline karşı, ceplerinde sakladığı; yakıcı ve kavurucu yeni bir devrim sürecini sakladığını unutmayalım.

Özne; Batı sisteminin varlığı, Rusya’nın ölümcül bir tehdit olarak algılanmasına bağlı olduğudur.

Orta doğu coğrafyasında, sapıklık ile sapkınlığın merkezi olan Tahran ile Kahire’nin; liseli âşıklar gibi Londra ile el ele gezdiğini cümle âlem biliyor, bizde biliyoruz. Kum kenti ve Ezher ’in sarıklı sapıkları ise, Anglikan kilisesi emrinde; İslam’ın doktriner/dogma/ayet anlayışını katletmek, uygarlığımızın genetik kodlarını öldürmek, medeniyetimizin temel yapı taşlarını çürütmekle meşguller. Tek yaptıkları; Batının, cani cürümlerini, vahşi katliamlarını ve işlediği cinayetlerini perdelemek için Batı dünyasının müsaade ettiği ölçüde diplomatik kınama sahtekârlığıyla kontrollü tepki göstermektir. Tek yaptıkları; sinek vızıltısı, kakofoni- kuru gürültü çıkarmaktır.

Amerika’nın; Katran karası petrolünden dolayı, Orta Doğudaki kibirli ve havalı sürtüğü Suudi Arabistan ise Asya kıtasındaki izdüşümü olarak kibirsiz ve kaprissiz sürtüğü de Pekindir. Sarı ve siyah bir akıl durumudur, renk değil. Amerika’nın taze su yankileri siyah, tatlı su yankileri ise sarıdır.Liman kenti Şangay başta olmak üzere Çin’in sekiz şehrinde, sekiz adet Amerika’n askeri üssü bulunuyor. Aynı şekilde Pekin’de bir CIA merkezi ile Pekin/ Şangay/Doğu Türkistan yerleşkelerinin her birinde ise ayrı ayrı FBI Asya irtibat merkezleri olduğu gerçeğidir. Evet, gerçek olan hakikat olan durum, ırkçılığın kalıcı mirasına sahip olan Londra’ya uşaklık ve Washington’a hizmetkârlık eden bir Çin/ Pekin olduğu gerçeğidir.



Batı denildiğinde; Fransa, Almanya, Amerika ve İngiltere’yi kast ediyorum.

Kıta Avrupası ile Kara Avrupa’sının diğer ülkeleri de bu şer çetesinin hışmından kurtulamazlar,İtalya gibi.

Güç dengelerini değiştiren, Londra ve Washington’un diplomasi fırıldaklıklarını ve ayak oyunlarını bozan Enrico MATTEİ/Enriko MATE ismini kaç kişi bilir, bilmiyorum. Evet, sadece sıradan bir Roma/İtalyan yurttaşının veya Roma sokaklarını adımlayan bir sanatkârın değil tüm Roma/İtalyan yurttaşlarının; Sezar’dan sonra görebileceği en önemli İtalyan devlet adamının Enrico MATTEİ olduğunu kaç kişi bilir? Bilmiyorum. Altı ayaklı İtalian Petroleum Agency’i/AGİP köpeğini yeniden inşa eden ve ayağa kaldıran; Elbette ki,Enrico MATTEİ’ den başkası değildi. Emperyalizmin, yedi kollu şamdanına/petrol karteli yedi kız kardeşine savaş açması, küresel dengeleri yerinden oynatmaya yetti. Altı ayaklı AGİP köpeğini/İtalian Petroleum Agency’i; Petrol karteli yedi kız kardeşle rekabet edecek bir duruma getirenin de MATTEİ olduğunu söylemeye bile gerek yok. Emperyalizmin dengesini bozan hamleleri ile kibirli ve küstah Yedi Kız Kardeşin Nefretini cezbeden MATTEİ idi. Kilise korosu susunca, çanlar çalıyordu. Evet, Batı dediğimiz; İngiltere, Fransa, Almanya ve Atlantik’in/Washington’un şer çetelerine savaş açan MATTEİ hikâyesinin nasıl bir acı sonla bittiğini tahmin edebilirsiniz. Gizemli bir uçak kazası ve ölüm.

Şu ana kadar küresel savaşlara karar vericisi olmayan ülkelere değindik. Müsaadenizle, Çerkez ezgileri; ağlatan kafe ile ağlatan dans eşliğinde, bir çay molası verelim. Kıssadan hisse alalım.

Batı Afrika’da bir mitos vardır. Edişu adlı muzip tanrı insan kılığında yollardan geçerek bir köye girer. Kalkıp gittiğinde oradan biri ‘’Ne güzel kırmızı bir şapka’’ der. Bir başkası itiraz eder’’Yok yahu, bal gibi yeşildi.’’ Üçüncü biri güler ‘’ Sizde renk körlüğü var, kardeşim, kar beyazdı’’ Onları dinleyen bir dördüncü sinirlenir. ’’sende de tabii, ziftti zift, Katrandı, katran.’’ Oysa Edişu’nun Şapkasının sağı yeşil, solu kırmızı, önü beyaz, ardı karaydı.

Tekrarda fayda var.

“Yeni Dünya Düzeni” başlığı altında yayınlanan makale serimizde; Londra, Paris, Berlin ve küresel serseri Amerika başlıklı makalelerimiz ile bu katiller ve caniler şebekesinin, her birinin kendine has metodunu anlatmış olmamıza rağmen, müsaadenizle kısa bir tekrar yapalım.

Londra’nın TERAZİ POLİTİKASI başlığı altında “Elitist kontrol, dayanışmayı engelle, ekonominin tasarlanması, tecavüze razı olmalarını sağlamalıyız, herşey bizim için, diğerlerine hiç bir şey” ve benzeri onlarca ahlaksız argüman ve vahşi metotlarla; Londra/ kraliçe, 71 ülkeyi yönetiyor.

Amerika,”OYUN TEORİSİ”denen hilekâr düzeneğiyle insanlığa felaket dağıttığı gibi bu hilekâr düzeneğin ABD başkanı ile Kongre denetiminin bir partiden diğerine geçtiği durumlarda dahi keskin bir yön değişimine kapalı olduğunu, ABD politikasının ana hatlarının değiştiremeyeceği ve kesintisiz sömürüye devam ettiğini, altını çizerek hatırlattık.

Aynı şekilde ROBESPİERRE kişiliğinde temeyyüz eden Fransa derin devlet yapısının ise ülke, ada ve sömürgeleriyle birlikte toplam 68 coğrafya parçasına hükmettiğini, Almanya’nın; ZİG ZAG gurubu ile Batıyı,THULE tarikatı üzerinden Doğuyu zapturapt altına alarak DÖRDÜNCÜ REİCH planlarını ve programlarını, dilimiz döndüğünce, sözümüz yettiğince izah etmeye çabaladık. Şimdi, sıra geldi; karanlığın ordusuna barınak, insanlığın başına musallat olan şer çetesini kuşatıcı tahlilimize.

Bu ayrıntılı ve detayları gösterici/gösterecek cesaretimizin cevherini merak edenler olabilir.Emperyalizmin karanlık yüzünü, kapitalizmin çatallı dilini ve batının bet-hoyrat çehresini kaçamaksızca gösterme ve ifşa etme tekeli, gerçek Büyük Doğu- İBDA akıncılarınındır. Çünkü bizler; Batının mide bulantısı veren aykırı davranışlarının ve uygulamalarının tespitini ve çözümünü elbette ki; kar tutmaz ovalar veya çağa uygun hale getirilmiş ayarı bozuk duyarlılıklar ve hassasiyetler ile değil doktriner ve dogma olan Ayet/ Ehlisünneti/ İBDA fikrinin yaylalarından bakarak değerlendirdiğimiz için kaçamaksızca ifşa tekelide bizdedir.

İskambil kâğıdından gökdelenler inşa eden batı dünyasının uygulamaları ile birlikte bizatihi kendilerinin de problem olduğunda hem fikiriz diye inanıyorum. Her ne kadar Doğu yakasından bakan insanların geneli batı yakasını birlik içinde görme yanılsamasına kapılsa da gerçek böyle değildir.Londra, Washington, Paris, Berlin şer çetesinin arasında ki ilişkinin; çıngıraklı yılan ile engerek yılanı arasında ki profesyonel nezaket veya diplomatik kurallara uygun davranış rolü olduğunu, tüm çıplaklığıyla görmeliyiz.Gezegenin Batı yakası dediğimiz Londra, Washington, Paris, Berlin şer çetesinin, Doğu dünyasına karşı kullandığı aldatıcı ve yanıltıcı dillerini, kendi yönetimlerinde yaşayan halklara karşıda kullanıp aldattıklarını, kandırdıklarını ve sömürdüklerini de dikkatimizden kaçırmayalım.Bu sebeple Parantez açmadan yazmaya mecburum. Kalıcı olan Avrupa halklarına karşı düşmanlığımızın olmadığını/olamayacağı gibi Avrupa halklarına karşı kin, nefret ve husumet duymuyoruz.

Parametreleri olmayan, duygudan yoksun, sezgiden uzak, Amerika/İngiltere-Fransa/Almanya karşısında duygusal olamayız, hissi davranamayız. Zulmün ur tutan karnını adalet kılıcımızla deşmek istiyorsak; Fosil kalıntısı hariciye/Dışişleri perspektifi değerlendirmeleri kesinlikle ve kesinlikle terk etmeliyiz. Terk etmezsek ne olur? Sendeleriz ve çok çok ağır bedeller öderiz.

Yeni bir dünyanın/Yeni bir uluslararası düzenin şekillendiğini ve eski Washington konsensüsü ’nün/uzlaşmasının sona erdiğinin farkına varalım. Bizler bu çatışmaya Batı kanadının yalnızca şu ya da bu tarafın gözlüğüyle bakacak olursak, gerçeklere gözümüzü kapatmış oluruz.

Savaş çıkarmanın, savaşları bitirmekten daha kolay olduğunun bilinciyle hareket etmeye mecburuz. Batı dünyası/Washington, Londra, Paris, Berlin merkezleri; Doğu dünyasına karşı tam saha pres/baskı ve kim daha iyi katil oyunu oynuyorlar.Doğu dünyasına karşı Müşterek hareket eden batı dünyasının; tahakküm ve işgallerinde çok önemli bir yer tutan işbirlikçiler içinde kısa bir paragraf açalım ve tekrar ana güzergâhımıza dönelim.

Batı, tahakkümünü devam ettirmek için Doğu Dünyasından devşirdiği ve kendileriyle kardeşlik davranışı içine giren drijan/iç ajan/çaşıtlar vasıtasıyla yönlendirme, halklarını kandırma, yanlış yönlendirme vazifesi verdiği görevlileri, bu işler için tahsis ettiği muazzam miktarlarda paralarla desteklemektedir. Bu amaçla Anadolu başta olmak üzere tüm Doğu ülkelerinde burjuvaziyle, sağcı ve solcu aydınların veya burjuvazi ile birlikte paramiliter sağ çeteler ve solcu katillerle tam bir suç ortaklığı içerisindedirler.

Meseleyi, lif- lif açmadan önce izniniz olursa,bir teneffüs molası verelim. Kavşakta duran bir dünyanın izahı gibi çetrefilli ve alengirli bir yazıyı niye kaleme alıyorum? Birincisi ‘’Dost ve düşmanlıklarınızın şuuruna varın’’ (1) emri gereğince, ister ferdi ister devletlerarası ilişkilerde olsun; dostluklarımızın izahını, husumetimizin muhasebesini yapmaya mecburuz ve memuruz.

Mecburuz, çünkü: Bir kimsenin iman ettikten sonra yapacağı ikinci iş düşmanını tanımasını emreden Allah Resulünün ümmetindeniz. Mecburuz; çünkü bizler,Oğuz soyu Türk’üyüz.

İkinci sebep ise Batıyı ve işbirlikçilerini çökertmek için batıyı ve batılı bilmek zaruretinde olduğumuzdan.Bu noktayı izah eden çok güzel bir alıntı ile vuzuha kavuşturalım. ‘’ 1948’de bir Türk ressamı Paris’teki bir sergide Picasso ile karşılaşır ve kendini tanıtır… Aldığı cevap şu: ‘’<<Peki>>’’ Bizim ressam da şu güzel cevabı veriyor:<<Biliyorum>>’’(2).Kıssadan hisse; çalınan anahtarlarımızı almaktır, maksadımız.



Batının, “Kim daha iyi katil” oyununda her birinin kendi plan ve projeleri istikametinde çalıştığını gözlemliyoruz. Bu oyunda birlikte hareket ettikleriyle olan plan ve projeleri yönünde de eküri olarak seçtikleriyle hareket ettiklerini görebiliriz. Konu anlaşılmış olsa da biz her ihtimale karşı meseleyi daha iyi anlaşılır kılmak için çabalamaya devam edelim.

İngiltere, bizzat İslâm dininden ve aziz Türk milletinden nefret ediyor. Asıl hedefi; İslâm’ı kökünden imha, vatanımız/Anadolu’yu infaz etmek üzerine hareket ediyor.

Amerika, Müslüman halklardan hem korkuyor hem nefret ediyor. İslam dininden ziyade kendi varlığı için tehdit olarak algıladığı Müslümanları imha etmek istiyor.

Fransa, kültürel kodlarına aykırı, Paris değerlerine düşman olarak algıladığı ne olursa olsun karşıdır. İslâm veya başka bir şey,hiç fark etmez.

Almanya, çetrefilli/karmaşık doneleri, kirli ilişkileriyle saldırganlığını sergilese de, kesinlikle ve kesinlikle cepheden taarruz edecek cesareti olmadığı gibi gücü de yok. İslâm’ı, düşman değil, daha çok tehdit olarak algılıyor.

Küresel savaş merkezlerinin, İstanbul ayağı hariç dört merkezin de tarifini, izahını beraberce heceledik. Şimdi sıra geldi kendi aralarında ki, beyin cinayeti, siper savaşı, mevzii kazanımı ve cepheleşme boyutlarına.”Yarın değil hemen şimdi” prensibimizle, batının iç hesaplaşmalarını hecelemeye çabalayalım. “Kim daha iyi katil” oyununda, çıngıraklı yılan olarak Londra/Washington cephesini, engerek yılanı olarak Paris/Berlin hattını işaretleyebiliriz.Bu devletlerin uygulamaları değil, bizatihi kendilerinin problem olduğunu unutmayalım/unutturmayalım.

Dünya trajedisinin baş sorumlusu ve fütursuz politikaların merkezi olan Londra/Kraliçe ile Anglosakson kültür kodlarını taşıyan Washington arasında ki ilişkiyi anlamak için Washington ve Londra arasında Atlantik’i geçiş oranı, ABD ile Avrupa ülkeleri arasında ki geçişten fazla olmasından anlaşılabilir. Onlar izleyici olmalı katılımcı değil prensibiyle;Müslümanlara karşı,öldürmek için ateş et politikası istikametinde; acımasız katliam, canice cürüm işliyorlar. Çıngıraklı yılan olan Londra/Washington, yeni bir grip/nezle virüsü insanlığın başına musallat ederek tüm gezegeni risk altına aldılar. Bu yeni tip virüsün adı, “bilgilendirilmemiş Doğu Dünyasını marjinalleştir, kendi kendilerini imha etsinler” virüsüdür.

Gezegenimizin, kültürel ve ekonomik sömürüsünde ikinci monopol/tekel lokomotifi olarak Engerek yılanı olan Paris/Berlin hattını işaretleyebiliriz. Doğu dünyasına karşı, “Kim daha iyi katil” oyunundan geri durmayan bu ikilinin Londra/Washington hattının kendilerine biçtiği sömürü hissesine razı olmadıklarını, sahaya inmelerinden anlayabiliriz. Yeniden dizayn edilen ve yeniden tasarlanan haritalara uygun olarak kendi paylarını artırmak isteyen bu ikilinin; ekonomik sömürü ayağını Berlin, kültürel sömürü ayağını Paris’in temsil ettiği malumunuzdur.

Paris/Berlin hattının; örgütlenmiş ahlaksızlıkta yarıştığı, Londra/Washington arasında ki ahlaksız kazanç paylaşım yarışının sonucunda, karşılıklı olarak birbirlerinin kanını dökmesine kadar gittiğini görüyor ve izliyoruz.

Küresel çetenin kendi iç kavgasına sevinecek olanlar; şu uyarımızı, lütfen, dikkatle okusunlar.

Küresel şer çetesinin, kendi aralarında ki menfaat didişmesi, kemik kavgası, kendilerinden olmayan halklar ve inançlara karşı müşterek hareket etmelerine asla ve kata engel teşkil etmemektedir. Açgözlülük geni ve doyumsuz hücreleriyle; Müslüman topraklarını askeri ve ekonomik olarak boyun eğdirmek istiyorlar ve bu yeni süreçte milyonları öldürmekten asla ve kata endişe duymuyorlar. Her ülkenin güvenliği ve istikrarının tehlikeye girmesinden zerre kadar imtina etmeyip ve çekinmediklerinin bilinciyle hareket etmek zorundayız. Bu paragrafı bitirmeden önce kısa bir izahı tekrar etme zarureti oldu. Bizler, Avrupa’nın kalıcı halklarına karşı kesinlikle, kin ve nefret duymuyor, Husumet beslemiyoruz. Bizim, Lağvetmek/ilga etmek istediğimiz; batılı yurttaşlarımızı da sömüren, sistem ve yöneticileridir.

Bu ihtarımızı yaptıktan sonra, insanımızın aklına şu sual gelebilir. Elimiz ve kolumuz bağlımı?

Hayır, asla ve kata; Türk’ün eli bağlanmaz, Türk’ün kolu bağlanmaz. Bize düşen suya dalmayı öğrenenler olarak; çağımızın, yaşayan Bilge Kağanı, yürüyen Büyük Doğusu, Kumandan Salih MİRZABEYOĞLU’ nu adım adım takip etmektir.

Elimiz ve kolumuz bağlı mı?

Hayır, asla ve kata; Türk’ün eli bağlanmaz, Türk’ün kolu bağlanmaz. Bize düşen Suya dalmayı öğrenenler olarak; kalbimize saplanan hançeri çıkarmaktır: Fikirle, İrfanla, idrakle, izanımızla.

Elimiz ve kolumuz bağlı mı?

Hayır, asla ve kata; Türk’ün eli bağlanmaz, Türk’ün kolu bağlanmaz. Bize düşen, Suya dalmayı öğrenenler olarak; Taarruz saatinde, aç kurtlar gibi dört bir koldan kuşatmaya hazırlanmaktır.

Elimiz ve kolumuz bağlı mı?

Hayır, asla ve kata; Türk’ün eli bağlanmaz, Türk’ün kolu bağlanmaz. Bize düşen, Suya dalmayı öğrenenler olarak, akıntıya karşı yüzebilmenin antrenmanını yapmaktır.

Elimiz ve kolumuz bağlı mı?

Hayır, asla ve kata; Türk’ün eli bağlanmaz, Türk’ün kolu bağlanmaz. Bize düşen, Suya dalmayı öğrenenler olarak; ‘’Biz batıyla er-geç, ister istemez hesaplaşmak zorundayız !’’ (3) ihtarını yapan mütefekkir Salih MİRZABEYOĞLU’ nun sözüne mutabık olarak: Sağır edici sessizlik ve sabrımızla son hesaplaşmaya hazırlanmaktır. Şimdilik! Şimdilik!

Burhan Halit KOŞAN

Not 1: Salih MİRZABEYOĞLU/ Necip fazılla baş başa sayfa 161

Not 2: Salih MİRZABEYOĞLU / Necip fazılla baş başa sayfa 77

Not 3: Salih MİRZABEYOĞLU/Hukuk Edebiyatı sayfa 29

Kaynak: Adımlar dergisi

BAŞYÜCELİK DEVLETİ -Yeni Dünya Düzeni-
Selim GÜRSELGİ
18 Mart 2017



Fikrî Kavramlar Üstüne Denemeler: 7

BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE – I

Başyücelik Devleti, Üstad Necip Fazıl’ın temelini attığı ve Salih Mirzabeyoğlu‘nun örgüleştirdiği bir ideal yönetim modelidir. Üstad Necip Fazıl bu mevzuyu Büyük Doğu İdeolocyası’nda ele alır ve İBDA Mimarı müstakil bir eser hâlinde ortaya koyar.

Mirzabeyoğlu’nun eseri 1995 yılında yayınlandı. Ancak bu dönemde, içinde yer alan bazı ifadelerin TCK’ya göre suç teşkil etmesi gerekçesiyle yasaklandı ve toplatıldı. Bundan sonra ikinci baskısı, toplatma gerekçesi olan ibareler çıkarılarak, 2004 yılında yapılabildi. Bu tarihten sonra kitabın İngilizce tercümesi ve Arapça tercümesi yayınlandı.

“Başyücelik Devleti” kavramı, dikkat edilirse, eski literatürdeki `Devlet-i Âliyye` (Yücelik Devleti, Yüce Devlet) ve `Devlet-i Ebedmüddet` (Sonsuz Devlet) kavramlarıyla akrabadır. Zaten İslâm devleti sözkonusu olduğunda onda ulus devletlerde olduğu gibi bir kavmin ismi öne çıkmaz; tüm ideolojik devletlerde olduğu gibi dâvânın ve temel varoluş biçiminin isimlendirmesi ön plândadır.

41394_1437549627Salih Mirzabeyoğlu‘nun ele aldığı biçimiyle Başyücelik Devleti’ni bir “İslâm birliği projesi” olarak görmek mümkün… Çünkü bu klâsik “üniter devlet” anlayışı içinde görülmemiştir. Onun için, alt başlığı -eserin ikinci ismi- `Yeni Dünya Düzeni`dir. Bu, Amerikan emperyalizminin ortaya attığı `yeni dünya düzeni`nin tam karşısında, onunla tam bir çatışma ve hesaplaşma durumundadır. Özellikle eser boyunca işlenen BM, AB ve emperyalizm eleştirilerinden de bu anlaşılır.

Başyücelik Devleti, bir giriş ve beş ayrı levhadan (ana bölüm) oluşur. Bu levhalar şunlardır:

– Devlet şekilleri

– Dünya kamu düzeni

– Batı dünyası ve demokrasi

– Başyücelik Devleti

– Peygamber’in kitabından

Eser, kamu hukuku, uluslararası ilişkiler, siyaset sosyolojisi gibi alanlarda bir ders kitabı niteliğini de taşımaktadır. Şüphesiz tarih ve din alanında da… Kitabın ilk sayfalarında, İbda ressamlarından Aydın Alkan‘ın bir çizimi tam sayfa olarak yer almaktadır: Bu, “dünya yuvarlağını pençelerine almış olan çift başlı Selçuk kartalı“dır. Önemli bir figürdür… Eserin son bölümünde ise devlet ve mücadele ölçülerini ihtivâ eden “kırk hadis” yer alır… Birkaç seçme yapalım:

– “Ümmetimin zâlime ‘sen zâlimsin!’ demekten korktuğunu görürsen, onlardan ayrılabilirsin.”

– “Kıyamet gününde en şiddetli azabı görecek olanlar, kendilerinde hayır olmadığı halde halkın hayırlı sandığı kimselerdir.”

– “Kıyamet gününde en şiddetli azabı görecek olanlar, zâlim hükümdarlardır.”

– “Âlimi sultan ile çok sıkı ihtilâtta (haşır neşir) görürsen, bil ki o hırsızdır.”

– “Hıyanetin en büyüğü, bir valinin kendi riyasetinde (mesuliyet bölgesinde) ticaret yapmasıdır.” (Mevkiini kazanç vesilesi yapması)

– “Eğer üzerinize, Allah’ın kitabıyla idare eden, siyah bir köle de emir olsa, onu dinleyin ve ona itaat edin.”

– “Yakında bazı emirler gelecek. Siz onların bazı işlerini beğenecek, bazılarından ise hoşlanmayacaksınız. Kim onlarla mücadele ederse kurtuluşa erer. Kim onlardan ayrılırsa huzur bulur. Kim de onlara karışırsa helâk olur.”

– “Allah’a isyanı emretmedikçe, emire itaat etmek müslüman kişiye haktır. Allah’a isyan edene ise itaat yoktur.”

– “Hiç şüphe yok ki, iman küfür üzerine galip gelecek ve küfrü inine sokacaktır.”

1 Mayıs 2013

BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE – II

Başyücelik Devleti, Üstad Necip Fazıl‘ın teklifi hâlinde şöyle özetlenebilir:

Başyücelik Devleti’nin en tepesinde, ulu bir kişi, `Başyüce` bulunur. Onun yanındaki kurumlar, `Yüceler Kurultayı` ve `Yüce Din Dairesi`dir. Her ikisi de `Başyüce`ye bağlı olmakla beraber, onun emrinde değildirler. Hele `Yüce Din Dairesi`, tam özerk bir kurumdur ve gerektiğinde `Başyüce`ye karşı `Yüceler Kurultayı`nı hakem olarak göreve çağırabilir.

Bir başka denetleyici kurum da, `Halk Divanı`dır. `Halk Divanı`, Başyücelik halkına, hükümete ve devlete karşı hakkını arama ve hesap sorma hakkını verir. İlk İslâm devletinde `Vefd` adı verilen bu tür halk divanları vardı. Her şehirde toplanır, halkın şikâyetlerini Halife’ye iletmek ve gerektiğinde yakasına yapışmak üzere birer heyet çıkarırlardı. Hazret-i Ömer, halkın `vefd` hakkını elinden bırakmaması için sıkı sıkı tenbihlerde bulunurdu. Fakat zaman içinde halk, sultanlar ve yöneticilere karşı denetim hakkını kaybetti. İşte `Halk Divanı`, halka bu hakkını iade ediyor.

Demokrasilerde denetim, 5 yılda bir sandıkta olur. Bunun dışında, halkın protesto ve gösteri hakkı prensipte vardır. Ama tüm bu haklar, `Halk Divanı`nın belirttiği hak ölçüsü yanında zayıf kalır. Çünkü asıl sorun, gösteri ve protesto yapabilenler değil, yapamayanlardır. Devlete karşı yürüyüşe geçemeyen zayıflar, sorunlarını nasıl dile getirecek? Ve devlet, bir protesto ve şikâyeti kaâle almadığında ne yapılacak? Oysa `Halk Divanı`na şikâyeti olan herkes katılabilir. Bütün devlet erkânı, her sene belli bir dönemde, halkın karşısına çıkıp, yargılanırcasına hesap vermek durumundadır.

Bir başka tam özerk kurum, `Başyücelik Akademyası`dır. Bu kurum `aydınlar aritokrasisi`nin temel direğidir. Hiç kimse bir aydına emir veremez, baskı uygulayamaz. Üstad Necip Fazıl, `Başyücelik Akademyası`nın bir tür “kültür genelkurmaylığı” olduğunu söyler.

(Hemen belirtelim ki, Büyük Doğu – İBDA’nın dünya çapında orijinal bir tez hâlinde ileri sürdüğü Başyücelik Devleti’nin, günümüzdeki Cumhurbaşkanlığı Sistemi düzenlemesi ve referandumuyla bir ilgisi yoktur. Başyücelik Devleti bir “otokrasi – tek elde toplanmış yönetim” değil, check and balance -denetim ve denge- mekanizmaları tam oturmuş bir ideal yönetim modelidir.)

10 Haziran 2011

BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE – III
AYDINLAR ARİSTOKRASİSİ

Üstad, totalitarizme olduğu gibi, demokrasiye de inanmaz. Ona göre, bir Sokrat ile bir kahvehane müdaviminin oyu birbirine eşit olamaz. Yakın dönemde kemalistler tarafından benzer biçimiyle çok kullanılan bu tespit, temel olarak Üstad‘a aittir ve doğrudur. Necip Fazıl demokrasiyi bir “Amerikan dayatması” olarak görür; hattâ ona “zorla gelen hürriyet”, “San Fransisco diktesi ile gelen hürriyet” gibi ironik boyutunu gösteren adlar verir. Üstad Necip Fazıl, demokrasinin, Batı emperyalizminin bir dejenerasyon aracı olduğunu düşünür. Tabiri caizse, “ayakların baş olması” diye niteler.

Marx‘ın şu sözünü ele alır:

-“Kapitalist düzenlerde edilen hata ve biriken yanlış, emeği ödenmemiş işçinin gaspedilmiş haklarından yığılmadır.”

Onu şöyle düzeltir:

-“Başıboş düzenlerde edilen hatâ ve biriken yanlış, hakkı verilmemiş aydının yol açılmamış faaliyetlerinden yığılmadır.”

Üstad için, ileri sınıf, aydınlar sınıfıdır. O, proleteryaya da, burjuvaziye de, faşizme de inanmaz. Ancak aydınlardan oluşmuş bir aristokrasinin, halkın mutluluğunu sağlayabileceğine ve halka ideal olanı gösterebileceğine inanır. Bunun, İslâmın özüne ve ilk İslâm devletine en uygun rejim biçimi olduğunu savunur. Bu rejim içinde aydınlara, sadece eser vermek şartıyla, sınırsız haklar tanır.

Demokratik parlamentarizme karşı aydınlar arsistokrasisi, postmodern epistemolojinin yanında fenomenolojinin belirttiği farkı belirtir. Çünkü bu düzende halkın seçtikleri değil, Hakk’ın seçtikleri egemendir. Aydınlar, insanlar arasında Hakk’ın seçtiği asiller sınıfı olarak kabul edilir. Bunun dışında hiçbir zümre ve kişiye maddî ve manevî bir imtiyaz tanınmaz. “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” kutsal ölçüsü, bu anlayışın temel esprisini yansıtır.

11 Mayıs 2011

BAŞYÜCELİK DEVLETİ ÜSTÜNE – IV
AYDINLAR ARİSTOKRASİSİ

Demokrasi ve saltanat idaresini üçgenin alt köşeleri kabul edersek, ikisine de aynı açı ve aynı uzaklıkta, üçgenin tepe noktası olarak, aydınlar arsitokrasisini elde ederiz… Saltanat idaresinin, babadan oğula geçen yönetim biçiminin taban tabana zıddıdır; çünkü bu tarz bir yönetim anlayışının tarihte yeri olmakla birlikte, ne günümüzde, ne de ideal alanda bir geçerliliği yoktur.

Aynı sebepten klâsik aristokrasinin de zıddıdır. Çünkü babadan oğula geçen bir ayrıcalığa ve yönetim ve mülkiyet hakkına inanmamaktan doğar. Zaten kan aristokrasisi, doğuda çok geçerli olmamış, Batı’da da tarihe gömülmüş bir yönetim biçimidir. Bununla karşılık, aydınlar aristokrasisi, yine de bir çeşit soyluluktur; fikir ve idrak soyluluğu… Yine de bir çeşit ayrıcalıktır; fikir ve idrak ayrıcalığı…

Bu ayrıcalık, demokratik ayrıcalığın da taban tabana zıddıdır. Demokratik ayrıcalık nedir? Bir tür gizli plütokrasi (zenginler idaresi) ayrıcalığıdır. Demokraside bütün amaç zengin olmaktır, parayı bulmaktır. Zenginler ayrıcalıklıdır, zenginler soyludur, zenginler belirleyicidir. Geri kalanının kuru bir oy hakkı varsa da o da kuru bir palavradan ibarettir. Çünkü oy hakkı “yapmak ve yönetmek” değil, yapma ve yönetmenin istismarıdır. Tıpkı kendi yapan adamın mutluluğuyla, başkasının yaptığını seyrederek keyiflenen adamın mutluluğu arasındaki fark…

Demokrasi, kapitalizmin yardakçısı, emperyalizmin ayakçısıdır. Kapitalizmin yardakçısıdır, çünkü demokrasi özünde bir yozlaşma ve soysuzlaşma rejimidir, kapitalizm bu soysuzlaşmadan beslenir. Soysuzlaşma ne kadar ileri boyuta varırsa, demokrasi o kadar ileri seviyede uygulanır. Burada soysuzlaşmadan kasıt, insanî görevlerden istifâdır. Topluma ilişkin duyguların terkidir. İnsanı insan yapan ve insan topluluklarını yükselten ahlâk dugusunun terkidir.

Demokraside iki şeyin değeri yoktur: Fikir ve emek… Demokraside sadece yozlaşmanın ve eğlendirmenin değeri vardır. Gerçek fikir ve sanat adamları, demokratik idarede değer görmezler. Zirâ en adî bir katille, bir ayyaşla, bir sapıkla eşitlenirler. Hakikat bu eşitlenmeyi kabul etmez. Hakikat ile hakikat olmayanın eşitliği yoktur. İyi ile kötü arasında eşitlik olursa, iyi daima kaybeder. Demokrasi işte bu prensibe dayanır. Ve, “eğlence kitlelerin afyonudur.”

Demokraside değerleri tayin eden burjuvazi olduğuna göre, bir pavyon şarkcısının, bir mankenin, bir futbolcunun 1 günde, 1 gecede kazandığının (aldığı değer), bir kol işçisinin 10 yılda kazandığına eşit olması mubahtır. Aydınlar aristokrasisi, işte bu yozlaşmayı yıkar. Orada öncelikle fikirciler ve sanatçılar, onların ardından da emekçiler değer görür. Dansözlerin, fahişelerin, pezevenklerin orada değeri yoktur. İnsan türünü alçaltan, fikir ve hakikat kavgasından, kardeşlik ve hürriyet yolundan koparan bağımlılıkların orada değeri yoktur.

Emperyalizmin, çağımızda öncelikle “kültür emperyalizmi” olması, demokratik yozlaşmanın onun en önemli ayakçısı olmasındandır. Çünkü kültür emperyalizminin girdiği, zevkleri ve ilişkileri onun tayin ettiği ülkeleri, ancak demokratik yozlaşma bu çizgide tutabilir. Orada cinayetler, tecavüzler, vurgunlar, haksızlıklar sonu gelmez bir biçimde devam eder. Bunlarla mücadele yalandan yapılır; bunlar üretilir… Travestileri üreten sebep, onların çizgi dışı (vesikasız) eylemleriyle göstermelik mücadeleyi de yanına kor. Ve bunların insanın doğasının parçası olduğuna inandırır.

Aydınlar aristokrasisi, gerçek fikir hürriyetidir. Orada insanlar, fikirlerinde ve kanaatlerinde, bunları ifade etmede, bunlarla muhalefet etmede hürdür. Ama orada yozlaşma ve soysuzlaşma hürriyeti yoktur. Orada kavga hakikat içindir.

22 Nisan 2012

BAŞYÜCELİK DEVLETİ – VI

1990’ların ortasında emperyalizmin “demokrasi dayatması“nı ve onun yukarıdan aşağıya manzarasını anlatıyor. Tıpkı bugün. Ne tesadüf, bir maden ocağı örneği de var. Diyor ki, sen evinde vatandaşına aslan kesilirsen, mahallede sana aslan kesildiklerinde de ağlamaya hakkın olmaz. Şöyle;

-“Netice şudur: Batı’nın demokrasiyi dayatması, herkesin eşit olarak haklardan istifade edeceği bir dünya bütünlüğü için değil, George Orwell‘ın ünlü eseri ‘Domuzlar Diktatoryası’nda geçtiği gibi, ‘hepimiz eşitiz ama, bazılarımız biraz daha eşit’ anlayışı çerçevesinde bir düzene boyun eğdirme zorbalığıdır. İşi biraz daha açmak istersek, bizdeki anayasa ve kanunların herkes için geçerli hükümleri önünde, sayısız ‘adamına göre muamele’ örneklerini hatırlatmak yeter. Düşününüz ki, Genelkurmay -eski- Başkanı Doğan Güreş‘in oğlu asker kaçağı, savunma bakanı Mehmet Gölhan‘ın oğlu asker kaçağı; ama ‘boğazına kıl kaçtı’ hesabı uyduruk bir raporla askerlik mükellefiyetinden kaytaran bu çocuklar, bunu dünya âlem bilirken, hukuku da kendilerine uyduran babaları sayesinde halk çocukları ile ‘kanun önünde eşit’ oluyorlar. Başbakan Tansu Çiller‘in oğlu, annesinin yalısının karşısında asker; yani biraz daha asker!.. Şu ân Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel‘in, kardeşi, yeğeni, kayınbiraderi, velhasıl sülâlesi, 30 yıl binbir türlü para yolsuzluğuna bulaştı, Demirel‘in kendi adı yolsuzluk olaylarına karıştı, ama alayı tertemiz!.. Eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal‘ın oğulları, kızı, karısı ve sayısız maiyeti sayısız dalaverelere karışarak menfaat temin ettiler; küçük oğlunun arabasını kullanan ve şantaj yoluyla para sızdırmak için giden ekipte bulunan bir polis, aldıkları ihbarı değerlendiren ve kimin önünü kestiklerini bilmeyen bir polis ekibini taradı, bir komiser öldü, üç polis yaralandı… Ama herhangi bir olayda alâkalı alâkasız herkesin anasını ağlatan polis, ortada üstelik bir polis cesedi varken, arabanın sahibi Küçük Özal‘a soru dahi sormadı: O zamanın İstanbul Emniyet Müdürü Mehmet Ağar, şimdi Emniyet g-Genel Müdürü olarak ‘şerefle’ kanunsuzluğa karşı mücadele etmektedir!..

Sanırız anlaşıldı: Balkondakiler, kendi koydukları kurallara kendileri uymasalar bile, altta kalanların hukukî vecibelere uygun davranmalarını ve `kanun ve nizâm hâkimiyetinin sağlanması`nı isterler, çünkü bu türlü bir `kanun ve nizâm hâkimiyeti`nde kendi çıkarları sözkonusudur. Bu tıpkı, bir maden ocağında patronun ve muhafızların, orada çalışan kölelerin ‘huzur ve güvenlerini’ bozucu davranışlarına müsamaha ile bakamayacakları bir durumdur. Demek oluyor ki, yurt içindeki kendi uygulamasını dışarıda kendine karşı yapılan bir uygulama olarak gören hain zümrenin, dış uygulamalar karşısında ‘çifte standart uyguluyorlar’ diye ağlamaya bir hakkı olmadığı gibi, kendileri de o anlayışın ülkemizdeki temsilcileridir!..”

Kaynak: Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti -Yeni Dünya Düzeni-, 2. basım, İbda Yayınları, İstanbul 2004, s. 101-102.

16 Mayıs 2014

Adımlar Dergisi

Burhan Halit KOŞAN: ÇİN PARAMPARÇA OLACAK
29 Ağustos 2017



“Ben Allah’ın cilaladığı ayna gibiyim, bana bakan kendini görür.’’

Hz. Hasan’ın dedesi, Hz Ebubekir’in damadı, Hz. Ali ve Hz. Osman’ın kayınpederi, Hz. Fatıma’nın babası, Hz. Ayşe’nin sevgili eşi ve Hz. Ömer’in eniştesi olan Allah Resûlü, böyle buyurdu. Amenna dedik biz de. Amenna ve saddakna!

İnandık, imân ettik ve doğruladık. Eğdik başımızı, dizimizi toprağa, alnımızı secdeye vurduk. Nisbet, gelenek/örf ve ideolocyamız üzerine söz verdik, ant içtik kaleme; irinin kana, kanın süte, sütün ilme, ilmin hikmete, hikmetin irfana, irfanın adalete ve adaletin tecellisi, RahmÂnî yürüyüşümüzün kutlu ülküsü; Âyet / Müessir Eser-Allah Resûlü / Doktriner İslâm / Ehli Sünnet / İBDA / Başyücelik uğruna.

Çin paramparça olacak başlıklı bu makalemizde; Emir KÜLÂL sırdaşımız, Hacı Bektaş pusulamız, Derviş Yunus şairimiz, Gül Baba artçımız, Kürşat ile kırk çerisi olsun bizim öncümüz, kurmay subayımız MİRZABEYOĞLU, Seyda bizim duacımız, Müessir eser / Allah Resûlü’nün Çin’e gönderdiği arkadaşı, sahabesi / havarisi Vehb Bin KEBŞE (r.a.) kılavuzumuz olsun.

Bu makalede Külkedisi masalları, Cin Ali’nin maceraları veya Keloğlan öyküsü anlatmıyoruz; anlatacaklarım, acımasız dünyanın hakikatleridir. Pirin eli, büyüklerin bereketiyle yelkenler fora diyelim.

Ya Allah! Bismillah.

Dört kol, yirmi dört boy, sekizinci renkle kuşatalım ve dayanalım Çin seddine… Harcını ufalayıp, tuğlasını aşındırıp, yıkalım zulmün duvarını. Evet, Amerika ve Batı / İngiltere / Almanya / Fransa emperyalizminin uzak doğu ve Asya kıtasındaki rehber kazı / ötüşen kekliği, Kraliçenin uşağı, Amerika’nın kibirsiz ve kaprissiz sürtüğü (kibirli ve kaprisli gece sürtüğü ise Suudi Arabistan’dır), savaş lordlarının av köpeği, Halkların düşmanı, tüm etnik renklerin ve dillerin katili olan ülkenin adıdır Kızıl Çin. Bu makalemizde, katil ve Kızıl Çin’in; gâh Batı ile olan ilişkilerine, gâh Çin’in iç bölgelerine ve iç dinamiklerine göz atmaya çalışacağız.

Bu seyahatimize başlamadan önce bildiklerinizi hatırlatma babından kısa bir izâha girişelim müsaadenizle. Bildiğiniz üzere İdeolocya, “bir insanın inandığıyla, iş ve eseri arasındaki uygunluk” (1) demektir. “Gelenek / Örf” ise küllere tapmak değil, lâf paralamak değil, kadim bir geçmişi olan Türk’ün, vahdaniyet ağacının meyvesi olan beşerî hikmetleridir. Nisbet’in ise “Bütün işleri bir gayeye bağlayıp, her şeyde has ve hususî bir anlayış sahibi olmak…’’ (2) mânâsına geldiği öğretildi…

Bu minvalde her meselede biricik nisbet mihrakımızın, “Müessir eser / Allah Resûlü” olduğunun altını çizerek tekrar tekrar belirtmeliyim. Bu düzlemde vahdaniyet ağacının beşerî hikmet meyveleri olan Türk geleneği / örfü üslûbuna mutabık olarak Kuzey’den Güney’e, Doğu’dan Batı’ya seyahat ediyoruz… İş ve eserimizin hayâllerini gerçeğe, rüyalarımızı hakikate dönüştürmenin peşindeyiz. Evet, ‘’Hayâl bir hakikattir, rüyada bir hakikattir, akıl gibi’’ (3) demekte çok, çok haklıdır Mütefekkir Salih MİRZABEYOĞLU. Takdir edersiniz ki rüya/rüyalar, an itibariyle gerçek olandır. Evet, an itibariyle gerçek olan rüyamızı, daimî olarak gerçekleşmesi için bıçak altına yatan İsmail olduğumuzu dostlar işitsin; düşman zaten biliyor. Şimdi, buyurun kaldığımız yerden devam edelim.

Evet, yarın değil hemen şimdi prensibimiz gereği büyük bir azim ve sebatkâr kararlılığımızla başlayalım emeklemeye. Sarp dağları aşacağız ve ıssız çölleri geçeceğiz. İslâm’ın izzeti ve Türk vakarımızla yürüyeceğiz; Katil Çin’in, Kızıl Çin’in üzerine, üzerine. Bu Rahmanî yürüyüşümüz ve mücadelemizin sonu…1250 (Bin iki yüz elli) yıl önce Çin’in kuruluş başkenti Şian kentinde yapılan ve hâlen daha sapasağlam bulunan Qing Zhen Si / Büyük Doğu Mescidi’nde bayram namazı kılmakla taçlanacak inşallah. Zahmetsiz rahmet olmayacağı için çalışacağız, çalışacağız, çalışacağız. Hilekâr halüsinasyonların yerine aklî, gerçekçi, ayağı toprağa basan pratik düşünce ve aksiyonlarımızla adım/Adımlar atarak yürüyeceğiz.

Çin, dışarıdan bakıldığında yekpâre bir ülke zannedilse de gerçeğin rengi tamamen zıt yöndedir. Zaten, sarı ve siyah bir akıl durumudur, renk değil. Amerika’nın taze su yankileri siyah, tatlı su yankileri sarıdır. Evet, elli altı etnik halk ve etnik halk sayısından daha fazla lisanın konuşulduğu, bölgeler arası ekonominin dengesizlik ile ÇKP/Çin Komünist Parti yönetiminin dört aşiret arasında paylaşıldığı ve halkların silah zoruyla bir arada tutulduğu Kızıl Çin’i yekpare zannedenlere sadece ve sadece kahkaha ile gülmek geliyor içimden.

ÇİN; Han, Çinuo, Tibetli, Uygur, Miao, Yi, Zuang, Buyi, Koreli, Tung, Yao, Bai, Tujia, Hani, Dai, Li, Lisu, Ya, Dunganlar, Şe, Kaoşan, Lahu, Şuy, Dongxiang, Naşi, Çingpo, Tu, Dahur, Mulao, Çiang, Pulang,Maonan, Kelao, Sibe, Açang, Pumi, Nu, Rus, Evenki, Teang, Bao’an, Yugur, Çing, Tulong, Oroçon, Nanai, Memba, Lhoba, Moğol, Mançu ile Kazak, Kırgız, Salar, Tacik, Tatar, Özbek ve Hui gibi 56 etnik yapı üzerine kuruludur; Doğu Türkistan ile birlikte.

Bu folklorik izâh ve etnik fotoğrafta dikkat etmemiz gereken Kazak, Kırgız, Salar, Tacik, Tatar ve Özbeklerle din bağımızın, can bağımızın ve kan bağımızın olduğunu söylemek malûmun ilamıdır. Bizim, Çin coğrafyasında asıl dikkat etmemiz gereken ve yatırım yapmamız gereken ise aziz dostlarımız kıymetli kardeşlerimiz olan Hui halkıdır. Niçin? Hui ekalliyeti ile genelde din bağımızın, kültür bağımızın olması ve özelde ise çilekeş Nakşî sofilerinin çabalarıyla halen daha etkin ve aktiftirler. ÇKP yönetimine güçleri nispetinde reflekslerini sergileyip, tepkilerini gösterebilen ve yönetim üzerinde etkili ve aktif olan Hui halkının, tesir sahamızda olduğunu bir kenara not edelim. Kardeşlerimizi ve dostlarımızı tanıtmaya çabaladığım bu paragrafta, cazibeli mesafe bıraktığım Doğu Türkistanlı kardeşlerimizin durumuna bilahare değineceğim.

Uluslararası/Devletlerarası denklemler girift, diplomasi lisânı çetrefilli ve insan zihnini yorucu, yorucu olduğu kadar da yıpratıcıdır. Fazlasıyla yıpratıcı denklemlere başlamadan önce ilk teneffüs molamızı verelim; Tanrı Dağı vurun, vurun ha dinletisi eşliğinde, zencefilli çay içelim ve hisse alalım hikâyemizden.

Bir dükkân sahibi haraç ödemediğinde, mafya babasının gönderdiği fedaîleri dükkân sahibinden parayı basitçe almazlar; onlar, onun başına bir kaza, bir belâ getirirler. Böylece, diğerleri mesajı alacaktır. Global Mafya Babaları da aynı yolu kullanır ve kendilerini oldukça anlaşılır kılarlar. Bu tabiî ki mafya babasının paraya ihtiyacı olduğundan değil, kendi hâkim anlayışını ve güvenirliğini göstermek içindir. Global mafya babaları olarak; Amerika, Londra/Kraliçe, Fransa, Almanya olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Atlantik/Amerika ve Batı/İngiltere, Fransa, Almanya içinse güvenlik ve güvenirliğin mânâsı kendileri dışındaki ülkeleri kapsamaz. Güvenlik ve güvenirlik, kendilerine bağlı saldırı köpeklerinin ile ilgili kaygılarını ifade etmektedir.

Gezegenin haydudu olan Amerika; Dünyaya kan ve ölüm taşıyarak, barış ve huzur getireceğini iddia ediyor. Ne ironi ama… Bu ironi üzerinden şunu da söylemeliyim ki Kuzey Kore-Amerika krizi çok az türden şahit olduğumuz çok tutkulu bir hayali ve coşkun bir beklentiyi uyandırdığını gözümüzden kaçırmayalım; sonu tam bir fiyasko olacak olsa da. Bu fiyasko, bizim için tam bir fırsat olacaktır.

Bu fırsat, Amerika tarafından dayatılan “Bölgesel bir standart ile makul davranışları benimseme’’ mahkûmiyetine mecbur bıraktığı çeper ülkelerin, Meksika, Venezüella, Anadolu, Cezayir, Tayvan, Tayland ve Endonezya’nın direnci ve direnişi ile karşılaşma sürecinin başlamasıdır. Bu direnişte, şüpheli ülke konumunda olan ve tarihî vetirede/süreçte fitne-fesat merkezi olan Kâhire ekseninde sapkın bir din örgütlenmesine giden Endonezya’ya dikkat etmek gerekir. Endonezya’nın, boynundaki şüpheli levhasını iyi okuyalım, tedbiri ve ihtiyatı elden bırakmayalım.

Çeper ülkeler haricinde Amerika, Batı ve Çin’in başını ağrıtacak sahalardan biri de Güney Amerika’nın And Dağları silsilesindeki ülkelerdir. Venezüella’dan başlayıp Kolombiya, Ekvator, Peru, Bolivya ile Arjantin ve Şili arasından Patagonya’ya uzanan And Dağları’nda, Amerika’nın ABC’si olan ülkelerden A/Arjantin ve C/Şili hariç diğerleri Amerika, Batı ve Çin emperyalizmine karşı siper yoldaşlığı yapmamız gereken ülkelerdir.

Amerika ve Batı; Londra, Paris, Berlin hattı tarafından güçten yoksun bırakıldıklarını, kısırlaştırıldıklarını ve geleceklerinin karartıldığını anlayacak ve uyanacak, çeper ülkeler ve And Dağları sahasında şiddetli bir direniş doğacaktır; Amerika, Batı, Çin hattına karşı.

Amerika ve Batı/Londra, Paris ve Berlin’in; merkeze Anadolu’yu alarak Meksika, Venezüella, Cezayir, Tayvan, Tayland, Kolombiya, Ekvator, Peru ve Bolivya’yı kendisi için riskli gördüğünü ve varlığını tehdit edici ozon deliği olarak algıladığını görmeliyiz. Biz, ozon deliğini dikiş tutmayacak şekilde büyüteceğiz; ya hür vatan ya ölüm şiarıyla.

Müsaadeniz olursa, insan belleğini aşırı şekilde mecalsiz bırakan coğrafî denklemler, Çin özelinde küresel okumalarımıza kısa bir lâhza/ân ara verelim; önce İncir yiyelim, sonra Yağmurcu eserinde geçen bir kıssadan hissemizi alalım.

“Mevlâna Celaleddin Rûmî… Henüz 6 yaşındaydı… Doğduğu Belh şehrinde, birtakım küçük çocuklarla evlerinin damında oynuyordu… Çocuklardan biri ona teklif etti:

-Gel bu damdan karşı dama sıçrayalım!

Cevap verdi:

-Bu işi köpek de, çakal da, tilki de yapar. İnsanoğluna yaraşacak iş değil. Eğer canınızda kuvvet varsa, gelin sizinle göklere doğru uçalım!” (4)

Kıssada, özne olan hikmetin anlaşıldığına eminim. Şimdi, ihtiyatlı olmamız gereken noktaya ve dikkat etmemiz gereken hususlara, sonra makalemizin öznesi olan Amerika’nın kibirsiz ve kaprissiz sürtüğü Çin’e odaklanalım.

Amerika, Batı/Londra, Paris, Berlin hattının, kendilerine karşı gösterilecek direnişte kalabalıkların akıl dışı reflekslerini plânsız, projesiz tepkilerini karşılamaya hazır olduğunu söylemeliyim. Amerika ve Batı, kendileriyle sözlü sözleşme imzalayan çeper ülke yöneticileri ve hantal bürokrasileri ile Orta Amerika’daki şırfıntıları olan Kosta Rica eliyle kendisine yönelecek yerel vatanseverleri önce örgütleyip sonra paketlemeye hazırdır. Düşmanın, öfke zehirlemesine karşı şerbetli, ayrık otu beşinci kol faaliyetlerine karşı uyanık olmalıyız. Düşünce tarzımızı ve mücadelemizin usulünü çaşıt/hain, gammaz, öteki, düşmanın tahrikleri değil, bizim imânımız, geleneğimiz, örfümüz, ideolocyamız ve çağın remz-mihrak şahsiyeti olan Kumandanımızın irfan yemişleri belirleyecek.

Hatırlatma ve odak öznemizi beyan ettikten sonra meselemize dönebiliriz. Amerika’nın, verdiği ev ödevi: Kuzey Kore ile Güney Kore’nin birleştirilmesi dersine çalışan Amerika ve Batı’nın, kibirsiz ve kaprissiz sürtüğü olan Çin hedefimize, şuurlu yönelmeye devam edelim.

Devam edecek…

1-Necip Fazılla Başbaşa, sayfa:101, Salih MİRZABEYOĞLU

2-İBDA Diyalektiği, sayfa:21, Salih MİRZABEYOĞLU

3- “Adalet Mutlak’a” konferansı, Salih MİRZABEYOĞLU

4- Yağmurcu, sayfa:66, Salih MİRZABEYOĞLU

Kaynak: Adımlar dergisi
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Alemdar
Site Admin


Kayıt: 14 Oca 2008
Mesajlar: 3538
Konum: Avustralya

MesajTarih: Çrş Arl 13, 2017 10:42 pm    Mesaj konusu: Ümit Kıvanç: “Nizam” sahipleri tarafından yıkılıyor Alıntıyla Cevap Gönder

Ümit Kıvanç: “Nizam” sahipleri tarafından yıkılıyor
13 Aralık 2017



"ABD Başkanı’nın Kim Jong Un’la dalaşı, sokak çocukları arasına dalmayı alışkanlık haline getirmiş serseri bir zengin çocuğunun halini andırıyor"
Ümit Kıvanç*

Lafı Trump ve Kudüs’le açacağım, ama bahsedeceğim konu bu değil. “İnsan toplumlarının yeryüzündeki var oluşu”, “insanlığın geleceği” kadar genel ve kapsayıcı başlıklar altında konuşmamız gereken gelişmelerin tanığı ve kurbanı olmaktayız. Gündelik felaketlerimizden ötürü üzerine düşünme, tartışma ve anlama şansı bulamıyoruz, oysa dünyada köklü dönüşümler meydana geliyor. Basitinden, daha siyasî, daha elle tutulur olanından başlayalım. Döneme özgü olmasını, kalıcılaşmamasını, kısa süre sonra “kâbustu, geçti” diyebilmeyi umarak.

ABD Başkanı Donald Trump’ın “İsrail’in başkenti Kudüs’tür” vurgulaması eşliğinde büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararını ilan edişi, her yönden kurcalanan, yorumlanan, haklı olarak kızılan, kınanan, sonuçları değerlendirilmeye çalışılan bir skandal oldu. (“Vurgulama” diyorum, çünkü bu varolan bir durumun hatırlatılmasıydı sadece. ABD zaten Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyordu. Dahası, bugüne kadar İsrail’le diplomatik ilişki kuran, iş gören bütün devletler de bunu biliyordu. “Tanıyorlardı” da diyebiliriz.) Daha çok ABD kaynaklı bazı değerlendirmelerde, bu kararın İsrail-Filistin denkleminde Washington’ın bulunduğu konumu değiştirdiğine işaret edildi: ABD bu meselede artık tarafsız bir arabulucu sıfatını yitirmiştir, dendi.
Şimdiye dek ne kadar tarafsız arabulucuydu, bu elbette başlı başına tartışma konusu. Hattâ, tartışmaya bile gerek olmadığını, Washington’ın gelmiş geçmiş başkanlarının hep İsrail’in çıkarlarını korumaya yönelik politikalar izlediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.


Yine de, Filistin toprakları işgal edilerek oluşturulmuş İsrail devletinin hem sınırları hem temsil ve idare yapısı bakımından Filistinlileri az çok tatmin edecek bir dönüşüm geçirmesi sağlanacaksa, bunun ABD’nin katılımı olmaksızın gerçekleştirilmesi mümkün görünmüyordu; dolayısıyla bu sorunu çözme gayretiyle kurulacak her masada Washington’ı temsil eden birilerinin kaçınılmaz olarak bulunacağı varsayılırdı. Belki yine varsayılacak, ama işin rengi değişti. İşin renginin önemi var mı? Var.

Trump’ın çıkışıyla, ABD’nin sözünün ağırlığı azaldı. Zaten Trump ve -kendi görüşü olmadığı için- ağır tesiri altında düşündüğü ve eylediği ırkçı-faşist çevrelerin sözle bir dertleri yok; onlar ağırlığın kaynağını silahlarda, kaba kuvvette arıyorlar. Fakat bu basit bir politika veya tavır farkı değil.

Kapsama değil saflaşma

Trump’ın çıkışıyla ABD’nin dünyanın en köklü ve müzmin anlaşmazlıklarından birine dair konumunun değişmesi, günümüzün giderek evrenselleşen bir eğilimine uygun: Kutuplaşma. ABD Başkanı -ve ona bu aklı verenler-, nizamı intizamı, kuralları, uzlaşmayı temsil eden bir evrensel bekçi konumunu terk ediyor, çatışmanın taraflarından biri olmaya hamle ediyorlar.

Dikkat ederseniz, Trump’ın Kuzey Kore konusundaki çıkışları da böyle: Düzen bozucu bir aykırı unsuru dünya nizamı adına yola getirmeye çalışan sorumlu üst yönetici edâsında hiç değil. Mahallenin ağabeyi edâsında bile değil. Oysa büyük emperyalist devletler her dönemde, bir tür “dünya düzeni”nin koruyucusu sıfatı -ve haliyle yetkisi- taşıdıklarını iddia etmeye özen gösterirlerdi. ABD Başkanı’nın Kim Jong Un’la dalaşı, sokak çocukları arasına dalmayı alışkanlık haline getirmiş serseri bir zengin çocuğunun halini andırıyor. Bir yandan “benim babam seninkini döver, dövemese de işten atar” küstahlığı var ortada, öbür yandan kendini karşısındakiyle bir nevi eş kılma. Dövüşeceksen, o aşağıda sokakta, sen yukarıda ellinci kattayken olmaz. “Mahallenin huzurunu bozuyorsun” diye değil de, “sana gıcığım” diye dövüşürsen de olmaz.

Burada, George W. Bush’un bile bir nebze olsun koruyabildiği, dünya nizamının üst sorumlusu edâsından eser yok. Nizamı koruma pozlarıyla her şeye ve herkese -kendini herkesçe tanınmış otorite yerine koyarak- yukarıdan müdahale etme konumu, zira, Türkiye’nin de tarihte ilk defa öncülerinden olduğu evrensel eğilime uygun düşmüyor. Gün, zorla bile olsa kapsama değil saflaşma, kutuplaşma, kavga günü. Günün muktedirleri, ancak düşmana karşı var olabilen, destekçilerini anca düşmana karşı seferber edebilen cinsten. Doğru dürüst ideolojileri yok, bunun yerine düşmanları var. İdeoloji faslını şimdilik konu dışı bırakalım.

“Düzen” olsun mu olmasın mı?

Burada işlerin tersine dönüşünden söz etmeliyiz: Eskiden güçlüler, egemenler, düzenin sükûnetle sürmesinden, “işlerin yürümesinden” çıkarı olanlar kuralları, “istikrar”ı, “huzur ve güven”i korur, ezilenler, daha fazla özgürlük ve eşitlik isteyenler, dünyayı çoğulculaştırmaya çalışanlar, düzeni bozmakla, “anarşi” çıkarmakla suçlanırlardı. Oysa şimdi demokrasi ve insan hakları gibi dertleri olanlar, herkesin, en başta da devletlerin uyacağı kuralların olmasını talep ediyor, güçlüler, egemenler ise her şeyden önce böyle bir varsayımı ortadan kaldırmaya çalışıyorlar: Kural olmamalı, her şeyi güç tayin etmeli!
Bu, muktedirler açısından nalıncı keseri işlevi gören, kötü, baskıcı yasalar çıkarmaya çalışmaktan çok farklı bir politika. Herhangi bir şekilde yasa olmasın, herkes için geçerli kurallar olmasın, demek. Böylelikle gücü elinde bulunduranın önündeki kısıtlamalar kalkacak. Türkiye’de halen yürürlükteki OHAL ve KHK düzeni, bir bakıma, yakın geleceğin özlenen rejimidir. Yalnız Türkiye’de değil. Korkarım yalnız Macaristan ve Polonya’da da değil. Bu sürecin varacağı yer, genel seçim mekanizmasının iptali olabilir. Şu paragrafta adı geçen, aynı yolun yolcusu üç ülkede de öncelikle basın özgürlüğü ve gazeteciliğin, sivil toplum faaliyetlerinin, merkezî iradeden ayrı olarak toplumun farklılaşan iradelerini barındıran kamusal alanın yok edilmeye çalışılması tesadüf değil.

ABD gibi, ortak yerleşik kurallar ve çerçeve aşınmaya başladığında bizzat varlığı tehlikeye düşebilecek bir karmaşık ülkede, şımarık bir emlakçı ve şimdilik sokaklara hükmedebilecek yaygınlıkta olmayan ırkçı-faşist hareket böyle bir dönüşümü başarabilir mi? Ekonominin iplerini elinde tutan azınlık bu plana iştirak etmedikçe zor. Ama eğilimi şu anda seçebiliyoruz: Ortak kurallar olmamalı, her şeye güç hükmetmeli, bu yolda ilk aşama olarak, asla iç içe geçmeyen, temas bile etmeyen karşı kutuplar oluşmalı. Türkiye’deki kutuplaşmanın da ilk sonucu, yasallık, kurumlar, güçler ayrılığı ve muktedirlere yönelik fren-denetim mekanizmalarının ortadan kalkışı değil mi?

Özellikle “globalleşme” terimiyle ifade edilen bir ortak dünya idealine karşı, dünyayı pekâlâ bu şekliyle, dilimler halinde koruyarak kendilerine sınırsız iktidar alanları yaratabileceklerini ve bu alanlarda kural tanımaksızın hüküm sürebileceklerini varsayan yeni tip muktedirlerin saldırısına tanık ve kurban oluyoruz. Bu gidişatın önemle üzerinde durulması gereken başka boyutları da var.

Her kötülüğün anası ve bizzat kendi kabahatlerimizin de sorumlusu kıldığımız “emperyalizm” yaratığı, her şeyin oradan idare edildiğine inandığımız kumanda odasına kurulmuş, kendisinden başka hiçbir şeyi görmemize meydan vermiyor; bu yüzden, şu işaret ettiğim gelişmenin yeryüzündeki insan toplumlarının hayatında niteliksel bir değişmeye yolaçabileceği ihtimalini ortaya atmak, tartışmak, özellikle bizim burada kolay değil. Yine de, başımıza gelenleri ve gelecekleri isabetle teşhis etmek zorunda olduğumuzu, yoksa önleyemeyeceğimizi hatırlatmaktan imtina etmeyeyim.

* Bu yazı Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ten alınmıştır.

T24
ETİKETLER
trump abd kuzey kore türkiye ohal ümit kıvanç

Mahfi Eğilmez: Gelişmeler, ABD'nin tek kutuplu dünya düzeninin sonucuna hiç hazır olmadığını gösteriyor
27 Ocak 2018



"Emeğin dolaşımının serbest olmadığı bir dünyada serbest görünen ticaret ve sermayenin dolaşımı da sekteye uğrarsa küreselleşmeden dönüş başlamış olur"

Mahfi Eğilmez*

Uluslararası ekonomi, ülkeler arasında gerçekleşen üç temel ilişki üzerine kuruludur:

(1) Mal ve hizmet alış verişi (dış ticaret),

(2) Sermaye hareketleri,

(3) Emeğin dolaşımı.

Uluslararası mal ve hizmet ticareti binlerce yıl önce kent devletlerinin kurulmasıyla ortaya çıktı. Arkeolojik kazılarla bulunan kil tabletlerden anlaşıldığı kadarıyla bundan yaklaşık 4.000 yıl önce Asurlu tüccarların Anadolu halkı (Hattiler) ile yaptığı büyük çaplı uluslararası ticaret bunun bir örneğidir. Bugün gelinen aşamada uyuşturucu, silah vb gibi mallar dışında kalan mallar ve hizmetler, belirli vergiler (gümrük vergisi gibi) ödendikten sonra serbestçe ithal veya ihraç edilebiliyor.

Sermaye hareketlerinin serbest kalması yani paranın uluslararası dolaşımı, mal ve hizmetlerin uluslararası dolaşımıyla kıyaslanamayacak kadar yeni bir gelişme olarak 20’nci yüzyılda ortaya çıktı. Sermayenin uluslararası dolaşımının serbestliği gelişmiş ekonomiler arasında başladı ve yirminci yüzyılın son çeyreğinde bu serbestlik çok daha geniş bir coğrafyaya yayıldı. Bugün neredeyse bütün dünya sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir düzen içinde bulunuyor. Üstelik bu dolaşıma bir vergi de uygulanmıyor. ABD’de bir bilgisayardan bir düğmeye basmakla, para, Çin’e, Rusya’ya, Türkiye’ye veya İngiltere’ye gidebiliyor ve orada sermaye yatırımına ya da portföy yatırımına dönüşebiliyor.

Emeğin dolaşımı birkaç istisnai bölge dışında serbest değil. Hatta neredeyse dolaşımını yasaklayacak kadar katı koşul ve kurallara tabi.

Özetle bu üç faktör içinde dolaşımı en serbest olanı sermaye, vergi gibi bazı yükümlülükler ödenmesi kaydıyla serbest olanı mal ve hizmet ticareti, kısıtlı olanı ise emek.

Günümüzde sermaye hareketlerine kısıtlama getirilmek istediğinde genellikle eskiden olduğu gibi sermaye denetimi gibi yollara başvurulması yerine kurlarla oynanıyor. O nedenle de bu tür eylemler kur savaşları olarak adlandırılıyor. Bir ekonomin ihracatında düşüş, ithalatında artış, dolayısıyla dış ticaret açığında yükseliş varsa o ülke parasının değerini düşürme yoluna gidiyor. Eskiden sabit kur rejimi varken bu devalüasyonla yapılırdı, şimdi artık dalgalı kur rejimi olduğu için farklı yöntemlerle yapılıyor.

Mal ve hizmet ticaretine getirilen kısıtlamalar çok daha çeşitli yöntemler denenerek yapılıyor. Gümrük vergilerinin yükseltilmesi, tarife dışı engeller (ithalatı zorlaştıracak kurallar, denetimler), anti damping ve telafi edici vergi önlemleri gibi uygulamalar bu yöntemlerin en bilinenleri.

Bretton Woods sistemi ve onun getirdiği kurumlar olan IMF, Dünya Bankası ve GATT (sonra Dünya Ticaret Örgütü) önceki dönemde ortaya çıkan ticaret savaşlarının yarattığı refah kayıplarını gidermeyi görev edinmişti. İkinci Dünya Savaşı öncesinde kimi ülke ithal ikamesi modeli uyguladığı için,i kimi ülke dışticaret açığını kapatmak için mal ve hizmet ticaretine çeşitli kısıtlamalar uygulamış ve bu uygulamalar dünya refahının düşmesine yol açmıştı. Bretton Woods sistemi dünya ticaretinin gelişmesinin dünya refahının artmasına katkıda bulunacağı kabulüne dayanıyordu. Aslında bu kabul kapitalizmin ‘karşılaştırmalı üstünlükler teorisine dayalı refah artışı kabulünün’ de temelini oluşturuyor. Dünya Bankası, önceleri savaşta yıkılan Avrupa’yı ayağa kaldırarak dünya ticaretine katılmasını sağlamayı hedef edinmişti. Bu misyon tamamlandıktan sonra gelişmekte olan ülkelerin altyapı yatırımlarını uygun koşullarla kredilendirerek onların dünya ticaretine aktif katılımını sağlamaya yöneldi. IMF, ödemeler dengesi sıkıntısına düşen ülkelerin dünya ticaretinden çekilmesini önlemek için geçici destekler vermeyi hedef alıyordu. GATT ile başlayan ve Dünya Ticaret Örgütü ile devam eden oluşum da dünya ticaretinin kurallarını belirliyordu. Bretton Woods sistemi uzun süre dış ticaret kısıtlarına başvurulmaksızın yürütülebilen bir düzen kurmuştu. Küreselleşme bu düzenin doruk noktasıydı. Bu noktaya varıldığında artık dünya ticaretine eski sosyalist ülkeler de katılmış, olay genişlemiş ve geri döndürülemez bir aşamaya ulaşmıştı. Yirmi birinci yüzyılın başlarında görünüm böyleydi.

Ne var ki yaşam kitaplarda ya da planlarda öngörülenden çok daha karmaşık ilişkiler yaratabiliyor. Mal ve hizmet ticaretinin, serbest kalan sermaye hareketlerinin eşliğinde, geri dönülemez bir serbestliğe ulaştığı düşünülürken işler tersine dönmeye başladı.

Önce kur savaşları başladı. ABD ile Euro Bölgesi arasında ya da belki daha doğru bir ifadeyle Dolar ile Euro arasında bilek güreşiyle kur savaşları gün yüzüne çıktı. Ne var ki bu bilek güreşi şaka gibi bir görünüm taşıyordu. Yani ikisi de galip gelmek için değil de berabere kalmak için sahneye çıkmış gibiydiler. Sonra sonra iş ciddileşmeye başladı. Zaman zaman iki taraf da güçlü bir para birimi istemediklerini dile getirir oldular. Çünkü para biriminin böyle bir ortamda güçlenmesi demek ihracatın düşmesi, ithalatın artması ve dolayısıyla ticaret açığının yükselmesi demekti. Biraz daha zaman ilerleyince bu kez kur savaşlarına Japonya da katıldı. Japonya’nın derdi Çin ve Kore ile idi. Onların para birimlerini düşük tutması aşağı yukarı benzer ürünleri ihraç eden Japonya’nın ihracatını sıkıntılı bir duruma sokuyordu. 2016’da Japonya Yen’i düşük değerde tutmaya çaba gösterdi. 2017’den itibaren görünüm değişti ve üç ülke de paralarını bu şekilde kollamayı bıraktılar.

ABD yönetimi öteden beri karşılıklı ticarette açık verdiği ekonomilere belirli ölçülerde baskı uyguluyordu. Bu baskı özellikle de Çin’e yönelikti. Bunu tam olarak bir ticaret savaşı diye nitelendirmek o zaman için pek doğru olmazdı. Çünkü baskılar daha çok sözlü ya da Dünya Ticaret Örgütü üzerinden yürüyordu. Trump’ın, başkan seçildikten sonraki söylemleri ve bunları giderek yaşama geçirmesi çoğu kez su yüzüne çıkmamış olan ticaret savaşlarını bu kez açığa çıkarmaya başladı. Son dönemde iki önemli gelişme yaşandı. ABD, korumacılığa dönüş eylemlerini uygulamaya sokmaya yöneldi ve yurtdışına gitmiş olan Amerikan sermayesinin ülkeye geri dönmesi için vergi indirimleri başta olmak üzere teşvik uygulamalarını devreye soktu. Trump, Davos toplantısının hemen öncesinde “Önce Amerika” sloganını ortaya attı. Bu slogan, sonradan farklı anlamlar verilmeye çalışılmış olsa bile ABD’yi serbest ticaret şampiyonluğundan indirecek kadar önemli bir değişime işaret ediyor.

Böylece dünya ABD’nin serbest ticarete dayalı kapitalizm şampiyonluğundan korumacılığa geçiş bocalaması içinde olduğu, buna karşılık Çin’in serbest ticaretin erdemlerini savunduğu tuhaf bir aşamaya geldi.

Emeğin dolaşımının serbest olmadığı bir dünyada serbest görünen ticaret ve sermayenin dolaşımı da sekteye uğrarsa küreselleşmeden dönüş başlamış olur. O zaman herkesin kendi başının çaresine bakmaya yöneldiği dağılmış bir dünya yapısını karşımızda bulabiliriz. Bu gelişmeler bize, neredeyse yarım yüzyıl üzerinde çalışarak Sovyet sistemini dağıtmaya ve çok kutuplu bir dünyadan tek kutuplu bir dünyaya geçişi sağlamaya uğraşan ABD’nin bunun sonucunda ortaya çıkacak düzene hiç de hazır olmadığını gösteriyor. Her tarafta saçma sapan savaşlara girmesi, çatışmalar çıkarması, çelişkili kararlar alıp uygulamaya çalışması da bundan olsa gerek.

* Bu yazı mahfiegilmez.com'dan alınmıştır

T24
ETİKETLER
abd ekonomi dolar küreselleşme emeğin serbest dolaşımı dış ticaret

Kudüs kararı Çin, Almanya ve Rusya’ya şantaj
9 Ara, 2017



ABD tarafından Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınması, tam anlamıyla, Ortadoğu’ya atılmış bir bombadır. Bu kararın, zaten terör ve savaşla kaynayan bölgede, gerginlik ve çatışmaları daha da artıracağı çok açıktır.
Patlak verecek yeni çatışmalar ise, İsrail’in doğrudan taraf olacağı ve ilk ağızda Suriye, İran, Filistin silahlı güçleri ve Hizbullah üzerinden Lübnan’ın dahil olacağı savaşlardan başka bir şey olmayacaktır. Bölgede bu devletler arasında sürecek bir savaş, başında ya da ortasında Türkiye’yi de içine çekebilir.
Aynı şekilde, silahlı güçleri ile zaten bölgede olan ABD’nin kendisi ile Rusya’nın da, içinde bu devletlerin yer alacağı bir bölgesel savaşın dışında kalması mümkün olmayacaktır.
ABD ve Rusya’nın doğrudan karşı karşıya gelecekleri bir çatışma ise, kısa sürede, Almanya başta olmak üzere, Avrupa’yı ve Çin’i de içine çekecek bir anafor yaratacaktır. Bu ülkeler ise, şu anda, devletler arası bir savaşın doğrudan tarafı olmaktan kaçınan ülkelerdir.
ABD’nin Kudüs adımını atarken, birbirini tetikleyecek bu gelişmelerin fitilini ateşlediğini hesap etmediği düşünülemez. Kudüs kararı ABD için diplomatik bakımdan da “akıl dışı” gözükmektedir. Çünkü, İsrail’i bir kenara koyarsak, bölgedeki ve dünyadaki ABD müttefikleri içinde bu karardan memnun olacak tek ülke yoktur. Bu noktada özellikle Suudi Arabistan ve Körfez emirliklerinin köşeye sıkışacağı açıktır.
“Kudüs kararı”nın kısa vadede Suriye’yi memnun edeceğini bile söyleyebiliriz. Bu karar bölgede ve dünyada Suriye’nin dostlarını ve destekçilerini artıracaktır. Bölgede İsrail’in de işe karışacağı daha büyük bir savaşın patlak verecek olması ise, zaten 7 yıldır yıkıcı bir savaşın tam ortasında varlığını koruyan Suriye için çok fazla şey değiştirmeyecektir.
YENİLGİYİ, SAVAŞI BÜYÜTEREK DURDURMA HESABI
Bu durumda şu soruları gündeme gelmektedir:
ABD, dünya çapında dostlarını azaltıp düşmanlarını çoğaltacak bu kararı niçin almıştır?
ABD, bölgede dünyanın büyük güçlerinin karşı karşıya geleceği bir savaşı; bir çeşit dünya savaşını göze almış mıdır, ya da alabilir mi?
Böyle bir savaşın yenen gücü olabilir mi?
Bugünkü dünya güçler dengesinde, ABD’nin böylesine büyük bir çatışmadan galip çıkmayacağı kesindir. Dünya çapındaki bir hesaplaşmadan ise, galip çıkmamak da bir yana, ağır yenilgiyle çıkacağı, en başta ABD’yi yönetenlerin bildiği bir gerçektir.
O halde ABD bu “bombayı” niye attı?
Durup dururken Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak ilân edilmesi, bölgede terörü, istikrarsızlığı ve zincirleme olarak savaşları tırmandıracağına göre, ABD buna neden ihtiyaç duydu?
Herhalde Trump’ın seçim vaadi listesinde yer aldığı için değil…
ABD’de ve “Batı demokrasileri”nde seçim programlarına konan 10 vaadin 8’inin, yerine getirilmemek üzere programa konduğunu, seçilenler kadar seçmen de bilir.
O halde neden?
Sorunun bir tek yanıtı gözüküyor: 2013’ten bu yana bölgede yenilgi süreci yaşayan ve son bir yıl içinde yenilgisi iyice belirginleşen ve hızlanan ABD, durumu lehine çevirmede, savaşı ve terörü tırmandırma dışında bir seçenek kalmadığına hükmetmiş bulunmaktadır.
ABD ORTADOĞU’DA SAVAŞI NEREYE KADAR TIRMANDIRABİLİR?
Nereye kadar ve kimleri kapsayacak kadar tırmandırma?
Kendisini bölgede yenilgiye götüren gelişmeleri durduracağını öngördüğü düzeye kadar…
Bu gelişmeleri durdurma gücüne sahip, ama bölge çapında başlayıp hızla büyüyecek bir savaşa, hazır olmadıkları için, boylu boyunca girmekten çekinecek devletleri kapsayacak kadar…
Şimdi de şu soruların yanıtlarını arayalım:
ABD’nin bölgede yenilgisini başlatan ve giderek hızlandıran gelişmeler nelerdir?
İzledikleri siyasetler ve giriştikleri eylemlerle ABD’nin yenilgisine neden olan devletler hangileridir?
ABD YENİLGİSİNİ HAZIRLAYAN DEVLETLER ve OLAYLAR
Kestirmeden söyleyelim: ABD’nin yenilgisini hazırlayan devletlerin başında Rusya ve Türkiye gelmektedir.
Rusya’nın 2013’den başlayarak “sahaya inmesi” ve Ortadoğu’da ABD’nin karşısına dikilmesi… Yine aynı tarihlerde, bir numaralı yöneticisinin BOP Eşbaşkanlığından çekilmek ve giderek BOP’un karşısına geçmek zorunda kaldığı Türkiye’nin, adım adım PKK ve FETÖ’yü etkisizleştirme ve temizleme, ardından ABD ve BOP için yaşamsal önemdeki “Kürt koridoru”nu yarma eylemleri…
ABD yenilgisini hazırlayan ve hızlandıran eylemler de bunlar oldu.
ABD’nin yenilgi sürecini, biraz daha geriden başlayarak incelediğimizde karşımıza çıkan tablo şudur:
Afganistan ve Irak işgalinden, onu izleyen “Arap Baharı” ve Mısır’da Müslüman Kardeşler’i iktidara taşıma operasyonlarından geçerek gelinen Suriye iç savaşı, aynı zamanda ABD’nin bölgede inişe geçmesinin de başlangıcı oldu.
Beşar Esat liderliğindeki Suriye halkı, ABD’nin çeşit çeşit terör örgütleri ve başlangıçta Tayyip Erdoğan’ların da desteğiyle Suriye’nin üstüne çullanmasına karşı çetin bir direniş gösterdi.
İran, Hizbullah’la birlikte, Suriye savaşının başlamasından beri zaten bölgedeki ABD’ye karşı direniş safında yer aldı.
Rusya da başından itibaren Suriye’ye destek verdi.
Fakat onun desteğinin savaşın kaderini değiştiren düzeye yükselmesi, yukarıda belirttiğimiz gibi, Suriye sahasında doğrudan yer almaya ve yanına Türkiye’yi de çekmeye başlamasıyla gerçekleşti.
Bölgenin bu iki güçlü ülkesinin, aralarına İran’ı da alarak geliştirdikleri işbirliği ve ittifak, ABD’nin bölgedeki yenilgisini durdurulamaz bir noktaya sürükledi. Dahası, giderek de hızlandırdı.
Kuşkusuz bu işbirliği ve ittifak, inişli çıkışlı bir seyir izledi. Ama adım adım ilerleyerek 2015’ten sonra sağlam bir zemine oturdu.
Bu ittifak, ABD’yi BOP’ta önemli bir müttefikten (Türkiye’den) yoksun bırakmakla kalmadı. Rusya, Çin ve İran’la işbirliğine yönelen Türkiye’nin adım adım ABD/BOP karşıtı cepheye geçmesine de yol açtı.
Bilindiği gibi bu gelişme, ABD liderliğindeki Suriye karşıtı “Koalisyon Güçleri” inisiyatifinde yürütülmeye çalışılan “Cenevre Süreci”nin devre dışı bıraktı. Ortadoğu’da inisiyatifin Suriye dostları “Astana Güçleri”nin eline geçmesini sağladı.
BARZANİ REFERANDUMU HAMLESİ TERS TEPTİ
Bu gelişmeyi ABD, Barzani’yi sahaya sürüp, “bağımsızlık referandumu” hamlesiyle frenlemeye kalkıştı.
ABD hesaplarına göre “bağımsızlık referandumu”, İran ve Türkiye’nin dikkatinin Suriye’nin kuzeyinden Barzani’ye kaymasına yol açan; Rusya bir ikilemle karşı karşıya bırakan; “Kürt koridoru” savaşında cepheyi genişleten ve sonuçta Rusya-İran-Türkiye blokunda çatlama yaratan bir rol oynayacaktı.
Çatlatmaya çalıştığı blokun oluşmasından beri çaresizlik içinde oyun geliştirmeye çalışan ABD’nin bu hamledeki hiçbir hesabı tutmadı.
Referandum oyunu ABD’nin bölgedeki yenilgisini geri dönülmez noktaya taşıyan ve hızlandıran Rusya-İran-Türkiye blokunu çatlatmak yerine, Irak’ın da dâhil olmasıyla daha da genişletti ve sağlamlaştırdı. Bu ABD hamlesinden tipik bir Batı Asya ittifakı çıktı.
KİLİT ÜLKE TÜRKİYE
ABD başından (2013’ten) beri, bütün bu gelişmelerde kilit ülkenin Türkiye olduğunu doğru olarak saptadı. Bu nedenle karşı hamlelerinin çoğunu, Türkiye’yi oluşmakta olan Batı Asya blokundan koparma üzerine kurdu.
Rusya uçağının düşürülmesi ve Rus Büyükelçisinin öldürülmesi provokasyonları, Türkiye’nin Suudi Arabistan-Katar üzerinden mezhepçi temelde oluşacak İran karşıtı bir cepheye çekilmesi girişimleri, FETÖ-NATO darbe kalkışması, SGD/PYD maskesiyle PKK’nin pervasızca silahlandırılması, hep bu amaca yönelikti.
Barzani referandumunun boşa çıkarılmasını, “Astana Güçleri”nin Suriye’de barışı sağlamaya dönük daha etkin hamleleri izledi. Dahası, Türkiye’nin Afrin’e müdahale etmesi ve AKP yönetiminin Suriye ile yeniden resmi ilişkiye geçmesi gündeme geldi.
Bunların, ABD aleyhinde işleyen sürecin daha da hızlanmasına yol açacağını en başta ABD bildiği için, gündeme gelen gelişmelere tepkisiz kalmadı. Tepkiler, NATO tatbikatında “düşman hedef” yerine koyma, Rıza Sarraf davasından Türkiye’ye ambargo kararı çıkarma tehditleri ile ifade edildi.
Bu tepkiler, Türkiye’nin Avrasya’da kurulmakta olan “Yeni Dünya”nın önemli bir devleti olması yönündeki gelişmeyi durdurmak yerine daha da hızlandırdı.
SAVAŞI BÜYÜTME NARASI
ABD Kudüs kararı ile, bu hızlanmayı seyretmeyeceğini; bu gelişmeye savaşı tırmandıracak hamlelerle yanıt vereceğini ilân etmiş oluyor. Kudüs kararı, Türkiye odaklı caydırma ve teslim alma girişimlerinden bir sonuç alamayan ABD’nin, kurulmakta olan ABD denetimi dışındaki ve ABD egemenliğini sınırlayacak “Yeni Dünya”yı önlemede, çıtayı yükseltip, Çin, Almanya ve Rusya’yı hedef aldığını göstermektedir. Büyük bir Avrasya ittifakı temelinde kurulmakta olan ABD denetimi dışındaki “Yeni Dünya”nın kilit ülkeleri, Rusya, Çin, Almanya, Türkiye ve İran’dır.
ABD’nin Ortadoğu’da batağa saplanmasına yol açan İran, Rusya ve Türkiye, bölgede ABD tarafından bugüne kadar başvurulan terör örgütleri kullanma, vekâlet savaşları örgütleme, iç yıkıcılık geliştirme gibi yöntemlerle dize getirilemedi.
Bunlar, bu direnmede Çin’in önemli desteğini arkalarına aldılar. Son yıllarda Çin ve Rusya odaklı olarak Almanya da Avrasya’ya kaymaya ve ABD denetiminden çıkmaya başladı. Çin ve Almanya’nın izlediği siyaset, ABD’nin Ortadoğu savaşını kaybetmesine yol açan Rusya-İran-Türkiye blokunun oluşmasında ve genişlemesinde olsun, Avrasya’da ABD denetimi dışına çıkan “Yeni Bir Dünya”nın kurulmasında olsun, belirleyici rol oynamaktadır.
Kurulacak Çin-Rusya-İran-Türkiye-Almanya eksenli “Yeni Dünya”, Ortadoğu’da kaybeden ABD’nin dünya çapında da kaybetmesini sağlayacaktır.
HEDEF: ÇİN, ALMANYA, RUSYA
ABD şimdi, başta Çin ve Almanya olmak üzere, Avrasya güçlerini Ortadoğu’da patlatacağı büyük çaplı bir savaşta boy ölçüşmeye çağırmaktadır. Zincirleme olarak bir dizi çatışmayı tetikleyecek “Kudüs kararı”nı, böyle bir savaşın fitilini ateşleme olarak düşündüğü anlaşılmaktadır.
Özellikle Çin ve Almanya, önümüzdeki hiç değilse 5-10 yıllık siyasetlerini, devletler arasındaki büyük savaşlara taraf olmadan barışçı büyüme üzerine kurmuş dünya devletleridir.
ABD onların, Ortadoğu’da patlayacak ve nerede duracağı belli olmayacak büyük bir savaşın tarafı olmaktan kaçınacaklarını hesap etmektedir.
Aynı şekilde, Ortadoğu’da belli sınıra kadar aktif olsa da, Rusya’nın da büyük çaplı ve ABD-İsrail bloku ile doğrudan savaşacağı bir çatışmadan sakınacağını düşünmektedir.
Bu hesapların sonucu olarak ABD, hem Ortadoğu’daki yenilgisini durdurmak için, hem de dünya çapındaki yenilgisini önlemek için, çareyi, Çin, Rusya ve Almanya’yı, güreşemeyeceklerini tahmin ettiği bir savaş minderine çağırmakta bulmuştur.
ABD, eğer Çin, Almanya ve Rusya’yı, sonu dünya savaşına varacak bir bölge savaşı ile korkutup geri adım attırmaya razı olursa, arkalarında bu ülkelerin olmayacağı kilit ülke Türkiye’nin de, inatçı İran’ın da, direnen Suriye’nin de hesabını kolayca göreceğini düşünmektedir.
KUDÜS KARARI: ŞANTAJ KARARI
“Kudüs kararı”, bugünkü durumda Çin, Almanya ve Rusya’ya karşı bir şantaj kararıdır.
Kudüs kararının, özellikle bu üç devletin, direnerek ABD’nin Kudüs blöfünü boşa çıkarmak yerine, bu şantaja boyun eğerek onu yatıştırmaya kalkacakları; oturacakları pazarlık masasında ise, ABD’nin onlardan, yenilgisini hiç değilse geciktirecek bazı tavizler koparacağı varsayımına dayandırıldığı anlaşılmaktadır. Oysa kararın açıklanmasından hemen sonra hem dünyanın her yerinden yükselen tepkiler, hem de bu devletlerin yaptığı açıklamalar, hiç de ABD’nin beklediği sonucu doğuracak yönde değildir.
Bu nedenle bu varsayımın bir çaresizlik ve kumarcı varsayımı olduğunu; bunun üzerine kurulu kararın da, bir şantajdan, bir blöften fazla bir anlam ve değer taşımadığını söyleyebiliriz.
Bu üç devletin de içinde olduğu Avrasya Bloku direnirse, ABD’nin işi bir dünya savaşı çılgınlığına götürmesi de mümkün değildir.
Böyle bir çılgınlığın, ABD’nin toptan yok olmasına veya en azından İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Almanya’nın durumuna düşmesine yol açacağını, herkes kadar Çin, Rusya ve Almanya yöneticileri de bilmektedir. Yine bu ülkeler yöneticileri, ABD egemen sınıfları içinde, Trump’ı da seçtiren güçlü bir kesimin bu sonucu görecek kadar dengesini kaybetmediğini ve böyle bir çılgınlığın karşısında yer alacağını da bilmektedirler.
ABD 1990’dan sonra dünyaya meydan okumuş ve 21. yüzyılın bir Amerikan yüzyılı olacağını ilân etmişti. Daha 8-10 yıl öncesine kadar gücünden sual olunmayan bu emperyalist devlet, yüzyılın ilk çeyreği dolmadan çöküşle yüz yüze gelmiş bulunuyor. Ve bunu önlemede artık o kadar çaresizdir ki, dünyayı, kendisiyle birlikte havaya uçuracağı bir intihar bombacısının çılgınlığıyla tehdit etmektedir.
Arslan Kılıç
Aydınlık
[/img]
_________________
Bir varmış bir yokmuş...
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder Yazarın web sitesini ziyaret et AIM Adresi
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> DÜNYA BİR İNKILÂP BEKLİYOR Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com