EntellektuelForum Forum Ana Sayfa EntellektuelForum

 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Kapitalizm : Bir Aşk Hikayesi

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> SİNEMA-TV-TİYATRO
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
Ekim



Kayıt: 21 Arl 2007
Mesajlar: 2634
Konum: Kanada

MesajTarih: Çrş Arl 23, 2009 11:21 pm    Mesaj konusu: Kapitalizm : Bir Aşk Hikayesi Alıntıyla Cevap Gönder

Kapitalizm : Bir Aşk Hikayesi
Korkut Boratav
Sol

Michael Moore filmleriyle Amerikan toplumunu eleştirmeye devam ediyor.

Öncekileri hatırlatayım: Kapanan fabrikalarıyla birlikte işlevsiz kalan geleneksel işçi sınıfının kaderi, Amerikalıların silah tutkusu, 11 Eylül’den Irak saldırısına uzanan dönemde Bush yönetiminin marifetlerinin teşhiri, Amerikan sağlık sisteminin insafsız eleştirisi…

Şimdi de 2007-2009 krizini vesile ederek doğrudan doğruya Amerikan kapitalizmini hedef alıyor: Bu hafta Türkiye’de de gösterime giren Kapitalizm: Bir Aşk Hikâyesi…

Michael Moore’un, son yıllarda Amerika’dan çıkan en etkili muhalif olduğunu düşünüyorum. Kendisine bir Oscar, bir de Altın Palmiye ödülleri getiren belgesel sinemayı çarpıcı bir biçimde kullanıyor. Konusunu doğrudan doğruya insan hikâyelerine taşıyarak işliyor. Kapitalizm: Bir Aşk Hikâyesi de böyle bir film.

Kriz ortamındaki Amerikan kapitalizmini de tek tek insanlar üzerinde odaklanarak eleştiriyor.

***

Emekçi katmanlardan filme taşınan insan manzaralarından örnekler vereyim:

İpotek borçları nedeniyle konutlarından polis zoruyla tahliye edilen insanları görüyoruz… Bu insanların önemli bir bölümü, uzun yıllardan beri oturdukları evlerden çıkartılıyor; zira, komisyoncuların, bankaların iğvasına kanarak konutlarını ipotekleyerek ilaveten borçlanmışlar ve tökezleyince evleri satılmış.

Yirmi yıldır oturdukları konuttan polis zoruyla çıkarılan aileye emlâk komisyoncusu soruyor:

“Evin son temizliği için dışarıdan insan tutacağız; isterseniz siz temizleyip bin dolar kazanın…”

Kabul ediyorlar. 81.000 dolarlık borç nedeniyle tahliye ettikleri kendi evlerini temizleyip yeni sahipleri için hazır hale getirdikten sonra bin doları alıyor; kamyonetlerine binip kayboluyorlar.

Havayollarının bunalıma girmesi bahanesiyle maaşları düşürülen ve “yoksul Amerikalılar sınıfına” katılan pilotlar…

Bazıları, yoksullara dağıtılan yiyecek karnelerine muhtaç kalmış; birisi mesai saatleri dışında köpek gezdirerek; bir başkası kanını satarak ek gelir kazanıyor.

Dev perakende zinciri Wal Mart’ta çalışırken kansere yakalanıp ölen adamın hikâyesini karısından izliyoruz. Hastanelere 100.000 dolar borçlanmışlar.

Cenaze kalktıktan sonra öğreniyor ki Wal Mart kocası için bir hayat sigortası yapmış; ne var ki, sadece şirketin yararlanabileceği türden bir sigorta… İşçinin ölümü, aileyi iflasa sürüklerken, Wal Mart için kazanç kaynağı olmuş.

Bir hayli yaygın olan bu tür sigortalara, finans çevrelerinde “köylü sigortası” dendiğini öğrenen dul kadın, “bu köylü lâfı çok ağırıma gitti” diyor.

Özel şirketler tarafından “işletilen” çocuk hapishanelerinden manzaralar izliyoruz.

Öyle anlaşılıyor ki, hapis süresi uzadıkça işletmenin kârlılığı artmaktadır. Basit kabahatler nedeniyle bir-iki ay hapis cezası alan yoksul çocukların hapis süreleri çeşitli bahanelerle birkaç kat uzatılmaktadır.

***
İşçi sınıfı kökenli solcular diyalektik düşünmeye kendiliğinden yatkın olurlar.

Moore da böyle olduğu içim emekçilerden başlattığı hikâyesini karşıtlarıyla bağlantılandırıyor; sürdürüyor. Böylece Amerikan kapitalizminin egemen, yönetici sınıflarından, onların sözcülerinden de “manzaralara” ulaşıyoruz.

Amerikan ekonomisini yöneten kişilerin büyük şirketlerle göbek bağlarını Moore tek tek ortaya koyuyor.

Ve gösteriyor ki, bunlar, dev bankalara hizmet ederken kazandıkları milyonlarca doların “karşılığını” hükümete geçtikten sonra eski şirketlerini doğrudan veya dolaylı yöntemlerle ödüllendirerek fazlasıyla ödemişlerdir.

Ünlü banker Warren Buffett’in “finansal sistemin kitle imha silahları” olarak adlandırdığı ve krize yol açtığı söylenen “finansal araçlar”dan bazıları, örneğin türevler, batık kredi takasları ne anlama gelmektedir?

Wall Street’teki ofislerinden çıkan bankerlere, uzmanlara mikrofon uzatıyor; yanıt alamıyor.

Harvard’lı ünlü profesör (ve IMF’nin eski baş ekonomisti) Kenneth Rogoff’a ulaşıyor; profesör açıklamaya çalışıyor; tökezliyor, beceremiyor.

Bankalara 700 milyon dolar aktaran kurtarma operasyonunun izlerini sürmeye çalışıyor. Kongre’de bu süreci denetlemeyi üstlenen kişiye soruyor:

“Bu para şimdi nerede?”

Cevap,

“bilmiyorum”.

Moore’u, bundan sonra elinde bir torba; “vatandaş olarak paramı geri almaya geldim” diyerek tek tek dev bankaların kapılarında görüyoruz.

***

Michael Moore’un filmi, “krizden tablolar” olarak başlıyor; hızla kapitalizmin eleştirisine dönüşüyor.

“Kapitalizm paranın egemenliğine dayandığı için özünde anti-demokratiktir; acımasızdır; habistir; ortadan kaldırılmalıdır.”

Bu mesaj, film boyunca Moore’un, din adamlarının, sıradan insanların ağzından sık sık tekrarlanıyor.

Sistemin kötülükleri, Moore’a göre, o kadar açıktır ki, isyan haklıdır. Esasen, film boyunca sıradan insanların dayanışmayla, mücadeleyle, fabrika işgaliyla kazandıkları “küçük zaferler” de anlatılmaktadır.

Peki, alternatifi nedir?

Moore Reagan-öncesi Amerikası’na, kapitalizmin refah toplumu düzenlemelerine özlemle bakmakta; Roosevelt’e büyük saygı duymaktadır.

Finans kapital ve savaş lobisi tarafından kuşatıldığını kabul etmesine rağmen Obama’yı hâlâ desteklemekte; bu yüzden de Amerikan solcularının bir bölümüne ters düşmektedir.

(..)

Kapitalizm ve Aşk
Salih Selçuk

Kapitalizmin aşkla ne ilgisi var? Her yerde -aşkta bile- kapitalist bir yan aramak zorunda mıyız? Böyle her fırsatta "kominis kominis konuşmak" zorunda mıyız? Bu soruyu soranlar çok. Yeterince kalabalıklar! Kapitalizm, mümkün olduğunca geniş ve derin bir alanı "maddi normlara indirgeme" veya "maddi ölçülere göre tanımlama" sistemi olarak, düşünme ve hissetme biçimlerine kadar işleyebilmiş bir sistem. Gücü (ve zayıflığı) da bu basitliğinden geliyor. Belli kişilere/kurumlara indirgenemeyen bir özelliğe sahip. Bunun özgün/benzersiz yanı, herşeyin ama herşeyin paraya/ekonomiye endekslenmesi özelliğidir. Yani sürekli ekonomi ve kapitalizm konusuna dönmemizin nedeni, aslında bir zorunluluktur. Kapitalist sistem, ekonomi merkezli haliyle tarihte benzersiz bir istisna teşkil etmektedir. Kapitalizmin aşka nasıl, ne kadar işleyebildiğini veya işleyip işleyemediğini sorgulamakla ilgili birkaç noktaya dikkat çekmeye çalışacağız. Ve sosyolog Eva Illouz'un konuyla ilgilenen üç kitabına (eleştirel) bir göz atacağız.

Aşkın ne olduğuna değinmek bu yazının amacı değil, ama kısaca aşktan bahsedeceksek (biliyorsunuz, 'Işk' sözünden, yani 'ışık'tan gelmektedir) sahiden de insanı bir tür yüce mutluluk duygusuyla dolduran özel bir durumdur. Aşk mutluluğunun, bir başka kişiye bağlı olarak gerçekleştiği, bir başka kişinin varlığı şartına odaklı olduğunu ve aslında çok daha fazlasını söylemek mümkün. Aşk, insan beyninin (olası biyolojik gelişim/evrim sürecinde) en eski ikinci katmanıyla ilgili bir hal/durum. Buradan yola çıkarak, insanoğlunun ve insankızının (atalarının tarihiyle beraber hesaplandığında) milyonla ifade edilebilecek bir süreden beri birbirine aşık olabildiğini ("teorik" olarak) söyleyebiliyoruz. Biz buna kısaca, "Sonsuz aşk" veya "Aşk sonsuz" diyebiliriz!

Aşkın tamamen kapitalizmin etkisi ve kontrolü altına girmesi asla sözkonusu olamaz. Ama kapitalizmin aşk üzerindeki etkisisini; aşk duygusunu sömürmek, aşkı çağrıştırarak çeşitli yüzeysel sevinç duygularını aşka saymak; aşkın, tam bir tüketici mantığıyla, "biri diğeriyle yer değiştirebilecek aşıklar arasında seçim yapmak" aldanmasına indirgenmesi açısından inceleyebiliriz. Bu alanda kapitalizm, insanları mutsuz etmesinden tutun da, aşkın değerini düşürmesine kadar bir dizi önemli bazda ele alınıp incelenebilir.

Günümüzde aşkı çağrıştıran, aşkı kullanan ve onu doğrudan tüketici kültürüyle ilişkilendiren bir sektör var. Bu sektörün adı reklam sektörü. Aşkla ilişki kurularak, "bu mal mutluluğunuzun şartıdır" diye, ne kadar çok ürünün pazarlanmaya çalışıldığını bir düşünürsek, bu alanın ne kadar önemli bir kısmının aşk duygusunu komersiyel hale getirdiğini, sömütdüğünü görebiliriz. Aşk, şartlı mutluluğun kişiye özel en kutsal ve güzel halidir. Ama sadece şartlı bir mutluluk anlayışının hakim olduğu kapitalist yaşam biçiminde Tüketici zihniyeti, doğrudan aşk çağrıştıran bazı adetler bile uydurarak, insanın bu önemli mutluluk türünü kendi tüketim kültürüne entegre etmeye çalışmıştır ve bunda kısmen başarılı da olmuştur. Ve aşkla ilgili tüketici adetlerinin bazıları inanılamayacak kadar yenidir. En yeni olanları 'Tek taş yüzük'tür mesela, veya 'Sevgililer günü hediyesi' gibi konulardır. Biraz daha eski olanlar, 'Sevgiliyle şampanya-havyar', 'Evlilik ve yaş günü hediyeleri', 'Sevgiliyi ilk yemeğe götürmeler', 'Sinemaya gitmeler' gibi -doğrudan tüketicilikle ve parayla ilgili olan konulardır. Ama sevdiklerimizi mutlu etmemizin parayla-pulla alakalı olmadığını ve sistemin aşka, para üzerinden nasıl müdahil olduğunu konuşmalıyız.

Aşkın komersiyelleşmesi hakkında birden çok kitap yazan İsrailli bilim kadını Eva Illouz, bu konuda sahiden de çok önemli ve ilginç noktalara dikkat çekiyor. (Bkz: 'Konsum der Romantik' 2003, 'Gefühle in Zeiten des Kapitalismus' 2004, 'Die Errettung der modernen Seele' 2008) Bu yazıda, onun fikirlerine de değineceğiz. Fakat bizi ilgilendiren, kitabın en zayıf ve belki de en talihsiz yanı: Kitap bu konuda kapitalizmi savunuyor! Fakat bunu pragmatik bir şekilde, "ne yapalım başka çaremiz yok" cinsinden yaygın bir "ince"likle yapıyor.


Kapitalizm şu anda fena halde teklemesine rağmen dünyanın her köşesinde uygulanan ve daha bir süre daha uygulanacak olan tek sistem. Bazı konuları -varolan- kapitalist ilişkiler çerçevesinde değerlendirmek ve bu -kısıtlı- çerçeve dahilinde bazı iyi/kötü kategorileri oluşturmak mümkün -bu yapılıyor da. Fakat kapitalist sistemi değişmez/kadirimutlak bir düzen sayarak bu sınırlı kategorilerle yetinmek, insanı kapitalizmin ötesine uzanan opsiyon ve kategorilerden koparabilir. Koparmamalı. Çünkü kapitalizmin geleceği yok! Bu söz kulağa klişe gibi gelebilir ama döne döne söylemek zorundayız: Eğer kapitalizmin bir geleceği varsa, bu gelecek, dünyanın cehennem versiyonundan ibarettir. ("Kapitalizm çökmez, kapitalizme bişey olmaz, böyle devam eder" diyenlere: Yıkılmamış kapitalizm demek, elli yıl sonra, birkaç milyonluk bir elitin cam fanus benzeri dünyadan izole şehirlerin içinde yaşadığı, bunun bedeli olarak da dünyanın geri kalanının -doğanın/etmosferin bozulduğu- tam bir cehennem hayatına mahkum olduğu, kirlilikten, mutasyondan, olmadık hastalıklarla boğuşmaktan bitap düştüğü bir dünyadır. Ayrıca mutlaka en az bir büyük savaş dalgasının durumu daha da berbat hale getirmiş olma ihtimali de yüksektir.) Yaygın pragmatizm; birçok kişinin bu korkunç gerçeği bilmesine rağmen -flu olan- diğer alanı, yani kapitalizmin dışına doğru uzanan alanı, tarif edememekten kaynaklanan bir kolaycılığa yaslanmaktadır ve konuştuğu herşeyi kapitalizmin sınırları içine hapsetmektedir ve kapitalizm dahilinde değerlendirmektedir. Bu kolaycılık, iki nedenle herkesin işine geliyor.

Bir: Bugünün bilim adamlığı/kadınlığı da kapitalizm sınırları dahilinde işlemeye meyilli bir şeydir. Yani mutlaka "para etmesi" gerekiyor. Kapitalist yaşam biçiminin temel kuralı, herşeyin bir şekilde parayla ölçülebilir olması, olamazsa o normlara uyacak şekilde değişmeye zorlanmasıdır. Yapılan işin komersiyelleştirilebilir olması gerekir. Bunun için de belli normlar vardır ve yaptığınız çalışmaların, o normlara uyması şarttır. Ayrıca, bilim adamı/kadını olarak ciddiye alınmanın önemli şartlarından biridir o malum normlara uymak. Yani her "aklı başında" (yani çıkıntı olmadan kapitalizmle uyum halinde koyun koyun yaşayarak çocuklarını cehenneme göndermekten çekinmeyen) "çağdaş ve de modern" insanın ve bilim insanının, kapitalizmin insanlığın sonu olabileceğini bilebile, maaşı/geliri/işi/ünü/çevresindeki itibarı nedeniyle bu konulara pek girmemeleri -sözünü ettiğimiz bu pragmatizmin en klişe örneğidir. (Bin dereden su getirir, "demokrasi" dersiniz, ama kapitalizm demezsiniz mesela) Doğru bir şeyin müzelik halini savunmak, bu pragmatizmin daha eski bir yöntemidir. (Bu şekilde konuların özüne hiç değinmeden pas geçebilirsiniz. Mesela artık ölmüş olan ortodoks Marksizmi savunarak, hem Solcu kalmış görünürsünüz, hem de neoliberal kapitalizme akıl veren bir ekonomi yazarı olabilirsiniz!). Bu iki yüzlü tarzı sistem elitleri de beğenirler, hatta desteklerler. Siz yeter ki -esasen- sistemi savunun! Hergün demode teorilerden, mesela eski/ortodoks Marksizmden bahsedebilirsiniz. Hatta bu -entelektüel açıdan- “zengin” göstereceği için, bahsetmelisiniz de! Yeter ki bugünkü kapitalist sistemin şirketlerinin/bankalarının vs. ile dünyayı nasıl mahvettiğinden bahsetmeyin. O zaman, Che T-shirt'ünü giyip, Convers'leri çekip istediğiniz kadar Solculuk attırabilirsiniz! Hatta kocaman fabrikalar sizin için Che T-shirt'leri bile üretirler: Çiçekli Che, baloncuklu Che, pullu Che!..

İki: Kapitalizmin dışındaki alan, ekonomiden çok öte bir alanı ifade ettiğinden ve bu yavaş yavaş anlaşıldığından, bilim insanları orada, bir tür sudan çıkmış balığa dönmektedirler. Bu alan, mesela rasyonellik ötesi bazı irrasyonel yaklaşımlar/tarzlar gerektirdiğinden tek tip ölçüler sistemine de (yani sonuçta paraya) uymamaktadır. Para sistemine başka neler uymamaktadır mesela? Erdem, ahlak, annelik, adalet (kanun değil), iyilik, mütevazilik ve daha sayısız madde ötesi yüksek değer paraya uymamaktadır... Aşk da bu uymayan değerlerden biridir -buna rağmen, tüketim üzerinden önemli ölçüde sömürülmektedir, tıpkı diğerleri gibi. Ama aşk, hepsinden daha çok sömürülmektedir.

'Kapitalizmin ötesi'ni sadece "ekonomi" sananlar çok yanılıyor. Kapitalizmin kısıtlılığını ve ruh fukaralığını anladıkça, kapitalizm ötesi alanın çok daha geniş/derin ve kalite bakımından çok daha zengin olduğunu anlamak mümkün. Aşk ve kapitalizm ilişkisinden bahsetmek, biraz da bu yüzden gerekiyor. Aşkın, kapitalizmin etkisinden mümkün olduğunca kurtarılması önemli, çünkü aşk, insanın en önemli kişsel ilham kaynaklarından biri aynı zamanda.

O halde duygusal/emosyonal sıcak aşk ile, rasyonel/işlevsel (yani para edinmek amaçlı) soğuk kapitalizmin ilişkisine kısaca bakabiliriz. 'Romantik aşk' konsepti, -sosyolog Eva Illouz'un da değindiği gibi- "duyguların; sosyal ve ekonomik çıkarlardan, parasal kardan önce gelmesi" kuralını esas alır. Bu haliyle bazılarına göre ekonomi bazlı evlilik kurumuyla da çelişir (tabii evlilik, ekonomi bazlı bir kurum olmak zorunda değil). Fakat romantik aşk ideali, ekonomi ötesi (ekonomiden önce gelen) haliyle, içinde birçok iyi özelliğin yanı sıra, daha iyi bir düzen mantığını da içerebilir -çünkü özgürlükle yakın akraba görünümünde. Burada düşülen hatalardan biri, galiba, aşkı/sevgiyi, bir din seviyesine yükseltmektir. (Bu iki önemli faktörün birbiriyle bağlantılı/ortak yanları olmakla birlikte, özdeş olmadığı açıktır.) Fakat 'Özgürlük' faktörünün -tam da bu konunun- kapitalizm tarafından tepe tepe kullanıldığına özellikle dikkat çekmek gerekiyor.

Aşk, özgür bir ruhta -daha yoğun bir şekilde- ortaya çıkıyor. Aşkın özgürlükle doğrudan ilgisi var. Kapitalizm de, "Özgür insanların sistemi" olmak iddiasında. "Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik" sloganında ifadesini bulan bu sistemsel düşünce, "ilerici" bir şekilde, "eski" adetlerin ve "baskıcı" toplumun karşısına, "özgürlükçü" olmak iddiasıyla çıkıyor. Gereksiz yere baskıcı olan ve özgürlüğe sahiden aykırı durumları -dikkatlice- ayrı tutarsak, kapitalizmin getirdiği "özgürlük" ile, sahici özgürlük arasındaki fark nedir? Var mıdır böyle bir fark? Bu sorunun yanıtı, aşkın kapitalizm tarafından kullanılmasının da kilit sorusu olabilir.

Kapitalizmin verdiği/sağladığı özgürlük, paranın sağladığı "özgürlüktür". Bu özgürlük sadece paraya bağımlı olmakla mümkündür. Ve şöyle "ilginç" bir özelliği vardır: Bu tür özgürlüğün hiçbir ruhani/kutsal boyutu olmadığı için iyilik/güzellik şartı da yoktur. Yani iyi de olsanız kötü de olsanız birşey fark etmez. Halbuki ruhani/kutsal/gerçek özgürlük, ancak iyi olmakla ve burada kısaca 'iyi olmak' dediğimiz konunun rafine edilmesiyle kazanılabilir. (iyiliğin rafine edilmesi konusuna sonra dönebiliriz). Ancak o zaman bazı kapıların açıldığını ve yükseldiğinizi, çok daha yüce gerçeklere erişebildiğinizi, gerçek özgürlüğün anlamını anlarsınız (ve onu hiçbir paraya değişmezsiniz).


Burada bir karşılıklılık söz konusudur. Bir kişiye yönelen (veya Tanrı'ya yönelen yüce) aşk, bu özgürlükten doğar (ise) ve o ölçüde yoğun olur. Burada sözü edilen aşkın parayla/pulla ilişkisi ya hiç yoktur, ya da ilişkisi metaforlarla ifade edilebilecek cinstendir. Kapitalizmin, aşkı üzerine oturttuğu özgürlük ise "parasal zenginliğin sınırlı özgürlüğü"dür. Burada aşk açısından bakacak olursak sınır, aşkın kalitesiyle ilgili önemli bir durumdur. (Eva hanım malesef bu konuya girmiyor) Ve bu durum kapitalizmin ötesine/sonrasına doğru genişleyen yaklaşımla ilgili bir durumdur. İyiliği/güzelliği rafine etmeyen, onun yoğunlaştırılmasıyla insanın ruhunu yüceltmeyi hedefleMEyen (tam tersine ihtiraslara, tüketmeye, ruhu alçaltmaya vs. özendiren) bir yaşam biçiminin yoğun/yüksek duygular uyandırması mümkün değildir. Bunun anlamı, kapitalist sistemde insanın "ruhsal" özgürlüğünün maddi dünyadaki hareket özgürlüğüyle, sahip olmak özgürlüğüyle, maddi dünyayı esas alan kantitatif düşünce çokluğuyla vs. sınırlı olmasıdır. Bunu bir algılama durumuyla da ifade edebiliriz. Örneğin miyopsanız ve sadece önünüzü görebiliyorsanız, önünüzdeki çokluğu zenginlik sayabilirsiniz. Ama çok uzakları görebilmek opsiyonuna sahipseniz, önünüzdeki çokluğun aslında ne kadar az olduğunu ve belki ne kadar değersiz olduğunu anlayabilirsiniz. Kapitalizm insana -para üzerinden- miyopluk sunmaktadır. Seyahat etmek, sahip olmak, kitap okumak vs. gibi özgürlükler de sunmaktadır ve bunlar elbette önemsiz değillerdir. Fakat bunlar belli bir sığ ruhsal kalite seviyesini aşamamaktadırlar -asıl dikkat edilmesi gereken budur. Ve kapitalizmin bu sınırlı hali çok da doğaldır. Bu noktada bir "Parayla saadet olmaz" durumunun mutlaka her seferinde yeniden keşfedildiğini görüyoruz. Para, vaadettiği tüm özgürlüğe rağmen, vaadinin çok azını tutar ve verdiği mutluluk çok kısadır (hatta anlık olabilir) o yüzden de yalancıdır. Sadece parayla/malla mutlu olmak mümkün değildir, ama para üzerinden başka insanların üzerinde etkili olabilenler, diğerlerinin üzerinde bir çeşit kontrol gücü oluşturup bu gücün verdiği bir tür "güçlülük" ve "tatmin" duygusunu "mutluluk" sanabilirler. Kısacası, kalitesi düşük bir duygudan/duygulardan söz ediyoruz.

Kapitalist (sistemle ilgili tanımladığımız anlamda) zengin toplumlardaki yoğun depresyonu/mutsuzluğu bununla ilişkilendiriyoruz. O halde, bu atmosferden çıkan aşkın da düşük kalitede olduğunu tekrarlayabiliriz.

Kapitalizmin bu eksiklikten ürettiği caniane yan ise doyumsuzluktur. Kapitalizmin (parasal) özgürlüğüne dayanan/dayandırılan aşk, düşük kalitede/yoğunlukta olduğundan ve insani değerlerle (ahlak, yetinmek, tevazu vd.) desteklenmediğinden, sürekli aşkın daha büyüğü (yücesi değil!) aranmaktadır (ve tabii bulunamamaktadır!) Bulunduğunda da kolay yitirilmektedir. Çünkü kapitalizmin etkisindeki aşk, bulduğunla yetinmez, sürekli daha büyüğünü arar -ve bu yüzden de asla bulamaz; bulduğu anda bile, "daha büyüğü yok muydu acaba" diye sorar. Kapitalizmin "operasyon" alanı madde dünyasında olduğu için, "en yüce duygu" mertebesine çıkardığı aşkı da çeşitli maddesel şartlara bağlamıştır. Burada temel fikir şartlı mutluluktur: Mesela "aşık olan kişi alışveriş eder" varsayımıdır -veya bu ekuvalent bir tarzda tersine çevrilir: "Aşk için alışveriş edilir." Buradaki karşılıklılık ilkesi, parasal özgürlük temelli olduğundan, aşkın belirtisi olarak çeşitli -para bazlı- gelenekler geliştirilmiştir. Hediye kültürü burada kötüye kullanılıp bir tüketim kültürü haline getirilmiştir.

Eva Illouz Hanımın yaptığı, bu çerçeve dahilinde "sağlam" bir eleştiridir. Ama mesela parası olanın, sırf daha fazla hediye alabildiği için kapitalizmde -hediye alamayana göre- daha mutlu olabildiği üzerinde de durmaktadır. (Konuyu kapitalizmle sınırlayacaksak) Malesef doğru! Ama şu konuyu da es geçmiyor: E bu mutluluğu "canlı" tutmak için de sürekli birşeyler almak, "sürprizler" yapmak falan zorundasınız. (Sonucu söyliyeyim: Eviniz lüzumsuz eşyalar mağazasına dönebiliyor!) Ama asıl konu bu değil. Asıl konu: Sistem içinde yaşayan, sistemle kuşatılmış, herkesin sistemin normlarını esas aldığı bir atmosferde yaşayanların, kendilerini bu "mal" mutluluğunun gazabından korumasının pek de kolay olmamasıdır! Burada yalnız olmazsanız, (yani 'sahici' adam gibi / kadın gibi bir aşkınız varsa yanınızda!) kapitalizmin insan bozan paracıllığından korunmak çok daha kolay olabilmektedir. Bu açıdan bakıldığında aşkın önemli bir ilham kaynağı olduğunu tekrarlayalım.

Kapitalizm devrinin aşk ritüellerine getirdiği ve benimsenen bir çok yenilik var. Sadece aşk için 'Özel alan' yaratmak ve 'randevu/buluşmak' konuları bile yeteri kadar geniş alanlar oluşturuyor ve Eva Illouz bu alanları enine-boyuna inceliyor. İncelediği "Özel"alanlar ve "Özel"likler arasında, sözkonusu özel aşk alanlarının sosyal alana kaydırılması konusu da var. Yazar burada 'Sinemaya, lokantaya, Cafeye gitmek'ten tutun da 'birlikte turizm' konusuna kadar geniş bir alanı inceliyor. Aşkla/çiftle ilgili özgür alanın sosyal alana doğru genişletilmesi konusu. Yazarın bunu kapitalizm açısından incelemesi gerçekten de çok ilginç ve güzel. Tabii burada bunların "kötü" olduğunu söyleyecek halimiz yok -zira kapitalizm bile tamamen kötü bir şey değildir/olamaz. Fakat intim (iki kişinin arasındaki özel yakınlaşmayla ilgili) konuların bir tür despotizm gibi sosyal yaşamda diğerlerinin üzerinde baskı unsuru olarak kullanılması konularına bile giriyor yazar -ki, şimdi bu yazının çerçevesini aşmaktadır. Fakat aşkın romantize edilmesi, romantizm için maddesel/parasal şartların icadı (şampanya, sinema, tektaş vs.) aşk üzerinden tüketimin romantize edilmesini sağlıyor. Zaten bu da reklam endüstrisinin ilgi alanına giriyor. Yazarın bu denklemi gayet doğru bir şekilde gösterdiğini söylemeliyiz. Ama onun ötesi?!.. O yok malesef!.. Kapitalizm aşkın sadece maddeye değen yerlerini sömürüp kullanıyor, onun ruhuna dokunabilmesi mümkün değil. Ama dokunabildiği alanın bile ne kadar büyük olduğuna bakarak aşkın inanılmaz büyüklüğünü anlamak mümkün. Aşkın aslı ve özü çok büyük ve bizim en güzel işlerimizden biri onu çoğaltmak, maddi kelepçelerinden kurtarmak ve rafine iyilikle yüceltmek olmalı. Bu cümle kulağa, aşk sanki bir "iş"miş, bir külfetmiş gibi geliyorsa şunu hemen ekleyelim: Aşk, dünyanın en güzel işi! En güzel külfeti!

konstantiniye.blogspot.com
selcuksalihcaydi@gmail.com

H. Bülent Kahraman
Fakirlerle alay etmek

Olacak iş değil. Uzun bir yolculuktan yorgun argın dönmüşüm. Vakit gece yarısı. Bir kanepenin üstüne yığılıp televizyonu açıyorum. Bir kanalda SABAH'ın Pazar ekinde iki hafta önce yazdığım yazı okunuyor. Nereden çıktı derken kadim dostum Haşmet'in (Babaoğlu) yazısı yayınlanıyor. Haşmet, benim o yazıda dile getirdiğim ve Rutkay Aziz'in oynadığı reklamı konu ediniyor.

Reklamın içerdiği ahlak anlayışını, Aziz'in solcu geçmişine, 1990'larda ortaya çıkan ve markalara dönük o saçma sapan tutkuyla beliren parıltı (bling bling) kültürüne göndermeler yaparak eleştirmiştim. Ama aynı yazıda, her şeye rağmen, diyordum, bu film ve son dönemde eski arabesk müzik ve kültüre dönük ironiler, bizi Yeşilçam'ın daha cemaatçi ahlak anlayışından, daha içe dönük ve dünyadan kopuk gerçeklik duygusundan uzaklaştırmaktadır da.

Haşmet bunu kabul ediyor ama asıl alay edilen "fakir ama onurlu gençlere" lafı getirip onlara gülüp geçmenin ahlaksızlık olduğunu vurguluyor. Yüzde yüz katılıyorum ve yazısının altına imzamı atıyorum.

Reklamın ideolojisine hiçbir biçimde katılmıyorum. Haşmet'in iğrenç dediği Rutkay Aziz kahkahasını irkiltici ve ahlak dışı buluyorum.

Buna rağmen ilk yazımda dile getirdiğim noktayı başka bir açıdan ele almak istiyorum.

Benim için soru şudur. Eski Yeşilçam "aile sineması"nın cemaatçi ahlak anlayışından, gerçekten kopuk masalsı dünya görüşünden bugünkü pespayeliğe nasıl geldik?

Türkiye'de ilkel sermaye birikimine dayalı, kapitalist sömürü düzenini her düzeyde kullanmak isteyen bir anlayış var. Marx bu tutuma "küçük burjuva radikalizmi" diyordu. Mal biriktirmeye, her şeye, haklı haksız, ahlaki, gayrı ahlaki yollardan sahip olmaya, her şeyi kendi mülkiyetinde tutmaya çalışan bir insan tipi ve onun tavrıdır bu. Tam da böyle bir insan tipolojisinin topluma gitgide hâkim olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Gene Marx'ın deyişiyle "mal fetişizmi"nin her şeyin önüne geçtiği bir anlayıştan söz ediyoruz.

Burada ilginç bir nokta var. Bu tutum içinde bulunan insanlar aslında toplumun en çok sömürülenleri. Yani "fakir ama onurlu" insanlar. Haşmet onların hâlâ var olduğunu söylüyor. Öyle. Kuşkusuz.

Ama bu daha ziyade küçük yerleşim çevreleriyle ilgili bir saptama. Büyük kente, metropolitan alana çıkınca sosyolojik olarak bu duygunun kaybolduğunu kabul etmek gerekiyor. İşin daha da beteri, bu insanların kendilerini sömüren ahlak anlayışıyla özdeşleşmeleri. Doğal, çünkü burada Hegel'in "köleefendi diyalektiği" dediği mekanizma işliyor. İnsanın işkencecisine âşık olması gibi bu insanlar da kendilerini sömüren düzenin kurallarıyla hareket ediyor, hatta bir yüceltme (süblimasyon) duygusuyla onu epey uç bir noktaya taşıyor.

O eski filmlerde bu yoksul ama onurlu olma durumunu yaratan, kim ne derse desin, arka planda gelişen, işleyen yarı mistik bir dünyaydı. Bu doğaldı. Çünkü o filmler netice itibariyle taşra burjuvazisiyle, bir anlamda Müslüman sermayesiyle ilgiliydi. Ticaret yapan ama dinsel bir tutumla kendisine sınır getiren bir muhakemenin insanları. Şimdi kentsel alandaki göçerlerin bu mistifikasyona sahip olmasını beklemek safdillik olur. Yani, Protestan/Müslüman etiği veya onları dengeleyecek çok yaptırımcı bir sivil ahlak anlayışı yoksa ortada burjuvazinin ahlaki tutumu da çok sorunlu bir hal alır.

Kapitalizm gelir rasyonel tavra dayanır. Dolayısıyla sinema hem küçük burjuva radikalizmini hem onunla bütünleşmiş ahlaki tutumu kaba bir gerçeklikle yansıtıyor. Kabul etmiyoruz ama anlıyoruz. Ne yazık ki böyle diyoruz.

Rahatsızlık duymamız sevindiricidir, çünkü bu kaba kapitalizmden rahatsızlık duyuyoruz demektir.

Sabah

10.11.10

Endüstrisi ve sosyal tahribatıyla, yeni pornografi

Hollywood’u herkes bilir. ABD’nin Kaliforniya eyaletinde, Los Angeles şehrinin yüzyirmi küsür bin nüfusu olan bir bölgesidir. Amerikan film endüstrisinin merkezidir. Bir de ‘Pornywood’ diye bir yer var. Bu ad altında tanınan San Fernanda Valley, Amerikan porno endüstrisinin merkezi. Pornywood’daki ikiyüz film stüdyosu, yılda onbin kadar film üretir, ama dünya porno endüstrisi çok daha büyüktür ve yılda toplam onbeşbin kadar filmle, 96 milyar Dolar ciro yapar. Çekilen filmlerin, 4.2 milyon web sitesinde gösterildiği saptanmıştır.

Porno, daha on yıl öncesine kadar, toplumdan -özellikle çocuklardan- özenle uzak tutulan, insanların sözünü bile etmekten utandıkları bir şeydi. 1960’larda başlayan, ‘Cinselliğin baskılardan kurtulup özgürleşmesi’ söyleminin bir devamı olarak, özellikle yetmişlerden sonra “savunulabilir bir şey” haline gelmek yolunda önemli mesafeler katetti. Türkiye’de de yoğunluğu 1970’li yıllarda hissedilen bu akım, berbat bir seks filmleri furyasında ifadesini buldu ve sonra kısa sürede toplumsal hayatın dışına çıktı. Ama dünyada pornoya tolerans, başta ticari nedenlerle, artarak devam etti. İnternetin yaygınlaşmasıyla, pornonun herkes tarafından kolay erişilebilir bir alan haline gelmesi sonucu, toplumu önemli ölçüde etkilediği kesindir ve bunun vahameti artık konuşulmak zorundadır.

Kısmen masum “eğitici-öğretici” filmler kategorisinde 1960'larda topluma açılıp sosyalleşen pornografinin bugünün dünyasında vardığı yer, bir tür benimsenme ve kısmen saygınlık kazanma aşamasıdır. Özellikle Batılı toplumlarda evde porno bulundurmak şık ve modern sayılıyor, saygın gazeteler porno oyuncularıyla söyleşiler yapıyorlar. En berbatı da, pornoya karşı çıkmanın, bazı popüler çevrelerde bir tür demodelik sayılmasıdır. Pornonun bu yeni yüzü, birkaç gün önce Türk medyasına da yansıdı. Aileden pornocu bir “girişimci”nin, dünyanın çeşitli yerlerinde yüz adet bedava konaklanabilen otel açmayı düşündüğü gazete haberiydi. Sözkonusu otallerde bedava kalmak isteyenlerin, odalarında sevişirken çekilecek görüntülerinin internetten pazarlanmasını kabul etmeleri gerekiyormuş (Radikal 8.11.10). Habere konu olan "iş adamı", otel başına yılda 43.8 milyon Dolar “gelir” elde etmeyi umuyor! Pornografiyi topluma mal etme girişiminin böyle aleni türüne gelen tepkilerin cılızlığı ürkütücü.

Pornoya karşı mücadele hiç de yeni sayılmaz. 1970’li yıllarda mücadeleyi başlatan aktivist kadınlardan Alice Schwarzer’in, artık bir kült olmuş ‘Emma’ dergisinde, “Seksizm, Rasizm (ırkçılık) kadar ciddiye alınsaydı, mücadelemizin hedeflerinin yarısına ulaşmış olurduk” sözleri bugün de geçerliliğini sürdürüyor. Schwarzer’in sözlerine bakarak, bu mücadelenin kaybedildiğini de söyleyebiliriz belki. Ama bunun bir rövanşı var. Ve rövanş, kadınlardan önce erkeklerin sorunuymuş gibi görünüyor. Çünkü -istatistiklere göre- ilk porno filmini 11 yaşında seyreden erkek çocukların, cinselliği porno ile karıştırması gibi absürd bir durum yaygınlaşıyor günümüzde. Bu çocukların büyüyünce, kendilerini ve kadınları nasıl mutsuz edecekleri konusu önemli bir sorun. Pornonun özellikle şiddet içeren yeni biçimlerine karşı sert bir mücadele yürüten Gail Dines’in sözleriyle, “Cinselliğin pornoyla ilgisi yoktur” ve bunun gençlere anlatılması gerekiyor.

Yeni pornografide kadına karşı uygulanan şiddetin ve aşağılamanın boyutları benzersiz. Dines şunları söylüyor: “Eğer siyah ırktan olanlar veya Yahudiler, filmlerle, kitle halinde bu derece aşağılansalardı, itiraz/protesto çok büyük olurdu. Kimse de, ‘Fantazi’den falan bahsetmezdi. Tam tersine, bunun ne olduğunu söylerdi, yani: Irkçılık ve Yahudi düşmanlığı.” (Bkz., “PornLand” 2010) Dines, Pornyland’de çekilen porno filmleriyle ilgili araştırmasında, bunların yüzde 88’inin kadına karşı şiddet içerdiğini saptamış. Burada "anlaşılamaz" görünen, ABD gibi insan haklarının mucidi bir ülkede kadının nasıl olup da bu derece aşağılanabilmesidir. Tabii ekonominin "gerçekleri", bu acaip durumu anlamamızı (ama asla anlayışla karşılamamamızı) sağlamaktadır.

İnternet üzerinden ulaşması bu denli kolay olan porno ile, genç erkeklerin şiddete yatkın hale geldikleri ortaya çıkmış. Yeni ve yaygın porno filmlerinde asla ‘Hayır’ demiyen ve her türlü aşağılanmayı sessizce kabullenen kadın tipi, farkında olmadan genç erkekler tarafından benimseniyor. Genç erkeklerin, ‘Hayır’ diyen sevgililerine karşı eskisinden çok daha anlayışsız davrandıkları, reddedilince çok daha fazla/yaygın şiddet kullandıkları, üniversite öğrencileri arasında yapılan araştırmalardan anlaşılıyor. Kadın-erkek ilişkilerinde duygulara hiç yer vermeyen pornonun kadın doğasına yabancı olduğu üzerinde ısrarla duran kadın aktivistler, aslında erkeklerin ruhunu kurtarmaya çalışıyorlar. Çünkü pornonun asıl büyük ruhsal zararı erkeklere verdiği anlaşılıyor. Araştırmalar sonucu ortaya çıkan diğer korkunç saptama, çocuk istismarındaki patlamanın asıl nedeninin porno endüstrisi olduğu gerçeği! İşin garibi, pornonun bu kadar yaygınlaşması bir vaka iken, ve bunun toplumsal etkilerinin negatif olduğu tartışılmaz bir gerçek iken, konu hakkında kapsamlı araştırmalar yok denecek kadar az.

Hayatın en mahrem alanlarının bu derece ticari mal/meta haline getirilmesi, en başta insan mutluluğunun temel faktörleri olan sevgi ve aşka karşı büyük bir saldırı anlamına geliyor. Kadınları tarihte hiç olmadığı ölçüde aşağılıyor. Cinselliği, sevgisiz ve aşksız bir şiddet pratiğine indirgiyor. Porno endüstrisine karşı mücadele, para/kar için her türlü insani değeri çiğneyebilen kökten piyasacı neoliberal anlayışlara karşı mücadeleyle eş anlamlı. ‘İnsani değerler’ ile (ama en çok da ‘Kadınsı değerler’ ile) “ekonomik/parasal değerler”in giderek taban tabana zıt hale gelmekte olduğu bir zaman diliminde yaşıyoruz.

http://konstantiniye.blogspot.com/
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    EntellektuelForum Forum Ana Sayfa -> SİNEMA-TV-TİYATRO Tüm zamanlar GMT
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © phpBB Group. Hosted by phpBB.BizHat.com


Start Your Own Video Sharing Site

Free Web Hosting | Free Forum Hosting | FlashWebHost.com | Image Hosting | Photo Gallery | FreeMarriage.com

Powered by PhpBBweb.com, setup your forum now!
For Support, visit Forums.BizHat.com